20130304-19-yilmaz_guney_avrupada

26
HAFTALIK AVRUPA HABER DERGİSİ 4 MART 2013 | SAYI: 19 YILMAZ GÜNEY AVRUPA’DA M. Şehmus Güzel’in gözlemleriyle Stéphane Hessel Ercan Ağırbaş Avrupa Türk Gazeteciler Birligi Öfkeli dünya yurttaşı Hessel’in ardından Avrupa’daki Türk medyası zorda Avrupa şehirciliğinde cami tedirginliği

Upload: zeki-genc

Post on 28-Mar-2016

234 views

Category:

Documents


3 download

DESCRIPTION

20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

TRANSCRIPT

Page 1: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

HAFTALIK AVRUPA HABER DERGİSİ

4 MART 2013 | SAYI: 19

YILMAZ GÜNEY AVRUPA’DA

M. Şehmus Güzel’in gözlemleriyle

Stéphane Hessel

Ercan Ağırbaş

Avrupa Türk Gazeteciler Birligi

Öfkeli dünyayurttaşı

Hessel’inardından

Avrupa’daki Türk

medyasızorda

Avrupa şehirciliğinde

camitedirginliği

Page 2: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

2 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

IMPRESSUM / KÜNYE

Yayıncı | Verleger:BIMBayerisches Institut für Migration e.V.Truderinger Strasse 280 d81825 München

Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291info(@)[email protected]/avrupagun

Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P):Osman Çutsay

Sanat Yönetmeni | Artdirektor:Ömer Yaprakkıran

İÇİNDEKİLER

3Öfkeli dünya yurttaşı Stéphane Hessel veda ettiHep mutlu ve sosyalistti

UĞUR HÜKÜM

9M. Şehmus Güzel’in gözlemleriyleYılmaz Güney ve Avrupa karşılaşmasıGüney yurtdışında Ekim 1981’den vefat ettiği Eylül 1984’e kadar neresin-den bakarsak bakalım üç yıldan daha az bir süre yaşadı. 1984’te vefatındanüç-dört ay kadar önce, haziran 1984’ten itibaren diyebilirim, neredeyseher türlü faaliyetini de durdurduğunu göz önüne alırsak, bu kadar kısa za-manda yine de çok şey yaptı demek gerekiyor.

18Ercan Ağırbaş’a göre, mimari, günlük yaşamın en önemli parçasıAvrupa şehirciliğindeki cami tedirginliği

OSMAN ÇUTSAY

22Aşırı sağın cinayetlerine ve toplumun suskunluğuna protestoMünih’te sessiz bir gösteri

23Avrupa’daki Türkçe medya çok ağır sorunlarla boğuşuyorZor zamanda gazetecilik

24Angela Merkel karşıtı kitap gündemdeki yerini koruyor“Vaftiz Annesi”: Mafya tipi politika?Gertrud Höhler’e göre, Başbakan Angela Merkel kamuoyunda kendisinipartiler üstüymüş gibi göstermeyi seviyor. SPD ve Yeşiller Partisi seçmen-lerinin de sempatisini kazanan Merkel, bu iki partiye ait çeşitli politikalarıda kendince dönüştürebiliyor. Merkel’in amacı, Yeşiller ve SPD’nin politiksilahlarını ellerinden almak.

İLHAN AYER

Page 3: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

Öfkeli dünya yurttaşı Stéphane Hessel veda etti

Hep mutluve sosyalistti

UĞUR HÜKÜM

“Direnmek, tam deyişiyle biranlamda Tarih, insan topluluklarınınkendini sürekli yeniden yaratmasıdemektir... İnsanoğlu Tarih’in akışınıdeğiştirmeye kadirdir. Tarihsorumlu yurttaşların eseridir...”

Bu sözler 26 Şubat’ı 27 Şubat’a bağlayangece uykusunda insanlık görevini yapmanın hu-zuruyla dünyaya veda eden 95 yaşındaki birbilge adamın sözleridir. 2011 Nobel Barış ödü-lüne aday gösterilen, “ebedi genç yürekli” budünya yurttaşı Stéphane Hessel’in (1) 2008’deyayınlanan anı-söyleşi kitabından aktarılmıştır.Hessel’in adaylığını destekleyen Collegium In-ternational (2) üyesi dört ünlü kişilik, EdgarMorin (Fransız filozof sosyolog), Michel Rocard(Fransa eski başbakanlarından / 1988-1991),Peter Sloterdijk (Alman filozof yazar) ve Richardvon Weizsäcker (Almanya eski cumhurbaşkan-larından / 1984-1994) Alfred Nobel’in barış

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 3

Page 4: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

4 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

ödülü tanımından esinlenerek adayları Hessel’işöyle değerlendiriyorlar:

“Stéphane Hessel yıllardır bilfiil insanlık uğ-runa mücadelesi ve cesaretiyle tartışmasız barışsavaşı verenlerin en ön saflarındadır. Bu insan-lar halkların yakınlaşmasına, düzenli ordularıntümüyle veya kısmen ortadan kaldırılmasına,barış yolunda ilerleme ve toparlanma sağlan-masına sürekli katkıda bulunuyorlar... Hessel’inyaşamı işte böylesi bir savaşımın canlı tanıklığı-dır. Üstüne üstlük sözleri, satırları bugün birvicdanlar ayaklanmasının, şaşırtıcı bir gençdünyanın sesi oldu. Mesajı evrensel bir etki ya-rattı. Özgürlük ve kurtuluş bayrakları açan halk-ların metaformozlarını değişimlerin başarıylatamamlayabilmeleri için aydınlatıcı sözlere ih-tiyaçları var...” (3)

Hessel ile Paris’teki evinde yaptığım uzunbir sohbette son zamanlarda hakkında yazılıpçizilenleri, söylenenleri hatırlatınca utangaç birrahatsızlık içinde özetle şunları söyledi: “Müba-lâğa ediyorlar. Ben çok talihli bir hayat yaşadım.Aldığım çok yönlü ve kültürlü terbiye ve eği-timden,edindiğim uluslararası tecrübelerden,insani ve cumhuriyetçi mücadeleden çıkartabil-diğim derslerden başkalarının da yararlanma-sını istiyorum. Evrensel değerler hiç kimsenin,hiçbir uygarlığın tekelinde değildir. Yerküreartık hepimizin yurdu, bilgi ve görgü hepimizinmalıdır. En katı milliyetçilikleri, en kesin sınır-ları tanımış bir insanım. Artık ne mutlu ki, in-sanlık sınırların göreliği ve yapaylığının farkın-da. Ne var ki, dünyaya egemen iktidarlar bunuteslim etmekten henüz uzak. Tek bir dünya,sınır tanımayan bir yurttaşlığın yolu hâlâ uzunve çileli, ama kesinlikle bir rüya değil...” (4)

“Indignez-Vous!/Öfkelenin!” ya da“İnsanlık Onuru için Manifesto”

En yalın sıfatıyla “olağandışı” bu insan, ciltcilt romanlara sığmayacak yaşamının özünü, öz-lediği küresel bir topluma yönelik çağrısını, sos-yal adalet, eşitlik ve özgürlük çığlığını, ille de birad koymak gerekirse “İnsanlık Onuru için Ma-nifesto” diyebileceğimiz davetini 15 sayfalık birmetinde toplamış. Bu kitapçık Fransızca özgünbaskısında girişi, tanıtımı, notlarıyla toplam 30sayfa bile tutmuyor. Ancak bu küçük kitap, bubir cins risale, duygu tsunamisi misali dünya ki-tapçılarının vitrinleri, tezgâhlarından taştı; yü-rekleri, akılları bastı. 1944’te Ulusal DirenişKurulu Programı, 1948’de Birleşmiş Milletlerİnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni kaleme alan-lar arasında olan Stéphane Hessel şimdilerde nebir siyasi program öneriyor, ne de gökten vahiyyoluyla inen vecizeler aktarıyor. Yazdıkları ben-zersiz zenginliklere sahip şu yeryüzüne, bilgi veiletişim çağı 21’inci yüzyıla yaraşır adil ve çev-reci bir düzen için sivil, barışçıl başkaldırıyaçağrı. 19’uncu yüzyılın devrimci Paris barikat-larının çulsuz çocuğu “Gavroche” (5) 150 yılsonra, her daim takım elbiseli, kravatlı bilgedede “Hessel”in kılığına bürünüp bu kez “Ser-mayenin Diktatörlüğüne Hayır!” diyor.

Stéphane Hessel ne Fransız ulusal marşı “LaMarseillaise”de olduğu gibi “Yurttaşlar silahlarasarılın!” diye ajit-prop çekiyor, ne de uslu kılıflı,usta bir söylemli “Bilinçli yurttaşlar olun, dörtyılda bir oy pusulanızı yerinde kullanın!” aklıylayetiniyor. Sakin sakin “Yetti artık! Olup biten-lere duyarsız kalmayın, liberal masallara kan-mayın! Sizlere dayatılan bir dünya bakışından

Page 5: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 5

tiksindiğinizi, kızdığınızı gösterecek, insana hasen basit tepkileri verin! ÖFKELENİN!” diye ses-leniyor.

Başkaldırının en doğal ilk aşamasını anlat-mak için kitaba başlık seçilen Fransızca fiil, “In-digner”nin Türkçe tam karşılığı yok. İlginç olan,Almanca ve İngilizcede de eş anlamlı bir sözcükbulunamamış olması. Latince kökte yatan “Dig-nitas/Asiller Sınıfı”ndan her ne kadar günümüzFransızcasında “Dignité/İnsanlık Onuru” kav-ramına evrilip, farklıca bir anlam kazanmış olsada, sonuçta sadece belli bir “asalet”e tercümanolabiliyor. Fakat kavrama “In-“ öneki katılıp da“Indigner” mastarıyla olumsuzlaşınca, “Kızdır-mak, öfkelendirmek, tiksindirmek” ve de me-cazi olarak “İnsanlık onuruna dokundurmak”diye bir fiil ortaya çıkıyor. “Indignez-Vous” ifa-desiyle çift zamanlı dönüşen fiilin ikinci emir“siz” çoğulu olup, iki bitişik kelimede “İnsanlıkonurunuza, haysiyetinize yapılan büyük hak-sızlık veya hakarete karşı tepki, infial duyun, öf-kelenin” içerikli bir anlam kazanıyor. DoğrudanLatinceden kaynaklanan İspanyolca ve İtalyancadilleri “Indigner” fiiliyle birinci elden mesajı ya-kalarken, Almancacılar “Empört Euch! / Kızın-Darılın!”, İngilizceciler “Time for Outrage!/ Zor-balık veya (Çok) Öfkelenme Zamanı!” gibi baş-lıkları yeğlemişler.

Feleğin binbir çemberinden geçmiş Gav-roche Dede, Fransızları öyle duyarlı noktaların-dan vurmuştu ki, yarım satte okunabilen risaleboyutunda bu metin piyasaya çıktığı 21 Ekim2010’dan 28 Şubat 2011’e kadar 2 milyon adet-ten fazla satacaktı. İnsanları, iktisadi ve top-lumsal haksızlıkları haklı göstermeye çalışantüm zihniyet, kural, yasalara karşı itaatsizliğekışkırtan bu bilyeli el bombası 35 dile çevrildi.

Henri-Pierre Roché’nin romanı veFrançois Truffaut’nun aynı ismi taşıyanbaşeseri “Jules ve Jim”inden Jules vefilmin kadın kahramanı Catherine’ningerçek oğulları olan Stéphane Hessel1917’de Berlin’de doğdu. Yarı Yahudi-Protestan Alman babası Franz Hesselyazar-çevirmen, zengin Protestan Al-man bir aileden gelen annesi HelenGrund ise ressam ve yazardı. Aile1924’te Paris’e yerleşmişti.

1935’te Fransız vatandaşlığına ge-çen genç Stéphane yüksek tahsili sıra-sında başlayan savaşta esir düşmüş,1940’ta hapisten kaçmış ve Londra’daGeneral De Gaulle’ün yanında direnişekatılmıştı. Ömürboyu sosyalist kimliğinigizlemeyen Hessel, General kadar ko-münistlerle de yakınlığını sürdürmüş,iki kez Nazilere yakalanmasına rağ-men, her seferinde kaçmayı başarmıştı.Savaş sonrasında BM İnsan Hakları Bil-dirgesi’ni hazırlayan komisyonun 12üyesinden biriydi. Son cumhurbaşkan-lığı seçimlerinde kendini duygusal ola-rak komünistlerin başını çektiği SolCephe adayı Jean-Luc Mélenchon’ayakın hissettiğini, ancak gerçekçi olmaadına oyunu François Hollande’a ver-diğini söylemişti. Büyükelçilik dahil 40yıllık diplomat hayatının yanı sıra, ölü-müne kadar yorulmaksızın Filistin, kâ-ğıtsız göçmenler gibi belli başlı ulus-lararası veya ulusal davaların takipçisiolan Hessel’in yayınlanmış 14 kitabıvardır.

STÉPHANEHESSEL

Page 6: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

6 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

Dünyada 5 milyondan fazla satan kitap 2011’depiyasaya sürüldüğü 21 Şubat haftasında Al-manya’da 75 bin satarken, 55 binlik İspanyolcailk baskı bir haftada tükendi. Artı Baskça ve Ga-liçya, Kastilya ve Katalunya dillerinde de ayrıbaskılar yapıldı. Arapçası ve İbranicesi aynı andaçıktı. İsveç’ten Avustralya’ya uzanan heyecandalgaları yaratan Gavroche Dede’nin sırrıneydi?

“Talihli Bir Hayat”

“Çok talihli ve mutlu bir insanım. ÖmrümdeNazi işkenceleri dahil, epeyce acı çekip tehlikeatlattım. 5 kez ölümden döndüm. Gördüm, ge-çirdim. Dünyanın dört bir bucağını dolaştım.Torunlarımın bile 5 çocuğu var. Şu anda yaşımiçin mükemmel bir 94. yıl sürüyorum. Ben şans-lı olmayayım da kim olsun?” Kendini, en zorludönem ve anlar dahil içinde bulunduğu ortam-ların daima en talihlisi, hayattan en iyi yararla-nanı olarak görmüş. Aslında kısa bir süre de olsaonunla birlikte olabilmek bir şans, zira kişiliğibiraz yakından tanıdığınız, izlediğiniz takdirdeortaya gerçekten olağanüstü bir insan çıkıyor.Umut pilleriniz tazeleniyor!

Öncelikle sıcacık ve insancıl gülümsemesi-nin, yaşlılığın zenginleştirdiği kıvrımlarla dalgadalga kabarmasını sağladığı aydınlık yüzüylekarşılaşıyorsunuz. Sonra devamlı ürettiği pozi-tif enerjiyi bir dinamo disipliniyle hem etrafınıilerletmeye, hem de yeniden enerjiye çeviren biriyimserlik aracı varlıkla aynı havayı teneffüs et-tiğinizden ötürü içinizi bir mutluluk duygusukaplıyor. Pilot, diplomat, arabulucu, danışman,eğitimci ve filozof Hessel. Dillere destan efen-diliği, alçakgönüllüğü ve kibarlığının diplomat-lık özrü olduğunu sananlar çok yanılır. Çünkühazırcevaplığı ve mizahı kadar özel durumlarda

üç dilden ezbere okuyabildiği yüzlerce şiirle;fakat hepsinden önemlisi yeri geldiğinde acı-masız bir gerçekçilik ve sıkı eleştirel bir yakla-şımla demir yumruk gibi kullandığı sözleri,savları, siyasi argümanlarıyla hasımlarını na-kavt edebilecek, yandaşlarını coşturacak birgüce, karizmaya sahip.

Aydın yapılanmasına yön verenleri, düşünceve davranışlarını geniş çapta etkileyenleri, kişi-sel sentezini, “Felsefede Jean-Paul Sartre, siya-sette Pierre Mendès France, cesarette generalCharles de Gaulle tarafından eğitildim. Çoğuzaman Michel Rocard’ın (6) çizgisine duyarlıkaldım. Ama günümüzün sorunlarına en iyi ce-vabı verenin filozof-sosyolog Edgar Morin ol-duğuna inanıyorum” cümleleriyle anlatıyor.Hararetle herkesin Morin’in “La Voie/Yol” baş-lıklı son kitabını okumasını tavsiye ediyor. Buinsanlarla yakinen yaşamış, çalışmış olmasınıbir başka talihlilik öğesi görüyor.

Doğru Zaman, Doğru Yer

Hessel’e sorarsanız kitabın başarısında tek-nik ve tarihi nedenler var.

Teknik, diyor. Çünkü 29 sayfalık, kolay da-ğıtılabilir boyutlarda ve çok ucuz bir kitapçık.Ve de son derece provokatif bir başlığı var. Hes-sel kitabın, yayıncısına (7) çok şey borçlu oldu-ğuna inanıyor.

Tarihi, diyor. Zira, “Bu kitapçık 5 yıl önceveya hatta 5 ay sonra çıksaydı kesinlikle bukadar gürültü koparmazdı. Özellikle gelişkintoplumlar öyle bir devre girdiler ki, her şey sor-gulanıyor. Öyle eskisi gibi kesin, sağlam, güve-nilir öngörüler ve vizyonlar yok. Ortalıkta neideal bir Sovyetler Birliği, siyasi birlik düşlü birAvrupa Birliği tasarısı kalmadı. Belki şimdiliksadece Çinliler kendilerine güveniyorlar. Berlin

Page 7: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 7

maye sahiplerinin bu denli egemen iktidar ol-madıklarını söylüyor. İnsanlar, toplumlar ara-sındaki farklılıkların hiçbir devirde böylesinederin uçurumlara dönüşmediğini ve üstünebasa basa, “Çağımızın en baş düşmanının mali-leştirilmiş ekonomiler, yalnızca kâr ve verimlilikhırsıyla hareket eden sermayeler olduğunu”haykırıyor.

Sohbetimizde sordum: “Geçtiğimiz 7 Şu-bat’ta Arap halklarıyla dayanışmaya dönüşen‘Yaratmak Direnmek, Direnmek Yaratmaktır’gecesinde yaptığınız konuşmada sahnede 94 ya-şında ne kelime, 24 yaşında genç bir adam vardı.Sürekli hareket halinde, neşeli ve umutlusu-nuz... Nedir bunun sırrı?”

İşte Stéphane Hessel’in cevabı: “Ben hayatımboyu sosyalist oldum. Öyle öleceğim. Ama ön-celikle mutlu bir insanım. Bu mutluluğumu ka-dınlara, başta da anneme borçluyum. Annem,daima her koşulda mutlu olmayı bileceksin,mutluluk bulaşıcıdır, sen mutlu olursan etra-fındakiler de mutlu olur, bu da yine senin mut-luluğunu arttırır, derdi. Hep annemin sözünütuttum.” �

NOTLAR:(1) Stéphane Hessel - “Citoyen Sans Frontières – Conver-

sations avec Jean-Michel Helvig” – Eds. Fayard,Paris - 2008

(2) http://www.collegium-international.org(3) 6 Nisan 2011 tarihli gündelik Le Monde gazetesi,

Débats – “Le prix Nobel pour Stéphane Hessel”, s. 22.(4) 4 Nisan 2011’de Paris’teki evinde yaptığımız görüşme.(5) Victor Hugo’nun büyük klasiği “Sefiller”in çocuk

kahramanı.(6) Pierre Mendès France (1907-1982) ve Michel Rocard

(1930) ikisi de başbakanlık yapmış ılımlı sosyalistliderler.

(7) “Editions Indigène” yayınları 68 ruhlu iki sıkı solcubir çiftin Fransa güneyindeki Montpellier kentindekurduğu minicik bir yayınevi.

(8) Stéphane Hessel – “Engagez-vous! Entretiens avecGilles Vanderpoten” – Eds. de ‘Aube, Paris – 2011.

(9) 12 Nisan 2011 tarihli gündelik Libération gazetesi,Grand Angle – “Les éditeurs indignés”, s. 22-23.

(*) Bu yazıda büyük oranda Stéphane Hessel’in“Öfkelenin” başlıklı, Cumhuriyet Kitaplarından ya-yınlanan kitabına hazırladığımız “Önsöz”den ya-rarlanılmıştır. (UH)

Duvarı’nın yıkılışından sonra bazıları Bay Fran-cis Fukuyama’ya kandılar. Tarih bitti, tek tiptebir dünya olacak sandılar. Yanıldılar” şeklindekonuşuyor 2001’den sonra ortaya çıkan terö-rizm dalgalarının bütün dünyayı şaşkına çevir-diğine dikkat çekiyor. Öylesine büyük umutlarlaseçilen Barack Obama’nın dahi çaresiz kaldığınıvurguluyor.

Bilge Hessel’in, gerçekten de Fransa gibi birülkenin, Fransız toplumunun Nicolas Sarkozygibi bir adamı cumhurbaşkanı seçmesi, sosyalve politik açmazın derinliğini göstermesi açı-sından çok düşündürücü olduğu tespitine katıl-mamak mümkün mü? “Derinden derindenisyan kaynıyor, dalgaları kabarıyordu” diyorHessel. “Megalomanyak olsam, Arap halkları ki-tabımdan esinlenip isyan ettiler derdim” deyiptatlı tatlı gülüyor ve ekliyor: “Bütün dünyada in-sanlar sosyal adalet, özgürlük, saygıya susadı-lar; haksızlığa, eşitsizliğe başkaldırıyorlar.”Tunuslular sokaklara döküldüğünde kitap çıkalıneredeyse 3 ay olmuştu, ama sadece Fransa’dabiliniyordu. Bu el kitapçığı küresel bir kırılma-nın yaşandığı, koflukların bilincine varılınan,şiddet ve baskılara karşı isyanın somutlandığıtarihi bir döneme denk geliyor. Bir başka ifa-deyle “Öfkelenin!” doğru zaman ve doğru yerdeyayınlanıyordu. Ve Gavroche Dede bu kitabıntüm gelirini uluslararası ölçeklerde mücadeleveren Sivil Toplum Kuruluşlarına bırakıyordu.Örneğin 100 bin avro Filistin davasına bak-makta olan Russel Mahkemesi’ne. (8)

“Engagez-Vous!/Mücadeleye Katılın!”

Stéphane Hessel düşünsel planda birey hak-larından hiç taviz vermeden cumhuriyetçi de-ğerlerin evrenselliğini savunurken, eylem pla-nında kolektif ve insancıl bir enternasyonalistörgütçü olarak hareket edilmesi gerektiğine ina-nıyor. “Ya hep birlikte, ya da hep birlikte çıka-cağız bu açmazdan. Bir koşulla!”

“Öfkelenin”den 4 ay sonra, ilk çağrısınınmantıki uzantısı, “Engagez-Vous! / MücadeleyeKatılın, Sarılın!” (9) başlıklı yeni bir kitap ya-yınladı. Hessel 92 sayfalık bu söyleşi kitabındainsanları, toplumları bir davaya sahip çıkmaya,somut hedefler etrafında mücadeleye davet edi-yor: “Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşananhaysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duy-maksa ikinci ve belirleyici aşaması eyleme geç-mektir.” İnsanları mahalle derneklerindenAttac, Amnesty International gibi uluslararasısivil toplum kuruluşlarına, sendikalardan siyasipartilere örgütlenmeye çağırıyor. GavrocheDede tarihin hiçbir döneminde paranın, ser-

Page 8: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

8 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

Page 9: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

M. Şehmus Güzel’in gözlemleriyle

Yılmaz Güney veAvrupa karşılaşması

Uzun yıllardır Paris’te yaşayanve çalışmalarını burada sürdürenbilimadamımız M. ŞehmusGüzel, kendi “mesleğinin” ötesinede uzanıyor ve art arda sanatla,sanatçılarla ilgili kitaplar yayımlıyor.Bunlardan biri de kısa bir süre önceikinci baskısı okur önüne çıkan“İnsan Yılmaz Güney” oldu.M. Şehmus Güzel, Türkiye’nin buunutulmaz isminin Avrupa’ylakarşılaşmasını Avrupa GÜN içindeğerlendirdi.

- Yılmaz Güney gibi hamuru tamamen Türkiye in-sanıyla yoğrulmuş biri, Avrupa’ya çıkınca nasıloldu? Kendisini nasıl hissetti, beklediği yakınlığıve sıcaklığı buldu mu?

M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney, pek azinsanın bildiği bir biçimde, Ekim 1981’de ca-nından çok sevdiği ülkesini, insanlarını, yakın-larını ve yol arkadaşlarını terketmek zorundakaldıktan sonra, önce Yunanistan’a geçti. Oradao günlerdeki Yunanistan Kültür Bakanı MelinaMerkuri ve yüksek düzeydeki yöneticiler ve so-rumlular tarafından karşılandı. Yunanistan’dafazla oyalanmadı. Acelesi vardı Yılmaz’ın. Ora-dan Fransa’nın Akdeniz kıyısındaki en renklikenti Marsilya’ya geldi. Kendisini Fransa Cum-huriyeti Kültür Bakanı Jack Lang ve yine üstdüzey yöneticileri, önemli şahsiyetler ve birkaçtanıdık dost karşıladı. Bu konuda bana anlatı-lanları önümüzdeki zaman diliminde yazmayıdüşünüyorum, şimdilik bu kadarını ve aramızdakalması şartıyla “çıtlatmış” olayım.

Burada hemen şunu söylememiz mümkün:Yılmaz Güney Yunanistan’da ve Fransa’da ilgi vemerakla bekleniyordu. Bekleniyordu kelimesi-

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 9

1982 Cannes

Page 10: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

10 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

nin altını çizmek şart. Varır varmaz bir sinemadehasına yakışır biçimde ve her iki ülkenin si-nema alanındaki en üst ve temsil niteliği enyüksek kişilerince karşılandı. Bu sadece resmînitelikteki bir karşılama da değildi. Hem JackLang hem de Melina Merkuri, daha öncesinisaymasak bile, Yılmaz’ı 1970’lerin başından beritanıyorlardı. Ve 1972’de özgürlüğüne kavuşmasıiçin yapılan ortak af çağrısı için imzalarını esir-gemeyenler arasındaydılar.

Melina Merkuri Albaylar Cuntası’ndan son-ra Fransa’ya sığınmış, bir süre kalmıştı ve sür-günün ne zor bir meslek olduğunu biliyordu.Merkuri’nin eşi Jules Dassin de Yılmaz’ı des-tekleyenlerden biriydi. O da ABD’deki McCarthybelasından yakasını kurtarıp Fransa’ya sığınmışve orada bir süre yaşamıştı. Burada isimleriniandıklarım ve diğerleri Güney’le aynı zamandasürgün belasının acısını çekmiş sinema ustalarıve kültür insanları olarak dayanışmalarını ser-giliyorlardı. Nasıl bir beladan paçasını kurtarıpgeldiğini biliyorlardı ayrıca.

Marsilya’da Yılmaz’ı karşılayanlar arasında ogünlerin İçişleri ve Yerinden Yönetim BakanıGaston Deffere’in özel kalem müdürü MauriceGrimaud var mıydı, yok muydu? Bunu henüzdoğrulatamadım ama Maurice Grimaud, Yıl-maz, Fatoş ile bütün aile üyelerinin ve Yılmaz’ınyol arkadaşlarının Fransa’ya girmeleri, Fran-sa’da kalabilmeleri ve gerekli oturma ve çalışmakartlarını elde edebilmeleri için belirleyici oldu.Her zaman elinden gelen yardımı gösterdi.Maurice Grimaud hakkında “Fransa:Mayıs 68”isimli kitabımda (Kibele Yayınları, İstanbul,

2010, s.29-32 ve değişik yerlerde) geniş bilgi ve-riyorum. Yılmaz Güney’in Fransa’lı yılları içinönemi ortada. Grimaud da çünkü bu meseleleriçok iyi bilen, anlayan, gereken desteği vermek-ten çekinmeyen bir kuşaktan, bir gelenekten ge-liyordu: İlk gençlik yıllarında sol takımlarda solaçık oynamış olmasını ve Mayıs 68’de EmniyetGenel Müdürü olarak öğrencilerle çatışmalardaateşli silah kullanılmasını yasaklamasını buradageçerken vurgulamış olayım. “Yere düşmüş birgöstericiyi dövmek kendi kendini dövmektir” vebenzeri veciz lafları söyleyen bir Emniyet GenelMüdürü’ydü. Nihayet Mayıs 68’in vurdulu kır-dılı günlerinde Paris’teki kimi polis birimlerindeırkçı ve nazi hayranı başa belaların bulundu-ğunu bildiği için gösteri anlarında “bu herifle-rin hakiki mermiler taşımasını” da yasakladı ...Neyse, Maurice Grimaud işini fazla uzatmaya-lım. Çünkü Yılmaz bizi Marsilya Limanı’ndabekliyor.

Aslında Yılmaz’ın bu tür şirin ve yine deresmî karşılamalarla yitirecek zamanı yoktu.Onun aklı fikri “Yol”daydı. Bir an önce İsviçre’yeulaşmak ve gözü gibi sevdiği ve daha önce Yıl-mazvari yollardan “çıkarılmış” filminin monta-jını bitirmesi lazımdı. Yılmaz böylece Yuna-nistan ve Fransa’dan hızla geçmiş ve kısa za-manda İsviçre Konfederasyonu’na ulaşmıştı.Burada ve hemen sonrasında Paris’te filminmontajını ve seslendirmesini bizzat yönetti. İs-viçre’de kendisine Cactüs Film’in Donat E. Ke-usch gibi yöneticileri ve emekçileri yardımcıoldu. Paris’te ise o günlerde ve sonrasında oradayaşayan Kendal Nezan, Gaye Petek ve anası Ne-

Pari

sKü

rtEn

stit

üsü

arşi

vi

Page 11: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 11

ve iki Anadolu çocuğu hasret giderecekler.Yol, Yılmaz’ı bütün sinema eleştirmelerine

de sevdirdi. Yol’u izleyen herkes filme hayranoldu. Yeri gelmişken şu noktanın altını çizmekgerekli: Fransa’da ve giderek Avrupa’da ve dahaötelerde eleştirmenler ve izleyiciler Yılmaz Gü-ney’i aktör olarak tanımıyorlardı, daha önce oy-nadığı filmleri görmemişlerdi ve onu sadeceyönetmen, iyi bir yönetmen olarak biliyorlardı.Evet, Umut 1970’lerin başında Paris’in öğrencimahallesinde şirin ve küçük bir sinemada gös-terilmiş, sinemaseverler tarafından alkışlan-mıştı, ama 1970’ler çok eskilerde kalmıştı ve ogünlerde bu filmi izleyenler çok az sayıdaydılar.Yılmaz Güney Fransa’da ve bilhassa Paris’te“Sürü” ile biraz daha iyi tanındı. Sürü, şakamaka değil Champs-Elysées isimli o pek ünlücaddedeki bir sinemada yıllarca afişte kaldı.1982’de Yol gösterime girince yer yerinden oy-nadı. Böylece sinemaseverlerin tamamı YılmazGüney ismini ve onun neye tekabül ettiğini, ne-reyi, kimleri anlattığnı, nasıl yansıttığını bili-yorlardı. Yılmaz amacına ulaşmıştı. Birçokalanda “ilk”lere imzasını atmıştı.

Yılmaz Güney, filmlerinde, bilhassa buradaandığım üç filmde, Umut, Sürü, Yol’da, gelenekve göreneklerin herkesi, ezenler de dahil her-kesi, ve toplumu, aşk başta bütün iyilik ve gü-zellikleri nasıl yok ettiğini, paramparçasavurduğunu anlatıyordu. Sürü’de Tuncel Kur-tiz’in oynadığı “Baba” ezen olmasına rağmen bi-tikti, filmin sonunda da nitekim Ankara’nın okıyamet günü kalabalığı içinde “boğulup” yitip

riman Petek ile babası Fahri Petek, UğurHüküm, tiyatro ustası Mehmet Ulusoy, eşi Ke-riman Ulusoy ve daha pek çok dost, arkadaş veiyi insan yardımcı oldular. Ağzı, kulağı ve gözüde. Onlar ve o sıralarda Paris ve çevresinde ya-şayan az sayıdaki yurttaşımız, ailecek, anası, ba-bası, çocuğu, artık kim varsa herkes seslendirmeişine katıldı. Film böylesine bir coşkuyla veimece yöntemiyle Cannes Film Festivali’ne ye-tiştirildi.

Hesabı kolay: Yılmaz’ın Ekim 1981’de ülke-sinden ayrılmasından Yol’un Mayıs 1982’deCannes’da Atın Palmiye ödülünü almasına kadargeçen zaman en geniş biçimde ve en çok sekizay. Bu sekiz ayın sonunda Fransa’dan yayılan sesdalgaları sonucunda Yılmaz Güney ismini veYol’u dünyada duymayan kalmadı. Yılmaz Fran-sızcaya bir sözcük armağan etti böylece : Evetyol kelimesi Fransızcaya geçti. Şaka değil: Ka-nada Konfederasyonu’ndan bilim kadını bir ar-kadaşım mektup yazıp bana bozuk bile attı:“Böyle bir yönetmeniniz var da daha önce niyesöz etmedin!” Etmedim mi ?

Evet, bu ilk aylar yoğun bir çalışma temposuiçinde geçti. O süreç içinde tanıştığı herkestenyakın ilgi ve destek gördü. Kimi zaman 24 saatüzerinden 24 saat çalıştı Yılmaz ve yol arkadaş-ları. Ama amaçlarına ulaştılar çünkü artık her-kes biliyordu: Türkiye’de sinema var, çok çok iyide bir yönetmen. 1982’de Cannes Film Festivalivesilesiyle Chambre 666 (“666 Numaralı Oda”diye çevirelim) başlıklı belgeselinde o sıradaCannes’da bulunan önemli yönetmenlerle ko-nuşmalarını aktaran Wim Wenders, Michelan-gelo Antonioni, Jean-Luc Godard, Steven Spiel-berg, Werner Herzog ve daha birçok yönetmenyanında Yılmaz Güney’le konuşmasını da yan-sıttı. Böylece Güney ismi en ünlü yönetmenlerlebirlikte anılır oldu. Yılmaz’ı başından beri, enazından “Umut”u Paris’te izlemesinden itibaren“tutan” Elia Kazan da bu işe çok sevindi. KazanYılmaz Güney’i bir süre sonra çevirmeye başla-yacağı “Duvar” filminin setinde ziyaret edecek

Page 12: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

12 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

gidecektir. O son sahnenin müthişliği öyle kolaykolay da unutulamaz. Yol’da herkes bozguna uğ-ruyor(du). Gelenekler, önüne ne çıkarsa silip sü-pürüyordu. Hiç kimse mutlu değildi, mutluolmanın çaresi de yoktu. Ölüm bir köşede sin-miş anını bekliyordu can almak için. Yaşamakbaşlı başına bir yük halindeydi sanki. Güneyböylece daha önce Bunuel’in İspanya ve Meksi-ka’da gösterdikleriyle, Tavianni kardeşlerinİtalya ve Sicilya’da sergilediklerinin ve nihayetZorba Le Grec ile 1960’ların başında Yunanis-tan’dakileri bir Yunan trajedisi olarak yansıtanKakoyannis’in anlattıklarıyla buluşuyordu.Umut, Sürü ve Yol birer Yunan trajedisi olarakda izlenebilir mutlaka.

Yılmaz Güney kendisinden önceki ustalarınfilmlerini izlememiş de olabilir, önemli olan budeğil elbette. Birçok sanat dalında benzer vehatta aynı şeyler dünyanın dört ayrı köşesindebirbirlerinden habersiz sanatçılar tarafından ya-ratıldı ve uygulandı, yine de uygulanabilir, şu sı-ralarda uygulanıyor da olabilir. Bu konuda“dada” akımından, “sürrealizm”den, “kübizm”-den ve daha başkalarından örnekler vermekmümkün. Sonuç itibariyle Yılmaz sinemanınustalarıyla, onların bizzat yarattıklarıyla bulu-şuyordu ama onların taklitçisi değildi. Belki on-lardan veya burada andığım konulardakifilmlerinden haberdar bile değildi. Belki. Avru-palı sinema çocuklarını, sinemaseverleri ve se-yircileri hipnotize eden, akıllarını başlarındanalan, Güney sinemasına hayran bırakan noktabuydu işte. Güney çok iyi bildiği, bizzat tanık ol-

duğu veya bizzat yaşadığı olayları, insanları,durum ve konumları anlatıyordu ve evrenselolana ulaşıyordu. Alkışlanan buydu. Yol’da karlakaplı dağ yamacında bir baba ve “ölüme mah-kum edilmiş” bir ana ve çocuğu ile bir atın ya-şadığı trajedi değilse, trajedi ne ola kardeşlerim?Söyler misiniz? Yılmaz’ın konuştuğu evrenselbir dildi. Avrupalı ve dünyalı seyircileri sarsan,allak bullak eden buydu. Başka şey değil.

- Ünlü yönetmen Paris’e yerleştikten sonra YılmazGüney sineması Avrupa’da nasıl algılanmaya baş-ladı? Yüzeydeki görüntüleri değil, en derindeki(genelde gösterilmeyen) hesap ve değerlendirme-leri siz nasıl yorumluyorsunuz?

M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney’in şansıo yıllarda kendini yeni yeni duyuran prodüktörMarin Karmitz’le çalışmaya başlamasıdır. Gen-çliğinde troçkist sıkı örgütlerde militanlık yap-mış olan Karmitz, Yılmaz Güney ve benzeri(örneğin Abbas Kiarostami gibi) bizim oralarıniyi yönetmenleri sayesinde zengin oldu desemkimsenin hakkını yemiş olacağımı sanmıyorum.Karmitz bugün Fransa’nın en etkili üç veya dörtyapımcısından biridir ve birçok sinema salonu-nun da sahibidir. Sosyalist hükümetlerle arasıçok iyiydi. Sarkozy döneminde de Sarkozy ve ta-kımı ile maçlara çıktı, arada yaptığı faulleri isehakemler görmezlikten gelmeyi tercih ettiler.Uyanık bir adam kısacası. Ancak 1980’lerin ba-şında Karmitz eli açık ve vefalı bir adamdı veYılmaz Güney’in her istediğini de ıkınmadan sı-kınmadan yerine getiriyordu.

Duvar’ın çekimi için hazırlıklara başladığı sı-rada ve sonrasında Yılmaz’ı ilgilendiren debuydu. Yoksa prodüktörünün biraz daha ka-zanması değil. Yılmaz film çekmek, iyi sinemayapmak, gönlünde ve kafasında taşıdıklarını se-yircileriyle paylaşmak istiyordu, ille para kazan-mak değil.

Karmitz’in Yılmaz’la yakınlık kurması el-bette sadece maddi çıkarla açıklanamaz. Bük-reş’te doğan ve neredeyse Yılmaz’la yaşıtKarmitz çocukluğunda ailesiyle Paris’e sığın-mıştı, sürgünü ve yeni gelinen bir ülkedeki zor-lukları o da çok iyi biliyordu. Sinemayı okulundaöğrendikten sonra birkaç kısa ve Camarades(Yoldaşlar, 1970’de) gibi uzun filmler çekmiş,dağıtım şirketleri filmlerini dağıtmayı redde-dince, kalkıp bizzat kendisi MK2 isimli dağıtımşirketini kurmuş, sonra yürü ya kulum demişkendi kendine ve yürümüş gelmişti ve durmayada niyeti yoktu.

Duvar’da o sırada evli olduğu, Caroline Eli-acheff’in önceki kocası ve Anjelik isimli bir dizipalavra ve güya tarihi filmlerin ünlü aktörü Ro-

M. ŞeHMUs GÜZeL

Page 13: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 13

beş kuruş ekmek parası kazansınlar” yaklaşımıile hayatında film setine gitmemiş, kamera gör-memiş kadın ve erkeklerle, çocuklarla ve genç-lerle film çekmeye koyuldu. Bunun ayrıntısınıkitapta anlatıyorum. Sonuç olarak Yılmaz ken-dini yedi bitirdi bu film çekimi sırasında. En so-nunda “Devrimci mi? İstemem Abi” diyecekkerteye geldiğini yol arkadaşları anlattılar. Ki-tapta okunabilir.

Film seti kısa süre içinde aynı zamanda Yıl-maz Güney’in merkezi bürosu haline de dön-üştü. Gelenler, gidenler, resmî ve gayri resmîziyaretler, söyleşi yapmak için koşturanlar, ga-zeteciler, meraklılar, derdine çare arayanlar, Pa-ris’e kadar gelmiş ama havaalanında göz altınaalınanların dertlerini çözmek ve daha binbirsorun hepsi aynı mekanda toplanıyor, aynı me-kanda çözüm yolları aranıyordu. Yılmaz bütünişlerle bizzat ilgilenmek zorunda kalıyordu. Oyıllarda bizimkilerden buralara kadar ulaşmış veiş bilenlerin sayısı çok ama çok azdı. Giriş,oturma ve çalışma kartları gibi kimi sorunlarınçözümünde Maurice Grimaud yardımcı olu-yordu. Kültür Bakanlığı’nın yetkili birimleri debaşka konularda. Karmitz’in de kolları epeyuzundu ve o da birçok işi tanıdıkları aracılığıylahallediyordu. Yılmaz Güney treni ancak böyleyürüyebiliyordu. Yılmaz lokomotif olarak hepen öndeydi. Yükün tümünü de o çekiyordu.

Güney daha önce olduğu gibi yine 24 saatüzerinden 24 saat ve kimi kez günlerce buritmle çalıştı. Çok yoruldu. Her şeyi kendisi yap-mak zorunda kaldı. Aktörü rol icabı tekme at-mayı beceremeyince aktörünün giysilerinisırtına geçirip tekme bile attı. İspatı çok kolay:O filmde oynayanların neredeyse tümüne ya-kını (birkaç istisna var onları saymıyorum el-bette, onlar çünkü tanınan ve bilinen oyun-cular) bir daha başka bir filmde oynamadı.Çünkü aktör veya aktris değildiler ve neyseleröyle kaldılar. Bunun ayıbı yok, her mesleğinkendine göre özelliği var, vurgulamak istediğimşudur: Güney, kamerayı bilmeyen insanlarlafilm çekmeye kalkınca faturayı bizzat ödemekzorunda kaldı ve daha kötüsü kendini kimseyede sevdiremedi. Dahası Yılmaz’ın filminde oy-nuyorum diye iki gün sonra “ücretinin” artırıl-masını yoksa rolünün devamını oynamayaca-ğını ileri sürüp tehdit edenler bile oldu...

Oysa Yılmaz, filminin en iyi biçimde çekil-mesi amacıyla sağlığı için kaçınılmaz doktorrandevularını bile ihmal etti.

Eylül 1982’de başladığı Duvar’ı bitirdi veMayıs 1983’te Cannes Festivali’nde sundu. Can-nes Film Şenliği yönetmeliğine göre, ödül alanbir yönetmen yeni filmini ön eleme olmadan

bert Hossein’den olan oğlu Nicolas Hossein,“Uzun” ismiyle, başrollerden birini aldı. Babasıyapımcı olunca niçin almasın? Duvar filmininafişinde başrol oyuncusunun hemen sağındakigenç. O sırada 19 yaşındaki bu çocuk bir süresonra “yolunu” değiştirdi ve bizzat kendisininanlattığına göre, “üvey babası Karmitz’in tavsi-yelerini dinleyerek” Yahudilik dinini okumayabaşladı. Bu çocuk günümüzde hahamdır, adınıda bir parça değiştirdi ve artık Aaron Eliac-heff’dır. Güney’den uzaklaşıyoruz ama sinema-nın nasıl bir “aile işi” olduğunu göstermek içinizninizle bir noktayı daha vurgulamak niyetin-deyim : Caroline Eliacheff, Fransa’nın ünlü ga-zetecilerinden ve bir ara bakanlık da yapanFrançoise Giroud’nun kızıdır. Françoise Giro-ud’nun babası İstanbul’u terk edip Paris’e sığın-mıştır fî tarihinde. Kökenlerinde bir parçaİstanbul da vardır demek istiyorum. FrançoiseGiroud’nun eşi ve Caroline Eliacheff’in babasıAnatole Eliacheff, film yapımcısıydı. FrançoiseGiroud da gençliğinde sinemada çalışmıştı. Ca-roline, Hossein’le 15 yaşında evlenmiştir. Mes-leği psikanalistliktir. Ancak Karmitz’in maaşlıyönetmeni Claude Chabrol’un birkaç senaryo-sunu yönetmenle birlikte yazmıştır. Örneğin LaCérémonie isimli olanı: Hani küçük bir kasadahizmetçi okuması yazması olmayan bir kadınınpostahanede çalışan başka bir kadınla arkadaş-lık kurmasından sonra birlikte karar alarak, ta-sarlayarak evlerinde çalıştığı ve yatıp kalktığıburjuva aileyi silahla öldürerek yok ettiği zorlufilm. Chabrol’un küçük ve büyük kent burjuva-larına nasıl bir nefret beslediğini birçok filmindegördük, ancak bu filmdeki nefret cinayete kadargitti. Neyse, asıl vurgulamak istediğim sinema-nın aynı zamanda bir aile şirketi biçiminde yü-rütülebildiğini göstermek. Karmitz bu konudatek örnek de değil. Nitekim Chabrol’un filmle-rinde eşi, çocukları da oyuncu, senarist, müzikyapımcısı ve benzeri işleri üstlendiler.

Duvar’ın çekiminde Yılmaz siyasi liderlikleyönetmenliği bir parça birbirine eklemledi. Ya-pımcısını da, Fransız basın danışmanını da, bir-çok insanı da çok şaşırttı. Yol’un Cannes’daki ilkgösterimi/galası öncesi Cannes Fim Festivali ta-rihinde ilk kez beş yüz kadar Türkiyeli devrimciFestival Sarayı önünde gösteri yaptı ve ülkedekiaskeri cuntayı kınayan sloganlar attı. Bu beş yüzdevrimci daha sonra smokinsiz girilmez sinemasalonunda filmi de izledi. Böylece sinema ve si-yaset el ele yürümeye de başladı en somut biçi-miyle. Güney Cannes başarısından sonra en iyikameraman, en becerikli idare amiri, en iyiaktör ve aktrisle film çekebilecekken, “Her şeybizden olsun, devrimciler gelip çalışsınlar ve üç

Page 14: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

14 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

festivale sunmak hakkına sahip. Kanımca Du-var’ı Festival’e sunması çok yerinde değildi. Hiç-bir yönetmen iki kez üst üste ödül almadı.Elbette Güney ödül almak için değil filmde an-lattığı dört duvar arasındaki rezaleti, vahşeti,baskıyı teşhir etmek ve o günlerde, 1983’teyiz,gündemden düşmeyen işkence belasını ve ha-pishanelerde sürdürülen çağdışı koşulları göz-ler önüne sermek istiyordu denebilir.

Ancak bir de o güne kadar Güney’i kayıtsızşartsız tutan ve aydın takımıyla öğrencilerinokuduğu Libération gibi bir gazetede Yılmaz’ınbasın ataşelerinin tahmin etmediği/edemediğive hatta yüz bile vermediği bir bayan (ismini an-mayalım burada) filmin Cannes gösterimindensonra eleştirisini yapıp filmi karalayınca YılmazGüney’in “Yol” ile gelen şöhreti sıkı bir darbeyedi. Adı neredeyse “filminin başarısı için ço-cukları dövmekten çekinmeyen yönetmen”e çı-karıldı. Ayıp ettiler, ama olanlar oldu, Duvarfilmi iyi iş yapamadı.

Şunu da eklemek zorundayım: Fransa’dakiseyirci öyle her on dakikada bir, filmde bile olsa,dayak atılmalara, işkence görüntülerine filanhazırlıklı değildi. Hele bir de çocuklar söz ko-nusu olunca. Yılmaz burada bir parça “oyundışı” kaldı. Fransa’da bu konuda beklediği ya-kınlığı, ilgiyi bulamadı.

Kimi söyleşisinde, siyası açıdan, Maocu değilArnavutluk Emek Partisi’ne yakın olduğunu dasöyleyince biraz daha garipsendi. TF1 gibi Fran-sa’nın en çok izlenen birinci televizyon kana-lında milyonlarca kişinin izlediği 20 haber-lerinin sonundaki kültür dakikalarında davet-liyken de benzer bir girişim yapınca haberlerisunan Patrick Poivre d’Arvor az daha küçük di-lini yutuyordu. Koskocaman TF1’in “vitrininde”böyle laf edilir miydi ? Arnavutluk Emek Partisi,Enver Hoca ve takipçileri Fransa’da benim diyenaydının bile bilmediği veya bilenlerin hiç de tut-madığı isimler ve konulardı. Bu da iyi olmadı.

Burada anlattıklarım Yılmaz Güney’in 1982 ve1983’te bizzat yaşadığı konulardır. Herhangi biryorum yok ve gerçeği olduğu gibi aktarıyorum.

Şimdi bir saniye duralım: “Ekim 1981’deyurtdışına çıkan Güney Mayıs 1983’e kadar ba-şını kaşıyacak zamanı bulamadı ve günlerinintümünü sinemaya verdi” desem yeridir. Nitekimburada kısaca özetlediğim biçimiyle yaptıkla-rına bakınca bu ortaya çıkıyor. O arada kendi-sine yakınlık gösteren sinema dünyasındanbirkaç isim, birkaç gazeteci (kendisiyle yapılansöyleşiler ve filmlerine ilişkin eleştirilerin dö-kümü kitapta kaynakçadan okunabilir) dışında,bizzat kendisi Fransa’daki aydın çevreyle ilişkikuramadı. Bu büyük eksiklik oldu mu? Pek emin

değilim. Yılmaz Güney’in bu konuda öyle illeFransız aydınlarla ilişki kurayım gibi bir derdide olmadı.

Öte yandan böyle bir iş için ayıracak zamanıda yoktu. Onca sanatsal koşturmalar içinde ai-lesiyle ilgilenmesi de gerekiyordu. Unutulmasınsakın, Yılmaz Fatoş’la evlendikten kısa bir süresonra hapsedildi. Eşiyle ve Küçük Yılmaz’la ye-terince zaman geçiremedi. Kızı Elif için de aynışeyi söyleyebiliriz. Ailesine yeterince zaman ayı-ramayan Yılmaz aydınlarla bir araya gelmek içinzaman bulamazdı.

Bu kadar işin arasına o günlerde artık bili-nen hastalığı için sık sık doktora gitmeleri, biz-zat kendi çevresinde toplanan belli sayıdakidevrimci kadrolarla yaptığı siyasi faaliyetleri deeklersek geriye fazla bir zaman kalmadığı görü-lecektir.

Bütün bunları o günlerde “Kırmızı bültenlearanıyor!”, “İadesi istendi!” ve benzeri dertlerleve bunun sonucu gerekli belli bir gizlilik içindeyapıyor olması da hareketlerinde dikkatli olma-sını gerektiriyordu. Avrupa’da Yılmaz Güneyolmak kolay değildi. Hiç kolay değildi. Tür-kiye’de başı derde düşen, geçim sıkıntısı çekendelikanlı dostlara, devrimcilere, yakınlarına yar-dım gerekince yardım yaptığını da anımsatma-lıyım. Paris’e kadar gelme başarısını gösterenleriağırlamalarını da. Evet Paris’te veya Avrupa’daYılmaz olmak zordu Güney için.

Şunu da eklemeliyim: Güney yurtdışındaEkim 1981’den vefat ettiği Eylül 1984’e kadarneresinden bakarsak bakalım üç yıldan daha azbir süre yaşadı. 1984’te vefatından üç-dört aykadar önce, haziran 1984’ten itibaren diyebili-rim, neredeyse her türlü faaliyetini de durdur-duğunu göz önüne alırsak, bu kadar kısa za-manda yine de çok şey yaptı demek gerekiyor.Ancak zamanı olsaydı büyük olasılıkla hemaydın çevrelerle ilişkisini daha geliştirmek ola-nağı bulabilirdi hem de bilhassa tasarılarını (ki-tapta anlatılan) gerçekleştirebilirdi. Olmadı.

Her şeye rağmen Fransa’daki aydın çevre-lerle, sadece Fransızlarla değil “ülkelerinden ay-rılmak zorunda kalmış bütün devrimcilerinbuluştuğu tavan arası” nam Paris’te dünyanındört köşesinden ve özellikle Güney Amerika’dangelmiş aydınlarla, sanatçılarla ilişki kurmasındakendisine bir isim ve bir kurum yardımcı oldu.Kendal Nezan ve Paris Kürt Enstitüsü. İşin il-ginç tarafı şurada geçen cumartesi günü, 23Şubat 2013’te, neredeyse günü gününe ParisKürt Enstitüsü’nün kuruluşunun 30’uncu yıl-dönümü vesilesiyle Fransa Cumhuriyeti MilletMeclisi binasının “Victor Hugo Salonu”nda dü-zenlenen kolokyumda Yılmaz Güney de anıldı.

Page 15: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 15

Açılış ve Enstitü faaliyetleri Yılmaz’ın o za-mana kadar pek iyi tanımak olanağı bulamadığıKürt sanatçı, şair ve yazarlarıyla, siyasetci vedevlet adamlarıyla daha yakından ilişki kurma-sına da yol açtı. Abdurrahman Kasımlo, Ce-ğerxwîn (Cigerhun), İsmet Şerif Vanlı, MahmudBaksi, Mehmet Uzun, Remzi Raşa hemen ilkakla gelen isimler.

Bu isimlerin tümü Yılmaz’ı çok sevdiler. Ba-ğırlarına bastılar. İtiraf etmek lazım ki, Adanalıdelikanlı da insanlarla nasıl bağ kurulacağınıçok iyi biliyordu. Hapishaneler, sürgün, beş pa-rasız film çevirmek için akıl almaz yerlerden vekaynaklardan film parası bulmak sonucu YılmazGüney bir yerde insan sarrafı olmuştu ve bunuçok iyi değerlendiriyordu. Nerede susulacağını,nerede konuşulacağını çok ama hakikaten çokiyi biliyordu. Ve bilhassa susmasını çok iyi bili-yordu. Hayran olmamak elde değil(di). Bu ba-kımlardan gerçek bir Anadolu bilgesiydi.

- Avrupa’nın insan ve sinema malzemesiyle YılmazGüney’in insan ve sinema malzemesi, “hayata ba-kışlar” da diyebiliriz, nasıl karşılaştırılabilir?

M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney iki ip,bir firkete ve bir kamerayla film çekmeyi başar-mış bir adamdır. Örnek olarak Umut’taki cepçi-nin Yılmaz’ın oynadığı Cabbar’ın şalvarcebinden parasını çalması ve sonrasındaki sah-neyi verebilirim: Kamerayı bizzat kullanan Yıl-maz, kendisini ve hırsız rolünü oynayanı biriple, sağlam bir iple bağlayıp o vurucu sahneyiçekmiştir. Vaktiniz olursa bir göz atın, görecek-siniz son derece etkileyicidir o anlar. Veya bir fil-minde bir sahneyi ille bir mağaranın içindeçevirmeye karar veriyor ve bunun üzerine gö-rüntü yönetmeni aynalarla şuyla buyla bir de-likten gelen güneş ışığını mağaranın içine kadaryansıtıp o sahneyi çekiyor. Devrimci Güney birkonuda sorunu ortaya sermekle kalmaz çaresinide önerirdi, sinemasında da aynı şeyi yapıyordudemek doğru olur. Yokluklar içinde film çekincekendi yağında kavrulmayı öğrendi.

Fransa’daki film çekimlerinde kendisinegeniş olanaklar verilebilirdi. O yine bildiği gibiyaptı. Buna en başta yapımcısı ve kendisiyle ça-lışan Fransızlar şaşırdılar. Yılmaz oyuncularıyla,hele çocuk oyuncularıyla hapishane koşullarınıeski bir manastırdan oluşturduğu/yarattığısette 24 saat üzerinden 24 saat birlikte çalışmakisteyince, Fransız kameramanlar “Günde sekizsaatten fazla çalışmayız, sonrası için ısrar edi-lirse fazla mesai isteriz” diyerek greve gittiler.Araya Karmitz girdi ve görüşmelerden, karşılıklıtartışmalardan sonra çıkar yol bulundu. Yılmazbir kamera istiyordu ve o kamerayla hapishane

Çok doğal, çünkü Enstitü’nün kurucularında bi-riydi ve Kendal’in tebliğinde belirttiği gibi, “Fransahükümetinden alınan sübvansiyon ve kendi ola-naklarımızla Enstitü 3 yıl dayanırsa ne iyi, ola-naklarımız yetmezse üç yıl sonra kapatabiliriz”düşüncesi gündeme gelince Yılmaz, B Planı’nı öne-riyor ve “Hayır Enstitü kapatılmamalı, filmlerim-den geleceklerin yüzde ellisini Enstitü’ye bı-rakmaya hazırım” diyor. Neyse ki bir süre sonraİsveç hükümeti devreye giriyor ve Enstitü’nün yar-dımsızlıktan kapanması önleniyor.

Ancak Yılmaz Güney’in Enstitü’nün tanıtıl-masında ve tıkır tıkır çalışmasında kesin ve be-lirleyici etkisi olduğunu söylemek de gerek.Enstitü’nün yönetim kurulunda ve değişik et-kinliklerinde en birincil rolü oynayanlardan bi-riydi. Bunların ötesinde Enstitü faaliyetleriarasında değişik halklardan birçok şahsiyetle ta-nıştı. Jack Lang örneğin Enstitü’nün 24 Şubat1983’teki açılışında bulunanlardandı. SosyalistParti’nin önemli yöneticilerinden ve Mart1983’te Çevre Bakanlığına getirilecek olan Hu-guette Bouchardeau da açılıştaydı. Yılmaz veKendal’le birlikte Boucherdeau’yu o gün çekilenbir fotoğrafta birarada görüyoruz. Güney, Gé-rard Chaliand ile eşi Juliette Mince, DanielleMitterrand ve dünyanın değişik köşelerindeninsanlarla da tanıştı.

Page 16: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

16 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

koşullarında yaşayan çocukların film çekimi dı-şındaki doğal hallerini de çekmek ve gerekirsebunları filminde değerlendirmek istiyordu.Fransız kameramanlar bunu anla(ya)mıyorlardı.

Sonuçta sendikalı ve çoğu, belki tümü, solcukameramanlarla, tümüne yakını devrimci gençve orta yaşlardaki “oyuncu”larla ve bir kısmı iyiaile çocuğu, birkaçı bitirim, Almanya, Belçika,Fransa gibi ülkelerdeki yurttaşlarımızın çocuk-larından oluşan ve mahkum çocukları oyna-yanlarla Yılmaz her zaman yüzde yüz anla-şamadı. Hepsi Yılmazcı’ydılar mutlaka, ama herbirinin Yılmazcılık’tan anladığı da farklıydı. Ço-cukların kimi vurdulu kırdılı filmlerdeki Yılmazgibi olmak/oynamak istiyordu örneğin ... Bunokta Patrick Blossier’nin filmin çekimi sıra-sında oluşturduğu “Autour du Mur ” (Duvar’ınEtrafında) isimli belgeselde çok açık bir biçimdeortaya çıkıyor. Yılmaz Güney çevirmenlerindenbirini dövmek durumunda kalıyor ve asıl önemlisiona elindeki megafonla saldırırken söylediği “Pro-vokatör” sözü ve benzer küfürleri. Öyle tatsız biranda siyasi bir küfürün kullanılması Güney’de sa-natla siyasetin iç içeliğini gösteriyor aynı zamanda.Çevirmen işini iyi yapmadığı için değil, “provoka-tör” olduğu için saldırıya uğruyor...

Filmin çekimi zorlu geçti ve bunun en büyükfaturasını da maalesef bizzat Güney’in kendisiödedi. Yazık oldu.

Filmin çekimindeYılmaz Güney’e yardımcı

olan ve kitapta “Duvar’ın Çocukları” ismini ver-diğim birkaç kişi sinemadaki çalışmalarını Gü-ney’den öğrendikleriyle zenginleştirerek sürdü-rüyorlar: Patrick Blossier, Partricia Mazuy, Sa-bine Mamou gibilerini burada da anmış olayım... “Gardiyan Cafer” rolünü oynayan Ahmet Ziy-rek de unutulmamalı.

- Kanıyla ve canıyla, her şeyiyle Türkiye’nin veAnadolu halkının çocuğu ve bir aydın olan YılmazGüney, acaba Avrupa’yı anlayabilir miydi?Nasıl bir anlama olurdu bu? Anlayabildi mi sizce?Neler aksadı?

M. ŞEHMUS GÜZEL - Yılmaz Güney Adanalıbir delikanlı, Anadolulu bir bilge, söyledikleriyleyaptıklarının birbirine uymasını isteyen, arzu-layan, bunun için elinden geleni arkasına koy-mayan ve koşturan iyi bir sanatçı ve dürüst birinsandı. Yıllardan beri oluşturduğu ve kendineözgü bir insan ölçmek, tartmak yöntemi vardı.Birini bir süre dinledikten veya izledikten sonranotunu verirdi. Bunu kalkıp açık açık söyle-mezdi ama notunu verirdi. Onunla aynı yoldayürünüp yürünemeyeceğine böyle karar verirdi.Bu her zaman ve herkes için çok iyi, çok yerindekarar verirdi anlamında algılanmamalı. Çok ya-nıldığı da oldu. Önce alıp baş taçı ettiği sonratekme tokat dövüp kovaladıkları da var. Çünkükimi zaman karşısında epey sıkı cambazlar dabuldu. Kimi örneklerini kitapta anlatıyorum.

Page 17: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 17

Ancak bu ilgi biraz önce vurgulamak olanağıbulduğum gibi, değişik nedenlerden beklenen,arzulanan sonucu veremedi. Bunda herkesinkendine özgü kusuru ve eksiği olabilir ama asılönemlisi Yılmaz’a ayrılan zaman diliminin yet-memesidir. Zamanın önemi bu tür konumlardadaha yakıcı oluyor. Bu burada her şeyden dahabelirleyici.

Sinema dünyası ve aydın takımları YılmazGüney’in sinemayla yatıp kalktığını çok açık birbiçimde gördüler. Onun gibi film çekenin çok azolduğunu da. Bu iki niteliğin sadece büyük si-nema ustalarına özgü olduğunu da.

Bugün açıp bakalım bütün sinema sözlükle-rinde Yılmaz Güney ismini bulacağız. “Yol” iseen iyi filmler arasında en ön sıralarda yer alıyor.Bunlar görünen, elle tutulabilen, ölçülebilenşeyler.

Güney kendisinden sonra gelenlere yollarıaçan yönetmendir aynı zamanda. Bu niteliği deunutulmamalı.

Açık konuşalım, Fransa’da bizzat defalarcatanık oldum, başka ülkelerde de, Türkiye deni-lince üç isim akla geliyor hemen: Bir MustafaKemal Atatürk, iki Nâzım Hikmet, üç YılmazGüney. Yılmaz’ın önemini, ülkemiz ve yurtaşla-rımız ve giderek insanlık için yaptıklarını bun-dan daha güzel ne anlatabilir?

Aydınlarla daha yakın ilişki kurabilirdi, on-larla birlikte ortak yapıtlara imza atabilirdi.Ama biraz önce söylediğim gibi, değişik neden-lerle Yılmaz Güney ve öbürleri arasında gereken“köprüler” maalesef kurulamadı. Kurulmalarıiçin de ne yeterli zaman oldu ne de yeterincearzu.

Bizim aydınlarımızla kalıcı ve sonuç getiriciilişkiler kurması açısından da zamanı yeterli ol-madı. Sadece bir örnek vereceğim : YılmazGüney Abidin Dino’nun “Kel” isimli oyununu si-nemaya uyarlamak istiyordu. Abidin’le 1970’inbir Ankara akşamının kalender sofrasında,ortak bir arkadaş evinde tanışmışlardı ama Pa-ris’te aynı mahallede oturmalarına rağmenortak çalışmak için zaman bulamadılar. Çünküzaman yoktu. Bütün mesele burada. YılmazGüney yurtdışında sadece üç yıldan az birzaman kaldı. Bu nokta hayatî önemde. Unut-mayalım.

Bütün bunlar Yılmaz’ın aramızdan çok erkenayrıldığını da gösteriyor. Evet Yılmaz Güney 1Nisan 1937’den 9 Eylül 1984’e kadar ancak 47yıl kaldı aramızda. Bu en büyük haksızlıktır. Enönce Yılmaz Güney’e. Sonra bizlere. Hepimize.

(Sorular: OSMAN ÇUTSAY)

Avrupa ve Avrupalı hakkında sağlam bir ana-liz sahibiydi, kibarlık sonucu belli etmek iste-mediği ancak duyumsanabilen duygulara,değerlendirmelere sahipti. Bu duygular ve de-ğerlendirmeler o kadar iyimser ve iyi değildi.Avrupalının, kapitalizmin yaratığı, bencil, bi-reysel, benmerkezci, parayatapar olduğunu bi-liyordu. Bu nedenle onlardan kimini küçümse-diğini söylemek abartma olmaz. Bunu asla kim-senin yüzüne karşı veya arkasından söylemiş dedeğil. En azından ben böyle bir şeyi asla duy-madım. Yılmaz böyle şeyi yapmazdı da. Amabunların içinde son derece beğendiği ve arkadaşolduğu veya olabileceği isimler de vardı.

Ancak Güney’in ciddi bir dil sorunu vardı. NeFransızca konuşuyordu ne de İngilizce. Kimizaman İngilizce bildiği izlenimi vermek için biriki kelime patlatıyordu, ben bu hallerine bayılı-yordum. İngilizcesinin hiç de iyi olmadığı anla-şılmasın diye bir iki beylik kelimeyi çok çokalçak sesle telafuz ediyordu, çat pat konuşuyor-muş gibi, karşısındaki kulak kabartıyordu, du-yabildiği kadarını, anlayabildiği kadarınıanlıyordu. Oysa Türkçe konuşsa ve birileri çe-virse daha iyi olacaktı. Genellikle böyle yapı-yordu. Yok ille İngilizce bildiğini göstermekisteyince bildiğini okuyordu. Tamam, bir veyaiki gazeteciyi veya rastlantısal bir biçimde kar-şılaşılan bir hayranı savmak için bu yol yeterliolabilirdi, ama bu İngilizce ile aydın takımlarıylaanlaşmak, söyleşmek mümkün değildi. Bu, ka-nımca çok önemli bir engel oldu.

Avrupalı aydınlara ise Türkçe veya Kürtçeöğretecek kadar zamanımız olmadı. Bu ilerde ol-mayacak anlamına gelmez. Bugün Türkçe ve/veya Kürtçeyi çatır çatır konuşan Alman, Ame-rikalı, Fransız bilim kadın ve adamlarını, diplo-matları görünce bu iki dilin geleceğinin açıkolduğunu anlıyorum. Ama biz de onların dille-rini öğrenmekten vazgeçmeyelim. İlle akıl vebilgi için değil, yöntem ve yol için işimize yarı-yorlar ve yarayacaklar mutlaka.

Yılmaz Güney bunların farkındaydı ama dilöğrenmek için de zamanı yetmedi.

- Avrupa aydını, hadi “sol aydını” diyelim, YılmazGüney’i ve sinemasını, ondaki o tutkuyu anlayabi-lir miydi? Anladı mı? Nasıl bir anlama veya “anla-yamama” oldu bu?

M. ŞEHMUS GÜZEL - Anlayanlar oldu el-bette, ama anlamayanların sayısı daha çok.

Fransa’da sinema çevresinde Yılmaz Güneysinemasına ilgi yüksekti. Yılmaz Güney sine-masını beğenenler arasında önemli yönetmen-lerden Costa-Gavras, Patrick Chéreau aklıma ilkgelenler.

Page 18: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

“Ama Duisburg Marxloh’daki camiiçin aynı şeyleri söylemeyiz; o, İstan-bul’daki Şehzade Camii’nin bir kop-yası sanki. Oysa çevreyle uyum çokönemli. Ortaçağ mimarisini bugünartık ne Avrupa’nın bir köşesinde nede Çamlıca’da görmek istiyorum.Bence Köln’deki iyi bir seçim oldu.Ama her yerde bu duyarlılık gösteril-miyor. Almanların korkusunu anlı-yorum, fakat bunları, çevreyleuyumlu bir politika üzerinden devredışı bırakmak mümkün.”

NEUSS - 2010’da halkoylamasından geçenİsviçre’deki minare yasağı, sadece halktan değildönemin Fransa Devlet Başkanı Sarkozy baştaolmak üzere Avrupa siyaset sınıfından da des-tek görmüştü. Daha sonra birçok Avrupa ken-tinde, özellikle de Almanya’daki cami inşaatları,çağdaş Müslümanların hedef alınmasını kolay-laştırdı.

Bu tartışma bazen alevlenerek, ama geneldeiçin için yanarak sürüyor ve bir Avrupa-İslamcepheleşmesine kadar gidecek gibi görünüyor.Ancak Avrupa yönetimlerinin, yaşlı kıtanın ka-pısındaki ılımlı İslam özellikleri taşıyan rejim-lere, hatta radikal Selefilere yoğun desteğiylebilinen Suudi türü iktidarlara yakınlık göster-diği gözleniyor. Yeni cami inşaatları bahane edi-lerek İslam mimarisine yönelik tepkiler, bütünbu tartışmaları daha da sertleştiriyor.

İşte hem 2009’da hem de 2011’de Al-manya’nın önde gelen mimarlık ödüllerinden“Alman İnşaat Sahipleri Ödülü”ne (DeutscheBauherrenpreis) peş peşe layık görülen mimarErcan Ağırbaş, İslam tartışmalarında mimarinin

18 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

Mimar Ercan Ağırbaş’a göre, mimari, günlük yaşamın en önemli parçası

Avrupa şehirciliğindekicami tedirginliği sürüyor

OSMAN ÇUTSAY

ERCAN AĞIRBAȘ

Page 19: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

henüz küçük bir kesimle sınırlı, ancak zamanlayeni boyutlar ortaya çıkabilir:

“Tepkiler saçma gerekçelerden kaynaklanı-yor. Minarelerin büyüklüğü tartışma konusuedildi, ama çevrede bunlardan çok daha yüksekbinalar, kilise falan var. Biliyoruz. DİTİB, kub-beli cami istediği için, biz mimari gerekçelerlebuna katılmadık. Kubbesiz cami, cami değilsanki. Suudi Arabistan’daki camilerin bile yüzde80’i kubbesiz oysa. Elbette şehir planlarınauygun bir yapılaşma gerekir. Kubbelerin du-rumu şehir planına uymalıdır. Ama DuisburgMarxloh’daki cami için aynı şeyleri söylemeyiz;o, İstanbul’daki Şehzade Camii’nin bir kopyasısanki. Oysa çevreyle uyum çok önemli. Ortaçağmimarisinin bugün uygulanmasını artık ne Av-rupa’nın bir köşesinde ne de Çamlıca’da görmekistiyorum. Bence Köln’deki iyi bir seçim oldu.Ama her yerde bu duyarlılık gösterilmiyor. Al-manların korkusunu anlıyorum, fakat bunları,çevreyle uyumlu bir politika üzerinden devredışı bırakmak mümkün.”

Neuss-İstanbul hattı

Kendisi gibi mimar ve şehirci Eckhard Wi-enstroer ile 1 milyona yakın Türk’ün yaşadığıKuzey Ren Vestfalya eyaletinin büyük kentle-rinden Neuss’ta bir büro açan ve burada çalış-malarını sürdüren Ercan Ağırbaş, İstanbul’da dabir büroları olduğunu belirtiyor. Deneyimli mi-marımıza göre, çağdaş Türk mimarisinin Avru-

özellikle öne çıkmasının bir tesadüf olmadığınadikkat çekiyor. Çeşitli ödüller alan ve üniversi-tede ders de veren mimarımıza göre, böyle geri-limler çağdaşlığı ve ortak yaşamı zora sokuyor.

Sadece Türkiye’nin değil, Batı Avrupa’da ya-şayan 5 milyonu aşkın Türkçe konuşan insanında sıkıntılı bir dönemden geçtiğine işaret edenErcan Ağırbaş, özellikle İsviçre’deki halkoyla-masından minare yasağının çıkmasıyla, “birsüre şaşkın şaşkın dolaştığını”, hatta Zürih’tenaldığı mimarlık diplomasından bile “neredeyseutanmaya başladığını” belirtiyor. Neuss’taki bü-rosunda sorularımızı yanıtlayan Ağırbaş, “Dün-yanın örnek alınan en demokratik bir ülkesin-den böyle bir karar çıkabiliyor. Demek, bu de-mokratlara da öğreteceğimiz şeyler varmış” diyekonuşuyor. Ercan Ağırbaş’a göre, mimari yapı-laşmanın birçok sürtüşmede bahane olarak öneçıkarılması, mimarlığın toplumun günlük yaşa-mını doğrudan ilgilendiren kilit bir sanat olma-sıyla doğrudan bağlantılı.

Cami kavgasının ardında yatan

Köln’de kamuoyunu meşgul etmeyi sürdü-ren cami inşaatı tartışmasını örnek olarak gös-teren Ercan Ağırbaş, bir mimari yarışmaylabaşlayan bu projenin jürisinde çok değerli in-sanların olduğunu ve onların da en iyi projeyiseçtiğini belirtiyor. Böyle bir caminin, yani şeh-rin siluetini dikkate alan bir yapının, Türk veAlman toplumu için çok önemli ve güzel bir ola-nak olduğunu savunan Ağırbaş’a göre, tepkiler

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 19

D

Page 20: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

pa’da henüz bir etkisi yok. Ama yapılması gere-ken çok şey var. Berlin, Milano ve Zürih’te mi-marlık öğrenimini tamamlayan Ağırbaş, 4yaşında geldiği Almanya’da bugün 3 milyonayakın Türkiye kökenli insanın yaşadığını, nüfu-sun çok genç olduğunu, buna rağmen kendisi-nin yolunu izleyen pek fazla genç insanbulunmadığını hatırlatıyor. Birçok yüksek-

okulda dersler veren, son dönemde ise daha çokDüsseldorf’taki “Peter Behrens School of Archi-tectur”da öğrenci yetiştiren Ercan Ağırbaş, Av-rupa’da ön plana çıkmaya başlayan gerginliktentedirgin:

“Mimarlık hem 'ratio' hem de 'emotio' kap-samındadır. Yani hem mantık ve aklı, hem deduyguyu içerir. Bunları birbirinden ayıramayız.

20 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

Ercan Ağırbaş, camilerin Avrupaşehirciliğindeki mimari geçmişiyle il-gili olarak açıklamalar yaparken, bazı“tehlikeli hezeyanlara” karşı da top-lumsal barış ve mimari tarihi açısın-dan uyarılarda bulunuyor:

“18’inci ve 19’uncu yüzyıllarda Av-rupa’da cami tipolojisi mimarların ilgialanı olmaya başlamıştır. Kralın mi-marı olarak tanınan Ludwig Persius,Kral Friedrich Wilhelm IV tarafındanbir projeyle görevlendirilir ve eskizdefterine onun istediklerini not alır:Yapılacak enerji santralinin (Dampf-maschinenhaus) Türk camisine ben-zemesini, bacasının da minare gibiolmasını istiyor…

19’uncu yüzyılda bir teknik bina-nın dekoratif cephelerle yapılması is-tisna değildir. Göldeki su fıskiyeleriniçalıştıracak olan bu santralın göl kıyı-sında oluşu ve Sanssouci Sarayı’ndano zaman görülebilir olması, bu projeyeönem verilmesinin nedenlerinden bi-ridir. Kral tarafından camiye benzetil-mesi isteği de bu arada dikkat çekici.

1779-1792 arası Nicolas de Pigagetarafından yapılan bir cami projesinede değinmek isterim. Schwetzin-gen’deki saray bahçesindeki yapılmışolan bu bina bize cami mimarisininikinci bir boyutunu gösteriyor.

Osmanlı, Avrupa için bir tehlike ol-maktan çıkınca, 1001 Gece Masal-ları’nın güzellikleri ön plana çıkmayabaşlıyor. 'Schwetzinger Schlossgar-ten'deki (Schwetzing Şatosu Bahçesi)binanın minareleri cami kubbesi kilise

tipolojisinden esinlerek bir sentezoluşturulmuş.

Demek istediğim şu: Avrupa’daöyle bir zaman varmış ki, cami denil-diğinde insanlar hiç de öyle korkmu-yormuş. Güzel mimariden konuşul-duğunda cami mimarisi de varmış ara-larında. Bu böyleyken ne değişmiş ola-bilir?

Bence Avrupalılar, binalarımızınşekillerinden falan değil, buna minarediyelim, bizden korkuyorlar, yani di-nimizden korkuyorlar. Almanya’nınüst düzey politikacıları artık çekinme-den 'Vatandaşlarımızın korkularınıanlamamız lazım' diyebiliyor. Hattaekliyorlar: 'Biz yasaklara karşıyız, amaTürkiye’de de kilise yapılmasına mü-saade etsinler o zaman... ' Gelsinleronlarla birlikte bir İstanbul gezisine çı-kalım, o sayısız ve birbirinden güzelkiliselerini göstereyim saatlerce İstan-bul’un. Üstelik istenirse bu geziyi bircaminin önünden geçmeden de yapa-biliriz. Gelsinler bir caminin ve bir ki-lisenin barış içinde bir duvarı paylaş-tığını göstereyim onlara. Görmek iste-yen herkesi davet ediyorum; sadeceistek lazım.

Biz mimarların suçu yok mu bu du-rumda? Var, tabii ki var. Gelin Persiusve Pigage’den 200 yıl sonra yine güzelcamiler tasarlayalım Avrupa’da. Kub-beli, kubbesiz, minareli, minaresiz,renkli, renksiz... Ufkumuzu genişletipmimarimizle öncü olalım. Yine örnekolmak için ilk adımları da atalım. Ge-risi kolay.”

Dikkat edilmesi gereken şeyler

Page 21: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

da maddi kazanç kadar önemlidir. Ne yazık kibu konuda arada büyük anlayış farkları var.”

Rantla mücadele

Rantla mücadelede kamu denetiminin enönemli unsur olduğuna dikkat çeken ErcanAğırbaş, bunun siyasal bir denetim olarak gö-rülmesine itirazı olmadığını belirtiyor. Halkın,siyaset üzerinden süreci, inşaatları vs denet-leme olanağı bulduğunu hatırlatan Ercan Ağır-baş’a göre, kamusal alanların dizginsiz birbiçimde özelleştirilmesinin son derece olumsuzsonuçları var:

“Bu özelleştirmelerde de Türkiye’de sadecepara konuşuyor. Oysa Türkiye’de neredeysemeydan, yeşil alan falan kalmadı. Şehir planla-ması bir felaket. Yeşil alan, açık alan yok. Bunlaralışveriş merkezlerine veya otomobil yollarınadönüştürülüyor. Kamusal alan hızla küçülüyor.Bizim Avrupa’da gördüğümüz şey ise farklıdır.Burada imar planları, nazım planları belirleyici-dir. Gerçi bu tür planların Türkiye’de de oldu-ğunu biliyoruz, ama uygulanmıyorlar. Özelleş-tirilenler de denetlenmiyor. Kamu denetimihızla günlük yaşamdan çekiliyor. Yerini de birkargaşa alıyor. Özelleştirmelerin denetimsizliğişehirciliği can evinden vuruyor. Ağır bir beton-laşma yaşanıyor.”

Betonun bir malzeme olarak çok masum veiyimser olduğunu vurgulayan Ercan Ağırbaş,bunun kötüye kullanılabileceğini de kaydediyor:

“Aslında betonun tek başına suçu yok bu taş-laşmada. Beton çok kullanılır, çünkü beton hatakapatır ve çok dayanıklıdır. Dolayısıyla betonunyayılması, dengesizce çoğalması, biraz da bilgi-sizlerin, rantçıların elinde kalmasındandır. So-nuçta bu yararlı malzeme rantçıların elinde yanetkileriyle tam bir olumsuzluk anıtına dönüşü-yor. TOKİ için de söylemek istediğim bir şey var.Kendisini Türkiye’nin bir parçası sayan ve Tür-kiye’de yatırım yapan, İstanbul’da bürosu olanbir mimar olarak şunu söyleyebilirim: TOKİprojelerenden hiçbirinin bir mimarın masasın-dan, gerçekten düşünen bir mimarın elindengeçtiğine inanamıyorum. Böyle projelerin birmimardan onay almasının çok zor olduğunu dü-şünüyorum.” �

Leonardo da Vinci veya Johann SebastianBach’ın, daha birçokları gibi matematik kural-larla üretimde bulunduklarını biliyoruz. Mi-marlıkta bu iki alandan birini diğerine tercihedemezsiniz. Evler örneğin statik bir olaydır,yani ayakta durmaları gerekir, bir 'yapı'nın ol-ması gerekir. Zaten yapı (strüktür) deyince dedoğrudan matematiğe, bilime dahil oluyoruz.Sanatsal ve duygusal yanı ise projelerin içinde,evlerin, köprülerin, yolların içindeki insanlar-dan kaynaklanıyor. İnsan varsa, duygu da var.Biz, insanların duygularına yaptığımız işlerlearacı ve ortak oluyoruz. Konut, iyi bir örnektir.O nedenle mimarinin özel bir ağırlığı var yaşa-mımızda.”

Eckhard Wienstroer ile birlikte geliştirdiğiprojelerle layık görüldükleri çok sayıda ödülünyanında, “2009 ve 2011 Alman İnşaat SahipleriÖdülü”nün özel bir anlamı olduğunu kaydedenAğırbaş, çalışmalarının artık mimarlığın sınır-ları dışına çıktığı savunuyor. Ercan Ağırbaş, “Bu-rada devlet inşaat sahipleriyle mimarınişbirliğini içeren projeleri ödüllendiriyor. Kamuda bu sahiplerden biridir ve çok önemlidir. Bu-rada inşaat sahiplerine mimarla işbirliğinin, ara-daki uyumun önemi hatırlatılıyor. Bu uyum,inşaat sahiplerinin toplumdaki çevre güzelli-ğine, konut, semt, köprü gibi yapılaşmalar üze-rinden katkıda bulunacağını gösteriyor. Katkıarıyor. Biz, bu ödülleri alarak, aslında kendi ka-buğumuzdan da çıkmış olduk” diye konuşuyor.

Türkiye’de şehirciliğin ağır bir sorun oldu-ğunu ve ülkenin bu alanda bir çıkmaza girdiğinikaydeden Ercan Ağırbaş, çok değerli mimarlarolmasına rağmen rant ve rantçılıkla baş edile-mediğini belirtiyor. Ağırbaş, şu saptamaları dik-kat çekiyor:

“Rantçılar mimarlarımızdan daha güçlümaalesef. Aslında TOKİ, tipik bir örnek sayıla-bilir. Almanya’dan hareketle konuşayım: Bu ül-kede de kamu yatırımları var. Ama bu yatırımlarihaleye çıkarken, ona temel olan şartnamelerciddiye alınır. Şartnameler insanların yaşam ka-litesini yükseltmeye yönelik oluşturulur. Birrant hesabına, 'bir vurup köşeyi dönme' anlayı-şına kurban edilmez. Bu mantığa prim verilmez.Bir ranta, hak edilmemiş fahiş kazanca kapı açıl-maz. Geçenlerde bir mimarlar grubu gelmiştiTürkiye’den, devlet teşvikli projelerden konuşu-yorduk. Yüklenicinin kârından falan söz açıl- dı.Almanya’daki kamu yönetiminin ihaleyi yükle-nen işverene tanıdığı kazanç payı bizimkileri şa-şırttı. Yatırımcının yüzde 3-4’lük paylarlaçalıştığını duyunca inanamadılar. Bunu man-tıksız buldular. Oysa bu kazanç oranına bir detoplumsal yarar oranını eklemek gerekiiyor. Bu

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 21

Page 22: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

MÜNİH - Alman aşırı sağının işlediği cina-yetler Münih’teki suskun bir gösteride yenidenprotesto edildi. Beyaz ve kırmızı güllerin taşın-dığı anlamlı sokak gösterisinde, katılımcılarMünih’in ünlü Geschwister-Scholl Meyda-nı’nda, Hitler zorbalığına karşı mücadelede canveren Scholl kardeşlerin anısından güç aldı.

23 Şubat’ta bir araya gelen suskun toplulu-ğun bir dakikalık saygı duruşunda, Alman-ya'dan tüm dünyaya “Saygı, Demokrasi veDayanışma” mesajı verildi. BIM (BayerischesInstitut für Migration) Başkanı Zeki Genç,“Beyaz güller, Nazi Almanyası'ndaki direniş ha-reketini hatırlatıyor ve barışı simgeliyor. Nor-veç'teki terör kurbanlarına yönelik olarak dakırmızı gülleri düşündük” dedi. Alman toplu-munun önüne ve sokakta bu tür etkinliklerleçıkmanın önemine dikkat çeken Genç, şunlarısöyledi:

“Topluma bazı mesajlar veriyoruz aslındasusarak. Ona, konuşması için sustuğumuzu bil-diriyoruz. Bu toplumun bir parçası olduğu-muzu, ırkçılığa karşı bir şeyler yapılmasıgerektiğini, şiddetin kurbanlarını aklımızdan çı-karamayacağımızı, bazen susmanın binlercesözcükten daha çok şey söylediğini haykırıyo-ruz. Söylenmesi gereken her şey söylendi as-

lında gerçekten de. Irkçı teröre fırsat tanıya-mayız, bunun için susuyoruz, toplumumuzdaneler olup bittiğine karşı kayıtsız değiliz, şiddetikarşı şiddetle değil sevgiyle karşılamamız ge-rektiğini vurguluyoruz. Yani eğer susmayı bı-rakmazsak, sıradaki kurbanlar bizler olabiliriz,bunları sessizce haykırıyoruz.”

Sokağın suskunluğu eyleminde, NSU cina-yetlerinde yaşamını yitiren her bir kurbanın adıyazılı boş kağıtları beraberlerinde getirdikleribeyaz ve kırmızı güllerle birlikte havaya kaldı-ran katılımcılar, saygı duruşu ertesinde bunlarıorada bıraktılar. Zeki Genç bu tür etkinliklerindevam etmesi gerektiğini bildirdi.

22 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

Aşırı sağın cinayetlerine ve toplumun suskunluğuna protesto

Münih’te sessiz bir gösteri

Page 23: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

Batı Avrupa’da Türkçeye, Türkçe haberciliğe ih-tiyacın devam ettiği kabul ediliyor. Zaten Avru-pa’da yaşayan, buradaki gelişmeleri yakındangözleyen herkes, Türkçeye ve Türkçe haberciliğeaslında her zamankinden daha çok ihtiyaç ol-duğunu kabul ediyor.

Haberciliğin, haberlerin ortaya çıktığı böl-genin gazetecileri tarafından yapılması ve takipedilmesi de çağdaş gazeteciliğin temel ilkesidir.

Bu nedenle alınan bu karar, karşı karşıyaolunan sorunlara çözüm olamaz.

Elbette Avrupa’daki insanlarımızın günlükgazete ve Türkçe haber anlayışı çağdaş taleplerdoğrultusunda yeniden ele alınmalı, Türkçe ha-bercilik ve gazetecilik, mutlaka yeni ve daha ilerinoktalara taşınmalıdır. Elbette bu yapılırken,teknolojinin geldiği düzeye uygun davranılma-lıdır. Ancak bütün bunlar halen çalışan gazetecikuşağı mağdur etmeden yapılmalıdır.

Avrupa’daki en büyük Türk gazetesinin yeniadımlarla ve yeni olanaklarla yeniden yerindenhabercilik ilkesine daha ileriden bir dönüş ya-pacağı umudunu yitirmek istemiyoruz.

Avrupa’daki Türkçe medyanın kan kaybıdevam ediyor. Önce başta Almanya olmak üzereçeşitli Avrupa ülkelerindeki kamu radyo ve tel-evizyon kurumlarındaki Türkçe yayınlar kaldı-rıldı ya da büyük ölçüde küçültüldü. Ardındançok sayıda Türkçe gazete ve derginin Avrupabaskılarına son verildi. Bu gelişmeler çok sayıdamedya çalışanının işsiz kalmasına yol açtı.Bunun bir diğer sonucu da ATGB’nin büyük öl-çüde güç kaybetmesi, faaliyetsiz kalması oldu.Halbuki yaşanan gelişmeler en azından daya-nışma adına Avrupa’daki medya emekçilerininörgütlenmeye ne denli ihtiyaçları olduğunu gös-teriyor.

ATGB’nin en kısa zamanda geniş katılımlıbir olağanüstü genel kurul toplayıp, onu Avru-pa’daki gazetecilerin kurumsallaşmış örgütlen-mesine dönüştürmek için çalışmaya, emeksarfetmeye hazır üyeleriyle ileri adımları atmasıgerekmektedir.”

ATGB Yönetim Kurulu

FRANKFURT - Kendilerini yaşatacak kadaryoğun bir nüfusa sahip olmalarına rağmen zorlusorunlarla karşı karşıya bulunan Türkçe günlükgazeteler, bir çıkış yolu arıyor. Bunun için de çe-şitli önlemler alıyor. Nitekim Türkçe gazetedünyasının en büyük markası Hürriyet’in birsüre önce Avrupa’daki haber merkezini kapat-tığı bildirildi. Avrupa Türk Gazeteciler Birliği(ATGB), son gelişmelerle ilgili bir basın açıkla-ması yaparak, sektördeki gelişmelerin bir dökü-münü verdi ve çözümler önerdi. ATGB YönetimKurulu’nun 28 Şubat tarihli basın açıklamasışöyle:

“Batı Avrupa’da günlük Türkçe gazete sek-törü çok zor günlerden geçiyor.

Hürriyet gazetesinin Frankfurt yakınların-daki Mörfelden Walldorf ’ta bulunan AvrupaHaber Merkezi’ni 1 Mart 2013 tarihi itibarıylakapatma ve Avrupa bünyesinde küçülmeyegitme kararı, yaşadığımız sıkıntılı dönemin çokuzun süreceğini gösteriyor.

Gazetenin satış ve reklam gelirlerinin mali-yetleri karşılamaması, çeşitli tasarruf önlemle-rinin yıllardır devam eden zararı gidermemesigerekçeleriyle alınan bu karar, her şeyden önceçok sayıda gazete çalışanının işsizler ordusunakatılması anlamına geliyor.

Çok sayıda arkadaşımız ve aileleri çok zor birgelecekle karşı karşıya.

Bu üzücü durumla karşı karşıya olan tüm ar-kadaşlarımıza sabır ve direnç diliyoruz. Bu dö-nemin kısa sürmesini umuyoruz. Dileriz,mesleklerini icra ederek, çağdaş ve üretken biryaşam sürdürebilecekleri yeni fırsatlar en kısazamanda ortaya çıkar. Elbette aynı dilekler kısabir süre önce iflas eden Frankfurter Rundschaugazetesinde işlerini kaybeden yüzlerce meslek-taşımız ve medya krizinden etkilenerek işsizkalan bütün medya emekçileri için de geçerli.

Öte yandan edindiğimiz bilgiye göre Hürri-yet gazetesinin Avrupa baskısı, Avrupa’nın çe-şitli bölgelerindeki büro ve muhabirlerininfaaliyetleri devam edecek.

Demek ki karşı karşıya olunan krize rağmenTürkçe konuşan 5,5 milyon insanın yaşadığı

Avrupa’daki Türkçe medya çok ağır sorunlarla boğuşuyor

Zor zamanda gazetecilik

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 23

Page 24: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

Gertrud Höhler’e göre, BaşbakanAngela Merkel kamuoyundakendisini partiler üstüymüş gibigöstermeyi seviyor. SPD ve YeşillerPartisi seçmenlerinin de sempatisinikazanan Merkel, bu iki partiye aitçeşitli politikaları da kendincedönüştürebiliyor. Merkel’in amacı,Yeşiller ve SPD’nin politik silahlarınıellerinden almak.

HAGEN - Almanya’da, Prof.Dr. Gertrud Höhler’in, Al-

manya Başbakanı Angela Merkel ve politikalarıüzerine yazdığı “Vaftiz Annesi” (Die Patin) baş-lıklı kitabı yayımlandığı andan itibaren genişkitlelerin ilgisini çekmeyi başardı. Ede- biyat bi-limcisi olan Höhler, aynı zamanda çeşitli şirket-lerde politika ve ekonomi danışmanlığı da yaptı.Toplum, ekonomi ve politika üzerine eserleribulunan Höhler’e başarılı çalışmalarından do-layı da pek çok ödül verildi.

Kimdir Merkel? Bugünlerde 50’nci yıldö-nümü kutlanan Fransa-Almanya ortaklığındanuzaklaşan bir Prusyalı mı? Avrupa kraliçesi un-vanıyla Asya ülkeleriyle iyi ilişkiler geliştiren birpragmatist mi?

24 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN

Angela Merkel karşıtı kitap gündemdeki yerini koruyor

“Vaftiz Annesi”:Mafya tipi politika?İLHAN AYER

Page 25: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

litik silahlarını elinden almak. (“Compact” der-gisi, 11/2012, s. 19.)

Merkel, sivil darbe mi yapıyor, anayasa vekanunlara aykırı mı davranıyor? Merkel demo-kratik yolları terk mi ediyor? Merkel yöneti-mindeki Almanya’da normlar geçersiz kılınıyor,yasalar deliniyor. Yeşiller Partisi, 2011 yılında,Federal Anayasa Mahkeme’sine, Avrupa İstikrarMekanizması ve Euro Plus Paktı üzerine bilgi-lendirilmedikleri gerekçesiyle hükümete karşıdava açıyor.(s. 124) Merkel’in mesajı açık: Dev-let benim.

Höhler’in Merkel’e en sert eleştirilerindenbiri de hükümetin enerji politikaları ile ilgili.Höhler, atom santralleri kapatıldığında Almanendüstrisinin elektrik giderlerinin artacağınıbelirtiyor. Atom enerjisinden yenilenebilir ener-jiye geçilebilmesi için, bu enerji alanının süb-vanse edilmesi gerekiyor. Sübvansiyonunolanaklı olması için de yüksek vergilendirmelerkaçınılmaz. Ayrıca, aileler de bu değişimden et-kilenecek: Elektrik fiyatları artacak. Kuzey BuzDenizi’ndeki rüzgar parkları ve yerel hatlarlabağlantı kurabilmek için 3800 km’lik elektrikhattı inşa edilmek zorunda. Bunun için 60 mil-yar avronun üzerinde bir maliyet hesabı öngö-rülüyor. (s. 266) Gertrud Höhler, yeni enerjisektörlerindeki yüksek maliyetlerden dolayı,enerji şirketlerinin yurtdışına kaçmaya başla-dıklarını; Merkel’in gizli-kapaklı, ince politik gi-rişimleriyle de enerji sektörünü devletleştirmekistediğini vurguluyor.

Gertrud Höhler, Merkel’in politikalarını,başbakana özgü yöntemlerini açıklığa kavuştu-rarak anlatıyor: Başbakanın kimi zaman muha-fazakâr, kimi zaman Hıristiyan-sosyal, kimizaman da liberal olduğunu belirtiyor. Höhler,Merkel’in demokratik rekabeti sakatladığını,politikalarının Almanya ve Avrupa için tehlikeoluşturduğunu savunuyor. Gertrud Höhler’egöre, Angela Merkel her gün, her saat, pozisyondeğiştiriyor. Başbakan için her şey olanaklıdır.

Angela Merkel’in yola çıkarken tek bir hedefivardı, CDU’yu Avrupa’nın en modern partisiyapmak. Merkel’in gizli reçetesi, gelenekselCDU’nun çözülüşünde: Merkel, yeni bir CDU ya-ratmak istiyor; Kohl CDU’sundan bir kopuşunpeşinde.

Angela Merkel, bir doğa bilimcisi olarak öğ-rendiği “görelilik” kavramını politikada kullanı-yor: Her şey görelidir; her şey geçicidir, her şeytersine çevrilebilir. Değerler de görelidir. (s. 20)Kim kendini değerlere bağlarsa, o kişi kendini,sallantıda bulur. Başbakan Merkel’in politik il-keleri, bağlantısızlık ve tarafsızlık.

Merkel’in başarı ilkesi ise “güç, acizlikten iyi-dir” diye özetlenebilir. Bağlantısızlık, yükümlü-lük taşımama... Merkel, partiler üstü ve göz-lemci statüsünde. Merkel’e göre bütün politikhedefler güç için birer araç; her şey kendi kari-yeri için kurban edilebilir.

Merkel’in güç için olmazsa olmazı: Bütünparti politikaları, CDU’nun parti için bütünürettikleri, Merkel’in olmalı. Güç, Angela Mer-kel’de; diğerleri bu yarışta geride kaldı. Merkel,bir yandan kendi partisinde yükselip başarılı gö-zükmek istiyor, diğer yandan da kendine ait ol-mayan fikirleri, kendisininmiş gibi göstermekistiyor. Her zaman sessiz kalmayı tercih ediyor;hiçbir zaman kurban olmak istemiyor. Sessizlik,daha fazla güç demek.

Kadınlık avantajı

Merkel’in kadınlığından gelen bazı avantaj-ları olduğunu söyleyen Gertrud Höhler, erkekpolitikacıları gözden düşürebildiğini, rakiple-rinden bir bir kurtulduğunu belirtiyor. Rakiple-rinden kurtulma yolları şöyle olmuş: FriedrichMerz (güçsüzleştirme), Karl-eodor zu Gut-tenberg (sessiz kalma), Christian Wullf (atama-lar ), Joachim Gauck (engellemeler). (s. 173)

Gertrud Höhler’e göre, Merkel kamuoyundakendisini partiler üstüymüş gibi göstermeyi se-viyor. SPD ve Yeşiller Partisi seçmenlerinin desempatisini kazanan Merkel, SPD ve Yeşillereait çeşitli politikaları da kendince dönüştürebi-liyor. Merkel’in amacı: Yeşillerin ve SPD’nin po-

AvrupaGüN | 4 Mart 2013 | 25

GERtRud HöHLER

WIK

IMED

IACO

MM

ON

S/UD

OG

RIM

BERG

Page 26: 20130304-19-Yilmaz_Guney_Avrupada

Önemli bir nokta şu: Höhler’in bu vurgususadece Merkel’e özgü değil. Alman devletinin enbüyük özelliklerinden biri de “devlete açılanalan”dır: Devlet, hiçbir girişimi yasaklamaz; sa-dece engeller koyarak, “küçük” alanı “öteki”ne,“büyük” alanı da kendine ayırır.

“Devletçi” Merkel

Gertrud Höhler’in eleştirilerinden AngelaMerkel’in bazı önemli sektörleri devletin teke-line almak istediğini öğreniyoruz. Höhler,banka kurtarma operasyonlarının da bankalarıdevletleştirmek için bir araç olduğunu belirti-yor. Höhler, düşüncesini şöyle temellendiriyor:“İflas eden yatırım şirketi Hypo Real Estate veCommerzbank şimdi devletin elinde. Bizim sap-tamamız, bu girişimin, devletin finans sektö-rüne bir 'güç' saldırısı olduğu yönünde. Bizsadece işletmelerin rekabet gücünün artırılma-sını savunuyoruz, devletin olağanüstü düzenle-meler yapmasını değil.” (Compact, Nr. 11/2012,s. 21)

Avrupa ve Almanya’da finans piyasasındaneler oluyor? Avro krizi ve borçlu ülkelerin du-rumu Avrupa ekonomisinin motoru olan Al-

manya için bir fırsat mı? Merkel, Avrupa’yıkontrol etmek mi istiyor? Merkel’in düşüncesi,açık: Avro başarısız olursa, Avrupa başarısızolur. Avrupa’daki tasarruf, kemer sıkma politi-kalarının, piyasaları depresyona sokmasındankorkuluyor. Höhler’e göre, Angela Merkel veAlman Merkez Bankası bilmeli ki, Avrupa’nıngeleceği için uygulamaya konulan para politika-ları kötü sonuçlar verdiği anda, avro ve AvrupaBirliği’ne büyük zararlar verebilir. Avronun ko-runması, devletlerin koruma ölçüleri, avro parapolitikası çıkmaz sokakta. Gertrud Höhler, eleş-tirilerini desteklemek için dünyaca ünlü yatı-rımcı ve spekülatör George Soros’un sözlerinidayanak alıyor: Soros, ekonomik krizin henüzgeçmediğini, devletlerin kasalarından para öde-melerinin devam edeceğini, hataların tekrarıhalinde, 1929 Amerika ekonomik krizi gibi birkrizin yeniden yaşanabileceğini belirtiyor. (s.97)

Soros’un korkusu nedir, “bilinmez”.

Gertrud HöhlerDie PatinOrell Füssli Verlag,Zürich, 2012

26 | 4 Mart 2013 | AvrupaGüN