adem'in hikayesituruz.com/storage/her_konu-2020-1/9471-ademin_hikayesi...adem'in hikayesi...
TRANSCRIPT
adem'in hikayesi AYKUT TANRIKULU
adem'in hikayesi AYKUT TANRIKJLV
Yayın Yönetmeni.: Ekrem Altcntepe
Editör: Yusuf Y1ldız Tashih: Mehmet Beyderrı.ir
İç Tasarım: Said Oernirtaş Kapak Tasarımı: Nesil Grafck
ISBN: 978-605-162-483-9
Ya.yı:rı.cı. Sertifika Ne: 12403 Matbaa Sertifika No: 12683
Baskı Tarihi: Şubat 2015 Baskı CUt: Çınar Matbaacı~ık ve Yayıncılok
San. 11c. '...td. şr~ Yüzyı: Nıahatlesi Matbaacı:ar Cad Ata Han Nc:34 Ka~:5 Sağcılar/lstanb-. .11
"'ESİL Sanayi. Cad, Bi:ge Sk. No: 2 Yenibosna
34196 Bahçel:evler / İstanbul Tel: (0212) 551 32 25
Faks: 102121 551 26 59
"'ESİL - 11\\ıısiL YAYIN GRUBU lllllll
Tel: (0212) 628 96 00
www.nesilyayi.nlari.com r,[email protected]
'-ıES!L brnlalorn
SÜZ ~ &~~~2
© Fikir ve Sana~ Eserleri Yasası gere~ince bu eserin yay,n hakkı. anlaşmalı olarak Nesil Basım Yayın Gıda Tic. ve San. A.Ş.'ye aittir. izınsiz., kı.smerı ya da
tamamen çoğabhp yayınlanamaz.
l
adem'in hikayesi AYKUT TANRIKULU
~ESİL
AYKUT TANRIKULU
1967yılında Antalya'da doğdu. ilk ve orta öğrenimini Antalya' da tamamladı. 1984 yılında [stanbul Üniversitesi, lstanbul Tıp Fakültesi'ne girdi. Mezun olduktan sonra hekimlik görevine başladı. Halen Antalya'da Dr. Faik Doğrusöyler Verem Savaş Dispanseri'nde verem hekimi olarak, başhekimlik görevinde bulunmaktadır. Yazı çalışmalan karakalem.net ve sakligundem.net siteleri ile Karakalem ve Genç Yaklaşım dergilerinde yayınlanan Tanrıkulu, hfil§ karaka:lem.net ve sakligundem.net sitelerinde yazmaktadır.
e-mall: [email protected] ~ @doktormat f /Aykut Tanrı kulu
İçindekiler
ôıısöz . ............ . """""""9
Tersinden Okuma Sanatı """""""""""""""""""""""""""""""""" """"""""""""""11
Tesir-i Hakiki ................................................................ 17
Emir Maddeye Dönüşünce ............................................... .28
Ben Ressam Olamam ...................................................... .35
İstersen Bir Tecrübe Et de Dene ......................................... .39
Hangisi Mucize .............................................................. 46
Adem'in Hikiyesi .......................................................... .Si
Nihayetsizlik Sonsuzluk mudur? ......................................... 62
Sonsuzluk Krizi ............................................................. 65
Ruh Göçü veya Ruhu Göçertmek ........................................ 68
Hayatımızın Hayatı ........................................................ .71
Sonsuzluğa Doğmak ....................................................... .74
Komşuyduk Biz O Vakit .................................................. .77
Sevginin Sınandığı Yer: Dünya ........................................... 79
Büyük.Proje....... . ..... 81
5
tldem'in hiktlyesi
Kendini Tanıma Serüveni
Vicdruı Kül Yutmaz, 00 00 00 00 00,
Sevgili Nefis Alıı;en-i Takvime Giden Yol
Hakikatle Sohbet 00, 00 00 00, 00 ,
Bir Saniyenin İçinde Neler Olur Bilir misin?
00 0087
00099
00 00 107
00 00 115
00 0 00 119
00 00 00 123
Her An Bir Sırattır, 00 00 00 00 00 00, 00 00 00 00 00, 125
Yakıtı Tefekkür Olan Astrolojik Seyahat 00 00 00 00 00 00, 00 00 00 00 00 00 00 128
Paraşüt,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, , , ,,,,,,, ,,, , 132
Hava Trafiği,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, 135
Sonun Başlangıcı,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, 138
Sergi Bugün de Açık,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, 142
6
~ .. ebedi ve sermedi olan bir cemalin, seyirci müştakı ve ayinedar dşıkı,
elbette baki kalıp ebede gidecektir."1
1 Bediüzzaman Said Nurst, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 185.
Ônsöz
BU KİTAP, KENDİMİ TANIMA serüvenimin arayışı, "Nefsini bi
len, Rabbini bilir" nebevi fermanının bir yansıması, hayata ve
hayatlarımıza dair devşirebildiğim hakikatlerdir. İnsan kilidini, feragat anahtarı açar. Bu nedenle, kimileri
mizin bu tür bilgileri talep edenlere sunması gerekiyor. Hepi
miz ademoğluyuz. İnsanın kendini tanıma sürecine katkı su
nabilirim diye düşündüm ve bu kitap ortaya çıktı.
İnsanın insana yapılabileceği en yüce haslet, ebedi hayata
dair olan hizmetlerdir. Cansız varlıklardan bitkilere, bitkiler
den hayvanlara, hayvanlardan insanlara, insanlardan da diğer insanlara doğru hayat yükselir ve yücelir. Böylece hayat, yardımlaşma üzerine beka bulur.
Kur'iin-ı Kerim'de: "Sana iyilikten ne gelmişse Allah'tandır. Sana isabet eden kötülükler de senin nefsindendir"" işaret buyuruluyor. Belirtmeliyim ki, muhatabım kendi nefsimdir.
2 Nls~ süresi, 4:79.
9
tldem'in hiktlyesi
Karşılaştığım bütün iyilikler de, başta Kur'an-ı Kerim ve onun tebliğcisi Allah ResuJü'nün (a.s.m.) kutlu hayatırur.
İnsanın en özel yeteneği farkı fark edebilmesidir. Bediüzzaman, "Getirdiğin burhanların herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kafi idi. Fakat herbir burhan geldikçe, daha revnaktar, daha şirin, daha hoş, daha nurani, daha güzel marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim" diyor. Bu meseleyi fark edebildiğim ölçüde dillendirmeye çalıştım. Zira nefisleri aşan bir etki, önce akıllara sonra da kalplere nüfuz ediyor.
Allah Resulü (a.s.m.), Veda Hutbesi'nde: "Bir meseleyi bazen nakledenden daha iyi anlar, o sırada dinleyen"" buyuruyor. Bu yüzden kendi kabımca, kitabımca doldurabildiğim kadarıyla sunmaya çalışıyorum; hayata ve hayatlarımıza dair meseleleri. Belki benden daha iyi anlayanlar çıkar da daha iyisini sunabilirler ümidiyle yazıyorum.
Adem'in Hikılyesi, kitaplaşma aşamasındaki diğer iki çalışmayla birlikte üç kitaptan oluşuyor. Kısmet olursa, siz bu kitabı okurken serinin ikinci kitabına başlamış oluruz inşaallah.
Sınırlı hayatlarımızda, sınırsız inkişaflar elde etme ümidiyle ...
AYKUT TANRIKULU
Antalya, 2015
3 Bkz. Bediüzzaman Said Nunt. Sözler, Söz Basım Yayın, ss. 387 ~388.
10
Tersinden okuma sanatı
B İR GÜN BALKONDA OTURURKEN küçük bir kediye bir arabanın çarpmasına, daha doğrusu onu ezmesine tanık
oldum. Hayvanı can çekişirken görmemle birlikte, "Allah'ım sen bilirsin" diyebildim sadece.
Gayriihtiyari ellerimle yüzümü kapadım. Daha fazla bakamadım. Yavru kedicik kendisine doğru gelen annesine bir sevgi gösterisi yapmak istemiş ve ona doğru hamle yaptığı anda da, araba onu ezivermişti. Anne kedi, ölen yavrusunu birkaç kez kokladı ve biraz uzaklaştıktan sonra ona baktı, baktı, baktı. Çok etkilenmiştim bu manzaradan, ağladığımı hatırlıyorum. Neden sonra, kediciğin fazla can çekişmeden ölmesine bile sevindim. Olayın nasıl olduğunu görmüştüm. Hem de en ince ayrıntısına kadar. Fakat bu hadise 'neden' olmuştu? Balkondan içeriye, cevabını bulamadığım bir soruyla canım sıkkın giriyordum.
Az sonra televizyonun başındaydım. Güney Amerika ülkelerinden birinde yaşanan bir olay anlatılıyordu haberde. Bir
11
tldem'in hiktlyesi
kişiyi, güvenlik güçleri kıstırıp yere yatırmışlardı. Diğer bir
polis ise, hırsızlık suçuyla yakalanan insana kelepçe takıyordu. Arkalarından gelen bir başka polis, yerdeki adama silahını doğrulttu ve kafasına kurşunu sıkıverdi. "Yapma duuur!.:' diye avaz avaz bağırdığımı hatırlıyorum. Az önceki ezilme vakası
nın aksine, bu olay olalı belki saatler belki de günler geçmişti. Ama bu benim odada yankılanan itirazlarıma engel olamamıştı. Suçu ne olursa olsun kıskıvrak yakalanan birisini, hem
de elleri kelepçeliyken, sorgulamaya bile ihtiyaç duymadan 'neden' öldürmüşlerdi? İçimden feryatların koptuğunu hissettim.
Ölümle gerçekten sorunum(uz) vardı. Müthiş bir tezattı
karşılaştığım olaylar. Soyut kavramların çarpışmaları, etrafımızı çepeçevre kuşatmıştı. Mantığım ve duygularım, hayata rağmen asla ölüm demiyordu. Ölümün hatırlattığı, yokluğa
gönderebileceğim hiçbir duygumun olmadığını fark ettim. Hayatın içinde ölüm, adaletin içinde zulüm saklıydı.
Hayat gibi en güzel bir gerçeğin ölümle kuşatıldığı, adalet gibi varlığımızın en temel bir gerçeğinin zulümlerle mahvedil
diği bir ortamda, gerçekten ne işimiz vardı? İlk insan Adem, cennette yaratılmıştı. Şer ve zulüm imkıl.nı olmayan cennette, ilk yaratıldığımız o güzel yerde kalsaydık; en azından bu kadar
zulme seyircilik etmek zorunda kalmayacaktık. Ölüm ise hayatımıza girmeden atlatılmış olacaktı. Oysa burada, şerrin her çeşidinin sergilendiği bu diyarda, şerre seyirci olmak zorunda da kalıyorduk; istemeden dahi olsa ölüme de vesile oluyorduk.
Hz. Adem nasıl bir bakışla çözmil!jtü bu olaylan? Cennetten sonra dünyada oluşu nasıl istiğfarlarla sonnçlanabilmişti, isyana medar olacak bu kadar olay cereyan ederken çevresinde? Ve ben de, Ademden (a.s.) aldığım genetik informasyonun
(bilginin) bir gereği olarak, ilk etapta kavramakta zorlandığım olayları, Ademin (a.s.) çözüm yollarına koyularak öğrenmek zorunda hissediyordum kendimi.
12
tersinden okuma sanatı
İnsanoğlunun kalbi üç şeye karşı nedensiz muhataptır, bu üç şeyi sebepsiz sever: CemM, kemfil ve ihsan. Düşmanımızda bile görsek güzelliğe, mükemmelliğe ve karşılıksız ikrama karşı kayıtsız kalamayız. Ne ki, tüm bu yönelişlerin varlığı, ancak
kıyas yaparak ortaya çıkar. Güzellik, çirkinlikle nispet edildi
ğinde belirir. Işık karanlığın, iyilik ise kötülüğün varlığında fark edilir. Hastalık sağlık ile ve nihayet varlık yokluk ile bilinebilir. Bir şey tam olarak, ancak zıddıyla kaimdir. Değilse, evrende asıl olan güzellik ve düzendir. Göze çarpan çirkinlikler kıyas içindir. Güzelliklerin anlaşılması içindir.
Dünyasız cennet ile, cennetsiz bir dünyanın ne anlama gel
diğini en iyi bilen, hiç şüphesiz Hz. Adem'di. İkisi arasındaki farkı fark edebildiği anda; Adem (a.s.) hem kendi varlığını hem Allah'ı kavramanın yolunu bulmuştu. Allah'ı bilmek baş
ka, O'nun Zatını bilmek başkaydı. Hz. Adem farkı fark ettikten sonra meseleyi anladı. Değilse Hz. Adem ile Havva, mükemmel kıvamda yaratılmış kaliteli insanlar oldukları halde, cennetin farkına, güzelliklerin ayrımına varamadıkları için, o
bir tek yasağa yapışmışlardı.
Hz. Adem dünyaya gelince, zıtların buluştuğu bir yere indirildiğini anladı. Zıtlıkların fena ve fani olanlarıyla çepeçevre kuşattlmıştı. Yaratılmış her ne varsa, üzerinde 'fena mührü vurulduğunu gördü. Adem (a.s.), fenaya dolanmıştı. Belki de yaratıldığı günden beri kendisini ve Rabbini ilk kez bu denli
idrak ediyordu. Değişen şartlar Adem'i şekillendirmemiş, aksine kendi içyüzünü açığa çıkarmıştı. Üzerindeki ahsen-i tak
vim (en güzel surette yaratılma) sırrını çözecek açılımları fark ettiği gibi; şeffaf olmayan bir evrende, bir yandan isimleri öğrenme imkanı bulurken, diğer taraftan esfel-i safıline (aşağıların aşağısına) doğru meyledecek özelliklerinin var olduğunu gördü. Artık evren, Adem (a.s.) için tam bir ten tuzağıydı.
Sonlu olan bir vasatta, kendisinden sonsuzu idrak etmesi isteniyordu. Üstelik, ufacık.ta olsa aman verilmeyecek bir sar-
ddem'in hikdyesi
malanmayla. Maddi, nefsani, hayvani tabakalara bürürunü.ş bir halde, ilk etapta anlam veremediği zıtlıkların zıddına vararak bu tuzaktan kurtulması isteniyordu. Tezatlarla karşılaştığında, görünenlerin ardındaki anlamları kavraması için tersinden okumayı öğrenmesi gerekiyordu. Sonuçların acizi olsa da, ötelerin fakiri kalsa da böyle yapması gerekiyordu. Zıddın olmadığı, mutlak güzellikler ile donatılmış; fakat kendisinin bu güzelliklerin farkında olamadığı bir cennet hayatından, hayır ile şerrin karışımı olan dünya hayatına atıldığında anlamaya başlamıştı; güzelliğin, mükemmelliğin ve ikramın ne demek olduğunu.
İblis, Rabbinin onun üzerindeki nimetlerini inkar ederken, Adem (a.s.) bu nedenle tezatlar dünyasını bir ikram olarak gördü. Anladı ki, günahkarlar bile kendilerini seveni severler. O artık Rabbini, bilgi ötesi bir biline ile seviyordu. Soğuğun müdahalesiyle sıcaklığın, İblis gibi bir çirkinliğin dahil oluşuyla da güzelliğin mertebelerinin kesinlikle bir ikram olduğunu anlamıştı. Çıkardığı ilk hükümlerden biri de, zahmette rahmetin gizlenmiş olduğuydu. Hastalıklar ile sağlığının ve nihayet oğlu Habil'in vefatıyla da ebedi hayatın varlığını bihakkın algıladı. Özellikle de, Kahirin Habil'i öldürmesiyle birlikte kan dökmenin ne olduğunu, insanın nasıl da canavar bir hayvana dönüşebildiğini hayretle müşahede etti. Oğlu Habil, diğer oğlu Kabil tarafından öldürülmüştü. Kendisinden sonraki ademoğulları için ürktü. Neslini, maceralı bir hayat bekliyordu.
Adem (a.s.), artık birer birer isimleri öğreniyordu. Ölüm gibi içini sıkan, nefsini acıtan bir araz ile karşılaşınca, belki de alemin tek gerçeği olan 'hayat' denen, evrenler üstü ikrama mazhar olduğunu kavradı. Oysa her gözünü açtığında, hayatı hep yanı başında bulmuştu. Bunu şimdi fark ediyordu. Hayat o kadar gerçekti ki, sebepsiz olarak veriliyordu. Bilinen veya bilinmeyen bütün sebepleri bir araya getirse dahi, hayata dair
tersinden okuma sanatı
ufacık bir sonuç elde edemiyordu. Bu alemler üstü mahiyetin tam olarak algılanabilmesi için, ölüm denen o engin kayboluşla sarmalanması gerektiğini anladı. Çünkü, ölümün AdemClen istedikleri ile kendisinin talepleri örtüşüyordu.
Fenanın geçici dahliyle ebediyet dile geliyordu. Sonsuzluğun ve sınırsızlığın varlığına, ölümün ve sonun müdahaleleri tercüman oluyordu. Bu sayede, zıtlıkların içerisinde olgunlaştırılma gibi bir terbiyenin, evrenin her tarafına dal budak salmış Rabbani bir kanun olduğunu fark etti. Binbir çeşit varlık ve güzelliğin her türlüsüne, bu diyalektik çarpışma ile ortaya çıkan mertebeler sayesinde muhatap oluyordu. Kıyaslar ile olgunlaşıyordu. Tezatların dahil olduğu bir vasatta kıvam halinin ne olduğunu keşfetti. Cennet hayatında cemale, dünya hayatında da celale muhatap olmuştu. Allah (c.c.), Adem'e onun anlayabileceği ve kavrayabileceği şekilde nazar ediyordu. Adem, sonlu olan bir evrende, sonsuz olan ve her şeyi kuşatmış bir hakikati, yani Zat-ı Rahmwrrahlm'i kavramıştı. Bilhassa zaaflarının, acizliğinin ve fakirliğinin ortaya çıkması nispetinde, Cenab-ı Hakkın kurbiyetini ve her bir şeyin de Yaratıcıyla olan o sonsuz münasebetini anlamaya başladı. Birbirine zıt olan bütün bu şeyleri bir araya getirmekle, O'nun azametinin derecelerini bildi. O (c.c.) ki; Kadir, Kahhar, Cebbar, Aziz, Aztm olan Zü'l-celali ve'l-ikramdı. Yine O; Rahman, Rahlm, Rezzak, Vedlıd, Hannan, Mennan, Cemtl olan Zü'l-cemal'di. Tdm bu isimleri kendi varlığında kıyas ederek, neticede kemale yani, olgunlaşmanın kıvamına erdi.
Bunu anlaması için her bir ismin ayrı ayrı mertebelerde tecelli edişini kavraması gerekiyordu. Böylelikle Adem, gaybın derinliklerinden akıp gelen cemal, kemal ve ihsanın ne olduğunu en ince ayrıntısına kadar fark etti. Bütün bunları zıtların dünyasına gelerek öğrenmişti. Bir şeyin değilinin değili kendisiydi. Bu açıdan karşılaştığı zıtlıkları, onu Rabbine ulaştıran merdivenler olarak gördü. Onu en güzele ulaştıran
15
ddem'in hikdyesi
merdiven ne kadar dik olursa olsun, bir sorun teşkil edilmeyeceğini anladı. Çünkü güzelliğin, adaletin, mükemmelliğin, sevginin yani farkın farkındaydı artık Bunu iliklerine kadar hissediyordu. Nefreti, sevginin; kıskançlığı, yardımlaşmanın dize getirebileceğini öğrenmişti. Adem'in daha önce bilmesine imkhı olmayan hakikatlerdi bunlar. Bir şeyin zıddı, o şeyin kıyaslanabilir özelliklerini öğrettiği için; maddenin içinde ilmi, ilmin içinde de manayı gördü. Adem artık. bilgi ötesi bir bilmeyle biliyordu.
Tıpkı Adem gibi, onun neslinden gelenler de nelerin yanlış olduğunu öğrenerek doğruya ulaştılar. Zıtların karışması
ve müdahalesi sayesinde ilim sahibi oldular, teknoloji ürettiler. Bir olgunun yanlışlanabilir olmasından hareketle, bilimde ilerlediler. Tezatların olaya karışmasıyla birlikte, bir insanın böyle bir durumda yapabileceği en güzel davranışı sergilediler. Yani karşılaştıkları olguları 'neden?' diyerek sorguladılar ki, arkasındaki muhteşem hakikatler aralansın ve gerçek ortaya çıksın. Mesela; özgürlüğün ne anlama geldiğini, hürriyetine yeni kavuşmuş birinden öğrendiler. Toprakları işgal edilmiş bir milletin, özgürlüklerine kavuşmak uğruna ölüm d!hil her yola başvuruşuna şahit oldular. Aklın gücüne inanarak yaşayanları ise, cehalet dağlarına tırmanırken gördüler. Zirveleşen bir serüvenden sonra, son bir hamleyle en üst kayaya çıkacakları sırada, asırlardır orada oturmakta olan Allah dostlarının onları 'hoş geldiniz!' diye karşılamalarına tanık oldular.
Tıpkı babaları Adem (a.s.) gibi, gizli olan hakikatlerin yüzünü gösterdiği, görünür hale geldiği, ldeta şeffaflaştığı anların peşinde koştu ldemoğulları. İnsanı olgunlaştıran, erdemli hale getiren ve en önemlisi de yaratıcısına muhatap eden biricik anları yakalamaya çalıştılar. Biliyorlardı ki, asli vatana ait olan ve gönülden istedikleri argümanlar, o anların içinde saklıydı.
16
Tesir-i hakiki
I.
SABAH v1Z!TIN! yapmıştı. Beş numaralı hastanın bronşitinde gerileme olmaması
canını sıktı. Daha yoğun bir tedavi uygulamaya karar verdi. Hemşireye yeni tedavi şemasını anlatıyordu: 'Şu antibiyotiği, on iki saat arayla sabah-akşam intramusküler uygulayın:
Hemşire, az sonra yeni tedaviyi uygulamak üzere Beş numaralı hastanın yanma geldi: "Amca" dedi, "şöyle yana doğru dön de şu iğneyi yapayını:'
Hasta söyleneni yaptı ve hafifçe sağına doğru döndü. Yapılan iğne adamın canını çok yaktı. Hemşirenin odadan çıkmasıyla birlikte yanındaki altı numaralı hastaya hemşireyi şikayet etmeye başladı: "Yok arkadaş, bu hemşire işi bilmiyor. İğnenin ağrısı bacaklarıma vurdu. Bunun eli çok ağır; Allah yarattı demeden batırıyor iğneyi. Bir daha bu hemşireden iğne miğne olmam ben ... "
17
tldem'in hiktlyesi
O sırada odanın yanından geçmekte olan doktor konıışulanlan işitmişti. Hasta nereden bilsindi, uygulanan iğnenin enjeksiyon yerinde, geçici bir ağrı yapma özelliğine sahip olduğunu. Canının yanmasını hemşireden bilmişti. Oysa o iğneyi, hangi hemşire yaparsa yapsın bu durum değişmeyecekti. Gerekli olduğn için iğnenin yapılmasını bizzat kendisi emretmişti. Hemşire ise sadece bir uygulayıcıydı.
Hasta bunu da bilmiyordu. 'İyi ki de bilmiyor' diye içinden geçirdi doktor. Değilse hasta, bu haksız şikayetleri ve batıl itirazları kendisine ve mesleğine yöneltebilirdi. Şu anki şikayetleri ve serzenişleriyse, önemsiz ayrıntılar ve sebepler perdesi içinde eriyip gitmişti. Hastanın aklı, zahirdeki hemşire perdesine takılmıştı. Bu sayede doktorun izzeti ve mesleğinin azameti korunmuştu.
Doktorun aklına, koridorda yiirürken 'hakikatli bir söz'e dair, manidar cümleler geliyordu:
"Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedilr-ı dest-i kudret (kudretinin önünde perde) ola aklın nazarında. Tevhid ve celal ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikiden:·•
Doktor artık, tesir-i hakikiyi düşünüyordu ...
II.
Doktorun hastalardan farkı, hastalıkların bilimsel bağlantılarıyla daha yoğun uğraşıyor olmasıydı. İllin maluma tabiydi; fakat malum ilme tabi değildi. Olaylar nasıl olacaksa, öylece gerçekleşiyordu. Evet, hastalıklar sebeplerin altında gözleniyordu. Hayat ise, ancak hastalıkların dürbünüyle bakıldığında bilinir hale geliyordu.
Nasıl ki hastalıklar hayatın yiicelmesine ve sonsuzlaşmasına vesile oluyorsa, sebepler de öylece hizmet ediyordu olayla-
4 Bediüzzaman Said Nurst, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 392.
18
tesir-i hakiki
rın seyrine. Sebepler hizmetkardılar. Tesir-i hakikiden nasip
leri ancak bu kadardı. Aklın devreye girdiği olgularda vardılar, görünürdeydiler. Maddenin yoğnn tabakalarına serpiştirilmişlerdi. Maddeden ilme, ilimden manaya geçildikçe, etki alanları bitiyordu. Her olgunun iç yüzünde, özünde ve mana
sında sebeplere dair ufacık bir gerçek hisse bulunmuyordu. Madde küçülüp inceldikçe, derin seviyelere inildikçe silikleşiyordu. Yerini enerji değiş tokuşlarma bırakıyordu. Maddeden
ilime geçildikçe, sebep sonuç zincirinin kırıldığı net olarak fark ediliyordu. Bu durum, 'doğrudan yaratılmanın ta kendisiydi. Sebepten sonuca doğru gözlediğimiz oluşlar, anbean, bir yaratılma haliydi.
Sebepler, aklın nazarında iş görüyorlardı. Zira sebepsiz bir sonuç, aklın tahammül edemeyeceği bir durumdu. Ancak, sebeplerin gerçekte bir tesiri yoktu. Sonucun sebepten
sonra oluşu, sebeplerin sonuçları yaptığım göstermiyordu. Yaratıcı, sonuçları doğrudan doğruya sebeplerle birlikte yaratıyordu.
Sebepler, anlık tepkilerimize yarenlik ediyorlardı. Hak
sız şikayetlerimize ve batıl itirazlarımıza tercüman oluyordu. Celal sahibi Yaratıcının her şeyden pak ve müberra olan icraatlarına doğrudan yönelebilecek itirazlardan, bizi hayattan
derhal tart edip uzaklaştıracak feci akibetlerden kurtarıyorlardı. Allah'ın bize mühlet vermesinin adıydı sebepler.
Sebepler ile sonuçlar arasındaki ilişkiler ise, sırf insan için, onun paha biçilemez ebedi hayatına dair çok önemli ipuçları
sunmak için vardılar. Yaratıcının, sonuçları sebeplere bağlamasının sayısız hikmetleri vardı. Bunlardan belki de en önemlisi, kendi hayatımıza dair olanlarıydı. Böylelikle, karşılaştığımız olguları 'kıyaslıyorduk' ve 'fark' ediyorduk. Evren bizim
için zamanlaştırılıyordu. Yani sorun, sebeplerin varlığında değildi. Fahiş bir hatayla,
tesir sahibiyınişler gibi değerlendirilmelerindeydi.
19
tldem'in hiktlyesi
Bu duygularla, neticesi sevimli manalarla birlikte yürüyerek koridordan geçti ve poliklinik masasına oturdu. Şimdi, önündeki poliklinik defterini inceliyordu. Her türden insana dair değişik problemler kayıtlıydı defterde:
Küçük Ayşe, bütün gece sayıklamış, nazenin vücudu ateşler içinde yanmıştı. Anne ve babası ne yaptılarsa ateşini düşürememişlerdi. Sabahı zor etmişler, çocuğu apar topar acile getirmişlerdi İlk müdahalesi yapılan hastanın, şu an genel durumu gayet iyiydi.
Hulusi Bey, emekli olduktan sonra tanışmıştı şeker hastalığıyla. Doktoru, ilaçlarım ölene dek kullanması gerektiğini söylemişti. O sabah, azalan ilaçlarını yazdırmak için hastanenin yolunu tutmuştu. Kayıt olan hastanın şeker ilaçları reçete edildi.
Çevre yolunda, karşıt yönden gelen kamyon ile bir minibüs çarpışmıştı. Kazazedeleri, sağlık ekipleriyle, çevreden yetişen vatandaşlar hastaneye getirmişlerdi. İlk belirlemelere göre, kamyon şoförü ve iki yoku 'eks duhul'dü. Acil polil<linik defterine kaydedildiler. Yaralıların tedavileri başlatıldı.
İntihara teşebbüs ettiğini, yanında buldukları boş ilaç kutusundan anlamışlardı. Hala yaşadığı için, hemen hastaneye getirmişlerdi. Yakınlarının verdiği anamneze göre hastanın midesi yıkandı. Hastalığın hikayesi poliklinik defterine kaydedilerek müşahedeye alındı.
Poliklinik defterinin kayıtlan, böylece uzayıp gidiyordu. Bu arada, daha önce hiç fark etmediği bir ayrıntı daha dik
katini çekti doktorun. İnsanlar, poliklinik defterine kayıt oldukları için hastalanıyor değillerdi. Aksine, hasta oldukları için kayıt oluyorlardı. İsteyerek gelen de kaydoluyordu bu deftere, istemeyerek gelen de. Her poliklinik defteri, kaderin bir cüzüydü.
Sebeplerle hastalık arasında, görünürde bir ilişki vardı. Ancak, hastalık ile hayat arasında, bunlardan çok öte bir 'bağlantı'
20
tesir-i hakiki
gözleniyordu. Hayat ile kader arasındaysa, bu 'öte bağlantı'nın izdüşümleri ve ayak izleri bulunuyordu. Dahası kader, zamanla direkt alakalı bir mefhum değildi. Bütün zamanları içine alan, adeta zamanlar üstü bir mahiyetle kuşatıyordu hayatı. Kader okyanusunda yüzen gemiler gibiydik.
İşte burada, sebeplerin tesir-i hakikiden yana bir hisseleri bulunmuyordu. Kaderden hayata ve oradan da sebeplere doğru bir sarmalanma vardı. Olgu maddeleştikçe, onun hayattan nasibi azalıyordu.
Hayat ve kader, ayrılmaz ikiliydi. Doktor artık kader meselesini düşünüyordu.
Ill.
Kader canibinden bakınca, her canlı su üstüne yazılmış bir yazı gibiydi. Böyle bir yazının en hafif tesiri bile, koca bir ömrü derinden etkilerdi.
Zerrelerden galaksilere kadar, her şeyin kader programım-insanın cüz'i iradesini rencide etmeden-yazmak ve yapmak. .. İşte şu hakikatte, sonsuz bir ilinin ve muazzam bir iradenin ncu göriinüyordu. Kendi cüz'i irademizle işlediğimiz fıilleri, Cenab-ı Hak'a ait neticeleri düşünmeden yapabiliyorduk. Yani; biz istiyorduk, O yapıyordu (yaratıyordu). İstemenin dışında, en basit hareketimizde bile, en küçük bir tasarrufumuz (müdahalemiz) olmuyordu. Eğer zaman durdurulup bakılacak olsaydı; o anda bilinçli ve özgiirce tercih edebilen canlılar adedince meyiller, cüz'i ihtiyarlar, seçimler görülürdü. Ve böylece kudret kalemi, bu yeni sayfayı yazmış olacaktı. Asırlık isteklerimizin karşılanması, Allah için su üstöne yazı yazmak kadar kolay bir iştir. Allah (c.c.) bütön canlıları sudan yaratmıştır. 5 Böyle bir yazının en küçük imlası, koca koca be-
5 Bkz. Nur süresi, 24:45.
21
tldem'in hiktlyesi
denleri derinden etkiler; genetik yapıda asırlık değişikliklere yol açar. Kaderden kaynaklanan bu ilmi çizgiler, cetvel şablonu gibi kudret kalemini yönlendirir. Her an tekrar edilen bu işlemler neticesinde adeta terzi gibi en uygun beden elbisesi giydirilir.
Gözlemlediğimiz sebep-sonuç ilişkileri; evrende tesadüfün değil, tasarrufun hüküm sürdüğiinü gösteriyordu. Çünkü her şey, her an hareket halindeydi ve durağan hiçbir şeye rastlayamıyorduk. Bütün bu olup bitenler, esasen hareketten başka da bir şey değildi. O nedenle, bu muazzam hareketten yokluk değil, hayat fışkırıyordu. Her ne ki, hareket etmekieydi; hayattan şöyle veya böyle hissedar olmaktaydı. Zerrenin bile, kendine has bir hayatı vardı. Allah, küçücük bir zerreyi bile, koca kainatı yaratır gibi yaratıyordu. Sebeplerle sonuçlar arasındaki bu aşılamayan sonsuz yatay mesafeyi, hayat sahibi dikey bir iradenin kudret eli dolduruyordu. Böylelikle hayatta kalıyorduk.
Aynca evren, bir bütün halindeyken anlamlıydı. Bütünün içinden parçalan sökiip aldıkça, sebeplere, mecburen sonuçlar üzerinde 'tesirler verme' çelişkisiyle baş başa kalıyorduk. Eli
mizde maddeden başka bir şey kalmayınca da, hayattan nasibimiz azalıyordu ve oluşan bu boşluğu, maddeye ilahlık(!) payeleri vermek wrunda kalarak kapatıyorduk.
Mesela; insan, yekpare bir bütündü. Ama şöyle bir içini yarıp da incelediğimizde karşımıza; beyin, kalp, mide, kemikler, damarlar, kan, kanın içindeki hücreler, vs. çıkıyordu. Peki, insan bunlardan hangisiydi?
Bir örnek: Kemik kanserine yakalanmış bir hastanın bacağı, diz al
tından kesilmişti. Hasta, ameliyat sonrası dönemde, kesilen bacağındaki ağrıdan şilmyetçiydi. Ama ameliyat yerinden şikayeti yoktu. Şu anda olmayan parmaklarının ağrıdığını söylüyordu. Tıp dilinde buna 'fantom ağrı' (hayalet ağrı) diyorduk. Demesine diyorduk da, bu, meseleyi halletmiyor; aksine
22
tesir-i hakiki
olaya yeni bir boyut kazandırıyordu. Hasta, hayretle kesilen bacağına bakıyor ve olmayan parmaklarının nasıl olup da ağrıdığını soruyordu.
ikinci bir örnek: Genç delikanlı, kolundaki parçalı kırık yüzünden ameli
yata alınmıştı. Kol sinirine uygulanan blok anestezi sayesinde uyutulmadan ameliyat ediliyordu. Kolundaki parçalı kırık temizlenerek, yerine gerekirse platin bir çivi takılacaktı. Hasta, yapılan tfun bu işlemleri seyrediyordu. Daha önce, kolunu hiç bu haliyle görmemişti. Şaşkın ve ürkek bakıyordu. Ama ağrı ve sızısı yoktu. Kolunu hissedemiyordu. Seyrettiği kol, sanki kendi kolu değildi. Bir ara, kolunu oynatmayı denedi. Fakat hareket ettiremedi. "Acaba, ölünce de mi böyle olacak?" diye sordu doktora. O sırada doktor, ameliyat etmekte olduğu hastanın kader çizgilerinin izini sürmekle meşguldü.
Birinci hasta olmayan bacağındaki parmak ağrısından şikayetçiyken, ikinci hasta olan kolunu hissetmiyordu.
İnsanı maddeyle açıklamaya çalışmak, antika bir sanat eserine, demirciler çarşısında hurda fiyatı vermek gibiydi. Hayatın latif ve keskin olan tarafı, çoğu vakit maddenin kaydı altına girmiyordu, giremiyordu. Bunu duygularunızdan biliyorduk. Aynen şimşek çakması gibi bir şeydi kader. Işığnu, nurunu 'hayata' veriveriyor, çok sonra madde canibinde sesi duyııluyordu.
Sebep ile sonuç arasındaki bu alemde; her an 'Kün'den 'ikra'ya, 'Ol' emrinden 'Oku' hitabına doğru bir dalgalanma ve titreşim sergileniyordu.
Doktor artık, 'her an yaratılmayı düşünüyordu ...
ıv.
Yoğun geçen bir günün sonunda, bir nebze olsun dirılenebilmek ilıtiyacındaydı doktor. Şimdi odasındaydı ve ayaklarını uzatıp çay içerek yorgunluğunu atmak istiyordu.
23
ddem'in hikdyesi
Gecenin ilerleyen bir saatinde televizyonu açtı ve seyretmeye başladı. Birdenbire, daha önce fark etmediği bir şey daha dikkatini çekti. Evreni de, her gün tıpkı televizyon seyreder gibi seyrediyordu. Nasıl ki vericiden yapılan bir yayın, radyo dalgaları vasıtasıyla televizyon tarafından alınıyor ve görüntüye dönüşüyorsa, evrendeki hareketler de öylece oluşuyordu. Şayet yayın yoksa, görüntü de olmuyordu. Önce yayın yapılıyordu, sonra televizyonda görüntüler meydana geliyordu. Ekrandaki görüntüler, birbirinden farklı karelerin ardışık bir ilişkiyle akması sonucunda oluşuyordu. Evrende gözlediğimiz maddenin hareketi de o minvalde bir akışla vücuda geliyordu. 'Kainat ekranı'ndaki görüntüler, birbirinden bağımsız ancak bir önceki karenin bir sonraki kare ile uyum içinde, peş peşe ve süratle yaratılması ile inşa ediliyordu. Kader canibinden gelen ilmi bir emirle-ki doktor bunu patlayan bir flaşa benzetiyordu-zerrelerden oluşan bir alem, koşar adım hayat sahnesinde poz veriyordu. O an, patlayan bir volkandan püsküren lavların yüzeye çıkınca katılaşması gibi donuyordu madde. Kaskatı kesiliyordu. Bunu, yeni bir emrin yepyeni versiyonları takip ediyordu. Birbirinin aynı olmasa da gayrı da olmayacak şekilde yaratılan bağımsız levhalar, ardı ardına geliyor ve gidiyordu. Böylelikle hayatta kalıyorduk.
Bir tohum, sümbüllenerek böylelikle ağaç olabiliyordu. Değilse bırakalım hayat bulmayı, vücuda gelmemiz bile imkansızdı. Her an yaratılma kader senaryosundan hayat sahnesine bir geçişti. Farz edelim; ekranda gördüklerimiz hayatımızdı. Tüpün ekranı evrenimizdi. Ttlpün arka uç kısmı da 'müteal' boyuttu. Elektrik, hükmü istisnasız her şeye geçen 'kudret-i ezeliye ve ebediye' iken radyo dalgaları da 'levh-i mahfuz' gibiydi. Şayet elektronları 'esir maddesi' farz edersek, elektronların her an ekrana geliş-gidişleri de her an yaratılışımıza denk geliyordu. Alem, içinde hepimizin ve her şeyin bulunduğu
tesir-i hakiki
muazzam ve çok boyutlu bir ekran gibiydi. Adeta, bir 'nur televizyonu'na benziyordu.
Alem'de her an, 'KünClen 'İkra'ya, bir dalgalanma ve titreşim sergilenir.
Her an yaratılmanın iki cephesi vardı: Biri 'Ol' makamı, diğeri 'Oku' makamıydı. 'Kün' emrinin
arka planında 'imam-ı mübin'6, 'ikra' hitabının yanı başında 'kitab-ı mübin'7 hakikati bulunuyordu.
Kaderden hayata doğru uzanan ve dalga dalga yayılan bir 'öte bağlantı'nın8 izdüşümüydü 'iınam-ı mübin: Mahlftkatın hayata doğru koşar adım can attığı şiddetli tahrik.in adıydı. Kader-i İlahi'nin ilim ve program defteriydi. Yapılan yayındı. Thbir cfilzse, yazılmış olan bütün tıp kitapları 'imam-ı mübin' farz edilse, poliklinik defterlerinin kayıtları da 'kitab-ı mübin' olacaktı. Veyahut, bir ilacın prospektüs bilgilerini iınam-ı mübin'e benzetsek, ilacın alımıyla birlikte vücudumuzda gözlediğimiz şahsa özel tesirler de kitab-ı mübin'in imlaları olacaktı. Hayat ile hastalıklar arasındaki bu müthiş bağlantıların şekillendiği ve sebep sonuç ilişkileriyle kurgulandığı yerdi 'kitab-ı mübin: Genel geçer hükümlerin, şahsa özel hale gelmesiydi. Kudret-i İlahi'nin muazzam bir irade defteriydi. Diğer bir deyişle, yapılan yayının görüntüye dönüşmesiydi. Kudret kaleminin, içinde bizim de olduğumuz bu !lemi sayfa sayfa yazmasının adıydı. Evren, hakikatlere şekil giydirme meydanıydı. Allah'ın yazar-siler bir tahtasıydı. Sebeplerden sonuçlara doğru gözlediğimiz akışların yoğrulduğu gel-git potasıydı.
6 İmam-1 Mübin: İlim ve emr-i İlahi'nin bir unvanıdır . .Alem-i şahadetten ziyade .Alem-i gayba bakar. Kader defteridir. (Bediüzzaman Said Nurst, Sözler, "Otuzuncu Söz, İkinci Maksad, Mukaddime.•)
7 Kitab-1 Mübin: Kudret ve irade-i İlahiye'nin bir unvanıdır . .Alem-i gaybdan ziyade .Alem-i şahadete ve hazır zamana bakar ... Kudret defteridir. (Bediüzzaman Said Nurst, Sözler, "Otuzuncu Söz, İkinci Maksad, Mukaddime.•)
8 Meleldlt .Alemi: Vasıtasız olarak Yaratıcıya bakan, sebep-sonuç ilişkilerinin olmadığı ve silsilelerin birbirini doğurmadığı şeffaf Alem. Mani ve engellerin müdahale edemediği. karışıklık ve perdelenmelerin bulunmadığı llem.
25
ddem'in hikdyesi
Velhasıl kader, 11ahi ilinin bir çeşidiydi. Tercihlerimizi etkilemeden ilintilendiriyordu ve öylece programlıyordu. Külli irade, cüz'i iradeyi birçok konuda dikkate alıyordu: 'Ey kulum! İhtiyarınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öy
leyse mesuliyet sana aittir' diyordu.
Hastalıklar ilk etapta bizler için şer gibi görünüyordu. Oysa icad-ı İlahföe şer ve çirkinlik yoktu. Tercihlerimiz ve meyillerimiz onu şer haline getiriyordu. Şer dediğimiz şeylerin yaratılması şer değildi. Fakat şerri tercih etmemiz, tamamıyla şerdi. Kader, tesir-i hakikiye bakıyordu ve adalet ediyordu. İnsanlar da, görünürdeki sebep-sonuç bağlantılarına göre hü
kümlerini bina ediyor ve kaderin aynı adaletinde şerri tercih
etmek suretiyle zulme düşüyorlardı. Kader ve icad-ı İlahi, tesir-i hakiki ve neticeler itibarıyla şerden ve çirkinliklerden tamamen münezzehti.
İşte bu gerçeği fahiş bir hatayla sebeplere hamletmek. onları tesir sahibiymiş gibi görmek. olmayan bir şeyi kabul etmek
ti. Bu hüküm, 'yokluğun kabulüydü: Alemlerin nakış nakış dokunduğu esma-i İlahi'yi yok saymaktı. Zamanı yaratan es
ma olduğu için, bunun ebedi hayattaki karşılığı da, maalesef yok olmaktan beterdi. Hayattan nasibimizin tükenmesiydi. Ahirete aktardığımız anların sıfırlanmasıydı. Çünkü olgu maddeleştikçe, onun hayattan nasibi de azalıyordu.
Bununla birlikte sebepler ile sonuçların arasındaki bağlan
tıları hafife alarak, karşılaştığımız olguları kıyaslayarak fark etmekten geri kaldığımız durumlarda da, 'kabulün yokluğu'
gibi diğer bir fahiş hataya düşüyorduk. Muayyen bir noktada yapacağımız ters hareketler, Allah'ın kudretini sınama noktasına bizi atıyordu. Bu hatanın bedelini de, çoğunlukla hayat merdivenlerinin alt basamaklarında takılıp kalarak ödüyorduk.
Doktor artık, can-ı gönülden biliyordu ki; kendi aklının nazarında sebepler, O'nun kudretinin önünde bir perde olu-
26
tesir-i hakiki
yordu. Ve yine anlamıştı ki; sebeplerin eli, asla tesir-i hakikiye
uzanamıyordu.
V. TESİR-! TAKLİDİ
Sebeplerin mademki hakiki tesirleri yok, öyleyse sebepler ne
den var?
Hakikatlere perdesiz muhatap olsak daha iyi olmaz mıydı?
Hakikatleri perdesiz m~ahede etmek, idraki sınırlandır
maktadır. Bu ise, en önemli cihazımız olan aklımızı gereğin
ce kullanmamızı engeller. Perdelerin ve tezatların olmadığı
bir ortamda, kıyas yapılamayacağı için idrak tam olarak ge
lişemez. Dolayısıyla akıl kıvam halini tuttııramaz. Olgunlaş
mamış bir akıl ise yeterince iş göremez. Hakikatlere perdesiz
muhatap olmak kıyası ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla in
sanın kalitesi de potansiyelden kinetiğe dönememektedir. Oysa marifet tabakasız, tanımak perdesiz, muhabbet de pencere
siz olmaz.
27
Emir maddeye dönüşünce
1.
D ÜNYANIN EN KALABALIK ülkesi malum, Çin'dir. Doğal olarak en kalabalık ordu da onlarda bulunuyor. Yaklaşık
3 milyon ask.ere sahipler. Çin ordusunun başkomutanı, tüın ülkedeki askerlerine hitaben: 'Sağaaa dön!' diye ani bir komut
verse, o emirle birlikte milyonlarca asker bir anda yönünü o tarafa döndürüverir.
Bayram vakitlerinde, stadyumlarda binlerce öğrencinin karşı tribünlerde değişik görüntüler oluşturmak üzere, çift yönlü pankartları indirip kaldırdıklarını hepimiz biliriz. Ne
kadar hoş manzaralar oluşur. Taşınan her bir pankartın yüzeyi ne kadar küçükse, pankart sayısı ne kadar çoksa, büyük re
sim de o kadar gerçekçi ve net olur. Yani piksel değeri o derece yükselir. Oysa aynı büyüklükteki tek parça bir levhayı, aynı netlikte oluşturmak ve yekpare indirip kaldırmak çok daha güç ve zordur. Küçük bir düdüğün komutsa! tahrikiyle, koca koca manzaralar nasıl da kolay oluşuveriyor.
28
emir maddeye dönüşünce
il.
Kader senaryosundan hayat sahnesine bir geçiştir 'her an yaratılma: Emir maddeye dönüşünce, her şeyin sonlu olduğu bir evrende, sonsuz olan Yaratıcının varlığı bilinebilmektedir.
Onun için, Allah (c.c.): "Ol! der, o da oluverir:' Biz de olup bitenleri 'oku'r dururuz. Sebepler, Allah'ın kudretinin önünde bir perde; atomun altında partiküler zerreler bulunur. Zerre erir, o da olur emre esir9 bir pelte. Kıvamı çamur gibidir. Minicik bir emir, kozmik uyumla başlatır ve bir patlama yeter. Emir demiri keser ve ona münasip bir şekil giydirir. Sayha sayha, sayfa sayfa her şey, su üstüne yazılmış yazıymış meğer. Küçük bir imlasıyla birleşir yerle gök arası. Maddeden zerreye, zerreden esire, esirden emire kfilnatın dalga cenahıdır. Emir maddeye dönünce, akar her şey manaya. Alemde her an 'Kün'den '1kra'ya, dalgalanma ve titreşim sergilenir. Döner dururuz biz de hayret fezaya, akar dururuz mutlaka öte yakaya ...
III.
~ilah, göklerin ve yerin nurudur."10
Nerede hareket varsa, orada nur vardır. Nerede hareketlenme varsa orada müekkel/görevli bir melek vardır. 11 Mesela; yaşadığımız dünyanın en latif, akışkan nuru güzel kokudur. Metafizik Memden bakınca durum biraz değişir, en katı formlardan biri olur koku. Soyut Memin canlıları olan meleklerin güzel kokuya toplaşmalarının bir sırrı da bu özelliktir. 12
9 Estr: Bütün kiinatta bulunan her tarafı kaplamış olan latif cisim. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. Görülmeyen ve varlığı bütün ehl-i ilimce kabul edilen latif, rakik, elastikiyeti haiz seyyal cisim.
10 Nur stlıesi, 24:35. 11 Bkz. BediiiZ7.anıan Said Nurst, Sözler; Yirmi Dokuzuncu Söz. 12 Bkz. BediiiZ7.anıan Said Nurst, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 473.
29
tldem'in hiktlyesi
Allah'ın ( c.c.) güzel isimleri "Kün fe yekürı" sırrınca nur
formuna bürünür ve neticede akışkan bir hal alır. 011 deyin
ce oluverme, emrince envar-ı esma gölgelenir. Bu hareketlen
me sonucunda alemler vücuda gelir.13 Eserler oluşur. Zama
nın içinde akıp giden bütün varlıklar Cenab-ı Allah'ın nuruna
mazhar olmakla var olurlar, varlığı tadarlar. ı4
Bir vasfın nur formundaki türevi o özelliğin cinsindendir.
Oluşan ürün o sıfatın gölgesidir. Kainat, Yaratıcının nurunun
gölgesidir. Kutsal isim ve unvanlarının belirdiği yerdir. Eylem
ve fiillerinin eseridir.15 Cenab-ı Hakkın yaratılmışlar üzerin
deki tesir ve tasarrufu, emir ve iradesi iledir. 16 Dolayısıyla her
an yaratılmanın sırrı nuraniyette gizlidir. ı7
İlim sıfatının yani ondan kaynaklanan Allm isminin 18 göl
gesinin nur formundaki karşılığına örnek, 'akan bilgi'dir. Teş
bihte hata olmasın, meydana gelen eser, giinümüzdeki inter
nete benzer akışkan bir bilgidir.
Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi (çekimi) doğıırur. 19 Kudretin nur formundaki karşılığına örnek; 'cazi
be'dir. Oluşan pek çok eserden biri, her türlü çekim kanunu
dur.
Haklın isminin yani arka plandaki hikmet sıfatının nur
formundaki karşılığına örnek; 'akılllir. Oluşan sayısız eserden
13 Muhammed Bozdağ. Sonsuzluk Yolculuğu, Nesil Yayınlan. İstanbul 2005, ss. 20-21. 14 Bkz, Bediüzzarn.a.n Said Nursi, Mesnevl'-i Nuriye, Söz Basını Yayın, s, 148, 15 Bkz, Bediüu..aman Said Nursi, Mwıevl'-i Nuriye, Söz Basun Yayın, s. 87. 16 Bkz, Bediüzzaman Said Nursi, Memevf-i Nuriye, Söz Basun Yayın, s. 144, 17 Bkz. Bediüzzaman Said Nursi, Memevf-i Nuriye, Söz Basım Yayın, s. 123. 18 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxst, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 844. 19 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxsi, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 528.
30
emir maddeye dönüşünce
biri akıl nimetidir. Akıl, beynin kıvrımlarına sıkışamayacak
kadar yüce ve soyut bir cevherdir.
Aynı şekilde Allah'ın Baslr isminin nur formundaki karşılığı görebilmektir. Semi isminin nur burcundaki tecellisine
örnek de işitme yeteneğidir ...
Özetle, Allah (c.c.) bir şeyin olmasını istedi mi, ona sadece, '011' der, o da oluverir."' Zira Allahü Teııla göklerin ve yerin
nurudur.21
ıv.
"Hayll imandan bir bölümdür. Haytısı olmayanda iman yoktur.
Hayır tamamen ancak akılla ani.aşılır. Aklı olmayanın dini yoktur."22
Allah'ın yazar-bozar tahtasıdır, madde alemi.
Teşbihte hata olmasın, cam üfleme ustasının cama şekil vermesi gibi bir şeydir, emrin maddeye dönüşmesi. Anbean, yoktan vara doğru bir tasarruf/üfleme gerçekleşir. Daimi bir tesir ile cam şekil alır. Amorf ve şekilsiz bir pelteye, muhteşem
bir sanat verilir.
Cenab-ı Hakkın yaratılmışlar üzerindeki tesir ve tasarrufu,
emir ve iradesiyledir. Güneşin dünyayı ısı ve ışığıyla tesir altına almasına benzer. Latif ve cismani olmayan şeyler matbaa gibidir. Mesela; ağzımızda basılan bir kelime, dalga dalga yayılır bin kelime olarak çıkar. Dolayısıyla her an yaratılmanın
sırrı nuraniyette gizlidir.
20 Bkz. Y3.sin sll.resi, 36:82; bkz. Meryem sılresi, 19:35. 21 Bkz. Nur sOresi, 24:35. 22 !bn .Bbi'd~Dünya. Mekarimu'l~Ahlak, cilt 1, s. 44.
31
tldem'in hiktlyesi
Maddenin içinde ilim, ilmin içinde mana bulunur. Mananın derinliklerinde ise envar-ı esmanın sonsuz tasarrufları
gölgelenir. Emr-i İlahi cilvelenir, muhteşem ve antika sanat eserleri vücuda gelir.
Akıl nurani bir cevherdir. Hakim isminin nur formundaki
karşılığı ve gölgesidir. Soyuttur ve derinliklidir. Mutlak hakikatlerin konakladığı ilk yuvadır. Onun için aklı olmayanın dini yoktur. Farkı fark etme cihazımızdır, akıl. l:nsan fark ettikçe
vicdanı inkişaf eder, açılır.
Vicdan ise ruhun derisidir. Elbise gibi üzerine giydiğidir. Allah'ın varlığını bize bildiren dört bildiridden biridir.23 Kfilnatın her tarafından kopup gelen uyarılar, ruhun alıcı reseptörleri olan vicdanda temerküz eder, işlenir. 24 Neticede vicdan tezgahında iman elbisesi dokunur. İyiyi kötüden, hayrı şerden
ayırt etmek mümkün hale gelir. Hayrı Allah'a veren insanın kötülükleri ve günahları fark etmesi bu nedenle daha keskin ve kesin olur.
Akıldan imana, imandan hayaya, oradan da hayatunıza doğru etkilenme gerçekleşir. Haya ile hayat arasında kopmaz bir bağlantı noktası vardır, açığa çıkar. Mesela; hayasızlık arttıkça başta insan hayatı olmak üzere, hayatın her çeşidi kolaylıkla riske edilmeye başlanır. Bunlardan biri ne oranda azalırsa diğeri de otomatikman kısalır. Kıyametin kopması da, cennetcehennem durakları da, hep bu haya-hayat algoritmasına bağ
lı kılınmıştır. Sonsuz hayat basamaklarım tırmanmakta olan
23 Allah'ın varlığını bize bildiren muarriflcr şunlardır: la Y"ı.ice peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.) 2M Büyült kainat kitabı olan evren.. 3m Kutsal kitabınıız olan Kın'Anm 1 Kerim 4M Vicdan (Bediüzzaman Said Nursİ, Memev:t-i Nuriye, Söz Basım Yayın, s. 318.)
24 Bediüzzaman Said Nu.rsl. Sözler, Söz Basını Yayın, s. 705.
32
emir maddeye dönüşünce
insan, hayası oranında hayattar kılınacaktır. Zira haya imandandır. 25
Uzun yaşamayı murat edenler, hele hele sonsuz hayatı arzulayanlar, akıl sahipleridir; tefekkür ederler. Vicdan sahipleridir, iman ederler. Haya sahipleridir, "El Blıki, hüvel Bilki" derler.
v
"Sonra duman halinde bulunan semaya yöneldi; ona (göğe) ve yeryüzüne, 'isteyerek veya istemeyerek gelin' dedi.
İkisi de 'İsteyerek geldik' dediler."""
Evrende durağanlık yoktur. Her şey her an hareket halindedir. Cenöb-ı Allah hiçbir şeyi mutlak durağanlık ile mahkfun etmemiştir. 27
Hayy-ı Kayyftm olan Allah, daimi bir tesir ile kllinatı hayat sahibi kılar. Bütün mahlUkatı, varlıklarını devam ettirecek bir faaliyetin içine sokar. 28
Canlı olsun olmasın hayat sahnesinde poz veren her mahlilk, dar olan mellidan genişe, aşağıda olan makamdan yukarıya, zayıf olan vücut mertebelerinden kuvvetli olana doğru meyleder.
Her faaliyet bir lezzettir, durmamacasına bir çalışmaktır. 29 Kökenini tekamül (mükemmelleşme) arzusundan alır.
25 Buhari, İman 16. 26 Fussilet stlresi, 41:11, 27 Bediüzza:man Said Nursi, Muhdkemat, Söz Basım Yayın, s. 94. 28 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxs1, lv.fektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, "Birinci Makam,
İkinci Remiz:' 29 Bkz. Bediüzzaman Said Nurd, Mektubat, .. On Sekizinci Mektup, Üçüncü Mesele:'
33
tldem'in hiktlyesi
Hayat sahnesinde kendisine yer bulan her mah!Uk, donanım
ve yeteneklerinin yönlendirmesiyle yükselmek ve yücelmek ister. Yokluğun kardeşi olan atalet ve durağanlık ise, tam tersine bir etkiyle elem ve sıkıntı kaynağı olur, o mahluka bir tür acı verir.
Sınırlandırılmamış istidat ve yeteneklerinin açılması için Yaratıcı, insanı hadsiz bir faaliyet içine sokar. Onu dönüştürür,
başkalaştıru. Hatta nefsi yoluyla ölümü bile tattırır ki, sonsuz hayatı bihakkın kavrayabilsin. Ta ki o şerefli mahlükun maksudu yerine gelsin. Sonsuz ve müteal bir hayatı kazansın.
Yeteneklerimizi harekete geçirecek faaliyetler, bütün maddi-manevi gelişmelerimizi doğrudan etkiler. İnsan istidatlarının gelişmesine yol açacak faaliyetlere girmezse, tembellik ve
atalet yoluyla donanımlarının gereklerini yerine getirmezse, hayat mertebelerinde de gereğince yükselemez. Hatta fenaya ve yokluğa doğru yuvarlanmaya başlar. Bünyemize entegre edilerek bırakılmış olan bütün yükselme ve yücelme imkanla
rınaket vurmuş olur. Sonsuz hayat merdivenlerini tırmanmakta olan insan için, en onulmaz akıbet şüphesiz ki budur.
Mesela; vücudumuzdaki sistemlerde de benzer sonuçlar
gözlenir. Yerine getiril(e)meyen bir fonksiyon, vücudu sadece durağanlığa (atalete) atmakla kalmaz, beraberinde başka sistemlerin de etkilenmesine ve bozulmasına yol açar. Hatta
topyekı'.ın ölüme bile neden olabilir. Aynı şekilde yeteneklerini yaradılışına uygun olarak geliştiremeyen biri de, yerinde sayamaz. Hayat mertebelerinde gerilerde kalarak, bunun bedelini
çok ağır ödemek zorunda kalır.
34
Ben ressam alamam
H AYAT DENEN MÜTHİŞ çığlığı resmetmek mümkün mü? Ya da ölümün o engin kayboluışunu?
Bir ressam düşlüyorum, Fırça darbeleriyle anlatsın istiyorum; hayatı ve ölümü. Aynı tuvalin içinde bir resim yapsın, Mona Lisa gibi.
Hem gülen hem de ağlayan!
Nereden başlardı acaba? Hangi renk dilini kullanırdı,
Tüm bunları bir bakışta anlatabilmek için?
Mesela; ölüm için tuvalin karşısına geçsin.
Önce bir ihtiyar resmi çizsin. Sonra tükenme anını,
Sonra tabut ve mezar,
Sonra çevredeki her şey, bir bir yokluğa gömülsün.
35
tldem'in hiktlyesi
En son tablonun tamamını karanlığa boyasın. Simsiyah bir resim,
Her şeyi yutan bir karadelik gibi.
Sonra, yeniden hayatı düşlesin.
Yokluğun yok olduğunu. Önce bir ışık belirsin içinde. Derken bir tek beyaz nokta kondursun tuvalin ortasına. Sonra bir tane, bir tane daha.
Her bir isteğinin adını beyaz nokta koysun. O kadar artsın ki beyaz noktalar, tabloda beyaz renk hilldm
olsun. Hayattan ölüme,
Ve ölümden tekrar hayata ...
Renknedir? Ya da neyi ifade eder? Renklerin dili, yeter mi tfun bunları anlatmaya? Güneşten cisimlere, oradan da gözümüze çekilen bir fırça
darbesi midirler? Bilinmez. Peki, ya güneş yoksa?
Sadece karanlık. Bir amılııın renk dünyası gibi.
Gözleri görmeyen birine sordum: "Mavi nedir, sana neyi ifade ediyor?" diye. "Gökyüzü" dedi. Şaşırdnn.
"Beyaz nedir?" dedim, "gündüz" dedi, "siyah da gece."
Hepsi bul Sarı denince aklına yumurta geliyormuş, yani yuvarlak bir
şey!
"Peki, yeşil?" dedim.
ben ressam olamam
"Yaprak" dedi.
Cevabı gayet rahat ve berraktı.
Ve son soruyu o bana sordu: "Zevkler ve renkler tartışılmaz derler. Ben, tarif de edilmezler diyorum.
Doktor beyim siz söyleyin, renk nedir?!"
Sahi, nedir?
Güneşin okşamadığı bir nesne, Giyebilir mi renk elbisesini üzerine?
Obje yoksa, rengi kalır mı ortada? Varlık sahnesinde boy gösteren ne varsa, Yuttuğu renk ile değil de, yansıttıklarıyla birlikte anılmı
yor mu?
Şu dünya tablosuna, nazar edip bakmak gerek. Mesela; bir yaprak, onca rengi kendine mal ettiği için, Sadece 'yeşil' renkli bir nesne olarak tanınılanmıyor mu?
Yani, güç yetiremediği tek renk olan yeşil ile birlikte.
Ya özünde yokluğun mayalandığı siyaha ne demeli! 'Bütün renkler benim malım' iddiasının hazin sonu değil mi,
'Kapkara' kalmak, Ve hiçbir rengi yansıtamamak?
Güneşe karşı diklenmenin bedelini, Kor olup yanarak ödemiyor mu kömür?
Renkler, söyleyemedikleri şeyleri ifade ediyorlar. Yani, acizliklerini.
İçinde her şeyin bulunduğu bir tablo, Sanırım daha el değınemiş bir tuval olsa gerek.
37
tldem'in hiktlyesi
Güneşe kafa tutmakla, renk elbisesi giyilmiyor.
Güneşe kafa tutmakla, ressam da olunmuyor. Ressam olmak, berrak olmaktır.
Şeffaflığın ve berraklığın teminatı olan elmas gibi.
'Hiçbir renge sahip değilim' itirafının biçimlendiği güzel
liği kuşanmaktır.
Meziyet, güneşin karşısında her renge sahip olma onurunu
elde etme yeteneğidir.
Güzelin güzelliği, güzelce yansıtıldığı için de güzelin değe
riyle değerlenme şerefidir. Ve aşk-ı beka talebine, Cenab-ı Baki canibinden sonsuz 'se
lamlarla' cevap verilmesidir.
Hangi ressamın fırçası elmas,
Boya takımları şeffaf, Tablosu su gibi, arı duru olan?
Ezelden gelip ebede uzanamayan bir fırça darbesi,
Hayatı ve ölümü aynı tuvalin içerisinde gösteremez.
Kendime bakıyorum da, bu konuda hem fakirim hem aciz.
İşte bu yüzden diyorum ki, ben ressam olamam.
İstersen bir tecrübe et de dene
I.
KENDİN! BiLDi bileli, hayatı bir mücadele olarak tanımıştı. Var olmak için güçlü olmayı kendine rehber edindi. Ne
de olsa haklı olanlar, daima güçlü olanlardı! Öyle görmüştü. Daha çok kazanmalı, zengin olmalıydı.
Değilse aç kalır, açıkta kalırdı.
Sonra ona kim el uzatırdı?
Hummalı bir çal~mayla didindi, çırpındı durdu. Olmayacak şeyleri olur yapmak için ömür sermayesini kapital olarak, bol bol kullandı. Aylar yıllara, sıkıntılar dertlere eklenmişti ama olsundu.
Birçok insan için zengin sayılabilecek bir servete kavuşmuş, ülke ortalamasının hayli üzerinde bir gelir seviyesine ulaşmıştı. Gene de daha fazlasını istiyordu.
39
tldem'in hiktlyesi
İhtiyaçları, arzuları, hedefleri vardı. Güçlü olmalıydı. Geleceğe yönelik planlarını gerçekleştirebilmek için daha çok kazanmalıydı.
Ancak, düşene tekme vurulan bir sistemde yaşıyordu. İyi biliyordu; hatanın asla kabul edilmediği, büyük balığın küçük balığı yutma mücadelesini. Gerektiğinde kendisi de düşenlere tekmeler vurmuştu. Mazereti de hazırdı, o da tökezleyecek olsa ona da acımayacal<lardı. Bütün emekleri bir çırpıda yok olabilirdi. Bu ihtimali göze alamazdı.
Sonra ona kim el uzatırdı?
Derdi maişet içinde, belirsizliklerle dolu gelecek kaygısının ıztırabıyla, hayatı da bir dert yumağı haline geliyordu. Sanki servetinin artmasıyla birlikte korkuları da çoğalmış gibiydi.
II.
Birkaç gün önce ömrünün ikinci evresine ayak basmıştı. Kendi deyimiyle, artık sonbaharı yaşıyordu. Sonbaharın akabinde ise kışın geldiğinin farkındaydı. Uzaktan uzağa, ömrünün kışına doğru yal<laştığını hissediyordu. Sonu ölüm olan bir kış mevsimiydi önündeki yıllar, biliyordu.
Hatırladıkça alabildiğine üşüyordu. Titremesini hafifletir ümidiyle hep daha çok kazanmayı arzu ediyordu_ Para her şeyi satın aldığına göre titremesine neden engel olınasındı ki?
Ill.
Bir gün banka çıkışında, çoktan beri görmediği bir arkadaşına rast geldi. Bir zamanlar yedikleri, içtikleri ayrı gitmezdi.
40
istersen bir tecrübe et de dene
Birlikte dertleşir, birlikte sevinir, birlikte üzülürlerdi. Hele, hoşlandığı kız arkadaşına nasıl kurlar yapması gerektiğini salık vermesi hllla aklındaydı. O kız arkadaşıyla sonuçta evlenmişti. Bu evliliği ona borçlu sayılırdı.
Gerçekten sıkı arkadaştılar o yıllarda. Hayat mücadelesi yüzünden ilişkileri kesilmiş, ta bu güne kadar da, bir daha görüşememişlerdi. Bu sürpriz karşılaşma ile eski anıları yeniden canlanıvermişti. Yıllar öncesini tatlı tatlı yad ederlerken, bir kafeteryanın bahçesinde karşılıklı oturuverdiklerini bile çok sonra fark ettiler.
Çaylarım yudumlarken eski fakat eskimeyen dostluklarının hatırına, içindeki derdi maişet sıkıntısını, gelecek kaygısını açıverdi. Ne de olsa tavsiyeleri tutarlı birisiydi.
Çok parası vardı ama dertleri azalacağına artmıştı. Nedendi? Kendisine bu konuda yardımcı olabilir miydi? Sordu. Arkadaşı gülümseyerek:
"Yarın sabahtan akşama kadar evde otur ve hiçbir yere hareket etme. Hiçbir işe de kalkışma, hatta konuşma bile. Ama yine de göreceksin rızkın sana ulaştırılacaktır!
İstersen bir tecrübe et de dene. Gelecek kaygısına ve derdi maişete hiç gerek olmadığını
inşaallah anlayacaksın. Rızıklanmak için ufacık bir gayret yeterlldir. Korkma, bu dünya memleketine bizi gönderen Zat, aç ve sefil halde bırakmaz" dedi.
Şimdi bu ne demekti? Mücadele etmeden insan rızkını nasıl elde edebilirdi? Nasıl olurdu bu? Arkadaşı, o bildiği eski arkadaşı gibi konuşmuyordu. Çok
farklı ve bugüne kadar hiç ihtimal vermediği şeylerden bahsediyordu. Herhalde kendisiyle dalga geçiyordu. Söylediklerin-
41
tldem'in hiktlyesi
de ciddi olduğunu. bu zamana kadar ilgilenmediği soyut kav
ramlardan bahsetmesiyle anlamaya başlam~tı.
Arkadaşı 'Allah' diyordu, 'din' diyordu, 'iman' diyordu.
Kavramakta gerçekten güçlük çekiyordu. Düşünceleri al
lak bullaktı.
ıv.
Eve geldiğinde hala bu karmaşık duyguları üzerinde taşıyor
du. Nasıl olurdu? Yoksa gerçekten dediği gibi miydi? Pek ihti
mal vermiyordu ya neyse.
Ya 'var'dıysa? Bu giine kadar sadece gördüğüne inandığı bir
hayat tarzını yaşıyordu. Sadece kendini kandırıyorduysa? Ya
takta bir sağa, bir sola dönüyor, arkadaşının söyledikleri kabus
gibi kulağında çınlıyordu.
'Bir tecrübe et de dene:
Ertesi gün tecrübe etmeye karar verdi. İçindeki düşünce
fırtınasının nihayet biraz olsun dindiğini fark etti. Evet, de
nese ne kaybederdi ki? Belki de hiç ama çok şey de kazana
bilirdi.
Sonunda uyudu, ama uyuduğunu fark edememişti bile.
v.
Sabah kalktığında, geceden kalma bir artık etkisi taşıyordu
zihni.
Arkadaşının söyledil<lerini uygulamaya karar verdi. Bütiin
giin boyunca evden ~anya çıkmayacak, yerinden bile kıpır-
42
istersen bir tecrübe et de dene
damayacaktı. Aynı zamanda konuşmayacaktı da. Bakalım, rızkı yine de gelecek miydi?!
Tekrar yatağa girdi ve boylu boyunca uzandı. Eşi kalkmış, kahvaltıyı hazırlamıştı. 'Kahvaltı hazır' ikazına cevap vermedi. Yanına gelen karısının: "Kahvaltı yapmayacak mısın?" sorusuna, hayır anlamında kafasını salladı.
Öğleye kadar aç ve susuz bir şekilde yattı durdu. Hani, ne gelen vardı ne de giden. Zaten böyle bir şeyin mümkün olamayacağım biliyordu ama içindeki o şüpheyi silmek için akşama kadar bu tavrını sürdürmeye kararlıydı. "Yemek hazır" uyarısına da kayıtsız kaldı. Aslında çok da acıkmıştı. Eşinin: "Neyin var, hasta mısın?" sorusunu da cevapsız bıraktı.
Yine cevap vermemişti. Kadın, kocasının bu durumuna bir anlam veremedi; genel
de böyle tuhaflıkları olduğu için pek önemsemiyordu onu.
"Ben arkadaş toplantısına gidiyorum:' Seslenen karısıydı. Daire kapısının kapanmasıyla kendine geldi. Artık yapayalnızdı. Yıirümüyor, konuşmuyor, kısacası hiçbir çaba sarf etmiyordu.
Bakalım rızkı yine de kendisine gelecek miydi?
İyiden iyiye acıkmaya başlamıştı. Saatler bir türlü geçmek bilmiyordu. Akşam bir olsaydı da, bu anlamsız oyuna bir son verseydi artık
Saat üç buçuk gibi kapı çalındı. Kalkıp kapıyı açmadı. Zil bir daha çaldı, yine hareketsiz kaldı. Kim olduğunun merakıyla kulak kabarttı. "Herhalde evde yoklar" diyen sesin karşı komşuları olan hanımdan geldiğini anladı.
43
tldem'in hiktlyesi
Komşuları un helvası yapmış, "belki kokmuştur" niyetiyle onlara da bir tabak getirmişti. "Olmazsa kapıya bırakıvereyim'' dedi komşu kadın. Yayılan kokudan un helvası getirdiği anlaşılıyordu. Ne güzel kokuyordu. Ah bir yiyebilseydi
Komşu kadının, "Üst komşunun köpeği de devamlı apartmanda dolaşıyor canım, bu kadar da olmaz ki, hoşt hoşt" sitemlerini işittiğinde, "Eyvah! kapıya bırakmayacak galiba? Ne de güzel kokuyordu oysa" sözleri umutsuzca çıkıverdi dudaklarından.
En sonunda, kuvvetli bir "öhhö öhhö" diyerek konuşmadan varlığını duyurmayı denedi.
Komşu kadın: "Evdeler demek" diyerek bir daha zile bastı. Yine, "öhhö öhhö" diyerek varlığını duyurmak istedi komşu
ya.
Komşu, "müsait değiller herhalde'' diye düşünerek, "Helva yapmıştım da" dedi, "kapıya bırakıyorum, afiyet olsun."
Kapıya bırakıp gitti. Gelen vardı gelmesine ama hala rızık kendisine ulaşmış değildi
vı.
Bir süre sonra, eşi eve geldi ve kapıdaki un helvasını görünce, "Karşı komşu bıraktı herhalde" diyerek eşikteki helvayı içeri aldı.
Kocasının hala yatakta olduğunu görünce: "Canım, hasta mısın? Bak, komşu un helvası yapmış, tazecik" dedi.
44
istersen bir tecrübe et de dene
Mis gibi kokan un helvasını hemen yııru başında eşinin
ona uzattığını görünce, açlığın verdiği abartılı bir iştahla birkaç lokmada yiyiverdi.
Açlığını biraz olsun dindirip kendine geldiğinde, "Öhhö
diyecek kadar bir gayret, maişetin temini için yeterli oluyormuş" diyebildi usulca.
Demek rızık gerçekten gönderiliyordu! O halde derdi maişete hiç gerek yoktu. Karısı, bu sessiz hakikatten henüz haberdar değildi.
45
Hangisi mucize
C M UCİZE' KELİMESİNİN ne ifade ettiğini ilk olarak, tıp fa-kültesinde okuduğum yıllarda anlamıştım. Ders ara
larında ve de fırsat buldukça ilk gittiğimiz yer, fakülte kantini olurdu. Ne de olsa, bize en fazla ev sahipliğini orası üstleniyordu. Her zamanki gibi, yine çay içerek sohbet ettiğimiz bir giin, konu konuyu açtı ve bir arkadaşımız, "Dün doğumhanede anensefal (beyni olmayan) canlı bir çocuk doğmuş" dedi. "Hocalar bu doğumun mucize olduğunu söylüyorlar. Haydi, gidip biz de görelim şu çocuğu."
Arkadaşım böyle söylediğinde, bana verilmekte olan determinist tıp bilgilerinin zilınJmde bir anda altüst olduğunu fark etmiştim. Çünkü beyin, vücut için olmazsa olmazlardandı. Onsuz yaşam nasıl mümkün olabilirdi ki? Ama görünüşe göre, olmuştu işte.
Çocuğu görme filrrine hemen icabet etmiştik. Merak ve
hangisi mucize
hayret duygularımızın giderek yoğunlaşması, bizi kadın-doğum servisine doğru yöneltiverdi. Yol boyunca, anensefal bir çocuğun nasıl olup da canlı doğabildiğinden, bunun gerçekten bir mucize olduğundan konuşup durduk.
Servise geldiğimizde, gazetecilerin de, olayı görüntülemek ve hocalarımızdan bilgi almak amacıyla orada olduklarını fark ettik. Merakunız iyiden iyiye artmaya başlamıştı.
Yapılan röportajlarda, böyle bir doğumun tıbben çok nadir göriildüğü, beyni olmayan bir insanın yaşayabilmesinin tabir caizse mucize olduğu vs. söylenip duruyordu.
Çocuğu bir küvezin içine koyınuşlardı. Gerçekten beyin dokusu gelişmemişti, ama vücut fonksiyonları vardı. En azından, canlıydı!
Yaşasa bile, göremeyecek, konuşamayacak, yörüyemeyecek, duyamayacak, kısacası hiçbir temel ihtiyacını karşılayamayacak olduğunu öğrendiğimizde, çocuğun bu durumuna çok üzüldük.
Onu gördükten sonra, kantine geri döndük. Birbirimizi soru bombardımanına tutmaya çoktan başlamıştık bile:
"Beyinsiz biri hayatını nasıl sürdürebilir?" demişti bir arkadaşımız.
Bir başkası, "Bu çocukta, beyin fonksiyonları vücudunu kontrol edemediğine göre, onun canlılığım devam ettiren nedir?" diyerek, soruya soruyla karşılık vermişti.
Arada, "Asıl 'beyinli beyinsizler' nasıl yaşamayı beceriyor,
47
tldem'in hiktlyesi
esas onlara hayret etmeli" gibi 'toplumsal içerikli' sorularla, sohbet sürüp gitmişti.
Sonra, kantinden sorularımızla birlikte dağıldık. Eve geldiğimde, gün boyu bizi meşgul eden şu mucizevi doğumu hii.la düşünüp duruyordum.
Sahi, beyinsiz bir çocuğun doğumu mucize ise, beyinli, yani tam ve sağlıklı bir bebeğin dünyaya gelmesi 'daha büyük bir mucize' değil miydi?
Mantığım, mucize olarak nitelenen anensef.ı.I bir doğuma nazaran, beyinli bir çocuğun doğmasının çok daha güç ve daha mükemmel olması gerektiğini söylüyordu. Olasılık ve ihtimal ilkelerine göre, mükemmellik arttıkça, üst fonksiyonlar eklendikçe, olay daha nadide, daha değerli ve daha mucizevi nitelikler kazanıyordu. Durum buyken, 'normal doğum' dediğimiz bir çocuğun sağlıklı doğması, neden 'anensefal' doğan sakat bir çocuğa göre daha az ilgi çekiyordu? Her gün yözlerce çocıık sağlıklı ve mükemmel fonksiyonlarıyla beraber doğarken, neden eksik ve sağlıksız bir doğum mucize olarak değerlendiriliyordu?
O gün, 'mucize' denilen kavramı tekrar gözden geçirme ve 'gerçek mucize'nin ne olduğunu öğrenme ihtiyacı hissetmiı/tim. Çünkü, olağan ve normal olarak nitelenen bazı olayların hiç de olağan olmadığuu, mucize denen bazı olayların ise yanıltıcı ve aldatıcı olabildiğini görmüştüm. Olaylara bakış açısının, doğru değerlendirmeler için ne derece önemli olduğunu o gün kavramaya başlamıştım.
Yalancı cennet vaat eden bir sistemin içinde, bize sunulan birçok olayın yutturmacadan ibaret olduğunu neden sonra
hangisi mucize
anlayabilmiştim. Nefsimi kışkırtan ve cehaletimden faydala
nan insanların, beni gerçek mucizeleri anlamaktan nasıl geri
bıraktığını nihayet anlamaya başlamıştını.
Artık, Allah'ın varlığına onca delil ve alamet varken, yine
de O'ndan habersiz bir ömür geçirerek gerçek mucizelere ka
yıtsız kalabilmenin tam bir malırumiyet olduğunu düşünü
yordum.
Aradan geçen yıllar boyıınca, sıradanlık veya olağanlık
damgasını yemiş nice 'gerçek mudze'nin hala tam manasıyla
anlayamadığımı görüyor da, hayıflanıyorum.
Çevremizde anbean şahit olduğumuz hangi olay muci
ze değil ki? Güneşin her gün doğuşu, hayat sahibi canlıların
varlığı, her an mükemmel bir dizayn ile yaratılıp duran sayısız mahlükat, zihnimizle dahi çözemediğimiz evren, sorılu bir
vücuttan fışkıran sonsuzluk özlemi, yerlere ve göklere sığma
yıp mü'min bir kıılun kalbine sığan iman nuru ... Hangisi mu
cize değil ki?
'Olağanlık' öyle ilginç bir yanıltmaca ki, 'Bir şeyden etrafı
mızda birçok numune bulundu mu., o değersizdir' dedirtiyor.
'Bir şey her gün, her an tekrar edilebiliyorsa, o kolaydır ve
önemsizdir. Çünkü olağandır' hükmünü verdiriyor.
Kfilnattaki 'ildetullah' dediğimiz kanunlarda müthiş bir teshir, tedbir, tedvir, tanzim, tanzif, tavzif varken, bunlardan ha
bersiz yaşamak, onlara kayıtsız kalmak bizi, mucizeleri ola
ğanlık çöplüğüne atmaya zorluyor. Böyle bir hayat görüşüyle
de, tüm varlığımız tam bir perişanlık içinde abesiyet damga
sını yemiş oluyor.
49
tldem'in hiktlyesi
Oysaki mucizelerin tam ortasında bulunuyoruz. Mesela;
her an mucizevi bir şekilde yaratılıp durmaktayız.
Gerçek mucizelerin neler olduğunu kavramak ve mucizeleri icat edeni tanımak için ise, Amerikanın yeniden keşfedil
mesine hacet bulunmuyor.
Neden ve niçin yaratıldığımızı, akıbetimizin ne olacağını,
nereye doğru sevk edildiğimizi araştırırken, o sorularımıza aradığımız cevapların yanı başında mucizeleri her dalın bulacağımızı; Kur':1n-ı Mu'cizü'l-Beyan ve tebliğcisi Resul-i Ekrem (a.s.m.), bizlere mucizevi bir şekilde devamlı haber verip du
rurken; gaybın derinliklerinden gelen bu semavi sese kulaktıkarsak, bizi artık hangi mucize iflah edebilir?
Güneşin batıdan doğması mı?
50
Adem'in hikayesi
SEN KİMSİN?
•• O NCE KAPALIYDI.
Allah (c.c.) bir imkin yarattı, evrenin kapıları aralandı. Onun adına 'Adem' dedi. Yapmakla yapmamak arasında serbest bıraktı. 'Kendini bilirsen, gerisi kolay' buyurdu. O, gizli bir sırdı; bilinmek istedi. Alemleri dürdü de, gonca bir güle çevirdi. 'Nur-u Muhammed (a.s.m.) koksun .. : dedi. Bildirmek için Kendini, bize kendimizden örnekler verdi. Kokunun adına önceleri 'Ahmed'30 dedi. Derken 'Feraklit'31 oldu, meğer 'Rahmeten-li'l-alemin'di.32
30 Hz. Muhamıned'in (a.s.m.) Tevrat'taki adıdır. 31 Hz. Muhamıned'in (a.s.m.) İncil'deki adıdır. 32 Hz. Muhamıned'in (a.s.m.) Kıır'an-ı Kerim'deki adı.
51
tldem'in hiktlyesi
Ondan ( a.s.m.) yayılanlar bütün meziyet sahiplerini mest etti.
'Ey kalem sahipleri!' dedi, 'Ey kitap ehli!' 'Okuyun, belleyin, dinleyin: Okuduk, okumadık. Dinledik, dinlemedik. Hatasız olma lüksümüz yoktu. Hatalar işledik. 'Biliyorum' dedi, 'Ben ( c.c.) geriye dönüşleri kabul ederim: 'Fark tövbe kapısıdır, kapatmayın:
Hatanın adresi Adem'di yanlışın adı ise şeytanirradm. Adem imkanı yeğlerken, İblis seçti inkı\rı. Derdin içinde gördü, buldu dermanı Adem. Şeytanın derdi Adem'di, o da seçti ademi. 33
Allah bir imkan yarattı. Adına 'sen' dedi, 'göreyim seni' dedi, 'Yapabilir misin?' 'Sen de onun (a.s.m.) gibi kokabilir misin?' Bilmek istedi: 'Senin derdin nedir? Sen mi, Ben mi?
Adem misin, yoksa adem mi? Sen kimsin?'
UNUTTUN MU?
Unuttum mu dedin? Kendini gözden geçirmen içindir belki, insan olduğundandır. Unutma; unutmak ezeli bir şifadır.
33 Ademo yokluk, imkinsızlık.
52
tldem'in hiktlyesi
Hayat, birbiriyle ilişkili ipliklerden örülmüş karışık bir dantel gibidir. İpuçlarının içinde. Buradan başlamalısın, derdin içinde dermanı bulmalısın.
Mutlu değil misin? Öyleyse anlamaya çalış. Anlamak mutluluktur. İşe elinin
altındakilerle başla.
Unutma; öğrenilmesi gereken ilk dil, tatlı dildir.
Bu dünyaya ait olmadığını mı düşünüyorsun? Bende öyle... Kendimi küçük bir gölde yüzmeye çalışan
büyük bir balinaya benzetiyorum. Göle bakıyorum balina büyük, balinaya bakıyorum göl küçük.
Beka bulmak istiyorsan, ebedi olan Allah'tan sana uzatılan rahmet ipine tutunmalısın. Yol uzun, imkanlar kıt. O ise, sana şah damarından daha yakın."
Unutma; hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi doğuruyor.
Ötelere ulaşmak ve şifa bulmak diliyorsan sonsuzluğun sırrı, cazibe-i Muhammedfden geçiyor.
Allah bir imkan yarattı. adına 'sen' dedi. Kapalı kapıları araladı. senin için. Sırf seni bildiği için. Şöyle bir bak kendine de, sen de gir o tevhidin içine.
MENFAAT
"Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir."'"
34 Kaf ııliresi, 50: 16. 35 Al-i İmran s<.ı.resi, 3:185.
53
tldem'in hiktlyesi
Gerçek elinden alındı mı, hayalleri korumaya başlarsın.
Bir kez şaşırmaya gör; aldanır ve aldatırsın. Kırmadığın şey kalmaz hayal aleminde, çıkarların adına. Batar derinden hayal kırıklığın ...
Dünyanın bütün yüklerini taşımalı: mı istiyorsun? Altında ezilmek pahasına mı? Menfaatin peşinden koş o zaman.
Menfi hayatın ... Negatif kayıt defterine bir fotoğraf daha ekle. 'Büyüksen yut, küçüksen lokma ol!' öyle mi? Arzularının peşinden giden adam olarak, kayıt yaptır öy
leyse. Yanılmazsın ... Hafıza defterinin en dibinde bir yerlerde tutturursun hede
fıni kırık dökük. Unvanını yenendir artık senin ya da yenilen. Negatif bir fotoğrafsın banyo edilen ...
Tek dünyalılar anlamazlar.
Anlayamazlar. Boğuşur dururlar. Niyedir bu sınav?
Nedendir bu sınanma? Zorla sevebilir misin ey Adem? Söyle ... Haklı kimdir, hakka bedel kuvvet mi? Dünyasız cenneti gördün.
Cennetsiz dünyaya düştün. Fenaya dolandın. Menfi hayattan sıyrılmak için, feda edebilmen gerektir.
Hayal ile gerçeği ayırmak adına. Altında ezilip kaybolmadan; menfaatten vazgeçmen gerek
tir, gönül rızasıyla.
54
ddem'in hikdyesi
Adem olmak gerektir vesselam, ezelden gelip ebede uzan-mak için.
Aldatmaz ve aldanmaz olmak için. Seviliyorsun ey Adem!
Neden buradasın sanıyorsun?
Kandırma kendini sakın, kurguda hata yok! Sen kendine bak. Sınanmamış sevgiye güvenebilir misin?
Bir Ademtlen diğerine sözün gücü üzerinedir, kurulan bütün binalar.
Kim bilir kaç dünya değerindedir, tıpkı 'sen' kadar.
Allah bir imkan yarattı da, adına 'sen' dedi. 'Sakın!' dedi, 'hafife alma:
Bir söz, hayatın ve ölümün gücüne sahiptir.
SEN Mİ, BEN Mİ?
Ey Adem! Bu dünyaya niye geldin? 'Sen' demeye mi? 'Ben' demeye mi? 'Sen sensin, ben de benim' kurnazlığı yeter mi sanırsın? Akıl imanın bekçisidir derler, kurtuluşun olabilir, aklını
koru!
Önce korkularınla yüzleşmelisin. Yokluğun yok olduğunu anlamak mı istersin? Öyleyse dikkatli düşün! 'Sıfır' yani 'yokluk' aslında olmayan bir şeyin ifadesidir. Sıfırın ortaya çıkması için mutlaka bir işlem yapmak gerekir. İşlem senin zihnin ...
Unutma; olmayan bir şey, var olan bir şeyi ortaya çıkaramaz.
55
ddem'in hikdyesi
'Her şeyimi kaybettim, korkularım biraz da bundan' mı diyorsun? Düşünsene! Sonun yokluk olsa bu varlık niye? Şu an ki duyguların kendi varlığından yoksun. Sen kendini yok sanıyorsun. Oysa insan sadece ekmek için yaşamaz. Allah'ın sözleri için de yaşar. Aslında sen hep varsın. Elçileri hesaba katmak zorundasın. Korkma, aklını koru yeter.
Bizim için zorluklar ve engeller, O'nun (c.c.) tasarrufuna bir vesiledir, vasıtadır. Sondan başa bakabilmektir iman, neden yaratıldığını kavrayabilmektir. Hüzünlü bir ayrılıktır iman, neden gönderildiğini anlayabilmektir. O, terzidir; sen modelsin. O, kesip-biçer sen giyersin. İnat etsen giymem dersen, setr-i avret yiter ayıp edersin. Velhasıl sondan başa bakabilmektir iman, vatanı asline ulaşabilmektir. Hüzünlü bir ayrılıktır iman, vuslata kavuşabilmektir ...
UTANMIYORSAN YAP!
Ey Adem! İstediğin bir şeyi yapabilirsin belki ama istediğin sürece ya-
pamazsın. Utanmıyorsan yap da gör!36
Unutma, Allah bir imkan yarattı, adına 'seri dedi. imkansız işleri bırak da güzel söze özne olmayı dene. 37
Kendini tanımaya gayret et, 'seri olmaya çalış yeter.
Doğru, bu dünyanın da bir hakkı var, sana kim 'hımbıl ol'
diyor ki? Tabii ki fıtratın peşinden gideceksin, yeteneklerinin izini süreceksin. Sonsuzda bir olmak var nihayetinde. Kim bilir kaç dünya değerindesin. Farkında olacaksın, 'seri olacaksın yetmez mi?
36 Buhari, Kitabü'l·Enbiya, 7: ıoo. 37 Senai Demirci, Dar Kapıdan Geçmek, Nesil Yayınlan. İstanbul ı996, s. 90.
tldem'in hiktlyesi
İstenen şey çok değil, ya göründüğün gibi olacaksın ya da olduğun gibi görüneceksin. İşte o zaman ta içerde bir yerlerde, kötülüğü emreden bir şeyler bulacaksın. Brüt değil net Müslüman olacaksın kardeşim, fark nefs-i emmilrendir bileceksin.
Alemin kapıları kapalıydı bir vakit unutma; sırf senin için bir imkan yaratıldı. Kapı aralandı ey Adem! Kıynışık deme de gir içeri usulca. Sığarsın korkma. Toprağa ne düştü de bitmedi ki.
Unutulmayasın diye söylüyorum, sondan başa doğru bak; 'utanmıyorsan dilediğini yap' şimdi.
ENE
Sır taşımasıru bilir misin? Bilmelisin! Tenezziil-i İlahi tercih etmiş seni, beni, bizi...
Üslubun farkında mısın? Yumuşak ve sonsuz bir el dokunmuş; omuzlarımıza yüklenen bir teklifi var Rabbin. Sahibi Şeriatın müjdelediği, meleklerin imrendiği, iblisin kinlendiği, nankörün elinde kirlendiği, en nihayet gelip 'ene'de düğümlendiği bir sırrı var Rabbin.
İnsana yüklenen en ağır yük ihtimal ki 'ene'dir. Yani, benlik duygusu. Ademoğlu onun hakkını verirse vezir, veremezse rezil olacaktır. 38 İnsana 'ben' deme hakkı verilmiştir; zira bünyesine entegre edilmiş ve tamamen sonsuz hayata göre programlanmış olan üstün meziyetlerinin inkişaf edip açılması buna bağlı kılınmıştır. Yaratıcının en büyük hilkat projesi insandır.
38 Bkz. Ahzab sillesi. 33:72.
57
tldem'in hiktlyesi
Her şeyin sonlu olduğu bir vasatta, mutlak sonsuz olan Allah'a
ait varlık bilgisi bu sayede bilinebilmektedir.
Ey Adem! Zıtlar neden var sanıyorsun? Adem (a.s.) gibi cennetten
kovulmayasın diye. Ön hazırlığını iyi yapasın diye. Farkında değil misin? Her şey senin için programlanmış durumda. Gelişimini tamamlayabilmen için. Rabbin sırlarına vakıf olabil
men için. Elmayı değil de elması seçseydin kurgu böyle mi olurdu? Hayatın merkezinde niye rızk var sanıyorsun?
Ey Adem!
Kestiğin kurbanın derisini ne zaman yüzeceksin? Artık karar ver; bu dünyayı Allah için terk etmek kolaydır, zor olan O'nun ( c.c.) adına yaşayabilmektir. 39
Ey Adem! Yapmakla yapmamak arasında serbest bırakıldın. Özgürlü
ğün karşılığı bu mudur? Makamın, rubun kadar yüce kılın
mıştır. Hakkım ver sana verilenlerin. Padişah-ı Zişanın veziri ol, değilse ıılemin rezili olacaksın unutma!
KELAM VE KALEM
"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa, yine de Allah'ın sözleri bitmez ... ""'
Din dünya için midir, ahiret için mi? Seküler dünyalılara bakarsan ahiret içindir. Onlar isterler ki; dünyaya ve dünyalılara karışmadan, kimselere görünmeden kalbinin derinlikle
rinde istediğin gibi inanılabilsin. Oysa kendi inancına göre
39 Semti. Demirci. Dar Kapıdan Geçmek, Nesil Yay., İstanbul 1996. s. 137. 40 Bkz. Lokman ııtiresi. 31:27.
58
ddem'in hikdyesi
yaşamayanlara, 'inananlar' denilebilir mi? İnanmayı seçtiğin değerlere göre yaşamıyorsan, gerçekten inandığını söyleyebi
lir misin?
Söz ve kelam ...
İnsanı insan eden değerler. Ademoğlunu geliştiren, ona
kendini hissettiren, yücelten, çoğaltan, var olduğunu algıla
tan gerçekler. Söz olmasa insan çatlardı. Beden ruha konaklık
edemezdi. Dünyaya dayanamazdık. Anlamsızlaşırdık. Söz, ru
hun teneffiis anıdır. Duyguların dile gelmesine engel olmak.
insanı insanlıktan çıkarmak demektir. Şayet her türlü cana
varlığa prim vermek isterseniz, kelamı insanın dilinden gider
meniz yeterlidir.
'Kelam' yani konuşmak en gelişmiş varlık yeteneğidir. Ko
nuşmak. görülmese bile ancak var olan birinin işi olabilir. Her
kim ki konuşabilmektedir, o 'var' demektir.
Öyleyse ey Adem!
Konuş ve iste ... Duyguların dile gelsin ki 'sen' olduğun or
taya çıksın. Korkma, her türlü donanıma sahipsin. Her bir
varlıkla onların kabiliyetine göre ayrı ayrı ve tek tek kelam edi
liyor. İhtiyaçlarına bizzat cevap veriliyor. Çünkü kelam, müte
kellime bakıyor. Kendisiyle konuşulmasını seven bir Rabbin
var. Sen niye hariçte kalasın. Yaratıcıyla iletişime geç ki 'var'
olduğun anlaşılsın.
Allah Ademe kelimeleri(n sistematiğini) öğretmiştir ve
bunu deklare etmekle mükelleftir. Gereğini de yapmak duru
mundadır. Ademoğlu limitleri zorlayabilen bir canlıdır. Ma
yası özel yaratılmıştır. Ya ala-yı illiyyin'e [yücelerin yücesine]
çıkacaktır ya da esfel-i safillne [aşağıların aşağısına] düşecek-
59
tldem'in hiktlyesi
tir.41 Ortası muhaldir. Çünkü ölümlüdür. Dahası öleceğini
bilmektedir. Ne melek ne de hayvan gibi olamaz. Melekler ölmeyeceklerini bildikleri için, hayvanlar da öleceklerini bilmedikleri için makamları sabit kalmıştır. Öleceğini bilen insana ise sınırsız makamlar, cahillik ve yücelme imkıi.nları sunul
muştur. İnsan verdiği sözlerle ve söylediği kellmlarla kendi akıbetini belirleyecektir.
BİTTİ Mİ?
Ölüm çıkar karşına ne dersin? ÇBitti' mi, ~bitmedi' mi?
Anaların vücut diline bir bak, ölümü öldürebilir misin ey Adem! Sana bitmeyen bir şey söylesem sonsuzluğa inanır mı
sın? Sevginin yaşı olur mu? Hangi aşk bitmek üzere başlamıştır? Seviliyorsun, neden buradasın sanıyorsun? Tüm sevgilerin sınandığı yerdesin. Dünyadasın ...
Adresini şaşırmış sevgiler yüzündendir hep bu şaşkınlığımız. Şaşı bakar şaşırırız. Şairin dediği gibi "düşmeden önce düşünseydin, neden düştüğünü düşünmeyecektin" misali.
Dönüp baksak kendimize, ruhumuz kadar yüce kılındığımızı fark ederiz.
Ey Adem!
Bilsen, kabuğunu çatlatma çelişkisine katlanabilsen, tohum misali sonsuzlaşmak üzere ... Sevildiğin kadar sevebilsen ey Adem! Dar gelir sana dünya anlarsın. Unutma, tohum eken
çiftçinin ambarı boşalır ama tarlası ziyadeleşir.
41 Bkz. Tin süresi., 95:4~5.
60
tldem'in hiktlyesi
O, bilmek/bildirmek istedi:
Ey Ademi Senin derdin nedir? Sen mi, ben mi? Adem misin, yoksa adem mi?
Ölüm çıkar karşına ne dersin? Bitti mi? Bitmedi mi?
61
Nihayetsizlik sonsuzluk mudur?
I.
S ONSUZLUK, SADECE 'SONU OLMAYAN' demek değildir. O özelliği üzerinde barındıran bir unsurun, zatından kay
naklanan b~ nitelikleri de olmalıdır.
Dolayısıyla sonsuzluğu sadece nihayetsiz bir şeyıniş gibi sunmak, imanın altı rüknünden biri olan ahirete imanı zedeler, onu aşındırır. Zihinlerdeki sonsuz yaşam düşüncesini, bu evrenin içerisinde aramaya yöneltir. Böylelikle, ebedi hayat tasavvurunda ciddi kayınalara yol açabilir. Dünya hayatında ölümsüzlük beklentisi, sonsuz hayatı kendi başımıza arayıp bulabileceğimiz vehmi, reenkarnasyon çelişkisi, evrim teorisi ... gibi uzayıp giden bir çok sıkıntılı yollara kapı açar.
Sonsuzluk kavramı nibayetsizliği içerir, bu doğrudur. Ama her nihayetsiz olan sonsuz olmayabilir. Zaman ve meklln or-
62
nihayetsizlik sonsuzluk mudur?
yantasyonu açısından, evren bizim için sonu olmayandır. Ahiret ise sonsuz olan ... Sonu olmamak başka şeydir, sonsuz olmak başka.
Mesela; bir çemberin içinde mütemadiyen yürüyebilirsiniz ama bu onun sonsuz olduğu anlamına gelmez. Sonu gelmemek, kendi başımıza bir sonraki kareye atlayamama durumudur. Bn açıdan bakınca; nihayetsiz denilen şey; bir büyüklükten ziyade, neredeyse hiçlik diyebileceğimiz bir küçüklüğü ifade etmektedir. 'An'ın içerisinde hapsolduğumuz için, kendi başımıza varoluşların içine giremiyoruz. Sonsuzluğu algılayamamamızın bir sebebi de ihtimal ki bu durumdur.
Bir olgunun sonu gelmedikçe, biz onu keşfedemedikçe orada nihayetsizlik başlar. O düzlemde algımız bittiği halde, alanın genişlemesi durumu devam eder. Evren her an genişlemektedir. Kavrayabileceğirnizin ötesi, bizim sınırlarımızla alakalı bir ilintidir. Sınırlı zaman dilimleriyle, sınırlı uzaklıklarla düşünüyor olmamızdandır. Burada, akıl almaz bir büyüklük, görece nihayetsizlik söz konusudur. Ama mutlak bir sonsuzluk değil.
II.
Albert Einstein: "Eğer evrenin en ucunu görebilseydim, baktığnn zaman en
semi göriirdilm'' demiştir. Evet, kapalı bir ortamdır kfilnat. Zahiren açık gibi görünse de, hakikatte kapalıdır. Sımsıkı takviye edilmiştir!' Bu açıdan bakınca, nihayetsiz bir evren profiliyle karşı karşıya bulunmaktayız. Tılın bu özellikler, bir derece birbirine benzemekle beraber, sonsuz olmak için yeterli değildir.
42 Bkz. Mülk.süresi, 67:3.
tldem'in hiktlyesi
Yaşadığımız hayat serüveni boyunca, kendi başımıza elde
edemediğimiz bir sonsuzluk talebiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Olmayan bir şeyi isteyemeyeceğimizden hareketle, ip uçlarını alt alta koyunca, sonsuz bir hayatın var olması gerektiği sonucuna ulaşıyoruz. Nihayetsiz bir evren modelinin, ebedi
hayata işaret ettiğini algılıyoruz. Sonsuzluğun nihayetsizliği içerdiğini ama her nihayetsiz olanın sonsuz olmayabileceğini fark ediyoruz.
Velhasıl evren, sonsuzluğun nasıl bir şey olduğu hakkında fıkir sahibi olalım diye, onu bir derece kavrayabilelim diye nihayetsiz kılınmıştır. Sonsuz olduğu için değil. Sonsuz hayat
elbette ki vardır ama bu evrenin içinde bir yerlerde değil. Sonsuzluğa doğabilmemiz için öncelikle, her an yaratılan yani her an düşmekte olan bu dünyadan ayrılmamız gerekiyor. 43
43 Bkz. Bediüzzaman Said Nurd, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 676.
Sonsuzluk krizi
• 1 NSAN, GÖRMEDİGİ BİR ŞEY1 isteyebilir mi? Duymadığı, tat-
madığı kısacası bilmediği bir şeyi? Belki! İnsanda merak
var. Peki, ya olmayım bir şeyi isteyebilir mi? Örneğin, bestelenmeyecek bir müziği dinlemeyi talep eder miydik? Ya da doğmayacak birisini görmeyi? Var olmayım bir meyveyi tatmayı canunız çeker miydi?
Mantık ve duygularunız böyle bir şeyin mümkün olamayacağını söylüyor. Çürıkü 'yok' ki isteyelim. Olmayım bir şeyi
istememiz mümkün değilken neden insanoğlu devamlı sonsuzluğu isteyip duruyor peki? Şayet 'var' olmasa ...
Ötelerin talep edildiği bu sır, nereden geliyor? Yoksa bu bir sır mı? Sanmıyorum. Bir kere, istiyorsak mutlaka 'var' demek
tir. Şu an elimizde olmaması, hiçbir zaman da olmayacağını göstermez. Verilmeyecek bir istek, olmayım bir taleptir. Şu durumda, kendi başımıza elde edemediğimiz bir sonsuzluk tale-
tldem'in hiktlyesi
biyle karşı karşıya bulunuyoruz demektir. Bizim dışımızda bir güç, bu arzumuzu peldlll. yerine getirebilir. Şayet vermek istemeseydi, istemek vermezdi.44 Değil mi?
Küçük bir örnek; Teşbihte hata olmasın, 1-2 yruşlarında henüz tam konuşa
mayan, isteklerini tam anlatamayan küçük bir çocuğu, bir vakit tanımadığı adamlar bir ye.re kaçırıyorlar. Ona belli aralıklarla damar içi morfın veriyorlar. Bu enjeksiyonlar sonucu çocuk morfin bağımlısı haline geliyor. Sonra onu tekrar aldıkları yere götürüp bırakıyorlar.
Şimdi, bu kiiçükçocuğıın nazik vücudu, morfin bağımlılığının belirtilerini gösterince ne yapar? Konuşmayı tam bilmiyor ki çevresine, canının bilmediği bir şeyi çok istediğini söylesin. Bağımlısı olduğu şeyin ne olduğıınu bilmiyor ki, onu istesin. Morfin krizi anında tarifsiz sızılarla inliyor; fakat nefsini teskin edecek, derdine derman olacak çareleri bilmiyor ki ona doğru yönelsin ...
Çocuk canının çok istediği şeyi bilemiyor, söyleyemiyor, isteyemiyor. Ama oraya buraya savrulup duruyor.
Sanki ruhlar i\leminde sonsuzluk enjeksiyonu yapılmış ve öylece dünyaya gönderilmiıj de, ademoğlu da o küçük çocuk gibi savrulup duruyor. Sonsuzluk ateşini söndürecek zannıyla paraya başvuruyor; zengiıılikten medet umuyor; iktidara bel bağlıyor; güçlü olmaktan ve menfaat peşinde koşmaktan fayda bekliyor; evrensel kanunlara yöneliyor; hümanizmde huzur arıyor; materyalizme, natüralizme, determinizme ... gönill veriyor; kendisi gibi aciz olan maddeden ve tabiattan en ol-
44 Bediüzzaman Said Nu.rsl. Mektubat, Söz Basım Y;xyın, s. 426.
66
sonsuzluk krizi
mayacak şeyleri talep edip duruyor. Bunların yanı sıra şan ve şöhrete müracaat ediyor, insanlar tarafından övüldüğünde çözümü buldum sanıyor.
istek dersen bol, ama ...
Ademoğlu çok istiyor, ama çoğu kelilmı bilmiyor ki söylesin. Ne istediğini, Kim'den istediğini düşünmüyor ki istesin. Sanatoryum hükmünde olan, 'tedavi merkezleri' misali yerlere başvurmuyor ki bu 'sonsuzluk krizleri' teskin olsun.
Son söz ...
İnsanlık ô.leminin övünç kaynağı, tabipler tabibi olan zat (a.s.m.), "Gel hastasın, işte reçeten ... " dediği halde, çoğumuz hala üç maymunları oynuyoruz. Görmedim, duymadım, bilmiyorum.
Din afyondur diyenlerin kulakları çınlasın! Asıl afyon; in
sanın iliklerine kadar işleyen beka ru;ıkım yok saymaktır. Ademoğlunu sıtma gibi tutan şu sonsuzluk krizini, bir kir izi gibi göstermeye çalışmaktır.
Ruh göçü veya ruhu göçertmek
RUHUN OLGUNLAŞABİLMESİ İÇİN, onlarca farklı bedende binlerce yıl yaşaması zorunlu mudur? Çala.kalem sür
mekte olan bir hayatın içinde ruhta olgunlaşma sağlanamaz mı? Kişi aynı dünyaya tekrar tekrar gelmek suretiyle ruhi bir serüvene girmek zorunda mıdır?
Neticesi cennet olan bir süreçte, ortalama yetmiş senelik bir ömür, neden yeterli olmasın ve kafi gelmesin?45Ruhun arzusu, bitmeyen bir ömür sürmek midir yoksa sonsuzluk mudur?
Ruh göçü ya da sürekli olarak tekrar doğmak kavramına inananlar, ruhun gelişiminin ancak bu şekilde tamamlanabileceğini savunurlar. Kişinin değişik olgularla karşılaşacağı dünyada, aynı ruhla farklı bedenlerde defalarca doğması ge-
45 Bediüzzaman Said Nu.rsl. Lemalar, Söz Basım Yayın. ss. 43-46.
68
ruh göçü veya ruhu göçertmek
rekliliğini iddia ederler. Amaç sonsuz tekamüle (olgunlaşma
ya) ulaşmaktır.
Reenkarnasyon anlayışına göre yaşam, ilkelden gelişmişe
doğru bir okuldur ve bu okulda her insan ayrı bir sınıfta dersi
ni öğrenmeye çalışır. Bu düşüncede olan insanlar, dünyayı bir
imtihan ve sınanma dünyası olarak değil de hep bir azarlan
ma yeri ve bir tür hapishane olarak yorumlarlar. Onlara göre
dünya bir musibet yeridir. Bütün bela ve afetler, nimetler veya
mutluluklar, önceki hayatında yapmış olduğu iyi ya da kötü iş
lerin neticesidir. Hesabın görülebilmesi için de, insanın tekrar
tekrar dünyaya gelmesi gereklidir!
Öldükten sonra dünyada tekrar bedenlenme düşüncesinin
özünde, ahiret inancının olmaması önemli derecede rol alır.
Ölümden sonra yok olmaktan korkan insanların, bu korku
larını yenebilmesi için çıkar yol olarak ruh göçüne sarılmala
rı bu nedenledir. Nitekim reenkarnasyonun ilk çıktığı yerler,
Hindu dinleri ve Budizm inançları olmuştur.
Ruh nedir?" Öz, cevher, kanun .. .41 Şu bildiğimiz prensiplere
benzeyen evrensel bir kanundur ruh. Onun ikizi gibidir. Yerçe
kimi kanunu neyse, öylece bir prensiptir. Ondan furkı, düşün
celi oluşudur. Şayet mevcut kanunun başına şuur geçirsek ve
onu bilinçli hale getirebilsek, nesnel bir vücudu da elbise gibi
ona giydirebilsek ruh elde etmiş olurduk. Öyleyse ruhumuz ev
rende var olan kanunların kardeşidir. Ondan farkı düşüncelidir,
dahildedir, latiftir, gezgindir. Ölmez hiç, her daim bakidir. Kanunlar sabit ve daim olduğu için zamanın geçmesiyle, devranın
dönmesiyle değişmezler. Değişime de uğramazlar.
46 "De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ... " İsrA süresi, 17:85. 47 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, "Hakikat Çekirdekleri;' Söz Basım Yayın. ss.
665-666.
tldem'in hiktlyesi
Evrenin dili, reenkarnasyon tezini reddediyor. Şayet reenkarnasyona tabi bir ruha sahip olsaydık, her bir hatamız ölümle sonuçlanırdı. Ta ki hatasız bir olgunluğa ulaşıp neticesi cennet olan bir ruhi serüvene girebilelim.
Oysa canlıların her hatası ölümle sonlanmıyor. Hatta, Yaratıcının kullarında görmek istediği en sevdiği amellerden birisi de tövbe edip hatalarından dönmeleridir. 48 Başta Hz. Muhammed (a.s.m.) müjde veriyor ki, Allah (c.c.) insana hatasız olına külfetini yüklemiyor. 49 Cenii.b-ı Hakkın Tevvii.b ismi ruh göçünü imkansız hale getirir.
Gerçek ve daimi hayat, ahiret hayatıdır. İnsan ise, ister bir kez isterse bin kez olsun, kendi başına sonsuzluğu elde edemez. Öyleyse ruh göçü gibi imkansız hezeyanlarla bu hayatı göçertmemesi gerekir. İnsan, elindeki hayatı çok iyi değerlendirmelidir. Zira başka bir dünyahayatı yaşayamayacaktır. Her anıyla, 104" (lO'un ardına 46 defa sıfır koyun düşünün) defa yaratılan hadsiz sayıdaki misali bedenlerinin ne kadarını Allah'm rızası dairesinde kullanabildiğine dikkat edilmelidir. O'nun yolunda kullanılan her bir saniyenin, bir sene hükmünde olduğu çok iyi bilinmelidir.
48 Bakara süresi, 2:160. 49 Ebu llyyub (r.a.) anlatıyor. ResillulWı ( a.s.m.) buyurdular ki' •Eğer siz hiç güııalı iş
lemeseydiniz, Allahü Td!A sizi hel!.k eder"" J"'rinize günah işleyecek (fiıkat tövbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı." Müslim, Tevbe, 2748; Tinnizt. Da'avılt, 3533.
70
Hayatımızın hayatı
B ÜNYEMIZ!N SAGLIKLI çalışabilmesi için temel ihtiyaçlarımızı dış ortamdan karşılamamız gerekiyor. Hava, su, gı
da gibi. Bu maddelerin vücudumuzdaki yoğunluğu azaldıkça, onlarsız yaşama süremiz de kısalmaya başlıyor.
Örneğin; oksijen bulunmayan bir ortama direncimiz birkaç dakikadan fazla sürmezken, susuzluğa karşı tahammülü
müz birkaç gün devam ediyor. Açlığa ise, birkaç hafta süreyle dayanabiliyoruz. Şu durumda; "madde yoğunluğundan arındıkça, küçülüp inceldikçe bizim ona olan ihtiyacımız tersine şiddetleniyor, olınazsa olınaz bir hal alıyor" dememiz pekala
mümkün gözüküyor.
İç il.lemimizin vücudu ise hiç şüphesiz ruhumuz. Ona giy
dirilmiş bir kılıf olan şu bedenimizin ihtiyaçları göreceli bir sıra takip ederken, ruhumuzun da bu kanundan nasipsiz kalması düşünülemez. Şu farkla ki, ruh için madde bir posadır. Evreni yutsa yine de doymayacak dipsiz bir kuyu gibidir. Ru-
tldem'in hiktlyesi
hun gıdalanabilmesi için maddenin küçülerek incelmesi ve en
nihayet meleküt potasında eriyerek onun sindirebileceği bir öze dönmesi gerekir ki, işte bu manadır. Yani, Allah'ın güzel isimlerinin varlık alemindeki yansımalarından oluşan iman
hakikatleri. Diğer bir ifadeyle de letafetin en uç noktası olan
manevi gıdamız. Mademki bir şeyin kütlesel yoğunluğu azaldıkça, küçülüp inceldikçe ona olan bağımlılığımızın dozu artarak zirveye çıkıyor. Öyleyse ruhumuzun imansız bir vasata
tahanımülü birkaç andan fazla olmasa gerektir!
Fıtrat asla yalan söylemez. 50 İnanmak fıtri bir kanundur; insan kendisini bundan kurtaramaz. Denilebilir ki, mabudsuz
bir insan yoktur. Her insanın taptığı bir mil.budu muhakkak vardır.51 İnsan ruhu ancak bu şekilde gıdalanabilmektedir. Ve ancak yücelterek var olabilmektedir. Tapınmanın olmadığı bir
ortam, ruhun asla tahanımül edemeyeceği bir vasattır. İnsan 'gerçek Mabudu' göremediği anlarda derhal geçici çözümler üretmeye başlar. Gözlerinin tuttuğu, ellerinin yetiştiği şeylerden kuvvet dilenmeye başlar. Yaptığı bu tercihi sindirebilmek için de, önce kendi nazarında İlahlaştırır, sonra döner mabud
zannederek o objeye tapmaya başlar. Ve aldanır.
Ruhun olmazsa olmaz kanunudur tapmak fiili. Her ne koşulda olursa olsun, hükmünü mutlaka ruha uygulatır. İnsan, dünya hayatında bu tarz bir yaşayışla ömür tiiketirken, medeniyet f.ıntezileriyle oyalanırken, ruhu bir nebze de olsa so
luklanır. Çünkü dünya hayatında yalancı ilahlara yer vardır, ama ahirette asla! Sahte ilahların artık bulunmadığı bir ortamda ruhun yapabileceği tek bir şey vardır: Gerçek Mabud olan
Allahü Tealıı'ya yönelmek. Tabii, kendisine bu imkfuı tanınırsa!
50 Bkz. Bediüzzaman Said Nurs1, Mektubat, .. Hakikat Çekirdekleri," Söz Barum Yayın, s. 665.
51 Bkz. IG.firün sillesi. 109:1-6.
72
hayatımızın hayatı
Dünya hayatındayken, ufuk ufuk emareleri görünen yoksunluk belirtilerinin zirveye çıktığı andır. Arlık o insan için
hüküm oldukça nettir: Ebedi idam. Dünyadayken zırvalamanın bedelini, ahiret hayatında zirveye çıkan bir mahrumiyetle ödeyiverir .• Ltıa'büdü ma ta'büdun"52 sırrı bütün çıplaklığıyla açılıverir.
Ey nefis! Mademki, öyle ya da böyle tapmak zorundasın. Sadece 'gerçek Mabud' olan Allab'a kul ol ki, din gününde alemlerin Rabbi olan Allab'a, "İyyake na'büdü ve iyyılke nesteln"53 demeye yüzün olsun. Sonsuzluk ve sınırsızlık diyarlarında değişen yeni şartlara adapte olarak, sıkıntıya ve yoksunluğa düşmeden, hayatın beka bulabilsin. Azami sayıda vücuda sahip ol ki, ruhunun sonsuzluk talebi ve beka aşkı eksiksiz olarak yerine gelsin.
Kısacası, iman ve o nuru ruha her an soluklandıran iman hakikatleri, hayatımızın hayatıdır. Sultan Süleyman'ın "Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi" sözüne karşılık biz de deriz ki: Olmaya hayat şu Memde bir anlık iman gibi.
52 KMirün stlresi. 109:2. 53 Fltiha siiresi, 1 :4.
73
Sonsuzluğa doğmak
A NA RAHMiNDE BÜYÜMEKTE OLAN bir insan yavrusunun birçok organı, özellikle altıncı gebelik ayından itiba
ren, çalışabilir haldedir. Fakat ortamın yetersizliği yüzünden tam olarak kullanılamaz, iş göremez durumdadır. Mesela; göz vardır, ama ışık olmadığı içio çalışamaz. Kulak vardır, ama ses olmadığı içio duyamaz. Mide vardır, ama rızık göbek kordonundan sağlandığı içio işleyemez. Akciğerler vardır, ama hava bulunmadığından nefes almak imkansızdır.
Her biri birer sanat eseri kıymetiode olan bu harika organlar, ortamın yetersizliği sebebiyle ya kullanılamazlar veya kapasitelerinin çok altında çalışırlar. O an içio atıl bekleyen bu çok kıymetli orgarılarunıza bakarak, onları gereksiz ve abes zannetmek, ahmakçasına bir hükümdür. Hele onları 'nasıl olsa iş görmüyorlar' diyerek tahrip etmek ve bozmak ise çılgıncasına bir cinayettir. Zira mükemmel forıksiyonlarla donatılmış bu orgarılarunızın varlığı, ileriki hayatımızda kullanmamız içio verildiklerinin büyük bir delilidir.
74
sonsuzluğa dotmak
'Rahlın içi hayatımız' esnasındaki en önemli hayat bağımız olan göbek kordonunun eceliyle birlikte, daha geniş ve daha mükemmel bir dünya hayatı başlar. O organların değeri ve ne kadar kıymetli oldukları ancak o zaman anlaşılır.
Artık ışık vardır; gözümüzle görürüz. Ses vardır; kulağımızla duyarız. Hava vardır; nefes alırız. Adeta yeni hayatımızla bütünleşmemizi sağlayan birer köprü vazifesi görür organlarımız.
Şu an, doğınuş olan her insan gibi 'dünya içi hayatımız' devam ediyor. Bu hayatımız esnasında da kullanacak ideal bir ortam bulamadığımız için, çoğu zaman tam kapasiteyle faydalanamadığımız üstün nitelikli cihazlarımız bulunuyor. 'Manevi ve latif organlarımız' diyebileceğimiz, insanoğluna has özelliklerimizin varlığını gördüğümüz halde, onları gereksiz ve anlamsız saymamız, tahrip ederek bozmaya çalışmamız da bir diğer çılgıncasına cinayettir. Çünkö o manevi ve latif organlarımızın yani; fıtrat, vicdan, akıl, idrak, kalp gözü ... gibi sonsuzluğu arzulayan cihazlarımızın varlığı, daha da mükemmel sonsuz bir alemin ve hayat seviyesinin bizleri beklediğinin delilleridir.
Ana rahminin günü yaklaşan bir çocuğa dar gelmesi gibi; dünya hayatı da, şu insana has sınırsız yetenek ve arzularımızın zahmetsizce ve tam olarak sümbüllenmesine engel olmaktadır.
Dünya içi hayatı, göbek kordonu hükmünde olan ömrü, ecel neşteriyle kesilmesi anlamına gelen ölümü ile birlikte bu hayat serüveninden de ayrılarak, sınırsız bir zamana, sonsuz ve geniş bir aleme doğduğumuz vakit manevi ve latif organlarımızın değeri ve önemi tam olarak o zaman anlaşılacak.
75
ddem'in hikdyesi
Gözün her şeyi kuşatan ışıkla ilk tanışması gibi, ahiret atmosferine girdiğimizde, sonsuz hayatla buluştuğumuzda anlayacağız ki, hiçbiri boşuna verilmemiş ve hiçbiri, anlamsız değil.
Her şeyin değeri, kıyamette ölçüleceğine göredir. Manevi organlarımıza çok dikkat etmemiz ve azami titizlik göstermemiz gerekiyor. Bu organlarımızın hayat damarı olan 'İslam kanalıyla 'imaıi suyunu o organlara gıda yapabilenlere ne mutlu.
Sonsuzluk alemlerini gezen, manevi organlarımızın o yüce memleketteki faydalarını açık seçik gören Allah ResUlü (a.s.m.), bu mübarek dini şahit tutarak haber veriyor ve manen diyor ki, 'Müjdeler olsun, manevi ve latif organlarını tahrip etmeden Allah yolunda kullanabilenlere. İşte onlar, gayelerine erenlerdir ve Rablerinden onlara bir selam vardır:
Komşuyduk biz o vakit
B EZM-İ ELEST'İN SAFLARINDA komşuyduk biz o vakit. Kimimiz beyaz olduk kimimiz siyah ama komşuyduk biz
o vakit.
Olmakla olmamak arasındaydık, vardık da yok durumundaydık.
Kimimiz önce olduk kimimiz sonra ama komşuyduk biz o vakit.
Alem-i ervahtaydık, meleküttuk, manaydık. Kimimiz doğu olduk kimimiz batı ama komşuyduk biz o
vakit.
Coştuk, coşturduk, var olmaya imkan bulduk. Kimimiz sefil olduk kimimiz kefil ama komşuyduk biz o
vakit.
71
tldem'in hiktlyesi
Yan yanaydık yakındık, akrabaydık, hısımdık.
Kimimiz dede olduk kimhniz torun ama komşuyduk biz
o vakit.
Rabbin huzurunda saftık, tertemizdik paktık.
Kimimiz emin olduk kimimiz hain ama komşuyduk biz o
vakit.
Alemler dile geldi, dinleyenler dine geldi.
Kimimiz mü'min oldu kimimiz kMir ama komşuyduk biz
o vakit.
O gün komşuyduk da bu gün neyiz? Rabbe döndürülünce
ne deriz?
Kimimiz hamdık kimimiz pişkin ama komşuyduk biz o va
kit.
Sevginin sınandığı yer: Dünya
( s iNANMAMIŞ SEVGİYE GÜVENİLMEZ' DERLER. Doğru söylerler. İnsanların sizi sevdiklerini nasıl anlarsınız?
Tabii ki sınayarak; zor zamarılarda yanınızda olmalarına bakarak; feragat edişlerini gözleyerek. ..
Dünya hayatı bir evredir. İç yüzümüzün açığa çıktığı, bütün sevgilerin sınandığı yerdir. Neden dünyaya geldiğimizin, burada ne işimizin olduğnnun kritik cevaplarından biridir bu.
Dünya hayatı, insanın en olgun haliyle Rabbini kavrayabilmesi için kurgulanmış bir sahnedir. Şahsa özel bir senaryosu vardır. İnsan mukabele etmekle kalmayıp, müki\leme de edebilen, Yaratıcıya muhatap olabilen varlıktır. Ve çok sevilmektedir. Yokluğun en karanlık hallerinden varlık sahasına çıkarılmış hayat sahibi kılınmıştır. Bitki, hayvan, vesaire değil eşref-i mahlil.kat olarak yaratılmıştır. İnsan olarak muhatap alınmıştır. Makamı, ruhu kadar yüce kılınmıştır.
79
tldem'in hiktlyesi
Alemlerin Rabbi, koskoca bir kainatı pervane gibi insanın etrafında döndürmektedir. İnsana karşılıksız olarak verilen,
saymakla bitirilemeyecek tüm bu nimetler; Yaratıcı tarafından
ne kadar çok sevildiğimizin, bize ne kadar fazla değer veril
diğinin göstergeleridir. Şayet sevmese, ademoğluna bunca ni
meti, üstelik de karşılıksız olarak niye versin? Siz, sevmediği
niz insanlara en küçük bir şeyinizi veriyor musunuz?
Allah'ın insana olan muhatabiyetini, teşbihte hata olmasın,
arın enin çocuğuna olan sevgi ve şefkatine benzetebiliriz. 54 Dün
ya hayatında bunun dışındaki ilişkiler, bakiki iman kardeşliği
hariç çoğunlukla çıkar ilişkisidir. Menfaat üzerine dönmektedir.
Tilin bunlardan çıkan sonuç şudur ki; Allah'ın bizleri sev
diği muhakkaktır. Peki, bizi gerçekten seven bir Yaratıcı, bizim
O'nu ne kadar sevdiğimizi belirlemesin mi? Bütün mahlilkata
bunu ilan edip göstermesin mi? Kendisinin de bildiği pek çok
ilmi hakikati, en sevdiği insanoğluyla paylaşmasın mı? Dü
şünce hızında yaşanan bir ahiret hayatına uyum sağlayabilme
miz için, bizim O'nu ne kadar sevdiğimizi sınamasını, sonsuz
hayatın olmazsa olmazlarının dünyada elde edilebileceğinden
hareketle, bu meziyeti kazanabilmemiz için, sonsuz hayatın
ebedi birlikteliklere dönüşmesi adına böyle bir sıralamanın
gerekli oluşunu, mutlaka talim ve terbiye gerektirdiğini hesa
ba katmamız gereklidir.
Çok sevdiğiniz iosanların, sizi ne kadar sevdiklerini nasıl
anlayabilirsiniz? Sınanmamış sevgilere güvenebilir misiniz?
Bu dünyada, O'nu (c.c.) ne kadar sevdiğimizio sözde değil öz
de cevapları aranıyor.
54 ':4.llah merhameti yüz parçaya böldü. Bundan doksan dokuz parçayı kendine ayırdı. Yeryüzüne geri kalan bir cüzü indirdi. Bu tek cüz (iledir ki mahlfikat birbirine) mer~ hametli davranır. At, yavrusuna basmam.ak endişesiyle ayağını bu sayede kaldırır." Buhari. Bdeb 19; Rildk 19; Kütüb~i Sitte, 7. cilt, s. 265.
So
Büyük proje
I.
Y ARATICININ EN BÜYÜK hilkat projesi, insandır. Alemlerin Rabbi, Kendisine muhatap aramaktadır. Ve o muha
tabı da belirlemiştir.
Aslında Rabbin, her daim Zatına secde eden mahlükatı
vardır. Tesbihatlarmda eksik ve kusur bulunmayan sayısız melaike ve ruhaniyata sahiptir. Ama yine de •Ben yerde bir halife yaratacağım ... "55 buyurmuştur. Belli ki, Yaratıcının gayesi başkadır.
Halife, 'hilafet eden' anlamındadır. 'Allah'ın yeryüzündeki temsilcisi' anlamına geldiği gibi, 'aykırı davranan, hilaf edip diklenen' manasına da gelmektedir. Bunun içindir ki, mela
ike ve ruhaniyat, "yerde fesat çıkaracak ve kan dökecek birini
55 Bkz. Bakara sfues.i, 2:30.
81
tldem'in hiktlyesi
mi yaratacaksın? ... ,,,. diye sual etmişlerdir Yaratıcıya.
Gerçekten risklidir insanın yaradılışı. Riskli tasarımlar içermektedir. Ancak Yaratıcı, Kendisine bir muhatap aramaktadır. Sonsuz ve müteal bir ilişki için gereklidir insanın halife oluşu. Onun için de istediği gibi tasarruf edebilmelidir. Yeryüzüne Mkim olabilmelidir. Zira hilafet edebilen bir mah!Uk, layıkınca muhatap olabilir İlahi hitaba. İnsanoğlunun çıkardığı fesatlar ve döktüğü kanlar, onda emanet bırakılan bu yüce sırra binaen göze alınmıştır. Çok büyük bir hayırlı sonuç için, ona nispetle küçük olan şerler göz ardı edilmiştir. Bu bir ihmal etme değildir. Başta iblis olmak üzere ve onun gibilerin hepsine belli bir süre verilmiştir. 57 O kadar ...
'Allah gizli bir hakikatti, açılmak ve bilinmek istedi, i\lemleri yarattı: Kendisine bir muhatap aradı, insanı yarattı. Bu bir tenezzül-il İlahiydi."
II.
Alemlerin Rabbi tenezziil-ü İlahi ile konuşmak istiyor. Terbiyeden geçmiş bir konuşma istiyor. İnsaru istiyor. Kalemi veriyor, derk edip öğrensin istiyor. İsimleri veriyor, idrak etsin istiyor. İnsana kalp veriyor, içine yerleşmek istiyor. Gayrı terk etsin istiyor. Zat-ı Akdes kelam ediyor, müki\leme edecek bir muhatap istiyor.
En geniş faaliyet alam olarak insan seçilmiştir. Ebediyen sürecek bir muhattabiyettir, bir diyalogtur insandan istenen.
56 Bkz. Bakara sil.resi, 2'30. 57 Bkz. XrM sftrcsi, 7:14-15. 58 Tenezzül mü 1lahi.: Cenlbmı Hakkın, karşısındakinin seviyesine göre tevazu ile konuş
ması. Mekin.mı yukarıdan aşağıya nakletmesi
82
büyük proje
Yapılan teklif budur. Sonsuza değin sürecek bir karşılıklı görüşme ve yüce bir mükaleme teklifidir yapılan. Diğer canlıların yapabildiği ise mukabeleden ibarettir.
Mahliikatta iki çeşit konuşma var: Biri 'mukabele' diğeri 'mükaleme:
Mükaleme; Allah'm Zat'ma muhatap olmayı gerektirir. Derinlikli ve sezgiseldir.
Mukabele ise; Yaratıcının U!Uhiyetine muhataptır. Sistematilc ve iletişimseldir. Diğer bir ifadeyle, miikMeme ederıler 'Rahlmiyyet' burcunda kelam ederlerken, mukabele ederıler ise 'Rahmaniyyet'in gölgesinde konuşurlar.
Mukabele, karşılıklı bilgi alış verişi demektir. Alemin her yanına döşenmiş bir iletişim ağının karşılığıdır. Minnacık hücrelerin incecik lisanlarından, galaktik sistemlerin işleyişine kadar her türlü bilginin, tabir caizse yukarıdan aşağıya akmasının adıdır. Burada bir hiyerarşi söz konusudur. Mukabelede sistematik ve programlanmış bir iletişim söz konusudur.
Oysa mükl\leme ise, bir nevi otonomi kazanımıdır. Mükl\leme edebilen bir mahlük, kendini devamlı geliştirmektedir. Sonsuza arzulu bir idrak devrededir. Derinlikli bir bilinç ve sezgisel bir sonsuzlaşma yeteneği söz konusudur. Ene ve benlik duygusu sayesinde, Cenab- ı Hakkın isim ve sıfatlarının ve nihayetinde, Zat'ının bilinmesi sürecine uzanan bir yetenek söz konusudur. Yine tabir caizse aşağıdan yııkarıya doğru yükselen bir hitabetin adıdır. Miraç bıına güzel bir örnektir. Cebrail aleyhisselamın, belli bir yerden sonra yükselememesinin sırrı da mukabele yeteneği ile alakalıdır. Cebrail (a.s.), miraç yolculuğunda Hz. Muhammed'e (a.s.m.) şöyle demiştir: "Ya Muhammed! Bundan sonra sen tek başı-
tldem'in hiktlyesi
na devam edeceksin. Ben bir adım daha atarsam helak olu-" rum.
İdrak, çok güçlü bir sezgi yeteneğidir. Derinlikli bir bilmenin adıdır. Burada, bilgi ötesi bir bilme söz konusudur. İnsan idrak
edebilmesi sayesinde, mutlak olanı arzulayabilmektedir. Zat-ı Akdes~ (c.c.) perdesiz muhatap olabilecek imkanları bulabilmektedir. İşte bu öze11.i.k, ne meleklerde ne de başka bir canlıda
bulunmaktadır. Gerçi meleklerde ve cinlerde de idrak bulunur fakat insanınki. gibi geniş ve şümullü değildir. İnsan, derinlikli olan bu algı sayesinde mukabele etmekle kalmayıp mükaleme de edebilmektedir. İnsaru üstün kılan da işte bu özelliğidir.
'Kelilm' yani konuşmak, en gelişmiş varlık yeteneğidir. İnsanlık, büyük bir topluluktur. Kellim sıfatından gelen şeriat-ı
İlahiye'nin59 dünyadaki yüklenicileri ve temsilcileridirler.60
Yaratıcının (c.c.), kelam ve hitabında vasıtalar bulunur. Gaybın derinliklerinden akıp gelen bir haberleşmeden, aşikar
bir görüşmeye geçişin öznesi seçilmiştir insan. Yeryüzü, bu büyük projenin baş aktörü olan insan için döşenmiştir. 'Yayılmış bir beşik' haline getirilmiştir. Sonsuzluk ve sınırsızlık diyarlarında, Rabbe muhatap olmak zor bir iştir. Doğrudan cennette yaratılmak yetmez. Talim ve terbiye gerektirir. Bunu Hz. Adem'in (a.s.) hikayesinden biliyoruz. Vasıtasız bir görüşme, aracısız bir konuşma, meziyet gerektiren tecrübelerdir. Her
yaratılmışın kolayca yapabileceği işler değildir bunlar. Allah'ın elçisinden naklen iletilen, ilahi malftmatların yardımıyla, mükaleme zenginliği elde etmek gerekir. Amaç, bilgi ötesi bir
bilme yeteneği kazanımıdır. Bu nedenle IJ.demoğlu isimleri öğrenmelidir. Öyle sözler söylemelidir ki daha melekler bile
59 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxst, Muhtlkemat, Söz Basım Yayın, ss. 154-155. 60 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxst, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 689.
büyük proje
duymamış olsunlar. Kısacası. kamil bir insan olmak gereklidir.
İnsanın dışındaki canlıların Allah' tan ( c.c.) her dalın haber almaları, ancak elçiler vasıtasıyla mümkündür. Bu önemlidir. İnsanı, eşref-i mahlUkat yapan bir üstünlüktür. Cennet-i alada ise her insan bir elçidir, Hllik'tan mahlUka akan ... İnsan, Rahmil.n'ın suretinde yaratılmıştır.61 Ve teşbihte hata olmasın, diğer canlılar için, Allah'ın boy aynasıdır insan ...
MELEKLERDE AKIL MELEKESİ
Melekler genellikle akli verilere ihtiyaç duymazlar. Fakat potansiyel olarak akıllı canlılardan sayılırlar. Esmanın büyük bir kısmını meleklerin de bilmesi, akıl melekesine sahip olduklarını gösterir. 62 Akıl varsa az veya çok idrak de bulunur.
Müdrik kelimesi, idrak eden demektir. Aklı eren, kavrayan anlamındadır. Melekler zevi'l idrak canhlardır. 63 Fakat zekaları insana göre yavaştır. Zinı. pozisyonları gereği buna ihtiyaç duymazlar.
Zeka, fehmetme ve idrakte çabukluk demektir. Meleklerin idrakleri insana nispetle daha sınırlıdır. Bakara sôresinin 30-31. ayetlerinde manen zikredildiği gibi, 'Adem melekten daha kerim ve hilafete daha müstahak ve layıktrr:04
Buradan da anlaşılıyor ki, hem insan hem de melekler akıllı canlılardır. Fakat idrakteki çabukluk ve zekaveti nedeniyle, insanın hilafet görevine daha layık olduğu zikredilmiştir.
61 Müslim, Birr 115; Cennet 28; Müsned 2, 244, 251, 315, 323, 434, 463, 519, 62 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxst, işı.trı:U'ül-1Ci1z, Söz Basım Yayın, s. 358. 63 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxst, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 679. 64 Bkz. Bediüzzaman Said Nurst, işarat'ül~İCdz, Söz Bamn Yayın, s. 358.
85
tldem'in hiktlyesi
Bilgi öğrenilene kadar aklın kıvrımlarında saklanır. İdrak edildikten sonraysa, refleks olarak otomasyona bağlanır ve o şekilde iş görür. Meleke kabilinden bir biliş hasıl olmaya başlar.
Meleklerin bulundukları mertebede, hakikatlere insana nispetle perdesiz muhatap olmaları aklı kullanmalarına pek ihtiyaç bırakmaz. Adeta refleks gibi o işi meleke kabilinden yapmalarını sağlar. Örneğin yüzme bilenler için, akla pek ihtiyaç duymadan yüzebilmek gibi bir şeydir bu. Y'lizme bilmeyenler ise, önce onu öğrenmek durumundadır. Ancak ondan sonradır ki refleks olarak otomasyon halinde bu işi yapabilirler.
Perdesiz müşahede etmek idraki sınırlandırmaktadır. Meleklerin nefis sahibi olmamaları da şuurlarını o denli berrak hale getirir ki, adeta robot gibi emirlere itaat etme vaziyetine sokar onları. Şu farkla ki, zevk-i ruhaniyle bilinçli olarak emre itaat ederler. Keza benlik duygularının olmaması da fitneye bulaşmalarını önler. Eğer meleklere nefis verilerek perdesiz muhatabiyetlerinin önüne geçilseydi, zamanlaştmlmış bir evrende ihtimal ki aklı kullanma melekeleri artarak idrakleri aşama aşama güçlenecekti. Kayıtsız şartsız ettikleri itaat de sarsılmaya başlayacaktı. Ve'l-ilmu indallah (en doğrusunu ancak Allah bilir), onlar da insan gibi muhtemelen hilaf edip diklenme emareleri gösterecekti. Müennes (çekinik halden), müzekker (baskın) hale geçmeye başlayacaklardı.
Varlık Alemi, müdrik ve ilim sahibi olabilenlerin tasarruf edebilecekleri bir maldır. Zira ilim ile alırlar, isim ile ellerinde tutarlar, nasıl bir şey olduğunu tanımlayarak da eşyaya sahip olurlar. Yarışmalı bir ortamda dominant olan resesif olana, daha akıllı olan aldi verileri sınırlı olana daima galip gelir.65
65 Bediüzzaman Said Nu.rsl. İşı1rıtt'ül-ihız, Söz Basım Yayın, s. 358.
86
Kendini tanıma serüveni
I.
• 1 NSANIN KENDIS!NI TANIMASI başlı başına bir muamma-
drr. Evrene, içindekilerle birlikte muhatap olmak kadar zor ve meşakkatlidir. Zira insan, kainatın küçültülmüş bir örneği ve meyvesidir. Dolayısıyla insanı bihakkın tanıyan, ii.lemlerin
Rabbini de hakkıyla tanıyacak demektir.
Yaratıcının güzel isimlerinin içerisinde en büyük ve kapsamlı isim, ismi Azam olarak da nitelenen 'Rahmfuı' ismidir.
Beyaz ışık, nasıl ki diğer tilin renkleri içerisinde barındırıyorsa, Rahman ismi ve Rahmaniyyet sıfatı dahi beyaz ışığa benzer.
'.Allah' lafzı Yaratıcının özel ismidir. Kitabında kendisine o ismi vermiştir. İnsanın da özel ismini bir kenara bırakırsak en büyük ismi 'insan' olmak, en kapsamlı sıfatı da 'insaniyet' vas
fıdır.
tldem'in hiktlyesi
Nasıl ki Rezzak (rızık veren) ismi, rızkın her türlüsünü ne
tice verm4'se, RahmWı (her şeye merhamet eden) ismi de, yaratılan bütün varlık il.lemi içerisinde insanı netice verm4'tir. Yaratıcının en büyük vasfı olan Rahmamyyet dahi, yeryüzünün halifesi ve yaratılmışların en gelişm4'i olan insaniyeti şe
killendirmiştir.
Her şeyi çepeçevre kuşatan rahmettir. Evrende rahmetin
cereyan etmediği tek bir fiil, içine almadığı tek bir oluşum gösterilemez. Rahmetin kudret ile fiile dökillüp akışı ise, Rahmilniyyet'in ta kendisidir.
Özünde Rahmiln (her şeye merhamet eden) ismine bakan, kaynağını ondan alan insan hayatı, kainatta cereyan eden Rahmaniyyet'ten kopuk olursa, gerçek mahiyetini bir türlü
bulamaz. Birer rahmet aynası olan varlık alemiyle ters düşer. Yaratılmışların beddualanyla hayattan uzaklaştırılır. Çürümüş, mahiyeti bozulmuş, abes bir meyve olarak şu dünyadan
göçüp gider.
Rahman ismi, gölgesinde diğer tilin kutsal isimleri barındırdığı gibi, insanın da insan olmanın gereklerini yerine getire
bilmesi gereklidir. Bu nedenle kendisine verilen ve bünyesine entegre edilip donatılan duygularını, bilme ve kavrama yeteneklerini, hislerini Allah adına çalıştırıp, O'nun (c.c.) güzel isimlerini eylemlerine, söylemlerine, hayatına, kalbine, vicda
nına, aklına vs. nakşetmesi gerekir. Manevi ve latif organlarımızı yaratılış gayemize uygun çalıştırabildiğimiz ölçüde gelişerek açıldığını ve olgunlaştığını gözlemleriz. Adeta, tohum
halinden ağaç olmaya doğru yol almaya başlarız.
Rahmetin fıillere akabilmesi için; sonlu olmayan, başka güçleri ortak olarak kabul etmeyen bir kudrete, varlık il.lemi-
88
kendini tanıma serüveni
nin arasındaki ilişkileri. sebep-sonuç kavramlarını ortaya koyup, onları basit birer madde iken birer tohumcasına sembol
leştiren anlaşılır ve manidar bir hikmete, her şeyi kuşatan ve içine alan bir ilime, karşısında her şey bir olan güçlü bir iradeye, nazarından hiçbir şey gizlenemeyen, en ince vücutlara ve
eylemlere sızarak nüfuz edebilen bir öngörüye, bir küçük hücreciğin incecik lisanı da dahil hiçbir sese kayıtsız kalmayan ve nihayet olarak da kutsi bir hitap gücüne ihtiyaç vardır.
Yine merhamet ancak hayat ile hakikatini bulabilir. Mesela bir robot fiilen merhamet gösterebilir ama hayatı olmadığı için, çok derinlerden kaynaklanan merhamet vurgusundan
mahrumdur.
Rahmilniyyetin kendini gösterebilmesi için, Allah'ın es
ma-i hüsna dediğimiz en güzel isimlerinin tamamına sahip olup içinde barındırabilmesi gerekir ki, Rahmaniyyet tecelli edebilsin.
II.
Yaratıcı, Kendisinde var olan sonsuz özelliklerinin, unvan ve
isimlerinin karşılığı olarak insana birçok yetenekler, his ve duygular vermiştir. Sevmelere muhabbetlerle bağlanıp karşılık veren bir 'kalıi, tertemiz, safi ve şefkatli duygular içeren bir 'vicdan: aklın tüm mertebelerini içinde barındıran bir 'dinıağ;
evreni tüm genişliği ile kuşatan bir 'hayal: kapasitesi kiitüphaneleri aşan bir 'hafıza; sınırsız yönelişlere kabiliyetli olan 'ciiz-i
ihtiyari' (özgürce tercih etme iradesi), şüpheci ve kuşkucu bir \rehini, hadsiz lezzetlere bağımlı eğilimleri sınırsız bir 'nefis; anlık yönelişlerle donatılıruş bir 'hev!; nostaljik bir 'heveS, kuvvetli
istek ve nefretlere kabiliyetli bir 'kuvve-i şeheviye ve gadabiye' (isteme ve nefret etme potansiyeli), her cihetten acayip şiddetli
tldem'in hiktlyesi
bir 'nefs-i emmare [ene]' ve bunların hepsini çevreleyen hayatın taşıyıcısı, sıkıntı ve huzurun arasında gidip gelen bir 'rulı'.
Ve adları pek bilinmeyen, yalnız yaşantının içerisinde şiddetle hissedilen gülmek, ağlamak, öfke, hüzün, sevinç, coşku gibi insan hayatına ve insaniyete has binbir çeşit duygular ve hisler ...
Eğer tfun bu insani donanımlarımız, mecazi ve gelip geçici işlerde değil de, hakiki yönlerde çalışmazlar ise, hele de yönelişleri tam aksi istikametlerde olursa, insan cismen insan olarak göründüğü halde, mahiyet ve içerik olarak adeta bir canavara döner. Yaratılmışların en zararlısı ve tehlikelisi olur çıkar.
'Kalb'in vazifesi zikirdir. Gerçek olgunluğa da bununla ulaşır. Muhabbetini, ancak layık olana ve karşılığını verebilene sununca inkişaf eder, gerçek mahiyetini bulur. Bitecek bir muhabbetin kalpte yeri yoktıır.
'Vicdanın realitesi şefkat ve merhamettir. Bu özellikler, kainattaki en yüce hakikatlerdir. Safidir ve lekesizdir. İnsan, kendi varlığını vicdanen bilir. İnansın veya inanmasın, ona Rabbinin varlığını her daim fısıldayan şaşmaz bir cihazdır. İnsanı harekete geçiren coşkuları vicdan verir.
'Dirnağ'ın (düşüncenin) hakikati tefekkürdür; fikri harekete geçirmektir. Hayatın içerisinde prensiplere kadar giden düşünüş silsileleri dimağda cereyan eder. Eğer pozitif düşünüşlerle derinleştirilirse hayatın her bir meselesini, hiyeroglif benzeri olan, yaratılışa ait Rabbani şifreleri çözecek kıvama erişir.
Dimağ ve vicdan, kalbin iki kanadı hükmündedir. Kalpte
90
kendini tanıma serüveni
tecelli eden Yaratıcının varlık bilgisi., dimağda tefekkür ile kar
şılık bnlurken, vicdan da hissiyat ve coşku ile kendini gösterir. Kalp, Allah'a doğru giden ve miraç olarak tanımlanan yolda bu ild kanat ile yükselir. Biri eksik kalırsa zor gider, olmazsa imkanı kalmaz.
'Fıtrat' ise, bu üçünün tasdikçisidir. Doğrudur veya yanlıştır der. Sözünde yalan yoktur. Kainattaki tabiat denen, işleyen
kanunların insanın mayasındaki karşılığıdrr. İnsanı kllinatla ilişkiye o geçirir. İnsanın entegrasyonunda ild cihaz vardır ki, katiyen yalan söylemezler, olsa olsa susarlar: Fıtrat ve vicdan ...
'Nefis' ise lezzetlere yönelişler ile kendini gösterir. Eğilimleri sınırsızdır.
İsteme ve nefret etme potansiyeli diyebileceğimiz 'kuvve- i şeheviye ve gadabiye' ise, insanın mahiyetinin elektriği hükmündedir. Bir şehirdeki elektrik tesisatına benzer. Dünyevi lezzetlere çağıran o olduğu gibi cenneti isteten de odur, ce
hennemden korkutan da ...
'Hayal' duygnların, düşünüşlerin ekranıdır. Kainatı tüm genişliği ile kuşatır. Ruhtaki her mesele orada şekillenir.
'Hafıza' malumattır. Bilginin depo yeridir.
'Cüz-i ihtiyar!' ise dümendir. Dilediği gibi özgürce hareket eder.
Ortada cüz-i ihtiyari durur. Çarpışma bunun üzerinde cereyan eder. Sağ tarafta kalp ve akıl (dimağ), vicdan ve fıtrat bnlunur. Sol tarafta ise nefis, nefsi emare, heva ve heves vardrr. Tarafsız bölgede ise vehim, hayal ve hafıza durur. Kuvve-i
91
tldem'in hiktlyesi
şeheviye ve gadabiye ise, tüm bunların arasındaki ipler hük
mündedir.
Ill.
İnsanı bütünleyen en önemli cihaz 'ene'dir. Yani ego ve benlik
duygusu. İnsana ait en önemli vazife ona yüklenmiştir. Tilin
duygu ve yetenekleri birbirine bağlayan, onların mahiyetleri
ni birleştiren, iplerin birleştiği yer, bağlantı noktasıdır. Ruhun
gözü, göz bebeğidir. Yaratıcının İlah olma gereklerinin, biri
cikliğinin insandaki karşılığıdır. İnsandaki şahsiyet dahi ben
lilc duygusundan, eneden kaynaklanır.
Ene içeriği itibarıyla, Cenllb-ı Hakkın İlah olma gerekle
rinden kaynağını aldığı için, muhteşem bir tartma, ölçme, ka
rar vermeler ile sonsuzluğa, sınırsızlığa erişme yollarına kabi
liyeti olmakla birlilcte, gurur, kibir, İlah olduğunu iddia etme
(hllşa) ve isyana karşı da ciddi bir yönelişi vardır. İşte insan
imtihanını bu noktada verir. İnsanın üzerindeki en ağır yük enedir. Enenin bu dipsizliği ve derinliğidir ki, insanı sorumlu
kılmıştır. İnsanı Allah'a muhatap eden de küfre ve isyana gö
türen de enedir.
'ENE'NİN İKi TİP YÖNELİŞİ VARDIR:
Bir yüzünde, Yaratıcıya, O'nun vasıf ve özelliklerine bakar.
Muhteşem bir ölçme ve kıyaslama mekanizmasıdır. Kendi özünde görünen sanat, ilim, irade, kudret, görmek, işitmek,
sevmek, nefret etmek, sevinmek, beğenilmeyi istemek, hüzün
lenmek, acımak, nefret etmek, yazmak vs. gibi fiil, isim, sıfat
ve özden kaynaklanan coşkulu duygularıyla Cenab-ı Hak'a ba
kan yollar açar. O yollar ile O'nun eylem, isim ve vasıflarına,
O'nun Zatına muhatap olur.
92
kendini tanıma serüveni
Örneğin, bir makinecik yapar, bir plan-proje çizer, bir resim yapar ya da bir eser yazar. Tüm bunları yaparken, eylemlerine dökülüp akan sanata, hikmete, ilme, zekaya, iradeye, kudrete, beş duyusunu kullanışına, hayal ve hafızasını devreye sokuşuna, eser tamamlandıktan sonraki his ve coşkularına bakar. Sonra nazarını evrene, varlık illemine, kendi içeriğine, içindeki garip ve acayip duygulara çevirdiği zaman hayrette kalır: 'Benim şu makineciği, şu plan-projeyi, şu resmi veya yazıyı yazarken karşılaştığun zorluklara ve onların basitliğine rağmen lclinatta işleyen ve her tarafta kendini gösteren bu mükemmellik, harikalık ve kolaylık, bir yerlerden kopya et
meden eşsiz yaratılış ve benim vücudumdaki ve özümdeki mükemmellik elbette mükemmel, eşsiz, acayip Birinden kaynaklanıyor' der, tasdik eder. O eşsiz Zat tarafından verilen tüm bu yeteneklerin, kendisinde bir sahiplenmeye yol açtığını sezinler, bir ihtimal fark eder. İşte insan imtihanını bu noktada verir. İmtihan ene merkezinde döner.
Şu vaziyette ene (benlik) duygusu, etrafında dolanan ve gelip kendisinde düğiimlenen şiddetli ihtiyaçları ve derinden derine duyduğu feryatları ancak ve ancak böyle eşsiz Birinin karşılayıp giderebileceğini görüp tasdik ederek, kendi kendine yetemediğini, bunu gerçekleştirecek olanaklarının bulunmadığını görür, gururdan ve büyüklenmekten vazgeçip kendi vasıtasıyla meydana gelen eseri dahi gerçek Sahibine teslim eder. Ruhun sonsuzluk talebi böylelikle doğru adrese yani Zat-ı Baki'ye yöneltilmiş olur.
Diğer yönelişinde ise; etrafında dolanan ve gelip kendisinde düğümlenen bütün ihtiyaçlara, derinden gelen tüm ağlayışlara, feryatlara kulağını tıkar. Hatta felsefik demagojilerle onlara sebepler dairesinde birer kulp takar. '.Acı ve keder yaşamın gerçeğidir' der. Kendi kendine yetemediğini, bunu ger-
93
tldem'in hiktlyesi
çekleştirecek bir imkanının da olmadığını kabul etmeyerek,
kibir ve gurur ile hırsızcasına eseri kendi mülküne geçirerek, 'sahip bulunduğum şeyler ve benim olanlar' listesine ekler durur. Zavallı hafıza, onun çalıntı defteri olur. Ahirette başına bela olacak olan da o defterdir. Zira yaratılan kayıtların bir
kopyası hafızada bırakılır. Bütün donanımları, gerçek duygu ve yetenekleri yııtarak kendi hesabına çalıştırır. İşine gelmeyeni susturur, işine gelmeyeni boğar. Böylelikle hayatında
dayanabileceği bir hakikat noktası kalmaz. Sırtına yüklediği hayat yükünün ve onun ihtiyaçlarının altında ezilir. Ancak gaflet, dalalet ve dünyanın uyuşturucu oyunları ve eğlenceleriyle bu cehennemi hali tam hissetmez. Ölüm anında ise tüm
ağırlığı ile o azabı yaşamaya başlar. Bütün ömrü filin şeridi gibi gözlerinin önünden geçer. Artık her an yaratıldığım, bütün geçmiş bedenlerinin ilmi bir vücutla karşısında durmakta
olduğıınu anlar. Bütün ümitlerini kaybeder. Dehşetli bir karamsarlığa düşer.
Bu ikinci yönelişte, nefs-i emmare (benlik) duygusu kendi
ni bizzat var bilir. Vicdan yaratıcıyı fıtraten kabul etse de nefs-i emmare (ene) kabul etmez. Kibir ve gurur ile başkaldırır. Far
kında bile olmadan llahlık dava eder, şirke girer. Hatta inan
maya meyilli kalbi de kasvete boğar, inkara gider.
Ene (benlik) duygusu birinci yönelişinde, kendini dünyada bir misafir ve ahirete gitmekte olan bir yoku bilir. Fıtratının,
duygularının, latifelerinin, yeteneklerinin, yani insaniyetinin açılması ve gelişmesi için dünya hayatına gönderilmiştir. Buna göre yaşar, onun için çalışır ve oraya hazırlanır.
İkinci yönelişte ise, sadece ve sadece dünya hayatına muhataptır. Kendini dünyada ebediyen kalıcıymış gibi göriir. Hayat onun için bir mücadeledir. Baskın olan kin ve düşmanlık
94
kendini tanıma serüveni
duyguları, şu mücadeleci hayat anlayışından kaynaklanır. Ona göre yaşar, onun için çalışır ve ona hazırlanır.
İnsanın içeriği mükemmel, bu özün içerisindeki latifeler ve duygular derin ve geniş, coşkuları ise sınır tanımaz olduğu için, yerlerin ve göklerin almaya çekindiği bu yükü insan rahatlıkla kaldırabilir. Fakat, duygu ve latifelerinin arasında bir ittifak olınası kaydıyla ...
Yok, eğer bu ittifak kurulmamış ise; mesela, kalp kasvetteyse veya vicdan kalp ile ittifak etmiyorsa, ya da dimağ (akıl) çabşıyor da, o da kalp ile bir olamıyorsa, insan o yükün altında ezilir gider.
Yalnız vicdan varsa, bunun haddini aşmasından 'polyannacılık' doğar, kullanılan bir insana dönersin.
Eğer vicdan susarsa, şefkatsizlik ve merhametsizlik hakim olur. Bu haldeyken dimağ (akıl) ön plana çıkarsa 'kapitalizm' gibi maddeciliğin her türü kendini gösterir.
Vicdan ve dimağ uyanıkken kalp ile ittifak halinde değilse veya kalp kasvete boğulmuşsa, bu durumda 'hümanizm', 'hayvanları korumacılık', 'çevrecilik' gibi bir çok akım baş gösterir.
Eğer dimağ ve vicdan uyanıkken enenin ikinci veçhi hortlarsa, kin ve düşmanlık da olaya karışarak 'komünizm belirir.
Vicdan susacak olursa 'faşizm' kendini gösterir.
Şu durumların hepsinde insaniyet çoğunlukla süköt ve alçalmaya uğramıştır.
95
ddem'in hikdyesi
Manevi organlarımız ittifak halindelerse, enenin birinci veçhi Mkiın demektir. İttifak bozulduğu an, enenin ikinci yüzü hortlamış, filizlenmiştir.
iV.
Kalbin gerçek görevi; özünde bulunan yoğun sevgi ve keskin muhabbetin yüzünü, ona o görevi verene yöneltmek, O'na muhatap olmak ve O'na bağlanmaktır. Yok olmaya ve bitmeye mahkô.m olan her şeyden alakasını kesmektir. Yaratılmış olanlara, eş-dost, akraba ve olgun insanlara gösterilen sevgi ve muhabbetler ise Allah'a olan sevgimizin ve Yaratıcıya sunduğumuz muhabbetin bir gereği olarak O'nun adına olan sevmelerdir. Bunlar, kalbi besleyen ve olgunlaştıran muhabbetlerdir. Gayrimeşru sevgilerin kalpteki karşılığı, kasvete boğulmak ve merhametsizce azap çekmektir. Daha dünyadayken bir nevi cehennemi yaşamaktır.
Kalpte öyle müthiş bir genişlik ve açılım vardır ki, yerlere göklere sığmayan, ama mü'min bir kulun kalbine yerleşen bir sevgi ve muhabbete gebedir. Bunu Yaratıcıdan başkası doyuramaz ve tatmin edemez. Bir köyde iki muhtar, bir ilçede iki kaymakam, bir ülkede iki başkan olamayacağı gibi kalpte de birbirine zıt ve birden çok sevgi bir arada barınamaz. Tıpkı birleşik kaplar kuramı gibi birisi artarken diğeri otomatikman azalır ve yok olur.
Dimağ ise; Allah'ın yedi kat yarattığı gökler aleminin insanın özündeki yansıması ve göstergesidir. Mademki insan şu kfilnat ağacının meyvesi ve tohumudur, elbette insanda böyle bir yansıma bulunması gereklidir. İnsanda dahi yedi kat iç içe geçmiş bir mekanizma ile çalışan bir dimağ mertebesi vardır.
kendini tanıma serüv~ni
Fıtrat; kainatta akıp giden tlahi prensip ve kanunların insandaki karşılığıdır. Bu sebepledir ki, fıtratın dili sadıktır. Yalan söylemez. Hiçbir şey bu dili yalancı çıkaramaz.
Vicdan; kalbin gerçek sevgi ortağı, dimağın hararetli düşünce arkadaşı, derinlikli bir eminlik duygusu, fıtratın safi, yüce ve derinden derine haykıran diliyle birlikte hareket eden manevi organımızdır. İçeriği şefkat ve acımaktır. Kainattaki meleklerin, insanın ruh binasındaki karşılığı olsa gerektir.
Cüz-i ihtiyari (özgürce tercih etme yeteneği); ruhun dümeni ve vücudumuza dek uzanan mekanizmasıdır. Her türlü eğilime kabiliyeti vardır. Nefis meyelanıdır. 'Ilbir ctizse 360 derece dönebilir. Potansiyel değil, kabiliyet hükmünde bircihazdır.
Heva ve heves; işine gelen tarafı kabul eden negatif olan duygularımızın merkezidir. Heva ve hevesin işine gelenler muhakkak negatiftir. Kuvve-i şeheviye ve gadabiye (isteme ve nefret etme potansiyeli) vasıtasıyla işlerine geleni nefse havale ederler. İşlerine gelmeyenleri ise ene duygusunun ikinci veçhine gönderir. Eğer enenin ikinci yüzü uyanık ve aktifse değişik demagoji ve felsefelerle, bundan bile menfaat elde etmeye çalışır.
Nefis ise; devekuşu gibidir. Yani avcıyı görür, kendisini görmesin diye kafasını kuma sokar. Kocaman gövdesi her zaman dışarıda kalır. Avcıyı görmez olur. Ama insafsız avcıya iyi bir hedef olur. Ölümü görür, kafasını gaflet kumuna sokar. Tamamen savunmasız ve hazırlıksız olarak ölüm oklarına hedef olur. Cenneti ve cehennemi uzaktan da olsa görür, arzular. Yalnız hazır lezzetlere bağımlı olduğu için, bir lokma lezzeti, ilerideki binlerce lezzete tercih eder. Hazır bir tokatın korku-
97
tldem'in hiktlyesi
su, ilerideki en büyük azaplardan ona daha büyük görünür. Şu an ki lezzeti şiddetle tercih ve hazır azaptan şiddetle kaçış nefsin hamurunda vardır. Şeytan, nefsin bu özelliğinden çok faydalanır. Onu pek çok hatalara sürükler. 66
66 Bu yazının ana fikrinin oluşmasında ve çatısının kurgulanmasında çok önemli katkılıın bul= sevgili dostum Salilı Özaytürk'e teşeldtilrleriıni sunanın.
Vicdan kül yutmaz
I.
• 1 NSAN iNANSIN iNANMASIN, ona Rabbinin varlığını her da-
im fısıldayan şaşmaz bir manevi organa sahiptir: Vıcdan.
Allah'ın varlığını bize bildiren bütün tercümanlar göz ardı edilse bile vicdan görevini bihakkın yerine getirir. 'Var' olana 'yok' dernek, yok olanı var saymak vicdanda makes bulmaz. Çünkü her iki şık da hükmü yokluğa götürür. Oysa vicdanın biricik görevi, insana başta kendi mevcudiyeti olmak üzere, varlığı bildirmektir. Ona giden yollan tasdiklemektir.
Vicdanın bilinesi maddenin çok üzerinde bir biliştir. Vicdan, yalın hakikatlerle ilgilenir. Oryantal dünyanın üç boyutlu hükümlerine vicdanın ihtiyacı yoktur. Bir konuda vicdanın verdiği hükmü hiçbir şey ne bozabilir ne de değiştirebilir. Vicdanın realitesi nettir.
99
tldem'in hiktlyesi
Dünyanın bin türlü hali var. Hatalı olduğumuz anlar oluyor veya suç işlediğimiz zamanlar. Huzursuzluk duygusu her yanımızı kaplayıveriyor. Vicdan azabıyla dolduğumuz, içimizin 'cızz' ettiği anlar oluyor. Akıl bir sürü açıklama getirse de, nefis kendini temize çıkarmak için en olmayacak yalanlara onay verse de, vicdanın hükmü her zaman nettir. Kişinin aleyhinde bile olsa o yalın hakikatin yanında yer alır. Daima doğrudan yanadır vicdan, adaletten yanadır. Sonsuz bir hayata arzulu ve !Ayıktır. Yalın hakikatin sevdalısıdır vicdan. Coşku ve gıdasını her daim ondan alır. O sevdanın en geniş manadaki ifadesi de 'la ilııhe ilallah'tır.
Hangi vicdan Allah'ı bildiren ve O'nun bildirdiği hakikat-lere 'hayır' diyebilir ki?
"Yalan söylemeyin ... "'" "Birbirinize zulmetmeyin .. .''58
"Sonsuz bir hayata hazırlıklı olun ....... Şüphesiz itiraz eden de hayır diyen de vicdan değildir. Ne
fistir, imansız enedir, kalpsiz akıldır. Vicdanın haykırdığı coşku yüklü hakikatler, ancak onlar tarafından örselenir, perdelenir. Hiçbir insan, aklının zorlamasıyla, nefsinin aldatmasıyla vardığı yanlış bir hüküm için 'vicdanen rahatım' diyemez. Dese de; bu özde değil, sözde kalan bir avuntudur. Vicdanın susturulması gayretinden başka bir şey değildir.
Bir insan yalanı 'doğru sanırlar da değer verirler' ümidiyle söyler. Bu makamda bile vicdan yine doğrudan yanadır. Yalana akıl kanabilir, nefis ram olabilir, ene cevaz verebilir ama vicdan asla. Vicdan o konuda kül yutmaz. Her daim Allah'ın varlığını ilan eder. Bu durum, ecel gelip çatıncaya kadar imti-
67 Bkz. Hac sil.resi, 22:30. 68 Bkz. Ziri.yit sö.resi, 51:59. 69 Bkz. Bakara sfues.i: 2:80~81; Al-i İmran süresi, 3:24.
100
vicdan kül yutmaz
han sırrınca devam eder durur. Kişi ancak o ilana kulak tıkar
da sapar. Zavallı aklının vesveselerine ve nefsinin iğvillarına boyun eğer de aldarur. Kısacası vicdansız olan 'vicdan' değil,
nefıs ve enedir.
Öte Alemden yanımızda getirdiğimiz belki de yegllne manevi uzvumuz vicdandır. Yapısı şuurludur. Gözü hep ebedi hayata bakar ve onu ister. Nasıl ki bir ördek yavrusu doğduğu
anda yüzmeyi bilir halde yumurtadan çıkıyorsa, insan da bu illeme hazır vicdanıyla gelir. Böylelikle dünyaya olan adaptasyonu, mahlı1kata ve kendisine olan uyumu kolaylıkla sağlanır.
Kirlenmemiş donanımıyla, örselenmemiş coşkularıyla, saf ve masumane bir vicdanla doğar insan. Fakat ne olursa işte
bundan sonra olur. Katiyen yalana cevaz vermeyen, gıdasını sadece doğrulukian alan vicdan, bencilliğe kurban gitmeye, akıl yürütmelerin altında ezilmeye, yalancı cennetlerin içinde elem çekmeye başlar. İçeriği şefkat ve acımak iken kendisi acınacak hallere düşer. "Biz büyüdük ve kirlendi dünya" demeye
başlar.
Sonsuza uzanmayan hiçbir sonuç vicdanı tatmin edemez. Ola ki eline evreni verseniz o yine tok olmaz. Zira fazilet üzeredir vicdan, iyi ahlak ve erdem üzeredir. Sonsuzluğun her çeşidini bünyesinde barındıran Zii.t-ı Rahmii.n-ı Rahlm'i ara
mak ve bulmakla programlanmış manevi organımızdır. Ahir zamanın şu ağır şartları içinde Rabbiınizi bize bildiren belki de en yakınımızdaki uyarıcılardan biridir. Simültane çeviri ya
pan çevirmenlere benzer. Mutlak hakikatleri özümüze tercüme eder durur.
Vicdan o kadar bizden bir parçadır ki konuşmadan konu-
101
tldem'in hiktlyesi
şur, bakmadan görür, kafa yormadan algılar. Vicdanın arka planında, ruhun derinliklerine kök salmış bir tür sinyal mekanizması kuruludur. Ölene kadar mütemadiyen çalışır durur. Bu sayede ruhumuz soyut nesneleri hissedilebilir ve düşünülebilir hale getirebilmek için, vicdandan devşirdiği coşku yüklü hakikatleri somut karakterlere büründürür.
İman hakikatleri İslll.mi ritüellerle sembolize edilince, kuvvetli bir dayanak noktası görevi görmeye başlar. Vicdanın tam randıman ile çalışabilmesi için imanın mutlaka İslll.m ile buluşabilmesi gereklidir. Vicdana ters düşen bir akılla amel edilmez. Vicdan aklın nabzıdır. Onun için varsın bizi devamlı denetlesin dursun. Vicdanen rahat olmak istiyorsak, vicdan azabı çekme korkusundan kaçmamalıyız. Çünkü bu manevi organımız bize fuzuli bir aksesuar olarak takılmamıştır. Akıllı insanlar vicdanlarını devamlı hesaba katanlardır.
Vicdan sahibi tek bir insanın dahi asla kanmayan böyle bir manevi barometresi varken, ta Ademden (a.s.) beri gönderilen yüz binlerce peygamberin sözlerine milyonlarca salih insanın tasdikleri eklenmişken, üstelik milyarlarca inanan da o hakikatleri can-ı gönülden desteklemişlerken, hayatlarını "Allah yok (haşa), ahiret yok, din yok, iman yok, yok, yok..:' üurine bina edenler, vicdanlarının rağmına yokluğa hazırlıklı olsunlar!
Denemesi çok kolay. Sorun bakın, vicdanınız bu işe ne diyecek? Akıl Allah'ı görmezse de fıtrat görüyor. Vicdan seyircidir, kalp de onun penceresidir.70
70 Bkz. Bediüzzaman Said Nurd, Muhtlkemat, "'Üçüncü .M'.akale, Birinci Maksad~
102
vicdan kül yutmaz
II.
Ruhumuzun mendireğidir vicdan. Ruh binasının bel kemiğidir." Nasıl ki bir bedeni ayakta tutan omurgadır. Bütün organların sağlıklı çalışabilmesi bel kemiğinin bütünlüğüne bağlıdır. Ruhumuzda da o işi vicdan yerine getirir.
Vicdan'ın dört bileşeni bulunmaktadır: İrade, zihin, his
(duygular) ve latife-i Rabbaniye. n
Örnek vermek gerekirse, vicdanı ters çevrilmiş bir fiskos masasına benzetebiliriz. Tabanını 'kalb'in oluşturduğu, ana
sütununu ise 'latife-i Rabbaniye'nin meydana getirdiği, diğer üç bacağını da 'zihiıi, 'irade' ve 'his'sin oluşturduğu bir masa
gibi düşiinebiliriz. Kalp ile diğer üç bileşenin bağlantısını 'latife-i Rabbaniye' sağlar. Bu yönüyle kalbi kasvete boğan ümit
sizlik ve suizarını izale etmeye çalışır.
Vicdan aklın nabzıdır. Dimağdan tefekkür yoluyla imbik imbik süzülen iman hakikatlerini 'zihin' alır. Bu veçhesiyle
zararlı vehimlerin öniinü keser veya kesmeye çalışır. Fıtratın safi, yüce ve derinden derine haykıran sadık dilini ise aşkın coşkularımıza dönüştürür. Adeta bir dekoder gibi duyguların diline çevirir. İnsanı harekete geçiren coşkuları 'his'lerimiz va
sıtasıyla vicdan verir.
Vicdan şuurlu bir dış iskelet olmakla beraber yapısı korunaksızdır. Nefisle mücadelesini 'irade' yoluyla yürütür veya
yürütmeye çalışır.
'Hayat bir mücadeledir' prensibiyle eğitilmiş biri, vicdanı-
71 Bkz. Bediüzzaman Said Nuxsi, Sözler, Söz Basını Yayın, s. 954. 72 Bkz. Bediüzzaman Said Nurst, llk Dönem Eserleri, "Hutbemi Şam.iye." Söz Basım
Yayın, s. 600.
103
tldem'in hiktlyesi
nın sesini doğru dürüst alamaz. '.Acıma, acınacak hale düşer
sin' diyerek büyüyen biri, oluşan parazitten vicdanının sesini duymaya fırsat bulamaz. Keza 'haldı olanı güçlü göreceğine, güçlü olanı haklı' farz edecek olursa, vicdanının sesini orijinal haliyle dinleyemez. 'Düşene bir tekme de sen vurmazsan, sana vururlar' diyen bir vicdansız; 'ebed, ebed' nidalarını iç Memin
de nasıl duyabilir? Vicdanının sesini orijinal haliyle dinlemeyi öğrenmiş biri ise, vesvesenin mil.nevi organlarımıza kısa dev
re yaptırmasına engel olur. İçimizdeki melektir vicdan, içeriği şefkat ve acımaktır. KAJnattaki meleklerin insanın ruh binasındaki karşılığıdır.
Şimdi vicdandaki hisler uyanıkken dimağ ön plana çıkar ve vehimler olaya hakim olursa ya da kalp katılaşmaya başlar ve aralarındaki ittifak bozulursa 'hümanizm; 'çevreci.liK, 'hayvan
ları korumacılık'. .. gibi akımlar baş gösterir. Eğer vicdan tamamen susturulursa şefkatsizlik ve merhametsizlik hakim olur. Akıl ve dimağ aktif unsur olarak olayları yönlendirmeye başlarsa, bu sefer kişide protestan ahlakı hakim olur. 'Kapitalizm'
gibi maddeciliğin her türlüsü filizlenir. Dimağ ve vicdan birlilde uyum içinde hareket ederlerken kalp kasvette kalırsa ve enenin ikinci veçhesi hortlayarak o boşluğu doldurmaya başlarsa, kin ve düşmanlık da olaya karışacağı için 'komünizm'
belirir. Eğer vicdan susarsa o takdirde 'sosyal darwinizın' ve 'faşizm' kendini gösterir. Heva eklenirse despotizm ve dildatörliik boy verir. Sadece vicdan çalışıyor fakat diğer manevi or
ganlar o esnada devre dışı kalıyorsa, o zaman da 'polyannacılık' diyebileceğimiz kullanılan insan profiliyle karşılaşmz.
Yapısı son derece latifve korunaksız olan vicdanı, nasıl sağlam bir sütun haline getirelim ki, ruhun bel kemiğini oluşturma görevini tam olarak yerine getirebilsin? Vicdanı oluşturan bu dört bileşeni nasıl koruyalım ki, şu debdebeli dünya haya-
104
vicdan kül yutmaz
tını en az hasarla geçirelim? Sonsuzluk ve sınırsızlık diyarlarında, en önemli pusulamız olan vicdanımız bu sayede zarard1 de olmasın?
Vicdanın her bir bileşeninin öte iileme taşan hedefleri bulurunaktadır:
İradenin gayesi ibadetullah denen Allah'a kulluktur; nefse bakar. Zihnin gayesi marifetullahtır yani Allah'ı bilmektir; dimağa bakar. Hissin gayesi muhabbetullahtır (Allah sevgisi); kalbe bakar. Latifenin müşahedetullah denen İlahi sırları ve tecellileri seyretınektir.
Birleştirici ana sütun latife-i Rabbılniye'dir, Cemal-i 111-yezali yansır.73 Şu dört bileşenin mahiyetleri tam randınıanla çalı,şırsa muazzam bir cezbe ve çekim gücü yaratır. Vicdan tezgiilunda dokunan iman nuru sayesinde insan o cazibeye kapılır.74
Şimdi, bu dört bileşenin en güzel şekilde nasıl korunacağına geliyoruz. Tek kelime ile özetlersek, 'takva' hepsini birden içeren pozisyonun adıdır. Yani, Allah'ın emir ve yasaklarını yerine getirmede titizlenme ve şüpheli şeylerden uzak durmaktır.
Alıir zamanın tam göbeğinde yaşayan bizlerin en az hasarla şu dünya hayatım noktalayabilmesinin ilk şartı, çok sevaba girmeye çalışmak değil kebm denen büyük günahlardan kaçınmak ve şüpheli şeylerden uzak durmaya bağlı oldnğıı bilinmelidir.75
" Cemal-i Liiyezall, Allah'ın ( c.c.) sonsuz güzelliği Ebedi)"'ll devam edecek olan, her şeyi son derece güul olan Allah'ın (c.c.) güzel işleri"" güzelliği mükemmelliği.
74 Bediüzzamaıı Said Nurııl. Söiler, Söz Basını Yayın, s. 977. 75 BW Hureyre'den rivayetl.,
105
tldem'in hiktlyesi
Çoğunluğun işleye geldiği bir günahı terk etmek vaciptir. Bir vacip ise binlerce sünnetten üstündür. Şu asırda örneğin içki içmeden geçirilen her gün vacip sevabına dön~ebilen bir kazanım sunar. Aynı şekilde zinaya d~ülmeden geçirilen her bir gün benzer bir kazanımla noktalanır.
Kısaca özetleyecek olursak; içimizdeki melek olan vicdan ruhumuzun omurgasıdır. Yapısını kalsiyum misali güçlendirmek için takvaya bürünmek gereklidir. İçinde bulunduğumuz asırda, geçmiş zamanlara göre bazı göreceli değişiklikler bulunmaktadır. En önemlisi de farzları işleyen ve büyük günahları terk edenlerin kurtuluşlarının müjdesini içeriyor olmasıdır.'•
"Siz öyle bir zamandasınız ki, içinizden kim emredildilderlııin onda birini bırakırsa helak olur, sonra öyle bir zaman gelecek ki. o zamanda yaşayanlardan kim emrolunduğıınun onıia birini yaparsa .kıırtulacaktır." Taberani, Ramılzu'1 Ehadis, Hadis no: 1753.
76 Bediüzzaman Said Nu.rsl. Kastamonu Lahikası, Söz Basım Yayın. s. 185.
106
Sevgili nefis
• 1 NSAN, BİRBİRİ İÇİNE GEÇMİŞ iki elmas fanus gibidir. Beden
ve ruh. Ruh çok latif, beden çok kesiftir. Nefis ise soyut ile
somut arasında ortam vazifesi görür. Bir tür bağlantı noktasıdır. Her insanın manevi yapısı, farkında olmadığı bilinçaltı ve farkında olarak benimsediği bilinçli kısımlardan oluşmaktadır. Bunlara 'mizaç' ve 'karakter' denir.77 Mizaç, kişinin elinde
olmayan tarafıdır.
Dinimiz, mizacın kendiliğinden meyilli olduğu şeylere
'hevil.' adını vermiştir. Anlık yönelişlerimizin karşılığıdır. İşte insanı İlahi perspektifte sıkıntıya sokabilecek yanımız budur. Benlik (enaniyet) duygumuzun negatif yönü, kendiliğinden meyilli olan bu kaçağı sık kullanır.
Enenin varlığı, İnsanın şahsiyetini bütüncül tutmaktadır.
77 Hatice Kübra Ergin, lslam'l:Ja Astroloji ve Burçlar, !kidünya Yaymevi, İstanbul 2006, ss. 33~34.
107
tldem'in hiktlyesi
Kur'an-ı Kerim'de, "Hevasmı ilah edineni gördün mü?"" buyrulmaktadrr. Mutlaka terbiyeye muhtaç olan tarafımızdır, mizaç. Çok gerekli olduğu için, sonsuzda bir olan eşsizliğimizin tahakkuku adına verilmiştir. Sonsuzluk içinde yer edinebilmemiz adına.
Aktl, imanın bekçisidir. Kalp ise mahall-i imandrr. 79 Dimağın (düşüncenin) çalıştırılması neticesinde, ondan imbik imbilc süzülen tefekkür, kalbin en önemli gıdası haline gelir. Bu ~a, yapısı gereği engel olmaya çalışan fıtri (natürel) bir bariyer vardır; sevgili nefis!
Dimağın evreleriyle, nefsin mertebeleri arasında., doğrudan bir ilişki bulunmaktadır.
DİMAGIN (DÜŞÜNCENİN) EVRELERİ:
l. Hayale getirmek, hayalde canlandırmak (Tahayyül) 2. Bir şeyi zihinde şekillendirmek, tasarlamak (Tasavvur) 3. Zihin yorarak anlamak, akıl erdirmek (Taakkul) 4. Doğruluğunu kabul edip onaylamak (Tasdilc) 5. Hakkı kabul etmek (İz'an) 6. Hak ve hakikate tarafgirlik, bilerek ve isteyerek teslim
olmak (İltizam) 7. Gönülden tasdilc ederek bilmek, tam ve metin bir inanç
(itikat)
İnsan bir hakikate muhatap olduğunda, onu hayal kurma merkezine sevk eder ve bir suret giydirir. Bunun ardından, o hakikat zannedilen meselenin gerçekten hak olup olmadığına
78 C.lsiye süresi, 45:23. 79 Bediüzzaman Said Nu.rsl. Sözler, .. Leme&!:." s. 992.
ıo8
sevgili nefis
dair akletme süreci gelir. İnsan düşündüğü meselenin doğru olduğuna kanaat getirirse, o takdirde bunu tasdikler. Aklın ikna olduğu şeyi, diğer duygu ve donanımlarının onayına sunar. Sonrasında hakikati kabul ettiği gibi, onun gereklerini de özümsemeye başlar. Ondan sonra, hakikate tam olarak teslim
olma evresi gelir ki, bu da itikat etmedir.
Dimağın yedi evresi içinde en kritik seviye 'iz'an etme'dir. 'Thbir düzse tenezzül-Ü İlahi ile, yaratıcının bizi muhatap ola
rak almaya başladığı süreçtir. "Ey iman edenler!"hitabının karşılığı olan seviyedir. Bu seviyenin altında ise, yani düşünce, 'Taakkul /akletme' veya 'tasdik' aşamasında kalacak olursa, bi
zim muhatabiyetimiz, maalesef imani bir yeterlilik kazanamamış olacaktır. Kur'lln-ı Kerim'de, "iman ettik" diyen bedevile
re, Allahü Teil.la: "Teslim olduk deyin. iman henüz kalplerinizde yer etmedi...""0 buyurmaktadır. Ve yine "Gökleri ve yeri yaratan Allah'tır .. " dediği halde inkara saplananlardan bahsetmektedir.
NEFSİN MERTEBELERİ:
I. Nefs-i emmare: İnsanı kötülüğe sürükleyen nefis. İnsana kötü ve günah olan işlerin yapılmasını emreden nefis; her zaman
kötülüğü emreden, negatif benlik duygusunu besleyen, bu nedenle de kalbin gıdalanmasına engel olmaya çalışan nefis.
II. Nefs-i levvame: Kınayan, yeren, kötüleyen nefis; yaptığı kötülük ve günah iş sebebiyle ayıplayan, kınayan, içe rahatsız
lık veren, pişmanlık duyup tövbe etmeye yönelten nefis. III. Nefs-i mülheme: İlham verici nefis; neyin iyi ve sevap,
neyin kötü ve günah olduğunu ilhamla bilen ve ona göre hare
ket etmek isteyen nefis. IY. Nefs-i mutmaine: İyilikle kötülüğü ayırt eden, huzur ve
80 Bkz. Hucurit silıesi, 49:14.
109
tldem'in hiktlyesi
sükilna ermiş, faziletlerle donanmış, ilahi işlerin tecellilerine
ulaşmış nefis. V. Nefs-i razıye: Cenlib-ı Hru<tan razı ve hoşnut olan nefis;
kaderin her çeşit tecellisi karşısında kesin olarak rıza halini koruyan, şikayet etmeyen nefis.
VI. Nefs-i marziyye: Cenab-ı Hakkın kendisinden razı olduğu, O'nun (c.c) yanında makbul olan nefis.
VII. Nefs-i natıka: Konuşan nefis; insan ruhu, insanın canlılar arasındaki yerini belli eden cevher, insana has cevher, in
sanın hissetme ve anlama kabiliyeti, Allahü Telilli ile müklileme edebilecek donanımları elde etmiş nefis.
Nefsin bu yedi mertebesi içinde en kritik seviye 'nefs-i mutmalne'dir. Bu düzlemdeki nefis, cennet lisa bir kıvam ha
lindedir, mahiyeti (içeriği) olgunlaşmaktadır. İnsanı Allalı'a
(c.c.) yaklaştıran haller içindedir. Dimağın dördüncü evresi olan 'iz'an'a karşilik gelen aşamadadır. Bu seviyenin altında kalmış bir nefsani tablo ise, menfi enliniyet damarını devamlı besleyeceği için, mahalli iman olan kalbin kasvete boğulmasına, onun ifsat olmasına, Alemlerin Rabbi ile müklileme edebi
lecek donanımlarda yaratılmış olan insanın, bir yerde mahvına sebebiyet verecektir.
İnsanda hevit, hayvani bir hürriyettir. Heveslerin tamamen serbest bırakılmasının, bireylere ve topluma yüklediği bedeller vardır. Türlü çeşit zorbalıkların kol gezmesi hep bundan
dır. Sosyal statülerin despotluklar doğurması da bu sebepledir. İnsanda heva zalimdir, despottur. Mutlaka terbiye edilmeye, topluma ve bireye zararlı heveslerden çekip çıkarılmaya ihti
yacı vardır.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, nefsin öldürülmesi değil hevanın kontrol altına alınmasıdır. Yani, izanın yakalan-
110
sevgili nefis
masıdır. Dimağ fabrikasının en değerli ürünü olan tefekkür, ruhumuz ile bedenimiz arasındaki bağlantı noktamız olan nefsimizin, hevaya değil Hüda'ya sevk edilmesini kolayca sağlayabilmektedir. Hem de kısa bir sürede. Oysa diğer bir yöntem nefis mertebelerini aşma ameliyesidir. Yani nefs-i mutmaine seviyesine ulaşabilme gayretidir.
Nefis mertebelerinin birinden diğerine erme süresi, bazen kırk yıla kadar uzayabilmektedir. İçinde bulunduğumuz zaman ve imkilnlar, böyle bir keyfiyete uygun ortam ve olanakları çoğunlukla sunamamaktadır. Çünkü zaman, velayet-i kübra zamanıdır, velayet-i suğra zamanı değildir.81
Arapça kökenli bir kelime olan nefs'in, ruh, hayat, can, bir şeyin kendisi, akıl, insan bedeni, ceset, kan, azamet, arzu ve kötü istekler ... gibi anlamları vardır. Nefis, ruh ile beden arasındaki temas noktasıdır. Ruh çok latif, beden de çok kesiftir. Nefis bedenin işletim sistemidir. Eğer kötüye kullanılırsa bir hayaldir, iyiye kullanılırsa varlığın ta kendisidir.82 Nefsin Kur'lin'da zikredilen çeşitli manaları vardır; Zatullah83, insan ruhu84, kalp", insan bedeni86, bedenle beraber ruh87, insana kötülüğü emreden kuvvet88, zat ve şalııs", anlamlarına gelecek şekilde kullanılmıştır.
Nefsin tezkiyesi (temizlenmesi) tabiri ise, kişinin kötü is-
81 Bkz. Bediüzz:aman Said Nursl, .ı\f.ektubat, Söz Basım Yayın, s. 47. 82 Bkz. Bediüzz:aman Said Nur.si, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 645. 83 Bkz, nhl süresi, 20:41. 84 Bkz. Fecir ısftresi, 89:27. 85 Bkz, Al-i İmran sô:resi, 3:154. 86 Bkz. Al-i lmrıın siıresi, 3:145. 87 Bkz. Bakara sliresi, 2:286. 88 Bkz. Yüsuf Mesi. 12:53. 89 Bkz. Bakara sfues.i, 2:48.
111
tldem'in hiktlyesi
tek ve arzulardan arınması ve kendine haklın olabilmesi aıtlamında kullanılmaktadır. Kur'iln-ı Kerim'de; "Nefsini temizleyen kurtuldu. Onu fenalıklara gömen kimse de ziyana uğradı ... ""' buyurulmaktadır ki, bu ayette nefis temizlenmesi gereken, antılmaya muhtaç bir manevi organ olarak zikredilmiştir. Nefisleri aşan bir etki; önce akıllara, sonra da kalplere nüfuz eder.
Demek öncelikli olarak nefsin ikna edilmesi gerekiyor. İnsanın akıbeti tamamen buna bağlıdır. Öyleyse iz'anı yakalamış nefsi
mize şefkatle davranarak, meşru bir surette muhabbet etmeliyiz. Onu yok etmeye çalışmak değil. eksiklerini görüp tamamlamaya çalışarak terbiye etmeliyiz. Yoksa iz'am yakalayamamış nefse acınmaz. Öyle veya böyle terbiyeye girmesi sağlanır.
"Nefsinize zulmetmeyin" ne demektir? Nefis Allah'ın (c.c.) düşmanı olduğuna göre nefsimize zulmetmek gerekmez mi?
Nefis kendinden aşağıda olanları duyularla, kendinden yukarıda olaıtlan delil (burhan) ile öğrenir. Duyu ile duygunun buluştuğu merkez, nefistir. Soyut ve somut arasında bir
tür bağlantı noktasıdır. Bedensiz bir nefis hesap veremez. Nefissiz bir ruh da tekamül edemez. Biz aleme nasıl bakarsak,
alem bize kendisini o şekilde gösterir. Evren insanın bakışına
göre şekillenir. Nefiste öyle bir potansiyel var ki, iyiye kullanılırsa varlığın tüm seviyelerine erişebilir. Her türlü hayat mertebesini tadabilir. İblis olmadan nefis kendisini ifade edemez. Onu tahrik etmeden zaafları ortaya çıkmaz. Nefsin iç yüzü
nü açığa çıkaran İblis'tir. Nefsin iç yüzü ortaya çıkmadan da, gerçeğin sadece bir kısmı göriindüğü için, nispi hakikatlerden oluşan bir evrende olup bitenler, içsel gerçekliğe dönüşemez.
İnsan bu haliyle sanal gerçekliklerin ortasında bulunduğunu, hem anlayamaz hem de kavrayamaz.
90 Bkz. Şems süresi, 91:9~10.
112
sevgili nefis
BİRÖRNEK
Kömür, altı karbondan oluşan organik bir maddedir. Elmas da öyle. Her ikisinin de temel taşları aynıdır. Sadece kristalleşme şekilleri farklıdır. Kömür, yüksek basınç altında, binlerce derece ısıya maruz kalacak olursa elmasa dönüşür. Bir kamyon
dolusu kömürü, yoğun basınca ve yüksek ısıya tabi tutsak, çay kaşığı kadar elmas elde ederdik.
Manen kömür; sıkıntı, meşakkat ve basınca dayanamaz ve tahammül edemezse, elmas haline dönüşemez. Kömür ve el
ması birlikte güneşin altına bıraksak, kömür kısa sürede kor olup yanarken, elmas ne ısınır ne de yanar. Üstelik güneşin yedi rengini cıvıl cıvıl yansıtır. Zat-ı Zillcel!l'in (c.c.) bütün esma
ve sıfatlarının, perdesiz tezahür edip cilvelendiği ve Cel!l formuna büründüğü bir mahşer ortamına tahammül edebilme
nin yolu, bu meseleyi nefsimize iyice anlatınaktan ve onu ikna etıuekten geçmektedir.
Anlık (kelime-i tevhit gibi), günlük (namaz gibi), aylık (oruç gibi), yıllık (zekat gibi), ömürlük (hac gibi) ibadetler,
nispi (göreceli) hakikatler dünyasında nefse, daire daire içinde bir cendere gibi gelmektedir. Bir tür baskı ve basınç hissi ver
mektedir. Oysa bu talim ve terbiyelere nefsin ihtiyacı vardır. Sonsuzluğa sahip tarafımız olan ruhumuz ile sonlu tarafımız olan bedenimiz arasındaki kalite farkını gidermemiz için şart koşulmuşlardır. Olgun bir insan olmaya giden yoldaki, olmaz
sa olmazlar olarak belirlenmişlerdir. İçsel gerçekliğin farkına varabilmemiz adına, dünya hayatında bu egzersizlere (alıştırmalara) ihtiyacımız vardır. Tıpkı anne karnındaki henüz gör
meyen göze egzersiz yaptırmak, kulağı doğumdan sonraki yeni hayatına alıştırmak gibi. Fakat şu da unutulmamalıdır ki, ibadetler amaç değil araçtırlar. Ahiret hayatında namaz, oruç
113
tldem'in hiktlyesi
gibi ibadetler yoktur. Çünkü bu egzersizlere artık ihtiyacımız
kalmamıştır.
Anlamak mutluluktur. Kömür misali nefsimize, elmas de
ğerindeki hakikatleri anlatmanın ve onu ikna etme ameliyesinin adıdır, 'nefsinize zulmetmeyin' hitabı.
114
Ahsen-i takvime giden yol
S ÖZ YAZAlll METE ÖZGENCİL, 'dünyada ölümden başkası
yalan' derken hayata atıf yapar. Zira bilir ki, içini burkan,
nefsini bunaltan ölüm arazıyla karşılaşmadığı sürece insan hayata mazhar olduğunu kavrayamaz. Alemin tek gerçeği vardır, o da hayattır. Bütün her şey farzımuhal yaratıcı edasıyla bir araya toplansa bile, kendi başlarına hayat nimetine
sahip olamazlar. Çünkü sebepsiz verilmiştir. Evrenler üstü bir ikramdır. Ademoğlu ne yaparsa yapsın onu tek başına elde edemez.
Hayatın dokunduğu her varlık i!.deta evren kadar genişler. İnsan hayat sayesinde bir iken bin hükmüne geçer. Gözünün gördüğü, elinin yetiştiği her şey onun tasarruf alanına girer.
Cansız varlıklardan bitkilere, bitkilerden hayvanlara, hayvanlardan insanlara, insanlardan da diğer insanlara doğru ha
yat yükselir ve yücelir. Hayat yardımlaşma üzerine beka bulur.
115
tldem'in hiktlyesi
Asla bir mücadele değildir. Eğer öyle olsaydı, evrenden hayat değil yokluk fışkırırdı.
İnsandan insana yapılabilecek en yüce yardımlaşma hasleti, doğrudan hayata yönelik olan katkıdır. Bir insanın hayatını kurtarmanın ne kadar kıymetli olduğu herkesçe malumdur. Hele bir de o kişinin sonsuz hayatına ilişkin yapılan inayet ve yardımları düşiindüğümüzde elde edilecek erdemin dünyada bir eşi-karşılığı yoktur. 'Allah ve ahiret var' deme mesleği olarak da özetlenebilecek Risalet-i Ahmediye'nin muhtaçlara ulaştırılması, bu minvalde bir katkı ve kazanım sağla:ıruıktadır.
Peyganıber mesleği hüküm sürüyorken, hayatın her çeşidi bihakkın devam eder. Reslll-ü Kibriyıı'mn (a.s.m.) getirdiği hakikat hem hayatın hayatıdır hem de kainatın hayatıdır. İnsan bu sayede alısen-i takvim sırrına erişme imkanı bulmaktadır.91 Karşımızdaki muhatabımızda kavl-i leyyin (yumuşak ve tesir edici söz) ile hakka karşı soru işareti oluşturma sanatını icra etınek istiyorsak, irnan-ı tahkikiyi başkalarının doğrularıyla değil, kendi ulaştığımız hakikatlerle yaşamamız gerekiyor. Ahsen-i takvimde yaratılan insanın akıbetini belirleyen işte şu aşamadır.92 Risalet-i Ahmediye mesleğinin icrasını yerine getirmeye çalışan mü'minlerin, başta kendileri ve muhataplarının nefisleri olmak üzere, ahsen-i takvime giden yollardaki en ciddi dönemeçleri bu olsa gerektir.
Ahsen-i takvim; insanın sonsuza değin aşama aşama yökselme ve yücelme yeteneğinin adıdır. Bu süreç, Allahü Tealanın rüyet-i cemaline ulaşana dek sürer. Öyleyse insan özgün bir tasarımdır ve üzerindeki orijinalliğin gereklerini yapmak durumundadır.
91 Bkz. Tin ııö.resi, 95:4m5. 92 Bkz. Bediüzzaman Said Nurd, Sözler. Söz Basım Yayın, s. 428.
116
ahsenmi takvime giden yol
Risalet-i Ahmediye yani peygamber mesleğinin ehl-i dinin
yaşantısında, sonsuz hayata dair sağlıklı ürünler verebilmesi için, günlük hayatında özgün olmanın izlerini sürmesi gerekir. Bu durum insan için riskler taşısa da, başta kendi nefislerimiz ve muhataplarımızın zihinlerinde 'neciyim, nerden geldim,
nereye gidiyorum' gibi Hakk'a karşı soru işaretleri oluşturma sanatını elde etmemiz şarttır. İslilm'ın en temel prensiplerinin alenen tartışılır olduğu bir zamanda, en kestirme yoldan mak
suda ulaşmanın yolu, taklitten değil tahkikten yani derinlikli bir iman araştırmasından geçmektedir.
Ehl-i din orijinal olacaksa, baktığı işe tahkikle bakmak zo
rundadır. İmanda dahi taklide değil tahkike yönelmelidir. Potansiyel olarak akıl yanılır, nefis aldanır, ene yanlış hüküm verir veya verebilir. İnsan için kainat, ete kemiğe bürürnnenin
adı olduğuna göre, özgün ve orijinal olmanın getirdiği riskleri, risk paylaşımı yaparak en aza indirmeliyiz. Bunu da en kolay yoldan kebm denen büyük günahları terk ederek, emredilen farz ibadetlere uyarak ve sünnet-i seniyye olarak isimlendiri
len peygamber ikazlarını dikkate alarak sağlayabiliriz. Bugün öyle şeyler söylemeliyiz öyle şeyler yapmalıyız ki, yarın aynılarıyla karşılaştığımızda yüzümüz kızarmasın.
İman-ı tabkiki. delil ve burhan getirerek iman etme olduğuna göre, mutlaka tefekkür ederek dimağı çalıştırmak gereklidir. Bu sayede iman hakikatleri gibi konsantre, ruhun gıdası
ve kalbin mayası cevapları elde edebilelim. Tefekkiiriin olmazsa olmazı fikir hürriyetidir. Özgürlüğün olmadığı bir yerde orijinallik gerçekleşmez. Düşüncelerin kısıtlanmadığı bir
ortamda, örselenmeyen bir akılla özgün cevaplara ulaşılabilir.
Orijinalliğin izlerini sürmek bizi iman-ı tahkikiye sevk eder. Tahkiki bir imanın meyvesi iman hakikatleridir. Dimağ
117
tldem'in hiktlyesi
yani bilinç fabrikasından imbik imbik süzülen bu hakikatlerin kalpte yer edebilmesi, yerleşebilmesi için fikir hürriyeti olan bir ortamda, özgürce tefekkür edebilme imkanını bulması gereklr. Ki başkalarının doğrularıyla değil kendi ulaştığımız hakikatlerle, ahsen-i takvime giden bu yolda sahil-i selamete ulaşabilelim.
118
Hakikatle sohbet
"Rüya misalin zıllı~'. misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan, onların düsturları birbirine benziyor.""
CıC NEFES ALIP DURMA BOŞUNA, burada ihtiyacın yok ona. Hava hevanı, nefes de nefsini doyurur, hepsi bu."
"Ne! Nerdeyim ben?"
"Gitmeye hazır mısın?"
"Sen de kimsin? Burası da neresi?"
"Alacakaranlıktasın. Aynı anda iki yerde birden olmak, sanırım kafa karışıklığına neden oldu."
"Ama nasıl olur?"
93 Zilli: gölgesi. 94 Bediüzzaman Said Nu.rsl. Sözler, Söz Basım Yayın, s. 973.
119
tldem'in hiktlyesi
"Aslında ne oradasın ne de burada. Dedim ya, daha tam kopamadın. Zamanla alışırsın."
"Şimdi öldüm mü ben yani!"
"Henüz değil. Seni yoğun bakımda tutmaya çalışıyorlar."
"Peki, kurtulabilecek miyim?"
"Hiçbir şeye inanmaz olalı beri, her şeye inanır oldun bakıyorum. Ölmeyi erteleyebilirsin belki ama eceli asla."
"Ama sen havada duruyorsun!"
"Sen de durabilirsin. Kendine güvenin tamdı hani?"
"Demek. .. "
"Varmış! Öyle değil mi? Görmediğime inanmam derdin
hep, işte şimdi bakışların keskinleşti."
"Neden daha önce değil de şimdi?"95
~Bir insan nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle haşro
lur?96 Allalı'tan gerçeği son anda gördün. Değilse yanmıştın. Mümkün değil yeni şartlara alışamazdın. Şu an ki zorlanmanın bir sebebi de bu. Allah ( c.c.) sana mühlet veriyor, sen onu
sebep olarak görüyorsun. Artık süre bitti. Sebepler de öyle."
"Ama .. :'
95 Bediüzzamaıı Said Nurııl. Söiler, Söz Basını Yayın, s. 879. 96 Müslim, Cennet 83-84; Aliyyülk.l.rl, Mirldtü'l-meBi!lı 1/332, 7/375, 8/431.
120
hakikatle sohbet
"Dur, hemen itiraz etme. Kader, insan itiraz edemesin diye var. Her şey nasıl da senin için zamanlaştırılıyor, ayrıntılanıyor ve örneklendiriliyor.97 Kendi hayatına şöyle bir bak bakalım."
"Ama zarar görüyorum, ölüyorum. Sen bana dönmfuı, hürriyet teklifi karşısında herkes eşittir diyorsun:•
"Tabii ki öyle. Kabuğunu çatlatma çelişkisine katlanamayan bir tohumun, ağaç olduğu hiç görülmüş müdür?"
"Fakat bunu pratikte yaşamak ürkütüyor."
"Bu senin bakış açından kaynaklanıyor. Ceset inceldikçe ruh kalınlaşır. Şimdi sen bunu tecrübe ediyorsun. Birçok ince remizli mesele,98 her gün çevrende gerçekleşip duruyor oysa:•
"Sen bana hala kim olduğunu söylemedin?
"Dünyada en çok kimi görmek istiyorsan, ben oyum."
"Neden, iki arada bir derede kaldım böyle peki? Cesedim orada, ben burada."
"Bazı insanda ara dönem (berzah alemi) uzundur. Bazılarında ise birkaç saniyede sonlanır. Şimdi sen bunu yaşıyorsun. Ruhundaki çizik ve sıyrıklar onarılıyor. Derin yaralar için yapacak bir şey yok, ameliyat olınan (hesap vermen) gerekecek:'
"Nasıl yani?"
rn Bediüzzamaıı Said Nurııl. Söiler, Söz Basını Yayın, s. 891. 98 Bediüzzaman Said Nu.rsl. Sözler, Söz Basım Yayın, s. 717.
121
tldem'in hiktlyesi
"Buradaki bazı sözlerin, onarım işlemini başlattı. Ama sen, sadece konuştum zannettin. Öyle sözler vardır, tiryak (ilaç) gibidir. Ruhu okşar da, onu parlatır."
"İman gibi mi yani?"
"Evet, artık gitme vakti geldi. Hazır mısın?"
122
Bir saniyenin içinde neler olur bilir misin?
SANİYE ...
Yaşamakta olduğumuz hayatın küçük zaman dilimleri. Günlük yaşantının minik tik-takları. Anbean geçirdiğimiz ömür anlaruruz. Çoğu zaman değerini bilmediğimiz, geçmesine kolayca izin verdiğimiz saniyeler ...
Peki şu kısacık bir saniye içinde, kendimizde ve çevremizde ne tür değişimler olmaktadır? Örneğin; yiiz trilyonu aşkın hücre bulunan vücudumuzda, bir milyon hücre öldü ve yerine bir milyon hücre hayata gözlerini açtı. O bir saniye içinde on beş milyon ton su okyanuslardan buharlaştı ve bir o kadarı da yağmur olarak yeryiizüne yağdı. 99 Bu esnada dünyamız, güneşin etrafında otuz kilometre daha yol aldı. Güneş Sistemimiz ve ona bağlı gezegenler ise, Samanyolu Galaksisinin etrafında iki yiiz elli kilometre yol kat etti. O bir saniyenin yaratı-
99 Sen.al Demirci, Metin Karabaşoğ.lu, Yamina Bouguenaya, Bilimin ôteki YUzü, 1z Yayıncılık, htanbul 1991, s. 143.
123
ddem'in hikdyesi
lıp elimize verilebilmesi için yüz kırk dokuz milyon kilometre ötemizdeki, yüzeyi ateş topu olan güneşten tutun, ta akciğerlerimizdeki altmış dokuz angströmlük100 bir alanda gerçekleşen oksijen değiş tokuşuna kadar, özveriyle çalışan bir evrenin
içinde yaşadık, yaşıyoruz ve yaşayacağız.
Şu an akıllara durgunluk veren bu faaliyet, ha.la saniye saniye devam ediyor. Nefes alışımız, yer çekiminin varlığı, mevsimlerin mevcudiyeti gibi uzayıp giden tüm bu örnekler, baş döndürücü bir etkinlik içinde sürüp gidiyor. Uç uca eklenip ömür dakikalarını oluşturuyorlar.
İyi de neden? Şu muazzam canlı faaliyet, neden ve kimin için çalışıp du
ruyor?
Zaman ...
İnsana verilmiş en değerli servet. 101 Karşılığında, sonsuzluğu kazanabileceğimiz ömür sermayemiz.102 O çok kıymetli
vaktimizi, aynı değerde karşılıklar için harcıyor muyuz?103
Eğer son yirmi dört saatimizi yaşıyor olsaydık ki bu her an mümkündür; akıp geçen zaman için, acaba yine böyle vurdumduymaz kalabilir miydik?
100 Angström: Santimetrenin yüz milyonda biri. ıo-8 santimetre. 101 "1ki nimet vardır ki, insanlann çop bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat
ve bof vakit.• Buhari, Rikak 1. 102 Bediüzzaınan Said Nursl, Mesnevf-i Nuriye, Söz Basım Yayın, s. 281. 103 "Bir işi bitirince hemen b~ bir işe ~. onunla uğraş. Hep Rabbine yönel.:'
İnşirah sdresi, 94:7-8.
Her an bir sırattır
SIRAT ... Ötelerde değil, yanı başımda ve şimdi ...
İçinde yaşadığım, bulunduğum 'an'da adımlıyorum o köprüyü. Ya geçiyorum ya da düşüyorum. Dünyanın, sırat köprüsüoün görünen kısmına verilen diğer bir isim olduğunu kavrıyorum o an.
Varlık Memi, nasıl da bir var bir yok arası titreşiyor, hayret! Resmen titriyor. Sanki sonsuz bir karanlıkta anbean flaşlar patlıyor. Her şey, varlık sahnesinde boy göstermeye başladığı an da, yokluğun uç sınırına da varıveriyor. Atom boşluk, hücre boşluk, dünya boşluk, uzay boşluk. .. Zerreden küreye her şey boşlukta asılı durmakta ve yokluğun o uç sınırına kadar geliveriyor. Öyleyse, 'yokluğun uç sınırıdır dünya' diyorum, 'adımladığımız sırattır:
125
tldem'in hiktlyesi
Önce, felsefe gözüyle bakıyorum. O sıratın altındaki boşluğu ve yanı başındaki yokluğu gözlüyorum. En küçüğünden en büyüğüne, her şeyin nasıl olup da yokluğa yuvarlamvermediğine hayret ediyorum. Müthiş bir hızla adımlıyorlar sıratlarını ama ademe düşmüyorlar!
Neden sonra, yumuşak ve sonsuz bir iple varlık aleminde asılı olduklarını fark ediyorum. Acizliklerine rağmen, ne kadar da haşmetli duruyorlar öyle.
"O gördüğün vahdet ipidir" diyor bir ses, "seni dağılmaktan kurtarıyor:' Kulak veriyorum, uzaklardan ama yanı başımdan geliyor: "Uzatılan rahmet ipine neden bağlanmıyorsun ?" diyor, "Din gününün sahibi olan 4lemlerin Ro.bbine."""'
Önce uzak görüyor, ciddiye almıyorum. Oysa Yaratıcıyla aramdaki bağı kopardığım her an da, sırattan düşüyorum ve kaybediyorum. Bir koca deveyi yardan uçuran bir tutam ot misali. Manen dağılıyorum. Dıştan bakınca var gibiyim, ama gerçekte yok oluyorum. İşte o an cehennem hayatı da başlayıveriyor.
Sonra, yokluğun sınırından döndürülen her şeyi hatırlıyorum; vahdet ipini. Din gününün sahibi olan i\lemlerin Rabbini. Kendimi de dahil ediyorum, o müthiş tevhidin, her şeyin içine. Kurumuş olan aklım, yeşermeye başlıyor vahyin ışığında. Koca koca i\lemleri içine alan bir kalbe sahip olduğumu fark ediyorum. En önemlisi de, sevildiğimi ...
İsteyerek, "İyytıke na'büdü ve iyytıke nesteln" 105 diyorum. Nurlanıverlyor sıranın. Önde Res1'ıl-i Ekrem ve ardından mil-
104 Bkz. F4tiha sOresi, 1:2-3. 105 Bkz. Fltiha süresi, 1:4.
126
her an bir sırattır
yonlar geçiyor o köprüden anbean. "lhdina'ssırata'l-müstaklm. Sırata'lleztne enlımte aleyhim" 106 diyerek.
Derken, felsefenin ayak seslerini duyuyorum cehennem tarafından. Dfuşüyorlar maalesef, düşüyorlar. "ğayri'l-mağdubi aleyhim vele'd-dallln"107 diyorum, hamd ederek. Dfuşmemek için, Rabbime 'Fatihi ile arz ediyorum halimi. Açmak ve aşmak için o köprüyü.
Sırat!
Ötelerde değil, yanı başımda ve şimdi. Vahdet ipine sımsıkı sarıldığım 'a.n'da geçiyorum onu. Ahirete aktarabildiğim 'aılda.
Değilse ...
106 Bkz. F4tiha sOresi, 1 :5-6. 107 Bkz. Fltiha süresi, 1:7.
127
Yakıtı tefekkür olan
astrolojik seyahat
"Yedi göğü kat kat yaratan Oliur. O Rahmtı.n'ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin.
Haydi, çevir gözünü (semaya), görebilir misin bir çatlak?"'°'
"üstlerindeki semaya bakmadılar mı ki, Biz onu nasıl bina etmişiz ve doııatmışız da hiçbir gediği yok?"109
CC yANl, AYBT-1 KBRlME, nazar-ı dikkati, sem4nın ziynetli ve güzel yüzüne çeviriyor. T4, dikkat-i nazar ile, sem4nın
yüzünde fevkalade sükıınet içinde bir sükutu görüp, bir Kadlr-i Mutlakın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa, eğer başıboş olsaydılar, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak 14zımdı ki, kainatın kulağını sağır edecekti."' 10
108 Bkz. Mülk sftresi, 67:3. 109 Bkz. Kaf sil.resi, 50:6.
ııo Bediüzxaman Said Nursi,, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 818.
128
yakıtı tefekkür olan astrolojik seyahat
I.
Astrolojik bilgilerin ışığında, üstümüzdeki semaya bir bakalım. Gerçekten çatlak veya gedik görebilecek miyiz?
Evrendeki milyarlarca yıldız ve galaksi, mükemmel bir
uyum içinde kendileri için tespit edilmiş yörüngelerinde hareket ederler. Yıldızlar, gezegenler ve uydular hem kendi etraflarında hem de bağlı oldukları sistemlerle birlikte dönerler.
Bu astrolojik trafik yoğunluğu içinde, evrendeki büyük düzeni bozacak herhangi bir çarpışma olmaz.
Uzayın derinliklerinde seyreden bu muazzam büyüklük
teki cisimlerin hızlan, olağanüstü boyutlardadır. Milyarlarca galaksi ve trilyonlarca yıldız, aklın kavramakta zorlandığı hızlarda ve trafik yoğunluğunda hareket ederler. Normalde bek
lenen, böylesine karmaşık ve süratli seyreden sistemlerin dev kazalara karışmasıdır. Kaostur. Ancak, böyle bir durum olıışmaz. Güven içinde hayatımız sürer gider.
II.
Dünyamız 40076 kilometre çapıyla kendi etrafında, bir giinde
bir tam tur atıyor. Bu hız, saatte 1670 kilometreye karşılık gelmektedir. Yani dünyamız bizi, kendi etrafında F-16 uçaklarının süratinde döndürmektedir. Bu hızın sağladığı merkezkaç kuvvetiyle, giineş ve dünya kütlelerinin meydana getirdiği çe
kim kuvvetinin dengelemesi, dünyamızın güneşten en uygun mesafede seyretmesine sebep olmaktadır. Hız birazcık değişe
cek olsaydı, ya giineşe yaklaşarak kavrulacak veya uzaklaşarak donacaktık.
Dünyamız her gün kendi etrafında dönerken, aynı anda yi-
129
tldem'in hiktlyesi
ne kompleks bir hareketle güneşin etrafında da, bir yılda bir tam tur atar. Bu ise, saatte 108.000 kilometre hızla güneşin et -rafında döndüğümüzü gösterir. Bu da demektir ki, top güllesinden 70 kat daha süratli bir şekilde güneşin etrafında tur atmaktayız. Yorüngemizin uzunluğunu, farzımuhal yürüyerek
kendi gücümüzle gitmeyi göze alabilseydik, tam 24.000 yıl sürecek bir yolculuğa ihtiyacımız olacaktı!
Güneş Sistemimiz de, yine benzer hesaplamalarla, Saman
yolu Galaksisinin etrafında saatte 720 bin kilometre hızla dönüyor. Saniyede 250 kilometre hızla, Güneş'imiz ve ona bağlı gezegenler galaksinin etrafında hayret verici bir süratle dönüp
duruyorlar. Geceleri gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz bütün yıldızlar Samanyolu Galaksisi'ne aittir ve bu yıldızların aralarında ı.şık yıllarıyla ölçülen çok büyük mesafeler vardır.
'l<l.nd olsun ki biz (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık."111
Ill.
Milyarlarca yıldır aynı düzen, aynı ahenk içinde sürüp gidiyor.
Mesela; Samanyolu Galaksisine en yakın komşu galaksi '.Andromeda Galaks.isfdir. Bize komşu oluşuna aldanmayalım, tam 2 milyon ışık yılı bizden uzakta bulunuyor.112 Şayet ışık hızında se
yahat edebilseydik (saniyede 300 bin kilometreye karşılık gelen bir hız!), ancak 2 milyon yıl sonra bu gökadaya varabilecektik.
"Sonra gözü, tekrar tekrar (semaya) çevir; nihayet o göz zelil ve hakir olarak sana döner. Artık o, ticiz kalmıştır. "113
111 Bkz. Mülk sftresi, 67:5. 112 Meydan Larousse Anslklopedisi, cilt 2, s. 605. 113 Bkz. Mülk süresi, 67:4.
130
yakıtı tefekkür olan astrolojik seyahat
rv.
Her an, sebeple sonuç bir arada; eksiksiz, mükemmel ve ku
sursuz bir yaratına, ancak 'sıfır' anda ve 'sonsuz' bir kudret ile
başarılabilir. Evren gözümüzün önünde ve Cenab-ı Hak bunu
her an yapıyor. Ve bizden istenense, sadece O'na kul olmamız.
Rıza göstereceği bir kulluğu ifa etınemiz.
Kısacası, "lyytıke na'büdü ve iyyake nestein"114 diyebilme
miz.
114 Bkz. Fltiha süresi, 1:4.
131
Paraşüt
• 1 LK KEZ ATLIYORDU.
Boşluğa doğru süzülüverdi İbre, süratle indiğini gösteriyordu. Kendinden geçti. Altimetrenin ibresi, skalanın ortalarına gelince telaşla paraşütün jildesini çekti. İçi hava dolan paraşüt, hızının bir anda azalıvermesini sağladı. Şimdi, havada
asılı duruyordu sanki.
Rahatlamıştı. Bakışlarını yukarıya kaldırdı. Açılan paraşü
tü inceledi. Her bir boğum, onu hayata bağlayan can simitlerini andırıyordu. Bu bağlantı hoşuna gitti. Ailesi geldi aklına, çocukları... Yaşadığı çevreyi, iş arkadaşlarını düşündü. Onu
hayata bağlıyorlardı. Tıpkı paraşütün boğumları gibi...
Paraşütün üzerinde "servet" yazıyordu sanki; "aile, evlat,
mal, mülk, makam, şan, şöhret" yazıyordu. Kayıp gitmesine
engel oluyorlardı.
132
paraşüt
Çevresine bakındı. Artık düşmüyor, ebediyen havada öyle
ce kalıverecekmiş gibi duruyordu. Dünyası bir derece sabitlenmişti. Derin bir nefes aldı.
Peki, ya sonra!
Cevabını veremediği onca muammayla birlikte hayata atılmıştı. Bir müddet sessizliğin sesini dinledi. Sonra, kuvvetlice
"Heyyyl" diye bağırdı. Karşı dağlardan sesinin yankılanması hoşuna gitti: "Heyyy!"
Manzara gerçekten çok güzeldi. Etrafını alabildiğine sey
rediyordu. Çevresinde ne varsa elinin hemen altında gibiydi. Uzanıverse bulutlara değecek, denizi avuç avuç içecekti.
Aslında aldatıcı bir oyundu yaşadıkları. Biliyordu, ama ...
Derken, aşağıdan birinin megafonla seslendiğini işitti. Kulak kabarttı, "Dikkat et!" diyordu, "Pistin dışına çıkıyorsun, kolonları çek, yanlış tarafa sürükleniyorsun!"
Kendisini paraşüte bağlayan kolonları bir iki asılacak gibi oldu. Sonra, ''.Aman sendeee .. :' diyerek, "daha inmeme çok var,
keyfimi bozmayayım şimdi" diye düşündü.
Bu işe yine de canı sıkıldı. İstemiyordu ama iniyordu. Aklı
na ölümü geldi.
Çözümü; düşünmemekte ve medeniyet fantezileriyle oya
lanmakta buldu. Dağlara sesleniyor, bir an sonra yankılanan sesini dinliyordu. Kendi sesini işitmek çok zevkliydi. "Heyyy!" diye bağırıyor, dağlar aynıyla mukabele ediyordu. Bulutları yakalama, denizden kana kana içme hayalleri kuruyordu.
ddem'in hikdyesi
Bir ara, aşağıya göz gezdirdi. Yere oldukça yaklaşmıştı. Birçok şeyi seçebiliyordu artık. Düşünmemek düşmesini engellemiyordu. Hafiften ürktü. Aynı megafonik ses kulağında sedalandı yine: "Dikkat et, alanın dışına çıkıyorsun. Kolonlara asıl.
Rüzgara kapılacaksın. Sağa doğru gel, sağa ... "
Zaman akıp gidiyor, yer ise gittikçe büyüyordu. Bu haliyle, ağzını açmış bir ejderhaya benziyordu. Bir süre sonra içine düşüvereceğini hissetti. Havada duramadığım, artık anbean inmekte olduğunu fark etti. Altimetreye baktı, ibrenin dönecek yeri kalmamıştı. Sıfırı tüketmek üzereydi. Yaşlanıyor muy
du ne?
Teorikte, her uçaktan atlayanın mutlaka yere ineceğini biliyordu. Ama bunu pratikte yaşamak ürkütücüydü. Kulağına gelen ikazları ciddiye almayı düşünüyordu ki, iniş için hiç de müsait olmayan bir yere düştü. Bakışları son bir kez ufka doğ
ru kaydı. Daha önce hiç karşılaşmadığı ve bir daha da asla görmek istemeyeceği biri, o an yanı başındaydı: "Bitti!" dedi, "ye
re indin, ama yanlış yere .. :'
Hava trafiği.
•Müteharrik her bir şey, zerrattan seyyarata kadar,
kendilerinde olan sikke-i samediyet (her şeyin Allaha muhtaç olma mührü) ile
vahdeti gösterdikleri gibi, hareketleriyle dahi gezdikleri bütün yerleri
vahdet namına zapt ederler; kendi Malikinin (sahibinin) mülküne idhal ederkr.""'
U ÇAKLAR ...
İnsan teknolojisinin övünç kaynağı olan nakil vasıtaları.
Tonlarca ağırlığına rağmen İlahi hikmetin aerodinamik prensibiyle tüy gibi hafıfleyen çelik melekler. Hz. Süleyman misali, havayı emrimiz altına sokan binekler. Hareket kabiliyetinin ve hızın beraberce bugünkü teknolojideki karşılığı olan uçaklar.
ııs Bediüzxaman Said Nursi,, Sözler, Söz Basım Yayın, s. 805.
135
tldem'in hiktlyesi
Bir uçağın dizaynındaki harikalar ne kadar hikmet yüklü ise, onların hava trafiği esnasındaki rotaları ve iniş-kalkış düzenleri de o derece intizam yüklüdür. Mesela; İstanbul, Atatürk Havalimanı'na her on beş saniyede bir uçağın inip kalktığını ve buranın dünyanın bütün havalimanlanyla bağlantısının olduğıınu dfuşününce, ne kadar dakik ve nazile bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğu daha net anlaşılır.
Üstelik hikmet ve intizamın, hızın artmasına rağmen aynen korunması için bu irtibatın her an ve kesintisiz olması da gerekir. Yani, İstanbul'a bir uçağın inmesi veya buradan havalanması demek, dünyanın tüm havalimanlarından buraya gelen ve giden uçak seferlerinin biliniyor olması demektir.
Şu durumda, 'uçağın seyahati için, gezdiği tüm yerlerin de kontrolü ve koordinesi gerekli' demek, pekala doğru bir ifadedir.
Kulenin, havadaki bir uçağa iniş izni vermesi ve keza pistteki bir uçağın da kalkışını onaylaması ancak bu şekilde mümkün olabilir. Hem bu kadar süratli, hem de son derece karışık ve karmaşık gözüken bu hava trafiği başka türlü koordine edilemez zaten.
Tabi, pilotaj hatası olmadığı sürece ... Değilse, her şey bir an da birbirine karışıverir.
Ben, uçak hızından yüz kat daha süratli seyreden ve yolcu kapasitesi de ondan yüz milyon kat daha fazla olan bir gök gemisi biliyorum. Kırk sekiz yıldır bu gök gemisinde seyahat etmekteyim. Hem de ikramın en güzeliyle ağırlanarak. ..
hava trafiği
Pilotu ise; Alim (ilim sahibi), Haklın (hikmet sahibi), Semt' (işiten), Basir (her şeyi gören), Kadlr (her şeyi yapabilmeye gücü ve kudreti yeten), Rahim (merhametli), Rezzılk (rızk veren), Mün'im (nimetleri ikram eden), Musavvir (her şeye en güzel şekil ve suret veren), Zü'l-celfili ve'l-ikram (azamet ve kibriyasıyla, en uygun şekilde karşılık veren) bir Zattır.
Eğer yumuşak ve sonsuz bir el ile galaksi trafiğine bu Zat'ın hükmü geçmeseydi, şu seyahatim gerçekleşebilir miydi?
Tıpkı diğer gök gemileri gibi...
137
Sonun başlangıcı
U YANDIGINDA SABAH OLDUGUNU fark etti. Kalktı, giyindi. Alışveriş için bakkala gitti. Bakkal kapa
lıydı. Karşıdaki markete yöneldi. Hayret! O da kapalıydı. Zihnini yokladı. Tatil değildi. Çevresine bakındı. Her taraf kapalıydı. Ortalıkta kendisinden başka kimsecikler yoktu. Saatine bakmaya yeltendi, kolunda olmadığını fark edince vazgeçti. Bu sessizlikten ürkmüştü. Yoksa darbe falan mı olmuştu?!
Ana caddeye çıktı. Koca şehirden çıt çıkmıyordu. Yanından iri bir yılanın tıslayarak geçtiğini görünce çok korktu. Şehrin ana caddesinde sürüne sürüne giden bir yılan! Neler oluyordu böyle? Aklına birden ailesi geldi. Onları aramalıydı. Evine yöneldi.
Apartmandan iri bir kertenkelenin çıldığını görünce dondu kaldı. Şehri yabani hayvanlar basmıştı. Ürke ürke merdivenleri çıktı. Doğruca eve girdi. Telefona baktı. Çalışmıyordu.
sonun başlangıcı
Telaşlanmaya başladı. Neler oluyordu. Tüın bu anlamsızlıkla
rın bir izahı olmalıydı. Televizyonun düğmesine bastı. Çal~mıyordu. Lambayı kontrol etti. Elektrikler kesikti. Artık iyice paniklemişti. Balkona çıktı. Korkuyla içeri kaçtı. Balkonda kol büyüklüğünde bir akrep duruyordu. Tekrar telefona baktı.
Ses yoktu. Sinirleri yay gibi gerildi. Pencereden dışarıyı süzdü. Gözleri bir insan arıyordu.
Annesi, babası ve kardeşi ne yapıyorlardı acaba? Ne yapıp etıneli, ailesinin yanına gitıneliydi. Arabaya bindiği gibi gazladı. Önüne çıkan iri bir köpeğe çarptı. Çılgın gibiydi. Milyonluk şehirde tek bir insan yoktu. Kendisinden başka ... Neredey
di bu insanlar? Neler oluyordu böyle?
Nihayet doğduğu mahalleye gelmişti. Her şey ve her yer yerli yerindeydi. Ama sadece insan yoktu. Apartmanın önünde durdu. Arabanın kapısını açtığı gibi kapaması bir oldu. Ön camda kocaman bir örümcek duruyordu. Hızla apartınana girdi. Koşar adım merdivenleri çıktı. Zile bastı. Çalışmıyordu.
Kapıyı yumrukladı. Cevap veren yoktu. Korkuyla bağırmaya başladı. Kapıyı, yüklenerek kırdı. İçeri girdi. Ama nafile! Kimse yoktu, karıncalardan başka ...
Annesi. babası, kardeşi hiçbiri yoktu. Nereye gitmişlerdi? Ağlamaya başladı. Sanki yer yarılıp da içine girmişlerdi. Yoksa nükleer bir felaket mi olmuştu? İyi de, sadece insanlar yoktu.
Bütün canhlar olduğu gibi duruyordu. Hatta, ansiklopedilerde gördüğü hayvanlara bile rastlamıştı. Hem de en olmayacak yerlerde ... Bir an aklım yitirdiğini sandı. Bütün insanlar göz
açıp kapayıncaya kadar yok olmuşlardı. Nasıl olurdu. Yoksa bu bir rüya mıydı? Birden ayaklarının dibindeki binlerce karıncaya takıldı gözleri. Hemen evi terk etti.
139
tldem'in hiktlyesi
Sokağa fırladı. Yanından tıslayarak geçen iri yılanı gördü yine. Korkuyla arabasına bindi. Bütün bu olup bitenlere hiçbir anlam veremiyordu. Buhar olup uçmadıklarına göre ... Bilmediği bir sebepten ötürü şehri terk etmiş olmalıydılar. Ama hayır! Her şey olduğu gibi duruyordu. Aklı iflasın eşiğine gelmişti. Sağlıklı düşünemiyordu. Yoksa ölmüş olmasmlardı?
Arabayla umarsızca dolaşırken, mezarlığın yanından geçtiğini fark etti. İçinde mezarlığa girme isteği uyandı. Ailesini bir de orada aramalıydı. Mezar taşlarına baka baka ilerledi. Daha düne kadar hayatta olan akraba dostlarının tamamı ölmüştü. Hayretler içindeydi. Demek ölmüşlerdi. Mezarlıkta ilerledikçe kabirlere olan akrabalığı da artıyordu. Birden kardeşinin mezarım görerek irkildi. Hemen yanında anne ve babasının kabirleri bulunuyordu. Ama nasıl olurdu? Daha akşam telefonda konuşmuşlardı. Hepsi birden nasıl ölebilirdi. Buna inanmak istemedi. Mezarlara bir daha bir daha baktı. Evet, doğruydu. Hepsi ölmüşlerdi. Demek artık yapayalnızdı. Her yanını korkunç bir ıztırap kaplayıverdi.
Annesinin mezarında haps-i münferit'" yazıyordu. Buğulu gözlerle mezara bakarken, toprağın altını gördüğiinü fark etti. Bakışları keskinleşmişti. Az önce rastladığı hayvanlar olduğu gibi mezarın içinde duruyorlardı. Ürktü. Hemen yan mezara doğru yürüdü.
Babasının kabrine gelmişti. Mezar taşında saadet-i ebediye117 yazılıydı. Mezara baktığında, içeriye doğru açılan bir menfez dikkatini çekti. Muazzam bir sarayın penceresi gibiydi. Tarif edilmez giizellikte bir manzara göriilüyordu. Adeta cennete benziyordu.
116 Haps-i münferit: Tek kişilik hücre hapsi 117 Saadet~ i ebediye: Ebedi, sonsuz mutluluk.
sonun başlangıcı
Bir sonraki mezara ilerledi. Şimdi kardeşinin kabrinin başındaydı. Mezar taşında firak-ı ebedt118 yazılıydı. Mezarın içi görünmüyordu. Zifiri karanlıktan hiçbir şey seçilemiyordu. Bakışlarını bile yutan dipsiz bir kuyu gibiydi. Tek kelimeyle dehşete kapıldı. Biraz daha baksa içine düşeceğini sandı.
Yan mezara ilerledi. O da ne! Bir kendine, bir de mezar taşına baktı. Evet evet, kendi mezarının yanında duruyordu. Demek ölmüştü. Mezar taşında haps-i münferit yazılıydı. Az önce rastladığı tüm hayvanlar olduğu gibi mezarının içinde duruyordu.
Akşamı olmayan o son günde, kendisini çetin bir akıbet bekliyordu. Zira her şey çok keskindi. Artık biliyordu.
Yaşadıklarının bir rüya olmasını o kadar çok istemişti ki ... Derken irkilerek kendine geldi. Sırılsıklam bir haldeydi. Kan ter içinde kalmıştı. Bu kez gecenin ilerleyen bir vaktinde uyanmıştı.
Hem de ne uyanma ...
ııs Firak-ı ebedi: Sonsuza kadar olan ayrılık.
141
Sergi bugün de açık
"Ey habibim! Sen olmasaydın, k/Jinatı yaratmazdım."119
.....
ALEMLERİN YARATILMASINA vesile olan Zat (a.s.m.), ar-tık aramızda değil. Kainatın en mümtaz meyvesi, seme
resini vermiş ve çekilmiş. Buna rağmen kainat sergisi toplanmamış. Yaratıcı, hilkat ağacının en mükemmel meyvesini yer ve gök ehline gösterdiği halde, tezgahı hi\la kaldırmamış.
Neden?
Normalde beklenen Resiillullah'ın terki mekan etmesiyle birlikte, dünya hayatının fesih edilmesidir. Mademki, O olmasa alemler yaratılmayacaktı, aramızda olmadığına göre, kllinat sergisi neden hala toplanmıyor?
Sahih (kesin) rivayetlerle bildirilen bir olayda, mahşerin dehşetinden herkes hatta peygamberler dahi, "nefsi, nefsi"
119 Ali eJ.Kl.ri, Şerhü~·Şifa, ı;6; Aclıını, Kef!ü1·Hafo, 2'!64, no; 2ı23.
sergi bugün de açık
derken, Resw-i Ekrem ( a.s.m.) "ümmeti, ümmeti" diyerek, ümmetine re'fet ve şefkatini göstermiş. Hatta doğduğunda "ümmeti, ümmeti" dediği annesi tarafından nakledilmiş.120
O zatın peygamberliği, sınanma ve kulluk için şu dünyanın kurulmasına sebep olduğu gibi, O zatın kulluğunda yaptığı dua, ödül ve ceza için ahiret yurdunun icadına da sebep olur.121
Risaletinin terk edilmesi halinde, tezgahın toplanmasına da sebep olur. O zatın (a.s.m.) direktiflerini ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kainat sarayı, değiştirilecektir ve dönüştürülecektir. 122
Kainat sergisi bugün de kaldırılmadıysa nedeni, "Allah ve ahiret var" deme mesleği olarak da isimlendirilen Risalet-i Ahmediye'nin devam etmesidir. Bu vazife sürdüğü sürece, biiznilWı kıyamet kopmayacaktır.
Biliyorum ki, O ( a.s.m.) yoksa sergi toplanır, evren derdest edilir. Ehl-i feragat tarafından "ümmeti, ümmeti" nidası hala kainatın sinesinde mıl.kes bulduğu içindir, tüm bu sürüp gitmeler.
Allah: ~ .. içinde muslihler (ıslah ediciler) bulunan bir kavme azap indirecek değiliz"'123 buyuruyor. İçimizde muslihler bulu-
120 Buhari, Tevhid 36; Tefsir 17; Süre 5, Fiten l; Müslim, İman 326, 327; Tirmizi, Kıyamet 10.
121 Bediüu.aman Said Nursl, Mesnevi-i Nuriye, Söz Basını Yayın, s. 42. 122 "Öyle ise, denilebilir ki, eğer şu üstad olmasaydı, o mellk-i z1ıan, şu kasrı biruı
etmezdi. Hem yine denilebilir ki, o üstadın talim.atını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek." Bcdiüzzaman Said Nurst., Sözler, Söz Basım Yayın. s. 180.
123 Bkz. Hiid süresi, 11: 117.
143
tldem'in hiktlyesi
nan bir halde olmamız gerekiyor. Ahir zamanın tam göbeğinde yaşadığımız ortamda, bn görev sadece İlahiyatçıların değil hepimizin sorumluluğundadır.
İnsan kilidini, feragat anahtarı açar. Bazılarımızın feragat ederek bu mesleği yörütmeye devam etmesi şarttır. Başına kıyamet koparak haşrolınuş biri olarak, Rabbin hıızınuna çıkmak istemediğim için yazıyorum ben. Kendi kabımca ... Doldurabildiğim kadarıyla sunuyorum. Belki benden daha iyi arılayaıılar çıkar da daha güzelini sunmaya devam ederler ümidiyle yazıyorum. Ve yine biliyorum ki, bir meseleyi bazen nakledenden daha iyi arılar, o sırada dinleyen ...
144