ahval i angara
DESCRIPTION
mart sayısıTRANSCRIPT
YOLUNDA A.Ş./ÇİNÇİN’İN BAĞLARI
Asıl amaçları bir Çinçin filmi çekmekti ekibin ve bu amaçları-na çabalayarak ulaştılar. Kentsel dönüşümün, metropolleşen kentlerin yaşattıklarını tüm boyutlarıyla farklı bir üslupla an-
latmışlar vizyon tarihi beklenen filmde de.
ALTINDAĞ’DADOLMUŞÇU OLMAK
Ankara’nın ulaşım derdi, her gün çileden çıkaran, başlı başı-na bir stres trafiği ve bunun içinde dolmuşçu olmak... Tabi en büyük sıkıntı yine geçim sıkıntısı, işsizlik.
GENÇLERİ OYNATMAKCESARET İSTER
Süper Lig’de kadrosunda en fazla altyapıdan futbolcu oyna-tan takım Gençlerbirliği. Altyapıların yetersizliği Türk futbo-lunun en temel sorunlarının başında geliyor. Süper Lig’de birçok takım kendi altyapısından futbolcu yetiştirmekte zor-lanıyor.
Ankara talan ediliyor. Onlar hepimize düşman; ağaca, suya, tarihe, insa-na… Her şeye ve hepimize. En ufak bir yaşam kırıntısı bırakmayacak şekil-de boğuyorlar kentimizi. Ankara’da en temel kamusal ihtiyaçlar bile sorun haline geliyor ama birilerinin cebi fena halde dolduğu için bu durum olağan karşılanıyor. Yapılaşma, su, ulaşım ve daha birçok kent sorunun temelinde, belediyelerin kentte yaşayanları bir özne olarak görmekten uzak, rant oda-klı ve sorunları çözümleyici değil sorunlar yaratıcı politikalar izlemesidir mesele.Ankara’da Dikmen Vadisi, Mühye Köyü, Pursaklar ve daha birçok yer kentsel dönüşüm projeleriyle; AOÇ tam bir rant savaşı ile talan ediliyor. Pis içme suyunun temiz olduğunu kanıtlamak için bakın
ben içiyorum diyen bir Büyükşe-hir Belediye Başkanı var. Ve bun-ların yanında Ankara’daysanız ve toplu taşıma kullanacaksanız vay başınıza gelenler…
Sayfa 10
Sayfa 3
Sayfa 4 Sayfa 11
2015’in ilk iki ayında 49 kadın erkekler tarafından katledil-di. Devletliler toplumda yaratmaya çalıştıkları kutuplaştır-ma ve tedirginlik havasını kadınlara daha fazla saldırarak körüklüyorlar. Kadına yönelik devlet söylemleri ile eş zam-anlı olarak kadına şiddetin katlanarak artması faillerin esas adresini bizlere gösteriyor. Özgecan kadınların öfkesinin son damlası oldu ve o öfkenin ateşi ülkenin her yanını sardı. “Devlet büyükleri” de korktu-lar yaptıklarının neticesinden. Paniklediler. Dikkat: “Üzüntülü” değiller , “telaşlı”lar. Çünkü bütün kadın cinayetlerine söylem-leriyle, duruş ve tavırlarıyla birer azmettirici olduklarını biliyor-lar. En tepeden en aşağıya fikriyatlarıyla günde beş kadının öldürülmesinin sorumlusu olduklarını biliyorlar.
Kadınlara Karşı Savaş İlanı!Ahval-i Kadın
Ayıplı (Arızalı) Mal SatınAldığımızda Ne Yapabiliriz?
Haklarımız
Cumhurbaşkanı’na Hakaret SuçuAv. Murat Yılmaz
Neredeyiz?Ahval-i Umumiye
Hükümet “her şey yolunda, yola devam” derken, Koç Hold-ing “çocuklarımın geleceğinden endişeliyim” deyiverdi.
2014 Kasım ayı verilerine göre, işsizlik oranı artarak yüzde 10,70 oldu. Buna göre, yasal olarak çalışabilecek olan, 15 ve yukarı yaştaki yaklaşık 30 milyon insanın 3 milyonu iş bulamıyor. 15-24 yaş arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 20’ye vurdu. İşsizlik gün gün artarken, çalışan kesim için de durum hiç iç açıcı değil.Koç Holdingin çocuklarının bile geleceğinin “garanti olmadığı, endişeli olduğu” bu hükümet zamanında, asgari ücretli ve işsiz insanların çocuklarının geleceğinin nasıl olacağı merak konusu.
Kadın Türkiye’den Haberler
Kadın Katillerini Kim Azmettirdi?
3 Milyon Kişi İş Arıyor
Sayfa 2
Sayfa 2 Sayfa 5 Sayfa 6 Sayfa 7
Sayfa 7
Önceki sayılarımızda yazdığımız gibi, IŞİD Ankara’da. Küçük yaşta çocukları çeşitli dernek faaliyetleri ile savaşa götürüyor ve burada savaş fikriyatını yaymaya çalışıyor.
Geçtiğimiz günlerde ise MİT’ten, Emniyet ve Jandarma’ya IŞİD’le ilgili uyarı bilgisi gönderildi. Uyarıda 3 bin IŞİD çetesinin Tür-kiye’ye sızdığı bilgisi yer alıyor. Bunların, başta Ankara olmak üzere değişik illerde sansasyonel eylemler yapabileceği de uy-arıda belirtiliyor. Bunun yanında Dışişleri bakanı Eğit-Donat an-laşmasının imzalandığını sevinçle açıklıyor. Peki bu anlaşma ile kimler eğitilecek ve bunlar kime saldırtılacak?
Türkiye’den Haberler
IŞİD Ankara’da,Yanıbaşımızda
Sayfa 6
Mart - 2015 Kadın 2
Özgecan Aslan’ı ve ona ne yapıldığını herkes bili-
yor. Tecavüze kalkışan katili ile ilgili herkes bir şey-
ler söylüyor; sövenler, vahşice diyenler çok. Kabuslar
gördüğü, korktuğu için duymak istemeyenler de,
“Ama kadın da şöyle durmalı yahu” beylik laflarıyla
hala erkek şiddetini meşrulaştıranlar da çok.
Sonra peki. Bitmedi kadın cinayetleri. Özgecan’dan
önce de katledildik. Sonra Manisa’da bir kadın daha
yakılarak öldürüldü, mahallemizden, sokağımızdan
bir kadın daha dövüldü kocası tarafından, birimiz
daha taciz edildik, lafımız ezildi, yok sayıldık, iradem-
iz alındı.
Adeta savaş açılmışken kadınlara, kadının taşıdığı
değerlere, yaşamına, varlığına, kadınlar olarak en
aşağılık zamanı yaşıyorsak kim bunun sorumlusu?
En tepeden yanı başımızdaki erkeğe kadar aynı
zihniyet içinde yaşamak zorunda bırakılmıyor muyuz,
Özgecan’ın katline giden yol her gün yeniden
örülmüyor mu en ufağından en şiddetlisine yapılan-
larla?
Cumhurbaşkanı diyor ‘Kadınlar, Allah’ın biz
erkeklere emanetidir’. Sonra başka biri okulda,
yanımızda tekrar ediyor bunu. Kadın akılsız mıdır,
bedenden mi ibarettir, sahip olunan mıdır, hep bir
erkeğin midir?
Annesini öldüren gence ‘Namusunu temizlemiş’
diye indirim talep eden savcılar, ‘Kot pantolon gi-
yiyormuş o zaman tecavüz yoktur rızası vardır’ di-
yen yargıçlar, erkekler gözü dönünce onlarca bıçak
darbesiyle ya da kurşunla kadınları öldürürken haksız
tahrik indirimi ile katili rahatlatan mahkemeler var.
Karakola gidip şiddet gördüğü erkeği şikayet ed-
ince, hadi ama barışın kocandır diyen polisler, uzak-
laştırma kararı varken öldürülen, polisin ‘koruyama-
dığı’ kadınlar var.
İç güvenlik paketiyle kendimizi korumak adına
yanımızda taşıdığımız biber gazını silah kabul edip
tacizciye biber gazı taşıyandan daha az ceza veren
yasa koyucular var.
Elektronik kelepçe, uzaklaştırma kararı, panik bu-
tonu, adeta hapishaneye dönüştürülmüş sığınma
evleri hiçbiri engel olamadı öldürülmemize, tecavüze
uğramamıza, tacize.
Yaşamak için nere var kadınlara, hangi mekan,
hangi zaman?
Tüm bu sonuçları yaratan zihniyete göre kadın
kendisi dışında herkesindir, yönetilendir, yönlendi-
rilendir, kendi yaşamına dair karar alacak iradeye,
idrak yetkinliğe sahip değildir, her bakımdan eksik
olandır. Bu yüzden, kadınlar erkeklere emanettir hep.
O emanet edildiğimiz yerde de yaşmak yoktur bizim
için.
Evimizin içinden, sokağa attığımız ilk adıma ve
sonrasına her yerde yaşatılan da bu bize. Çok ba-
sit yaşamak istiyoruz. Oluşturulan bu zihniyetle yok
edilen değerlerimizi bulabilmek, kendimiz olabilmek,
hayatta kalmak istiyoruz aslında ama bu bile sorgu-
lanabilir, amalarla üstü çizilebilir olmuş. Belli bir rol
verilmiş, makbul olan belirlenmiş onun sıfatları dışın-
da bir şey olmamız, istememiz yasaklanmış.
Tüm bunların karşısında ne yapmamız gerekir?
Sokağa mı çıkmayacağız, en vahşice kadın kat-
liamlarını görüp, daha da mı kapanacağız olduğu-
muz yere, evimizi mi taşıyacağız? Daha çok mu ko-
runacağız bizi öldürenler, aşağılayanlar tarafından?
Yasalara, devletlilere, polise kime güveneceğiz, kime
bakacağız?
Bu soruyu önce kendimize, sonra çevremizdeki
tüm kadınlara sormamız gerekiyor. Çünkü olanların
hepsi bütün kadınlara bir saldırı, adeta bir savaş ilanı
bunlar. Ancak biz üretebiliriz buna cevabı ve biz uy-
gulayabiliriz çözümleri. Başkalarına muhtaç olmadan
yapabilmeliyiz.
Bu yüzden önce kadınların bir araya gelişi, birlik-
teliği değil mi öncelik? En çok kadınların konuşması
gerekmiyor mu artık bu zıvanadan çıkmışlığa karşı?
Her yerde birlik beraberliği sağlayıp yan yana dur-
ması gerekmiyor mu kadınların?
Ahval-i KadınFatma Güleç
Kadınlara Karşı Savaş İlanı!
Toplumsal tabakala-
şmanın baskısını iki
kat yaşayan kadınlar
da moda baskısının
hem tüketileni hem
de tüketicisi olarak en
yoğun yaşayanlardan.
Moda her sene bir
kadın bedeni kurar, ürettikleri ürün ile birlikte bir kimlik sunar.
Bundan birkaç yıl önce gazetede çıkan bir haberde; Kadın as-
gari ücretle çalışan bir işçi, dişinden tırnağından artırdığı parayla
kendine bir kürk almış, yan kesici onu zengin sanıp çalıp kaçmış
ama çantanın içi boş.
Kreşe giden kızların sohbetlerine şahit olmuştum. Daha o yaştaki
kızlar bile “bunun altına bu olmamış” diye kıyafetler konusunda
birbirlerini ağlatacak derecede ağır eleştirilerde bulunuyorlar, boy-
larından, kilolarından memnuniyetsiz bir halde dolaşıyorlar.
Toplumdan dışlanmama adına, önemsenme ve kendini fark ettirme
adına takip edilen modanın
aslında sanıldığı kadar ma-
sum, kadını önemseyen bir
görevi yok. Modaya uyacağım
diye bedensel sakatlıklara va-
racak kadar vücudu deforme
etmeler, sıfır beden olmak
için bıçak altına yatmalar bize
bir şey kazandırmıyor. Aksine
kadın olarak bizi kalıplara
sokuyor ve aslında ihtiyacımız
olmayan şeylere yöneltiyor en
küçüğünden, en büyüğümüze.
Her şeyi tüketilmesine karşı
durmak gerekir, çünkü insan tükettikleri ile değil ürettikleri ile var
olur.
Ege Mah./Güler
Ama kadınları ezmenin bu kadar büyük bir tepki yaratacağını düşünemediler. Özgecan kadınların öfkesinin son damlası oldu ve o öfkenin ateşi ülkenin her yanını sardı. “Dev-let büyükleri” de korktular yaptıklarının neticesinden. Paniklediler. RTE ilan ediyor: “Davanın çok yakından takipçisi olacağım” Herhalde Yargı’yı yön-lendirme yetkisini kullanacak! Bazı bakanlar, kitleleri tatmin için, sanki geçmişe uy-gulanabilirmiş gibi bir hava yaratarak, idamı geri getirmekten bahsediyorlar. Bazıları hadımlaştırma istiyor.AKP iktidarı hiç bu kadar telaşlı olmadı. Dikkat: “Üzüntülü” değiller, “telaşlı”lar. Sakın, bu suçluluklarının telaşı olmasın?Egemenler tarafından kadınlara yönelik saldırının en aşağılık, en ikiyüzlüsünün yapıldığı bu ortamda her tecavüzcü önce hadım sonra idam edilse ne yazar. Erkekliği teşvik edenler sussun, yeter. Çünkü biliyoruz her söylem yeni bir kılıf uyduruyor erkekliğe.
Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız: Çalışan kadın fuhşa hazırlık yapıyor demektir.6 yaşındaki kız çocuğu 25 yaşındaki erkekle evlenebilir.
Cumhurbaşkanı RTE: Ben za-ten kadın erkek eşitliğine in-anmıyorum. Kadın ile erkeği eşit konuma getiremezsiniz. O fıtrata terstir. Çünkü fıtrat-ları farklıdır.
TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün: Te-cavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.
İ. Melih Gökçek: Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün? Anası ölsün.
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölümü Prof. Orhan Çeker: Dekolte gi-yene tecavüz ederler.
Bülent Arınç: Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha at-mayacak. Cazibedar olmayacak, iffetini koruyacak.
Akp İl Genel Meclis üyesi Erhan Ekmekçi: Kızlar okuyunca erkekler evlenecek kız bulamıyor.Fatma Şahin: Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik.Maliye Bakanı Mehmet Şimşek: Kadınlar iş aradığı için işsizlik yük-sek.Ömer Tuğrul İnançer: Hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesi-zliktir.Ahmet Çakar: Kadın istemezse tecavüze uğramaz.
17 Şubat: 45 yaşındaki Gülşen Süzen, erkek ark-adaşı Abbas K. tarafından otomobilde boğularak öldürüldü ve cesedi bir dereye atıldı.
15 Şubat: 42 yaşındaki Kübra Kart 17 yıllık eşi Tahir kart tarafında ekmek bıçağıyla defalarca bıçaklanarak öldürüldü. Katil koca, eşi Kübra’nın cesedini 40 parçaya böldü ve ceset parçalarını ayrı ayrı çöp konteynerlarına attı.
22 Şubat: Nuriye S., dini nikahlı olarak yaşadığı Tahsin B. tarafından bıçaklanarak öldürüldü.
22 Ocak: 21 yaşındaki Nuran Dutlu’nun cesedi elleri kesilmiş olarak bulundu.Kezban Doğan aidat nedeniyle çıkan tartışmada kapıcı Adem çıracı tarafından başına bir poşet geçirilip, mutfak tüpü hortumu ağzına dayanarak öldürülmüştü. Katil zanlısı Adem Çıracı’ya verilen ömür boyu hapis cezası, mahkemedeki saygılı tu-tumu gerekçe gösterilerek 25 yıla indirildi.
1 Mart: Şölen Doğan adlı genç kadın, evinde elleri ve ayakları bağlanmış, başına poşet geçirilmiş bir şekilde ölü bulundu.
23 Şubat: 32 yaşındaki Sabiha Teskiricioğlu’nu 8 yıl önce evlediği kocasının oğlu Yılmaz Teskiri-cioğlu(22) tarafından ekmek bıçağı ile öldürüldü.
18 Şubat: Hüsne Aslan sevgilisi Şahin Koçar tarafından önce darp edildi, ardından da ara-bayla sürüklenip öldürüldü. Şahin Koçar, kasten insan öldürme suçundan değil ölüme sebebiyet verme suçundan tutuklandı.
Devletliler toplumda yaratmaya çalıştıkları kutuplaştırma ve tedirginlik havasını kadınlara daha fazla saldır-arak körüklüyorlar gibi görünüyor. Kadınlara yönelik devlet söylemleri ile eş zamanlı olarak kadına şiddetin katlanarak artması faillerin esas adresini bizlere gösteriyor. Öyle ki 2015’in ilk iki ayında 49 kadın erkekler tarafından katledildi.
Giyim kültürünün temel işlevi insanı doğa koşullarından ko-rumaktır. Şimdi ise giyim moda demek ve sadece bir tüketim, gösteriş malzemesi, bunun yanında kadınları aşağılayan bir araç olmuş. Moda sadece kişinin neleri giyeceğini değil o kıyafeti gi-yerken nasıl giyeceğine; duruşunun, bakışının, yürüyüşünün nasıl olacağına da karar veriyor, “kıyafetin ruhunu yansıtam-adın” diyor TV’deki moda duayenleri. Sanki insanın değil de kıyafetin ruhu, kişiliği var.
Mart - 2015 3Ankara’dan Haberler
Kentsel dönüşüm projeleri, içme suyu sorunu, toplu ul-aşım, AOÇ, AKSARAY ve daha nice uygulama ile Ankara talan ediliyor kent ve çevre sorunu var Ankara’da… Bu talanlara bakıldığında o kentte yaşayanların yaşamını kolaylaştırmak için yapılması gereken kent politikalarının nasıl sadece belli bir zümrenin rant elde etmesine yönelik belirlendiğini görüyoruz.
Kentimiz İçin Mücadele Etmeliyiz!Yapılaşma, su, ulaşım ve daha birçok kent sorunun temelinde, belediyelerin kentte yaşayanları bir özne olarak görmekten uzak, rant odaklı ve sorunları çözümleyici değil so-runlar yaratıcı politikal-ar izlemesidir. Bizlere yaşam alanı bırakmadıkları gibi yaşam alanlarımızı çoğalttıkları sanrısı ile boy boy ilanlarda kendi reklamlarını yapmaktadırlar; ancak durum ortadadır bugün Ankara’da kentsel politika zengin-lerin ihtiyaçlarına ve modern yaşamın kurgusuna göre şekillen-mektedir. Yoksullar ise şehrin dışına itilmekte ve ötekisi haline getirilmektedir. Bizler yaşam alanlarımıza sahip çıkmazsak ve bize hizmet getirme görevi olan bu belediyelerden hesap sormazsak bir dahaki sefere bu sorunları tartışacağımız bir kent yaşamımız kalmayabilir. Rant için yapılaşmaya, toplumculuktan uzaklaşan hizmetlere karşı mücadele ettiğimiz noktada bizler kentte nasıl üretici ve özne olacağımızı tartışır hale geliriz, gelmeliyiz. Ken-timiz için, doğamız için, yaşamımız için mücadele etmeliyiz.
Kentsel Dönüşüm Kentsel dönüşüm projeleri sadece Ankara’da değil İstanbul, İzmir, Diyarbakır gibi birçok büyükşehirde gerçekleştirilmektedir. Anka-ra’da ise Dikmen Vadisi, Mühye Köyü, Pursaklar ve daha birçok yere kentsel dönüşüm projeleriyle karşı karşıya. Kentsel dönüşüm projeleri ile amaçlanan gecekondularda yaşayan insanların hayatını kolaylaştırıcı bir mesken edinebilmesini sağlamak değil şehrin merkezinin kaydığı bu zamanda merkezileşen bu mahal-lelerin ranta uygun olarak yeniden dizayn edilmesi söz konusudur. Kentsel dönüşüm ile yüksek duvarlar ardında “steril” binalarda
bir yaşam herk-ese dayatılmaya çalışılmakta. Bu ise komşuluk ilişkil-erini tümden yok ettiği gibi beyni-mize de korku duvarları çekerek insanlardan soyut-lanıp çekirdek aile olarak yaşamımızı toplumsallıktan uzaklaşmamızı beraberinde ge-tiriyor. Bununla birlikte Ankara’ya zorunlu göçle gelen insanların zorunlu göçe tabi tutulduğu kentsel politikalar izlenmekte. Aslın-da kentsel dönüşüm ve bununla birlikte izlenen politikalar şehrin merkezinden yoksulların uzaklaştırılması amacını taşımaktadır. En yakın örneğini Ağustos sonunda evleri yıkılan Atık Kağıt İşçileri örneğinde gördük. Çankaya Belediyesi görevlisi yıkım esnasın-da” çevredeki apartmanlarda oturan insanların dünya kadar para verip ev aldığını ve siz pislik içinde yaşadığınız için rahatsız old-uklarını” söylemişti. Çankaya Belediyesi aslında burada sadece kendi politikasını yansıtmıyordu. Bugün birçok yerde gerçekleştir-ilen yıkımlar, yapılan dönüşümler soylulaştırma projesinin bir parçası ve aslında kenti birlikte yönetmekten anladıkları da kenti zenginlere göre yönetmek. Çünkü kent politikası ne kenti birlikte yönetmeye açık ne de yoksulun yararına bir politika üretmeye. Yoksulun payına düşen ise milyarlık borçlarla TOKİ’nin çatlayan, duvarları dökülen evlerinde yaşamaya çalışmak.
Yeşil Alan Örneği; Atatürk Orman ÇiftliğiAOÇ Ankara için önemli bir din-lenme yeri ol-masının yanın-da planlanışı bakımından da halkı üretime dâhil etmeyi amaçladığı varsayılıyor. Ancak Ankara’da yaşayan halkın bu çiftlikte üretici konumda olması mümkün olmamıştır. Bugün AOÇ’de izle-nen politika ise tam bir rant savaşıdır. İmara açılmak istenen bu Ankara’nın yeşil alanı büyük ekolojik kent sorunlarını da beraber-
inde getiriyor. Bunca yapılaşma ve hava kirliliğinin olduğu kentte tek bir yeşil alan kalmadı denebilir. Ve bizlere yeşil alan adı al-tında beton parklar sunuluyor. Kentte yaşayan yurttaşların nasıl yaşamak istediğinin hiçbir önemi yok bu projelerde. Hepimizin çocukları Ankapark’ta oynayacak, tabi imkânınız varsa… Tüm bun-lar ise hep yurttaşı ve kent sakini hiçe sayan çalışmalarken hem de daha fazla beton daha fazla şehir anlayışının ürünüdür.
Su HaktırAnkara’da temiz içme ve kullanma suyu sorunu var. Ve çok acıdır ki pis içme suyunun temiz olduğunu kanıt-lamak için bakın ben içiyorum diyen bir Büyükşehir Belediye Başkanı var. Musluktan akan su pas rengindeyken, ishal vakaları artarken bu sular tem-izdir içebilirsiniz denilerek sorumlu-luktan kaçılmıştır. Sadece suyun pas renginde akması ya da bizlerin kull-anma suyu olarak bile bunu kullan-amaması değildir sorun. Öncesinde de bizleri damacanalara, pet şişel-erdeki sulara mecbur bırakan bir sistem var olması esas sorundur. Bir belediye eğer kendi sınırları içerisindeki insanlara temiz içme suyu götür(e)miyorsa burada sorgulanması gereken bu belediye-lerin ne kadar halkçı, toplumcu olduğudur.
Ulaşım HakkıAnkara’daysanız ve toplu taşıma kullanacaksanız vay başınıza ge-lenler… Trafik probleminin İstanbul’a göre daha az olması toplu ulaşımı mükemmel kılmıyor ne yazık ki. Saatlerce beklediğimiz duraklarda Özel halk otobüslerinin 5 dakikada bir gelmesi eg-oların ise yarım saatte bir gelmesi belediyelerin ne kadar halkçı olduğunu gösterir. Yine Metro saatlerinin 22.30 ve 23.00 olması da yine kentin idarecilerin kendi ideolojik politikalarına göre şekillendirilmek istenildiğinin göstergesidir. Şehirde belli bir saat-ten sonra sadece belli kesimler yaşayabilir onlar da toplu taşıma kullanmayanlardır. Normalde yirmi dört saat olması gereken bir hizmetin neredeyse memur çalışma saatleriyle eş olacak şekilde düzenlenmesi kent sakinlerine “ taksi paranız yoksa sokağa çık-mayın” demekten başka bir şey değildir.
HÜLYA YILDIRIM
Ankara; vadilerini, bağlarını, derelerini ve çaylarını ve tarih-sel çevresinin büyük bir kısmını 90 yıldır devam eden sözde modernleşme aslında ise tari-hsizleştirme ve betonlaştırma süreciyle kaybetti.
Angara’nın BağlarıAnkara tarihi üzerine yazılan makale ve kitaplardan öğrendiğimize göre eskiden kışın Eski Ankara’da, Tahtakale, Kaleiçi ve çevresini aşmayan sınırlar içinde oturu-lur, bahar geldiğinde, nisan sonu mayıs ayı başında bağ evlerine göç edilir, ekim ayının sonuna kadar buralarda kalınırmış. Ankara’da bağa göçme geleneği 1950’li yılların sonlarına kadar sürmüş. Bağa göçme adetinin unutulduğu hızlı çağdaş (!) yaşam içerisinde bu bağlar ko-nut ihtiyacının karşılanması ve sözüm ona gecekonduların yerine modern binaların yapılması (!) amacıyla gerçekleştirilen adı “ıslah” olan ama asıl amacı sermayeye rant alanı açmak olan imar planlarıyla çok katlı yapılaşmaya açıldı. Böylece yerleşilmesi sakıncalı olan vadi içlerine kadar inen çok katlı yapılaşma, müteahhit yap sat düzeni ile zaten azalmış olan yeşil dokunun tamamını silip süpürerek yoğunlaşmış, bir beton yığınına dönüşmüştür.
Beton Havuzlar Değil Derelerin Kenti Günümüzden 70-80 yıl öncesine kadar, Ankara’yı çevreleyen kırsal alanda, doğal mecralarında akan irili ufaklı çok sayıda akarsu bulunmaktaydı. Ankara akarsuları, dereleri, çayları; Kavaklıdere, Hoşdere, Dikmen Deresi, Bentderesi, İncesu Deresi, Bülbülderesi, Bademlik Deresi, Kıbrısköyü Deresi, Hacı Kadın Deresi ve diğerleri çevre duyarsızlığı içinde çarpık ve plansız kentleşmeye nedeni ile önce kir-letilmiş, daha sonra üstleri kapatılarak birer kanalizasyon toplama ağına dönüştürüldü.Hatip Çayı, Çubuk Çayı ve İncesu beş yüzyıldan fazla bir süredir bu günkü adlarıyla anılmışlar. Yüzyıl-larca bu akarsulardan çevresindeki bahçelerin, bostanların sulanmasında yararlanılmış, bazı kesimleri ise dinlenme ve mesire olarak kullanılmış. Her üç dere üzerinde, en çok da Bendderesi üzerinde su değirmenleri kurulmuş, hububat öğütülmüş, yani dereler hem sosyal ve kültürel olarak hem de ekono-mik olarak toplumsal yaşamın belirleyici birer parçası olmuş. 1950’li yılların sonundan itibaren Hatip Çayı ve İncesu’nun kent işinden geçen bölümleri etaplar halinde menfezler içine alınmış, çeşitli bahanelerle dolgu yapılarak derelerin akacağı yatak bırakıl-mamış. Günümüzde de sadece Akköprü altından açıkta akan Hatip Çayı tamamen kirlidir, kentin lağımının bağlanmış olması nedeni ile mikrop saçmaktadır, çevre sağlığı açısından büyük sorun yarat-maktadır, özellikle yazın kötü kokular salmaktadır. İvedik Küçük Sanayi Sitesi’nin güneyinde Karşıyaka ile arasında akan Macun Deresi de benzer kirlilikler taşımaktadır.
Ankara Büyükşehir Belediyesi akıl dışı projelerle Ankara’nın vadileri yani doğal yaşam alanları, su havzalarını ve hava koridoru yok ediliyor.
Mimar Odası Ankara şubesi konuya ilişkin yaptığı basın açıklamalarıyla Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen “rantsal dönüşüm” projeleriyle kentin doğal ve tarihsel dokusu olan vadilerin hızla ranta açıldığını vurguladı. Mimarlar, Mavi göl ile birleşen Kıbrıs Köy vadisi alanlarına ilişkin alınan kararlarla, Mavi Göl’ün bulunduğu Mamak bölgesinde 442 hektarlık alanın konut ve ticaret inşasına açıldığına dik-kat çekti. Mavi Göl’ün yanı sıra Büyük Esat va-disinde, Gazi Osmanpaşa’nın hemen arkasından İmrahor Vadisi’ni kesen alanda İlbank’ın Mesa konutlarının başladığını vurgulayan Mimarlar, burada başlatılan çok katlı yapılaşmalarla hem İmrahor vadisi tehdit ediliyor hem de Büyük Esat Vadisi’ni ortadan kaldıran bir sürece doğru gidildiği ifade edildi.
Çeperden Merkeze Gelen Rant Paylaşımı
Mimar Odası açıklamasında, “Kıbrıs köyü Va-disi taş ocakları ile birlikte florasını ve faunasını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya. Kalker kırma tesisleri açmaya başladılar. İmrahor Vadisi’nde doğal gölet alanlarına molozlar dökülüyor. Göletler yok edilmek isteniyor. Özellikle Çankaya bölgesi kente yakın olması nedeniyle ciddi bir rant aracı olmaya başladı. Nefes aldıran yerl-er yapılaşmaya açılıyor.” belirtilerek, rantın ne kadar büyük ölçekte örüldüğünü ve çeperden merkeze doğru geldiğini vurguladı.
İmrahor Vadisi hepimiz için yaşam kaynağıdır
Gözlerini kar hırsı bürümüş yöneticiler insanların doğayla bağ kuracağı ender alanlardan olan İmra-hor Vadisi dahi ranta uğruna betonlaşmaya açılarak Ankara’da her yeri yaşanmaz hale getiriliyor İmrahor Vadisi heyelan bölgesinde yargı kararları-na rağmen devam eden Altın Oran’ın beton duvar-ları ile yapılaşmaya başlamış, atıkların atılmasıy-la, vadi tabanında kirlilik oluşturularak bakımsız bırakılmıştır. Ankara’nın son vadilerinden olan İmrahor Vadisi bu planla birlikte hepimize ait olan bir vadi olmaktan öte, yüksek gelir gruplarının arka bahçesi olacaktır.
Mart - 2015 4Kent ve Yaşam
Ankara’nın ulaşım derdi, her gün çileden çıkaran, başlı başına bir stres trafiği ve bunun içinde dolmuşçu ol-mak... Tabi en büyük sıkıntı yine geçim sıkıntısı, işsizlik.
Yalnızca Ankara’da Kasım verilerine göre belediyenin parsellediği 5.312 araç kapa-siteli otoparklar bulunuyor. Bunların bir bölümü şehir merkezleri ve hastane önlerin-den bir bölümü de evlerimizin önündeki alanlardan oluşuyor. Geçmiş zamanlarda belediye tarafından değnekçiliği bitirmek adına oluşturulan oto-park projesi hala işler durumda ama nasıl?
Ankara’da, Türkiye’de engelli olarak yaşamak çok zor. Biz de doğuştan görme engelli Cafer Abi’ye sorduk ne sıkıntılar yaşadığını. Tüm o reklamlara rağmen engellemeler devam ediyor ancak hayata tutunanlar da var.
Hayat telaşesi içinde in-bin yaptığımız “kaptan müsait yerde” den başka muhabbete pek de fırsat bulamadığımız dolmuşçu abilerimizle Ankara’da ulaşımı, her gün çileden çı-karan Ankara trafiğini ve burada dolmuşçu olmayı konuştuk. Ankaralılar bilir, Ankara’da trafik başlı başına stres. En büyük sıkıntı geçim sıkıntısı, işsizlik.. Ankara’da dolmuşçu-ların eski tadı yok. Sanatoryum – Keçiören – Ostim hattı en canlı hatlar. Onlar da aynı polis ve ceza sıkıntısını çekiyor. Ayakta yolcu alamıyorlar, yolcu binmek istiyor. Misal Kazım Karabekir köşede alamıyoruz. Almasan yolcu küsüyor diyor
bir dolmuşçu abimiz. Arkadan ceza yazıyorlar. Bir de ceza puanı sıkıntısı var. Altındağ’da kıdemli dolmuşçularından biri anlatıyor; “Ben muavinlikten geldim. Yapılacak iş değil bakma. Bu iş insanı çok yıpratıyor. Çok kaza yaptım, kaç kere frenim patladı. Ankara’da trafik sıkıntı ama hiç bugünlerdeki kadar olmadı.” diyor.Minibüsçüler Odası’ndan yakınıyor yine dolmuşçu abilerimiz; Oturup bizim adımıza karar alıyorlar. Bir liralık tarife kağıt parçasından yüz elli lira para alıyor. Binlerce dolmuş var, rantı siz düşünün.
Bunlar sözde temsilciler. Dolmuşa bu kadar zam olur mu diyorlar. Mazota bu ka-dar zam olur mu peki. İki lira kırk kuruştan iki yirmi beşe çektik sırf rekabetten. EGO ile haksız rekabet var, 2 lira basıyor beni de iki ye çek o zaman. Otobüsler elli kişi alıyor ona bir şey diyen yok. Ulaşım sıkıntısı bugün nüfusla orantılı çözülemiyor.Dolmuşçuların isminin bugünlerde Özgecan olayıyla anıl-masını soruyoruz. Özgecan olayı hepimizi çok üzdü. Ancak trafikte temiz kaydı alınması lazım, adli sicil kaydı gerekiyor
diyorlar bunların kontrolünün iyi yapılması gerekiyor.
Aydınlıkevler/Bekir
Mevcut düzenin normal şartlarında bu alanlar daha
çok kar elde etmek amacıyla ihale usulüyle özel
şirketlere kiralanması gerekiyor ancak yaşadığımız
yerde işler bu şekilde yürümüyor.
Büyükşehir Belediyesi bu alanları ihale yapmaksızın
önce kendi kuruluşu olan ANFA’ya daha sonra onun
üzerinden 3. şahıslara yani otopark mafyalarına
komik rakamlar karşılığında 25 yıl gibi sürelerle ki-
ralıyor. Ödemek zorunda bırakıldığımız otopark parasının yalnızca 1/10 i belediyenin kasasına giriyor.
Yani belediye önce bu şahıslara insanları soymaları için fırsat veriyor daha sonra araya girerek bu
soygunu yasal hale getiriyor hiç değişmeyen otoparkçılar ve otopark mafya babaları ise sadece isim
değiştirmiş ve legalleşmiş oluyor. Sürekli sosyal devlet vurgusu yapan yöneticilerin “gözünden
kaçan” bir ayrıntı da bu uygulamanın en çok vatandaşa ve esnafa zarar verdiğidir.
Evimizin önüne aracımızı park edemiyoruz, hastaneye gittiğimizde doktordan önce otoparkçıyla
görüşmek zorundayız, alışveriş için gittiğimiz esnafın dükkânının önüne park ettiğimizde otopark
parası ödemek zorundayız. Dolayısıyla o bölgenin esnafının işleri düşecek, halkın tercih sıralamasın-
da bir hayli gerileyecek zarar edecek, uygulamayı hayata geçirenler, aracılar ve mafyalar ise “legal”
yollarla zenginliklerine zenginlik katmaya devam edecekler.
Hasköy/Cihad
Engellerin engelleyemediği insan-
lardan Cafer Abi.
Cafer Abi doğuştan görme engel-
li, Elazığ’da doğmuş, 25 yıldır da
Ankara’da yaşıyor. Kendisi gibi
görme engelli olan eşi için gelmiş
Ankara’ya. Yani sevdası uğru-
na düşmüş Ankara yollarına. Bir
gelmiş bir daha da gidememiş.
Tüm engellere, engellemelere
rağmen sımsıkı tutunmuş hayata.
Şimdilerde Keçören’de yaşıyor
Cafer Abi. Biz Kızılay’da bir kafede buluşuyoruz onunla ve başlıyoruz sohbete. Türkiye’de, Ankara’da
engelli olmaktan, engelli insanların yaşadığı sorunlardan söz açıyor Cafer Abi. Evden çıktığı anda
zorlukların başladığını, engelliler düşünülmeden inşa edilen yapılardan, kaldırımlardan bahsediyor.
Otobüs duraklarında yeterli elektronik donanımın olmadığını ve hangi otobüsün geldiğini tek başına
anlamalarının mümkün olmadığını söylüyor. Doğru otobüsü bulduklarında da bitmiyor tabi, otobüs
merdivenlerinin engelliler için uygun olmadığının altını çiziyor. O anlatırken beni sıkıntı basıyor ama
o gülümsüyor ısrarla. Her gün bu zorlukları yaşasa da kopmuyor hayattan. Engeller onu engellemeye
yetmiyor. Devam ediyor o yaşamaya, sokağa çıkmaya, kendi deyimiyle mücadele etmeye.
İşçi emeklisi Cafer Abi. Geride bıraktığı iş hayatından, engelli insanların iş hayatında karşılaştığı
zorluklardan bahsediyor. Bin bir zorlukla işe alınan engellilere İş Kanunu’na ve engelli Hukuku’na
aykırı işler yaptırıldığını söylüyor. Sağır ve dilsiz olan bir insana danışmanlık ve halkla ilişkiler görevi
verildiğine şahit olmuş bir keresinde. Kendi yaşadığı deneyim de bir o kadar enteresan. Görme
engelli olan Cafer Abi’yi bir dönem abone güncelleme ve sayaç servisine atamışlar. Gülümseyerek,
çok sakin anlatıyor bunları, alışmış belli ki bu
çarpıklıklara, daha doğrusu alıştırılmış.
Çok şey anlatıyor Cafer Abi ve ne kadar an-
latırsa anlatsın eksik kalacağını, yetmeyeceğini
söylüyor. Ve ekliyor daha az eksik kalsın diye:
engellilerin yaşama ve hak arama mücadel-
esi diğer halk kesimlerinin mücadelesinden
bağımsız düşünülemez diyor.
Kızılay / İlker
Bu sayımızda Mamak Natoyolu’nda açtığı Müzik Merkezi’nde, orada doğup büyüyen kendi kültürünü yaşatmaya çalışan Emrah Metin ile Mamak’ta hala halk müziğinin ve halk kültürünü nasıl yaşatılmaya çalıştığını konuştuk.
Okul olarak kurulan Emrah Metin Müzik Merkezi 2013 Temmuzunda açılmış. O günden bugüne faaliyetlerine devam etmekte. Emrah Metin’in
müzik hayatı ise daha eskilere dayanmakta 13 yaşında müzikle tanışmış ve onun hayatı olmuş. Kendini sanatından var eden ve çevresine
sanatıyla bir şeyler anlatmaya çalışan, Türkiye’nin birçok yerinde halk konserlerine katılarak sanatını gerçekleştiren ve bunu kurduğu müzik
merkeziyle 7 den 70’e herkese anlatmaya ve paylaşmaya çalışan bir sanatçı… Halk Müziği kültürünün Mamak’ta daha çok yaşatıldığını
öğrendik. Emrah Metin, burada hala 15 yaşında gençlerin Neşet Ertaş’ı dinlendiğini söylüyor. Buradaki kültürel yapının da ister istemez olum-
suz etkilendiğini söylemeden de geçemiyor. “İnternetin insanların hayatına girmesiyle
insanların müzikal açıdan da yoğun bir tahribata uğradığını belirtiyor.”
Emrah Metin Ankara müziğinin pavyonlara düşmesiyle daha da çok yozlaştığını düşünüyor. Bunda da daha çok maddiyatın, şehirleşmenin ve devletin
el atmasının etkili olduğunu belirtiyor. “Büyük halk sanatçılarının kendi yörelerinde eserlerini orayı samimi ve doğal bir biçimde yansıtarak, para amacı
gütmeden yapıyorlar ve Aşık Veysel, Feyzullah Çınar, Mahsuni şerif gibi halk sanatçılarının halk için sanatlarını ürettiklerini.” söylüyor. Günümüz Anka-
ra sanatçılarını ise daha çok maddi amaç güttüğünü örneğin “Angara’nın Bağları” gibi eski bir türküyü yazdığı yeni dörtlükle piyasaya süren sanatçıların
tahribata uğrattığını ve bunun da bir karşılık bulduğunu belirtiyor.
Emrah Metin Müzik Merkezi 200-250 kadar öğrencisiyle halk müziğini ve onun kültürel dokusunu korumaya ve yaşatmaya çalışan bir kurum. Bu çağrı
birçok insanda karşılık buluyor. Gelişen tüketim sistemine karşı kendi değerlerini koruyan ve bunu üretmeyen çalışan bir sanat anlayışı ile Emrah Metin
çalışmalarını sürdürmektedir…
Tuzluçayır/Turgut
Mart - 2015 5Emek
Çankaya Belediyesine bağlı işyerinde çalışırken işten çıkarılan 141 günlük direnişten sonra işine dönmeyi başaran Güvenlik İşçileri Sendikası ( Güvenlik-Sen ) üyesi Ömür TEKİN ile sendikayı ve özel güvenlik işçilerinin sorunlarını konuştuk.
Ahval-i Angara: Güvenlik-Sen nedir, nasıl ku-ruldu, ne amaçlıyor?Güvenlik-Sen 20.01.2013 tarihinde 19 no’lu iş kol-unda kuruldu. Genel Merkezi İzmir’de. 14 Temmuz 2013 tarihinde ilk Genel Kurulu’nu gerçekleştirdi. Güvenlik-Sen Umut-Sen ilkelerini benimsemiş, bütün üye güvenlik işçilerinin komite, konsey örgütlenmeleri ile sendikalarını kendi kendil-erine yönetmelerini sağlamak, sınıfın sendikal mücadelesini güçlendirmek üzere kurulmuş bir sendikadır. Haziran 2014’te DİSK’e katılma kara-rı almıştır. Örgütlü mücadelemizle kazanmayı hedeflediğimiz; bütün özel güvenlik işçilerinin çalıştıkları şirket ve kurumlarda kadroya alınma-ları, haksız yere işten çıkarmaların son bulması, uzun mesai saatlerinin düzenlenmesi, hayati teh-like ile burun buruna çalışan özel güvenlik işçiler-inin risk tazminatı ve yıpranma payı alması, özel güvenlik işçiliğinin ağır iş olduğuna dair yasal düzenleme, özel güvenlik işçilerinin toplumun ez-ilen sömürülen kesimlerine karşı bir silah gibi kullanılmasının önüne geçmek.
AA: Özel Güvenlik işçilerinin sorunları nelerdir? Özel güvenlik mesleği kamu kolluğuna yardımcı kolluk kuvveti olarak bekçi statüsünün yerine getirildi. 5188 no’lu özel güvenlik yasasıyla görev tanımlaması, yetkiler ve sorumlulukları belirlendi. Özel Güvenlik işçisi olabilmek için Özel Güvenlik Eğitim Merkezlerinde iki haftalık eğitimden sonra sertifika alınır, kimlik için başvurulur. En geç iki aylık Güvenlik Soruşturmasından sonra Özel Güvenlik Kimlik Kartı alırsınız. Bu kartlar her beş yılda bir aynı süreç izlenerek yenilenir. Bu da işe başlamadan önce ve başladıktan sonra her beş yılda bir yoksul işçinin cebinden yüzlerce liranın eksilmesi anlamına gelir.Neredeyse günlük yaşamın her alanında özel güvenlik işçilerini görebilirsiniz. AVM’ler, bankalar, fabrikalar, belediyeler, üniversiteler, has-taneler, şantiyeler vb. birçok alanda taşeron ve güvencesiz olarak çalıştırılmaktalar. Özel güvenlik işçileri, görev alanlarında adli ve idari durumlardan da sorumludur. İş ve yaşam koşulları aynı olmamasına rağmen aleyhinde işleyen yasal süreçlerde kamu kolluk görevlisi gibi yargılanır. Diğer yasal süreçlerde ise muhatap sorunuyla yüz yüzedir, sahipsiz ve yalnızdır. İş tanımının esnek tutulması özel güvenlik işçil-erinin gerek kamu kolluğunun gerek patronun ve amirlerin emir komutasıyla toplumsal reflekslerin bastırılmasında da kullanılmasına zemin hazırlamaktadır. Özel güvenlik işçileri güvencesizliğin getirdiği iş ve geçim kaygısıyla konusu suç teşkil eden kanunsuz emirlere kayıtsız şartsız itaat etmeye zorlanıyorlar. Keyfi işten çıkarmalar, sürgünler, mobbing, sık sık değişen vardiya saatleri, uzun mesai saatleri, ödenmeyen mesai ücretleri, verilmeyen maaş bordroları, kullandırılmayan istirahat saatleri, kalitesiz üniformalar ve teçhizatlar sıkça karşılaştığımız sorunlardandır. Bütün bunların çözümü örgütlü ve birleşik sendikal mücadeledir.
AA: Ankara Güvenlik işçileri Meclisi Nasıl Kuruldu, işleyişi, amaçları nelerdir? Bugünün klasik sendikacılık anlayışı bize göre işçi sınıfının can yakıcı sorunlarına bir çözümden çok daha fazla sorunu getirmektedir. İşçi sınıfı bugün grev yapamıyor, grevleri egemenler tarafından yasaklanıyor, her gün sefalete gömülüyor, en acısı da madenlerde, tershanelerde, inşaatlarda topluca can veriyorsa bürokratizmin batağında sürekli batmakta olan uzlaşmacı sendikal anlayışın sorumluluğudur. İşçi sınıfının ödediği bedellerin üzerinde inşa edilmiş bürokratik ve uzlaşmacı sendikal anlayışı bugün yıkamayız belki ama bunun bir parçası olmadan işçi sınıfının kendi kaderinin belirleyicisi bir özne olması için farklı bir örgütlenmeyi, sınıf sendikacılığını var edebiliriz. Böyle bir fikriyatla yaşam bulmuş Umut-Sen kolektifi ve onun zemininde kurduğumuz Güvenlik-Sen; Özel Güvenlik İşçilerinin her birinin gerek iş yerinde gerek sendika içerisinde karar mercii olması için çaba sarf eder. Bunu sağlamak için meclis, komite ve konseyleri örgütlü olduğumuz her yerde hayata geçirmeye başladık. İzmir, İstanbul, Tekirdağ ve Diyarbakır da Güvenlik İşçileri Meclisleri kuruldu ve işleyişini belirleyecek olan yine oranın daimi unsurları olan özel güvenlik işçileridir.
Hikmet Abi 1977’de ayakkabıcılığa başladığında on bir yaşında. Askerden gelip Allah utandırmasın dükkânını açalı otuz senelik Hasköylü. O zaman emek para ediyor. Her şey el işçiliğinde. Çok şey değişti diyor. İnsanlar değişti. Buranın ekmeğini yiyorlar. Buradan Aydınlıkevler’e, Aydınlıkevler’den Çayyolu’na gitme düşlerini görüyorlar diyor Hikmet Abi. Düne kadar her şeyin kıymeti vardı, şimdi her şey kıymetsiz. İktisat yok artık. Afrika’daki kabileyi bile vuran kriz bizi teğet geçmiş! Kriz var, iş yok. IMF yokmuş, 400 milyar dolar dış borcu ne yapacağız. Bir paralel yapı tutturmuşlar gidiyor. Benim şaştığım sokaktaki insan da bunları dinliyor. Allah’ı dillerinden düşürmüyorlar ama şiddeti, çatışmayı besliyorlar diyor. Her zamanki gülümsemesiyle uğurluyor Hikmet Abi bizi emek kokan ellerini sıkıp “Eyvallah!” diyoruz.
Hasköy/Bekir
İşgal kazanım getirdiMücadeleyi büyüten taşeron işçiler belediye binasını işgal
etti. İşçilerin, sendika hakları için başlattıkları işgal kısa
sürede kazanım getirdi. İşgal sürerken Nakliyat İş Genel
Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun Belediye Başkanı Alp-
er Taşdelen ile görüşmesinin ardından, belediye geri adım
attı. Görüşmenin ardından yapılan açıklamada, sendikalı
oldukları gerekçesiyle işten atılan 4 işçinin işe geri alındığı ifade edildi. İşgalin kısa sürede başarı kazanıp işçilerin işe geri alınması, işçileri
sevindirdi. İşçiler, CHP’nin özelleştirmeye karşı açıklama yapmasına karşın, CHP’li Çankaya Belediyesi’nin tutumunu anlamakta zorluk çek-
tiklerini söylediler.
Çankaya/Şükrü
Mahallelerde her daim bir kokulu ıhlamurun, bir demlik çayın koyu sohbetle kaynadığı yerler vardır. Hasköy’de ise mahallenin kalbinin attığı birkaç yerden biri kundura ustası Hikmet Abi’nin yeri.
DİSK’e bağlı Nakliyat-İş üyesi 4 taşeron işçisi, An-kara Çankaya Belediyesi’ne bağlı Norm Altaş adlı temizlik şirketi tarafından, örgütlenme faaliyetleri nedeniyle işten çıkarıldı. İşlerine tazminatsız son verilen işçiler için arkadaşları, Çankaya Belediyesi önüne gelerek oturma eylemi başlattı.
HaklarımızAv. Sevilay Özkurt
Ayıplı (Arızalı) Mal SatınAldığımızda Ne Yapabiliriz?Gazetemizin bu sayısında bir tüketici olarak alışveriş
yaptıktan sonra ayıplı (arızalı) mal ile karşı karşıya kal-mamız halinde nasıl bir yol izleyeceğimize değineceğiz.
Tüketicinin mal ve hizmetleri satın alırken ve aldık-tan sonra karşılaşacağı sorunlar karşısında ne yapabi-leceği, hangi yasal yollar ile hangi hakkı ne şekilde kul-lanacağı TÜKETİCİNİN KORUNMASI HAKKINDA KANUN ile düzenlenmiştir.
Ayıplı Mal Nedir?Taraflarca karşılaştırılmış örneğe ya da modele uy-
gun olmayan ya da objektif olarak sahip olması gerek-en özellikleri taşımaması nedeniyle sözleşmeye aykırı olan mal ayıplı (arızalı) maldır. Yani ambalajında, etiketinde, tanıtma ve kullanma kılavuzunda, internet portalında ya da reklam ve ilanlarında yer alan özel-liklerinden bir veya birden fazlasını taşımayan; satıcı tarafından bildirilen veya teknik düzenlemesinde tespit edilen niteliğe aykırı olan; muadili olan malların kul-lanım amacını karşılamayan, tüketicinin makul olarak beklediği faydaları azaltan veya ortadan kaldıran mad-di, hukuki veya ekonomik eksiklikler içeren mallar da ayıplı olarak kabul edilmektedir. Yasaya göre bir malın ayıplı olup olmadığı teslim anına göre belirlenir.
Sözleşmeye konu olan malın, sözleşmede karar-laştırılan süre içinde teslim edilmemesi veya monta-jının satıcı tarafından veya onun sorumluluğu altında gerçekleştirildiği durumlarda gereği gibi monte edil-memesi sözleşmeye aykırılık olarak değerlendirilir. Montaj talimatındaki yanlışlık veya eksiklik nedeniyle montaj tüketici tarafından hatalı yapılmışsa bu da aykırılık kapsamındadır.
Satıcının Ayıplı Maldan Sorumluluğu Nedir?Satıcının, malı satış sözleşmesine uygun olarak
tüketiciye teslim etme zorunluluğu vardır. Teslim tar-ihinden itibaren altı ay içinde ortaya çıkan ayıpların, teslim tarihinde var olduğu kabul edilir. Bu durumda malın ayıplı olmadığının ispatı satıcıya aittir.
Satışa sunulan mal ayıplı ise; satıcı, ayıplı mal üzer-ine, ambalajına; üretici, ithalatçı veya satıcı tarafından tüketicinin kolaylıkla okuyabileceği şekilde malın ayıbı-na ilişkin açıklayıcı bilgiyi içeren bir etiket koymak zo-rundadır. Bu etiketin tüketiciye verilmesi veya ayıba il-işkin açıklayıcı bilginin tüketiciye verilen fatura, fiş veya satış belgesi üzerinde açıkça gösterilmesi zorunludur.
Ayıplı Mal Satın Alan Tüketici Ne Yapacak?Ayıplı mal satın alan tüketiciye yasa seçimlik haklar
tanımıştır. Tüketici; a) Satın aldığı malı geri vermeye hazır olduğunu bildir-
erek sözleşmeden dönmek,b) Satın aldığı malı alıkoyup ayıp oranında satış bede-
linden indirim istemek,c) Aşırı bir masraf gerektirmediği takdirde, bütün mas-
rafları satıcıya ait olmak üzere satın aldığı ayıplı malın ücretsiz onarılmasını istemek,
ç) İmkân varsa, satın aldığı ayıplı malın ayıpsız bir misli ile değiştirilmesini istemek, olan seçimlik hak-larından birini kullanabilir. Satıcı, tüketicinin tercih ettiği bu talebi yerine get-
irmek zorundadır. Ücretsiz onarım veya malın ayıpsız misli ile değiştirilmesi hakları üretici veya ithalatçıya karşı da kullanılabilir. Hakların yerine getirilmesi konu-sunda satıcı, üretici ve ithalatçı birlikte sorumludur. Yönelttiğimiz andan itibaren azami otuz iş günü içinde talebimizin yerine getirilmesi zorunludur. Aksi hâlde tüketici olarak diğer seçimlik haklarımızı kullanmak konusunda serbestliğimiz bulunmaktadır.
Yine; tüketici olarak sözleşmeden dönme veya ayıp oranında bedelden indirim hakkını seçtiğimiz durumlar-da ise, ödemiş olduğumuz bedelin tümünün veya be-delden yapılan indirim tutarının derhâl tarafımıza iadesi gerekmektedir. Seçimlik hakların kullanılması nedeniyle ortaya çıkan tüm masraflar satıcı tarafça karşılanır. Bu seçimlik haklarını kullanan tüketici olarak aynı zaman-da şartları varsa Borçlar Kanunu hükümleri uyarınca tazminat da talep etmek hakkımız da saklıdır.
Ayıplı Mal ile İlgili Talebimiz Satıcı Tarafından Kabul Edilmez ise Ne Yapacağız?
Satıcıya başvurarak seçimlik haklarımız kullanmak istediğimizi beyan etmemize rağmen satıcı sorumlu-luğunu yerine getirmedi. Ayıplı mal ile ‘el elde el başta’ kaldık. Ne yapacağız? İşte bu durumda yerleşim yer-imizdeki kaymakamlıklarda bulunan Tüketici Hakem Heyetine bir dilekçe ile müracaat ederek ayıplı mal satımından kaynaklı olarak mağduriyetimizin gideril-mesini talep edeceğiz. Dilekçemizde satın aldığımız üründeki ayıptan bahsederek, aynı zamanda satın al-dığımız ürünün fiş ya da faturasının örneğini dilekçe ekinde sunmalıyız.
Tüketici Hakem Heyetine Başvuru Süresi Nedir?Ayıplı maldan sorumluluk, ayıp daha sonra ortaya
çıkmış olsa bile, malın tüketiciye teslim tarihinden itibaren iki yıllık zamanaşımına tabidir. Sözleşme ile veyahut yasadan kaynaklı daha uzun bir süre belirle-memişse bu süre geçerli olacaktır.
Mart - 2015 6Türkiye’den Haberler
Av. Murat Yılmaz
Cumhurbaşkanı’na Hakaret Suçu
Son aylarda hukuk gündemimize “Cumhur-
başkanına hakaret suçu” isnadıyla yapılan tu-
tuklamamalar ve açılan soruşturmalar dam-
gasını vurdu. Cumhurbaşkanına hakaret edildiği
gerekçesiyle savcıların “şüpheli” olarak belirl-
edikleri muhalifler, kolluk kuvvetleri tarafından
gözaltına alınarak olağandışı bir şekilde tutuk-
lamaya sevk ediliyor ve maalesef tutuklanarak
cezaevine gönderiliyor.
Ceza yasamızın 3. bölümünde “Devletin Ege-
menlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığı-
na Karşı Suçlar” düzenlenmiştir. Bunlardan biri
Cumhurbaşkanına hakaret suçudur. Bir diğeri ise
pek çok tartışmalara yol açan 301. Madde olarak
kamuoyunda bilinen Türk Milletini Devletini ve
Devletin kurumlarını aşağılama suçudur.
Neden böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyul-
muştur? Kamu görevlisine görevinden dolayı
eleştiri yapılamaması, devleti ve kurumlarını çok
mu saygı değer yapmaktadır?
Cumhurbaşkanının ülkedeki diğer yurttaşlardan
hakaret suçu kapsamında bir farkı olmamalıdır.
Ancak buradaki asıl mesele basit bir hukuk
tartışması değil eleştiriye tahammül edememektir.
Muhaliflerin söylediği tek bir şey var; “Katil,
Hırsız Recep Tayyip Erdoğan”...
Yani muhalifler bugün Cumhurbaşkanlığı
makamında oturan kişinin izlediği politikanın
toplumda meydana getirdiği sonuçlar üzerinden
sert bir eleştiride bulunmaktadırlar. Kaldı ki ülke
gündemini son birkaç yıl üzerinden tarasak katil-
lik sözüne ve hırsızlık fiili olgusuna dair oldukça
fazla isnat görmemiz mümkündür.
Ceza Kanunun 299. maddesine göre, “Cumhur-
başkanına hakaret eden kişi bir yıldan dört yıla ka-
dar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçtan dolayı
kovuşturma yapılması Adalet bakanının iznine
bağlıdır.”
Teknik olarak daha Adalet Bakanı’nın kovuştur-
ma izni verip vermeyeceği belli olmayan bir suçtan
dolayı tutuklama kararı verilmesinde amaç, huku-
kla alay etmek değilse akıl tutulmasıdır. Ayrıca
hakaret suçuna tutuklama tedbiri uygulamakla
elde edilecek fayda nedir? Temel cezası bir yıl
olan suçtan dolayı tutuklama kararı verilmesi,
verilen tutuklama kararlarının başlı başına siyasi
kararlar olduğunu işaret etmektedir. Ancak bu-
radaki siyaset, egemenin siyasetidir.
Ülkeyi yönetenlere yönelik eleştiriler doğası
gereği, sert, incitici, acımasız, kırıcı olmak duru-
mundadır. Eleştiri içeriği itibariyle rahatsız edici
nitelikte olmalıdır. İfade özgürlüğü kapsamında
yer alan bu açıklamalara yargı eliyle müdahale
edilmeye çalışılması hem Uluslararası Sözleşme-
lere, AİHM kararlarına, hem de iç hukuktaki uygu-
lamalara aykırıdır.
Cumhurbaşkanlığı makamında oturan kişi,
makamın korumasını kullanarak kendini eleştiri-
den muaf tutmak istemekte, bütün bir ülkeye
gözdağı vermektedir.
Ancak bu gözdağı işe yaramamış olacak ki;
hakkında tutuklama kararı verilen Onur KILIÇ’a
gazeteciler “Cumhurbaşkanına hakaret mi etti-
niz” diye sorunca “Hayır, gerçekleri söyledim.”
demiştir. Nitekim yüzlerce, binlerce kişi bizde aynı
suçu işliyoruz diyerek “Katil, Hırsız Recep Tayyip
Erdoğan” sözünü slogan yapmış ve paylaşmıştır.
Düşünce suçu, yasak suçtur. Hiç kimse bir
düşünceyi açıklamaktan kaynaklı cezalandırıl-
mamalıdır. Ama bilinmelidir ki egemenler ceza
veriyor diye ezilenler düşüncelerini açıklamaktan
vazgeçmeyecektir.
Geçtiğimiz günlerde MİT’in 3 bin IŞİD’linin Türkiye’de olduğu uyarısı ve Dışişleri bakanı’nın sevinçle duyurduğu Eğit-Donat anlaşması kafaları karıştırdı.
Geçtiğimiz günlerde, MİT’ten, Emniyet ve Jandarma’ya IŞİD’le ilgili uyarı bilgisi
gönderiliyor. Uyarı da, Kobani yenilgisinden sonra yaklaşık 3 bin IŞİD çetesinin
Türkiye’ye sızdığı bilgisi yer alıyor. Uyarıda ayrıca, bunların, başta Ankara olmak
üzere değişik illerde sansasyonel eylemler yapabileceği belirtiliyor.
Yine aynı günlerde, Hükümet sözcüsü Bülent Arınç bir konuşmasında, “Türki-
ye’den 1000 den fazla kişinin IŞİD’e katıldığını söylemekteydi.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise, Türkiye ile ABD arasında “Eğit-Donat”
anlaşması imzalandığını, “Suriye muhaliflerine Türkiye’de eğitim verilerek, do-
natılacağını” sevinçle ilan ediyordu.
Türkiye’ye son 4-5 yıldır yerleştirilen Çeçen ve Libya’lıların sayısı ile değişik yerl-
erdeki kamplarda kalan IŞİD’lilerin sayınının on binleri bulduğu yazılıp çizilmekte.
Tüm bunları okuyunca, insanların aklına, kimlerin “Eğitilip-Donatılacağı” ve bu eğitilip donatılanların kimlerin üstüne saldırtılacağı sorusu
takılıyor. Sayıları binleri bulan ve yerlerinin “bilinmediği” iddia edilen Türkiye’li IŞİD’lilerin eğitime alınıp alınmayacağı ise merak ediliyor
haliyle. Eğitilip donatılan bu kişilerin, Suriye veya başka güçlere saldırması durumunda, Türkiye’nin savaşa girmiş olması yine düşündüren ve
ürküten başka bir nokta.
Ahval-i Angara önceki aylarda IŞİD’in Ankara’da olduğunu sayfalarına taşımıştı. Ankara’da faaliyet gösteren bazı dernekler aracılığıyla, ma-
hallelerden çocuk yaşta insanların toparlanarak gönderildiğini yazmıştı. Mahallelerden ulaştığımız insanlardan aldığımız bilgiler ve tanıklıklar
bunları kanıtlamaktaydı.
İngiliz Financial Times gazetesi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dış politikasının Türkiye’yi yalnızlaştırdığını yazdı. “Türkiye’nin büyük güç olma emelleri buraya kadarmış” yorumu yapan gazete, üç yıl önce Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “Yeni Orta
Doğu’nun sahibi, öncüsü, hizmetkârı olacağız” dediği, ancak bugün Ortadoğu’da yalnız kaldığı ifade ediliyor.
‘Orta Doğu’da azalan dostlar’
Türkiye’nin komşuları ve müttefikleriyle ilişkilerinin gerildiği belirtilen
yazıda “Bunun sebebi, Erdoğan’ın diplomasi yöntemleri, Ankara’nın
radikal İslamcı örgütlere desteği ve ülke içindeki farklı dini gruplarla
çatışması” deniyor.
“Ankara’nın Mısır’da, İsrail’de ve Suriye’de büyükelçisi yok. Kahire,
Türk tırlarının Afrika ve Körfez ülkelerine taşınmasını kapsayan çok
değerli bir anlaşmayı askıya alıyor. Libya, Türk şirketlerinin ihalelere
sokulmayacağını açıklıyor. Geçtiğimiz ay ise Yemen Büyükelçiliği’ni
kapatarak vatandaşlarına ülkeyi terk etme çağrısı yapıyor”
Hükümet çıkaracağı kanun ile BEDAŞ’a kol kanat gerecek. Daha önce, kredilerden, kredi kart-larından, bankacılık işlemlerinden bankaların al-dığı haksız adaletsiz paralar konusunda, bankal-arın yanında durup bankaları kollayan hükümet, şimdi de elektrik şirketlerini kollama, koruma peşinde.
Yargıtay’ın aldığı kararlar üze-
rine, son 10 yıllık elektrik fatu-
ralarındaki kayıp-kaçak paraları
tüketiciye iade edilecekti. Mah-
keme kararlarıyla da, bu kayıp-
kaçak paralarının haksız ve
hukuksuz olduğu sabitlenmişti.
Buna göre, 2006-2014 yılları arasında kayıp-kaçak bedeli olarak
tahsil edilen 33 milyar TL iade edilecekti.
Ancak, Enerji Bakanı bu paraların iade edilmesine karşı çıktı.
Kayıp-kaçak paralarının vatandaşa geri ödenmemesi için kanun
tasarısı hazırlandı. Hükümet tarafından Meclise sunulan bu kanun
çıktığında, kayıp-kaçak paraları iade edilmeyecek. Yeni kanuna
göre, elektrik tarifeleri kayıp-kaçakları da kapsayacak şekilde
yükseltilecek. Böylece faturada kayıp-kaçak parası görülmese
bile, kayıp-kaçak başka kılıfla alınmış olacak.
Türkiye yüksek elektrik faturaları ve faturalardaki kayıp-kaçak soygunuyla uğraşırken, Ak Saray’ın hiç mi hiç böyle bir derdinin ve tasasının olmadığı görülüyor.
Basına sızan Ak Saray elektrik faturasına göre; 18 Aralık 2014 ile
21 Ocak 2015 dönemini kapsayan 33 günlük elektrik faturasının
tutarı 1 milyon 140 bin 567 lira. Yaklaşık 3 milyar kilowat saat el-
ektrik kullanılmış. “Ak Saray”ın akıllı tarifeden de yararlanmadığı
dikkat çeken başka bir nokta. Faturada dikkat çeken bir başka
nokta ise, “Ak Saray”ın borcuna sadık olmadığı veya bir önceki
faturayı ödeyebilecek durumunun olmadığı.
Bu faturaya göre, “Ak Saray”ın tek başına tükettiği elektrik 15 bin
ailenin elektriğine denk. “Ak Saray” tek başına, Meclis Başkanı
Cemil Çiçek’in memleketi Yozgat kadar elektrik tüketiyor.
Faturada görülen “kayıp-kaçak” bedeli için ise “Ak Saray”ın iade
davası açıp açmayacağı merak konusu olurken, bir diğer merak
konusu ise, faturasını ödeyemeyen “Ak Saray”ın elektriğinin ke-
Mart - 2015 7Türkiye’den Haberler
Hükümet “herşey yolunda, yola devam” derken, Koç Holding “çocuklarımın geleceğinden endişeliyim” deyiverdi.
2014 Kasım ayı verileri yeni açıklandı. Verilere göre, işsizlik oranı artarak yüzde 10,70 oldu. Buna göre, yasal olarak çalışabilecek olan, 15 ve yukarı yaştaki yaklaşık 30 milyon insanın 3 milyonu iş bulamıyor. 15-24 yaş arasındaki işsizlik oranı ise yüzde 20’ye vur-du. Bu durum gençliğin işsizlikle boğuştuğunu gösterir nitelikte. İşsizlik gün gün artarken, çalışan kesim için de durum hiç iç açıcı değil. 2015 yılı asgari ücret 950 TL olurken, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı, 1.038 TL olarak açıklandı. Hükümet açıkladığı asgari ücretle, toplumu “açlıkla terbiye edeceğini” bir kez daha ilan etmiş oldu.
İşsizlik ve açlık bu durumdayken “herşey yolunda yola devam” deyip olanlara gözlerini yuman hüküme-tin, gelecekte halk için ne tür “kıyametler” hazır-ladığı düşünülüyor.Koç Holding Ali Koç
ise aynı günler de, “Reel ücretlerin düşüklüğü ve işsizliğin artışı gibi pek çok sorun yaşanıyor. Dünya kat be kat daha zenginleşirk-en, gelir dağılımı eşitsizliği büyüyor, orta sınıf yok olurken, zengin ile fakirin arasındaki uçurum derinleşiyor” diyordu. Ayrıca, “6 ve 8 yaşında iki çocuk sahibi baba olarak çocuklarımın geleceğinden endişe ediyorum” diyerek, kıyamet alametlerini haber veriyordu sanki. Koç Holdingin çocuklarının bile geleceğinin “garanti olmadığı, endişeli olduğu” bu hükümet zamanında, asgari ücretli ve işsiz insanların çocuklarının geleceğinin nasıl olacağı merak konusu.
İç Güvenlik Paketi’nin ilk Meclis görüşmeleri 17 Şubat’ta başladı. Beş Bölüm halinde toplam 132 maddeden oluşan İç Güvenlik Paketi’nin neleri içerdiği ve neler getirdiği, Hükümet üyeleri tarafından da tam bilinmiyor.
Tekmelerin, yumrukların eksik olmadığı, milletvekillerinin birl-
erine tokmakla saldırdığı, merdivenlerden yuvarlandığı Meclis
görüşmeleri devam ediyor.
AKP, iktidara geldiği günden beri, icat ettiği “Tombala Kanun”
yönteminde ısrar ediyor. Tombala Kanun içerisindeki maddeler-
in hangi kanunu (Ceza kanunu, Medeni Kanun, İş kanunu vs.)
değiştirdiği tombala yöntemiyle belirleniyor. Çünkü, maddeleri
herkes kendi meşrebince değerlendirip savunuyor veya eleştiri-
yor.
AKP İl veya İlçe yöneticisi iseniz veya cebinizde onların bir kartı,
numarası varsa korkmanıza gerek yok. Zira onların “vicdanı”
veya “merhameti” sizleri kurtarabilir. Çünkü, artık gözaltı veya
aramalar doğrudan Vali, Kaymakam veya polis şefinin keyfine
göre olacak. Asli görev alanı dış istihbarat olan MİT’in fişlemeleri
veya raporları da Vali, Kaymakam ve polis için gözaltı talimatnamesi olacak.
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “tartışmaya açığız” açıklaması sonrasında, AKP Grup Başkanvekili Mustafa Elitaş, tasarı üzerinde
çalışma komisyonu kurulmasını gündeme taşıdı. Ancak, “AKP’nin Güvenliğini Koruma Kanunu” maddeleri Meclis’ten geçmeye devam
ediyor.
Bir özelleştirme hilesi daha. Elektrik ve doğalgaz dağıtımlarının özelleştirilmesiyle rekabet ortamının oluşacağı, ucuz ve iyi hizmetin geleceği söyleniyor-du.
Ancak, özellikle son dönem-lerde gelen faturalarla işin aslının hiç de öyle olmadığı görüldü. Özellikle, mas-rafların zaten arttığı bu kış mevsiminde, faturaların yük-sek gelmesine tepki ve öfke daha fazla.Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) Aralık 2007 ve Ocak 2015 konut tarifelerini dikkate alarak elektrik faturalarını değer-lendirdi. Buna göre; aylık 230 kilowatt saatlik tüketimi olan 4 kişilik bir ailenin elektrik faturası, 8 yıl içinde 36 TL’den 90 TL’ye çıktı.
Son 8 yıllık enflasyon yüzde 70 olurken, elektrik faturaları yüzde 150 artmıştır. Aralık 2007’de ödenen 36 TL’lik fatura enflasyon oranında artsa 62 TL olması gerekir-di. Oysa 230 kilowatt saatlik
enerji için Ocak 2015 itibarı ile 90 TL’ye varan fatura bedeli ödenmiştir. Bu yüksek faturalar ve elektrik şirketlerinin adaletsiz kazançları yetmezmiş gibi, kayıp-kaçak gibi değişik kalemlerden de şir-ketlere büyük kazançlar sağlanmaktadır. Perakende hizmet bedeli, dağıtım bedeli, sayaç okuma bedeli gibi kalemlerle toplamda çok yüksek paralar şirketlerin kasasına akmaktadır.
İranlı ve Batılı diplomatik kaynakların verdiği bilgiye göre, sadece 2014 Mart ayından beri İran’a 1 milyar dolardan fazla para kaçırıldı.
Reuters’in haberine göre, İran’a, ambargoyu delerek sokulan paralar, havayoluyla Türkiye ve Dubai’den aktarılıyor. Kurye-lerin genellikle uçakta işadamı görüntüsüyle seyahat ettikleri belirtiliyor.Bu büyük dolar kaçakçılığının basında yer aldığı günlerde, İran’da Mahmud Ahmedi-nejad döneminin Cumhur-başkanı Birinci Yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi, yolsuzluk yaptığı gerekçesi-yle cezaevine konuldu.İran Resmi haber ajansı IRNA’ya göre, gayrimeşru yollarla servet edinmekten suçlu bulunan Muhammed Rıza Rahimi’ye mahkeme 5 yıl hapis cezası verilmişti.Rahimi, yolsuzlukla mücadele kurumunun başkanlığını yapmış ve Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’dan şeref madalyası almıştı.
Muhammed Rıza Rahi-mi’nin, 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonların-da tutuklanan Reza Zarr-ab’ın ortağı olarak bilinen, halen tutuklu yargılanan İranlı milyarder Babek Ze-
ncani ile bağlantısı olduğu iddia ediliyor. Babek Zenca’nin 2.7 milyar doları verdiği yer halen aranıyor.
Ahval-i UmumiyeHayri Baba
Neredeyiz?2015 yılına girdik, zaman hızla geçti. Hani derler ya,
ilk çeyrek, ilk dönem sonundayız. Peki geriye dönüp şöyle bir baktığımızda, iyiden güzelden yana bir şeyler var mı? Gönül isterdi ki, bu soruya olumlu bir cevap, umutlu bir cevap verebilelim. Nerede heyhat! İyiyi güze-li kim kaybetmiş ki biz bulalım diyoruz öyle değil mi?
Siyasete şöyle göz ucuyla bakarsak ne diyebiliriz ki? İçeride bir yığın sorun üst üste birikmiş, katmer-leşmiş, el aman diyor, bir çare bekliyor. Çare bulması gereken devacılar, hükümet ise köşe kapmaca oynuy-or. Gündemi saptırmaya çalışıp, oyalamaca, kandır-maca ile zaman geçiriyor, asıl sorunları ise “halı altına süpürüyor”, erteliyor. Dış siyasette ise, “ne dediyse ter-si” çıkan ve eli ayağına dolaşan hükümet paniklemiş ve neyi nasıl yapacağının şaşkınlığı içinde, herşeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor. Bu durumu gören, gemiyi ilk terk eden fareler misali, bürokratların imdadına ise seçim yetişiyor. Sorumluluktan kaçmak ve paçayı kurtarmak isteyen bürokratlar bir bir istifa edip aday olma yarışı-na giriyorlar. Ve belki de, “yoruldum” diyen Hakan Fi-dan’ın istifası ve aday olması da böyle bir kenar çizme, “sırdaşından” kaçma girişimidir, kim bilir?
Hükümetteki, AKP’deki bu panik ve karmaşa hali sürer iken, kutuplaştıran dille “yavuz hırsız evsahibini bastırır” misali, herşeyi örtbas edip, çarpıtma hali de-vam ediyor.
Öyle ki; Geçtiğimiz ay, bir düğmeye basılmış veya zem-
bereğinden boşalmış gibi, erkekler tarafından kadınlara öyle vahşi, öyle hunharca cinayetler ve saldırılar oldu ki, insanım diyen herkesin kanı dondu.
Soma madenci faciası, Ermenek madenci faciası, İs-tanbul asansör faciası, Ostim işçi faciaları… Yasakla-nan grevler… Yolsuzluklar, rüşvetler…. Ve tüm bunları seyredip görüp hiçbir şey yapmayan, adalet denen o kurumun “adaletsiz, haksız, hukuksuz” tutumu.
IŞİD’in, Boko Haram’ın hezeyan uyandıran, katliam-ları, vahşilikleri.
Peki ya, tüm bunlar ve daha niceleri için en başta harekete geçmesi gereken, iki çift laf söylemesi gerek-en kim ya da kimlerdi? Harekete geçmesi gereken “fıtratcı” o AKP ne yaptı ya da ne yapıyor?
Ne yapmıyor ki?Kadın tecavüzlerinden, kadın katliamlarından, işçi
ölümlerinden, IŞİD’den, Boko Haram’dan hemen herşeyden, herkesi herkesle kutuplaştıran, herkesi her-kesle düşmanlaştıran bir dil kullanıyor. Bu kutuplaştır-ma haliyle kimsenin kimseye güvenmediği, kimsenin kimseyle yan yana gelemediği bir durum, bir toplum oluşturmaya çalışıyor, oluşturuyor. Hatta öyle ki, kendi Başbakanını, Bakanlarını, bürokratlarını, askerini, polis-ini kendi içlerinde bile kutuplaştırıp, kendi kendileriyle kavgalı hale getirmekten hiç çekinmiyor.
“Türk tipi başkanlık olmaz. İç Güvenlik kanununu gözden geçirmek lazım” diyen önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e bile, “Olur olur bal gibi olur” di-yerek “açık ve net” cevabını veriyor. Ali Babacan’ı, Merkez Bankasını, Başbakanı, Bülent Arınç’ı, Beşir Atalay’ı konuştuklarına bin pişman edip, konuşamaz, düşünemez hale getiriyor.
Niye böyle yapıyor ki?Anlaşılan o ki, bu kutuplaştırma ve düşmanlaştır-
madan tek murat, tek beklenti var: Herkes herkesle kavgalı olsun, herkes herkesle düşman olsun, kimse kimseye güvenmesin, tek bana muhtaç, bana köle, teba olsunlar. Büyük kurtarıcı, büyük insan edalarıyla en üstte en tepede ben olayım. Kızılsa da, öfkelenilse de “başka çare yok” denilerek, efendiye biat edilmeye devam edilsin. İstenilen, arzu edilen durum bu.
Peki, bu kutuplaşmanın bizlere, fakire fukaraya bir faydası var mı? Bu kutuplaştıran, düşmanlaştıran dilin, tavrın oyuncağı olmanın bizlere bir getirisi, kazancı var mı?
Kutuplaşınca, düşmanlaşınca, kadın tecavüzleri, kadın cinayetleri, işçi ölümleri, açlık yoksulluk, işsizlik bitiyor mu, bitti mi? Ülkenin sorunları çözülüp, memle-ket güllük gülüstanlık oldu mu?
Öyle ise, o kutuplaştıranların, düşmanlaştıranların ekmeğine yağ sürmek yerine, haktan, adaletten yana güçlerimizi birleştirerek bir yola girmek gerekmez mi? Birbirimizle kutuplaşıp, kavga edip, düşmanlık besley-erek güçlerimizi tüketmiyor muyuz? Bu güç tükenme-sinden sonra, kendi halimizi görecek, kendi hakkımızı koruyacak mecalimiz kalıyor mu? Yoksa asıl gücümüzü, gayretimizi yanlış yerlerde heba mı ediyoruz? Kutuplaş-ma için, birbirimizle kavga için harcadığımız güç ve zamanımız, birilerinin rahatını, birilerinin saltanatını, Sarayını koruması ve yaşatmasına mı yarıyor? Ken-dimize faydamız hiç mi olmayacak, faydasızlar olarak mı yaşayacağız?
Ne dersiniz?
Mart - 2015 8Forum
Kimileri onları bütün kötülüklerden sorumlu tu-tuyor, bütün olumsuzlukları onlara mal ediyor. Başkaları ise duyarsız kalıyor.Bir kaçı onları bir zenginlik kaynağı olarak sayıyor ve onlarla ilişki kurmak için çaba gösteriyor. Fakat onlara karşı gerçekten ilgi duyan kimlerdir? O insan-ların sorunları, mutlulukları ve korkuları hakkında ne bilgileri vardır?Zira bulundukları ülkelerde göçmenler çok nadir söz sahibi olmuşlardır. Kimisi için 20 yaşlarında-ki delikanlıların dayanılmaz acısını bir düşünün… Bunlar çoğu zaman arkalarında gencecik bir hanım bırakıyorlardı ve hatta bazen daha iyi tanımaya vakit bulamadıkları bir bebek bile vardı.Bu delikanlıları ülkelerinin dışına iten ne eğlence dileğidir, ne macera tadı. Ülkelerindeki zor ekono-mik durumun getirdiği yoksulluğa karşı direnişlerid-ir; mademki öyle gerekiyordu, aileleri için başka ye-rlerde doğru dürüst bir hayat kurma dileğidir.Hatta kimileri için tek iki seçenek bulunuyordu; ya hapse girmek ya da sürgüne gitmek: haksızlıkları
alenen ifşa etmek her zaman iyi olmayabiliyordu. Kalpleri elem ve umut ile dolu yola çıkıyorlar…Koyuldukları yolda gönüllerini korku kemiriyor... Köylerinden o vakte kadar ayrılmamış ve ilk kez büyük şehrin girdabında bulunacak olanlar için meçhulden korku var. O kadar uzun ve rahat olmayacak olan yolculuktan korkuyorlar… Yol ucunda onları bekleyenden veya bulamayacaklarından korku var…Ya varışlarındaki yaşadıkları karışıklık nasıl tanımlanır? Belki siyah bir gökyüzü ve istasyonun hoparlörlerindeki yabancı bir dildeki garip tonlar… “Acaba bana mı sesleniyorlar? En azından şu levhalardaki yazıları okuyabilseydim…”Peki, ilk konutlarının karşısındaki hayal kırıklığından, yeni ve bitkin düşürücü bir işin ilk günlerinden de bahsetmem gerekir mi?Bir de özyurtları işgal edilenler, oğullarını, kocasını bırakıp küçük çocuklarını kurtarmaya çalışan kadınlar, Feride Haydar’ın çığlığında daha fazla hissediliyor mu?“Suriye’deki savaşta önce kocasını sonra oğlunu kaybetti. Çatışmalar yaşadıkları kasabaya sıçrayınca uzun ve zorlu bir yolculuğun ardından çocukları ve to-runlarıyla Diyarbakır’a geldi. Feride Haydar, sığındıkları evde de her günün eziyetle geçtiğini söylüyor.”“Ölseydik kurtulurduk’’ diyen Feride Haydar’ı bu hale getirenlere…
Barış konusunu kültür, ekonomi, hukuk, siyaset boyutları ile bir bütün olar-ak ele almak gerekir. Türkiye’de olduğu gibi birçok ülkede konu öncelikle güvenlik politikaları bağlamında ele alınmakta ve devletin çıkarları eksen-inde tartışılmaktadır.Bizim yazıda önceliğimiz İslam barış ilişkisi olduğu için diğer boyutları saklı tutarak bir çerçeve oluşturmamız gerekiyor.Çatışmalı süreç yaşayan birçok ülkede barışın inşasında din adamları ve örgütleri aktif rol üstlenmişlerdir. İrlanda’da kilise bu açıdan son derece müdahil tavır geliştirmiştir. Din görevlileri ve kanaat önderlerinin nüfuzlarını barış lehinde kullanması kolaylaştırıcı, hızlandırıcı bir sonuç doğurmaktadır. Özellikle barış sürecine katılım ve barışın toplumsallaşmasında din görevli-leri belirleyici etki oluşturabilmektedir.Ne yazık ki günümüz Türkiye’si ve özellikle İslami duyarlılık taşıyan çevreleri açısından tartışma çok daha farklı bir noktadadır. Kürt sorunu, Alevi sorunu gibi alanlarda farklı dozlarda da olsa İslami çevreler istisnaları dışında so-runlu bir pozisyonda kalmışlardır.Alevilerin sorununu bir hak ihlali ya da adaletsizlik sorunu olarak ele almak yerine itikadi sorun olarak ele almak peşinen farklı bir konumlanmayı bera-berinde getirmektedir. Tıpkı devletin, egemenlerin inanç alanını tanımlama çabası gibi dindar çevreler de Aleviliğin ne kadar hak inanç olup olmadığını tartışmaya odaklanmışlardır.Kürt sorunu bu açıdan daha kolay ele alınabilir gibi gözükse de çatışmanın taraflarından kaynaklı mesafeli duruş ya da önyargılar çoğu kez iktidarlar ile aynı safta durmayı beraberinde getirmiştir.Kürt hareketinin çıkış konsepti üzerinden dışlayıcı yaklaşımlar geliştirmek, Kürt halkı ile dayanışma ve empati yapabilmenin önüne geçmiştir.Son dönemde devletin soruna yaklaşımındaki zorunlu değişim kimi muha-fazakâr çevrelerin de duruşunu değiştirme eğilimini güçlendirmiştir. Elbette Kürt halkı tüm renkleri ve inançsal ideolojik eğilimleri ile birlikte bir gerçekliğe sahiptir. Bu farklılıkların görmezlikten gelinmesi tek yanlı beklen-tilere odaklanılmasına neden olur.Çözüm sürecinde İslami çevrelerin daha aktif sorumluluk üstlenmesi iki farklı bağlamda ele alınmalıdır. Bir tarafta Kürt kamuoyu dışında sorunun doğru algılanması açısından İslami çevrelerin çıplak gerçeği kamuoyu ile paylaşması son derece önemlidir. Diğer yandan Kürtlerin iç gerilim ve çatışmalarla oyalanıp talepleri etrafında ortaklaşmasını engelleme hesaplarının boşa çıkarılmasında İslami çevreler olumlu katkı sunabilir.Her iki sorumluluğu da taşıyabilmek için doğru, sağlıklı bir İslami okumanın yapılması gerekir.
Gerek doğrudan taleplere yönelik yaklaşım, gerekse diyaloga dayalı çözüm konseptinin geliştirilmesi, İslam düşüncesinin bu konulara dair sözünün netleşmesi ile ilişkilidir. Ulus devlet paradigmasının egemenlikçi yaklaşımı içinden, evrensel bir barış mesajı içeren İslam yorumu çıkarmak mümkün değildir.Ortadoğu’da mezhebi taassup ve din adına şiddetle etkin ve kapsamlı yü-zleşmenin yaşanması, Türkiye barışı açısından da hayati öneme sahiptir.Silahlı isyan hareketlerine nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda, iktidarcı din okuması ile muhalif toplumsal eksenli tarih okuması arasında taban tabana zıt yaklaşımlar çıkar.Anadil hakkı gibi son derece net tutum alınması gereken konularda bile doğru yerde duramayan İslami çevrelerin, bu tür alanlarda ezber bozacak yaklaşımlar geliştirmesi elbette kolay olmayacaktır.Artık, İslam zaten barış dinidir gibi kolaycı ve genellemeci söylemleri aşıp, gereğini yapacak somut tartışmaların yapılması gerekmektedir.Bu da adalet olmadan barışın olmayacağı paradigması üzerine oturur. Adale-tin nasıl sağlanabileceği ve adaletin neyi gerektirdiği konusunda netleşebil-mek için, İslami çevrelerin Medine sözleşmesi, Hudeybiye barışı gibi konu-larda daha güncele cevap üretebilecek tartışmalar yapması kaçınılmazdır.İslam, insanlığın barışa duyduğu ihtiyaca cevap üretebildiği kadar anlam if-ade edecek, barış projeleri toplumların inanç dünyalarından destek bulduğu ölçüde kalıcılaşacaktır.
Barış kavramı, hak temelli yaklaşımlar ekseninden baktığınızda son derece dinamik bir kavramdır. Üzerine oturduğu temel evrensel değerler yanında, içinden geçilen zaman dilimi ya da hakkında konuşulan bölgenin özgün koşullarından bağımsız ele alınamaz.
İlker Gündoğdu
Mart - 2015 Kadın 9
Sağlığın Ahval-i
Dr. Cemil
Diyaliz Hasta Pazarı -1Utanılacak yaşama mahkum bırakılınca, utan-
madan gerçekleri haykırmak teslim alınmış ru-humuzda ne denli etki bırakır, utancımızla ken-dimizi ne ölçüde baş başa hesaplaşma sürecine sokar belki de bir muamma?!
Ama yine de bu çirkin pazarda olup bitenleri anlatmak bir insanlık borcudur.
Kronik böbrek yetmezliği (KBY); şeker hast-alığı, hipertansiyon, böbrek iltihabı rahatsı-zlıkları (Nefrit), ilaç zehirlenmeleri, ağır metal zehirlenmeleri ve birçok sistemik hastalıkların böbrekler üzerindeki ilerleyici hasarı sonucunda böbrek fonksiyonlarının yetersizliği ile ortaya çıkan geriye dönüşümsüz kalıcı bir hastalıktır.
Hastalığın tek tedavisi böbrek nakli olmak veya yaşam boyu diyaliz makinesine bağlı olar-ak yaşamaktır.
Ülkemizde sağlığın piyasalaştırılması ile başlayan, sağlık alanındaki harcamaların son 10-15 yılda %1000 – 1500 oranındaki artış, tüm ülke insanının maddi manevi sorunlarını büyüt-tüğü gibi, kronik böbrek yetmezliği ve diyalize bağımlı yaşayan hastaların da yaşamını olum-suz etkilemektedir.
Haftada 3 (üç) gün diyaliz makinesine bağlı olarak yaşamını sürdüren hastaların sayısının 45 bini aştığı göz önüne alındığında, resmi verilere göre tedavi maliyeti yıllık 600 mily-on doları aştığı hesaba katıldığında pazarın büyüklüğü herkesin iştahını kabartacak düzey-de olduğu görülür.
90’lı yıllarda kamu hastanelerinde oluşturulan merkezlerde diyaliz tedavi hizmetleri verilirken giderek artan hasta sayısına göre yeterli plan-lamanın yapılmaması, diyaliz hekim, hemşire, personel ve araçlarının (makinelerinin) yeter-siz istihdamı ile hızlı bir özelleştirme furyas-ının başlamasıyla birlikte yaygınlaştırılan özel merkezlerde hemodiyaliz tedavisi sürdürülmeye başlandı. 600 milyon doları bulan bu pazarda alınan-satılan meta ne yazık ki insanın kendisi ve hastalığı olmuştur.
Öyle ki, Böbrek hastalığı sürecinde takip edilen hastaları böbrek yetmezliğinin ilerley-en aşamalarında, Diyaliz tedavisine yaklaştığı süreçte alınıp-satılan meta haline dönüşüp özel merkezlere pazarlanma aşamasına gelirler.
Başlangıçta Nefroloji klinikleri hekimleriyle özel merkezler arasında hasta, hastanın haberi olmadan belli bir fiyat karşılığında satılır. Ne kadar hasta o kadar para ilişkisi kurulmasıyla sağlıkta piyasalaşmanın ilk adımları atılmaya başlandı. İlerleyen süreçte kamu hastaneler-inde diyaliz tedavisi gören hastalar yaygınlaşan özel merkezlere hızla pazarlanıp, kamu has-tanelerindeki sayı gittikçe eritilip özel merke-zlere kaydırılmıştır. Hastalık sayesinde kendini imtiyaz sahibi gören bazı hekimler bu pazar pastasından azla yetinmeyip bizzat pazarın pastasından daha fazla nasıl pay alırımın hes-abını yaparak başlangıçta bu pazarın büyük bölümüne sahip çok uluslu ve yerli firmalar-la (Fbesenius-gaubio-Eczacıbaşı) anlaşarak danışman hekimlik adı altında birçok merkezle anlaşıp pazarlama elemanlığına soyunmuş-tur. İlerleyen süreçte bununla da yetinmeyip elindeki kliniğin imkanlarıyla merkez kurup, kurduğu merkezi hastasıyla birlikte büyük fir-malara satıp tüccar hekimlik rolleri oynamaya başlamışlardır. Tüccarlık bu ya hastanın zorunlu olan hekime bağımlılığı sayesinde hastayı her zaman elinde tutmasıyla sattığı merkezlerdeki hastaları yeni açtığı merkezlere çağırıp satılan merkezin içini boşaltmaktan da geri durmamak hünerlerini de sergilemeye başladılar.
(Not: Yazının devamı gazetemizin sonraki sayısında yer alacaktır.)
19. Milli eğitim MEB şurasında alınan kararlara göre artık 3-6 yaş çocukları anaokuluna geldiklerinde ölüm ve ötesini öğrenecekler. Değerler eğitimi adı altında alınan kararlarda anaokullarında
soyut kavramlar verilecek. Çocukları her şeyden uzak ve sıfır
bir hayata başlatmak yerine onlar adına bir seçim yapıyoruz.
Küçücük yaşamların ölümü, ahireti düşünmelerini bekliyoruz hal-
buki önlerinde uzun bir yaşam varken.
Peki bu sistem çocukların gelişimine ne kadar uygun ve doğru bir eğitim? Anaokulundaki çocuğa kavramların neyi ifade ettiğini, daha çok
kavramı nasıl anlatabilirim diye somut şeyler üzerinde yoğunlaş-
mak varken ölüm ve ötesi o yaş grubunda ki çocuklar için çok fa-
zla soyut ve anlaması güç konular. Çocuklar sağını solunu öğren-
mekte zorlanırken bu tür konuların öğretilmesi onlar için karışık
olacaktır. Aynı zamanda da işin psikolojik boyutu var. Çocuklar
çok meraklı yapıya sahip bu tür konuları merak edip görmek iste-
diklerinde iyi sonuçlarla karşılaşılabilir. Öğretilmesi gereken ve
üstünde konuşulması gereken o kadar çok konu var ki. Çocuklar
sıfırdan bilgi öğrenmeye başlıyorlar ve her şeyi öğretmek zorun-
dayız güneşi, geceyi,b üyük,küçük ağır, hafif tüm bu kavramlar
yetişmezken bir ölüm ve ötesinin getirilmesi şaşırtıcı doğrusu.
Cebeci/Ebru
Dershaneler hakkında düzenleme yapan kanun geçen yıl yayıml-
anmıştı. Ortaöğretime ve yükseköğretime giriş sınavlarına yöne-
lik dershane ve kurs açmak artık kanunen yasak. Var olan der-
shanelere de 1 Eylül 2015 tarihine kadar fiziki ve kurumsal yapısı
müsaitse özel okullara dönüşebilmeleri imkanı ve teşviki veril-
mektedir.
Son cümlesi olmazsa yukarıdaki haber olumlu olabilirdi. Üstüne
basa basa tekrarlamak lazım: Dershanelerin kapatılması, eğitim
politikalarındaki diğer değişikliklerden bağımsız değerlendirile-
mez. Dershanelerin kapatılmasını olayını üniversite ve lise giriş
sınavlarının devam etmesi, kapatılan düz liseler, dershaneden
dönüşen özel okullara arsa ve bina desteği ve tabi ki de özel oku-
lu tercih eden öğrencilere özel okul teşviki ile birlikten düşünmek
gerekiyor. Bunun yanına kaderine terk edilen ve itibarsızlaştırılan
kamu-devlet okullarını ekleyin.
Devletin, özel okullara akıtacak bu kadar parası var da niye ken-
di kamu okullarını dönüp bir görmüyor? Kamu okulları velilerin
eline bakar olmuş, bağışlarla işler yürüyor. Niye kimsenin aklına
nitelikli kamusal eğitim gelmiyor? Piyasa politikalarına uymuyor
da ondan mı?
Aslanda meselenin özünü iktidar sözcüleri “kamusal eğitimin dev-
letin sırtında bir yüktür” diyerek defalarca ifade ettiler. Dershane
bu yükü hafifletmiyordu. Çünkü dershaneye giden öğrencinin de-
vam ettiği bir kamu okulu da vardı. Bunun yanında dershane
temel eğitimde özelleştirmenin de önünde engel oluşturuyordu.
2000 liraya dershane destekli eğitim alan orta sınıf ailesi niçin
öğrencisini 10.000’lerce liralık özel okula mı göndersindi?
Düz liseler de kapatıldığına göre TEOG’a göre yetersiz olan
öğrenci, ücretsiz kamusal eğitime devam edebilmek için mesl-
ek veya imam hatip okullarından birine gitmek zorunda. Ya da
veli öğrencisini
kendince daha iyi
eğitim alabilmesi
için paraya kıyıp
özel okula gön-
derecek. Gönderi-
yor da; özel okul-
lardaki öğrenci
sayısı patlaması bunu gösteriyor.
Dershanelerin savunulacak bir tarafı yok. Ama şimdilik kapatıl-
maları iyi bir şeye hizmet etmiyor. “Dershane mi? Özel okul mu?”
ikileminde kalmak da doğru değil. Biri öğrenciyi makineleştiren,
diğeri süsleyip püsleyip servis eden; ikisi de ticarethane kuru-
luşu. Yok birbirinden farkları.
Unutmayı başaranlar için hatırlatalım; Antalya Kepez Atatürk
Anadolu Lisesi’nde sınıf başkanı öğrencilerle yaptığı toplantı-
da Müdür Yardımcısı Filiz G., kısa etek giyen öğrencileri
hizaya sokmak amacıyla erkek öğrencilerden oluşan taciz timi
kuracağını söylediğine yönelik haberler bir süredir gündem-
de. Müdür yardımcısının sözleri öğrencilerden öğretmenlerine
taşınınca öğretmenler kurulu toplantısında gündeme geliyor
ve tutanaklara geçiyor. Tabi yine öğretmenler sayesinde de
basına yansıyor. Milli Eğitim Müdürlüğü, başlattığı soruşturma
ile müdür yardımcısını başka bir okula gönderiyor. Ama Milli
Eğitim Bakanlığı’nın asıl tavrını tutanakları sızdıran öğretmen
için soruşturma açtığı zaman anlıyoruz.
Evet! Tacizle eğitim olur mu? Ya da bir eğitimci tacizi eğitim
yöntemi olarak kullanın şakasını dahi yapabilir mi? Kızların
etek boylarının, saçlarının kontrol edilmesi, erkeklerin uzun
saçlarının okul girişlerinde makaslanması gibi uygulamalar
bizim eğitim geleneğimizde zaten var. Ama öğrencilerin kılık
kıyafetlerine müdahale olayının bu derece çirkinleşmesi bi-
zlere günümüz eğitim uygulamalarımız hakkında ipuçları veri-
yor. Bu sadece bir okulda ortaya çıkan münferit bir olay değil.
Siyasal söylem ve tercihlerin okullarda yarattığı atmosferle de
ilgili bir durum.
Mart - 2015 10Kültür Sanat
İhtiyaçtan...
Ali Sağ
Çerçeve Bilinci Açığa Çıkarır
Hak dostum hak... Dört başı mamur çerçeve.
O çerçevede hayat bulur sözler. O çerçevede
ağlar ve dahi güler insan. Belki yıllardır içinizde
düğümlenip de söyleyemediğiniz cümleler ku-
laklarınıza çalınır, içinizi acıtır. Belki de kahka-
haya boğar sizi bir minik mimik…
“Bozuk düzen de sağlam çark olmaz”
On altıncı yüzyıl. Anadolu.
İçinde azıcık adalet duygusu taşıyan bu cüm-
leyi duyduğunda tüyleri diken diken olduğunu,
damarlarında akan kanın coştuğunu hissetmez
mi? Hisseder hissetmesine ya Banaz’lı Koca
Haydar el yetimi kul bitimi bir garip özge can-
dır. Çıkıp gelmiştir köyünden Pirinin hizmetine.
Öyle nefesler eylemektedir ki bütün civar köy-
lerin ağzında bu nefesler vardır. Günün birinde
çıkagelir Hızır. O da dergâha katılmak diler. Pir
postunda Koca Haydar çoktan Pir Sultan ola
durmuş ikrarını ister Hızır’dan. Verir ikrarını
Hızır. Dergâh’a Hızır gelince, Köylüye de Os-
manlı’nın Hınzırlarından gına gelmiştir. Yoksul
Anadolu köylülerini canından bezdirir aşarcılar.
Harmanından pay alır Osmanlı aşarları, garip
köylüye dövülecek çorbası bal olur. Köylü çar-
eyi Pir Sultan’da arar, halleşirler Pir Sultan’la.
Bir çıkar yol aranırken Hızır Osmanlı sarayına
gitmek diler. Gidip Osmanlı’dan vezirlik kap-
maktır derdi. Vezir olursa yoksul köylünün der-
dine derman olacağını umar. Buruk yolculanır
Osmanlı sarayına Hızır.
“Yârin yanağından gayrı her şey ortak”
On üçüncü yüzyıl sonları. Anadolu.
Çelebi Musa ile Çelebi Mehmet’in taht kav-
gası. Bataklıkta açan bir gül gibi göğeren Si-
mavna Kadısı Şeyh Bedreddin aklındadır Musa
Çelebi’nin. İster ki Bedreddin Kethüdası olsun.
Halkına adaletli davranabileceği yol göstereni
olsun… El ele omuz omuza verirlerse yapa-
mayacakları yoktur. Kavilleşirler böylece. Önce
Musa Çelebi galip gelir kavgada. Sonrasında ise
Mehmet Çelebi kendi elleriyle alır Musa Çele-
bi’nin kellesini.
Hızır Osmanlı’dan vezirliği kapmış, Sivas’a,
Kanlı Sivas’a Vali olur. Osmanlı geleneği ile
çözmektir muradı bu anlaşmazlığı. Koca Hay-
dar’ı çağırır yemekliğe. Koca Haydar, ikrarını
hatırlatır Osmanlı paşasına. Gidişinden bu yana
değişenleri.. Bozuk düzende sağlam çark olur
mu? Koca Haydar bunu bilen de oyuna ‘he’ der
mi? Demez elbet…
Değişik zamanlarda ama Anadolu’da iki mah-
keme kurulur.. İki bilge dara çekilir. Bir yanda
Osmanlı paşası Hızır;
- Bana bir nefes söyle ki içinde şah kelimesi
geçmesin seni bağışlayayım. Der.
Ve Koca Haydar’in o bilinen nefesi…
Diğer yanda Bedreddin’in mahkemede Mol-
la’ya;
- Hangi imandan söz edersin bre akılsız. Bir
büyüğünden duyarsın inanırsın. Görür gibi old-
uğun, sezer gibi olduğun, varır gibi olduğun
iman vardır, gönül ehlinin ozanların dilinde
dile gelir Ben bunu çoktan aştım… Bir de bir
iman vardır ki, insan onunla dolar taşar adeta
bu kaleme gelmez, kelama sığmaz… Bir yücelik-
teki insan Allah’la bir olduğunu duyar, Mansur
gibi “Enelhak” diye bağırır ve çıkar senin gibi
birisi onu ipe çeker..
Değişik zamanlarda ama Anadolu’da iki
darağacı kurulur. Yaşarken yaptıkları, yaşark-
en söyledikleri kalır geriye. O dört başı mamur
çerçevede görünen siluetleri, sesleri içimizdeki
akanın, yıllardır söyleyemediklerimizin söyley-
eni olurlar. Ondandır o çerçeve bilinci açığa
çıkarır, insanca insanı tarif eder…
Angara’dan, Angaralılar’dan çıkmış en samimisinden bir dizi olan Yolunda AŞ. Çinçin’i hayatın gerçeğinden doğan kara mizah ile anlatmışlar dizide. Asıl amaçları bir Çinçin filmi çekmekti ekibin ve bu amaçlarına çaba-layarak ulaştılar. Kentsel dönüşümün, metropolleşen kentlerin yaşattıklarını tüm boyutlarıyla farklı bir üslup-la anlatmışlar vizyon tarihi beklenen filmde de.
Ahval-i Angara: Yolunda A.Ş. sadece 8 bölüm sürdü ve dizi ile film arasına epey zaman girdi, bunun sebebi nedir?
Hasan: Biz en başta sinema filmi çekmek istiyorduk. Fakat bu çok maliyetliydi ve on tane tiyatrocunun yapabileceği bir şey değildi. Biz de gerekli koşulları yaratabilmek amacıyla internet dizisi yaptık. Çinçin’in mahremiyetine zarar vermeden orada yaşayanların hayatlarını anlatmak istiyorduk ve esas gaye de sinema filmi olunca diziyi tadında bıraktık. 2014 Ağustos’unda tamamlayabildik filmi. Şimdi vizyon tarihini bekliyoruz.
AA: Film işinde dağıtımcılar vs. pek çok etken var, benzer et-kenler Tv için de geçerli. Bunlar tavizler vermenize sebep oldu mu?
Erdağ: Biz sanatta bir dert anlatma amacıyla politik bir amaçla varız. Bu alana girerken bizden ne götürebileceğini biliyoruz. O yüzden gireceksek de kendimiz gibi, bu kolektif yapıyı boz-madan gitmek istiyoruz. Dışarıdan müdahale ne kadar az olur-sa bizim için o kadar iyi. Örneğin film için Türkiye’nin en büyük yapımcıları ile görüşüldü, imzalar atıldı, İstanbul’a epeyce gi-dildi gelindi ama kentsel dönüşümü çıkarın dedikleri noktada çıkartamayız dedik ve feshedildi bu sebeple yedi sekiz ay daha beklendi ama bizim de tavizlerimizin sınırı vardı.
AA: Kentsel dönüşüm insanların evlerini mahallenin yaşamını, kültürünü hedefine alıyor. Hem karşılaştıklarınız hem yaşadıklarınızdan siz nasıl ele alıyorsunuz bu durumu?
Hasan: Gecekondu mahallelerinde yaşayanlar durduk yere
gelmiyorlar buraya. Köyleri boşaltılanlar var, işsizlikten gelen-ler var. Ucuz işgücü yaratmak amacıyla bilinçli yaptırılan göçler söz konusu. Bu insanlar buralarda bir araya gelmeye başlıyor-lar. Dayanışma yoksullara, ezilenlere has bir durumdur çünkü. İlk gecekondu mahallesi İncesu’da kuruluyor 60’lara doğru Altındağ, Çinçin, Yenidoğan, Hasköy, Ulubey taraflarına doğ-ru gitmeye başlıyor. Çinçin 1995lere kadar yıkımın giremediği bir yer. Sonrasında devlet buraya bazı yapıları yerleştirerek bu dayanışmayı kırıp, birlikteliği parçalayıp buraya girmeye çalışıyor.Erdağ: İşin altyapısında kentin değişen yapısı, mekanın rant-laşması var. Metropollerde şehir merkezinin daha fazla hizmet sektörüne ayrılması, daha fazla tüketim odaklı kurulmasıyla şehir merkezinde kalan bu mahallelerin ve kent yoksullarının kentin uzak yerlerine atılması süreci başlıyor. Bunun için de dışarıda yaratılan algı oyunlarıyla bütün kötülük bu mahallel-erdeymiş gibi örneğin, Çinçin’deymiş veya İstanbul’da Tarla-başı’ndaymış gibi gösteriliyor, bu mahalleler ötekileştiriliyor. Afet riski, yeni projelerin bu mekânlar üzerinden tasarlanması, soylulaştırma denilen kentsel dönüşüm gibi politikalarla orada üç kuşaktır bir kültür, bir yaşam kurmuş, bir dayanışma kur-muş, kendini orada daha güvende hisseden insanları tahliye ediyorlar. Onları kentin ucuz işgücü ihtiyacı için kullanmaya devam edip kentten de bir o kadar uzak tutmaya çalışıyorlar. Çinçin’in Sincan, Karapürçek, Mamak Kuzey Ankara tarafları-na dağıtılmasının sebebi bundandır. İnsanların bahçeleri, kapı komşuları, iyi kötü yakacakları varken, aidat derdi yokken yani gecekonduda çok daha insanca çok daha ucuza yaşayabilece-kken, apartmana gönderiliyorlar ve insanlar bankaya,devlete olan borç külfeti, daha fazla insanın çalışmak zorunda olması, insanların daha fazla içine kapanması, psikolojinin dağılması, yalnızlaştırılmaları ve bir sürü başka dert ortaya çıkıyor.Hasan: 50lerde 60larda gelen insanlar hala hayatta eski gün-lerden söz ediyorlar ve en temelde dedikleri şey şu; eskiden her şey daha güzeldi. Güzeldi ama bunlar bilinçli bir biçimde yok edildi. İnsanlar bu talana direndi. Ulucanlar hapishane-sinde Çinçinlilerle yatmış Yılmaz Güney ve oranın dokusunu iyi biliyor. Ve hatta o dönem gördükleri “Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz” romanını yazmasına ve “Duvar” filmini çekmesine sebep oluyor. Yılmaz Güney şunu söylüyor; “Dün gece hangi evde ne olduğunu Çinçinliler bilir.” Bilir çünkü yaşamları içi içe evleri, avluları iç içe.
Not: Röportajın tamamına web sayfamızdan ulaşabilirsiniz.
Yolunda A.Ş. / Çinçin’in Bağları
Bugünlerden geriye,Bir yarına gidenler kalırBir de yarınlar için direnenler...
Ve bir de bu dizelerin sahibi,
aşkın ve kavganın şairi Adnan
Yücel kalacak, “soluğunu rüzgâr
kılan” insanların yüreğinde…
Ankara’da yaşamış, Ankara’ya
dokunmuş, Ankara sokaklarını arşın-
lamış Adnan Yücel’in “kavgalara söz-
lenen” yaşamı Elazığ’da başlar ve Diyar-
bakır’da devam eder. Diyarbakır Eğitim Ens-
titüsü Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden me-
zun olduktan sonra Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel
Sanatlar Eğitimi Bölümü’nde okumak üzere Ankara yollarına
düşer.
Bozkırın ortasındaki bu gri şehre okumak için gelse de okul
bittiğinde ayrılamaz hemen. Memur kentinde memurluk düşer
kaderine ve liselerde edebiyat dersleri vermeye başlar. Böylece
liselerden başlayıp üniversitede devam edecek olan uzun me-
muriyet yılları da başlamış olur.
Yaşamının sonraki ve en son durağı Adana’dır. Gri, soğuk Ankara
günlerinden sonra sarı sıcak Adana günleri başlar şair için. 1987
yılında atandığı Çukurova Üniversitesi’ndeki işine ölüm gününe
kadar devam eder. Ve 24 Temmuz 2002’de sıcak bir Çukurova
gününde son bulur Adnan Yücel’in yaşamı.
Şiirlerinde yaşamın gri tonlarına direnir hep Adnan Yücel, kavga
eder. “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” süreceğine inandığı bir
kavganın güzelliğini anlatır. Yürekten inanır yeryüzünün bir gün
gerçekten aşkın yüzü olacağına ve inandırır…
İnsanlar kaybedilirken ey çocuk İnsanlık adına Nasıl başlar bu yeşil ve mavi yolculuk Hangi gemi kalkar bu ülke limanlarından Hangi mavilikler karşılar seni Kıyılar zincir olmuş bileklerde Dalgalar yargısız infaz Al kalemi eline ey çocuk Yeşilin ve mavinin şiirini yeniden yaz.
Mart - 2015 11Spor
Ters köşe
Serdar Kadıoğ[email protected]
Yeni Bir Sömürü Alanı Olarak Endüstriyel Futbol (3)
Endüstriyel futbol ile aynı zamanda kapi-
talizmin zaman ve mekân üzerindeki tahak-
kümünün futboldaki yansımalarına, köylüler-
in özgürce oynadığı oyunun işçi sınıfına
pazarlanabilir bir meta olarak sunulmasına ve
pazarda özgür emekçiler olarak futbolculara
ve taraftarlara değindiğimiz yazımıza devam
ediyoruz.
Üretim ve geçim araçları nasıl kendiliğin-
den sermaye değilse, para ve metalar da
kendiliğinden sermaye değildir. Bunların
sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu
dönüşümün kendisi ancak belli koşullar altın-
da olabilir, yani birbirinden çok farklı türden
iki meta sahibinin yüz yüze gelmesi gerekir;
bir yanda, başkalarına ait emek-gücünü satın
alarak, ellerindeki değerler toplamını arttır-
mak isteğinde bulunan, para, üretim aracı
ve geçim aracı sahipleri; öte yanda, kendi
emek-güçlerini ve dolayısıyla emeklerini sa-
tan özgür emekçiler. Futbolcuların pazarda
emeklerini satan özgür emekçiler olarak
pozisyonları, Bosman kuralları ile daha da
netleşti. Bosman kuralları öncesinde futbol-
cuların pazarda meta olarak dolaşımı sadece
kulüpler arasındaki ilişkiyle gerçekleşiyordu.
Bosman Kuralları’yla birlikte emeklerini
satan özgür emekçiler olarak futbolcuların
emeklerini satabilecekleri kulüplere gidebil-
meleri daha da esnekleşirken, bu durum aynı
zamanda kapitalizmin futbol üzerindeki ta-
hakkümünü yeniden üretiyor. Bosman Kural-
ları’nı sadece futbolcu maaşlarına yaptığı
etkiyle açıklayamayız. Burada emeklerini
satan özgür emekçiler olarak futbolcuların,
maaştan önce emeklerini satabilecekleri en
uygun kulübe gitmeye yöneldikleri görülece-
ktir. Bu açıdan, sözleşmesi biten futbolcu
için öncelikli hedef konumunda ileri kapi-
talistleşmiş ülkelerin kulüpleri gelmektedir.
Bosman kurallarının yanında, bugün kapi-
talist sistemde futbolun en büyük pastası
olarak öne çıkan organizasyonlarda (UEFA
ve FIFA’nın düzenlediği turnuvalar) yapılan
değişiklere vurgu yapmamız gerekiyor. Bura-
da da özellikle Şampiyonlar Ligi öne çıkıyor.
Şampiyonlar Ligi’nin her yıl yapılıyor olması
ve ileri kapitalist ülkelerin başa oynayan
takımlarının mücadele alanı olması nedeni-
yle en dikkat çeken düzenlemeler bu organi-
zasyonda yapılıyor.
Bu yapısıyla endüstriyel futbolun gözbe-
beği konumundaki Şampiyonlar Ligi’ni irdel-
ediğimizde, Devler Ligi olarak adlandırdıkları
turnuvada ileri kapitalistleşmiş ülkelerin
başa oynayan takımlarının turnuvası olduğu
göze çarpmaktadır. Öncelikle gruplara tor-
ba sitemine göre yerleştirilen takımlar zat-
en baştan güç dengesine göre sınıflanmış
oluyor. Örneğin Manchester United, Juven-
tus, PSV ve S. Bükreş’ten oluşan bir grup
olduğunu düşünelim. Birinci torbadan gelen
Manchester United’ın gruptan çıkma sansı
çok yüksek. Onu Juventus takip ediyor. PSV
belki ikinciliği zorlayabilir ama S.Bükreş’in
şansı çok az.
18 yılını futbola vermiş, 1.,2.,3. Ligde
oynamış, profesyonel lisans almış,
girdiği kulübü üst lige çıkarıp şampi-
yon edecekken saçma gerekçeler-
le kulüpten atılmış boşta gezen bir
antrenör düşünün. Futbolla alakası
olmayan kahvecisinin, lokantacısının
menajerlik yaptığı bir ortamda ant-
renörler işsiz geziyorlar. Okullara
atanacak antrenörler ile hem okull-
ardaki yetenekli çocukların keşfedil-
mesi, hem de antrenörlerin sporla uğraşıp boşta kalmaması
için iyi bir adım olacağı söyleniyor. Ancak Hizmet Alım İhalesi
yöntemi kullanılarak yapılan bu atama-
lar - la kurulan çeşitli şirketler
vasıtasıyla, Gençlik Spor
İl Müdürlükleri bünye-
sinde düşük ücret
karşılığında antrenör
çalıştırılmasına sebep
olunuyor. Bu yön-
temle açılan ihaleler
sonucu, antrenörlerin
istihdam edilmelerinin ve
bu taşeron uygulamasının hızla yaygınlaşması birçok sorunu
da beraberinde getiriyor.
İşsiz antrenörlerin yanında kulübü olsa bile antrenörün ant-
renörlük yapabilmesi, futbolcunun oynayabilmesi için yeterli
koşullar zaten yok. Anıttepe’de beş takımın aynı saha için, 19
Mayıs’ta ise en az otuz takımın üç tane saha için sıraya gird-
iğini söyleyen hocamızın dediği gibi sporun da sporcunun da
yok sayıldığı bir ortam hakim. Buradan bakınca Cebeci Stadı
gibi olan sahaların yıkıp yerine çok lazım olan AVM yapma
projeleri yerine yeni sahalara ihtiyacımız var.
Tüm bunları görünce insanın sorası geliyor: futbolun koşul-
larını belirleyen kim? 18 yılını spora vermiş birinin söz hakkı
yoksa belirleyen değilse kim? Tüccar başkanlar mı yoksa spora
yıllarını verip sporu var edenler mi söz hakkına sahip olmalı?
Süper Lig’de kadrosunda en fazla altyapıdan futbolcu oynatan
takım Gençlerbirliği.
Altyapıların yetersizliği Türk futbolunun en temel sorunlarının
başında geliyor.
Süper Lig’de birçok takım kendi altyapısından futbolcu
yetiştirmekte zorlanıyor. Başarısız transferlere harcanan mily-
onlarca lira, kulüpleri büyük borç yükü altına sokuyor.
Başkent’in köklü kulübü Gençlerbirliği ise Süper Lig’deki bu
genel durumdan çok uzak bir görüntü sergiliyor. Borcu olma-
yan ve kasasında para bulunan ender kulüplerden olan kırmızı
siyahlılar, altyapıdan yetiştirdiği oyuncular ile adından söz et-
tiriyor.
Gençlerbirliği ‘nin 28 kişilik A takım kadrosunda tam 10 fut-
bolcu altyapıdan çıkan isimler. Üstelik bu futbolcular yalnız-
ca kadroda bulunmakla kalmıyor, takımın bu sezon topladığı
puanlarda da önemli rol sahibi oluyor.
Bir Süper Lig kulübünün bir futbolcuya verdiği ortalama bir
bonservis bedeli, neredeyse Gençlerbirliği ‘nin bu 10 isme
verdiği toplam paraya denk geliyor. Böylece kulüp büyük bir
tasarruf da sağlıyor.
25 altyapı antrenörünün görev yaptığı Ankara temsilcisinde,
7-14 yaş arası futbol okulu işin temelini oluşturuyor. Bu sezon
A takımda yer alan 10 ismin dokuzu, ücret karşılığında sekiz
aylık eğitimlerin verildiği futbol okullarından çıktı. Genç fut-
bolcular, Beştepe ve Etlik’teki yedi sahadan faydalanabiliyor.
Gençlerbirliği’nin altyapısında 10 yıldır aynı antrenörler görev
yapıyor. Bu da başarıda önemli rol oynuyor. Yaz okulların-
da 1500, kış okullarında ise ortalama 1000 genç futbolcu ilk
eğitimlerini alıyor. Kendini gösteren isimler U14’ten itibaren
başlayan elit takımlara seçiliyor. 18-19 yaşlarına geldiklerinde
ise pilot takım Hacettepe’ye gönderiliyor. Burada birkaç se-
zon lig deneyimi kazanan futbolcular, Gençlerbirliği A takımına
aday hale geliyor.
Şu an Hacettepe’nin 25 kişilik kadrosunun 21’i Gençlerbirliği
altyapısından yetişen futbolculardan oluşuyor.
Kırmızı siyahlı takımın altyapısında yetişen ve A takımda yer
alan 10 isim Ramazan Köse, Doğa Kaya, İrfan Can Kahveci, Be-
rat Tosun, Uğur Çiftçi, Ahmet Çalık, Ahmet Oğuz, Halil İbrahim
Köse, Çağrı Bülbül ve Übeyd Adıyaman.
Gençlerbirliği’nde bu sezon en dikkat çeken isimlerden İrfan
Can Kahveci, Berat Tosun ve Uğur Çiftçi yetenekleri ve ortaya
koydukları performanslarla isimleri transfer haberlerinde de yer
alan üç genç, altyapıdan gelen bu kadar genç ismin aynı anda
A takımda yer almasının büyük bir avantajdır.
Alt yapı takımlarının sorunlarından sadece oynayan çocuklar değil antrenörler de payını alıyor. Bu kez UEFA lisanslı ancak kulübü olmayan ikinci bir işe muhtaç antrenörlere kulak verdik.
İş bulamayan antrenörler, tutkunu
oldukları sporla üstü kapalı uğraşma denmesine rağmen,
hayatlarını verdikleri futbol için “antrenörler okullara atanacak”,
Ankara’da da atama olacak söylentisi ile umutlarını
diri tutuyorlar.Pursaklar/Abdullah
İRTİBAT NUMARALARI Ege Mahallesi
Hüsamettin Özden0536 747 01 61
Dikmen MahallesiCafer Sabancılar 0532 578 88 85
Aydınlıkevler Mahallesi Cihat Teke
0532 734 46 85Şentepe Mahallesi
Ali Güler 0506 355 54 22
AHVAL-İ ANGARAAylık Siyasi Yerel Gazete
Ahval-i Angara adına Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Merve KeskinYönetim Yeri: Güneşevler mah. Güneşevler Pazar yeri no: 9/A
Altındağ / ANKARATel no: 0507 059 01 68
Tasarım: Cem Demir Baskı: MATTEK MATBAACILIK
Ağaç İşleri San. Sit. 1354 (Eski 21. Cadde) 1362. Sokak, No:35
Yenimahalle - İvedik/ ANKARA Tel: 0 312 433 23 10www.ahvaliangara.com [email protected] ahvaliangara ahvaliangara
Yazıcıoğlu Fehmi Ağa gecenin karanlığında evine doğru giderken yol kenarında sızmış haldeki Kal-burcu Hüseyin Ağa’yı fark eder. Yerde yatan hasmına doğru eğilince arkadaşı seslenir hemen;
— İşte tam zamanı, çek bıçağını bitir işini. Fehmi Ağa ise; — Ağalık hasmına böyle kendinde değilken bıçak çekmek değildir diyerek onu sırtlar ve evine
götürür.Kalburcunun anası, kapıda oğlunu Fehmi Ağa’nın sırtında görünce oğlunu öldürdü sanarak feryadı
koparır. Fehmi Ağa telaşlarının boşa olduğunu anlatır ve Kalburcuyu anasına baygın bir şekilde teslim eder. Kalburcu sabah kendine gelmesiyle eve nasıl geldiğini öğrenir ve aracıların da yardımıyla o döne-min iki yiğidi barışır.
Ankara’nın ilk kabadayıları seğmen geleneğinden gelen bu
kişiler olarak bilinir. Osmanlıdan gelen seğmen, efe geleneği
cumhuriyetin ilk yıllarına kadar sürer. Ardından 1940’lı yıl-
larda kabadayılık ortaya çıkar. İlk dönemlerinde kabadayılar
genelde kahve işletenler veya küçük esnaflar arasından çık-
mıştır. Her birinin uğraştığı bir işi vardır. Mahallelerin bıçkın
delikanlıları olan bu insanlarda mahallenin namusunu koru-
ma, muhtaca yardımcı olmak gibi olumlu özellikleri vardır ilk
dönemlerde.
Ankara Kabadayıları kitabının yazarı Halil Soyuer şöyle tanım-
lar kabadayılığı: “kabadayılık olgusu hiçbir dönemde ve
hiçbir zaman, bulunduğu yöre insanlarına zorla hükmetmek,
kendisine zorla çıkar sağlamak, şundan bundan haraç almak,
vatandaşın ırzına namusuna göz dikmek eylemi değildir. Ka-
badayı insan her zaman ve her ortamda özü sözü bir, kıçı
başı oynamayan, haksızlığa arka çıkmayan hakkın ve haklının
yanında olan insandır.” Ama ne var ki kabadayıların bu olum-
lu özellikleri ilerleyen yıllarda hızla bozulacaktır.
Ankara’da mahalle olarak kabadayıların çıkış yerleri genellikle
Altındağ, Atıfbey, Kayabaşı, Çinçin, Yenidoğan, Aktaş ve Hac-
ettepe’dir. Özellikle “yiğidin harman olduğu mahalle” Hacet-
tepe biraz daha ön plandadır her zaman için. 1940’lı yılların
bazı önemli isimleri Kabadayı Mehmet, Sarı Veli, Kürt Cema-
li, Boşnak Muharrem, Karagöz Kemal sayılabilir. Her birinin
değişik bir hikâyesi vardır elbet.
Bu dönemin hızlı kabadayılarından olan ama aynı zamanda
sıkı dost olan kabadayı Mehmet ile Sarı Veli’nin arası bir
gün bozulur. Sarı Veli Kabadayı Mehmet’in hapse girerken
kendisine emanet
ettiği silahı kumar-
da kaybeder. Kab-
adayı Mehmet bunu
öğrenir ve hapisten
çıktığında Sarı Veli’yi
öldürür. Bu cinayetle
artık kabadayılık or-
tamı bozulmuştur. Bir
süre sonra ise yine
Kabadayı Mehmet ile
Altındağ’ın kabadayısı Kürt Cemali arasında anlaşmazlık olur.
Bu iki ismin de olduğu ortamda çıkan tartışma ve sonrasında
çıkan kavgada elektriklerinde kesilmesiyle nerden geldiği yıl-
larca ortaya çıkarılamayan, kimin sıktığı bilinemeyen kurşun-
la Kürt Cemali öldürülür. Kürt Cemali’nin yakınları Kabadayı
Mehmet’in tarafında bulunan Dündar Kılıç’ı suçlar. Dündar
Kılıç yıllar süren baskılara dayanamayarak hapis yıllarından
sonra İstanbul’a yerleşmek zorunda kalır. Kabadayı Mehmet
ise Ankara sokaklarında Kürt Cemalin akrabaları tarafından
öldürülür. Özellikle Altındağ insanı tarafından çok sevilen
Kürt Cemali yıllarca unutulmaz. Adına ağıtlar yakılır ve Nuri
Sesigüzel’in okuduğu bir plak bile yayınlanır.
Haldun Taner’in yazdığı Keşanlı Ali Destanı’nın kahramanının
da Kürt Cemali olduğu söylenir. Haldun Taner artık o dönemin
koşullarından mıdır bilinmez Kürt Cemali’dir demez olay kah-
ramanına ama oyunu konu alan olayın Altındağ’da geçtiğini
kabul eder. Dündar Kılıç’ın bu döneme ilişkin şöyle bir de-
meci vardır: “Allahımı inkâr edeyim, bizi öldüreni o zamanlar
Ankara’ya vali yaparlardı... Hem de alkış tutaraktan…”
Kabadayılardan Paraya ve Güce Tapan Mafya Babalarına
1970’lerden itibaren artık kabadayılık ortamı bitmiştir ve
babalar dönemi başlamıştır. Ülkedeki şiddet ve yokluk or-
tamından faydalanmak isteyen bu babalar silah tüccarlığına
ve kaçakçılığına başlar. Mahallenin namusunu koruyan, garib-
anın elinden tutan zamanın bıçkın insanlarının bir kısmı artık
haraç toplayan, uyuşturucu ve silah tüccarlığı yapan insanlar
olmuştur.
1980 darbesiyle silah tüccarlığı, kaçakçılık vs. yapan babalar
devri de sona erer. Bundan sonra ise mafya çetelerinin döne-
mi başlamıştır artık. Kimine göre son kabadayı olan kimine
göre ise mafyanın ilk isimlerinden olan İskender Çolak ise
bir röportajında kanunsuz ahlak dışı işlerle uğraşan haraç to-
playan çoğu yeni yetme bu kişilerin kabadayı delikanlı vs.
olarak nitelendirilmesine isyan ederek, televizyon dizilerinde
bu tip insanların ön plana çıkarılmasına çok kızar ve “De-
likanlı dediğin kendisine güvenir. Öyle yanına 10–15 adam
alıp silahlı gezdirmez, bunlar çok ayıp şeyler. Delikanlının asıl
silahı iyiliktir. Silah sadece onur ve haysiyet için çekilir.” der.
Günümüz Ankara’sında ise 12 Eylül askeri darbesi sonrası
türeyen hiçbir zaman mahalleliyi umursamayan kendilerine
ideolojik dayanak bularak adlarına mafya denilenler türedil-
er. Bunlar kendilerini “vatansever” olarak adlandırsalar da
paradan başka hiçbir şeye sevdalı değillerdir. Çek–senedin-
den arazisine, silah kaçakçılığından, uyuşturucu satıcılığına
kadar uzanan kirlenmişlikleri egemen yapının kolluğunda
beslediklerinden dolayı meşrulaştırılmıştır. Mahallesindeki
mazlumun arsasına çöken, esnafı kendisine borçlandırar-
ak onları çıkmaza sürükleyen, okul önlerindeki torbacıları
çevresinde toplayarak mahallesini zehirleyen bu tipler, de-
likanlılıktan zerre kadar nasiplenmemiş, güçlüden yana kiralık
çetelerden başka bir şey değillerdir.
Bir yanı ile mahallesi için her şeyini ortaya koyan ve yetmiş-
li yılların sonuna kadar var olan “delikanlılığı” ilke edinmiş
kabadayılar, diğer yanda ise mahallesine acı çektiren “Reis”,
“Başkan” veya “baba” denilenler.
Ne diyor Türk Edebiyatının usta kalemi Yaşar Kemal “Demirin
tuncuna insanın piçine kaldık.” Bizler delikanlılığın ve sevda-
ların kenti Angara’da demirin hasında insanın merdinden
yanayız, bundan gayrısı gölge etmesin yeter…
Not: Yazının hazırlanmasında Halil SOYUER’in “Ankara Kaba-
dayıları” kitabından yararlanılmıştır.
Hüsamettin Özdem
Ankaralı Kürt Cemali’ ye Ağıt:Kaderim böyleymiş, ağlama anam Cemalin boyandı alkızıl kanaDört tane yavrumu bıraktım sanaLayık mıdır felek bu ölüm bana
Ben ölürsem bağlatmayın başımı Arkadaşlar diksin mezar taşımıAnnem silsin gözlerimin yaşını Dertli yazın mezarımın taşını
Söz – Müzik: Nail BAYŞU