aile akademisi derneği

67

Upload: others

Post on 29-Oct-2021

11 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Aile Akademisi Derneği
Page 2: Aile Akademisi Derneği

1

Aile Akademisi Derneği -Bursa

Tavsiye Film Kitapçığı

Dizgi-Mizanpaj-Kapak Tasarım: Aile Akademisi

Yayın Yılı: Nisan 2020

Aile Akademisi Derneği Alacamescid Mh. Çancılar Cd. Erdoğan Çakar İş hanı: 62/35 Osmangazi/BURSA 0551 215 19 02 www.aileakademisi.org

Page 3: Aile Akademisi Derneği

2

Sinemanın büyüsü 1895 yılında başlar. Tarihte ilk film Fransız Lumiere Kardeşler tarafından çekilmişti. Filmi izleyenlerin birçoğu Lumiere Kardeşlerin yaptığının bir sihir olduğunu düşünmüş, izlediklerinin kendilerini etkilemek amacıyla yapıldığını söylemişlerdi

Aslında çok da haksız sayılmazlardı. Sinema dünya halkları üzerinde büyülü etkiler bırakmıştı. Tarihteki birçok olayı, savaşları, çatışmaları, ülkeler arası ilişkileri kısaca hayatı milyonlarca insan sinemalar üzerinden öğrendi. Dünya sinema sektörünün kalbinin attığı Hollywood kelimesi, Yahudi Kabala geleneğinde insanlara sihir yapmak için kullanılan “kutsal ağaç” demekti. Gerçekten de yaklaşık 100 yıldır milyonlarca insan karanlık ortamlarda beyaz perde karşısında büyülendiler.

Sihir şekil değiştirerek insanları etkilemeye devam ediyor. Dijital platformlarla birlikte izleme kültürü ciddi bir ivme kazandı. Sayısız izleme seçeneği ekran karşısında geçirilen süreyi de arttırdı.

Bu süreç farklı tartışmaları da beraberinde getirdi. Dijital sinema platformlarının, transhümanist-dijital bir dünyaya geçiş için gerekli altyapıyı, zihinsel ve duygusal hazırlığı sağladığı iddiaları gün geçtikçe artıyor. Her şeye rağmen dijital platformlarda pedagojik açıdan olumsuz, ahlaken kötü, duygu ve düşüncelere zarar veren binlerce film dolaşmaktadır. Çocuk ve gençlik filmlerinin, macera ve gerilim filmlerinin büyük çoğunluğu onlarca sakıncalı içerik taşımaktadır. Bu durumda seçici davranmanın önemi ortaya çıkıyor. "Ne izleyeceğiz?" sorulması gereken önemli bir soru.

Film izlemek; hoş vakit geçirmek, bilgilenmek, güzel duygular geliştirmek, hayal gücünü geliştirmek, bilinçlenmek ve ahlaki anlamda yücelmek için güzel bir araç. Bunun tek şartı doğru filmi seçmek.

Film izlerken popüler ve çok izlenen filmler yerine daha seçici bir izleme listesi takip etmek önemli. Bu anlayıştan hareketle ailecek ya da bireysel olarak kaliteli vakit geçirmenizi sağlamak adına 25 adet filmi bir araya getirdik. Filmleri seçerken kültürümüze ve ahlaki değerlerimize aykırı olmamasına, elimizden geldiğince dikkat etmeye çalıştık.

Ne izleyeceğiz sorusuna cevap olması dilekleriyle….

İyi seyirler.

Nisan 2020

Aile Akademisi Derneği

Page 4: Aile Akademisi Derneği

3

İçindekiler Tablosu CUMARTESİ AVCISI .............................................................................................................................4

BAŞKANIN KÖPEKLERİ ........................................................................................................................7

BEKAS .................................................................................................................................................9

BAHOZ .............................................................................................................................................. 11

BULUTLARDA BİR EV ........................................................................................................................ 13

SON UMUT ....................................................................................................................................... 15

DEVLET OYUNLARI .......................................................................................................................... 18

BEYNELMİLEL Bİ’ŞEY ......................................................................................................................... 21

DÖRDÜNCÜ ÇOCUK .......................................................................................................................... 23

DEVLET DÜŞMANI ............................................................................................................................ 25

GÜLÜN ADI ....................................................................................................................................... 27

İYİ GECELER İYİ ŞANSLAR .................................................................................................................. 29

KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR ............................................................................................................ 31

LİBERTE ............................................................................................................................................ 33

MADAARİ ......................................................................................................................................... 36

S1M0NE ............................................................................................................................................ 39

SAHİBİNİ ARAYAN MADALYA ........................................................................................................... 41

SÖĞÜT AĞACI ................................................................................................................................... 44

YABANA DOĞRU .............................................................................................................................. 46

BUĞDAY ........................................................................................................................................... 49

ÖTEKİNİN BABASI ............................................................................................................................. 54

TRUMAN SHOW ............................................................................................................................... 56

FİLİSTİN’E VEDA ................................................................................................................................ 59

KAĞIT ............................................................................................................................................... 63

ANNE GİBİ ........................................................................................................................................ 65

Page 5: Aile Akademisi Derneği

4

CUMARTESİ AVCISI

Siyonizme Bakan Büyük Pencere

2009 İran yapımı, Türkçeye ‘Cumartesi Avcısı’

olarak çevrilen ‘Saturday Hunter’ anti-siyonist

senaryosu ile dikkat çeken bir film. Senaristliğini

ve yönetmenliğini Parviz Sheykhtadi’nin yaptığı

filmin başrollerinde Ali Nassirian (Dede) ve

Mohammad Javad Jafarpour (Benyamin) rol

alıyor. Film Amerika’dan Filistin’e, dedesinin

yanına annesiyle gelen Benyamin’in, dedesi

tarafından Siyonist olarak yetiştirilme sürecini

konu ediniyor. Filmin her bir sahnesinde

Siyonizm’in temelini oluşturan düşünceler ve

filler ya direkt ya da sembollerle anlatılıyor.

Film ilk sahnesinde dedenin ötesinde

Siyonizm’in zihin dünyasına ilişkin bir ipucu

veren diyalogla başlıyor: Benyamin’in: “Anne

bak burada bile gökyüzü mavi” sözüne karşılık

annesi, küçümseyen bir ifadeyle Siyonizm’in

temelindeki ayrıcalık ve üstünlük ilkesine bir

gönderme yaparak dedesinin farklı bir renk zannettiğini söylüyor.

Filmde Siyonistlerin neden cinayet işlediği ve zihinlerinde hangi amaçları geliştirerek hareket

ettikleri sorusuna açıklık getirmek için Siyonizm düşüncesi görüntüye aktarılmaya çalışılmış ve

isimlerden karakterlere ve mekâna kadar birçok unsur amaca uygun olarak seçilmiş. Kuran’da

olumsuz olarak nitelendirilen kavramların (müstekbir, tağut vb.) neredeyse hepsi dedenin

karakterinde hayat buluyor, ayrıca ortaya koymuş olduğu profilde de Siyonizm’e birçok

gönderme yapılıyor; dedenin saç renginin turuncu oluşu bize bir dönem Siyonist

yerleşimcilerin geri çekilmesi kararına karşı başlatılan “turuncu fırtına” hareketini hatırlatıyor

ve Benyamin’in de saç renginin turuncu olması bu düşünceyi sürdüren nesilleri temsil ediyor.

Yine dedenin gözünün kör olmasına karşın tabiri caizse gözünden hiçbir şeyin kaçmıyor

olmasında da Kuran’da da birçok ayette geçen, -Allah onların kalplerini ve kulaklarını

mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır. En büyük azap onlarındır.(Bakara, 7)- gözlerinde

perde bulunan ve hakkı göremeyen Yahudiler temsili edilmiş. Benyamin ismi de rastgele

seçilmiş değil. Sağ kol anlamına gelen Benyamin; dedesinin sağ kolu, temsilcisi, ilerideki

varisidir.

Benyamin’in eğitimi öncelikle dini ritüellerle başlıyor; dua etmek, Tevrat’ı okumak, ibadetler

vs. Buraya kadar her şey normal gibi ilerlerken dedesinin gözetiminde, Benyamin’i elinde

tüfekle hedefleri vurmaya çalışırken görüyoruz ve her nedense hedef tahtalarının şekilleri

Page 6: Aile Akademisi Derneği

5

kadın, çocuk ve yaşlı… Burada fıtratın ve vicdanın itirazını duyuyoruz; Benyamin bunu yapmak

istemediğini söylüyor ama dedesi; ‘Önemli olan Tanrı’nın memnun olması’ diyerek iyi bir iş

yaptığı ve Tanrı’nın bunu istediği şeklinde telkinlerde bulunuyor.

Filmin ismine konu

olan cumartesi yasağı

konusuna gelecek

olursak; Kuran’ı

Kerim’de cumartesi

yasağı ve bu yasağı

çiğneyen Yahudiler

şöyle anlatılır:

‘Andolsun sizden

cumartesi (günü)

yasağı çiğneyenleri

elbette biliyorsunuz.

“İşte Biz onlara

aşağılık maymunlar

olun” dedik.’ (Bakara-65). ‘Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani

onlar cumartesi yasağını çiğneyerek haddi aşmışlardı.’ Cumartesi günü iş yapma yasağına

uyduklarında’ balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına

uymadıklarında’ ise gelmiyorlardı. İşte Biz fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan

ediyorduk.’(A’raf-163). Filmde de Filistinlilere saldıran Siyonistlerin Müslümanlar için kutsal

sayılan günleri gözetmek bir yana kendi kutsallarını ve yasaklarını çiğneyerek işlediği

cinayetlere dikkat çekilmiş ve Kuran’da da anlatıldığı üzere bu zihniyetin çağlar boyu devam

ettiği ve değişmediği anlatılmıştır. Dedesinin diretmelerine karşı eğitimlerde sürekli, insanları

öldürmek istemeyen ve karşı sorular soran Benyamin’e ise cevap hazırdır: “Sadece Yahudileri

öldürmek yasaktır.”

Antisemitik eleştirilere karşın filmin antisiyonist olmasına özen gösterilmiş ve bu bağlamda

sadece Müslüman ve Hıristiyanlar değil, Yahudilerin de Siyonist zulmünden nasibini aldığı

filmde işlenen konular arasındadır.

Filmde Siyonistlerin Tevrat’ı tahrip etmeleri de izleyiciye aktarılmış önemli bir nokta. ‘Vay

haline o kimselerin ki, Kitab’ı elleriyle yazıp, Onu az bir paraya satabilmek için, “Bu Allah

katındandır” derler…’(Bakara-79) dedesi Benyamin’in eğitiminde bu hususu atlamamaktadır

ve kendisinden sonra yerine geçtiğinde bunu sürdürmesi için işin püf noktalarını

öğretmektedir. Dedesi kendini peygamber olarak görmekte ve kendisinin vahiy aldığını, hatta

daha ileriye giderek Tanrı ile beraber ayetleri belirlediklerini söylemektedir. İlginçtir, vahyi

aldığını söylediği yer sesinin yankı ile kendisine döndüğü küçük bir alandır ki burada kendi

nefsini ilah edinenler tasvir edilmektedir. Sahnenin çekildiği mekân bir mahzeni andırmaktadır

ve her bir işçi ayrı bir iş için çalışmaktadır. En önemli görev eskitme yapanlara aittir. Değiştirilen

metinleri kabul etmeyen olursa eski kitabe görünümü verilmiş kitaplarla bunlara sahte deliller

getirilmektedir. Tüm bunları gösterdikten sonra dedesinin Benyamin’e söylediği söz

Page 7: Aile Akademisi Derneği

6

Siyonizm’in nesli ifsad etmede izlediği yöntemi ortaya koyuyor; ‘Onların erkeklerini kadın,

kadınlarını erkek yapacaksın böylece soyları tükenecek.’

Tüm bunlar yaşanırken olayların şokuyla sağlıklı düşünemeyen sürekli çelişki içinde kalan

Benyamin, dedesinin haklı olup olmadığını görmek için kurtardığı küçük Filistinliyi inceliyor,

ama yine de tamamen tatmin olamıyor. Bir süre sonra tüm bunların sorumlusu olarak

Müslümanları görerek Siyonizm’in psikolojisini ve çarpık mantığını bizlere sunuyor. İşte bu

aşamada eğitim en zorlu kısmını geçmiş oluyor ve geriye bu sorumluları ortadan kaldırmak

kalıyor.

Filmin son sahnesinde su içinde yüzen Tevrat, Siyonizm için sadece bir araç olduğunu ve işi

bitince çok da önemsenmediğini seyirciye anlatıyor. Dedenin son öğütleri ise Siyonizm’in

ikiyüzlülüğünü ve sinsiliğini bizlere vurguluyor.

Film çok fazla özel efektlere ihtiyaç duyulmadan İran filmlerinin her zamanki sadeliği ile konuyu

başarılı bir şekilde işlemiştir. Siyonizm’in zihniyetini anlamak ve görmek isteyen biri için gayet

ideal bir film…

Zehra Direk – Uluslararası İlişkiler

Page 8: Aile Akademisi Derneği

7

BAŞKANIN KÖPEKLERİ

Wag The Dog, Türkçeye ‘Başkanın Adamları’ olarak

çevrilmiş iktidar ve medyanın kirli ilişkisini ve medyanın

kitleler üzerindeki etkisinin çarpıcı mesajlarla

sunulduğu 1997, ABD yapımı bir filmdir. Barry

Levinson'un yönetmen koltuğunda oturduğu filmde

Dustin Hoffman ve Robert De Niro gibi Hollywood’un

tanıdık simaları dikkat çekiyor.

Filmin konusu kısaca şöyle: Amerika’da seçimlere 11

gün kala Beyaz Saray yine bir taciz vakası ile sarsılır.

Krizi yönetmek üzere Beyaz Saray danışmanlarından

Conrad Brean (Robert De Niro) görevlendirilir. Conrad

Brean Beyaz Saray çalışanlarıyla birlikte hemen bir ekip

oluşturarak özellikle ilk 24 saatlik kriz yönetimindeki

stratejilerinin ne olacağını belirlemeye çalışır. Conrad

Brean ekibe bir film yapımcısı olan Stanley Motss’ı

(Dustin Hoffman) aldıktan sonra ekip tamamlanır.

Skandalın üstünü örtmek için bir an önce gündemi saptırma ve haber üretme çalışmaları

başlar. Danışman Conrad Brean, Beyaz Saray’ın elinin erişebildiği tüm basın yayın organlarını

kullanarak Amerika ile haritada sadece adı olan ve hakkında hiç kimsenin bir şey bilmediği

Arnavutluk arasında sahte bir savaş kurgular. Daha sonra ülkenin gündemini değiştirmek için

uydurulan sahte savaş klişe kahramanlarla seçim kampanyasına dönüştürülür.

Film siyah ekran üzerine beyaz bir yazıyla başlıyor. İktidar ve medya arasındaki ilişki filmin ilk

sahnesinde köpek ve kuyruğu örneğiyle anlatılmış. ” Köpek neden kuyruğunu sallar? Çünkü

köpek kuyruğundan daha akıllıdır. Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı kuyruk köpeği sallardı.” Filme

göre hükümet, medyayı kendi ideolojisi çerçevesinde yönlendirmektedir. Ama köpeğin her

zaman hükümet, kuyruğun da her zaman medya olup olmadığı tartışılabilir bir mesele. Örneğin

Amerika gibi Siyonizm merkezli küresel gücün olduğu bir yerde hükümet de medya da

kuyruktur. Köpek olan ise tüm medya ve ekonomik gücün sahibi Rockefeller, Rothschild ve

Siyonist ailelerdir.

Adolf Hitler’in yalan makinası Joseph Goebbels diyor ki: “Söylediğiniz yalan ne kadar büyük

olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır. Halk büyük

yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır .” Beyaz Saray’ın danışmanı Conrad Brean

da taciz skandalının üstünü örtmek ve hükümeti seçime sağlam götürmek için büyük bir

senaryo kurguluyor.

“Conrad Brean: Biz Savaş çıkarmıyoruz. Savaş çıkarır gibi yapıyoruz.” Burada amaç, olayın

gerçekliğine inandırmaktan ziyade seçime kadar dikkatleri dağıtmaktır.

Page 9: Aile Akademisi Derneği

8

Kriz yönetimi ekibinin en mühim ayağı film yapımcısı Stanley Motss; müzik, senaryo ve kostümlerle yaratılan savaşın sahip olması gereken uydurma savaş görüntülerini stüdyoda hazırlıyor. Filmin en önemli sahnelerinden biri stüdyoda özel efektlerle kurgulanan Arnavut bir kızın savaş ortamı içinde elinde bir kediyle koştuğu sahne. Geçmişte İkiz Kuleler ’e yapılan saldırı ve Körfez Savaşı’yla ilgili yayınlanan görüntüler gibi günümüzde de Suriye ve diğer coğrafyalarda savaşla ilgili sahte olan pek çok görüntü hazırlanıyor. Film, iktidarın medya aracığıyla Amerikan halkını aptal yerine koyup kandırmasına bol bol göndermeler yapıyor. Mesela danışman ve Beyaz Saray çalışanı arasında geçen bir diyalog şöyle:

“Ames: Bir savaş çıkaramayız.

Conrad Brean: Neden?

Ames: Ama öğrenirler.

Conrad Brean: Kim öğrenecek? Amerikan halkı mı? Onlara kim söyleyecek? Körfez Savaşı ile ilgili ne öğrendiler? Dama düşen ve binayı uçuran bir bomba gördüler. O bina legodan da olabilirdi.”

Filmde gerçek olaylara sık sık göndermeler yapılmış. Örneğin Clinton dönemi oval ofis skandalının tıpkısının gerçekleşmesi, Körfez Savaşı’na yapılan göndermeler, kökten dinci, terörist güçlere karşı koyan bir siyasal irade.

İktidarın dünya görüşü ve ideolojisi günümüzde kitle iletişim araçları dediğimiz aygıtlarla aktarılmaktadır. İktidarın en önemli silahı olan medya her zaman iktidarın ideolojisine boyun eğmektedirler. Tüm devletlerde seçim dönemi yaklaştıkça propaganda savaşlarına başlanır. Bu savaşın kazananı kitle iletişim araçları ve medyanın önemli bir kısmının kontrolünü elinde tutan taraftır.

Filmin vermiş olduğu en önemli ve en çarpıcı mesajlardan birisi de üretilen haberin/söylemin doğruluğu veya kanıtlanabilirliği değil, gündem değiştirici bir nitelik taşımasıdır. Film, haberin yaşananlardan ziyade oluşturulan, yazılan metinlerden ibaret olduğu gerçeğini dile getirir. Medya ya da iktidar istediğinde dakikalar içinde gündemi değiştirilebilmektedir; ülke genelinde kampanyalar gerçekleştirerek halkın doğal

duygularını, yapay müdahalelerle kontrol edip gündem oluşturabilmektedir.

Not: Ağustos ayında New York Times'da yayınlanan “Türkiye'nin dikkat dağıtma savaşı” adlı makalede Türkiye’nin 1 Kasım öncesi süreci Başkanın Adamları ( Wag The Dog) filmine benzetilmişti. Rümeysa Melek-UÜ İlahiyat

Page 10: Aile Akademisi Derneği

9

BEKAS

‘’Öksüz’’ Kaldık Süperman(!)

Filmimizin adı ‘’Bekas’’, Türkçeye ‘’Neredesin

Süperman’’ olarak çevrilmiş bir yolculuk filmi. Bekas’ın

kelime olarak “öksüz” anlamına geliyor.

Yönetmenliğini ve senaristliğini ise Karzen Kader

üstleniyor. Yönetmenin kendi çocukluğundan

esinlendiğini söylenen Bekas, İsviçre Finlandiya ortak

yapımıdır.

Film, doksanların başında tam da Körfez Savaşı

döneminde, Kuzey Irak’ın bir Kürt köyünde geçiyor.

Başrol oyuncularımız ise on yaşındaki Dana (Sarwar

Fazıl) ve altı yaşındaki Zana (Zamand Taha)’dır. Tüm

hayatı abisinden ibaret olan bir kardeş ve büyük

olmanın sorumluluğu altında bocalayan bir abi... Bu iki

kardeşin uğradıkları tüm haksızlıkların kurtuluşu

olarak gördükleri Süperman’e giden yolda başlarına

gelen maceralarını konu edinen film, yeri geldiğinde

güldürme, yeri geldiğinde hüzünlendirme potansiyeline sahip.

Bekas, iki kardeşin futbol maçında başlarına gelen talihsizlik -aslında topu kurtarmasına

rağmen rakip takımın uyanıklığı sayesinde yenilen gol- ile başlıyor. Futbolda bile kaybeden

çocuklar kaybetmeye alışmış gözükmektedirler. Toplum tarafından devamlı ezilmelerini ise

babasız olmanın sonucu olduğunu düşünmektedirler. Köye gelen ama parasızlıkları yüzünden

sinemanın arka penceresinden izledikleri Süperman bizimkilerin beklenen kurtarıcısı(!)

olmuştur. Artık başlarına gelen tüm haksızlıkları ve anne babasının ölümüne yol açan Saddam’ı

şikayet etmek için bir kahramanları vardır. Zana hemen bir liste hazırlar Süperman için. Listenin

başında da Saddam Hüseyin yer alır. Onlar da bu uğurda Süperman’e ulaşmak için Amerika’ya

doğru yola çıkarlar. İşin komik tarafı pasaportları ve paraları yoktur. Hatta Amerikan’ın nerede

olduğunu haritada bile bilmemektedirler. Çıktıkları bu yoldaki vasıtaları Michael Jackson adını

verdikleri bir eşek, yol azıkları ise üç pide ve bir bidon sudur. Tahmini varış süresi ise bir

bilemedin iki gün.

Filmin en etkileyici yönü çocukların masumluğu ve reel dünyaya yükledikleri manalar.

Güçlükler karşısında yılmayan bu çocuklar, zor şartların ve mahrumiyetin yüklediği

mecburiyetle olgunlaşmışlardır. İki kardeşin birbirine bağlılığı da bahse değer. Küçük kardeş

tam bir masumiyet ve bağlılık sembolüdür. Özellikle cami sahnesinde abisi için yaptığı dua bir

çocuğun masum dünyasının kapılarını aralıyor bizlere. Abisinin her dediğini doğru kabul eden

saygılı ve vefalı kardeş Zana, yeri geldiğinde de abisine abilik etmekten de geri kalmıyor. Büyük

kardeş Dana ise, zaman zaman ergenlik döneminin vermiş olduğu duygular ile hareket ettiğini

Page 11: Aile Akademisi Derneği

10

görüyoruz. Kardeşinin hayallerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanabiliyor. Öyle ki

kardeşiyle bir kız arasında seçim yapma noktasına bile geliyor.

Saddam’ın Irak’ı ve savaşlar altında ezilen bir toplum arka planıyla ilerleyen filmde ara ara Şark Kültürünün kendine has yönlerini yakalıyoruz. Çocuklara sahip çıkan bilge dede anlattığı kıssa ile bize doğu insanının arifliğini hatırlatıyor. Ayrıca eşeğini satan adamın çocukların arkasından ettiği güzel dualar da sevgisini belli etmeyen sert mizaçlara ayna tutmuş. Yolda karşılaştıkları yaşlı amcanın çanak antenleri gördüğü sırada gösterdiği tepki ise manidardı doğrusu. İlk önce yüzünü kapatırken, ardından bakması insanın yasaklar konusunda işgüzarlığına güzel bir örnekti. Bizim akıllı çocuğumuzda tabi bunu sorguluyor.

Bekas ilk başta sıcak ve samimi bir film gibi dursa da gittikçe tam bir Batı/Amerikan güzellemesi halini alıyor. Yönetmen ironi mi yaptı, bilinmez ama kurtarıcı olarak Amerika’nın gösterilmesi ‘’Stockholm Sendromu’’nu hatırlatıyor bize. Burada yönetmenin Saddam’ın zulmünden İsviçre’ye kaçan Kürt asıllı bir ailenin çocuğu olduğunu hatırlamakta fayda var. Filmde yer alan; tepenin ardındaki şahane ülke Amerika, mutluluğun simgesi Coca

Cola, eşeğin alnındaki BMW amblemini bu bağlamda okuyabiliriz. Ayrıca eşeğin adını da es geçmemek gerekir. Özellikle Coco Cola sahnesi bize Colaturka reklamını andırıyor. Cola içen yaşlı amcamız ve çocuklar kendi kimlikleri unutup İngilizce konuşmaya başlıyor. Batı kültürünün temel sembolleri yerleştirilmiş filme.

Emperyalizmin her türlüsünü kullanan Amerika’nın kültürel tahakkümü de gözler önüne seriliyor filmde. Dünya kapalı toplumlardan gittikçe açık toplum haline gelerek küreselleşmektedir. Sinema ve müziği bu alanda çok etkin kullanan kültür emperyalistleri, kendilerinin bizzat giremediği bölgelere MTV olsun BBC olsun kendi yayınlarıyla giriş yapmaktadırlar. Böylece gençler üzerinde ‘’Süper Güç Amerika’’ imajını enjekte ederek zihinsel olarak savaşa 1-0 yenik başlatmaktadırlar. Eğer ekonomi ve siyasette önde iseniz kültür ile de baskı oluşturursunuz. Filmde de Batı’nın sinemayı nasıl bir silah olarak kullandığını görebiliriz.

Film konu ve isimler olarak İran filmi gibi gelse de doğallıktan uzak oluşuyla Hollywood filmi tarzında olmuş. Oyunculuk olarak genel manada başarılı sayılabilir. Tek sorun küçük çocuğun devamlı bağırarak konuşması. Bu da onun doğallığını yitirmesine sebep olmuş. Film gayet aydınlık ve ferah. Irak sokaklarının kum rengi hakim filmin renklerine.

Son olarak film vasat olmakla beraber kardeşlik ve masumiyet gibi kavramlara sahip olması hasebiyle izlenebilir bir film. Temiz bir aile filmi olması da puan kazandırıyor filme. Özellikle kardeş ilişkilerinde sorun yaşayan kardeşlerin beraber izlemesi tavsiye olunur.

Not: Filmin ilginç bir tarafı da Amerikan’ın demokrasi getireceğini iddia ederek Irak’a girmesinden sonra çekilmiş olmasıdır.

Elif Güner- UÜ İlahiyat

Page 12: Aile Akademisi Derneği

11

BAHOZ

Kürtçülük Paketinde Sosyalizm Esintisi

2008 Türk-Kürt ortak yapımı diyebileceğimiz

politik-dram türündeki Bahoz(Fırtına) Filmi Kürt

solunun ideolojik yapısını ve hangi evrelerden

geçtiğini, filmin başkahramanı olan Cemal

üzerinden anlatıyor. Yönetmeliğini Kazım Öz'ün

yaptığı filmin başrollerinde Cahit Gök (Cemal),

Havin Funda Saç (Rojda) ve Selim Akgül (Orhan)

yer alıyor. Beyazperde bu kez PKK için açılıyor.

Bizleri 1992 senesine götüren filmin konusu ise

kısaca şöyle; Tuncelili bir Kürt olan Cemal

İstanbul'a üniversite okumak için gelir. İstanbul

Üniversitesi’nde sadece dersleriyle hemhal iken

Kürt solunun üyeleri kendisine ulaşır ve grubun

diğer üyeleri ile tanıştırarak Cemal'le ilgilenmeye

başlar. Asimile olmuş ve Kürt olduğunu kabul

etmeyen Cemal, harekete biraz mesafelidir.

Başlangıçta hareketin faaliyetlerine katılmaz,

siyasi konuşmalarda aslını inkâr eder. Ancak

Kürtlerin ezildiğini ve haksızlığa uğradıklarını fark edince hareketle arasındaki duvar yıkılmaya

başlar ve çalışmalarda aktif bir şekilde rol alır. Bu noktadan sonra Cemal, Orhan ve Rojda'nın

hareket için katlandıkları zorluklar ve ‘Dağ’a doğru giden serüvenleri izleyiciye sunuluyor.

Kısaca film, PKK'nın ezilen Kürt halkının haklarını savunmak için meydana çıkışından sonra

kendisine devlet tarafından nefes aldırılmayınca çareyi dağlara çıkmakta bulduğunu

savunuyor.

Filmin ilk sahnelerinde Cemal'in İstanbul'a gitmeden önce hazırlanırken odasındaki Atatürk

resmi de kadraja alınarak Dersim’de, devletin asimilasyon politikasının bir boyutu izleyiciye

sunuluyor ve Devletin Kürtleri asimile etmesi her fırsatta şiddetle eleştiriliyor. Bununla birlikte

konuşmalarda sisteme dair eleştiriler dillendiriliyor. Filmde İslami hareketlere de mazlum Kürt

halkının haklarını savunmadığı ve yanında olmadığı eleştirisi yapılıyor. Ayrıca 90'lı yılların

üniversite ortamı izleyiciye objektif bir şekilde sunuluyor; öğrenciler, yurtlar, toplantılar,

gösteriler afişler, bildiriler, pankartlar… Dönemin öğrenci hareketlerinin hem kendi üyeleri

arasında hem de diğer hareketlerle yaptıkları tartışmalarda günümüze nispeten entelektüel

anlamda düzeyin daha yüksek olduğu ve çalışmalarda daha özverili oldukları söylenebilir. Yine

günümüz hareketlerinin istenilen düzeye ulaşmasındaki önemli engellerden biri olan hedonist

gençliğe karşın o dönemde, gençlerin birer ‘oblamov’ oluşundan yakınılıyor.

Filmde sol hareketin klişelerini bolca görmek mümkün; Deniz Gezmiş ve Cheguevera

posterleri, yeşil montlar, dergiler, marşlar molotof kokteylleri, … Teknik olarak da sahneler

Page 13: Aile Akademisi Derneği

12

arası geçişlerin iyi olduğu söylenebilir ve ağırlıklı olarak Grup Yorum, Şivan Perwer, Cİvon Haco

ve Ayhan Akkaya'nın müzikleriyle sahnelerin etkileyiciliği arttırılmak istenmiş.

Film ilerlerken örgütün kendi içindeki tutarsızlıklarını, ahlak dışılığını ve kimi zaman ilkesiz

hareket ettiğini görmek mümkün. Sistemi eleştirirken bir yandan da aynı argümanlarla hareket

ettiği, eşitliği savunurken diğer yanda bu ilkeyi ihlal ettiği, yine Sosyalizmin karşı çıktığı özel

mülkiyete zarar vermek adına yapılan hırsızlığı doğru bulması, koydukları yasakları çiğneme

noktasında zafiyet göstermeleri çok da masum bir hareket olmadığını gösteriyor. Öte yandan

şiddete şiddetle karşılık vermesi de hareketin sığlığını ortaya koyan farklı öğelerden biri olarak

karşımıza çıkıyor. İdeolojilerin seküler yapısı, yapılanları ahlaki olarak değil de ilkesel olarak

değerlendirmeye sebep oluyor. Örneğin, alkol alınmaması, hareket içinde gönül ilişkilerine izin

verilmemesi ahlaki bir ilke olarak değil dava için gösterilmiş bir fedakârlık olarak

değerlendiriliyor.

Hareketin üst kesimlerinde yer alan kişilerin hiç yakalanmamaları, işkence görmemeleri ve

dağa çıkmamaları bize 'hani sosyalizmde herkes eşitti" dedirtiyor!

Bir hareketi haklı göstermede kullanılan üç önemli unsur ile dava taçlandırılıyor; ezilmişlik,

işkence ve kan. Hareket içine çektikleri üniversite öğrencilerinin polisler tarafından gözaltında

sorgulanmaları, işkence görmeleri ve öldürülmeleri de propaganda malzemesi olarak

kullanılmış. Geçmişte ve o dönemde devletin siyasi gruplara uyguladığı bu sindirme politikası

sanki İslami gruplara uygulanmamış gibi gösterilmiş.

PKK, Kürt halkının ezilmiş ve zulüm görmüş olmasını kullanarak, bu yolda işkenceler gördüğü

ve öldürüldüğü iddiasıyla hareketin gerçek amaçlarını perdeleyerek haklı bir dava görüntüsü

veriyor. Filmin son sahnesinde de kadrajın dağlara çevrilmesi ile beraber zeminde

sürdürülmesine izin verilmeyen bu hareketin taraftarlarına dağlara davet çağrısı yapılıyor.

Filmi izlerken hareketin görünmeyen yüzü unutulmamalı. "Kürt hareketi" olarak lanse edilen

hareketin temelini Kürtçülükten ziyade sosyalizmin oluşturmaktadır ve Kürt halkını savunma

söylemleri bu ideolojinin halk arasında kabulü kolaylaştırmak adına kullanılan bir jargondan

ibarettir. Nitekim muhafazakâr bir yapıya sahip Kürt halkını savunmak için onu köklerinden

ayırarak yeni bir sistemin toplumda inşası için çalışmanın, devletin yapmış olduğu

asimilasyondan farkı olup olmadığı ve bunun kimlerin işine yaradığı sorusu şöyle zihinlerimizin

bir köşesinde dursun…

İzleyicinin dikkatine: Filmin birkaç sahnesinde uygunsuz görüntüler bulunmaktadır.

Zehra Direk – UÜ Uluslararası İlişkiler

Page 14: Aile Akademisi Derneği

13

BULUTLARDA BİR EV

Film Türkçe’ye “Bulutlarda Bir Ev” olarak

Farsçasından aynen çevrilmiş. Senaristliğini ve

yönetmenliğini Seyyid Celal Dehgani Eskezeri’ nin

yaptığı 2014 yapımı filmin başrolünü, Hidayet Haşimi

ve Hamid Kumeyli paylaşıyor.

Filmin görüntü kalitesi oldukça iyi, müziği ise

sahnenin duygusunu yansıtma açısından iyi seçilmiş.

Bulutlarda Bir Ev adlı film 32. Facr Film Festivali’nde

2 Simorg Ödülü adayı oldu. Ayrıca başarılı senaryo

bölümünde fahri diploma aldı. 5. Ammar Halk Film

Festivali’nde de Uzun Hikâye bölümünden Fanus

Ödülü kazandı.

Film, İran’da 1980’li yıllarda, yani İran-Irak savaşının

başladığı yıllarda geçiyor. Yalnızca dönemi yansıtma

amacı güdülmeyip psikolojik tahliller ön planda

tutulduğu için dönem hakkındaki kanaatlere yalnız

ufak ipuçlarından varılabiliyor. Savaşın halkı nasıl etkilediğini, insanların bu durumlarda nasıl

davrandığını bazı kesitlerden çıkarabiliyoruz. Diyalog üzerine kurulmuş bir film değil. Basit

konuşmalar geçiyor. Mesaj verilirken kelimelerin gücünden ziyade mimiklerin etkileyiciliği ön

planda. Oyuncuların başarısıyla bu sağlanabilmiş diye düşünüyorum. Yoğun bir olay örgüsüne

sahip değil. Klasik İran filmlerindeki gibi hayattan bir kesit yansıtıyor bize. Öncesini ve sonrasını

değil yalnızca o anı sunuyor.

Film 80’li yıllarda geçiyor dedik. Savaş zamanında halk tabanında seferberlik söz konusu.

Gönüllü askere gidenler, maddi olarak cepheye yardımda bulunanlar var. Savaş olan yerlerde

halkta maddi ve manevi bazı zaafların olması kaçınılmaz bir durum. Savaş, insanları her

anlamda yıpratan verilmesi zor bir imtihan. Bu yüzden şikâyetçi olanlar olduğu gibi sabırla

atlatmaya çalışanlar da var. Bir de filmimizin kahramanları gibi durumdan istifade edip kendi

çıkarları peşine düşenler…

Emir ve Mesut kılık değiştirerek asker ailelerinin evlerini gezen iki arkadaş. Ailelerden,

oğullarına/eşlerine harçlık ulaştıracaklarını söyleyerek para istiyorlar. Filmde bazı noktalardan

anladığımız kadarıyla onları bunu yapmaya iten maddi zorluklar içindeler. Aslında çok zor

olmayan bu yolculukta sürekli çekişme halinde ilerliyorlar, anlaşmazlıklar yaşıyorlar. Emir ne

kadar kendilerini haklı çıkarmaya çalışsa da Mesut’un içini kemiren hislerini göz ardı

edemiyorlar. Karşılaştıkları en büyük engel ise sürekli rahatsız eden vicdanları. Emir sürekli

kendi durumlarının kötülüğünü ve bundan kurtulmanın tek yolunun yaptıkları olduğunu

hatırlatarak kendilerine haklılık payı ararken Mesut ise vicdanının sesini dinleyerek daha fazla

hata yapmamak için sürekli Emir’i frenliyor. Her seferinde Mesut’u ikna etme çabaları

Page 15: Aile Akademisi Derneği

14

sonuçsuz kalıyor. Aralarında geçen kavgalara rağmen birbirlerine olan bağlılıkları dikkatlerden

kaçmıyor.

Bu noktada Emir ve Mesut iki zıt karakter olarak sanki insan içindeki hayra ve şerre olan eğilimi

sembolize ediyor. Bu kadar zıt olmalarına rağmen birbirlerine olan bağlılıkları ise insanın bu

karşıt eğilimleri bir bedende barındırdığını ve bunun dünyadaki imtihan için kaçınılmaz bir

gerçek olduğunu hatırlatıyor bize. Karşılaştıkları her durumda yaşadıkları çatışma, insanın

içindeki çatışmaların dışa yansıması gibi. Darb-ı mesel olmuş şu söz geliyor aklıma:

“Vicdan yalan söylemeyen bir muhbir-i sadıktır.” Ne zaman vicdanlarını dinleseler maddi

hedeflerinden uzaklaşsalar da manevi olarak rahatlığa kavuşuyorlar.

Bu bir buçuk saatin içine birçok duygu sığdırılmış. Suçluluk duygusu mesela; yaptıkları şeyin

yanlışlığının farkındalar bu yüzden sürekli diken üstünde ilerliyorlar. Her bakış onları ifşa ediyor

sanki. Yüzlerine bakan onların yalan söylediğini anlayacakmış gibi. Bundan kaynaklanan

korkuları ise bazen onları komik duruma bile düşürüyor.

Cömertlik en saf ve masum haliyle, çocuklar aracılığıyla işlenmiş. İki kardeş, babalarına

göndermek için evde para olmadığını öğrenince hiç düşünmeden kumbaralarını kırıp paralarını

teslim ediyorlar. Bir diğeri babasının cepheden getirdiği alınlıkları, Emir ve Mesut’un

alınlıklarının kaybolduğunu öğrenince: “Sizde kalsın. Cepheye gidince babama verin tekrar geri

getirsin.” diyerek veriyor. Çocukların bu davranışları her seferinde Emir ve Mesut’un yüzüne

bir tokat gibi iniyor. Pişmanlıkları yüzlerine yansısa da vazgeçmek o kadar kolay olmuyor.

Her kapı açıldığında aslında farklı bir dünya aralanıyor. Her evde ayrı bir hikâye, ayrı bir acı

karşılıyor onları, ama bu iki yakın arkadaşı, son çaldıkları kapının ardında zorlu bir vicdan

muhasebesi bekliyor. Evde onları bekleyen imtihanların ilki cephe için verilen adak paralarının

yerini öğrenince başlıyor. Alıp almamak arasında gidip geliyorlar. Asıl zor olan imtihanları ise

şehadet haberini verme görevi bunlara düşünce başlıyor. Şehadet, şehit için mükâfat iken

geride kalanlar için imtihan vesilesi haline geliyor. Belki de Mesut’un sürekli: “İçimde bir his

var” dediği işte bu imtihanlardı.

Filmin ismine dikkat çekecek olursak, hırsızlık için girdikleri bu evde yaşadıkları iç çekişmeler

ve kavgalar onlar için adeta bir dönüm noktası oldu. Bunun kerameti evde midir yoksa

bizimkilerde mi takdir size kalmış. Ayrıca filmde değinilen şehadet konusuna binaen bu ismin

verilmiş olabileceği kanaatindeyim. Yani evden bir şehit olması sebebiyle ev böyle nitelenmiş

olabilir.

Mesut’un eve girerken bulduğu huzur nereden kaynaklanıyor? Neden filmin adını “Bulutlarda

Bir Ev” koymuşlar? Emir ve Mesut evden kazançlı mı ayrılıyorlar? Bu soruların cevapları filmde

saklı. Herkes kendi payına düşeni görüyor, herkes kendi görebildiğine göre cevaplıyor bu

soruları. Benim köşemden görebildiklerim bu satırlar oldu. Bu sorulara kendi cevaplarınızı

bulmanız için izlemenizi tavsiye ederim. İyi seyirler

Kübra Kaplan – UÜ İlahiyat

Page 16: Aile Akademisi Derneği

15

SON UMUT

Ütopik Kurtuluş Teolojisi

Sona yaklaştığımızı bildiğimiz halde savaşların

sorumlusu kim? İnsan ırkı dünyanın sonunun

gelmesinde neden bu kadar istekli? Adil bir sistemle

yönetilmek mümkün mü? İnsan ırkının son bulduğu

bir zamanda ilahi mesajın anlamı nedir? İlahi

kurtarıcı son umudumuz mu? Bize vadedilen

ütopyanın dışına çıkabilir miyiz? “Children of Men”

filmini izlediğimde Alfonso Cuarón’un da bu sorulara

cevap ararcasına mücadele ettiğini görüyorum.

Sinemanın ne olduğunu, kimin için olduğunu, ne tür

bir mesaj kaygısı gütmesi gerektiğini kendi değer

yargısına göre bizlere anlatmış. Film bir yandan açlık,

kıtlık, savaşlar, küresel ısınma, insanlığın yozlaşması

gibi konulara değinirken diğer yandan Avrupa’nın

sığınmacılara uyguladığı politikaları eleştirir, Filistin

intifadasına selam yollar.

Phyllis Dorothy James’in romanından uyarlanan distopik bilim-kurgu türünün başyapıtlarından

biri olan Children of Men (Dilimize “Son Umut” diye çevrilmiş) üzerinden 11 yıl geçmesine

rağmen hakkında çokça konuşulan kült filmlerden biri olmuştur. 2006 yapımı bilim-kurgu

temalı filmde kaosun, savaşların, katliamların, toplu intiharların ve mülteci sorunlarının hâkim

olduğu bir dünyada devletler birer birer düşmüştür, totaliter rejimle yönetilen Büyük Britanya

ayakta kalmayı başarabilen tek devlet olarak resmedilmiştir. James’in ustaca kurguladığı post-

apokaliptik hikâye evreni, Cuarón’un çekim açılarıyla birleşerek bizlere oradan oraya

koşturuyormuş hissini yaşatmaktadır. Meksikalı yönetmen sinemaya girişini Who's He Anyway

(kısa film), Cuarteto para el fin del tiempo, Y Tu Mama Tambien, A Little Princess’le (Küçük

Prenses) yaparken Children of Men, Harry Potter and the Prisoners of Azkaban, Gravity

(Yerçekimi) ve Believe gibi filmleriyle büyük beğeni toplamıştır.

Sinematografik olarak büyük bir başarıya sahip olan film, Alfonso Cuarón’un adını sinema

tarihine silinmeyecek şekilde yazdırmıştır. Filmin backgroundları, kullanılan kostümlerin

günümüz gerçekliğine yakın olması insanı belgesel tadında bir distopyanın içine dâhil

etmektedir. Her an ekrandan dışarıya fırlayacakmış gibi olan patlama sahneleri, kameraya

sıçrayan kan parçaları hissi filme ayrı bir hava katmış. Aktüel kamera ile çekilen tek plan-

sekansları yönetmenin ve sinematografın mührünü Children of Men ile şahlandırmakta.

Distopik bir filmde inanılmaz gerçeklikteki sahnelerin kurgusu pek de kolay olmasa gerek.

Yönetmenin bu işi güvendiği arkadaşı Emmanuel Lubezki’nin ellerine bırakması unutulmaz

sahnelerin hafızalarımıza kazınmasına neden olmaktadır. Children of Men’le Emmanuel

Page 17: Aile Akademisi Derneği

16

Lubezki BAFTA (İngiliz Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi) ve Amerikan Görüntü

Yönetmenleri Birliği’nden “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini kazandı.

Alfonso Cuarón’nun Children of Men’de hedeflediği ütopyalardan biri, kurtuluşun

Hristiyanlığın yeniden doğuşuyla gerçekleşeceğidir. Filmin birçok sekansında Hz. İsa’ya, Hz.

Meryem’e ve Hristiyan ilahiyatına göndermeler bulunmaktadır. Tek plan-sekansında çekilen

Kee’nin, Theo’ya hamile olduğunu gösterdiği sahnede Hz. İsa’nın yemlikte gerçekleşen

doğumuna yapılan bir gönderme, Kee ile Theo arasında geçen “Bakire olarak hamile kaldım.”

diyaloğunda ise Hz. Meryem’in mucizevi bir doğum gerçekleştirdiğine gönderme

yapılmaktadır.

İlahi bir atmosfer oluşturan

ögelerden biri de kullanılan

müziklerin Hristiyan

ilahilerine benzerliğidir.

Kee’nin samanlıkta hamile

olduğunu gösterdiği ve

askerlerin arasından geçtikleri

sekansta, backgrounda John

Kenneth Tavener tarafından

bestelenen müziklerin tınısı

seyircide ilahi bir kıssa okuyormuş izlenimini yaratmaktadır. Children of Men’de neredeyse her

şey kusursuz bir şekilde planlanmış.

Filmin konusuna kısaca baktığımızda; 1994 yılında, nedeni bilinmeyen bir kısırlık baş gösterir.

2027 yılına gelindiğinde ise ülkeler düşmüş, salgın hastalıklar yayılmış, savaşlar, kargaşalar,

mülteci sorunları hat safhaya çıkmış, en son doğan çocuk öldürülmüş ve insanlığın son umudu

da yok olmuştur. Kargaşa ve savaş ortamında sıkıyönetim ile istikrarını koruyabilen tek devlet,

sıkıyönetimin bedeli olarak mültecilere hayvani işkenceler yapmakta, burjuva tayfasından

olmayan tüm halka ikinci sınıf muamelesi yapmaktadır. Bu yoğun kargaşa ortamında Theo

(Clive Owen) memurluk yaparak hayatını sürdürmeye çalışırken eski eşi Julian’nın (Julianne

Moore) isteği üzerine Kee’yi (Clare-Hope Ashitey) Fish’lara götürmeyi kabul eder. Theo (Clive

Owen), Kee’nin (Clare-Hope

Ashitey) mucizevi (mucizevi

diyorum çünkü dünyada 23 yıllık,

nedeni bilinmeyen bir kısırlık

hâkim) bir şekilde hamile olduğunu

öğrenmesi ve Julian’nın (Julianne

Moore) Fish’ler tarafından tuzağa

düşürülerek öldürülmesi Theo’nun

Kee’yi Human Project’e götürmeyi

kabul etmesine neden olur.

Filmde bizi ciddi bir şekilde rahatsız eden şey, mülteci kamplarının Ebu Gureyb, Filistin (açık

hava cezaevi) kamplarını andıran gerçekliğidir. Yönetmen, bizim elimize kumandayı verip

Page 18: Aile Akademisi Derneği

17

Filistin’de Siyonist yerleşimciler tarafından her gün yaşatılan acıları, yan komşumuz olan

Suriye’de binlerce insanın mülteci kalmasını, Müslüman kardeşlerim dediğim Yemenli

bebeklerin kolera salgınından ölmesini, birkaç kilometre aşağımızdaki Afrika topraklarında

insanların açlıktan çatlamasını tüplü bir cihaz ve sinema dili ile harmanlayarak seçme şansının

bizde olduğunu ve sonumuzu değiştirebileceğimizi bizlere hatırlatmaktadır.

Bu kadar spoiler yeterli, eğer imkânınız varsa filmi blu-ray veya yüksek çözünürlükte izlemenizi

öneririm. Children of Men, eline patlamış mısır alıp izlenecek tarzdan bir film değil. Arada nefes

almanızı sağlasa da son dakikaya kadar nefesinizi tutup ekran başına kilitleniyorsunuz. Filmin

sonunda “Oh be! Kurtuldular.” deyip rahatlayacağım diye bakmayın, yönetmen zekice bir

hamle yaparak filmi açık uçlu bırakmış. Bundan sonra her şey senin hayal gücüne kalmış, eğer

olumlu biriysen senin için hala bir umut var demektir.

Not:

*Amerikan filmlerinin olmazsa olmazları arasında olan bizlere uygunsuz gelebilecek birkaç

sahne Children of Men’de de bulunmakta, bu konuda hassas olan izleyicilerimize küçük bir

uyarıdır.

*Yönetmenin Hristiyan olduğunu unutmadan filmi izlersek kendi değer yargılarını nasıl

işlediğini daha rahat görebiliriz.

Meryem Betül DAMAR – DPÜ Animasyon

Page 19: Aile Akademisi Derneği

18

DEVLET OYUNLARI

Kurgulanan Oyunlar İçinde Hakikate Ulaşmanın Yolu

Türkçeye ‘Devlet Oyunları’ olarak çevrilen State of

Play Filmi’ni Kevin Macdonald yönetmiştir. Klasik bir

gazetecilik filmi olan Devlet Oyunları; politikacıları,

algı yönetimini, karmaşık ve kirli ilişkileri konu

ediniyor. Film esrarengiz bir tetikçinin üç kişiyi

öldürmesiyle başlar. Öldürülen kişilerden biri olan

genç bayanın ölümü medyada oldukça ses getirir,

çünkü bu bayan, Amerikan Kongresi’nin genç üyesi

Stephen Collins’in araştırma asistanıdır. Stephen

Collins savunma harcamalarını denetleyen komitenin

başkanlığını yapmaktadır. Collins, savunma

bakanlığının dış kaynak kullanımı, paralı askerlerden

oluşan özel ordu birliği hakkında araştırmalar

yapmaktadır.

Ülkenin çok satan gazetelerinden birinin araştırmacı

gazetecisi olan Mcaffrey ise cinayetleri başından beri

takip etmektedir. Çünkü hem Collins’in en yakın arkadaşıdır hem de gazetesi için sağlam bir

hikâyeye ihtiyacı vardır.

Kongre üyesinin aleyhinde, sekreterinin ölümünün ardından, sekreteri ile aralarında duygusal

bir bağ olmasını konu edinen haberler yazılmaya başlar. Film doğruyu söylemeye çalışan

politikacıların, büyük güçlerin kontrol altına aldığı kurgusal hikâyelerle kamuoyuna onların bu

şekilde hatırlanmasını sağlamanın ne kadar basit olduğunu gözler önüne sermektedir.

Filmdeki şu cümlede bunu destekler niteliktedir.

“Son 3 yılda 2 kanun teklifine destek verdim. Bunlara rağmen bu trajik olayla hatırlanacağım.”

Şehrin en tanınmış gazetesinin editörü ise bu trajik hikâye hakkında hemen bir haber

yapılmasını ister, fakat araştırmacı gazeteci bu sefer acele etmemektedir. Çünkü olaylar

arasındaki bağlantıların kısmen farkına varmıştır. Beklemeyi ve parçaları birleştirerek büyük

hikâyeyi tamamlamayı istemektedir. Bu yüzden bir dedektif edasıyla araştırmaya koyulur.

Kongre üyesi Collins terör karşıtı biridir. Cesurca gerçekleri savunan Collin, sözel savaş birliği

yöneticisinin milyon dolarlık servete sahip olması konusuna da değinir. Bu servetin kaynağına

dikkat çekmeye çalışır. İç istihbaratı ele geçiren bu özel paralı birliklerin görünüşte 14 ayrı

şirketten oluştuğunu, fakat aslında tek bir şirkete bağlı olduğunu tespit eder. Büyük güçlerin

tek önemsediği, konunun kendi servetleri olduğu ve savaşan askerlerin, masum halkların

katledilişinin hiçbir öneminin olmadığıdır. Ve karşı tarafın askerlere karşı argümanı olan

“Adapte ol ve başar!” reklam sözünün aslında “Neye mal olursa olsun savaşın!” anlamına

Page 20: Aile Akademisi Derneği

19

geldiğini kongrede açıklar. Kongrede sesini yükselterek söylediği şu söz ise bu konunun

kavranmasında önem arz eder:

“ Ordu birliklerini eğitmek için parayı biz veriyoruz, siz öldürerek zengin oluyorsunuz.”

Bu paralı birliklerin maaş çeklerinden başka kimseye karşı sadakatlerinin olmadığını tüm dünya

Irak ve Afganistan savaşlarında yakından görmüştü. Irak’ta yaklaşık bir buçuk milyon kişinin

ölümüyle sonuçlanan ABD kuşatmasında, ABD’nin demokrasi getirmek amacıyla ülkeye

girdiğini fakat tek götürdüğü şeyin petrol olduğunu gördük. Masum halkın katledilişi ise

demokrasi söyleminin içinde Mehmet Akif’in de dediği gibi ‘tek dişi kalmış bir canavar’ın

olduğunu, isterlerse sükseli, parıltılı sözlerle bu canavarı (demokrasi) güzelleştirebileceklerini,

fakat sonucunun hep kan, acı, gözyaşı olduğunu biliyoruz.

Emperyalist ülkelerin bayraktarlığını yapan materyalist düşüncenin hâkim olduğu ABD, kitleleri

yalnızca para, güç, şöhret ile kontrol edecek hale getirmiştir. Aile, sadakat, adalet gibi

kavramların karşılığının olmadığı emperyalist kan emici ülkelerin, gücü ellerinde bulunduran

şirketleri tüm dünya üzerinde tekelleşmeyi sağlayıp parayı kendilerine aktarmanın yollarını

bulmuşlardır. Bu bazen demokrasi, bazen ticaret, bazen de savaş yoluyla olmaktadır. Fakat

hangisi olursa olsun para bu sermayedarların eline geçmekte ve sonuç değişmemektedir.

Paraları söz konusu olduğunda doğruları söyleyen kişilerin sonlarını tek kurşunla getirebilen

bu güçler bazı güçlü politikacıların sonlarını ise çeşitli karalama kampanyaları, algı

operasyonları ile getirmektedirler. Filmdeki şu replik bu konunun daha iyi anlaşılmasını

sağlamaktadır:

“Masum insanların onların gözünde hiçbir değeri yok, elden çıkarılacak askerlerin de. Beni de

benzer bir kaderden ayıran şeyin konumumun toplumsal niteliği olduğuna inanıyorum.”

Film politikada

yaşanan karalama

kampanyalarına bir

nevi destek veren

gazetelerin bu olaylara

“ses getiren bir

hikâye” olarak

bakmalarına da

eleştirel bir tutumla

yaklaşır. Gazeteler bu

karalama

kampanyasının halk

ayağını oluşturur.

Gazeteler için önemli olan tek şeyin doğru haberden ziyade sansasyonel haberler olduğunu,

böylelikle daha çok okunup satış yapılmasının önemini filmin çeşitli bölümlerinde görmekteyiz.

Page 21: Aile Akademisi Derneği

20

Ellerinde birçok hikaye biriken fakat gerçeği bulmayı amaçlayan araştırmacı gazeteci yüzünden

bu hikayeleri kaçırmış olan editörün “Biz hikayeleri yazacaktık ve insanlar bunu okuyacaktı,

ertesi gün yeni bilgiler ışığında yeniden yazacaktık, yeniden okunacaktı...” tarzındaki sitemleri

ve ülke için önemli büyük haberi yayınlamadıklarından dolayı saatte ne kadar kaybettiklerini

ifade eden sözleri gazeteler için gerçeklerin değil satışların önemini ve kapitalizmin buradaki

yönünü de gözler önüne sermektedir.

ABD’nin savaş politikalarını ve güç dengelerini ele alan bu film günümüzdeki devletlerin

politikalarını, siyasi ve sosyal ortamlarını yeniden yorumlamak için son derece faydalı

olabilecek bir kaynak. Bunca algı yönetiminin. spekülasyonun içinde haberlerin görünmeyen

boyutunu görebilmek ve Rabbimizin Kuranı Kerim’de defalarca belirttiği gibi hakkıyla aklımızı

kullanabilenlerden olabilmek duası ile…

Fatma Polat – UÜ PDR

Page 22: Aile Akademisi Derneği

21

BEYNELMİLEL Bİ’ŞEY

Sanat, toplumdan uzak düşünülemez ve daha çok

acılardan beslenir. Ortaya çıkan eser de ortak acının

sanatçıdaki yansımasıdır. Beynelmilel de böyle bir

film. Dönemin tanığı ve mağdurlarından biri olan

yönetmenin perspektifinden bir darbenin

toplumdaki travmalarını trajikomik bir dille izliyoruz.

Yönetmenliğini Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem

Gülmez’ in yaptığı filmin senaristliğini ise yine Önder

üstlenmektedir. 2006 yapımı film ulusal ve

uluslararası festival çevrelerince dikkat çekerek

ödülle ülkesine dönmeyi başarmıştır. Özgü Namal ve

Cezmi Baskın’ın başrollerinde oynadığı filmde Sırrı

Süreyya Önder de rol almıştır.

Filmin konusuna gelince; 80 darbesi yeni olmuştur ve

sıkıyönetim vardır. Bir grup müzisyen ise –

‘germende’ olarak anılan bir tür düğün çalgıcıları- sokağa çıkma yasağı yüzünden geçim sıkıntısı

çeker. Bu duruma buldukları çözüm, onların askerler tarafından yakalanmalarının hüsranıyla

sonuçlanır. Askeri yönetim bunları değerlendirmek adına bir orkestra oluşturur ve yakın bir

zamanda gelecek olan konseyi karşılama görevini verir. Konseyi karşılamak için hazırlananlar

sadece orkestra değildir. Devrimci gençler de kendince bir gösteri hazırlamaya ve darbe karşıtı

seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar, ama olaylar “devrimciler uğraşsalar da böyle bir sonuç

elde edemezlerdi” gibi değerlendirilebilecek bir vaziyet alır.

Haydar (Umut Kurt) , siyasal bilimlerden yeni mezun olmuş komünist ideolojiye sahip bir

gençtir. Yaşadığı toplumda ki gördüğü sorunlara çözüm arayışı ve üniversite ortamının getirdiği

etkiyle birlikte böyle bir tercihte bulunmuştur. Gülendam (Özgü Namal) ise Haydar’a karşı

duyduğu hissiyattan ötürü onun fikirlerinden etkilenir ve verdiği kitapları okuyarak onun

dikkatini çekmeye çalışır, ama Gülendam’ın çok da idealist bir karakteri yoktur, motivasyon

kaynağı Haydar’dır. Haydar ise tam bir devrimcidir. Hedefe kilitlenmiş, tek başına kalsa bile

davasından vazgeçmeyecek biri. Gülendam hayata tozpembe bakarken, Haydar bir devrimci

edasıyla bireysel düşünmez ve olacağına inandığı devrim için yaşar.

Babam ve Oğlum ve oğlumla yükselişe geçen darbe mağduriyeti, bu filmin omurgasını

oluşturuyor. Yasaklardan, korkudan, devrim söylemlerinden bağımsız bir sahne

göremiyorsunuz neredeyse. Yönetmen bu filmi için ‘diktatörlerin aptallığı göstermek istedim’

diyor. Gerçekten izleyince göreceğiniz bu husus ayan beyan ortada. Daha sistem için tehlike

arz eden durumları tespitten aciz, yasakçı bir zihniyeti görüyoruz. Yasakladıkları türküler,

muhbirin ihbara değer gördüğü olaylar ve komutanın bir komünist marşını bile

tanıyamamasına ‘yok artık!’ diyorsunuz. Zaten trajikomik taraflarını tam da burası oluşturuyor

filmin.

Page 23: Aile Akademisi Derneği

22

Filmde darbenin halk

nezdindeki

sonuçlarını açıkça

görüyoruz.

Sokaklarda

darbecileri öven

afişler, halkın

üniforma korkusu,

muhbirler ve

ideojilerinin kurbanı

gençleri izliyoruz.

Halkın üniforma korkusu, at arabasının müzisyenlere yol verme sahnesinde çok iyi

resmedilmiş. Kendileri de o üniformanın zulmüne uğramasına rağmen temsili bir üniformayla

güç eline geçince onu kullanmaları ise manidar bir insan alışkanlığı... Halkın darbecilere

korkuyla karışık minnet duyması ve kendini garantiye alma çabası, yine faydalanma duygusuyla

hainlik yapan halkın içindeki ajanlar, toplumun tipik yansımasını sergilemiş filmde

Filmin komünist jargonla yazıldığı dikkatten kaçılmamalı. Bundan etkilenmeden bu ülkenin

yakın geçmişinde meydana gelen ve masum insanların faturasını ödediği bu askeri vesayetin

günahlarına odaklanalım! Filmin son sahnesi ise doğruların nasıl döneme göre değiştiğini ve

bir zamanlar ipe götüren davranışların devlet düzeyince sergilendiğini acı bir şekilde

gösteriyor.

Filmim yönetmenin ilk filmi olmasından hareketle kurgusal eksikleri, sıradanlıkları yok değil.

Hatta bir kefen muhabbeti var ki filmin başından sonuna kadar gidiyor, ama yine de saflığın

getirdiği hüzün nedeniyle izlenebilir. Oyunculuklar genel anlamda iyi olmasına rağmen

yönetmen ve senaristin eksikliği göze çarpıyor. Keşke senaryo daha ince işlenseydi. Yine de

izlenilebilecek Türk filmleri içinde yer alması ve ahlaki zafiyeti çok bulunmaması adına tavsiye

edilebilir bir film.

“Sol-sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir

ilgisi olmayan iki yabancı. Sol’ un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları,

Moskova; sağ’ın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal. Hıristiyan Avrupa’nın bu habis

kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan koymak ve kendi gerçeğimizi

kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.” (Cemil Meriç)

Elif Güner – UÜ İlahiyat

Page 24: Aile Akademisi Derneği

23

DÖRDÜNCÜ ÇOCUK

Açlıktan Arta Kalan

Farsça ismi; فرزندچهارم/Farzende Charrom olan film,

Türkçe’ye “Dördüncü Çocuk” olarak çevrilmiştir. Filmin

yönetmen koltuğuna Vahit Musaiyan otururken

başrolleri de Mehtap Kerameti, Mehdi Haşimi, Hamit

Behdad paylaşmaktadır. 2013 İran yapımı olan film

Afrika’nın Somali’sinde geçiyor. Filmde 1991’de

Muhammed Siad Barre’nin düşüşünün ardından

ülkedeki kıtlık ve iç çatışma ele alınmaktadır. Somali

belki tüm çıplaklığıyla önümüze serilmiyor ama ellerimiz

bir kez daha vicdanlarımıza gidiyor.

Neresi olduğunu bilmediğim bir yerden uzaklaşıyorum.

Arkamdaki gözlere bakarak uzaklaşıyorum.

Geri döndüğümde buraya başka bir iş için geldiğimi

hatırladım,

Bana huzur verecek bir iş

Geri döndüğümde fotoğraflarda gördüğüm çocuğu

hatırladım.

Kadın başrol olan Rüya (Mehtap Kerameti), ünlü bir oyuncu iken bazı kişisel sebeplerden dolayı

sahneleri bırakır ve fotoğrafçılığa başlar. İlk fotoğrafçılık macerası ise Somali olur. Rüya,

çocuklar üzerine gönül işi fotoğrafçılık yapmak istemektedir. Rüya’yı dansçılardan tahayyül

ettiğimiz Afrika; avcılar, aslanlar, kaplanlar, zürafalar, eli silah tutan çocuklar, kıtlık, savaş ve

merhametsiz doğa olarak karşılıyor. Büyük fotoğraf sergileri için malzeme konusu olan Afrika,

Rüya’nın objektifinden sıyrılır ve Rüya, kendini Mogadişu’daki hayatın akışına bırakıverir.

Kendisinin de televizyonda izlediği o acı dolu gözleri şimdi bütün gerçekliğiyle görmekte ve

yaşamaktadır.

İran’da “Muzaffer Ayakkabı” markasının sahibi olan Muzaffer (Mehdi Haşimi) ise iflas edince

elinde kalan ayakkabıları alır ve o da Somali’nin yolunu tutar. Kadın, çocuk, yaşlı (…)

ulaştırabildiği kadar herkese ayakkabıları dağıtır. Gerçi bunu geniş gönüllüğünden ziyade

ayakkabı fabrikasını başka markaya devretmektense bütün ayakkabıları dağıtmayı daha onurlu

gördüğü için yapmıştır. Çoğu yalın ayaklı Somalilinin çölün tehlikeli toprağından korunmasını

sağlamıştır. Muzaffer(filmdeki diğer ismi Mesut), pragmatist bir kişilik olarak gözükse de

fedakârlığı gözden kaçmamaktadır. Filmin en çok duygulandıran kişisi de yine Muzaffer

olmuştur.

Muzaffer ayakkabı dağıtmanın yanı sıra eşinin kardeşi olan İbrahim için Somali yollarına

düşmüştür.

Kızılay Cemiyeti kamplarında doktor olan İbrahim yıllar öncesinden Afrika’ya gelmiş. Hatta

burada evlenmiş ancak eşi vefat etmiş. Fakat İbrahim eniştesinin ve ablasının ısrarlarına

Page 25: Aile Akademisi Derneği

24

rağmen buradan kopamamıştır. İbrahim Mogadişu’da sadece yaraları tedavi eden, hastaları

iyileştiren bir doktor değil sürekli umut tohumları ekmeye çalışan bir çiftçi gibidir. Tarlası talan

edilir ancak yine yeniden yeşertmeye çalışır umutları. Çünkü Somali’de her yeni yapılanma,

yardım, ıslah ve iyileştirme çabaları El-Şebab örgütü tarafından engelleniyor, yerle bir

ediliyordur. Afrika’da insanların vahşeti bizleri vahşi doğa ve hayvanlardan daha fazla

korkutuyor.

“Keşke bu ülke bu kadar zengin olmasaydı da biraz emniyeti olsaydı…” İbrahim’in bu duası

hiçte yersiz değil. Çünkü Somali, önemli altın ve petrol rezervlerine sahip bir ülke olmakla

birlikte ekonomisinin aşağı yukarı %65'i hayvancılık ve çiftçiliğe dayanmaktadır. Nehirler

boyunca uzanan topraklar oldukça verimlidir ve ülkede birçok maden ve mineral

çıkarılmaktadır. Muzaffer’in : “Bu kadar zenginliğe karşı ülkede niçin savaş ve kıtlık hüküm

sürmektedir?” sorusuna: “Burası güzel bir ülkeymiş, başa gelen her iktidar dış güçlerin dikkatini

çekmek için bu ülkeyi istismar etmiş.” şeklinde verilen cevap bizce yeterli olmamış, yüzeysel

kalmıştır. Bu İslam ülkesinin, birçok yardım gitmesine rağmen niçin hala kıtlık içerisinde

olduğunu, gelişemediğini, zengin kaynaklarının halka fayda vermediğinin üzerinde daha fazla

durulmalı ve emperyalistlere karşı duygular sahnelerde daha fazla yer almalıydı. Film belgesel

niteliğinde değil ancak dikkatle izlerseniz çıkaracağınız bilgiler olacaktır. Filmin amacının da

bilgi vermek, Somali’yi tüm detaylarıyla göstermek olduğunu düşünmüyoruz. Daha çok filmde

aktörlerin özellikle Rüya’nın mazlum insanların derdine ortak oluşlarını görüyoruz.

Dördüncü Çocuk’un hikâyesi… Hikâyeyi elbette anlatmayacağım.☺ Filmin isminin nerden

geldiğini filmin sonlarına doğru görüyoruz. Çocuğunu kaybetmiş bir anne olan Rüya ve hiç

çocuğu olmamış bir baba olan Muzaffer’in bir çocukla imtihan edilmesi manidar olmuş, ama

film için “Dördüncü Çocuk” isminin tercih edilmesi tartışılır. Film ailecek izleyebileceğiniz dram

niteliğinde bir film. Hüzünlenecek, duygulanacak ve ağlayacaksınız. Ancak başkasının derdi için

ağlayıp dertlenmek iyidir. Film bizlere acıyı sunuyor, merhameti almaksa size kalmış…

Şimdiden iyi seyirler…

Hümeyra BEKTAŞ-UÜ İlahiyat

Page 26: Aile Akademisi Derneği

25

DEVLET DÜŞMANI

Yönetmen koltuğunda Tony Scott başrolde ise Will

Smith, Gene Hackman ve Jon Voight’ in yer aldığı

orijinal adı Enemy Of The State (Devlet Düşmanı),

1998 ABD (Hollywood) yapımı, 130 dakikalık politik

bir aksiyon filmidir. Film Amerika'da hükümetin

insanları izleme yetkisini genişletecek bir yasa

tasarısının meclise sunulmasıyla politikacılar arasında

yaşanan çıkar çatışmalarını ve devlet için tehlike

oluşturan bir bilgiye sahip olursanız devletin sizi nasıl

yok edeceğini anlatıyor. Filmde devletin hedefe

koyduğu bir kişinin nasıl izleneceğinin ve

dinleneceğinin tüm yolları anlatılmış.

Filmin konusu kısaca şöyle: Amerika’da “Ulusal

Güvenliği Sağlama” adı altında hükümete

vatandaşlarını dinleme ve izleme yetkisi veren yasa

meclisten geçirilmek istenmektedir. Meclise sunulan

karara karşı çıkan belediye başkanı, Ulusal Güvenlik Ajansı(NSA) içindeki derin yapılanma

tarafından suikasta uğrar. Başkana yapılan suikast bir doğa araştırmacısının kamerasına

yakalanır. Suikast kasetinin tesadüfen Robert Dean’ın (Will Smith) eline geçtiğini öğrenen

istihbarat yetkilileri kısa sürede Robert Dean’ın peşine düşer. Farkında olmadan tehlikeli bir

devlet meselesine bulaşan Robert Dean, eski NSA çalışanı ve iletişim analizi uzmanı Edward

Brill’in(Gene Hackman) yardımıyla kumpastan kurtulmaya çalışır. Sıradan bir aile babası ve

avukat olan Robert Dean, bir sabah uyandığında tüm gazetelerde adını görmesiyle NSA

ajanlarından kaçmaya başlar.

Devlet, gerçeğin gücünü kırmak için gerçeği bilen kişileri her türlü karalama

kampanyasıyla itibarsızlaştırmaya çalışır. Filmde cinayeti gerçekleştiren Ulusal Güvenlik

yetkilileri, Robert Dean’ın elindeki kaseti ifşa etmesine karşı bir dizi önlem alıyor. Derin devlet

sahip olduğu medya gücüyle ilk aşamada Robert Dean hakkında kara para aklama suçlamasıyla

yalan haberler yayıyor. İkinci aşamada özel hayatı ortaya dökülen Robert Dean, üçüncü

aşamada cinayetle suçlanmasıyla halkın karşısında güvenilirliğini kaybediyor.

İletişim araçları, devletlerin savaşı idare etmesine ve kamuoyuna egemen olmasına

yardım eden en önemli unsurlardır. Filmde görüyoruz ki devlet bütün telekomünikasyon

sistemlerinin kontrolünü elinde tutuyor. Hükümetler banka hesaplarından, e-maillerden,

bilgisayardaki dosyalardan, WhatsApp ve telefon konuşmalarına kadar her şeye ulaşabilme

imkânına sahip. Filmde Amerika’nın insanların özel hayatına ilişkin mahremiyetini, hiçbir

engelle karşılaşmadan nasıl ihlal ettiğini görüyoruz. Filmin bir sahnesinde; “Özel hayat 30 yıl

önce bitti.” deniliyor.

Page 27: Aile Akademisi Derneği

26

Filmde gördüğümüz izleme ve dinleme teknolojisi bugünkü şartlara göre bile izleyene

ilginç geliyor. Filmde Amerika’nın yaklaşık 18 yıl önceki tüm izleme ve dinleme yöntemleri açık

açık anlatılmış. Mesela şu replik önemli: “Eskiden telefonları dinlemek için kullanılan vericilerin

hiçbir önemi kalmadı. Artık uydular sayesinde bütün konuşmalar havada yakalanabiliyor”. Film

diyor ki teknoloji geliştikçe savaşın araçları silahlardan çok uydular ve uydudan

yönlendirilebilen araçlar oluyor. Filmi izlerken artık savaşların en önemli mekânının “dijital

alanlar” olduğunu görüyoruz. Amerika ve diğer küresel güçler tüm iletişim ağlarını izlemek ve

siber istihbarat sağlamak için “ECHELON” gibi sistemlere çok büyük bütçeler ayırıyor.

Filmin aslında vermek istediği en önemli mesaj şu: Amerika’nın her şeyden haberi var, tüm

dünyayı dinliyoruz ve izliyoruz. Filmde uydudan gelen görüntülerle insanların kıskaç altına

alındığı sahneler göze çarpıyor. Amerika kendi güvenliğini, kendi hegemonyasını tehdit eden

her yerde casus uyduları sayesinde diğer ülkelerin egemenlik hakkını ihlal edebiliyor. Sınır içi

ve sınır dışı operasyonlarını, bu casus uyduların yardımıyla oturduğu koltuktan yönetiyor.

Filmde de söylendiği gibi “Teknoloji ilerledikçe onların işi kolaylaşıyor.”

Film, birçok ülkede polis akademilerinde ders olarak izlettirilmektedir. Ayrıca filmin

yönetmeninden biraz bahsetmek gerek. Tony ve Ridley Scott kardeşler CIA, FBI, NSA ve

Amerikan derin devletinin iç ve dış operasyonlarını konu edinen filmleriyle meşhur. Bunlardan

birkaçı: Yalanlar Üstüne (Body of Lies), Kara Şahin Düştü (Black Hawk Down), Deja Vu, Spy

Game(Casus Oyunu)

Rumeysa Melek-UÜ İlahiyat

Page 28: Aile Akademisi Derneği

27

GÜLÜN ADI

Dram-gizem-gerilim-polisiye türünün önemli/başarılı temsillerinden birini oluşturan ve 1986 yılında gösterime giren film; İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı ile Umberto Eco’nun aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Filmin yönetmenliğini Jean Jacques Annoud üstlenirken oyuncu kadrosunda ise başarılı oyunculuğu ile göz dolduran Sean Connery’i ve ona eşlik eden Ron Perlman, F. Murray Abraham, Christian Slater, Andrew Birkin, Michael Lonsdale gibi isimleri görüyoruz.

Dönemin gerekliliklerini yerine getiren, ayrıca geçtiği dönemin özelliklerini gayet başarılı ve iyi bir şekilde yansıtan film, kullandığı müzikler ile gizem unsurunu işin içine katmayı başarıyor. Seyircinin merak duygusunu işin içine dâhil etmesi ve film boyunca dikkat duygusunu uyanık tutması yönetmenin bu işteki başarısını ortaya koyuyor. Tabi bu başarı da Bond filmlerinden tanıdığımız rahip William karakterine hayat veren Sean Connery’nin oyunculuğunun ve ona eşlik eden genç rahip

Adso’nun oyunculuğunun çok büyük bir payı var.

Hıristiyan tarikatlar arasında yaşanan çatışmalar ve kilisenin halk üzerindeki tahakkümünden rahatsızlık duyan imparatorun varlığı gibi bir atmosferde işlenen cinayetleri çıkış noktası olarak ele alan filmde, 13.yüzyıl İtalya’sının dini ve siyasi yapısının bir nevi haritası çizilmeye çalışılıyor. Ortaçağ İtalya’sında manastırda otoriteler arasında cereyan eden hadiseleri ve bunların akabinde işlenen cinayetler arkasındaki sır perdelerini açığa çıkarma konusunu kendisine çıkış noktası olarak alıyor. Manastırın ilginç yaşantısını ve atmosferini mercek altına alan filmde 13.yüzyıl Avupası’nın siyasi ve dini çalkantısı başarılı bir şekilde kadraj altına alınıyor.

Yoksul bir yaşam sürmenin erdeme daha yakın olduğunu düşünen ve savunan Fransiskenlere karşı İmparatorun yakınlık duymasının ardından tüm tezlerini yetki ve varlık üzerine kuran Papalık Kurumu arasında ciddi bir kopuş meydana geliyor. Halkın yoksulluğu ve nasıl görüldüğü tüm çıplaklığıyla yansıtılıyor, kilisenin fakirlere cömert(!) yardım anlayışının nasıl olduğu konusu da son derece ayrıntılı bir şekilde resmedilmeye çalışılıyor. Kilise-halk kopukluğunun motif motif işlendiği ve Hıristiyan mezhepleri arasındaki ayrıklığın nasıl gerçekleşmeye başladığının da filmde önemli ipuçlarını görüyoruz. Seküler hayat tarzının benimsenmesinin mezhepler arası ayrılıklara nasıl sebep olduğunun altı önemli diyaloglarla çizilmeye çalışılıyor.

Papa – İmparator, yani din ve iktidar arasında meydana gelen kopuşu güzel bir şekilde özetlemeye çalışan film, din ve siyaset arasındaki ilişkinin tarihini ve seyrini göstermesi açısından da son derece başarılı vurguları seyircinin zihin dünyasına sokmayı başarıyor. Ayrıca otoriteler arasındaki çarpışmanın halkı nasıl ezdiği, kilisenin halk üzerindeki tahakkümü, halk nezdinde kilisenin itibarının düzeyi, Hıristiyan tarikatlar arasındaki sürtüşmeler ve bunların sonuçları gibi meseleler de titiz bir şekilde gösterilmeye çalışılıyor. Akıl ve sorgulamanın olmadığı, koşulsuz itaatin esas alındığı bir dünya yaratmayı hedefleyen kilise ve papalık

Page 29: Aile Akademisi Derneği

28

kurumu, menfaat kaygılarıyla başta felsefe, bilim, sanat, din ve daha pek çok alandaki eserleri tahrif ve yok etmeyi kendisi için kutsal bir görev olarak kabul ediyor.

Özellikle dönem filmlerini sevenler ve Hıristiyanlığın tarihsel gelişimini merak edenler için bir başyapıt niteliğinde olan film; ilgi çekici diyalogları ve anlaşılır betimlemeleri ile seyirciyi o dönemin içine çekmeyi başarıyor. Başarılı bir ortaçağ tarihçisi olan Umberto Eco’nun eseri muhtevası itibariyle birçok eleştiriye maruz kalmış olsa da film, genel anlamda başarılı bir uyarlama olarak kabul ediliyor. Bu başarısının arkasında ise kimi kesimlere göre, romandaki bazı içeriklerin ayıklanması ve romanda eleştirilen konulara filmde fazla değinilmeden geçilmesinin büyük bir payı var. Dönem filmlerine ve tarihsel sürece önem veren bilinçli seyircilerin bu filmi izlemeden önce veya izledikten sonra ayrıca kitabı da okuması ve değerlendirmelerini buna göre yapmaları, dönemin çalkantılı yapısının daha iyi anlaşılmasını ve bütüncül bir analiz yapılmasını daha da mümkün hale getirecektir.

Saniye Yaşar Batı-UÜ Tarih

Page 30: Aile Akademisi Derneği

29

İYİ GECELER İYİ ŞANSLAR

"Yazmaktan, konuşmaktan ve şu anda gözden

düşmüş gayeleri savunmaktan korkan

adamlardan olmayacağız." Edward R. Murrow İyi

Geceler İyi Şanslar 2005 yılında gösterime giren,

yönetmenliğini George Clooney'in yaptığı 6 dalda

Akademi Ödüllerine aday olmuş siyah-beyaz bir

Amerikan filmi olarak izleyicisinin karşısına çıkmış.

Film adını Edward Murrow'un her program

sonundaki "İyi Geceler İyi Şanslar" repliğinden

almış. Oyuncu kadrosuna baktığımızda Amerikan

film dünyasının önemli isimlerinden olan David

Strathairn, Robert Downey Jr. , Jeff Daniels gibi

oyuncuları görüyoruz. Gelelim filmimizin

konusuna. Radyo ve televizyonculuğun daha yeni

gelişmeye başladığı 1950'li yılların Amerikasında

medya etiğine sahip, açık sözlü, televizyon ve

haberciliğin önde gelen ismi Edward R. Murrow ile

dönemin komünist avcılığı politikasını yürüten senatör Joseph McCarthy arasındaki çekişmeler

konu edilir. Edward R. Murrow arkadaşı prodüktör Fred Friendly'yle birlikte "See It Now"

programını sunmaktadır. Olaylar güvenlik tehlikesi oluşturduğu iddiasıyla yargılanmadan suçlu

ilan edilen Teğmen Milo Rodulovich'in A.B.D. Hava Kuvvetlerinden kovulmasıyla başlar.

Orduda kalabilmesi için Rodulovich'den babası ve kız kardeşini ihbar etmesi istenmişse de o

bunu reddetmiştir. Ed.Murrow orduya karşı çıkmak, dönemin önde gelen senatörlerinin

gözüne batmak, kariyerini ve programını tehlikeye sokmak pahasına Milo Rodulovich'in

uğradığı haksızlığı haber programına konu edinir. Bunun üzerine McCarthy verdiği demeçlerle

Murrow'a karşı karalama kampanyası başlatır. Ve Murrow'un da bir komünist olduğunu iddia

eder. Böylelikle hem onun kariyerine darbe vururken hem de program sponsorlarının geri

çekilmesi tehdidiyle finansal açıdan zor durumda kalmasına sebep olur. Tehditlere boyun

eğmeyen Murrow ve ekip arkadaşları kenetlenerek McCarthy'e karşı bir savaş başlatırlar. Tabi

ki bu savaşta medya dünyasının (az) bir kısmı haklı bir dava için çaba veren bir avuç insandan

oluşan Murrow ve ekibini savunurken diğer kısmı da senatör ve hükümetin avukatlığını yapar.

Joseph McCarthy'nin hareketlerini, politikalarını incelemeye alan Murrow ve ekibi onun

yalanlarını bir bir ortaya çıkarır. McCarthy gözden düşer ve haksız yere kovulan Rodulovich ise

orduya geri alınır.

Murrow ve ekibinin medya etiğine bağlı kalarak, dönemin askeri, siyasi iktidarlarının yanı sıra

finansa da hâkim olanlarından korkmadan ulaştığı bu zafer, programlarının daha geç ve

önemsiz bir saate alınması bedeliyle elde edilir. Filmin, medya ve devlet ilişkilerine eğilerek,

devlete dolayısıyla siyasi, askeri, ekonomik hangi alanda olursa olsun bu konumları tekelinde

Page 31: Aile Akademisi Derneği

30

tutan şahıs veya şahıslara muhalefet edilince nelerin olabileceğini gözler önüne serdiğini

görüyoruz.

Günümüzde de medyanın savaştan, bir haber

spikerinin savaş pilotlarından daha tehlikeli

olduğu apaçık ortadadır. Algı operasyonları

tarihin her döneminde kitleler üzerinde etkili bir

silah olarak kullanılmıştır. Ve hiç şüphesiz bu

silahın en etkili mermilerinden birisi medya ve

basındır. Küresel emperyalist güçlerin

güdümünde olan, onların dünyayı daha fazla

sömürmeleri adına yaptıkları her işe çanak

tutan, dilsiz şeytanlık eden ahlaktan yoksun bir

medyanın mazlumu zalim, haklıyı haksız, hakkı batıl göstermesine günümüzde ve geçmişte

birçok olayda şahit olduk.

İşte tam da böyle bir dünyada bize lazım olan Ed.Murrow gibi doğru ve ilkeli yayın adına tüm

çıkarlarını düşünmeden feda edebilecek medya ahlakına sahip yayıncılardır. Bir televizyon

programının yayın hayatına devam edebilmesi onu talep eden bir kitlenin olmasına bağlıdır.

Dolayısıyla izlediğimiz programlarla kime, hangi amaçları gerçekleştirmesi için neler

kazandırıyoruz diye durup düşünmeliyiz. Zaman gözlerimizin gördüğünden de kulaklarımızın

duyduğundan da şüphe etme zamanıdır. Hele ki taraflı emperyalist basın uşaklarına ve

televizyon kanallarına karşı. Bu noktada Hucurat suresi 6. ayet tam bir çıkış noktası

göstermektedir." Ey iman edenler eğer bir münafık size bir haber getirirse onu etraflıca

araştırın. Yoksa cehalet sonucu bir kavme kötülük de bulunursunuz da sonra işlediklerinize

pişman olursunuz." Ayette de dikkat çekildiği gibi bize düşen önümüze servis edilen ve

düşünmeden tüketmemiz istenilen her habere karşı yönetimden uzak açık bir algıyla

yaklaşmamızdır. Filmde Murrow "Televizyon öğretebilir, aydınlatabilir ve ilham verebilir.

Ancak sadece insanlar bu amaçlar etrafında onu kullanmayı seçtikleri takdirde yoksa ışık saçan

kablolu bir kutu olur." diyordu ama ne yazık ki ışık saçan kablolu bir kutu olmakla kalmadı...

Kübra Karakaya – UÜ İlahiyat

Page 32: Aile Akademisi Derneği

31

KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR

Acının Kutsal Çığlığı

İran-Irak-Fransa ortak yapımı ve Irak’ın işgalinden sonra çekilen ilk film olarak 2005 yılında gösterime girmiştir. Filmin senaristliğini ve yönetmenliğini Sarhoş Atlar Zamanı ve Türk-İran ortak yapımı olan Gergedan Mevsimi filmlerinden de tanıdığımız Bahman Ghobadi yapmıştır. Film, adını kimilerine göre eski bir Kürt hikâyesinden, kimilerine göre de kaplumbağaların mayın toplama işinde kullanılmasından almaktadır. Yansıttığı başarılı dram sahneleri ve hikâyesi sayesinde Berlin Uluslararası Film Festivali Barış Film Ödülü ve daha birçok ödüle layık görülmüştür.

Belgesel-kurgu film tarzında olan ve yönetmenin kendine has, gerçekçi ve politik tarzını da başarılı bir şekilde yansıtan film, seyirciye derin anlamları yakından izleme imkânı sunuyor. Film aynı zamanda toplumsal gerçekçi sinema anlayışının güzide örneklerinden biri; yaşanan ağır savaş travmalarına

karşı mücadelenin, umudun, insani değerlerin yitirilmeden müdafaa edilebilmesi için yönetmenden gelen bir isyan çığlığı… Coğrafyada biriken acı, duygu sömürüsü yapılmadan, yapaylıktan uzak bir şekilde izleyiciye insanlığını yeniden hissettirmeyi sağlayacak şekilde yansıtılmaya çalışılıyor. Oyuncuların çoğu gerçek hayatın içerisinde yaşayan sıradan insanlar. Kullanılan mekân, ışık ve daha birçok şey son derece doğal. Filme ayrılan bütçe az ancak hissedilen ve hissettirilen duygu oldukça yoğun.

Bir yanda işgal, bir yanda derin acılar… Film, metaforik anlatımını tamamlayıcı bir üslup olarak kullanıyor ve seyirciyi duygusal iklimin içerisine sokacak şekilde yaşanan coğrafyaya doğru yolculuğa çıkarıyor. Zıt ve düalist bir yaklaşım tarzı ile modern dünyanın çelişkili yüzü gözler önüne seriliyor. Dramatik bir şekilde var olmaya çabalayan bir avuç küçük çocuğun yaşadığı atmosfer insanın iç dünyasını işleyecek bir bakış açısı ile ifade edilmeye çalışılıyor.

Türkiye ve Irak sınırlarında, Amerikan işgali altında yaşayan bir avuç Kürt mülteci çocuğun, zor şartlar altında ve mayın toplayarak hayatta kalma mücadelelerini anlatan film, savaşın tek masum tarafı olan çocukların dokunaklı hikâyesini tüm doğallığıyla gözler önüne seriyor. Modern dünyanın sunduğu imkânlardan uzak, sıcak bir yuvaları olmadan yaşama tutunmaya çalışan ve mayınların sebep olduğu fiziksel engellerine rağmen patlamamış mayınları toplayarak geçimlerini sağlamaya çalışan bir avuç çocuk izleyenlere müthiş duygusal anlar yaşatıyor.

Yönetmen varoluşu dert ediyor ve bu derdini hiç çekinmeden, abartıya kaçmadan, gerçekliğin içinden kopmadan minimalist bir öykünün içine sığdırarak kendine has bir üslup

Page 33: Aile Akademisi Derneği

32

ortaya koyuyor. Ghobadi, samimi diyaloglar ve farklı yönlerle seyirciyi atmosferinin içine alarak çok erken yaşta olgunlaşan fakat temizliklerini yitirmeyen çocukların ruh halini anlatmaya çalışıyor. Duygu sömürüsü ve demagojiden uzak bir anlatım ile izleyiciyi başından sonuna kadar düşünmeye, sorgulamaya ve vicdan muhasebesi yapmaya yönelten film, sadece fiziki olarak değil kültürel olarak da işgal altında bulunan insan gruplarının içsel dünyalarını anlatıyor. Ghobadi’nin önemli bir özelliği de profesyonel olmayan insanları yani sıradan ve halkın bizzat kendi içinde yetiştirmiş olduğu; oturuşu, kalkışı, yaşayışı tıpkı bizim gibi olan, simasına en derin acıların nakşedilmiş olduğu, çoğu kez hiç fark edilmeyen toplumsal kesime filmlerinde yer veriyor olmasıdır. Bu tarz, onun filmlerindeki etki gücünü arttırmakla kalmıyor, her yaş grubundan ve her kesimden insanın sinema aracılığıyla temsil edilmesini sağlıyor. Bunu yapmadaki amacı da, içinde bulunduğu, gözlemlediği ve tecrübe ettiği hayatın acı ve tatlı tüm yönlerini insanlığa duyurmak ve insanlar arasında bir farkındalık oluşturmaya çabalamasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.

İnsan olmanın kolay ancak insan kalabilmenin oldukça zor olduğu küresel bir çağda duyarlılığını yitirmiş olan insana yeni bir pencere açmayı sağlayacak ve körelmiş duygularını tazelemesine yardımcı olacak son derece önemli bir film. Estetiğe hapsedilmeye çalışılmadan, gerçekliğin peşi sıra yol kat etmeye çalışan harika bir kurgu.

Cahit Koytak’ın ifadesiyle;

“Ve çocuklar kaynayan toprağı tırmalıyor

Kararan göğü, Gözümüzdeki kalın perdeleri…”

En zor koşullar altında bile masumiyetlerini muhafaza eden çocukların gözünden gerçek hayatın zulmünün ve acımasızlığının anlatıldığı film ile ilgili bir yorumunda senarist ve yönetmen Ghobadi; “Filmimi, diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına ithaf etmek istiyorum” açıklamasında bulunarak bu konu ile ilgili hassasiyetini ortaya koyuyor. Sanatsal kaygılarla fazladan uzun tutulan sahnelerin olmaması ve iyi bir görsellik oluşturabilmek adına gereksiz kamera hareketlerine yer verilmemesi ilkesini göz önünde bulunduran Ghobadi’nin bu filminde çok iyi bir sekans yakaladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Saniye Yaşar – UÜ Tarih

Page 34: Aile Akademisi Derneği

33

LİBERTE

Işıktan Ve Gökyüzünden Sürgün Edilenler

Korkoro…

2009 Fransa yapım olan filmin yönetmenliğini,

filmlerinin genel temasını Çingenelerin

oluşturduğu Cezayir asıllı Tony Gatlif yapmıştır.

Filmle bir bütünlük içerisinde olan müzikler ise

Delphine Mantoulet’e ait. Türkçesi “Özgürlük”

olan filmin ismi Liberté olsa da Çingene Dilinde

yine aynı anlama gelen “Korkoro” ismi de film için

kullanılabilir. Film 1943 yılında 2. Dünya savaşı

sırasında Nazi Almanya’sının işgali altında olan

Fransa’da geçmektedir. Fakat bu sefer Nazi

soykırımına maruz kalmış başrol Yahudiler’in değil

Çingenelerindir. Tony Gatlif bu filminde Fransa’nın

küçük St. Amend köyünün daimi mevsimlik işçisi

olan Çingene Lavil ailesini ele almış. Birbirlerine

sıkı bir bağlılığı olan aile içlerinde de bir istişare

sistemi geliştirmişler. Her ne kadar bir Çingene olamayacağı dolayısıyla da kendilerine

katılamayacağı konusunda ısrarcı olsalar da Claude’a gösterdikleri merhamet ve cömertlik

dikkat çekicidir.

Claude’un lakabı Çororo yani kimsesiz. Fransız olan Çororo, savaşta ailesini kaybetmiş ve öksüz

kalmış. Bakımını üstlenen aile onu yetimhaneye vermeye karar verince Claude düşmüş yollara.

Ve bizim Çingenelerin peşine takılmış. Bir çocuk için yetimhaneye karşılık çadırlarda üstelik

Çingenelerle yaşama isteği oldukça manidar. Köyün veterineri ve aynı zamanda belediye

başkanı olan Theodore bakımını üstlense de Çororo, Çingenelerin peşini bırakmaz. En büyük

destekçisi ise ailenin yarı akıllısı olan Taloş. Özgürlüğü doğanın bütün benliğiyle hisseden Taloş

tutsaklığın verdiği azabı yine doğada krizler geçirerek dindirmeye çalışıyor. Onlar yolcular ve

bir yerde uzun süre kalamazlar. Birkaç atı birkaç katırı ve barındıkları çadırları hariç sahip

oldukları bir şey yok. Tabi bir de çalgıları ve dansları… Dolayısıyla onları bir yere bağlayan

kendisine bağımlı yapan bir mülk dertleri de yok.Bir kimsenin tahakkümü altına girmekten

kesinlikle uzaklar. Ne var ki Fransız hükümeti göçmenlere savaş sebebiyle iskân zorunluluğu ve

ülke içinde dolaşmalarına yasak getiriyor. Fakat bu savaşı onlar başlatmadı dolayısıyla onların

savaşı değil. Yani durumun ciddiyeti onlar için bir şey ifade etmiyor.

Çingenelerin filmde gösterilen bir diğer tarafı ise eğitimin önemine gösterdikleri tavır. Köyün

öğretmeni olan Matmazel Lundi çocukların okula gitmesi ve okuma-yazma öğrenmeleri

gerektiğini söylüyor. Karşılığında aldığı cevap ise trajikomik: Anlaştık. Karşılığında ne kadar

vereceksin.

Page 35: Aile Akademisi Derneği

34

Filmin geçtiği tarih, Almanya’nın Fransa’daki kuklası Vichy rejimine denk geliyor. Alman

işbirlikçisi Vichy rejimi, ırk temizliğine Çingeneleri de ekliyor. Çingeneler önce zorunlu ikamete

tabi tutuluyor sonrada toplama kamplarına hapsediliyor. Rejimin ayakçısı olan Pierre Pantecot

ailenin toplama kampına gönderilmesini sağlıyor. Kendince kutsal görevi ise Fransa’yı

parazitlerden temizlemek. Koskoca bir ülkenin bile kendilerine dar geldiği aile tel örgülerin

çevrelediği daracık yere, toplama kampına hapsediliyor…

Tel örgülerin ardında ise müthiş bir çığlık yankılanıyor: Korkorokorkorokorkoro…

Theodore, filmdeki dertli kişimizdir. İşgal ve zulme karşı mücadele etmesi gerektiğini

düşünüyor. Theodore, ailesine ait bir evi onların üzerine yaparak aileyi kamptan kurtarır.

Arazinin tapusunu komik bir rakamla -10 frank- ailenin üzerine geçirirken Noter Lucien’in

‘Bunu neden yapıyorsun?’ sorusuna tereddütsüz ‘Ne olursa olsun bir şeyler yapmak için’

cevabını veriyor. Theodore’un duruşu önemli. Çünkü sanayinin ve kapitalist ilişkilerin

gelişimine bağlı olarak toplumların dönüşüm yaşadığı dünyada, insanlarda daima güçlünün

yanında olma karaktersizliği baş gösteriyor. Güçlünün yanında ve güçlü olmaya çalışan…

Ailenin mülk edinmiş olup köye yerleşecek olmalarını hazmedemeyen köylünün, evin etrafına

çit çekmeye çalışmaları gerçekten acınası bir durum. Tek söyleyebildikleri öfke kusarak ‘Onlar

Fransız değiller’. Ülkelerini ele geçirmiş olan faşizmi içselleştirmişler ve faşist politikanın

manipülelerine karşı yenik düşmüşlerdir. Zaten bir evin içinde hapis olunmuş olmaktan

memnun olmayan aile yeniden kimsenin nerede olduklarını bilmedikleri bir yere, özgürlüğe

göçe başlarlar.

Çingeneler konaklayacakları bir yerde yine rahat bırakılmayacaklardır. Filmi izleyecekler için

filmin sonu gizli kalsın. Ancak son gördüğümüz Lavil ailesi tablosu, gözü yaşlı bir Çingene ailesi

olacaktır.

Şunu da belirtelim: Avrupa’da

savaştan önce 2 milyon

Çingene yaşamaktaydı. Ancak

500 binden fazla Çingene

soykırıma uğratılarak

yaşamlarını yitirmişlerdir.

Soykırımın yanı sıra Çingeneler

birçok Avrupa ülkesinde halk

ve hükümet tarafından zulme

uğramıştır. İnsanların zihnine

kazınan ve unutturulmayan

Yahudi soykırımının yanı sıra bizlere Çingenelere yapılan soykırımı da göstermesi sebebiyle film

önemlidir. Zihinlerimizde şöyle bir sorunun oluşması gerekiyor: Naziler, Yahudilere yaptığı gibi

Çingenelere, Polonyalılara ve Slavlara; akıl hastalarına, sakatlara; Katolikler gibi dini

cemaatlere karşı yaptığı soykırım niçin dile getirilmiyor hatta unutturulmaya çalışılıyor?

Page 36: Aile Akademisi Derneği

35

Kökenleri, dilleri ve kültürleri farklı dahi olsa temel geçim stratejilerinin aynı olması hasebiyle

dışarıdan bakanların onları tek bir isimle tanımlayacağı şekilde bir bütün oluşturan Çingene

halklar, Çingeneleştirilmiş halklardır. İçinde bulundukları koşullara bağlı olarak her türlü geçim

imkânından yoksun kalan ve içinde yaşadıkları toplumlarda güç göstergesini ve maddi gücü

yitiren halklar Çingeneleştirilirler. Çeşitli zanaat ve hizmetler yapan Çingene halklar sanayinin

gelişimiyle birlikte kapitalist düzen karşısında daha savunmasız ve yoksul kalmışlardır.

Mülk sahibi olan kesim ise,

Çingenelerce Gaco-Geben halklardır.

Yani Çingene olmayan. Çingeneler

Gaco-Geben halklar tarafından

dışlayıcı önyargı duvarlarıyla kast

sistemine hapis olunmuşlardır. Mülk

sahibi Gaco-Geben halklar tarafından

mülksüzleştirilip yoksullaştırılan

çingene halkların, geriye ne

korumaları gereken mülkleri ne de

mülk edinme umutları kalır. Bugün

Dünyanın çoğu yerinde halkında sevmediği ve uzak durmaya çalıştığı Çingenelere kalan

sermaye pis işler olmuştur. Fikrimizce, eğer Çingeneleri bu bataktan kurtarırsak bataklığı

kurutmaya daha fazla yaklaşmış oluruz. Onlara dışlanmış ve hakir görülmüş hayatı değil İslam’ı

yaşatma temennisiyle

Hümeyra Bektaş- UÜ İlahiyat

Page 37: Aile Akademisi Derneği

36

MADAARİ

Madaari, Nishikant Kamat’ın yönetmenliğini yaptığı,

başrollerini Irrfan Khanve (Nirmal) ve Vishesh Bansal’ın

(Rohan) paylaştığı 2016 suç ve drama filmidir.

Nirmal, bilgisayar işiyle geçimini sağlayan kendi halinde

yaşayan bir baba. Filmde de Nirmal'in şehrinde trajik bir

olayın yaşanması ve bu olayda oğlunu kaybetmesiyle

başlayan bir hikâye anlatılıyor. Oğlunun ölümünden

sorumlu olanları bulmak ve adalete teslim etmek isteyen

Nirmal, tehlikeli bir yola başvurarak İçişleri bakanının

oğlunu kaçırır ve böylece olaylar başlamış olur.

Film Nirmal’ın yaşadığı şehirdeki köprünün çökmesiyle

başlar. Yaşanan bu trajedi ve daha önceden olan olaylar ile

birlikte halkın içinde bulunduğu durumu gözler önüne

seriyor. Yolsuzluk, rüşvetle ve adaletsizlikle birlikte ülkede

yaşayan halkın sefalet ve zor koşullar altında nasıl yaşadığını anlatmakta.

Nirmal, bakanın oğlunu kaçırdıktan sonra polis ve bakanla yaptığı ilk telefon görüşmesinde

"Benim oğlum da kayıp. Birileri açgözlü koca ağzını açtı ve oğlumu kaybettim.” der. Oğlunun

ölümünden kimlerin sorumlu olduğunu bulmalarını ister. Oğlunu kaybeden bir babanın neler

yapabileceğini kestirmek ve anlamak çok zordur. Çünkü canından can gitmiştir. Nirmal de

kendi çocuğunun ölümünden sorumlu olanları bulmak için bakanın çocuğunu kaçırarak

yetkililerin empati kurmasını istiyor.

Filmin başka bir bölümünde, köprünün yıkılışı olayında şöyle bir diyalog geçiyor:

“Bay Mishra, köprü şiddetli yağışlar nedeniyle çöktü. Bunu doğal afet olarak mı nitelendirelim

yoksa yolsuzluk mu?

-Bay Sinha, köprü kaç yıllık?

-Yirmi beş.

-O zaman kesinlikle köprüyü muhteşem bir ruh inşa etmiştir.

-Doğal afet olarak nitelendir.”

Hükümetteki görevli ve hükümetle ilişkili olan insanların yaşanan olaylara yaklaşımı ve bakış

açısını iyi özetlemiş. İktidar ve iktidar çevresindeki insanların, kötü durumlar ve olaylar

karşısında nasıl savunma yaptıklarını, olaylardan sıyrılmaya ve kurtulmaya çalıştıklarını gözler

önüne seriyor. Filmin bu kısmında yönetmen, “Ülkede yaşanan olaylar ve durumlar karşısında

halkın duyguları mı ya da fikirleri mi, yoksa iktidar ve iktidar çevresinin görüşleri mi önemli?”

Page 38: Aile Akademisi Derneği

37

sorusunu güzel bir dille filme yansıtmış. Sadece hükümetteki insanlara has olan bir durum değil

bu; insanoğlunun olaylara karşı olan tutumu, davranışları ve tepkileri çoğu zaman kişisel ve

benmerkezci bir durum olmakta.

“Geçinmekle meşguldüm, onların bana verdiği rüyaya inandım. Televizyonda ne gösterirlerse,

gazetelerde ne yazarsa inanırdım.”

İnsanoğlu geçim derdiyle uğraşırken dünyadan, devletten, hükümetten, siyasetten,

toplumdan ne kadar uzaklaştıklarının farkına varamıyorlar. Sadece geçim sıkıntısını gidermeye

çalışan insanlar için dünya kendi etraflarında döner. Ne zaman ki kendi şahıslarına veya ailesine

bir zarar geldiğinde kendi kabuklarından çıkıp gerçek dünyayla yüz yüze gelirler, dünyanın

sadece insanın geçimini sağlamak ve kendilerinden ibaret olmadığının farkına varırlar.

Yaşadığımız dünyada şu bir gerçek ki bizler sadece başkalarının çizdiği, yazdığı ve yönettiği bir

senaryodaki rolleri oynuyoruz ve onlara göre hareket ediyoruz, onlar ne derse onu yapıyoruz,

onların bize gösterdiği yolu izliyoruz. Neye inan derlerse ona inanıyoruz; televizyon, gazeteler,

ne yazarsa… Medyada ne gösteriliyorsa ona inanan bir toplum haline gelmeye başladık. Oysaki

günümüzde medyanın nasıl olduğunu ve kimlerin medyayı hangi amaç için kullandığını

unuttuk. Sanal gerçeklik, gerçekliğin önüne geçmekte, hatta var olan gerçekliğin yerini

almakta. Bunun bir an önce farkına varmamız ve bunun için önlem almamız, günümüzün gücü

olan medyaya ve sanallığa her zaman eleştirel bir bakış açısıyla bakmamız gerekir. Günümüz

medyası fasık haber niteliği taşımaktadır. Bugün için gösterdiği, yayınladığı her haberin yarın

bambaşka bir habere dönüşme ihtimali vardır. Bunun için iyice araştırıp sorgulamadan

inanmak ya da kabul etmek doğru değildir. Şu unutulmamalıdır: Medya=güç=para

-Gerçek

-Gerçek şok edici

-Gerçek seni korkutabilir

-Hükümetin yozlaşmış olduğu doğru değil,

-Gerçek şu ki hükümet yolsuzlukla varlığını sürdürüyor.

Gerçek olan şey bize ve hükumetteki

insanlara göre değişiyor mu yoksa

gerçek dediğimiz kişiden kişiye

değişebilen bir algı mı? Gerçek tek bir

şey değil mi? Filmdeki gerçeklik,

yetkililer ve halk arasında farklılığı

gösteriyor. Aslında halkın bildiği

gerçeğin gerçek olmadığını, sadece

gerçeğin görünen ve gösterilen kısmı

olduğu söylenmekte ve gerçeğin ne olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır. İnsanın aklında, “halk

tarafından gerçeğin neden sadece görünen kısmının bilindiği” bir soru olarak kalmakta veya

Page 39: Aile Akademisi Derneği

38

“öyle bilinmesinin istenmesinin nedeninin ne olduğu” filmde anlaşılır bir dille açıklanmaya ve

anlatılmaya çalışılmış.

Madaari, Hint sinemasının farklı bir bakış açısıyla yazılan ve yönetilen bir filmi olmuş. Bildiğimiz

Hint sinema kültüründen uçtulu kaçtılı ve aşırı dans sahnelerinin olmadığı bir film. Her ne kadar

bazı sahneler gerçekçi olmasa da izlenebilir içerikte bir film.

Mesut Arslan-UÜ Felsefe

Page 40: Aile Akademisi Derneği

39

S1M0NE

Gerçeğin Ağırlığından Simulargların Hafifliğine Kaçış

Ünlü senarist ve yönetmen Andrew Niccol’un kontrol toplumu ve onun içinde yaşamaya

hapsolmuş bireyleri konu edinen filmlerinden biri olan Simone, sahteliğe maruz kalan

bireylerin ve toplumun bir nevi özetini seyrettirmektedir izleyiciye. Baudrillard ile literatüre

geçen ‘simülasyon’ kavramı üzerinden öykülenen film, sistem üzerine bir eleştiri yaparken -

garip bir açmaz olarak- aynı zamanda izleyicilerde sistemin de reklamını yapıyor imajı

oluşturmaktadır. Baudrillard’ın bu kavramına göre ‘gerçeklik’; kapitalizm ve kitle iletişim

araçları tarafından emilerek başka bir gerçekliğe dönüşmekte ve gerçek olanla olmayan

arasındaki ayrım kalkarak bunun yerini simülarglar almaktadır.

Başrollerinde usta oyuncu Al Pacino, Rachel Roberts ve Catherine Keener gibi isimlerin yer

aldığı film 2002 yılında gösterime girmiştir. Filmin konusuna gelince; filmde Oscar’a aday

olarak gösterilen başarılı yönetmen Victor Taransky çekeceği son filmin başrol oyuncusunun

kaprisleri ile baş edemeyince kariyeri bu durumdan olumsuz etkilenmeye başlar ve sanatçıların

bu tarzdaki davranışları yüzünden hayalindeki sinema anlayışını gerçekleştiremeyeceğini

düşünerek umutsuzluğa kapılan yönetmenin imdadına, kendisinin sanal olarak yarattığı ilk

sentetik aktris S1m0ne yetişir. Kimsenin bilmediği ve tanımadığı bu isim aniden büyük bir

şöhrete kavuşur. Bu noktadan sonra ise film, yönetmenin içsel hesaplaşmalarını ve kitle

toplumunun -gerçek ya da sanal hangi tarzda olursa olsun- nasıl etkilendiğinin ve

yönetildiğinin, imaj yaratmanın toplumlar üzerinde ne derece etkili olduğunun parametrelerini

sunmaktadır.

Kitleleri memnun ve tatmin etmek adına yapılan projeler ile verimli sonuçlar alınamayacağını

düşünen ve kendi sanatsal farkını ortaya koymaya çalışan Taransky, buna rağmen filmlerinin

sadece kendini ifade eden ve seyircisi olmayan türden olmasını da engellemeye çalışarak

aslında sinemanın eğitsel yönüne dikkat çekerek sinemeyı araçsallaştırmaktadır. Piyasadaki

Page 41: Aile Akademisi Derneği

40

oyuncuların teknik açıdan kaliteli ancak insani açıdan çekilemeyen kaprisli yanları; insanların –

somut olarak bir gerçekliği olmasa da- kusursuzluğu ve ulaşılamayanı arzulaması; sistemin

kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan rekabet ile yoğrulan sanat anlayışı neticesinde

yönetmen, başarının ve takdirin altında ezilmiş ve “bir gerçeklik” oluşturmaya çalışırken ironik

bir şekilde kendi gerçekliğinde kaybolarak sistemin bir parçası haline gelmiştir.

Günümüzde hızla

gelişen ve

yaşantımızdaki

hakimiyeti giderek

artan teknolojinin

her alana sirayet

etmesi ile yepyeni bir

çağın oluşumuna

tanık olmaktayız. Bu

ilerlemenin hangi boyutlara ulaşacağı ve toplumun bu durumdan nasıl ve ne düzeyde

etkileneceği üzerine birçok sanatçı ve yazar olası kehanetler üretmektedir. Örneğin; George

Orwell’ın “1984”ü, Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı, Ray Bradbury’nin “Fahrenheit

451”i, Andrew Niccol’un “Gattaca”sı… geleceğin dünyasına olumsuz bir tablo çizerken, Francis

Bacon’ın “Yeni Atlantis”i, Ursula K. Le Guin’in “Hep Yuvaya Dönmek”i, Thomas More’un

“Utopia”sı ise son derece olumlu bir dünya tasviri yapmaktadır. Yaşadığımız çağa biraz

baktığımızda ise -ünlü distopya yazarlarının da ısrarla vurguladığı gibi- insanın hızla

kendisinden uzaklaştığını ve kendisine yabancılaştığını görmekteyiz.

Özellikle görselliğin sunduğu imkânlar sayesinde inşa edilmeye çalışılan yeni tip bireylerin

erdemli ve ilkeli bir hayattan hızla uzaklaşarak, haz merkezli ve ben odaklı bir yaşama doğru

evrildiklerini görmekteyiz. Bu yönelişte ise sinemanın toplum üzerindeki dönüştürücü etkisi

oldukça yüksek bir etkiye sahip. Her ses ve görüntü -biz onu anlamlandıralım ya da

anlamlandırmayalım- kişinin algı ve bilinç dünyasını şekillendirmede önemli birer unsurdur.

Kişinin film ve roman karakterleri ile özdeşim kurmaya ve onlara benzemeye çalışması ve

sonuçta da bir dönüşüm yaşaması bu algılamaların doğal bir sonucudur.

Son olarak; ekran dünyasının açmazlarını ve girdaplarını başarılı bir şekilde sunan film, ait

olduğu toplumun kültürel ve toplumsal kodlarını başarılı bir şekilde tahlil etmektedir. Filmde

fark edilemeyecek şekilde aralara sıkıştırılan ince mesajlar –örneğin bozuk aile ilişkileri,

evladını araba ile etkilemeye çalışan baba, kibrin meşrulaştırılmaya çalışılması, oluşturulan

sahte imajın hiçbir şekilde olumsuzlanmaması, popüler olmanın insan davranışlarının kötü de

olsa normalliğini ve kabulünü sağlaması vs- sisteme rağmen sistem için yapılan ve sisteme iyi

bir şekilde hizmet eden filmin Amerikan zihniyetinin bir ürünü olduğu unutulmamalıdır.

Saniye Yaşar – UÜ Tarih

Page 42: Aile Akademisi Derneği

41

SAHİBİNİ ARAYAN MADALYA

1989 yapımı olan ‘Sahibini Arayan Madalya’ filminin

oyuncu kadrosunda Bulut Aras, Halil Ergün, Agâh Hün,

Ulvi Alacakaptan, Sümer Tilmaç, Ali Şen, Salih Kırmızı

ve Süheyl Eğriboz gibi isimler yer almaktadır. Dönemin

önemli epik filmlerinden bir tanesi olan filmin

senaryosunu ünlü edebiyatçı Tarık Buğra yazmıştır.

Yücel Çakmaklı’nın yönettiği filmin yapımcılığını ise

Yedi Güzel Adam’dan biri olan Erdem Beyazıt’ın

kardeşi rahmetli Ahmet Beyazıt üstlenmiştir. Film, 1.

Dünya Savaşı’nın ardından Maraş’ta gelişen olayları

usta bir üslupla konu ediniyor. Meselenin mutaassıp

bir ırkçılığın çok dışında olduğunu ve filmde İslami

değerlerin öne çıkarıldığını ise rahatlıkla söyleyebiliriz.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru

müttefiklerinin yenilmesi üzerine, Osmanlı

İmparatorluğu 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalar. Bu anlaşmaya göre

Anadolu’nun birçok yeri gibi Maraş da işgal altına girmiştir. Şehir, ilk önce İngiliz ardından

Fransızların işgaline uğramıştır. Fransız kuvvetlerinin şehre girişleri yerli Ermeniler tarafından

coşkuyla karşılanır. Bu durum Maraş halkını oldukça rahatsız etmektedir. Film; kurtuluş

mücadelesinden 5 yıl sonra Kasım 1925’te Maraş’ın önde gelenlerinin belediye binasında

toplanarak Ankara’dan gelen bir telgrafı okumasıyla başlar. Telgrafta TBMM tarafından İstiklal

Madalyası verilmek üzere kurtuluş mücadelesinde yer almış ‘bir kişinin’ Ankara’ya acele

bildirilmesi istenmektedir. Ardından Müftü Rafet Efendi’nin (Bulut Aras) “Kime verelim? Kimin

hakkıdır o madalya? Kime verelim? Arslan Bey’e mi? Avukat Mehmet Ali Bey’e mi? Muallim

Hayrullah Bey’e mi? … İzzet Derviş’e mi? Evliya Efendi’ye mi kime verelim, kime? Yoksa ar için,

namus için, hürriyet için sanki bir silah başı borazanı çalan Sütçü İmam’a mı?” ifadesiyle devam

eder. Burada bahsedilen kişiler ise, Fransız zulmünün son bulması ve İslam’ın tekrar hâkim

olması için, canını ve malını feda etmiş yiğitlerdir. Çünkü Maraş tek bir kişinin değil, çoluk çocuk

tüm halkın beraberlik, sabır ve imanla birlikte mücadelesinin sonucunda alınmıştır.

Filmde dikkat çeken çok fazla sahne vardır. Bunlardan bir tanesi, Fransız askerleri sarhoş bir

halde, oyun oynayan küçük çocukları tutarak gayri ahlaki bir şey sorarlar. Çocuk, askere “Seni

gidi namussuz seni!” şeklinde karşılık verir ve çocuklar askerlere vurmaya başlarlar. Küçük

çocuk deyip geçmemek lazım velev ki ahlak ve cesaretle kuşanmışlığın bir örneğidir bu küçük

sahne. Filmde dikkat çeken bir diğer şey ise Müftü Rafet Bey’in karakteridir. Rafet Bey oldukça

yumuşak ve halkı birleştirmeye yönelik bir üsluba sahiptir. İnsanlar da ona hürmet eder.

Sonrasında Arslan Bey (Halil Ergün) başkanlığında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulur. Halk saf

bir direniş bilinciyle hareket etmektedir. Direniş somut olarak ise Fransız askerlerinin,

Page 43: Aile Akademisi Derneği

42

hamamdan çıkan çarşaflı kadınların peçelerine el uzatmasıyla başlar. Olay esnasında Sütçü

İmam, sütçü dükkânından olaya şahit olmuştur. Hemen ardından silahına davranan Sütçü

İmam, bir işgalci askeri öldürür, ikisini de ağır biçimde yaralar. İstiklal mücadelesinin ilk

kıvılcımı bu şekilde başlamış olur. Sonrasında ise bu, aleve dönüşecektir.

Bir diğer hadise ise bayrak olayıdır. Ermenilerin ileri gelenlerinden birinin evinde işgalci

komutan Browmond’un şerefine balo tertiplenir. Komutan Ermeni bir kızı dansa davet eder.

Ermeni kız teklifi geri çevirir ve şöyle der: “ Kendimi esarette ve aşağılanmış görüyorum.

Kalesinde hala Türk bayrağı dalgalanan bir memlekette Fransızların güçlü ve bizim hür

olduğumuzu düşünebilir misiniz?” Bu olayın ardından Türk bayrağı indirilerek Fransa

bayrağıyla değiştirilir. Cuma namazı vakti minbere çıkan Rafet Bey: “Minbere Cuma hutbesi

için çıkmadım bilesiniz. Cuma, hür insanlar için farzdır. Kalede Fransız bayrağı dalgalandıkça

bizim burada Cuma namazı kılmamız dinen sahih değildir.” şeklinde ekler ve sancaksız Cuma

namazı kılınmaz düşüncesiyle cemaat ayaklanır. ‘Allahuekber!’ nidalarıyla askerleri etkisiz hale

getirerek Fransız bayrağını indirirler, hemen oracıkta Cuma namazını eda ederler.

Filmin ibret verici sahnelerinden biri, Fransız askerleri nöbet tutarken askerlerden biri diğerine:

“Bak bakalım nöbet değişmeye gelen var mı? Donduk burada.” der ve havanın soğuk

olmasından yakınırken Maraşlı bir direnişçi o an oracıkta indiriverir askeri, soğuk taşın üzerine.

Fransız askerleriyle Maraş halkını karşılaştırmamız gerekirse şunu söyleyebiliriz ki Fransız

askerleri, herhangi bir gaye gütmeden tamamen kendi çıkarlarını ve rahatlarını düşünerek

orada bulunmaktadırlar. Fakat Maraş halkı, davanın bilinciyle kuşanmış ve tek bir an bile

mücadelenin dışında bir şey düşünmemişlerdir. Müslüman da öyle olmalı değil midir? İnsanın

zihni büsbütün davaya odaklanmalı ve şeytanın ordularına bir an olsun kapıları aralamamalıdır.

Şayet şeytan tek bir hamleyle insanı yere indirmekten asla çekinmez. Dava varsa zorluklar

elbette olacaktır. Asıl zafer zorluklarla kazanılan zaferdir. İrlandalı Yazar Bernard Shaw’ın da

dediği gibi “Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz.”

Bir şey öylece kazanılıyorsa bu zafer değil, elde etmektir. İnsan mücadeleyle vardır. Mücadele

olmadığı an gaflet kaçınılmazdır.

Filmin oldukça dokunaklı sahnelerinden birisi de Arslan Bey’in şehit haberlerini aldığı sahnedir.

‘İnnalillahi ve inna ileyhi raciun’ un hissiyatını insana yaşatır bu sahnede. Bu durumda insanın

sabretmekten başka dayanağı yoktur. Arslan Bey, Hoca’nın dizlerine yatarak bu yükü artık

taşıyamadığından yakınır fakat Hoca şöyle bir çıkış yapar: “Sabır unutmak değildir. Sabır bir işin

gününü, saatini, olma anını kestirebilmektir. Sabır çekilen acıyı duymamak değil, ona

dayanmayı bilmektir. Önce sabır, sonra zafer.” Sabrın en yüksek tecellisi de teslimiyet değil

midir? Öyleyse insan İbrahimi teslimiyeti kendinde barındırdığı oranda sabrı iliklerine kadar

hissedebilir. Böyle olmadığı takdirde bu sabır değil, yalnızca katlanmaktır. Sabırla

delinmeyecek taş yoktur. İnsan, hayatı kontrol edemediği gibi hayatın karşısına çıkardığı

şeylere de sabretmek zorundadır. Sabır ve inanç olduğu sürece insan zaten zafer kazanmıştır.

Önemli olan da budur. Ve sonunda Maraş halkı, sabır ve inançla, düşman elinden Maraş’ı

kurtarmıştır. Davullar çalınır, oyunlar oynanır ama mücadele bitmemiştir. Komşu şehirlerdeki

işgalci güçlere karşı duracak yiğitlere ihtiyaç vardır.

Page 44: Aile Akademisi Derneği

43

Film, oldukça etkileyici bir çerçevede beyazperdeye aktarılmış. Her ne kadar görüntü

anlamında zayıf gibi gözükse de izlerken görüntüyü fark etmiyor bile insan. Ayrıca filmde İzzet

Derviş’in, elinde bir lambayla, sarhoş adamlarla karşılaştığında adamların “Ne ararsın burada?

Diyojen bozuntusu!” şeklindeki çıkışlarına, imalı bir şekilde: “Adam arıyorum, adam!” demesi,

halkın bilgi anlamında da kendini yetiştirmiş olduğunu gösterir.

Nur Demet Damar/ UÜ Felsefe

Page 45: Aile Akademisi Derneği

44

SÖĞÜT AĞACI

“Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle, ben de

sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim.” (filmden)

Macid Macidi’nin yazıp yönettiği “Beed-e Majnoon” adlı

film Türkçe’ye “Söğüt Ağacı” adıyla geçmiştir. Film

temelde insanın unutkanlığını ve nankörlüğünü, kör bir

adamın gözlerine kavuşması üzerinden işliyor. Konunun

işlenişi bakımından oldukça başarılı olan film ayrıca

sinematografik yönü ile de kalitesini konuşturuyor.

İranlı yönetmenin bu güne kadar ortaya koyduğu filmler,

insani olanı anlatma çabasından başka bir şey değildir.

Kendisi de “fıtratın dili” diyor bu çabaya. İnsanın içindeki

vahyin konuşması, insana doğuştan verilmiş doğruların

dili, yaradılış dili ya da vicdanın sesi. Filmlerinin öznesi

hep insan ve insanın halleri… Mecidi, mezkûr film “Söğüt

Ağacı”nda da insanın yine başka özelliklerini inceliyor/irdeliyor: Nankörlük, unutkanlık ve

kibir…”

Konu: Yusuf çocukluğundan beri âmâ olmasına rağmen kendisini geliştirmiş ve profesör

olmuştur. Tedavi arasa da zamanla ümitleri tükenmiş ve tedavi aramayı bırakmıştır. Fakat yıllar

ilerlemiş ve teknoloji de gelişmiştir, Yusuf’un gözüne Fransa’da çare imkânı çıkmıştır. Yusuf

yıllar sonra gözlerini tekrar açma niyetiyle Fransa’ya ameliyat olmaya gider. Döndüğünde ise

gözleri görmektedir.

Yusuf’un gözleri görmeye başlamıştır fakat gördükleri onu memnun etmemektedir.

Çevresindekiler, ona ait olanlar yetmemektedir artık. Daha çok ister Yusuf, daha… Kördü,

görmeye başladı ama görmek zaten onun hakkıydı. Geç bile kalmıştı görmek için. Ameliyattan

sonra gözleri ilk görmeye başlayıncaki sevinci aynada kendini, yaşlı yüzünü görünce biter.

Ansızın yerini suratsız bir Yusuf alır. Yusuf’un ilk memnuniyetsizliği böyle başlar Sünnetullah’a

karşı.

Önce kendisini beğenmeyen Yusuf, sonra karısını, ardından akrabalarını, devamında

zenginlerin evini görünce kendi evini, akabinde üniversite hocalığını beğenmez… Lakin gider

genç bir kız beğenir.

Kahrolası insan, ne nankördür!(Abese17)

Fakat bütün bunlar bir anda olmaz. Yavaş yavaş, tedricen… Yusuf’un gözleri düzelmeden önce

bile bir bozulma/kokuşma/tatminsizlik süreci devam etmekteydi. Filmin benim için en önemli

Page 46: Aile Akademisi Derneği

45

yeri bu noktasıdır. Normal şartlarda Yusuf’un görmeye başlamasıyla bozulmaya başlaması bir

anda gerçekleşiyor gibi gözüküyor lakin öyle değil.

Bunu Yusuf’un dualarından anlıyoruz. Bir duasında Allah’a şöyle yakarıyor:

“Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf! Yarattığın

bütün güzelliklerden mahrum olup şikâyet etmeyen kişi. Aydınlık ve parlaklığın yerine kasvet

ve karanlıkta yaşadım. İtiraz etmedim. Mutluluğu ve huzuru bu küçük cennette buldum. Sıkıntı

ve güçlükle geçen bunca zaman yetmezmiş gibi şimdi daha fazlasına mı katlanmamı istiyorsun?

Bu yolculuktan sevgili annemin yanına dönebilecek miyim? Yoksa bu hastalığa diz mi

çökeceğim? Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için sana

yalvarıyorum. Hayatımı bağışla.”

Başka bir duasında da şöyle yakarıyor:

“Hatalı olduğumu biliyorum. En büyük hatam senin büyüklüğünü yeterince bilememekti. Şimdi

anlıyorum ki sen beni merhamet kitabından silip atmadın. Beni unutmadın. Sen benimlesin ve

beni korursun. Bir de lütufların tamamlansa. Mademki elimden tuttun. Yalvarırım yolumu

aydınlat. Yalvarırım. Işığa herkesten daha fazla hasretim. Eğer bu karanlıktan çıkabilirsem

daima seninle birlikte olacağım.”

Yusuf’un duaları karakterini, düşüncelerini ve hastalıklarını ele vermektedir. Bu dualarda zaten

nankörlük ve kibir bulunmaktadır. Nankörlük ve kibir Yusuf’un hayatına gözleriyle birlikte

girmemiştir. Onda zaten hâsıl olan, içinde sakladığı/büyüttüğü, bazen küçük küçük kendisini

gösterdiği, kendisinin tespit edip tedavi etmeye çalışmadığı hastalıklardı bunlar. Fakat Yusuf

önce bunları tedavi etmek yerine, gözlerini tedavi etme mücadelesine girişmişti. Kendi etti,

kendi buldu.

Ayrıca filmde işlenen nankörlük de ibretlik. Bence filmi izleyip Yusuf’a hemen kızmamak lazım.

Önce köşemize çekilip kendi hayatımızı sorgulayarak, “Acaba ben bu nankörlüğün bir parçası

mıyım?” sorusunu yöneltmek lazım. Allah insanoğlunu yarattı ve ona pek çok nimet verdi.

Kaçımız bu nimetlerin hakkını verebilecek güce sahip? Ya da kaçımız sadece görme nimetinin

kefaretini ödeyebilir Allah’a? Yusuf ailesine, anasına nankörlük yapıyor. Acaba bizler Allah’a

nankörlük yapmıyor muyuz?

Kısacası film ailece izlenebilecek ve insana dair pek çok ders çıkarılabilecek bir film.

Tavsiyemdir.

M. Numan Damar-UÜ İlahiyat

Page 47: Aile Akademisi Derneği

46

YABANA DOĞRU

Fıtratın Yegâne Arayışı

Filmimiz orijinal adı Türkçe’ye “Yabana Doğru” olarak

çevrilmiş olan "Into The Wild" yani Özgürlük Yolu.

Yönetmenliğini Sean Penn'in yaptığı filmin ana

karakterini Emile Hirsch canlandırmış. 2007 yapımı

biyografi dram türünde olan film, gerçek kurgusu ve

getirdiği yankıyla oldukça dikkat çekmeyi başarmıştır.

Toplumca dayatılan ideal hayat kalıplarını yıkmak için

yola çıkan bir gencin insanlardan doğaya kaçış

macerasını konu edinen film, Jon Krakauer’in aynı

adlı kitabından uyarlamadır. Muhalif duruşu ile öne

çıkan yönetmenimiz ise, bu hikâyeyi duyunca

heyecanlanır ve hemen hazırlıklara başlar. Bu kararın

sonucu olarak tavsiye filmler listemize güzel bir eser

daha eklenmiş olur.

Yaşadığı ailevi problemler sebebiyle evlat olmanın sorumluluğunu, kısmen okulunu bitirerek

tamamladığını düşünen Christopher McCandless, banka hesabındaki parayı bir hayır

kurumuna bağışlar ve cebinde kalan son parasını da yakarak Alaska’ya doğru yola çıkar. Tüm

kişisel kartlarını kesip çok sevdiği arabasını dahi özgürlük uğruna geride bırakır. Bu iki yıllık yol

serüvenini anlatan filmin, bize içinde hiç düşünmeden yaşadığımız düzeni sorgulatacak

nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Film boyunca ‘Alexander Süperberduş’ olarak izleyeceğimiz

karakterin geçmiş dönemi, kız kardeşinin anlatımıyla ekrana yansırken bir yanda da kendi

anlatımıyla yol maceralarını izliyoruz. Bazen de dağ başında hayatta kalma mücadelesine tanık

oluyoruz. Seyrederken ‘’Acaba ben bunu yapar mıydım?’’ soruları zihnimizde çalkalanıyor.

Yaşadığımız bu dünyada her şeyin fıtrattan uzaklaştırılarak yapay bir yaşam alanına dönüşmesi

ve bunun insan ilişkilerine de sirayet etmesi karşılaştığımız belki de en büyük sosyal sorun.

Bunlardan rahatsız olmak da “saf insan” olmanın verdiği bir özellik. Süperberduş da yaşadığı

hayata dayanamayıp bireysel devrimini gerçekleştirmek için yabana kaçanlardan. Modern

dünyanın getirdiği “iyi bir kariyer lüks bir yaşam ve mutlu bir aile” ezberlerini yıkıp hakikate

doğru yolculuğa çıkmış ve bunu yaparken sistemin gerekliliğini yerine getiremediği için değil

de o sistem içerisinde en iyi hukuk fakültesinden mezun olup bunu ardına alarak tüm

konformizmi reddetmesi, onun varoluşsal manada dertli olduğunu gösteriyor. Normal

şartlarda toplumun kaymak tabakasında mevki alabilecekken yaptığı bu tercih samimiyetinin

göstergesi. Çıkış noktası olarak ne kadar doğru olsa da çözüm noktasında eleştirilerimiz var.

Duyulan rahatsızlıklar karşısında bireysel ve geçici çözümler uzun vadede bir etki yaratmıyor.

Page 48: Aile Akademisi Derneği

47

Şöyle formüle edersek bir kenara çekilip sistemin maruz bıraktığı yozlaşmadan kurtulurum ve

düzen çökme emaresi gösterdiğinde dışarıdan organize olup kendi düzenimizi kurarız mantığı

bir yere tekabül etmiyor. Bir toplum hayali kuruluyorsa o toplumun inşası için de uğraşılması

gerekiyor. İtiraz varsa eğer onunla mücadele zeminini oluşturmak lazım. Rahatsızlık ancak

böyle izole edilir. Onu eleştirerek görmezden gelerek ya da kaçarak tatmini yakalamak

mümkün değil.

Göze çarpan diğer unsurlara bakacak olursak bir aile dramı da mevcut. Ailede yaşanan

sorunlardan dolayı kaçtığını söylemiştik. Zamanla yaşanılan acı aileyi birbirine bağlamaya

başlıyor. Bir süre sonra eşler arasında dayanışma gerçekleşiyor. Baba normalde sert bir yapıya

sahip ama yaşanılanların etkisiyle bir yumuşama gösteriyor.

Filmin sonlarına doğru, babanın yalın ayaklı sahnesi izleyiciyi “dön evine artık” dedirten cinsten

olmuş. Bir diğer vurucu sahne ise yolculuk esnasında verdiği şehir molası. Sınırda prosedüre

takılan Alexander, şehir içinde bir tur atar. Uzaktan insanları izler. Kendini onların yerine koyar.

Dehşete kapılır o sahte yüzler karşısında ve daha fazla vakit kaybetmeden gece vakti yola

koyulur. Her karakter apayrı etki bırakıyor seyirciye.

Film, izleyenlerde uyandırdığı duyguların farklılık arzetmesinden ötürü, ardından eleştirel

noktada da çok farklı fikirler ortaya atılmış; kimi Süperberduş’u kahraman kabul ederken kimi

de narsist kişilik özelliğine sahip intihara meyilli biri olarak tanımlamıştır. Böyle anlaşılmaya

müsait bir film olduğunu söylemek gerekir. Çünkü kahramanımızın, yaşadığı sahte hayattan ve

ikiyüzlülükten bunalıp bu yalana dâhil olmak istememesi takdire şayan. Diğer taraftan

sorunlarla mücadele yerine kaçması ve insanın sosyal varlık anlayışını inkâr etmesi, bunu

yaparken de yanına gerekli ekipmanı almayıp fiziksel şartlara başkaldırması onu ölüme götüren

sebepler oluyor.

Filmin ana

mesajının da

kimilerinde yanlış

anlaşıldığını

söylemek lazım.

Gittikçe popüler

olan şeylerden

biri de doğa

sevgisi. İnsanlar

bunu bir imaj oluşturmak için yapmaya başladığından film de bu anlamda tüketilmiş. “Çantayı

al doğaya kaç” mesajına hapsedilmiş. Bunu sorumluluktan kaçma, her şeyi reddetme

kolaylığına indiremeyiz. Filmin temel esprisi sonunda yer alan mutluluk üzerine diyaloglarda

saklı.

Filmin yönetmeni hakkında şu bilgileri de arzetmeden geçmeyelim. Kendisi içinde bulunduğu

Batı’nın günahlarının farkında olan ve bundan utandığı için Irak’a ve Filistin’e giderek tarafını

Page 49: Aile Akademisi Derneği

48

belli etmiş vicdan sahibi biri. Bir röportajında ise söylediği “…geçmişinizden kaçamazsınız.

Toprağı talan ettik, Kızılderilileri katlettik. Ve bu, bir nesilden diğerine sirayet etti. Bizimkisi bir

suç kültürü.” sözleri ise onun duruşunu açıklamaya yeter.

Toplu bir değerlendirmeye tabi

tutacak olursak; amaç bilincini

sorgulatma ve “mutlu olmak için

yaptığım tüm bu şeyler beni

mutlu ediyor mu?” sorusunu

sormak adına izlemek gerekir.

Müzikler de yabana atılacak

türden değil. Eddie Vedder’in

temaya özel müzikleri ve

ustalıkla sergilenen oyunculukla

film yer yer zirveyi yakalamış. Filmde konu kapsamında yer alan hippilere de yer verilmiş. Bu

da rahatsız edici teşhir görüntülerinin oluşmasına yol açmış. Bunu da göz önünde bulundurmak

lazım. Uzun olması hasebiyle ivme kimi zamandüşse de sebat edip muhteşem finali izlemek

lazım gelir.

Filmin yayınlanmasından sonra popüler olan Christopher McCandless, bir sembol haline

getirilir ve son nefesini verdiği “sihirli otobüs” kimi doğaseverler için bir hac işlevine dönüşür.

Öyle ki bu yolda hayatını kaybedenler bile olur.

Elif Güner- UÜ İlahiyat

Page 50: Aile Akademisi Derneği

49

BUĞDAY

Hepimiz Bir Rüyadayız ve Ölünce Uyanacağız

“Hikâye, biz ona rastlamadan önce başlar ve biz

arkamızı dönüp gittikten çok sonra sona erer.”

“Tam öleceğimi hissettim.”

“Ne yaptın?”

“Nefes aldım.”

Bir arkadaşla sohbet anında geçen yukarıdaki diyalog

bugüne kadar yaşadığım en ilginç diyaloglardan

biriydi. Yazınca o andaki kadar ilginç görünmesede

basit olanın çok önemli gördüğümüz hayat

üzerindeki etkisini aşikâr kılması açısından çok

etkileyiciydi. “Ne yaptın?” sorusunu soran kişi olarak

beklediğim cevap “nefes aldım” değildi. Arkadaşın

cevabı olan “nefes”, Buğday filminde etkileyici bir

eserin seyrinin son kelamı olan ve ulaşıldığında ise

umudun diriliğini hatırlatan bir hale getirilmiş.

Buğday, gün içinde belki hiç önemini

düşünmediğimiz nefes ile ekmek/buğday arasında bir tercih ile bizi baş başa bırakıyor. Abbas

Kiyarüstemi sinema ile ilgilenenlere: “Başlangıç olarak, olayların kaynağına gidin: yaşamın

kendisine. Öncelikle etrafınızda olan biteni keşfedin. Sonra ilerleyin. İdeal olan, hakikat ile

masallar diyarı, dünya ile hayal gücü arasındaki devinimdedir.”1nasihatinde bulunuyor.

Kiyarüstemi’nin sözlerine ilave olarak; gerçekâlem ile rüya âlemi eklentisinde bulunmak

gerekmektedir, diyebiliriz. Buğday filmi tam olarak bahsettiğimiz yerde duruyor. Gerçek ile

rüya arasında bir dengede seyrediyor. İzlediğimizde karakterlerin tam olarak hangi zamanda

yaşadığını kavrayamamamız veya filmin distopyalardan, post-apokaliptik filmlerdenayrılan

yeri tam olarak burası aslında.

Semih Kaplanoğlu,birçok ödül almış Yusuf Üçlemesi’nin (Yumurta, Süt, Bal) ardından Buğday

filmi ile geldi. Buğday’ın kalabalık kadrosu ve konusu gereği üçlemesinde çok ayrı bir film

izleyeceğiz izlenimi oluşturmuştu açıkçası. Kıtlığın, kaosun hâkim olduğu bir dünyada

imkanlarda olduğu için Hollywood’u aratmayacak sahneler çekilebilirdi. Ancak bir sinema bakış

açısına sahip olan Semih Hoca, buna rağmen kendi sinema dilinden ve anlatımından

vazgeçmeden eserini ortaya çıkarmış. Buğday,senaryosu dâhil olmak üzere beş yıllık bir

emeğin ürünü. Beş yıllık bir emeğin ürünü olmasının tezahürü perdeye yansımış, film seyir

boyunca hiç acele etmeden ince ince işleyerek ilerliyor.Sinopsis, filmin özetini tam olarak izah

ediyor:

1 Abbas Kiyarüstemi ile Sinema Dersleri, Redingot Kitap Yay. Syf.20

Page 51: Aile Akademisi Derneği

50

“Yakın ve belirsiz bir gelecekte, ani bir iklim değişimi meydana gelmiş ve yeryüzündeki yaşamı

yok oluşa doğru sürüklemiştir. Sınırların yeniden kurulduğu yenidünyada, göçmen halklar

manyetik kalkanlarla korunan şehirlere kabul edilmek için kamplarda bekletilmektedir. Bir

diğer sorun ise genetiğiyle oynanmış tohumların sürdürülebilirliği konusunda yaşanan

kaostur. Parlak kariyerini ve şehri terk edip modern hayata sırtını dönen Cemil’le, tohum

genetiği uzmanı Profesör Erol Erin’in yolları Ölü Topraklar bölgesinde kesişir. Yeşertecekleri

tohumları aramak için çıktıkları yolculuk, Erol’un bugüne kadar öğrendiği her şeyi

değiştirecektir...”2

Genetik kaosun hâkim olduğu, dünyanın manyetik duvarlarla çevrili sınırlarla kesin olarak

bölündüğü, hem sınırların içinde hem de dışında bir kaosun hüküm sürdüğü bir zamanda,

genetik profesörü Erol Erin’in çözüm arayışı, filmin serüvenini oluşturuyor. Dünyanın bu hale

nasıl geldiğinin cevabı ayrıntılı bir şekilde filmde işlenmiyor. Filmin en eksik kaldığı kısmı burası

sayılabilir. Film, şu şu aşamalardan geçildi ve bu sonuca ulaştık, diye ayrıntılı bir şekilde

dünyanın nasıl bu kaosa geldiğini, buğdayın nasıl yok olduğunu, sınırların içindeki ve dışındaki

hayatın nasıl olduğunu vs. ayrıntılı olarak anlatmıyor. Sadece belirli kısımlara (genetik

müdahaleler gibi) atıflar yaparak ilerliyor. Burada belki en başta alıntı olarak yazdığımız

Kiyarüstemi’nin cümlesini hatırlamakta yarar var: “Hikâye, biz ona rastlamadan önce başlar.”

Buğday’da dünyanın bu hale gelişinin hikâyesi, biz filmi izlemeden önce başlamıştır. Hikâyenin

bizimle beraber bir seyri vardır ki bu seyir zaten film oluyor. Film bittikten sonra yani “biz

arkamızı dönüp gittikten çok sonra sona erer.”Buğday’da gerçekten eksik olarak sayılabilecek

tek nokta ise “M parçacığı” arayışının yani hakikatin kaybolmasının tek suçlusu olarak sadece

Anglosakson medeniyetini göstermesidir. Sinopsiste yazmayan ancak filmde açıkça var olan

bir diğer ve en önemli nokta ise Hz. Musa ve Hızır kıssasının filmin merkezinde yer alması.

Yolculuk esnasında Erol Erin’in karşılaştığı olayların büyük çoğunluğu (suda bulunan çocuk,

sandalın delinmesi, duvarın onarılması vs) kıssada gerçekleşen olaylardan oluşuyor. Hakkını

vermek gerekirse kıssa çok iyi bir şekilde filme işlenmiş. Semih Kaplanoğlu filmde bir Kur’an

kıssasını temsil yoluyla aktarmayı tercih etmiştir. Son yıllarda yoğun olarak yapılan diziler ve

birçok filmde özellikle “yerli” etiketi altında birçok tarihi ve dini önemli karakter ve olay tasvir

edilerek karşımıza getirilmektedir. Bu getirilme Buğday filmindeki gibi değil tamamen

duygularımız üzerinde bir etkileşim üzerinden gerçekleştirilmektedir. İzleyen insanın aslında

duygularını manipüle ederek ideolojik bir aygıt olarak kullanılmasından başka bir şey değildir.

Yıllardır Hollywood üzerinden Amerika’nın yaptığının aynı biçimle sadece içeriğinin

değiştirilerek yapılmasından başka bir şey değildir. Semih Hoca’nın temsil yoluyla anlatımı

tercih etmesi, tasvir edilerek yapılan bütün anlatımların kat kat üstünde bir yerdedir

kanaatimce. Bunun en önemli sebebi ise “Buğday”ın, insanı bir tefekkür sürecine

sokabilmesidir.

2http://www.kaplanfilm.com/tr/bugday.php

Page 52: Aile Akademisi Derneği

51

Buğday tür olarak

bildiğimiz herhangi bir

kalıba sığmıyor. Bilim

kurguya kaydığı, post

apokaliptik sinemaya

benzediği yerler veya

mistik/sufi sinemaya

benzediği yerler

taşısada biçimsel

olarak bu tarzların hiçbirisine ait değil. Biçim olarak yönetmenin, bildiğimiz biçimlerin dışına

çıktığını açıkça söyleyebiliriz. Film hakkında yapılan olumsuz eleştirilen büyük çoğunluğunda

biçim eleştirisini görüyoruz zaten. Biçimin bu şekilde kendine has olması filmin anlatmak

istediğine tamamen hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Herhangi bir formun şekline büründüğü

takdirde karşımızda daha kötü bir film yer alırdı büyük ihtimalle.Biçimle oynamakla ilgili Derviş

Zaim’in “ayaklarınızı bu coğrafyanın size sunduğu şeylere dayayarak onlardan hareket ederek

bir sinema yapmak istiyorsanız gerek içerik gerek biçimi bunun üzerine oturtmak gibi bir

niyetiniz varsa burada birtakım başka mücadelelerin başka çamurlu alanların mayınlı alanların

içerisine girmeye nailsiniz demektir.” sözleri yeterince açıklayıcıdır.

Buğday filminin türü hakkında söylenen sözlerden veya yazılan eleştirilerden hiçbirinin

bahsetmediği ama bahsetmeleri gereken bence en önemli nokta filmin siyasal/politik film

özelliklerini de barındırması. Bu nokta dillendirilmediği için aslında olumlu veya olumsuz

yazılan eleştiriler, meramlarını tam olarak anlatamıyor. Örnek verecek olursak film, karşısına

bilimi almıyor. Bilime yönelik yapılan bütün eleştiriler, hikmeti yitirmiş bilim felsefesi

üzerinedir. Bunun da ortaya konması için aslında filmin siyasi eğiliminden de bahsetmek

gerekiyor. Buğday, Anglosakson medeniyeti ya da amiyane ifadeyle batı

medeniyetine/modernizme bir reddiye sayılabilir. Film boyunca kullanılan dil İngilizce

olmasına rağmen filmin açılışında şehre alınmayan mülteci çocuğun dilinin Arapça olması,

aslında direk açılışta bu siyasi duruşun bir göstergesi olarak okunabilir. Film, modern dünyaya

karşı doğrudan bir eleştiri taşımakla beraber modern sonrası dünya konusunda hiç

konuşmuyor. Filmin külliyede galasının yapılması var olan değerini kesinlikle azaltmıştır. Çünkü

bir şekilde o medeniyetin politikalarını bu topraklarda uygulamaya devam eden bir hükümet

tarafından desteklenmiştir. Filmin galasının yapıldığı külliyede başka filmlerin de izlenmesi

hatta hükümete muhalif bir yönetmenin filminin izlenmesi bu olumsuz etkinin kırılmasının tek

yolu gibi görünmektedir.

Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli’nin huzurundayken ona: “buğday mı, himmet mi?” sorusu

yöneltilir. Yunus Emre de: “buğday” cevabını verir. Sezai Karakoç, Yunus Emre ile ilgili anlatılan

kıssayı şu şekilde izah eder:

Page 53: Aile Akademisi Derneği

52

“Yunus’un, Hacı Bektaş’a gitmesi ilim isteğiyle ilgilidir. Çünkü buğday ilmin sembolüdür. Bu

isteğine karşılık Yunus’a hep “manevi yol” teklif edilmiş, o da sürekli olarak ilmi istemiştir.

Yunus’un yolda (dağda)pişman olup geriye dönmesi ise ilimle irfan arasında, Hacı Bektaş

erenlerinin yoluna girip girmeme konusunda tereddütler geçirdiğini göstermektedir. Çünkü

dağ, yalnızlığı, düşünceyi, riyazeti ve murakabeyi sembolize eder.”3

Bu soru filmde de, Profesör Erol Erin’in yolculuğunun başlangıcında, karşılaştığı sorudur.

Yunus Emre verdiği cevaptan sonra eğitimini/tezkiyesini Taptuk Emre’nin mürşitliğiyle

gerçekleştirmiştir. Erol Erin de “buğday” cevabını verdikten sonra eğitimini Cemil’in

mürşitliğinde tamamlamaktadır. Bu soru, bir yönüyle filmin de cevabını aradığı soru oluyor ve

sonunda cevabı veriliyor sorunun. Filmin tasavvuf zemini üzerinden de şekillendiğini ekstra

belirtmeye gerek yok. Semih Hoca,film hakkında kendisiyle yapılan röportajlardan birinde hem

Tarkovski benzetmelerine cevap veriyor hem de bu durumu açıkça izah ediyor: “Tarkovski

benim sevdiğim bir yönetmen. Sinema alanında alan açmış büyük bir isim. Kendi yaptığım

sinemanın yünik bir sinema olduğunu düşünüyorum. İnsanın içinin içine yoğunlaştığımızda belli

referanslara bakmak gerekiyor. Ben, İbni Arabi’den beslendiğimi söylüyorum.”4

İbn-i Arabi’nin kıssa üzerinde şerhini okuyunca açıkça filmde bunu görebiliriz. Filmdeki en uzun

diyaloglu sahnelerden birinde Vahdeti Vücud’un ifade edilmesini de buna örnek

gösterebiliriz.Yok oluşun eşiğine gelen bir dünyada Profesör Erin, artık kendi yetiştiği dünya

dışında bir yerden cevap aramaktadır. Sınırların içindeki dünya bu soruna cevap

üretememektedir. Aradığı cevap tekrardan tohum üretmenin bilgisi olmasına rağmen

karşısına çıkan kişi insan üzerine konuşmaya başlar. Aslında bozulanın insan olduğu ve

dünyanın bu halinin de bunun tezahürü olduğunu gösterir.

Filmin övülmesi gereken bir diğer noktası da, görüntü yönetmeninin ortaya çıkardığı

görüntüler. Amerika, Almanya ve Türkiye’de çekimleri yapılan filmin, özellikle dış mekânda

yapılan çekimlerinde karşımıza çıkan görüntüler gerçekten çok etkileyici bir seyir sunuyor.

Burada önemli olan bir diğer kısım ise bu görüntülerin içeriğe de etki etmesi. Filmin başında,

yok olan medeniyetin/ sınırların içindeki koca binaların arasında karakterlerin küçük kalması

3http://www.yunusemre.gov.tr/index.php/about-2/497-bugday-m-himmet-mi 4https://www.yenisafak.com/gundem/teknolojinin-bedelini-hepimiz-oduyoruz-2781811

Page 54: Aile Akademisi Derneği

53

ve insanın ezilmesi; daha sonra ise doğa karşısında aynı küçüklüğün devam etmesi anlatılmak

istenenle doğrudan bir bağlantı kurmuştur. Doğa kendisiyle savaşan insandan bir şekilde öç

almaktadır ve ders vermektedir. Filmde ana karakterler gerçekten başarılı bir oyunculuk

sergilemektedir. Oyuncuların bu başarısı,hikâyelerini bilmediğimiz karakterlerin tepkilerinin,

tercihlerinin inandırıcı olmasını sağlıyor. Özellikle; oyunculardan başrolde oynayan Jean-

MarcBaar, üstün bir oyunculuk sergilemektedir. Az diyaloğun yer aldığı ve yer alan

diyaloglarında ekseriyetinin didaktik olduğu bir filmde iyi oyunculuk sergilemek gerçekten bir

başarıdır.

Filmde ilginç olan noktalardan biri ise hiçbir ana karakterin ve yardımcı karakterlerin ailesiyle

beraber yaşamaması ancak bunu hepsinin içerisinde bir yara olarak dillendirmesidir. Erol

Erin’in gördüğü rüya ve Cemil’in konuşmaları, Cemil’in yanan evi ve kızına olan özlemi ve

Andrei’nin ölü topraklardaki ailesinin aramak için Cemil ile yollarının ayrılması. Andrei isminin,

içerisinde benzerliklerde taşıdığı Stalker filminin yönetmenine ve Semih Hoca’nın sevdiğini

belirttiği Tarkosvki’ye atıf olarak verildiği yorumunda bulunabiliriz. Ama Andrei ile Erol Erin’in

yollarının ayrılması ve bir daha Andrei’ninhikayesini görmeyişimizden, Semih Hoca’nın aslında

kendine ait bir sinema filmi yönelimi olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

Buğday filmi aslında tam olarak bir yönüyle bize bugünümüzün bir temsilini sunmakta ve

Semih Kaplanoğlu bu duruma Kur’an kıssasından ilhamla bir çözüm arayışına girişmektedir.

Filmin ne söylediğinden öte ortada bir derdin filmi bulunmaktadır. Ancak Buğday filminin

serencamı bir tarafın:“Bakın biz bir başyapıt ortaya koyduk.” diye savunmaları ve karşı tarafın

ise:“Bu bir ‘propaganda’ filmi.” söylemleri arasında savrulmaktadır.Buğday’ın sunduğu çözüm

önerisi şahsen tartışmaya açık bir öneridir. Filmler bir yönüyle bittikten sonra başlar. Bütün

insanlığın derdi üzerine kafa patlatarak ve her sanat eseri gibi sanatçının görüşünü de yansıtan

eser bir probleme kanalize olmaya bizi davet etmektedir. Buğday mı?.. Nefes mi?..Çözüm

önerisiyle beraber bahsettiği sorunun üzerinde tefekkür/tezekkür etmek gerekmektedir

Burak Çamur -UÜ Hukuk

Page 55: Aile Akademisi Derneği

54

ÖTEKİNİN BABASI

Farsça ismi “ دیگری آن پدر ” olan, Türkçe’ye “Ötekinin Babası” olarak çevrilen filmin yönetmeni Yedullah Samedi’dir. Klasik İran filmlerinden farklı olarak sanatsal kaygıdan çok öğüt verici, didaktik dilin fazlaca önde olduğu, çocuk eğitimine değinen bir film.

Film,6 yaşına gelmiş olmasına rağmen henüz konuşamayan bir çocuğu konu ediniyor. Filmin ana karakteri Şahab, 5 kişilik bir ailenin 3 çocuğundan biridir. Başarısı ile ailenin göz bebeği olan bir abisi ve 2 yaşında yeni yeni konuşmaya başlamış bir kardeşi vardır. Şahab ise hem konuşamadığı hem de abisi ve küçük kardeşinin gölgesinde kaldığı için ailenin baba tarafından yok sayılan çocuğudur. Şahab’ın bu yaşına kadar konuşamamasını babası ve akrabaları, çocuğun zekâ problemi olduğuna bağlamışlardır. Anne ise oğlunun her şeyi anlayabildiğini, sadece daha konuşmak için zamanı olduğunu düşünür.

Kahramanımızın ise zannedildiği gibi zihinsel ve biyolojik bir sorunu yoktur. Sadece kırgın, küskün ve kızgındır. Şahab

kendisine dair söylenen her cümleyi anlar, kötü sözlere ise söyleyen kişiye bir zararla karşılık vererek aklınca kendisini korur. Filmde çocuk tabiatı, çocuk kalbi çok iyi işlenmiş. Çocukların gönüllerine sevgi dolu ufak dokunuşlarla dokunulduğunda içlerinde barındırdıkları nice cevherlerin ortaya çıkarılabileceğini, ilgisiz ve sevgisiz bir yüreğin ise çorak bir toprak gibi içten içe küskünleşeceğini görüyoruz. Şahab küskündür çünkü babası ona değerli olduğunu, evladı olduğunu hiçbir zaman hissettirmemiştir. Babasının evde sadece abi ile ilgilenmesi ve onu yok saymasına karşı bir tavır gösteren Şahab çareyi konuşmamakta buluyor. Sevgi kırıntılarını yalnızca annesinden alan Şahab, kendi babasını sadece en başarılı çocuk olan abisinin babası sanıyor. Ve bu yüzden babası “ötekinin babası”.

Baba, işleriyle öyle çok meşguldür ki kafasında sadece işinden terfi etmek vardır. Ve bu yüzden eve sürekli iş getirir. Yalnızca birçok dalda ödüller almış olan son derece başarılı büyük oğlu ile ilgilenir. Hatta deyim yerindeyse oğlundan ziyade onun başarısını daha çok önemser. Babanın değer yargıları içerisinde başarı ön sıralardadır. Baba, seküler ve modernist dünyanın değer yargılarını taşır hatta bir nevi bu dünyayı temsil eder. Şahab toprağı, bahçeyi, çiçekleri, toprakta yaşayan börtü böcekle oynamayı çok sever, ama baba için bunlar gereksiz ve değersizdir. Film, babanın değer yargıları üzerinden, sadece modern dünyanın değer verdiği sayısal derslere önem vermenin yanlışlığını, insanın pek çok ilgi alanı olacağını vurgular. Biz de biliyoruz ki çağımız eğitim sisteminde sayısal dersler daha önemli görülmekte, sayısal öğrencileri yüksek bir zekâya sahip olarak algılanmaktadır. Oysaki insan çok yönlü bir varlıktır. Kiminin becerisi ve ilgisi sanata, toprağa, müziğe olabilirken diğerinin matematiğe, sözel alanlara olabilir.

Anne ise Şahab’ın toprağa olan ilgisinin farkında olmasına rağmen ev meşgalesinden dolayı çocuğuyla bahçede zaman geçirmez. Şahab hep yalnızdır. Babanın ilgisizliği, anne ve babanın çocuğun dilinden anlamıyor oluşu ve annenin salt koruma içgüdüsü ile yaklaşıp nedene değinmeyip çocuğun konuşmamasını sadece zamana ve babanın ilgisizliğine bağlaması bu durumu perçinler.

Film çocuk eğitimindeki yanlışları örnekler üzerinden bir nevi kıssadan hisse şeklinde vermeye çalışmıştır ki bu şekildeki anlatımlar söze göre daha akılda kalıcıdır. Filmde sık sık yalana, yalanın zararlarının bazen çok büyük olacağına, göz yumulan bu davranışın sonucundan kişinin de önünde sonunda yalandan kötü şekilde etkileneceğine vurgu yapılıyor. Filmdeki anne karakteri kendisine kötü söz söylendiğinde karşı tarafa fark ettirmeden zarar veren Şahab’ı her durumda koruyup kollar. Bu korumalar ise bazen yalanla olur. Örneğin, Şahab kendisine kötü davrandığı için evlilik arifesindeki

Page 56: Aile Akademisi Derneği

55

halasının gelinliğinin bir parçasını keser. O esnada gelinlik annesine emanet edilmiştir. Daha önceden yalan ve bir başkasına zarar verme durumunda oğlunu uyarmayıp onu koruyan anne bunun sonucunu sabaha kadar gelinliği onarmakla çekmiştir. Yaptığından annesinin zarar gördüğünü gören çocuk masumane bir şekilde bantla gelinliği bantlayıp hatasını telafi etmeye çalışmıştır. Çocuk eğitimindeki hatalardan birine bu şekilde değinilmiştir. Çünkü bir annenin yalana yataklık etmemesi, bunun kötü bir şey olduğunu çocuğuna açıklaması, bazen sonucu olumsuz şekilde sonuçlansa, çocuk üzülse dahi yalana başvurmaması ve çocuğun yalanını desteklememesi gerekir. Burada çocuğun yalanı olumlu şekilde algıladığını Şahab’ın “Ne kadar yalancı ve iyi bir anne.” düşüncesinden anlıyoruz.

Film genel olarak anlaşılamayan, sevgi görmeyen Şahab’ın durumunu çeşitli örnekler üzerinden veriyor. Kişi bir süre sonra “Ne zaman konuşacak bu çocuk?” diye sormadan edemiyor. Sonrasında anneanne eve gelip Şahab’ın yatağına bir civciv koyarak ona sürpriz yaptığında biz de anlıyoruz ki anneanne Şahab’ın dilinden anlayacak. Anneannenin geldiği gün ailecek babanın arkadaşına gidilecektir. Ailecek gidileceğini duyan Şahab en güzel elbiselerini giyerek hazırlanır ve arabanın içinde

beklemeye başlar. Lakin baba rezil olmak istemediği için onu götürmez ve bunu dillendirir. Arabadan inen Şahab’ın çocuk yüreği bir kez daha kırılır. Çok kızgındır ve yemek tabağını yere atar. Ve beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Anneanne “Ne yapsan haklısın, istediğini kırabilirsin.” der. Çocuğu anladığını göstermek ve çocuğun içindeki öfkeyi dindirmektir tüm amacı. Anneanne öğretirken eğlendirir. Ahlaki kuralları vardır, lakin bunları çocuğa örnekler üzerinden merhametli bir şekilde vermeye çalışır. Şahab’ın çocuk kalbine dokunmayı, ondaki cevheri ortaya çıkarmayı başarır.

Yeni dönem İran sinemasında sonu flu biten filmlerden sıyrılıp sonunun netleştirildiği, çocuk eğitiminin ele alındığı filmler de görmeye başladık. İslam ahlakı üzerine sevgi merhametle, yeri geldiğinde hatasını göstererek, hatasının sonuçlarını üstlenecek çocuklar yetiştirmeye ağırlık veren filmlerin artarak devam etmesi gelecek nesiller açısından önemli. İflah olmaz Siyonist ve de kapitalist düşüncenin amaçlarından biri de yeni nesli ifsat etmektir. Ve bunu ellerindeki çeşitli güçlerle durmaksızın yapıyorlar. Bunlardan biri de sinema. Bunun için Müslümanlar olarak yok edemediğimiz güç karşısında alternatif oluşturmamız gerekiyor.

Biz biliyoruz ki her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Çocuğu yetiştiren ebeveynler özellikle de anne çocuğun ilk yıllarında onun bu fıtratını desteklemeli, çocuğuna süt ile birlikte ayetleri yaşayarak yaklaşmalıdır. İslam fıtratından koparılarak yetiştirilen çocukların ruhu kangren olur. Bu sebeple çocuk eğitimi batılı psikolog ve uzmanlara bırakılamayacak kadar önemli bir mevzudur. Anne, toplumu inşa eder. Öncelikle bilinçli anneler sonrasında hayırlı nesiller yetiştiren ebeveynler olmamız duası ile…

Fatma Polat - UÜ PDR

Page 57: Aile Akademisi Derneği

56

TRUMAN SHOW

The Truman Show, Andrew Niccol’un senaristliğinde ve

Peter Weir’ın yönetmenliğinde çekilen 1998 yapımı bir

filmdir. Filmin başrollerinde usta oyuncu Jim Carrey, Ed

Harris, Laura Linney, Natascha McElhone gibi isimler yer

almaktadır.

Truman, gayet düzenli hayatı olan bir sigortacıdır. Güzel

bir adanın üzerinde yer alan evinde eşi ile birlikte mutlu

bir yaşam sürmektedir. Trafik sorunun hiçbir şekilde

yaşanmadığı, büyük şehirlerde yaşanan hırsızlık, cinayet,

adam kaçırma, gasp vs gibi kötülüklerin olmadığı, tüm

insanların mutlu bir şekilde hayat sürdüğü Seahaven

Şehri’nde, bu rutinliğin ayrılmaz bir parçası olarak, sahte

bir hayatın içerisinde yaşamaktadır. Oynadığı oyunun

kendi hayatı olduğunu bilmeden varlığını

gerçekleştirmeye çalışmakta ve bu durum kendisi hariç

herkes tarafından bilinmektedir. Her tarafı kameralarla dolu bir ada üzerinde Truman için tüm

sakinlerini oyuncuların oluşturduğu ve kameralarla donatılan bir stüdyo kurulmuştur. Doğduğu

ilk andan itibaren hayatı tüm dünyada canlı olarak izlenmektedir.

Truman; büyük bir medya şirketinin doğuştan itibaren evlat edindiği ve kendi amaçlarına

hizmet için kullandığı birisidir. Modern insanın en saf halini yansıtan ve bir kültürel tüketim

nesnesi olarak insan yaşamlarının resmini yansıtan önemli bir karakterdir. Var olan dünya

düzeninden uzaklaşmayı denemediği sürece üzerinde oynanan oyunun düğümünü asla

çözemeyecektir. Benliğini gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi durumunda ise

özgürlüğünü(!) elde edebilecektir. Ancak bunların olması durumunda seyirci tabanında

ilgi/reyting kaybına sebep olacağı endişesiyle sürekli takip altında tutulmaktadır. Kısacası o,

sistem tarafından kendi benliğine yabancı kalması sağlanmış modern bir köledir. Stüdyoda

tasarlanmış olan dünyasından çıkması engellenerek gerçek dünya ile tanışmasının önünde

durulmaya çalışılmıştır. Hiç görmemiş olduğu dış dünyada ise ona hayran olan büyük bir seyirci

kitlesi bulunmaktadır.

Tüm bu sanal âlemin içerisinde ise Truman’a gerçekleri söyleme cesaretini bulan sadece bir

kişi vardır: Sylvia. Sylvia, Truman’a herkes tarafından izlendiğini söylemiş ve yaptığı bu itirafın

ardından figüran olarak alındığı setten uzaklaştırılmıştır. Ancak üniversite yıllarında yaşadığı bu

olay Truman için önemli ve unutulmaz bir iz bırakmıştır. Günün birinde öldü sandığı babasını

görmesi üzerine yaşadığı hayatın artık sorgulanması gerektiğine kanaat getirmiş ve kurmaca

bir düzen içerisinde tek başına olduğunu hissetmeye başlamıştır. Truman’ın yaşadığı

duygusallıklar üzerine yapımcısı Christof, acil eylem planı olarak babasını tekrar senaryoya

dâhil etmiş, hafıza kaybı hikâyesi ile olayları dramatik hale getirerek baba oğul kavuşmasını

reyting rekorları kıracak bir şekle çevirmiştir.

Page 58: Aile Akademisi Derneği

57

Filmde karakterlere verilen isimler de bir hayli ilgi çekicidir: Truman (True man); gerçek insan,

sahte ve oluşturulmuş yapay bir dünya üzerinde sahici olan ve yaşadıkları gerçek olan tek

insandır. İçinde yaşamış olduğu dünya bazı açılardan yapay ve sahte olsa da onun yaşantısı

samimi bir yaşamdır. Truman’ın yaratıcısı Christof; İsa’yı ve Tanrı’yı çağrıştıran bir isimdir.

Büyük bir ekip ile çalışan ve tek amacı seyirciyi ekranda tutmak olan Christof, yaptığı bu

davranışın arkasında iyi niyetler varmış izlenimini yaratmaya çalışmaktadır. Dışarıdaki gerçek

dünyanın kirlenmişliğinden bahsederek, kendi sunduğu dünyanın kusursuzluğunu ve

güzelliğini vurgulamaya çalışmaktadır. Şehre seçtiği isim de bu noktada çok manidardır: Sea-

haven; deniz limanı, deniz sığınağı. Christof, oyuncusunun yaşantısını tasarlayarak ona bir

kader sunmakta, bölgedeki iklimi ve hava koşullarını belirlemektedir. Tüm bunları yaparken de

Truman için bir cennet yarattığını düşünmektedir. Böylece Christof, oluşturmuş olduğu ütopya

üzerinden onu kontrol ve denetim altında tutarak Tanrısal konumunu hissettirmeye

çalışmaktadır.

Truman’ı kontrol altında tutmaya çalışan zihniyetin ana amacı, kaygılarını, üzüntülerini,

sevinçlerini, umutlarını, tasalarını, öfkelerini kısacası onu insan yapan her türlü duygusunu

yönlendirmek istemesidir. Tüm bunlara direndiği ölçüde ise filmin kahramanı insanlık özelliğini

kazanmaya başlamaktadır. Murat Gülsoy’a göre Truman televizyonun içinde büyüyen bir

çocuk, show dünyasının zavallı kahramanı ve dev ürün yerleştirme dramasının tek gerçek

karakteridir.

Sorgulama mantığını başarılı bir şekilde ekrana yansıtmış olan film, insan hayatının nasıl da

sanal dünya üzerinden aktığını gözler önüne sermektedir. Televizyon ve internet üzerinden her

türlü bilgi alanlarının, hareketlerin, isteklerin saptanması ile insana sunulan ve tercih olarak

lanse ettirilmeye çalışılan manipülasyon faaliyetleri ile Truman’ın hayatı ciddi derecede

paralellik arz etmektedir. Teknolojinin geniş bir şekilde insan hayatını istila etmesi neticesinde

önemli bağlar yok olmakta, ilişkiler zayıflamakta, tahammül düzeyi düşmekte, farkında

olunmadan gerçekleştirilen zorunlu yönlendirmeler ile insan tatminsizliğe ve mutsuzluğa

doğru adeta sürüklenmektedir.

Filmin en önemli özelliği, sanal bir tema

üzerinden medya ve gücüne karşı ciddi

bir eleştiri yöneltiyor olması, felsefi

yaklaşımlarla insan hayatını yönlendirici

ve kuşatıcı güçlerin sorgulanmasını

sağlamaya çalışmasıdır. Filmde,

medyanın kıskacına alınan insan

karakterinin ‘Tanrıcılık’ oynamaya

çalışan medya patronlarının elinde nasıl

hiçe sayıldığı, insanın sadece

yönlendirilmeye çalışılan bir makine olarak kabul edildiği ve sektörün devam edebilmesi için

Page 59: Aile Akademisi Derneği

58

seyirci kitlesini sadece tüketmeye dayalı bir anlayış çerçevesine sığdırma gayretinde olan bir

anlayış sergilenmektedir.

Sürükleyici ve sağlam temelleri olan film, medya-kitle paradoksunun önemli ayrıntılarını

içermekte, sisteme yönelik eleştirileri, medyanın insan hayatını nasıl da modernizm ve

kapitalizmin esiri haline getirdiğini ve kullandığını yansıtmaktadır. Film aynı zamanda; dinsel,

ailesel, kültürel, toplumsal kurumlara isyan ederek özgürleşen ve gerçek kimliğini sadece bu

tarz üzerinden oluşturmaya çalışarak buna cesur bir şekilde sahip çıkan bireyi ön plana

çıkarmıştır. Söz konusu sistem bundan sonra da medya ve gerçeklik algısı üzerinden seyircinin

merak duygusunu kamçılayarak yeni isimlerle aynı kahramanları oluşturmaya devam

edecektir.

Saniye Yaşar – UÜ Tarih

Page 60: Aile Akademisi Derneği

59

FİLİSTİN’E VEDA

Orijinal ismi Farsça da “Hayatta Kalanlar” anlamına gelen بازمانده olan film, Türkçeye “Filistin’e

Veda” olarak tercüme edilmiştir. Film İran-Suriye ortak yapımı olup orijinal seslendirmeler

Arapça’dır.

1995 yılında vizyona giren filmin yönetmenliğini yapımcı, senarist ve yönetmen olan Seyfullah

Dad yapmıştır. Filmin senaryosu da yine ona aittir. Filmin yapımcılığı Seyfullah Dad’in kurmuş

olduğu Sina Film’e aittir. Seyfullah Dad, “Güzellik arayışında olan Tahran” “Kani Manga”

“Yağmur Altında” gibi filmlerin de yönetmenliğini yapmış; Kani Manga filmi için Fajr Film

Festivali Jürisi Altın Madalyası ödülünü, “Hayatta Kalanlar” filmi için ise Fajr Film Festivali Jürisi

Crystal Simorh ödülünü almıştır. Filmin müzik yapımcısı, İran’ın önde gelen bestecilerinden

olan müzisyen Mecid Entezami’dir. Kendisi birçok filmin müzik yapımcılığını üstlenmekle

beraber birçok da ödül almıştır.

İran filmlerinin yasaklarının filmde yer almamasının sebebi Suriye’de çekilmiş olmasıdır. Filmde

Suriyeli ve İranlı oyuncular yer almaktadır. Filmin başrolleri Selma el–Mısri (Safiye), Ciyana Iyd

(latıfe), Cemal Süleyman (Doktor Said), Bassam Kossa (Yahudi film yapımcısı), Gassan Mesud

(Şimon), Sabah Barakad (Hanna), Aladdin Coelho (Reşid)’e aittir.

1948 yılında Hayfa’da geçen ve Yahudilerin Filistin’e göçünü konu alan filmde, Filistinli ünlü bir

yazar ve gazeteci olan Ghassan Kanfani’nin “Hayfa’ya Geri Dönün(بازگشت به حیفا)” adlı

eserinden esinlenilmiştir. Film, Dr. Said ve ailesi çerçevesinde Hayfa’yı; Hayfa merkezinde ise

Filistin’i anlatmaktadır.

Senaryo Filistin’in İngiliz mandasında olan süreci ile başlatılmış ve işgal öncesinde yapılan bu

hazırlıklarla bağlantı kurulmuştur. Filmde Siyonist işgalin, Manda yönetiminin geri çekilmesinin

hemen ardından gerçekleşmesine de dikkat çekilmiştir.

“Filistin yanan bir orman gibi olmuş. Bir tarafı söndürdükçe öbür tarafı tutuşuyor. Bu

yangından kim kurtulabilir? Tabi ki ormanın dışında olanlar.” İngiliz müfettişine ait bu sözler.

İngiliz- Yahudi işbirliğinin, halkı, evlerini ve topraklarını bırakıp kaçmaya ikna etme ve

“topraksız bir halk için, halksız bir toprak” düşüncesi ile Filistin’in şehirlerini boşaltma ve

Page 61: Aile Akademisi Derneği

60

Yahudi olmayan herkesten arındırma amacını göstermektedir. Bu amaç için huzursuzluk

yaratan eylemler, patlamalar, tehditler yapılmaktadır. Tehdit edilen ailelerden birisi de

İstasyonda yapılan patlamayı gerçekleştiren Şimon hakkında şikâyette bulunan Dr. Said’dir.

Yahudileri Filistin’e yerleştirmekle görevli ve adanmış bir Siyonist olan Şimon, Dr. Said’i yanına

getirttirerek bir hafta içerisinde Hayfa’yı terk etmesi için tehdit eder. Dr. Said’le olan diyalogları

Siyonist İşgalcilerin amaçları ve bu amaç için yapılan eylemlerin mantığını ortaya koymaktadır:

“Biz Filistin’de milli bir Yahudi vatanı kuruyoruz. Sistemli ve planlı bir devrim yapıyoruz.” Ayrıca

Şimon, yaptıkları katliamlar için delil olan uydurulmuş şu ayeti de okur: “Onların her şeylerini

tamamen yok et ve onları esirgeme. Erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden

koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”(Tevrat, 1. Samuel böl. Ayet 3)

Şimon, Dr. Said’i daha fazla korkutmak ve canını yakmak için özellikle kardeşi ve ailesinin

ölenler arasında olduğu Deir Yasin katliamını hatırlatır. Kudüs yakınlarında bulunan Deir Yasin

köyünde Siyonist Irgun örgütüne bağlı militanlar tarafından yaklaşık 300 kadın, çocuk ve

yaşlıların katledildiği olayı Şimon şu şekilde anlatır: “Halktan düşmanlarımızla işbirliği

yapmamalarını istedik, ama bizi dinlemediler sonra onları öldürdük. Gerçek şu ki köyün bütün

halkını topladık ve üstlerine ateş saçtık.” Bu kadar basittir. Bizim olanı almak için öldürürsün.

Yapılan zulüm tehdidin ötesine geçmiştir ve bu etnik temizlikten başka hiçbir şey değildir.

Hitlerin yaptığı soykırımın mağdurlarından olan Yahudilerin, aynı zulmü Filistinlilere karşı

yapmaları da ilginç bir durumdur. Şimon’un, “Eğer Hayfa’yı terk etmezseniz sizi ailecek denize

dökerim.” tehdidine karşılık Said, “Zaten bu Hitler’den öğrendiğiniz tek şey.” olarak verdiği

cevapla bu çelişkiyi dillendirmiştir.

Aileleri anneler vatanları ise

babalar kurtarır. Dr. Said’in annesi

(Safiye) ve babası (Reşid) bu

cümlenin tam bir örneğidir. Safiye

bir kızını doğum yaparken, bir

evladını da Deir Yasin katliamında

ailesiyle birlikte kaybetmiştir.

Dolayısıyla oğlu Said’in de

yaşaması ve kendisine geri

dönmesi için yüreği yanmaktadır.

Ancak Filistin direnişçilerinden olan kocasını oğullarını Gazze’ye getirmek için ikna

edememektedir. Reşid, Filistinlilerin kendi evlerini terk etmemeleri gerektiğini söylemekte ve

“Ben insanları başka bir şey yapmaya ikna ederken sen benden bunun tersini istiyorsun. Yani

oğlumu ve torunumu kurtarmak. Şimon, Siyonistler ve sen hepiniz tek bir şey istiyorsunuz;

evlerimizi terk edip göç etmemizi. Herkes kendi menfaatini düşünürse ve onu ülke menfaatinin

üstüne koyarsa o zaman ne olacak? Koyun sürüsüne dönüşeceğiz. Sessizce ve sakince

yemlenirken, çevremizde olanları hissetmezken birden uyanıp bıçak boğazımıza dayanmış

olacak.” diyerek Safiye’nin isteğine itiraz etmektedir. Safiye’nin oğlu ve torunu Ferhan için

duyduğu endişe bir baba olarak Reşid’i mutlu eder ve Said’in, yaşadıkları konusunda endişe

değil de mutluluk duymasını ise ölümüne sebep olsa bile “Ben mutluyum çünkü oğlum Said

Page 62: Aile Akademisi Derneği

61

Filistin’den kaçmanın öldürücü hastalıklardan ve kanserden çok tehlikeli olduğunu öğrenmiş

oldu.” sözleriyle açıklar.

Ancak babanın bu açıklamaları anne yüreğinin acısını dindirmez. Safiye, Reşid’e: “Sanırım

hayat sisteminde büyük değişiklik var. Adaletsiz bir sistem bu. Anne çocuklarını büyütürken siz

erkekler durup bakıyorsunuz. Anneyi kendi halinde bırakıyorsunuz. Ticaret ve siyasete

kaçıyorsunuz. Eğer bu fark olmasaydı dünya yeşil bir cennet olurdu.” sözlerinin yazılı olduğu

mektubu bırakarak Hayfa’ya oğlunun yanına gider. Bu süreçte İngilizler, Filistin’den çekilir ve

toprakları Siyonist işgale teslim eder.

İngilizlerin bölgeye gelmesi ve çekilmesi ile ilgili kısa bir bilgilendirmede bulunalım:

Filistin yönetimi 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti’nin aldığı kararla İngiliz mandasına

verilmiş, öncesinde 1917 yılında Arthur Balfour’un, siyonist Rothschild'e mektup göndererek

İngiltere hükümetinin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasını destekleyeceğini

belirtmesi bu işgalin Siyonist bir yapıya büründüğünü göstermişti. Nitekim manda yönetimi

kurulunca Filistin’e yapılan Yahudi göçü ve toprak alımları hızlandı. Devamlı göç Filistin’in işgali

demekti. 1929-1939 yılları arasında Avrupa’daki faşizmin şiddetlenmesi ile birlikte yaklaşık

250.000 Yahudi Filistin’e göç etmişti. Birleşmiş Milletler (BM) 1947 yılında Filistin'in

bölünmesini öngören bir teklifi kabul etti. Bu bölünme planıyla, nüfusun yüzde 40'ından azını

oluşturan, toprakların yüzde 10'undan daha azına sahip Yahudilere, Filistin'in yüzde 55'i

bırakılıyor, Kudüs ve Beytüllahim'deki kutsal mekânların bulunduğu alanların yönetimini de

Birleşmiş Milletler'e devredilmişti. 14 Mayıs 1948’de İsrail bağımsızlığını ilan etmiş ve hemen

ertesi gün Filistinliler tarafından “Nakba(büyük felaket)” olarak adlandırılmıştı. Bir yılda 900

bin Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlanmıştı.

Manda yönetiminin çekilmesinin hemen ardından milli bir vatan arzusunun en aşağılık ve

acımasız yüzü gözler önüne serilir. Sistem işlemeye başlar ve adım adım işgal gerçekleşir.

Yahudi milisler Hayfa’yı ev ev pazaryerine boşaltır. Kadın, yaşlı, genç ve çocuklar sonlarına,

merhamet dilenen gözlerle değil onurlu ve başları dik bir şekilde şahit olurlar. Hepsinin üzerine

tereddütsüz bir işaretle ateş saçılır. Filimde bu kanlı sahneyi görmüyoruz. Ancak silahların

gürültüsünü işitirken ve mermilerin yere çakılışını izlerken öfkeye kapılıyor ve katliamı

seyrediyoruz. Hayfa çığlıklar altında kanlı bir şekilde acımasızca işgal ediliyor. Silahlı askerlerin

ardından şehre tanklar giriyor. Evlerinden çıkarılan sokaklarda katliam yapılan Filistinlilerin

evlerine Yahudi aileler yerleştiriliyor. Sadece üç gün sonra Said ve Latıfe’nin evine Polonya’dan

göç etmiş olan Hanna ve Koşen adlı karı-koca yerleştiriliyor. Evde aç ve susuz bulunan Dr.

Said’in oğlu Ferhan, çocukları olmayan bu aileye veriliyor ve ismi Moşe olarak değiştiriliyor. Dr.

Said ve Latıfe’nin hayatları, evi ve eşyaları çalındığı gibi nesli de çalınıyor. Ev yeniden dizayn

ediliyor. Eski fotoğraflar, resimler kaldırılıyor ve Yahudiliğin sembolleri yerleştiriliyor. Ve tüm

bunlar sözleri, ateşli bir Siyonist İdelshon’a ait olan İbrani halk şarkısı “hava nagila” eşliğinde

oluyor. Filistin müziklerine çok kısa süreler verilirken bu şarkı filmde sonuna kadar çalıyor.

Ancak Filistin müziklerine de ağırlık verilmeli, mutluluk, gam, keder şarkılarla desteklenmeliydi.

Hayfa’da direniş başlamıştır. Gazze’de direnişçi olarak sadece Reşid gösterilmiş, Hayfa’da bu

sayı sadece üçe çıkarılmıştır; Reşid, Safiye’nin yeğeni Gassan ve Gassan’ın sözlüsü. Bu durum

Page 63: Aile Akademisi Derneği

62

zulmün boyutunun büyük olması ancak direnişin pasif görünmesine sebebiyet vermiştir. Bu

üçlü bir eylem planlamıştır. Yapılacak olan eylem Tel Aviv’e giden bir treni patlatmaktır.

Patlayıcı dolu valizi trene koyacak kişi Reşid’dir. Ancak Reşid bir eylem sırasında ölümcül bir

şekilde yara almıştır. Trene konacak valizin sorumluluğu Safiye’ye kalır. Önce durumu

kabullenmez çünkü biricik torunu Ferhan’ı daima Yahudi aileden kaçırmayı arzulamıştır. Ancak

şimdi Tel Aviv’e varamayacak olan trende ikisi de olacaktır. Safiye’yi bu görevi üstlenmeye ikna

eden ise trende Tel Aviv’e, Hayfa’da yaşananları tekrarlamak üzere giden Siyonist askeri bir

gücün olmasıydı ve trenin oraya varması yeni bir katliamın gerçekleşmesi demekti. Safiye,

denileni yapar, Reşid’in Safiye’ye emanet ettiği eylem başarıyla sonuçlanır.

Filmde iki patlama gerçekleşir fakat iki olaya da kamera tutulmaz. Bu durum biraz basite

kaçılmış olduğunu düşündürtmektedir. Fakat en sade ve yalın anlatımı ile bile film verilen

mücadeleyi ve yapılan zulmü iyi bir şekilde göstermiş. Filmde yoğun duygular yaşamaları

sebebiyle mi bilemiyorum Safiye ve Latıfe’nin hisleri her hallerine yansımış. Özellikle Safiye’nin

Hayfa’ya ümitle geldiği ilk hali ile işgalden sonraki hali farklılaşmış, acı ve ıstırap yüzüne

yerleşmiş.

Filistin’e Veda, şiddet sahnelerinin gösterilmemesi sebebiyle ailecek, çocuklarla beraber

izleyebileceğiniz bir film. Filmi izlerken kendinizi, Filistin’de bir direnişçi, Hayfa’da bir anne,

Gazze’de bir baba, Deir Yasin’de bir aile olarak düşünmeniz temennisiyle. İyi seyirler

Hümeyra Bektaş-UÜ İlahiyat

Page 64: Aile Akademisi Derneği

63

KAĞIT

Protest Bir Türk Filmi Örneği

2010 yapımı bir Türk filmi olan Kâğıt’ın senaristliğini ve yönetmenliğini Sinan Çetin üstlenmiştir. Oyuncu kadrosunda ise Ayşen Gruda, Öner Erkan, Asuman Dabak, Ahmet Mekin, Zeynep Beşerler gibi isimler yer almaktadır. Film 2010 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivalinde, Ulusal Uzun Metraj Kategorisi Filmleri bölümünde yarışmış ve başarılı oyunculuğu ile ünlü Yeşilçam oyuncusu Ayşen Gruda ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülünü almaya hak kazanmıştır.

Filmde; babasını memnun edebilmek adına annesi tarafından eczacılık okuduğu yalanını söylemeye zorlanan, ama aslında yönetmen olma hayalleri kuran solcu Emrah’ın, politik bilincin zirve olduğu 1970’li ve 1980’li yıllarda bürokrasi çarkında nasıl öğütüldüğü anlatılmıştır. İşçi sınıfının sorunlarına eğilmeyi amaçlayan Emrah’ın en büyük hayali bu filmin

tamamlanabilmesi ve halkın aydınlatılmasıdır. Filmin tamamlanabilmesi için ilgili bakanlıktan izin alınması noktasında ciddi sorunlar yaşaması ve Ankara’dan eli sürekli boş dönmesi, üstüne bir de siyasi suçlu damgası yiyerek hapse mahkûm olması Emrah’ı, devleti temsilen memure Müzeyyen’den intikam almaya sevk etmiştir.

“Gerçek hür yapar. Gerçeklerle karşılaşmaya hazır mısın?”

Tamamen sistem eleştirisi üzerine kurulu olan film aslında kendisini yirminci yüzyılda siyasi anlamda mağdur olmuş tüm bireylere (mağdur olan, hapse atılan ya da öldürülen, dünya genelinde devlet terörüne uğramış Uğur Mumcu, Nazım Hikmet, Said Nursi, Martin Luther King gibi isimlerin görüntülerine de filmde yer verilmektedir) adamıştır. O dönemde görülen katı devlet bürokrasisi takıntısına bir perspektif sunmayı amaçlayan film, Türkiye’nin bürokratik sorunlarını modern sinema diliyle -Yeşilçam melodramlarından bir nebze de olsa farklı olarak- anlatmaya çalışmıştır. Çıkış noktasını ise; iyi niyetlerle yola çıkan birinin sistemden intikam almaya yönelen hayat hikâyesi oluşturmaktadır. Hikâyenin temeli ise 1970’lere dayandırılmaktadır. Film, bürokrasi tarafından sarılan ve hapsedilen bireylerin hayatlarına eğilerek devletin bireye olan müdahalelerini yarı kurgu yarı yaşanmışlık düzlemi üzerinden aktarmaya çalışmaktadır.

“-Kanunsuz düzen mi olur? Düzeni sağlayan kanunlar. Onlar olmasa ortalık birbirine

girer.”

-“Tam tersi olabilir mi? Kanunlar düzeni bozabilir mi?”

Page 65: Aile Akademisi Derneği

64

Devletin bireye müdahalesi ve devlet-birey çatışması, eskiden beri insanoğlunun gündeminde olan ve tartışılan sorunlardan biridir. Devletin önemli bir ayağı olan bürokrasinin ‘birey’e yönelik çarklarının her zaman farklı biçimlerde işlemesi, ideal devletin kanunlarla başarılı bir şekilde ayakta tutulabileceği fikri, çalışma

mekanizmasını bireylerin itaatkâr olmalarına göre düzenleyen devlet erki başta filozoflar olmak üzere birçok insan tarafından sürekli eleştirilmiştir.

“Sadece şehirler özgürleşmez, insanlar da özgürleşir. Hürriyetin ne demek olduğunu

öğreneceksin. Bu benim avukat kıyafetim, saçma sapan kanunlar karşısında küçük memurların

her dediğini tevekkülle karşılayan insanlar adına konuşacağım. Buradan özgürleşmiş olarak

ayrılacaksın.”

Politik bir damardan seslenmeyi amaçlayan senarist ve yönetmen Sinan Çetin, “kâğıt’ın, insandan daha değerli olabileceği” yanlışını irdelemeye çalışmıştır. Daha çok sol içerikli öğeler ile beslenen ve sık sık devrim marşının duyulduğu film, Sinan Çetin’in en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Çetin’in, bu ülkede sağcıların solculardan daha fazla yıprandığının altını çizmesi üzerine solcular arasında kendisine karşı oluşan antipati, her zaman iktidara yakın durduğu iddiaları, sol jargona sürekli olarak yönelttiği itirazlar kısacası onun ayrı bir değerlendirilmeye tabi tutulması gereken politik geçmişi dışarıda bırakılarak, salt ortaya koyduğu eleştiri üzerinden izlenmesi gereken bir film olan Kağıt, aynı zamanda Yeşilçam melodramlarının dramatik yapısını ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.

“Bir şairin ya da bir ressamın bir eser yaratabilmek için devletten izin alması çok saçma

değil mi sizce de?”

Sinemadaki asıl beceri; derdin bağırmadan, belki de doğrudan kelimelere dökmeden, seyirciye ait bir alan bırakarak gösterilmek istenen hedefe doğru dikkat çekmektir. Ucu her daim açık olan ve kesin cevaplar vermeyen filmler çoğunlukla yönetmenin keskin bakış açısını ve gözlem yeteneğini ortaya koyan yapıtlardır. Bu tarz filmler de seyirciye her zaman bir bakış açısı kazandırmaktadır.

Saniye Yaşar – UÜ Tarih

Page 66: Aile Akademisi Derneği

65

ANNE GİBİ

Çevremize şöyle bir bakalım ve kendimize şöyle bir soru soralım: Bana bir ömür boyu hiç karşılık beklemeksizin kendinden bir şeyler veren kimdir? Arkadaşım mı? Eşim mi? Akrabam mı? Bu sorunun cevabı herkes için aynı olsa gerek! Evrensel cevap: ANNEM

Anne sevgisi gerçek sevgidir yalansız

Hiçbir zaman ben demez. Hep sen der.

Sevginin lafını yapmaz. Fedakârdır, şefkatlidir, merhametlidir. Davranış ve uygulamalarda kendini gösterir.

Hiçbir zaman gücenmez, intikam almaya çalışmaz.

Sizden hiçbir zaman vazgeçmez, hep yanınızdadır.

Anne sevgisi için söylenmiş onlarca şiir, güzel söz, vecizler, hikayeler, türküler vardır. Okurken, söylerken duygulandığımız.

Geçenlerde seyrettiğim İran yapımı Anne Gibi filmi de işte gerçek sevgi budur dedirten bir film

Anne Gibi filmi, dram dalında, izlediğim en etkileyici filmlerden biriydi. Hayatın anlamını yeniden sorgulatıyor insana. Filmin konusu kısaca şöyle,

Sepide filmin bayan kahramanı, film sahnesi onunla başlıyor. Filmin hemen başında, duygulu bir kişiliğe sahip Sepide’nin çaldığı keman, kulakları mest ediyor. Sepide İran, Irak savaşında sağlık personeli olarak görev yapmıştır. Saddam’ın kimyasal bomba attığı şehirde Sepide, kimyasal gazdan etkilenir. Ancak hastalık belirtilerinin hemen geçmesi sonucu durumu pek ciddiye almaz. İran, Irak savaşının bitmesinden sonra da diplomat eşiyle severek evlenir.

Sepide’nin üst düzey bir yaşamı vardır. Sık sık yurt dışına çıkan diplomat eşinin, devletin üst kademelerine doğru ilerleme hedefi vardır. Her geziden dönüşte Sepideye hediyeler almaktadır.

Güzel bir hayatı olan, güzel Sepide’nin mutluluğu hiç beklemediği bir imtihan ile yön değiştirir.

Yapılan testlerin sonucunda bebek bekleyen Sepide’nin savaşta aldığı kimyasalların etkisiyle, sakat bir bebek dünyaya getirme ihtimali yüksek çıkmıştır.

Bir insanın yapmak zorunda olduğu en zorlu seçimlerden biri, akıl yoluyla mı yoksa kalp yoluyla mı yapılacak?

Sakat bir bebeğin yaşam hakkı olmalı mıdır?

Diplomat eşe göre kesinlikle hayır? Diplomat eşte, (siyasi hırsın getirisi olsa gerek) duygusal küntlük had safhadadır.

Keman öğretmeni anneye göre ise evet.

Page 67: Aile Akademisi Derneği

66

Eşine karşı her zaman anlayış ve hoşgörü ile yaklaşmış olan Sepide, bu sefer eşinin karşısında yer almıştır. İkna kabiliyeti kuvvetli olan diplomat eş, Sepide’nin verdiği kararı zaman zaman sorgulamasına neden olsa da sonuç, ilahi takdirden yanadır. Bebek dünyaya gelecektir. Çocuğunda olan hastalığın aynısına yakalanma riskini de göze alan Sepide için zorlu bir hayat başlar.

Said’in doğumundan itibaren kullanmak zorunda olduğu iğneler oldukça pahalıdır. Bir işe giren Sepide hem oğlunun hastane masraflarını hem hasta annesinin bakımını karşılamak zorundadır. Hem maddi hem de manevi anlamda sürekli özveri halinde bulunan Sepideyi bu yaşama mahkûm eden asıl suçlu ise ara ara film de gösterilmektedir.

Her ne kadar görünürdeki suçlu eşi Hüseyin olsa da yük yüklenmekten korkan ve kaçan bu adama kızsak da filmde bu zulmü bu aileye reva görenin SADDAM olduğunu oldukça incelikli bir anlatım ile anlamaktayız.

Evrensel zalimlerin sonu ise bir mazlumun gözünden gösteriliyor. Sepide, Saddam’ın heykelinin nasıl yıkıldığını, Saddam ’ın cesedinin yerlerde sürünmüş halini dünya gözüyle görmüştür.

***

Bu filmde “Cennet annelerin ayakları altındadır”. hadisini hatırlatan bir özveri hikâyesi karşımıza çıkıyor.

Kariyer peşinde koşan,

Anneliği, dadılara ve öğretmenlere yükleyen,

Çocuk sorun çıkarmadığı müddetçe çocuğuyla ilgilenmeyen,

Yük yüklenmek istemeyen, biyolojik annelerin varlığı bizi tekrar rahatsız ediyor ve

Çocuğuyla bütünleşen Sepide karakteri, modern dünyanın yok ettiği anneliği bize tekrar öğretiyor.

Fatma Gültekin-UÜ İlahiyat