aile akademisi derneği
TRANSCRIPT
1
Aile Akademisi Derneği -Bursa
Tavsiye Film Kitapçığı
Dizgi-Mizanpaj-Kapak Tasarım: Aile Akademisi
Yayın Yılı: Nisan 2020
Aile Akademisi Derneği Alacamescid Mh. Çancılar Cd. Erdoğan Çakar İş hanı: 62/35 Osmangazi/BURSA 0551 215 19 02 www.aileakademisi.org
2
Sinemanın büyüsü 1895 yılında başlar. Tarihte ilk film Fransız Lumiere Kardeşler tarafından çekilmişti. Filmi izleyenlerin birçoğu Lumiere Kardeşlerin yaptığının bir sihir olduğunu düşünmüş, izlediklerinin kendilerini etkilemek amacıyla yapıldığını söylemişlerdi
Aslında çok da haksız sayılmazlardı. Sinema dünya halkları üzerinde büyülü etkiler bırakmıştı. Tarihteki birçok olayı, savaşları, çatışmaları, ülkeler arası ilişkileri kısaca hayatı milyonlarca insan sinemalar üzerinden öğrendi. Dünya sinema sektörünün kalbinin attığı Hollywood kelimesi, Yahudi Kabala geleneğinde insanlara sihir yapmak için kullanılan “kutsal ağaç” demekti. Gerçekten de yaklaşık 100 yıldır milyonlarca insan karanlık ortamlarda beyaz perde karşısında büyülendiler.
Sihir şekil değiştirerek insanları etkilemeye devam ediyor. Dijital platformlarla birlikte izleme kültürü ciddi bir ivme kazandı. Sayısız izleme seçeneği ekran karşısında geçirilen süreyi de arttırdı.
Bu süreç farklı tartışmaları da beraberinde getirdi. Dijital sinema platformlarının, transhümanist-dijital bir dünyaya geçiş için gerekli altyapıyı, zihinsel ve duygusal hazırlığı sağladığı iddiaları gün geçtikçe artıyor. Her şeye rağmen dijital platformlarda pedagojik açıdan olumsuz, ahlaken kötü, duygu ve düşüncelere zarar veren binlerce film dolaşmaktadır. Çocuk ve gençlik filmlerinin, macera ve gerilim filmlerinin büyük çoğunluğu onlarca sakıncalı içerik taşımaktadır. Bu durumda seçici davranmanın önemi ortaya çıkıyor. "Ne izleyeceğiz?" sorulması gereken önemli bir soru.
Film izlemek; hoş vakit geçirmek, bilgilenmek, güzel duygular geliştirmek, hayal gücünü geliştirmek, bilinçlenmek ve ahlaki anlamda yücelmek için güzel bir araç. Bunun tek şartı doğru filmi seçmek.
Film izlerken popüler ve çok izlenen filmler yerine daha seçici bir izleme listesi takip etmek önemli. Bu anlayıştan hareketle ailecek ya da bireysel olarak kaliteli vakit geçirmenizi sağlamak adına 25 adet filmi bir araya getirdik. Filmleri seçerken kültürümüze ve ahlaki değerlerimize aykırı olmamasına, elimizden geldiğince dikkat etmeye çalıştık.
Ne izleyeceğiz sorusuna cevap olması dilekleriyle….
İyi seyirler.
Nisan 2020
Aile Akademisi Derneği
3
İçindekiler Tablosu CUMARTESİ AVCISI .............................................................................................................................4
BAŞKANIN KÖPEKLERİ ........................................................................................................................7
BEKAS .................................................................................................................................................9
BAHOZ .............................................................................................................................................. 11
BULUTLARDA BİR EV ........................................................................................................................ 13
SON UMUT ....................................................................................................................................... 15
DEVLET OYUNLARI .......................................................................................................................... 18
BEYNELMİLEL Bİ’ŞEY ......................................................................................................................... 21
DÖRDÜNCÜ ÇOCUK .......................................................................................................................... 23
DEVLET DÜŞMANI ............................................................................................................................ 25
GÜLÜN ADI ....................................................................................................................................... 27
İYİ GECELER İYİ ŞANSLAR .................................................................................................................. 29
KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR ............................................................................................................ 31
LİBERTE ............................................................................................................................................ 33
MADAARİ ......................................................................................................................................... 36
S1M0NE ............................................................................................................................................ 39
SAHİBİNİ ARAYAN MADALYA ........................................................................................................... 41
SÖĞÜT AĞACI ................................................................................................................................... 44
YABANA DOĞRU .............................................................................................................................. 46
BUĞDAY ........................................................................................................................................... 49
ÖTEKİNİN BABASI ............................................................................................................................. 54
TRUMAN SHOW ............................................................................................................................... 56
FİLİSTİN’E VEDA ................................................................................................................................ 59
KAĞIT ............................................................................................................................................... 63
ANNE GİBİ ........................................................................................................................................ 65
4
CUMARTESİ AVCISI
Siyonizme Bakan Büyük Pencere
2009 İran yapımı, Türkçeye ‘Cumartesi Avcısı’
olarak çevrilen ‘Saturday Hunter’ anti-siyonist
senaryosu ile dikkat çeken bir film. Senaristliğini
ve yönetmenliğini Parviz Sheykhtadi’nin yaptığı
filmin başrollerinde Ali Nassirian (Dede) ve
Mohammad Javad Jafarpour (Benyamin) rol
alıyor. Film Amerika’dan Filistin’e, dedesinin
yanına annesiyle gelen Benyamin’in, dedesi
tarafından Siyonist olarak yetiştirilme sürecini
konu ediniyor. Filmin her bir sahnesinde
Siyonizm’in temelini oluşturan düşünceler ve
filler ya direkt ya da sembollerle anlatılıyor.
Film ilk sahnesinde dedenin ötesinde
Siyonizm’in zihin dünyasına ilişkin bir ipucu
veren diyalogla başlıyor: Benyamin’in: “Anne
bak burada bile gökyüzü mavi” sözüne karşılık
annesi, küçümseyen bir ifadeyle Siyonizm’in
temelindeki ayrıcalık ve üstünlük ilkesine bir
gönderme yaparak dedesinin farklı bir renk zannettiğini söylüyor.
Filmde Siyonistlerin neden cinayet işlediği ve zihinlerinde hangi amaçları geliştirerek hareket
ettikleri sorusuna açıklık getirmek için Siyonizm düşüncesi görüntüye aktarılmaya çalışılmış ve
isimlerden karakterlere ve mekâna kadar birçok unsur amaca uygun olarak seçilmiş. Kuran’da
olumsuz olarak nitelendirilen kavramların (müstekbir, tağut vb.) neredeyse hepsi dedenin
karakterinde hayat buluyor, ayrıca ortaya koymuş olduğu profilde de Siyonizm’e birçok
gönderme yapılıyor; dedenin saç renginin turuncu oluşu bize bir dönem Siyonist
yerleşimcilerin geri çekilmesi kararına karşı başlatılan “turuncu fırtına” hareketini hatırlatıyor
ve Benyamin’in de saç renginin turuncu olması bu düşünceyi sürdüren nesilleri temsil ediyor.
Yine dedenin gözünün kör olmasına karşın tabiri caizse gözünden hiçbir şeyin kaçmıyor
olmasında da Kuran’da da birçok ayette geçen, -Allah onların kalplerini ve kulaklarını
mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır. En büyük azap onlarındır.(Bakara, 7)- gözlerinde
perde bulunan ve hakkı göremeyen Yahudiler temsili edilmiş. Benyamin ismi de rastgele
seçilmiş değil. Sağ kol anlamına gelen Benyamin; dedesinin sağ kolu, temsilcisi, ilerideki
varisidir.
Benyamin’in eğitimi öncelikle dini ritüellerle başlıyor; dua etmek, Tevrat’ı okumak, ibadetler
vs. Buraya kadar her şey normal gibi ilerlerken dedesinin gözetiminde, Benyamin’i elinde
tüfekle hedefleri vurmaya çalışırken görüyoruz ve her nedense hedef tahtalarının şekilleri
5
kadın, çocuk ve yaşlı… Burada fıtratın ve vicdanın itirazını duyuyoruz; Benyamin bunu yapmak
istemediğini söylüyor ama dedesi; ‘Önemli olan Tanrı’nın memnun olması’ diyerek iyi bir iş
yaptığı ve Tanrı’nın bunu istediği şeklinde telkinlerde bulunuyor.
Filmin ismine konu
olan cumartesi yasağı
konusuna gelecek
olursak; Kuran’ı
Kerim’de cumartesi
yasağı ve bu yasağı
çiğneyen Yahudiler
şöyle anlatılır:
‘Andolsun sizden
cumartesi (günü)
yasağı çiğneyenleri
elbette biliyorsunuz.
“İşte Biz onlara
aşağılık maymunlar
olun” dedik.’ (Bakara-65). ‘Bir de onlara deniz kıyısındaki şehri(n uğradığı sonucu) sor. Hani
onlar cumartesi yasağını çiğneyerek haddi aşmışlardı.’ Cumartesi günü iş yapma yasağına
uyduklarında’ balıkları onlara açıktan akın akın geliyor, ‘cumartesi günü iş yapma yasağına
uymadıklarında’ ise gelmiyorlardı. İşte Biz fıska sapmaları dolayısıyla onları böyle imtihan
ediyorduk.’(A’raf-163). Filmde de Filistinlilere saldıran Siyonistlerin Müslümanlar için kutsal
sayılan günleri gözetmek bir yana kendi kutsallarını ve yasaklarını çiğneyerek işlediği
cinayetlere dikkat çekilmiş ve Kuran’da da anlatıldığı üzere bu zihniyetin çağlar boyu devam
ettiği ve değişmediği anlatılmıştır. Dedesinin diretmelerine karşı eğitimlerde sürekli, insanları
öldürmek istemeyen ve karşı sorular soran Benyamin’e ise cevap hazırdır: “Sadece Yahudileri
öldürmek yasaktır.”
Antisemitik eleştirilere karşın filmin antisiyonist olmasına özen gösterilmiş ve bu bağlamda
sadece Müslüman ve Hıristiyanlar değil, Yahudilerin de Siyonist zulmünden nasibini aldığı
filmde işlenen konular arasındadır.
Filmde Siyonistlerin Tevrat’ı tahrip etmeleri de izleyiciye aktarılmış önemli bir nokta. ‘Vay
haline o kimselerin ki, Kitab’ı elleriyle yazıp, Onu az bir paraya satabilmek için, “Bu Allah
katındandır” derler…’(Bakara-79) dedesi Benyamin’in eğitiminde bu hususu atlamamaktadır
ve kendisinden sonra yerine geçtiğinde bunu sürdürmesi için işin püf noktalarını
öğretmektedir. Dedesi kendini peygamber olarak görmekte ve kendisinin vahiy aldığını, hatta
daha ileriye giderek Tanrı ile beraber ayetleri belirlediklerini söylemektedir. İlginçtir, vahyi
aldığını söylediği yer sesinin yankı ile kendisine döndüğü küçük bir alandır ki burada kendi
nefsini ilah edinenler tasvir edilmektedir. Sahnenin çekildiği mekân bir mahzeni andırmaktadır
ve her bir işçi ayrı bir iş için çalışmaktadır. En önemli görev eskitme yapanlara aittir. Değiştirilen
metinleri kabul etmeyen olursa eski kitabe görünümü verilmiş kitaplarla bunlara sahte deliller
getirilmektedir. Tüm bunları gösterdikten sonra dedesinin Benyamin’e söylediği söz
6
Siyonizm’in nesli ifsad etmede izlediği yöntemi ortaya koyuyor; ‘Onların erkeklerini kadın,
kadınlarını erkek yapacaksın böylece soyları tükenecek.’
Tüm bunlar yaşanırken olayların şokuyla sağlıklı düşünemeyen sürekli çelişki içinde kalan
Benyamin, dedesinin haklı olup olmadığını görmek için kurtardığı küçük Filistinliyi inceliyor,
ama yine de tamamen tatmin olamıyor. Bir süre sonra tüm bunların sorumlusu olarak
Müslümanları görerek Siyonizm’in psikolojisini ve çarpık mantığını bizlere sunuyor. İşte bu
aşamada eğitim en zorlu kısmını geçmiş oluyor ve geriye bu sorumluları ortadan kaldırmak
kalıyor.
Filmin son sahnesinde su içinde yüzen Tevrat, Siyonizm için sadece bir araç olduğunu ve işi
bitince çok da önemsenmediğini seyirciye anlatıyor. Dedenin son öğütleri ise Siyonizm’in
ikiyüzlülüğünü ve sinsiliğini bizlere vurguluyor.
Film çok fazla özel efektlere ihtiyaç duyulmadan İran filmlerinin her zamanki sadeliği ile konuyu
başarılı bir şekilde işlemiştir. Siyonizm’in zihniyetini anlamak ve görmek isteyen biri için gayet
ideal bir film…
Zehra Direk – Uluslararası İlişkiler
7
BAŞKANIN KÖPEKLERİ
Wag The Dog, Türkçeye ‘Başkanın Adamları’ olarak
çevrilmiş iktidar ve medyanın kirli ilişkisini ve medyanın
kitleler üzerindeki etkisinin çarpıcı mesajlarla
sunulduğu 1997, ABD yapımı bir filmdir. Barry
Levinson'un yönetmen koltuğunda oturduğu filmde
Dustin Hoffman ve Robert De Niro gibi Hollywood’un
tanıdık simaları dikkat çekiyor.
Filmin konusu kısaca şöyle: Amerika’da seçimlere 11
gün kala Beyaz Saray yine bir taciz vakası ile sarsılır.
Krizi yönetmek üzere Beyaz Saray danışmanlarından
Conrad Brean (Robert De Niro) görevlendirilir. Conrad
Brean Beyaz Saray çalışanlarıyla birlikte hemen bir ekip
oluşturarak özellikle ilk 24 saatlik kriz yönetimindeki
stratejilerinin ne olacağını belirlemeye çalışır. Conrad
Brean ekibe bir film yapımcısı olan Stanley Motss’ı
(Dustin Hoffman) aldıktan sonra ekip tamamlanır.
Skandalın üstünü örtmek için bir an önce gündemi saptırma ve haber üretme çalışmaları
başlar. Danışman Conrad Brean, Beyaz Saray’ın elinin erişebildiği tüm basın yayın organlarını
kullanarak Amerika ile haritada sadece adı olan ve hakkında hiç kimsenin bir şey bilmediği
Arnavutluk arasında sahte bir savaş kurgular. Daha sonra ülkenin gündemini değiştirmek için
uydurulan sahte savaş klişe kahramanlarla seçim kampanyasına dönüştürülür.
Film siyah ekran üzerine beyaz bir yazıyla başlıyor. İktidar ve medya arasındaki ilişki filmin ilk
sahnesinde köpek ve kuyruğu örneğiyle anlatılmış. ” Köpek neden kuyruğunu sallar? Çünkü
köpek kuyruğundan daha akıllıdır. Eğer kuyruk daha akıllı olsaydı kuyruk köpeği sallardı.” Filme
göre hükümet, medyayı kendi ideolojisi çerçevesinde yönlendirmektedir. Ama köpeğin her
zaman hükümet, kuyruğun da her zaman medya olup olmadığı tartışılabilir bir mesele. Örneğin
Amerika gibi Siyonizm merkezli küresel gücün olduğu bir yerde hükümet de medya da
kuyruktur. Köpek olan ise tüm medya ve ekonomik gücün sahibi Rockefeller, Rothschild ve
Siyonist ailelerdir.
Adolf Hitler’in yalan makinası Joseph Goebbels diyor ki: “Söylediğiniz yalan ne kadar büyük
olursa o kadar etkili olur ve insanların o yalana inanması da o kadar kolaylaşır. Halk büyük
yalanlara, küçük yalanlara göre daha çabuk inanır .” Beyaz Saray’ın danışmanı Conrad Brean
da taciz skandalının üstünü örtmek ve hükümeti seçime sağlam götürmek için büyük bir
senaryo kurguluyor.
“Conrad Brean: Biz Savaş çıkarmıyoruz. Savaş çıkarır gibi yapıyoruz.” Burada amaç, olayın
gerçekliğine inandırmaktan ziyade seçime kadar dikkatleri dağıtmaktır.
8
Kriz yönetimi ekibinin en mühim ayağı film yapımcısı Stanley Motss; müzik, senaryo ve kostümlerle yaratılan savaşın sahip olması gereken uydurma savaş görüntülerini stüdyoda hazırlıyor. Filmin en önemli sahnelerinden biri stüdyoda özel efektlerle kurgulanan Arnavut bir kızın savaş ortamı içinde elinde bir kediyle koştuğu sahne. Geçmişte İkiz Kuleler ’e yapılan saldırı ve Körfez Savaşı’yla ilgili yayınlanan görüntüler gibi günümüzde de Suriye ve diğer coğrafyalarda savaşla ilgili sahte olan pek çok görüntü hazırlanıyor. Film, iktidarın medya aracığıyla Amerikan halkını aptal yerine koyup kandırmasına bol bol göndermeler yapıyor. Mesela danışman ve Beyaz Saray çalışanı arasında geçen bir diyalog şöyle:
“Ames: Bir savaş çıkaramayız.
Conrad Brean: Neden?
Ames: Ama öğrenirler.
Conrad Brean: Kim öğrenecek? Amerikan halkı mı? Onlara kim söyleyecek? Körfez Savaşı ile ilgili ne öğrendiler? Dama düşen ve binayı uçuran bir bomba gördüler. O bina legodan da olabilirdi.”
Filmde gerçek olaylara sık sık göndermeler yapılmış. Örneğin Clinton dönemi oval ofis skandalının tıpkısının gerçekleşmesi, Körfez Savaşı’na yapılan göndermeler, kökten dinci, terörist güçlere karşı koyan bir siyasal irade.
İktidarın dünya görüşü ve ideolojisi günümüzde kitle iletişim araçları dediğimiz aygıtlarla aktarılmaktadır. İktidarın en önemli silahı olan medya her zaman iktidarın ideolojisine boyun eğmektedirler. Tüm devletlerde seçim dönemi yaklaştıkça propaganda savaşlarına başlanır. Bu savaşın kazananı kitle iletişim araçları ve medyanın önemli bir kısmının kontrolünü elinde tutan taraftır.
Filmin vermiş olduğu en önemli ve en çarpıcı mesajlardan birisi de üretilen haberin/söylemin doğruluğu veya kanıtlanabilirliği değil, gündem değiştirici bir nitelik taşımasıdır. Film, haberin yaşananlardan ziyade oluşturulan, yazılan metinlerden ibaret olduğu gerçeğini dile getirir. Medya ya da iktidar istediğinde dakikalar içinde gündemi değiştirilebilmektedir; ülke genelinde kampanyalar gerçekleştirerek halkın doğal
duygularını, yapay müdahalelerle kontrol edip gündem oluşturabilmektedir.
Not: Ağustos ayında New York Times'da yayınlanan “Türkiye'nin dikkat dağıtma savaşı” adlı makalede Türkiye’nin 1 Kasım öncesi süreci Başkanın Adamları ( Wag The Dog) filmine benzetilmişti. Rümeysa Melek-UÜ İlahiyat
9
BEKAS
‘’Öksüz’’ Kaldık Süperman(!)
Filmimizin adı ‘’Bekas’’, Türkçeye ‘’Neredesin
Süperman’’ olarak çevrilmiş bir yolculuk filmi. Bekas’ın
kelime olarak “öksüz” anlamına geliyor.
Yönetmenliğini ve senaristliğini ise Karzen Kader
üstleniyor. Yönetmenin kendi çocukluğundan
esinlendiğini söylenen Bekas, İsviçre Finlandiya ortak
yapımıdır.
Film, doksanların başında tam da Körfez Savaşı
döneminde, Kuzey Irak’ın bir Kürt köyünde geçiyor.
Başrol oyuncularımız ise on yaşındaki Dana (Sarwar
Fazıl) ve altı yaşındaki Zana (Zamand Taha)’dır. Tüm
hayatı abisinden ibaret olan bir kardeş ve büyük
olmanın sorumluluğu altında bocalayan bir abi... Bu iki
kardeşin uğradıkları tüm haksızlıkların kurtuluşu
olarak gördükleri Süperman’e giden yolda başlarına
gelen maceralarını konu edinen film, yeri geldiğinde
güldürme, yeri geldiğinde hüzünlendirme potansiyeline sahip.
Bekas, iki kardeşin futbol maçında başlarına gelen talihsizlik -aslında topu kurtarmasına
rağmen rakip takımın uyanıklığı sayesinde yenilen gol- ile başlıyor. Futbolda bile kaybeden
çocuklar kaybetmeye alışmış gözükmektedirler. Toplum tarafından devamlı ezilmelerini ise
babasız olmanın sonucu olduğunu düşünmektedirler. Köye gelen ama parasızlıkları yüzünden
sinemanın arka penceresinden izledikleri Süperman bizimkilerin beklenen kurtarıcısı(!)
olmuştur. Artık başlarına gelen tüm haksızlıkları ve anne babasının ölümüne yol açan Saddam’ı
şikayet etmek için bir kahramanları vardır. Zana hemen bir liste hazırlar Süperman için. Listenin
başında da Saddam Hüseyin yer alır. Onlar da bu uğurda Süperman’e ulaşmak için Amerika’ya
doğru yola çıkarlar. İşin komik tarafı pasaportları ve paraları yoktur. Hatta Amerikan’ın nerede
olduğunu haritada bile bilmemektedirler. Çıktıkları bu yoldaki vasıtaları Michael Jackson adını
verdikleri bir eşek, yol azıkları ise üç pide ve bir bidon sudur. Tahmini varış süresi ise bir
bilemedin iki gün.
Filmin en etkileyici yönü çocukların masumluğu ve reel dünyaya yükledikleri manalar.
Güçlükler karşısında yılmayan bu çocuklar, zor şartların ve mahrumiyetin yüklediği
mecburiyetle olgunlaşmışlardır. İki kardeşin birbirine bağlılığı da bahse değer. Küçük kardeş
tam bir masumiyet ve bağlılık sembolüdür. Özellikle cami sahnesinde abisi için yaptığı dua bir
çocuğun masum dünyasının kapılarını aralıyor bizlere. Abisinin her dediğini doğru kabul eden
saygılı ve vefalı kardeş Zana, yeri geldiğinde de abisine abilik etmekten de geri kalmıyor. Büyük
kardeş Dana ise, zaman zaman ergenlik döneminin vermiş olduğu duygular ile hareket ettiğini
10
görüyoruz. Kardeşinin hayallerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanabiliyor. Öyle ki
kardeşiyle bir kız arasında seçim yapma noktasına bile geliyor.
Saddam’ın Irak’ı ve savaşlar altında ezilen bir toplum arka planıyla ilerleyen filmde ara ara Şark Kültürünün kendine has yönlerini yakalıyoruz. Çocuklara sahip çıkan bilge dede anlattığı kıssa ile bize doğu insanının arifliğini hatırlatıyor. Ayrıca eşeğini satan adamın çocukların arkasından ettiği güzel dualar da sevgisini belli etmeyen sert mizaçlara ayna tutmuş. Yolda karşılaştıkları yaşlı amcanın çanak antenleri gördüğü sırada gösterdiği tepki ise manidardı doğrusu. İlk önce yüzünü kapatırken, ardından bakması insanın yasaklar konusunda işgüzarlığına güzel bir örnekti. Bizim akıllı çocuğumuzda tabi bunu sorguluyor.
Bekas ilk başta sıcak ve samimi bir film gibi dursa da gittikçe tam bir Batı/Amerikan güzellemesi halini alıyor. Yönetmen ironi mi yaptı, bilinmez ama kurtarıcı olarak Amerika’nın gösterilmesi ‘’Stockholm Sendromu’’nu hatırlatıyor bize. Burada yönetmenin Saddam’ın zulmünden İsviçre’ye kaçan Kürt asıllı bir ailenin çocuğu olduğunu hatırlamakta fayda var. Filmde yer alan; tepenin ardındaki şahane ülke Amerika, mutluluğun simgesi Coca
Cola, eşeğin alnındaki BMW amblemini bu bağlamda okuyabiliriz. Ayrıca eşeğin adını da es geçmemek gerekir. Özellikle Coco Cola sahnesi bize Colaturka reklamını andırıyor. Cola içen yaşlı amcamız ve çocuklar kendi kimlikleri unutup İngilizce konuşmaya başlıyor. Batı kültürünün temel sembolleri yerleştirilmiş filme.
Emperyalizmin her türlüsünü kullanan Amerika’nın kültürel tahakkümü de gözler önüne seriliyor filmde. Dünya kapalı toplumlardan gittikçe açık toplum haline gelerek küreselleşmektedir. Sinema ve müziği bu alanda çok etkin kullanan kültür emperyalistleri, kendilerinin bizzat giremediği bölgelere MTV olsun BBC olsun kendi yayınlarıyla giriş yapmaktadırlar. Böylece gençler üzerinde ‘’Süper Güç Amerika’’ imajını enjekte ederek zihinsel olarak savaşa 1-0 yenik başlatmaktadırlar. Eğer ekonomi ve siyasette önde iseniz kültür ile de baskı oluşturursunuz. Filmde de Batı’nın sinemayı nasıl bir silah olarak kullandığını görebiliriz.
Film konu ve isimler olarak İran filmi gibi gelse de doğallıktan uzak oluşuyla Hollywood filmi tarzında olmuş. Oyunculuk olarak genel manada başarılı sayılabilir. Tek sorun küçük çocuğun devamlı bağırarak konuşması. Bu da onun doğallığını yitirmesine sebep olmuş. Film gayet aydınlık ve ferah. Irak sokaklarının kum rengi hakim filmin renklerine.
Son olarak film vasat olmakla beraber kardeşlik ve masumiyet gibi kavramlara sahip olması hasebiyle izlenebilir bir film. Temiz bir aile filmi olması da puan kazandırıyor filme. Özellikle kardeş ilişkilerinde sorun yaşayan kardeşlerin beraber izlemesi tavsiye olunur.
Not: Filmin ilginç bir tarafı da Amerikan’ın demokrasi getireceğini iddia ederek Irak’a girmesinden sonra çekilmiş olmasıdır.
Elif Güner- UÜ İlahiyat
11
BAHOZ
Kürtçülük Paketinde Sosyalizm Esintisi
2008 Türk-Kürt ortak yapımı diyebileceğimiz
politik-dram türündeki Bahoz(Fırtına) Filmi Kürt
solunun ideolojik yapısını ve hangi evrelerden
geçtiğini, filmin başkahramanı olan Cemal
üzerinden anlatıyor. Yönetmeliğini Kazım Öz'ün
yaptığı filmin başrollerinde Cahit Gök (Cemal),
Havin Funda Saç (Rojda) ve Selim Akgül (Orhan)
yer alıyor. Beyazperde bu kez PKK için açılıyor.
Bizleri 1992 senesine götüren filmin konusu ise
kısaca şöyle; Tuncelili bir Kürt olan Cemal
İstanbul'a üniversite okumak için gelir. İstanbul
Üniversitesi’nde sadece dersleriyle hemhal iken
Kürt solunun üyeleri kendisine ulaşır ve grubun
diğer üyeleri ile tanıştırarak Cemal'le ilgilenmeye
başlar. Asimile olmuş ve Kürt olduğunu kabul
etmeyen Cemal, harekete biraz mesafelidir.
Başlangıçta hareketin faaliyetlerine katılmaz,
siyasi konuşmalarda aslını inkâr eder. Ancak
Kürtlerin ezildiğini ve haksızlığa uğradıklarını fark edince hareketle arasındaki duvar yıkılmaya
başlar ve çalışmalarda aktif bir şekilde rol alır. Bu noktadan sonra Cemal, Orhan ve Rojda'nın
hareket için katlandıkları zorluklar ve ‘Dağ’a doğru giden serüvenleri izleyiciye sunuluyor.
Kısaca film, PKK'nın ezilen Kürt halkının haklarını savunmak için meydana çıkışından sonra
kendisine devlet tarafından nefes aldırılmayınca çareyi dağlara çıkmakta bulduğunu
savunuyor.
Filmin ilk sahnelerinde Cemal'in İstanbul'a gitmeden önce hazırlanırken odasındaki Atatürk
resmi de kadraja alınarak Dersim’de, devletin asimilasyon politikasının bir boyutu izleyiciye
sunuluyor ve Devletin Kürtleri asimile etmesi her fırsatta şiddetle eleştiriliyor. Bununla birlikte
konuşmalarda sisteme dair eleştiriler dillendiriliyor. Filmde İslami hareketlere de mazlum Kürt
halkının haklarını savunmadığı ve yanında olmadığı eleştirisi yapılıyor. Ayrıca 90'lı yılların
üniversite ortamı izleyiciye objektif bir şekilde sunuluyor; öğrenciler, yurtlar, toplantılar,
gösteriler afişler, bildiriler, pankartlar… Dönemin öğrenci hareketlerinin hem kendi üyeleri
arasında hem de diğer hareketlerle yaptıkları tartışmalarda günümüze nispeten entelektüel
anlamda düzeyin daha yüksek olduğu ve çalışmalarda daha özverili oldukları söylenebilir. Yine
günümüz hareketlerinin istenilen düzeye ulaşmasındaki önemli engellerden biri olan hedonist
gençliğe karşın o dönemde, gençlerin birer ‘oblamov’ oluşundan yakınılıyor.
Filmde sol hareketin klişelerini bolca görmek mümkün; Deniz Gezmiş ve Cheguevera
posterleri, yeşil montlar, dergiler, marşlar molotof kokteylleri, … Teknik olarak da sahneler
12
arası geçişlerin iyi olduğu söylenebilir ve ağırlıklı olarak Grup Yorum, Şivan Perwer, Cİvon Haco
ve Ayhan Akkaya'nın müzikleriyle sahnelerin etkileyiciliği arttırılmak istenmiş.
Film ilerlerken örgütün kendi içindeki tutarsızlıklarını, ahlak dışılığını ve kimi zaman ilkesiz
hareket ettiğini görmek mümkün. Sistemi eleştirirken bir yandan da aynı argümanlarla hareket
ettiği, eşitliği savunurken diğer yanda bu ilkeyi ihlal ettiği, yine Sosyalizmin karşı çıktığı özel
mülkiyete zarar vermek adına yapılan hırsızlığı doğru bulması, koydukları yasakları çiğneme
noktasında zafiyet göstermeleri çok da masum bir hareket olmadığını gösteriyor. Öte yandan
şiddete şiddetle karşılık vermesi de hareketin sığlığını ortaya koyan farklı öğelerden biri olarak
karşımıza çıkıyor. İdeolojilerin seküler yapısı, yapılanları ahlaki olarak değil de ilkesel olarak
değerlendirmeye sebep oluyor. Örneğin, alkol alınmaması, hareket içinde gönül ilişkilerine izin
verilmemesi ahlaki bir ilke olarak değil dava için gösterilmiş bir fedakârlık olarak
değerlendiriliyor.
Hareketin üst kesimlerinde yer alan kişilerin hiç yakalanmamaları, işkence görmemeleri ve
dağa çıkmamaları bize 'hani sosyalizmde herkes eşitti" dedirtiyor!
Bir hareketi haklı göstermede kullanılan üç önemli unsur ile dava taçlandırılıyor; ezilmişlik,
işkence ve kan. Hareket içine çektikleri üniversite öğrencilerinin polisler tarafından gözaltında
sorgulanmaları, işkence görmeleri ve öldürülmeleri de propaganda malzemesi olarak
kullanılmış. Geçmişte ve o dönemde devletin siyasi gruplara uyguladığı bu sindirme politikası
sanki İslami gruplara uygulanmamış gibi gösterilmiş.
PKK, Kürt halkının ezilmiş ve zulüm görmüş olmasını kullanarak, bu yolda işkenceler gördüğü
ve öldürüldüğü iddiasıyla hareketin gerçek amaçlarını perdeleyerek haklı bir dava görüntüsü
veriyor. Filmin son sahnesinde de kadrajın dağlara çevrilmesi ile beraber zeminde
sürdürülmesine izin verilmeyen bu hareketin taraftarlarına dağlara davet çağrısı yapılıyor.
Filmi izlerken hareketin görünmeyen yüzü unutulmamalı. "Kürt hareketi" olarak lanse edilen
hareketin temelini Kürtçülükten ziyade sosyalizmin oluşturmaktadır ve Kürt halkını savunma
söylemleri bu ideolojinin halk arasında kabulü kolaylaştırmak adına kullanılan bir jargondan
ibarettir. Nitekim muhafazakâr bir yapıya sahip Kürt halkını savunmak için onu köklerinden
ayırarak yeni bir sistemin toplumda inşası için çalışmanın, devletin yapmış olduğu
asimilasyondan farkı olup olmadığı ve bunun kimlerin işine yaradığı sorusu şöyle zihinlerimizin
bir köşesinde dursun…
İzleyicinin dikkatine: Filmin birkaç sahnesinde uygunsuz görüntüler bulunmaktadır.
Zehra Direk – UÜ Uluslararası İlişkiler
13
BULUTLARDA BİR EV
Film Türkçe’ye “Bulutlarda Bir Ev” olarak
Farsçasından aynen çevrilmiş. Senaristliğini ve
yönetmenliğini Seyyid Celal Dehgani Eskezeri’ nin
yaptığı 2014 yapımı filmin başrolünü, Hidayet Haşimi
ve Hamid Kumeyli paylaşıyor.
Filmin görüntü kalitesi oldukça iyi, müziği ise
sahnenin duygusunu yansıtma açısından iyi seçilmiş.
Bulutlarda Bir Ev adlı film 32. Facr Film Festivali’nde
2 Simorg Ödülü adayı oldu. Ayrıca başarılı senaryo
bölümünde fahri diploma aldı. 5. Ammar Halk Film
Festivali’nde de Uzun Hikâye bölümünden Fanus
Ödülü kazandı.
Film, İran’da 1980’li yıllarda, yani İran-Irak savaşının
başladığı yıllarda geçiyor. Yalnızca dönemi yansıtma
amacı güdülmeyip psikolojik tahliller ön planda
tutulduğu için dönem hakkındaki kanaatlere yalnız
ufak ipuçlarından varılabiliyor. Savaşın halkı nasıl etkilediğini, insanların bu durumlarda nasıl
davrandığını bazı kesitlerden çıkarabiliyoruz. Diyalog üzerine kurulmuş bir film değil. Basit
konuşmalar geçiyor. Mesaj verilirken kelimelerin gücünden ziyade mimiklerin etkileyiciliği ön
planda. Oyuncuların başarısıyla bu sağlanabilmiş diye düşünüyorum. Yoğun bir olay örgüsüne
sahip değil. Klasik İran filmlerindeki gibi hayattan bir kesit yansıtıyor bize. Öncesini ve sonrasını
değil yalnızca o anı sunuyor.
Film 80’li yıllarda geçiyor dedik. Savaş zamanında halk tabanında seferberlik söz konusu.
Gönüllü askere gidenler, maddi olarak cepheye yardımda bulunanlar var. Savaş olan yerlerde
halkta maddi ve manevi bazı zaafların olması kaçınılmaz bir durum. Savaş, insanları her
anlamda yıpratan verilmesi zor bir imtihan. Bu yüzden şikâyetçi olanlar olduğu gibi sabırla
atlatmaya çalışanlar da var. Bir de filmimizin kahramanları gibi durumdan istifade edip kendi
çıkarları peşine düşenler…
Emir ve Mesut kılık değiştirerek asker ailelerinin evlerini gezen iki arkadaş. Ailelerden,
oğullarına/eşlerine harçlık ulaştıracaklarını söyleyerek para istiyorlar. Filmde bazı noktalardan
anladığımız kadarıyla onları bunu yapmaya iten maddi zorluklar içindeler. Aslında çok zor
olmayan bu yolculukta sürekli çekişme halinde ilerliyorlar, anlaşmazlıklar yaşıyorlar. Emir ne
kadar kendilerini haklı çıkarmaya çalışsa da Mesut’un içini kemiren hislerini göz ardı
edemiyorlar. Karşılaştıkları en büyük engel ise sürekli rahatsız eden vicdanları. Emir sürekli
kendi durumlarının kötülüğünü ve bundan kurtulmanın tek yolunun yaptıkları olduğunu
hatırlatarak kendilerine haklılık payı ararken Mesut ise vicdanının sesini dinleyerek daha fazla
hata yapmamak için sürekli Emir’i frenliyor. Her seferinde Mesut’u ikna etme çabaları
14
sonuçsuz kalıyor. Aralarında geçen kavgalara rağmen birbirlerine olan bağlılıkları dikkatlerden
kaçmıyor.
Bu noktada Emir ve Mesut iki zıt karakter olarak sanki insan içindeki hayra ve şerre olan eğilimi
sembolize ediyor. Bu kadar zıt olmalarına rağmen birbirlerine olan bağlılıkları ise insanın bu
karşıt eğilimleri bir bedende barındırdığını ve bunun dünyadaki imtihan için kaçınılmaz bir
gerçek olduğunu hatırlatıyor bize. Karşılaştıkları her durumda yaşadıkları çatışma, insanın
içindeki çatışmaların dışa yansıması gibi. Darb-ı mesel olmuş şu söz geliyor aklıma:
“Vicdan yalan söylemeyen bir muhbir-i sadıktır.” Ne zaman vicdanlarını dinleseler maddi
hedeflerinden uzaklaşsalar da manevi olarak rahatlığa kavuşuyorlar.
Bu bir buçuk saatin içine birçok duygu sığdırılmış. Suçluluk duygusu mesela; yaptıkları şeyin
yanlışlığının farkındalar bu yüzden sürekli diken üstünde ilerliyorlar. Her bakış onları ifşa ediyor
sanki. Yüzlerine bakan onların yalan söylediğini anlayacakmış gibi. Bundan kaynaklanan
korkuları ise bazen onları komik duruma bile düşürüyor.
Cömertlik en saf ve masum haliyle, çocuklar aracılığıyla işlenmiş. İki kardeş, babalarına
göndermek için evde para olmadığını öğrenince hiç düşünmeden kumbaralarını kırıp paralarını
teslim ediyorlar. Bir diğeri babasının cepheden getirdiği alınlıkları, Emir ve Mesut’un
alınlıklarının kaybolduğunu öğrenince: “Sizde kalsın. Cepheye gidince babama verin tekrar geri
getirsin.” diyerek veriyor. Çocukların bu davranışları her seferinde Emir ve Mesut’un yüzüne
bir tokat gibi iniyor. Pişmanlıkları yüzlerine yansısa da vazgeçmek o kadar kolay olmuyor.
Her kapı açıldığında aslında farklı bir dünya aralanıyor. Her evde ayrı bir hikâye, ayrı bir acı
karşılıyor onları, ama bu iki yakın arkadaşı, son çaldıkları kapının ardında zorlu bir vicdan
muhasebesi bekliyor. Evde onları bekleyen imtihanların ilki cephe için verilen adak paralarının
yerini öğrenince başlıyor. Alıp almamak arasında gidip geliyorlar. Asıl zor olan imtihanları ise
şehadet haberini verme görevi bunlara düşünce başlıyor. Şehadet, şehit için mükâfat iken
geride kalanlar için imtihan vesilesi haline geliyor. Belki de Mesut’un sürekli: “İçimde bir his
var” dediği işte bu imtihanlardı.
Filmin ismine dikkat çekecek olursak, hırsızlık için girdikleri bu evde yaşadıkları iç çekişmeler
ve kavgalar onlar için adeta bir dönüm noktası oldu. Bunun kerameti evde midir yoksa
bizimkilerde mi takdir size kalmış. Ayrıca filmde değinilen şehadet konusuna binaen bu ismin
verilmiş olabileceği kanaatindeyim. Yani evden bir şehit olması sebebiyle ev böyle nitelenmiş
olabilir.
Mesut’un eve girerken bulduğu huzur nereden kaynaklanıyor? Neden filmin adını “Bulutlarda
Bir Ev” koymuşlar? Emir ve Mesut evden kazançlı mı ayrılıyorlar? Bu soruların cevapları filmde
saklı. Herkes kendi payına düşeni görüyor, herkes kendi görebildiğine göre cevaplıyor bu
soruları. Benim köşemden görebildiklerim bu satırlar oldu. Bu sorulara kendi cevaplarınızı
bulmanız için izlemenizi tavsiye ederim. İyi seyirler
Kübra Kaplan – UÜ İlahiyat
15
SON UMUT
Ütopik Kurtuluş Teolojisi
Sona yaklaştığımızı bildiğimiz halde savaşların
sorumlusu kim? İnsan ırkı dünyanın sonunun
gelmesinde neden bu kadar istekli? Adil bir sistemle
yönetilmek mümkün mü? İnsan ırkının son bulduğu
bir zamanda ilahi mesajın anlamı nedir? İlahi
kurtarıcı son umudumuz mu? Bize vadedilen
ütopyanın dışına çıkabilir miyiz? “Children of Men”
filmini izlediğimde Alfonso Cuarón’un da bu sorulara
cevap ararcasına mücadele ettiğini görüyorum.
Sinemanın ne olduğunu, kimin için olduğunu, ne tür
bir mesaj kaygısı gütmesi gerektiğini kendi değer
yargısına göre bizlere anlatmış. Film bir yandan açlık,
kıtlık, savaşlar, küresel ısınma, insanlığın yozlaşması
gibi konulara değinirken diğer yandan Avrupa’nın
sığınmacılara uyguladığı politikaları eleştirir, Filistin
intifadasına selam yollar.
Phyllis Dorothy James’in romanından uyarlanan distopik bilim-kurgu türünün başyapıtlarından
biri olan Children of Men (Dilimize “Son Umut” diye çevrilmiş) üzerinden 11 yıl geçmesine
rağmen hakkında çokça konuşulan kült filmlerden biri olmuştur. 2006 yapımı bilim-kurgu
temalı filmde kaosun, savaşların, katliamların, toplu intiharların ve mülteci sorunlarının hâkim
olduğu bir dünyada devletler birer birer düşmüştür, totaliter rejimle yönetilen Büyük Britanya
ayakta kalmayı başarabilen tek devlet olarak resmedilmiştir. James’in ustaca kurguladığı post-
apokaliptik hikâye evreni, Cuarón’un çekim açılarıyla birleşerek bizlere oradan oraya
koşturuyormuş hissini yaşatmaktadır. Meksikalı yönetmen sinemaya girişini Who's He Anyway
(kısa film), Cuarteto para el fin del tiempo, Y Tu Mama Tambien, A Little Princess’le (Küçük
Prenses) yaparken Children of Men, Harry Potter and the Prisoners of Azkaban, Gravity
(Yerçekimi) ve Believe gibi filmleriyle büyük beğeni toplamıştır.
Sinematografik olarak büyük bir başarıya sahip olan film, Alfonso Cuarón’un adını sinema
tarihine silinmeyecek şekilde yazdırmıştır. Filmin backgroundları, kullanılan kostümlerin
günümüz gerçekliğine yakın olması insanı belgesel tadında bir distopyanın içine dâhil
etmektedir. Her an ekrandan dışarıya fırlayacakmış gibi olan patlama sahneleri, kameraya
sıçrayan kan parçaları hissi filme ayrı bir hava katmış. Aktüel kamera ile çekilen tek plan-
sekansları yönetmenin ve sinematografın mührünü Children of Men ile şahlandırmakta.
Distopik bir filmde inanılmaz gerçeklikteki sahnelerin kurgusu pek de kolay olmasa gerek.
Yönetmenin bu işi güvendiği arkadaşı Emmanuel Lubezki’nin ellerine bırakması unutulmaz
sahnelerin hafızalarımıza kazınmasına neden olmaktadır. Children of Men’le Emmanuel
16
Lubezki BAFTA (İngiliz Sinema ve Televizyon Sanatları Akademisi) ve Amerikan Görüntü
Yönetmenleri Birliği’nden “En İyi Görüntü Yönetmeni” ödüllerini kazandı.
Alfonso Cuarón’nun Children of Men’de hedeflediği ütopyalardan biri, kurtuluşun
Hristiyanlığın yeniden doğuşuyla gerçekleşeceğidir. Filmin birçok sekansında Hz. İsa’ya, Hz.
Meryem’e ve Hristiyan ilahiyatına göndermeler bulunmaktadır. Tek plan-sekansında çekilen
Kee’nin, Theo’ya hamile olduğunu gösterdiği sahnede Hz. İsa’nın yemlikte gerçekleşen
doğumuna yapılan bir gönderme, Kee ile Theo arasında geçen “Bakire olarak hamile kaldım.”
diyaloğunda ise Hz. Meryem’in mucizevi bir doğum gerçekleştirdiğine gönderme
yapılmaktadır.
İlahi bir atmosfer oluşturan
ögelerden biri de kullanılan
müziklerin Hristiyan
ilahilerine benzerliğidir.
Kee’nin samanlıkta hamile
olduğunu gösterdiği ve
askerlerin arasından geçtikleri
sekansta, backgrounda John
Kenneth Tavener tarafından
bestelenen müziklerin tınısı
seyircide ilahi bir kıssa okuyormuş izlenimini yaratmaktadır. Children of Men’de neredeyse her
şey kusursuz bir şekilde planlanmış.
Filmin konusuna kısaca baktığımızda; 1994 yılında, nedeni bilinmeyen bir kısırlık baş gösterir.
2027 yılına gelindiğinde ise ülkeler düşmüş, salgın hastalıklar yayılmış, savaşlar, kargaşalar,
mülteci sorunları hat safhaya çıkmış, en son doğan çocuk öldürülmüş ve insanlığın son umudu
da yok olmuştur. Kargaşa ve savaş ortamında sıkıyönetim ile istikrarını koruyabilen tek devlet,
sıkıyönetimin bedeli olarak mültecilere hayvani işkenceler yapmakta, burjuva tayfasından
olmayan tüm halka ikinci sınıf muamelesi yapmaktadır. Bu yoğun kargaşa ortamında Theo
(Clive Owen) memurluk yaparak hayatını sürdürmeye çalışırken eski eşi Julian’nın (Julianne
Moore) isteği üzerine Kee’yi (Clare-Hope Ashitey) Fish’lara götürmeyi kabul eder. Theo (Clive
Owen), Kee’nin (Clare-Hope
Ashitey) mucizevi (mucizevi
diyorum çünkü dünyada 23 yıllık,
nedeni bilinmeyen bir kısırlık
hâkim) bir şekilde hamile olduğunu
öğrenmesi ve Julian’nın (Julianne
Moore) Fish’ler tarafından tuzağa
düşürülerek öldürülmesi Theo’nun
Kee’yi Human Project’e götürmeyi
kabul etmesine neden olur.
Filmde bizi ciddi bir şekilde rahatsız eden şey, mülteci kamplarının Ebu Gureyb, Filistin (açık
hava cezaevi) kamplarını andıran gerçekliğidir. Yönetmen, bizim elimize kumandayı verip
17
Filistin’de Siyonist yerleşimciler tarafından her gün yaşatılan acıları, yan komşumuz olan
Suriye’de binlerce insanın mülteci kalmasını, Müslüman kardeşlerim dediğim Yemenli
bebeklerin kolera salgınından ölmesini, birkaç kilometre aşağımızdaki Afrika topraklarında
insanların açlıktan çatlamasını tüplü bir cihaz ve sinema dili ile harmanlayarak seçme şansının
bizde olduğunu ve sonumuzu değiştirebileceğimizi bizlere hatırlatmaktadır.
Bu kadar spoiler yeterli, eğer imkânınız varsa filmi blu-ray veya yüksek çözünürlükte izlemenizi
öneririm. Children of Men, eline patlamış mısır alıp izlenecek tarzdan bir film değil. Arada nefes
almanızı sağlasa da son dakikaya kadar nefesinizi tutup ekran başına kilitleniyorsunuz. Filmin
sonunda “Oh be! Kurtuldular.” deyip rahatlayacağım diye bakmayın, yönetmen zekice bir
hamle yaparak filmi açık uçlu bırakmış. Bundan sonra her şey senin hayal gücüne kalmış, eğer
olumlu biriysen senin için hala bir umut var demektir.
Not:
*Amerikan filmlerinin olmazsa olmazları arasında olan bizlere uygunsuz gelebilecek birkaç
sahne Children of Men’de de bulunmakta, bu konuda hassas olan izleyicilerimize küçük bir
uyarıdır.
*Yönetmenin Hristiyan olduğunu unutmadan filmi izlersek kendi değer yargılarını nasıl
işlediğini daha rahat görebiliriz.
Meryem Betül DAMAR – DPÜ Animasyon
18
DEVLET OYUNLARI
Kurgulanan Oyunlar İçinde Hakikate Ulaşmanın Yolu
Türkçeye ‘Devlet Oyunları’ olarak çevrilen State of
Play Filmi’ni Kevin Macdonald yönetmiştir. Klasik bir
gazetecilik filmi olan Devlet Oyunları; politikacıları,
algı yönetimini, karmaşık ve kirli ilişkileri konu
ediniyor. Film esrarengiz bir tetikçinin üç kişiyi
öldürmesiyle başlar. Öldürülen kişilerden biri olan
genç bayanın ölümü medyada oldukça ses getirir,
çünkü bu bayan, Amerikan Kongresi’nin genç üyesi
Stephen Collins’in araştırma asistanıdır. Stephen
Collins savunma harcamalarını denetleyen komitenin
başkanlığını yapmaktadır. Collins, savunma
bakanlığının dış kaynak kullanımı, paralı askerlerden
oluşan özel ordu birliği hakkında araştırmalar
yapmaktadır.
Ülkenin çok satan gazetelerinden birinin araştırmacı
gazetecisi olan Mcaffrey ise cinayetleri başından beri
takip etmektedir. Çünkü hem Collins’in en yakın arkadaşıdır hem de gazetesi için sağlam bir
hikâyeye ihtiyacı vardır.
Kongre üyesinin aleyhinde, sekreterinin ölümünün ardından, sekreteri ile aralarında duygusal
bir bağ olmasını konu edinen haberler yazılmaya başlar. Film doğruyu söylemeye çalışan
politikacıların, büyük güçlerin kontrol altına aldığı kurgusal hikâyelerle kamuoyuna onların bu
şekilde hatırlanmasını sağlamanın ne kadar basit olduğunu gözler önüne sermektedir.
Filmdeki şu cümlede bunu destekler niteliktedir.
“Son 3 yılda 2 kanun teklifine destek verdim. Bunlara rağmen bu trajik olayla hatırlanacağım.”
Şehrin en tanınmış gazetesinin editörü ise bu trajik hikâye hakkında hemen bir haber
yapılmasını ister, fakat araştırmacı gazeteci bu sefer acele etmemektedir. Çünkü olaylar
arasındaki bağlantıların kısmen farkına varmıştır. Beklemeyi ve parçaları birleştirerek büyük
hikâyeyi tamamlamayı istemektedir. Bu yüzden bir dedektif edasıyla araştırmaya koyulur.
Kongre üyesi Collins terör karşıtı biridir. Cesurca gerçekleri savunan Collin, sözel savaş birliği
yöneticisinin milyon dolarlık servete sahip olması konusuna da değinir. Bu servetin kaynağına
dikkat çekmeye çalışır. İç istihbaratı ele geçiren bu özel paralı birliklerin görünüşte 14 ayrı
şirketten oluştuğunu, fakat aslında tek bir şirkete bağlı olduğunu tespit eder. Büyük güçlerin
tek önemsediği, konunun kendi servetleri olduğu ve savaşan askerlerin, masum halkların
katledilişinin hiçbir öneminin olmadığıdır. Ve karşı tarafın askerlere karşı argümanı olan
“Adapte ol ve başar!” reklam sözünün aslında “Neye mal olursa olsun savaşın!” anlamına
19
geldiğini kongrede açıklar. Kongrede sesini yükselterek söylediği şu söz ise bu konunun
kavranmasında önem arz eder:
“ Ordu birliklerini eğitmek için parayı biz veriyoruz, siz öldürerek zengin oluyorsunuz.”
Bu paralı birliklerin maaş çeklerinden başka kimseye karşı sadakatlerinin olmadığını tüm dünya
Irak ve Afganistan savaşlarında yakından görmüştü. Irak’ta yaklaşık bir buçuk milyon kişinin
ölümüyle sonuçlanan ABD kuşatmasında, ABD’nin demokrasi getirmek amacıyla ülkeye
girdiğini fakat tek götürdüğü şeyin petrol olduğunu gördük. Masum halkın katledilişi ise
demokrasi söyleminin içinde Mehmet Akif’in de dediği gibi ‘tek dişi kalmış bir canavar’ın
olduğunu, isterlerse sükseli, parıltılı sözlerle bu canavarı (demokrasi) güzelleştirebileceklerini,
fakat sonucunun hep kan, acı, gözyaşı olduğunu biliyoruz.
Emperyalist ülkelerin bayraktarlığını yapan materyalist düşüncenin hâkim olduğu ABD, kitleleri
yalnızca para, güç, şöhret ile kontrol edecek hale getirmiştir. Aile, sadakat, adalet gibi
kavramların karşılığının olmadığı emperyalist kan emici ülkelerin, gücü ellerinde bulunduran
şirketleri tüm dünya üzerinde tekelleşmeyi sağlayıp parayı kendilerine aktarmanın yollarını
bulmuşlardır. Bu bazen demokrasi, bazen ticaret, bazen de savaş yoluyla olmaktadır. Fakat
hangisi olursa olsun para bu sermayedarların eline geçmekte ve sonuç değişmemektedir.
Paraları söz konusu olduğunda doğruları söyleyen kişilerin sonlarını tek kurşunla getirebilen
bu güçler bazı güçlü politikacıların sonlarını ise çeşitli karalama kampanyaları, algı
operasyonları ile getirmektedirler. Filmdeki şu replik bu konunun daha iyi anlaşılmasını
sağlamaktadır:
“Masum insanların onların gözünde hiçbir değeri yok, elden çıkarılacak askerlerin de. Beni de
benzer bir kaderden ayıran şeyin konumumun toplumsal niteliği olduğuna inanıyorum.”
Film politikada
yaşanan karalama
kampanyalarına bir
nevi destek veren
gazetelerin bu olaylara
“ses getiren bir
hikâye” olarak
bakmalarına da
eleştirel bir tutumla
yaklaşır. Gazeteler bu
karalama
kampanyasının halk
ayağını oluşturur.
Gazeteler için önemli olan tek şeyin doğru haberden ziyade sansasyonel haberler olduğunu,
böylelikle daha çok okunup satış yapılmasının önemini filmin çeşitli bölümlerinde görmekteyiz.
20
Ellerinde birçok hikaye biriken fakat gerçeği bulmayı amaçlayan araştırmacı gazeteci yüzünden
bu hikayeleri kaçırmış olan editörün “Biz hikayeleri yazacaktık ve insanlar bunu okuyacaktı,
ertesi gün yeni bilgiler ışığında yeniden yazacaktık, yeniden okunacaktı...” tarzındaki sitemleri
ve ülke için önemli büyük haberi yayınlamadıklarından dolayı saatte ne kadar kaybettiklerini
ifade eden sözleri gazeteler için gerçeklerin değil satışların önemini ve kapitalizmin buradaki
yönünü de gözler önüne sermektedir.
ABD’nin savaş politikalarını ve güç dengelerini ele alan bu film günümüzdeki devletlerin
politikalarını, siyasi ve sosyal ortamlarını yeniden yorumlamak için son derece faydalı
olabilecek bir kaynak. Bunca algı yönetiminin. spekülasyonun içinde haberlerin görünmeyen
boyutunu görebilmek ve Rabbimizin Kuranı Kerim’de defalarca belirttiği gibi hakkıyla aklımızı
kullanabilenlerden olabilmek duası ile…
Fatma Polat – UÜ PDR
21
BEYNELMİLEL Bİ’ŞEY
Sanat, toplumdan uzak düşünülemez ve daha çok
acılardan beslenir. Ortaya çıkan eser de ortak acının
sanatçıdaki yansımasıdır. Beynelmilel de böyle bir
film. Dönemin tanığı ve mağdurlarından biri olan
yönetmenin perspektifinden bir darbenin
toplumdaki travmalarını trajikomik bir dille izliyoruz.
Yönetmenliğini Sırrı Süreyya Önder ve Muharrem
Gülmez’ in yaptığı filmin senaristliğini ise yine Önder
üstlenmektedir. 2006 yapımı film ulusal ve
uluslararası festival çevrelerince dikkat çekerek
ödülle ülkesine dönmeyi başarmıştır. Özgü Namal ve
Cezmi Baskın’ın başrollerinde oynadığı filmde Sırrı
Süreyya Önder de rol almıştır.
Filmin konusuna gelince; 80 darbesi yeni olmuştur ve
sıkıyönetim vardır. Bir grup müzisyen ise –
‘germende’ olarak anılan bir tür düğün çalgıcıları- sokağa çıkma yasağı yüzünden geçim sıkıntısı
çeker. Bu duruma buldukları çözüm, onların askerler tarafından yakalanmalarının hüsranıyla
sonuçlanır. Askeri yönetim bunları değerlendirmek adına bir orkestra oluşturur ve yakın bir
zamanda gelecek olan konseyi karşılama görevini verir. Konseyi karşılamak için hazırlananlar
sadece orkestra değildir. Devrimci gençler de kendince bir gösteri hazırlamaya ve darbe karşıtı
seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar, ama olaylar “devrimciler uğraşsalar da böyle bir sonuç
elde edemezlerdi” gibi değerlendirilebilecek bir vaziyet alır.
Haydar (Umut Kurt) , siyasal bilimlerden yeni mezun olmuş komünist ideolojiye sahip bir
gençtir. Yaşadığı toplumda ki gördüğü sorunlara çözüm arayışı ve üniversite ortamının getirdiği
etkiyle birlikte böyle bir tercihte bulunmuştur. Gülendam (Özgü Namal) ise Haydar’a karşı
duyduğu hissiyattan ötürü onun fikirlerinden etkilenir ve verdiği kitapları okuyarak onun
dikkatini çekmeye çalışır, ama Gülendam’ın çok da idealist bir karakteri yoktur, motivasyon
kaynağı Haydar’dır. Haydar ise tam bir devrimcidir. Hedefe kilitlenmiş, tek başına kalsa bile
davasından vazgeçmeyecek biri. Gülendam hayata tozpembe bakarken, Haydar bir devrimci
edasıyla bireysel düşünmez ve olacağına inandığı devrim için yaşar.
Babam ve Oğlum ve oğlumla yükselişe geçen darbe mağduriyeti, bu filmin omurgasını
oluşturuyor. Yasaklardan, korkudan, devrim söylemlerinden bağımsız bir sahne
göremiyorsunuz neredeyse. Yönetmen bu filmi için ‘diktatörlerin aptallığı göstermek istedim’
diyor. Gerçekten izleyince göreceğiniz bu husus ayan beyan ortada. Daha sistem için tehlike
arz eden durumları tespitten aciz, yasakçı bir zihniyeti görüyoruz. Yasakladıkları türküler,
muhbirin ihbara değer gördüğü olaylar ve komutanın bir komünist marşını bile
tanıyamamasına ‘yok artık!’ diyorsunuz. Zaten trajikomik taraflarını tam da burası oluşturuyor
filmin.
22
Filmde darbenin halk
nezdindeki
sonuçlarını açıkça
görüyoruz.
Sokaklarda
darbecileri öven
afişler, halkın
üniforma korkusu,
muhbirler ve
ideojilerinin kurbanı
gençleri izliyoruz.
Halkın üniforma korkusu, at arabasının müzisyenlere yol verme sahnesinde çok iyi
resmedilmiş. Kendileri de o üniformanın zulmüne uğramasına rağmen temsili bir üniformayla
güç eline geçince onu kullanmaları ise manidar bir insan alışkanlığı... Halkın darbecilere
korkuyla karışık minnet duyması ve kendini garantiye alma çabası, yine faydalanma duygusuyla
hainlik yapan halkın içindeki ajanlar, toplumun tipik yansımasını sergilemiş filmde
Filmin komünist jargonla yazıldığı dikkatten kaçılmamalı. Bundan etkilenmeden bu ülkenin
yakın geçmişinde meydana gelen ve masum insanların faturasını ödediği bu askeri vesayetin
günahlarına odaklanalım! Filmin son sahnesi ise doğruların nasıl döneme göre değiştiğini ve
bir zamanlar ipe götüren davranışların devlet düzeyince sergilendiğini acı bir şekilde
gösteriyor.
Filmim yönetmenin ilk filmi olmasından hareketle kurgusal eksikleri, sıradanlıkları yok değil.
Hatta bir kefen muhabbeti var ki filmin başından sonuna kadar gidiyor, ama yine de saflığın
getirdiği hüzün nedeniyle izlenebilir. Oyunculuklar genel anlamda iyi olmasına rağmen
yönetmen ve senaristin eksikliği göze çarpıyor. Keşke senaryo daha ince işlenseydi. Yine de
izlenilebilecek Türk filmleri içinde yer alması ve ahlaki zafiyeti çok bulunmaması adına tavsiye
edilebilir bir film.
“Sol-sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir
ilgisi olmayan iki yabancı. Sol’ un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları,
Moskova; sağ’ın, müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal. Hıristiyan Avrupa’nın bu habis
kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan koymak ve kendi gerçeğimizi
kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu.” (Cemil Meriç)
Elif Güner – UÜ İlahiyat
23
DÖRDÜNCÜ ÇOCUK
Açlıktan Arta Kalan
Farsça ismi; فرزندچهارم/Farzende Charrom olan film,
Türkçe’ye “Dördüncü Çocuk” olarak çevrilmiştir. Filmin
yönetmen koltuğuna Vahit Musaiyan otururken
başrolleri de Mehtap Kerameti, Mehdi Haşimi, Hamit
Behdad paylaşmaktadır. 2013 İran yapımı olan film
Afrika’nın Somali’sinde geçiyor. Filmde 1991’de
Muhammed Siad Barre’nin düşüşünün ardından
ülkedeki kıtlık ve iç çatışma ele alınmaktadır. Somali
belki tüm çıplaklığıyla önümüze serilmiyor ama ellerimiz
bir kez daha vicdanlarımıza gidiyor.
Neresi olduğunu bilmediğim bir yerden uzaklaşıyorum.
Arkamdaki gözlere bakarak uzaklaşıyorum.
Geri döndüğümde buraya başka bir iş için geldiğimi
hatırladım,
Bana huzur verecek bir iş
Geri döndüğümde fotoğraflarda gördüğüm çocuğu
hatırladım.
Kadın başrol olan Rüya (Mehtap Kerameti), ünlü bir oyuncu iken bazı kişisel sebeplerden dolayı
sahneleri bırakır ve fotoğrafçılığa başlar. İlk fotoğrafçılık macerası ise Somali olur. Rüya,
çocuklar üzerine gönül işi fotoğrafçılık yapmak istemektedir. Rüya’yı dansçılardan tahayyül
ettiğimiz Afrika; avcılar, aslanlar, kaplanlar, zürafalar, eli silah tutan çocuklar, kıtlık, savaş ve
merhametsiz doğa olarak karşılıyor. Büyük fotoğraf sergileri için malzeme konusu olan Afrika,
Rüya’nın objektifinden sıyrılır ve Rüya, kendini Mogadişu’daki hayatın akışına bırakıverir.
Kendisinin de televizyonda izlediği o acı dolu gözleri şimdi bütün gerçekliğiyle görmekte ve
yaşamaktadır.
İran’da “Muzaffer Ayakkabı” markasının sahibi olan Muzaffer (Mehdi Haşimi) ise iflas edince
elinde kalan ayakkabıları alır ve o da Somali’nin yolunu tutar. Kadın, çocuk, yaşlı (…)
ulaştırabildiği kadar herkese ayakkabıları dağıtır. Gerçi bunu geniş gönüllüğünden ziyade
ayakkabı fabrikasını başka markaya devretmektense bütün ayakkabıları dağıtmayı daha onurlu
gördüğü için yapmıştır. Çoğu yalın ayaklı Somalilinin çölün tehlikeli toprağından korunmasını
sağlamıştır. Muzaffer(filmdeki diğer ismi Mesut), pragmatist bir kişilik olarak gözükse de
fedakârlığı gözden kaçmamaktadır. Filmin en çok duygulandıran kişisi de yine Muzaffer
olmuştur.
Muzaffer ayakkabı dağıtmanın yanı sıra eşinin kardeşi olan İbrahim için Somali yollarına
düşmüştür.
Kızılay Cemiyeti kamplarında doktor olan İbrahim yıllar öncesinden Afrika’ya gelmiş. Hatta
burada evlenmiş ancak eşi vefat etmiş. Fakat İbrahim eniştesinin ve ablasının ısrarlarına
24
rağmen buradan kopamamıştır. İbrahim Mogadişu’da sadece yaraları tedavi eden, hastaları
iyileştiren bir doktor değil sürekli umut tohumları ekmeye çalışan bir çiftçi gibidir. Tarlası talan
edilir ancak yine yeniden yeşertmeye çalışır umutları. Çünkü Somali’de her yeni yapılanma,
yardım, ıslah ve iyileştirme çabaları El-Şebab örgütü tarafından engelleniyor, yerle bir
ediliyordur. Afrika’da insanların vahşeti bizleri vahşi doğa ve hayvanlardan daha fazla
korkutuyor.
“Keşke bu ülke bu kadar zengin olmasaydı da biraz emniyeti olsaydı…” İbrahim’in bu duası
hiçte yersiz değil. Çünkü Somali, önemli altın ve petrol rezervlerine sahip bir ülke olmakla
birlikte ekonomisinin aşağı yukarı %65'i hayvancılık ve çiftçiliğe dayanmaktadır. Nehirler
boyunca uzanan topraklar oldukça verimlidir ve ülkede birçok maden ve mineral
çıkarılmaktadır. Muzaffer’in : “Bu kadar zenginliğe karşı ülkede niçin savaş ve kıtlık hüküm
sürmektedir?” sorusuna: “Burası güzel bir ülkeymiş, başa gelen her iktidar dış güçlerin dikkatini
çekmek için bu ülkeyi istismar etmiş.” şeklinde verilen cevap bizce yeterli olmamış, yüzeysel
kalmıştır. Bu İslam ülkesinin, birçok yardım gitmesine rağmen niçin hala kıtlık içerisinde
olduğunu, gelişemediğini, zengin kaynaklarının halka fayda vermediğinin üzerinde daha fazla
durulmalı ve emperyalistlere karşı duygular sahnelerde daha fazla yer almalıydı. Film belgesel
niteliğinde değil ancak dikkatle izlerseniz çıkaracağınız bilgiler olacaktır. Filmin amacının da
bilgi vermek, Somali’yi tüm detaylarıyla göstermek olduğunu düşünmüyoruz. Daha çok filmde
aktörlerin özellikle Rüya’nın mazlum insanların derdine ortak oluşlarını görüyoruz.
Dördüncü Çocuk’un hikâyesi… Hikâyeyi elbette anlatmayacağım.☺ Filmin isminin nerden
geldiğini filmin sonlarına doğru görüyoruz. Çocuğunu kaybetmiş bir anne olan Rüya ve hiç
çocuğu olmamış bir baba olan Muzaffer’in bir çocukla imtihan edilmesi manidar olmuş, ama
film için “Dördüncü Çocuk” isminin tercih edilmesi tartışılır. Film ailecek izleyebileceğiniz dram
niteliğinde bir film. Hüzünlenecek, duygulanacak ve ağlayacaksınız. Ancak başkasının derdi için
ağlayıp dertlenmek iyidir. Film bizlere acıyı sunuyor, merhameti almaksa size kalmış…
Şimdiden iyi seyirler…
Hümeyra BEKTAŞ-UÜ İlahiyat
25
DEVLET DÜŞMANI
Yönetmen koltuğunda Tony Scott başrolde ise Will
Smith, Gene Hackman ve Jon Voight’ in yer aldığı
orijinal adı Enemy Of The State (Devlet Düşmanı),
1998 ABD (Hollywood) yapımı, 130 dakikalık politik
bir aksiyon filmidir. Film Amerika'da hükümetin
insanları izleme yetkisini genişletecek bir yasa
tasarısının meclise sunulmasıyla politikacılar arasında
yaşanan çıkar çatışmalarını ve devlet için tehlike
oluşturan bir bilgiye sahip olursanız devletin sizi nasıl
yok edeceğini anlatıyor. Filmde devletin hedefe
koyduğu bir kişinin nasıl izleneceğinin ve
dinleneceğinin tüm yolları anlatılmış.
Filmin konusu kısaca şöyle: Amerika’da “Ulusal
Güvenliği Sağlama” adı altında hükümete
vatandaşlarını dinleme ve izleme yetkisi veren yasa
meclisten geçirilmek istenmektedir. Meclise sunulan
karara karşı çıkan belediye başkanı, Ulusal Güvenlik Ajansı(NSA) içindeki derin yapılanma
tarafından suikasta uğrar. Başkana yapılan suikast bir doğa araştırmacısının kamerasına
yakalanır. Suikast kasetinin tesadüfen Robert Dean’ın (Will Smith) eline geçtiğini öğrenen
istihbarat yetkilileri kısa sürede Robert Dean’ın peşine düşer. Farkında olmadan tehlikeli bir
devlet meselesine bulaşan Robert Dean, eski NSA çalışanı ve iletişim analizi uzmanı Edward
Brill’in(Gene Hackman) yardımıyla kumpastan kurtulmaya çalışır. Sıradan bir aile babası ve
avukat olan Robert Dean, bir sabah uyandığında tüm gazetelerde adını görmesiyle NSA
ajanlarından kaçmaya başlar.
Devlet, gerçeğin gücünü kırmak için gerçeği bilen kişileri her türlü karalama
kampanyasıyla itibarsızlaştırmaya çalışır. Filmde cinayeti gerçekleştiren Ulusal Güvenlik
yetkilileri, Robert Dean’ın elindeki kaseti ifşa etmesine karşı bir dizi önlem alıyor. Derin devlet
sahip olduğu medya gücüyle ilk aşamada Robert Dean hakkında kara para aklama suçlamasıyla
yalan haberler yayıyor. İkinci aşamada özel hayatı ortaya dökülen Robert Dean, üçüncü
aşamada cinayetle suçlanmasıyla halkın karşısında güvenilirliğini kaybediyor.
İletişim araçları, devletlerin savaşı idare etmesine ve kamuoyuna egemen olmasına
yardım eden en önemli unsurlardır. Filmde görüyoruz ki devlet bütün telekomünikasyon
sistemlerinin kontrolünü elinde tutuyor. Hükümetler banka hesaplarından, e-maillerden,
bilgisayardaki dosyalardan, WhatsApp ve telefon konuşmalarına kadar her şeye ulaşabilme
imkânına sahip. Filmde Amerika’nın insanların özel hayatına ilişkin mahremiyetini, hiçbir
engelle karşılaşmadan nasıl ihlal ettiğini görüyoruz. Filmin bir sahnesinde; “Özel hayat 30 yıl
önce bitti.” deniliyor.
26
Filmde gördüğümüz izleme ve dinleme teknolojisi bugünkü şartlara göre bile izleyene
ilginç geliyor. Filmde Amerika’nın yaklaşık 18 yıl önceki tüm izleme ve dinleme yöntemleri açık
açık anlatılmış. Mesela şu replik önemli: “Eskiden telefonları dinlemek için kullanılan vericilerin
hiçbir önemi kalmadı. Artık uydular sayesinde bütün konuşmalar havada yakalanabiliyor”. Film
diyor ki teknoloji geliştikçe savaşın araçları silahlardan çok uydular ve uydudan
yönlendirilebilen araçlar oluyor. Filmi izlerken artık savaşların en önemli mekânının “dijital
alanlar” olduğunu görüyoruz. Amerika ve diğer küresel güçler tüm iletişim ağlarını izlemek ve
siber istihbarat sağlamak için “ECHELON” gibi sistemlere çok büyük bütçeler ayırıyor.
Filmin aslında vermek istediği en önemli mesaj şu: Amerika’nın her şeyden haberi var, tüm
dünyayı dinliyoruz ve izliyoruz. Filmde uydudan gelen görüntülerle insanların kıskaç altına
alındığı sahneler göze çarpıyor. Amerika kendi güvenliğini, kendi hegemonyasını tehdit eden
her yerde casus uyduları sayesinde diğer ülkelerin egemenlik hakkını ihlal edebiliyor. Sınır içi
ve sınır dışı operasyonlarını, bu casus uyduların yardımıyla oturduğu koltuktan yönetiyor.
Filmde de söylendiği gibi “Teknoloji ilerledikçe onların işi kolaylaşıyor.”
Film, birçok ülkede polis akademilerinde ders olarak izlettirilmektedir. Ayrıca filmin
yönetmeninden biraz bahsetmek gerek. Tony ve Ridley Scott kardeşler CIA, FBI, NSA ve
Amerikan derin devletinin iç ve dış operasyonlarını konu edinen filmleriyle meşhur. Bunlardan
birkaçı: Yalanlar Üstüne (Body of Lies), Kara Şahin Düştü (Black Hawk Down), Deja Vu, Spy
Game(Casus Oyunu)
Rumeysa Melek-UÜ İlahiyat
27
GÜLÜN ADI
Dram-gizem-gerilim-polisiye türünün önemli/başarılı temsillerinden birini oluşturan ve 1986 yılında gösterime giren film; İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı ile Umberto Eco’nun aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanmıştır. Filmin yönetmenliğini Jean Jacques Annoud üstlenirken oyuncu kadrosunda ise başarılı oyunculuğu ile göz dolduran Sean Connery’i ve ona eşlik eden Ron Perlman, F. Murray Abraham, Christian Slater, Andrew Birkin, Michael Lonsdale gibi isimleri görüyoruz.
Dönemin gerekliliklerini yerine getiren, ayrıca geçtiği dönemin özelliklerini gayet başarılı ve iyi bir şekilde yansıtan film, kullandığı müzikler ile gizem unsurunu işin içine katmayı başarıyor. Seyircinin merak duygusunu işin içine dâhil etmesi ve film boyunca dikkat duygusunu uyanık tutması yönetmenin bu işteki başarısını ortaya koyuyor. Tabi bu başarı da Bond filmlerinden tanıdığımız rahip William karakterine hayat veren Sean Connery’nin oyunculuğunun ve ona eşlik eden genç rahip
Adso’nun oyunculuğunun çok büyük bir payı var.
Hıristiyan tarikatlar arasında yaşanan çatışmalar ve kilisenin halk üzerindeki tahakkümünden rahatsızlık duyan imparatorun varlığı gibi bir atmosferde işlenen cinayetleri çıkış noktası olarak ele alan filmde, 13.yüzyıl İtalya’sının dini ve siyasi yapısının bir nevi haritası çizilmeye çalışılıyor. Ortaçağ İtalya’sında manastırda otoriteler arasında cereyan eden hadiseleri ve bunların akabinde işlenen cinayetler arkasındaki sır perdelerini açığa çıkarma konusunu kendisine çıkış noktası olarak alıyor. Manastırın ilginç yaşantısını ve atmosferini mercek altına alan filmde 13.yüzyıl Avupası’nın siyasi ve dini çalkantısı başarılı bir şekilde kadraj altına alınıyor.
Yoksul bir yaşam sürmenin erdeme daha yakın olduğunu düşünen ve savunan Fransiskenlere karşı İmparatorun yakınlık duymasının ardından tüm tezlerini yetki ve varlık üzerine kuran Papalık Kurumu arasında ciddi bir kopuş meydana geliyor. Halkın yoksulluğu ve nasıl görüldüğü tüm çıplaklığıyla yansıtılıyor, kilisenin fakirlere cömert(!) yardım anlayışının nasıl olduğu konusu da son derece ayrıntılı bir şekilde resmedilmeye çalışılıyor. Kilise-halk kopukluğunun motif motif işlendiği ve Hıristiyan mezhepleri arasındaki ayrıklığın nasıl gerçekleşmeye başladığının da filmde önemli ipuçlarını görüyoruz. Seküler hayat tarzının benimsenmesinin mezhepler arası ayrılıklara nasıl sebep olduğunun altı önemli diyaloglarla çizilmeye çalışılıyor.
Papa – İmparator, yani din ve iktidar arasında meydana gelen kopuşu güzel bir şekilde özetlemeye çalışan film, din ve siyaset arasındaki ilişkinin tarihini ve seyrini göstermesi açısından da son derece başarılı vurguları seyircinin zihin dünyasına sokmayı başarıyor. Ayrıca otoriteler arasındaki çarpışmanın halkı nasıl ezdiği, kilisenin halk üzerindeki tahakkümü, halk nezdinde kilisenin itibarının düzeyi, Hıristiyan tarikatlar arasındaki sürtüşmeler ve bunların sonuçları gibi meseleler de titiz bir şekilde gösterilmeye çalışılıyor. Akıl ve sorgulamanın olmadığı, koşulsuz itaatin esas alındığı bir dünya yaratmayı hedefleyen kilise ve papalık
28
kurumu, menfaat kaygılarıyla başta felsefe, bilim, sanat, din ve daha pek çok alandaki eserleri tahrif ve yok etmeyi kendisi için kutsal bir görev olarak kabul ediyor.
Özellikle dönem filmlerini sevenler ve Hıristiyanlığın tarihsel gelişimini merak edenler için bir başyapıt niteliğinde olan film; ilgi çekici diyalogları ve anlaşılır betimlemeleri ile seyirciyi o dönemin içine çekmeyi başarıyor. Başarılı bir ortaçağ tarihçisi olan Umberto Eco’nun eseri muhtevası itibariyle birçok eleştiriye maruz kalmış olsa da film, genel anlamda başarılı bir uyarlama olarak kabul ediliyor. Bu başarısının arkasında ise kimi kesimlere göre, romandaki bazı içeriklerin ayıklanması ve romanda eleştirilen konulara filmde fazla değinilmeden geçilmesinin büyük bir payı var. Dönem filmlerine ve tarihsel sürece önem veren bilinçli seyircilerin bu filmi izlemeden önce veya izledikten sonra ayrıca kitabı da okuması ve değerlendirmelerini buna göre yapmaları, dönemin çalkantılı yapısının daha iyi anlaşılmasını ve bütüncül bir analiz yapılmasını daha da mümkün hale getirecektir.
Saniye Yaşar Batı-UÜ Tarih
29
İYİ GECELER İYİ ŞANSLAR
"Yazmaktan, konuşmaktan ve şu anda gözden
düşmüş gayeleri savunmaktan korkan
adamlardan olmayacağız." Edward R. Murrow İyi
Geceler İyi Şanslar 2005 yılında gösterime giren,
yönetmenliğini George Clooney'in yaptığı 6 dalda
Akademi Ödüllerine aday olmuş siyah-beyaz bir
Amerikan filmi olarak izleyicisinin karşısına çıkmış.
Film adını Edward Murrow'un her program
sonundaki "İyi Geceler İyi Şanslar" repliğinden
almış. Oyuncu kadrosuna baktığımızda Amerikan
film dünyasının önemli isimlerinden olan David
Strathairn, Robert Downey Jr. , Jeff Daniels gibi
oyuncuları görüyoruz. Gelelim filmimizin
konusuna. Radyo ve televizyonculuğun daha yeni
gelişmeye başladığı 1950'li yılların Amerikasında
medya etiğine sahip, açık sözlü, televizyon ve
haberciliğin önde gelen ismi Edward R. Murrow ile
dönemin komünist avcılığı politikasını yürüten senatör Joseph McCarthy arasındaki çekişmeler
konu edilir. Edward R. Murrow arkadaşı prodüktör Fred Friendly'yle birlikte "See It Now"
programını sunmaktadır. Olaylar güvenlik tehlikesi oluşturduğu iddiasıyla yargılanmadan suçlu
ilan edilen Teğmen Milo Rodulovich'in A.B.D. Hava Kuvvetlerinden kovulmasıyla başlar.
Orduda kalabilmesi için Rodulovich'den babası ve kız kardeşini ihbar etmesi istenmişse de o
bunu reddetmiştir. Ed.Murrow orduya karşı çıkmak, dönemin önde gelen senatörlerinin
gözüne batmak, kariyerini ve programını tehlikeye sokmak pahasına Milo Rodulovich'in
uğradığı haksızlığı haber programına konu edinir. Bunun üzerine McCarthy verdiği demeçlerle
Murrow'a karşı karalama kampanyası başlatır. Ve Murrow'un da bir komünist olduğunu iddia
eder. Böylelikle hem onun kariyerine darbe vururken hem de program sponsorlarının geri
çekilmesi tehdidiyle finansal açıdan zor durumda kalmasına sebep olur. Tehditlere boyun
eğmeyen Murrow ve ekip arkadaşları kenetlenerek McCarthy'e karşı bir savaş başlatırlar. Tabi
ki bu savaşta medya dünyasının (az) bir kısmı haklı bir dava için çaba veren bir avuç insandan
oluşan Murrow ve ekibini savunurken diğer kısmı da senatör ve hükümetin avukatlığını yapar.
Joseph McCarthy'nin hareketlerini, politikalarını incelemeye alan Murrow ve ekibi onun
yalanlarını bir bir ortaya çıkarır. McCarthy gözden düşer ve haksız yere kovulan Rodulovich ise
orduya geri alınır.
Murrow ve ekibinin medya etiğine bağlı kalarak, dönemin askeri, siyasi iktidarlarının yanı sıra
finansa da hâkim olanlarından korkmadan ulaştığı bu zafer, programlarının daha geç ve
önemsiz bir saate alınması bedeliyle elde edilir. Filmin, medya ve devlet ilişkilerine eğilerek,
devlete dolayısıyla siyasi, askeri, ekonomik hangi alanda olursa olsun bu konumları tekelinde
30
tutan şahıs veya şahıslara muhalefet edilince nelerin olabileceğini gözler önüne serdiğini
görüyoruz.
Günümüzde de medyanın savaştan, bir haber
spikerinin savaş pilotlarından daha tehlikeli
olduğu apaçık ortadadır. Algı operasyonları
tarihin her döneminde kitleler üzerinde etkili bir
silah olarak kullanılmıştır. Ve hiç şüphesiz bu
silahın en etkili mermilerinden birisi medya ve
basındır. Küresel emperyalist güçlerin
güdümünde olan, onların dünyayı daha fazla
sömürmeleri adına yaptıkları her işe çanak
tutan, dilsiz şeytanlık eden ahlaktan yoksun bir
medyanın mazlumu zalim, haklıyı haksız, hakkı batıl göstermesine günümüzde ve geçmişte
birçok olayda şahit olduk.
İşte tam da böyle bir dünyada bize lazım olan Ed.Murrow gibi doğru ve ilkeli yayın adına tüm
çıkarlarını düşünmeden feda edebilecek medya ahlakına sahip yayıncılardır. Bir televizyon
programının yayın hayatına devam edebilmesi onu talep eden bir kitlenin olmasına bağlıdır.
Dolayısıyla izlediğimiz programlarla kime, hangi amaçları gerçekleştirmesi için neler
kazandırıyoruz diye durup düşünmeliyiz. Zaman gözlerimizin gördüğünden de kulaklarımızın
duyduğundan da şüphe etme zamanıdır. Hele ki taraflı emperyalist basın uşaklarına ve
televizyon kanallarına karşı. Bu noktada Hucurat suresi 6. ayet tam bir çıkış noktası
göstermektedir." Ey iman edenler eğer bir münafık size bir haber getirirse onu etraflıca
araştırın. Yoksa cehalet sonucu bir kavme kötülük de bulunursunuz da sonra işlediklerinize
pişman olursunuz." Ayette de dikkat çekildiği gibi bize düşen önümüze servis edilen ve
düşünmeden tüketmemiz istenilen her habere karşı yönetimden uzak açık bir algıyla
yaklaşmamızdır. Filmde Murrow "Televizyon öğretebilir, aydınlatabilir ve ilham verebilir.
Ancak sadece insanlar bu amaçlar etrafında onu kullanmayı seçtikleri takdirde yoksa ışık saçan
kablolu bir kutu olur." diyordu ama ne yazık ki ışık saçan kablolu bir kutu olmakla kalmadı...
Kübra Karakaya – UÜ İlahiyat
31
KAPLUMBAĞALAR DA UÇAR
Acının Kutsal Çığlığı
İran-Irak-Fransa ortak yapımı ve Irak’ın işgalinden sonra çekilen ilk film olarak 2005 yılında gösterime girmiştir. Filmin senaristliğini ve yönetmenliğini Sarhoş Atlar Zamanı ve Türk-İran ortak yapımı olan Gergedan Mevsimi filmlerinden de tanıdığımız Bahman Ghobadi yapmıştır. Film, adını kimilerine göre eski bir Kürt hikâyesinden, kimilerine göre de kaplumbağaların mayın toplama işinde kullanılmasından almaktadır. Yansıttığı başarılı dram sahneleri ve hikâyesi sayesinde Berlin Uluslararası Film Festivali Barış Film Ödülü ve daha birçok ödüle layık görülmüştür.
Belgesel-kurgu film tarzında olan ve yönetmenin kendine has, gerçekçi ve politik tarzını da başarılı bir şekilde yansıtan film, seyirciye derin anlamları yakından izleme imkânı sunuyor. Film aynı zamanda toplumsal gerçekçi sinema anlayışının güzide örneklerinden biri; yaşanan ağır savaş travmalarına
karşı mücadelenin, umudun, insani değerlerin yitirilmeden müdafaa edilebilmesi için yönetmenden gelen bir isyan çığlığı… Coğrafyada biriken acı, duygu sömürüsü yapılmadan, yapaylıktan uzak bir şekilde izleyiciye insanlığını yeniden hissettirmeyi sağlayacak şekilde yansıtılmaya çalışılıyor. Oyuncuların çoğu gerçek hayatın içerisinde yaşayan sıradan insanlar. Kullanılan mekân, ışık ve daha birçok şey son derece doğal. Filme ayrılan bütçe az ancak hissedilen ve hissettirilen duygu oldukça yoğun.
Bir yanda işgal, bir yanda derin acılar… Film, metaforik anlatımını tamamlayıcı bir üslup olarak kullanıyor ve seyirciyi duygusal iklimin içerisine sokacak şekilde yaşanan coğrafyaya doğru yolculuğa çıkarıyor. Zıt ve düalist bir yaklaşım tarzı ile modern dünyanın çelişkili yüzü gözler önüne seriliyor. Dramatik bir şekilde var olmaya çabalayan bir avuç küçük çocuğun yaşadığı atmosfer insanın iç dünyasını işleyecek bir bakış açısı ile ifade edilmeye çalışılıyor.
Türkiye ve Irak sınırlarında, Amerikan işgali altında yaşayan bir avuç Kürt mülteci çocuğun, zor şartlar altında ve mayın toplayarak hayatta kalma mücadelelerini anlatan film, savaşın tek masum tarafı olan çocukların dokunaklı hikâyesini tüm doğallığıyla gözler önüne seriyor. Modern dünyanın sunduğu imkânlardan uzak, sıcak bir yuvaları olmadan yaşama tutunmaya çalışan ve mayınların sebep olduğu fiziksel engellerine rağmen patlamamış mayınları toplayarak geçimlerini sağlamaya çalışan bir avuç çocuk izleyenlere müthiş duygusal anlar yaşatıyor.
Yönetmen varoluşu dert ediyor ve bu derdini hiç çekinmeden, abartıya kaçmadan, gerçekliğin içinden kopmadan minimalist bir öykünün içine sığdırarak kendine has bir üslup
32
ortaya koyuyor. Ghobadi, samimi diyaloglar ve farklı yönlerle seyirciyi atmosferinin içine alarak çok erken yaşta olgunlaşan fakat temizliklerini yitirmeyen çocukların ruh halini anlatmaya çalışıyor. Duygu sömürüsü ve demagojiden uzak bir anlatım ile izleyiciyi başından sonuna kadar düşünmeye, sorgulamaya ve vicdan muhasebesi yapmaya yönelten film, sadece fiziki olarak değil kültürel olarak da işgal altında bulunan insan gruplarının içsel dünyalarını anlatıyor. Ghobadi’nin önemli bir özelliği de profesyonel olmayan insanları yani sıradan ve halkın bizzat kendi içinde yetiştirmiş olduğu; oturuşu, kalkışı, yaşayışı tıpkı bizim gibi olan, simasına en derin acıların nakşedilmiş olduğu, çoğu kez hiç fark edilmeyen toplumsal kesime filmlerinde yer veriyor olmasıdır. Bu tarz, onun filmlerindeki etki gücünü arttırmakla kalmıyor, her yaş grubundan ve her kesimden insanın sinema aracılığıyla temsil edilmesini sağlıyor. Bunu yapmadaki amacı da, içinde bulunduğu, gözlemlediği ve tecrübe ettiği hayatın acı ve tatlı tüm yönlerini insanlığa duyurmak ve insanlar arasında bir farkındalık oluşturmaya çabalamasının bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
İnsan olmanın kolay ancak insan kalabilmenin oldukça zor olduğu küresel bir çağda duyarlılığını yitirmiş olan insana yeni bir pencere açmayı sağlayacak ve körelmiş duygularını tazelemesine yardımcı olacak son derece önemli bir film. Estetiğe hapsedilmeye çalışılmadan, gerçekliğin peşi sıra yol kat etmeye çalışan harika bir kurgu.
Cahit Koytak’ın ifadesiyle;
“Ve çocuklar kaynayan toprağı tırmalıyor
Kararan göğü, Gözümüzdeki kalın perdeleri…”
En zor koşullar altında bile masumiyetlerini muhafaza eden çocukların gözünden gerçek hayatın zulmünün ve acımasızlığının anlatıldığı film ile ilgili bir yorumunda senarist ve yönetmen Ghobadi; “Filmimi, diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına ithaf etmek istiyorum” açıklamasında bulunarak bu konu ile ilgili hassasiyetini ortaya koyuyor. Sanatsal kaygılarla fazladan uzun tutulan sahnelerin olmaması ve iyi bir görsellik oluşturabilmek adına gereksiz kamera hareketlerine yer verilmemesi ilkesini göz önünde bulunduran Ghobadi’nin bu filminde çok iyi bir sekans yakaladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Saniye Yaşar – UÜ Tarih
33
LİBERTE
Işıktan Ve Gökyüzünden Sürgün Edilenler
Korkoro…
2009 Fransa yapım olan filmin yönetmenliğini,
filmlerinin genel temasını Çingenelerin
oluşturduğu Cezayir asıllı Tony Gatlif yapmıştır.
Filmle bir bütünlük içerisinde olan müzikler ise
Delphine Mantoulet’e ait. Türkçesi “Özgürlük”
olan filmin ismi Liberté olsa da Çingene Dilinde
yine aynı anlama gelen “Korkoro” ismi de film için
kullanılabilir. Film 1943 yılında 2. Dünya savaşı
sırasında Nazi Almanya’sının işgali altında olan
Fransa’da geçmektedir. Fakat bu sefer Nazi
soykırımına maruz kalmış başrol Yahudiler’in değil
Çingenelerindir. Tony Gatlif bu filminde Fransa’nın
küçük St. Amend köyünün daimi mevsimlik işçisi
olan Çingene Lavil ailesini ele almış. Birbirlerine
sıkı bir bağlılığı olan aile içlerinde de bir istişare
sistemi geliştirmişler. Her ne kadar bir Çingene olamayacağı dolayısıyla da kendilerine
katılamayacağı konusunda ısrarcı olsalar da Claude’a gösterdikleri merhamet ve cömertlik
dikkat çekicidir.
Claude’un lakabı Çororo yani kimsesiz. Fransız olan Çororo, savaşta ailesini kaybetmiş ve öksüz
kalmış. Bakımını üstlenen aile onu yetimhaneye vermeye karar verince Claude düşmüş yollara.
Ve bizim Çingenelerin peşine takılmış. Bir çocuk için yetimhaneye karşılık çadırlarda üstelik
Çingenelerle yaşama isteği oldukça manidar. Köyün veterineri ve aynı zamanda belediye
başkanı olan Theodore bakımını üstlense de Çororo, Çingenelerin peşini bırakmaz. En büyük
destekçisi ise ailenin yarı akıllısı olan Taloş. Özgürlüğü doğanın bütün benliğiyle hisseden Taloş
tutsaklığın verdiği azabı yine doğada krizler geçirerek dindirmeye çalışıyor. Onlar yolcular ve
bir yerde uzun süre kalamazlar. Birkaç atı birkaç katırı ve barındıkları çadırları hariç sahip
oldukları bir şey yok. Tabi bir de çalgıları ve dansları… Dolayısıyla onları bir yere bağlayan
kendisine bağımlı yapan bir mülk dertleri de yok.Bir kimsenin tahakkümü altına girmekten
kesinlikle uzaklar. Ne var ki Fransız hükümeti göçmenlere savaş sebebiyle iskân zorunluluğu ve
ülke içinde dolaşmalarına yasak getiriyor. Fakat bu savaşı onlar başlatmadı dolayısıyla onların
savaşı değil. Yani durumun ciddiyeti onlar için bir şey ifade etmiyor.
Çingenelerin filmde gösterilen bir diğer tarafı ise eğitimin önemine gösterdikleri tavır. Köyün
öğretmeni olan Matmazel Lundi çocukların okula gitmesi ve okuma-yazma öğrenmeleri
gerektiğini söylüyor. Karşılığında aldığı cevap ise trajikomik: Anlaştık. Karşılığında ne kadar
vereceksin.
34
Filmin geçtiği tarih, Almanya’nın Fransa’daki kuklası Vichy rejimine denk geliyor. Alman
işbirlikçisi Vichy rejimi, ırk temizliğine Çingeneleri de ekliyor. Çingeneler önce zorunlu ikamete
tabi tutuluyor sonrada toplama kamplarına hapsediliyor. Rejimin ayakçısı olan Pierre Pantecot
ailenin toplama kampına gönderilmesini sağlıyor. Kendince kutsal görevi ise Fransa’yı
parazitlerden temizlemek. Koskoca bir ülkenin bile kendilerine dar geldiği aile tel örgülerin
çevrelediği daracık yere, toplama kampına hapsediliyor…
Tel örgülerin ardında ise müthiş bir çığlık yankılanıyor: Korkorokorkorokorkoro…
Theodore, filmdeki dertli kişimizdir. İşgal ve zulme karşı mücadele etmesi gerektiğini
düşünüyor. Theodore, ailesine ait bir evi onların üzerine yaparak aileyi kamptan kurtarır.
Arazinin tapusunu komik bir rakamla -10 frank- ailenin üzerine geçirirken Noter Lucien’in
‘Bunu neden yapıyorsun?’ sorusuna tereddütsüz ‘Ne olursa olsun bir şeyler yapmak için’
cevabını veriyor. Theodore’un duruşu önemli. Çünkü sanayinin ve kapitalist ilişkilerin
gelişimine bağlı olarak toplumların dönüşüm yaşadığı dünyada, insanlarda daima güçlünün
yanında olma karaktersizliği baş gösteriyor. Güçlünün yanında ve güçlü olmaya çalışan…
Ailenin mülk edinmiş olup köye yerleşecek olmalarını hazmedemeyen köylünün, evin etrafına
çit çekmeye çalışmaları gerçekten acınası bir durum. Tek söyleyebildikleri öfke kusarak ‘Onlar
Fransız değiller’. Ülkelerini ele geçirmiş olan faşizmi içselleştirmişler ve faşist politikanın
manipülelerine karşı yenik düşmüşlerdir. Zaten bir evin içinde hapis olunmuş olmaktan
memnun olmayan aile yeniden kimsenin nerede olduklarını bilmedikleri bir yere, özgürlüğe
göçe başlarlar.
Çingeneler konaklayacakları bir yerde yine rahat bırakılmayacaklardır. Filmi izleyecekler için
filmin sonu gizli kalsın. Ancak son gördüğümüz Lavil ailesi tablosu, gözü yaşlı bir Çingene ailesi
olacaktır.
Şunu da belirtelim: Avrupa’da
savaştan önce 2 milyon
Çingene yaşamaktaydı. Ancak
500 binden fazla Çingene
soykırıma uğratılarak
yaşamlarını yitirmişlerdir.
Soykırımın yanı sıra Çingeneler
birçok Avrupa ülkesinde halk
ve hükümet tarafından zulme
uğramıştır. İnsanların zihnine
kazınan ve unutturulmayan
Yahudi soykırımının yanı sıra bizlere Çingenelere yapılan soykırımı da göstermesi sebebiyle film
önemlidir. Zihinlerimizde şöyle bir sorunun oluşması gerekiyor: Naziler, Yahudilere yaptığı gibi
Çingenelere, Polonyalılara ve Slavlara; akıl hastalarına, sakatlara; Katolikler gibi dini
cemaatlere karşı yaptığı soykırım niçin dile getirilmiyor hatta unutturulmaya çalışılıyor?
35
Kökenleri, dilleri ve kültürleri farklı dahi olsa temel geçim stratejilerinin aynı olması hasebiyle
dışarıdan bakanların onları tek bir isimle tanımlayacağı şekilde bir bütün oluşturan Çingene
halklar, Çingeneleştirilmiş halklardır. İçinde bulundukları koşullara bağlı olarak her türlü geçim
imkânından yoksun kalan ve içinde yaşadıkları toplumlarda güç göstergesini ve maddi gücü
yitiren halklar Çingeneleştirilirler. Çeşitli zanaat ve hizmetler yapan Çingene halklar sanayinin
gelişimiyle birlikte kapitalist düzen karşısında daha savunmasız ve yoksul kalmışlardır.
Mülk sahibi olan kesim ise,
Çingenelerce Gaco-Geben halklardır.
Yani Çingene olmayan. Çingeneler
Gaco-Geben halklar tarafından
dışlayıcı önyargı duvarlarıyla kast
sistemine hapis olunmuşlardır. Mülk
sahibi Gaco-Geben halklar tarafından
mülksüzleştirilip yoksullaştırılan
çingene halkların, geriye ne
korumaları gereken mülkleri ne de
mülk edinme umutları kalır. Bugün
Dünyanın çoğu yerinde halkında sevmediği ve uzak durmaya çalıştığı Çingenelere kalan
sermaye pis işler olmuştur. Fikrimizce, eğer Çingeneleri bu bataktan kurtarırsak bataklığı
kurutmaya daha fazla yaklaşmış oluruz. Onlara dışlanmış ve hakir görülmüş hayatı değil İslam’ı
yaşatma temennisiyle
Hümeyra Bektaş- UÜ İlahiyat
36
MADAARİ
Madaari, Nishikant Kamat’ın yönetmenliğini yaptığı,
başrollerini Irrfan Khanve (Nirmal) ve Vishesh Bansal’ın
(Rohan) paylaştığı 2016 suç ve drama filmidir.
Nirmal, bilgisayar işiyle geçimini sağlayan kendi halinde
yaşayan bir baba. Filmde de Nirmal'in şehrinde trajik bir
olayın yaşanması ve bu olayda oğlunu kaybetmesiyle
başlayan bir hikâye anlatılıyor. Oğlunun ölümünden
sorumlu olanları bulmak ve adalete teslim etmek isteyen
Nirmal, tehlikeli bir yola başvurarak İçişleri bakanının
oğlunu kaçırır ve böylece olaylar başlamış olur.
Film Nirmal’ın yaşadığı şehirdeki köprünün çökmesiyle
başlar. Yaşanan bu trajedi ve daha önceden olan olaylar ile
birlikte halkın içinde bulunduğu durumu gözler önüne
seriyor. Yolsuzluk, rüşvetle ve adaletsizlikle birlikte ülkede
yaşayan halkın sefalet ve zor koşullar altında nasıl yaşadığını anlatmakta.
Nirmal, bakanın oğlunu kaçırdıktan sonra polis ve bakanla yaptığı ilk telefon görüşmesinde
"Benim oğlum da kayıp. Birileri açgözlü koca ağzını açtı ve oğlumu kaybettim.” der. Oğlunun
ölümünden kimlerin sorumlu olduğunu bulmalarını ister. Oğlunu kaybeden bir babanın neler
yapabileceğini kestirmek ve anlamak çok zordur. Çünkü canından can gitmiştir. Nirmal de
kendi çocuğunun ölümünden sorumlu olanları bulmak için bakanın çocuğunu kaçırarak
yetkililerin empati kurmasını istiyor.
Filmin başka bir bölümünde, köprünün yıkılışı olayında şöyle bir diyalog geçiyor:
“Bay Mishra, köprü şiddetli yağışlar nedeniyle çöktü. Bunu doğal afet olarak mı nitelendirelim
yoksa yolsuzluk mu?
-Bay Sinha, köprü kaç yıllık?
-Yirmi beş.
-O zaman kesinlikle köprüyü muhteşem bir ruh inşa etmiştir.
-Doğal afet olarak nitelendir.”
Hükümetteki görevli ve hükümetle ilişkili olan insanların yaşanan olaylara yaklaşımı ve bakış
açısını iyi özetlemiş. İktidar ve iktidar çevresindeki insanların, kötü durumlar ve olaylar
karşısında nasıl savunma yaptıklarını, olaylardan sıyrılmaya ve kurtulmaya çalıştıklarını gözler
önüne seriyor. Filmin bu kısmında yönetmen, “Ülkede yaşanan olaylar ve durumlar karşısında
halkın duyguları mı ya da fikirleri mi, yoksa iktidar ve iktidar çevresinin görüşleri mi önemli?”
37
sorusunu güzel bir dille filme yansıtmış. Sadece hükümetteki insanlara has olan bir durum değil
bu; insanoğlunun olaylara karşı olan tutumu, davranışları ve tepkileri çoğu zaman kişisel ve
benmerkezci bir durum olmakta.
“Geçinmekle meşguldüm, onların bana verdiği rüyaya inandım. Televizyonda ne gösterirlerse,
gazetelerde ne yazarsa inanırdım.”
İnsanoğlu geçim derdiyle uğraşırken dünyadan, devletten, hükümetten, siyasetten,
toplumdan ne kadar uzaklaştıklarının farkına varamıyorlar. Sadece geçim sıkıntısını gidermeye
çalışan insanlar için dünya kendi etraflarında döner. Ne zaman ki kendi şahıslarına veya ailesine
bir zarar geldiğinde kendi kabuklarından çıkıp gerçek dünyayla yüz yüze gelirler, dünyanın
sadece insanın geçimini sağlamak ve kendilerinden ibaret olmadığının farkına varırlar.
Yaşadığımız dünyada şu bir gerçek ki bizler sadece başkalarının çizdiği, yazdığı ve yönettiği bir
senaryodaki rolleri oynuyoruz ve onlara göre hareket ediyoruz, onlar ne derse onu yapıyoruz,
onların bize gösterdiği yolu izliyoruz. Neye inan derlerse ona inanıyoruz; televizyon, gazeteler,
ne yazarsa… Medyada ne gösteriliyorsa ona inanan bir toplum haline gelmeye başladık. Oysaki
günümüzde medyanın nasıl olduğunu ve kimlerin medyayı hangi amaç için kullandığını
unuttuk. Sanal gerçeklik, gerçekliğin önüne geçmekte, hatta var olan gerçekliğin yerini
almakta. Bunun bir an önce farkına varmamız ve bunun için önlem almamız, günümüzün gücü
olan medyaya ve sanallığa her zaman eleştirel bir bakış açısıyla bakmamız gerekir. Günümüz
medyası fasık haber niteliği taşımaktadır. Bugün için gösterdiği, yayınladığı her haberin yarın
bambaşka bir habere dönüşme ihtimali vardır. Bunun için iyice araştırıp sorgulamadan
inanmak ya da kabul etmek doğru değildir. Şu unutulmamalıdır: Medya=güç=para
-Gerçek
-Gerçek şok edici
-Gerçek seni korkutabilir
-Hükümetin yozlaşmış olduğu doğru değil,
-Gerçek şu ki hükümet yolsuzlukla varlığını sürdürüyor.
Gerçek olan şey bize ve hükumetteki
insanlara göre değişiyor mu yoksa
gerçek dediğimiz kişiden kişiye
değişebilen bir algı mı? Gerçek tek bir
şey değil mi? Filmdeki gerçeklik,
yetkililer ve halk arasında farklılığı
gösteriyor. Aslında halkın bildiği
gerçeğin gerçek olmadığını, sadece
gerçeğin görünen ve gösterilen kısmı
olduğu söylenmekte ve gerçeğin ne olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır. İnsanın aklında, “halk
tarafından gerçeğin neden sadece görünen kısmının bilindiği” bir soru olarak kalmakta veya
38
“öyle bilinmesinin istenmesinin nedeninin ne olduğu” filmde anlaşılır bir dille açıklanmaya ve
anlatılmaya çalışılmış.
Madaari, Hint sinemasının farklı bir bakış açısıyla yazılan ve yönetilen bir filmi olmuş. Bildiğimiz
Hint sinema kültüründen uçtulu kaçtılı ve aşırı dans sahnelerinin olmadığı bir film. Her ne kadar
bazı sahneler gerçekçi olmasa da izlenebilir içerikte bir film.
Mesut Arslan-UÜ Felsefe
39
S1M0NE
Gerçeğin Ağırlığından Simulargların Hafifliğine Kaçış
Ünlü senarist ve yönetmen Andrew Niccol’un kontrol toplumu ve onun içinde yaşamaya
hapsolmuş bireyleri konu edinen filmlerinden biri olan Simone, sahteliğe maruz kalan
bireylerin ve toplumun bir nevi özetini seyrettirmektedir izleyiciye. Baudrillard ile literatüre
geçen ‘simülasyon’ kavramı üzerinden öykülenen film, sistem üzerine bir eleştiri yaparken -
garip bir açmaz olarak- aynı zamanda izleyicilerde sistemin de reklamını yapıyor imajı
oluşturmaktadır. Baudrillard’ın bu kavramına göre ‘gerçeklik’; kapitalizm ve kitle iletişim
araçları tarafından emilerek başka bir gerçekliğe dönüşmekte ve gerçek olanla olmayan
arasındaki ayrım kalkarak bunun yerini simülarglar almaktadır.
Başrollerinde usta oyuncu Al Pacino, Rachel Roberts ve Catherine Keener gibi isimlerin yer
aldığı film 2002 yılında gösterime girmiştir. Filmin konusuna gelince; filmde Oscar’a aday
olarak gösterilen başarılı yönetmen Victor Taransky çekeceği son filmin başrol oyuncusunun
kaprisleri ile baş edemeyince kariyeri bu durumdan olumsuz etkilenmeye başlar ve sanatçıların
bu tarzdaki davranışları yüzünden hayalindeki sinema anlayışını gerçekleştiremeyeceğini
düşünerek umutsuzluğa kapılan yönetmenin imdadına, kendisinin sanal olarak yarattığı ilk
sentetik aktris S1m0ne yetişir. Kimsenin bilmediği ve tanımadığı bu isim aniden büyük bir
şöhrete kavuşur. Bu noktadan sonra ise film, yönetmenin içsel hesaplaşmalarını ve kitle
toplumunun -gerçek ya da sanal hangi tarzda olursa olsun- nasıl etkilendiğinin ve
yönetildiğinin, imaj yaratmanın toplumlar üzerinde ne derece etkili olduğunun parametrelerini
sunmaktadır.
Kitleleri memnun ve tatmin etmek adına yapılan projeler ile verimli sonuçlar alınamayacağını
düşünen ve kendi sanatsal farkını ortaya koymaya çalışan Taransky, buna rağmen filmlerinin
sadece kendini ifade eden ve seyircisi olmayan türden olmasını da engellemeye çalışarak
aslında sinemanın eğitsel yönüne dikkat çekerek sinemeyı araçsallaştırmaktadır. Piyasadaki
40
oyuncuların teknik açıdan kaliteli ancak insani açıdan çekilemeyen kaprisli yanları; insanların –
somut olarak bir gerçekliği olmasa da- kusursuzluğu ve ulaşılamayanı arzulaması; sistemin
kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkan rekabet ile yoğrulan sanat anlayışı neticesinde
yönetmen, başarının ve takdirin altında ezilmiş ve “bir gerçeklik” oluşturmaya çalışırken ironik
bir şekilde kendi gerçekliğinde kaybolarak sistemin bir parçası haline gelmiştir.
Günümüzde hızla
gelişen ve
yaşantımızdaki
hakimiyeti giderek
artan teknolojinin
her alana sirayet
etmesi ile yepyeni bir
çağın oluşumuna
tanık olmaktayız. Bu
ilerlemenin hangi boyutlara ulaşacağı ve toplumun bu durumdan nasıl ve ne düzeyde
etkileneceği üzerine birçok sanatçı ve yazar olası kehanetler üretmektedir. Örneğin; George
Orwell’ın “1984”ü, Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya”sı, Ray Bradbury’nin “Fahrenheit
451”i, Andrew Niccol’un “Gattaca”sı… geleceğin dünyasına olumsuz bir tablo çizerken, Francis
Bacon’ın “Yeni Atlantis”i, Ursula K. Le Guin’in “Hep Yuvaya Dönmek”i, Thomas More’un
“Utopia”sı ise son derece olumlu bir dünya tasviri yapmaktadır. Yaşadığımız çağa biraz
baktığımızda ise -ünlü distopya yazarlarının da ısrarla vurguladığı gibi- insanın hızla
kendisinden uzaklaştığını ve kendisine yabancılaştığını görmekteyiz.
Özellikle görselliğin sunduğu imkânlar sayesinde inşa edilmeye çalışılan yeni tip bireylerin
erdemli ve ilkeli bir hayattan hızla uzaklaşarak, haz merkezli ve ben odaklı bir yaşama doğru
evrildiklerini görmekteyiz. Bu yönelişte ise sinemanın toplum üzerindeki dönüştürücü etkisi
oldukça yüksek bir etkiye sahip. Her ses ve görüntü -biz onu anlamlandıralım ya da
anlamlandırmayalım- kişinin algı ve bilinç dünyasını şekillendirmede önemli birer unsurdur.
Kişinin film ve roman karakterleri ile özdeşim kurmaya ve onlara benzemeye çalışması ve
sonuçta da bir dönüşüm yaşaması bu algılamaların doğal bir sonucudur.
Son olarak; ekran dünyasının açmazlarını ve girdaplarını başarılı bir şekilde sunan film, ait
olduğu toplumun kültürel ve toplumsal kodlarını başarılı bir şekilde tahlil etmektedir. Filmde
fark edilemeyecek şekilde aralara sıkıştırılan ince mesajlar –örneğin bozuk aile ilişkileri,
evladını araba ile etkilemeye çalışan baba, kibrin meşrulaştırılmaya çalışılması, oluşturulan
sahte imajın hiçbir şekilde olumsuzlanmaması, popüler olmanın insan davranışlarının kötü de
olsa normalliğini ve kabulünü sağlaması vs- sisteme rağmen sistem için yapılan ve sisteme iyi
bir şekilde hizmet eden filmin Amerikan zihniyetinin bir ürünü olduğu unutulmamalıdır.
Saniye Yaşar – UÜ Tarih
41
SAHİBİNİ ARAYAN MADALYA
1989 yapımı olan ‘Sahibini Arayan Madalya’ filminin
oyuncu kadrosunda Bulut Aras, Halil Ergün, Agâh Hün,
Ulvi Alacakaptan, Sümer Tilmaç, Ali Şen, Salih Kırmızı
ve Süheyl Eğriboz gibi isimler yer almaktadır. Dönemin
önemli epik filmlerinden bir tanesi olan filmin
senaryosunu ünlü edebiyatçı Tarık Buğra yazmıştır.
Yücel Çakmaklı’nın yönettiği filmin yapımcılığını ise
Yedi Güzel Adam’dan biri olan Erdem Beyazıt’ın
kardeşi rahmetli Ahmet Beyazıt üstlenmiştir. Film, 1.
Dünya Savaşı’nın ardından Maraş’ta gelişen olayları
usta bir üslupla konu ediniyor. Meselenin mutaassıp
bir ırkçılığın çok dışında olduğunu ve filmde İslami
değerlerin öne çıkarıldığını ise rahatlıkla söyleyebiliriz.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru
müttefiklerinin yenilmesi üzerine, Osmanlı
İmparatorluğu 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzalar. Bu anlaşmaya göre
Anadolu’nun birçok yeri gibi Maraş da işgal altına girmiştir. Şehir, ilk önce İngiliz ardından
Fransızların işgaline uğramıştır. Fransız kuvvetlerinin şehre girişleri yerli Ermeniler tarafından
coşkuyla karşılanır. Bu durum Maraş halkını oldukça rahatsız etmektedir. Film; kurtuluş
mücadelesinden 5 yıl sonra Kasım 1925’te Maraş’ın önde gelenlerinin belediye binasında
toplanarak Ankara’dan gelen bir telgrafı okumasıyla başlar. Telgrafta TBMM tarafından İstiklal
Madalyası verilmek üzere kurtuluş mücadelesinde yer almış ‘bir kişinin’ Ankara’ya acele
bildirilmesi istenmektedir. Ardından Müftü Rafet Efendi’nin (Bulut Aras) “Kime verelim? Kimin
hakkıdır o madalya? Kime verelim? Arslan Bey’e mi? Avukat Mehmet Ali Bey’e mi? Muallim
Hayrullah Bey’e mi? … İzzet Derviş’e mi? Evliya Efendi’ye mi kime verelim, kime? Yoksa ar için,
namus için, hürriyet için sanki bir silah başı borazanı çalan Sütçü İmam’a mı?” ifadesiyle devam
eder. Burada bahsedilen kişiler ise, Fransız zulmünün son bulması ve İslam’ın tekrar hâkim
olması için, canını ve malını feda etmiş yiğitlerdir. Çünkü Maraş tek bir kişinin değil, çoluk çocuk
tüm halkın beraberlik, sabır ve imanla birlikte mücadelesinin sonucunda alınmıştır.
Filmde dikkat çeken çok fazla sahne vardır. Bunlardan bir tanesi, Fransız askerleri sarhoş bir
halde, oyun oynayan küçük çocukları tutarak gayri ahlaki bir şey sorarlar. Çocuk, askere “Seni
gidi namussuz seni!” şeklinde karşılık verir ve çocuklar askerlere vurmaya başlarlar. Küçük
çocuk deyip geçmemek lazım velev ki ahlak ve cesaretle kuşanmışlığın bir örneğidir bu küçük
sahne. Filmde dikkat çeken bir diğer şey ise Müftü Rafet Bey’in karakteridir. Rafet Bey oldukça
yumuşak ve halkı birleştirmeye yönelik bir üsluba sahiptir. İnsanlar da ona hürmet eder.
Sonrasında Arslan Bey (Halil Ergün) başkanlığında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulur. Halk saf
bir direniş bilinciyle hareket etmektedir. Direniş somut olarak ise Fransız askerlerinin,
42
hamamdan çıkan çarşaflı kadınların peçelerine el uzatmasıyla başlar. Olay esnasında Sütçü
İmam, sütçü dükkânından olaya şahit olmuştur. Hemen ardından silahına davranan Sütçü
İmam, bir işgalci askeri öldürür, ikisini de ağır biçimde yaralar. İstiklal mücadelesinin ilk
kıvılcımı bu şekilde başlamış olur. Sonrasında ise bu, aleve dönüşecektir.
Bir diğer hadise ise bayrak olayıdır. Ermenilerin ileri gelenlerinden birinin evinde işgalci
komutan Browmond’un şerefine balo tertiplenir. Komutan Ermeni bir kızı dansa davet eder.
Ermeni kız teklifi geri çevirir ve şöyle der: “ Kendimi esarette ve aşağılanmış görüyorum.
Kalesinde hala Türk bayrağı dalgalanan bir memlekette Fransızların güçlü ve bizim hür
olduğumuzu düşünebilir misiniz?” Bu olayın ardından Türk bayrağı indirilerek Fransa
bayrağıyla değiştirilir. Cuma namazı vakti minbere çıkan Rafet Bey: “Minbere Cuma hutbesi
için çıkmadım bilesiniz. Cuma, hür insanlar için farzdır. Kalede Fransız bayrağı dalgalandıkça
bizim burada Cuma namazı kılmamız dinen sahih değildir.” şeklinde ekler ve sancaksız Cuma
namazı kılınmaz düşüncesiyle cemaat ayaklanır. ‘Allahuekber!’ nidalarıyla askerleri etkisiz hale
getirerek Fransız bayrağını indirirler, hemen oracıkta Cuma namazını eda ederler.
Filmin ibret verici sahnelerinden biri, Fransız askerleri nöbet tutarken askerlerden biri diğerine:
“Bak bakalım nöbet değişmeye gelen var mı? Donduk burada.” der ve havanın soğuk
olmasından yakınırken Maraşlı bir direnişçi o an oracıkta indiriverir askeri, soğuk taşın üzerine.
Fransız askerleriyle Maraş halkını karşılaştırmamız gerekirse şunu söyleyebiliriz ki Fransız
askerleri, herhangi bir gaye gütmeden tamamen kendi çıkarlarını ve rahatlarını düşünerek
orada bulunmaktadırlar. Fakat Maraş halkı, davanın bilinciyle kuşanmış ve tek bir an bile
mücadelenin dışında bir şey düşünmemişlerdir. Müslüman da öyle olmalı değil midir? İnsanın
zihni büsbütün davaya odaklanmalı ve şeytanın ordularına bir an olsun kapıları aralamamalıdır.
Şayet şeytan tek bir hamleyle insanı yere indirmekten asla çekinmez. Dava varsa zorluklar
elbette olacaktır. Asıl zafer zorluklarla kazanılan zaferdir. İrlandalı Yazar Bernard Shaw’ın da
dediği gibi “Eğer yürüdüğünüz yolda güçlük ve engel yoksa bilin ki o yol sizi bir yere ulaştırmaz.”
Bir şey öylece kazanılıyorsa bu zafer değil, elde etmektir. İnsan mücadeleyle vardır. Mücadele
olmadığı an gaflet kaçınılmazdır.
Filmin oldukça dokunaklı sahnelerinden birisi de Arslan Bey’in şehit haberlerini aldığı sahnedir.
‘İnnalillahi ve inna ileyhi raciun’ un hissiyatını insana yaşatır bu sahnede. Bu durumda insanın
sabretmekten başka dayanağı yoktur. Arslan Bey, Hoca’nın dizlerine yatarak bu yükü artık
taşıyamadığından yakınır fakat Hoca şöyle bir çıkış yapar: “Sabır unutmak değildir. Sabır bir işin
gününü, saatini, olma anını kestirebilmektir. Sabır çekilen acıyı duymamak değil, ona
dayanmayı bilmektir. Önce sabır, sonra zafer.” Sabrın en yüksek tecellisi de teslimiyet değil
midir? Öyleyse insan İbrahimi teslimiyeti kendinde barındırdığı oranda sabrı iliklerine kadar
hissedebilir. Böyle olmadığı takdirde bu sabır değil, yalnızca katlanmaktır. Sabırla
delinmeyecek taş yoktur. İnsan, hayatı kontrol edemediği gibi hayatın karşısına çıkardığı
şeylere de sabretmek zorundadır. Sabır ve inanç olduğu sürece insan zaten zafer kazanmıştır.
Önemli olan da budur. Ve sonunda Maraş halkı, sabır ve inançla, düşman elinden Maraş’ı
kurtarmıştır. Davullar çalınır, oyunlar oynanır ama mücadele bitmemiştir. Komşu şehirlerdeki
işgalci güçlere karşı duracak yiğitlere ihtiyaç vardır.
43
Film, oldukça etkileyici bir çerçevede beyazperdeye aktarılmış. Her ne kadar görüntü
anlamında zayıf gibi gözükse de izlerken görüntüyü fark etmiyor bile insan. Ayrıca filmde İzzet
Derviş’in, elinde bir lambayla, sarhoş adamlarla karşılaştığında adamların “Ne ararsın burada?
Diyojen bozuntusu!” şeklindeki çıkışlarına, imalı bir şekilde: “Adam arıyorum, adam!” demesi,
halkın bilgi anlamında da kendini yetiştirmiş olduğunu gösterir.
Nur Demet Damar/ UÜ Felsefe
44
SÖĞÜT AĞACI
“Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle, ben de
sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim.” (filmden)
Macid Macidi’nin yazıp yönettiği “Beed-e Majnoon” adlı
film Türkçe’ye “Söğüt Ağacı” adıyla geçmiştir. Film
temelde insanın unutkanlığını ve nankörlüğünü, kör bir
adamın gözlerine kavuşması üzerinden işliyor. Konunun
işlenişi bakımından oldukça başarılı olan film ayrıca
sinematografik yönü ile de kalitesini konuşturuyor.
İranlı yönetmenin bu güne kadar ortaya koyduğu filmler,
insani olanı anlatma çabasından başka bir şey değildir.
Kendisi de “fıtratın dili” diyor bu çabaya. İnsanın içindeki
vahyin konuşması, insana doğuştan verilmiş doğruların
dili, yaradılış dili ya da vicdanın sesi. Filmlerinin öznesi
hep insan ve insanın halleri… Mecidi, mezkûr film “Söğüt
Ağacı”nda da insanın yine başka özelliklerini inceliyor/irdeliyor: Nankörlük, unutkanlık ve
kibir…”
Konu: Yusuf çocukluğundan beri âmâ olmasına rağmen kendisini geliştirmiş ve profesör
olmuştur. Tedavi arasa da zamanla ümitleri tükenmiş ve tedavi aramayı bırakmıştır. Fakat yıllar
ilerlemiş ve teknoloji de gelişmiştir, Yusuf’un gözüne Fransa’da çare imkânı çıkmıştır. Yusuf
yıllar sonra gözlerini tekrar açma niyetiyle Fransa’ya ameliyat olmaya gider. Döndüğünde ise
gözleri görmektedir.
Yusuf’un gözleri görmeye başlamıştır fakat gördükleri onu memnun etmemektedir.
Çevresindekiler, ona ait olanlar yetmemektedir artık. Daha çok ister Yusuf, daha… Kördü,
görmeye başladı ama görmek zaten onun hakkıydı. Geç bile kalmıştı görmek için. Ameliyattan
sonra gözleri ilk görmeye başlayıncaki sevinci aynada kendini, yaşlı yüzünü görünce biter.
Ansızın yerini suratsız bir Yusuf alır. Yusuf’un ilk memnuniyetsizliği böyle başlar Sünnetullah’a
karşı.
Önce kendisini beğenmeyen Yusuf, sonra karısını, ardından akrabalarını, devamında
zenginlerin evini görünce kendi evini, akabinde üniversite hocalığını beğenmez… Lakin gider
genç bir kız beğenir.
Kahrolası insan, ne nankördür!(Abese17)
Fakat bütün bunlar bir anda olmaz. Yavaş yavaş, tedricen… Yusuf’un gözleri düzelmeden önce
bile bir bozulma/kokuşma/tatminsizlik süreci devam etmekteydi. Filmin benim için en önemli
45
yeri bu noktasıdır. Normal şartlarda Yusuf’un görmeye başlamasıyla bozulmaya başlaması bir
anda gerçekleşiyor gibi gözüküyor lakin öyle değil.
Bunu Yusuf’un dualarından anlıyoruz. Bir duasında Allah’a şöyle yakarıyor:
“Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf! Yarattığın
bütün güzelliklerden mahrum olup şikâyet etmeyen kişi. Aydınlık ve parlaklığın yerine kasvet
ve karanlıkta yaşadım. İtiraz etmedim. Mutluluğu ve huzuru bu küçük cennette buldum. Sıkıntı
ve güçlükle geçen bunca zaman yetmezmiş gibi şimdi daha fazlasına mı katlanmamı istiyorsun?
Bu yolculuktan sevgili annemin yanına dönebilecek miyim? Yoksa bu hastalığa diz mi
çökeceğim? Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için sana
yalvarıyorum. Hayatımı bağışla.”
Başka bir duasında da şöyle yakarıyor:
“Hatalı olduğumu biliyorum. En büyük hatam senin büyüklüğünü yeterince bilememekti. Şimdi
anlıyorum ki sen beni merhamet kitabından silip atmadın. Beni unutmadın. Sen benimlesin ve
beni korursun. Bir de lütufların tamamlansa. Mademki elimden tuttun. Yalvarırım yolumu
aydınlat. Yalvarırım. Işığa herkesten daha fazla hasretim. Eğer bu karanlıktan çıkabilirsem
daima seninle birlikte olacağım.”
Yusuf’un duaları karakterini, düşüncelerini ve hastalıklarını ele vermektedir. Bu dualarda zaten
nankörlük ve kibir bulunmaktadır. Nankörlük ve kibir Yusuf’un hayatına gözleriyle birlikte
girmemiştir. Onda zaten hâsıl olan, içinde sakladığı/büyüttüğü, bazen küçük küçük kendisini
gösterdiği, kendisinin tespit edip tedavi etmeye çalışmadığı hastalıklardı bunlar. Fakat Yusuf
önce bunları tedavi etmek yerine, gözlerini tedavi etme mücadelesine girişmişti. Kendi etti,
kendi buldu.
Ayrıca filmde işlenen nankörlük de ibretlik. Bence filmi izleyip Yusuf’a hemen kızmamak lazım.
Önce köşemize çekilip kendi hayatımızı sorgulayarak, “Acaba ben bu nankörlüğün bir parçası
mıyım?” sorusunu yöneltmek lazım. Allah insanoğlunu yarattı ve ona pek çok nimet verdi.
Kaçımız bu nimetlerin hakkını verebilecek güce sahip? Ya da kaçımız sadece görme nimetinin
kefaretini ödeyebilir Allah’a? Yusuf ailesine, anasına nankörlük yapıyor. Acaba bizler Allah’a
nankörlük yapmıyor muyuz?
Kısacası film ailece izlenebilecek ve insana dair pek çok ders çıkarılabilecek bir film.
Tavsiyemdir.
M. Numan Damar-UÜ İlahiyat
46
YABANA DOĞRU
Fıtratın Yegâne Arayışı
Filmimiz orijinal adı Türkçe’ye “Yabana Doğru” olarak
çevrilmiş olan "Into The Wild" yani Özgürlük Yolu.
Yönetmenliğini Sean Penn'in yaptığı filmin ana
karakterini Emile Hirsch canlandırmış. 2007 yapımı
biyografi dram türünde olan film, gerçek kurgusu ve
getirdiği yankıyla oldukça dikkat çekmeyi başarmıştır.
Toplumca dayatılan ideal hayat kalıplarını yıkmak için
yola çıkan bir gencin insanlardan doğaya kaçış
macerasını konu edinen film, Jon Krakauer’in aynı
adlı kitabından uyarlamadır. Muhalif duruşu ile öne
çıkan yönetmenimiz ise, bu hikâyeyi duyunca
heyecanlanır ve hemen hazırlıklara başlar. Bu kararın
sonucu olarak tavsiye filmler listemize güzel bir eser
daha eklenmiş olur.
Yaşadığı ailevi problemler sebebiyle evlat olmanın sorumluluğunu, kısmen okulunu bitirerek
tamamladığını düşünen Christopher McCandless, banka hesabındaki parayı bir hayır
kurumuna bağışlar ve cebinde kalan son parasını da yakarak Alaska’ya doğru yola çıkar. Tüm
kişisel kartlarını kesip çok sevdiği arabasını dahi özgürlük uğruna geride bırakır. Bu iki yıllık yol
serüvenini anlatan filmin, bize içinde hiç düşünmeden yaşadığımız düzeni sorgulatacak
nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Film boyunca ‘Alexander Süperberduş’ olarak izleyeceğimiz
karakterin geçmiş dönemi, kız kardeşinin anlatımıyla ekrana yansırken bir yanda da kendi
anlatımıyla yol maceralarını izliyoruz. Bazen de dağ başında hayatta kalma mücadelesine tanık
oluyoruz. Seyrederken ‘’Acaba ben bunu yapar mıydım?’’ soruları zihnimizde çalkalanıyor.
Yaşadığımız bu dünyada her şeyin fıtrattan uzaklaştırılarak yapay bir yaşam alanına dönüşmesi
ve bunun insan ilişkilerine de sirayet etmesi karşılaştığımız belki de en büyük sosyal sorun.
Bunlardan rahatsız olmak da “saf insan” olmanın verdiği bir özellik. Süperberduş da yaşadığı
hayata dayanamayıp bireysel devrimini gerçekleştirmek için yabana kaçanlardan. Modern
dünyanın getirdiği “iyi bir kariyer lüks bir yaşam ve mutlu bir aile” ezberlerini yıkıp hakikate
doğru yolculuğa çıkmış ve bunu yaparken sistemin gerekliliğini yerine getiremediği için değil
de o sistem içerisinde en iyi hukuk fakültesinden mezun olup bunu ardına alarak tüm
konformizmi reddetmesi, onun varoluşsal manada dertli olduğunu gösteriyor. Normal
şartlarda toplumun kaymak tabakasında mevki alabilecekken yaptığı bu tercih samimiyetinin
göstergesi. Çıkış noktası olarak ne kadar doğru olsa da çözüm noktasında eleştirilerimiz var.
Duyulan rahatsızlıklar karşısında bireysel ve geçici çözümler uzun vadede bir etki yaratmıyor.
47
Şöyle formüle edersek bir kenara çekilip sistemin maruz bıraktığı yozlaşmadan kurtulurum ve
düzen çökme emaresi gösterdiğinde dışarıdan organize olup kendi düzenimizi kurarız mantığı
bir yere tekabül etmiyor. Bir toplum hayali kuruluyorsa o toplumun inşası için de uğraşılması
gerekiyor. İtiraz varsa eğer onunla mücadele zeminini oluşturmak lazım. Rahatsızlık ancak
böyle izole edilir. Onu eleştirerek görmezden gelerek ya da kaçarak tatmini yakalamak
mümkün değil.
Göze çarpan diğer unsurlara bakacak olursak bir aile dramı da mevcut. Ailede yaşanan
sorunlardan dolayı kaçtığını söylemiştik. Zamanla yaşanılan acı aileyi birbirine bağlamaya
başlıyor. Bir süre sonra eşler arasında dayanışma gerçekleşiyor. Baba normalde sert bir yapıya
sahip ama yaşanılanların etkisiyle bir yumuşama gösteriyor.
Filmin sonlarına doğru, babanın yalın ayaklı sahnesi izleyiciyi “dön evine artık” dedirten cinsten
olmuş. Bir diğer vurucu sahne ise yolculuk esnasında verdiği şehir molası. Sınırda prosedüre
takılan Alexander, şehir içinde bir tur atar. Uzaktan insanları izler. Kendini onların yerine koyar.
Dehşete kapılır o sahte yüzler karşısında ve daha fazla vakit kaybetmeden gece vakti yola
koyulur. Her karakter apayrı etki bırakıyor seyirciye.
Film, izleyenlerde uyandırdığı duyguların farklılık arzetmesinden ötürü, ardından eleştirel
noktada da çok farklı fikirler ortaya atılmış; kimi Süperberduş’u kahraman kabul ederken kimi
de narsist kişilik özelliğine sahip intihara meyilli biri olarak tanımlamıştır. Böyle anlaşılmaya
müsait bir film olduğunu söylemek gerekir. Çünkü kahramanımızın, yaşadığı sahte hayattan ve
ikiyüzlülükten bunalıp bu yalana dâhil olmak istememesi takdire şayan. Diğer taraftan
sorunlarla mücadele yerine kaçması ve insanın sosyal varlık anlayışını inkâr etmesi, bunu
yaparken de yanına gerekli ekipmanı almayıp fiziksel şartlara başkaldırması onu ölüme götüren
sebepler oluyor.
Filmin ana
mesajının da
kimilerinde yanlış
anlaşıldığını
söylemek lazım.
Gittikçe popüler
olan şeylerden
biri de doğa
sevgisi. İnsanlar
bunu bir imaj oluşturmak için yapmaya başladığından film de bu anlamda tüketilmiş. “Çantayı
al doğaya kaç” mesajına hapsedilmiş. Bunu sorumluluktan kaçma, her şeyi reddetme
kolaylığına indiremeyiz. Filmin temel esprisi sonunda yer alan mutluluk üzerine diyaloglarda
saklı.
Filmin yönetmeni hakkında şu bilgileri de arzetmeden geçmeyelim. Kendisi içinde bulunduğu
Batı’nın günahlarının farkında olan ve bundan utandığı için Irak’a ve Filistin’e giderek tarafını
48
belli etmiş vicdan sahibi biri. Bir röportajında ise söylediği “…geçmişinizden kaçamazsınız.
Toprağı talan ettik, Kızılderilileri katlettik. Ve bu, bir nesilden diğerine sirayet etti. Bizimkisi bir
suç kültürü.” sözleri ise onun duruşunu açıklamaya yeter.
Toplu bir değerlendirmeye tabi
tutacak olursak; amaç bilincini
sorgulatma ve “mutlu olmak için
yaptığım tüm bu şeyler beni
mutlu ediyor mu?” sorusunu
sormak adına izlemek gerekir.
Müzikler de yabana atılacak
türden değil. Eddie Vedder’in
temaya özel müzikleri ve
ustalıkla sergilenen oyunculukla
film yer yer zirveyi yakalamış. Filmde konu kapsamında yer alan hippilere de yer verilmiş. Bu
da rahatsız edici teşhir görüntülerinin oluşmasına yol açmış. Bunu da göz önünde bulundurmak
lazım. Uzun olması hasebiyle ivme kimi zamandüşse de sebat edip muhteşem finali izlemek
lazım gelir.
Filmin yayınlanmasından sonra popüler olan Christopher McCandless, bir sembol haline
getirilir ve son nefesini verdiği “sihirli otobüs” kimi doğaseverler için bir hac işlevine dönüşür.
Öyle ki bu yolda hayatını kaybedenler bile olur.
Elif Güner- UÜ İlahiyat
49
BUĞDAY
Hepimiz Bir Rüyadayız ve Ölünce Uyanacağız
“Hikâye, biz ona rastlamadan önce başlar ve biz
arkamızı dönüp gittikten çok sonra sona erer.”
“Tam öleceğimi hissettim.”
“Ne yaptın?”
“Nefes aldım.”
Bir arkadaşla sohbet anında geçen yukarıdaki diyalog
bugüne kadar yaşadığım en ilginç diyaloglardan
biriydi. Yazınca o andaki kadar ilginç görünmesede
basit olanın çok önemli gördüğümüz hayat
üzerindeki etkisini aşikâr kılması açısından çok
etkileyiciydi. “Ne yaptın?” sorusunu soran kişi olarak
beklediğim cevap “nefes aldım” değildi. Arkadaşın
cevabı olan “nefes”, Buğday filminde etkileyici bir
eserin seyrinin son kelamı olan ve ulaşıldığında ise
umudun diriliğini hatırlatan bir hale getirilmiş.
Buğday, gün içinde belki hiç önemini
düşünmediğimiz nefes ile ekmek/buğday arasında bir tercih ile bizi baş başa bırakıyor. Abbas
Kiyarüstemi sinema ile ilgilenenlere: “Başlangıç olarak, olayların kaynağına gidin: yaşamın
kendisine. Öncelikle etrafınızda olan biteni keşfedin. Sonra ilerleyin. İdeal olan, hakikat ile
masallar diyarı, dünya ile hayal gücü arasındaki devinimdedir.”1nasihatinde bulunuyor.
Kiyarüstemi’nin sözlerine ilave olarak; gerçekâlem ile rüya âlemi eklentisinde bulunmak
gerekmektedir, diyebiliriz. Buğday filmi tam olarak bahsettiğimiz yerde duruyor. Gerçek ile
rüya arasında bir dengede seyrediyor. İzlediğimizde karakterlerin tam olarak hangi zamanda
yaşadığını kavrayamamamız veya filmin distopyalardan, post-apokaliptik filmlerdenayrılan
yeri tam olarak burası aslında.
Semih Kaplanoğlu,birçok ödül almış Yusuf Üçlemesi’nin (Yumurta, Süt, Bal) ardından Buğday
filmi ile geldi. Buğday’ın kalabalık kadrosu ve konusu gereği üçlemesinde çok ayrı bir film
izleyeceğiz izlenimi oluşturmuştu açıkçası. Kıtlığın, kaosun hâkim olduğu bir dünyada
imkanlarda olduğu için Hollywood’u aratmayacak sahneler çekilebilirdi. Ancak bir sinema bakış
açısına sahip olan Semih Hoca, buna rağmen kendi sinema dilinden ve anlatımından
vazgeçmeden eserini ortaya çıkarmış. Buğday,senaryosu dâhil olmak üzere beş yıllık bir
emeğin ürünü. Beş yıllık bir emeğin ürünü olmasının tezahürü perdeye yansımış, film seyir
boyunca hiç acele etmeden ince ince işleyerek ilerliyor.Sinopsis, filmin özetini tam olarak izah
ediyor:
1 Abbas Kiyarüstemi ile Sinema Dersleri, Redingot Kitap Yay. Syf.20
50
“Yakın ve belirsiz bir gelecekte, ani bir iklim değişimi meydana gelmiş ve yeryüzündeki yaşamı
yok oluşa doğru sürüklemiştir. Sınırların yeniden kurulduğu yenidünyada, göçmen halklar
manyetik kalkanlarla korunan şehirlere kabul edilmek için kamplarda bekletilmektedir. Bir
diğer sorun ise genetiğiyle oynanmış tohumların sürdürülebilirliği konusunda yaşanan
kaostur. Parlak kariyerini ve şehri terk edip modern hayata sırtını dönen Cemil’le, tohum
genetiği uzmanı Profesör Erol Erin’in yolları Ölü Topraklar bölgesinde kesişir. Yeşertecekleri
tohumları aramak için çıktıkları yolculuk, Erol’un bugüne kadar öğrendiği her şeyi
değiştirecektir...”2
Genetik kaosun hâkim olduğu, dünyanın manyetik duvarlarla çevrili sınırlarla kesin olarak
bölündüğü, hem sınırların içinde hem de dışında bir kaosun hüküm sürdüğü bir zamanda,
genetik profesörü Erol Erin’in çözüm arayışı, filmin serüvenini oluşturuyor. Dünyanın bu hale
nasıl geldiğinin cevabı ayrıntılı bir şekilde filmde işlenmiyor. Filmin en eksik kaldığı kısmı burası
sayılabilir. Film, şu şu aşamalardan geçildi ve bu sonuca ulaştık, diye ayrıntılı bir şekilde
dünyanın nasıl bu kaosa geldiğini, buğdayın nasıl yok olduğunu, sınırların içindeki ve dışındaki
hayatın nasıl olduğunu vs. ayrıntılı olarak anlatmıyor. Sadece belirli kısımlara (genetik
müdahaleler gibi) atıflar yaparak ilerliyor. Burada belki en başta alıntı olarak yazdığımız
Kiyarüstemi’nin cümlesini hatırlamakta yarar var: “Hikâye, biz ona rastlamadan önce başlar.”
Buğday’da dünyanın bu hale gelişinin hikâyesi, biz filmi izlemeden önce başlamıştır. Hikâyenin
bizimle beraber bir seyri vardır ki bu seyir zaten film oluyor. Film bittikten sonra yani “biz
arkamızı dönüp gittikten çok sonra sona erer.”Buğday’da gerçekten eksik olarak sayılabilecek
tek nokta ise “M parçacığı” arayışının yani hakikatin kaybolmasının tek suçlusu olarak sadece
Anglosakson medeniyetini göstermesidir. Sinopsiste yazmayan ancak filmde açıkça var olan
bir diğer ve en önemli nokta ise Hz. Musa ve Hızır kıssasının filmin merkezinde yer alması.
Yolculuk esnasında Erol Erin’in karşılaştığı olayların büyük çoğunluğu (suda bulunan çocuk,
sandalın delinmesi, duvarın onarılması vs) kıssada gerçekleşen olaylardan oluşuyor. Hakkını
vermek gerekirse kıssa çok iyi bir şekilde filme işlenmiş. Semih Kaplanoğlu filmde bir Kur’an
kıssasını temsil yoluyla aktarmayı tercih etmiştir. Son yıllarda yoğun olarak yapılan diziler ve
birçok filmde özellikle “yerli” etiketi altında birçok tarihi ve dini önemli karakter ve olay tasvir
edilerek karşımıza getirilmektedir. Bu getirilme Buğday filmindeki gibi değil tamamen
duygularımız üzerinde bir etkileşim üzerinden gerçekleştirilmektedir. İzleyen insanın aslında
duygularını manipüle ederek ideolojik bir aygıt olarak kullanılmasından başka bir şey değildir.
Yıllardır Hollywood üzerinden Amerika’nın yaptığının aynı biçimle sadece içeriğinin
değiştirilerek yapılmasından başka bir şey değildir. Semih Hoca’nın temsil yoluyla anlatımı
tercih etmesi, tasvir edilerek yapılan bütün anlatımların kat kat üstünde bir yerdedir
kanaatimce. Bunun en önemli sebebi ise “Buğday”ın, insanı bir tefekkür sürecine
sokabilmesidir.
2http://www.kaplanfilm.com/tr/bugday.php
51
Buğday tür olarak
bildiğimiz herhangi bir
kalıba sığmıyor. Bilim
kurguya kaydığı, post
apokaliptik sinemaya
benzediği yerler veya
mistik/sufi sinemaya
benzediği yerler
taşısada biçimsel
olarak bu tarzların hiçbirisine ait değil. Biçim olarak yönetmenin, bildiğimiz biçimlerin dışına
çıktığını açıkça söyleyebiliriz. Film hakkında yapılan olumsuz eleştirilen büyük çoğunluğunda
biçim eleştirisini görüyoruz zaten. Biçimin bu şekilde kendine has olması filmin anlatmak
istediğine tamamen hizmet ettiğini söyleyebiliriz. Herhangi bir formun şekline büründüğü
takdirde karşımızda daha kötü bir film yer alırdı büyük ihtimalle.Biçimle oynamakla ilgili Derviş
Zaim’in “ayaklarınızı bu coğrafyanın size sunduğu şeylere dayayarak onlardan hareket ederek
bir sinema yapmak istiyorsanız gerek içerik gerek biçimi bunun üzerine oturtmak gibi bir
niyetiniz varsa burada birtakım başka mücadelelerin başka çamurlu alanların mayınlı alanların
içerisine girmeye nailsiniz demektir.” sözleri yeterince açıklayıcıdır.
Buğday filminin türü hakkında söylenen sözlerden veya yazılan eleştirilerden hiçbirinin
bahsetmediği ama bahsetmeleri gereken bence en önemli nokta filmin siyasal/politik film
özelliklerini de barındırması. Bu nokta dillendirilmediği için aslında olumlu veya olumsuz
yazılan eleştiriler, meramlarını tam olarak anlatamıyor. Örnek verecek olursak film, karşısına
bilimi almıyor. Bilime yönelik yapılan bütün eleştiriler, hikmeti yitirmiş bilim felsefesi
üzerinedir. Bunun da ortaya konması için aslında filmin siyasi eğiliminden de bahsetmek
gerekiyor. Buğday, Anglosakson medeniyeti ya da amiyane ifadeyle batı
medeniyetine/modernizme bir reddiye sayılabilir. Film boyunca kullanılan dil İngilizce
olmasına rağmen filmin açılışında şehre alınmayan mülteci çocuğun dilinin Arapça olması,
aslında direk açılışta bu siyasi duruşun bir göstergesi olarak okunabilir. Film, modern dünyaya
karşı doğrudan bir eleştiri taşımakla beraber modern sonrası dünya konusunda hiç
konuşmuyor. Filmin külliyede galasının yapılması var olan değerini kesinlikle azaltmıştır. Çünkü
bir şekilde o medeniyetin politikalarını bu topraklarda uygulamaya devam eden bir hükümet
tarafından desteklenmiştir. Filmin galasının yapıldığı külliyede başka filmlerin de izlenmesi
hatta hükümete muhalif bir yönetmenin filminin izlenmesi bu olumsuz etkinin kırılmasının tek
yolu gibi görünmektedir.
Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli’nin huzurundayken ona: “buğday mı, himmet mi?” sorusu
yöneltilir. Yunus Emre de: “buğday” cevabını verir. Sezai Karakoç, Yunus Emre ile ilgili anlatılan
kıssayı şu şekilde izah eder:
52
“Yunus’un, Hacı Bektaş’a gitmesi ilim isteğiyle ilgilidir. Çünkü buğday ilmin sembolüdür. Bu
isteğine karşılık Yunus’a hep “manevi yol” teklif edilmiş, o da sürekli olarak ilmi istemiştir.
Yunus’un yolda (dağda)pişman olup geriye dönmesi ise ilimle irfan arasında, Hacı Bektaş
erenlerinin yoluna girip girmeme konusunda tereddütler geçirdiğini göstermektedir. Çünkü
dağ, yalnızlığı, düşünceyi, riyazeti ve murakabeyi sembolize eder.”3
Bu soru filmde de, Profesör Erol Erin’in yolculuğunun başlangıcında, karşılaştığı sorudur.
Yunus Emre verdiği cevaptan sonra eğitimini/tezkiyesini Taptuk Emre’nin mürşitliğiyle
gerçekleştirmiştir. Erol Erin de “buğday” cevabını verdikten sonra eğitimini Cemil’in
mürşitliğinde tamamlamaktadır. Bu soru, bir yönüyle filmin de cevabını aradığı soru oluyor ve
sonunda cevabı veriliyor sorunun. Filmin tasavvuf zemini üzerinden de şekillendiğini ekstra
belirtmeye gerek yok. Semih Hoca,film hakkında kendisiyle yapılan röportajlardan birinde hem
Tarkovski benzetmelerine cevap veriyor hem de bu durumu açıkça izah ediyor: “Tarkovski
benim sevdiğim bir yönetmen. Sinema alanında alan açmış büyük bir isim. Kendi yaptığım
sinemanın yünik bir sinema olduğunu düşünüyorum. İnsanın içinin içine yoğunlaştığımızda belli
referanslara bakmak gerekiyor. Ben, İbni Arabi’den beslendiğimi söylüyorum.”4
İbn-i Arabi’nin kıssa üzerinde şerhini okuyunca açıkça filmde bunu görebiliriz. Filmdeki en uzun
diyaloglu sahnelerden birinde Vahdeti Vücud’un ifade edilmesini de buna örnek
gösterebiliriz.Yok oluşun eşiğine gelen bir dünyada Profesör Erin, artık kendi yetiştiği dünya
dışında bir yerden cevap aramaktadır. Sınırların içindeki dünya bu soruna cevap
üretememektedir. Aradığı cevap tekrardan tohum üretmenin bilgisi olmasına rağmen
karşısına çıkan kişi insan üzerine konuşmaya başlar. Aslında bozulanın insan olduğu ve
dünyanın bu halinin de bunun tezahürü olduğunu gösterir.
Filmin övülmesi gereken bir diğer noktası da, görüntü yönetmeninin ortaya çıkardığı
görüntüler. Amerika, Almanya ve Türkiye’de çekimleri yapılan filmin, özellikle dış mekânda
yapılan çekimlerinde karşımıza çıkan görüntüler gerçekten çok etkileyici bir seyir sunuyor.
Burada önemli olan bir diğer kısım ise bu görüntülerin içeriğe de etki etmesi. Filmin başında,
yok olan medeniyetin/ sınırların içindeki koca binaların arasında karakterlerin küçük kalması
3http://www.yunusemre.gov.tr/index.php/about-2/497-bugday-m-himmet-mi 4https://www.yenisafak.com/gundem/teknolojinin-bedelini-hepimiz-oduyoruz-2781811
53
ve insanın ezilmesi; daha sonra ise doğa karşısında aynı küçüklüğün devam etmesi anlatılmak
istenenle doğrudan bir bağlantı kurmuştur. Doğa kendisiyle savaşan insandan bir şekilde öç
almaktadır ve ders vermektedir. Filmde ana karakterler gerçekten başarılı bir oyunculuk
sergilemektedir. Oyuncuların bu başarısı,hikâyelerini bilmediğimiz karakterlerin tepkilerinin,
tercihlerinin inandırıcı olmasını sağlıyor. Özellikle; oyunculardan başrolde oynayan Jean-
MarcBaar, üstün bir oyunculuk sergilemektedir. Az diyaloğun yer aldığı ve yer alan
diyaloglarında ekseriyetinin didaktik olduğu bir filmde iyi oyunculuk sergilemek gerçekten bir
başarıdır.
Filmde ilginç olan noktalardan biri ise hiçbir ana karakterin ve yardımcı karakterlerin ailesiyle
beraber yaşamaması ancak bunu hepsinin içerisinde bir yara olarak dillendirmesidir. Erol
Erin’in gördüğü rüya ve Cemil’in konuşmaları, Cemil’in yanan evi ve kızına olan özlemi ve
Andrei’nin ölü topraklardaki ailesinin aramak için Cemil ile yollarının ayrılması. Andrei isminin,
içerisinde benzerliklerde taşıdığı Stalker filminin yönetmenine ve Semih Hoca’nın sevdiğini
belirttiği Tarkosvki’ye atıf olarak verildiği yorumunda bulunabiliriz. Ama Andrei ile Erol Erin’in
yollarının ayrılması ve bir daha Andrei’ninhikayesini görmeyişimizden, Semih Hoca’nın aslında
kendine ait bir sinema filmi yönelimi olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
Buğday filmi aslında tam olarak bir yönüyle bize bugünümüzün bir temsilini sunmakta ve
Semih Kaplanoğlu bu duruma Kur’an kıssasından ilhamla bir çözüm arayışına girişmektedir.
Filmin ne söylediğinden öte ortada bir derdin filmi bulunmaktadır. Ancak Buğday filminin
serencamı bir tarafın:“Bakın biz bir başyapıt ortaya koyduk.” diye savunmaları ve karşı tarafın
ise:“Bu bir ‘propaganda’ filmi.” söylemleri arasında savrulmaktadır.Buğday’ın sunduğu çözüm
önerisi şahsen tartışmaya açık bir öneridir. Filmler bir yönüyle bittikten sonra başlar. Bütün
insanlığın derdi üzerine kafa patlatarak ve her sanat eseri gibi sanatçının görüşünü de yansıtan
eser bir probleme kanalize olmaya bizi davet etmektedir. Buğday mı?.. Nefes mi?..Çözüm
önerisiyle beraber bahsettiği sorunun üzerinde tefekkür/tezekkür etmek gerekmektedir
Burak Çamur -UÜ Hukuk
54
ÖTEKİNİN BABASI
Farsça ismi “ دیگری آن پدر ” olan, Türkçe’ye “Ötekinin Babası” olarak çevrilen filmin yönetmeni Yedullah Samedi’dir. Klasik İran filmlerinden farklı olarak sanatsal kaygıdan çok öğüt verici, didaktik dilin fazlaca önde olduğu, çocuk eğitimine değinen bir film.
Film,6 yaşına gelmiş olmasına rağmen henüz konuşamayan bir çocuğu konu ediniyor. Filmin ana karakteri Şahab, 5 kişilik bir ailenin 3 çocuğundan biridir. Başarısı ile ailenin göz bebeği olan bir abisi ve 2 yaşında yeni yeni konuşmaya başlamış bir kardeşi vardır. Şahab ise hem konuşamadığı hem de abisi ve küçük kardeşinin gölgesinde kaldığı için ailenin baba tarafından yok sayılan çocuğudur. Şahab’ın bu yaşına kadar konuşamamasını babası ve akrabaları, çocuğun zekâ problemi olduğuna bağlamışlardır. Anne ise oğlunun her şeyi anlayabildiğini, sadece daha konuşmak için zamanı olduğunu düşünür.
Kahramanımızın ise zannedildiği gibi zihinsel ve biyolojik bir sorunu yoktur. Sadece kırgın, küskün ve kızgındır. Şahab
kendisine dair söylenen her cümleyi anlar, kötü sözlere ise söyleyen kişiye bir zararla karşılık vererek aklınca kendisini korur. Filmde çocuk tabiatı, çocuk kalbi çok iyi işlenmiş. Çocukların gönüllerine sevgi dolu ufak dokunuşlarla dokunulduğunda içlerinde barındırdıkları nice cevherlerin ortaya çıkarılabileceğini, ilgisiz ve sevgisiz bir yüreğin ise çorak bir toprak gibi içten içe küskünleşeceğini görüyoruz. Şahab küskündür çünkü babası ona değerli olduğunu, evladı olduğunu hiçbir zaman hissettirmemiştir. Babasının evde sadece abi ile ilgilenmesi ve onu yok saymasına karşı bir tavır gösteren Şahab çareyi konuşmamakta buluyor. Sevgi kırıntılarını yalnızca annesinden alan Şahab, kendi babasını sadece en başarılı çocuk olan abisinin babası sanıyor. Ve bu yüzden babası “ötekinin babası”.
Baba, işleriyle öyle çok meşguldür ki kafasında sadece işinden terfi etmek vardır. Ve bu yüzden eve sürekli iş getirir. Yalnızca birçok dalda ödüller almış olan son derece başarılı büyük oğlu ile ilgilenir. Hatta deyim yerindeyse oğlundan ziyade onun başarısını daha çok önemser. Babanın değer yargıları içerisinde başarı ön sıralardadır. Baba, seküler ve modernist dünyanın değer yargılarını taşır hatta bir nevi bu dünyayı temsil eder. Şahab toprağı, bahçeyi, çiçekleri, toprakta yaşayan börtü böcekle oynamayı çok sever, ama baba için bunlar gereksiz ve değersizdir. Film, babanın değer yargıları üzerinden, sadece modern dünyanın değer verdiği sayısal derslere önem vermenin yanlışlığını, insanın pek çok ilgi alanı olacağını vurgular. Biz de biliyoruz ki çağımız eğitim sisteminde sayısal dersler daha önemli görülmekte, sayısal öğrencileri yüksek bir zekâya sahip olarak algılanmaktadır. Oysaki insan çok yönlü bir varlıktır. Kiminin becerisi ve ilgisi sanata, toprağa, müziğe olabilirken diğerinin matematiğe, sözel alanlara olabilir.
Anne ise Şahab’ın toprağa olan ilgisinin farkında olmasına rağmen ev meşgalesinden dolayı çocuğuyla bahçede zaman geçirmez. Şahab hep yalnızdır. Babanın ilgisizliği, anne ve babanın çocuğun dilinden anlamıyor oluşu ve annenin salt koruma içgüdüsü ile yaklaşıp nedene değinmeyip çocuğun konuşmamasını sadece zamana ve babanın ilgisizliğine bağlaması bu durumu perçinler.
Film çocuk eğitimindeki yanlışları örnekler üzerinden bir nevi kıssadan hisse şeklinde vermeye çalışmıştır ki bu şekildeki anlatımlar söze göre daha akılda kalıcıdır. Filmde sık sık yalana, yalanın zararlarının bazen çok büyük olacağına, göz yumulan bu davranışın sonucundan kişinin de önünde sonunda yalandan kötü şekilde etkileneceğine vurgu yapılıyor. Filmdeki anne karakteri kendisine kötü söz söylendiğinde karşı tarafa fark ettirmeden zarar veren Şahab’ı her durumda koruyup kollar. Bu korumalar ise bazen yalanla olur. Örneğin, Şahab kendisine kötü davrandığı için evlilik arifesindeki
55
halasının gelinliğinin bir parçasını keser. O esnada gelinlik annesine emanet edilmiştir. Daha önceden yalan ve bir başkasına zarar verme durumunda oğlunu uyarmayıp onu koruyan anne bunun sonucunu sabaha kadar gelinliği onarmakla çekmiştir. Yaptığından annesinin zarar gördüğünü gören çocuk masumane bir şekilde bantla gelinliği bantlayıp hatasını telafi etmeye çalışmıştır. Çocuk eğitimindeki hatalardan birine bu şekilde değinilmiştir. Çünkü bir annenin yalana yataklık etmemesi, bunun kötü bir şey olduğunu çocuğuna açıklaması, bazen sonucu olumsuz şekilde sonuçlansa, çocuk üzülse dahi yalana başvurmaması ve çocuğun yalanını desteklememesi gerekir. Burada çocuğun yalanı olumlu şekilde algıladığını Şahab’ın “Ne kadar yalancı ve iyi bir anne.” düşüncesinden anlıyoruz.
Film genel olarak anlaşılamayan, sevgi görmeyen Şahab’ın durumunu çeşitli örnekler üzerinden veriyor. Kişi bir süre sonra “Ne zaman konuşacak bu çocuk?” diye sormadan edemiyor. Sonrasında anneanne eve gelip Şahab’ın yatağına bir civciv koyarak ona sürpriz yaptığında biz de anlıyoruz ki anneanne Şahab’ın dilinden anlayacak. Anneannenin geldiği gün ailecek babanın arkadaşına gidilecektir. Ailecek gidileceğini duyan Şahab en güzel elbiselerini giyerek hazırlanır ve arabanın içinde
beklemeye başlar. Lakin baba rezil olmak istemediği için onu götürmez ve bunu dillendirir. Arabadan inen Şahab’ın çocuk yüreği bir kez daha kırılır. Çok kızgındır ve yemek tabağını yere atar. Ve beklemediği bir tepkiyle karşılaşır. Anneanne “Ne yapsan haklısın, istediğini kırabilirsin.” der. Çocuğu anladığını göstermek ve çocuğun içindeki öfkeyi dindirmektir tüm amacı. Anneanne öğretirken eğlendirir. Ahlaki kuralları vardır, lakin bunları çocuğa örnekler üzerinden merhametli bir şekilde vermeye çalışır. Şahab’ın çocuk kalbine dokunmayı, ondaki cevheri ortaya çıkarmayı başarır.
Yeni dönem İran sinemasında sonu flu biten filmlerden sıyrılıp sonunun netleştirildiği, çocuk eğitiminin ele alındığı filmler de görmeye başladık. İslam ahlakı üzerine sevgi merhametle, yeri geldiğinde hatasını göstererek, hatasının sonuçlarını üstlenecek çocuklar yetiştirmeye ağırlık veren filmlerin artarak devam etmesi gelecek nesiller açısından önemli. İflah olmaz Siyonist ve de kapitalist düşüncenin amaçlarından biri de yeni nesli ifsat etmektir. Ve bunu ellerindeki çeşitli güçlerle durmaksızın yapıyorlar. Bunlardan biri de sinema. Bunun için Müslümanlar olarak yok edemediğimiz güç karşısında alternatif oluşturmamız gerekiyor.
Biz biliyoruz ki her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar. Çocuğu yetiştiren ebeveynler özellikle de anne çocuğun ilk yıllarında onun bu fıtratını desteklemeli, çocuğuna süt ile birlikte ayetleri yaşayarak yaklaşmalıdır. İslam fıtratından koparılarak yetiştirilen çocukların ruhu kangren olur. Bu sebeple çocuk eğitimi batılı psikolog ve uzmanlara bırakılamayacak kadar önemli bir mevzudur. Anne, toplumu inşa eder. Öncelikle bilinçli anneler sonrasında hayırlı nesiller yetiştiren ebeveynler olmamız duası ile…
Fatma Polat - UÜ PDR
56
TRUMAN SHOW
The Truman Show, Andrew Niccol’un senaristliğinde ve
Peter Weir’ın yönetmenliğinde çekilen 1998 yapımı bir
filmdir. Filmin başrollerinde usta oyuncu Jim Carrey, Ed
Harris, Laura Linney, Natascha McElhone gibi isimler yer
almaktadır.
Truman, gayet düzenli hayatı olan bir sigortacıdır. Güzel
bir adanın üzerinde yer alan evinde eşi ile birlikte mutlu
bir yaşam sürmektedir. Trafik sorunun hiçbir şekilde
yaşanmadığı, büyük şehirlerde yaşanan hırsızlık, cinayet,
adam kaçırma, gasp vs gibi kötülüklerin olmadığı, tüm
insanların mutlu bir şekilde hayat sürdüğü Seahaven
Şehri’nde, bu rutinliğin ayrılmaz bir parçası olarak, sahte
bir hayatın içerisinde yaşamaktadır. Oynadığı oyunun
kendi hayatı olduğunu bilmeden varlığını
gerçekleştirmeye çalışmakta ve bu durum kendisi hariç
herkes tarafından bilinmektedir. Her tarafı kameralarla dolu bir ada üzerinde Truman için tüm
sakinlerini oyuncuların oluşturduğu ve kameralarla donatılan bir stüdyo kurulmuştur. Doğduğu
ilk andan itibaren hayatı tüm dünyada canlı olarak izlenmektedir.
Truman; büyük bir medya şirketinin doğuştan itibaren evlat edindiği ve kendi amaçlarına
hizmet için kullandığı birisidir. Modern insanın en saf halini yansıtan ve bir kültürel tüketim
nesnesi olarak insan yaşamlarının resmini yansıtan önemli bir karakterdir. Var olan dünya
düzeninden uzaklaşmayı denemediği sürece üzerinde oynanan oyunun düğümünü asla
çözemeyecektir. Benliğini gerçekleştirmek üzere harekete geçmesi durumunda ise
özgürlüğünü(!) elde edebilecektir. Ancak bunların olması durumunda seyirci tabanında
ilgi/reyting kaybına sebep olacağı endişesiyle sürekli takip altında tutulmaktadır. Kısacası o,
sistem tarafından kendi benliğine yabancı kalması sağlanmış modern bir köledir. Stüdyoda
tasarlanmış olan dünyasından çıkması engellenerek gerçek dünya ile tanışmasının önünde
durulmaya çalışılmıştır. Hiç görmemiş olduğu dış dünyada ise ona hayran olan büyük bir seyirci
kitlesi bulunmaktadır.
Tüm bu sanal âlemin içerisinde ise Truman’a gerçekleri söyleme cesaretini bulan sadece bir
kişi vardır: Sylvia. Sylvia, Truman’a herkes tarafından izlendiğini söylemiş ve yaptığı bu itirafın
ardından figüran olarak alındığı setten uzaklaştırılmıştır. Ancak üniversite yıllarında yaşadığı bu
olay Truman için önemli ve unutulmaz bir iz bırakmıştır. Günün birinde öldü sandığı babasını
görmesi üzerine yaşadığı hayatın artık sorgulanması gerektiğine kanaat getirmiş ve kurmaca
bir düzen içerisinde tek başına olduğunu hissetmeye başlamıştır. Truman’ın yaşadığı
duygusallıklar üzerine yapımcısı Christof, acil eylem planı olarak babasını tekrar senaryoya
dâhil etmiş, hafıza kaybı hikâyesi ile olayları dramatik hale getirerek baba oğul kavuşmasını
reyting rekorları kıracak bir şekle çevirmiştir.
57
Filmde karakterlere verilen isimler de bir hayli ilgi çekicidir: Truman (True man); gerçek insan,
sahte ve oluşturulmuş yapay bir dünya üzerinde sahici olan ve yaşadıkları gerçek olan tek
insandır. İçinde yaşamış olduğu dünya bazı açılardan yapay ve sahte olsa da onun yaşantısı
samimi bir yaşamdır. Truman’ın yaratıcısı Christof; İsa’yı ve Tanrı’yı çağrıştıran bir isimdir.
Büyük bir ekip ile çalışan ve tek amacı seyirciyi ekranda tutmak olan Christof, yaptığı bu
davranışın arkasında iyi niyetler varmış izlenimini yaratmaya çalışmaktadır. Dışarıdaki gerçek
dünyanın kirlenmişliğinden bahsederek, kendi sunduğu dünyanın kusursuzluğunu ve
güzelliğini vurgulamaya çalışmaktadır. Şehre seçtiği isim de bu noktada çok manidardır: Sea-
haven; deniz limanı, deniz sığınağı. Christof, oyuncusunun yaşantısını tasarlayarak ona bir
kader sunmakta, bölgedeki iklimi ve hava koşullarını belirlemektedir. Tüm bunları yaparken de
Truman için bir cennet yarattığını düşünmektedir. Böylece Christof, oluşturmuş olduğu ütopya
üzerinden onu kontrol ve denetim altında tutarak Tanrısal konumunu hissettirmeye
çalışmaktadır.
Truman’ı kontrol altında tutmaya çalışan zihniyetin ana amacı, kaygılarını, üzüntülerini,
sevinçlerini, umutlarını, tasalarını, öfkelerini kısacası onu insan yapan her türlü duygusunu
yönlendirmek istemesidir. Tüm bunlara direndiği ölçüde ise filmin kahramanı insanlık özelliğini
kazanmaya başlamaktadır. Murat Gülsoy’a göre Truman televizyonun içinde büyüyen bir
çocuk, show dünyasının zavallı kahramanı ve dev ürün yerleştirme dramasının tek gerçek
karakteridir.
Sorgulama mantığını başarılı bir şekilde ekrana yansıtmış olan film, insan hayatının nasıl da
sanal dünya üzerinden aktığını gözler önüne sermektedir. Televizyon ve internet üzerinden her
türlü bilgi alanlarının, hareketlerin, isteklerin saptanması ile insana sunulan ve tercih olarak
lanse ettirilmeye çalışılan manipülasyon faaliyetleri ile Truman’ın hayatı ciddi derecede
paralellik arz etmektedir. Teknolojinin geniş bir şekilde insan hayatını istila etmesi neticesinde
önemli bağlar yok olmakta, ilişkiler zayıflamakta, tahammül düzeyi düşmekte, farkında
olunmadan gerçekleştirilen zorunlu yönlendirmeler ile insan tatminsizliğe ve mutsuzluğa
doğru adeta sürüklenmektedir.
Filmin en önemli özelliği, sanal bir tema
üzerinden medya ve gücüne karşı ciddi
bir eleştiri yöneltiyor olması, felsefi
yaklaşımlarla insan hayatını yönlendirici
ve kuşatıcı güçlerin sorgulanmasını
sağlamaya çalışmasıdır. Filmde,
medyanın kıskacına alınan insan
karakterinin ‘Tanrıcılık’ oynamaya
çalışan medya patronlarının elinde nasıl
hiçe sayıldığı, insanın sadece
yönlendirilmeye çalışılan bir makine olarak kabul edildiği ve sektörün devam edebilmesi için
58
seyirci kitlesini sadece tüketmeye dayalı bir anlayış çerçevesine sığdırma gayretinde olan bir
anlayış sergilenmektedir.
Sürükleyici ve sağlam temelleri olan film, medya-kitle paradoksunun önemli ayrıntılarını
içermekte, sisteme yönelik eleştirileri, medyanın insan hayatını nasıl da modernizm ve
kapitalizmin esiri haline getirdiğini ve kullandığını yansıtmaktadır. Film aynı zamanda; dinsel,
ailesel, kültürel, toplumsal kurumlara isyan ederek özgürleşen ve gerçek kimliğini sadece bu
tarz üzerinden oluşturmaya çalışarak buna cesur bir şekilde sahip çıkan bireyi ön plana
çıkarmıştır. Söz konusu sistem bundan sonra da medya ve gerçeklik algısı üzerinden seyircinin
merak duygusunu kamçılayarak yeni isimlerle aynı kahramanları oluşturmaya devam
edecektir.
Saniye Yaşar – UÜ Tarih
59
FİLİSTİN’E VEDA
Orijinal ismi Farsça da “Hayatta Kalanlar” anlamına gelen بازمانده olan film, Türkçeye “Filistin’e
Veda” olarak tercüme edilmiştir. Film İran-Suriye ortak yapımı olup orijinal seslendirmeler
Arapça’dır.
1995 yılında vizyona giren filmin yönetmenliğini yapımcı, senarist ve yönetmen olan Seyfullah
Dad yapmıştır. Filmin senaryosu da yine ona aittir. Filmin yapımcılığı Seyfullah Dad’in kurmuş
olduğu Sina Film’e aittir. Seyfullah Dad, “Güzellik arayışında olan Tahran” “Kani Manga”
“Yağmur Altında” gibi filmlerin de yönetmenliğini yapmış; Kani Manga filmi için Fajr Film
Festivali Jürisi Altın Madalyası ödülünü, “Hayatta Kalanlar” filmi için ise Fajr Film Festivali Jürisi
Crystal Simorh ödülünü almıştır. Filmin müzik yapımcısı, İran’ın önde gelen bestecilerinden
olan müzisyen Mecid Entezami’dir. Kendisi birçok filmin müzik yapımcılığını üstlenmekle
beraber birçok da ödül almıştır.
İran filmlerinin yasaklarının filmde yer almamasının sebebi Suriye’de çekilmiş olmasıdır. Filmde
Suriyeli ve İranlı oyuncular yer almaktadır. Filmin başrolleri Selma el–Mısri (Safiye), Ciyana Iyd
(latıfe), Cemal Süleyman (Doktor Said), Bassam Kossa (Yahudi film yapımcısı), Gassan Mesud
(Şimon), Sabah Barakad (Hanna), Aladdin Coelho (Reşid)’e aittir.
1948 yılında Hayfa’da geçen ve Yahudilerin Filistin’e göçünü konu alan filmde, Filistinli ünlü bir
yazar ve gazeteci olan Ghassan Kanfani’nin “Hayfa’ya Geri Dönün(بازگشت به حیفا)” adlı
eserinden esinlenilmiştir. Film, Dr. Said ve ailesi çerçevesinde Hayfa’yı; Hayfa merkezinde ise
Filistin’i anlatmaktadır.
Senaryo Filistin’in İngiliz mandasında olan süreci ile başlatılmış ve işgal öncesinde yapılan bu
hazırlıklarla bağlantı kurulmuştur. Filmde Siyonist işgalin, Manda yönetiminin geri çekilmesinin
hemen ardından gerçekleşmesine de dikkat çekilmiştir.
“Filistin yanan bir orman gibi olmuş. Bir tarafı söndürdükçe öbür tarafı tutuşuyor. Bu
yangından kim kurtulabilir? Tabi ki ormanın dışında olanlar.” İngiliz müfettişine ait bu sözler.
İngiliz- Yahudi işbirliğinin, halkı, evlerini ve topraklarını bırakıp kaçmaya ikna etme ve
“topraksız bir halk için, halksız bir toprak” düşüncesi ile Filistin’in şehirlerini boşaltma ve
60
Yahudi olmayan herkesten arındırma amacını göstermektedir. Bu amaç için huzursuzluk
yaratan eylemler, patlamalar, tehditler yapılmaktadır. Tehdit edilen ailelerden birisi de
İstasyonda yapılan patlamayı gerçekleştiren Şimon hakkında şikâyette bulunan Dr. Said’dir.
Yahudileri Filistin’e yerleştirmekle görevli ve adanmış bir Siyonist olan Şimon, Dr. Said’i yanına
getirttirerek bir hafta içerisinde Hayfa’yı terk etmesi için tehdit eder. Dr. Said’le olan diyalogları
Siyonist İşgalcilerin amaçları ve bu amaç için yapılan eylemlerin mantığını ortaya koymaktadır:
“Biz Filistin’de milli bir Yahudi vatanı kuruyoruz. Sistemli ve planlı bir devrim yapıyoruz.” Ayrıca
Şimon, yaptıkları katliamlar için delil olan uydurulmuş şu ayeti de okur: “Onların her şeylerini
tamamen yok et ve onları esirgeme. Erkekten kadına, çocuktan emzikte olana, öküzden
koyuna, deveden eşeğe kadar hepsini öldür.”(Tevrat, 1. Samuel böl. Ayet 3)
Şimon, Dr. Said’i daha fazla korkutmak ve canını yakmak için özellikle kardeşi ve ailesinin
ölenler arasında olduğu Deir Yasin katliamını hatırlatır. Kudüs yakınlarında bulunan Deir Yasin
köyünde Siyonist Irgun örgütüne bağlı militanlar tarafından yaklaşık 300 kadın, çocuk ve
yaşlıların katledildiği olayı Şimon şu şekilde anlatır: “Halktan düşmanlarımızla işbirliği
yapmamalarını istedik, ama bizi dinlemediler sonra onları öldürdük. Gerçek şu ki köyün bütün
halkını topladık ve üstlerine ateş saçtık.” Bu kadar basittir. Bizim olanı almak için öldürürsün.
Yapılan zulüm tehdidin ötesine geçmiştir ve bu etnik temizlikten başka hiçbir şey değildir.
Hitlerin yaptığı soykırımın mağdurlarından olan Yahudilerin, aynı zulmü Filistinlilere karşı
yapmaları da ilginç bir durumdur. Şimon’un, “Eğer Hayfa’yı terk etmezseniz sizi ailecek denize
dökerim.” tehdidine karşılık Said, “Zaten bu Hitler’den öğrendiğiniz tek şey.” olarak verdiği
cevapla bu çelişkiyi dillendirmiştir.
Aileleri anneler vatanları ise
babalar kurtarır. Dr. Said’in annesi
(Safiye) ve babası (Reşid) bu
cümlenin tam bir örneğidir. Safiye
bir kızını doğum yaparken, bir
evladını da Deir Yasin katliamında
ailesiyle birlikte kaybetmiştir.
Dolayısıyla oğlu Said’in de
yaşaması ve kendisine geri
dönmesi için yüreği yanmaktadır.
Ancak Filistin direnişçilerinden olan kocasını oğullarını Gazze’ye getirmek için ikna
edememektedir. Reşid, Filistinlilerin kendi evlerini terk etmemeleri gerektiğini söylemekte ve
“Ben insanları başka bir şey yapmaya ikna ederken sen benden bunun tersini istiyorsun. Yani
oğlumu ve torunumu kurtarmak. Şimon, Siyonistler ve sen hepiniz tek bir şey istiyorsunuz;
evlerimizi terk edip göç etmemizi. Herkes kendi menfaatini düşünürse ve onu ülke menfaatinin
üstüne koyarsa o zaman ne olacak? Koyun sürüsüne dönüşeceğiz. Sessizce ve sakince
yemlenirken, çevremizde olanları hissetmezken birden uyanıp bıçak boğazımıza dayanmış
olacak.” diyerek Safiye’nin isteğine itiraz etmektedir. Safiye’nin oğlu ve torunu Ferhan için
duyduğu endişe bir baba olarak Reşid’i mutlu eder ve Said’in, yaşadıkları konusunda endişe
değil de mutluluk duymasını ise ölümüne sebep olsa bile “Ben mutluyum çünkü oğlum Said
61
Filistin’den kaçmanın öldürücü hastalıklardan ve kanserden çok tehlikeli olduğunu öğrenmiş
oldu.” sözleriyle açıklar.
Ancak babanın bu açıklamaları anne yüreğinin acısını dindirmez. Safiye, Reşid’e: “Sanırım
hayat sisteminde büyük değişiklik var. Adaletsiz bir sistem bu. Anne çocuklarını büyütürken siz
erkekler durup bakıyorsunuz. Anneyi kendi halinde bırakıyorsunuz. Ticaret ve siyasete
kaçıyorsunuz. Eğer bu fark olmasaydı dünya yeşil bir cennet olurdu.” sözlerinin yazılı olduğu
mektubu bırakarak Hayfa’ya oğlunun yanına gider. Bu süreçte İngilizler, Filistin’den çekilir ve
toprakları Siyonist işgale teslim eder.
İngilizlerin bölgeye gelmesi ve çekilmesi ile ilgili kısa bir bilgilendirmede bulunalım:
Filistin yönetimi 24 Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti’nin aldığı kararla İngiliz mandasına
verilmiş, öncesinde 1917 yılında Arthur Balfour’un, siyonist Rothschild'e mektup göndererek
İngiltere hükümetinin Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasını destekleyeceğini
belirtmesi bu işgalin Siyonist bir yapıya büründüğünü göstermişti. Nitekim manda yönetimi
kurulunca Filistin’e yapılan Yahudi göçü ve toprak alımları hızlandı. Devamlı göç Filistin’in işgali
demekti. 1929-1939 yılları arasında Avrupa’daki faşizmin şiddetlenmesi ile birlikte yaklaşık
250.000 Yahudi Filistin’e göç etmişti. Birleşmiş Milletler (BM) 1947 yılında Filistin'in
bölünmesini öngören bir teklifi kabul etti. Bu bölünme planıyla, nüfusun yüzde 40'ından azını
oluşturan, toprakların yüzde 10'undan daha azına sahip Yahudilere, Filistin'in yüzde 55'i
bırakılıyor, Kudüs ve Beytüllahim'deki kutsal mekânların bulunduğu alanların yönetimini de
Birleşmiş Milletler'e devredilmişti. 14 Mayıs 1948’de İsrail bağımsızlığını ilan etmiş ve hemen
ertesi gün Filistinliler tarafından “Nakba(büyük felaket)” olarak adlandırılmıştı. Bir yılda 900
bin Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlanmıştı.
Manda yönetiminin çekilmesinin hemen ardından milli bir vatan arzusunun en aşağılık ve
acımasız yüzü gözler önüne serilir. Sistem işlemeye başlar ve adım adım işgal gerçekleşir.
Yahudi milisler Hayfa’yı ev ev pazaryerine boşaltır. Kadın, yaşlı, genç ve çocuklar sonlarına,
merhamet dilenen gözlerle değil onurlu ve başları dik bir şekilde şahit olurlar. Hepsinin üzerine
tereddütsüz bir işaretle ateş saçılır. Filimde bu kanlı sahneyi görmüyoruz. Ancak silahların
gürültüsünü işitirken ve mermilerin yere çakılışını izlerken öfkeye kapılıyor ve katliamı
seyrediyoruz. Hayfa çığlıklar altında kanlı bir şekilde acımasızca işgal ediliyor. Silahlı askerlerin
ardından şehre tanklar giriyor. Evlerinden çıkarılan sokaklarda katliam yapılan Filistinlilerin
evlerine Yahudi aileler yerleştiriliyor. Sadece üç gün sonra Said ve Latıfe’nin evine Polonya’dan
göç etmiş olan Hanna ve Koşen adlı karı-koca yerleştiriliyor. Evde aç ve susuz bulunan Dr.
Said’in oğlu Ferhan, çocukları olmayan bu aileye veriliyor ve ismi Moşe olarak değiştiriliyor. Dr.
Said ve Latıfe’nin hayatları, evi ve eşyaları çalındığı gibi nesli de çalınıyor. Ev yeniden dizayn
ediliyor. Eski fotoğraflar, resimler kaldırılıyor ve Yahudiliğin sembolleri yerleştiriliyor. Ve tüm
bunlar sözleri, ateşli bir Siyonist İdelshon’a ait olan İbrani halk şarkısı “hava nagila” eşliğinde
oluyor. Filistin müziklerine çok kısa süreler verilirken bu şarkı filmde sonuna kadar çalıyor.
Ancak Filistin müziklerine de ağırlık verilmeli, mutluluk, gam, keder şarkılarla desteklenmeliydi.
Hayfa’da direniş başlamıştır. Gazze’de direnişçi olarak sadece Reşid gösterilmiş, Hayfa’da bu
sayı sadece üçe çıkarılmıştır; Reşid, Safiye’nin yeğeni Gassan ve Gassan’ın sözlüsü. Bu durum
62
zulmün boyutunun büyük olması ancak direnişin pasif görünmesine sebebiyet vermiştir. Bu
üçlü bir eylem planlamıştır. Yapılacak olan eylem Tel Aviv’e giden bir treni patlatmaktır.
Patlayıcı dolu valizi trene koyacak kişi Reşid’dir. Ancak Reşid bir eylem sırasında ölümcül bir
şekilde yara almıştır. Trene konacak valizin sorumluluğu Safiye’ye kalır. Önce durumu
kabullenmez çünkü biricik torunu Ferhan’ı daima Yahudi aileden kaçırmayı arzulamıştır. Ancak
şimdi Tel Aviv’e varamayacak olan trende ikisi de olacaktır. Safiye’yi bu görevi üstlenmeye ikna
eden ise trende Tel Aviv’e, Hayfa’da yaşananları tekrarlamak üzere giden Siyonist askeri bir
gücün olmasıydı ve trenin oraya varması yeni bir katliamın gerçekleşmesi demekti. Safiye,
denileni yapar, Reşid’in Safiye’ye emanet ettiği eylem başarıyla sonuçlanır.
Filmde iki patlama gerçekleşir fakat iki olaya da kamera tutulmaz. Bu durum biraz basite
kaçılmış olduğunu düşündürtmektedir. Fakat en sade ve yalın anlatımı ile bile film verilen
mücadeleyi ve yapılan zulmü iyi bir şekilde göstermiş. Filmde yoğun duygular yaşamaları
sebebiyle mi bilemiyorum Safiye ve Latıfe’nin hisleri her hallerine yansımış. Özellikle Safiye’nin
Hayfa’ya ümitle geldiği ilk hali ile işgalden sonraki hali farklılaşmış, acı ve ıstırap yüzüne
yerleşmiş.
Filistin’e Veda, şiddet sahnelerinin gösterilmemesi sebebiyle ailecek, çocuklarla beraber
izleyebileceğiniz bir film. Filmi izlerken kendinizi, Filistin’de bir direnişçi, Hayfa’da bir anne,
Gazze’de bir baba, Deir Yasin’de bir aile olarak düşünmeniz temennisiyle. İyi seyirler
Hümeyra Bektaş-UÜ İlahiyat
63
KAĞIT
Protest Bir Türk Filmi Örneği
2010 yapımı bir Türk filmi olan Kâğıt’ın senaristliğini ve yönetmenliğini Sinan Çetin üstlenmiştir. Oyuncu kadrosunda ise Ayşen Gruda, Öner Erkan, Asuman Dabak, Ahmet Mekin, Zeynep Beşerler gibi isimler yer almaktadır. Film 2010 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivalinde, Ulusal Uzun Metraj Kategorisi Filmleri bölümünde yarışmış ve başarılı oyunculuğu ile ünlü Yeşilçam oyuncusu Ayşen Gruda ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ ödülünü almaya hak kazanmıştır.
Filmde; babasını memnun edebilmek adına annesi tarafından eczacılık okuduğu yalanını söylemeye zorlanan, ama aslında yönetmen olma hayalleri kuran solcu Emrah’ın, politik bilincin zirve olduğu 1970’li ve 1980’li yıllarda bürokrasi çarkında nasıl öğütüldüğü anlatılmıştır. İşçi sınıfının sorunlarına eğilmeyi amaçlayan Emrah’ın en büyük hayali bu filmin
tamamlanabilmesi ve halkın aydınlatılmasıdır. Filmin tamamlanabilmesi için ilgili bakanlıktan izin alınması noktasında ciddi sorunlar yaşaması ve Ankara’dan eli sürekli boş dönmesi, üstüne bir de siyasi suçlu damgası yiyerek hapse mahkûm olması Emrah’ı, devleti temsilen memure Müzeyyen’den intikam almaya sevk etmiştir.
“Gerçek hür yapar. Gerçeklerle karşılaşmaya hazır mısın?”
Tamamen sistem eleştirisi üzerine kurulu olan film aslında kendisini yirminci yüzyılda siyasi anlamda mağdur olmuş tüm bireylere (mağdur olan, hapse atılan ya da öldürülen, dünya genelinde devlet terörüne uğramış Uğur Mumcu, Nazım Hikmet, Said Nursi, Martin Luther King gibi isimlerin görüntülerine de filmde yer verilmektedir) adamıştır. O dönemde görülen katı devlet bürokrasisi takıntısına bir perspektif sunmayı amaçlayan film, Türkiye’nin bürokratik sorunlarını modern sinema diliyle -Yeşilçam melodramlarından bir nebze de olsa farklı olarak- anlatmaya çalışmıştır. Çıkış noktasını ise; iyi niyetlerle yola çıkan birinin sistemden intikam almaya yönelen hayat hikâyesi oluşturmaktadır. Hikâyenin temeli ise 1970’lere dayandırılmaktadır. Film, bürokrasi tarafından sarılan ve hapsedilen bireylerin hayatlarına eğilerek devletin bireye olan müdahalelerini yarı kurgu yarı yaşanmışlık düzlemi üzerinden aktarmaya çalışmaktadır.
“-Kanunsuz düzen mi olur? Düzeni sağlayan kanunlar. Onlar olmasa ortalık birbirine
girer.”
-“Tam tersi olabilir mi? Kanunlar düzeni bozabilir mi?”
64
Devletin bireye müdahalesi ve devlet-birey çatışması, eskiden beri insanoğlunun gündeminde olan ve tartışılan sorunlardan biridir. Devletin önemli bir ayağı olan bürokrasinin ‘birey’e yönelik çarklarının her zaman farklı biçimlerde işlemesi, ideal devletin kanunlarla başarılı bir şekilde ayakta tutulabileceği fikri, çalışma
mekanizmasını bireylerin itaatkâr olmalarına göre düzenleyen devlet erki başta filozoflar olmak üzere birçok insan tarafından sürekli eleştirilmiştir.
“Sadece şehirler özgürleşmez, insanlar da özgürleşir. Hürriyetin ne demek olduğunu
öğreneceksin. Bu benim avukat kıyafetim, saçma sapan kanunlar karşısında küçük memurların
her dediğini tevekkülle karşılayan insanlar adına konuşacağım. Buradan özgürleşmiş olarak
ayrılacaksın.”
Politik bir damardan seslenmeyi amaçlayan senarist ve yönetmen Sinan Çetin, “kâğıt’ın, insandan daha değerli olabileceği” yanlışını irdelemeye çalışmıştır. Daha çok sol içerikli öğeler ile beslenen ve sık sık devrim marşının duyulduğu film, Sinan Çetin’in en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Çetin’in, bu ülkede sağcıların solculardan daha fazla yıprandığının altını çizmesi üzerine solcular arasında kendisine karşı oluşan antipati, her zaman iktidara yakın durduğu iddiaları, sol jargona sürekli olarak yönelttiği itirazlar kısacası onun ayrı bir değerlendirilmeye tabi tutulması gereken politik geçmişi dışarıda bırakılarak, salt ortaya koyduğu eleştiri üzerinden izlenmesi gereken bir film olan Kağıt, aynı zamanda Yeşilçam melodramlarının dramatik yapısını ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
“Bir şairin ya da bir ressamın bir eser yaratabilmek için devletten izin alması çok saçma
değil mi sizce de?”
Sinemadaki asıl beceri; derdin bağırmadan, belki de doğrudan kelimelere dökmeden, seyirciye ait bir alan bırakarak gösterilmek istenen hedefe doğru dikkat çekmektir. Ucu her daim açık olan ve kesin cevaplar vermeyen filmler çoğunlukla yönetmenin keskin bakış açısını ve gözlem yeteneğini ortaya koyan yapıtlardır. Bu tarz filmler de seyirciye her zaman bir bakış açısı kazandırmaktadır.
Saniye Yaşar – UÜ Tarih
65
ANNE GİBİ
Çevremize şöyle bir bakalım ve kendimize şöyle bir soru soralım: Bana bir ömür boyu hiç karşılık beklemeksizin kendinden bir şeyler veren kimdir? Arkadaşım mı? Eşim mi? Akrabam mı? Bu sorunun cevabı herkes için aynı olsa gerek! Evrensel cevap: ANNEM
Anne sevgisi gerçek sevgidir yalansız
Hiçbir zaman ben demez. Hep sen der.
Sevginin lafını yapmaz. Fedakârdır, şefkatlidir, merhametlidir. Davranış ve uygulamalarda kendini gösterir.
Hiçbir zaman gücenmez, intikam almaya çalışmaz.
Sizden hiçbir zaman vazgeçmez, hep yanınızdadır.
Anne sevgisi için söylenmiş onlarca şiir, güzel söz, vecizler, hikayeler, türküler vardır. Okurken, söylerken duygulandığımız.
Geçenlerde seyrettiğim İran yapımı Anne Gibi filmi de işte gerçek sevgi budur dedirten bir film
Anne Gibi filmi, dram dalında, izlediğim en etkileyici filmlerden biriydi. Hayatın anlamını yeniden sorgulatıyor insana. Filmin konusu kısaca şöyle,
Sepide filmin bayan kahramanı, film sahnesi onunla başlıyor. Filmin hemen başında, duygulu bir kişiliğe sahip Sepide’nin çaldığı keman, kulakları mest ediyor. Sepide İran, Irak savaşında sağlık personeli olarak görev yapmıştır. Saddam’ın kimyasal bomba attığı şehirde Sepide, kimyasal gazdan etkilenir. Ancak hastalık belirtilerinin hemen geçmesi sonucu durumu pek ciddiye almaz. İran, Irak savaşının bitmesinden sonra da diplomat eşiyle severek evlenir.
Sepide’nin üst düzey bir yaşamı vardır. Sık sık yurt dışına çıkan diplomat eşinin, devletin üst kademelerine doğru ilerleme hedefi vardır. Her geziden dönüşte Sepideye hediyeler almaktadır.
Güzel bir hayatı olan, güzel Sepide’nin mutluluğu hiç beklemediği bir imtihan ile yön değiştirir.
Yapılan testlerin sonucunda bebek bekleyen Sepide’nin savaşta aldığı kimyasalların etkisiyle, sakat bir bebek dünyaya getirme ihtimali yüksek çıkmıştır.
Bir insanın yapmak zorunda olduğu en zorlu seçimlerden biri, akıl yoluyla mı yoksa kalp yoluyla mı yapılacak?
Sakat bir bebeğin yaşam hakkı olmalı mıdır?
Diplomat eşe göre kesinlikle hayır? Diplomat eşte, (siyasi hırsın getirisi olsa gerek) duygusal küntlük had safhadadır.
Keman öğretmeni anneye göre ise evet.
66
Eşine karşı her zaman anlayış ve hoşgörü ile yaklaşmış olan Sepide, bu sefer eşinin karşısında yer almıştır. İkna kabiliyeti kuvvetli olan diplomat eş, Sepide’nin verdiği kararı zaman zaman sorgulamasına neden olsa da sonuç, ilahi takdirden yanadır. Bebek dünyaya gelecektir. Çocuğunda olan hastalığın aynısına yakalanma riskini de göze alan Sepide için zorlu bir hayat başlar.
Said’in doğumundan itibaren kullanmak zorunda olduğu iğneler oldukça pahalıdır. Bir işe giren Sepide hem oğlunun hastane masraflarını hem hasta annesinin bakımını karşılamak zorundadır. Hem maddi hem de manevi anlamda sürekli özveri halinde bulunan Sepideyi bu yaşama mahkûm eden asıl suçlu ise ara ara film de gösterilmektedir.
Her ne kadar görünürdeki suçlu eşi Hüseyin olsa da yük yüklenmekten korkan ve kaçan bu adama kızsak da filmde bu zulmü bu aileye reva görenin SADDAM olduğunu oldukça incelikli bir anlatım ile anlamaktayız.
Evrensel zalimlerin sonu ise bir mazlumun gözünden gösteriliyor. Sepide, Saddam’ın heykelinin nasıl yıkıldığını, Saddam ’ın cesedinin yerlerde sürünmüş halini dünya gözüyle görmüştür.
***
Bu filmde “Cennet annelerin ayakları altındadır”. hadisini hatırlatan bir özveri hikâyesi karşımıza çıkıyor.
Kariyer peşinde koşan,
Anneliği, dadılara ve öğretmenlere yükleyen,
Çocuk sorun çıkarmadığı müddetçe çocuğuyla ilgilenmeyen,
Yük yüklenmek istemeyen, biyolojik annelerin varlığı bizi tekrar rahatsız ediyor ve
Çocuğuyla bütünleşen Sepide karakteri, modern dünyanın yok ettiği anneliği bize tekrar öğretiyor.
Fatma Gültekin-UÜ İlahiyat