Çare–der › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 davranışlarımızı sessizce yöneten...
TRANSCRIPT
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
ÇARE–DER YIL:2016 SAYI:4 KONU:GÖÇÜN RUHSALLIĞI
Dernek Yönetim Kurulu
Başkan : Dr. Mehmet Uhri
II.Başkan : Damla Saraçoğlu Çelik
Sayman : Dr. Seda Erbilgin
Genel Sekreter: Dr. Timur Şefketoğlu
Üye : Ruhane Koşar
Üye : Cafer Sadık Özlevent
Üye : Dr. Funda Süleymanoğlu
*Yayına hazırlayan ve düzenleyen Psk. Deniz Akyıl Sokullu
İçimizdeki Kötü
Dr. Mehmet Uhri*
Hayatı korkularımıza teslim ettiğimiz
yetmezmiş gibi bunun son derece doğal, alışılmış
bir hayat olduğu konusunda uzlaşmış
görünüyoruz. Üstelik korkularımızı çocuklara
aşılamakta, onlara öncelikle nelerden korkması
gerektiğini öğretmede de üstümüze yok.
Annesinin kedi köpekten çekindiğini gören
çocukların evcil hayvanlara yaklaşmakta
zorlandığına, uzak durduğuna çoğumuz şahit olsak
da sonuç değişmiyor. Tüketim çılgınlığını
körüklemek için reklamlarda kullanılan
argümanların çoğu da bireysel eksiklik ve
kaygıları işaret edip korku toplumunun duvarlarını
yükseltiyor. Markasını bilmediğimiz şampuan
veya diş macunu bile kullanmaktan korkuyoruz.
Korku sözcüğünün pek istenmeyen bir sözcük
olduğunu bildiğimiz için tedirgin olma,
endişelenme, kaygı ve hatta serzeniş gibi
sözcüklerle yumuşatmaya çalışırken ne kadar
komik durumu düştüğümüzün de farkında değiliz.
Hayatın kaybedilmemesi gereken bir kazanım
olduğuna o kadar inanıyoruz ki bir sabun
köpüğüne benzeyen hayatlarımızı uzun süre
bozulmadan tutma kaygısıyla nerede nasıl
yaşadığımızı anlamadan görmeden “ha patladı, ha
patlayacak” korkusunu hayatın ortasına
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
2
yerleştiriveriyoruz. Çocuklarımıza
sevgimizi sunup, sevgi ve huzur dolu bir
dünya sunmayı hayal etsek de onlar
öncelikle gözlerimizdeki korku ve kaygıyı
görüyor. Korkuların egemen olduğu
sevgisiz bir dünyadan yakınıyor ancak
çoğunluğa bakıp hayatın normalleşmesinin
böyle bir şey olduğu zannıyla değiştirmek
için kılımızı bile kıpırdatmıyoruz.
Birilerinin sevgi ve ilgi dolu
yaklaşım veya yardımına bile kaygı ile
bakıyor, art niyet arıyoruz. Korkular
hayatımıza o denli işledi ki insanoğlunun
içindeki kötünün farkındayız. Ne zaman
kime nasıl bir kötülük yapılacağı
tedirginliği ile kabuğumuzu
sağlamlaştırmaya uğraşıyor, susup
bekliyoruz.
Göçlerin yarattığı trajedileri,
insanlık ve değerlerinin bir kenara itildiği
iç savaş görüntülerini, canlı bomba
eylemlerini ve bu durumlara cılız da olsa
vicdanı ile haykıranların susturulma
çabalarını her şey normalmiş gibi
izlemekle yetiniyoruz. Yaşananları
onaylamasak da olmaması için çabalamada
kendimizi yetkin bulmuyor, böyle bir
görevimiz olmadığını düşünüyoruz.
Otoriteye boyun eğip suskun kalmakla
yaşananlara zımnen onay verdiğimizin de
çoğumuz farkında. Herkesin aynı şeyi
yapması, suskun kalıp yaşanan kötü
olaylara ses çıkarmıyor oluşu vicdanımızı
yatıştırmaya yetmese de üç maymunu
oynamayı sürdürüyoruz. Süreç bir şekilde
dönüp kendi canımızı acıttığında ise
diğerlerinin nasıl bu kadar duyarsız
olabildiğine hayret ediyor sonra yine hiçbir
şey olmamış gibi hayatı kendi akışında
sürdürmeye çabalıyoruz.
Peki, ama nasıl yapıyoruz bunu?
Böyle olabilmeyi nerede, nasıl, kim öğretti
bize? Bilindiği gibi temel davranış
kalıplarını aile ortamında öğreniyoruz.
İstenen ve istenmeyen davranışların
ayırımını, iyiyi ve kötüyü, dürüst olmayı,
doğrudan yana olmayı, yalan
söylememeyi, çalışkan olmayı öncelikle
ailenin beklentileri ile öğreniyoruz. Bu
öğrenim sürecinde ödül/kabahat veya
suç/ceza gibi zıt kavramlar ile birlikte
hayatın uç noktaları olduğunu ve toplumun
beklentilerine uygun bir denge geliştirmek
gerektiğini de önce aile sonra içinde
yaşadığımız toplum öğretiyor.
İtaat etmeyi de ailede
öğreniyoruz…Ailede başlayan itaat eğitimi
okulda öğretmene, büyüklere, inanç
sistemlerinde din adamlarına, tanrıya ve
kutsallara, toplumda ise otoriteye itaat
etme biçimiyle hayatımıza yayılıyor. Üyesi
olduğumuz topluluk, toplum, cemaat görüş
bildirdiğinde veya emir verdiğinde aykırı
düşmemek, çirkin ördek yavrusu gibi
görünmemek için itaat etmek gerektiğine
inanıyoruz.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
3
Davranışlarımızı sessizce yöneten
veya kontrol eden tüm bu otoriter referans
sistemleri ile kendi vicdanımız arasında
sıkıştığımız anlarda sorunun varlığını fark
ediyoruz. Ailemizden edindiğimiz ahlaki
ve insani değerler ile otoritenin dayattığı
davranış, görüş veya düşünce
sistematiğinin uyuşmadığı durumlarda
çoğunlukla karşı çıkmayıp uyum
göstermeyi veya sessiz kalmayı seçiyoruz.
Toplumun ileri gelenlerinin veya
çoğunluğunun gür çıkan sesi temel ahlaki
normlara uymayan bir şeyler dikte
ettiğinde eğitimini ailede aldığımız itaat
mekanizması sessizce devreye giriyor.
İnsanın kötü ve istenmeyen
davranışlarda bulunabileceğini, başka
insanlara zarar verebileceğini ancak
bunların önlenmesi veya cezasız
kalmaması gerektiğini içimizdeki adalet
terazisi haykırsa da toplumun yüksek
yararları işaret edilerek otoritenin bu
suçları işlemesine göz yumulabiliyor. İşte
böylesi durumlarda içimizdeki fırtınayı
bastırmak, aykırı ve isyankâr görünmemek,
ceza almamak için otoriteye itaat etme
veya sessiz kalma kolaycılığına sığınmada
insanoğlunun üstüne yok. Beklenen
davranış kalıbı sadece itaat etmek, yapılan
işin ahlaki ve insani olup olmadığını
sorgulamadan, niteliğine bakmadan sadece
emirleri uygulamak olabiliyor. Bu durum
en açık şekliyle emir komuta sistemi ve
itaat mekanizmasının tartışmadan
uygulandığı askeri ortamlarda yaşanıyor.
Görüyoruz ki; her şey itaat etmekle
başlıyor.
İtaat etmeyi, toplumun genel
kabullerine direnmemeyi, vicdanımızın
elvermediği noktalarda ise yine çoğunluğa
uyup susmayı, seyirci kalmayı veya
kabullenmeyi aile ortamında öğreniyoruz.
Haklı olduğumuz noktalarda aile
büyüklerimize ses çıkarabilmek mümkün
olsa da toplum içinde kralın çıplak
olduğunu haykırabilmek hiç de kolay
olmuyor.
Çevremizde yaşanan onca kötülüğe
sessiz kalıp gözlerimizi yumarken
kendimizi bir kurban çaresizliğinde görme
eğilimimiz “ne şanssızım ki bu olaylara
şahit oluyorum, keşke benim gözümün
önünde olmasaydı da hiç yaşamamış
olsaydım” diyerek olayı kişisel bir
trajediye dönüştürmede de üstümüze yok.
Kendimizi bu şekilde avutmamız bir yere
kadar işe yarasa da başkalarının gözünde
“kötü” olmaktan kendimizi alamıyor,
tedirgin oluyoruz. Yakın çevremize
bakarak “İyi de herkes böyle yapıyor, bir
enayi ben miyim?” diye avunabilsek de
bilinç dışımız masumiyetimizi yitirdiğimizi
fısıldıyor. Daha da içine kapanma
eğilimine giriyoruz.
İçimizde bir yerlerde kötü bir insan
olduğu ve suskun kalarak bile olsa kötü bir
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
4
şeyler yaptırdığı düşüncesi vicdanımızı
kemirmeye devam ediyor. İçimizdeki
kötüyü ne kadar dışsallaştırsak da onun
varlığını ve faaliyette olduğunu derinden
hissediyoruz.
Her insan gibi öleceğimizi bilip
kendimizin öleceğine nasıl inanmıyorsak,
tüm insanların içinde potansiyel olarak
kötülüğün olduğunu bilip kendimizin kötü
olduğuna da inanmıyoruz. Aile ortamında
öğretildiği gibi otoriteye itaat edip onayını
aldığımız sürece kötü insan
olmayacağımızı düşünüyoruz. Soykırımlar
başta olmak üzere tarih boyunca yaşanan
pek çok insanlık trajedisinde kendimiz gibi
sıradan insanların verilen emri yerine
getiriyor veya işini yapıyor olmanın gönül
rahatlığı içinde davrandığına şahit olsak
bile kötü olabileceğimizi düşünmüyoruz.
İyi davranışlarımızın
sorumluluğunu almada ve ödül beklemede
otoritenin gözünün içine bakıyor,
insanlığın temel değerlerine, insani özüne
zarar veren “kötü” davranışlarımız için de
mazeret üretip yine aynı otoriteden
bağışlanmayı bekliyoruz. Toplum olarak
insanlığa karşı bir suç işlenmiş ve bu
ortaya çıkmışsa içimizdeki kötü ile
yüzleşmek yerine inkâr ediyor veya
sesimizi yükseltip baskın çıkmaya
çabalıyoruz.
Tüm bunları öncelikle aile
ortamında öğreniyoruz. İçinde
bulunduğumuz çoğunluğun ortak aklının
yanlış yapmayacağına itiraz etmeksizin
inanmayı ve vicdanımızın sesini bastırıp
ses çıkarmadan uyum göstermeyi aile
ortamında öğreniyoruz. Kötülüğün iyi aile
terbiyesi ve inanç eğitimi almış insanların
içinde de olabildiğini görmemize karşın
kendimize “kötü insanlığı”
yakıştıramıyoruz. Ölenin ardından onca
söylenecek söz varken “iyi bilirdik” deme
gereği duymamız bile aslında içimizde bir
yerlerde kötü olabileceğimize dair kaygı ve
sıkıntının devam etmekte olduğunun işareti
olarak görülebilir.
İyiyi kötüyü ayırt etmeyi bilmek ve
yeri geldiğinde tüm üst kimliklerden
arınmış salt insan gerçeği üzerinden kötü
olduğu görünen bir davranış için
vicdanımızın sesini yükseltip “hayır”
diyebilmekle çocuktan katil yetiştirebilme
sürecinin kırılabileceğinin de farkındayız.
Bir yerden başlamak gerekiyor. Aynadaki
görüntüyle yüzleşmeye hazır mıyız?
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
5
Göçün Etkilerinden Çocuk Ve
Gençlerin Ruh Sağlığının
Korunması
Uzm.Dr. Timur Şefketoğlu*
‘ Herkesin zulüm altında başka ülkelere
sığınma ve sığınma olanaklarından
yararlanma hakkı vardır.’ İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi (madde 14 )
Göç olgusu, özellikle de savaş
sonucu zorunlu göç ve mültecilik çok
boyutlu, yaygın ve maalesef ki güncel bir
sorun olmaya devam etmektedir. Göçün
kelime anlamı bir yerleşim biriminden
başka bir yere, bölgeye veya ülkeye yer
değiştirmedir (Türk Dil Kurumu’na göre
göç ‘Ekonomik, toplumsal, siyasi
sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir
ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim
yerinden başka bir yerleşim yerine gitme
işi, taşınma, hicret, muhaceret’ ; mültecilik
ise ‘başka bir ülkeye veya yere sığınma
durumu; yabancı bir ülkede iltica etmeden
önce belirli bir süre kalma’ olarak
tanımlanmıştır). Söz konusu yer değişimi
dar bir alanda kalabileceği gibi (bir ildeki
köyden şehre), aynı ülkenin farklı bir
bölgesine (iç göç) yada daha geniş coğrafi
alanda ülke değiştirme şeklinde (dış göç)
de olabilmektedir. Genellikle yakın
mesafeli göçlerde konuşulan dilin
korunmasıyla kültürel değişim daha az
olmaktadır. Gidilen yerin uzaklığı arttıkça
çevresel değişim ve yabancılaşma
artmakta, göç edenlerin kültürü ile ulaşılan
bölge arası farklar derinleşmekte, dil
sorunları da eklenmektedir. Tüm bunlar da
yeni toplumdaki uyumu zorlaştırmaktadır.
Göç kararı zordur, çoğu zaman
istemli bir karardan ziyade bir zorunluluk
olarak ortaya çıkmaktadır. Bazen
ekonomik, siyasi veya doğal afetler, bazen
de son yıllarda giderek artan çatışma ve
savaşlar gibi insan eli ile yaşatılan
felaketler sonucu göç, insanların karşısına
zorunlu bir ‘seçenek’ şeklinde çıkar.
Göçün gerçekleştiği nedenler kadar
zamanlaması da etkilidir, öyle ki doğal afet
ve çatışmalarda olduğu gibi daha ani
gerçekleşen göçlerde uyum sorunu da
artabilmektedir. Yetişkinler için bile
yeterince zorlayıcı olan göç sürecindeki
yaşanılan bu büyük değişim, çocuk ve
gençlerde ayrıca fiziksel ve ruhsal büyüme
dönemi ile de çakışmaktadır. Korunma ve
bakımda dış kaynaklara daha fazla
bağımlılık duyan çocukların özel duygusal
ve gelişimsel ihtiyaçları mevcuttur.
Travmanın çocuk ve ailelere çok boyutlu
etkileri, göçle gelen kökenlerinden zorunlu
kopma ve çoklu kayıplar gibi birçok
değişimle artmaktadır. Çoğunluğu okul
çağında olan bu genç grup, göç süreci ile
okul yokluğu, akademik başarısızlığı ve
yaşıt ilişkilerindeki desteği yitirme ile ek
sorunlar yaşamakta, tüm bunlar çocuk ve
ergendeki zorluğu artırmaktadır. Üstelik
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
6
göç gibi ailedeki tüm bireyleri ayrı ayrı
etkileyen bu önemli kararda fikirlerine en
az başvurulan da yine bu genç gruptur.
Göç kararında yetişkinlerin istekliliği bile
sorgulanabiliyorken, çocuklar söz konusu
olunca bu kararın onlara açıklanmaması,
görüşlerine hiçbir şekilde başvurulmaması
dahil, etkinlikleri yok denecek kadar azdır.
İnsan biyopsikososyal bir varlık
olarak tanımlanır. Bu tanımdan yola
çıkarak tam iyilik halinden bahsedebilmek
için bireyin her üç alanda da (fiziksel,
ruhsal ve sosyal) sağlıklı olması koşulu
aranır. Göç olgusu bu üç alandaki sağlığın
her birini tehdit eder durumdadır. Göçün
gerçekleştiği neden ve koşullar da
belirleyici olmak şartıyla; bedende kayıplar
dahil fiziksel olarak yaralanmalar, göç
sürecindeki hastalık ve daha önceden
tanımlananların takibindeki aksamalar,
aşılama gibi koruyucu sağlık
hizmetlerinden yoksun kalma, gidilen
bölgede sağlık güvencesinin yokluğu gibi
başlıca sebepler fiziksel iyilik halini tehdit
etmektedir. Göçün kendisi kadar aynı
zamanda göçe yüklenen anlam ve
nedenleri, göç öncesi ve süresince
yaşananlar, göç sonrası devam eden stres
de kişilerin ruh sağlığına etkilidir. Tek
başına bile stres kaynağı olan göçün süreci
uzadıkça güvensizlik, umutsuzluk, korku,
endişe, kaygı ve diğer belirtiler ruh
sağlığını da olumsuz etkilemekte ve başlıca
kaygı bozuklukları ve depresyon olmak
üzere psikiyatrik hastalıklara hassasiyet
yaratmaktadır. Tüm bu olumsuzlukların
yanında geleneksel, bilindik olan ancak
zorunlu olarak terk edilen eski toplumun
psikososyal desteğini yitirme, yabancı bir
toplumda farklı bir kültür ve dille
yalnızlaşma, yabancılaşma ve etkileşim
başlatamama, sosyalleşememe sonucu
oluşan güçsüzlük, anlamsızlık, yetersizlik,
değersizlik fikirleri ve sosyal izolasyon
toplumsal bir varlık olan insanin sağlığını
tehdit etmektedir (sosyal izolasyon teorisi).
Yetişkinlerde görülen yaşam doyumunda
ve benlik saygısındaki düşme, travma
sonrası stres bozukluğuna (TSSB) ek
olarak çocuk ve gençlerde ayrıca *davranış
sorunları, *kimlik karmaşası, *depresyon
ve kaygı gibi duygusal problemler,
*bedensel şikayetler, *dikkat eksikliği
hiperaktivite bozukluğu, *alt ıslatmalar,
*uyku problemleri, *akademik başarıda
düşmeler de görülebilmektedir.
Günümüzde yoğun ve yaygın bir
şekilde devam eden ve giderek artan
göçlerin, özellikle de mültecilerin maruz
kaldıkları kronik stresi kronolojik olarak üç
farklı evrede değerlendirmek mümkündür.
Öncelikli evre kişilerin yola çıkmadan
önceki bölge veya ülkedeyken yaşanan
olayları kapsamakta, daha sonraki
‘güvenli’ bölgeye hareket ederken
yolculuk sürecinde yaşananları ve son evre
de mülteci olarak gittikleri ülkede
yerleşmeyi beklerken yaşadıkları süreçleri
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
7
içermektedir. İlk evreye bakacak olursak
öncelikle yola çıkmadan önceki ülkede
yaşananların çoğunlukla belirgin
travmaları içerdiğini belirtmek gerekir;
evlerini savaş veya terör sonucu terk etmek
zorunda kalmak, şiddet ve eziyet görmek,
sevdiği insan ve tanıdık kaybı, tüm bunları
gözleyip tanıklık etmek bunlardan sadece
birkaçıdır. Özellikle çocuklar ve hatta
gençler hiçbir zaman hafızalarında stabil
bir dönemi yaşamamış, okul hayatları
olmamış, olduysa bile sürekli kesintiye
uğramış olabilir, ailesel sıkıntılar ve genel
güvensizlik duygusu sık görülen
durumlardır. Mülteci olarak yola çıkılan
hedef ülke yolculuğu da ileri bir stres
kaynağı olarak gündeme gelmekte, aylarca
sürebilen bu yolculuk çoğu kişi için hayati
tehlike de arz etmektedir. Çocuklar bu
süreçte kazayla veya bilerek (çocukların
sığınmacı olarak kabulü daha olası
gerekçesi ile) ailelerinden koparılmakta,
ayrılmakta ve hatta kaçakçıların eline
kalabilmektedirler. En nihayetinde
hedefteki ülkeye varış da mülteciler için
yeni zorluk ve ek sıkıntılar kaynağıdır.
Mülteci olma haklarını ispat etme durumu
genellikle bir çok ülkedeki yasalarda zorlu
ve uzun bir süreçtir, ayrıca çoğunlukla
ikincil bir travma süreci gibi işlev gören
ayrımcılık ve yeni topluma uyum sağlama
da onları beklemektedir. Çocuk ve
gençlerin bu süreçte okul ortamına
yerleştirilmeleri gündeme gelecektir ki
bazen bu durum onlara dili öğrenme
açısından ailede zorunlu bir üst rol verir,
bu da o toplumun dilini bilmeyen aile ile
dış dünya arasında bağ kurma, köprü olma
görevidir. Bazı özel durumlarda bu önemli
görev çocukların yaşından büyük
görülmesi, fazla sorumluluk verilmesi gibi
sakıncaları da beraberinde getirmektedir.
Yer değiştirmenin çocuklardaki
psikolojik etkilerine göz atacak olursak; bir
çok çalışma gösteriyor ki ciddi stres
faktörleri altındaki çocuklar ruhsal
bozukluk geliştirme açısından risk
taşımaktadır. Bu zorlayıcı olumsuz yaşam
olayları artıp biriktiği sürece sinerjistik bir
rol oynayarak bozukluk geliştirme
ihtimalini de giderek artırıyor. Bu çocuklar
geldikleri çatışma ortamının yanı sıra
tanıdık olmayan yeni kültüre uyum
sürecinde, aynen aileleri gibi benzer stres
faktörlerini yaşamaktadırlar. Risk
faktörleri ailesel açıdan - herhangi bir
ebeveynde TSSB, annede depresyon
varlığı, ailede eziyet işkence öyküsü, kayıp
veya ayrılık, ailede çaresizliğin
gözlenmesi, çocuktaki stresin aile
tarafından yeterince ele alınmaması, ailede
işsizlik veya iş kaybıdır. Çocuğa dair risk
faktörleri - yaşanan veya tanık olunan
travma öyküsü sayısı, ifade edici dil
zorlukları, uzun dönem stresli durumlara
duyarlılık yaratan TSSB, travma veya
beslenme yetersizliği sonucu fiziksel sağlık
problemleri, çocukta ileri yaş ve çevresel
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
8
risk faktörleri olarak da - yer değişikliği
sayısı, fakirlik, mültecilik hakkı ile ilgili
belirsizliğin süre olarak uzaması, kültürel
olarak soyutlanma, mülteci kampında
geçirilen süre, misafir ülkedeki bekleme
süresi ki süre uzadıkça risk de artmaktadır.
Sürgündeki çocuk çalışmaları gösteriyor ki
özellikle TSSB, uyku bozukluğu ile giden
kaygı durumları ve depresyon gibi
duygusal ve davranışsal bozukluk sıklığı
yüksektir. Mesela kaygı bozukluğu yeni
gelen sığınmacı çocuklarda %49-69 arası
sıklıkta bulunmuş, aile bireylerinden biri
işkence görmüş veya ailede ayrılık ve
parçalanma yaşanmışsa belirgin artışlar
bildirilmiştir. Yapılan çalışmaların birinde
çocuklarda yıllar sonra da TSSB ve
depresyonun sürebildiği, özellikle de yeni
stresli yaşam olayları varlığında TSSB’nin
devam ettiği bulunmuştur. Yine de
genellikle tek tanısal kategoriden ziyade
belirtiler kümelenmesi daha sık
görülmektedir . En sık belirtiler
*uyaranlardan kaçınma, *özel korkular,
*yalnız kalma korkusu, *içe çekilme,
*kabuslar, *travma görüntülerini yeniden
yaşama, *çaresizlik, *uyarılmışlık hali,
*ajitasyon, *konsantrasyon zorlukları,
*yoğun endişe, *uyku bozuklukları,
*bedensel yakınmalar (baş ağrısı, karın
ağrısı gibi),*düşük ruh hali, *zevk almama,
*ilgi kaybı,*okul başarısında düşme,
*davranım bozukluğudur.
Göç olgusu ile ilgili yapılan çeşitli
çalışmalarda gelişebilecek olan ruhsal
sorunlar bireysel, ailesel, toplumsal ve
sosyal faktörler açısından da belirlenmeye
çalışılmıştır. Bu çalışmaların bazıları
travma sonrası stres bozukluğu, depresyon,
bedensel yakınmaların zaman içerisinde
azalma eğilimi gösterdiğini, psikososyal
uyum sorunlarının ise daha uzun zaman
kalıcı olduğunu aktarmaktadır. Bireysel
faktörlerden göç öncesi ve sonrasında
şiddete maruz kalma özellikle TSSB ve
kaygı bozukluğu gibi psikiyatrik durumları
artırdığı; göç öncesi var olan fiziksel,
psikolojik ve gelişimsel sorunların sosyal
uyum için risk faktörü oluşturduğu;
cinsiyet açısından genellikle kızlarda daha
çok psikosomatik ve depresyon gibi içe
yönelim belirtileri ile daha fazla cinsel
saldırı öyküsü, erkeklerde ise daha fazla
şiddet görme öyküsü ile davranış sorunları
gibi dışa yönelim problemlerinin
görüldüğü; yenidoğan ve süt çocuğu gibi
okul öncesi dönemde olanların dış
kaynaklara daha bağımlı olduğu ancak iyi
bir aile desteği ile görece korunduğu; okul
çağındakilerde kabus, kaygı ve aileye
yapışmaların olduğu; en fazla zorluğun
olan biteni daha iyi kavrayan ve
değerlendiren ergenlerde yaşandığı; eğitimi
ve iş olanağı iyi olan bireylerin iyileşme
halinin daha fazla olduğu belirlenmiştir.
Yukarıdaki bu risk faktörlerinin
saptanması koruyucu ruh sağlığı
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
9
çalışmalarının planlanabilmesi açısından
önemlidir. Göç öncesi ve/veya sonrasında
ailesinde şiddet ve işkence öyküsü olan,
göç öncesi bilinen fiziksel veya ruhsal
sağlık sorunu yaşayan, özellikle ergen
grubun belirtilerinin okul sürecindeyken de
yakından izlemi ve gerekli durumlarda
ruhsal sağaltımın sunulması, okul öncesi
dönemdeki çocukların ise mümkün olan en
kısa sürede aileyi bir araya getirerek
desteklenmeleri riskleri önemli derecede
azaltabilecektir.
Ailesel faktörlere gelince; zorlu ve
sıkıntılı süreçleri takip eden dönemde
ebeveyn işlevselliğinin çocukların iyilik
hali üzerinde güçlü bir etkisinin olduğu
bilinmektedir. Ailedeki kayıp, işkence gibi
şiddete maruz kalma durumlarının
çocuktaki psikolojik işlevselliği etkilediği;
aile bütününde eksilmelerin ve özellikle
tek ebeveyn ile göç eden erkek ergen ile
anne arasında ciddi otorite sıkıntısının
yaşandığı; ailedeki ruhsal hastalık
varlığında genellikle öfkenin çocuklara
yöneldiği ve onlardaki güvensizlik, korku
ve kaygı hislerini artırdığı; düşük
sosyoekonomik durumdaki ailede daha
fazla depresif belirti ve düşük öz yeterlik
sonucu çocukların ruh sağlığının da
etkilendiği; aile eğitim durumunun da
iyileşme sürecinde etkili olduğu çeşitli
çalışmalarda bildirilmiştir. Ayrıca duyarlı
bir grup da yetişkinlerinden koparılan ve
eşlik eden yetişkin korumasından mahrum
mülteci çocuklardır. Bu çocuklar sadece
aile ve toplum desteğinden yoksun olmayıp
ek olarak ihmal ve her tür istismara da
açıktırlar. Bu verilerden yola çıkarak aileyi
merkezi konuma almayan koruyucu
müdahalelerin yetersiz kalacağı
söylenebilir. Planlanacak çalışmaların
dikkati öncelikli olarak işkence öyküsü ve
kayıpların yaşandığı, parçalanmış, ruhsal
sıkıntıların var olduğu bilinen ailelerdeki
hem ebeveyn hem çocuklara yöneltilmeli,
tek ebeveynli ailelerdeki annelerin
desteklenmesine odaklanmalıdır. Ailede
ebeveynlerin ve özellikle annelerin ruh
sağlığının iyi olması, aile içi sorunların
söze dökülmesi, konuşulabiliyor olması
koruyucu faktörler arasında bulunmuştur.
Çok önemli bir diğer nokta da mümkün
olan en kısa sürede aile fertlerinin yeniden
bir araya getirilmesine çabalanmalıdır.
Toplumsal faktörlerden göç
edilen ülkedeki sosyal destek ve topluma
entegrasyon önemlidir. Misafir ülkedeki
algılanan ayrımcılık çoğu kez mültecilerde
depresyon ve TSSB için belirleyici
olabilmektedir. Yaşıt desteği bu açıdan
önemlidir, özellikle çocuk ve gençlerde
okulda güven ve aidiyet duygusunun
yüksek olması psikolojik sorunlara karşı
koruyucu olabilmekte, tersine zorbalık
yaşanan ve yetersiz yaşıt ilişkisinde ise
uyum ve psikolojik sorunların arttığı
bildirilmektedir. Toplumsal faktörlerden
ayrıca kültürlenme sürecinin de etkili
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
10
olduğu ifade edilmektedir. Kültürlenme
ile kast edilen göç edenlerin geleneksel
kültürlerini korurken misafir ülkedeki
kültürel etkinliklere katılımlarıdır ki
(*entegrasyon) bunun da yeni topluma
psikososyal uyumu kolaylaştırdığı
aktarılmaktadır. Aksine *asimilasyon
(misafir ülkedeki kültürün baskınlığı ve bu
yeni kültür tarafından yutulma),
*seperasyon (sadece kendi geleneksel
kültürlerinde ısrarcılık ve yeniliklere
tamamen kapalı olma) topluma uyum
sürecinde yardımcı değilken
*marjinalizasyon diye nitelenen ve
özellikle öfkeli gençlerin misafir toplumun
aşırı uçlardaki yaşantılarına dahil oldukları
durumun ise uyum sürecine olumsuz etkisi
olduğu vurgulanmıştır. Göç edilen
ülkedeki konuşulan anadili öğrenmenin de
çökkünlük gibi içe yönelim belirtilerini
azalttığı bazı çalışmalarda bildirilmektedir.
Koruyucu ruh sağlığı çalışmalarında
çoğunluğu okul çağında olan çocuk ve
gençlerin güvende hissettiği ve onlara
sürekli yaşıt ilişkisini de sunan eğitim
merkezlerine hızlıca dahil olmaları, bu
merkezlerde zorbalık dahil ayrımcılığa
maruz kalmalarının önlenmesi için gerekli
tedbirlerin alınması, gittikleri ülkedeki
konuşulan dilin öğrenilmesinin
desteklenmesi, kendi kültürlerini
yaşamalarına olanak sağlanırken yeni
toplumdaki kültürel etkinliklere
katılımlarının da yüreklendirilmesi ilk akla
gelen yaklaşımlardır.
Sosyal faktörlerden din ve
ideolojik kapsamların da etkili olduğu, bazı
kültürlerde başa gelenlere dair yapılan dini
ve ruhani atıfların depresyon ve kaygı gibi
belirtileri azaltabildiğine dair belli
çalışmaların bildirimleri vardır. Dua
etmenin belli kültürlerde baş etme stratejisi
olarak işlev gördüğü de bildirilmiştir. Sık
sık yer değiştirmenin de akran ilişkisi,
yetişkin ilgisi, okul devamlılığı ve ait olma
duygusunu azaltarak bir risk faktörü olarak
değerlendirildiği, ailedeki iyilik halinin ev
kalitesi veya ulaşılan bölgeden çok
güvenlik duygusu ile daha yakından ilgili
olduğu vurgulanmaktadır. Benzer
bölgelerden gelenlerin genellikle belli
bölgelere yerleşme çabası da daha önce
yitirilen sosyal desteğin bir telafisi gibi
düşünülebilir. Sosyal destek stres düzeyini
düşürerek koruyucu rol oynamaktadır.
Bunlardan yola çıkarak göç edenlerin
kendi inançlarını ve örf adetlerini
yaşamalarına izin verilmesi, göç sonrası
yerleştikleri birimde mümkün olan en kısa
sürede hukuksal ve yasayla ilgili
belirsizliklerin giderilerek kalıcı
ikametgahlarının sağlanması, sosyal destek
sistemlerinin harekete geçirilmesi yine
koruyucu tedbirler olarak gündeme
gelmektedir.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
11
Travmatik olayların çocukların
duygusal, bilişsel ve ahlaki gelişimlerine
etkileri olduğu bilinmekte, çocukların
diğerlerinden beklentilerini ve kendilerini
algılamalarını etkilemektedir. Yüksek risk
altındaki çocukların sağlıklı kalabilmeleri
için olası koruyucu faktörleri belirlemeye
çalışan araştırmalar da yapılmıştır.
Destekleyici aile çevresi ve iyi aile içi
ilişkiler, iyi akran ilişkileri, dışarıdan
sosyal bir grup tarafından çocuğun baş
etme becerilerinin desteklenmesi, bilişsel
yetenekler, sözelleştirme yeteneği, pozitif
bir kişilik yapısının varlığı sıralanan
koruyucu faktörlerden bazılarıdır. Ayrıca
daha önce bahsedilen stres öncesi ve
sonrası dönemde ebeveyn işlevselliği ve
yanıt verirliğinin etkisi de çocuğun
davranışlarında önemli bulunmuştur
(gelecekteki depresyon duyarlılığında
çocukların kayıptan sonra aldıkları
bakımın kalitesi anahtar rol oynamaktadır).
Ruh sağlığı sorunlarının yanında fiziksel
sağlık sorunlarının da olabileceği (anemi,
diş sağlığı sorunları, enfeksiyonlar gibi)
unutulmamalıdır ki bunlar sıklıkla mevcut
durumu karmaşıklaştırır.
Sığınmacı çocuk ve gençlerin ruh
sağlığı ihtiyaçları hedeflendiğinde temelde
iki alanla ilgilenilmesi önceliklidir. İlk
olarak kültüre uygun yöntemler ile ruhsal
sorunların tespiti ve sunulacak uygun
hizmetlerin belirlenmesi; ikinci olarak da
dikkatlerin yukarıda da bahsedilen yüksek
risk taşıyan gruplara yönelerek koruyucu
tedbirlerin sunulmasıdır. Öncelikle kendi
ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan ve
yabancı ülkelere sığınan bu grup
çocukların genelde yapılan travma
çalışmalarındaki gruplardan farklı olduğu
hatırlanmalıdır. Burada sıklıkla batı
ülkelerinde rastladığımız zaman zaman
gerçekleşen okula silahlı baskınlar veya
sellerdeki gibi tek bir travma olayı yoktur,
birçok, tekrarlanan ve uzun süreli
travmalar söz konusudur. Bu nedenle daha
önce yapılan travma çalışmalarındaki
çıkarımları kullanırken dikkatli olunması
gerekmekte, bu popülasyona yönelik daha
spesifik, kültüre duyarlı çalışmalara ihtiyaç
olduğu bilinen bir gerçektir. Ayrıca daha
önce yapılan travma çalışmalarında
kullanılan yöntem ve tanılama şeklinin de
batı ölçütlerinde olduğu, bu çocuklardaki
geçerliliği tartışmalıdır (örn. doğu
kültürlerinde söze dökmenin az olup
bedensel yakınmaların daha fazla olması
gibi), çalışmaların çoğunun TSSB’ye
yönelik olması da eleştirilen bir diğer
konudur. İleri çalışmalara ihtiyacın devam
ettiği bilinse de şimdiye dek yapılanların
ışığında tedavi söz konusu olduğunda bir
çok farklı yaklaşımın uygulandığı
anlaşılmaktadır. Uygulamalara
bakıldığında genel eğilimin bireysel
psikoterapi, grup terapisi, aile terapisi ve
okul odaklı müdahaleler şeklinde çok
boyutlu olduğu görülmektedir. *Bilişsel
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
12
davranışçı,*psikodinamik,*destekleyici,*o
yun terapisi, *sanat, *müzik *dans gibi
yaratıcı dışavurumcu ve *hikaye anlatma
ile ilgili çeşitli yaklaşımların pozitif
terapötik ilişki aracılığıyla iyi sonuçlar
verdiğine dair bildirimler vardır.
Ebeveyndeki TSSB belirtilerinin
ebeveynlik işlevselliğine etkisi belirleyici
olduğundan ayrıca ele alınmalıdır. Grup
çalışmaları sorunla başa çıkma ve yeterlik
becerilerinin geliştirilmesi, ortak sorunlara
çözüm bulma arayışları ile yararlı
olabilmekte, bir çok ruhsal bozukluğa ise
psikoterapötik yaklaşım ve/veya depresyon
ve uyku bozukluklarında olduğu gibi ilaç
ile direkt müdahale edilebilmektedir.
Ancak tabii ki grup çalışmasına katılanlar
kadar bu süreci yürütenlerin de tedavi
ihtiyaçlarını belirlemede bazı zorlukları
vardır. Ek kaynak ve zaman ihtiyacı
çoğunlukla kaçınılmazdır çünkü var olan
sorunlar ne tektir ne de kolay belirlenebilir
türdendir. Ayrıca sıklıkla tercüman
ihtiyacı, destek grupları, sosyal servisler ve
okullar ile çalışmalar da gerekli
olabilmekte, bazen kültürler arası çalışma
ekipleri ile yürütülen programlara ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu noktada okullara özel
bir yer ayırmak uygun görünmektedir.
Okulların hem koruyucu hem de
tedavi edici bir ortam olarak yukarıda
bahsedilen bu süreçteki işlevleri önemlidir.
Birincil koruma mülteci çocukların
bakımında yaşamsaldır ve okullar doğal bir
hizmet sunum merkezi olarak en kolay
ulaşılır, damgalamadan uzak yerlerdir.
Okul akademik gelişmeye paralel olarak
davranışsal ve sosyal uyumun izlenmesini,
özellikle sosyal duygusal gelişim ve
öğrenmenin yanı sıra yeni toplumun
kültürel değerleri ile tanışıklığa ve
bütünleşmeye yaşamsal katkı sağlar.
Eğitim sistemi içerisinde kalmanın yaşıt
ilişkisi geliştirme, özdeğer ve kimlik
oluşumuna katkısı vardır. Bazı çalışmalar
belirgin risk altındaki çocukların okulla
beraber ileride rekabet edebilen genç
yetişkinlere dönüştüğünü, okulun sunduğu
stabil sosyal desteğin çevreye dair kontrol
duyumunu artırarak bunda anahtar
koruyucu rol oynadığını ileri sürer. Ayrıca
belli bazı çalışmalarda hafif derecede
ruhsal sorunların (uyum sorunları, karşıt
olma belirtileri gibi) daha ileri aşama
merkezlere iletilmeden okul içinde ele
alındığı bildirilmektedir. Ulaşılan ülkedeki
mülteci politikaları sonucu sık yer
değiştirmelerin ise okul değişikliğini de
beraberinde getirdiği, bunun okul
başarısını düşürmekle kalmayıp ek
davranışsal zorlukların da eklendiği ifade
edilmektedir. Tüm bunlar okul odaklı
müdahalelerin etkinliğini ve de önemini
vurgulamaktadır.
Göçle ilgili tüm bu olumsuz
sıkıntılı ve bazen ağır travmalar içeren
yaşantılara rağmen bir çok çalışmada
çocuk ve gençlerin çoğunun süreçle iyi baş
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
13
ettikleri ve uygun psikososyal uyumu
sağladıkları bildirilmektedir. Sıklıkla
belirgin psikiyatrik rahatsızlıkların
yaşanmadığı ve var olanların da zamanla
hem sıklık hem de yoğunluk bakımından
düzeldiği ve iyileşmeler gösterdiği
sonucuna varılmıştır. Bu yapılan
çalışmalardan özellikle bilinmesi
gerekenler bu iyileştirici faktörlerin
belirlenmesi ve gelecek için kapsamlı
koruyucu planların uygulanabilmesidir.
Ailenin yeniden bir araya getirilip bağların
güçlendirilmesi, okulda eğitimin devamı ve
toplum temelli kültürel aktiviteler önemli
görünmekte, travmanın konuşulması,
kültürlenme süreci, aile içi destek ve
ailedeki sınır/rollerin değişiminin
çalışılmasında yarar görülmektedir. Tüm
bunların yanında bizim, ruh sağlığı
çalışanları olarak temennimiz çocukların
ve gençlerin göç olgusuna zorlanmadığı bir
dünyada aileleriyle birlikte barış ve huzur
içinde sağlıklı yaşamalarıdır.
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Göçün Psikolojik Etkileri
Uzm. Kl.Psk. Ece Eryılmaz*
Göç, bireylerin geçici ya da uzun
süreli olarak yerleşmek amacıyla bir
kültürel ortamdan diğerine geçmeleriyle
gerçekleşen bir sosyal değişme süreci
olarak tanımlanabilir (Bhugra Arya, 2005).
Günümüzün en önemli sorunlarından biri
olan göç olayı, bireyleri ve toplumları;
sosyal, kültürel, ekonomik, fiziksel ve
psikolojik olarak etkilemektedir. Bilimsel
çalışmalar, göç ile birlikte travmatik
sonuçların da ortaya çıktığını, bu nedenle
de bu sonuçların anlaşılmasının ve
çözümlerinin üretilmesinin, bireylerin ve
toplumların ruh sağlığı açısından önemli
olduğunu vurgulamaktadır (Şahin, 2001;
Tuzcu & Bademli, 2014).
Ülkemizde genel olarak, en önemli
göç nedenleri arasında ailevi nedenler,
bireysel nedenler ve ekonomik nedenler
yer almaktadır (Hacettepe Üniversitesi
Nüfus Etütleri Enstitüsü, 2006).
Göçmenlerin yemek ve barınma gibi temel
biyolojik ihtiyaçları, ekonomik, hukuki,
dil, okul, kültürel uyum gibi psikolojik ve
sosyal olarak birçok ihtiyaçları olmaktadır.
Göçmenlerin bu ihtiyaçlarının göç ettikleri
yerde ne kadarının karşılanabildiği ve
desteklendiği önemlidir. Göç olgusunda;
karşılaşılan travmatik deneyimler (sağlık
problemleri, felakete şahit olma, yakın
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
14
kaybı vb.), travmanın algılanış biçimi ve
profesyonel bir yardım alınıp alınmaması
önemli faktörledir (Polat, 2007).
Psikolojik açıdan göç; göç öncesi, göç
süreci ve göç sonrası olarak üç aşamada
açıklanabilir. Göç öncesi dönemde göçün
nedeni ve geride bırakılacakların,
kaybedileceklerin önemi büyük ölçüde
önemlidir. Göçün her aşamasında
psikolojik etkileri büyük ölçüde kişiye
veya gruba özgüdür (Paker, 2005). Ancak
sosyal ve kültürel değişimler gibi stresli
yaşam olaylarının ruhsal rahatsızlıklara yol
açabildiği bilinmektedir. Araştırmalar,
göçün hem fiziksel hem de psikolojik
sağlık üzerinde olumsuz yönde etkileri
olduğunu vurgulamaktadır. Göçmen;
kendini güçlendiren ve sahip olduğu
kaynaklarının ne kadar çoğunu arkasında
bırakıyorsa, göçün psikolojik etkisi de o
kadar olumsuz olmaktadır (Paker, 2005).
Ancak bazı durumlarda, göç bireyler için
zorluklardan ve stresten kurtulma olanağı
yarattığından, stres düzeyini azaltıcı etkide
olduğu ifade edilmektedir (Kuşdil, 2014).
Bu durumda göçün zorunlu mu isteğe bağlı
mı olduğu oldukça önemlidir. Birçok
göçmen siyasi baskılar, çatışmalar,
bölünmüşlükler ve aşırı yoksulluk
nedenleriyle hayatlarını kurtarabilmeleri ve
daha iyi yaşayabilmeleri için göç
etmektedirler (Şahin, 2001). Ancak çoğu
zaman özellikle zorunlu göç de, yeni
yaşanılan yer ile ilgili göçmen bireylerin
ortak bir amacı olmamaktadır. Amacı ve
umudu olmayan bir yaşam biçimi
beraberinde duyarsızlığı, ilgisizliği ve
saldırganlığı da getirebilmektedir (Paker,
2005). Bu umutsuzluk ve amaçsızlık,
göçmen bireyleri ruhsal olarak etkilemekte
ve psikiyatrik rahatsızlıkların ortaya
çıkmasına neden olmaktadır. Göç sonucu
kişi sevdiklerini, yakın çevresini, gelirini,
hayat standardını, alışık olduğu yurdunu,
işini ya da okulunu, hatta dilini ve
kültürünü bile geride bırakmak zorunda
kalmaktadır. Göç süresince bireyler
ailelerinin ve sosyal çevrelerinin
parçalanması sonucu yalnızlık, işsizlik,
sosyal statü kaybı, dil ve kültürel
farklılıklar gibi birçok psikososyal
stresörle karşı karşıya kalmaktadırlar.
Göçmen birey yaşadığı kültürel şok ve
alıştığı ortamdan ayrılması nedeniyle
yabancılaşma, yalnızlık, kendini değersiz
görme, kendi yaşamı üzerinde kontrol
hissinin az olması, ve pişmanlık duygusu
içerisinde kalmaktadır. Göç eden aileler ve
bireylerin sosyal değişiklikler, uyum
güçlükleri ve stres gibi psikososyal
faktörler nedeniyle bu bireylerde depresif
bozukluklar, kaygı bozuklukları,
somataform bozukluklar, uyum
bozuklukları ve ilişki problemlerinin
görülmesine neden olmaktadır. Özellikle
psikososyal uyumsuzluğun depresyonu
tetiklemesinden dolayı göçmenlerin
depresyona girme olasılığı yüksektir. Buna
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
15
ek olarak, psikososyal faktörler ile intihar
riskinin araştırıldığı bir çalışmada, göç
olayının intihar riskini arttırdığı
saptanmıştır.
Göçmenlerin, göçmen olmayanlara
göre daha yüksek oranlarda ruhsal
hastalıklara yakalandıkları ifade
edilmektedir. Göçmen gruplarla yapılan
araştırmalarda, ruhsal rahatsızlıkların ilk
kuşaktan çok daha sonraki kuşaklarda
ortaya çıktığı vurgulanmaktadır. Göç gibi
travmatik bir deneyimin çocuk ve
gençlerin kişilik gelişimleri üzerindeki
etkisinin yetişkinlere oranla daha fazla
olduğu ancak ülkemizde yapılan bir
çalışmada göç eden yetişkinlerin yaşadığı
travma oranının % 66 olduğu saptanmıştır.
Özellikle, savaş, şiddet, işkence, kötü
muamele gibi ağır travma özelliği taşıyan
deneyimler yaşayan göçmenlerde Travma
Sonrası Stres Bozukluğu görülmektedir
(Şahin, 2001). Uyum sürecindeki
zorluklarla baş etme yollarında bireysel
farklılıklar göz önünde bulundurulmalıdır.
Ancak kadın göçmenlerin erkeklere göre
daha fazla duygusal zorlanma yaşadığı
belirtilmektedir. Zorluklarla baş etmede
yetersiz olan bireyler; sigara, alkol ve
madde kullanımının daha fazla olduğu
bireylerdir. Göç çocuk ruh sağlığında da
bir risk faktörüdür. Göçmen çocukların,
göçmen olmayan çocuklara göre daha fazla
nevrotik sorunlar (%47.6) ve davranışsal
sorunlar (%52.4) yaşadıklarını
saptanmıştır (Polat, 2007).
Stres ile başa çıkma
mekanizmalarının ve sosyal kaynaklarının
yeterli olduğu bireylerde uyum süreci daha
kolay olacaktır. Bu uyum sürecinde,
cinsiyet, yaş, dil, eğitim düzeyi, dini
inançlar, göç nedeni, gidilen yerdeki
karşılanma biçimi büyük ölçüde önemlidir
(Tuzcu & Bademli, 2014). Dil, din ve
kültürel olarak birbirine oldukça benzer bir
toplumsal yapıyla karşılaşan göçmenlerin
göç sürecinin yarattığı birçok sorunu
başarılı şekilde çözdükleri ifade edilmiştir
(Kuşdil, 2014). Göçmenlerin ruhsal sağlığı
üzerindeki en önemli etkinin, göç
deneyiminin kendisindense, göç edilen
ülkede karşılaştıkları koşullar
vurgulanmaktadır (Kuşdil, 2014). Bu
nedenle, göç edilen ülke ya da şehir; ne
kadar az dışlayıcıysa, ayrımcılık ne kadar
az ve kucaklayıcıysa, göçün de olumsuz
etkileri o kadar az olacaktır (Paker, 2005).
Sonuç olarak, göçmenlerin stres ile başa
çıkma yöntemlerinin, sosyal kaynaklarının
değerlendirilmesi ve etkin baş etme
yöntemlerinin geliştirilmesi gerekmektedir.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
16
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Ben, Biz Ve Ötekinin Stresi
Prof. Dr. Behiye Alyanak*
Hayvan ve insan arasındaki esas fark
öykünme yeteneğindedir. İnsan ruhsal
eğitim gördüğü yaşam sürecinde,
öğrendiğini öyküleyerek yineler,
yineledikçe öykünün farklı anlamlarını
kavrayarak pekiştirir. Böylece, kopyalama,
öykünme, mimesis yoluyla kültürünü
geliştirir. İnsan yavrusu, anne babasının
duygusuna doğar, düşüncelerinde
varlığının nedenini (tinsellik) ve sonucunu
(ölümünü) arar. Kendisi gibi yanında duran
ilk öteki kardeşidir. İlk biz, anne, baba ve
kardeşten oluşan çekirdek ailedir. Çocuk
kahraman ailesinin içinde kalarak kendisi
olamaz, yola koyulmalıdır, yolda zorluklar
ve yardımcılar vardır. Yoldan yetişkin
(bilge) olarak dönmesi için nelere ihtiyacı
olacaktır?
Kardeşinin yardımcı bir kaynak mı yoksa
bir rakip mi olacağı, ne kadar uzakta
durduğu belki ötekileştiği, anne babanın
tutumu ile ilgilidir. Anne babanın
kardeşleri bir bütün olarak görmeye
yönelmemesi, aman birbirinizi
kıskanmayın derken, onları birbirinden ayrı
tutması tam da istenmeyen yıkıcı rekabet
algısını, kıskançlığı araya sokacaktır. Bu
durumda kahraman en önemli yardımcı
kaynağı, kardeşini ötekileştirerek uzakta
tutacak, kendisi yalnızlaşacaktır. Yalnızlık
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
17
ve yabancılaşma duygusu kahramanın
sağlıklı ruhsal yapılanmasını ve
sosyalleşmesini olumsuz etkileyecektir.
Çocuk kahramanın yaşam yolculuğunu
kardeşi ve diğer insan kardeşleriyle
bütünleşerek, bilge yaşlı olarak
tamamlaması önemlidir çünkü toplumun
bilge yaşlıları çoksa, yaşamak için nedeni
ve umudu da çoktur.
Eski ahitte, Allahın, Yahudiler ile ilgili
hayal kırıklıklarının, kızgınlığının yanısıra
sevgisinin ve seçilmişlik ifadelerinin yer
aldığı pek çok öykü vardır. Konuşma
yeteneği iyi olmayan Hz. Musa’ya
yardımcı olarak verilen Harun onun adına
konuşur. Allah, peygamberlerine dahi
insan kardeşlerini yargılama hakkı
vermemiştir. Buna rağmen kardeşini
acımasızca yargılayan, kıskançlığa
kapılarak, Habil’i öldüren Kabil’in,
Yusuf’u kuyuya atarak öldürmeye çalışan
ağabeylerinin öyküleri kardeşini
ötekileştirerek, kurban ederek, yok etme
çabasının hazin öyküleridir. Tek Tanrılı
dinlere ve bunların sonuncusu olan İslama
göre, yaratıcı mutlak varlık olan Allah,
insana kendi nefesinden (ruhundan)
üflemiş, insanı kendi suretinden
yaratmıştır. İnsanın insanı sevmesi, Allahı
sevmesinin bir yoludur. İnsan kardeşinin
hakkını teslim etmek, kul hakkıyla ölmek
istememek sosyal yaşamın temel kuralıdır.
Ruh Sağlığı Kliniğine herhangi bir
nedenle başvuran çocukların ebeveynlerine
sorduğumda; %58.7’ si masal anlatmamış/
okumamıştı, %48’i aile öyküsü
anlatmıyordu. Geçmişten bu güne anlamlı
bağlar taşıyan öyküleri iletmek
zorlaşmaktaydı. Eğitimi yüksek anneler
daha fazla aile öyküsü aktarıyordu. Hazır
öyküler -oyunlardan, tv dizilerinde
kes/yapıştır-kullanılıyordu. İnsanların
öyküleri hayatlarını oluşturur ama
kendilerini (ruhsal varlık) tasvir edemez.
Öyküde anlatılmayan/saklı bölüm öne
çıkarıldığında öykü yeniden oluşturulabilir.
Problemin öyküsü oluşur ve dışarıya
alınırsa ona bir mesafeden kaynakla (ruhsal
varlık) yaklaşılarak çözümler üretilebilir.
Narratif (öyküleştirme) terapileri böyle
çalışır.
Psikoterapiler kişinin kendisi
olması/ farkındalığa açık olması için işlem
yapar. Kişinin kendisi olması, büyüme
güçlerini özgürce (aşkınca) kullanarak
yeniliği kişiliğe özümlemesidir.
Farkındalık, aktif ilgili oluşla olanaklıdır.
Farkındalık yönelmedir, yaklaşma ve
çatışmasız seçmedir. Farkındalık, etkileşim
içinde, temasın yükselen heyecanıyla,
keşfetme ve icat etme sürecinde gerçekleşir
. Yeniliğin özümsenmesi benliği aşan bir
kendilik deneyimidir, yükselen enerjiyle
dengelenme ve bütünleşme hissi oluşturur.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
18
Farkındalığa kapalılık olarak
tanımlayabileceğimiz nevrotik yapı, kişinin
gelişime, deneyime, paylaşıma açık
olmayan, yabancılaştığı ‘bir tutuk
(tutuklu), darlaşmış kendilik biçimi’dir.
Nevrotik tutumunu aslında kişi beğenmez,
eleştirir ve nevrotik davranışıyla arasındaki
mesafeyi aşma çabası içindedir. Sağlıklı
davranışın karşılıklı gelişen paylaşıma ve
yaratıcı üretime götürdüğünü bilir; sağlık
kazanmak adına terapiste gelir. Tinsellik
(spiritualite), bir özgürleşme hareketi
olarak ruhsal çalışmaların merkezinde
olmalıdır. Tinsellik, verili olanı var ederek,
ötekinin varlık alanını (öyküleyerek)
tanıma çabasındadır. Egosallık, verili olanı
yok sayarak/yok ederek aşmaya
yönelebilir, şiddet, istismar, intihar,
öldürmeye varabilir (Kovel 91)
İnsan egosunun, onu geri çekmeye
çabalayan karanlık güçlerinin tersine, ileri
götüren simgeleri sağlamak, mitoloji ve
dini ayinlerin başlıca işlevi olmuşken
yüzyıllık modern ruh sağlığı çalışmaları bu
işlevi karşılamaktan uzaktır. Ruh sağlığı
çalışmaları yetişkinliğin geçişlerine ilgi
göstermek yerine sağlıklı ruhsal kaynağı
çocukluğun saf imgelerinde aramaktadır.
Ancak okyanussal cenneti bulmak umudu
da artık kalmamıştır. Campbell’e göre,
aramızdaki oldukça yüksek nevrotiklik
oranı, böylesine etkili bir ruhsal
yardımcının çöküşünden kaynaklanıyor
gibidir. Günümüz dünyasının mitolojik ve
dini kaynaklara dönüş ihtiyacını bu
bağlamda değerlendirmek önemli
görünmektedir.
İnsan topluluklarının olumsuzu
başından savmak/olumluyu dilemek adına
‘günah keçisi tanımlaması- kurban
sunumu’ kültürü oluşturan temel etken
olarak tanımlanmaktadır (Girard 2010).
Öteki bizi tanımlar. Öteki olmasaydı biz
nasıl var olabilirdik? Ötekileştirmek, bizi
biz yapan toplumsal dinamiği var etmiştir.
Olumsuzu taşıyan, acıyı, kaybı yaşayan
ötekidir, ben ya da biz değilizdir.
Olumsuzu taşıyan öteki kurban edildiğinde
kendini ’iyi olarak var’ hisseder.
Biz Türkler nasıl bir kültür
üretiyoruz? Eski Türklerde Gök Tengri
dini, tek Tanrılı bir din olarak Musevilik,
Hristiyanlık, Müslümanlık gibi semavi
özelliktedir. Türkler olarak, toprakla
ilişkimiz- köklenmek sorunu taşıyor
gibidir, yerleşik düzene geçmekte halen
zorlandiğimiz düşünülebilir. Kerpiç
evlerimiz, çiçeksiz, balkonsuz sıvasız,
boyası dökülmüş beton yığınlarımızın
içinde değil de bahçede, dışarıda yaşamayı
seviyoruz. Vagonları, karavanları
seviyoruz. Kırsalda, işsiz insanların tarlada
çalışmak istememesinin, yeterince ağaç,
çiçek yetiştirilmemesinin bir nedeni de bu
olabilir. Biz belki de özgür ruhuz. Yerleşik
yaşam kutucuklarına, maddenin içine
sıkışmak, bize zor geliyor.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
19
Fırsatını bulsak, çoğumuz, sultan
olmak iddiasındayız. Yaygın görünüşe
göre, erkeklerimiz hiç birşey yapmadan,
kahvede otururken, kadınlar
ötekileştirilerek, evde, tarlada, bahçede
çalışabilir. Ancak, namus söz konusu
olduğunda, ‘Etraftan ne derler?’ ile çok
meşgulüz. Duygusunu ortada yaşayan
güçsüzdür, acizdir, başı eğiktir, yetersizdir,
zavallıdır(!) Gülmek, sululuk, hafifliktir;
ağlamak duygusallıktır. Duygusallık
kadına yakışır (!). Farklı düşüncemizi
açıkça yaşayamayız, yeteneğimizi özgür
yaratıcılığa dönüştüremeyiz. Farklılığı zar
zor yerleşikleşmiş kültürümüze tehdit
algılarız. Belki de farklılık, isyanı, isyan
kıyımı, yıkımı getirecek korkusu içindeyiz!
Geleneksel güzel değerlerimiz,
dünya misafirhanesinde birbirimizi buyur
etmek, birbirimize hizmet etmek üzerine
kurulmuştur. Birbirimizle hemhal, yoldaş,
dost olmak amaçlanır. Dost insan olmak
için, kendini bilmek, haddini bilmek,
oturmasını kalkmasını bilmek çalışılır. Su
gibi akışta olmak, su gibi aziz olmak
amaçlarız. Dünyanın her yerine gitmişiz.
Çok kültürlü günümüz dünyasında önemli
bir yerimiz vardır. Ortadoğudan, özellikle
Suriye’den ülkemize gelen milyonlarca
kardeşimizle nasıl uyumlaşacağımız
önümüzde ‘büyük ödev’ olarak
durmaktadır.
Günümüz dünyasında anne babanın
farklı kültürlerden geldiği çok kültürlü
aileler giderek artmaktadır. Farklı
kültürlerin birlikte varoluşuna onay veren
varoluş içinde kimlik integrasyonunun
sağlanması önemlidir (Yılmaz 1996) Çok
kültürlü kimliğe (multicultural personality)
sahip olanlarda psikolojik sağlık daha iyi
bulunmuştur. Kültürleri birbirlerine göre
değerlendiren, aşağılayan, üstünleştiren
yaklaşımlar çok kültürlü kimliği
destekleyemez. Çok kültürlülük söylemi
kültürlerarası farka odaklanarak ayrımcılığı
ve milliyetçiliği desteklememelidir.
Kişilerin bir diğer kültürle teması sonucu
ortaya çıkan modifiye (uyarlanmış)
davranış, tutum süreçleri akültürasyondur.
Bu durum çoğunlukla stres oluşturur.
Kişinin kültüründen vazgeçmek zorunda
hissetmesi, akültüratif stres
oluşturmaktadır. Baskın kültürün azınlık
kültürü erozyonu (asimilasyonu) stres
oluşturuken, kültürlerin birbirleriyle
eklemleşerek çoğalması (integrasyon)
zenginleştirici olmaktadır. Akültüratif
strese uğrayan kişilerde şiddet davranışları,
travma sonrası stres bozukluğu, depresyon
riski artmaktadır.
Göçmen gençlerin kimliklerini
oluşturmalarında, yaşadıkları en tehlikeli
psikolojik savunma düzeneği toplumsal
kabul görmeyen/örseleyici olumsuz kimlik
imajının içe alımıdır. Kültürel pratikle
uyumlaşmadan, özümsenmeden içe alınmış
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
20
(introjeksiyon) olumsuz kişilik özellikleri
yoksayıcılık/şiddet potansiyeli taşır.
Olumlu kişiliği olan insanlarla özdeşim
olanağı bulunması (internalizasyon)
zenginleşme, olgunlaşma olarak yaşanır.
Akültüratif stresle baş etmede en önemli
kaynak kişinin içine doğduğu kültürle
sağlıklı temasının sürüyor olmasıdır. Etnik
kimlik bilinci yeterli içselleştiğinde çok
kültürlülük ve bikültürel yeterlilik gençleri
şiddetten koruyan bir etkendir. Ötekinin
stresine ve şiddetine kapılmadan, ben ve
biz olmayı başarabilen çok kültürlü bir
toplum olabilmemiz için farkındalığı
yüksek, öğrenmeye ve değişime açık
olabilmeliyiz.
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Türkiye’de Göç, Bakıcılık ve Annelik
Uzm.Kl.Psk.Nazlı Akay*
“Patricia Tejada savaş yüzünden 1988’de
El Salvador’dan kaçtı, üç çocuğunu ve
eşini geride bırakarak. Kaçışından sonraki
dört yıl boyunca Los Angeles’ta bakıcı ve
temizlikçi olarak çalıştı; amacı ailesinin
yanına gelmesini sağlayacak parayı
biriktirmekti. Ağlayarak ve çocuklarının
nerede olduğunu, güvende olup olmadığını
merak ederek geçirdiği pek çok gece
hatırlıyor. Bu yıllar boyunca baktığı
çocuklarla sıkça sıkı bir bağ kurmuş,
sunduğu servise ihtiyaç duyulmadığında
aniden ve soğuk bir tavırla kovulacağını
görene kadar […].” (Chang, s. 57; in Akay,
2013)
Bu konudan ne zaman bahsetmek
istesem bu metin parçası ile başlamayı
uygun görüyorum. Her ne kadar dünyanın
öbür ucundan bizlere ulaşmış bir örnek
olsa da Türkiye’deki göçmen bakıcıların
durumunu özetleme gücüne sahip. Alıntıda
olduğu gibi savaş nedeniyle olmasa da,
yaşam koşullarının zorluğu nedeniyle,
Türkiye Türki cumhuriyetlerden yoğun göç
alıyor. Ancak göçmen bakıcılar ve
ulaştıkları kişiler hakkında dünyada olduğu
gibi Türkiye’de de bir araştırma eksikliği
görülüyor.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
21
Hâlbuki göç, kişiyi pek çok açıdan
etkiliyor: Tüm duygulanımı (Lijtmaer,
2001; Yax-Fraser, 2008; Chung, 2010;
Grinberg & Grinberg, 1984), psikolojisi
(Bhugra, 2004; Chou, 2010; Heckert,
2012; Yang et al., 2010) ve hatta diğer
insanlarla ilişkileri… Hal böyleyken
göçmen bir kadının anne-çocuk ilişkisini
de yeterli seviyede kuramaması doğal bir
sonuç haline geliyor. Rajan ve Rappaport’a
(2011) göre göç, travmatik bir etki
yaratıyor ve göçmenin “yeterince iyi
annelik” kapasitesini bozuyor. Bu,
göçmenin çocuğuna yaklaşımında ortalama
seviyede bir duygusal bakımı verememesi
demek.
Bu noktada, bakıcıların anne
olmadığı, dolayısıyla baktığı çocukla bir
anne-çocuk ilişkisi yaşayamayacağı ve
çocuğun üstünde etkisinin olmayacağı
düşünülebilir. Ancak, araştırmalar bakıcı-
çocuk ilişkisinin de tıpkı bir anne-çocuk
ilişkisi gibi önemli olduğunu ve çocuk
üzerinde etkili olabileceğini belirtiyor (van
IJzendoorn, Sagi, & Lambermon, 1992;
Oppenheim, Sagi, & Lamb, 1988; in van
IJzendoorn et al., 1992). Nitekim,
bakıcının çoğu görevi bir ev hanımının
günlük rutini ile örtüşüyor.
Bütün bu bilgiler ışığında
memleketinde çocuğunu bırakıp başka bir
ülkede çocuk bakıcılığı yapmanın hem
bakıcı için, hem bakıcının öz çocukları
için, hem de bakıcının baktığı çocuklar için
zorlayıcı olacağı düşünülebilir. Yrd. Doç.
Dr. Zeynep Çatay Çalışkan ile yaptığımız
tez araştırmasında, yedi kadın göçmen
bakıcının göç öncesi, göç sırası ve göç
sonrası yaşantılarına, göç sonrasında
hissettikleri ve düşündüklerine, kendi
çocukları ve baktıkları çocuklar ile
ilişkilerine ve yaşadıkları zorlukları nasıl
aştıklarına odaklandık.
Bulgulardan biri, göçmen
bakıcıların göçe karar verirken bile ne
kadar zorlandığı idi. Göç, özellikle de
çocuklarını geride bırakmayı içerdiği için
büyük ikilemler ve toplumsal baskının
aksine verilen bir karardı. Üstelik, bakıcılar
göç ettikten sonra bile sürekli geri dönme
ya da dönmeme kararı vermeye çalışıyor,
kendilerini tutmak için yoğun zihinsel çaba
sarf ediyorlardı. Göç ettiği için kendini
suçlayanlar da vardı.
Özellikle hissettikleri özlem ve
suçluluğun bakıcıların ruh sağlığını
olumsuz etkilediğini gördük. Zihinlerinde
sıklıkla öz çocuklarının olduğundan ve bu
durumun onları oldukça meşgul ettiğinden
bahseden çok katılımcı oldu. Öz
çocuklarına dair düşünceler, planlar,
endişeler ve özlem, katılımcılar istese de
istemese de zihinlerinde yer ediyordu.
İlginç olan, bu duygu ve düşünceleri
bakılan çocuğun varlığının da büyük
oranda tetiklemesiydi.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
22
Bu durumla başa çıkmak için
katılımcıların bulduğu birkaç yol olduğu,
ulaştığımız bir diğer bulgu oldu: Bu
yollardan ilki, katılımcıların çocuklarını
yoğun bir şekilde kontrol etmesiydi.
Katılımcıların çoğu çocuklarının bakımı
için kendi öz anne ve babalarını, yani
çocukların anneanne ve dedelerini
görevlendirmişti ve onlarla sıkça iletişim
halindeydiler. Bu iletişim vesilesiyle
çocuklarının yediklerinden giydiklerine,
notlarından ilişkilerine kadar her şeyi takip
ediyorlardı. Buldukları ikinci yol, kendi
düşüncelerini yeniden şekillendirmek ve
zihinlerindeki çocuklarını terk eden anne
imajı yerine fedakâr anne imajı yaratmaktı.
Üçüncü yol, maddi açıdan çocuklarının
tüm arzularını ön plana almak şeklindeydi.
Diğer bir deyişle, bakıcılar, çocuklarının
istediği her şeyi memlekete göndermeye
çalışmaktaydı. Dördüncü yol ise bakıcının
kendini evindeymiş gibi, baktığı çocuğu
ise öz çocuğuymuş gibi kurgulamasıydı.
Bu, göç, ayrılık ve özlem hislerini azaltan,
tanıdıklık ve güveni arttıran, çoğunlukla
bilinçdışı bir çaba olarak görülebilir.
Göç, kişinin kendi çocuğuna
annelik etmesini bile zorlaştırıyorken,
başka bir kişinin çocuğuna annelik etmek
zorunda kalmanın oldukça zorlayıcı
olduğu, araştırmamız sonucunda
yapabildiğimiz en net yorum oldu. Ortaya
çıkan tabloda, göçün travmatik etkilerini
herkeste olduğu gibi yoğun yaşamaya ek
olarak, bir de çocuğunu geride bırakmanın
yarattığı özlem ve suçluluk ile boğuşan bir
çalışan grubundan bahsetmek mümkün.
Üstelik Türkiye’nin bu yeni göçmen
popülasyonu, bulgularımıza göre herhangi
bir psikolojik destek almıyor.
Bu nedenle şimdiden sonra önemli
olan, göçmen bakıcıların yaşadıkları
zorlukların yeni çalışmalar ile net biçimde
betimlenmesi ve onlara ihtiyaç duydukları
psikososyal desteğin sağlanabilmesi için
birlikte adımların atılmasıdır.
Not: Araştırma ve tez yazımı
sürecinde bana önerileriyle destek olan
Yrd. Doç. Dr. Zeynep Çatay Çalışkan,
Prof. Dr. Diane Sunar ve Prof. Dr. Gülden
Güvenç’e teşekkürlerimi sunarım.
Araştırma hakkında daha detaylı bilgi
için [email protected] adresinden
benimle bağlantıya geçebilirsiniz.
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
23
Zorunlu Göç ve Ayrımcılık
Uzm.Kl.Psk. Yusuf Öntaş*
Başlığın oluşturduğu her iki kavram
da olumsuzluğa işaret etmektedir.
Öncelikle göçü zorunlu kılan sebepler
irdelendiğinde kendi içinde bir ayrımcılığı
da barındırdığı görülecektir. Çünkü göç
eşit olmayan bir süreçten doğar. Şartların
eşit olmadığı durumlarda, -ister ekonomik,
ister sosyal, isterse de siyasal olsun- göç
başlar. Daha iyi koşullar bulma umuduyla
başlayan bu yolculuk eşitlik koşullarının
sağlanması hedefini taşır. Göçün nedeni
savaş ise, bu durum daha derin bir anlam
kazanır. Can güvenliği en önemli hedef
haline gelir. Bu yazıda özellikle savaş
nedeniyle göç etmek zorunda kalmış ve
Türkiye’ye gelmiş Suriyeli mültecileri,
yaşadıkları ayrımcılığı konu ediniyor
olacağım. Bu konuda gözlem ve
yorumlarımı paylaşacağım.
Bilindiği üzere Suriye’de 2011
yılında başlayan iç savaş yaklaşık 2,5
milyon insanın Türkiye’ye göç etmesini
sağladı. Göç etmek zorunda kalan insanlar,
ülkelerini terk etmeye başladıkları andan
itibaren bilmedikleri bir yolculuğa ilk
adımlarını atmış oldu. Zorunlu olan her şey
gibi bu göç de olumsuzluklarla başladı.
Yakınlarını kaybedenler, evi
bombalananlar, işlerini kaybedenler,
yaşadıkları yeri, kültürü terk etmek
zorunda kalanlar, kişisel tanıklıklar, şiddet,
işkence, alıkonma, açlık, güvensizlik gibi
kısacası savaşın yol açabileceği bütün
tahribatları yaşayıp ülkelerini terk eden
insanlar, derin ruhsal yaralarla birlikte
geldiler. İnsanların yaşadığı kayıplar
devam ederken, henüz bunların yası
tutulamamışken aynı zamanda birçok
olumsuz davranışlarla, söylemlerle
karşılaştılar. Gerek devletin bu konuda
planlı olmayışı, gerek toplumun hazırlıksız
oluşu, gerekse de medyanın bakış
açısından kaynaklı Suriyeli mülteci algısı
toplumda oldukça olumsuz bir yere oturdu.
Bu durum toplumun önyargılarını beslediği
gibi gelen mültecilerde de güvensizlik,
kaygı, stres, iletişim sıkıntısı yarattı.
Savaştan kaynaklı olarak yaşadıkları
travmatik süreç, toplumun önyargılı ve
ayrımcı söylem ve davranışları ile de
buluşunca var olan sorunlar daha da
ağırlaştı. Ayırımcılık bir çok alana hakim
oldu.
Mültecilerin kendi içlerindeki
ayrımcılıktan, toplumun yaptığı
ayrımcılığa, devletin mülteci
politikasındaki ayrımcılıktan, medyada
kullanılan ayrımcı dile kadar birçok alanda
ayrımcılığın yaygınlaştığını görmek
mümkün. Ayrımcılık çok çeşitli
olduğundan bunu açmakta fayda
görüyorum. Çünkü söz konusu Suriyeli
mülteciler olduğunda ilk akla gelen
yabancı düşmanlığı oluyor ama maalesef
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
24
ayrımcılık sadece bununla sınırlı kalmıyor.
Yabancı düşmanlığı, ırk, cinsiyet, din ve
engelli ayrımcılığı gibi daha çok fazla
sıralayacağımız ayrımcılıklar mevcut.
Konumuz itibariyle Suriyeli mültecilerin
Türkiye’de yaşadığı ayrımcılık da sadece
yabancı düşmanlığı ile sınırlı değil.
“Araplar, Kürtler, Türkmenler”, “Suriyeli
kadınlar” “Alevi-Sünni” gibi ırksal, cinsel
ve mezhepsel bir ayrımcılık da var. Bunları
kendi içinde ayrı ayrı değerlendirmek
gerekiyor. Bu güne kadar yaptığım
çalışmalarda karşılaştığım durumları,
deneyimleri paylaşmak istiyorum.
Öncelikle Suriyeli mültecilere karşı
uygulanan toplumsal baskıdan başlamak
gerektiğini düşünüyorum. Devletin bu
konudaki politikasızlığı ve kamuoyu ile
ilgili yeterince bilgi paylaşımının
sağlanmaması nedeniyle toplumda gelişen
olumsuz algılar üzerinde durmakta fayda
var. Toplumda, maaş aldıkları, oy
kullandıkları, vergi alınmadığı, ücretsiz
sağlık ve eğitim hakkından yararlandıkları
gibi algılar var. Tüm bunlar toplumun
kendisine yapılmış haksızlık olarak
algılanmasını sağlamakta, bu nedenle de
nefret söylemleri ve ayrımcılık
gelişmektedir. Söz konusu ayrımcılık
kendilerinin bu haktan yararlanmazken,
Suriyeli mültecilerin yararlanması
üzerinden şekillenmekte ve tepki
toplamaktadır. Oysa faydalanabildikleri
durumları tek tek incelediğimizde aslında
toplumda var olan ve öyle olduğuna
inanılan birçok şeyin eksik ve yanlış bilgi
ve algılar üzerinden geliştiğini görebiliriz.
Toplumda doğru sanılan yanlış algı ve
düşünceler:
Birincisi; Türkiye’de hiçbir Suriyeli
mülteci maaş almıyor. Kaymakamlıklara
bağlı sosyal yardımlaşma vakıflarında ya
da belediyelerde zaman zaman yapılan cüzi
bir yardımdan söz etmek mümkün. O da
her yerde düzenli olan bir şey değil. Bu
durum ülkenin vatandaşlarına da tanınan
bir yardımdan ibarettir.
İkincisi; Türkiye’de Suriyeli
mültecilere verilen geçici kimlik kartı
bulunmaktadır. 99 ile başlayan bu geçici
kimlik kartı vatandaşlık haklarından
yararlanmayı sağlamamaktadır. Vatandaş
olmayan hiç kimse seçimlerde oy
kullanamamaktadır. Dolayısıyla Suriyeli
mülteciler bu haktan uzaktır.
Üçüncüsü; vergi alınmadığı
şeklinde oluşan yanlış algıdır. Bütün
vatandaşlar gibi Suriyeli mülteciler de
elektrik, su, doğalgaz, çevre vergisi, bina
vergisi, çöp vergisi gibi birçok
vergilendirme sistemine tabidir. Bu konuda
bir tek işyeri açma ve işletme konusunda
kolaylıklar tanınmaktadır ki, bu durum
devlet tarafından kendi vatandaşlarına da
tanınmaktadır.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
25
Dördüncüsü; sağlık hizmetlerinden
ücretsiz yararlanmalarıdır. Öncelikle böyle
bir hakkın olduğunu fakat bu hakkın
oldukça problemli olduğunu da söylemekte
fayda var. İşsiz, herhangi bir geliri
olmayan vatandaşlara sağlanan Genel
Sağlık Sigortası(GSS) gibi bir sistem
işlemekte olup, devlete ait kurumlarda
sağlık hizmeti alabilmekteler fakat ilaç
alma konusunda ciddi sıkıntılar
yaşamaktalar. Birçok eczanenin giderleri
AFAD tarafından karşılanan bu ilaçları
düzenli ödeme yapılmadığı için vermek
istemediğini biliyoruz. Sağlık hizmeti bu
anlamda sorunludur. GSS’li olan bir
vatandaş eczaneden ilaçlarını
alabiliyorken, Suriyeli mülteciler kendi
paraları ile almak zorunda bırakılıyorlar.
Oysa ilacın ücretsiz olduğu fikri toplumda
yaygın bir düşüncedir.
Beşincisi; eğitimin ücretsiz
olmasıdır. Bilindiği üzere mevcut okullar
Suriyeli öğrencileri de kapsamakta, isteyen
kaydolabilmektedir. Yalnız anadilin
Arapça olması bakımından öğrenciler
sonradan yaygınlaşan Suriye okullarına
gitmeyi tercih ediyor. Küçük de olsa belli
bir ücret karşılığında Arapça eğitim veren
Suriye okullarına ilgi daha fazla. Bu parayı
karşılayamayanlar devlet okullarını tercih
ediyor fakat burada da dil problemi nedeni
ile çok fazla sorun yaşanıyor.
Tüm bu sıraladığımız maddeler
toplumda oldukça yaygın bir düşünce ve
algıyı yansıtması bakımından önemli. Bu
sorunlar ülkenin vatandaşlarını da
kapsayan sorunlar. Burada Suriyeliler
büyük sorun yaşıyor fakat vatandaşlar bu
imkanlardan çok iyi yararlanıyor gibi bir
sonucun çıkmasını istemem. Çünkü her
alanda olduğu gibi bu alanlarda da herkes
sorunlar yaşıyor. Bunun Suriyeliler bizden
daha avantajlı gibi bir algı ve düşüncenin
temelsiz olduğunu görmek açısından
önemli olduğunu düşünüyorum.
Toplumsal baskı bunlarla sınırlı
değil. Bu ve buna benzer yaklaşımlar ile
birlikte söylemlere ve davranışlara
yansıyan bir ayrımcılık söz konusu.
Örneğin mültecilerin ülkemize geldikten
sonra kiraların birden arttırılması,
“kalabalıklar, gürültü yapıyorlar, yemekleri
çok kötü kokuyor” gibi söylemlerle
mahallelerde istenmemeleri, çocukların
sokaklarda okullarda karşılaştıkları “
Oğlum- kızım oynama onlarla” “Arap”
“Suriyeli pis o” gibi nefret ve ayrımcı
sözler, çalıştığım merkezde sıkça
dinlediğim ve gözlemlediğim birkaç örnek
maalesef. Bunların yanında bir de neden
burada olduklarına dair söylemlerle de
karşılaştığımız oluyor. “Kamplara
götürsünler” “Biz olsak bize bakarlar mı
ilk sırtını dönen bunlar olur” “Akıllı
olsunlar, taşkınlık yaparlarsa toplum onları
linç eder” “ Hırsızlık yapıyorlar”
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
26
“İnsanların işini çalıyorlar” “Bizim
fakirimiz bize yeter bir de bunlara mı
bakacağız” ‘Her taraf Araplarla doldu”
“Ülkelerine dönsünler” “ Suriyeli
kadınların gözü kocalarımızda” gibi birçok
ayırımcı, ırkçı, cinsiyetçi söylemlerle
karşılaşıyoruz. Bu söylemlerin toplumun
her kesiminde mevcut olan söylemler
olduğunu da eklemekte yarar görüyorum.
Çok çarpıcı bir örneği de paylaşmak
istiyorum. Yukardaki söylemlerden “Akıllı
olsunlar, taşkınlık yaparlarsa toplum onları
linç eder” söylemi bir üniversitede
yüzlerce psikoloji öğrencisine yüksek
lisans düzeyinde ders veren bir hocaya ait.
Söylem ve davranışların toplumun tüm
kesimlerine yayıldığına iyi bir örnek
olması bakımından paylaşmak istedim.
Tüm bu söylem ve davranışları
yaratan ana unsur devlet. Devlet yukarda
da ifade ettiğim gibi mültecilere dair
politikalarını netleştirmek, mevcut ayrımcı,
nefret söylem ve davranışlarından
kendisinin kaçınması kadar, toplumu bu
konuda bilgilendirmek ve buna dair
çalışmalar yürütmek zorundadır. Aksi
taktirde mevcut sorunlar toplumda
büyümeye devam edecektir. Mülteciliğin
bir insan hakkı olduğu üzerinde durulmalı,
“Misafirlik” “Konukseverlik” söylemleri
terk edilmelidir. Toplumda oluşan bu
durumun ana sorumluluğu devletin bu
konuda ısrarıdır.
Şunu bir kez daha tekrarlamakta
yarar görüyorum. Mültecilik bir insan
hakkıdır. Ülkemizde olan bütün
mültecilerin en az bizim kadar yaşamaya,
hoşgörü ile karşılanmaya hakkı vardır. Bu
bizim tanıdığımız bir fırsat, imkan değil,
insan olmalarından kaynaklı en temel
haklarıdır. Nefret söylemleri, ayrımcılık
suçtur. Gün içinde konuştuklarımıza,
davranışlarımıza dönüp bakmakta yarar
var. Kimi zaman farkında olarak, kimi
zaman farkında olmadan kullandığımız
dilimize tekrardan bir göz atmak insanlığa
iyi gelecektir. Nefret dilinden ve
ayrımcılıktan uzak bir dünya özlemiyle,
sevgiler, saygılar.
* İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı
Üyesi, Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
27
Narsisizm
Uzm.Psk.Elif Aybay*
"..Hala tırmanarak artan bir
belirsizlik ve savaş var. Hem ülkemizde
hem yakın coğrafyamızda. İnsanların feci
şekilde öldükleri, evsiz, memleketsiz,
dilsiz kaldıkları bir ortamda bir şeyler
yazmaya çalışmak çok zor. Edebiyat ne işe
yarar, roman ne için yazılır, neden okunur
diye daha sık sorar oluyor insan.."diyor
Murat Gülsoy bir röpörtajında. Ölümle
burun buruna yaşarkenki kaygı, sanatı da
bilimsel araştırmaları da anlamsız
kılabiliyor insanın gözünde. Ancak savaşa,
zulme karşı insanoğlunun en büyük silahı
yine bilim ve sanattır diye düşünüyorum;
düş ve düşünce gibi insanı insan yapan tüm
unsurların toplamıdır bu silah. Düşünmek
insanı farklı olana, doğru olana, en
derindeki gerçeğe yönlendirmek için
önemli bir itici güçtür diyebiliriz sanırım.
İşte savaş, düşmanlık ve bunun
sonucu oluşan göç kavramı üzerine
düşünürken insanın ruhsallığına dönüp
baktığımızda ilk aklımıza gelen
kavramlardan biri narsisizm oldu. Kendilik
sevgisi, diğerinde kendini bulmak istemek,
ötekine bu nedenle yakınlaşmak ya da tersi
durumda düşman bilmek gibi özellikleri
içeren bu kavram konumuzla yakından
ilgili olabilir diye düşündük; İnsanoğlunun
kişiliğindeki bu özelliğe dikkat çekmenin,
ötekine yaklaşırken kendimizin
farkındalığını sorgulamanın devletler arası
düşmanlıklarla ince bir bağı olabilir mi
diye kendimize sorduk..
Narsisizm deyince aklımıza
öncelikle ontolojik bir yetersizlik gelebilir.
Bir görüşe göre doğuştan bir yetersizlik
duygumuz mevcuttur. Bu yetersizlik
dışarıdan veya nesne ilişkileri ile gelen
ihmal vs. nin sonucu değildir. Hayata
böyle başlarız diye düşünülür. Sonra dış
koşulların etkisiyle bu daha iyi veya daha
kötü hale gelir. Bu durum bir tür kader
gibidir. Narsisizm kişinin doğuştan
getirdiği yetersizliğinden türer. İnsanoğlu
doğuştan itibaren uzun bir süre başkalarına
bağımlı bir varlıktır çünkü. Ancak fiziksel
ve ruhsal olarak sağlıklı gelişirse
özerkleşecek ve enerjisini yaratıcılık ve
üretkenlik adına kullanacaktır. Ruhsal
gelişimde de benlik libidinal yatırıma
uğramak ister ancak bunu kendi başına
yapamaz ve başkalarına yönelir. Bu yine
benliğin yetersizliğinin bir sonucudur.
Libidinal yatırım için ise güç ve yeterlilik
atfettiği nesnelere yönelir. En temelde
kendinden memnun değildir ne yazık ki!
Çünkü yalnızca kendini tatmine taşıyan
nesne sayesinde kendini sevebilir. Ama
nesneye bağımlı olmanın engellemeye açık
doğası nedeniyle kendine yetebilmek ve
aynı zamanda güçlü olmak da ister.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
28
Narsistik sorunsalda yetersizlik,
değersizlik hislerinden kurtulmak için
büyüklenmeci, güç odaklı savunmaların
kökeninde yine varoluşsal yetersizlik yatar.
Libido benliği hazza tatmine taşıyacak
nesnelere bağlanma eğilimindedir.
Diğerleriyle ilişkisi hep sorunlu ve
düşmanca olacaktır.
Sevmek veya düşmanlaşmak
varoluşumuzun merkezindeki bir meseledir
ve bu mesele ile baş etme tarzımız kişisel
psikopatolojimizi belirler.
Normal ve klinik veriler, temel
insanî arzunun, dışarı saçılmış libidonun
tümünü benlikte toplamaya koşullanmış bir
ruhsal etkinliği gösteririr.
Birincil narsisizm rahim içi döneme
dek izi sürülen libidonun sadece egoya
yatırıldığı, benliğin sadece kendini sevdiği
ruhsal dünyanın başlangıcıdır. İlk sevgi
kendimize dönük, ilkel ve tek kişilik bir
sevgidir.
Otto Kernberg’e göre sağlıklı narsisizm,
başlangıç itibariyle ayrışmamış benlik ve
nesne ilişkisine yapılmış libidinal
yatırımdan kaynağını alır. Kernberg’e göre
süreç, iyi benlik-nesne-duygulanım süreci,
ego gelişiminin çekirdeği olarak işlev
görecek biçimde libidinal yatırıma
uğramasıyla başlar.
Kişide iyi bir ruhsal sağlık değerlendirmesi
için şu saptamayı kıstas olarak alırız;
özdeşleşmek istediğimiz ideal benliğe
ulaşabilmek, sevdiğimiz ve sevildiğimiz iyi
bir içsel nesne benliğin libidinal yatırımını,
dolayısıyla benliğin kendinden
memnuniyetini artırır. Kernberg’e göre
normalde benliğe yapılan libidinal
yatırımın artması nesnelere yönelik
libidinal yatırımın artışını da beraberinde
getirir; zira nesne ilişkilerinde nesnelere
yatırım ile benliğe yatırım eş zamanlı ve iç
içe gerçekleşir. Bunu basitleştirerek ifade
edersek kendimize dönük olumlu, iyi
yaklaşım diğerine olan yaklaşımla
benzerlik taşır. Benlik değerini azaltacak
olan ise benliğe yönelik agresif yatırımdır.
Psikolojide narsistik sorunsal diye
adlandırılan durum da tam da burada
başlar. Dışsal sevgi kaynaklarının kaybı,
ego amaçlarına ulaşmada veya ego
beklentilerine uygun yaşamada
başarısızlık, süperegonun kabul edilemez
addettiği içgüdüsel itkilere yönelik baskısı,
benliğin taleplerine uygun yaşayamama,
içgüdüsel gereksinimlerin genel olarak
engellenmesi veya kronik fiziksel hastalık
gibi durumlarda benliğin libidinal yatırımı
azalır ve bu durum patolojik narsisizm
oluşumuna zemin hazırlar. Patolojik
narsisizm nevrozdan başlayıp daha
karmaşık durumlara uzanabilir. Nesnelerle
doyum sağlayıcı ilişkide, nesnelere
libidinal yatırımla benliğe yapılan yatırım
ilişkilidir. Benliğe yönelik libidinal
yatırım, benlik değerini arttırırken agresif
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
29
yatırım azaltır. Agresif yatırımda çocuksu
istekler, kontrolsüzlük vardır. Eğer
ebeveynin kendi özsaygısı adına çocuğu
için bir planı varsa ve çocuk onu hayal
kırıklığına uğratmışsa eleştirilecektir ve
yeterince iyi olmadığı hissettirilecektir.
Çocuğun kendi duygularını, korkularını
yaşamasına izin verilmeden, bunları ortaya
çıkarırsa reddedileceği, küçük düşeceği
mesajı veriliyorsa yani çocuğun gerçeğini
yaşamasına izin verilmiyorsa bu öfke ve
nefrete sebep olabilir. Ve bu nefret yine dış
dünya ile ilişkilerde yansıtılarak ortaya
konur.
Cinsel dürtünün aşırı
bastırılmasına bağlı olarak gelişen nevrotik
nitelikli benlik değeri azalmasını biliyoruz.
Buradan türeyen karakter patolojilerinden
biri de patolojik narsisizmdir. Çocukluk
döneminden kaynaklı bu sorunun
temelinde katı kurallar koyarak çocuklara
yaklaşım yatar. Çocukların benlikleri
yeterince onaylanmamıştır. Anlayışlı bir
yaklaşımla değil zorbaca çocuğa kurallar,
yasaklar konulmuştur. Kendilik değerinde
eksiklik duymak buradan, yeterince şefkat
görmeden yetiştirilmekten başlar. Çocuğun
bu durumda kendilik duygusu, değeri
yetersiz olacaktır. Özgüvenin gelişmemesi
denilen şey budur. Özgüven yeterince
gelişmemişse sağlıklı bir ruhsal gelişimden
de bahsedemeyiz. Bastırılmış ancak sevgi
eksikliği yaşayan kişide bu dengesizliğin
bir sonucu olarak düşmanlık ve nefret
hislerini barındıran bir ruhsallık söz
konusudur.
Toplumsal olarak baktığımızda
da eğer bireyler yetiştirilirken ailelerinden
benliklerine, hak ve özgürlüklerine saygılı
bir yaklaşım görmemişlerse o toplum da
sağlıklı olmayacaktır. Toplumsal
demokratik hak ve özgürlükler tehlikeye
girecektir. Toplumsal haklar da çocukların
narsistik gereksinimlerinin doyurulmasına
doğrudan bağlıdır. Çocukluk ve
gençliklerinde narsistik olarak yeteri kadar
doyum yaşamamış erişkinler, yetişkinlik
hayatlarında idealleştirdikleri lider
figürleriyle özdeşleşmeye ve hatta
kendiliklerinden vaz geçerek o olmaya
çalışırlar. Böylelikle düşlemlerinde yeteri
kadar güçlü bir kendiliğe kavuşmuş olurlar.
Narsisistik patolojiye sahip kişi idealize
ettiği bir ebeveyn imgesinin ikamesine
başvuracaktır. Narsistik patolojide
idealizasyon bir savunma olarak
saldırısından korkulan nesneye karşı
geliştirilir yani gerçek bir ideal değerden
bahsedemeyiz. Kişinin toplumsal liderlerle
bu şekilde özdeşleşmesi kolektif patolojiye
sebep olabilir. Kişiler bu yetersizlik
duygusuyla çoğunlukla idealize ettikleri
mutlakiyetçi liderlere yönelecekler, onlara
hayranlık besleyeceklerdir.
İçselleştirdikleri nesne tam da özgürlükleri
kısıtlayan çocuğa bireyleşmesi için fazla
alan tanımayan biridir. Kısaca içselleşen
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
30
nesne temsili böyle bir liderle iyi
örtüşmektedir.
Hitler Almanya'sı bu
söylediklerimize iyi bir örnek teşkil
etmektedir. Dünya Savaşı'ndan mağlup
çıkan Almanya zavallılığını giderecek
özdeşleşeceği bir lider aramış ve Hitler
tarih sahnesine çıkmıştır. Karşısındaki
yaratılması gereken düşman ise Yahudi
toplumu olmuştur. Toplumsal bir "bölme
mekanizması" işlemiş, bir iyi-üstün bir de
kötü-saldırılacak nesne yaratılmıştır.
Yılllarca süren Nazi Soykırımı'nda
milyonlarca insan öldürülmüş, bir kısmı
ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır.
İnsanlık tarihinin sayfalarına asla
unutulmayacak ve unutturulmayacak bir
utanç yazılmıştır. İnsan ruhsallığındaki bu
tuhaf mekanizma bir ölçüde bireyden
bağımsız bir kolektif nevroza sebep olmuş
ve sonuç olarak dünyanın ve insanlığın
gelişimine büyük bir zarar vermiştir.
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Göç ve Kimlik – Kargaşa-
Sağaltım ve Dönüşüm, Salman
Akthar
Bir Kitap İncelemesi
Psk. Deniz Akyıl Sokullu*
Kutlama
Memleketime çoktan bahar gelmiştir Başakları şimdiden göğe ermiştir
Dağlarını gelincik basmıştır Yer, gök ve yürek çiçek açmıştır
Kirazlar olmadan tez vakitte
Asmanın sürgün veren dallarında Nergisin, zerenin taç yapraklarında Seninle baharı kutlamaya geliyorum
Söz: Sezen Aksu Beste: Arto Tunçboyacıyan
Psikanalizi en iyi anlatan
hocalardan birinin yazdığı bir kitaptan
bahsetmek isterim; bu kitabın yazarı,
öğrencileriyle kendi, göç, kimlik
tecrübelerini de paylaşmaktan çekinmeyen,
Hintli, Müslüman bir göçmen olarak uzun
yıllardır Amerika’da yaşayan, benim de
kendisini Eylül ayında İzmir’de Halime
Odağ Vakfı tarafından düzenlenen, 17.
İzmir Psikanaliz ve Psikoterapi günlerinde
dinleme fırsatı bulduğum Salman Akthar.
Tıpkı göçmenlik, sürgünlük konularını
psikanaliz içinde tartışabilen, uluslararası
üne sahip ve göçmen olan ; geçtiğimiz yıl
Mary Sigourney Psikanaliz ödülü alan
Kıbrıslı olan Vamık Volkan ve Otto
Kernberg gibi o da ülkesini geride
bırakmış bir psikanalisttir, ve onlara
teşekkür ederek kitabına başlar. Aynı
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
31
zamanda bu yazıya bir şarkıyla
başlamamın nedeni de onun şiire olan
düşkünlüğü olsa gerek ; çünkü pek çok
akademik yayın, ödül ve ünvana sahip
olmasının yanı sıra, altı tane şiir kitabı
bulunmaktadır.
Göç ve Kimlik – Kargaşa-
Sağaltım ve Dönüşüm (1995), üç bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölümde, “Göçle
İlişkili Psikososyal Değişkenler”
başlığında, aslında göçün oldukça
örseleyici bir deneyim olduğu, daha
doğrusu bir “yas” süreci olduğu anlatılıyor.
Yas süreci ise, sürecin getirdiği kayıpların
acısı ile değişen dış ve iç gerçekliğin
ortaya çıkardığı kaygının birleşmesiyle
harekete geçer.
Göçmenin yeni çevresiyle bütünleşebilmek
için en azından geçici olarak, kimliğinin
bir bölümünden vazgeçmesi gerektiği
açıktır. Göçmenin katıldığı yeni toplum ile
bir zamanlar ait olduğu toplum arasındaki
fark büyüdükçe bireyselliğinden
vazgeçeceği bölüm de o kadar büyük
olacaktır (Grinberg ve Grinberg,
1989,s.90; akt: Akthar, 1995).
Kitapta göçün psikolojik sonuçlarını
etkileyen çeşitli etkenlerden bahsedilir,
bunlar; göçün koşulları ve nedenleri,
yeniden yakıt alma olanakları, göç etme
yaşı, göç öncesi kişilik, terk edilen ülkenin
yapısı, kültür farklılığının büyüklüğü, ev
sahibi toplum tarafından kabul edilme,
yeni ülkede yararlı olma deneyimleri, yeni
ülkede çocuk sahibi olma gibi etkenlere,
sonradan literatürde, ilgi görmemiş,
bedensel özelliklerin rolü, cinsiyetin etkisi,
evlilik, yasal durumlar, eşcinsellik, düşler,
göç sonucu değişen insan- hayvan ilişkileri
gibi boyutlar da eklenmiştir. Kitabın ilk
bölümünü oluşturan bu etkenlerin
tamamından bahsedemesem de, birkaç
maddeye öneminden dolayı da yer
vereceğim.
Göçün koşulları ve nedenleri alt
başlığına baktığımızda, göçün ardında
yaşanan psikolojik olayları belirlemede
“göçün geçici ya da sürekli olması”,
“kişinin ülkesini terk etmesinin ne düzeyde
kendi kararıyla ilgili olduğu”, “anayurdunu
yeniden ziyaret etme olasılığı” ve “ayrılma
nedenleri” de, önemli olduğu belirtilmiştir.
Aslında burada çok önemli bir soru sorar
Akthar, “psikolojik açıdan göç, eski
duruma karşı kaygılı ve kızgın, bir
başkaldırı mı, yoksa benliğin dış dünyayı
değiştirme yeteneğinin bir dışavurumu
mu?” Aslında “göçmen” ile “sürgün”
arasındaki ayrımı anlamaya çalışır.
Özellikle de bu sürgün kelimesi çocuklar
için daha uygun bir ifadedir. Çünkü
ebeveynler gönüllü ya da gönülsüz olarak
göç edebilirler ama çocuklar ayrılma
kararını ve istediklerinde de geri dönme
kararını veremezler (Grinberg ve Grinberg,
1989, s.125, akt; Akthar, 2010). Özellikle
küçük çocukların ve bebeklerin göçten
etkilenmesi, anne-babanın ruhsal
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
32
yapılarına çok bağlıdır. Yeni bir ülkeye
gelinmesiyle birlikte ortaya çıkan kaygılar
ve yaslar çok yoğun ise, çocuğun duyduğu,
benlik desteği yitirilebilir, bu aynı
zamanda annenin “kapsayıcılık” (Bion,
1967) işlevinin bozulması anlamına da
gelebilir. Kısacası çocuklar, ebeveynin
duygusal uyumuna gereksinim duyarlar.
İkinci bireyselleşmenin gerçekleştirilmeye
çalışıldığı ergenlik döneminde, bebekliğin
ve çocukluğun sevgi nesnelerinden
ayrılmakla yüzleşilirken göç etmek,
oldukça zorlayıcıdır. Çünkü aileden
bağımsızlaşılmaya çalışılan bir zamanda
kültürel kurumların da kaybı “çifte yas”
yaşanmasına neden olabilir.
Göçün psikolojik sonuçlarını
etkileyen etmenlerden bir diğeri de terk
edilen ülkenin yapısıdır. Geride bırakılan
ülkenin durumuna göre, özellikle fakir bir
ülkeden zengin bir ülkeye göç ediliyorsa,
kaçınılmaz parasal yararların yanı sıra, bir
suçluluk hissi de ortaya çıkabilir. Bu
durum arkadaşları, aileyi, hemşerileri
geride bırakmakla, ayrılma ile ilgili
suçluluklarla ilgilidir. Burada Awad
(1995;akt; 2010), başka bir suçluluk
türünden daha bahseder, bu da “yaşamda
kalmanın suçluluğudur”. Başkalarının
yapamadığını yapmak, hayatta kalmak…
Ev sahibi toplum tarafından kabul edilme
de, göçün psikolojik sonuçlarını etkileyen
etmenlerden birisidir ve aslında bizim
ülkemiz için de oldukça güncel bir
meseledir. Bir tarafta önyargı ve yabancı
korkusu, bir tarafta da, aşırı kibarlık ve
sonrasında gelen hayal kırıklığı ve
reddediş. Yeni gelen diğerlerini ekonomik
olanaklardan yoksun bırakan bir fazlalık
mı, yabancı mı, misafir mi, bela çıkaran
mı? Akthar’a göre (2010) ev sahibi
toplumun yeni gelene karşı tutumlarını
belirleyen üç alt değişken vardır; ilki var
olan toplumun yapısı, yani, ülkede farklı
göçmen gruplarının olup olmadığı, ülkenin
tek bir ırktan oluşup oluşmadığı, ikincisi
göçün yapıldığı dönemin özellikleri, yani
kabul edici olmak ya da olmamak;
üçüncüsü de uyum sağlanan ülkeyle
bırakılan ülke arasındaki tarihi bağlar.
Kitabın ilk bölümünde, göçün
psikojik sonuçlarını etkileyen burada
değinilmemiş ve oldukça önemli olduğunu
düşündüğüm alt başlıklar bulunmaktadır.
Burada sadece bir kaçına yer verdim,
özetle, göçü, bireyin kimliğine güçlü bir
etkisi olan, dengelerin bozulduğu ve bu
dengelerin yeniden kurulmasına ihtiyaç
duyulan bir yaşam olayı olarak
tanımlayabilir.
İkinci bölümde ise, göç
sonucundaki kimlik değişimi ele alınır.
Erikson’a göre, kimlik yapılanması, en
erken çocukluk döneminden başlayarak,
yaşam boyu sürer ve ergenlik de bu sürecin
önemli bir evresidir. Kendileri ve dünya
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
33
hakkındaki bilgileri, geçmişteki
kazanımları, günlük deneyimleri ve
gelecekteki amaçlarını bütünleştirmeye ve
böylece kendilerinin bütüncül bir
duyumunu kazanmaya çalışan ergenler, bu
sırada bir başarısızlık yaşarlarsa, insan
oluşa dair de hem soyut hem de toplumsal
bağlamda karmaşık duygular yaşarlar
(Akthar, 2010).
Kimlik oluşumunda, aileye özgü
söylemler, ebeveynler arasındaki uyuşmaz
beklentiler, örselenmeler ve bunların
kuşaklar arası aktarımı, çocuğun
kimliğinde oldukça önemli bir role sahiptir
ve dahası, ebeveynin yas tutma-
özgürleşme süreçleri de yeni doğanın
kendiliğinde önemlidir. Özellikle çocuğun
doğumu annenin sevdiği bir yakınını
kaybettiği zamana denk düşüyorsa, durum
olumsuz olabilir. Bu durum annenin
işlenmemiş yasıyla bağlantılandırılabilir,
ve annenin yalnızca beklentilerini değil,
onun eski sevdiklerinin depolanmış
tasarımlarını da taşıyan, üstüne almak
zorunda kalan ‘ikame çocuk’ doğmuş olur.
Göç sonrasındaki kimlik
değişimindeki dört yolak, alt bölümünde
ise, kimliğin dönüşümünün
psikodinamikleri anlatılır. Bir ülkeden bir
ülkeye göçün getirdiği kültür şokunun ve
yasın birlikte var olması, kimlik
sürekliliğini bozar ve çevresel desteği elde
edemez. Kaybedilen sevgi nesnelerine
duyulan özlem arttıkça, kimliğe yönelik
tehditler daha acı ve üzüntü verici olur
(Garza- Guerrero,1974; akt. Akthar, 2010).
Kitapta, bu sürecin gerçekleştiği temelde,
birbiriyle bağlantılı dört yolaktan
bahsedilir. Bunlar; dürtüsel ve
duygulanımsal boyutları (sevgiden ve
nefretten çiftedeğerliliğe), kişilerarası alanı
ve psişik alanı (yakın veya uzaktan, en
uygun uzaklığa),zamana bağlılığı (dünden
veya yarından, bugüne) ve sosyal ilişkileri
ve ortaklıkları içerir.
Göçmenin durumunda pek çok
bilindışı suçluluklar olur, yeni ülkede
başarı kazanılmasının suçluluğu , eski
ülkeden ayrılmanın suçluluğu ve aslında
genel haliyle de yaşamda kalmanın
suçluluğudur. Çoğu zaman yeni ülkedeki
aynı ırktan kurulan bağlar, uluslararası
telefon görüşmeleri ve göçmenin ülkesinin
müziklerini dinlemesiyle iki bölge arasında
köprüler kurulur. Winnicott’a göre (1953),
bunlar geçiş nesneleridir ve çok uzaktaki
şeyleri biraz daha yakına getirir.
Akhtar’a göre (2010), ‘keşke’ ve
‘birgün’ fantazilerinin zamandaki yönleri
farklı olsa da, ilki göçmeni geçmişe,
ikincisi geleceğe sabitler ve kendilik
deneyiminin zamansal sürekliliğini
bozarlar. Yeni bir ülkede yaşamaya
başlayan göçmen, uzunca bir süre, ‘benim’
ve ‘senin’ şeklinde bir bölmeye
başvurur;ancak bu bölmeyi çözebildiğinde
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
34
‘bizim’hissini yaşayabilir. Gelenekler,
müzikler, yemekler, dil, oyunlar bu bölme
üzerinden değerlendirilir. Daha doğrusu,
yukarda da sözünü ettiğimiz Winnicott’ın
(1953) geçiş alanlarının yerel kültür
tarafından doldurulması; ‘biz-lik’ ve
bununla bağlantılı olarak kimlik değişimini
ilerleten önemli bir araçtır. Bu ‘biz-
lik’kavramının ortaya çıkmasındaki en
önemli araç ise yeni dildir. Yararlı olduğu
kadar zor olan bir yolculuktur, yeni dil. Dil
meselesinde, çok anlaşılır bir örnek verir
Akthar (2010), ‘gerçek’bir küfürde,
göçmenin yalnızca anadilini kullandığını
söyler. Yavaş yavaş her iki dilin bağlantı
ağları birbirine geçmeye başladıkça
sonradan edinilen argo kelimeler de
duygusal yükler kazanırlar. Özetle bu
bölümde , göç sonucunda kendilik ve
nesne dünyasında ortaya çıkma
eğilimindeki bölmenin çözümlenmesi ve
bu bölmelerin dört boyutta, dürtü ve
duygulanımlar, alan,zaman, sosyal açıdan
yeniden doğuşa, yeni ve karma bir kimlik
ortaya çıkmasına yol açacağı anlatılmış
olup, göç sonucunda gerçekleşen kimlik
değişiminin yaşam boyunca sürdüğü
anlatılmaya çalışılmıştır (Akthar, 2010).
Kitabın sonlarına doğru
yaklaşırken, Akthar (2010), biz ruh sağlığı
çalışanlarına göçmenlerle, sığınmacılarla
çalışmanın yolların, kendi pratiklerini;
bunu psikanaliz ve psikodinamik
psikoterapi ile nasıl yapabileceğimizi
aktarır. Her iki kültür arasındaki boşlukta
köprü kurma çabaları olan göçmenler
klinik ortamda saygı görmeli ve
yargılanmadan kabul edilmelidir. Akthar
(2010), kayıplarla ilgili ayrıntılara inmek
için ruhsal bir alan yaratmak, ülkesini terk
etmeye zorlayan yıkımı, travmanın
öncesindeki güzel zamanlara da değinmek
gerektiğini belirtir. Aslında özetle, yaşamın
bundan sonra devam edeceği ve uyum
sağlanmaya çalışılan ülkeye, ancak böyle
bir dayanakla gerçek bir bağlılık
hissedilebileceğinden bahsedilir. Bazı
çalışmalara göre, hastaların kendi
anadillerinde ya da en azından bazı önemli
kelimeleri söylemesi gerektiği
belirtilmiştir, daha etkili, daha canlı, bu
yüzden sağaltım amaçları açısından daha
yararlı olduğu görüşü vardır
(Buxbaum,1949; Greenson, 1950; akt;
Akthar,2010). Hasta anadilinde
konuşmaya başladığında, (ki birçok
göçmen hasta, kendini sağaltımda rahat
hissettiği zaman böyle yapar) terapist
sabırla dinlemeli, kelimeleri analistin diline
çevirmesini beklemelidir, böylelikle
duygular da öğrenilebilecektir. Akthar,
göçmenlerle çalışan psikoterapistler için
sekiz adet ilke önermiştir; (2010,s.106)
1. Kültürel yansızlığı geliştirmek
ve korumak,
2. Zaman deneyimindeki ve
farklılaşma düzeyindeki
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
35
kültürel farklılıklara saygı
duymak,
3. Gelişimsel bir duruş ortaya
koymak ve gelişimsel bir
çalışma yapmak,
4. Hastaya iç dünyasındaki
çatışmalarını kültürel
çatışmalardan ayırması
konusunda yardım etmek,
5. Yerinden olmanın yarattığı
duyguların kabul edilmesini ve
yas tutulmasını kolaylaştırmak,
6. Yurt özleminin ortaya çıkışına
karşı gelişen savunmaları
yorumlamanın yanında yurt
özleminin savunma amaçlı
işlevlerini de yorumlamak,
7. Uygunsuz görünen
bireyselleşme biçimlerini ve
akrabaların sağaltıma dahil
oluşlarını kabul etmek
8. Hastanın çok dil bilmesinin
veya çok dil kullanmasının
zorluklarıyla yüzleşmektir.
Son olarak, Akhtar, ruh sağlığı
çalışanlarına; göçmenlere sırtlarını dönmek
yerine, onların yardım aramak
konusundaki dirençlerini anlamak için
çabalamalarını, psikolojik eğitim
etkinlikleri düzenleyerek onlara el
uzatmaları, yardımları yenilikçi yollarla
sunmaları ve sosyal hizmetlerden
psikiyatriye, klinik psikolojiye ve
psikanalize kadar değişen ruh sağlığı
alanlarında daha çok göçmen çalıştırılması
konusunda girişimlerde bulunmaları
gerektiği önerilerinde bulunur.
Bu kitap göçmenlerle,
sığınmacılarla çalışanlar için psikanalitik
bağlamda çok faydalı öneriler sunmanın
yanı sıra, 2011 yılından itibaren
Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış, 2,5
milyon insanın da ruhsallığını
anlayabilmemizin de kapılarını açıyor.
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
36
Suriye’li Mülteci Çocuklar ile
Dışavurumcu Sanat Terapisi
Grupları
Deneyim Aktarımı:
Uzm.Kl.Psk.Ezgi İçöz Özgür*
Inside/Outside (İç ve Dış) projesi
(Bu çalışmanın tamamına ulaşmak
için; http://insideoutsideproject.org/home/s
yria-project/) kapsamında Gaziantep ve
Kahramanmaraş’ta toplam 4 okulu ziyaret
ettim ve 3 okul ile çalışma şansım oldu.
Okullardan bir tanesi özel bir Suriye
okuluydu, diğerleri ise belediyelerin
desteklediği parasız okullardı. Her grup ile
2 seans olmak üzere 4 grup ile 2şer saatlik
toplam 8 seans yapıldı. Bir okulda
öğretmenlere sanat terapisi ve kişi odaklı
terapi ile ilgili bir eğitim verildi. Her gruba
10-15 çocuk katıldı. Gruplar 9-11 yaş
arasında kız ve erkek Suriyeli mülteci
öğrencilerden oluşuyorlardı.
Çalışmalardaki ilk hedefim
çocukların olumlu, olumsuz duygularını
özgürce ifade edecekleri güvenli ortam
yaratmaktı. Dil bariyerine rağmen oyun
aracılığı ile ilk andan itibaren gerçekten
sıkı bağlar kuruldu. Çevirmenimin (Khalid
Eid) çocuklar ile tiyatro deneyimi olması
ve çocuklar ile kolay ve yakın ilişki
kurması çok büyük bir avantajdı. Grup
çalışmalarına drama terapisi ısınma
egzersizleri ile başlandı. Bu egzersizlerde
çocukların paylaştıkları duygular ve
temalar üstünde durularak sanat terapisi
aktiviteleri yapıldı. Ortaya çıkan temalar
ve duygular daha çok korku, hüzün, öfke,
özlem ve umut oldu.
Her grup ile yaptığım 2 oturumun
1. oturumda negatif duyguların ifadesi ve
dönüştürülmesi üzerinde durulurken, 2. ve
son oturumda daha çok kaynak odaklı
aktiviteler yapıldı. Hem bireyselliği,
bireysel ifadeyi geliştirecek, özgüveni
besleyecek çalışmalar, hem de grup ve ekip
bilincini artıracak, birbirine destek ve
güveni besleyecek çalışmalar yapıldı.
Maske çalışmaları, kahramanın yolculuğu,
grup resimleri, resim aracılığı ile hikaye
anlatma gibi birçok sanat terapisi tekniği
kullanıldı.
Bu zamana kadarki en büyük
mülteci hareketinde, Suriye’de hala iç
savaşın sürmesi ve milyonlarca insanın
kendi evinden kaçmak zorunda olması
sosyal, psikolojik ve politik birçok katmanı
olan hem Türkiye’yi hem de Suriye’yi
ilgilendiren bir durum. Şu anda İstanbul da
dahil olmak üzere Türkiye’de birçok
şehirde sayısı milyonlara ulaşan çocuk ve
yetişkin mülteci bulunmakta. Bu ağır
psikolojik travma ve bilinmezlikle birlikte
yeni bir ülkeye, yaşam alanına ve dile
asimile olmaya çalışmak mültecilerin
psiko-sosyal olarak farklı bir katmanını
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
37
oluşturuyor. Yaşanan savaşın izlerini
çocuklar ile yaptığım çalışmalarda ve
yapılan sanat terapisi gruplarında
gözlemledim. Yapılan resimlerde siyah
güneş ve bulutlar, kanlı gözyaşları, kopmuş
beden parçaları, gökten inen bombalar gibi
kendini tekrarlayan imgeler vardı.
Oyunlarda korku, güvensizlik ve nefret
gibi temalar kendini tekrarladı.
Öğretmenlerde ve ailelerde travma sonrası
stres bozukluğu ve depresyon semptomları
gözle görülür idi.
Sadece 2 oturumluk olan bu
çalışmalarda çocuklarda gözle görülür bir
değişim yaşandı ve öğretmenlerden çok
olumlu geribildirimler alındı. Bu tarz
çalışmaların devamlılığının sağlanılması ve
çocukların yanında aile ve öğretmenler ile
de çalışmalar yapılması mültecilerin
yaşadığı bu zor sürece yardımcı olacak ve
yaşanan travmaların biraz olsun
hafifletilmesine aracı olacaktır.
Sanat Terapisi gruplarından çalışma
örnekleri
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
38
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
39
*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği Üyesi
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
40
*Bu bültendeki konular Çocuk
Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği
üyeleri tarafından yazılmış olup,
ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.
*Bu bültendeki yazıların
kaynaklarına ulaşmak için
www.careder.org adresini ziyaret
edebilirsiniz.
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği
Derneği
İletişim; Ahmet Vefik Paşa Cad.
Şair Mehmet Emin Sok. Gülçin
Apt. No.5 D.1 Fındıkzade/Fatih