aylik İlİm kÜltÜr ve edebİyat dergİsİ yil: 25 • sayi: 218 ... · k ur’ân-ı kerim’de...

47
www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 218 • ARALIK 2018 • Fiyatı: 12 TL 00218 Haberlerin Ağında İslâm ve Müslümanlar Ramazan ALTINTAŞ Muhteşem Süleyman’ın Son Varisi Sultan III. Murad İsmail ÇOLAK Cem Sultan’ın Hazin Hikâyesi Resul KESENCELİ Klasikleri Okumak Bilal KEMİKLİ Fâiz Hassasiyeti Abdullah KAHRAMAN

Upload: others

Post on 06-Sep-2019

4 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 218 • ARALIK 2018 • Fiyatı: 12 TL

218

0 0 2 1 8

Haberlerin Ağında İslâm ve Müslümanlar

Ramazan ALTINTAŞ

MuhteşemSüleyman’ın Son Varisi Sultan III. Murad

İsmail ÇOLAK

Cem Sultan’ınHazin Hikâyesi

Resul KESENCELİ

Klasikleri Okumak

Bilal KEMİKLİ

Fâiz Hassasiyeti

Abdullah KAHRAMAN

başyazıBekir AYDOĞAN

Sultan III. Murad Han’ın İhya Faaliyetleri

Sultan III. Murad Han’ın; halim tabiatlı, ince ruhlu, merhamet ehli, gayet zeki, dindar ve hikmet sahibi olduğu söylenir. Yük hayvanlarına eziyet edilmemesi için Dîvân-ı Hümayun toplantısında verdiği bir ferma-nı onun sadece insanlara değil, hayvanlara da müşfik olduğunu göstermektedir.

Padişahlığı süresince sefere hiç çıkmayan Sultan III. Murad’ın saraydan pek dışarı çıkmaması nedeniyle eleştirildiği bilinmektedir. Gerçekte savaşçı bir tabiatı olan III. Murad’ın saraydan çıkmamasının nedeni etrafındakilerin o dönemde yaygın olan veba salgınlarının da padişahın etkileneceği yani muhafazası için ikna etmiş oldukları bilinmektedir.

Tarihî kaynaklarda onunla ilgili birbirine uymayan bilgiler verilmektedir. Padişahın bir taraftan dindar ve münzevî bir hayat sürdürğünü belirtirken diğer taraftan zevk ve işrete düşkün olarak tanıtılması yanlış bir kanaattir. III. Murad’la ilgili Jacopo Ragozzoni’nin 1571 tarihli raporunda padişahın daha şehzadeyken ye-tenekli, iyi eğitim görmüş, dinine son derece bağlı, devletin ileri gelenleri tarafından çok sevilen biri olduğu belirtilir. Tarihçi Gelibolulu Âlî, Sultan III. Murad’ın dindar, müttakî, perhizkâr ve şer‘-i şerîfe kemâl-i itaati ile nefsanî arzulara tamah etmeyen biri olduğunu söyler.

Onun zamanında kültür, sanat ve sosyal hayatta belirli bir yükseliş ve canlılık kendini gösterir. Şehzade III. Mehmed’in 52 gün süren muhteşem sünnet düğünü bunun sembolü kabul edilir. Dış politika ise Kanunî Devri’nin devamı niteliğinde gayet sağlamdır. Ekonomik ve siyasî anlamda ise Osmanlı Devleti’nin durakla-ma devri başlamıştır. Osmanlı toprak düzeninin belkemiği olan tımar sisteminde bozulmalar baş gösterir.

Ahdî ve Kınalızade Hasan Çelebi, tezkirelerinde Sultan Murad’ın sanatını, ilmini ve ahlakını metheder. Sultan III. Murad tasavvufta sadece Şeyh Şüca ile değil Nakşbendiyye’den Emir Buharî Tekkesi şeyhi Şaban Efendi ve Aziz Mahmud Hüdaî ile de mektuplaştığı bilinmektedir. Tezâkîr-i Hüdâî’de diğer padişahlar gibi III. Murad’a da mektuplar gönderen Hüdâyî Hazretleri, padişahla samimi olmuş toplumun ve Padişah’ın zaaf ve meziyetlerini gayet iyi teşhis etmiş, nezaketle her fırsatta zaafların adalet, sünnet ve şeriat çerçevesin-de giderilmesini istemiştir.

Sultan III. Murad hayır eserleri bırakmaya da gayret sarf etmiştir. Culûsundaki ilk arz üzerine Kâbe du-varlarını yaptırdı, Harem-i Şerif’i sel baskınından korumak için suyollarını temizletti. Medine’de bir medre-se, büyük bir imaret yaptırdığı gibi şehrin imarına da çalıştı. Manisa Muradiye Külliyesi, Topkapı Sarayı’nın tamiri, Ayasofya Camii’nin kuzeyindeki iki minare ile minber, kürsü ve mahfil ilâvesi, caminin içine şadırvan yapılması, Fethiye Camii’nin kiliseden tebdili ve Beşiktaş’taki Yahya Efendi Türbesi binası da onun zama-nında ve emriyle yapılmıştır.

The Reconstruction Activities of Sultan Murat III

It is said that Sultan Murat III was a docile, fine, merciful, smart, faithful and wise person. He was merciful not only to the humanbeing but also to the animals, the best proof of which was his enact in Divan-ı Humayun (the Supreme Court) about not agonising the draught animals.

He endavoured to do charity work. With the first offer after his enthronement, he had the walls of the Ka’bah rebuilt, had the water line cleaned to prevent Masjid al-Haram from flood. He also had a madrasah and a large hospice built besides the reconstruction works of the city. Muradiye Complex in Manisa, the repair of Topkapı Palace, the two minarets and a pulpit in the northern part of Hagia Sophia Mosque, the water-tank with a fountain in the same mosque, the convertion of the church to Fethiye Mosque and the building of Yahya Efendi tomb were all done under his reign.

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba2 1

Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)

Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk

Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa

Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN

Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa

Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi

Musa TEKTAŞ

Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1

ISBN: 978-9944-774-43-7

ISBN: 978-9944-774-46-8

Sabrın ve TeslimiyetinSembolü Bir Kadın: Hz. Hatice

Halide YENEN

Lübâbe Binti HârisEs-Suğrâ (r. anhâ)

N. Nida DURAN

Halime AnnemizSümeyye Büşra YILDIZ

Kapı Gibi BabaGül Gibi Ana

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

ABONE İLETİŞİM HATTI

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 25 Sayı: 218 - Aralık 2018

Basım Tarihi: 01 Aralık 2018

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

Musa TEKTAŞ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71

44700, Darende / MALATYA

Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79

www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Tel: 0506 876 17 17

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Baskı ve ÜretimSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.

Tel: (0312) 341 10 24

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Kurum Abone : 200 Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

İÇİNDEKİLER

Hayatın İçinden İki Hayvan: Koyun-Keçi

Ali AKPINAR

Kadir ÖZKÖSE

Sultan III. Murad’ınTasavvuf Erbâbıyla İrtibâtı

Hz. İbrahim Peygamber, oğlu İsmail’i kurban etmek için yatırdığında, Yüce Allah katından kurtulmalık olarak bir kurbanlık vermiştir ki bunun koç olduğu rivâyet edilir.

Halvetî Şeyhi Şâban Efendi’nin halîfesi olan Şeyh Şücâ’ya intisâb eden III. Murad, gördüğü rüyaları düzenli olarak şeyhine anlatmış...

Sultan III. Murad Han’ın İhya Faaliyetleri .......................1Bekir AYDOĞAN

Hayatın İçinden İki Hayvan: Koyun-Keçi .........................6Ali AKPINAR

Mevlânâ Halid El-Bağdâdî (k.s.) ........................................10Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEK

Haberlerin Ağında İslâm ve Müslümanlar .....................14Ramazan ALTINTAŞ

Üçüncü Murad Han .............................................................19Halil GÖKKAYA

İstanbul’da DoğupDuyguların ve Tutkuların Sultanı:III. Murad ...............................................................................20M. Nihat MALKOÇ

Fâiz Hassasiyeti ...................................................................26Abdullah KAHRAMAN

Sultan III. Murad Türbesi ....................................................30Mustafa BAŞ

Peygamberimiz’e (s.a.v.) Can Feda Edecek Derecede Yakın Olmak Sünnetine Uymak .....................32Musa TEKTAŞ

Sultan III. Murad’ın Tasavvuf Erbâbıyla İrtibâtı ..................38Kadir ÖZKÖSE

Anadolu’m .............................................................................43Hacı KISIR

İnsanları Küçümseme Hastalığı .......................................44Enbiya YILDIRIM

Muhteşem Süleyman’ın Son Varisi Sultan III. Murad ......48İsmail ÇOLAK

Gönül Ehli Taassuptan Uzaktır .........................................52Fatih ÇINAR

Cem Sultan’ın Hazin Hikâyesi ...........................................56Resul KESENCELİ

Zulmet-i Kalbim Cilâ İster ..................................................60Ömer Faruk YİĞİTEROL

Mehmetçik ............................................................................43Ahmet Süreyya DURNA

Klasikleri Okumak ...............................................................64Bilal KEMİKLİ

Gazelde Usta Bir Sultan Şair: III. Murad .........................66Mustafa ÖZÇELİK

Yurdum ..................................................................................69İbrahim SAĞIR

Medet Yâ Şefiü’l-Müznibîn .................................................70Vedat Ali TOK

Mutluluğun Kazanılması ....................................................74Yusuf HALICI

Tevbe: Mânevî Temizlik ......................................................76Emine Elif ÇAKMAK İGALÇI

Geç Kalanlar Helâk Olur ....................................................79Bekir OĞUZBAŞARAN

Kalplerin Fatihi Olabiliyor muyuz? ..................................80Ali ÖZKANLI

Bir Hüzün Şarkısı .................................................................83Ekrem KAFTAN

Gençlere Rehberlik .............................................................84Mukadder Arif YÜKSEL

Mustafa BAŞ

Fatih ÇINAR

Sultan III. Murad Türbesi

Gönül Ehli Taassuptan Uzaktır

“III. Murad Türbesi, altıgen planlı, çift kubbeli, dıştan mermer kaplı ve ön tarafta üç açıklıklı ravağı bulunan en büyük Osmanlı türbelerinden biridir.

Tasavvuf, kişiden bu ve benzeri kötü duyguları uzaklaştırmak için oluşturulan sistemin adıdır.

Tevbe ile mânen temizlenen insan, Rabb’inin katında bağışlanmış, işlediği günahların üstü örtülmüş, kalben ve fikren rahatlamış olabilmektedir.

Emine Elif ÇAKMAK İGALÇI

Tevbe: Mânevî Temizlik

06

30

38

52

76

Dîvân-ı Hulûsî-i DârendevîEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

1. Yüzün âyîne-i âlem-nümâ şems-i münevverdir Sözün gencîne-i esrâr-ı âyât-ı musahhardır

2. Nikâb-ı hüsnü açsan kim anı görse sücûd etmez Anı görmezden ön kim secdesiz küfrü mukarrerdir

3. Dilerse tîğ-ı müjgânıyla kasd etsin gözün cânâ Dilerse bir nigâh-ı mest ile alsın muhayyerdir

4. Hayât-ı câvidân bulur şu kim içse lebinden âb O demdendir ki Hızr ile Mesîh andan muammerdir

5. Hilâlin kadri yok ebrûlarına çünkü nisbetle Anın telvînidir kavs bunun sâbit mükerrerdir

6. Ayân olmaz yüzü ma’şûkun âşık olmadan fânî Fenâsız kangı câna anı görmeklik müyesserdir

7. Görüp ayb etme destimde şarâb dilde leb-i dil-ber Ezelden çün vücûdum işbu hâliyle muhammerdir

8. Gel ey bâd-ı sabâ lutf eyleyip bir dem tevakkuf kıl Dağılır târ-ı zülfü yârımın senden mükedderdir

9. Senin sevdân dili rüsvâ-yı âlem eyledi yoksa O bir üftâdedir kim gayrı sevdâdan mutahhardır

10. Beni zülfüne bend hüsnüne hayretde halk etmiş O kim tağyîri mümkün ola mı çünkim mukadderdir

11. Ya kâfir etmez insâf yâ ki sem’i yok işitmekden Şu sözler kim şekerden tatlı gevherden musavverdir

12. Ne yazıldıysa yârın safha-i hüsnüne elbette Anın aynı Hulûsî levh-i sînemde muharrerdir

Kur’ân-ı Kerim’de insanların en fazla kul-

landığı evcil hayvanlar olan deve-sığır

ve davar cinsi için ‘enâm’ kelimesi 26

yerde geçmiştir. Bunun yanında koyun ve keçi

farklı kelimelerle ayrıca zikredilmiştir. Şöy-

le ki, koyun anlamına ‘ğanem’ 3 kere, ‘za’n’

bir kere; dişi koyun anlamına ‘na’ce/niâc’ dört

kere; keçi anlamına ‘ma’z’ bir kere; toplamda

9 kere geçmektedir. Bu âyetlerde, bu hayvan-

ların kulların hizmetine sunulmuş nimetler ol-

duğu hatırlatılmakta, bunların etlerinin helal

ve haram kılma yetkisinin sadece Yüce Allah’a

ait olduğu bildirilmektedir. Yine Hz. Mûsâ’nın

asası ile yaprak çırpması konusu anlatılırken ve

Dâvûd Peygamber’e fetvâ için gelen ortakların

dâvâlarında da koyun söz konusu edilmektedir.

Genel olarak davar kavramıyla dilimizde kar-

şılanan koyun-keçi, pek çok insanın öteden beri

hizmetinde olan, etiyle, sütüyle,

derisi, kılı, yünü ve gübresiyle in-

sanların faydalandığı bir hayvan

cinsidir. Kur’ân’ın ilk muhâtaplarının hayatın-

da da bu hayvanların önemli bir yeri vardı. Gü-

nümüzde de bu hayvanlardan çok yönlü olarak

istifade edilmektedir. Uysallığı ve büyük sürüler

halinde kolay güdülebilir olma özelliği ile koyun

pek çok atasözü ve deyimimize konu olmuştur:

“Koyun gibi uysal”, “koyunun kaval dinlemesi

gibi”, “Sürüden ayrılan koyunu/kuzuyu kurt ka-

par.”, “Çobansız koyunu kurt kapar.” “Koyun can

derdinde kasap et derdinde.”, “Her koyun kendi

bacağından asılır.”, “bir kayın kırk koyun”, “Ağaca

çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur.” gibi. Bu ve

benzeri pek çok özelliği ile koyun, kültürümüzde

mübârek hayvan olarak değerlendirilmiştir. Bir

hadiste, “Koyun edinin, çünkü onda bereket var-

dır.”1 buyrulmuştur. İnatçılığıyla bilinen keçi ise,

inat konusunda örnek getirilen bir hayvan ol-

muştur.

Koyun Pek Çok Faydasıyla Ganîmet Mesabesindedir

Arapçada koyuna, “ganîmet” ile aynı kökten

gelen “ğanem” isminin verilmesi de anlamlıdır.

Zira koyun pek çok faydasıyla ganîmet mesa-

besinde görülmüştür. Zaten bu hayvanlara ge-

nel olarak “enâm” denilerek her birinin sayısız

nimetlere medâr olduğuna işaret edilmiştir. Eti

yenen evcil hayvanların başında koyun ve keçi

gelir. Davar (koyun-keçi) kurban edilebilen üç

cins hayvandan biridir. Hz. İbrahim Peygam-

ber, oğlu İsmail’i kurban etmek için yatırdığın-

da, Yüce Allah katından kurtulmalık olarak bir

kurbanlık vermiştir ki bunun koç olduğu rivâyet

edilir. Şu âyetle bu olaya işaret edilir: “Ona fidye

olarak büyük bir kurbanlık verdik.”2 Bu hayvan-

lardan deve ve sığır cinsi bir ile yedi kişi adına

kurban kesilebilirken, davar cinsi yalnızca bir

kişi adına kurban kesilebilmektedir. Koyun ve

keçinin kurban olabilmesi için bir yaşını doldur-

muş olması şart koşulmuştur. Gösterişli olmak

kaydıyla altı ayını doldurmuş kuzunun kurban

edilmesi de caiz görülmüştür. Bu hayvanların

etinden yiyebilmek için bunların besmeleyle ve

boğazlama yoluyla kesilmiş olması şarttır.

İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*

“Hz. İbrahim Peygamber, oğlu İsmail’i kurban etmek için yatırdığında, Yüce Allah katından kurtulmalık olarak bir kurbanlık vermiştir ki bunun koç

olduğu rivâyet edilir.”

“Pek çok özelliği ile koyun, kültürümüzde mübârek hayvan olarak değerlendirilmiştir. Bir hadiste, ‘Koyun edinin, çünkü onda bereket vardır.’ buyrulmuştur.”

Hayatın İçinden İki Hayvan:

Koyun-Keçi

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba6 7

Senenin çoğunu mer’alarda geçiren koyun

yahut keçi sayısı kırka ulaştığında, kırkta bir ko-

yun yahut keçiyi zekât olarak vermek farz olur.

Sayı arttıkça zekât mikdârı da belli sayıda art-

maktadır.

Bu bilgilerden sonra konumuzla ilgili âyetleri

görelim:

“Hayvanları da yük ve kesim için yaratan

Allah’tır. Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin, şeyta-

na ayak uydurmayın, o size apaçık bir düşman-

dır. Allah sekiz çift hayvan yaratmıştır: Koyundan

(za’n) iki ve keçiden (ma’z) iki. De ki: ‘İki erkeği mi,

yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde

bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Doğru söz-

lü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin.”3

“Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık.

Onlara sığır ve davarın (ğanem) sırt, bağırsak ve

kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıl-

dık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde

cezâlandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.”4

Bu hayvanları yaratıp kullarının hizmetine

sunan Yüce Allah, onları kullarına helal kılmıştır.

Zaten helal veya haram kılma yetkisi tamamıy-

la Yüce Allah’a aittir. Dolayısıyla hiç kimse O’nun

helal kıldığı bu hayvanları şu veya bu gerekçe

ile haram kılamaz. Yine din adına konuşanların,

sözlerini mutlaka vahiyle temellendirmelidirler.

Yahudilere işledikleri hatâlardan dolayı, aslında

helal olan bazı şeyler haram kılınmıştır. On-

lar, peygamberleri öldürmeleri, faiz yemeleri,

bâtıl yollarla gasp etmeleri nedeniyle haram

kılındı. Âyette bu tarihi gerçek hatırlatılarak

insanlara Yüce Allah’ın nimetlerinin kıymeti-

ni bilin ve onlardan mahrum olmamak için de

Yüce Yaratıcı’ya lâyık kullar olun mesajı veril-

mektedir. Zira isyan dünya ve âhirette nimet-

lerden mahrûmiyet sebebidir. Bir kısım belâ ve

musîbetlere, insanlar kendileri davetiye çıkarır-

lar. Nimetlerin şükrü edâ edilmezse kıtlık, belâ

ve benzeri yollarla mahrum kalınabilir.

“Ey Mûsâ! Sağ elindeki nedir? Mûsâ, ‘O benim

değneğimdir, ona dayanırım, onunla davarıma

(ğanemî) yaprak silkerim, ondan daha birçok iş-

lerde faydalanırım.’ dedi.”5

Âyet, pek çok peygamber gibi Hz. Mûsâ’nın

da koyun sürüleriyle meşgûl olduğuna, çoban-

lık yaptığına işaret eder. İnsanlığın hizmetine

sunulan hayvanlarla iç içe bir hayat, kâinât ile

barışık yaşamanın bir tezâhürüdür. Zira bu hay-

vanları ibret nazarıyla izleyen, onlarla ilgilenen

kimseler bunlardaki ilâhî âyetleri daha canlı bir

şekilde görebileceklerdir. Âyette “davarıma” ifa-

desinden Hz. Mûsâ’nın işini sahiplendiğini anlı-

yoruz.

“Dâvûd ve Süleyman da milletin koyunlarının

(ğanem) yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veri-

yorlarken, Biz onların hükmüne şahittik.”6

Koyun Hakkında İki Hüküm

Rivâyete göre, bir sürü sahibinin koyunları

bir ekin sahibinin tarlasında yayılmış ve zarar

vermişti. Dâvâ kendisine gelince Dâvûd (a.s.)

koyunların, tazminat olarak tarla sahibine veril-

mesine hükmetmişti. Süleyman (a.s.) ise, ekinin,

koyun sahibinde kalıp eski haline gelinceye ka-

dar tarla sahibinin tazminat olarak koyunların

sütünden yararlanmasını her iki taraf için de

daha uygun olduğunu düşünmüştü. Olayda iki

peygamberin iki farklı ictihâdı söz konusu ol-

muştur. Her ikisi de iyi niyetli olarak karar ver-

diklerinden sevap kazanmış olmalılar.

Peygamberimiz’den gelen konuyla ilgili iki

hadis şöyledir: “Eğer bir yargıç doğru hükme

varabilmek için elinden gelen çabayı harcarsa,

doğru hüküm verdiğinde iki sevap, yanlış hüküm

verdiğinde ise bir sevap kazanır.”7

“Yargıçlar üç gruptur ve sadece bir tanesi cen-

nettedir. O da Hakk’ı kabul eden ve ona göre hü-

küm verendir. Diğer taraftan hakkı bildiği halde,

ona aykırı hüküm veren ile yeterli bilgi ve yetkisi

olmadığı halde hüküm mevkiinde oturan kimse

ise cehennemdedir.”8

“Sana dâvâcıların haberi ulaştı mı? Mâbedin

duvarına tırmanıp Dâvûd’un yanına girmişlerdi de,

o onlardan ürkmüştü. Söyle demişlerdi: ‘Korkma,

birbirinin hakkına tecâvüz etmiş iki davacı; ara-

mızda adaletle hükmet, ondan ayrılma, bizi doğru

yola çıkar.’ Bu kardeşimin doksan dokuz dişi koyu-

nu (na’ce), benim de bir tek dişi koyunum vardır;

onu da bana ver dedi ve tartışmada beni yendi.

Dâvûd, ‘And olsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi

koyunlarına (niâc) katmak istemekle sana haksız-

lıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu bir-

birlerinin haklarına tecâvüz ederler. İnanıp yararlı

iş işleyenler bunun dışındadır ki, sayıları da ne ka-

dar azdır!’ demişti. Dâvûd, kendisini denediğimizi

sanmıştı da, Rabb’inden mağfiret dileyerek eğilip

secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah’a yönelmişti.

Böylece onu bağışlamıştık. Katımızda onun yakın-

lığı ve güzel bir geleceği vardır.”9

Bu âyetlerin yorumunda bazı kaynaklarda

dâvâya konu olan koyunlar, kadınlar olarak an-

laşılarak aslı astarı olmayan hikâyeler yer al-

mıştır. Hâlbuki âyetlerden ilk etapta anlaşılan

koyunları olan iki ortak arasında bir dâvânın

Davut Peygamber’e getirilmesidir. Âyetlerden

meselelerin çözümünde bilen yetkili kişilere

mürâcaat etmenin, karar verme noktasında

olanların da adaletli karar vermelerinin, ortak-

lıkla iş yapanların birbirlerinin haklarına âzamî

ölçüde dikkat etmelerinin gereği anlaşılmakta-

dır.

Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

1. İbn Mâce, Ahmed.2. 37/Sâffât, 107.3. 6/En’âm, 142-143.4. 6/En’âm, 146.5. 20/Tâhâ, 17-18.6. 21/Enbiyâ, 78.7. Buhârî.8. Ebû Dâvûd; İbn Mâce.9. 38/Sa’d, 21-25.

“Hz. Mûsâ’nın asası ile yaprak çırpması konusu anlatılırken ve Dâvûd Peygamber’e fetvâ için gelen ortakların dâvâlarında da koyun söz konusu edilmektedir.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba8 9

Tam adı Ebu’l-Baha Ziyaüddin Halid b. Ahmed eş-Şehrezurî olmakla birlikte Bağdat’ta medfun olduğu için Halid el-

Bağdâdî diye meşhurdur. Halid el-Bağdadî (k.s.), 1193/1779’da Irak’ın kuzeyindeki Süleymani-ye kentinin Karadağ beldesinde doğdu. Babası memleketinde “Şeşangost” (Altıparmak) laka-bıyla bilinen Pir Mikâil adıyla maruf Kadirî tari-katına müntesip bir zâttı. Annesi de bölgede ta-nınmış bir ailedendi. Soyunun baba tarafından Hz. Osman (r.a.)’a, anne tarafından ise Hz. Ali (r.a.)’ye dayandığı kaydedilmektedir. O, itikadda Eş’arî ve fıkıhta Şafiî mezhebindendi. Bağdadî, Karadağ’da başladığı ilim tahsiline Bağdat’ta devam etti.

Hac esnasında yaşadığı çeşitli mânevî tec-rübelerden sonra manevî açıdan kendini geliş-tirmek isteyen Halid el-Bağdadî (k.s.) tasavvufî bir harekete intisap etmek istedi. Bu düşünce içinde arayış hâlindeyken tecrübe ettiği bazı olaylar şöyle anlatılır:

“Medine’de bulunduğum bir gün hacılar ara-sında dolaşırken birden istikamet ve riyazet sa-hibi olduğu anlaşılan Yemenli âlim ve âmil bir zâtla karşılaştım. Sıradan bir insanın âlim bir zâttan nasihat istemesi gibi bir tavır takınarak kendisinden nasihat talep ettim. Pek çok na-sihatlarda bulundu ve bana: “Mekke’de bulun-duğun sürece şeriata ters bile olsa gördüğün hiçbir harekete karşı çıkma.” dedi ve gitti. Ha-cılarla Medine’den Mekke’ye ulaştım. Yemenli zâtın nasihatlarını daima hatırlamaya gayret ediyordum. Bir Cuma günü mescide ilk gelene vadedilenden deve kurbanı ecrine nai olmak için Mescid-i Haram’a erken geldim. Kâbe’ye karşı oturup Delail-i Şerif okumaya başladım. Bu arada siyah sakallı, sıradan biri gibi giyinmiş bir adamın geldiğini ve sırtını Kâbe’nin duvarına dayayıp yüzünü bana çevirdiğini gördüm. İçim-den “Bu adam Kâbe’ye karşı edep dışı davranı-yor.” diye düşündüm. Fakat o zâta bir şey söyle-yemedim. Bu sırada o bana hitaben: “Bilmez mi-sin Allah katında mümin olan bir kimseye saygı ve hürmet Kâbe’ye hürmetten daha büyük ve

önemlidir. Yüzümü sana dönmeme niçin itiraz

ediyorsun? Medine’de sana yapılan nasihatı ne

çabuk unuttun.” dedi. Bunun üzerine onun bü-

yük bir velî olduğunu anladım. Hemen ellerine

kapanıp ondan özür dileyerek beni irşad etme-

sini istedim. O da “Senin irşadın bu diyarda de-

ğildir” deyip eliyle Hindistan tarafını işaret etti.

“İşaretler sana bu yönden gelecek ve irşadın

orada olacaktır.” diyerek sözünü tamamladı. Bu

hadiseler vuku bulunca beni maksuduma ulaş-

tıracak mürşidi Mekke ve Medine’de bulmaktan

ümidimi kestim ve haccın menasikini tamamla-

yıp Şam’a döndüm.”

Halid el-Bağdadî (k.s.), Süleymaniye’ye gel-

dikten bir müddet sonra içindeki tasavvufî ter-

biye arzusu arttı. Bu sırada Abdullah Dihlevî’nin

Hindistanlı müridlerinden biri olan Mirza Rahi-

mullah Azimabadî’yle Halid el-Bağdadî’ye zi-

yaretine gelmesi için haber gönderdiği kayde-

dilmektedir. Delhi’ye varmak için İran ve sonra

Afganistan’a gitti. Türkistan ve Horasan bölge-

sinde kendisine Delhi’ye gitmemesi yönünde

telkinler olduğunu ve bu sözlere kanmayarak

yola devam ettiğini Dîvân’ında şöyle açıklar:

“Turanlılar ile Horasanlılar beni çok kınadı-

lar. Eğer Müslümansan küfür diyarına gitmeyi

nasıl benimsedin dediler. Onlar Dihle’de küfür

karanlığı var dediler. Ben de içimde dedim ki,

eğer hayat suyunu aramaktaysan mutlaka ka-

ranlığa gitmelisin… Ey nefsin süslü hilelerinden

ve Şeytanın aldatmalarından kurtulmak isteyen

kişi! Sen can u gönülden Abdullah Şah’ın kölesi

ol.”

Buradan Delhi’ye geçen Halid el-Bağdadî

(k.s.) orada yaşayan Abdullah Dihlevî Efendiye

ulaştı ve ona intisap etti. Onun Delhi’ye gelişi

yaklaşık olarak 1225/1810 tarihine tekabül et-

mektedir. Bağdadî, Abdullah Dihlevî’nin göze-

timinde yaklaşık 6 veya 11 ay südürdüğü seyr

ü sülûktan sonra ondan hem Nakşbendiyye-

Müceddidiyye’den hem de Kadiriyye, Sührever-

diyye ve Çiştiyye tarikatlarından icazet aldı.

Hat: Emre ÖZDEMİR

ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**

Mevlânâ HalidEl-Bağdâdî (k.s.)

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba10 11

Daha sonra şeyhinin pek çok iltifatına maz-har olan Bağdadî (k.s.)’ye irşad faaliyetlerini yü-rütmek üzere memleketine dönmesi emredildi. İlk etapta bu duruma memleketindeki Bercencî ve Haydarî etkisini gerekçe göstererek affını is-tese de şeyhi orada başarılı olabilecek donanı-mın kendisinde olduğu belirtilerek ikna edildi.

Veba salgını neticesinde 14 Zilkade 1242/9 Haziran 1827’de Şam’da vefat etti. Vasiyeti üze-re kefenleme ve cenaze işlerini İsmail Enaranî, Muhammed Nasih, Abdulfettah Akrî ve Muham-med Sâlih yaptılar. Şam Emeviyye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından şehre yakın bir tepeye defnedildi.

Nakşbendî-Müceddidî silsileden gelen şeyh-ler tarikat âdâbına oldukça önem vermekte-dirler. Onlar eserlerinde ve sohbetlerinde bu konudaki görüşlerini ortaya koyup pîrlerinin belirledikleri âdâba uyulmasını tarikatın şart-ları arasında saymaktadırlar. Halid el-Bağdadî (k.s.)’ye göre tarikatta uyulması gereken edep-lerin en önemlileri şunlardır: Kuran-ı Kerim’in hükümlerine ve sünnet-i seniyyeye yapışmak, çirkin-kötü bidatlardan sakınmak, zorlukta ve darlıkta sabırlı olmak, bolluk ve sevinç anla-rında şükretmek, azimeti tercih edip mecbur kalmadıkça ruhsatlara sarılmaktan sakınmak,

kalbe gelen havâtıra itibar etmemek, kalbi dış bağlardan arındırarak onun gerçek sevgiliden başkasıyla ilgisini kesmek, ehl-i sünnet âlimleri tarafından kesin delil olarak kabul edilmeyen vakıalara (rüyalara) ve ilhamlara tam olarak iti-mat etmemektir.

Bağdadî (k.s.), tasavvufî terbiyenin mutlaka ehliyetli olandan alınması gerektiğini belirt-mektedir. Ona göre her işin istismarcıları oldu-ğu gibi bu yolda da kendisini şeyh olarak takdim eden ehliyetsiz ve sahte tiplerin var olduğuna dikkat çekmektedir. Dolayısıyla gerçek ve ehli-yetli bir mürşid-i kâmil bulmadan bu yola giril-memelidir. Gerçek/sahih bir şeyhte bulunması gereken özelliklere dikkat çeken Bağdadî (k.s.) bunları şöyle açıklamaktadır: Kur’an-ı Kerim’e ve sünnet-i seniyyeye bağlı olan ve buna etra-fındakileri teşvik eden, bidatlardan sakındıran, seleflerinin yolunu takip eden, gönlünü dünyevî şeylere kaptırmayan, dinini yaşamada hiçbir kı-nayıcının kınamasına aldırmayan, insanları Al-lah (c.c.)’a kulluğa sevkeden ve O’nu sevdiren, iyiliği emredip kötülükten sakındıran, güzel ni-yet ve ihlâsla etrafındakileri gaflet uykusundan uyandıran, Allah (c.c.)’ın yardımıyla müridleri-nin kalplerine ilâhî aşk ve cezbeyi ilka edendir. Bunların dışında suda yürümek, havada uçmak ve gaipten bir şeyler söylemek gibi kevnî kera-

met olarak değerlendirilen olaylar şeyhlik için şart değildir. Çünkü bu özellikler Allah (c.c.)’ın yarattığı pek çok varlığa ihsan ettiği sıradan âdetlerdir. Mürşidler müridlerini böyle şeylere itibar etmekten men etmelidirler. Eğer mürşid-de keramet aramak gerekirse onun en güzeli is-tikamet üzere olmasına bakılmalıdır. Ona göre yukarıda sıralanan vasıflara sahip olan gerçek mürşid sayısı -kendi yaşadığı dönemde- olduk-ça azdır.

Râbıta müridin seyr u sülûkta vuslata er-mesini hızlandıran esaslardan biridir. Kur’an-ı Kerim’e ve sünnete sarılmaktan sonra Al-lah (c.c.)’a ulaşmanın en büyük sebebi olarak râbıtayı takdim etmektedir. Râbıta, fenâ fî’llahın başlangıcı olan fenâ fî’ş-şeyhe giden yolların en kısası ve hedefe en hızlı ulaştıranı olarak kabul edilmektedir. O bu görüşünü “Ey iman edenler! Allah’tan korkun (ittika edin) ve sâdıklarla bera-ber olun.” (9/Tevbe, 119) âyetine dayandırmakta-dır. Ona göre bu âyet-i kerimedeki “Sâdıklarla beraber olun.” emri mürşidle zâhirî ve mânevî beraberliği gerektirir. Çünkü manen sâdıklarla beraberlik râbıtadır. Müridin hâlini örnek ola-rak kabul ettiği şeyhini düşünmesi onun edep ve terbiyesini muhafaza etmesini sağlar. Da-hası râbıta sayesinde mürid kötü huy ve çirkin hâllerden uzaklaşır. Dolayısıyla söz konusu yö-nüyle râbıta güzel ahlâkı elde etme ve onunla yaşamanın önemli bir vesilesidir.

Bağdadî (k.s.), şeyhe yapılan râbıtayı (râbıta-i şeyh) önemle vurgulamaktadır. Müridlerine fe-yizlerini artırmak ve mânevî seyrde ilerleyişle-rini hızlandırmak için râbıta yapmalarını telkin etmektedir. Özellikle onun “şeyhin suretinin müridin iki kaşı arasında tasavvur edilmesi” şeklinde tanımlanan râbıta yaklaşımı dikkat çekmektedir. Çünkü o, insandaki iki kaşın ara-sını hayal hazinesi ve feyiz kaynağı olarak de-ğerlendirmektedir. Ona göre mürid, mürşidi-nin iki kaşı arasına odaklanarak ondaki suretin ötesine geçip onun ruhanî yüzüne bakar. Mür-şidinin ruhaniyetini hayal hazinesine dâhil ve kendinde hazır hissederek ondaki feyzin kalbine

akışını sağlayıp seyr-i ila’llaha ulaşma bakımın-dan önemli bir mesafe alınmış olur. Dolayısıyla râbıta seyr-i ila’llah için bir vesiledir.

Tasavvufî terbiye kişinin vukûf-i kalbîyi elde etmesini amaçlamaktadır. Bununla kastedilen kalbi meşgul eden maverâdan Allah (c.c.)’ın dışındaki bütün alâkalardan) arındırılıp çeşitli düşünce ve vesveselerden kurtularak bütünüy-le Allah (c.c.)’a yönelmektir. Ancak söz konusu gayeye ulaşmak için kalbe murakabe etmek gerekmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse sûfînin ulaştığı vukuf-i kalbî onun her anını Allah (c.c.)’ın zikriyle donatmalıdır.

Bağdadî (k.s.)’ye göre gerçek şeyh müridle-rinin hâllerine vâkıf olmalıdır. Onları kötülük-lere ve dedikoduya daldırmamalı veya bu tür durumlara vesile olacak uygulamalarına dikkat etmelidir. Müridlerinin veya etrafındaki bazı insanların gıybete düşmelerini önlemek adına Halid Bağdadî (k.s.)’nin kaynaklarda zikredilen bir menkıbesi dikkate değerdir. O, âdeti olduğu üzere tütün içmekteydi. Onun bu alışkanlığı zi-yaretine gelen ve ilmine saygı duyan bazı zevât tarafından garip karşılanarak kınanmaktaydı. Bu durum kendisine aktarılınca hemen bir ye-mek ziyafeti düzenleyip tütün içmesini dillleri-ne dolayarak konuşanları da oraya davet etti. Yemekten sonra tütünün helâl veya haramlığı konusunda müzakere ortamı oluşturdu. Orada bulunanları pek çok delile dayanarak tütünün kesin haramlardan biri olmadığına ikna ettikten sonra tütün tabakasını getirtti. Orada bulunan-ların gözü önünde tabakayı kırıp ayağının altın-da ezerek şöyle dedi: “Şimdi şeriatta tütünün yeri belli oldu. Şahit olunuz ki, şimdi ben onu iptal ediyor ve bâtıl sayıyorum. Bunu böyle yap-mamın sebebi sizin tenkidinize saygı duymam ve sizin günaha düşmenizi istemememdir.” Bu olaydan sonra onun bir daha tütün içmediği be-lirtilmektedir.

Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 373-386. sayfalarından özetlenmiştir.

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba12 13

İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*

Sözlükte haber; “bir nesneyi gereği gibi

bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin

iç yüzünden haberdar olmak” mânâsına

gelen hubr (hıbre) kökünden türemiş bir isimdir.

Terim olarak “geçmişte meydana gelen veya

gelecekte vukû bulacak bir olayı bildiren söz,

mahiyeti itibariyle doğru veya yanlış olma ihti-

mali bulunan söz” gibi farklı şekillerde tanım-

lanmıştır. Bu tanımların ortak noktaları haber

konusunun duyularla algılanabilir olması, vahye

dayanmışsa geleceğe de ait olabileceği husus-

larıdır. Doğru veya yanlış oluşu, gerçeğe uyup

uymaması haberin konusuna göre değişir. Bazı

hususların doğruluğunu, bazılarının yanlışlığı-

nı onaylamak gerekli iken, bir kısım haberlerin

yanlış veya doğru olma ihtimali mevcuttur.1

İslâm inancı açısından meseleye baktığımız za-

man nasıl ki, güvenilir ve dürüstlük değerlerine

sahip olmak bir Müslümanın şânındansa, ver-

diği haberin de güvenilir ve doğru olması aynı

şekilde Müslümanlığın şânındandır. Verilen bu

haberin sözlü ya da yazılı olması gerçeği değiş-

tirmez. Çünkü Yüce Allah insana, doğru haber

vermesini ve doğru haber edinmesini bir içgüdü

olarak lütfetmiş; yalan haber vermeyi ve yalan

beyanda bulunmayı da yasaklamıştır. Yalan be-

yan; ister sözlü, isterse yazılı yapılsın dinimizde

günahtır, haramdır. Yalan haber, halkın doğru

haber alma hakkının bir ihlâlidir. Yalan haber-

den toplum vicdânında nefret edilir. Bizler “gü-

venilir” bir peygamberin ümmetiyiz. Her yerde

ve her zaman, sözün en doğrusunu söylemekle

yükümlüyüz.

Her Haberi Tahkîk Etmeli

Günümüzde yazılı ve sözlü basın cinsinden

bilumum yayın organları; halkın gören gözü,

duyan kulağı ve konuşan dili konumundadır. Bu

sebeple, basın çalışanları, her haberi tahkîk et-

meli, aşırı dikkat ve titizlik göstermeli, doğrulu-

ğu konusunda emin olmadıkça kamuoyuyla bir

haberi paylaşmamalıdır. Zira yerine göre haber

bir emânettir, yapılan yanlış bir haber, birey ve

toplum hakları açısından telâfîsi imkânsız so-

nuçlar doğurabilir. Onun için basın yasasına ve

dinî değerlere bağlı bir basın çalışanı nedâmet

duyacağı haber, resim, makâle gibi etkinlikler-

den uzak durmalıdır. Emânet olan haber, en az

iki kişi arasında olabileceği gibi, basın yayın or-

ganları yoluyla binlerce insan arasında da ger-

çekleşebilir. Herhangi bir konuda ve her durum-

da güvenilmez kimselerin getirdikleri haberleri,

doğruluğunu araştırmadan kabul etmek İslâm’a

uygun değildir. Haber konusunda İslâm tarihin-

de, sosyal ve hukûkî hayatın düzenli yürümesi,

haksızlık ve huzursuzlukların önüne geçilmesi

bakımından çok önemli bir olay yaşanmıştır.

“Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından Velîd b. Ukbe,

Benî Musta’lik Kabîlesi’nin zekât vergisini topla-

mak üzere gönderilir. Velîd yolda iken birisi, bu

kabîleden silâhlı bir grubun yola çıktığı haberini

“Yüce Allah insana, doğru haber vermesini ve doğru haber edinmesini bir içgüdü olarak lütfetmiş; yalan haber vermeyi ve yalan beyanda bulunmayı da yasaklamıştır.”İslâm ve Müslümanlar

Haberlerin Ağında

“Müslümanın verdiği haberin de güvenilir

ve doğru olması Müslümanlığın

şânındandır.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba14 15

getirir. Velîd, onların savaşmak için çıktıklarını

düşünerek geri dönüp Peygamberimiz (s.a.v.)’e

durumu anlatır. O da haberin doğru olup ol-

madığını araştırmak ve gereğini yapmak üzere

Hâlid b. Velîd’i gönderir. Hâlid, kabîleye yakın

bir yerde konaklayarak durumu araştırır; söz

konusu grubun ezan okuyup namaz kıldıklarını,

İslâm’a bağlılıklarının devam ettiğini tesbit eder

ve Medine’ye döner. Sonunda onların, zekât

tahsildarı geciktiği için durumu öğrenmek veya

zekâtı kendi elleriyle Hz. Peygamber (s.a.v.)’e

teslim etmek üzere yola çıktıkları anlaşılır.2 Bu

olay üzerine şu âyet-i kerîme nâzil olur: “Ey

iman edenler! Bilmeden birilerine zarar verip de

sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, yoldan

çıkmışın biri size bir haber getirdiğinde doğrulu-

ğunu araştırın.”3

Görüldüğü gibi bu âyette “fâsığın birisi size

bir haber getirirse” şeklinde bir uyarı vardır. Din

dilinde fâsık, “dinin emirlerine uymayan, Allah’a

itâatten çıkan kimse” demektir; yalan haber

taşıyan kimse de bu kavrama dâhildir. Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’in ashâbı genel olarak doğru,

dürüst, takvâ sahibi insanlar olarak kabul edil-

mişlerdir. Buna göre âyette geçen fâsık keli-

mesi, Velîd b. Ukbe’nin değil, ona yalan haberi

taşıyan meçhul kişinin niteliğidir. Âyetten çıkan

genel hüküm, durumu bilinmeyen veya yalancı,

günahtan çekinmez olarak tanınan kimselerin

verdikleri haberlere ve bilgilere güvenilmeme-

si, bunlara göre hüküm verilmemesi, harekete

geçilmemesidir.4 Dolayısıyla bir Müslümanın

haber konusunda takip etmesi gereken siyaset,

haberi veren kişinin güvenilir olup olmadığını

araştırmak ve muhâbirin verdiği haberi değişik

kanallarla tetkik ettikten ve tam bir itmi’nân

sağladıktan sonra doğru ya da yanlışlığına ka-

rar vermektir.

Dil, düşünce ve bu düşünceyi beyan etme

arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü düşünce,

kullanılan dil üzerine kurulur. Onun için yazı-

lan, çizilen ve konuşulan kelimeler kuyumcu

hassâsiyetinde çok dikkatli seçilmelidir. Özel-

likle basın-yayın organlarında ve uluslararası

ilişkilerde bazen dilde bir yanlış kullanım ya da

sürç-i lisan tamiri mümkün olmayan sonuçlar

doğurabilmektedir. Bu sebeple, mutlaka -ister

yerel, ulusal veya uluslararası yayın yapsın-

başta radyo, televizyon, sosyal basın olmak üze-

re dergi, gazete gibi yazılı veya görsel basın sa-

hipleri kurumlarında bir din danışmanı istihdâm

etmelidirler. ABD ve Avrupa ülkelerinde dinî ko-

nularda danışman kullanma revaçta iken, bizde

ise herkes din bezirgânı kesilmekte, bu sebeple

zaman zaman büyük yanlışlar yapılmaktadır.

Meselâ bir televizyon muhâbiri, heyecanla, “Bu

sene hac mevsimi yine kurban bayramına denk

geldi!” diyebilmektedir. İşte bu tip yanlışların

önüne geçmek için mutlaka haberler basılıp

neşredilmeden önce bir din danışmanının göze-

timinden geçirilmelidir.

Anlamları Çarpıtılarak Sunulan Bazı Dinî Istılahlarımız

Öte yandan, bilindiği gibi İslâmî literatürde,

kavram karşılığı olarak ‘ıstılâh’ sözcüğü kullanı-

lır. Arapça’da, lafzın ilk konulduğu yerden nak-

ledilen şeyin ismiyle bir şeyin adlandırılmasın-

da bir topluluğun söz birliği etmesi mânâsına

gelen ıstılah, “düzelmek, doğru olmak” anla-

mındaki “salâh” kökünden türemiştir. Salâh kö-

künden gelen bütün kelimelerin ortak anlamı

“barıştırmak”tır.5 Bu sebeple kavramları yerli

yerince kullanmak toplum hayatında birleştiri-

ci ve barıştırıcı bir işlev görecektir. Son yıllarda

dünyada ve özelde İslâm âleminde oryantalist

bakış açısıyla İslâmî kavramların içeriği sap-

tırılarak İslâm ve Müslümanlar hakkında algı

operasyonlarına gidilmektedir. Bu da dil ve dü-

şünce ekseninde yapılmaktadır. Algı oluşturma

operasyonları, yapanların dâvâlarına hizmet

edecek boyutta çifte kârlar sağlamaktadır. Ed-

ward Said’in tabiriyle emperyalizmin keşif kolu

olan oryantalistler tarafından İslâmî kavram-

lar üzerinden üretilen bu algı biçimleri Müs-

lümanlar arasına çatışma tohumları ekmekle

kalmıyor, dış dünyada da İslâm ve Müslüman-

lar hakkında doğru olan algıyı terörize ediyor.

Batılı yayın organlarında bir Kur’an terimi olan

“irhâbiyye”nin servis edilme ve dolaşıma sokul-

ma biçimi buna açık bir örnektir. ABD ve Batı

ülkelerinde bulunan bazı strateji merkezleri

“irhâbiyye” kavramına “terör” anlamı yükleye-

rek, referans olarak Kur’an-ı Kerim’i göster-

mektedirler. İslâmî düşüncede dindarlık, korku

üzerine değil, sevgi üzerine kurulur. Her ne şe-

kilde olursa olsun, Kur’an’da ve sünnette kulla-

nılan “rehb” sözcüğü, hiçbir âyette terör veya

terörist mânâsına kullanılmaz. Meselâ Enfâl

Sûresi’nin 60. âyetinde şöyle geçmektedir: “On-

lara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş

atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını ve

bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın

bildiği diğer düşmanları caydırırsınız (türhibûne).”

Görüldüğü gibi bu âyette geçen “türhibûne” fiili,

caydırmak, sakındırmak mânâsına gelmektedir.

Kaldı ki, aynı kökten gelen “râhib ve râhibe”,

Hıristiyan din adamlarına denir. Kur’an onla-

rın dünyadan el-etek çekme anlamında Allah

korkusuna dayalı bir dindarlık icat etmelerini

kınar.6 Hz. Peygamber (s.a.v.) de, “İslâm’da ruh-

banlık yoktur.”7 buyurmak suretiyle Müslüman-

ları uyarır. Çünkü İslâm’da din-dünya ayrımı

yoktur. Her ne şekilde olursa olsun, Kur’an’da

ve sünnette kullanılan “rehb” sözcüğü, terör

ve terörist anlamlarına gelmemektedir. Hatta

Batı toplumlarında bazı gayr-i Müslim şahıslar

terör çıkarmalarına rağmen bağlı olduğu dinle-

riyle irtibatlandırılarak aslâ terörist muâmelesi

görmezler. Müslümanlar söz konusu olduğu

zaman, “irhâbiyye” hemen Kur’an’la irtibatlan-

dırılarak gündeme taşınır. Amaç, İslâm’ın ve

Müslümanların imajını bozarak, İslâm’ın yayılı-

şının önüne geçmektir. “İrhâbiyye” sözcüğü ile

Kur’an arasında kurulan ilişkiden dolayı, Batı

toplumlarında Kur’an’a karşı saygısız tutumlar

ortaya çıkmaktadır. Onlara göre her ne kadar

her Müslüman terörist değilse de her terörist

Müslümandır. Dolayısıyla Müslümanlar, Batı

basın yayın organlarının mânâsını çarpıtarak

Müslümanlar aleyhine kullandıkları bu kelimeyi

özellikle medyada kullanmamalıdırlar.

“Yerine göre haber bir emânettir, yapılan yanlış bir haber, birey ve toplum hakları açısından telâfîsi imkânsız sonuçlar doğurabilir.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba16 17

Babadan, dededen aldığın hızla,Tebriz’e, Şirvan’a, Hazar’a dayan,Osmanlı olana, bu uyku fazla,Kaybetmeye mahkûm, yerinde sayan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Tiflis müdafâsı, Çıldır seferi,Kaleyi vermeyen üç-beş neferi,Unutuldu Meşâleler zaferi,Duâ etsin sana, ismini duyan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Sokullu Mehmet’i şehit ettiler,Şeyh Üftâde Hazretleri gittiler,‘On beş sene savaşları’ bittiler,El aya giderken, kalmışız yayan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Celî tâ’lik, Sülüs hatların küstü,Saatler, resimler umudu kesti,‘Murâdi’ mahlaslı şiirler sustu,Konuşur yalanlar, hep ayan-beyan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Manisa’da Muradiye ağlıyor,Üç mimarı birbirine bağlıyor,Yirmi milyon kilometre çağlıyor,İltifat görüyor, ceddine kıyan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Kâbe duvarında senin izlerin,Dillerde dolaşır güzel sözlerin,Dört asırdır yumuk elâ gözlerin,Sendin, kayıpları yerine koyan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Üçüncü Murad Han

Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

1. Yavuz, Yusuf Şevki, “Haber”, DİA, XIV, 346. 2. Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 279. Ayrıca bkz. İbn Ke-

sir, M. Tefsîr, (Tahk. M. Ali es-Sabuni), Mekke, 1981, III, 361. 3. 49/Hucurat, 6. 4. Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara: Diya-

net İşleri Başkanlığı Yayınları, 2007, V, 89-90. 5. Bkz. Cürcânî, S. Şerîf, et-Ta’rîfât, (thk. Abdurrahmân

Umeyra), Beyrut, 1987, s. 174-175.6. 57/Hadîd, 27.7. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 226.

“Fundamantalizm” Ruhları Karartan ve Korkutucu Bir Kelime

Bir başka kelime de “fundamantalizm”dir.

“Köktencilik” anlamına gelen fundamentalizm,

ilk defa 17. yüzyılda ABD’de ortaya çıkan Hıris-

tiyan Protestan hareketinin adıdır. Hareketin

temel felsefesi, Hıristiyanlığın asırlardır ürettiği

konsil kararlarını ve Kilise doğmalarını reddet-

mektir. Bu dinî akıma göre, vahyi, kilise değil,

İncil temsil eder. Geleneği reddederek sadece

İncil’in köklerine dönmeyi amaçlayan bu hare-

ket, Batı’da çok masum iken İslâm dünyasın-

da çok korkunç anlamlar yüklenerek tedâvüle

sürülmüştür. Eğer fundamantalizmin İslâm

Dünyası’nda bir karşılığı olacaksa, herhalde,

başta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yaşayan sünneti

olmak üzere, üretilmiş 1400 yıllık ilmî ve irfânî

birikimi reddeden ve sadece Kur’an’ın köklerine

dönmeyi amaçladığı iddiasında olan akımlar ol-

malıdır. İşin esası hiç de böyle değildir. Gelenek-

sel mânâda İslâm’ın kök değerlerine bağlı kalan

ve bu yüzyılda da İslâm’ı bir yaşama sistemi

olarak benimseyen, istîlâ edilmiş ülkelerini em-

peryalistlerden kurtarmak için mücâdele veren

Müslümanlar “fundamentalist” olarak etiket-

lenerek karalanmak istenmektedir. Bir başka

açıdan fundamentalizm, Batı’da Hıristiyanlık

için ruhları aydınlatan câzip bir kelime olurken,

İslâm dünyasında ise, ruhları karartan ve korku-

tucu bir kelimeye dönüşebilmektedir.

Netice, biz Müslümanlar için başkalarının

strateji merkezlerinde ürettiği haberleri ve çar-

pıtılarak sunulan din dilini kullanma konusunda

farkındalık bilinci oluşturmak varoluşsal bir so-

rumluluğumuzdur. Fâsıkların rotatiflerinden ya-

yılan yalan haberler konusunda Müslümanların

basın-yayın organları uyanık olmalı ve araştır-

macı bir habercilik ilkesi geliştirmelidirler. İslâm

sevmezlerin ve art niyetli kötü kişilerin İslâm ve

Müslümanlar aleyhine yalan haber ve çatışmacı

din dili kullanmalarının asıl hedefi, düşünce ve

davranış planında Müslüman toplumları kav-

ram kargaşasına düşürmek suretiyle zihinlerde

ve davranışlarda parçalanmayı hızlandırmaktır.

Saf İslâm’ın değerler skalasına bağlı her Müs-

lüman, haberlerin ve bu haberlerde yer alan

din dilinin doğru bir şekilde kullanılması konu-

sunda hassasiyet göstermekle birlikte bunun

sûiistimal edilerek ve istismar aracı olarak kul-

lanılması karşısında duyarlı olmalı ve sessiz

kalmamalıdır. Bütün Müslümanların çetin bir

sınavdan geçtiği günümüzde, her mü’min, ha-

berlerin ağına takılarak din dili ve düşünce dün-

yasında hileli yönlendirmeler karşısında sorum-

luluk bilinciyle hareket etmelidir.

Safiye, Nurbanu Sultan susuyor,Portekiz’de, Fas’ta yeller esiyor,Fethiye Camii surat asıyor,Düşmanlar haşerat, komşular çıyan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Ayasofya şimdi baykuşla doldu,Namaz kıldırdığın ‘Cüluslar’ soldu,Üsküdar’da sensiz kaç sabah oldu,Kırk dokuz seneyi eyleme ziyan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Bildiğin dilleri bize de öğret,Vankulu Mehmet’le edelim sohbet,Ahi Çelebi’yi tanısın millet,Cömertlik, tevâzu, takvadır mayan,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!

Gaflete düşenin çekilir suyu,Cihatsız yaşamak dipsiz bir kuyu,Celil’im sen uyu! Hem yaz, hem uyu,‘Uyan, uykusu çok gözlerim uyan’,Uyan ey Üçüncü Murad Han uyan!...

Halil GÖKKAYA

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba18 19

KÜLTÜR M. Nihat MALKOÇ

Osmanlı Padişahlarının 12.’si ve İslâm Halifelerinin 91.’si Sultan III. Murad

Osmanlı padişahlarının 12.’si ve İslâm hali-

felerinin 91.’si olan Sultan III. Murad, II. Selim’in

Venedik asıllı eşi Afife Nurbânû Sultan’dan doğ-

ma en büyük oğludur. Dedesi Kanûnî Sultan

Süleyman’dır. 4 Temmuz 1546 (Cemâziyelevvel

953) tarihinde, babası II. Selim/Sarı Selim, Sa-

ruhan/Manisa Sancakbeyliği’nde görevli iken

Manisa’da dünyaya gelen III. Murad, diğer şeh-

zadeler gibi çocukluğunda ve gençliğinde iyi

bir eğitim almıştır. Orta boylu, değirmi yüzlü,

kumral sakallı, elâ

gözlü ve beyaz tenli

olarak tasvir edilen

III. Murad, ilk tahsili-

ni Manisa sarayında

görmüştür. Zamanın

meşhur hocaları Sa-

adeddin Efendi ve İb-

rahim Efendi onu iyi

bir eğitimden geçir-

miştir. Devrin ilimle-

rini onlardan öğren-

miştir.

Donanımlı bir in-

san olan III. Murad,

küçük yaştayken Ay-

dın Sancakbeyliği’ne

tayin edilmiştir. Ba-

bası II. Selim, Kara-

man valisi olunca III.

Murad da Akşehir

Sancakbeyliği’nde gö-

revlendirilmiştir. Kanûnî Sultan Süleyman’ın

vefatından ve babasının tahta geçmesinden

sonra 1562 yılının martında III. Murad, Manisa

Sancakbeyliği’ne getirilmiştir. Osmanlı tahtına

geçinceye kadar, 12 sene boyunca bu görevde

kalmıştır. Arnavut asıllı Safiye Sultan ile bu-

rada iken tanıştırılmış ve onunla evlenmiştir.

Safiye Sultan’dan olan oğulları III. Mehmed ve

Mahmud ile kızları Ayşe ve Fatma burada dün-

yaya gelmiştir. Mihrihan, Fahriye, Nazperver,

Şahhuban; III. Murad’ın Safiye Valide Sultan

dışında bilinen eşle-

rinden bazılarıdır. III.

Murad’ın oğulları III.

Mehmed, Abdullah,

Bayezid, Cihangir

II, Alaüddin (Mah-

mud), Mustafa, Se-

lim, Abdurrahman,

Alemşah, Ali, Hasan,

İshak, Korkud, Hüse-

yin, Ahmed, Osman,

Ömer, Yakup, Yusuf,

Davud, Cihangir I,

Süleyman; kızları ise

Ayşe, Fatma, Hüma,

Hatice, Fahriye,

Mihrimâh ve Fethiye

adlarını taşımakta-

dır.

Sultan III. Murad,

bütün çocuklarına

değer verse de gelecekte halefi olacak olan

şehzadesi Mehmet üzerine adeta titrerdi. Onun

iyi yetişmesi için hiçbir fedakârlıktan kaçınmaz-

dı. Onun için görkemli bir sünnet düğünü yap-

mıştır ve bu düğün Gelibolulu Âli’nin “Cami’ül-

Buhur Der-Mecâlis-i Sûr” adlı eserinde 2725

beyitle anlatılmıştır.

“III. Murad, son derece kabiliyetli, iyi bir eğitim görmüş, dinine bağlı, hoşgörülü, cömert, şair ruhlu, başta babası olmak üzere herkes tarafından sevilen bir insandır.”

Duyguların ve Tutkuların Sultanı:

III. Murad

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba20 21

Dindar ve ehl-i tarîk olan III. Murad değişik

zamanlarda farklı tarikatlarla irtibat içerisin-

de olmuştur. Sultan III. Murad’ın önce Şeyh

Şüca’ya, Şeyh Şüca’nın vefatından sonra da Pîr

Şaban-ı Velî’nin halifelerinden Gelibolulu Şeyh

Mehmed Dağî’ye intisap ettiği söylenmektedir.

Sultan III. Murad sadece Şeyh Şüca ile değil;

Nakşbendiyye’den Emir Buharî Tekkesi şey-

hi Şaban Efendi ve Aziz Mahmud Hüdaî ile de

mektuplaşmıştır. Pîr Hüsameddin Uşşakî’nin

de III. Sultan Murad’la Manisa’da şehzadeliğin-

den itibaren mektuplaştığı bilinmektedir. Onun

mektuplarının derlenmesiyle oluşan Kitâbü’l-

Menâmât, tasavvuf alanında mektubât, vakıât,

vâridât ve tabirname türleri açısından önemli

bir eserdir.

Sultan III. Murad devrinin en büyük olum-

suzluklarından biri ekonomik ve siyasî sıkıntılar

yanında; halkın veba salgınları, yangınlar, kıt-

lıklar ve yolsuzluklarla mücadele etmek zorun-

da kalmasıdır. Bu durum kıyamet, uğursuzluk,

büyü ve geleceğe dönük kehanetlere halkın ve

padişahın rağbet etmesi sonucunu beraberinde

getirmiştir.

Son derece kabiliyetli, iyi bir eğitim görmüş,

dinine bağlı, hoşgörülü, cömert, şair ruhlu, baş-

ta babası olmak üzere herkes tarafından sevi-

len bir insan olan III. Murad şehzadelik yıllarında

yönetim işlerine pek karışmadı. Zamanını daha

çok Manisa yaylalarında geçirdi. Tahtın tek vari-

si olarak kendi hâlinde ve rahat bir ömür sürdü.

Bu onun bir şansıydı belki de. Manisa’da görev

yaptığı sırada Muradiye Camii inşaatını başlat-

tı. III. Murad adına 1583-1592 yılları arasında

yaptırılan külliye cami, medrese, imarethane

ve dükkânlardan oluşmaktadır. Projesi Mimar

Sinan’a ait olan külliyenin inşası Mimar Mahmut

Ağa tarafından başlatılmış, onun ölümü üzerine

Mimar Mehmet Ağa tarafından tamamlanmış-

tır.

Sultan III. Murad, 22 Aralık 1574’te babası-

nın vefat etmesi üzerine Osmanlı tahtına otur-

muştur. Cülûsunda 1 milyon kadar duka altın

dağıttığı söylenir. Tahta oturduğunda dönemin

güçlü sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa da gö-

revinin başındaydı. Sokullu, babası II. Selim’in

sadrazamıydı. III. Murad, tecrübeli bir sadrazam

olan Sokullu’nun kendi döneminde de görevin-

de kalmasına karar vermiştir. Bir anlamda onun

engin devlet tecrübesinden istifade etmiştir.

Sokullu Mehmed Paşa’nın sadrazam olduğu III.

Murad döneminde, Osmanlı toprakları en ge-

niş sınırlarına ulaşmıştır. Babası II. Selim’den

devraldığı 15.162.151 km kare ülke toprağı-

nı, 19.902.000 km kareye çıkarmıştır.

Sultan III. Murad resmiyetten hoşlanmayan,

kendi hâlinde bir insandı. Cömertlikte ve mer-

hamette sınır tanımayan III. Murad, 17 Şubat

1587’de bir Dîvân-ı Hümayun toplantısında ver-

diği şu yerinde ve anlamlı ferman, onun sadece

insanlara değil, hayvanlara karşı da çok merha-

metli olduğunu gösteriyor: “Bundan sonra hay-

vanlarını beslesinler, sakat ve zayıf hayvanlara

taşıyabileceklerinden fazla yük yüklemesinler

ve şayet yolda yüklü giderlerse ve birkaç taney-

se bunları birbirlerine bağlasınlar ve hayvanla-

rın ardından gitmesinler.”

Sakin görünümlü bir insan olan III. Murad,

saltanatı boyunca İstanbul’dan hiç çıkmamıştır.

Saraydaki kadınların etkisinde kaldığı söylenir.

Kadınlar saltanatı onun devrinde başlamıştır.

Fakat onun döneminde fetihler de sürmüştür.

Saltanatının ilk yıllarında Venedik, Avustur-

ya ve Lehistan ile barış antlaşmaları imzalan-

mıştır. III. Murad 1578’de Lala Mustafa Paşa’yı

İran Seferi’ne göndermiştir. Gayesi Şirvan’ı ve

Gürcistan’ı almaktı. İlk olarak Özdemiroğlu Os-

man Paşa Çıldır’ı almış, Osmanlı Ordusu Tiflis’e

dayanmıştı. Ardından Koyun Geçidi Zaferi Şir-

van yollarını Osmanlı’ya açmıştı. Lehistan Kral-

lığı onun zamanında Osmanlı hâkimiyeti altına

girmiştir. Kafkasya baştanbaşa bu dönemde

fethedilmiştir. Yine Fas Sultanlığına bu dönem-

de son verilmiştir. Hazar Denizi’nde hâkimiyet

kurulmuştur. İran ve Azerbaycan Osmanlı

Devleti’ne katılmıştır. İngiltere’yle ilişkiler geliş-

tirilmiştir.

Sultan III. Murad; dedesi Kanûnî, babası II.

Selim’den sonra hiç gereği yokken Fransa’ya

kapitülasyon hakları verdiği için eleştirilmiştir.

Zira o dönemden sonra Fransız bayraklı gemi-

ler sularımızda rahatlıkla dolaşabilmiş, limanla-

rımızı kullanarak diledikleri gibi ticaret yapabil-

mişlerdir. Bunu kabul etmeyen İngiltere’yle de

benzer bir anlaşma yapılmıştır.

22 Aralık 1574’te (8 Ramazan 982) II. Selim’in

ölümü ve III. Murad’ın tahta geçişi (cülûsu) res-

men ilân edilmiş, kendisine biat merasimi ya-

pılmıştır. III. Murad aynı zamanda İslâm halifesi

olduğu için ilk icraat olarak Kâbe’nin duvarları-

nın tamirini emretmiştir. İlk cuma namazını bü-

yük bir törenle Ayasofya’da kılmıştır. Eyüp Sul-

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba22 23

anlamda nefse nasihattir. Bu şiirdeki hisler şair

Murâdî’nin duygu ve düşünce dünyasına ışık tu-

tar. Şiir Ali Ufkî tarafından Muhayyer kürdi ma-

kamında bestelenmiştir.

Sultan III. Murad Dönemi İmar Faaliyetleri

Silah kullanma ve ata binmede hüner sa-hibi olan Sultan III. Murad, bazı kesimlerin de-

diği gibi Osmanlı Devleti’ni vurdumduymaz bir

tavırla yönetmemiştir. O da diğer padişahlar

gibi işlerin yolunda yürümesi ve devletin daha

da büyümesi için elinden geleni yapmıştır. Tek

başına karar vermekten hoşlanmayan III. Murad

istişareye önem vermiştir.

Memleketin imarı ile de ilgilenen Sultan

Üçüncü Murad, Topkapı Sarayı’na bazı köşk-

ler ilâve ettirmiştir. Babası II. Selim ve dedesi

Kanûnî Sultan Süleyman dönemlerinde birçok

esere hayat vermiş olan Mimar Sinan, Sultan III.

Murad döneminde, son nefesini verene kadar

kıymetli çalışmalarını sürdürmüştür.

Azapkapı Sokullu Camii, İzmit Pertev Paşa

Camii ve Külliyesi, Ilgın Lala Mustafa Paşa Ca-

mii, Üsküdar Eski Valide Camii ve Külliyesi,

Şemsi Ahmed Paşa Camii ve Medresesi, Topha-

ne Kılıç Ali Paşa Camii- Sebil ve Hamamı, Ma-

nisa Muradiye Camii, İvaz Efendi Camii ve Ra-

mazan Efendi Camii, Sultan III. Murad’ın bilge

Mimar Sinan’a yaptırdığı eserlerden bazılarıdır.

1588’de Mimar Sinan’ın ölümünden sonra yapı

ve imar faaliyetinde belirli bir azalma olmuştur.

Sultan III. Murad döneminde ayrıca, Kars

Kalesi inşa edilmiştir. Mekke’de Kâbe-i Şerif’in

duvarları mermer yaptırılmış ve Medine’de bir

medrese inşa ettirilmiştir. İstanbul’daki Topta-

şı Tımarhanesi de Sultan III. Murad döneminde

yapılan eserlerdendir.

tan Türbesi’ne giderek kılıç kuşanmış, ardından

Edirnekapı’dan şehre girmiştir.

Kılınamayan Bir Vakit Namazın Pişmanlığı: Uyan Ey Gözlerim Gafletten Uyan

Osmanlı padişahları içerisinde şiirle ve ede-

biyatla meşgul olanların sayısı çoktur. Bunlar-

dan biri de III. Murad’dır. O, çocuk denebilecek

bir yaşta birbirinden güzel şiirler yazmaya baş-

lamış, yazdığı şiirlerle çevresindekilerin takdiri-

ni toplamıştır.

Sultan III. Murad “Murâdî” mahlasıyla daha

çok dinî ve tasavvufî şiirler yazmıştır. Edebî

yönü güçlü olan III. Murad, ikisi Türkçe, biri

Arapça, biri de Farsça olmak üzere dört divan

tertip etmiş, bu sahada ne kadar güçlü bir ka-

lem olduğunu cümle şuaraya göstermiştir.

Cömert, yardımsever ve merhametli bir kişi-

liğe sahip olan III. Murad, bilgili ve âlim denile-

bilecek derecede donanımlı bir insandı. Sultan

III. Murad aynı zamanda sülüs, nesih ve talikte

özgün ve başarılı bir hattattır. O, Arapça ve Fars

dillerini de iyi derecede bilirdi.

Sultan III. Murad, şiirdeki mahlasıyla “Murâdî”,

Muhibbî (Kanuûnî Sultan Süleyman)’den son-

ra en çok gazel söyleyen sultandır. Günümüze

ulaşan tek eseri Divân’dır. Bu divânda bin beş

yüzü aşkın gazel mevcuttur. Muradî’nin şiirleri,

divanda toplanmış olup bir nüshası Süleymani-

ye Kütüphanesi Fatih 3874 numarada bulun-

maktadır. III. Murad’ın şiirlerinin çoğu, dinî ve

tasavvufîdir. 39 adet Farsça gazel kaleme alan

Muradî’nin bu şiirleri “Futuhat-ı Ramazan” adlı

eserinde yer almaktadır. Şiirleri bazı mecmua

ve tezkirelerde de yayımlanmıştır. III. Murad iyi

bir sanat eğitimi almış, şiir ve edebiyatın yanın-

da hat sanatıyla da yakından ilgilenmiştir.

Hepimizin duyduğu, beğendiği ve derinden

etkilendiği “Uyan Ey Gözlerim...” adlı bir ilâhî

vardır. Bizleri duygulandıran ve tefekküre sevk

eden bu ilahiyi Sultan III. Murad kaleme almış-

tır. Fakat bu eser şiir olsun diye değil, bir piş-

manlığın nişanesi olarak yazılmıştır. Bu şiir bir

Eski Valide Sultan Camii

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba24 25

Fâiz, karşısındakini bir şekilde sömürmek

için verilen borç için önceden şart koşulan

fazlalıktır. Borç alan batsa da çıksa da, ka-

zansa da kaybetse de borç veren fâizini baştan

kararlaştırdığı oranda alır. Fâiz ile borç alanın

bunu üretim veya tüketim için alması arasında

fark yoktur. Tüketim için alınan borca fâiz bin-

dirmek, üretim için alınana yüklenenden daha

günah olabilir. Çünkü bir ihtiyacını karşılamak

için borç para alan genelde yoksuldur veya zor

durumdadır. Ona karşılıksız kredi (karz-ı hasen)

vermeyen bir Müslüman, onun zayıf durumunu

fırsata çevirip bir sömürü yapmaktadır. Bu ayrı

bir konudur. Ancak üretim için alan ve veren

de Allah’ın haram kıldığı fâiz yasağını ihlal et-

tiği için günahkâr olmuştur. Kısacası fâizin her

türlüsü ve her oranı haramdır, kötüdür, mef-

sedettir, toplumlar için yıkımdır. Bunun için Al-

lah Rasûlü insanlığa en son mesajı olan Vedâ

Hutbesi’nde fâizin her türlüsünü ayağının altına

aldığını ilan etmiştir.

Fâiz Sadece İktisadın Konusu Değildir

Fâiz tek yönü olan ve sadece bu yönden de-

ğerlendirilecek bir işlem değildir. Mesela fâiz

sadece iktisadın konusu değildir. Bu sebeple fâiz

yasağına ekonomi, din, ahlak, hukuk gibi cephe-

lerden bakmak gerekir. Bunları bir bütün olarak

değerlendirmediğimiz zaman fâiz yasağının ne

anlama geldiğini tam olarak kavrayamayız. Bu

çok yönlü zararlarından ve yıkımından dolayı

olmalıdır ki, Yüce Allah bütün peygamberleri-

ne gönderdiği şerîatlarda temel haramlar içe-

risinde fâizi de saymıştır. Fâiz, Kur’ân’da yasak

olduğu gibi tahrif edilmiş Tevrat’ta ve tahrif

edilmemiş İncil’de de yasaktır. Tevrat tahrife

uğradığı halde, onda, hem fâiz almanın hem de

vermenin yasak olduğu hâlâ kayıtlıdır.1 Ancak

Yahudiler bu yasağı kendi aralarında dikkate

alırken, Yahudi olmayandan fâiz almamayı gü-

nah sayarlar. Yani onlar âyeti korumuş, ancak

yanlış uygulamışlardır. Hıristiyanlar ise ellerin-

deki İncil tahrif edildiği için kutsal kitaplarında

fâiz yasağını görmezler ve alıp verirler. Ancak

tahrif edilmeden önce İncil’de de fâiz yasağı-

nın olduğu bilinmektedir. Allah bu işlemi bütün

şerîatlarda yasakladığına göre toplumsal refahı

arayan insanlığın ondan uzak durması gerekir.

Zira bugün insanlığın mutsuz olmasının temel

sebepleri arasında yine fâiz yasağının ihlali de

vardır.

Kur’an’da Fâiz Yasağı

İslâm fâiz yasağını yeniden gündeme getir-

miş ve fâiz alıp vermenin kesin haram olduğu-

nu net bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân özellikle

Medine Dönemi’nden itibaren aşamalı olarak

fâiz yasağını hep hatırlatmıştır. Sadece hatır-

latmakla kalmamış, hem fâizsiz kazanç yolla-

rını teşvik ve tarif etmiş hem de Müslümanları

FIKIH Abdullah KAHRAMAN *

“Yüce Allah bütün peygamberlerine gönderdiği şerîatlarda temel haramlar

içerisinde fâizi de saymıştır.”

Fâiz Hassasiyeti “İslâm hem fâizsiz kazanç yollarını teşvik ve tarif etmiş hem de Müslümanları fâiz yasağı konusunda hassas davranmaları için eğitmiştir.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba26 27

fâiz yasağı konusunda hassas davranmaları için

eğitmiştir. Şu âyetler bu hususları açık şekilde

ifade etmektedir:

“Fâiz yiyenler (kabirlerinden), şeytan çarpmış

kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkar-

lar. Bu hal onların ‘Alım-satım tıpkı fâiz gibidir.’

demeleri yüzündendir. Hâlbuki Allah, alım-satımı

helâl, fâizi haram kılmıştır. Bundan sonra kime

Rabb’inden bir öğüt gelir de fâizden vazgeçer-

se, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi

Allah’a kalmıştır. Kim tekrar fâize dönerse, işte

onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar.”2

“Allah fâizi tüketir (fâiz karışan malın bereketi-

ni giderir), sadakaları ise bereketlendirir. Allah kü-

fürde ve günahta ısrar eden hiç kimseyi sevmez.”3

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Eğer ger-

çekten inanıyorsanız mevcut fâiz alacaklarınızı

terk edin.”4

“Şayet (fâiz hakkında söylenenleri) yapmazsa-

nız, Allah ve Rasûlü tarafından (fâizcilere karşı)

açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip

vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir; ne haksızlık

etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.”5

“Ey iman edenler! Kat kat arttırılmış olarak

fâiz yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtuluşa ere-

siniz.”6

“Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kim-

seyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri

halde fâizi almaları ve haksız (yollar) ile insanla-

rın mallarını yemeleri yüzünden kendilerine (daha

önce) helâl kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri

onlara haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanla-

ra acı bir azap hazırladık.”7

“İnsanların mallarında artış olsun diye ver-

diğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz.

Allah’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelin-

ce, işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevap-

larını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.”8

Vedâ Haccı’nda Hz. Peygamber (s.a.v.) bu

önemli yasağı üzerine basa basa bir daha hatır-

latarak âdetâ son noktayı koymuştur. Onun ilgili

ifadeleri şöyledir:

“Câhiliye Dönemi’nin fâizli alışverişleri kaldı-

rılmıştır. Yüce Allah, kaldırılan ilk fâizin, Abbas b.

Abdilmuttalib fâizi olmasını emretmiştir. Ancak

anaparalarınız sizindir. Ne siz haksızlık edebilir-

siniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız. Allah, fâizli

alışverişin yapılmayacağını icrâsı kesin hüküm ha-

line getirdi. Kaldıracağım ilk fâiz amcam Abbas b.

Abdilmuttalib’in fâizli alış verişlerindeki fâizdir.”9

Rasûlullah (s.a.v.) Fâiz Alana da Verene de Lânet Etti

Bundan önce Hz. Peygamber (s.a.v.) şu ha-

disleriyle bu yasağı Müslümanların zihinlere

âdetâ nakşetmiş ve onlara fâiz hassasiyeti ko-

nusunda sıkı bir eğitim vermişti:

Ebû Hüreyre (r.a.)’den rivayet edildiğine

göre, Nebî (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İnsanı helâke

sürükleyen yedi şeyden sakınınız.” Sahâbîler, “Yâ

Rasûlallah! Bu yedi şey nedir?” diye sordular.

Rasûl-i Ekrem şöyle buyurdu: “Allah’a şirk koş-

mak, sihir ve büyü yapmak, -haklı olarak öldürü-

len müstesnâ Allah’ın öldürülmesini haram kıldı-

ğı bir insanı öldürmek, fâiz yemek, yetim malı ye-

mek, düşmana hücum sırasında harpten kaçmak,

evli olup hiçbir şeyden haberi olmayan nâmusuna

düşkün müslüman kadınlara zinâ isnâd etmek.”10

İbni Mes’ûd (r.a.) şöyle dedi:

Rasûlullah (s.a.v.) fâiz alana da verene de

lânet etti.11

“Kim malını fâiz yoluyla artırırsa, onun âkıbeti

mutlakâ malının azalarak iflâsa (fakirliğe) sürük-

lenmesidir.”12

“Biriniz, kardeşine ödünç para verir de ödünç

alan kimse, ona bir şey hediye ederse, kabûl et-

mesin. Veya bineğine bindirmek isterse ona bin-

mesin. Ancak daha evvel aralarında hediyeleşme

ve yardımlaşma cârî ise bu müstesnâ.”13

Fâiz konusunda hassas davranmaya başla-

yan Müslümanlar, zaman zaman yaptıkları işle-

min fâiz olup olmadığı konusunda Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’e danışmaya başlamışlardır. Mesela

onun kıymetli müezzini Bilal-i Habeşî’ye ait şöy-

le bir olay anlatılır:

Bilâl-i Habeşî (r.a.), Allah Rasûlü’ne güzel bir

hurma götürür. Efendimiz (s.a.v.);

“Bunu nereden buldun?” diye sorunca

Bilâl (r.a.) de;

“Bizde âdî/kötü hurma vardı. Rasûlul-

lah (s.a.v.)’in yemesi için ondan iki ölçek vererek

bundan bir ölçek satın aldık.” der. Bunun üzerine

Hz. Peygamber (s.a.v.);

“Eyvah! Bu ribânın/fâizin ta kendisi, sakın öyle

yapma! Şayet iyi hurma satın almak istersen elin-

dekini ayrıca sat; sonra onun parasıyla iyi hurma-

yı satın al.” buyurur.14

Bundan sonra artık Müslümanın hayatında

aslâ fâiz ve fâizli işlem olamaz. Haksız ve pis bir

kazanç olan fâiz Müslümanın helal yoldan ka-

zanmış olduğu temiz rızkını ve alın teri mahsûlü

olan sermayesini kirletemez. Tarih boyunca

Müslümanlar bu konuda ellerinden geldiğince

hassas davranmışlardır. Ta ki kapitalizm onları

işgal altına alınca fâiz ve finansman konusunda

bazı sıkıntılar yaşanmaya başlanmıştır.

DipnotProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN

1. Bk. Hezekiel, 18, Mezmur, 15.2. 2/Bakara, 275.3. 2/Bakara, 276.4. 2/Bakara, 278.5. 2/Bakara, 279.6. 3/Âl-i İmrân, 130.7. 4/Nisâ, 160-161.8. 30/Rûm, 39.9. Darimî. “Büyü” 3.10. Buhârî, Vasâyâ 23; Müslim, Îmân 145.11. Müslim, Müsâkât 105-106.12. İbn-i Mâce, Ticârât, 58.13. İbn-i Mâce, Sadakât, 19.14. Müslim, Müsâkât, 96..

“Haksız ve pis bir kazanç olan fâiz Müslümanın helal yoldan kazanmış olduğu temiz rızkını ve alın teri mahsûlü olan sermayesini kirletemez.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba28 29

Ayasofya avlusunun güney köşesinde bu-lunmaktadır. Sultan III. Murad Türbesi, İstanbul Suriçi Gülhane’de bulunan Aya-

sofya Külliyesi’nin haziresine 1595 yılında Mi-mar Davut Ağa tarafından inşasına başlanmıştır. Mimar Davut Ağa’nın 1598 yılında ölümünden sonra Mimar Dalgıç Ahmet Ağa tarafından 1600 yılında tamamlanmıştır. Ayasofya Haziresi’nde bulunan üç türbeden ikincisidir.

Türbenin dış cepheleri mermer kaplı, altıgen planlı olup, üzeri iç ve dış olmak üzere iki kubbe ile örtülmüştür. Bu kubbeler doğrudan doğruya duvarların üzerine oturtulmuştur. Burada Mimar Sinan’ın Kanûnî Sultan Süleyman ve Sultan II. Selim türbelerinde uyguladığı sistem tekrar edil-miştir. İç mekânda altı sütun ortadaki sandukalar ile dış duvarlar arasındaki koridoru meydana ge-tirmiştir. Üç birimli revak ile ana türbeden olu-şan yapı altıgen planlıdır. Kubbesi dış duvarlar tarafından taşınmaktadır. İçte altı sütun üstünde duran kubbesiyle baldaken bir yapı mevcuttur. Kuzeydoğu kenarı ana gövdeden dışarı fırlayıp kornişe kadar yükselmektedir. Burada tonozlarla örtülü üç bölümlü revak bulunur. Revak kısmın-da, niş içindeki kapının iki yanındaki duvarlar çi-niyle kaplıdır.

Türbenin köşelerine yuvarlak mermer sütun-lar yerleştirilmiştir. Bina gövdesi mermerle kap-lanmış olup, geniş kubbe kasnağında üç pencere vardır. Türbenin içerisindeki duvarlar sekilerden itibaren 4.20 m. yüksekliğe kadar 16. yüzyılın mercan kırmızısı rengindeki çinilerle kaplıdır. Pencere ve dolapların etrafı çiçekli bir bordür ile çevrelenmiş, aralarda kalan duvar yüzeylerine kırmızı palmet, yeşil kıvrık yaprak, mavi şakayık ve Çin bulutlarından oluşan çiniler yerleştirilmiş-tir. Bunlar renk, kalite ve kompozisyon yönünden yapıldığı dönemin en güzel örnekleri arasındadır. Pencerelerin üzerinde lacivert zeminli, beyaz ve celi-sülüs ile yazılmış Besmele ve ayetleri kap-sayan bir yazı kuşağı çepeçevre dolaşmaktadır. İç mekândaki büyük sivri kemerler kalem işleri ile boyanmıştır. Pandantiflerin ortasına birer da-irevi madalyon yerleştirilmiş ve buraya Esmaü’l-

Hüsna yazılmıştır. Kubbe yazı ve çeşitli motifler-le bezelidir. Ortada Besmele ile birlikte Fatiha Suresi’nin bulunduğu bir madalyon yer almak-tadır. Ayrıca İsmi Celâl ve İsmi Nebi’nin tekrar-landığı kufi bir yazı şeridi de dikkati çekmektedir. Türbe içinde alt pencerelerin aralarında çini iş-lemeler görülmektedir. Üsteyse çini ayet kuşa-ğı bulunur. Duvarları boydan boya dolaşan ayet kuşağında Besmele-i Şerif ile Mülk Suresi okun-maktadır. Yazılar beyaz sülüs hatla yazılmıştır. Kubbeye geçiş bölgesinde merkezde düğümle-necek şekilde istiflenmiş çini madalyonlarda celi sülüs hatla Esmaü’l-Hüsna görülmektedir. Çini-lerin üstleri kalem işleriyle süslenmiştir. İkinci ve üçüncü sıra pencerelerin arasında merkezde düğümlenen şekilde Esmaü’l-Hüsna yazılmıştır. Kubbe göbeğinde Besmele-i Şerif ile Fatiha Su-resi okunur. Bu yazılar Allah ve Muhammed isim-lerinin yinelendiği kufi bir şeritle çevrelenmiştir.

Türbenin abanoz ağacından yapılmış kapısı Türk ağaç işçiliğinin güzel örnekleri arasındadır. Kapının sağ ve sol kanatlarındaki “Küllü nefsin zaikatü’l-mevt sümme ileyna terceün.” ayetinin yazılı olduğu sedef kakmalı kareler Dalgıç Ahmet Ağa’ya aittir.

Kaynakça

http://www.degisti.com/index.php/archives/5873http://www.tas-istanbul.com/portfolio-view/ayasofya-sultan-

iii-murat-turbesihttps://www.semerkanddanbosnaya.com/portfolio/iii-murat-

turbesi/

KÜLTÜR Mustafa BAŞ

“III. Murad Türbesi, altıgen planlı, çift kubbeli, dıştan mermer kaplı ve ön tarafta üç açıklıklı ravağı bulunan en büyük Osmanlı türbelerinden biridir.

Abanoz ağacından yapılmış kapısı, ağaç işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır.”

SultanIII. Murad Türbesi

Foto: Orhan DİNÇ

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba30 31

Tasavvufî düşünceye göre Cenab-ı Allah

(c.c.), gizli bir hazine iken bilinmeyi iste-

miş ve bu sebeple insanları yaratmıştır.

Onları müjdelemek, uyarmak vb. yöntemler-

le dosdoğru yola iletmek amacıyla, varlığın

hakikatinin şahitleri olan peygamberleri ilahî

vahiyle birlikte göndermiştir. Son gönderilen

peygamber, Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Rivayete

göre, önce gelen bütün peygamberler, onun ge-

leceğini haber vermişlerdir.

Kur’an’da, Hakk’a yakınlaşmak için vesile

aranması istenilmektedir. Bu hususta en güzel

vesile, şüphesiz Allah’ın Rasûlü’dür. Çünkü Pey-

gamberimiz (s.a.v.) üsve-i hasene, yani model

şahsiyettir. İslâm tasavvuf anlayışına göre, hâl

ve hareketlerinde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sün-

netine uyan, onun gerçek vârisi durumundaki

ârifler de Allah’a yakınlaşmak için bir vesiledir.1

Tasavvufî anlayışın genellikle dört ana esas

üzerinde yoğunlaştığı görülür. Bunlar; ilahî emir

ve yasaklara teslimiyet, Allah ve Rasûl’ünü çok

sevmek, Allah ve Rasûl’ünün ahlâkıyla süslen-

mek, Allah’tan başka her şeyden kalben uzak-

laşmaktır. Nitekim tasavvuf eğitiminde manevî

sevginin basamakları, fenafilihvân, fenafişşeyh,

fenafirrasûl ve fenafillâh olarak sıralanmıştır.

Görüldüğü üzere ilahi aşkın ilk mertebesi yol ar-

kadaşını, ikincisi mürşidini, üçüncüsü Peygamber

(s.a.v.)’i, dördüncüsü ise Allah’ı sevmektir. Yani

mü’minleri Allah için sevmeyen, kardeşlik sevgi-

siyle benliği ve bencilliği aşamayan, Hz. Peygam-

ber ve Allah’ın sevgisine erişemeyecektir.2

Peygamber sevgisi tasavvufun en önemli

rükünlerinden biridir. Hz. Peygamber (s.a.v)’i

lâyıkıyla sevebilmek için O’nu iyi tanımak ve

sünnetine uygun hayat yaşamak gerekmekte-

dir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri

bir beytinde şöyle buyurmaktadır:

Hulûsî ne devletdir bin lutf u inâyetdir

Olmak ne saâdetdir kurbân-ı Rasûlu’llâh3

(Hulûsi; Peygamberimiz’e can feda edecek

derece O’nun manevi yakınlığını kazanmak; çok

değerli bir lütuf ve inayettir. O maneviyat dev-

letinin gölgesinde olmak; O’na yakın olmak en

büyük mutluluktur.)

Bu yazımızda Es-Seyyid Osman Hulûsi

Efendi’nin manevî silsilesine müntesip olduğu

tasavvuf büyüklerinin kelamlarıyla Peygamber

sevgisini ve sünnete uymanın önemini açıkla-

maya çalışacağız.

“Hulûsî ne devletdir bin lutf u inâyetdir Olmak ne saâdetdir kurbân-ı Rasûlu’llâh”

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

EDEBİYAT Musa TEKTAŞ

“İslâm tasavvuf anlayışına göre, hâl ve hareketlerinde Hz. Peygamber’in sünnetine uyan, onun gerçek vârisi durumundaki ârifler de Allah’a yakınlaşmak için bir vesiledir.”

Peygamberimiz’e (s.a.v.)

Can Feda Edecek Derecede Yakın Olmak Sünnetine Uymak

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba32 33

yetle durulması gereken en önemli müessese

şerîat; yani dinin emir ve yasaklarıdır. Tarikat

ve hakîkat şeriatın hizmetinde sayılırlar, yani bu

ikisinin vazifesi şeriatın eksiksiz yerine getiril-

mesine yardımcı olmaktır.6

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hatırına

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ne göre Allahu

Teâlâ bu âlemi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hatırına

yaratmıştır. Zira o insanlık ağacının meyvesidir.

Ağacın dikilmesinde amaç meyve almaktır, bütün

kâinatın meyvesi ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir.

İmâm-ı Rabbânî, Peygamberimiz’e verilen bu

yüce konumunun sadece O’nunla sınırlı kalma-

dığını ümmetine de verildiğini ifâde eder. Nasıl

ki Peygamber Efendimiz insanların en hayırlısı

ise O’nun ümmeti de ümmetlerin en hayırlısıdır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Allahu Teâlâ’nın mahbûbu

olduğu için, O’nun izinde giden de aynen O’nun

gibi mahbûbluk derecesine yükselir. Çünkü Alla-

hu Teâlâ sevgilisinin ahlâkını, alâmetlerini kimde

görürse, onu da sevecektir. Durum böyle olunca

Hz. Peygamber (s.a.v.)’i sevmeden ilâhî rahmete

ulaşmak mümkün değildir.7

Bütün Feyizlerin Kaynağı

Muhammed Masum Hazretleri, Peygamber

Efendimiz (s.a.v.)’in büyüklüğü, sevgili olmaklığı

ve herkese rahmet oldukları hakkında buyurdu-

lar ki: “Arşın en üstünden yerin merkezine ka-

dar her şey onun etrafında dönüyor. Melekler,

insanlar, cinler ve diğer her şey, Allahu Teâlâ’nın

yarattığı her mahlûk ona muhtaçtır. Ondan fe-

yiz alırlar. Her ne kadar hakîkatte bütün feyiz-

lerin mebdei Allahu Teâlâ ise de, herkese ula-

şacak feyizden, kime ne kadar verileceği onun

şerefli tevessülü ve eli ile oluyor. Görüyorum ki,

Ravda-i Mutahhara’dan, gece gündüz, devam

üzere, bütün mahlûkata nimetler ve bereketler

su gibi akıyor. Nitekim O’nun hakkında Kur’ân-ı

Kerim’de Allahu Teâlâ: ‘Biz seni ancak âlemlere

rahmet olarak gönderdik.’ buyuruyor.”8

Mevlâna Halid Bağdadî Hazretleri şöyle bu-

yurmuşlardır:

“Âlemi halkdan olup görünen nimetlere

şükr etmek, manevî mîrâsa kavuşmakla olur.

Manevî mîrâsa kavuşmak ise, o yüce Peygam-

ber (s.a.v.)’e tam uymakla olur. Bunun için, Ona

tâbi’ olmaya çalışınız! O’nun emirlerine sarılınız

ve yasaklarından kaçınınız!

Muhammed (s.a.v.)’e tam ve kusursuz tâbi’

olabilmek için, O’nu tam ve kusursuz sev-

mek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti

de, O’nun düşmanlarını düşman bilmektir.

İslâmiyet’i beğenmeyenleri sevmemektir. Mu-

habbete, gücü yettiği halde gevşeklik eylemek

sevgi anlayışına sığmaz. Âşıklar, sevgililerin

dîvânesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz-

lar. Aykırı gidenlerle uyuşamazlar. İki zıt şeyin

muhâbbeti bir kalpte, bir arada yerleşemez.

…Bu dünyâ malları, mülkleri geçicidir ve

aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasının-

dır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve

dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat,

eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan,

Muhammed (s.a.v.)’e tâbi’ olarak geçirilirse,

sonsuz necat, kurtuluş umulur. Yoksa O’na tâbi’

olmadıkça her şey hiçtir. Ona uymadıkça her

yapılan hayır, iyilik burada kalır, ahirette ele bir

şey geçmez.

Muhammed (s.a.v.), yüzü suyudur cihânın,

Kapısının toprağı olmayan toprak altında kalsın!”9

Rasûlullah’ın Bendesi Halkın Hizmetçisi Olabilmek

Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri, eserlerinde

her halükârda Allah ve Rasûlü’nün kölesi, halkın

hizmetkârı olduğunu dile getirmiş ve kendisi-

ne has üslupla: “İlahi, her halükârda senin ve

Rasûlü’nün bendesi halkın hizmetçisiyim.” der-

ken, Mevlâna’nın meşhur, “Ben sağ olduğum

müddetçe Kur’an’ın bendesiyim. Ben seçilmiş

Hz. Muhammed (s.a.v)’in yolunun toprağıyım.”

sözünü hatırlatmıştır. Her iki güzel kelam da sa-

hiplerinin Allah ve Rasûlü’ne bağlılıklarını aşikâr

ortaya koymaktadırlar. Ancak Harakânî Hazret-

leri, Mevlâna’dan farklı olarak, maksada ermek

için halkın hizmetinde bulunmayı kendisine şiar

edindiğini belirtmektedir.

Ebu’l-Hasan Harakânî, kendisine verilen

manevî derecelerden bahsettiği bir sözünün

devamında: “Eğer bu makamda Muhammed

Mustafa’nın şeriatından başka bir şey görecek

olsam derhal gerisin geri dönerim. Çünkü ben

başkomutanı Hz. Muhammed (s.a.v.) olmayan

bir kervanda bulunmam.” diyor ve böylelik-

le maneviyat yapısını oluşturan esaslarda Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine uymayan bir

unsura asla yer vermeyeceğini kesin bir dille

ilan ediyor. Bu ifadelerden yola çıkarak Allah ve

Rasûlü’nün Harakânî (k.s.)’nin hayatında büyük

bir mevkie sahip olduğu hiçbir şüpheye mahal

kalmayacak şekilde söylenebilir.4

Hâce Bahâeddin Şah-ı Nakşbend Hazretleri

mürîdlerine dinî kâidelere uymayı, takvâyı, ruh-

satla değil azîmetle amel etmeyi ısrarla tavsiye

etmiş ve velîlik derecelerine ancak bu şekilde

ulaşılabileceğini söylemiştir. Tarîkatını, Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’in sünnetine ve ashâbının sözle-

rine tâbi olmak diye özetlemektedir.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hadisleriyle Amel Etmenin Kazandırdıkları

Hâce Bahâeddin Nakşbend Hazretle-

ri tarîkatını sağlam kulp ve Hz. Peygamber

ile ashâbının sözlerine uymak diye târif eder.

Haram ve helal konusunda çok titiz olduğu

için durumu şüpheli olan yemekleri yemez,

mürîdlerine de yedirmezdi. Şöyle diyordu: “Biz

Allah’ın lütfu ile (mânen) her ne elde ettiysek,

Kur’ân âyetleri ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ha-

disleriyle amel etmek sûretiyle elde etmişizdir.

Bu amelden bir netice alabilmek için takvâ ve

şer‘î kurallara riâyet etmek, azîmete sarılmak,

ehl-i sünnet ve cemâat prensipleriyle amel et-

mek ve bid‘atlardan kaçınmak gerekir.”5

İmâm-ı Rabbâni (k.s.)’ye göre Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’in getirdiği şerîat dünya ve âhiret

saadetinin tümünü içine alır. Bu sebeple sûfî

için seyr-i sülük esnasında üzerinde hassasi-

“Hâce Bahâeddin Şah-ı Nakşbend Hazretleri mürîdlerine dinî kâidelere uymayı, takvâyı, ruhsatla değil azîmetle amel etmeyi ısrarla tavsiye etmiştir.”

“Ebu’l-Hasan Harakânî Hazretleri: ‘İlahi, her halükârda senin ve Rasûlü’nün bendesi halkın hizmetçisiyim.’ buyurmuştur.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba34 35

Abdullah Dehlevî Hazretleri de Rasûlullah

(s.a.v.)’in varlığının bütün âleme rahmet oldu-

ğunu kâfirlere küfürleri sebebiyle ve fâsıklara

fıskları sebebiyle olan cezâların dünyâda dur-

durulduğunu beyan eder.10

Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mübarek Sünnetlerine Uymak

Peygamberimiz (s.a.v.)’in sünnetine gönül-

den bağlı olan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi

Hazretleri şöyle buyurmaktadır:

“Rasûlü Ekrem Efendimiz’e ittiba onun

mübarek sünnetlerine, riâyet etmekle onun

âdâb ve ahlâkıyla ittisafa çalışmakla kabil ola-

bilir. Mâlumdur ki: Aleyhisselatu vesselâm

Efendimiz’in birçok sünnetleri vardır. Bizim ya-

pacağımız, ibâdetlerin kemâl-i nezd-i ilâhide

daha ziyade makbuliyeti ancak bu sünen-i şeri-

feye riâyetle hâsıl olur.

Bir hadis-i şerifte “Ümmetimin ahlâkı bozul-

duğu bir zamanda, benim sünnetime sarılan bir

Müslüman için yüz şehid sevabı vardır.”11 buyrul-

muştur. Binaenaleyh; Nebi-i Zişan Efendimiz’in

mübarek sünnetlerine riâyete çalışalım. Aley-

hisselatu vesselâm Efendimiz’in âdâbıyla tedibe

gelince; bu son derece mühimdir. Mâlumdur ki

Hatemü’l-Enbiya Efendimiz’in mürebbisi bizzat

Cenab-ı Hak’tır. Nitekim bir hadis-i nebevîde

“Beni Rabb’im te’dib ettiği için güzel bir te’dib

ve terbiyeye mazhar buyurdu.”12 buyurmuştur.

Fahr-i kâinat Efendimiz bir muhimm-i ahlâk

mucizesi idi. Onun içindir ki, şan-ı âlisine “Güzel

ahlâk üzre yaratıldın.”13 buyrulmuştur.

Sa’ad bin Haşim diyor ki, ben Hazret-i

Ayşe’den Rasûl-i Ekrem’in ahlâkını sordum.

Müşarünileyhüma, Kur’an okumaz mısın, dedi.

Ben, evet okurum, deyince buyurdu ki: İşte

Rasûlullah’ın ahlâkı Kur’andır. Onu Kur’an-ı mü-

bin te’dib tehzib etmiştir. O Kur’an ki insanlara

bütün güzel huyları tâlim eder, insanları bütün

fena huylardan men-i tahzir buyurur. Aleyhisse-

latu vesselâm Efendimiz Kur’an-ı Kerim’in nur-ı

semavisinden feyz almış, bu ulvî nurdan ümme-

tini de müstefid etmiştir. Hazret-i Peygamber’de

zühd ve takva, tevazu, vakar, sabr u sebat, ahde

vefa, hukuka riâyet afv u kerem, merhamet ve

şefkat gibi bütün ahlâkı, kemâlât ile bir halde

inkişaf etmişti ki insan bunları düşündükçe hay-

ran olmamak kabil olamaz.”14

“Ehli Sünnet Yolu Sırat-ı Müstakimdir.”

Çeşitli sohbetlerinde, “Ehli sünnet yolu sırat-ı

müstakimdir; Kur’an ve sünnet yoludur.” diyen

H. Hamideddin Ateş Efendi’nin kelamlarıyla ya-

zımızı bağlayalım:

“Cenab-ı Allah’a giden yol; Rasûlullah

(s.a.v)’den geçer. Âl-i İmran Suresi’nde şöyle bu-

yurulmaktadır: “De ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsa-

nız, bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve suçları-

nızı bağışlasın.”15

O zahirde ümmî idi, okuma yazma bilmez

idi. Gerçekte ise ümmü’l-kitaptı. İlimler deryası

idi. Allah (c.c.) bütün ilimlerle onu kuşatmıştı. O

bütün insanlığa gönderilmiştir. Ona “Abdullah’ın

oğlu Muhammed” gözü ile bakanlar yıkıldılar,

“Muhammedü’r-Rasûlullah” olarak görenler

bahtiyar oldular. Onun hayatı edep, nezaket,

iyilik, temizlik, sevgi, vefa, merhamet, ihlas ve

faziletlerle dolu bir hayattır. Cenabı Allah onu

beşeriyete takdim ederken: “Şüphesiz sen bü-

yük ahlak, büyük seciyye ve büyük fazilet üzerine-

sin.”16 buyurmaktadır.

İki cihan güneşi Hz. Muhammed Musta-

fa (s.a.v.) Efendimiz’i bizzat Allah (c.c.) sevmiş,

ondan razı olmuş ve kendisini de razı edeceği-

ni va’d buyurmuştur. Bir ayet-i kerimede: “Ey

Rasûlüm! Muhakkak Rabb’in sana verecek ve sen

de razı olacaksın.”17 buyurmuştur. Bu da ahiret-

te kendisine Makam-ı Mahmud’un, yani şefaat

makamının verileceğine işarettir. Bir hadîs-i

şerifte: “Rabb’im bana, ‘Razı oldun mu?’ buyu-

runcaya kadar ben şefaat edeceğim.”18 buyur-

muştur. Bundan daha büyük, daha yüksek bir

mertebe olur mu?

Böyle bir peygambere ümmet olmak ne bü-

yük bir bahtiyarlık ve ne büyük bir şereftir! İn-

sanoğlu gelişinde gidişinde, maddesinde mana-

sında, edebinde erkânında O’na uymadıkça hüs-

randadır, felakettedir. Beşeriyetin ebedi huzur

ve saadete kavuşması ancak O büyük insanı her

zaman ve mekânda, her işte ve herhalde örnek

almakla mümkündür. O bizim sebebi hidayeti-

mizdir, halaskârımızdır. İslâm’ın hakikatini, haya-

tın ve mematın zevkini bize o öğretmiştir. Kalbi-

mizin tek ziyneti O’nu hatırlama, dilimizin biricik

virdi O’nu anmak olmalıdır. Onsuz nasıl yaşarız?

Allah cümlemizi şefaatine mazhar buyursun.”19

Dipnot

1. Bilal Gök, “Ebu’l-Hasan El-Harakani’de Peygamber Sevgi-si”, Harakani Dergisi Sayı: 1, 2014, ss.49-74, s.52.

2. Gök, a.g.m, s.56.3. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî,

(Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Anka-ra, 2013, s. 268.

4. Gök, a.g.m, s.60.5. Necdet Tosun, Şah-ı Nakşbend Hazretleri, Nasihat Yayın-

ları, Ank, 2013, s. 40.6. Süleyman Derin, İmam-ı Rabbani’nin İzinde Manevi Yolcu-

luk, Erkam Yayınları, İstanbul, 2016, s. 119.7. Talha H. Alp, Ömer F. Tokat, Ahmet H. Yıldırım, Mektûbât-ı

İmâm Rabbânî, Yasin Yayınevi, 2008, İstanbul, c.I, s.230-232.

8. Süleyman Kuku, Urvetü’l-Vuska Muhammed Masum, Alioğlu Yayınları, İstanbul, 2017, s. 256.

9. Süleyman Kuku, Ziyaeddin Mevlâna Hâlid, Damra Yayınla-rı, İstanbul, 2008, s.266-267.

10. Süleyman Kuku, Abdullahı Devhlevi ve Eserleri, Damra Yayınları, İstanbul, ty, s.476

11. Taberâni, el-Mu’cemu’l-evsat, V, 315.12. Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 1213. 68/el-Kalem, 414. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Şeyh Hamid-i Veli Minbe-

rinden Hutbeler, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Ankara, 2013, s.11-12.

15. 3/Ali İmran, 3116. 68/el-Kalem, 417. 93/ Duha, 518. Safvetü’t-Tefasir, 3/573.19. H. Hamideddin Ateş Efendi Hutbe Arşivi, Nisan 1995.

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba36 37

4 Temmuz 1546 tarihinde Manisa’nın Boz-

dağ yaylasında dünyaya gelen Sultan III.

Murad’ın babası Sultan II. Selim, annesi

Afîfe Nur Bânû Sultan’dır. Cömertliği, yardımse-

verliği ve merhametliliği ile tanınan Sultan III.

Murad, Arapça ve Farsçayı çok iyi konuşurdu.

Babasının 1558 yılında, Manisa sancakbeyli-

ğinden Karaman valiliğine tayin edilmesi üzeri-

ne, dedesi Kanûnî Sultan Süleyman tarafından

Alaşehir sancakbeyliğine tayin edildi. Babası

Sultan II. Selim padişah olduktan sonra Manisa

sancakbeyliğine atandı. Şehzadeliği sırasında

bulunduğu Manisa’da devrin ulemâsından ders-

ler aldı. Babası Sultan II. Selim’in vefâtı üzerine

Manisa’dan İstanbul’a gelerek 22 Aralık 1574

tarihinde tahta geçti. Ancak o da babası Sultan

II. Selim gibi devlet işlerine fazla müdâhil olma-

dı. Bürokrasi ve hükümet daha ziyâde Sokullu

Mehmed Paşa tarafından idare edildi. Sultan

III. Murad, saltanatı boyunca İstanbul’dan hiç

çıkmadı ve saraydaki kadınların etkisinde kaldı.

29 yaşında çıktığı tahtta 20 yıl kalan Sultan III.

Murad, 16 Ocak 1595 tarihinde felç geçirdi ve

vefât etti. Ayasofya Camii’nin avlusuna defne-

dildi. Sokullu Mehmed Paşa’nın ağırlığını hisset-

tirdiği III. Murad döneminde, Osmanlı toprakları

en geniş sınırlarına ulaştı. Babası II. Selim’den

devraldığı 15.162.151 km kare ülke toprağını,

19.902.000 km kareye çıkardı. İngilizlerle dos-

tane ilişkiler geliştirildi. İlk İngiliz kapitülasyo-

nunun verilmesiyle İstanbul’a daimi İngiliz elçisi

gönderildi. III. Mehmed, Selim, Bâyezîd, Musta-

fa, Osman, Cihangir, Abdullah, Abdurrahman,

Abdullah, Hasan, Ahmed, Yakub, Alemşah, Yu-

suf, Hüseyin, Korkud, Ali, İshak, Ömer, Alâüddin

ve Davud isimli erkek çocukları, Ayşe Sultan,

Fatma Sultan, Mihrimah Sultan ve Fahriye Sul-

tan isimli kız çocukları olmuştur.

Tasavvufî Münasebetleri

III. Murad, Halvetiyye şeyhi Şeyh Şücâ’, Nakş-

bendiyye şeyhi Şâban Efendi ve Uşşâkiyye şeyhi

Hüsâmeddîn-i Uşşâkî’nin İstanbul’a gelip yer-

leşmesi için hiçbir fedakârlıktan çekinmemiştir.1

Halvetî Şeyhi Şâban Efendi’nin halîfesi olan

Şeyh Şücâ’ya intisâb eden III. Murad gördüğü

rüyaları düzenli olarak şeyhine anlatmış ve ona

bunları tabir ettirmiştir.2

SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*

“III. Murad, Murâdî mahlası ile daha çok dinî ve tasavvufî şiirler yazmış, şiirlerinde vecd ve heyecan kadar ilmî liyâkati, aruz veznine ve lisâna olan kâbiliyeti tebârüz etmiştir.”

“Halvetî Şeyhi Şâban Efendi’nin halîfesi olan Şeyh Şücâ’ya intisâb eden III. Murad, gördüğü rüyaları düzenli olarak

şeyhine anlatmış ve ona bunları tabir ettirmiştir.”

Tasavvuf Erbâbıyla İrtibâtıSultan III. Murad’ın

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba38 39

Hakîm Çelebî’nin halîfelerinden Kastamo-

nulu Şeyh Şâban Efendi’nin (ö.1002/1593)

nüfûzu, III. Murad’a tesir edecek derecede ge-

niş boyutlar kazanmıştır. Önceleri Mudurnu’da

irşat hizmetlerine devam ederken, padişahın

hocası Atâullah Efendi’nin delâletiyle İstanbul’a

davet edilerek, Darbhâne yakınlarındaki Çavuş

Tekkesi’ne şeyh nasbedilmiştir. Bilâhare, Emîr

Buhârî Dergâhı postnişîni Mehmed Efendi’nin

(ö.1000/1591) irtihâli ile buraya postnişîn ol-

muştur. Sultan III. Murad ile yakın alâkasını

bildiğimiz Şeyh Şâban Efendi’nin vefâtında, hü-

kümdara başsağlığına gelenler arasında, Şâir

Nev’î’nin (ö.1007/1598) de bulunması dikkate

alınırsa, şeyh ile padişah arasındaki kuvvetli

râbıta daha da iyi anlaşılmış olur.3

Camilerde Kandil Yakılması

Sünbüliyye’nin Kocamustafapaşa Âsitanesi

şeyhi Necmeddin Hasan Efendi (ö.1019/1610-

11), Mevlid Kandili’nde Kocamustafapaşa Camii

minâresinde “kandil” yaktırmıştır. Bu durum

o esnâda “Yenikapı” civârında annesi Vâlide

Sultan Sarayı’nda bulunmakta olan Sultan III.

Murad’ın dikkatini çekmiş ve sebebini öğren-

mek için hizmetkârlarını yollamıştır. Şeyhten

gelen, “Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in doğum ge-

cesi olan 12 Rabîülevvel gecesidir. Onu ihyâ

etmek ve şenlendirmek için kandil yaktırdık.”

şeklindeki cevaptan hoşnut olup bundan böyle

bütün İstanbul camilerinde kandil yakılmasının

usul ittihâz edilmesini emretmiştir. O gece bü-

tün cami minare ve şerefelerine kandiller asılıp

ihyâ edilmiş, zamanımıza kadar devam eden bu

âdet böylece başlatılmıştır. Necmeddin lakabı

da kendisine bu sebepten dolayı verilmiştir.4

Anlatılan bu rivâyetlere bir itiraz kaydı koyan

Ömer Lütfü Barkan ve Ekrem Hakkı Ayverdi,

şifâhî nakillerin III. Murad devrinde kandil ya-

kıldığını işaret ettiğini, ancak bu kayıtlardan bir

asır önce hukûken ve fiilen keyfiyetin tahakkuk

ettiğini ve Ramazanlarda minarelerde kandil

yakılması tahsîsâtının olduğunu söylemektedir-

ler.5 Buradan anlaşıldığına göre, daha önce vak-

fiyedeki kandil yakılması için tahsîsât ayrılması

Ramazan ayına has bir uygulamadır. Necmed-

din Hasan Efendi ise, Peygamberimiz’in doğum

günü olan Mevlid gecelerinde kandil yakılması

âdetini başlatmıştır. Bu durumu beğenip tasvip

eden III. Murad da, çıkardığı irâde-i seniyye ile

bu âdeti ülke geneline yaymıştır.6

Üftade Hazretleri’nin Kerâmeti

III. Murad’ın itibar ettiği sûfî şahsiyetler-

den biri de Üftade Hazretleri idi. Padişah Şeyh

Üftâde’nin hayrânı olup zaman zaman gizlice

onun ziyâretine gider ve sohbetlerine katılırdı.7

Bu sohbetlerinden birinde Üftade Hazretleri

sohbet ederken, görünüşte lüzumsuz birtakım

el kol hareketleri yapmaya başlar. Yüzünün

rengi değişir ve hâlden hâle girer. Sonra eliyle

bir yer sıvarmış gibi yapmaya başlar. Padişah

ânîden yapılan bu hareketlere bir anlam vere-

mez. Üftade Hazretleri’ne niçin böyle hareket-

ler yaptığını sorar. Karadeniz’de balık tutan ba-

lıkçı teknesinin boğulma tehlikesini hissettiğini,

onların kurtarılması gerektiğini belirtir.8 Üftade

Hazretleri yaşadığı bu mânevî hâli izhâr etmek

suretiyle devlet erkânından halkın sıkıntılarını

gidermesini de zımnen istemiştir.

Murâdî mahlası ile daha çok dinî ve tasavvufî

şiirler yazmış, şiirlerinde vecd ve heyecan ka-

dar ilmî liyâkati, aruz veznine ve lisâna olan

kâbiliyeti tebârüz etmiştir. Âyet ve hadisler,

Arapça ve Farsça beyitler ile mülemma şiir-

leri ihtivâ eden dîvânında çok miktarda gazel

bulunmaktadır. Mecmua ve tezkirelerde bazı

şiirleri dercedilmiştir. Bazı Arapça ve Farsa

gazelleri Hâşimî, Bâkî, Subhî, Hoca Sâdeddin,

Zekeriyâ gibi zamanın edipleri tarafından da

şerh edilmiştir.9 Hasan Alakese eserinde Sultan

II. Murad’ın arı ve duru bir Türkçeyle yazılmış şu

şiirine yer vermektedir:

Aç gözün bu nevm-i gafletten uyan

Uyan uykusu çok gözlerim uyan

Azrâil’in kastı cânadır inan

Uyan uykusu çok gözlerim uyan

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba40 41

Seherde uyanır bu cümle kuşlar

Kendi dilleriyle tesbîhe başlar

Tevhîd eder dağlar, taşlar, ağaçlar

Uyan uykusu çok gözlerim uyan

...

Benim, Murâd kulun, suçumu affet

Cürmümü bağışla, günâhım ref’et

Hazretin sancağı dibinde haşret

Uyan uykusu çok gözlerim uyan.10

III. Murad hayır ve hasenât işlerine ehemmi-

yet vermiştir. Cülûsunda kendisine takdim edi-

len ilk arz babası zamanında başlanılan Kâbe

duvarlarının mermerden yapılmasına dair olup

gerek bu inşaatın tamamlanması gerekse 11

Ağustos 1573 tarihinde gelen sellerin Harem-i

Şerif’i istîlâ etmesi üzerine su yollarının temiz-

lenmesi işini 1574 tamamlatmıştır. Sultan III.

Murad’ın en önemli hayratı, şehzâdeliği döne-

minde Manisa’da yaptırdığı mescidin yerine

meydana getirilen Murâdiye Külliyesi’dir.11

Şeyh Aziz Mahmûd-ı Hüdâyî, Sultan III.

Murad’ın vefâtı üzerine şu dörtlükle başlayan

şiirini yazmıştır:

Yalan dünyâya aldanma ya hû

Bu dernek dağılır, dîvân eğlenmez.

İki kapılı bir vîrânedir bu

Bunda konan göçer, mihmân eğlenmez.12

Üstünde kıyama durdumÜç kıtaya mühür vurdum Ay-yıldızlı cennet yurdum Anadolu’m, Anadolu’m.

Ezan, ezan minaresi Ecdadımın emaresi Hakk yolunun divanesiAnadolu’m, Anadolu’m.

Alparslan’ın yadigarı Ertuğrul’un bergüzarı Sultan Mehmet sancaktarı Anadolu’m, Anadolu’m.

Uğruna nice şüheda Demiş sana canım fedaRuhu İslâm, kalbi duaAnadolu’m, Anadolu’m.

Dokunmuşsun kilim kilim Okunmuşsun ilim ilim Bahşedene İsmail’im Anadolu’m, Anadolu’m.

Seni nasıl anlatayım? Şaha kalktı yürek tayımUğruna kurban olayımAnadolu’m, Anadolu’m.

Hacı KISIR

Anadolu’m

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE

1. Bekir Kütükoğlu, “Murad III”, İslâm Ansiklopedisi, MEB

Yayınları, İstanbul 1997, c. VIII, s. 615-625.

2. Bekir Kütükoğlu, (1997), “Murad III”, VIII/624.

3. Atâî, Nev’îzâde, Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmîleti’ş-Şekâik,

neşre hazırlayan, Abdülkadir Özcan, İstanbul 1989, I/371;

Bursalı, (2000), Osmanlı Müellifleri, I/390; Kütükoğlu,

“Murad III”, VIII/625

4. Atâyî, (1989), Hadâiku’l-Hakâik s. 599; Müstakimzâde,

Hülâsatü’l-Hediyye, v.63b

5. Ömer Lütfi Barkan & Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul 1970,

İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, s. 368

6. Nazif Velikâhyalıoğlu, İstanbul 1999, Sümbüliyye Tarikatı

ve Koca Mustafapaşa Külliyesi, s. 202

7. Reşat Öngören, Osmanlılarda Tasavvuf -Anadolu’da

Sûfîler, Devlet Ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl)-, İz Yayıncılık, İstan-

bul 2000, s.182-184

8. Rasul Kesenceli, Velîler ve Hükümdarlar, Nasihat Yayınla-

rı, Ankara 2013, s. 171

9. Bekir Kütükoğlu, (1997), “Murad III”, VIII/624.

10. Hasan Alakese, Türk Tarihinde Sultanların Şeyhleri, Okul

Yayınları, İstanbul 2004, s. 149

11. Bekir Kütükoğlu, (1997), “Murad III”, VIII/ 625.

12. Mustafa Kara, Din, Hayat ve Sanat Açısından Tekkeler ve

Zaviyeler, İstanbul 1990, s.167

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba42 43

Hiçbirimize dünyaya gelirken “Doğmak

istiyor musun?” diye sorulmadı. Aynı

şekilde önümüze seçenekler konularak,

“Nasıl bir vücutla dünyaya gelmek istersin?”

yönünde bir liste de konulmadı. Anne rahminde

nasıl bir şekil aldıysak, o halde ağlayarak dünya-

ya gözlerimizi açtık. Hiç şüphe yok ki, ebeveyni-

mizden aldığımız genler ile hâmilelik süresince

annemizin beslenmesi endâmımızın şekillen-

mesinde ve sağlıklı dünyaya gelmemizde çok

etkili olmuştur.

Bundan dolayıdır ki, çocuklar anne babaları-

na benzerler. Nitekim bir çocukla annesini veya

babasını yan yana gördüğümüzde, çocuğun ya-

nındakinin evladı olduğunu anlayıveririz. Zira

yüz hatları ve mimikleri hemen kendisini ele ve-

rir. Hatta insanın zekâsı ve kâbiliyetleri üzerin-

de bile anne babasından intikâl eden genlerin

etkisi vardır. Bütün bunlara bölge ve iklim fak-

törünü de ekleyebilirsiniz. Karadeniz insanının

asabî, Ege insanının mülâyim olması gibi.

Bütün bunların anlamı şudur: İnsan dünya-

ya gelirken sahip olduğu donanım ne kadarsa,

bunu kendisi kazanmış değil. Yüce Yaratıcı’mız,

kurmuş olduğu mükemmel bir sistemle, bizle-

ri bazı şeyleri yüklenmiş olarak dünyaya geti-

riyor. Velhâsıl aynanın karşısına geçtiğimizde

seyrettiğimiz kişinin şekillenmesinde bizim bir

etkimiz söz konusu değil. Bizim yaptığımız, Alla-

hu Teâlâ’nın dünyaya getirdiği minik bedenimizi

beslenerek büyütmekten ibârettir.

Engeller Kardeşliğe Engel Olmamalı

Bunun yanında bazılarımız çeşitli sebepler-

den dolayı bedensel engellerle dünyaya geliyor

veya diğer insanlara göre sağlık problemlerimiz

daha fazla olabiliyor. Kezâ bir kısmımızda irsî

olarak bazı hastalıklar görülebiliyor. Hastalıklar

ve kazâlardan ötürü sağlığımızı kaybedebiliyo-

ruz. Belki bir kolumuz, bir ayağımız veya bunla-

rın her ikisinden birden kazâ veya hastalık sebe-

biyle yoksun kalabiliyoruz.

Bir karşılaştırma yaptığımızda, bir kısmımız

sahip olduğu beden itibarıyla diğerlerine göre

çok daha iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz.

Hiçbir bedensel engelimiz yoksa veya ciddî ra-

hatsızlığımız söz konusu değilse daha fazla ni-

mete sahibiz demektir. Bununla birlikte, kendi-

miz olmasa bile bir yakınımız mutlaka böylesi

bir dertten muzdariptir. Dolayısıyla bahsettiği-

miz durum esasında bize uzak değildir.

Bir Anda Her Şey Değişebilir

Şu an itibarıyla pek çok insana göre daha iyi

durumda olduğumuzu düşünebiliriz, ancak hiç

birimiz bir saat sonra nasıl bir durumda ola-

cağımızı bilemeyiz. Şimdi çok sağlıklıyızdır, be-

densel olarak hiçbir problemimiz yoktur. Lâkin

birden vücudumuzu kaplayan bir sancı veya

önemsemediğimiz bir ağrı ile iflah olmaz bir

hastalığa yakalandığımızı öğrenebiliriz. Kezâ

günün yorgunluğu ile yolda dalgın yürürken bir

aracın çarpması veya bir binâdan üzerimize bir

şey düşmesi sonrasında sakat kalabiliriz. Hatta

hiç akla hayâle gelmeyecek bir belâ bizi bulabi-

lir, sakat edebilir veya illetli bir hastalığa maruz

bırakabilir. Bütün bunların örneklerini her gün

görmekteyiz.

Nimet Yok Olabilir

Demek ki, bazı insanların böbürlendiği ve

başkalarına karşı üstünlük vasfı olarak kullan-

dığı nimetin parmaklarının arasından kayıp git-

mesi an meselesidir. Bir de bakmış ki, övünüp

durduğu ihsâna artık sahip değil. Kendisi de

artık başkalarının alay edebileceği bir duruma

düşmüş. Etrafımızda bu şekilde nice insanlar

görürüz. Başkalarının bedenlerindeki engellere

bakarak onlara lakaplar takarlar, hitap ederken

“Tahkir edici ifadeler Allah’ın yarattığı şekli beğenmemek demektir. Allah’ın o insanı

yarattığı hâl ile dalga geçmek onun yaratışına başkaldırı demektir. Zira böylesi bir durumda tahkir

edilen Allah’ın takdiridir.”

KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*

“Hiçbir bedensel engelimiz yoksa veya ciddî rahatsızlığımız söz konusu değilse daha fazla nimete sahibiz demektir.”

Küçümseme Hastalığıİnsanları

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba44 45

isteyebilir? İsteyemiyorsak o zaman ne diye

karşımızdaki insanların eksik gördüğümüz yan-

larını dilimize doluyoruz ve onlara hayatı zehir

ediyoruz?

Allah’ın Kitabı Önümüzde

Böyle yapan kimseler Allah’ın bir ayetini kar-

şılarına almakta olduklarını bilmelidirler. Yüce

Rabb’imiz şöyle buyurmaktadır: “Ey iman eden-

ler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın.

Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Ka-

dınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar

kendilerinden daha hayırlıdırlar. Birbirinizi ayıp-

lamayın, kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan

sonra fâsıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe

etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.”1

Ayrıca unutmamak gerekir ki, bütün pey-

gamberlerin maruz kaldıkları baskıların başın-

da alaya alınmak geliyordu. Dolayısıyla alay et-

mek Allah’ın elçilerini yalanlayanların bir hasle-

tidir. Bu ise bir Müslümana yakışacak bir özellik

değildir. Bakınız Allahu Teâlâ bu hususlarda ne

buyurmaktadır:

“Nuh gemiyi yapıyordu. Kavminden ileri gelen-

ler her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay

ediyorlardı. Dedi ki: ‘Eğer bizimle alay ediyorsa-

nız, iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de si-

zinle alay edeceğiz!”2

“Senden evvelki peygamberlerle de alay edil-

mişti. Alay edenlerin yaptıkları maskaralıklar ken-

di başlarına gelmişti.”3

Diğer peygamberlerle alay edildiği gibi, Hz.

Peygamber (s.a.v.) ve etrafındaki Müslüman-

larla da alay edilmiştir. Kur’an bunu yapanların

münâfıklar olduğunu beyan etmektedir. Dolayı-

sıyla alay etmek kâfirler yanında münâfıkların

da hasletidir:

“Bu münâfıklar mü’minlerle karşılaştıkları va-

kit ‘Biz de iman ettik.’ derler. Fakat şeytanlarıyla

(münâfık dostlarıyla) baş başa kaldıklarında ise,

‘Biz sizinle beraberiz, biz mü’minlerle sadece alay

ediyoruz.’ derler Gerçekte Allah onlarla alay eder;

azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara

mühlet verir.”4

Ayrıca küçümsemenin Fir’avunların bir has-

leti olduğunu da hatırlatalım.5

Allah Rasûlü Uyarıyor

Karşısındaki insanlarla alay eden, onları kü-

çük görüp aşağılayan kimselerle ilgili olarak Hz.

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

“Bir kimseye günah olarak Müslüman kardeşi-

ni küçük görmesi kâfîdir.”6

“Bir kimsenin başka bir kimseye dinden veya

takvâdan başka bir üstünlüğü yoktur. Kişiye -gü-

nah olarak- kötü sözlü, kötü huylu ve cimri oluşu

yeter.”7

Bu ifadeleri anlayabilen iz’an sahibi birisi

başka bir uyarıya ihtiyaç duymaz. Sonuç olarak,

insanlarla alay eden kişi kendini beğenen, kar-

şısındakini küçük gören, yukarıdan bakan, baş-

kalarını değerlendirirken gözlerini kısıp ezerek

yorum yapan kişi, kibirli biridir. Böbürlenme-

sinden dolayı insanları tahkîr etmektedir. Kibir

ise Allah ve Rasûlü’nün aslâ tasvip etmediği bir

huydur. Bundan Allah’a sığınırız. Diline sahip

olanlardan olmayı dileriz.

onur kırıcı ifadeler kullanırlar veya sahip olduk-

ları maddî imkânları karşılarındakileri ezme

aracına dönüştürürler. Normal konuşmalarında

bile bir küçümseme vardır. Ancak kibirlenme

vâsıtası olarak kullandıkları nimet ellerinden bir

alınıverdiğinde çok kötü duruma düşerler. Artık

başkalarıyla dalga geçemez hale gelirler.

İnsanların Onurlarıyla Oynamak

İnsanın karşısındakini şaşılığı, gözlük kul-

lanması, saçlarının dökülmüşlüğü, bir kolunun

olmaması, parmak sayısının eksikliği, solaklığı,

ellerinde titreme olması, topallığı, konuşurken

bazı harfleri çıkaramaması, kekemeliği, kaşları-

nın çok gür olması, cildinde çiller veya yanıklar

bulunması, boyunun kısa veya çok uzun olması,

çok zayıf veya şişman olması gibi şeylerle kü-

çümsemesi ve bunları anımsatacak lakaplarla

anması kadar kötü bir alışkanlık olamaz. Oysa

bu saydıklarımız ve sizin hemen aklınıza gelive-

ren diğer hususlar, hiçbir insanın sahip olmasını

isteyeceği durumlar değildir ki! Hangimiz çok

şişman olmayı isteriz? Hangimiz şaşı olmayı

arzularız? Hangimiz bir kolumuzun kopmasıyla

çolak kalmayı arzularız? Hiçbirimiz bunları iste-

meyiz. Kendimiz için istemediğimiz gibi yakınla-

rımız için de istemeyiz. Çocuğunun bahsettiği-

miz sıkıntılardan birine maruz kalmasını arzula-

yabilecek bir anne baba düşünemeyiz. Öyleyse

hasbelkader böyle bir durumda olan bir insan-

dan nedir alıp veremediğimiz? Yarına nasıl çıka-

cağımız belli değilken, ailemizden birinin her an

böylesi bir durumla karşılaşabilmesi söz konusu

iken, karşımızdaki insanlardan ne isteriz, neden

küçük düşürücü ifadeler kullanırız?

Yan Yana Olmayacak İki Kelime

İki kelime Müslüman hayatında aslâ yan yana

gelmemelidir. “Müslüman” ve “alay”. Demek

istediğim, bir insan hem bu yüce dini benimse-

miş olacak, hem de karşısındakini alaya alacak?

Yaratıldığı halden ötürü veya bir hastalık-kazâ

sebebiyle bedeninde meydana gelen aksaklık

yüzünden diğer Müslümanı hakir görecek? Böy-

le bir şey tahayyül edilemez. Müslüman olan bir

insan karşısındakini ifadeleriyle küçümseyemez.

Allah’a Dikleniş

Tahkir edici ifadeler Allah’ın yarattığı şekli

beğenmemek demektir. Allah’ın o insanı ya-

rattığı hal ile dalga geçmek onun yaratışına

başkaldırı demektir. Zira böylesi bir durumda

tahkir edilen Allah’ın takdiridir. Bir kazâ veya

ameliyat neticesinde insanın bedeninde oluşa-

bilecek bir eksikliği dile dolamak da aynı şeydir.

Bütün bu durumlar imanın zafiyetinden kaynak-

lanmaktadır.

Hançerlenen Yürekler

Bu tür hakaretlerin karşımızdaki insanların

gönüllerinde açtığı onulmaz yarayı hesap et-

mek mümkün değildir. O insanın kalbindeki kı-

rıklık tedavi edilemez. Zira yapılan hakaretler

onda ruhsal çöküntüye sebep olur. Etrafının onu

küçümsediğini düşünür, kendisini toplumdan

soyutlar ve kabuğuna çekilir. Böyle bir durumu

hangimiz kendi nefsimiz veya çocuklarımız için

Dipnot

* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

1. 49/Hucurât, 11.2. 11/Hûd, 38.3. 21/Enbiyâ, 41.4. 2/Bakara, 14-15.5. Zuhruf, 54.6. Muslim, 4650.7. Et-Terğîb ve’t-Terhîb, 3/375.

“Hiçbir bedensel engelimiz yoksa veya ciddî rahatsızlığımız söz konusu değilse daha fazla nimete sahibiz demektir.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba46 47

4 Temmuz 1546’da Manisa’da hayata göz-

lerini açtı. Babası Sultan II Selim, annesi

Nurbanu Sultan’dı. Doğduğunda, Osman-

lı tahtında dedesi Kanûnî Sultan Süleyman bu-

lunuyordu. Osmanlı’nın o muhteşem ve parlak

günlerini görüp yaşayan talihli şehzadelerden-

di. Çocukluk, gençlik ve ilk şehzadelik dönem-

leri, Osmanlı’nın altın çağının gölgesinde geç-

ti. Sahip olduğu imkânlar ve içinde bulunduğu

şartlar, bir şehzadenin en iyi şekilde yetişmesi

bakımından mükemmeldi.

Şehzadelik Hayatı

Babası Sultan Selim, annesi Nurbanu Sultan

ve tüm saray görevlileri, şehzadelerine sev-

gi, şefkat, ilgi ve desteklerini hiç eksiltmediler.

Murad’ın yükselme döneminin tüm nimetlerin-

den faydalanarak yetişmesi için ellerinden gele-

ni fazlasıyla yaptılar. İlk eğitimini ve terbiyesini

en ideal şekilde sarayda aldı. Hayatının en mut-

lu ve huzurlu günlerini sarayda geçirdi. Çocuk-

luğunu ve gençliğini doyasıya yaşadı.

Osmanlı’nın meşhur tarihçilerinden Hoca

Saadeddin Efendi ve İbrahim Efendi gibi za-

manın büyük bilginlerinden birçok ders aldı.

Öğrenmediği ilim, görmediği ders, okumadığı

temel hiçbir kitap kalmadı. Arapça ve Farsçayı

çok iyi seviyede öğrendi.

Genç şehzadenin edebiyata merakı ise bir

başkaydı. Edebiyatı çok seviyor, elinden kitabı

ve kalemi hiç düşürmüyordu. Dedesi ve baba-

sı gibi onda da şairlik ruhu vardı. Şiire ilgisi ve

kabiliyeti çok yüksekti. Daha çocuk yaşta birçok

şiir yazmıştı. Kaleme aldığı şiirler, sarayda hay-

ranlıkla karşılanırdı. Herkes ondan şiir dinle-

mekten çok zevk alırdı.

Fakat devleti yönetmek için şair olmak,

edebiyatla ilgilenmek ve devrin tüm ilimlerini

öğrenmek yeterli değildi. Yönetim, askerlik ve

ekonomi ile ilgili bilgisi ve tecrübesini de ge-

liştirmeliydi. Bunun yolu da sancakta görev al-

maktan geçiyordu. Yanında danışman hocaları

olduğu halde henüz 15 yaşındayken Manisa va-

liliğine tayin edildi. 28 yaşında padişah olacağı

ana kadar 13 yıl boyunca Manisa valiliği yaptı.

Devlet yönetimiyle ilgili tüm meseleleri en iyi

şekilde öğrendi. Osmanlı’ya sultan olmak için

her şartı taşıyor, kendini hazır hissediyordu.

Şanslı Padişah

Babasının kısa sayılabilecek saltanatı, Şeh-

zade Murad’ı padişahlıkla erken tanıştırdı. Ona

göre bu yüce görev sürpriz olmakla beraber, üs-

tesinden gelebilecek yetkinlikteydi. Önce baba-

sını fani dünyadan ebedî âleme uğurladı. Göz-

yaşı, keder ve acı hatıralarla... İnanç, teslimiyet

ve tevekkülünün sağlamlığı sayesinde kendini

çabuk topladı. Artık şehzade değil, padişahtı.

Görev ve sorumlulukları, yapacakları işler çok

fazlaydı.

En büyük avantajlarından biri de devrinde

Sokullu Mehmed Paşa, Lala Mustafa Paşa, Koca

Sinan Paşa, Kılıç Ali Paşa, Özdemiroğlu Osman

Paşa gibi kapasiteli ve deneyimli devlet adam-

larının bulunmasıydı. Kanûnî dönemindeki du-

rumdan az da olsa uzaklaşılsa da bu kudretli

devlet adamları sayesinde Osmanlı, hâlâ gücü-

nü koruyordu. Padişah III. Murad, babasının et-

kisinde kalıp, ordunun başında sefere çıkmasa

da, Osmanlı parlak zaferlere imza atmaya, gü-

cüne güç katmaya devam etti. Onun zamanında

tüm Kafkasya fethedildi. Azerbaycan, Gürcistan,

Fas ve Avrupa’da birçok kale Osmanlı sınırlarına

TARİH İsmail ÇOLAK

“III. Murad, zeki, kültürlü, nazik, sevecen, neşeli, kan dökmekten hoşlanmayan, şair ruhlu bir tabiata sahipti. Edebî kişiliği kuvvetliydi, şair

hükümdarlardandı. Muradî takma adıyla yüzlerce şiir yazdı.”

“Babası Sultan Selim, annesi Nurbanu Sultan, şehzadelerine sevgi, şefkat, ilgi ve desteklerini hiç eksiltmediler. Murad’ın yükselme döneminin tüm nimetlerinden faydalanarak yetişmesi için ellerinden geleni fazlasıyla yaptılar.”

Muhteşem Süleyman’ın Son Varisi

Sultan III. Murad

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba48 49

katıldı. 1590’da İran ile imzalanan Ferhat Paşa

Antlaşması ile Osmanlı, Doğu’da en geniş sınır-

lara erişti.

Doğudaki Zaferler

Sultan Murad’ın devrini adeta zaferlerle

süsleyen büyük komutanların başında, Özde-

miroğlu Osman Paşa geliyordu. Padişaha ve

Osmanlı’ya tarihe geçen benzersiz zaferler he-

diye etti. Osman Paşa adeta zaferlere ve başa-

rılara doymak bilmiyor, dur durak tanımıyordu.

İlk zaferini 1578’de Çıldır ve Koyun Geçidi’nde

kazandı. Osmanlı’ya Gürcistan kapılarını açtı.

Ardından Mayıs 1583’te, İmamkuli Han komu-

tasındaki Safevî Ordusu’na karşı muhteşem bir

zafer kazandı. Bu savaşın ilginç bir adı vardı:

Meşale Savaşı. İki ordu arasındaki çetin çarpış-

malar, meşaleler altında gece de devam ettiği

için, savaşa bu isim verilmişti. Özdemiroğlu Os-

man Paşa, bu savaşta tecrübesini ve kurnazlı-

ğını gösterdi. Yorgun düşen Osmanlı Ordusu’na

geri çekilme taktiğini vererek Safevîleri tuzağa

düşürdü. Top ateşiyle beklenmedik şiddette bir

saldırıyla karşılaşan Safevî Ordusu bozguna uğ-

radı. İmamkuli Han atını alıp zor kaçabildi.

Büyük bir zaferle İstanbul’a dönen Osman

Paşa, yol boyunca ve payitahtta kahramanlar

gibi karşılandı. İstanbul bayram yerinden fark-

sızdı. Şöhreti ve başarıları yere göğe sığmaz ol-

muştu. Herkesin dilinde şu sözler dolaşıyordu:

“Allah seni devlete ve padişaha bağışlasın!” Pa-

dişah onu sarayda büyük bir sevinç ve gururla

karşıladı. Sarılıp alnından öptü, sırtını sıvazla-

dı. Kahraman paşasını hediyelere boğdu. Sad-

razamlık göreviyle onurlandırdı. Sonra onu şu

sözlerle övdü: “Hoş geldin Osman! Yüzümüzü

ak ettin, senin de dünya ve ahirette yüzün ak

olsun! Hak Teâlâ Hazretleri senden razı olsun.

Dünyalar durdukça durasın...”

Özdemiroğlu Osman Paşa, Osmanlı’ya son

olarak Azerbaycan’ın fethini armağan etti. Se-

fer dönüşünde Ekim 1585’te ağır hastalığa

tutuldu. Çok geçmeden Hakk’ın rahmetine ka-

vuştu. Diyarbakır’daki Kurşunlu Camii civarına

gömüldü.

İngiltere’yi Korumaya Aldı

İngiltere, 1580-1590 döneminde İspanyolla-

rın ülkesini işgal etmesinden korkuyordu. Bun-

dan kurtulmanın yolunun Devlet-i Âli Osman’ın

kapısını çalmaktan ve onunla işbirliği yapmak-

tan geçtiğini düşünüyordu.

Kraliçe’nin askeri danışmanı Sir Francis

Walsingham’ın, İstanbul’daki İngiliz elçisi Willi-

am Harborne’a gönderdiği 9 Mart 1587 tarihli

mektubunda ve 24 Haziran 1587 tarihli cevabî

mektupta bunun ipuçlarına rastlamaktayız.

Mektupta, Francis Walsingham, “İspanyolların

yenilmez donanmasını, ancak Osmanlı Devleti

durdurabilir.” demiştir. Bunun dışında Osmanlı-

ları, Akdeniz’de İspanya, İtalya ve Kuzey Afrika

kıyılarında saldırılar düzenleyerek, İspanyolları

zayıf düşürmeye ikna etmesi için Padişah III.

Murad ve vezirlerle görüşmeler yapmasını, “İn-

gilizlerin çok iyi insanlar olduğunu anlatmasını”

da istemiştir.

Kaynakça

Solakzâde, Solakzâde Tarihi, c.2, Ankara, 1989; Peçevî, Peçevî Tarihi, c.2, Ankara, 1992; Hammer, Osmanlı Tarihi, c.2, İstan-bul, 1997; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.3, k.1-2, An-kara, 1988; Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul, 2010.

Elçi William Harborne harekete geçerek, III.

Murad’a bir arzuhal sunmuştur. Mektupta ko-

nuyu dinî inançlar üzerinden anlatarak padişahı

etkilemeye çalışmıştır. “Yüce Tanrı’nın size ver-

diği kuvvetle ortak düşmanımız tüm putperest

kâfirleri yok edeceğinizi umuyorum. Zavallı bir

kulunuz olarak size yalvarıyorum, putperest

kâfir İspanya üzerine büyük bir donanma sevk

etmeseniz bile, hiç olmazsa 60 ya da 80 kadırga

gönderin.” talebinde bulunmuştur. Mektubun

sonunda şu sözlerle adeta yalvarmıştır: “Kraliçe

Elizabeth, bir kadın olduğu halde Tanrı’nın, put-

perest kâfirlerle savaşma emrini yerine getir-

mek için çabalıyor. Size her zaman sadık kalan

kraliçeyi bu en zayıf zamanında yalnız bırakır-

sanız, size inanan tüm dünya şaşıracaktır. Tanrı

sizin aracılığınızla putperest kâfirleri cezalandı-

racaktır.”

Sultan III. Murad ise, Hoca Sadeddin Efendi

vasıtasıyla Kraliçe Elizabeth’e gönderdiği, “çok

sevinçle karşılanan” mektupta; “Sizden önce

Osmanlı Sultanları ile dostluk kuranlar nasıl

saygı görüp, tarafımızca korunma altına alındı-

larsa, İngiltere Kraliçesi Elizabeth de aynı mu-

ameleyi görecektir. Elçiniz aracılığıyla bizden

istediğiniz donanma yardımını dikkate alacağız.

Önümüzdeki ilkbahar aylarında büyük bir do-

nanmayı göndereceğiz. Ülkenizin dostluğu aynı

şekilde devam ederse, Osmanlı Devleti de sizi

sürekli koruyacaktır.” demiştir. İlkbaharda sefe-

re çıkan Osmanlı Donanması Akdeniz’de büyük

bir tatbikat yaparak İspanya Donanması’nın iki-

ye bölünmesini sağlamıştır. Böylece İngiltere’yi,

mutlak bir İspanya kuşatması ve istilasından

kurtarmıştır. Sonuç itibariyle Kraliçe Elizabeth

emeline kavuşmuş ve Osmanlıların yardımı

sayesinde ülkesini ve tahtını muhtemel İspan-

yol esaretinden korumuştur. Dahası, 30 Tem-

muz 1588’de meydana gelen Gravelines Deniz

Muharebesi’nde, İngiliz Donanması’nın komu-

tanı Sir Francis Drake, İspanyolları rahatlıkla

mağlup etmiştir.

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba50 51

Tasavvuf ve taassup… Taban tabana zıt olan bu iki kavram zaman içerisinde çeşit-li sebeplerle birlikte anılmaya başlanmış,

daha doğru bir ifadeyle tasavvuf ehli mensup oldukları yollarını diğer anlayışlara üstün gör-dükleri ve bir cemaate mensup olma taassubu-na sahip oldukları yönünde bir ithama maruz kalmışlardır. Bu itham, son dönemde tasavvufî sistemi tam olarak bilmeyen ve bir şekilde bu sistemin içerisinde yer alan, yolun başındaki bazı cahillerce/müptedilerce ortaya konulan bazı fevrî ve ferdî davranışlardan esinlenerek dile getirilmiş bir iddia olabilir.

Hâlbuki tasavvufî sistem, taassup başta ol-mak üzere nefsin ve şeytanın kişiyi ağına dü-şürmeye çalıştığı her türlü tuzağın kötü sonuç-larından kişiyi kurtarmak için sınırları Kur’ân-ı Kerim, sünnet-i seniyye ve çeşitli eğitim-öğre-tim metotları çerçevesinde şekillendirilen bir sistemdir. Bir başka ifadeyle tasavvuf, kişiyi vahiy ve nebevî mesajlar çerçevesinde yaratılış gayesi olan Allahu Teâlâ’ya ihlâs ve ihsan mer-tebelerinde kulluk yapabilmesi için tesis edil-miş bir sistemdir. Bu sistemde kişinin benliğini, cemaatini, kabullerini, görüş ve düşüncelerini, gidişatını, fiillerini ve çevresini hak ve hakikatin önüne geçirmesi şeklinde formülize edilebile-cek ‘taassup’ saplantısına asla yer yoktur.

Tasavvuf, kişiden bu ve benzeri kötü duy-guları uzaklaştırmak için oluşturulan sistemin adıdır. Bireysel olarak yapılan bazı aşırı hare-ketler ve dile getirilen bazı sözler dışarda tutu-lursa sûfîleri taassup sahibi olarak itham etmek tarihî seyre ve vakıaya aykırı bir iddia olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü tarih boyunca bir Mevlevî-Kâdirî, Halvetî-Celvetî veya Nakşî-Şâzelî çekişmesi, tarafların birbirlerini suçla-maları, yollarını diğerlerinden üstün görmeleri, diğer sistemleri beğenmemeleri, birbirlerini kü-fürle itham etmeleri veya tarafların savaşmala-rı gibi bir durum vuku bulmamıştır. Tam aksine hangi yoldan olursa olsun sûfîlerin kendilerini seven-sevmeyen, yollarından gelen-gelmeyen hatta Müslüman olmayan kimselere dahi hoş-

görü ile baktıkları bilinmektedir. İslâm’ın nefsi terbiye etme, ruhu geliştirme ve manevî yönü-nü temsil etmesi hasebiyle bâtınî tarafını tem-sil eden tasavvuf anlayışı ile dinin kurallarını, ibadetlerin şart ve rükünlerini, muamelat ve ahlakî konulardaki sınırlarını belirlemesi yönüy-le zahirî tarafını temsil eden fıkıh ilmi de bu ve benzeri birçok ithama maruz kalmıştır. Fıkha dair bu ithamlar da tasavvufa yönelik iddialarda olduğu gibi haksız, mesnetsiz ve önyargılı iddi-alardır. Çünkü tarihî sürece bakıldığında fıkhî meseleler dolayısıyla, birkaç yerel hadisenin dı-şında, ümmeti parçalayacak çapta veya fıkhın sonradan uydurulmuş, insan mahsulü bir sis-tem olduğu şeklinde dile getirilen iddialara kay-naklık edecek bir vakıa ile karşılaşılmamıştır. Tam aksine fıkhî mezhepler, ümmetin dertlerini çözmeyi dert edinmiş, sınırlarını Kur’ân-ı Kerim ve sünnet-i seniyyeden alan bir disiplindir. Fakat tasavvuf ve fıkha dair derinlikli bilgisi olmayan veya art niyetleri sebebiyle bu sistemleri yanlış yapmakla suçlayan insanlar, maalesef, tarih bo-yunca da günümüzde de eksik olmamıştır.

Bu konuda iddia sahipleri iddialarını ispat etmekle yükümlüdürler. Yani delillerle, her iki disipline dair dile getirilen iddialar ispatlanma-lıdır. Biz, bu çalışmamızda meselenin bir tarafı-nı teşkil eden sûfîlerin taassup sahibi kimseler olduğu yönündeki iddialara bizzat sûfîler tara-fından dile getirilen sözler ve onların bazı uygu-lamalarıyla cevap vermek istiyoruz.

Gönül Ehlinin Taassuptan Uzak Yaşamları Bağlamında Örnekler ve Bu Sürecin Bazı Kahramanları

Sûfîler; tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve diğer İslamî disiplinleri olumsuz ithamlara maruz bı-

KÜLTÜR Fatih ÇINAR

“Tasavvuf, kişiyi vahiy ve nebevî mesajlar çerçevesinde yaratılış gayesi olan Allahu Teâlâ’ya ihlâs ve ihsan mertebelerinde kulluk yapabilmesi için tesis edilmiş bir sistemdir.”

“Tasavvuf, kişiden bu ve benzeri kötü duyguları uzaklaştırmak için oluşturulan sistemin adıdır. Bireysel olarak yapılan bazı aşırı hareketler

ve dile getirilen bazı sözler dışarda tutulursa sûfîleri taassup sahibi olarak itham etmek tarihî seyre ve vakıaya aykırı bir iddia olarak karşımıza

çıkmaktadır.”

Taassuptan Uzaktır Gönül Ehli

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba52 53

rak görev yapıp, Bayramî usulüne göre terbiye

gören Eşrefoğlu Rûmî (k.s.), aynı zamanda Hacı

Bayram Velî (k.s.)’nin damadı olmuştur. İçerisin-

deki aşk ateşini burada da söndüremeyen Eş-

refoğlu Rûmî (k.s.), üstadı ve kayınpederi Hacı

Bayram-ı Velî (k.s.)’nin yönlendirmesiyle bu kez

Hama’daki Kâdirî şeyhi Hüseyin Hamevî (k.s.)’ye

gitmiş ve neticede onun halifesi olarak memle-

ketine dönmüş ve İznik’te vefatına kadar irşat

faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu tablo, yani Eş-

refoğlu (k.s.)’nun, Kübreviyye Tarikatı’nın tem-

silcisi Emir Buharî (k.s.) tarafından Bayramiyye

piri Hacı Bayram-ı Velî (k.s.)’ye yönlendirilmesi;

damadı ve halifesi olmasına rağmen Eşrefoğlu

(k.s.)’nun Hacı Bayram-ı Velî (k.s.)’nin bir Kâdirî

şeyhi olan Hüseyin Hamevî (k.s.)’ye gönderil-

mesi sûfîlerin taassuptan eser bulunmayan ki-

şiliklerinin en güzel örneklerinden birisi olarak

tarihteki yerini almıştır.

Olgun Tavrın Neticesi

Son dönemde sûfîlerin taassup duygusundan

mümkün olduğu kadar uzak durduklarını gözler

önüne seren bir diğer isim Mahmud Sami Ra-

mazanoğlu Hazretleridir. Nakşî-Hâlidî geleneğin,

dönemindeki en büyük temsilcilerinden birisi

olan Sami Efendi, İstanbul’a kendisine intisap için

gelen bazı Sivaslıları Sivas’ta Nakşî-Hâlidî gele-

neğin önemli temsilcilerinden olan İhramcızâde

İsmail Hakkı Toprak (k.s.)’a yönlendirmiştir. Bu

vicdanî tavrıyla Sami Efendi’nin, muhatapları-

nın durumunu gözeterek olmaları gereken ad-

rese onları yönlendirdiğini görmekteyiz. Sami

Efendi’nin bu olgun tavrı, sûfîlerin taassupla ha-

reket edip, kendilerinden başka doğru kabul et-

medikleri veya başka yollara önyargılı oldukları

yönündeki iddiayı çürüten bir örnektir.

Sami Efendi’nin irşat için kendisine gelen

bu gurubu yönlendirdiği İhramcızâde İsmail

Hakkı Toprak (k.s.)’ta da herhangi bir taassuba

rastlanmadığını gösteren olaylar da sûfîlerin

taassuptan uzak, gerçeğin peşinde ömür tüket-

tiklerini gösteren örnekler vardır. İsmail Efen-

di, hakikate ulaşabilmek için önce Kâdirî şeyhi

Mûr Ali Baba ailesinden istifade etmiş, ardından

bir Rifaî şeyhi olan Abdullah Haşim el-Mekkî

(k.s.)’ye hizmet etmiş, onun yönlendirmesiyle

Nakşî-Hâlidî şeyhi Tokatlı Mustafa Hâkî (k.s.)’ye

varmış ve onun rehberliğinde nefs mertebele-

rini kat etmiştir. İsmail Efendi’nin bu tavrı da

sûfîlerin taassubu kabul etmeyen tavırlarının

bir göstergesidir.

Elbette bu durumla ilgili sûfîlere dair ör-

nekleri burada zikredilen örneklerle sınırla-

mak mümkün değildir. Hallac-ı Mansur (k.s.),

İbnü’l-Arabî (k.s.) ve Niyâzî-i Mısrî (k.s.) ile il-

gili eser yazan, bu isimlerin yollarına mensup

olmayan sûfîlerin epey bir yekûn oluşturması

dahi sûfîlerin taassuptan uzak tavırlarını gös-

termeye yeterli bir örnektir. Neticede, taassup

duygusu başta olmak üzere nefsin bütün kötü

yönlerini törpülemek üzere yola çıkmış olan

sûfîler, maalesef, zaman zaman taassup sahibi

olmakla itham edilmişlerdir. Nakledilen örnek-

ler göstermektedir ki sûfîler, belki de en temel

hedef olarak, itham edildikleri bu kötü huy ile

yani taassupla mücadele etmek için çaba ve

gayret göstermişlerdir. Fakat fevri ve ferdî bazı

davranışlar karşısında işin hakikatini bilmeyen

veya bildiği halde hakikati çarptırmaya çalı-

şan kesimler tarafından taassup sahibi olmak-

la itham edilmişlerdir. Hakikat peşinde, nefsi

dizginlemek, hayatı vahiy ve nebevî mesajlar

çerçevesinde anlamlandırmak isteyen sûfîleri

taassup sahibi olmakla itham etmek, tasavvufî

sisteme ve bu sistemle Mevlâ’ya ulaşmaya yol

arayan sûfîlere karşı ön yargının, cehaletin veya

art niyetliliğin bir vesikası gibi görünmektedir.

Yapılması gereken iş ise taassuba dayanan ve

son derece ayrıştırıcı bu ithamdan bir an önce

vazgeçmek ve hakikat peşinde mesafe kat ede-

bilmek için kulluk yolunda çaba ve gayrete de-

vam etmek olmalıdır.

rakmak yerine bu disiplinlerden en üst seviye-

de istifade edip hiç vakit kaybetmeden kendi iç

dünyalarına yönelip nefislerini ıslah edebilme-

nin endişesi içerisinde olmuşlardır. Bu neden-

le, ilmî bazı eleştiriler dışında, sûfîlerin İslâmî

ilimlere ve bu ilimlerin temsilcilerine eleştirileri

olmamıştır. Sûfîler, genel olarak başka disiplin-

lere dair eleştiriyle değil de kendi aralarında

taassuba dayandığı iddia edilen davranışları

nedeniyle kınanmışlardır. Biz burada meselenin

aslının böyle olmadığını örneklerle gözler önü-

ne sermek istiyoruz.

Aynı Hedefe Kilitlenmiş Kimselerin Muhabbetleri

İlk örnek olarak, tasavvuf tarihi içerisinde

özel bir konuma sahip olan Sivasîler ailesinin

temsilcisi Şems-i Sivasî (k.s.) ve onun gönlünü

herkese açmayı başarmış taassuptan bir iz ta-

şımayan davranışlarından birini dile getirmek

istiyoruz. Şems-i Sivasî (k.s.), seksen yaşının

üzerindeyken, Eğri Kalesi’ne düzenlenen sefe-

re katılmak üzere Sivas’tan İstanbul’a hareket

eder. Şems-i Sivasî (k.s.), Halvetiyye yolunun

Şemsiyye kolunun piridir ve onu İstanbul’da

karşılama görevi, halvet sisteminin tam tersi

bir şekilde halk arasına karışarak sevenlerini

terbiye eden ve bu nedenle Celvetiyye yolu ola-

rak isimlendirilen yolun önemli temsilcisi Aziz

Mahmud Hüdayî (k.s.)’ye verilir. Hüdayî (k.s.),

Sivasî (k.s.)’yi elini öperek karşılar, onu misafir

eder, yaklaşık on beş gün ikili, ilim adamları ve

devlet erkânı arasında sohbetler olur ve taraf-

lar birbirlerine olan hürmetleri ve dualarıyla

herkesin takdirini toplarlar. Bu süreçte, Şems-i

Sivasî (k.s.), Aziz Mahmud Hüdayî (k.s.)’ye “Evla-

dım! Siz bir tanesiniz ve ileride inşallah daha da

fazlalaşırsınız.” duasıyla onu taltif eder. Bu tab-

lo, bir taassubun değil ancak aynı hedefe kilit-

lenmiş kimselerin muhabbetlerinin bir simgesi

olarak kabul edilebilir.

Bu duruma bir örnek de Şems-i Sivasî

(k.s.)’ye talebe olarak gönderilen ve halk ara-

sında ‘Mum Baba’ olarak tanınan Abdülkerim

Efendi (k.s.)’nin durumudur. Sûfîler, taassup sa-

hibi olsaydı farklı bir tarikata mensup olan bi-

risine kendi talebesini yetiştirmesi için gönde-

rirler miydi? Bu örnek, sûfîlerin taassup sahibi

kimseler değil, kişilerin durumu ve kabiliyetleri

yönüyle kime veya hangi yola uygunsa o yola

sevenlerini yönlendirmeleri şeklindeki ilmî ve

insanî taraflarını gösteren bir başka örnektir.

Sivasîlere dair son örneğimiz bir Kâdirî der-

vişi olan, halk arasında ‘Mûr Ali Baba’ şeklinde

tanınan ‘Mehmet Efendi’ ile Sivasîler arasında

yaşanan bir olaydır. Mehmet Efendi, Kerkük’te

dünyaya gelmiş ve Kâdirî dergâhında terbiye

görmüş birisidir. Üstadı onu, Sivas’a irşat için

göndermiş ve ona nerede kalacağı yönünde

herhangi bir bilgi vermemiştir. Mehmet Efendi,

Sivas’a gelince ilk olarak Halvetiyye’nin Şem-

siyye yolunun merkezi olan Sivas’taki dergâhta

kalmıştır. Hiç kimse, Mehmet Efendi’yi farklı bir

yola mensup olması yönüyle kınanmamış, ken-

disi burada erbain, çile, zikir ve ilim meclislerine

iştirak ederek bir müddet misafir olmuştur. Bu

örnek de sûfîlerin taassup sahibi oldukları yö-

nündeki iddiayı çürüten önemli bir örnektir.

Sûfîlerin taassup sahibi oldukları iddiasını

çürüten en belirgin örneklerden birisi Eşrefoğ-

lu Rumî (k.s.)’dir. Eşrefoğlu Rûmî (k.s.) öncele-

ri Bursa’daki Emir Sultan (k.s.)’a intisap etmek

istemiş fakat Emir Sultan (k.s.), onu Ankara’da

irşat faaliyetlerini sürdüren Bayramiyye yolu-

nun piri Hacı Bayram-ı Velî (k.s.)’ye yönlendir-

miştir. Burada Hacı Bayram Camii imamı ola-

“Hangi yoldan olursa olsun sûfîlerin kendilerini seven-sevmeyen, yollarından gelen-gelmeyen hatta Müslüman olmayan kimselere dahi hoşgörü ile baktıkları bilinmektedir.”

Dipnot

Bu makalenln geniş dipnotlu hali dergimizin internet sayfasın-

dadır.

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba54 55

Fatih Sultan Mehmed’in ölümü ile Osmanlı Devleti’nin başına kimin geçeceği henüz bilinmiyordu. Fatih Sultan Mehmet hayat-

tayken, oğlu Şehzade Mustafa’yı tutuyor onu taht için düşünüyordu. Fakat genç şehzadenin erken yaşta beklenmedik ölümü, planları tehir etmişti. Bunun üzerine Fatih de ani bir şekilde vefat edince, iki şehzade, Bâyezîd ve Cem ara-sında taht mücadelesi başladı. Şehzade Cem Bursa’ya geldi, saltanatını ilan etti. Buna karşılık Bâyezîd de bir kuvvet ile buna mukavemet gös-terdi ve neticede Cem yenilerek Anadolu içleri-ne çekildi. Oradan Mısır’a, Memlüklü Sultanı’nın yanına geçti ve hac farizasını yerine getirmek üzere Hicaz’a hareket etti. Dönüşte Cem Sultan tekrar kuvvetler toplayarak Osmanlı toprakla-rına girdiyse de yine muvaffak olamadı. Cem Sultan, 18 Temmuz 1482’de maiyetiyle Korkos Limanı’ndan Rodos Adası’na doğru yola çıktı. Böylelikle şehzadenin on üç yıllık macerası baş-lamış oluyordu. Fakat Saint Jean şövalyeleri reisi, Cem’i adeta bir koz gibi kullanmak niye-tindeydi. Nitekim Papa ve Avrupa hükümdarına mektuplar yazarak, onları bir Haçlı İttifakı etra-fında toplamayı hedefliyordu.

Angelo Kulesi’nde Sıkıntılı Bir Dönem

Beş hafta adada kalan şehzade, 1 Eylül’de adadan ayrıldı. Macaristan yoluyla Osmanlı topraklarına geçeceğini ümit ediyordu. Ne var ki gemi Mesina’ya uğrayarak, 15 gün sonunda Nice şehrine vardı. Burada yıllarca kaldı. Ge-rek Avrupa Devletlerinin, gerekse de Sultan Bâyezîd’in baskısını gören şövalyeler, Cem’i daha çok elde tutamayacaklarını anladılar ve onu Papa’ya teslim etmeye karar verdiler. Cem, Papa VIII. Innocent’in döneminde Saint Angelo Kulesi’nde sıkıntılı bir dönem geçirdi. Vatikan’a gelişinden bir gün sonra Papa ile görüşen Cem Sultan, müteakip görüşmelerinde, Avrupa’ya gelişinin sebep ve maksadını anlattıktan son-ra, Mısır’a giderek ailesine kavuşmak istedi-ğini bildirmiş, duyduğu teessürü anlatırken, Papa VIII. İnnocent’i de ağlatmıştır. Ancak, daha Cem Rodos’a geldiğinden beri, bir Haçlı Seferi

açma emeli taşıyan ve bu işin gerçekleşmesi için uzun zaman gayret sarfeden Papa, Cem’e Macaristan’a gitmesine izin verebileceğini bil-dirmiştir. Fakat Cem, bu hareketinin sonucunu idrak ettiği için, teklifi reddetmiştir. Bu ret ce-vabı üzerine ağır bir dil kullanan Papa’yı, oku-masını ve yazmasını gayet iyi öğrendiği Frenk dili ile verdiği cevapla mahcup etmiştir. Bunun-la beraber, Cem’in Vatikan’a gelmesiyle de, Os-manlı aleyhinde girişilecek seferin tartışmala-rı bitmemişti. Bir yandan Macar Kralı Matyas, Cem’i istemekte, diğer taraftan Kayıtbay da Mısır’a gönderilmesini talep etmekte idi. Papa 25 Mart 1490’da, teşebbüslerini yoğun bir şe-kilde sürdürdüğü Haçlı Seferi’nin tertiplenmesi için bir kongre topladı. Ancak tam bu sırada, Macar Kralı Matyas Korvin’in ölümü, olumlu bir netice alınmasına mani olmuştur. Bâyezîd, Ka-pıcıbaşı Mustafa Bey ile gönderdiği Cem’in üç yıllık toplam tahsisatını Papa’ya teslim eder-ken, şehzadenin Roma’da tutulması için her yıl 40.000 altın vereceğini de vadetmişti. Bu teklif üzerine II. Bâyezîd’e bir mektup gönderen Papa, Padişah’ın istediğini kabul ettiğini bildirmiştir. Bu arada zaman zaman Roma’da dolaşıp, fuka-ralara sık sık sadaka dağıtan Cem Sultan’ın halk arasında Hristiyanlığı kabul edeceğine dair söy-lentiler ortaya çıkmıştır. Bu söylentiler üzerine Papa Cem Sultan’ı bizzat Hristiyan dinine davet etmiş ancak ret cevabı almıştır.

TARİH Resul KESENCELİ

“Zaman zaman Roma’da dolaşıp, fukaralara sık sık sadaka dağıtan Cem Sultan’ın halk arasında Hristiyanlığı kabul edeceğine dair söylentiler ortaya çıkmıştır. Bu söylentiler üzerine Papa Cem Sultan’ı bizzat Hristiyan dinine

davet etmiş ancak ret cevabı almıştır.”

Hazin HikâyesiCem Sultan’ın

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba56 57

Onun 1492’de ölümü üzerine yeni Papa Ale-xandre Burgia zamanında daha serbest bir ha-yat sürmeye başladı. Bu Papa’nın oğlu ve Gandi-ya Dukası Don Juan ile ahbap olan Cem, sık sık gezintilere çıktığı gibi, din adamları vesair ileri gelenlerle birlikte çeşitli ziyafetlere de katılmış-tır. Fransa Kralı Eylül 1494’te hazırladığı güçlü bir ordu ile Napoli üzerine yürüdü. Charles’in niyetini anlayan Papa, şövalyeleri Saint Angelo Şatosu’ndan uzaklaştırarak Cem’in muhafaza-sından ayrıldı. Fransa Kralı VIII. Charles’in eline geçti. Maksadı Cem’i ele geçirmek olan Charles, Floransa üzerinden Ekim 1495’te Roma’ya gir-di. Papa’dan Cem’in teslimini isteyen Charles, uzun müzakerelerden sonra, isteğini Papa’ya kabul ettirmiştir. Anlaşmaya göre Cem Sultan, Terracine veya Papalığa ait kalelerden birisinde kalacak, Kral Fransa’ya dönünce, tekrar Papa’ya teslim edilecekti. 21 Ocak 1495’te, Saint An-gelo Şatosu’nda Fransa Kralı Charles ile tanı-şan Cem Sultan, beş gün sonra, Kral’a teslim edilmiş ve 24 Ocak 1495’te de onunla birlikte Roma’dan ayrılmıştır. Kral Charles ile birlik-te Fransız Ordusu’nun Napoli Seferi’ne iştirak eden Cem Sultan, 9 Şubat 1495’te Monte San Giovanni Kalesi’nin alınmasında hazır bulun-muştur. VIII. Charles, Terracine’i ele geçirmedi-ği halde, Papa’nın herhangi bir hilesine maruz kalmamak için, Cem’i buraya yerleştirmemiştir.

Ancak, San Germano’ya varıldığı zaman (16 Şubat 1495), Cem Sultan’da hastalık belirtileri görülmeye başlamıştır. Bir gün sonra, Thiono’da, Cem’in yüzü, gözü ve boynu şişmiş, ata binecek takati kalmamıştır. Nihayet Capua’ya sedye ile götürülmüştür. Capua’da annesi ile ailesinin mu-hafazasını ve adamları ile cenazesinin Osmanlı

ülkesine götürülmesini vasiyet etmiştir. Daha sonra Auerso’ya nakledilen Cem, büsbütün ken-disini kaybederek sayıklamaya başlamıştır. 22 Şubat’ta da Fransız Ordusu Napoli’ye girerken, son olarak ata binen Cem Sultan, daha fenala-şarak tekrar yatağa düştü. Charles, sık sık Cem’i ziyaret ediyordu. Hatta Napoli’ye girdiği zaman, onu Capua Şatosu’na getirtmiş ve tedavisi için hekimler tayin etmiştir. 26 Şubat günü, Cem Sultan’a tamamen serbest olduğunu bildirmiş-tir. Serbest kaldığını öğrenince Allah’a şükreden Cem Sultan, artık ilaç da alamaz olmuştu. Anne-sinden gelen mektubu bile okuyamayan Cem, artık konuşulanları da anlayamamakta idi. Cem Sultan, Charles’ın gayretlerine rağmen kurtarıla-madı. 25 Şubat 1495’te Çarşamba günü hayata gözlerini kapadı. Cem’in beklenmedik bu ölümü, bugün bile açıklığa tam manasıyla kavuşturul-muş değildir. Öldüğünde henüz 36 yaşlarında idi.

Cem Sultan’ın Vefatı

İlk dönem Osmanlı kroniklerine bu konu hakkında müracaat ettiğimizde şöyle bir tablo ile karşılaşıyoruz: Bunlar içinde en önemlile-ri arasında görebileceğimiz Âşık Paşazade’nin Tevarih-i Âli Osman’ında bu konu hakkında bir bilgi bulamıyoruz. Diğer önemli kronikler içinde Şükrullah ve Nişancı Mehmed Paşa gibi isimler, eserlerinde Bâyezîd dönemini anlatmadıkları için iki kardeşin münasebetlerine ve dolayısıy-la Cem Sultan’ın ölümüne değinmemişlerdir. Bununla beraber Cem’in bizzat kendi direktifi doğrultusunda yazdırdığı Câm-ı Cem Âyin isim-li eser, bir şecere kitabı olduğu için konumuz dâhiline girmemektedir.

Aslında bu noktada bize çok yardımcı olabi-lecek bir eser mevcuttur. Ne yazık ki onda da istediğimiz malumatı bulamıyoruz. Adını zikret-tiğimiz eser, Cem Sultan’ın on üç yıllık Avrupa günlerini anlatan “Vâkıat-ı Cem Sultan” isimli kitaptır. Bu kitap, anonim bir eserdir ve Cem’in sürekli yanında bulunan biri tarafından yazıldı-ğı anlaşılmaktadır. Aslında Vâkıat-ı Cem Sultan veya diğer bir deyişle “Kitab-ı Cem Sultan”, ölü-mün nasıl cereyan ettiğini değil, ölümden sonra neler yapıldığını anlatır.

Cem Sultan’ın ölümü hakkında kesin bir ka-nıt elimizde olmadığı için daha çok tahminler üzerinden onun vefatını tartışabiliyoruz. Genel itibariyle baktığımızda, Cem’in zehirlenerek öl-dürüldüğü kanaati tarih yazarları arasında daha yaygındır. Örneğin Hoca Sadeddin Efendi, şeh-zadenin zehirlenerek öldüğünü söylemektedir. Fakat bu noktada daha farklı bir görüş beyan eder ve bu zehirlenmenin bir tıraş esnasında olduğu fikrini savunur. Bunu söyledikten sonra manzum bir şekilde, tıraş ve ustura sözcükleriy-le metafor olarak mütekerriren oynar.

Çarh-ı feleğin ustura sen tîz iderNiçe Cem’i cûrâ ile nâçîz ider

Her kimi kim eylese bir dem tıraş

Cân u dilin eyler anın pür-hıraş

Kimseye etmez şefkat bu sipihr

Görmedi andan bir ahd rûy-ı mihr

Eğme sakın ustura-yı çarha baş

Câh-ı gamın eyle gönülden tıraş

Câh recâsında dilâ çekme gam

Bâr gamile kasd-ı Cem oldı ham

Câm-ı Cem eyle ona sermest olur

Rıhleti vaktinde nehy-i dest olur

Şehliği derd-i serîne değmedi

Âkil olan başın ana eğmedi

Bu noktada zehirleme hadisesinin kimin ta-rafından icra edildiği meselesi ortaya çıkıyor. O dönemin İtalyan tarihçileri, Cem Sultan’a zehrin Papa tarafından verildiğini belirtir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Papa’nın bu işte parmağı ol-ması kuvvetle muhtemeldir. Tesirini daha sonra gösteren tofana zehri ile onu etkisiz hale getir-mek istemiş olabilir. Çünkü topraklarına giren Fransa Kralı, Cem’i bir Haçlı İttifakı için yanına almayı düşünmekte ve bu hususta Papa’yı da ikna etmiş bulunmaktadır. Binaenaleyh Papa da kerhen de olsa bu isteği kabul etmek zorunda kalmıştır. Papa’ya göre Şehzade Cem, Charles ile Kudüs’e gidecek ve dönüşte yine kendisine

teslim edilecektir. Fakat bunun çok uzun bir za-

man alacağı aşikârdır. Aynı zamanda Charles’ın

sözünde durup durmayacağı da şüpheli gözük-

mektedir. Papa, Cem’i zehirlemiştir, nitekim

genç şehzadenin vefatından sonra bir türlü

na’şı iade etmemiş ve bunda da ısrarcı davran-

mıştır. Her fırsatta kendisine padişah tarafın-

dan vadedilen yüklü miktarda parayı öne sür-

müştür. Buna kavuşmak için şehzadeyi zehirle-

yerek Fransa Kralı’na teslim etmiş olması bize

göre son derece kuvvetli bir ihtimaldir. Bilindiği

üzere o devirde Avrupa ve özellikle İtalya yarım

adası zehir imal etme ve bunu çeşitlendirme

hususunda oldukça gelişmiştir. İşte bu sebeple

yıllarca vatanına bir türlü kavuşamama duygu-

su, şehzadenin yukarıda belirttiğimiz hassasiye-

ti ile birleşince, onun büyük bir sıkıntıya duçar

durumda olduğu düşünülebilir.

Kaynakça

Ahmed Refik Altınay, Sultan Cem, İstanbul 1923.Cem Sultanın Türkçe Divanı, (Hazırlayan: Halil Ersoylu), İstan-

bul, 2013.Hoca Sadeddin Efendi, Tâcü’t-Tevârih, (Hazırlayan: İsmet Par-

maksızoğlu) , c.III, Ankara 1999.İbn Kemal, Tevârih-i Âl-i Osman, 8. Defter, ( Hazırlayan: Ahmet

Uğur), Ankara 1997.M.Cavid Baysun, Cem Sultan – Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1946.Vâkıât-ı Sultan-ı Cem, Osmanlıca Tıpkı Basım ( Çeviri Değildir),

İstanbul 2017.

“Cem’in Vatikan’a gelmesiyle de, Osmanlı aleyhinde girişilecek seferin tartışmaları bitmemişti. Bir yandan Macar Kralı Matyas, Cem’i istemekte, diğer taraftan Kayıtbay da Mısır’a gönderilmesini talep etmekte idi.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba58 59

KÜLTÜR Ömer Faruk YİĞİTEROL

Eski edebiyatımızı isimlendirme konusunda Tanzimat’tan günümüze dek birbirinden farklı birçok fikir sunulmuştur. Divan edebi-

yatı, yüksek zümre edebiyatı, saray edebiyatı, üm-met edebiyatı bunlardan yalnızca birkaçıdır.

Tasavvuf edebiyatı da isim önerilerinden biri-dir. Genel itibarıyla Divan edebiyatının bir diğer ismi gibi gözükse de aslında ayrı bir kol ya da alt başlık olarak değerlendirilmesi daha doğrudur. Tasavvuf edebiyatı, nazım birimleri ve nazım bi-çimleri hususunda Divan şiiri ile benzerlik göster-mektedir. Ayrıldıkları nokta şiirin muhtevasıdır.

Tekke edebiyatı olarak da adlandırılan Tasav-vuf edebiyatında, mutasavvıf şairlerin amacı sa-natlı söyleyiş değildir. Şiir onlar için bir amaç değil araçtır. Nasıl söylediklerinden ziyade ne söyle-dikleri önemlidir. Bu yüzden genellikle mutasav-vıf şairlerin şiirlerinde, şekil açısından kusurlar bulunmaktadır. Ancak muhtevanın ve mananın gücü, muhatabın bu kusurları görmesini engel-lemektedir. Süleyman Çelebi’nin “Eksik olan ek-sik görür.” ifadesi de hata arayan gözlerimize bir uyarı niteliğindedir.

Es‘ad Erbilî’nin Hz. Muhammed (s.a.v.)’i konu edinerek kaleme aldığı, yazımızın devamında veri-len nutk-ı şerîfinden seçilmiş olan beyitler, şekil ve form açısından divan şiirine; muhteva ve mana-daki derinlik açısından da tasavvuf şiirine örnektir.

Gönül nûr-ı cemâlinden habîbim bir ziyâ isterGözüm hâk-i rehinden ey tabîbim tûtiyâ ister

(Ey sevgili! Gönlüm, güzelliğinin nurundan bir ışık ister. Ey tabîbim! Gözüm de yürüdüğün yolun tozundan bir sürme ister.)

Nutk-ı şerîfte, “habîb ve tabîb” nidalarına mu-hatap olan kuşkusuz Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O’ndan medet dileyen de kalbi Peygamber sevgi-siyle yanıp tutuşan bî-çâre âşıktır. Günahı bir hayli fazla olan âşık, günahlarının affı için habîbinden yardım istemektedir.

Birinci mısrada geçen “nûr ve ziyâ” ifadeleri, dikkat çekmektedir. Klasik şiirimizde, bu iki ifade,

özellikle sevgiliden bahsedilen bölümlerde kar-

şımıza çıkmaktadır. Nitekim bu şiirde de sevgili,

Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir ve nûrla ziyâ ifadeleri,

aynı mısra içinde Peygamber Efendimiz’le birlik-

te kullanılmıştır. O’nun yüzü o kadar güzeldir ki

etrafına nur saçmaktadır. Hz. Hasan, Peygamber

Efendimiz için “Rasûlullah Efendimiz, yaradılıştan

heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay

hâlindeki ayın parlaklığı gibi nur saçardı.” demiş-

tir. Bunu bilen âşık, habîbinin nur yüzünden sa-

dece ufak bir ışık istemektedir. Elbette ki burada

geçen nur ve ziya ifadeleri, yalnızca ışık anlamın-

da değildir. Bu ifadeler aynı zamanda güzelliğin,

temizliğin, sevginin, aşkın, ilmin ve ilahî tecellinin

bir sembolüdür.

İkinci mısrada âşık, “tabîbim” diye seslendiği

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ayak bastığı topraktan

kendisine sürme istemektedir. Sürme de klasik

şiirimizde sıkça karşımıza çıkan ifadelerdendir.

Sürmenin özelliği hem güzellik hem de görüş kes-

kinliği vermesidir. Sürmenin anavatanı Isfahan’dır

ve cevherden yapılmaktadır. Ancak eski şiirimizde

sevgilinin ayağının tozu ya da sevgilinin mahal-

lesinde dolaşan köpeğin ayağının tozu bile, cev-

herden yapılan orijinal sürmeden daha değerlidir.

Âşığın kendi gözüne sürme istemesinin asıl sebe-

bi, güzel görünmek değil görüşünü kuvvetlendir-

mek istemesidir. Burada da gerçek manada be-

şer gözünün görmesinden ziyade gönül gözünün

açılması kastedilmektedir. Habîbinin ayağının to-

zunu kendisine sürme çeken âşık, Hz. Peygamber

(s.a.v.)’den aldığı feyizle gönlünü şenlendirmek

istemektedir.

Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-i günâhımdır

Amân ey kân-ı ihsân zulmet-i kalbim cilâ ister

“Tasavvuf edebiyatında, mutasavvıf şairlerin amacı sanatlı söyleyiş değildir. Şiir onlar için bir amaç değil araçtır.”

Zulmet-i KalbimCilâ İster

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba60 61

(Gönlümün neşesine karanlık veren günahları-mın kiridir. Ey ihsan sahibi, medet! Kalbimin ka-ranlığı cila ister.)

Beyitte “ey kân-ı ihsân” diye hitap edilen yine Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Bu beyitte de günahkâr âşık, günahlarının farkına varmış ve Peygamber Efendimiz’i şefaatçi kılmak istemiştir.

Beyitte geçen sîne, zulmet, jeng, günâh, kalb ve cilâ ifadeleri birbiriyle son derece uyumlu ve bize tasavvuftaki ayna-kalp ilişkisini çağrıştıran ifadelerdir. Âşığın neşesine engel olan, onu sefa-sından alıkoyan işlediği günahlardır. Günahların akıldan çıkmaması ve hesap gününe olan inanç, âşığın bu dünyadan zevk alamamasına sebep ol-maktadır. Bu durum bir açıdan iyi, bir açıdan kö-tüdür. Günahın çok olması elbette iyi değildir ama günahın farkına varmak ve işlediği günahlardan pişman olmak âşığa yakışan bir haslettir.

İkinci mısrada âşık “aman!” dileyerek söze baş-lamıştır. Ve ardından ihsan, kerem, lütuf sahibine bir isteğini iletmektedir. Âşık, kalbinin karanlığına cila istemektedir. Burada ayna metaforu kendi-ni hissettirmektedir. Âşığın kalbi aynadır. Ayna âşığın her şeyidir. Ruhunu teslim edinceye dek o aynanın temiz kalması gerekmektedir. Aynanın

kirlenmesi demek, âşığın günahkâr olması de-mektir. Ayna kirlenince görüntüyü güzel aksetti-remez. Bu yüzden âşığın, aynasını temiz tutması gerekmektedir. Ayna kirlendiği vakit, tedavi ayna-nın cilalanmasıdır. Âşığın cilası da Allah’ı daima zikretmektir. Âşığın hem cehrî hem de kalbî zikri, onun gönül aynasını cilalar ve aynanın üzerindeki kiri pası söker atar.

Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz sensizNe mülk ü mâl ü cân ister ne de zevk ü safâ ister

(Ey sevgili! Şüphesiz gül yanağına hayran olan-lar, sensiz ne mülk ne mal ne can ne de zevk ü sefa ister.)

Sevgili, tabii ki yine Peygamber Efendimiz... Bu beyitte de matla beytinde olduğu gibi Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’in mübarek yüzünden bahsedil-miştir. O’nun gül yüzüne hayran olan, nice âşığı vardır.

Peygamber Efendimiz’in güzelliğine meftûn olan âşıklar, O’nsuz ne mal mülk ne de zevk ü sefa istemektedir. Tek istedikleri Peygam-ber Efendimiz’le birlikte olmaktır. Onun hem beşerî hem de manevî güzelliğini temâşâ etmek, âşıklarının yegâne muradıdır.

Gözünü kırpmadan aslanlar gibi, Yurt için canını verir Mehmetçik.Volkanlaşan bir imanın sahibi,Aşkla şahadete yürür Mehmetçik.

Kur’an’ın hadimi, İslâm’ın eri, Sanki asker doğmuş ezelden beri,Kazanma hırsıyla mutlak zaferi,Süngünün ucunda görür Mehmetçik.

Gerekirse sefer düzenler Çin’e,Hak, hukuk, adalet götürür yine,Çığır açar Malazgirt’ten Afrin’e,Haksızlığa karşı durur Mehmetçik.

Hint’ten ve Yemen’den duyulur sesi,“Tufan kopsa biz varız biz!” demesi…Ağır basar vicdan muhakemesi,Merhamet hissiyle erir Mehmetçik.

Mehmetçik

Şerefle yâd eder, hatırlar dünü,Dedesinin destan yazdığı günü…Asil Türk’ün yenilmezlik mührünü,Tarihin alnına vurur Mehmetçik.

Kılıç sıyrılmaya görsün kınından,Bayrak, al rengini alır kanından,İmtina eylemez cenk meydanından,Cennet vatanını korur Mehmetçik.

Kaşınan olursa, pek âlâ kaşır,Sultan Alparslan’ın ruhunu taşır,Biiznillah gayesine ulaşır,Er/geç hedefine varır Mehmetçik.

İşte, geçilmeyen şu Çanakkale!Vücut buldu onun varlığı ile…Fırat Kalkanı’nda, ya Sur’da hele;Sürüdü leşleri, sürür Mehmetçik.

Ahmet Süreyya DURNA

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba62 63

EDEBİYAT Bilal KEMİKLİ*

Kaynakça

* Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ

1. Fr. Classique, Alm. Klassische.

Klasikleri Okumak

Öncelikle, nedir klasik? Burada klasik eserin bir tanımını yapacak değilim. Ama bu kelime bize Latincedeki classic kelimesinden geçmiş.1 Pek çok anlamı var. Bir kaçı şöyle:

1. Toplumun en yüksek katmanını meydana getiren zengin, seçkin ve soylu kimse… Bu anlam zaman içinde yüksek ve kalıcı değere sahip sanat eseri, tarz, yaklaşım ve bilim için sıfat olarak kullanılmış.

2. Otoriter bir nitelik taşıyan, sürekli bir değere sahip ürün, başarı veya kaza-nım…

3. Yunan ve Latin kültürünün ayrılmaz bir parçasını meydana getiren değer, eser veya yaklaşımı tanımlamaya değer.

4. Modern Avrupa kültüründe, XV-XVII. asırlar arasında güzel sanatların, sanatçıların estetik nitelik taşıyan eserleri için kullanılan bir sıfat.

5. Modernin karşıtı, yeninin karşıtı…

6. Kendi türünde kaynak gösterilebilecek kadar önemli, ünlü, değerli yak-laşım, yazar ve eser için kullanılır.

A Dictionary of Literary Terms’te klasik üç anlamda kullanılıyor:

1. Klasik eser: Eski Roma ve Yunan’da yazılan eserler ile XVII. asırda yazıl-mış Fransızların edebi eserleri…

2. Yaşayan eser: Evvelden yazıldığı halde hâlâ okunan edebiyat ve sanat eseri.

3. Yaşayan yazar: her dönemde tanınan ve bilinen yazar.

Bilim ve Sanat Vakfı, 8-10 Ekim 2004 tarihleri arasında, İstanbul’da, Klasiği Yeniden Düşünmek başlıklı bir uluslararası sempozyum düzenledi ve

tebliğleri Sanat ve Klasik (Klasik, İstanbul, 2006) adıyla yayımladı. Bu eserin takdi-minde Mustafa Özel klasik bir eserin temel kriterlerini şöyle belirler:

1. Felsefî yahut fikrî derinlik

2. Taklit edilebilir nitelikte özgün içerik

3. Kendinden sonraki olaylar/gelişmeler üzerinde etki.

4. Sonraki düşünürler/sanatçılar üzerinde etki.

5. Bir düşünce veya duygu kategorisinin timsali olmak.

6. Evrensel takdire layık olmak.

Şöyle diyelim: Klasik eser, zamana dayanmış eserdir. Zamana dayanmak, her çağda okun-mak, şerh edilmek, zeyillerinin yazılması, ter-cüme edilmesi… Zamana dayanmak bir gelenek oluşturmaktır. Peki, bizim klasiğimiz var mı?

Melih Cevdet Anday gibi bazı aydınlar, “Bizim klasiğimiz yok.” diyorlar. Bu çok tehlikeli bir yak-laşım. Zira klasiğimiz yok demek, bugüne kalan ve yarına kalacak olan bir kültürümüz, bir gele-neğimiz yok demektir.

Klasiği Olmayan Bir Kültür Olabilir mi?

Hilmi Yavuz, bir yazısında bu konuyu tartışı-yor ve diyor ki: “Geçmişte büyük eserlerin üre-tilip üretilmediğini tartışmak başka. O eserleri okuyup, onları çağın sorunları bağlamında yeni-den yorumlamak başka bir şey.” Klasiğimiz yok diyenler, anlama ve yorumlama zahmetine kat-lanmadıkları için, konforlarına sadık kaldıkları için “yok” diyorlar.

Bazı eserler zikretmek isterim: Mevlid, Sîretü’n-Nebî, Taberî Tarihi, Buhârî-i Şerîf, Şifâ-i Şerîf, Mesnevî-i Şerîf, Leylâ vü Mecnûn, Yusuf u Züleyha, Gül ü Bülbül, Hüsn ü Dil, Hayriye-i Nâbî, Mızraklı İlmihal, Cenk-nâme, Battal-nâme, Dede Korkut Hikâyeleri, bazı halk hikâyeleri (Hayber Kalesi, Kesik Baş Hikâyesi, Binbir Gece Masal-ları), Makteller, Pend-nâmeler, Kısâs-ı Enbiyâlar, Ahmediyye (Ahmed-i Mürşidî-Diyarbakırlı, XVII. asır eseri), Muhammediye, Envâru’l-Âşıkîn (Ahmed-i Bicân), Müzekkin Nufûs, Kara Davut, Tenbihu’l-Gâfilîn, Marifet-nâme, Şahnâme, Bos-tan, Gülistan, Tezkiretü’l-Evliyâ, İmâdu’l-İslâm, Şerhu Şir’atu’l-İslâm…

Bu eserleri, klasikleri nasıl okumalıyız?

Bir metni, genel olarak üç amaç için okuruz:

1. Eğlence için2. Zevk için3. İncelemek için

Bir metni,

1. Dikkatli

2. Zevkine vararak

3. Eleştirebilmek için okumalıyız.

Çok okumaktan ziyade iyi okumak… Evet, “iyi” okumak.

Klasik eserler, soylu, büyük ve değerli eser-lerdir. Bu eserler, zevk için okunur, ama aynı za-manda hem eğlendirir, hem de öğretir…

Okuyan İnsana Dair Birkaç Not

Okumak seçkin insan işidir. Schopenhauer’un Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine (çev. Ah-met Aydoğan) adlı kitaptan bazı notlar: Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacak-larını düşünürler, herhangi bir yeteneğe sahip olan insan onu kullanmaya çalışır. “Mutlu olmak kendi kendine yeterli olmaktır.” Aristotales

Okuma söz konusu olduğunda geri durabil-mek -nerede duracağını bilmek- çok önemlidir. Geri durmadan kasıt, salgın halinde okunan herhangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan uzak durmaktır. İyi olanı okumak için, kötü ola-nı okumamak… Hayat kısa, hem zaman hem de sağlık kısıtlı. Schopenhauer’in tasnifine göre, iki edebiyat var. İki kitap var. İlki zamana mey-dan okuyan, kalıcı edebiyat. Bununla bilim ya-hut sanat için yaşayan insanlar uğraşır. İkincisi, kaybolacak edebiyat. Bununla bilim veya sanat üzerinde yaşayanlar uğraşır. Her hangi önem-li bir kitap, en az iki kez okunmalıdır. Kitabın muhtevası bütün itibariyle ikinci kez okundu-ğunda kavranır. Kitap elimize aldığımızda bizi Uludağ’ın zirvelerine çıkarabiliyor mu? Bizde bir heyecan, bir merak uyandırıyor mu? Eğer çı-karabiliyor, uyandırabiliyorsa o kitap, iyi kitaptır.

Bu konuda şunu hemen hatırlayalım:

Not alarak okuyunuz: Belki gençlikte insanın hafızası kuvvetli oluyor, akıl defterine yazıyor-sunuz. Ama zamanla o akıl defteri, küçük bir deftere dönüşüyor. Yürümek için baston ne ise, düşünce için de kalem odur. Fakat insan en kolay bastonsuz yürür. Kalemsiz de en kusursuz düşü-nür. Ancak yaşlanınca baston kullanmak ister.

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba64 65

Sultan şairlerin çok önemli bir halkası da Muradî mahlasıyla şiirler söyleyen III. Murad’tır. Onu edebî açısından önemli kı-

lan elbette ki Divan şairi bir sultan olmasıdır. Fa-kat onun şairliğine geçmeden önce hayatı hak-kında kısa bir bilgi verelim. Zira şairliğini açıkla-yacak ipuçları onun bu hayat hikâyesinde gizlidir.

III. Murad, Osmanlı padişahlarının on ikincisi-dir. Manisa’da dünyaya geldi. İlk eğitimini Mani-sa sarayında aldı. Aydın, Alaşehir ve Manisa’da Sancakbeyliği yaptı. II. Selim ölünce onun yeri-ne padişah oldu. Askerî ve siyasî anlamda ilk işi Safevîleri yenilgiye uğratarak Gürcistan’a gir-mesi ve Şirvan kesimindeki şehirleri teker teker ele geçirmesi oldu. Ardından özellikle devletin uzak sınırlarındaki gelişmelere yöneldi. Lehis-tan meselesini halletti. İngiltere ile iyi ilişkiler kurdu. Fas’ta ise İspanyollarla ve Portekizlilerle nüfuz mücadelesine girişti. Avusturya’ya kar-şı savaş kararı aldı. Bu savaş devam ederken hayatını kaybetti. Siyasî hayatını kısaca bu şe-kilde özetleyebileceğimiz III. Murad’ın pek çok Osmanlı sultanı gibi asıl özelliklerinden biri de ilme, kültür ve sanata verdiği önem idi. Bu

yüzden Osmanlı padişah-larının en bilginlerin-

den sayılır. Bunu sağlayan ise Şeyhülislam Mehmed Saadeddin Efendi, Bekaî Efendi, Şeyh Şücâ Efendi, Tiryaki Hasan Paşa gibi devrin ünlü kişileri tarafından yetiştirilmiş olmasıdır. Diğer yandan dünya tarihine çok me-raklıydı. İspanyolların Amerika Kıtası’nı keşfini anlatan Mehmed Suûdî’nin Târîh-i Hind-i Garbî adlı eseri ve Feridun Ahmed Bey’in Fransa Ta-rihi gibi pek çok eseri tercüme ettirmiştir. Bu dönem bu gelişmelerden dolayı Osmanlı kül-türünün klasik formunun zirvesine ulaştığı bir devir olarak anılır.

III. Murad’ın hayatı sadece siyasî ve askerî mücadelelerden ve başarılardan ibaret değildir. Döneminde birçok hayır eserinin yapılmasını da sağlamıştır. Bunlar arasında Kâbe’nin du-varlarının tamiri ve su yollarının temizlenmesi, Mescid-i Nebevî’nin tamiri, Mekke ve Medine’de

birer medrese, büyük bir imaret, mektep ve zâviye yaptırmıştır. En önemli eseri şehzadeli-ği döneminde inşa ettirdiği Manisa’daki külliye-dir. Cami, medrese, imaret, han ve tabhaneden ibaret bu yapı mimari açıdan da çok önemli sayılmaktadır. Mora’da Modon Kalesi içindeki cami, Navarin’deki cami, Ayasofya Camii’nin ku-zeyindeki iki minare ile minber, kürsü ve mahfil ilâvesi, caminin içine şadırvan yapılması, Beşik-taş’taki Yahya Efendi Türbesi’nin binası da onun döneminin önemli eserleridir.

Şairliği

III. Murad, sultan şairler arasında en önem-lilerinden biridir. Muhibbî’den sonra en çok ga-zel söyleyen padişah olarak kayıtlara geçmiştir. Muradî Divanı’nda 1567 Türkçe gazel vardır. 39 da Farsça gazeli mevcuttur. Şiirlerinde ge-nellikle Muradî, bazen da Murad mahlasını kullanmıştır. Çoğu tasavvufî nitelik arz eden bu şiirler, sade ve samimi bir dille söylenmiş-tir. Dinî hassasiyeti çok yüksektir. Gelibolulu Âlî ondan “dindar, müttekî ve perhizkâr ve şer‘-i şerîfe kemâl-i itâ‘ati ile nefsanî arzulara ta-mah etmeyen bir sultan” olarak söz etmektedir. Muradî’nin “Divan”ından başka “Esrarnâme” ve “Fütûhatü’s-Siyam” ve “Kitâbü’l-Menâmât” adlı üç eseri daha vardır. Şiir dışında hat sanatı, sa-atçilik ve nakkaşlık konularına da ilgisinin oldu-ğu kaynaklarda belirtilir. Yine gösteri sanatları-na ve meddah hikâyelerine düşkünlüğü ile de tanınmaktadır.

“Uyan Ey Gözlerim”

III. Murad’ın burada örneklendirilecek pek çok gazeli bulunmakla birlikte bir sabah nama-zına uyanamadığı için yazıp, bestelediği rivayet

EDEBİYAT Mustafa ÖZÇELİK

Gazelde Usta Bir Sultan Şair:

III. Murad

“Muhibbî’den sonra en çok gazel söyleyen padişah olarak kayıtlara geçmiştir. Muradî Divanı’nda 1567 Türkçe gazel vardır.”

“Bizi sûretde gördün padişayuz Velî mânâda bir kemter gedâyuz”

III. Murad/Muradî

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba66 67

edilen “Uyan ey gözlerim” mısralı ilahîsinden söz etmek daha uygun olacaktır. Çünkü böyle bir şi-irin bir padişahın kaleminden çıkması açısından çok anlamlıdır. Günümüzde de severek dinleni-len bu şiirin önce sözlerini verelim.

Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...Uyan uykusu çok gözlerim uyan...Azrail’in kastı canadır, inan.Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...Uyan uykusu çok gözlerim uyan...

Seherde uyanırlar cümle kuşlar...Dill-u dillerince tesbihe başlar...Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar...Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...Uyan uykusu çok gözlerim uyan...

Semâvâtın kapuların açarlar.Mü’minlere rahmet suyun saçarlar...Seherde kalkana hülle biçerler.Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...Uyan uykusu çok gözlerim uyan...

Bu dünya fanidir sakın aldanma.Mağrur olup taç-u tahta dayanma.Yedi iklim benim deyu güvenme.Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...Uyan uykusu çok gözlerim uyan...

Benim, Murad kulun, suçumu affet.Suçum bağışlayub günahım ref’ et.Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.Uyan ey gözlerim gafletten uyan!...Uyan uykusu çok gözlerim uyan...

Her bakımdan önemli görülmesi gereken bu şiirde en önemli mısra “Uyan ey gözlerim gaflet-ten uyan!” mısrasıdır. Şair, bu söyleyişle nefsini hesaba çekmekte, kendini sorgulamaktadır. Bir sabah namazını vaktinde kılamadan ölmek en büyük korkusu olmuştur. Şair, ikinci bölümde sa-bah namazı vakti tabiatta bulunan kuşların, dağ-ların, taşların tespihte bulunduğunu söyleyerek bir insan olarak kendisinin bu tesbihata katıla-mamaktan duyduğu üzüntüyü dile getirir. Üçün-

cü bölümde ise hepimize hayat dersi verecek konulardan söz eder. Buna göre dünya fanidir. Bu yüzden insan gururlanmamalı, taca, tahta al-danmamalı, sahip olduğunu düşündüğü şeylere güvenmemelidir. Bunların hepsi geçici şeylerdir. Son bölümde ise Allah’a niyazda bulunarak su-çunun affedilmesini, günahlarının örtülmesini ve ahirette peygamberin sancağı altında dirilmesini istemektedir. Şiir, bu sebeple bütünüyle bir af ve mağfiret şiiridir. İnanmış bir gönlün namaz vak-tini kaçırmaktan duyduğu derin üzüntü ve piş-manlık dile getirilmektedir. Ayrıca şiirin bugün dahi anlaşılabilecek bir dille, sade ve samimi bir üslupla söylendiğini de şiire ait başka bir özellik olarak söylemek gerekmektedir.

III. Murad’ın şiirleri daha çok gazel türünde olduğu için burada onun bir gazelini de örnekle-mek uygun olacaktır:

Bizi sûretde gördün padişayuz Velî manâda bir kemter gedâyuz.

Bizi yâr işiğinde anlama yâd Kamuya yâd u yâra aşinayuz.

Bu suret âleminde cahilüz biz Velîkin müctebâ vü murtazâyuz.

Kuduret gösterüp âlemde her dem Velî bâtında ey dil asfiyâyuz.

Muradı nesne yok zahir amelden Velî âyıne-i ibret-nümâyuz.

Tamamen tasavvufî duyuş ve söyleyişle-re sahip olan bu gazelde şair şöyle demekte-dir: “Bizi suret olarak görürsen padişahız, ama mânada zavallı bir dilenciyiz/Bizi yâr eşiğinde yabancı sanma, Herkese yabancıyız ama sevgili-

Kaynakça

Ahmet Kırkkılıç, Sultan Üçüncü Murad: Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanı’ndan Seçmeler, İstanbul 1988;

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi,(c.3/II), Ankara 1988

http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=d310176

http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt7/sayi35_pdf/1dil_edebiyat/colakoglusari_gozde.pdf

Bu yurdun her karış toprağı güzel,Güzellik içinde bahtiyar gez gel.Suyu, dağı, gölü, ırmağı güzel,Türküler söyleyip çok diyar gez gel.

Dağlarında bulut saçını açar,Sularından geyik, ceylan su içer,Göklerinde nazlı turnalar uçar,Bin bir renkli nice baharlar gez gel.

Seherleri bülbül öter nazınan,Ozanları şiir söyler sazınan,Gelin ilen güvey ilen kızınan,Altın başak veren tarlalar gez gel.

Ayrı ayrı dört mevsimi yaşanır,İlk baharda halı gibi döşenir,Çeşmelerden serin sular boşanır,Sevdası içine sinsin var gez gel.

İbrahim SAĞIR

Yurdum

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba68 69

EDEBİYAT Vedat Ali TOK

Kutbü’l ârifînsin, kutb-ı risâlet;Medet yâ resûl-i Kibriyâ medet!

Âdem ilk öncüdür, sürgün kimlikli;Tâ levh-i mahfuzdan yansır bu hâlet.

Senden önce gelen tüm peygamberlerSenin nurun ile doğruldu kâmet.

Her hasta gönüle şifa Sendedir,Şefiü’l- müznibîn, Sensin asâlet.

Bize Sen bellettin komşu hakkını;Sana komşu olmak gerçek saadet…

Kur’an Sana indi, Sensin son elçi;Âdilsin, cömertsin, âleme rahmet…

Er geç kopacaktır kızıl kıyamet;Medet yâ şefiü’l- müznibîn, medet!

Geçen ay Hakk’a uğurladığımız, şiirimi-

zin “Ak Saçlı Kartalı” olarak bilinen Bahaeddin

Karakoç’un günümüz şairleri içinde müstesna

bir yeri vardır. O, tam anlamıyla söz ve şiir av-

cısıdır. Ömrünün sonuna kadar şiir avlağında

avladığı taze şiirlerle okuyucusuna estetik ziya-

fetler sunmuştur.

Karakoç’un en güzel şiirlerinden biri “Beyaz

Dilekçe”dir. Bu şiiri ile münacat şiirleri yarışma-

sında birincilik kazanmıştır.

Bahaeddin Karakoç, tek bir tür ve konu üze-

rinde yoğunlaşmamış; sosyal hayatta insanlar

neyi yaşıyor, neyi düşünüyor, neyi konuşuyorsa

bunlarla ilgili yazmıştır. Bir sohbetimizde “Uy-

durma kelimeleri de kullanıyorsunuz şiirleriniz-

de.” dediğimde bana şunları söylemişti: “Ben,

şiirimde anlatmak istediğim konuya en uygun

kelimeyi bulana kadar günlerimi, aylarımı har-

carım; onu bulduğum zaman da gerekirse ga-

vurcayı bile kullanırım.”

Bu kısa hatıra sanıyorum, onun şiir has-

sasiyeti hakkında bir ipucu verebilir. Karakoç,

gerçekten de işlediği konuya uygun kelimeler

seçmekte, bir romancının canlandırdığı kahra-

manının yöresi ve mesleğine göre konuşma-

sında gösterdiği titizliği gösterecek kadar tek-

nik hususlara dikkat eden bir şair. Özellikle son

zamanlarda yazdığı şiirlerde bu husus daha çok

dikkati çekiyor.

“Karakoç, işlediği konuya uygun kelimeler seçmekte, bir romancının canlandırdığı kahramanının yöresi ve mesleğine göre

konuşmasında gösterdiği titizliği gösterecek kadar teknik hususlara dikkat eden bir şairdir.”

Medet Yâ Şefiü’l-Müznibîn

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba70 71

Karakoç, na’t türünde de çok sayıda şiir yaz-

mıştır. Peygamber Efendimiz için güzel beyitler,

dörtlükler kaleme alan şairin:

Kuma gömülürken günahsız kızlar,

Eyvallah demiş ki, Seni beklerler.

Köleler, fakirler, dullar, yetimler

Gör Allah demiş ki, Seni beklerler.

Sağa çevir, sola çevir

İncil’i tüketti devir

Ne âhenk kaldı ne nevir

Her şeye ihtilâç geldi

Giden dönmezken seferden

Kumlar çiçeklendi birden

Âşıklar ıslandı terden

Dediler ki ilâç geldi

gibi şiirlerinde zaman zaman hüzünlü; zaman

zaman coşkulu ve heyecanlı bir ruh hâleti his-

sedilir.

‘Medet yâ şefiü’l- müznibîn’ medet başlığı-

nı taşıyan şiirde şair, Peygamber Efendimiz’in

günahkârlara, suçlulara karşı şefaatçi olacağı

sıfatını kullanıyor. Başlık ve muhtevadan da an-

laşılacağı gibi bu şiir bir şefaat-nâmedir. Şair,

Hz. Muhammed (s.a.v.)’den kıyamet gününde

kendisine şefaat etmesini arzulamaktadır. Çün-

kü O, Şefiü’l- müznibîndir. Yani günah işleyen

Müslümanlara şefaat edicidir.

Klâsik edebiyattan günümüz şairlerine kadar

gelen bir gelenek de na’tlerin tamamında ya da

bir bölümünde şairin bir fırsat bularak mutla-

ka Peygamber Efendimiz’den şefaat talebinde

bulunmasıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz, bir

hadisinde şöyle buyurmuştur: “Her peygamberin

kendine has ve kabule mazhar olan bir duası var-

dır. Onunla Allah’a dua etmiştir. Ancak ben, du-

amı âhirette ümmetime şefaat için saklıyorum.”

Böyle bir hadisi bilen bir Müslüman O’nun

şefaatine nail olmak için elbette yardım dileye-

cektir Ondan.

Şiire dikkat edilirse, peygamberler de dâhil

olmak üzere, insanların eksik ve hatalı yönleri-

ne dikkat çekiliyor, sonra da mükemmel insan

ve mükemmel peygamber olan Hz. Muham-

med (s.a.v.)’e iltica ediliyor. Şair, Peygamber

Efendimiz için kutbü’l-ârifîn ve kutb-ı risâlet

tabirini kullanarak O’ndan medet diliyor. Yani

O, âriflerin ve peygamberliğin/peygamberlerin

kutbudur, serveridir. Yalnız sıradan insanlar de-

ğil, peygamberler de Peygamber Efendimiz’den

yardım isteyeceklerdir. Çünkü Hz. Muhammed

(s.a.v.) hâriç diğer peygamberler de zelle deni-

len, hiç olmazsa küçük hatalar yapmışlardır ki

bu, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’le

başlıyor. İşlediği hatadan dolayı Hz. Âdem cen-

netten sürgün edilmişti.

Hz. Muhammed (s.a.v.), son peygamber ol-

masına rağmen rûhu en önce yaratılan insan ve

peygamberdir. Bir hadisinde şöyle buyuruyor

Hz. Rasûl: “Âdem su ile çamur arasında iken ben

peygamberdim.” Benzer bir hadiste de “Önce

benim rûhum yaratıldı.” buyuruluyor. Şiirde bu

hadislere telmihte bulunulmuş.

Bize Sen bellettin komşu hakkını;

Sana komşu olmak gerçek saadet…

Şiirin en güzel beyitlerinden birisi bu. Şair

burada aslında Hz. Muhammed (s.a.v.) ile cen-

nette komşu olma isteğini o kadar ustaca gizle-

yerek ve ifadenin yönünü başka tarafa çevirerek

söylüyor ki…

Dualarda hep O’na komşu olmayı dileriz. Ha-

yırlı bir iş yapana da “Peygamber Efendimiz’e

komşu olasın.” derler Anadolu’da. Çünkü bu sa-

mimi dua ile dünyada kötü davranış ve amel-

lerden; âhirette de cehennem azabından uzak

olunması niyaz edilir. Ona komşu olmak iki ci-

hanın âbâd olması demektir. Karakoç, burada

sözü her iki anlama gelecek şekilde söylüyor.

Hz. Muhammed (s.a.v.), İslâm’ı anlatırken,

İslâm’ın hayata tatbik edilmesi gereken bir din

olduğunu hem sözleriyle hem de yaşantısıyla

göstermiştir. Komşu hakkı da İslâm’ın sosyal

prensiplerinden biridir. Peygamber Efendimiz

ashabına karşı sık sık komşu hakkına riayet et-

menin lüzumuna değinmiştir. Rasûlullah (s.a.v.)

komşuların haklarını anlatırken o kadar çok

üstünde dururlarmış ki, ashâb-ı kirâm, kom-

şularına miras düşüp düşmeyeceği hususunda

şüpheye düşerlermiş. Demek ki komşu hakkı bu

kadar dikkat edilmesi gereken bir hak.

Şiirde Peygamber Efendimiz ile ilgili vasıf-

lar da sayılıyor: Kur’an-ı Kerim’in O’na indirili-

şi, son peygamber oluşu; adaleti, cömertliği ile

âlemlere rahmet olarak gönderilişi hatırlatılı-

yor. Şiirin sonunda şair, kıyamet koptuğu zaman

kendisine de şefaat edici olanın Hz. Muhammed

(s.a.v.) olacağı için, O’ndan şefaat dilemektedir.

Nazım birimi beyit olan bu şiir, biçim olarak

klâsik nazım şekillerinden gazele benzemekte-

dir. İlk beyit kendi arasında kafiyeli, diğer be-

yitlerin ilk mısraları serbest, ikinci mısraları ise

birinci beyitle aynı kafiyededir. Yalnız son beytin

ikinci mısraı da aynı kafiyededir. Şiirde âhenk

kafiyelerin yanı sıra sağlam duraklarla da (6+5)

sağlanmıştır.

Bahaeddin Karakoç’un diğer na’ti:

Yedi Kat Gökten Yücesin

Ey, Allah aşkı ekseni,

Tek dost kapı bildik seni!

Ey, her putu kıran bilek,

Ey, her işi sağ ve dölek;

Ey, esenlik saçan rüzgâr,

Ey, halktan Hakk’a intizar!

Ey, doğarken erce doğan

Ezel-ebed birce doğan!

Ey benim Mükrim Efendim,

Hakkadır zikrim, Efendim!

Ey çöle inen sağanak

Mahşer günü tek sığınak!

Ey ak sevdam, ey Sevgili!

Ne ağacım var dikili,

Ne mal derim, ne mülk derim

Senden ümmetlik dilerim.

Yedi kat gökten yücesin,

Oğuldan- kızdan öncesin;

Şefâatin şemsiyemiz,

Açılmazsa neyleriz biz?

Sensin âşıklar kapısı,

Sende kurtuluş tapusu

Milyarlarca pervaneden

Sana âşık biriyim ben.

Seni bilen nasıl uyur?

Sığınç geldim, kabul buyur,

Reddetme yâ Rasûlullah,

Yandım bismillah bismillah…

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba72 73

“İnsan bir şeyin, kendine olan faydasını bil-diği ölçüde onu elde etmeyi ister ve bu yolda çeşitli zorluklara sabreder. Bu yüzden Yüce Al-lah, istediği şeyin faydası hakkında bilgi sahibi olmayan kişiyi anlattığı ayetinde şöyle buyur-maktadır: ‘Aslını bilmediğin, iç yüzüne hâkim olmadığın bir duruma karşı nasıl sabredebilirsin ki?!’ (18/Kehf, 68)”

“Ey insanî faziletlerle üstün olan insan! Bü-tün güzellikleri ve kurtuluşu ancak nefsini te-mizlemekle elde edeceğini iyice kavra. Nitekim Yüce Allah bu konuda: ’Nefsinin kötü istek ve arzularından temizlenen, manevî olarak arınan insan kurtuluşa ermiştir.’ (91/Şems, 9) buyurmak-tadır.”

“İnsan, konuşmasıyla eşyanın suretlerini di-ğer insanların kalplerine nakşetmesi açısından da hikmetleri Levh-i Mahfûz’a kaydeden kaleme benzemektedir.”

“İnsan iyiyi, kötüyü; güzeli, çirkini birbirinden ayırt etmeye yarayan akıl ve fikir kabiliyetlerine sahip olmadıkça insan olma sürecini tamamla-yamaz.”

“Âlemin ve âlemde zamanla var olan şeyle-rin asıl amacı insanın yaratılmasıdır. Ana unsur-ların yaratılmasındaki amaç bitkilerdir, bitkiler-den maksat hayvanlar, hayvanlardan maksat in-san bedeni, insan bedeninden maksat konuşan/düşünen ruhlardır. Bu ruhlardan maksat da bi-reyde mutluluğu, toplumda adaleti sağlayarak Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olacak yönetici-lerin/halifelerin ortaya çıkmasıdır.”

Sufi KitapTel: 0212 511 24 24

KİTAPLIK

Tapınak Şövalyelerinden 15 Temmuz’a Kumpas TarihiYavuz BahadıroğluNesil YayınlarıTel: 0 212 551 32 25

İnsan, yaratılmışların en yücesi olması nedeniyle

bütün mevcudatın özellikle-rini belirli yanlarıyla içinde barındırır. Bu sebeple de, ehl-i irfan tarafından “küçük kâinat” olarak nitelendirilir. Peki, insana bahşedilmiş olan bu vasfın hakkı, günümüzün maddeye indirgenmiş dün-yasında nasıl verilebilir?

İslam dünyasının en bü-yük âlimlerinden mutasavvıf ve müfessir Râgıb el-İsfahanî Mutluluğun Kazanılması’nda, açık ve samimi di-liyle; ayetler, hadis-i şerifler ve büyük zatlardan nasihatler eşliğinde “insan”ı yalnızca etten ke-mikten cismanî yönüyle değil, manevî yönüyle ele alıyor. Mutluluğun Kazanılması, kendine ve çevresine faydalı olabilmesi için bir buğday ta-nesi gibi öğütülüp pişmesi gereken insanın dün-yadaki bu olgunlaşma sürecinde tâbi olacağı ev-releri, bu dönemler sonucunda ulaşacağı mut-luluğu ve yaratılış gayesine uygun bir yaşamla ulaşacağı ahiret mutluluğunu açıklarken bir kendini bulma ve bilme kitabı niteliğini taşıyor.

Seçkin İslâm bilginlerinden biri olan yazar

Râgıb el-İsfahânî V. (XI.) asrın ikinci yarısında yaşamıştır. Râgıb el-İsfahânî’nin hayatı, ilmî kariyerine, eserlerinin şöhretine ve insanlar arasın-da yaygınlık kazanmış olma-sına rağmen bir ölçüde bilin-mezlikler içindedir. Adı Hü-seyin, künyesi “Ebü’l-Kâsım”, lakabı Râgıb’tır. İran’ın önemli kültür merkezlerin-den biri olan İsfahan’da dün-yaya gelmiş ve 502/1108’de Bağdat’ta vefat etmiştir. İslâm âlimlerinin ileri gelen-

lerinin pek çoğu tarafından büyüklüğü takdir edilen bir âlim el-İsfahânî, başta ahlâk olmak üzere tefsir, lügat ve felsefe gibi çeşitli ilimlerde eserler vermiştir.

Söz konusu kitaptan yapılan bazı alıntılar da şöyledir:

“Üzerinde vazife olan ve bilmesi gereken şeylerle uğraşması gerektiğini bilen kişi, ilim sahibi olmasa dahi bilgili biri olarak kabul edilir. Çünkü cehaletinin farkında olan ve bilmediğini idrak eden insan, bilmediğini de bilmeyen gafile göre bilgili sayılır.”

KİTAP Yusuf HALICI

MutluluğunKazanılması

İslam’da Ahlak ve Ahlak EkolleriYazar: Süleyman UludağSufi Kitap YayınlarıTel: 212 511 24 24

Has Bahçede Döne DöneYazar: Osman HorataAkçağ YayınlarıTel: 0312 432 17 98

Cezasız Eğitim 2Yazar: Adem GüneşTimaş YayınlarıTel: 212 511 24 24

Sevmek Ölmekle BaşlarYazar: Murad BaşaranMihrabad YayınlarıTel: 0 212 514 28 28

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba74 75

“Ey mü’minler, hepiniz Allah’a tevbe ediniz. Umulur ki kurtuluşa erersiniz.”1 diye buyuruyor Yüce Yaratıcı’mız. Kul olarak her zaman zayıf ve âciz olan insanoğlunun, ilâhî kudrete sığın-ma ve bağışlanma ihtiyacı hep vardır. Her daim hatâ işleme özelliği ve zaafıyla yaşayan insan, irâdesine hâkim olabilmeyi öğrenmeli, kusur ve acziyetinin farkında olarak da ilâhî kapıya sı-ğınmayı bilmelidir. Hiç kapanmayan bu kapının tekrar tekrar çalınması şüphesiz insanoğlunun gafletini ve acziyetini gösterirken, Rabb’inin sonsuz affedici ve lütûf sahibi olduğunu anlama idrâkini de geliştirmesine faydalı olacaktır.

Günahlar ve sevaplar, iyilikler ve kötülükler, güzellikler ve çirkinlikler, duygular ve düşünce-ler, niyetler ve ameller, nefs ve ruh yönleriyle insanoğlu bir bütün olarak ele alınmaktadır. Her zaman iyiye veya kötüye meyl eden rûhî yapımız, ne yazık ki, nefsânî istek ve arzuları-mız altında kalarak, hatâ yapma potansiyeline sahiptir. Hatâlar elbette ki pişmanlık yaşandı-ğında, yanlışlığı anlaşıldığında fark edilebilir düzeye gelmekte, özür seviyesine ulaşıldığında da telâfî edilebilmektedir. İşlenen günahların, Allahu Teâlâ’ya yapılan nankörlüklerin elbette bir telâfîsi olabilmekte, kulun yaptığı sığınma ve afv dileği, tevbe ile Allah (c.c.) katına ulaşa-bilmektedir.

Kişilerin maddî/bedenî yapısı kirlendiğinde nasıl temizliğe ihtiyaç duymaktaysa, mânevî yönü olan ruhî yapısının da günahlarla kirlen-diğinde, eski haline dönme isteği oluşmaktadır. Tevbe ile mânen temizlenen insan, Rabb’inin katında bağışlanmış, işlediği günahların üstü örtülmüş2, kalben ve fikren rahatlamış olabil-mektedir. Tevbe ile afv olunacağını belirten3 Al-lahu Teâlâ; kullarının her daim çağrısına cevap verdiğini, ihtiyaçlarını karşıladığını belirtmekte hiçbir kulunu yalnız, bir başına, ümitsiz bir halde bırakmamaktadır.4

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) da “Temizlik imandandır.”5 hadisiyle bu konuya dikkat çek-mekte, maddî temizlikle beraber mânevî temiz-liği, yani istiğfarı imanın nûrundan saymaktadır

ve Kur’ân-ı Kerim’in, “Muhakkak ki Allah çok tevbe edenleri ve temiz olanları sever.”6 âyet-i celîlesi ile de temizliği Allah sevgisinin bir se-bebi olarak göstermektedir. Buradan yola çı-karak mânevî temizliğin ön şartı olan sığınma, pişmanlık ve itâat ile kalbî teslimiyet yaşayan her kulunun hitabına karşılık veren et-Tevvâb, kapılarını son nefesimize kadar açık tutmak-tadır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ümmetinin felâhının tevbe ile olacağını vurgu-larken, hatâsız mü’min olunmasından ziyade, günahlarının farkında olup istiğfar halinde bir Müslüman olunması gerektiği üzerinde önemle durmaktadır.

Terimsel mânâsıyla incelediğimizde ise tev-be, geri dönme anlamındaki “tâbe” fiilinden gelmektedir. “Günahlardan ve yanlış yollardan vazgeçip yeniden iyi ve doğru yola dönmek” şeklinde ifade ettiğimiz tevbeyi mutasavvıflar çok daha geniş bir boyutla ele almışlardır.7 Ta-savvuf ehli kişilerin faklı şekillerle ele aldıkları tevbe kavramı, ara yolların birleşip ana yola çıkması gibi, tevbeyi farklı farklı düşüncelerle açıklamışlar, ama sonuçta tek bir kapıya ulaş-tığını göstermişlerdir. Genel olarak da tevbe kavramını kişinin mânevî temizliğini sağlayan, aynı zamanda da kişiyi olgunlaşmaya ve kendini tanımaya yönlendirerek bireylerin Yaratıcısına daha yakın olmasını amaçlayan önemli duygu ve davranış bütünü olduğunu söylemektedirler.

Ünlü mutasavvıf ve düşünür Mevlânâ; tevbe-ye sığınan, kusurlarının farkında olarak bu kapı-yı çalan insanların, “Hak Teâlâ, bu dünyada sen-den birkaç damla gözyaşı alır, ama karşılığında sana nice cennet kevserleri bağışlar. O, senden sevdâlarla, ızdıraplarla dolu olan âhları, feryat-

DİN VE TOPLUM Emine Elif ÇAKMAK İGALÇI*

“Tevbe ile mânen temizlenen insan, Rabb’inin katında bağışlanmış, işlediği günahların üstü örtülmüş,

kalben ve fikren rahatlamış olabilmektedir.”

Tevbe:Mânevî Temizlik

“İşlenen günahların elbette bir telâfîsi olabilmekte, kulun yaptığı sığınma ve afv dileği, tevbe ile Allah (c.c.) katına ulaşa-bilmektedir.”

Foto: Orhan DİNÇ

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba76 77

ları alır; her âh’a, her feryâda karşılık yüzlerce mânevî yüksek mevkîler, erişilmez makamlar verir.”8 deyişiyle tevbenin ne kadar önemli bir yere sahip olduğunun farkında olmalarını vur-gulamaktadır.

Hüccetü’l-İslâm İmam Gazâlî ise, “Kusurları alabildiğine gizleyen ve ayıpları en iyi şekilde bilen Allahu Teâlâ’ya yönelerek günahlardan tevbe etmeni; sâlikler yolunun ilk başlangıcı, kurtuluşa ermişlerin ana sermâyesi, müridlerin ilk adımları, şüpheli şeylere meyledenlerin doğ-rulmalarının anahtarı, Allah’a yaklaşmak iste-yenler için bir tercih ve ilk babamız Âdem (a.s.) ve diğer peygamberlere uymanın esas noktası-dır.”9 şeklinde ifade etmektedir.

“Tevbe etmek peygamber mesleğidir. Çün-kü ilk tevbe eden Âdem (a.s.)’dır” şeklinde ifade eden bir Allah dostu10 , “Tevbe etmekten insan-ların kaçması yerine, hatâ işlediğini düşündüğü her an Rabb’ine tecellî ederek O’na yönelmeli, pişmanlıkla her şeyi görüp ve bilen Yüce Yara-tıcımızdan afv dilemelidir.” şeklinde insanlara ihtarda bulunmuş ve bu yönde gayret göster-miştir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de peygamber-lere en mühim ihsânının mağfiret (affedici) ol-duğunu göstermiş, onların nezdinde hepimizi tevbe etmeye, af dilemeye davet etmiştir.

Kişi düşünceleri, niyetleri ve davranışları arasındaki dengeyi bulabilmeli, yanlış bir yola girdiğinde davranışlarının sonuçlarını idrak edebilmelidir. Hatâ anında ya da sonrasındaki af-fedilme ve kutsal bir merciye sığınma içgüdüsü kişiyi tevbeye götürürken, samîmî ve içtenlikle yapılan bu tevbe hem dünyevî hem de uhrevî olarak bireyde kazanımlara sebep olacaktır.

Sonuç olarak, kalbin anahtarı olan tevbe ile kişi Rabb’ine daha yakın hale gelmekte; ibadet, yaşantı ve düşüncenin özüne inme şerefine nâil olabilmektedir. “Ey Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımaz-san, mutlaka kendine ziyân edenlerden oluruz.”11

âyet-i kerîmesi ile kişi kendini ve yaptıklarını

tartabilmeli, hayatını Rahmânî çizgide mi yoksa

aksi yönde mi geçirdiğine dikkat etmeli, herhan-

gi bir günah ve hatâsında Rabb’ine yönelmeyi

tercih etmeli ve en önemlisi Allah’ın sevdiği bir

kul olabilme gayretinde olarak tevbe ile O’na

sığınabilmelidir. Kalbinde pişmanlık ve acziyeti

hissederek el-Gafûru’r-Rahîm’in kapısına gel-

mekten çekinmemeli, hatâlarında ısrarcı değil

de terk halinde olarak Rabb’ine karşı dürüst ve

açık olabilmelidir. Her daim O’nun izinde git-

me gayretinde olan, hayatını değerlendirerek

öz eleştiride bulunan ve en önemlisi de iyi bir

kul olabilme çabasında olan bireyler olabilmek,

hem dünya hem de ukbâ için en büyük üstün-

lüktür.

Dipnot

*Dr. Emine Elif ÇAKMAK İGALÇI

1. 24/Nûr,31.2. Bkz. 66/Tahrîm, 8.3. 5/ Mâide, 34; 25/ Furkân, 70-71.4. 50/ Kâf, 16.5. Müslim, Tahâret, 1; Aclûnî, Keşfu’l Hafâ, 291.6. 2/Bakara, 222.7. İbrahim Çelik, “İmam Gazali’nin İhyâu Ulumiddîn Adlı Eserin-

de Tevbe Kavramına Yaklaşımı”, The Journal Of Academic Social Science Studies, 2014 Summer, s. 445-459.

8. Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî.9. Muhammed Gazâlî, İhyâu Ulumiddîn, c. IV, çev. Ahmet Serda-

roğlu, İstanbul: Bedir Yayınevi, 2012, s. 7.10. www.derinsayfa.com adresinden 17.10.2018 tarihinde alın-

mıştır.11. 7/A’râf, 23.

İşlerini ertelemeGeç kalanlar helâk olurNasılsa yaparım deme Geç kalanlar helâk olur

Yarın yaparım diyenlerÖmürlerini yiyenlerMiskin takkesi giyenlerGeç kalanlar helâk olur

Yarının da işleri varBir güne yetecek kadar İşleri savsaklayanlar Geç kalanlar helâk olur

Bu bir yarış, nal toplamaSon pişmanlıkla hoplamaKalbi kederle kaplamaGeç kalanlar helâk olur

Geç KalanlarHelâk Olur

Bismillâh’la başla işeSon ver bu kötü gidişeİş üstünde pişe pişeGeç kalanlar helâk olur

Allah çalışanı severYüce Kitâbı’nda överKendini görevine verGeç kalanlar helâk olur

Âşık Oğuz söyler sözü“Din nasîhat”, sözün özüGerçeklere yumma gözüGeç kalanlar helâk olur…

Bekir OĞUZBAŞARAN

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba78 79

Eğitim ve öğretimde öğretmen olmadan

olmaz. Teknoloji ne kadar gelişirse geliş-

sin, öğretmenin yerini hiçbir şey alamaz

görüşündeyim. Bir öğretmenin veremeyeceği

bilgileri teknoloji vermiş olsa bile, çocuğa olan

sevgiyi, ilgiyi hiçbir şey veremez. Bilgi ayrı şey,

ruh ayrı şeydir. Öğrenciye şefkati, merhameti

verebilecek ancak mesleğine âşık, öğrencisini

çok seven gönül fatihlerine çok ihtiyacımız var.

Öğretmenin görevi; bahçesinde çeşit çeşit

çiçek yetiştiren bahçıvanın işine benzer. Bir çi-

çek güneşi severken, bir diğer çiçek gölgeyi se-

ver. Biri su kenarını severken diğeri dağ tepesini

tercih eder. Biri kumda yetişirken bir diğeri killi

toprakta yetişir. Her bir çiçek kendine uygun

toprağa ve bakıma ihtiyaç duyar. İşte öğretmen

de eğitiminde buna dikkat eder. Farklılıklara

göre davranır, her çiçeğin kendi renginde açma-

sı için gayret gösterir. Onları büyük bir özenle

yetiştirir.

İyi bir öğretmenin temel özelliklerinden biri

de öğrencileriyle aynı seviyeye gelip sevgi ve

şefkatle gözlerine bakarak gönüllerine hitap

etmektir. Yine sevdiği bir dille güzel bir şekil-

de konuşmak gerekir. Günümüzde, öğrencinin

kalbini fethedecek öğretmenlere ihtiyaç oldu-

ğunu hiç hatırımızdan çıkarmayalım. Öğretmen

kendini öğrencilerine sevdirmelidir. İyi bir öğ-

retmen öğrencilerin en çok sevdiği insan olmak

için gayret etmelidir. Kendimizi sevdirememiş-

sek öğrenciyi motive etmek güçleşir. Öğrenci

sevdiği öğretmenin dersine daha çok çalışır ve

kendini öğretmene sevdirmek için çaba harcar.

Öğretmenine karşı mahcup olmak istemez.

Öğretmen not cimrisi olmamalı, notunu asla

silah olarak kullanmamalı, notuyla sınıfı disip-

line etmeye çalışmamalıdır. Öğrencileri en çok

motive eden şeylerin başında ödül gelmektedir.

Öğrenciye ne kadar yüksek not verilirse öğren-

ci o oranda motive olur. Öğretmen şunu da iyi

bilmeli ki yeteneksiz çocuk yoktur. Yetenekleri

keşfedilmemiş veya öğrenme biçimi keşfedile-

memiş çocuk vardır.

Öğrencilerle şakalaşmak, zaman zaman on-

ların seviyesine inerek onlarla çocuklaşmanın

önemli olduğunu düşünüyorum. “Ben dersimi

anlatır geçerim. İsteyen anlar, isteyen anla-

maz.” düşüncesi başarıyı düşürür. Çocuk eğiti-

minin temeli; sevgi, bilgi, ilgi, şefkat, hoşgörü ve

fedakârlık değil mi? çiçekler su ile çocuklar sev-

gi ile büyür. Öyleyse çocuklarımızı sevgi suyu ile

sulayalım, bilgi suyu ile besleyip, büyütelim. On-

lar yuvamızın gülleri cennet çiçekleridir. Onları

öpüp koklamalıyız çünkü onlar cennet kokuları-

nı evimize taşırlar.

Eğitim, ferdin doğuştan getirdiği kabiliyet-

leri geliştirmesine yardımcı olmak, davranışları

en güzel hale getirmek olduğunu biliyoruz. Öğ-

rencilerin, hayata uyumu ve mesleğe yönlendi-

rilmesi açısından, öğretmen ile ilişkileri günü-

müzde büyük önem kazanmıştır. Bu ilişkilerin

iyi işlemediği toplumlarda, eğitim kalitesini

yükseltmek, mesleğe uygun yetişmiş eleman ve

özellikle idareci bulmak güçleşmekte, iyi, doğru

ve dengeli hareket eden insanlara nadiren rast-

lanmaktadır.

Dünyaya aciz ve bilgisiz olarak gelen insa-

noğlunun eğitime ve bunun için iyi bir çevreye

ihtiyacı vardır. Kendisi zor olan eğitim, bilgisiz-

lik ve yanlış metotlarla daha da zorlaşmakta-

dır. Diğer taraftan bazı insanların eğitimi kolay,

bazılarınınki zor olmakla birlikte imkânsız de-

ğildir. Önemli olan, çeşitli eğitim metotlarının

EĞİTİM Ali ÖZKANLI

“İyi bir öğretmenin temel özelliklerinden biri de öğrencileriyle aynı seviyeye gelip sevgi ve şefkatle gözlerine bakarak

gönüllerine hitap etmektir.”

Kalplerin FatihiOlabiliyor muyuz?

“Öğrencileri en çok motive eden şeylerin başında ödül gelmektedir. Öğrenciye ne kadar yüksek not verilirse öğrenci o oranda motive olur.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba80 81

denenmesi, eğitime erken yaşlarda başlanması

ve uygun bir öğrenci öğretmen ilişkisinin oluş-

masıdır.

Eğitimde öncelikle kalbi eğiterek başlamak,

içine iman sevgisi yerleştirerek sonuca gitme-

liyiz. Demek ki eğitim ve öğretim faaliyetine

çocuğun kalbini eğiterek başlamalıyız. Bilgi ve-

rirken zaman ve yerin önemli olduğunu unut-

mamak gerekir. Bilgiye ihtiyaç olduğu zaman

anlaşılır, bir şekilde tekrar metodunu kullana-

rak sade bir dille tane tane konuşarak ve en

önemlisi karşımızdaki öğrencinin seviyesine uy-

gun bir bilgi ve öğrencilerimizin seviyesine ine-

rek verebilmeliyiz. Aksi halde çok güzel bilgiler

söyleriz ama sözlerimiz havada kalır, istenilen

fayda sağlanmaz.

Çocuğun terbiyesinden birinci derecede so-

rumlu olan ailedir. Bunun yanında öğrencile-

rin yetişme ve gelişmesinde etkili ve sorumlu

öğelerden biri olan öğretmen, öğrenciler için

özellikle küçük yaşlarda en büyük örnektir. Öğ-

retmen bilgili ve kültürlü olduğu gibi karakterli,

kişilikli, hareket ve davranış yönünden de canlı

bir örnek olmalı ayrıca kendisinde meslek sevi-

yesi, ileri görüşlülük, sevgi, şefkat, merhamet,

güzel ahlâk, tevazu, af, sabır, adalet, iyi örnek

olma gibi özellikler de bulunmalıdır. Bu itibar

ile öğretmen, çocukları eğitmeye başlamadan

önce kendini eğitmelidir. Çünkü öğretmenin gü-

zel saydığı, öğrencileri tarafından da güzel, çir-

kin saydığı da çirkin kabul edilmektedir.

Eğitimin temel taşı sevgi, şefkat ve karşılık-

lı saygıdır. Bu nedenle eğitimciler, öğretmenin

öğrencilerine kendi çocuğu gibi davranması

üzerinde durmaktadır. Şu halde öğretmen öğ-

renci ilişkilerini düzenleyen en önemli öğe sevgi

ve saygı olmalıdır. Öğretmen ve öğrenci arasın-

daki karşılıklı anlayış, sevgi ve saygıya dayalı bir

ilişki kurulmalıdır. Aksi halde bilgi alışverişinin

temelini teşkil eden öğe ortadan kalktığı gibi

eğitimde verimde düşer.

Öğretmen, öğrencilerini o kadar candan sev-

meli ve sevgiyi aralarında öyle bölüştürmeli ki

her bir öğrenci, “Öğretmen en çok beni seviyor.”

diyebilmelidir. Öte yandan öğretmenin dersten

sonra okulda bir süre kalması, eğitim öğretim

esnasında karşılaştığı güçlüklere katlanması

gerekir. Haklı bir özrü olmadıkça dersi terk et-

memesi, meslek sevgisinin bir işaretidir.

Eğitimin temel ilkelerinden biri de iyi örnek

olmaktır. Bilhassa çocuk ve gençlerde özdeşleş-

me mekanizması çok güçlü olduğundan, birçok

şeyi taklit ederek öğrenirler. İşte öğretmenler

bunu dikkate alarak kendilerini kontrol etmeli,

öğrencilerin benimseyebilecekleri iyi davranış-

lar geliştirmelidir. Öğretmen ve öğrenci arasın-

daki bu alışveriş metotları ve insani karakterleri

iyi bilmek ve kullanmakla çok güzel sonuçlara

ulaşılacaktır. Öğretmenlik kutsal bir meslektir

ve fedakârlık ister.

Yine hazan mevsimi, düştü sarı yapraklarKarıştı siyahlara ahiret kokan aklarNasip aldı yağmurdan suya hasret topraklarVerir mi taze aşklar hazanda nevbaharı

Ağlıyor bâd-ı sabâ şükür ki her seherdeToplanmış cümle bulut sanki bir an mahşerdeBir ulvi lisan arar âşık gam ve kederdeBelki bilir halini söylerse meçhul yârı

Hayat hep ölüm olur hazanda elvan elvanTaşınır ötelere gizli gizli nice canKalanların gönlünde çağlarken bin bir hicranSorarlar yaşamanın var mı elde bir kârı

İsterim alıp gitsin bâd-ı sabâ beni âhBırakmasın mizânda tartılacak bir günâhVersin hazan gönlüme bahar gibi inşirahDökülsün şiir şiir mevsimlerin esrârı

Ekrem KAFTAN

Bir Hüzün Şarkısı

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba82 83

Gençlik; kişiliğin oluştuğu ve geleceğe yö-

nelik hayatî kararların verildiği bir dö-

nemdir. Gençte, umut ve ideal, enerji ve

aksiyon zirve noktasında, bilgi ve tecrübe, irade

ve idrak ise başlangıç aşamasındadır.

Genci, ileri düzeyde bir eğitimle profesyonel

bir eleman ve yüksek bir ahlak ile erdemli bir

insan haline getirebileceğimiz gibi, anarşik bir

ortama terk ederek tehlikeli bir varlık olması-

na da sebep olabiliriz. Bu sebeple gençlerimizi;

ben kimim, yarınım nasıl olacak, görev ve so-

rumluluklarım nelerdir; sorusu üzerine düşün-

dürmeli ve doğru cevabı bulmalarına rehberlik

etmeliyiz.

Gençliğin tanımı: Unesco’nun tarifine göre

12 ila 24 yaş arasında bulunanlara genç deni-

liyor. Tefsirlerde ise akıl baliğ döneminden 33

yaşa kadar, hatta bazılarına göre 40 yaşa kadar

olan dönemin gençlik dönemi olarak kabul edi-

lebileceği belirtiliyor. Bu dönemin iyi değerlen-

dirilmesi, parlak bir gelecek için zaruridir. Zira

bugünün gençleri, yarının toplumunda söz sahi-

bi fertler olacaklardır. Hayatta bazı şeylerin te-

lafisi vardır. Bazı işlerinizi erteleyebilirsiniz ama

gencin eğitimini erteleyenler onun hayatını er-

telemiş hatta onu yitirmiş sayılır. Gençlikte elde

edilen bazı kazanımlar:

- İyi bir eğitim ve meslek öğrenimi,

- Örf, âdet, güzel ahlak ve görgü kurallarının

öğrenimi,

- Kişiliğin ve karakterin oluşumu,

- Ebeveyne ve büyüklere saygı, temizlik, dü-

rüstlük, doğruluktan ve haktan yana olma, dü-

zenli ve disiplinli çalışma gibi güzel ve faydalı

alışkanlıkların kazanımı,

- Kötü arkadaş çevresi, yanlış rehberlik ya da

ilgisizlik sebebi ile sigara, içki, uyuşturucu gibi

zararlı alışkanlıklar ve kötü huyların kazanılması,

- Vatan, millet ve din için çalışma ve gerek-

tiğinde fedakârlık gibi ulvî duygular hep bu dö-

nemde kazanılır.

Ulvî gayeler uğruna hayatını ortaya koyan

gençler Kur’an-ı Kerim’de şöyle övülmektedir:

“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde du-

ran nice erler var. İşte onlardan kimi, sözünü yeri-

ne getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehit-

liği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde (sözlerini)

değiştirmemişlerdir.”1

Bir insanın güzel ahlak sahibi ve dindar ol-

ması önemlidir ama gencin güzel ahlakı ve

dindarlığı Peygamberimiz tarafından da ayrıca

övülmüştür. Peygamberimiz ahiret gününde

hususi olarak gölgelendirilecek kimseleri zikre-

derken, “kalbi mescitlere bağlı ve Allah’a kulluk

için çaba harcayan gençler”den bahsetmiştir.

EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL

“Bir insanın güzel ahlak sahibi ve dindar olması önemlidir ama gencin güzel ahlakı ve dindarlığı

Peygamberimiz tarafından da ayrıca övülmüştür.”

GençlereRehberlik

“Gençliğin misyonu, geleceğe hazırlık için şu anda yapması gereken işi yapmak, stratejik hedefi, ebeveynini geçmek, vizyonu ise geleceği bu günden daha iyi bir hale getirmek olmalıdır.”

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba84 85

Foto: Ayhan İŞCEN

İslâm tarihinde gençlerin özel bir yeri, değe-

ri ve emeği vardır. Bunlardan, genç yaşta Müs-

lüman olan ve ailesinin bütün baskılarına rağ-

men inancını koruyan Mus’ab bin Umeyr, güzel

bir örnektir. Mus’ab, hicretten önce Medine’ye

öğretici rehber olarak gönderilmiş ve kısa sü-

rede Evs ve Hazrec Kabilelerinin çoğuna yakını-

nın Müslüman olmasına vesile olmuştu. Mus’ab,

Uhut Savaşı’nda da İslâm’ın bayraktarlığını ya-

parken şehit olmuştu.

Peygamberliğin beşinci yılında Habeşistan’a

yapılan ilk zorunlu hicrette muhacirlerin başı ve

temsilcisi genç sahabi, Peygamberimiz’in am-

cazadesi, Hz. Ali’nin kardeşi Cafer b. Ebi Talip

idi. Enes bin Malik, Abdullah b. Mes’ud, Abdul-

lah bin Ömer ve Abdullah bin Abbas, bir öğrenci

olarak, Hz. Aişe de bir eş olarak gençlik yıllarını

Peygamberimiz’in yanında geçirerek İslâm’ın

önde gelen hadis, tefsir ve fıkıh âlimlerinden

olmuştur. Hz. Ali ise hem âlim hem de bir kah-

raman idi. O, Peygamberimiz’in, “Ali ilmin kapısı,

Allah’ın aslanı” gibi övgüsüne mazhar olmuştur.

Müseylemetü’l-Kezzab’a karşı hazırlanan or-

dunun başına Peygamberimiz on dokuz yaşındaki

Üsame bin Zeyd’i komutan olarak tayin etmişti.

Fatih Sultan Mehmet de İstanbul’u fethet-

tiğinde yirmi bir yaşındaydı. Şu husus hiçbir

zaman unutulmamalıdır ki, büyüklerinin tec-

rübelerinden yararlanmasını bilen gençler,

kendilerine fırsat verildiğinde giriştikleri işte

daima yaşlılardan daha başarılı olmaktadırlar.

Peygamberimiz iyilik üzere olan gençleri şöyle

övmüştür:

“İnsanlar içinde Allah’ın en çok sevdiği kimse,

kötülükleri terk edip iyiliklere yönelmiş olan genç-

lerdir.”2

Gençlerimizin umudunu istismar etmek,

güçlü performansı ve tecrübesizliğinden ya-

rarlanarak kötü emellerine alet etmek isteyen

karanlık mihraklar her zaman olagelmiştir. Bu

mihraklar genellikle, zeki ve aile bağları zayıf

olan gençleri seçerler.

Bunlar karşımıza kâh mafya, kâh terörist,

kâh uyuşturucu taciri ya da bağımlısı olarak çı-

karlar. Gençlerimizin birçoğunun, kendisine ide-

al ve örnek genç olarak bir dizi film kahramanı-

nı seçmesi ve o dizi film kahramanının işlediği

cinayetleri meşru görmesi kaygı vericidir.

“Gençliğin tadını çıkaracaksın, hayatta her

şeyin tadına bakacaksın, bil ama yapma.” gibi

düşünceler, şeytanın gençleri doğru yoldan sap-

tırmak için ileri sürdüğü vesveseden başka bir

şey değildir.

Gençlerimizi, misyon ve vizyon sahibi bilinçli

fertler olarak yetiştirelim. Gençliğin misyonu,

geleceğe hazırlık için şu anda yapması gereken

işi yapmak, stratejik hedefi, ebeveynini geçmek,

vizyonu ise geleceği bu günden daha iyi bir hale

getirmek olmalıdır.

İslâm fıkhına göre yedi yaşındaki çocuk mü-

meyyizdir. 13-14 yaşında akıl baliğ olur ve dini ve-

cibelerini yerine getirmekle mükelleftir. On sekiz

yaşından itibaren de reşit kabul edilir. Rüşt yaşı,

kendisi ile ilgili her türlü kararı verebileceği, her

türlü ticari teşebbüste bulunabileceği bir yaştır.

Gençlerimize rehberlik yaparken;

- Gençlerin eğitimi söz konusu olunca akla

daha çok erkek gençler geliyor, genç kızların

eğitimi de erkekler kadar önemlidir.

- Gencimizle bir baba olarak ilişkimiz iyi ol-

malı, sürekli kusur bulan, ayıplayan, azarlayan

ve cezalandıran biri olmamalıyız.

- Gencin maddi ve manevi ihtiyaçlarını doğ-

ru tespit edip makul ölçülere göre karşılamaya

çalışmalıyız. “Az verme hırsız edersin, çok söy-

leme arsız edersin.” derler.

- Yerine göre baba, yerine göre aradaki me-

safeyi de koruyarak abi ve arkadaş olabilmeliyiz.

- Hayata hazırlanırken, okuma, meslek edin-

dirme ve birtakım beceriler kazandırma husu-

sunda fedakârlıktan kaçınmamalıyız.

- Günahlardan, günaha giden yollardan ve

hiçbir faydası olmayan hobi türü boş işlerden

faydalı uğraşlara yönlendirerek onları koruma-

lıyız. Boş kalmasına ve dolayısı ile kötü şeyler

düşünmesine fırsat vermemeliyiz.

- Seven, sevilen, saygı duyan, medeni cesa-

reti olan bir genç olarak yetişmesi için fikirle-

rine değer vermeli ve adam yerine koymalıyız,

yersiz düşüncelerden ise ikna yolu ile vazgeçir-

meye çalışmalıyız.

Dipnot

1. 33/Ahzab, 232. Ramuzu’l-Ehadis, s. 383.

aralı

k/20

18

somuncubaba somuncubaba86 87

Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZâviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79

[email protected] www.somuncubaba.net

2019 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte

Yıllık Abone Bedeli

200

2019 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Türkiye : 200

(0422) 615 15 54444 36 61

ABONE İLETİŞİM HATTI

(0546) 544 60 44

aralı

k/20

18

somuncubaba 89

Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)

Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK

Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk

Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa

Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN

Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa

Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi

Musa TEKTAŞ

Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1

ISBN: 978-9944-774-43-7

ISBN: 978-9944-774-46-8

Sabrın ve TeslimiyetinSembolü Bir Kadın: Hz. Hatice

Halide YENEN

Lübâbe Binti HârisEs-Suğrâ (r. anhâ)

N. Nida DURAN

Halime AnnemizSümeyye Büşra YILDIZ

Kapı Gibi BabaGül Gibi Ana

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

www.somuncubaba.net

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 218 • ARALIK 2018 • Fiyatı: 12 TL

218

0 0 2 1 8

Haberlerin Ağında İslâm ve Müslümanlar

Ramazan ALTINTAŞ

MuhteşemSüleyman’ın Son Varisi Sultan III. Murad

İsmail ÇOLAK

Cem Sultan’ınHazin Hikâyesi

Resul KESENCELİ

Klasikleri Okumak

Bilal KEMİKLİ

Fâiz Hassasiyeti

Abdullah KAHRAMAN