başyazı sebahaddin ateŞmış ve bu nimeti en güzel ve en faydalı bir şekilde kullanma-sı...

88
Başyazı Sebahaddin ATEŞ SÖZÜN TESİRİ THE EFFECT OF THE WORD Gerçekten anlayanlar için sözler, nice kişilere yol gösterir, onların nice işler başarmalarını sağlar. Ama sözlerin gerçek anlamda yol gösteren nitelikte olmaları için, iyi niyete dayanmaları gerekir. Bir kimse Müs- lüman bir kardeşinin faydası için, art niyeti olmadan, tatlı bir dille ona, doğru olduğuna inandığı bir sözü söyleyebilir. Onu, saadeti için tenkit edebilir. Çünkü bunda, Müslüman bir kardeşini uyarma, ona iyiliği tav- siye etme vardır. Onun için onun bu davranışı, onu sevmenin bir belirtisidir.Aksine, bir din kardeşini küçük düşürmek, ya da başkaları yanında kötü tanıtmak için, arkasından onun beğenmeyeceği sözleri söylemek çirkin bir davranış olur. Çünkü bu çoğu defa fena bir düşüncenin belirtisidir. Peygamberimiz (s.a.v)’in de bu konudaki sözü şudur: “Müslüman o kişidir ki, Müslüman kardeşleri onun dilinden ve elinden selâmettedir.”Lokman Hekim’in oğluna verdiği öğütlerden biri şöyledir: “Merha- metli olan, başkalarından merhamet görür. Yerinde susmasını bilen selâmet bulur. Hayır söyleyen nimete erer. Kötü söz söyleyen günahkâr olur. Dilini tutmasını bilmeyen sonradan pişmanlık duyar.”Birlikte yaşa- ma, karşılıklı güvene bağlıdır. Güven ise sözde durmak, sözleşmeleri yerine getirmekle olur. Aksine yalan, yanlış bir söze bir de hayal katarak, orada burada küçük düşürücü sözler söylemek, o kişiyi manen öldür- mek demektir. Bir hadisi şerif şöyle buyurmaktadır: “Bir kardeşine kızdığın zaman, onun kötülüklerini sa- yıp dökerek, iyiliklerini saklayışın, gerçek bir zulümdür.” İyiliğe davet ve yol göstericilik bir eğitimdir. Ama insan bunu yaparken gerçekten iyi niyet sahibi olmak zorundadır. Yol göstericiliğin en tesirlisi ise, fiille olanıdır. Çünkü yol gösteren kimse yaşayışı ile yol göster- dikleri insanlar için iyi bir örnek olmalıdır. Bu konuda İslâm’a ait ölçü şudur: “Bir kişinin, bilgisi ile yaşa- yışını kuşatırsa, Yüce Allah ona bilmediği şeyler hakkında bilgi bağışlar.”İnanan insan, şartlar ne olursa ol- sun söz ve davranışlarında aklıselimi, ölçüyü arka plana atmayan; hareketlerini kontrol edebilme irade ve gücüne sahip; ağırbaşlı, ciddi, vakur, yumuşak huylu, müşfik v.b. güzel huyları şahsında toplamış; nizam ve disiplin örneği bir kişidir. Esasen İslâm bizatihi nizam, disiplin ve ölçüdür. Dinimizin hükümleri incelendi- ği zaman baştan sona hepsinin insan hayatına yön veren ve ona üstünlük kazandıran disiplinler manzume- si olduğu görülür. Her Müslüman, özellikle İslâm’ı başkalarına öğretme ve telkin etme vazife ve mes’uliyetini omuzların- da taşıyan ilim sahibi kimseler, huy ve hasletlerden yumuşak huyluluğu “rıfkı” kendisine rehber edinmeli- dir, İslâm dininde insanî münasebetler yumuşak huyluluk, sevgi ve saygı esası üzerine kurulmuştur. Sevgi- nin, saygının ve yumuşaklığın barınmadığı kalp ve kafalara sahip olan kimselerin, katılaşmış, kötülüklerle nasırlaşmış başka kalpleri yumuşatması, bu tür kalplere din duygusunu, Allah korkusunu, insan sevgisini aşılamaları söz konusu olamaz. Zaten böyle bir insanın söyledikler de kimseye tesir etmez. Sözün tesiri için; önce inanmak sonra yaşamak lazım. The words, for those who can really make out, lead forth for the many and let them be succesful in many ways. Yet, for the words to be leading, in real terms, they should be well intentioned. A muslim, for the be- nefit of his muslim brother, can remark his pieces about a point that he believes to be true. Our prophet (pbuh) says: “Muslim is who that his muslim brothers are in safety from his all behaviours” One piece of such advice that Lokman says to his son is: “ A merciful man has mercy from the others, a person who knows where to keep quiet reaches safety, one who says good reaches benefaction. A person who says a bad word becomes sinful. One who is not able to keep quiet regrets in the end.” A truth believer, in every situation, is a sensible person; sober-minded, serious minded, solemn, benign, etc; he has all the good qualities in himself and he is a man of regularity and self discipline.

Upload: others

Post on 05-Jan-2020

14 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

SÖZÜN TESİRİ

THE EFFECT OF THE WORD

Gerçekten anlayanlar için sözler, nice kişilere yol gösterir, onların nice işler başarmalarını sağlar. Ama sözlerin gerçek anlamda yol gösteren nitelikte olmaları için, iyi niyete dayanmaları gerekir. Bir kimse Müs-lüman bir kardeşinin faydası için, art niyeti olmadan, tatlı bir dille ona, doğru olduğuna inandığı bir sözü söyleyebilir. Onu, saadeti için tenkit edebilir. Çünkü bunda, Müslüman bir kardeşini uyarma, ona iyiliği tav-siye etme vardır. Onun için onun bu davranışı, onu sevmenin bir belirtisidir.Aksine, bir din kardeşini küçük düşürmek, ya da başkaları yanında kötü tanıtmak için, arkasından onun beğenmeyeceği sözleri söylemek çirkin bir davranış olur. Çünkü bu çoğu defa fena bir düşüncenin belirtisidir.

Peygamberimiz (s.a.v)’in de bu konudaki sözü şudur: “Müslüman o kişidir ki, Müslüman kardeşleri onun dilinden ve elinden selâmettedir.”Lokman Hekim’in oğluna verdiği öğütlerden biri şöyledir: “Merha-metli olan, başkalarından merhamet görür. Yerinde susmasını bilen selâmet bulur. Hayır söyleyen nimete erer. Kötü söz söyleyen günahkâr olur. Dilini tutmasını bilmeyen sonradan pişmanlık duyar.”Birlikte yaşa-ma, karşılıklı güvene bağlıdır. Güven ise sözde durmak, sözleşmeleri yerine getirmekle olur. Aksine yalan, yanlış bir söze bir de hayal katarak, orada burada küçük düşürücü sözler söylemek, o kişiyi manen öldür-mek demektir. Bir hadisi şerif şöyle buyurmaktadır: “Bir kardeşine kızdığın zaman, onun kötülüklerini sa-yıp dökerek, iyiliklerini saklayışın, gerçek bir zulümdür.”

İyiliğe davet ve yol göstericilik bir eğitimdir. Ama insan bunu yaparken gerçekten iyi niyet sahibi olmak zorundadır. Yol göstericiliğin en tesirlisi ise, fiille olanıdır. Çünkü yol gösteren kimse yaşayışı ile yol göster-dikleri insanlar için iyi bir örnek olmalıdır. Bu konuda İslâm’a ait ölçü şudur: “Bir kişinin, bilgisi ile yaşa-yışını kuşatırsa, Yüce Allah ona bilmediği şeyler hakkında bilgi bağışlar.”İnanan insan, şartlar ne olursa ol-sun söz ve davranışlarında aklıselimi, ölçüyü arka plana atmayan; hareketlerini kontrol edebilme irade ve gücüne sahip; ağırbaşlı, ciddi, vakur, yumuşak huylu, müşfik v.b. güzel huyları şahsında toplamış; nizam ve disiplin örneği bir kişidir. Esasen İslâm bizatihi nizam, disiplin ve ölçüdür. Dinimizin hükümleri incelendi-ği zaman baştan sona hepsinin insan hayatına yön veren ve ona üstünlük kazandıran disiplinler manzume-si olduğu görülür.

Her Müslüman, özellikle İslâm’ı başkalarına öğretme ve telkin etme vazife ve mes’uliyetini omuzların-da taşıyan ilim sahibi kimseler, huy ve hasletlerden yumuşak huyluluğu “rıfkı” kendisine rehber edinmeli-dir, İslâm dininde insanî münasebetler yumuşak huyluluk, sevgi ve saygı esası üzerine kurulmuştur. Sevgi-nin, saygının ve yumuşaklığın barınmadığı kalp ve kafalara sahip olan kimselerin, katılaşmış, kötülüklerle nasırlaşmış başka kalpleri yumuşatması, bu tür kalplere din duygusunu, Allah korkusunu, insan sevgisini aşılamaları söz konusu olamaz. Zaten böyle bir insanın söyledikler de kimseye tesir etmez. Sözün tesiri için; önce inanmak sonra yaşamak lazım.

The words, for those who can really make out, lead forth for the many and let them be succesful in many ways. Yet, for the words to be leading, in real terms, they should be well intentioned. A muslim, for the be-nefit of his muslim brother, can remark his pieces about a point that he believes to be true.

Our prophet (pbuh) says: “Muslim is who that his muslim brothers are in safety from his all behaviours”

One piece of such advice that Lokman says to his son is: “ A merciful man has mercy from the others, a person who knows where to keep quiet reaches safety, one who says good reaches benefaction. A person who says a bad word becomes sinful. One who is not able to keep quiet regrets in the end.” A truth believer, in every situation, is a sensible person; sober-minded, serious minded, solemn, benign, etc; he has all the good qualities in himself and he is a man of regularity and self discipline.

SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır

Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

YIL: 17 SAYI: 119 Eylül 2010 Basım Tarihi: 01 Eylül 2010

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına

İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA

Yayın Editörü Musa TEKTAŞ

Kapak Osmanlı’da Bayram Töreni

Topkapı Sarayı Müzesi

Yapım ARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU

Sanat Yönetmeni Şenol GÜRSOY

Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI

Arşiv Muharrem AKIN

Abone Ziya TOKSÖZLÜ

Reklam Yusuf YILMAZ

Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

CTP - Kalıp Çıkış Bizim Repro: (312) 341 10 20

Baskı & Üretim Kozan Ofset

Büyük Sanayi 1. Cadde Arpacıoğlu 2 İşhanı 95/11 İskitler / ANKARA Tel: (312) 384 20 03

Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL

1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO

Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111

Gönderilerin abone adına yatırılması gerekmektedir.

KUR’ÂN’A GÖRE SÖZ SANATI

Ali AKPINAR

Evet, Müslüman, kendisine bahşedilen en büyük nimet konuşma melekesini/dilini en güzel şekilde yönetecek ve onu yerli yerince kullanacaktır. Zira dilin insana kazandırdığı pek çok güzellik olduğu gibi, ona kaybettireceği pek çok şey de vardır.

06

İSLÂM’DA HARAM

Mehmet SOYSALDI

İslâm dini insana zararlı olan her şeyi yasaklamıştır. Haramlar genel olarak korunması zaruri olan beş şeyi zedeleyen ve onlara zarar veren fiil ve hareketlerdir.

44

GönüllerdekiBayram3006 Kur’ân’a Göre

Söz Sanatı

119

Dergisi Hediyesi...

E Y L Ü L 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

RABB - Ramazan ALTINTAŞ (10)

HER NE Kİ VAR ÂLEMDE AŞKTIR- Abdülmecit İSLAMOĞLU (14)

‘PEYDA’ REDİFLİ GAZEL - Resul KESENCELİ (22)

KENDİSİNİ BAŞKASININ YERİNE KOYMAK EMPATİ - Mehmet Zeki AYDIN (26)

İBÂDET - Abdullah KAHRAMAN (36)

BİRLİK - Mustafa ÖZÇELİK (40)

KİŞİLİK ÖZELLİKLERİYLE KÂFİR- Mustafa Doğan KARACOŞKUN (50)

RABBİN RIZÂSINI GÖZETMEK - Enbiya YILDIRIM (52)

OSMANLI VE ORTADOĞU İsmail ÇOLAK (56)

BİZİM TÜRKÜMÜZ - Yavuz Bülent BAKİLER (61)

ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0342 321 43 34GEREDE 0 530 512 33 10GÖLCÜK 0 216 344 45 30 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 2365SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

TASAVVUFÎ ŞİİRİN MÂHİYETİ

GÖNÜLLERDEKİ

BAYRAM

Kadir ÖZKÖSE

Tasavvufî şiirin muhatapları iç mânâya erenler, tasavvufun özel diline vakıf olanlar, anlama kapasitesi olan ehil şahsiyetler, yüksek hakikatleri anlayabilecek kapasitede olanlardır.

18 30

WASHINGTONSÜLEYMANLAR KAPINDA KARINCA

Fatih ERKOÇOĞLU

Minnesota’ dan gelirken arkadaşım Uveys Ali Nur Washington’a gitmek isteyip istemediğimi sordu. “Eğer vaktimiz olursa neden olmasın?”

Vedat Ali TOK

Na’tinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’i, Hz. Musa’nın Allah ile kelâm eylediği Tûr Dağı’na benzetiyor. Allah, Tûr Dağı’na tecellî edince, her taraf göz kamaştıran bir nûrla dolmuştu.

62 74

KOMŞULUK - Mehmet DERE (68)

ÂMİR B. VÂSİLE - Bünyamin ERUL (72)

KIRK HADİS (73)

KİTAPLIK (77)

KAHRAMANMARAŞ VELİLERİ - Yusuf HALICI (78)

MEDENİYETİMİZİN AYNASI MEZAR TAŞLARI - Nidayi SEVİM (81)

CEMİL MERİÇ - A. Ali YILMAZ (82)

ÇOCUK EĞİTİMİNDE MODEL - M. Emin KARABACAK (84)

İNCİR - Şifalı Bitkiler (86)

MUHALLEBİLİ LOKUM - Mesude SARI (87)

Musa TEKTAŞ

İslâmiyet’in etkisiyle bayramlara “iyd” denilmiş. Günümüzde dinî bayramlar, milletimizin manevî inanç ve beraberliğini, kardeşliğini gösteren gönül yansımasıdır.

Eylül 20104

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Dokuzuncu Hutbe

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden

Hutbeler

5

“...Şunu da bilin ki Allâh içinizden geçeni hakkıyla

bilir. Onun için Allâh’a karşı gelmekten sakının ve yine

şunu da bilin ki Allâh gerçekten çok bağışlayandır, ha-

limdir. (Hemen cezâlandırmaz, mühlet verir.)” (2/Ba-

kara, 235.)

Azîz Cemâat-ı Müslimîn!

Terbiyenin temellerinden, en köklü kâidelerinden

biri ve belki birincisi mürebbînin fiilen imtisâl nümûnesi

olmasıdır. Bunun içindir ki Peygamberler, Tanrı teâlâ

ve tekaddes hazretleri tarafından teblîğ edecekle-

ri emirleri, ilk önce kendileri yerine getiriyorlardı. Bu

sözleri, özleri birbirine uygun olduğu içindir ki bu ilahî

mürebbîlerin ocağı yani din müesesesi sönmemiştir.

Peygamberlerin yollarına giden mü’minler de yalnız

söz ile kalmazlar aynı zamanda fiil ile îmânlarını yaşar-

lar. Îmânın nûru onların üzerinde dâimâ görülür. Her

ne yapar; her ne işlerlerse bilerek, inanarak yapar ve iş-

lerler. Bütün yaptıklarında Allâh (c.c)’ın rızâsını göze-

tir, Allâh (c.c)’ın rızâsına muvâfık harekette bulunma-

yı îmânlarının bir îcâbı bilirler. Hiç kimseye kötü gözle

bakmak ve bir kimseyi tahkîr etmek, onların şanından

değildir. Onların düstûrları yaratılmışları, yaratanın-

dan ötürü hoş görmektir.

Hazret-i Ali kerreme’llâhu vecheh efendimiz diyor-

ki: “Mü’min yiğit ölür, er olur. Yani onun güleçliği yü-

zünde, hüznü üzerindedir. Her nesneyi hoş görür ve afv

eder, kendisini herkesten aşağı tutar, kimseyi çekiştir-

mez, kimseye kötü söz söylemez. Gözü, bağrı yaşlıdır.

Hayrı, “Yapıyor.” desinler diye yapmaz. Riyâ ve süm’a

nedir bilmez. Kimseye şerri dokunmaz. Gülmesi tebes-

sümdür, susması taallümdür. Kimseyi mahcûb etmek

kasdıyla suâl sormaz. Sordukları anlamak için, anladık-

ları da yapmak içindir. Kimseye bir iftirâda bulunmaz.

Bilmediği işe karışmaz.”

Yukarıda okuduğumuz âyet-i kerîmede buyuruldu-

ğu gibi gönlünün içinden geçirdiği işlerden ve kulağın,

duyduğu laflardan ve gözün, gördüğü şeylerden mes’ûl

olduklarını düşünür ve bunun için iyice bilmediği ve iyi-

ce duymadığı ve iyice görmediği şeyleri, «Bildim, gör-

düm, duydum.» demez. Acınacak kimselere acınması

samîmî olup, yapmacık değildir. İlmi çoktur. Yarayışlı

ve ağır başlıdır, eli açıktır. Hayra, «Hayır.» demez, kim-

seye kibir ve gurûr taslamaz. Hiçbir şeyde koltuk ka-

bartmaz. Hükümlerinde ve verdiği kararlarında zulüm-

den ve haksızlıktan bir iz bulunmaz. Söylediği sözü icrâ

ve va’dini îfâ eder. Kendisi yumuşak huylu, üstü başı

pâk, alnı açık ve aktır. Susması söylemesinden çok, söy-

lemesinde aslâ külfet yoktur. Kızdığı zamanda bile hak-

tan ayrılmaz ve bir hakkını isterken bile hiçbir kimseye

karşı kıyasiye iş yapmaz. Sevdiklerinin dertleriyle dert-

lenir. Dostlarından gördüklerine katlanır. Mevlâsından

râzı, hevâ ve hevesine muhâlefetle marzîdir. Gönlü her

an pâk ve temiz, saflık ve pâklıkta sanki bir kenzdir.

Kendisine ezâ edene, bile katı söz söylemez ve onun yü-

zünden altun işini bakır eylemez. Kendi üzerine vazîfe

olmayan işe ne elini ve ne dilini sokmaz.

Muhterem Cemâat-i Müslimîn!

Cenâb-ı Hakk en büyük kürrelerinden en küçük

zerrelerine kadar bu kâinâtı yoktan var etmiştir. Bun-

ları sevk ve idâre etmek de kendisinin hakkıdır. Mülk

O’nundur, mülkün hâkim-i mutlakı odur. İstediğini

yapar ve dilediği gibi hükmeder. Kendisinden başka

herkesin ve her şeyin mukadderatını takdîr eden ve

herkes ve her şeyi kendisine mutî’ ve münkâd kılan

O’dur. Herkese yaptığından hesâb soran O’dur. Fakat

kimse O’na suâl soramaz. Her ne yaparsa O’nun yaptı-

ğı mahzâ hayırdır. Bütün hayırlar O’na râci’dir. O’nun

bütün işleri hayırdır, şer ona râci’ değildir. Kâmil

mü’minler, mülkünde dilediği gibi tasarruf hakkını

hakka teslîm ile her hâlükârda, serrâda, darrâda onu

lisân-ı hamd ile yâd ederler. (Lehü’l-mülkü ve lehü’l-

hamd) “Mülk O’nundur, hamd O’nadır.” (64/Teğa-

bün, 1.) diye onu tesbîh ve takdîs eylerler. Dâimâ hayır

görürler ve hayra ererler. Onun için ma’rifet ve îmân;

hikmet ve îkân menbaı olan Peygamberimiz, hutbemi-

zin başında okuduğumuz, Süheyb-i Rûmî radıya’llâhu

anhdan mervî hadîs-i şerîfinde buyuruyorlar ki;

“Mü’minin hâli ne hoştur. Çünkü onun bütün hâli ve

bütün işleri hayırdır. Böyle her hâli ve bütün işleri ha-

yırlı olmak mü’minin gayrısında yoktur. Bütün hâli

hayırlı olmak mü’minlere mahsûstur. Mü’min hayâtta

bir muvaffakiyyete nâil olacak, sürûra mazhar olacak

olursa, bu muvaffakiyyeti Hakk’ın lutf ve kereminden

bildiğinden Hakk’a şükreder ve bu şükür onun hak-

kında hayır olur. Bu şükür öyle hayra erer, hayır bu-

dur. Yok bunun aksi olarak hayâtta bir muaffakiyet-

sizliğe, bir kedere dûçâr olacak olursa, bunu da haktan

bildiği cihetle sabreder ve bu sûretle yine hayra erer,

hayır bulur.”

Allâh cümlemizi böyle kâmil mü’minlerden, şâkir ve

sâbir kullardan eylesin. Âmîn.

Eylül 20106

İlim ve Hayat

Ali AKPINAR*

KUR’ÂN’A GÖRE

SÖZ SANATI“Evet, Müslüman, kendisine bahşedilen en büyük nimet konuşma

melekesini/dilini en güzel şekilde yönetecek ve onu yerli yerince

kullanacaktır. Zira dilin insana kazandırdığı pek çok güzellik olduğu gibi,

ona kaybettireceği pek çok şey de vardır.”

7

İnsanların farklı

dillerde konuşma-

ları Yüce Allah’ın

âyetlerinden (varlığının delille-

rinden ve mucizelerinden) sa-

yılmıştır: “O’nun delillerinden

biri de, gökleri ve yeri yarat-

ması, lisanlarınızın ve renk-

lerinizin değişik olmasıdır.

Şüphesiz bunda bilenler için

(alınacak) dersler vardır.”1

İnsan konuşan bir varlıktır.

Hayvanlar, bitkiler, hatta can-

sız dediğimiz varlıkların da dili

olsa bile insanın konuşan bir

varlık olması kendine özgüdür.

Zira insanın konuşması, gayeli,

anlamlı, amaçlı ve ölçülüdür.

İnsan için ve insanın haya-

tına şekil/düzen vermek için

gelmiş olan dinimiz, insanın

konuşma melekesini de ele al-

mış ve bu nimeti en güzel ve en

faydalı bir şekilde kullanma-

sı için temel kurallar koymuş-

tur. Sonuçta her konuda olduğu

gibi İslâm’ın söz sözleme âdâbı

oluşmuştur. Bu yazımızda bun-

lara özet olarak değinmek isti-

yoruz:

Yüce Allah, insana iki ku-

lak ve bir ağız vermiştir. “Biz,

insan için iki göz, bir lisan ve

iki dudak yaratmadık mı?

Ve Biz insana iki yol göster-

dik.”2. Bunun pek çok hikme-

tinden biri de insanın iki din-

leyip bir konuşmasıdır. Yani

insan, önce doğruları öğre-

necek, onları özümseyecek ve

sonra bin düşünüp bir söyle-

yecek, ama sadece hakikatle-

ri konuşacaktır. Bunun için

kendisine güzel konuşma ye-

teneği verilen Hz. Dâvûd pey-

gamber3, “Söz gümüşse sükut

altındır.” demiştir. Ne var ki

pek çok insan bu konuda altı-

na değil de gümüşe talip olur.

Aynı bağlamda, “Bilirsen söy-

le herkes ibret alsın; bilmi-

yorsan sus, herkes seni bilir

sansın.” denmiştir.

Kur’ân, insanın konuşma

konusunda da başıboş bırakıl-

madığını, konuştuklarından

da hesaba çekileceğini özellik-

le vurgular: “Göklerde ve yer-

de olanları Allah’ın bildiğini

görmüyor musun? Üç kişinin

gizli konuştuğu yerde dör-

düncüsü mutlaka O’dur. Beş

kişinin gizli konuştuğu yerde

altıncısı mutlaka O’dur.”4

“Yoksa onlar, bizim ken-

dilerinin sırlarını ve gizli ko-

nuşmalarını işitmediğimi-

zi mi sanıyorlar? Hayır, öyle

değil; yanlarındaki elçile-

rimiz (hafaza melekleri de)

yazmaktadırlar.”5

Kur’ân, sözün frekansını

değil, kalitesini yükseltmemi-

zi ister ve eşekler gibi bağırıp

çağırmamamızı bizlere salık

verir: “Yürüyüşünde tabiî ol,

sesini alçalt. Unutma ki, ses-

lerin en çirkini merkeplerin

sesidir.”6

Yüce Allah, Hz. Mûsâ’yı Hz.

Hârûn ile birlikte Fir’avun’a

gönderirken şöyle buyurur:

“Ona yumuşak söz söyleyin.

Belki o, aklını başına alır veya

korkar.”7 Onun bu buyruğun-

da, davetçilerin konuşması-

nın hedefinin muhataplarının

hidâyeti olması gerektiği, bu-

nun için de yumuşak söz söy-

lenmesi vurgulanır.

Eylül 20108

Peygamberimiz de, “İn-

sanlara akıllarına göre konu-

şun.” buyurarak aynı gerçeğe

işaret eder. Zaten bir âyetinde

Yüce Rabbimiz, Peygamberi-

mizin son derece insanlara/

mü’minlere düşkün ve onlara

karşı son derece şefkatli oldu-

ğunu açıklarken, bizlerden de

öyle olmamızı ister:

“Andolsun size kendinizden

öyle bir Peygamber gelmiştir

ki, sizin sıkıntıya uğramanız

ona çok ağır gelir. O, size çok

düşkün, mü’minlere karşı çok

şefkatlidir, merhametlidir.”8

“O vakit Allah’tan bir rah-

met ile onlara yumuşak dav-

randın! Şâyet sen kaba, katı

yürekli olsaydın, hiç şüphesiz,

etrafından dağılıp giderlerdi.”9

İslâm, söylem eylem birlik-

teliğine vurgu yapar: “Ey iman

edenler! Yapmayacağınız şey-

leri niçin söylüyorsunuz? Yap-

mayacağınız şeyleri söyleme-

niz, Allah katında büyük bir

nefretle karşılanır.”10

Nitekim bu konuda şu temel

ölçüler belirlenmiştir:

İyiliği emretme görevinin la-

yığı ile yapılabilmesi için şu beş

maddeye ihtiyaç vardır:

İlim. Zira cahil kimse bu işi

iyi bir şekilde yapamaz.

Allah’ın rızasını kazan-

mak ve Allah’ın dinini yücelt-

mek için yapmak. Bir hadis-

lerinde Peygamberimiz şöyle

buyurmuştur: “Vallâhi, senin

sâyende bir kişinin hidâyete

ermesi tüm dünyalıklardan

daha hayırlıdır.”11

Emredilen kimseye şefkat-

le yaklaşmak, ona yumuşak söz

söylemek. Zira Yüce Allah, en

azılı düşmanı Fir’avun’a bile

yumuşak sözle hitap edilmesini

emretmiştir.

Çok sabırlı ve hilim sahibi

olmak. Zira söylenen sözün et-

kisini göstermesi için belli bir

sürenin geçmesi gerekir. Söy-

lenen sözün her insanda bir te-

sirini gösterme/mayalanma sü-

resi vardır.

Emrettiği şeyi kendisi yerine

getiriyor olmak. Çünkü âyette,

“Ey iman edenler, yapmadı-

ğınız şeyleri için söylersiniz?”

buyurulmuştur.12

Yüce Yaratıcımız bizden,

doğrularla beraber ve doğru

konuşan bir dile sahip olma-

mızı ister: “Ey iman edenler!

Allah’tan korkun ve doğrularla

beraber olun.”13 Bu emir, doğru

sözlü olmayı, doğruluğu özüm-

semeyi, her hal ü kârda doğru

söylemeyi ve doğrulara destek

olmayı bizden ister. Bizlere ör-

nek olarak sunulurken Hz. İb-

rahim ve peygamber oğulları

Hz. İsmail ve Hz. İshak hakkıda

şöyle buyurulur: “Onlara rah-

metimizden bağışta bulunduk;

kendilerine haklı ve yüksek bir

şöhret nasip ettik.”14

Doğruyu söylemek, bizim

iki dünyada da iki yakamı-

zın bir araya gelmesi, işlerimi-

zin rast gitmesi için kaçınılmaz

bir durumdur: “Ey iman eden-

ler! Allah’tan korkun ve doğru

söz söyleyin. (Böyle davranır-

sanız) Allah işlerinizi düzeltir

ve günahlarınızı bağışlar. Kim

Allah ve Resûlüne itaat eder-

se büyük bir kurtuluşa ermiş

olur.”15

“Kullarıma söyle, sözün en

güzelini söylesinler. Sonra şey-

tan aralarını bozar. Çünkü

şeytan, insanın apaçık düşma-

nıdır.”16

Müslüman ne pahasına

olursa olsun doğruluğu şiar

edinen, her zaman ve her yer

yerde, herkese karşı doğrula-

rı, hakikatları konuşan kimse-

dir. Şairin dediği gibi: “Şudur cihânda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi ol-sun; hakîkat olsun tek!”17

Her şeyi apaçık olan Dîn-i

Mübîn-i İslâm’ı kendisine dâva

edinen Müslüman anlaşılmak

için konuşur. O, muhataplarıyla

kuş diliyle yahut anlaşılmaz bir

biçimde şifreli bir biçimde ko-

nuşmaz. Zaten onun kitabı da

tüm mesajları açık olan Kitâb-ı

Mübîn, Peygamberi de Rasül-i

Mübîn’dir. Zaten Tevhîd tari-

hi boyunca her peygamber ken-

di kavmine gönderilmiş ve onla-

rın diliyle onlara hitap etmiştir:

“(Allah’ın emirlerini) onla-

ra iyice açıklasın diye her pey-

gamberi yalnız kendi kavminin

diliyle gönderdik.”18

Hanımlara yönelik bir dü-

zenlemede ise şöyle buyurulur:

“Eğer (Allah’tan) korkuyorsa-

nız, (yabancı erkeklere karşı)

9

çekici bir edâ ile konuşmayın;

sonra kalbinde hastalık bulu-

nan kimse ümide kapılır. Güzel

söz söyleyin.”19

Evet, Müslüman, kendisine

bahşedilen en büyük nimet ko-

nuşma melekesini/dilini en gü-

zel şekilde yönetecek ve onu yerli

yerince kullanacaktır. Zira dilin

insana kazandırdığı pek çok gü-

zellik olduğu gibi, ona kaybetti-

receği pek çok şey de vardır. Bu

yüzden ahlak kitaplarımız di-

lin âfetlerine dikkatlerimizi çe-

kerler. Sözgelimi gıybet, dedi-

kodu, yalan, alay etme, lakap

takma, sövüp sayma, lüzumsuz

ve boş konuşmalar bunlardan-

dır. Kur’ân’da bu konuda da pek

çok uyarı yer alır:

“(O Firdevs cennetine talip

olan mü’minler) boş ve yararsız

şeylerden yüz çevirirler.”20

“O halde, pislikten, putlar-

dan sakının; yalan sözden sakı-

nın.”21

“(Rahman’ın o gözde kulla-

rı), yalan yere şahitlik etmez-

ler, boş sözlerle karşılaştıkla-

rında vakar ile (oradan) geçip

giderler.”22

“Ey mü’minler! Bir topluluk

diğer bir topluluğu alaya al-

masın. Belki de onlar, kendile-

rinden daha iyidirler. Kadınlar

da kadınları alaya almasınlar.

Belki onlar kendilerinden daha

iyidirler. Kendi kendinizi ayıp-

lamayın, birbirinizi kötü la-

kaplarla çağırmayın. İman-

dan sonra fâsıklık ne kötü bir

isimdir! Kim de tevbe etmezse

işte onlar zalimlerdir.”23

“Ey iman edenler! Zannın

çoğundan kaçının. Çünkü zan-

nın bir kısmı günahtır. Birbiri-

nizin kusurunu araştırmayın.

Biriniz diğerinizi arkasından

çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş

kardeşinin etini yemekten hoş-

lanır mı? İşte bundan tiksindi-

niz. O halde Allah’tan korkun.

Şüphesiz Allah, tevbeyi çok ka-

bul edendir, çok esirgeyici-

dir.”24

Kur’ân insanı, bu uyarıları

dikkate alarak diline sahip çı-

kan, onu dinin ölçüleri çerçe-

vesinde kullanan, kısaca ko-

nuşma sanatını en güzel şekilde

icra eden kimsedir.

*Prof. Dr.

1 30/Rûm, 22.2 90/Beled, 8-10.3 Onun hükümran-

lığını kuvvetlendir-miş, ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik. (38/Sâd, 20)

4 58/Mücâdile, 7.5 43/Zuhruf, 80.6 31Lokmân, 19.7 20/Tâhâ, 44.8 9/Tevbe, 12.9 3/Âlu İmrân, 159.10 61/Saff, 2-3.11 Ebû Dâvûd, İlim,

10; Buhârî,

Ashâbu’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’l-Ashâb, 34.

12 Fetâvâ-yı Hindiyye, V, 353..

13 9/Tevbe, 119.14 19/Meryem, 50.15 33/Ahzâb, 70-71.16 17/İsrâ, 53.17 M. Akif, Safahât,

Fatih Kürsüsünde.18 14/İbrâhîm, 4.19 33Ahzâb, 32.20 23/Mü’minûn, 3.21 22/Hac, 30.22 25/Furkân, 72.23 49/Hucurât, 11. 24 49/Hucurât, 12.

Dipnot

Hul

usi G

ÜLS

EREN

Eylül 201010

RABB

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

Sahİp, mâlİk, ıslâh eden, tasarrufta bulunan, yaratan, yöneten, helâl ve haram koyan:

“Tevhîdin tarihine baktığımız zaman, insanların şirke düşme nedenlerinden birisi

Allah’ın isimleri arasında yer alan “Rabb” vasfının bir mefhum olarak O’ndan

başka varlıklara izafe edilmesi sonucu olduğunu görmekteyiz. İşte Kur’an, önce bu

noktada insanların akîdesini düzeltmek için işe başlamıştır.”

11

Allah’ın zatıy-

la ilişkili olan

güzel isimle-

rinden birisi “Rabb” ismidir.

Arapça’da “Rabb” kelimesi,

“terbiye” ile aynı kökten gelir.

Terbiye ise, bir şeyi olgunluk

derecesine ulaştırıncaya ka-

dar aşama aşama inşa etmek,

yetiştirmektir. “Kureyş’ten bir

adamın beni terbiye etmesi,

Hevâzin kabilesinden bir ada-

mın beni terbiye etmesinden

daha fazla iyidir.” sözü bu anla-

ma gelir. Yine “rabb” kelimesi;

yaratma, büyütüp yetiştirme,

eğitme, yağmur indirip rızık

verme, helâl-haram kılma, sa-

hip ve mâlik olma, görüp gözet-

me, tedbir etme, nimet verme

gibi anlamların yanında; “ulu-

luk ve efendilik” mânâlarını da

bünyesinde toplayan; şefkat,

merhamet ve sevgi neticesinde

tezahür eden bir vasıftır.1

Tevhîdin tarihine baktı-

ğımız zaman, insanların şir-

ke düşme nedenlerinden biri-

si Allah’ın isimleri arasında yer

alan “Rabb” vasfının bir mef-

hum olarak O’ndan başka var-

lıklara izafe edilmesi sonu-

cu olduğunu görmekteyiz. İşte

Kur’an, önce bu noktada insan-

ların akîdesini düzeltmek için

işe başlamıştır. Çünkü tevhîd,

bir binanın su basmanı gibidir.

Tevhîde dayalı dindarlık sağ-

lam olmazsa, bunun üzerine

bina edilecek ibadet, ahlak ve

muâmelât gibi davranış tarzla-

rı Allah katında bir anlam ifa-

de etmeyecektir. Bundan do-

layı, Kur’an-ı Kerîm’in ilk inen

âyetlerini incelediğimiz zaman

en çok kullanılan isimlerden

birisinin ‘Rabb’ olduğunu gö-

rürüz.

Rubûbiyet Sıfatları Allah’a Aittir

Kur’an, Yüce Allah’ın dışın-

da bir takım nesnelere ulûhiyet

atfederek O’na ortak koşan

müşriklerin, Allah’ı tanıdıkla-

rı ve ikrar ettiklerini bildirmek-

tedir. “Andolsun, eğer onlara,

“Gökleri ve yeri kim yarat-

tı, güneşi ve ayı hizmetinize

kim verdi?” diye soracak olsan

mutlaka, “Allah” diyeceklerdir.

O halde nasıl (haktan) döndü-

rülüyorlar?”2 Burada asıl orta-

ya çıkan tezatlardan birisi, sa-

dece ve sadece Allah’a kulluğu

terk edip, yaratılmış nesnelerin

Allah’ın rubûbiyeti üzerinden

ilâhlaştırılmalarıdır. Hâlbuki

rubûbiyet sıfatı, Allah’a ait-

tir. Hiç hakkı olmayan varlık-

ları rab yerine koyup, onlara

yaklaşarak üzerlerinde bunca

hakkı bulunan Allah’ı bırakıp

da hiç hakkı bulunmayan ha-

yali şeylere tapmak anlamsız-

dır ve haksızlıktır. İşte Kur’an

birçok âyette bu mânâsızlığa

ve haksızlığa dikkatleri çeke-

rek vicdanları uyandırmakta ve

rubûbiyet sıfatlarının Allah’a

ait olduğunu ilan etmektedir:

“Hamd, âlemlerin rabb’i

Allah’a mahsustur.”3

“Şüphesiz senin Rabbin,

kendi yolundan sapan kişi-

yi daha iyi bilir. O, hidâyete

erenleri de daha iyi bilir.”4

“Rabbinin adını an ve bü-

tün benliğinle O’na yönel. O,

doğunun da batının da Rab-

bidir. Ondan başka hiçbir ilâh

yoktur. Öyle ise O’nu vekil

edin.”5

“Rabbini yücelt.”6

“Yaratan Rabbinin adıyla

oku! O, insanı “alak”dan ya-

rattı. Oku! Senin Rabbin en cö-

mert olandır.”7

Rabb kelimesi, fâil-özne için

kullanılan bir mastardır. Tek

başına mutlak olarak sadece

varlıkların maslahatını üzerine

alan Yüce Allah için kullanılır.

Örneğin şu âyette olduğu gibi:

“Hoş bir ülke, çok bağışlayan

Rab!”8 Ayrıca şu âyet de bu an-

lama gelir: “Size: “Melekleri ve

peygamberleri rabler edinin!

diye emretmez.”9

Eylül 201012

Yukarıdaki âyetlerde görül-

düğü gibi, Yüce Allah, melek-

lere ve peygamberlere ulûhiyet

atfederek ilâh konumuna koy-

mayı yasaklıyor. Çünkü onlar

yaratılmış varlıklar olup, hiçbir

zaman ne sebeplerin müsebbi-

bi ve ne de insanların çıkarları-

na olan şeyleri üslenen yaratıcı

varlıklardır.

Kur’an’ın nüzul yılların-

da “Rabb” sözcüğü, Arapça’da,

kendisine itaat olunan efendi,

herhangi bir durumu düzelten

kimse ve bir şeyin sahibi anlam-

larına geliyordu. Müşrikler bu

ismi, Allah’a değil de Allah’ın

dışındaki bir takım varlıklara

özgü kılıyorlardı. Kur’an indiği

zaman, Rabb kelimesi, tevhîde

uygun bir anlam kazanarak;

benzeri olmayan efendi, verdi-

ği sayısız nimetleriyle yarattığı

canlıların durumunu düzelten,

yaratma ve yönetmenin sahibi

anlamına kullanılmaya başla-

dı. Böylece İslâm, Rabb ismini,

putlara özgü olmaktan kurta-

rıp, Allah’a verdi.

Rabb kelimesinin mut-

lak ve ma’rife olarak kullanılı-

şı yalnızca Allah içindir. Fakat

Kur’an’da “er-Rabb” şeklinde

hiç varit olmamış olması dikkat

çekicidir. Allah’tan başkası için

ise, muzaaf olarak kullanılması

caizdir. Bu kelime, Allah lafz-ı

celalinden sonra Kur’an’da

Yüce Allah’ın en çok kullanılan

ismi olmuştur (970 defa geçer.)

İlk vahiyden itibaren “Rabb”

kelimesi Kur’an’da ençok ,

“Rabbüke”, “Rabbühum” şek-

linde zamirlere ya da “Rabbü’s-

semâvâti ve’l-ardı”, “Rabbü’l-

âlemîn”, “Rabbü’l-arş” gibi

önemli varlık ve kavramlara

izafe edilmek suretiyle kullanıl-

mıştır. Rabb vasfının her defa-

sında muzaf olarak kullanılma-

sından şu sonucu çıkarabiliriz.

Kur’an bu vasfı ulûhiyetin ya-

ratılmışlar âlemiyle nisbetlerini

ve münâsebetlerini göstermeye

vesile yapmaktadır. Zira Allah

lafzı muzaf olarak kullanılma-

dığından, bu zaruri ihtiyaç böy-

lece giderilmiştir.10

Kur’an’ın ilk muhatapla-

rı olan müşrik Araplar, aslında

13

Allah’ı bir mefhûm olarak bili-

yorlardı: “İyi bilin ki, halis din

yalnız Allah’ındır. Onu bırakıp

da başka dostlar edinenler, “Biz

onlara sadece, bizi Allah’a daha

çok yaklaştırsınlar diye ibadet

ediyoruz” diyorlar. Şüphesiz Al-

lah ayrılığa düştükleri şeyler

konusunda aralarında hüküm

verecektir. Şüphesiz Allah ya-

lancı ve nankör olanları doğ-

ru yola iletmez.”11 Bu âyetten de

anlaşıldığı gibi, sorun Allah’ı bi-

lip bilmemekte değil, nasıl bir

Allah tasavvuruna sahip olup ol-

mamakta düğümleniyordu.

Rabbimiz, Allah’tır

İslam öncesi câhiliye döne-

minde, putperest câhiliye in-

sanının ilâhları arasında yeri-

ne göre Allah, yerine göre Rabb

denen ve bütün tanrılardan üs-

tün sayılan bir ilâh inancı var-

dı. Mesele, herhangi bir ilâh

inancına sahip olmak değil, yal-

nız bir olan bir ilâh inancına sa-

hip olmaktır. Nitekim Kureyş

Suresi’nde: “Kendilerini besle-

yip açlıklarını gideren ve on-

ları korkudan emin kılan bu

evin (Kâbe’nin) Rabbine kul-

luk etsin.”12 âyetleri, Mekke’lile-

rin orada Allah’a tapıyor olduk-

larının yegâne delilidir. Yalnız

şu var ki, onların nezdinde Al-

lah, tek rabb değil, O’nun yanın-

da birçok Rabler ve tapınaklar

vardır. İlk defa İslam O’nu bü-

tün bir kâinatın hâkimi ve otori-

tesi yaptı. Kur’an, Allah’tan baş-

ka rabler tanıyanları da kınadı:

“Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı

ayrı uydurma rabler mi daha

iyidir, yoksa mutlak hâkimiyet

sahibi olan tek Allah mı?”13

Tevhîdin tarihinde Yusuf (a.s)

da dâhil hiçbir peygamber, üm-

metini Allah’tan başka varlıkları

ilâh edinmeye, rab kabul etme-

ye ve onlara kulluk yapmaya aslâ

çağırmamışlardır. Onların ge-

liş misyonu, Allah’ı her türlü ke-

mal sıfatlarıyla muttasıf kılmaya

ve noksan sıfatlardan da arındır-

maya çağırmaktır.

Rab kelimesinin anlamla-

rından birisi de helâl ve haram

kılma yetkisine sahip olmaktır.

Kur’an’dan öğrendiğimiz kada-

rıyla, inanç tarihinde Yahudi ve

Hıristiyanların şirke düşme se-

beplerinden birisi, helâl ve ha-

ram kılma yetkisini Allah’tan

alarak din adamlarına verme-

leri suretiyle olmuştur. Kur’an

onların şirkini şöyle anlatır:

“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, ha-

hamlarını; (Hıristiyanlar ise)

rahiplerini ve Meryem oğlu

Mesih’i rab edindiler. Oysa bun-

lar da ancak, bir olan Allah’a

ibadet etmekle emrolunmuş-

lardı. O’ndan başka hiçbir ilâh

yoktur. O, onların ortak koş-

tukları her şeyden uzaktır.”14 Bu

âyet inince, Adiy b. Hatem, “Biz

din adamlarımıza tapmıyoruz”

demişti de, Efendimiz, “Onla-

rın Allah’ın indirdiği hükümlere

aykırı hükümler koymaları ve

sizin de onların koymuş olduğu

bu hükümlere tabi olmanızdır,

tapınmak” buyurmuştu.15

O halde, Rabbimiz, Allah’tır

Bizi besleyen, büyüten, ye-

tiştiren, ilâhî eğitimden geçiren,

yağmur yağdıran, bizi görünür-

görünmez kötülüklerden koru-

yan, helâl ve haramları birbir

açıklayan O’dur.

Öyleyse, sadece ve sadece

böyle bir Rabb’e kulluk etmek

muvahhid bir Müslüman olma-

nın bir gereğidir. Bu bağlamda

her Müslüman, kabirde sorula-

cak olan “men Rabbüke/Rab-

bin kim?” sorusunun cevabını

bu dünyada hem iman ve hem

de davranışlar boyutunda hazır-

lamak zorundadır.

* Prof. Dr.

1 İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Kahire, ts., I, 399-400; el-İsfehânî, el-Müfredât, s. 269.

2 29/Ankebût, 61. 3 1/Fâtiha, 2.4 68/Kalem, 7.5 73/Müzzemmil, 8-9.6 74/Müddessir, 3.7 96/Alak, 1-3. 8 34/Sebe’, 15.9 3/Âl-i İmrân, 80.10 Ulutürk, Veli, Kur’an-ı Kerim Allah’ı Nasıl Tanıtıyor?,

İzmir, 1986, s. 92. 11 39/Zümer, 3.12 106/Kureyş, 3-4.13 12/Yûsuf, 39.14 9/Tevbe, 31.15 İbn Kesîr, Tefsir, Beyrut, 1981, I, 137.

Dipnot

“Rabb kelimesi, fâil-özne için kullanılan bir mastardır.

Tek başına mutlak olarak sadece varlıkların maslahatını

üzerine alan Yüce Allah için kullanılır.”

Eylül 201014

Hulûsi Kalb’den Abdülmecit İSLAMOĞLU*

Hat

: Hüs

eyin

ND

ÜZ

, Tez

hip:

Far

uk T

AŞKA

LE

15

Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi’nin

Dîvân’ında en çok işlenen konula-

rın başında şüphesiz aşk gelir. Hat-

ta Hulûsî Efendi’nin Dîvân’ı baştan sona ilâhî aşkı

terennüm etmektedir denilebilir. Bu şiirlerde aşk,

âşık ve maşûk kavramları çeşitli tamlama, teşbih

ve tezahürler içerisinde ele alınır. Aşk muhteva-

lı bu tür manzûmelerde dikkat çeken en önem-

li hususlardan birisi de elbette vuslat arzusunun,

sevgiliye kavuşma özleminin dile getiriliyor ol-

masıdır. İşte “mahrem-i visâl-i yâr olmak” üzere

yazılan; yani hakîkî sevgiliye, Cenâb-ı Hakk’a ka-

vuşma arzusu ile kaleme alınan bu şiirlerden biri-

si de “eder” redifli aşağıdaki manzûmedir:

1. Her hâlde aşk leyl ü nehâr her faslı bahâr eder

Her dil nâğme-i hezâr her hârı gül-izâr eder

Aşk, ister gece ister gündüz olsun her vakti ba-

hara çevirir. Aşk, her dili bülbül, her dikeni gül

yanaklı yapar.

Aşkın öyle etkileyici bir gücü vardır ki, şartlar

ne kadar zor olursa olsun, aşk işleri yoluna koyar.

Her taraf bahar mevsiminin umut ve neşeyle dolu

güzelliğine bürünür. Söz söyleyen her lisan, bül-

bülün güle aşkını terennüm ettiği gibi, aşkla şa-

kımaktadır artık. Her diken, gül yanaklı sevgili-

ye dönüşür. Diller/gönüller bülbül olup ötmekte;

dikensiz/zahmetsiz, sıkıntısız gül yüzlü sevgililer

tüm güzellikleriyle arz-ı endâm etmektedir.

2. Her çeşm tarâvetiyle incilâ bahş eyleyip

Her hüsn zarâfetiyle hûb nigâr eder

Aşk, her göze tazelik ve parlaklık lutf eder. Her

güzelliği zarafetiyle güzel sevgililere çevirir aşk.

Günah ve isyan karanlıklarıyla perdelenmiş göz-

ler, eğer elde edbilirse aşkın kazandırdığı tazelik ve

parlaklıkla aydınlanacak, hakikati görecektir. Aşk,

her güzelliğe kendine has nezaketi ve inceliğiyle za-

rafet katacak; güzeller aşkla daha da güzelleşecektir.

AŞKTIRHER NE Kİ VAR ÂLEMDE

“Mecnûn’a Leylâ’nın yüzünde/şahsında ilâhî güzelliği göstererek onu dağlara

taşlara düşüren aşkın gücüdür. Kays’ı Mecnûn yapan aşktır. Mecnûn’a, Leylâ’nın

gerçekte güzel biri olmadığını ve nasıl olur da böyle kara kuru bir kıza bu

denli büyük bir aşkla bağlandığını soranlara, “Onu bir de benim gözümle

görebilseydiniz...” dedirten ve ona o gözleri veren yine aşktır.”

Eylül 201016

3. Aşkdır pâdişâh iken gedâ gedâ iken şâh eden

Aşkdır nesi varsa âşıkın târumâr eder

Aşk, padişahları köle, köleleri padişah yapar.

Âşığın kendini yoldan alıkoyan varını yoğunu da-

ğıtır, perişan eder aşk.

Dünyalık adına ne varsa sahip olan padişah-

lar, hükmün/mülkün gerçek sahibini tanıdıkla-

rında kul olmayı, köle gibi yaşamayı tercih etmiş-

lerdir. Tıpkı İbrahim Ethem Hazretleri gibi. Aşk,

kulun sahip olduğu(nu zannettiği) her şeyi almış

ve onu Rabbiyle başbaşa bırakmıştır. İşte bu nok-

tada kul yeniden şâh olmuştur. Alçaldıkça yüksel-

miş, Rabbini tanıdıkça kıymet kazanmış, yücele-

rin yücesine çıkmıştır.

4. Aşkdır ferah veren cümle gumûmdan kalbe

Aşkdır âşıkı cümle derde giriftâr eder

Aşk, kalpteki her türlü sıkıntıdan insanı kur-

tararak gönle ferahlık verir. Âşığı her türlü derde

esir eden yine aşktır.

Aşk, kalpteki dünyevî dertleri, sıkıntıları çı-

karıp atacaktır. Zira gönülde birden fazla sevgi-

ye yer yoktur. Kalp, Fuzûlî’nin, “aşk derdiyle ho-

şem” dediği aşk derdine kavuşacak, sadece O’nun

derdiyle/aşkıyla dolacak, gönülde sadece O ola-

caktır.

5. Aşkdır şem’ oduna yandıran pervâneyi

Aşkdır gül için bülbül bunca zâr zâr eder

Pervaneyi mumun ateşinde yanmaya iten aşk-

tır. Bülbülü gül için inleyerek ağlatan yine aşktır.

Aşkın insanı kendinden alan, cezbeden gücü

sayesinde pervane, canını hiçe sayarak kendini

mumun alevlerine atmakta, yanarak varlığından

geçmekte, yok olmaktadır. Yok olarak ise aslında

gerçek varlığı bulmaktadır. Ölerek, ölümsüzlüğe

ermek… Ölerek, sonsuz diriliği elde etmektir per-

vanenin yaptığı… Bülbüle gül için destanlar yaz-

dıran da yine aşktır. Bülbül de pervane gibi aşkın

etki alanına girmekte, kendinden/canından geç-

mektedir. Bülbül gül dalına konmakta, göğsüne

batan dikenlerin akıttığı kanlar gülün kökünü su-

layarak güle kırmızı rengini vermektedir. Aşkın

gücüdür bu; vesselam.

6. Aşkdır Mecnûn’a kûh u sahrâyı gezdiren

Aşkdır Leylâ’ya hüsnüne i’tibâr eder

Mecnûn’a dağları, çölleri gezdiren aşktır.

Leylâ’nın güzelliğine değer katan da aşktır.

Mecnûn’a Leylâ’nın yüzünde/şahsında ilâhî

güzelliği göstererek onu dağlara taşlara düşü-

ren aşkın gücüdür. Kays’ı Mecnûn yapan aşktır.

Mecnûn’a, Leylâ’nın gerçekte güzel biri olmadığı-

nı ve nasıl olur da böyle kara kuru bir kıza bu den-

li büyük bir aşkla bağlandığını soranlara, “Onu

bir de benim gözümle görebilseydiniz...” dedirten

ve ona o gözleri veren yine aşktır.

7. Aşkdır Ferhâd’a tîşesin taşa urduran

Aşkdır Şîrîn lebinden Kevser nisâr eder

Ferhat’a kazmasını taşa vurduran aşktır.

Şirin’in dudaklarından kevser saçan yine aşktır.

Ferhat’a sevdiğine kavuşmak üzere dağları

deldiren aşktır. Ferhat’a Şirin’e kavuşmayı Kev-

ser suyunu içmek gibi algılatan yine aşktır.

8. Aşkdır Vâmık’ı gark-ı eşk-i hûn eden

Aşkdır Azrâ’nın râzını halka âşikâr eder

Vâmık’ı kanlı gözyaşlarına boğan aşktır.

Azrâ’nın sırrını halka duyuran da aşktır.

Vâmık’ı güzeller güzeli Azrâ’ya kavuşamadı-

ğı için üzüntülere boğmaktadır aşk. Azrâ’nın du-

rumu da Vâmık’tan çok farklı değildir. Aşk ate-

şi Azrâ’yı sarıp sarmalamıştır. Beti benzi atmış,

yüzü sararmış, halsiz kalmıştır artık. Ne kadar

gizlemek istese de artık her şey ortadadır. Azrâ

âşıktır… Bu hâli saklamanın anlamı da kalma-

mıştır. Aşk uğruna herşey göze alınmış, kınaya-

nın kınaması umursanmamıştır.

9. Aşkdır deryâya salan nehr eyleyip katreyi

Aşkdır deryâyı cûşa getirip buhâr eder

17

Bir damla suyu nehre düşürüp denize kavuş-

turan aşktır. Deryayı coşturarak buharlaştıran

yine aşktır.

Özüne kavuşmak için can atmaktadır bir dam-

la su. Aslından kopmuş, ayrı düşmüştür; vatanın-

dan ayrı, gurbettedir su. Önce nehre karışmakta,

yola girmektedir. Bu yoldur ki onu ummâna, so-

suzluğa kavuşturacaktır. Görünürde var olan ay-

rılık ortadan kalkacak; herşey bir olacaktır.

10. Aşkdır cemâlde kemâl gösteren

Aşkdır her kemâl ile kâr u zâr eder

Sevgilinin yüzünü kusursuz gösteren aşktır.

Âşığı bu kusursuz güzellikle daima meşgul eden

ve bu uğurda ağlatan da aşktır.

Âşık sevdiğinin güzelliği karşısında kendisin-

den geçmiş hayran kalmıştır. Mükemmel ve ek-

siksiz bir güzellik... Âşığın gözü artık başka bir

şey görmez olmuştur. Kusursuz olan eldeyken

başkası ne yapılsın ki?... Onunla kalkılmakta,

onunla yatılmakta, onunla gülünmekte, onunla

ağlanmaktadır.

11. Sensin bu hüsn-i aşkdan murâd ey nigâr

Sensiz hüsn ü aşka kim i’tibâr eder

Ey sevgili! Aşkın bu güzelliğinden murad olan

sensin. Sensiz güzelliği de aşkı da kim ne etsin?!

12. Aşkdır Hulûsî her ne ki var âlemde

Aşkdır bîgâne gönlünü mahrem-i visâl-i yâr eder

Âlemdeki herşey aşktan ibarettir ey Hulûsî!

Kayıtsız gönlünü sevgilinin vuslatına mahrem kı-

lan yine aşktır.

XVI. yüzyılın büyük dîvân şâiri Fuzûlî’nin

İlm kesbiyle pâye-i rif’at

Arzû-yı muhâl imiş ancak

Aşk imiş her ne var âlemde

İlm bir kîl ü kâl imiş ancak

dörtlüğünde dile getirilen hakikat, Hulûsî

Efendi’nin diliyle ve üslûbuyla çağımız insanının

dikkatine yeniden sunulmaktadır.

Kâinattaki her şey aşk olunca, mihverde aşk

bulununca sevgiliye kayıtsız kalmak, ona ilgi duy-

mamak mümkün müdür? Aşkla kalpler vuslat

için çarpacak, gönül sevgiliye kavuşma arzusuy-

la yanıp tutuşacaktır.

Burada baştan sonra bahsi geçen aşk elbette

ilâhî olan aşktır. Allah aşkıdır. Sonlu olan güzel-

likler, bir yönüyle hep eksik kalacak insanoğlunu

tatmin etmeyecektir. Aslolan gerçek güzellikleri,

ebedî ve mükemmel olan güzellikleri sevmektir.

Bunun dışında sevilenler ise sadece O’nun rızası

dahilinde sevilmeli, O’nun için sevilmelidir.

Ne mutlu Allah için sevenlere!

Ne mutlu hakikî aşkı tadanlara!...* Dr.

ŞİİRİN MÂHİYETİTASAVVUFî

Eylül 201018

Sufi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

19

İmanın içselleştirilmesini, İslam’ın

yaşanır kılınmasını ve ihsan duygu-

sunun egemen kılınmasını hedefle-

yen tasavvuf, Mutlak Güzel’e duyulan aşkın adı-

dır. Atılan adımların, gerçekleştirilen eylemlerin

ve ortaya konan eserlerin en güzelini ortaya koy-

ma çabasını ifade eden ihsan duygusu, sûfîlerin

şiiri tercih etmelerinde temel etken olmuştur.

Sûfîlerin nazarında şiir gâye değil bir vâsıtadır.

Tekellüften, iddiadan, benlikten ve gösterişten

arınan bir ifade tarzıdır. Şiir söylemek âriflerin

kerâmeti, söz ustalığının göstergesi, bilgeliğin

yansımasıdır. Dervişliğini tamamlamış, seyr ü

sülûk eğitimini gerçekleştirmiş, irşad makamına

ehil hâle gelmiş isimlerin şiirleri daha makbul ve

yerinde kabul edilmiştir. Bu itibarla, sûfî şairlerin

genelde pîr, mürşid ve şeyh mertebesinde olduk-

ları bir gerçektir. Zira mübtedîlerle henüz seyr ü

sü lûklarını tamamlamamış olanların şiirle meşgul

olmaları uygun görülmemiştir.

Sûfîleri Şiir Söylemeye İten Unsurlar

Sûfîleri şiir söylemeye iten unsurların başın-

da onların marifet anlayışları gelmektedir. Allah-

insan-kainât ilişkisini çözmeye yönelik söylemle-

ri, ilhama dayalı bilgileri, mânevî tecrübelerinin

ifadesi sadedinde sûfîler, şiir dilini kullanır ol-

muşlardır. Onlar ontolojik tahlilleri, epistemo-

lojik yorumları ve teolojik tartışmaları erbâbının

idrâk edip gayrının müdâhil olmaması için şiir

desteği ile gündeme taşımışlardır. Kendilerine

has ıstılahları kullanarak az sözle çok mânâ te-

rennümüne gayret etmişlerdir. Sûfîler için şiirin

bir diğer özelliği aşk dili olmasıdır. Aşk sanatının

güçlü terennümlerini ifade ederken şiirden istifa-

de etmişlerdir. Âşıkların hicran duyguları ve vus-

lat özlemleri, mensur kayıtlardan çok manzum

terennümlerle ortaya konmuştur. Varlık merte-

beleri, mânevî gelişim merhaleleri, içe yolculu-

ğun argümanları hep şiirin kıvrak dokusu ile be-

lirgin hale getirilmiştir.

Şairden Sayılamayan Kişiler

Şiiri bir hikmet, âriflerin bir kerâmeti ve ilâhî

bir hazine olarak gören sûfîler, vehbî olarak lut-

fedilen şiir yeteneğini kesbî olarak elde etmeye

yeltenenleri, lafızda kalıp anlamı yakalayama-

yanları, ehl-i tarîk, ehl-i hâl ve ehl-i dil olmayan-

ları, ruhânî zevke dayalı lafızlardan mahrum ka-

lanları, ilmî arka plandan yoksun olanları, sanat

taslayanları, süslemeye yeltenenleri şairden say-

mazlar. Çünkü tasavvuf erbâbının şiir söyler-

ken kâfiye, redif, nazım şekillerine dair endişe-

leri olmaz. Süsleme ve sanat çabaları bulunmaz.

Bilakis onlar, iddiadan kaçıp mânâ ve hikmeti

yakalama arayışına girerler. Onlara göre şâirlik,

sadece medresede edebiyat, lisan ve bazı âlet ilim-

lerini öğrenmekle olacak bir şey değildir. Onlara

göre şiir, mektep ve medresede öğrenilen bir be-

ceri değil, dilin çözülmesi ile gerçekleşen teren-

nümler ve ilâhî bir mevhibedir. Onların şair ol-

“Tasavvufî şiirin muhatapları iç mânâya erenler, tasavvufun özel

diline vakıf olanlar, anlama kapasitesi olan ehil şahsiyetler, yüksek

hakikatleri anlayabilecek kapasitede olanlardır.”

Eylül 201020

mak gibi bir iddiaları yoktur. Tasavvufî gelenekte

sanat olsun diye sözü süse boğmak, mânâyı öldür-

mek anlamına gelmektedir. Söz ne kadar süsle-

nirse süslensin, özünde bir mânâ yoksa okuyucu-

ya hiçbir fayda vermez. Böylesi uygulamalar, âdetâ

estetik ameliyatla gerçekleştirilen zoraki ve sun’î

güzelliğe benzetilmektedir. Mektep ve medresede

edebiyat tahsili ile değil de genellikle halvet/erbaîn

sırasında tulû eden sûfîyâne şiirler, rüyada gerçek-

leşen işaretleri, kâmil zâtların elinden “bade içmeyi”,

sülûk ehli olmayı, mürşid edinmeyi, mânevî zev-

ke ermeyi, hikmet pınarı haline gelmiş bir dile ve

himmet tarlası haline dönüşmüş bir gönle sahip

olmayı gerekli kılmaktadır.

Tasavvufî Şiirin Muhatapları

Tasavvufî şiirin muhatapları iç mânâya eren-

ler, tasavvufun özel diline vakıf olanlar, anlama

kapasitesi olan ehil şahsiyetler, yüksek hakikat-

leri anlayabilecek kapasitede olanlardır. Dindar-

lık taslayanlar, kabukta kalıp özü idrak edeme-

yenler sûfî şiirin derinliklerinden habersizdir.

Sûfîler her defasında yanlış anlaşılma korkusu-

nu taşımışlar veya anlaşılamama sancısını duy-

muşlardır. Yanlış anlaşılmaktan korunmak için

erbâbının anlayacağı rumuzu, sembolik dili ve

mecaz örtüsünü kullanmışlardır. Sofu ve zâhid

tiplemeleriyle de tasavvufî gelenek içerisinde iba-

detlerin ruhundan ziyade şekli ile uğraşanlara ta-

rizlerde bulunmuşlardır. Şiir zevkinden yoksun

olanlara ve anlama kapasitesinden uzak kalanla-

ra karşı şiirlerini şifreleştirmişlerdir. Onlara göre

tasavvufî şiirin esrârını, dünyevî akıl/gündelik akıl/

discursive mind açıklayamaz. Feleklere kanat çır-

panlar ve eşyanın künhüne vâkıf olanlar, ancak ev-

rensel akıl/akl-ı meâd sahibi olanlardır.

Mutasavvıflar, her ne kadar geliştirmiş ol-

dukları kavramları izah eden yahut konuyla ilgi-

li şiirleri şerh eden pek çok eser bıraktılarsa da,

bu sahada yazılan eserlerin kitâbî bilgiyle mut-

lak olarak anlaşılması mümkün değildir. Zira

tasavvuf, bir hâl ilmidir. Anlamak için o hâl ile

hâllenmek gerekir. Hâl, kâl ile bilinemeyeceğin-

den sûfiyâne bir eserin anlaşılabilmesi için, biz-

zat bu hayatı benimseme zarûreti vardır. Niyazî-i

Mısrî, bu hususu şöyle beyan kılar:

Zât-ı Hak’da mahrem-i ‘irfân olan anlar bizi,

‘İlm-i sırda bahr-i bî-pâyân olan anlar bizi.

Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz.

Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.

Dünya vü ‘ukbâyı ta’mîr eylemekden geçmişiz

Her tarafdan yıkılıp vîrân olan anlar bizi.

Biz şol abdâlız bırakdık eynimizden şâlımız

Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi.

Kahr u lütf u şey’-i vâhid bilmeyen çekdi ‘azâb

Ol ‘azâbdan kurtulup sultân olan anlar bizi.

Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi

Cür’ayı sâfî içüp mestân olan anlar bizi.

‘Ârifin her bir sözünü duymaya insân gerek

Bu cihânda sanma kim hayvân olan anlar bizi

Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün

Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi.

Halkı koyup lâ-mekân ilinde menzil tutalı

Mısriyâ şol cânlara cânân olan anlar bizi.

Şiir Türleri

Tasavvuf edebiyatında daha çok sebk-i hindî

ve lirik üslûb hâkimdir. Mesnevî tarzı da irfanî ve

hikemî konulara elverişli görülmektedir. Tasav-

vufi şiirlerdeki ruh ve beden birlikteliği ise en güç-

lü olarak rubâîlerde görülmektedir. Rubâîlerde

dâimâ bir şekil ve mazmûn birli ği bulunur.

Klasik şiirde rubâî söylememiş şâir son dere-

ce azdır. Tam bir fikri, yani kendiliğinden tas-

tamam bütün oluşturan bir dü şünceyi tesirli bir

şekilde ifade edebilmek için dâimâ rubâî şek-

li tercih edilegelmiştir. Başvurulan bir diğer şiir

türü olan gazel ise parça parça ve birbiriyle il-

gisiz mazmûnları beyan et mek için kullanılan

bir nazım şeklidir. Bununla beraber klasik ede-

biyatımızda dîvânlar gazellerle tertip edildiği

için dîvân sahibi mutasavvıf şairlerin şiirleri-

21

nin çoğunun gazeltarzında olduğu da bir ger-

çektir.

Şiir, Âhenk ve Musiki Uyumu

Tasavvufî ruhtan etkilenen edebi formlar aynı

zamanda musiki ve plastik sanatlara da imkân ha-

zırlamıştır. Divanını yazıp bi tiren şair, eserini hat-

tata verir. Genelde tekke mensubu olan hattatlar o

divandan ta’lîk hattının kıvraklığıyla bir sanat ese-

ri vücuda getirirler. Müzehhib yazılan hatta orijinal

tezhîb kazandırır.

Bestekâr ise sûfî şâirin divanındaki sözleri de-

ğişik makamlarda besteler, Rumeli ve Anadolu

tekkelerini cûş u hurûşa getirir. Sûfî şâirler bü-

tün dinî ve millî hayatın bir şâhidi konumunda

olup peygamberden velîlere kadar bü tün şahsi-

yetleri şiiriyle yaşatmaktadır. Tasavvufî şiir her

şeyden önce bir “dil musikisi”dir. Bir nazım sanatı

olduğu için bir ritim ve bestedir.

Makalemizi dervişlerin yazdığı şiirle di-

ğer manzumelerin farklarını anlatan Ahmed

Kuddûsî (ö.1265/1849)’nin şu beyitleri ile nok-

talayalım:

Şol şi’ir kim sâmi’i giryân u sekrân eylemez

Yok halâvet anda hiç ‘atşânı reyyân eylemez

Ehl-i hâle ehl-i hâl şi’ri virür zevk u safâ

Ehl-i zâhir sözüni hâl ehli burhân eylemez

Şâirânın kalbleri Hakk’m hazâ’ini imiş

Hem mukallid sözleri ‘uşşâkı hayrân eylemez

Ehl-i hâlin kalbine ilhâm ider şi’ri Hudâ

Ehl-i zâhir sözleri irşâd-ı ihvân eylemez

Ehl-i hâlin sözleri îkâz ider gâfilleri

Ehl-i zâhir şi’ri ‘ışk u cezbe ityân eylemez

Ehl-i hâlin sözleri hakdır ki Hak’dan söyler ol

Ehl-i zâhir sözleri teşvîk-ı yârân eylemez

Var nice şi’r-i fasîh mevzûn belâgatla rakîk

Okuyanlar dinleyenler kesb-i ‘irfân eylemez

Kuvvet-i ‘ilm ile söyler şi’ri çok ehl-i kemâl

‘Âşıkın bağrın yakup ‘ışk-ıla biryân eylemez

Bî-tekellüf söylenen söz ‘âşıka hâlet virir

Külfet-ile söylenen esfâ-yı ‘atşân eylemez

Ehl-i hâl şi’ri kulûba ok gibi te’sîr ider

Ehl-i zâhir şi’ri kalbde dostı mihmân eylemez

Gerçi var hüsn-i fasâhat yok velâkin lezzeti

‘Âkılı medhûş idüb ‘aklın perîşân eylemez

Hâl ile söylenmeyen söz şi’r-i Kuddûsî gibi

Mâsivâ hubbıyla âbâd gönli vîrân eylemez.* Prof. Dr.

Eylül 201022

KültürResul KESENCELİ

CAN VEREN PERVANELER’DE HULÛSİ EFENDİ’NİN

CAN VEREN PERVANELER’DE HULÛSİ EFENDİ’NİN

‘PEYDA’‘PEYDA’REDİFLİ GAZELİREDİFLİ GAZELİ

23

TRT’de her hafta sonu mutat olarak

yayınlanan “Can Veren Pervane-

ler” programı Dîvân edebiyatına

farklı bir bakış getirmekte ve tarih süreci içe-

risindeki nostaljiyi seyircilerine yaşatmaktadır.

Özel bir seyirci kitlesi olan bu program edebi-

yatımız ve tarihimizi sevdirmek için hazırlanan

en güzel edebiyat-sanat programlarından biri-

dir. Programın sunucusu Hayati İnanç Bey’in

inceliği, nezaketi ve Dîvân edebiyatındaki derin

vukufiyeti ile gönüllere taht kurmuştur. Bizle-

ri bu programa davet etmesinden dolayı teşek-

kür ederiz. 25.07.2010 tarihindeki programda

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin ‘Peyda’ re-

difli gazelinin işlenecek olması ise ayrı bir leta-

fet, ayrı bir zarafetti. Programa katılmak için

bir müddet önce TRT stüdyolarına gittiğimizde

ayrı bir incelikle karşılaştık. İnsanların iç gü-

zelliğinin dışa yansımasını ekip elemanlarında

gördük. Aslında Hayati Bey’in yansımasıydı bu

ve gençleri Dîvân edebiyatı sevdalısı olarak ye-

tiştiriyordu. Bu ise bizleri ziyadesiyle memnun

etti.

Özellikle Hayati Bey’in “Tüm insanlar vefat

etmeden mutlaka Darende’yi bir kez görmeli-

ler.” cümlesi bizleri duygulandırdı. Güzellikleri

gören gözleri, incelikleri yakalayan hisleri, ta-

rih, sanat ve estetiği derinden kavrayan bu dü-

şüncenin yapacağı program da aynı güzellik ve

derinlikteydi. Hayati İnanç Bey ekibiyle birlikte

çok güzel bir uyum oluşturmakta ve güzel prog-

ramlara imzalar atmakta, tüm izleyenlerin tak-

dirlerini toplamaktadır. Bizler de 25 Temmuz

Pazar akşamı yapılacak olan bu nadide progra-

mın misafiriydik ve o akşam Hulûsi Efendi’nin

‘Peyda’ redifli gazeli işlenecekti. Bir gönül sul-

tanının yazdıkları konu olarak seçilmişti. Hem

insanlara edebiyat programı sunulacak hem de

gönüllere huzur nakşedilecekti. Ortam çok gü-

zeldi, insanlar saygılıydı. Hulûsi Efendi’nin be-

yitleri ise bu ortama harikulade güzellikler katı-

yordu. Aynı zamanda değişik Dîvân şairlerinden farklı beyitler okunması ise programa ayrı bir

neşe, ayrı bir haz veriyordu. Es-Seyyid Osman

Hulûsi Efendi’nin ‘Peyda’ redifli gazeli ve prog-

ram akışı şu şekilde devam etti.

Gönül nefsine hâkim oluben eyle zafer peydâ

Ziyâsı kalbi rûşen kılmağa et bir kamer peydâ

İlk beyit okunduğunda gönüllere bir huzur

geldi. Çünkü beyitte şunları söylüyordu Hulûsi

Efendi; “Ey gönül sen nefsine hâkim olursan,

onun dediğini yapmazsan, nefsine boyun eğmez-

sen zafere ulaşırsın, başarılı olursun. Sen ışığı,

nuru, seni aydınlatacak bir ay/mürşid bul. Nasıl

ki ay geceleri aydınlatırsa mürşid de karanlık gö-

nülleri nurlandırır, aydınlatır.” Ayrıca kamer ifa-

desiyle bir istiare sanatı da görülmektedir.

Program akışındaki yeteneği ile dikkat çeken

Hayati Bey söylediği beyitler ve sözlerle gönülle-

ri derinden etkiliyordu. Anlattığı şu kıssa gerçek-

ten ibret vericiydi. Kıssada; İyiliği beyaz köpek,

kötülüğü siyah köpek temsil ediyordu. Bunların

kavgasında sahibi hangisini iyi beslemişse o ka-

zanabilir diyordu. Eğer gönlünüzü iyi eğitmişse-

niz, gönül ehliyseniz gönül kazanır, eğer nefsinizi

beslemişseniz, her şeyi nefis için yapmışsanız ne-

fis kazanır.

Figân ü zâr edip tâ subha dek akıt gözünden yaş

Derûnunda edegör aşk ile âh u şerer peydâ

“Sabahlara kadar ağlayıp inleyerek gözlerin-

den yaşlar akıt. İçinden öyle bir ‘Ah!’ çek ki aşk

kıvılcımları ortaya çıksın.”

Eylül 201024

Aslında buradaki ‘Ah!’ kelime-

si Allah kelimesinin kısaltılmışı-

dır. Yani Hulûsi Efendi şunu ifa-

de ediyor; “Seher vakti gönülden

bir Allah dersen aşk kıvılcımla-

rıyla tutuşmaya başlarsın.”

Bu arada katılan sanatkârların

gazelden söylediği beyitler gönül-

leri mest ederken ezgiler ise ayrı

bir zarafet timsaliydi.

Dil-i bî-mârına dermânı gözle

fecr-i sâdıkda

Kamu derde devâlar bahş olur

vakt-i seher peydâ

“Gerçek fecirde, şafak sökme-

den önce sıkıntılı hasta gönlü-

ne bir derman/çare ara şunu bil

ki her türlü derdin devası seher

vaktinde ihsan olur, seher vaktin-

de verilir.”

Hulûsi Efendi seher vaktine

ayrı bir önem verirdi. Sevenlerine

ve muhibbanlarına bu vakti çok

iyi değerlendirmelerini söylerdi.

Seher vaktiyle ilgili de pek çok be-

yit yazmıştır. Seher vaktinin gize-

mi ve sırları ise bu beyitler içeri-

sinde gizlidir.

Oturtub ey gönül tahta o Yûsuf

meh-likâyı çün Erişdirsin hemen

Ya’kûb-ı zâra bir haber peydâ

“Ey gönül ay yüzlü Yûsuf’u/

sevdiğini, dostunu gönül tahtına

oturt ki Yusuf’un/sevdiğinin has-

retiyle inleyen ağlayan Yakub’a/

sevdiğine bir haber uçurulsun,

ulaştırılsın.”

Bu beyitte Hulûsi Efendi Yûsuf

suresine atıfta bulunmuştur. Kıs-

saların en güzeli olan Yûsuf kıssa-Hat: Hüseyin ÖKSÜZ, Tezhip: Banu HİDAYETOĞLU

25

sını işlemiş sevenin sevdiğinin gönül tahtındaki

yerini belirtmiştir. Bu beyitte ise telmih ve teşhis

sanatları görülmektedir.

Hulûsî ismini yâd etmeğe ihvân u yârânın

Fenâ dârında et sen kudretince bir eser peydâ

“Ey Hulûsi! İhvanlarının, sevenlerinin, insan-

ların senden sonrada ismini anmaları için bu fani

dünyada elinden geldiği kadar çalış güzel eser/

eserler meydana getir.”

Nitekim Hulûsi Efendi hizmete çok önem ver-

miş pek çok eser vücuda getirmiştir. Öyle ki bu

beyiti okuduğumuzda şu hadis-i şerifi hatırlıyo-

ruz. “Kişi vefat ettiğinde üç halde amel defte-

ri kapanmaz. İlmî eser verdiğinde, sadaka-i ca-

riye bıraktığında, hayırlı evlat yetiştirdiğinde.”

Hulûsi Efendi Hazretlerinin hayatında bunlar net

bir şekilde görülmektedir.

Klasik dîvân edebiyatımızın en güzel örnekleri-

ni veren, son yüzyılın en büyük belki de tek Dîvân

şairi Hulûsi Efendi’nin beyitleri bizlere nostaljik

bir süreç yaşatmıştır. Klasik edebiyatımızın deva-

mının da çok güzel örneklerini vermiştir. Ayrıca

programda bulunan genç arkadaşlarımızın oku-

duğu ve açıkladığı beyitler ise onları yetiştiren si-

manın edebiyata vukufiyetini gösterdiği gibi yeti-

şenlerin ise kabiliyetini gözler önüne sermektedir.

Programın akışında Hayati Bey Hulûsi Efendi’nin

Mevlânâ Celaleddin Rumî’ye yazdığı beyitlerle il-

gili şu hatırasını anlatmıştır. ”Hulûsi Efendi yaz-

dığı beyitleri bir tüccar arkadaşa verir, oğul bu

beyitleri hattat Hamid Aytaç’a yazdırın der. Bu

sırada bir handa bulunan Hamid Aytaç’la görü-

şen bu kişi bir miktar meblağı yazması için ve-

rir. Fakat bu sanatkâr beyitleri yazamadan vefat

eder. Hulûsi Efendi, “Oğul ihtiyacı vardı onun

için sizi gönderdik, biz yazılmayacağını biliyor-

duk,” der. Daha sonraki dönemde Hamid Aytaç’ın

öğrencilerinden Hüseyin Öksüz beyitleri yazar

ve herhangi bir bedel de almaz. Yazılan bu levha

Hulûsi Efendi’nin gösterdiği yere Mevlâna müze

müdürü tarafından konulur. Hulûsi Efendinin

sözü tahakkuk eder ve söylediği yere konulur. Ya-

zılan beyitler ise şu şekildedir:

İhtirâm eyle varıp türbet-i Mevlânâ’ya

Hâk-i pâyi ol da eriş hazret-i Mevlânâ’ya

Şems’in etrafını devr eylüyû pervâne gibi

Cân ile bende olup hıdmet-i Mevlânâ’ya

Ta’zim ile dergâhına yüz koy da Hulûsi

Mazhar ol merhamet-i şefkat-i Mevlânâ’ya

Levhanın yazılmasından birkaç ay sonra Vakıf

Başkanımız Hamid Hamideddin ATEŞ Efendiyle

birlikte Konya’ya gittiğimizde Mevlânâ’nın türbe-

sini ziyaret ettik. Girişte Vakıf Başkanımız ayak-

kabılarını çıkarttı ve sizler de çıkarın dedi. Oysa

herkes galoş takmış ayakkabıyla girmektedir. Fa-

kat bizler; büyüklere hürmeten, edeben huzura

ayakkabıları çıkararak girdik.

Hulûsi Efendi’nin misyon ve çalışmala-

rı, yetiştirdiği ve emanetini verdiği evladınca

günümüzde en iyi şekilde temsil edilmekte-

dir. Bu durumu canlı canlı görmek ve yaşa-

mak için tüm okuyucularımızı, izleyenlerimi-

zi Darende’ye davet ediyoruz. Bu programa

bizleri davet eden ve Hulûsi Efendi’nin edebî

kişiliğini çok güzel bir şekilde ortaya koyan

ve harika bir program yapan Hayati İnanç

Bey’e, genç kadrosuna, programa vesile olan

Hulûsi Gülseren Bey’e ve teknik ekibe çok te-

şekkür ediyor tekrar Darende’ye davet ediyo-

ruz. Ayrıca bizleri izleyen takdir ve teşekkür-

lerini e-mail yoluyla bizlere ileten çok sayıda

izleyicilerimize ve gönül dostlarımıza teşek-

kür ediyor, Somuncu Baba’nın diyarı Hulûsi

Efendi’nin mekânına davet ediyoruz. Esenlik-

le kalın, Saygılarımızla.

Eylül 201026

KENDİSİNİ BAŞKASININYERİNE KOYMAK

EMPATİ

Kendisi için

i s t e d i ğ i -

ni başka-

sı için de istemek ya da kendi

için yapılmasını istemediği-

ni başkasına da yapmamak

İslam’ın en güzel ahlak ilke-

lerinden biridir. Bu davranı-

şa günümüzde “empati” de-

niliyor.

Empati kişiler arası ileti-

şimin en vazgeçilmez unsur-

larından biridir. Empati, ki-

şinin, kendini karşısındaki

kişinin yerine koyarak, onun

duygu ve düşüncelerini an-

lamaya çalışması ve anladı-

ğını karşı tarafa “Seni an-

lıyorum.” mesajı hâlinde

iletmesidir.

Empatinin üç unsuru var-

dır:

1.Kendimizi karışımızdaki

kişinin yerine koymak.

2.Karşımızdakini anlama-

ya çalışmak.

3.Karşımızdakini anladı-

ğımızı karşı tarafa bildirmek

veya hissettirmek.

EğitimMehmet Zeki AYDIN*

“Empati kişiler arası iletişimin en vazgeçilmez

unsurlarından biridir. Empati, kişinin, kendini karşısındaki

kişinin yerine koyarak, onun duygu ve düşüncelerini

anlamaya çalışması ve anladığını karşı tarafa “Seni

anlıyorum.” mesajı hâlinde iletmesidir.”

27

Peygamber Efendimiz, bir

hadis-i şerifte, “Sizden biri, ken-

disi için sevdiğini kardeşi için

de sevmedikçe gerçek imana

eremez.”1 buyurarak yıllar ön-

cesinden empati çizgisini hayat

hâline getirmiştir. Karşımızda-

ki kişiyi en iyi şekilde anlama-

nın yolu, onun yerine kendimi-

zi koymaktır.

İnsanlar arası iletişim-

de önemli ölçülerden sayılan

empatik olma ilkesini de Hz.

Peygamber’in daha o devirdey-

ken kullandığını ve bizlerin de

bu ilkeyi kullanmamızı istedi-

ğini onun söz ve davranışların-

dan anlıyoruz. Hz. Peygamber

bu konuda: “Mü’min mü’minin

aynasıdır.”2 buyurarak, inanan

insanın, karşıdakinin gözüyle

bakabilmesinin gereğine vurgu

yapmıştır.

Empati yani kendimiz için

istediğimizi başkaları için de is-

temede başarılı olabilmek için,

önce kendine odaklaşmaktan

vazgeçip, karşıdakinin de ken-

disi gibi bir insan olduğunu ka-

bul etmek gerekir. Kimsenin

kimseden takva, yani Allah’a

saygı ve yakınlık dışında üstün-

lüğü yoktur. Hiç kimse doğuş-

tan imtiyazlı değildir. Hiç kim-

se, herkesin kendisine hizmet

etmesi gereken, hata yapma-

yan, Allah’ın özel olarak yarat-

tığı kulu değildir. Bunu kabul

eden Müslüman, karşısında-

kinin duygu ve düşünceleri-

ni anlamaya çalışır. Em-

pati kurmuş sayılmak

için, karşıdaki kişi-

nin duygularını ve

düşüncelerini doğ-

ru olarak anlamak ge-

rekmektedir. Bunun için

de yapılması gereken ikinci

şey, karşısındakini dinlemektir.

Ama birçoğumuz, konuşurken

karşımızdakine nasıl ve ne ce-

vap vereceğimizi düşünüyor ve

onu dinlemiyoruz.

Empati Sıkıntılı Kişiye Yardımdır

İnsan ilişkilerinde, empati-

ye ihtiyaç vardır. Çünkü empa-

ti, yani birbirlerini anlamak, in-

sanları birbirine yaklaştırma ve

iletişimi kolaylaştırma özellili-

“Mü’min bilmediği, anlamadığı konularda zan ve

önyargıyla hareket edemez. Rabbimiz, şöyle buyurur:

Ey iman edenler, zannın birçoğundan sakının. Çünkü

zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin ayıbını aramak

için casusluk yapmayın. Bazınız bazınıza gıybet etmesin.

Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi?

Siz bundan iğrendiniz. Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah

tevbeleri kabul edendir, merhamet edendir.”

Eylül 201028

ğine sahiptir. İnsanlar, kendi-

leriyle empati kurulduğunda,

anlaşıldıklarını ve kendilerine

önem verildiğini hisseder. Bu

da kişiyi rahatlatıp kendini iyi

hissettirdiği gibi insanların bir-

birlerine yaklaşmasına ve ara-

larında gerçeğe dayanan gü-

ven ve sevginin oluşmasına yol

açar.

Empati kurmada, karşımız-

daki kişiye yardım etme niyeti

ve gerektiğinde yapma davranı-

şı da vardır. Kendisini sıkıntıda

hisseden bir kişi dostuna sıkın-

tısını anlatırsa ve dostu da o

kişinin sıkıntısını dinleyip onu

geri yansıtırsa, o kişinin sıkıntı-

sı biraz hafiflemiş olur, böylece

empati kurularak sıkıntılı olan

kişiye yardım edilmiş olunur.

Peygamber Efendimiz, şöy-

le buyurur: “Kim Allah için se-

ver, Allah için (sevmez) buğze-

der, Allah için verir, Allah için

vermezse imanını kemale er-

dirmiştir.”3

Akıllı bir insan, çevresinde-

kileri üzecek söz söylemek ye-

rine, onlarla empati kurar ve

onları anlayarak dostlukları-

nı güçlendirir. Karşısındaki ki-

şinin iyi yönlerine odaklanarak

onlara yardım etmiş olur. Dost-

larının gerçek duygu ve düşün-

celerini anlamaya yönelmesi,

kendisi zıt fikirde olsa da dost-

luklarını güçlendirir.

Peygamber Efendimizin, yu-

karıda zikrettiğimiz, “Sizden

biri, kendisi için istediğini kar-

deşi içinde istemedikçe gerçek

imana eremez.” hadisi, hem bir

uyarıyı hem de yol göstermeyi

amaçlamaktadır. Gerçek iman

etmeden cennete girilemeyece-

ği ikazı ve aynı zamanda cenne-

te girmenin bir yolu bu hadis-

le belirtilmiş olmaktadır. Her

insan kendinden yola çıkarak

iyilik yapsa ve kendisine yapıl-

dığında rahatsızlık duyabilece-

ği herhangi bir şeyi kendisi de

başkasına yapmamak için çaba

sarf etse, ilişkilerimiz daha gü-

zel olur. Bu şekilde davranma-

yı bilen ve uygulayan birisi, kar-

şısındaki ile ilişkilerinde basit

hatalara düşmeyecek, karşısın-

daki kişiyi körü körüne eleştir-

meyecek, yargılamayacak, sa-

“Empati kurmada,

karşımızdaki kişiye yardım

etme niyeti ve gerektiğinde

yapma davranışı da vardır.

Kendisini sıkıntıda hisseden

bir kişi dostuna sıkıntısını

anlatırsa ve dostu da o

kişinin sıkıntısını dinleyip

onu geri yansıtırsa, o

kişinin sıkıntısı biraz

hafiflemiş olur, böylece

empati kurularak sıkıntılı

olan kişiye yardım edilmiş

olunur.”

29

dece anlamaya çalışacaktır. Bu

anlayış insanların birbirlerine

yaklaşmasını ve aralarında ger-

çeğe dayanan sevginin gelişme-

sini sağlar.

Doğru Olanı Anlamak

Mü’min bilmediği, anlama-

dığı konularda zan ve önyar-

gıyla hareket edemez. Rabbi-

miz, şöyle buyurur: “Ey iman

edenler, zannın birçoğundan

sakının. Çünkü zannın bir kıs-

mı günahtır. Birbirinizin ayı-

bını aramak için casusluk yap-

mayın. Bazınız bazınıza gıybet

etmesin. Sizden biriniz ölmüş

kardeşinin etini yemeyi se-

ver mi? Siz bundan iğrendi-

niz. Allah’tan sakının. Şüphesiz

Allah tövbeleri kabul edendir,

merhamet edendir.”4

Empati kurabilmek için

mutlaka karşımızdaki insanın

karşılaştığı olayı yaşamak ge-

rekmez. Aynı şekilde birini an-

lamak demek onun yaptıkla-

rını kabul etmek, onaylamak

demek de değildir. Onun yaşa-

dığı olayda kendini görebilmek,

kendini onun yerine koyup,

onun duygularını anlayıp, onun

bakış açısından bakılabiliyorsa

ve bu duygu ona iletilebiliyor-

sa, empati kurulmuş demektir.

Burada asıl olan, olayları yaşa-

mak değil, doğru olarak anla-

maktır. Empati kurmanın fay-

daları şunlardır:

1. Karşımızdaki kişiyle ilgi-

lendiğimizi ve onu anladığımızı

gösterir, böylece bizimle konuş-

maktan hoşlanır ve bize daha

çok açılırlar.

2. Yanlış anladığımız bir du-

rumda, kişiye yanlış edindiği-

miz bilgileri düzeltme hakkını

vermiş oluruz ve insanlar hak-

kında daha çok şey öğreniriz.

3. O kişi ile olan samimiye-

ti duygusal açıdan daha önem-

li noktalara çekebiliriz.

4. Dinlerken, konuşan kişi-

nin, olduğu gibi kabul edildiği-

ni hissettirerek, güvenini kaza-

nır ve kendini bize daha yakın

hissetmesini sağlamış oluruz.

5. Anlayabildiğimiz için öf-

kemiz azalmış olur. Anlayabil-

mek affedebilmektir.

6. Önyargılarımız azalır,

herkesin anlaşılabilir olduğunu

fark ederiz.

7. Bütün bunların sonu-

cunda anlamlı ve daha samimi

dostluklar kurarız.

Peygamberimiz, “Nefsim

yed-i kudretinde olan (canım

elinde bulunan) zata (Allah’a)

yemin ederim ki, iman et-

medikçe cennete giremezsi-

niz. Birbirinizi sevmedikçe de

iman etmiş olmazsınız. Yaptı-

ğınız takdirde birbirinizi seve-

ceğiniz şeyi size haber vereyim

mi? Aranızda selamı yaygın-

laştırın.”5 buyurmaktadır. Se-

lamı yaymak onu sadece dil ile

ifade etmek demek değildir. Ki-

şinin insanlara güler yüzle, ne-

şeli, sıcak ve samimi bir şekil-

de yönelmesi ve karşısındakine

kendisinden bir zarar gelmeye-

ceğini hissettirerek ona güven

vermesidir. Yüce Efendimiz,

şöyle buyurur: “Müslüman, di-

ğer Müslümanların elinden ve

dilinden zarar görmediği kim-

sedir. Mü’min de halkın, can ve

mallarını kendisine karşı em-

niyette bildikleri kimsedir.”6

* Prof. Dr.1 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 30, c. II, s. 248.2 Ebû Dâvûd, Kitâbü’l-Edeb, Hadis.no: 4918.3 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 31, c. II, s. 249.4 49/Hucurât, 12.5 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 3335, c. 10, s. 133.6 Kütüb-i Sitte, Hadis no: 32, c. II, s. 249.

Dipnot

Eylül 201030

EdebiyatMusa TEKTAŞ

BAYRAMGÖNÜLLERDEKİ

BAYRAMGÖNÜLLERDEKİ

Bayramlar neş’e, mutluluk de-

mektir. Bayramların amacı,

millet hayatında sağladıkları

bu millî birlik-beraberliği ve aynı hisleri, aynı he-

yecanları birlikte yaşamaktır. Yani; kaderde-ke-

derde-tasada ve kıvançta beraberliktir. Bayram-

lar bunların yaşandığı en güzel günlerdir.

Bayramlar kırgınlık, yas ve keder günü değil-

dir. Küsenlerin birbirleriyle barıştıkları, kan da-

valarının bile unutulduğu, neş’e içinde üç gün ge-

çirmeyi sağlayan bir kutlu zaman dilimidir.

Divan-ı Lügati’t-Türk’te bayram sözcüğü, se-

vinç ve eğlence günü olarak tanımlanmış. Daha

sonra, İslâmiyet’in etkisiyle bayramlara “iyd” de-

nilmiş. Günümüzde dinî bayramlar, milletimizin

manevî inanç ve beraberliğini, kardeşliğini gös-

teren gönül yansımasıdır.

Osmanlı’da Bayram Töreni

Bir “cihân devleti” olan Osmanlı İmparator-

luğu, İslâm medeniyetinin en ihtişamlı temsilcisi

olarak yeryüzüne hükmettiği devirlerde, her şey

gibi “bayram”lar da halka mânevî bir haz ve bam-

başka bir zevk verirdi. Şanlı devletin öngördüğü

her işin tertipli ve intizamlı bir şekilde yürüme-

sine önem veren Osmanlı pâdişahları, Topkapı

Sarayı’nda yapılacak olan “Bayram merâsimi”nin

de, Şer’-i şerîf’e ve Devlet-i aliyye’nin şânına ya-

raşır bir biçimde yürütülmesine büyük özen gös-

terirdi.

Öyle ki, bayram töreni ile ilgili düzenlemeler,

basit bir şekilde hazırlanmasına rağmen Osman-

lı Devleti’nin ilk “Kânun-nâme”sinde dahî yerini

almış; törenin ne şekilde yapılacağı ve merâsim

heyetinin kimlerden oluşacağı titizlikle belirlenip

kararlaştırılmıştı.

Osmanlı Devleti’nde bayram töreni ile ilgili ilk

resmî düzenleme Fâtih Sultan Mehmed Hân ta-

rafından yapılmış; İstanbul’un fethinden sonra

şehrin en güzel yerinde büyük ve muhteşem bir

saray inşâ ettiren cihân pâdişâhı, çıkardığı ilk Os-

manlı “Kânûn-nâme”sinde burada yapılacak Bay-

ram töreninin âdab ve erkânını da açıklamıştı.

Bu kânun gereğince pâdişâh; hoca-

sıyla, şeyhülislâm’la, kazaskerlerlerle ve

defterdârlarıyla ayağa kalkıp bizzat kendisi bay-

ramlaşacak, geri kalan devlet ve saray erkânı ise

musâfaha etmekle yetinecekti.

Ramazan ve Kurban bayramlarında, Topkapı

31

“Divan-ı Lügati’t-Türk’te bayram sözcüğü, sevinç

ve eğlence günü olarak tanımlanmış. Daha sonra,

İslâmiyet’in etkisiyle bayramlara “iyd” denilmiş.

Günümüzde dinî bayramlar, milletimizin manevî inanç ve

beraberliğini, kardeşliğini gösteren gönül yansımasıdır.”

Eylül 201032

Sarayı’nda ilk tören Arefe günü gerçekleştirilirdi.

Sabah namazından sonra, kurulmuş bayram

tahtında musâfaha başladığı zaman, herkesin

rütbesine göre âdâb ve erkânla oturması ve kalk-

ması temin edilirdi. Tören boyunca kesintisiz ola-

rak mehter vurulur; Sarayburnu önüne getirilen

Donanma’-i hümâyûn da ona eşlik ederek, meh-

ter sesi kesilinceye kadar ard arda top atışında

bulunurdu.

Pâdişah bayram namazı için saraydan çıkıp,

usûl ve töre gereğince Sultanahmet veyâ Ayasof-

ya câmiine gitmeden önce elbisesini değiştirir ve

şahsî hazırlıklarını tamamlardı. Bayram sabâhı

pâdişah namaz kılmak üzere saray kapısın-

dan çıkarken, dua ile uğurlanır, namazdan son-

ra Saray-ı hümâyûn’a dönülür dönülmez Bayram

ziyâfeti başlardı. Bayram ziyâfeti bitince artık tö-

ren tamamlanır ve hâne halkıyla bayramlaşmak

üzre herkes evine dağılırdı.

Bayram günleri, millet ahlâkının, geleneğinin

temel noktalarıdır. Bayram, yaşlısıyla-hastasıy-

la-yalnızıyla, fakiriyle-zenginiyle, bütün memle-

ket insanlarının aynı saadeti paylaştığı günlerdir.

İnsanların birbirlerini aramaları sormaları ve

birbirleriyle küslüklerini, dargınlıklarını bir ke-

nara bırakarak birlik-beraberlik içerisinde mesut

yaşamayı idrak etme fırsatlarıdır.

Hulûsi Efendi Hazretleri sevgiliye, dostun

dosta kavuşma gününün, yani gönül vuslatının

da barış/bayram olduğunu şu beyitle ifade eder:

Vasl-i yâr ile bu münkesir gönlü sarıştırdık

Hudâ lütfetti de küskünle küskünü barıştırdık

Usta edebiyatçı Prof. Orhan Okay, bayram ve-

silesiyle yapılan bir söyleşide şunları anlatıyor:

“Bütün milletlerde olduğu gibi bizde de bayram-

lar, halkın ortak olarak yaşadığı en önemli gün-

lerdir. Bu günler pek tabii olarak edebî eserlere de

yansımıştır. Eski edebiyatımız hemen bütünüy-

le bir şiir edebiyatı olduğu için, bayramlar divan

şiirinde özel bir yer alır. Gerek Ramazan, gerek-

se Kurban bayramları için ‘lydiyye’ veya ‘bayra-

miyye’ denilen kasideler kaleme alınmıştır. Daha

doğrusu şair, padişahın ve diğer büyüklerin bay-

ramını tebrik vesilesiyle yazdığı kasidenin gi-

riş (nesib) bölümünde bayramı faziletleriyle, çok

defa birkaç mânâya gelen nükteli ifadelerle anla-

33

tırdı. Tanzimat’tan sonra değişen edebiyatımız-

da, bayramlar diğer edebî türlerde de görünme-

ye başlamıştır. Fakat galiba bayram asıl, çocuklar

için olmalıdır. Zira, edebiyat türleri içinde bayra-

mın en çok yer aldığı eserler, hatıralar ve benze-

ri kalem denemeleri olmuştur. O hatıralarda da

yazar hep güzel çağrışımlar uyandıran çocukluk

bayramlarını anlatmıştır.”

Eski şiirimizde bayramlar, sultanları, zafer-

leri, maneviyatı çağrıştırmakta. Yahya Kemal,

Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirine şöy-

le başlar:

Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede

Bir mehâbetli sabah oldu Süleymâniye’de

Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,

Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi

Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,

Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.

Bayram: Vuslat Ânı

Tasavvuf büyüklerinden Hacı Bayram-ı Velî,

mürşidi; Hamîdeddîn-i Velî (Somuncu Baba) ile

bir Kurban bayramında buluştuğu için, o zaman

Hamîd-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz.”

buyurarak, Nûmân’a “Bayram” lâkabını vermiş-

tir. Hacı Bayram-ı Velî de bu vuslat ânını şöyle

dile getirmiştir:

Bayramım imdi bayramım imdi

Bayram ederler yâr ile şimdi

Hamd ü senâlar hamd ü senâlar

Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm

Bayram kavuşmayı, sevinmeyi bize hatırlatır.

Ancak bir de bayramı gurbette geçirenlerin duy-

gularında bir burukluk ve özlem vardır.

Mektubat’taki şu dörtlük bize bu duyguları

anımsatıyor:

Benim de annem var kardaşlarım var

Benim de eşim var yoldaşlarım var

Benim de halımla haldaşlarım var

Beni de gönülden özleyen vardır

Bayram ve Özlem

Hasret ve iştiyak ile ailesini, sevdiklerini özle-

yen bir kalbin, hissiyatına örnek olması bakımın-

dan Hulûsi Efendi Hazretlerinin asker ocağından

kaleme aldığı iki mektubu okuyalım:

Askerliğinin ilk bölümünü Diyarbakır’da ya-

pan Hulûsi Efendi Hazretleri, evden yeni ayrıl-

Eylül 201034

manın verdiği iştiyak ve hasretle bayram yakını

muhterem babası Hatip Hasan Efendi’ye şu mek-

tubu yazar:

“Sebebi hayatı müstearı ve munisi canı bî-

kararım. 29.12.940 gününün seherinde vakıam-

da sizinle meşgul idim. Vesile-i mağfiretim olan

yüzlerinizden öperek “Babam, babam” diye uyan-

dım. Ve sine-i bî- kînemi iştiyakınızla per olarak

buldum.

Ateş-i firkat ile odlara düştüm bu gece

Emelim vasl idi hicrana kavuştum bu gece

Niyetim pâyini bûs etmek idi ol melekin

Ne acep derde düşüp zâre duruştum bu gece

Bir mâha karîb olan mektubunuzun gel-

mesi men garibi endişelere sürüp kâm-ı kâm

şarab-ı gam yutturdu telsiz telgrafa benzeyen

gönül irtibatına mani yok. Fakat yüzünüzün

seyrinden mahrum olan gözlerimi haftada bir

derin hayalinizle mektubunuza vad’ etmiş ol-

duğunuz imzanıza sürmem canım kararır gi-

bidir. Mecnun-sıfat tarik-i ihtiyarı canib-i

mihraba düşer.

Haberdar olursa yârim sitemden kılıp rahmi

Beni âzâde sa’y eylerdi elbet işbu bendimden

Ana bilmezlik isnat eylemek bigânelikdendir

O vâkıf hâlime ben gafilim mutlak efendimden

İşte hulul eden bayram yine ateş-i hicran

ile geçecek. Son mektubunuzun tarihine bak-

tım, 27 Ocak imiş. Bir aydan fazla olan mek-

tup yazmayışınız hangi kusurumdan neş’et

eden muhabbetsizlikten zuhura geldiğini bil-

mem. Yine ol valide-i müşfikem ey seher yeli

bana Ahmed’in kokusunu getir diye bâd-ı sa-

badan bir iltimas var mı ola. Sekine’ye selâm

ve yavrucuk Sırrı’nın iki gözlerinden hasret-

le öperim. Geline selâm ve çocukların cümle-

sinin gözlerinden öperim. Cümle akrabalara

selâm ve hürmetler eylerim.

Cümlenizin bayramınızı tebrik ile tekrar hâk-i

pâyinize yüz sürmekle nihayet veririm. 7 Şubat

1941

Ağabeyimden bir ay evvel mektup almıştım.

Ona da cevap yazdığım halde cevap alamadım.

Mektupları çok sık yaz. Eğer her mektubunu se-

nin yazın ve senin imzanla görmezsem gönlümün

endişesi teskin bulup mutmain olmaz ey canım

pederim. Oğlunuz Hulusi.

Çağşırlı Ali Efendiden mektup aldım. Sizin ve

validenin mahsusen ellerinden öpüp dua ve him-

metinizi niyaz etmektedir. Kırcaşarlılar ve Bıyık-

boğazlılar hepsi buradadırlar, sıhhattedirler, el-

lerinizden öperler. Müftü Efendinin mahdumu

Abdullah ve İsmail Efendi dahi bulunduğumuz

bölüğe yan yana olan 4. bölükteler. Ellerinizden

öperler. Abdurrahman Beyle haftada bir defa gö-

rüşüyoruz ellerinizden öper. Sabri, İdris, Şamil,

Ziya ve diğer arkadaşların cümlesi selâm ve hür-

metlerle ellerinizden öperler.”

Diyarbakır’dan sonra askerlik hizmetini K.

Maraş’ta devam ettiren Efendi Hazretleri, bay-

ram iznine gidemeyişini komutanına yazdığı

tebriknâmenin içine dercetmiştir:

15.07.942/Maraş

Sayın Komutanım

Melek misal fezail hamidenizden bir nefes bile

incinmediğim için âlem-i fanide hayatı müsteabi-

re sonuna kadar sizi unutamam. Evlenme töreni-

nizi tebrik edemediğime mahcubum. Bu hususta

âli vicdanınızın affına sığınırım.

Muhtereme hemşireme de hürmetler arz edip

sizin gibi âli fıtrat bir zat ile semahat sıfat ile ev-

lenme şerefine nailiyetini kutlularım. Dünya ve

ahiret saadetleriyle mesut ve müreffeh yaşayıp

yüksek mertebeler ihraz etmenizi diler sonsuz

hürmet ve saygılarımı sunarım.

Sadık ve vefalı erlerinizden Hulusi.

Maksuda Hulûsi yetmemiştir

Hâlâ ki izinli gitmemiştir

Ne yazık ki bilinmedi emekler

Geçti yere ettiğim dilekler

35

Gönüllerdeki Bayram

Hulûsi Efendi Hazretleri bayram ziyaretleri-

ne önem verirdi. Bayram günlerinde ziyarete ge-

lenlerle evi dolar taşardı. Bu sevinç, memnuniyet

ve gönül hoşnutluğu içerisinde kaleme aldığı bir

dörtlüğünde şöyle seslenir:

Şâdilik bahşeyleyûben şâdu handân ettiniz

Feyzi rahmet sundunuz lutf ile ihsân ettiniz

Bîdeva derdimize vasl ile dermân ettiniz

Merhaba hoş geldiniz yârânîler merhaba

Bayramlar dostlarla buluşmanın lütuf ihsan

dertlere derman kısacası birbirine seven insan-

ların gönüllerinin buluşmasıdır. Gam ve tasanın

unutulduğu, engellerin kalktığı bir vuslat mevsi-

midir. Dîvan-ı Hulûsi-i Darendevî’deki bir beyit

şu şekildedir:

Gönülden sürer gamı bayram olur her demi

Yârın olup mahremi kalmaz özge kâr-ı aşk

Gönlün aydınlığa kavuşması, akşamın karanlığı-

nın sabahın güneşiyle ışıması gibi bayramlarda

da gönüllerin manevi ışıklarla bezenmesi, kötü

duygu ve düşüncelerden arınması ve bayramın

manevî hâlinden lezzet alması gerekir.

Efendi Hazretlerinin bir dörtlüğü bu hakika-

ti dillendiriyor:

Seyyid Hulûsî nâmımız

Sabâh oldu akşamımız

Bugün kutlu bayramımız

Gelin dostlar bize gelin

Muhterem H. Hamidettin Ateş Efendi bir soh-

betlerinde gönül hakkında şöyle buyurmuştur:

“Gönlünüze sahip olunuz. Bizim için fakir-zen-

gin fark etmez. Biz dış görünüşe itibar etmeyiz.

Gönüllere bakarız.”

O zaman gönüllerimizde bayram sevincini ya-

şabilmek için önce gönüllerimizi maneviyatla

mamur etmeli, gönül kazanmalı, esas itibariyle

bir Allah dostunun gönlüne girerek, böylece her

ânı bayram hâliyle geçirmeliyiz. Bayramınız mü-

barek olsun…

Eylül 201036

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

MADDÎ VE MÂNEVÎ TEMİZLİĞİN EN ÖNEMLİ YOLU:

İBÂDET

Muh

amm

ed G

ÜLS

EREN

37

İnsanın Yaratılış Gayesi Olarak İbadet

Kur’ân, insanı yaratılmış-

ların en üstünü ve en güzel şe-

kilde yaratılmışı olarak an-

latmaktadır.1 Yine Kur’ân’a

göre insanın yaratılışındaki en

önemli gaye ibadettir.2 Çünkü

yaratılmışların hiçbirine veril-

meyen akıl nimeti sadece in-

sana verilmiş ve kâinat bütün

nimetleriyle onun için donatıl-

mıştır. Verilen nimetlere kar-

şılık da ona başka varlıklara

yüklenmeyen sorumluluklar

yüklenmiştir. Mesela, insan so-

rumluluğunun bütün alanlarını

kapsayan ilâhî emânet insana

yüklenmiştir.3 Yani insan mu-

kaddes yüke hamal kılınmış-

tır. Buna göre insanın en temel

sorumluluğu yaratıcısını tanı-

mak, O’na itâat etmek ve O’nun

murâd ettiği doğrultuda bir ha-

yat yaşamaktır. İnsan, Yaratıcı-

sı tarafından istenen bu hayat

tarzını tutturabilirse bütün ha-

yatı ibadet olarak değerlendiri-

lecektir.

Kur’ân’ın mü’minlerin özel-

liklerini anlattığı âyetler dikkat-

le incelendiği zaman mü’minin

amel-i sâlih, yani iyi işlerin

adamı olduğu anlaşılır. Sâlih

amel, Allah’ı ve yaratılmışla-

rı memnun eden her güzel, iyi

niyetli ve hayırlı iş ve eylemin

adıdır. İslam’a göre yapılan iyi

işlerin sâlih amel niteliğini ka-

zanması için iman şarttır. İman

olmadan yapılan iyi işlerin de

bir değeri bulunmakla birlikte,

iman ön şartını taşımadığı için

değerlendirmeye tabi tutulma-

maktadır.4

İbadet, Hayatın Tamamını

Kapsayacak Kadar Geniştir

Allah için, O’nun rızasını

kazanmak maksadıyla ve O’na

olan itâat ve teslimiyeti ifade

etmek adına yapılan ibadetle-

rin sâlih amel olduğunda şüphe

yoktur. İbadet, boyun eğme, al-

çak gönüllü olma, itâat, kulluk,

tap ma, tapınma gibi anlamla-

ra gelir. Dinî bir terim olarak

ibadetin genel anlamı, her şe-

yin yaratıcısı olan Allah’a içten

gelerek ve gönüllü olarak yö-

nelmek, boyun eğmek ve itâat

etmektir. Bu geniş anlamıyla

ibadet, mükellef olan her Müs-

lümanın Allah’ın rızâ sına uy-

gun ve iradesiyle yaptığı bütün

davranışlarını içine alır. Yani

tamamen dinî olan görevler ya-

nında, kişilerin Allah’ın hoşnut-

luğunu kazanmak için yaptı-

ğı her fiil, niyet, düşünüş ve söz

ibadet olarak nitelendirilir. Bu

amaçla fert ve toplum yararı-

na yapılan her olumlu davranış

dinî ve mânevî bir anlam kaza-

nır ve ibadet sayılır. Aynı za-

manda Allah’ın emirlerine itâat

edip yasaklarından kaçmak da

ibadettir. İbadetin bir de dar ve

özel anlamı vardır. Fıkıh kitap-

larında ibadet yaygın olarak bu

özel anlamda kullanılır. Bu an-

lamdaki ibadet, Allah ve Resulü

tarafından yapılması istenen ve

yapana sevap kazandıran be lirli

davranış biçimleridir. Bu iba-

detlere sistematik ve şekle bağ-

lı ibadetler adı verilir. İslâm’ın

temel şartlarını oluşturan na-

maz, oruç, zekât, hac bu tür iba-

detlerin en meşhur olanlarıdır.

İslam âlimleri, Allah’a say-

gıyı ve O’nun rızasını gözeterek

iş yapmayı ifade etmek üzere

“ibadet” yanında “tâat” ve “kur-

bet” kelimelerini de kullan-

“Allah için, O’nun rızasını kazanmak

maksadıyla ve O’na olan itâat ve teslimiyeti

ifade etmek adına yapılan ibadetlerin sâlih

amel olduğunda şüphe yoktur.”

Eylül 201038

maktadır. Tâat veya itâat,

emri benimseyip yerine ge-

tirmek demektir. İster bel-

li bir niyetle isterse niyetsiz

yapılsın, yapılmasından do-

layı sevap kazanılan herhan-

gi bir iş tâat ve itâat olarak

nitelendirilir. Mesela Kur’ân

okumak bir tâattır. Yakınlık

anlamına gelen kurbet ise,

insanı mânevî olarak Yüce

Allah’a yaklaştıran her bir

güzel iş anlamındadır. Sada-

ka vermek ve nafile namaz

kılmak birer kurbettir.

İbadetin Üç Boyutu

İbadetin zikir, fikir ve şü-

kür olmak üzere üç boyu-

tu vardır. İbadetin zikir bo-

yutu, Allah inancını zihinde

canlı tutmak, O’nu anmak

ve varlığını benliğinde du-

yabilmektir. Fikir boyutu,

Allah’ın sıfatları ve evrende

yarattığı eşsiz eserleri hak-

kında düşünmektir. Şükür

ise, bütün bu nimetlerine

karşı minnettarlığını bildir-

mektir.

Önemi

İbadet, insanı Allah’a ulaş-

tıran, O’na yaklaştıran ve

O’nunla buluşturan yolun adı-

dır. İnsanoğlu yaratıldığı gün-

den beri yaratıcısına nasıl iba-

det edeceğinin yollarını aramış

durmuştur. Bu arayışta zaman

zaman ibadet adına çeşitli bi-

dat ve hurafeler uydurmaktan

da geri kalmamıştır. Fakat in-

sanı yaratan Yüce Allah buna

fırsat vermeyerek gönderdiği

kutlu rehberler, yani peygam-

berler vasıtasıyla kullarına iba-

det yollarını göstermiştir. Hz.

Peygamber’in: “Ben nasıl na-

maz kılıyorsam bana bakın

ve öyle namaz kılın.” ve “Hac-

cın yapılış tarzını benden öğ-

renin.” şeklinde buyururken

anlatmak istediği de budur.

İbadet kulun Allah’a olan say-

gı ve bağlılığının bir ifadesi ol-

ması dolayısıyla dinin temel di-

reğidir. İbadet eden insan her

şeyden önce yaratıcısını tanır.

O’nun büyüklüğünü, yüceliği-

ni, eşsizliğini kavrar. İbadetiyle

O’na yakın olmak, rahmetinden

ve merhametinden faydalan-

mak ister. Kendisine verdiği ni-

metlere şükretmek için ibadeti

en güzel bir vesile bilir. Gerek-

li şartları yerine getirerek, haz

alınarak ve bilinçli olarak ya-

pılan ibadet insanda Allah’a

teslîmiyet dolayısıyla bir ümit

ve iyimserlik meydana getirir.

Bu duygu onu daima iyi işlere

yönelmeye, kötülüklerden de

kaçınmaya teşvik eder. Böyle-

ce ibadeti hayat tarzı haline ge-

tiren insan, yaratıcısıyla, kendi-

siyle ve çevresiyle barışık hale

gelir. İbadeti onu kötülüklere

ve ahlaksızlıklara karşı koruyan

bir kalkan olur. Bir an için ken-

disine cazip gösterilen günahı

işlemekle karşı karşıya kaldı-

ğı zaman hemen ibadeti aklına

gelir ve onu bu kötülükten en-

geller. Kur’ân açık bir şekilde

namazın böyle kötülüğü engel-

leyici özelliğinden bahseder.5

Kısacası ibadet, insana dünya

ve âhiret mutluluğu kazandırır.

Maddî Ve Mânevî Temizlik Aracı Olarak İbadet

Temiz insan, temiz çevre ve

temiz toplum İslam’ın vazgeçil-

mez hedefleri arasındadır. Bü-

tün bu temizlikler aslında insanı

temiz kılmaya yöneliktir. Bunun

için Yüce Allah insanın temel ya-

ratılış gayesi ve insanın mânen

temiz olmasını sağlayacak olan

ibadeti emrederken temizliği de

şart koşmuştur. İbadet için şart

koşulan temizlik insanın bede-

nini, elbisesini ve namaz kılaca-

ğı yeri yani çevreyi kapsamak-

tadır. Buna göre mesela namaz

kılacak olan insanın vücudu-

39

nu, elbisesini ve namaz kılacağı

yeri dinin necis (pis) kabul etti-

ği şeylerden temizlemesi gerek-

mektedir. Fıkıh dilinde buna

“necâsetten tahâret” denilmek-

tedir. Esasen mânevî bir temiz-

lik olan ibadet maddî temizliği

de beraberinde getirmektedir.

Dinimiz bu kadarla da yetinme-

yip bazı durumları “mânevî kir-

lilik hâli” olarak kabul etmekte-

dir. Gerçek temizliğe ulaşmak

ve Allah’ın huzuruna pak haliy-

le çıkmak isteyen insanı bunlar-

dan da temizlemek istemekte-

dir. Buna da “hadesten tahâret”

adı verilmektedir. Mesela dini-

mize göre abdesti olmayan ve

cünüp olan insan madden temiz

olsa da manen kirli kabul edilir.

Çünkü bu haliyle Allah’ın huzu-

runa çıkarak ibadet edemez. O

zaman abdest alarak ve gusül

yaparak mânevî kirlilikten kur-

tulması gerekir. Esas temizlik

olan namazdan ve ibadetten na-

siplenebilmesi için mü’minin bu

temizlik aşamasını da tamam-

laması gerekir. İslam’ın insan-

dan esas istediği nihai temizlik

şekli ise mânevî temizliktir. Bu

da kalp başta olmak üzere bü-

tün organların kötülüklerden

ve kötü eylemde bulunmaktan,

hatta kötü eyleme niyetlenmek-

ten temizlenmesidir. İşte ibadet

bu mânevî temizliği sağlayacak

vasıtaların başında yer almak-

tadır. Kur’ân temel ibadetlerin

hepsinin mânevî temizlik boyu-

tuna işaret etmiş ve onların bu

fonksiyonunu dile getirmiştir.

Bunu anlamak için şu âyetleri

bir daha okuyalım:

“Ey iman edenler! Sizden

öncekilere farz kılındığı gibi

oruç tutmak size de farz kılındı.

Böylece umulur ki fenalıklar-

dan korunursunuz.”.6

“Onların mallarından zekât

al ki, bununla onları temizleye-

sin ve arındırasın. Onlar için

dua da et. Çünkü senin onlar

lehine duan, onlar için büyük

bir huzur ve tatmin kaynağı-

dır. Allah her şeyi hakkıyla işi-

tir, bilir.”7

“Sana vahyedilen kitabı

okuyup tebliğ et, namazı hak-

kıyla îfâ et. Muhakkak ki na-

maz, insanı, ahlâk dışı dav-

ranışlardan, meşrû olmayan

işlerden uzak tutar. Allah’ı na-

mazla anmak, elbette en büyük

fazîlettir. Allah bütün işledikle-

rinizi bilir.”8

*Prof. Dr. 1 95/Tîn, 4.2 75/Kıyâme, 36; 51/Zâriyât, 56.3 33/Ahzâb, 72.4 24/Nûr, 39; 25/Furkân, 77.5 29/Ankebût, 45.6 2/Bakara, 183.7 9/Tevbe, 103.8 29/Ankebût, 45.

Dipnot

Eylül 201040

EdebiyatMustafa ÖZÇELİK

BİRLİK

41

Vahdet-i vücûd (var-

lığın birliği) anla-

yışı, elbette sûfî bir

telakkîdir ve bu disiplin içeri-

sinde bir anlam ifade eder. Bu

kavramı, “Gerçek olan varlık

tektir. Kâinatta asıl olan gerçek-

lik bu Mutlak Varlık ve O’nun

kâinattaki tecellîlerdir.” şeklin-

de ifade edebiliriz. Bu kavramın

ontolojik mahiyeti, felsefî ve

tasavvufî açıdan mütâlaa edile-

rek insanlığın önüne bir hayat

görüşü çıkarılmıştır.

Hayat görüşü dememizin se-

bebi ise kuramsal olarak ele alı-

nan bu anlayışın aynı zamanda

hayat içinde de bir pratiğinin

olmasındandır. Bunu bir üst

basamak anlayış olarak. “İslâm

tevhîd dinidir.” esasından hare-

ketle “Tek Yaratıcı” ilkesi şek-

linde anlamak mümkündür.

İşte bu noktada birliğin aynı

zamanda sosyolojik gerçekli-

ğe tekabül ettiğini de görürüz.

Bu bakımdan birlik kavramı-

nı hem bir sûfî nazariye hem

bir akîde ilkesi ve bunlara bağlı

olarak, insanların sosyal olarak

birlikteliği şeklinde de anlamak

kavramın özüne uygun düşe-

cektir. Nitekim, insanlığın ha-

yatı da buna göre şekillenmiş,

insanlar toplu olarak yani bir-

lik içinde yaşamak durumunda

kalmışlardır. Bunun müşahhas

uygulamaları ise tekkelerde ha-

yat bulmuş, bu merkezler, dinî,

tasavvufî irşat yerleri olmala-

rının yanı sıra sosyal hayatın

bütün tezâhürlerinin de birlik

duygusu içinde yaşandığı yerler

olmuştur.

Bir sûfînin, bir mü’minin

huzuru; bu birliği ne ölçüde iç-

selleştirdiği ile ilgilidir. Eğer,

birliği sağlamışsa dirliği de sağ-

lamış demektir. Dirlik, birli-

ğin bir ödülü olarak çıkar kar-

şısına.. Aynı şekilde insanların

dirliği de birliklerine bağlı ola-

rak gerçekleşir. Böylece bir-

lik ve dirlik birbirinin sebebi

ve sonucu olan ve birbirinden

ayrı düşünemeyeceğimiz

iki temel kavrama dönü-

şür. Ama bu birliği ve dir-

liği sağlamak, söylendiği

kadar kolay de-

ğildir. Eğer ko-

lay olsaydı asır-

lar boyunca

peygamberler,

kanaat önderle-

ri, mutasavvıf-

lar, sanatkarlar…. sürekli ola-

rak birlik çağrısı yapmazlardı.

Yine insanlığın tarihinde birli-

ğin bozulmasıyla meydana ge-

len huzursuzluklar, ayrılıklar,

savaşlar olmazdı.

Din ve tasavvuf anlayışın-

daki birlikte, her şeyin ötesin-

de ve üstünde bir varlık, bir de-

ğer vardır. Kişiler, pervanelerin

ışığa koşması gibi ona koşar-

lar. Onun gerçekliğinde kendi

varlıklarını yok ederler. Bu, bü-

tünüyle yok oluş değil, Mutlak

olanda yeni bir varlık kazan-

madır. Bu kazanıma tek engel

ise insanın egosudur. Ben, di-

yen biz diyemeyeceği için bir-

liği gerçekleştiremez ve ayrılık

rüzgârlarıyla yaban çöllere dü-

şer. Kendi etrafında bir duvar

örer. Burası mutsuzluğun ha-

pishanesidir. Burada yal-

nızlığın ve güvensizliğin

boğuntusunu yaşar.

Birlik Duygusu Pratiğe

Dönüşünce

Çağımızda savaş-

lar, huzursuzluklar iyi-

ce yoğunlaşmışsa ve bun-

“Herkesle birleştin, kaynaştın mı ummansın, madensin.”

Mevlâna

Eylül 201042

lar karşısında selim akla sahip

olanlar yine birlikten bahsedi-

yorsa işte meseleyi böylesi ge-

niş bir çerçevede ele almak la-

zımdır. Çünkü ters giden bir

şeyler var. Yerleşim yerlerinde

nüfus arttıkça yalnızlıklar da o

ölçüde çoğalıyor. Beklenirdi ki

apartman ve site hayatı insan-

ları daha çok birbirine yaklaş-

tırsın. Sevinçler, acılar birlik-

te yaşansın. Zorluklar birlikte

aşılsın. Cami, kahvehane, pazar

yeri… gibi mekanlar birlik duy-

gusunun pratiğe dönüşmesini

sağlayan yerler olsun.

Ama öyle olma-

dı. Anadolu’dan diyelim ki

İstanbul’a gelip bir apartman

yahut site içinde yeni bir hayata

başlayan kimse, çok geçmeden

etrafına duvar örerek yalnızlı-

ğın zırhına bürünüyor. Selam-

laşma, komşuluk, misafirlik,

yardımlaşma… gibi yine birli-

ğin pratikleri olan davranışları

hayatından çıkarıyor. Ama çok

geçmeden görüyor ki, bürün-

düğü yalnızlık zırhı onu koru-

muyor, boğuyor. İşin trajik ta-

rafı bundan kurtulacağına daha

çok saarılıyor/sarınıyor. Çün-

kü yalnızlığın ve yabancılaşma-

nın en kötü tarafı insana verdi-

ği korku ve güvensizlik hissidir.

İnsan, bu hisle çevresindekileri

hep yabancı, güvenilmez varlık-

lar olarak görüyor. İşte yalnız-

lık zırhına daha sıkı sarılması

bundandır.

Bu meseleler etrafında dü-

şünürken şunu gözden kaçır-

mamak gerekir. Bir sûfîyi Mut-

lak varlıkla bütünleştiren aşkın

bir değer vardır. O varlık, O’na

yönelenlerin hepsi için or-

tak değerdir. Zaten öyle olma-

sından dolayı birlik onun var-

lığında sağlanabilmektedir.

“Allah’tan başka ilah yoktur.”

diyen bir muvahhid de aynı şu-

urun insanıdır. Yine bu birleş-

mede güven hissi hakimdir.

Bağlılık sevgiye dayalı bir bağ-

lılıktır.

Meselenin toplumsal görün-

tüsündeki duruma bakıldığın-

da ise aynı temel kuralın ge-

çerli olduğunu görürüz. Ortak

değerler, ortak idealler, ortak

inanışlar, anlayışlar ve ortak

davranışlar… İşte bütün bun-

lar varsa birlik dolayısıyla dirlik

gerçekleşebiliyor. Bu birliğin ve

dirliğin huzurunu yaşayan kişi

öylesine yüce bir gönlün sahibi

oluyor ki, bu defa farklı inanış-

ta, tutumda, anlayışta olanla-

rı kucaklayabiliyor, onlarla or-

tak inançları olmasa bile ortak

insanlık paydasıyla değerleriyle

onlarla da birlik içinde olabili-

yor. O zaman bir cami ile bir ki-

lise yan yana inşa edilebiliyor,

bir siyah bir beyazla farklılıkla-

rı ayrılık olarak değil zenginlik

olarak değerlendirerek bir ara-

da yaşayabiliyor. Farklı dinden

iki aile komşuluk ilişkisi kura-

biliyor.

“Ben” Kabuğuna Bürününce

Ne zaman ki insan, “biz” bi-

lincinden kopup tekrar “ben”

kabuğuna bürünüyorsa o za-

man camidekiyle kilisedeki

arasında, siyahla beyaz arasın-

da duvar örülüyor, o zaman bir-

lik şemsiyesi parçalanıyor. On-

dan sonrasında ise olacakları

tahmin etmek güç değil.. Tef-

rika, düşmanlık, öfke, güven-

sizlik, şüphe… İnsanın yüreği-

ni teslim alan duygular bunlar

oluyor. Hayat bir teşbih olarak

söyleyecek olursak cehenneme

dönüyor. Sonrası insanlığımız

adına utanç sayfaları açılıyor

önümüzde… Zulümler, mağdu-

riyetler, kan, gözyaşı… birbirini

takip ediyor.

İşte bütün bunlardan son-

ra şunu söylemeliyiz ki, çağımı-

zın meseleleri üzerinde kafa yo-

rarken, tarih bizim için hep bir

okuma alanı olmalıdır. İnsanlı-

ğın birlik zamanlarıyla, kavga,

mücadele zamanları sürekli göz

önünde tutularak, dünden bu-

güne taşıyabileceğimiz değer-

leri iyi tespit etmeliyiz. Mesela

13. asrın olaylarını hatırlaya-

lım. Haçlı ve Moğol saldırıları-

nın ardından birlik ve dirliğini

yitiren Anadolu’da Selçuklu ge-

“Bütün bu gelişmeleri sadece başa gelen siyasilerin

siyasi dehalarıyla ve gayretleriyle açıklamak yeterli

olamayacaktır. Çünkü tarihe baktığımızda o fetret

çağında bir Mevlânâ’yı görmekteyiz.”

43

cesinden sonra bir Osmanlı sa-

bahı nasıl doğdu. Beyliklere ay-

rılmış olanlar, nasıl bir beyliğin

etrafında yeniden birleşti ve altı

yüz yıl süren bir Osmanlı mede-

niyeti nasıl kuruldu?

Bütün bu gelişmeleri sade-

ce başa gelen siyasilerin siya-

si dehalarıyla ve gayretleriyle

açıklamak yeterli olamayacak-

tır. Çünkü tarihe baktığımızda

o fetret çağında bir Mevlânâ’yı

görmekteyiz. Yûnus Emre ile

tanış olmaktayız. Bu ve benze-

ri isimlerin neden en çok birlik

üzerinde durduklarını anlamak

aslında hiç de zor değildir. Bun-

lar, dağılma döneminde sosyal

birliğin yeniden inşasında gay-

ret içerisinde oldular. Daha

sonraki aşamalarda ise mese-

la Osmanlı beyliğinin kurulu-

şunda Osman Gazi’nin yanın-

da Şeyh Edebali’yi görürüz. O

ki Osmanlı devletinin mânevî

temeline ilk harcı koyan bir in-

sandır. Yine Bursa’da Yıldırım

Beyazıt’ın yanında Emir Sultan,

Fatih’in yanında Akşemseddin

vardır.

Doğrudan doğruya bir

devlet adamının mânevî des-

teği olmanın ötesinde halk

içinde de benzer gayreti gös-

teren nice birlik mimarları

daha vardır. Somuncu Baba,

Hacı Bayram Veli, İbrahim-i

Tennûrî, İbrahîm-i Gülşenî

ve daha niceleri…Bütün bu

isimler hem yaşadıkları çağ-

larda hem de etkilerini son-

raki zamanlarda da sürdü-

rerek bütün çağlarda birlik

fikrinin sahüpleri olarak top-

lumsal dirliğin de mânevî mi-

marları olmuşlardır. Dikkatli

bir gözle bakacak olursak bu-

gün Anadolu’da bu tür isim-

lerin yollarını sürdürenler

yine aynı şekilde birer mânevî

merkezler olarak hizmet yap-

maktadırlar.

Bütün bunlardan dolayı bu

tür mânevî merkezleri ve bu-

ralarda yapılan hizmetleri,

sosyolojik ve psikolojik açı-

dan da izlemek, gözlemek ve

değerlendirmek gerekir. Bil-

hassa sivil toplum kuruluş-

larının öneminin son derece

arttığı günümüzde bu mer-

kezlerin uygulamaları, anla-

yışları dikkatle incelenmeli-

dir. İnsanları, kanunen bir

sosyal merkeze şeklen bağ-

layabilirsiniz ama, esas olan

kalbî bağlılıklardır. Tasavvuf

ve onun merkezleri sayılan

dergahlar, tekkeler… tarihi

tecrübelerinden mutlaka isti-

fade edilen yerler olmalı ve bu

konulardaki önyargılardan

sıyrılarak hareket edilmelidir.

Birlik ve dirliğe son derece ih-

tiyaç duyduğumuz bir zaman-

da tasavvufun birlik anlayı-

şı, çağımızdaki problemlerin

çözümünde de bizlere önem-

li katkılar sağlayacaktır.

Eylül 201044

KültürMehmet SOYSALDI*

İSLÂM’DA

HARAM “İslâm dini insana zararlı olan her şeyi yasaklamıştır. Haramlar genel olarak

korunması zaruri olan beş şeyi zedeleyen ve onlara zarar veren fiil ve

hareketlerdir. Bu beş şey ise can, mal, akıl, din ve nesildir. Canı, öldürme yasağı;

malı, hırsızlık yasağı; aklı, içki yasağı; dini, İslâmî esasları temelinden bozan

davranışların yasaklanması ve nesli de, zina yasağı korumuş olur.”

4545

Haram; di-

nin yenmesi-

ni, içilmesi-

ni ve yapılmasını yasakladığı

her şeye haram denir. Örne-

ğin; anne ve babaya karşı gel-

mek, başkasının malına zarar

vermek, başkalarıyla alay et-

mek, sözünden dönmek, dedi-

kodu yapmak, söz taşımak gibi

söz ve davranışlar dinimizce

haramdır.

Haram çeşitleri: İslâm

dini insana zararlı olan her şeyi

yasaklamıştır. Haramlar genel

olarak korunması zaruri olan

beş şeyi zedeleyen ve onlara za-

rar veren fiil ve hareketlerdir.

Bu beş şey ise can, mal, akıl,

din ve nesildir. Canı, öldür-

me yasağı; malı, hırsızlık yasa-

ğı; aklı, içki yasağı; dini, İslâmî

esasları temelinden bozan dav-

ranışların yasaklanması ve nes-

li de, zina yasağı korumuş olur.

İslâm’ın; öldürmeyi, hırsızlığı,

sarhoşluğu, zinayı… yasakla-

ması bu 5 esası korumaya yöne-

liktir. O halde haram olan her

şeyin insana mutlaka bir zara-

rı vardır.

İslâm dininde yasaklanan

haramlardan bazılarını şöyle sı-

ralayabiliriz:

Haram yiyecekler: Ölü hayvan eti, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesi-len hayvanlar haram yiyecek-lerdir. Nitekim Yüce Allah, Kur’an’da bunları şöyle be-lirtmektedir: “Allah size an-cak ölüyü, kanı, domuz eti-ni ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı. Her kim bunlardan ye-meye mecbur kalırsa, başka-sının hakkına saldırmadan ve haddi aşmadan bir mik-dar yemesinde günah yok-tur. Şüphe yok ki Allah çokça bağışlayan çokça esirgeyen-dir.”1

“De ki: Bana vahyolunan-da, leş veya akıtılmış kan ya-hut domuz eti -ki pisliğin ken-disidir- ya da günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesil-miş bir hayvandan başka, yi-yecek kimseye haram kılın-mış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek

ve sınırı aşmamak üzere kim (bunlardan) yemek zorunda kalırsa bilsin ki Rabbin ba-ğışlayan ve esirgeyendir.”2

İnsanlar açlık nedeniyle ölüm tehlikesi ile karşı karşı-ya kaldıklarında, haram olan şeylerden az miktarda yiyebi-lirler.

Haram içecekler: Şa-rap, afyon, eroin ve koka-in benzeri uyuşturucular, etil alkol ve ispirto vb. gibi insan sağlığına zarar veren ve aklı izale eden her türlü içecek ha-ramdır. Nitekim Yüce Allah, bu hususta şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), şans ok-ları, şeytan işi bir pisliktir. Bunlardan kaçının ki, kurtu-luşa eresiniz.”3

Aile Hukuku ile İlgili Haramlardan

Bazıları

Zina etmek haramdır: İslâm dini fuhuş ve zinayı ha-

ram kılmış ve şiddetle yasakla-

Eylül 201046

mıştır. Nitekim yüce Allah, “Zi-

naya yaklaşmayın. Çünkü o,

son derece çirkin bir iştir ve

çok kötü bir yoldur.”4 buyur-

maktadır.

Kişiye, kendisiyle arasında

“devamlı evlenme engeli” bu-

lunan kadınlarla evlenmek de

haramdır. Bu kimseler âyette

şöyle ifade edilir: “Size ana-

larınız, kızlarınız, kız kardeş-

leriniz, halalarınız, teyzeleri-

niz, erkek kardeşin kızları, kız

kardeşin kızları, sizi emziren

analarınız, sütkız kardeşleri-

niz, kayın valideleriniz, ger-

değe girdiğiniz karılarınız-

dan olup, evlerinizde bulunan

üvey kızlarınız (Eğer henüz

gerdeğe girmemişseniz üze-

rinize bir vebal yoktur.), ken-

di sulbünüzden gelen oğulları-

nızın karıları ve iki kız kardeşi

bir nikâh altında toplamanız

haram kılındı.”5

Bu âyetin hükmüne göre üç

mutlak evlenme engeli ve ebe-

di haramlık ortaya çıkmakta-

dır. Bunlar kan hısımlığı, ev-

lilikle meydana gelen hısımlık

ve süt hısımlığıdır.

Haram Muameleler

İslâm’ın haram kılıp yasak-

ladığı bazı muameleler vardır.

Bunların bir kısmı insanın Al-

lah ile ilişkisinde bir kısmı in-

sanın diğer insanlarla olan iliş-

kisindedir.

İnsanın Allah ile olan ilişki-

sindeki harama şu örneği vere-

biliriz:

Allah’a ortak koşmak haramdır: Allah’a ortak koş-

mak en büyük günahtır. İnsan

bu günahtan tevbe edip dön-

medikçe Allah o kişiyi aslâ af-

fetmez. Nitekim yüce Allah;

“Allah, kendisine ortak koşul-

masını aslâ bağışlamaz; bun-

dan başkasını, (günahları)

dilediği kimse için bağışlar.

Allah’a ortak koşan kimse bü-

yük bir günah (ile) iftirâ etmiş

olur.”6 buyurur. Allah şirki ke-

sinlikle yasaklamıştır. Nitekim

Hz. Lokman, oğluna şöyle bu-

yurur: “Yavrum! Allah’a ortak

koşma! Çünkü Allah’a ortak

koşmak elbette büyük bir zu-

lümdür.”7

İnsanın Diğer İnsanlarla Olan İlişkilerindeki

Haramlar

Ana-babaya isyan et-mek ve kötü davranmak haramdır: Allah insanın ana

babasına isyan etmesini haram

kılmıştır: “Rabbin, kendisinden

başkasına asla ibadet etme-

menizi, anaya babaya iyi dav-

ranmanızı kesin olarak emret-

ti. Eğer onlardan biri, ya da

her ikisi senin yanında ihtiyar-

lık çağına ulaşırsa, sakın onla-

ra “öf!” bile deme; onları azar-

lama; onlara tatlı ve güzel söz

söyle.”8

Cana kıymak haram-dır: İslâm’da büyük günahlar-

dan biri de kasden bir cana kıy-

maktır. Yüce Allah haksız yere

cana kıymayı haram kılmış ve

şöyle yasaklamıştır: “Kim bir

47

mü’mini kasden öldürürse,

cezâsı, içinde ebedî kalacağı

cehennemdir. Allah, ona gazap

etmiş, lânet etmiş ve onun için

büyük bir azap hazırlamıştır.”9

Terör estirmek veya te-rörsel faaliyetlerde bu-lunmak haramdır: Yeryü-

zünde terör yapmak ve fesat

çıkarmak da haramdır. Nite-

kim Yüce Allah şöyle buyu-

rur: “Allah’a ve Resulüne sa-

vaş açanların ve yeryüzünde

bozgunculuk çıkarmaya çalı-

şanların cezâsı; ancak öldürül-

meleri yahut asılmaları veya

ellerinin ve ayaklarının çap-

razlama kesilmesi yahut o yer-

den sürülmeleridir. Bu cezâlar

onlar için dünyadaki bir rezil-

liktir. Âhirette de onlara büyük

bir azap vardır.”10

Hırsızlık yapmak ha-ramdır: Hırsızlık yapmak da

büyük günahlardan olup yüce

Allah Kur’an’da hırsızlığı ya-

saklamış ve çok ağır bir cezâ ge-

tirmiştir: “Hırsızlık eden erkek

ve kadının, yaptıklarına kar-

şılık Allah’tan bir cezâ olarak

ellerini kesin! Allah daima üs-

tündür, hüküm ve hikmet sahi-

bidir.”11

Yalan söylemek haram-dır: İnanan insan, daima doğ-

ru sözlü olmalı asla yalan söyle-

memelidir. Zira iman ile yalan

bir arada bulunmaz. Yüce Allah

bir âyet-i kerîmede doğruluk il-

kesine vurgu yaparak şöyle bu-

yurmaktadır: “Ey iman eden-

ler! Allah’tan korkun ve doğru

söz söyleyin ki, Allah sizin işle-

rinizi düzeltsin ve günahları-

nızı bağışlasın. Kim Allah’a ve

Resûlüne itaat ederse, muhak-

kak büyük bir başarıya ulaş-

mıştır.”12

Görüldüğü gibi bu âyette söz

söylerken ve iş yaparken doğ-

ru ve dürüst olunması emredil-

miş, böyle olunduğu takdirde

işlerin düzeleceği, günahların

bağışlanacağı ve sonuçta da

mü’minlere va’d edilen cennete

ulaşılacağı belirtilmektedir.

Gıybet, (dedikodu) yap-mak haramdır: İslâm dinin-

de dedikodu yapmak ve insan-

ları arkalarından çekiştirmek

de haramdır. Zira Yüce Allah

bu hususta şöyle buyurmak-

tadır: “Birbirinizin gıybetini

yapmayın. Herhangi biriniz

ölü kardeşinin etini yemekten

hoşlanır mı? İşte bundan tik-

sindiniz! Allah’a karşı gelmek-

ten sakının. Şüphesiz Allah

tövbeyi çok kabul edendir, çok

merhamet edendir.”13

Alay etmek haramdır:

İnsanların birbirleriyle alay et-

mesi de haramdır. Bu davra-

nış, Yüce Allah tarafından şöy-

le yasaklanmıştır: “Ey iman

edenler! Bir topluluk bir diğe-

rini alaya almasın. Belki onlar

kendilerinden daha iyidirler.

Kadınlar da diğer kadınla-

rı alaya almasın. Belki onlar

kendilerinden daha iyidirler.”14

İnsanların gizli halleri-ni araştırmak haramdır:

İnsanların birbirlerinin gizle

hallerini araştırmaları da ha-

ramdır. Bu da, biraz önce yazdı-

ğımız âyetin bir parçası olarak

Yüce Allah tarafından şöyle ya-

Eylül 201048

saklanmıştır: “Birbirinizin ku-

surlarını ve mahremiyetlerini

araştırmayın.”15

Ticaretle İlgili Haramlar

Faiz haramdır: İslâm di-

ninde faiz haram kılınmıştır.

Nitekim bu hususta yüce Al-

lah şöyle buyurur: “Faiz yi-

yenler (kabirlerinden), şeytan

çarpmış kimselerin cinnet nö-

betinden kalktığı gibi kalkar-

lar. Bu hal onların “Alım-sa-

tım tıpkı faiz gibidir” demeleri

yüzündendir. Hâlbuki Allah,

alım-satımı helâl, faizi haram

kılmıştır. Bundan sonra kime

Rabbinden bir öğüt gelir de

faizden vazgeçerse, geçmiş-

te olan kendisinindir ve artık

onun işi Allah’a kalmıştır. Kim

tekrar faize dönerse, işte onlar

cehennemliktir, orada devamlı

kalırlar.”16

Ölçü ve tartıda hile yap-mak haramdır: İyi ahlak sa-

hibi bir tâcir, işini doğru ya-

par. Kimseyi aldatmaz, hile ve

sahtekârlık yapmaz. Üzerine

aldığı görevi hakkıyla yapar,

hem kendisine hem de çevresi-

ne yararlı olur. Müslüman yap-

tığı bütün iş ve görevlerde doğ-

ruluk ve dürüstlüğü kendisine

şiar edinmelidir. Ticarette ek-

sik tartmak ve hile yapmak ha-

ram olup Yüce Allah tarafından

şöyle yasaklanmıştır:

“Eksik ölçüp noksan yapan

hilekârlara yazıklar olsun! On-

lar insanlardan alırken ölçüp

tarttıklarında tam, onlara ver-

mek için ölçüp tarttıklarında ise

eksik ölçer ve tartarlar. Onlar

düşünmezler mi ki, tekrar diril-

tilecekler! Büyük bir günde (he-

sap vermek için) diriltilecekler.

Öyle bir gün ki, insanlar o gün-

de âlemlerin Rabbinin huzurun-

da divan duracaklardır.”17

Haram Yemenin Olumsuz Sonuçları

Haramların işlenmesi fert ve

toplum hayatında birçok tahri-

bata yol açmaktadır. İslâm di-

ninde helâl kazanç teşvik edil-

miş, buna karşılık gayr-i meşru

yollardan rızık elde edilme-

si haram sayılmış ve yasaklan-

mıştır.

Haram lokma yendiği daki-

kada melek insana ilhamını ke-

ser. O andan itibaren Rahmânî

feyiz ve bereket kalbe inmez.

Böylece o kimsenin sıfatı deği-

49

şir. İnsan midesine giren her

haram şey, insan karakteri üze-

rinde olumsuz tesir yapar ve

ruh ya da beden sağlığının bo-

zulmasına sebep olur. O halde

insan yaşadığı sürece haram-

dan âzamî ölçüde sakınmalı ve

daima helâle talip olmalıdır.

Her haram bir hakkın zayi

olmasına sebep olur. Böyle-

ce haram, toplumda haksızlığa

yol açar, insanlar arasında gü-

veni sarsar ve toplum yapısında

huzur suzluk doğurur.

Hayatın canlılık kazanma-

sının, insanın ataletten kur-

tulmasının bir sebebi de içi-

mizdeki ve dışımızdaki karşıt

kuvvetlerin çarpışıp tartışma-

sı, sürtüşüp itişmesidir. İçimiz-

de iman ve irfan ile şekillenmiş

vicdanımızı melek destekler.

Kötülüğe ve günaha meyyal

olan nefsimize ise, şeytan yar-

dım eder. Haram ve murdara

doğru yönelme hevesini taşı yan

nefsimizi, akıl, iman ve irade-

mizin denetimine vermeyecek

olursak, mutlaka o şeytanla bir-

leşip, onun olumsuz yönde etki-

leyen sinyallerine hedef olarak

kötü arzularının yerine gelme-

sini sağlar. Böylece insanın şe-

hevî duygusu hareket ve canlı-

lık kazanır; o yüzden bir takım

hakların çiğ nenmesine, ahlâk

ve faziletin çökmesine yol acar.

Çünkü nefis bu vaâdîde şeyta-

na adım ve ayak uydurmuştur.

Hâlbuki şeytan insana apaçık

bir düşmandır; o ancak kötülük

ve hayâsızlığı emreder.18

Haram lokma ile beslenen

insanın dua ve ibadeti Allah ka-

tında kabul edilmez. Nitekim

Hz. Peygamber (s.a.v) bir ha-

dislerinde şöyle buyurmuştur:

“Adam saç sakalı karışık tozlu

bir vaziyette yolculuğunu uza-

tır da elini göğe kaldırıp: Ya

Rabbi! Ya Rabbi! der; halbu-

ki yediği haram, içti ği haram,

giydiği haramdır; haramla

beslenmiştir; artık onun dua-

sı ne rede ve nasıl kabul olur?”19

Netice olarak diyebiliriz

ki İslâm dini, insanı temiz ve

helâle yönlendirmekte, mur-

dar, pis ve haram şeylerden

uzak durmasını istemektedir.

İslâm’ın haram ve helâl kıl-

dığı hususlar açık olup ikisi

arasında kalan şüpheli fiillerin

bulunduğu bir saha daha var-

dır. Hz. Peygamber, bunlardan

uzak durmanın din ve namusu

korumak için daha emin bir yol

olduğunu, bunları yapan kim-

selerin ise haram işlemeye çok

yaklaşmış olacağını söylemiş20

ve haramlara yol açabilecek

şüpheli şeylerden kaçınmanın

faziletli bir davranış olduğunu

bildirmiştir.21

Helâl ve haram hususunda

İslâm’ın getirdiği temel kaide-

leri şöyle sıralayabiliriz:

Helâl, eşyanın aslındadır.

Yasaklanmamış her şey mubah

ve helâldir. Helâl ve haram kıl-

ma hakkı yalnız Allah ve Resu-

lüne aittir.

Helâli haramlaştırmak, ha-

ramı helâlleştirmek Allah’a or-

tak koşma gibidir. Harama

muhtaç etmeyecek kadar helâl

vardır.

Haram olan bir şeyde mutla-

ka çirkinlik ve zarar vardır. Ha-

rama götüren her şey haramdır.

Haramı helâlleştirmek için

hile yapmak haramdır. Şüpheli

olan her şeyden kaçınmak esas-

tır. Haram herkes için haram-

dır. Zaruretler mahzurları mu-

bah kılar.

* Prof. Dr.

1 2/Bakara, 173.2 6/En’âm, 145.3 5/Mâide, 90.4 17/İsrâ, 32.5 4/Nisâ, 23.6 4/Nisâ, 48.7 31/Lokmân, 13.8 17/İsrâ, 23.9 4/Nisâ, 93.10 5/Mâide, 33.11 5/Mâide, 38.12 33/Ahzâb, 70-71.13 49/Hucurât, 12.14 49/Hucurât, 11.15 49/Hucurât, 12.

16 2/Bakara, 275.17 83/Mutaffifîn, 1-6.18 Celal Yıldırım,

İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, I, 427.

19 Müslim, Zekât, 65; Tirmizî, Tefsir, 2/36, Edeb, 41; Dârimî, Rikak, 9; Ahmed b.Hanbel, age., II, 328.

20 Buharî, Îmân, 39.21 Müslim, Müsakat,

107-108; Ebû Dâvûd, Buyû’, 3.

Dipnot

Eylül 201050

KİŞİLİK ÖZELLİKLERİYLE

KÂFİR “Kâfirlerle ilgili olarak Kur’an, daha çok inanç ilkelerine aykırı olumsuz tutum

ve davranışlarından ve bu davranışlarının sürekliliği sebebiyle şartlanarak,

artık doğru ve güzel davranışları yapamayacak durumda olma özelliği

kazanmalarından bahseder.”

PsikolojiMustafa Doğan KARACOŞKUN*

5151

Kur’an-ı Kerim,

insanların ki-

şilik özellik-

lerinden söz ederken, inanç ve

inanca dayalı davranışlar açısın-

dan gruplama ve değerlendir-

meler yapar. Buna göre, birçok

inanç ve inanca dayalı davranış

grupları arasında üç kimlik öne

çıkmaktadır. Bunlardan biri kâfir

kimliğidir. Kur’an-ı Kerim bir-

çok âyette kâfirlere işaretle onla-

rın tutum ve davranış özellikleri

üzerinde durur. Bu özellikleriy-

le onları tanıma ve anlama nok-

tasında mü’minlere uyarılarda

bulunur. Bu bağlamda kâfirlerle

ilgili olarak Kur’an, daha çok

inanç ilkelerine aykırı olumsuz

tutum ve davranışlarından ve bu

davranışlarının sürekliliği sebe-

biyle şartlanarak, artık doğru ve

güzel davranışları yapamayacak

durumda olma özelliği kazanma-

larından bahseder: “Allah, onla-

rın kalplerini ve kulaklarını mü-

hürlemiştir, gözlerine de perde

inmiştir.” (2/Bakara, 7).

Kâfirlerin kişiliklerini şekil-

lendiren temel kimlik özellikle-

rini Kur’an bağlamında psiko-

log Prof. Dr. Osman Necati yedi

maddede özetler. Şimdi bu mad-

deleri psikolojik çözümlemeler

yaparak sırayla ele almak istiyo-

ruz:

İnançla İlintili Kimlik:

Tevhîde, resullere, âhiret gü-

nüne, dirilişe ve hesap gününe

inanmamayı içeren kişilik özelli-

ğidir. Bilindiği gibi kâfirlerin te-

mel özellikleri inkârcılıklarıdır.

Onlar özellikle gaybı inkâr ede-

rek, Allah’ın sayısız âyetlerini

görmezden gelip nankörlükte ıs-

rarcı olurlar. Nitekim Kur’an-ı

Kerim’de şu âyet-i kerîmelerde

ifade edildiği gibi: “Nefse kötülü-

ğü (fücur) ve korunmayı (takvâ)

ilham edene and olsun ki, onu

tezkiye eden kurtuluşa ermiştir,

kirletip örten ise kaybetmiştir.”

(91/Şems, 8-10.). Bunu yaparak

varoluşsal özlerindeki Allah’a

iman ve buna bağlı diğer olumlu

yönelimlerin üstünü örterek, kö-

tülüklere yönelirler.

İbadetlerle İlintili Kim-lik: Allah’tan başka, kendilerine

herhangi bir fayda ve zarar ver-

meyen varlıklara ibadet etmek

de kâfir kişiliğin özelliklerinden-

dir. Çünkü her ne kadar Allah’ı

inkâr etseler de, varoluşsal özle-

rinde diğer bir ifadeyle fıtratla-

rında var olan bir kutsal varlığa

inanma ve yönelme eğilimi ihti-

yacı sonucu, bu ihtiyacı böylece

giderme yolunu tercih etmekte-

dirler.

Sosyal İlişkilerle İlintili Kimlik: Zulm etme, mü’minlere

karşı olan tasarruflarında düş-

manlık gütme ve onlarla alay

etme, haklarında sınırı aşma, kö-

tülüğü emretme ve iyilikten alı-

koyma gibi kişilik özellikleri bu

kategoridedir.

Aile İlişkileriyle İlinti-li Kimlik: Sıla-i rahimi kes-

me bu bağlamdadır. Bu nedenle

mü’minler sıkça uyarılarak ak-

rabalarıyla ilişkilerini güçlendir-

meye teşvik edilmektedirler. Ni-

tekim her Cuma namazı sonrası

okunan âyet-i kerimede “akraba-

larla yardımlaşma” emri cemaa-

te hatırlatılarak, kâfirlere benze-

memek için uyarılmaktadırlar.

Yaratılış/Tabiatla İlintili Kimlik: Ahdi bozma, ahlaksız-

lık, hevâ ve şehvetlere tabi olma,

gurur ve büyüklük taslama gibi

özellikle yaratılışla ilgili davra-

nışlar bu çerçevededir. Dolayı-

sıyla Kur’an ekseninden bakıl-

dığında, ahlakî özellikler olarak

nitelenen bu hususların kâfir ki-

şiliğine ait oldukları ve dolayısıy-

la Allah’a inanma ile ahlakî dav-

ranışlar arasında bağ kurduğu

belirtilmektedir.

Tepkisellik ve Duygu-sallıkla İlintili Kimlik: Mü’minleri sevmeme, onlara

karşı kin besleme, Allah’ın ken-

dilerine verdiği nimeti çekeme-

me ve haset etme hususları bu

sınıfta sayılabilir.

Akılsal ve Bilgisel Kim-lik: Bu kimlik özellikleri arasın-

da babaları taklit ve nefsin al-

datması, düşüncelerin anlayış ve

akletmekten donması, kalplerin

mühürlenmesi, inançlara kar-

şı basiretlerin körelmesi, sayıla-

bilir. Bu süreçler, aslında birbi-

rinden tümüyle kopuk değildir.

Babaları taklit ve nefsin istekle-

rine uyarak davranışlar gerçek-

leştirme olayı süreklilik kazan-

dığı sürece yerleşecek ve bireyin

benlik ve kişiliğini kuşatacaktır.

Zamanla birey, kendi yaptıkları-

nı iyi ve doğru olarak algılama-

yı daha güçlü bir inançla başara-

bilecektir. Yaşadığı süreç bir tür

şartlanma ve yapageldiği davra-

nışları pekiştirmedir. Bu neden-

le kalpleri mühürlenmiş, yani

artık iyi ve güzel işleri algılamak-

tan uzaklaşmış olacaktır. Anlayış

ve idrakleri de bu çerçevede işlev

görecektir. *Doç. Dr.

Eylül 201052

KültürEnbiya YILDIRIM*

RABBİNRIZÂSINI GÖZETMEK

“Meseleye dinin nasıl baktığına göz atacak olursak; insanların gözünde hiç tasvip

görmeyen çift şahsiyetli olmayı Allah’ın asla sevmeyeceği âşikârdır. Çünkü kulların

hoş görmediğini Allah’ın da hoş görmeyeceği bellidir.”

53

Bir insanın

yapmış oldu-

ğu hareke-

ti başkalarının gözüne girmek

için yapmasına riyâ ve gösteriş

denir. Bu şekildeki davranışlar-

da doğallık yoktur, ikiyüzlülük

ve yapmacıklık vardır. İnsanın

kendisiyle ve toplumla çelişik

yaşaması, iki farklı şahsiyet ser-

gilemesi söz konusudur. Böy-

lesi davranışları benimseyen-

ler kendileriyle, çevreleriyle,

en önemlisi de Allah’la barışık

değillerdir, devamlı bir ikilem

içindedirler, huzursuzdurlar.

Toplumun önündeyken farklı-

dırlar, yalnız kaldıklarında ise

bambaşka bir şahsiyet olur çı-

karlar.

İnsanların farklı kimlikler

sergilemelerinin kökenleri on-

ların çocukluk dönemlerine ka-

dar iner. Çocuklar, aile içinde

karşılaştıkları baskı ve şiddet

nedeniyle ebeveynlerinin ya-

nında farklı, yalnız kaldıkla-

rında da farklı davranışlar ser-

gilerler. Ev ortamı onları âdetâ

yalan söylemeye sürükler. Yap-

tıkları hataları inkâr ederler,

suçları bir başkasına atmayı

alışkanlık haline getirirler. Kar-

şılaşacağı baskı nedeniyle en iyi

yardımcı olarak yalanı kullanır-

lar. Ellerinden geldiğince uslu

çocuk rolünü oynamaya çalı-

şırlar, anne babalarının yanın-

da doğal davranmazlar, daha

o yaşlarda vaziyeti idare etme-

yi öğrenirler. Bazen de gerek-

siz veya aşırı ödüllendirmeler

olumsuz etki yapar; bu durum-

da bazı çocuklar, anne babala-

rının gözüne girmek için bazı

davranışları sırf o ödülü elde et-

mek için istemeyerek yaparlar,

ilk fırsatta da tam tersi bir tavır

içine girerler. Ebeveynin kendi

aralarındaki yanlış tavırları da

onların olumsuz şekillenmele-

rinde etkili olur. Anne babaları-

nın evlerinde sergiledikleri aile

içi davranış tarzının bir başka-

sı yanında tamamen değişmesi,

arkasından kınadıkları ve son

derece kötüledikleri kimselerle

karşılaştıklarında yakınlık gös-

termeleri de onların şahsiyetle-

rinin şekillenmesinde olumsuz

etkiler bırakır. Böylece çocuk-

lar duruma göre tiyatro oyna-

mayı hayatın gereği gibi algı-

larlar. Gerek okul döneminde

ve gerekse daha ileriki yaşlar-

da aynı tavrı besleyen etkenle-

rin neticesinde, böyleleri âdetâ

iki kimlikli insanlar olurlar.

Böylesi bir atmosferde ye-

tişen ve insanlarca beğenilme-

yi her şeyin önüne koyan kim-

selerin yaptıkları ibadetlerde

de aynı ikilem kendini gösterir.

Başkalarının kendisi hakkın-

da iyi düşünmesi için, görülen

alanlarda ibadet düşkünü olur

çıkarlar, başka zaman yapma-

dıkları ibadetleri başkalarını et-

kilemek için yaparlar. Bazen bu

siyaset için yapılır, bazen de bir

makama ulaşmak için. Bu ta-

vır, bazen de masum bir yardım

bağışında kendini gösterir. Fa-

kir insanlara yapılacak yardı-

mın herkes tarafından duyul-

ması ve ne kadar iyiliksever bir

insan olduğunun bilinmesi için

ilan ve reklamın her türlüsü so-

Eylül 201054

nuna kadar kullanılır. İnsanlar

da onların bu reklamına alda-

narak ne kadar cömert ve iyi-

lik sahibi bir kişi olduğunu dü-

şünürler. Hâlbuki bilmezler ki,

onların bu davranışlarının esas

nedeni yapmak istedikleri bazı

işleri gölgelemek veya bazı yer-

ler nezdinde muteber bir insan

olduğu imajını uyandırmak ve-

yahutta ileriki yatırımları için

çıkabilecek pürüzleri daha baş-

tan silmektir. İsimleri karanlık

işlere karışmış nice insanın ha-

yır ortamlarında boy gösterme-

sini başka neyle izah edebiliriz

ki? Bu aynı zamanda, menfaat

ve istikbal için her şeyin hizmet

aracı olarak görülmesi ve arzu-

lara alet edilmesidir. Dolayısıy-

la yer ve zamana göre farklı ka-

rakter sergilemek ve ortama bir

bukalemun gibi hemen uyuver-

mek, bunu yapan gözünde açık-

gözlülük ve işbilirliktir. Aslolan

onun hedeflediği şeye doğru

yürüyebilmesidir ve bu amaç-

la önündeki her engeli hangi

yolla olursa olsun aşmak du-

rumundadır. Tabii bu şekilde

davranan az sayıdaki insan için

yaptığımız bu tespitlerden, ger-

çekten samimi olarak yardımda

bulunan büyük çoğunluğu ten-

zih etmek gerekir. Onların sa-

mimi yardımları sayesinde çok

sayıda fakir ve muhtaç insan

hayatını sürdürebilmektedir.

Meseleye dinin nasıl bak-

tığına göz atacak olursak; in-

sanların gözünde hiç tas-

vip görmeyen çift şahsiyetli

olmayı Allah’ın asla sevmeye-

ceği âşikârdır. Çünkü kulların

hoş görmediğini Allah’ın da hoş

görmeyeceği bellidir. Bunu da

en iyi ibadetler alanında gör-

mekteyiz. Allah Teâlâ kendisi-

ne yapılan ibadetlerde gösterişe

kaçılmasını asla tasvip etmez ve

şöyle buyurur: “Vay o namaz

kılanların haline ki, onlar kıl-

dıkları namazdan habersizdir-

ler. Onlar gösteriş yaparlar.”

(107/Mâûn, 4-6). Allah Teâlâ,

insanları beğendirmek ve on-

ların gözüne girmek için ibadet

eden insanlara “Böyle ibadet

edeceğine hiç yapma daha iyi.

İbadetini benim için yapma-

ya çalış. Çünkü o ibadeti sana

emreden ve mükâfatını verecek

olan benim. O halde benim için

yap.” der gibidir. Hz. Peygam-

ber de bir grup riyâkâr hakkın-

da şöyle buyurmaktadır:

“Bazı şehitler, malını tasad-

duk edenler ile âlimler müka-

fat olarak cenneti isteyecekle-

ri zaman, Allah Teâlâ her birine

‘Yalan söylediniz; biriniz desin-

ler diye cömertlik etti; diğeri-

niz desinler diye savaşta kah-

ramanlık gösterdi; diğeriniz de

falan kimse âlimdir desinler

diye okudu.’ buyuracak ve bun-

ların hiçbiri mükafat alamaya-

caktır.” (Bunu ifade eden uzun

rivayet için bkz. Müslim, İma-

re, 152.)

Bu hadiste bizler için çok

ibretlik dersler vardır. Göste-

riş olsun, namım yürüsün, in-

sanlar beni övsün diyerek yapı-

lan iş, niyetini bilmedikleri için

insanların gözünde büyük bir

amel olarak gözükse bile, Allah

o kulun kalbini iyi bildiğinden,

içindekiyle dışındakinin fark-

lı olduğunu gördüğünden, ona

hiçbir sevap vermez, belki de

cezalandırır. Bir başka hadiste

bu gerçek daha açık bir şekilde

ifade edilmektedir:

Hz. Peygamber ashabına der

ki: “Sizin için en korktuğum şey

küçük şirktir.” Ashabı şaşırarak

“Küçük şirk de nedir?” diye so-

rarlar. Hz. Peygamber onlara

şöyle buyurur: “Küçük şirk riyâ

yani gösteriştir. Allah Teala

kıyamet günü herkesi yaptı-

ğı ameline göre mükafatlandı-

racağı zaman şöyle buyura-

caktır: Dünyada kime gösteriş

yaptıysanız, şimdi gidin onla-

rın yanına. Bakalım onlarda

size verilebilecek bir mükafat

var mı?” (Ahmed b. Hanbel, V.

428, 429) Bu hadiste Hz. Pey-

gamber, gösteriş için, insan-

ların gözüne girmek için bir

takım iyilikler yapanların kıya-

met günü sevap alamayacakla-

rını ve kandırdıkları kimselerin

yanına gönderileceklerini ha-

ber vermektedir. Gönderildik-

leri kimselerin onlara bir yara-

rı dokunmayacağı için hüsrana

uğrayacaklar ve Allah rızâsını

“Allah’tan dileğimiz, ibadetlerimizi ve diğer davranışlarımızı

gerçekten gönlümüzden gelerek yapmayı bizlere nasip

etmesidir. Sırf insanlar desin diye gösteriş yapmaktan

bizleri korumasıdır.”

55

gözetmeden sırf insanların gö-

züne girmek maksadıyla yap-

tıkları ameller boşa gidecek-

tir. Hz. Ali böylesi insanları

çok güzel tanıtmaktadır: “Gös-

teriş yapanın alameti şunlar-

dır: Yalnız kaldığında amelin-

de tembelleşir, halk içindeyken

heveslenir. Övüldüğü zaman

amelini çoğaltır, yerildiğinde

ise azaltır.”

Bütün sorun insanın dünya-

ya bir imtihan için geldiğini za-

man zaman unutmasındadır.

Dünyayı ebedî ve devamlı ya-

şayacağı bir yer gibi görmesin-

dedir. Dünyanın geçici olduğu,

insanın yaptıklarından hesaba

çekileceği unutulduğunda veya

önemsenmediğinde, insanla-

rın beğenisi ön plana çıkmakta,

bu sefer Allah rızâsı değil de et-

raftakilerin hoşnutluğu gözetil-

mektedir. Bu, ibadette bile ken-

disini göstermektedir. İnsan

şeklen Allah’a ibadet etmek-

te ancak gönlünden bunu bir

kula doğru yapmaktadır, arzu-

su onun gözüne girmektir. Do-

layısıyla bir başka insana kul-

luk yapıyor gibidir.

Başkalarını da teşvik et-

mek gayesiyle yapılan ibadet-

leri, yardımları ve iyilikleri yu-

karıdaki tanımlamanın dışında

tutmak gerekir. Eğer insan ger-

çekten yaptığını iyi niyetle ya-

pıyor ve bunu yaparkenki ni-

yeti, insanların kendisini örnek

almaları ve benzeri yardım ve

iyilikleri onların da yapma-

sı ise, Allah elbette onun kal-

bindeki niyetini bilmektedir.

Mükâfatını da niyetine göre ve-

recektir. Başkalarının da aynı

veya benzeri hayrı yapmasına

sebep olduğu için onların se-

vaplarının bir mislini kendisi

de alacaktır. Ancak kişinin ni-

yetinin ne kadar önemli oldu-

ğu dikkatlerden kaçmamalı-

dır. Dolayısıyla aslolan kalbinin

kendisine ne dediğidir. Eğer

ibadetini yaparken gönlün-

den başkalarına beğendirme

arzusu geçiyorsa, etrafındaki-

ler olmadığı takdirde o ibade-

ti farklı şekilde yapacaksa, bu-

rada bir problem var demektir.

Keza başkaları olmadığı takdir-

de yaptığı iyiliği yapmayacaksa,

burada da sorun var demektir.

Sonuç itibarıyla, şahsiyet

ikileşmesi son derece ciddi bir

sorundur. Bunun ortaya çıkma-

sı daha çocukluk dönemine ka-

dar uzandığına göre, ebeveyn-

ler yavrularını böyle olmaya

itecek ödüllendirmelerden veya

baskılardan kaçınmak duru-

mundadırlar. Kendileri de bu

tür davranışlar sergileyerek ço-

cuklarına kötü örnek olmama-

lıdırlar. Kalbiyle barışık, yalnız

kaldığında içi huzurlu olan in-

sanlar yetiştirmek istiyorsak,

çocuklarımızı farklı ortamla-

ra göre değişik davranışlar içi-

ne girmeye neden olacak davra-

nışlardan kaçınmamız gerekir.

Allah’tan dileğimiz, ibadet-

lerimizi ve diğer davranışları-

mızı gerçekten gönlümüzden

gelerek yapmayı bizlere nasip

etmesidir. Sırf insanlar desin

diye gösteriş yapmaktan bizle-

ri korumasıdır.

*Prof. Dr.

Eylül 201056

Tarihİsmail ÇOLAK

OSMANLI veOSMANLI ve

ORTADOĞUORTADOĞU

57

Batılılar ve Si-

y o n i s t l e r

(hatta bir kı-

sım Araplar) güç birliği edip

Osmanlı hâkimiyetine son ver-

dikleri, hele de İsrail Devle-

ti kurulduğu andan itibaren

Ortadoğu’da barış ve istikrar

hayal olmuştur. Çalkantı ve ça-

tışmalarla dolu cehennemî bir

hayat yaşamaktan ve malûm

güçlerin saldırı ve zulümleriy-

le kan deryasına gömülmekten

kendini bir türlü kurtarama-

yan mahzun coğrafya Ortado-

ğu, dünyanın hâlâ en bunalım-

lı ve kanlı yerlerinin odağında

bulunmaktadır. ABD’nin Irak’a

yönelik hayâsız istilâsı kesin

olarak gösterdi ki Ortadoğu,

emperyalizm ve Siyonizm’in or-

tak mahsulü olan bu uğursuz

beladan yakasını kolay kolay sı-

yıramayacaktır.

Aslında yaklaşık bir asır-

dır Ortadoğu’da tarih benzer

biçimde tekrar etmekte, baş-

ta Irak olmak üzere tüm böl-

gede, “emperyalist tezgâh”ın

20. yüzyılın başında sunî ola-

rak ürettiği, Osmanlı’yı pay-

laşım kavgasından arta kalan

eski dondurulmuş meselelerin

izdüşümleri ve birbirini andı-

ran kısır döngüler yaşanmakta-

dır. Burada aktaracağımız bil-

gilerin, bugünkü gelişmeleri

lâyıkıyla anlam(ak)landırmak-

ta ne kadar mühim bilgiler ol-

duğunu sizin de takdir ede-

ceğinizden ve hâdiselerin ve

gerçeklerin soğuk yüzü kar-

şısında iliklerinize kadar tit-

reyeceğinizden eminiz. Mak-

sadımız, kuru bir Osmanlı’yı

yeniden diriltme çabası değil,

güncel politikaya hizmet ede-

cek şekilde nihaî barışın ide-

al koordinatlarını bir kez daha

hatırlatabilmektir.

Osmanlı Mucizesinin Sırrı

Cetvelle taksim edilip em-

peryalizmin sömürü ve hege-

monyasının kolaylaştırıldığı

bu coğrafya, Osmanlı’dan son-

ra siyasî anaforun tam ortası-

Eylül 201058

na düşmüş ve huzur ve istikra-

rın teminatı “barış şemsiyesi”

paramparça olup tarihe karış-

mıştı. İslâm Dünyası’nın bağ-

rında ve mukaddes mekânlarda

her geçen gün daha da kat-

merleşen üzüntü verici olay-

lar, Osmanlı’nın bölgede dört

asır boyunca tesis ettiği köklü

ve kalıcı barışın ne anlam ifade

ettiğini bugün daha iyi anlat-

maktadır. Artık Osmanlı san-

cağı altında idrak edilen mutlu

yıllar tarih yapraklarında kaldı

ve bir daha yakalanması, hat-

ta hayali bile imkânsız, özlemle

yâd edilen tatlı bir hatıra olarak

mazideki en seçkin yerini aldı.

Gerçekten de Osmanlı, Ce-

mil Meriç’in de dediği gibi, böl-

genin tüm hassas dengelerini

bilen, birbiriyle sürekli çatış-

ma ve rekabet içindeki Müs-

lim ve gayrimüslim bütün mez-

hep ve ırklara eşit mesafede

hitap eden, anarşi ve karma-

şaya meydan vermeden âdil

bir arabulucu olarak bilumum

meseleleri çözen ve kendinden

sonra hiçbir devletin başara-

madığı “kerim devlet rüyası”nı

tek başına gerçekleştiren bir

kudret olmuştu. Osmanlı’nın

mucizevî düzeninin temelin-

de, kaynağını İslâm’ın ve İslâm

Tarihi’ndeki uygulamaların, ci-

hanşümul hoşgörü ve adale-

tinden alan, karşılıklı güven ve

gönül rızasına dayanan, ger-

çek insan haklarının geçerli ol-

duğu âdil bir yönetim/medeni-

yet anlayışı yatıyordu. ABD’de

Dortmouth College antropo-

loji ve insan ilişkileri profesö-

rü olan Dale F. Eickelman, yu-

karıdaki kanaatleri bakın nasıl

desteklemektedir: “Osman-

lı yönetimi, neredeyse altı asır

boyunca üç kıtada farklı inanç

ve kültürleri bir araya getirir-

ken, onlara Avrupalı muasırla-

rından çok daha ileri derecede

farklılıklarını koruma imkânı

vermiştir.”

Emperyalist Oyun Neden Bitmez?

Barışın altın çağını dört

asır boyunca Osmanlı saye-

sinde yaşayan Ortadoğu’ya

hâlihazırda ne oldu da fırtı-

naların hiç dinmek bilmediği,

selâmet ve sükûnete hasret ka-

lan bir bölge hâline geldi? Bu-

gün Ortadoğu’da, çok zamandır

kanayan ve artık kangrenleşen

yaraların, tarihî kökenden kay-

naklandığı apaçık ortadadır. I.

Cihan Harbi’nin akabinde İn-

gilizler, müttefikleriyle bir olup

Ortadoğu’yu çıkarlarına göre

paramparça etmişler ve bölgeyi

kolonileştirme arzularını açık

bir surette ortaya koymuşlar-

dı. Daha da vahimi, Yahudilere

Filistin’de bir yurt ikame etme

emelini de alenen sergilemişler-

di. İngiltere’nin o zamanki Dı-

şişleri Bakanı Lord Curzon’un,

Arap kabile reislerine (tam bir

sömürgeci edasıyla) yaptığı bir

konuşmadaki şu sözleri, Anglo-

Saksonların, Ortadoğu’dan çık-

maya hiçbir surette niyetleri-

nin olmadığını herkesin gözüne

sokarcasına ilan eder mahiyet-

teydi: “Sizin onayınızla, İngiliz

Hükümeti’ne yüklenen ulusla-

rarası barışın bekçisi görevinin

doğal sonucu olarak, çağımızın

herhangi bir gücü buraya gel-

meden biz buradaydık. Karga-

şa ile karşılaştık ve belli bir dü-

zen meydana getirdik. Yüzyıllık

pahalı ve muzaffer bir teşebbü-

sü elbette ki terk etmeyeceğiz.

Tarihteki en özverili sayfayı sil-

meyeceğiz. Hükümetimizin nü-

fuzu ve çıkarı her şeyden üstün

tutulacaktır.”

Hasretle Anılan “Altın Çağ”

Yıkılışından günümüze de-

ğin Osmanlı hakkında orta-

ya atılan, Batı kaynaklı pek

çok olumsuz propaganda, Arap

âleminin zihnini bulandıran bir

paranoya hâline gelmesine rağ-

men, hakikat erbabı bazı aydın-

ların ve siyasetçilerin; Devlet-i

Alî’nin tesis ettiği barış ve is-

tikrarın, bölgenin hassas den-

geleri ve geleceği açısından ne

mana taşıdığını takdir etme-

lerine ve hasretini çekmele-

rine mâni olamamıştır. Eski

Osmanlı Paşası, Türklere kar-

şı kurulan Arap İhtilâl Teşki-

59

latı El Ahd’ın bir dönem lide-

ri olan Aziz Ali Mısrî, kendisine

karşı çok cürümler işledikleri

Osmanlı’nın hakkını ödeyeme-

yeceklerini ve sonu gelmeyen

karışıklıklar dolayısıyla onu

sıkça aradıklarını şöyle itiraf et-

mişti: “Bugün bütün Ortadoğu,

Osmanlı Devleti’nin kendileri-

ne karşılıksız ve men-

faatsiz, sadece cömert

ve âdil bir hükümran

olarak verdiklerinin

pek azını arıyor; ama

bulamıyor.”

H i n d i s t a n ’ d a k i

İsmailî Mezhebi’nin

eski liderlerinden Ağa

Han, Osmanlı’nın

İslâm âleminin lide-

ri ve koruyucusu sıfa-

tıyla, itibar ve caydı-

rıcılığını muhafaza ve

ona yönelik saldırıları

bertaraf etme görevine

ise, şöyle işaret etmişti:

“İstanbul’daki rejim,

İslâmiyet’in dünyevî

yüceliğinin gözle görü-

nür kalıntısını temsil

etmekteydi. Osmanlı-

lar, Ortadoğu’nun çet-

refilli siyasî gerçeklerini anla-

mış ve kavramış gerçek devlet

adamlarıydı.” Sudan Meclis

Başkanlarından Muhammed

Hanife de, Osmanlı’nın aksi-

ne Batılıların Ortadoğu’daki te-

mel siyasetlerini emperyalizme

dayandırdıklarına şu şekilde

dikkat çekmektedir: “Osmanlı

geçmişte İslâm âlemine büyük

hizmet vermiştir. Amerika’nın

bir ülkeye emperyalizmle gittiği

gibi, Rusya’nın Doğu Avrupa’ya

emperyalizmle gittiği gibi Os-

manlı İmparatorluğu hiçbir

yere gitmemiştir. Türkler git-

tikleri yere hizmet vermişler-

dir.” Mısır’daki Osmanlı Araş-

tırmaları Merkezi Müdürü Prof.

Muhammed Harb ise, bölgede

karmaşaya meydan vermeyen

Osmanlı’nın, krizleri çözme-

deki üstün becerisine şöyle te-

mas etmektedir: “Osmanlı’nın

azınlıklara olan nizamı şim-

di tatbik edilseydi, Ortadoğu

müşkülatlarının hiçbirisi mey-

dana gelmezdi. Çünkü 400-500

sene aynı azınlıklar vardı. Ne-

den böyle bir müşkülat olmadı?

Çünkü Osmanlı nizamı kuvvet-

liydi. Meseleleri hallediyordu.”

I. Körfez Savaşı’nda, Mısır Dı-

şişleri Bakanı’nın sarf ettiği şu

veciz söz, buraya kadar izah et-

meye çalıştığımız realiteleri son

tahlilde bir kez daha bayraklaş-

tırmıştı: “Osmanlı gitti, Orta-

doğu bitti!”

Batı’nın Hakkı Teslim ve İtirafları

Batılıların hakkı teslim eden

itiraf ve değerlendirmelerine de

parantez açmak meseleye ol-

dukça ilginç bir boyut

katacaktır: Napol-

yon, 17 Şubat 1807’de

Varşova Senatosu’na

gönderdiği mesajda,

Osmanlı’nın hüküm-

ran olduğu coğrafya-

larda attığı sağlam

temellerin, bölgesel

barış açısından ta-

şıdığı hayatî önemi

şöyle vurgulamıştı:

“Osmanlı Devleti yı-

kıldığı zaman, bunun

peşinden gelecek fe-

laketleri ve harple-

ri hiç kimse tahmin

edemez.” Fransa Dı-

şişleri Bakanı Tal-

leyrand da, 27 Ocak

1807’de Viyana elçi-

liğine yazdığı mek-

tupta, Napolyon’un

dikkat çektiği aynı

noktaya temas etmişti: “Bü-

tün düğümlerin başı Osman-

lı Devleti’dir. O muhafaza edil-

melidir.” Ortadoğu’da Osmanlı

barışının bozulması ve dünden

bugüne kıyameti andıran karı-

şıklıkların ortaya çıkmasında

en fazla hissedar olanların ba-

şında gelen ajan Lavrens ise,

20. yüzyılın başında şu keha-

neti yapmıştı: “Osmanlı’yı yıka-

cağız; ama Ortadoğu’da onun

boşluğunu asla doldurama-

yacağız.” Benzer bir kehane-

Eylül 201060

ti, İngiltere başbakanlarından

meşhur Winston Churchill de

seslendirmişti: “Osmanlı İm-

paratorluğunun parçalanması,

Akdeniz’den Hindistan’a kadar,

İslâm Dünyası ile ebedî savaşa

yol açacak.”

İngilizlerin dünyaca ünlü ta-

rihçisi Arnold Toynbee, Lav-

rens ve Churchill’in görüşü-

nü destekler tarzda, Devlet-i

Osmâni’nin Ortadoğu’da bı-

raktığı boşluğu Batılı devletle-

rin asla dolduramadığını şöyle

hükme bağlamıştır: “Osmanlı-

ların Yakın Doğu’da yerlerine

geçen Avrupalı veya yerli hiçbir

devlet, bu bölgeyi Osmanlılar

kadar iyi idare etmemişlerdir.

Avrupa devletleri, Osmanlı-

lardan aldıkları ülkeleri ancak

zulümle yönetebilmişlerdir. O

ülkeleri kısa müddet bile elle-

rinde tutamadılar. Üstelik kar-

makarışık ettiler.” Bu tespit-

ler ışığında, Auguste Comte’un

halefi Fransız bilgin Pierre

Lafitte’nin, yerden göğe kadar

haklı şu genel kanaatine ka-

tılmamak imkânsızdır: “Batı,

Doğu’yu düzeltmeye kalkışma-

dan evvel, kendi tereddisine

(çöküşüne) çare bulmalıdır. Hı-

ristiyanların insan neslini ida-

re etmeye kalkışmasından daha

manasız ve daha küstah bir id-

dia düşünemiyorum.”

Barışı Sağlamada Osmanlı

Koordinatları

Ortadoğu’nun süt liman ol-

ması ve yeniden barış ve is-

tikrara kavuşması için şu an

Osmanlı yegâne numunedir;

başka idealize edilebilecek bir

misal de zaten mevcut değildir.

Dünya jandarmalığına ve Yeni

Dünya Düzeni mimarlığına so-

yunan ABD’nin gerçek barı-

şı tesis etmekten ne denli uzak

olduğu meydandadır. Eski baş-

kan George Bush’un 1992’de

sarf ettikleri, sözlerimizin açık

delilidir: “Ortadoğu’da çatış-

maların ve karışıklığın bu denli

fazla olduğu bugünlerde, dün-

yanın, Osmanlı İmparatorluğu

zamanında uyum ve saygı için-

de, yan yana yaşayan Müslü-

man ve Yahudileri anımsaması

gerekmektedir.”

Osmanlı fobisinin kıska-

cından bir türlü kurtulama-

yan yerli Arap yönetimlerinin

ve Osmanlı’nın bölgede ifâ et-

tiği görevin tek mirasçısı olan

Türkiye’nin de kendilerini “Os-

manlı tecrübesinden” nasipsiz

bırakmamaları mutlak surette

zarurettir. Dinmeyen çatışma-

lar, durmaksızın kanayan yara

ve emperyalizmin sözde barış ve

özgürlük adına getirdiği zorba-

lık ve yıkımdan sonra “Osman-

lı Modeli”, tek alternatif olarak

tarafların karşısına çıkmıştır.

London School of Economics’te

Avrupa Düşüncesi Profesörü

John Gray’le yapılan röportaj-

da “Endülüs Emevileri’nin, Os-

manlıların hoşgörülü yaklaşım-

ları günümüz dünyası için yol

gösterici olabilir,” yaklaşımı sa-

vunulmuştur. İngiliz The Guar-

dian Gazetesi’ndeki bir değer-

lendirmede de, zuhur eden son

gelişmeler akabinde, diğer böl-

gelerin yanı sıra Ortadoğu’da

da, Osmanlı’nın müsamaha-

lı, âdil ve insancıl yönetimi-

nin mumla arandığı şöyle ifade

edilmiştir: “İmparatorluğun çö-

küşünün olumsuz sonuçları her

zamankinden daha yoğun his-

sediliyor.”

Hıristiyan bir Filistinli Şar-

kiyatçı olan Edward Said ise,

İsrail’deki Ha’aretz Gazetesi’ne

verdiği röportajda, daimî ba-

rışın adresi olarak “Osmanlı

Millet Sistemi”ni teklif etmiş-

tir: “Onların sistemi, şu an sa-

hip olduğumuzdan çok daha in-

sancıl gözükmektedir.” Samuel

Huntington dâhi, 1997’de An-

kara’daki bir konferansında; id-

dia ettiği çatışma tezinin bölge-

de Osmanlı benzeri bir yapının

kurulması durumunda ortadan

kalkacağını kabul etmiş olması-

dır.1

1 Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, s.197; İsmail Çolak, Modern Zamanlarda Osmanlı’yı Aramak, s.53; Cemal Kutay, Tarihte Türkler Araplar, İstanbul 1970, s.233-234, 247; Peter Mansfield, Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, Çev: N. Ülken, İstanbul 1975, s.92; T. G. Djuvara, Türkiye’yi Parçalamak İçin 100 Plan, s.147; Ah-met Rıza, Batının Doğu Politikasının Ahlâken İflası, s.40; Naci Bozkurt, Türk ve Türklük, s.31-39; NPQ 2001, C.3, Sayı:2, s.13; Muhammed Yahya, “Osmanlı Nizamı Çatışmaya Deva”, Tarih ve Düşünce Dergisi, Ocak-Şubat 2002, Sayı:25, s.57; Ha’aretz Gazetesi, 18 Ağustos 2000; Samuel Huntington’un Türkiye’de Verdiği Konferans, Sermaye Piyasası Kurulu Yay., Ankara 1997, s.238; Muhammed Heykel, 3. Petrol Savaşı, İstanbul 1993, s.18; İsmail Çolak, Doğu-Batı Kavşağında Osmanlı, 4. Bölüm.

Dipnot

61

BİZİM TÜRKÜMÜZ

Bizim türkümüzde gurbet var artık. Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar. Kerkük’te kurşunlar ansızın bizi vurur Sürüklenir sokaklarda başsız cesetlerimiz Zulüm bir hançer gibi içimize oturur Bir mağara devrinden arta kalan insanlar Kerkük’te kan kusturur... Uzar gider bir sessizlik içinde Bir uçtan bir uca Türkistan toprakları Beyaz altın dediğimiz pamuk tarlalarına Çöreklenir yedi başlı kızıl yılan Baş kaldırsa esarete yeni bir Osman Batur Han Bebekler bile vurulur beşiklerinde Kana boyanır Türkistan. Basmış kanlı çizmeler toprağına bir defa Çiğnenmiş kara kalpaklar, temiz duvaklar Susmuş minarelerinde mübarek ezan Prangaya vurulmuş bir mahkûm gibi çaresiz Boynu büküktürkülerde güzelim Azerbaycan.

Bir kanlı ağıt söylenir şimdi Kırım’da Biz duyarız Kırım’ın öldüren feryadını Bir büyük destanla birlikte yeniden yazacağız Kırım topraklarına Kırım Türkünün adını. Balkanlarda büyük, öksüz kubbeler Minareler, şadırvanlar, kervansaraylar Bizi söyler, anlatır Mimar Sinan’dan beri Üsküp’te, Estergon’da, bir atar damar gibi Davullar, zurnalar ve serhat türküleri... Yüzyıllardan beridir Altaylardan Tuna’ya Bizim türkülerimizdir söylenen Konuşan dil, bizim dilimizdir Renk renk, nakış nakış uzayan toprak değildir Kilimlerimizdir... Yine bir dağ gibi, bir dev gibi doğrulacağız Yeni bir ruh doğacak toprağımızdan Tanıyacak bizi dünya yeniden heyecanla Burma bıyığımızdan, kalpağımızdan. Bizim türkümüzde gurbet var artık. Hasret var, yürek var, toprak var balam Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.

Yavuz Bülent BAKİLER

Eylül 201062

WASHINGTON

GeziFatih ERKOÇOĞLU*

63

Mi n n e s o -

ta’ dan ge-

l i r k e n

arkadaşım Uveys Ali Nur

Washington’a gitmek isteyip is-

temediğimi sordu. “Eğer vak-

timiz olursa neden olmasın?”

dedim. O bir ara navigation ci-

hazıyla Washington’un mesa-

fesini öğrendi ve nereden gide-

ceğimizi tespit etmeye çalıştı.

Yeri gelmişken ifade edeyim

Amerika’da bir yön bildiren ci-

hazınız yoksa işiniz gerçekten

de zor…

Giderken uğradığımız

Colombus’a dönüş yolunu de-

ğiştirdiğimizden dolayı uğra-

maksızın transit geçtik. Bura-

da çok sayıda otoban yol vardı

ve önceden hesap yapıp nere-

den gideceğinize karar verme-

niz gerekiyordu. Arkadaşım

Washington’u görmem için

programını ona göre ayarladı.

Washington yolunda gece ya-

rısına kadar araç kullandı ve

epeyce yorulunca da yol bo-

yundaki ucuz otellerden birisi-

ne gecelemek için girdik. Sabah

erkenden kahvaltı sonrasında

tekrar yolumuza koyulduk.

Hava yağmurluydu. Seyir

halindeyken arkadaşımı daha

önce benim de tanışmış ol-

duğum Ayşe el-Adeviye Ha-

nım aradı. Kendisi Georgetown

Üniversitesi’nin düzenlediği bir

programa katılmak için yarın

Washington’a geleceğini söy-

lüyordu. Ne büyük tesadüf ki

biz de oraya doğru yol alıyor-

duk. Bu arada arkadaşımdan

bu programın mahiyetini Ayşe

Hanım’dan öğrenmesini iste-

dim. Zira belki bu programda

Washington’da Din Müşaviri

olarak bulunan Ankara İlahiyat

Fakültesinden Prof. Dr. Meh-

met Paçacı hocamı görebilece-

ğimi düşündüm. Böylece hem

ülkenin başkentini hem de bu-

rada tertip edilen İslâm’la ilgi-

li bir programda hocamı görme

imkanını elde edecektim.

Öğleye doğru Washington’a

ulaştık. Hava yağmurlu, her

yer alabildiğine yeşillikti. Mo-

telimiz Virginia tarafında idi.

Pentagon’u ve sadece görev es-

nasında şehit olanların defne-

dildiği Arlington Milli (Askerî)

Mezarlığının hemen yanından

geçerek gittik. Aracımızdaki eş-

yaları odamıza bıraktıktan son-

ra şehri gezmeye başladık.

Amerika’da şehir merkezin-

de araç park etmek ve park ede-

cek yer bulmak çok zor. Uveys

Ali beni yolda indirdi ve ben

hızla 169 m. yüksekliğindeki

mermerden yapılan Washing-

ton anıtının bulunduğu yere

gittim. Hava oldukça kapalı ve

yağmurluydu. Yine de birkaç

Eylül 201064

tane fotoğraf çekebildim. Arka-

daşım artık arabayı nereye park

ettiyse geldi ve benim anıt (di-

kilitaş) önünde bir iki fotoğ-

rafımı çektikten sonra birlikte

yürüyerek Capitol Hill’e doğ-

ru gittik. Artık neredeyse hava

kararmıştı, yine de biz gece

modunda fotoğraflar çekme-

ye devam ettik. Capitol Hill’in

önündeki havuzu dolandık ve

diğer caddeden arabamızın ya-

nına vardık. Dikilitaş ve Capitol

Hill’in arasında gezerken bir-

den aklıma Sultan Ahmet Mey-

danı geldi. Buradaki dikilitaş-

lardan Topkapı Sarayına doğru

gidişi hatırladım ve Amerika-

lıların bu düzenlemeyi bizden

almış olabileceklerini düşün-

düm. Gerçi onların dikilitaşla-

rı bizimkilerden daha büyük ve

kalın idi. Anıtın etrafı yeşillikti

ve bir yandan Capitol Hill diğer

yandan ise Lincoln Memorial’ın

bulunduğu mekan arasında ha-

vuzlar ve parklar yer almaktay-

dı. Yeşillikler arasında yüzlerce

kaz özgür bir şekilde otluyordu.

Hava karardığında aracı-

mızla Washington sokaklarında

biraz dolaştık, arkadaşım bura-

da yaşayan bir arkadaşını tele-

fonla aradı. Yolculuk boyunca

uğradığım yerlerin hemen hep-

sinde olduğu gibi Somalili arka-

daşımın burada da

bir arkadaşı vardı.

Arkadaşıyla buluş-

tuk ve sahibi İran-

lı olan bir lokantaya

girdik. Lokantadan

içeriye girer girmez ben ekme-

ğin kokusunu almıştım. Zira

neredeyse 5 aydır Amerika’da

bulunuyordum ve New York’ta

birçok defa Türk Lokantasına

gitmiştim; fakat bu lokantada-

ki ekmek kokusu aynı güzel ül-

kemdeki lokantalardakiler gibi

kokuyordu. Müteakiben ısmar-

ladığımız kebablar ve ayranlar

geldiğinde durum aynı minval

üzere idi. İnanır mısınız ilk defa

o gün, ülkemdeki damak tadını

bir İranlının restorantında bul-

muştum.

Sabah erken arkadaşım-

la birlikte George Washington

Üniversitesine gittik. Üniver-

site çevresindeki sokaklar ol-

dukça dardı, aracımızı park et-

mek yine sorun oldu. Sokaklar

genelde sağlı sollu ikişer kat-

lı, bakımlı evlerden oluşuyor-

du. Filimlerde görüldüğü gibi

Amerikan Üniversiteleri ağaç-

ların ortasında genelde taştan

ve ortaçağ şatosu görünüm-

lü binalardan müteşekkildi. Bu

üniversite binası da farklı de-

ğildi. Yeşillikle birlikte kare ta-

mamlanıyordu. Giren çıkan öğ-

renciler, bu ortaçağ binasının

modern hayatın bir parçası ol-

duğunu kanıtlar gibiydiler.

Programın yapıldığı salon

da yapının dışı gibi idi. Ahşap

paneller, süslemeler sanki eski

bir kilisede olduğunuz havası-

nı veriyordu. İçeride kadınlı er-

kekli çok sayıda insan vardı. Biz

girdiğimizde program henüz

başlamıştı. Amerika Müslüman

Çalışmaları Programı kapsa-

mında bir günlük konferansın

konusu “21. Yüzyılda Amerikan

Camii” idi. Konferans progra-

mı şöyle idi: Açılış konuşma-

larını Georgetown Üniversi-

tesinden John Voll ile Zahid

Bukhari yapacaktı. Cami, Top-

lum ve Çevre başlıklı ilk panel-

de Fairfax Enstitüsünden İqbal

Unus’un başkanlığında Ho-

ward Üniversitesinden Süley-

65

man Nyang, ADAMS merke-

zinden İmam Mohamed Magid,

Kentucky Üniversitesinden İh-

san Bagby, Prairie View A&M

Üniversitesinden Akel İsma-

il Kahera’nın konuşmaları var-

dı. Orange County (İlçesi) İs-

lam Merkezi’nden Muzzammil

Sıddıkî’nin konferansı bir saat

olarak planlanmıştı. Müteaki-

ben öğlen yemeği ve namazı için

ara verilecekti. Öğleden sonraki

ikinci panelin konusu; Mekan,

Dizayn ve Fonksiyon idi. Bu

panelde Georgetown Üniversi-

tesinden Diana Apostolos-Cap-

padona başkanlığında Mus-

limGuide.com’dan Riad Ali,

AIC’den Mazen Ayoubi, McCoy

Architects’ten Christopher

McCoy ve Cemiyet Camii’nden

İmam Khalid Griggs’in konuş-

maları vardı. Üçüncü pane-

lin konusu ise Eğitim ve Yetki

idi. Bu panelde ise Georgetown

Üniversitesinden İmam Yahya

Hendi başkanlığında Howard

Üniversitesinden Altaf Husa-

in, Beytü’l-İlm Akademisin-

den İmam Amir Mukhtar Faezi,

ILDC’den Louay Safi ve İmam

Johary Abdul Malik konuşma-

larını yapacaklardı. Program

Howard Üniversitesinden Sula-

iman Nyang’ın kapanış konuş-

masıyla sona erecekti.

Ön taraflarda bir yere otur-

dum. Birkaç kare fotoğraf aldım

ve programdaki konuşmacıla-

rı dinlemeye koyuldum. Arada

hocamın burada olup olmadı-

ğını kontrol için, salondakileri

süzüyordum. Maalesef hocam

gözükmüyordu. İlk oturumun

sonuna doğru arkama baktı-

ğımda bir de ne göreyim hocam

dört beş sıra gerimde oturuyor-

du. Ne kadar sevindiğimi anla-

tamam. Oturuma ara verilince

hemen hocamın yanına gittim.

Tokalaştık ve kucaklaştık. Hal

hatır sonrasında ben arkadaşı-

mı ve Ayşe el-Adeviye Hanımı

hocama takdim ettim. Hocam,

Ayşe hanımla biraz sohbet et-

tikten sonra, birlikte yemeğin

yenileceği salona gittik. Tabii

bu arada fotoğraf çekmeyi de

ihmal etmiyordum.

Yemek esnasında sohbeti-

mize devam ettik. Müteakiben

diğer oturum için aynı salona

gidilecekti. Bizim fazla vaktimiz

olmadığında hem hocamızdan

hem de Ayşe Hanımdan ayrıl-

mak için izin istedik. Hem az da

olsa programın bir kısmına ka-

tılabilmiştim hem de Mehmet

Paçacı hocamı görmüştüm.

Yeniden aracımızla şehir

merkezine gitmek için yola çık-

tık. Bu sefer arkadaşım bana

Beyaz Sarayı gösterdi. Ben de

şaka yollu arkadaşıma –ki bu

arada arkadaşım koyu bir Oba-

ma taraftarı idi- akşam çayını

Obamalarda içip içemeyeceği-

miz hususunda takılıyordum. O

da bana gülüyordu.

Amerikalılar başkanlarının

saraylarını dahi halka ziyarete

açmışlar. Çay takdim edip et-

mediklerini bilmiyorum ama

rehberlerde salı ve cumartesi

günleri saat 10’dan öğleye ka-

Eylül 201066

dar başkanlık konutunun hal-

kın ziyaretine açık olduğu yazı-

lıdır. Ne yazık ki biz Çarşamba

günü gelmiştik Washington’a

ve Obamaları ziyaret imkanı-

mız olmadı. Bu arada aracımıza

park yeri ararken iki defa dolaş-

mak zorunda kaldığımız Penns-

ylvania Caddesi boyunca önce

hoş binasıyla Kanada Elçiliği’ni

ardından FBI binasını gördük.

Çok sayıda anıt ve bakan-

lık binasının yer aldığı bu şehir

malumunuz üzere Amerika Bir-

leşik Devletlerinin başkenti idi.

Binaların mimarisi eski Yunan

ve Roma tapınaklarını anım-

satmakta olup şehirde adeta

üçüncü Roma İmparatorluğu-

nun vurgusu hissedilmektedir.

(İkinci Roma bilindiği üze-

re Osmanlı İmparatorluğu idi)

Washington anıtından Capitol

Hill’e kadar Constitution ve İn-

dependence Caddeleri arasın-

da çok sayıda müze bulunmak-

tadır. 14 adet müzeyi kapsayan

Smithsonian Enstitüsü, Ulu-

sal Havacılık ve Uzay Enstitü-

sü, Ulusal Doğa Tarihi Müzesi,

Ulusal Amerikan Yerlileri Mü-

zesi, Hisrhom Müzesi ve Hey-

kel Bahçesi, Ulusal Sanat Ga-

lerisi bunlardan sadece birkaçı

idi. Capitol Hill’in önündeki,

şehri ziyarete gelen çok sayıda

turistin uğrak yeri olan havuz

başı, burada fotoğraf çektir-

mek isteyenler için çok ideal bir

mekan oluşturmaktadır. Ayrı-

ca havuzla Capitol Hill arasında

Kuzey Güney Savaşı’nı anlatan

bazı asker heykelleri yer almak-

tadır.

Capitol Hill’den sonra aracı-

mızla Lincoln Memorial’a git-

tik. Arkadaşım aracını park

ederken ben süratle Virginia’yı

Marryland’a bağlayan Arling-

ton Köprüsün’den önce Vir-

ginia tarafına geçtim oradan

da fotoğraf çekerek Lincoln

Anıtı’na doğru geldim. Yu-

nan tapınağını andıran Lin-

coln Memorial’a Anıtkabir’de-

ki gibi çok sayıda merdivenle

çıkılıyordu. Önünde büyük bir

havuz bulunmakta olup havuz

neredeyse Washington anıtı-

na kadar uzanmaktaydı. Mer-

divenlerden çıktıktan sonra be-

yaz mermerden kaide üzerinde

bir tahta oturmuş olduğu halde

Amerika Birleşik Devlet’lerinin

16. Başkanı ve Cumhuriyetçi

Parti’nin de ilk başkanı olan Ab-

raham Lincoln sizi karşılamak-

taydı. Yapının duvarlarındaki

yazılarda Abraham Lincoln’un

yapmış olduğu muhtelif konuş-

malardan alıntılar vardı. Çok

sayıda ziyaretçinin akın ettiği

Abraham Lincoln’un anıtının

hemen altında ise bir müze yer

almaktaydı. Anıttan aşağı doğ-

ru inerken hemen sağınızda ise

1950-1953 yıllarında bizim de

asker yollayarak iştirak etmiş

olduğumuz Kore Savaşı anısı-

na oluşturulmuş mekanda bir-

kaç asker heykeli bulunuyordu.

Adamların kısacık tarihlerinde

yaşamış oldukları her şeyi ge-

lecek nesillere ve turistlere ak-

tarılması noktasında her türlü

çabayı sarf ettikleri anlaşılmak-

taydı.

Kore Savaşı anısına tesis

edilen alandan ayrıldıktan son-

ra son bir kez Capitol Hill’e var-

dık. Hava da iyice kararmış-

67

tı. Hiç vakit kaybetmeden New

York’a doğru yola çıkmamız ge-

rekiyordu. Yol boyu giderken bir

ara Türkiye Büyükelçiliği’nde

dalgalanan bayrağımızı gör-

düm. Ardından neredeyse bir

saat trafikte bekledikten son-

ra ancak Washington’dan ay-

rılabilmiştik. Birkaç saat sonra

Baltimore’daydık. Burada ar-

kadaşımın bir akrabasıyla bu-

luştuk ve menüde balığın oldu-

ğu bir akşam yemeğini birlikte

yedik. Bu süre zarfında arkada-

şım biraz dinlenmişti ve hemen

yolumuza tekrar koyulduk. Phi-

ladelphia sınırlarında ara ara

molalar verdik. Molalardan bi-

risi zorunlu oldu. Zira arkada-

şım bir ara uyuya kalmıştı ve

neredeyse arabamız yoldan çı-

kacaktı. Benim yol kenarındaki

motellerin birinde konaklama

isteğime ve ısrarıma rağmen bi-

raz istirahat sonrası New York’a

doğru yeniden hareket ettik.

Sabaha doğru New Jersey’dey-

dik. New Jersey ile Manhattan’ı

bağlayan George Washington

köprüsünden karşıya geçtik. O

sabaha kadar araç kullanmak-

tan yorulmuştu ben de onun

uyuyup uyumadığını kont-

rol etmekten dolayı yorulmuş-

tum. Yarım saat sonra evimi-

zin önündeydik. Bagajlarımızı

ve beni indirdikten sonra Uveys

Ali, parkın sorun olmadığı bir

yere aracımızı götürdü. On da-

kika sonrasında sıcacık evimiz-

deydik. O gün istirahat ettik.

Ertesi günü arkadaşımla bir-

likte daha önce belirttiğim üze-

re Malcolm X’i anma programı-

na gittik.

Somalili arkadaşım Uveys

Ali Nur’la birlikte Amerika’nın

içlerine doğru yapmış olduğu-

muz bu gezi, benim için olduk-

ça verimli geçti. Arkadaşımın

engin tecrübesiyle bu gezide

Columbus, Chicago, Minneapo-

lis, Snt. Paul, Washington gibi

bazı önemli Amerikan şehirle-

rini kısmen tanıma fırsatı bul-

dum. Eski model aracımızla

binlerce kilometre yol kat ettik.

İnanır mısınız toplam benzin

maliyetimiz, otoban yola verdi-

ğimiz ücretten daha azdı. Ben-

zin masrafımız takriben 160

dolar civarındaydı. Moteller

orta halli idi ve geceliği adam

başı 45 ila 50 dolar idi. Çok az

maliyetle geniş bir coğrafî ala-

nı ve özellikle de Amerika’daki

Somali toplumunu tanıma fır-

satı temin ettiği için arkadaşım,

kardeşim Uveys Ali Nur’a çok

teşekkür ediyorum.

Başka gezi notlarında görüş-

mek temennisiyle…*Dr.

KOMŞULUK“Hz. Âişe (r.anhâ) komşuluğun her taraftan kırk evlik mesafe olduğunu ve

bunlar arasında komşuluk hukukunun olacağını söylemiştir.”

Eylül 201068

KültürMehmet DERE

İlhan

SO

YLU

69

Sözlüklerde kom-

şu, aynı konutta,

mahallede, çevre-

de yaşayan insanların birbir-

lerine göre aldıkları ad olarak

tanımlanmaktadır. Türkçemiz-

de komşu, yaygın şekliyle fizikî

olarak birbirine yakın veya yan

yana, bitişik yerlerde yaşayan-

lara denir.1

Arapçada ise komşu “câr”

kelimesiyle ifade edilir ki, bir-

birine yakın meskenlerde yaşa-

yan kişilerin ve ailelerin her biri

anlamına gelir.2

Ailemizden, akrabalarımız-

dan sonra en yakın çevremizi

komşularımız meydana getirir.

Yardımlaşma ve dayanışma, iyi

ve kötü günlerde birarada olma,

karşılıklı ziyaretleşme, sır sayı-

lan hallerini gizleme, komşu-

nun mülkünü satın almada ön-

celik hakkına sahip olma (şuf’a)

komşulukla ilgili birtakım hak

ve sorumlulukların kaynağını

teşkil etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’de komşu

ilişkisinden şöyle bahsedilir:

“Anneye, babaya, akrabaya,

yetimlere, yoksullara, yakın

komşuya, uzak komşuya, yanı-

nızdaki arkadaşa, yolcuya, eli-

nizin altındaki kimselere iyilik

edin.”3

Âyette geçen “yakın kom-

şu ve uzak komşu” ifadesinde

âlimlerimizin birçoğu; yakın

komşu ile evi en yakın olanlar,

akrabalar, Müslümanlar; uzak

komşu ile de evi uzak olanlar,

akrabalık bağları bulunmayan-

lar ve gayrimüslimler olduğunu

ifade etmişlerdir.4

Komşu ifadesinin kapsamı

ile ilgili olarak Hz. Ali (r.a.) çev-

rede sesi işitilenlerin komşu ol-

duğu görüşündedir. Hz. Âişe

(r.anhâ) de komşuluğun her ta-

raftan kırk evlik mesafe oldu-

ğunu ve bunlar arasında kom-

şuluk hukukunun olacağını

söylemiştir. Ayrıca komşu tabi-

ri, Müslüman-gayrimüslim, ak-

raba olan-olmayan, âbid-fâsık,

mukîm-misâfir, iyi-kötü, ya-

kın-uzak bütün komşuları içine

alır.5 Bu durum, İslâm’ın kom-

şuya/komşuluğa ne kadar bü-

yük önem verdiğini, ne kadar

insânî, sosyal ve hoşgörülü bir

yönünün olduğunu çok iyi orta-

ya koymaktadır.

Komşu Hakkı

Hz. Peygamber (s.a.v.)

bir hadisinde, “Cebrail (a.s.)

bana komşuluk haklarından,

komşuya iyilik etmekten o ka-

dar çok bahsetti ki, neredey-

se komşuyu komşuya mirasçı

yapacak zannettim.” buyur-

maktadır. Bu hadiste de açıkça

görüldüğü üzere, komşunun

dinine ve akraba olup olmadı-

ğına bakılmaksızın komşuya

her türlü iyilik ve ikram yapıl-

malı, komşunun hak ve huku-

ku gözetilmelidir. Nitekim bu-

nunla ilgili olarak sahâbeden

birisi, Peygamberimize (s.a.v.)

komşusunun kendisinde ne

gibi hakları bulunduğunu sor-

muş, Peygamberimiz (s.a.v.)

de ona şu cevabı vermiştir:

“Hastalanırsa ziyaretine gi-

dersin, vefat ederse cenaze-

sini kaldırırsın. Senden borç

isterse borç verirsin. Darda

kalırsa yardım edersin. Ba-

şına bir felâket gelirse tesellî

edersin. İzni olmadıkça evi-

ni onun evinden daha yük-

sek yapma ki, onun rüzgârını

(güneşini, manzarasını) kes-

meyesin. Ya senin ne pişirdi-

ğini bilmesin, ya da pişirdi-

ğinden ona da ver.”6

Yine bu bağlamda komşu-

larımıza karşı pek çok görevle-

rimiz vardır. Yerimizin darlığı

nedeniyle biz bunlardan bazıla-

rını sıralamak istiyoruz:

- Komşuların hakkına saygı-

lı olmak, onları söz ve davranış-

larımızla incitmemek,

- Güler yüzlü, tatlı sözlü ol-

mak, sevinç ve üzüntülerini

paylaşmak,

- Dert ve sıkıntılarını gider-

meye çalışmak, gerektiğinde

yardım etmek, hediyeleşmek,

- Ses ve gürültü ile onları ra-

hatsız etmemek, ayıp ve kusur-

larını araştırmamak,

Eylül 201070

- Dünya ve âhiret işlerinde

onlara nasihat edip yol göster-

mek,

- Komşularımızdan gelen sı-

kıntıları anlayışla, hoşgörüyle

karşılamak,

-Çocuklarını çocuklarımız

gibi sevmek vs.7 Bir Müslüma-

nın başkalarına zarar verme-

mesi, herkese iyilik yapması en

önemli ahlakî görevlerinden-

dir. Bu nedenle Müslümanın

komşularıyla iyi geçinmesi, on-

ları rahatsız etmemesi, onlara

eziyet etmemesi, gerekir. Nite-

kim konuyla ilgili hadislerde de

şöyle buyrulmuştur: “Allah’a ve

âhiret gününe iman eden kom-

şusuna iyilik etsin.”8 “Allah’a ve

âhiret gününe iman eden kom-

şusuna ikramda bulunsun.”9

“Allah’a ve âhiret gününe iman

eden komşusuna eziyet etme-

sin.”10 “Şerrinden, komşusu-

nun emin olmadığı kimse ger-

çekten iman etmiş olmaz.”11

Bu hadislerde de görüldü-

ğü gibi iyi ve olgun mü’min ola-

bilmek komşularımızı rahatsız

etmemeye, tam tersine onlara

iyilik yapmaya, ikramda bulun-

maya bağlıdır. Bu, komşuları-

mıza karşı hem İslâmî hem de

insânî bir görevimizdir.

İnsan için hem bu dünya-

da hem de âhirette iyi kimse-

lerle beraber olmak, mutluluk

ve huzur kaynağıdır. Dünya-

da iyi kimselerle beraber olmak

Allah’ın insana bir lütfudur.

Bu sebeple iyi komşulara sahip

kimseler, bundan dolayı ayrıca

Allah’a hamd etmelidirler.

İyi İlişkiler İnsan Ömrünü Uzatıyor

Yapılan bilimsel araştırma-

lar da komşularla iyi ilişkilerin,

insan ömrünü uzattığı belirlen-

miştir: Selçuk Üniversitesi Me-

ram Tıp Fakültesi İç Hastalık-

ları Uzmanı Prof. Dr. Süleyman

Türk, atalarımızın “Ev alma

komşu al.”, “Komşu komşu-

nun külüne muhtaçtır.”, “Kom-

şu hakkı kutsaldır.” ve benze-

ri ifadelerinin ne kadar doğru

olduğunu belirterek, bu konu-

nun British Columbia Üniver-

sitesi araştırmacılarının yap-

mış olduğu araştırma ile bir kez

daha doğrulandığını söyledi.

Prof. Dr. Süleyman Türk, yapı-

lan araştırmada, 13 yıl boyun-

ca takip edilen 485 hastadan iyi

ilişkileri olan komşuya sahip,

komşusunun sosyoekonomik

durumu daha iyi olan, prob-

lemsiz ve toplumda sevilen ve

sayılan insanlarla komşu olan

hastaların daha fazla yaşama ve

daha fazla iyileşme şansına sa-

hip olduklarının ortaya çıktı-

ğını ifade ederek, “Bu çalışma-

da kötü komşuluk ilişkileri olan

komşuların müzmin/kronik

hastalıklara yakalanma ihti-

malinin, iyi komşuluk ilişkileri

olanlara göre iki kat daha faz-

la olduğu tespit edildi. Stanford

Üniversitesi Tıp Fakültesi araş-

71

tırmacıları tarafından bu konu

ile ilgili yapılan bir diğer çalış-

mada da, özellikle 15 yılı geçen

komşuluk ilişkilerinde komşu-

luk ilişkileri iyi olanlara göre

komşuluk ilişkileri kötü olanla-

rın daha az yaşadığı tespit edil-

miştir. Bu farkın istatistikî olan

önemli bir farklılık olduğu da

gösterilmiştir.” dedi. Modern

şehirleşme adı altında yapılan

dikey büyümenin –çok katlı bi-

nalar yapmanın- komşuluk iliş-

kilerini çok zayıflattığını söyle-

yen Prof. Dr. Süleyman Türk,

“İyi komşuluk ilişkileri, daha

sağlıklı ve uzun ömürlü bir top-

lum için şehircilikte yatay bü-

yümenin öne çıkarılması ve

yeşil alanların miktarının artı-

rılması gereklidir.” şeklinde ko-

nuştu.12

Yüce dinimiz İslâm, yar-

dımlaşamaya ve dayanışmaya

çok büyük önem vermiş, haya-

tın her safhasında yardımlaşma

ve dayanışmayı emretmiştir.

Bu nedenle komşular arasında

yardımlaşma ve dayanışma çok

önemli bir unsurdur. İmkân sa-

hibi komşular, fakir ve yardı-

ma muhtaç komşularını görüp

gözetmelidir. Nitekim ilgili ha-

dislerde de, “Komşusu açken,

kendisi tok yatan kimse bizden

değildir.”13 “Ya Ebû Zerr! Çor-

ba pişirdiğin zaman suyunu

çoğalt ve komşularına da ik-

ram et.”14 buyrulmuştur.

Günümüzde teknolojik

imkânlar sayesinde dünyamızı

âdeta köy haline getirdik, uzaya

bile çıktık; ama yanı başımız-

da aç olan, dert ve sıkıntı içinde

olan, hatta ölen komşumuzdan

bile haberimiz olmadı. Hâlbuki

İslâm, komşuluk haklarına o

kadar çok önem vermiştir ki,

yukarıda da ifade edildiği gibi,

tok olan komşunun aç olan

komşusunu gözetmesini ısrarla

emretmektedir.

‘Komşu Komşunun Külüne Muhtaçtır.’

Komşuluğun günümüzde

uğradığı erozyonu şu satırlar ne

güzel ifade etmektedir: “Atala-

rımız ‘Komşu komşunun külü-

ne muhtaçtır.’ derdi. Alacakları

evden önce komşuyu düşünür,

arar soruştururlardı. Çünkü

komşuluk bağları samimi ifa-

desini onlarda bulmuştu. Yiyip

içtikleri ayrı gitmezdi araların-

da. Onlarla paylaşılırdı en gü-

zel ve samimi sohbet ortamları,

dertler, sevinçler hep beraber

yaşanırdı. Sıkıntı ve keder, bu

samimi atmosferde bir bir kay-

boluverirdi. Ne var ki zaman,

mâzîmize ait birçok güzel has-

letimizi aldı götürdü aramız-

dan. Müstakil evlerin yerleri-

ni dev apartmanlara bırakması,

birçok insanın birbirine katlan-

mak zorunda olduğu bir yaşam

tarzına dönüşmesi ve sosyal ha-

yatın şahısları içine çekerek;

okul, iş, çarşı derken, bir sürü

meşguliyet içinde komşular da,

komşuluklar da unutulup git-

ti. Aynı apartmanı paylaşma-

mıza rağmen ne alt, ne üst, ne

de yan kapı komşumuzun kim

olduğunu bile bilemez olduk.

Rastlantılar sonucu sadece bir

‘merhabâ’dan ibaret aramızda-

ki bağlar. Herkes kendi içinde,

kendi derdiyle muzdarip, ken-

di sevinciyle mesrur. Oysa bu,

ne inancımıza ne de örfümüze

uymaktadır.”15 Evet, âh nerde o

eski komşuluklar!

Sonuç itibariyle şunları söy-

lemeyebiliriz: İslâm komşuya

ve komşuluk ilişkilerine çok

büyük önem vermiş, bu husus-

ta din ve nesep farkı gözetme-

miştir. Yine İslâm, komşular

arasında yardımlaşmayı, da-

yanışmayı, sevinçleri ve dert-

leri paylaşmayı, iyi komşu-

luk ilişkileri içinde bulunmayı

sosyal hayatın gerekliliği say-

mış, komşuluk haklarına ve

hukukuna riâyet etmeyi ısrar-

la emretmiştir. Bizlere düşen

görev bu haklar çerçevesinde

komşuluk hukukunu gözete-

rek, komşularımızla münase-

betlerimizi en iyi şekilde sür-

dürmektir.

1 (Hasan Eren vdğr, Türkçe Sözlük, C. 1, TDK. Yay., Ankara 1988, s. 891; İlhan Ayverdi, Mis-alli Büyük Türkçe Sözlük, C. 2, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul 2006, s. 1736; Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., İstanbul 1996, s. 669)

2 (Mustafa Çağrıcı, “Komşu”, DİA., C. 26, TDV. Yay., Ankara 2002, s. 157)

3 (4/Nisâ, 36)4 (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 2,

Çelik-Şûrâ Yay., İstanbul 1993, s. 520; Komisyon, Kur’an Yolu, Meâl-Tefsir, C.2, DİB. Yay., 2. basım, Ankara 2006, s. 65 vd)

5 (Komisyon, “Komşu-Komşuluk”, Şamil İslam An-siklopedisi, C. 4, İstanbul 2000, s. 363; Ali Haşimî, Kur’an ve Sünnette Müslüman Şahsiyeti, çev: Resul Tosun, Risale Yay., İstanbul 1995, s. 131)

6 (brahim Canan, Kütüb-i Sitte-Hadis Ansiklopedisi, C. 10, Akçağ Yay., Ankara 1990, s. 211)

7 (Lütfi Şentürk- Seyfettin Yazıcı, İslam İlmihâli, DİB. Yay., 11. basım, Ankara 2004, s. 478; Şamil İslam Ansiklopedisi, “Komşu-Komşuluk”, s. 363)

8 (Buhârî, Edeb, 31; Müslim, İman, 74, 76,77; İbni Mâce, Edeb, 4; Dârimî, Et’ime, 11),

9 (Buhârî, Edeb, 31; Müslim, İman, 74, 76, 77; İbni Mâce, Edeb, 4),

10 (Buhârî, Edeb, 21; Müslim, İman, 19),11 (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, İman, 73; Tirmizî,

Kıyâme, 60)12 Star Gazetesi, 23 Ocak 2009, s. 19.13 Müslim, İman, 74, Birr ve Sıla, 142; Ahmed b.

Hanbel, Müsned,1,55,14 Müslim, Birr 142; İbni Mâce, Et’ime 58; Tirmizî,

Et’ime, 30.15 (Havva Ergene, “Komşuluk İlişkileri”, Zaman

Gazetesi, 24 Ekim 1997, s. 16)

Dipnot

Eylül 201072

Adı : Âmir

Künyesi : Ebü’t-Tufeyl

Doğum yılı : H. 3. sene

Doğum yeri : Medine

Baba adı : Vâsile b. Abdillâh el-Leysî

Anne adı : Tespit edilemedi

Eş(ler)i : Tespit edilemedi

Akrabaları : Safvan b. Ümeyye’nin anneden

kardeşidir.

Oğulları : Tespit edilemedi

Kızları : Tespit edilemedi

Kabilesi : Leys’in Kinâne Oğulları’ndan

İslâm’a girişi : Doğuştan

Sohbet süresi: 8 yıl (çocukluğu)

Rivayeti : 15

Yaşadığı yer : Medine, Kufe, Mekke. Hz. Ali’nin

vefatı sonrasında hep Mekke’de kal mıştır.

Mesleği : Ziraat, ticaret vb.

Hicreti : Tespit edilemedi

Savaşları : Hz. Ali (r.a)’nin yaptığı savaşlar-

da onun yanında yer almıştır. Hz. Hüseyin (r.a)’in

kanını yerde bırak mamak için Emevîler’e karşı

açılan sa vaşlarda Muhtar es-Sekafî ile ön planda

yer almıştır.

Görevleri : Hz. Ali (r.a)’nin en yakın adam-

larındandı.

Fiziki yapı : Tespit edilemedi

Mizacı : Akıllı, hazırcevap, fasih, şair bi-

riydi, duygusal bir yönü vardı. Güvenilir biriydi.

Ayrıcalığı : As hap arasında en son vefat eden

sahâbî olarak tanındı.

Ömrü : Yaklaşık 100 yıl

Ölüm yılı : H. 100. 102, 104, 107, 108, 110

tarihleri de verilmektedir.

Ölüm yeri : Mekke

Ölüm sebebi : Yaşlılık

Hakkında : Hz. Ali (r.a)’nin yarenlerindendi.

Onu Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a)’e takdim

ederdi.

Hadisleri : “Ben genç bir çocuk iken Hz.

Peygamber (s.a.v)’i (veda haccında) bineğinin

üzerinde tavaf ederken ve elinde bir kamçı ile

Hacer-i Esved’i selamlarken gördüm”. Ci’rânede

Hz. Peygamber (s.a.v)’i et taksim ederken gör-

düm.” “O, orta boylu, beyaz tenli ve parlak yüz-

lüydü.”

Sözleri : Hz. Muâviye kendisine Hz. Ali

(r.a)’ye duyduğu özlemin derecesini sorunca: “Hz.

Musa’nın an nesi Musa’yı Nil’e bıraktıktan sonra

onu nasıl özlediyse ben de o haldeyim, belki on-

dan da çok hasret çekiyorum” demiş tir.

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Âmİr b. Vâsİle

Kaynaklar: İstîâb, I. 517, no: 1848; İsâbe, IV. 113; Üsd, III. 145; DİA, X. 346; Müsned, V. 454; Nübelâ, III. 467-470.

73

Kırk HadisOtuzüçüncü

Hadis

Yorum

“Dünyada bir garip veya yolcu gibi ol. Kendini kabirdekilerden kabul et.”

(Tirmizî, Zuhd, 25; et-Taberânî, Musnedu’ş-Şâmiyyîn, s. 109)

Türkçe Açıklaması

Tezhib: Şehnaz Özcan

(Şeyh Hamid-i Veli, Kırk Hadis, (Haz: Prof. Dr. Enbiya Yıldırım), Nasihat Yayınları, 2007.)

“Hz. Peygamber fânî yurtta yaşayan insanın olup bitenlere aldanmamasını, cereyan eden fesadlara kapılmamasını

istemektedir. Talib bu gurur yurdundan kendini uzaklaştırmalı, surûr yurdunu vatan edinmeye çalışmalı, şer güruhunu bırakıp din yoluna geçmelidir. Böyle yaparsa ölmeden önce ölür, kabre

girmeden önce haşrolur.”

Şeyh Hâmid-i Veli / Somuncu Baba (k.s)

Eylül 201074

SÜLEYMANLAR KAPINDA

KARINCA

EdebiyatVedat Ali TOK

75

Yahyâ Kemâl’in

“Çok insan anlayamaz eski

mûsıkîmizden

Ve ondan anlamayan bir

şey anlamaz bizden” diye bah-

settiği “Mûsıkîsinde bir taraf-

tan din, bir taraftan bütün ha-

yat akan” bu “öz mûsıkîmizin

pîri” diyerek methet-

tiği Itrî, büyük bir

Türk bestekârıdır.

Mevlânâ’nın Peygamber

Efendimiz vasfında söy-

lediği na’tini Rast maka-

mında bestelemiş, bu-

gün bile bu Farsça na’t,

Mevlevî âyinlerinde söy-

lenmektedir. Öte yan-

dan Kurban Bayramı

Tekbiri (Allahü ekber,

Allahü ekber, lâ ilâhe il-

lallahü Allahü ekber, Allahü ek-

ber veli’llahi’l-hamd) sadece

Türkiye’de değil bütün Müslü-

man ülkelerde meşhur olmuş-

tur. Kezâ, Salât-i Ümmîye (Al-

lahümme salli alâ seyyidina… )

de onun meşhur bestelerinden-

dir.

Na’tinde Hz. Muhammed

(s.a.v.)’i, Hz. Musa’nın Allah

ile kelâm eylediği Tûr Dağı’na

benzetiyor. Allah, Tûr Dağı’na

tecellî edince, her taraf göz ka-

maştıran bir nûrla dolmuştu.

Şair, Hz. Muhammed’i işte bu

Tûr Dağı gibi hayâl ediyor. O,

nûrdan yaratıldığı için gölgesi

yere düşmeyen bir Tûr Dağı gi-

bidir. Şair benzetmelerine de-

vam ediyor ve Peygamber Efen-

dimizin nûrunu daha iyi ifade

etmek için bu defa da Güneş’e

benzetiyor: “Sen dünyaları ku-

caklayan, aydınlatan güneşsin;

baştan ayağa kadar nûrsun.”

diyor.

Hz. Muhammed

(s.a.v.), hiçbir zaman

dünyaya bel bağlama-

mıştır. Şair de dünya-

yı bir bahçeye benze-

terek Hz. Muhammed

için “Dünya bahçesi-

ni hiçe sayıp bir kenara

atan sensin, çünkü sen

yokluk ülkesinin sahi-

bisin.” demektedir.

Itrî, Hz. Muhammed(s.a.v.)

’in vasıflarını şöyle dile geti-

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun

Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun

Tarîk-i gülzâr-ı âlem, mâlik-i mülk-i adem

Münkîrine mahz-ı mâtem mü’minine sûrsun

Sensin ol şâh kim Süleymanlar kapında mûrdur

Onsekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun

El benim dâmen senin ey Rahmete’n-li’l-âlemîn

Şöhretim isyân benim sen afv ile meşhûrsun

Pâdişâh-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhırîn

Evvel ü âhir İmâmü’l-enbiyâ mezkûrsun

Yâ Resûlallah umarım diyesin Rûz-ı Cezâ

Gerçi cürmüm çokdur ammâ Itriyâ mağfûrsun

(Buhûrîzâde Mustafa) Itrî (1640-1712)

Eylül 201076

riyor: Hakk’a inanmayanla-

ra matem tutturur, inananları

ise sevindirirsin. Sen on sekiz

bin âleme hükmetmeğe memur

edilmiş öyle bir padişahsın ki

Süleymanlar senin kapında bi-

rer karıncadır.

Itrî, burada Hz. Süleyman

(a.s.)’a telmihte bulunuyor.

Hz. Süleyman (a.s.) hem padi-

şah hem de peygamberdi. Al-

lahü Teâlâ, ona birçok muci-

ze vermiştir. Bunlardan biri de

hayvanların dilinden anlama-

sı, hayvanlarla konuşmasıydı.

Karınca ile münasebete gelin-

ce: Hz. Süleyman (a.s.), ordu-

suyla bir sefere giderken bir

vadiye ulaştıklarında karınca

beyi’nin diğer karıncalara “Ka-

çın, Süleyman’ın orduları sizi

ezmesin.” dediğini işitir. Hz.

Süleyman (a.s.) tebessüm eder

ve karıncaların beyini yanına

çağırır. Karınca beyi, Hz. Sü-

leyman (a.s.)’ın yanına eli boş

gitmek istemediği için kendin-

ce değerli gördüğü bir çekirge

budunu alarak Hz. Süleyman

(a.s.)’ı ziyarete gider. Hz. Sü-

leyman (a.s.) dua eder, but be-

reketlenir; bütün ordu yarısıy-

la doyar. Geri kalanını karınca

beyi’ne iade eder ve ondan bir

öğüt ister. Karınca da Süley-

man Peygambere öğütler ve-

rir. Hz. Süleyman (a.s.), karın-

caya “Ben peygamber olduğum

hâlde sizi çiğneyeceğimi nasıl

düşündün ve arkadaşlarına ni-

çin kaçmalarını söyledin?” de-

yince karınca da ona: “Karın-

calar, senin debdebene dalıp da

tespihlerini unuturlar diye söy-

ledim.” cevabını verir.

El benim dâmen senin ey

Rahmete’n-li’l-âlemîn

Şöhretim isyân benim sen

afv ile meşhûrsun

“Ey âlemlere rahmet olarak

“Hz. Muhammed (s.a.v.), hiçbir zaman dünyaya bel

bağlamamıştır. Şair de dünyayı bir bahçeye benzeterek

Hz. Muhammed için “Dünya bahçesini hiçe sayıp bir kenara

atan sensin, çünkü sen yokluk ülkesinin sahibisin.” demektedir.

Kitaplık

Sonsuzluğa Yürüyüş

Kurul

Buruciye Yayınları

Tel: 0346 221 10 42

Un Sandığı 4

Mehmet GÖÇER

Göçer Ofset

Tel: 0 344 415 40 40

Göçmen Kuşlar

Perihan USTA

www.gocmenkuslar.net

Kızım Süreyya

Eva İsfendiyarî

Kaknüs Yayınları

Tel: 0 216 341 08 65

Kuran’la Yaşamak

Ahmet Bulut

Timaş Yayınları

Tel: 0212 511 24 24

77

gönderilmiş Resûl, el benim (eteğini tut-

mak benden), etek senin (eteğini elimden

çekip çekmemek senden). Bu dünyada

ben isyan ile şöhret bulmuşum; Sen ise

affetmekle meşhursun.”

“Etek”, himaye etmeyi ifade eder. Pey-

gamber Efendimiz de ümmetinin hâmisi

olacaktır. Onun eteğine yapışan, onun

yolunda giden kurtulacaktır. Şair de

bunu ifade etmek istiyor. Ben senin ete-

ğine tutunuyorum; sen de istersen bana

sahip çıkarsın, istemezsen çıkmazsın.

Kul, günah işlemekle bilinir; Sen ise af-

fetmekle meşhursun. Bu yüzden ümitli-

yim diyor.

Aşağıdaki beyitte Peygamber Efendi-

mizin vasıfları sayılmaya devam edilmiş:

Pâdişâh-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhırîn

Evvel ü âhir İmâmü’l-enbiyâ mezkûrsun

Âlem yaratıldıktan sonra senden evvel

gelenlerin padişahısın. (Kıyamete kadar)

senden sonra geleceklerin de, dönüp el

kavuşturup duracakları kıble sensin. Se-

nin adın dillerde “Peygamberlerin Başı”

diye söylenmektedir.

Burada “Âdem su ile çamur arasında

iken ben peygamberdim.” ve “Önce be-

nim rûhum yaratıldı.” hadîs-i şeriflerine

telmihte bulunulmuş.

Son beyitte şair :“Yâ Resulullah, biliyo-

rum suçum çoktur; ama gene de umuyorum

ki, Kıyamet Gününde, Ey Itrî, affedildin,

suçun bağışlandı diyesin.” sözleriyle Hz.

Muhammed(s.a.v.)’in şefâatine nâil olma

arzusu taşımaktadır.

Yukarıdaki na’t Mevlid ve Mi’râciye ara-

sında söylenen, bestelenmiş bir dînî mûsıkî

olup Mevlid törenlerinde makamla okun-

maktadır. Bunun terim anlamı “tevşih”tir.

Eylül 201078

Kültürel zenginliğini bugünlere

taşıyan fakat kendini yeteri ka-

dar tanıtamayan illerimizden

Kahramanmaraş’ta bulunan Allah Dostları’nın

hayatları hakkında yeterli miktarda bilgi bulun-

mamaktadır.

Kahramanmaraş’ta bulunan Allah Dostları de-

nilince akla ilk gelen hiç şüphesiz Hz. Peygamber

(s.a.v.) Efendimizin seçkin sahabilerinden olan

Ukkaşe (r.a.)’dir.

Ukkaşe (r.a.) Peygamber âşığı, Peygamber

sevdalısı bir insandır. O, bu sevgisinden dolayı

Peygamberimizin kürek kemikleri arasında bulu-

nan peygamberlik nişanesi, peygamberlik müh-

rünü öpmeyi başarmış bir sahabidir.

Allah Rasûlü (s.a.v.) son konuşmalarından bi-

rini yapacaktır. Zorlanarak da olsa çıktığı mesci-

din minberinden ashabına şöyle seslenir:

- Ey ashabım! Allah adına, sizden kime bir

haksızlık yapmış isem, kıyamette hesaplaşıp hak-

kını almadan önce, şimdi ayağa kalkıp hakkını

benden alsın. Kimin malını almışsam işte malım

gelsin alsın. Kimin sırtına vurmuşsam işte sırtım

gelsin vursun...

Hiç kimsede çıt yoktur. Allah Rasûlü sözlerini

üç defa tekrarlar. Üçüncü defa söyledikten son-

ra, Ukkaşe (r.a.) ayağa kalkar, Müslümanları ya-

rarak ilerler, Peygamberimizin önünde durur ve

şöyle der:

- Anam babam sana feda olsun ey Allah’ın el-

çisi, eğer ısrar etmeseydin senin karşına çıkıp bir

şey istemeyecektim. Bir savaştan sonra gazile-

rin arasındaydım. Ayrılmak üzereyken develeri-

miz yan yana geldi. Devemden indim, ayağını öp-

mek için sana yaklaştığımda değneğini kaldırdın

ve sırtıma vurdun. Bana kasten mi vurdun, yoksa

devene mi vurmak istemiştin bilmiyorum. Bunun

üzerine Peygamber Efendimiz:

- Ey Ukkaşe, sana kasten vurmaktan Allah’a

sığınırım, diyerek Ukkaşe’nin bu hakkını alması

için seslenir:

- Bana bir kırbaç getiriniz.

Mescidin içi birdenbire kaynamaya başlar. Di-

ğer sahabiler:

- Ey Ukkaşe! Sen ne yaptığını sanıyorsun?

Kendine gel! Şayet böyle bir şey olmuşsa Allah’ın

Rasûlü’ne hakkını helal et. Yahut da onun yerine

Örnek Hayat Yusuf HALICI

VELİLERİKAHRAMANMARAŞ

79

bize vur, derler.

Sahabilerin bu he-

yecanını gören Peygambe-

rimiz:

- Susunuz! Kimse kimsenin cezası-

nı çekemez, buyururlar.

Bu sırada kırbaç da getirilmiştir. Ukkaşe (r.a.)

Peygamberimize sokulup kulağına fısıldar:

- Ey Allah’ın Rasûlü! Ama o gün benim sırtım

çıplaktı…

Peygamberimiz hırkasını kaldırır ve mübarek

sırtları tamamen açılır. Ukkaşe Hazretleri elin-

deki kamçıyı fırlatır ve gözyaşları içinde yüzünü

gözünü Efendimizin sırtına sürmeye ve öpmeye

başlar. Sahabiler hayret içinde onları seyrediyor-

dur. Peygamberimizi öp-

tükten sonra şöyle der:

- Anam babam sana feda

olsun ey Allah’ın Rasûlü!

Maksadım sadece mukad-

des bedeninize yüzümü gö-

zümü sürmek ve şefaatinizi

dilemekti. Beni affedin.

Rasulûllah (s.av.)’ın du-

daklarında bir tebessüm

belirir. Ardından Ukkaşe’ye

dua ederek, “Cennette-

ki arkadaşlarımdan biri-

ni görmek isteyen varsa

Ukkaşe’ye baksın.” buyu-

rurlar.

Derdimend Dede Hazretleri

Derdimend Dede Hazretleri Osmanlı devri

velîlerindendir. Yaptığı ilaçlarla insanların dert-

lerine deva olan ve yöre halkı tarafından çok se-

vilen Derdimend Dede’nin dergâhında çıkan

yangın sonucu yazı-

lı belgelerin yanmaları

sebebiyle Dede ve hizmet-

leri hakkında yeterli bilgi

bulunamamıştır. Kabri Sütçü

İmam Hatip Lisesi karşısındaki

tepededir.

Çomak Dede Hazretleri

Hangi asırda yaşadığı hakkında kaynak-

larda bilgi bulunmayan Çomak Dede’nin kab-

ri, Kahramanmaraş’ın Sakarya mahallesindeki,

Sakarya caddesi üzerinde, küçük bir bahçe için-

deki ağaçların arasında olup, dışa rıdan bakıldı-

ğında görülmemektedir. Fransız işgali sırasında

kabrinden iniltiler geldiği, Sütçü İmam’ın Fran-

sızlara karşı başlattığı mücadelede ise kabrinden

kalkıp, elindeki çomağıyla en ön safta çarpıştığı

rivayetleri vardır.

Darendeli Muhammed Hilmi Efendi Hazretleri

Anadolu’da yaşayan son devir velîlerindendir.

Darende ilçe sinin Yenice bucağında doğdu.

Doğum tarihi bilinmemektedir. 1916 yılında

Kahramanmaraş’ta vefat etti.

Eylül 201080

İlk tahsi lini

Darende’de ta-

mamlayan Muham-

med Hilmi Efendi, ih-

tisas için İstanbul’a gitti.

Abdülaziz Han devrinde Fatih

Medreseleri’nde tahsil gördü. Bu

sırada Müderris Sadık Efendi’nin özel

himayesine kavuştu ve Gümüşhaneli Ah-

med Ziyaeddin Efendi Hazretleri’nin sohbet-

lerine devam etti. Bu zattan halifelik icazeti

aldı. Sonrada Darende’ye döndü.

O sıralarda bulunduğu çevrede gördüğü

olumsuz bazı tutum ve davranışlar sebebiyle

Muhammed Hilmi Efendi, babasına: “Medi-

ne tarafına doğru hicret edelim” dedi. Babası:

“Niçin?” diye sorduğunda: “Burada biz şim-

dilik rahatız. Kimse bize dokunamıyor. Kim-

se bize zul metmez. Biz de kimseye zulmetme-

yiz. Fakat bizden sonra gelen çocuklarımız

belki zalim olup, zulmederler. O zaman biz-

ler sorumlu oluruz. Yahut evlatla rımız maz-

lum durumunda olur, zalimden zulüm görüp,

sorumluluğu yine bize kalır.” cevabını verdi.

Bunun üzerine neleri varsa satılığa çıkardılar.

Fakat mallarını almazsak hicret edemezler

düşüncesiyle hiç kimse müşteri olmadı. Bu-

nun üzerine mallarını orada bırakıp, hayvan-

larla yola çıktılar. Halk arkalarından gelerek

geri dönmeleri için çok rica ettilerse de mu-

vaffak olamadılar.

Muhammed Hilmi Efendi ve ailesi, ilk du-

rak yerleri Maraş’ta iki yıl kadar kaldı. Bu

müd det içerisinde kendilerinin tamir ettir-

dikleri bugün Duraklı Camii diye anılan Sey-

yid Ali Bey Camii’nin hücresinde kaldılar.

Muhammed Hilmi Efendi’nin ilmî kıymeti-

ni takdir eden Maraşlılar bu sırada kendisine

her türlü yardımı göster diler.

Bir ara Antep’e giden Muhammed Hilmi

Efendi, orada on yıl kadar kaldı. Bu zaman

zarfında pek çok talebe yetiştirip, yörede hu-

zur ve esenlik se-

bebi ol du. Herkesin

derdini sohbet ve nasi-

hatlerle halletmeye çalıştı.

On yıl sonra tek rar Maraş’a

döndü. Bu dönüş Anteplileri

üzdü. Maraşlılarla Antepliler ara-

sında bir çekişme başladı. Muham-

med Hilmi Efendi zor durumda kaldı.

Sonunda ne yapması gerektiğini, hoca-

sı Sivaslı Ahmed Nalçacı Efendi’ye sordu.

Ahmed Efendi: “Şu anda nerede bulunuyor-

san orada kal.’’ dedi. O sırada Maraş’a gelmiş

olan Muhammed Hilmi Efendi hizmetlerine

Maraş’ta devam etti. Bir yandan da meşruta-

sına yerleştiği Duraklı Camii’nde halka vaaz

ve irşatlarına devam etti.

Muhammed Hilmi Efendi, malın fayda-

lı mı zararlı mı olduğu yolunda soru soran

bir kimseye: “Mal yılana benzer. Hem zehri,

hem de panzehiri vardır. Eğer insan fayda ve

zararını bilirse o yılanın şerrinden kurtulur.

Malın faydası şahsına, aile efradına israf et-

meden sarf etmek geri kalanı da hac, cihad,

İslâm Dini’ni yaymak, hayır kurumu yaptır-

mak ve muhtaçlara vermekle olur.”

Muhammed Hilmi Efendi, 1900 yılında,

Duraklı Camii’nin bugünkü son şekliyle ya-

pılmasında inşaat çatısından aşağı düşerek

yürüyemez hâle geldi. Bundan sonra on altı

yıl daha yaşadıysa da yatağından kalkamadı.

Ömrünün son yıllarını yatağında zikirle geçir-

di. Muhammed Hilmi Efendi, 1334 (M. 1916)

yılında vefat etti. Kabri Kahramanmaraş’ta,

Şeyh Âdil kabristanındadır.

Çok cömert olan Muhammed Hilmi Efen-

di Hazretleri, evine gelen hedi yelerin ta-

mamını fakirlere dağıtırdı. Bir gün yeğeni:

- Amca gelenin hepsini dağıtıyorsun, deyince,

- Oğlum, dağıtmazsan gelmez, demiştir.

81

MEDENİYETİMİZİN AYNASI MEZAR TAŞLARI Heybetlidir kavuğu, serpuşu, sarığı, fesi, Hüve’l Bâki ile teselli verir serlevhası. “Kalıcı olan, ancak Rabbimizdir” mânâsı, Tapu senedlerimiz Osmanlı mezar taşları. Hatayî’li Rumî’li çizilir şekli şeması, Sülüs, celî tâlîk, hüsn-ü hattır yazısı. Zemin ördek yeşili, kabartmalar altın sarısı, Sanat harikasıdır Osmanlı mezar taşları. Sümbül, yasemin, nergis, zarafetin ifadesi, İncir, üzüm, kayısı hepsi cennet meyvesi. Gül, Resul-ü Ekrem’in, lâle, Hüda’nın simgesi, Kültür mirasımızdır Osmanlı mezar taşları. Mühr-ü Süleyman bolluk, bereket arması, Denizcinin çapası, gâzîyânın madalyası. Her âdemin farklıdır alâmet-i farikası, Tarihî şahidimizdir Osmanlı mezar taşları. Nâzenin göçtü ukbaya, pek çetindir acısı, Emr-i ferman buyrulmuş Yaradan’ın yazgısı. Şahidesine işlenir kırılmış bir gül goncası, İbret vesikasıdır Osmanlı mezar taşları. Nakşedilir dünyanın acı tatlı hülasası, Unutulmaz baba, dede, cümle geçmiş atası. Diriden, Fatihadır ehl-i bekanın ricası, Ecdat hatırasıdır Osmanlı mezar taşları. Şair tarih düşürdü kitabenin son mısrası: Bin iki yüz otuz dört, Ramazanın on altısı. Damga misali Mustafa Rakım’ın imzası, Medeniyet aynasıdır Osmanlı mezar taşları…

Nidayi SEVİM

Eylül 201082

EdebiyatA. Ali YILMAZ

CEMİL MERİÇ “Mihnetle dolu yaşam serüvenini işte şu cümlelerle hülâsa eder; Hayatının sonuna

yaklaşmış bir insan olarak, zaten çoktan beri kaybettiğim yaşama sevincini, bu

sınıflar üstü hakikatlerin taharrisinde buluyorum.”

83

Türk düşün tari-

hinin belki de

en manidar is-

midir Cemil Meriç. Yetmiş kü-

sur yıllık hayatı boyunca ken-

disine en yakın olarak kitapları

seçmiş ve ölümüne kadar ne on-

lar Meriç’i, ne de Meriç kitapla-

rını bir an olsun kendisinden

uzak tutmamıştır. Kadim

dostları hakkında şu ifadele-

ri oldukça tesir edicidir; Kal-

bi var kitapların onları bir

kerhane sermayesi gibi ha-

şin parmaklarınla mıncık-

ladın mı senin oldular sanı-

yorsun. Gaflet. Senin olan

sadece on dakikalık tenleri.

Konuşmaz seninle kitap, o

bir basamak değildir, sırtı-

na alıp ikbale tırmanamaz-

sın. Tırmanmaya tırmanırsın

ama Kapitol’den Tarpea’ya

fırlatılmak için. Kahrını çeke-

ceksin kitapların, hizmetin-

de bulunacaksın. Senelerce,

senelerce hiçbir şey bekleme-

den diz çöküp emirlerini din-

leyeceksin… Adam vardır,

Aristo’yu Atina kerhaneleri-

nin adresini sormak için, kö-

şebaşında bekler. Adam var-

dır, kenef süpürtür Venüs’e.

Ve kitabı, ağzına kadar ruh-

la dolu kutsal bir emanet ola-

rak değil, maddî refahına hiz-

met edecek bir hüddam olarak

görür.1

Bu mütecessis fikir işçisi1,

herhangi bir tarafgirlik hissi

gütmeden, hemen hemen her

konuya eğilmiştir. Zaten demi-

yor muydu İzm’ler idrâklere

giydirilmiş deli gömlekleri2

diye… İşte bu şiarla Türk zihin

tarihinde çığır açmıştır. Zîra

senelerce kısır kutuplaşmalar-

la yozlaşmış Türk neslinin ar-

tık ikaz edilmesi ve doğruyu

görmesi elzemdir. Pekiyi sade-

ce halk mı doğruyu görmelidir,

elbette Tanzimat’tan bu yana

aldanan ve aldatan Türk aydı-

nı da kulak vermelidir Meriç’e.

Bu itibarla, gözlerinin nu-

runu aydınlanmak ve aydın-

latmak uğruna feda etmiştir.

Öyle gayretkeştir ki, sosyal bi-

limlerin her alanında gezin-

miş, bu alanlarda otorite sa-

yılacak orijinal fikirler öne

sürmüş ve sistemli sorgulama-

lar yapmıştır. Bütün bu azimli

çalışmalar sonucu her biri şa-

heser niteliğinde eserler telif

etmiştir.

Mihnetle dolu yaşam serü-

venini işte şu cümlelerle hülâsa

eder; Hayatının sonuna yak-

laşmış bir insan olarak, zaten

çoktan beri kaybettiğim ya-

şama sevincini, bu sınıf-

lar üstü hakikatlerin ta-

harrisinde buluyorum. Bu

itibarla mezarların öte-

sinden seslenir gibi ses-

lenebilirim çağıma, daha

doğrusu ülkeme. Ama oku-

nur muyum, sesim duyu-

lur mu? Meşhur bir adam

da değilim, kalabalığın be-

nimsediği edebi bir nevi de

temsil etmiyorum. Ne ro-

mancıyım, ne şair, ne tarih-

çi. Sadece dürüstüm, çok oku-

dum, çok düşündüm. Beşeri

ihtiraslardan uzaklaşmışım:

Bütün bu vasıflar bir düşünce

adamının hamurunu yapar...

Üstad Cemil Meriç, marjinal

bir aydın olarak çoğu aydın ta-

rafından ekol olarak kabul edi-

lir ve geniş bir okur kitlesine

sahiptir..

1) Cemil Meriç, Jurnal (1955-1965), İstanbul, İletişim, 2007. C.I, s.67.

2) Meriç, Bu Ülke, İstanbul, İletişim, 2007, s.7.3) A.g.e., s.90.

Dipnot

ÇOCUK EĞİTİMİNDE

MODELÇOCUK EĞİTİMİNDE

MODELEylül 201084

EğitimM. Emin KARABACAK

85

An n e - b a l a l a r

ç o c u k l a r ı n ı

eğitip yetişti-

rirken sürekli nasihat yerine uy-

gun bir şekilde model olmaları

gerekir. Evde çocuğun ders çalış-

masını isteyen bir anne babanın

çocuğuna model olması açısın-

dan kitaplarla haşır neşir olma-

sı lazımdır. Çünkü çocuklar anne

babaların sözlerine değil davra-

nışlara baktıklarını bilmeyenimiz

yoktur.

Çocukların söz ve nasihatler-

den daha çok davranışları mo-

del aldığı her anne baba çok iyi

bilmektedir. Olumsuz davranış-

lar sergileyen bir anne babanın

çocuklarının olumsuz davranış-

ları bırakması ve bu davranışla-

rın ne kadar yanlış olduğunu an-

latmaya çalışması ne kadar etkili

olabilir ki. Yine kendisi olumsuz

davranışlar sergilemede bir sa-

kınca görmeyen; fakat çocuğu-

nu olumsuz davranışlarına aşı-

rı tepki veren bir anne babanın

davranışları ne kadar tutarlı ola-

bilir ki. Mükemmel çocuk yetiş-

tirme konusunda çocuğa uygun

şekilde model olmak yerine “Ço-

cuğum dediklerimi yap; fakat git-

tiğim yoldan gitme!” sözü çocukta

ne kadar etkileyici olabilir ki.

Sadece nasihatle çocuk ye-

tiştirilemeyeceği gerçeği-

ni aşağı yukarı bütün anne ba-

balar farkındadırlar. Sadece

nasihatle çocuk yetiştirilmiş ol-

saydı Cenab-ı Hakk da insanla-

ra sadece ilâhî kitap gönderirdir,

insanların davranışsal olarak ör-

nek alabilecekleri peygamberle-

ri göndermesine gerek kalmazdı.

Oysa Cenab-ı Hakk ilâhî kitap-

larla birlikte peygamberlerini de

gönderdi ki insanlara hem onla-

rı model almaların hem de hayat

standartlarımı ve yaşayışlarını

onların yaşantılarına göre ayar-

lamalarını istedi.

Sadece nasihatle çocuk eği-

tilemeyeceği Cenab-ı Hakk’ın

İslâm’ı gönderiliş şekline bakın-

ca çok daha iyi anlamaktayız.

Cenab-ı Hakk’ın İslâm’ı ve Hz

peygamberin gönderiliş şekline

birlikte bakalım.

Peygamber Efendimizi

Cenab-ı Hakk; peygamber ol-

madan önce topluma ahlaken ve

davranışsal olarak örnek olması

için toplum içinde O’nu tutarak

insanlara model olmasını sağla-

mıştır. Bu sebepledir ki Peygam-

ber Efendimiz (s.a.v.) insanların

güvenini kazanınmış ve dürüstlü-

ğü konusunda da insanlar hemfi-

kir olmuşlar. Buna bağlı olarak da

O’na“El-Emin” denmiştir.

Hatta Peygamber Efendimiz

(s.a.v.) akrabalarını İslâm’a da-

vet için topladığı zaman onlara:

“Ben size: ‘Şu dağın arkasında

bir düşman ordusu var, üzerini-

ze saldırı hazırlığı yapıyor!’ de-

sem, bana inanır mısınız?” Hepsi

birden: “Evet inanırız. Çünkü biz

senin şimdiye kadar hiç yalan

söylediğini duymadık.” dediler.

İşte Peygamber Efendimiz

(s.a.v.) ümmetine anlatacağı

İslâm’ı önce bunu kendi hayatın-

da davranışsal olarak göstererek

dost ve düşmanlarının ortak pay-

dası olan güvenini kazanmıştır.

Ahlâken ve davranışsal olarak

insanlara en güzel şekilde ör-

nek olan Peygamber Efendimiz

(s.a.v.), anlatacakları da insanlar

tarafından dinlenmiş, tutulmuş

ve davranışsal olarak hayata ge-

çirilmiştir. Bunun sonucunda da

İslâm insanlar tarafından daha

kolay benimsenmiştir.

Peygamber Efendimizin

(s.a.v.) sözleri ile davranışları

arasındaki mükemmellilik ve tu-

tarlık O’nun insanlar tarafından

daha fazla saygı gösterilmesine ve

sözlerinin insanlar üzerinde daha

etkili olmasını neden olmuştur.

Burada Peygamber Efendimi-

zin (s.a.v.) hayatı, anne babalara

en güzel örneği verdiğini düşü-

nüyorum. Anne babalar çocukla-

rını eğitip yetiştirirken Hz. Pey-

gamber (s.a.v.) misali ahlaken

güzel, davranış ve sözler arasın-

da tutarlık göstermeli ki hem ço-

cuklarına uygun bir model olsun

hem de yapmış oldukları nasi-

hatler yerine ulaşması açısından

tutulmuş olsun.

Yine Cenab-ı Hakk; Kur’an-ı

Kerim’in indirilişi ile Peygam-

ber Efendimizi (s.a.v.) tebliğinin

yaklaşık 23 yılda tamamladığını

biliyoruz. Cenab-ı Hakk’ın bize

burada vermiş olduğu mesaj ço-

cuk eğitiminde de geçerli oldu-

ğunu düşünüyorum.

Peygamber Efendimizin

(s.a.v.) insanlara İslâm’ı tebliği,

insanların içinde bulundukları

şartlara ve ihtiyaçlarına göre ka-

demeli olarak anlattığı gibi anne

babalarında çocuklarını terbiye

ederken onların gelişim dönem-

leri ve ihtiyaçları göz önünde bu-lundurmaları gerekir.

Eylül 201086

İncirAnavatanı Doğu Akdeniz olan ve Türkiye’den

Afganistan’a kadar yılda 1 milyon ton üretilen

incirin yüzde 25’inden fazlasını Türkiye üreti-

yor. İncir üretiminde Türkiye’yi, Mısır, Cezayir,

Yunanistan, Iran ve Fas gibi ülkeler takip edi-

yor.

Taze ve özellikle kuru incirin yenilmesiyle

insan bedeninin hücrelerinin yenilendiği belir-

tiliyor. Uzmanlara göre, incir, içerdiği yüksek

oranlardaki protein, vitamin ve minerallerle

hücrelerin yenilenmesini sağlayan bir besindir.

Sözgelişi, 100 gr. kuru incir yenilirse be-

denin günlük gereksinimlerinden kalsiyu-

mun yüzde 17’si, demir ve magnezyumun yüz-

de 30’u, fosforun yüzde 20’si, B1 vitamininin

yüzde 5’i ve B2 vitamininin yüzde 4’ü alınmış

olur. İncir, içerdiği yüksek orandaki liflerle be-

dene giren kolesterolün kana karışmadan atıl-

masını sağlar.

Sindirimi kolaylaştıran incirin, bedeni bak-

terilere karşı koruyan etkileri de var. İncir içer-

diği yüksek orandaki kalsiyum ve fosforla kemik

ve dişlerin oluşumu ile sağlıklarını garantiler.

İncirin içerdiği kalsiyum, diğer besinlerdeki-

ne göre daha kolay sindirilir. Süt içemeyen ki-

şilerin incir yemeleri öğütlenir. İncir, içerdiği

‘benzaldehit’ adlı maddeyle kanserli hücrelerin

büyümesini önler, kansere karşı etkili olur.

Şifalı Bitkiler

87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Muhallebili LokumMalzemeler (5 kişilik)20 Adet3 su bardağı süt1 çorba kaşığı tereyağıİki buçuk kahve fincanı unİki buçuk kahve fincanı toz şeker1 tatlı kaşığı tarçın1 su bardağı Antepfıstığı

Hazırlanışı:Süt, iki buçuk kahve fincanı un ve tereyağını tencere-de muhallebi gibi pişirin. Kaynamaya yakın, şekeri ila-ve edin ve 5 dakika daha pişirin. Ocağı kapattıktan sonra tarçını ekleyip karıştırın. Blender ile iyice çır-pın. Muhallebiyi düz bir tepsiye 1 cm kalınlığında yayın üzerine antepfıstığını serpiştirin ve buzdolabına ko-yup 3-4 saat katılaşmasını bekleyin. Buzdolabından al-dıktan sonra 2 cm eninde ve 5 cm boyunda dikdört-genler kesin. Minik rulolar elde edin. Servis tabağına koyduktan sonra üzerlerine antepfıstığı serpiştirin. Afiyet olsun

Bekir SARI

Eylül 201088

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Gerçek Kalp

Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin

Tasavvufî Görüşleri

116

Dergisi Hediyesi...

H A Z İ R A N 2 0 1 0

Fiyatı: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Posta Çeki Hesap No: 1361068Ziraat Bankası Darende Şubesi : 26798480-5001 Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli

70 TL

2010 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.