Çağdaş yol mart 1990 sayı 11

60
syalizmin Ortaçağı Kapanıyor mu? Kapitalizmin Horoz Döğüşü (ABD) Ulusal Sorun (3) Kırda Kapitalizmin Gelişmesi FEKDG Eleştirisi Y.Çeltek Cinayetini? Anlattıkları

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

240 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

Page 1: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

syalizmin Ortaçağı Kapanıyor mu?

Kapitalizmin Horoz Döğüşü (ABD)

Ulusal Sorun (3)

Kırda Kapitalizmin Gelişmesi

FEKDG Eleştirisi

Y.Çeltek Cinayetini? Anlattıkları

Page 2: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Çağdaş YOL AYLIK SİYASİ DERGİDüşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılm az

S a h ib i;

S. G ü n e ş U N S A L

S o ru m lu Y a z ı iş ie r i M ü d ü rü :

İ Ç İ N D E K İ L E R

G ü rca n Ç İLE S İZ

Y a z ış m a A d re s i:

G e n ç tü rk C a d . N ika h D a ires i Karşısı

Şam dancı iş H an ı N o :2 6 La le li - İST.D iz g i :

D İZ Basın Y a y ın - 522 1 5 85

B ask ı:

Ç îfta y M a tb a a c ılık

F iy a t ı:

3000.- TL

Y u r td ış ı F iy a t ı:

6 D M - 6 SF G e n e l D a ğ ıt ım :

H ü rd a A rk a K apak:

1917 Şubat D e v r im i ne aktif o la rak

katılan ka d ın la r

M e r h a b a ..........................................................................................................................1

P o l i t i k D u r u m .......................................................................................................... 2

S o s y a l i z m i n O r t a ç a ğ ı K a p a n ı y o r m u ? / M e h m e t

Y I L M A Z E R ............................................" .................................................................4

U l u s a l S o r u n ( 3 ) / E r k a n D E M İ R C İ ..................................................... 15

K ı r d a K a p i t a l i z m i n G e l i ş m e s i / M . Y I L M A Z E R ..................21

F i n a n s - K a p i t a l i n Y a p ı s ı (1 ) , M e h m e t Ç A Ğ L A Y A N . . 3 3

K a p i t a l i z m i n H o r o z D ö ç ü s ü / A y ş e T A N S u V E R ............... 4 2

" F a ş i z m e v e E m p e r y a l i z m e K a r ş ı D e v r i m c i G e n ç l i k "

E l e ş t ı r i s i / M . S i n a n M E R T ............................................................................4 7

D e m o k r a t i k K a d ı n D e r n e ğ i 8 M a r t B i l d i r i s i ............................. 5 0

S i v a s i K a d ı n T u t s a k l a r d a n K a m u o y u n a ....................................... 51

O k u r M e k t u b u : B a s k ı y a , Z u l m e , Z o r a k i G ö ç e K a r ş ı

O l a n T ü m İ n s a n l ı ğ a .......................................................................................... 5 2

Y e n i ç e l t e k C i n a y e t i n i n A n l a t t ı k l a r ı ...................................................5 5

Page 3: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

MerhabaÇağdaş Yol, 9 . sayısında sivil-faşişt saldırıların artacağını yazmıştı. Profesör Muammer Aksoy’un

öldürülmesi ve arkasında MİT kokulannın alınması bu tespitimizi doğru çıkardı. Bir taraftan yükselen devrimci mücadele, öbür tarafta ülkenin içine girdiği ekonomik ve politik kriz, finans-kapitali yeni bunalım senaryolan yazmaya zorunda bırakıyor. Uzun zaman, Bulgaristan ve Jivkov'la kitlelerin ilgi odaklan saptırılmıştı. Şimdi gündemde Batı Trakya var. Yüzlerce yurtsever devrimci-demokratın zindanlarda,işkencehanelerde sorgusuz sualsiz işkenceden geçirilmesine ses çıkarmayanlar, iki Türk'ü tutukladı diye Yunanistan'a cihat çağrıları yapmakta sakınca görmüyorlar. Utanmadan özgürlük havariliğine soyunabiliyorlar. Finans-kapital iki yüzlülüğünü sergiliyor. Türkiye halkları için çok öğretici oluyor.

Geçtiğimiz günlerde iki acı olay yaşadık. Önce Kumkapı'da çıkan bir yangında 16, ardından Yeniçeltek'de meydana gelen grizu patlamasında 6 9 işçi yaşamını kaybetti. Kazayı önceden tahmin eden yöneticiler, teknik malzemeyi tahliye edip,katırları bile ocağa sokmazken, önlem alınmadan çalışmak istemeyen işçileri, işten atmakla tehdit edip zorla, bile bile, mezara indirircesine ocağa indiriyor. İşçiye verilen değer bir kez daha görülüyor. Finans-kapitalin ölenlerin yakınları için açtığı yardım kampanyaları, döktüğü timsah gözyaşlan inandırıcı olmuyor.

Hükümetin, Ege Bölgesi için açıkladığı tütün fiyatlanna üreticinin gösterdiği tepki,ilerisi için umut veriyor. Küçük üreticilerin düştükleri çıkmazdan kurtulabilmek için davrandıklarını görüyoruz. Öncülerin çaktığı kıvılcım kitlelerle buluşup alevleniyor. Mücadele yeni mevziler kazanıyor.

Sosyalist ülkelerde yaşanan değişim, yerini sessizliğe bıraktı. Komünist partilerin hatalanna duyulan on yılların tepkisi, bazı ülkelerde aşırı ölçülere varmış olsa bile, kimsenin sosyalizmden döndüğü yok. M.Yılmazer'in de belirttiği gibi; "sosyalizm orta çağını kapattı". Bugün yaşanan belirsizliklerden sosyalizm, kendisini daha da geliştirerek kârlı çıkacaktır. Yanştan kopabilecek bir iki ülke, kimsede yılgınlık ve umutsuzluk yaratmamalıdır.

Kürdistan'da yaşanan baskı ve terör gün geçtikçe yoğunlaşıyor. T.C. ordusu köy köy makineli tüfekleri,toplarıyla geziyor. Bir kısım köylüler çareyi, daha dün akrabalarını katleden Saddam rejimine sığınmakta buluyor. Oktay Ekşi Hürriyet'teki köşesinden endişeleniyor, finans-kapitalin ölçüyü fazlaca kaçırmasından ve PKK’nın uluslararası alanda daha fazla prestij kazanmasından korkuyor.

Yaşadıklanmız, gördüklerimiz bizleri umutlandırıyor. Bunun için, akan pratik karşısında duru, net ' taktik adımlar atabilmek yeterli.

11 . sayımızın içeriğine gelince: M.Yılmazer Doğu Avrupa'daki gelişimin nedenlerini, buna bağlı olarak dünya ekonomisinde meydana gelebilecek yeni güç odaklannı irdeledi. M.Çağlayan arkadaş bu kez Türkiye'de finans-kapital olgusunu ayrıntılı olarak incelemeye başlıyor. Kırda kapitalizmin gelişmesi ve sonuçlan, Faşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik'in eleştirisi dergimizde okuyabileceğiniz yazılardan bazıları.

12. sayımızda buluşmak dileğiyle.

Çağdaş YOL

t

Page 4: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Politik Durum

K arşı - devrimin yıkıp ezdiği ve dağıttığı proleteryanın devrimci gücü, yeniden a-

.yaklan üstüne dikilmenin sancıları­nı yaşıyor. Yıllardır yanardağ gibi içten içe işleyen proleteryanın,şehir ve kır yoksullarının öfkesi; biraz ürkek dağınık ve acil iktisadi talep­lerin dar sınırları içinde de olsa ey­lem alanlarına taşımaya başladı. 1989’un bahar eylemleri, iş yeri düzeyindeki tek tek iktisadi grev ve direnişler döneminden, tüm ülke sathında süren ve sınıfın çok geniş kesimlerini içine alan bir döneme girildiğinin işaretidir. Son günlerde ortaya çıkan Ege’li tütün üretici­lerinin eylemi de, aynı gelişimin kır­larda da başladığını göstermekte­dir. Bu eylemlerin ortaya çıkış se­bepleri ve karekteri anlaşılamadan yakın geleceğin mücadelesini yö­netmek mümkün alamaz. Proleter- yanın ve kır yoksullarının taşmaya başlayan öfkesinin devrimci sonuç­lar yaratması, düzene karşı sonuç a­lıcı bir direniş hattında örgütlenme­sine bağlıdır. Proleteryanın devrim­ci öncüleri, sınıf bilinçli işçiler şimdi bu tarihsel görevle yüz yüzedir. Şa­yet bu görev başarılamazsa, öfkenin dile gelişi ne kadar radikal olursa ol­sun, çapı ne olursa olsun kısa za­manda yenilecek ve geriye çekile­cektir. Hiç bir yerde ve hiç bir za­man kitlelerin kendiliğinden eylemi, kalıcı devrimci sonuçlara ulaşama­mıştır ve uzun süre devam edeme­miştir.

Bahar eylemlerinin de, tütün üreticilerinin eyleminin de ortaya çı­kış gerekçesi aynıdır. Dayanılmaz

hale gelmiş iktisadi yaşamın iyileşti­rilmesi. Her ikisi de, devrimci mer­kezi bir faaliyetin ürünü değil, ken­diliğinden ortaya çıkan kitle hare­ketleridir. Aralarındaki fark, bahar eylemlerinde sınıf bilinçli işçilerin İŞYERİ KOMİTELERİ vasıtasıyla kısmen de olsa müdahale edebilme­si, tütün üreticilerinin eyleminde ge­çici bir komiteye bile rastlanma- masıdır. En azından şu ana kadar ki durum budur. Sözkonusu eylemlerin mevcut karakteri, kimseyi yanılt- mamalıdır. Eylemcilerin dar iktisadi ufku, mücadelenin seyrinde hızla değişecektir ve değişmek zorunda­dır. Bahar eylemleri olsun, tütün üreticilerinin eylemi olsun, iktisadi mücadelenin basit bir uzantısı gibi ele alınamaz. Soruna böyle yakla­şanlar, sınıf savaşından hiç bir şey anlamıyorlar demektir. Eylemcilerin başlangıçtaki niyetlerinin ne oldu­ğu, sınıf savaşında belirleyici olmayı bir yana bırakalım, çoğu zaman hiç bir öneme sahip değildir. Tarihte hemen bütün devrimci kitle eylem­leri, masum hak arayışlannm arka­sından ortaya çıkmıştır ve tarihin yönünü değiştirmiştir. Durumun bizde de böyle seyretmesinin önün­de engeller vardır. Ve kitleler daha ilk günden çarptıkları bu engelle sarsılmakta, köklü bilinç değişik­liğine uğramaktadır. Bugün Tür­kiye'de en sıradan iktisadi hak ara­yışı, öylesine yasal ve siyasi engel­lerle karşı karşıyadır ki, bu engelleri yıkmadan, işlemez hale getirmeden veya ortadan kaldırmadan tek bir başarılı adımın atılması bile imkan­sızdır. Bahar eylemcilerinin ve tü­

tüncü köylülerin, eylemin seyrinde, parolalannı hızla değiştirmesi ve si­yasi iktidarın protestosuna yönel­mesi işte bu şartlardan kaynaklan­maktadır. Yakın geleceğin kitle ey­lemlerinin hızla kabuk değiştireceği, iktisadi karakterden aynlıp siya- sileşeceği ve doğrudan düzeni he­defleyen, devrimci eylemlere dönü­şeceğini görmek için kahin olmak gerekmiyor. Iş yeri düzeyindeki tek tek iktisadi grev ve direnişler döneminden, tüm ülke sathında ve sınıfın çok geniş kesimlerini içine alan ve şimdi artık kıra da yayıl­makta olan, bir konağa girdik. Bu konakta seyretmekte olan mücade­lenin, siyasi karakter kazanma hızı ve derinliği, doğrudan devrimci proleteryanın siyasi uyanıklığına, o­laylar içinde kararlıca yer almasına, yaratıcı enerjisine ve yönetme us­talığına bağlı olacaktır.

Her yeni konak, mücadeleyi yönetecek ve yönlendirecek yeni mücadele organları yaratmak ve var olanlarını yeni duruma uygun hale getirmek zorundadır. Ve bu görev başarılı bir şekilde yerine getirile- meden ileriye doğru adım atmak o­lanaksızdır. Bu organlar çoğu kez kitle eylemlerinin içinden kendi­liğinden çıkar ve mücadelenin sey­rine göre değişikliklere uğrar. Başa­rılı hiç bir devrimci kitle eylemi yok­tur ki, kendine uygun mücadele or­ganları yaratmamış olsun. Uluslara­rası proleteryanın ve çeşitli ülkeler kır yoksullarının çok zengin deney­leri önümüzde durmaktadır. Türkiye sınıflar savaşının ortaya çıkardığı, sürekli ve istikrarlı işleyiş, devrimci

2

Page 5: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

kitleler çapında kabul görmüş ve az çok gelenekselleşmiş deneylerden yoksunuz. Sebebi belli. Kitlelerin devrimci ayaklanmasının yaşanma­mış olması. Bu durum, devrimci proleteryanın işini zorlaştırsa da, sı­nırlı ve gelgeç de olsa ortaya çıkmış deneyler, şimdi yapılması gereken­lere ışık tutabilir.

Günümüze kadarki mücadelede, yasal sınırları zorlayan ve siyasi ka­rakteri yüksek olan her kitle eyle­minde, ortaya çıkan organ İŞ YERİ KOMİTELERİ oldu. Bazen bunlar sendikanın organı gibi çalıştı, kimi durumlarda sendikaya rağmen or­taya çıktı ve sendika yöneticilerinin eylem kırıcılıklarını aşma yönünde davrandı. Eylemin sıcaklığı ortamın­da yeşeren bu komiteler, bu ortam­da bile merkezileşemedi, kalıcılığını sağlayamadı.

Cumhuriyet döneminde kır yok- sullannın sınıf savaşı içinde tuttuk­ları yer çok sınırlı olduğundan ve hemen hiç kitleselleşememesinden dolayı, devrimci kitle organları da oluşamadı. Devrimci gençliğin kırda ki çabaları ile kimi bölgelerde çok sınırlı olarak YO KSUL KÖYLÜ BİRLİK’leri kurma adımları atıldıysa da, hemen hiç bir iz bırakmadan kayboldu. Ve yoksul köylülük, ikti­sadi örgütlenmenin içinde yani tarımsal üretim kooperatiflerinde bile çok az yer alabildi, önümüz­deki günlerin mücadelesine kır yok­sullarının, her türlü deneyden yok­sun olarak ve bütünüyle örgütsüz biçimde girmek zorunda olduğu ve siyasi bilincin geriliği de hesap edil­diğinde, kırdaki hareketin devrim- cileşmesi, devrimci proleteryanın yörüngesine oturmasının zorlukları anlaşılabilir. Tütün üreticilerinin ey­leminin, tümüyle doğru hedeflere yönelmiş olmasına ve tepkilerinin şiddetine rağmen, bir kaç günde yatışması bu durumdan kaynakla­nıyor. Bir yandan çimçiy örgütsüz- lük, öte yandan bilinç geriliği, gerici burjuva partilerin kır yoksulları üs­tündeki manevra şansını arttırıyor ve mücadeleyi dar sınırlar içine hapsedip, boğabiliyor.

Ne yapılmalı? Proleteryanın devrimci öncüleri, henüz yarı iktisa­di karakter taşıyan proleteryanın ve yoksul köylülüğün sokağa taşmaya başlayan ve kaçınılmazca her gün yeni kitleleri içine çekecek olan mücadelesine, nasıl bir örgütlenme

önermeli? Yoksa nasıl olsa kitlelerin devrimci eylemi, kendi organlannı da yaratacaktır diye beklemeli mi? Biz beklemenin cinayet olacağı ka­naatindeyiz. Bugünkü karakteriyle bile, kitle eylemlerinin gelişip serpil­mesi, ileriye doğru adım atması, du­ruma uygun organların, örgütlerin yaratılmasına bağlı. Tümden düzeni hedefleyen ve yasalara rağmen ha­yat bulan eylemlerin, kitle organla­rını şimdiden tartışmanın ilerletici hiç bir yanı olmaz. O seviyeye ula­şıldığında sorun kendi çözücüsünü de yaratacaktır. Bugün yaratılacak örgütlerin ya da organların, müca­delenin her döneminde geçerli ola­cağını düşünmüyoruz ve böyle don­muş hayaller kurmuyoruz. Ama şu­nun gerekliliğine ve gerçekleşeceği­ne inanıyoruz. İçerden hiç bir bü­rokrasiyle sınırlanmamış, gerçekten demokratik işleyişe sahip ve kitle meclisleri olarak işleyecek örgüt­lenmeler şimdiden yaratılabilir ve yaratılmalıdır. Kır için, YOKSUL KÖYLÜ BİRLİKLERI’ni hoşnutsuz­luğun yaygın ve küçük üretmen­lerin yoğun olduğu böİgelerde haya­ta geçirme şansı vardır ve bu konu­da yasal engeller aşılabilir.Yeter ki ısrarla ve kararlılıkla çıkanlacak en­gellerin üstüne gidilsin ve cesaretle davranılabilsin. Birlik birimlerinin her köyde mi kurulacağı yoksa üre­ticilerin yoğunca biriktiği daha mer­kezi yerleşim alanlarında mı kurula­cağı, pratik ihtiyaçlar tarafından be­lirlenecektir. İşleyişinin ve işlevinin ne olacağı, nasıl olması gerektiği de yaşandıkça daha iyi ortaya çıkacak­tır. Üretimin her aşamasında yoksul köylülüğün sorunlarına sahip çık­mak, hak ve çıkarlannı korumak, bu uğurda yoksul köylü kitlelerini seferber etmek, aralarındaki daya­nışmayı güçlendirmek ve bu kesi­min sorunlarının çözüleceği bir top­lumsal düzenin oluşması yönünde faaliyet göstermek. En temel hatları ile şimdi söylenebilecekler bunlar. Gerisi laf ebeliği olacaktır.

İŞ YERİ KOMİTELERİ Türkiye işçi sınıfının gündemine yeni gir­miyor. Çeşitli dönemlerde daha ön­ce de girmiş, sonra işlevini yitirip geri çekilmişti. Genelde mücadele­nin yükseldiği anlarda ortaya çık­makta, yasal sınırları zorlayan ey­lemliliklerde yerleşmekte, kısmi ba­şarılar elde edildikten sonra eylem dalgasının çekilmesiyle tutunma

zorluğu çekmekte, dağılışa uğraya­bilmektedir. Ancak özellikle İstan­bul’da kimi öncü işkollarında-işyer- lerinde süreklilik kazanabilmiştir. Sorun, bu sürekliliğin genelleştirile- bilmesi ve canlılık kazanmaya baş­layan ülkedeki politik ortama müda­hale eden bir yapıya dönüşmesidir. Ancak, “tavuk-yumurta” esprisinde olduğu gibi, bu sürekliliğin sağlan­ması da mücadele hedeflerinin dar ufkunun genişletiletilerek (en son belediye işçilerinin maden işçilerine destek eylemi gibi) günlük iktisadi çıkarların ötesinde belirleyici nokta­larda meşru direnişler örgütleyebil­mekten geçiyor. Proleter devrimci­ler kendilerini hiç bir yasayla sınır­lamadan yapacakları cesur ve cü­retli çıkışlarla bu meşru direnişlere ışık tutabilmelidir. Hangi sınıfa ses- lenildiğini unutmadan ve sınıfın ruh halini her an avuçta tutarak.

Başta İŞYERİ KOMİTELERİ ol­mak üzere çok çeşitli kaynaklardan beslenecek DİRENİŞÇİ İŞÇİ HARE­KETİ, gündeme girmesiyle birlikte güçler dengesini sarsıcı roller oy­nayabilecektir. Proleteryanın meşru direnişleri ülkedeki diğer sınıf ve ta­bakalardaki düzene hoşnutsuzlukları açığa çıkartıp, besleyerek genel bir toplumsal harekete dönüşebilme potansiyelini taşımaktadır. Yeter ki proleter devrimciler bir kuyumcu ti­tizliğiyle çalışarak kendi bağımsız pratikleriyle meşru işçi direnişleri arasındaki köprüyü kurabilsinler.

ö te yandan üniversite gençliği üstünde estirilen onca teröre rağ­men ayakta kalmış ve şimdi düzene karşı politik insiyatifi ele geçire­bileceği merkezi örgütlenmesinin inşa sancılarını çekiyor. Son Yeni- çeltek katliamına ve tütün üretici­lerinin tepkilerine, üniversite genç­liği gücü oranında desteğini ver­miştir. Merkezi örgütlenmenin oluş­masıyla birlikte, üniversite genç­liğinin demokratik hareketinin yeni bir ivme kazanacağı, yeni bir yük­selişin sancılarını çeken gençlik ha­reketinin sıçrayabileceği açıktır.

Geçmişte sadece küçük burjuva sosyalizminin tekelinde olan gençlik hareketinde bu gün yeni bir olgu ortaya çıkmaktadır. Devrimci Dire­nişçi Gençlik. (Dev-Genç-Direniş) Proleterya sosyalizminin aydın gençlik içinde tutacağı mevziler, proleterya ile gençliğin ortak müca­delesinin köprübaşları olacaktır. ■

3

Page 6: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Sosyalizmin Ortaçağı Kapanıyor mu?

Mehmet YILMAZER

D oğu Avrupa”da olaylar şaşırtıcı bir hızla akıyor. İki üç ay önce kimse Berlin Du-

varı'nın yıkılabileceğini tahmin ede­mezdi, hele iki Almanya’nın birleş­mesi ancak bir deli saçması olarak kabul edilebilirdi. Oysa bütün bun­lar şimdi hepimizin gözleri önünde oluyor.

Olaylann sıcaklığı içinde, kesin yargılara varmak güç ve ayrıca yanıltıcı olur. O nedenle, yazımızda muhtemel gelişmelerden çok olay­larda ortaya çıkan bazı ana ortak özellikleri irdeleyeceğiz.

KRİZİN ORTAYA ÇIKTIĞI KOŞULLAR

Sosyalist ülkelerde son yaşanan krizi Polonya olaylarıyla başlatmak hatalı olmaz. 1 9 8 0 'de başlayan Po­lonya krizi pek çok konuda işaret vermişti. Ancak o zaman olaylara bakan bizler, Polonya'daki sorun­ların sosyalist sistemin de yardımıyla kısa zamanda çözülebileceğini düşünmüştük. Oysa sistemin ta köklerine inen derin bir birikimle yüzyüze olduğumuzdan haberdar değildik. 1 9 8 0 ’li yıllar bu birikimin hangi boyutlarda olduğunu tüm dünya halklarına açıkça gösterdi.

Sosyalist ülkelerdeki krizin uzun yıllar biriktiği çok açık, hatta sosya­lizmin 7 0 yılı iyice irdelenmeden bugünkü olaylar yeterince açıklanamaz. Ancak krizin birikip açığa çıktığı koşullar da bir o kadar önemlidir. Sosyalist ülkelerdeki kri­zin patlak verdiği koşullan üç yönden özetlemek gerekli: 1-

Sosyalist ülke ekonomilerindeki durum, 2- kapitalizmdeki gelişme özellikleri, 3- Geri ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerindeki değişim özellikleri.

1- Sosyalist ülke ekonomilerin­deki durum: Ekonomilerde genel bir durgunluk 1 9 7 5 ’lerden itibaren yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştır. (Tablo 1)

Sovyet ekonomisiyle ilgili ra­kamlar 1 9 7 5 sonrası yarı yarıya düşmüştür. Yalnızca bu olgu Sovyet sanayinde işlerin tıkandığının tartışma götürmez kanıtıdır.

Ayrıca 1 9 7 7 -8 5 arasında üretim araçları sektöründe stoklar yüzde 184 artış göstermiştir.(l) Yani teknik olarak geri, talep edil­memesine rağmen “plan gereği" üretilen makinalar yığını 1 9 7 5 ’ler sonrası artmıştır.

Diğer çarpıcı gösterge tanındaki durumla ilgilidir. “Sovyetler Birliği Amerika 'dan daha az tahıl üretmesine rağmen ondan dört kat fazla traktör kullanır. Aynca' tanm sektöründe Sovyetler dokuz kat faz­la işgücü kullanır. Başka bir deyişle Sovyet tanmında em ek üretkenliği Amerika dakinin onda biri kad­ardır. ” (2)

Bütün bu göstergeler, Sovyetler Birliği'nde emeğin ve üretimaraçlarının nasıl israf edildiğineçarpıcı örneklerdir. Bu tablonun altında ekonomik anlamda yatan temel neden, üretici güçlerin yeni­lenmesi, geliştirilmesi ' veyaygınlaştırılması zorunluluğudur. Ekstansif ekonomik gelişim son sınırlanna dayanmıştır. Entansif

gelişime sıçramadığı takdirde ekon­omi üretici güçleri verimsizce tüketecek, Sovyet proletaryasının artı-emeği boşa harcanmış ola­caktır.

özellikle 1 9 8 0 ’lerde Sovyet- lerde ve aynı zamanda diğer sosya­list ülkelerde üretici güçlerin kaçınılmaz yenilenmesi, modern de­yimiyle bilimsel teknik devrimin im­kanlarının üretime yaygınca ak- tanlması zorunluluğu sıkça tartışılmıştır. ardından yaşanan gelişmeler bu yenilenmeyi eski yönetim mekanizmalarının yapmaya yetenekli olmadığını ortaya çıkar­mıştır. 1 9 3 0 ’lar sonrası Sovyet ekonomistleri arasında yaygınlaşan, “Sosyalizmde üretici ğüçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisiz uyumu" teori­leri 1 9 7 5 ’lerle birlikte gerçekler ta­rafından yalanlanmış oldu. Urlaşan bürokrasinin ataletine denk düşen bu anlayış, ancak sancılı bir birikim­le kırılıp aşılabiliyor.

Sosyalist ülkelerdeki kuruluş ve ekstansif gelişim sürecine denk düşen, bu dönemin yarattığı bürok- tarik mekanizmalar 1 9 7 0 ’lerle bir­likte gelişmenin önünde engel ol­maya başlamışlardır. Sosyalist ülke­lerdeki krizin tırmanışının en temel özelliği budur.

2- Kapitalizmdeki gelişme özel­likleri: Sosyalizmin kapitalizmden öğrendiğinden çok, kapitalizm yer­yüzünde sosyalizmle “birlikte yaşa­m ak” zorunda olduğunu kavradı. Çökmenin eşiğine gelen kapitalist ana yurtlarda “devletçi kapitalizmle" ya da Keynes İktisadıyla ekonomiler reforme edildi. Sosyalizmin karşısın-

4

Page 7: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Tablo 1Yıllık Ortalama Artış Oranı (%)

Yıiîar 1966-70 1976-80 1981-85Sanayi üretiminde 8,47 4,4 3,7Tanm üretimi 3,9 0,5 1,2Sanayide emek üretkenliği 5,7 6,0 3.2

Kaynak: Beyond Perestroika, E. Mandei

da “sosyal devlet 'î ortaya atmak zo­runda kalan kapitalizm, işsizlik ödentisi, sağlık hizmetleri gibi bazı sosyal haklan geliştirmek zorunda kaldı.

ö te yandan, yeni sömürgecilikle geri ülkeler karşısında kapitalizmin eski görüntüsünü değiştirmeyi de­nedi. Başansız olduğu söylenemez.

Son olarak, 1 9 7 0 ’ler sonrası bi­limsel teknik devrimin sağladığı im­kanlara sosyalizmden çok daha hızlı bir şekilde uyum sağlayan kapitalist ana yurtlar, aslında böylece 1940- ’ların rövanşına girişmiş oluyorlardı. Yaşadığımız yıllar, bu mücadelenin kapitalizm lehine dönüş yaptığı yıllar oldu. 1 9 7 0 ’lere kadar sosya­lizm lehinde akan süreç, üretici güçlerin gelişmesinde mesafeyi git­tikçe açan kapitalizm lehine dönme­ye başladı. Bu gelişme kaçınılmaz bir şekilde sosyalist ekonomileri do­laylı bir baskı altına sokmuştur. Sos­yalist ülkelerdeki krizin yoğunlaş­masında ikinci önemli etken budur.

3- Geri ülkelerdeki ulusal kurtu­luş mücadelelerindeki değişim özel­likleri: ¡kinci Dünya Savaşıyla yük­selen sosyalizmin itibarı, daha sonra yoğunlaşan ulusal kurtuluş savaşla­rıyla durmaksızın yükseldi. Bu yük­seliş 1970'lerde durdu. Klasik sö­mürgeciliğe karşı verilen mücadele­lerin belki en son örnekleri Angola, Gine ve bir ölçüde Nikaragua dev- rimleri oldu. Böylece, ulusal kurtu­luş savaşları dönemi tarihi olarak kapandı. Artık, yeni sömürgeciliğe karşı ve proletaryanın doğrudan öncülük edeceği sosyal kurtuluş savaşları dönemi açılmak zorun­dadır. Başta Latin Amerika, Orta­Doğu, Afrika'da koşullar, böyle bir mücadele için olgunlaşıyor.

Geri ülkelerdeki mücadelenin - böyle bir dönüş göstermesi sosyalist ülkeleri nasıl etkilemiştir?

Ulusal Kurtuluş savaşlan döne­minin kapanmasıyla bir bakıma dünya ölçüsünde devrimci mücade­lenin ekstansif, yaygın gelişmesin­den, entansif derinlemesine, köklü sağlamlaşma dönemine girilmiş olu­yordu. Bu sürecin başlamasıyla ken­di kurtuluş mücadeleleri sırasında Sosyalizme dost olan bazı geri ülkeler sonraki süreçte hızla kapita­lizmin yeni sömürgecilik ağına takıldılar. (Mısır, Cezayir, Irak vb.) Ayrıca diğerlerinin sosyalizme iler­leme süreci ise son derece zor ve

sancılı oldu. Bu sancılı süreç halen yaşanıyor.

Yaşanan olaylar şu gerçeklikleri ortaya koydu. Ulusal kurtuluş savaş­ları sonrası süreçte sosyalizmin bu ülkelerdeki gelişmeleri belirleme gücü son derece sınırlıdır. Ve her alanda emperyalizmle bitmez bir mücadele devam etmektedir. Bu mücadeleler sırasında Sosyalizm, kendi gücünü sınadı ve su sınavdan önemli ölçüde moral ve güç yitire­rek çıktı.

“Dış yardım-ulusal hasıla oranın­da Sovyetler Almanya'yı üç kat, İngiltere'yi 3 ,5 kat ve A m erika’yı hem en hem en altı kat g eçm ek­tedir. " (3) bu yardımların Sovyet ek­onomisini zorlayacağı çok açıktır. Üstelik bu ülkelerin pek çok yardıma rağmen Sosyalist ülkelerle ilişkilerini koparıp, emperyalizmin ağlanna yeniden yakalanmaları, Sosyalizm cephesinde önemli maddi ve moral çöküntüler yaratmıştır.

Neticede, sosyalist ve ilerici güçler, İkinci Dünya Savaşı sonrası 1 9 7 5 ’lere kadar yaşadıkları yüksel­me döneminden, duraksama süreci­ne girince, sağlam olmayan mevzi­ler teker teker kendini açığa vuru­yor, eğer takviye edilemezse düşü­yor. İşte yükselme günlerinde birik­tirilen hatalar, duraklama ve geri­leme günleride daha açık ve atlana- maz biçimde ortaya çıkıyor.

Sosyalizm 4 0 yıl önce savaş yıl­larında en önemli sınavını vermişti, şimdi de barış yıllarının sınavından geçiyor, bu sınav sancılı uzun bir süreci kapsayacağa benziyor.

GELİŞMELERİN ÖNE ÇIKARTTIĞI ORTAK YÖNLER

Doğu Avrupa'daki gelişmeleri tek tek ülkelerdeki olaylar açısından incelemek yerine bütün akan süreç­te ortaya çıkan ortak özellikleri öne çıkartıp ne anlama geldikerini ince­lemeye çalışacağız.

Gelişmeler 1980'lerin başında Polonya olayları ile başladı. Polon­ya’daki gelişmelerin önemli bir özelliği vardı. 1 9 5 0 ’lerden beri he­men her on yılda bir sancılanan Po­lonya’da 1980 lere kadar siyasi gelişmeler daima Komünist Partisi içindeki değişikliklerle “çözümlen­mişti". Ancak böyle her “çözüm" yeni bir sancı ürettiği için 1 9 8 0 ’- İerde olay büyük bir oranda parti dışına taştı. Dayanışma Hareketi, partinin yanında yeni bir siyasi odak oldu. Üstelik o zamanlar sınıfın büyük çoğunluğunu yanına çekmeyi başarmıştı. Böylece bir sosyalist ülkede iktidardaki bir komünist par­tisinin sınıfla bağlarının çoktan kop­muş olduğu ilk defa açıkça ortaya çıkıyordu. Kopan bağları yeniden kurup, partinin kendini kısa sürede yenileyebileceğini ummuştuk. Olay­lar bizi yalanladı. Daha da ötesi, Po­lonya ile birlikte sosyalist ülkelerde bambaşka bir süreç başladı.

Polonya’nın ardından Sovyet- ler’de Andropov’la başlayıp Gor- baçov’la devam eden sürecin ayırıcı özelliği ise, partinin sistemde biri­ken sancıları kendi insiyatifiyle çöz­meye başlamasıydı. Fakat Gorba- çov’un itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, çürümenin bu kadar derinlerde olduğunu, parti liderliği de perest- royka yoluna çıkarken bilmiyordu. Bu sığlık kaçınılmaz şekilde parti politikasını pragmatizme sürükledi ve olaylar zaman zaman partinin in- siyatifi dışına taşıyor. Yani SB K P ’de olayların gerisinde kalıyor. Doğu Avrupa’da komünist partiler kendi ülkelerinde benzer bir süreci başlat­maya karşı birkaç yıl ayak dirediler ve bütün bu ülkelerde olaylar komü­nist partilere rağmen patlak verdi, komünist partiler yığınların tepkisi­nin ancak kuyruğuna takılabildiler, bunu bile yapamayan Romanya Komünist Partisi ise şimdilik bütü­nüyle meşruiyetini, varlık koşulunu yitirdi.

S

Page 8: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Polonya ’da dayanışma hareketi partinin yanında yeni bir siyasi odak oldu.

Sovyetler Birliği dışındaki sos­yalist ülkelerde komünist partilerin biriken sorunları çözmeye yetenekli olmadığı ortaya çıktı. Ve bu ülkeler­deki siyasi gösterilerde hızla bir ve aynı ortak parola öne çıktı: “Komü­nist partisinin iktidar tekeline so n ” ya da Doğu Almanya’daki orijinal söylenişiyle “bir daha asla" Bu tale­bin yükselmesinin ardından başla­yan reformları diğer ülkelerdeki aşağıdan halk ayaklanmaları geçti. Şimdi Sovyetler de aynı siyasi soru­nu gündemine almak zorunda kalıyor.

Gorbaçov’un yukardan, ihtiyatla yürütmeye çalıştığı perestroykayı Doğu Avrupa’da yığınlar kendi in­siyakileriyle mantık sonuçlarına zor­luyorlar.

Yığınların baskısıyla, partilerin hızla insiyatif yitirmesi hükümet­lerin, bakanların meydanlarda halk onayından geçmeyince çekilmek zorunda kalmaları. Doğu Avrupa komünist parti iktidarlarının ne öl­çüde çürümüş ve yığınlardan kop­muş olduğunun ibret verici kanıt­larıdır.

Bütün bu gelişmeler sırasında,

her ülkede farklı süreçler yaşanma­sına rağmen hepsinde ortak iki özellik öne çıktı.

İlki, siyasi planda komünist par­tilerin güç ve itibar yitirmesidir. Sovyetler Birliği için de bu tesbit geçer lidir. Diğerleriyle kıyaslandı­ğında komünist partisi daha yavaş güç kaybetmektedir ama, ibre sü­rekli aşağıya kaymaya devam et­mektedir.

İkinci ortak özellik: Üretim araç­larının sosyal mülkiyetinin itibar yi­tirmesidir. Üretim araçlarında özel mülkiyetin sosyalist ülkelerin gün­deminde önemli bir yer tuttuğu açıktır.

Bir sosyalist ülke için komünist partisinin öncülüğü ve üretim araç­larının sosyal mülkiyeti komünizme gidişin vazgeçilmez koşulları olma­sına rağmen, sosyalizmin bugüne kadarki pratiği bu iki olguyu aşırıca yıpratmış, tanınmaz hale getir­miştir.

Çok açıkça görülüyor ki, sosya­list ülkelerdeki gelişmeler sosyaliz­min bu en temel taşlarını bile yerin­den oynattığına göre, sosyalizmin krizi derin ve köklü demektir. De­tayların içinde boğulmamak için sosyalist ülkelerin sorunlarına bu iki mercekten bakacağız. Nasıl, neden deforme olmuşlar? Nasıl, hangi yol­larla onarılabilirler?

KOMÜNİST PARTİLERDEKİ ÇÜRÜME

Partilerdeki çürüme hiçbir ge­rekçeyle örtülemeyecek ölçüde or­tadadır. Bazı sonuçlara varmadan komünist partilerin ülkelere göre durumlarına bir göz atalım.

İlk göze çarpan olgu, güçlü ve köklü mücadele geleneğine sahip olan partiler bir ölçüde daha sağlam kalabildiler. Sovyetlerle birlikte, Bulgaristan, Çekoslovak, Doğu Al­man komünist partileri böyle görünüyor.

Macaristan Komünist Partisi eri­di. Yeni partinin sözcülerinden biri­si şöyle diyor: “ Yeni partiye ideoloji giydirmek istemiyoruz. Biz sosyaliz­mi yıllar önce başlamış ve yalnızca Marx, Engels ve Lenin tarafından değil St. Augustin,Thomas M oore ve Büyük Fransız Devrimi tarafın­dan geliştirilen bir tarihsel prose o ­larak kabul ediyoruz... Sanıyorum. Avrupa sol hareketinin değerle­

ri,gelenekleri ve bugünkü deneyle­rine dayanacağız. Öte yandan, Ma­car Parlementosu fabrikalarda parti faaliyetlerini yasaklayan bir karar geçirmeyi denedi." (S) 1 9 6 8 ’lerden beri süre gelen Macar tipi reform­ların sonuçları berraklaşıyor. Macar Komünist Partisi geleneksel zayıflı­ğının yanında artık açıkça sosyal demokratlaşmıştır. Üstelik işçilerin politika yapmasından korkan Macar “sosyalistler” bunu fabrikaların özel­leştirilme kargaşasından işçi sınıfını uzak tutma kaygısıyla yaptıkları çok açıktır.

Polonya’da Dayanışma umdu­ğundan önce iktidara gelmenin sı­kıntısıyla başlıca iki fraksiyona bö­lünmüş durumda. Gücünü gittikçe yitiriyor. Parti içinde ise üç eğilim var: 8 Temmuz Hareketi, Partinin omurgası, eski yapıyı reforme et­meyi amaçlıyor. Katowice grubu “Stalinist eğilimlere" sahip. Bir de eskiyle ilgili her şeyi inkar etmeye yeltenen sosyal demokratlar var.(6) Parti içinde pazar ekonomisine geçişe karşı direnen “Varşova işçi­leri Platformu" bulunmakta.(7) Yaşa­nan kriz siyasi güçleri önce bozdu, dağınıklığa uğrattı, artık olaylar geliştikçe yeni şekillenmeler yaşa­nacak.

Bu en çok Romanya için geçer- lidir. Parti, Çavuşesku'yla özdeş göründüğü için şimdi fiilen likide oldu. 1 9 8 7 ’de Brasov işçileri Parti binasını yakıp partinin gizli yiyecek stoklarını yağmaladığında (8) Çavu- şesku rejiminin sonu görülmüştü. Bu gelişmeleri 1989 Mart’ında 6 Parti liderinin Çavuşesku’ya karşı açık mektubu izledi.(9) Bu en geri sosyalist ülkede olaylar çok farklı aktı ve kısa da olsa bir savaş yaşan­dı.

Ulusal Kurtuluş Cephesinin bir ideologu sayılabilecek Silviu Brucan Cephenin konumunu ve durumunu şöyle tanımlıyor:

“ideolojik yönelim henüz karar­laştırılmadı. Sosyalizm ve kom ü­nizm gibi kavramların Romanyada bir anlama va tem ele sahip olmadı­ğını düşünüyoruz. Mutlak monarşi­y e yakın feodal-tip bir üst yapıya sa­hip olmuş olan ve kişi başına geliri Avrupa sosyalist ülkelerinin üç ya da dörtte biri olan Romanyada 6öy- le terimler için bir tem el yoktur."

“Yanm yüzyıldan beri marksis: düşüncenin fosilleşmesinin acı mey-

6

Page 9: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

valarını topluyoruz."“Ulusal Kurtuluş Cephesi sola

eğilimli geniş bir politik örgütlen­meyi temsil ediyor, daha fazlasına değil." (10)

Doğu Avrupa ülkelerinde en azından önümüzdeki bir iki yıl yeni siyasi şekillenmelerin bozulup kurul­masıyla geçecek. Bu konuda şimdi­den bir şeyler söylemek erken olur. Ancak şu kadan kesindir, artık bu ülkelerde komünist partiler tek ve güçlü siyasi örgütlenmeler olmaya­caklar. Sosyalizm ve komünizm adı­na yapılan hataların yığınların hafı­zasında, kuşakların bilincinde ya­rattığı köklü olumsuzluklar, kolayca ortadan kalkmayacak.

Diğer bir soru, komünist parti­lere karşı öfkeyle sokağa dökülen bu yığınlar, “karşı devrimci" olarak

■ mı değerlendirilmelidir? Böyle bir yargı kolay ve tek yanlı olur. Böyle bir yargıya varmadan önce, komü­nist partilerin bu ülkelerde nasıl olup da böyle yaygın bir öfke kay­nağı haline geldikleri açıklanma- lıdır. Sıradan insanları sosyalizmden soğutmak, bu partilerin pek çoğu­nun kaçınılmaz sonucu olmuştur. Geniş yığınlann komünist partilere yönelen öfkesinin objektif anlamı, halkın çıkarlarıyla partilerin konu­munun çatışma noktasına var- masmdandır. Hiç şüphesiz ki, sos­yalist ülkelerdeki ayaklanan tepkiler içinde pek çok siyasi çıkar henüz içiçedir. Macaristan ve Polonya'da bir ölçüde kapitalizmi restore et­meye eğilimli güçlerin bu momentte üste çıktığını söyleyebiliriz. Ancak gidecekleri yol emperyalizmin bü­tün gayretlerine rağmen, kolay ve pürüzsüz değildir. Diğerlerinde ise henüz siyasi güçler oluşma aşama­sında.

Yığınları komünist partilerden soğutan, hatta karşısına geçiren en önemli nedene gelelim: Partiler, ik­tidar yıllarında imtiyazlı bir elite dönüşmüştür.

Bir komünist açısından, bıra­kalım bazı maddi imkanların çeki­ciliği ile soysuzlaşmayı, işçi sınıfı ve halk yığınlarından kopuşmak en büyük suçtur. Oysa, sosyalist ülke­lerde partiler ve elbette partililer fii­len ve çoğu zaman da resmen im­tiyazlı konuma gelmişlerdir. Örne­ğin, Yiyecek halk Komiseri Tsyuru- pa'nm Lenin'in önünde açlıktan ba­yılması üzerine, Lenin'in önerisiyle

halk komiserlerine yiyecek imtiyazı verilir. Açlık yıllarında çok doğal ve kaçınılmaz olan imtiyaz, ardından gelen yıllarda katlanarak özel parti mağazalarına kadar büyümüş, diğer komünist partiler tarafından da im­tiyaz tasasız benimsenmiştir. 1918 koşullarında halkın bir ölçüde hoş­görüyle baktığı imtiyaz, sonraki yıllarda özel parti mağazalarına ev- rimleşince bu gelişme yığınlarda öfke biriktirmiştir. Bu yanlızca bir örnektir. Artık bizzat sosyalist ülke­ler basınında parti ve devlet üst bü­rokratlarının nasıl akıl almaz maddi çıkar soysuzlaşmasına saplandıkla­rının örneklerini okuyabiliyoruz.

Doğu Avrupa ülkelerindeki ge­lişmelerin ortak yanları belirginle­şince bürokratik çürümenin kaçınıl­maz bir alın yazısı olup olmadığı so­rusu akla geliyor.

Hiç şüphesiz ki, çok yönlü yete­neklerle teçhiz edilmiş komünist in­sana ve komünist topluma gidiş sürecinde, hele geri bir ülkede sos­yalizmin kuruluş işine girişilince bürokrasi kaçınılmazdır. Ancak bü­rokratik soysuzlaşmanın kaçınılmaz olduğunu söylemek mümkün değil­dir.

. Böyle bir çürümeye karşı tek gerçek silahın aşağıdan yığın kont­rolü olduğu açıktır. Ancak geri, üstelik köklü serf gelenekli Rusya ve benzeri ülkelerde yığın insiyatifi muazzam birikimler sonucu patlak veren devrim günlerinde açığa çıkabilmiştir. Günlük, rutin yaşam başladığında, her günkü yaşamın düzenlenmesinde yığınların insiyati­fi biraz da kaçınılmazca geriye çekiliyor.

“Bu sorun üzerinde önemli bir adım Kliamkin tarafından ahlmıştır. Kliamkin kendisini, kapitalizmin g e ­lişmesi tarafından yeterince derin bir dönüşüme uğratılmamış olan Rus köylüsünün, sosyo-ekonom ik yapısındaki öncelikle yan pederşahi gelenekleri üzerinde yoğunlaşhr- mıştır. Bu gelenek doğal olarak, yarı pederşahi çarlıktan devşirileri ve onunla güçlü bağlannı kaybet­memiş olan Rus proletaryası üze­rinde de izlerini bırakmıştır. Bürok­rasi böyle bir toprakta yeşerebildi."( n )

Marx’m belirttiği gibi, devrim günlerinin sıcaklığı geçmeye başla­dığında eski, yeni biçimlerin içinde yeniden dirilmeye çalışır. Bürokra­

sinin tutuculuğu, halktan kopuk­luğu böyle köklü bir geleneğin Sovyet sistemi içinde etkisini sür­dürmesinden kaynak alıyor olma­lıdır. Üstelik bu gelenek parti içi mekanizmaları da önemli ölçüde et­kilemiş, kontrol araçları kireçlen­miştir.

Partinin yığınlardan kopması sonucunu doğuran bu eski düzen­den kalma gelenekcil köklerin ya­nında başka neler söylenebilir?

Komünist partilerin, sonunda onları yığınlardan kopartan, sistemli olarak tekrarladıklan iki hata öne çıkartılmalıdır..

Birincisi, sosyalizmin genel he­defleri ile yığınların günlük pratik çıkarlarının birbirinden koparılma­sıdır. İktidarda olduklan ülkelerde komünist partiler propaganda pla­nında sosyalizmin insancıllığından ve güzelliğinden o kadar çok söz et­melerine rağmen beş-on değil kırk- yetmiş yıl pratikte insanların en ba­sit ihtiyaçları ancak kabaca karşı­lanmıştır. Sosyalizmin gelecekteki idealleri "uğruna”, yığınların en ba­sit tüketim ihtiyaçları küçümsen­miştir. Nihilist bir küçük burjuva tavrıyla sosyalist ülkelerde tüketim malları ihtiyacı aşağılanmıştır. Ve giderek bizzat sosyalist ülkelerin günlük yaşamında, sosyalizm ve komünizm propagandası ikiyüzlülük haline gelmiştir. Sözlerde kalan yüksek idealler, bayağılaşan günlük pratik, ilk yılların umutlu aceleci­liğini kayıtsız bekleyişe dönüştür­müş, ancak sonunda, oldukça uzun bir birikimin zoruyla yığın insiyatifi yeniden durgun kanalların dışına taşmıştır.

ikinci hata, partilerin yığınların eski alışkanlıkları karşısında aldıkları tavırdır, iktidar oldukları ülkelerde bile komünistler henüz azınlıktılar. Üstelik kapitalizmin yarattığı belli olumlulukları bile miras olarak ala­mayan komünist partileri önünde devasa sorunlar yığılıydı. Üretim tarzı olarak küçük meta üretime hele Rusya'da en yaygın biçimdi. Kültür, serfliğin güçlü izlerini taşı­yordu. Bu zemin üzerinden sosyaliz­me gidişte her yapmalık, partilerin geniş yığınlarla bağlarını zayıflat­mıştır. Bunun en tipik göstergesi Doğu Almanya dahil, halk tepkileri­nin önce kilise kanallarından geç­mesidir. Sanki sosyalist ülkelerde din yeniden itibar kazanıyor.

7

Page 10: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

cıD ın ıt içinde bile bilinçli işçilerin azınlık olması,sosyalizmin inşa sürecinde partinin geniş yığınlardan kopabileceği objektif bir ortam oluşturmaktadır. Gereksiz acelecilikler, zorlamalar bu objektif temelden hareketle parti-yığın ilişkisini zayıflatabiliyor.

Sınıf içinde bile bilinçli işçilerin azınlık olması, sosyalizmin inşa sü­recinde partinin geniş yığınlardan kopabileceği objektif bir ortam o­luşturmaktadır. Gereksiz acelecilik­ler, zorlamalar bu objektif temelden hareketle parti-yığın ilişkisini zayıf­latabiliyor. Sosyalizmin kuruluş pra­tiği parti için tükenmez bir uyanık­lıkla davranmalıdır. Bu canlı meka­nizmalar her hangi bir noktadan ki­reçlenmeye başladığında bu durum parti için alarm anlamında bir uyarı olmalıdır.

Sovyetlerin zor koşullan, partiyi biraz da bu konularda fazla detayla­ra inemeden acele etmeye zor­lamıştır. Bu koşullann ortaya çıkar­dığı yapıyı ise. Doğu Avrupa ko­münist partileri kabaca kopya et­mekten öteye gidemediler.

ÜRETİM ARAÇLARININ SOSYAL MÜLKİYETİ

Sosyalist ülkelerdeki son olaylar sadece komünist partilerin ne ölçü­de çürüyüp soysuzlaştığını ortaya çıkartmakla kalmadı, aynı zamanda ülkedeki krizi aşmanın yollarının her tartışıldığı yerde mülkiyet biçimi gündeme geldi. Ma caristan bu ko­nudaki reformlarına 1968’de başla­mıştı. Üretim araçlarında özel mül­kiyet hakkı kısmen tanınmış ve bir 2 0 yılda ise bu konudaki bütün sınırlamaların kaldırıldığı bir nok­taya varılmıştır. Polonya aynı yol­dadır. Ve benzer '‘reform lar” hemen bütün sosyalist ülkeleri sırayla sar­maktadır. Anlamını ve nedenlerini ortaya koymaya çalışalım.

ö n ce bir kaç örnekle Sovyet- lerde üretim araçlarının sosyal mülkiyetinde ve genel olarak üre­timdeki bozulmalara değinmeliyiz.

Üretimde en temel unsur insan üretici gücüdür. Sovyetler dünyanın en iyi eğitilmiş işçi sınıfına sahiptir. Üstelik Sovyetlerde 1970'de işçi sınıfının yarısı genç, otuz yaşın al­tındadır. 1971-1975 plan döneminde

sağlanan yeni işgücünün de yüzde 9 0 ’ı gençtir. Ancak öte yandan 1970’de Leningrad’da yapılan bir araştırmaya göre işçilerin yüzde 4 0 ’ı yaptığı işin kapsam ve kalite­sinden memnun değildir. 1976- 7 7 ’de aynı konuda yapılan araştır­mada bu oran yüzde 6 5 e yüksel­miştir. (12)

Bu rakamlar, özellikle 1975’lere gelindiğinde sınıfın üretm ile yara­tıcı bir ilişki içinde olmadığını kanıt­lıyor.

Yine Andropov’un verdiği ra­kamlara göre “Sovyetler de ücreti ödenmiş çalışma saatlerinin üçte biri karşılıksızdır. ” Bunun en önemli nedeni işçilerin tembelliği değil, fa­kat bürokratik hatalı yöntemdir. Ancak bizzat bu, üretimde tembel­lik, üretime kayıtsızlık yaratmak­tadır. Aynı şekilde, Sovyetler de üretimin yüzde 20 si çeşitli neden­lerle (kötü depolama, taşınma ku- surlan, hır-sızlık vb.) normal dolaşım sürecine girmeden yitiril­mektedir.

Bu açıkladıklarımız, üretim ve işçi sınıfı arasındaki ilişkide yaygın kapsamlı bir bozulmanın delilleridir. Sınıf, işin kapsamına, üretilene ka­yıtsızdır. Böylece Sovyet proleter- yasının artı-emeğinin önemli bir bö­lümü boşa harcanmaktadır.

Üretim sürecinde diğer çok önemli bir yozlaşma, sosyalist ülke ekonomilerine ayrılmazca kenetli olan “gölge ekon om i'nin varlığıdır. ~ “Gölge ekonom iyi kapitalizmin ‘doğuş işareti’ olarak görmüyoruz (onun var oluşunun nedenleri sosya­lizmin bozulmasında yatar, hata­larımızdan ve eksikliklerimizden kaynaklanır)” (13)

Aynı yazar gölge ekonomisinin 19 7 0 lerde hızla yayıldığını ve kökleştiğini tesbit etmektedir.

Kara pazarın yaygın olduğu a­lanlar: Tüketici hizmetleri (resmi sektörün yansı kadardır; inşaat ve ev onarımı, resmi sektörün iki katı hacme ulaşır); makina araç gereç

onarımı (resmi sektör oto tamirinde ihtiyacın yüzde 2 0 -2 5 ’ini, diğer alanda yüzde 50-60 'ın ı karşılaya­bilmektedir, diğer açığı şu anda gölge servisler de kapatabilmiş de­ğildir) tatil yeri elde etme, sağlık hizmetlerinde ve eğitimde çeşitli o­ranlarda gölge ekonomi vardır. (14)

Toplam olarak ele alındığında gölge ekonomi bütünün yüzde 20- 2 5 ’ini meydana getirmektedir. Ö­zetle Sovyet ekonomisinin dörtte biri sosyalizmin kanunlan dışında işlemektedir. Ancak bu rakam tek başına aldatıcıdır. Bir ankete göre, az bulunur mallan kara piyasada satmanın suç olduğunu kabul eden­ler yalnızca yüzde 3 5 -5 6 ’dır. Aşağı yukarı Sovyet insanının yarısı gölge ekonomiyi “m eşru” görüyor. Do­layısıyla onun yozlaştırıcı etkisiyle sosyalist ekonotninin temel değer­leri insanların gözünde erozyona uğruyor.

Böyle bir ekonomi ve sosyal ilişkiler ortamında olgunlaşan sosya­lizmin krizi, kaçınılmaz bir şekilde üretim araçlarının sosyal mülkiyetini tartışma gündemine getirmiştir. Çünkü geniş üretici yığınlar bu ak­samalar, bozulmalar ve çürümeler karşısında genellikle seyirci konuma itilmişlerdir.

Bu konuda özelllikle Sovyet­lerde süren tartışmanın ana nokta­larına değinirsek sorunun hangi boyutlara vardığı daha iyi ortaya çıkacaktır.

“Sosyalist ülkelerin tarihine ba­karsak, halk mülkiyetinin kullanı­mında ekonom ik otoritenin daral­masına işaret edilebilir. Pek çok hak, iş kolektiflerinden ve tek tek işçilerden alınıp yönetimin yüksek katlarına aktarıldı. ” (15)

“Yakın zamana kadar, işçilerin büyük çoğunluğu mülkiyet sahipleri olarak haklarını kullanmada çok az şey yaptı ve üretimin gerçek yöneti­mine geniş ölçüde kaülmadı. Böyle koşullarda, mülkiyet ilişkileri bütü­nüyle sosyalist olamazdı. ”

Yukarıdaki tespitler hangi açı­dan önemlidir? Üretimin örgütlen­mesi ve üretimin yönlendirilmesi mi yetkisi sürekli bürokrasinin üst kat­larında yoğunlaşmıştır. Sosyalizm yalnızca üretim araçlarında devlet mülkiyeti değildir. Sosyalizmi “dev- letçilik’\en ayıran şey, halkın üre­timin yönetimine artan oranda ve giderek tamamen katılmasıdır. Yu-

8

Page 11: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

karıda verilen bilgilerden işçi sını­fının önemli bir çoğunluğunun üretime yabancılaştığı gerçeği göz önüne alınırsa, üretim araçlarının sosyal (ya da devlet) mülkiyeti üre­ten açısından bir anlama sahip ol­mayacaktır.

“Kural olarak, tek tek işçiler ve iş kollektifleri gerçekten kendilerine ait olan bir iş gerinde çalıştıklarını hissetmiyorlar. ”

“Uzun yılların deneyi şunu söy­lem em e yol açıyor, yanlış yönetimin esas nedeni g erek bireysel g erek kollektif mülkiyetin soyut karekte- rinde yatıyor."

Yazar “yanlış yönetimi" engel­leyebileceğini düşündüğü mülkiye­tin somutlaşmasını şöyle yapıyor:

“Bütün halkın ilk elden mülk sa­hipliği hakkının koşulsuz korunması esas olarak kalır. Bu, sosyalist ekon ­om ik sistemin temelidir. Iş ko lektif­lerine bütün ekipmanın ve diğer işyeri mülkiyetinin kısmi sahiplik hakkı verilmelidir. Bu hak tam bir ekonom ik bağımsızlık ve davranış özgürlüğü garanti edilinceye kadar genişletilmelidir. ”(17)

Yazar, üretime kayıtsızlığı kal­dırmanın yolunu kısmi grup mül­kiyetinde görüyor. Üretim araçları, iş kollektiflerine devredilirse ve on­lara tam davranış özgürlüğü veri­lirse, mülkiyetin soyut karekterinin doğurduğu yanlış yönetim ve ak­samalar ortadan kalkabilecektir. Ancak Yugoslav örneği, yazarın görüşlerini yalanlamaktadır. Ünlü “öz yönetim", grup mülkiyetinden başka bir şey değildi, birikim fonları makina yenilemek yerine ücretleri arttırmaya harcanınca, bugünkü yüksek enflasyonlu günlere gelindi.

Bir başka yazar, benzer bir öne­riyle mantığı şöyle tamamlıyor.

“Gelir dağılımında sosyal adale­tin sürekli, yaygın ve rezilce ihlal edilmesi yeni yaratılan ürünün mal edinilmesinde varolan toplumsal mekanizmanın iflas ettiğini göste­riyor. Görüşümüze göre, buradaki prensip hatası, iş kollektiflerinin mal edinm e sürecinde üretilenin önemli bir bölümüne sahip olmamasıdır... Herşeyden önce, sosyalist mal edin­me, üreticilerin yarattiklannm önemli bir kısmını uygun gördükleri gibi kullandıkları bir prosedir. " (18)

Böyle bir dağılım mekanizma­sıyla sosyal adaletin çok daha kor­kunç ölçülerde bozulacağı açıktır.

Yeltsin, ABD'de büyük çiftliklerde işçi yığınlarının ücretli kölelik yaptığını bilmiyor mu?Modern toplumda giderek doğrudan yaratanlann sayısı azalıyor, buna karşılık doğrudan üretmeyen hizmet sektöründe çalışanlar hızla artıyor. Ancak Sovyetler’de yaşanan kötü ve gerçekten “rezilce" örnekler dü­şünceleri böyle bir uçtan öbür uca savurmadan edemiyor.

Bir tek örnek verelim. Grevlerin patlak verdiği, işçilerin sabun bile bulamadığı Kusbass maden bölge­sinde üretilenin dağıtımı gerçekten akıl almaz bir rezilliktedir. Kömür madeni yılda 1.7 milyar ruble kazan­maktadır. Bu rakamdan bölgesel bütçeye yıllık yalnızca 1.3 milyon ruble ayrılmaktadır. 9 2 5 bin kişinin yaşadığı Kusbass bölgesinde kişi başına yıllık 1 ruble 38 köpeklik bir harcama düşmektedir. (19) Doğru dürüst hiç bir sosyal tesisin, bulun­madığı bu bölgede sonunda olay grevlere dayanmıştır. Ve işçiler kö­mür işletmesinin kazancının tahsi­sinde daha fazla yetki istemektedir­ler.

Sosyalizmin bu güne kadar ki deneyi, bazıları kaçınılmaz bazıları da affedilemez hataları nedeniyle, tartışmaları yeni mülkiyet biçim­lerine vardırmıştır. Hergün akan

süreçte ağırlık kazanan yön, özel mülkiyete bir yöneliştir.

Sosyalist ülkelerde üretici güç­lerin gelişmesi açık bir durgunluğa girdi. Daha açık söylersek mülkiyet ilişkileriyle üretici güçlerin açık bir çatışması var. 7 0 yıllık deneyle üre­tim araçlarının sosyal mülkiyeti ömrünü doldurdu mu? Dünya yeni bir tarihsel sürece mi gebe?

Macaristan ve Polanya olayla­rına bakarsak tarih geriye akıyor. İşçilerin kısmen onayı, kısmen de pasif direnişiyle, üretim araçları başta emperyalist tekellere haraç mezat satılıyor. “Kutsal özel mül­kiyet", yetmiş yıl sonra sosyalist mülkiyetten öç mü alıyor? Tarih bu konudaki kararını henüz vermedi.

Ancak şu kadarı kesindir. Sos­yalist ülkelerde üretim araçlarının sosyal mülkiyeti üzerine soysuz bü­rokrasinin güçlü gölgesi düştüğün­den beri kollektif yaratıcılık zamanla yerini kayıtsızlık ve yabancılaşmaya bırakmıştır. Sovyetler’de 1930’larda yaşanan Stahanof hareketi daha sonraları tekrar etmemiştir, işçilerin üretim araçlarını günlük deneylerin­den hareketle en iyi biçimde kullan­ma yollarını bulup uygulamalan

9

Page 12: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

olan Stahanof hareketi o yıllarda kömür çıkarım işkolunda başlayıp diğer pek çok iş koluna hızla sıçra­mıştır.

Yeni makinaların sanayide üre­time girdiği, işçilerin hızla teknik eğitimden geçtiği 1935’lerde Sta­hanof kömür çıkarımını yeni düzenlemesiyle hemen hemen 5 kat arttırdı. Bu üretkenlik o dönem en ileri Almanya’yı bile geçiyordu. Ardından ayakkabı sanayiinde Sme- tanin, üretimi iki katı yükseltiyor. Tekstil işkolunda otomatik tezgah kontrolü 2 0 ’den 140’a kadar yükse­liyor. (20)

İlk Stahanof’cular kongresinde yaptığı konuşmada Aleksi Stahanof “Sovyet ülkesinde yaşamanın ‘daha iyi ve daha neşeli’ hale geldiğini" ilan ediyor.

Stahanovistler, fazla çalışmayı yetersizliğin bir itirafı olarak beğen­miyorlardı. Fizik bakımdan insanı tüketmeyen bir çalışma temposu bulunmalıydı. “Eğer iş doğru yapı­lırsa, insan kendini daha iyi ve güçlü h isseder” diyorlardı. Ve bece­rilerini başkalarına göstermeye özen gösteriyorlardı. Makinist Omalinov, bir rekor kırdıktan sonra “en yavaş bir makinisti" öğrenci olarak almış ve onu bir rekortmen yapmıştı. Bu adamların talepleri teknik süreci zorluyor ve kmyordu. Bir mühendis bana şöyle diyordu, “işin akışını bu adamlara uydurmak için sabaha ka­dar oturup planlar yapıyorum " (21)

Mühendisleri sabahlara kadar plan yapmaya zorlayan üretici işçi zorlaması ve deneyleri: Herhalde kollektif yaratıcılık bu olmalıdır.

Ancak sosyalizmin ilk muazzam başarılannın zafer sarhoşluğu ve II. Dünya Savaşı’na tırmanan yılların olağanüstü koşulları yaratıcı yığın insiyatifini, aşırı merkezi uygulama­lar karşısında geriletti.

Merkezi planlama, sosyalizmin kuruluş yıllarında hem daha basitti hem de ekonominin ana yönelişleri henüz karmaşık değildi. Ancak planlama zamanla kendi üzerine katlanarak, büyüdü. Bizzat kendisi bir amaç haline geldi. Aşın planla­ma bölgesel insiyatifi ve zenginliği kırdı; insiyatif yokluğu daha fazla planlama talep etti.

Lenin, daha sosyalizmin kuruluş yıllarında şu uyarıyı sanki sonraki gelişmeler için yapmıştır:

“Yanşma işçi ve köylüler için­

den pratik örgütçüler arasında dü­zenlenmelidir. Yukarıdan zorlanan tek düzelik ve klişe formların de­mokratik ve sosyalist merkezi­yetçilikle hiçbir ilgisi yoktur. Yak­laşım tarzlarında, kontrolü sağlama metodlarında zararlı parazitlerden kurtarma ve yoketm e yollannda, belirgin mahalli özellikler ve olaylar­daki çeşitlilik nedeniyle esasta, öz­de, temeldeki birlik tahrip edilmez, tersine böyle bir birlik ortaya çıkar." (22) _

Oysa Sovyet planlaması en aşın detaylara kadar varan bir belirle­meyle “ detaylardaki çeşitliliği ” za­manla öldürmüştür. Planlama, üre­timde belli bir kotayı tutturmaya varmıştır. Tüketim malları üretimi küçümsendiği için, tüketici (yani üreten işçinin köylünün) tepkisi hiç dikkate alınmamıştır. Bu o noktala­ra varmıştır ki halka sunulan ancak kalitesizliğinden ya da doğrudan bo­zuk olduğu için tüketilmeden kalan mallar oranı bazı alanlarda (televiz­yon gibi) yüzde 4 0 ’a varmıştır. Hat­ta bu konuda sosyalist ülkeler arası ilişki “eşit ve dostça ticaret” laflan altında tam bir saçmalığa, bürok­ratik aymazlığa dönüşmüştür.

“Düşük kalite tuhafiye ve hedi­yelik eşya, ihtiyaç duyulmayan ikin­ci kalite mal yığınıyla elbise ve a ­yakkabı açığımızı kapatmaya çalışı­yorlar. Ve biz bunları alıyoruz. Mev­cut beş yıllık plan döneminde, örneğin, Bulgaristan'ın ihraç ettik­lerinin yüzde 6 8 ’i, Polonya'nınkinin yüzde 4 3 ’ü ve Macaristaninkinin yüzde 36.5'i böyle mallardır. Satın aldıktan sonra, bu mallar mağazala- ramızda tozlanıyor. ’(23) Ancak Sov- yetlerin, sosyalist ülkelerin bu kali­tesiz mal üretiminden fazlaca yakın­maya hakkı yoktur. Çünkü bu konu­lardaki tekniğin büyük bir kısmı Sovyet malıdır. Sovyet makina- larıyla üretilen kalitesiz mallar yığını ve bürokratik baştan savmaya dö­nüşen ticari ilişkiler, bunlar herşey- den önce müthiş bir israf, sosyalist ülkeler proletaryasının emeğinin so­kağa atılması demektir. Neden bu emeğin sahibi gayretli ve yaratıcı çalışsın?

Bugün bürokratik çürümenin doğrudan sonucu olarak sosyalist ülkelerde “devlet mülkiyeti" ya da “üretim araçlannm sosyal mülki­

yeti” “sahipsiz” bir görünün) kazan­mıştır. “Gölge ekonom i" gibi bozul­

malarla bu “devlet malı" aşırılmakta, kemirilmektedir. Ve haliyle mülkiyet ilişkileri üretici güçlerin önünde en­geldir.

Ancak çözüm, Sovyet aydınlan, bilimcileri arasında yaygın bir an­layış olan, iş kollektiflerine mülkiyet ve üretileni doğrudan sahiplenme hakkının devredilmesinde değildir. Bu sancılı bir yoldan kapitalizme geri dönüş olurdu. Sosyalist mülki­yetin “soyutluğundan " yakınmak ve ancak somut mülkiyet hakkıyla üretici güçlerin canlandırabileceğini düşünmek, Sovyetler’deki bürokra­tik çürümenin yarattığı, aslında bürokrasiye karşı inatçı bir savaş verme gücünü yitirmiş, bir anda ve topyekün bir çözüm özleyen demo­ralize olmuş aydın mattığıdır. Bugünlerde, bu eğilimin en parlak sözcüsü Boris Yeltsin’dir. Şöyle diyor Yeltsin:

“Ben kişi olarak, 70 yıl önce bizi korkutan kapitalizmin bugün hala varolduğunu söyleyemem. Fa­kat biz hala aynıyız. Pazar ekon o­misi yle ilgili bir şey işitir işitmez im­dat çığlıktan atmaya başlıyoruz: Kapitalizm saldırıda!"

“Komünizmin benim için bu­lanık bir şey olduğunu, bu konuda tartışmaya hazır olmadığımı söyledi­ğimde, beni eleştirmeye başladılar. Fakat bugün komünizm nedir? Hal­ka temel koşullan henüz sağlayama­dık. Onlara toprakta özgürce çalış­ma şansı verelim, fabrikanın kısmen sahibi olması için pay sahibi olma­larına izin verelim. Bunun nasıl isimlendirileceği önemli değil."(24)

Yeltsin, tarımda üretkenliğin en yüksek olduğu Amerika’da toprağı “özgürce” işleyenlerin dev bankalar­la doğrudan bağlantılı bir avuç tekel olduğunu, bu büyük çiftliklerde ge­niş işçi yığınlannın ücretli kölelik yaptığını bilmiyor mu?

Yine Yeltsin, bütün kapitalist anayurtlarda, üretkenliğin çok yük­sek olduğu dev işletmelerde işçilerin hiç de pay sahibi olmadığını, buna rağmen karıncalar gibi çalıştıklarını bilmiyor mu?

Kapitalizm, birkaç yüzyıllık iş ve iş disiplini deneyine dayanıyor. Ve ücretli kölelerine parlak vitrinlerde çok çeşitli tüketim araçları sunabil­dikçe rahat edebileceğini biliyor. Ancak kapitalizmde, açlık, işsizlik tehtidiyle nesiller boyu proleter- yanın kaslarına iş disiplini yerle-

10

Page 13: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

D üğüne kadar uygulanan kaba eşitçilik sosyalistkollektif içinde kişisel insiyatifin gelişmesini engellemiştir. Şimdi Yeksin ler, Bırakalım herkes özgürce yarışsın önerisini getirdiklerinde, yine yüzde doksanın baskı altında ve devre dışı tutulduğu rekabet başlıyacak.

şirken, en küçük yaratıcı düşünce ve davranış da beyinlerden sürülüp çıkarılmıştır.

Yeltsin, sosyalizmde çözülmesi gereken zor göreve talip olmak ye­rine, kapitalizmin dizginsiz rekabe­tine teslim olmayı yeğliyor.

“Böyle bir kapitalizm albnda, yarışma (rekabet) yüz yoksuldan doksanının, büyük çoğunluğun, yı­ğınların girişim, enerji ve atılgan insiyatifinin kaçınılmazca bastmlma- sı anlamına gelir."

“Rekabetin tükenmesi bir yana, tam tersine, sosyalizm ilk kez ger­çekten geniş ve gerçekten yığın ölçeğinde rekabetin uygulanması fırsatını yaratır." (25)

Ancak deneylerin gösterdiği gi­bi, henüz yığınların insiyatifini canlı tutmak ve yükseltmek bir anda gerçekleşemeyecek ve uzun bir sü­reci kapsayacak mücadeleyi gerek­tiriyor. ö te yandan, uzun yıllardır kökleşmiş olmasına rağmen bürok­rasinin halk hareketi karşısında nasıl acze düştüğünü yine Doğu Avrupa olayları göstermiştir.

Bugüne kadar uygulanan kaba eşitçilik sosyalist kollektif içinde kişisel insiyatifin gelişmesini engel­lemiştir. Şimdi bu hatadan kalkarak Yeltsin’ler, “Bırakalım herkes öz­gürce yanşsm" önerisini getirdikle­rinde, yine yüzde doksanın baskı altında ve devre dışı tutulduğu reka­bet başlıyacak. Oysa yapılması ge­reken geniş yığın insiyatifini yeni­den dirilmektir. Hatta azçok dirilen yığın insiyatifine pratik akış yolları göstermektir.

Pravda'ya yolladığı bir mektupta işçi İvanov şu ilginç tespiti yapar:

“Parti Merkez Komitesi ve işçi sınıfı arasında hiçbir değişiklikle il­gilenmeyen başka bir tabaka var. Partiden bütün istedikleri kendi ayrıcalıklarıdır." (26) Oldukça yay­gın, Sovyet’lerin her yanında eli o­lan kendi imtiyazlı konumundan başka bir şeyle ilgilenmeyen bu ta­baka, işçi sınıfının şimdiki hedefi o­

lacaktır.özetlersek, sosyalist ülkelerde

üretici güçlerin gelişmesine engel olan şey üretim araçlarının sosyal mülkiyeti değil, bu mülkiyet hakkını soysuzca tasarruf edip bozan bürok­ratik kanserleşmedir. Eğer bu kan­ser, özel mülkiyet hakkı ile kazın­maya çalışılırsa, en önce mülk edi­necek olanlar bunlar olacağı için, tam aksi yönden yükseltildiği sanı­lan böyle bir çözüm en sonunda yine bürokratik zümre lehinde ola­caktır. Macaristan bunun en güzel örneğidir. Üretim araçlarını yağma­lamak isteyenler partinin ve bürok­rasinin kapısını çalıyorlar.

Proleterya diktatörlüklerinin, g e ­ri ülkelerde yaratmadan edemediği bürokratik imtiyazlı zümre, şimdi­lerde proleteryanın ve genel olarak halkın daha gelişkin bir düzeyinde eski tarz varlık koşulunu yitiriyor.

GENEL KRİTİK

Sosyalist ülkelerdeki gelişmeler hiç şüphesiz ki Marksist teorinin odak noktasında duracak. Marksizm açısından yepyeni, bambaşka bir sınav. Ancak genel teorik sonuçlar çıkartabilmek için olaylar henüz çok sıcak. Biraz zaman gerekecek. Fa­kat bugünden gelişmeleri Mark- sizm-Leninizmin birkaç temel belir­lemesi açısından gözden geçirmek yersiz olmaz.

İlk olarak, üretici güçler teorisi açısından son gelişmeler ne anlama gelmektedir?

Son olaylarla, “kapitalizm yete­rince gelişmeden sosyalizm kurula­maz" diyen Kautsky ya da dünya devriminden önce tek ülkede sosya­lizmi mümkün görmeyen Troçki haklı mı çıkıyor? Elbette ki hayır., Ancak, üretici güçlerin yete­rince gelişmemesinin geri mirasının sosyalizmi nasıl zorladığını şimdi daha iyi kavrayabiliyoruz. Kapitaliz­min şehir ve kırdaki gelişimi disip­linli bir iş gücü yaratıyor. Sosyaliz­

min böyle bir gücü miras alabilmesi, Lenin’in deyimiyle onun işini “k o ­laylaştırır”.

Parti içinde, sanayide iş disipli­ninin kurulması tartışmalan sırasında Buharin'in başını çektiği sol komünistler bu düzenlemelere şöyle itiraz ederler:

“Sanayide kapitalistlerin lider­liğinin restore edilmesiyle birlikte, iş disiplininin kurulması köklü bir şe­kilde em ek üretkenliğini yükselt­mez, tersine sınıf inisiyatifini, ey­lemliliğini ve proleteryanın örgütlü karakterini zayıflatır.” 1918'lerde henüz tüm kapitalistlerin tasfiye edilmediği günlerde sol komünistleri Lenin tam karşıt yönde cevaplar: “Bu gerçeklik değil; eğer gerçek ol­saydı Rus devrimimiz, sosyalist görevleri ve sosyalist özü bakımın­dan çökm e noktasında olurdu. Fa­kat bu doğru değil. Deklase olmuş küçük burjuva aydını sosyalizmin temel zorluğunun iş disiplininin sağlanmasında yattığını anlaya­maz. " (27)

İşten atılma, açlık korkusuyla değil, başlıca bilinç ve iş değiştirme “cezalarıyla” disipline edilmesi ge­reken sosyalist ülke işçi sınıflarının, geriliği ve büyük oranlarda köy­lülükle beslenmesi göz önüne getiri­lirse, sorunun ne derece zor olduğu kavranabilir. Üstelik yukarıdaki tar­tışmadan da anlaşılacağı gibi geniş küçük burjuva ruh halinin ikide bir yaratacağı bozulmalar da hesaba katılırsa, zorluklar birkaç kat daha artar.

Öte yandan, kırda doğrudan serf ilişkilerinden ya da küçük meta üretiminden kollektif büyük tarıma geçişin ne derece inatçı bir süreç olduğu hemen her sosyalist ülke de­neyinden bir kere daha görülebilir. Binlerce yıllık küçük köylü mantı­ğını, kapitalizm, üç yüz yılı aşkın bir sürede kır proleteryası ve kapitalist çiftçiyi evrimleştirdi. Sosyalizm bu işi birkaç on yıla sığdırmak zorunda kalınca, küçük köylü mantığı en sinsi, en inatçı direnişleri gösterdi. Bugün Sovyet kırlarında kulakların kendisi değil ama, ruhu direniyor. Yavaş iş temposu, ürüne kayıtsızlık ve bu davranışlarla pek çok ürünün toprakta çürümesi Rus kırlannda doğal bir olaydır. Kollektiflerin yal­nızca onda biri randımanlı çalışmak­tadır. Propaganda iyi dilek hatta yerli tarım makinası köylü mantığını

11

Page 14: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Jivkov'lar, H onecker’ler, Çavuşesku lar geçmişlerindeki lekesiz devrimci­liklerini uzun iktidar yıllarında sürdüremediler.birkaç on yılda köklü bir şekilde değiştiremedi.

Diğer taraftan, Yugoslavya, Ma­caristan. Çekoslovakya gibi ülkeler­de (şimdi Çin de aynı konumda) kol- lektif üretim hiç tutmayınca köylüye toprak dağıtımıyla küçük köylü üretimi ebedileştirilmiştir. İlk dö­nemler tanma canlılık veren bu uy­gulama ya kapitalizmin serbest top­rak satışlı rekabet yoluna, ya da kol- lektif büyük tarıma geçmedikçe üretici güçler dumura uğrayacaktı. Şimdi bu yaşanıyor.

Sosyalizmin deneyi şunu göste­riyor: Ne hızlı kolektifleştirme, ne de küçük köylü üretimini, ebedileş­tirme tarımda sorunu çözemiyor.

Kapitalizmden devralman en modern tarım çiftlikleriyle küçük köylü üretimiyle, ustaca ve titizlikle yürütülecek bir rekabet (yarışma) propaganda ve- bilinçlenmenin ya­nında somut kanıtlarıyla küçük üre­ticiyi modernleşmeye zorlayacaktır.

Sonuçta üretici güçlerdeki geri­lik henüz kapitalizmin geliştireme­diği süreçleri proleterya iktidarına yüklediği için, bürokratik bozulma tehlikesi gündemde yer almaktadır.

Öte yandan Trockizmin dünya

devrimi beklentisi bir yanda, yine yaşanan yıllar güçlü bir kapitalizmin varlığının sosyalist kuruluşu nasıl et­kilediğine önemli örnekler vermek­tedir. Emperyalizm, sosyalizmin ku­ruluşunu ve gelişme hızını etkile­yebilmektedir. Silahlanma dev kay­naklan üretimden koparmakta, güç­lü emperyalist kuşatma iç politik yaşam üzerinde baskı kurabilmekte­dir. Komünist partiler yeterince hassas davranmadıklarında, pek çok nüans görüşü, emperyalizmin bir uzantısı görme basit yolunu se­çebiliyor. Böylece sosyalist ülkelerin iç politik yaşamındaki her politik tartışma, emperyalizmin yeni bir “sızmasına” “saldınsma" karşı bir mücadele biçimine girerek, ülkenin somut koşulları açısından ifade et­tiği anlam ikinci plana düşebiliyor. Sosyalizim 1917 yılından beri böyle yaşamaya alışmıştı. Haksız olmasa da bunun köklü siyasi etkileri oldu. Olayları kabalaştırma, basit zıtlıkla­ra indirgeme teoriyi aşırıca sağlaş­tırdı. Teorik zenginliğin pratik poli­tikaya- güç katması gerekirken, Pragmatik politika kaygıları teoriyi güdükleştirdi,' hatta bayağılaştırdı.

Üretici güçlerin geriliğinin sos­

yalizm açısından en genel sonucu, proleterya iktidarlannı, 'o ülkelerde, henüz burjuva gelişmelerin tamam- layamadığı sorunlarla uğraşmak zo­runda bırakmasıdır. Bu durum sos­yalizmin günlük pratik akışını kaçı­nılmaz bir şekilde küçük burjuva ve burjuva etkilerle bozuldu. Hiç bir devrimcinin bu objektif gerçeklikten dolayı ağlayıp sızlanmaya hakkı yoktur. Sosyalizmin deformasyon- lan her geçen gün daha açıkça göz­ler önüne serildikçe, özellikle düş kınklığına uğrayan aydınlar saf sos­yalizm parolasıyla sosyalizmi ütop­yaya dönüştürmeyi yeğliyorlar. Sos­yalizmin mükemmel tasarımlan üzerine bitmez tükenmez düşünce spekülasyonları, ancak canlı pratiğe gelince korku ve bayağı pasifizm, bu aydınların bütün davranışlarına egemen oluyor.

Sosyalizm bugüne kadar kurul­duğu ya da kurulmakta olduğu ül­kelerde yaptıklarıyla geri bir süreci tamamlamak zorunda olduğu için, kapitalist anayurtlardaki gelişimi aşan bir konuma ulaşamadı. Bu yal­nızca ekonomi tabanında böyle değil, yığınların politik yaşamda yer alışlan açısından da geneİ farklı bir çarpıcılık yaratılamadı. Sosyalizmin bugünkü sancıları, bu eski dönemin kapanmakta olduğunu gösteriyor. Fakat yeni bir döneme girerken geçmiş hataların badeli ödenmeden yürünemezdi. Bedel sosyalizmin genel itibarında bir düşmeyle kal­mayacak, en zayıf noktalarda kapi­talizmin restorasyonuyla da daha pahalı bir bedel ödeneceğe benzi­yor.

Bu konuda, kapitalizmin resto­rasyonuyla ilgili henüz fazla şeyler mümkün değil. "Politbüro” darbe­siyle Sovyet'lerde ve diğerlerinde kapitalizmi geri getiren ilkel küçük burjuva duygusallığı ile davranıl- madığında, olaya tarihsel süreçlerin hangi koşullarda, nasıl birbiri içine girdiğine baktığımızda kapitalizmin restorasyonu sorunuyla ilgili söyle­nebilecekler oldukça sınırlıdır.

Kapitalizm, ekonomik ve siyasi bir sistem olarak, devrimlerle feoda­lizmden doğmaya başladıktan sonra kısmi restorasyonlar yaşamıştır. En yönlüsü Fransa’dadır. Şarap vergisi koyan cumhuriyeti, Fransız köylüsü Napolyon monarşisiyle alaşağı et­miştir. Orta çağın egemen sınıfla­rıyla çeşitli uzlaşmalar yaşanmıştır.

12

Page 15: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

cSosyalizmde, bugünkü sosyalizm krizinin ortayakoyduğu gerçekler ışığında en can alıcı sorun, yığın inisiyatifinin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Bu noktada çok partililiği dile dolamak, derin burjuva etkisinin ve önyargısının açığa vurulmasından başka bir anlama gelmez.

Ancak bütün geriye dönen anafor­lara karşın, tarih kapitalizme doğru akmıştır. Kapitalist üretim ilişkile­riyle tanıştıktan sonra hiç bir ülkede feodal üretim ilişkileri geriye gele­memiştir. Bu böyle olmakla birlikte, özellikle geri, yarı sömürge ülkeler­de ise, kapitalizm bugüne dek -ki 2 0 0 yıllık bir süreci kapsar- feodal ya da kapitalizm öncesi üretim iliş­kilerini ve sosyal gelenekleri bütü­nüyle tasfiye edememiştir. Üretici güçleri kanserleştiren melez yapılar şekillenmiştir. Bu ülkelerde eski, çeşitli melez biçimlerde, sosyal ve ekonomik yapıdan kopartılıp atıla­mayan ağrılı bir ur gibi yaşayıp git­mektedir. Yani eski kendisini kıs­men restore edebilmektedir.

Bu durumun en büyük nedeni elbette ki emperyalist soygundur. Emperyalizm bu ülkelere kapitalist üretim ilişkilerini taşırken, aynı za­manda kapitalist üretimi güçlendi­recek serm aye birikimini de bu ülke­lerden anayurtlara taşıyarak, geri ülkeleri kendi varlık koşullan açısın­dan çölleştirmektedir.

Sosyalizm açısından geri dönüş kanallannı açabilecek hangi kanal­lar vardır?

Sosyalist ülkelerin hemen pek çoğunda, önce ve ağırlıkla kapita­lizmin temizleyemediği önceki üre­tim ilişkilerinin tasfiyesine çok fazla enerji harcamak zorunda kaldılar. Diğer yandan, insan yaşamında maddi zenginliğin ağır baskıcı çekiciliğini hiç değilse önemli ölçü­lerde anlamsızlaştıracak, çekici ol­maktan çıkaracak genel yaşam dü­zeyine vanlamadı. Bunların yanın­da, en önemlisi, yığınların canlı girişkenliğiyle, devletin fonksiyon­larının derece derece doğrudan halk yığınlanna geçmesi yönünde, sosya­lizm etkileyici gelişmeler sağlaya­madı. Bu üç ana zaaf bir sosyalist ülkede geriye dönüşün olanaklarını yaratabilir.

Hele, kırda ve şehirde küçük ve orta işletmelerin varolduğu, Maca­ristan, Polonya gibi ülkelerde uzun yıllar bu üretim ilişkilerinin zehirle­diği ortam, restorasyon için üstelik bir de öncü siyasi güçler yaratmıştır. Her şeye karşın belirleyici önemdeki sanayi işletmelerinin ve dağıtım ağının özel ellere devri kolay bir süreç değildir. Bu büyük işletmeleri içeride satın alabilecek bir sermaye -ınkimi kişilerde yoktur. Ancak

düzenin çatlak noktalarında yasa dışı yollarla sermaye birikimi yapmış olanlarda, “yeraltı zenginlerinde" böyle birikim bulunabilir. Üretim araçlarının bunlara satılması ya da imtiyazlı bürokratik ilişkilerle bir bakıma yağmalanması, bu restoras­yonun baştan halk yıgınlan gözün­de meşruluğunu ortadan kaldıra­caktır.

Eğer sosyalist ülke insanlan, Fransız köylüsünün şarap vergisi ile cumhuriyeti gözden çıkardığı gibi, dar ufuklu iseler ya da bu güne ka­dar aksamalarla işleyen sosyalist ekonomi, gölge ya da kara ekono­miyi insanlann gözünde tümüyle meşrulaştıracak ölçüde soysuzlaşma yaratmışsa geriye dönüş olasıdır. Ancak üçüncü dünya ülkelerinde kapitalizm ne kadar saf ise Doğu Avrupa ülkelerinde daha saf bir ka­pitalizm restore edilemez.

Genel kritiğin ikinci temel konu­su, demokratik devrim, sosyalist devrim ilişkisi açısından son geliş­meler neleri ortaya çıkarmaktadır?

İşçi sınıfının önüne demokratik devrim sorununun çıkması kapita­lizmin geri gelişme düzeyinde pro­leter devrimlerinin gündeme gel­mesinin doğal bir sonucudur. Bu aynı zamanda, proleteryanın tarih sahnesine çıkmasından sonra, feo­dalizme karşı burjuvazinin radikal tutumunu terketmesi anlamına ge­lir. Böylece proleterya iktidarlarına tarihsel olarak burjuvazinin tamam­lama yeteneği göstermediği görev­leri devrolur. Bunun genel sonuç­larını biraz önce açıkladık.

Burada demokratik devrim gö­revlerinin proleterya tarafından ye­rine getirilişinde ortaya çıkan bazı sorunlara değineceğiz.

Bugün Sovyetler dahil pek çok sosyalist ülkede “kara ekonom i" şe­hirde, tamir, inşaat ve bunun gibi orta ve küçük işletme alanında kır­da da sebzecilik vb. gibi aile işlet­melerinin biraz teknikle rahatlıkla

yürütülebileceği noktalarda yoğun­laşmıştır.

“Beklenenin tersine mal edin­menin kooperatif ve kişisel biçimle­rinin suni olarak tasfiyesi sosyaliz­min gelişmesini engelledi. ” (28)

Büyük işletmelerin ve kırda büyük toprakların millileştirilmesin- den sonra, sayıca yaygın ancak ekonomik güç olarak o derece etkin olmayan şehir ve kır küçük işlet­melerinin tasfiyesi süreci sosyaliz­min kuruluşunun en sancılı belki en fazla dikkat gerektiren süreçlerin­den birisidir. Koşulların tartışmasız dayatmadığı her tür zorlama ya da acelecilik bu alanlardaki üretici güç­leri inmelendiriyor. Küçük meta üretiminin bir süre, sosyalizmin ku­ruluşu yolunda çevreye yayacağı ze­hirle, zorla kollektif üretime itilip bir bakıma deklase edilmiş, inmeli üretici güçlerin inatçı verimsizli­ğinin sosyalizmin araç ve değer­lerinin bozması karşılaştırılınca, so­nuncunun zararının daha köklü, daha uzun süreli oluyor.

ö te yandan iş karakteri işçi gruplarını değil de daha çok kişisel çalışmayı gerektiren alanlarda sos­yal mülkiyete geçiş, üretici güçlerde oldukça yüksek bir seviyeyi gerekti­riyor. Ayrıca böyle işler toplumda iyi işleyen kollektif üretimle kuşatıl­dığı ölçüde, onun kendiliğinden de­netimi altında oldukça varlıklarını sürdürebilirle^ de. Sosyalizm bugü­ne kadar, her türlü özel mülkiyetin karşısına oldukça hızlı ve çoğu kaba ajitasyona dayalı yöntemlerle devlet mülkiyetini koymuştur. Sovyetleri kabaca taklit edenlerin özellikle kırlarında bu uygulamalar hızla ge­riye tepmiş, kollektifler çözülmüş­lerdir ve aynı konumdadırlar.

özetlersek demokratik devrim ve sosyalist devrim arasında “Çin Şeddi” yok. Ancak birinde yaşan­ması gereken süreç diğerine suni o­larak aktarılırsa, bizzat böyle hatalar sosyalizmin önüne setler örebiliyor.

13

Page 16: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Üçüncü ve son olarak, son ge­lişmelere Lenin’in parti teorisi açı­sından bakacağız. Sosyalist ülkeler­deki partilerin çürüyüp güç yitirme­sinden daha önce sözetmiştik. Ülkelerin hepsinde konu geldi “çok partililiğe”, “çoğulculuğa" geçişe dayandı. Bu parolalar öne çıktıkça, tarihin bir alayı olsa gerek, sosyalist ülke insanları kapitalizme itibarını iade etmiş oluyorlar.

Hiç şüphesiz ki, sosyalist ülke­lerde komünist partilerin bilekleri­nin hakkına değil de kanunsal ör­tüyle iktidarlarını ve güçlerini koru­ma çabalannın savunulacak bir yanı yoktur. Bunun Lenin’in parti ve proleterya diktatörlüğü anlayışıyla da bir bağlantısı yoktur. Sosyalizm­de tek ya da çok parti sorunu bir prensip sorunu değil, pratik sorunu­dur.Sınıflar mücadelesinin, iktidar alındığındaki güçler dengesinin ve diğer sınıf ve tabakaların proleterya iktidarına karşı davranışlarının belir­leyeceği bir sorun için, önceden bir klişe belirleyebilmek saçmalık olur. Sosyalizmde sorun, partilerin tek ya da çokluğunda odaklaşmaz. Yığın­ların devlet yönetimini ne ölçüde doğrudan yürütebildiklerinde yatar. Kapitalizmde çok partili seçimler, yığınlara ülkeyi yönetiyormuş oyu­nunu oynatır. Daha fazlasını değil.

Sosyalizmde, bugünkü sosya­lizm krizinin ortaya koyduğu ger­çekler ışığında en can alıcı sorun, yığın insiyatifinin önündeki engelle­rin kaldırılmasıdır. Bu hangi meka­nizmalarla olur? Bu noktada çok partililiği dile dolamak, derin burju­va etkisinin ve ön yargısıruruaçığa vurulmasından bai<a phir anlama gelmez \ \

Yeterki yığınlarla ..yüzyüze g e l­mekten korkulmasın. Çekoslovak­ya’da, DDR’de miting alanlarında yığınlar bakanları onayladı. Onay­lanmayan çekilmek srunda kaldı. Elbette böyle yapılan her şey doğrudur mantığında değiliz. O, ti­pik bir halk dalkavukluğu olurdu. Fakat halk sorunlarını başka hiç bir yolla duyuramamış ve etkili ola­mamışsa, gövdesiyle kantara yük­lenmek zorunda kalır. Yığınların nabzını tutamayan bir komünist partisi, tepkileri algılayamayacak öl­çüde bürokratik zırhıyla sağırlaşmış, bürokratik zihin tembelliği ile alık­laşmış bir komünist parti, siyaset sahnesinden süpürülmek zorun­

dadır.Jivkov’lar, Honecker’ler, Çavu-

şesku'lar geçmişlerindeki lekesiz devrimciliklerine karşın uzun iktidar yıllarında aynı ölçüde lekesiz kala­madılar. Törenlerde, arada yapılan fabrika ziyaretlerinde değil, canlı bir şekilde işleyen mekanizmalarla yı­ğınların nabzını tutabilmek çürüme­yi engelleyebilir.

İnanmaz gözlerle seyrettiğimiz, liderlerin sık sık ve uzun uzun alkış­landığı, oybirliği ile kararların alın­dığı parti kogreleri, artık bir çürüme işareti sayılmalıdır.

SONUÇ

Sosyalist ülkelerde yığınlar “k o ­münist parti tekeline son ” sloganları atıyorlarsa, en azından halkın bir kesimi -önemli bir kesimi- artık çıkarlarının komünist parti de temsil edileceğine inanmıyor demektir. Partiler önemli ölçüde imtiyazlı zümreye düşünce, geniş yığınların bu zümreden kopuşması çok do­ğaldır.

Kaçınılmazca yeni siyasi geliş­meler yaşanıyor. Bu siyasi şekillen­melerin sınıf temeli ne olabilir ve sosyalizmin savunulmasında, gelişti­rilmesinde kim öncü olacaktır?

Bu sorulara yakın pratik cevap verecek! Ancak kitaplarda ilan edil­diği gibi sosyalist ülkelerde sınıf iz­leri yok olmamıştır. Üstelik sistem­deki tıkanma farklı tabakaların konumlarını daha belirgin hale geti­riyor. Gericiliğin en sistemli şekilde yuvalandığı örgütlü kara ekonomi güçlerinden, kooperatiflere, gençle­re, işçi sınıfına aydınlara kadar sınıf ve tabakaların siyasi taleplerinin dile getirilişi, Sovyetler Birliği’ni ayrı tutarsak yeni örgüt biçimleri arıyor. Şimdilik çoğu zaman aynı masa etrafında uzlaşma yolları arıyorlar. Fakat bu dönemin çok geçici olduğu açık.

Olayların nasıl akacağını izle­yeceğiz. Ancak bu genel değişim sancısını nasıl yorumlamalıyız? Sos­yalist ülkelerdeki proleterya iktidar­ları ülkelerdeki yapıların kaçınılmaz sonucu olarak ve uzun bir sürece ol­dukça güçlü olarak küçük burjuva ruh haliyle beslenmiş ve küçük bur­juva davranış tutarsızlıkları ile inme- lendirilmiştir. Üstelik kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinden miras kalan geniş köylü küçük burjuva ta­

bakaların dalga dalga proleteryanın saflarına katılmasıyla proleterya dik­tatörlükleri bir ölçüde ortaçağın ka­lıntılarıyla kenetlenmişlerdir.

Akan yıllar iktidarların ilk yılları ile kıyaslanamayacak ölçüde orta­çağın kalıntılarından sosyalist ülke­ler proleteryasını arındırmıştır. Sos­yalizme yeni bir kalite verecek olan güç budur. Son olaylarla sosyaliz­min ortaçağı kapanıyor, modern çağı açılıyor olmalıdır. ■

KAYNAKÇA1- 0 . Latsis. “On The Transforma­

tion Of The Economic Mechanism", Kommunıst, No. 13, 1986

2- A.Aganbegyan, “Why do we Make Four Times More Tractorsthen the USA''. Akt. E.M., Beyond Perestroika

3- Moscow News, 1989, sayı 494- New Times, 1989, say 435- New Times, 1989. sayı 456- New Times, 1990, sayı 37- New Times, 1989, sayı 428- Telos, spring, 19899- The World Today, Mayıs 198910- New Times, 1990, sayı 311- A. Kolganov, How was the

Administrative System Created" Prob­lems o f Economic, Sep. 1989

12- E. Mandel, Beyond Perestroika13- O.V.Osipenko, “What is the that

costs a shadow”, Aktaran, Problems o f Economics, Kasim 1989

14- T. Konağına, “Shadow Services and Legal Services", Aktaran Problems o f Economics, ay.

15- For New Economic Thinking, Nova Mysl ve Kommunist tarafından düzenlenen tartışma, Aktaran Problems o f Economics. Haziran 1989

16- K.Ulybin, “On Cnteria o f the sosyalist Nature o f property Relations", Aktaran Pro o f Eco. Ağustos 1989

1 7- U Mereste, “The Feeling o f a Master is the Feeling o f an Owner," Akt. ay.

18- K. Ulybin, ay.19- Offene Worte, 19 Gesamtsowje­

tischen Konferenz der kodsu in Moskow20- H. Kıvılcımlı, Stahanof Hareketi.21- A. Strong, Stalin Dönemi22- Lenin, “Yarışma Nasıl Örgütle­

necek”, Cilt 2623- Ffbscow News, 1989 sayı 5124- Mos. News. 1990 sayı 225- Lenin, ay26- Aktaran E. Mandel, ay27- Lenin, Bütün Rusya Merkez

Komitesi Oturumu, Cilt 2728- K. Ulybin, Problems o f Eco.

14

Page 17: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Ulusal Sorun o)

Erkan DEMİRCİ

ürdistan’m, sosyo-ekonomik statüsünün doğru tesbitinin yapılabilmesi, sömürgecilik

kavramının irdelenmesi ile müm­kündür, ülkemizde birçok devrimci anlayış sömürgecilik üzerine ciltler dolusu yazı yazmış olduğu halde, burnumuzun dibindeki Kürdistan’ın dinamiklerinin incelenmesi konu­sunda olağanüstü yoksul kalınmış­tır.

“Doğu "daki feodal ağaların et­kinliği, altmışlı ve yetmişli yıllarda yapılan değerlendirmelerde yalnız­ca emperyalist sömürgeciliğin so­nucu ayakta kaldığı yanlış görü­şüne yolaçmış ve bu görüş egemen olmuştur. Kürdistan'daki geriliğin ancak sömürgecilikle olabileceği anlaşılmasına rağmen bu veriler, Türkiye ’nin yan-sömürgeleştirilmesi düşüncesi adına kullanılmışın Burju­va araştırmacıların “doğu’nun geri kalmışlığı üzerine yaptıkları araştır­malar bu düşüncenin sabitleşme­sinde etkili olmuş ve daha sonra or­taya çıkan “mlllici" görüşler Türkiye ve Amerikan emperyalizmi çeliş­kisini öne çıkarırken Kürdistan’ın sömürge olması olgusunu geri plana itmişlerdir.

Kürdistan'ın tarihine Kürdistan- m dinamiğinde bakılabilmelidir, an­cak bu yolla halkların haklan teslim edilebilir.

özellikle, Türk devrimci hareke­ti, Kürt bağımsızlık mücadelesinin, devrimimizi üst derecede etkileye­ceği gerçeğini gözardı etmemek du­rumundadır. Ancak böyle bir du­rumda enternasyonalist görevlerini tam olarak yerine getirme ola­

nağına sahip olacaktır.Millici görüşlerin etkisi altındaki

Türk devrimci hareketi, Kürt işçi sınıfına ve emekçilerine güven ve­rememiştir, ulusal çelişkinin özhali görülememiş ve ancak bağımsız tepkinin ortaya çıkmasıyla gecik­tiğini anlayabilmiştir. Türk devrimci hareketi proleter sosyalizminin öngürdüğü enternasyonalist deste­ğini biran önce yerine getirip Kürt halkının samimi yoldaşı olduğunu kanıtlamalıdır.

Daha önceki bölümlerde sömür­geciliğin birbirinden çeşitli özellik­leriyle farklı üç biçiminden sözet- miştik şimdi bunlann irdelenmesine geçelim.

ÜÇ TİP SÖMÜRGECİLİK

Köleci toplum biçiminden bu yana insanoğlu üç tip sömürgeci­liğe maruz kalmıştır. Bunlardan bi­rincisi, kapitalizm öncesi dönemler­de görülen biçim (Roma, Mısır sömürgeciliği), İkincisi, kapitalizmin doğuşundan ikinci paylaşım savaşı sonrası döneme kadar olan biçim (bu iki tip sömürgecilik genel olarak klasik sömürgecilik olarak adlandı­rılır), üçüncüsü emperyalist döne­me özgü olan yeni sömürgecilik.

Bu biçimler doğal olarak birbir­lerinden bıçakla ayrılmamıştır, ö r ­neğin sermaye ihracı yapıldığı halde askeri işgalin olduğu ülkeler mev­cuttur ya da meta ihracı yapıldığı halde siyasi özgürlüğe sahip ülkeler olabildiği gibi. Roma İmparatorlu- ğu’nun köle elegeçirme savaşlan ve uyguladıkları sömürgecilik, Orta

Asya’nın göçebe kabilelerinin ege­menlik biçimi olan fetih ve istila­larından farklıklar arzeder.

Sömürgecilik kavramının sınıf­landırılmasının en uygun olanı kapi- takzm öncesi, kapitakstleşme dö­nemi ve emperyakst dönem olarak ayrılmasıdır. Köleci dönemde, üre­timi artırmanın tek yolu daha fazla köle emeğine sahip olmaktı. Bun­dan dolayı ekonomik bir gerekklik olarak bitmez tükenmez savaşlar oluyor. Yenilen tarafın değerk eş­yaları yağmalanıyor, insanları köle­leştiriliyordu.

Üretici güçlerin gelişim seviye­leri yaklaşık olarak denk olduğu için varolan ekonomi sadece gaspedi- liyor değişikkğe uğratılmıyordu. Yalnızca ilkel komünal üretim düze­yinde olan topluluklar köleleştiri­liyor, toprağa bağlanıyordu.

Mısır, Asur, İran, Çin, Babil gibi eski doğunun, Roma, (Atina, İsparta) gibi Antik Yunan köleci devletleri sayısız fetih ve sömür­geleştirme savaşları vermiştir. Bar­bar istilalanysa, göçebe toplumların ilkel komünal yaşayışlarının doğru­dan sonucu olarak ele geçen top­rakların üretim tarzına müdahale et­miyorlardı. Daha geri üretim tar­zından gelen ekonomik düzenin ha­kim olması beklenemez.Toprağa bağlı toplumlar paranın ve mülki­yetin gücünü keşfetmişlerdir. Bar­bar toplumlan bu biçimde tâbi kılmışlardır.

Bu dönemin sömürgecilik ve is­tilalar açısından temel özellikleri:

1-Amaç talandır (köle, değerli madenler, mal, ürün vb.)

Page 18: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

N i h a i tarımsal ürün talebi sömürgelerde küçük tarımüreticisini mülksüzleştirmiş, plantasyonda karın tokluğuna çalışan yarı köleler haline getirmiştir.

2- Doğrudan askeri zora dayanır3- Vergilendirme ile sömürüyü

sistemleştirir.15. yy.da büyük coğrafya keşif­

lerinin yapılmasıyla, Afrika ve Ame­rika'dan ele geçirilen servet, Avru­pa kapitalizminin ilk sermaye biriki­mini oluşturdu. Avrupa pazarı, do­ğunun tılsımlı pazarının ticari hac­mine yetişmiş ve onu geçmiştir. Bu­nun sonucu olarak, hammadde tale­bi artmıştır. Sömürgeci nakliye- sinde yükün bileşimi altın, gümüş, elmas, köle taşımasından, pamuk, bakır, demir, guyana, kakao, muz gibi nihai tarımsal ürün ve ham­madde taşımasına kaymıştır.

Pazarın talebi ve sömürge ülke­nin kaynakları sömürgeciliğin yönü­nü belirlemiş. Büyük alanlarda ta­rımsal üretim yapılan plantasyonlar, prekapitalist ekonomiyi tek yanlı uzmanlaşmaya zorlamıştır. Nihai tarımsal ürün talebi sömürgelerde küçük tarım üreticisini mülksüzleş­tirmiş, plantasyonda kann tokluğu­na çalışan yarı köleler haline getir­miştir.

Küçük üretimin tahribatı iç pa­zarın akışkanlğım sekteye uğratmış, kapitalist üretime geçişin nüvelerini oluşturacak olan küçük üretim ve zanaatçılık giderek yokolmuştur. İç pazar sömürgeci metayla kuşatı­larak değer aktarımının bir diğer yanı devreye sokulunca, meta akışı sömürgeci ülkede prekapitalist dö­nemden kalma tüccar-tefeci sınıfın güçlenmesinin ve işbirliğine gide­bilmesinin zeminini yaratıyordu.

Sonuç olarak iç pazar bir veya birkaç malda uzmanlaşmış ekono­mide sömürgeciliğin en büyük alıcı olarak katılmasıyla, tek yanlılaşmış- tır. Sömürge ülkenin tüm ekonomisi birkaç malın üretiminin hazırlayıcısı ve tamamlayıcısı olarak şekillenir. 1 9 6 9 ’da klasik sömürgeciliğin etki­sinde olan ya da yeni kurtulmuş ül­kelerin ihracatlarının kalemleri şöy- ledir:

“196 7-68'de Libya 'da yüzde 99'u, Irak ve Venezüella'da yüzde 92'si (Irak'ın petrolünün büyük kısmı Kürdistan 'dan sağlanmak­

tadır. (E.D) Petrol, Şili’de yüzde 78'i bakır, Sudan’da yüzde 6 0 i pamuk, Kolombiya'da yüzde 5 9 ’u kahve, Gana'da yüzde 5 8 ’i kakao, Etyop- y a ’da yüzde 58li kahve, Seylan'da yüzde 75 'i çay, Bolivya 'da yüzde 5 3 ’ü çinko... ” (l)

Sömürgeciliğin ülke ekonomisi­ne vurmuş olduğu darbe kurtuluş­tan sonra bile uluslararası işbölü­müne eski rolüyle girmesine neden olmuştur. Klasik sömürgecilik ya­pan ülkenin ekonomisinin sömürge ülkeden daha gelişkin olması ge­rekmemektedir, gerekli olan şey ba­riz bir askeri üstünlüktür. Askeri üstünlük yoluyla kapatılan hammad­de ve emek gücü kaynaklan dünya pazarına ihraç edilerek sömürgeci­lik doğrudan gasp ekonomisiyle de yürütülebilir. Fakat meta ihracının yapılabilmesi için ekonomide belir­gin bir gelişkinlik seviyesine ihtiyaç vardır, bu da sömürgeden aktarılan servetin sermayeye dönüştürülme­siyle sağlanacaktır.

Askeri zor yoluyla sağlanan e­gemenlik doğal olarak karşıtını üretmiş ulusal kurtuluş hareketleri ilerici aydınların, işçi sınıfının, köylülüğün ve devrimci burjuvazi­nin ittifakında klasik sömürgeciliği iflas ettirmiştir.

Yukarıda sözü edilen ekonomi­nin bir veya birkaç malda uzmanlaş­ması kurak geçen bir mevsim ya da düşük pazar fiyatları nedeniyle, aç­lıktan ölümlere varan yıkıcı etkilere maruz bırakabiliyordu. Aynca em­peryalizm ve sömürgecilik rekabet şanslarını koruyabilmek ve daha çok kâr elde etme isteği ile ¿ızgın ve kanlı yöntemlere başvurmaktan çekinmiyordu.

Kapitalizmin ulaşmış olduğu te­kelci aşama sermaye ihracının ağır­lıklı olarak yapılabilmesini mümkün kılması ekonomik zor yoluyla sömü­rüye yani yeni-sömürgeciliğe geçi­şin imkanlarını yaratmış olması ne­denleriyle, sömürgeciliğe karşı güçlü bir halk hareketi oluşmuş ve siyasi bağımsızlık uğruna verilen mücadeleler sömürgeciliğin askeri gücünü geri çekmesini sağlamıştır.

Siyasal kurtuluşu, toplumsal kurtuluşa sıçratabilen ülkeler (Kore, Vietnam, Çin) sömürgeciliğe ulusal kurtuluş hareketlerinin artık işçi sınıfının etkisinde olacağı gerçeğini göstermiştir. Bu olaylardan gerekli dersleri çıkarmayı bilen emperya­lizm ekonomik ve siyasi pozisyon­larını güvence altına alabilmek için askeri gücünü geri çekip kukla hükümetlere “bağımsızlık" hakkını vermiştir. Klasik sömürgeciliğin te­meli olan, askeri üstünlüğe sahip, fakat yeni-sömürgeci yöntemleri uy­gulayabilecek ekonomik seviyeye ulaşamayan Portekiz, İspanya gibi ülkeler sömürgelerini bir bir emper­yalizme kaptırdılar. Sömürgeciliğin yeni biçimi bir anlamda, ulusların uzun süre askeri zorla egemenlik’ altında tutulamayacağının itirafıdır. Yeni-sömürgecilik askeri zora doğ­rudan gerek duymadan gerçekleş­tir ilmektedir. Değer aktarımı; 1- Sermaye ihracı, bu yolla artı- değerin üretimi sömürge ülke içinde gerçekleştiriliyordur, yani sömürge klasik dönemden farklı olarak dünya kapitalist üretimine doğrudan katılıyordur. Sermaye ihracı üretime girmesi (üretici sermaye) sonucu or­taya çıkan artı-değerin transferi yo­luyla; 2- Borç faizleri yoluyla; 3- Sömürge ülkeyle yapılan eşitsiz mübadele yoluyla; 4- Patent, lisans, know-how vb. yollarda değer ak­tarını sağlanır.

Emperyalizmin yeni-sömurgeci- liği uygulamak için doğrudan askeri zora gereksinimi yoktur. Askeri ve ekonomik çıkarlarını koruyacak satılık işbirlikçi yöneticileri her za­man bulabilecektir. Ekonomik dü­zeyde bağımlı ülkenin finans-kapi- taüyle, bürokratlarıyla girmiş olduğu binlerce karmaşık ilişkiyle siyasi po- zisyonlannı güvence altına alabil­mektedir.

Yeni sömürge bir ülkenin eko­nomik yöntemlerle soyulmasının te­mellerini belirttik. Bu arada açıklık getirilmesi gereken bir yan vardır, emperyalizm sermaye ihracı yoluyla bir ülkeyi kendine bağlamış olsa da eğer askeri ve siyasi üstünlüğü ve konjonktürün elverişliliği varsa ser­mayesini askeri işgalle güvence al­tına almaktan ya da bir operasyonla düzenlemekten çekinmeyecektir, örneğin ABD 1 9 7 0 ’de Vietnam’da yediği darbeyle askeri işgalli mace­ralara cesareti kırılmıştır. Fakat ko-

16

Page 19: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Atatürk en azından bütün emperyalist anayurtların sömürgelerinde yaptıkları kadar! hizmet verilmeli demişti. Sonuç GAP.

numunun uygun olduğunu kavradı­ğı Panama’ya operasyon düzenle­yebilmededir. Askeri zorun yani klasik sömürgeciliğin güçler den­gesine bağlı olduğu, bu politikanın geniş halk yığınlarının tepkisiyle karşı karşıya kaldığı ve ulusal kur­tuluştan sosyalizme sıçrama ihtimali olması emperyalizmi dizginleyen nedenlerdir.

Kapitalist dünyanın her yerinde­ki tekelci egemenlikler, ekonomik, bağımlılığı şu ya da bu düzeyde ol­ması önemli değildir. Diş geçire­bileceklerini ve sonuçlarına katlana­bilecekleri işgallerden çekinmeye­ceklerdir. Bu itki tekelin doğasında bulunan bir eğilimdir.

Yeni sömürge bir ülkenin klasik sömürgesi olabilir denildiğinde akla sömürülen nasıl sömürebilir diye bir soru geliyorsa, Finans-kapitalin sö- mürülmediğini, sömürülenin halk olduğunu düşünmek gerekiyor.'Sömürgenin sömürgesi olmaz"

mantık hatası, tamamiyle bir türlü sömürme olanağı bulamamış cılız, güçsüz (!) burjuvazi düşüncesinden gelmektedir.

2- OSMANLI DÖNEMİNDE KÜRDİSTAN

Osmanlılığın toprakları ele ge­çirmesi yazının başında yapılan ta­nımlardan barbar istilaları tülün­dedir. Çoban-göçebe ekonomisinin hakimiyetinde orta barbar bir kavim olan Osmanlı toprak üzerinde özel mülkiyeti tanımamaktadır. Ele ge­çirdiği toprakların mülkiyeti “beytül mal-i müslimin’e ait ortak maldı, ta­sarruf hakkı ise üzerinde bulunan köylülere verilmişti. Kanuni ye ka­dar toprakta dirlik sistemi hakimdi. Dirlikçiler toprağın ne mülkiyetine ne de tasarrufuna sahiptir, koruması altındaki toprakta üretim yapan rea­yadan devlet için öşür ve haraç top­layıp, seferlerde hazır bulundurmak üzere toprağının -büyüklüğüne göre asker beslemek zorundaydı. Os­manlı toprak sistemi Kanuni ye ka­dar böyle sürmüştür. Sultan Selim, müslümanlığm merkezi olan Mekke ve Medine’ye ayrıca doğuya giden zengin ticaret yollarına ulaşabilmek için bunlarla arasındaki Safevi en­gelini kaldırmak istiyordu. Bitlis Emiri Şeyh İdris-i Bitlisiyle yaptığı

ittifakla, Kürdistan topraklarını Os­manlılığa bağlar. Şeyhle yaptığı anlaşmayla, Kürt beyliklerinin ö­zerkliği korunacak, kürtler savaşlar­da Osmanlıya yardım edecek, Os­manlılar kürtleri dış saldırılardan ko­ruyacak ve kürtler Osmanlıya vergi vereceklerdir.

Kürdistan toprakları memaliki arazi-ı den sayılmamaktadır. Beylik­ler çeşitli hukuki statülerle Osman­lıya bağlanmıştır. Miri topraklar üzerinde bulunan beylikler savaşta yararlılıklarına göre berat, imaret ve vakıf kurma ve hutbe okutma hak­ları alıyorlardı. Osmanlı vaktiyle Kürt aşiretlerinden yararlanarak fe­tihler yaptığı için ve kendi aşiret geleneklerinden sezinlenerek, onla­ra imparatorluk içinde ayrı özerk “hükümetnçi\der tanınmıştır.

,16. yy. ortasında o çeşit aşiret hükümetler, saliyaneler (yıllık öde­me yapılan topraklar. E.D) gibi 9 tanedir. ’

Cizre, Ergil, Genç, Palu, Zder- ro, Ekrad, Muhruvana, Oşti, İma- diye.

“İçlerinde Osmanlı komutanla­rından (ümera) ve kul (padişahın

17

Page 20: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

aylıklı askeri) tayfasından hiç kimse yoktur. Cümle kendilerine mahsus­tur" (Ali Genç). Yani komutanları da, erleri de aşiret uşağı olur. Belki ilkel komünal yapılarının içine işle- mezliği yüzünden birer dokunul­mazlık kazanmışlar ve bunu anlaş­malarla Osmanlıya kabul ettirmiş­lerdir. " (2)

16 3 9 yılında İran şahı ve Os­manlı arasında imzalanan Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kürdistan ikiye bölünmüştür.

Kürt beylikleri özerk yapılarını 19. yy. ortalarına kadar korumuş­lardır. Barbar istilalannın ortak ö­zelliği olarak egemenlikleri altındaki halkların vergilendirilmesi (öşür, haraç), savaşlarda askeri güç olarak kullanılmak, ayaklanma olduğunda çapul yapmak Osmanlılığın bu dönemdeki egemenliğini tanımlar.

Kanuni zamanıyla birlikte Os­manlı toprak sisteminde dirlikten, kesime geçiş olur. Bunun neden­leri:

a) Toprağa yerleşikliğin başla­ması ve değişim ilişkilerinin giderek yaygınlaşması sonucu mülkiyetçili- ğin körüklenmesi,

b) Toprağın kendisi kamuya, ü­zerindeki menkule (toprak üzerin­deki bütün bayındırlık) özel kişiye aittir bu çelişkiden dolayı,

c) Doğrudan olan ticaret yolla- nnın büyük coğrafya keşifleriyle canlılığını yitirmesi sonucu vergi gelirlerindeki düşme ayrıca savaş harcamalannın artmasıdır.

Dirlik sistemi ürün-ranta dayalı­dır. Yukarıdaki gereklilikler kesim (mukataa) sistemine geçişi zorunlu kılıyordu. Kesim sistemi toprağın bir kısmının gelirlerinin ve vergilerinin peşin olarak satın alınmasıydı. Ta­sarruf hakkını satın alan kesimci bu hakkı mültezimler vasıtasıyla kul­lanır.

Dirlik sisteminde de vakıf ve imaret kurma yoluyla miri topraklar kemirilmiştir. Vakıf giderlerini karşı­lamak amacıyla bir kısım toprağın geliri vakfa ayrılıyordu. “Beytül mal­i müslimin ” toprakları özel mülkiyet­çi amaçlarla erezyona uğratılıyordu. Kesim sistemine geçiş aşağıdan yapılan bu “fiili durum" baskısı so­nucu zorunluluk olmuştur.

1848 toprak konunuyla kesim­cinin borcuna karşılık kesim hakkını verebilmesi kanunlaşınca özel mül­kiyetin gereği yerine getirilmiş olur.

Osmanlı toprak sisteminde gerçek­leşen bu değişim doğal olarak Kür- distan’da da sonuçlannı üretmiştir. Malikane sisteminin oturması de­mek olan kesimcilik, dirlikçi yapının sosyal kurumlaşması olan aşiret, hükümetciklerin hızla parçalanması­na ve tefecileşmiş ağalık egemenli­ğine dönüşmüştür. Tefeci bezirgan sermayenin yerel Kürt egemenle­riyle uzlaşarak toprakta mülkiyetini yaygınlaştırma mücadelesi başla­mıştır.

Bir yanda Osmanlılığın yıkılış dönemi olması nedeniyle vergilerin artırılması ile çıkan çatışma öte yan­da Kürt ağalarının toprak mülkiyeti amacıyla iç çatışmaları, Kürdistan’ı sarsan çatışmalardır.

Bu ikinci tür çatışma aşiretler arası bitmez tükenmez çatışmaların ve ufusal birliğin sağlanmasında en­gelleyici rol oynayan bir özellik taşımaktadır.

Osmanlı’nın 19. yy. ortalarına dek Kürdistan topraklarını işgal et­tiğinde ekonomilerini kendi ekono­misine göre (klasik sömürgeciliğin özelliği) düzenlemesi beklenemez­di. Birincisi toprak mülkiyetini red­dinden, İkincisi Kürt beylerinin gücünden dolayı böyle olmuştur.

Kürdistan’da iç ticaret bağımsız ekonomisinden ve Doğu Akdeniz’e, Anadolu’nun içlerine, Mısır’a, Ara­bistan’a giden ticaret yollarının üze­rinde olması şehirlerin canlı, küçük zanaatçıların yoğun olarak faaliyeti­ni sağlıyordu. 16. yy.a dek canlılığı­nın doruk noktasında olan doğu ti­caret yolları Kürdistan’ı Osmanlı İmparatorluğu’nun birçok yerine göre daha gelişkin yapmıştır. Kürt halkını, uluslaştıracak iktisadi yaşam birliği bu ticaret ağıyla oluş­turulmuştur.

“Gaziantep'te ayakkabıcılığa e ­hemm iyet verilmişti, o zaman An- tep ’te herkes yemeni, çizme ve her neviden ayakkabı yapardı. Çünkü kervan onu istiyordu. Maraş'ta de­mir sanayii him aye edilmişti. Nal, mıh, çivi, zincir, gem, silah ve ker­vanlar için gerekli her nevi demir avadanlığın yapılma ve işleme m er­kezi orası id i." (3)

Evliya Çelebi'de Kara Amid'i (Diyarbekir) İstanbul’dan sonraki büyük şehir olarak tasvir ediyor.

Kürdistan şehirlerindeki bu zen­ginliğin nasıl yokolduğunu tespit edebilmek kapitalist döneme özgü

sömürgeci uygulamalarında görün­tüsünü verecektir.

3. KÜRDİSTAN’IN SÖMÜRGELEŞTİRİLMESİ '

Osmanlı İmparatorluğu’nun yan sömürgeleştirilmesinin sonuçları, önce küçük üretimin tahribatıyla görülmüştür, örneğin Bursa’da i­pek kumaş dokumacılığı yurt dışın­da rekabet şansına sahipken Avru­palIlar önce ipek ipliği alıp kendileri üretmeye başlıyor. Giderek ipek ve ipek böceğini kendileri yetiştirme­ye başlıyorlardı. 1838 ticaret anlaş­masıyla indirilen gümrük oranları emperyalist metalann Osmanlı pa­zarını işgaline yolaçmıştır. 16. yy. kapütülasyonlarla başlayan süreçte rekabet şansını yitiren küçük üretici mülksüzleşmiş üretimden çekilmişti. Osmanlı küçük üretiminin tahribatı 16 .yy.’da başlayıp 1838 anlaşma­sıyla son darbeyi yemişken, Kür­distan pazarı 19.yy. başlarından 1 9 4 0 ’lara kadar olan süreçte tahrip olmuştur.

Bu dönemde Kürdistan’m eko­nomisi tarım, tarım ürünleri, hay­vancılık ve hayvancılık ürünleri ile şehirlerde küçük atölye üretimine dayalıdır. Şehirlerde Suriye, Irak ve İran’dan getirilen mallar ile ticaret yapılmakta tanmsal ve hayvansal ürünler, kervanlar aracılığıyla diğer parçalara gönderilmektedir. Kuzey Kürdistan’ın içlerinden getirilen mallar Mardin, Diyarbekir, Gazian­tep üzerinden İran, Irak ve Suriye- ye aktarılıyordu.

Ticaret kapalı ekonomileri par­çalayan mızrak ucudur, ticari ha­reket sonucunda küçük üretim can­lanır, şehirlerin büyümesi ulusal alanları birbirine bağlar. Kapitaliz­min gelişimi için gerekli ilkel serma­ye birikimini sağlar.

İç iktisadi bağlar sağlamlaştıkça bunun yansıması olarak siyasi bağ­larda güçlenecektir. Kürtlük bilinci ancak ticari faaliyetin hareket ser- bestisiyle feodal beylikleri harekete geçirebilir ve bu bilince sahip kürt burjuvazisini yaratabilirdi.

Kasr-ı Şirin anlaşmasıyla Kür­distan bölünmüş fakat iç iktisadi bağları yüksek oranda etkilenme­miştir. Çünkü bu dönem doğu tica­ret yollarının canlılığını koruduğu dönemdir.

Doğu ticaret yollarının önemini

18

Page 21: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

yitirmesi, ticari faaliyeti de bir daral­maya uğratmıştır. Fakat asıl önemli sonucu gelirleri azalan Osmanlı ve İran imparatorluklarının Kürdistan beylerine baskıyı artırmalarıdır.

Osmanlı İmparatorluğu ile İran arasında 1823 'd e Erzurum anlaş­ması yapılıyor. Bu anlaşmaya göre İran ve Osmanlı devletinin sının ol­duğu gibi kalacak iki taraf birbirinin içişlerine karışmayacak, Kürt aşiret­lerinin sınır tanımadan geçişine en­gel olunacak, eğer geçme olursa geçmiş olduğu tarafın yönetimine boyun eğmeye mecbur edilecek.

Kürdistan iç ticaretinin yediği birinci büyük darbe vurulmuş olu­yor. Kürt tarihinde olaylar birbiri üzerine gelmeye başlıyor; 1834 yılında Reşit Paşa komutanlığında Kürdistan üzerine bir sefer düzen­leniyor amaç, Kürdistan eyaleti ola­rak “memalik-i araziden” sayılma­yan toprakların mülkiyet hırsına düşmüş toprak ağalarının iç çatış­malarından faydalanarak, Kürtlerin özerkliklerini ellerinden almak, ver­gilerin düzenli ödenmesini sağla­mak ve ulusal çıkış tehlikesini ber­taraf etmektir.

Reşit Paşa kanlı işgaliyle Kürt beylerinin imaret ve vakıflarını dağı­tıyor ve Kürdistan’ı Osmanlılığa gerçek anlamışla bağlıyor, Kürtler o tarihten itibaren “Türk” vatandaşı sayılıyordu.

1834 saldırısı Kürdistan tarihin­de bir dönüm noktasıdır artık, istilacı talancı vergilendirme ek o ­nomisine dayanan Osmanlı eg e­menliği kapitalist anlamda klasik sömürgeciliğin kapısını aralamış ve bunun açıkça askeri zora dayana­cağını ilan etmiştir.

¡kinci anlaşma, İngiliz emperya­lizmi mandası haline getirdiği Irak’ta Kürt ulusal hareketlerini en­gellemek amacıyla Türkiye Cumhu­riyeti ile İrak arasında yapılan anlaşmadır. 5 Haziran 19 2 6 da yapılan Ankara Anlaşması nda “sınırın her iki yanındaki konar-

göçerlerin yağma ve kaçakçılığını önlem ek için tedbir alınması" (4) ka­bul ediliyor*.

Kürdistan’m o tarihlerde batıyla olan ticari ilişkileri zayıftır, asıl yön doğu ve güneye dönüktür. Geçen sayıda, Diyarbakır ticaret odasının oralarda Türk banknotunun geçme­diğinden yakınması örneği verilmiş­tir. Küçük üretimin tahribatının te­

mel nedeni iç iktisadi bağın kopa­rılması olduğu açıkça ortaya çık­maktadır. Ekonomik hareketsizliğin sağlanmasıyla pre-kapitalist ege­menlik olan ağalık ve tefeci bezir­gan sermaye varlıklarını sürdürme­lerinin nesnel zemini ayakta tutul­muş olur. Sömürgeciliğin en temel özelliklerinden birisi olan eski ege­menliğin varlığını sürdürmesini sağ­lamak, finans-kapitalin Kürdistan politikalarının başında gelmektedir.

Sömürgeleştirme politikası 19. yy.’ın başından itibaren 130 yıllık bir isyanlar zincirinin başlamasına neden olmuştur. Çatışmalar tam bir askeri hesaplaşma mücadelesidir. İs­yancı köylülüğün toprak talebini karşılayarak isyanda tutmayı bile­meyen ağabey örgütlenmesi yenil­giye uğrayacak, nesnel olarak önderlikten tasfiye olacaklardır. Bu yüzyıllık çatışmalar yukarıda yanıt aradığımız küçük üretimin tahrip ol­masının önemli nedenlerinden biri­sidir.

Kürdistan’m sömürgeleştirilmesi cumhuriyet kurulduktan sonra daha da göze batar hale gelmiştir.

Türk finans-kapitali, Kürdistan pazarını fethedecek meta üretimi seviyesine ancak 1 9 4 0 ’larda ulaşa­bilmiştir. Her ne kadar yasalarla en­gellenmeye, kilometrelerce mayınla kesilmeye çalışılsa da “kaçakçılık” varlığını sürdürmektedir. Resmi is­tatistikler durumu açıkça ifade et­mektedir.

Suriye’ye yapılan ihracat ve ithalat (000)

İhracat İthalat1923 6 0 4 6 7 .8 8 01924 2 0 0 7 .5 2 71925 1 1 .8 2 5 9 .0 7 71926 7 .6 9 8 5 .7 3 31927 7 8 4 7 5 .4311928 6 5 2 3 2 .8971929 6 561 2 0 4 01920 5 .3 3 i 1 .8881931 4 o 3 9 1 3 3 01932 4 0 0 5 1 .3041933 4 .5 8 0 6 3 51934 2 .9 4 0 5 6 01935 1 .641 544!9 3 b 1 .6 3 7 5 8 91937 2 .2 5 6 8 3 81938 1 172 6 4 61939 1 .6 0 8 3 7 61930 7 2 6 35

Ticaret, iktisat ansiklopedisi 4277, 1944

Suriye ile yapılan resmi ihraç ve ithalin miktarının bu derece yüksek olması;

1- Kürdistan’ın iç iktisadi bağı­nın güçlü olmasını;

2 - 1 9 4 0 ’lara gelindiğinde ticare­te konu olan malların batıya satıl­dığını yani ticaretin yönünün değiş­meye başladığını kanıtlar.

Finans-kapital Kürdistan’a hiç­bir zaman üretici sermaye olarak gitmemiştir, spekülatif sermaye ola­rak girmiş, yerel olarak tefeci bezir­gan ve toprak ağalarıyla para ha­reketiyle rezonansa gelmişlerdir.

“9 şark vilayeti kendi aralarında bir banka kuruyor”

“Diyarbekir’de 300 .000 lira ser- maveli bir banka kuruldu (Son Pos­ta 1932 )” (5)

Bu kesim batıdan meta akışının başlamasıyla bayilik, temsilcilikler üstlenerek finans-kapitalin kırdaki ittifakı olacaktır.

Kürdistan’ıri sömürgeleştirilme- sinin bir boyutu da kapitalist geli­şimin pazara olan bağlılığının sonu­cu devletin en büyük alıcı olarak pazara katılmasıdır. Böylece devlet Kürdistan’daki üretimin ve kapita­lizmin gelişimini doğrudan belirle­yebilirle gücüne sahip olmuştur.

Klasik sömürgeİerde yukarıda örneklediğimiz bir veya birkaç mal­da uzmanlaştırılma pazara yapılan bu müdahaleyle gerçekleştirilir.

“ 1969 yılında TMO, Diyarba­kır'da en büyük alıcı olarak nazım rolünü muhafaza etmiştir.

1967 14 .590 .672 ton1968 14 .338 .904 ton1970 19 .416 .366 ton.” {6)Devlet girişimleri olan TMO.

TEKEL, EBK, SEK, Fiskobirlik vb. kurumlar tarımsal ürünlerin ucuz yoldan kapatılmasıyla değer aktarı­mını, kapalı ekonominin hangi tarımsal ürünlerle pazara açılacağını ve bölgesel olarak özel ürünlerde uzmanlaşmayı sağlar.

Türkiye’nin ekonomik yapısı da 1950 li yıllara dek tarımsal üretime dayalıdır. İhracatın temel kalemleri madenler ve tarımsal ürünlerdir. Kürdistan’a geniş anlamda meta ih­racatı yapabilecek durumda de­ğildir, bunun için iki pazar arasında belirli bir gelişkinlik farkına ihtiyaç vardır. Bu gelişkinlik farkı birincisi Kürdistan pazarının gelişimini en­gellemek İkincisi bu pazardan ve yeraltı, emek gücü kaynaklan sö-

19

Page 22: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

l\ürdistan ın geri kalmışlığının tarihi, bilinçli olarakekonomiler arasında gelişkinlik farkı yaratma düşüncesinin ve faaliyetinin sonucudur. Meta ihracına dayalı değer aktarımı, devletçilik politikası sonucuimkan dahiline girmiş finans şehirlerindeki tefeci bezirgar pazarı ele geçirebilmiştir.mürüsünden elde ettiği artığı tü­ketim malı üretimine yöneltmesiyle ortaya çıkacaktır.

Kürdistan’ın geri kalmışlığının tarihi, bilinçli olarak ekonomiler arasında gelişkinlik farkı yaratma düşüncesinin ve faaliyetinin sonu­cudur.

Meta ihracına dayalı değer ak­tarımı, devletçilik politikası sonucu imkan dahiline girmiş finans-ka- pital Kürdistan şehirlerindeki tefeci bezirgan sermaye ittifakı yoluyla pa­zarı ele geçirebilmiştir.

Klasik sömürgeciliğin iki temel unsuru olan metanın ve askerin taşınabilmesi için Kürdistan içlerine ulaşacak yol yapımına ağırlık veril­miştir. Üstelik bunun masrafı bizzat Kürt halkına ödetilerek yapılmıştır. Yol vergisine direnen Buban aşireti 19 3 4 yılında bir yıl süren bir ayak­lanmaya girişmiştir. "Kemalizm Kür- distan'ı layıkiyle soyabilmek için oranın zirai ürün ve ilk maddelerini tefeci fiyattan ile yok pahasına çe­kebilm ek ve kendi sanayi ürünlerini orada sürüm edebilm ek için hiç ol­mazsa, bütün emperyalist anayurt­ların sömürgelerinde yaptıkları ka­dar olsun "şark” vilayetlerinin yollannı düzeltmeye mecburdur. Kürdistan in kapak iktisadiyatını parçalamak için bundan daha tabi zaruret ve mecburiyet de yoktur. Ne çareki Kürdistan esasen “kendisi muhtaç himmet bir dede" vaziye-

kapital Kürdistan sermaye ittifakı yoluyla

tinde olan Türk finas-kapitali gibi, piç bir kapitalizmin sömürgesidir. Onun için orada Kemalizmin tatbik ettiği usuller, hatta normal bir sömürgecilik bile değil de, adeta bir taht-el müstemlekeciliktir (sous co ­lonialisme) en aşağı sömürge­ciliktir. " (7)

Dr. H. KIVILCIMLI Kürdistan’m 1 9 3 0 ’lardaki durumunu böyle tespit ediyor. Kürdistan’ın parçalanması yalnızca İrem, Osmanlı imparator­luklarının isteği değildir. İngiliz ve Fransız emperyalizminin Suriye ve Irak’taki egemenliklerinin bağımsız bir kürtçülük hareketiyle zedelen­mesini istemiyorlardı. Kürt ulusunun aşiretçi yapısından dolayı (aşiretlerin birleşememesinden değil) bir parçada katlederken bir parçada is­yana teşvik edilmiş emperyalizmin çıkarlarına araç olmuşlardır. İngiliz- lerin “bağımsız Kürt devleti” isteme­si görüntüsü bu küçük ayak oyun- landır. Kürt ulusu bağımsızlık mücadelesinde hiçbir destek görememiştir. Emperyalist işgal Türk ve Kürt egemenlerinin şartlarını eşitlemiş olduğu halde Dr. H. KIVILCIMLI’nın belirttiği gibi Türk halkının alabildiği Dünya Sos­yalizminin desteğini, Kürt halkı sağlamayı bilememiştir.

Kürt ulusunun direnişi zor yo­luyla uzun bir dönem için kırılmıştır. Bu finans kapitalin, sürgün, asimi­lasyon, imha siyaseti ve baskısı yo­

luyla olabilmiştir. Kürdistan tarihi Kürt halkının maruz kaldığı kanlı saldırılann tarihiyle doludur.

Kürdistan’m sömürgeleştirilme- sinin ve klasik sömürge statüsünü belirleyen özellikleri şöylece topar­larsak:

1- Sömürgeleştirme tüm tarihi örneklerinde olduğu gibi askeri zo­ra dayanmıştır. 1834 Osmanlı ege­menlik biçiminden dönüşün tarihi­dir.

2- Kürdistan’ın iç ticari faaliyeti sekteye uğratılmış, bağımsız geli­şimi engellenmiş, küçük üretim tah­rip edilmiştir. Kapitalizmin nüveleri böylece ortadan kaldırılmıştır.

3 - Ekonomiye vurulan bu darbe prekapitalist unsurlann sömürgeci­likle ittifakında uzun süre yaşayabil­mesinin koşulunu yaratmıştır.

4 - Devlet ticari faaliyeti kurum­lan aracılığıyla elinde tutarak, Kür­distan ekonomisini tek yanlı gelişi­me zorlamıştır.

5- Meta akışını sağlayacak ge­lişkinlik farkı sömürgecilik tarafın­dan hammadde, ürün ve emek gü­cü kaynaklannın aktanlmasıyla sağ­lanmıştır. ■

(sürecek)

KAYNAKÇA

(1) SBKP Bilimler Akademisi Ekono­mi politiğin temelleri sf. 632

(2) Dr. Hikmet KIVILCIMLI Osmanlı tarihinin maddesi sf. 42

(3) Reşit Tankut Aktaran D. Avcıoğlu Türkiyenin Düzeni sf. 19

(4) Enver Kartekin Türkiye devrim tarihi ve cumhuriyet rejimi sf. 204

(5) Dr. Hikmet KIVILCIMLI a.g.y. sf. 114

(6) Cumhuriyetin 50. yılında Diyar­bakır

(7) Dr. Hikmet KIVILCIMLI a.a.y sf.125

* 1918 yılında kaçakçılığın def-i hakkında cezai hükümlere ağırlaş-tmcı bir kanun kabul ediliyor.

20

Page 23: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Kırda Kapitalizmin Gelişmesi

Mehmet YILMAZER

Eylül sonrası, işçi sınıfı hareketi yavaş da olsa yükselirken kırlar sakin

görünüyor. Kürt ulusal sorununu ta­mamen ayrı niteliğinden dolayı “köylü sorunu’ ndan ayırırsak

Türkiye kırlan, 12 Eylül ün bütün fiyat makaslarına rağmen henüz hoşnutsuzluğunu açığa vurmamış­tır. Bunu söylerken, 1985 'ler de batan çiftçilerin traktörlerini kitle halinde satışa çıkarmalarına ve Ege Bölgesi’ndeki tütün üreticilerinin yarattığı eylemliliği elbetteki unut­muyoruz! Ancak bunlar, kırdaki ko­şulların acı tablosunu yansıtmaktan çok uzaktır.

En kaba hesapla, tarımın ulusal gelir içindeki payı 1 9 8 0 ’de yüzde 2 3 .8 7 iken 1 9 8 9 ’da bu pay yüz- d e l5 .8 0 ’e gerilemiştir. (Milliyet, 1 6 .4 .1 9 8 9 ) Kırdaki egemen zümre­lerin gelirlerinin 12 Eylülle birlikte azalmayıp arttığını göz önünde tu­tarsak, kırdaki yoksullaşmanın bo­yutlarının çok daha derin olduğu hemen tutarsak, kırdaki yoksullaş­ma şimdilik kendini sistematik ola­rak büyük şehirlere ve yurt dışına göç olarak açığa vuruyor.

Kırda sınıflar savaşının gelişimi­ne biraz daha yakından bakmak ge­rekli. 1 9 6 0 sonrası devrimciliğinde "köylülüğün stratejik önemi" çok tartışılmış olmasına rağmen, 1974 sonrası ve özellikle 1 9 8 0 sonrası “köylü sorunu" adeta unutulmuş, ya da oldukça başka zeminlerde ele alınmıştır.

Sınıflar mücadelesinin en kalın çizgileri şu gerçekliği gösterdi: şe­hirler sosyal demokratlara, kırlar

“sağ" partilere oy veriyor. ANAP 12 Eylülün zoruyla bu tabloyu biraz zorladıysa da, sonuçta yine böyle bir dengeye yaklaşıldı. Ancak 12 Ey­lülün yürüttüğü ekonomi politi­kanın sonucu olarak, işçi sınıfının yanında kırlarda da yoksullaşma hızlandı ve yaygınlaştı. Demirel ve DYP kırdaki bu hoşnutsuzluğu za­man zaman politik manevralarında değerlendiriyor. Ancak olay bu Pragmatik manevralardan daha öteye bir anlam taşıyor. Türkiye'de finans-kapital iktidarı, kırlardaki ye­dek güçleri aracılığıyla köylülüğün büyük çoğunluğunu kendi ağlarında tutabildiği ölçüde, işçi sınıfını yenil­giye uğratma şansına sahip olduğu- hun bilincindedir. Bu nedenle, kırlarda da hoşnutsuzluğun yüksel­mesi finans-kapital iktidarı için önemli sancılar yaratabilir. Taban fiyatlarını yükseltme, köylüye olan devlet borçlarının ödenmesi vb. Pragmatik uygulamalarla, her ikti­dar biriktirdiği hoşnutsuzluğu gider­mek için yollar bulur. Ancak yete­rince tekrarlanan bu uygulamalar her seferinde sorunu çözmek bir yana kırlardaki problemin üzerin­deki basıncı arttırıyor.

Son yapılan 19 8 0 tarım sayı­mının verilerinden hareketle, kırlar­da akan bu süreci somutlaştırmaya çalışalım. 1 9 8 0 ’deki durumu yete­rince tesbit edebilirsek, 12 Eylül sonrası yaşananların kırlardaki geli­şimi nasıl ve hangi yönde etkilediği, hangi süreçleri derinleştirdiği daha açık kavranabilir. Sınıflar savaşının bu geniş alanındaki gelişmeler yete­rince gözler önünde değil. Türki­

ye'deki gelişmeler, önümüzdeki yıllarda, kırlardaki sınıf mücadele­sini daha göze batar hale getirebilir. Aslında bu alanda mücadelenin yükselmesi biraz da proletaryanın yolu açmasına bağlıdır. Yoksa yete­rince “yanıcı m adde” kırlarımızda da hergün artan biçimde birikmekte­dir.

Süreçleri somutlamaya çalışa­lım.

TOPRAK DAĞILIMI

Türkiye’de kapitalizmin gelişme­si tek parti döneminin sinsi 25 yıllık birikiminden sonra 1950']erde hızlanmıştır. Özellikle kırlara traktör akınıyla birlikte 1950'den sonra ya­man bir alt üstlük yaşanmıştır. Bu­nun en belirgin kanıtı nüfus kay­masıdır. Tek parti yıllarında hemen hiç değişmeyen tarımsal nüfus oranı yüzde 75 , sonrasında hızla küçül­meye başlamış 1980'de yüzde 5 6 .1 e gerilemiştir. Bu zelzele top­rak dağlımına nasıl yansımıştır? Tarım istatistiklerimizin sistemsizliği bu gelişmeleri elbetteki çok silik- leştirmektedir. Ancak bu silik ha­liyle de olsa, süreçlerin ana yönüyle ilgili yeterince ipucu vermektedir. (Tablo 1) Kırdaki sınıf farklılaşmasını tablodaki toprak büyüklüklerinden izleyeceğiz. Bunun ancak çok kaba bir ayınm olduğunun bilincindeyiz. Çünkü yoğun tarım için toprak büyüklüğü yanıltıcı bir kriter olur. En sağlam kriter hiç şüphesiz üretim temeline dayanmalıdır. An­cak bizde böyle bir istatistik yoktur. Öte yandan, bizde tahıl alanlarının

21

Page 24: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

çok geniş olması ve yoğun tanmın henüz çok sınırlı olması nedeniyle toprak büyüklükleri çok kaba da olsa kırdaki farklılaşma hakkında sınırlı bir bilgi verebilir.

ö n ce yoksul köylü işletmele­rinin durumundan başlayalım. Bun­lar 1-50 dönüm toprak işlerler. İlk göze çarpan yoksul köylü işletme­lerinin sayılanndaki artıştır. 1950- 'de 1 .5 milyon olan işletme sayısı 1 9 8 0 ‘de 2 .2 6 milyona çıkmıştır. Bu çoğalma kırda kapitalizmin gelişme­sinin en tipik sonucudur. Toprak parçalanması ve yoksullaşmadaki artış birbirine parelel giden süreç­

lerdir. Nitekim, 1 9 5 0 ’de 2 5 .2 dö­nüm olan ortalama işletme alanı 1 9 7 3 ’de 19 .6 dönüme, 1 9 8 0 ’de ise 2 0 .1 dönüme düşmüştür. 1 9 8 0 ’de köylü işletmeleri içinde 6 2 .1 ’lik bir çoğunluğa sahip olan yoksul köylülük toplam toprağın an­cak yüzde 2 0 ’sini işlemektedir.

Uç tanm sayımındaki rakamları karşılaştırınca, yoksul köylülük için­deki toprak parçalanmasının sınırı­na dayanıldığı sonucu çıkarılmalıdır. Eğer DİE bizi yanıltmıyorsa durumu böyle tesbit edebiliriz. 1 9 5 0 ’den 1 9 7 3 ’e sayıca 6 4 8 .9 9 8 artan 1-50 dönümlük işletmeler, 19 7 3 den

1980 e yalnızca 6 4 -0 2 3 artmıştır. 19 5 0 -7 3 arası yıllık artış 28 bin. 1 9 7 3 sonrası ise sadece 9 bindir. Yoksul köylü işletmelerindeki top­rak parçalanması üç kat yavaşlamış­tır. Bunun nedenini somutlayabil- mek için yoksul köylü işletmelerinin birdz daha içine girelim.

Yoksul köylülük içinde 2 0 dö­nümden aşağıya toprak işleyenleri ele aldığımızda, (Tablo 2) toprak parçalanmasının hangi sınırlan zor­ladığı açıkça görülmektedir. Ortala­ma işlenen alan 1 0 .7 ’den 8 .5 dönü­me düşmüştür. Sonuç olarak 20 dönümün altında toprak işleyenler

Tablo 1:1 950 , 1973 , 1 9 8 0 de toplam dağılımı

1950 (1)

işit, büyükl. (dönüm)

işit.sayısı

oran(%)

İşlenen alan (hektar)

Oranm

Ortalama işit. alanı(dönüm)

1-50

5 1 -1 0 0

1 01 -200

2 0 1 -5 0 0SOI-

1 .5 5 4 .0 0 0

5 5 0 .0 0 02 6 4 .0 0 0

1 0 4 .0 0 0 4 0 .0 0 0

6 1 .8

2 1 ,9

1 0 .5

4 ,21,6

-3 9 2 4 5 0 0

3 8 9 4 0 0 0

3 9 6 0 0 0 0

3 5 0 0 0 0 0 5 4 7 2 091

18 .9

18 .8

19.116 .9

2 6 .3

2 5 .27 0 .0

1 5 0 .0

3 3 5 .0

1 3 70 .0

toplam 2 ,5 1 2 .8 0 0 1 0 0 .0 2 0 7 5 0 5 9 1 100 0

İşit, büyükl. işit.197;

oran3 (1 )

işlenen alan Oran Ortalama işit.(dönüm) sayısı (%> (hektar) m alanı(dönüm)

1 50 5 1 -1 0 0

1Ö1-200 2 0 1 -5 0 0

501 -

2 .2 0 2 .9 9 8

5 0 6 .1 9 8

2 6 5 .5 9 8

1 1 5 .6 1 3

3 4 .7 1

7 0 .516 .2

8 .5

3 .7

I . i

4 37 1 7 7 7

3 8 7 9 182

4 0 6 3 90 5

3 8 1 T 6 0 8

1 3 9 2 3 0 2

2 1 .3

18.9

19 .8

18.6

2 1 .1

19 .6

7 6 .0

1 60 .0

3 3 0 .0

1 2 60 .0toplam 3 .1 2 4 .6 7 8 100 2 0 5 2 4 7 4 4 100 .0

İşit, büyükl. işit.

198ıoran

0 (2)İşlenen alan Oran Ortalama işit.

(dönüm) sayısı (%) (hektar) m alanı(dönüm)

1-50

5 1 -1 0 02 .2 6 7 .0 2 1

7 3 8 .3 7 6

62 .1

2 0 .2

4 5 5 5 5 8 8

4 8 3 9 2 1 3

2 0 .0

2 1 .2

20.1

6 5 .5101-200 4 2 1 .5 2 3 1 1 6 5 4 2 4 4 9 7 2 3 .8 128 .62 0 1 -5 0 0

501

194 .551

2 9 .4 3 9

5 3

0 .8

5 2 0 0 6 8 8

2 7 3 6 0 4 0

2 2 .9

12.1

2 6 7 3

9 2 9 4

toplam 3 6 5 0 .9 1 0 100 2 2 7 5 6 0 2 6 100

22

Page 25: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

3 1 3 bin eksilmiştir. Kırdaki işletme­lerin üçte birine yakın olan 1 milyo­nu aşkın en yoksul işletme (1-20) toplam tarım alanının yalnızca yüzde 4 .2 ’sini işlemektedir. Oysa hinde 8 azınlık olan 5 0 0 dönümden fazla toprağı işleyen büyük toprak sahipleri, tüm en yoksul işletmelerin üç katı toprağa sahiptirler. (Tablo: 1) (21-50) dönüm toprak işleyenler ise 3 7 7 bin artmıştır. İşletme sayısı olarak yüzde 4 7 .9 artışa karşılık işlenen alan yüzde 2 6 .7 artabildiği için ortalama işlenen alan 3 6 .2 dönümden 31 dönüme düşmüştür. Sonuç olarak, 20 dönümden aşağı­ya toprağa sahip en yoksul köylü iş­letmeleri sayı ve alanca azalmakta­dır. Bu bize Türkiye ölçüsünde top­rak parçalanmasının alt sınınnı ve­riyor. Bu işletmelerde çok azının sermaye biriktirip işletmesini geniş­letme şansı olduğu, diğer ezici ço­ğunluğunun daha da yoksullaşa­cağını dikkate alırsak, 2 0 dönümün altında eksilen 3 1 3 bin işletme pro­leterleşmenin boyutunu verir. De­mek 1 9 7 3 -1 9 8 0 arasında en az 3 0 0 bin aile proleteryanın saflarına itilmiş olmalıdır.

Sonuç olarak, yoksul köylü iş­letmelerindeki toprak parçalanması, 1 9 7 0 öncesine göre yavaşlamıştır. Bu demektir ki. yoksullaşmanın son sınırına dayanıimıştır, daha gerisi doğrudan proleterleşmektir.

"Devlet Planlama Teşkilatı Sos­yal Planlama Dairesi 'nin bölgeler düzeyinde yaptığı bir gelir dağılımı araştırmasına göre toprakla uğraşan hane halkının Akdeniz B ölgesi’nde yüzde 83'ü, Karadeniz Bölgesi’nde yüzde 7 7 ’si, iç Anadolu Bölgesinde yüzde 7 8 ’i, Ege Bölgesi’nde yüzde 7 3 ’ü ve Doğu Anadolu B ölgesi’nde yüzde 9 0 i geçim için yeterli top­rağa sahip bulunmamaktadır." (3) Bu rakamlarla Tablo l'deki yoksul köylü işletmelerinin yüzde 6 2 .1 lik oranı karşılaştırılırsa, yoksulluk sını­rının toprak dağılımı bakımından 5 0 dönümün de üzerine çıktığı an­laşılıyor. Tanm girdi fiyatlarında ve günlük tüketim mallarındaki yüksek fiyat artışları dikkate alınmadan, yalnızca toprak dağılımı temel alına­rak kırdaki yoksullaşmanın boyutları ancak çok genel sınırlarıyla tesbit edilebilirdi. “Hane halkı gelir dağılı­m ı” kır yoksullarımızın oranını yuka­rıya çekmektedir.

Orta köylülüğe gelince, tablo­

dan belirgin sonuçlar çıkartmak çok zordur. 1 9 5 0 den 1 9 7 3 ’e 5 1 -2 0 0 dönüm işleyen işletmelerde sayıca bir azalmaya karşılık işlenen alanda bir artış gözlenmektedir. Orta köylülüğün üst dilimi (101-200) az da olsa bir toprak temerküzü yap­mıştır. Nitekim ortalama işletme alanı yükselmiştir. (Tablo 1) (7 0 ’den 7 6 ’ya, 1 5 0 ’den 160 dönüme) An­cak 19 7 3 sonrası gelişim tersi yöndedir, toprak parçalanması art­mıştır. Toplam orta işletmeler 38 8 bin artmasına karşılık işlenen alan aynı oranda artmadığı için ortalama işlenen alan (51-100)lük dilim için 1 9 7 6 ’dan 6 5 .5 ’e, (101-200)lük di­lim için 1 6 0 ’dan 1 2 8 .6 dönüme gerilemiştir. Dolayısıyla toprak par­çalanmasının yoksul köylülük içinde son sınırları zorlanırken, orta köy­lülük için bu süreç özellikle 1970- ler sonrası hızlanmışhr. Modem- yoğun tarımla karşılanamayan top­rak parçalanması çok açıktır ki, kırda yoksullaşmanın daha yukarı basamaklardaki köylü ailelerine tır­mandığının işareti olabilir. Anlaşılı­yor ki 1 9 7 0 ’ler sonrası süreç bu yönde işlemektedir. 1 9 8 0 sonrası ekonomi politikası bu gelişmeyi de­rinleştirmekten başka bir sonuç ya­ratmış olamaz.

Orta köylülükle yoksul köylülü­ğü birlikte ele alırsak, bunlar kırdaki işletmelerin yüzde 9 3 .9 gibi ezici bir çoğunluğunu temsil etmelerine karşılık, toprakların yüzde 6 5 ’ini iş- leyebilmektedirler.

Zengin köylülük ya da (201 ­500) dönüm işleyen kır burjuva­larına gelince, sayıca 1 9 5 0 ’de 100 binden 197 3 ’de 115 bine yüksel­miş, işledikleri alan da bu yıllar için­de çok az artmıştır. Ancak 1970 sonrası kır burjuvaları daha hızlı bir gelişim göstermişlerdir. İşletme ve alan olarak payları artmıştır. Gerçi ortalama işlenen alan 1 9 7 3 ’de 3 3 0 iken, 1 9 8 0 ’de 2 6 7 dönüme düş­müştür, ancak bunların genellikle modern tarım yaptığı düşünülürse bu bir gerileme belirtisi olamaz.

5 0 0 dönümden fazla toprağa sahip, büyük toprak sahiplerinin işletme sayısı 1 9 5 0 ’de 4 0 bin iken topraklann yüzde 2 6 .3 ’ünü işle­mekteydiler. 1 9 8 0 ’de 2 9 bine geri­leyen işletme sayısına karşılık top­rakların yüzde 12. Tini işlemekte­dirler. Tablodan çıkan ana eğilim büyük toprak sahipliğinin giderek

parçalandığı yönündedir. Bu iki açı­dan incelenmelidir.

Birincisi, kırda kapitalizmin gelişmesiyle eski beyler Prusya tar­zı burjuvalaşırken, toprakları da en uygun üretim boyutlarına küçülmüş­tür. Ya da gelişime ayak uydura­mayanlar topraklarını kır burjuva- lanna satmak zorunda kalmışlardır. Bu inkar götürmez bir gerçekliktir. Ancak bu sürecin somut boyutlan nedir? Bu konuda DİE rakamlan gerçeğe ne kadar yaklaşabilmekte­dir? Bu noktada olayın ikinci yönüne değinmek zorundayız. Biz­de 1 9 37 , 1 9 4 6 ve 1971 toprak re­formu uygulamaları değil, söylenti­leri sahte toprak parçalanmalarına yolaçmıştır. Topraklar, reform sını­rına girmesin diye tapuda akrabala­ra “sahlmışür”. Bu nedenle istatis­tiklerdeki 5 0 0 dönüm üzerindeki topraklarla ilgili rakamlar gerçek­lere oldukça uzaktır.

Sonuç olarak, büyük topraklar­da, kapitalizmin gelişmesinin sonu­cu bir bölünme yaşanmıştır. Ancak bunun gerçek boyutlarıyla ilgili fazla birşey söylemek mümkün değildir. Kırdaki farklılaşmanın hiç değilse kaba bir tablosunu çıkarabilmek için kır yoksullarıyla, kır burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin konum­larını belirtelim. 19 8 0 de yoksul köylü işletmeleri toplam içinde yüz­de 6 2 .1 ’lik yer tutarken, toprak­ların yüzde 2 0 ’sini işlemektedirler. Kır burjuvazisi ve büyük toprak sa­hipleri yüzde 6. T lik bir azınlık iken, topraklann yüzde 3 5 ’ini işlemek­tedirler. En yumuşatılmış, tapu o­yunlarıyla üstü örtülmüş haliyle kırlardaki saflaşmanın durumu böy- ledir.

Dolayısıyla, kırlardaki ezici ço­ğunluğun sorunu toprakta odak­laşmaktadır. Oysa, 1981 Köy En­vanter Etütlerinde “köy sorunlan" anketinde "cami sorunun”dan "yol sorununa” kadar anket yapılırken toprak ihtiyacı üzerine soru bile açılmamıştır, ö te yandan samimi bir köy araştırmacısı şu sonuca varmış­tır:

“Mevsimlik tanm işçileri ise sürekli işçiliğe değil köylülüğe yöne­lik eğilimler taşımaktadırlar. Topra­ğa olan özlemlerini açıkça belirtmiş­lerdir. Nitekim ‘en büyük ihtiyaçla­rının n e olduğu’ sorulduğunda yüz­de 85 oranında toprak yanıtı alın­mıştır. ” (4)

23

Page 26: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Tablo 2:1973. 198ö d e

işit, büyükl. (dönüm)

(1-50) dönüm arası toprakların sağılımı

1973

işit. oran sayısı (%)

İşlenen alan (hektar)

Oran Ortalama işit. (96) alanı(dönüın)

1-20 1 .4 1 5 .4 7 9 4 5 .3 1 .5 1 8 .8 3 3 7 .4 10.7

2 1 5 0 7 8 7 .4 1 9 2 5 2 2 8 5 2 9 4 5 13 9 3 6 2

toplam 2 .2 0 2 .9 9 8 7 0 .5 4 .3 7 1 7 7 7 2 1 .3

1980işit, büyükl. işit. oran İşlenen alan Oran Ortalama işit.

(dönüm) sayısı (96) (hektar) (%) alanı(dönüm)

1-20 1 1 0 2 .3 7 9 3 0 .2 9 4 1 .4 3 1 4 .2 8 .5

2 1 .5 0 1 .1 6 4 .6 4 2 3 1 .9 3 .6 1 4 .1 5 7 15 .8 31 .0

toplam 2 .2 6 7 .0 2 1 62 .1 4 .5 5 5 .5 8 8 2 0 .0

TOPRAK TASARRUF BİÇİMLERİ

Toprak tasarruf biçimleri, eski üretim ve mülkiyet ilişkilerinin kırda kapitalizm tarafından ne ölçüde değişime uğratıldığının bir göster­gesidir.

Bu konuda ortakçılık ya da yarıcılığın durumu önem kazanır. Tablo 3 ’e baktığımızda rakamların yeterince güvenilir olmadığı hemen anlaşılıyor. 1 9 5 0 yılında ortakçı­lığın yüzde 2 .9 gibi düşük bir sevi­yede olması inanılır görünmüyor. Tek parti döneminin son yılların­daki toprak reformu tartışmalarında üzerinde en çok tartışılan konu or­takçılıktı. O günlerin CHP'li Tarım Bakanı konuyu meclise şöyle getir­mişti: “Nedir mevcut düzen arka­daşlar bilir misiniz? Ortakçılık. Sîz­

lere bu düzeni anlatayım, hem de çmlçıplak’’ (5) Bütün kıyametin böylesine önemsiz bir miktar için kopması mümkün değildir. Ancak bu rakamlarla da yetinmek zorun­dayız. Çünkü başka veri yok.

Ortakçılık 1 9 6 3 lerde artmıştır. Bu, işletmelerin parçalanması ve sermaye yetersizliğinin sonucu ol­malıdır. Ancak ardından gelen yıl­larda makinalaşma arttıkça ortak­çılık çok gerilemiştir. 19 6 3 den 19 8 0 e tam 13 kat azalmıştır. Öte yandan, ortakçılığa göre kiracılık artmıştır. Bu da kapitalizmin gelişi­minin doğal bir sonucudur. Ancak kiracılık da mutlak rakam olarak gerilemiş, 1 9 6 3 ’den sonra 3 kat azalmıştır. Mülk sahipliği yüzede 9 0 'a varmıştır. Ortakçılığın kapita­lizmle birlikte gerilemesi az çok nor­mal sayılabilir. Bu alanda tefeci ser­

mayenin doğurduğu sonuçlara daha sonra değineceğiz. Ancak kiracı­lığın hızla gerilemesi aynı ölçüde normal sayılamaz. Bunu bizde yer­leşmiş bir kiralama sisteminin ol­mayışına bağlamalıyız. Gelişmiş ka­pitalist ülkelerde gayri menkul kira­ları genellikle uzun periyodlarla ya­pılıp kiracı korunur. On yıldan 99 yıla kadar süre belirlenebilir. Ancak bizde sorun toprak sahibiyle ki­racının pazarlığına kalmıştır. Oysa batıda daha burjuva devrimi yılla­rında büyük toprak sahipleri terbiye edilmiş, onların rant vurgunu sınır­landırılmıştır. Bizde büyük toprak sahiplerine I. İnönü'nün deyimiyle hiçbir zaman “dokunulmamıştır”. Sonuçta toprak sahibinin ikide bir kira arttırımı talebi, kira sürelerinin belirsizliği kiracılık sistemini iyice küçültmüştür. Böylece, büyük ser-

Tabio 3:Toprak tasarruf tiplerine göre işletme sayısı

TOPRAK tasarruf tipleri

1950 (6)işletme sayısı 96

1963 (7) işletme sayısı

:%

1980 (8)işletme sayısı %

Mal sahibi

Yarı mal sahibi

Kiracı

Ortakçı

Diğer

1 .686 .1 .43 7 4 .1

4 9 8 .8 3 8 2 3 .9

1 4 .8 1 5 0 .6 6 6 .8 9 5 2 .9

7 .9 8 4 0 .5

2 .1 7 0 3 5 3

6 2 1 .5 8 8

9 7 .0 0 0 3 7 2 .9 0 9

3 8 .9 0 0

7 0 .0

2Ö.0

3.15 .6

1.3

3 .2 2 3 .7 5 4 9 0 .5

2 7 .0 1 0 7 7 .5

2 9 .6 1 1 0 .8 1 3 .3 8 9 0 .5

2 1 .9 5 3 0 .7TOPLAM 2 .2 7 4 6 7 5 100. 3 .1 0 0 .7 5 0 3 0 0 0 3 .5 8 8 .8 1 5 300

24

Page 27: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

mayeler toprak satın almaya aktığı için, bizzat üretim devresine gerekli olan sermaye daralmıştır.

Son olarak, Tablo 3 ’deki “yan m al sahibi ” (işletmesi için mülk top­rağına ilave olarak toprak kirala­yanlar) ve sırf kiracıların toplamını dikkate alarak toprak kiralama gücünün nasıl dağıldığını görelim.

Kendi toprağına ilave olarak toprak kiralayan ve sırf kiracı olan işletmeleri ele aldığımızda, kira ile işlenen alan toplamın yüzde 1 2 ’si- dir. Arazinin yüzde 8 8 ’i mülk olarak işlenir. Toplam kiralanarak işlenen alan içinde büyük toprak sahipleri­nin payı yüzde 1 7 ’dir. 5 0 0 dönüm­den fazla toprak işleyen büyük top­rak sahiplerinin toprak kiralaması garip görülmesin, bunlar genellikle devlet topraklarını yok pahasına kiralarlar. Kır burjuvaları (201-500) kiralanan alan içinde yüzde 3 0 .2 ; orta köylülük (51-200) yüzde 3 9 .2 ’lik bir paya sahiptir. En çok toprağa ihtiyacı olan yoksul köylü­lük ise toplam kiralanan alan içinde ancak yüzde 1 3 .1’lik bir paya sa­hiptir.

En çok toprak kiralayan kesim orta köylülüktür. Bunun anlamı, işletmesini büyütmekten çok, top­rak yetmezliğini giderebilme çaba­sıdır. Fakat kır burjuvaları için top­rak kiralamanın anlamı, işletmesini ve kârını büyütme güdüsüdür. Yok­sul köylülük toprağa açtır. Ancak bu açlığı giderecek sermaye birikimine sahip olmadığı için en az toprak ki- ralayabilen kesimdir.

Sonuçta, kırda kapitalizmin ge­lişmesi ortakçılık gibi eski üretim ve tasarruf biçimlerini tasfiye ederken kırlarımızı belki de gereğinden fazla özel mülkiyet çitleriyle bölmüş, parçalamıştır. Bu da kırda sermaye­nin hareketini zorlaştıran en önemli engeldir. Sermaye her hareketinde bu özel mülkiyet çitleriyle yüzyüze gelir, o nedenle üretimden çok tica­ret ve tefeciliğe eğilimlidir. Bu du­rum ise, kırlarımızın Babil Kulesi gi­bi katmerlenmesini arttırmaktan başka bir sonuç doğuramaz.

KIRDA MAKİNALAŞMA VE ÜRETKENLİK

Tarımda makinalaşmayı traktör sayılarından izlemek genellikle ye- terlidir. 1 9 8 0 ’deki duruma gelme­den makinalaşmanın gelişmesine

değinelim. 1 9 4 0 yılında 1066 traktör vardır: 1 9 5 0 ’de 16 bin-, 1 9 6 0 ’da 4 2 bin; 1970 'd e 105 bin olan traktör sayısı 1 9 8 0 ’de 5 5 6 bine çıkmıştır. Gelişimde 1 9 5 0 ’ler ve 1 9 7 0 derde iki önemli sıçrama vardır. Birincisi, traktör ithalatına; İkincisi, montaj sanayiinin kurulup gelişmesine denk düşer.

Traktör sayısındaki artışa paralel olarak traktörle işlenen alan sürekli artmıştır. 1 9 6 0 ’da toplam ekilen alanın yüzde 1 3 .6 ’sı traktörle iş­lenmiş, bu oran 1 9 7 0 ’de yüzde 3 2 .7 ’ye çıkmış, 1 9 7 5 ’de ise yüzde 74 .7 'ye sıçramıştır. (9) Ancak, eğer yine bizleri DİE yanıltmıyorsa 1 9 8 0 ’de traktörle işlenen alan yüz­de 1 9 .2 ’ye gerilemiştir. (10) Traktör sayısındaki artışa rağmen böyle bir gerileme eğer gerçeklik ise nasıl açıklanabilir? İhtiyatlı bir yorumla 1 9 7 8 -7 9 ’da tepe noktasına tırma­nan ekonomik krizle mazot, gübre, tohumluk fiyatlarındaki aşırı yüksel­me traktör kullanımını etkilemiş ol­malıdır. Ancak gerilemenin yüzde 25 gibi yüksek bir oranda olması yine de şüphe götürür.

O yılların ekonomik gelişimini dikkate alırsak, 1 9 7 4 -7 5 ’lerdeki enflasyonla ekonominin şişmesi ve 1 9 7 9 ’da tıkanması gerçekliği belki de tanmda en önemli üretim aracı traktörün kullanımına böyle yansı­mış olabilir. 1980'deki duruma ge­lince, traktörlerin işletmelere dağılı­mı şöyledir: (1-50) dönüm işleyen­lerin yalnızca yüzde 5 .5 ’i traktör sa­hibidir. Bu oran orta köylü işletme­lerinde (51-200) yüzde 26 .1 dir. Kır burjuvalarının (201-500) ise yarısından biraz fazlası yüzde 5 2 .8 traktörlüdür. Büyük" toprak sahip­lerinin ise yüzde 8 2 .7 ’si traktör sa­hibidir. ( l l) Görüldüğü gibi kırda modem üretim araçları 2 0 0 dönüm­den fazla işleyenlerde yoğunlaşmış­tır.

Traktörle işlenen alanların dağı­lımına gelince, en küçük oran yok­sul köylülüktedir. Topraklarının an­cak yüzde 3 5 .4 ’ünü traktörle işleye- bilmektedir. Bu işlenen alanın yüz­de 7 9 .5 ’ini ise traktör kiralayarak işlemektedir. (Tablo 4)

Orta köylülükte oran biraz daha yüksektir. Orta köylülük, toprak­larının yarısına yakınını (48.9) traktörle işlemektedir. Traktörle işlediği alanın ise yüzde 4 1 .9 ’unu “kendi m alı” traktörle, gerisini kira

ve ortak işlemektedir.Kır burjuvaları ve büyük toprak

sahiplerine gelince, 1980 rakam- lanna göre traktörle işledikleri alan yüzde 57 gibi düşük bir orandadır. Bu düşük seviye genel anlamda tarımda modern üretimin geri duru­munu göstermektedir; öte yandan 1 9 7 9 ’daki kriz kırlara böyle yan­sımış olabilir. DİE rakamlarının bir­birini tutmazlığı nedeniyle kesin yo­rumlara gitmek hata olur.

Tanmda makinalaşma ve diğer modem girdilerin kullanımının en doğal sonucu verimlilikte bir artış olmalıdır. Tablo: 5 ’den görülebile­ceği gibi verimlilikteki artış son de­rece sınırlıdır. Bizde tarım hala önemli ölçüde mevsim koşullarına bağımlıdır. Ancak verimlilik rakam­larını esas aşağıya çeken etken ta­rımdaki kutuplaşmadır. Büyük işlet­melerde verim artışı tablodakinden çok daha yukarıda olmalıdır. Ancak hesaplamada, gittikçe yoksullaşan küçük işletmeler ortalama verimli­liği aşağıya çekmektedir. Bu da ne devasa üretim gücünün boşa çalışıp yıprandığının en açık kanıtıdır.

TOPRAKSIZ KÖYLÜ- MEVSlMLİK İŞÇİLİK-KIR

PROLETERYASI

Kırdaki farklılaşmanın en önemli göstergesi hiç şüphesiz ki işçileş- medir. Bu konuda yine istatistik tu­tarsızlıklarıyla boğuşmadan adım a­tamayacağız. Önce topraksız köylü ailelerinden başlamalıyız. Bunlar kır proleteryasının ana kaynağıdır. 1980 yılında 5 .6 milyon köylü ai­lesinin 1.7 milyonu topraksızdır. (14) 1 9 5 0 yılında topraksız ailelerin oranı yüzde 1 4 .5 ’dir. 1968'de bu oran yüzde 1 7 .5 ’e çıkmıştır. 1 9 7 3 ’de yüzde 2 1 .6 ’ya çıkan top­raksız aileler oranı 1 9 8 0 ’de yüzde 3 0 .9 a tırmanmıştır. Kırda her yüz aileden 30 'u topraksızdır. ’

1 9 5 0 ’de toplam topraksız aile sayısının 3 4 0 bin olduğu dikkate alanırsa, kırda kapitalizmin 3 0 yıllık gelişimi mülksüzleşmeyi 5 kat arttır­mıştır. Sadece bu rakam proleter- yanın kırdaki ittifak potansiyelinin nasıl yaygınlaştığını göstermeye ye- terlidir. Topraksız ailelerin çok az bir kesimi, sadece yüzde 4 u kira ya da ortakçılıkla toprak işlemektedir. Geriye kalanlar şehre göçemedikçe mevsimlik işçiliğe ya da türedi işlere

25

Page 28: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

mahkumdur.Mevsimlik işçiliğe gelince, 1980

tarım sayımına göre sayıları 13 mil­yon 7 9 8 bindir. 1 9 8 0 de toplam kır nüfusunun 2 5 milyon olduğu düşü­nülürse, kırların yan nüfusu mev­simlik işçiliğe çıkmaktadır. Çalışılan gün sayısının 87 milyon olduğu göz önüne alınırsa, mevsimlik işçiler or­talama 6-7 gün çalışmaktadırlar. Bu rakamlardan çıkan sonuç, mevsim­lik işçilerin büyük çoğunluğu he­men yakınındaki bir başka işletme­de çok geçici iş tutmaktadır, ö te yandan, Çukurova’da mevsimlik iş martın ortasından haziran ortasına kadar sürer. Yaklaşık 9 0 gün çalışı­lır ve buradaki işçiler artık genellik­le kışın da çadırlarını sökmez ovada kalırlar. Çok kısa süreli de olsa mev­simlik işçiliğin böylesine yaygın oluşu tanmsal üretimin özelliği yanında, kırdaki genel yoksullukla açıklanabilir. Rakamlara göre 2 0 0 dönümden az toprak işleyen her ai­leden mevsimlik işçi çıkmaktadır.

“Neden kendi memleketinde çalışmıyorsun?" sorusuna, büyük bir çoğunluğu (95.9) topraksızlığı, geri kalanı da toprağın yetersizliğini göstermektedir.

.. mevsimlik tarım işçilerinin büyük bir kısmı (yüzde 65) eskiden ortakçılık yaptıklarını söylemişler: daha önce ortakçılık yapmış olan bu yüzde 65 oranında işçinin kendi içinde yüzde 7 7 ’si toprak sahibinin zorlaması ile bu işlerini bırakmak zorunda kaldıklarını söylemişlerdir." (15)

Çukurova bölgesinde yapılan bu araştırma, mevsimlik işçilerin kök­lerini açıklamak bakımından genel bir eğilimi yansıtmaktadır. Toprak­sızlık ve toprak yetersizliği mevsim­lik işçiliği zorlamaktadır, ö te yan­dan, eski ortakçılar, işledikleri top­rakları terke zorlanmadadırlar.

“Kendilerine soru sorulan işçiler ortakçılığın gittikçe azaldığını belirt­tikten sonra, toprak sahiplerinin ile­ri tanm alet ve makinalanna sahip olma ve ortakçıları topraktan çıkar­ma sürecini açıklamışlardır. Bir mevsimlik tarım işçisi 'toprağı ta- raktöre terkettik' demiştir. ” (16)

Sonuçta, mevsimlik işçiliğin yaygınlaşmasıyla kır nüfusu hare­ketlilik kazanmaktadır. Bu demektir ki, “durgun" kırlar, sosyal olayların gelişiminden eskiye oranla daha çabuk etkileneceklerdir.

Tablo 4:1 9 8 0 (12)

işletme traktörle kendi mab ortak kira ile büyüklüğü işi, alan (%) traktörle % %

1-50 3 5 .4 16 .9 3 .6 7 9 55 1 -2 0 0 4 8 .9 4 1 .9 7 .2 5 0 .92 0 1 -5 0 0 5 7 .5 5 6 .2 10 .9 3 2 .95 0 1 -______________ M M _________ 71 0______________8 .5 20 9ortalama 4 9 .2 4 6 .2 7 .9

Tablo 5:Verimlilik (13)

Verim: kg/ha.yıllar buğday arpa pirinç tütün pamuk şeker pan

1967 1 2 5 0 1394 2 3 3 3 6 3 7 55 1 3 5 1 2 2 1975 1594 1731 2 7 4 0 8 2 8 7 1 6 3 2 3 8 9 1980 1 8 2 9 1 8 9 3 2 7 5 0 1024 7 4 4 2 5 1 1 9

Mevsimlik işçilerin işletmelere dağılımına gelince; 50 dönümden az toprak işleyen işletmelerden an­cak yüzde 2 4 .4 ’ü mevsimlik işçi çalıştırmaktadır. İşletmeye ortalama 7 işçi düşmektedir. Yani yoksul köylü işletmelerinin yüzde 7 5 .6 ’sı yalnızca “ücretsiz aile işçiliği" ile yü­rümektedir. Orta köylü işletmeleri­nin yüzde 3 9 ’u mevsimlik işçi çalış­tırmakta; işletmelere ortalama 15 mevsimlik işçi düşmektedir. Orta köylü işletmelerinin de önemli bir çoğunluğu (yüzde 61) sırf “aile işçiliği” ile yürümektedir.

Kır burjuvalannın yansı mevsim­lik işçi çalıştırmakta, diğer yansı aile işçiliği ile yetinmektedir, işletmeye ortalama 2 2 mevsimlik işçi düş­mektedir. Büyük toprak sahiplerinin ise yüzde 7 3 u ortalama 55 mev­simlik işçi çalıştırmaktadır.

Toplam olarak aldığımızda tarım işletmelerinin yarısından azı yüzde 3 1 .4 ü işçi çalıştırabilirken, yüzde 6 8 .6 ’sı ya da 2 .5 milyon işletme sırf “aile işçiliği" ile gitmektedir.

Son olarak, kır proleteryasının durumunu özetleyelim. Yıllara göre kırdaki ücretliler şöyledir: ■

Tablo 6 : Kırda ücretler (17 19 5 5 2 4 4 .2 3 519 6 0 6 7 6 .7 9 119 7 3 1 .2 1 1 .4 5 119 8 0 1 .5 0 0 .0 0 0

1 9 5 5 ’den 1 9 8 0 ’e tarım işçileri sayıca 6 kat artmıştır. Ancak kır proleteryalarının örgütlenmelerinde 1 9 5 5 ’lerden bugüne çok fazla bir değişim yoktur. Yalnızca devlet ü­retme çiftliklerinde çalışanlar (40 bin kadar) “sendikalı ve sigortalı­dır”. Gerisi tam anlamıyla örgütsüz, dağınık bir yığındır.

Toplam kır nüfusuna oranla­yınca, her yüz kişiden 6 ’sı tarım iş­çisi, 5 5 ’i ise mevsimlik işçidir.

Sonuç olarak, kırdaki saflaşmayı özetlersek, bir yanda toplam işlet­meler içindeki payı yüzde 6 .1 ’i geçmeyen 2 9 bin büyük toprak sa­hibi ve 190 bin zengin köylü top­rağın yüzde 3 5 ’ini işlerken; öte yanda yüzde 6 2 .1 çoğunlukta olan 2 .2 6 milyon yoksul köylü işletmesi toprağın ancak yüzde 2 0 ’sini işle­mektedir. ikisi arasında köylü işlet­melerinin yüzde 3 1 .8 ’ ini meydana getiren, ve toprağın yüzde 4 5 ’ini iş­leyen 1 .15 milyon orta köylü işlet­meleri vardır.

Farklılılaşmanın en uç kutupla­rını alırsak, 2 0 dönümden az toprak işleyen ve ortalama işletme büyük­lüğü 8 .5 dönümü geçmeyen 1.1 milyon iyice yoksul işletme tüm top­rakların sadece yüzde 4 .2 ’sini işle­yebilirken 29 bin büyük toprak sa­hibi bu bir milyonu aşkın işletmenin bütün topraklarının üç kah toprağı

26

Page 29: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Bclüyük bey topraklarından traktörlerle ortakçılarsürülüp çıkarılırken, küçük köylü, sözde kendi toprağında ortakçı konumuna düşer. Tefeciye ipotekli toprak üzerinde kendi üretim araçlarıyla yaptığı üretimden elde ettiği ürün üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir.

işlemektedir. Devrim toprak soru­nunu çözecekse, bu zıtlığı ortadan kaldırarak bunu yapabilir. Üstelik is­tatistikler büyük toprak sahiplerinin konumunu iyice bulanıklaştırmasına rağmen, bu zıtlaşma yine de, en törpülenmiş haliyle de olsa kendini ortaya koyuyor.

Köylü işletmelerinden, tüm kır nüfusuna geçersek, 1 .5 milyon ta­rım proleteryasınm yanında, 1.7 milyon topraksız köylü ailesini dik­kate alırsak, kırda en az 5-6 milyon insanımız, yani toplam kır nüfusu­nun yüzde 2 0 ’si türedi işlerle uğra­şır ya da daha doğrusu işsizdir. Bü­tün bu rakamlar, proleteryanın kır­daki ittifak alanının ne ölçüde geniş olduğunu gösteriyor. Köylü aileleri­nin yüzde 7 2 ’si (topraksızlar ve yoksul köylülük) proleteryanın itti­fak gücü olmaya adaydır. Kırdaki açık farklılaşmanın gösterdiği gibi “tüm köylülük" birlikte davranma yeteneğinde değildir. Köylülük, ka­lın çizgilerle çıkarları zıt saflara bö­lünmüştür.

SONUÇ: KIRDAKİ SÜREÇLERİN YÖNÜ VE

NİTELİĞİ

Kırlanmızda 1 9 5 0 ’den beri hızlanan farklılaşma sürecinin esas yönlerini özetlemeye çalışalım.

İlki, toprak parçalanması ve küçük işletmelerin sayıca artışıyla il­gilidir. 1 9 7 0 ’lere kadar küçük işletmeler (1-50) sayıca artmıştır. Dolayısıyla toprakça küçülmüş­lerdir. 1 9 8 0 ’e varıldığında ise küçük işletmeler çok az bir artış göstermiş, hatta 2 0 dönümden az toprak işleyenler azalmıştır. Bu gelişme, artık küçük işletmelerin parçalanma sınırına dayandıklarını gösteriyor. Toprak parçalanmasıyla, yoksullaşma küçük işletmelerde pa­ralel akan bir süreç olduğu için, 2 milyonu aşkın köylü işletmesi yok­sulluğun en alt sınırına itilmiş de­mektir.

¡kincisi, 19 5 0 -7 0 arası süreçle kıyaslandığında 1 9 7 0 -8 0 arası orta köylü işletmeleri çok hızlı bir parçalanma süreci yaşamaktadır. 1 9 5 0 -7 0 arası çok az da olsa top­rak temerküzü yapabilen bu işletmeler, 1 9 7 0 sonrası hızla par­çalanmaya ve küçülmeye başla­mışlardır. Bu demektir ki, yoksullaş­ma orta köylülüğün de eteklerinden

yukarıya tırmanmaktadır. Elimizde henüz yeni rakamlar yok, ancak bu sürecin özellikle 1 9 8 0 sonrası daha da hızlanmış olması gerekir.

Üçüncüsü, topraksızlaşma ve doğal olarak işçileşme sürecinin sürekli derinleşmesidir. Mevsimlik işçilik ya da yarı proleterlik de aynı şekilde yükselmektedir.

Dördüncüsü, kiracılık ve özel­likle ortakçılık hızla azalmaktadır. Tarımın makinalaşması ortakçıyı ta­rım işçisine dönüştürmektedir. An­cak toprak kiralanmasının azalması rantların korkunç boyutlarda artma­sı karşısında küçük ve orta köylü­lüğün sermaye kıtlığıyla açıklana­bilir.

Beşincisi, bir bakıma yukardaki- lere karşı akan bir süreçtir. Köylü işletmesi küçüldükçe tefeci ağına yakalanır.

“Örgütlü kredi piyasası (Ziraat Bankası ve Tarım Kredi Kooperati­fleri) genellikle büyük ve orta çiftçi­ye hizmet götürmektedir”

“Buna karşıkk küçük çiftçinin kredi sağlama olanakları kısıtlıdır. Herşeyden önce mal varlığı (top­rağı) küçüktür. Genellikle mülkiyet durumu hukuken açık değil ya da ihtilaflıdır. ”

“Örgütlü kredi piyasasından g e ­rekli krediyi sağlayamayan küçük çiftçi, resmi olmayan piyasaya dön­m ek zorundadır. Tefeci, kasaba- kentteki tüccar ya da bir büyük top­rak sahibi kredi kaynağı olmak­tadır. ’( 18)

Ya da tefeci küçük çiftçi ilişkisi daha canlı olarak şöye anlatılır: ...köylü nüfus içinde huzursuz halin­den şikayetçi başka bir sınıf da, an­cak geçinecek kadar toprağı olan ya da kiralayabilen, pazar içinde yüksek değerde ürünler yetiştiren, fakat bunları düşük fiyattan elden çıkarmak zorunda kalan küçük üre­ticidir. Bize de, araştırma sırasında bir küçük üretici, tefeciler küçük çiftçiyi öldürdü, sebze işi kumar gibi

diyerek bu eğilimi belirtmişti. ” (19)

Tefeciliğin bizdeki derin tarihi kökleri de düşünülürse, küçük üre­tici üzerindeki tefeci tahakkümü da­ha iyi kavranır. Küçük köylünün, topraktaki “mülkiyet durumu ” sürekli parçalanmadan dolayı genel­likle “ihtilaflıdır”. Aynı zamanda, tefeci kredisine mahkum olan köylünün tapusu ipoteklidir, tefeci­nin çekmecesinde durur. Böylece büyük bey topraklarından traktör­lerle ortakçılar sürülüp çıkanlırken. küçük köylü, sözde kendi top­rağında ortakçı konumuna düşer. Tefeciye ipotekli toprak üzerinde kendi üretim araçlanyla yaptığı üretimden elde ettiği ürün üzerinde tasarruf hakkına sahip değildir. Ürün, tefeci tüccarın insafına göre paylaştırılır.

Bu durum, avuç içi kadar top­rağa köylüyü bağlar, borcunu başka bir yoldan ödeme imkanı görme­dikçe, bu toprakta ömür tüketmeye mahkum olur. Böylece tefecilik, yoksul köylünün topraktan kopu­şunu engeller, bu süreci yavaşlatır.

Kırlanmızdaki bu gerçeklik, kır­da sınıf mücadelesinde büyük top­rak sahipleri ve zengin köylülüğün yanına, hedef tahtasına tefeci ser­mayenin de yerleştirilmesini zorunlu kılar.

“KÖYLÜ SORUNU” ÜZERİNE TARTIŞMALAR

12 Mart öncesi yıllarda “devrim stratejisi" tartışılırken “köylü soru-, nu" bu tartışmalarda özel ve önemli bir yer tutmuştur. “Milli demokratik devrim” stratejisini benimseyen bazı siyasi eğilimlerce köylü “tem el güç" olarak alındı. “Kırlardan şehirlerin kuşatılması" savunuldu. Bu gö­rüşlerde Çin ve Vietnam devrimleri- nin etkisi bir yana, yanılgıların esas kaynağı Türkiye’de kapitalizmin du­rumu ve gelişiminin hatalı kavra- nışındaydı. Özellikle kırda kapitaliz-

27

Page 30: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

min gelişmesi gerçek durumundan çok gerilerde görüldü. O zaman da “feodal toprak beylerine" karşı köylülüğün az çok birlikte devrimci davranışı umuldu. Oysa hem eski toprak beylerinin önemli bir kısmı sancılı bir yoldan da olsa burjuva- laşmaktaydı; hem de “köylülük", bir­birine benzer (Çarlık Rusyası’nda ve Çin'deki gibi) ve derebeylere karşı birlikte davranmaya yetenekli bir “sınıf” ortaçağdan kalma bir sınıf konumunda değildi. Onun eski “bir­likteliği" ve toprak beyleri kar­şısındaki benzer konumları çoktan yepyeni farklılaşmalarla bozulmuştu. Bu anlamda köylülüğün davranış yeteneği parçalanmıştı.

Nitekim. 19 6 8 toprak işgallerini unutmazsak, daha sonra köylü ha­reketi olarak öne çıkan ve talepler ileriye süren orta ve zengin köy­lülük olmuştur. Bu gösterilerde hiç­bir zaman toprak talebi dile getiril­memiştir. Taban fiyatları, tanm girdi fiyatları daima köylünün tek soru­nuymuş gibi konulmuştur. Bunlar pazara mal sürebilen daha çok orta ve zengin köylülüğün sorunlarıdır.

En altta kalan yoksul köylülük şimdiye kadar ne güçlü bir örgüt­lülük ne de eylemlilik göstermiştir. Doğrudan büyük toprak sahipleriyle karşı karşıya olmayan, daha çok te- feci-bezirganla boğuşan yoksul köylülüğün davranışı elbette ki Rus ya da Çin devrimindeki gibi ola­mazdı. MDD kaynaklı bu yanılgı daha sonra kısmen terkedilmiştir. Ancak bu sefer diğer uca sıçranarak köylünün toprak sorunu olmadığı, halk iktidarının temel sorununun kırda büyük modem işletmeleri örgütlemek olduğu söylenmiş, bir bakıma köylü sorunu bu sefer kü­çümsenmeye başlanmıştır. Bu da kırda kapitalizmin durumunun abar­tılması oluyordu.

12 Eylül sonrası ise, köylü soru­nu fazla gündeme gelmemiş, ancak bazı dergilerce oldukça başka bir boyutta ele alınmıştır. Bunları dergi­mizin ikinci sayısında değer­lendirmiştik. Yeniden ele almayaca­ğız. Ancak 19 7 8 Nisanında topla­nan “Türkiye’de Tarımsal Yapıların Gelişimi 19 2 3 -1 9 8 7 ” konulu sem­pozyuma sunulan tebliğler “Türki­ye de Tarımsal Yapılar" adlı bir ki­tapta toplanıp yayınlandı. Buradaki bazı görüşlere değinmeden geçeme­yeceğiz. Devrimci hareketin çok

gerilerde bıraktığı bir tartışmayı, kırlarımızda kapitalizmin olup ol­madığı sorusunu değişik bir bakış açısıyla yeniden ele alıyor. 1960- larda konunun ağırlığı “feodal artıklardaydı. Kırda feodal iliş­kilerin egemen olduğu iddia edile­rek, kapitalizmin varlığı görmezden geliniyordu. Aynı görüşü şimdilerde ileri sürmek mümkün değil. Bu se­fer kırda çok yaygın “küçük üreti- cilik”ten kapitalizme geçilemeye­ceği ileri sürülüyor.

“Kapitalist tarım ancak ‘köylü’ oluşumunun dönüşümü ile ortaya çıkar, küçük meta üretimi yerleş­tikten sonra tarımda kapitalizme geçileceğini beklem ek hatadır. Ya­ni, köylülüğün meta ilişkilerinin yaygınlaşması yolu ile tasfiyesi iki şekilde olabilir: Birincisi, mülkiyet hakkının büyük toprak sahipleri ta­rafından veya devlet ile beraber büyük toprak sahipleri tarafından kontrol edilmesi ki, böylece de yok­sul köylünün mülksüzleştirilip tanm işçisi statüsüne sokulması gündeme gelir. Bu, anlaşılacağı gibi ktapita- list tarıma giden yoldur. İkincisi ise, köylü ilişkilerin çözülmesi sürecinde mülkiyet hakkının yaygın olarak e ­dinilmesi, ya toplumsal mücadele ya da devlet kadem esindeki politik dengeler vasıtasıyla küçük meta üretiminin yerleşmesi. Büyük çapta bir politik şok yaşanmadığı takdirde ikinci yoldan birinciye geçmenin olasılığı yoktur. Türkiye de bir yan­dan 1945 Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun mülkiyet alanında g e ­tirdiği hukuki ve toplumsal yöneliş, bir yandan da 1950'lerdelu geliş­meler ikinci yolun yerleşmesini ve tarımda kapitalist dönüşüm ya­pısının kapanmasını sağladılar. Devlet de tercihini kapitalist tanm aleyhine yapmış, g erek 1950lerde gerekse de daha sonra küçük meta üretiminin kök salması ve korun­masına yönelik politikalar uygula­mıştı. ” (20)

Yazar küçük meta üretimi yer­leştikten, ya da başka bir anlatımla “mülkiyet hakkının yaygın olarak edinilmesinden sonra, tarımda ka­pitalizme geçilem eyeceğini” iddia etmektedir. Ç. Keyder, Türkiye ta­rımının kaba görünüşünden mi böy­le bir sonuca varıyor bilemiyoruz.

Yazarın birinci yol dediği “mül­kiyet hakkını büyük toprak sahipleri ve devletin kontrol ettiği” ve “köyl­

ülüğün tanm işçisine dönüştü­rüldüğü" duruma en fazla benzeyen ülke Ingiltere'dir.

“15. yüzyılın son üçte-birinden başlayıp, 18. yüzyılın sonuna kadar sürüp giden ve halkın zorla mülk- süzleştirilmesi” (21) üçyüz yılı almış,' Thomas More'hn dediği gibi “ko ­yunlar insanları yemiş, kırlan, köy­leri, evleri silip süpürmüştür."

Ancak ikinci yoldan da, yani “mülkiyet hakkının yaygın olarak edinilmesi ve küçük meta üreti­minin yerleşmesi" yolundan da, üs­telik dünya da bir başka eşi gö­rülmedik hızda kırda kapitalizme geçilmiştir. Bu örnek Amerika’dır.

Hatta o yıllar, Amerikan kırla­rındaki durum kabaca gözlenince çok yanıltıcı yorumlara sebep ol­muştur. Rus Sosyalist-Devrimcileri “Birleşik Devletler’de çiftliklerin büyük çoğunluğunda sadece aile içi em ek kullanıldığı, daha gelişmiş bölgelerde tarımsal kapitalizmin parçalandığı; bölgelerin büyük ço ­ğunluğunda mülk sahiplerinin yöne­timinde küçük ölçekli çiftçiliğin git­tikçe daha baskın hale geldiğini” ileri sürmüşlerdir. (22) özellikle iç savaş sonrası güneyde büyük çift­liklerin bölünmesi, Batı nm “H om e­stead Kanunu” ile yerleşime açıl­ması, görünüşte böyle bir yoruma yol açabiliyordu, örneğin, ortalama işlenen alan güneyde 1850 de: 3 3 2 .1 ; 1 8 6 0 da: 3 3 5 .4 ; 1 8 7 0 ’de2 1 4 .2 1 9 8 0 da 1 39 .7 ve 1910 da 1 1 4 .4 acr’a kadar gerilemiştir. 1 8 7 0 ’de iç savaş nedeniyle keskin bir düşüş vardır ve bu, ardından ge­len yıllarda devam etmiştir.

işletme sayıları 1 9 0 0 ’de 5 .7 milyon, 1 9 1 0 ’da 6 .4 milyon,1 9 3 5 ’de 6 .8 milyon, 1 9 8 2 ’de ise2 .2 milyondur.

‘1935 yılında ABD'de 6 .8 mil­yon olan çiftlik sayısı 1 9 8 2 ’de 2 .2 milyona inmiştir; bu yanm yüzyıllık dönem de tarımda çalışan sayısı bü­yük ölçüde düşerken, işçi başına kullanılan toprak 5 katı, nominal sermaye de 15 katı artmıştır."(24 )

İngiltere dünya imparatorluğuna soyunurken, koyunlara insanları ye­direrek, lordları dev toprakların ve koyun sürülerinin sahibi yapmış, 15. yüzyılın özgür çiftçisini silip süpürmüştür. Amerika özellikle I. Dünya Savaşı sonrası İngiltere'nin boşluğunu kapatmaya girişirken, küçük işletmelerin büyük çoğun-

28

Page 31: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

1970 öncesine göre toprak parçalanması yavaşlamıştır. Yoksullaşmanın son sınırı olan bu momentte doğrudan proleterleşm e başlamışhr.

luğu tasfsiye edilmiştir.Ç. Keyder, küçük üretimden ka­

pitalizme geçilemeyeceğini iddia e­derken, tezine bulduğu dayanak noktalan nelerdir? Yazıdan şunları çıkarabildik:

"Her küçük meta üreticisi üretim araçlarının mülkiyetine sıkıca sarıl­mıştır, bunları elinden çıkarmayı düşünmez. Toprağı satıp işçileşmek toplumun kesinlikle tasvip etm e­yeceği bir yoldur." (ay.)

Yazar, köylülükten ya da serf ağırlıklı ilişkiden küçük meta üreti­mine yani kapitalizmin sınırları için­de küçük köylü üretimine geçil­mesiyle birlikte süreci donduruyor. Küçük üretici mülküne sarılır buna şüphe yok, ancak süreç aktıkça farklılaşmalar yoğunlaştıkça, aynı mülkten soğur ve kopuşur da. Bu kopuşmanın gönüllü olup olmaması ekonomik gidiş açısından bir anla­ma sahip değildir. Bırakalım diğer ülkeleri kendimize bakalım. 1950- den 1 9 8 0 ’e topraksız aileler yüzde 1 4 .5 ’den 3 0 .9 ’a yükselmiştir. Mut­lak rakam olarak 3 0 yılda 5 kat artmıştır. Aynı şekilde tarım işçileri 6 kat kalabalıklaşmıştır. Bunlar

“sıkıca” sarıldıkları üretim araçla­rının mülkiyetini terketmek zorunda ' kalmışlardır.

ö te yandan, 2 0 0 dönümden aşağıya toprak işleyen orta ve kü­çük işletmeleri toplu olarak dikkate alırsak, onların 3 0 yılda 2 .3 milyon­dan 3 .4 milyona karıncalar gibi çoğalmaları Ç. Keyder'e “mülkiyet hakkının yaygınlaşması ” gibi görün­se de, bu çoğalmanın işlenen top­raktaki azalma pahasına olduğu açıktır. Yani toprak mülkünün bir parçasından vazgeçmektedirler. Ay­rıca bu işletmelerin büyük çoğun­luğunun modern tarım yapamadık­ları göz önüne getirilirse, işlenen alandaki azalma fakirleşme anla­mına gelmektedir. Demek ki, miras yoluyla olsun, aile emeğindeki azal­ma yoluyla olsun, kutsal mülk yıllarla birlikte erezyona uğramak­tadır.

Yazarın ikinci dayanak noktası ise şudur: “Köylünün proleterleş­mesini içeren bu gelişme yukarda sözünü ettiğimiz, ekonomi-dışı güç­lerin mobilizasyonu vasıtasıyla ger­çekleşebilir. Pazar modeli bu tür bir niteliksel dönüşümü sağlayamaz,

yani küçük meta üreticilerini ekon o­mi dışı bir müdahale olmadan prole­terleştirmek çok zordur. " (ay) Yaza­rın ekonomi dışı güçleri, büyük top­rak sahipleri ve devlettir. Pazarın kendi işleyişi, küçük üreticiyi tasfiye edemeyecektir. Ç. Keyder, iki yön­den yanılıyor. Pazar ile ekonomi dışı güçleri fazlaca birbirinden ayırıyor. Pazarın ihtiyaçları zoru katmerlen- direbilir, onu harekete geçirebilir. Öte yandan, zorun kırdaki etkisi, somut tarihi gidiş dikkate alınırsa, sırf ve yalnız tek yönlü, yani küçük köylü mülkünün tasfiyesi yönünde olmamıştır. Amerikan iç savaşında güneyin çiftlikleri parçalanmış, bir bakıma “köylüleşme" artmıştır. İkin­ci dünya krizi yıllarında ise, banka ve tekeller küçük toprak sahiplerini zorla kendi topraklanndan sürüp çıkartmışlar bu sefer de işçileşme artmıştır. Ancak her iki zor da, pa­zar güçlerinin ülke ve dünya ölçü­sünde iticiliğinde gerçekleşmiştir.

Yazar, pazarın küçük meta üre­ticisini “sımsıkı ” sarıldığı üretim ara­cından koparmayacağını ileri sürer­ken, aslında küçük üreticiyi kapita­list pazardan soyutlama yanılgısına

29

Page 32: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

/ kinci yol olan mülkiyet hakkının yaygın olarakedinilmesi ve küçük meta üretiminin yerleşmesi yolundan da, üstelik dünya da bir başka eşi görülmedik hızda kırda kapitalizme geçilmiştir.Bu örnek Amerika dır.

düşüyor. Kapitalizmin gelişmeye başlamasıyla, küçük üretici kendisi pazar için fazla mal üretmese de en azından para kullanma zorunlulu­ğuyla pazara bağlandıkça, mülkü aşmaya başlar. Bunun için mutlaka "ekonomi dışı güçlerin ” müdahalesi gerekmez. Üretim tekniğindeki geli­şim karşısında emeği ve sahip ol­duğu üretim araçları buna bakım- sızlaşan toprak da dahildir gittikçe değersizleşen küçük üretici, işgü­cünü satarak yaşamaya zorlanır ve aslında böylesi onun için bir nevi “kurtuluş" olur. Yazar, tarımda ka­pitalist pazarı ve üretim tekniğinde bir gelişmeyi varsayıyorsa, küçük meta üreticisinin bu gidişe ayak uy­duramadığı ölçüde tasfiye olacağını kabul etmek zorundadır. Ancak ba­zen ülke ve dünya ölçüsünde krizler bu tasfiyeye daha yüksek bir hız ka­zandırırlar. Krizlerden çıkış için alınan tedbirler en zayıflann bir an­da elenmesine neden olabilir. Ç. Keyder, aslında, kapitalist pazarda küçük meta üreticisinin her ne pa­hasına yaşayacağını ileri sürerek, üretim tekniğindeki gelişimi ve bu­nun gücünü dikkate almamış olu­yor. Ortaçağ tekniğiyle küçük üre­tici binlerce yıl yaşayabildi, ancak gelişmiş ülkelerde bir kaç yüzyıllık kapitalizm fırtınasına dayanamadı.

Yazarın bu konuda diğer önemli tespiti doğrudan Türkiye ile ilgilidir. 1 9 5 0 ’ler de ve sonrasında yapı­lanları, Ç.Keyder şöyle yorumluyor: “Devlet tercihini kapitalist tarım a ­leyhine yapmış... küçük meta üreti­minin kök salması ve korunmasına yönelik politikalar uygulanmıştır. ” Bu söylenenlerin yazıda iki satırlık da olsa kanıtı yoktur. Aynı şeyler tek parti dönemi için söylenmiş olsa belki bir ölçüde yadırganmayabilir. 19 5 0 sonrası ise, kırda kapitalizmin gelişmesine devlet eliyle hız veril- mediyse ne yapıldı? Küçük üretici nasıl korunmuştur? Topraksızlaşma ve işçileşmede yaşanan 5-6 katlık artışla mı? Ya da küçük üreticiye

kredi imkanı mı yaratılmıştır? “En üst kredi diliminden yararlanan borçluların yüzde 14 kadarının ise toplam kredilerin yüzde 54 ünü kul­landıkları görülmektedir. Bu küme­deki borçlu sayısı 270 bin dola­yındadır. Bu sayı, yaklaşık olarak, işletmeleri 150 dekarın üzerindeki işletmelerin sayısına eşittir. Banka kredilerinin yarısından fazlasının bü­yük işletmelere tahsis edildiği, bü­yük işletmelerin hem en tamamının banka kredilerinden yararlandıkları kuwetle savunulabilir. ”(25) Küçük üretici ise tefeciye mahkumdur.

Taban fiyatları ve destekleme alımları ise, uygulamada pazara faz­la mal sürebilen büyük işletmeler için bir devlet kredisi olurken, kü­çük üretici için bir anlamı olmadığı gibi, yarattığı nispi pahalılıkla onla­ra zarar bile vermiştir. Bu yoldan, büyük işletmeler sermaye birikimle­rini hızlandırmışlar, oysa küçük üre­tici tüccarın insafına kalmıştır. ‘ Te­feci küçük üreticiyi öldürmüş, sebze işi kumar olmuştur. ”19 5 0 sonrası (elbette öncesi de) devletin küçük üreticiyi koruduğunu söylemek, kır­sal gerçekliklerimizden çok uzakta olmak demektir.

Fakat, Ç. Keyder kendi mantığı açısından fazla haksız da sayılmaz. O kırdaki bütün işletmeleri küçük üretici olarak gördüğü için, ortaya devletin küçük üretimi koruması gi­bi bir sonuç çıkmaktadır.

“Küçük üreticiler genellikle kü­çük üretici olarak kalacaklar, fakat bu statü içinde farklı konumlarda farklı işlevler göreceklerdir. Bu bağ­lamda küçük meta üretiminin ül­kede hakim olan üretim tarzı ile nasıl eklemlendiği önem taşıyacak­tır” (ay)

Bu noktada “üretim tarzlannm eklemlenmesi" konusundaki “teori­lere” çok kısaca değinmeliyiz. Ü­çüncü dünya ülkelerinde kapitaliz­min gelişmesi sırasında kırdaki üre­tim biçimlerinin gelişim ve değişimi çözümlemeye yeltenen bu “teoriler”

sonunda, bir “eklemlenme teorisi­n e "varmışlardır. Bu teori aslında kırda kapitalizmin ilk geliştiği yıl­larda yaşıt olan, “küçük üretimin dayanıklılığı ” teorilerinin, emperya­lizm çağı geri ülkelerine eklemlen­mesinden öteye bir anlama sahip değildir. “Küçük üretimin daya­nıklılığı” teorilerini batı kapitalizmi bir kaç yüzyılda pratikte iflas ettirdi. Fakat şimdi aynı teori özellikle Latin Amerika'dan dünyaya yayılıyor. Ü­çüncü dünya ülkelerinde kapitaliz­min sancılı gelişimi, hele kırlarda eski üretim tarzlanyla içiçe geliş­mesinin kaba bir hava fotoğrafı olan bu eklemlenme teorileri, süreçlerin canlı akışlarını kavramak yerine, onların dondurulmuş çekimlerini ve­rebiliyor.

Devam edelim. Bizde küçük meta üretimi nasıl eklemlenmiştir?

“Tarımdaki küçük üreticiler ara­sındaki farklılaşma bu eklemlenme­den kaynaklanır. Bir grup rekabet dolayısıyla teknolojik birikim yap­maya mecbur kalarak, şehirler için büyük miktarda tarımsal artık üretir­ken, diğer bir grup hane halkının geçimliğini ucuza sağlayıp şehirlere ucuz işgücü arzedebilir. Bir üçüncü grup ise, kendi kendini sömürüyü ileri dercede uygulayıp ne pahasına olursa olsun küçük meta üretimini idame ettirmek kaygısıyla kapitaliz­m e ticaret yoluyla değer aktarabilir.

Bu farklılıklar gelir potansiyeli ve de kapitalist ekonominin haki­miyetinin hangi boyutlarda ortaya çıkacağı açısından önemli, fakat sınıf farkblıkları değiller. ” (ay)

Tarım, yaygın küçük üreticisiyle kapitalist pazara “eklemlenmiştir”, ancak aynı pazar içinde değildir, yanında ona eklidir. Ç. Keyder'in kırdaki durumu tanımlayışı böyledir. ö te yandan, tarım dışındaki kapita­list pazar, burda bazı farklılaşmalara yol açmaktadır, ancak bunlar sınıf­sal farklılıklar değildir; kırdakilerin hepsi neticede, yeminli küçük meta üreticisidir. Neden? Çünkü, “üretim araçlarına sımsıkı sarılmışlardır", ve “küçük meta üretimini idame ettir­m ek kaygısıyla " dopludurlar.

Gülünç, ancak yazarın eklemli bakış açısının mantık sonucu budur. benzer görüşler gelenek dergisinde O. Çutsay ve 11. Tez kitap dizi­sinde Z. Aydın tarafından savunul­du. Demek söylenenler bir dil sürçmesi değil. Tam tersine nasıl

30

Page 33: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

1 9 6 0 ’lardaki köylülük değerlendir­meleri kuvvetle Çin ve Vietnam devriminden etkilendiyse, bu yıllar­da ise üçüncü dünya sorunlarını çö­zümlemeye çalışan batık, pratikten kopuk Marksologlardan etkilenmek­tedir. Bazı aydınlanınız. Batıda çok­tan küçük tartışma kulüplerine dönüşmüş, “yeni sol" düşünceyi Türkiye devrimci hareketine taşı­maya çakşıyorlar. Kaynağı bir kena­ra çözümlemenin anlamını biraz daha irdeleyelim.

Yazar, kırda kapitakzm deyince, dev işletmeler ve tanm proleteryası saflaşmasını düşünüyor. Oysa kırda kapitalizmin gekşmesi farldı yollar izler. Toprak rantı nedeniyle kırda sermaye hareketi daha yavaştır, an­cak bir kez başladığında kendi yolu­nu açarak ilerler.

Kırlarımızda, en az yüz yıldır işleyen ancak son kırk yıldır hız­lanan çeşitli basamaklardan geçen farklılaşmayı görmemekle, kırı birbi­rine benzer küçük üreticilerden iba­ret sanmakla, yazar, tarımda ege­men olan sayıları 150 bin civarında büyük toprak sahibi ve kır burjuva­zisinin üstüne yanıltıcı bir örtü ört­mektedir. Onları “küçük burjuva" olarak görmenin proletarya ve ger­çek küçük burjuvalara ancak zararı dokunur, fakat öte yandan bu ege­menlerin gerçek yüzü onlann üre­timde gerici rolü gizlenmiş olur.

“Haymana'nın 4 0 0 dönüm sahi­bi traktörlü, biçer-döğerli buğday çiftçisi ile Doğu Karadeniz'in çay üreticisi, hatta Doğu Anadolu’nun hayvancılık yapan mevsimlik göç eden 5-10 dönümlük toprak sahibi hepsi küçük üreticilerdir." (ay) Ya­zar, eklemlenme teorisinden bir a­dım öteye atıp, bu hep bir halli “küçük üreticilerin", işçi ya da mev­simlik işçi kullanımı, tarım makina- ları sahipliği, modern tarım girdileri kullanımı, özetle işletmelerin ser­maye durumlanna göre farklılaş­masını irdelerse tarım burjuvazisiyle gerçek küçük üreticileri birbirinden ayırabilir. Tersi durumda, eklemlen­me teorisi, gerçek küçük üreticiler aleyhine kır burjuvalarıyla bir ek­lemlenme olur çıkar. Çünkü, sınıf farklılaşmasını örtmek, her zaman zenginleşen azınlığın çıkarlarına denk düşer.

Kırlarımızda kapitalizmin gelişi­mini irdelediğimizde, sürecin baş­langıcından ele alırsak, yüz yıla ya­

kın zamandır hala bir kaç milyon küçük üretici sayıca kırlarımızda baskındır. Elbette toprak ve serma­yece kesinlikle baskın değildirler. Li­retim gücü açısından ele alındığında yüzde 6 .1 Tik azlık olan kır zengin­leri yüzde 9 3 .9 ’luk çoğunluk küçük üreticiye baskındır. Fakat küçük üreticiler nasıl hala yaşayabilmek­tedir?

ö n ce şunu belirtmeliyiz. İngil­tere ve Amerika ile kıyaslandığında, bu ülkelerde 2 5 0 -3 0 0 yıl süren kırların süpürülmesi, üstelik çok güçlü bir kapitalist gelişme altında olmuştur. Bizde kapitalizmin gelişi­mi ise, daha çok 19 4 6 sonrası hız­lanmıştır.

İkinci olarak, kırların süpürülme­si esas olarak o ülkede kapitalizmin güçlü gelişimine bağlıdır. Kentler­deki sanayi kır işsizlerini emebildiği ölçüde kopuşma daha kolay olmak­tadır. Ancak üçüncü dünya ülkele­rinin hemen hepsinde yaşanan ge­cekondulaşma olgusu, bir yandan kırlardan kitlesel bir kopuşmayı yansıtırken, aynı zamanda da ortaya çıkardığı tablo ile kopuşmanın hızını yavaşlatıcı bir etki yaratmaktadır. Bizde ve pekçok üçüncü dünya ül­kesinde kırdaki yoksullaşmayı ve işçileşmeyi, kentlerdeki sanayi eme- mediği için gelişmiş kapitalist ülke­lere göç kitlesel bir olgu olmuştur.

Bu noktada B. Akşit’in bir tespi­tine değinmeliyiz: “Illerarası g öç ve 1960 lar ve 1 9 7 0 ’lerin başında çok hızlanmış olan uluslararası g öç ve bunların içerdiği dönüşümler küçük meta üretiminin sürüp gitmesini en az üç açıdan sağlamıştır. Birinci ola­rak, hanedeki bazı üyelerin kente veya yurt dışına gitmesi, toprağın bölünerek yeniden üretim koşulla­rının altına düşmesini önlemiştir, ¡kinci olarak, kente ve yurt dışına göçen haneler köyde kalan toprak­larını çok düşük fiyatla kiraya veya ortağa vermişlerdir. Bu da köyde kalan özellikle traktörlü küçük meta üreticileri için çok önemli bir kat­kıdır. Üçüncü olarak, kente ve yurtdışma giden hane üyelerinin köyde kalan üyeleri paraca destek­lenmeleri ve böylece küçük meta üreticiliğinin yeniden üretimini ve hatta birikim yapmasını sağlamala­rıdır. Özellikle yurtdışı g öç böyle bir etkiyi fazlasıyla yaratmışhr. ” (26)

Gerçekten göç ve özellikle yurt- dışına göç, ailelerin geriye kalanına

para aktarabildiği ölçüde, küçük ü­reticinin toprağa bağlı kalmasında bir etken olabilmektedir. Elbetteki bu sınırlı destek son tahlilde akan bir süreci ancak geciktirebilir, yoksa ona yeni bir karakter kazandıramaz.

Üçüncü ve en önemli neden, tefeci sermayenin küçük üreticiyi toprağa mahkum eden yapısıdır. Tefeci, küçük köylüden borcu karşılığı toprağını alan onu daha modern yollarla işlemeyi kendi bin yıllık gelenekçil özelliğinden dolayı tercih etmez. Tersine köylünün ürü­nün büyük bir bölümüne el koymayı yeğler. Bu, kendisi için daha zah­metsiz bir yol olur. Bizde tefeci, ser­maye vererek, küçük köylünün aşın yoksullaşmasına yol açar, fakat aynı zamanda onu toprağa mahkum eder. O nedenle küçük üreticiliğin yaşamasında, ya da daha doğrusu u­zatmalı can çekişmesinde en önemli etken, kırlarımızda hala köklü ve yaygın bir şekilde tefeci-bezirgan sermayenin varlığıdır.

özetlersek, kapitalizmin üçüncü dünya ülkelerindeki gelişim tarzının genellikle tekelci yapıda olması, o­nun asalak ve vurguncu yanını aşı- rılaştırmıştır. Zenginliklerin önemli bir bölümü yüzyıllardır kapitalist ana yurtlara taşındığı için hiçbir za­man yeterli sermaye birikimi ya­ratılamamıştır. Bunun en doğal so­nucu yaygın açık ya da gizli iş­sizliktir. Özellikle Latin Amerika ülkelerinde en aşırı ölçüde Brezilya ve Meksika’da insan üretici güçü yaygın bir şekilde deklase hale gel­mekte, sınıf dışı kalmakta, çürü- mektedir. 16. ve 17. yüzyıl Avru­pa’sında “başıboş serseri ve dilenci­lerden" geçilmiyordu. Ancak o za­man “önce zorla toprakları ellerin­denden alman, evlerinden atılan ve işsiz-güçsüz serseriler haline getiri­len tarımsal nüfus, işte böyle kırbaçlanarak, damgalanarak, müt­hiş yasalar yoluyla işkence edilerek ücret sisteminin gerektirdiği disipli­ne sokuluyordu." (27) Fakat günü­müzde kapitalizmin, özellikle geri ülkelerde böyle bir gelişme şansı yoktur. O nedenle büyük bir işsiz yığını şehirlerin varoşlarında, en az bir o kadar da kırlarda küçük top­raklarında çürütülmektedir. Geri ül­ke kapitalizmleri onları “ücret siste­minin" katı disiplini içine çekme­dikçe paçavralaştırmayı yeğlemek­tedir. Bu korkunç gerçeklik, çağı-

31

Page 34: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

I azar, kırda kapitalizm deyince, dev işletmeler vetarım proleteryası saflaşmasını düşünüyor. Oysa kırda kapitalizmin gelişmesi farklı yollar izler. Toprak rantı nedeniyle kırda sermaye hareketi daha yavaştır, ancak bir kez başladığında kendi yolunu açarak ilerler.

mızdaki köleci çürüyüş, sınıflar sa­vaşına hız verecek objektif bir te­meldir, ancak öte yandan onun ya­pısını zehirleyen, sınırlarını bulanık­laştıran, örgütlenmesini zaafa uğra­tan bir etki de yapmaktadır.

Türkiye'de çürümenin boyutları elbetteki Latin Amerika ülkeleri ölçüsünde değildir. Ancak şehir­lerde artan işsizlik (en az 3 .5 mil­yon), kırlarda kanserleşen yoksul işletmeler (en az 2 .5 milyon işletme) Türkiye'nin böyle bir sürece girdi­ğinin en açık kanıtlarıdır. Siyasi ve moral planda ise, bu temelin üstüne biryandan “köşeyi her ne pahasına dönm e ', öte yandan, güzellikleri ö­bür dünyaya erteleyen kaderciliğin bilinçli yaygınlaştırılması inşa edil­meye çalışılmaktadır.

SONUÇ

Kırda sınıf farklılaşmasının gö- rülemeyişi ya da yeterince önem- senmeyişi, hiç şüphesiz ki pratikte kırlardaki sınıf mücadelesinin henüz kendini çok silik ölçülerde ortaya koyabilmesinden kaynaklanmakta­dır. Söylemeye bile gerek yok ki, somut süreçlerin inkarına böyle bir gerekçe gösterilemez.

1 9 6 0 ’ larda kırlardaki durum

“toprak ağalığına karşı köylülük" kutuplaşması biçiminde konularak, bir yandan toprak beylerinin burju­va evrimleşmesi görülemiyor, ağalık abartılıyordu; öte yandan köylülük i­çindeki farklılaşma önemsemiyordu.

Şimdi ise, kırdaki farklılaşma yaygın küçük mülk sahipliğinin tılsımlı mülkiyet tülüyle örtülüyor. Kırların hala gerici partilerin ağında takılı olmaları, siyasi olarak böyle bir görüntüye güç kazandırıyor.

Yoksul köylülüğün on yıllardır, objektif olarak kır zenginlerinden kopuşması, aynı olgunun, hemen ve doğrudan siyasi mücadeleye yansı­masını getirmiyor. Hele konu, dağı­nık örgütsüz ve örgütlenme ye­teneği en zayıf olan küçük köylülük ise, bu yansımanın çok dolaylı yol­lardan ortaya çıkabileceği açıktır. Ülkemiz koşullarında, bu mücade­lenin az çok kendi çehresiyle ortaya çıkabilmesinin, proleteryanın örgüt­lenme seviyesinin yükselmesine bağlı olduğunu söylemek yanlış ol­maz.

On yıldır uygulanan 12 Eylül e- konomi-politikasmın kırlardaki yok­sullaşmayı katmerlendirdiği çok a­çıktır. Şimdiye kadar “toprak refor­mu" iktidarların köylüyü yukardan oyalamasından başka bir sonuç

doğurmadı. Bu talebin bizzat yoksul köylülük tarafından dile getirileceği günler uzak değildir. ■

K A Y N A K Ç A

1. DİE, aktaran Ülke Dergisi, Köylülüğün Farklılaşması

2. DİE-1980 Genel Tanm Sayımı3. Sosyal Demokrat, tem-ağ. 19894. M. Şeker, Türkiyede Tarım

işçilerinin Toplumsal Bütünleşmesi5. Toprak Reformu Nasıl Engellendi

(1945-1971) N. Tuna6. M. Keten. Tanm işletmelerinin

Yapısı, DPT7. M. Keten, Tarım işletmelerinin

Yapısı, DPT8. DİE- 1980 Genel Tanm Sayımı9. DİE, Tanmsal Yapı Ve Üretim10. DİE, 1980 Genel Tarım Sayımı11. DİE, 1980 Genel Tanm Sayımı12. DİE, 1980 Genel Tanm Sayımı13 . Tarım İstatistüderi Özeti. 198614.1981 Köy Envanter Etütleri15.M.Şeker (ay.)16 M. Şeker (ay.)17. DİE Kırsal Yerler Hane Halkı

işgücü Anketi ve Türkiye de Tanm işçileri (M.Şeker) kitabından derlen­miştir.

18. Ç. Aruoba, Tanmda Teknolojinin Değişmesinin Gelir Dağılımına Etkisi

19. M. Şeker (ay.)20. Ç. Keyder, Türk Tarımında Kü­

çük Meta Üretiminin Yerleşmesi21. K. Marx, Kapital I22. Lenin, Cilt 22, Birleşik Devlet­

lerde Kapitalizm ve Tanm23. Lenin, Cilt 22, Birleşik Devlet­

lerde Kapitalizm ve Tanm24. G. Kazgan, Türkiye’de Tanmsal

Yapılar25. Ç. Aruoba, (ay)26. B. Akşit, Kırsal Dönüşüm ve Köy

Araştırmalan27. Kapital I

32

Page 35: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Finans-Kapital in Yapısı (d

Mehmet ÇAĞLAYAN

FİNANS-KAPİTALİN TEORİK ÇERÇEVESİ:

K apitalizmin işleyiş biçimini ve gelişim dinamiğini ele alan ekonomi politiğin, in­

celeme konusu olmasına yönelik, iki yanlış eğilim tespit etmiş bulunmak­tayız. Bunlardan birincisi, konuyu sadece akademik düzeyde ele alan; içi boş kavramlar kullanarak ko­nuyu anlaşılmaz kılan, sadece bir­kaç aydın zümresine yönelik, elit bir düzeyde konunun ele alınışı yani sınıf mücadelesi ile ekonomi- politiğin işleyişi arasındaki kopmaz bağın ihmal edilişi. Bir diğeri yine aynı eğilimin bir diğer ucunu temsil eden; ekonomi-politiği ve açıklama­sını sadece bu yukarıdaki eğilimi taşıyan kesime bırakan, sınıf müca­delesi açısından anlaşılmasını gerek­siz gören, sınıf mücadelesinin üze­rinde geliştiği ekonomi politiğin güç dengeleri, taktik ve stratejilerle ara­sındaki bağı yine ihmal eden, ko­nuyu kabalaştıran ikinci eğilim. Bu­radan hareketle, kapitalizmin geli­şim biçimini ve herhangi bir top­lumsal formasyonda egemenlik ilişkisinin biçim ve niteliğini açıkla­mayı bir zorunluluk olarak görüyo­rum. Emperyalizm çağında, oluşum­larındaki farklı özelliklere rağmen; hem emperyalist ülkelerde hem de yarı-sömürge ülkelerde egemen ko­numu ifade eden “finans-kapital ve finans-oligarşisi’nın anlamı, sömürü yöntemleri ve sınıf mücadelesi açı­sından etkilerinin açıklanması ge­rekli. Bugün Türkiye'de de egemen olan “ finans-kapital' konusunun

anlaşılması oldukça önem taşıyor.1) Finans-Kapitalin Doğuşu:Emperyalizm öncesi dönemde,

burjuvazinin çeşitli katmanlan; tica­ret sermayesi “ticari kâr', sanayi sermayesi “sınai kâ r”, toprak sahip­leri “rant” ve finansal sermaye (ban­ka sermayesi) “faiz” şeklinde “artı değeri” paylaşmıştır. Sermayenin merkezileşmesi sonucu sermayenin giderek daha büyük bir miktarda ve daha az sayıda kapitalistin elinde toplanması, “tekelleşme" teriminde ifadesini bulur. Tekelleşme hem bir olgu ama aynı zamanda sürekli var olan bir eğilimdir. Emperyalizmin öncesinde de, ilk başlarında da, egemen bir konum aldıktan sonra da var olan ve artan bir gerçekliktir “t e k e l l e ş m e Ticaret sermayesini temsil eden kesimin içinde merke­zileşme sonucu uğraş alanı ticaret (meta alış-verişi) olan tekellerin, sa­nayide sanayi tekellerinin, ban­kacılıkta banka tekellerinin ve büyük toprak sahipliği tekelinin or­taya çıkması ve gelişmesi, gözlem­lenen ve ortaya konulan somut bir durumdur 1 Ancak “emperyalizm’le birlikte gelişme dinamikleri ve et­kinlikleri farklı da olsa, banka ve sa­nayi sermayesinin içiçe geçmesin­den oluşan “finans-kapitaf (mali sermaye), hem emperyalist ülkeler­de, hem de emperyalizmin sömür­düğü ülkelerde egemen konuma yükselmiştir. Bu gerçeklik tekelleş­meyi dıştalamaz, tam tersine içine alır. Tekelleşmenin en yüksek evre­sine karşılık gelir finans-kapital. An­cak, kesimlerin içiçe geçmediği, bir­birinden ayrı bir şekilde (birbirlerine

etki etmekle birlikte fakat organik olmayan) varlığını sürdürdüğü duru­mu ifade eden “tekelci burjuvazi”

" kavramından farklı bir “sentezleş- me yi ve egemenlik ağını ifade eder “finans-kapital' .—

a) Tekellerin Ortaya Çıkışı ve Gelişmesi:

Tekeller bahsinde geçen ve ko­nuya yabancı okur açısından karış­tırılma olasılığı yüksek bazı tekel biçimlerini açıklamakta yarar görü­yorum. Kartel: Burada büyük şir­ketler, birbirlerinden bağımsız kal­makla birlikte (faaliyet, mülkiyet, satış açısından) belirli konularda or­tak davranmak için biraraya gelir ve anlaşma yaparlarsa, oluşturmuş ol­dukları bu birliğe “kartel” denir. Karteller satın alacakları malların fiyatlarının düşmesini engellerler. Sendika: Burada yine büyük şirket­ler biraraya gelerek sendika adı ve­rilen bir birlik oluştururlar. Kar- tel’den farkı, satışlar şirketler ta­rafından ayrı ayrı değil, Sendika'da toplanan siparişlerin şirketlerin bü­yüklüklerine göre dağıtılması yoluy­la yapılır. Tröst: Tröstü oluşturan şirketler artık tümüyle tröste ait olur. Tröste katılan kapitalistler hem üretim hem de satış açısından özerk değildir. Burada işletmeler tamamiyle kaynaşmıştır (faaliyeti ne olursa olsun). Herkes hissesi oranın­da kârdan pay alır. Tröst diğer te­kelci birliklerden daha karmaşık bir yapıya sahiptir. Çok yoğun bir ser­mayeye sahip olduğu için daha güçlüdür ve kârlı yatırımlar yapabi­lir.

1860 ve 1 8 8 0 arası yıllar ser­

33

Page 36: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

best rekabetin en parlak devresidir. Tekellerin ortaya çıkması için yo­ğunlaşma ve arkasından merkezileş­menin belli bir büyüklüğe erişmesi gerekir. İşte bu büyüklüğe Avru­pa’daki kapitalist ülkeler ve ABD, XX. yüzyılın başında gelmişlerdir. Bunda etken olan faktörlerin başın­da 1 9 0 0 -1 9 0 3 arasında yaşanan bunalım ve bu esnada rekabette daha güçsüz işletmelerin iflas ede­rek güçlü şirketler tarafından yutul­maları sayılmalıdır. Bunalım sırasın­da karteller ortaya çıkmış, satış ve rekabet koşulları üzerinde anlaşa­rak, sermayesi daha küçük olan kar­tel dışı şirketlerin rekabet etmelerini olanaksızlaştırmıştır. Bunlar ya kar­tellere eklemlenmiş ya da iflas etmişlerdir. Böylece, fiyatları olduğu gibi, ürünlerin miktarını da istediği gibi ayarlayan tekelci birlikler, yığınların azgın sömürüsüne dayalı birikimlerini, tekel olmanın verdiği avantajla pekiştirmişler, pazarı tek başına belirlemenin sağladığı tekel kârını da midelerine indirmişlerdir.

“ Yoğunlaşma ’ demek, üretimin arttınlması amacıyla (aslında artı- değeri arttırmak) yeni üretim araç­ları satın almak, daha çok değişmez sermaye kullanmak demektir. Bu da eskisinden daha büyük miktarda yatırım yapılmasını zorunlu kılar. Doğaldır ki bu boyutta yatırımı gerçekleştirebilecek olanlar, en çok sermaye birikimini elde edebilmiş olanlar yani tekelleşebilmişlerdir.“Buradan anlaşılıyor ki, yoğunlaş­ma, gelişmenin belli bir düzeyine ulaşbğı zaman, kendiliğinden, doğ­ruca tekele götürür. Çünkü, yirmi- otuz dev işletme, kendi aralarında kolayca anlaşmaya varabilir; öte yandan, rekabetin gitgide güçleş­mesi, tekele gidiş eğibmi, açıkça, bu işletmelerin büyüklüklerinden doğ­maktadır. Rekabetin bu şekilde te­kele dönüşmesi, bugünkü kapitalist ekonominin -en önemli olayı değil­s e - en önemli olaylarından biridir". (l) Yani kapitalizmin doğasında bu­lunan yoğunlaşma ve merkezileşme ilişkisi, tekellerin egemen olduğu “emperyalizm " çağında yoğunlaşma ve tekelleşme şeklinde düşünülme­lidir.

b) Bankalar ve Yeni Rolleri:Dolaşım alanında, para-serma-

yenin akış kanallarını oluşturan bankalar, emperyalizm dönemine özgü yeni işlevler üstlenmişlerdir.

“Bankaların ilk ve tem el görevi, ö ­dem elerde aracılık hizmeti görm ek­tir. Bu yolla, ahi para-sermayeyi faal sermayeye, yani kâr sağlayan ser­m ayeye dönüştürürler; her çeşit para gelirlerini toplayarak, bunları, kapitalist sınıfın emrine veriler. Bankalar gelişükçe ve az sayıda ku- rumlarda yoğunlaştıkça, mütevazı aracılar olmaktan çıkıp, belli bir ülkenin ya da birçok ülkenin ham ­m adde kaynaklarının ve üretim araçlarının çoğunu, kapitalistlerin ve küçük patronlann para-sermaye- lerinin hem en hem en tamamını emirlerinde bulunduran muazzam tekeller haline gelirler. Birçok mütevazi aracının, böyle bir avuç tekelci haline gelmesi, kapitalizmin kapitalist emperyalizme dönüşme­sinin tem el süreçlerinden birini meydana getirmektedir. ” (2)

Bankalarda yoğunlaşmanın art­masıyla birlikte, kredi kuruluşlarının sayısında azalma gözükür. Böyle­likle az sayıda banka arasında “bir- birleriyle tekelci anlaşmalar yapma ve bir banka tröstü oluşturma eğilimi, elbette giderek artar." (3) Banka tekellerinin dışında kalan küçük bankalar da bağlı bankalar haline gelir. Çünkü, ellerindeki para-sermaye kütlesi banka tekelle­rinin kasalarındakine oranla “ de­vede kulak" kalır. Dolayısıyla, ban­kalar arenasında belirlenen kuralla­ra tabi olurlar. Ne mevduat faizleri ne de kredilerden alınacak faiz oranları üzerinde etkili olamazlar. Kendileri dışında belirlenen bu alış­veriş kurallarına uyum gösteremez­ler, iflasın eşiğine gelerek ya banka tekelleri tarafından yutulurlar ya da oyunun kuralını bozmamak şartıyla büyük banka tekelleri ile küçük işletmelerin para sermayeleri arasın­daki ilişki ağını sağlayan, basit bir ödeme aracı haline düşmüş, yerel banka faaliyetini sürdüren şubeler haline gelirler.

Birçok kapitalist işletmenin cari hesaplarını tutan bankaların bu fonksiyonu çoğu kez yardımcı bir işlem olarak görülür. Ancak bu işlemin saygınlık kazanması, bütün kapitalist toplumun iktisadi faaliyet­leri üzerinde merkezi bir düzenleme için gerekli olan enformasyon (bilgi toplama) ağının kurulması gibi ivedi bir ihtiyaca hizmet eder. Elde edilen enformasyon sayesinde küçük işlet­melere verilecek kredi miktarlarını

tespit ederek, kredi kozunu kendi çıkarlarına göre düzenlerler ve bun­lar üzerinde denetim kurarlar. Bu gerçeği Lenin şöyle ifade ediyor:“Bir avuç tekelci, -banka birlikleri, açık hesaplar ve diğer mali işlemler sayesinde- ön ce tek tek kapitalistle­rin iş durumu hakkında kesin bilgi toplayarak, sonra bunlan kontrol ederek, bunlan, kredi vermeyi g e ­nişletip ya da zorlaşhnp etkileyerek ve bunların kaderlerini tamamen belirleyerek tüm kapitalist dünyanın ticari ve sınai işlemlerini kendilerine tabi kılarlar. ” (4)

Kredi mekanizmasının merke­zileşmesi; bankalar ile ticari ve sınai işletmelerin kaynaşmasının maddi temelini oluşturur. Hisse senetleri alımı yoluyla bu kaynaşma sağlanır. Bu yöntemle bankalar, sınai ve tica­ri işletmelerin denetim (ya da yöne­tim) kurullarına kendi temsilcilerini (mürdürlerini) sokarlar. Bütün bun­lar, kapitalist ekonominin yeni bir toplumsallaşma biçimini yaratır. “Fakat bu, aynı zamanda özel- kapitalist mülkiyet biçiminin geliş­mesinde yeni bir aşamadır. Bu aşa­mada az sayıda büyük bankalar gru­bu, işletmelerin çoğunluğu üzerin­deki kontrolü sayesinde dev kârlar elde ed er ." (5)jGörüldüğü gibi, em­peryalizm dönemine has yeni bir kaynaşma ve egemenlik biçiminin (finans-kapital ve finans-oligarşisi) oluşması için sadece tekellerin oluş­ması değil, fakat aynı zamanda ban­ka tekellerinin oluşması ve önceki rollerinden ayrı olarak yeni işlevleri üstlenmeleri gerekmektedir__

2) Fınans-Kapital ve Fınans Oligarşisi

a) Sanayi ve Banka Tekelleri­nin Içiçe Geçiş Türleri».

Kapitalizmin serbest rekabet döneminde, bankalarla sanayi ara­sındaki ilişki, kredi sağlama iliş­kisidir demiştik. Sanayi sermayesi, kredi (finansman) ihtiyacını karşı­lamak amacıyla bankalardan ödünç para alır, işgücü sömürüsünden sağladığı artı değerin bir kısmını “faiz" olarak bankalara verirdi. 19. yüzyılın sonundan itibaren banka ve sanayi tekellerinin giderek geliş­mesi, kedi mekanizmasının merke­zileşmesi, banka tekellerinin elinde muazzam bir para-sermayenin birik­mesine yol açmıştır. Artık para- sermayenin sadece banka-kârı ile yetinmesi sözkonusu olamazdı. Elle-

34

Page 37: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

L v e t finans-kapital sanayi sermayesi haline dönüşenbanka sermayesi değildir. İttifak kurmuş iki sermaye türü de değildir. Yani ayrıştırılamaz. Sentezleşmiş, organik bir bileşimi (banka sermayesi ile sanayi sermayesi) ifade eden ve ayrıştırılabilir tüm sermakye kesimleri üzerinde egemenliğini kurmuş yeni bir sermaye türüdür. Finans-kapital egemenliğini kuran, oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir.

rindeki para-sermayenin büyük bir kısmını sanayiye yatırmaya başla­dılar. Buna, sanayi şirketlerinin his­se senetlerini satın alarak, zor duru­ma düşen şirketlere “yardım ” ama­cıyla katılarak sağladılar. Böylece, sadece kredi verme işlemi ile değil aynı zamanda sanayiye yatınm ya­parak, üretim araçlarının kontrolü üzerinde söz sahibi de olarak, artı değere doğrudan el koyma işine de soyundular. Bu işin sadece bankalar cephesi. Bir de sanayicilerin cephe­sinden bakalım. Banka tekellerinin sanayiye el atması ile sanayi tekel­lerinin bankacılığa el atması aynı anda gerçekleşir. Bu sefer, sanayi tekelleri; bankaların hisselerini satın alarak veya kendi bankalarını kura­rak, hem aynı zamanda banka kânnın bir kısmını ceplerine atmış, hem de ucuz kredi sağlamak ola­nağına kavuşmuş olurlar. Böyle her iki yolla da banka-sanayi sermayesi­nin sentezleşmesi (finans-kapital) gerçeklemiş olur. __

b) Finans-Kapitalin özü : Finans-kapitalin ilk kullanılışı

Hilferding tarafından yapılmıştır: “Gerçekte, sanayi sermayesi haline dönüşen bu banka sermayesine -ya­ni para- serm ayeye “maii-sermaye" (finance Capital) diyorum. Kısacası, “mali-sermaye", bankaların çekip çevirdiği, sanayicilerin kullandığı bir serm aye oluyor. ’ (6) Lenin bu tanımı eksik bularak şöyle karşı çıkmıştır. “Bu tanım, eksiktir; çünkü çok önem b bir olğuyu, üretimin ve ser­mayenin genişleyen yoğunlaş­masının tekellere yolaçtığı ve hala açmakta olduğu olgusunu, sessizce geçiştirmektedir. ” ... “Üretimin y o ­ğunlaşması, bunun sonucu olarak, tekeller; sanayiin ve bankalann kay­naşması ya da içiçe girmesi işte mali-sermayenin (finans-kapital) olu­şum tarihi ve bu kavramın özü." (7) Evet finans-kapital sanayi sermayesi haline dönüşen banka sermayesi değildir. İttifak kurmuş iki sermaye türü de değildir. Yani ayrıştırılamaz. Sentezleşmiş, organik bir bileşimi (banka sermayesi ile sanayi serma­yesi) ifade eden ve ayrıştırılabilir tüm sermaye kesimleri üzerinde egemenliğini kurmuş yeni bir ser­maye türüdür. Finans-kapital ege­menliğini kuran, oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir. Yani, oluşum biçimi, herhangi bir toplum­sal formasyonda finans-kapital ege­

menliğine geçişin tarihidir. Finans- kapitalin kendi içindeki evrim ve kompozisyon değişiklikleri; mutlak finans-kapital egemenliğinin işlevini yani başta işçi sınıfı olmak üzere tüm sınıf ve katmanlar üzerindeki hegomonyasını ortadan kaldırmaz. Tam tersine bu hegomonyayı sürdürebilmek için gerekli uyarla­maları yerine getirir.

Bu oluşum finans-kapital sahip­lerine ekonominin her alanına (sa­nayi, bankacılık, ticaret, ulaşım, ta­rım vb.) yayılma ve artı-değerin her türlüsüne el koyma olanağı veren bir sermaye büyüklüğü sağlar. Ser­mayenin bütün kesimlerine el atmış ve artık herbirinden farklı bir şeyi ifade eden "finans-kapital' tek ege­mendir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi (artık tekelleş­mesi) her zamankinden daha da artmış olduğundan, sayısı çok az olan en kodaman kapitalistleri bün­yesinde toplayan finans-kapital, azınlığın azınlığıdır. “Sermayenin ve üretimin tayin edici bölümü, bu azınlığın elinde yoğunlaşmış olduğu için, yeniden üretim süreci herşey- den ön ce bunların çıkarlarına hiz­m et eder.” (8)•— Ekonominin her alanına el atış “Holding Sistemi” yoluyla olur. Hol­ding sistemi bir ana şirkete bağlı birçok yavru şirketten oluşur. Ana şirket yavru şirketleri denetleme ve kontrol etme gücüne sahiptir. Hol­ding sistemi; iştirakler yoluyla diğer firmaları satın almadan dahi kontrol etme ve yönetme olanağı sağlar. Örneğin üretimi denetleyebilmek için sermayenin yüzde 5(Ysine sa­hip olmak yetiyorsa, ikinci derece­den bir şirketin 10 milyonluk ser­mayesi için 5 milyon, dördüncü de­receden bir şirketin 10 milyonluk bir sermayesi için 1 ,25 milyon yete­cektir. Küçük hisselerin çıkarılması, sermayenin demokratlaştırılması de­

ğil, küçük gelirlerin de para-serma- ye haline dönüştürülerek artı değeri arttırma amacıyla kullanılması ama­cına hizmet eder. “Burjuva bilgiçler ve sözüm ona ‘sosyal-demokrat’ oportünistler, hisselerin demokrat­laşmasıyla, sermayenin de dem ok­ratlaşacağını, küçük üretimin ön e­minin artacağını, rolünün büyüye­ceğini umuyorlar (ya da umduklarını söylüyorlar); oysa bu, aslında, mab- obgarşinin (finans-obgarşisi) gücünü arttırma yollanndan biridir. Bunun içindir ki, daha ileri, daha eski, daha deneyimli kapitabst ülkelerde, kü­çük değerde hisse senetleri çıkarıl­masına yasalarca izin verilmiştir." (9) ‘Yani finans-kapital “holding zinciri" sayesinde, bankalarda toplanan mevduat ve halka açılma adı altında hisse senetleri çıkarma yoluyla, kü­çük tasarruf sahiplerinin sermayele­rini de kontrol ederek kendi ka­nalına aktarmaktadır.—

' "Kapitalizm geliştikçe sermaye­nin sahipleri ile sermayenin yöne-, timi birbirinden aynlır. Şöyle ki: Artı-değer kütlesi yine sermaye sa­hiplerine akmakla birlikte, sermaye­nin yönetimi, bu konuda uzman­laşmış, maaşla çalıştırılan, görevleri; artı-değeri arttırmak için her türlü teknik, parasal ve işgücü sömürü yöntemini kullanarak artı-değeri sermaye sahiplerine aktaran yöne­ticilerin elindedir. “Emperyabzm ya da finans kapital egemenbği kapita­lizmin, bu aynlmanm muazzam öl­çüde yaygınlaştığı en yüksek aşa­masıdır. ”(10) Çünkü, finans-kapitalin yönelmediği alan kalmamış, artı değerden pay alan her faaliyete sızmış, bir ya da birkaç holdinge bağlı faaliyet gösteren bir dolu şirket türemiş, bunların yönetimi işi de bir o derece zorlaşmıştır. Bu yüz­den para babalarının işi, holdingle­rin başında gözükmek ve artı-değeri cebe indirmektir. Bu çok sayıda

35

Page 38: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

şirketler zincirinin yönetimi, onlar adına hareket eden müdürler züm­resiyle sağlanır.

Sermaye birikim sürecinin ge­nişleme evresinde, sanayi de atılım zamanlarında finans-kapital (mali- sermaye) kârları kendi cephesinde toplar. Kârlılığa konu olan sermaye yatırımlarının büyüklüğü, bu çapta bir yatırımın, ancak azınlığın azın­lığı finans-kapital küçük işletmeler iflasın eşiğine gelirler. Sermaye biri­kimlerinin yetersizliği, sermayenin ihtiyaç duyduğu uyarlama (yeniden örgütlenme) sürecine olanak ver­mez. Bu durumda, büyük bankalar, bunları, çok düşük fiyatlarla satın alır veya yok pahasına iştirakler şeklinde katılarak holding zincirini geliştirirler. Şirket kurtama operas­yonları bunlara en güzel örnekler­dir. Kıymetli evrak ihracı veya dev­let tahvillerinin alım-satımı işlemle­rinde aracılık yine bu kesimin elin­dedir. “Birkaç elde toplanmış olan ve fiilen tekel durumu yaratan mali- serm aye (finans-kapital), mali-oli- garşi egemenliğini güçlendirerek ve bütün bir toplumu tekelciler yara­rına haraca keserek, firmaların ku­ruluşundan, kıymetli evrak çıkarıl­masından, devlet tahvillerinden çok büyük ve gittikçe artan ölçüde kârlar elde etmektedir. " (ll)

Finans-kapital banka ve sanayi sermayesinin sentezleşmiş halidir, ancak, faaliyetleri sadece bu alanla sınırlı değildir. Bağlı şirketler yolu ile her iktisadi faaliyet alanına sızar. "Büyük gelişme halindeki kentlerin çevresinde bulunan topraklar üze­rine yapılan spekülasyonlar da mali- serm aye için son derece kazançlı bir işlem olmaktadır. Bankalar tekeli, burada, toprak rantı ve ulaştırma yollan tekelleri ile kaynaşır; çünkü fiyatların yüksekliği ve toprağın büyük kârlarla satılması olanağı vb. özellikle kentin merkeziyle rahat ve kolay bir ulaştırma düzenine bağ­lıdır; bu ulaştırma bağlantısı da, holding sistemi ve müdürler arasın­daki mevki paylaşılması yoluyla söz- konusu bankalara bağlı şirketlerinelindedir. ” ....... “Bir tekel bir kezkurulup milyarları çekip çevirmeye başladı mı, siyasal rejimden ve daha başka ayrıntı sorunlarından bağım­sız olarak karşı konmaz bir biçimde toplumsal yaşamın bütün alanlarına sıza çaktır. (12)

j Özetle: Finans-kapital. tekelci

sermaye kavramını da içine alan, fa­kat ondan daha aşkın, nitelikçe farklı, tekelci-sermaye kavramında bulunmayan kompleks bağlan da içeren emperyalizm dönemine özgü bir kategoridir. İçiçe geçiş sadece ulusal değil, uluslararası alanda da sözkonusudur. Özelikle emperyalist ülkelerin finans-kapitalelleri yeni- sömürge ülkelerin finans-kapitalleri ile birlikte, fakat kendi belirleyiciliği altında. emperyalizm çağında, sömürüyü uluslararası düzeyde de muazzam boyutlara vardırmıştır. Uluslararası işbölümünde aldığı ko­numu, çarpık da olsa kapitalist ye­niden üretimi, ancak yabancı ser­maye yoluyla sürdürebilen yeni sömürge ülkelere sermaye ihracı yo­luyla nüfuz eden emperyalist ülke­lerin finans-kapitalleri. dünyaya ah­tapot gibi kök salmış, iyiden iyiye asalaklaşmıştır (sermaye ihracı ve fi- nans-kapital bölümünde bu konu daha zengin bağlarla açılacaktır). Bu olguya işaret eden Lenin, em­peryalizmi “finans-kapital çağı” ola­rak tanımlamıştır.

Finans-oligarşisi kavramına geç­meden önce belirtmek gerekir ki fi­nans-kapital, sermayenin aldığı yeni bir nitelik ve egemenlik biçimidir. Daha önce anlattığımız finaııs-ka- pitalin ortaya çıkışına dair özellikler gelişkin kapitalist ülkelere özgüdür. Finans-kapitalin oluşumu (tıpkı te­kelci sermayenin oluşumu gibi) ser­maye birikimi ve türlerinin geliş­kinlik düzeyine göre farklılıklar gösterebilmektedir. Emperyalist ül­kelerde finans-kapital, tekelleşme­nin belirli bir yoğunluğunda, banka ve sanayi tekellerinin aynı süreçte birbirlerine katılımı şeklinde sentez­leşmiş, ortaya çıkmıştır. Ancak benzer yapı (finans-kapital ve fi­nans-oligarşisi) emperyalizm çağın­da, yarı-sömürge ülkelerde de kurul­muştur. Siyasal yönden bağımsız görünmekle birlikte bu ülkeleri dünya pazarının oluşmasıyla birlikte dünya kapitalist sisteminin bir par­çası haline gelmiştir. Finans-kapital çağma sıçramış dünya ekonom i­sinde, kapitalizme daha g eç eklem ­lenmiş bu ülkelerin, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası uyarınca, baştan te­kelci kapitalizm (serbest rekabeti yaşamadan) egemenliğinde örgüt­lenmeleri, diyalektik bir zorunluluk­tur.

Bugün Türkiye de de finans-

kapital egemendir. Banka ve sanayi sermayesi içiçe geçmiş ve sentez- leşmiştir. Bu sentezleşmeden kay­naklanan finans-kapital, holdingler diye tanımladığımız şirketler zinciri şeklinde örgütlenmiş ve üretimin her alanına el atarak, artı-değeri kendi havuzuna dolduracak bütün kanalları yaratmıştır. Finans-kapitali oluşturan bir avuç para babası ülke yönetimine ilişkin ekonomik, siyasal ve diğer bütün alanlarda tek söz sa­hibidir. Ancak, finans-kapitalin Tür­kiye'de ortaya çıkış özellikleri, em­peryalist ülkelerdekinden biraz daha faklıdır. Bu kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasından kaynak­lanan bir durumdur. Sanayi üretimi ile yakından uzaktan ilgisi olmayan Osmanlı toplumunda ekonomi; em­peryalizmden gelen metaları ithal ederek, tanm ve tarıma bağlı ürünleri ihraç ederek meta ticareti yapan, liman kentlerinde mevzilen- miş gayrı müslim, “levanten” dediğimiz “kom prodor burjuvazi” ile bu metaların Anadolu'ya dağıtımını yapan ve küçük üretici, emekçi ve köylüleri tefecilik yoluyla haraca ke­sen “tefeci-bezirgan" ve “toprak ağaları nın egemen olduğu bir sis­temdi. Kurtuluş savaşından sonra gayrı müslim “kom prodor burjuva­zi' nin tasfiyesi sonucu, aynı işlevi, onlardan boşalan yere geçen tefeci- bezirgan sermayenin en irileri ger­çekleştirdi. Sınıf temeli, ticaret bur­juvazisi ve büyük arazi sahiplerine dayanan “Kemalizm", batılı anlam­da kapitalizmi yerleştirmek amacıyla 1924 te “İş Bankası”nı kurdu. İş Bankasının kurucuları arasında l 4 milletvekili. 17 tefeci-bezirgan, 6 adette ticaretle uğraşan kapitalist var. Bankaya akan mevduatlar sa­yesinde kısa sürede büyük bir ser­maye birikimi sağlayan “İş Ban­kası". bankacılığın dışına da çıkarak sanayi teşebbüsleri kurmaya ve sa­nayi teşebbüsleri olarak kurulan şirketlere katılmaya başlıyor. De­m ek ki Türkiye’de kapitalizm, Batı Avrupa toplumları ve diğer em per­yalist ülkelerin aksine, serbest-reka- betçi dönemini yaşamadan, baştan tekelci karakterde kuruluyor ve fi­nans-kapital egemenliğinde gelişi­yor. Finans-kapitalin bundan sonra­ki evrimi, emperyalizme bağımlı fa­kat emperyalist ülkelerin finans- kapitallerinin özellikleriyle paralel bir şekildedir. Devlet desteğiyle pa-

36

Page 39: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

I ürkiye de kapitalizm, serbest-rekabetçi döneminiyaşamadan, baştan tekelci karakterde kuruluyor ve finans-kapital egemenliğinde gelişiyor. Finans-kapitalin bundan sonraki evrimi, emperyalizme bağımlı fakat emperyalist ülkelerin finans-kapitallerinin özellikleriyle paralel bir şekildedir. Devlet desteğiyle palazlanan sanayici kapitalistlerin banka kurmaları ve bankaların sanayiye el atmaları giderek yükselen bir sentezleşmede ifadesini buluyor.

Iazlanan sanayici kapitalistlerin ban­ka kurmaları ve bankalann sanayiye el atmalan giderek yükselen bir sen­tezleşmede ifadesini buluyor. Daha önce de açıkladığımız gibi bugün ve 1 9 3 0 ’lardan beri egemen olan fi- nans-kapitaldir. 1 9 2 3 -1 9 3 0 arası finans-kapital yaratma dönemi ola­rak düşünülmelidir. Türkiye’deki sürecin gelişimini finans-kapitalin ortaya çıkışındaki farklılık açısından ele aldık. (Daha aynntılı bilgi için Dr. Hikmet Kıvılcımlı nın “Finans- Kapital ve Türkiye” adlı borüşü in- celenmelidir) _

c) Fınans-Oligarşisi: Finans-kapital, kaçınılmaz bir

şekilde, üretimi ve para dolaşımını elinde bulunduran “finans-oligarşi- sini” (mali-oligarşi) doğurmuştur. Sermaye nasıl kapitalist sınıfta kişileşirse, finans-kapital’de, bu sını­fın egemen zümresinde, finans-oli- garşisinde kişileşir. Finans-oligar- şisini oluşturan kapitalistler bir avuç para babasından ibarettir. Bu finans grubu, bütün sermayelerini, eko­nominin her alanında egemenliği elinde tutmak ve artı-değeri kendi havuzlarına aktarmak amacıyla bir anlaşma zemininde birleştirirler. Her finans-kapitalist grubu, genel olarak, finans kaynaklarını sağladığı bir ya da birkaç banka, sigorta şirketleri ve çok sayıda ticaret ve sanayi şirketine sahiptir. Bunların bileşiminden oluşmuş holdingleri, alanında uzmanlaşmış müdürler ve yardımcılan, teknik danışmanlar ve her yasa boşluklarını tespit eden, bu boşlukları artı-değeri daha da geniş­letmek amacıyla kullanan hukuk­çular yönetirler. Fakat bütün bunlar maaşla tutulmuş bekçilerdir, bütün davranışları, finans-kapitalin kendi­sini ifade ettiği finans-oligarşisinin istekleri ve arzulan yönündedir. Bü­

tün sosyal statüleri ve uzmanlık per­deleri aralandığında, altında yatan kâr güdüsü ve binlerce yıllık insan üretici gücünün tüm değerlerinin azgın sömürüsü bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilir.

Finans-oligarşisi, hisse senetleri­ni “halka açılma" adı altında (özel­leştirmeler ve menkul sermaye ih­racı buna en iyi örneklerdir) çok sayıda küçük tasarruf sahibine de pazarlayarak, birbirinden dağınık halde ve hiçbir zaman yönetimi ele geçiremiyecek durumda olan bu kesimin gelirlerini de sermaye ola­rak kullanır ve yutar. Bu yöntemin karakteristiği “anonim şirketlerdir". Toplam nüfusun yüzde l'in i bile o­luşturmayan bu grup, ulusal zengin­liğin yüzde 6 0 -8 0 ’ini elinde tutar.

özetle; emperyalizm çağının ürünü “ finans-kapitaf ve egemenlik biçimi “finans-oligarşisi” sermaye­nin aşın ölçüde yoğunlaşması ve merkezileşmesi sonucu, dev bir ser­maye kütlesiyle diğer küçük ser­mayeleri de yutar ve asıl sömürü­sünü yükselen “organik bileşim” so­nucu, mutlak ve nispi her türlü artı değer üretimi yoluyla, işçi sınıfı ve emekçi katmanlar üzerinde yoğun­laştırır. “Kapitalizmin özelliği, genel olarak, serm aye sahipleğini, bu ser­mayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para-serma- yeden elde ettiği gelişle yaşanan rantiyeyi, sanayiciden ve serm aye­nin yönetimi ile doğrudan ilgili her­kesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaşhğı zaman, . finans- kapitalin (mali sermayenin) egem en­liği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür ser­m aye çeşitlerinden üstünlüğünü rantiyenin ve finans-oligarşisinin

(mali-oligarşi) egemenliği anlamını da taşır; mali yönden güçlü ’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşı­sındaki üstün durumunu da açıklar." (13)- Egemenliğini üretim temelinde

holding sistemi ile kuran finans- oligarşisi, siyasal egemenliğini de siyasi gerici burjuva demokrasisi ya da doğrudan faşizm yoluyla sürdür­mektedir. Hangi devlet biçiminin yöntem olarak uygulanacağı finans- kapitalin mevcut birikim rejimini sürdürebilme varyasyonlan (seçe­nekleri) ile sınıf mücadelesinin ge­lişkinlik düzeyi ve güç dengelerine bağlıdır. Şu ya da bu finans- kapitalistin tercihine değil. Bugün Türkiye’de geniş halk yığınları ve proletarya hem emperyalizm, hem de “holding sistemi” şeklinde örgüt­lenmiş finans-kapital tarafından faşizmin çizdiği ekonomik, hukuki ve siyasal yapı içinde azgınca sömürülmektedir. Burjuvazinin siya­sal diktatörlüğünün doğrudan aracı olan devlet aygıtı finans-kapitalin elindedir. Türkiye proletaryası ve emekçi yığınlara, proletarya sosya­lizminin bayrağı altında, finans- Oİigarşisini alaşağı etmek düşüyor.

3) Sermaye İhracı ve Finans- Kapital

. 'Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırdedici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bugünkü kapitalizmin ayırdedici niteliği ise, sermaye ihracıdır.” (14) Lenin’in de ifade ettiği gibi, emperyalizm döne­minin ve dolayısıyla finans-kapital egemenliğinin ayırdedici bir özelli­ğidir sermaye ihracı. Taşıdığı önem nedeniyle konuya yabancı olmayan okuru sıkmak pahasına meta ihracı ve sermaye ihracı arasındaki farkları belirtmeyi gerekli görüyorum. Ka­pitalizm, emek gücünün kendisinin meta haline geldiği ve ancak bu yolla artı-değerin yaratıldığı meta üretimidir. Kapitalist yolla üretilen çeşitli metaların ulusal sınırların dışında satılarak elde edilen paranın kapitalist girişimcilere geri dönmesi “meta ihracı”dır. Bu kapitalist üretim tarzının egemen olduğu her dönem ve her toplum için şu ya da bu oranda gündemde olan ekono­mik bir ilişki tarzıdır. Emperyalizmle birlikte ise sermaye ihracı karakte­ristik oldu. Sermaye, ücretli emek kullanımı ile artı-değer elde edilme­

37

Page 40: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

sini sağlayan toplumsal bir üretim ilişkisidir. Sermaye, ülke sınırları içinde değil, başka bir ülkede “me- ta-üretimi” amacıyla kullanılır ve el­de edilen artı-değer kapitaliste geri dönerse bunun adı “sermaye ihra­cı "dır. Kapitalist, bir başka ülkede yatırım yapıyorsa, yani o ülkede herhangi bir üretim gerçekleştiri­yorsa, vergi ve birtakım kanuni karşılıklar dışında, girişimin karşılığı olan kâr ile, sermayenin karşılığı olan faizi içeren artı-değerin bütü­nüne el koyar. Eğer yatırımı doğru­dan yapmıyor, başka bir kapitaliste ya da hükümete ödünç veriyorsa, karşılık olarak “faiz" şeklinde artı- değerden pay alır. Ancak her iki durumda da sermaye ihraç edilmiş ve ulusal sınırlar dışında yaratılan artı-değerden şu ya da bu oranda pay alınmıştır.

Üretimin ve sermayenin yoğun­laşması, banka ve sanayi tekelleri­nin içiçe geçmesi finans-kapitali ve finans-oligarşisini oluşturmuştur. Bu oluşum dev boyutlardaki sermaye­nin küçük bir finans azınlığının elinde toplanmasına yol açmıştır. Bu muazzam bir “serm aye fazlası” demektir. Demekki sermaye ih­racının zorunlu bir koşulu sermaye fazlasının bulunmasıdır. Ancak bu yetmez. Sermaye ihracının yapılma­sı için bu sermaye fazlasının yurt dışında kullanılmasının daha kârlı olması gereklidir. Geri kalmış ülke­lerde kâr oranı daha yüksektir. Çün­kü bu ülkelerde sermaye kıt, üc­retler düşük ve hammadde ucuzdur. Üstelik sermaye fazlasının emper­yalist ülkelerde kullanılması, üretimi bollaştırıp, fiyatları düşüreceğinden tekel kârını azaltacaktır, öyleyse tek amacı azami kâr olan finans- oligarşisinin yatırımını yapacağı uy­gun koşullar da varsa (ulaşım, ham­madde kaynağı, ucuz ve yeterli işgücü, politik riskin düşüklüğü) kâr oranını düşüreceğine, daha yüksek kârlılık sağlayan geri kalmış ülkeler, biçilmez kaftandır. “Sermayenin ihraç zorunluluğu, (tarımın geri kalmış olması ve yığınların yoksul­luğu nedeniyle) sermayenin ‘kârlı’ yatırım alanı bulamadığı bazı ülke­lerde, kapitalizmin ‘yüksek derece­de bir olgunluk’ kazanmasına bağ­lıdır. ” (15) Burada bir saptama yap­mak gerekiyor. Herhangi bir top­lumsal formasyon da egemenlik biçiminin finans-kapital olması ser­

maye ihracına başvurulabilmesi için yeterli değil. İlkin ‘serm aye fazlası’ bulunması, sonra bu sermaye faz­lasının ulusal sınırlar içinde değerlendirilmesinin kârlı olmaması, diğer ülkelerde daha kârlı alanların bulunması ve nihayet, sermaye ih­racına başvuracak diğer ulusların fi-

■ nans-kapitalleriyle rekabetten galip çıkılabilecek veya ortak bir anlaşma zemininde çok ulusluluk arenasında yer alınabilecek şekilde kapitalizmin yüksek derecede olgunluk kazan­ması gerekiyor.

Sermaye ihracı ilk kez emper­yalist ülkelerin kendi aralannda gerçekleşmiştir. Çünkü ulaşım ağ­ları ve altyapı tesisleri tamam oldu­ğu için ek maliyet gerektirmiyordu. Ayrıca emperyalizmin ilk zaman­larında yabancı sermayenin yatırım yapması için zorunlu olan ulaşım (demiryolu, karayolu vb.) haber­leşme ve diğer altyapı hizmetleri geri kalmış ülkelerde yeni yeni ta­mamlanıyordu. Emperyalist ülkeler­de sermayenin organik bileşiminin yükselmesi sonucu kâr oranları düş­tüğünde ve ulaşım ağları tamam­landığında, sermaye geri kalmış bölgelere akın etmeye başladı. Böylece Lenin'in belirttiği gibi “Ser­maye ihracı, birkaç zengin dei'letin kapitalist asalaklığı adına, dünya ülkelerinin ve halklarının çoğunun emperyalist baskı ve sömürü altına girmesi için sağlam bir temel oldu. ” (16) Bunun iki sonucu olmuştur. Bi­rincisi; sermaye ihraç edilen ülke­lerde kapitalizmin gelişmesi hızlan­mıştır. Ancak bu gelişme çarpık ve bağımlıdır. Çarpıktır, çünkü azge­lişmiş ülkelerin ekonomileri sadece birkaç hammadde veya tüketim maddesi üretimine dayalıdır. Bağım­lıdır, çünkü üretimleri, uluslararası işbölümünün belirlediği alandan emperyalizmin ithalatçısı durumun­dadırlar. Yani sermaye ihracı, meta ihracını ortadan kaldırmamış, ona ek olarak sömürüyü yaygınlaştırmış ve derinleştirmiş, meta ihracını da arttırmıştır. İkincisi; az gelişmiş ülkelerin proleter ve emekçileri hem kendi ülkelerinin finans-oligarşisi hem de emperyalist ülkelerin fi­nans-oligarşisi tarafından çifte sö­mürüye uğramıştır ve uğramak­tadırlar. “Böylece, mali-sermaye (fi­nans-kapital), sözcüğünü tam an­lamıyla, denebilirse, ağlarını, dünya­nın bütün ülkelerine yaymaktadır.

Sömürgelerde kurulan ve şubeler açan bankalar, bu bakımdan önemlirol oynar” ....... “Sermaye ihraçeden ülkeler, dünyayı, sözcüğün mecaz anlamıyla, aralarında pay­laşmıştı. Ama finans-kapital, yeryü­zünün, doğrudan paylaşılmasına götürdü. " (1 7 ) Bu durum, proleter ve emekçileri bir yandan kendi finans- kapitallerine karşı birleştirirken, uluslararası alanda da işçi sınıfının enternasyonalist dayanışmasını zo­runlu kılmaktadır.

4) Finans-Kapitale Karşıt Po­lemiklerin Dayanılmaz Hafifliği

Devrimci strateji ve taktikler bi­rincil olarak sınıfsal yapı ve tahliller üzerinde temellendirilir. Somut du­rumun analizinden yola çıkmayan veya yanlış tespitlerle sınıf müca­delesine soyunan siyasetler tarihin eleyici süzgecinde takılmaya mah­kumdur. Bugün Türkiye’de sınıf mücadelesinde ■ proletarya’nm ya­nında ve ona önderlik etme iddi­asında bulunan siyasi yapılar, günü ve geçmişi açıklamayan, yetersiz ve muğlak tahlillerle yetinemezler, ye­tinmemelidirler. Kuşkusuz küçük burjuva sosyalizmi ve burjuva sos­yalizmi ideolojisi etrafında strateji ve taktikler üretenler muhatabımız değildir. Çünkü her siyasi eğilim, dayandığı sınıfın özlemleri, talepleri ve ideolojik gözlüğüyle olaylara bakacak ve bunlara uygun taktikler üreteceklerdir. Ancak hem proletar­yanın davası uğruna mücadele ettiğini söyleyen fakat hem de sınıfsal yapının tahlilini, proletar­yanın bilimsel dili Marksizm-Leni- nizm ışığında yapmayan ya da yete­rince yapamayan siyasi yapılardaki netsizlikler ve teorik bulanıklıklar si- linmelidir. Bugün Türkiye’de prole­ter mücadele doğrultusunda prog- ramatik ve taktik hedefler üretmek “finans-kapital" ' ve “finans-oligar- şisi”ni tespit etmek, bu oluşumun tüm neden ve sonuçlarını incelemek ve teşhir etmek, işçi sınıfı ve emekçi katmanlara h ed e f göstermekten geçiyor. 12 Eylül faşizmi 24 Ocak ekonomik paketiyle kucak kucağa oturup, 80 sonrası iktisadi operas­yonlar “ finans-kapital’ dışındaki tüm kesimleri haraca kesince eko­nomideki tekelci yapı ve finans- oligarşisi gerçeği birçok siyasi ya­pının gözlerini tespitlerini yeniden ele almaya çevirmiştir. Fakat gerek incelemelerin mantık sonuçlarına

38

Page 41: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

c•¿Sermaye ihracı, finans-kapitalin varlık göstergesi değil,kapitalizmin gelişkinlik düzeyiyle ilgili ve fakat finans-kapitalin gelişkinlik düzeyi ile emperyalist sömürüyü yaygınlaştıran bir maniveladır. Yani sermaye ihracının yaygınlaşarak karakterize ettiği olgu finans-kapital değil, emperyalizmdir.varmasını engelleyen teorik do­nanımdan yoksunluk gerek prole- teryanın ideolojisi dışındaki sınıf ve katmanların bakış açılarından etki­lenmiştik hala bazı kesimler de fi­nans-kapital gerçeğinin bulgula- namamasına yol açmıştır. Emek dergisi artık mali-oligarşi (finans- oligarşisi) egemenliğinden söz edi­yor. Ancak bu egemenliğin 1 9 8 0 ’le başladığını iddia ediyor. Bu bakış açısının eleştirisi daha önceki dergi sayfalarımızda yapıldı, (bkz. Mehmet Yılmazer, “Em ek Eleştirisi", Mayıs 89 , s. 6-7-8, Çağdaş Yol). Aynı si­yasi eğilimin 1 9 7 8 ’de çıkan bir ya­yınında yerli bir finans-kapital ola­mayacağı üzerine polemiğe girili­yor. 12 Eylül, bu çevrenin değer­lendirmelerinin önemli bir kısmını değiştirdi. Ancak, parça parça da olsa hala bazı yapılarda kendini ko­ruyan bu teorik itirazlar, bu yayında toplu olarak bulunduğundan (tüm özenden yoksun bir içerik ve üsluba rağmen) okurun kolay erişmesi ve karşılaştırma yapabilmesi açısından yanıtlanmak.

Emeğin Birliği yazarı, yerli fi­nans-kapitalin olamayacağına ilişkin teorik itirazlarına (teorik değeri tartışılır tabii) şöyle başkyor: “Sanayi sermayesi tüm üretim alanlarında yoğunlaşıp tröstleşmeden ve sana­yide bir tekelcilik olgusu ortaya çıkmadan, yani sanayi sermayesi ülkenin modern üretiminde tam bir hakimiyet sağlamadan ve bu süreç içerisinde gelişip tekelleşen banka sermayesi ile bir içiçelik sağlamadan ve karşılıkh bir denetim ve yönetim gerçekleştirmeden, bir finans-kapi- talden bahsetm ek ya saflık ya da siyasi şarlatanlık olur." ( 18) Proleter- ya biliminden yoksunluk ve düz mantık, kendini bilmez bir şaşkınkk, karalama ve çarpıtmada ifade bu­luyor. Finans-kapital egemenliği ile oluşum biçimini karıştırmak işçi sınıfı bilimi ile yeni tanışmış bir sem­patizanın bile düşmeyeceği bir gaftir. Finans-kapital egemenliğini

tanımlayan oluşum biçimi değil, sentezleştiği düzeydir. Kapitalist üretim tarzına çok önceden geçmiş, serbest-rekabet içinde yoğunlaşma ve merkezileşmeyi yaşamış, tekelle­rin bu dönemde oluşmaya başladığı sermaye fazlasının ortaya çıkmış olduğu, meta ihracının olgunluk dönemini kapadığı, emperyalizmi karakterize eden seımaye ihracının bir birikim üzerinde temellendiği 'kapitalizmin yüksek bir olgunluk seviyesi ne ulaştığı gelişmiş kapita­list ülkelerde finans-kapitalin olu­şum biçimini diğer toplumsal for­masyonlarda aramak düz mantık değilse nedir? Emeğin Birliği yazarı eşitsiz ve bileşik gelişme yasası diye birşey duymamış olmalı, benzeri bir düz mantık 1 9 6 0 ’larda ülkede ege­men üretim tarzının kapitalist olup olmadığı konusunda yürütülmüştü. Gözünü batılı gelişmiş kapitalist ülkelerden ülke gerçeklerine çevire- meyen bazı çevreler “yarı-feodal” gibi ucube bir kategori icad etmiş­ler, Türkiye’nin gündemindeki dev­rime “anti-feodal" karakter yükleyip, temel çelişkiyi emperyalizm ve feo­dal yapı ile halk arasında görmüş­lerdi. Oysa kapitalist üretim tarzını tanımlayan ücretli emek-sermaye toplumsal üretim ilişkisinin egemen olup, olmadığıdır. Çeşitli ülkeler arasındaki sermaye birikiminin ulaş­mış olduğu düzey farklılıkları -ü c­retli emek-sermaye toplumsal üre­tim ilişkisi veri ise- kapitalist top­lumlar arasındaki gelişkinlik düzey­leriyle ilintilidir, birini merkez ala­rak, diğerlerinin kapitalist olup ol­madıklarını bu baza göre değer­lendirmek, nitelik ve nicelik kar­maşasına uğramak demektir. Üste­lik ülkelerin kapitalist üretim tarzına geçişleri de, iç dinamiklerle-dış di­namiklerin çeşitli bileşimlerde etki­lemesi sonucu gerçekleşir. Batı Av­rupa’da kapitalist ana yurtlarındaki tarihi gelişim ile kapitalist üretim tarzına, dünya pazarı oluştuktan, emperyalizm evrensel bir kategori

haline geldikten sonra sıçrayan az­gelişmiş ülkelerin kapitalistleşme biçimleri birbirinden oldukça fark­lıdır. Bu farkları ortaya sermek tikel ile tümel olanın diyalektik bağlarını kurmaktan geçer. Emperyalizm ev­rensel bir nitelik oluşturduğu andan itibaren artık hiçbir toplumsal for­masyon sadece kendi iç dinamikle­riyle gelişemez. (Sermaye ihracının geri kalmış bölgelerdeki kapita­listleşme üzerindeki etkilerini açmış­tık) Fakat bu iç dinamiklerin etkisini ortadan kaldırıp, toplumların geli­şim biçimlerini aynılaştırmaz. Kapi­talizme geç girmiş ülkeler, eşitsiz ve bileşik gelişim sonucu bir yandan en yeni biçimleri kendi yapılarında barındırırken bir yanda da en arka­

i k , geri kalmış toplumsal ilişkileri de değişik düzeylerde de olsa taşır­lar. Fakat bu gerçek bu toplumlann kapitalist olup olmadığını değil, ka­pitalizmin egemen üretim tarzı ola­rak eklemleniş sürecindeki farkları açıklar. Emeğin Birliği’nin yazan ve düşüncesini paylaşanların düz man­tığına göre bu ülkeler kapitalist sa­yılmamalı, çünkü kapitalizmin yer- leşiş.biçimi kapitalist anayurtlardaki gibi oluşmamıştır. Eğer böyle bir açıklamaya yazarın itirazı varsa, temel olan niteliklerle özgül nitelik­lerin arasındaki bağ ve etkileşim biçimini açıklamak zorundadır. Fi­nans-kapital banka ve sanayi ser­mayesinin sentezleşmesinden oluş­muş ve holding sistemi yoluyla eko­nominin bütün üretim, dolaşım, da­ğıtım ve bölüşüm alanlarında diğer kesimleri aleyhine diktatörlüğünü ilan etmiş finans-oligarşisinin da­yandığı sermayenin adlandırmasıdır. Emperyalizm’in ortaya çıktığı ulus­lararası mali-sermayenin egemen­liğini ilan ettiği bir süreçte, kapita­lizme eşitsiz ve bileşik gelişme uyarınca geçen Türkiye için serbest rekabeti yaşamadan, tekelci karak­terde kapitalizmin örgütlenişi, diya­lektik olarak finans-kapital örgüt­lenmesi dışında yaratılamazdı. Fi­nans-kapitalin oluşum biçimini ge­lişmiş kapitalist ülkelerde gerçek­leştiği biçimde niteleyerek aynılaş- tırmak, demagoji değilse bilgisizlik­tir, politik şaşılıktır.

Emeğin Birliği yazarının itiraz­larına devam edelim: “Finans-kapi­talin en belirleyici özelliklerinden biri de, herkesin bildiği gibi, ser­maye ihracıdır." (19) dedikten sonra

39

Page 42: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

/ i maçımız emperyalizm olgusunu dışlamak değildir.Ancak bugün Türkiye de, temel çelişki; proletarya ve emekçi katmanlar ile finans-kapital arasındadır. Bir avuç para babasından oluşan finans-oligarşisi, geniş halk yığınlarını faşizm destekli politikasıyla haraca kesmektedir.

soruyor. Nasıl oluyor da sermaye ih­racı yapamayan bir ülkede finans- kapital oluyor muş? Sorun yine ters­ten koyuluyor.-Sermaye ihracı varsa finans-kapital var, aksi halde söz edilemez. Emeğin Birliği yazarının her itirazindan düz mantık akıyor. Sermaye ihracı mali-sermaye önce­sinde de vardı. Mali-sermaye, ser­maye ihracını yeni bir artı-eğer ak­tarma ve sömürü aracı olarak yaygınlaştırmış, emperyalizme özgü bir ilişki tarzı haline getirmiştir. “Sermaye ihraç eden ülkeler, dünyayı, sözcüğün m ecaz anlamıy­la, aralarında paylaşmıştı. Ama m a­li-sermaye, yeryüzünün doğrudan paylaşılmasına götürdü. ” (20) Ser­maye ihracı, finans-kapitalin varlık göstergesi değil, kapitalizmin geliş­kinlik düzeyiyle ilgili ve fakat fi­nans-kapitalin gelişkinlik düzeyi ile emperyalist sömürüyü yaygınlaş­tıran bir maniveladır. Yani sermaye ihracının yaygınlaşarak karakterize ettiği olgu emperyalizmdir. Finans- kapital değil. Kaldı ki sermaye ih­racının varlığı ya da yokluğu da değildir emperyalizmi ifade eden. O toplumsal formasyonda belirleyici karakter kazanıp, kazanmadığıdır. Sermaye ihracı en geniş anlamıyla üretim kaydırması olarak ele alın­dığında bile bugün bazı az-gelişmiş ülkeler, emperyalizmin eskimiş, kârlı bulmadığı alanlarda yatınm malları üretip bunları kendilerinden daha geri konumda bulunan ülke­lerde tesis kurarak, ihraç ederek, o ülkelerde yaratılan artı-değerin bir kısmına el koyuyorlar. Eğer bu ser­maye ihracı değildir denirse (sömü­rülen ülkelerin arasında gerçek­leştiği ileri sürülerek) sömürenler arasındaki sermaye akımlarının neyi ifade ettiği açıklanmak zorunda. Sermaye ihracı ilk kez emperyalist ülkeler arasında yaşanan bir ilişki tarzıydı. Sömürülen ülkelerin de sömürgeleri olur. Aksini iddia eden yapılar bugün Türkiye’de ulusal so­

run konusunda yeni sömürgenin klasik sömürgesi olmaz mantığıyla hareket ederek, Kürdistan’ı Türkiye’nin değil emperyalizmin sömürgesi olarak nitelendirmekte­dirler. Bu yaklaşım yerli finans- kapitalin egemenlik biçimini inkar eden, yaratılan değerin olduğu gibi emperyalizme aktığı, işbirlikçilerin sadece komisyon aldığını ileri süren yaklaşımların türevidir. Vurgulamak istediğimiz nokta, sermaye ihracının varlığı ile yokluğunun emperyalizmi tanımlamadığı, sermaye ihracının o toplumsal formasyonda belirleyici nitelik kazanır bir şekilde yaygın­laşması sonucu emperyalist karakter kazandığıdır. Bugün Türkiye’de yerli finans-kapital, çok küçük bir oranda da olsa, finans-kapitalin diğer bazı azgelişmiş ülke finans- kapitallerine oranla görece gelişkin­liğinden kaynaklanan ve emperya­lizmin rekabeti dışında kalan bazı alanlarda sermaye ihracı yapmak­tadır. Ancak emperyalist karakter taşımak bir yana, açıkça emperya­lizmin (uluslararası-mali sermayenin) yarı-sömürgesidir.

Bir diğer itiraz da şu: “1923 den 1 9 5 0 ’ye kadar, devlet mekaniz­masında milli burjuvazi ve onların sınıf çıkarlanna hizmet eden küçük- burjuva bürokratlar etkin durum­daydılar (kuşkusuz bu süreç içeri­sinde milli burjuvazi içerisinden em ­peryalizmle işbirliğinden yana olan bir tabaka giderek güçleniyordu, fa­kat devlet mekanizması üzerinde henüz belirleyici bir hakimiyetleri yoktu)." ....... “Eğer o dönem de fi­nans-kapital aşamasına ulaşmış bir Türk burjuvazisi varsa, neden küçük-burjuva bürokratlara iktidar­da bu kadar etkinlik tanınmış?' (21) Farklı bir itiraz olarak ileri sürülen fakat Türkiye’deki sürecin gelişimi açısından birlikte yanıtlanması ge­reken bir nokta daha var: “Bir de, Türkiye'deki devletçiliğe baktığımız zaman görüyoruz İd devletleştirilen

sanayi dallannda hem devlet hakim­dir ve hem de o dallarda sözü edi­lebilir bir özel sermaye birikimi yok­tur ve hatta o üretim alanında özel sektöre üretim yapm a müsaadesi verilmemiştir, bu da kanunlarla sa­bitleştirilmiştir. Bu durum devlet eliyle kapitalizmin gelişimini çarpık biçimde sağlayabilir; fakat tekelci kapitalizmin (finans-kapitalin) geliş­mesi için en büyük engeldir. ” (22)

Türkiye’nin sınıfsal yapı gerçek­liklerinden, devletin fonksiyonu ve sermayenin işleyiş kanunlarından bu kadar uzak olunur doğrusu. Kafa kanşıklığını sergilemek için bu ka­dar zırvanın birarada yayınlandığı bir yazı daha aransa bulunabilir mi bilmiyorum. Proleterya bilimiyle ilgi­si olmayan ve çok sık tekrarlanmış bir kavrayış ve yaklaşımı eleştirmek­le başlayalım. Burjuvaziyi işbirlikçi ve işbirlikçi olmayan (milli) burjuvazi olarak ikiye ayırmak, sermayenin tabiatını kavrayamamak demektir. Sermaye kökeni artı-değer elde etme amacına dayanan toplumsal bir üretim ilişkisidir ve kapitalist sınıfta kişileşir. Sermaye’nin bir tek kanunu vardır: Genişleyen yeniden üretim yoluyla artan bir şekilde artı- değer üretimi ve bu koşulları yeni­den üretmek amacıyla gereken u­yarlamaları yapmak. Sermayenin vatanı yoktur. Dünyanın en büyük mali gruplan ¿ırasında kurulan çok uluslu şirketler bu durumu aksi in­kar edilemeyecek şekilde gözler önüne sermektedir. Herhangi bir ulusun burjuvazisi gerek daha fazla kâr elde etme avantajından gerekse de güçsüzlüğünün etkisiyle, ancak daha büyük mali-grupların belirle­diği koşullarda varlık sürdürebildi­ğinden kaynaklansın, her iki neden­den de olsa, doğası gereği diğer ulusun burjuvazileriyle işbirliği içindedir. Bu, rekabeti dıştalamaz. işbirlikçilik nitelemesi sermayenin kendine ilişkin bir özelliğidir ve bur­juvazi kelimesinin başına getirilme­kle yeni olan hiçbir şeyi ifade et­mez. Ama burjuvazinin bir kısmının hangi saiklerle milli (işbirlikçi o l­mayan) davranış kalıplarına bürün­düğünü açıklamak Emeğin Birliği yazarına kalsın, bizim konumuz değil bu. Devlet mekanizmasında 1 9 2 3 ’den 1 9 5 0 ’ye kadar milli bur­juvazi ve küçük burjuva bürok­ratların etkinliğini ileri sürmek ve bunu devletçilikle açıklamaya kalk­

40

Page 43: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

mak düpedüz saçmalıktır. Tekrar­layalım: 1 9 2 3 -1 9 3 0 arası finans- kapital yaratma dönemidir. Sınıf temeli ticaret burjuvazisi, tefeci- bezirganların ve toprak ağalarının en irilerine dayalı (küçük burjuva bürokratlara değil) Kemalizmin Türkiye’nin uluslararası işbölümün­de kapitalist bir konumda yer alabil­mesi için başka bir seçeneği yoktur. 19 2 4 İzmir İktisat Kongresi’nde ik­tisadi yapının teşekkülü tartışılırken, yeterli birikimden yoksun özel ser­mayeye rakip olarak değil, destekle­mek ve öncü olmak amacıyla İş Bankası nın kurulması ve devletin iktisadi faaliyete müdahalesi öngörülmüştür. KIT’ler de bu politi­kanın uzantısı olarak kurulmuş teşebbüslerdir. Yani Emeğin Birliği yazannın ifade ettiği gibi devletçilik finans-kapitalin oluşma-sma engel olmak bir yana, oluşması ve sonra da palazlandırılması için uygulanan bir yöntemdir.

Bir de emperyalizmin kavranış biçimini sergilemek için son bir örneğe daha başvuruyoruz. "Em­peryalizm çağında, Türkiye ve buna benzer tüm geri bırakhrılmış ülkelerde finans-kapitalin oluşması, serm aye kanununa göre mümkün değildir........... Türkiye’de de bu du­rum olmuştur. Yani, emperyalist serm aye 1 9 5 0 ’lerden sonra Türkiye pazarına bütün gücüyle girmiş ve ekonom ik ilhak yoluyla Türkiye'yi ekonom ik, politik, kültürel, askeri yönden yan-bağımh duruma getir­miştir. Artık bu durumdan sonra, Türkiye’de bir finans-kapitalin oluş­ması tarihi ve ekonom ik bakımdan mümkün değildir." (23) Evet biz

Emeğin Birliği yazarının uçkun icadlarının tam tersine, sermaye kanununa göre, emperyalizm çağın­da, Türkiye ve buna benzer tüm yarı-sömürge (geri bıraktırılmış de­ğil; çünkü bu kavram ülke içi dina­miklerin üstünü örtme ve önemse­meme çabasının bir ön hazırlığı ola­rak ortaya çıkıyor) ülkelerde finans- kapital örgütlenmesinin bir zorunlu­luk oduğunu kanıtladık. Yazarın görüşlerini ifade ettiği siyasi çevre daha finans-kapitalin oluşması tarihi ve ekonomik bakımdan mümkün değildir yargısını, 12 Eylül faşizmi­nin yarattığı öğreticilikle bir kenara bırakmış, 1 9 8 0 sonrası “mali- oligarşi” (finans-oligarşisi) egemen­liği vardır tespitini yapmıştır. Ancak emperyalizmin ülke içi dinamiklerin kavranmasına engel olan, yuka­rıdaki biçimde kavranması, başta cephe kökenli siyasetler olmak üzere, sınıfsal yapı tahlillerinin üzerine ölü toprağı serpmektedir. Bu mantık değişmedikçe Türkiye’de sınıf mücadelesinin gelişim seyri asla anlaşılamaz. Emperyalizm her şeyi açıklayan bir kavram haline getirilmiş, içi boşaltılmıştır. Hatta bu o kadar abartılmıştır ki devrimci mücadelenin hattı çizilirken şehir­lerin emperyalizm tarafından kuşa­tıldığından hareketle, mücadele kır­lardan başlayarak şehirlere yayıla­caktır tespiti yapılmıştır. Amacımız emperyalizm olgusunu dışlamak değildir. Ancak bugün Türkiye’de, tem el çelişki; proletarya ve em ekçi katmanlar ile finans-kapital arasın­dadır. Bir avuç para babasından oluşan finans-oligarşisi geniş halk yığınlarını faşizm destekli politi­

kasıyla haraca kesmektedir. Elbette yan-sömürge olan bir ülkenin fi- nans-kapitali emperyalizme bağımlı olacaktır. Ama öne çıkarılacak te­mel çelişki bu değil, sınıf mücade­lesidir. Doğaldır ki işçi sınıfının önderliğinde ve diğer emekçi kat­manlarla ittifak halinde kurulacak demokratik halk iktidarı, sosyaliz­min inşası yolunda, emperyalizme de darbeyi vurmuş olacaktır. ■

(Sürecek. 12. sayı: Finans-Kapita- lin günümüzdeki görünüş biçimleri)

KAYNAKÇA1) V. İ. Lenin, Emperyalizm, Sol

yayınlan Haziran 1979, s. 232) A.g.e., s. 38-393) Lenin, Eserleri, Cilt: 22, s. 223,

197141 A.g.e., s. 2185) Ekonomi Politiğin Temelleri, May

yayınlan 1979, S. 5976) R. Hilferding, Das Finans kapital,

2..baskı, s. 3017) V. 1. Lenin, Emperyalizm, s. 588) Ekonomi Politiğin Temelleri, s.

600 "9) V.İ. Lenin, Emperyalizm, s. 5910) Lenin, Eserleri, Cilt: 22, S. 24211) V. I. Lenin, Emperyalizm, s. 6712) A.g.e., s. 68-7013) A.g.e., s. 71-7214) A.g.e., s. 7415) A.g.e., s. 75-7616) A.g.e., s. 7617) A.g.e., s. 79-8018) Emeğin Birliği yayınlan, Finans

Kapital ve İşbirlikçi Tekelcilik, 1978, s. 22

19) A.g.e., s. 2320) V. İ. Lenin, Emperyalizm, s. 8021) Emeğin Birliği yayınlan, s. 28-922) A.g.e., s. 31 '23) A.g.e., s. 26-27

41

Page 44: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Kapitalizmin Horoz Doğuşu

Ayşe TANSEVER

A BD güvenlik danışmam ve dış politika teorisyenlerin- den Brezinski yaklaşık bir yıl

önce soğuk savaşın bitiş işareti ola­rak üç kriter sıralamış. Birincisi Ber­lin Duvarı. İkincisi Doğu Avrupa'da özgür seçimlerin belirlenmesi, Üçüncüsü ise Orta Avrupa'dan ya­bancı askerlerin çekilmesi. Sanırız bunları düşünmesinden bir kaç ay sonra çalışma masasının üstünü Berlin Duvarından alınmış bir taş parçasının süsleyeceğini düşünde bile görse inanmazdı. Reagan'ın Sovyetleri “Kötülükler İmparator­luğu" ilanı, Avrupa'da Persinglerin MX füzelerinin yerleştirilmesi sıra­sında yükselen savaş karşıtı göste­riler hala anılarda taptaze duruyor. Oysa şimdi dünyamız 1 8 0 derece görüntü değiştirdi. Gorbaçov'un yeni düşünce teorisi tuttu. Sosya­lizm dünyamızı yeni bir topyekün savaştan kurtardı.

Avrupa bugün tam bir savaş sonrası görüntüyü andırıyor. Sınır­lar, politikalar, pazarlar her şey bir karmaşalık içinde. Bugün için yapı­lan hesaplar ertesi gün gelişen olay­larla hemen bozuluyor. Çağımızın en ilginç günlerini yaşadığımız her­kesin ağzında. Günümüz Avru­pa'sını herkes 2. Dünya Savaşı çıkışı Avrupa’sına benzetiyor. Yeni Marchall ve Truman yardımlarının nasıl, hangi kriterler, hangi temel politika ile gireceğini tartışıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Sıcak ve soğuk savaş arasında izlenen poli­tikaların dökümü yapılıyor. Yapılan yanlışlıkların hesabı çıkartılıyor. Alman dersler ışığında yeni hamle­

lere hazırlanılıyor. Ama sadece hazırlanılıyor. Çünkü olaylar henüz dinmedi. Yarını nelerin beklediği belli değil, politikalar daha olayların gerisinde.

ABD'NİN GÜCÜSıcak savaşın bitiminde Avru­

pa'ya taze kan akıtan ABD idi. Şimdi soğuk savaşın bitiminde de aynı şeyi yapabilecek mi? ABD 1 9 5 0 -9 0 yılları arasının hesaplaş­masını yapıyor. Kendisini 4 0 yıl öncesi kadar güçlü bulmuyor. Sos­yalizmden gereğinden fazla kork­tuğunu ve bunun kendisine rakip bir AET ve Japonya yaratmağa hiz­met ettiği görüşünde. ABD şimdi gücünün AET ve Japonya'ya parça­landığını savunuyor ve kendisini 1 .Dünya Savaşının bitiminin güneş batmaz İngiliz topluluklarına benze­tiyor. Hayıflanıyor.

ABD'nin süper güçlüğü sorgu­lanmakta. Ekonomik göstergeler bunu haklı gösteriyor. Kendi basın organlarından bu hesaplaşmayı ak­tarmaya çalışalım.

ABD'nin dünya üretimindeki payı 1940-50'lerde yüzde 4 5 iken, 19 6 0 ortası yüzde 25'e düşmüş. 2 0 0 0 yılında da yüzde 18 -1 5 ’lere kadar düşeceği tahmin ediliyor. Bir süper güç olabilmek, dediğini din­letebilmek için dünya üretiminde belli bir söz sahibi olabilmek önemli, ama ne yazık ki ABD şimdi böyle bir yeteneğe sahip değil.

Manüfaktür üretim genelde art­masına rağmen 1 9 4 5 ’lerdeki dünya içersindeki payının ancak yarısını üretebiliyor. Bu iyimser bir hesap.

Bazıları ise ancak üçte birini ürete­bildiğim iddia ediyor. Öte yandan ithal ettiği metaların iç pazardaki oranı 1 9 6 5 ’lerde yüzde 4 .3 iken 1980'lerde 13.5'lere tırmanmış. Günümüz ABD'si daha çok mal ithal ediyor. İç pazarı daha çok dış pazarlara bağımlı. Hegemonya kur­manın bir özelliğini daha kaçırmak­ta olduğu ortada.*

ABD yüksek teknoloji, yarı modern üretimin bel kemiğinde de geriye düşmüş. 1 9 5 5 ’lerde dünya teknoloji satışının yüzde 3 6 ’sım elinde tutarken, çeşitli hesap fark­lılıklarına karşın bu oran yüzde 25'lere düşmüş. "ABD artık manü­faktür üretim ve yüksek teknoloji ürünü satışında önder değil. Ayrıca bazı kalite ölçekleri ABD’nin önde gelen teknolojik yeniliklerdeki ön ­derliğini ha yitirdi ha yitirmek süre­cine girdiğini gösteriyor.” (Political Science Quarterly, Sonbaharl989 sayısı sayfa 407) ABD hala önde gelen yeni bilimsel teknoloji üretici ama mutlak olarak bunun ticari sömürücüsü değil. Bazı teknoloji­lerde en gelişkinini ellerinde tutma­dıkları gibi üreticisi de değiller. Yapılan bazı araştırmalara göre yeni üretilen dokuz teknolojinin ancak 5'inde liderler. Metal ve bileşimleri üretiminde ve robot teknolojisinde Japonya önde. Elektronik ve ürün­leri teknolojisinde Japonların avan­tajı daha fazla.

ABD'nin asıl belini büken 1 9 8 0 ’li yıllarda başlayan borçlanma süreci. 1985'te kredi veren olmak­tan çıktı, kredi alan ülke durumuna geçti. 1 9 8 7 ’de ABD’nin devlet ve

42

Page 45: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

özel sektör olarak dışarıda 1.2 tril­yon dolarlık mal ve yatırımı vardı. Oysa yabancıların ABD piyasasın­daki mal ve yatırım varlığı şimdi 1.5 trilyon dolara ulaştı. Yani ABD artık dışa borçlu bir ülke. 1 9 8 0 yılında 3 milyar dolar dış borcu vardı. 19 9 0 da bu rakam 1 trilyon dolara çıkacak, (ay.s.408)

Dış borçlara başladığındaki he­sabı bir kaç yıl içersinde borçlarla başlayacak üretimin dış piyasalarda rekabet gücünü artırmasıydı. Yük­sek teknoloji ile yapılacak üretim kısa sürede diğer iki merkez mal­larını taponlaştıracak, ABD malları tüm dünya piyasalarına hakim ola­caktı. Ama bu bir düş olmaktan öteye gidemedi. İki yılın üzerinden neredeyse bir beş yıl daha geçti. ABD hala dış ticaret açığı veriyor. Aşağıda IMF'nin buna ilişkin tahmi­nini verelim.

TABLO 1Merkezlerin Tahmini Ticaret

Açıklan

1 9 8 9 19 9 0ABD -4 2 5 -139Almanya 5 3 57Japonya 72 mKaynak: Foreign Affaırs kış

sayısı s. 85

Görüldüğü gibi ABD geçtiğimiz yıl 125 milyar dolar dış ticaret açığı vermiş ve bu yılda açık azalmak ye­rine artarak 139 milyar doları bula­cak. Açığı Almaya ve Japonya ara­larında paylaşıyorlar Japonya geçtiğimiz yıl bunun 7 2 milyar do­larını almış bu yıl da 9 0 milyar do­larını alması bekleniyor. Onu Batı Almanya izliyor. Dışarıya sattığı malları 5 3 milyardan 5 9 milyar do­lara çıkacak. Öte yandan ABD bugünkü haliyle dışarıya borçlu. 1 9 9 0 yılında her ay 8 ile 10 milyar dolar borç ödemek zorunda. Bu ti­caret açıkları ile borçları nasıl ödeyecek belli değil. Üçüncü Dünya ülkeleri gibi borç alarak borçlarını ödemekten başka bir yol görünmü­yor.

Yani ABD artık “dış sermayenin tutuklusu”, dış merkezlerden gele­cek paralarla ekonomisini çevirmeğe zorunlu. Ekonomisi için dikte etme gücü elinde değil. Eğer

herhangi bir şekilde yabancıların ABD’ye sermaye akıtma isteği dü­şerse ne olur? Faiz oranları düşer ve ekonomik büyüme yavaşlar. Dolar değer kaybeder. Bu durumda ABD mallarının dünya piyasalarında re­kabet gücü artar ama yukarıda gördüğümüz gibi metaların içindeki ithalat oranı az değil. Ayrıca ABD piyasası dışarıdan yığınla mal ithal etmeğe zorunlu. Düşük doların ya­ratacağı ithalat fazlasının ithalat maliyeti ile durgunluk, işsizlik, sos­yal çalkantılar cabası. Doların düş­mesi ve sermaye akışının azalması ekonomiyi gerçekten tepesi taklak edebilir. ABD böylesi korkulu bir düş yaşıyor.

Sonuçta günümüz ABD’si 1950'lerin ABD’si değil. Eskilerin Japonya'yı AET’yi yaratan ABD’si şimdi yarattığı çocukların tutuklusu bir Amerika'dır. Onlar üzerindeki yaptırım gücü azalmış, onlara direk­tifler verebilme durumunda değildir.

Şimdiye kadar bir ülkeyi süper güç haline getiren elindekiaskeri si­lah gücü idi. Soğuk savaşın bitmesi ABD’nin elinden bu kozu aldı. Özünde kendisi de artık bu jandar­malık yükünü kaldıramayacak duru­ma gelmişti. Silahsızlanmayı bütçe açıklarını kapatmanın bir yolu ola­rak seçmekten başka şansı pek kal­mamıştı. Elbette ABD yine askeri olarak bir süper güçtür ama bunda da diğer merkezlere bağımlı hale gelmiştir, örneğin silah üretiminin bel kemiği çeliği kendisi üretmez dışarıdan alır. Tankların, uçakların, uzay araçlarının iç donanımı SONY tarafından yapılmaktadır. Yarattığı yavrularıyla arası açıldığında dayat­ma gücü yoktur. Ya da başka bir güç bu metaların taşıma yoluna çı­karsa ne olacaktır?

Sonuç olarak soğuk savaş bit­miş, Avrupa yeni bir savaş sonu yapımına hazırlanmaktadır ama ABD 1 9 4 5 ’lerin ABD si değildir. Bu yapımda öncü değildir. Süper güçlüğünde bir yığın çatlak. Püf noktası vardır. Öyleyse Avrupa’nın şekillenmesi sırasında kendi çıkar­larını korumada avantajı da yoktur “Amerikan ekonom ik, ■politik ve askeri gücündeki erozyon varlığı tespiti doğrudur. ” (Political Scien­ces Quarterly, a.y.s. 385) Yeni dün­yanın şekillenmesinde ABD'nin et­kisi olacaktır ama kontrol ve denet­leme gücü değil.

GÜNÜMÜZÜN ODAĞI

Bugün bütün dünya finans- kapitalinin gözü ve yüreği Avru­pa’da. Bunun iki temel nedeni var. Birinci nedeni yıllardır planlanan AET ülkelerinin aralarında sınırları kaldıracak olması. İkinci neden de soğuk savaşın bitimi sonrasında- Doğu Avrupa'daki gelişmeler, bu ülkelerin ekonomilerini geliştirmek için batıya açılmak istemeleri. İki­sinin birbirini tamamlayan yan­larının olması gibi zıtlaşan yanları da var. ABD ve Japonya'nın çıkarı AET ile zıtlaşıyor. Sınırların kalka­cak olması topluluk içinde zaten bir yığın çıkar zıtlılığı ile dolu. Bir de Doğu Avrupa’daki gelişmeler bu zıtlıkları artırıyor. Avrupa’da kısaca­sı tam bir keşmekeş yaşanıyor. Tam bir horoz döğüşü var. Kim kimi yi­yecek kim pazarını diğeri zararına artıracak, ya da yeni pazara önce girebilecek. Ülkeler tekeller birbirle­ri ile döğüşte.

Konuyu biraz deşersek AET’ye bağlı 12 ülkede sınırlar kalkacak yani gümrük duvarları inecek AET ikinci dünya savaşından beri gördü­ğü düşü gerçekleştirecek. İmrendiği ABD gibi büyük bir pazar olacak. 3 2 2 milyonluk tüketiciye hizmet verecek. Yani ABD'yi süper güçleş­tiren pazar gibi bir pazar. Neden AET bu gücünü iyi kullanabilirse en güçlü merkez, belki de 2 0 0 0 yılının süper gücü olmasın? Toplam GSMH 4 .2 trilyon dolara ulaşacak.

Gümrük duvarlarının inmesi küçük üretim birimlerinin büyüklere yem olmasına neden olacak. Avru­pa tekelleri şimdiden yerlerini sağ­lamlaştırmaya çalışıyorlar. Topluluk içindeki diğer büyüklerle birleşi- yorlar, birbirleriyle anlaşma im­zalıyor, döğüşe hazırlıklı, sağlam girmenin hesaplarını yapıyorlar. Stockholm'den Roma’ya, Paris'ten Bonn’a yoğun bir trafik yaşanıyor. En çetin savaş ise araba endüst­risinde geçecek. Mercedes mi WW mi İtalyanların Fiat’mı yiyecek yok­sa Fransız Renault’mu devleşecek? Yoksa tam tersi mi? Belki aradan Japonlar sıyrılıverir. Savaşın galibi büyük ölçüde bugünden köşe baş­larını tutmaya bağlı. Yeni yatırımlar yapabilmeğe başkalarının kuyusunu kazabilme becerisine bağlı.

Ekonomik değişiklik sosyo- politik değişiklikleri de beraberinde

43

Page 46: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Bush ’dan önce Reeagan kozlarım Gorbaçov ile görüşmelerinde kullanıyordu.

getirecek. En başta Avrupa Parla­mentosu hükümetler üstü bir konu­ma gelecek. Yeni yetkilerle donana­cak. Merkezi bir hükümet gibi işle­meye başlayacak. Aldığı kararlara. Paris, Bonn, Londra, Roma uymak zorunda kalacak. Bu durumda Av­rupa Parlamentosunun politik hattı tüm dünya politikasını etkileyici ola­cak. Thatçer ve Khol gibiler parla­mentoda sağın ağırlık kazanması için mücadele verirken, Avrupa’nın kaşarlı sosyal demokratları, Gen- scher’ler Ingiliz İşçi Partisi yetkilileri gelecekte iktidar olma şanslarını bu parlamentoda yer almakta görüyor­lar. ö te yandan AET dışında Ame­rika ve Japonya’da parlamentonun politik hattını kendi çıkarları doğrul­tusunda biçimlendirmenin kulislerini yapıyorlar.

Diğer önemli bir konu para bir­liği. Ortak bir Avrupa para birimi AET için zorunlu ama en güç sorun olarak duruyor. Topluluk Wall Street gibi merkez bankası görevini üstlenecek bir banka arıyor. Bütün bu ağır yükün altından kalkmaya aday Alman Merkez Bankası, Deutsche Bank. Onun belirleyeceği politikaya diğer merkez bankaları­nın uyma zorunluluğunun çok san­cılar yaratacağı ortada. Geçtiğimiz yıl Deutsche Bank başkanının yağdan kıl çeker gibi, hiç bir iz bırakılmadan öldürülmesi çekişme­

lerin boyutlarının habercisi olarak değerlendirilebilir. Evet Avrupa’da kıran kırana bir savaş sürüyor.

Bu savaş dalga dalga etrafa yayılıyor. İngiliz tekelleri ile döğüş gücünü artırmak isteyenler Norveç’i topluluk içine almanın yollarını arıyorlar. O zaman Avusturya’yı topluluk içine almakta çıkarları olanlar seslerini yükseltiyorlar. Top­luluğun yoksul kanadı Yunanistan bir yıl içinde üçüncü kez sandık başına gidecek. Altında tekellerin keskinleşen, taviz verme yeteneğini yitirmiş çıkarlarının yattığına şüphe yok. İspanya, Portekiz topluluğa gireli beri tanınmaz hale geldiler. Herşey birkaç yılda 3 misli pa- halılandı. Yoksullaşan halklar henüz şokun etkisindeler. Tekelleri ise topluluktan beklediklerini bulama­mışa benzerler. Doğu Avrupa’daki gelişmeleri kendilerine yapılan bir darbe olarak görüyorlar. Ülkelerine yapılacak yatırımların Doğuya kay­ması kâr alanlarını daralttı. Bakalım Başbakan Gonzales'in Mitterant’lığı daha ne kadar sürecek.

AET’ye Serbest Gümrük Birliği ile bağlı ülkelerde var. Sınırlar kal­kınca bunlarla da ilişkiler değişecek. İskandinav ülkeleri, İsviçre, İrlanda da buna hazırlanmaya çalışıyorlar. İsviçre de enflasyon yüzde 4 -5 ’lere çıktı. Dünya Bankacılığının merkezi için bu çok tehlikeli parasal sorunlar

doğurabilir. 1 9 7 5 ’lerdeki yüzde 7 ’lik enflasyon düzeyine doğru tır­manıyor. İsveç ise II. Dünya Savaşı sonrası en yüksek sınıf savaşını ya­şıyor. Tekeller mali güçlerini arttır­mak için, o tüm dünyanın hayran olduğu sosyal demokrat geleneğin sosyal harcamalarını kendilerine yontmak istiyorlar. Sosyalizmin bugünkü konumundan kalkarak bu sosyal harcamaları kesme korkusu­nu üstlerinden atmışlar, AET için­deki döğüş için halkı biraz daha sö­mürmeye soyundular. Yakın gele­cekte Palme geleneğinin ne şekiller alacağını göreceğiz.

BAŞKA BİR BOYUT

Döğüşün bu boyutu biliniyordu. Her merkezin çıkarları az çok he­saplanıyor, hesaplar buna göre yapılıyordu. Ama topluluk içindeki hesaplar pazara uymadı. Kim üç ay önce Berlin Duvarının yıkılacağını tahmin edebilirdi ki? En güvenilir teorisyenler bile şaşkına dönmüş durumda. Kim Polonya’daki geliş­melerin tüm Doğu Avrupa’ya yayı­lacağını, tüm sosyalist sistemin pa­zarını batıya açacağını kestirebilir­di? Gorbaçov un belirli sakıncalarla da olsa Doğu Almanya’nın NATO içindeki bir Federal Almanya ile birleşmesine razı olabileceğini kim bir hafta önce söyleyebilirdi? Söy­lese bile, kim inanırdı ki?

Evet, kapitalizm için tekeller için, Atlantik’ten Berlin Duvarına kadar olan pazar büyüdü büyüdü Sovyet sınırına dayandı, bir ay içinde onu da aştı Urallara ulaştı. Gelecekte Asya’ya kadar da geniş­leyebilir. Sovyet’lerde özel mülkiyet yasasını tartışmıyor mu? Evet kapi­talizm 1 9 9 2 ’ye kadar hesaplarını AET’ye göre yapmıştı, ama ufuk çok genişledi. AET içindeki müca­delenin önemi daha da arttı. Kimile­rine göre ise tersi, bu mücadele azaldı, Sosyalist pazar daha kârlı bir pazar. Hepsi tartışmalı, hiçbir şey belli değil. Eskiden sosyalizmdeki gelişmelerin her an tersine dönebi­leceği korkusu vardı. Eskiden dedi­ğimiz de birkaç ay önce. Şimdi artık böylesi bir şey pek olası gözük­müyor. Şimdilik her yaşanan olay sosyalist pazarı kapitalizm açısından daha cazip hale getiriyor. Ama el­bette bunun da bir sınırı vardır.

Geçenlerde Fortuna dergisi

44

Page 47: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

“Dünya Kapitalistleri Uyanın!” diye slogan attı. Herkesi şimdiden Sov­yet pazarında bir köşe kapmaya çağırdı. “Özgürlüğe global koşuş çok geniş olanaklar yaratıyor. Bun- lan yakalamak yeni iş yapma yöntemleri bulmayı gerektiriyor. (Fortuna Ocak 15 sayısı s. 22) “Artık hükümetlerin iş bitirme y e­teneği, sosyalist ülke pazarlarına girme yolları yaratmada belirlene­cek. ” Böylece tekeller, hükümetlere ilk sinyallerini verdiler. “Politikaları savaşlara göre değil ekonom ik iş yapmaya göre biçimlendirin" diye­rek. Müthiş bir savaş. Şimdilik AET birleşmesi biraz gölgelenmiş gibi görünüyor. Fakat sosyalist pazara giren herkes arkasından kapıyı ka­patmanın yollarını da anyor.

Japonya en sinsi davranan mer­kez. AET için çoktandır hazırlanı­yordu. Şimdi Sovyetlerle epey and- laşma yaptıkları söyleniyor. Bilindiği gibi kapitalist ülkelerin aralarında vardıklan andlaşmalara göre her teknik savaş sanayinde kullanılır endişesiyle Sovyetlere verilemiyor. Bu kuralı ilk çiğneyen yine Japon oldu. Hatta ABD öylesine kızdı ki ti­caret ilişkilerini dondurmakla Ja ­ponya’yı tehdit etti. Japonya dünya finansının, mali gücün merkezi. Dünyada 1 numara. Şimdi bu avan­tajını kullanıyor. Polonya, Macaris­tan ile de bazı bağlantılara girdi. Yatıranlara başladı. AET ye bile bu kanalla girebilmeyi düşünüyor. Fa­kat bu ara seçimlerin eşiğinde. Ve tekeller arası bütün pislikler ortaya döküldü. Mali skandallarla çalkala­nıyor. Görünüşte ABD ile aynı tak­tiği izlemesine karşın yukarıda da değindiğimiz gibi bağlantılarını da kuruyor.

Sosyalist pazara girme konusun­da ABD’nin hükümet olarak elinde politikadan başka kozu yok. Ekono­mik çökkünlüğünün, hantallığının izleri her yerde kendini gösteriyor. General Motorlar, ITT’ler belirli kre­dilere imzalar attılar. Bush ise AET içinde belirli taktikleri geliştirmeye çalışıyor. Politik olarak temel, AET’yi ilk önce kendi içinde bir­leşmeye ve onun kanalları ile, ortak olarak sosyalist pazarlara açılmaya zorlamak. Almanya’nın biraz sonra anlatacağımız özellikleri nedeniyle Fransa ve İngiltere’de ABD’nin bu taktiğinde üstüste düşüyorlar. Onlar da AET içinde ABD’yi dışarıda bı­

rakmamış, peşinde koşsalar da, Al­manya’yı dizginleyebilmek için ABD’nin hakimiyetine, onun belir­leyiciliğine girmekten başka yol görmüyorlar.

ABD’ye göre Sosyalist Pazara girişte birlikte hareket etmek önemli. Doğu Avrupa ülke hükü­metleri, IMF ile masaya oturmaya zorlanmalı. Bu ülkeler ekonomileri­ni IMF uzmanlarına açmalılar. Çün­kü Batının sermaye, tekenoloji, idare yeteneği, pazarlamacıları ulus­lararası tekellerin elindedir. Batı hükümetlerinin elinde böyle imkan­lar yoktur. IMF de tekellerle bu bağlantıyı sağlamaktadır. Hem böy­le, tek elden, kurumdan açılınılacak olursa kapitalizmin dögüş gücü ar­tacaktır. Daha çok şeyi yaptırma olanağına sahiptir. ABD'nin bu tak­tikteki çıkan ortada. Böylece herşey kendi kontrolünde gelişecek. Yok olan maddi olanaklarını bu liderlikle elde etmeye çalışacak.

Peki ortak davranmaya zorlama, dayatma olanağı ne kadar? Çünkü olaylar durmuyor. Tekeller her gün sosyalist ülke ekonomileriyle belirli projelere imzalar atıyorlar. Bu ko­nuda ABD iki taktik yürütüyor. En başta şu gerçekliği vurguluyor. Sos­yalizmi Batıya açılmaya zorlayanın kendisinin Yıldızlar Savaşı Projesi ve Avrupada konumlandırdığı füze­ler olduğunu savunuyor. “Tabi ara­mızdaki anti-komünist ittifakın gücü ile bunu başardık” diyor. Öyleyse ileride de bunu bozmayalım. NA­T O ’nun askeri bazı özellikleri eski­miş olabilir ama bunlara yeni biçimler verebiliriz. NATO çevre kirliliği ile de ilgilenebilir, öğrenci değiş tokuşu ile de ama yeterki örgüt olarak kalsın.

ABD tehdidini sürdürüyor: Hem hiç belli olmaz Gorbaçov her an gi­debilir, gerici güçler her an yeniden iktidara gelebilirler. O zaman benim yaptırım gücüm olan askerime ge­reksinim duyacaksınız!.. Eğer ki Av­rupa ülkeleri buna kulak asmazlar­sa, bu fırsatı sırtlarında II. Dünya savaşından beri taşıdıkları ABD güdümünü atmak için değerlendir­me yoluna çıkarlarsa da ABD bağırıyor. “Askerlerimi çekerim. Moskova ’ya karşı benim silah gücümü kullanamazsınız. Yükü ben çekeyim. Bütçe açıklan vereyim. Si­zin tekelleriniz pazarda öne geçsin. Olmaz. ” Bush’un son ordu indirimi

önerisi, iki Almanya'nın birleşme­sinde kat edilen yola duyduğu öfkenin dile gelişi olarak yorumlan- malıdır. NATO genel Komutanı bu indirime müthiş öfkelenmiş görün­dü. Ama daha öfkesi ABD’ye ulaş­madan Sovyetler’de gelişen olaylar, ordu indirimi tehdidinin önemini azalttı. Tacikistan, Özbekistan da sıkıyönetim ilan edildi. Pravda iç sa­vaşın eşiğine doğru gidildiği uyan- sında bulundu. Gorbaçov gerici halk cephesi örgütleri ile mücadele için Yüce Sovyet’lerin karar çıkar­masını istedi. Öte yandan cumhu­riyet merkezlerine daha çok yetkiler verilmesi için reform paketi sundu. Bütün bunlar ABD’nin Batı ya karşı korkutma aracı olarak kullandığı, gerici güçlerin tekrar iktidara geçme olasılığını daha azaltıyor. Her geçen gün Moskova'nın, ABD'nin lanse etmek istediği gibi Avrupa’yı tehdit etmediği gerçeği ortaya çıkıyor. Yani Sovyetlerin şu anda yaşadığı iç karışıklıklar, ABD ordularının caydırıcılık fiyatını kır­dıkça kırıyor. Onu ekonomik döğüş, bileğinin hakkına yeni pazarda yer kapma zoruna itiyor.

Buradan yola çıkarak anti-ko­münist ABD taktiğindeki değişik­liğe varırız. Bilindiği gibi son yıllara kadar emperyalizmin derdi Varşova Paktını parçalayabilmek idi. 1980- lere kadar Çavuşesku Romanya’sı ABD’nin kayırılan ülkelerinden idi. Sonra Polonya, Dayanışma eliyle sosyalist sistemden koparılmaya çalışıldı. Sosyalizm içindeki tüm ayrılıkçı güçler desteklendi. Şimdi Azarbeycan ve Ermenistan olay­larında da C1A parmağı olup ol­madığı tartışılıyor. Bize göre böyle bir destek yoktur. Şimdi ABD’nin taktiği değişmiştir. önümüzdeki günlerde tekrar değişebilmek kaydı ile, şimdilik ABD Varşova Paktı’nda ya da Sovyetler Birliğin’de bir sınır değişikliği istememektedir.

“Varşova Paktı ideolojik bir itti­fak olmaktan çıkıp jeopolitik bir itti­fak olmalıdır. Varşova Pakhnı dağıt­maya ya da iki ittifakı da parçalama girişimleri n e Avrupa güvenliğine ne de Doğu-Batı ilişkilerini hizmet etmez. ” diyor Brezinski. (Interna­tional Affairs, Kış Sayısı s.36) Sonra düşüncesini ilerleterek, “Sosyal De­mokrat bir Macaristan ve Hristiyan Demokrat Polonya Varşova Paktı içinde kalabilirler. Avrupa’daki güç-

45

Page 48: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

A T ortakları: Doğu ile fazla meşgul olmak yüzünden topluluğun kaynaşmasını ikinci plana atacağından; yardımı yeni A T kanalları yerine eski, denenmiş sınanmış iç kanallardan yürüteceği ve topluluk için, daha az para ayıracağından kaygılanıyorlar.ler dengesini Batı'nın lehine çevir­meyeceğinden de M oskova’dan da bir tehdit olarak görülmez Evet ABD’nin çıkarı sosyalist sistem itti­faklarının bozulmamasıdır. örneğin Baltık cumhuriyetlerinden birinin bile ittifaktan aynlmasım istemiyor. Finlandiya gibi tarafsız kalma­larından bile yana değil.

İki sistem arasında şimdiye ka­dar kurulmuş olan sınırlar olduğu gibi kalmalıdır. Çünkü böylesi bir değişiklik kendi ittifakı için de teh­dit oluşturuyor. “Sovyet gücünün azalışı, Avrupa topluluklarında gide­rek artan canhlık ve Almanya’nın birleşmeye soyunuşu, ABD ’nin Av­rupa ile bağlannı, Moskova korku­sundan çok, daha sağlıkh ve politik rekabete dayalı tem ele oturtması sorununu getiriyor. (Time, Aralık 25 , s. 13) ABD yetkili ağızları da onaylıyorlar. “Avrupa’lılar artık bu danışmalık toplantılarının sembolik olmaktan çıkmasını istiyorlar. Dinle­nilmek istiyorlar. Amerikalıların kendi konumlarına ve kollektif g ö ­rüşlerine gerekli ağırlığı verdi­ğinden emin olm ak istiyorlar. (Fore­gin Affaırs. Sonbahar sayısı)

Sosyalist sistem istediği kadar liberalleşsin ama sınırlar değişme­sin. Ancak o zaman ABD’nin müt­tefiklerine söz dinletebilme şansı ar­tacaktır. Doğuya giriş kendi güdü­münde olacaktır, pazar payı arta­caktır.

AET RAHATSIZ

Son gelişmeler AET içinde ra­hatsızlık yarattı. Temel sorumlu Batı Almanya. “Avrupa topluluğundaki ortakları (B. Almanya’nın bn) Doğu ile fazla meşgul olmak yüzünden topluluğun kaynaşmasını ikinci pla­na atacağından; yardımı yeni AT kanattan yerine eski, denenmiş sı­nanmış iç kanallardan yürüteceği ve topluluk için, özettikle de güney Av­rupa için daha az para ayıraca­ğından kaygılanıyorlar.’’ (The Eco­nomist 9 Aralık s. 18) iki Alman­ya’nın birleşme sorunu Batı Alman­ya’yı topluluktan uzaklaştırabilece-

ğinden korkuluyor. B.Almanya top­luluğun birleşmesi sorununu ikinci plana iterken, diğerini öne çıka­rıyor. Normal koşullarda içeriye yapılacak yatırımlar dışarıya kayı­yor. İki Almanya’nın birleşmesi çok boyutlu sorunlarla dolu ve AET’yi kaygılandıran da sadece yatırım ve ikinci plana itilmek değil. Daha büyük tehlikelere.

Federal Almanya yukarıda da değindiğimiz gibi 6 0 milyar yıllık ti­caret fazlası ile ekonomik açıdan kapitalizmin 2. büyük ülkesi. Eğer iki Almanya birleşirlerse daha da büyüyecek ve güçlenecek. Son iki aydır da bu süreç baş döndürücü bir hızla ilerliyor. Başta Doğu Almanya, Federal Almanya'nın gücünden korkup, yok olacağını düşündüğün­den birleşmeyi daha ileri bir tarihe atmak istiyordu. Ancak her gün 2 0 0 0 kişinin batıya geçtiği söyleniyor. Açık iş gücü büyüdükçe Doğunun ekonomisi felç oluyor. Doğu da birleşmeye mahkum olun­ca işler kızıştı. Birleşme yakın gözüküyor.

Federal Almanya Asya. Afrika- larda aradığı ucuz iş gücünü arka bahçesinde buluverdi. Hem de sos­yalist işgücü çok teknik ve eğitimli. Kendi işsizleri gibi değil. Sonra bu ülkelerde sosyal dengesizlikler yok. Ayrıca Doğu Almanya Comecon içinde. O ülkelerle kurulmuş çeşitli ticari ilişkileri var. Almanya ile birleşmek demek sosyalist pazara daha kolay girmek demek. Eğer Batı Almanya Doğu ile iyi bir pa­zarlık yapabilir ve birleşebilirse 2 0 0 0 yılında süper güç olabilir. Hit- ler’in hayal ettiği Almanya şimdi kurulabilir. AET ülkeleri böylesi dev bir Almanya’dan korkuyor. Haksız da sayılmazlar.

Batı Almanya böyle bir düşü uzak görmüyor olmalı ki AET ile il­gili işlemleri pek önemsemiyor. AET içinde zaten huzursuzlukları vardı. Topluluğun yoksul ülkelerini subvanse etmeye yarıyan tarım poli­tikasına katkısı canını sıkıyordu. Fransa ve Portekiz’in yoksul köylülerini sırtında kambur olarak

görüyordu. Eğer şimdi kendini yete­rince güçlü hisseder, Doğu Avru­pa’daki çıkarlarını belirgin görürse topluluk ile kaynaşmayı gereksiz görebilir. “Öte yandan Batı Alman­y a ’yı topluluk içinde kalmaya ikna edecek çıkarlar vermek gene toplu­luk içinde çatlaklar yaratabilir, (örneğin nüfusu Almanya'dan hızlı büyüyen Fransa, Alman Merkez Bankasının kontrolündeki büyümeyi yetersiz bulabilir) Fransa ve diğerleri Batı Almanya ’nm hegomanyasını kabul ederler mi?" (Foreıgn Affaırs, Sonbahar, s. 47)

Kold un bu kaygılara, yakarma­lara kulak astığı yok. Ona göre ülkesine hergün akan 2 0 0 0 kişi za­ten milyonu geçen işsizler ordusunu arttırıyor. Ekonomiyi tehdit eder boyutlara vardı. Doğu Almanya da seçimler yapılmadan Batı gerekli bağlantıları kurmak, seçimlerde söz sahibi olabilmelidir. Ayrıca Kohl, kendisi bu yıl. yine seçmen karşısına çıkacaktır. Seçmenlerine birşeyler vermek zorundadır. Ayrıca ekne geçen bir fırsatı neden değerlendir­mesin? Ayrıca Almanya’nın birleş­mesi bir bakıma Almanların kendi sorunu değil midir?

SONUÇ

19 9 0 yılma soğuk savaş bitmiş olarak girdik. Sosyalizm kıkk değiş­tirme sürecinde. Bu değişikkk diğer süper gücü de etkiliyor. ABD eski­lerin ABD si değil. Bütçe ve ticaret açıkları süperliğini hergün yontu­yor. Soğuk savaşın bitmiş olması askeri üstünlüğünün öneminiazalttı. Böylece ekonomik han- talkğına, silah gücünün önem kay­betmesi eklenince müttefikleri üst­ünde yaptırım gücünü de yitiriyor. Anti-Komünist ittifak değişiklik sü­recine girdi. Artık merkezleri istek­siz de olsa birbirine yapışmaya zor­layan komünizm tehkkesi yok. Bu korkunun gölgelediği, merkezlerarasındaki rekabet hemen ortaya çıkma eğilimi gösterdi. Savaşın yakında çok şirretleşecek bir sürece girmesi olası. Bu süreçten Avrupa en güçlü bir merkez olarak ortaya çıkabilir. Ama olaylar henüz dinme­di. Olayların kılık değiştirmesi bu süreci tersine de sıçratabilir. Henüz kesin bir şey yok. Henüz olayların önüne geçilmedi. Gerisinden gidi­yoruz. ■

46

Page 49: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

"Faşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik" EleştirisiMustafa Sinan MERT

F aşizme ve Emperyalizme Karşı Devrimci Gençlik (FEkDG)nin çıkışı sanırım

en çok bu “politik" yoğunlukla yüz- yüze kalan ama (belli bir görüş bü­tünlüğü sergilemedikleri için) eleşti­rinin oklarını nereye yönelteceğini zorunlu olarak bilemeyen bizleri se­vindirdi. Gerçekten belli bir gelene­ği sahiplendiklerini söyleyen bu ar­kadaşların bugüne kadar sergiledik­leri politik tutumdaki olağanüstü tu­tarsızlıkları ancak dolayındı olarak eleştirebilmiştik. özerk Demokratik Üniversite dolayımında Devrimci Gençlik eleştirimiz buna iyi bir örnektir. Ancak tutarsızlığın doru­ğundan ve bütünlüklü bir eleştirisi için arkadaşlann yanıt verebilecek­leri bir kürsüyü yaratmaları gere­kiyordu. FEKDG dergisi böyle bir kürsüdür.

Eleştirilerimizi oluştururken, Fa­şizme ve Emperyalizme Karşı Dev­rimci Gençlik Mücadelesi Üzerine adlı broşürden (bundan sonra yal­nızca “BRO ŞÜ R” olarak geçecek) ve ilk sayısı çıkan FEKDG dergisin­den yararlandık.

A- FEKDG'nin programatik önermelerine bakış: FAŞİZME KARŞI DEMOKRASİ MÜCADE­LESİ TEMEL HALKA MIDIR?

“Öğrenci mücadelesinin içine düştüğü kriz ancak faşizme karşı demokrasi mücadelesinde somutla­nan tem el halkanın yakalanmaksı ve bu anlayış doğrultusunda en geniş kitlelerin insiyatifini seferber edebilecek program ve örgütlenme biçimlerinin yaşama geçirilmesiyle aşılabilir, "s. 27 , Broşür

“Öncelikle gençliğin demokratik hak ve özgürlük istemlerinden yola çıkılmalı ve bunlar faşizme karşı devrimci bir demokrasi mücadelesi içerisinde ifade edilmelidir. Diğer bütün sorunlar faşizme karşı mücadele sorununa tâbi olarak ele alınmalıdır... ”s. 13FEKDG dergisi

Bu alıntılardan anlaşılabileceği gibi FEKDG için yakalanması ge­reken temel halka faşizme karşı de­mokrasi mücadelesi olarak somut- lanmaktadır. Bu marazi bir söylem­dir. Çünkü;

1- Demokrasi mücadelesi kav­ramı salt faşizmle ilişkilendirilerek inmelendirilmektedir ve;

2- Temel halka kavramı sınıfsal içeriğinden kopartılmakta, boş, po­pülist bir söylemin köşe taşı haline dönüştürülmektedir.

“Diğer bütün sorunlar faşizme karşı mücadele sorununa tâbi olarak ele alınmalıdır” tespitiyle FEKDG, çarpık kavrayışının mantıksal sınır­larına ulaşmaktadır, yani kapitaliz­m e karşı devrimci savaşımı dem ok­rasi sorunlarından yalnızca birine indirgemektedir, (l) Oysa gerçek hayatın akışı bambaşkadır; demok­rasi sorunlarından biri diğerine tâbi olamayacak denli özgül nitelikler içermekte ve bizi bütünselliği içeri­sinde faşizme karşı değil, finans- kapitale karşı demokrasi mücade­lesini tanımlamaya itmektedir.

"Sosyalist devrimi ve kapitaliz­m e karşı devrimci savaşımı, dem ok­rasinin sorunlarından yalnızca bi­riyle, ..., karşı karşıya koym ak saçmadır. Kapitalizme karşı devrim­ci savaşımı, bütün demokratik istek­

lerle, yani cumhuriyet, halk ordusu, resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak veril­mesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz." (2) tespitleriyle Le­nin, demokrasi mücadelesinin bü­tünselliğinin erozyona uğratılmasını yani kapitalizme karşı devrimci savaşımın, demokrasi sorunlarından yalnızca birine indirgenmesini saç­ma bulduğunu belirtmektedir.

Demokrasi mücadelesinin tek boyutlu kavranışına FEKDG nin diğer alanlardaki güdüklüğü de ek­lenmelidir. Bu konudaki en çarpıcı örnek FEKDG nin “enternasyona- lizm'ıdir. Kürt halkına yönelik ulu­sal baskı politikasına karşı çıkan ve direnişin milli zulüm ile çözümlen­meye çalışılmasına karşı tavır alan FEKDG “Kürt gençliğinin direniş mücadelesinden ileri gelen özel so- rumluluklannı gözönünde (!) bulun­durur" misali sözcüklerle, ulusal so­runda oportünizmin bayrağına yazı­lacak kişiliksiz bir politikanın sürdü- rücüsüdür.

Ulusal sorun konusundaki kişi­liksiz tavırla, demokrasi mücadele­sinin salt faşizme karşı kavranışı bir­birlerinden kopuk değildir; yalnızca aynı özün iki farklı görünümleridir. Bu öz FEKDG nin küçük burjuva sınıfsal temelinin ta kendisidir.

Küçük burjuvazi, proleterya ve burjuvazinin aksine, egemen üretim ilişkisindeki yerine göre değil bu ilişkiye uzaklığıyla tanımlanır, bu yüzden üretimden gelen bir gücü yoktur ve yine bu yüzden üretimin

47

Page 50: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

kendisine müdahale etmeyi değil, onun kötü sonuçlarına karşı verili durumunu korumayı gözetir. Yani, üretimin kendisiyle değil sonuçla­rıyla ilgilidir. Toplumsal varoloşun- da egemen üretim ilişkisi karşısın­daki tâli konumu, politik bilincini de belirler, “ö z le r e karşı ilgisizliğini ve görüngülere teslimiyetini koşullar. FEKDG’de aynı diyalektik çerçeve içerisindedir; kaynağı finans kapital egemenliği olan faşizm, gerçekli­ğinden kopartılarak temel hedef ha­line getirilir, yani FEKDG’ye “diğer bütün sorunlar faşizme karşı müca­dele sorununa tâbi olarak ele alın­malıdır” dedirten de, “Devrimci Gençlik, Kürt gençliğinin direniş mücadelesinden ileri gelen özel so- rumluluklannı gözönünde bulundu­rur" türünden kişiliksiz sözcükleri sarfettiren de gerçekte onun küçük burjuva sınıfsal özünden başka hiç- birşey değildir.

Görüngüye teslim olup “ö z ”e yabancılaşmanın kendisi teorik bir sorun olarak kavranmamalıdır, böy- lesi bir ajitasyon-propagandanm in- şaası bile başlı başına bir pratik so­rundur. Örneğin; Kürdistan açı­sından ince bir şovenizmin hergün yeniden üretilişi ya da bir başka biçimde söylersek enternasyonalist desteğin hergün yeniden ertelenişi, belki Türkiye'de yalnızca teorik bir sorundur, ama Kürdistan da bu son derece maddi sonuçlara yol açan pratik bir sorundur.

B- FEKDG’ninÖRGÜTLENME ÖNERİLERİNE

BAKIŞ

FEKDG’nin örgütlenme önerile­rini iki dönemde incelemek kaçınıl­mazdır. Birinci dönem örgütlen­mede “ana halka ”nın anfi komiteleri olarak tespit edildiği dönemdir. FEKDG dergisi çıkıncaya kadar “merkezileşmenin nesnelliği y ok ­tur”; bu önermelerini de farklı dönemlerde farklı gerekçelerle te­mellendirirler. İlk zamanlarda birim­lerin sağlıksızlığı bahane edilir, son zamanlarda platformun sağlıksızlı­ğı...

Birimler sağlıksızdır;“Artık tümüyle meşru ve açık

bir biçim kazanmış olan il-bölge- ülke platformlarının, biçimsel olarak bugünkü merkezi-demokratik karar organlan halinde örgütlenebilmele­

rinin önünde tek engel, birim der­neklerinin sağlıklı bir işleyişe kavuş­turulmamış oluşudur," Broşür 28 Dipnot.

Birimleri sağlıksızlaştırma yolu;“Gençlik mücadelesinin içine

düştüğü kriz ancak faşizme karşı demokrasi mücadelesinde somutla­nan tem el halkanın yakalanması ve bu anlayış doğrultusunda en geniş kitlelerin insiyatifini seferber edebi­lecek program ve örgütlenme bi­çimlerinin yaşama geçirilmesiyle aşılabilir. Anfi sınıf, yurt vb. kom ite­leri, bu tür örgütlenmeler olarak gençlik mücadelesinin gündemine girmelidir. Böylece, dernekler geniş gençlik yığınlarını kapsar hale geti­rilmeli ve giderek anfi komitelerinin üzerinde yer alan merkezi birim örgütlenmelerine dönüşmelidir. Ve dernekler bugün de varolan ¡1- bölge-ülke platformlannı güçleriyle orantılı bir kablım anlayışıyla oluş­turmalıdırlar. Hedef, gençliğin mer­kezi-demokratik, kitlesel mücadele örgütünün (DEV-GENÇ) bir federas­yon halinde yapılandırılması ol­malıdır. " Broşür 2 7 Dipnot

Böylece birimleri sağlıklaştır­manın yolu anfi komiteleri üzerinde yük-selen merkezi-birim örgütlen­melerine dönüştürmek olarak kav­ranmaktadır. Birimler sağlılıklaş- tırılınca merkezileşmenin nesnelliği de- ortaya çıkacaktır. Eğer bugüne değin FEKDG dergisinin ilk sayısı elimize ulaşmamış olsaydı, anfi ko­mitelerinin ana halka olarak tanım­lanmasına ilişkin aşağıdaki eleştiri­mizi okuyacaktınız;

Anfi komiteleri önerisinin denk düştüğü zemin özgül anfi hareketi­dir. Öğrenci hareketi nin anfilere kadar yansıyabildiği durumlarda gerçekçi bir öneri olarak görü­lebilir, ancak öğrenci hareketi nin anfilere kadar yansıması bir genellik arzetmediği ve anfi hareketiyle vu­racağımız hedef öncelikli bir hedef olmadığı sürece örgütlenmede bir ana halka olarak “anfi komiteleri” öne sürmek, anlamsızdır. Gerçek­ten somutumuzda anfi hareketlerini birkaç fakülte dışında göremiyoruz; bu okullarda anfi komitesi önerisi kendi anlamını bulmaktadır. Bu yüzden mutlaka yaşama geçirilmesi gereken önerilerdir, ama genel ö. hareketinin gelmiş olduğu konakta özgül anfi hareketleriyle boğulmu­yoruz, yani anfi komitelerini öğren­

ci hareketine yakalanması gereken bir ana halka olarak sunmanın nes­nelliği yoktur!

Artık bu eleştirimizin anlamı kal­mıyor, çünkü FEKDG’nin örgütlen­mede yakalanması gereken ana hal­ka tespiti dergide bütünüyle deği- şiyor(?)

“FEKIDG'nin önerilerini iki dönem de incelem ek kaçınılmazdır" demiştik, FEKDG tarihinde “der­gi "nin çıkışı örgütlenmede ikinci döneme denk düşer, artık örgüt­lenmede yapılması gereken ilk iş anfi komitelerini yaratmak değil, merkezileşme yolunda ilerlemektir, bu amaçla bir model oluşturulur; platformda oluşturulacak bir komis­yon ve ardından kurultayın toplan­ması bu modelin yapı taşlarıdır. Bu modelle birlikte “il-bölge-ülke plat­formlarının " “merkezi-demokratik karar organlan halinde örgütlen­meleri" de terk edilir. Herşeye ku­rultay karar verecektir. Merkezileş­me sürecinin nasıl başlaması gerek­tiğini FEKDG aşağıdaki biçimde ta­nımlar.

“Bizce, yapılması gereken ilk iş, D e’rnekier Platformu nun, platform­da temsil edilen gençlik kitlesinin merkezi, demokratik bir mücadele örgütü, bünyesinde bütünleştiril­mesi kararını almasını sağlamaktır. Bu kararla birlikte, platform yalnız­ca karan bağlayıcı kabul eden der­neklerle toplanmalıdır."

Merkezileşme konusunda tavn- mızı somutlarken, çokça birbirine karıştırılan iki kavram arasında ke­sin sınırlar çekmiştik; bu kavramlar platform ve merkezi yapı kavram­larıdır. Platformun bir savunma örgütü olarak işlev gördüğünü, poli­tika üretmeye özgü bir yapılan­masının olmadığını, dolayısıyla plat­formla politika üretmeye hedefleyen merkezi yapı arasında bir ilişki ol­madığını belirtmiştik. Merkezi ya­pıyla doğru bir ilişki politika üretme özelliklerinden dolayı birim dernek­lerle kurulabilir. Bütün bunlar söy­lendi, ama kaçınılmaz olarak bir da­ha söylemeliyiz, çünkü küçük burju­va sosyalistleri merkezileşmeyle ilgi­li her önerilerinde platformu tahrip etmeden duramıyorlar. Dün, Ba­ğımsız Sosyalizm, Demokrasi Mücadelesinde Dev-Genç. Bugün FEKDG. Merkezileşme yolunda mu­hakkak platforma “çarpıyorlar".

Yukandaki alıntıda “...bu karar-

48

Page 51: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Devrimci Direnişçi Gençlik Yeniçeltek katliamını protesto ederken

la birlikte platform, yalnızca kararı bağlayıcı kabul eden derneklerle toplanmalıdır. ” bölümü gerçekleşir­se platformun bütünlüğü parçalana­caktır. özellikle kendi dışında hare­ketleri masa başına politika üret­mekle suçlayan, hayal kurmak üzerine felsefe yapan FEKDG taraf­tarları, Merkezi yapılanma kumlana kadar platformun bütünselliğinin parçalanmasıyla ortaya çıkacak sa­vunma boşluğunu neyle doldura­caklarını açıklamak zorundadırlar.

Merkezileşme yolunda yürüye­bilmemiz için hiç de platformun bü­tünselliğini bozmak gibi bir zorunlu­luğumuz yok, Merkezileşmeyi kabul eden dernekler birbirlerini platform­larda, koordinasyonlarda bularak yollarına devam edebilirler, üstelik böyle de olmak zorundadır.Çünkü merkezi örgütü yaratıp çalıştırmaya başlayana kadar elimizin altında sa­vunmamızı örgütleyebilecek plat­formdan başka bir yapı yok ve onu parçalama lüksüne sahip değiliz.

SONUÇ

Teologlar arasında Kur'an'ın yedi değişik biçimde okunabilece­ğine ilişkin bir inanç vardır, her o ­kumada farklı şeyler görülebilir, anlaşılabilir. FEKDG’nin broşür ve dergisini aynı şekilde birkaç anlam verebilecek şekilde okuyabilirsiniz. Kur an yedi biçimde okunabileceği için demagojiktir. Dilediğiniz anlamı ilk okumada değilse 2. 3 . okumalar­da bulabilirsiniz, tabii 2. okumada bulduğunuz yer ilk okumada bul­duğunuz bir sürü yerle çelişebilir o

zaman önünüzde 3. 4 . okumalar vardır. Bu böyle sürer gider, içinde bulunduğunuz kaosun adı, yani sizi 3. 4 . 5. okumalara götüren itkinin adı yine teologlarca “inanç"tır.

Biz bu yazımızda FEKDG’nin merkezileşmeyi örgütlenmede ana halka olarak kabul ettiğini varsaya­rak teorimizi oluşturduk. Bu ger­çekten yalnızca bir varsayımdır. Bi­lindiği gibi FEKDG taraftarları der­gileri çıkana kadar merkezileşmeye “soğuk” bakmışlar; olası bir sürecin yaşanmasını, bir dönem birimlerde­ki, diğer dönem platformdaki “sağ- /ı/¿sızdıkları bahane ederek engelle­mişlerdi. Bu süreçte bizim yanıt­lamaktan onların tekrarlamaktan u­sanmadığı aktüel tümceleri “m erke­zileşmenin nesnelliği yoktur ’’ ol­muştu. Bugün yaşanan bir yanıyla trajiktir; bu yan öğrenci hareketiyle ilgili olan yandır, diğer yanıyla ko­miktir: bu yanda FEKDG taraftar­larıyla ilgili olan yandır, bir buçuk aylık bir süreçte örgütlenme üzerine teorisini baştan başa yenilemiş “günün anlam ve önemine göre giyinmiş " yepyeni bir FEKDG karşı­mızdadır. Böyle bir değişimi (?) kı­namıyoruz. FEKDG anlayışının merkezileşme görüşlerini eleştirme­mize rağmen merkezileşmenin öne­mini geç de olsa kavramaları olum­ludur.

Gözünün önündeki öğrenci ha­reketine hiçbir şey önermeyip anfi komiteleri için anfilerde özgül hare­ket arayan ve bunu temel halka düzeyine yükselten FEKDG taraf­tar lanyla. merkezileşmenin nesnel­liğini aynınsam!« yenilenmiş

FEKDG taraftarları arasında kosko­ca bir uçurum vardır, sadece doğru bir özeleştiriyle kapanacak bir uçu­rum... ama kesinlikle demagojiyle değil!

Dikkat edilirse benzer bir sorun Özerk-Demokratik Üniversite düz­leminde de yaşanır; “özerklik", bro­şürden önce, “faşizmden, em perya­lizmden ve büyük sermayeden özerkliğe denk düşer” broşürde, “bu güçlerden bağımsızlığa ve kurtuluşa denk düşürülür. ” Broşürden önce alabildiğine eleştirilen Özerk D. Üniversite+Halk Üniversitesi ortak programı, FEKDG dergisinde Öz. Dem. Üni.+Demokratik Üniversite formülüyle sahiplenilir. Çok önceleri “yağmurun ıslaklığı ” kadar net olan özerkliğin anlamı böylece “bulanık- laşırken”, boşlukta, zamanında sarf edilmiş cüretkâr sözler salınır du­rur... ■

D ip n ot

(1) Faşizme karşı mücadeleye FEKDG türü özel anlamlar yükleyen bir politik yoğunluk en sonunda DHD (De­mokratik Fialk Devrimi) öncesi bir Anti- Faşist Devrim Programı formüle edecek kadar sağ bir konuma sürüklenmişti. FEKDG’nin bu tür bir konuma doğru savrulacağından söz etmiyoruz, çünkü zaten bu konumdadır. DHD lâfzi düzeyde korunmakta herşey ama herşey anti faşizme indirgenmektedir, gerçeklik bu olduktan sonra DHD'ye Anti Faşist Devrim aşaması yazmak ikincil bir so­rundur.

K A YN A K

2- Lenin “UlusaI Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaştan s/230-231 "

49

Page 52: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

i

8 Mart çifte ezilmişliğe

başkaldırıdır.

8 Mart cinsel sömürüye hayır

dendiği gündür

8 Mart evde, işyerinde, sokakta

ikinci sınıf insan olmanın hesabının sorulduğu gündür

Kadınlar!

Evde, fabrikada, tarlada yaşamı vareden bizler 8 Mart günü yakalarımıza kırmızı karanfiller takalım, öyle gidelimtezgahlarımızınbaşına...

yy. kapitalizmin vahşi sanayileşme sürecinin yaşadığı çağdır. Sana­yileşmenin en büyük

bedeleni ise ucuz emek gücü olarak . çalışma hayatına çekilen ve sosyal güvencesiz, hafta tatilsiz, günde 12 saatten fazla bir süreyle, en ağır şartlarda çok düşük bir ücretle çalışan kadın ve çocuk işçiler ödemişlerdir.

8 Mart 1 857 : tarihte ilk kez bağımsız bir direnme hareketine girişen, New York'lu 4 0 .0 0 0 kadın dokuma işçisinin greve gittikleri gündür. Ağır çalışma koşullarını protesto eden bu kadın işçilerin ta­lepleri, çalışma sürelerinin kısaltıl­ması ve ücretlerin artırılmasıdır. Greve engel olmaya çalışan ve şid­det kullanan polisle çatışmalar çık­mış, bu sırada çok sayıda kadın işçi yaşamını yitirmiştir. Bu yüzyılın so­nuna doğru artan işçi hareketliliği ve yükselen sınıf mücadelesinde kadınlar ön saflara doğru akmaya başlamıştır. Yine Şubat 1908 de ABD'de kadınlar 8 saatlik iş günü ve işçi kadmlann siyasal haklan için mücadele ederken Manhattan'lı iplik işçisi kadınlar grev yapmış ve poli­sin müdahalesiyle karşılaşmışlardır. Yükselen mücadele sürecinde ka­dınların artık politikleşmeye başla­dığını proleterya hareketi içinde ak­tifleştiğini görüyoruz. Nihayet 8 Mart 19 0 8 de New York'lu dokuma işçisi kadınların işten çıkarılmalarını protesto için .çalıştıkları fabrikayı işgal etmeleri ve işyerinde çıkan ■.angında 129 kişinin hayatını kay­betmesiyle noktalanan olay, o za­mana dek olgunlaşan sosyalist ka­dınların bugünü Uluslararası Dünya Emekçi Kadınlar günü olarak ilan etmesine neden oldu. Önemli mü­

cadele deneyimi kazanan ye örgüt­lenen kadınlar, 1910 da İkinci En­ternasyonale bağlı olarak düzen­lenen kadınlar konferasında Clara Zetkin in önerisiyle 8 Mart’ın müca­dele günü olarak bayraklaşmasını sağladılar. Clara Zetkin in kadın­ların kurtuluşunun ancak sosyalizm­le olanaklı olacağını savunmasına rağmen, kadınların işçi sınıfı içinde bile özgül bir konumda olduğunu vurgulamak onların mücadelesinin iki kat daha zor olduğunu göstere­bilmek için kadınlar açısından an­lamlı bir günü dayanışma günü ola­rak önermesi bizim için çok önem­lidir.

Bu anlamda o zamandan bu za­mana geçen süreçte 8 Mart her ke­simden kadının kutladığı “Özel gün­ler" zincirine katılmaya çalışıldı. İçinde taşıdığı değerlerden yalıtarak ’ Özel gün ” veya bayram mantığının yaygınlaştırılması için çaba harcandı ve harcanıyor. Bu yüzden biz bu-

ün düzenin sıradanlaştırarak içini oşaltmaya çalıştığı 8 Mart ı dev­

rimci özünü yitirmeden alanlara taşımak zorundayız. Burjuvazinin her kesime özel günler vererek on­ları yılın belli bir gününde hoşnut etmeye çalışması taktiğini teşhir ederek buna uygun pratik tavırlar geliştirmeliyiz. 8 Mart ı kendi özüne uygun kutlamak mücadele tarihimi­zin bize verdiği sorumluluktur. Bu sorumluluğun bilinciyle bir kez daha sokaklara taşıp, direnişimizi bayrak- laştırdığımız bugün de örgütlü mücadeleyi öne çıkartmalı kurtu­luşumuzun yolunu göstermeliyiz. Bu nedenle bugünden halkalarını oluş­turduğumuz zincir geleceğe taşına­bilecek bir esnekliği ve dürüstlüğü içermelidir. Sözünü ettiğimiz gele­cekte kadınların da taraf olabilmesi,

ön saflarda mücadele edebilmesi için bağımsız kadın hareketini yük­seltmeli, aynı bayrak altında topla­malıyız. Zemini net bir örgütlülükte yanyana olmak ve uzun erimli bir mücadeleyi hedeflemek, doğru poli­tikalar geliştirmek ve hayata geçir­mekle olasıdır. Böyle bir örgütlülük kendini cinsin ezilmesiyle tanım­larken, ezilen sınıflarla ve uluslarla da yanyana tanımlar. Bu anlamda burjuva kadın hareketinden yani feminizmden ayrılan nokta belirgin­leşir. 8 Mart ı kutlama mantığı­mızdan, birlikte davranma mantığı­na kadar, örgütlülüğe bakış açımız­dan. ittifak politikamıza kadar her yerde ayrıldığımız bu hareket 8 Mart ı tüm dünya kadınlarının günü olarak kutlar. Çünkü sorun sadece kadın olmaktır ve biz sadece kadın olduğumuz için mücadele veririz. Bu nedenle tüm kadınlar aralarında sınıf farkı gözetmeksizin birlikte mücadele verebilirler, l t̂e bu nokta­da biz de diyoruz ki ‘‘kadınlar er­keklerle eşit değildir; doğru ama kadınlar kadınlarla da eşit değildir" Bu nedenle 8 Mart ı Dünya Kadınlar Günü olarak değil özüne uygun olan DÜNYA EMEK­Çİ KADINLAR GÜNÜ olarak kutlu­yoruz. Ve tüm dünya emekçi kadın­larının ağzından sesleniyoruz size;

Biz-, işyerinde kapitalistin sö­mürdüğü, patronların baskısıyla ezi­len ucuz işgücü kaynağı işçi ka­dınlarız.

Biz; evlerinde her türlü ev işini ayrımsız yaparak kocalarına itaat et­mesi istenen ev kadınlarıyız.

Biz; okullarda-yurtlarda gerici cins ayrımı yönetmelikler karşısında boyun eğip susması beklenen öğ­renci kadınlarız.

Biz; bütün gün tarlalarda çalışıp,

50

Page 53: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

evin her türlü işini yapmak zorunda kalan, kocasının getirdiği kumaları kabullenmesi istenen köylü kadın­larız.

Biz: Doğu'da her türlü baskı ve terör altında dayağa, işkenceye, te­cavüze uğrayan, kendi çocuklarına kendi isimlerini koyamayan ama, doğurduğu çocuklardan dolayı ha­pislere atılan Kürt kadınlarıyız.

Biz; içerde de dışarıda olduğu gibi onurlu yaşamayı sürdürebilmek,

Siyasi Kadın Tutsaklardan:K A M U O YU N A

12 Eylül’den bu yana cezaevle­rinde sürdürülen baskılarla, siyasi tutuklu ve hükümlüleri sindirme ve siyasi kişiliklerini yoketme politika­larının bir devamı olan 1 Ağustos Genelgesi kamuoyunda tepkilere yol açmış ve geriletilmişti. Bugün ordu ve Adalet Bakanlığı yeni plan­lar yapmakta ve yaratılmaya çalışı­lan provokasyon ortamıyla da bu planlara zemin hazırlamaktadırlar.

Geçtiğimiz günlerde Adalet Ba­kanı Oltan Sungurlu’nun ve İstan­bul İl Jandarma Komutanlığının basında yer alan açıklamalarında;

Cezaevindeki görevliler görev ya­pamıyor. Siyasi tutuklular ellerini kollarını sallayarak firar ediyorlar. Gardiyanlar rüşvet alıyor. BMW marka otosu olan gardiyanlar var. Sağmalcılar cezaevinde tünel var." Gibi yalanlar, spekülasyon ve pro­vokasyona dayalı söylemler yer aldı. Bu açıklamalarla, dış güvenlikten sorumlu askerin, firarlar karşısında­ki yetersizlik ve çaresizlikleri örtbas edilirken, diğer taraftan yönetici­lerce işletilen rüşvet çarkları gizlen­meye çalışılmaktadır. Asıl hedefle­dikleri, askerle zor kullanımlarını meşrulaştırarak siyasi tutuklu ve hükümlüleri kişiliksizleştirmek için de “daha özel tip” cezaevleri hazır­lıyor, tek kişilik hücre ve hava­landırması olan cecaevlerine bizleri diri diri gömmek istiyorlar. Bulun­duğumuz Sağmalcılar Cezaevinde de izledikleri genel politikaya para­lel provokasyona yol açacak yeni girişimlerde bulunuyorlar.

Bu cezaevine sevkedildiğimiz- den beri rüşvet ve çeşitli yolsuzluk­larla cezaevini yönetmeye çalışan­ların keyfi kaçtı. Başlangıçtan beri diğer tüm cezaevlerinde varolan as­gari yaşam koşulları ve haklar. bu cezaevinde korunamamaktadır. İda­re sorunların çözümünde görüşme­ler yolunu değil, provokasyonlarla gerginlik yaratma, keyfi yönetimi ile olayları tırmandırma ve operas-

insanca koşullarda kalabilmek için yükselttiğimiz talepler karşısında yüzlerce asker ve gardiyanın saldırı­sına uğrayan siyasi tutsak kadın­larız.

Biz; Şili’de direnen, biz iş cina­yetlerinde ölen, biz Nikaragua'da savaşan direnişçi kadınlarız.

Ve tüm dünya emekçi kadınları olarak bir kez daha haykırıyoruz ki;

8 Mart bizim günümüzdür, bu­gün içerde, dışarda. fabrikada, tarla-

yon yolunu seçmektedir. Daha geç­tiğimiz Mayıs ayında bir çoğu ağır olmak üzere 150’yi aşkın arkada­şımızın yaralanarak, tüm eşyaları­mızın kullanılmaz hale gelene kadar yağmalanmasına neden olan opera­syon sıcaklığını korurken, yıl başı öncesi haklılığı kabul edilerek çö­zülmek üzere açık görüş sonrasına ertelenen kadın siyasi tutukluların koğuş talepleri ve görüş kabinleri­nin koşullara uygun hale getirilmesi vb. taleplerimiz çeşitli bahanelerle hiç yoktan sorunlar çıkartılarak çö­zülmemiş, gerginlik arttırılarak biz tutukluları operasyonlarla, asker­lerle karşı karşya getirmişlerdir.

En son 1 Şubat günü yaşamak zorunda bırakıldıktan koğuşun olumsuz koşulları kendini acil bir şekilde çözümlemek üzere dayatan ve tahammülü güç boyutlara ulaşan sorunları için, eşyaları ile koridora çıkarak söz verilen yeni koğuşlarına geçmek üzere bekleyen siyasi kadın tutuklular, idarece yanıt verilmeksi­zin günlerce beton üzerinde sabah­lamak zorunda bırakıldılar. Temsil­cilerimize verdikleri “üç gün bek­leyin, beş gün bekleyin çözülecek" benzeri ciddiyetsiz ve ikna edicilik­ten uzak yanıtlar üzerine arkadaş­larımız geçici olarak boş koğuşlar­dan birine yerleşmek zorunda kaldılar. Durumu kabullenmiş görü­nen idare burayı geçici olarak kabul ettiklerini ve koğuşu barınmaya uy­gun hale getireceklerini söylediler. 3 Şubat sabahı siyasi ve adli tutuk- luların bulunduğu tüm koğuş anah­tarları toplanarak kapılar açılmadı. Yemekler verilmedi ve ihtiyaçlan- mız karşılanmadı. Koğuş önlerinde­ki sivil personel çekilerek koridorla­ra askerler dolduruldu. Siyasi kadın tutukluların geçici olarak yerleştiril­dikleri koğuşa erkek gardiyanlar ve askerlerce apansız saldırıldı. Siyasi kadın tutuklular tekmelenerek, jop- lanarak yüzlerce metre sürüklene­rek eski koğuşlarına götürüldüler.

da, okulda, sokakta her yeri bayram alanına çevirerek yüreklerimizde yarının umudu, bileklerimizde kendi gücümüzü taşıyoruz ve bizler gibi ezilen herkese çağn yapıyoruz:

Bugün mücadele günüdür. Bugün rollerimize hayır deme günüdür. Bugün başkaldırı günü­dür. Ve bugün: 8 Mart:

DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ'dür. m

Demokratik Kadın Derneği

Toplam 21 siyasi kadın tutuklu as­ker ve erkek gardiyanlarca dövül­me sonucu çeşitli yerlerinden yara­lanarak tedavi altına alındılar. Ka­dın tutuklulara yapılan bu saldından sonra erkek siyasi tutukluların ko­ğuşlarına da saldırı hazırlıklarına başladılar. Cezaevinde hiçbir ola- ğandışılığın olmadığını bilmelerine rağmen Cezaevi Savcısı Muzaffer İnanlı, 1. Müdür Mustafa Yelegen, Dış Güvenlik Amiri Bnb. Halit Ka-

Er. İç Güvenlik Amiri Bnb. Feridun aran, Ütğm. Tugay Karataş,

Utğm. Ayhan Bozpınar ısrarla olay var havası verdirmeye ve operasy­on zemini yaratmaya çalıştılar. As­kerler marşlarla motive edilerek üzerimize saldırtıldı. Bu saldırıya karşı olayları kendi çabalarımızla önlemeye çalışarak gerekli tedbirle­rimi aldık. Bir gün boyunca elek­triklerimiz, sularımız kesildi, tüpleri­miz toplandı. Yiyecek ve benzeri ihtiyaçlarımız giderilmeyerek olası durumlara hazırlık amacıyla cezaevi kapısında sayısız ambulans bekletil­di. Fakat amaçlanan boyutta bir sal­dırının nedenlerini yaratamadıkla­rından askerleri çekmek zorunda kaldılar.

Şu an cezaevinde yaşam nor­male dönmüş gibi görünse de, so­runlarımızın çözümü için hiçbir yet­kili görüşmeye yanaşmamakta, yeni yeni olaylarla durum gerginleştiril­meye çalışılmaktadır. Fırsatı bulun­duğunda provokasyonlarla karşıla­şacağımızın belirtileri apaçık orta­dadır. Beklenen saldırılar karşısında haklı olduğumuzun verdiği karar­lılıkla kendimizi savunacağız.

Halkımızı, devrimci-demokrat kamuoyunu ve tüm insan hakları savunucularını genelde ülke ceza­evleri üzerinde planlanan özelde de, bulunduğumuz Sağmalcılar Ce­zaevinde gerçekleştirilmek istenen­ler karşıksmda duyarlı davranmaya ve sorunlarımızı sahiplenmeye çağı­rıyoruz. ■

51

Page 54: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

OKUR MEKTUBU Demokratik Kamuoyuna:

Baskıya, Zulme, Zoraki Göçe Karşı Olan Tüm İnsanlığa!B izler son yıllarda Çukurova

başta olmak üzere Türki­ye'nin birçok yerine, iline, zoraki göç ettirilen Kürt

halkının çok önemli bir sorunu olan ve mutlaka üzerinde durulması ge­reken bir konuyu, zoraki köylerin­den göç ettirilme olayını dile getir­mek istiyoruz.

Günümüzde dünya halkları arasında kendi kimliğiyle “Ben de varım” diyerek onurlu biçimde yeri­ni alma çabasında olana Kürt halkına karşı amansız baskı ve işkenceler yapılmakta, ererinden yurdundan sürülmektedir. Öyle ki. bu yerinden yurdundan sürülme

olayı gazete manşetlerine sıradan bir olay gibi geçmektedir. Böyle ciddi bir olaya bu kadar duyarsız davranılmasını gördükçe, insan­lığımızdan kuşkulanır hale geliyo­ruz. Her halde bu kadar yoğun bir zoraki göç dünyanın başka bir ye­rinde olsaydı bugünkünden daha çok tepkiyi Türkiye'de duyabilirdik. Konumuz bu çelişkiyi irdelemek ol­madığından burada değinmeyece­ğiz.

Kürt halkına karşı estirilen terör, baskı v e/ işkencenin ne boyutta olduğunu 'ortaya koymaktadır. Ama zoraki göç konusu her nedense Türkiye ve dünya kamuoyuna yete­rince yansımış değildir. Biz bu yazımızla bu konu üzerinde kısaca duracağız.

Bilindiği gibi Kürtler tarihin bir­çok döneminde zulme, sömürüye, ulusal baskıya her başkaldırıla­rında katliam ve sürgünlerle sustu­rulmuşlardır. Cumhuriyet dönemin­deki mecburi iskanların anılan hala belleklerde tazedir. Yine yüzyılın başlannda sürülen Kürtlerin, Toros tarda yüzbinlercesinin nasıl has­talıktan, açlıktan öldüklerinin hika­

yelerini sık sık duymuşuzdur. 19 2 0 ­4 0 arası dönemde Kürtler general­lerin, valilerin emirleriyle yerlerin­den yurtlarından sürülüp, mecburi iskanlara tabi tutulurlardı. Bu dönemlerde sürgün ve mecburi is­kanlar resmi olarak yapılırdı. Bunlar beş-on kişi değil, onbinlerce olurdu. Genellikle de devlete karşı olan aşiretler tümden topraklanndan ko­parılıp, Türkiye’nin her hangi bir oölgesine sürülürdü. Günün resmi literetürüyle bu durum mütagallibe- nin bölgeden sürülmesinde ifadesini bulurdu.

Oysa T C ’nin o günkü politika­sının amacı açıktır. Başkaldınları ez­me ve bölgeden sürmek, böylece devlet denetimini sağlama. Türki­ye’de mecburi iskana tabi tuttuğu kürtleri asimile etmedir. Ermenilere karşı uygulanan tehcir politikasında başarılı olan Ittihat-Terakki’den ders alan Kemalistler, Cumhuriyet döneminde Ermeni kalıntılarını te­mizlerken, kürtleri de mecburi iska­na tabi tutarlar. Ne var ki, kürtlerin kalabalık bir nüfusa sahip olması, onları Ermeni akibetinden kurtarır. Tarihte kürtlerin zoraki göçü ve mecburi iskanı geniş bir inceleme ve araştırma konusudur. Bu uygu­lamaların bıraktığı acılar daha (in ­memiştir. Biz burada bir değinme yaptıktan sonra, günümüzdeki zora­ki göçlerin üzerinde durmak istiyo­ruz.

Son yıllarda Türkiye ve dünya­da yankı bulan Iran-Irak savaşının ateşkesle sona ermesiyle, faşist Sad­dam rejimi 19 Ağustos 1 9 8 8 tari­hinde kürtlerin yaşadığı bölgeleri kimyasal silahlarla bombalamaya başladı. Can telaşına düşen onbin­lerce Kürt Hakkari’ye sığındı. Kendi hakimiyetinde yaşayan kürtlerin en küçük insani ve demokratik taleple-

rini zor ve baskıyla ezen TC, peş- mergelere kucak açtığını söyle­yerek onları esir kamplarını andıran kamplarda tutsak yaşamı içine so­karak, enterne etti. Silahsızlandı­rılmış bu insanları mücadeleden ko- panp, askeri özelliklerinden soyun­durarak Irak’a önemli bir yardımda bulundu. Bugün onlan kimliklerin­den uzaklaştırmak, asimile etmek, bölgede devletin yedek gücü haline getirmek için her türlü çabayı harcıyor, mülteciler arasında gerici aşiret reisleriyle ilişki geliştiren dev­let, kimliğine sahip çıkan, devletin piyonu olmak istemiyenleri ya işbirlikçileri vasıtasıyla türlü baskılar altına almaya çalışıyor ya da deği­şik ülkelere türlü gerekçelerle sürü­yor.

Irak Kürdistan’mdan sınırı aşıp Kuzeye sığınan kürtlere “kucak a ça n ’ T C ’nin, kendi vatandaşı du­rumundaki kürtleri zorla Türkiye- nin çeşitli illerine göç ettirmesi ya da göçe zorlaması bir çelişki değil, yürüttüğü sindirme ve ezme politi­kasının doğal sonucudur. Bulga­ristan’dan Türkiye’ye gelen türkle- rin göçü için dünyayı ayağa kal­dıran, sorunu BM dahil, birçok ulus­lararası kuruluşa götürenler; tarihte­ki en büyük Kürt göçünü zorla gerçekleştirip, yüzbinlerce kürdün üç bin yıldır yaşadıklan topraklar­dan kopartması olayını gözlerden ırak tutması, T C ’nin insan haklarına ve bir halkın en doğal haklarına nasıl yaklaştığını göstermesi bakı­mından ilginçtir. Bu tür yöntemler konusunda dünya halkları nezdinde sabıkalı olan T C ’nin bu uygula­masını gün yüzüne çıkarmak insan ve demokrat olmanın “olmazsa ol­m azıdır. Günümüzde devletle PKK arasında bir savaşın sürdüğü yörelerde yaşayan kürtlerin göç et­

52

Page 55: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

mesi için ne gerekiyorsa o yapıl­maktadır. Yaşam öyle bir yaşanmaz hale getiriliyor ki, canını kurtarmak için yurdundan kopan yüzbinlerce insan Türkiye’nin birçok ilinde pe­rişan bir vaziyette yaşamını sürdür­meye zorlanıyor. Baskı, zulüm, eko­nomik nedenler ve devletin kont­rolündeki simsarlar yoluyla Avru­pa’ya göç ettirilen onbinlerce kürdün sorununa burada değinme­yeceğiz. Yanlız şu kadarını belirte­lim ki, Adıyaman, Maraş, Sivas ve Malatya’nın birçok köyü bu göçle ya boşalmış ya da yanlızca ihtiyar­ların yaşadığı ölü yerleşim merkez­lerine dönüşmüştür.

Bilindiği gibi 8 9 ’un yazında Bölge Valisinin emriyle sekiz Kürt demokratı ya da ailesi resmen Bölge Valiliği sınırları dışına sürüldü. Bu resmi sürgünlerle basın ve kamuoyu ilgilendi. Ne acıdır ki, sekiz kişinin resmi sürgünüyle ilgilenen basının tarihteki en büyük Kürt göçüne ses­siz kalması, yüzbinlerin gayri resmi sürgününü görmemesi düşündürü­cüdür. Resmi sürgünlere karşı geli­şen tepkilerden de anlaşılıyor ki TC eskisi gibi resmi mecburi iskanları göğüsleyemediği, resmi kitle sür­günleri göze alamadığı için Kürt halkına yaşamı zehir ederek, gayri resmi sürgünlere hız vermektedir. Son birkaç yılda bölgeden, Türki­ye’nin çeşitli illerine göç edenlerin sayısı bir milyonun üzerindedir - eskiden beri süren doğal göç ora­nını bu sayı dışında tutuyoruz-. Son yıllardaki yüzbinlerce kürdün göç etmesinin nedeni ne normal olarak kırdan şehire olan göç ne basının söylediği gibi “PKK baskısından" dolayı gerçekleşen göç, ne de savaşan iki güç arasında kalmaktan dolayı gerçekleşen göçtür. Yani yüzbinlerce insan yurtlarını bu ne­denle terketmemektedir. Bugün Türkiye’nin çeşitli illerinde bilin­mezlikler içinde sefil bir yaşam süren göçmenler içinde bir araştırma yapılırsa, neden göç ettik­leri kolaylıkla anlaşılır. Belki göç edenlerin yüzde beşi aşağıda anlata­cağımız nedenler dışında bir neden­le göç etmişlerdir.

öncelikle zoraki göç ettirmenin yöntemlerini, sonrada nedenlerini açıklamak istiyoruz.

Göç ettirmenin yöntemleri:

1984 yılından beri Bölge Vali­liği içinde olan illerde gerilla sava­şının olduğunu bütün dünya bilmek­tedir. Kaldı ki devlet yetkilileri de bir savaşın yaşandığını defalarca açıklamışlardır. Bu savaşın bastınl- ması için Bölge Valiliği, Özel Kolor­

du, köy koruculuğu ve aşiret örgüt­lenmesi oluşturup, geniş cepheli bir savaş sürdürülmektedir. Hiç kuşku­suz Bölge Valiliğinin denetiminde olan illerde yanlız silahlı militanlara karşı savaş yürütülmemekte, devlet yanlısı olmayan tüm halk ister PKK'yı desteklesin, isterse des­teklemesin potansiyel suçlu olarak görülmekte, buna göre muameleye tabi tutulmaktadır. Bilindiği gibi 1984 'ten sonra bütün aşiretler ve köyler devlet yanlısı, devlet karşıtı, tarafsız diye belirlenmiş, bu tasnife göre muameleye tutulmuşlardır. Giderek tarafsız olmak da potan­siyel tehlike olarak görülmüş bu değerlendirme doğrultusunda bir muameleye layık görülmüşlerdir. Bir aşiretten veya köyden aranan kişi olmuşsa, o aşiret veya köy toptan suçlu bulunmuş; bir köye yakın olay olmuşsa köyün tümü gözaltına alınmış, işkenceden geçirilmiştir. Si- lopi’de Özel time mensup birinin basına yansıyan “Buraya her köy­den bir Kürt öldürmeye qeldik” sözleri, yine bir subayın “Ha bir Kürt öldürülmüş, ha bir köp ek far- ketmez" demesi, General Altay To- katlı’nın “Benim öyle yöntemlerim var ki, burada uygulasam ot bitmez” demesi tüm kürtlerin ne derecede potansiyel suçlu olarak değerlendi­rildiğinin somut kanıtıdır.

1 9 8 5 tarihinden sonra devlet yörede kendisine bağlı aşiretleri ye­dek bir güç olarak silahlandırmaya başladı. Yine çıkarılan bir kanunla köy koruculuğu sistemi geliştirildi. Kürdü kürde kırdırma politikası Bölge Valiliği nin kurulmasıyla daha da boyutlandırıldı. Korucu sayısı köylüler zorlanarak artırılmaya çalı­şıldı. Silah almayı kabul etmeyen Köylüler devlet düşmanı olarak de­ğerlendirildiği gibi, qözaltına alınıp işkenceden geçirildi. özellikle 1 9 8 7 ’den sonra silahlı olarak devle­tin yanında yeralan aşiretler ve köyler, silah almayı kabul etmeyen aşiret ve köyler değerlendirmesi yapılarak, korucu olmayı kabul et­meyen kesimler sürekli baskı altına alındı. Özcesi, her türlü devlet terörü, kısıtlama ve hakarete maruz kaldılar. Gün geçmesinki basma yansıyan bu tür haberlerle karşılaşıl­masın. Eğer gazete arşivleri karış­tırılırsa yüzlerce bu yönlü haberlere rastlarız.

özellikle Siirt, Mardin, Hakkari, Van ve Bitlis’in bir kesiminde 1986 yılından beri yiyecek ve giyecek üzerinde polis ve jandarmanın de­netimi sözkonusudur. Köylerde ve şehirlerde yiyecek ve giyecek eşya­ları kontrollü satın alınmakta, köy­lerde ve şehirlerde yapılan arama­

larda evlerde kontrolsüz bulunan eşyalara el konulmaktadır. Gazete­lere suçlu patatesler, suçlu mekap- lar da olabileceği yansıdı. Yine köylülerin beslediği hayvanlar sık aralıklarla sayılmakta eksilenlerin hesabı köylülerden sorulmaktadır.

Bölge Valiliği'nin kritik olarak değerlendirdiği bölgelerdeki köylü­ler geceleri sokağa çıkamamakta, bazen gündüzleri de bu tür yasak­larla karşılaşmakta, hayvanlarını ot- latamamakta, tarlalarına gidip çalı­şamamakta, yazın yaylalara çıkama­maktadırlar. Bunun sonucu olarak ekim yapamamakta, hayvanlarını besleyememektedirler. Çaresiz ka­lan bu insanlar hayvanlarını satarak hayvancılıktan, tarlalarını bırakarak çiftçilikten vazgeçmektedirler. Ya­şamlarının devam ettirilmesi zor­laştırılıp hapishanelere çevirilen bu yerlerin köylüsü bu ortamdan kur­tulmak için çareler aramaktadırlar. Bu tutum köylülere; “Bu topraklar­dan gideceksin " demekten başka ne ifade eder?

Devletle işbirliği yapmayan köylüler sık sık gözaltına alınmakta, gözaltlarında yapılan işkencelerin öyküsü basına yansımakta, öldürü­lenler ya uçurumlardan atılıp intihar süsü verilmekte ya öldürülüp ailele­rinden habersiz çöplüklere gömül­mekte ya da sakat bırakılmaktadır­lar. Gözaltına alınan kadın ve kız­lara tecavüz dahil, her türlü sadist uygulamalar yapılmakta veya çini çıplak soyulup dansöz olarak oy­natılmaktadırlar. Bazı köylülerin temmuz sıcağında saç bidonlara ko­nulup bidon kapağının üzerinde ateş yakıldığı, bazı köylülerin üze­rine mazot dökülüp yakıldığı, bazı köylülere bok yedirifdiği, çöplüğe atılan bazılarının kopmuş bacakla­rını köpeklerin çarşıya kadar götür­düğünü basın yazdı. Bunlar bilinen­ler. Bilinmeyenlerin yüzbinde biri bile insanlığın midesini bu kadar bu­landırıyorsa ya bir de bilinmeyenler bilinse ne olur? İnsan merak ediyor!

Bu eziyetlerden başka bölge­deki insanlar .binbir çeşit cezaya çarptırılmaktadırlar. Köylerdeki ara­malar çok sık ve onur kırıcı yapıl­makta, herşey yırtılıp, dökülüp bir­birine karıştırılmakta, köylüler eve topluca ceza olsun diye hayvanlarla birlikte günlerce bir ahıra konul­makta. köylülerin belirlenen bölge dışına çıkmaları yasaklanmakta, köyden köye gidenler karakol ko­mutanlarına durumu bildirmek zo­runda kalmaktadırlar. Bazı bölge­lerde devletin verdiği silahları al­mayan köylülerin taş taşıma ce­zasına çarptırıldıklarını basın görün­tüleriyle yazdı. Ortaçağda uygula -

53

Page 56: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

nan bu ceza yöntemlerinin devlet yanlısı olmayan köylülere uygulan­ması zulmün boyutunu gösteren en önemli ölçüttür. Yine sıcak çatış­maların olduğu bölgede insanların çoğunun geçim kaynağı hay­vancılıktır. Devlet yanlısı olmayan, silah almayan tüm halkı potansiyel suçlu olarak gören devlet, yaylaları askeri alan veya yasak bölge olarak ilan ederek hayvanların burada ot­latılmasını yasakladığı gibi, bu alan­larda dolaşan köylüler ‘Teröristtir" gerekçesiyle öldürülmektedir. Yal­nız insanları vurmakla yetinmeyen özel tim, eşekleri, inekleri istedikleri zaman öldürerek, yanlız insanlar için değil, hayvanlar için de can güvenliği bırakmamıştır.

Tüm bu uygulamaları yaparak insanlar bölgede yaşayamaz hale getiriliyor, bunun sonucunda köy­ler boşalıyor. Hergün kamyonlara veya başka araçlara doluşan köylü­ler yurtlarını terk ediyor. Öte yan­dan devlet yöre halkına açıktan açığa ya devletten yana olup koru­culuk. ihbarcılık yapacaksın ya da yöreyi terk edeceksin tehdidiyle in­sanları göçe zorlamaktadır. Kendi­sinden yana olmayan herkesi teh­likeli ve düşman gören bu zihniyet yöreyi insanlardan arındırarak teh­likeden kurtulmak istiyor, özcesi yöre, PKK’ya destek verenlere değil, destek vermeyenlere de zehir ediliyor. Hergün yapılan baskılar in­sanları gözle zehir bir yaşam arasında tercihe zorluyor.

Yukarıda sıralanan uygulamala­ra ek olarak silahlarını ve yetkilerini devletten alan köy korucularının, aşiret bağıyla örgütlenen savaş ağalarının baskıları yöre halkını yıl- dırmıştır. Bazı korucu başları (Baho Ağa gibileri) yörede adeta despotik bir krallık kurmuş, köylüleri sür­güne yollamakta, dediklerini yap­mayanları öldürmekte, kollarını ba­caklarını kesip değişik yerlere ata­rak korku üzerine kurulu bir etkinliği köylüler üzerinde sağlamak istemektedir. Son dönemlerde aşi­retlerin devlet eliyle nasıl örgüt- lendirildiği ayakta tutulmaya çalı­şıldığı sık sık yazıldı, çizildi. Böylece Hamidiye alayları yeniden hort­latılmak istenmektedir.

Yine sınırda 112 köyün boşal­tılacağı basına yansıdı. Zaten daha önce yüzlerce köy boşaltılmış ya da

boşaltılmak üzeredir. Eskiden beri sınırların yakınındaki verimli birçok toprağın ya mayınlandığı, ya askeri bölge ilan edildiğini biliyoruz. Bun­lara birçok bölgede boşaltılıp askeri bölge ilan edilen yöreler de ekle­nirse Kürt halkının yaşadığı toprak­ların önemli bölümünün insandan ve üretimden koparıldığı ortaya çıkar.

Şimdiye kadar şiddetli biçimde süren ve bundan sonra da ivmesi yükselerek artacağı beklenen baskı yöntemleriyle cendereye alman mazlum Kürt insanı, çareyi ülke­lerini, köylerini, topraklarını bırakıp kaçmakta bulmaktadırlar. Yani Tür­kiye’nin bazı illerine akın akın gö­çen Kürt köylüleri yukarıda sırala­dığımız nedenlerden dolayı göç­mektedirler. Bu göçe Kürt tarihin­deki en büyük ve en dramatik göç diyebiliriz rahatlıkla.

Yukarıdaki nedenlerle Kürt köy­lülerini göçe zorlayanların amaçla­dığı sonuçlar vardır. Bu amaçları kısaca açıklamak istiyoruz:

Köylülere yukarıda sıraladığımız baskı yöntemlerini uygulayanlara ilk amacı potansiyel suçlu gördüğü, kendisine yardım etmeyen bu insan­ların gözünü korkutmak, onları ye­rinden yurdundan ederek ceza­landırmak böylece tüm halka korku salmaktır. Yani her bölgeden birçok köyü baskı ve zulümle göç etmeye zorlayarak, bunların akibetiyle böl­gede kalan köylere isteği doğrul­tusunda boyun eğdirmek süren bas­kılara karşı sessiz kalmalarını sağ­lamaktır.

Göç ettirmenin başka bir amacı da, devlete karşı gerilla savaşı yürütenlere yardımcı olan, destek veren, taban oluşturan yoksul Kürt köylüsünü bölgeden sürerek geril­layı desteksiz bırakmak ve ezmeye çalışmaktır. Sorunu geleneksel ezme politikasıyla çözmek isteyenle­rin bu yola başvurmalarına şaş­mamak gerekir. Ancak yüzbinlerin göçüne sessiz kalanlara şaşmamak elde değildir. Bugün birçok demok­rat, Ermeni tehcirine ve Kürt mec­buri iskanlarına karşı çıkmakta, bu­nun için kitaplar yazmaktadırlar. Herhalde demokratların görevi yanlızca tarihi haksızlıkları dile ge­tirmek değildir. Yoksa kürtlerin en büyük göçüne karşı çıkmayı on yıllar sonrasının demokratlarına mı

bırakacağız? Tarih bu faciaya bu­gün karşı çıkmayanları rahmetle an- mayacaktır. Öyleyse devletin, “te­rörden kaçıyorlar” demagojisini açığa çıkarmak önemli bir görev oluyor. Aksi halde devletin zoraki göçü, bu demagojiyle örtmesine alet olunmuş olacaktır. Nitekim birçok yazılı basın devletin bu demagoji­sine alet olarak insanlık suçu işlemektedirler.

Saddam’ın “Bombayı Kimya smdan kaçarak sınırı aşmasına, Bul­garistan'dan Türkiye ye yapılan göçe, sekiz Kürdün Bölge Valisinin emriyle Bölge Valiliği nin deneti­mindeki iller dışına sürülmesine se­sini yükselten kamuoyunun, yüz binlerce kürdün sessiz sedasız, sor­gusuz yargısız, sürülmesine karşı sessiz kalması milyonlarca insanın yerinden sürülmesine, yaban ellerde perişan olmasına göz yummak an­lamına gelecektir. Gayri-resmi ola­rak gerçekleştirilen bu en kalabalık Kürt göçü ' ve mecburi iskanına, Kürt sorununun bu biçimde çözül­mesine karşı, tüm demokratik kişi ve kuruluşları konuyla ilgili uluslara­rası kuruluşları, devrimci ve demok­ratik basını konuya eğilmelerini, tepki ve seslerini yükseltmelerini is- tiyo ız.

Uç bin yıldır emek vererek, ter dökerek, acı çekerek, can vererek yurt yaptıkları topraklardan, geçmi­şinden, anılarından, kültüründen ve onları yoğuran tüm değerlerinden zorla koparılan Kürt halkının onur­suz bir duruma düşmemesi, belirsiz bir yaşamın girdabından boğulma- ması için onur sahibi tüm insanları ve demokratik kuruluşları bu acı du­ruma karşı ortak bir kampanya başlatmalarını istiyoruz. Bu sorun zaman zaman basına yansıyan ha­ber niteliğinden ve arada sırada demeç konusu olan bir durumdan çıkarılmalı, sürekli üzerinde durula­rak kamuoyuna mal edilecek değer­de görülmelidir.

Bu çalışmaları yaparken göç et­tirilenlerin tekrar yurtlarına döndü­rülmesi için bir kamuoyu oluştur­mak da sorunun önemli bir parça­sıdır. Ve bu konuda yoğun bir çabanın harcanması demokratik ve insani bir görevdir. ■

M. Selim Çürükkayaö ze l Tip CezaeviCeyhan - ADANA

54

Page 57: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

!5®f M:W « t»

su w my r ¿a.“ »**.«

J'H iy 'Yeniçeltek katliamının protestosu için Zonguldak’da otuz bini aşkın insan vardı

Yeniçeltek Cinayetinin Anlattıkları

5 8 Çeltek, 1 9 6 8 Çeltek ve 19 9 0 yine Çeltek... Toplam 150 ölü. Acı,

(eder, üzüntü, kadınların ağıtlan, :ocukların bekleyişleri... Ancak bu tez öfke var, zaptedilemeyen, aka- :ak bir yatak arayan, kat kat lüyüyen, bastırılamayan bir öfke, kaderciliğin, böylesi olaylarda ken- lini suçlu görmenin son bulduğunu ¡österen bir öfke. Başta işçi sınıfı >lmak üzere toplumun diğer kesim- srindeki hoşnutsuzluğun geniş ey- îmliliklerle dışa vurulmaya başladı- ı momentte, acıların en büyüğünü aşayan işçilerin, işverenin ve onun anak yalayıcılarının timsah gözyaş- ırına kanmalan beklenemezdi.

Çeltek ne ilkdi, ne de son ola- ağa benzer. Her yıl ortalama 14 in iş kazasının yaşandığı kömür iadenciliğinde, yılda ortalama 3 5 0 işi yaşamını yitirirken 2 0 0 binin zerinde de işgünü kaybı ortaya ıkmaktadır.

Soğuk istatistiki bilgiler, ölümle anlanan iş kazalarında dünyada bi- nci, maden kömürcülüğünde ise

dünyada ikinci, Avrupa'da birinci olmamız gerçeğiyle yan yana kon­duğunda yakınlaşmakta. Rakam­ların sadece sigortalı işçileri kap­sadığı, sigortasız çalışanların ezici bir çoğunlukta olduğu düşünül­düğünde sorun daha büyük bir önem kazanmaktadır. Böylesi hatırı sayılır bir yerde bulunmamıza yol açan iş kazalarının nedenlerini araş­tırmak yerine, bir şuçlu bulup, bü­tün günahlar onun boynuna asılır. Çoğu zaman işçinin dikkatsizliği, bir anlık dalgınlığı, yani işçinin kendisi, bulunan tek suçludur. Sonuçta; en büyük zarara uğrayan, hayat ve ölümle kumar oynayarak çalışan, ölen, yaralanan, sakat kalan işçiye tüm fatura yüklenir.

Üretim olgusu toplumsal bir gerçekliktir. Üretim insan ve maddi ortamın birlikteliği ve etkileşimi ile somutlanır. Bu ikili birlikteliğe ba­kıp, insan olgusunu suçlu görmek, üretim olgusunu anlamamak veya çarpıtmaktır. Bu iki öğenin uyum­suzluğu doğaldır ki üretim sürecin­de aksamalara neden olacak, iş ka­

zalarının görülmesi kaçınılmaz ola­caktır. Kapitalist toplumda bu u­yumsuzluk ne başlı başına insanın ne de maddi ortamın iradesi dahilin­dedir. Hem maddi ortamı düzen­leyen hem de bireyin içinde bulun­duğu çalışma yaşamı belirleyen, kontrol eden egemen sınıftır. Bu noktada kendi çalışma koşulların kendisi düzenleyemeyen işçi suçlu değildir, iş kazalannda bireysel suç ve suçlu aranamaz, suç toplum­saldır, suçlu da işçinin hayatını ve maddi ortamı tek başına belirleyen finans-kapitaldir. Finans-kapital bu suçunu gizlemek için insan fak­törüne yüklenmekte “suçlu dikkatsiz işçidir” demagojisini sonuna kadar sürdürmeye çalışmaktadır. Çel- tek’de yaşanan olayda olduğu gibi katırlarını göndermeye çekindiği yere işçileri gönderdiği, işçilerin hayatına katırlarınkı kadar bile değer vermediği bu denli açıkken bu demagojisini sürdürebilmesi bek­lenemez.

Suçlu bu suçu bilerek, isteyerek işlemekte ve işlemeye de devam et-

55

Page 58: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

mektedir. İşyerlerinde meydana ge­len olaylar bu gerçek ışığında kaza değil olsa olsa cinayettir. Kapitaliz­min gelişimi ile üretim insan için değil, kâr için yapılageldiği sürece, gözlerini kâr hırsı kaplamış finans- kapitalin işlediği cinayetler devam edecektir. Daha fazla kâr elde ede­bilmekten başka bir amacı olmayan­ların, bu kârın nereden ve nasıl gel­diğini önemsemeleri beklenemez. Fazla mesai, parça başı ücret, prim sistemi, bant sistemi; işçilerin daha fazla ücret alabilmelerini sağlaması ve “kazandığını haketm ek" dema­gojisinin işçilerde yansımasanı bul­ması sonucu, tam işverenin istediği gibi çalışmaktadır. Bu yöntemler işverenin kânna kâr katarken, bir yandan da iş kazalarını ve meslek hastalıklarını arttırmaktadır, ileri ka­pitalist ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine ihraç ettikleri geri tekno­lojiye bir nimet gibi sarılan işveren için, daha fazla kâr elde edebilme­nin bir yolu da insan faktörünü en acımasız bir şekilde zorlamaktan, işçiler üzerindeki sömürüyü katmer- leştirmekten geçmekte Geri tekno­lojiye zar zor adapte edilmeye çalı­şılan vasıfsız, eğitimsiz, çocuk de­necek yaştaki işçilerin yerine, her­hangi bir kaza veya hastalık duru­munda, yedek işgücünün, işsizler ordusunun varlığından aldığı cesa­retle, bir yenisini bulmak, kapitalist için, işyerinde güvenlik önlemleri almaktan daha kârlıdır. İşte bu nok­tada azınlığın kârı ile çoğunluğun çıkarı çatışmakta, bu çatışmada işçi sınıfı kapitalizmin azgın dişlerine her yıl yüzlerce ölü vermektedir.

ILO ve Dünya Sağlık örgütü’ne göre işçi sağlığı ve iş güvenliği so­runu tüm çalışanların bedensel, ruh­sal ve toplumsal yönden en iyi duru­ma getirilmesi ve bu durumun ko­runması, işyerlerindeki koşulların, çevrenin ve üretilen malların getir­diği sağlığa aykırı sonuçların teme­linden yok edilmesi, işçilerin beden­sel ve ruhsal gereksinmelerine uy­gun bir ortam yaratılması sorunu­dur.

işçi sağlığı ve iş güvenliği konu­sunda, insan doğasının doğurduğu hatalara değil; nesnel ve teknik ne­denlere yönelinmeli, insan faktörü temel alınmamalıdır işçilerin en dikkatsiz anlarında dahi kaza yapma olasılığının olmadığı çalışma koşul­larının yaratılması gerekmektedir.

Türkiye'de yukarıda tarif ettiğimiz ortamın varlığı bir yana, en dikkatli ve usta işçilerin dahi herhangi bir kaza yapmadan ya da hastalığa ya­kalanmadan çalışacağı ortam mev­cut değildir. Endüstrileşme ve üretime makinalann girmesi ile in­san adeta makinanın bir parçası olmuş, aynı işi yapan robottan bir farkı kalmamıştır. Üretim sürecin­deki bu monotonlaşmanın yanında işçinin kendi ürettiğini satın alabile­cek gücünün olmaması, sonuçta ya­bancılaşma olgusunu ortaya çıkar­mıştır. Yemek ve uyumak dışında tüm zamanı, zevk almadığı, yaşadı­ğını dahi hissetmediği bir ortamda, işyerinde geçen işçiden doğaldır ki, yaptığı işe uyum sağlaması ve onu hatasız bir şekilde yapması beklene­mez.

Iş kazalarının büyük bölümü ani ölümle sonuçlandığından, bunları gizlemek pek mümkün değil. Oysa meslek hastalıkları için aynı sey söz konusu değildir. SSK kayıtlarına göre 3 milyon sigortalıdan yalnız 7 3 6 ’sı meslek hastalığına yaka­lanmış görünüyor. Bu işçilerin 3 1 1 ’inin hayatını kaybettiği, 2 4 9 ’u- nun sürekli iş göremez hale geldiği belirtilmiş. Dar ve kısıtlı imkanlarla yapılan araştırmalar göstermektedir ki, Türkiye'de meslek hastalıklarına yakalananların en az 3 0 bin olması gerekmektedir. Bu rakamlar, ancak gizlenemeyen, ilerlemiş, ölümcül vakalarda meslek hastalığı tanısının koyulduğunu göstermekte. Türkiye­’de meslek hastalıkları konusunda uzmanlaşmanın, işyeri hekimliği uy­gulamasının olmaması, işyeri he­kimliği uygulamasının olduğu kısıtlı sayıdaki işyerlerinde meslek has­talıkları konusunda uzmanlaşmamış doktorların görevlendirilmesi çalış­ma koşullarından kaynaklanan pek çok hastalığın atlanması, gözardı edilmesi sonucunu doğuruyor.

Asıl önemli olan meslek has­talıklarına neden olan faktörleri or­tadan kaldırmak olmasına rağmen, ortaya çıkan hastalıkları tedavi ede­bilmek de işin diğer boyutu. Genel sağlık politikasının eksikliği ve çarpıklığı bu konuda dfc artarak sürmekte.

iş kazalannın ve meslek has­talıklarının ortaya çıkma nedeni o­larak insan ve maddi ortam arasın­daki uyumsuzluğa ve bu uyumsuz­luğun kaynağı olarak egemen

sınıfın rolüne işaret etmiştik. Top­lumda kapitalist üretim ilişkileri ha­kim olduğu noktada bu uyumsuz­luğun ortadan kalkmasını beklemek hayal olur. Maddi ortam ve toplum hayatının kollektif bir belirleyicilik sonucunda şekillendiği sosyalist bir toplumda bu uyumsuzluk ortadan kaldırılabilir. Ancak ellerimizi ka­vuşturup sosyalizmi bekleyecek de­ğiliz. Bugün gelişen bu olumsuzluk­lara güç oranında müdahale etmek ve bu yolla daha etkili bir güç ol­manın olanaklarını yaratmak yö­nünde acil müdehalelerde bulunmak gerekmektedir.

İşyerlerinde işçi sağlığı ve gü­venliğini denetleyecek sistem üçlü bir bileşimden oluşmak zorunda. Denetim mekanizmasının bir ayağı­nı oluşturan sağlık hizmetleri konu­sundaki uygulamalar, Türkiye’deki sağlık politikasının çarpıldığını yan­sıtmakta. Sağlık politikasına bü­tünlüklü bir yaklaşım, bu alanda da kendisini hissettirecektir. Bu nokta­da, şimdiye kadar oluşturulmamış olan meslek hastalıkları konusunda uzmanlık dalının açılması, işyerle­rinde doktor bulundurma zorunlu­luğunun getirilmesi ve işyerlerinde görev olacak doktorların da bu ko­nuda uzman kişilerden oluşturulma­sı gerekmektedir. İşyerlerindeki ko­şullan en iyi denetleyebilecek olan­lar, bu konuda bilgilenmiş işçiler ol­makla beraber, bu koşulları ve sağ­lık hizmetlerini denetleyecek müfet­tiş sayısının arttırılması, meslek has­talıklarının ve iş kazalarının bildiril­me zorunluluğunun denetlenmesi, işleyiş kolaylığı sağlayacaktır.

İşyeri koşullarından en fazla et­kilenen işçiler, bu koşullan denet­leyecek ve değiştirecek mekanizma­nın en önemli ve en etkili bileşeni­dir. Yeraltı Maden İş Sendikası ka­nalıyla oluşturulan ve 12 Eylülle kaldırılan işyeri konseylerinin de­neyimi ışığında işçilerin oluştura­cakları komiteler, çalışanın çalıştığı ortamın koşullarını denetleyeceği yetersiz gördüğü noktada müdahale edeceği, koşullar değişmediği nok­tada çalışmama durumunu yarata­cağı, kısacası kendisi ile ilgili olan larda kendi insiyatifini yaratacağı organlar olacaktır. İşçilerin sendika­lar ve sağlık- kuruluşları tarafında.- bilgilendirildikten sonra, en etkıi denetim mekanizmasını kendi ir. siyatifleri ile oluşturacaklardır. ■

56

Page 59: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11

Bülent Ramazan ONGAN( 1 9 5 6 )

D İ R E N İ Ş S Ü R Ü Y O R

Kerim H ü se y in kod adlı T Ü R K İY E K O M Ü N İS T P A R T İS İ B İR L İK (TKP/B) adlı ö rgü t üyesi, M E H M E T SA LT O C LU nun ya k a la n d ığ ı 21.9.1989 ta rih li p o lis ifadesinden

Bulunduğu yerden fırlayarak, sol elini havaya kalkmış yumrukları sıkılmış vaziyette: KAHROLSUN EVREN, ÖZAL FAŞİZMİ,'FASİST AMERİKAN UŞAKLARI EVREN VE ÖZAL DAN HESAP SORULACAK, CUDİ DEKİ KATLİAMIN HESABI SORULACAK, FASİST KATİLLERDEN HESAP SORULACAK, TÜRKİYE KOMÜNİST PARTİSİ BİRLİK (TKP/B) ibareleri sloganlar atarak görevlilerin elinden kurtularak, burada bulunan görevlilere saldırarak, istediği sırada yine buradaki görevliler tarafından engellediği, yine burada bulunan görevlilere ve bize hitaben BEN EVREN, ÖZAL FAŞİZMİNİN İDARE ETTİĞİ SİZLERE, FASİST POLİSLERE İFADE VERMEM, VERMEYECEĞİM. SÎZLER KATİL FAŞİSTLER SİZDEN HESAP SORULACAK. SİZİN GİBİ FAŞİSTLERİ ÖRGÜTÜNÜZÜN SİLAHLI KANADI OLAN SİLAHLI HALK BİRLİKLERİ YOK EDECEK, ÖLDÜRECEK. SONUNUZ GELDİ.

DİRENİŞ SÜRÜYOR

Page 60: Çağdaş Yol Mart 1990 Sayı 11