cumhur İyet dÖnem İ korunmaya muhtaÇ...

377
T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI CUMHURİYET DÖNEMİ KORUNMAYA MUHTAÇ ÇOCUKLARA İLİŞKİN POLİTİKANIN OLUŞUMU Doktora Tezi Abdullah KARATAY İstanbul, 2007

Upload: vannguyet

Post on 17-Sep-2018

230 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI

SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI

CUMHURİYET DÖNEMİ KORUNMAYA MUHTAÇ

ÇOCUKLARA İLİŞKİN POLİTİKANIN OLUŞUMU

Doktora Tezi

Abdullah KARATAY

İstanbul, 2007

ii

T.C. MARMARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ ANABİLİM DALI

SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER BİLİM DALI

CUMHURİYET DÖNEMİ KORUNMAYA MUHTAÇ

ÇOCUKLARA İLİŞKİN POLİTİKANIN OLUŞUMU

Doktora Tezi

Abdullah KARATAY

Danışman: PROF. DR. Füsun ÜSTEL

İstanbul, 2007

i

Marmara Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Tez Onay Belgesi

KAMU YÖNETİMİ Anbilim Dalı SİYASET VE SOSYAL BİLİMLER Bilim Dalı Doktora Öğrencisi Abdullah KARATAY’ın CUMHURİYET DÖNEMİ KORUNMAYA MUHTAÇ ÇOCUKLARA İLİŞKİN POLİTİKANIN OLUŞUMU adlı tez çalışması, Enstitümüz Yönetim Kurulunun tarih ve sayılı kararıyla oluşturulan jüri tarafından oybirliği ile Doktora Tezi olarak kabul edilmiştir.

Öğretim Üyesi Adı Soyadı İmza Tez Savunma Tarihi: 26/07/2007

1. Tez Danışmanı : Prof. Dr. Füsun ÜSTEL ……… 2. Jüri Üyesi : Prof. Dr. Ayşegül Yaraman LORDOĞLU ……… 3. Jüri Üyesi : Doç. Dr. Birsen ÖRS ……… 4. Jüri Üyesi : Prof. Dr. Günay Göksu ÖZDOĞAN ……… 5. Jüri Üyesi : Doç. Dr. Adalet ALADA ………

ii

ÖZ

Tez Adı: Cumhuriyet Dönemi Korunmaya Muhtaç Çocuklara İlişkin Politikanın Oluşumu Yazar: Abdullah Karatay

Bu çalışmada Türkiye’deki korunmaya muhtaç çocukların devletin koruyucu sisteminin dışında

kalmışlık durumu, Batıdaki modernleşme süreçleri sonunda ortaya çıkan çocuk koruma modelleri ile

karşılaştırmalı olarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır.

İlk bölümde modernitenin paradoksal bir süreç olarak toplumsal sorunlar üretirken öte yandan da

toplumun kendini koruma refleksi içinde ‘koruyucu’ dinamikler ortaya çıkardığı ve Batı’da bu sürecin

nasıl bir çocuk koruma sistemi doğurduğu tarihsel süreç izlenerek gösterilmektedir. 20. yüzyıl başına

şekillenen çocuk merkezli yaklaşımlar ‘çocuk koruma sistemi’ (child protection), 20. yüzyılda refah

devleti ve kamunun etkinliğinin artmasına paralel olarak ortaya çıkan ve çocuğu aile içinde korumayı

hedefleyen dönem ise ‘çocuk refahı’ (child welfare) dönemi olarak adlandırılmıştır.

İkinci bölümde, Tanzimat döneminden itibaren çocuk korunmasında artan kurumsallaşmanın

‘savaşlar dönemi’yle birlikte gerilemeye başladığı görülmektedir. II. Meşrutiyet döneminin kritik bir

dönemeç olduğu; bu dönemde devletin zorunlu haller dışında (savaş yetimlerinin korunması gibi) çocuk

koruma alanında yer almadığı ve bu politikanın Cumhuriyet döneminde 1949 yılına kadar devam ettiği

söylenebilir.

Üçüncü bölümde, Cumhuriyet dönemindeki hızlı okullaşmayla çocuk yoksulluğunun görünürlük

kazanması sonucu devletin ilgisinde artış olduğu tespit edilmektedir. Ayrıca 1940’lı yıllarda başlayan

mevzuat çalışmaları ve ilk kanunların meclisteki görüşme serüveni daha sonraki çocuk koruma sisteminin

dilini ve kurumsal zeminini oluşturduğu görülmektedir. Bunun yanında 1940’lı yıllara kadar çocuk sorunu

bir nüfus artışı sorunu olarak algılanırken, daha sonra daha çok ‘kimsesiz’, ‘terkedilmiş’ ya da ‘sokak

çocukları’ şeklinde tanımlanmaya başladığı tespit edilmiştir.

Yapılan karşılaştırmada 20. yüzyılın başında Batıda oluşan çocuk koruma sistemi (child

protection) modelinin Türkiye’de 1960’lı yıllarda biçimsel olarak tamamlandığı ancak çocuk refahı (child

welfare) dönemine geçilmediği gösterilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Korunmaya Muhtaç Çocuklar, Çocuk Koruma Sistemi, Çocuk Refahı,

Çocuk Esirgeme Kurumu

iii

ABSTRACT

Name of Thesis: The Formation of Policies for Children in Need of Protection in the Republican Era

Author: Abdullah Karatay

Thesis is about the exclusion of children in need of protection from the social protection of state.

The issue is discussed in comparison to child protection models that emerged after modernization process

of the West. In this framework, the thesis is arranged in three chapters.

The first chapter argues that modernity as a paradoxical process produces social problems and

‘protective’ measures. As a protective measure ‘child protection’ system was formed at the beginning of

20th century; then after the emergency of child daycare centers, daily nurseries, maternity leave policies,

child protection systems transformed to child welfare model.

The second chapter discusses that after “Era of Wars” starting by Ottoman-Russian 1877 War,

the State lost its influence in the social arena in the process of Ottoman modernization. During that

period, children in need of protection were exploited as domestic child laborers, traditionally called as

‘housemaid’, ‘servant’ and/or ‘adoptee’. This policy has been maintained during the Republican Era until

1949.

In the third chapter it is argued that in parallel with the increased schooling in the 1930s, the

visibility of child poverty has led the State to demonstrate more interest in this field. The legislation

process that started in 1940s has shaped the discourses of “child protection” and prepared the legal ground

for the institutionalization of the child protection.

Eventually, a child protection system that evolved in the West in the early 20th century was

introduced in Turkey in 1960s. However, this has not led to a period of child welfare.

Key Words: Child-institutionalized, Children in Need of Protection, Child Protection System, Child

Welfare, Child Protection Agency

iv

ÖNSÖZ

Korunmaya muhtaç çocuklar sorunu her şeyden önce bir tanımlama sorunudur.

KMÇ dendiğinde insanların zihninde genelde bir ‘kimsesiz’, ‘yoksul’, ‘terkedilmiş’ ve

anne babasının kim olduğu bilinmeyen çocuk anlaşılmaktadır. Uzun yıllar KMÇ’ın

bakılıp korunduğu çocuk yuvaları ve/veya yetiştirme yurtlarında çalışan biri olarak,

yuvaları ziyarete gelen gönüllü ve/veya hayırseverlere aslında bu çocukların büyük

çoğunluğunu anne ve babalarının hayatta olduğu ve çoğunluğunun da çocuklarını

ziyaret ettiğini anlamaları için çoğu kez açıklama güçlüğü çektiğimi hatırlıyorum.

Gönüllü vatandaşların büyük çoğunluğu bir kimsesizler yetimhanesini ziyaret ettiğini

düşünmekte ve karşılaştıkları farklı durumu anlamakta güçlük çekmekteydi.

Böyle bir çalışmaya yeltenmenin temelinde bu çelişkinin yaygın olduğu tespiti

yatmaktadır. SHÇEK’e bağlı bütün kurumlar toplum nezdinde ‘kimsesizlere’ hizmet

veren kurumlar görülmektedir; SHÇEK’in SH (Sosyal Hizmetler) bölümü hala

vatandaşların çoğunluğunca görülmemektedir; hala bu kurumun eski kimliği ile ÇEK

(Çocuk Esirgeme Kurumu) olarak kabul edilmektedir. Zamanla bu alanda çalışıp daha

çok bilgi sahibi olmaya başlayınca, aslında bu durumun sebebinin tek başına gönüllü

hayırseverlerin öznel algıları ile sınırlı olmadığı ve bununla açıklanamayacağı; sosyal

hizmetlerin genel olarak ‘çocuk esirgeme’ olarak algılanmasını anlaşılır kılacak bir

tarihsel ‘zayıflık’ içinde olduğunu görmeye başladım. Türkiye’de devletin sosyal yardım

ve sosyal hizmetler alanında yer alması yaygın bir hizmet değildir; devlet ağırlıklı

olarak sorun sokağa yani görünür alana taştığında göreve çağrılmaktadır. Bu anlamda

Türkiye’de devletin belli bir fetişizm içinde ‘baba’ seviyesine çıkarılmış olmasının

sosyal alanda pek gözlenmediği söylenebilir.

Bu nedenle bu çalışma biraz bireysel tarihimin eseridir; biraz bireysel gelişimimi

de içermektedir. Bu alanda ilişkisi olan hemen herkes gibi tesadüfî başlayan tanışıklığı

ilerletme, genel olarak sosyal hizmetleri ve özel olarak KMÇ’a yönelik hizmetleri

anlama çabasıdır beni buraya sürükleyen. Bu nedenle bu çaba zaten ‘uzun süren’ bu

tezin hazırlanması süresi ile sınırlı değildir. Zaman zaman üzerinde çalışılan

kavramların toplumda çok yaygın olarak bilinmediği ya da içeriklerinin çok farklı

v

olarak doldurulduğu unutulduysa da kullanılan dil ve yazım akışının zedelenmesi

pahasına gelen uyarılar doğrultusunda kavramlar sık sık tanımlanmaya çalışıldı. Ancak

yalın ve basit olarak kabul edilen çocuk koruma alanının salt bir devlet-çocuk ilişkisi

olmadığı görülmektedir. Korunmaya muhtaç kesimlere yönelik kamunun konumlanışı

aslında temel bir devlet oluşum problemi olduğu görülmektedir. Devletin dezavantajlı

kesimler lehine kurumsallaşması ve eşitlikçi sosyal politikalar yürütmesi KMÇ alanın

merkezinde yer alan bir sorundur. Modern devletin bu ve benzer sorunlar kaşısında

aldığı tutum devlet-toplum ilikisinin niteliğini belirlemektedir. Bu nedenle iyi bir

toplum için iyi bir devletin ön koşul olduğu kabul edilerek; KMÇ alanında devletin

nerde yer aldığı ve niteliği bu çalışmada temel problem olarak kabul edilmiştir. Bu olgu

da bir dünya olgusu olan modernite ve modern devletin geçirdiği seyir; modern devletin

koruyucu politikalarının vardığı modeller ve koruyucu yöntemler incelenmeden

anlaşılamayacağı dikkate alınarak, sorun geniş bir çerçevede ele alınmaya çalışılmıştır.

Bu nitelikteki her çalışmada olduğu gibi bu tezin de şekillenmesi esas olarak

kolektif bir çabanın sonucudur. Uzun bireysel yolculuğuma dönemsel ya da sürekli

olarak eşlik eden kişilerin yönelimimde ciddi katkılar yaptıkları ve bende ciddi

dönüşümlere sebep olduklarını itiraf etmem gerekiyor. İşte tam da bu noktada olumlu

katkısı olanları anma görevi ile karşı karşıyayım. Uzun süren bu çalışmada çeşitli

düzeylerde katkısı olan kişi sayısı da çok oldu; bu nedenle niyetten bağımsız anılması

unutulacak kişilerden peşin olarak özür diliyorum. Özellikle gazete taraması, bazı

metinlerin bilgisayarda yazılması gibi düzeylere adını anamayacağım kadar çok sayıda

meslektaşım ve çalışma arkadaşımın katkısı olduğunu belirtmekte fayda var.

Çocuk Esirgeme Kurumu tarihi konusundaki arşivini büyük bir açıklıkla benimle

paylaşan sevgili meslektaşım ve arkadaşım Turgay Çavuşoğlu, çalışmayı okuyarak

değerli fikirlerini benimle paylayan Dr. Berna Yazıcı, tezin redaksiyonunu defalarca

yapan sevgili arkadaşım İsmail Ayman, hem biçim hem de içerik açısından metni

defalarca okuyan ve içeriğe dair de tavsiyelerde bulunan sevgili Cengiz Çiftçi’nin emeği

yeri doldurulamaz bir katkı oldu.

vi

Tezimin savunma jürisinde yer almayı kabul etme nezaketini gösteren, kısa

sürede tezi okuyup ciddi eleştiri ve katkılarda bulunan Doç Dr. Adalet ALADA ve Prof

Dr. Günay Göksu ÖZDOĞAN’a teşekkür ediyorum. Tezin izleme jürisinde yer alarak

her defasında ‘karmaşık’ metinler okumalarına rağmen, tezin doğru yönde ilerlemesi

için büyük katkılarını aldığım Doç Dr. Birsen ÖRS ve Prof. Dr. Ayşegül YARAMAN’a

sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Akademik disiplin içinde kalma becerisi zayıf olan

beni sürekli olarak burada tutmaya çalışan, bu tezin her santimetrekaresinde izi olan,

kazınacak her cümlenin gerisinde emeğini bildiğim sevgili hocam Prof. Dr. Füsun

ÜSTEL’e sonsuz teşekkür borcum var. Hiç şüphesiz bu tezin şekillenmesindeki hiçbir

eksiklik onlarla iligili değildir.

Doğal olarak her tez çalışması bir zaman çalınmasıdır; insanın zaman borçlu

olduğu en yakınlarından zaman çalması. Sevgili eşim Bahriye, sevgili oğullarım Mervan

ve İbrahim Arda’dan çalmak zorunda kaldığım zaman olmasaydı bu çalışma ortaya

çıkmayacaktı. Onlara özür borçluyum. Peki değdi mi? Herhalde doyurucu ve/veya

mutlak cevap henüz bulunmamıştır demek gerekiyor bu noktada.

30.07.2007, İstanbul Abdullah KARATAY

vii

İÇİNDEKİLER

Sayfa No.

ÖZ ............................................................................................................................. i ABSTRACT............................................................................................................... iii ÖNSÖZ .......................................................................................................................iv 1 GİRİŞ ...................................................................................................................1 2 MODERNİTE VE ÇOCUKLARIN KORUNMASI.........................................11 2.1 Modern Devlet ve Toplumun İnşası: Çocukları Korumanın Temelleri ..............20

2.1.1 Paradoksal ve İkili Bir Süreç Olarak Modernite .........................................23

2.1.2 Modernite, Modernleşme ve Modern Devletin Oluşumu ............................27

2.1.3 Yurttaşlığın İnşası ve Sosyal Hakların Genişlemesi ....................................38

2.2 Modern Çocuk Koruma Sisteminin Oluşumu ...................................................46 2.2.1 Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması.......................................46

2.2.2 19. Yüzyılda Modern Çocuk Koruma Sistemine Doğru Eğilimler:

Kurumsallaşma, Çalışma Hayatının Düzenlenmesi, Okullaşma, Çocukların

Aile İçinde Korunması ve Meslekileşme......................................................54

2.3 ‘Çocukluğun Yüzyılı’nda Kamusal Hizmetlerin Yayılması: Çocukların Korunmasından Çocuk Refahına Doğru ...........................................................79

2.3.1 Çocukların Yüzyılında Toplumsal ve Tarihsel Eğilimler .............................80

2.3.2 Çocuk Koruma Perspektifleri .....................................................................87

3 OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİNİN TEMELLERİ....................................................................................................93

3.1 Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması.............................................97 3.2 Tanzimat Modernleşmesi ve Çocukların Korunmasında Yeni Düzenlemeler ....99

3.2.1 Modernleşme ve Çocukları Koruyucu Hizmetler.......................................102

3.2.2 Eğitimin Modernleşmesi ve Çocukların Korunması: Darüşşafaka ............104

3.2.3 İlk Kurumsal Çocuk Koruma Kurumu: Midhat Paşa’nın Islahhaneleri.....108

3.3 II. Abdülhamid Dönemi: Çocuk Koruma Çalışmalarında Genişleme ve Merkezileşme Eğilimleri ................................................................................113

3.3.1 I. Meşrutiyet, Savaşlar ve Çocukların Korunması ...................................114

3.3.2 Dilencilikle Mücadele, Darülaceze (1896) ve Darülhayr-i Ali (1903) ......118

3.4 Kız çocuklarına İlişkin ‘Derin’ Politika: Osmanlı’da Ev İçi Kölelik ...............121 3.5 II. Meşrutiyet Dönemi: ‘Devletleşmeden’ ‘Sivilleşmeye’ Yeni Dönem ..........130 3.6 Devletin KMÇ Alanında Doğrudan Sorumluluk Aldığı Kurumlar: Darüleytamlar

ve Kazım Karabekir’in Çocuk Ordusu Çalışmaları .........................................138 3.7 Çocuk Koruma Sisteminde ‘Yeniden’ Sivilleşme: 1920-1940 ........................147

viii

3.8 1920’lı Yıllarda Çocuklara Yaklaşımı Belirleyen Faktörler: Milli ideoloji, Nüfus Artışı ve Devletin Yetersizlikler .....................................................................154

3.9 Himaye-i Etfal Cemiyeti: Devlet Destekli Bir Dernekten Filantropik Bir Kuruma......................................................................................................................159

4 CUMHURİYET DÖNEMİNDE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİNİN GELİŞİMİ.......................................................................................................165

4.1 1930’lar: Yoksulluk ve Korunmaya Muhtaç Çocuklara Yönelik Hizmetlerin Yetersizlikleri ................................................................................................167

4.1.1 KMÇ Kanunu Öncesi Çocuklara Yönelik Belediye, Darülaceze ve ÇEK’in

Çeşitli Çalışmaları ...................................................................................179

4.2 1940’larda Karma Yapı: Devletin Korunmaya Muhtaç Çocuklar Alanında Yeniden Ortaya Çıkması ................................................................................189

4.2.1 1940’li Yıllar: “Kimsesiz, sefil bir varlık” Olarak Sokak Çocukları.........193

4.2.2 İlk KMÇ Kanununa Doğru Çeşitli Girişimler: “Çocuk Çiftlikleri”,

Darülaceze’nin çalışmaları, ÇEK ve Çocukların Sokaklardan Toplanması

198

4.2.3 Çocukları Korumaya Yönelik Kurumların Çoklu Yapısı............................223

4.3 İlk KMÇ Kanunu (1949) ve TBMM’deki Kanunlaşma Süreci.......................225 4.3.1 Kanun Gerekçesi ve Oluşum Süreci ..........................................................227

4.3.2 TBMM Komisyonları ve KMÇ Kanunu .....................................................230

4.3.3 Geçici Komisyon Raporu: Yeni Kanun Başlığı “Korunmaya Muhtaç

Çocuklar” ................................................................................................234

4.3.4 Kanunun TBMM Genel Kurulundaki Görüşülmesi Sürecinde Yapılan

Tartışmalar ..............................................................................................237

4.3.5 İlk KMÇ Kanunu ve Uygulamada Karşılaşılan Zorluklar .........................244

4.4 1950’ler ve 1960’lar: Kamuoyu ve Basının KMÇ Sorununa Olan İlgisinde Artış...............................................................................................................248

4.4.1 Bir KMÇ Sorunu Olarak ‘Besleme’ Çocuklar...........................................257

4.4.2 KMÇ ve Suça Yönelimde Artış..................................................................267

4.4.3 Türkiye’de Sosyal Hizmet Fikrinin Gelişmesi ...........................................274

4.5 KMÇ Kanununda Değişiklik: 6972 Nolu 2. Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu ..........................................................................................................280

4.6 KMÇ ve Sosyal Hizmetlerde Yeni Açılımlar..................................................283 4.6.1 Yabancılar, Eğitim ve Sosyal Hizmetlerin Siyasal İşlevi ...........................284

4.6.2 Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kanunu ve Sosyal Hizmet Mesleği..................288

4.7 Çocukları Koruma Çalışmalarında Kurumdan Kaçış: Korucuyu Aile .............294 4.8 KMÇ Alanında Kurumsallaşmada Gelişmeler ................................................301 5 SONUÇ.............................................................................................................309

ix

EKLER: ...................................................................................................................320 Ek 1: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1949) .............................320 Ek 2: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1957) .............................327 Ek 3: Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun ................................335 KAYNAKÇA ...........................................................................................................339

x

TABLO LİSTESİ

Sayfa No.

Tablo 1 : Cinsiyet ve Yaşlara Göre İcar-i Sagir Olarak Verilen Çocukların Dağılımı .124

Tablo 2: 1923 Yılında Eğitimin Durumu....................................................................148

Tablo 3: 1937 Yılı Şubat Ayı İçinde İstanbul İli İlk Okullarında Doyurulan ve Himaye

Gören Çocuk Sayıları.........................................................................................171

Tablo 4: 1940’lı Yıllarda Çocukları Koruyan Kurumlar.............................................224

Tablo 5: 1938- 1962 Yılları Arasındaki Çocuk Hükümlü Sayıları ..............................272

Tablo 6: Koruyucu Aileye Yerleştirilen Çocuk Sayısı (1961-1993)............................300

Tablo 7: 1964 Yılında ÇEK’na Bağlı Yuvalar............................................................307

xi

ŞEKİL LİSTESİ

Sayfa No.

Şekil 1 : İzbede Unutulan Yavrular!...........................................................................175

Şekil 2: “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar” ve Parti Raporu ..................199

Şekil 3 : Yalnız İstanbul’da 4000 Kimsesiz Çocuk Var. .............................................206

Şekil 4 : Sokaklardaki ‘sefil çocuk!’ ..........................................................................211

Şekil 5 : Köylülerin Besleme Olarak Sattığı Çocuklar................................................260

Şekil 6 : Cumhuriyet Döneminde Çıkarılan Fakat Uygulanmayan Önemli Kanunlar..262

Şekil 7 : Suça Sürüklendiği İçin Velayeti Kaldırılan İlk Çocuk ..................................268

xii

KISALTMALAR

Bkz. Bakınız

ÇEK Çocuk Esirgeme Kurumu

Çev. Çeviren

ÇKS Çocuk Koruma Sistemi

DPT Devlet Planlama Teşkilatı

Edt. Editör

HEC Himaye-i Etfal Cemiyeti

KMÇ Korunmaya Muhtaç Çocuklar

MEB Milli Eğitim Bakanlığı

SHA Sosyal Hizmetler Akademisi

s. Sayfa

SHGB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü

S. Sayı

SHÇEK Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu

SHU Sosyal Hizmet Uzmanı

SİMV Sıhhat ve İçtima-i Muavenet Vekâleti

SSYB Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı

TCK Türk Ceza Kanunu

TÇEK Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu

1 GİRİŞ

Türkiye’de özel korunma ihtiyacı içinde olan büyük bir çocuk kitlesinin

varlığına rağmen, korunma şemsiyesine dâhil olamayan çocukların oranı son derece

yüksektir. 0-18 yaşa arası toplam çocuk nüfusunun %2’si genel olarak korunmaya

muhtaç kabul edildiğinden toplam korunmaya muhtaç çocukların (KMÇ) sayısı bir

milyonun üstündedir. Oysa kurum bakımı, koruyucu aile ve sosyal yardımla ailesi

yanında bakılan çocuk sayısı yirmi bin civarındadır.1 Bu nedenle KMÇ alanının temel

problemi ihtiyaç sahibi bütün çocukların korunmaması yani KMÇ’dan esas olarak

‘kimsesiz’ çocukların anlaşılmasıdır. ‘Kimsesiz’ çocuklar için ise temel koruma yöntemi

olarak yuva ve yurt yani kurumsal bakım anlaşılmaktadır. Bu çercevede bu tez,

Türkiye’deki KMÇ’ın devletin koruyucu sisteminin dışında kalmışlık durumunu,

Batı’da modernleşme süreçleri sonunda ortaya çıkan çocuk koruma süreçleri ve

modelleri ile karşılaştırmalı olarak anlamaya çalışacaktır. Bu bağlamda Batı’da ve

Türkiye’de çocukluğun gelişmesi, modern öncesi ve modern dönemde çocuk koruma

yöntemleri, modern dönemde kurumsal hizmet modelleri ve geç modern dönemde

kurumsal bakıma alternatif olarak ortaya çıkan aile ve toplum merkezli ‘koruyucu aile’

gibi yöntemlerin yaygınlaşması alanları karşılaştırmalı olarak incelenecektir.

Türkiye’de KMÇ’a ilişkin sorunlar güncelin ötesinde tarihsel kökleri olan

yapısal bir sorundur. KMÇ sorunu özünde Türk modernleşmesinin ‘sosyal alanda’

yönetsel olarak yeterince yayılmamış olması; eğitim kurumları ve diğer sosyal

kurumların yetersizliği yani yeterli ‘yönetsel yayılma’ göstermemesi ile ilgilidir.2

Dolayısıyla KMÇ sorunu sosyal bir sorun alanı olarak modernleşme sürecinin bir

sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin bir parçası olduğu Batı

modernleşme sürecinde KMÇ sorununun ortaya çıkması ve daha sonra da çocukların

korunması amacıyla geliştirilen önlemler öncelikle anlaşılmaya çalışılacaktır. Daha

sonra KMÇ sorunu ve çözümüne ilişkin modellerin Türkiye koşullarındaki ortaya çıkış

ve gelişme tarzları incelenecektir.

1 DPT, 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Çocuk Özel İhtisas Raporu, Ankara, 1994, s. 33. 2 Cemil Oktay, Siyaset Yazıları, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s. 215.

2

Batıda modernleşme ile birlikte KMÇ sorununa gösterilen pozitif tepkiler

tarihdışı bir zorunluluktan ziyade, dönemin aydınları, hümanist hareketleri ve sivil

toplum örgütlerinin mücadeleleri sonucu ortaya çıkan bir ‘gelişme’ olarak kabul

edilmiştir. Bu gelişme öncelikle çocukların çalışma hayatı gibi yetişkinler dünyasına ait

alanlardan eğitim alanına çekilmesi ile ortaya çıkmaya başlamıştır. Bir kurgu olarak

çocukluk ve bir alt çocukluk kategorisi olarak ‘korunmaya muhtaç çocukluk’ da

toplumun ‘koruyucu’ dinamiklerinin3 tarihsel oluşum sürecinin bir parçasıdır.

Çocukların toplumsal korumanın içine çekilmediği koşullarda çocukluk ve özel olarak

korunması gereken çocukluk kategorisi de henüz oluşmuş değildir. Modern öncesi ve

modernleşme sürecinde çocuklar başta çalışma hayatı olmak üzere yetişkinlere ait

dünyanın diğer boyutları içinde tanımlanırken, korunmaya muhtaç çocuklar da

çocukların korunmasının merkezde olmadığı kategoriler olarak ‘yetimlik,’ ‘serserilik’

ve ‘terk edilmişlik’ gibi özel tanımlar içinden betimlenmektedir. Dolayısıyla çocukluğa

dair gelişme ile modernite ya da diğer bir deyişle modern devletin ya da ‘toplum’un

gelişimi arasında paralellikler söz konusudur. Bu nedenle ‘çocukluk’ ve ‘korunmaya

muhtaç çocukluk’ durumları ancak, içinde şekil aldıkları devlet, sosyal kurumlar,

modernleşme süreçleri ya da en kapsayıcı kavram olarak ‘modernitenin’ oluşum süreci

içinden anlamlandırılabilir. Bu nedenle, bu çalışmada öncelikle Batıda ve Türkiye’de

modernite ve modernleşme süreçlerinin genel belirleyenleri ve tezahürleri üzerinde

durulacaktır.

Her modernleşme süreci aynı zamanda ulus-devlet sınırları içinde bir ulusal

devlet inşasıdır; ancak her ulus inşası bir ‘toplumla’ nihayetlenmemiştir;4 bu da

3 ‘Koruyucu’ dinamik Karl Polanyi’nin ‘karşı hareket’ olarak tanımladığı dinamiklere karşılık olarak kullanılmaktadır. Polanyi modern toplumun çift yönlü bir dinamiğe sahip olduğunu; bir yandan piyasanın kendi başına işleme eğilimi nedeniyle toplumsal dokuda yarattığı tahribat, diğer yandan bu tahribatı önlemeye yönelik olarak toplumda koruyucu dinamiklerin ortaya çıktığını belirtmektedir. Karşı hareket geniş anlamda bütün sosyal politika süreçlerini kapsayan bir anlamda kullanılmaktadır. Bkz. Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, 2. baskı, Ayşe Buğra (Çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s.191. 4 Christopher Pierson toplumun ulus tanımını aşabilen bir bütünlüğe sahip olabileceğine belirtmektedir. Pierson’a göre “esas nokta, toplumun, ulus devletle tam tamına çakışmamasıdır; pek çok toplumun sınırları bunları çevreleyen devletlerin sınırları kadar net çizilemez; hepimiz çoklu toplumların mensuplarıyız, bunların bazıları ulus devletlerden çok daha küçük ve bazıları da daha büyüktür; tüm

3

ulusların özgül ve farklı modernleşme dinamikleriyle ve farklı kurumsallaşma geleneği5

ile ilgili bir sonuçtur. Ulus-devletler belli bir nüfustan ‘ulus’ yaratma projesi olarak,

nüfusun tümü üzerinde egemenlik kurarak kendini, kendinden önceki devlet tarzı olan

mutlakıyetçi tarzdan ayırır. Bu süreçte devlet ve toplum gittikçe içice gecen yapılara

dönüşmektedir. Artık devletin yönetme tarzı daha görünmez ve toplumsal kurumlar

kanalıyla olmaya başlamıştır. Foucault’nun yönetimsellik olarak açıkladığı bu süreçte

devlet artık yönetme pratiklerinin gerçekleştiği yerlerden sadece biridir.6 Bu süreç

içinde çocukluğun bir toplumsal kategori olarak ortaya çıkması karmaşık ve yüzyıllar

alan bir süreçtir. Bu nedenle söz konusu sürecin başlangıç noktası ve bitiş noktasını tam

olarak tespit etmek mümkün değildir; ancak okul gibi, çocukluğu yetişkinler

dünyasından ayrı bir kategori gibi kurgulayan ve niteliksel farklılaşmalar yaratan önemli

yönetimsel kurumlardan söz edilebilir. Bu nedenle çalışmada çocukluk kurgusunu var

eden temel kurumlardan biri olan okul ve okullaşma modernleşme süreçlerinin farklı

coğrafyalarda ortaya çıkışına bağlı olarak incelenmiştir.

Toplumsal tarih konusunun genel tarih çalışmaları içinde son derece yeni olması

bir yana, çocukluk çalışmalarının da toplumsal tarih çalışmaları içinde geniş bir yer

almadığı; mevcut çalışmaların ise hâlâ önemli oranda Batıda ortaya çıkan sosyal tarih

çalışmalarını referans kabul ettiği belirtilmelidir.7 Bu nedenle çocukluğa dair

çalışmalarda Batı referansı temel olma özelliğini korumaktadır. Ancak bu çalışmada

çocukluğun tarih içindeki seyri teleolojik ve çizgisel bir ilerleme olarak değil, yukarıda

toplumlar müstakil sosyal sistemler olarak var olmazlar, başka bir dizi kendileriyle çakışan ve bitişik toplumun oluşturduğu bağlam içinde bulunurlar.” Christopher Pierson, Modern Devlet, İstanbul: Çiviyazıları, 2000, s. 107. 5Bir toplumun kurumsallaşma geleneğini ve mirası, Gosta Esping-Andersen’e göre, belirleyen üç faktörden biridir. Diğer ikisi ise sınıf harekelerinin (özellikle çalışan sınıflar) doğası, sınıf esaslı siyasal koalisyonların yapısıdır. Bu nedenle bir toplumdaki kurumsallaşma geleneği ve mirası çocuk koruma sitemninin oluşumunu da belirleyen fakötürerin başında gelmektedir. Bkz. Gosta Esping-Andersen, The Three Worlds of Welfare Capitalism, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1990, s. 29.; Kurumsallaşma aynı zamanda korunmaya muhtaç kesimlerin bakım ve eğitiminin aile dışında ve kamusal düzenlemeler çerçecevsinde yapılması; dolayısıyla bu alanın ‘modernleşmesi’ anlamına da gelmektedir. Çocuğun doğanın ürünü, çocukluğun ise toplumsal bir yaratı olduğunu belirten Bekir Onur, Türkiye’de çocukluğun tarihinin aynı zamanda modernleşmenin tarihi olduğunu belirtip; çocukluğa ilişkin sorunların da tamamlanmamış modernleşmeden kaynaklandığını ifade etmektedir. Bkz. Bekir Onur, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, Ankara: İmge Kitapevi Yayınları, 2005, s. 527-528. 6 Pierson, s. 20. 7 Hugh Cunningham, Children and Childhood in Western Society since 1500, 4. baskı, Londra ve New York: Longman, 1998, s. 4–6.

4

‘gelişme’ olarak adlandırılan tarzda anlamlı bir ‘ilerleme’ çizgisi olarak kabul

edilmektedir. Yani çocukluğun içinde şekil aldığı toplumsal tarih, teleolojik anlamda bir

‘ilerleme’ ve geçmişten kopuşlar şeklinde kabul edilmemiştir.8 Toplumsal tarihin

birikimler şeklinde geliştiği, niteliksel dönüşümler yaşanan dönemlerde ise geçmiş

birikimlerin varlığını ikincil de olsa sürdürdüğü kabul edilmiştir. Bu çerçevede modern

öncesi varolan ve yüzyılların insanlık birikimi olan dinsel merkezli dayanışma biçimleri

olarak ‘hayırseverlik’in modern koruma sistemlerinin geliştiği dönemlerde de varlığını

göstermiş olması bir ‘gerilik’ olarak görülmemiştir. Hayırseverlik, filantropi ve sosyal

hizmet şeklinde sıralanan çocuk koruma sisteminde gelişme bir farklılaşma ve niteliksel

kopuş olmakla birlikte, süreç ‘genişleyerek’ ilerleme olarak gerçekleşmiştir. Yani eski

formlar bir sonrakiyle aynı sınırlar içinde entegre olarak varlığını sürdürmüş; ancak yeni

gelenin etkinliği daha fazla olmuştur. Ayrıca çocuk koruma sisteminin seküler ve

bilimsel bir yönde gelişmesi yani ‘sosyal hizmet’ şeklinde dönüşmesi, ‘hayırseverliği’

de etkilemiş ve belli ölçülerde melezleştirmiştir; ancak hiçbir sistem bir diğerini mutlak

olarak ikame ederek gelişmemiştir. Her biri kendi dönemlerinin baskın sistemleri olarak

yerlerini almışlardır. Modern devlet koşullarında baskın çocuk koruma yöntemi ‘sosyal

hizmet’ olmakla birlikte, modern devletin yönetsel yayılımı ve hayırseverliğin tarihsel

olarak oluşturduğu habitusu ve konjonktürel diğer gelişmelere bağlı olarak

8 Çocukların tarih içinde korunmaya başlamasına ilişkin sürece bakıldığında belli bir ‘ilerleme’ görülmektedir. Tarihin belli bir döneminde çocukların bugünkü anlamında anlaşılmadığı; bugünkünden çok daha olumsuz yaşama koşulları içinde oldukları ve süreç içinde çocukları koruma, çocukluğu oluşturmak için bir önlemler silsilesi ile karşılaşılmaktadır. Bu anlamda ilerlemeden söz etmek E.H. Carr’ın söylediği gibi, “otomatik ya da kaçınılmaz herhangi bir sürece değil, insan yeteneklerinin gelişmesine inanmak anlamındadır. (…) …sınırsız – ya da ne olduklarını öngöremeyeceğimiz ya da öngörmemiz gerekmeyen sınırları olmayan – bir ilerlemeye inanmakla yetinirim; bu ilerlemenin hedefleri onlara doğru ilerledikçe tanımlanabilecek ve geçerlilikleri ancak onlara ilerleme süreci içinde incelenebilecek bir ilerlemeye. Böyle bir ilerleme anlayışı olmaksızın, toplumun nasıl ayakta kalabileceğini de bilmiyorum. Her uygar toplum henüz doğmamış kuşaklar uğruna, yaşayan kuşağı birtakım özverilere zorlar.” (E.H. Carr, Tarih Nedir? Misket Gizem Gürtürk (Çev.), İstanbul: Birikim Yayınları, 1980, s. 158–159.) Toplumların henüz doğmamış kuşaklar uğruna özverilerde bulunması, toplumların içinde bulundukları zaman diliminde görece veya mutlak olarak daha güçsüz durumdaki kesimleri (yoksullar, özürlüler, terk edilen çocuklar, vs.) korumak için önlemler alması, yardım etmesi ve dayanışma göstermesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bu uğraşların toplumu katacak yani kamusal bir nitelik kazanacak şekilde olmaya başlaması, söz konusu hizmetlerin gönüllü ya da kamu örgütlenmesi şekline bürünmesi ile gerçekleşmektedir. Bu çalışmaların tarihteki ilk biçimi bireysel esaslı, dini bir vecibe anlayışı içinde yürütüldüğü hayırseverlik anlayışıdır. Genel olarak dinsel temelli olan bu yardımlaşma tarzı tarihte bütün toplumlarda gözlenen bir yardım şeklidir. Başlangıçta herhangi bir kurumsal çerçeveye ihtiyaç duymayan hayırseverlik, ihtiyaç sahibi kesimlerin artması ve yayılması karşısında dinsel merkezli örgütlenmelere dönüşmektedir. Sorunun büyümesi ve insanların ilgisinin artması sonucu ortaya çıkan hayırsever kurumlar (Kilise bebek hastaneleri vs.) bu anlamda bir ilerleme göstermektedir.

5

‘hayırseverlik’ ve ‘filantropi’ dönemsel olarak yükselebilmekte ya da

gerileyebilmektedir.9

Türkiye’de sosyal hizmetler ve çocuk koruma sistemine kamunun yeterli ilgi

göstermemesinin dinamiklerinin anlaşılmaya çalışılacacağı bu çalışma üç bölümden

oluşacaktır.

Birinci bölüm modernitenin genel işleyiş dinamikleri ve çocuk koruma sistemini

konu edinen iki alt bölümden oluşacaktır. İlk bölümde modernitenin paradoksal bir

süreç olarak bir yandan toplumsal sorunlar üretirken öte yandan da toplumun kendini

koruma refleksi içinde ‘koruyucu’ dinamikler ortaya çıkaran bir yapıyı da ürettiği

gösterilecektir. İkinci bölümde Batıda bu sürecin nasıl bir çocuk koruma sistemi

doğurduğu tarihsel süreç izlenerek gösterilecektir. Çocuk koruma sistemi anlamında 19.

yüzyıl öncesi dönem ise modern öncesi dönem olarak tanımlanmıştır. 19. yüzyılda

genel olarak ‘sosyal sorun’ çercevesinde gelişen koruyucu sistemlerinin oluşumu

önemliyken çocukların korunması özel bir kategoride değerlendirilmektedir. Bu

dönemdeki çocuk merkezli yaklaşımlar ise genel bir kategori olarak ‘çocuk koruma’

(child protection) olarak adlandırılmıştır. 20. yüzyılda refah devleti ve kamunun

etkinliğinin artmasına paralel olarak ortaya çıkan kreş hizmetleri, doğum izni gibi

uygulamaların yaygınlaşmasına paralel olarak çocuğu aile içinde korumayı hedefleyen

dönem ise ‘çocuk refahı’ (child welfare) dönemi olarak adlandırılacaktır. Bu sürecin

incelenmesinde özellikle Batı Avrupa ve ABD örnekleri ayrıntılı olarak ele alınmıştır.

Çocuk koruma sisteminin oluşumu açısından Batı tarihindeki modernleşme

süreçlerine bakıldığında, özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşmaya başlayan koruyucu

önlemler bir çocuk koruma zemini oluşturmuştur. Bu zemini oluşturan öğeler olarak ise

KMÇ’ın bakılıp korunduğu kurumsal yapıların yaygınlaşması, çocuk işçiliğinin yasalar

ve uygulama düzeyinde sınırlanması, çocukların okullaşmasındaki gelişmeler,

9 Batı tarihi için 1970’lerde gelişen neo-liberal anlayış, hayırseverliğin yeniden gelişmeye başlamasına ilişkin bir konjonktür olarak kabul edilebilir. Bu dönemin sembol isimlerinden Margaret Thatcher’ın ‘artık toplum yoktur, bireyler ve aileler vardır’ sözü, aileye karşı bireyi korumanın kurumları olarak ‘sosyal hizmet’e saldırı ve ailenin modern öncesi dönemde olduğu gibi yeniden ‘koruma’ görevine çağrılması anlamına geliyordu.

6

çocukların her tür istismara karşı aile içinde de korunmaya başlanması yani çocukların

baba otoritesine rağmen korunması ve sivil dernekler ile filantropist kişiler öncülüğünde

sürdürülen çalışmaların kamusal bir hizmet ve bilimsel bir disiplin olarak sosyal

hizmete dönüşmesi olarak tespit edilmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Batı

tarihinde 20. yüzyıl genel olarak çocuk koruma sisteminin bir genişleme, yayılma ve

çeşitlenme anlamında niteliksel bir dönüşümden geçtiği dönemdir. Özellikle II. Dünya

Savaşı sonrasında refah devletlerinin yaygınlaşması ile birlikte artık çocuklar aile

ortamından uzak bir şekilde kurumlarda değil, doğal ortamları yani aile içinde

korunmaktadırlar. Bu nedenle refah rejimindeki bu niteliksel farklılaşmanın çocuk

koruma yöntemlerindeki yansımasını isimlendirmek için ‘çocuk refahı’ dönemi

tanımlaması kullanılacaktır. Batı tarihinde 20. yüzyıl artık çocukların bakım ve

korunmasında ‘kurumsal’ bakımın eleştirildiği, koruyucu aile, evlat edinme, gündüz

bakım evi, annelere doğum izni ve doğum yardımı gibi önlemlerin alındığı bir

dönemdir.

İkinci bölümde Osmanlı ve Türk modernleşmesi bağlamında Batı için tespit

edilen bu gelişmelerin izleri sürülerek çocuk koruma sisteminin gelişimi anlaşılmaya

çalışılacaktır. Tanzimat ile başlayan Türk modernleşme süreci aynı zamanda kamusal

çocuk koruma hizmetlerinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Tanzimat dönemine

bakıldığında özellikle II. Abdülhamit dönemine kadar çocuk korunmasına yönelik artan

bir kurumsallaşma süreci gözlenmiştir. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı ile başlayıp I. Dünya

Savaşına kadar geçen ‘savaşlar döneminde’ devletin sosyal alanda gerilemeye başladığı

ve sosyal alanda modernleşme sürecinin yavaşladığı görülmektedir. Osmanlı

toplumunda korunmaya muhtaç çocuklar alanında kurumsal gelenek oldukça zayıf ve

dağınık bir yapıdadır. 1860’lı yıllara kadar Osmanlı’da korunmaya muhtaç çocuklar için

yatılı bir ‘kurumsal düzenlemeye’ rastlanmamaktadır.10 Korunmaya muhtaç çocuklar

esas olarak ‘evlatlık’ ve ‘besleme’ adı altında başka aileler tarafından ev işlerinde

‘hizmetçi’ olarak kullanılarak, bu sorun devlet sorumluluğu dışında yerel düzeyde

10 Onur, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, s.129. Bu durum Tanzimat öncesi Osmanlı devletinin henüz toplumu dizayn etmek üzere kurumsal-idari düzenlemelere gitmediği, daha çok merkezi kuralları belirleyip, uygulamaları topluma bıraktığını göstermektedir. Aynı durum ilköğretimin 1869 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile zorunlu kılınmasına karşılık, ücretsiz olan okullara devletin katkı yapmamasında görülmektedir. Bkz. Onur, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, s. 130.

7

çözümlenmeye çalışılmıştır. Korunmaya muhtaç çocuklara yönelik bakımı esas alan ilk

kurumsal girişim 1860’lı yıllarda Mithat Paşa’nın ıslahhaneleridir. Daha sonra ancak

savaş dönemi gibi olağan dışı koşullarda, savaş yetimi ve kimsesizler için ‘yetim evleri’

gibi koşullara özgü ve belli dönemlerle sınırlı ‘Darüleytam’ ve ‘Darülhayr-ı Alî’ gibi

kurumlar açılmıştır.

Bu süreçte II. Meşrutiyet dönemi kritik bir dönemeç olarak tespit edilmektedir.

Bu dönemde devletin zorunlu haller dışında (savaş yetimlerinin korunması gibi) çocuk

koruma alanında yer almadığı, sivil girişimleri destekleyerek ve teşvik ederek alanı

düzenlemeye çalıştığı görülmektedir. Çocuk koruma alanında ‘sivil dönem’ olarak

adlandırılan bu dönem Cumhuriyet döneminde de devam ederek 1949 yılına kadar

devam etmiştir. Çalışmada ‘savaşlar dönemi’ ile başlayarak II. Meşrutiyet’le bir politika

haline gelen çocuk koruma çalışmalarının sivil alana devrinin, günümüze kadar gelen

KMÇ alanında kamunun yetersizliğinin tarihsel zeminini oluşturduğu iddia edilecektir.

Bu bölümde ayrıca devlet seçkinlerinin yakın koruması ve desteğiyle çalışan

Himaye-i Etfal Cemiyeti (1935 yılından itibaren Çocuk Esirgeme Kurumu), korunmaya

muhtaç çocuklara yaygın ve kurum dışı koruma politikaları da geliştiren filantropik bir

örgütlenme olarak incelenecektir. Ayrıca 1920 ve 30’lu yıllarda doğrudan çocuklarla

ilgili olmayan; ancak çocukların korunmasını da düzenleyen Türk Ceza Kanunu (1926),

Türk Medeni Kanunu ( 1926), Umumi Hıfzıssıha Kanunu (1930) ve Belediye Kanunu

(1930) gibi kanun ve bunların uygulama(ma)ları da incelenecektir.

Üçüncü bölümde devletin yeniden KMÇ alanında sorumluluk almaya başladığı

süreç açıklanmaya çalışılacaktır. Türk modernleşmesi Tanzimat reformlarıyla

başlamasına ve sosyal devletin biçimsel olarak erken Cumhuriyet döneminde

şekillenmiş olmasına rağmen,11 genel olarak yoksullar ve özel olarak ‘korunmaya

muhtaç çocuklar’ olgusuna yönelik kamu örgütlenmesinin geç denebilecek bir dönemde

1950’lı yıllarda ortaya çıkmaya başladığı görülmektedir. Buradaki modernleşmenin

‘sosyal alana’ yayılmasının formel olarak Batı modernitesindeki gelişim seyrini takip

11 Nadir Özbek, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Sosyal Devlet,” Toplum ve Bilim, no. 92, 2002a, s. 29.

8

ettiği ancak, zamansal olarak geç kaldığı görülmektedir. Bu nedenle çalışmada,

kamunun sosyal hizmetler ve korunmaya muhtaç çocuklar olgusuna, geleneksel yöntem

ve hayırseverlik teknikleri dışında, bilimsel ve/veya profesyonel bir yöntemle

yönelmesinin geç bir dönemde yani 1960’lı yıllarda yönelmesinin ardındaki temel

dinamikler sorgulanacaktır. Bu süreç, nüfusun kent-kır dağılımı, kentsel sosyal sorunlar

ve yoksulluğun yaygınlığı, toplumda biriken ‘sosyal yardım habitusu’, devletin yönetsel

yayılmadaki güçlükleri ve nüfus artış politikası gibi çeşitli değişkenlerden hareketle

açıklanmaya çalışılacaktır

Bunun yanında, Türkiye’deki modern çocuk koruma politikalarına ilişkin

tartışmaların oluşmaya başladığı 1930’lu yıllardan itibaren, çocuk sorunlarının basına

yansıması da incelenecektir. Korunmaya muhtaç çocuklara dair söylemin değişmesi ve

dönüşmesi dönemsel olarak ortaya çıkan siyasal-sosyal değişkenlerin ışığında

anlaşılmaya çalışılacaktır. Modern çocuk koruma politikasının etkin olmasının en

önemli faktörlerinden biri, yasal mevzuatın düzenlenmesi ve korunmaya muhtaç

çocuklara ilişkin ilk kanunların meclisteki görüşme serüvenidir. Bu sürecin gerekçeleri,

komisyon tartışmaları ve genel kuruldaki görüşmeler esnasında yapılan tartışmalar

değerlendirilecektir. Cumhuriyet döneminde başlayan hızlı okullaşmanın paralelinde

çocuk yoksulluğunun görünürlük kazanması sonucu devletin ilgisi yeniden artmıştır. Bu

dönemde konunun basında yoğun olarak yer alması, TBMM’ndeki tartışmalar ve başta

Cumhurbaşkanı’nın talimatı ile yapılan araştırma olmak üzere yapılan bir dizi çalışma

devletin sistemli olmayan müdahaleleriyle sonuclanmıştır. 1930’larda başlayan

tartışmalar ve 1949 yılında TBMM’nde ilk KMÇ kanununun çıkmasıyla sosyal hizmet

alanında yapısal dönüşüm başlamıştır. Çalışmada bu dönüşüm sürecinin ayrıntıları,

kanun teklifiyle ilgili meclis komisyonlarındaki tartışmalar, gazete haberleri ve

araştırmalar incelenerek tartışılacaktır. Kanunlarla birlikte çocuk koruma sistemine

yönelik dilde bir farklılaşmanın başladığı ve bunun da soruna yaklaşımda önemli bir

değişime işaret ettiği görülmektedir. Tartışmalarda öne çıkan özellik, artık kanunun

gerekliliğinden çok sorunların büyüklüğü ve kamusal hizmet ve kaynakların

yetersizliğinin öne çıkarılmasıdır. Ayrıca bu dönemde çocuk sorununun ‘sokak

çocukları’ şeklinde daha görünür bir sorun olarak ortaya çıktığı; tartışmaların bu

çocuklar odaklı yapıldığı görülmektedir.

9

Türkiye’deki çocuk koruma sisteminin oluşumunu çok boyutluluğu içinde tespit

etmek amacıyla yasal düzenlemeler, kurumsal yapı ve uygulama süreçleri arasındaki

ilişkilere de bakılacaktır. Bu süreçte üretilen ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ (KMÇ)

kavramı daha sonraki bütün yasal mevzuatta ‘kimsesiz’, ‘yetim’ ve ‘terkedilmiş’ çocuk

kavramlarına ikame edildiği için önemli bir gelişme olmakla birlikte, tanımın içeriğine

yakından bakıldığında, kapsamının hâlâ ‘kimsesizlik’ sınırlı kaldığı görülmektedir.

Korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin politikaları bu çerçevede inceleyen Sevda

Uluğtekin de, devlet merkezli bütün koruma politikaları; çıkarılan yasalar, kurulan yuva

ve yurtlar, kurum dışındaki korunmaya muhtaç çocuklara verilen hizmetlerde dar bir

‘muhtaçlık’ tanımı üzerinden hareket edildiğini belirtmektedir.12 Uluğtekin’e göre

mevcut çocuk koruma politikaları çocuğu aileden kopararak korumaya çalışmaktadır,

çocuğu aile ile birlikte koruyacak bir sistem ise henüz geliştirilmemiştir; yani halen

yürürlükte olan 2828 sayılı ‘Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu’nun

‘korunması gereken çocuk’a yaklaşımı temeli 19. yüzyıla kadar uzanacak ‘kimsesizlik’

ve ‘muhtaçlık’ gibi etiketleyici ve sınırlayıcı özelliktedir. Oysa günümüzde yani çağdaş

bir sosyal hukuk devletinin temel prensip olarak yasal düzeyde benimsendiği koşullarda

KMÇ sorununa “‘muhtaçlık’ değil, ‘haklar’ açısından; ‘korunmaya muhtaç’ değil,

‘çocuk ve haklarının korunması’ açısından meseleye yaklaşmak zorundadır.”13

Uluğtekin’in de ifade ettiği gibi Cumhuriyet döneminde devletin çocuk koruma

politikasında ‘özünde’ bir değişme yoktur; politikanın esasında hâlâ ‘yetim,’ ‘kimsesiz’

çocuklar ve bu çocukların aile sistemi dışında ‘kurum bakımı’ ile korunması vardır. Bu

tespite dayanarak Türkiye’de çocuk koruma politikalarında ‘çocuk hakları’ ve ‘çocuk

refahı’ perspektifinin henüz öncelik kazanmadığı söylenebilir. Ayrıca kanunlarda

koruyucu hükümlerin varolması yani biçimsel olarak sürecin tamamlanmış olması ile bu

kanunların uygulanması arasında ciddi farklılık olduğu görülmektedir.

12 Sevda Uluğtekin, “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları: Sorunlar ve Beklentiler,” Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan – Sosyal Hizmette Yani yaklaşımlar ve Sorun Alanları içinde, Veli Duyan ve Aliye Mavili Aktaş (edt.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayınları, 2001, s. 7-19. 13 Uluğtekin, s. 17.

10

Batı sosyal hizmet sistemi ile Türkiye sosyal hizmet sistemi eşzamanlı bir süreci

izlememesine rağmen benzer eğilimleri takip etmektedir.14 Sosyal hizmetler alanındaki

okullaşma sürecinin başlaması ile birlikte Batıda oluşan çocuk koruma sistemi (child

protection) modelinin Türkiye’de biçimsel olarak tamamlandığı ancak Türkiye’deki

çocuk koruma sisteminin çocuk refahı aşamasına geçemediği görülmektedir. Benzer bir

şekilde Batı ile karşılaştırıldığında Türkiye’de çocuk işçiliği olgusu ve buna ilişkin

kamusal müdahalelerin Batı’daki sürecin aksine yaygın olmadığı; ancak ev içi çocuk

işçiliğinin (beslemelik, evlatlık, ahretlik, vb) son derece yaygın olduğu görülmektedir.

1950’li yıllardan sonraki dönemde kabul edilen ev içi çocuk işçiliği sorununa yönelik

ciddi kamusal önlemler alınmadığı, 1950 sonrası dönemde sanayileşme ve kentleşme

süreçlerinin artması ile birlikte KMÇ alanındaki sorunlarda artış ve çeşitlenme olduğu

ve bu sürece ilişkin kamusal müdahalelerin ise yetersiz olduğu üçüncü bölümde

tartışılmaktadır. Çocuk koruma sistemine ilişkin hem Batı hem Türkiye’deki süreçler

çok boyutluluğu içinde açıklandıkatan sonra, sonuç bölümünde karşılaştırma yapılarak

Türkiye’deki çocuk koruma sisteminin gelişmeyen boyutları ve buna ilişkin dinamikler

tartışılacaktır.

14 Muslih Fer de Türk modernleşmesini sosyal alandaki dönüşümünün Batı’daki gelişmelerle benzer aşamalardan geçtiğini ifade etmektedir: “Türkiye Tanziamat’tan beri devam eden ve Cumhuriyet devrinde Atatürk’ün adımları ile en geniş ve müessir ifadesini bulan Batılılaşma hareketi ile bütün siyasi, hukuki, idari, ekonomik, sosyal, kültürel müesseselerinde olduğu gibi sosyal hizmetleri ve onun teşkilatında da Batının geçirdiği safhayı, takip etmiş ve dini hayırseverlik müesseseleri, loncalar ve vakıf müesseselerini geride bırakmıştır.” Muslih Fer, “Muslih Fer’in Konuşması”, II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde, Ankara: T.C. SSYB, SHGB Yayınları, Sayı 23, 1962, s. XII. Ancak bu benzerliğin biçimsel düzeyde olduğu, da kabul edilerek şöyle vurgulanmaktadır: “Bununla birlikte bu sahada daha birçok mesafenin alınmasını gerektiren eksiklikler, aksaklıklar ve ihtiyaçların bizi ileri memleketlerden ayırmakta olduğu da apaçık bir gerçektir. Bu eksiklikler bir taraftan mevzuat ve teşkilat meselelerine taalluk etmekte ve diğer taraftan sosyal hizmet uzmanlarının, sosyal işçilerin, sosyal plancıların gelişmesini gerektirmektedir” Fer, “Muslih Fer’in Konuşması”, s. XIII.

11

2 MODERNİTE VE ÇOCUKLARIN KORUNMASI

Çocukların korunması anlamında çalışma hayatından çekilmeye başlanması ve

devletin çocukları korumaya yönelik önlemler alması 18. yüzyıldan itibaren belirginlik

kazanmaktadır.15 Genel olarak çocuklara yönelik kamusal hizmetlerin ve okullaşmanın

yaygınlaşması süreci yanında, benzer önlemler korunmaya muhtaç çocukların özel

olarak korunması alanında da gözlenmektedir.16 Başlangıçta yoksulluk koşullarında

yaşayan çocukların bakımı büyük oranda aileleri tarafından yapılırken; terk edilen

bebeklerin sayısının artması nedeniyle dinsel hayırseverlik ya da kilise 1500’li yıllarda

bakımevleri ve çocuk hastaneleri kurmaya başladı. Ancak zamanla terk edilen çocuk

sayısındaki büyük artışlar ve hayırsever girişimlerin yetersizliği nedeniyle söz konusu

bebek ve çocuklara yönelik hizmet veren hastanelere merkezi devletler maddi yardımlar

vermeye başladı. Örneğin bu sorunun çok yaygın yaşandığı Paris’te çocuk hastanesine

terk edilen bebeklerin tedavi, bakım ve yetiştirilmeleri için devlet tarafından

1670’lerden itibaren maddi kaynak aktarımına başlanmıştır.17 Daha önce tamamen

kilisenin denetiminde yapılan terk edilen çocuklara yönelik hizmetlerde devletin rol

almaya başlaması, hayırseverlik alanında bir daralma ve devlet alanında bir genişleme

anlamına da gelmektedir. Ancak bu alanda niteliksel bir farklılaşma için merkezi

devletlerin çok yönlü olarak soruna yaklaştığı ve birçok boyutu ile önlemler aldığı 19.

yüzyılı beklemek gerekecektir. Yüzyıl boyunca çocukların çalışma hayatında ve

terkedilmişlik koşullarında korunmasına ilişkin birçok yasal düzenleme ve bakım

kurumu oluşturulurken, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında artık çocuklar kamunun

gündemlerinde sürekli olarak yer almaktadırlar.

15 Cunningham, s. 121. 16 Batı tarihinde çocukluğun ortaya çıkışını inceleyen Cunningham’a göre 18. yüzyıldan itibaren gönüllü ve devlet kurumları yoksullukla daha çok mücadele ederken, bu dönemde merkezi devlet kurumlarının daha çok sorumluluk almaya başladığını vurgulamaktadır. Bkz. Cunningham, s. 123. 17 Cunningham, s. 125. Ayrıca Thomas Max Safley, dönemin Avrupa kıtasındaki ilklerden biri Almanya’da ise ilk olan kent yetimhanesinin Augsburg şehir devletinde 1572 yılında kurulduğunu belirtmektedir. Safley, ortaya çıkan yoksulluk karşısında kentlere akın eden yoksulların hastalık, işsizlik gibi çaresizlikler karşısında çocuklarını terk ettiklerini ve bu durum karşısında otoritelerin bazı çocukları ‘koruyucu aileler’ yanına yerleştirdiği ancak bunun da yetmemesi üzerine dönemin elitlerinden alınan bağış ve kent meclisinin de katkıları ile bir “şehir yetimhanesi” kurulmasına karar verildiğini belirtmektedir. Bkz. Thomas Max Safley, Charity and Economy in Orphanages of Early Modern Augsburg, N.J.: Humanities Press, 1996, s. 2.

12

Ancak “çocuk hakları” perspektifinin egemen olduğu 20. yüzyıla kadar

korunmaya muhtaç çocuklar18 genel olarak, ‘terk edilen’, ‘yetim’, ‘kimsesiz’ ve ‘serseri’

gibi aile korumasından uzaklaşan çocuklar olarak kabul edilmektedir. Modern öncesi

dönemde korunmaya muhtaç çocukların önceleri aileleri yanında bakıldığı, daha

sonraları ise ‘kışla tipi’ büyük hastaneler ya da kişileri birey olarak kabul etmeyen,

bireyleri korumaktan çok asayişi bozmamaları için toplumdan tecridini esas alan ‘yoksul

evleri’ (poorhouse) ‘düşkünlerevi’ (almshouse) ya da ‘çalışmaevleri’ (workhouse) gibi

kurumlarda barındırıldıkları görülmektedir.19 Bu türden kurumların yaygın olduğu ve

sanayileşme ile kentleşmenin yayıldığı 19. yüzyıl aynı zamanda kent yoksulluğunun ve

buna bağlı sorunların da yaygınlaştığı bir dönemdir. Bu yüzyılda yoksullara yönelik

‘kışla tipi’ büyük kurumların bütün Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yayıldığını

görmekteyiz. 19. yüzyıldan itibaren yaygın ve görünür yoksulluğa karşılık, hayırsever

ve filantropist girişimcilerle birlikte dönemin devletlerince, büyük ve görselliği ağır

basan ‘yoksulevleri’, ‘yetimhaneler,’ ‘toplum merkezleri’ (settlement houses),

hapishaneler inşa edilmiştir.20 Bu dönemde çocuklar hâlâ ‘korunması’ düşünülen bir

özne olmaktan ziyade, yoksul aileleri ile birlikte toplumsal düzeni bozmamaları için

18 ‘Korunmaya muhtaç çocuklar’ kavramının içeriği ile ilgili genel bir uzlaşı bulunmamaktadır. İngilizce literatürde ‘children in need of protection’ kavramının karşılığı olarak kullanılan korunmaya muhtaç çocuklar kavramı yerine ‘needy children’ (muhtaç çocuklar) ya da ‘dependant children’ (bağımlı çocuklar) da kullanılmaktadır. Türkiye’de ise 1950’lerden bu yana, başta yasal metinler ve daha sonra bütün literatürde kullanılmaya başlanan ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ kavramı, yerleşik bir kavrama dönüşmüştür. Ancak KMÇ kavramının içerik olarak genellikle ‘kimsesiz’ çocuklara gönderme yaptığı, bu nedenle korunmaya muhtaç çocukların sadece bir grubunu anlattığı gerekçesiyle son yıllarda eleştirilmeye başlanmıştır. Bu eleştirilerden biri için bkz. Sevda Uluğtekin, “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları: Sorunlar ve Beklentiler”, Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan – Sosyal Hizmette Yani yaklaşımlar ve Sorun Alanları içinde, Veli Duyan ve Aliye Mavili Aktaş (ed.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayınları, 2001. Uluğtekin, KMÇ kavramı yerine, korunmaya muhtaç olup ailesinde kalan çocukları da koruma şemsiyesi içine almak kaygısıyla ‘Korunması Gereken Çocuk’ kavramını önermektedir. Bu değerlendirmeye katılmakla birlikte, yerleşik bir kullanıma sahip olması nedeniyle bu çalışmada KMÇ kavramı tercih edilecektir; ancak KMÇ kavramı anlam olarak korunması gereken bütün çocukları kapsayan bir içerikle kullanılmaktadır. ‘Needy Children’ kavramının kullanımı için ise bkz. Safley, s. 1-2.; Çocukların kendi ‘doğal’ ebeveynleri tarafından bakılmaması ve ikame kurumlarca bakılması durumunda ortaya çıkan korunmaya muhtaç çocuk grubunu ‘Dependent Children’ (bağımlı çocuklar) olarak tanımlayan yaklaşım için bkz. John Lewis Gillin, Clarence g. Dittmer ve diğerleri, Social Problems, New York: Appleton-Century-Crofts, Inc., 1952, s. 394. 19 ‘Almshouse’ (düşkünlerevi) daha çok yaşlı, kimsesiz ve özürlü kişilerin kaldığı yerler iken ‘workhouse’ (çalışmaevleri) çalışabilecek kişi ve ailelerin ‘çalışabilmelerine’ imkan tanınan ve 1834 Yoksullar Yasası gereği her kilise bölgesinde (parish) kurulması gerekli olan ‘total kurumlar’dır. Bu kurumlar arasındaki farklar hakkında bir inceleme için bkz. Alannah Tomkins, “Almshouse versus workhouse: Residential welfare in 18th century Oxford”, Family & Community History, Vol. 7/1, May 2004, s. 45–58 20 Eric H. Monkkonen, “Nineteenth Century Institutions: Dealing with the Urban ‘Underclass’”, ‘Underclass’ Debate, Views From History içinde, Michael B. Katz (edt.), Princeton: Princeton University Press, 1993, s. 335.

13

‘çalışmaevleri’nde tecrit edilmektedir. Dolayısıyla yoksullar ve çocukları hâlâ bağımsız

kişilikler ya da evrensel yurttaşlık hakları olan insanlar olarak kabul edilmemektedir;

dönemin iktidarları için temel yönlendirici felsefe, asayiş ve düzenin korunmasıdır. Bu

durum ‘toplumun’ henüz inşa edilmediği bir süreçti. Toplumu oluşturan sınıflar ya da

tabakalar arasında uçurumlar çok derindir ve sınıflar arasındaki ilişkiyi sağlayacak

‘sosyal devlet’ henüz yeterince gelişmiş değildir. Bütün tebaanın sosyal açıdan eşit

yurttaşlar olduğu bir durum yani, ‘toplum’ olma süreci henüz başlamıştır.

Toplumun inşa sürecinin düşünsel düzeyde başlaması için Robert Owen’ı

beklemek gerekiyordu. Owen New Lanark’taki sanayi evlerinde üretimin çalışanları

dışlamadan, toplumsallığı içererek de kârlı olabileceğini gösterdi. Sanayileşmenin

yarattığı çözülme karşısında, sorunun asıl boyutunun ekonomi değil, sosyal boyutu

olduğunu gösterdi. Owen piyasanın yıkıcı dinamiğine karşı, toplumun ayakta kalması ya

da var olması için, karşı dinamiğin yani ‘sosyal’ olanın örgütlenmesini sağladı Owen bu

anlamda toplumu, devleti ve verimli üretimi dışlamadan, toplumsalın önemini anlayan

ilk düşünürlerin başında gelir.21 Owen’ın çalışmaları sonrasında ekonomi ve sosyal alan

arasındaki ilişki çok daha güçlü olarak ortaya çıkmıştır.

Sosyal alanın22 ekonomi ve piyasadan dışlanmamaya başlanmasını Donzelot

‘sosyal hak’ın ortaya çıkması, sosyal hakları da öncelikle işçi sınıfının haklarının

kurumsallaşması olarak tanımlamaktadır. Bu kurumsallaşmada ayırt edici gelişme

sigorta tekniğinin gelişmesidir. İşçi sınıfının sigorta tekniği yoluyla sosyal haklarının

kamusal bir önem kazanması, Owen’da ifadesini bulan, sosyal alanın ortaya çıkmasının

bir diğer veçhesidir. Sigorta tekniğinin ortaya çıkması ve yaygınlaşması ile birlikte

‘sosyal’ ve ‘ekonomik’ olan arasında ayrışma (ama aynı zamanda birbirlerin dışlamadan

21 Sanayileşmenin yarattığı ağır sosyal sorunlar karşısında, üretim, piyasa ve sosyal korumanın çelişik olmadığına dair çabalarını İskoçya’nın New Lanark kasabasında kurduğu sanayi evleri ve aynı kompleks içinde kurduğu eğitim ve yaşam üniteleri ile çalışanları üretim sürecine katarak giriştiği deneyimin ayrıntılı bir incelenmesi için bkz. Rona Aybay, Robert Owen, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970. 22 Sosyal alan kavramı özellikle Jacques Donzelot tarafından spesifik bir anlamda kullanılmakla birlikte, özel olarak anılmadıkça geniş anlamda yani; genel olarak yoksulluk alanında gerek kamu ve gerek sivil girişimler tarafından yapılan düzenlemeler anlaşılacaktır. Sosyal alan temel olarak insanların kâr ve siyaset dışında kalan temel insani ihtiyaçları ile ilgili kurumsal düzenlemeler; yardımlar, eğitim ve rehabilitasyon süreçlerinin tümünü kapsayan partikler olarak görülmektedir.

14

var olmaları) gereği iyice belirginleşmiştir.23 Böylece genel olarak bütün yoksullar ve

özel olarak da KMÇ’ların korunması artık ‘sosyal’ alanın bir parçasıdır. Piyasa ve

sosyal koruma arasındaki bu gerilimin farkında olan Karl Polanyi, ekonomik ya da

piyasa ile sosyal alanın ya da toplumun kendini koruma refleksleri arasında süregiden

bir çelişki olduğunu, piyasanın doğal değil devlet güdümlü, yapay, yıkıcı ve insan

toplumuyla uyuşmayan bir yapıda olduğunu vurgulamaktadır. Piyasanın kendi başına

bırakıldığında yarattığı insani yıkımları, sanayileşme devrimi sonrası İngiltere’sinde

ortaya çıkan yaygın yoksulluğu inceleyerek açıklayan Polanyi, doğal olanın ya da insani

olanın piyasanın yıkıcılığına karşı gelişen yoksulları ve çalışanları koruma çabaları

olduğunu göstermektedir. Polanyi’nin vurguladığı, insani doğaya uygun olanın

‘toplumsal olan’ olduğudur. Piyasacılığa karşı gelişen karşı hareketin toplumsalı

savunması, içinde yaşadığımız ortamı bir ‘toplum’ olarak kurgulamamızı

sağlamaktadır.24

‘Toplumun kurulması’ bir yandan sigorta tekniği ile çalışan kesim üzerinden

ilerlerken, bir yandan da yoksullar ve korunmaya muhtaç çocuklar yani ‘çalışmayan’

toplum kesiminin de ‘koruma sistemi’ içine alınması, topluma dâhil edilmesi için

çabalar gösterilmektedir. Ancak çalışma yaşamı dışındakilerin, çalışma yaşamı içinde

olan ve görece örgütlü olanlara göre ‘topluma dâhil’ olması çok daha zorlu ve uzun

süren bir süreçtir; çünkü kendi içlerinde örgütlü değildirler. Bu nedenle çalışma hayatı

dışındakilerin topluma dahil olması için ortak iradenin gücüne mutlak bağımlılık

içindedir. Yani devlet olmadan yoksulların ve KMÇ’lerin topluma dahil olması

mümkün değildir.

Ahmet Aytaç’ın da belirttiği gibi “toplumun kurulması” devletle başlar. Bu

anlamda devlet eşitsiz ve farklı koşullardaki insan gruplarının bir arada yaşama

koşullarının düzenlenmesidir. Bir arada yaşama koşulları nesnel olarak ortaya çıktığı

oranda da modern toplum inşası başlar. Devlet bu inşayı en fazla korunması gereken

kesimlerden, yani genellikle çocuklardan başlatmıştır. Ancak bu anlamda sürecin

karmaşık işlediği de bilinmektedir. Gerek Batı tarihinde ve gerek ülkemizde devletin 23 Jacques Donzelot, “The Promotion of the Social,” Economy and Society, C. 17, No. 3, Agustos 1988, s. 405. 24 Polanyi, s. 332–345.

15

korunmasına giren çocuklar genellikle ‘terk edilen’ ya da ‘yetim’ kalan gibi özel

kategorilerdeki çocuklar olmuştur. Oysa bu alan esas olarak görünmez alandaki yani ev

içi işlerde çalışan çocukları çok geç dönemlerde kapsamıştır. Bu nedenle çocuk koruma

sisteminde olgun dönem, korunması gereken çocuklara ev içinde çalıştırılan ve/veya

istismar edilen çocukların dâhil edildiği dönem olarak kabul edilmelidir.

Bu çerçeveden bakıldığında toplum ve devlet ilişkisi(zliği) en açık ‘besleme’

çocuklar alanında görülür. Türkiye’de devletin (burada modern devletin) olmadığı, ya

da ‘yönetsel yayılma’ göstermediği toplumsal koşullarda KMÇ esas olarak ‘besleme’

çocuklardır. Bu anlamda, yani KMÇ alanında, toplum büyük oranda 1926 tarihli TMK

ile başlamışsa da; çocuklar lehine devletin koyduğu kurallar doğrultusunda topluma

müdahale etmesi; yani yönetsel yatay yayılma göstermesi çok yavaş gelişmiştir. Bu

nedenle çocukların korunmaya başlanması, bir ‘toplum’ inşasının başlangıç ve

tamamlanmasının en önemli kıstasıdır ve Türkiye’de bu anlamda toplum olmanın, yani

‘sosyal olanın’ kamusal gündemin bir parçası yapılması hem geç başladığı hem de yavaş

bir gelişim seyri izlediği iddia edilmektedir. Ayrıca kamusal örgütlenmede çocukları

koruyacak özerk bir sistemin geç oluşması çok çeşitli değişkenlere bağlı olarak

anlaşılabilir. Bir tanesi, içsel sivil gelişimin bir devlet dışı ‘filantropi’ geleneği

yaratmamasıdır. Sivil toplum kuruluşları geleneğinin ‘sivil’ olmaması bu alanın

gelişmesine ket vuran en önemli dinamik eksikliğidir. Bu nedenle çocuk koruma

sisteminde en temel unsurlardan biri olarak sosyal hizmet mesleği de içsel bir taleple

değil; ancak dış dinamiklerin teşviki ve yardımı ile ülkeye girebilmiştir.25

25 Türkiye’de sosyal hizmet eğitimi ile ilk tanışan kişi 1920’li yılların başında ABD’de sosyoloji eğitimi görmekte iken uygulamalı derslerini New York Sosyal Hizmet Okulu’nda yapan Sabiha Sertel olmakla birlikte, sosyal hizmet okulunu ilk bitiren kişi Azime İpek’tir. Bilindiği gibi 1920’li yıllarda ülkenin içinde bulunduğu eğitimli işgücü ihtiyacını gidermek için yurtdışına çok sayıda burslu öğrenciler ve öğretmenler gönderilmektedir. Bunlardan biri olarak Azime İpek 1926 yılında Colombia Üniversitesinin social work (sosyal hizmet) bölümünden mezun olmuş ve yurda dönüşünden sonra çeşitli sosyal faaliyetler örgütlemiştir. Bunlardan biri de İstanbul’da kurduğu “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” vasıtasıyla yoksul aile çocukları için yaz kursları düzenlemesidir. Daha ayrıntılı bilgiler için bkz. Birsen Gökçe, Memleketimizde Cumhuriyet Devrinde Kimsesiz Çocuklar Sorunu, T.C. SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, yayın no: 55, 1971, s. 87. Ayrıca Azime İpek’in yurtdışı dönüşünde bir rapor hazırladığı ve raporun halen Atatürk’ün Çankaya’daki özel kütüphanesinde bulunduğu belirtilmektedir. Bkz. Müjgan Cunbur, “Atatürk Döneminde Kadın Eğitimi”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 23, Cilt: VIII, Mart 1992, s. 5.

16

Emek dünyasının süreç içinde ortaya çıkan örgütlerine (dernek ve sendikalarına)

karşılık, genel olarak yoksullar, sokaklarda yaşayanlar, özürlüler, terk edilen çocuklar

vs. tamamen örgütsüzdürler ve ‘özne’ olmadıkları için en azından ilk dönemler dışardan

gelecek yardımlara bağımlıdırlar. Bu nedenle modern öncesi ya da ‘toplum öncesi’

koşullarda tamamen ‘dilenme’ ve kendilerine verilecek ‘hayırlara’ bağımlıyken,

Aydınlanma düşüncesi modernitenin gelişmesi sonucu yoksulluk, bir yeryüzü olgusu

olarak görülmeye, incelenmeye, tasnif edilmeye, değiştirilmeye ve önlenmeye

başlanmıştır. Ancak bu yüzyıllar süren süreç çoğu kez yaşanan büyük felaketler, büyük

toplumsal altüst oluşlar, toplumsal düzenin bozulması sonrasında gelen muhalif

hareketler ve mücadeleler sonrasında ortaya çıkabilmiştir. Bu nedenle bu gelişimi konu

edinen sosyal tarih genellikle ‘olumsuzlukları’ betimleyen bir tarih olarak ortaya

çıkmıştır. Çocukluğun tarihi de bu nedenle biraz da “mutsuz çocukluk” ya da çocuklara

karşı yapılan olumsuzlukların tarihidir. Sylvia Schafer ‘mutlu çocukluğun’ tıpkı ‘mutlu

ailelerde’ olduğu gibi bir tarihi olmadığını söyler.26 Mutlu çocukluk hemen her yerde

aynı yaşanır, mutlu çocukluğun idealini biliriz, ama nasıl oraya varacağımızı bilemeyiz.

Bununla birlikte her mutsuz çocukluk, tekil çocukların bedeninde, ayrı bir sahicilikte

biraz da kendine has yaşanır. Bu nedenle ‘toplumsal tarihe’ ya da ‘tarihsel bugüne’

bakan bütün kişiler (araştırmacılar, bilimciler, uygulamacılar, reformcular vs.) öncelikle

‘sorunlu çocukluk’ ya da mutsuz çocukların, mutsuz kızların ve kadınların tarihini konu

edinmiştir. Ya da de Mause’ın belirttiği gibi “çocukluğun tarihi bizim ancak son

zamanlarda uyanmaya başladığımız bir kâbustur. Tarihin derinliklerine inildikçe

çocuklara yönelik daha kötü bakım koşulları ile karşılaşırsınız. Ve daha çok çocuk

ölüm, terk, dayak, şiddet ve cinsel istismarı görürsünüz.”27 Bu ‘kâbusu’ Batı da yeni

yaşamıştır; yani çocukluğun tarihine olan ilgi Batı’da da yenidir. Cunningham özellikle

son otuz yılda çocukluğun tarihine yönelik büyük bir ilgi olduğunu; ancak tarihçiler

arasında görüş farklılıklarının çok derin olduğunu belirtmektedir. Görüş farklılıklarına

rağmen çocukluk tarihçileri özellikle son on yılda bir konuda aynı görüşü kabul etme

eğilimine girmişlerdir. Bu görüşe göre çocukluğun tarihi ‘gelişmenin tarihi’ ile paralel

gitmektedir. İnsanların maddi yaşamlarında iyileşme olduğu koşullarda, çocuklar aile

26 Sylvia Schafer, Children in Moral Danger And The Problem of Governmnent in Third Republic France, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1997, s. 3. 27 Akt. Cunningham, s. 9.

17

içine daha çok alınarak, korunarak anne babaları için sevgi nesnesi haline gelmeye

başlamışlardır. Ancak bu gelişme esas olarak çocukların okul yaşantısına başlaması ile

mümkün olabilmiştir. Bu yönüyle okul, çocukluğu yetişkinlikten ayıran temel kurum

olmuştur.28

Colin Heywood çocukluğun toplumsal olarak ortaya çıkmaya başlamasının genç

insanların çalışma hayatından okula geçme sürecinde aranması gerektiğini

belirtmektedir. Ancak zorlu ve uzun bir süreç olan çocukluğun ortaya çıkma sürecinde

okulun bu önemi, 20. yüzyıl başına kadar aileler tarafından anlaşılmamıştır. Bu süreci

zorlu kılan bir etken de bizzat ana babaların engelleyici tutumlarıdır. “Okul yasalarının

çoğu ‘alttan fazla baskı’ olmadan yapılmıştır. Politikacılar, kamu görevlileri ve

reformcular, kitleler için en iyisinin ne olduğunu bildiklerini varsayarak işleri

hızlandırmışlar, bir ‘eğitim diktatörlüğünü’ yürürlüğe koymuşlar. Bu, çiftçi ve işçi sınıfı

ailelerinin eğitimle ilgilenmedikleri anlamına gelmiyordu. Onların zaman zaman resmi

gündemden farklı olabilen, daha çok kendilerine özgü bir gündemleri vardı.”29 Bu

durum, eğitim bilincinin, kısa süreli çıkarlarıyla kendini bağlı hisseden ailelerden farklı

olarak ortaya çıktığı ve bu fikirlerin savunucusu konumunda olan toplumsal ve

entelektüel grupların örgütlenmeye başladığını göstermektedir. Aileler ya da

ebeveynlerin çocukları ile olan ilişkileri kısa vadeli aile çıkarları ile sınırlı olduğundan,

gelişen ‘eğitim’ fikirleri ile çelişmekte ve genellikle yapılmak istenen reformlara karşı

da bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. İşte bu zorlu ve karmaşık süreç yüzyıllar

sürmüştür. Başlangıçta ilkokulların çoğu sadece çocuklara yönelik değil, yetişkinlerle

ortak eğitim verilen ve esas olarak ‘çıraklık’ eğitimi verilen okullar şeklindedir.

Ortaçağ’da kadar Batı dünyasında kilisenin mahalli düzeyde örgütlediği, resmi olmayan

ve dini eğitimin başat olduğu ‘mahalle okulları’ egemendir. “12. yüzyıldan itibaren

Avrupa’da okullar çeşitlenerek her açıdan tamamlanmış kurumlara dönüşmeye

başladılar. Buna rağmen, ortaçağın sonlarında ve erken modern dönemde ortaya çıkan

bazı küçük okullarda, okuryazarlık yeteneğinden çok, el becerisi geliştiren eğitime önem

verilmeye başlandı.”30 Görüldüğü gibi eğitim ortaya çıkan ihtiyaca bağlı olarak, genel

28 Cunningham, s. 4. 29 Heywood, s. 193. 30 Heywood, s. 188.

18

eğitimden ‘çıraklık eğitimine’ doğru kayabilmektedir. Ancak bu süreç sanayinin

ihtiyacı, ana babaların direnci, reformcuların çabaları ve çatışmaları sonucu devam etti.

Tarihsel süreç içinde bakıldığında çocukluğun “mutsuz” bir durumdan

çıkarılması ve bu bağlamda çocukların korunması önlemlerinin iki boyutta

gerçekleştirildiğini görmekteyiz: İlki, dış tehlikelere karşı çocukların korunması; burada

çocukların sokaklarda korunması, olumsuz iş koşullarına karşı korunması

görülmektedir. Bu boyut esas olarak modern öncesi çocuk koruma dönemine işaret eder.

İkincisi ise çocuğun iç tehlikelere yani ebeveyn otoritesine karşı korunmasıdır.

“Çocukluğun ortaya çıkması” olarak adlandırılan süreç aslında çocukların başlangıçta

ailesinden tamamen bağımsız bir hale düştüğü olumsuz koşullarda örneğin terkedildiği,

sokaklarda yaşadığı koşullarda ve iş ortamında korunmasından, zamanla artık anne

babasına karşı da korunması noktasına doğru evrilen bir süreçtir. Anne babanın çocuk

üzerindeki sınırsız yetkisinin kısıtlanması ve bu kısıtlamayı gerçekleştirecek ‘kamu

otoritesi’ olarak ‘sosyal hizmetin’ ortaya çıkmasının tarihi aynı zamanda ‘modern çocuk

korumanın’ da tarihidir. O halde modern çocuk koruma tarihinin en önemli durakları,

çocuğu koruma amacıyla kamu otoritesinin uzantısı olarak sosyal hizmetin, özel alanın

yani ailenin içine müdahale edecek konuma gelmesi ve bunu düzenleyen yasal ve idari

düzenlemelerdir. O halde modernleşen bir toplumda çocukluğun gelişmesi ve çocukların

korunması için aileye ya da patriarkal baba otoritesine müdahale gücü olan bir yapının

gelişmesi yani sosyal hizmetin güçlü olması beklenir. Bu nedenle ‘gelişmenin tarihi’

yani modernleşme süreciyle ‘sosyal hizmet’ kurumunun ortaya çıkması ve çocukların

korunduğu yeni zemin olması ile çocukluğun tarihi iç içe süreçler olarak

değerlendirilmelidir. Sosyal hizmetin ortaya çıkması, modernleşme sürecinin sosyal

alanda kurumsallaşması ise, ancak 19. yüzyıl sonlarında görülebilen bir gelişmedir.

Batı’da 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında çocukların çalışma hayatındaki

çekilmesi ve okullaşmasında artış, bir yönüyle çocukluğa olan ‘ilginin’, çocukluk

fikrinin toplumsal kabul görmesinin bir sonucudur. Bu ilgi sosyal alanın modernleşmesi;

yani çocuğa toplum adına devletin ya da kamunun sahip çıkması; sahip çıkma adına

okullaşmanın yaygınlaştırılması, şiddete karşı korunması, çocuk refahının aile içinde

sağlanması için ailelere destekler yapılması, bu amaçla yasal düzenlemeler yapılması

19

anlamına gelmektedir. Bu çerçevede modernleşmenin ‘koruyucu’ yanının gelişmesi ve

‘sosyal devlete’ evrilmesi, çocuk koruma sisteminin de gelişmesi anlamına gelmektedir.

Çocukluğun ortaya çıkması ile modernitenin ortaya çıkması arasında tarihsel

olarak eş zamanlılık vardır. Çocukluğun ortaya çıkması modernitenin ‘koruyucu

yönünün’ gelişmesi, çocukların modernitenin karanlık yönü olan olumsuz çalışma

dünyasından uzaklaştırılması, korunan öznelere dönüşmesi sonucu olarak ortaya

çıkmıştır. Modernite bu anlamda toplumun eşitsiz, dezavantajlı konumdaki kesimlerinin

korunduğu devlet örgütlenmesinin ortaya çıkmasıdır. Bu nedenle bu bölümde

modernitenin temel dinamikleri olarak toplumsal dokunun ‘yıkıcı’ ve ‘koruyucu’

ilkeleri ve bu ilkelerin bir dengeye varması olan ‘toplum olma’ hali anlaşılmaya

çalışılacaktır. Bu süreç de modernitenin ‘koruyucu’ ilkesinin, modernitenin

(yoksullaşma, aile parçalanması vs.) olumsuz sonuçları karşısında gelişimi olarak

tanımlanacaktır. ‘Toplum’ ya da ‘modern toplum’ modernitenin belli bir olgunluk

(kentleşme, sanayileşme, bürokrasinin genişlemesi, vs.) aşamasında ortaya çıkmaktadır.

Modern öncesi dönemde nüfusun tümüne hitap eden ‘ortaklık’ ilkesi yerine ‘zümre’ler

söz konusudur. Zümreler yerine genellik ilkesinin içkin olduğu yurttaşlar toplamı olarak

‘nüfusun’ ortaya çıkması aynı zamanda ‘uluslaşma’ olarak da nitelenebilecek, toplumun

birçok alanında egemenlik tekelini ele alan merkezi bir idari-bürokratik yapının ortaya

çıkmasıdır. Yurttaşlık hakları açısından bu süreci inceleyen T.H. Marshall, tarihsel

olarak önce medeni hakların yurttaşlık hakları olarak yaygınlaştığı, bu hakları siyasal ve

en son olarak sosyal hakların izlediğini belirtmektedir. Sosyal hakların gelişmesi en son

ve güçlükle ortaya çıkmıştır çünkü üretim sürecinin içinde olmayan işsizler, özürlüler,

çocukların korunması adına ulusal gelirden transfer yapılması modernitenin bir boyutu

olan ‘ekonomik’ aklına aykırıdır. Bu nedenle sosyal hakların gelişmesi ancak,

modernitenin ‘kendi başına işleyen piyasa’ ya da ‘vahşi kapitalizme’ karşı, medeniyet

fikri ya da ‘koruyucu fikrin’ devlet içinde örgütlenmesi süreci sonunda olabilmiştir.

Koruyucu ilke öncelikle çocukların korunması ve üretim sürecinin dışına çekilmesi ve

aile içinde, sokakta, okulda ve diğer kamusal mekânlarda korunması ile mümkün

olabilmiştir. Çocukluk fikrinin ortaya çıkması ile modernite ve ‘toplumun’ ortaya

çıkması arasında bu anlamda doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’de

çocukların korunmasına dair sisteme bakmadan önce modernitenin ilk olarak ortaya

20

çıktığı Batı dünyasındaki sürece bakılacaktır.31 Bu çerçevede, modernitenin ilk ortaya

çıktığı Batı dünyasındaki oluşum seyri takip edilerek, ‘modern devlet’in ortaya çıkması

sürecine giden güzergâh izlenecektir. Bu sürecin aynı zamanda merkezi otoritenin

güçlenmesi, bürokratik yapının hem yatay hem de dikey olarak yayıldığı anlatılacaktır.

Modern devletin bu oluşum sürecinde toplumun kendi başına işlemek isteyen piyasanın

yıkıcı tarafı ile ‘koruyucu’ dinamikleri arasındaki gerilimin, Karl Polanyi’nin çizdiği

teorik güzergâh doğrultusunda, temel dinamik olduğu vurgulanacaktır.

2.1 Modern Devlet ve Toplumun İnşası: Çocukları Korumanın Temelleri

Modernleşme sürecinin hareket noktası, uygulayıcısı ve amacı toplumsal olanın

ortaklaşması anlamında devlettir. Modernleşme süreci toplumun doğması ile başlar;

toplumun doğması ise devletin doğuşundan sonra gelir. Diğer bir deyişle toplum, devlet

sözleşmesinin başlaması ve yaygınlaşması ile ortaya çıkar. Bu çerçevede toplum ve

devlet arasında analitik düzeyde ayrım olmakla birlikte, ikisi arasında ontolojik bir

ayrışma ve zorunlu bir çatışma yoktur; ancak,

“.. ‘toplum’ kavramı, hayatı ve çevremizle olan ilişkileri açıklamadaki stratejik önemini sadece belli şartlar altında kazanabilmiştir. Tüm insanları birleştiren ortak noktaların epistemolojik bir öncelik kazanması, sadece ortak yaşam gerekliliklerinin öne çıktığı ve yaşam dünyasının yüksek derecede bütünleştiği tarihsel dönemlerde olanaklı ve gerekli olabilmiştir. (…) Bu düşünüş biçimine göre toplum esas olarak devletin yasalarına bağlıdır ve devletin varlığından bağımsız bir işleyişe sahip değildir. Sadece devletin denetimindeki bir dünya ortak yaşamı olanaklı kılabilir ve bu yüzden siyaset, toplumun oluşmasının ön koşuludur.”32

Ancak devlet toplumun ön koşulu olmakla birlikte, garantisi değildir. Devletin

toplumun ‘sosyal sorunlar’ karşısında sorumluluk alması oranında ‘toplum’ daha çok

var olabilmektedir. Dolayısıyla devlet yurttaşların önce medeni, sonra siyasal ve en

sonunda sosyal haklarının garanti altına aldıkça ‘toplum’ dediğimiz ‘ortak yaşam alanı’

31 Modernitenin ilk defa Batı’da ortaya çıkması mutlak bir veri değil, arızi bir durumdur. Dolayısıyla burada modernitenin ilk defa nerede ortaya çıktığı değil, modernitenin evrensel nitelikleri ve diğer toplumlarda oluş halleri olarak modernleşme süreçlerinin izledikleri özgül güzergahlar önemlidir. Modernitenin bir veçhesi olarak kapitalizmin evrenselliği ve ilk defa Batı’da ortaya çıkmasına ilişkin benzer bir değerlendirme için bkz. Huri İslamoğlu, Neden Avrupa Tarihi? İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s. 19 32 Ahmet Murat Aytaç, “1960 Sonrası Düşünüşte Siyaset ve Toplum İlişkileri: Berkes, Küçükömer ve Mardin Üzerine Deneme”, Toplum ve Bilim, S.106, 7-42, 2006, s. 14.

21

olasılığından söz edilebilir. Bu nedenle ‘tüm insanlar’ kategorisine en fazla

‘dezavantajlı’ konumdakiler girer. Yoksullar, kimsesiz yaşlılar ve çocukları ‘toplum’la

yani ‘herkes’le birleştiren koşullardaki sistemin adıdır ‘toplum’. Toplum devletin

yasalarına bağlıdır ama buradaki toplumun yukarda belirtildiği gibi ‘ortak yaşam

gereklilikleri’nin esas olduğu bir toplum olduğu akılda tutulmalıdır. Modernleşme

devleti toplumun içinde genişlettikçe toplumdaki bütün bireylere açık ortak alanlar

genişlemeye başlamıştır. Açık ortak alanların gelişmesi devletin yönetsel yayılmasıdır.

Toplumdan gelen ihtiyaçlar karşısında yatay yayılma ve bürokratik örgütlenme

anlamında da dikey oluşumlar yaratma şeklinde devlet toplumsal yapının içine doğru

yayılarak etkinliğini ve otoritesinin artırmıştır. Hem kentte hem kırda çocuklar daha

fazla korundukça, modern bireyin varlığının hissedilmediği ‘katı’ yapılar olan

patriarkal aile, aşiret ve cemaat yapıları yerini bütün bireylere açık ortak ve kamusal

alanlara bırakmıştır. Bu dönemler bireyin ortaya çıktığı ve ortak bir yaşamın mümkün

olabilmesi için ortaklığı garantiye alan sözleşmeler yarattıkları tarihsel dönemlerdir.

Sözleşmenin ortak hedefi ve gerçekleştiği yer ‘ortak yaşam gerekliliklerini’ kollayan

devlettir. Diğer bir deyişle, “devleti kuran sözleşme, ortak bir yaşam için yerine

getirilmesi gereken yükümlülükleri paylaştırır ve bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi

ile oluşan sonuçları, tarafların yararlanabilmesi için haklar şeklinde düzenler.

Böylelikle devletin sağladığı düzen ortak yaşamı olanaklı kılar ve toplumun varolmasına

ve süreklilik kazanmasına yol açar. Kısacası, devlet ve toplum arasında bir özdeşlik

vardır ve devletin yasaları, toplumun yasalarını temsil eder.”33 Ancak devlet ve

toplumun yasalarının özdeşliği aktüel her durumdaki yasalar ve toplum özdeşliğinden

farklı bir şeydir. Toplum ve devlet dinamik durumları ifade eder ve her ikisinde de

tarihsellik ve değişim içkin özelliklerdir. Bu nedenle belli bir tarihsel dönemde aktüel

olan belli yasaların toplumda karşılığı olmaması, yasaların uygulanmaması ya da yanlış

ve eksik uygulanması söz konusu olabilecektir. Ya da geç/eksik modernleşme

koşullarındaki toplumu da ‘eksik toplum’ olarak tanımlamak gerekecektir.

Toplum ortaklık zemininin oluştuğu yerde varolabilir demiştik. Toplumu

oluşturan nüfusun ‘ortaklık’ ta buluşması, zayıf kesimlerin ‘pozitif’ olarak korunması

33 Aytaç, s. 15.

22

yani ortak otorite olarak devletin devreye girmesi ile mümkündür. Bu, diğer bir deyişle

yurttaşlığın sosyal hakları kapsayacak şekilde genişlemesidir. T.H. Marshall’ın da

belirttiği gibi, sosyal haklar yurttaşlık inşa sürecinin en sonunda ortaya çıkan haklardır;

bu nedenle ‘toplum’ zaten geç oluşan bir durumdur. Her ulus ya da devlet bu anlamda

bir ‘toplum’ değildir. Çocukların ve kadınların bir birey olarak kabul edilmediği;

haklarının ancak bir aile reisi tarafından temsil edilebildiği koşullarda var olan

toplumlar ‘toplum’ değildir. O halde toplum, yurttaşlık haklarının bütün yurttaşları

kapsayacak şekilde genişlediği; siyasal ve medeni haklar yanında ‘sosyal’ hakları da

kapsadığı oranda ortaya çıkan bir durumda gerçekleşebiliyor.

Bütün yurttaşların birey olması ancak çocukların ve kadınların da birey olması

ve haklarının yaygınlaşması ile mümkündür; ama bu süreç oldukça güçtür; çünkü zayıf

olanı koruma iradesinin çocuklara ulaşması güçtür; çocuk, ‘özel alan’ olarak ailenin

içinde ‘gizlidir’; ve oraya ulaşmak son derece zordur ve insanlık tarihinde oraya

ulaşmak oldukça zaman almıştır. En derin ve ulaşılması zaman alan yapı ailenin içidir.

Aile içinde çocuğa ulaşmak ancak 19. yüzyıl sonunda mümkün olabildiği genel kabul

görmektedir. 19. yüzyıla kadar aile otoritesi, ‘patriarkal yapı’ gereği babaya

terkedilmiştir. Ancak 19. yüzyıl sonunda oluşan filantropik derneklerin çabası ve

devletin yasal düzenleme yapması ile aile içinde istismar edilen çocukları koruma adına

aileye müdahale edilebilmiştir.34

20. yüzyıl ise aileye müdahale edilerek, aile bütünlüğü korunarak ve

düzenlenerek ortaya çıkarılan ve gittikçe bağımsız bir kişilik edinen ‘çocukluğun’ çeşitli

düzeylerde korunduğu bir dönem olmuştur; çocuklar okulda, kreşte, boş zamanlarında

ve her şeyden önce bebeklikte hayatta kalmaları sağlanarak korunmaktadır.35 O halde

34 1800’li yılların sonunda çocuklara karşı aile içi istismarın yoğun olduğu bilindiği halde, dönemin yasaları müdahaleye imkan tanımıyordu. Harry Hendrick, 1881 yılında İngiltere’de bir papazın bu durum karşısında verdiği mücadeleyi örnek olarak vermektedir. Papaz bu konuda bir yasal düzenleme çıkarılabilmesi için dönemin önde gelen filantropistlerinden Lord Shaftbury’den yardım ister ve üç yıllık mücadele sonunda Çocuklara Karşı Zulmün Önlenmesi Derneği’nin kurulması sağlar. Daha sonra yaygınlaşan bu derneklerin çabaları sonunda, baba otoritesine sınırlama getiren, gerekli durumlarda çocuğun velayetinin aileden alınmasına imkan tanıyan 1889 tarihli Çocuklara Karşı Zulmün Önlenmesi Kanunu (Prevention of Cruelty to Children Act) çıkarılabilmiştir. Bkz. Hendrick, s. 45. 35 II. Abdülhamit dönemi çocuk hastanelerini ve Cumhuriyet döneminde ÇEK tarafından açılan süt damlası ve sağlık dispanserlerini bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.

23

toplumun ancak çocukluğun en geniş anlamda kurulabildiği, çocukların çeşitli haklara

sahip olabildiği, ‘ortak yaşam gerekliliklerinin’ çocukluk için de söz konusu olabildiği

20. yüzyılda toplum olmaya en fazla yaklaşıldığı söylenebilir. Toplumsal eşitliğe

çocukların dahil edilmesi; çocukların ebeveynleri dahil her taraftan gelebilecek

tehlikelere karşı korunması ve bu korumanın bir sisteme; yasal bir zemin, kurumsal bir

yapı ve sistemi işletecek profesyonel elemanlara kavuşması ile sağlanabilmiştir. Jo

Boyden’ın tabiri ile “refah hizmetlerinin nüfusun en muhtaç kesimlerine ulaştırılması,

modern dünyada ulusların başarılı olmasında ana kriterdir.”36 Jo Boyden 19. yüzyıla

kadar çocuk sorunları alanının çalışma ve çocukların aile içinde korunmasından çok,

evsizler, serseriler ya da sokaklarda başıboş gezen çocuklar üzerinde yoğunlaşıldığını

belirtmektedir. Bu da çocukların içinde bulundukları olumsuz koşullardaki ‘ihtiyaçları’

üzerinde yoğunlaşmaya neden olmuştur. Bu yaklaşım, 19. yüzyıl sonlarından itibaren

çocuğun aile için duygusal bir değer olmaya başlaması, çocukların aile bütünlüğü içinde

korunması anlayışının gelişmesi ve bir kişilik olarak ortaya çıkması sonucu ‘çocukların

hakları’ söyleminin gelişmesini de doğurmuştur. 20. yüzyıla gelindiğinde, çocuk hakları

yavaş yavaş uluslararası normlara da dönüşmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşı’nda zarar

gören çocukların çektikleri acının bir daha yaşanmaması amacıyla savaş sonrası

yayınlanan Çocuk Hakları Deklarasyonu (1923), sonraki uluslararası çocuk hakları

belgelerinin zeminini teşkil etmiştir. Daha sonra Birleşmiş Milletler tarafından kabul

edilen “Birleşmiş Milletler Dünya Çocuklar Günü” ve “Birleşmiş Milletler Çocuk

Hakları Sözleşmesi (1989)” çocukların korunması idealini hayata geçiren en güçlü

normlar olarak ortaya çıkmışlardır.37

2.1.1 Paradoksal ve İkili Bir Süreç Olarak Modernite

Kapitalizmin serbest piyasa ve sanayileşme ile birlikte yayılmaya başlaması

sonucu ortaya çıkan sonuçlar politik iktisadın ortaya çıkmasına sebep olan tartışmaların

da nesnesiydi. Bu sonuçlar, en azından başlangıçta Batı dünyası için, geniş bir proleter

sınıf ve ‘proleterleşemeyen’ büyük yoksul kalabalıklardı. Kapitalistler ile diğer geniş

36 Jo Boyden, “Childhood and the Policy Makers: A Comparative Perspective on the Globalization of Childhood”, Allison James ve Alan Prout (Edt.) Constructing and Reconstructing Childhood: Contemporary Issues in the Sociological Study of Childhood, London: Falmer Presss, 1997, s. 45. 37 Boyden, s. 193-199.

24

proleter ve yoksul kesimlerin çatışan çıkarlarının bir dengede buluşma zorunluluğu ve

bunun bir ‘toplum’ halinde nasıl korunacağına dair siyasal mevzileşmeler günümüzde

devam eden temel siyasal duruşların ilk taslağını oluşturdu. Belli bir düzen içinde, mülk

sahibi, sermaye sahibi, emek sahibi ve bunlardan hiçbirine sahip olmayan insanların bir

arada yaşaması için bir düzenleyici güç olarak ortaya çıkan devletin toplumun içindeki

müdahale gücü ne olmalıdır, üretenlerle üretemeyenler arasındaki ilişkiyi kurgularken

gelir transferi yetkisi hangi noktaya kadar gitmelidir gibi sorunlara/sorulara dair

cevaplar siyasal oluşumları genel olarak ‘liberal’ ve ‘sosyal’ olarak iki kampa

bölmüştür. ‘Sosyal’ kamp ‘zayıf’ın lehine müdahaleciliği daha çok savunurken; ‘liberal’

kanat, toplumu kendi kendine dengesini bulacak doğal bir durum olarak kabul ettiğinden

‘sınırlı müdahale’ye taraftır. Ancak süreç içinde çok farklı toplumsal formasyonlar

ortaya çıktığı gibi, siyasal tahayyüller de ‘liberal’ ve ‘sosyal’in çok sayıda versiyonuna

ayrılmıştır.

Modernliğin ikili karakterini ‘güvenliğe karşı tehlike’ ve ‘güvene karşı risk’

temaları üzerinden kurgulayan Anthony Giddens’a göre “modernlik, yirminci yüzyılın

kapanış yıllarında yaşayan herkesin görebileceği gibi iki yönlü bir olgudur. Modern

toplumsal kurumların gelişimi ve bunların dünya çapındaki yaygınlığı, insanoğlunun

güvenli ve çok hoş bir yaşamın tadını çıkarması için modernlik öncesi sistemlerin

herhangi bir çeşidinden çok daha fazla fırsat yaratmış durumdadır. Fakat modernliğin,

bu yüzyıl içinde iyice belirginleşmiş olan karanlık bir yönü de vardır.”38 Genelde

modernliğin ‘fırsat yönünün’ toplumbilimin klasik kurucuları tarafından vurgulandığını

belirten Giddens, modernliğin yirminci yüzyıldaki karanlık yönü olarak dünya savaşları,

atom bombasının insanlığa karşı kullanımı, totaliter rejimlerin dünyanın önemli bir

kesiminde egemen olmasını ya öngöremedikleri ya da modernitenin gelişiminde hesaba

katmadıklarını belirtmektedir. Giddens’ın daha genel düzeyde ifade ettiği modernliğin

karanlık yönlerine, yoksulluk, bakıma ve korumaya muhtaç toplum kesimlerine karşı

Batı tarihinde görülen dışlanma ve total kurumlarda39 kapatılmalarını da eklemek

gerekir.

38 Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1994, s. 14. 39 Kalabalık insan yığınlarının (askerler, yatılı öğrenciler, kimsesizler, yaşlılar, akıl hastalar, vs.) içinde kapatıldığı çeşitli kurumları ‘total kurumlar’ olarak tanımlayan Erving Goffman, bu kurumlarda kalanlarla

25

Moderniteyi ‘çift yönlü hareket’ olarak tanımlayan ve bu ikili yapıyı Büyük

Dönüşüm40 isimli çalışmasında işleyen Karl Polanyi, özellikle sanayileşmenin yarattığı

‘sefalete’ karşı gelişen karşı-tepkiyi izleyerek teorik çerçevesini somutlaştırmaktadır.

Yoksulluk ve sefalet modern dönemlerde, modernitenin yarattığı sanayileşme ve

zenginlikle doğrudan ilişkilidir. Modernitenin yayılmaya ve derinleşmeye başladığı

dönemlerde yoksulluk daha görünür bir toplumsal sorun olarak tarih sahnesine çıkmaya

başlar. Sanayileşmenin yarattığı demografik dönüşümler, işsizlik ve yoksulluk politik

iktisadı ortaya çıkardığı ölçüde yoksullukla mücadele etme bilinci de ortaya çıkmaya

başladı. “1782’de John M’Farlane, yoksullara en çok kıraç ülkelerde ve barbar uluslar

arasında değil, en verimli ve en uygar yerlerde rastlanacağını yazıyordu.”41 Karl

Polanyi ‘zenginleşmenin’ yarattığı ‘sefalete’ gösterilen bu tepkinin örgütlenmesi

sürecini ‘toplumun keşfi’ olarak tanımlıyor. ‘Toplum’ olmanın birlikte yaşamın ortak

sorumluluğu olduğu, modernitenin karanlık yüzü olarak tanımlanan ‘kendi başına

piyasanın kâr hırsı’ karşısında, toplumun dezavantajlı yoksul kesimlerinin korunması

için sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin kamusal sorumluluk çerçevesinde

kurumsallaşması ile somut bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Modernitenin en temel kaynaklarından biri olarak sanayileşme süreci yayıldığı

bütün coğrafyalarda büyük toplumsal çözülmelere sebep oluyordu. Sanayileşmenin

sebep olduğu işsizlik sorunu ise salt ekonomik bir sorun değildi; işsizlik toplumsal

dokunun tümünün çözülmesi olduğu için artık bir sosyal sorundu. Bu çözülmenin

yarattığı etki yeryüzünün tümüne büyük bir evrensellik iddiası ile yayılırken, sosyal

dokuda yarattığı tahribatı düzeltmeye yönelik karşı hareketler de gelişmeye başladı.

Polanyi bu süreci ‘çift yönlü hareket’ olarak tanımlıyor. Polanyi bu çift yönlü hareketi

modern toplumun iki farklı düzenleyici ilkesine dayandırarak şöyle açıklıyor:

kurumları yönetenler arasında hiyerarşik bir üstünlük, dış dünyadan soyutlanma, birbirini ve dış dünyayı stereotipiler içinden tanıma gibi bir yapının ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu durumda da kurumlara kapatılan insanların toplumla entegrasyonunun engellediğini belirtmektedir. ‘Asylums’ isimli kitabında esas olarak akıl hastalarının kapatıldığı klinikleri inceleyen Goffman beş tür total kurum tespitinde bulunmaktadır. Yaşlı, kör, sokak serserisi ve yetimlerin kapatıldığı kurumları ilk grup total kurumlar olarak tanımlamaktadır. Bkz. Erving Goffman, Asylums, New York: Anchor Books Doubleday, 1959, s. 3-7. 40 Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm, 2. baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002. 41 Polanyi, s. 158.

26

“.. her biri belirli kurumsal amaçlara yönelmiş belirli sosyal güçlerin desteğinde, kendi belirli yöntemlerini kullanan iki düzenleyici ilke. Bunların ilki, ekonomik liberalizm ilkesiydi, kendi kurallarına göre işleyen bir piyasanın kurulması amacına yönelmişti, ticaret yapan sınıfların desteğinde laissez-faire ve serbest ticareti yöntemleri olarak kullanıyordu. İkincisi, sosyal koruma ilkesiydi. İnsan ve doğanın aynı zamanda da üretim düzeninin korunmasını amaçlıyor, piyasanın yıkıcı etkilerinden doğrudan doğruya zarar gören çeşitli grupların –özellikle çalışan sınıflar ve toprak sahiplerinin, ama yalnız onların değil- desteğinden yararlanıyor ve yöntem olarak koruyucu yasama, kısıtlayıcı cemiyetler ve diğer müdahale araçlarını kullanıyordu.”42

Çift yönlü dinamikle oluşan modern toplum; kendi başına piyasanın yıkıcılığı ve

onun karşısında toplumsal çıkarları korumaya çalışan kamusal örgütlerin çatışması ve

mücadelesinden çıkan gerilimin var ettiği bir girdaptır. Modern toplumun temel

dinamiği bu iki hareket arasında çatışma ve güç dengesidir. Sanayileşmenin getirdiği bu

yıkıcılıktan kaçınma, bu zararları çalışanlar lehine azaltma yönünde birçok çaba olmakla

birlikte; Polanyi’ye göre Owen’ın bu süreçte çok özel ve önemli yeri vardır.

“Çocukların ve yetişkinlerin eğitimi, eğlence, dans ve müzik olanakları ve bunlarla birlikte, hem yaşlıların hem gençlerin sahip olması gereken yüksek ahlak standartlarıyla ilgili varsayımlar, içinde bütün çalışanların yeni bir statüye sahip oldukları atmosferi oluşturuyordu. Avrupa’dan (hatta Amerika’dan) gelen binlerce kişi New Lanark’ı geleceğe ait korunmuş bir beldeymişçesine ziyaret etti. Burada olanaksız gibi görünen bir şey, insanlığını koruyan insanlar kullanarak kâr eden bir fabrika yönetimi başarılmıştı. Ama Owen’ın fabrikasında ücretler komşu şehirlerde geçerli olan ücretlerin epey altındaydı. New Lanark’ta kârların kaynağı, esas olarak, daha kısa bir çalışma süresi içinde daha çok üretim yapılabilmesiydi. Bunun nedeni de, kusursuz bir yönetim ve dinlenmiş işçilerdi; bu üstünlükler, insanca bir yaşamın gereklerini karşılamak üzere alınan önlemlerin yol açtığı yüksek gerçek ücretleri bol bol karşılıyordu. Ama işçilerin Owen’a neredeyse tapınmalarına yol açan da yalnızca bu insanca yaşamın sağlanışıydı. Bu tür deneyimlerden Owen, sanayi sorununu sosyal

olarak, yani ekonominin ötesinde ele alan bir yaklaşım çıkarmıştı.” 43

42 Polanyi, s.194 43 Polanyi Robert Owen’in New Lanark’taki deneyimini çok önemsediğini şu sözlerle ifade etmektedir: “Çocukların ve yetişkinlerin eğitimi, eğlence, dans ve müzik olanakları ve bunarla birlikte, hem yaşlıların hem gençlerin sahip olması gereken yüksek ahlak standartlarıyla ilgili varsayımlar, içinde bütün çalışanların yeni bir statüye sahip oldukları atmosferi oluşturuyordu. Avrupa’dan (hatta Amerika’dan) gelen binlerce kişi New Lanark’ı geleceğe ait korunmuş bir beldeymişçesine ziyaret etti. Burada olanaksız gibi görünen bir şey, insanlığını koruyan insanlar kullanarak kâr eden bir fabrika yönetimi başarılmıştı. Ama Owen’ın fabrikasında ücretler komşu şehirlerde geçerli olan ücretlerin epey altındaydı. New Lanark’ta kârların kaynağı, esas olarak, daha kısa bir çalışma süresi içinde daha çok üretim yapılabilmesiydi. Bunun nedeni de, kusursuz bir yönetim ve dinlenmiş işçilerdi; bu üstünlükler, insanca bir yaşamın gereklerini karşılamak üzere alınan önlemlerin yol açtığı yüksek gerçek ücretleri bol bol karşılıyordu. Ama işçilerin Owen’a neredeyse tapınmalarına yol açan da yalnızca bu insanca yaşamın sağlanışıydı. Bu tür deneyimlerden Owen, sanayi sorununu sosyal olarak, yani ekonominin ötesinde ele alan bir yaklaşım çıkarmıştı” Polanyi, s. 240.

27

Böylece sanayi yaşamı, piyasanın kar hırsı sonucu geliştirdiği ‘vahşi düzenden’

farklı üretim ve sosyal yaşam imkânlarının var olabileceğini gösteren yeni bir kültür

yaratmıştır. Bu yeni sanayi merkezli kültür, insanların ihtiyaçlarını ayırmadan, insanları

aile üyeleri ile birlikte bir bütün olarak düşünen bir kurumsal örgütlenmeye zemin

hazırlamıştır. Bu yeni kültür, sosyal haklara ve sosyal yurttaşlığa giden yolun da ilk

adımlarıdır. Modernitenin koruyucu karakterindeki birikim süreç içinde yurttaşlığı hem

kapsam hem de yayılımı anlamında genişletmiştir. Bu ilişki yurttaşlığın dönüşümü

olarak da somutlaşmaktadır.

2.1.2 Modernite, Modernleşme ve Modern Devletin Oluşumu44

Giddens’a göre modernite “… on yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan ve

sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme

biçimlerine işaret eder.”45 Bu tanım moderniteye sadece bir tarihsel sınır koymaktadır.

Bunun dışında bu tanımla dolaylı olarak söylenen, modernitenin ortaya çıktığı andan

itibaren bir dünya olgusu olmaya başladığıdır. On yedinci yüzyılda Avrupa’da başlayan

ve neredeyse tüm dünyayı etkisi altına alan modernite, tek yönlü bir süreç olarak da

genişlememiştir; yayıldığı coğrafyalardaki çatışma ve dirençlerin etkisi altında

şekillenmiştir. Batı dışındaki toplumlarla etkileşime geçtiği andan itibaren, farklı

koşullara göre her defasında yeniden ortaya çıkan bu süreçte farklılaşma da başlamıştır.

Batı dışındaki toplumlarla etkileşime girdiği andan itibaren artık Batı merkezli olmaktan

44 Bir global olgu olarak modernite açıklamaları ile Batı dünyasının izlediği güzergahı ulaşılacak yer olarak kabul eden ‘modernleşme kuramı’ birbirinden ayrı modeller olarak kabul edilmektedir. Bu çerçevede ‘modernleşme kuramı’, “İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan sosyal bilim çevrelerinde ortaya çıkan, Bat'ının model alınması suretiyle tüm dünya toplumlar ın modernleşebileceğin i varsayan ve Amerika'yı modernliğin temsilcisi olarak sunan bir toplumsal değişme yaklaşımıdır. Modernleşme kuramı, büyük oranda yapısal işlevselciliğin kuramsal öncüllerine yaslanır ve toplumların gelenekten modernliğe doğru yaşanan evrensel bir sürece muhatap oldukları takdirde gelişebileceklerini söyler.” Fahrettin Altun, Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş, İstanbul: Küre Yayınları, 2005, s, 13.; Homojen bir grup olmamakla birlikte David Apter, Lucien Pye, Dankwart Rustow, Karl Deutsch, S. Martin Lipset, Daniel Lerner, S.N. Eisenstadt gibi birçok ismi ‘modernleşme kuramı’ öncüleri sayan Birsen Örs’e göre “bu kuramların hemen hepsi, öncelikle ‘modernleşme’ ile ‘siyasal gelişme’yi, aşağı yukarı aynı şey, ya da birbirini tamamlayan iki süreç olarak görmekteydi.” H. Birsen Örs, Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Masa Üstü Yayıncılı, No: 26, 1997, s. 5. 45 Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, s. 9.

28

çıkmaya başlamıştır. Batılı toplumların kendi ‘modernleşme’ süreçleri olmuştur; ancak

modernite bir fikir olarak Batı’nın deneyimini ve birikimini aşan bir noktadadır.46

Moderniteye atfedilen evrensel dinamikler (rasyonelleşme, bireyselleşme gibi)

yeryüzündeki diğer toplumlarla etkileşerek yayılırken, bir yandan da modernitenin her

oluş hali özgün bir pratik olarak gerçekleşmektedir. Bu tasvirden hareketle modernite ve

modernleşme arasında analitik bir ayrıma varılmaktadır. Modernite sürecinin

günümüzde yaşanan genişlemesi ile birlikte Batılı olmayan toplumların modernlik

deneyimlerinin yeni bir iddia taşıması noktasında sorgulayan Göle’nin belirttiği gibi,

“modernlik evrenselliği içermektedir. Modernleşme ise farklı ülkelerin tarih ve

kültürlerinden yola çıkarak çizdikleri güzergâhın adıdır. Başka bir deyişle modernleşme

zaten kendi içinde çoğuldur diye düşünebiliriz. Fransa’nın jakoben sanayi

modernleşmesi ile İngiltere’nin piyasa ekonomisine dayalı liberal modernleşme

modelleri farklılık taşımaktadır. Ancak modernlik tanımı ile ülkelerin modernleşme

tarihleri birebir kesişmemektedir.”47 Bu yaklaşımla modernite ve modernleşme

süreçleri aşırı görelilik içeren bir yaklaşıma düşülmeden, modernitenin evrensel boyutu

ve modernitenin uygulanmaya ilişkin boyutu olarak modernleşme süreci

açıklanmaktadır.

Berman, başlangıcını 16. yüzyılda aradığı ve daha sonra bütün dünyaya yayılan

bir girdap olarak tanımladığı modernitenin yirminci yüzyıldaki süreçlerini

‘modernleşme’ olarak tanımlamaktadır. Berman’a göre yaşadığımız zamanda

modernite:

“…bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama aynı zamanda sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktelik bu,

46 Kapitalizm bağlamında geniş bir tartışma için bkz. İslamoğlu, s. 18-23.; Ayrıca modernitenin genel ya da evrensel eğilimleri için bkz. Pierson, s. 65. Modernleşmenin genel kabul gören öğelerini Pierson şöyle sıralamaktadır: Sanayileşme, demografik geçiş, ticarileşme ve ekonomin metalaşması, kapitalizmin yükselmesi, sosyal ve ekonomik uzmanlaşmanın büyümesi, bilimsel düşünce tarzlarının yükselmesi, iletişim tarzlarının dönüşümü, kentleşme ve demokratikleşme. 47 Nilüfer Göle, “Batı Dışı Modernlik: Kavram üzerine,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, 3. cilt, Modernleşme ve Batıcılık, içinde, Uygur Kocabaşoğlu (Edt.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 58.

29

bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürekler. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı

olan her şeyin buharlaşıp gittiği evrenin parçası olmaktır.” 48

Modernlik Berman’ın da ifade ettiği gibi, insanlara daha çok belirlilik, güven,

korunma getirmemiştir; yani modernite Polanyi’nin de ifade ettiği gibi ikili ve

paradoksal ve Giddens’ın tabiriyle ‘fırsatlar’ ve ‘riskler’ getiren bir süreçtir.

Belirsizlikler ve daha çok güvensizlik getiren süreç, karşı tepkiyi de beraberinde

getirmiştir. Modernitenin gelişim seyrini üç döneme ayıran Berman’a göre,

modernitenin ilk döneminde insanlar modern olanı henüz tam olarak

tanımlayamamaktadırlar. Modern olan henüz sınırlı bir alanda sınırlı bir kesim için söz

konusudur. Ancak modernitenin olumsuz yüzü ortaya çıkmaya başlamıştır.

Modernitenin bu ilk devresinde, örneğin İngiltere’de, sanayi ve ticaret hacmi olağanüstü

artarken kamusal alanda ilk kent yoksulları da görülmeye başlamıştır. 16. yüzyılda

İngiltere’de ortaya çıkan bu yoksullar, “…malikaneye veya ‘herhangi bir feodal üste’

bağlı olmadıkları için göze batıyorlardı. Yavaş yavaş bir özgür emekçi sınıfına

dönüşmeleri, serseriliğin şiddetli cezalandırılmasıyla dış ticaretin sürekli genişlemesinin

desteğinde gelişen ulusal sanayinin ortak sonucuydu.”49 Böylece modernitenin olumsuz

sonuçlarından biri olarak, yoksulluk ‘sosyal bir sorun’ olarak erken modern dönemde

ortaya çıkmaya başlamıştır.

Fransız Devrimi ile sembolize edilen ve 1790 yılı ile başlayıp 19. yüzyıla kadar

devam eden ikinci dönemde, modern bir kamu büyük toplumsal altüst oluşlar ve

devrimlerin ardından doğuverir. Berman’ın ikinci dönem olarak tanımladığı bu

dönemin özellikle son yüzyılında, büyük altüst oluşlar ve toplumsal dokunun tahrip

olması tehlikesi karşısında gelişen toplumun tepkisi modern kamuyu örgütlenmeye

başladı. Böylece, Polanyi’nin tabiriyle “yüzyıl boyunca modern toplumun dinamiği çift

yönlü bir hareket tarafından yönetildi: Piyasa sürekli genişliyor, ama bu hareket aynı

zamanda genişlemeyi belirli yönlerde kısıtlayan karşıt bir hareketle karşılanıyordu.”50

Toplumun kendini koruması boyutu olarak işçi sınıfının örgütlenmesi 19. yüzyılda

48 Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, 2.baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1999, s. 28. 49 Polanyi, s. 159. 50 Polanyi, s. 191.

30

somut ve güçlü kurumlara dönüşmüş, genel oy hakkı yaygınlaşmış, işçi sınıfının

sendikal örgütlenmeleri devlet üzerinde önemli baskı örgütleri haline gelmiş, modern

çocuk koruma sistemin ilk izleri olarak hayırsever ve devlet merkezli örgütlenmeler de

bu dönemde ortaya çıkmaya başlamıştır.

Üçüncü devre olarak 20. yüzyıla gelindiğinde, Berman modernleşme sürecinin

neredeyse tüm dünyaya yayıldığı; ancak bu süreçte de modern kamunun sayılamayacak

kadar çok özel dilde konuşan parçalara ayrıldığı ve sonuçta bu yayılma ve dağılmanın

sonunda modernlik düşüncesinin eski canlılığı, derinliği, örgütlenme becerisi ve

insanların hayatına anlam verme yetisini de yitirdiğini belirtmektedir. Bu süreç

eşzamanlı olarak hem olanaklar hem de belirsizlikler üreten bir ‘girdap’ olarak ve

örgütlenen ikili bir yapıda ilerlerken, dönemsel özellikler yaşanılan dönemin

aktörlerinin örgütlenme düzeyine bağlı olarak değişmektedir.51 Modernite ekonomik ve

siyasal olarak yayılarak birçok ‘özel dile’ ayrışırken, çocuk koruma sistemi, sosyal

hakların bir parçası olarak ancak bu dönemde ulusal yasalar ve uluslar arası

sözleşmelerin güvencesine kavuşabilmektedir. 19. yüzyıl sonunda iyice netleşen çalışan

sınıfların örgütlüğündeki artışa bağlı olarak da, çalışan sınıfların çalışma hayatından

kaynaklanan sorunları artık ‘sosyal sorun’ olarak tanımlanmaktadır.

Bu çalışmada genel devlet kuramı tartışması olmayacağından, feodal ve ardından

mutlakıyetçi formlardan geçerek, kapitalist üretim üzerinden şekillenen ve günümüz

devletler sisteminin hâlâ belirleyicisi unsuru olan devlet biçimi modern devlet olarak

kabul edilecektir. Genel olarak devletin tarihi çok daha eskilere gitmekle birlikte, 17 ve

18. yüzyılda özellikle Batı’da egemenlik kurmaya başlayan mutlakıyetçi devletlerle

hızlanan ve bugünün ulusal devletleri ile sonuçlanan devletler modern devlet olarak

tanımlanmaktadır.52 Bu süreç sadece devletin idari yapılanmasında değil, toplumsal

yapının her veçhesinde devrimsel dönüşümlere yol açmıştır. Üretimin endüstriyel

51 Ahmet Çiğdem’in de belittiği gibi modernite bu anlamda tarihsel aktörlerin etkisine bağlı olarak gerçekleşme imkanı olan bir durumdur. Moderniteyi bir zorunluluklar dizgesi değil bir imkanlar süreçi olarak açıklayan bu çalışma için bkz. Ahmet Çiğdem, Bir İmkan Olarak Modernite, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997, s. 220-222. 52 Pierson modern devletin ayırt edici özelliklerini şöyle sıralamaktadır: 1) Şiddet araçlarının (tekel) denetimi, 2) toprak, 3) egemenlik, 4) anayasallık, 5) kişisel olmayan iktidar, 6) kamu bürokrasisi, 7) yetki/meşruiyet, 8) yurttaşlık ve 9) vergilendirme. Bkz. Pierson, s. 24.

31

dönüşümü, teknolojinin büyük bir sıçrama göstererek üretim sürecinin en önemli unsuru

olması, üretim süreci ve ardından toplumsal yaşam alanlarının kentsel mekânlara

kayması aynı sürecin toplumsal boyutudur.53

Modern devlet, yönetim erkinin merkezileşmesi ve süreç içinde erkin

kişisellikten sıyrılıp temsili kurumlar kanalıyla siyasal temsil kurumlarına geçmesiyle

oluşan yapıdır. Gianfranco Poggi Çağdaş Devletin Gelişimi54 isimli çalışmada, modern

devletin ortaya çıkma sürecinde, 8. yüzyıldan itibaren bütün Avrupa’da egemen olmaya

başlayan feodal egemenliklere karşı, 13. yüzyıla gelindiğinde önemli bir güç olarak

ortaya çıkan özerk kent yönetimlerinin (ständestaat) ortaya çıkmasını önemli bir aşama

olduğunu göstermektedir. Feodal dönemde yönetim erkinde çoğul yapı anlamına gelen

özerk kentler oluşumu, daha sonra gelişen mutlakıyetçi yapılar döneminde de düalist

yönetim yapısının sebepleri olarak tarihteki yerlerini aldılar. Ständestaat’ın önceleri

mutlakıyetçilik ve ardından ulus devletlerin siyasal çoğulluğunu sağlayan kurumlar

olarak ortaya çıkmasıyla, günümüz liberal özgürlükçü toplumunun oluşmasında da

tarihsel zemin oluşturduğunu belirtilmelidir. Bu iç egemenlikle birlikte, devlet yurttaş

ilişkileri hukuksal, kişisellikten uzak, evrensel temelde tanımlanan ve bütün nüfusa

şamil genellikler içermeye başlamıştır. Modern toplumda, modern devletin sınırları

içinde doğan herkes o devletin eşit haklara sahip yurttaşı olarak kabul edilmektedir.

Yurttaşlar topluluğu olarak toplumun devlet karşısında hakları ve ödevleriyle

tanımlanmış bir özerkliği vardır. Bunun yanında “devletin kapsamı ve masrafları

giderek artan etkinlikleri, artık kişilerden bağış alarak, kimi makamları satışa

çıkararak, savaş ve sömürgecilikten kazanılan kaynaklardan hisse satarak ya da kişisel

varlıklardan harcayarak değil, yurttaşların gelir ve harcamalarından aldığı

vergilerlerle zenginleşen bir devlet bütçesinden karşılanmaktadır.”55 Böylece modern

devlet ve toplumun bugün hâlâ geçerli temel ilişki tarzı belirlenmiş olmaktadır. Bireyler

bütün bireysel, ailevi, cemaatsel veya yöresel özelliklerinden bağımsız olarak, sadece o

ülkede doğmuş olmak ya da sonradan yerleşmiş olmakla evrensel yurttaşlık haklarına

53 Gencay Şaylan, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, 1. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, 1995, s. 16-17. 54 Gianfranco Poggi, Çağdaş Devletin Gelişimi, Şule Kut ve Binnaz Toprak (Çev.), İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1991, s. 49 55 Poggi, s. 99.

32

kavuşur. Modern toplumun bağımsız bir yurttaşı olarak edindiği haklarına karşılık,

kazançları oranında vergi verme ve diğer kamusal yükümlülükleri de üstlenir.

Modern devletin oluşması süreci, başlangıcı tarihin çok eski zamanlarına kadar

uzanan bir süreçtir. Ancak süreç içinde insan iradesinin özgürleşmesi, örgütlenmesi ve

süreçte aktif rol alması artan bir ivmeyle sürmüştür. En azından ideal olarak,

özgürleşmenin soylu ya da imtiyazlı kişi ve gruplarla sınırlı olduğu tarihsel dönemden

bütün insanların özgür iradesinin var olduğu ‘evrensel yurttaşlık’ dönemine geçildiği

belirtilebilir. Bu artan ivme tespiti modern toplumun bir kurgu olması ya da

‘oluşturulmuş yapı’ olması görüşünü destekler. İnşa edilen bir süreç olarak modern

devlet, kendisini oluşturan özneler olarak yurttaşların katılımına açık olmasıyla da diğer

bir çağdaş niteliği olan liberal niteliğini kazanmıştır. Günümüz modern devletlerinin

temel aktüel gerilimleri, bu temel özellikleri yani yurttaşların eşitliği ve hakları ile

özgürlüğü ilişkisinde yatmaktadır.

Bu gerilimin en görünür olduğu dönemlerin başında, modern devletin henüz

oluşum sürecini tamamlamadığı 19. yüzyıl gelmektedir. Bu yüzyılda modern devlet,

ekonominin yönetimi, anayasal konular ve dış politika konuları yanında sanayileşme ve

kentleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan ve yapısal bir nitelik kazanan yoksulluk eksenli

‘toplumsal sorunla’ olan ilişkisini henüz tam olarak belirlememiştir. Poggi ‘toplumsal

sorun’a ilişkin süreci şöyle betimlemektedir:

“19. yüzyılda bu terim ulusal ekonomilerin ticarileşmesi ve sanayileşmesi sonucunda ortaya çıkan bir dizi konuya işaret eder. Toplumsal sorun, nüfus artışı, alt sınıfların proleterleşmesi, kentlerdeki salgın hastalıklar, suç işleme, yoksulluk, kitlelerin Hıristiyanlıktan uzaklaşması, örgütlü işçi sendikacılığı, sosyalizmin yükselişi, düşük okuryazarlık, fahişelik, çocuk suçlular, gayri meşru doğumlar, alkolizm, bireylerin toplumsal kökenlerinden kopmaları, siyasal huzursuzluk, grevler ve işsizlik gibi birbirinden ayrı çok sayıda konuyu kapsar.Bu tür konuların tümünün (hatta kimi düşünce akımlarına göre hiçbirinin) siyasal olduğu herkesçe kabul edilmiş değildi. Diğer bir deyişle, devletin salt polisiye tedbirlerle değil, farklı önlemlerle bu sorunlara eğilmesi gerektiği fikri genel kabul görmemişti. Ancak, (…) bu konuların önemli bir kısmı, giderek çeşitli yollarla siyasal sürece bağlandı: 1) Devletin bu konulara eğilmesini bekleyen toplumsal grupların oy hakkına kavuşması, 2) Bunun sonucu olarak yurttaşların ‘toplumsal’ hakları olduğu fikrinin ortaya çıkması, ve 3) Söz konusu sorunu çözmek için devletin kimi sorumluluklar yüklenmesi. Bu gelişme uzun sürmüş, ancak yaygın ve sert tartışmalar sonunda birtakım kararlar alınabilmişti. 19. yüzyılda liberalizm, demokrasi

33

ve sosyalizmin arasındaki ilişkilerin karmaşık öyküsü içinde çok şey bu kararlar

çevresinde döndü.” 56

‘Toplumsal olan’ın siyasallaşması olan bu süreç, Poggi’nin de belirttiği gibi

sosyal sorumluluğun devlet tarafından kabul görmesi uzun ve tartışmalı bir süreç

sonunda olmuştur. Bu süreç Polanyi’nin ‘toplumun icadı’ dediği sürecin

tamamlanmasıdır. Ancak, ‘sosyal alan’ aynı zamanda devletin topluma müdahale ve

düzenleme alanı da olduğundan, müdahalenin şekli (düzenleme, tecrit, cezalandırma ya

da sosyal yardım, bakım ve koruma, vs.) siyasal tartışmaların merkezinde yer

almaktadır. Liberal ve sosyal yaklaşımların ayrışması devletin ‘sosyal alana’ müdahale

tarzıyla belirginleşmektedir. Ayrıca bu süreç aynı zamanda Marshall’ın yurttaşlık

kuramında, sosyal hakların devlet karşısında siyasal korumaya tabi haklar olarak görece

geç bir dönemde gelişmesini de açıklamaktadır. Poggi’nin de yukarda belirttiği gibi,

yoksul ve diğer dışlanmışların ‘sosyal hakları’, 19. yüzyılda esas olarak siyasete konu

edilmemiş; temelde asayiş sorunu olarak görülmüştür. Ancak yoksulların da yurttaş

olarak siyasal özne olmaya başlaması ve sosyalist düşüncelerin örgütlenmeye

başlamasıyla birlikte ‘sosyal haklar’ da siyasal alanda tanımlanmaya ve devlet katında

daha çok temsil edilmeye başlanmıştır. Bu gelişmeler 19. yüzyılda ‘toplumsal sorun’

olarak kabul edilen sorunların ciddi bir ‘sosyal düzensizlik’ yaratmış olması ve bu

sorunlara karşı önlem alınması gereğidir. Colin Heywood bu koşulların dönemin

otoritelerini özellikle çocukların refahı ve ailelerin eğitilmesine sevk ettiğini

belirtmektedir. Heywood bu dönemki çalışmaları ise şöyle özetlemektedir:

“Bu durumda göze çarpan, 19. yüzyıl sonlarında sosyal düzensizlik kaygısı ve yabancı rakipler korkusunun, dikkatleri çocukların refahının ulus için faydalarına topladığı tuhaf ortamdır. Bu nedenle bütün çaba, fakir ebeveynlerin eğitilmesi, maddi yardım sağlanması ve gerekirse sorumluluklarının alınması için harcanmaktaydı. Böylece, sonraki dönemlerde, Fransız kanunlarının haricinde, 1878 Prusya Zorunlu Islah Amaçlı Eğitim Yasası ve Çocuk Beyannamesi olarak bilinen 1889 İngiliz Çocuklara Yönelik Şiddeti Önleme Yasası gibi örneklerle koruyucu mahkemelerin ‘ahlaktan sapma eğilimine’ engel olmak için çocuk suçluları Rettungshaus’a veya bir ailenin yanına yerleştirilmesine izin veren kanunlar ortaya çıkmıştı. İngiliz yasası, ebeveynlerin kötü davranışları veya ihmali karşısında, mahkemelerin çocukları bakıma almasına ve 14 yaşın altındaki erkek çocuklarla, 16 yaşın altındaki kız çocuklara kötü davranan ebeveynlerin cezalandırılmasına izin vermekteydi.

Bu girişimlerin çocukların durumlarını ne kadar iyileştirdiği bilinmez. Bütün

bunların gerisinde yatan nedenlerin birinin fakir işçi sınıfı ailelerini, orta sınıf

56 Poggi, s. 112-113.

34

yenilikçiler gibi yeniden yapılandırma olduğunu söylemek, şüphelenmekte aşırıya kaçmak olmayacaktır. Bunun çocuklara faydası ise tartışılır. 19. yüzyılın sonlarında, çocuk suiistimali konusundaki ‘ahlaki panik’, aynı zamanda reformcuların kötülüğü gereğinden fazla abartmalarına da yol açmış olabilirdi. Girişimler, çocuk refahı konusunda artan ilgiyi göstermekte, suiistimalci ebeveynlere yardım veya ikna etme ya da cezalandırma mekanizmalarında gelişim sağlamaktaydı.” 57

Modern devletin 20. yüzyıldaki şekillerinden biri sosyal devlet ya da refah devleti

olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyal politikalar mutlaka refah devletlerinin uyguladığı

politikalar değildir; ancak sosyal politikalar yoksulluğun ‘toplumsal sorun’ olarak kabul

edildiği, dolayısıyla devletlerin sosyal sorunların çözümünde geniş sorumluluk aldığı

uygulamalardır. Gǿsta Esping-Andersen’e göre “20. yüzyıla kadar risklerin çoğunluğu,

toplumsal nitelikte değerlendirilmiyordu; yani bunlar devletin sorunu değildi. Bunun

nedenlerinden biri 19. yüzyıl toplumunun hâlâ büyük oranda kırda yaşıyor olması idi.

Buna ek olarak, kamu yönetiminin, istatistiksel kayıt tutmanın ve vergilendirmenin

altyapısı, toplumsal riskleri kitle ölçeğinde kolektifleştirme görevini yerine getirmek için

henüz yetersizdi.”58 Andersen’in belirttiği gibi, devletin sosyal politika geliştirmesi

öncelikle ‘sosyal sorunların’ ortaya çıkmasına bağlı olarak gelişti. Sosyal sorunlar ise

esas olarak sanayileşmenin kırları çözmesi sonucu kentlerde toplulaşan nüfusun

yarattığı sorunlardır. Ancak devletin sosyal politika önlemleri, ‘sosyal sorunlar’ın

kaynağı olan işçi sınıfı ve sermaye sınıfının çatışmasının henüz tarih sahnesinde yerini

almadığı dönemlerde de görülmektedir. Bu politikalar da devletin ‘geniş anlamda’

sosyal politikaları olarak modern öncesi tarihlerden başlayarak ortaya çıkmaktadırlar.

19. yüzyılda ‘dar anlamda’ yani işçi sınıfının örgütlenme ve çalışma sorununun ortaya

çıkması, geniş anlamda sorunları hızlandırmıştır; ancak geniş anlamda yani çocukların

ve diğer yoksul kesimlerin korunması sorunu çok daha eski ve geniş bir sorundur.

Ancak ‘sosyal sorunun’ ortaya çıktığı 19. yüzyıl sonunda çocukların korunması

çalışmalarında bir genişleme ve daha örgütlü bir yapı ortaya çıkmıştır. Sami Güven

sosyal politikanın, ekonomik sorunların toplum yaşamı üzerindeki bütün etkilerini konu

etmesi nedeniyle oluşan yeni boyutunu ‘toplum politikası’ olarak tanımlamaktadır.59

Esping-Andersen tekil bir yapı olmadığı bilinen ‘refah devletinin’ çoklu yapısını

57 Heywood, s. 129-130 58 Esping-Andersen, “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, s. 34. 59 Geniş ve dar anlamda sosyal politka tanımları; gelişme ve ayrışmaları için bkz. Sami Güven, Sosyal Politikanın Temelleri, 2. baskı, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, 1997, s. 10-11 ve Meryem Koray, Sosyal Politika, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, 2000, s. 9-10.

35

harekete geçiren toplumsal-tarihsel üç dinamikten söz eder. Andersen’e göre, “bir tek

güçlü nedensel açıklamanın bulunması umudu terk edilmelidir; amaç etkileşimlerden

çıkan belirgin sonuçları tanımlamaktır. Önceki argümanlara dayanarak, özellikle üç

faktörün önemli olduğunu belirliyorum: sınıf harekelerinin (özellikle çalışan sınıflar)

doğası, sınıf esaslı siyasal koalisyonların yapısı ve rejimlerin tarihsel kurumsallaşma

mirası.”60 Modern devlet olarak refah devletinin farklı ‘rejimler’ şeklinde şekillenişi bu

dinamiklerin güçlülüğüne bağlı olarak gelişmektedir. Daha sonra Osmanlı

modenleşmesinde çocukların korunması için kurumsallaşma geleneğinin yetersiz

olmasının önemi bu bağlamda değerlendirilecektir.

Pierre Rosanvallon de koruyucu devletten refah devletine geçişi çizgisel değil,

kriz ve savaş dönemlerinde sıçramalı bir şekilde geliştiğini ifade etmektedir. Refah

devletinin dinamiklerini anlamak için, refah devletinin yürürlükte olduğu döneme

bakmanın yeterli olamayacağı, refah devletine kadar birikerek toplumsal-tarihsel

birikime bakmanın önemine vurgu yapan Rosanvallon’a göre:

“Refah devleti öncelikle bir radikalleştirme yani “klasik” koruyucu devletin derinleştirilmesi ve uzantısı olarak anlaşılmalıdır. Söz konusu radikalleştirme, 18. yüzyıldan itibaren demokratik ve eşitlikçi hareketin etkisi altında gerçekleşir. Yaşamın ve mülkiyetin devlet tarafından korunması genişleyerek yeni haklar doğurur. Örneğin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 21. maddesi şöyle der: ‘‘Kamu yardımları kutsal bir borçtur. Toplum, ya iş vererek yada çalışacak durumda olmayanlara yaşayabilecekleri olanakları sağlayarak muhtaç yurttaşların geçimini sağlamak zorundadır.” Ekonomik ve sosyal haklar yurttaş haklarının doğal uzantısı olarak ortaya çıkarlar. ‘‘Gerçek yurttaş’’ yalnızca mülkiyet sahibi olansa, mülkiyet sahibi olmayan tüm yurttaş ‘‘yarı-mülkiyet sahibi’’ yapmak, yani onlara da toplumun garanti ettiği güvenliğin dengini verecek sosyal mekanizmalar kurmak gerekir. Refah devletinin, koruyucu devletin yalnızca bir

uzantısı ve gelişmesi oluşu bu anlamındadır.” 61

Refah devletinin koruyucu devletin radikalleşmesi olması, toplum sözleşmesinin

yaygınlaşmasıdır. Devletin toplumu dönüştürme potansiyelinin artması genellikle kriz

ve savaş zamanlarında yani sözleşmenin hükmünü yitirme riski olduğu dönemlerde daha

da artmaktadır. Bu nedenle bu kriz dönemleri koruyucu devletin refah devletine

dönüşmesinde daha hızlı sıçramaların kaydedildiği dönemler olarak karşımıza

60 Gosta Espin-Andersen, The Three World of Welfare Capitalism, Princeton University Press, Princeton, New Jersey, 1990, s. 45. 61 Rosanvallon, s. 22-23.

36

çıkmaktadır. Koruyucu devletin radikalleşerek refah devletine doğru evrilmesinde

Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının yarattığı toplumsal çözülme ya da toplumsal

sözleşmenin bozulmasına devletin verdiği tepkilerin de etkili olduğu belirtilmelidir.

Rosanvallon’un belirttiği gibi, koruyucu devletin kökleri I. Elizabeth’in (1601)

‘Yoksullar Yasası’na kadar gitmekle birlikte, sürecin gelişimi tedrici bir şekilde değil de

çıkan savaş ve krizlere karşı verilen tepkilerin sonunda sıçramalı olarak şekil almıştır.

Foucault, Yönetimsellik62 isimli makalesinde devlet toplum ilişkisinde büyük

bir dönüşüm yaratan modern devletin oluşum sürecinde yönetimde hükümranlıktan

yönetimselliğe geçiş olduğu, özellikle 18. yüzyıldan itibaren nüfustaki artışlarla birlikte

yönetim ve disiplin sorunlarında artışlar olduğu ve nüfustaki büyüme ile birlikte aile

üzerine kurulu hükümranlık yapısının de artık sürdürülemeyecek noktaya geldiğini

belirtmektedir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan ‘yönetim’ aygıtı, “… doğrudan geniş

çaplı kampanyalarla ya da dolaylı olarak, halk tamamen farkında olmasa bile, doğum

oranlarının yükseltilmesini, nüfus akışının belirli bölgelere ya da faaliyetlere doğru

yönlendirilmesini, vb. mümkün kılacak tekniklerle nüfusun kendisi üzerinde

çalışacaktır.”63 Yönetim nüfusla birlikte artık büyük oranda kentsel mekânlara

kaymıştır. Kentsel kamusal mekânlar ve sorunlu kesimin düzene sokulması yeni

yönetimin en önemli hedefi olmuştur. Bu süreçte biriken bilgi birikimi, yeni bilimsel

disiplinlerin doğmasını da sağlamıştır. Foucault’nun yönetimsellik olarak adlandırdığı

modern devlet koşullarında artık devlet kendi tebaası/yurttaşlarının tümünü yani nüfusu

dikkate almakta, nüfus politikaları, eğitimleri, işe yerleştirilmeleri, disipline edilmeleri,

cezalandırılmaları vs. ile ilgilenmektedir. Bu süreç bir anlamda bir nüfus ‘güruhunun’

bir ‘yurttaşlar cemaati’ haline getirilmesidir. Bu koşullarda hükümetler yalnızca

62 Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000. Foucault modern dönem devletindeki özgüllükler olarak kamu güvenliği, toplumsal denetim ve disiplin olgusunu açıklarken de devletin kullandığı yeni ve farklı teknikler geliştirdiğini belirtmektedir. Bu işleyişi açıklamak ve yeni gelişen yönetim tarzını hükümranlıktan ayırmak için geliştirdiği kavram yönetimsellik (governmentality) kavramıdır. Foucault’nun sosyal tarih açıklamasını takip eden yaklaşımlar devletin sosyal tarihteki rolünü nüfusu kontrol eden ve devlet karşısındaki güçleri görmezden gelen ‘sosyal kontrol’ yaklaşımıdır. Bu yaklaşım modern devletle birlikte ortaya çıkan sosyal refah kurumlarının genellikle negatif yönüne yani ‘hapsedici’ ya da kontrol edici boyutuna vurgu yapmaktadır. Oysa kökleri modern devletin çok öncelerine giden ve filantropi şeklinde örgütlenen hümanist yaklaşım da ‘toplumun kendini koruması’ anlamında sosyal tarihin olumlu birikiminin bir parçası olarak hesaba katılması gerekmektedir. Bu çerçeve bir değerlendirme için bkz. Robert van Krieken, “Social Theory and Chid Welfare: Beyond Social Control”, Theory and Society, Vol. 15, No. 3. (Mayıs 1986), s. 401-429. 63 Foucault, s. 282.

37

uyruklarla ya da halkla değil doğum, ölüm, yaşam süresi, doğurganlık, sağlık durumu,

hastalıkların sıklığı, beslenme biçimi yani bir ‘nüfus’la karşı karşıya olduklarının

farkına varırlar. Bu dönemde nüfus artışı ile içinde bulunan üretim unsurları arasında

daha sıkı ilişkiler bulunmaktadır. Nüfus sağlığı ve çokluğu ile üretim ve güvenlik

arasında çok yakın ilişkiler vardır. Bu nedenle de nüfusun yeniden üretimi yani sağlıklı

nüfusun önemi artar ve sonuç olarak hükümetlerin ilgisi aslında doğum, evlenme, meşru

ve/veya gayri meşru doğumlar gibi unsurların merkezinde yer aldığı cinselliği

düzenlemeye doğru kayar.64 Bu nedenle modern zamanda devletin bizzat kendisinden

çok; devletin tüm nüfusa, topluma yayılan idare teknikleri yani ‘yönetimselliğin’

yayılmasıdır. O halde modern devlet için önemli olan toplumun ihtiyaçlarının

karşılanması yanında, devletin işler kılınması; toplumun yönetilmesidir. Geç

modernleşen hemen bütün toplumlarda yönetimsellik anlayışları ya da ‘toplumun

devletleşmesi’ tamamlanmış bir süreç değildir.65 Modernleşme süreci çatışmalı bir birlik

ya da ‘ikili süreç’ olarak değerlendirildiğinde, modernleşmenin sanayi, pazar gibi

boyutlarında ortaya çıkan sorunları Reşat Kasaba’nın66 tabiri ile ‘çok fazla

modernleşme’ değil, karşı-hareketin, işçi sınıfı örgütlenmesi ve diğer kamusal yardım

kurumlarının kurulmaması anlamında “eksik ya da yarım modernleşme” olarak görmek

gerekmektedir. Modernite ve/veya modernleşme sürecinin tamamlanması, sürecin iki

boyutunun da işlemesi ve bir dengede buluşabilmesi ile mümkün olabilecektir. Bu

konuya vurgu yapan Cemil Oktay’a göre Türkiye’de yaygın devlet fetişizmi söz

konusudur ve devletin aşırı yüceltilmesine bakarak devletin maddi anlamda kendisini

toplum içinde hissettirdiğini düşünmemek gerekir. Ona göre toplumsal dokuya yeterince

nüfuz edememiş, toplumdan gelen taleplere cevap vermeyen, tüm yurttaşları eşit olarak 64 Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, 1-2. baskı, Hülya Tufan (Çev.), İstanbul: Afa Yayınları, 1993, s. 31-32. 65 Türkiye’nin modernleşme sürecini Polanyi’nin belirttiği modernleşmenin ikili karakteri açısından değerlendiren Reşat Kasaba, toplumun devletleşmesinde özellikle sosyal alandaki gelişmemişliğe vurgu yapmaktadır. Kasaba’ya göre, “İlk olarak bu zaman içinde Türkiye’nin modernleşmesinin birinci sürecinde epey yol aldığını teslim etmek gerekiyor. Bugün, şehirleşme, sanayileşme, toplumsal değişim gibi alanlardaki genel verilere baktığımızda kırsal bağların, yükümlülüklerin Türkiye’de artık gittikçe azalan bir kesimi doğrudan etkilediğini görürüz. İstanbul gibi, hatta Almanya’ya göç eden kitlelerde ilk nesilde hâlâ etkili olan bu bağlar ikinci ve üçüncü nesillere gelindiğinde etkilerini büyük ölçüde yitiriyor. Türkiye, özellikle son 10 yıl artık endüstriyel ve Pazar toplumunun, yaşamın her yönünün etkilediği koşullarda yaşamaktadır. Bu yönde kat edilen mesafeye oranla Türkiye’nin modernleşmenin öbür yönünde, yani toplumun korunması yönünde çok gerilerde kaldığını da saptamak gerekiyor.” Reşat Kasaba, “Modern Neden Hâlâ Önemli?”, Bilanço 1923 -1998, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s. 24. 66 Kasaba, s. 23.

38

kapsayan bir yasal çerçevede hareket etmeyen bir devlet yapısı söz konusudur.67 Cemil

Oktay’ın da vurguladığı gibi, Türkiye’de toplumsal ve siyasal güncel ya da tarihsel

hemen her konuda devletin etkinliği konusunda yaygın bir fetişizm söz konusudur. Oysa

fetişizmin tanımından da hareketle, Türkiye’de devletin toplum karşısında etkinliği ve

nüfuzunun özellikle sosyal alanda oldukça abartılı olarak verildiği söylenebilir.

Özellikle kolektif bir güç olarak devletin koruma ve desteğine ihtiyaç duyan çocuk,

kadın, özürlü gruplar ve genel olarak toplumun yoksul kesimleri söz konusu olduğunda

devletsizlik çok daha net olarak görülmektedir. O halde çocuk koruma sisteminin

modern devlet yapısı içinde oluşmamış olması, devletin sosyal alanda modernleşme

sürecinin tamamlanmaması olarak nitelendirilebilir. Ayrıca yeryüzünde çok sayıda

çocuğun açlık, yoksulluk, savaş koşulları gibi tehlikeler içinde bulunması olması,

modernleşmenin yeryüzüne yayılmasındaki çarpıklığın bir sonucudur.

2.1.3 Yurttaşlığın İnşası ve Sosyal Hakların Genişlemesi

Yurttaşlığın inşası modernliğin koruyucu hareketinin ‘yurttaşlığı’ merkez alarak

kurumsallaşması şeklinde gelişmiştir. Modern devletin oluşması sürecinde devlet-

yurttaş ilişkisi ya da yurttaşlık kurumunun gelişmesi tarihsel sıralama içinde yurttaşların

önce sivil sonra siyasal ve en son sosyal haklarının tanınması şeklinde bir seyir

izlemiştir. T.H. Marshall’ın Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar68 isimli makalesinde öne

sürdüğü bu görüşleri, modern devletin öznesi olan yurttaşları ve sosyal yurttaşlık

kurumunun oluşum seyrini betimlemesi anlamında hâlâ önemli ve açıklayıcı ilkelerdir.69

67 Oktay, Siyaset Yazıları, s. 215. 68 T.H. Marshall ve T. Bottomore, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Ayhan Kaya (Çev.), Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000. 69 Marshall’ın modern yurttaşlık kurumunun oluşması açıklaması birçok sosyal bilimci tarafından eleştirilmiştir. Eleştirilen temelinde Marshall’ın yurttaşlık haklarının gelişimini teleolojik bir tarzda açıklaması ve açıklamalarında Batı ve hatta İngiltere merkezli kalmasıdır. Marshall’ın makalesini kaleme aldığı 1949 tarihinden sonraki toplumsal dönüşümlere bakıldığında, özellikle Avrupa’da yoğunlaşan göçmen nüfusun yurttaşlık hakları anlamında sivil, siyasal ve sosyal sıralamasına uymayan bir tarzda haklar edindiği görülmektedir. Ayrıca günümüzde kadınların siyasal katılımında haklar kazanmasına rağmen, sosyal ve medeni haklarında daha geri kaldığına dair de tespitler yapılmaktadır. Dolayısıyla Marshall’ın yurttaşlık kurumu açıklaması hâlâ önemli bir referans noktası kabul edilmekle birlikte, siyasal-toplumsal durumdaki yeni gelişmeler karşısında hakların sıralanması ve/veya ayrıntılandırılması gereken bir kuram olarak eleştirilmektedir. Marshall’ın yurttaşlık kuramına yönetilen eleştirilere dair geniş bir değerlendirme için bkz. Ayhan Kaya, “Yurttaşlık, Azınlıklar ve Çok Kültürlülük,” Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde, Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000, s. 135-169; Marshall’ın yurttaşlık haklarının evrensel eşitlik noktasında değil, belli bir ulusa mensup olma şartına bağlaması noktasında Marksist ve Feminist çevrelerden de bir dizi eleştiri almıştır. Bkz. Pierson, s. 223-234.

39

Marshall yurttaşlığın oluşumunda etkili olan ilk haklar olarak sivil haklar 18. yüzyılda

ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla modern öncesi tebaa anlayışından ilk sıyrılmanın, kişilerin

bir yurttaş olarak düşünce, inanç ve mülkiyet gibi haklarla donanmasıyla başladığı

söylenebilir. Modern devletin özneleri olarak yurttaşlığın sosyal boyutunun

zenginleşmesinin ve belirginlik kazanmasının ikinci aşaması siyasal haklar boyutudur.

Bu hakların kazanılmaya başlanması ile birlikte, yurttaşlar, toplumun ve devletin daha

etkin siyasal özneleri haline gelmişlerdir. Böylece yurttaşlar siyasal yönetime daha aktif

katılmaktadır. Yurttaşlık haklarının aşamalı olarak gelişimini açıklayan T.H. Marshall’a

göre bu gelişimin son aşaması 20. yüzyıla denk gelen ve yurttaşların devlet karşısında

temel sosyal hakları kazandığı dönemdir. Görüldüğü gibi sosyal haklar, yani ekonomik

refah ve gelirin ‘yeniden dağılımı’ ile ilgili haklar, tarih sahnesine en son gelen

haklardır. Marshall’a göre sosyal haklar “..yaşadığımız toplumun standartları ölçüsünde

ekonomik refah ve sosyal güvenlik gibi haklara sahip olmaktan, çağdaş bir birey gibi

yaşayabilme hakkına değin uzanan geniş bir haklar dizinidir. Eğitim hakkı ve sosyal

hizmetler bu çerçevede değerlendirilebilir.”70 Sosyal haklar kendisini önceleyen diğer

iki temel haktan devletin aktif müdahalesinin gerekliliği noktasında ayrılmaktadır.

Sosyal hakların yurttaş hakları olarak örgütlenmesi ancak devlet gibi güçlü bir yapının

müdahalesi ile oluşabildiği gibi; ancak devletin bu alanda kurumsal ve yasal düzenleme

yapmasıyla süreklilik kazanabilmiştir. Bu nedenle özellikle 19. yüzyıl sonu ve 20.

yüzyıl başında yani ‘sosyal yurttaşlığın’ ortaya çıktığı koşullarda devlet çocuklara

yönelik bir dizi yasal ve kurumsal düzenleme ile karşılık vermiştir.

Bu süreci yani modernleşme sürecini bütünlüklü bir çerçevede tanımlayan Stuart

Hall71 bir toplumu ‘modern’ kılan dört temel özellik tespit etmektedir. Bunların ilki,

egemenlik ve meşruiyet kavrayışı ile siyasal iktidar ve otoritenin oluşmasında seküler

formun egemen olmasıdır. Devletin meşruiyet kaynağı dini kaynaklar değil, artık halkın

rızasıdır. Bu nedenle hayırseverlikten filantropiye geçiş bir seküler gelişmedir. İkinci

özellik, ulusal sınırlar içinde paraya dayalı, meta üretimi ve piyasanın oluşmasıdır. Bu

süreç kapitalist üretim süreçlerinin yaygınlaşmasına denk düşer. Dolayısıyla

70 Marshall ve Bottomore, s. 21 71 Stuart Hall, “Introduction,” Formation of Modernity, Stuart Hall ve Bram Gieben (edt.), 4.baskı, Polity Pres in association with the Open University, 1995, s. 8.

40

modernitenin oluşmasında kapitalizm belirleyici faktörlerden biri olarak karşımıza

çıkmaktadır.72 Modern toplumun üçüncü önemli özelliği, durağan toplumsal hiyerarşiye

dayanan geleneksel toplumsal düzenin gerilemesidir. Patriarkal aile ilişkisi yerine, kadın

ve erkeğin birey kabul edildiği yeni cinsiyet rolleri ortaya çıkar. Bu süreçle devlet

karşısında imtiyazlı kişi ve statülerden eşitlikçi birey yurttaşların ortaya çıktığı döneme

dönüşüm betimlemektedir. Dördüncü ve son özellik ise geleneksel toplumların tipik

bakış açısı olarak dinsel yaklaşımların yerine, bireyselci ve rasyonellik temelli seküler

ve maddeci kültürün yükselmeye başlamasıdır.

Modern toplumun bir niteliği de, kapitalist üretim sisteminin gerekleri ve kentsel

yoksulluk koşulları altında kalan ailenin çözülmesi ve ‘aile ideolojisi’ yerine

‘bireyselleşme’nin önem kazanmaya başlamasıdır. Modernitenin ‘katı olan yapıları

buharlaştırması’ metaforu, sanayileşmenin kentsel mekanda yayılmasıyla, artan ve

çeşitlenen emek ihtiyacı nedeniyle kadın ve çocukların da emek piyasasına dahil olması

sonrasında, babanın tek üretici olma konumu kaybetmesi ve otoritesindeki zayıflama

sürecinde gözlenebilmektedir. Sanayi öncesi tarım toplumlarda baskın aile tipi olan

ataerkil aile zaman içinde ve endüstrinin yaygınlaşması oranında çözülmeye başlamıştır.

Bu süreci 1830’lu yıllarda Kuzey Amerika gözlemi ile destekleyen Heywood değişimi

şöyle betimliyor:

“Kız çocuklar artık fabrikada iş bulabiliyor, erkekler zanaat atölyelerinde veya yerel dükkânlarda çalışmaya gidiyor ve çiftçi aileden gelen herhangi bir genç insan göç yoluyla bağımsızlığın nimetlerinden yararlanabiliyordu. Ebeveynler ve çocuklar arasındaki ilişkinin resmiyetini yitirmesi için pek çok neden vardı. Bununla birlikte, bu dönüşümde en kazançlı çıkan annelerdi; özellikle ‘farklı dünya’ anlayışının anneyi evde kalmaya ve çocuklara bakmaya yöneltmesiyle, işe giden baba ‘ikinci ebeveyn’ olmuştu. Artık, çocuklar babalarına gözdağı verebilecek düzeye gelmişlerdi: Eğer babaları onların sevgisini kazanmak istiyorsa, onlarla daha fazla zaman geçirmek için çabalamak zorundaydı.”73

Aile modernitenin yayılması oranında kapalı ve babanın tek temsilcisi olduğu bir

toplumsal birim olmaktan, babanın yetkisini paylaştığı ikinci ebeveyn olarak annenin

bağımsız bir birey olarak güçlendiği ve çocukların da ‘ekonomik değerden’ çok

72 Kapitalizmin küreselleşme ile birlikte, ulus-devletin oluşması sürecindeki ilk dönem misyonu olan modernleşmeden koptuğuna dair bir tespit için bkz. Çağlar Keyder, Ulusal Kalkınmacılığın İflası, İstanbul: Metis Yayınları, 1993, s. 123–124. 73 Heywood, s. 126.

41

‘psikolojik değer’ konusu olduğu bir yapıya doğru evrilmektedir. Ailenin bu yeniden

yapılanmasında anneler üretim sürecine işgücü olarak daha çok katılırken, çocuklar

gittikçe üretim sürecinden çekilerek sosyalleşmesi okul süreciyle desteklenen bir yeni

döneme geçmektedir. Bu süreçte ailenin temel üyeleri olarak anne ve çocukların

kamusal alanda yer almasının genişlemesine paralel olarak babanın özellikle aile içi ve

aile üyeleri karşısındaki mutlak yetkilerinde sınırlamalar başlamıştır. Bu çok boyutlu

değişim ve dönüşüm modernitenin bir veçhesi olarak sanayileşme ve ‘kendi başına

işleyen piyasanın kâr hırsı’ nedeniyle toplumsal dokuda oluşan tahribata karşı gelişen

‘toplumun kendini koruma’ refleksleri şeklinde gelişmiştir.74 Dolayısıyla modern

devletin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan ‘yurttaşlık hakları’nı ve bu bağlamda

‘sosyal yurttaşlık’ı sadece devletin toplumu kontrol ve disipline etme aracı olarak değil;

paradoksal bir süreç olarak yürüyen modernitenin karşı hareketinin yani toplumun zayıf

kesimlerinin korunması misyonunu yüklenen bütün güçlerin çabalarının kazanımları ve

sonuçta bu hakların ‘sosyal’ bir nitelik kazanarak devletin güvencesi altına alınması

süreci olarak da değerlendirmek gerekmektedir. Ancak özellikle Michel Foucault’un 18.

ve 19. yüzyıl Fransa’sında ortaya çıkan sosyal kurumların (akıl hastaneleri, ceza evleri,

çalışma evleri, vs.) panopticon tarzı disipline dayalı işleyişini, modern devletin sosyal

alandaki örgütlenmesinin temeli olarak gören yaklaşımlar,75 modern devletin sosyal

kurumlarının oluşumunu bir bütün olarak toplumun tümünün bir kontrol ve disipline

edilmesi süreci olarak kabul etme eğilimindedir.76 Modern devletin başlangıçta ‘asayiş’i

sağlama adına ve meşruiyetini sürdürmenin bir aracı olarak disiplin ve kontrol

kurumları olarak sosyal refah alanındaki kurumları oluşturması, zaman içinde yerini

74 Modernleşme süreci sonunda aile yapısındaki çözülme ve ailenin görece zayıf unsurları olarak çocuklar ve kadınların özneleşme süreçleri arasında paralellik kurulabilir. Ailenin tek ve tartışmasız otoritesi olarak baba karşısında çocuklar ve kadınların hak sahibi özneler olması aynı tarihsel zaman dilimlerinde gerçekleşmiştir. Kadın hareketi ya da genel olarak modernleşme süreci sonunda kadının özneleşme sürecini 19. yüzyıldaki aile yapısındaki dönüşüm ve diğer siyasal süreçler açısında değerlendiren bir çalışma için bkz. Ayşegül Yaraman, Resmi Tarihten Kadın Tarihine, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2001. 75 Foucault’un sosyal tarih çalışmalarını esas alan birçok sosyal bilimci özellikle 19. yüzyılda kamusal alanda belirginlik kazanan hastane, tımarhane, sosyal yardım dernekler gibi oluşumları toplumun disipline edilmesi amaçlı olarak tanımlamaya başladılar. Bu görüşü temsil eden iki çalışma için bkz.A.P. Donajgrodski, Social Control in Nineteenth Centry Britan, Croom Helm, 1977 ve G. Stedman Jones, Outcast London: A Study in Relationship Between Classes in Victorian Society, Oxford, 1977. 76 Genel bir değerlendirme için bkz. İ. Emre Işık, “Batı Toplumlarında Rasyonelleşme, Tımarhane ve ‘homo-medicus’un Doğuşu”, Toplumbilim, Sayı 13, Temmuz 2001, s. 39-46.; Türkiye’deki yoksulluk çalışmaları, sosyal politika ve Foucault’nun etkisine ilişkin bir değerlendirme için bkz. Murat Metinsoy, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Savaş ve Gündelik Yaşam, İstanbul: Homer Kitabevi, 2007, s. 275-279.

42

daha küçük birimlere dönüştürmüştür. Özellikle çocuklara yönelik kurumsal hizmetlerin

tarihine bakıldığında bu dönüşüm çok net olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla tarihsel

olgular olarak hapsedici ya da ‘total’ kurumlar bir yanıyla modern devletin ‘yönetişim’

aygıtları olarak ortaya çıkmakla birlikte, bir yanıyla da Rosanvalon’un tabiriyle modern

devletin ‘refah devleti’ öncesi ‘koruyucu’ unsurları olarak da işlev yüklenmişlerdir.

Kurumların disipline ve kontrol edici boyutları kadar koruyucu ve ‘yardım sağlayıcı’

niteliklerinin eş zamanlı olması, modernitenin ya da modern devletin paradoksal ve ikili

karakterine de uygun bir durumdur. Modern devletin yönetimselliği disiplini yani asayiş

ve düzeni de kurumlar üzerinden yürütmesi sonucunu doğurmuş olması, aynı

kurumların sosyal yardım, sosyal refah ve eğitim kurumları niteliliğini ortadan

kaldırmaz. Dolayısıyla sosyal alanı düzenleyen kurumların paradoksal ve ikili karakteri

baştan itibaren vardır ve bu ikili birliktelik toplumsal dinamiklerin gücüne bağlı olarak

nitelik değiştirmektedir. Ayrıca refah devleti özsel olarak modern devletin içinde gizli

ve zorunlu olarak varılacak bir ilke değil; konjonktüre bağlı olarak ortaya çıkabilecek

olasılıklardan biriydi. Ki yine aynı şekilde 1970’lerdeki konjonktürde değişen

toplumsal koşulların bir sonucu olarak, toplumun çalışma dışı ve yoksul kesimleri adına

bir kazanım olan refah devleti ciddi bir gerileme içine girmiştir. Dolayısıyla ‘özsel’

olarak toplumsal tarihte değişmeyen bir ilke varsa, bu ilke toplumun korunması ve kendi

başına işleyen piyasa arasındaki paradoks ve mücadeledir.

Modern toplumun düzen ve gelişme ihtiyacına paralel olarak farklı sosyal

kurumlar, yönetim aygıtları ve sosyal meslekler kamu yönetiminin bir parçası olarak

ortaya çıkmaya başlar. Batı tarihinde ise sosyal kurumların ortaya çıkması sokaklarda

bir asayiş sorunu olmaya başlayan ‘deli ve serserilerin kapatılması’ ihtiyacı ile başlar.

Bundan önce her kent delileri kenti kentinden kovarken ya da gemilerle başka yerlere

gönderirken, 17. yüzyıldan itibaren artık gönderme yerine kapatma uygulaması başlıyor.

Bu süreçte 1656 yılında Fransa’da açılan Genel Hastane sembolik bir öneme sahiptir.

Bu kurum bir tıbbi kurum değildir; Michel Foucault’nun tabiri ile “daha çok yarı adli

bir yapı olup, daha önceden oluşmuş yetkilerin yanı sıra ve mahkemelerin dışında karar

veren, yargılayan ve infaz eden bir cins yönetsel bütündür.”77 Devletin sosyal alanda bu

77 Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, Mehmet Ali Kılıçbay (Çev.), 4. Baskı, Ankara: İmge Kitapevi, s. 90.

43

tür düzenlemelere gitmesi, yoksulluk alanını ‘sekülerleştirmesinin’ de başlangıcını

temsil etmektedir. Artık bu alan devletin koyduğu kurallara göre işlemek durumundadır.

Genel Hastane sivil iktidarın yetkisinde tutulması yani Kilisenin dışta tutulmasını

Krallık kendi özerk alanı olarak Kilisenin denetim ve düzenleme yetkisinden muaf

kılmıştır. Dolaysıyla birçok yetkiyi bir elde birleştirmesi ve esas olarak ‘kapatma’yı esas

alması nedeniyle ilk dönem ‘total’ kurumlar bir asayiş ve kamu düzeni sağlama

kaygısıyla ortaya çıkmıştır. Ancak modern dönemle birlikte yani 19. yüzyıl sonlarına

doğru bu kurumların çeşitlenmesi, barınan ya da kapatılan kişilerin kompozisyonuna

bağlı olarak özel düzenlemelere gidilmesiyle birlikte kurumların niteliğinde de

dönüşümler ortaya çıkmaya başlamıştır. Sosyal ve tıbbi bilimlerin gelişmeye başlaması,

sosyal sorunların artık sadece bir asayiş problemi olarak çözülememesi, ‘nüfus’

probleminin artık bir yönetim aygıtı olması nedeniyle, yoksul, serseri, deli vs. yönelik

söylem ve yaklaşımlar da değişmeye başlamaktadır. Artık ‘deli’ gittikçe ‘hasta’

mertebesine yükselmeye başlamaktadır. Tıbbın insan ‘ruhu’nu keşfetmesi nedeniyle

denetim sadece ‘beden’ değil ‘ruhsal’ yapı üzerinde de yapılmaktadır. Bu nedenle 18.

yüzyıl sonundan itibaren disiplin çıplak beden cezalandırması üzerinden değil; ruhsal

tedavi ve ahlaki eğitim gibi insanın görünmez yönüne müdahale edilmesi yani

‘normalleştirilmesi’ süreci ön plana geçmiştir.78 Tarihsel olarak Rönesans’la bir

‘kapatma’ kurumu olarak başlayan modern normalleştirme kurumları 20. yüzyılda

biriken deneyim ve eleştirilere bağlı olarak kapanmaya başlıyor. Ancak bu süreç tek

boyutlu ve tek yönde ilerleyen bir negatif süreç olarak algılanmamalı; bu tarih aynı

zamanda modern refah kurumlarının izlediği, ortaya çıktığı tarihsel güzergah olarak da

okunmalıdır. Dolayısıyla sosyal refah kurumlarının tarihi Polanyi’nin belirttiği iki süreç

çerçevesinde okunmalıdır Bu süreç modern devletin ya da ‘sosyal devlet’in oluşumu ile

ilişkisi de ‘yönetsel yayılma’ ya da toplumun sosyal boyutunun modernleşmesi olarak

kabul edilmelidir. Michel Foucault’nun kliniğin doğunu açıklarken ortaya attığı biyo-

politika ve hapishanenin doğuşu ile ilişkili olarak polisten kastedilen devletin

‘yönetimsellik’ kavrayışındaki genişleme ve meslekileşmedir. Artık karmaşıklaşan

nüfusun yönetilmesi özetlemektedir:

78 Foucault, Deliliğin Tarihi, s. 230-251.

44

“Burada kastedilen sadece kolluk gücü olarak ‘polis’ değil, yeni bir politik teknolojidir. 18. yy sonrası disiplin mekanizmasının devletleşmesi ve yaygınlaşması bağlamında dispanserler, mahallelerde açınla küçük hastaneler hastaları kabul eder, hastalıkları gözetim altında tutarken aynı zamanda haber toplamakta, halka tavsiyede bulunurken öte yandan devlete bölgenin sağlık durumu hakkında bilgi sunmaktadır. Hastalık kişiselleşiyorsa da aynı zamanda onunla ilişkili birçok hususun devletleştirildiğinin söylenmesi bir çelişki oluşturmamaktadır. Burada söz konusu olan liberal ideallerle beraber gelişecek devletçi yapının gelişmesidir. Foucault’ya göre söz konusu olan, refah devletine giden yolda önemli bir yapı taşı olan, Almanların 18.yy’da Polizeiwissenschaft dedikleri şeyin ta kendisidir. Öznelerine refahını sağlamak amacıyla devletin gücünü arttırması ve güç kazanmasına yönelik kuram ve çözümlemeler bütünü bu kavram çerçevesinde ele alınmaktadır. Temel ilgi odağı, tüm bu yeni siyasal teknolojinin nesnesi, nüfus olarak karşımızda durmaktadır. Nüfus, devletin gücü için mümkün olanın en büyüğü ve en aktifi olmalıdır. Amaç bu olunca sağlık, doğum ve nüfusu hastalıklardan koruyucu bir dizi işlemin yapılması önemli hale

gelmektedir.” 79

Modern devletin nüfusu sağlıklı kılmak için bir yandan eğitim ve tedaviye

yönelirken, bir yandan bu sürece dahil edemediği kesimi sağlıklı nüfustan ayırıp

kapatmaktadır. Ancak bu gittikçe karmaşıklaşan ve devletin topluma yayılması

anlamına gelen kurumsallaşma sonuçta devletin egemenlik alanın topluma yayılması ve

sosyal alanın da “devletleşmesi” anlamına gelmektedir. Devlet artık sadece yatay

yayılım anlamında toprak egemenliği değil, nüfus üzerinde de egemenlik kurarak

bürokratik dikey örgütlenmeye gitmektedir. Bu süreci Cemil Oktay yönetsel yayılma

olarak tanımlamaktadır.80 Ancak bu süreç daha önce de belirtildiği gibi modernitenin

79 İ. Emre Işık, “Batı Toplumlarında Rasyonelleşme, Tımarhanenin ve ‘homo-medicus’un Doğuşu”, Toplumbilim, S. 13, Temmuz 2001, s. 45. 80 Cemil Oktay yönetsel yayılmayı şöyle tanımlamaktadır: “Yönetsel yayılma yalın, düz, farklılaşmamış, durağan ve geleneksel bir toplum yapısının farklılaşarak ve canlanarak yeni bir toplum tipi oluşturma sürecine girmesiyle ortaya çıkmakta, modernleşme çabaları çerçevesinde ele alınmaktadır. Yönetsel yayılma, biçim itibariyle iki ayrı boyutta cereyan eden bir olgudur. Bunlardan birincisi, yayılmanın coğrafi düzeyde oluşması, başka bir deyişle, yatay anlamda siyasal sistemin yönetim örgütlerinin yayılmasıdır. (…) Herhangi bir bakanlığın öteden beri var olan bir hizmeti ilk kez yeni bir yerleşme birimine götürmesi, örneğin okul açılması, hastane kurulması, PTT bürolarının çalışmaya başlaması yatay yayılmanın somut görüntüleridir. Dikey yayılma ise, siyasal sistemin yepyeni bir konuda düzenlemelere başlamasının gereği olarak geliştirdiği yeni kuruluşların ortaya çıkmasını ifade eder. Burada söz konusu olan, toplumdaki herhangi bir faaliyetin alanının kısmen veya tamamen siyasal sistemin denetleme alanına girmesidir. Kamu yetkisine yüklenen her yeni iş, süreklik gösteren her istem, sonuçta dikey yönde bir yönetsel yayılma demektir. (…) Az gelişmiş ülke yönetimlerinin yönetsel yayılma olgusuyla ilgili iki genel gözlem ifade edelim: (…) çoğu az gelişmiş ülkede yönetsel ayılmanın düzeyi gelişmiş sanayi ülkelerine göre düşük olmaktadır. (…) Birçok gelişmiş ülkede siyasal sistemler, hızlı bir yönetsel yayılma süreci içine girmiştir. Bu ülkelerde, örneğin kamu görevlilerinin faal nüfus içindeki payı hızla artmakta, yönetim yeni yeni eklenen birimlerle büyümekte ve ülke coğrafyasına yayılmaktadır. (…) Yönetsel yayılmayı somut olarak gösteren en belirgin ölçüleri şöyle sıralayabiliriz: 1. Yönetsel nüfusun yoğunluğunda artış, 2. Kamu gelir ve giderlerinde artış, 3. Yeni kurulan kamusal örgütlerde artış, 4. Yasal düzenlemelerde artış.” Cemil Oktay, Siyaset Yazıları, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s. 115–117. Oktay Türkiye’nin yönetsel yayılma özellikleri itibariyle az gelişmiş ülke örneğine yakın olduğunu; yani

45

ikili karakteri doğrultusunda gelişmektedir. Modernitenin gelişimi öncelikle kontrol

daha sonra da gelişme (improve) sağlayan iki boyutlu bir süreçtir.81 Toplumun görünür

karmaşıklığına karşı insanın düzen ihtiyacı modernite düşüncesinde ‘gelişme’ düşüncesi

olarak ortaya çıkarken, burada David Howe sosyal hizmet mesleğinin ortaya çıkmasını

modernitenin gelişme misyonunun yürütücüsü olarak ortaya çıktığını belirtmektedir.

Benzer bir vurguyu sosyal kurumların dönüşümü çerçevesinde Nadir Özbek yapıyor:

“İş-evleri İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi birçok Avrupa ülkesinde 19. yüzyılda da

başvurulan önemli kurum olacaktır. Ancak modern devletin toplumsal alana nüfuz gücü

arttığı oranda, iş-evlerinin cezalandırıcı unsurdan çok, eğitici, ıslah edici fonksiyonları

belirginleşecektir.”82 Özbek Osmanlı toplumunda Darülaceze örneği ve benzeri

kurumların oluşturulması ve yayılmasının da paralel dönüşümler göstermemesini

devletlerin mali kaynaklarının yeterliliğine bağlamaktadır.

Michel Foucault toplumsal hayatın disipline edilmesi anlamında deli, meczup,

serseri, suçlular gibi toplumsal grupların kapatılması ve daha sonra eğitilmesi ve ıslah

edilmesini hedefleyen kurumsallaşmanın, 18. yüzyıldan itibaren bir nüfus ve

‘normalleştirme’ problemi olarak farklı bir yönetimsel anlayışa kaydığını belirtmektedir.

Arık devlet bilimsel esaslara dayalı olarak insanları değiştirme ve eğitmeyi esas alarak

kurumsallaşmaktadır. Bu süreç psikiyatri ve diğer bilimlerin öncülüğünde bir devlet

örgütlenmesi şeklinde yürümektedir. Bu süreç birçok yönde ilk defa kamusal yönetimin

bir amacı olduğu için ‘dikey’ yönetsel yayılma olarak; 19. yüzyılda ise bütün Avrupa’ya

yayılan bir kurumsallaşma süreci olarak ise ‘yatay yayılma’ olarak adlandırmak

mümkündür. Bu süreç aynı zamanda daha sonra ortaya çıkacak refah devletinin

kurumsal ilk taslağı ve zemini olması özelliği ile de ikili yani hem disipline edici hem

tedavi edici yani gelişmeci bir boyut içermektedir.

kurumsallaşmada hem yatay hem de dikey yayılmada yetersiz olduğunu; dolayısıyla yayılma göstergelerinin gelişmiş ülkelerin çok gerisinde olduğunu belirtmektedir. Örneğin yönetsel nüfus oranı yani kamu çalışanlarının yani memur sayısının nüfusa oranı Cumhuriyet döneminde çok hızlı artmış olmasına rağmen gelişmiş birçok ülkenin oldukça gerisindedir. Örneğin yönetsel nüfus oranı ABD’de 1965’de %12.8; Fransa’da 1970’de %15; Belçika’da 1961’de 15,7; İtalya’da 1971’de %9.3; SSCB’de 1958’de %16.1; Brezilya’da 1970’de %7.4; Türkiye’de ise 1976 yılı itibariyle %6.6’dır. Bk. Oktay, Siyaset Yazıları, s. 119. 81 David Howe, “Modernity, Postmodernity and Social Work”, British Journal of Social Work, 24 (5), 1994, s. 516. 82 Nadir Özbek, “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, Toplumsal Tarih, Nisan 1999, S. 64, s. 34.

46

2.2 Modern Çocuk Koruma Sisteminin Oluşumu

Bu bölümde modern devletin ortaya çıkmasına paralel olarak gelişen çocukların

korunmasına ilişkin önlemler, tarihsel süreç içinde belirlenmeye çalışılacaktır. Öncelikle

çocuk koruma sisteminde ‘modern’ öncesi olarak tanımlanan dönem, yani ağırlıklı

olarak 19. yüzyıl öncesi çocuk koruma yöntemleri belirlenmeye çalışılacaktır.

Modernleşme süreci sosyal alanın da devletleşmesi olarak kabul edildiğinde, modern

öncesi çocuk koruma sisteminin daha çok devlet dışı alanda örgütlenmiş olması

beklenmektedir. Devletin sosyal alanda örgütlenmesi doğrudan devletin kendi

bürokratik kurumsallaşması olabileceği gibi, alanda çalışan sivil kuruluşların çalışma

tarz ve kurallarını belirlemesi ve denetleme mekanizması kurması şeklinde de olabilir.

Dolayısıyla çocuk koruma sistemi ve genel olarak ‘sosyal alan’ın modernleşmesiyle,

devletin sosyal alana daha çok nüfuz etmesi ve bu alanda daha çok örgütlenmesi

beklenmektedir. Modernitenin ekonomik aklının sonuçları olarak sanayileşme,

kentleşme ve bunlara bağlı olarak ortaya çıkan kentsel yoksulluk sorunlarının ‘sosyal

sorun’ olarak kabul gördüğü 19. yüzyılda çocukları korumaya dönük kurumsallaşma,

mevzuat düzenlemeleri ve mesleki gelişmelerde belirgin bir gelişme olduğu

görülmektedir. Bu çerçevede, 19. yüzyıla kadarki çocukların korunmasını hedefleyen

çalışmalar ‘modern öncesi’ dönem, kurumsallaşma sürecinde belirgin artışların olduğu

19. yüzyıl ise ‘modern çocuk koruma sistemin oluşum dönemi’ olarak tasnif edilecektir.

Son dönem olarak 20. yüzyıl ise çocuk koruma sistemin yaygınlaşması, çeşitlenmesi ve

ailenin desteklenmesinde artışla birlikte çocukları korumanın ‘sosyal devlet’in bir

parçası olarak ortaya çıkması olarak betimlenecektir.

2.2.1 Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması

Bütün dinlerde yoksulluk, doğal felaketler ya da salgın hastalık gibi durumlarda

insanlara yardım edilmesi kuralı vardır.83 Ancak toplumsal sorunların büyümesi ve

83 Muslih Fer, “Muslih Fer’in Korunmaya Muhtaç Çocuklar Başlıklı Tebliği”, Feyyaz Gölcüklü (der.) Korunmaya Muhtaç Çocuklar, İstanbul: İktisadi Araştırmalar Vakfı, 1970, s. 12-13. Fer, günümüz

47

bireysel yardımların yetersiz kalması karşısında hem mesleki kuruluşlar olarak loncalar

hem de dinsel kurumlar bu amaçla özel olarak örgütlenmeye başlamışlardır.

Yoksulluk ve yoksullukla mücadelenin aygıtları olarak ilk sosyal politika

önlemlerinin ortaya çıktığı ülkelerin başında İngiltere gelmektedir. Bu ülkede

yoksulluğun yaygınlaşması ve yoksulluğa karşı önlemlerin geliştirilmesinde çok çeşitli

faktörlerin etkili olduğu görülmektedir. Yine görüleceği üzere İngiltere’de ortaya çıkan

yoksulluğun önemli bir nedeni de doğal felaketler ve hastalıklardır. Böylece, doğal

felaketler ve hastalıkların çözüm arayışında ortaya çıkan düzenlemeler ilk sosyal

politika önlemeleri olarak tarih sahnesindeki yerlerini almıştır:

“İngiltere’de ilk Fakirler Kanunu ulusal bir felaketten ötürü kabul edilmiştir. 1348’de veba veya Kara Ölüm denilen salgın, doğudan gelen gemilerdeki hasta fareler vasıtasıyla İngiltere’ye gelerek, iki sene içinde bütün İngiliz nüfusunun üçte ikisinin ölümüne sebep olmuştur. Bu durum derebeylerin topraklarında işçi kıtlığına sebep olduğundan ücretlerde büyük bir artış göstermiştir. Büyük arazi sahibi Lordların baskısı altında Kral III. Edward 1349 yılında İşçiler Statüsünü kabul etmek zorunda kaldı. Buna göre sakat olmayan işçilerin çalışacak işleri bulunmadığı taktirde, kendilerini çalıştırmak isteyen herhangi bir işverenin teklifini kabul etme ve kendi bölgelerini herhangi bir sebep

altında bırakamama zorunda idiler.” 84

Sosyal politika ve sosyal hizmetler tarihinde en önemli kamusal düzenlemelerin

başında yoksullar yasası/yasaları gelmektedir. İlk defa bu yasalarla yoksullar, ayrıntılı

bir sınıflamaya tabi tutularak, her gruba uygulanacak önlemler kanun yoluyla

belirlenmiştir.

“1601 kanunu fakirleri üç sınıfa ayırmıştır; birincisi çalışabilir yoksullardır ve bunlar ıslah evlerinde veya çalışma evlerinde bir iş yapmaya zorlanıyorlardı. İkinci grup yoksullar çalışamayacak hasta, yaşlı, kör, sağır ve dilsiz, topal, yatalak ve küçük çocukları olan anneler gibi çalışmalarında engel bulunan kişilerdir. Bunlar aciz evlerine gönderilerek sağlıklı yetenekleri içinde bazı işlerde kullanılıyorlardı. Son grup ise bakıma muhtaç çocuklardır. Bu çocuklar ya yetim ya bulunmuş veya aileleri tarafından bırakılmış veyahut çok fakir ailelerin çocukları idi. Bunlar bakımlarını bir ücret karşılığında kabul

modern çocuk koruma sisteminin iki tarihsel kökü bunduğunu belirtmektedir. Birisi ‘karşılıklı yardım’ diğeri de hayırseverliktir. İkincisi yani hayırseverlik, Eski Yunan uygarlığından beri varlığını sürdürmüştür. Hayırseverlik özellikle tek tanrılı dinler, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dini ile birlikte kurumsal bir kimlik kazanarak gelişmiştir. Ayrıca ilk Hıristiyanların yoksullara ve kimsesiz çocuklara yönelik çalışmaları için bkz. Walter A. Friedlander, Sosyal Refah Hizmetine Başlangıç, Dil-Resan Taşçıoğlu (Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı: 44, 1966, s. 13. 84 Friedlander, s. 18.

48

eden herhangi bir vatandaşın yanına veriliyorlardı. Eğer böyle bir aile bulunmazsa bu durumda çocuk bakım için en az para isteyene verilirdi. 8 yaşından sonra çocuklar evlerde ücret karşılığında çalıştırılabilirlerdi. Erkek çocuklar yanlarında çalıştıkları patronların ticaret işlerine alıştırılır ve 24 yaşına kadar parasız çalışarak bu yaştan sonra kendi başlarına yapabilirlerdi. Kızlar da evlerde hizmetçi olarak 21 yaşına kadar çalıştıktan sonra çalıştıkları yerden ayrılır ve evlenirdi.” 85

İngiltere örneğinde de görüldüğü gibi özellikle ‘kimsesiz’ veya ‘terkedilmiş’

çocuklar modern öncesi ev işlerinde çalışmak üzere ailelere verilmektedir. Özellikle kız

çocuklarının ev içi işlerinde hizmetçi ya da geleneksel adlandırmayla ‘besleme’ olarak

kullanılmasının Osmanlı toplumunda olduğu gibi bütün modern öncesi toplumlarda

kullanıldığını görüyoruz.86 Doğu toplumlarında modern öncesi temel çocuk koruma

yöntemi çocukların aileler yanında korunması iken, çocukların ailelerinden bağımsız

olarak bakıldıkları ‘yetimhane’lere de rastlanmaktadır. Örneğin 14. yüzyılda dönemin

İlhanlı Devleti’nin başkenti olan Tebriz’de 110 çocuğun barındığı iki yetimhane

oluşturulmuş ve buralarda barındırılan çocukları meslek edindirilerek yetişmelerinin

sağlanmaya çalışılmıştır.87

Çocukluk içten içe modernitenin bir boyutu olarak sosyal politikanın, koruyucu

pratiklerinin gelişmesiyle ortaya çıkmaktadır. Çocuk refahını ilgilendiren mevzuatın

ortaya çıkması ve gelişmesi de tarih içinde çocukluğa yaklaşımların olumlu yönde

85 Friedlander, s. 21-22. 86 Batı toplumlarında bebek terklerinin esas olarak gayri meşru çocuklar sorunundan kaynaklandığı ve bebeklerin henüz çalışamaması nedeniyle oluşturulan kurumlara yerleştirildiği bilinmektedir. Colin Heywood 18. yüzyıla kadar bebek terklerine ilişkin yaygın bir ceza sisteminin olmaması nedeniyle bebek öldürmelerinin de çok yaygın olduğunu, ancak zaman içinde bebek terklerinin kolaylaştırılması ve terk bebek hastaneleri oluşturulması sonucu ölüm vakalarında azalma ortaya çıktığını belirtmektedir. Örneğin gayri meşru çocuk büyütmenin neredeyse imkansız olduğu 15. yüzyıl Floransa’sında oluşturulan Innocenti hastanesine kabul edilen ilk yüz bebekten yalnızca bir tanesi meşru evlilikten gelmektedir. Heywood, s.96. Yine Heywood bebek öldürme konusunda gelenek ve yasalar arasındaki derin bir uçurum olduğunu belirtmektedir. Öreğin İspanya’da 7. yüzyılda ilk yasak konmuş olması, Hıristiyanlığın bu konudaki kurallarının 1000 yılında yasalara geçmesine rağmen 19. yüzyıl sonuna kadar bebek terk veya öldürmelerine çok yaygın olarak rastlanmaktadır. Heywood, s. 88.; Korunmaya muhtaç çocuk veya bebeklere yönelik bir kurumun henüz söz konusu olmadığı 19. yüzyıl ilk yarısına kadar Osmanlı toplumunda ise üç yaşına kadar çocukların bakılmak üzere aileler yanına verildiği görülmektedir. Abdurahman Kurt, “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi 2, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1992, s. 550. 87 Osman G. Özgüdenli, “XIV. Yüzyıl Başlarında Tebriz’de İki Yetimhane”, Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 161-181.

49

gelişmesinin yansımalarıdır.88 Diğer bir deyişle, ‘çocuklara ilginin’ artması çocuk

koruma sistemin gelişmesi sonucu ortaya çıkmıştır.

Batı tarihinde 17. yüzyıldan itibaren aile ve toplumdaki değişime bağlı olarak

olarak çocuklara karşı tutumlarda değişimler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde

ev ve iş mekanları arasında henüz kesin ayrımlar yoktur; ancak sanayileşme ve

kentleşmeye bağlı olarak sınıflar arasında ayrışma hızlanmaya başlamıştır. Bu ekonomik

ve sosyal dönüşümde hızlanma ya da ‘modernleşme’, değişmeyen geleneksel düzende

de çözülmeler yaratmaya başladı. Parton bu sürecin kişi-cemaat ilişkilerini zayıflatırken,

kişilerin aile üyeleri ile bağını daha duygusal temelde güçlendirdiğini belirtmektedir.

Dolayısıyla aile ortamı giderek daha önemli bir ‘sosyal çevre’ olmaya başlamıştır. Dış

dünyada ortaya çıkan risklere karşı aile üyeleri daha çok aile merkezli savunma

durumlarına geçmiş ve aile, süreç içinde sadece üyeleri için özel önemi ve anlamı olan

‘özel alana’ dönüşmüştür. Aynı süreçte çocukların yetişkinlerin dünyasından daha çok

çekilmesi anlamına gelen ‘okullaşma’ süreci de hız kazanmıştır. 18. ve 19. yüzyıldan

itibaren gelişen seküler bakış açısı da, o dönem sanayileşmenin yarattığı ağır çocuk

emeği ve yoksulluğunun görünür olmasında etkili bir faktör olmuştur. Ancak yine de

19. yüzyıla kadar çocukların korunmasında hâlâ baskın olan patriarkal aile sistemidir. 89

Özellikle 18. yüzyıldan itibaren kentlerde biriken işsiz ve yarı köylü kitlenin

çocuklarının kente entegrasyonu ile ilgili tartışmalar çocuklara yaklaşımda

farklılaşmalar yarattı.90 Kentsel yoksulluk sorunun bir çözümü olarak, ailelerince

bakılamayan, terk edilen ya da kendileri evi terk eden çocuklara, ‘başkaları’ bakmak

durumunda kalmaya başladı. Clark’ın da belirttiği gibi ‘başkalarının’ çocuklarına,

yaşlılarına ya da özürlülerine kamusal sorumluluk gereği bakmak, insanlık tarihinde

aslında çok eskilere gitmez. Modernleşmenin iki başat veçhesi olarak sanayileşme ve

88 Carol Hayden, State Child Care Practice: Looking after Children? Philadelphia, PA, USA: Jessica Kingsley Publishers, 1999, s. 15 89 Nigel Parton, Safeguarding Childhood, Early Intervention and Surveillance in Late Modern Soceity, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2005, s. 9. 90 Harry Hendrick, “Construction and Reconstructions of British Childhood: An Interpretive Survey, 1800 to the Present,” Constructing and Reconstructing Childhood: Contemporary Issues in the Sociological Study of Childhood içinde, Allison James ve Alan Prout (edt.), Londra: Falmer Press, 1997, s. 35-62.

50

kentleşmenin ilk olarak ortaya çıktığı Batı dünyasında, ‘başkalarının’ çocuklarına kamu

tarafından kurumsal bakım hizmetleri verilmesinin yaygınlaşması 19. yüzyılın ikinci

yarısında ortaya çıkmıştır. Ancak hiç şüphesiz her toplumsal kurumun olduğu gibi

sosyal bakım-refah kurumlarının da öncülü sayılabilecek ilk uygulamalar, modernite

öncesinde dağınık ve kısa süreler için de olsa ortaya çıkabilmektedir. John Clark91 19.

yüzyıl öncesinde, kişilerin bakım ve destek ihtiyacı duyması durumunda temel olarak üç

kaynaktan yardım alabildiklerini belirtmektedir. Birincisi kişilerin kendi aile ya da yerel

cemaatlerinden yardım almasıdır. Ailenin korunmaya muhtaç kişilere yardım ve bakım

vermesi, bilinen en eski ve evrensel yöntemdir. Özellikle İngiltere başta olmak üzere

Batı Avrupa toplumlarında yoksulların başvurabileceği ikinci bakım ve yardım yolu,

Yoksullar Yasası’na dayalı olarak hizmet veren yerel (parish) merkezlerdir. Bu

dönemde yoksulların yardımlarla kendi kendilerini geçindiremeyecek düzeyde bir

düşkünlük içinde olması durumunda gönderildikleri kurumlar çalışmaevleri

(workhouses) oluyordu. Üçüncü alternatif ise dini hayır kurumlarıdır. Dini hayır

kurumları, düzensiz ve geçici hizmetler vermekle birlikte zaman içinde

çalışmaevlerinden farklı olarak yetimhane, özürlü bakım evleri ve yaşlı bakım evleri

gibi uzmanlaşmış kurumsal hizmetler de vermeye başlamıştır. Bu hizmetlerin tümü

modernleşmenin bu ilk dönemlerinde eşzamanlı olarak çeşitli sivil ve kamu

kurumlarınca verilmektedir. Devletin muhtaç kesimle ilişkisinin formel bir şekil almaya

başlaması ile oluşan kurallar ve kurumlar dizgesi sonucu yeni bir alan ortaya

çıkmaktadır. Genel olarak ‘sosyal alan’ olarak tanımlanan92 bu alan, devletin örneğin

dilenciler, sokakta yaşayan ya da çalışan çocuklar, serseriler vs. gibi kamusal düzeni

bozan unsurları ‘düzenden ayırmanın’ ya da izole etmenin araçları olan yasaklayıcı

91 John Clark, “The Comfort of Strangers: Social Work in Context,” A Crisis in Care? Challanges to Social Work, John Clark (edt.), London: Sage Publications, 1993, s. 5-6. 92 Genel olarak Batı tarihinde ve özel olarak Fransız sosyal tarihinde, “kamu alanı” “özel alan” ilişkisinin kurumsal şekil alması ya da “özel alan” olarak ailenin devletin müdahalesi sonucu biçimlendirilmesi çabaları sonucu oluşan prosedür ve tekniklerin oluşturduğu alanı tanımlamak üzere Donzelot’un geliştirdiği bu tanımlama için bkz. Jacques Donzelot, The Policing of Families, Baltimore and London: John Hopkins University Pres, 1997.; Ayrıca Foulcault’nun modern devleti nüfus devleti anlamında ‘yönetimsel devlet’ olarak tanımlayan, modern devletin örgütlenmesinde esas hedefin nüfusun üretici kapasitesini ortaya çıkarmak olarak belirleyen devletin sosyal kurumlarının örgütlenmesinin kavramsal karşılığı olan ‘sosyal alan’ kavramının Osmanlı bağlamında bir kullanımı için bkz. Nadir Özbek, “Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘sosyal yardım’ uygulamaları, 1839-1918” Toplum ve Bilim, no. 83, 1999/2000, s. 120.

51

polisiye tedbirler olabileceği gibi, korunmaya muhtaç kesimlere bakımı esas alan yatılı

ya da gündüzlü merkezleri de kapsayacaktır.

Jacques Donzelot ise modern öncesi (ancien régime) dönemde yoksullara

yönelik üç tür yardım yöntemi tespit etmektedir: Genel hastaneler ve başıboş kişiler için

düşkünlerevi (almshouse), dilencilere verilen sadakalar ve yerel kiliseler etrafında

örgütlenmiş ve ‘hakkeden yoksullara’ (proud poor) yardım eden hayırsever dernekler.

Ancak her üç yöntemin de yoksullukla mücadelede etkisiz oldukları kabul edilmektedir.

Ancak Donzelot’a göre düşkün evleri ve hastaneler gerçek yoksulluğu, yoksulları

sığınıklara tıkayarak gizlemektedir. Bireysel esaslı sadakalar da aynı tuzağı

içermektedir; gerçekte kişinin yoksulluğu değil, veren kişinin inayeti ve düşüncesi ön

plandadır. Bu tür hayırseverlik gerçek yoksulun ortaya çıkmasını da engellemektedir.93

Bu dönem ortaya çıkmaya başlayan filantropistler ise tek taraflı ‘vermek üzere’ kurulu

hayırseverliği eleştirerek iki sınıf arasında ilişkinin kurulması anlamına da gelen

yöntemi yani ev ziyaretleri ve nasihatler (advice) yoluyla, kişilerin toplumsal ve politik

sürece aktif katılmasını teşvik etmeye başladılar. Yeni ilişki tarzında yardımın

öncelikleri de değişmeye başlamıştır; örneğin çocuklar yaşlılardan daha öncelikli

olmaya başlamıştır.94 Ancak ‘moral destek’ (moralization) olarak isimlendiren bu

93 Donzelot, s. 58-59. 94 Donzelot, s. 66. Donzelot hayırseverlik ile filantropi arasında belirgin ayrışmalar olduğunu belirtmektedir. Ona göre, filantropide armağan (gift) verme yerine nasihat (advice) verme ön plandadır, yaşlılar yerine çocuklara yardım etmek önceliklidir ve erkeklere değil kadınlara yönelik çalışma esastır. Hayırseverlik ise bu anlayışa uzaktı; hayırseverlik aşırı ve görsel olan sefaletin dindirilmesi ile uğraşırdı ve amaç sefalet içinde olan kişiye yardım ederek yardım edenin bireysel vicdanının rahatlatılmasıdır. Cunningham da 19. yüzyıl ortalarından itibaren ortaya çıkan ve çocukların korunması çalışmalarında merkezi yer alan, terk edilmiş veya kimsesiz korunmaya muhtaç çocuklara yönelik ‘yetimhaneler’ açıp işleten, kreş ve okullar açan, yoksul göçmenlere yönelik ev ziyareti esaslı çalışmalar örgütleyen filantropistleri, 18. yüzyıl ve öncesinde baskın olan ve dini saiklerle örgütlenen hayırseverlik çalışmalarından ayırmaktadır. Ona göre hayırseverlik anlayışında yoksul kişiye armağan verme eyleminde, veren kişi öncelikle kendi uhrevi kurtuluşuna katkı yapardı. Özellikle Avrupa’da örgütlenen bu hayırsever örgütler Hıristiyan cemaatlerindendi. Bkz Cunningham, s.134-135. “International Encyclopedia of Social Sciences’ isimli ansiklopedinin ‘philanthropy’ maddesinde ise, ‘filantropi’ ve ‘hayırseverliğin’ (charity) birbirinin yerine de kullanıldığını; ancak hayırseverliğin yoksullarla ilişkisinde ‘verme’ rolünde daha ‘küçültücü’ (derogatory) imaları olduğunu belirtmektedir. Bunun yanında, gelişen modern yardım çabalarının sadece bireyin acılarını dindirmek değil, kişinin aile ve toplumla sağlıklı bağlar kurmasını hedefleyen bütünlüklü çalışmalar şeklinde bir eğilime girdiğini, bunun da eski bireysel yardımdan farklı olması nedeniyle ‘filantropi’ terimin daha uygun olduğu belirtilmektedir. Filantropi laissez-faire liberal toplumlarının birey özgürlüğüne daha geniş yer ayıran, devlet karışmacılığını sınırlayan ve diğer bütün bireysel özgürlükleri gözetleyen çalışmalar demeti olarak ortaya çıkmaktadır. Buna göre modern filantropi, kökenleri modern öncesi dinsel hayırseverlikte olan ancak yüzyıllar içinde değişip dönüşerek, çeşitli mesleki beceri ve bilgilerle donanarak zaman içinde ‘sosyal hizmete’ dönüşen

52

dönemde filantropistlerin aile ile ilişkilerinde ortaya konan ‘kurallara uymak’ kişilerin

ahlaki ve vicdani kanaatlerine dayanmaktadır; çünkü bu dönemde henüz çocukları

koruyan ve uyulması zorunlu yasal düzenlemeler yoktur.

Filantropinin bu yeni çalışmasında öncelikle aile ziyareti, evde görüşme,

tavsiyelerde bulunma ve ancak gerekli görülürse maddi yardımda bulunmak esastır.

Böylece sokakta karşılaşılan “kötü görüntüler” için de kişilere yardım yapma üzerine

kurulu ‘hayırseverlik’ anlayışı değişmeye başlamıştır. Hayırseverlik anlayışının

değişmesinin en önemli nedeni sokaktaki kişinin görüntüsünün ‘suni bir yoksul’

görüntüsü yaratabilmesi ve aldatıcı olmasıydı. Filantropistlerin yardım anlayışında yeni

olan bir başka unsur da yapılan yardımın bireyden çok ailenin rehabilitasyonunu

hedeflemesidir. Bu şekilde ailenin otonomisi ve ailenin kamusal alanla ilişkisi de

sağlanmış olmaktadır.95 Hayırseverlikte bir defaya mahsus, kişiyi esas alan, ‘dilenen’

ya da yardım alan kişinin aldığı yardımı, aile sisteminin daha sağlıklı işlemesine yönelik

olarak kullanmasının anlaşılması mümkün değildir. Oysa aile üyeleri ile görüşme, takip,

nasihat ve maddi desteklerin bütün aileye ama öncelikle zayıf öğeler olarak çocuklar

lehine kullanılması filantropistlerin yeni anlayışıdır.

Donzelot, 18. yüzyılda çocukların terk edilmesinin hâlâ çok yaygın olması

yanında, bu çocuklardaki ölüm oranının da çok yüksek olduğunu belirtmektedir. Bu

nedenle söz konusu dönemde çocuk koruma çalışmalarının yönelimi önemli oranda bu

çocuklar üzerine yoğunlaşmaktadır. Donzelot’nun tabiri ile ‘devlete faydalı hale

getirilmesi’ için devlet tarafından açılan ‘terk edilen bebekler hastaneleri’ne bırakılan

çocukların %90’ı yaşamlarını buralarda yitiriyorlardı. Ayrıca çocuklara devlet

tarafından çok masraf yapılması ve buna rağmen ölmeleri dönem içinde şikâyetlere de

sebep olmaktadır.96 18. yüzyılda, özellikle Fransa’da, bakıcı kadınların çoğu kırsal

bir seyir izlemiştir. Özellikle 19. yüzyıl ortalarından itibaren kentsel alandaki yoksullukla mücadelede filantropi artık bir sosyal planlama öğesi haline gelmiştir. Filantropi’nin tarihsel gelişimi için bkz. Ailen D. Ross, ‘Philanthropy,’ International Encyclopedia of Social Sciences, The Macmillan Company & The Free Pres, C. 10, 1968, s. 72-80 95 Donzelot, The Policing of Families, s. 69. 96 Donzelot,The Policing of Families, s. 9.; Harry Hendrick, çocukluğun toplumsal olarak inşasında önemli bir diğer faktörörün toplumsal hijyen teknolojisinde gelişme ve okul yaşı çocuklarının sağlıklı büyümeleri için okul klinikleri gibi çocuklara verilen sağlık hizmetlerinin yaygınlaşması olduğunu belirtmektedir. Bu çalışmalar sonunda bebek ve çocuk ölümlerinde önemle azalmalar sağlanmıştır.

53

kesimden gelen yoksul kadınlardır ve bu kadınların çocuk bakımı konusunda özel bir

becerisi yoktur. Bu nedenle çok sayıda çocuğa karşı ihmal ve istismar vakası ortaya

çıkmıştır ve devlet ailelere yönelik iki önemli eğitsel müdahale geliştirdi.97 Özellikle

aile doktorları kanalıyla yaygınlaşan eğitimin ve çocuk bakımı, ev hijyeni gibi konuların

yaygınlaşması sonucu ailelerin, özellikle annelerin geleneksel, atadan kalma yöntemleri

kullanması azalmıştır. Buna ek olarak aile içinde merkezi konumda olan kadınla işbirliği

kurularak aile içine ulaşılmıştır. Son olarak doktorlar, aileyle olan bu ilişkileri

sayesinde, bütün eski eğitim yöntemi, dinsel hurafeler ve menfi yatılı okul pratiklerine

karşı uğraş verdiler.98

Donzelot eski rejim döneminde ailenin en küçük politik birim olduğunu

belirtmektedir. Bu dönemde aile üyeleri yani anne, baba ve çocuklar arasında bir

bağımlılık olduğu ve bu bütünlüğü babanın temsil ettiğini ileri sürmektedir. Toplumsal

düzen, aile üyesi bireylerin aile reisinin otoritesine karşı, aile reisinin devlete karşı ve

aile reisinin de aile üyelerinin davranışlarından sorumlu olması esasına dayanmaktadır.

Dolayısıyla bir aileye ait olmamak yani bir destekten yoksun kişi olmak, ‘toplumsal

düzen’ için bir sorun teşkil etmektedir. Bunlar herhangi bir bağa sahip olmayan; evi

olmayan, toplumsal düzenle hiçbir düzeyde ilişkisi olmayan serseri ve dilenciler

tabakasını teşkil ederler. Bir aileye yani koruyucuya sahip olmadıklarından, ihtiyaçlarını

karşılayacak kimse yoktur; aynı zamanda onları toplumsal düzen içinde tutacak bir

ilişkileri de yoktur. Bu durumda insanlar, karşılıksız yardımı esas alan hayırseverlik ve

dilenciliğe bağımlıdırlar. Diğer bir yol ise devletin kamu düzenini sağlamak ve başıboş

dolaşmaktan alıkoymak amacıyla bu kişileri ‘genel hastaneler’ ve ‘yoksul evleri’nde

kapatmasıdır.99 Ancak 18. yüzyıl boyunca bir aile bütünlüğü söz konusu olduğu

durumlarda, devletin yoksul kesimlerle yardım veya eğitim ilişkisi aile reisleri

üzerinden gerçekleşmiştir. Dolayısıyla toplumsal düzen esas olarak aile otoritesi

Hendrick, s. 21. 97 Batı tarihinde bebeklerin beslenmesinde yaygın olarak karşılaşılan bir diğer kurum da ‘sütanneliği’dir. Colin Heywood 18. yüzyılda görülmeye başlanan bebek ve çocuk bakımına yönelik modern yaklaşımlara rağmen süt annelik geleneğinin hem Avrupa hem de Amerika’da 20. yüzyıl ortalarına kadar kabul gördüğünü belirtmektedir. s. 80. 98 Donzelot, The Policing of Families, s. 19. 99 Donzelot, The Policing of Families, s. 49.

54

kanalıyla sağlanırken, ailelerin dağıldığı ve aile otoritesinin ortadan kalktığı durumda

devlet otoritesi bu kişileri büyük kurumlarda toplayarak düzeni sağlamaya çalışmıştır.

2.2.2 19. Yüzyılda Modern Çocuk Koruma Sistemine Doğru Eğilimler: Kurumsallaşma, Çalışma Hayatının Düzenlenmesi, Okullaşma, Çocukların Aile İçinde Korunması ve Meslekileşme

1500’lerden itibaren 1900’lere kadar geçen dört yüzyılda çocukluğun tarihinde

ve özellikle çocukların aile içindeki rolünde çok büyük dönüşümler yaşanmıştır.

Avrupa’daki çocuk yoksulluğunu 1500–1750 ve 1750–1860 dönemlerinde inceleyen

Cunningham’a göre her iki dönemde de genel yoksul nüfusu içindeki çocuk oranı çok

yüksektir. Bu oran %42 ile %53 arasında değişmektedir. Her iki dönemde de gönüllü ve

devlet kurumları yoksullukla mücadele ederken, ikinci dönemde merkezi devlet

kurumlarının daha çok sorumluluk almaya başladığını vurgulamaktadır. Ancak her iki

dönemde de olan iki ortak yan var. Birincisi yoksul çocuklar, evlilik içi ya da dışı olsun,

ebeveynleri tarafından bakılmıyor ya da bakılamıyor ve ‘yetimhanelere’

yerleştiriliyordu. İkincisi, her iki dönemde de çocukların okula gönderilmesi için artan

bir ivmeyle çaba sarf ediliyordu.100 Bu sürecin devamı olarak 19. yüzyıl sonuna doğru

çocukların çalışma koşullarının düzenlenmesi ve çocuk çalışmasının sınırlanması

sonucu çocuklar ekonomik olarak ‘değersiz’ ama duygusal olarak ‘paha biçilmez’

varlıklara dönüşmüşlerdir.101 Bunu sağlayan önemli bir faktör çocukların

okullaşmasındaki artış ve eğitimde standardizasyonun sağlanmasıdır. Standardizasyon

çocukların süreç içinde ‘ulusun çocukları’ olarak kabul edilmesi ve çocukların zorunlu

ilköğretime katılımının genişletilmesini de sağlamıştır. Bu süreçte ortaya çıkan yeni

anlayışta, çocukların öncelikle aileleri içinde kalması ve orada istismardan korunması ve

ailelerin eğitim ve diğer sosyal yardımlarla desteklenmesi anlayışı gelişmeye

başlamıştır. Modernitenin paradoksal yapısı, çocukluğun korunmasına ilişkin

kurumsallaşmada da görülmektedir. 19. yüzyıl boyunca modernitenin yarattığı

yoksulluk ve onu önlemeye dönük çabalar böylece, ilk defa çalışma yaşamında

çocuklarını koruyan yasal düzenlemeler, bütün çocuklar için zorunlu ilköğretim ve 100 Cunningham, s. 123. 101 Harry Hendrik, Children, Childhood and English Society, 1880-1990, Cambridge: Cambridge University Press, 1997, s. 9-10.

55

çocukları ebeveyn şiddetine karşı korunması için yasal düzenlemelerle hayata geçmiştir.

Bu çabalara bağlı olarak ‘çocukluğun’ daha belirgin olarak ortaya çıktığını görmekteyiz.

Bu çabaların 19. yüzyıl boyunca gelişimlerini dört kategoride değerlendireceğiz.

Bunların birincisi çocukların korunmasında kullanılan ‘kurumsallaşma’ serüveninin

geçirdiği değişimlerdir. İkinci koruyucu önlemler, çocukların çalışma hayatının

olumsuzluklarına karşı korunması ve süreç içinde çalışma hayatından çekilmesine

ilişkin yasal ve idari düzenlemelerdir. Üçüncü önlemler demeti, çocukların eğitimi ya da

okullaşmasını yaygınlaşmasıdır. Son kategori ise çocukların aile içindeki sömürü,

istismar ve şiddete karşı korunmasına yönelik düzenlemelerdir. Bütün bu süreçlerin

sonunda ortaya çıkan ‘sosyal hizmet’ mesleği ise tamamlayıcı bir unsur olarak ayrı br

kategori şeklinde ele alınacaktır.

19. yüzyıldaki aşağıda belirtilen kurumsal reformların ortaya çıkması, kentsel-

sanayi toplumunun gerektirdiği sosyal düzen ihtiyacının da bir gereğidir. Sanayi ve

diğer üretim faaliyetinin kentlere yığılması, sorunlu ya da sorunsuz nüfusun önemli

oranda kentlere yönelmesi burada bir düzen sorununu ortaya çıkarmıştır. Kentsel

merkezli bu yeni düzene uygun insanlar, yani ‘işe uygun’ insanlar yanında, yeni kentsel

düzene uygun olmayan ya da ‘iş yaşamı’ dışında kalan büyük bir kesim de ortaya

çıkmıştır. Kentsel sosyal dokudaki bu karmaşa karşısında sosyal bilimciler yoğun kent

çalışmaları yaptılar. Bu çerçevede, normal-anormal, düzen-düzensizlik, normal aile-

anormal aile gibi ikilikler, 19. yüzyıl sosyal bilim çalışmalarının içinden üretilen

kavramlar olmuştur. John Clark söz konusu yeniden yapılanma süreci içinde iki önemli

faktörün ortaya çıktığını ileri sürmektedir: Kurumsal yapılanma tiplerinde hızlı bir

çeşitlenme ve farklı kurumsal yapılara uygunluğu değerlendirmek için yoksul ya da

muhtaç insan gruplarının tasnifinde çok daha fazla bilimsel sınıflama ilkelerinin

kullanılmaya başlanması.102 Bu durum yukarda belirttiğimiz ikilikler çerçevesinde

insanların ayrıştırılmaya başlandığını göstermektedir. Bu dönemde, günümüz sosyal

refah-sosyal hizmet yaklaşımlarında önemli bir tortu olarak etkisini hâlâ sürdüren;

sorunluları tecrit etme, toplumu sorunlulardan koruma anlayışına imkân tanıyan büyük,

hapsedici ve kişileri toplumdan izole ederek tedaviyi öngören total kurumlar ortaya

102 Clark, s.10.

56

çıkmıştır.103 Sorunluları ve dolayısıyla sorunları bir araya getirerek toplumdan

uzaklaştıran, toplumu ‘sorunsuz’ alan olarak korumaya çalışan bu anlayış; sorunlu

gruplar için de sorun tanımına bağlı olarak ayrı kurum tipleri yaratmıştır. Bu yaklaşımın

bir sonucu olarak çalışmaevleri, yetimhaneler, yoksulevleri, hapishaneler, tedavi

merkezleri, yatılı çocuk bakım ve eğitim evleri ortaya çıkmıştır.104 Görüldüğü üzere,

modernitenin ya da sanayileşmenin ilk dönemlerinin yarattığı kentsel sosyal sorunlara

karşılık kamunun geliştirdiği ‘bilimsel’ ilkelere dayalı kurumsal yanıt, ‘sorunları’ ve

‘sorunluları’ toplumdan izole ederek, bir araya toplayarak tedavi etmek, bakım vermek

ve bu amaçla büyük hapsedici kurumlar yaratmaktır. Modernitenin yayılmasına paralel

olarak gelişen ‘yönetimsellik’ koşullarında, hukuk ve sosyal kurumların oluşturduğu

alanda yeni bir ‘modern söylem’ de oluşmaya başladı. Bu dönemde özel alan olarak aile

ve devletin ilişkilerini tanımlayan ve ebeveynler karşısında yetkilerle donanmış doktor

ve sosyal hizmet uzmanlarının varlığı ile sembolize edilen ‘melez bir alan’ olarak

‘sosyal alan’ oluşmaktadır. Sosyal alanın ortaya çıkmasında en önemli etken 19. yüzyıl

sonlarında ihmal ve istismar edilen çocukları korumak üzere devreye giren, ailelerle

çalışan ‘filantropist’ kurum ve kişilerin yaygınlaşan çalışmalarıdır. Modern sosyal

hizmetin başlangıcı olarak kabul edilen ‘filantropistlerin’ ailelerin durumunu yerinde

tespit etmek üzere ‘aile ziyareti’ yapmaları yeni bir durumdur. Geçmişte bu durumlarda

ailenin özel alanına girilmez ve ihtiyaç sahiplerine sadece ayni veya nakdi yardımlar

yapılır, kişiler aile dışında ‘total’ kurumlarda barındırılır ya da ‘çalışma evlerine’

yerleştirilirdi. Nigel Parton özellikle Donzelot’nun çalışmaları sonrasında bu

dönüşümün ‘sosyal alanın’ oluşması olarak tanımlandığını belirtmektedir.105 Bu

dönüşümde belirgin olarak iki gelişme söz konusudur; birincisi, daha sonra sosyal

hizmet uzmanı olarak tanımlanacak bir meslek grubu olarak ‘filantropistlerin’ çocuk

103 19. yüzyılda yoksulları düzen içinde tutma amacıyla oluşturulan kurumları inceleyen Eric H. Monkkonen, bu kurumların ihtişamlı olmasına özellikle dikkat edildiğini belirtmektedir. Büyük ve toplumdan dışlanmayı da sembolize eden bu büyük kurumlar yaklaşımından 20. yüzyılda uzaklaşılmaya başlanmıştır. Bkz. Eric H. Monkkonen, “Nineteenth Century Institutions: Dealing With the Urban ‘Underclass,’” “Underclass” Debate – Views From History içinde, Michael B. Katz (edt), Princeton: Princeton University Press, 1993, s. 334–365. 104 Clark, s. 6. 105 Nigel Parton, “Problematics of Government’, (Post) Modernity and Social Work,” British Journal of Social Work, 24, 1994, s. 16.; Harry Ferguson, Protecting Child in Time: Child Abuse, Child Protection, and the Consequences of Modernity, VA, USA, Palgrave Macmillan, 2004, s. 17.

57

koruma alanında yaygın bir şekilde görevler alması, ikincisi ise söz konusu çalışmanın

bürokratikleşmesidir.

Batıda terk edilen çocuklara yönelik kurum açma geleneği 16. yüzyıla kadar

gitmekle birlikte,106 1830’larda itibaren her yaş ve ihtiyaç grubu çocuklar için çok

yoğun bir kurumsallaşma görülmektedir. Örneğin 1850 yılına varıldığında korunmaya

muhtaç çocuklar için sadece New York kentinde 27 özel ve kamu kurumu kurulmuştu.

Ülke çapında ise, 1851 yılında 77 olan kurum sayısı 1880 yılına gelindiğinde 613’e

ulaşmıştı. Takip eden yirmi yılda da 474 yeni kurum ilave edildi bu sayıya. 1910 yılında

1.151 kurumda ihmal edilen, suça karışan ya da bakıma muhtaç toplam 150.000

korunmaya muhtaç çocuk kurumlarda bakılmaktadır. Kanada’da 1891 yılında kırkın

üstünde yetimhane 3.827 çocuk bakılmaktadır. Aynı dönemde İrlanda’da yaşanan büyük

açlık sonrası 1850 yılında 120.000 çocuk barındırıldı. Bu dönem açılan yetimhane ya da

suçlu çocuklar için açılan merkezlerde kalan çocukların çocuklarının üçte ikisinin her

iki ebeveyni de sağdır. Ayrıca suça karışan çocuklar için açılan merkezlerdeki çocuklar

da çok karmaşık bir profil sergilemektedir.107

19. yüzyılda çocukların korunmasını hedefleyen çok çeşitli alanlarda kurumlar

oluşturulmuştur. Bu kurumsallaşma ihtiyacı olan bütün çocukları kapsamasa da, parens

patriae yani ‘devletin çocukların nihai ebeveyni’ olduğu anlayışının nasıl hayata

geçirileceğini ortaya koymuştur. Bu kurumların başında, ebeveyn otoritesine karşın

çocuğun korunmasını hedefleyen ve 1875 yılında New York’ta kurulan “The Society for

the Prevention of Cruelty to Children” (Çocuklara Karşı Yapılan Zulmü Önleme

Derneği) gelmektedir. Bu dernekler, çocuklarının anne ve babası karşısında korunma

hakları olduğu ve bu hakları korumak için kamu otoritesinin gerekli olduğunu

göstermişlerdir.108 Kamunun 19. yüzyıl sonuna doğru çocukların korunmasına olan

ilgisinde bir artış olduğuna dair bir gösterge de gönüllü kuruluşların sayısının artmasıdır.

İngiltere’de ‘kimsesiz ve yetim’ çocuklara yatılı hizmet veren ilk sivil kurumlardan olan

Dr. Barnardo’s (1870), National Children’s Home (1869) (Milli Çocuklar Yuvası) ve

106 Safley, s. 2. 107 Cunningham, s. 147. 108 Hawes, s. 13.

58

the Catholic Children’s Society (1887) (Katolik Çocuklar Derneği) gibi sivil örgütlerin

ortaya çıkması bu ilginin sonuçlarıdır.109

Bir kuzey ülkesi olan Finlandiya’da ise 19. yüzyıl öncesinde çocuklara yönelik

kurumsal bakım bir istisna teşkil ederken, 20 yüzyıl başına kadar KMÇ’a yerel otoriteler

ile aralarında imzalanan bir kontratla ve geçici sürelerle belirli aileler ya da ‘açık

arttırma’ ile çocukları kiralayan aileler bakardı. 1891 yılında çocukların açık arttırma

ile kiralanması yasaklanmış olmasına rağmen, bu pratiğin fiilen 1910 yılına kadar

sürdüğü görülmektedir.110 İlk çocuk yuvaları ve yetimhaneler ise 1850’li yıllarda

‘hanım’ dernekleri (‘ladies’ societies) tarafından bütün ülkede açılmaya başlanmıştır.

1860’lı yıllarda Finlandiya’da yaşanan büyük açlık sonrasında sokaklara terk edilen,

dilenen ve suça karışan çocuk sayısında ortaya büyük artış sonrasında kışla tipi büyük

‘yuvalar’ açılmaya başlandı. Bu büyük dalga esas olarak ‘filantropik’ dernekler

öncülüğünde gerçekleşirken, Finlandiya’da yerel kamu otoriteleri tarafından ilk çocuk

yuvası 1881 yılında açıldı. İkinci büyük çocuk yuvası açılma dalgası ise 1928 yılındaki

iç savaş sonrasına denk gelmektedir. İç savaşta binlerce yetim ve terk çocuk vakası

sonucu 14.000 çocuğun yetim kaldığı ve 2.000 çocuğun da suça karıştığı için

‘ıslahevine’ yerleştirilmiş. Bu süreçte açılan 183 çocuk yuvasından 61’i gönüllü

filantropistler tarafından işletilmektedir. 111

Eyalet ve bölgelere dayalı bir federal yönetime sahip olan Kanada’da ise çocuk

refahı hizmetleri ve mevzuatı eyalet düzeyinde belirlenmektedir. Bu eyalet ve bölgeler

de tarihsel olarak İngiltere ve Fransa’dan etkilenerek şekillenmektedir. Bu nedenle

İngiliz ‘Yoksullar Yasaları’nın etkisi altında evsizlere barınak ya da yetimhaneler

açılması gibi uygulamaları 1600’lı yıllara kadar izlemek mümkün olmakla birlikte,

Kanada’da modern çocuk koruma çalışmaları ‘çocukları koruma’ faaliyetlerinin ortaya

109 Carol Hayden ve diğerleri, s. 20 110 Martti Kemppainen, “Residential Child and Youth Care in Finland,” M. Gottesman (edt.), Residential Care: An International Reader içinde, London: Fice International, 1991, s. 146. 111Kemppainen, s. 146. ; Toplumsal yaşamda bir olgunun bilinmesi ya da bilgisine vakıf olunması ile o olgunun değiştirilmesi arasında genellikle bu örnekte görüldüğü gibi belirli bir zaman geçmektedir. Aynı şey Türkiye’deki ‘besleme’ kız çocukları, sokaklardaki çocukların korunması olgusunda da görülmektedir.

59

çıkması ile nitelenen 1800’li yılların ortalarında başlamıştır. Bu çerçevede ‘kimsesiz ve

yetim’ çocuklar için ilk ‘sanayi okulu’ 1837 yılında Toronto’da açılmıştır.112 Kanada’da

1600’lı yıllarda başlayan çocuk koruma faaliyetleri 19. yüzyıl başından itibaren yaygın

gönüllü ‘filantropist’ örgütlenmelerin etkisiyle belirgin olarak etkili olmaya başlamıştır.

Ancak hâlâ bu örgütlerin çoğu dönemin dini örgütlerinin desteği ve etkisi altında

çalışmaktadır. 1850 ve 1900 yılları arasında bu örgütler tarafından ülke çapında çok

sayıda ‘çocuk yuvası’ ve ‘yetimhane’ hizmete açılmıştır. Bu ilk dönem yuvalarda esas

olarak çocuklara bir meslek edindirilmesi hedeflenmiştir.113

Kısacası 19. yüzyılı çocuk koruma tarihinde aynı zamanda ‘kurumların

oluşturulması çağı’ olarak da tanımlamak mümkündür. 1870’lerin sonunda ABD’de

kurulan çocuk koruma derneklerin sayısı 34’e çıkarken, diğer ülkelerde de 15 dernek

kurulmuştur.114 Bu dernekler özel derneklerce kurulmuş ancak devlet tarafından finanse

edilen bir yapıdadır. Devlet ve filantropi örgütlerinin işbirliği içinde çalıştığı ilk örgütler

bu derneklerdir.115 Çocuk koruma sisteminin ortaya çıkması ve kurumsal bir nitelik

kazanması, toplumsal yapıdaki dönüşüme bağlı olarak gelişmektedir. Nigel Parton da

çocuk koruma sisteminin ortaya çıkmasını, toplumun doğasında önemli dönüşümün

yaşandığı, modern toplumun genişlediği 19. yüzyılın ikinci yarısındaki toplumsal

koşullarda aramaktadır. Bu koşuların en önemlisi hızlı bir nüfus artışı, bu nüfusun

kentlerde toplanması, 14 yaş altı çocuk nüfusun toplam nüfus içindeki oranının

%30’larda seyretmesi ve bebek ölüm oranlarının çok yüksek olmasıdır. Örneğin 1896

yılında İngiltere’de bebek ölüm oranı 156/1000 gibi oldukça yüksek bir düzeyde tespit

112 James P. Anglin, “Residential Care for Children and Youth in Canada,” M. Gottesman (edt.) Residential Care: An International Reader içinde, London: Fice International, 1991, s. 49. 113 Jurgen Lindeman, “Residential Care and Education in Sweden”, M. Gottesman (edt.), Residential Care: An International Reader içinde, London: Fice International, 1991, s. 247; Burada ‘çocuk’ dendiğinde ‘gençler’ tanıma dahil edilmemektedir. Bu nedenle gençlere yönelik yardım ve bakım hizmetlerinin olmaması 19. yüzyıl sonunda büyük bir ‘genç suçlululuğu’ sorunu ortaya çıkarmıştır. Bu durum karşısında Kanada’da ilk defa 1908 yılında Genç Suçlululuğu Federal Kanunu (Federal Juvenile Delinquents Act) çıkarılmıştır. İsveç’te ise 20. yüzyıl başına kadar çocukların korunmasında temel ilke mümkün olan en insani ve ucuz yöntemin bulunmasıdır. Ayrıca bu döneme kadar gençler (juveniles) henüz korunan çocuklar tanımına dahil edilmemiştir. Bunun yanında Orta Çağlardan beri çocuklar, yaşlılar ve özürlülerin aynı kurumlarda bakılmaması fikri ileri sürülmekle birlikte, yine 20. yüzyıl başına kadar bu fikirler hayata geçmemiştir. 114 Joseph M. Hawes, The Children’s Rights Movement, A History of Advocasy and Protection, Boston: Twayne Publishers, 1991, s. 13. 115 Cunnningham, s. 151.

60

edilmektedir. Bu ölümler çoğunlukla kirlilik, ihmal, kötü davranma gibi önlenebilir

nedenlerden kaynaklanmaktadır.116

Sanayi devrimi, sanayide çocuk sömürüsü ve buna ilişkin koruyucu önlemler

görece yeni olmakla birlikte, Batı için sokak çocukları, sokakta başıboş dolaşan

çocuklar sorunu yeni bir sorun değildir. Yüzyıllardır yaşanan bu sorun, özellikle sanayi

devrimi ve Fransız İhtilali sonrasında çok daha büyük bir ölçekte ortaya çıkmaya

başlamıştır. 19. yüzyıl ortasında Avrupa ve Amerikanın büyük kentlerinde on binlerle

ifade edilen ‘terkedilmiş, serseri, suça karışan’ çocuktan söz edilmektedir. Dolayısıyla

sorun giderek bir ‘çocuk suçluluğu’ sorunu olarak algılanmaya başlamıştır. Bu sorunun

çözümü için 19. yüzyıl ortalarından itibaren yaygın yatılı kurumlar açılarak çözüm

bulunmaya çalışılmıştır.

Modernitenin temel vechesi olan kapitalist üretim ve bu üretimin cereyan ettiği

alan olarak kentler esas olarak ‘sanayileşme’ ile birlikte ortaya çıkmıştır.

Sanayileşmenin tetiklediği kentsel alanların kontrolsüz genişlemesi, kentlere hızlı nüfus

akışı sonucunda kentsel sosyal sorunlar da yapısallaşmaya başlamıştır. Burada

sanayileşmenin kentleşmeye olumsuz katkısı vurgulanmalıdır. Richard Sennett’in de

belirttiği gibi sanayileşme ya da üretimde fabrikaların daha çok yer alması esas olarak

büyük kent merkezlerinde değil; toprağın ucuz olduğu kent periferileri ya da kırsal

alanlarda daha fazla ortaya çıkmaktadır. Böylece kırların çözüldüğü koşullarda kent

merkezlerinde biriken aşırı nüfus, fabrika sisteminin dışında yer almaktadır. Çoğu genç

ve bekar olan bu nüfus, 19. yüzyıl kent yoksulluğunun zeminini teşkil etmektedir.117

Kentsel alanda sanayileşen ilk toplum olan Britanya’da “1880’de nüfusun yüzde

yirmisinden azı kasabalarda ya da 10.000’den fazla nüfusu olan kentlerde yaşıyordu.

1900 yılına geldiğinde bu oran yüzde yetmiş dört oldu. 1800 yılında başkent Londra’da

1.1 milyon insan barınıyordu; yirminci yüzyılın başında 7 milyonun üstünde bir nüfusla

116 Parton, s. 8 ve 11. Modern toplumun yaygınlaşmasına paralel olarak çocukların korunması adına çocuk ve ailesi arasındaki ilişkiye profesyoneller ve devletin de müdahil olmaya başladığını ifade etmektedir. Bu koşullarda çocuk koruma sistemini ‘modern’ kılan nitelik; ailenin kapalı bir birim olmaktan çıkması, baba otoritesinin sınırlanması, devlet otoritesinin profesyoneller (burada sosyal çalışmacılar ve doktorlar) kanalıyla çocukların korunmasında daha etkin bir faktör olarak yer almaya başlamasıdır. 117 Richard Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1996, s. 171.

61

büyüklüğü arttı.”118 Anthony Giddens’ın belirttiği gibi, aynı dönemde Amerika Birleşik

Devlet’i ve Avrupa’nın diğer kentleri hem sanayileşme hem de kentleşme düzeylerinde

Britanya’dan daha geri bir noktadadır.119 Bu nedenle kentsel merkezli yoksulluk ve

sosyal sorunlar yanında bu sorunlara karşı yürütülen karşı hareket ya da mücadelede de

Batı Avrupa ülkeleri öncü olarak karşımıza çıkmaktadır.120

Sanayi kapitalizminin 18. yüzyıl sonlarından itibaren belli bir gelişmişlik

düzeyine varması ve işgücü ihtiyacının artması sonucu kadın ve çocuk emeğinin bu

dönemde daha çok kullanılmaya başladığı görülmektedir. Çocuk emeğinin ucuz olması,

örgütsüz olması ve baba otoritesi karşısında koruyucu bir hüküm olmaması nedeniyle,

sanayileşmenin bu erken dönemlerinde çalışan çocukların yaşında 4-5’lere kadar

düştüğü ve çalışma şartlarının son derece sağlıksız121 olduğu ve çalışma saatlerinin de

çok uzun olduğu bilinmektedir. Kent yoksulluğunun temel nedeni kentsel sanayinin

çekiciliğinden ve emek ihtiyacından çok, kırsal yapıdaki dönüşümdür. Topraksız

köylünün akın ettiği kentlerde yeterli fabrika olmaması bir yana, 19. yüzyıl sanayi

teknolojisinde hızlı gelişmeler olması da ihtiyaç duyulan emeğin niteliğini

değiştirmektedir. Örneğin dikiş makinesinin bu dönemde icat edilmesi, yoğun olan

çocuk işçiliğini de bir ölçüde gereksiz kılarak işsiz kalan “çok küçük yaştaki çocuklar

başıboş kalmışlardır.”122 Marx, teknolojideki bu icatların sanayideki gelişmenin

kendiliğinden gelişmesinin ardındaki itki olduğunu belirtmektedir. Böylece

teknolojideki gelişme aynı zamanda işgücünün niteliğini doğrudan etkilemektedir.

İşgücünün süresi, yemek ve dinlenme molaları, çocuklar için vardiya sistemleri, çalışma

saatleri ve belli yaşın altındaki çocukların çalışma yasağı bu etkiler altında gündeme 118 Giddens, s. 564. Londra bu dönemde aynı zamanda ciddi bir yoksulluk, çocuk işçiliği ve şiddet merkezidir. 119 Giddens, s. 564. 120 19. yüzyılın en büyük kentleri olarak Londra ve Paris’teki büyük nüfus artışının kırsal alandan gelen göçle ortaya çıktığını ve bu kentlerin yaygın kanaatlerin aksine ‘endüstrileşmediklerini’ belirten Richard Sennett, kamusal yaşamın ve/veya toplumsal düzenin bu yüzyılda kurulmamış olmasının nedenlerini de burada aramaktadır. Dolayısıyla kentsel sorunlarla ‘sanayileşme’ değil, sanayileşmenin nüfusun yoğunlaştığı merkezlerden ziyade ucuz toprak ve işgücü olan yerlere gitmesi ya da kalabalık büyük kentlerin ‘sanayileşememesi’ arasında doğrudan bir bağ vardır. Londra, Paris ve Chicago kentleri bağlamında bir inceleme için bkz. Sennett, s. 171-178. 121 Karl Marx 1850’lı yıllardaki dantela fabrikalarında genç kadın işçilerin sağlık durumları ile ilgili olarak şu verileri vermektedir: 1852 yılında çalışan her 45 kişiden 1’i, 1855 yılında 18 kişiden 1’i ve 1861 yılında 8 kişiden 1’i verem hastasıdır. Bkz. Karl Marx, Kapital, (Birinci Cilt), 3. Baskı, Alaatin Bilgi (Çev.), Ankara: Sol Yayınları, 1986, s. 477. 122 Marx, s. 483.

62

gelmektedir. Bu kendiliğinden gelişim karşısında, çalışanların iradi müdahalelerine ise

‘fabrika yasaları’ örneğini vermektedir. Karl Marx, Polanyi’de ifadesini bulan

‘toplumun ikili karakteri’ni bu bağlamda ifade etmektedir. Marx’a göre: “Toplumun,

kendi kendine gelişip şekillenen üretim biçimine karşı ilk bilinçli ve yöntemli tepkisi

olan fabrika yasaları… büyük sanayilerin zorunlu bir ürünüdür.”123 Böylece toplumun

kendi kendine gelişen üretim biçimi yani piyasa ve kâr mantığına göre hareket eden

yönüne karşı insanları koruyan ‘bilinçli’ tepkisi süreç içinde bir kamu iradesi olarak

‘yasa’lar şeklinde karşımıza çıkmaktadır.

Genel olarak çalışanlara ve özel olarak çocuk işçilere karşı ‘vahşet’ düzeyine

varan çalışma koşullarına karşı çeşitli kanallardan tepkiler yükselmektedir. Bu

koşullarda ortaya çıkan işçi sınıfının örgütsel mücadelesinin bazı talepleri de, çocukların

çalışma yaşının düşürülmesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerinin

arttırılmasıdır. İşçi sınıfı ve diğer kamuoyunun muhalefeti sonucu 1802 yılında

Britanya’da çıkarılan Fabrika Kanunu ile çocuk işçilerin çalışma koşullarının

düzeltilmesi ilk defa öngörülmüş oldu. Ancak bu düzenlemeler uzun yıllar hayata

geçmemiş ve çocuk işçiliğinde ciddi düzelmeler ancak 19. yüzyıl ortalarında

yapılabilmiştir. Örneğin çalışma saatlerini kısaltan yasal düzenlemeler ancak 1840’larda

ve önce Britanya ardından da Fransa, Belçika ve Hollanda’da yapılmıştır.124 Colin

Heywood da çocukların çalışma sürecinin kanunlarla sınırlanması sürecini deneme

yanılma metoduyla ilerleyen bir süreç olarak tanımlamaktadır. Heywood’a göre:

“… işleyen ilk denetim sistemi ancak 1833’deki Althorp Yasaları’yla 10 yaşın altındaki bütün kız ve erkek çocukların yer altında çalışması yasaklandı; 1844 Fabrika Yasası çocukların zamanlarını okul ve iş arasında bölmelerini sağlayarak, kısmen çalışma sistemine öncülük etti ve 1867 Genişletilmiş Fabrika Yasa’sıyla bu gelişmeler dokuma sanayiinin dışındaki sektörlere yayıldı.” 125

Bu sürecin sonunda çalışan çocuk sayısında da düşme meydana gelmeye başladı.

Colin Heywood’da göre 1851 yılında çocukların %30’u çalışırken, 1901 yılında çalışan

123 Marx, s. 491. 124 İzzet Duyar ve Barış Özener, Çocuk İşçiler, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2003, s. 16-17. 125 Heywood, s. 165.

63

çocukların oranı %17’ye gerilemiştir. Yirminci yüzyılla birlikte genç insanların işgücü

pazarında daha çok hizmet sektörü ile sınırlanmaya başlamıştır. 126

İngiltere’de 19. yüzyıl öncesinde çocukların korunmasına ilişkin müstakil bir

düzenleme bulunmamaktadır.

“Başıboş çocuklar çiftçilere satılarak, fabrikatörlere anlaşma ile kiralanarak çalışmaya zorlanıyorlardı.. Ondokuzuncu yüzyılda dokuma fabrikalarının gelişmesi ile fakirevlerindeki çocukların bu fabrikalarda kullanılması için büyük bir fırsat ortaya çıktı. Çocuklar dokuma fabrikası sahiplerine çok düşük ücretlerle çalıştırılmak üzere kontratla verilmeğe başlandı. Diğer taraftan bu çocukların hayatları akıl almayacak derecede sefalet içinde geçiyordu. Bazıları dört, beş veya altı yaşlarında işe başlattırılıyor, iş saatlerini kontrol eden olmadığından fabrika sahiplerinin arzusuna göre uzun süre ile çalıştırılıyorlardı. (…) Çocuklar akşamları beşe veya altıya kadar bazen da daha geç saatlere kadar çalıştırılarak, günlük iş saatleri 16–18 saatten aşağı düşmezdi. Yeter derecede uyuyamama temiz hava ve güneş alamadan dinlenme ve tatil günlerinin olmamasına bir de beslenmeme durumları katılınca, hepsinin cılız olup hastalıktan kurtulmamasının sebepleri kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Pek çok çocuk daha yirmi yaşına gelmeden ölür ve yaşabilenler de çok geçmeden ağır iş koşulları altında genç yaşlarında ihtiyarlardı.” 127

Günümüz çocuk koruma politikalarının temelini oluşturan düzenlemeler, 19.

yüzyıl boyunca çocuklara yönelik bu olumsuz durumun kontrol altına alınması ve

düzeltilmesi için yürütülen mücadelelerin sonucu ortaya çıkan yasal düzenlemelerdir.

Bunların ilki İngiltere’de 1801 yılında çıkarılan Sağlık ve Ahlak Kanunu’dur. Kanunla,

çocukların çalışması sadece gündüzle sınırlanmış ve çalışma saati de 12’ye indirilmiştir.

Bu kanun o dönem çocuk çalışmasına karşı fikirleri ile tanınan Sir Robert Peel’in

girişimleri sonucu çıkarılmış ancak kanun içerik olarak sadece ‘aciz evleri’nde kalan

çocuklara uygulanabilmiştir. Doğrudan ailelerinden alınan çocuklara bu kanun bir

düzenleme getirmemiştir. Bu durum çocuk koruma politikalarının gelişmesi açısında bir

ileri adım olmakla birlikte; çocuğu korumak adına aile reisinin gücüne herhangi bir

sınırlama getirmemiştir. Devlet 19. yüzyıl başında hâlâ evindeki çocuğu baba otoritesine

terk etmiş görünmektedir. Dönemin hümanistleri, filantropistleri, parlamentoda yer alan

bazı kişiler (örneğin Sir Robert Peel, Robert Owen, John Wood ve John Fielden) çocuk

sağlığına zararı olan ihmal, istismar ve uzun çalışma saatlerine karşı mücadelelerine

devam ettiler. Bu uğraşlar sonucu çıkan 1833 Fabrika Kanunu ile dokuma sanayinde

126 Heywood, s. 164. 127 Friedlander, s. 33-34.

64

çalışma yaşı dokuzla sınırlandı, ayrıca günlük çalışma saati de düşürüldü. Daha sonra

yapılan değişiklikle ortaya çıkan 1847 Fabrika Kanunu’yla da kadınlar ve 18 yaş altı

çocuk ve gençler için günlük çalışma süresi on saat olarak kabul edilmiştir.128

Yoksulluk koşullarında, çalışan sınıfların çocukları birçok tehlikeli durum içinde

yaşamaktadır. 1850’ler Fransa’sında çocukluk ve yetişkinlik arasında yer alan büyük bir

çocuk grubu vardır. Çalışan çocuklardır çoğu ve bu çocukların anne babaları ile olan

ilişkileri zayıftır. Çalışan çocukların ilişkilerinin zayıf olmasının sebebi uzun süre

olumsuz koşullar altında çeşitli işyerlerinde, anne-babalarının doğrudan ya da dolaylı

rızaları ile çalışmalarıdır. İçinde bulundukları koşulları salt ekonomik saiklerle

açıklanmaktan uzaktır; sosyal ve ailevi faktörler de bu olumsuzluğu beslemektedir.

Ancak yapılan yasal düzenlemelerle bu istismarı önlemek mümkündür ve bu en kolay

çocukların çalıştıkları iş yerlerinde yapılabilirdi. Bu bağlamda 1841 tarihli Kanun bu

anlamda önemli bir adımdır. Bu kanun, bütün atölye ve işyerlerini kapsamasa da

fabrikalarda çalışan çocukların çalışma şartlarını düzenlemekteydi. Artık aile üyelerinin,

anne-babanın çocuklarına karşı olan sorumlulukları ‘ahlaki’ değil ‘yasal’ zorunluluklara

dönüşmüştür. Donzelot bu dönemi, yani filantropistlerin çalışmalarında ahlaki görev ve

sorunlulukların yerini yavaş yavaş yasal düzenlemelerin aldığı dönemi, ‘normalleştirme’

olarak tanımlamaktadır.

Özellikle 19. yüzyıl başından itibaren gelişen işci sınıfı muhalefeti ve ‘hümanist’

siyasi hareketler, dönemin parlamentosunun fabrika sistemi üzerinde sürekli denetim

kurmaya zorlar. Bu dönemde birçok komisyonlar kurulur ve bu komisyonların tespit

ettiği olumsuz koşulların düzeltilmesi için parlamentolar bir dizi yasal düzenlemeler

yapmışlardır. Örneğin 1860’larda yürürlükte olan “İngiliz fabrika yasalarına göre, ana-

babalar, 14 yaşından küçük çocuklarını, aynı zamanda bunlara ilköğretim sağlamadan

yasanın denetimi altına giren fabrikalara gönderemezler.”129 Böylece çalışan çocukların

okula yönlendirilmesi belirli koşullar altında da olsa yasal bir zemine kavuşmuştur.

Belirli koşullar çünkü 19. yüzyılda çalışan çocukların büyük çoğunluğu kanunların

kapsamına alınmıyordu. Eğer çocuklar doğrudan ebeveynleri tarafından fabrikalara

128 Friedlander, s. 34. 129 Marx, s. 493.

65

verilirse, bu durumda çalışan çocuklar ebeveyn-işveren arasında özel koşullara bağlı ve

yasanın koruyuculuğu dışında kalmaktadır. Bu nedenle Britanya’da oluşturulan ‘Çocuk

Çalıştırma Komisyonu’ tarafından hazırlanan 1866 tarihli raporda “hemen hemen yarısı

küçük sanayilerle ev işi denilen yerlerde sömürülmekte olan 1.400.000’den fazla

çocuğun, gencin, kadının fabrika yasası kapsamına alınmasını önerilmektedir.”130 Bu

öneriden de anlaşıldığı gibi, kanunun çıkarılması kadar uygulanması ve kapsamının

genişletilmesi de söz konusudur. Bu dönemde, yani 19. yüzyılda çalışan çocuklar dahil,

korunma ihtiyacı içinde olan bütün çocuklar henüz kanunların etki alanında değildir,

Ebeveyn otoritesi hâlâ en güçlü ve geniş alana sahiptir. Bu çarpıcı durum aynı raporda

şöyle ifade edilmektedir:

“‘Bütün kanıtlar şu acı ve tatsız sonucu ortaya koymuştur: her iki cinsiyetteki çocuklar, ana ve babalarına karşı, herkesten fazla korunmaya muhtaç durumdadırlar.’ Genellikle çocuk emeğinin ve özellikle ev-emeğinin sınırsız bir şekilde sömürülmesi sistemi, ‘yalnızca ana babaların hiçbir denetleme ve dizginlemeye uğramaksızın bu keyfî ve zarar verici kudretlerini kendi genç ve körpe yavruları üzerinde kullanabilmeleri nedeniyle sürdürülmektedir. … Ana-babaların, çocuklarını ‘haftada şu kadar ücret kazanmaları gereken’ birer makine haline getirme gibi mutlak bir kudrete sahip olmamaları gerekir. (…) Bu nedenle, çocukların ve gençlerin, bu gibi durumlarda, fizik güçlerini vaktinden önce tahrip eden ve entelektüel ve moral kişiliklerini aşağılatan işlerden korunmaları için doğal bir hak olarak yasa koyucuya başvurabilmeleri gerekir.” 131

İsveç’te ise, erken denebilecek bir zamanda, 1718 yılından itibaren, yetkililer

fabrika ve/veya atölyelerde çocuk işçiliği kullanımını desteklemeye başlanmıştır.

Örneğin bu yıllarda Malmö’deki bir çorap fabrikasında, çocuk barınağında kalan

kimsesiz ya da ‘asosyal’ çocuklar çalıştırılmış; buradan da çocukların tanrı korkusu ile

büyümesi ve çalışmaya alışmalarının hedeflendiği iddia edilmiştir. Bu döneme ait bir

raporda, atölyede çalışan beş altı yaşlarındaki çocukların ‘hafif’ işlerde çalıştırıldığı ve

günlük çalışma saatlerinin on dört saati bulduğu yazılmaktadır. İsveç tarihindeki çocuk

koruma uygulamalarının çok dağınık bir şekilde irdelendiğini ve bu tür çocuk

çalıştırmanın bazen günümüz standartları ile değerlendirilerek olumsuz karşılandığını

belirten Jurgen Lindeman, terk edilen kimsesiz çocukların bakımı için en düşük ücret

talebinin tespit edildiği ‘açık arttırmaların’ söz konusu olduğu, yetimhane ve kimsesizler

130 Marx, s. 502. 131 Marx, s. 500.

66

evine her isteyen kimsesiz çocuğun gidemediği koşullarda çocuk çalıştırmanın

dönemine göre ileri bir adım olarak görülmesi gerektiğini belirtmektedir.132

ABD’de çocukların fabrikalarda çalışmasını düzenleyen ilk yasal düzenleme

1813 yılında Connecticut eyaletinde gerçekleşti, izleyen tarihlerde diğer eyaletler de

benzer düzenlemeler yaptılar. Bu çalışmalar genelde, uzun soluklu ve zorlu çalışmalardı

şeklinde gerçekleşti. Örneğin 1882 yılında “the Society for the Prevention of Cruelty to

Children”ın (Çocuklara Karşı Yapılan Zulmü Önleme Derneği) 14 yaş altında

çocukların çalışma hayatından tamamen çekilmesi teklifi, uzun tartışmalar sonrasında

yasalaşmadan kadük kaldı. Bu konuda önemli bir adım, reformcuların dirençli çabaları

sonucu, 1886 yılında New York’ta çıkan Fabrika Kanunu oldu. Bu kanunla 13 yaş

altındaki çocukların fabrikalarda çalışması yasaklandı. Ancak birçok girişime rağmen

federal düzeyde bir çocuk işçiliği düzenlemesi ancak 1938 yılında çıkan kanunla (The

Fair Labor Standards Act) mümkün olabilmiştir. Böylece çocukların korunması

çabaları çalışma boyutuyla federal hükümet düzeyine taşınmış oldu. Bu kanunun

çıkmasında önce 20. yüzyılın ilk yıllarında toplanan Birleşik Devletler Çocuklar

Bürosu’nun tertiplediği Beyaz Saray toplantılarının önemli bir etkisi olmuştur.133

ABD’deki bu çalışmaların dünyanın başka yerlerinde etki yarattığı

görülmektedir. Örneğin İspanya ABD’deki örnekleri dikkate alarak 19. yüzyıl sonu ve

20. yüzyıl başında bir dizi koruyucu önlem almıştır. 1873 yılında çıkarılan Çocuk Emeği

ve Eğitim Kanunu ile sanayi iş kolunda 10 yaş altı çocukların çalışmasını tamamen

yasaklarken, çalışan çocuklar için de mesai kısıtlamasına gitti. Öte yandan aynı yasayla

9–14 yaş arası çocukların günde üç saat okula devamı zorunlu kılınmıştır.134

Çocukluğun ortaya çıkması ve genişlemesinde en önemli kurumların başında,

19. yüzyıl başında yaygınlaştırılan ilköğretim okulları gelmektedir. Bu okullar daha

132 Lindeman, s. 248. 133 Hawes, s. 42 ve 53.; 1909 yılında toplanan ilk Beyaz Saray Konferansı, korunmaya muhtaç çocukların bakımını konu edinmişti. Konferans, Birleşik Devletler Çocuk Bürosu kurulmasının öneriyor ve çocukların ailelerden alınıp kurumlara yerleştirilmesinde tek kriter olarak yoksulluğun yeterli olmaması gerektiğini ileri sürüyordu, bkz. Hawes, s. 127. 134 Angeles Garcia Llorente ve Laura Martinez-Mora, “The Process of Deinstitutionalization in Spain” Children in Institutions: The Beginning of the End?, Unicef Innocenti Research Centre, 2003, s. 31.

67

önceki yüzyılda da olmakla birlikte 19. yüzyılda ‘herkes için’ okul felsefesi ile

yaygınlaşmıştır.135 Okulların yaygılaşması ile birlikte devlet kendi ideolojisi

doğrultusunda insanlar eğitirken, bir yandan da uzayan çocukluk yaşı içinde, çocuklar

kendi potansiyellerini ortaya koyabilme imkânı bulabilmektedirler.

Karl Marx sanayileşmenin hızlandığı 19. yüzyılda çocukların ortalama çalışmaya

başlama yaşlarının altı ve bazen beşin altına düştüğünü, çalışma saatlerinin ise çoğu kez

günlük 16 saati üstüne çıktığını belirtmektedir. Bu koşullarda çocukların eğitimi

öncelikle mesleki eğitim ve yarı zamanlılık ilkesi ile başlamıştır. Bu dönemde özellikle

Britanya’da yoğun çocuk emeği kullanılan ‘dantelâ’ ya da ‘hasır örgü’

manifaktürlerinde 3.000’e kadar çocuk işçi çalıştırılmış ve sayının yüksek olması

nedeniyle, buralarda yarı zamanlı ‘meslek eğitimleri’ de verilmeye başlanır. Bu nedenle

çocuk emeğinin yoğun olarak kullanıldığı bu manifaktürler ‘dantelâ okulu’ veya ‘hasır

örgü okulu’ olarak tanımlanmaya başlanır. Böylece çocuklar bir tür örgün ‘eğitim’le de

tanışmış olurlar. Böylece eğitimin yaygınlaşmasında sanayinin ihtiyaçları önemli bir

faktör olarak tarihteki yerini almaktadır. Ancak bu ilk dönem okulların günümüzün

‘ilköğretim’ okullarından oldukça farklı olduğu görülmektedir; çünkü bu ‘okullara’ yani

‘hasır örme’ manifaktürlerine çocuklar ortalama 4 yaşlarında başlar, okul saatleri

dışında da ebeveynleri tarafında gece geç saatlere kadar çalıştırılırlar.136

Anthony Giddens da eğitim sisteminin gelişimi ile sanayileşme ve kentleşme

arasında yakın bir ilişki olduğunu belirtir. Batı toplumlarında 19. yüzyılın ilk çeyreğine

kadar nüfusun büyük bir çoğunluğu eğitim-öğrenimden yoksundur. “Fakat sanayiye

dayalı ekonomi hızla büyüdüğünde, eğitimli ve yetenekli işgücü üreten özel eğitim-

öğretime büyük gereksinim duyulduğu görüldü. Meslekler git gide daha fazla

çeşitlendikçe ve işyerleri artan ölçüde evden uzaklara kuruldukça, iş becerilerinin

doğrudan doğruya ebeveynlerden çocuklara aktarılması da olanaksızlaştı.”137

135 Colin Heywood Avrupa’da okulların 12. yüzyılda çeşitlenerek her açıdan kurumsallaşmasını tamamladığını belirtmektedir. Ancak hem sınıfsal hem cinsiyet açısından son derece ayrımcı olan ilköğretim sistemi ancak 19. yüzyıl sonuna doğru eşitlikçi, zorunlu ve ücretsiz bir yapıya doğru evrilmiştir. Bkz. Heywood, s. 188. 136 Marx, s. 479-480. 137 Anthony Giddens, Sosyoloji, Ankara: Ayraç Yayınevi, 2005, s. 487.

68

Eğitim ya da okulla ilgili gelişmeler Batı tarihinde uzun ve zorlu bir süreçin

sonunda ilerleyebilmiştir. Özellikle çocukların çalışma hayatından çekilmesine ilişkin

toplumda yükselen dirençler eğitimin yavaş ilerlemesine sebep olmuştur.138 Eğitimin

yavaş gelişmesini belirleyen diğer etkenleri ise zenginlik, statü, cinsiyet ve bölgesel

faklılıklardı. Colin Heywood bu faktörlerden cinsiyetle ilgili olarak şu örnekleri

vermektedir. Örneğin 1587 yılında Venedik’te 4.595 erkek çocuk okula giderken sadece

30 kız çocuğun okula gitmektedir. Yine 1860’ta İspanya’daki kadınların % 86’sı ve

erkeklerin % 65’i okuma yazma bilmezken, 1897 Rusya’sında bu oranlar erkekler için

%71 iken kadınlar için % 87’dir.139 Bu gelişmeler sonunda 19. yüzyılda eğitim artık

‘sosyal düzen’in tesisinde aktif olarak kullanılan bir unsurdur. Yaygınlaşan eğitimde,

“‘çoban’ yaklaşımı da denilen bir yaklaşım sergilediler: Kitleler disipline edilmeli, uygarlaştırılmalı ve kendi toplumsal rolleri için eğitilmelidir. Bu sonuca ulaşabilmek için temel eğitimi okuma, yazma, kodlama (matematik) derslerinin ahlaki ve dini yönlendirmelerle birleştirildiği bir programla sınırlandırdılar.”140

Görüldüğü gibi bütün çocukların zorunlu eğitim içine alınması için devletler ve

reformcular tarafından gösterilen çabaların uzun bir geçmişi ve geçirdiği değişik

safhaları vardır. Zorunlu eğitimin bir boyutu çocukların dolaylı korunması anlamna

gelirken, bir boyutu da ‘düzen’e uygun öznelerin yetiştirilmesi yoluyla ulusların inşası

ve toplumsal düzenin korunması hedefleri vardır. Zorunlu eğitimin yaygınlaşmasında

Kuzey Avrupa’nın Protestan ülkeleri öncü bir role sahiptirler. Heywood’a göre,

“1619’da Saksonya’daki Weimar şehri 6 ila 12 yaş arasındaki çocukların hasat ayı hariç bütün bir yıl boyunca okula gelmesini zorunlu kılarak eğitimde devamlılığı sağlayan ilk şehir olmuştu. (…) Daha önemli bir dönüm noktası 18. yüzyılda, Kıta Avrupa’sındaki birçok reformcunun ulusal eğitim sistemi konusunu gündeme getirmesidir. (…) Bir tahmine göre, 1830’ların sonunda 6 ile 14 yaş arasındaki Prusyalı çocukların %80’i ilkokullarda sistematik olarak eğitilmekteydi. Diğer ülkelerde Prusya’nın öncülüğünde okullar yavaş yavaş kilisenin elinden alındı, temel eğitim ücretsiz ve zorunlu hale getirildi. İngiltere 1880’de, Fransa 1882’de temel eğitimi ücretsiz ve zorunlu hale getirdi. Amerikan eyaletlerinde ise bu süreç 1852’de Massachusetts’te başladı ve 20. yüzyılın başında Teksas ve güneydeki on eyalette de (beyaz çocuklar için) uygulanarak tamamlandı.” 141

138 Pamela Horn, Children’s Work and Welfare, 1780-1890, London: Cambridge University Press, 1995, s. 1-5. 139 Heywood, s. 190. 140 Heywood, s. 192. 141 Heywood, s. 181.

69

Örneğin çocukların okula yönlendirilmesi, yani çalışma hayatından en azından

kısmen çekilmesi başlangıçta bir çözüm olarak görülürken; okullaşmanın yasal

çerçevede zorunlu olmaması nedeniyle zamanla birçok aile çocuklarını okuldan

çekmeye başlamış, bunun üzerine 19. yüzyıl sonunda bütün Avrupa’da zorunlu

ilköğretim düzenlemeleri yapılamaya başlanmıştır. Çocukların eğitimine ilk önem

verilen ülkelerin başında Prusya gelmektedir. Colin Heywood’un belirttiğine göre

1830’larda Prusya’lı 6-14 yaş arası çocukların %80’i ilkokullarda sistematik olarak

eğitilmektedir. Diğer Avrupa ülkeleri de Prusya’nın öncülüğünde okulları kilisenin

denetiminden alarak yaygınlaştırmaya başladılar. Örneğin İngiltere’de 1880’de,

Fransa’da 1882 yılında temel eğitim ücretsiz ve zorunlu bir hale getirildi. Amerikan

eyaletlerinde ise bu süreç 1852 yılından itibaren başladı.142

19. yüzyılın yoksulluk koşullarında çocuklar genellikle ebeveynlerin gözünde bir

gelir kapısıdır. Bu nedenle ebeveyn-çocuk ilişkisi de ‘duygusal’ olmaktan çok ‘maddi

çıkarlar’ temelinde oluşmakta143 ve o dönemin aile yapısında da ciddi sorunlar ortaya

çıkmaktadır. Marx bu ilişkileri o dönem hazırlanan raporlardan da faydalanarak şöyle

tasvir etmektedir:

“Sefil ve yarı-aç yaşayan ana-babaların düşündükleri tek şey, çocukların elde geldiğince çok para kazanmaları. Çocuklar ise biraz büyür büyümez, çok doğal olarak ana-babalarına on paralık değer vermiyorlar ve onları bırakıp gidiyorlar. ‘Böyle yetiştirilen insanlar arasında bilisizlik ve kötülüğün yaygın olması çok doğaldır. … Ahlâk en düşük düzeyde. Kadınların pek çoğunun evlilik dışı çocukları vardır ve bu kadınların yaşları o kadar küçüktür ki, suç istatistikleri ile ilgili olanları bile şaşkınlığa düşürür.” 144

142 Heywood, s. 181. 143 Maddi koşullara bağlı olarak ebeveyn-çocuk ilişkisinde ortaya çıkan değer değişimlerine ilişkin uluslararası bir araştırmanın bir parçası olarak Türkiye’de yapılan bir çalışma için bkz. Çiğdem Kağıtçıbaşı, Çocuğun Değeri: Türkiye’de Değerler ve Doğurganlık, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 1980. Kağıtçıbaşı bu çalışmadaki verileri esas alarak Türkiye’de değişen aile yapısına; yani Türkiye’nin modernleşme süreci sonunda kentli nüfusunun artışı, hane içindeki çocuk sayısının artması gibi değişkenlere bağlı olarak çocuğun ekonomik değerinin azaldığı ve psiklojik değerinin arttığını gözlemektedir. Bkz. Kağıtçıbaşı, Çiğdem. “Türkiye’de Değişen Aile ve Çocuğun Değeri”, Toplumsal Tarihte Çocuk içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994, s.36-37. 144 Marx, s. 480. Çocuklar tarihte çoğu kez ana babalarının para kazanma hırsı ve/veya patronlarının şiddeti ie karşı kalıp, çocukluk değil yetişkinler dünyası olan çalışma hayatında yer aldılarsa da, bulundukları koşullarda ‘çocukluk’ yaşama uğraşından geri kalmadılar. Çocuklar en temel çocukluk ihtiyaçları olan oyun ihtiyacını bulundukları koşullarda yerine getirdiler. Heywood’un verdiği şu örnek bu durumu göstermektedir: “Aslında birçok çocuk fabrika hayatının hareketliliğinden hoşlanmaktaydı. Reims’teki küçük bir yüncüde patronu tarafından yumruklanan genç Norbert Truquin eğirme fabrikasında zamanının neşeli geçtiğini hatırlamaktadır. Ustabaşı etrafta olmadığında, arkadaşları ile birlikte

70

Colin Heywood 19. yüzyıldan önce devletin ebeveynler ile çocuklar arasındaki

ilişkiye karışması neredeyse düşünülemez bir şey olduğunu belirtiyor. Kolonileşme

Dönemi Amerika’sında olduğu gibi, ancien-régime Fransa’sında da hükümetler, her bir

ailenin reisinin, aile üyelerinin davranışlarından sorumlu olmalarını beklemiş ve

karşılığında aile reisinin eş ve çocuklar üstündeki kapsamlı gücünü kabul etmişti. Yerel

topluluklarda bile, suiistimalci babalara baskı uygulamakta gönülsüz davranıldı.

Uygunsuz olduğunu düşündükleri bir evlilik konusundaki hoşnutsuzluğu göstermek için

küçük gösteriler bile düzenliyorlardı. Ancak çocukları neredeyse babanın bir çeşit malı

olarak görüyorlardı.145

19. yüzyıldan itibaren artık aile dönüşmeye başlamıştır. Aileden eski rejim

döneminde olduğu gibi bir işlev beklenmez; yani toplumsal düzenin sağlanmasında daha

az etkili olan, patriarkal otoritenin üyeler üzerinde etkisinin zayıfladığı daha liberal bir

döneme girilmektedir. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasında eski rejim dönemde varolan

ittifak bozulmaya başlamıştır; çünkü işçi sınıfının çıkarı artık kamusal hizmetlerin

arttırılması ve devletin yeniden örgütlenmesindedir. O halde toplumsal aktörlerin

çoğullaştığı bu yeni dönemde toplumsal düzen nasıl sağlanacaktır? Donzelot’nun

cevabı ‘filantropi’dir. Bu durumda ‘filantropi’ sosyal sorunlarda yardım amaçlı

müdahaleleri anlatan apolitik aktivitelerden farklıdır. Bu durumdaki filantropik

faaliyetler, özel ve kamu girişimlerinin arasında hassas bir denge kuran bilinçli

depolitizasyonu hedefleyen bir stratejidir.146 19. yüzyılda filantropi faaliyetlerin

yürütüldüğü derneklere bakıldığında, liberal devletin hesaplanmış mesafeli durma tavrı

ile sosyal refah teknikleri ile nüfusun idare edilmesi tekniklerinin yayılmaya başladığını

hikâyeler anlatarak, oyunları tartışarak ve kürsüde vaaz veren papazı taklit ederek kendilerini eğlendirmişler.” Heywood, s. 160. Hiç şüphesiz bu çocukların olumsuz ve zor koşullar altında olmadığı anlamına gelmez; ancak çocukların içinde bulundukları koşulları algılaması, önlem alması ve adaptasyonunda aktif bir ‘özne’ olabildiğini göstermektedir. Yine Heywood’un belirttiği gibi, “Çocuk işçiler zor koşullardan kaçmak için iş değiştirmek veya işler kötüye giderse evde kalmak veya evi terk etmek gibi çeşitli yollara başvururlardı.(…) Kısaca işverenler ve çocuklar arasındaki ilişki çok uzak olsa da, çocuklar hiçbir şekilde sömürünün pasif kurbanları değildi. Aile bütçesine katkıda bulunmak ve yetişkinlerin dünyasına katılmak için genellikle işe başlamaya istekliydiler. Çalışma yerlerini oyun alanına çevirmekte ve etraflarındaki yetişkinlerin amaçlarını altüst etmekte az da olsa başarılıydılar.” Heywood, s. 161. 145 Heywood, s. 127. 146 Donzelot, The Policing of Families, s. 55.

71

görürsünüz. Birincisi, özel alandan devlete yönelik yardım talebi olduğu durumda

devreye giren yardım kutbu’dur. Bu yardım talebi karşısında devlet bazı formel araçlar

ve düzenlemeler geliştirerek, yardımı çeşitli kurallara bağlamaya başlamıştır. Ancak

sonuçta yardımın ‘kendisi’ değilse bile ‘talebi’ artık bütün bireylere açık bir hale

gelmeye başlamıştır. İkicisi, nüfusun fiziksel ve ahlaki bozulmasına karşılık devletin

özel alana doğrudan müdâhil olmasını sağlayan mediko-hijyenik kutup’tur. Yani devlet

nüfusun verimli ve üretken olabilmesi için doğumdan itibaren çocukların sağlıklı

büyümesi ve gelişmesi adına tıbbi tekniklerle müdaheler/önlemler almaya

başlamaktadır. Böylece bu iki kutupta yer alan yöntemlerle liberal devlet düzeninin

korunması ve sürdürülmesi sağlanmaya çalışılmaktadır. Filantropik çalışmaların bu iki

kutbu ile eski rejim dönemindeki aile merkezli hükümranlık, yerini tedricen pozitif

tekniklere bırakmıştır: Aşağılayıcı bağışlar yerini, etkili yönlendirmelere, yıkıcı baskılar

da yerini koruyucu normlara bırakmıştır. Ancak bu yöntemlerin tamamen başarılı

olduğu söylenemez ve bütün olarak eski yöntemlerin ikame edilmediğinin de

belirtilmesi gerekmektedir. Ancak aile üyelerine yönelik yapılan pozitif müdahalelerin

sonuçta patriarkal otoritenin zayıflamasına sebep olduğu not edilmelidir.147 Böylece 19.

yüzyılın sonuna gelindiğinde ortaya çıkan yeni aile büyük oranda değişmiş ve

özgürleşmiştir; ancak bu değişim modernitenin zaferi değil; yukarda söz edilen iki

kutupta yer alan müdahale tekniklerinin sonucudur. Modernite patriarkal aileyi

sarsılmasına ve dağılmasına sebep olmuş ancak, modernitenin yıkıcı etkisine karşı

gelişen koruyucu faktörler, filantropik stratejiler biçiminde daha birey merkezli bir aile

kompozisyonunun ortaya çıkmasına neden olmuştur.

19. yüzyıl sonunda önceki ikisini çocukluk sorununda birleştiren üçüncü bir

filantropik kutup ortaya çıkmaktadır. Artık çocukların korunmasında müdahale, 19.

yüzyıl sonu filantropistleri için en önemli çalışmaların başında gelmektedir.

1850’lilerin ortalarından itibaren çocukların her tür ihmal ve istismardan korunmasını

esas alan filantropist örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak özellikle aile içi

istismar ya da çocukların aile içinde ebeveynlerine karşı korunması gerektiği

durumlarda, filantropistler ciddi engellerle karşılaşmaya başladılar. Bu engel, baba

147 Donzelot, The Policing of Families, s. 55-56.

72

otoritesiydi. Ailenin reddetmesi durumunda, çocuğun okula devamının sağlanması ya

da eğitim durumunun tespiti amacıyla ‘kutsal tapınak’ yani aileye girilmesi mümkün

değildi. Bu alanda çalışan Fransız filantropistlerini memnun edecek yasal düzenlemeler

1889, 1898 ve 1912 yıllarında yapıldı. Bu düzenlemelerle hükümranlık tedrici bir

şekilde ‘ahlaken eksik’ aileden, filantropik örgütler, hakimler ve çocuk doktorlarına

geçmeye başladı. 1889 yılında çıkan Kanun, “alkol alışkanlığı olan, kötü şöhret ve

olumsuz eylemler veya kötü muameleleri ile çocuklarının ahlak, sağlık ve güvenliklerini

tehlikeye atan anne ve babaların” çocukları üzerindeki velayetlerini

kaybedebileceklerini hükme bağlamıştır. Ardından da 1898 yılında çıkan Kanunla,

hakimlere velayetleri anne babalarından alınan çocuklara bir vasi atama yetkisi

verilmiştir. 148 Bu kanuni düzenlemelerle, çocuklara karşı işlenen suçlar nedeniyle

gözetim ve koruma çalışması yürüten örgütlerle aile ve çocuk arasındaki ilişkilerde

bütünüyle bir değişim yaşanmaya başlamıştır. Artık filantropistler çocukları koruma

adına ahlaki yükümlülükleri hatırlatma, eğitim ve rehberlik yanında, aile üyelerinin

yasal olarak uymak zorunda oldukları görevlerini yerine getirmeyi istemek anlamında

son derece güçlü bir araçla da teçhizatlanmıştır. Modern çocuk koruma sistemi bu

atmosferde şekillenmeye başlamıştır.

Çocukluk üzerinde kesişen prosedür ve uygulamaların oluşturduğu bu alanı

Donzelot ‘sosyal alan’ (the social sector) olarak tanımlamaktadır. Devlet ve özel alan

arasındaki çok katlı sorunların araştırıldığı, mahkeme salonlarına taşındığı, bu ilişkileri

tanımlamak için kalifiye personelin (sosyal hizmet uzmanları gibi) görevlendirildiği,

aile reisinin görev ve yetkilerine müdahale edildiği, kişilerin alkolizmden kişilik

bozukluğuna kadar bütün bireysel sorunlarının dikkate alındığı ve temelinde ‘çocuğun

risklerden korunması’ olan bu yeni alan, 19. yüzyılın sonlarından itibaren daha çok

genişlemeye başlamaktadır. Bu süreçte çocukların aile otoritesine karşı korunmasını

hedef alan sosyal alanın en temel kurumunu Donzelot ‘çocuk mahkemeleri’ olarak

vermektedir. Özetlemek gerekirse, Donzelot çocukların korunmasını merkezine alan

sosyal alanın gelişmesini, eski rejim döneminde baskın ve tek taraflı verme üzerine

kurulu olan hayırseverlikten kopuşa bağlamaktadır. Yoksullarla ilgilenen kişilerin zayıf

148 Donzelot, The Policing of Families, s. 83.

73

durumdakileri koruma adına kurdukları ilk dönem temaslarında baba otoritesine karşı

‘ahlaki normları hatırlatmak’ (moralization) ve ayni veya nakdi yardım etmek dışında

ellerinde bir silah yoktur. 19. yüzyıl ortalarında itibaren başta çalışan çocukların

korunması için çıkarılan kanunlar olmak üzere, çocuk sağlığı ve eğitimini düzenleyen

kanunlarla birlikte filantropistlerin elinde baba otoritesine karşı artık uyulması

istenebilecek standartlar (normalization) vardır. Ancak hâlâ baba ya da vasi çocuk

üzerinde son sözü söyleyen kişidir. Çocuk ihmal ve istismarında büyük bir artışın

gözlendiği 19. yüzyılda ise baba otoritesine karşı daha güçlü ve gerektiğinde

çocuklarının velayetlerinin ebeveynlerinden alınmasını öngören yasal düzenlemeler

yapılmaya başlanmıştır. Artık ‘kutsal birlik’ olarak aile, patriarkal otoritenin mutlak

egemenlik alanı olmaktan çıkarılmış ve aile müdahale edilebilir, içine girilerek ‘sosyal

inceleme’ yapılabilir bir alana dönüşmüştür.

Öte yandan bu dönemde çocukların korunması amacıyla başka birçok alanda 19.

yüzyıl sonuna kadar çok çeşitli hukuki düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin İngiltere’de,

çocuk işçiliği (1801-1841), sağlıksız konutlar (1850), çıraklık sözleşmeleri (1851),

tüccarların ve seyyar satıcılıkta çocukların kullanılması (1874), zorunlu eğitim (1880)

alanlarında kanunlar çıkarılmıştır.149 Bu hukuki düzenlemeler ile filantropistlerin

çalışmaları yeni bir niteliğe kavuşmuştur. Artık ailelerle yapılan görüşmelerde,

çocukların ya da kadınların korunması, ailelere yardım gibi konularda temel teşkil eden

esaslar sadece ‘moral’ esaslar değil, kanunlarla sınırları çizilmiş ve uyulması zorunlu

kurallar da kullanılmaya başlanmıştır. Böylece bu türden düzenleyici filantropi

ilkelerinin yaygınlaşması ile profesyonel sosyal hizmet yaklaşımına doğru önemli

adımlar atılmış olmkatadır.

Harry Ferguson ‘çocuk koruma sisteminin doğuşu’ için tam tarih vererek, 1890–

1914 dönemini göstermektedir. Bu dönemin ayırt edici özelliği, dönemin hükümetleri

tarafından desteklenen ve işbirliği yapılan çocuk koruma derneklerinin kurulması ve

yaygınlaşmasıdır.150 Heywood’a göre ise bu dönemde, “Avrupa ve Kuzey Amerika’nın

çeşitli bölgelerinde reformcular sağlık, suçluluk, ahlak, yoksulluk ve çocukların okula

149 Donzelot, The Policing of Families, s. 78 150 Ferguson, s. 17.

74

gitmesi gibi pek çok konuyla ilgilenmeye başladığından, genel mantık, karşı konulamaz

bir şekilde, yardımseverlerin ve devletin aile meselelerine müdahale etmesi yönünde

değişmeye başlamıştır.”151 19. yüzyıl göçmen ve mültecilerin sayısının arttığı ve kentsel

mekânlarda çeşitli sorunlara neden oldukları ya da sorunlar içinde oldukları

bilinmektedir. Bu kesime yönelik olarak Amerika’da ‘mülteciler için sığınaklar’

yapılmaya başlanmıştır. Yine 19. yüzyılda artan zenginlik karşısında büyük bir

yoksulluk olduğu ve bunun da öncelikle çocukları etkilediği bilinmektedir. Bu nedenle

19. yüzyıl filantropisinde çocuk yoksulluğuna karşı mücadele ve yardım derneklerinin

özel bir yeri vardır. Hawes, Amerika’daki ‘Çocuklara Yardım Dernekleri’nin (the

Children’s Aid Soceity) orta sınıfın, sokaklarda yani görünür alanda ortaya çıkan çocuk

yoksulluğuna bir cevap olduğunu ve aile içine müdahale etmediğini, ‘Çocuklara Karşı

Yapılan Zulmü Önleme Derneği’nin ise üst-sınıfların çocuk ihmal ve istismarını

önlemek için ‘aile içine’ müdahale eden bir cevap olduğunu belirtmektedir.152

Bu dönemde yaşanan çocuk istismar vakaları ve bu vakaların kamuoyunda

tartışılması, çocukların korunması için yasal düzenlemelerin yapılmasını da sağlamıştır.

Ebeveynleri tarafından şiddete uğrayan çocukların velayetlerinin alınmasına imkan

tanıyan ilk yasal düzenleme, tarihte kaydedilen ilk vaka olarak Mary Ellen adlı çocuğun

1875 yılında aile içi şiddet görmesinin basında tartıştırılması153 ve o dönemki

151 Heywood, s. 127. 152 Hawes, s. 13-20. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyetleri, aile içine müdahaleden çok görünür alandaki yoksulluğu ortadan kaldırmayı hedeflediği, çalışanlarının büyük çocukluğun orta sınıf kişilerden oluşan bir dernek olarak Amerika’daki ‘Çocuklara Yardım Derneği’nin muadili sayılabilir. 153 Mary Ellen Vakası, kamunun çocuklara yönelik şiddet ve istismarla ilgilenmesini sağlayan ilk vakalardan biridir. 1874 yılında New York şehrinde, on yaşındaki Mary Ellen adlı çocuk evlatlık olarak bulunduğu ailede sürekli dayak yemekte, dışarı çıkarılmamakta ve bakım-beslenmesi ihmal edilmektedir. Dönemin filantropist derneklerinin görüşmelerine rağmen anne-baba çocuğa yönelik tutumlarında bir değişikliğe gitmezler ve çocuk hakkında haklarını kısıtlayan bir yasal düzenleme olmadığını gerekçe göstererek kimsenin kendilerine karışamayacağını belirtirler. Bunun üzerine tekrar mahkemeye başvuran filantropistler, çocukların da ‘hayvanlar alemi’nin (animal kingdom) bir üyesi olduğunun kabul edilmesi ve hayvanları koruyan yasaların bu çocuk için işletilmesini talep ederler ve mahkeme bu talebi kabul ederek çocuğu koruma altına almıştır. Bu vaka sonrasında çocuklara yönelik şiddet ve ihmalin önlenmesi dernekleri kurulmaya başlanmıştır. Bkz. Adam M. Tomison, A History of Child Protection, Family Matters, No. 60 Spring/Summer 2001, Australian Institute of Family Studies, s. 48-49. ; Nesrin G. Koşar aynı vakanın farklı bir anlatımını aktarmaktadır. Bu anlatıma göre bir kilise görevlisi ziyaret ettiği evdeki çocuğun karyolaya bağlandığını ve kendisine yalnızca ekmek ve su verildiğini görmesi ile başladığı uğraş sonrasında çocuğun bu aileden kurtarılması sağlanmaktadır. Anlatımın tamamı için bkz. Nesrin Güran Koşar. Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı, kendi yayını, Ankara: MN Ofset, 1992, s. 40.

75

derneklerin girişimleri sonucu gerçekleşmiştir. Ancak sonraki birkaç on yıl içinde bu

şekilde vakalar binlerle ifade edilmeye başlanmıştır. Örneğin Amerika’da 1884 yılında

dönemin kurumlarınca aile incelemesi yapılan çocuk istismarı sayısı 95 iken, 1914

yılında bu tür vakalar 54.772 sayısına çıkmıştır. Ayrıca ölümle sonuçlanan olay sayısı

da paralel bir şekilde artmıştır.154 Çocuk istismar vakalarının incelenmesi, tasnifi ve

yapılacak işlemle ilgili kararlar verilmesi, yeni bir meslek olarak sosyal hizmetin ortaya

çıkmasında önemli bir deneyim birikimi sağlamıştır.

Modern çocuk koruma sistemin ortaya çıktığı dönem olarak 1890’lardan, Çocuk

Sığınma Evleri’nin kapatıldığı (Children’s Shelter) 1903 yılına kadar, çocukların

korunması yapılan inceleme sonrasında ihmal ve istismara uğradığı belirlenen

çocukların, sığınma evlerine yerleştirilmesi şeklinde gelişmiştir. Bu ilk dönemde ‘sosyal

hizmet uzmanları’ henüz profesyonel kişiler değildir. Çocuk müfettişi (child inspector)

olarak geçen bu kişiler bu alanda uzun süre çalışmış, deneyimli gönüllü kişilerdir.

Dönemim yasaları bu müfettişlere aile içine girebilme, inceleme ve görüşme yapma

yetkisi tanımaktadır. Ancak ‘müfettişler’ karşılaştıkları ve tasvir ettikleri yoksulluk

dünyasını, aile yapılarını, çocuk gelişimi, aile sistemi gibi durumları henüz tam olarak

bilememektedir. Bu nedenle genellikle ‘çocuk merkezli’ bakarak, ailede bir sorun tespiti

halinde genellikle ailedeki sorunu çözüm doğrultusunda çalışmayıp, çocuğu bu aileden

alarak sığınma evlerine yerleştirme yoluna gitmişlerdir. Ancak yine de bu dönem oluşan

kurumlar, mevzuat ve çocuk sığınma evleri bir bütün olarak ‘modern çocuk koruma

sisteminin’ temelini oluşturmaktadır. Bu süreçle oluşan yapıyı Ferguson ‘bürokratik

modernizm’ olarak tanımlamaktadır.155 19. yüzyılın son çeyreğinde aile içi istismar,

aile yoksulluğu ve çocukların kent sokaklarına kitlesel olarak sürüklenmesi gibi

sorunlar karşısında uluslararası düzeyde bir ilgi olduğu; konun çeşitli inceleme,

araştırma ve konferanslara konu olduğuna tanık olmaktayız. Bu tür sorunların

uluslararası ortak yönleri olan bir sorun olduğu ilk olarak 1883 yılında Paris’te toplanan

Uluslararası Çocuk Koruma Kongresinde dile getirildi. Bunun yanında bu dönemde

154 Ferguson, s. 23 ve 53. 155 Ferguson, s. 52.

76

birçok diğer ülkede de çocuk suçluluğu ve terk edilen ve korunması gereken çocuklar

hakkında çok sayıda kongreler yapılmaktadır.156

Çocuk koruma sisteminin oluşum seyrinde belirli bir formel eğitim almamış

filantropistlerin yarattığı sorunlar nedeniyle aile sistemi, çocukların korunması,

çocukların eğitimi, sosyal inceleme ve çocuk koruma mevzuatı alanında eğitim

programları ile yetiştirilen yeni bir meslek, tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Sosyal

hizmet kendi öncülü olan ‘filantropi’nin örgün eğitimle şekillenen disiplinin adıdır.

Böylece modern çocuk koruma sisteminin asli bir unsuru da ‘sosyal hizmet’ mesleğinin

ortaya çıkması ve çocuk koruma alanında yani ‘sosyal alanda’ görev almasıdır. Bu

meslek 19. yüzyıl ortalarından itibaren aile ve devlet arasında çocukların korunması

konusunda süregelen tartışmalar sonunda ortaya çıkan dönüşümlerin sonucudur. Bu

dönüşümler kamunun ya da devletin özel alana gittikçe daha çok nüfuz ettiği bir gelişim

seyri göstermektedir. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal hizmet

mesleğinin ortaya çıkmaya başlamasının altında yatan önemli bir gelişme de sivil alanda

örgütler ile devlet kurumları arasındaki ilşkilerin gelişmesi ve yayılmasıdır. Sivil

aandaki gönüllü ama alan bilgisinden yoksun ‘hayırsever’lerin süreç içinde eğitilmesi;

eğitim için devletin kurslar açaması ve bu süreçin tam zamanlı ve ücretli bir işe

dönüşmesi sonucu sosyl hizmet mesleği de ortaya çıkmaya başlamıştır.157 Ancak burada

önemli bir ayrımın, bu mesleği öncelikle sivil alanda ortaya çıkmaya başlaması ve

devletin karısına bir talep olarak sivil olarak getirilmiş olmasıdır.

Daha öncede belirtildiği gibi gittikçe artan ve ‘görünür alana’ yani sokağa taşan

sosyal sorunların bir toplumsal düzen sorunu olmaya başlaması oranında, devletin daha

çok düzenleme yaptığı ve bu düzenlemenin kamu-özel alan ilişkisini daha ayrıntılı

anlattığı bu ‘sosyal alan’ modern öncesi toplumlarda olmayan bir ‘melez alan’ olarak

ortaya çıkmaktadır. Bu melez alanda bir meslek olarak sosyal hizmetin ortaya çıkması,

sorun gruplarının sadece tecrit edilecek bir ‘sorun’ olarak görülmemesi ve kendilerine

kamunun yardım ettiği, eğitim hizmeti verdiği, sosyal ve kültürel çalışmalar yaptığı bir

156 Sylvia Schafer, Children in Moral Danger and the Problem of Government in Third Republic France, Princeton, New Jersey: Princeton University Press, 1997, s. 6. 157 Noel Parry ve Jose Parry, “Social Work, Professionalism and The State”, Social Work, Welfare and State içinde, London: Edward Arnold Ltd, 1979, s. 23-24.

77

‘refah’ alanına dönüşmesi sürecini simgelemektedir. Nigel Parton, özel ve kamusal

arasındaki ilişkilerin düzenlendiği melez alanın, modernitenin gelişiminin temel bir

sonucu olduğunu belirtmektedir; çünkü insan aklını açıklamanın merkezine koyan

Aydınlanma düşüncesini temel alan moderniteye göre, insanın oluşturduğu sosyal yapı

ne ‘doğal’ ne de geleneksel ya da pre-modern toplumlarda görüldüğü gibi ‘kutsal’

değildir; aksine modernite bu yapının ‘hassas’ (vulnerable) ve değişebilir; dolayısıyla

müdahale edilebilir ve dönüştürülebilir bir yapıda olduğunu belirtir.158 Sosyal hizmet

işte bu süreçte ortaya çıkan, bireysel ve dini hayırseverlikten, örgütlü filantropiye

oradan da mesleki hizmetlerin kamusal bir sorumluluk olduğu döneme doğru evrilen

eğilimin son halkasıdır. ‘Sosyal hizmet’, 20. yüzyılın başında tam zamanlı bir meslek

olarak ortaya çıkması, yapılandırılmış müfredatlı okulların kurulması ve toplum

tarafından kabulü sonrası ortaya çıkmıştır. Sosyal hizmet öncelikle ABD ve Batı

Avrupa ülkelerinde profesyonel bir meslek olarak ortaya çıkmakla birlikte; öncelikle

bağımsız mesleki kurslar ve okullar daha öncesine de gitmektedir. Örneğin bilinen en

eski sosyal hizmet okulu 1890’ların başında Hollanda’da kurulduğu bilinmektedir.159

Sosyal hizmetin hayırseverlik ve filantropi faaliyetlerinden ayrışması, 19. yüzyıl

sonunda yoksullukla mücadelede ortaya çıkan sivil toplum derneklerinin genişlemesi ve

faaliyetlerinin sürekli olmaya başlaması sonucu olmuştur. Özellikle İngiltere ve ABD’de

yaygınlaşan göçmen yoksullara yönelik çalışan toplum merkezlerinde (settlement

house) gönüllüler, yoksulları evlerinde ziyaret ederek ‘sosyal inceleme’ yapıyorlardı.

Zamanla bu çalışmaların birikmesi ve görüşmelerde sorunlar çıkması gönüllülerin

görüşmelerinde izleyeceği yöntemleri bir forma dökme ihtiyacını doğurmuştur. Bu

süreçte başlatılan kursların da yeterli olmaması, 19. yüzyıl sonunda sosyal hizmet

alanında örgütlü dernekler (Charity Organization Societies- COS) ve toplum merkezleri

görevlilerinin formel eğitim hatta üniversite düzeyinde bir sosyal hizmet eğitiminden

geçmesi gerektiği fikrini ortaya çıkarmıştır. 1919 yılında da yeni yeni ortaya çıkan

sosyal hizmet okulları arasında müfredat birliği ve okulların geliştirilmesi amacıyla

158 Nigel Parton, “Social theory, social change and social work: An introduction,” Nigel Parton (Edt.) Social theory, social change and social work içinde, London and New York: Routledge, 1996. 159 Henry J. Meyer, “Social Work”, International Encyclopedia of Social Sciences, The Macmillan Company & The Free Pres, 1968, s. 495-504.

78

sosyal hizmet okulları birlikleri kurulmaya başlamıştır.160 Görüldüğü gibi sosyal

hizmet, sosyal hizmetlerin bir kamusal sorumluluk olarak devlet örgütlenmesi içinde yer

almaya başladığı 20. yüzyıl başında yeni bir meslek olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle

toplum merkezlerinde yapılan çalışmaların başında yer alan bireysel görüşmelerin

(casework) daha sistematik yapılması ihtiyacı, çocuk istismarında aile ile kamu

arasındaki düzenlemeyi sağlayan ve mesleki müdahaleyi gerektiren ekibin gerekliliği,

‘sosyal hizmeti’ yeni bir meslek olarak ortaya çıkarmıştır. Diğer bir deyişle 19. yüzyıl

sonları ve 20. yüzyıl başlarında başta Londra ve New York olmak üzere belli başlı

büyük şehirlerin göçmen mahallelerinde ortaya çıkan sosyal sorunların çözümü ve

özellikle çocukların istismardan korunması çalışmalarında, filantropistlerin

çalışmalarının sistematize edilmesi ihtiyacı sonucu modern sosyal hizmet mesleği ortaya

çıkmıştır.161 Sosyal hizmet mesleğinin icracıları olarak sosyal hizmet uzmanları

özellikle çocuk mahkemelerine yansıyan çocuk istismarı vakalarında ailenin sosyal

incelemesinde doktor ve avukatların yanında önemli görevler almışlardır. Bu dönemde

binlerce çocuk istismar vakasına ilişkin ev ziyareti yapılarak durum mahkemelere rapor

edilmiştir.162 Ailelerin incelenmesi ve çocukların korunması gibi faaliyetlerin öncelikli

olduğu çocuk refahı alanında çalışan sosyal hizmet uzmanları ve psikologlar ilk

dönemlerde kamuoyunda ‘çocukların koruyucuları’ olarak tanımlanmışlardır.163 Sema

Kut ise ‘sosyal hizmet mesleği’ni sosyal hizmetin asli unsuru olarak tanımlamakta ve

meslek ile sosyal hizmetin gelişimini ‘alanın meslekleşmesi’ olarak tanımlamaktadır.164

Kut, sosyal hizmet alanının meslekleşmesinin gerisinde, sorunların çözümlenmesinde

geçmiş dönem gönüllü ve filantropistlerinin yetersiz kalması ve daha bilinçli bir

yaklaşımın gerekli görülmesi nedeniyle eğitim kursları açıldığını belirtmektedir. “… Bu

amaçla 1873’ de Londra’da gönüllüler için Oktavia Hill tarafından ilk eğitim kursları

başlatılmış. Amerika’da ise Mary Richmond daha kapsamlı bir program hazırlayarak

1898’de New York’da bir yaz okulu açmıştır. Bu arada Hollanda’da sosyal liberaller

160 Louise C. Jonson, Charles L. Schwartz ve Donald S. Tate, Social Welfare: A Response to Human Need, 4. Baskı, Boston: Allyn and Bacon, 1997, s. 117-18.; Brenda Dubois ve Karia Krogsrud Miley, Social Work, An Empowering Profession, 3. Baskı, Boston: Allyn and Bacon, 1994, s. 48 161 Tony Byrne ve Colin Padfield, Social Services, 4. Baskı, London: Made Simple Books, 1990, s. 394. 162 Harry Ferguson, Protecting Child in Time: Child Abuse, Child Protection, and the Consequences of Modernity, VA, USA, Palgrave Macmillan, 2004, s. 53. 163 Hawes, s. 28. 164 Sema Kut, Sosyal Hizmet Mesleği, Nitelikleri, Temel Unsurları, Müdahale Yöntemleri, Ankara, (Kendi yayını), 1998, s. 84.

79

1899’da ilk sosyal hizmet okulunu kurmuşlardır. Bu başlangıç yeni bir meslek

elemanının doğmasına neden olmuş ve hizmetlerde görev alacakların daha farklı bir

eğitim görmelerinin gereği üzerinde durulmuştur.”165 Daha sonra bütün Batılı

toplumlarda hızla yayılan sosyal hizmet okulları, gelişmekte olan toplumlara ise ancak

II. Dünya Savaşı’ndan sonra ve Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin

teşviki ile yayılabilmiştir.166

Daha önce gönüllü filantropistler tarafından yürütülen çocukların korunması

hizmeti, devleti açtığı okullardan mezun olan sosyal hizmet uzmanları tarafından

yürütülmeye başlanması, çocukların korunmasında aile ve devlet ilişkisinin düzenleyen

yeni bir alan olarak ‘sosyal hizmet’in ya da Donzelot’un tabiriyle ‘sosyal alan’ın

doğması ya da sosyal alanın devletleşmesinde bir aşama ortaya çıkmaktadır. Sosyal

hizmetin ortaya çıkış süreci aynı zamanda istismar edilen çocukların korunması adına ev

ziyaretlerinin yaygınlaştığı çocuk mahkemelerinin oluşmaya başladığı dönemdir. Bu

anlamda bu süreç sosyal alanın modernleşmesi olarak tanımlanabilir.

2.3 ‘Çocukluğun Yüzyılı’nda Kamusal Hizmetlerin Yayılması: Çocukların Korunmasından Çocuk Refahına Doğru

Marshall Berman’ın modernitenin üçüncü evresi olarak tanımladığı 19. yüzyıl

sonu ve 20. yüzyılda167 çocuk haklarının takibi ya da ‘çocukluğu koruma’ artık büyük

oranda ya devletin doğrudan görevi ya da düzenlediği bir alandır. Modernitenin

gelişmesi ve yayılmasında önce tekil alanlarda sosyal politikalar ve sosyal hizmetler,

sonrasında da bu hizmetlerin merkezi idarelerin bürokratik yapılarında tanımlanmasının

bir sonucu olan ‘sosyal devlet’in ortaya çıkmasındaki itici dinamik, modernitenin ikili

karakterinde yer alan ‘koruyucu hareket’ olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla,

modernitenin koruyucu hareketindeki birikim, çocuk koruma sistemindeki birikimdir

aynı zamanda. Bu birikimler 20. yüzyılda artık ‘refah devletleri’ ya da rejimleri

şeklinde tezahür etmektedir.168 Devletin çocukları koruma adına çocuklara müdahalesi

165 Kut, s. 85. 166 James Midgley, Social Welfare in Global Context, London: Sage Publications, 1997, s. 166. 167 Berman, s. 28. 168 Sosyal politikaların ya da koruyucu politikaların tarihine bugünden bakıldığında karşımıza çıkan en önemli kavramsal karışıklıklardan biri ‘refah devleti’ kavramıdır. İnsanların başlangıçta daha çok doğadan ve daha sonra da daha çok negatif toplumsal kurumlardan kaynaklanan risklere karşı korunmasının

80

bu dönemde çok daha sistemli olarak ve kurumsal bir çerçevede, belli bir mevzuat ve bu

alanda eğitim almış profesyonel kişiler aracılığıyla yapılmaya başlanmıştır. Bu nedenle

‘çocukların yüzyılı’ olarak tanımlanan 20. yüzyılda Batı tarihinde ortaya çıkan çocuk

yaklaşımı daha kapsayıcı bir kavramla ‘çocuk refahı’ olarak tanımlanmaktadır.169

Walter A. Friedlander’ın da belirttiği gibi, çocuk ihityaçlarının erişkinlerden farklı

olduğunu kabul eden modern ‘çocuk refahı’ yaklaşımı, çocuk korumadan çok geniş alan

kapsamaktadır. “Çocuk refahından kasıt sadece fakir, ihmal edilmiş, bırakılmış, hasta,

sakat, çevreye uyamamış veya suçlu çocukların bakımı ile ilgilenme demek değildir.

“Çocuk refahı’ndan sosyal, ekonomik ve sağlık faaliyetlerinin birleştirilmesi ve çocuğun

fiziksel, kültürel, duygusal gelişmesinin sağlaması da kasdedilmektedir.”170 Yani

korunması gereken çocuk tanımı çok daha geniş bir kapsama genişlerken, esas vurgu

çocukların korunmaya muhtaç hale gelmemesi için koruyu-önleyici tedbirler almaya

doğru kaymıştır. Bu çercevede çocuk refahı hizmetleri ailesi yanında kalan çocuklara

yardım etmek şeklinde yeni bir yöne kaymaktadır.

2.3.1 Çocukların Yüzyılında Toplumsal ve Tarihsel Eğilimler

Modern çocuk koruma sistemin ilk dönemi olarak tanımlanan 19. yüzyıl sonunda

ihmal ve istismara uğrayan çocuklar Çocuk Barınakları’na (Children’s Shelter)

tarihini esas olarak ‘sosyal politika’lar çerçevesinde değerlendirmek gerekmektedir. Toplumsal tarihin birikimi sonuca ortaya çıkan koruyucu pratiklerin geniş bir toplumsal sözleşme düzeyine varması ve devletin niteliğinde bir farklılaşma esas olarak 2. Dünya Savaşı sonrası ‘refah devleti’ döneminde gerçekleşmiştir. GØsta Esping-Andersen ayrımı şöyle yapmaktadır: “Sosyal politikalar refah devletleri olmadan var olabilirler, fakat tersi geçerli değildir. Toplumsal riske işaret eden bir çeşit kolektif siyasi eylem mevcut ise sosyal politikaların varlığından söz edebiliriz. Romalılar fakirlere yemek dağıttığında; kilise, loncalar veya soylular yardım ve sadaka dağıttığında veya kuruluş aşamasında ulus devletler ve mutlak monarşiler yoksul yardımını yasalaştırdığında, bu, refah devleti değil sosyal politika idi. (…)Üzerinde çok da düşünmeden refah devletini savaş sonrası kapitalizmi ile eş değer kılmaya eğilimliyiz: savaştan beri, bir ‘refah devletinde’ yaşıyoruz. Terim, yeni bir politik taahhüdü, devlet ve halk arasında yeniden yazılmış bir toplumsal sözleşmeyi gündeme getirmiştir. T.H. Marshall’ın (1950) ortaya koyduğu gibi, yurttaşların sosyal haklarının tanınması ve sınıflar arasındaki uçurumun ortadan kaldırılması vaadini içeriyordur. Refah devleti idealini bu tarihsel bağlamdan koparamayız.” GØsta Esping-Andersen, “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, Ayşe Buğra ve Çağlar Keyder (Der.) Sosyal Politika Yazıları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s. 35-36. 169 Cunningham, s. 163.; Hawes de çocukları korumaya yönelik kurumsal reform, bilimsel bakım tekniklerindeki gelişme ve çocuk uzmanlarının ortaya çıktığı yirminci yüzyıl başını “çocukların çağı” olarak nitelemektedir. Hawes, s. 26. Çocukların korunması ve çocuk refahı yaklaşımlarının bir kullanımı için bkz. Olive Otway, “Social work with children and families, from child welfare to child protection”, Nigel Parton (Etd.), Social Theory, Social Change and Social Work içinde, Londra ve New York: Routledge, 1996, s. 152-153. 170 Friedlander, s. 369.

81

yerleştirilirken; 20. yüzyıl başından itibaren bu büyük ve kalabalık kurumlar kapatılarak,

sadece acil durumlar ve ciddi istismar vakalarında kullanılmaya başlanıp, artık çocuklar

kendi evlerinde korunmaya başlamıştır. Bu sığınma evleri kapatılırken yapılan inceleme

sadece %6’sının aileye geri döndürülemediği ve velayetinin ailelerden alınmış, geri

kalan bütün çocuklar yardım ve eğitim yoluyla ailelerine geri gönderilmiştir. Bu durum

çocuk koruma politikasının değişmesinde oldukça etkili olmuştur. Yüzyıl başında

çocukların korunmasına ilişkin yeni yasal düzenlemeler yanında, çocukların aile içinde

korunmasına imkân tanıyan yeni idari düzenlemeler de yapılmaya başlanmıştır. Örneğin

müstakil bir çocuk kanunu (Children Act) 1908 yılında İngiltere’de yürürlüğe

konularak, çocukların korunması çok daha ayrıntılı ve formel tanımlara

kavuşturulmuştur.171

Bilimsel bilginin kullanılması ile çocukların korunması çalışmalarında çok daha

başarılı olacağı inancı, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında oldukça kabul gören bir

düşüncedir. Bu fikir 1909 yılında ABD Kongresi’nde çocukların korunması ile ilgili

hazırlanan raporda da çok açık olarak ifade edilmektedir. Artık bilime ve bilimsel

bilginlin rehberliğine daha çok güvenilmektedir. Bu güveni sağlayan önemli bir gelişme,

çocuk ölümlerinin düşürülmesi sağlayan tıbbi gelişme ve genel sağlık önlemlerinin 20.

yüzyıl başında gelişmesi ve yaygınlaşmasıdır. Daha önce de belirtildiği gibi bütün 19.

yüzyıl boyunca bebek ve çocuk ölüm oranları son derece yüksektir; bu nedenle 20.

yüzyıl başında çocukları ölümden kurtarma en önemli gündemlerden biri olmaya

başlamıştır. Çocuk ölüm oranlarında düşme, doğum sayısında da düşmeye sebep olmuş

ve aile planlaması fikri bu gelişmelere paralel olarak önem kazanmıştır.172

Öte yandan 20. yüzyıl başından itibaren çocukların zeka ve sosyal gelişimlerine

dair bilimsel bilgiler de gelişmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak çocuklar okul

yaşına geldiğinde artık fizik ve zeka değerlendirmeleri yapılarak kapasitelerine göre

okullara yerleştirilmeye başlanmıştır. Örneğin zeka geriliği olan çocuklar için artık

‘özel okullar’ açılmaktadır. Psikiyatri ve psikolojideki gelişmeye paralel olarak artık

suça karışan çocuklar özel bir ilgi ve tedaviye tabi tutulmaktadır. Ulusal düzeydeki bu

171 Ferguson, s. 43. 172 Cunningham, s. 165.

82

gelişmeler zamanla uluslararası standartlara da dönüşmeye başlamıştır. Bu dönemde

düzenlenen uluslararası toplantılar standartlaşmalara katkı sunmaktadır. Bu çerçevede

Londra’da 1907 ve Paris’te 1910 yılında ‘okul hijyeni’ konusunda iki uluslararası

konferans yapılmıştır.173

Aynı dönemde çocuklar çalışma hayatından çekildiği oranda ortalama yaşam

seviyesinde bir yükselme görülmeye başlamıştır. Ayrıca çocukların devletler için önemli

olmaya başladığını, 20. yüzyılın ilk yarısında hemen bütün Batılı ülkelerde çocuklu

ailelere çocuk yardımları yapılmaya başlanmasından görmekteyiz.174 Kısaca

“çocukların yüzyılı” çocukluğu bütün çocuklar için var etmeye çabalamış, birçok

konuda da oldukça başarılı bir yüzyıl olmuş, özellikle çocukların hayatta kalma

şanslarını büyük oranda yükseltmede başarı kaydetmiştir.175

Avrupa ülkelerinin hemen tümünde 19. yüzyıl sonunda, ABD’de ise 20. yüzyıl

başında çocukların sanayide çalıştırılması yasaklanmış ve diğer alanlardaki çocuk

işçiliğinin ise yasal bir zemine oturtulmuş olmasına rağmen, özellikle ev işlerinde çocuk

işçiliği uzun süre varlığını sürdürmüştür. Yasanın denetlemesinin güç olduğu ev

içerisinde çocukların hemen bütün Avrupa ülkelerinde çalıştırılmaya devam ettiği

görülmektedir. Örneğin 1908 yılında Avusturya’da 400.000 öğrenci üzerinden yapılan

bir ankette, bu çocukların üçte birinin çalıştığı ve bunların önemli bir oranının hane

içinde çalıştığı tespit edilmektedir. Yine 1920’li yıllarda ev içinde çalışan çocukların

günde ortalama dört ile altı saat arasında çalıştıkları belirlenmiştir. Savaş dönemlerinde

çocuk emeğine olan ihtiyaç arttığı için çalışan çocuk sayısında büyük artışlar olmuş;

ancak savaş sonrasında da çocuklar çalışma hayatından tamamen çekilmemişlerdir.

Örneğin İngiltere’de 1930’ların başında 80.000 ile 90.000 çocuğun çalışma hayatında

olduğu tahmin edilmektedir. Çocukluk çocukların çalışma hayatından çekilerek okula

başlaması ile somutluk kazandığından, mecburi ilköğretim dönemin hükümetlerinin

başvurduğu en etkili yöntemlerdir. Bu nedenle zorunlu ilköğretim yaşı tedrici bir şekilde

173 Cunningham, s. 171. 174 Cunningham, s. 173. 175 Cunningham, s. 188.

83

arttırılmıştır. Örneğin zorunlu ilköğretim ilk başladığı 1880 yılında İngiltere bu yaş on

iken, 1918 yılında 14, 1944 yılında 15 ve 1972 yılında 16'ya çıkarılmıştır.176

20. yüzyılda çocukların korunmasında ortaya çıkan önemli gelişmelerden biri de

‘Çocuk Mahkemeleri’nin kurulmasıdır. Bu konuda atılan ilk adımlardan birisi 1899

tarihli Illinois ‘Çocuk Mahkemesi Yasası’dır. Bu yasaya dayanılarak Chicago’da bir

mahkeme kurulmuş ve yasayla 16 yaş altında kanunla ihtilafa düşen her çocuğun özel

olarak yargılanmasına imkan tanınmıştır. Ayrıca yasayla, bir çocuğun ihmal veya

istismar edildiğini öğrenen kişilere de bu durumu ilgili mercilere ihbar etme

yükümlülüğü getirilmiştir. Bu gelişmelerle birlikte ‘çocuğun üstün yararı’ ilkesi ön

plana geçmeye başlamıştır. Çocukluğun yüzyılında çocuk koruma alanını genişleten bir

gelişme de çocuklar için kreş, gündüz bakımevleri ya da çocuk yuvaları (kindergarten)

açılmaya başlanmasıdır. Amerika’da ilk çocuk yuvası 1855 yılında kurulmuş ve 20.

yüzyıl başında ülke geneline yayılmaya başlamıştır. İlk yuvalar özel yuvalar ve varlıklı

aile çocuklarına hitap ederken, 20. yüzyıl ilk çeyreğinden itibaren sosyal hizmet amaçlı

yuvalar da yaygınlık kazanmıştır.177

Çocukların çalışma hayatından okul hayatına kaydırılması için tarihsel süreçte

ortaya çıkan çatışma ve mücadeleler içinden oluşan ‘çocukluk kurgusu’, 20. yüzyılın

ikinci yarısından itibaren özellikle ABD’de bozulma riski ile karşı karşıya kalmıştır.

Özellikle kitle iletişim araçlarında ortaya çıkan büyük gelişmeler sonucu, çocuklar erken

bilgilenme, erken olgunlaşma, akranları ile çocuk oyunlarını oynamama, ebeveyn

otoritesini reddetme vs. nedeniyle çocukluğun yitme sürecinin başladığı

belirtilmektedir.178

Çocukları koruma mevzuatı için özel bir kanun düzenlemesi Batı dünyasında çok

farklı zamanlarda olmuştur. Finlandiya’da örneğin ilk yasal düzenleme ancak 1936

yılında gerçekleştirilebilmiştir. Bu tarihe kadar çocuklara ilişkin düzenlemeler genel

kanunlar içinde yapılırken, otuz yıllık bir hazırlık ve tartışma sonrasında ilk defa 1936

176 Cunningham, s. 174. 177 Hawes, s. 32. 178 Cunningham, s. 179. Ayrıca aynı konuda bkz. Neil Postman, Çocukluğun Yokoluşu.

84

yılında “Çocuk Refahı Kanunu” (Children’s Welfare Act) çıkarılmıştır. Finlandiya’da

KMÇ’a yönelik önlem olarak kurumsal bakım ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında

gerilemiştir. Özellikle savaş sırasında ortaya çıkan büyük altüst oluş sonrasında 50.000

çocuğun kimsesiz kalması, yatılı çocuk yuvası bakımı ihtiyacını zorunlu kılmıştır.

1950’li yılların ortasından itibaren hem yatılı kurum sayısı hem de bakılan çocuk

sayısında tedrici olarak düşme meydana gelmiştir. Örneğin 1955 yılında 200 çocuk

yuvasında 4.944 çocuk kalırken, 1980 yılında 168 yuvada 3.390 çocuk

barındırılmaktadır. Bu düşmenin de temel sebebi, devletin gündüz bakım hizmetlerini

yaygınlaştırması ve çocuk yardımlarının arttırılmasıdır.179

Kanada’da ise çocuklara ve gençlere yönelik bakım, koruma ve infaz sisteminde

kurumsallaşmadan uzaklaşma ancak 1930 ve 1940’lı yıllarda gerçekleşebilmiştir. Bu

yıllarda kurumsal çocuk bakımı geçici ve zorunlu hallerde başvurulan bir yöntem iken,

koruyucu aile ve evlat edinmede büyük bir artış olmaya başlamıştır. 1940 ve 1950’li

yıllarda ise Kanada sosyal refah sisteminin kurulduğu; işsizlik, konut ve aile

yardımlarına dair düzenlemelerin yoğunlaştığı yıllardır. Bu nedenle korunmaya muhtaç

çocukların sayısı ve bu çocuklara verilen hizmetlerde de hem azalma hem de

farklılaşmada hızlanma olmuştur. Bu sürecin sonunda yani 1970’lere varıldığında, anti-

kurumsallaşma ideolojisi güçlenmiş ve mevcut kurumlar da küçük birimlerle

değiştirilmiş ya da kapatılmıştır.180

İsveç tarihinde çocukların kurumsal ya da aileler kanalıyla bakılması

uygulamalarına 18. yüzyıl başına kadar rastlanmakla birlikte, ilk ciddi ve açık hükümler

içeren mevzuat düzenlemesi 1924 yılında yapılmıştır. 1924 yılında çıkan “Çocuk Refahı

Kanunu” (Child Welfare Law) her bölgenin kendi çocuk koruma komisyonunu

kurmasını öngörmektedir. Ancak bu düzenlemede komisyon sorumluluğu doğrudan

kamuya yüklememektedir. Çocuk ve gençlerin korunmasında kamusal sorumluluğun net

olarak ifade edilmesi 1934 “Gençliğin Korunması Kanunu” (Youth Protection Law) ile

mümkün olabilmiştir. Çocukların kendi anne babasının isteği ve maddi yoksunluğu

nedeniyle ‘kurumlara yerleştirilmesi’ özellikle 1960’larda büyük düşüşler göstermiştir.

179 Kemppainen, s. 147. 180 Anglin, s. 50.

85

Bunun nedeni İsveç’te devletin sağladığı sosyal hizmetler sonucu gelişen sosyo-politik

önlemlerin yaygınlaşmasıdır. Bu dönemde ihtiyaç sahibi aileler çocuklarının kendilerini

yetiştirmek için çok çeşitli yardımlar alabilmekte, iş piyasasında daha hoşgörülü bir

ortam gelişmiş, gündüz çocuk bakım hizmetleri yaygınlaşmış ve genel olarak konut

hizmetlerinde ciddi iyileşmeler ortaya çıkmıştır.181

Batı’da çocukların kurumlarda bakılmasında esas dönüşüm 1950’li yıllarda

olmaya başlamıştır. Öncelikle II. Dünya Savaşı sonrasında ‘savaş yetimleri’nin sayısının

azalması ‘yetimhane’ ihtiyacını azaltmıştır. Ancak kurumsal bakıma olan eleştiriler,

koruyucu hizmetlerin genişlemesi, toplumun aykırı davranışlara daha tahammüllü

davranması ve çocukların kendi aile çevresinde korunmasına ilişkin yaklaşımın

genişlemesi de kurumsallaşmadan uzaklaşmada oldukça etkili olmuştur.182 Ancak

kurumsallaşmaya karşı gelişen hareket eş zamanlı olarak yayılmamıştır. Örneğin

İtalya’da bu tartışmalar 1950’li yıllarda başlamış olmakla birlikte, büyük çocuk

yuvalarının küçük birimlere dönüştürülmesi ve çocukların daha çok koruyucu ailelere

ailelere yönlendirilmesi ancak 1970’lerde gerçekleştirilebilmiştir. Aynı dönemde

çocuklara ilişkin sosyal refah hizmetleri de gelişen bölge yönetimlerine

devredilmiştir.183 Avrupa’ki farklı çocuk bakım ve koruma modelleri, modernleşme

sreçlerindeki farklılığa bağlı olarak farklı ülke gruplarında farklı refah rejimlerinin

oluşmasını sağlamıştır. Çocukların bakım ve korunmasında kurumsallaşmayı görece

görce geç terkeden İspanya ve İtalya gibi ülkeler, Esping Andersen’in refah rejimi

tasnifinde görece az elişmiş olan güney Avrupa modelinde yer alması ile açıklanabilir

olduğu düşünülmektedir.

181 Lindeman, s. 248. 182 Psikiyatrist John Bowlby’nin özellikle bebeklerin kurumlarda kalması nedeniyle ortaya çıkan gelişim geriliklerini tespit eden çalışmaları sonrasında, kurumlara alternatif modeller aranmaya başlanmıştır. Koruyucu aile bu tartışmalar sonrasında yaygınlaşan bir çocuk bakım modeli olarak ortaya çıkmıştır. Avrupa Topluluğu ülkelerini dikkate alarak yatılı bakım ve koruyucu aile modellerinde dönüşümleri inceleyen ve yatılı bakımdan koruyucu aile ve büyük kurumlardan küçük grup evleri modellerine dönüldüğünü tespit eden bir çalışma için bkz. Matthew Colton ve Walter Hellinckx, “Residential and Foster Care in the European Community: Current Trends in Policy and Practice”, British Journal of Social Work, 24, 1994, s. 559-576. 183 Valerio Ducci, “Beyond the Orphanage: The Process of Deinstitutionalizing Children in Italy. Post-War Developments” Children in Institutions: The Beginning of the End?, Unicef Innocenti Research Centre, 2003, s. 18-19.

86

Postman’ın tabiriyle ‘biyolojik açıdan herhangi bir kültürün kendisini yeniden

üretme gereksinimini unutması tasavvur edilemez; fakat bir kültürün toplumsal açıdan

çocukluk fikrine sahip olmaksızın var olması oldukça muhtemeldir.’184 Philippe Ariès

bu anlamıyla çocukluğun insanlık tarihinin çok büyük bir kesitinde yer almadığını

belirtmketedir. Çocuklar ortaçağ sonuna kadar yetişkinlik dünyasının bir parçası olarak

kabul edildi; yetişkinler gibi giyindiler, temel bir kamusal eğitim sürecine dahil olmadan

erken yaşlarda istihdam dünyasında yer aldılar.185 Ariès’e göre eğitimin yaygınlaşmaya

başladığı 16. yüzyıldan itibaren çocukluk fikri de toplumda kabul edilmeye ve

yaygınlaşmaya başlamıştır. 186 Çocukların okula gitmeye başlaması ile yani çocukların

istihdamdan çok eğitimde daha uzun süre kalması ile çocukluk kurgusu örülmeye

başlanmıştır. Çocukluk fikrinin toplumsal bir kurgu olarak örülmeye başlandığı bu

tarihsel süreçte seküler refah kurumları da yavaş yavaş oluşmaktadır. Çocukların farklı

bir sosyal kategori olarak ayrışması, modern merkezi devletlerin ortaya çıktığı tarihsel

döneme denk gelmektedir. Çocuklara yönelik ayrı bakım kurumlarının ortaya çıktığı,

okullaşmanın yaygınlaştığı, yoksul ve korunmaya muhtaç kesimler için devletin özel

önlemler aldığı ve ‘çalışmaevleri’ gibi kamusal kurumların oluşturduğu bu süreçte, yeni

ideoloji olarak merkezi devlete bağlılık ideolojisi de ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık

hem çocuklar hem de yetişkinler sadece tehlikelerden korumamakta aynı zamanda,

devlete sadık birer yurttaş özne haline getirilmek istenmektedir. Michael Rustin’e göre

Kraliçe Elizabeth187 zamanından beri, yani refah devletinin ortaya çıkmaya başladığı

184 Neil Postman, Çocukluğun Yokoluşu, Kemal İnal (Çev.), Ankara: İmge Kitapevi, 1995, s. 7. 185 Çocukluğun bir toplumsal kurgu olarak ortaçağ sonrasında ‘icat edildiği’ tezi genel olarak Philippe Ariès’in Çocukluğun Yüzyılları isimli çalışmasına dayanmaktadır. Ariès, Avrupa aile tarihini sanat çalışmaları bağlamında incelediği çalışmasında, Ortaçağ sanatının 12. yüzyıla kadar çocukları hiçbir şekilde tasvir etmediğini ve belirgin olarak çocukların çocuk olarak sanat çalışmalarında yer almasının ancak 17. yüzyılda görülebildiğini tespit etmektedir. Ariès çocukların sanat çalışmalarında görülmemesinin salt bir sanat anlayışı değil, o dönemde çocukluk fikrinin gelişmemiş olmasına dayandırmaktadır. Bkz. Philippe Ariès, Centuries of Childhood: A Social History of Family Life, New York: Vintage Books, 1962, s. 33-49. 186 Ariès, s. 413. 187 Michael Rustin, “Missing Dimentsions in the Culture of Welfare,” Prue Chamberlaine, Andrew Cooper, Richard Freeman ve Michael Rustin (edts), Welfare and Culture in Europe, Towards a New Paradigm in Social Policy, Jessica Kingsley Publishers, London ve Philadelphia, 1999, s. 259.; Yoksullara yardımın modern dönemin çok öncesinde başlayan bir uygulama olduğu bilinmektedir. Yoksullara devletin doğrudan yardım yapmasının ilk uygulamalarından biri 16. yüzyılda İngiltere’de Kralice Elizabeth döneminde karşımıza çıkmaktadır: “1572 yılında kraliçe Elizabeth bir parlamento statüsü imzalayarak fakirlere yardım için geleneksel bir vergi kaynağının kurulmasını ve yeni kanunun gerektirdiği işleri idare etmek üzere bir memur gurubunu teşkilini kabul etti. 1572 statüsü denilen bu kanuna göre, kendi kendine bakmakta aciz olan kişilerin bakımını devletin resmen üzerine almış olduğunu

87

zamandan itibaren, devletin bir amacı da kişileri yeni ortaya çıkan ulus devlete sadık

kişiler yapmaya çalışmaktır. Devlet, korumasına aldığı bu kişileri, korumayı sağlayan

devlet için savaşmak ve gerekirse ölecek özneler yaratmak istemektedir. Bu süreçte

modern devletin temel hedeflerinde biri de, tebaasının korumak ve refah sağlamak

yanında, onu disipline etmektir.

2.3.2 Çocuk Koruma Perspektifleri

Korunmaya muhtaç çocukların sosyal politika konusu olması çeşitli tarihsel

koşullara bağlı olarak farklılıklar göstermektedir. Modernleşme sürecinde ortaya çıkan

yoksulluk tezahürleri ve yoksulluğa yönelik farklı yaklaşımları, çocuk bakım ve koruma

sisteminde de görülmektedir. Harry Hendrick tarihsel süreç içinde gözlenen dört temel

çocuk koruma yaklaşımı tespit etmektedir:188 1) liberal karışmamacı yaklaşım (laissez-

faire), 2) devlet koruyuculuğu (state paternalizm), 3) ailenin korunması ve 4) çocuk

hakları perspektifi. Liberal karışmamacı perspektif, patriarkal yaklaşımla ilişkili olup,

devletin aile içi olaylara ancak zorunlu koşullarda müdahale etmesi gerektiğini savunur.

Devlet koruyuculuğunda 19. yüzyıldan itibaren devletin artan müdahaleciliğine

gönderme yapılmaktadır. Bu yaklaşımda devlet otoriterdir ve biyolojik aile bağlarını

önemsemez. Üçüncü yaklaşım olan ailenin korunması yaklaşımı ise, özellikle II. Dünya

Savaşı sonrası kurulan Refah Devleti ile birlikte yaygınlık kazanmıştır. Aile

bütünlüğünün korunması pratikte daha çok yoksullaşan aileye sosyal yardım verilerek

sağlanmaktadır. Bu yaklaşımda hâlâ merkezde olan aile birliğinin simgesi anne

babalardır. Esping-Andersen’in refah rejimi sınıflamasına göre Kıta Avrupa’sı

ülkelerinde hakim refah devleri anlayışı son derece paternalist bir karaktere sahiptir.

Aile üyeleri özerk bireyler olarak değil aile hiyerarşisinin üyeleri olarak kabul

edilmektedir. Bu refah rejiminde uygulanan sigorta sisteminde kadının eş olarak

çalışmaması ve evde çocukları bakması durumunda sigortaya dahil edilmesi, eşin

gelirine bağımlı kılınması sistemin merkezi özelliklerinden biridir. Son yaklaşım olan

kabul ediyordu. 1572 yılında ıslah evleri kurularak burada sakat olmayan ve özellikle genç olan fakir gençler zorla çalıştırılmaya başlandı. Bu evlere yün, keten, kenevir ve demir gibi ham maddeler verilerek bunların istenmesi sağlanıyordu.” Walter A., Friedlander, Sosyal Refah Hizmetine Başlangıç, Dil-Resan Taşçıoğlu (Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı: 44, 1966, s. 20. 188 Hendrick, Children, Childhood and English Soceity, 1880-1990, s. 40.

88

çocuk hakları, tarihsel olarak en son gelişen çocuk koruma sistemidir. Bu yaklaşımda

aile bir bütünsellik içinde görülmemekte, aile üyelerinin her biri bağımsız ya da özerk

özneler/kişilikler olarak kabul görmektedir. Çocuk hakları yaklaşımı, bu anlamda,

çocuğu aile dışında da korunması gereken bağımsız özneler olarak kabul görmektedir.

Ancak bu alandaki mevzuatın özellikle son yıllarda genişlemesine rağmen, somut sosyal

politika aracı olarak yaygınlaştığı söylenemez. Çocukların korunmasının bir aile ve

yakın çevre işi olmadığı yaklaşımının uluslararası planda kabul gören bir kural haline

gelmesi Birleşmiş Milletler’in 20 Kasım 1989 tarihinde New York’ta yapılan Genel

Kurulu’nda Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni kabul etmesi ile sağlanmıştır.189

Ancak modernite ve modernleşme süreçlerinin eşitsiz gelişmesindeki temel

dinamikler, çocukların korunmasında da kendini göstermektedir. Örneğin azgelişmiş

ülkelerde çocuk işçiliğinin önlenmesinin mevcut şartlar altında mümkün olmadığı, bu

sözleşmenin dünya ülkeleri arasındaki gelişmişlik farklarını dikkate almadan ya da bu

farklılaşmayı önleyecek yapısal önlemleri öngörmeden çıkarıldığı şeklinde eleştirilere

tabi tutulmaktadır.190 Amerika’daki sosyal gelişimin seyrinden hareketle refah

hizmetlerinin tasnifini yapan John Romanyshyn, devletin sosyal alana sosyal yardıma

ihtiyaç duyan kesimler lehine müdahale etmesinde modern öncesinden modern döneme

geçişle birlikte bir genişleme tespit etmektedir. Modernleşme sürecine sanayileşme ve

nüfusun kentsel alanlarda birikmesi açısından bakıldığından, modern devletin ortaya

çıkmasını bu anlamda, devletin sosyal sorunlar karşısında daha çok sorumluluk alması

olarak tanımlamaktayız. Ancak, bu süreçteki tek değişim, devletin daha çok

müdahalesinden ibaret değildir. Bu süreçte yapılan sosyal yardımlar ve devletin

müdahalesinin niteliğinde de bireysel yardımının esas alındığı tortusal (residual)

yaklaşımdan, kurumsal yaklaşıma doğru bir gelişme görülmüştür. Yine modern öncesi

bir mantıkla, yardım alan kişileri yardım yapanlara karşı minnettar kılmaya sevk eden

bir felsefeden, yardımı yurttaşlık hakkı olarak gören bir yaklaşıma doğru bir gelişme

izlenmiştir. Romanyshyn, modern dönemle birlikte sadece yoksullar gibi özel toplumsal 189 Bob Franklin ‘çocuk hakları’ üst başlığı altında refah hakları, koruyucu haklar, yetişkin hakları ve ana babalara karşı hakları dört grupta toplamakta ve bu hakların ilk kez B.M. Çocuk Hakları Beyannamesinde bir araya geldiğini belritmektedir. Bkz. Bob Franklin, “Giriş”, Çocuk Hakları içinde, Bob Franklin (Der.), 1. basım, İstanbul: Ayrınt Yayınları, 1993, s. 30. 190 Ben White, “Defining The Intolerable, Child Work, Global Standarts and Cultural Relativism,” Childhood, C.6 S.1, 1999, s. 133-144.

89

kesimlere yönelik ‘özel yardımlar’ anlayışından bütün nüfusun evrensel ihtiyaçlarının

karşılanması yaklaşımına doğru evrimsel bir gidişten söz etmektedir. Diğer gelişmeleri

ise şu şekilde tanımlamaktadır: Hayırseverlikten yurttaş haklarına, asgari yardım ve

destekten ‘ihtiyacı kadar’ anlayışına, bireysel yardımdan sosyal reforma, gönüllülükten

kamusal sorumluluğa, yoksullara refah hizmetinden refah toplumu konseptine doğru bir

evrim.1 Tarihe geri dönülmez bir ilerleme mantığı içinden bakılmamakla birlikte,

toplumların tarihinde Romanyshyn’in belirttiği anlamda, bireysel hayırseverlikten

kamusal sorumluluklara doğru gelişen bir sürecin bir eğilim olarak var olduğu

söylenebilir.191

Çocukların korunması ve çocuklara yaklaşım perspektiflerinin gelişim sürecine

bakıldığında, bu yaklaşımların toplumların refah modelleri ve/veya rejimlerine bağlı

olarak değiştiğini görmekteyiz. toplumsal bir kurgu olarak çocukluğun ortaya çıkma

süreci de belirleyicidir. Yukarda özetlenen perspektifte, çocuk hakları yaklaşımı aynı

zamanda zamansal olarak da sonradan gelişen bir yaklaşımdır. Önce toplum içinde

belirgin bir kişiliğe sahip olmayan, aile bütünlüğü içinde ayrı bir kimliği olmayan

çocuklar, zaman içinde sosyal politika nesnesi olmaya başlamış ve çocuk hakları

yaklaşımının somutluk kazanması ile birlikte bağımsız bir kişilik/özne olarak kabul

edilmiştir.

Çocukların somut bir kişilik kazanması, toplumların ulus inşa etme süreciyle

daha da belirginlik kazanmıştır. Pauline Hardiker ve arkadaşlarının tasnifine göre de

oluşan refah yaklaşımları tortusal (residual), kurumsal, gelişmeci ve radikal olmak üzere

liberalden sosyalist anlayışa doğru dört yaklaşımdan oluşmaktadır. Tortusal refah

yaklaşımında devletin çocuklara yönelik önlemleri sürekli yoksulluğun etkisinin

azaltılmasına dair geçici yardımlar ve müracaatcıları kurumsal bakım gibi hizmetlere

karşı koruyan önlemler olarak karşımıza çıkarken; gelişmeci yaklaşımda sorunarın

ortaya çıkmasını önleyen türden ayygın tedbirler alınır.192 Liberal ya da ‘tortusal’

yaklaşımın geçici önlemleri ile ‘sosyal demokrat’ devlet yaklaşımları iki kutbu

191 John M. Romanyshyn, Social Welfare: Charity to Justice, New York: Random House, 1971, s. 33-35. 192 Hardiker, Pauline, Ken Exton ve Mary Barker, “The Social Policy Context of Prevention in Child Care”, British Journal of Social Work, 1991, No. 21, s. 352.

90

oluşturmaktadır. Bunun yannda korunmaya ve yardıma muhtaç çocuklara hayırsever

kurum ya da kişilerin ‘hayır’ amaçlı yardımları ile devletin karmaşıklaşan refah

uygulamaları farklılık göstermektedir. Bu çercevede devletin refah uygulamalarının

geniş anlamıyla ulusal çıkarları da hesaba kattığı belirtilmelidir. Yoksul çocukların

sağlığı, eğitimi, ruhsal gelişiminin desteklenmesi aynı zamanda bir yurttaş yaratma

faaliyetinin parçasını oluşturur. Yeni dönem reformcuların gözünde, yardım edilen,

eğitilen yoksul çocuklar artık ‘ulusun çocuklarıdır.’193

Modern çocuk koruma politikasının modern öncesi kökenleri hayırseverlik ve

terk bebek gibi ‘kimsesiz’lere yönelik büyük kurumların baskın olduğu bir yapıdan

oluşmaktadır. Bu yapı daha sonra ihtiyaç sahibi kesimlere yönelik eğitici ve değiştirici

müdahale ile sosyal yardım yaparak dönüşüm yapmanın baskın olduğu ‘filantropist’

anlayışın hâkim olduğu döneme dönüşmüştür. Hayırseverlikten yani modern öncesi

dönemden modern döneme geçiş, uzun bir tarihsel sürecin sonunda olabilmiştir. 19.

yüzyıl sonuna kadar devam eden bu oluşum sürecinde gönüllü kişilerce organize edilen

eğitim ve sosyal yardım faaliyetleri baskın çalışmalardır. Devletin gönüllü

filantropistleri, okullarda eğitim almış ‘sosyal hizmet uzmanları’ ile ikame etmeye

başlaması, çocuklarına karşı şiddet, zorla çalıştırma, okuldan mahrum bırakma gibi

uygulamalar içinde bulunan velilerden çocukları üzerindeki velayetlerini alabilmeye

imkan tanıyan yasal düzenlemeler yapması ve başlangıçta bu hizmetleri yürütmekle

ilgili yerel kamu örgütlerinin görevlendirilmesi, modern çocuk koruma sisteminde

‘sosyal hizmet’ dönemi olarak nitelenebilir. Dolayısıyla Batı tarihinde çocuk koruma

sisteminin oluşumunda rol alan kurumlar incelendiğinde hayırseverlik, filantropi ve

kamusal sosyal hizmetler şeklinde gelişen bir yapı gözlenmektedir. Ancak bu tarihsel

faktörlerin hiçbiri tarih sahnesinden silinmemiştir; fakat modern devletin sosyal alana

nüfuz etme oranına bağlı olarak etkililik sırası kamusal sosyal hizmetler lehine

değişmiştir. Dolayısıyla değişime rağmen modern çocuk koruma sisteminin oluştuğu

dönemlerde dahi hem hayırseverlik hem de filantropist faaliyetler varlığını

sürdürmüştür. Ancak her tek faaliyetin, içinde bulunduğu konjonktürde yüklendüğü rol

farklılıklar göstermektedir. Özellikle 19. yüzyıl filantropist derneklerin sosyal hizmetin

193 Hendrick, s. 41.

91

ortaya çıkması ve devletin çocuk koruma sistemini geliştirmesi ve sahiplenmesinde son

derece önemli işlevler yüklendiği görülmektedir.194 Dolayısıyla çocuk koruma

sisteminin de bir parçası olduğu sosyal devletin kurumsallaşarak ortaya çıkması iki

boyutlu bir süreçtir: Bu yapı hem toplumun düzen içinde tutulması ve asayişi ya da

Foucault’nun tabiri ile yeni ‘yönetim aklı’dır (governmentality) hem de ‘koruyucu yanı’

ya da sosyal hizmet ve sosyal yardımdır. Artık bu iki boyut modern devletin sosyal

devlete dönüşmesi ile birlikte içice geçmiştir. 20. yüzyılda ‘koruyucu aile’ ve ‘evlat

edinme’ gibi kurumlara alternatif çocuk koruma yöntemlerinin ortaya çıkması ile

‘sosyal alan’ son derece geniş bir çocuk kitlesine hitap eder hale gelmiş, kamu içinde de

mesleki bir faaliyet olarak yerini almıştır.

Dolayısıyla bütün modern öncesi dönemlerde KMÇ sorunu esas olarak ‘kimsesiz

ve serseri’ çocuklar sorunuyken, modern çocuk koruma dönemi ile birlikte artık KMÇ

sorunu, ailesi yanında olup korunmaya ihtiyaç duyan çocuğa doğru genişlemektedir. Bu

nedenle artık çocukları koruma adına, çocuklardan sorumlu kişilere sosyal yardım,

çocuk ödenekleri, gündüz çocuk bakım evi hizmetleri öncelikli politika olmaya

başlamıştır. Dolayısıyla çocuk koruma sisteminin ortaya çıkmasında önemli bir boyut

kamunun sorumluluğun çocuk koruma sisteminde artık birincil olması ve

yaygınlaşmasıdır.

Çocuk koruma sisteminin oluşumu açısından Batı tarihindeki modernleşme

süreçlerine bakıldığında, özellikle 19. yüzyılda yoğunlaşmaya başalayan koruyucu

önlemler bir çocuk koruma zemini oluşturmuştur. Bu zemini oluşturan öğeler de; a)

KMÇ’ların korunduğu kurumsal yapıların yaygınlaşması, b) çocuk işçiliğinin

sınırlanması ve bu alanda yasal düzenlemeler yapılması, c) başta ilköğretim olmak üzere

çocukların okullaşmasındaki gelişmeler, d) çocukların her tür istismara karşı aile içinde

de korunmaya başlanması ve e) sivil derneklerin öncülüğünde hayırsever ve daha sonra

194 Modern devletin ortaya çıkmasına paralel olarak gelişen sosyal kurumların Foucault’nun etkisiyle ‘sosyal kontrol’, ‘disiplin’ ve meşruiyet araçları olarak görülmesine benzer bir yaklaşım hayırseverlik ve filantropik derneklere yönelik de ileri sürülmektedir. Hayırseverlik ve filantropik örgütlerin üyelerinin ideolojik niyetleri veya söylemlerinin ötesinde, bu kurumların sosyal refah alanın zeminini oluşturma gibi nesnel katkıları tartışılmazdır. Ancak bu yapıları iktidardaki sınıfların egemenliğinin tahkimi ya da ‘tehlikeli sınıfların’ düzen içinde kalmalarını amaçlayan araçlar olarak yorumlayan yaklaşımlar da söz konudur. Hayırseverlik ve filantropist çalışmaların tarihsel konumu ile ilgili farklı yorumlara ilişkin bir çalışma için bkz. Peter Murray, Poverty and Welfare, London: Hodder&Stougton, 1999, s. 75-76.

92

filantropist kişiler öncülüğünde sürdürülen çalışmaların sosyal hizmete dönüşmesi ve

filantropistlerin de bir meslek olarak sosyal hizmet uzmanlığına dönüşmesi olarak tespit

edilmektedir. Sonraki bölümde Osmanlı ve Türk modernleşmesi incelendiğinde, bu

gelişmelerin izleri sürülerek çocuk koruma sisteminin gelişimi anlaşılmaya

çalışılacaktır. Yukarda da belirtildiği gibi, Batı tarihinde 20. yüzyıl genel olarak çocuk

koruma sisteminin bir genişleme, yayılma ve çeşitlenme anlamında niteliksel bir

dönüşümden geçtiği dönemdir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında refah devletlerinin

yaygınlaşması ile birlikte artık çocuklar ailelerinde bağımsız kurumlar içinde değil,

doğal ortamları içinde korunmaktadırlar. Bu nedenle refah rejimindeki bu niteliksel

farklılaşmanın çocuk koruma yöntemlerindeki yansımasını isimlendirmek için ‘çocuk

refahı’ dönemi tanımlaması kullanılacaktır. Batı tarihinde 20. yüzyıl artık çocukların

bakım ve korunmasında ‘kurumsal’ bakımın eleştirildiği, koruyucu aile, evlat edinme,

gündüz bakım evi, annelere doğum izni ve doğum yardımı gibi önlemlerin alındığı bir

dönemdir.

Aşağıdaki bölümde Osmanlı-Türk modernleşmesinin çocukları koruma

yöntemlerine yansımaları ve geçirdiği süreç izlenecektir. Bunun için çocuk koruma ve

bakımında kamu sorumluluğunun Tanzimat döneminde ortaya çıkması, II. Meşrutiyet

döneminde gerilemesi ve daha sonra 1940’lı yıllarda tekrar ortaya çıkmasına kadar olan

dönem ‘kamu sormluluğunun ortaya çıkması’ dönemi olarak incelenecektir.

93

3 OSMANLI MODERNLEŞMESİ VE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİNİN TEMELLERİ

Toplumsal yapımızın günümüze kadar devam eden birçok boyutu Osmanlı

dönemine dayanmaktadır. Bu nedenle toplumsal yapının önemli unsurlarından olan

çocukların korunmasına ilişkin sistemi anlamak için de Osmanlı’daki köklere bakılması

gerekmektedir. Batı modernleşmesinin çocuk koruma sisteminin belli başlı unsurları

olarak çocuk işçiliği, okullaşma, kurumsal koruma, çocuğu şiddetten koruma ve bu

sistemin meslekileşmesi ve bürokratikleşmesi unsurlarına bakıldığında, öncelikle

toplumsal yapıdaki büyük bir dönüşümün bu değişimleri öncelediğini görüyoruz. Bu

büyük dönüşüm sanayileşme ve kentleşme çerçevesinde ortaya çıkan kentsel sosyal

sorunlar ve aile yapısındaki değişim olgulardır. Batı tarihinde de ‘sosyal sorun’un ortaya

çıkması esas olarak kentsel alandaki sosyal sorunların yoğunlaşmasının sonucudur.

Osmanlı toplumunda da modernleşmeye bağlı olarak özellikle 19. yüzyılda (daha çok

devletin idari yapısında) önemli dönüşümler başlamıştır. Bu dönüşüm devlet idaresinin

merkezileşmesi, devletin mali, idari, hukuki alanda hem standart sağlama hem de

kontrol kurma isteğinin bir sonucudur.195 İlber Ortaylı’nın tabiriyle Osmanlı’nın ‘en

uzun yüzyılı’ olan 19. yüzyılda, özellikle II. Mahmut dönemiyle birlikte başlangıçta

ordu düzeninde ve daha sonra mahalli idareler, vergi sistemi, vakıfların idaresi, posta

sistemi, karayolu ve demiryolu gibi birçok alanda merkezi bürokrasinin kurumları

oluşmaya başlamıştır. Osmanlı’nın etkilendiği ya da model aldığı ülkeler ise genel

olarak Batı ülkeleri ve özel olarak Fransız yönetim modelidir.196 Osmanlı’yı bu süreçte

Batı ülkelerinden farklı kılan bir özellik, mahalli idare ya da belediyecilik geleneğinin

zayıf olmasıdır. Örneğin İngiltere ve Fransa gibi bazı Batı Avrupa ülkelerinde kent

yönetimleri ve mahalli idareler özerk bir güç olarak 11. yüzyıldan itibaren ortaya

çıkmaya başlamışken, benzer bir sürece Osmanlı toplumunda rastlanmamaktadır. Bunun

da altında yatan temel faktör, Osmanlı toplumunun henüz sanayileşme ve onun yarattığı

kentsel sosyal sorunlarla tanışmamış olmasıdır. Sanayileşen Batıda oluşan yoğun

işbölümü, tarımın çözülmesi, topraksız köylünün kentsel mekanlara akın etmesi,

195 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 21.baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2005, s. 123. 196 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 140.

94

üretimde ihtisaslaşma gibi dönüşümler Osmanlıda rastlanmaz. Bu nedenle Osmanlı

toplumu 19. yüzyıl sonlarına kadar, kapalı bir pazar toplumun etkisiyle ekonomik

farklılaşmanın yoğun etkisini yansıtmaktan uzak ve tek düze bir toplum özelliği

göstermektedir. Ahmet N. Yücekök’e göre:

“Sanayi devriminin ve açık pazar ekonomisinin gerçekleşmemesi toplumun kültür yapısını da gelenekselliğin dışına çıkaramamış, topluma egemen olan en yaygın değer olarak İslam dini halife-sultanın temsil ettiği mutlak iktidarı sadece pekiştirmiştir. Böyle bir toplumda Batıda kapitalist modernleşme sonucu görmeye başladığımız ikinci kuruluşları, yani dernekleri, sendikaları, liberal meslek odalarını, diğer gönüllü kuruluşları, belediyeleri, siyasal partileri bulmamız olası değildir.” 197

Çünkü Batıda yeni toplumun özneleri olarak sermayeyi eline geçiren ‘özgür’ tüccar,

girişimci ve sanayici burjuva sınıfı ve onların ortaya çıkardığı ‘devlet dışı’

örgütlenmeler; ticaret merkezleri ve kentler kurarken “18. yüzyıla kadar Osmanlı

ülkesinin şehirleri mahalli idare ve mahalli demokrasi gibi kurumlara ve olgulara sahip

çıkacak güçlü bir girişimci tüccar sınıfına sahip değildi.”198 Osmanlı kentlerinde ilk

belediye teşkilatı 1854 yılında ‘şehremaneti’ adıyla kuruldu. Ancak köklü bir yerel idare

geleneği olmayan toplumda belediyelerin etkin olamadığı görüldü. “Bu nedenle de

geleneksel hizmet ve örgütlenme biçimleriyle yeni belediyelerin çalışmaları yan yana

yürüdü. Mahalle sakinleri ve cemaatler, kendi semtlerinin belediye görevlerini yerine

getirmeye devam ettiler.”199 Yerel örgütlenmeler olarak belediyelerin zayıf olması

nedeniyle, Osmanlı modernleşmesi, Batı’dan farklı olarak salt merkezi kurumların

vesayeti altında gelişmek durumunda kaldı. Ancak cemaatlerin de güçsüz olması

nedeniyle, yerel düzeyde sivil alanda güçlü örgütlenmeler ortaya çıkmıyordu. Merkezi

idarenin uzak olması, bölgelere gönderdiği temsilcilerin yetersiz olması ve cemaatlerin

de yetersizliği birbirini besleyen etkenler olarak, Osmanlı sivil alanının gelişmemesinin

temel bileşenleri olarak ortaya çıkmaktadır. Osmanlı merkezi bürokrasisi birçok yerel

hizmeti kendisi yerine getiremediği gibi, yerel halktan gelen olası girişimlere de sıcak

bakmıyordu. İlber Ortaylı’nın da belirttiği gibi, kimsesiz çocuklara yönelik olarak

Osmanlıdaki ilk kurumsal girişim olan ‘ıslahhane’ ya da ‘sanayi mektebi’nin açılışının

197 Ahmet N. Yücekök, “Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri Gelişimin Toplumsal Aşamaları ve Süreci”, A.N. Yücekök, İ. Turan ve M.Ö. Alkan (edt.) Tanzimattan Günümüze İstanbul’da STK’lar, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998, s. 14-15. 198 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 158. 199 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 167.

95

da ancak merkezi idarenin girişimiyle gerçekleşebilmiştir. Ortaylı ayrıca herhangi bir

yerdeki bir halkın ‘çırak’ ya da ebelik okulu’ açmasına da devletin kolaylıkla izin

vermediğini belirtmektedir. Dolayısıyla bu tür kurumlar, kurslar ya da ‘cemiyetler’

kurmak için yerel önderlerin ortaya çıkması mümkün olamıyor; ıslahhane, yetimhane ya

da sanayi mektebi kurmak ancak gönderilen valilerin girişimiyle gerçekleşebiliyordu.200

Bu nedenle Batı tarihinde çocuk koruma sisteminin önemli faktörleri olan ‘filantropist’

derneklerin ortaya çıkması, güçlenmesi ve kamunun da ‘sosyal sorumluluk’ alması

yönünde teşvik edici çalışmalar yapması geleneği gelişememiştir.

Yerel idare ve geleneklerin zayıflığı Osmanlı modernleşmesinin Batı’dan en temel

farklı boyutudur. Yerel sivil inisiyatifler ve belediyelerin merkeze bağımlı gelişmesi ve

dolayısıyla yerel demokrasinin zayıf olması, Osmanlı’dan Cumhuriyete de devredilen

bir durumdur.201 Kısacası Osmanlı modernleşmesi, toplumsal hayatın birçok veçhesini

kontrol altında tutmak amacıyla bürokrasinin merkezileştirilmesi sürecini büyük oranda

tamamlamıştır; ancak yerel idare ve yerel katılım geleneğinin zayıflığı nedeniyle,

toplumu dönüştürmede yetersiz kalmıştır. Ayrıca II. Meşrutiyet’le birlikte başlayan sivil

toplum örgütlerinde ‘sivil’ niteliğin zayıf olduğu; mevcut girişimlerin büyük oranda

dönemin siyasi iktidarının teşvikiyle ancak iktidarın kontrolüyle ortaya çıktığı

görülmektedir.202 Merkezi siyasal güç ile tebaanın doğrudan karşılaşması, toplumda

ilerleme ve kalkınma için yerel gücün gelişmesini sağlayamamış ve merkezden başlayan

kurumsallaşma (belediyecilik, dernekleşme gibi) çabaları güçlü bir şekilde organize

olamamıştır.

Sanayileşmenin gelişmemesi nedeni ile Batı toplumunda farklı bir tarihsel

gelişim izleyen Osmanlı toplumu Batı’nın egemenliğine karşı korunma yollarını

Batılılaşmada aramıştır. Ancak Batının ekonomik ve teknik üstünlüğü ile başlayan

eklemlenme Osmanlı modernleşmesini ‘iğreti bir modernleşme’ olmaya mahkûm

etmiştir. Ahmet N. Yücekök Osmanlı modernleşmesinin bu özgül durumunu şöyle

özetlemektedir:

200 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s.168. 201 Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s.169. 202 Ahmet Cihan ve İlyas Doğan, Osmanlı Toplum Yapısı ve Sivil Toplum, İstanbul: 3F Yayınevi, 2007, s. 87.

96

“… Osmanlı sosyoekonomik gelişme süreci, anlaşılacağı üzere iç ve dış etkenler

nedeniyle sanayi devrimini gerçekleştirici bir atılımı olanaklı kılamamıştır. Böylece Osmanlı toplumu Batı Avrupa’dan geri kalmış ve bu geri kalmışlığın Batıdan kopye etmeye çalıştığı bir takım kurumlar ile giderme çabasına düşmüştür. Batıda sanayi devrimin doğal sonucu olarak beliren siyasal ve sosyal kurumları, bu kurumların yaşaması için gerekli toplumsal temellere sahip olmayan Osmanlı toplumuna tepeden inme getirme çabaları iğreti modernleşme süreci, yozlaşmış bir toplum düzeni ve halkın büyük kısmının siyasal kültür ve yaşantısına ters düştüğü için bir kültür ikileşmesi yaratmaktan öte gidememiştir.” 203

Kendi sanayi deneyimi üzerinden yükselemeyen Osmanlı modernleşmesi,

mutlakıyetçi devletlerin otoriter yapılarına karşı güçlü bir ‘sivil toplumu’ ya da genel

olarak ‘ikinci kurumları’ da üretememiştir. Bu nedenle bu kültürün ürettiği sivil toplum

kurumları da sivil inisiyatifler değil daha çok devlet merkezli olarak ortaya

çıkabilmişlerdir. Bu dönem ortaya çıkan devlet merkezli kurumsal refomları toplumun

kendini koruma refleksi anlamına gelen ‘karşı harekete’in bir parçası olarak

değerlendiren Reşat Kasaba’ya göre bu güçlerin aynı anda gelişmesi,

“Osmanlı/Türk modernleşme tarihinin birçok belirsizlikle, zaman zaman ortaya çıkan geriye dönüşlerle, hız ve öncelikler bakımından dönemsel değişikliklerle beneklenmesine yol açtı. Burada saptamamız gereken önemli bir nokta, bütün bunları sapmalar ya da aykırılıklar değil, bizzat modernleşme sürecinin ayrılmaz parçaları olarak görmemiz gerektiğidir.”204

Ancak çocuk koruma sistemi açısından Batı toplumlarında kilit rol üstlenen ve

öncülüğünü orta ve üst sınıf burjuva sınıfından entelektüel ve hayırseverlerin çektiği

‘filantropist’ dernek ve faaliyetlerine Osmanlıda çok az rastlanmaktadır. Batı tarihinde

önce çocukların ihmal ve istismar edilmesinin koşullarını yaratan ‘modernleşme’ daha

sonra da koruma sisteminin doğmasını sağlamıştır. Türk modernleşme süreci ise

çocukların ‘besleme’ olarak başka ailelere verilmesini ‘sosyal sorun’ mertebesine

çıkaracak toplumsal bir bilinç ve somut bir önlem pratiği üretmemiştir. Bu bölümde, bu

çerçevede, öncelikle Tanzimat dönemi , modern çocuk koruma pratiklerinin ortaya

çıktığı dönem olarak ele alınacaktır.Tanzimat öncesi ise genel olarak ‘modern öncesi’

olarak kabul edilecektir. Tanzimat döneminde esas olarak devletin idari yapısında

203 Yücekök, s. 19. 204 Reşat Kasaba, “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm,” Türkiye’de Modernleşme ve

Ulusal Kimlik içinde, Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba (edt.), 3. baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2005, s. 16.

97

dönüşümler olmakla birlikte II. Meşrutiyet dönemine kadar, modernleşme fikrinin

etkisiyle çocuk koruma pratiklerinde bazı kurumsallaşmaların gerçekleştiği dönem

olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle II. Abdülhamid döneminde eğitimin seküler

yönde gelişmesi yanında; KMÇ’ın korunmasına ilişkin özel kurumların da ortaya çıktığı

görülmektedir. Bu dönem kurulan Darüşşafaka, Darülhayr-i Ali ve Darülaceze gibi

kurumlar Midhat Paşa’nın açtığı ıslahhanelerin devamı olarak görülebilir. Ancak sosyal

alanda çocukların korunması anlamında devletin kurumsal pratikler üretmesi

geleneğinin II. Meşrutiyetle önemli oranda kesintiye uğradığı görülmektedir. II.

Meşrutiyet döneminde sosyal alanda daha çok sivil örgütler gelişirken; savaş

koşullarının dayatması nedeniyle çocukları korumak amacıyla istisnai olarak

Darüleytamlar bu dönemde devlet tarafından örgütlenmişlerdir. Daha sonra Cumhuriyet

döneminde de bu politikanın sürdüğü ve çocukları koruma görevinin esas olarak bir sivil

örgüt olarak Himaye-i Etfal Cemiyeti tarafından üstlenildiği görülmektedir. KMÇ

alanında sivil politikanın yetersiz kalması ve devletin göreve çağrılmasının ancak

1930’larda gündeme gelmeye başladığı görülmektedir. Böylece 1930’larda merkezi

devletin olmasa da yerel devlet organlarının çocuk koruma pratiklerinde rol almaya

başladığı bir ‘karma dönem’ başlamaktadır.

3.1 Modern Öncesi Dönemde Çocukların Korunması

Osmanlı toplum hayatında çocuklara ilişkin kamunun ilgisi 19. yüzyıldaki

modernleşme süreci ile başlamıştır. 19. yüzyıl yani modernleşme sürecinin başlangıcını

temsil eden Tanzimat dönemi öncesinde ise çocuklar kamusal hayatta belirgin bir

şekilde yer almazdı.205 Korunması gereken çocuklar ise esas olarak aileleri, yerel

vakıflar ya da başka geleneksel toplumda görüldüğü gibi ‘besleme’ olarak başka ailelere

tarafından çalışma şartıyla korunmaktaydı.

Sosyal alandaki sistematik önlemler esas olarak modernleşme süreci ile birlikte

gündeme gelmekle birlikte, bütün toplumlarda olduğu gibi modern öncesi Selçuklu-

205 Cüneyd Okay, Philippe Aries’in çocukluk tezini hatırlatan bir ifade ile “Tanzimat dönemine kadar Osmanlılarda çocuğun ayrı bir yeri ve konumu yoktu. Yani çocuk farklı bir varlık olarak toplumda yer almıyordu” demektedir. Bkz. Cüneyd Okay, Osmanlı Çocuk Hayatında Yenileşmeler, İstanbul: Kırkambar Yayınları, 1998a, s. 26.

98

Osmanlı toplumunda da devlet yoksullar, yardıma muhtaç durumdaki kadınlar ve

çocukları korumaya yönelik çeşitli önlemler almıştır. Örneğin 13. yüzyılda Selçuklular

tarafından Musul’da muhtaç, yetim ve dullara yönelik vakıflar açıldığı görülmektedir.

Dönemin sultanı tarafından kadınlara mahsus bir bina, sokaktan toplanan çocuklar için

yurtlar açılmıştır. “Sokaklara terk edilen yeni doğmuş çocuklar bu yurtlarda, sütanalar

tarafından emzirilirdi. Gökbörü, bu kurumlarda kalanların masraflarını karşıladıktan

başka, nafaka da verirdi.”206

Osmanlı’da da yoksullara yardım etme geleneğinin sürdüğü bilinmektedir. Bu

yardımların kurumsal niteliğinin esas olarak bir vakıf hizmeti olan ‘imaret’

çerçevesinde gerçekleştiği görülmektedir. “İmaret ve imarethaneler, medrese

öğrencileri, cami ve hayır kurumu görevlileri ile yoksullar ve yolculara yemek veren,

ayrıca kimsesizlere yatacak yer sağlayan kurumlardı. (…) İmaretler, Anadolu

Selçukluları döneminde vakıflarla birlikte yaygınlaşarak külliyeler içinde yer almaya

başlamıştır.”207 İmaretler 19. yüzyıla kadar yoksullara ve toplumda yardıma muhtaç

diğer kesimlere yönelik çalışan en temel sosyal kurumlar olarak öne çıkmış sayıları ve

hizmetleri zaman içinde artarak devam etmiştir

Tanzimat döneminde yetim ve kimsesizlerle ilgili sorunların artması nedeniyle

devlet kurduğu kurumlar kanalıyla soruna müdahale ederken, Tanzimat öncesinde bu tür

işlerde daha çok vakıflar rol almaktadır. Vakıflar doğrudan yardım yoluna giderken

çoğu zaman da hastane, yetimhane, aşevi, imarethane, medrese ve şifa evi açarak ihtiyaç

sahibi kişilere yardım ediyordu.208 Osmanlı vakıf çalışmalarını verilen hizmet türleri

açısından değerlendiren Nazif Öztürk, dini, eğitim ve sosyal hizmetler başlığı altında

çalışmalar tasniflemekle birlikte, özel olarak çocukların korunmasından söz

206 Nuran Yıldırım, İstanbul Darülaceze Müessesesi, İstanbul: Darülaceze Vakfı Yayını, 1996, s. 3.; Selçuklu döneminde sütanneliği kurumunun varlığı Batıdaki kimsesiz ve terk edilen çocukların bakılma yöntemleri ile ilginç bir benzerlik göstermektedir. Batı toplumlarında sütanneliği için bkz. Heywood, s.80. 207 Yıldırım, s. 4. 208 Veli İnanç, “Osmanlı Devletinde Yetimlerin Haklarının Korunması,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), kendi yayınları, İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003, s. 20. Osmanlı sosyal tarihinde vakıfların rolü konusunda bir uzlaşma söz konusu değil. Bu konuda pozitif yaklaşım içinde olanların vakıflara çok abartılı bir rol verdiği görülmektedir. Ayrıca vakıfların gerek çocukların korunması ve gerek genel olarak yoksullara yardımlar konusundaki rolü hakkında çok detaylı çalışmaların da olmadığı bilinmektedir. Bu konuda bir değerlendirme için bkz. Nadir Özbek,“Vakıf Tarihi Çalışmaları Üzerine Notlar,” Tarih ve Toplum, No: 187, Temmuz 1999, s. 60-62.

99

etmemektedir. Çok yönlü bir kavram olarak tanımladığı ‘sosyal hizmetler’e ise

yoksullara yapılan ayni- nakdi yardımlar, fakirlerin doyurulması ve ferdi ve içtimai

bakımları dâhil etmektedir. Bunun yanında günümüz belediye hizmetleri arasında

sayılan su temini ve şehir temizlik hizmetleri ve eğitim hizmetleri sayılmaktadır.

Bunların dışında ‘çocukların korunmasına’ ilişkin özel bir hizmet ise

tanımlanmamaktadır.209 Ziya Kazıcı da ‘İslâmi ve sosyal açıdan’ incelediği vakıfların

temel sosyal işlevini yoksullara iş ve aş sağlanma olarak tespit etmektedir. Kazıcı’nın

çalışmasında çocukların dolaylı korunması anlamına gelebilecek bir vakıf çalışması ise

öğrencilere verilen destekler gösterilebilir.210

3.2 Tanzimat Modernleşmesi ve Çocukların Korunmasında Yeni Düzenlemeler

Tanzimat dönemi (1839–1876) sosyal ve ekonomik hayatın kamu merkezli

müdahaleler ile ve batı değerleri dikkate alınarak düzenlenmeye başlanan dönemdir. Bu

dönemde çocuklara yönelik kamu merkezli çalışmaların gelişmesi ve yoğunlaşması,

kamu düzeninin sağlanması amacıyla yapılan çalışmalar olarak karşımıza çıkmaktadır.

Osmanlı kentlerinde yoksul nüfusun artması esas olarak göçler nedeniyle olmaktadır.211

Bu nüfus kentlerde soğurulamadığı için başta dilencilik olmak üzere kentlerde bir asayiş

sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Osmanlı tarihinde bu anlamda büyük bir göçe sebep

olan ilk askeri yenilgi II. Viyana Kuşatması (1683) ve yenilgisidir. Nuran Yıldırım kente

entegre olamayan yoksul nüfusun yarattığı durumu şöyle betimlemektedir:

209 Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara: Türkiye Diyanet vakfı Yayınları, 1995, s. S. 40-44. 210 Ziya Kazıcı, İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul: Marifet Yayınları, 1985, s. 123.; Vakıfların Tanzimat döneminden itibaren Cumnhuryet döneminde kadar gelen merkezileşme döneminde de çocuklara yönelik kapsamlı ve uzmanlaşmış bir çalışma içinde olmadığı görülmektedir. Ancak bu alanda çalışan kurumları nakti olarak desteklemektedir. Geleneksel ‘fakirlere yardım ve aşevleri’ hizmetleri devam eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, erken Cumhuriyet yıllarında Darüşşafaka, Türk Maarif Cemiyeti, Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Ocakları yanında çeşitli kütüphane ve üniversitelre de maddi yardımlarda bulunmuştur. Bkz. T.C. Vakıflar Umum Müdürlüğü, 20 Cumhuriyet Yılında Vakıflar, Ankara: Başvekalet Devlet Matbaası, 1943, s. 20-21. 211 İlber Ortaylı da 19. yüzyıl Osmanlı büyük liman kentlerinde (örneğin İstanbul, Selanik ve İzmir) nüfusun doğumla değil, savaşlar sonucu kentlere gelen göçle arttığının belirtmektedir. Özellikle İstanbul’un 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı (1877-78) sonrası Tuna boylarından gelen göçmenler ve Balkan muhacereti sonucu nüfus artışı olduğunu belirtmektedir. Bkz. İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2000, s. 4.

100

“Kimsesiz çocuklar da dilenciler gibi uzun yıllar toplumu rahatsız eden bir yaraydı. Viyana Kuşatması bozgunundan sonra İstanbul’da fuhuş yaygınlaşmış, sokaklara, cami ve kilise kapılarına terk edilen gayri meşru çocuklar çoğalmıştır. Külhanbeylerin sahip çıktığı bu çocuklar 21-22 yaşına kadar hamamlarda külhanlarda barındıktan sonra hepsi toplum dışı bireyler olarak hayata atılıyorlardı.

Temmuz 1846’da Serasker Hasan Rıza Paşa, Padişah Abdülmecid’den aldığı bir

fermanla hamam külhanlarını basarak, külhanbeylerini toplattırmıştır. Çocuklar askeri fabrikalara çırak olarak yazdırılmış delikanlılar da askeri birliklere gönderilmişti. Ancak bir süre sonra yeniden çoğalan kimsesiz çocuklar, kötü niyetli kişilerin ellerinde hırsızlık ve dilencilik yapmaya başlamışlardır.” 212

Dilenciliğin önlemesi nedeniyle daha sonra 1896 yılında Darülaceze kurumunun

kurulmasıyla sonuçlanan süreç başlamıştır. Kurum kurulmadan önce, karşılaşılan

sorunun yeni olması nedeniyle önce mevzuat içinde yasal bir tespite gidilerek, toplumun

asayişini bozan bir durum olarak dilencilik yasaklanmıştır. Dilencilikle etkili mücadele

ise ancak 1896 yılında Darülaceze’nin kurulması ve ‘Tese’ülün Men’ine Dair

Nizamname’nin (Dilenciliğin Önlenmesine Dair Tüzük) yürürlüğe girmesiyle mümkün

olabilmiştir. Bu tarihten sonra yardıma muhtaç ve kimsesiz olduğu halde Darülaceze’ye

başvurmayaraka sokaklarda dilenen kimselere yönelik olarak belediye zabıtaları

tarafından yakalanarak dilenci merkezinde toplanmaya başlanmıştır. 1896 yılı içinde

yani Darülaceze’nin kurulduğu yıl toplanan dilencilerden çalışmayacak olanlar

Darülaceze’ye yerletirilirken, çalışacak durumda olanlar ise kefalete bağlanarak serbest

bırakılmışlardır.213

Böylece merkezi idarenin hem mevzuat çıkarma, hem de kurumsallaşmaya

giderek sosyal alanda daha çok yer aldığı; sosyal alanın modernleşmesi yönünde önemli

bir adım attığını görmekteyiz. Osmanlı modernleşmesinde kent yoksullarının asayiş

sorunu yaratan bölümü (terk edilen çocuklar, dilenciler, vs.) ile uğraşmak ve bu alanın

düzenlenmesi ilk defa Darülaceze ve dilencilikle mücadele mevzuatı ile çok boyutlu bir

merkezi devlet uğraşısı haline gelmiştir. Darülaceze kent yoksullarının barındırıldığı

modern bir sosyal kurumdu. Her ne kadar burada barınan ihtiyaç sahibi kesimler,

yaşlılar, dilenciler ve terk edilen çocuklar şeklinde çeşitlilik arz etse de Osmanlı

tarihindeki ilk yoksul muhtaçlar için ‘özelleşmiş’ kurumlardan biri olarak kabul

edilebilir. Darülaceze’den önce bazı hastanelerin kısmen darülaceze ya da ‘yetimhane’

212 Yıldırım, s. 14. 213 Yıldırım, s. 15.

101

görevi de üstlendiği görülmektedir. Nuran Yıldırım 1890’larda henüz Darülaceze

müessesesinin açılmadığı koşullarda Haseki Nisa Hastanesinin hem tevkifhane, hem

küçük çaplı bir darülaceze hem de 40 kadar yetim kız ve erkek yetim çocuğun barındığı

bir yetimhane işlevi gördüğünü belirtmektedir.214

Bütün geleneksel toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da çocuklar

öncelikle aile içinde korunur; özel olarak korunmaya ihtiyaç duyduğunda ise yine

öncelikle geniş aile çevresine öncelik verilirdi.215 Ancak aile mensuplarının imkânının

olmaması durumunda Osmanlı devletinin yardım yaparak ya da çocukları bakım

masrafını karşılayarak başka aileler yanına yerleştirdiğine dair çok sayıda örnek

bilinmektedir. Yoksul ve yardıma muhtaç çocukların korunmasında esas yöntemin

toplumun devletin aracılığı olmadan besleme, evlatlık ya da ahretlik adı altında kız

çocuklarının başka aileler yanına bakıcı olarak verilmesi iken, terk edilen çocuklarda ise

devletin sorumluluk aldığı görülmektedir. İlber Ortaylı terk edilen ve devletin müdahale

ettiği birçok çocuk örneği verdikten sonra 19. yüzyılda devletin korunmaya muhtaç

çocuklara yönelik bazı çalışmalarını şöyle tespit etmektedir:

“Sayısız kayıt gösteriyor ki; a) dul çocuklu kadına ve ikiz veya üçüz doğuran aciz kadın ve aileye , dini ne olursa olsun maaş bağlanmakta ve özellikle; b) kimsesiz ve terk edilen çocuklar birinin yanına verilerek, cüzi maaş bağlanmaktadır. Evlilik dışı çocuk ve bunların terk edilmesi hiç de seyrek rastlanan olaylardan değildi. (İslam hukukunda lâkit denir.) Bulunan bu çocukları devlet birine emanet ediyor ve maaş bağlanıyor.” 216

Tanzimat dönemi modernleşme sürecinin başlangıcı olduğundan, devletin

çocukları koruyucu önlemler almaya başladığı görülmektedir. Ancak mevcut çalışmalar

henüz yaygın ve sistemli çalışmalar haline gelmemiştir. Ancak modernleşme süreci ile

birlikte devlet mekanizması içinde çocukları koruyucu önlemler tanımlanmaya

başlamıştır.

214 Yıldırım, s. 7. 215 Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 111. 216 İlber Ortaylı terk edilen çocuklarla ilgili bazı örnek vakalar da vermekle birlikte; verilen örneklerden dönemim (19. yüzyıl) terk ve kimsesiz çocuk profiline tam olarak ulaşmak mümkün görünmemektedir. Bu nedenle bu duruma düşen bütün çocukların evlat edindirilmesi ya da bir ücret karşılığı ailelere verilmesinin bir sistem olarak boyutunu kestirmek güç görünmektedir. Ancak burada vurgulanması gereken bir nokta, terk edilen bebekler ya da çocuklara yönelik Osmanlı çözümünün Batı dünyasının kurum bakımından farklı olduğudur. Bilindiği üzere Batı dünyasında çalışabilecek kimsesiz çocuklar çalışmak üzere ailelere, çiftliklere ya da çalışma evlerine verilirken, terk edilen bebekler için Bebek Hastaneleri kurulmuştur. Bkz. Heywood, s. 93.

102

3.2.1 Modernleşme ve Çocukları Koruyucu Hizmetler

Modern devletin oluşmaya başlaması ile sosyal yardım ve sosyal hizmetlerin

devlet bürokrasisi içindeki yerinin arttığını yukarda belirtilmişti. Modernleşen bir

toplum olarak Osmanlı Devleti’nde de aynı sürecin izlendiğini görüyoruz. Osmanlı

toplumunun modernleşme sürecinin başlangıcını temsil eden Tanzimat’la birlikte

çocuklara yönelik üç kurum ortaya çıkmaktadır. Bu bölümde merkezi idarenin denetimi

altına alınarak yeniden düzenlenen vakıflar, kentsel sosyal sorunların çözümünde devlet

ve tebaa arasında aracılık yapan ihtisâb ve sadece çocukların korunması ile ilgili

oluşturulan Eytam Nezareti çalışmalarına bakılacaktır.

Tanzimat devrine kadar bağımsız işleyişleri olan ve sosyal hizmetler dâhil her

tür kamu hizmetini yürüten kurumlar olarak vakıflar öne çıkmaktadır. Ancak Vakıflar,

merkezi devletin nüfuz alanı dışında kurumlardı. Bu özellikleri sebebiyle, Osmanlı

merkezi hükümetinin güçlenmesi ile birlikte, 19. yüzyılda vakıflara müdahaleler ve mali

denetimler başlamıştır. Böylece 19. yüzyıla kadar yoksullara yardım işlerinin

merkezinde yer alan vakıflar ve vakıfların hizmetleri olarak ‘imaret’ gibi kurumlar

işlevlerini kaybetmeye başlamıştır. Bu kurumlar zamanla Evkaf Nezaretine

bağlandığından,217 çalışanları da zamanla birer memura dönüşmüştür. Bu yeni

yapılanmayla birlikte sosyal yardımlar, merkezi devletin bir hizmeti olarak verilmeye

başlanmıştır. Tanzimat modernleşmesinin sosyal yardım alanındaki bir veçhesi olarak

vakıfların merkezileşen devlet bürokrasisinin bir parçası olması, dolayısıyla muhtaç kişi

ile hayırsever vakıflar yerine devlet aygıtına muhatap olması, sosyal alanın

‘sekülerleşme’si olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin geçmişte dağınık olarak yapılan

217 19. Yüzyılın başına kadar merkezi idarenin sistemli bir müdahalesine maruz kalmayan vakıflar, sistemin yozlaşması gerekçesiyle, özellikle II. Mahmud döneminde müdahalelere maruz kalmış ve 1826 yılında kurulan Evkâf-ı Hümayun Nezareti’ne bağlanmaya ve idareleri de memurlara bırakılmaya başlanmıştır. Mehmet Ö. Alkan’ın da belirttiği gibi, bu düzenlemenin bir nedeni vakıf sisteminin yozlaşması ise diğer önemli bir nedeni de Tanzimat modernleşmesi ile başlayan idari yapıdaki merkezileşme eğilimidir. Bkz. Mehmet Ö. Alkan, “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839–1945”, Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar, A.N. Yücekök, İ. Turan, M.Ö. Alkan (Edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayını, 1998, s. 61–62.

103

yoksul yardımları vakıfların merkezileşmesi ile birlikte ‘muhtâcîn maaşı’ uygulaması

şeklinde bir sosyal yardıma dönüşecektir.218

Osmanlı’da toplumsal düzeni korumakla görevli bir diğer kurum ‘ihtisâb’

kurumudur. Kentsel yaşam alanlarındaki alışveriş ve ticaretle ilgili denetimlerde

günümüz belediyelerinin görevini yerine getiren bu kurum, II. Mahmut (1808-1839)

döneminde ‘ihtisâb nezareti’ şeklinde bir nizamname ile devlet örgütlenmesine

bağlanmaktadır. Belediye hizmetlerini yerine getirmeye çalışan bu kurum, 1854 yılında

İstanbul Şehremâmeti İdaresi kurulduğunda lağv edilmiş sayıldı.219 İhtisâb kurumunun

kent ticareti, adalet, esnaf vatandaş sorunlarına müdahil olma gibi asli görevleri yanında,

ihracat yasağı, ruhsat düzenlemeleri, küçük çocukların esnaf yanına yerleştirilmesi,

posta ve hekim-hasta ilişkileri gibi bir dizi görevi vardı. Çocuklarla ilgili görevlerinde,

İstanbul’a gelen ve 15 yaş altında olup askere alınamayan ve memleketlerine

gönderilemeyen çocukların barındırılması, eğitimi ve bakımları için esnaf yanına

yerleştirilmesi işlemleri yürütülmüştür. Kazıcı tarafında nakledilen 1833 tarihli bir

belgede, İstanbul’a gelerek ‘İhtisâb Nâzırı’na havale edilen birçok çocuğun ‘bunları

kendi çocukları gibi yetiştireceklerine söz veren bâzı esnafın yanına çırak olarak

bırakılması uygun bulundu’ denilmektedir.220 Tanzimat’ın sosyal alanda modernleşme

sürecinin bir parçası olan idarede kurumsallaşma geleneğinin ihtisâb kurumu ve

sonrasında şehremâneti ile sürdüğü, bu dönemde, çocuklara ilişkin düzenlemeler de

görülmektedir.

Tanzimat modernleşmesinin çocuk alanındaki tezahürlerinden bir diğeri yetim

kalmış çocukların mallarının korunmasını hedefleyen ‘Eytam İdaresi’nin kurulmasıdır.

218 Nadir Özbek ‘muhtâcîn maaşı’ uygulamasının 19. yüzyılın oldukça erken dönemlerinde başladığını ve II. Abdülhamid döneminde de devam ettiğini belirtmektedir. II. Meşrutiyet döneminde de süren ve belli bir düzene bağlanan ‘muhtâcîn maaşı’ uygulaması merkezi Osmanlı devleti ile tebaası arasında sosyal yardım alanında ‘bürokratik’ ve ‘seküler’ bir ilişki tarzının oluşmaya başladığının en önemli göstergelerinden biridir. ‘Muhtâcîn maaşı’ uygulamasının Tanzimat modernleşmesi içindeki yeri, II. Abdulhamid’in yoksullara yardım şekilleri olarak ‘atiyye-i seniyye’ ve ‘sadaka-i seniyye’ ile farklılıkları ile ilgili daha ayrıntılı bir çalışma için bkz. Nadir Özbek, “Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘sosyal yardım’ uygulamaları 1839-1918”, Toplum ve Bilim, 83, Kış 99/00, s. 115-122. 219 Ziya Kazıcı, Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, İstanbul: Kültür Basın Yayın Birliği, 1987, s. 37.; Bu konuda ayrıca bkz. M. Ali Gökçatı, Dünyada ve Türkiye’de Belediyecilik, İstanbul: Ozan Yayıncılık, 1996, s. 89-91. 220 Kazıcı, s. 218.

104

Yetim çocukların mallarını ve paralarını koruma 19. yüzyıl öncesinde şer’i/dini işler

arasında sayılmakla birlikte, bu işlerin modern devletin görev ve denetim alanına dahil

edilmesi 1851 yılında çıkarılan Eytam Nizamnamesi ile mümkün olabilmiştir.221 Bu

nizamname ile yetim mallarına bakacak teşkilat anlamına gelen Emval-i Eytam Nezareti

kurulmuştur. Bu teşkilat Tanzimat döneminde çocukların mallarını ve diğer haklarını

korumak amacıyla oluşturulan ilk kurumdur.222 Ayrıca bu kurumla birlikte köylerde

babası ölen ve yetim kalan her çocuğun Eytam İdaresi’ne bildirilmesi zorunluluğu

getirilmiştir. Bunun yanında çocuğun haklarının korunması amacıyla vesayet kurumu

oluşturulmuş; babası ölen çocuğa varsa öncelikle annesinin o da yoksa diğer bir akrabası

vasi olarak atanmıştır.223 Nizamname, ölen kişiler ve yetim kalan çocuklarla ilgili

bilgilerin bu teşkilata verilmesi zorunluluğunu da getirmiştir. Bu şekilde tespit edilen

yetimlerin mal ve paralarının tespiti ve sayımı, korunması ve nemalandırılması

Nezaretin görevleri arasında sayılmıştır. Görüldüğü gibi Tanzimat döneminde

korunmaya muhtaç çocukların haklarının korunmasına ilişkin genel nitelikte ve merkezi

idarenin müdahalesini öngören bir dizi yasal düzenleme yapılmıştır. 224

3.2.2 Eğitimin Modernleşmesi ve Çocukların Korunması: Darüşşafaka

Osmanlı modernleşmesinin erken kurumlarından biri olan Darüşşafaka hem bir

eğitim kurumu hem de kimsesiz yetim çocuklara yönelik bir kurum olması niteliğiyle

bakım ve koruma kurumdur. Bu kurum Osmanlı erken dönem hayır derneklerinden olan

Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye’nin225 girişimleri ile kurulmuştur. Darüşşafaka yetim ve

221 “Eytam İdaresi”, Türk Ansiklopedisi, Cilt XVI, 1968, Ankara: M.E.B., s.56. Eytam Nizamnamesi, Eytam İdaresi ya da nezareti, bu kurumların görevleri ve işleyişi ile ilgili olarak ayrıntılı bir diğer çalışma için bkz. Mehmet Çanlı, “Eytam İdaresi Sandıkları ve Osmanlı Devleti’nde Yetimlerin Ekonomik Haklarının Korunması,” Savaş Çocukları - Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 59-86. 222 Emine Akyüz, Çocukların Haklarının ve Güvenliğinin Korunması, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2000, s. 437. 223 İnanç, s. 21. 224 Teşkilat kapanmadan önce eytam sandıklarında biriken paralar değerlendirilmek üzere 1926 yılında yani Türk Medeni Kanunu çıktıktan sonra kurulan ‘Eytam ve Eramil Bankası’na devredilmiş ve süreç içinde çeşitli değişiklikler geçiren teşkilat da 1934 yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Bkz. “Eytam İdaresi”, Türk Ansiklopedisi, Cilt XVI, 1968, Ankara: M.E.B., s. 57. 225 1863 yılında Padişah fermanı ile kurululan Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye başlangıça kapalı çarşıdaki çırakların eğtimini hedefemiştir. Daha sonra hizmete açılacak olan Darülşafaka’nın kurulmasını sağlayan dernek Osmanlı dönemi ilk sivil örgütlerden biridir. Bkz. Darüşşafaka Tarihi 1863-1998, İstanbul, Sere

105

yoksul Müslüman çocukların bakım ve eğitimi amacıyla 28 Haziran 1873 yılında

parasız yatılı ve özel statülü olarak ‘Darüşşafakat’ül İslamiye’ adıyla açılmıştır.226

Türkiye’nin tarihinde dernek ya da cemiyet dendiğinde akla ilk gelen dönem sivil

örgütlerin sayısında ciddi artışlar olan II. Meşrutiyet’le başlayan dönem olmakla

birlikte, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye örneğinde de görüldü gibi bu gelenek Tanzimat

modernleşmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Özellikle 19. yüzyıl ikinci yarısı ile birlikte

Batıyla daha fazla karşılaşma, Müslüman unsurların Batı karşısında daha eğitimsiz

oluşuna tepki olarak çeşitli cemiyetleşmeler ortaya çıkmıştır. Darüşşafaka’nın

kurulmasını sağlayan Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye adlı cemiyet de bu atmosferin bir

sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Cemiyet üyeleri böyle bir okul kurma çabası içindeyken,

Sakızlı Ahmet Esat Paşa, Paris sefiri iken orada asker yetimlerinin eğitimi ve bakımı

için kurulan Prytanée Militaire da la Fleche benzeri bir okulun Müslüman kız ve erkek

yetimler için kurulmasını önerir ve Darüşşafaka bu fikir doğrultusunda kurulur.

Darüşşafaka’nın kurulmasına karar verildikten sonra arsa arayışına girişilir ve Fatih’de

bu amaçla bir konak ve arsası satın alınır. Arsa bedeli Sultan Abdülaziz tarafından

ödenir. Binanın diğer bedelleri de yine Sultan Abdülaziz hazinesi ve dönemin üst düzey

devlet memurları tarafından bağışlarla karşılanır.227 Okulun ilk kuruluş yıllarında devlet

erkanından kişilerin yakın ilgi ve desteği nedeniyle önemli bir sorunla karşılaşılmazken,

II. Abdülhamid döneminde okulun kurucusu olan cemiyetin toplantı ve çalışmalarının

kısıtlanması nedeniyle okul bir gerileme dönemine girmiş; ancak II. Meşrutiyetin sivil

örgütlere ‘hürriyet’ getirdiği ortamda Darüşşafaka Okulu ve bağlı olduğu Cemiyet-i

Tedrisiye tekrar bir araya gelerek okulun canlanması sağlanmıştır. Cumhuriyetin

ilanından sonra okul orta öğretim programı uygulayarak ‘Darüşşafaka Lisesi’ adını

almıştır. Bu arada Cemiyyet-i Tedrisiyye-i İslamiye’nin adı da 1935 yılında ‘Türk

Okutma Kurumu’ ve 1953 yılında da ‘Darüşşafaka Cemiyeti’ olarak değiştirilerek

varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.228 Özel statülü olan Darüşşafaka Lisesiyle

birlikte Darülaceze Müessesesi Osmanlı İmparatorluğunun geçirdiği modernleşme

Ofset San. Ve Tiç. Ltd. Şti., 1998, s. 10. 226 Darüşşafaka Tarihi 1863-1998, s. 9. 227 Darüşşafaka Tarihi 1863-1998, s. 11.; Aylin Koç, “Öksüz ve Yetim Çocuklar için Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu: Darüşşafaka,” Savaş Çocukları - Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 183 228 Koç, s. 189.

106

sürecinde, 19. yüzyıl sonlarına doğru kurulan ve günümüze kadar bir başka örneği

ortaya çıkmayan iki önemli sosyal kurumdur.

Yoksul ve korunmaya muhtaç Müslüman çocukların korunması ve eğitimlerini

hedef alan ve bu durumu ismine de yansıtan Darüşşafaka, aslında dönemin Batı

kurumlarından bir etkilenme sonucu kurulmuştur. Aylin Koç, yerel bir ihtiyacın Batıdan

fikirlerle buluşması ve kuruluşunun gönüllü katkılar ve padişah desteği ile sağlandığı

Darüşşafaka’nın kuruluş ve gelişmesini şöyle özetliyor:

“Cemiyyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye üyeleri,(…) ‘Darüşşafakat’ül İslâmiyye’ adıyla bir mektep kurmaya karar vermişlerdi. (…) Mektebin, İstanbul’un en havadar yeri sayılan Sultan Selim ile Fatih Camileri arasında, Haliç ve Boğaz girişine inşa edilmesi kararlaştırılmıştı. Arsa bedeli olan 210.000 kuruş Sultan Abdülaziz tarafından verilmişti. Binânın planları, Dolmabahçe Sarayı mimarı Ohannes Balyan Kalfaya özel olarak yaptırılmıştı. Başta şehremini Server ve cemiyetin kurucusu Yusuf Ziya Beyler olmak üzere devlet görevlilerinden oluşan bir heyetin kontrolü altında inşaat 26 Rebiülahir 1285 /16 Ağustos 1868) tarihinde başlamıştır. 2 Cemaziyülevvel 1290 (28 Haziran 1873) tarihinde sona erdi ve aynı yıl öğretime başlanmıştı. 3.071.263 kuruş olan inşaat masrafının 500.000 kuruşu Abdülaziz tarafından, 374.900 kuruşu maliye hazinesinden, geri kalan kısmı da başta Sadrazam Ali Paşa olmak üzere vezirler ve yüksek devlet memurlarının yaptıkları bağışlardan karşılanmıştır.” 229

Görüldüğü gibi bir cemiyet öncülüğünde başlayan Darüşşafaka’nın kurulması,

daha çok resmi kişiliklerin bağışları ve hazineden ayrılan payla yani devlet katkısıyla

mümkün olabilmiştir. Emine Akyüz, Darüşşafaka’yı etkinlikleri itibari ile de halka

açılan bir kurum olarak nitelemektedir. Darüşşafaka’yı kuran ‘Cemiyet-i Tedrisiye-i

İslamiyye’ isimli “Cemiyetin ilk etkinliği Beyazıt’ta Valide Emetullah Kadın

Mektebi’nde bir çıraklık okulu açmak olmuştur. Bu okulda, Kapalı Çarşı’daki esnaf

çıraklarına okuma-yazma, hesap ve dini esaslar öğretilmiştir. Daha sonra bu çalışma

düzenli hale getirilmiştir. Bu etkinlik Türkiye’deki ilk halk okulları olarak

değerlendirilmektedir.” 230 Böylece bu dönemde halk eğitimi, korumaya muhtaçlara

kurumsal bakım, vatandaş ve devlet elitleri katılımı gibi birçok yeni unsur Osmanlı

modernleşmesinin yeni unsurları olarak kökleşmeye başlamıştır.

229 Koç, s. 186. 230Akyüz, s. 439

107

Tanzimat dönemi kurumsallaşması daha ziyade idarede dönüşümü esas almış,

ancak toplumun dönüştürülmesinde, devletin topluma her yönüyle müdahale etmesi tam

olarak hedeflenmemiştir. Meşrutiyet dönemine gelindiğinde ise durum değişmiştir artık:

“Tanzimat adamı ile Jön Türkler arasındaki büyük fark, ikincilerin ısrarlı toplum mühendisleri olmalarıdır. Değişme ve inkılâb kervanına onlar da katılmıştı. İslam toplumu ve devleti, nazarî olarak ve çoğunlukla fiiliyatta da aile ve bireyle ilgilenir, ama Tanzimat döneminde asayişi ve düzeni sağlayan tedbirlerin ötesinde 19. asrın modern devleti ailenin iktisadî, kültürel yapısını sağlamlaştırmayı, gençlerin eğitimini yönlendirmeyi, çocuk ve zevcenin hukukunu korumayı vazife ediniyor ve buna yönelik tedbirler almak istiyor. Bir başka deyişle Osmanlı devleti de yedi iklim dört bucağa yayılan tebaasının nasıl yaşadığını, iyi ve kötü âdetlerini öğrenmek istiyor: devlet ne kadar gerçekleştirebileceği belirsiz de olsa, ferdin hayatına inmek, onu tanımak ve hayatını iyileştirmek, geliştirmek için gerekeni yapmak niyetindedir. Çünkü 19. asrın kanun devleti tebaasını yönlendirmek zorundadır; evvelen tebaayı denetim altında tutmak için artık kolluk kuvveti ve şiddetin yetmeyeceğini, yurttaş bilincine eğitimle nüfuz etmek gerektiğini anlamıştır.” 231

Bu dönemde ticaret hayatı, eğitim hayatı ve aile hayatını ilgilendirilen yasal

düzenlemelere de hız verilmiştir. Artık Osmanlı tebaasını bir ‘nüfus’ olarak algılayıp,

ona nüfuz edecek, yönlendirecek eğitim ve diğer sosyal kurumları oluşturmaktadır.

Tanzimat’la idari düzeyde başlayan modernleşme süreci, Meşrutiyetle birlikte toplum

hayatının dönüştürülmesine yönelinmiştir. Devletin tebaasıyla olan ilişkisi sadece bir

asayiş ilişkisi değildir artık. Devlet muhtaç çocuk ve kadınlara yönelik sosyal yardımlar

yaparak, bu sorunu bir ‘sosyal sorun’ olarak görme eğilimine girmektedir.

Osmanlı modernleşmesi sonucu Tanzimat döneminde başlayan kurumsal ve idari

merkezileşme ya da devletin doğrudan sorumluluk alması eğilimi korunmaya muhtaç

çocuklar alanında da kendini göstermektedir. Tanzimat döneminde korunmaya muhtaç

çocuklar alanında ‘sivil, dinî zümre ve tarikat ehlinden’ ziyade devlet daha aktif

durumdadır.232 İlber Ortaylı, Tanzimat döneminde devletin korunmaya muhtaç

çocukların korunmasına yönelik çalışmalarını şöyle açıklıyor:

“Eylül 1854’te Güliz Hatun diye birine maaş bağlanmıştı; nedeni kocasının ölümünden 26 ay sonra çocuk doğurmasıdır. Kimsesiz çocuklar dışında ikiz, üçüz veya kusurlu doğumlarda aileye yardım için de maaş bağlanıyordu. Sofya civarında Etrepol’de 1851 yılında Hristos adlı birinin üçüz çocuğu doğunca, devlet para yardımı yapmıştır. Bu gibi emirlere çok rastlanıyor. Örnekler, Selanik’te sokakta bulunan bir çocuğa dair. Gene;

231 İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2000, s. 137. 232 Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 112.

108

Musul’da cami avlusuna bırakılan bir çocuğa Meclis-i Vâlâ’dan 1851 yılı içinde maaş bağlanmış. Başkaca; İstanbul’da Silivrikapı’da sokağa bırakılan bir çocuk Hatice adlı bir kadının bakımına verilerek maaş bağlanmıştır (1854 Nisan). Bundan iki yıl öncesi benze bir olayda sokağa bırakılan Ferhat adlı bir çocuğa 15 kuruş maaş bağlanmıştı. Örnekler az değildi ve 1268 yılı Rebiyülevvelinde (1852 Ocak) Manastırda (Vitola) ve İstanbul Laleli cami avlusunda bulunan bir kız çocuğu gibi çocuklara maaş bağlanması için bir ferman çıktı. Hatta bazen görüldüğü gibi bu maaş babasız doğan çocuklara da bağlanıyordu.” 233

Görüldüğü gibi, Osmanlı modernleşmesinde korunmaya muhtaç çocukların

‘kurumlara’ yerleştirilmesinden önce ürettiği çözüm, çocuklara ve ailelerine maaş

bağlanması ve çocukların aileler yanında barındırılmasıdır. Ancak İlber Ortaylı’nın da

yukarda belirttiği gibi, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik sorunlar son derece

yaygındır ve bu çocukların korunmasına yönelik sivil ya da dini kesimlerin girişimleri

çok azdır. Hem sorunun yaygınlığı hem de sivil kesimin ilgisizliği nedeniyle, Osmanlı

modernleşmesinin ilerlediği 19. yüzyıl sonlarına doğru bu hizmetlerde çeşitlenme ve

‘kurumsallaşma’ eğilimleri de kendini göstermektedir.

3.2.3 İlk Kurumsal Çocuk Koruma Kurumu: Midhat Paşa’nın Islahhaneleri

KMÇ’a ilişkin kurumsallaşma tarihinde ıslahhane örneği ile önemli bir sima

olarak karşımıza çıkan Midhat Paşa (1822-1884) sadece çocuk alanında değil Osmanlı

modernleşmesinin idari dönüşüm sürecinde de önemli roller üstlenmiştir. Görev aldığı

Niş Eyaleti ve Tuna Vilayetinde toplumsal düzenin sağlanması amacıyla zaptiye

idaresinin etkinleştirilmesi, yolların imarı, halkın refahı ile ilgili yardım sandıkları

kurulması gibi girişimler, ticaretin kolaylaştırılması için vapurların inşası, göçmenlerin

iskanı sorununu çözmek için köyler inşası gibi merkezi devletin nüfuz alanın genişleten

bir dizi çalışma başlatmıştır. Midhat Paşa’nın Osmanlı modernleşmesinde önemli görev

görmesinde bizzat Avrupa deneyimini görmesinin de etkili olduğu görülmektedir.234

Böylece Midhat Paşa 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren hızlanan devletin

233 Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 112. 234 Midhat Paşa’nın anılarında, 1857/1858 yılları arasında Paris, Londra, Viyana ve Belçika’yı kapsayan gezisinde ‘Avrupa’nın medeni eserlerini ibretle gördükten ve bunların sebeplerine dair mümkün olduğu derecede malumat edindikten sonra İstanbul’a dönmüş’ olduğu belirtilmektedir. Buradaki ‘medeni eserleri ibretle’ görmesi olumlu olarak etkilendiğini göstermektedir. Mithat Paşa, Hayatım İbret Olsun (Midhat Paşa’nın Hatıraları), Osman Selim Kocahasanoğlu (yayına hazırlayan), 1. Cilt, İstanbul: Temel Yayınları, 1997, s. 28.

109

merkezileşmesi sürecinde önemli bir adım olan eyalet sisteminden vilayet sistemine

geçiş sürecinde önemli görevler üstlenmiş oldu. Valilik yaptığı bölgelerin imarı,

gerçekleştirdiği reformlarda yerel güçlerle işbirliğine gitmesi, Midhat Paşa’yı dönemin

Osmanlı devlet adamlarından ayıran özelliklerdir. Kemal Karpat yollar yaptırarak,

okullar açtırarak, zanaatleri destekleyerek ve yerel halkın katılımını sağlayarak görev

yaptı yerlerde kısa sürede ‘mucizeler’ yarattığını belirtmektedir. Bu çerçevede de

Midhat Paşa sıra dışı bir örnek olarak değerlendirilmektedir.235

Kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklara yönelik ilk sistemli kurumsal girişim

olan Islahhaneler de Midhat Paşa’nın valiliği dönemindeki bu idari ve toplumsal yapının

modernleştirilmesi çalışmalarının bir parçasıdır. İlki 1863 yılında Niş’te kurulan

Islahhaneler daha sonra da Rusçuk ve Sofya’da açıldı ve bu kurumların işletme

kurallarını belirlemek üzere bir nizamname hazırlandı.236 Midhat Paşa’nın anılarında bu

kurumları ‘ıslahhane’ olarak anmasına rağmen bu kurumların kimi kaynaklarda sanayi

mektebi olarak da anıldığı görülmektedir. Nadir Özbek, Osmanlı’da Darülhayr-ı Ali

(1903) dışında darüleytam adını taşıyan başka bir kurum olmamakla birlikte, Midhat

Paşa tarafından açılan ıslahhanelerin bir tür darüleytam sayılabileceğini belirtmektedir.

Özbek’e göre “Darülhayr-ı Ali’nin ‘ıslahhane tarzında’ ve ‘sanayi mekteplerine mahreç’

olacak bir müfredatla kurulmuş olması da bunu doğrular niteliktedir.”237 Zaten Midhat

Paşa anılarında ıslahhanelerin ‘darüleytam’ niteliğini kuşkuya yer bırakmayacak

açıklıkta ifade etmektedir. Ayrıca aynı ifadelerden bu kurumların bir ‘sanayi mektebi’

boyutu olduğu da anlaşılmaktadır:

“… birinci defa olarak Niş’te kurulan ıslahhanenin daha mükemmeli sayılmak üzere Rusçuk ve Sofya’da Müslüman ve Hıristiyan kimsesiz ve yetim çocuklar toplanarak birer ıslahhane yapılıp, çocukların talim ve terbiyesini öğrenecekleri sanatların kurallar ve hareketlerini göstermek üzere bir Nizamname yapılmış ve TUNA gazetesi namıyla önce Tuna vilayetinde kurulan vilayet gazetesinin hükümet ve ahalice lüzumlu olan sair matbuatın basılabilmesi için modern makineler getirtilerek bir de matbaa kurulmuştu. Rusçuk Islahhanesi çocukların öğrendikleri terzilik ve kunduracılık ve şirketin Araba Fabrikasında araba yapımı gibi sanatlardan başka, çocukların bir takımı da matbaaya alınarak mürettiplik ve taşbasmacılığı [litoğrafyacılık] sanatlarında yetiştirilmiş ve Sofya Islahhanesi Çuha Fabrikası yapılmaya elverişli olduğundan, orası için de Viyana’dan

235 Kemal H. Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, Ankara: İmge Kitabevi, 2002, s. 149. 236 Emre Dölen, “Sanayi Mektebi” İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6, s. 443. 237 Nadir Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, İstanbul: İletişim yayınları, 2002, s. 248.

110

mahsus makineler ve ustalar getirtilerek, mevcut çocukların ekserisi iki yıl içinde muallime muhtaç olmayacak derecede bu sanatı öğrenerek usta olmuşlardır.” 238

Sanayi mektepleri ya da ıslahhaneler kanalıyla çocukların meslek sahibi

edilmesinin gerisinde yatan bir neden de, Osmanlı geleneksel meslek eğitimi olan lonca

sisteminin 19. yüzyılda gerilemesi nedeniyle ortaya çıkan yeni fabrikaların eleman

ihtiyacının karşılanmasıdır. Bu ihtiyacının karşılanması için Midhat Paşa’nın

girişimlerinden önce de 1848 yılında İstanbul’da bir sanayi mektebi kurulması girişim

olduğu ancak bu girişimin başarılı olmadığı bilinmektedir.239 Midhat Paşa ile başlayan

ıslahhaneler ise Cumhuriyet döneminde kadar genişleyerek varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Bu kurumlar yararlı görüldüğünden eğitimlerinin zenginleştirilmesi amacıyla

yurtdışından usta öğreticiler getirtilmiş ve başarılı öğrenciler de bilgi ve görgülerini

arttırmak amacıyla yurtdışına gönderilmiştir. Yine aynı çerçevede 1868 yılında Şura-yı

Devlet tarafından işletme kurallarını düzenleyen bir nizamname çıkarılmıştır. Bu

nizamname çerçevesinde ve ‘Vilayet Sanayi Mektepleri’ adıyla diğer birçok vilayette bu

kurumlar açılmıştır.240 Sanayi mekteplerinin ‘darüleytam’ niteliğinin ya da kimsesiz

çocuklar konusunda öneminin yeterince anlaşılmadığını, Darüleytamlar konusunda

araştırmaların çoğunlukla İkinci Meşrutiyet Dönemindeki Darüleytam Müdüriyet-i

Umumiyesi’ne bağlı olarak kurulan darüleytamlarla ilişkilendirilmesine bağlayan Nadir

Özbek’e göre, Midhat Paşa dönemi ile birlikte kurulmaya başlayan ıslahhane ya da

sanayi mekteplerinin temel işlevlerinden biri Müslüman yetimlere yönelik

çalışmalarıdır.241 Sanayi mektepleri Balkan savaşları sonrasında muhacirlerin İstanbul’a

akın etmesi nedeniyle ortada kalan çok sayıda çocuğun barınma ihtiyacını karşılamak

için kullanılmıştır. Daha sonra patlak veren I. Dünya Savaşı ile birlikte ortada kalan ve

238 Midhat Paşa, s. 52-53. 239 Emre Dölen 1848 yılında İstanbul Zeytinburnu’nda bu amaçla bir bina yapımı da gerçekleştirildiği ancak eğitime başlanmadığını belirtmektedir. Ancak bu çabaların devam etmesi sonucu İstanbul’da ilk sanayi mektebi 1868 yılında Sultanahmet’te öğretime başladı. Bu kurumların ‘darüleytam’ niteliğine ilişkin ise şu bilgiler verilmektedir: “Öğretim 13 yaşından küçük, fakir ve kimsesizlerden oluşan 50 öğrenci ile başladı.” Görüldüğü 19. yüzyıl Osmanlı modernleşmesinde toplumsal ve ekonomik dönüşüm içice bir nitelik göstermektedir. Bkz. Dölen, s. 444. 240 Dölen, s. 444. 241 Nadir Özbek’e göre fikir babalığını Midhat Paşa’nın yaptığı sanayi mekteplerine İkinci Abdülhamid sahiplenmekte tereddüt etmemiş ve 1903 yılına kadar İstanbul, Adana, Edirne, İzmir, Bağdat, Halep, Hüdavendigar, Selanik, Şam-ı Şerif, Kastamonu, Kosova, Manastır, Trablusgarp ve Yemen’de çoğunluğu Hamidiye Sanayi Mekteb-i Ali’si adını taşıyan 14 sanayi mektebi kurulmuştur. Ayrıca buraya devam eden talebelerin çoğunluğu da yetimlerden oluşmaktadır. Bkz. Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 249.

111

barınma ihtiyacı içinde olan kimsesiz çocuk sayısının 100.000 civarında olduğu

belirtilmekte ancak, bu dönemelerde ancak 10.000 çocuk için yetimhanelerde yer

bulunabilmektedir. Yer sıkıntısının bir nedeni Sanayi Mekteplerinin salt bir yetimhane

olmaması ve yöneticilerinin kapasitelerinin tümünü savaş yetimlerine ayırmak

istememesinden kaynaklanıyordu.242

Midhat Paşa’nın dönemin korunmaya muhtaç çocukları için yerel imkânları ve

hem Müslüman hem de gayri-müslim zanaatkârları da kullanarak kurduğu bu ilk

‘yetiştirme yurtlarının’ kuruluşunu ve işletilmesini Akyüz şöyle özetliyor:

“Midhat Paşa, ilk ıslahhaneyi 1861’de vali olarak atandığı Niş’te açmıştır. O, beş-altı yaşından büyük, on iki-on üç yaşından küçük çocukları toplattırarak ıslahhanede besleyip barındırmış, giydirmiş, okuma yazma ve matematik öğrettikten sonra, çocuğun dinine göre Müslüman ve Hıristiyan hocaların gözetiminde birer sanat ve meslek sahibi olarak yetişmelerini sağlamıştır. Küçük yaşlardaki mahkûmlar için de ıslahhanede ayrı bir bölüm oluşturmuştur. İleride açılacak sanat okullarının başlangıcı sayılabilecek bu kurum çocuklara beş altı ay içinde asgari düzeyde de olsa sanat öğretmiştir. Bu durumu gören kendi çocuklarını da buraya vermek istemiş, fakat ıslahhane yalnızca yetim çocuklar için kurulduğundan kabul edilmemiştir. (…) Nizamnamedeki hükümlere göre ıslahhanelere kabul koşulları şunlardır: Islahhaneye 12–13 yaşından küçük yerli, yabancı, İslam, Hıristiyan çocuklardan ana-babasız, öksüz, yetim çocuklarla, bunlardan biri yoksul ya da sakat olan ve her türlü sevk ve idareden yoksun çocuklar alınır. Yukarıdaki koşullar dışında olmakla birlikte ana-babası veya hısımının isteği üzerine başka çocuklar da yetiştirilmek amacıyla ıslahhaneye alınırlar. 13 yaşından aşağı olup, irtikâp, töhmet ve cinayet nedeniyle kanunen bir yıl ve daha çok hapsi gerektiren bir suç işlemiş çocuklar da hükümetin resmi emriyle ıslahhaneye alınırlar.

Islahhanelerde çocukların bir yandan genel eğitimi sürdürülürken, diğer yandan terzi, kundura, mürettiplik gibi atölyelerde sanat edinmeleri sağlanır. Suç işlemiş çocuklara ilişkin “c” bendi dışında, ıslahhanelerin kuruluşundaki esas amaç, henüz suç işlememiş fakat bedensel, fikirsel, sosyal ve ahlaksal bakımdan tehlikede bulunan çocukları koruyarak topluma kazandırmaktır. Bu kurumlar ülke genelinde geniş kabul görmüş ve Osmanlı İmparatorluğu’nda çok sayıda ıslahhane kurularak hem kimsesiz çocuklara iyi bir gelecek hem de ülkeye sanatkârlar ve nitelikli çalışanlar kazandırılmıştır. İş eğitimi modeline dayanan bu uygulama bugün hâlâ çocuk ıslahevi ve bazı yetiştirme yurtlarında sürdürülmektedir.” 243

Akyüz’ün de vurguladığı gibi halen günümüzde uygulamada olan yetiştirme

yurtları, çocuk yuvaları ve Adalet Bakanlığınca suçlu çocukların ıslahında kullanılan

242Bu durumu dikkate alan hükümet sanayi mekteplerine yazılı olarak kaç yetim çocuğu kabul edebileceklerini sorduğu yazıda, çocuk sayısının toplam öğrenci sayılarının %30’undan az olmaması şartını koşmaktadır. Bu güç koşullar altında kalan hükümetin daha sonra ülke geneline yayılan darüleytam örgütlenmesine gittiği bilinmektedir. Bkz. Ebubekir Sofuoğlu, “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin alına Bazı Tedbirler,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, (edt.) Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 49–58. 243 Akyüz, s. 437-438.

112

çocuk ıslahevlerinin bir karması olarak ilk uygulamalar Midhat Paşa’nın öncülüğünde

oluşturulan bu ıslahhanelerdir.

Osmanlı’da kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin ilk yatılı kurum

deneyimi olan bu ıslahhaneler,244 gerçek anlamda bir yetimhane ya da ‘eytamhane’

olarak değil, İslam ve Hıristiyan kimsesiz çocukların ‘tahsil ve terbiyelerine bakmak,

sanat öğretmek için’ oluşturulan bir tür ‘sanayi mektebidir’ aynı zamanda. Nadir Özbek

bu durumun, yani bu kurumların adının ‘sanayi mektebi’ olmasının, daha sonra yapılan

sosyal tarih araştırmalarında, bu kurumların ‘eytamhane’ özelliğinin gözden kaçmasına

neden olduğunu, Midhat Paşa’nın sanayi mektebi deneyiminin II. Abdülhamid

tarafından kabul gördüğünü, benzeri kurumların diğer eyaletlerde kurulmasına ön ayak

olduğunu ve hatta Midhat Paşa tarafından ‘ıslahhaneler’ için hazırlanan Islahhaneler

Nizamnamesi’nin 1903 yılında İstanbul’da kurulacak olan ‘Darülhayr-i Ali’ adlı

kimsesiz Müslüman yetimler ‘darüleytamının’ işletilmesine kaynaklık ettiğini

belirtmektedir.245

Midhat Paşa ‘ıslahhaneleri’ kurarken bölgede bulunan imkânlardan

yararlanmasını bilmiştir. Bu kurumları açarken bölgede bulunan Polonyalı ve Macar

mültecilerin bilgi ve deneyiminden de yararlanmış; bu kişiler arasında bulunan

mühendis ve teknisyenler ‘ıslahhane’lerde öğretmenlik yapmışlardır.246 Sonuç olarak

Midhat Paşa’nın erken modern dönem ‘ıslahhane’ deneyiminin hem yoksul ve kimsesiz

Müslüman ve Hıristiyan çocukların mesleki eğitimi anlamında sanayi mektebi görevi

alması, hem de kimsesiz korunmaya muhtaç çocukların barındırılması anlamında işlev

görmesi, korunmaya muhtaç çocuklara yönelik daha sonra ortaya çıkacak ‘yetimhane’

ya da ‘darüleytamların’ şekil almasında önemli bir model olmuştur.

Osmanlı modernleşmesi sonucu ortaya çıkan çocuk koruma sisteminin genişleme

ve merkezileşme eğilimi, ‘ıslahhanelerin,’ Midhat Paşa sonrası dönemin devlet adamları

tarafından benimsenip yaygınlaştırılmasında da görülmektedir. Islahhane deneyiminin

244 E. Ziya Karal de Osmanlı tarihinde korunmaya muhtaç çocuklar için ilk yatılı ıslahhanenin kuruluş tarihini 1860 olarak vermektedir. Bu tarih Midhat Paşa’nın kurduğu ıslahhaneleri işaret etmektedir. Akt. Kurt, “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, s. 557. 245 Nadir Özbek, “Darülhayr-ı Ali”, Tarih ve Toplum, Şubat 1999, S. 182, s. 17. 246 Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 188.

113

‘kurumsallaşmasının’ ve yaygınlaşmasının gerisindeki saik, ‘savaş yetimlerinden’247

ziyade, dönemin yoksulluk sebepli kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların

bakımıdır; çünkü bu kurumlar savaşın yarattığı bir yıkım söz konusu olmadan ortaya

çıkmış ve daha sonra Osmanlı’nın belli başlı bütün şehirlerinde kurulmuştur.

Korunmaya muhtaç çocuklar alanında Osmanlı döneminde ortaya çıkan iki temel

kurumdan ilki olarak ‘ıslahhaneler’ bugün bir yönüyle günümüz ‘yetiştirme yurtları’

olarak sürmekte iken, yine korunmaya muhtaç çocukları eğitme ve korumaya yönelik

olarak geç 19. yüzyılda ortaya çıkan bir kurum olarak Darüşşafaka da halen varlığını

sürdürmektedir. Her iki kurum da salt bir ‘yetimhane’ niteliği ile kurulmadı; her iki

kurumun da kimsesiz korunmaya muhtaç çocukları barındırma yanında bir eğitim

kurumu olma vasfı da bulunmaktadır.

3.3 II. Abdülhamid Dönemi: Çocuk Koruma Çalışmalarında Genişleme ve Merkezileşme Eğilimleri

Tanzimat dönemiyle birlikte başlayan modernleşme sürecinin bir parçası olarak

eğitim sistemimin çeşitlenmesi ve yayılması II. Abdülhamid döneminde (1876–1908)

hızlanmıştır. II. Abdülhamid tahta ilk geçtiği zaman Osmanlı eğitim sisteminde üç ayrı

model vardı. Bunlar Maarif Nezaretine bağlı okullar, azınlık ve misyonerlerin kurduğu

okullar ve geleneksel eğitim veren medrese ve sübyan mektepleridir. 1876 Anayasası ile

(Kanun-i Esasi) özel okulların kurulmasına imkân tanınması ile dördüncü bir tür okul

eğitim sitemine dâhil edilmiştir. Ancak bu kez de bütün okullar üzerinde devletin

denetimi yasal hükme bağlanarak eğitim sistemi kontrol altına alınmak istenmiştir.248 II.

Abdühamid bu dönemde okullaşmanın artması için mali sorunlarla ilgilenmiş ve

oluşturulan fonlarla İmparatorluğun farklı yerlerinde okullar kurulmuştur. Bu dönemde

ilkokul sayısı 29.130, rüşdiye sayısı 619 ve idadi sayısı da 93’tür. Ayrıca kurulan bu

okullar Maarif Nezaretine bağlı ve Pan-İslamcı olarak bilinen II. Abdülhamid’in siyasi

yönelimine uygun olmayan seküler eğitim veren okullardır.249

247 Nadir Özbek “Darülhayr-ı Ali,” Tarih ve Toplum, Şubat 1999, S. 182, s. 11-20. 248 Yaşar Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997, s. 66. 249 Sarıkaya, s. 69.

114

II. Abdülhamid döneminin bir diğer özelliği, sosyal alandaki modernleşmesinin

savaşlara bağlı olarak gelişen sorunları çözmenin ötesinde bir ufka sahip olması ve

toplumun olağan sağlık ve eğitim ihtiyacını karşılayacak ‘modern’ kurumları

oluşturmasıdır.

3.3.1 I. Meşrutiyet, Savaşlar ve Çocukların Korunması

I. Meşrutiyet (1876-1908) dönemi kentsel nüfusun savaşlar nedeniyle denetimsiz

artması, yoksul kentsel nüfusun devletin hazır olmadığı bir ‘asayiş’ sorunu olarak ortaya

çıkması nedeni ile genel olarak yoksullara yönelik ve özel olarak muhtaç ve kimsesiz

çocuklara yönelik kurumsal yardım yapılanmasını tetiklemiştir. Savaş nedeniyle büyük

kentlere yönelik göç ilk olarak 1683 II. Viyana Bozgunu ile başlamış olmakla birlikte,

1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonucu İstanbul’a akın eden göç çok daha geniş kapsamlı ve

kalıcı etkiler bırakmıştır:

“1877 Osmanlı –Rus Savaşı’ndan sonra Rumeli’den binlerce kişinin İstanbul’a göç etmesi kentin yaşam düzenini büyük ölçüde etkilemişti. İlk göçmen kafilesi Temmuz 1877’de gelmiş bunu Ocak 1878’den itibaren günde 10.000 kişiye varan büyük göçler izlemişti. Göçmenlerin barındırılması, doyurulması, hastaların tedavi edilmesi büyük sorun olmuş bu işler için ‘İdare-i Umumiye-i Muhacirin Komisyonu’ kurulmuştu. Göçmenler bu komisyon denetiminde geçici olarak cami, medrese, tekke, okul, han hatta saraylara, bunlar yetmeyince uygun konaklara, yalılara ve evlere yerleştirilmişti. Temmuz 1877-Eylül 1879 arasında İstanbul’a 387.804 göçmen gelmiş, bakacak kimsesi ve geliri olmayan dul kadınlarla yetim ve öksüz çocuklar, Gülhane’deki Kırmızı Kışla’da açılan Muhacirin Dul ve Eytamhanesi’ne yerleştirilmişti. Hasta olanlar ise yine buradaki Muhacirin Hastanesi’nde tedavi edilmekteydi. Göçmenlerin azalması nedeniyle Muhacirin Komisyonu’nun lağvedilmesi üzerine 15 Ocak 1894 tarihinde bu kurumlar Şehremaneti’ne geçmiş ve Temmuz 1894’te Dulhane’deki Kadınlar ve küçük çocuklar Darülaceze’ye nakşedilmiştir.”250

Görüldüğü gibi, savaşlar nedeniyle başlayan kentsel asayiş sorunu ve kimsesizlik

sorunu karşısında, düzensiz de olsa, barındırma kurumları oluşturma çabalarında bir

artış vardır. Bu da Midhat Paşa ile başlayan ‘kimsesiz çocuklar’ı korumaya yönelik

merkezi devletin sorumluluk üstlenmesi ve bakım kurumları oluşturması geleneğinin

sürdüğünü göstermektedir.

250 Yıldırım, s. 8.

115

Toplumsal grupların devletle olan ilişkilerinin zayıfladığı ve toplumsal

sözleşmenin çözülmeye başladığı kriz dönemlerinin başında savaş dönemleri gelir.

Devlet ve toplumsal gruplar arasındaki koruma ve denetleme ilişkisinin zayıflaması

birçok toplumsal sorunun ortaya çıkması anlamına da gelmektedir. Pierre Rosanvallon

savaş dönemi krizlerinin refah devletinin gelişimine de ciddi katkılar yaptığını

belirtmektedir. Ona göre:

“Refah devleti, özellikle kriz dönemlerinde sıçrayarak ilerliyorsa bunun nedeni, bu

dönemlerin, toplumsal sözleşmenin az ya da çok açık biçimde yeniden formüle edildiği

sınav zamanları olmasıdır. Savaş deneyimi özellikle anlamlıdır. Bu dönemler boyunca ve

bu dönemlerin sonunda her şey, toplumsal bir yeniden yapılanma gerçekleşmiş,

dolayısıyla koruyucu devletin/refah devletinin doğası her defasında daha da vurgulu

biçimde yeniden öne sürülmüş gibi gerçekleşir. Bu hareket özellikle Birinci ve İkinci

Dünya Savaşları sonrasında belirginleşmiştir. 1942 Beveridge Raporu bu açıdan

özellikle anlamlıdır. Rapor, sosyal güvenlik sistemi yoluyla gereksinimin ortadan

kaldırılmasından a practical post war aim (savaş sonrası uygulanabilir bir amaç) olarak

söz eder. Söz konusu olan savaş zamanında barış hazırlığı yapmaktır (planning for peace

in war). Gerekçelendirmesi şöyledir: ‘Her vatandaş, hükümetinin daha iyi bir dünya için

çabaladığını hissettiği ölçüde kendini savaş çabasına adamaya daha hazır olacaktır.” 251

II. Abdülhamid döneminde çocuklara ve yoksullara yönelik sosyal hizmet

kurumlarının sayısında bir artış gözlenmektedir. Ancak bu devirde sosyal kurumların

artışını gerektiren önemli bir gerekçe II. Abdülhamid’in sosyal alandaki modernleşme

çabaları ise diğeri de başta İstanbul olmak üzere kentlere savaşa bağlı göç hareketleri

sonucu büyük insan akınlarıdır. Osmanlı’da da özellikle savaş dönemlerinde, savaş

yetimleri ve diğer korunmaya muhtaç çocuklara yönelik hem devlet içinde hem de

devlet dışında ciddi çalışmalar yapılmıştır. Bu durum, Rosanvallon’un belirttiği gibi

kişilerin savaşan devlete olan güven ve özdeşlik duygusunun kişilerin harekete

geçmesinde etkili olduğu söylenebilir. Bu girişimlerden en ilginci Kazım Karabekir’in

Doğu’da savaş yetimleri için ordunun katkıları ve imkanları ile yaptığı çalışmalardır. Bir

diğeri de daha sonra incelenecek olan Darüleytam örgütlenmesinin Birinci Dünya

Savaşı dönemi boyunca ve bütün ülke sathına yayılmasının sağlanmasıdır.

251 Pierre Rosanvallon, Refah Devletinin Krizi, Ankara: Dost Kitabevi, 2004, s. 27.

116

Meşrutiyet dönemi Osmanlı modernleşme tarihi içinde özel bir yere sahiptir.

Meşrutiyet dönemi Tanzimat’la başlayan modernleşme sürecinin etkilerinin sürdüğü

dönem olarak görülebilir. Bu dönem, devletin merkezileşmesi ve toplumda

kurumsallaşma düzeyinde artış anlamında tarihin hızlandığı bir dönemdir. Tanzimat

dönemi ile II. Meşrutiyet arasındaki dönemi, devletin sosyal yardım çabaları açısından

değerlendiren Nadir Özbek, iki dönem arasında bir süreklilik olduğunu belirterek, bu

dönemleri sosyal devletin ortaya çıkmasında da önemli aşamalar olarak

değerlendirmektedir. Özbek’e göre:

“Tanzimat sonrasına bir bütün olarak bakıldığında, sosyal yardım alanındaki

gelişmelerin, siyaset alanındaki dinamiklerin, bir başka ifadeyle modern devletin oluşumu sürecinin izlerini taşıdığı söylenmelidir. Bu anlamda, özellikle II. Abdülhamid döneminin kurumsal atılımları, bir yandan Abdülhamid iktidarının meşruiyetini güçlendirmiş, ancak aynı zamanda, Abdülhamid’in izleri silindiğinde muhalif bürokratik sınıfın kolayca benimseyebileceği bir sosyal yardım altyapısının oluşumunu da sağlamıştır. Gerek Abdülhamid dönemindeki atılımlar, gerekse II. Meşrutiyet rejiminin açılımları, farklı siyasi gündemlerin ve söylemlerin izini taşıyor olmakla birlikte, tek bir sürecin, yani, devletin sosyal alana tedrici olarak nüfuz etmesi sürecinin ifadeleri olarak değerlendirilmelidir.” 252

Ancak daha sonra görüleceği gibi II. Meşrutiyetle birlikte devletin topluma

nüfuz etme yöntemlerinde ciddi bir değişim kendini gösterecek ve sivil dernekler

devletin politikalarının hayata geçirilmesinde devreye sokulacaktır. Tanzimat dönemiyle

başlayıp Meşrutiyet dönemiyle devam eden devletin sosyal alanda var olma çabası;

diğer bir deyişle devletin sosyal yardım alanına girmesi; bütçeden bu alan için pay

ayırması, muhtaç çocuk ve diğer kesimler için bakım kurumları ihdas etmesi modern

devletin gelişim nitelikleriyle uyumludur. Ancak bu kurumların ortaya çıkmasında iç

dinamikler açısında bazı farklılıklardan bahsetmek gerekmektedir. Sosyal bakım

kurumlarının ortaya çıkmasında Batı ve özellikle İngiltere gibi ülkelerde sanayileşme ve

kentleşme sonucu ortaya çıkan kent yoksulluğu başat dinamik iken, Meşrutiyet

döneminde savaşlar ve savaşların yarattığı kent yoksulluğunun daha önemli etkenler

olarak ortaya çıktığını görüyoruz.

Bu dönem ve hemen sonrasında kent yoksullarına yönelik ilk uygulamalar,

dilencilere karşı önleyici tedbirler, Darülaceze kurumunun kurulması (1896), sokak

252 Nadir Özbek, “Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Sosyal Yardım’ Uygulamaları, 1839-1918,” Toplum ve Bilim, Kış 1999/2000, no. 83, s. 129.

117

çocuklarının eğitim ve tedavisi için Darülhayr-ı Ali’nin kurulması (1903) ve yine

ağırlıklı olarak savaşlar sonucu kimsesiz kalan çocukların bakım ve eğitimini hedef

edinen Darüleytamlar’ın (1914) kurulması ve yaygınlaştırılmasıdır. Bu çabaları

kamusal destekle ve bürokrasinin yönetimi altında yürütülen çalışmalar olarak

tanımlamak mümkündür. Ancak hemen bütün kurumlar kentteki aşırı göçün yarattığı

asayiş probleminin çözümü saikıyla başlatılan çabalardır. Daha sonraki süreçte ise bu

kurumlar sosyal refah sistemin en önemli referansları olarak tarihteki yerlerini aldılar.

Bunun yanında Himaye-i Etfal (1917 ve 1921) gibi sivil girişimler de mevcuttur.

Dolayısıyla modern merkezi devletin şekillenmeye başladığı bir dönem olarak

Meşrutiyet dönemi çocuk koruma kurumları ve yasal tedbirler, kamusal ve sivil nitelikli

önlemler olarak iki başlık altında incelenebilir. Bu önlemler yukarda kısmen

zikredildiği gibi bazı bakım kurumları kurmak şeklinde geliştiği gibi, özellikle

dilencilere yönelik olmak üzere kentsel kamusal alanları kullanarak toplumsal düzeni

bozan kesimlere karşı alınan cezalandırma ve menetme önlemlerini de içermektedir.

Devletin bu tedbir alma, mevzuat yapma, bürokrasi tahsisi ve kurumlar

oluşturması sonucu yarattığı yeni bir sosyal alan vardır. Osmanlı devletinin tebaasının

üzerinde etkisinin arttırılması, eğitim yoluyla da üretici kapasitesinin arttırılmasını

hedefleyen bu çok boyutlu çabalar yeni bir devlet sektörünün ortaya çıkmasıyla

sonuçlanmaktadır:

“Osmanlı devleti, on dokuzuncu yüzyıl boyunca, sosyal hayatın birçok alanına nüfuzunu arttırmıştır. Önceki dönemlerde, devletle ilişkisi hayli sınırlı olan alanlar, modern teknolojik imkânlarla donatılmış bürokratik devletin yeni fonksiyonlarının icra edildiği alanlar niteliğini kazanmıştır. Bu döneme bir bütün olarak bakıldığında, bir yandan modern devletin müdahale alanı, diğer yandan da modern siyaset için bir meşruiyet kaynağı olan bir ‘sosyal alan’ oluştu söylenebilir.” 253

Ancak Özbek’in de vurguladığı gibi Osmanlı’da 19. yüzyıl sonlarına doğru ortaya

çıkan kent yoksulları ve korunmaya muhtaç çocuklar sorununu harekete geçiren

modernleşme çabası, on dokuzuncu yüzyıl sonlarından başlayarak ortaya çıkan büyük

253 Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 47.

118

savaşlar ve savaşlardan kaçan kesimlerin içinde bulunduğu yoksulluk ve yoksulluğun

yol açtığı sosyal sorunları nedeniyle hızlanarak devam etmiştir.254

3.3.2 Dilencilikle Mücadele, Darülaceze (1896) ve Darülhayr-i Ali (1903)

Osmanlı tarihindeki en önemli sosyal kurumların başında gelen Darülaceze’nin

ortaya çıkmasının gerisinde İstanbul’un düzenini bozan ‘serseri’ ve dilencilerin disipline

edilmesi ve böylece düzenin sağlanması ihtiyacı yatmaktadır. Bu süreç diğer bir

anlamda da dönemin rejiminin toplumdan gelen talebe karşılık vererek sosyal alanda

‘dikey yayılması’dır. Darülaceze kapsam ve tür olarak ilk defa devlet tarafından

planlanmış ve hizmete açılmış bir kurumdur. Bu anlamda Foucault’nun Fransa

örneğinde belirttiği gibi artık hayırseverlik alanı daha çok sınırlanmış ve devlet sosyal

alanda daha güçlü ve seküler bir varlık göstermiştir.

Özellikle 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasından Rumeli’den göç etmek zorunda

kalan nüfusun İstanbul’un daha sonraki kentsel sosyal sorunlarının temel

kaynaklarından biri olduğu bilinmektedir. İstanbul’a savaştan kaçarak gelen bu göçmen

grubu çoğunlukla hasta, sakat, dul ve yetimlerden oluşmaktaydı. Barınma ve geçinme

sorunları karşısında bu kesimden birçok kişi dilencilik yapmaya başlamıştır. Artan

sorunlar karşısında Şûra-yı Devlet Tanzimat Dairesi 7 Eylül 1886 tarihli toplantısında,

İstanbul’da dilenciler güruhunun çok arttığı, birçoğunun çalışabilecek durumda

oldukları halde dilenmeyi tercih ettikleri, bunlara katılan bazı kız ve erkek çocukların

ise fuhuş gibi memleketin düzenini bozan suçlara alet oldukları belirtilerek önlem

alınması kararı almaktadır. Ayrıca geçmiş dönemlerde aceze için çok sayıda gurabahane

ve benzeri kurumlar kurulduğu ancak bunların amaçlarından uzaklaştırıldığı ve etkili

olamadığı ve bunun temel sebebinin de dilenciliği düzenleyen bir yasal mevzuatın

olmadığı belirtilmiştir. Toplantıda İstanbul’da dilenciliğin yasaklanması, diğer

memleketlerden gelip dilenen kişilerin memleketlerine gönderilmesi, bakacak kimsesi

olmayanların devletin açacağı darülacezede bakılmasına karar verildi. Ancak bu kurallar

254 Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 47.

119

bir yandan uygulanmaya başlanırken, darülacezenin kurulmasına ilişkin padişah iradesi

ancak 30 Mart 1890 tarihinde verildi.255

Osmanlı tarihinin her döneminde yardımı hak eden yoksullarla, yardım hak

etmeyen kesimler arasında bir ayırım yapılmış olduğu söylenebilir. Bu yönüyle de, 1834

Elizabeth Yoksullar Yasası örneğinde olduğu gibi, Batı dünyasının söylemine paralel

bir dil ve uygulama geliştirilmiştir. Özellikle dilenciler konusunda böyle bir ayırıma

sıklıkla rastlanabiliyor. Daha sonraki pratiklere zemin hazırlayan 30 Mart 1890 tarihli

Meclis-i Vükela’da dilenciler ve diğer gruplarla ilgili şu kararlar alınmıştır:

“ (…) dilencilerden İstanbullu ve taşralı olanların tespit edilmesi; hasta,

kimsesiz ve çalışamayacak durumda olanların listesinin hazırlanması, ; taşradan işi gücü ve sanatı olmayıp da İstanbul’a gelmek isteyenlerin bundan böyle memleketlerinden salıverilmemeleri; işe güce yaramayanlar ile kimsesiz çocuklara bulundukları yerin belediyesi tarafından bakılması, çalışabilecek durumda olanların yol yapımında ve diğer imalat işlerinde çalıştırılarak geçimlerinin sağlanması için vilayetlere tebligat

yapılmasının Dahiliye Nezaretine yazılması.” 256

Görüldüğü gibi İstanbul’da yaşanan sosyal sorunun tek kaynağı artık ‘savaş

göçü’ olarak görülmüyor ve İstanbul’a her tür göçün önlenmesi için artık ciddi tedbirler

alınmaktadır. Bu tedbirlerin Darülaceze henüz kurulmadan da uygulandığı ve

Osmanlı’nın öteden beri bir politikası olduğu görülmektedir. Bu çerçevede dilenciler ve

işsiz güçsüzlerin toplattırılarak yol yapım işleri ya da ırgat olarak köylü ya da

sanatkârların yanına verilmesi uygulamasının 16. yüzyıla kadar gitmektedir.257 Ancak en

sistemli uygumla Darülaceze’nin kurulması ile birlikte hayata geçmektedir.

Darülaceze bir yandan şehirdeki dilencilerin tutulduğu bir merkez olmakla

birlikte; “hastaneleri, süt çocukları için kreşi, yetimler için eytamhanesi ile birlikte külli

bir müessese olarak düşünülmüş olmanın yanı sıra, aynı zamanda sahip olduğu

atölyelerle bir tür iş-evi, Osmanlıca tabiriyle darüssaydır da.”258 Darülaceze bu niteliği

255 Nuran Yıldırım, İstanbul Darülaceze Müessesesi Tarihi, İstanbul: Darülaceze Vakfı Yayını, 1997, s. 15-22. 256 Yıldırım, İstanbul Darülaceze Müessesesi Tarihi, s. 25. 257 Özbek, “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, s. 36. 258 Özbek, “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, s. 37.; Nadir Özbek Bir başka kaynakta Darülaceze’yi Batıdaki muadili çalışma evleri (workhous) ile karşılaştırdığında kapasite olarak çok küçük

120

ile günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Darülaceze kent yoksullarından sadece

dilenciler değil; kimsesiz genç, özürlü, yaşlı ve terk bebeklere de bakım hizmeti veren;

hatta barındırdığı bazı atölyeleri ile 19. yüzyıl batı modelleri olarak ‘çalışma evleri’ gibi

kurumlardan esinlenilerek oluşturulan bir kurumdur. Ayrıca bu kurum Darüşşafaka’nın

oluşturulmasında izlendiği yöntemle kamu kaynakları ve özel bağışların iç içe geçtiği

girift bir yöntemle inşa edilmiştir. 259

II. Abdülhamid dönemi kentsel sosyal sorun olarak ‘sokak çocukları’ ile ilgili

oluşturulan en önemli kurum olan Darülhayr-i Ali’nin niteliği; hangi gerekçelerle, hangi

çocuklar için kurulduğu konusunda bazı belirsizlikler vardır. Esas olarak Müslüman

kimsesiz çocukların barındırılması eğitimi ve meslek sahibi kılınması için II.

Abdülhamid’in kurduğu varsayılan Darülhayr-i Ali’nin kuruluşunun gerisinde, 1890’lı

yıllardaki Ermeni olayları ve bu olaylardan arta kalan binlerce savaş yetiminin

bakımının uluslararası bir sorun haline gelme potansiyeline karşı önlem alma düşüncesi

yatmaktadır.260 Nadir Özbek bu durumu şöyle açıklamaktadır:

“3 Nisan 1899 tarihinde Dahililiye Nezareti tarafından Abdülhamid’e sunulan bir

raporda bu durum açıkça ifade edilmektedir. “Bikes kalan Ermeni fukara-i Etfal’inin iskan ve iaşe ve talim ve terbiyeleri maksadıyla Palu ve Çünkeş’de tesis olunan yerler hükümetçe sedd olunduğundan etfal-i merkumenin iaşe ve terbiyesi niyet-i hayriye-i insaniyetkarane müsteza olduğu cihetle bunlara hükümet-i seniyyece bakıldığı takdirde bir şey denilemeyeceği Almanya ve İngiltere sefaretleri tarafından ifade kılınmış ve tebaa –i Devleti-i Aliyye’den bivaye ve muhtaç-ı himaye olan Ermeni çocuklarının umur-ı iskam ve terbiyelerinin ecanibe bırakılmayıp hükümet-i seniyyece deruhde edilmiş bilvücude mütezi olmakla etfal-i merkumeden hakikate fakir ve bikes olanların miktarıyle bunların ne suretle ve nerede iskan ve infak ve talim edilmeleri lazım geleceğinin vilayetlerde bilmuhabere kararlaştırıl[ması]…”261

Daha önce de belirtildiği gibi, Midhat Paşa’nın ıslahhane kurumları Osmanlı’da

ilk yatılı çocuk koruma müesseseleri olduğundan, bu kurumlar daha sonraki kurumlara

ilham ya da örnek teşkil etmişlerdir. Darülhayr-i Ali’nin planlanmasında; yani alınacak

çocuklar ve ders programlarında da ıslahhane ve/veya ıslahhanelerin devamı

olduğunu belirtmektedir. O dönem Paris’teki muadil kurumların kapasitesinin 8-9 bin civarında olduğunu belirtmektedir. Ayrıca barındırıldığı insan grupları da çok çeşitlilik göstermesiyle de Darülaceze ayrışmaktadır. Ayrıca bu nitelikte tek kurum olması nedeniyle o dönemki İstanbul’un ihtiyacını karşılamaktan olduğu olduğunu belirtmektedir. Bkz. Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet, s. 208. 259 Buğra, s.76. 260 Nadir Özbek, “İkinci Abdülhamid ve Kimsesiz Çocuklar: Darülhayr-i Ali,” Tarih ve Toplum, S. 182, Şubat 1999, s. 11. 261 Özbek, “İkinci Abdülhamid ve Kimsesiz Çocuklar: Darülhayr-i Ali,” s. 13.

121

niteliğindeki sanayi mektebi ya da çeşitli darüleytamların izleri görülmektedir.

Darülhayr-i Ali, II. Abdülhamid tarafından (kuruluşunda Ermeni çocukların korunması

gayesi de yer almaktaydı) Müslüman yetim ve kimsesiz çocuklar için kurulan ilk kurum

olmakla birlikte, çeşitli vilayetlere dağılan ıslahhanelerin de birer darüleytam işlevleri

olduğu bilinmektedir.

Kimsesiz ve korunmaya muhtaç Müslüman çocuklara yönelik olarak ilk yatılı

bakım kurumu olan Darülhayr-i Ali’nin (1903) hangi bakanlığa ya da idareye bağlı

olacağı da tartışmalı bir konu olmuştur. Başlangıçta Maarif Nezareti’ne bağlı olarak

açılan bu kurum daha sonra Şehremaneti ya da Sanayi Bakanlığı’na bağlanması da

istenmiş olmakla birlikte tartışmalar bir sonuç vermemiş ve zaten kurum 1909 yılında

kapatılmıştır. Kurumun kapatılması sürecindeki tartışmalarda ‘darüleytam’ın bir eğitim

işi olmadığı savunulmuşsa da bu hizmeti üstlenecek bir devlet organı ortaya

çıkmamıştır. Tartışmalarda Darülhayr-ı Ali’den beklenen faydanın sağlanamadığı, bu

kuruma hakkı olmadığı halde çocukların da alındığı ve kurumun istismar edildiği gibi

bir dizi eleştiri getirilmiştir. Ancak II. Meşrutiyet döneminde kapatılan bu kurumun

katılmasının bir nedeninin de, Darülhayr-i Ali’nin geçmiş dönem rejimine ait olmasının

da payı olduğu bilinmektedir. İttihat ve Terakki Rejimi’nin II. Abdülhamid’in kişiliği ve

rejimine ilişkin sembolik değerlere karşı olmasının Darülhayr-i Ali’nin kapatılmasında

önemli bir faktör olduğu bilinmekle birlikte, devlet bütçecinin yetersizlikleri nedeniyle

‘sosyal yardım’ alanının sivil toplum kurumlarına açılması politikasının da bunda payı

olduğu açıktır.262

3.4 Kız çocuklarına İlişkin ‘Derin’ Politika: Osmanlı’da Ev İçi Kölelik

Osmanlı toplumunda üretim esas olarak sanayi ya da büyük tarım çiftliğine

dayalı olmadığında, kölelik de esas olarak üretimle ilişkili bir kurum değildi. Ancak çok

yoksul olmadıkça orta sınıf dâhil birçok ailede ‘yardımcılar’ bulunuyordu.263 19.

yüzyılda bu tür evlat edinme olaylarına sıklıkla rastlanmaktadır. İlber Ortaylı Osmanlı

262 Nadir Özbek, “Darülhayr-ı Ali”, Tarih ve Toplum, 31, no. 182, Şubat 1999, s. 17. 263 İlber Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 126.

122

Toplumunda Aile adlı çalışmasında 19. yüzyılda evlatlık ya da ahretlik ismi ile görülen

kız çocuklarının ‘ev içi köle’ olarak kullanılmasına ilişkin şu tespitlerde bulunmaktadır:

“19. yüzyılda büyük şehirlerde veya küçük merkezlerde orta halli aileler dahi civar köylerden veya fakir Çerkes kabilelerden getirilen evlatlık kız çocukları hizmetçi olarak kullanırdı. (…) Cariye ve kölelerin bazı ailelerde efendilerin çocuklarıyla evlendirildiği bilinir. Bu çocukların Hıristiyan olanlarının dinlerinin değiştirilip Müslüman yapıldığı da düşünülür… (…) Bu gibi durumları abartmadan ve genelleştirmeden bir noktaya değinmeli. Evlatlık (ahretlik) âdetinin şehir ailelerinde her zaman çok olumlu işlemediğini belirtmek gerekir. Evlatlık kızlardan vakti gelince evlendirilenler olduğu gibi, nesiller boyu ailenin çocuklarına boğaz tokluğuna bakan ve sonunda çileyle ölümü bekleyenler çoktu.”264

Kölelik bir toplumsal kurum olarak dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi Osmanlı

toplumunda da uzun yıllar varlığını sürdürdü. Osmanlı’da kölelik kurumunun önemli bir

boyutu kız çocuklarının evlatlık ya da hane içi köleler olarak kullanılmasıdır. Özellikle

19. yüzyılın sonuna doğru köleliğin yasaklanmasına ilişkin çalışmalar olmakla birlikte,

bu dönemde Osmanlı toplumunda hâlâ çok yaygın bir köle ticareti söz konusudur. Bu

dönemde yılda 10,000 köle Osmanlı topraklarında alınıp satılmakta ve bunların

çoğunluğu hane içinde köle olarak kullanılan kız çocuklarıdır.265 Burada Özbay,266

çocuklara ilişkin sosyal politikanın kökenlerinin anlaşılmasını yardımcı olacak önemli

bir tespit yapıyor. Osmanlı’nın dönemin egemen hukuk rejimi olarak Şeriat’la ters

düşmemek ve yürürlükteki nizamı sarsmamak adına köleliğin doğrudan

yasaklanmadığını, ancak köle ticaretini sona erdirmek için bazı önlemler aldığını

belirtmektedir. Bu dönemde Osmanlı yönetimi İngilizlerin baskısı nedeniyle ‘siyah’

köle ticaretine karşı daha sert ve yasaklayıcı önlemler alırken, ‘beyaz’ köle ticareti ve

hane içi evlatlık uygulamalarına müsamahakâr davranmıştır.

Bir tür kölelik olarak kabul edilen hane içi ‘besleme’ uygulamasının Osmanlı

toplumunda köklü ve yaygın olmasının en önemli nedeni, evlatlık uygulamasını dînen

kabul edilmemesi267 ve evlatlık yerine çocukların iş akdi ile başka ailelere verilmesi

uygulamasıdır. Bu sistemi modern bir tabir olan ‘koruyucu aile’ ile tanımlayan 264 Ortaylı, Osmanlı Toplumunda Aile, s. 127. 265 Ferhunde Özbay, Turkish Female Child Labor in Domestic Work: Past and Present, Project Report prepared for ILO/IPEC, 1999, s. 13. 266 Özbay,Turkish Female Child Labor in Domestic Work: Past and Present, s. 13. 267 Abdurahman Kurt İslamın ilk yıllarında evlatlık sisteminin bir süre uygulandığını ancak daha sonra Kur’anı Kerim’in (Ahzab, 33/4-5) evlatlık almayı yasakladığını ve Peygamberin tatbikatlarında da yer almadığını belirtmektedir. Bkz. Kurt, s. 549.

123

Abdurahman Kurt, Tanzimat dönemi Bursa Şer’iyye sicillerine dayanarak yaptığı

incelemede, bu dönemde yoksul aile çocuklarının hali vakti yerinde kişilerce para

karşılığı ev içi hizmetlerde kiralanma uygulamasının yaygın olduğu tespitinde

bulunmaktadır. Bu dönemde toplumsal sorunlar karşısında ailelerin çocuklarını terk

ettiğini, ancak toplumun ve devletin bu çocuk sorununu çözmenin bir yöntemi olarak

‘yetimhane’ gibi kurumlar oluşturma değil, korunmaya muhtaç çocukların aileler yanına

verilerek sorunun çözülmeye çalışıldığı görülmektedir. Terk edilen çocuklar sadece

yalnız başına yaşayan kadınlara ‘evlatlık’ olarak verilirken, yoksul aile çocukları ‘İcar-ı

Sagir’ (İş Akdi) ile başka ailelere verilmiştir.268 Kurt bu müesseseyi şöyle

açıklamaktadır:

“Ekonomik düzeyleri iyi olan aileler, kendilerine hizmet etmek üzere daha çok fakir aile çocuklarını velileriyle anlaşarak belirli bir ücret karşılığında icarlamışlar ve bir nevi iş akdi diyebileceğimiz muameleyi kadıya tescil ettirmişlerdir. Bu şekilde aileye alınan çocuklara “besleme, ahretlik, manevi evlat” gibi isimler verilmiştir. İş akdinin temel motivasyonu, ahiret sevabı ümidiyle fakir aile çocuklarının ihtiyaçlarını giderme ve onları himaye etme isteğidir, kesinlikle çocukların emeklerini sömürme vasıtası değildir. İncelediğimiz kayıtların tümünde akit sebebi olarak, çocukların ve velilerinin şiddetli fakirliği zikredilmektedir. İcarlayanların çoğunluğu ise, toplumun orta ve üst tabakasına mensuptur.”269

Kurt ilgili dönem Bursa sicillerinden sondajladığı on defterden toplam 47 adet

icar-i sagir kaydı tespit etmiştir. Kayıtlardaki çocukların yaş ve cinsiyet

dağılımlarını tablo halinde aşağıdadır. Tablodan da anlaşılacağı üzere icar-i sagir

olarak verilen çocukların çoğunluğu kız çocuklarıdır.

268 Kurt, s. 550. 269 Kurt, s. 555-556.

124

Tablo 1 : Cinsiyet ve Yaşlara Göre İcar-i Sagir Olarak Verilen Çocukların Dağılımı

Kaynak: Abdurahman Kurt, “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi 2, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1992, s. 556.

Türkiye’deki korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin koruyucu politikaların tarihsel

köklerinin açıklanması açısından bu veriler oldukça önemli ipuçları sunmakla birlikte,

icar-i sagir’in günümüz koruyucu aile sistemi ile eş tutulması açıklayıcılıktan uzaktır.

Koruyucu aile doğrudan aileler arasında değil, koruyucu aileler ile kamusal sorumluluk

sahibi merciler arasında yapılan bir düzenlemedir. Bu düzenlemede çocuğun yararı

doğrultusunda koruyucu aileye sağlanan hizmetler yanında, çocuğun gelişiminin

sağlanması için uzman kadrolar tarafından izlenmesi ve biyolojik anne babayla ilişkinin

sürekli kılınması gibi farklı nitelikler içermektedir. Yani sistemin merkezinde çocuğun

yararı ve ailesi ile ilişkisinin sürekli kılınmak istenmesi yatıyor. Bu nedenle Osmanlı

toplumunda uygulanan ‘icar-i sagir’ sistemini, koruyucu ailenin ilk uygulaması

olmaktan ziyade, genel anlamda dönemin toplumunun çocuk koruma anlayışı açısından

değerlendirmek gerekmektedir. Diğer bir deyişle bu sistemi Cumhuriyet döneminde de

toplumda yaygın olan kız çocukların hane içi köle olarak kullanılması uygulamalarının

kökenleri açısından değerlendirmenin daha açıklayıcı olacağı düşünülmektedir.

CİNSİYET YAŞLAR

ERKEK KIZ TOPLAM %

3 2 2 4.25 4 2 2 4.25 7 4 4 8.52 8 8 8 17.22 9 1 3 4 8.52 10 1 1 2.13 15 1 1 2.13

BELLİ DEĞİL

7 14 21 44.69

TOPLAM 12 35 47 100 % 25.56 74.44 100

125

Bilindiği üzere ‘kölelik’ dünyanın birçok yerinde bir kurum olarak 20.yüzyıla

gelindiğinde büyük oranda yasaklanmıştır. Ancak ‘kölelik ve kölelik benzeri’

uygulamalar varlığını sürdürmeye devam etmiştir.

“Osmanlı’da kölelik üzerine yapılmış kayda değer çalışmalar mevcuttur, ancak hane içi köleliğin tarihine odaklanan çalışmalar yok gibidir. Hane içi kölelik perspektifinden aynı tarihsel olaylara baktığımızda şu çok açık olarak ortaya çıkıyor: ‘Bir kurum olarak kölelik’ ortadan kaybolmuştur ancak hane içi çalışma olarak ‘köleliğin’ kendisi değil. İçinde temel kölelik özelliğinin yeniden üretildiği evlatlıklar gibi pratiklere dönüşmüştür. 1963 yılında çıkan köleliği yasaklayan kanun da evlatların hane içi hizmetkâr olarak kullanılmasını yasaklamıştır. Pratik sönmeye yüz tutmuştur. Bu nedenle, yasaklamanın köleliğin yok olmasının temel nedeni olduğu iddia edilemez.” 270

1963 yılında çıkan “Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve

Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına Dair Ek Sözleşmenin Onaylanmasının Uygun

Bulunduğu Hakkında Kanun”un çıktığı dönemde yani 1960’lı yıllarda kölelikten söz

edilemez. Burada sürecin toplumun iç dinamiklerince ve tedricen tamamlamasından

sonra devletin yasal düzenleme yaparak müdahil olduğu belirtilebilir. Devletin

Osmanlı’dan beri, toplumun ‘mahrem alanı’na yani ‘aile içi’ne müdahale etmeyen,

sorun suç ve sokakla yani görünür alanla ilişkili hale gelmeden müdahale etmeyen bir

sosyal politikaya sahip olduğu görülmektedir. Kölelik benzeri pratiklerin daha yoğun

olarak varlığını sürdürdüğü ve köleliğin fikri düzeydeki dayanağı olan şeriatın

kaldırılarak yerine seküler temele dayalı medeni kanunun yürürlüğe girdiği

Cumhuriyetin ilk yıllarında, köleliğin kaldırılmasına ilişkin bir yasal düzenleme

yapılmamıştır.271 Devletin kölelik ve köleliğe ilişkin bu mesafeli yaklaşımının

temelinde, toplumda kölelik benzeri uygulamalara ilişkin olumlayıcı geleneksel

yaklaşımların yaygın olması yatmaktadır. Birçok çevrede bu tür uygulamalarda, mağdur

taraf olarak köle ya da evlatlıkların korunması vurgusu öne alınmamaktadır ve sömürü

kısmı görmezden gelinmiştir. Bu yaklaşımın devlet elitlerini de etkilemiş olması

270 Özbay, s.12. 271 Y. Hakan Erdem, Osmanlı’da yaygın olan köleliğin varoluş biçiminin yasalar tarafından belirlenen bir şekilde değil; köleler ve köleliğin şeriat kapsamında değerlendirildiğini belirtmektedir. Ancak özellikle uluslararsı baskılar nedeniyle Tanzimat döneminden itibaren bütün hükümdarların köleliliğe karşı önlemler aldığını ve bu önlemler nedeniyle de Cumhuriyetin ilk yıllarına gelindiğinde, kendisine karşı bir önlem alınacak kölelik olgusunun kalmadığını belirtmektedir. Ancak buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti 1926 tarihli, “Milletler Cemiyeti Köleliğin Önlenmesi Anlaşması”nı 1933 yılında onaylayarak konunun taraflarından biri haline gelmiştir. Bkz. Y. Hakan Erdem, Osmanlıda Köleliğin Sonu 1800-1909, 1. Basım, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2004, s. 10.

126

doğaldır. Ayrıca kölelik ve evlatlık kurumları Osmanlı döneminden itibaren, korunmaya

muhtaç ya da kimsesiz çocuklar sorununun çözümünde de bir yöntem olarak

yüzyıllardır kullanıldığı bilinmektedir. Ferhunde Özbay’a göre:

“yoksul göçmenler yaşamlarını sürdürmek için kız çocuklarını ya da yakınlarını, köle olarak doğduklarını iddia ederek satıyorlardı. Osmanlılar çocukların köle olarak satılmasını engellemek için kimsesiz çocukları ailelere evlatlık olarak vermeye başladılar. Daha sonra kimsesiz kız çocuklarının bu şekilde korunmaları amacıyla ailelere dağıtılması bir politika oldu. Bu politika belki köleliği sınırlamada etkili olmuştur, ancak evlatlıkların hane içi köle olarak kullanılması âdetine de yol açmıştır.” 272

Bu politikanın, yani korunmaya muhtaç ya da kimsesiz kız çocuklarının

korunmasının evlatlık kurumuna terk edilmesi politikasının Cumhuriyet döneminde de

devam ettiği, bu olgunun yasaklanmasının çok geç bir tarihte 1963 yılında çıkarılan bir

kanunla yasaklanmasından da anlaşılmaktadır.273 Kanun metni sadece Birleşmiş

Milletler tarafından aynı isimle kabul edilen Ek Sözleşmenin kabulünü içermekte ve bu

sözleşmenin uygulanmasına dair herhangi bir düzenleme öngörmemektedir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında iyice artan kimsesiz çocuklar sorununun

çözümünde başvurulan ‘darüleytam’ çözümünün esas olarak erkek çocukları kapsadığı

kız çocuklarının devlet kurumlarında koruması ise son derece sınırlıdır. Kız çocuklar

kurumlara yerleştirilmek yerine ‘evlatlık’ olarak ailelere verilmektedir. Başlangıçta

272 Özbay, s. 14. 273 “Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına dair Ek Sözleşmenin onaylanmasının uygun bulunduğu hakkında Kanun,” Kabul Tarihi: 27 Aralık 1963. Resmi Gazetede Yayınlanma Tarihi: 6 Ocak 1964. Düstur, Beşinci Tertip, Cilt 3, 1. Kitap. Ankara: Başbakanlık Devlet Matbaası, s. 233- 238. Kanun Birleşmiş Milletler tarafından 7 Eylül 1956 yılında kabul edilen “Kölelik, Köle ticareti, köleliğe benzer uygulama ve geleneklerin ortadan kaldırılmasına dair Ek Sözleşme’nin kabulünden ibarettir. On iki maddeden oluşan Ek Sözleşmenin, Türkiye’de yaygın olan kız çocuklarının ev içi köle olarak kullanılmasının yasaklanması konusuyla ilgili 1. Maddesinin (d) fıkrası şöyledir: “ Bir çocuğun veya 18 yaşından aşağı temyiz kudretine haiz bir kimsenin gerek anne ve babası, yahut bunlardan biri, gerekse varisi tarafından, şahsını veya işini istismar maksadıyla bedel mukabilinde veya bedelsiz diğer bir şahsa devrine müsait olan herhangi bir uygulama ve gelenek.” Ancak daha sonraki Yargıtay kararlarına bakıldığında Ek Sözleşmenin bu tanımına uyan pratiklerin yasaklanmasına dair yasal ve/veya idari bir yasaklama/düzenlemeye gidilmediği görülmektedir. Bu konuda bir çalışma için bkz. Ülker Gürkan, “Evlâd Edinme ve Beslemelerin Hukuki Durumu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, 1974, s. 163-206. Ayrıca Gürkan’a göre ‘evlatlık’ kurumu ‘besleme’, ‘ahretlik’ gibi çeşitli sıfatlarla karşımıza çıkabilmektedir; ancak bu farklı isimlerle anlatılan temel olarak ‘besleme’ çocuklardır. Bkz. Gürkan, s. 164.

127

ciddi bir sosyal sorunun çözümü olarak işlev gören bu uygulama zamanla kız

çocuklarının ‘ev içi köle’ olarak çalıştırılmaları geleneğine dönüşecektir. 274

Kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların korunmasının bir yöntemi olarak

evlatlık kurumunun 1915 Ermeni tehciri sonrasında ortada kalan çocukların

korunmasında da çok yaygın olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Dönemin emniyet

genel müdürlüğü sorumlu bölge valiliklerine, kimsesiz Ermeni çocukların büyük

kentlere gönderilmeyip ‘İslam karyelerine’ dağıtılmasını istemektedir.275 Ayrıca bu

dağıtımın belli bir düzen içinde yapılması için Hükümet tarafından gönderilen gizli

telgraflarla aşağıdaki ayrıntılı kurallar da tespit edilmektedir:

“1- Genç ve dul Ermeni kız ve kadınların evlendirilmesi; 2- On iki yaşına kadar olan çocukların bizim Darü’l Eytam (Yetimhane) ve öksüz

yurtlarına tevzi’i (dağıtılması); 3- Darü’l Eytamların mevcudu kifayet etmediği taktirde sahib-i hal Müslümanlar nezdine

verilerek adab-ı mahalliye ile terbiye ve temsillerine; 4- Bunları kabul ve terbiye edecek sahib-i hal Müslümanlar bulunmadığı takdirde

muhacirin tahsisatından ayda 30 kuruş i’aşe masrafı verilmek şartıyla köylülere tevzi’ine ve erkama müstenid olarak pey-der-pey ma’lumat i’tası.” 276

Yetim ve kimsesiz kalmış ‘gayri Müslim’ çocukların ‘besleme’ olarak başka

ailelere verilmesi uygulamasının sadece Ermenilerle sınırlı olmadığı anlaşılmaktadır.

Özellikle Ermeni Tehciri ve I. Dünya Savaşı sonrasında çocukların besleme olarak

başka ailelere verilmesinde bir artış görülmektedir. Aynı dönemde büyük saldırı ve

sürgünlere maruz bırakılan Süryani halkın geride kalan kimsesiz çocukları da besleme

olarak başka ailelere dağıtılmıştır.277

274 Ferhunde Özbay, “1911 – 1922 Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 109. 275 Erhan Başyurt, Ermeni Evlatlıklar – Saklı Kalmış Hayatlar, İstanbul: Karakutu Yayınları, 2006, s. 36. 276 Akt. Başyurt, s. 37. 277 Yakup Bilge Süryanilerin tarihlerinde bu az rastlanır zor dönemlerindeki çocukların ‘besleme’ olarak verilmesi olayını şöyle aktarmaktadır: “Bir yerde Birinci Dünya Savaşı, Süryanilerin Hıristiyanlıktan sonraki tarihleri içinde en zor dönemi oldu. Bölgede kendilerine karşı yapılan katliamlarda onbinlerce Süryani öldürüldü ve çok sayıda çocuk yaştaki Süryani, ev işlerinde kullanılmak üzere, bir nevi köle durumuna getirilerek Müslümanlaştırıldı. Yığınla Süryani da bölgeden sürüldü.” Yakup Bilge, Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul: Zvi-Geyik Yayınları, 2001, s. 20.

128

Yetim, kimsesiz veya korunmaya muhtaç çocukların başka ailelere evlatlık olarak

verilmesi geleneği, ya da ev içi besleme olarak verilmesi geleneği yakın zamana kadar

etkisini sürdürmüştür. ‘Köleliğe benzer’ uygulamaları yasaklayan ve 1963 yılında çıkan

Kanunun çıkmasında esas etkenin kölelikten ziyade, çocukların evlatlık veya beslemelik

olarak başka ailelere verilmesi geleneğinin o dönemde de yaygın olarak sürmesi

olmalıdır.

Türkiye’de çocukların korunmasını öngören kanunların var olması, her zaman

bu kanunların etkin bir şekilde uygulandığı anlamına gelmemektedir. 1970’li yılların

başında korunmaya muhtaç çocuklar alanında ilk kapsamlı çalışmaları yapan sosyal

bilimcilerden Birsen Gökçe, yasalar ve uygulanması arasındaki derin farkı şöyle tespit

etmektedir: “Bütünüyle meseleye bakılınca; kanunlarımızda mevcut olan hükümler 1926

yılından bugüne kadar geçen 40 sene zarfında kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklar

probleminin halledildiği veya bu konuda bir problemin mevcut olmadığı intibaını

uyandırmaktadır.”278 Gökçe bu tezini desteklemek için uzun yıllardır yürürlükte olan

Medeni Kanun ve Ceza Kanunu’nda bulunan çocukları korunmasına dair hükümlerin

uygulanmasına ilişkin bir kurumsallaşma ve müeyyide düzenlemesi yapılmamış

olmasını örnek göstermektedir. Öte yandan Gökçe, besleme çocuklar ve Ceza

Kanunu’nun bu konuda içerdiği boşluklar ve var olan müeyyidelerin uygulanma

zorluğuna da vurgu yapmaktadır:

“Çoğunlukla kimsesi olmayan çocuklar tarafından memleketimizde meydana getirilen

besleme müessesinin bu noktada müessir bir himayeden mahrum olduğu açıktır. Besleme; şikayetini kime, nereye ve nasıl yapacak? Bunda muvaffak olsa dahi iddiasını ispat için kendisine yardımcı bulabilecek midir? (…) Çoğunlukla beslemeler kimsesiz kız çocukları arasından seçilir. Buradan da kolayca anlaşılmaktadır ki, gaye koruma ve yetiştirme değil hizmet ettirmektir. Öyle olmasa besleme olarak büyütülen çocuklar arasında cinsiyet farkı gözetilmeyecekti. Esasen korunmaya muhtaç çocuklar arasında kız çocukların azınlıkta olması besleme müessesesinin halen Türk toplumunda önemli bir yer işgal ettiğini göstermektedir.” 279

Bir asker olarak Kazım Karabekir’in çalışmalarında merkezde olan erkek

çocukların ‘kurumlar’ yoluyla korunması iken, Ferhunde Özbay’ın yukarda belirttiği

gibi, kız çocukları korunma altına alınırken dahi ‘görünür alan’da görülmeleri

278 Birsen Gökçe, Memleketimizde Cumhuriyet Devrinde Kimsesiz Çocuklar Sorunu, T.C. SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, yayın no: 55, 1971, s.71. 279 Gökçe, s.72.

129

istenmemektedir. Daha sonra Karabekir’in çalışmalarında görüleceği gibi, kimsesiz kız

çocukları ya evlendirilerek ya da ‘evlatlık’ olarak görünmez alana gönderilmektedirler.

Burada kimsesiz ve korunması gereken çocuklara karşı cinsiyete dayalı bir politika söz

konusu olduğu ve kız çocuklarının görünmez alanda kalmasını esas alan bir ‘derin’

politikaya tabi tutuldukları açıktır.

Savaş nedeniyle önemli bir erkek nüfusun cephede olması sonucunda kadınların

toplumsal sorumluluk yüklenmesini İttihat ve Terakki Rejimi de teşvik ediyordu. Bu

dönemde kurulmasına ön ayak olunan ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın idaresinde

kurulmuş olan Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi bu çerçevede kurulmuş

örgütlerdendir. Cemiyetin ilk yönetim kurulunu, Harbiye Nezareti'nin en önemli rütbeli

subaylarından yedi kişilik bir erkekler grubu oluşturur. Kadınları Çalıştırma Cemiyeti

başından sonuna kadar her zaman erkekler tarafından yönetilir.280 Cemiyet özellikle

kadınların çalışma hayatına katılması için çok ciddi çalışmalar yürütmüş ve çalışan

kadın sayısının artışında da başarılar sağlanmıştır. Kadınların çalışma hayatına girmesi

için bir yandan kendisi iş yerleri açmış; bir yandan da anlaşmalı olduğu kurumlar için

uygun kadın işçiler bulmuş ve bu kadınların çocukları ve diğer muhtaç çocuklar için de

misafirhane de açmıştır.281 Ayrıca Cemiyet ‘milli aile’ oluşturulması için de çalışmalar

yürütmüştür. Bu amaçla da evlilik kurumunu teşvik edici çalışmalar yürütmüştür.282

Cemiyetin bir başka faaliyet alanı da savaş ve özellikle de Ermeni tehciri nedeniyle

kimsesiz kalmış olan küçük çocuklara yardım elini uzatmasıydı. Anadolu'dan getirilen

binlerce kimsesiz çocuk Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i aracılığıyla gözetim altına

alındı. Bu çocuklar geçici bir süre cemiyetin şubelerinde barındırıldıktan sonra, İstanbul

ve civarında yaşayan çeşitli ailelerin yanına yerleştirildiler. Kadınları Çalıştırma

Cemiyet-i Anadolu’dan gönderilecek binlerce çocuğun İstanbul’a göndermeleri

durumunda onları çalışabilecekleri yerlere yerleştirmeleri konusunda İç İşleri

Bakanlığı’na başvuruda bulunmakta ve bu talep bakanlıkça kabul edilmekteydi. Erkek

çocukların yapılan ticarethane, imalathane ve çiftliklerde, kız çocukların ise evlerde

hizmetçi olarak çalıştırılmaları amacı ile evlatlık veya besleme olarak dağıtılmalarında

280 Yaraman, s. 106. 281 Yaraman, s.106. 282 Yaraman, s. 108.

130

görevler almıştır.283 Ancak bu faaliyetlerin çok sorunlu olduğu, Ermeni çocukların

yetimhanelere ya da aileler yanına yerleştirilerek ortadan kaldırılmak ve Türkleştirilmek

istendiği yönündeki itirazlar yükseldiği görülmektedir. ‘Hüviyeti meçhul’ çocuklar

olarak basına da konu olan çocukların kimliği ve Kadınları Çalıştırma Cemiyet’inin bu

çalışmaları Ermeniler ve dönemin Osmanlı iktidarı arasında tartışmalara sebebiyet

vermiştir.284 Savaş ve Ermeni tehciri sonrası Ermeni kimsesiz çocukların akıbeti

konusunda çok net bilgiler olmamakla birlikte; bu çocukların bir kısmının da

sürüldükleri bölgelerdeki oluşturulan yetimhanelerde bir süre barındırıldığı

bilinmektedir. Ancak çoğu Amerikalı misyonerlerin denetimi ve yardımı ile hayatta

kalan bu yetimhanelerin Kurutuluş Savaşı sonrası ya kapandığı ya da buradaki

çocukların Suriye’deki yetimhanelere taşındığı bilinmektedir.285 Bu yetimhanelerde

çocuk ve kadın sayılarının bazı yerlerde birkaç bini aştığı görülmektedir.286

3.5 II. Meşrutiyet Dönemi: ‘Devletleşmeden’ ‘Sivilleşmeye’ Yeni Dönem

II. Abdülhamid döneminde sosyal refah hizmetlerinde ciddi bir artış olmakla

birlikte yapılan hizmetler sultanın lütfü ve halka iltifatı olarak topluma sunulmuştur.

Monarşik rejime alternatif olarak gelen Meşrutiyet rejimi sosyal refah alanındaki bu

söylemi dönüştürmeye çalışmış “… bürokratik, modern ve seküler anlamlar yüklenen

‘sosyal yardım’ kavramını ön plana çıkarmayı amaçlamıştır.”287 Ancak bilindiği üzere

II. Meşrutiyet döneminde devlet bir dizi iç ve dış siyasi sorun ve daha sonra başlayan

Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve diğer bölgesel savaşların etkisi altında kalarak

sosyal alanda etkili bir varlık gösterememiştir. Bu dönemde devletin idari şekillenmesi

yanında sosyal yardımın bürokratik düzenlenmesi konusunda özellikle Fransa’dan

etkilenen Meşrutiyet rejimi bir dizi düzenleme yapmakla birlikte, etkin ve yaygın bir

soysal yardım ve koruma sistemi kurulamamış ve ancak bazı idari düzenlemeler

283 Özbay, “1911-1922 Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları,” s. 113. 284 Yavuz Selim Karakışla, “Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar "Ermeni" mi, "Türk" mü?”, Toplumsal Tarih, Cilt. XII, No. 69, Eylül 1999, ss. 46-55. 285 1919 ve 1921 yılında Urfa’da bulunan Urfa Ermeni yetimhanesi için bkz. Mary Caroline Holmes, Urfa’da Ermeni Yetimhanesi (1919-1921), Çev. Vedii İlmen, 1. Basım, İstnabul: Yaba Yayınları, 2005. 286 Örneğin Atnu o dönem Adana’da 600, Antep’te ise 6.000 kadın ve çocuğun Amerika’lıların himayesinde bulunduğunu belirtmektedir. Bkz. İbrahim Ethem Atnur, Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (1915-1923), Ankara: Babil Yayıncılı, 2005, s. 252-253. 287 Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 276.

131

yapılabilmiştir.288 Bu nedenle ortaya çıkan uygulama boşluğu ‘sivil’ dernekler

tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. Bu dönemde çocuk koruma sistemi açısında

önemli olan üç gelişme vardır:

1) Devlet II. Abdülhamid’le başlayan kurumsallaşma geleneğini

sürdürememiştir. Bunun bir nedeni yeni rejimin padişahın adıyla oluşan kurumlara

muhalefeti, diğer bir nedeni de devletin imkânlarının yetersizliği nedeniyle zayıf

düşmesi ve yeni yatırım yapamamasıdır.

2) Sivil örgütler yayılmış ve zamanla devlet sosyal alandaki işlevlerini bu

dernekler kanalıyla sürdürmüştür. Paramiliter örgütler289 II. Meşrutiyet döneminde

Türkleştirme koşullarında ortaya çıkmıştır. Bu politika değişimi, yani II. Abdulhamid’in

sosyal alanı kurumsallaştırarak modernleştirmesi sürecinin yavaşlaması ve yerini sivil

toplum örgütlerinin sosyal yardım, spor ve kültür faaliyetlerine bırakması ile

gerçekleşmiştir. Dönemin devletinin yarı-devlet bir hüviyet kazandırarak denetlediği bu

örgütler süreç içinde sosyal alanın temel kurumları olmuşlardır. Ayrıca sosyal alanın

temel hizmetleri olarak yoksullara sosyal yardım, çocukların ve özürlülerin korunması

gibi hizmetler Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Çocukların korunmasında

sivil alanın yetersiz görülmesi ve devletin yasal düzenleme yaparak yeniden kamusal

sorumluluk üstlenmesi ancak çok partili yaşama geçilen 1940’lı yıllarda mümkün

olabilmektedir. Dolayısıyla II. Abdülhamid döneminin sona ermesiyle başlayan

kamunun sosyal alandan geri çekilmesi ve sivil toplum örgütlerinin çocukların

korunması ve sosyal yardım alanında görev alması II. Meşrutiyet dönemi ile başlayıp

Cumhuriyet dönemine kadar devam eden temel politika olmuştur.290 Bu süreçten de

288 Günümüzde hâlâ tartışılan ve henüz kurulmayan evrensel yurttaşlık hakkı temelli ‘sosyal yardım’ sisteminin ilk hali olan Müessesat-ı Hayriye-i Sıhhiye Müdüriyet’nin nizamnamesinin Fransız ‘assistance publique’ sisteminin bir yansıması olarak 1911 yılında Meşrutiyet rejimi tarafından getirilmesi sosyal yardım alanın seküler-bürokratik bir alan olarak düzenlenmesinde en önemli adımlardan biridir. Bkz. Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 276-278. 289 Bu dönemki paramiliter örgütlere örnek olarak izcilik çalışmaları için bkz. Zafer Toprak, “Meşrutiyet ve Mütareke Yıllarında Türkiye’de İzcilik”, Toplumsal Tarih, Sayı: 51, Nisan 1998, s. 13-20. 290 KMÇ’a ilişkin politika değişiminde niteliksel bir farklılaşmanın 1946’dan sonraki çok partili demokrasiye geçiş sürecinde olması anlamlı bir olgudur. Tanzimat’la başlayan modernleşme birikimi ancak 1940’lı yıllarda çok partili yaşam ve onun alt yapısını oluşturan modern sanayi toplumu; kentsel yaşam ve kurumsallaşmada genişleme, dış dünya ile daha entegre bir toplumun ortaya çıkması ile mümkün olabilmiştir. Modern çocuk koruma siteminin en önemli ayağı olan çocukları koruyan bir yasal

132

izlenebileceği gibi modern devletin sosyal kurumlarının oluşum seyri tek bir çizgide ve

geri döndürülemez bir şekilde devam etmemektedir. Örneğin Midhat Paşa, I. Meşrutiyet

dönemi eğitim atağı ve II. Abdülhamid sosyal kurumlar geleneği II. Meşrutiyet ile

kesintiye uğramıştır. Nadir Özbek’in de belirttiği gibi tarihsel çerçeve, siyasi alanın

çeşitli dinamikleri ve yönetici elitlerin farklı dünya görüşleri yeni iktidar biçimleri ve

oluşacak refah rejimlerinin niteliğini doğrudan etkileyebilmektedir.291 II. Meşrutiyet

örneğinde de görüldüğü gibi, dönemim karmaşık iç ve dış dinamikleri, savaş koşulları

ve siyasi elitin ideolojik yeni yönelimleri II. Abdülhamid dönemindeki sosyal refah

kurumlarının oluşumu, işleyişi ve bu bunların toplumla ilişkilerini çok köklü bir şekilde

değiştirmiştir.

Meşrutiyet rejimi oluşturmaya çalıştığı seküler ve bürokratik rejimi tahkim

etmek adına, II. Abdülhamid döneminde kişi merkezli kurumsallaşma geleneği ile

mücadele etti. Ancak içinde bulunulan konjonktür yeni rejimin ciddi bir varlık

göstermesine de imkan tanımıyordu. Bu durum, yani merkezi hükümetin imkansızlıkları

ya da ‘böyle bir tercihinin bulunmayışı, birçok toplumsal kesime, yardım dernekleri

bünyesinde sosyal refah alanında faaliyet yürütme imkanı sağlamıştır.’292

3) Savaş koşullarının dayattığı bir toplumsal sorun olarak ‘savaş yetimleri’ için

devlet müdahale etmek ve neredeyse ülke sathına yayılan sayıda ‘Darüleytamlar’

açmıştır. Ancak Savaş koşullarının zorladığı bu kurumlar; savaş koşullarında geçici

binalarda sürdürülmüş ve savaşların bitimiyle birlikte tedricen ortadan kalkmıştır.

Cumhuriyet dönemine bir miras olarak kalan II. Abdülhamid dönemi kurumları

(Darülaceze, Darüşşafaka, v.d) geliştirilmemiş ve her biri günümüze kadar tek kurum

düzenlemenin bu dönemde ortaya çıkması bu değişkenlerle uyarlı bir gelişme olarak görülmelidir. Tanzimat’la başlayan ve 1940’lı yıllarda belirgin olarak ortaya çıkan modernleşmeyi doğuran bu yaklaşık yüz yıllık süreci Mehmet Ö. Alkan şöyle özetlemektedir: “Tanzimat’ın ilanından 1940’lı yıllara kadar geçen yaklaşık yüz yıllık süre yalnızca imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecini değil, ve fakat aynı zamanda geleneksel tarım toplumundan modern sanayi toplumuna geçişin de zaman dilimini oluşturmuştur. Bir başka deyişle, Türkiye’nin 1946 yılından itibaren demokrasiye geçişinin kültürel, siyasal, ekonomik ve toplumsal birikimi bu dönemde olmuştur.” Alkan, s. 128. Çocuk koruma sisteminin oluşmasına ilişkin önemli bütün süreçler de bu dönemde olmuştur; bu nedenle Türk modernleşme süreci olarak adlandırılan bu süreç çocuk koruma sisteminin oluşum sürecinin anlaşılması açısından hayati önemdedir. 291 Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 197. 292 Özbek, Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, s. 279.

133

olarak kalmıştır. Savaşların bitmesiyle de tarih sahnesinden silinmişlerdir.Yine aynı

dönemde ortaya çıkan Kazım Karabekir’in faaliyetleri de geçici savaş dönemi pratikleri

olarak tarihteki yerini almış ancak günümüze bir miras bırakmamıştır.

Modern devletin ortaya çıkmaya başlaması, muhtaç kesimlere yönelik refah

kurumları oluşması, ulus devlete bağlılık ve çocukluk arasındaki yakın ilişkiler, Türk

modernleşme tarihinde de izlenebilmektedir. Batı’yla sürekli bir iletişim ve etkileşim

içinde olan Osmanlı Devleti modernleşme sürecinin bir parçası olarak okulun önemini

çok geç sayılmayacak bir tarihte keşfetti. Modernleşen ve bu bağlamda kurumların,

kültürün ve egemenliğin merkezileşmeye başladığı Osmanlı toplumunda, yerel ve

çevresel değerlerin bir tehdit olarak algılanmaya başlanmasıyla farklılıkları ortadan

kaldırma, bütün insanları aynı idealde birleştiren yurttaşlığın örgütlenmesi için zorunlu

ilk öğretim önem kazanmaya başladı.

“Böylece merkezi otoritenin merkezkaç güçlere karşı ortak bir aidiyet ve sadakat duygusu geliştirmek amacıyla ‘okulda yurttaş eğitimine 1860’lı yıllardan itibaren özel bir önem verdiği İsviçre, Belçika, Almanya, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerden yaklaşık 50 yıl sonra Meşrutiyet pedagogları da, ‘malumat-

ı medeniye’nin vatandaş üretimindeki gerekliliğine kanaat getirir.” 293

Üstel, ‘vatandaşın icadı’ için okulun yaygınlaşması ve zorunlu ilköğretimin

başlamasına ilişkin ilk girişimlerin II. Mahmut döneminde başladığını, ancak kitlelerden

yurttaş yaratmaya dönük ritüellerin yaygınlaştığı, bu çerçevede laik nitelikli ve

çocukları bir bütünün parçası yapmayı hedefleyen eğitim ve diğer resmi bayram gibi

ritüelerin II. Meşrutiyet dönenimde ‘icat’ edilmeye başlandığını belirtmektedir:

“II. Meşrutiyet, merkezi modern devletin yeni siyasal öznesi olan ‘vatandaş’ın inşasında okula, özellikle de ilköğretime tanıdığı rolle, III. Cumhuriyet Fransa’sını andırır. Meşrutiyet’in getirdiği değerler sistemi doğrultusunda biçimlendirilecek yeni kuşakların üretimi sorunsalı, çocuğu potansiyel bir toplumsal aktör konumuna yükseltir. ‘Toplumun geleceği’ olarak görülmeye başlanan çocuk, ‘rejimin geleceği’ açısından devletin manipülasyon alanının içine çekilir.” 294

293 Füsun Üstel, “II. Meşrutiyet ve Vatandaşın ‘İcadı”, Tanzimat ve Meşrutiyet Birikimi içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001, s. 169. 294 Üstel, s. 168.

134

Devlet burada çocukların korunması gibi sosyal önceliklerden ziyade, çevre güçler

karşısında ortak idealler inşa etme ya da kısaca homojen bir ön-ulus yaratmanın uğraşı

anlamında siyasal tazyiklerle hareket etmektedir. Dolayısıyla II. Meşrutiyet döneminde

çocuk esas olarak belirlenen ideolojik hedefi gerçekleştirmek için eğitilecek öznedir.

Çocuk burada üzerinde ideolojik anlamda işlem yapılan, geleceği yaratacak bir özne

olarak işlenen bir malzemedir. Dolayısıyla ‘çocukluğun’ icat edildiği bu dönemde

‘çocuk hakları’ ve/veya ‘çocukların korunması’ perspektifi henüz tarih sahnesindeki

yerini almamıştır. Hendrick’in yaptığı tasnif açısından bakıldığında,295 II. Meşrutiyet

döneminde çocuklara ilgi ‘devlet koruyuculuğu–paternalizm’ olarak değerlendirilebilir.

II. Meşrutiyet döneminde gönüllü dernek sayısında büyük artışlar görülmüştür.

Bunun önemli bir nedeni II. Abdülhamid’in mutlakıyetçi idaresinin sona ermesiyle

gelen göreli meşruti özgürlüktür. II. Meşrutiyet rejimi ile birlikte siyasal örgütlenme

alanın açılması nedeniyle çok sayıda siyasal parti ortaya çıktığı gibi, sosyal amaçlı

dernekleşmede de ciddi bir artış ortaya çıkmıştır. Mehmet Ö. Alkan’ın II. Meşrutiyet’in

bir yıl öncesi ile bir yıl sonrasına (yani 1907 ve 1908) ilişkin kurulan derneklerin

sayısında karşılaştırmada çarpıcı sayılar ortaya çıkmaktadır.296 Sivil örgüt-dernek

sayısında patlamanın gerisindeki saiklerden biri ‘hürriyet’ ortamının getirdiği

örgütlenme cazibesi ise bir diğeri devletin teşvikidir. II. Meşrutiyet dönemiyle birlikte

devlet topluma daha yaygın ulaşmak, denetlemek ve sivil toplumu sosyal yardım, kültür

ve spor gibi alanlarda seferber etmek için destekleyen bir yola girmiştir. Bu dönemde

devletin sivil sosyal alanda kurumsallaşma yerine, sivil toplum örgütlerinin kurulması

için doğrudan desteklerde bulunduğu ve bunu İttihat ve Terraki Kulüpleri kanalıyla

yaptığı görülmektedir. Örneğin dönemin en etkin sosyal yardım derneklerinden biri olan

Topkapı Fukaraperver Cemiyeti bu kulüplerin içinde kurulmuş bir yapıdır.297 Ayrıca II.

295 Harry Hendrick, Children, Childhood and English Soceity, 1880-1990, Cambridge: Cambridge University Press, 1997, s. 40. 296 Alkan 1907 yılında 153 olan dernek sayısının II. Meşrutiyet’in 1908 yılında ilanınındın itibaren ilk beş 236’a çıktığını; 1907 yılında kurulan dernek sayısı 7 iken 1908 yılında 83’e çıktığını, yani sivil toplum kuruluşlarında bir ‘patlama’ olduğunu belirtmektedir. Bkz. Mehmet Ö. Aklan, “1856-1945 Yılları Arasında İstanbul’da Sivil Toplum Örgütleri,” A.N. Yücekök, I. Turan ve M.Ö. Aklan (der.) Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar içinde, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 1998, s.104-106. 297 Bu cemiyetle ilgili bir çalışma için bkz. Nadir Özbek, “Doksan Yıllık Bir Hayır Kurumu: Topkapı Fukaraperver Cemiyeti,” Tarih ve Toplum, C.30, S.180, Aralık 1998, s. 4-10.

135

Meşrutiyet döneminde paramiliter dernekler kurulduğu görülmektedir. Örneğin spor

dernekleri olarak kabul edilen Osmanlı Genç Dernekleri ve Güç Derneklerinin iktidar

tarafından gençlere üyelik zorunluluğu getirilerek kurulmuştur. Bunların yanısıra

devletin sosyal alana daha yaygın nüfuzu ve sosyal yardım sağlanması için Osmanlı

Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti gibi derneklerin

devlet desteğiyle kuruldukları ve çalıştıkları görülmektedir. 298 Bu politikada devletin

‘yönetsel yayılma’ yani toplumdan gelen talebe cevap niteliğinde bir kamusal

yayılmadan ziyade, ‘ideolojik yayılma’ kaygısıyla hareket ettiği söylenebilir. Bu

atmosfer içinde yani II. Meşrutiyet döneminin ‘özgürlükçü’ ve ‘sivil’ siyasetinin

başlaması ile kurulmaya başlanan sivil toplum derneklerinden biri de Cumhuriyet tarihi

boyunca temel çocuk koruma örgütü olan ÇEK ya da ilk dönemki adıyla Himaye-i Etfal

Cemiyeti’dir.

Batı tarihinde çocuk koruma sisteminin gelişim seyrine bakıldığında modern

öncesi hayırseverlik faaliyetlerinden kopuşun seküler ve sivil girişimlerin sosyal yardım

faaliyetleri ve örgütlenmelerinin sağladığını belirtilmiştir. Ancak çocukları aile içi

istismardan koruyan derneklerde de görüldüğü gibi bu örgütler temel olarak devletten

bağımsız ve devletin çocukları korumaya yönelik sorumluluk almasına yönelik talepleri

örgütlediği ve bu amaçla savunuculuk çalışmaları yürüttüğü görülmektedir. Oysa genel

olarak Osmanlı tarihinde ve özel olarak II. Meşrutiyet döneminde sosyal alandaki sivil

örgütlerin temel olarak ‘devlet’ destekli olarak örgütlendikleri; bizzat sivil toplumdan

çıkmadıkları görülmektedir. Bu da Türk filantropi geleneğinin yarı-resmi niteliğini

belirlemektedir. Cumhuriyet dönemi HEC’in kuruluşu ve daha sonraki faaliyetlerinde

de benzer durumun devam ettiğini görüyoruz.

İlk Çocuk Esirgeme Kurumu II. Meşrutiyet’le birlikte hızlanan sivil

örgütlenmelerdeki artış sürecinde kurulmuştur. 1917 yılında İstanbul merkezli ve daha

sonra 1921 yılında Ankara’da Kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin ilk hali olan bu

298 Alkan, s. 108.

136

dernek 1908 yılında Kırklareli’nde kurulmuştur. Ancak özellikle ilk ‘esirgeme kurumu’

ile ilgili bilgilerde bir uzlaşı görülmemektedir.299

Trablusgarp, I. ve II. Balkan ve ardında I. Dünya Savaşı ile devam eden koşullarda

ortaya kalan çok sayıda ‘kimsesiz’ ya da korunmaya muhtaç çocuğun çeşitli ihtiyaçlarını

karşılamak için birçok sivil ve resmi teşebbüs yapılmıştır. Himaye-i Etfal Cemiyeti de bu

teşebbüslerden biridir. Ancak savaşın hüküm sürdüğü bu olağandışı dönemde genelde

devletin ön ayak olduğu (Darüleytamlar gibi) resmi girişimlere karşılık ‘sivil’ bir

girişimdir.

“6 Mart 1917 yılında Galatasaray yurdunda toplanan ve 20 kişilik ilk Heyet-i Merkeziyesini (Merkez Heyeti) kuran cemiyet, hükümete gerekli çalışma iznini de almış ve çalışmalarına başlamıştı. Cemiyet, kuruluşuyla beraber; 67 maddelik bir " Himaye-i Etfal cemiyeti Nizamname-i Esasisi" ve ayrıca 36 maddelik bir "Cemiyetin İstanbul Şubeleri Teşkilat ve Vazifesine Dair Talimatnameyi" yayınlamıştı. I. Dünya Savaşı’nın son yıllarına gelindiğinde, faaliyetlerine hız veren Cemiyet, 1918 yılında 91 maddelik oldukça kapsamlı " Himaye-i Etfal Cemiyeti Çocuk Misafirhanesi Talimatnamesi" hazırlanmıştı.” 300

Ancak cemiyetin kurucuları arasında ve kuruluşuna müteakip bazı devlet

simalarının derneğe üye olması cemiyet ile iktidar arasında en azından ideolojik bir

aykırılık olmadığını göstermektedir.301 Son derece ayrıntılı olarak düzenlenen cemiyetin

amaç ve görevlerine bakıldığına modern sosyal hizmet prensiplerine uygun

düzenlemeler yapıldığı görülmektedir. İlke olarak 13 yaşına kadar olan çocuklara

bakmayı hedefleyen cemiyet, çocuklara işkence edilmemesi, anne ve babaları tarafından

dahi taşıyamayacakları görevler, işler ve sorumluluklar verilmemesini öngörmektedir.

Bu çerçevede çeşitli misafirhane, sağlık kuruluşu açılması; mevcut okul ve

kurumlardaki çocukların beslenme, sağlık ve eğitimleri için çalışmalar yapmayı

amaçlamanmıştır. Böylece ilk defa bir sivil örgüt devletle işbirliği içinde korunmaya

299 Hasan Albayrak, “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, 52, Nisan 1988, s. 32.; Mustafa Şahin’e göre ise ilk Çocuk Esirgeme Kurumu 1909 ve ikincisi 1912 yılında kurulmuştur. Ancak bu iki kurumla da ilgili ayrıntı verilmemektedir. Bkz. Mustafa Şahin, “23 Nisan ve Himaye-i Etfal”, Toplumsal Tarih, 40, Nisan 1997, s. 15-7.; Savaş dönemindeki çocuk esirgeme çalışmalarına yönelik bir diğer çalışma için bkz. Makbule Sarıkaya, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri,” Savaş Çocukları - Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.) (kendi yayınları), 1997, İstanbul: Umut Kâğıtçılık. 300 Makbule Sarıkaya, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003, s. 34. 301 Cüneyd Okay, Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, İstanbul: Şule Yayınları, 1999, s. 16.

137

muhtaç çocukların bakımını üstlenir. Cemiyetin kurulduğu yıl savaş devam etmekte ve

Anadolu’nun birçok yerinde çok sayıda muhtaç ve yetim çocuk İstanbul’a

getirilmektedir. Osmanlı dönemi Himaye-i Etfal Cemiyeti de darüleytamların ve diğer

çabaların yetersiz olduğu bu koşullarda açtığı bir misafirhane ile çocuk bakım

çalışmalarına başlamıştır:

“Cemiyet yaptığı toplantı neticesinde ilk olarak bu ocukları koruma altına almaya

karar verir ve Harbiye Nezareti ile yapılan görüşmeler sonucunda bir anlaşmaya varılır. Hükümet tarafından da Cemiyete bir miktar tahsisat ayrılır ve ilk defa olarak Himaye-i Etfal Cemiyeti çocukların bakımını üstlenir. Bu çocukların sayısı beş yüz civarındadır. Gerek Harbiye Mektebi’nden ayrılmak durumunda olan bu çocukları gerekse yeni gelecek çocukları barındırmak için 28 Teşrin-i Sâni 1333’te (28 Kasım 1917) Firuz Ağa’da Çocuk Misafirhanesi hizmete açılır.” 302

Ancak o dönem yatılı kurumlar yetersiz olduğu için Firuzağa Misafirhanesi

çocukları depolayan bir kurum olarak değil ‘dolup boşalan bir depo’ görevini görmeye

başlar. Bu amaç kurumda kalan çocuklardan durumu uygun olanlar çırak olarak işyerlerine

yerleştirilme, evlatlık olarak ailelere verilme ya da yatılı olarak okullara dağıtılma

işlemlerine tabi tutulmaktadır. Cemiyetin bu çalışmaları kısa sürede duyulmaya başlanınca

diğer illerde de benzer oluşumlar için girişimler yapılmaya başlandı. Böylece çoğunluğu

İstanbul’un çeşitli semtlerinde olmak üzere iki yıl içinde Himaye-i Etfal Cemiyetlerinin

sayısı 11’e çıkmıştır. Bunlardan İstanbul dışında olanlar Kırkkilise, Samsun İzmit ve

Konya cemiyetleridir. Cemiyetin İstanbul dışında kurulan ilk şubesi olan Kırkkilise

(Kırklareli) cemiyetinin başkanı daha sonra Cumhuriyet dönemi ÇEK başkanlığını

yürütecek olan Dr. Fuad efendidir. Savaşın zor koşullarında çok önemli görevler yerine

getiren Cemiyet, savaşın bitiminden sonra yeni rejimin Ankara merkezli yeniden

örgütlenme çabaları, Osmanlı dönemi kurumlarına olan ilginin azalmasına neden olmuştur.

Himaye-i Etfal Cemiyeti daha sonra 1921 yılında ve ‘ihyaen’ Ankara’da kurulmasına

rağmen, aynı isimli İstanbul’daki cemiyet ilgisizlikten kurtulamamış ve 1923 yılından

itibaren tarih sahnesinden çekilmeye başlamıştır.303

302 Okay, Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, s. 31. 303 Okay, Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, s. 41 ve 69.

138

3.6 Devletin KMÇ Alanında Doğrudan Sorumluluk Aldığı Kurumlar: Darüleytamlar ve Kazım Karabekir’in Çocuk Ordusu Çalışmaları

Balkan savaşları sonrasında İstanbul’a göç eden büyük göçmen kitlelerinin

yerleştirilmesi, istihdamı, iaşesi ve çocuklarının eğitimi dönemin iktidarı için büyük bir

sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu sorunlardan en acili olarak çocukların eğitimi için

‘İskan-i Asayiş ve Muhacirin Müdüriyeti’ duruma el koyup çözmeye çabalamıştır. Bu

amaçla bütün sanayi okullarına yazı gönderilerek sanayi mekteplerinin kaç yetim

öğrenciyi alabilecekleri sorulmuş; ancak Muhacirin Müdüriyeti kabul edilmesi istenen

şehit yetimlerinin, sanayi mekteplerinin toplam öğrenci sayısının %30'undan az

olmaması şartını da belirterek birçok çocuğun eğitime devamları sağlanabilmiştir. 304

Savaş yetimlerinin bir diğer sorunu da barınma ihtiyaçlarının giderilmesiydi.

Ancak savaşlar sonucu başta İstanbul olmak üzere kentlere göç eden nüfusun

barındırılması ciddi bir sorun teşkil ettiğinden, bu sorun zamanla ciddi bir asayiş sorunu

haline de dönüşmeye başladı.

“1877-78 Osmanlı-Rus Harbi, Balkan Savaşları, 1.Dünya Savaşı olmak üzere birçok savaşa giren Osmanlı da verilen şehitlerle yetimlerin sayısı hayli artmıştı. Yetimlerin sayısının, diğer yetimlerle birlikte 100.000 olduğundan bahsediliyordu.100.000 yetimden ancak 10.000'i eytam hanelerde barındırılabiliyor, diğerlerine imkan sunulamıyordu. Kalan 90.000'in hepsi açıkta değildi ama, açıkta kalan yetimlerin çokluğu dikkat çekiciydi. (…) Yetimlerin çokluğu ve çoğunun eytamhanelerde barındırılmaması mecliste tartışılırken, açıkta kaldıklarından bahsediliyordu. Yetimlerin çokluğuna karşılık, devletin elinde yetimleri barındırabilecek 65 eytam hane vardı ve burada barınan yetimler 11.680 kişiydi.”305

Yetimhanelere yerleştirilemeyen ve aileleri tarafından bakılamayan çocuklar daha

sonra sokakta çalışan çocuklar ve dilenen çocuklar olarak kentsel asayişle ilgili

sorunların kaynağı olmaya başladı. Tek başına sivil inisiyatiflerin baş edemeyeceği

çapta bir ‘savaş yetimleri, kimsesizler ve korunmaya muhtaç çocuklar’ kitlesi ortaya

çıkmıştır. Bu nedenle dönemin iktidarı olan İttihat ve Terakki Yönetimi, bütçesini

doğrudan devletin karşıladığı ve yönetimini devlet adına partiye bağlı bir genel

304Ebubekir Sofuoğlu, “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin alına Bazı Tedbirler,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 49. 305 Sofuoğlu, s. 53- 54.

139

müdürlük şeklinde düzenlediği yaygın ‘yetimhaneler’ (darüleytamlar) örgütlenmesine

girişmek durumunda kalmıştır. Bu dönemde doğrudan devlet organlarıyla ilişkili bir

diğer girişim Doğu Cephesi komutanı Kazım Karabekir’in çocuk koruma çalışmalarıdır.

Korunmaya muhtaç çocuklar kategorisi, çocukların aile içinde sağlıklı

bakılmaması, gelişiminin sağlanmaması ve eğitimden faydalandırılmaması gibi

durumları nedeniyle ortaya çıkan sosyolojik bir durumu ifade etmektedir. Bu çocukların

ailesi tarafından bakılamaması, aile dışına terk edilmesi ve kamusal bir sorun teşkil

etmeye başlaması, çocukları korumak üzere devletin kurumlar açması ya da koruyucu

aile gibi düzenlemeler yapması, kamusal sosyal hizmetlerin ortaya çımasında en önemi

etkenlerden biridir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Osmanlı’da da bu kurumların

ortaya çıkması, savaş ya da salgın hastalık gibi çeşitli sosyal felaketler sonrasında

olmaktadır. Ancak süreç içinde bu kurumlar modernleşme süreci ile entegre olarak,

modern devletin bürokratik ve seküler hizmeti şeklinde örgütlenmeye başlanmıştır.

Osmanlı toplumunda da her iki durum, yani savaşın tazyiki ve modernleşme ideolojisi

sosyal ‘koruma refleksi’nin ortaya çıkmasında etkili faktörler olarak ortaya çıkmışlardır.

Osmanlı toplumunda modernleşme süreci ve savaşların yaratığı sorunlar karşısında

gelişen sosyal koruma refleksi özellikle 19. yüzyıl sonuna doğru gittikçe bir devlet

formu ortaya çıkarmaya başlamıştır: “On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı hükümetlerinin sanayi

mektepleri biçimi altında yetim ve yoksul çocuklar için daha kurumsal, sistematik ve yaygın bir uygulamaya yöneldiğini görüyoruz. Ancak söz konusu dönemde devlet, her ne kadar yatılı sanayi mektepleri aracılığıyla kimsesiz yetim çocukları koruma altına almayı çabalıyorduysa da, henüz aile kurumunun devletin müdahale alanının dışında bulunduğunu söylemeliyiz. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı yıllarında on binlerce çocuğun şehit asker yetimleri (evlâd-ı şüheda) durumuna düşmesi ve Maarif Nezareti’ne bağlı olarak kurulan Darüleytam Müdüriyet-i Umumiyesi bünyesinde doğrudan devletin koruması altına alınmasına kadar değişmeyecektir.” 306

Özbek’in de belirttiği gibi, savaş koşulları nedeniyle de olsa, Darüleytamların

kurulması ile birlikte korunmaya muhtaç çocuk sorunu sadece özel alanın ya da ailenin

sorunu olarak görülmeyip, devletin kısmen de özel alana müdahale ettiği bir alan olarak

ortaya çıkmaktadır. Ancak daha sonra 1926 yılında bu kurumların kapatılarak, devletin

çocukları korumada müdahil olmadan geri çekilmesi, devletin henüz aile kurumunu 306 Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet, s. 214.

140

müdahale alanı olarak görmediği; darüleytamların da savaş zorunluluğu nedeniyle

kurulduğunu göstermektedir. Bunun yanında ‘savaş yetimi’ çocuklar zaten aile dışına

çıktıklarından, devletin Darüleytamlar kanalıyla çocukları koruması, gerçekte devletin

aile otoritesine müdahalesi olarak değerlendirilmemeli. Özellikle 19. yüzyıl sonu Batı

tarihinde ortaya çıkan çocukların aile içindeki istismar ve zulümden koruyan

örgütlenmelerle karşılaştırıldığında bu durum daha net olarak ortaya çıkmaktadır.

“Dolayısıyla darüleytamlarla ilgili öncelikle söylenmesi gereken darüleytamların harp

mahsulü olduğu ve dolayısıyla kimsesiz şehit çocuklarının barındığı çok kaliteli olmasa

da eğitildiği bir kuruluş olarak ortaya çıktığıdır.”307 Yani Darüleytamlar çocukları aile

dışında koruyan kurumlardır.

Ağırlıklı olarak yetim çocuklarının bakılıp korunmasını hedefleyen ve II.

Meşrutiyet döneminde kurulup Cumhuriyet dönemine kadar varlığını sürdüren

Darüleytamlar (savaşın dayattığı koşullarda kurulmuş olmakla birlikte) devletin

doğrudan sorumluluk aldığı sosyal kurumların ilklerindendir. Muslih Fer308 bu durumu

şöyle ifade etmektedir: “… Korunmaya muhtaç çocukların devletçe himayesini ve

eğitimini hedef tutan ilk mühim adım Meşrutiyet devrinde darüleytam (öksüz yurdu)

müesseselerinin Maarif Nezareti tarafından kurulmasıdır.”309 Kurum modern devletin

bürokratik bir aygıtı olarak kurularak refah politikası anlamında oldukça önemli bir

adım atılmasına yol açmanın yanı sıra, aynı gelişmeye uygun olarak kurumun geliri de

307 Safiye Kıranlar, “Savaş Yıllarında Türkiye’de Sosyal Yardım Faaliyetleri (1914-1923)”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalı, 2006), s. 52. 308 Muslih Fer (1905-1985): 1909 yılında İstanbul’da doğdu. 1935 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra, Ekonomi Bakanlığı’nda yabancı uzmanlarla birlikte, iktisadî ve sosyal mevzuat hazırlıklarında çalıştı. 1954’te Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı’na getirildi. Aynı sıralarda, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde ve 1962’den itibaren de Sosyal Hizmetler Akademisi’nde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1956 yılında, Birleşmiş Milletler’de kurulan bir komisyonda, “aile refah düzeylerinin yükseltilmesi” konusunda hazırlanan rapora, Türk uzman olarak katıldı. 1959-1960 yıllarında, Chicago Üniversitesi’nin davetlisi olarak, bu Üniversite’nin Hukuk Fakültesi’nde araştırmalar yaptı. 1970-1973 arasında, Avrupa Konseyi İnsan Hakları Eksperler Komitesi’nde Türkiye’yi temsil etti. 1974’te Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı’ndan emekli oldu ve bir süre avukatlık yaptı. 1979’da, Uluslararası Çocuk Yılı çalışmalarında, İcra Komitesi Başkanlığı yaptı. 1980 yılında, Atatürk’ün Doğumunun 100. Yılını Kutlama Millî Komitesi Üyeliği ve Genel Sekreterliği fahrî görevinde bulundu. 1981 yılında da Yükseköğretim Kurulu Üyeliği’ne atandı ve ölümüne kadar bu görevi yürüttü. (Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 5, Cilt: II, Mart 1986) 309 Muslih Fer, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar,” Sosyal Hizmet Dergisi, C. 6, S. 5, Şubat-Mart-Nisan 1974, s. 6.

141

hayırseverlik ve bağışlarla değil yine modern devlet mantığına uygun olarak vergi

koyma yoluyla çözümlenmeye çalışılmıştır:

“Meşrutiyet devrinin darüleytamlarını mali bakımdan destekleyecek bir kaynak yaratmak için Evlad-ı Şuheda vergisi ismi altında ayrı bir vergi de ihdas edilmiş bulunuyordu. Darüleytamların Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan hükümetlerce hemen kapatılmadığı ve bu kurumların bazı düzenlemelere tabi tutularak desteklendiğini görüyoruz. Anadolu’da teşekkül eden milli hükümet Darüleytamları Eğitim Bakanlığından alarak Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bağladı. Bu müesseselerin çalışmasını düzenleyecek Tüzüğün çıkmamış olması karşısında, Darüleytam Yönetmeliğini yürürlüğe koydu. Bu yönetmelik Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümetinin sosyal alandaki ileri tedbirlerini büyük bir açıklıkla ifade etmektedir.” 310

Müslih Fer Darüleytam Tüzüğü’nün bazı maddelerine Milli Hükümetin ‘sosyal

alandaki ileri tedbiri’ olarak gönderme yapmaktadır. Darüleytamların Meşrutiyet

Dönemi kamu kurumsallaşma geleneğinin devamı olduğunu gösteren Darüleytam

Tüzüğü’nün iki önemli maddesini şöyledir:

“5 Aralık 1922 tarihli ve 2042 sayılı Darüleytam Yönetmeliği, Darüleytamları

Türkiye Büyük Millet Meclisi Sosyal Yardım Komisyonunun denetlemesine tabi tutmuştur. Birçok bakımdan dikkate değer hükümler taşıyan bu yönetmeliğin koyduğu esaslar şöyledir:

- Darüleytamların gelirleri Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bütçesinden ayrılacak yardım ve dışardan yapılacak bağışlar, özel idare ve belediye bütçelerinden ayrılacak ödeneklerle çalışma mahsulü sağlanacak gelirlerden teşekkül eder.

- Darüleytamlar, bütün göçmen ve mülteci yetimleriyle şehit ve yoksul çocuklarını öğretim ve eğitime tabi tutmak ve bunların hayati ve medeni ihtiyaçlarını karşılamak maksadı güder.

- Darüleytamların idaresi, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca atanacak bir müdür tarafından yürütülür.” 311

İşletimi için modern devlet bürokrasisi gereği bir işletme tüzüğü çıkarılan,

giderleri esas olarak bütçeden karşılanan ve bir kriz dönemi çerçevesinde savaş

yetimleri yanında yoksul çocukların da bakılıp korunmasının hedeflendiği Tüzüğünde

açık olarak anılan Darüleytamlar, Cumhuriyetin ilk, ancak kısa ömürlü sosyal refah

kurumları olarak tarihe kaydoldular. Uzun süren savaşlar ve savaşın yarattığı kimsesiz,

korunmaya muhtaç çocuklar sorunun çözümü olarak kurulan ve ciddi işler gören

Darüleytamların 1926 yılında kapatıldığını görüyoruz. Darüleytamların kapatılmasından

310 Fer, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar,” s. 6. 311 Fer, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar,” s. 6.

142

söz eden kaynaklarda ise kapatılma gerekçesi hakkında ayrıntılı açıklamalara

gidilmemektedir.312

İttihat ve Terakki Fırkası’nın dönemin İstanbul parti merkezi yöneticisi olan

Kemal Bey ve Kastamonu Mebusu İsmail Mahir Efendi Darüleytam Genel Müdürü

olarak görevlendirilmişlerdir.313 Darüleytam idaresinin ‘Maarife’ değil de partiye devri,

parti-hükümet özdeşliğinin Cumhuriyet dönemi tek parti döneminde de sürmesinin

temellerini açıklamak açısından da anlamlıdır. Ancak Osman Ergin bu kurumların

‘Maarife’ değil de ‘fırka’ya bağlanmasında, darüleytam binalarının çoğunlukla ‘işgal’

olması ve işgali devlete mal etmeme kaygısının rolünden de söz etmektedir. Osman

Ergin’in Darüleytamların kurulması ve yönetimine ilişkin açıklamaları şöyledir:

“Bilhassa şark vilayetlerinden getirilen binlerce erkek ve kız çocukları barındırmak, dolayısıyla okutup yazdırmak ve kendilerine bir san’at ve meslek öğretmek düşüncesi bu yolda acil tedbirler ittihazını icap ettirmiş ve harp yüzünden memleketi terkeden ingiliz, fransız, rus ve italyanların bıraktıkları mektep ve müesseselere el konup ilk iş olarak bunlar darüleytam yapılmıştır.

Fakat gerek bu müesseselerin işgali, gerek darüleytam ittihazı ve idaresi başlangıçta bir

hükümet, bir maarif nezareti işi telaki edilmiyerek fırkacılık çerçevesi için içine sokulmuş ve bunları hükümet değil, halk yapıyormuş diye ittihat ve terakki fırkası İstanbul merkezini idare eden Kemal bey ile Kastamonu mebusu İsmail Mahir efendi bu işi darüleytamlar umum müdürü sıfatıyla ile idareye memur edilmişlerdi.” 314

312 Darüleytamların kapatılmasından söz eden Fer, Darüleytamların son tüzüğündeki korunmaya muhtaç geniş hedef kitleyi dikkate almadan, bu kurumları savaş koşullarının geçici bir çözümü gibi görme eğilimindendir: “Uzun savaş yıllarının ortaya çıkardığı çocuk koruma ve eğitim probleminin olağanüstü tedbiri olarak kurulan Darüleytamlar ve onlara bağlı müesseseler, dokuz yıllık uygulamadan sonra 1926 tarihli ve 931 sayılı Kanunla kaldırılmıştır,” Fer, s.7.; Aynı eğilimli bir açıklama için bkz. A.Rıza Erkan ve Gönül Erkan, “Darüleytamlar,” H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, Ocak 1987, s. 61-68. 313 Yasemin Okur, “Darüleytamlar”, (Yüksek Lisans Tezi, Samsun On dokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Eğitim Anabilim Dalı, 1996), s. 22. 314 Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul: Osmanbey Matbaası, 1942, s. 1284. Ergin aşağıdaki ifadelerinden de dönemin yöneticilerinin darüleytam için işgal ettikleri mülkleri son plansız ve işgal mantığı ile kullandıkları görülmektedir: “İşgal edilen binalar esasen de mektep ve manastır gibi ilim san`at müesseseleri olduğu ve bunların depolarında bir çok malzeme bulunduğu için ilk senelerde gerek tedris malzemesi, gerek eşya, levazım, hatta yiyecek hususlarında o kadar güçlük çekilmiyor ve çekilse o zaman ticaretle de uğraşan ve istediği eşyaya el koymak salahiyetine almış bulunan Kemal bey her şeyi kolaylıkla temin ediyordu. Yine bu salahiyetlerden ve bu kolaylıklardan dolayıdır ki işgal olunan binalarda birçok tadilat yapılıp onlara katlar, pavyonlar ekleniyordu. Mesela: Notrıdamdösiyonun üzerine bu sırada bir kat eklenmiş, Yedikuledeki italyan mektebi de bir misli genişletilmişti. Kemal bey – İsmail Mahir efendinin işgal ettikleri müesseselerden Galatada ruslara ait manastırları o sırada ve oranın anbar memurunun delaletiyle gezmiş, yapılan tahribat, tadilat ve israfatı gözümle görüp hayret etmiştim. Binalarla eşya düşman malı ve onlara el atanlar gayrı me`sul şahıslar olduğu için, israfın, suiistamalin haddi hesabı yoktu. Ve bunu da kimse sormağa ve araştırmaya cesaret edemiyordu.”

143

Darüleytamların işltilmesi bir ‘geçici’ önlem ve ‘işgal’ mantığı içinde

yürütüldüğünden, kapanma süreçleri de son derece hızlı olmuştur. Çünkü;

“(…) harp sona ererek mütareke devresine girilmesine binaen harp kadar uzayan mütarekenin hemen başlangıcında düşman devletlerin orduları, donanmaları ve tebaaları İstanbul’a gelerek eski müesseselerini derhal işgale başlamışlardır. Onların işgali bizimkilerden daha elim ve bizim için daha zararlı oldu. Bir kaç gün içinde hemen lazım gelen bu müesseseler için yer de bulunamıyordu. Nihayet talebeyi boş duran saraylara yerleştirmeğe mecburiyet hasıl oldu. Şehir içinde ve dışında hatta Kaathanedeki Çağlayan kasrına varıncaya kadar bütün saraylar darüleytam ittihaz olundu ve bu suretle o saraylar da tahrip edildi. Bahçeleri birer bozkır haline getirildi. Darüleytamların masraflarına o zamanki hükümet bütçesi tahammül edemediğinden yavaş yavaş tasfiyelerine karar verildi. Tasfiye evvela şehir dışınkilerden başlandı. Aynı zamanda bazı vilayetlerde de bahsolunan yabancı müesseseler darüleytam ittihaz edilmiş olduğundan onlar da birer birer tasfiye edilerek kalan talebesi İstanbul’da toplanıp ve idareleri şehir yatı mektebi adıyla hususi idareye verildi. Nihayet bu idarece de yatı mektepleri büsbütün kapatıldı. Ve bugün o muhteşem! Darüleytamlardan bir eser kalmadı.”315

Cumhuriyet döneminin başında, içinde bulunulan ekonomik sıkıntılar,

darüleytamların sayı olarak çok olması, Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dağınık olarak

bulunmaları ve bu kurumların işletilmesinde çıkan teknik sorunlar nedeniyle

darüleytamların kapatılması konusu geniş tartışmalara sebep olmuştur. Tartışma

konularından biri de Darüleytamlara çocuk kabulünde suiistimaller olduğu yönündeki

iddialardı. Darüleytam yönetmeliğine göre sadece ‘savaş yetimi’ değil, diğer KMÇ da

kurumlara alınabiliyordu.316 Ancak zaten mevcut kurum sayısı savaş yetimlerine dahi

yetmezken, diğer çocukların da alınması ciddi bir sorun kaynağı idi. Ayrıca zaman

içinde mevcut darüleytamların dahi iaşe ve çocukların diğer masraflarının

karşılanamaması üzerine, darüleytamların döner sermayeli bir ‘sanayi mektebine’

dönüştürülmesi ve burada kalan çocukların birer üretici yapılması gibi bir politika

güdülmeye başlandı. Ancak bu politika da çocukların eğitimden uzaklaştırıldığı

eleştirilerine neden oluyordu. Kimi eleştiriler Darüleytamların bu şekilde sanayi, ziraat

ve ticaret gibi işlerle meşgul olurken, eğitimin ihmal edileceğini, eytamın eğitimlerinin

ihmali, bu çocukların çalışmak zorunda bırakılacaklarını dolayısıyla hem eğitim hem

315 Ergin, 1285. 316 Safiye Kırbaç, “Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı Yıllarında Almanya’ya Gönderilen Darüleytam Talebeleri,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 87-88.

144

çalışmanın ikisinin aynı anda yürütülemeyeceği noktasında yoğunlaşıyordu.317 Sorunun

temelinde yatan nedenlerin başında darüleytamların devletin üstesinden kalkamayacağı

harcamaları yatıyordu. Bu yüzden önce taşra darüleytamları lağvedilip içinde bulunan

çocuklar İstanbul’a nakledildi ve süreç içinde bu darüleytamların hemen hepsi kapatıldı.

Dolayısıyla ortaya çıkan sorunu çözemeyen devlet kurumları kapatma yolunu seçti.318

Sonuçta bu kurumların kapatıldığı zaman İstanbul’da parasız olarak kimsesiz ve/veya

yetimleri barındıracak, onlara bir sanat, bir meslek öğretecek bir tek kurum

kalmamıştı.319

Darüleytamlar 1926 yılında Mecliste kabul edilen altı maddelik kanunla tamamen

kapatılmıştır. Meclisteki görüşmelerde herhangi bir tartışma ya da söz alma olmamştır.

Ayrıca oylamaya katılan 152 milletvekilinden 151’i bu kurumların kapatılmasından

yana oy kullanırken sadece Urfa milletvekili Refet Bey aleyhte oy kullanmıştır.320

Savaş koşulları nedeni ile devletin doğrudan çocukları koruma işlerinde

sorumluluk aldığı diğer çalışmalar ise Kazım Karabekir’in Doğu Cephesi komutanı iken

yaptığı çalışmalardır. Kazım Karabekir askeri bir kişilik olarak daha çok Kurtuluş

Savaşı dönemindeki Doğu cephesi komutanı olarak başarılı bir sima olarak

bilinmektedir. Oysa özellikle savaş döneminde Doğu illerinde çocuklara yönelik

doğrudan birçok çalışmalar yaptığı gibi, savaş sonrasında da konunun takipçisi olarak

ilgisini sürdürmüştür. Kişi olarak Kazım Karabekir’in korunmaya muhtaç çocuklara

yönelik ilgisinin temelinde ise ailesinden devraldığı kişilik özelliklerinin de önemli bir

rol aldığı görülmektedir. Bu durumu kendisi şöyle açıklıyor:

“Yoksullara yardım zevki bende pek küçük yaşlarımdan yer etmiştir. Memleketimizin birçok yerlerini beraber dolaştığım ve küçük yaşımda kaybettiğim babamdan da sonraları anamdan da yoksul çocuklara yardımı ve hele bayram günlerinde onlara çamaşır, elbise, harçlık vererek sevindirmek adetini görmüş ve o vicdan hazzını bir düzeye tatmıştım. Ailemizin himayesinde bir çok kimsesiz çocukları yetiştirmiştir. Ben 1905 sonunda genelkurmay yüzbaşılığı ile Manastır'a kıta hizmetini (staj) yapmaya gittiğim zaman bakımsız

317 Sofuoğlu, s. 54-55. 318 Kıranlar, s. 65. 319 Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, s. 1287. 320 “Öksüz Yurtları Teşkilâtı Hakkındaki 2 Nisan 1333 Tarihli Kanunun İlgasına ve Öksüz Yurtları Hesabatının Tasfiyesine Dair Kanun Layisası”, (10.06.1926) TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 26, Devre 2, İçtima Senesi 3, Ankara: TBMM Matbaası, s. 314.

145

çocuklara bu aile geleneğini devam ettirmedim. Vazife icabı sık sık köylerde dolaşırdım. Köy mekteplerinde fakir Çocuklara defter, kalem, mendil gibi hediyeler götürdüm.” 321

Karabekir’in ailesinden aldığı terbiye ve alışkanlıklarla başlayan çocuk ilgisi

zamanla daha sistemli ve uzun süreli bir ilişkiye doğru evrilmiştir. Her gittiği yerde

okulları ziyaret ederek ve bakımsız çocuklara çeşitli yardımlar sağlıyordu. Çoğu kez de

okulların genel durumu, ihtiyaçları ve daha çok çocukların beslenmeleri ile

ilgileniyordu. Ayrıca gittiği yerlerde eğer varsa yurtlarını (darüleytamları) ziyaret

etmeye özen gösteriyor ve yiyecek hususundaki eksikliklerine ordunun imkânlarıyla

yardım ediyordu. Ziyaret edip çeşitli yardımlar sağladığı yurtlara Diyarbakır, Tekirdağ,

Erzurum yetim yurtları sayılabilir. Ancak idealinin ‘çocuklar kasabası’ kurmak ve

burada bakımsız çocuklardan bakımlı bir ‘çocuk ordusu’ oluşturarak burada doğrudan

bir eğitici olarak görev almak olduğunu belirtmektedir. Bu idealini gerçekleştirmede de

Erzurum ve Sarıkamış’ta başarılı olduğunu belirtmektedir. 322 Kazım Karabekir Ordu

kanalıyla yaptığı bu çalışmalarını da ‘devlet koruması’ olarak nitelemektedir.323 1919

yılında Trabzon'a ve buradaki işlerini bitirdikten sonra 3 Mayıs'ta Erzurum'a geçen

Karabekir yollarda perişan çok sayıda çocuk gördüğünü ve bu durum üzerine yardım

çalışmalarına Erzurum’da başladığını belirtmektedir. Bir yandan askeri görevini yürüten

Karabekir böylece ideali olan ‘çocuklar ordusu’nu kurma çalışmalarına başlamış

oluyordu. Bu amaçla 24 Mayıs 1335 (1919) da Erzurum Darüleytamından (yetimler

yurdu) ilk olarak yaşı 12'den yukarı olanlardan 33 çocuk alarak mevcut iki kolorduluk

‘sanayi takımları’na vererek çocukları ordu hizmetine almaya başladı. Ayrıca terhis

dolayısı ile boşalan kadroları Erzurum’dan yeni gelenlerle doldurmaya başladı. Bu

çocukları bir asker gibi yedirmeye, giydirmeye ve beden terbiyesi yaptırmaya başladı.

Bu çocuklar günün yarısın da okuma yazmaya, yarısın da ayrıldığı sanayi şubesine göre

terzi, kunduracı, saraç çıraklığına başladılar. Bu çalışmalarını resmileştirmek için de

İstanbul hükümeti Harbiye Nezareti’ne resmen yazan Kazım Karabekir, bu yöntemin

321 Kazım Karabekir, Çocuk Davamız 1, İstanbul: Emre Yayınları, 1995, s. 9.; Kazım Karabekir’in bu yönüne dair bir inceleme için bkz. M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kazım Kârabekir, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1991. 322 Karabekir, s.10. 323 Karabekir, s.11-12.

146

yaygınlaştırılmasını da teklif etmiş ve Harbiye Nezareti bu teklifi kabul etmiştir324. Bu

talebe ise iki gerekçe sunuyordu: Terhisler nedeniyle birliklerin sanayi mekteplerinde

yüzlerce boş yer olması ve Doğu'da yüzlerce bakımsız çocuğun ölüme mahkûm bir

halde şehirlerde sefil bir halde dolaşıyor olması.325

Kazım Karabekir’in çocuklara yönelik çalışmaları sadece çocuk ordusu ya da

kasabası ile sınırlı kalmamıştır. Bizzat kurulmasına ön ayak olduğu ya da desteklediği

çok sayıda kurum vardır. Örneğin Erzurum’da sanayi mektebi ve ‘Leyli Eytam İptidai

Mektebi’, ‘Erzurum Ana Mektebi’ ve ‘İş Ocağı’ bunlar arasındadır. Bu okullardan

mezun olan çocuklar belli bir yaş sonrasında ordu’nun emrine alınmaktadır.326 Kazım

Karabekir’in sanayi mektebi ya da çocuk ordusu gibi çözümleri esas olarak erkek

çocuklarına yönelikti. Kız çocuklarına yönelik ise sistemli bir çaba içinde değildi.

Ferhunde Özbay Kazım Karabekir’in ‘Çocuk Davamız’ kitabında kimsesiz kız

çocuklarına ilişkin çalışmalarını üç noktada topladığını belirtmektedir:

“1. Kimsesiz kız çocuklarının arasında yaşları uygun olanlar, Karabekir’in açtığı

okulları bitiren kimsesiz erkek çocuklarla evlendirilmektedir.

2. Kızların bir bölümü ebe ve dikiş kurslarına gönderilerek köylere dağıtılmıştır.

3. Ancak daha küçükler ailelere dağıtılmaktadır. Çocuk davamızın o yıllarda kız çocuk

davamız olamadığı çok net biçimde bu kitapta sergilenmektedir.” 327

Görüldüğü gibi olağandışı bir konjonktürde, savaş koşullarında kimsesiz kalmış

çocuklara yönelik ciddi çalışmalar yapmış olan Kazım Karabekir’in çalışmaları esas

olarak ‘askeri’ bir çözümdür. Yine aynı nedenle kurduğu kurumlara sadece erkek

çocukları almıştır. Ayrıca Kazım Karabekir’in bir dönem ve belli koşullarda etkili olan

bu çözümünün daha sonra sürdürülmediği ve herhangi bir miras bırakmadığı

belirtilmelidir.328

324 Nuri Köstüklü, “Kâzım Karabekir’in Açtığı Okullar,” Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, Sayı 5, Temmuz 1985, İstanbul, s. 31. 325 Karabekir, s.15-16. 326 Köstüklü, s. 31 ve 34. 327 Özbay, “1911-1922Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları”, s. 113-114. 328 Kazım Karabekir’in çalışmaları savaş koşullarının zorluğu içinde anlamlı olmakla birlikte, kullandığı eğitim yöntemleri savaş sonrası koşullarda uygulanmamıştır. Buna rağmen Kazım Karabekir’in çalışmaları çocuklara yöenlik sosyal hizmet tarihinin bir parçasıdır. Bu çalışmaları sosyal hizmet tarihinin

147

3.7 Çocuk Koruma Sisteminde ‘Yeniden’ Sivilleşme: 1920-1940

Cumhuriyet dönemiyle birlikte rejimin kendini tahkim etmesi, rejimin bekasını

sağlayacak yurttaşlar üretmesi ve savaş ile göçler nedeniyle azalan nüfusun arttırılması

önemli bir politika olmaya başladı. Bu dönemde ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ artık

geçmiş dönemden farklı olarak sadece ‘savaş yetimleri ve kimsesizler’ değil, rejimin

taşıyıcısı ‘cumhuriyet çocukları’ ama aynı zamanda yoksul ve ‘aç çocuklardır.’ Bu

nedenle çocukların rejimin öznesi yapılmasından önce yaşatılması, beslenmesi ve

eğitilmesi gerekmektedir. 1920’li yılların başındaki döneme bakıldığında uzun süren bir

savaşlar dönemi sonunda çocuklar için çok olumlu bir tablo görülmemektedir. Kurtuluş

Savaşı döneminde toplumun içinde bulunduğu çöküntü sonucu çok sayıda çocuğun

çalıştırıldığı, birçok çocuğun sokaklarda başıboş dolaştığı, yoksulluk ve işsizliğin

yayıldığı görülmektedir. Bu zor koşullarda çocukların çalışma yaşının 11’e kadar

düştüğü ve bu durumu engelleyecek yasaların mevcut olmadığı görülmektedir.329 Bir

yandan onlarca darüleytamda kalan binlerce çocuk ve bunların idamesi, diğer yandan

aileleriyle kalan ya da sokaklarda yaşamak zorunda kalan kimsesiz çocuklar sorunu yeni

rejimin devraldığı en önemli sorunlardandır.

Modernleşmenin çocukları korumaya dönük en önemli boyutu okullaşmanın

yayılmasıdır. Cumhuriyet rejimi yeni dünya görüşü ile yeni bir yurttaş yaratma güdüsü

ile hareket ettiğinden eğitime önem vermiştir. Ancak ülke nüfusun on iki milyon

civarında olduğu Cumhuriyet döneminin başında rejimin devraldığı eğitim tablosu hiç

de iç acıcı değildir.

Aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere eğitim imkânlarından faydalanan

çocukların sayısı son derece sınırlı iken; bu imkânların illere dağılımı da son derece

dengesizdir. İlk Meclisteki bir oturumda söz alan bazı milletvekilleri illerinin eğitim

durumu açısından içler açısı durumu ifade etmektedirler. 9 Aralık 1920 oturumunda söz

önemli bir parçası olarak değerlendiren bir çalışma için bkz. Turgay Çavuşoğlu ve Kenan Topçu. “Kazım Karabekir’in Sosyal Hizmet Çalışmaları”, Sosyal Hizmetler Dergisi, Cilt 2, Sayı 13, 2002, s. 46-54. 329 Sarıkaya, s. 44.

148

alan Bitlis Mebusu Ziya Bey “Bitlis’te ve Doğu illerinde kesin olarak hiç okul yoktur”

diyordu.330

Tablo 2: 1923 Yılında Eğitimin Durumu

Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1992, s.21.

Anlaşıldığı üzere sosyal alanın modernleşmesi ya yeni rejimin ideolojisinin

topluma götürülmesinde hâlâ çok yetersizlikler söz konudur. Bunun yanında toplum

hâlâ temel olarak büyük kentler olarak anlaşılmakta ve Anadolu’nun diğer birçok yerine

hemen hiçbir kamusal hizmet götürülememektedir.

Cumhuriyet’in inşa edilmeye başlandığı ilk yıllarda, Osmanlı dönemi

savaşlarının toplumsal sonuçları hâlâ çok ağır olarak yaşanmaktadır. O dönemde

İstanbul’da hâlâ birçok ‘yetimhane’de binlerce çocuk bakılmaktadır, yetişkin ve çocuk

suçluluğunda ciddi artışlar, çok sayıda mülteci akını ve yaygın kadın fuhuşu gibi çok

çeşitli sosyal sorunlarla uğraşılmaktadır.331 Savaş koşullarının yarattığı kimsesizlik

karşısında birçok korunmaya muhtaç çocuğun aileleri ile bağı koptuğundan bu çocuklar

‘yetimhane’lere yerleştirilmişler. 1920’lerde bu çocuklar için toplam 47 yetimhane

açılmış ve bu yetimhanelerde toplam 8.624 korunmaya muhtaç çocuğa bakılmaktadır.

Bu çocukların 2.798’i Türk olup, bu çocuklar İstanbul’un çeşitli semtlerinde açılan

toplam 8 ‘yetimhane’de barındırılmıştır.332 Ancak bilindiği gibi Türk kökenli kimsesiz

330 Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, s. 15. 331 Bkz. Clarence Richard Johnson (edt.), İstanbul 1920, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 175-279. Bugün bile benzeri az bulunur bir kapsamda, 1920’ler İstanbul’unun kentsel sosyal dokusu hakkında yapılan bu geniş kapsamlı araştırmanın özellikle Anna Welles Brown tarafından yazılan ‘İstanbul’da Yetimhaneler’ bölümünde dönemin ‘çocuk meselesi’nin boyutları hakkında önemli verilere ulaşılmaktadır. 332 Anna Welles Brown, “İstanbul’da Yetimhaneler”, İstanbul 1920 içinde, Clarence Richard Johnson (edt.), 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, s. 219-220.

Okul Öğretmen Öğrenci Öğrenci sayısının genel nüfusa oranı %

İlköğretim 4.894 10.238 341.941 2.8 Ortaokul 72 796 5.905 0.05 Lise 23 513 1.241 0.01 Meslek Ok. 64 583 6.547 0.054 5.053 12.130 355.634 2.96

149

çocukların barındırıldığı ve Darüleytam adıyla açılan bu kurumlar 1926 yılında

kapatılmış ve buralarda barındırılan çocukların bir kısmı akrabalarına gönderilmiş, bir

kısmının kaçmalarına göz yumulmuş ve bir kısmı da ‘şehir yatı mektebine’

dönüştürülen okullara devredilerek tasfiye süreci tamamlanmıştır.333 Bu süreçte devletin

Darüleytamlara bütçe ayıramaması kadar, bu kurumları kontrol edecek kadrosu

olmaması ve çıkan sorunlarla baş edememesinin de tasfiye sürecinde rol aldığı

belirtilmelidir. Cumhuriyet’in bir devlet kurumu olarak Darüleytamlar açma

politikasından vazgeçmesi sonrasında, bu alanı tamamen sivil örgütlere terk ettiği

görülmektedir. Osmanlı toplumunda savaş dönemleri dışında korunmaya muhtaç

çocukların korunmasının esas olarak sivil alana; aile ve topluluklara devredildiği

bilinmektedir. Uzun süren savaş sürecinde devletin bu alanda doğrudan rol alması,

Cumhuriyet’le birlikte savaşların sona ermesi ertesinde tekrar terkedilmiştir.

Yeni rejimin sosyal alanda, özellikle çocuk meselesinde bir arayış içinde olduğu

görülmektedir. Devletin işlettiği Darüleytamların rejim için bir sorun olduğu koşullarda

yeni arayışlar tekrar özel teşebbüsleri işaret etmektedir. Kızılay cemiyetinin 1924 yılı

kongresine sunulan ve çocukların açlık ve hastalık durumuna dikkat çeken raporda

çözüme ilişkin ifadeler de yer almaktadır:

“İstanbul’da bulunan mekteplerde, bilhassa iptidailerde birçok etfal memleketin malum olan ve günden güne iştidat eden fakru ihtiyacı yüzünden derin fizyolojik sefalet içinde ve her gün ölüme doğru yaklaşacak bir vaziyette bulunuyorlar. Hükümetin nazar-ı dikkatini celb eden bu hale çare-saz olmak için icap eden teşebbüsat ve tedabirin ittihazı düşünülmüşse de hal-i malinin adem-i müsaadesinden dolayı muvazene-i umumiyeden tahsisat ifrazına imkan görülemeyerek bu işin hususi teşebbüslerle intacı zarureti hasıl olmuştur.” 334

Çocukların içinde bulunduğu açlık ve açlığa bağlı çocuk ölümlerinin dönemin

devlet kurumları tarafından bilinmesine rağmen, resmi kurumların bütçe ayıramaması

nedeniyle bu işin yapılamadığı anlaşılmış ve ‘hususi teşebbüslerin’ devreye girmesi bir

tür ‘zaruret’ nedeniyle gerçekleşmiştir. Zaruret nedeniyle gerçekleşen ‘özel

teşebbüslerin’ çocuk koruma görevini üstlenmesi, Himaye-i Etfal Cemiyeti örneğinde

görüleceği gibi zamanla sürekli bir politikaya dönüşecektir. Aslında bu politika II.

333 Ergin, s.1285; İstanbul Ansiklopedisi, “Darüleytamlar”, Cilt 2, s. 558. 334 Karal ve Uluğtekin, s.258.

150

Meşrutiyet’le başlayan sosyal yardımı sivil örgütlere yaptırma geleneğinin de doğal

devamı olarak görülebilir.

Çocuk yoksulluğu, çocukların sokaklarda çalışması ve/veya yaşaması gibi sorunlar

1920’li yıllarda sürekli görülen durumlar olduğu halde, devlet doğrudan resmi kurumlar

kanalıyla bu alanda sorumluluk almamaktadır. Diğer yanda da aynı dönemde çalışmalar

yapan sivil örgütlere toplumun desteğinde bir artış olmadığı gibi, azalma bile

görülmektedir.

“Başıboş veya başıboş olmayan çocuk sefaleti manzaraları karşısında yükselen “merhamet” “yardım” feryatları sonucu hayırseverlerden gelen bağışların miktarı da çoğu zaman gülünç derecede düşük oluyor. Mesela, 1929’da, Cumhuriyet’in günlerce süren “İstanbul’da 6000 çocuk aç” feryatları arasında, Kızılay’ın 2500 çocuğa haftada üç gün birer dilim ekmek ve bir parça veya helva verebildiğini öğreniyoruz. Bu yardım da büyük ölçüde belediye memurlarının aralarında toplayıp aç yavruları doyurmak üzere Kızılay’a verdikleri 2500 lira sayesinde başlayabiliyor (Cumhuriyet, 9 ve 10 Kanunusani 1929). Ondan sonra, 10 liralık, 25 liralık, 50 liralık bağışlar gazetelerde bağış sahibine teşekkür edilerek, haber yapılıyor. Bir paşa hanımdan gelen ve kocasından kalan maaşın bir yıllık miktarını (350 lira) bulan bağış gibi bağışlar ise gerçekten istisna niteliğinde (Cumhuriyet, 13 Kanunusani 1929). Yıllar ilerledikçe hem Kızılay’a hem Çocuk Esirgeme Kurumu’na yapılan bağışların miktarı daha da azalıyor. Yani ihtiyaçların artışıyla kaynaklar arasındaki fark giderek büyüyor.” 335

Aslında bu durumun farkında olan ÇEK görevlileri, çözüm olarak çok çeşitli

gelir getirme yolları aramaktadırlar. Bunlar arasında pullar, balolar ve en meşhuru ise

Amerika gezisine gidip oradaki Türklerden bağışlar toplamaktır. Çocuk koruma

yönteminde politika değişikliği Atatürk’ün söyleminde de gözlenebilmektedir.

Ankara’da 1921 yılında ihya’en kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin Atatürk’ün

manevi desteği ve himayesi altında bulunduğu bilinmektedir. Cemiyet’in kurucularının

büyük çoğunluğu da dönemin milletvekillerinden oluşmaktadır.336 Bu durum Himaye-i

Etfal Cemiyeti’nin sivil niteliğini zayıflatmaktadır. Atatürk Cumhuriyet’in ilk

yıllarından itibaren yurt gezilerine çıkmakta ve gittiği yerlerdeki okullar ya da yuvaları

da ziyaret etmektedir. Atatürk’ün yurt çapında gerçekleştirdiği gezilerden, çocuk

335 Buğra, s. 87. 336 Turgay Çavuşoğlu, Sosyal Hizmetlerin yakın Tarihinden Sayfalar, Ankara: Sabev Yayınları, 2005, s. 5.; Hasan Akbayrak, “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, Cilt 9, Sasyı 52, Nisan 1988, s. 33.

151

sorunlarına ilgisi de görülebilmektedir.337 Korunmaya muhtaç çocuklar konusunda da,

dönemin yeni politikasına uygun olarak, yoksulluk ve korunmaya muhtaçlık konusunda

devletin değil, vatandaşın ‘göreve çağrılması’ şeklinde özetlenebilecek mesajlar

vermektedir. Yaşanan ciddi çocuk sorunları karşısında kurulan yeni cemiyet olarak

Himaye-i Etfal’e vatandaşı şöyle yardıma çağırmaktadır: “Memleket çocuklarını

korumayı üzerine alan Çocuk Esirgeme Kurumu’na vatandaş yardıma mecburdur.”338

Çocuk sorunlarını çözmek için kurulan bir gönüllü örgütü desteklemek amacıyla yapılan

bu vurgulu yardım talebi, çocuklara verilen önemi göstermekle birlikte, devletin değil

belirsiz bir gelir kaynağı olan vatandaşın yardıma mecbur kılınmasıyla yardım belirsiz

bir kaynağa havale edilmektedir. Kuruluşun başarılı çalışmalarına karşılık ciddi maddi

sıkıntılar içinde olduğu ve devletin yeterince destek olmaması durumunda bu sorunların

çözülemeyeceğine dair daha sonra yapılan bir değerlendirmede, dönemin Himaye-i Etfal

Cemiyeti Genel Başkanı Fuat Umay339 tarafında 1941 yılında yaptığı konuşmasında

şöyle ifade edilmektedir:

“Cumhuriyet devrine kadar yurdumuzda çocuğun sıhhi ve içtimai kıymetini ifade edebilecek yapılmış bir müessese ve gene bu ihtiyaçlar için müracaat edilecek bir kapı yokken bugün yalnız Kurumumuzun yedi yüz şubesi, 284 müessesiyle yurt yavrularının muhtelif ihtiyaçlarına cevap vermeğe çalışmaktadır. Bu ihtiyaca nispetle büyük bir şey ifade etmemekle beraber atılmakta olan adımlar itibariyle bir kıymet addedilse yeridir.

Müterraki memleketlerin kaffesinde çocuk mevzuu, hatta bir hükümet işi değil, bir devlet işidir, kalkınma programlarının başında gelen bir devlet işi. Çocuk Esirgeme Kurumu

337 Cemil Sönmez , Atatürk ve Çocuklar, Ankara: UNICEF Türkiye Temsilciliği, 1992.; Cemil Sönmez’in Atatürk’ün çocuklara olan iligisini hemen hemen aynı kapsamda irdeleyen; Atatürki’ün yurt gezilerinde çocuklara olan yakınlığını gösteren bir diğer çalışması için bkz. Cemil Sönmez, Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2004. 338 Akt. Sönmez, Atatürk ve Çocuklar, s.71. 339 Mehmet Fuat Umay: Çocuk Esirgeme Kurumu'nun kurucusu, TBMM 1. Döneminde Bolu, 2. Dönem'den 8. Dönem'e kadar (1920-1950) Kırklareli milletvekilliği yapmış hekim, hizmet ve siyaset adamıdır. 24 Şubat 1885'te Kırklareli'nde doğmuştur. İlk ve ortaokulu Kırklareli'nde, liseyi Edirne'de bitirmiş, 1910 yılında ise İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olmuştur. Balkan Savaşı sırasında bölgedeki askeri hastanede görev yapmıştır. Harp sonrası 28 Ağustos 1913'te Kırklareli belediye tabipliğine getirildi. Burada Himaye-i Etfal Cemiyeti Kırklareli Şubesinin ve Müdafaai Milliye Cemiyetinin kuruluşlarında görev aldı. Daha sonra Bolu hükümet tabipliğine atandı. 1920-1923 döneminde Milli Mücadele'ye katılarak TBMM'de Bolu milletvekili, 1923-1950 dönemlerinde Kırklareli milletvekili olarak görev yaptı. Soyadı Kanunu ile, Türk çocuklarına verdiği hizmetten dolayı, Türk mitolojisinde çocukların koruyucu ruhu "Umay"'a atfen, Atatürk tarafından kendisine bu soyadı verildi. Dr. Fuat Umay, 30 Haziran 1921 tarihinde kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer almış ve uzun süre genel başkanlık yapmıştır. Dr. Fuat Bey, Bolu milletvekilliği sırasında Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne gelir getirici birçok çalışmanın adımını atmıştır. Dr. Fuat Umay’ın Amerika'da Türkler ve Gördüklerim (1927), Seçmenlerimle Başbaşa (1950) isimli iki kitabı bulunmaktadır. Dr. Fuat Umay 1950 yılında seçimleri kaybetmesi üzerine siyasi hayattan çekilmiş, 1963 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.

152

gördüğü yardımlar nispetinde bu mühim ve milli yurt işinde üstüne düşen vazifeyi yapmaya uğraşmaktadır.” 340

Cumhuriyet ilk yıllarında, özellikle Atatürk’ün hayatta olduğu dönemdeki dil,

edebiyat ve tarih çalışmalarında ulusalcı bir ideoloji kurma kaygısı ön planda

görülmektedir. Bu söylem, yeni bir ulus kurma süreci açısında anlaşılır bir durumdur.

Ancak çocuklara bir bayram armağan edildiği aynı dönemde (1929) çocukların

korunmasına yönelik yoğun bir ilgi olmadığı gazete haberlerinde de görülmektedir. Bu

dönem gazetelerinde çocuklara ilişkin haberlerin çok sık olmaması, çocukların ciddi bir

ilgi odağı olmadığını göstermektedir. Seçil Karal Akgün’ün Cumhuriyet’in ilk yıllarında

Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yaptığı taramada şu sonuçlara ulaşıyor:

“Hükümetin yarı resmi yayın organı niteliğinde olan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde 1923-28 yılları arasında, ayrıntılı ancak eleştirel bir bakış içermeden verilen siyasal gelişmeler ve reklamlardan başka çocuk merkezli kayda değer haber bulamadık. Bu içerikte, Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in göreve atanmasından sonra 9 Şubatta yaptığı ilk basın kabulünde kimsesiz çocuklar üzerinde durulması Cumhuriyet Döneminde çocuğa yönelik ilk haberdir. Bu toplantıda yeni bakan devletin kimsesiz çocuklara ancak ilk öğretim verebileceği, ilkokul yaşını geçmiş olanlar için de sanat (meslek) eğitimi verebileceğini, bu çocukların barınabilmesi için de vakit geçirmeden yurtlar yaptırılacağını bildirmiştir. 21 Mart 1926’da ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde köy çocuklarının okul durumundan söz ettiği konuşma yer almıştır.

Savaşta baştan başa harap olmuş ülkede, hele Anadolu’nun içlerinde çocukların eğitimi kuşkusuz ailelerin birincil kaygısı değildir. Cumhuriyetin güçlenmesi için eğitime bel bağlamış Türkiye’de olanaksızlıklar içindeki köy çocuklarıyla kimsesiz çocuklar devlete gerçekten zorunlu bir yük ve sorumluluk getirmekteydi. Bu çerçevede kimsesizleri devletin eğiteceğini Mecliste de tekrarlayan Necati Bey, köylerde eğitimi yaygınlaştırmaya çalıştıklarını, ancak köylünün çocuğunu tarlasında çalıştırmak zorunda olduğunu, böylece köy çocuklarının ilköğretimden yoksun kalma tehlikesi doğurduğunun altını çizmişti. Beş yıllık zorunlu ilköğretimi köylerde üç yıla indirerek Vekaletin köy çocuklarının okuması için önlem aldığını da duyurmuştu. Gerçekten de o yıl köylerde yapılmakta olan ilkokulları incelemek için çeşitli bölgelere giden mebuslardan biri köylülere hükümetten bir istekleri olup olmadığı sorduğunda, ‘Beyim, şu ilkokulu kaldırın yeter, ne sağlam hayvanımız güdülebiliyor, ne çiftliğimiz çubuğumuz kalkıyor’ yanıtını almıştı. Öte yandan Necati Beyin açıkladığı bu gerçekçi uygulama, daha sonra John Dewey tarafından Türk Hükümetine verdiği eğitim raporunda bir başka biçimde ele alınmış, ‘ilköğretim için yörenin koşullarına yönelik düzenleme’ önerilmiştir.” 341

340 Cumhuriyetin 18 nci Yıldönümünde Hitabeler ve Konuşmalar, Ankara: Çankaya Matbaası, 1941. 341 Seçil Karal Akgün, “Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılında Bazı Basın Organlarında Çocuk,” Bekir Onur (Yayına Hazırlayan), Cumhuriyet ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi içinde, Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi, 1999, s. 51.

153

Cumhuriyetin bu ‘çocukluk’ döneminde342 çocuklara yönelik koruyucu

hizmetlerde ‘hükümet’ girişimleri görülmemekle birlikte, konunun önemini vurgulayan

çalışmalara da rastlanmaktadır. Örneğin Hilmi A. Malik, özellikle okula gitmeyen

çocukların topluma kazandırılması için Amerika’da yaygın olduğunu belirttiği ve klasik

bir eğitim kurumu olmayan ‘çocuk kulüplerinin’ gerekliliği ve kurulmasının önemini

vurgulamaktadır. Bir sosyal hizmet kurumu olan çocuk kulüplerinin yoksul çocuklarının

okul dışı zamanlarında sokaklarda yaşayabileceği tehlikelerden uzaklaştırılmasından öte

çocuklara devrimin ilkelerinin benimsetilmesi ya da cumhuriyetin yurttaşının üretilmesi

temel saik olarak öne çıkarılmaktadır. Amerika’da yaygın olduğu belirtilen bu

kulüplerin Cumhuriyet açısından cezb edici işlevini yazar şöyle özetlemektedir:

“İnkılabımızın içtimai prensiplerini kısa bir müddet zarfında çocuklarımıza tamamıyla hazmettirebilmek için geceli gündüzlü onlarla meşgul olmamız icap eder. Amerika’da bu gibi içtimai müesseseler her sınıftan amele sınıfı çocuklarıyla meşgul oluyor. Bizde ise her sınıf çocuklarıyla meşgul olmak mecburiyeti vardır. (…) Şurası da şayan-ı zikirdir ki, tedris programları bu kadar kuvvetli mekteplerden başka Amerika’nın büyük ve kalabalık şehirlerinin amele mahallelerinde çocuk içtimai müesseseleri vardır. Teşkilatı vasi ve idaresi gayet iyi olan bu müesseselerin vazifeleri, çocukları kendilerine cezbetmek, ruhen ve bedenen tekâmüllerine çalışmak ve bu suretle Amerikalılığı aşılamaktır. Terbiyesi sağlam, müessir mekteplere malik bir memleket neden bu tür çocuk müesseselerine lüzum görüyor? Amerika’da buna gösterilen ihtiyaç ve lüzum pek yerindedir. Zira bir çocuk yirmi saatten ancak altısını mektepte muallimlerle beraber geçirebilir. Geride kalan saatleri ebeveyni yanında, evinde, sokaklarda ve arkadaşlarıyla geçirmek mecburiyetindedir. Görülüyor ki, yalnız mektep teşkilatı, kısa bir müddet zarfında, çocuğun üzerinde arzu edilen nüfuzu yapamaz. Binaenaleyh çocuk kulüpleri gibi mekteplerin takip ettiği usullerden ve yollardan daha başka usuller ve yollar takip ederek, çocuğun içtimai ruhuna ve hayatına nüfuz edecek ve aynı gayeye ve hedefe doğru gidecek bir teşkilatın vücudu elzemdir.” 343

Hilmi A. Malik’in esas gayesinin ‘çocuğun içtimai ruhuna ve hayatına nüfuz

ederek’ çocukları inkilâp yolunda bir nefere döndürmek olduğu açıktır. Aslında yeni

rejim olarak Cumhuriyet’in özellikle 1920 ve 30’lu yıllarda çocuk meselesine temel

yaklaşımı, Malik’in tabiri ile “çocuğun bütün muhitini inkilâba akan bir hale

getirmek’tir;344 yani henüz çocuk sadece korunması gerektiği için bir değer değil; rejim

için gerekli bir araçtır. Çocuk meselesine bu araçsal yaklaşım, KMÇ için özel kanunlar

ve kurumların devlet tarafından düzenlendiği 1950’li yıllara kadar devam edecektir. 342 Cumhuriyetin erken dönem çalışmaları ile yeni rejimin ideolojik temellerinin atılmasını çocukluk metaforu ile karşılaştıran bir çalışma için bkz. Duygu Köksal, “Cumhuriyetin Çocukluğu,” Toplumsal Tarih, Sayı: 40, Nisan 1997, s. 7-12. 343 Hilmi A. Malik, “Çocuk Kulüpleri,” İnci Enginün ve diğerleri (Hazırlayanlar), Atatürk Devri Fikir Hayatı II içinde, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s. 655. 344 Malik, Hilmi A. İnkilâp Yolunda, Ankara: Kitap Yazanlar Kooperatifi, 1933, s. 11.

154

Hilmi A. Malik çocukları rejimin ayakta durması, güçlenmesi ve ilerlemesinde çok

önemli bir araç olarak gördüğü için, toplumdaki bütün çocuklara ulaşmanın yollarını

aramaktadır. Bu amaçla yoksul çocukların yaşadığı her mahalleye; mahallenin camisi ya

da boş evlerinin kullanılarak ve Halkevi idaresinde birer ‘çocuk evi’ açılmasını

önermektedir. Böylece öncelikle köylü ve yoksul çocuklar eğitilicek ve çocuklar

kanalıyla ailelerine ulaşılaraka, rejimin değerleri yolulaya da ‘aileye nüfuz edilmiş’

olacak. Foucaoult’cu ailenin yönetimsel yapının bir parçası olması kavramı erken

Cumhuriyet ideolojisinde bu biçmde karşımıza çıkmaktadır. Hilmi A. Malik’in kitabı bir

bütün olarak incelendiğinde, çocukların korunmasında ziyade cuhmhuiryet ideolojisinin

önce bütün çocuklara; ve çocuklar kanalıyla da bütün topluma ulaştırılmasının yollarının

arandığı; çocukların içinde bulunduğu eğitimsizliğin farkında olunduğu,345 ancak soruna

araçsal bir yaklaşım içinde olunduğu görülüyor.

Yeni rejimin çocuk meselesine yaklaşımında çeşitlenmeye işaret eden çocuk

kulüplerinin bir dönem Türkiye’de de yaygınlaştığı görülmektedir. Ancak özellikle

1930’lu yıllarda ortaya atılan projelerin çok gerçekçi olmadığı ve gösterişli törenlerin

devamının getirilmediği gibi eleştiriler yapılmaktadır.346

3.8 1920’lı Yıllarda Çocuklara Yaklaşımı Belirleyen Faktörler: Milli ideoloji, Nüfus Artışı ve Devletin Yetersizlikler

Geleneksel toplumdan modern topluma geçisin bir parametresi de ‘geniş aileden’

‘çekirdek aileye’ geçiş olarak tasvir edilmektedir. Bu çizgisel gelişim modelini bir mitos

olarak değerlendiren Alan Duben’e göre iddiaların aksine, çekirdek aile modern öncesi

toplumlarda da yaygındır ve “söz konusu dönem boyunca geniş akrabalık ilişkilerinin

zayıf olduğunu ve sosyal güvenliğin, sanayi devriminden önce bile akrabalık yoluyla

345 Örneğin yaptığı tahmine dayalı hesaplarla o dönemki 15 milyonluk Türkiye nüfusunun ancak yarım milyondan azının okula gidebildiğini, kimsesiz genç kız ve kadınların fuhuşta çalıştığı ve başka kimse ya da aileler yanında çalışan hizmetçi kız ve erkek çocuklarının korunması için bazı teşeküllere ihtiyaç olduğu tespitinde bulunmaktadır. Bkz. Malik, Hilmi A. İnkilâp Yolunda, s. 27 ve 44. 346 5-8 Mayıs 1962 yılında Ankara’da toplanan sosyal hizmetler konferansına sunulan raporda çocuk kulüpleri yanında, çocukları korumaya yönelik diğer bütün gündüzlü hizmetler de eleştirel bir süzgeçten geçirilerek verilmektedir. Rapora göre “Ankara’da ve İstanbul’da çocuk klüpleri kurma bir zamanların modası idi. İstanbul’da böyle tesislerin gösterişli törenlerle temel atmaları yapıldı. Ankara’da Cebeci Çayırında 3000 kişilik çocuk klübü kurmak üzere projeler hazırlatıldığı yolunda basında demeçler verildi. Bütün bunlar ihtiyacın ciddi ve yürekten duyulduğu için değil,gösteriş olsun diye yapılmış olmasaydı, teşebbüs olduğu yerde kalakalır mı idi.” II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı – 5-8 Mayıs 1962 Ankara, SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı 23, s. 162.

155

değil, topluluk, kilise, yardım kuruluşları, belediye ve devlet tarafından sağlandığını

göstermişlerdir.”347 Aynı yerde Duben’in vurguladığı diğer bir husus sanayileşme

süreçlerinin gerek Batıda ve gerekse Türkiye’de hane yapısını çok fazla etkilemediğidir;

yine yaygın kanaatin aksine çekirdek aile yapısının sanayileşme ve kentleşme sonrası

geniş ailenin çözülmesi ile ortaya çıkmadığı aksine geçmiş dönemlerde de var

olduğudur. Eğer sanayileşme ve kentleşme gibi olgular aile yapısını çok fazla

etkilemiyor ve sanayileşme ve kentleşme süreci ile aile yapısının değişimi arasında

zorunlu bir bağ söz konusu değil ise, aile yapısı ve sosyal kurumların ortaya çıkması

arasındaki ilişkiyi evrensel bir model olarak ileri süremeyiz. Bu açıklama tarzı,

Türkiye’nin sosyal kurumlarının zayıflığının sebeplerini tek başına sanayileşmemiş

olmasında aramanın yerinde olmayacağını, bunun yerine devletin hegemonyacı

duruşunun toplumda sivil inisiyatifin gelişmesini engellediği tezinin de geçerli olacağı

bir noktaya götürmektedir bizi. İdari ve askeri bir yapı olarak son derece güçlü olan

devlet acil ihtiyaçlar karşısında (örneğin savaş yetimleri için Darüleytamların kurulması

gibi) sosyal kurumlar ihdas etmekte; ancak topluma mal olmayan bu kurumlar

gelişememektedir. Örneğin Darüleytamların 1926 yılında toplumdan ve Büyük Millet

Meclisinden herhangi bir tepki olmadan kapanması ve Darülaceze kurumunun

Cumhuriyet tarihi boyunca gelişmemesi ve tek kalması sosyal alanda devlet toplum

ilişkisine örnek olarak verilebilir.

Böylece sosyal alan yardımlaşma ilişkilerinin dönüşümünü aile yapısına bağlı

olmadığını açıklayan Duben, dikkati Batı tarihinde özellikle 18. yüzyılın sonlarında

ortaya çıkmaya başlayan ev içi üretimin ev içinden çıkarak kamusal alan taşınmaya

başlamasına çekmektedir. Duben ekonominin ev dışına taşması sonucu ortaya çıkan

yeni kamusal alanın etkileri ve Osmanlıda buna ilişkin yasal düzenlemelerin Türkiye

modernleşmesinin bir özgüllüğü olarak sanayisiz sanayi ideolojisi olarak gelişimini

şöyle betimlemektedir:

“Devlet bürokrasisi ve fabrika, kurumsallaşmış bir hukuk sistemi ve köklü bir kamu ahlakı, yani ‘sivil toplum’ ahlakı, geleneksel ev hayatının dışında bu geniş alandaki hayatın gerektirdiği normatif ve kurumsal temelleri hazırlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında, çok köklü patrimonyal

347 Alan Duben,Kent, Aile, Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 81.

156

gelenekleri bulunan bir topluma, Batı’nın medeni hukuku ve ceza yasaları aktarılmış, ülkede büyük bir bürokratik devlet aygıtı oluşturulmuş ve modern fabrikalar oluşturulmuştur. Batılı anlamda bir kamu ahlakı hiçbir zaman tam olarak yerleşmemiş, sivil toplum kodları, sosyal hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmemiştir. Tersine, eski, patrimonyal, kişiselci [personalistic] kodlar, günlük yaşamdaki etkilerini kamusal yaşamda bile önemli ölçüde sürdürmüştür. Adalet, toplumsal güvenlik, kişiler arası beklentiler ve karşılıklı samimiyete dayanan bu eski ‘enformel’ sistem, hukukun girmediği ya da giremediği alanlarda, günlük faaliyetlerde geçerliliğini sürdürmüştür.”348

Toplumu var eden temel kurumların başında gelen maddi üretimin aile dışına

yani kamusal alana geç ve yetersiz geçmesi nedeniyle, kamusal alan ya da sivil alan

ahlakı ve kurallarının zayıf kalması, aileyi ve aile içi işleyişi önemli bir güç odağı olarak

bırakmıştır. Kamusal işleyiş yerine, özel alan ve dolayısıyla ‘kapalı alan’ güç merkezi

olduğunda, aile içindeki sorunlar da çoğu kez ‘görünmez’ olmuştur. Aile hem üretim

hem güç odağı olduğundan, devletin kamusal alan kodları ile oraya nüfuz etmesi pek

mümkün olmamıştır. Aslında ailenin üretim odağı olması sanayinin gelişip

yaygınlaşmamasının bir sonucudur; yani Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde sanayi

gelişmediğinden üretim ailede kalmış, aile dışı kodlar yeterince gelişmemiştir. Sonuçta

aile kurumu sanayinin yarattığı tazyikin sonucu olarak bir parçalanma yaşamamıştır. Bu

durum yani ailenin güç odağı olması, kamusal alandaki birçok işleyişe de sirayet

etmiştir. Örneğin Ayşe Buğra, birbirini tanıyan aile, hemşeri, akraba veya cemaat gibi

‘aile metaforuna’ dayalı olarak işleyen grupların arasındaki davranışları belirleyen

‘karşılıklılık ilkesinin’ Türkiye’deki devlet kurumlarının işleyişini dahi önemli oranda

etkilediğini vurgulamaktadır.349 Sonuçta korunması gereken çocuk, özürlü ya da yaşlı

gibi toplum kesimlerinin, savaş gibi haller haricinde aile dışında bakılmasına sıklıkla

rastlanmaz. Cumhuriyet döneminde de devam eden bu toplumsal davranış, devletin

KMÇ alanında sorumluluğu tekrar sivil alana devretmesini kolaylaştırmıştır. Dolayısıyla

modernleşme süreci sonunda aile tipi değişse dahi, aile dışında geniş bir kamusal alan,

kamusal ahlak ve kamusal kodlar birikmemişse, toplumsal ilişkilerin hâlâ ‘aile ve

akraba kodları’ ile sürmesi, Türkiye örneğinde de görüldüğü gibi beklenmelidir.

Türkiye toplumunun aile ve akrabalık kodları çerçevesinde işliyor kalmasının

temelleri sermaye sınıfı olarak burjuvaziyi doğuran ve üretim ile ticareti esas alan feodal

348 Duben, s. 87. 349 Ayşe Buğra, Devlet-Piyasa Karşıtlığının Ötesinde, İstanbul: İletişim yayınları, 2000, s. 11-12.

157

Batı Avrupa modelinden çok, merkezi iktidarını kapalı ve özerk köylülükten alınan

vergilere dayandıran önceli Bizans modeline daha yakınlığı ticaret sınıfı ya da

burjuvazinin bir sınıf olarak ortaya çıkması, piyasanın oluşması, kentsel mekânların

canlanması ve bütün bunların kombinasyonu olarak ‘sivil alanın’ ortaya çıkması da

engellenmiş oluyordu.350 Sivil alan ya da kamusal alan burjuvazinin mücadele süreci

sonunda tarihsel olarak kurgulanmadığı için, toplum burjuva sivil kodlarınca işlenmemiş

ve aile alanına terk edilmiş oluyordu Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunda merkezi

devlet kendini koruma adına koyduğu kodlar toplumun değişmesi ve farklılaşmasını da

engellemiş oluyordu. Toplumdan gelen siyasal katılım talepleri, devletin rejimi koruma

refleksi ile genellikle geri çevrilmiştir. Bu durum toplumdaki olası dinamiklerin de

harekete geçmesini engellemiştir. Bu çerçevede Türkiye’nin sivil toplum düzeyinde

Osmanlı’dan devrimsel bir kopuşu değil tedricen ama yavaş farklılaşan devamı, siyasal

rejim düzeyinde ise bir kopuşu yaşadığı görülmektedir.351

Coğrafya kaybederek nüfus kaybeden ve daha sonra Trablusgarp, Balkan,

Çanakkale, I. Dünya ve Kurtuluş Savaşlarında büyük nüfus kayıplarına uğrayan

Türkiye, nüfus artışını temel politikalarından biri haline getirmiştir. Bu nedenle bütün

kurumsal yapılarda bu amaca ulaşılacak politikalar hayata geçirilmiştir. Halkevleri genel

olarak kültür politikası ile ilgili bir kurum olmakla birlikte, dönemin temel devlet

politikası olan nüfus artışına katkı sağlayacak halk sağlığı, poliklinik hizmetleri ve

muhtaçlara ilaç yardımını da hedefleri arasına almıştır. Bu politikalarda temel amaç

sağlıklı bir kuşak yetiştirerek, ulusun ihtiyaç duyduğu ‘gürbüz’ çocuklara ulaşmaktır.

Atatürk 1937 yılındaki TBMM açış konuşmasında şöyle ifade etmektedir:

“..[K]endisine devrimin ve devrimciliğin çeşitli hayati görevler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde önemle durulacak ulusal sorunumuzdur. SSCB’nin bu sorun üzerindeki düzenli çalışmaları, Yüksek Kamutayı kıvançlı kılacak nitelikte gelişmektedir. Aynı bakanlık, kendisine verdiğimiz göçmen işlerini de sosyal ve ekonomik politikamıza uygun olarak başarı ile görmektedir. Bakanlığın, sağlam ve gürbüz kuşak Türkiye’nin mayasıdır, ilkesini pekiyi kavrayarak çalışmakta olduğunu beğenmeye değer bulurum.” 352

350 Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları, 1989, s. 13. 351 Keyder, s.161. 352 Aktaran, Mümtaz Peker, “Nüfus Politikaları,” Türkiye’de Planlı Dönemde Nüfus ve Aile Planlamaları Çalışmaları içinde, Ankara: DPT Yayınları, 1983, s. 46.

158

1960’lara kadar devam eden nüfus arttırma politikasına, Cumhuriyetin başında

çıkarılan birçok kanunda düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin 1926 tarihli Türk Ceza

Kanunu çocuk düşürme ve düşürtmeyi suç kapsamına almış; 1924 tarihli Köy Kanunu

ile bulaşıcı hastalıklarla savaş, halk ve çevre sağlığı için hayati kayıtların tutulması

öngörülmüş; 1930 tarihli Umumi Hıfzısıhha Kanunu ile doğumu arttıracak ve çocuk

ölümlerini azaltacak önlemler alınması öngörülmüş, ayrıca 6 çocuk ve daha fazlasına

sahip olanların ödüllendirilmesine başlanmasına karar verilmiş ve yurtdışından gelen

göçmenlere bir dizi yasal ve parasal kolaylıklar sağlanmıştır.353

Cumhuriyet’in korunmaya muhtaç çocuklar alanında en temel kurumu olan Çocuk

Esirgeme Kurumu da, rejimin idealleri doğrultusunda çalışmalara öncelik vermektedir.

Cumhuriyet’in başında nüfus artışı için gerçekleştirilen çalışmalar içinde aktif rol

almıştır.

“Cumhuriyetin 15. yıl dönümü nedeniyle yayınlanan 15. Yıl Kitabı'nda Türkiye Çocuk

Esirgeme Kurumu şu satırla tanıtılır: Memleketin en kıymetli varlığı olan nüfus kesafetini ve ırkın ıslahını temin maksadıyla teşkil edilmiş olan Çocuk Esirgeme Kurumu milli hareketin ilk zamanında harbin icap ettirdiği çocukları kurtarma işleri gibi çetin vazifesini muvaffakiyetle başardıktan sonra cumhuriyetin ilanıyla beraber yurdun en gerekli sosyal teşekkülü halini almıştır. Cumhuriyetle birlikte hızla gelişen Cemiyet, 1938 yılına kadar 585 merkez ve kol açmış bu merkezlerle kollarda 19.000 kayıtlı üye ve çalıştırmıştır. Himaye-i Etfal Cemiyeti nüfusunu önemli bir kesimini savaşlarla yitiren ülkenin geleceğini oluşturan yoksul, yetim, kimsesiz çocuklara sahip çıkarak Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk sosyal hizmet kurumlarından birini oluşturmuştur.” 354

Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlatılan nüfusun arttırılması politikası uzun

yıllar devam ettirilmiştir. 1950’li yıların ikinci yarısından itibaren kentsel nüfusun

kırdan göçlerle birlikte dengesiz artması, kentlerin artan nüfusu entegre edememesi

nedeniyle nüfus politikası da eleştirilmeye başlanmıştır. Ayrıca çocuk düşürmenin

yasalarda suç olması nedeniyle, çocuk düşürme olaylarının yasa dışı yollara kayması ve

insan sağlığını bozacak şekilde yapılması, bu işin belli kimseler için yasa dışı kazanç

kapısı haline gelmesi de dikkate alınarak, yasalarda kimi değişikliklere gidilmiş ve

353 Peker, s.45. 354

Makbule Sarıkaya, “Savaş Yılarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri,” Savaş Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003, s. 46.

159

1960’larda anne ve çocuk sağlığı, sağlıklı gebelik ve doğum için gerekli koruyucu

sağlık hizmetleri yaygınlaştırılmaya başlanmıştır.355

3.9 Himaye-i Etfal Cemiyeti: Devlet Destekli Bir Dernekten Filantropik Bir Kuruma

Cumhuriyet dönemi en önemli sosyal hizmet ve çocuk destekleme kurumu olan

Himaye-i Etfal Cemiyeti 30 Haziran 1921 tarihinde Ankara’da “Hâkimiyeti Milliye”

matbaasının eşyası bir masa ve on kadar sandalyeden oluşan perdesiz bir odasında

kuruldu. On arkadaşın verdiği iki liradan toplam yirmi lira ile işe başlayan kurum, önce

Hacıbayram caddesinde eski bir okul binasında, sonra yine aynı caddede kiralanan

binada çalışmalarına devam etmiştir. Bu binanın iki odasından birinde kâtip çalışırken

diğer odada ise hasta çocukların muayene ve tedavisine başlanmıştır. Binanın en üst

katında kimsesiz çocuklar için küçük bir misafirhane açılmıştır.356 Görüldüğü gibi

kurum yokluklar içinde de olsa kurulur kurulmaz bir yandan doğrudan çocuklara

yönelik aktif çalışmalara da başlamıştır. Ancak Kurumun kendi yayın organında imzasız

olarak yazılan bu yazıda da belirtildiği gibi, HEC’nin kurulması fikri esas olarak savaş

yetimleri sorununun hâlâ devam ediyor olmasıdır.357 Kurtuluş savaşında, savaşa katılan

köylerdeki kimsesiz çocukların çokluğu ve korunmasının gereğinin Mareşal Fevzi

Çakmak tarafından merkeze bildirilmesi üzerine harekete geçilmiş ve Ankara

muhtarlarının çabası ve halkın yardımlarıyla üç beş gün içinde 1.500 çocuk için evlerde

geçici yerler hazırlanmış ve bu çocukların dinlenme ve beslenmelerine başlanmıştır. Bu

dönem özellikle Ankara’da yeniden faaliyete geçen HEC’nin birçok konuda yetersiz

olduğu görülmektedir. Örneğin artan ihtiyaç sonucu açılan yuvanın çocuklarına bakacak

eleman olmaması nedeniyle, Milli Eğitim Bakanlığı’na başvurulmuş ve çocuk bakımı ve

eğitimi dersinin müfredata dahil edilmesi talep edilmiştir.358 Daha sonra bizzat

Cemiyeti’n Keçiören Atatürk Çocuk Yuvası bünyesinde bir Çocuk Bakıcı Okulu açtığı

355 Peker, s.48-49. 356 “Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, Çocuk, Cilt 9, Sayı 10, 23 Nisan 1945, s. 7. 357 Fuat Umay, “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı?”, Türk Kadını, C. 3, S. 4, s. 4. 358 “Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, s. 7.

160

bilinmektedir. Bu durum Cemiyetin çocuk bakımı ve sosyal hizmetin eğitim ve sağlık

hizmetin farklı bir mesleki uğraş olduğunu göstermesi açısından anlamlıdır.359

Ayrıca 1921 yılında Ankara’da HEC’nin kurucular listesine bakıldığında sivil,

hayırsever zengin kişilere rastlanmamaktadır. Biri hariç 22 kurucunun tamamı

mebuslardan oluşmaktadır. Bu kurucular listesinin 1917 yılında İstanbul’da kurulan

HEC’nin kurucularından tamamen farklı olduğu belirtilmelidir. İstanbul’da kurulan ve

1923 yılında kapanan HEC’in kurucularına bakıldığında farklı meslek grupları ve farklı

etnik gruplar yanında daha sonra da kadınların yönetimde aktif görevler üstlendiği

görülmektedir.360 Bu özelliği nedeniyle Kathryn Libal ÇEK’nun ne tam bir devlet ne de

bir sivil örgüt olduğunu; devlet ve toplum çıkarları arasında aracı olma anlamında

‘melez’ bir örgüt olduğunu belirtmektedir. 361 Bu melez durum kurumun gelirlerinden

de anlaşılmaktadır. ÇEK’nun çok çeşitli gelir kaynakları olduğu bilinmektedir. Ancak

üye ve vatandaşlardan gelen bağışlar gelirlerin yaklaşık %30’unu oluşturmaktaydı.

Bunların en büyük kısmı kiradaki gayrimenkullerden gelen gelirlerdi. Devletin bütçeden

ayırdığı yıllık tahsisat, lüks mallardan alına vergiler ve şefkat pulu gelirleri ise toplam

gelirin %20’sidir.362

HEC’in ilk kurulduğu yıllarda çok çeşitli çocuk hizmetlerine yöneldiği

görülmektedir. Bunlardan en önemlisi kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocuklara yönelik

yatılı yuva bakım hizmetidir. Osmanlı döneminden kalan darüleytamların sorunları ile

uğraşan hükümet bu kurumları işletemediği için kapatma yoluna giderken, kimsesiz ve

359 Çocuk Bakıcı Okulu 1929 yılından 1964 yılına kadar hizmet vererek 600 civarında mezun vermiştir. BU eğitim kendi alanında bir ilk olmakla birlikte, zamanla bir sosyal hizmet okuluna dönüşmemiş ve 1964 yılında hemşire okuluna dönüştürülerek varlığına son verilmiştir. Ancak 1961 yılında Sosyal Hizmetler Akademisi kurulması ile ‘sosyal yardımcı’ ve ‘sosyal hizmet uzmanı’ yetiştirecek eğitim süreci başlamış olmakla birlikte, ‘bakım’ işlevi gören bir okul henüz kurulmamıştır. Bakıcı Okulu ile ilgili daha ayrıntılı bilgiler için bkz. Turgay Çavuşoğlu, Sosyal Hizmetlerin Yakın Tarihinden Sayfalar, Ankara: SABEV Yayınları, 2005, s. 66-69.; Okulun kapanışına kadar geçirdiğ süreç için bkz. Hakan Acar, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu (1921-1981), Ankara: Fişek Enstitüsü, Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merlezi Vakfı, 2005, s. 33-35. 360 1917 yılında İstanbul’da kurulan HEC’nin kurucuları ve üyeleri için kz. Okay, Belgelerle Himaye-i Etfal Cemiyeti, s. 15-20. ; 1921 yılında Ankara’da kurulan HEC’in kurucular listesi için bkz. Turgay Çavuşoğlu, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu – Himaye-i Etfal Cemiyeti (30 Haziran 1921 – 5 Mayıs 1981), İstanbul: Beyaz Gemi Yayınları, 2001, s. 12. 361Kathryn Libal, “The Children’s Protection Society: Nationalizing Child Welfare in Early Republican Turkey”, New Perspectives on Turkey, Fall 2000, , s. 57 362 Libal, s. 70.

161

korunmaya muhtaç çocuklar sorunu bütün yakıcılığı ile devam etmektedir. Bu nedenle

HEC ilk hizmetleri arasına yatılı bakımı almıştır. Başlangıçta geçici ve yetersiz

binalarda bu hizmeti vermeye çalışan Cemiyet, esas kapsamlı yuva hizmetini 1925

yılında hizmete açtığı Ankara Keçiören’deki binada vermeye başlamıştır. Görüldüğü

gibi henüz Darüleytamlar bütünüyle kapanmadan, 1925 yılında bu hizmet bu kez sivil

bir örgüt olarak HEC tarafından verilmeye başlanmıştır. Keçiören’de açılan bu ilk yuva

500 çocuk kapasiteli büyük bir kuruluş olup varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.363

Sistemli çalışmalarına 1922 yılında başlayan HEC başlangıçta çocukların tıbbi

muayene ve tedavisi, ayni ve nakdi yardımlar, süt dağıtımı gibi gündüzlü ve ‘koruyucu-

önleyici’ hizmetlere yönelmiştir. Himaye-Etfal Cemiyeti’nin çalışmaları çok kısa sürede

büyük bir çeşitlilik göstermeye başladı. Kurumun 24. kuruluş yılı nedeniyle yapılan bir

değerlendirmede HEC’nin çalışmaları şöyle tasniflenerek özetlenmiştir:

1- Çocuk korunması: Hamile kadınlar, haftada iki gün kontrol ve muayene edilmektedir. 2- Hamilelere çocuk bakımı ve koruması hakkında bilgilendirme yapılmaktadır. 3- Doğuran kadınlar takip edilerek ihtiyaçlar sağlanmakta ve gerekirse çocuklarına süt

verilmektedir. 4- Çocuklar her gün öğleye kadar, çocuk doktorları tarafından muayene ve tedavi

edilmektedir. Ziyaretçi Hemşire Kuruluşu: Muayeneye gelen çocuklardan evde takip edilmesi gerekenleri evlerinde takip ve kontrol eder.

5- Müze: Çocuklarını muayeneye getiren kadınlar bekleme odasında çocuk bakımı hakkındaki levhalardan çocuk bakımı bilgisi hakkında yararlanabilirler.

6- Diş Muayene Evi: Çocukların dişlerinin muayene ve tedavisi için her gün öğleye kadar diş polikliniği yapılır.

7- Banyo: Binamızın görmekte olduğu hizmetler arasında banyo önemli yer tutmaktadır. Banyolar 24 kurna ve duştur. Ayrıca çocuklar ve hamile kadınlar için banyolar vardır. Çocuklar parasız yıkanırlar. Haftanın belirli gününde fakir kadınlar parasız yıkanırlar.

8- Çocuk bahçesi: Çeşitli salıncaklar, kaydırak, merdiven, dönme dolaplar, tahterevalli, paralel, atlı karınca, demir halkalar, basketbol, voleybol, oyun aletleri ve açık havuzu olan bahçe eğlencenin yanında açık hava okulu durumundadır. Bahçe öğretmen gözetimi altındadır. Çocukların karakterleri kontrol edilir ve belirlenir, başkalarının hakkına saygı ve kendi haklarını savunmaya kendiliğinden alışırlar.

9- Sinema: Kira getirmekle beraber, çocuklar filmlerden yararlanır, çocuk tiyatrosu, kukla ve karagöz perdesi yapılmıştır. 600 kişiliktir.

10- Gündüz bakımevi: İşe giden kadınların çocuklarını sabah bırakıp aldıkları yerdir. Bebekler ve çocuklar olmak üzere iki kısımdır. Çocuklar sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve ikindi kahvaltısını burada yerler. Sağlık ve hareketleri doktor, bir müdür ve çocuk bakıcı hemşirelerin kontrolü altındadır. Anneler çocuklarını buraya ufak bir ücretle bırakır. Çocuk ve anne mutfağı: Okullardaki besinsiz çocuklara öğle zamanları sıcak ve etli yemek vermek için yapılmıştır. Gündüz bakımevinin mutfağındadır. Bir defada 200 çocuğa ve hamile kadınlarla emzikli kadınlara yemek verecek kabiliyettedir.

363 Çavuşoğlu, Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu – Himaye-i Etfal Cemiyeti (30 Haziran 1921 – 5 Mayıs 1981), s. 58.

162

11-Yayın: Kurumumuzun istek ve amaçlarını sağlamak için okul ve öğrenci kitapları “Çocuk”, “Türk Kadını” dergileri ile “Annelere Öğütler” yayınlanmaktadır.364

Cemiyet’in başkanı Dr. Fuat Umay ise yatılı olan kurumlar dışında diğer

çalışmaları da şöyle aktarmaktadır.

“Bu kurumların dışında bir de gündüz bakım evleri vardır. Bu kurumlarda anneleri çalışan minikler iş saatlerinde bulunurlar ve bugün itibariyle 21 adet gündüz bakım evi vardır. Bunların dışında bir de Ankara'da çocuk bakıcı ortaokulu kurulmuştur. 38’i il ve 5’i ilçe merkezinde olmak üzere 43 genel muayenehanesi, 1’i Ankara, 2si İstanbul’da açılan 3 diş muayenehanesi, 15 süt damlası olarak ceman 61 müessese; Türk çocuklarının sağlık durumları, temiz süt alabilmeleri endişesiyle faaliyettedir.Adana, Ankara, Balıkesir gibi illerde açılan çocuk banyoları da bu faaliyeti destekleyerek çocuk temizliğini temin etmek üzere savaşmaktadırlar. 42 aş evi, 19 il ve 19 ilçede, 99 talebe sofrası da 27 il ve 14 ilçede çalışarak gereği gibi besin almak imkanını bulamayan yavrularımıza kucağını açmıştır. Bu doğum, sağlık ve bakım yuvalarında sıhhatleri korunan, besinleri sağlanan yavrularımıza okul dışı okumalarını kolaylaştırmak üzere Aydın, Diyarbakır, İzmir, İstanbul ve Kütahya illerinde birer çocuk kütüphanesi kurulmuştur. Ayrıca Türk yurdunda bugün itibariyle 66 çocuk bahçesi vardır” 365

Bütün Cumhuriyet dönemi boyunca çocuklara yönelik en yaygın hizmet kurumu

ÇEK olmasına rağmen, bu kurum rejimin diğer ideoloji taşıyıcısı sivil örgütü olan

Halkevleri gibi, daha çok halkı örgütleyen, çocuk ve nüfus sağlığı konusunda

bilinçlendiren dernek idare merkezleri ve idare heyetleri şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Oysa kurumsal kapasitesi dönemin çocuk ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktır.

Örneğin “Kurumun 688'i yurt içinde ve 38'i yurt dışında olmak üzere 726 şubesinde

çalışan 62.257 azası vardır. (…) Çocuğun sıhhati ve yaşamasının devamı için emek

veren çocuk yuvaları ve şefkat yurtları gelir. Bunlar toplam 30 tanedir.”366 Burada

vurgulanmak istenen devletin son derece yetersiz çalışması yanında ÇEK’in

hizmetlerinin azlığından çok; hizmetlerin sivil örgütlenme, halk eğitimi ve katılımının

benimsenmiş olmasıdır. Yoksa daha önce de belirtildiği gibi ÇEK çalışmaları geniş bir

çeşitlilik ve yaygınlıkta yürütülmektedir. Cumhuriyet döneminde özellikle Halkevleri ve

ÇEK’nda görülen bu yaygın ‘yönetsel’ değil daha çok ‘ideolojik’ yayılma olarak

görülmelidir. Ayrıca II: Meşrutiyet döneminde de görüldüğü gibi ‘sosyal yardım’ alanı,

İttihat ve Terraki Cemiyeti ve daha sonra Halkevleri gibi ‘ideolojik-kültürel’ rejim

kurumlarının içinde ve onlar tarafından örgütlenmektedir. 1930 ve 40’lı yıllarda

364 “Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, Çocuk, C. 9, S. 10, s. 8-9. 365 Fuat Umay, “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı,” Türk Kadını, C. 3, S. 4, Haziran 1946, s. 6. 366 Umay, “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı,” s. 5.

163

Halkevlerinin ‘sosyal yardım’ çalışmaları bu çerçevede, II. Meşrutiyet’ten devralınan

bir gelenek olarak değerlendirilebilir.

Himaye-i Etfal Cemiyeti’nin kurulduğu 1921 yılında kurulmakta olan yeni rejim

devam eden savaş hali nedeniyle ciddi sosyal sorunlar ve maddi sıkıntılar içindedir. Bu

nedenle, HEC kurucularının tamamına yakını dönemin milletvekilleri olmasına rağmen

devletten ciddi bir yardım alamamaktadır. Maddi yokluklar içinde çalışmalarını yürüten

HEC’nin 1923 yılında ABD’den sağladığı bağışların daha sonraki yatırım ve

çalışmalarında büyük katkılar sağladığı bilinmektedir.

HEC’in başkanı Doktor Fuat Umay’ın Amerika gezisi boyunca kendisine refakat

eden Sabiha Sertel367 henüz Kurtuluş Savaşı bitmeden tahsili için Amerika’ya gitmiş ve

orada çeşitli yardım işlerinin de içinde olmuştur. Sosyoloji okumakla birlikte,

uygulamalı dersler için “Sosyal İş Mektebi” (The New York School of Social Work)

devam eden Sabiha Sertel bu süreçte Amerika’daki yoksulluk, yoksul ve göçmen

gruplarla çalışan toplum merkezleri gibi ‘sosyal hizmet’ kurumlarıyla da tanışmaya

başlıyor. Aynı zamanda Türkiye ile de ilişkisini, sürdüren Sertel, dostlarından aldığı

mektuplarda anlatılan ülkede yaşanan savaş, yoksulluk ve çocukların içinde bulunduğu

sefalet durumları karşısında harekete geçerek; ABD’deki Türkiyeli işçileri seferber

etmeye çalışıyor. Yaptığı görüşmeler sonucu ABD’de Türkiyeli gruplar tarafından

kurulan ‘Hilali Ahmer’ Cemiyet’inde yapılan geniş katılımlı toplantıda, Ankara’dan

birinin Amerika’ya çağrılmasının yapılacak yardımlarda etkili olacağı kararına varılıyor

ve bu karar HEC’e bildiriliyor.368 1923 yılı Nisan ayında başlayan gezi belli başlı

367 1895’te Selanik’te doğan Sabiha Sertel Selanik’in Yunanlıların eline geçmesinden sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti (1912) ve 1915’te gazeteci Zekeriya Sertel’le evlendi. 1919 yılında eşiyle birlikte ABD’ye giden Sabiha Sertel burada sosyoloji okudu. ABD’de bulunduğu dönemde HEC’ne yardım çalışmalarını organize etti. Yurda döndükten sonra da HEC’te çalışmak istediyse de yönetimle anlayış farkları yüzünden bu istediğinden vazgeçip ve İstanbul’a yerleşti. Eşiyle birlikte Resimli Ay dergisini çıkardı (1924-1931). Sosyal ve politik düzeni eleştiren yazılar yazdı. Bu arada eşi ve F.Sabri Duran’la Çocuk Ansiklopedisi’ni (1927-1928, 4 cilt) hazırladı. Sertel’in anılarını topladığı Roman Gibi adlı anı romanı ölümünden sonra 1969’da yayımlandı. Gazeteciliği meslek olarak benimsemiş ilk kadın yazarlardan Sabiha Sertel 2 Eylül 1968’de Bakü’de öldü. (http://www.ata.boun.edu.tr/chronology/ kim_kimdir/sabiha_sertel.htm) 368 Sabiha Sertel, Roman Gibi, İstanbul: Belge Yayınları, 1987, s. 56.; Dr. Fuat Umay’ın Amerika ziyaretinin ABD’den gelen bu davet sonucu gerçekleştiğini Umay isim belirtmeden şöyle ifade ediyor: “New York’da gerçekleşmiş olan Türk Yardımlaşma Derneği, Türk ve bir bölüm İslamların (Müslümanların) amaçlarını anlatarak, Amerika’ya Çocuk Esirgeme Derneği yararına yapılacak bir

164

Amerikan şehirlerindeki işçi dernkelerini yanında; Dr. Fuat Umayı’ın Amerika’daki

çocuk koruma sistemini gözleme amaçlı ziyaretlerini de kapsıyor. Sabiha Sertel’in

refakat ettiği Umay, çocuk yuvaları, özürlü çocuklar merkezleri ve cezaevleri yanında

üniversiteleri de ziyaret ediyor. Bu ziyaretlerinden birini daha sonra Türkiye’ye davet

edilecek olan eğitimci Prof. John Dewey’e yapıyor. Fuat Umay’ı en çok etkileyen

ziyaretlerden biri de çocuk mahkemeleri ziyaretidir. Suça itilen çocuklara yönelik özel

mahkemelerin kurulmuş olmasını Amerika’nın gelecek kuşaklara verdiği önemin bir

göstergesi olarak kabul ediyor.369

Dr. Fuat Umay Amerika’da tanıştığı ve büyük destekler aldığı Sabiha Sertel’e

1923 yılında yurda dönmesi sonrasında birlikte çalışma teklifinde bulundu. Sabiha

Sertel, çocuk davasının çok boyutlu ve önemli bir mesele olduğunu; bu nedenle önce

geniş kapsamlı bir araştırma ya da kendi tabiriyle ‘sosyal bir inceleme’ yapılması

gerektiğini belirtmiştir. Bu fikre başlangıçta sıcak bakılması üzerine de bir ‘proje’

hazırladığı ve HEC idare heyetine sunduğunu belirtmektedir. Ayrıca yapılacak

çalışmada çeşitli disiplinlerden uzman kişilerin katılması da kararlaştırılır. Ziya Gökalp

de bu heyetin içindedir. Ancak daha sonra Cemiyetin fahri başkanı Mustafa Kemal’in

refikası Latife Hanım’ın girişimleri sonucu bu araştırma projesinin hayata geçmediğini

belirten Sabiha Sertel, bunun üzerine HEC ile serüveni başlamadan sona erecektir.370

Sabiha Sertel HEC’e bir araştırma ya da ‘sosyal inceleme’ projesi sunmasında,

Atatürk’ün de HEC’in çalışmalarını mevcut çocuk meselinin büyüklüğü karşısında

yetersiz bulmasında gördüğünü belirtmektedir.371

gezinin yararlı olacağını anımsatmış, bunun üzerine bu gezi kararlaştırılmıştı.” Mehmet Fuat Umay, Bir Devrimci Doktorun Anıları, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003, s. 12. 369 Mehmet Fuat Umay, Bir Devrimci Doktorun Anıları, s. 61. 370 Sabiha Sertel’in çocuk meselesinin araştırılması projesinin ayrıntıları ve HEC yetkililerinin tavrı konusunda bkz. Sertel, s. 72-77. 371 Sertel, Atatürk’ün HEC’in çalışmaları ile ilgili görüşlerini şöyle aktarmaktadır: “(…) Türk Ocağı’nın salonunda, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun yıllık toplantısı yapıldı. Bu toplantıya Atatürk, o zaman meclis başkanı olan Fethi Okyar ile beraber geldi. Fuat Bey, yapılan işlerin yıllık bilançosunu okudu. O okurken Atatürk Fethi Bey’in kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Fuat Bey’in konuşması bittikten sonra Fethi bey kürsüye geldi. Çocuk kurumunda yapılan işlerin, bugünkü ihtiyaç karşısında hiçbir mana ifade etmediğini, meselenin şu kadar çocuğa süt, şu kadar çocuğa mintan verme meselesi olmadığını, çocuk davasıyla ilgili konuların ciddi olarak ele alınması gerektiğini belirtti. Bu konuşma bana biraz ümit vermişti. Fethi Bey’in sözlerinde benim projede ileri sürdüğüm bazı tenkitler de yer almıştı. Hatta bu konuşmadan sonra, projenin Çankaya’da konuşulduğuna ihtimal verdim.” Sertel, s. 74-75. Görüldüğü gibi aslında daha HEC’in kuruluşunun ilk yıllarından itibaren çalışmaların çocuk sorunun çapı karşısında yetersiz olduğu birçok kesim tarafından dillendirilmiştir.

165

4 CUMHURİYET DÖNEMİNDE ÇOCUK KORUMA SİSTEMİNİN GELİŞİMİ

Okul doğrudan çocuk koruma kurumu değildir. Okul daha çok inşa edilen

rejimlerin yeni öznelerinin üretildiği ideolojik aygıtlarıdır. Modernleşme sürecine

paralel olarak da özellikle II. Meşrutiyet rejimi ve daha sonra Cumhuriyet döneminde

okul son derece önem verilen kurumlar haline gelmiştir.372 Yurttaşların ‘üretildiği’

kurumlar olarak bütün okullara önem verilmiş olmakla birlikte, Cumhuriyet dönemiyle

birlikte ‘ilköğretime’ özel bir önem verilmiştir. Eğitim kurumlarındaki gelişme

anlamında ‘ilkokullar dönemi’ olarak adlandırılan erken Cumhuriyet döneminde gerek

okul sayısı ve gerekse öğrenci sayısında ciddi artışlar görülmektedir.373 Böylece ilkokul

çağı çocuklarına yönelen rejim yönetsel anlamda yatay yayılma gösterirken, sorunların

görünür kılınması ve çocuk yoksulluğunun okullarda temerküzüne de sebep olarak

özellikle 1930’lu yıllarda dikkatin bu alana yönelmesine sebep olmuştur. Başlangıçta

ülkenin içinde bulunduğu yönetimsel zorluklar ve yoksulluk nedeniyle ailelerin

çocuklarını okula gönderme yerine çalıştırmayı tercih etmesi okullaşma hızının yavaş

seyretmesine sebep olduysa da; sonuçta nüfus artışına paralel olarak çocuk nüfusunda

artış ve devletin okullaşmayı teşvik etmesi 1930’lu yıllarda bir ‘talebe izdihamı’na

sebep olmuştur.374 Böylece 1930’lu yılların sonuna doğru hem kız çocukların

okullaşmasında, hem de ilkokul sonrası okul sayısında büyük artışlar ortaya çıkmaya

başladı. Bu süreç yani, yeni rejimin okul merkezli olarak çocuklara ulaşması, yönetsel

yayılma ve rejimin gelecekteki taşıyıcısı öznelerin yaratılması amaçlı olmakla birlikte 372 Füsun Üstel, “Makbul” Vatandaşın Peşinde, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 127.; Ayrıca Gürsen Topses, “Cumhuriyet Dönemi Eğitiminin Gelişimi”, 75 Yılda Eğitim içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s. 11. 373 Örneğin 1923-24 ders yılında 4.894 olan ilkokul sayısı, 1928-29’da 6.599’a, 1931-32’de 6713’e yükselirken, aynı dönemde öğrenci sayısı 341.941’den 523.611’e çıkmıştır. Bkz. Üstel, “Makbul” Vatandaşın Peşinde, s. 128. 374 Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, s. 57. Cumhuriyetin ilk yollarına genel olarak kurumsallaşma özel olarak okullaşma genel olarak Batı’daki büyük kentlerle sınırlı ve yavaş ilerleyen bir süreç iken, 1930’lu yılların sonundan itibaren okullaşmada bir sıçrama ve yayılmada genişleme görülmektedir. Sakaoğlu’na göre “Yetkililer haklıydı. Ortaokullara, liselere hücum vardı. 1937–38 öğretim yılında, Antalya, Diyarbakır, İzmir kız ve erkek liselerinin orta kısımları ile Ankara, Bursa, İzmir, Manisa, mersin, Trabzon, Üsküdar; Zonguldak, Burdur, Nazilli ve Samsun ortaokullarında çift öğretime geçilmiş. İlkokulların verdiği mezun sayısı 1928’den 1937’ye değin neredeyse ikiye katlanmış, 24.114’ten 40.234’e yükselmişti.” Sakaoğlu, Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, s. 58.

166

süreç içinde çocukların kamusal alanlarda toplanmasının ‘sorunlarının’ toplanması

sonucunu doğurduğu görüldü. Topluma yayılmış ve büyük oranda aileler tarafından

soğurulan ‘çocuk yoksulluğu’ okullarda tezahür etmeye başladı. Okullaşma sosyal

alanda modernleşme yaratırken, yoksulluğu da beraberinde görünür alana taşımaya

başlamıştır. Bu nedenle çocuk yoksulluğu ile mücadele 1930 ve 40’lı yıllarda esas

olarak okullarda yapıldı. Ancak çok geniş bir sorun olarak karşılaşılan ve çok sık olarak

gazetelere yansıyan bu ‘yeni’ sorunla mücadelede uygulanacak yöntem genellikle

‘karma’ bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Dönemim hem kamu kurumları hem

de sivil örgütleri okula devam eden yoksul çocuklara çok çeşitli yardımlar yapmaya

başlamaktadır. Aslında bu yöntem, yani yoksul, kimsesiz ve yardıma muhtaç çocuklara

yönelik belli bir kurumun olmaması hali neredeyse bütün Cumhuriyet dönemi boyunca

devam etmiştir. Muammer Aksoy’un 1962 yılında yapılan II. Milli Sosyal Hizmetler

Konferansı’na sunduğu tebliğde ifade ettiği gibi çocuk davası bir tek sahibi olmayan

yani çok sahipli bir dava olarak fiilen sahipsizdir.375 Aslında 1920’li yıllardan

başlayarak hem Himaye-i Etfal Cemiyeti yetkilileri hem de resmi kişiler KMÇ için

müstakil bir kamu kurumu ihtiyacını sürekli dillendirmiş olmalarına rağmen; böyle bir

yapılanmaya ancak 1980’li yıllarda 2828 sayılı SHÇEK Kanunu ile varılabilecektir.

Ancak 1930’lu yıllardan başlanarak kamunun ilgisinin artışına paralel olarak, devletin

kurumsallaşmanın tamamen dışında olduğu bir yapıdan, 1980’li yıllarda tamamen

devletin kurumsallaşma tekelinin kurulduğu bir noktaya doğru giden bir evrim süreci

gözlenmektedir. Bu çerçevede 1930’lu yıllardan itibaren 1960’lı yıllara kadar olan

gelişmelere; KMÇ sorunun bir toplumsal sorun olarak kamuoyunun, basının ve daha

sonra kamunun gündemine gelmesi, basında konunun işlenişi, ilgili bakanlıkların

başlangıçta münferit kalan girişimleri ve sonunda da meclis gündemine getirilerek yasal

mevzuatın çıkarılması süreci incelenecektir. 1950’li yıllardan itibaren ise devletin ilk

defa kurumsal bakım uygulmalarına geçmesi ile başlayan koordinasyon sorunu

gündeme gelmeye başlamaktadır. Ayrıca bu dönemde görev alan bakanlıklar ‘çocuk

bakım’ işinin kendi işleri olmadığını belirtip, yapılan çalışmaları yeterince

benimsemedikleri için; 1950’li yılların ortalarından itibaren doğrudan KMÇ’ın bakım ve

375 Muammer Aksoy, “Korunmaya Muhtaç Çocuklarla İlgili Kanun Hükümlerinin ve TeşkilatınYeni Anayasamıza Uygun Bir Hale Getirilmesi Zorunluluğu” II. Milli Sosyal Hizmetler Konfernası – Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde, T.C.SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara: Akın Matbaası, s. 187.

167

yetiştirilmesinde rol üsteleneckler olan sosyal hizmet kurumları ve SHU eğitimi

verecek enstitünün kurulması için yasal düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. 1949 ve

1957 yıllarında çıkarılan KMÇ kanunları ile çocukları korumak üzere görevlendirilen

köy ihtiyar heyetleri, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı,

Belediyeler ve valilikler arasındaki koordinasyonsuzluk dönemin en önemli sorunu

olmaya başlamıştır. KMÇ için ‘çok sahiplilik’ ya da ‘sahipsizlik’ olarak çokça

eleştirilmeye başlanan yeni durum; mevcut yapıların KMÇ sorununun büyüklüğü

karşısında yetersizliği ile de değerlendirmeye başlanmıştır. Bu durum, yani kamu

ve/veya özel teşebbüslerin KMÇ sorununun çözümü konusundaki yetersizliği bütün

sonraki dönem boyunca ve günümüze kadar devam eden eleştiri olagelmiştir. 376

4.1 1930’lar: Yoksulluk ve Korunmaya Muhtaç Çocuklara Yönelik Hizmetlerin Yetersizlikleri

Bu bölümde öncelikle dönemin sosyo-ekonomik durumu ve 1929 dünya ekonomik

bunalımın yarattığı yoksulluk ve çocuklara yansımasına bakılacaktır. Daha sonra bu

dönemde korunmaya muhtaç çocuklar alanında hizmet veren en büyük sivil örgüt olarak

Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çalışmaları incelenecektir. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun

çalışmalarının yetersizliği ve yoksul çocuklara okullarda yapılan katkılar ve diğer

örgütlerin çalışmalarına değerlendirilecektir.

Cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda kimsesiz, terkedilmiş çocuklar ve ‘savaş

yetimleri’ kadar önemli olan bir diğer çocuk sorunu da çocuk ölümleridir. Bu alanda

devletin doğrudan hizmetleri kadar devlet dışı örgütler de çalışmalar yapmaktadır. Bu

örgütlerden biri olarak Kızılay Cemiyeti çocuk ölümlerine karşı 1 Ağustos 1923’ten

1924 yılı sonuna kadar yapılan görevleri içeren aşağıdaki istatistik bilgileri de

hazırlamıştı: “1-1,5 yaş arası çocuklara kutu sütü ve pirinç unu, 1,5-2,5 yaş arası veya

daha büyüklerine süttozu ve pirinç unu ve ayrıca çeşitli gıda verilmekteydi. Bu yardım 376 Korunmaya muhtaç çocuklara yönelik politikaların temellerinin atıldığı ve Tanzimat’ın ilanıyla başlayan ve 1940’lı yıllara kadar süren dönem, modern sanayi toplumuna geçişin temellerinin atıldığı ve formel düzeyde sosyal devletin oluşumu dönemlerdir. Sosyal devletin oluşumu sürecini tarihsel bir perspektif içinden irdeleyen Nadir Özbek’e göre de “(…) 19. yüzyılın ikinci çeyreğinden 20. yüzyılın ortalarına kadar uzanan süreçte devletin sosyal alana nüfuzunun gittikçe arttığı görülür. Kabaca 1850-1950 tarihleri arasını kapsayan dönemi, içinde bulunduğumuz coğrafya için modern sosyal devletin oluşum devresi olarak değerlendirmek mümkündür.” Nadir Özbek, “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim, 92 Bahar 2002, s. 19.

168

36,500 çocuğa ulaştırılmıştı.”377 Bunların dışında Cemiyetin bebek ve çocukların sağlık

kontrollerini düzenli yaptırdığı, çocukların boy ve kilolarına göre gerekli oranlarda süt

ve pirinç unu veya ihtiyaç duydukları başka gıdalar dağıttığı bilinmektedir. Cemiyetin

hasta çocukların takibini sadece kendi merkezinde yapmayıp, bazı çocukların da

ziyaretçi hastabakıcılar tarafından evlerinde izlendiği ve gerekli görülenlerin de

hastanelere yatırılmıştır.378

1930’lu yıllarda da Kızılay’ın çocuk konusundaki duyarlılığı ve ilgisi sürmüştür.

1930’lu yıllarda okulların yoksul çocuklarla ilgili yaptıkları çalışmalara diğer kurumları

da davet ettikleri ve işbirliğine gittikleri bilinmektedir. Kızılay da bu cemiyetler arasında

yer almaktadır. Kızılay genel merkezi İstanbul başta gelmek üzere birçok yere

müfettişler göndererek çocuklarla ilgili durum saptamaları yaptırdı. Bu saptamalarda

öncelikle çocukların beslenme sorunları ele alınıyordu. Bu saptamalar doğrultusunda

düşük maliyetli yiyecek hizmeti verilmeye başlandı; ancak maliyetin yüksekliği

nedeniyle bu hizmet zor koşullarda yürütülebiliyordu. Bu nedenle ‘et gereksinmesinin

doğu illerinden kavurma şeklinde sağlanması’ gibi yollara da başvuruldu. Bu rağmen

Kızılay bir ‘şeref işi’ haline getirdiği yoksul ailelerin yetersiz beslenen zayıf çocuklarına

ve ‘kimsesiz çocuklara’ gıda yardımı, İkinci Dünya Savaşı koşullarında ülke genelinde

arttırılarak sürdürüldü. Örneğin, 1940 yılında İstanbul’da 27.212,12 lira olan bu yardım,

1942 yılında 54.879,24 liraya ulaşmıştı.379 Savaş dönemi kurumlarından olan Kızılay’ın

1930’lı yıllardaki faaliyetlerini öven M.C. Duru, Kızılay’ın gaz maskesi fabrikasından

hasta bakıcı hemşire yetiştiren okuluna kadar, çok önemli faaliyetler gösterdiğini

belirtmektedir. Kızılay’ın göçmenlere mahsus aşevleri, fakir öğrenciler için kantinleri

kimsesiz çocuk ve kadınları barındıran yurtları gibi müesseseleri vardır. Ayrıca Kızılay

Gençlik Kurumu adı altında eğitim çağının ilk aşamasında bulunan öğrencilere şefkat,

yardımlaşma gibi insani düşüncelerin geliştirildiği dernek kolları da kurulmuştur. Bu

dernek kolları her il ve ilçede bulunan beş okuldan seçilen temsilcilerle idare edilen

birer dernek şubelerine bağlanmıştır. Dernek kollarının görevleri arasında okul sosyal

377 Seçil Karal Akgün ve Murat Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, Ankara: Kızılay, 2001, s. 264. 378 Karal Akgün ve Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, s. 264. 379 Karal ve Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, s. 265.

169

yardım işleri ve sağlık işleri de bulunmaktadır. Görüldüğü gibi Kızılay barış zamanında

bir ‘sosyal hizmet’ kurumu gibi faaliyet göstermektedir.380

1930’lu yıllarda çocuk yoksulluğunun artan ivmesine rağmen kamunun

yetersizliği sürmektedir.381 Bu nedenle çocukların korunması, 1930’lı yıllarda belli

kamu kurumları yanında birçok sivil kurumun gündemindedir. Bu dönemki kamu

kurumları merkezi bir sosyal hizmet ya da sosyal yardım kurumu atarfından

yönlendirilmemektedir. Bunun yerine her kamu kurumu karşılaştığı sorunla baş etme

yönetemini kendi imkânlarını kullanarak ve sivil örgütlerle işbriliğine giderek çözmeye

çalışmaktadır. İstanbul Kültür Direktörlüğü’nün yayınladığı Çocukları Koruma İşleri

(1937) başlıklı çalışmada dönemin çocuk yoksulluğu konusunda şu verilere yer

verilmektedir: “İstanbul İlkokullarına devam eden 71.435 talebeden 10.722 sinin fakir

ve himayeye muhtaç olduğu tespit edilmiştir.”382 O dönem korunmaya muhtaç çocuklar

alanında doğrudan faaliyet gösteren Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay’ın

faaliyetlerinin yetersiz kalması nedeniyle, çocukların yaygın beslenme yetersizlikleri

içinde olması, çocukların yetersiz beslenmesinin eğitimin sağlıklı yürütülmesini de

engellemesi gibi nedenlerle, doğrudan ilgi alanına girmemekle birlikte okullar

düzeyinde önlemler alınmaya çalışılmıştır. Bakanlığın 1931 yılında yayınladığı bir

talimatname ile yetersiz beslenen okul çocuklarının doyurulma ve beslenmesi işini ‘okul

himaye hey’etlerine’ vermiştir.383 Bu talimatnamenin çocukların korunmasını hedefleyen

bazı maddeleri şöyledir:

“6- Himaye hey’etinin başlıca meşgul olacağı işler şunlardır: a) Fakir çocuklara yemek temin etmek, b) Zaif çocuklara gıda temin etmek, c) Çocukların dişlerini muayene ettirmek ve dişlerine baktırmak, d) Muhtaç hasta çocukları tedavi ettirmek, e) Muhtaç çocuklara mektep kitaplarını, defter kalem gibi levazımını temin etmek,” 384

380 M.C. Duru, Sosyal Yardım Prensipleri ve Tatbikleri, İstanbul: Matbaai Ebüüzziya, 1939, s. 107. 381 Bu konuda 1930’lu yılların başında basın haberleri taranarak yapılmış bir çalışma için bkz. Pınar Öztamur, “Büyük Buhran ve Cumhuriyet Gazetesinde Yoksulluk Üzerine Söylemler 1929-1931”, Toplum ve Bilim, 94 Güz 2002, s. 175-188. 382İstanbul Kültür Direktörlüğü, İstanbul İlkokullarında Çocukları Koruma İşleri, İstanbul: Marifet Basımevi, 1937, s. 3. 383 İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 5. 384 İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 6.

170

Görüldüğü gibi ‘okul himaye hey’etleri’ doğrudan korunmaya muhtaç çocuklar

alanında faaliyet göstermektedirler. Aynı talimatnamenin daha sonraki bölümlerinde,

dönemin özgüllüğü nedeniyle, bugün karşılaşılması güç bazı hükümlere de

rastlanmaktadır. Örneğin talimatnamenin (N) bendinde ‘mektepte tavuk ve arı

yetiştirmek’ gibi ilginç çalışmalar da öngörülmektedir.

Korunmaya muhtaç çocuklar sorunun geniş boyutlu oluşu, sorunla ilgilenen

kurum ve kuruluşları daha etkin olmak için işbirliğini zorlamıştır. Yukarda anılan

‘himaye hey’etlerinin’ resmi bir hüviyeti olmaması, bu alandaki deneyim eksikliği, bu

kurumları dönemin Çocuk Esirgeme Kurumu ile işbirliğine yöneltmiştir. Dönemin hayır

kurumları ve resmi ya da yarı resmi kurumları arasında çocukların sağlık sorunları,

beslenmesi ve giydirilmesi gibi birçok alanda işbirliği yapıldığı görülmektedir. İstanbul

Kültür Direktörlüğü’nün anılan Çocukları Koruma İşleri isimli çalışmasında bir yarı

resmi kurum olarak ‘himaye heyetleri’ ile hayır kurumu olarak tanımlanan Çocuk

Esirgeme Kurumu arasında işbirliğinin başlaması şöyle açıklanmaktadır:

“Okul himaye hey’etlerinin geçen ders yılı içindeki verimli faaliyetlerini büyük bir alaka ile takip eden Çocuk Esirgeme Kurumu, henüz cemiyet haline gelmemiş olanların teberrü kabul etmekte maruz kaldığı zorlukları bertaraf etmek üzere yardım etmeyi teklif etmiştir. Bu teklif okul himaye hey’etlerinin, Çocuk Esirgeme Kurumunun birer kolu halinde çalışması ve teberrüleri kurumun makbuzları mukabilinde kabul etmesi esasına dayanıyordu. Çocuk Esirgeme Kurumu Kültür Bakanlığı nezdinde de teşebbüslerde bulunmuş ve Bakanlık İlk Okul himaye hey’etlerinin Çocuk Esirgeme Kurumun birer kolu halinde çalışmalarını tensip ederek emir vermiştir. Bu yeni vaziyeti okullara izah ve faaliyet şekillerini tespit etmek üzere Kültür Direktörlüğü ile Çocuk Esirgeme Kurumu bir talimatname hazırlamışlardır. … Bazı okul himaye hey’etleri muhtaç çocuklara yardım için gereken tertibatı alırken bazı zorluklarla karşılaşmış ve bu zorlukları yenmek maksadile resmi bir cemiyet haline gelmeyi uygun görerek İlbaylığa başvurmuşlar ve tescillerini istemişlerdir. Bu teşebbüsleri ile kendilerine geniş bir faaliyet alanı temin eden bu hey’etler mesailerinde daha çok muvaffak olmuşlardır. Bir kısım himaye hey’etleri ise Çocuk Esirgeme Kurumlarile teşriki mesai etmeyi uygun görerek bu cemiyetin, o himaye hey’etinin bulunduğu bölgedeki şubelerile elbirliği yapmışlardır.” 385

Daha sonraki yıllarda okul ‘himaye hey’etleri’ gerek bağımsız olarak ve gerekse

diğer kuruluşlarla işbirlikleri şeklinde çocuk koruma faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Dönemin farklı kurumlarının hizmetlerinin karşılaştırılmasına da imkan tanıyan, 1937

385 İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 9.

171

yılı Şubat ayı İstanbul İlkokullarında doyurulan ve himaye gören çocukların sayısını

gösteren tablo aşağıya alınmıştır.

Tablo 3: 1937 Yılı Şubat Ayı İçinde İstanbul İli İlk Okullarında Doyurulan ve Himaye Gören Çocuk Sayıları

Şehir hududu içinde bulunan okullarda

Kültür

İşyarlığı

Himaye

H.

Kızılay ÇEK Yoksulları

koruma K.

Eşhas Yekun

Eminönü 430 105 82 - - 617

Fatih 1455 510 - - - 1965

Eyüp 399 79 - - - 478

Beyoğlu 1274 141 - - - 1415

Beşiktaş 484 200 - - - 684

Sarıyer 8 114 - 110 10 242

Bakırköy 208 - - - - 208

Adalar 7 52 45 - - 104

Kadıköy 714 126 - - 105 945

Üsküdar 462 142 - - - 604

Kartal 180 - - - - 180

Beykoz 180 103 - - - 283

Yekün 5801 1572 127 110 115 7725

Şehir hududu dışında bulunan köy okullarında

Beyoğlu - 16 - - - 16

Kadıköy 22 - - - - 22

Üsküdar - 12 - - - 12

Beykoz - 6 - - - 6

Yekün 22 34 - - - 56

Umumü

Yekün

5823 1606 127 110 115 7781

Kaynak: İstanbul Kültür Direktörlüğü, İstanbul İlkokullarında Çocukları Koruma İşleri, İstanbul: Marifet Basımevi, 1937, s.11.

172

Çalışmada da belirtildiği gibi “İstanbul’da (71435) İlk Okul talebesi olduğuna

göre mevcudun onda birinden fazlası doyurulmaktadır.”386 Bu sayılar dönemin

çocuklarının içinde bulunduğu yoksulluk, çocukların korunma ihtiyacı ve dönemin

sosyal hizmet aktörlerinin etkinliği açısından anlamlıdır. Yukarıdaki bilgilerin

devamında ise hususlara dikkat çekilmektedir:

“31/İlkkânun/ 1936 tarihindeki duruma göre İstanbul okullarında tam gıda alamayan daha (2997) çocuk var demektir. Kılavuzun son bölümüne Viyana çocuk koruma faaliyetini bildirir bir yazı konmuştur. Bu yazının tetkikinden anlaşılacağı veçhile Viyana ilkokullarına devam eden (150.000) talebe vardır. Belediye ve hayır müesseselerinin ve diğer teşekküllerin yardımları ile doyurulan çocukların miktarı da mevcudun tam onda biridir. İstanbul İlk Okullarındaki durumu gösteren rakamlarla Viyana’ya ait rakamlar karşılaştırılınca nispetlerin birbirini tuttuğu görülüyor. Şu farkla ki, Viyana’da devlet teşkilatının başarmağa çalıştığı bu işin büyük bir kısmı İstanbul’da doğrudan doğruya halk tarafından yapılmaktadır. Bu netice, İstanbul halkının İlk Okul yavrularına karşı olan yüksek şefkat ve fedakârlık duygularının ifadesidir. Henüz doyurulamayan (2997) çocuğun da pek yakında aynı yardımı görecekleri şüphesizdir. Vilayet bütçesinden bu çocuklara gıda temini için 5000, kitap, defter, kalem tevzii için de 1500 liralık yardım yapılacaktır.” 387

Bu satırlardan da anlaşıldığı üzere, dönemin bürokrasisi sosyal hizmet, sosyal

yardım ve çocukların korunması gibi konularda Batıdaki uygulamalardan haberdardır ve

kendi sistemini kurmak için dönem dönem konuyla ilgili uzmanları Avrupa’ya gönderip

raporlar hazırlanmasını sağlamaktadır.

Yine 1930’lu yıllarda korunmaya muhtaç çocuklara yönelik temel hizmetlerin

hâlâ esas olarak sivil alan; halk katkı ve desteği ile yürütüldüğü görülmektedir. O

dönemki ilkokul öğrencilerinin %10 gibi önemli bir oranının beslenmesini sağlayan

‘okul himaye cemiyetlerinin’ gelir kalemlerine bakıldığında doğrudan devlet desteğine

rastlanmamaktadır. “(...) Muhtaç çocukları doyurmak için halkın şefkat duygularına

türlü yollarla başvurmaktan başka çare bulamamış”388 olduğu ifade edilen “okul himaye

cemiyetlerinin varidat menbaları” şöyle sıralanmaktadır:389 a) Aylık aidat, b) Teberrüler,

c) Balo ve müsamereler hâsılatı, d) Okul kooperatiflerinden ayrılan hisse, e) Ailelerce

yemek gönderilmesi, f) Mali müesseselerin yardımları, g) Esnafın aynen teberrü, h)

386 İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 11. 387 İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 11-12. 388 İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 12. 389 İstanbul Kültür Direktörlüğü, s. 12-15.

173

Kurban etleri, i) Belediyece müsadere edilen eşya, j) Küçük san’at sahiplerinin

yardımları, k) Giyecek eski eşya temini ve l) Gümrüklerden alınan eşya.

Ayşe Buğra bu dönem sivil ve gönüllü örgütlerin çocuklara yardım konusunda

nitelik değiştirerek gelişme kaydettiğini belirtmektedir:

“Bebek ölümleri karşısındaki bu güçsüzlük, mekteplerdeki çocukların bile aç kalmalarının önlenmemesinde de kendini gösteriyor. Devletin ve Fırka STK’larının bu konudaki aczi, bazı gönüllü girişimlerinin küçümsenemeyecek işler yapmalarına yol açıyor. Mesela, yerel “himaye cemiyetleri” özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında, en azından mektepli yoksul çocukların bir kısmının karnını bir ölçüde doyurmayı başarıyorlar. 1920’lerin sonundan 1940’ların ikinci yarısına kadar, gazetelerde çıkan himaye cemiyetleriyle ilgili haberler izlendiğinde, bu örgütlerin bu süre içinde bir miktar nitelik değiştirdiklerini söylemek mümkün görünüyor. Dönemin başında, daha çok, çeşitli şehirlerde, sayıları on ile yirmi arasında değişen “fakir yavruyu yeknesak bir biçimde giydiren” yerel himaye cemiyetlerini öven ve genellikle başlarındaki subay kasketine benzer bir kasketle bir örnek kıyafetleri tamamlanmış oğlan çocuklarının fotoğraflarıyla birlikte verilen haberlere rastlanıyor. Zaman içinde, himaye cemiyetlerinin daha çok okul aile birlikleri şeklinde, öğrenci velilerinden oluşan bir örgütlenmeye dönüştükleri ve yoksul talebeye yalnız giyecek değil, okul malzemesi ve öğle yemeği de temin etmekte de başarılı oldukları görülüyor. Mesela, 28 Eylül 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “ilk mekteplerde talebe velilerinden teşkil edecek himaye komiteleri kurulacaktır” diye bir habere rastlanıyor. Haberde, bir önceki yıl bu tür komitelerin gayet başarılı olduklarının görüldüğüne ve sağladıkları yardımın yanı sıra, talebe velileriyle talebe arasında bir yakınlık oluşmasına yol açtıklarına değinilerek, “zaten bu yakınlıktır ki devlet gözünün görmediği kimsesizleri görerek kurtarmaktadır” deniliyor.” 390

1930’lu yılların gazetelerine bakıldığında korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili

kullanılan dilde bir çeşitlilik görülmektedir. Bunun yanında gündelik dil baskındır.

Örneğin Milliyet gazetesinde391 yayınlanan ‘Kör Çocuklar’ başlıklı haberde, ‘ileri derece

aptal olmayan’ kör, sağır ve dilsiz çocukların açılacak okula kaydının yapılacağı

bildiriliyor. Haberi veren Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na bağlı bir körler

okuludur. 1930 yılında çıkan Belediye Kanunu belediyelere korunmaya muhtaç

çocuklar alanında görevler vermiştir. Bu doğrultuda İstanbul Belediyesi’nin yaptığı

hazırlık, Milliyet gazetesinde üçüncü sayfada manşetten haber olarak yer almaktadır.392

“Belediye çocuk bakım evleri tesis edecek” başlıklı haberin içeriğine bakıldığında, bir

sıfat belirtmeden, Belediyenin ‘çocukları himaye’ için bir proje hazırladığı, ilk iş olarak

Darülâcezedeki çocuk bakım kısmının genişletileceği daha sonra ise yeni bir müessese 390 Buğra, s. 85-86. 391 “Kör Çocuklar,” Milliyet, 23 Eylül 1930. 392 “Belediye çocuk bakım evleri tesis edecek,” Milliyet, 18Teşrinievvel 1930.

174

açılacağı duyuruluyor. Haberin içeriği okunduktan sonra, sözü edilen çocukların yatılı

kurum bakımı ihtiyacı içinde olan çocuklar olduğu anlaşılmaktadır. Cumhuriyet

gazetesinde yer “İki çocuk” başlıklı haberde393 ise gazete merkezine gelen iki ‘millet

yetimi’ çocuğun Darüşşafaka’ya alınması için temennide bulunulmaktadır. Haberde kim

oldukları ve yaşları belirtilmeyen Alaettin ve Bahri isimli iki çocuğun kendi başlarına

hayırsever vatandaşların yardımı ile geçindikleri belirtildikten sonra, girdikleri

imtihanda birinci geldikleri halde kurada çıkmadıkları için Darüşşafaka’ya

alınmadıkları, bu nedenle ‘.. vali beyin nazarı insaf ve merhametlerini, bu iki millet

yetimi üzerine celb etmeği vazife biliyoruz” deniliyor.

1931 yılı 23 Nisan haftasında Cumhuriyet gazetesinde çocuklarla ilgili birçok

haber yer almaktadır. Bir yandan çocukların içinde bulunduğu yoksulluk, terkedilmişlik

ve sokaklarda karşılaştığı sorunlara dikkat çekilirken, bir yandan da kamuoyu bu

çocuklara yardıma çağrılmaktadır.394 ‘Çocuk bayramı’ kutlamalarına ilişkin “Çocuklar

iş başında!.., çocuklar dün İstanbul idaresine vaziyet ettiler” başlığı altında verilen

haberde ‘çocuk vali,’ ‘çocuk meclis başkanı’ uygulamalarının erken Cumhuriyet

döneminde başladığı görülmektedir. Verilen haberde diğer yetkililerin yerine geçen

çocukların verdiği ‘talimatlar’ bildirilmektedir. Bu haberin hemen altında ise “Büyük

şehirlerin sefil ve perişan çocukları için himaye istiyoruz” başlık ve resimli bir haber

verilmektedir. “Süprüntü sandıklarında, çeşme yalaklarında, köprü altlarında, yangın

yerlerinde yatan çocukların sefaletine nihayet vermek için, biz saraydan vaz geçtik,

fakat birçok Avrupa şehirlerinde olduğu gibi, fakir çocuklara geceyi içinde geçirecek,

kışın yağmurda karda titremeyecek birer mesken temin etmek için mecburiyetindeyiz.

Bir ismi de İçtimai muavenet olan Sıhhat Vekâleti büyük şehirlerin sefil ve perişan

küçüklerini düşünmelidir.” Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın sosyal yardım

sahasında etkili olamadığı bilinmektedir. Bu bakanlığın sosyal yardım sahasında

ücretsiz tedavi ötesinde bir hizmeti geliştiremediği yönünde şikâyetler daha sonralar da

devam etmiştir.

393 “İki çocuk,” Cumhuriyet, 20 Eylül 1930. 394 “Çocuklar iş başında!.., çocuklar dün İstanbul idaresine vaziyet ettiler,” Cumhuriyet, 24 Nisan 1931.

175

“İzbede unutulan yavrular”395 başlıklı haberde vatandaş Çocuk Haftasında

vesilesiyle varlıklı aile çocuklarına değil “bakımsız çocuk alaylarına” yardıma

çağrılıyor. Ancak yine de kimin yardıma, çağrıldığı çok belirgin olarak ortaya

konmamaktadır. Zenginlik ve yoksulluk arasındaki fark vurgulanarak, yoksul çocuklara

yeterli ilgi gösterilmemesi durumunda ‘milletin istikbalinin’ iyi olmayabileceği ve

bunun unutulmaması istenmektedir. Sonraki gün de çocukların içinde bulunduğu

yoksullukla ilgili resimli haberler verilmeye devam ediyor. Burada da ‘yoksul çocuklara

elinizi uzatınız’ çağrısı tekrar edilmekte, ancak yardıma çağrılan kişiler ya da kurumun

kim olduğu belirsiz bırakılmaktadır. Haber aynı zamanda Kurban bayramı olması

nedeniyle çocukların bayramı kutlanarak, durumun vahametini şu ifadeyle

aktarmaktadır: “Bu bayram sabahı binlerce Türk yavrusu içtimai muavenetin yardımına

muhtaç bekliyor ve bayram sesini, çocuk kahkahalarını uzaktan duyuyor. Herhalde

gülenlerimizden; göz yaşı dökenlerimiz daha çok..” 396

Şekil 1 : İzbede Unutulan Yavrular!.. Kaynak: Cumhuriyet, 27 Nisan 1931.

395 “İzbede unutulan yavrular,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1931 396 “Yoksul çocuklara elinizi uzatın!”Cumhuriyet, 28 Nisan 1931.

176

Çocuklara ve genel olarak yoksullara yönelik sivil kuruluşların en önemli gelir

kaynaklarının vatandaşların yaptığı bağışlar olduğu bilinmektedir. Bu nedenle önemli

oranda bağış yapan kişilere ilişkin haberler gazetelere yansıyabilmektedir. Cumhuriyet

gazetesinin 2 Teşrinisani 1931 tarihli “Himaye-i Etfal’e bir teberru, Hamiyetli bir hanım

60 bin liralık emlâkini terk etti” başlıklı haber buna bir örnek teşkil etmektedir.

1936 yılı ve sonrasında okul çocukları ve karşılaştıkları sorunlara dair haberde

bir yoğunluk görülmektedir. Özellikle okul çocuklarının beslenmesi ve giydirilmesi

konusu ön plana çıkmaktadır. “Okullarda himaye işleri ne vaziyette?”397 başlıklı haberde

ilkokullar kadar lise ve orta okullarda da ‘himaye’ işlerinin belirli bir düzene sokulacağı

belirtilmektedir. Bu amaçla öncelikle ‘himayeye muhtaç çocukların miktarı’nın tespit

edileceği belirtiliyor. Ayrıca bu alanda çalışan ve merkezi bir yapıya sahip Kızılay

gençlik derneği ve onun başarılarında söz edilerek, çalışmaların etkin olması için

merkezi bir yapı ihtiyacı ima edilmektedir. Dönemin dernekleri yoksullarla ilişki

kurarken, bu ilişkiyi ayni ya da nakdi olarak yardımla sınırlı tutmaktadır. “800 çocuğa

elbise ve ayakkabı dağıtıldı” başlıklı haberde Kızılay Çarşıkapı kolu ve Beyazıd nahiye

şubesi tarafında 800 çocuğa bayramlık elbise, ayakkabı şapka ve çamaşır dağıtıldığı

haber verilmektedir. Resim eşliğinde verilen haber çocukların kim olduğuna dair bir

ayrıntı verilmemektedir. “Mürefte köylü çocuklarına yardım” başlık diğer bir haberde

ise ilçenin ÇEK çalışmaları çerçevesinde, Gaziköy ilkokulunun on ‘yetim ve kimsesiz

yavrusu’ bayram münasebetiyle giydirilerek sevindirildiği belirtilmektedir.398

1939 yılı haberlerine bakıldığında çocuklara yardım cemiyetlerinin birleşmesine

ilişkin haberlere rastlanmaktadır. “Yoksul çocuklara yardım cemiyetleri birliği

kuruluyor”399 başlıklı yazıda İstanbul ilkokullarında yoksul çocuklara yardım amacıyla

kurulan cemiyetlerin çalışmalarını daha verimli kılmak için bir birlik kurmaya karar

verdikleri haber ediliyor. 1930’lu yıllarda özellikle okul merkezli olarak yoksul

çocuklara yönelik çalışmalar yapıldığı bilinmektedir. Burada da bu çalışmaların daha

düzenli olması, merkezileşmesi, koordine edilmesi ve döneminin iktidar organları ile

397 “Okullarda himaye işleri ne vaziyette?” Cumhuriyet, 8 Birincikanun 1936. 398 “Mürefte köylü çocuklarına yardım,” Cumhuriyet, 22 Birincikanun 1936; “800 çocuğa elbise ve ayakkabı dağıtıldı,” Cumhuriyet, 14 Birincikanun 1936. 399 “Yoksul çocuklara yardım cemiyetleri birliği kuruluyor,” Cumhuriyet, 24 Birincikanun 1939.

177

paralel işlemesi için bir çaba gözlenmektedir. Bu çabanın bir parçası olarak, bu alanda

çalışmaları olan diğer ‘hayır cemiyetlerinin’ de yani Halkevleri, Kızılay ve Çocuk

Esirgeme Kurumunun da oluşturulacak birliğe üye vermesi kararlaştırılmıştır.

Oluşturulan birliğin ‘yarı resmi’ bir hüviyette olduğu; üye kompozisyonu, Halk

Partisinin birliğin nizamnamesini tasdik etmesi ve oluşturulan ‘Cemiyetin Halk Partisi

kaza idare heyetinden bir zatın riyasetinde” olması kararından anlaşılmaktadır. Aynı

haberde bir önceki sene yardıma muhtaç olduğu tespit edilen on üç bin çocuktan ancak

dokuz binine ulaşıldığı ve oluşan yeni cemiyetle daha çok yoksul mektep çocuğuna

ulaşılacağı ifade edilmektedir. Okul merkezli çocuk koruma faaliyetlerinden biri de

‘kurtarma yurdu’ açılmasıdır. Konu başında “Çocukları Kurtarma Yurdu”400 başlıklı

haberle verilmektedir. Bir özel dernek statüsünde olan bu yurdun “.. Nizamnamesinin 10

uncu maddesine göre teşkil edilmesi lâzım gelen müşavere heyeti kurulmuştur. Bu

heyet, yurdun ıslahı ve anormal çocukların çalıştırılması işiyle meşgul olacaktır. Bu

kabil çocuklar için yeni büyük bir bina bulunacak ve orada bazı atölyeler vücuda

getirilecektir” denilmektedir. Ancak haberde geçen ‘anormal çocuklar’ tabiri ile hangi

grup çocuk kastedildiği anlaşılamamaktadır. Cumhuriyet gazetesinde aynı konuda yer

alan bir diğer haberde401 yardım cemiyetlerinin birleştirilmesine yönelik çabalardan söz

edilerek “evvelce kurulan teşkilât tevsi ediliyor” denilmektedir. Buna ek olarak

ÇEK’nun o dönem içinde bulunduğu zorluklara dikkat çekilmektedir. O dönem

bağışların ayni yardımların esas olması nedeniyle ‘7 yaşına kadar olan çocuklara da

bakmak mecburiyetinde” olduğu belirtilen ÇEK’nun çalışmalarını yürütmekte

zorluklarla karşı karşıya kaldığı ve bu nedenle nizamnamesinde değişikliklere gitme

hazırlığında olduğunu öğreniyoruz.

1930’lu yıllarda çocukların ilk ve orta dereceli okullarda okumasına ilişkin

güçlükler, bu güçlükleri gidermek için yapılan çeşitli girişimler haber konusu olmaya

devam etmektedir. Bu çabalardan biri de ‘talebe yurtları’dır. “Trakya’da açılan talebe

yurdu çok faydalı oluyor”402 başlık haberde 1930’lu yıllarda liselerin yetersiz olması

nedeniyle çocukların yatılı yurtlar da toplanarak eğitimine devam etmesi sağlandığı

400 “Çocukları Kurtarma Yurdu,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939. 401 “Fakir çocuklara yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939. 402 “Trakya’da açılan talebe yurdu çok faydalı oluyor,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939.

178

belirtilmektedir. Haberde Edirne’de açılan ‘talebe yurdunun’ birçok ‘fakir ve kimsesiz’

çocuğu okuma imkânına kavuşturduğu da yazılmaktadır. Esas olarak ücretli öğrenci

kabul eden yurtlarda ücretsiz olarak öğrenci kabul edildiği; yörenin zengin esnafının

ayni bağışlarda bulunduğu ve açık kalan bütçesinin ise “devlet merkezinden gönderilen

para ile karşılandığı belirtilmektedir.” Aynı gün Kayseri’de iki zengin tüccarın okullar

için yaptığı büyük ‘teberrular’ da haber edilmektedir.

Yoksul öğrencilere yönelik bir diğer haberde “Fakir Talebelere Yardım Teşkilatı

genişletiliyor” 403 deniliyor. Birkaç senedir faaliyette olan ‘İlkmektep Fakir Talebeleri

Koruma Teşkilatının’ himaye ettiği çocukların sayısının günden güne arttığı, şimdiye

kadar himaye gören öğrencilere öğle yemeği verildiği ve bundan sonra kahvaltı da

verileceği ifade edilmektedir. Yoksul aile çocuklarına dağınık olmakla birlikte çeşitli

yardım hizmetleri verilmektedir. Bunlardan biri de ‘barındırma odalarıdır.’ Haberde

konu şöyle ifade ediliyor: “Maarif idaresi fakir ailelerin çocuklarına bakmak üzere

geçen sene şehrimizin muhtelif semtlerinde Barındırma Odaları açmağa karar vermişti.

Bu teşebbüsten müspet neticeler alındığı için odaların adedi de seneye artırılacaktır.

Barındırma odaları daha ziyade amele mıntıkalarında ihdas edilmektedir.” Bir süre

sonra yayınlanan “Fakir talebelere yapılacak yardım”404 haberinde ise ‘fakir üniversite

talebelerine’ verilen nakdi yardımın yetersiz olması ve öğrencilerin bu parayla ev tutup

geçinememesi nedeniyle, öğrenciler üniversitelerin öğrenciler için yurtlar açmayı

planladığı ve bu amaçla da Evkaf müdürlüğü ile ellerinden boş binaları tahsis etmeleri

için irtibata geçildiği belirtilmektedir. “Fakir talebenin himayesi”405 başlıklı diğer bir

haberde yoksul çocukların okullarda, okul himaye cemiyetleri kanalıyla korunması konu

edilmektedir. İlkokullardaki himaye cemiyetleri birliği ile ilgili olan haberde, cemiyetin

gelirlerinin arttırılması için “...hakiki ve hükmi şahıslardan kaydolunacak azalardan

alınacak aidattan başka, balo, müsamere ve gezintiler tertip edilecektir” deniyor. Bu

yöntem o dönemin bütün ‘hayır cemiyetleri’ tarafından temel gelir kaynağı olarak

kullanılmaktadır.

403 “Barındırma odaları,” Cumhuriyet, 16 Birinciteşrin 1939. 404 “Fakir talebelere yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939. 405 “Fakir talebenin himayesi,” Cumhuriyet, 9 İkinciteşrin 1939.

179

4.1.1 KMÇ Kanunu Öncesi Çocuklara Yönelik Belediye, Darülaceze ve ÇEK’in Çeşitli Çalışmaları

1920 ve 30’lu yıllarda kamuda çocukların korunmasına ilişkin belirgin bir adres

bulunmamaktadır. Birçok kamu kurumuna dağınık olarak görevler verilmiştir. Bu

kurumlardan biri de belediyedir. Bilindiği üzere belediyeler şehir devlet geleneği olan

Batı dünyasında 8. yüzyılda ortaya çıkmış ve Osmanlıya ancak 19. yüzyılın ikinci

yarısında gelebilmiştir.406 Ancak temelde bir kent idaresi örgütü olan belediye,

kentleşme geleneğinin zayıf olduğu Osmanlı ve daha sonra da erken Cumhuiryet

döneminde etkili olamamıştır. Zafer Toprak’ın da belirttiği gibi kentleşme ve

kentlileşme 1950’li yıllara kadar düşük tempoda seyreden bir olgu olduğu için, belediye

yani kent yönetimi de ciddi bir gündem oluşturamamıştır.407 Bununla birlikte

uygulamadaki yetersizliklere rağmen, belediyelere ilişkin yasal düzenlemeler ise I.

Meşrutiyet’ten beri yapılmaktadır. Cumhuriyet döneminde henüz bir müstakil kanun

çıkmadan önce de hükümet belediyelere yoksullukla mücadele, sosyal yardım,

dilenciliği önleme konularında çalışamalr yapması için düzenlemeler yapmıştır. Örneğin

1925 yılında Bakanlar Kurulu bu yönde bir karar almış ve uygulanmak üzere

belediyelere göndermiştir.408 Cumhuriyet döneminin ilk belediye kanunu olan 5380

sayılı kanun ise 1930 yılında yürürlüğe girmiştir. Kanunla belediyelere bir dizi sosyal

yardım görevi de verilmiştir. Belediyenin gerek çocuklarla ilgili gerek muhtaç

durumdaki kişilere ya da sosyal yardım hizmeti veren kurumlara çeşitli yardımlar

yaptığı bilinmektedir. Vakıfların bir takım görevleri 1930 yılında çıkan yeni kanunla

Belediyelere devredilmiş olmakla birlikte; belediyelerin sosyal işleri yapamayacağı eski

tarihlerde de yapamadığı anlaşıldığından ilk önce sağlık işlerinin bir kısmı hükümet

idaresine alınmış diğer işler içinde ufak tefek teşebbüslere girişilmiştir. Belediyeler

Kanununa göre o günkü belediyelerin bazı görevleri şunlardır: Okulların sağlık işlerine

bakmak, hamamlar yapmak, bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek, ilk tıbbı yardım

406 İlber Ortaylı, “Yerel Yönetim: Devraldığımız Miras”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl Uluslar arası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990, s. 65. 407 Zafer Toprak, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Şehremaneti”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl Uluslar arası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990, s. 75. 408 Adalet Alada, “Türk Belediyeciliğine Kronolojik Yaklaşım (1930-1990”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl Uluslar arası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990, s.120.

180

teşkilatı kurmak, hastane, dispanser süt çocuğu muayene, ihtiyar yurtları ve doğumevleri

kurmak ve idare etmek, karşılıksız doğum yardımı için ebe istihdam etmek. Bu hususlar

detaylı olarak Belediyeler Kanununda detaylandırılmıştır. Bu görevlerin başlıcalar

şunlardır: Dilencileri dilenmekten alıkoymak, kimsesiz çocukları, delileri, kazaya ve

afete uğrayanları korumak gözetmek, fakir ailelerin çocuklarına kimsesiz çocuklara

para, hekim, ilaç, yeme-içme, giyinme, barınma, eğitim hizmeti sunmak, eczane,

doğumevi, emzirme evleri, tımarhane kurmak işletmek, yersiz yurtsuz olanlara iş

bulmak, kimsesiz kadın ve çocukları korumak ve fakirler için yatı evleri kurmak.409

Görüldüğü gibi kamusal ve sosyal yardım hizmetleri konusunda belediyelere büyük

vazifeler verilmiştir.

Cumhuriyet gazetesinin “Belediyenin yardımları”410 başlıklı haberinde

belediyenin bu çerçevede muhtelif kurumlara 242 bin lira yardım vereceği belirtilerek,

para verilecek kuruluşlar şöyle sıralanmıştır: Darülaceze, Darüşşafaka, ‘yoksul

talebelerin iaşesi’ için Hilal-i Ahmer ve Himaye-i Etfal Cemiyeti. Bunların dışında

“Gayrimüslim ekalliyetlere mensup müessesatı hayriye ve mekteplere de on bin liralık

yardım verilmek üzere tetkikat icra edilmektedir” denilmektedir.

Aynı günkü ikinci haberde ‘kimsesizler yurdu tevsi ediliyor” başlığı altında

Belediyenin Ayasofya’da açtığı yurdun 65 kişi olan kapasitenin dolduğu, 15 kişi daha

ilave edildiği bunun da yetmemesi nedeniyle Belediyenin ‘ikinci bir yurt” açmak için

araştırma yaptığı belirtilmektedir. Bu haberden de anlaşıldığına göre, belediye ilk

dönemde kendisine kanunla verilen görevleri yerine getirmek için somut girişimler de

bulunmuştur. Ancak bu sürecin daha sonraki yıllarda devam etmediği ve KMÇ alanının

süreç içinde belediyenin ilgi alanından çıkarak daha çok merkezi idarenin kurumlarına

doğru kaydığı görülmektedir.

1930 ve 1940 yıllarda gerek ÇEK, belediye, valilik ya da çeşitli fabrikalar

çalışan annelerin çocukları için ‘gündüz bakımevi’ amaçlı çeşitli kurumlar açmışlardır.

1931 yılında Edirnekapı’da açılan bu kurumlardan biri günlerce Cumhuriyet gazetesinde

409 Duru, s. 74-75. 410 “Belediyenin yardımları,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1931.

181

haber konusu olmuştur. “Edirnekapı’nın incisi dün merasimle açıldı”411 başlıklı ve

‘Yeni bir sıhhat merkezi daha kazandık’ üst başlığı ile verilen haberde, açılışın Vali ve

Belediye reisi Muhittin bey tarafından yapıldığı ve “Çocuk Bakım Evi”nin iki bölümden

oluştuğu belirtilmektedir. Birinci bölüm çocukların ilkokula kadar sağlık kontrollerini

yapabilecekleri bir dispanser, ikinci kısım ise çocuklarını bırakacak kimsesi olmayan

çalışan annelerin gündüz çocuklarını bırakabilecekleri bakım evidir. Bu dönemde

özellikle ÇEK tarafından böyle karma kurumlar açıldığı, açılan dispanserlerle hem

çocuk ve ailelerine sağlık hizmet verildiği hem de kuruma bir gelir kaynağı sağlandığı

bilinmektedir. Özellikle sağlık dispanserinin ne kadar önemli olduğu, yapılan muayene

sayılarında görülmektedir. İzleyen günlerde “Edirnekapı’nın İncisi”412 haberiyle

Edirnekapı’daki çocuk bakım yurdunun açıldığından beri 6449 çocuğun muayene

edildiği öğrenilmektedir. Gündüz bakım evi açılmasına daha sonraki yıllarda da devam

edilmiştir.

1940’lı yıllarda ÇEK çalışan annelerin çocukları için kreş ve gündüz bakımevleri

açmaktadır. Gündüz bakımevleri özellikle ÇEK tarafından açılmakta ve dönemim

hükümetleri tarafından da desteklenmekte ve teşvik edilmektedir. Konu gazetelerde

önemsenerek verilmektedir. Cumhuriyet’te yayınlanan bir haberde ise ‘Beyazıdda tesis

edilen şefkat yuvasında şimdilik 22 yavruya bakılıyor’ deniliyor.413 Açılan kurumun

ÇEK tarafından o dönem birçok yerde kurulan bir ‘gündüz bakımevi’ olduğu

anlaşılmaktadır. Ulus gazetesinde aynı konuda çıkan başka bir haberde bu kez

Malatya’da açılan bir yuva-kreş haberi verilmektedir.414 Haberden sanayinin

gelişmesine paralel olarak, çalışan anneler ve bakılacak çocuklar sorununun çözümüne

ilişkin çeşitli çözümler ortaya çıkmaya başladığı ve bu çözümlerin Anaolu’ya da

yayıldığını görüyoruz.

1930’lu yılların sonuna doğru ÇEK artık üye sayı yaklaşık yirmi bine ulaşan, çok

farklı düzeylerde ve bölgelerde örgütlenmiş ‘ulusal’ bir sivil örgüttür. Ancak ihtiyaç

sahibi çocuk ve yoksullara sınırlı yardım yapabilmektedir. Yeterli ve düzenli geliri

411 “Edirnekapı’nın incisi dün merasimle açıldı,” Cumhuriyet, 8 Haziran 1931. 412 “Edirnekapı’nın İncisi,” Cumhuriyet, 18 Eylül 1931. 413 “Çocuk Bakımevi,” Cumhuriyet, 7 İkincikânun 1943. 414 “Malatya’da İnhisarlar Çocuk Yuvası bir törenle açıldı,” Ulus, 30.3.1945.

182

olmadığı için uzun süreli yardımlar yapamamaktadır. Ayrıca sadece 0–6 yaşlarında

çocuklara yatılı çocuk bakımı ve koruma hizmeti veren Kurumun çoğunlukla gündüzlü

bakım, eğitim ve tedavi hizmetlerine yoğunlaştığı görülmektedir. Bu koşullarda ÇEK

ileri gelenleri Kurumun bütün çocukların ihtiyacın karşılayamayacağının farkındalar ve

bunu ifade ediyorlar.415

1940’lı yıllarda ÇEK bütün çocuklara yönelik çalışan ulusal bir örgüt

görünümündedir. Bu yıllarda yayınlanan broşürlerine bakıldığında Kurumun özel bir

çocuk grubu olarak KMÇ yönelik çalışmalarından ziyade hala ‘çocuk davası’ bir nüfus

olarak sağlıklı çocuklar yetiştirmek davası olarak görülmektedir. Örneğin 1944 yılında

ÇEK’nun İzmir şubesinin yayınladığı ‘Çocuk Davamız’ adlı broşür bu davayı “Türk

milletinin ve Türk vatanının yaşama ve yücelme davasıdır”416 şeklinde tanımlamaktadır.

Kurum bu amacı gerçekleştirmek için üç temel hedef saptamaktadır. Birincisi, çocuk

doğumunu artırmaktır. Nüfus artırma için ‘asil ve gayretli Türk anası’ ve enerjik ve

çalışkan Türk erkeğine güvenilmektedir. İkincisi, doğan çocğu arttırmak olarak tespit

edilmektedir. Üçüncü hedef ise çocuğu cemiyet için yetiştirmek olarak tespit edilirken,

bu hedef şöyle ifade edilmektedir: “Türk çocuğu bugün ailesinin malıdır. Yarın

Cemiyetin malı olacaktır. Türk cemiyeti, cemiyet mefhumunu kavramış, reel bir aile

terbiyesi içinde olgunlaşmış Türk adamları istemektedir.”417 Görüldüğü gibi ÇEK’un

ana gayesi öncelikle bir çocuk grubunu koruma değil, ulusu inşa edecek gelecek

yurttaşları hazırlamaktır. Broşürde 1944 yılına kadar olan çalışmalar ise şöyle

özetlenmektedir: 257 çocuğa ayakkabı yaptırıldı, 340 çocuğa pamuklu kaput, 58 kız

çocuğuna markizet, 147 erkek çocuğuna haki bez, 13 kız çocuğuna basma verilmiştir.

Ayrıca yoksul çocukların da ‘hak eden’ kısmına yardımlar yapıldığı şu ifadelerden

anlaşılmaktadır: “559 fakir ve tam manasile yoksul çocuğa 1886 lira 79 kuruş para

yardımı yapmak icap etti. 736 liralık ilaç yardımı yaptık”418 denilmekte ve daha sonra

ise Kurumun dispanser ve bakımevleri hizmetleri anlatılmaktadır.

415 Libal, s. 75. 416 Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), İzmir: Meşher Matbaası, 1944, s. 1. 417 Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), s.3. 418 Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), s.6.

183

Kathryn Libal’e göre ‘çocuk meselesi’ ancak Cumhuriyet döneminde kamusal

söylem ve sosyal politikanın değişmez tartışma konusu olmuştur. 1920’li yıllarda Sağlık

ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın da kurulması ile birlikte kamu ve sivil örgütlerin karma

bir yapıda çocuk yoksulluğuna karşı çalıştılar. Ancak buna rağmen devlet 1930’larda

ciddi bir çocuk yoksulluğu ile karşı karşıyadır.419 ÇEK biçimsel olarak 19. yüzyıl

sonunda ortaya çıkan çocuk koruma derneklerine benzemektedir; ancak yakından

bakıldığında, Derneğin faaliyetleri ve devletle olan ilişkileri itibariyle sivil niteliğini

bozacak özellikler olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca Dernek 1929 yılı sonunda

gelindiğinde ülkenin çok geniş bir kesiminde örgütlenmiş olmasına rağmen, (İzmir’den

Diyarbakır’a kadar yayılan 300 şube) devletin verdiği sınırlı destek ve kendi gelirleri ile

çocuk ülkenin çocuk meselesini çözmek hedefinden oldukça uzaktı.420 Çocuk merkezli

sorunlara dair devletin ilgisi ve söylemi ‘ulus-inşa’ ve nüfus artışı ile iç içe geçmiştir.421

Cumhuriyet ‘ulus-inşası’nda ilköğretime öncelik vermiştir. Bu nedenle 1930’lu yılların

ilkokullarında ortaya çıkan çocuk yoksulluğu görüntülerine karşı hayırsever ve kamu

kurumları çok çeşitli önlemler almışlardır. Bu çerçevede okul çocuklarına ayakkabı,

giyecek ve sıcak yemek kampanyaları oldukça yaygındır.422 ÇEK sürekli olarak bu

kampanyaların en önemli ortağı olmuştur. Ancak daha önce de belirtildiği gibi 1930’lu

yıllarda ÇEK’nun öncelikli hedefi çocuk nüfusunun artması ya da rejimin bekasını

garantiye alacak özneleri üretmektir. Bu hedefler Kurumun yayınlarında çok belirgin

olarak yer almaktadır. ‘Çocuk Davamız’ isimli broşürde yer alan “Kimin Çocuğu?”

başlık yazıda Milli Şef’in ÇEK’na ‘yeni işaretler’ verdiği belirtilip, 1940’lı yıllarda

başlayan kurumsallaşma ihtiyacına gönderme yapılmaktadır. 1940’lı yılların çocuklara

ilişkin ÇEK’in kendisine işaret edilen bu iki hedef şöyle tanımlanmaktadır: “İlk hedefi

çocuk davasını en şumullü anlamiyle ele almak, ikinci hedefi çocukları esirgeyecek

teşkilat vücuda getirmek ve bilhassa sefil çocukları Türk Cemiyetine yararlı bir hale

getirmektir.”423 Görüldüğü gibi ÇEK kendini 1940’lı yıllarda özellikle ‘sefil çocuklar’

alanında çalışacak teşkilat olarak görmüyor ve bu teşkilatın ortaya çıkarılmasını kendine

hedef olarak koyuyor.

419 Libal, s. 54. 420 Libal, s. 56 ve 62. 421 Libal, s. 58. 422 Libal, s. 59. 423 Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Dâvamız (1944 Broşürü), s.11.

184

1940’lı yıllarda artış gösteren ‘sokak çocukları’ sorunu artık ‘çocuk meselesi’nin

merkezinde yer almaktadır. Ancak uzun yıllar özellikle 0-6 yaş bebek ve çocukların

sağlık doğum, hayatta kalma, bakılmaları ve eğitimi ile sınırlı çalışmalar yapan ÇEK

için bu yeni durum uyum sağlanması güç ve hazırlıksız yakalandığı bir durumdur. Bu

durumun ÇEK İstanbul İl Teşkilatının 1944 yılı genel kurul toplantısında da tartışmalara

sebep olduğu görülmektedir. Genel Kurulun il, ilçe ve kol çalışmaları bölümü sorunsuz

olarak tamamlandıktan sonra dilekler bölümünde, sokaklarda çok sayıda çocuğun

dilenmesi, serseri olarak dolanması ve bir kısmının polisler tarafından ‘Çocuk Esirgeme

Kurumunun önünde sürülüyor’ olmasında şikâyet edilmektedir. Bu koşullar altında

devletin bir çalışma yapmaması da şikayet edilerek, bu alanda devletin göreve

çağrılması dile getirilmektedir.424

1930’lu yılların sonu ve 1940’lı yılların yarısına kadar olan süreçte nüfus

arttırma yönünde bir politika sürdürülürken, bu çalışmalrın zaman zaman ırkçı bazı

söylemler içinde yapıldığı görülmeketdir. İş dergisi Cumhuriyet’in 20. yılı nedeniyle

424 Genel Kurulun dilekler bölümünde söz alan Veli Orhan 1940’lı yıllarda devletin çocuk sorunu karşısında içinde bulunduğu yetersizliği şöyle ifade ederek devleti göreve çağırmaktadır: “1914 senesinde, harbin en elim zamanında bu memleketin çocuk hakkında büyük bir programı vardı. Darüleytamlar bugün memlekette büyükler yetiştirmiş güzel müesseselerdi. Çocuk sahip istiyor, varlık istiyor, çocuk devlet malıdır. Çocuk ana siyasetimizdir. Çocuk işini ana programa almak icap eder. Bu ihtiyacın önüne geçebilmek için acele darüleytamlar, bu gibi çocuklar için yatılı ilkokullar, öksüz yurtları açalım. Bu teşebbüs çocuk esirgeme kurumunun 150–200 bin liralık tahsisatı ile başarılmaz. Bu iş devlet işidir. Bunu devlet eline almalıdır. Biz yardımcı vaziyette kalmalıyız.” Ardından söz alan Reşit Çavdar isimli kurul üyesi ise devletin yetersizliğini kabul etmekle birlikte, devletin konuyla ilgilenmeye başladığını ve bazı araştırma ve projelerin hayata geçirileceğine dair ipuçları vermektedir: “Arkadaşımızın sözü doğrudur. İdare heyetimiz, şube ve kollarla müştereken çalışarak bunların muntazam bir programla, Reisicumhur Hazretlerinin emir buyurdukları gibi akademik bir şekilde, devlet teşkilatından da istifade edilerek ansızın iki defa İstanbul şehri içinde tarama yaptı. Hepinizin birlikte uğraştığı bu tarama neticelerini muntazam bir şekilde tasnif ettirerek grafiklerle resimli albümler ile muntazam dosyalar halinde Reisicumhur Hazretlerine sunuldu. Devlet Reisinin emirleri ile yüksek idare amirleri bu işle meşguldürler. Bu hususta esaslı tertibat alınmaktadır. Sanat ve Ziraat müesseslerimizde Devlet ziraat teşkilatlarında bu gibi yavrular için teşkilat kurulmakta olduğunu öğrenmekteyiz. Bu hususta istical edilerek vakit kaybedilmemesini, bu gibi zavallı yavruların çoğalmaması bakımından hepimiz de arzu etmekteyiz. İkinci mesele çocuğu babasının, anasının eline almak kanunlarımıza aykırıdır. Bu hususta elbet bir kanun da çıkacaktır.” Çıkması istemen kanun 1949 yılında çıkacak olan 5386 sayılı KMÇ Kanunudur. 1940’lı yıllarda artan sokaktaki çocuklar sorunu karşısında artık sivil örgütlerin yeterli olmadığı ve bu soruna devletin el koyması gerektiği, genel kurul toplantı başkanınca da kabul edilerek, daha fazla çalışma yapılması talebinin genel kongreden istenmesi temennisinde bulunmaktadır. Bu tartışmalar ve ÇEK İstanbul Şubesi ve bağlı kolların 1943–1944 yılları çalışma raporu ve genel kurul toplantı tutanağındaki diğer ayrıntılar için bkz. Çocuk Esirgeme Kurumu İstanbul merkezi ile, Kaza ve Nahiyelerinin 1943–1944 senesine ait mesai hülâsaları (tarihsiz ve imzasız rapor).

185

1944 yılında ‘çocuk meselesi’ konusunda geniş kapsamlı bir özel sayı çıkarmıştır.

Derginin ‘yeni Türkiye’de çocuk’ başlıklı sunuş yazısında daha sonraki birçok yazının

bakış açısını gösterecek ipuçları vermektedir. Yazıda ‘çocuk meselesi’ esas olarak bir

nüfus artışı ve bu nüfus artışı da Türk nüfusunun artışı olarak merkeze alınmaktadır.

Ancak nüfus artışının sağlanması sadece doğumların arttırılması ile değil diğer yandan

da doğan bebek ve çocukların erken ölümlerinin engellenmesine bağlıdır. Bunun için

doktorlar göreve çağrılmaktadır. Daha sonra sokaklarda aç ve sefil kalan çocukların

Ermeni, Rum ya da Yahudi değil sadece Türk çocukları olduğu ve bunu önlemek için de

Türk sosyal siyasetçileri göreve çağrılmaktadır. Gittikçe ‘ırkçı’ bir tonlama ile ‘Türklük’

ve ‘Türkçülük’ şöyle vurgulanmaktadır: “Nihayet ‘Türküz ve Türkçü kalacağız!’ diyen

Türk politikacısı, bugünkü devler boğuşması sonunda, muvakkat bir zaman için bile

olsa kurulacak dünya nizamında rastgele bir ‘insan’ değil, Sarı’nın, Anglosakson’un ve

Cermen’in yanında sesini yükseltecek bir ‘Türk’ görmek, bu Türk’ü, 1943’ün Türk

çocuğunda selamlamak istiyor.”425 Anlaşıldığına göre yeni rejimin aydınları Osmanlının

yıkılması ile ortaya çıkan büyük nüfus kaybının yani ‘güç kaybı’nın yarattığı korkuyu

bu kez ‘bebek ve çocuk ölümleri’nde yeniden yaşamaktadırlar. Bu nedenle çocuk

ölümlerini önlemek, nüfusu arttırmak adeta bir varlık-yokluk meselesi olarak ortaya

çıkmaktadır.

Aynı konuyu işleyen Ömer Celâl Sarç da bebek ölüm oranlarını çok yüksek

olarak tespit ederek önlemler öngörmektedir. Sarç’ın tespitlerine göre 1931-35

yıllarında İstanbul’da ölümlerin %21’i 0-4 yaşındaki çocuklardan oluşmaktadır. Bu oran

İzmir için %30 ve Ankara için %43 gibi son derece yüksek bir orana çıkmaktadır.426

Nüfus arttırma devlet organları için olduğu kadar dönemin ‘sivil örgütleri’ için

de temel bir politika olarak ortaya çıkmaktadır. Çocuk Esirgeme Kurumu kuruluşundan

itibaren yeni rejimin siyasal ülkülerine bağlı ve devlet organları ile paralel çalışmalar

yapmıştır. ÇEK’nun ‘çocuk esirgeme’ tekniklerinden temel olarak nüfus artışını

kastettiği yayınlarına da rastlamaktadır. Örneğin ‘Çocukları Esirgemenin Modern

Tekniği’ isimli 1937 tarihli kitapçığında çocuk esirgemenin “gayesi doğumları

425 “Yeni Türkiye’de Çocuk’, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s.1. 426 Ömer Celâl Sarç, “Türkiye’de Çocuk Ölümleri”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 63.

186

arttırmak ve ölümü azaltmak suretile nüfusu çoğaltmak ve vücut, ahlak, ruh bakımından

sıhhatli bir halk kütlesi yaratmak olduğuna göre çocuk esirgeme (nüfus işi) ve (sıhhat

siyasası) dır”427 şeklinde tanımlanmaktadır. Kitapçıkta daha sonra çocuk esirgemenin

çeşitli boyutları şöyle sıralanmaktadır: Anne olacakları gebelikten önce korunması,

gebelerin ve rahimdeki ceninin korunması, annenin doğumdan sonra korunması, meme

çocuğunun (0-1) korunması, okul yaşına kadar çocuğun korunması ve okul çocuğunun

korunması. Bu sayılan tekniklerden anlaşılacağı üzere 1930’lu yıllarda ÇEK’nun temel

hedefi bütün çocuklara yönelik olup, temel amaç sağlıklı doğum ve bebek ölümlerinin

engellenmesidir. Örneğin çocuk esirgemenin bir çocuk ölümlerini engellemeye yönelik

‘propaganda’ işi olduğu, bu propagandanın bir hedefinin de ‘şarlatanların’ sözlerine

kanarak çocuklarını mezara gömen bedbaht annelere yönelik olduğu belirtilmektedir.428

Ancak dönemin ‘ırkçı’ eğilimlerinin ÇEK’nun söylemine de yansıdığı görülmektedir.

“Çocuk Esirgeme Teşekkülü ırkı ıslah vazifesi ile mükelleftir’ denen bölümde, “IRKIN

İSTİKBALİ DOĞUMDAN EVVELKİ PÜERİKÜLTÜRE BAĞLIDIR. Evlenme ve doğum

arzu ve tesadüfe bağlı kaldıkça, halkın terbiyesi ihmal edildikçe irsiyettin meş’um

neticelerine mani olmak ve ırkın istikbalini kurtarmak mümkün olamaz”429 denmektedir.

Ulus-inşa sürecinin erken dönemi olan 1930’lu yıllarda kaybolan nüfusun yeniden

kazanılması temel siyasal hedef olarak ortaya çıkarken, çocuk meselesi gibi sosyal

konuların da genel olarak bu hedefe uyumlu olduğu görülmektedir. Bu nedenle bu

dönem ÇEK’nun çocuk ölümlerine karşı çalışmaları, gürbüz çocuk kampanyaları

doğum, beslenme, eğitim gibi devletin geliştirdiği ‘bio-politika’ çerçevesinde

değerlendirilebilir.430 Örneğin ÇEK o dönem çocuk esirgemede gerekli olan mesleklerin

ilk sırasına ‘mütehassıs hekimler’i yerleştirmektedir.431

427 Kutsi Halkacı, Çocukları Esirgemenin Modern Tekniği, İstanbul: TÇEK, İstanbul Merkez Hey’eti Neşriyatı, Sayı: 3, 1937, s. 3. 428 Halkacı, s. 11. 429 Halkacı, s. 13. Metnin orijinalinde cümle büyük harflerle yazılmıştır. 430 Türkiye’deki sosyal hizmetler tarihini bu çerçevede değerlendiren Selen Göbelez, özellikle 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıha Kanunu’nun uygulanmasını biyo-politakanın yasal zemini olarak değerlendirmektedir. Bkz. Göbelez, s. 63.; Erken Cumhuriyet döneminde devletin ‘sosyal alan’a ‘beden’ üzerinden müdahalesinin bir diğer yolu da, beden terbiyesi ve spor çalışmalarıdır. Yeni rejimin kendi ideolojisini kitlelere taşımada, kitlelerde bir rıza kültürü oluşturmada, geleceğin bekasının güvencesi olan sağlıklı ve ‘gürbüz’ bireyler üretmede sporu ve beden eğitimini de önemsediği görünmektedir. Devletin beden eğitimi yoluyla ‘sosyal alan’ı dizayn etmesine ilişkin bir çalışan için bkz. Yiğit Akın, “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”- Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor, İstanbul: İletişim yayınları, 2004, s. 36-44. 431 Halkacı, s. 20.

187

1930’lu yıllarda çocuk meselesi ile ilgili önemli bazı haberler Darülâceze ve

buradaki çocukların ve bebeklerin durumuyla ilgilidir. “Süt meselesi esaslı surette

halledilmelidir!”432 başlıklı haberde şehir meclisinde Darülaceze’nin durumuyla ilgili

hararetli tartışmalar olduğu belirtilen haberde, konuya ilişkin bir rapor hazırlatıldığı,

darülacezenin durumunun eskiye göre iyiye gittiği, eskiden çocuk ölüm oranın % 80

iken % 37’e kadar düşürüldüğü, kreş bölümünde izdiham olduğu, çocukların çift

yatırıldığı ve on çocuğa bir kadın düştüğü belirtilmektedir.

Darülacezenin kreş ya da diğer adıyla ırzahane bölümü 1903 yılında dört yaş altı

ve öncelikle terkedilmiş çocukları barındırmak üzere hizmete açılmıştır. Ayrıca II.

Abdülhamid’in prestij kurumlarından olduğu için dönemin bütün imkan ve teknolojisi

kullanılarak tefriş edilmiş; nitelikli hemşire ve diğer personel tamamen özenilerek

istihdam edilmiştir. Aynı dönemde hizmete açılan ‘eytamhane’ (yetimhane) bölümü ise

kreş bölümünü tamamlayacak şekilde dört yaş üstü çocuklara bakacak şekilde

düzenlenmiştir.433

1939 yılında Darülâceze’nin yetersiz olması nedeniyle bir ‘kimsesizler yurdu’

kurulduğu ancak mevcut durumunun çok ‘perişan’ olduğu, bu yurtta her yaş ve

cinsiyette kimsesiz kaldığı belirtilmektedir. “Kimsesizler yurdu”434 başlıklı haberde, bu

yurtta Darülaceze’nin doğum yerleri İstanbul olmadığı için kabul etmediği kimsesiz,

gidecek yeri olmayan kız ve erkek çocuk, yetişkin erkek ve kadınlar, aileler ve bazı

bulaşıcı hastalıklı kişilerin de kaldığı belirtilmektedir. İçinde barınanların özelliklerine

uygun bir ismi olan Yeşildirek ‘Kimsesizler Yurdunun” hangi idareye bağlı olduğu

haberden anlaşılamamaktadır. Ancak haber-yorumun yazarı Selahattin Güngör, yurdun

olumsuz durumunu önceden tespit eden Eminönü Halkevinin yurda hergün sıcak yemek

vereceğini müjdelediğini belirtmektedir.

Cumhuriyet döneminde ilk kurumsal sosyal hizmet uygulamalarından birine

sosyal yardım şeklinde ‘Halkevlerinde’ karşılaşılmaktadır. Eşref Kılıç 1932 yılındaki

432 “Süt meselesi esaslı surette halledilmelidir!” Cumhuriyet, 8 Mayıs 1931. 433 Özbek, Osmanlı İmparatorluğunda Sosyal Devlet, s. 211- 212. 434 “Kimsesizler yurdu,” Cumhuriyet, 31 Birinciteşrin 1939.

188

ikinci kuruluşu ile birlikte, Cumhuriyet devrimlerini yaygınlaştırma ve kökleştirmek

görevi yanında verdiği kurslar ve diğer sosyal faaliyetlerle bir yaygın eğitim kurumu

hüviyeti kazanan Halkevlerinin ‘sosyal yardımlar’ da yaptığını belirtmektedir.435

Dönemin iktidar partisi CHP’nin siyasi ve kültürel politikalarını halka

benimsetmeye çalışan kurum olarak bilinen Halkevlerinin dokuz faaliyet alanından bir

kısmı sosyal hizmet ve sosyal yardım kapsamı içinde değerlendirilebilir. Örneğin

Halkevlerinin yapması gerekli işler arasında bakımevleri, süt damlaları, kreşler, öğrenci

yurtları açmak, kimsesiz okul çocuklarına yemek ve yardımlarda bulunmak ve işsizlere

iş bulmada yardımcı olmak gibi doğrudan ‘sosyal hizmet’ sayılabilecek işler

sayılmıştır.436 1932 yılında kurulan ve 32 Halkevi başlayan çalışmalar, sürekli artış

göstererek 1946 yılına geldiğinde 455 Halkevi ve 4.066 Halkodası sayısına ulaşılmıştır.

O dönem var olan 63 ilin tümünde birer Halkevi açılmıştır; ayrıca 288 ilçe, 73 bucak ve

28 köyde halkevi açılmıştı. Halkodaları ise daha çok köylerde olmak üzere, diğer bucak

ve bazı ilçelerde etkinliklerini sürdürüyordu.437

1930’lu yıllardaki dağınık yapı içinde kamu tarafından çocuklara yönelik verilen

diğer bazı hizmetlere ise İzmir ilinde rastlanmaktadır. Bu yıllarda henüz merkezi

idarenin görevleri arasında görülmeyen sosyal hizmetler ve KMÇ hizmetleri kısmen

belediyeler ve valiliklerin özel teşebbüsleri ile karşılanmaktaydı. İzmir Belediyesi de bu

çercevede ilk olarak 1923 yılında bir çocuk yuvası açmıştır. Bu yuva talimatnamesine

göre 3 yaşına kadar çocuk bakması gerekirken; daha büyük yaştaki çocuklar için bir

merkez olmadığı için çocuklar yatılı okullara yönlendiriliyordu.438

435 Eşref Kılıç, “Yaygın Eğitim,” Cumhuriyet Döneminde Eğitim içinde, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi Kılıç, 1982, s..477. 436 Şerafettin Turan, “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Sosyal Dayanışma Kurumu Olarak Halkevleri,” Bilanço 1923-1998 içinde Zeynep Rona (Edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999, s. 213-214. 437 Turan, s. 213. Örgütlenme yaygınlığı, dönemin tek partisi ve iktidar partisi olan CHP ile organik ilişkilerine bakıldığında ve devletten aldığı destek de dikkate alınarak dönemin Halkevlerini birer kamu kurumu hüviyetli Halk Eğitim Merkezi ya da zamanın Toplum Merkezleri olarak değerlendirilebilir. 1950 yılına varıldığında Halkevi ve Halkodalarının sayısı 4.810’a ulaşarak hemen hemen bütün nüfusu kaplayacak bir örgütlülüğe ulaşmış; üye sayısı yüz binleri, etkinlikleri ile hizmetlerinden yararlanan kişi sayısı ise milyonları aşmıştır. Bu niteliği ile tek parti döneminde rejimin ideolojisini topluma götüren bir hüviyete sahipken, çok partili dönemde siyasi çatışmalar nedeniyle bu etkinliğini kaybetmiştir. Devlet tarafından himaye görmediği ve destek alamadığı için de kapanma süreci hızlanmıştır. 438 Erkan Serçe, Tanzimat’tan Cumhuriye’te İzmir’de Belediye (1868-1945), İzmir: Dokuz Eylül Yayınları, 1998, s. 309-310.

189

1930’lu yıllarda İzmir’de çocuklara yönelik önemli bir diğer çalışma da dönemin

valisi Kazım Dirik’in çocuk yurtları ya da çocuk yaz kamplarıdır. İzmir’de

gerçekleştirilen çocuk yaz kampları uygulaması Türkiye’deki ilk uygulamadır. 1930’lu

yılların başında uygulamaya geçen yaz kampları uygulamasının ulusal bir politikaya

dönüşmesi için çalışmalar yapılmış olmakla birlikte bu uygulama yerel düzeyde

kalmıştır. Çalışma temelde çok çeşitli düzeylerde yoksunluklar içinde bulunan köy

çocuklarını hedeflemiştir. Bu uygulmanın gerisinde ise Cumhuriyet rejiminin halkçılık,

nüfus sağlığı ve nüfus artışı fikri yatmaktadır.439 1934 yılında ilki gerçekleştirilen çocuk

kampı sayısı 1935 yılında on ikiye çıkmıştır. Kamplar vilayet bütçesi ile II. Dünya

Savaşı yıllarına kadar varlığını sürdürmüş; ancak savaş yıllarındaki tasarruf tedbirleri

nedeniyle bu kamplar da tarih sahnesinden çekilmeya başlamıştır.440

4.2 1940’larda Karma Yapı: Devletin Korunmaya Muhtaç Çocuklar Alanında Yeniden Ortaya Çıkması

Çocuk koruma sisteminde kamusal kaynaklarla doğrudan desteklenen tek sistem

olan Darüleytamların 1926 yılında tamamen kapatılmasından itibaren, devlet 1940’li

yılların sonuna kadar bu alana doğrudan girmedi. Sadece çocuklar değil, korunmaya

muhtaç diğer toplum kesimleri ve genel olarak yoksullarla ilgili de doğrudan sorumlu

merkezi bir kamu kurumu bu dönemde bulunmamaktadır. Ayşe Buğra, devletin sosyal

alanda ve özellikle yoksulluk alanında bulunmamasının, toplum katında da

içselleştirildiğini, dolayısıyla ‘devletçi’ dönemde ‘devletçi’ olmayan bir siyasal-sosyal

kültürün yerleştiğini belirtmektedir:

“Çok devletçi bir devlet olduğu söylenen Türkiye’de, özelikle devletçi dönem olarak

bilinen tek parti döneminde, yoksullukla mücadele devletin sorumlulukları arasında sayılmıyordu ve gönüllü çabalara çok büyük önem veriliyordu. Tuhaf bir biçimde, her şey devletten beklediği sık sık vurgulanan milletimiz, yoksulluğu önlemek konusunda devletten bir şey bekler gibi görünmüyor ve sefalet manzaraları karşısında ilk tepkisi “Devletimiz nerede?” değil, “Zenginlerimiz nerede?” oluyor. Bu, dönemin en çok tartışılan sosyal sorunu, çocuk yoksulluğunun, durumunda bile böyle. Korunmaya muhtaç çocukların “devlet

439 Günver Güneş, “Cumhuriyet'in ilk Yıllarında Halkçılığa Doğru İzmir’de Çocuk Yurtları,” Bilgi ve Bellek, Yıl:1 Sayı: 1, Kış 2004, s. 182. 440 Güneş, s. 192.

190

işi” olduğunu kabul eden 5387 sayılı kanunun, ancak 1949’da, tek parti döneminden sonra yürürlüğe girdiğini biliyoruz.”441

Ancak KMÇ konusunda da kamu sorumluluğunun kabulü anlamına gelen ilk

kanunun çıkarılmasına kolay gelinmemiştir. Kanun teklifi yıllarca tartışıldıktan sonra

1945 yılında TBMM başkanlığına sunulmasına rağmen, ilk KMÇ Kanununun çıkması

ancak 1949 yılı sonunda gereçekleşebilmiştir. Bu kanunun gündeme gelmesi ve

Mecliste görülebilmesinin en önemli nedeni ‘sokak çocukları’ gibi görünür alandaki

‘çocuk sorunlarının’ artması ve kamuoyunun bu konuya yönelik ilgisidir.

Aslında sokak çocukları (burada daha çok sokakta çalışan anlamında) İstanbul

için yeni bir olgu değildir. 19. yüzyıl sonlarında İstanbul’da görülen ‘dilenci’ ve

‘serseriler’ o dönem için önemli bir toplumsal sorun iken, 1940'lı yıllarda sokak

çocukları hakkında geniş kapsamlı bir araştırmanın442 yapılmış olması; konunun uzun

yıllardır toplumun gündemindeki ciddi bir sorun olarak varolduğunu göstermektedir.

Araştırma ile 1940'li yıllarda İstanbul'da sokaklarda çalışan çocukların çalışma

bölgeleri, milliyetleri, doğum yerleri, yaptıkları iş türleri tespit edilmiş; ayrıca aile

üyeleri hakkında da temel verilere ulaşılmaya çalışılmıştır. Araştırmanın belki en önemli

tarafı bu çocukların yeniden topluma kazandırılması için geliştirilen çözüm projesidir.

Ayrıntılı işleyişi verilen pavyonlarda (kurulacak merkezin bölümleri) çocukların sıkı bir

disiplin içinde eğitilmesini öngören bu projenin uygulanıp uygulanmadığı ise yazıda

belirtilmemiştir.443

441 Ayşe Buğra, “Devletçi Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: ‘Zenginlerimiz nerede?’” Toplum ve Bilim, no. 99, Kış 2003/2004, s. 75.; Ayrıca Ayşe Buğra kırsal alandan kitlelerin kopup kentlere gelişleri sonucu ortaya çıkan yoksullukla devletin mücadele tarzında 1980’li yıllara kadar büyük oranda Batılı anlamda bir yoksullukla mücadele biçiminin yer almadığını belirtmektedir. Bkz. Ayşe Buğra, “Poverty and Citizenship: An Overview of the Social-Policy Environment in Republican Turkey”, International Journal of Middle East Studies, 39, 2007, s. 48. 442 Sevda Uluğtekin (1999) "1940'lı Yıllarda İstanbul'da Sokak Çocukları," Prof. Dr. Sema KUT'a Armağan içinde, Nesrin G. KOŞAR (Edt.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Yayınları, 1999. Çocuk Esirgeme Kurumu arşivinde bulunmuş olan bu belge Sevda Uluğtekin tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. 443 Araştırmayla 1940'lı yılların İstanbul sokaklarında çalışan çocukların temel özellikleri hakkında şu sonuçlara varılmış: "Ankete tabi tutulan 2848 çocuğun %2.3'ü Bakırköy, %3.5'I Beşiktaş ve Arnavutköy, %39.4'ü Beyoğlu; %22.9'u Eminönü; %3.5'i Eyüp; %16.7'si Fatih; %7.3'ü Kadıköy, %0.5'I Sarıyer, %3.9'u Üsküdar'dandır. Bu çocuklar özellikle Beyoğlu kazasının Kasımpaşa ve Galata nahiyesi ile Eminönü, Fatih ve Kadıköy kazalarının merkez nahiyelerinde yoğun olarak bulunmaktadırlar. Çocukların %88'i erkek, %12'si kızdır. 'Yaş itibariyle' çocukların %3.3'ü beş; %4.9'u altı; %5.7'si yedi; %7.6'sı sekiz, %8.4'ü dokuz, %11.0'I on; %11'I on bir; %24.4'ü on iki; %24.1'I oniki ile onyedi yaşları arasındadır. 'Doğum itibariyle' çocukların %51.1'I İstanbul, %15.7'si Doğu, %6.8'I Karadeniz, %2.8'si Merkez Yaylası, %2.9'u Ege Bölgesi, %7'si

191

Aynı araştırmada çocuklar anne ve babaların durumuna bağlı olarak dokuz

kategoriye ayrılarak şöyle tanımlanmaktadır:

"1-Anne ve babası hayatta olan çocuklar: Bu çocukların aileleri çok yoksul olduğundan, aile geçimine katkıda bulunmak üzere çalışmak zorunda kalmışlardır. 2-Bakacak kimsesi olmayan çocuklar: Ana babaları çalışmak durumunda olan bu çocuklar, evde kendilerine bakacak kimse olmadığından, 'komşu elinde kalmakta' ve bu da '…günün birinde sokaka düşmelerine yol açmaktadır. 3-Ana ve babasını kaybetmiş çocuklar:Ana ve babaları öldükten sonra kimsesiz kalan bu çocukların bir kısmı 'akraba elinde' bir kısmı da 'koşuların nezareti altında' bulundukları sırada geçim sıkıntısı karşısında hayatlarını kazanmak amacıyla sokağa düşmüşlerdir. 4-Üvey ana ve baba elinde kalan çocuklar: annesini ya da babasını kaybettikten sonra, üvey anne veya üvey babaya sahip olma bu çocuklar, 'evde daima haşin muamele görerek' evden atılmış ve sokağa düşmüşlerdir. 5-İlkokulda devam ettiği halde çalışan ve dilenen çocuklardır: Dar gelirli bazı ailelerin çocukları akşam okuldan dönünce, aile bütçesine katkıda bulunmak üzere, kimi gazete, kimi işporta malı satmak, kimi de dilenmek üzere sokağa çıkmaktadır. 6-Aile geçimsizlikleri ve ilgisizliği yüzünden sokağa düşen çocuklar: Ailede ana babanın süre giden geçimsizliği, kötü alışkanlıkları ve 'ahlaksızlıkları' nedeniyle bunalmış çocuklar, aynı zamanda eğitimsiz olan ailelerin ilgisizliğinden sokağa düşmüşlerdir. 7-'Mütereddi' ve piskopat çocuklar: Doğuştan 'mütereddi,' psikopat, saralı veya diğer hastalıkları olan bu çocuklar, hastalıkları nedeniyle aile ortamı, mahalle veya okuldan kovulmuş ve sokaklardaki hiçbir iş yapmayarak 'serseri dolaşırlar'. 8-'Sokak mahsulü' çocuklar: Yersiz, yurtsuz, serseri, hırsız, yankesici, sarhoş, kumarbaz ana babaları olan bu çocuklar tam anlamıyla sokakta büyümüşlerdir. Bu çocuklar da ana babaları gibi 'hırsızlık ve dilencilik' yaparlar. 9-Örgütlenmiş bir şekilde istismar edilen çocuklar: Bazı 'ahlak düşkünü' kimseler, 'kambur, topal, kör, yaralı' çocukları, örgütlü bir biçimde Anadolu'dan bularak dilenmek üzere İstanbul sokaklarına bırakmaktadır. Bu dilenen çocukların tüm kazançları kendilerini çalıştıran bu adamlarındır." 444 Tek parti dönemi yoksulluk politikasını dönemin basınına yansımalarıyla

inceleyen Ayşe Buğra, yukarda andığımız ‘sokak çocukları’ araştırmasınının basında

geniş yankı bulduğunu belirtmektedir. Osmanlı döneminde başlayan dilencilerin

gözönünde olmaması, kamusal mekânların düzenini bozmaması için memleketlerine

Akdeniz, %10'u Trakya ve Marmara; %29'u Rumeli havalisi; %0.5'I Arnavutluk'tandır. 'Milliyet itibariyle' çocukların %94'ü Türk, %1.7'si Rum; %1.6'si Ermeni, %16'si Yahudi, %1.2'si 'sair milletler'dendir. Çocukların %59'nun ana babaları hayattadır. Ana babaları ölmüş olanların oranı %12.7 olup yalnız annelerini kaybedenler %10.1, yalnız babasını kaybedenler ise %18.2 oranındadır. 'Meslek itibariyle', çocukların %17.8'si küfeci, %4.9'u gazete satıcısı, %1.9'u karamelacı, %3.2'si diğer işporta malı satıcısı, %10.4'ü dilenen, %8.2'si çırak, %23.3'ü 'serseri dolaşan'; %9.9'u 'yalınayak dolaşan', %20.4'ü iş yapmayan çocuklardır. Çalışan 1137 çocuğun &63'ü kazandığı paranın tamamını, %15'I ise yarısını ailesine vermektedir; kazandığı paranın tümünü kendi harcayanların oranı ise %22'dir." Bkz. Uluğtekin, s. 200-201. 444 Uluğtekin, s. 201-202.

192

gönderilmesi uygulamasının farklı biçimlerde; tecrit etme biçiminde kamuoyunun

ilgisine girdiği görülmektedir.445

O günlerin Tan gazetesi incelendiğinde özellikle Said Kesler’in ‘çocuk meselesi’

ile özel olarak ilgilendiği ve dizi haberler hazırladığı görülmektedir. 31 Mart 1943

tarihinden itibaren Said Kesler, ‘serseri çocukları’ konu aldığı yeni bir yazı dizisine

başlatarak ‘çocuk meselesine’ olan ilgiyi sürekli tutmaya çalışmaktadır.446 İstanbul

sokaklarında karşılaştığı ‘vahim çocuk’ görüntülerini betimleyen Kesler, ‘Gemi

enkazlarında, metruk binalarda, yıkık camilerde, tabutluklardaki boş tabutların içlerinde

geceleyen bu zavallılar bu hale nasıl düşerler?’ sorusunun cevabını, çeşitli sokaklarda

karşılaştığı ‘serseri çocuklarla’ konuşarak ve onların kişisel hikâyelerini anlatarak

vermeye çalışır. Kesler Tan gazetesinde başlattığı yazı dizisinin ikincisinde bu kez

‘sokaklardaki çocuklarla savaşma usulleri’ üzerinde durmaktadır. Bu yazıda Kesler

‘sokaktaki çocuğu’ bütün geçmişinden, toplumsal bağlarından bağımsız bir şekilde,

sokakta göründüğü şekliyle, toplumdan izole bir biçimde yaşayan kişi olarak

tanımlamaktadır. Büyük oranda asayiş ve zabıtanın uğraş alanı olarak tespit edilen

‘serseri çocuklar’ meselesi ise şöyle tanımlanmaktadır:

445 Ayşe Buğra gazete haberlerine dayanarak 1940’lı yılların çocuk yoksulluğunu şöyle değerlendirmektedir: “O yıllarda sayılarının 6000 olduğu söylenen İstanbul’daki Sokak çocukları bütün bu yardım mekanizmalarının dışında. Onlarla ilgili olarak, tecrit stratejisini, hem kategorizasyon ve istatistiklere hapsetme anlamında, hem de fiziksel olarak gözönünden kaldırma biçiminde gündeme geldiğini görüyoruz. Mesela, ilk aylarında İstanbul sokaklarında yirmiden fazla sokak çocuğunun donarak öldüğü 1943 başında, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun İstanbul zabıtasıyla el ele verip, “bir tanesini elden kaçırmamak suretiyle” çok geniş kapsamlı bir serseri çocuk sayımı yaptıklarına ve bunları bir tasnife tabi tuttuklarını ve bunun büyük bir gizlilik içinde yapıldığına dair, insanı biraz ürküten haberlere rastlanıyor (Tan, 2 Nisan ve 25 Nisan 1943). Tasnifin aşağı yukarı şöyle olduğu anlaşılıyor: Bu çocukların çok küçük bir kısmı, ebeveynlerinden üç-beş lira karşılığında satın alınıp dilendirilmek üzere İstanbul’a getirilenlerden oluşur. Bu istisnai grubun dışında, yüzde 70’inin babaları da serseridir ve sokaklarda doğup büyümüşlerdir; yüzde 30 kadarı ise, “evden düşme”dır, önce sırtlarında küfe veya boyunlarında karamela kutusuyla hayatlarını kazanmaya çalışırlar, sonra serserilere karışıp serseri olurlar. Eğer birkaç ay içinde bulunup bu muhitten ayrılabilirlerse kurtulmaları ihtimali var, üç-beş ay geçtikten sonra “serserilik mikrobuyla aşılanmakta ve artık cemiyet hayatından zevk almamaktadırlar” (Tan, 2 Nisan 1943). Bu arada, çocuk serserilerin en zor serserilik vakası oldukları çünkü yakalanmalarının çok güç olduğu bildiriliyor. Nitekim, İstanbul’da on ay içinde 1290 çocuk yakalanmış, bir kısmı memleketlerine gönderilmiş, bir kısmı da Darülaceze’ye veya aile yanına verilmiş, fakat hepsi muhtelif yollarla eski serseriliklerine dönmüşler. Bu tasnif ve tespitlerin, sokak çocukları sorunuyla ilgili yeni bir yaklaşıma yol açmadığını ve dilencilere uygulanan ata yadigarı toplayıp şehir dışına atma yöntemine başvurulmuş olduğunu, daha sonraki aylarda gazetelere yansıyan haberlerden anlıyoruz.” Buğra, “Devletçi Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: ‘Zenginlerimiz Nerede?’”, s. 86-87. 446 Said Kesler, “Serseri Çocuklar,” Tan, 31 Mart 1943.

193

“Şehir sokaklarında adım başında rastladığımız, iğrenerek acıdığımız sokak

çocuklarının menşelerini aradığımız zaman görüyoruz ki, bunlar sokağa gelişigüzel bırakılıvermiş insanlar olmaktan ziyade sokağa doğmuş zavallılardır. Hâlk tabiri ile sokak mahsulleridir. Yüzde yetmiş beşinin babası serseridir. Hırsız, yankesici, sarhoş, kumarbaz ve yersiz yurdsuz bir babanın, gelişigüzel rastladığı yersiz yurtsuz, adsız ve ailesiz bir kadınla birleşmesinden, sözde aile kurmasından husule gelen bu bedbahtlar sokakta emzirilip sokakta büyütülmüşler, sonra babalarını veya analarını kaybedince ebedi meskeni olan kaldırımı yadırgamamışlardır. Bunların sanatları da babalanın sanatları olan yankesicilik, serserilik ve nihayet serseriliktir. Bulunca çalar, bulamazsa dilenir. Geri kalan yüzde otuz vaktile iyi bir yuvanın yavrusu iken kimsesiz ve alâkasız kalış yüzünden sokağa düşmüştür.”447

Yazıda çocukların içinde bulunduğu hırsızlık, serserilik gibi “patolojik”

durumların açıklanmasında toplumsal ve ailevi dinamiklerin hiç dikkate alınmadığı;

sosyal patolojilerin adeta ‘kalıtsal’ yollarla devir alınan bir özellik olduğu ifade

edilmektedir. Kesler toplumsal bağlarından bağımsız olarak tanımladığı bu çocuklarla

‘ilgilenen’ ya da onun tabiriyle ‘savaşan’ zâbıtanın çocukları şöyle tasnif ettiğini

belirtmektedir:

“1) Cidden malul ve muhtaç olan serseri ve dilenciler. Çocuk serseriler yaşları ilerledikçe, hergün çektikleri sefaletin tabii neticesi olarak hasta, sakat, veremli bir halde bazen uzun müddet yaşabilmekte, nihayet cemiyetin şefkat ve merhametine muhtaç bir hale gelmektedirler. (…) Pek çocuğu uzun müddet yaşayamamakta, sokaklarda ölmektedirler. Bu yıl yirmiden fazla çocuk sokaklarda donarak ölmüştür. Bunlar ele geçtikçe Darülâcezeye gönderilmektedir. 2- Çalışabilecek kudrette olan büyük serseriler. (…) 3- Çocuk serseriler. Bunlar da dilencilik, hırsızlık ve yankesicilik yaparak yaşamaktadırlar. Zabıtayı en çok yoran bu üçüncü sınıftır. Çünkü yakalanması güçtür. Polis memurunu daha uzaktan sezmekte, kaçmaktadırlar. (…) On ay içinde bunlardan 1290 çocuk yakalanmış, Darülâcezeye veya memleketlerine gönderilmiş, aileler yanına verilmiş, fakat hepsi de muhtelif yollarla yine eski serseriliğe dönmüşlerdir.”448

Savaş yılları da olan bu dönemde toplumun ciddi bir kıtlık sorunu ile karşı karşıya

olduğu da dikkate alındığında Said Kesler’in tasvir ettiği bu çocuk sefaleti

anlaşılabiliyor. Ancak sokaklarda çocukların soğuktan ölüyor olması sadece yoksullukla

açıklanacak bir durum değil; aynı zamanda devletin sosyal alanda örgütlenmemesi ve

kurumsal gelenek yaratmama tercihi ile ilişkilidir.

4.2.1 1940’li Yıllar: “Kimsesiz, sefil bir varlık” Olarak Sokak Çocukları

Yukarıda belirtildiği gibi çocuklara dair olumsuz haberlere 1930’lu yılların

başından itibaren çeşitli gazetelerde sıklıkla rastlanmaktadır. Bu haberlerin 1940’lı

447 Said Kesler, ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943. 448 Said Kesler, ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943.

194

yıllarda daha fazla çeşitlendiği ve konuyla ilgili olarak dönemin fikir adamları

tarafından yorum yazıları da yazıldığını görüyoruz. Bu yorum yazılarından biri de Prof.

Dr. Hıfzı Veldet’in Cumhuriyet gazetesi’nde yayınlanan “Çocuk meselesi” başlıklı

yazısıdır. Fırsat buldukça meseleye hukukçu gözüyle çeşitli veçhelerden bakacağını ve

‘çocuk meselesi’nin canlı tutulması için uğraş vereceğini belirten Velidedeoğlu’nun bu

yazısı bir hukukçu bakış açısı ile yazmadığı görülmektedir. O dönem çocukların

ilkokula kaydı ile ilgili yapılan kampanyalardan elde edilen bilgilere dayanarak “..

yalnız İstanbul’da onbinlerce çocuğun yoksulluk ve kimsesizlik yüzünden veya evlatlık

olduğu veya körpe yaşta ev geçindirme yükünü taşıdığı için okula gidemediğini” belirten

yazar, bu davanın “Osmanlı devrinin son bir – iki yüzyıllık çürük ve bozuk idaresinden

miras kaldığını” ancak bir dâvalar memleketi olan yeni Türk devletinin bu sorunları

çözeceğini belirtmektedir. Bu iyimser ‘fikirlere’ rağmen özellikle ‘çocuk davasında’ çok

başarılı olunmadığını şu ifadelerle ‘itiraf’ etmektedir:

“Fakat yukarda saydığımız bütün davaların tek amacı, Türk milletini yüceltmek olduğuna ve millet olmayınca bu davalar bahis mevzu olmayacağına göre, hiç şüphe yok ki en büyük dava ‘nüfus davası,’ yahut ‘çocuk davası’dır. Gene bu sebeple bu dava memleketimiz için devamlı ve hergün, her an ve her zaman için aktüeldir. Böyle olduğu halde, itiraf edelim ki, bu dava bu son yıllara kadar lâyık olduğu önemle ele alınamamış, gerek politika ve ilim adamlarımızın ve gerek içtimaiyatçı ve edebiyatçılarımızın bir çok güzel söz ve yazılarına rağmen, bu yolda dönüm noktası sayılacak plânlı, kararlı ve esaslı adımlar atılamamıştır.

Kimsesiz serseri çocuklar, suçlu çocuklar, iş yerlerinde çalışan çocuklar, himayesiz

evlâdlıklar, okumayan yavrular, nesebi sahih olmayan çocuklara meselesi, çocuk ölümünü azaltma meselesi, sık sık gazetelerimizi ve umumi efkârı meşgul eden, düşündüren meseleler olarak karşımızda sıra bekliyor.”449

Bu ifadelerden de anlaşıldığı gibi 1940’lı yılların aydın ve bilim çevrelerinde de

‘çocuk davası’ bütün boyutlarıyla ile henüz ifade edilememektedir. Bu durum özellikle

sokakta ihmal ve istismar koşulları içindeki korunmaya muhtaç çocukların tasvir ve

tanımlamalarında kullanılan ifadelerin çeşitliliğinde daha net olarak karşımıza

çıkmaktadır. Hıfzı Veldet’in anılan yazısında överek alıntıladığı bir başka yazıdaki şu

ifadeler bu duruma iyi bir örnek teşkil etmektedir:

449 Hıfzı Velde, “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944.

195

“Değerli Edib Fazıl Ahmed Aykac’ın kudretli kaleminden çıkan ve bu sütunlarda neşredilen şu satırlar İstanbul’daki serseri çocuklar meselesini, yani bu büyük davanın yalnız bir cephesini ne güzel canlandırıyor:

“Şimdi İstanbul’da görülecek şeylerden biri çocuklar oldu: Aç çocuk, bakımsız

çocuk, hasta çocuk, Kel, kör, uyuz ve biçare çocuk!.. Bunlardan en koyu kalabalık ‘meşhur tabirle’ yalınayak ve başı kabak! Talih sitemine en küçük yanında uğramış, bu taze yurddaşlar arasından, her vakit başım önüme iğili olarak geçiyorum. Yenicami kemeri altında Muvakkithane civarında hazin bir neşe ile birçoğu parende atıyor, birdirbir oynuyor ve türlü canbazlık ediyor! On dört tanesini birden geçenlerde (Mısırçarşısı) kapısında gördüm. Bunların yalnız üç tanesinde küfe ve bir tanesinde yırtık bir ayakkabı vardı. Köprü başında, İstiklâl caddesinin insan yığınları arasında, Tünel mazgallarında, Yerebatanda, Beyazıdda ve birtakım büyük caddelerde ve iskelelerde.. Küçük yavruların bir kısmı (Yenihayat) kutusuile dilenciliğini yarı kapamağa çalışıyor. Epeyce bir kısmı da –bildiğiniz gibi- gazete müvezziliği ediyor. Fakat sokaklarda, viranelerde, ara mahallelerde ister istemez dikkati üstüne çekmek gereken çocuk kalabalığı gene ayrı!

Biliyorum, ne yapalım diyeceksiniz. İlgili makamlar da elden gelen zaten yapılıyor diyecek. Yapılabilen her şeye gerçekten teşekkür etmek gerekir. Ancak, davanın burada bitmediğini unutmamak lazım. Gördüğümüz manzara, göremediğimiz sahnelerin büsbütün korkunç olacağına şüphe bırakmıyor!”450

1940’lı yıllarda sorunun görünür alanda, sokaklarda, köprü altlarında, hamamlarda

daha çok görülmesi, soruna ilişkin tartışmalar ve rahatsızlıkların ifade edilmesi kadar,

çeşitli ‘çözüm’ teşebbüslerine de rastlanmaktadır. Bu çabalar belediye, çeşitli

bakanlıklar veya sivil girişimler tarafından ve çoğu kez birbirinden habersiz ve

eşgügüdümsüz olarak hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. “Yoksul Çocuklar Yurdu”451

başlıklı haberde bu çabalardan birinden söz edilmektedir. Habere göre ÇEK ve ‘Yardım

Sevenler Cemiyeti’nin ‘yoksul çocuklarla, öksüz ve bakımsız gençlerin himayesi için’

bir hazırlık içinde oldukları belirtilmektedir. Belediyenin tahsis edeceği bir binanın bu

amaçla kullanılacağı belirtilmektedir.

Bu dönem çocuk konusu ile dizi haberler yapan Said Kesler “İstanbul’un Başta

Gelen İhtiyaçlarından Biri de Kreştir”452 başlıklı yazısında, ‘şimdi kreşe yalnız ölüme

mahkum ve metruk çocuklar alınıyor. Halbuki bakacak kimsesi ve yaşatacak serveti

olmayan zavallılar ne yapsınlar’ diyerek yaygın kreş ihtiyacı olduğunu vurguluyor.

Darülâceze’ye alınan terk edilmiş çocukların ölüm oranının çok yüksek olduğuru

hatırlatan bu yazıda, bu çocuklara verilen hizmeti gereksiz gören bir yaklaşım

450 Hıfzı Veldet, “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944. 451 “Yoksul Çocuklar Yurdu”, Tan, 2 Mart 1943. 452 Said Kesler “İstanbul’un Başta Gelen İhtiyaçlarından Biri de Kreştir”, Tan, 4 Mart 1943.

196

görülüyor. Oysa “Darülâceze’deki Kreşte Hayatları Kurtarılan Yavrucaklar”453 başlıklı

dizi yazısında, bu kez de dolaşarak gördüğü Darülâceze’nin ne kadar iyi çalıştığını

anlatıyor. Ayrıca ihtiyaca cevap veremediği için söz konusu kreşin derhal genişletilmesi

gerektiğini vurguluyor. İki hafta sonra aynı konuda yazdığı haberde454 kreş bölümünde

kalan ve 7 yaşına gelen çocukların buradan alınarak Darülâceze kısmına devredildiği ve

bu çocukların diğer özürlü kişilerle birlikte kaldığını belirtmektedir. Daha önce

çocukların yedi yaşından sonra gönderildiği Darüleytamlar ve sonrasında açılan ‘şehir

yatılı mekteplerinin’ de kapanması üzerine bu çocukların gönderileceği bir yer

kalmadığı ifade edilip, bu durum haklı olarak eleştirilmektedir; çünkü yedi yaş sonrası

KMÇ için bir kurum bulunmamaktadır.

Said Kesler bir başka yazıda “Çocuklar Sokağa Düşmekten Nasıl Kurtarılır?”

sorusuna şu cevabı vermektedir: 455 “Bugünkü darülacezenin genişletilmesi, taşrada

Darülacezeler açılması ve Darüleytamların ihyası lâzımdır.” Yeni kurumlara ihtiyaç

olduğunu çünkü mevcut durumda ‘serseriliği’ önleyecek hiçbir tedbirin bulunmadığını

belirten yazara göre, bu alanda çalışan ‘Çocuk Esirgeme Kurumunun mevzuu süt

çağında olan çocuklardır: Bu Kurum bazı ahvalde 6 yaşına kadar olan çocuklara da

pek sathi bir şekilde yardımlarda bulunmakta, fakat umumiyet itibariyle yardımı

maalesef faydalı ve şümullü olmamaktadır.’ Görüldüğü gibi tespitin aile sisteminden

uzak yapılmasına paralel olarak olası çözümler de çocuğun aile içinde korunmasından

uzak, ‘muhafaza edici’ kurumlarda tutulmasında aranmaktadır. Ayrıca yazıdan bir süre

önce İstanbul’da Çocuk Esirgeme Kurumu ve zabıtanın ‘sokak çocukları sayımı’

yaptıklarını ve ‘hiçbir tanesini kaçırmamak şartiyle şehirdeki bütün sokak çocuklarını

teker teker tespite muvaffak’ olduklarını öğrenmekteyiz. Bu sayım esnasında çocukların

‘… yaşları, aileleri, doğdukları, oturdukları, yatıp kalktıkları yerler ve daha bir sürü

hususiyetleri ayrı ayrı gösterilmek suretiyle tespit edilmiş, hepsinin ayrı ayrı muhtelif

pozlarda çeşitli resimleri alınmış, fişler doldurulmuş ve Ankara’ya gönderilmiştir’

denmektedir.

453 Said Kesler “Darülâceze’deki Kreşte Hayatları Kurtarılan Yavrucaklar”, Tan, 5 Mart 1943. 454 Said Kesler “Kreşte Yetişenleri Darülâcezeden Hemen Kurtarmalıyız,” Tan, 17 Mart 1943. 455 Said Kesler “Çocuklar Sokağa Düşmekten Nasıl Kurtarılır?” Tan, 4 Nisan 1943.

197

Said Kesler’in soruna dikkat çekici bu haberlerinden bir süre sonra, bu kez

‘neşriyatın etkisi’ ve konuya duyarlılığı ile ilgili haber yapmaktadır. “Serseri sokak

çocukları” başlıklı haberde,456 gazete ‘neşriyatının’ etkisini gösterdiğini, ‘… alâkadar

makamlar çocukları kurtarma yurdu dışında bir teşekkül vücuda getirmek için’ çaba

göstermeye başladıklarını yazmaktadır. Bu haberden dört gün sonra aynı gazetede

“Çocuklar için 3 sıhhat yurdu daha açıldı” haberi457 ile ‘alâkalı’ makamların ‘serseri

çocuklar’ konusuyla ilgilendiklerini görmekteyiz. Habere göre açılan bu müesseseler

‘Kasımpaşa’daki bakımevi, dispanser ve süt damlası, Beşiktaş ve Sarıyer’deki

dispanserlerdir.’ Yatılı kurumlarla ilgili olarak eleştirel yazılar yazmaya devam eden

Said Kesler, “Çocukları kurtarma yurdu”458 başlıklı haberinde, bu haliyle ‘Çocukları

kurtarma yurdunun’ faydalı olmadığı ve hedefinden uzak bir noktaya geldiğini

belirtmektedir. 24 Mayıs 1943 tarihli yazısında ise hedefinden uzaklaşan bu

müessesenin nasıl düzeltileceği konusu üzerinde durmaktadır.459 İlk iş olarak yurdu

‘müstahsil bir hale sokmak’ gerektiğini, buralarda barınan çocukların ekseriyetle 10-18

yaş arasında olduğu, iyi bir idare altında bu çocukların kendi yiyeceklerini kendilerinin

çıkarabileceğini iddia etmektedir. Böylece sözkonusu yurt ve açılacak bütün yurtların

çocukları çalışacakları atölyelere dönüştürülmesini çözüm olarak önermektedir.

“Mekteplerdeki yoksul çocuklar”460 başlıklı haberi ile Said Kesler, okullardaki

yoksul çocuklar meselesine dikkat çekmektedir. Okulları gezerek durumu öğrenmeye

çalıştığını belirten yazara göre, gittiği okullardan ‘… birisinde 450 talebe vardı. Altmışı

o kadar fakirdi ki, Kızılay’ın her gün verdiği öğle yemeğinden başka kursaklarına sıcak

yemek girmiyordu. Bahsettiğim bu mektep şehrin en zengin semtinin mektebi idi.

Mektebin talebelerinden 14’ü öğleden sonra kundura boyacılığı, onu, gazete satıcılığı

yapmak suretiyle hayatlarını kazanıyorlardı.” Şehrin yoksul bölgesinde ise evine hiç

gıda girmeyen yüzlerce çocuk olduğunu, Kızılay’dan bu çocuklara öğle yemeği

verilmesi istendiğini ancak Kızılay’ın ancak yetmiş çocuğa bu hizmeti verebildiğini

yazmaktadır. Bu büyük yoksulluk karşısında ‘okul himaye teşkilatlarının’ yetersiz

456 Said Kesler, “Serseri sokak çocukları,” Tan, 20 Nisan 1943. 457 “Çocuklar için 3 sıhhat yurdu daha açıldı,” Tan, 24 Nisan 1943. 458 Said Kesler, “Çocukları kurtarma yurdu,” Tan, 2 Mayıs 1943. 459 Said Kesler, “Çocukları kurtarma yurdu nasıl islâh edilebilir?” Tan, 24 Mayıs 1943. 460 Said Kesler, “Mekteplerdeki yoksul çocuklar,” Tan, 25 Nisan 1943.

198

kaldığı; ama zaten bununla mücadele etmenin esas olarak okulun işi olmadığı, bunun bir

‘devlet’ işi olduğunu ifade etmektedir. Bir sonraki gün aynı gazetede konu “İlk

mekteplerdeki himâye teşkilâtı lüzumlu bir teşekküldür” başlığı ile işlenmeye devam

etmektedir.

Said Kesleri’n yazıları o dönem çocuk yaklaşımının vasatını temsil etmektedir.

Kesler’in yaklaşımları hâlâ sorunu toplumsal bütünlük içinde görmekten uzaktır. Sokak

çocukları şeklinde orataya çıkan çocuk sorunu bu kez kentsel asayiş ve sefalet problemi

olarak görülmekte ve 1940’lı yıllarda bu çercevede müdahelelere rastlanmamaktadır.

Devletin aile ve çocuğu sosyal güvenlik çercevesinde koruması ve çocuk yoksulluğun

çözümüne dair ‘sosyal haklar’ temelli bir yaklaşımın izlerine rastlanmamaktadır.

4.2.2 İlk KMÇ Kanununa Doğru Çeşitli Girişimler: “Çocuk Çiftlikleri”, Darülaceze’nin çalışmaları, ÇEK ve Çocukların Sokaklardan Toplanması

1940’li yıllarda çocuk sorununun kamuoyunu rahatsız edici boyutlara varması,

basında ve kamuoyunda belli bir ilginin ortaya çıkması nedeniyle çeşitli kamu

kurumlarından ‘çözüm’ teşebüsleri üretilmeye başlanmıştır. Ancak bu teşebbüslerin

temelde birbiriyle ilişkili ya da entegre olmadıkları görülmektedir. Bu çercevede ilk

KMÇ kanununun çıktığı 1949 yılına kadar bazı sivil ve resmi kurumlardan çocukların

yerleştirilip çiftçi olarak yetiştirilecekleri çocuk çiftlikleri, ÇEK ve valiliklerin ortaklaşa

çalışmaları ile sokaktaki çocukların ‘sayım ve tasnifi’ ve zaman zaman da sokaklardan

toplanması gibi çok çeşitli faaliyetler yapılmaktadır. Ayrıca bu dönemde konunun

basında hem haber hem de yorum yazılarına da çok sık konu olduğu gözlenmektedir.

Cumhuriyet gazetesinin 2 İkincikânun 1944 tarihli sayısında yer alan “Kimsesiz

çocuklar, Hükümet 1 milyon lira tahsisine karar verdi” başlıklı haberden,461 1944

yılında yani henüz KMÇ’a ilişkin kanunun çıkmadığı bir dönemde hükümetin konuyla

çeşitli şekillerde ilgilendiği anlaşılmaktadır. Haber incelendiğinde, 1940’lı yıllarda

gazetelerde çizilen çocuk portresine uygun olarak, ‘kimsesiz, terkedilmiş’ çocuklar, aile

461 “Kimsesiz Çocuklar, Hükümet 1 Milyon Lira Tahsisine Karar Verdi”, Cumhuriyet, 2 İkincikânun 1944.

199

ve toplumdan bağımsız özneler olarak kabul edilmekte ve çözüm de yine çocuk

merkezli bir yolda ilerlemektedir. Habere göre Hükümetin tahsis ettiği para ile Muş,

Urfa ve Ağrı’da kurulacak çiftliklerde bu çocuklar çiftçi olarak yetiştirilecektir:

“kimsesiz ve serseri çocukların çalıştırılmaları işini tetkik etmek üzere kurulan üç Vekilden mürekkep komisyon, Başvekâlet müsteşarı Cemal Yeşil’in başkanlığında tâli komisyonun verdiği kararı tasvip ederek bu işe 1 milyon lira ayırmıştır. Komisyon kararının bugünlerde Vilayete tebliği beklenilmektedir. Kimsesiz ve serseri çocuklardan 6-16 yaş arasındaki kız ve erkek çocuklar toplatılacak, Ziraat Vekâleti emrine verilecek ve devlet çiftliklerinde ameli bir çiftçi olarak yetişeceklerdir. 6 yaşındaki çocuklar evvela çiftlikte ilk tahsile tâbi tutularak evlenme yaşına kadar ziraat işlerinde çalışacaklardır. Bu zaman zarfında kendilerine ufak bir ücret verilecek ve bu para biriktirilecektir. Erkekler evlenme yaşına gelince kendileri gibi yetiştirilmiş bir kızla evlendirilecek, ve bu aileye toprak, ziraat aletleri verilecektir. Şimdiki halde Muş, Urfa ve Ağrı’da bu iş için devlet çiftlikleri kurulacak, her çiftlik bin kişi alacaktır. Bu çiftliklere yurdun her yerinde toplanan çocuklar getirilecektir.”

Ancak bu ‘devlet merkezli’ ilginç projenin uygulanması ve sonuçları hakkında

başka bir habere rastlanmamıştır.

Şekil 2: “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar” ve Parti Raporu Kaynak: Cumhuriyet, 14 Aralık 1945

200

Cumhuriyet’te yer alan “serseri ve metruk çocuklar” başlıklı diğer bir haberle,462

o dönem devletin çeşitli bakanlıklar kanalıyla, çocuk meselesi ile ilgilendiğini

öğrenmekteyiz. Bu haberde de Milli Eğitim Bakanlığı’nda kurulan bir komisyondan söz

edilmekte ve bu tür çocukların kurtarılması için incelemelerin başlatıldığı haber

verilmektedir. Oluşturulan komisyonun “Maarif Vekilliği başmüfettişi Dr. Celâl

Otman’ın reisliğinde, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekilliği mümessili Dr. Muhit

Türmerkan, Dil, Tarih-Coğrafya Fakültesi sosyoloji doçentlerinden Behiçe Boran ve

Niyazi Berkes’in iştiraki ile teşekkül eden komisyon ilk toplantısını 14 Nisan 1943 günü

yapmıştır” denmektedir. Cumhuriyet gazetesinin “Serseri çocuklar hakkında hazırlanan

rapor” haberinde463 ise İstanbul’da son zamanlarda artan ‘serseri çocukları’ kendilerine

has bir ‘müessesede toplamak’ için konuyu tetkik eden bir komisyon oluşturulduğu, bu

komisyonun sokaklardaki çocukların sayısı, yaşları, yattıklar yerler gibi bilgileri

toplayıp çözüme dair bir rapor ve projeler hazırladığı belirtilmektedir. Projenin hazırlığı

bittiğinde ‘bu serseri çocukların derhal toplanacağı’ ifade edilmektedir.

Profesör Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan

“Türkiye’de çocuk terbiyesi meselesi” başlıklı bir yazısında,464 başkanlığını Fahrettin

Kerim’in yaptığı ‘Akıl Hıfzısıhhası Cemiyeti’ tarafından hazırlanmış bir raporda, 1933

yılında kurulup, geçmiş yıllarda çok iyi çalışmış ‘Çocukları Kurtarma Yurdu’nun465 şu

an etkisiz olmasını eleştirmektir. Bu gibi kurumlara çok ihtiyaç olduğu, çünkü o dönem

yapılan tetkiklere göre bütün İstanbul’da 3500 kimsesiz çocuk olduğu belirtilmektedir.

Fındıkoğlu’nun esas “hayıflandığı” husus ise bu çocukların tümümün Türk olmasıdır:

“Bildiğimiz bir şey varsa o da belki miktarı 3500 veya daha fazla olan kimsesiz, aç,

zavallı ve serseri İstanbul çocuklarının hepsinin Türk olmasıdır. O halde bir sual

462 “Serseri ve Metruk Çocuklar”, Cumhuriyet, 16 Nisan 1943. 463 “Serseri Çocuklar Hakkında Hazırlanan Rapor”, Cumhuriyet, 20 Nisan 1943. 464 “Türkiye’de Çocuk Terbiyesi Meselesi”, Cumhuriyet, 24 Nisan 1943. 465 Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında ortada kalan ‘savaş yetimleri’ sorunu kadar diğer bir önemli sorun; kimsesiz sokakta kalan çocuklardır. Bu çocuklar özellikle kentin merkezi ve sığınılabilecek yerlerin olduğu yerleri tercih etmektedirler. Bu nedenle sokaklarda kalan çocuklar için ilk ‘sığınma evi’ 1914–18 yılları arasında ‘Yamalı hamam’ adıyla bir hizmet vermiştir. Burada çocuklar geceleri barındırılmakta, yıkanmaları ve beslenmeleri sağlanmaktadır. Sorunun 1920 ve 30’lu yıllarda devam etmesi nedeniyle daha sonra İstanbul valiliği de yapacak olan Muhiddin Bey bu yurd fikrini tekrar gündeme getirmiştir. Girişimler sonuç vermiş ve Galatada İstanbul Belediyesi ‘Çocukları Kurtarma Yurdu’ adıyla bir yurt ya da sığınma evi açılmıştır. Yurt 1933–1938 yılları arasında faaliyette kalarak çok sayıda çocuğun eğitim ve mesleki beceri kazanarak hayata yeniden katılmasına katkıda bulunmuştur. Bkz. Fındıkoğlu,”Çocukları Kurtarma Yurdu”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 206-211.

201

karşısında kalırız; Yahudi, Ermeni, Rum ve Levanten, hatta renk renk, türlü türlü ecnebi

ekalliyetlere mensup bir tek çocuk yoktur?” Fındıkoğlu’nun ‘serseri çocuklara’ ilgisinin

devam ettiği görülmektedir. “Çocuk davasında küçük ve müspet iş numuneleri”466

başlıklı yazısının başında, öncelikle çocuklarla ilgili çok yazı yazıldığı ve hak ettiğinden

fazla ilgi gösterildiğini yazmaktadır. Ayrıca Batı’yla karşılaştırıldığında bizde bu

konuda çok daha fazla yayın yapıldığını ifade etmektedir. Konunun Belediye işi olarak

algılanmasının da yanlış olduğunu, esas olarak milli eğitimin konuyu ele alması

gerektiğini belirtmektedir. Ayrıca Fındıkoğlu’na göre “mesele pek basittir; şehrin

sokaklarını dolduran ve pek zeki olan serseri çocuklar için elverişli bir çalışma ve

işleme sığınağı tedarik etmektir. Her davaya kendi hakkını ve hududunu vermek

lazımdır. (…) Şehrin disiplinini güçleştiren mesela on beşini olsun muayyen yollardan

hareket ederek iş güç sahibi etmek.” Ona göre durum bu kadar kesindir ve konuyu

yıllarca ‘incelemek’ ve ‘medreseye düşürmek’ tamamen gereksizdir. Fındıkoğlu 24

Nisan 1944 tarihli Cumhuriyet’teki bir diğer yazısında yine çocuk meselesine değinerek

öncelikle İstanbul’daki çocuk meselesinin önemini vurgulamaktadır. Fındıkoğlu’na göre

“Türkiye’nin biricik büyük şehri olan İstanbul’daki çocuk meselesi, hemen hemen bütün

memleketin çocuk meselesine denk sayılabilir.” Ancak sorunun çok önemli olması

sorunun çapını da İstanbul dışına taşırmaktadır. Bu nedenle hükümet ve vilayetler ile

belediyelere bakıldığında bir ‘çocuk siyasetinin’ ortaya çıktığını ifade etmektedir.

Fındıkoğlu ‘serseri ve kimsesiz’ çocuklar bahsinde önemli ve ümit verici bir girişim

olarak da Ziraat Vekâleti’nin ‘çocuk çiftlikleri’ projesini zikretmektedir. Diğer ümit

verici çalışmalar Çocuk Esirgeme Kurumu’nun genişleyen çalışmaları olarak

sıralanırken; ayrıca ÇEK’nun bir ‘Türk çocuk kanunu’ taslağı hazırladığını haber

aldıklarını ifade etmektedir.

Fındıkoğlu’nun ‘Türk çocukları’ için yapılan çalışmalardan umutlu olduğu yıl,

Cumhuriyet gazetesinde “Beyoğlu kazasında 7 bin çocuğun mektebe gitmediği

anlaşıldı”467 başlıklı bir haber yayınlanmıştır. Habere göre “Yalnız Beyoğlu

kaymakamlığı dahilinde ilk tahsil çağında 27 bin çocuk tespit edilmiştir. Bunlardan yedi

466 Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu “Çocuk davasında küçük ve müspet iş numuneleri,” Cumhuriyet, 1 Mayıs 1944. 467 “Beyoğlu kazasında 7 bin çocuğun mektebe gitmediği anlaşıldı,” Cumhuriyet, 24 Eylül 1944.

202

bini mektebe gitmemektedir. Bu muhitte mektebe gitmeyenlerin mazeretleri dikkate

şayan görülmektedir. Bunlarda mühim bir kısmının evlâdlık olduğu evde iş gördükleri,

ufak çocukları eğlendirdikleri ve bir kısmının da fakirlikleri dolayısıyla mektebe devam

etmedikleri anlaşılmıştır. Vilâyet dahilinde bu suretle mektebe gitmeyenlerin sayısı

mühim bir yekuna baliğ olmaktadır. Polis tarafından tespit edilen ve mektebe gitmeyen

serseri çocukların sayısı da dört bine yakındır.” Görüldüğü gibi sadece sokaktaki

‘serseri çocuklar’ değil, sokakta olmayan çok sayıda çocuk da okula gitmemektedir.

Belki en çarpıcı olanı hâlâ çok sayıda ‘besleme ve/veya evlâdlık’ adı altında ‘ev içi

çocuk kölenin’ var olduğu ve bunların temel eğitim hakları dahil birçok haklardan

mahrum oldukları gerçeğidir. ‘Göze’ görünmeyen mekânlarda olan bu çocuklar ancak

bu şekilde yapılan ‘çocuk sayımlarında’ ortaya çıkabilmektedirler.

1940’lı yıllarda çocukların okula devamı yönünde bir çaba da ‘çalışan çocuklara’

akşam okulları açılmasıdır.468 Bu dönemdeki yoksul çocuklara yönelik en önemli

faaliyetlerden birinin ‘okula gitme’ kampanyalarıdır. Ayrıca çocukların eğitilmeleri

konusuna önem verildiği çalışan çocuklara yönelik ‘akşam okulu’ gibi özel bir

uygulamalardan anlaşılmaktadır.469 Çocukların okula gitmesine dair bir diğer haberde

çocuk sayımının 7–16 yaş arasındaki çocukları kapsadığı ve sayımın evlerde yapılacağı

belirtiliyor. Bu nedenle o gün ilkokullar ve orta dereceli okulların tatil edildiği

belirtilmektedir.470 Böylece önceki yıllarda başlatılan çocukların okullaşması

çalışmalarının artarak devam ettiği görülmektedir.

Köklü bir sanayileşme geleneği olmayan Türkiye’de sanayi sektöründe çocuk

çalıştırmaya sıklıkla rastlanmaz. Çocuk işçiliğine ilişkin ilk düzenlemelerden biri

Zonguldak Havzası’nda getirilen çalışma kısıtlılığına ilişkin Dilaver Paşa

Nizamnamesi’dir. Bu Nizamnamesi ile çalışma yükümlülüğü 13-50 yaş köylüleri

468 “Çalışan Çocukların Okutulması,” Cumhuriyet, 7 Birinci Kanun 1944. 469 Hıfzı Veldet, “Milli Şefin Başlattığı Seferberlik,” Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1994. 470 “İlk öğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24.11.1945.

203

kapsamaktadır. Ayrıca aynı yerlerde çocuk işçilere ödene ücretler yetişkinlere ödenen

ücretlerden 6/7 kat daha düşüktür.471

1927 sanayi sayımına göre 4 kişiden fazla işçi çalıştıran işyerlerinde çalışmakta

olan 14 yaşından küçük işçilerin sayısı toplam olarak 22.684 olup bunların 8.107’dir.

1936 yılında İş Kanunu’nun çıkması nedeniyle çocuk çalıştırma yasağı konduğundan

artık istatistiklerde çocuk işçilere yer verilmemektedir.472 Çocukları çalıştırma ilgili

çeşitli kanunlar olmakla birlikte, temel kanun 1936 tarihli İş Kanunu’dur. Ancak bu

kanun da sınırlı bir çalışan çocuk grubunu koruma şemsiyesine almaktadır. Orhan

Tuna’ya göre kanun küçük sanayi, ev sanayi, ziraat ve seyyar satıcılığa şamil olmadığı,

yani sadece fabrikalarda çalışan çocuk işçileri kapsadığı için, esas çalışan çocuk

nüfusunu koruma şemsiyesinin dışında tutmaktadır. Yani 7-16 yaşları arasında bulunan

3.749.902 çocuktan, İş Kanunu hükümlerine tabi olan iş yerlerinde çalışan yalnızca

35.000 çocuk yaralanmaktadır. 473

Çocukların sanayide çalışmasının yasaklanması, bütün çocuk nüfusuna hitap

edecek yeter bir eğitim sisteminin olmaması, çok sayıda yoksul çocuğun sokaklarda

olması, kimsesiz çocuklar gibi sorunların yaygın olması ve buna karşılık çocukları

koruyup bakacak müesseselerin olmadığı 1940’lı yıllarda çok gerçekçi

görülmemektedir. Bu koşullar altında çocukların sanayide çalışmasının yasaklanmasını

eleştiren Safettin Pınar şu soruyu soruyor: “Bu çocukların sokaklarda sıhhi ve ahlaki

himayeden mahrum dolaşmaları, sefaletin her türlü tehlikelerine maruz bulunmalarımı

daha iyidir? Yoksa doktoru, mektebi, ahlaki, kontrolü olan bir fabrikada ara kazanarak

çalışıp yetiştirilmemeleri mi?”474

471 A. Gürhan Fişek, “Türkiye’de Çocuk Emeği Çalışmalarına Genel Bakış”, Çocuk Kültürü, 1.Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, 1999, s. 542. 472 Fişek, s. 542. 473 Orhan Tuna, “Sanayide Çocuk Sa’yi ve Çocuk Sa’yinin Korunmasına Matuf Mevzuat”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 223. 474 Safettin Pınar, “Sanayide Çocuk İşçiler ve İşçi Çocukları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 203.

204

Cumhuriyet’in “Çocuk Yuvaları, Esirgeme Kurumu başkanı açılan yeni yuvalar

hakkında izahat veriyor” başlıklı haberinde,475 ÇEK’nun o dönem eksikliği duyulan,

kimsesiz korunmaya muhtaç çocuklara yatılı bakım veren çocuk yuvaları da açtığını

öğreniyoruz. 1944 yılı içinde biri Erzurum diğer Kırklareli’nde olmak üzere 2 çocuk

yuvası açıldığını ve bu konuda illerden yapılacak girişimlere genel merkezi destek

olacağı bildirilmektedir. Yuva binalarının uygun kısımlarının dispanser olarak

kullanılacağı; buralarda doktor olan yuva müdürlerinin görev alacakları belirtilmektedir.

Ayrıca “buralara kadar gelemeyecek kadar hasta olan yavruları da evlerinde tedavi”

edeceklerini ifade etmektedir. Bu yuvalarda, ÇEK’nun genel bakım kuralları

doğrultusunda, “bir günlükten 7 yaşına kadar olan öksüz kalmış ve himayeye muhtaç’

çocuklara yönelik yatılı bakım hizmeti verilmektedir.

1945 yılında ‘çocuk meselesine’ ilişkin çok sayıda küçük gazete haberine

rastlanılmıştır.476 Ayrıca ‘Halkın Dilinden’ köşesindeki habere göre,477 bu yıl halkın da

bu meselelere karşı duyarlı olduğu ifade edilmektedir. Konuyla ilgili olarak ‘Halkın

Dilinden’ köşesine gönderilen iki mektupta, Hükümetin çocuk meselesi ile bir an önce

ilgilenmesi gerektiği ancak bu çabaların da yeterli olmayacağı bu nedenle zengin

vatandaşların katkısının gerekliliği vurgulanmaktadır. Görüldüğü gibi hâlâ sosyal

sorunlar karşısında devlet ya da kamu sorumluluğu bilinci toplumda yerleşmiş değildir;

vatandaşlar hâlâ yardım için zengin kişileri yardıma çağırmaktadır. Mektupların birinde

Darülaceze’nin yetersizliği ve her özür alanına özgü kurumların olmaması

eleştirilmektedir. Aynı köşede 23 Kasım 1945 tarihinde de “Bu şehid çocuğuna, bu

475 “İlköğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24.11.1945. 476 Bu haberlerden bazı şunlardır: “Yoksul çocuklar için dinlenme kampı,” Cumhuriyet, 23.07.1945. Haberde, Milli Eğitim Bakanlığının isteği üzerine yoksul 200 çocuğa 1 aylık dinlenme kampı düzenlendiği belirtiliyor. Cumhuriyet 24.07.1945 tarihli ve “Çocuk Esirgeme Kurumunun faaliyetleri” başlıklı haberde de İstanbul ÇEK’nun hasta çocuk ve kadınlara yönelik ilaç ve tedavi yardımında bulunduğu belirtiliyor. Cumhuriyet gazetesinin 11.11.1945 tarihli nüshasının dördüncü sayfasında ‘çok çocuklu muhtaç haldeki bir emeklinin mektubunda,’ ‘hayır cemiyetleri’ veya ‘hayırseverlerden’ yardım beklediği belirtiliyor. Burada ilginç olan o dönemde çok çocuklu ve geçinme güçlüğü çeken ailelere yardıma hayırseverlerin çağrılması değil, ama devletin çağrılmamasıdır. Cumhuriyet gazetesinin 2.12.1945 tarihli “Çocuk çayı” başlıklı haberinde ise Beyoğlu Yardımseverler Cemiyetinin Taksim gazinosunda çocuk çayının ilkini yaptığı ve zengin programla elde edilecek gelirin ‘yoksul çocuklara’ gideceği belirtiliyor. Bir diğer haberde, (Cumhuriyet, 7.12.1945) “Darülaceze eşya piyangosu çekildi” denilerek piyangonun boş olmaması nedeniyle müesseseye başvuranların hediyelerini alacaklarını belirtiyorlar. 477 “Halkın Dilinden,” Cumhuriyet, 7.12.1945.

205

deprem felâketzedesine yardım edecek bir makam yok mu?”478 başlıklı bir haberde

babası şehit olmuş, kendisi depremden yaralı kurtulmuş ve uzun süre hastanede yatarak

tedavi gören yoksul bir gencin memleketine gitmek için birçok resmi makama yardım

başvurusunda bulunmasına rağmen bir muhatap bulamaması haber konusu yapılmıştır.

Gazetenin aynı günkü sayısında “Hem Nalına Hem Mıhına” köşesinde, “Darülâcezenin

50. yılı” konu edilmektedir. Osmanlıdan devralınan ve İstanbul şehri tarafından daha

mükemmel ve muntazam işletildiği belirtilen Darülâceze’nin yetersizliği ve hâlâ tek

kurum olmasından yakınılmaktadır. Haberde müesseseden o güne kadar hizmet alan

kişilerin dökümü de verilmektedir:

“Erkek aceze 18.450 Kadın aceze 11.214 Erkek çocuk 9.216 Kız çocuk 6.410 Metruk çocuk 6.915 Yekün 52.235 Darülâceze 50 yaşında olduğuna göre, her yıl 1000 kişiden fazla düşüyor. Darülâceze’de barınanların bugünkü mevcudu ise 800 dür.”

Yine aynı gün Cumhuriyet gazetesinde ‘çırak çocuklar’ ile ilgili Prof. Ziyaeddin

Fahri Fındıkoğlu’nun “Sınaî müesseselerimizde çırak yetiştirme meselesi” başlıklı bir

yorum-yazısı yer almaktadır. Yazı çırak çocukların sorunları ile değil sınaî işletmelerin

ihtiyacı olarak çırak çocuklar sorununa odaklanmaktadır.

Değişen toplumsal koşullar her ürettiği olumsuzluğa süreç içinde bir çözüm de

üretmeye başlamaktadır. Nasıl ki Osmanlı’nın son birkaç on yılında uzun süren

‘kimsesiz savaş yetimleri’ sorunu bir ‘yetimhaneler’ olgusu ile karşılık bulduysa, savaş

sonrası gelişen kent yoksulluğu, çocukların okuldan uzaklaşmaları, sokaklarda yaşamak

zorunda kalmaları gibi sorunlar da bir dizi ‘çocuk himaye birliği,’ Himaye-i Etfal gibi

oluşumların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Ancak incelediğimiz dönemdeki

gazetelerde yer alan yorumcular, çocuk koruma müesseselerinin çok yetersiz ve geç

ortaya çıktığını belirtmektedirler. Özellikle devletin ilk defa 1949 yılında KMÇ’ı

478 “Bu şehid çocuğuna, bu deprem felâketzedesine yardım edecek bir makam yok mu?” Cumhuriyet, 23 Kasım 1945.

206

korumayı hedefleyen bir yasa çıkarması, birçok Batı hatta komşu ülkeyle

karşılaştırıldığında geç bir girişim olarak tanımlanmaktadır.479

Şekil 3 : Yalnız İstanbul’da 4000 Kimsesiz Çocuk Var.

Kaynak: Cumhuriyet, 30 Aralık 1945

479 Metin Toker “Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık 1945.

207

Uzun yıllar korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin yapılan gözlem, araştırma ve

yayınların hükümeti etkileyecek noktaya geldiği anlaşılmaktadır. 19 Aralık 1944

tarihinde toplanan CHP Parti Grubunda Hatay milletvekili Tayfun Sökmensüer’in soru

önergesi ile bu ilgi başlamıştır. “Kimsesiz, bakımsız ve aylak çocuklar” konulu soru

önergesi sonrasıo oluşturulan komisyon çalışmalarını 25 Mayıs 1945 tarihinde

tamamlayarak raporunu Meclis Başanlığı’na sunmuştur.480 Daha sonra da bu rapora

dayanarak bakanlıklar kanalıyla KMÇ için kanun çıkarılması süreçi başladığı

bilinmektedir. Cumhuriyet gazetesinin 14 Aralık 1945 tarihli haberine göre481 C.H.P.

Meclis Grubu’nun konuyu ele aldığı belirtilmekte, “Parti grubu dün bu milli üzüntü

kaynağı hakkında etraflı bir tetkik ve görüşmelerde bulundu” denilmektedir. Haberde

Parti’nin konuya ilişkin bir komisyon kurduğunu ve komisyonun çalışmalarını

tamamladığı belirtilmektedir. Parti grubunda yapılan toplantıda Komisyon raporunun

okunup tartışıldığı, bazı milletvekilleri, Başbakan ve Sağlık ve Sosyal Yardım

Bakanının rapor lehinde mütalaada bulunarak, rapor doğrultusunda gereğinin

yapılmasına karar verildiği belirtilmektedir. Haberde verilen Komisyon Raporu’ndan

bazı hususlar öncelikle ‘kimsesiz çocuklara ilişkin durum’ şöyle tespit edilmektedir:

“ … Biz de kimsesiz çocukları aile durumlarına göre bir ayırmaya tâbi tutarsak, bunların %65 ini hem annesi, hem babası olmayan, %30 unu ana ve babasından biri olmayan; % 5 ni de anası, babası hayatta olup herhangi bir aile itinasına mazhar bulunmayan çocuklar teşkil ettiğini görürüz. Yaş itibarile kimsesiz çocukların %15 i 3-7; %60 ı 8-13, %20 si 14-16; %5 i 16 dan yukarı çocuklardır. Üç yaşından aşağı yavrular ya muhitlerinin muvakat himayesine kavuşurlar veyahud beşeri zâfın kabahat örtüsü olarak şuraya buraya atılarak ifna edilirler. İstanbul’da sefalet döküntülerinin biriktirdiği yerlere göre, Eminönü ve Karaköy meydanlarında kaynaşarak Köprü altına melce bulan 12-18 yaşları arasındaki zavallılardan kısmen de Unkapanı ve Küçükpazar semti civarile, surların metuk taraflarında toplanan Bozdoğan kemerinin boşluklarını yatakhane olarak kullanan 8-15 yaşları arasındaki haylaz grupları, bizim memlekette en fazla göze çarpan birikintilerdir. Anadolu’da durum daha üstün değildir.”482

Ardından bu sorunun çözümüne ilişkin bakanlığın uygun gördüğü çözüm ve

tedbirler sıralanmıştır. Sorunun temelde halkın ekonomik durumu ile ilişkili olduğu,

‘kimsesiz çocuklar’ sorununu kesin çözümünün halkın ekonomik, sosyal ve kültürel

480 Turgay Çavuşoğu, Seval Çetin ve Kenan Topçu, “İlk Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu’nun Çıkmasında Çocuk Esirgeme Kurumu Projesi ve Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu Raporunun Etkileri”, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi, 6. Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansı, Küreselleşme, Sosyal Adalet ve Sosyal Hizmetler, 20-22 Mayıs 2004 Ankara içinde, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, yayın no: 9, s. 436. 481 “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945. 482 “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.

208

düzeynin yükselmesine bağlı olduğu belirtilmekle birlikte; kısa vadede bunun mümkün

olamyacağı düşünülerek öncelikle mevcut çocuklar esas alınrak acil önlemler

sıralanmaktadır: Buna göre:

“ Emsali memleketlerde olduğu gibi bizde de suçlu çocuklar için geniş ölçüde hususi iş evleri, iş kampları, ıslahhaneler, hasta çocuklara mahsus müesseseler kurmak icab eder. Bunun için bütün devlet teşekküllerini ve içtimai kurumları da müşterek bir programla teşkilatlandırmak ve vazifelendirmek yerinde olur. Bunlardan reşid olmayanların hukukî ve içtimaî bakımdan himayesi için Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığında bir umum müdürlük kurulması gerekmektedir. Bu umum müdürlüğe memlekette mevcud bütün hususî ve içtimaî teşekküller ancak yardımcı olmalı ve devlet mevzuatile sağlanan faydalanmaları tamamen bu teşekkülün emir ve hareketine bağlanmalıdır. Bu organizasyonun çalışma şekli de şöyle ayarlanacaktır: Kimsesiz çocuklar evvelâ toplama merkezlerine teslim edileceklerdir. Bir müddet tecrid edildikten sonra, müşahede ve muayene müesseselerine gönderileceklerdir. Bu müesseselerde çocuklar mütehassıslar tarafından tetkik ve muayene edileceklerdir. Mütehassıslar: Çocuk hekimleri, ruhiyatçılar ve pedagoglardır. Muayeneden geçen çocuklar ruhi ve sıhhi durumlarına, istidad ve inkişaf derecelerine göre muhtelif çocuk müesseselerine gönderileceklerdir. Bu çocuklar arasında en çok görülen hastalıklar: Uyuz, saçkıran, trahom ve zührevi hastalıklardır. Akciğer ve kemik veremi nispeti de pek fazladır. Psikopat, nöropat çocuklarla embesil, debil gibi akıl inkişafı geri kalan çocukların nispeti de yüksektir. Toplama yerlerinde bunların nasıl bir muameleye tabi tutulacakları da gösterilmektedir. Kimsesiz vaziyete düşen çocukları kurtarmak üzere ailelerine maddi yardım yapmak; anne, baba ve yakın akrabaları bulunmayan çocuklara yaşları, bilgi ve inkişaflarına göre çocuk evleri, umumi okul, mesleki okul ve teknik okullar gibi müesseselerin açılması, bunların sınaî ve ziraî müesseselere sevki gibi tedbirler bulunmaktadır. Küçük yaştaki çocukların evlâdlık olarak ailelere verilmesi birçok bakımdan doğru görülmemekle birlikte ve bunlar için bazı şartlar gösterilmektedir. Küçük yaştaki çocuklara mahsus olmak üzere bazı memleketlerde olduğu gibi, hususî müesseseler açılması yerinde görülmekte, bu gibi müesseselere de mahsus programlı okul ve sanatoryomlar misal gösterilmektedir. Ruhî hastalıklarla malul olanların akıl hastanelerine gönderilmeleri tavsiye edilmektedir.”483

Raporun geri kalan bölümünde suça karışan çocuklar ve terk edilmiş ya da kayıp

kimsesiz çocuklara yönelik önlemler öngürülmektedir.484 Bahsi geçen raporun Parti

Meclisinde tartışılması ve açıklanması sonrasında kamuoyuna da yansıdığı ve bazı

etkiler bıraktığı görülmektedir. Metin Toker’in aynı konunun devamı niteliğinde iki

483 “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945. 484 Bu önlemler şöyle sıralanmaktadır: “Suçlu çocuklara gelince: Pedagoji ve ruh hekimlerini ilgilendiren bu bahiste yabancı memleketlerden misaller verilmekte ve bizde Adalet, İç İşleri ve Çalışma Bakanlar’ının Delaletile ıslahhaneler, işevleri gibi müesseseler kurulması üzerinde durulmaktadır. Metruk çocuklar: Yukardaki bahis mevzu olan çocuklar 3-18 yaş ve ekseriyetle 7-16 yaş arasında olan çocuklardır. Anneleri tarafından doğumu müteakıp terkedilen ve çoğu gayri meşru olan çocuklar da az değildir. Bunlar insanlık zaafının mahsulü ve ayıp telakkisinin kurbanıdırlar; bu gibi insan yavrularının hayat ve sıhhatlerinin korunması ve onların bakım ve terbiyesi için behemehal çocuk müesseseleri kurulması lâzımdır. Aynı zamanda anneleri çocuklarını terketmeğe meczur eden sebeplere karşı da mücadele açmalıdır. Raporda, bundaki sosyal amiller incelendikten sonra, yardım ve korunma teşkilâtının bu konu ile uğraşması lazım geldiği belirtilmektedir. Bkz. “Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.

209

haber-yorumuna 30 ve 31 Aralık 1945 tarihli Cumhuriyet gazetesinde rastlıyoruz.

“Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var” başlıklı ilk haberinde485 önce ay

ortalarında Ankara’da toplanan CHP Parti grubunca ‘kimsesiz çocuklara’ yönelik

olarak hazırlanan raporun ‘tatbikini üzerine alan’ Cumhuriyet hükümetinin ‘çok mühim

bir memleket meselesine el koyduğunu’ belirttikten sonra bu anlamlı girişimin çok geç

başlatılmasını eleştiren şu yorumu yapıyor: “Bugün ‘çocuk devri’ denilen Ondokuzuncu

asrın üzerinden koca bir yüzyıl daha geçmiştir. İtiraf etmemiz gerekir ki memleketimiz,

bu vadide, pek de iftihar edilecek muvaffakiyetler kazanmış değildir. Çocuğun değeri

ancak Cumhuriyet devrinde takdir edilmiş, fakat bu alâka daha ziyade plâtonik bir

safhada kalmıştır. Bu bakımdan doğrudan doğruya Parti Grubunu kimsesiz ve bakımsız

çocuklar mevzuunu ele alışını büyük bir memnuniyetle karşılıyor ve bunun esas çocuk

davamızda atılmış mutlu bir ilk adım olarak alkışlıyoruz.” Görüldüğü gibi ‘çocuk

davasının’ ancak “hükümet” konusu olmaya başlaması ile sahiplenebildiği ve bunun ilk

adım olduğu, bundan önceki dağınık, koordinesiz ve hayırsever nitelikli derneklerin

ağırlıklı olduğu yapı çocuk davasının ‘platonik’ kaldığı dönem olarak

tanımlanmaktadır.

Haberin devamında kalabalık İstanbul şehrinde belli mekanlara toplanan‘aylak’

çocuk grupları için “.. geceleri Köprü altından çöp kutularına kadar üstü kapalı her

deliğe giren bu peşmürde kılıklı, soluk benizli, çıplak ayaklı zavallılar medeni şehrin

yüz kızartıcı lekeleridir. Bunların adeti bugün, alâkalıların bildirdiğine göre en az dört

bindir” denmektedir. Yazar daha sonra ‘bu yüz kızartıcı lekeler’ ile ilgili olarak üç yıl

önce Çocuk Esirgeme Kurumunun polisle işbirliği içinde yaklaşık bir hafta süren bir

tarama ve sayım tespitine giriştiğini belirtmektedir. İlginç sayımı şöyle anlatmaktadır:

“(…) her polis merkezinden çıkarılan memurlar rastladıkları çocukları yakalayarak

sorguya çekmiş, ellerine bir fiş vermiştir. Ertesi gün tekrar tarama yapılmış, fişsizlere

fiş verilmiş ve bu suretle 2848 adedi elde edilebilmiştir. Bunların 2516 sını erkek, 332

sini kız çocuklar teşkil etmektedir; 2679’u Türk, 169 u ekalliyetlere mensubudur. Bu

çocuklarda 793 tanesi satıcılık, 295 tanesi dilencilik, 238 tanesi çıraklık etmekte, 665

tanesi de serseri dolaşmaktadır. 652 tanesi okula hiç gitmemiş, 767 tanesi okulu yarıda

485 Metin Toker, “Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık 1945.

210

kesmiş, 129 tanesi de ilkokulu bitirmişlerdir. (...) Çocuklardan 1674 tanesinin ana

babası hayattadır, 363 tanesinin ana ve babası ölmüştür, 290 tanesinin yalnız babası,

521 tanesinin de yalnız annesi vardır.” Çocukların ve ailelerin demografik özellikleri

yanında, çocukların kente göçle gelen ailelerden geldikleri bilgisi de verilmektedir.

Yazara göre “İstanbul’da çok fazla bakımsız çocuk bulunmasının bir diğer sebebi de bu

iş merkezine hariçten çocukların gelmesidir. Mesela, gene yukarıdaki istatistiğe göre bu

yavrularda ancak 1455 tanesi İstanbul’da doğmuştur, diğerleri yurdun muhtelif

yerlerinden buraya akın etmişlerdir.” Kent ve yoksulluk ilişkisinde, burada da

görüldüğü gibi, göç ve işsizlik her zaman bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.

Toker, İstanbul şehrinin çocuk sorunlarının profilini çizmeye devam etmektedir.

Bir süre önce yapılan çocuk sayımında 7-16 yaş arasında 132.713 çocuk sayıldığını ve

bunlardan 11.653’ünün okula gitmediğinin tespit edildiğini belirtmektedir. Bu sorunlu

alanda hizmet veren kuruluşlardan biri olarak Darülâceze’nin ise sorunun büyüklüğü

karşısında yetersiz kaldığını, Darülâceze’nin kuruluşundan bu yana geçen elli yıl içinde

5-15 yaş arası 15.626 çocuğu kurtardığını, “her biri bir zaaf anının mahsulü olan 6.915

metruk yavruya kucağını” açtığını belirtin halen bu ‘müspet çalışan’ yuvada 342 çocuk

kaldığını belirtmektedir. Bu durumu ise “bu rakam, dört bin adedi karşısında sadece

gülünçtür ve üstelik unutulmamalıdır ki Darülâceze faaliyet gösteren tek müessesedir”

diye eleştirmektedir. Mevcut rakamların henüz çok büyük ve tehlikeli bir noktada

olmamasına rağmen, olumsuz gelişmenin devam etmesi nedeniyle önlem alınmasının

şart olduğu belirten Toker, suça karışan çocukların sayısındaki artışı örnek olarak

göstermektedir. Toker’e göre 1935 yılında ‘suçlu çocuk miktarı 10.1007 iken 1940

yılında bu rakam 16.727’ye yükselmiştir.

Metin Toker “Bu sefil çocukların hali ne olacak?”486 başlıklı haberle konuyla

ilgilenmeyi sürdürmektedir. “Yangın yerlerinde, köprü altlarında, bedbaht yavruları bir

an evvel kurtarmalıyız” alt başlığı ile verilen habere göre yazar, bütün İstanbul

sokaklarını dolaşarak sokaktaki çocukların durumun tespit etmeye çalışmış. Bu

‘kimsesiz çocukların’ özellikle Beyoğlu’ndaki ‘sefahat yuvalarının önleri’, Eminönü ve

486 Metin Toker “Bu sefil çocukların hali ne olacak?” Cumhuriyet, 31 Aralık 1945.

211

Karaköy meydanları, Sirkeci, Unkapanı ve Küçükpazar gibi şehrin merkezi yerlerinde

yaşadığını belirten yazar izlenimlerini şöyle özetliyor: “Türkiye’nin en büyük, en zengin

şehrinde, lüks hayatın ve muhteşem eğlence yerlerinin hemen yanı başında bu kadar acı,

bu kadar koyu bir sefaletin günahsız birkaç bin yavruyu pençesi altında inlettiğini

düşünmek, aradan bir hayli zaman geçtiği halde şimdi bile tüylerimi diken diken ediyor.

Meğer biz ne kadar şefkatsiz kimselermişiz.” Sokaklarda karşılaştığı birçok çocukla

konuşan Toker karşılaştığı çocuk tipleri ve içinde bulundukları zor koşulları şöyle

anlatıyor: “Ne olursa olsun bir lira kazanmadan dönerse eve alınmayan yedi yaşında

kızlar, ellerine geçen bütün parayı alkolik babaya yediren evlâdlar, üvey ana elinden

inleyen zavallılar, akrabalarının hışmına uğrayan masum yavrular gördüm. Bütün

bunlar, yarınki kötü insanların tohumları, kimsesiz çocuk meselesinin ne büyük bir dava

olduğunu bana bir kere daha anlattı.”

Şekil 4 : Sokaklardaki ‘sefil çocuk!’ Kaynak: Cumhuriyet, 8 Şubat 1949.

212

1945 yılında sık karşılaşılan haberlere karşılık daha az da olsa yorum ve köşe

yazılarına da rastlanmaktadır. O dönem yayınlanan bir yazıda Prof. Dr. Sadi Irmak,487

dünyadaki gelişmelere değindikten sonra, ‘sosyal gelişmenin’ devletin bu alanda

sorumluluk aldığı model olduğunu belirtmekte ve İngiltere’de hazırlanan Beveridge

raporundan övgüyle söz etmektedir. Daha sonra Türkiye’de sosyal yardımın bütün

gereklerini, özellikle sosyal sigortayı gerçekleştirecek bir düzeyde olmadığını

belirtmektedir. Ayrıca Sağlık Bakanlığının tam adının ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet

Vekâleti’ olarak öngörülmüş olmasını yani ‘Sosyal Yardım’ (İçtimai Muavenet)

ibaresine bakanlık isminde yer verilmiş olmasını yeni Türk Devleti’ni kuranların uzak

görüşlülüğü olarak değerlendirmektedir. Irmak devletin verdiği aşağıdaki hizmetleri

‘sosyal yardım’ kapsamında değerlendirmektedir: “Henüz sosyal sigortaları kurmaya muvaffak olamadıysak da büyük kütlelerin sağlığını

tehdit eden sıtma, frengi trahoma karşı teşkilat meydana getirilmiştir. Memleketi içten tanıyan hekimlerimiz çoğaldıkça ve çalışma tarzımız bürokrasiden uzaklaşıp rational bir hal aldıkça bu teşkilatın verimi artacaktır. Bu müesseselerimizin başarılarına esaslı yardımı olacak bir araç da bayındırlık ve kalkınma hareketlerinin hızlanması olacaktır. Bu imkânların yakın bir zamanda doğmasını dileyelim. Genel kültürü yaymak için atılan esaslı adımlar, sağlık alanında da geniş tesirlerini gösterecektir.

Sosyal yardım alanında girişilmiş olan dört teşebbüsü daha söylemeliyiz.

1- Köy ebeleri ve sağlık memurlarının yetiştirilmesine başlanması, 2- Aylak ve bakımsız çocuklar davasının Partice ve Hükümetçe ele alınmış olması, 3- İşçileri kazalara ve meslek hastalıklarına karşı sigorta eden bir devlet kurumunun

kurulmak üzere olması, 4- Topraksız köylüye toprak vermek hususundaki kanun tasarısının Kamutay’a gelmiş

bulunması. Bu teşebbüsler sosyal yardıma devletçi bir gözle baktığımıza delâlet eder. Şüphesiz bu

ilk adımlarla büyük bir sosyal sigorta arasında henüz çok mesafe vardır.”488

1945-48 yılları arasında Çalışma Bakanı görevi de yapan Sadi Irmak’ın489

sosyal yardım sahasında devletçi bakış açısı, korunmaya muhtaç çocuklar alanında bu

487 Sadi Irmak “Toplumca yardım düşüncesinde gelişme,” Ulus, 31.1.1945. 488 Sadi Irmak “Toplumca yardım düşüncesinde gelişme,” Ulus, 31.1.1945. 489 Prof.Dr. Sadi Irmak 1904'de Seydişehir'de doğdu. Bir süre Hukuk Fakültesi’ne devam ettiyse de 1924'de devletçe Berlin'e gönderildi. Orada tıp ve biyoloji öğrenimi yaptı ve 1929'da hekim oldu. Yurda dönünce bir süre Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmenlik ve Ankara Hükümet Tabipliği yaptı. 1932'de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde doçentlik sınavını kazandı.1939'da profesörlüğe yükseldi. 1943'te Konya Milletvekili seçildi. 1945–1948 yılları arasında çalışma bakanlığı yaptı. 1950'de Münih, daha sonra İstanbul Tıp Fakültesinde akademik hayatını sürdürdü. 1974'de kontenjan senatörü seçildi. 17 Kasım 1974-31 Mart 1975 arasında Başbakanlık yaptı.12 Eylül 1980 harekatından sonra Danışma Meclisi üyesi oldu ve bu meclisin başkanlığına seçildi. (http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1797).

213

yıllarda yapılan tartışmalar sonunda 1949 yılında bir kanunla ‘devletçi’ bir noktaya

doğru ilerlemiştir.

1940’lı yıllarda karşılaşılan olumsuzluklar karşısında girişilen başarılı ama

münferit bir girişim Neşet Halit Atay tarafından haber konusu yapılmaktadır. Atay bu

yorumlu haberinde çocuk meselesi hakkında umutsuz bir portre çizdikten sonra

Eminönü’nde karşılaştığı bir uygulamadan söz etmektedir. Katıldığı bir toplantıda

çocuklara dair olumsuz tutumların değişmezliği duygusu ile katılırken duyduklarının

kendisini şaşırttığını belirttiği çalışmayı şöyle anlatıyor:

“İşin başında üç kişi görünüyordu: Kaza Kaymakamı, Kaza Parti Başkanı, Kaza

Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanı. Üç kişi işi kaza sınırları içinde ve kaza imkanlarına göre ele almışlardır. Yaptıklarını, yapacaklarını şöyle anlatıyorlardı: A)Kazada kaldırım üzerinde çocuk bırakmayacaklardı. 20 yataklı bir yatakhane hazırlamışlardı. Çocuğu kaldırım üzerinden alacaklar, buraya getirecekler, polisin yardimiyle nereden geldiğini, neden, nasıl geldiğini öğrenecekler, kaza dışında gelmiş ise gene polis yardımı ile geldiği yere gönderilecekler, kaza içinde fakir bir ailenin çocuğu ise ailesini bulacaklar, orada ailenin, ihtiyacına göre yemek, giyim, iş veya okuma yardımı yapacaklardı. B)Yemek için kazadaki büyük küçük lokantalarla, teker teker konuşarak anlaşmışlardı. Bunların vaddetikleri yardım, bugün tespit edilen ihtiyaçtan fazla idi. Görünüşe göre, her zaman da çok olacaktı. Binaenaleyh, Eminönü mıntıkasında ne otellerde, ne imâlathanelerde ne de sokakta aç çocuk bırakmayacaklardı. C)Gündüzleri işe giden kadınların çocuklarına bakmak için iki kreş açmışlardı. Burada çocukları doyuruyorlar, eğelendiriyor ve ilkokul için hazırlıyorlardı. Kreşlerde yemek idare masraflarına hal ve vakti yerinde vatandaşların yardımını da temin etmişlerdi. D)Doktorlar ve eczanelerle anlaşmışlardı. Her fakir çocuk muayene edilecek, reçetesini yaptıramayacak kadar fakir olanlara da ilaç verilecekti. E)Fakir çocukların giyimleri, mektep kitapları kısmen bunları satan ticarethanelerden istenecek, kısmen de toplanan para ile satın alınıp verilecekti. Bir de fakir kimsesiz çocukları, koruyucu yardımcı babalar bulacaklardı. Bir vakitler Fatih’te tecrübe etmişler, kimsesizlere çocukları arasında yer veren 200 kadar baba bulmuşlardı. Israrla bunu

arayacaklardı.”490

Çocuk yoksulluğunun çok boyutluluğu ve yaygınlığına karşın henüz merkezi

idarenin bir çözüm üretmediği ancak birbirinden bağımsız birçok başarılı örnek olduğu

görülmektedir. Daha sonra oluşturulan kurumlar ve yasal düzenlemelerde geçmişte

uygulanmış yukarda anlatılan türden münferit başarılı örneklerin izlerini bulmak

mümkündür.

490 Neşet Halil Atay “Semtlerde çalışmalar,” Ulus, 21.3.1945.

214

Cumhuriyet gazetesinin 1945 Aralık ayında ‘kimsesiz ve serseri’ çocuklarla ilgili

bir dizi haber yer almaktadır. Aynı gazetenin 1946 yılı Ocak ayında ise bu çocuklarla

ilgili Belediye, Polis ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun harekete geçerek yaptığı

çalışmaların haberi yer almaktadır. “Belediye kimsesiz ve serseri çocukları topluyor”491

başlığı ile verilen haberden belediyenin toplumdan yükselen ‘bu çocuklara sahip çıkın’

çağrısına cevap vermeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Ancak dönem içinde karşılaşılan

çocuk sorunu karşısında kurumsal anlamda hazırlıklı olmadığı bilinen belediye de

önceliği çocukları ‘sokaktan toplamaya’ vermiş görünüyor. Haberde ‘Küçükler

Darülâceze’ye verilecek, büyükler bir yurdda iskân edilecek, toplama bugünden itibaren

başlıyor’ deniyor. Haber o dönem ‘kimsesiz ve serseri’ çocuklarla ilgili birçok yorum-

yazısı çıkan Metin Toker imzasını taşımaktadır. Yazının geri kalan kısmında Toker,

İstanbul kentinin yoksullar tarafında mekân olarak kullanılan hamam, köprü altları,

metruk binalar vs. yerlere yaptığı ziyaretlerden edindiği olumsuz izlenimlerini

vermektedir. Bir sonraki gün, 4 Ocak 1946 tarihli gazetede ise “Kimsesiz çocukların”

sokaktan toplanma haberlerini duyunca ortadan kaybolmaya başladıkları belirtiliyor.

Çocukların nasıl toplanacağı ve takip dilecek diğer usuller şöyle anlatılıyor:

“Belediye kimsesiz ve serseri çocukların toplattırılması için tertibat almıştır. Bu çocuklar için evvelâ bir yurt hazırlanmaktadır. Ondan sonra bunlar yakalandıkça tasnife tâbi tutulacaklar, sıhhi muayeneden geçirilecekler baba ve anneleri hayatta iseler ve çalışabilecek durumda bulunuyorlarsa emniyet memurlarınca davetle çocuklarını sokağa bırakmamaları için kendilerinden söz alınacak, aksi hareket edenler mahkemeye verilecektir. Kimsesizlerden bir kısmı yeni yurda yerleştirilecektir, bir kısmı da Dârülacezeye sevk edileceklerdir. Bunlar için Dârülacezede yer ayrılmaktadır. Serseri çocukların toplanacağı hakkındaki haberler üzerine bunların bir kısmı dünden itibaren ortadan kaybolmağa başlamışlardır.” 492

Daha sonraki gazete haberlerinden çocukların sokaktan toplanması işinin

uygulanmaya başladığı öğrenilmektedir. Haberde yapılan işlemler şöyle anlatılıyor:

“Süleymaniye’deki Kimsesizler Yurduna götürülen 400 çocuk tasfiye neticesinde 87

491 “Belediye kimsesiz ve serseri çocukları topluyor,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1946. 492 Benzer bir uygulama 2000/1 Güvenlik Kararı ile İstanbul Valiliği tarafından uygulanmaktır. Kararla çocukların sokakta çalışması yasaklanmıştır. Karara dayanılarak sokakta yaşayan/çalışan çocukların sokaktan nasıl toplanacağı, merkezlere yerleştirileceği, çocuk ailelerine yönelik cezai işlemlerin uygulanacağı ayrıntılı olarak ‘Uygulama Plan ve Talimatı’ adı altında düzenlenmiştir. Ayrıntılar için bkz. T.C. İstanbul Valiliği İl Sosyal Hizmetler Müdürlüğü, “Sokakta Yaşayan ve Çalıştırılan Çocukların Korunması Projesi,” 2002 (Tanıtım Brojürü).

215

kişiye inmiştir. Bunlardan birçoğunun velileri çıkarak çocuklarını alıp götürmüşlerdir.

Bazıları da memleketlerine gitmişlerdir.”493

Çocukların toplanması işlemine ilişkin yapılan değerlendirmelerde, toplama

işlemleri daha da ayrıntılandırılarak, kurumlararası işbölümü esasları geliştirilmiştir. 22

Ocak 1946 tarihli habere göre, ÇEK ve Emniyet yetkilileri ÇEK’nun Cağaloğlu’ndaki

merkezinde yaptıkları toplantının ‘faydalı kararlar verdiği’ belirtilmektedir. Habere

göre, “Emniyet Altıncı Şube Müdürü Kemal’in iştirakile ve kurum merkez heyeti ve ilçe

Başkanları huzurlarile yapılan içtimada şu kararlar verilmiştir: 1) Polis tarafından

toplanan bu çocuklar Süleymaniyede tesis olunan toplama kampına sevk edilecektir.

Bunların sıhhi muayeneleri yapılıp sıhhat ve ahlâk durumları nispeten iyi olanlardan 15

yaşına kadar olanlar Çocuk Esirgeme Kurumunun Mısırçarşısı arkasında Ketenciler

sokağında açtığı Barındırma Yurduna gönderilecektir. Bunlara Milli Eğitim Müdürlüğü

tarafından gönderilecek bir öğretmen tarafından gece dersleri verilecektir. Daha sıhhat

durumları bozuk ve sari hastalıklarla malul olanlarla ahlâken zayıf olanlar Süleymaniye

Yurdunda alıkonacaktır. 2) Polisçe giydirilen ve emanetçilik yapan çocukların Kurum

gece barındırma yurdunda yatmaları temin olacaktır”494 denilmektedir. Ayrıca ‘hâli

ıslâha müsait olanlara’ da ayrı işlemler yapılacağı haber verilmektedir.

1946 yılında ‘çocuk davası’ konusunda haberler yanında yorum ya da haber-

yorumlara da rastlanmaktadır. Bu durum 1940’lı yılların ikinci ayrısından itibaren

çocukların korunmasına ilişkin genel bir ilgi artışı olduğunu göstermektedir. Bu

çercevede değerlendirilen Dr. Kemal Saraçoğlu’nun “En büyük memleket işi: çocuk

davası” başlıklı yorum yazısında,495 ‘çocuk meselesi’ nüfus eksenli bir mesele olarak

ele alınmaktadır. Ülkenin o zamanki koşullarının mevcut nüfusun en az iki katına ‘ferah

ferah’ bakabileceğini belirten Saraçoğlu esas meselenin ‘ilkönce dünyaya sağlam çocuk

getirmek olduğunu’ ileri sürmektedir. Türkiye’de nüfusun azlığının esas nedeninin

erken yaşta çocuk ölümleri ve bakamayacakları kaygıyısla annelerin çocuk dünyaya

getirmemek istememelerine bağlayan Saraçoğlu, “ o halde iktisadi ve içtimaî zaruretleri,

493 “Kimsesiz, serseri çocuklar,” Cumhuriyet, 17 Ocak 1946. 494 “Kimsesiz Çocuklar,” Cumhuriyet, 22 Ocak 1946. 495 Kemal Saraçoğlu “En büyük memleket işi: çocuk davası,” Cumhuriyet, 5 Eylül 1946.

216

geçim darlığı sebebile onlara yardım etmek, her hastalanan çocuğu kabul edebilecek

kadar çocuk hasta yatakları temin etmek, çocuk ölümlerinin baş sebebi çocuk ishallerile

mücadele etmek, bu hususta anneleri aydınlatmak gibi yapılacak pek çok şeyler vardır”

demektedir. Ancak bütün bu gerekleri devlet imkanları ile yerine getirmenin mümkün

olmadığını belirtmektedir. Bunun yerine, ‘hali vakti yerinde olanlar, çalışanlar ve

yoksullar’ olarak üç kısma ayırdığı toplumun zenginler kesiminin ‘hükümet için iştigal

konusu olmadığını,’ en büyük kesimi oluşturan çalışanların kendi yardım sandıklarını

oluşturup, para toplayıp kendi hastanelerini açacağını, geriye kalan yoksullara belediye

ve hükümet bütçelerinin yüklenerek bu işin halledileceğini ifade etmektedir. Modern bir

sosyal politika önerisi sunan yazar, özellikle çalışanların çok dağınık ve örgütsüz olması

nedeniyle bu önerinin gerçekleşmesinin güç olduğunun farkındadır. Bütünlüklü bir

çözüm sunma gayreti içinde olan Saraçoğlu, ‘çocuk davasının’ önemli bir veçhesi olarak

‘gayri meşru çocuklar, anasız, babasız çocuklar, sokak çocuklar gibi’ kısımları için

‘Darüşşafaka veya eski darüleytamlar kabilinden müesseseler’ açılmasını önermektedir.

Çocuk sorununu toplumsal diğer değişkenlerle ilişkili olarak ‘şümullü’ bir şekilde ele

alan yazar, yine de dönemin genel havası içinde kalarak esas çözümün ‘nüfus’ artışında

olduğunu ifade etmektedir: “… bizi on dokuz milyondan kısa gelecekte otuz milyona

çıkaracak sihirli anahtarın bulunması”dır.

‘Kimsesiz ve serseri çocuklar’ sorununu uzun süredir gündeminde tutan Metin

Toker, sadece sokaktaki gözlemlerine dayanarak haberler yapmakla yetinmemiş,

konunun tarafı olan psikolog, pedagog, hukukçu ve idarecilerle de görüşerek öneriler

gerçekleştirmiştir. 5 Ocak 1946 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısı ile bu yöndeki

çabalarını aktarmaktadır. Bu sorunun esas olarak üç şekilde aşılabileceğini belirten

Toker’e göre ideal olan birinci yol, ‘halkın iktisadî durumunu, içtimaî hayat ve kültür

seviyesini yükseltmektedir.” İkinci yol olarak ise ‘bu mutlu anın gelmesini beklerken”

bir şeyler yapılmasıdır; bunların başında gelen ise ‘çocuk kanunu’ hazırlanması ve

ardından ‘çocuk zabıtası’ oluşturulmasıdır. Diğer taraftan çocukların ailelerine karşı da

korunması gibi oldukça ‘modern’ bir fikir de ifade edilmektedir. Toker’e göre,

“Meselenin üçüncü hal çaresi bahsettiğimiz Umum Müdürlük kuruluncaya kadar geçecek zaman zarfında bakımsız çocukların hayat şartlarını biraz daha iyileştirmektir. Bunun için de yapılacak başlıca iş, barındırma yurtları açmaktır. Bu suretle çocuklar

217

sokaklarda veya hamamlarda yatmaktan kurtarılacaklardır. Belediyenin kimsesiz çocukları toplamağa başlaması ümid ederiz ki bu yolda atılmış bir adımdır. Hep görürüz, zabıta zaman zaman bir tarama yapar, bir kaç çocuğu hamama yollar, bazılarını da Darülâcezeye sevkeder. Sonra iş kapanıp gider. Buna sebep zabıtanın ihmalkârlığı değildir, eminiz ki polis istediği zaman bu 4 bin çocuğu toplayabilir. Mesele onları gönderecek yurdlar temin etmek ve bu yurdlarda iyi inzibat, disiplin sağlayabilmektedir. Bundan birkaç sene evvel İstanbul’da ‘Çocukları Kurtarma Yurdu’ mevcuddu. Dr. Kâzım Zafir’in idaresindeki yurd 1933 de yedi kimsesiz çocukla kurulmuş ve müsbet işler başarmıştır. ‘Yurd’ az zamanda çocuklar için aile yuvası olmuş, onların dışarda serbestçe dolaşmalarını temin ve hemen hepsini ıslah etmiştir. Galata gibi çok kalabalık muhitte açılan bu yurd, modern pedagojnin ne kadar haklı olduğunu ispat etmiştir. Bugün, orada terbiye gören yüzlerce yavru meslek sahibi namuslu kimseler olmuştur. Daha sonra pek garib bir kararla kapatılan yurd, yeniden kurulabilir.”496

Bu sözlerin sahibi Metin Toker, çocukların korunması meselesinde yaptığı

tespitler ve önerdiği çözümlerle bulunduğu dönemin ilerisinde bir noktada yer

almaktadır. Çocukların korunmasını ailelerinden de korumayı kapsayacak şekilde

şümullü düşünen Toker, modern çocuk koruma sisteminin gereği olarak

kurumsallaşmayı öngörmesi, sorunun çözümünde genel olarak ‘bilimin’ özel olarak ise

‘pedagojinin’ yol göstericiliğini işaret etmesiyle dönemin çocuk sorunu ile ilgili önemli

bir aydın portresini çizmektedir.

Cumhuriyet döneminde çocukların korunması ve refahı alanında sürekliliği

temsil eden tek kurum olduğu için, ÇEK’nun faaliyetleri veya Kurumla ilgili haberlerle

sürekli olarak karşılaşılmaktadır.

Erken Cumhuriyet döneminde nüfusun artırılması hemen bütün kurumların

gündemindedir. Bu nedenle ikiz ya da üçüz çocuk haberleri basında da önem verilen

haberler olarak yer almakta; bu çocukların yoksul olan ailelerine yardım yapılması

işlemleri ise günlerce takip edilmektedir. Ayrıca erken dönem kanunlarında da bu

politikayı destekleyen hükümlere yer verilmektedir. Nitekim 1930 tarihli Belediye

Kanunu’nun 34. maddesinde bu duruma ilişkin düzenleme: “Fakir ailelerin ikiz

çocukarına, alelumum öksüz, fakir, kimsesiz çocuklara para, hekim, ilâç, yeme, içme,

giyinme, barınma, tahsil, terbiye cihetlerinden, yardım etmek, fakir hastalara meccanen

496 Metin Toker, “Kimsesiz ve serseri çocuklar davası,” Cumhuriyet, 5 Ocak 1946.

218

bakmak, ilâç vermek, fakir cenazelerin meccanen kaldırmak, alil, işten âciz olup

bakacak kimsesiz olmayanlara bakmak” 497 şeklinde yapılmıştır.

1945 yılı içinde gazetelerde sık rastlanan bir haber türü de ‘ikiz veya üçüz’

doğan çocuklardır. Ulus gazetesinde 19 Ocak 1945 tarihinde yayınlanan üçüz

çocuklarla ilgili haberde498 durumun ÇEK tarafından tespit edildiği ve bu çocuklara

ÇEK tarafından birer kundak takımı ve 25’er lira vermek suretiyle yardımda

bulunulduğu belirtilmektedir. Bu dönemde nüfus arttırma politikasının hâlâ

sürdürüldüğü ve bu konuda ÇEK’nun aktif görev aldığı bu tür haberlerden de

anlaşılmaktadır. Ancak dönemin koşullarında verilen yardımın genellikle bir defaya

mahsus ve oldukça sınırlı miktarda ve ‘ödüllendirme’ mantığı içinde olduğu

görülmektedir. Bir başka haber de şöyledir, “ÇEK tarafından tespit edildiğine göre

geçen bir yıl içerisinde 235 ailenin ikiz çocuğu dünyaya gelmiştir. ÇEK ikiz doğanlara,

ikiz hediyesi olarak birer kundak takımı ve beşer metre ipekli kumaş armağan etmiş ve

pek muhtaç olanlara da para yardımı yapmıştır.” 499 Görüldüğü gibi ÇEK ikiz çocuk

dünyaya getiren bütün aileleri ödüllendirmektedir ancak ‘pek muhtaç’ durumdaki

ailelere ayrıca yardımda bulunmaktadır. Bunun yanında konuyla ilgili başka çok sayıda

habere rastlanmıştır.500

497 M.C. Duru, Sosyal Yardım, s. 77. 500 “ÇEK Genel Merkezi 1.2.1945 tarihinden 15.2.1945 tarihine kadar 7295 yoksul yavruya yardım etmiştir. Bunlardan 1365 süt çağındaki çocuğa 630 kilo mikropsuz süt vermiş, muayene kliniklerinde 763 anne ve çocuk muayene ve tedavi edilmiş, merkez banyolarından 1026 anne ve çocuk faydalanmıştır. Gündüz bakımevinde 1050 çocuğa bakılmış, 40 kilo süt, 300 kab mama, 1200 kab yemek verilmiştir. Yardım için Genel Merkeze müracaat eden 6 çocuğa 60 lira para yardımı yapılmıştır. Ayrıca: 1 fakir çocuğa 2 takım iç çamaşırı verilmiş, 3 ailenin 5 çocuğuna elbise, 10 ailenin 23 çocuğuna 57 basma, 26 ailenin ikiz doğan çocuklarına ikiz hediyesi verilmiş ve 3000 fakir anne ve çocuğa birer kab etli sıcak yemek verilmek suretiyle yardım edilmiştir.” Bkz. “10 ailenin üçüz çocuğu doğdu,” Ulus, 19 Ocak 1945. ; “… Öğrendiğimize göre son altı yıl içinde ÇEK Genel Merkezi tarafında şu yardımlar yapılmıştır. 1)1940 yılında: 25 ailenin ikizine 20’şer lira para, 2)1941 yılında: 26 aileye 20’şer lira, 3)1942 yılında: 39 ailenin ikizlerine hediye, 4)1943 yılında: 76 ikiz hediyesi, 5)1944 yılında: 9 üçüze 25’şer lira 6) 1945 yılında: 226 ikiz hediyesi gönderilmiş, 15 üçüze 25’şer lira para yardımı yapılmış.” Bkz. “İkizlere ve üçüzlere yardımlar,” Ulus, 7 Nisan 1945.; “ÇEK 15.3.1945 – 31.3.1945 tarihleri arasında: Ayni yardımlar, 5 fakir ailenin 20 çocuğuna 46 metre basma, 113 çocuğa her gün mikropsuz süt, 219 fakir çocuk ve çocuklu anneye 6570 kab sıcak yemek v.s vermiştir.” Bkz. “ÇEK Genel Merkezinin 15 günlük yardımları,” Ulus, 8 Nisan 1945.

219

1945 yılı içinde Cumhuriyet gazetesinde Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyetlerine

ilişkin haberlere genişçe yer verilmiştir. ÇEK İstanbul merkezinde yapılan basın

toplantısının işlendiği bir haberde göre ÇEK çalışanlarının halkın Kuruma ilgisini yeterli

bulmayarak, bu ilginin arttırılması yönünde çalışmalara yapılmasını istedikleri

belirtilmektedir.501 Bunun yanında “sokaklarda başıboş dolaşan çocukların kurtarılıp

yetiştirilmeleri için gereken müesseseler açılması” gibi dileklerini ifade etmişlerdir.

Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyetinin işlendiği bir diğer haberde, Kurumun “muhtelif

dispanserlerde çok faydalı işler..” gördüğü haber ediliyor. Kurumun çok çeşitli

kollarında verilen sağlık, gündüz bakımevi ve diğer sosyal hizmetler sayılarak, ÇEK’in

çalıştığı gösterilerek toplumun ilgisinin sürekliliğinin sağlanmaya çalışıldığı

görülmektedir.502

“Çocuk Esirgeme Kurumuna yardım edip madalya alanlar” başlıklı haberde503 de

ÇEK’na bağış yapan ‘hayırseverlere’ yer verilmiştir. Dönemin İstanbul Valisi ve

Belediye Başkanı Lütfi Kırdar tarafından, ÇEK çalışmalarına yaptıkları bağış ve

katkılardan bazı kişiler madalya ile taltif edilmektedir. ÇEK faaliyetlerinin yer aldığı bir

diğer haberle504 Kurumun sadece kent merkezlerindeki çocuklar değil köy çocuklarına

yönelik de çalışmalar yürüttüğünü öğrenmekteyiz. Bu çalışmaların ‘anneler birliği köy

ziyaretleri’ şeklinde gerçekleştiği ve ziyaret edilen köydeki yoksul çocuklara elbise,

ayakkabı ve hastalara ilaç dağıtıldığı haber verilmektedir. 1940’li yılların özellikle

ikinci yarısından sonra çocuk meselesine ilişkin çözüm önerilerinde bir çeşitlenme

görülmektedir. Bu çerçevede bir öneri de ‘çocuk vergisi’ konması şeklinde ortaya

çıkıyor. “Hem Nalına Hem Mıhına” köşesinde yer alan habere göre,505 ÇEK Başkanı ve

Kırklareli Milletvekili Fuat Umay çocukları ve annelerini korumak ve ‘nüfusumuzu 35

milyona çıkarmak’ için Kurumun çalışmalarını anlatıp bunların ne kadar yetersiz

olduğu ve yapılması gereken müesseseler için bir ‘çocuk vergisi’ konmasını teklif

etmektedir.

501 “Çocuk Esirgeme Kurumunda dünkü toplantı,” Cumhuriyet, 15 Ağustos 1945. 502 “Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyeti,” Cumhuriyet, 17 Ağustos 1945. 503 “Çocuk Esirgeme Kurumuna yardım edip madalya alanlar,” Cumhuriyet, 28 Aralık 1946. 504 “Yoksul Çocuklara yardım,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1946. 505 “Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.

220

1947 yılı başında Çocuk Esirgeme Kurumu ve diğer hayır kurumları ile ilgili

haberlere daha yoğun rastlanılmaktadır. Örneğin 22 Ocak 1947 tarihli Cumhuriyet

gazetesi Amerika ziyaretini tamamlayarak yurda dönen ÇEK Başkanı Fuat Umay’ı

haber yapıyor. 27 Ocak 1947 tarihli aynı gazetede ise olaylı geçen Bursa ÇEK

kongresinin haberi verilmektedir. 3 Şubat 1947 tarihli gazetede ise ‘ÇEK çalışmaları”

verilmektedir. Çalışmalar arasında Kurumun ‘barındırma yurdunda’ kalan kimsesiz

çocuklara verilen yardımlar sayılmaktadır. Aynı tarihli gazetede Kızılay Derneğinin

yoksullara kömür dağıttığı haberi yer almaktadır. Devletin hayır kurumlarına ilgi ve

desteğinin çeşitli düzeylerde de olsa sürdüğünü “Darüşşafaka, hükümetin yardımile

genişletiliyor” başlıklı haberde görmekteyiz.506 Kurumun kapasitenin genişlemesi ve kız

çocukları için bir bölüm açılması haber olarak verilmektedir. Hükümetin nakit yardım

çekini Darüşşafaka yetkililerine verdiği törene Başbakan Recep Peker ve İstanbul Valisi

ve Belediye Başkanı Lütfi Kırdar da katılmışlardır.

Korumaya muhtaç çocukların korunmasında devlet sorumluluğunun en üst

noktası olarak kanunlaşma sürecinin başladığı, Ulus gazetesinin 8 Şubat 1947 tarihli

nüshasında ‘kimsesiz çocukların’ korunmasına ilişkin kanun teklifi ‘Kamutaya’ verildi

şeklinde haberleştirilmiş.507 Haberde, “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığınca uzun

incelemelerden sonra hazırlanmış olan kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların

korunması hakkında kanun tasarısı Kamutaya sunulmuştur. İçişleri, Milli Eğitim,

Çalışma, Adalet, Bütçe ve Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları tasarıyı

görüşeceklerdir” denilmektedir.

1949 yılından itibaren kentsel büyüme ve dönüşümün göstergesi olan haberlere

daha sık rastlanmaktadır. Özellikle dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı

Fahrettin Kerim Gökay’ın gecekondu bölgeleri ziyaretleri ve halkla görüşmeleri sık

rastlanan haberler arasındadır. 7 Aralık 1949 tarihli Cumhuriyet gazetesinde hem kentsel

işsizlik hem de ortaya çıkan ‘gecekondu sorunu’ ile iki haber yer almaktadır.

“İstanbul’da baş gösteren işsizlik tehlikesi” haberiyle mensucat sanayinde çalışan

506 “Darüşşafaka, hükümetin yardımile genişletiliyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1947. 507 “Kimsesiz çocuklar kanunu Kamutayda”, Ulus, 8 Şubat 1947.

221

38.000 işçinin bu tehlike karşısında sendikaları ile görüşmeler yaptıkları

belirtilmektedir. “Vali dün Mecidiyeköy gecekondularını gezdi” haberinde ise Vali ve

Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın buralardaki ‘gayri sıhhi’ binalarda oturan

vatandaşların ilkbahara kadar evlerini boşaltmaları için süre tanıdığını haber

vermektedir. 1949 yılındaki haber çeşitlenmesine bir örnek de çocuk suçluluğunu

azaltmak çin çocuk mahkemeleri kurulmasına ilişkin yurtdışından uzman kişilerin

gelmesi ile ilgili haberdir. Haberde “Birmingham Çocuk Suçları Mahkemesi Başkanı bu

sahada tetkikler ve tavsiyeler yapmak üzere memleketimize geldi” 508 denmektedir.

Ayrıca haberde bu uygulamamın İngiltere’deki çocuk suçluluğunda yüzde seksen

oranında azalmaya sebebiyet verdiği belirtilmektedir.

Cumhuriyet gazetesinde de KMÇ kanun tasarısına ilişkin haberler yer

almaktadır. İlgili haberde Meclisin ‘kimsesiz çocuklara dair’ tasarıyı hükümete iade

etmeyip görüşmek üzere gündemine aldığını yazıyor. Bilindiği gibi, 1947 yılında

TBMM Başkanlığı’na sunulan ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması

hakkında Kanun tasarısı’ yaklaşık iki yıl Komisyonlardaki görüşmeler sürecini

tamamlamış ve Genel Kurul gündemine alınmayı bekliyordu. Haberde tasarının

Hükümete iade talebi bazı milletvekillerinin itirazı üzerine kabul edilmeyerek Genel

Kurul’da görüşülmesine karar verilmiştir. Söz alan Denizli CHP Milletvekili Behçet Uz,

“kimsesiz çocuklar mevzuunun büyük şehirlerde en katı yürekleri dahi eritecek kadar

muazzam bit derd olduğunu söyleyerek 941 senesinden beri Büyük Millet Meclisi’nde bu

mevzu üzerinde takrirler verildiğini kaydetti ve Parti Grubunca hazırlanan bir raporun

Sağlık Bakanlığınca bu hususta hazırlanacak tasarıya esas olmak üzere verildiğini

belirtti.”509 Daha sonra yapılan görüşmeler de bu yönde olunca tasarının gündemde

kaldığı ifade edilmektedir. Meclis’in altı komisyonda görüşmelerini tamamladığı kanun

tasarısını gündeme aldığı belirtilmektedir.510 Kanunun Meclis’te kabul edildiği

“Kimsesiz çocuklara dair kanun kabul edildi” başlığıyla verilmektedir.511 Mecliste kabul

edilen ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu”ydu ama gazete haberinde kullanılan

‘kimsesiz çocuklar’ terimi aslında Kanunda yapılan KMÇ tanımına daha uygun bir

508 “Yurdda çocuk suçları için mahkemeler kurulacak,” Cumhuriyet, 2 Ocak 1949. 509 “Kimsesiz çocuklara dair tasarı,” Cumhuriyet, 8 Şubat 1949. 510 “Yurdumuzdaki kimsesiz çocukların korunması,” Cumhuriyet, 29 Nisan 1949. 511 “Kimsesiz çocuklara dair kanun kabul edildi,” Cumhuriyet, 24 Mayıs 1949.

222

başlık olarak duruyor; çünkü kanun korunması gereken geniş bir çocuk kesimini

Mecliste yapılan tartışma ve tekliflere rağmen dışarıda bırakmış ve ana ve/veya

babasızlığı korunmaya muhtaçlığın merkezine yerleştirmiştir.

KMÇ’ın sayısı sürekli bir ilgi ve tartışma konusu olmuştur. Özellikle basında

konu çok sık bir şekilde yer almaktadır. 28 Ekim 1949 tarihli Cumhuriyet gazetesinin

haberi bu ilginin kökenlerinin 1940’lı yıllara kadar gittiğini göstermektedir.512 Haberin

içeriğine bakıldığında verilen sayıya ilişkin bir açıklama yerine, sadece “Teşkilâtımız

memlekette yardıma muhtaç yüz bin çocuk bulunduğunu tespit etmiştir” ifadesine

rastlanmakta ve haberde daha çok ÇEK İstanbul merkezinin çalışmaları anlatılmaktadır.

Böylece 1940’lı yıllarda başlayan hayali sayılar üzerinden korunması gereken çocuklar

politikası üretmeye çalışma geleneğine ÇEK de katılmış olmaktadır. Aynı gün

Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir başka haberle Eyüp semtinde bir çocuk bakımevi

açıldığını öğreniyoruz.513 Haberde önce Eyüp semtindeki çocuk sorunu anlatılmaktadır.

Şubat ayı olduğu dikkate alınarak, bu karda kışta bile Eyüp cami avlusunda “yalınayak,

başı kabak, yaşları üç ile yedi arasında değişen bir yığın çocukla” karşılaşabileceğinizi

belirtmektedir. Bu çocukların civar fabrikalarda çalışan dul kadınlar ya da kalabalık aile

çocukları olduğunu belirtmektedir. Bu çocuklara karşı toplumun da ciddi bir ilgisizlik

içinde bulunduğunu belirten yazar durumu şöyle betimlemektedir: “Sizi temin ederim ki,

şu cami avlusundaki güvercinler dahi onlardan daha talihli, az çok himaye gören

mahlûklardır. Çünkü camiye uğrayan, hele şadırvanlı avluya yolu düşen her ziyaretçi,

her misafir onların kursaklarına birkaç darı veya mısır tanesinin girmesini uğur sayar,

hayvanlara acıyacak kadar içli, merhametli, müşfik ve cömerttir de, bu insan

yavrularını yutkunmaktan aşınan boğazlarını, boşluktan pörsüyen mideciklerini hiç,

ama hiç kimse düşünmez. Hoş, zaten onlar da bu terk edildikleri bu korkunç ihmalin,

içinde bulundukları bu kötü akıbetin pek farkında değiller ya..” İşte bu çocuklar için

Çocuk Esirgeme Kurumu aldığı bağışlarla bir “çocuk bakım evi” diğer adıyla “gündüz

bakım evi” inşa ederek 12 Şubat 1949 tarihinde hizmet girecek şekilde hazırlamıştır.

Çalışan ya da ev ortamı yetersiz olduğu için sokaklarda kalan çocuklar açılan ‘çocuk

bakım evlerinin’ ÇEK’nun en temel hizmetlerinden biri olduğu bilinmektedir.

512 “Yardıma muhtaç 100 bin çocuk var,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949. 513 “Eyüp çocuklarının sefaletten kurtaracak olan müessese,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949.

223

“Çocuk Dostları Cemiyeti’nin beyannamesi” haberi514 ile Derneğin idare kurulu

üyelerinin çocuk sorunun halli için vatandaşı açtıkları banka hesabına para yatırarak

yardıma çağırdığı duyuruluyor. Duyuruda “yarının hırsızları, canileri olarak yetişecek

kimsesiz, sahipsiz çocukları kurtarmak ve faydalı olarak cemiyete iade etmek için”

yardım istenildiği belirtilmektedir. 5 Mayıs 1949 tarihinde ‘Kimsesiz çocuklar’ başlıklı

haberle ‘kimsesiz çocuklar’ için yeni bir dernek kurulduğu haber verilmektedir. ‘Çocuk

Dostları Derneği’nin’ Tophane’de kimsesiz çocuklara yardım dağıttığı haber

edilmektedir.

4.2.3 Çocukları Korumaya Yönelik Kurumların Çoklu Yapısı

Hüseyin Sapmazlı, Türkiye’deki çocuk koruma tarihinin temel kaynaklarından biri

olan ve 1943 yılında yayınlanan Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri adlı çalışmada

dönemin çocukları korumaya yönelik bütün sivil-özel ve kamu kurumlarının dökümünü

vermektedir. Sapmazlı, sosyal yardım anlayışını açıklarken, yirminci yüzyılla birlikte

yardıma muhtaç hale gelenlerin yardım talep etmesinin bir hak ve yardım etmenin de bir

borç olduğuna belirtmektedir. Ancak bu borcu sadece devlete ya da kamuya değil

topluma da yaymaktadır girmektedir. Ona göre toplumun ya da cemiyetin içinde nasıl ki

herkes eşit bir şekilde askerlik görevi yapıyor ya da vergi veriyorsa, zayıf düşen kişilere

yardım etmek de “ ... cemiyetin diğer camiasına ve Devlet’e ait bir borç ve düşkünler

tarafından yardım istemek bir haktır.”515 Sosyal yardım ve bakımı ihtiyaç sahipleri için

bir hak olarak görmekle birlikte; bu hakkın yerine getirilmesinde devletin yanında

cemiyetin de görevlendirilmesi henüz modern sosyal yardım anlayışının

olgunlaşmadığını göstermektedir. Ancak erken Cumhuriyet döneminde devletin henüz

ciddi maddi sıkıntılar içinde olması ve sosyal yardımlar konusunda sivil örgütlerden

beklentinin yüksek olması bu değerlendirmede etkili olmalıdır. Ayrıca dönemin

çalışmalarına eleştirel yaklaşmayan Sapmazlı, çocuk koruma alanında doğrudan ya da

dolayı olarak faaliyet gösteren sivil ve resmi kurumların tümünü listeye dâhil etmiştir.

514 “Çocuk Dostları Cemiyeti’nin Beyannamesi,” Cumhuriyet, 14 Mart 1949. 515 Hüseyin Sapmazlı, Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri, Ankara: Yeni Cezaevi, 1943, s. 185.

224

Tablo 4: 1940’lı Yıllarda Çocukları Koruyan Kurumlar

Müesseseler

Dev

let

Hus

usi İ

dare

Bel

ediy

e

Cem

iyet

ve

Hey

etle

r

Çoc

uk

Esi

rgem

e K

urum

u

Hal

kevi

Kız

ılay

Çeş

itli

i hay

ır

müe

sses

leri

Yekûn

Sanatoryum 4 3 7 Çocuk Hastaneleri

2 2 4

Guraba Hastaneleri

2 2 4

Fakir evleri 3 3 Sıtma mücadele merkezleri

54

54

Kreş gündüz bakımevleri

1 1 8 24 3 37

Kör sağırlar mektebi

1 1

Poliklinik 99 127 49 14 26 20 335 Aşhaneler 37 6 4 47 Çocuk yuvaları

3 3

Şefkat yurtları 15 4 19 Yetim evleri 16 7 22 Talebe sofraları

60 46 15 121

Çocuk bahçeleri

20 6 66 820 912

Çocuk okuma evleri

86 7 93

Umumi çocuk banyoları

9 10 2 21

Çocuk yüzme havuzları

3 3

Ana mektepleri

5 2 7

Çocuk bakımı hemşire mektebi

1 1

Çocuk kampları

47 47

Pansiyonlar 19 19

225

Köy yatılı mektepleri

69 69

Köy talebe yurtları

58 58

İlkokul yardım himaye heyetleri

270 270

Düşkünlerevi 3 3 Sinemalar 7 15 22 Çocuk ıslahevi 1 1

Kaynak: Hüseyin Sapmazlı, Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri, Ankara: Yeni Cezaevi, 1943, s. 215.

4.3 İlk KMÇ Kanunu (1949) ve TBMM’deki Kanunlaşma Süreci

Osmanlı döneminde savaş yetimlerinin korunması, barınması ve yetiştirilmesi

için devlet tarafından kurulan darüleytamlardan sonra, devletin doğrudan kanun

çıkararak korunmaya muhtaç çocuklar alanında sorumluluk üstlenmesi 1949 yılında

çıkan Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu ile gündeme gelmiştir. Cumhuriyetle

birlikte Darüleytamların kapatılması ve KMÇ alanının bir gönüllü sivil örgüt olarak

ÇEK’na devredilmesine rağmen, 1940’lı yıllarda ‘çocuk meselesi’ne yeniden devletin el

atması, KMÇ’ya yönelik politikalarının oluşması ve değişmesi sürecinde önemli bir

uğraktır. 1920–40 yılları arasında Himaye-i Etfal ve/veya ÇEK’in son derece çeşitli ve

yaygın hizmetlerine rağmen, sorunların ağırlığı karşısında devlet sürekli olarak göreve

çağrılmıştır.516 Bu çağrıya ancak 1947 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın

bir kanun tasarısı hazırlamasıyla cevap verilebilmiştir.

Bu ilk kanunlaşma çabasında kanunun isminden başlayarak, hangi çocukların

nasıl ve hangi kurum ya da kişilerce korunacağına kadar bir dizi belirsizlik vardır.

Örneğin 9.11.1947 tarihinde Başbakan Recep Peker imzasıyla TBMM Başkanlığı’na

sunulan kanun tasarının adına bakıldığında henüz ‘korunmaya muhtaç çocuk’ diye bir

tanımdan uzak olduğu görülmektedir. Kanun tasarısı ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal

516 Çocuk Esirgeme Kurumu başkanı Dr. Fuat Umay 1941 yılında yaptığı konuşmada, korunmaya muhtaç çocukların bir hükümet bile değil, bir devlet işi olduğunu belirtmektedir. Bkz. Çocuk Esirgeme Kurumu, “Cumhuriyetin 18 nci Yıldönümünde Hitabeler ve Konuşmalar” Ankara: Çankaya Matbaası, 1941.

226

çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı’ ismiyle TBMM Başkanlığına

sunulmuştur.517

Kanun tasarının ‘gerekçe’ bölümünün ilk paragrafında bu kanunun korunmaya

muhtaç çocuklar sorununun çözümünde devletin gerekliliğini iki önemli argümana

dayandırmaktadır:

a- Türkiye yeni bir medeniyet dairesine girmiştir. Dolayısıyla korunmaya muhtaç

çocuklar alanında o güne kadar gerek devlet ve gerekse özel kurumlar kanalıyla yapılan

çeşitli işlerin küçümsenmediği ifade edilerek, devletin çabalarının yetersiz görüldüğü

dolaylı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca girildiği ifade edilen yeni medeniyet dairesiyle

yani ‘Garp medeniyet âleminin bu alanda yaptığı ilerlemeleri inceledikten sonra” bu

alanda devletin sorumluluk alması gereğinin anlaşıldığı belirtilmektedir. Bu durum

ayrıca KMÇ alanında da ülkenin yeni medeniyet dairesine bağlılığının ipuçları olarak

karşımıza çıkmaktadır. Türk modernleşmesi korunmaya muhtaç çocuklar alanında da

Batı dünyası ve oradaki gelişmeleri kendisine referans olarak kabul etmeye başlamıştır.

b- İkinci Dünya Savaşı’nın toplumsal hayat üzerindeki etkileri Kanun

gerekçesinde ikinci önemli argüman olarak kullanılmaktadır. Tasarının gerekçe

bölümünde bu durum ‘tesirlerinden büsbütün uzak kalmamız mümkün olamayan son

dünya harbinin yarattığı yeni hayat, cemiyet ve ekonomi şartlarının tabiî neticesi olarak

memlekette ‘çocuk dâvası’ bakımından meydana gelmiş yeni durum’ olarak

tanımlanmaktadır. Bu tespitlerden anlaşılmaktadır ki, Kanun tasarısını hazırlayanlar

1940’lı yılların yoksul olduğu için korunmaya muhtaç, terk edilen çocuklar ve ‘sokak

çocukları’ olgusundan haberdarlar ve buradan alınan bilgilerle hareket edilmektedir.

Ancak Kanun teklifinden evinde olanlar dahil bütün korunmaya ihtiyaç duyan çocuk

nüfusu değil, esas olarak ‘özel konumları’ nedeniyle korunması gereken duruma düşmüş

yani ‘kimsesiz, terkedilmiş ve anormal’ çocukların korunması hedeflenmektedir.

517 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” TBMM Zabıt Ceridesi, Devre VIII, Cilt 19/2, 1949, s.1.

227

1949 yılında TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek 5387 sayı ile

kanunlaşacak olan ilk korunmaya muhtaç çocuklar kanunu ile korunmaya muhtaç

çocuklar konusu M. Şükrü Tulay’ın tabiri ile “yirmi küsur senelik bir fasıladan sonra

yeniden ele alınırken”518 bu alanda görev hükümete verilmemktedir. ‘Yeniden’ görev

alan hükümet, yirmi küsur yıl önce, bir kamu kurumu olan ‘dârüleytamları’ tedricen

gelişen bir süreç sonunda 1926 yılında kapatırken görevi devlet ya da hükümetten

almıştı. O dönem KMÇ’ın bakımını sadece bir hayır kurumu olarak Himaye-i Etfal

(Çocuk Esirgeme Kurumu) yürütüyordu. Dolayısıyla 1949 yılında çıkan bu ilk kanunun

en önemli yanı, KMÇ’ın korunması ve bakımı görevini Bakanlıklar kanalıyla devlete

yeniden vermesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda söz konusu bu kanun,

Cumhuriyet döneminde KMÇ alanını düzenleyen ilk özel kanundur.

4.3.1 Kanun Gerekçesi ve Oluşum Süreci

İlk KMÇ Kanunu çalışmalarının yapıldığı 1940’li yılların sonunda ülke hâlâ

nüfus artırma politikasını izlemektedir. Nitekim bu politikanın etkileri kanun

gerekçesine de yansımıştır. Nüfus arttırmanın kabalalık insan topluluğu yaratmak

olmadığı şöyle ifade edilmektedir. “Medeni bir cemiyetin nüfus bakımından kuvvetli

olması, elbetteki yalnız belli bir toprak sınırı içinde kalabalık bir insan yığının

bulunması değildir. Sayının bir kuvvet haline gelebilmesi için, ferdin beden, ruh ve

ahlâk bakımından sağlam olması, ve bağrında yaşadığı cemiyet için faydalı olabilmesi

şarttır.”519 Bu bilgilerin ardından Türkiye ve Belçika’nın sağlıklı çocuk sayıları ve ülke

yüzölçümleri karşılaştırılarak, Türkiye’nin bu sahada geri kalmış olduğu saptaması

yapılmaktır. Korunmaya muhtaç çocukların korunması için alınacak önlemlerin

düzenlendiği kanun tasarısında, çocukların içinde bulunduğu olumsuz koşullara

vurgudan ziyade hâlâ nüfus artışı ve bu nüfusun ‘cemiyete faydalı’ olacak şekilde

sağlıklı olması görevi hatırlatılmaktadır. Bu tespitlerden hareketle ele alınacak konular

maddeler halinde sıralanmıştır. Aşağıda aktarılan maddeler incelendiğinde görüleceği

518 M. Şükrü Tulay, Korunmaya Muhtaç Çocuklar, Adana: Doğan Basımevi, 1959, s. 8. 519 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli

Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” TBMM Zabıt Ceridesi, Devre VIII, Cilt 19/2, 1949, s.1.

228

gibi, nüfus artışı yanında temel politika nüfusunun sağlıklı kılınmasıdır. Bu nedenle

doğumdan itibaren kimsesiz ve bakıma muhtaç olup, hastalık ve özürlülük durumunda

olan çocukların sağlıklı kılınması hedeflenmektedir. Bütün çocukların korunması henüz

bir hedef olarak bu çalışmalarda gözlenmemektedir. Çocuğun sağlıklı büyümesi için

öncelikle annenin sağlıklı olması ve beslenmesi gerektiği ve bu görevin halihazırda

Sağlık Bakanlığı tarafından, sütü olmayan annelerin çocukları için ‘süt damlaları’, süt

veren kreşler, çocuk dispanserleri ve çocuk hastaneleri açılması şeklinde planlandığı

belirtildikten sonra kanunla alınması öngörülen önlemler şöyle sıralanmaktadır:

“ 1.- Kapalı akciğer veremine tutulan veyahut bu hastalığa istidatlı çocukları parasız, yahut para ile tedavi eden çocuk prevantoryumları,

2.- Sıfır yaşından yedi yaşına kadar çocuklar çocuk yuvasına alınır. Burada tıpkı bir aile ocağında olduğu gibi şefkatle ve itina ile bakılır, büyütülür ve terbiye edilir. Ruhunda kötü temayüllerin uyanmamasına dikkat edilir. Beden, ruh ve ahlâkça sağlam ve temiz olarak yetişmesine çalışılır. Çocuk burada ana okulu öğrenimi de görür.

3.- Yuvada yetiştirilen çocuk öğrenim çağına girince ilk okula verilir. İlk öğrenimi orada yapar. Ancak yemeklerini Sağlık Bakanlığının açacağı Çocuk Pansiyonunda yediği gibi, pansiyonda yatar, giydirilir ve çocuğun mahrum kaldığı aile terbiyesinin burada verilmesine çalışılır. Bu pansiyona yuvamızın yetiştirdiği çocuklar alınacağı gibi dışarıdaki ilköğrenim çağında bulunan kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocuklar da alınacaklardır.

4.- Yedi yaşından yukarı bulunan kimsesiz yoksul ve yersiz yurtsuz çocuklar doğrudan müşahade yerlerine getirilirler. Burada beden, ruha ve ahlâk bakımından bir süre müşahade altına alındıktan sonra bunlardan anormal ve on iki yaşından aşağı yaşta bulunanlar ilköğrenimlerini yapmak üzere Çocuk Pansiyonuna verilir.

Sakat olanlardan on iki yaşından aşağı ve öğrenim görecek durumda bulunanlar aynı pansiyona yerleştirilir. Körler, sağırlar, dilsizler ve öğrenim göremeyecek olan sakat çocuklar özel yurda gönderilir.

Bedence bir sakatlığı olmayıp da akıl ve ruh melekeleri öğrenim yapamayacak kadar geri bulunanlar ise Eğitim Yurduna konulur.

5.- Çocuk pansiyonunda ilköğrenimi bitiren çocuklar zekâ ve kabiliyetlerine göre ya Milli Eğitim Bakanlığının yatılı öğrenim ve sanat kurumlarına yahut da devlet endüstri ve tarım kurumlarıyla devlet çiftliklerine verilir. Bunlardan öğrenim ve sanat kurumlarına verilip de öğrenimlerinde başarı gösteremeyenler veyahut Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığının korunmasına on iki yaşını bitirdikten sonra girenler de yine devlet endüstri veya tarım kurumu veya işletmelerine verilir.

Burada tembellik, serkeşlik, baltalama vesaire gibi hareketleri yüzünden kalamayacakları anlaşılan çocuklar Eğitim Yurduna konularak 18 yaşına kadar yurtta bulundurulur. Bu süre içinde kendilerine kabiliyet ve temayüllerine göre bir sanat öğretileceği gibi kısa bir zaman sığdırılmış bir öğrenim de verilecektir.” 520

Hizmet verilecek KMÇ grupları dar bir çerçevede değerlendirilmekle birlikte,

kanun gerekçesinde verilecek hizmetler, kurumlar, kurumlar arası ilişkiler ve çocuk

520 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 2-3.

229

ihtiyaç gruplarının kurumlardan faydalanma prensipleri oldukça esnek ve ayrıntılı bir

çerçevede tutulmuştur. Önlemlerin hemen ilk maddesinde verem hastalığına yakalanmış

çocukların tedavisi için gerekirse paralı hastanelerin kullanılacağının belirtilmesi esnek

ve çocuk lehine bir düzenleme olarak yerini almıştır. Yine çocuğun bakım, eğitim,

sağlık ve yetiştirilmesi durumları çocuğun yaş ve ihtiyaçları dikkate alınarak Sağlık ve

Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevlerinin ayrıntılı olarak

tanımlanması, bu çalışmanın belli bir ön hazırlık sonrasında ortaya çıktığını

göstermektedir. Bu düzenleme, yani KMÇ hakkında merkezi hükümetin temel sorumlu

kurumlarının Sağlık ve Sosyal Yardım Bankanlığı ile Milli Eğitim Bakanlığı arasında

paylaştırılması 1983 yılında çıkan 2828 sayılı SHÇEK dönemine kadar sürmüştür. Bu

kanunla birlikte SSYB’na bağlı müstakil bir genel müdürlük olarak SHÇEK Genel

Müdürlüğü kurulmuştur.

Doğumdan itibaren çocukların ihtiyacına bağlı olarak ve 18 yaşına yani çocuk

reşit oluncaya kadar izlenecek koruma prosedürleri ayrıntılı denebilecek bir çalışmayla

bu Tasarıda tespit edilmiştir. Ayrıca bu prosedürler, yukarda belirtildiği gibi, 1983

yılında kurulan SHÇEK dönemin kadar olan politikaları belirlemiştir.

Kanun gerekçesi incelendiğinde, KMÇ kanun tasarısı hazırlanırken sivil ve kamu

kurumlarının yaptığı çalışmalardan hemen hemen hiç söz edilmemekle birlikte, Umumi

Hıfzısıhha Kanunu ile Belediye Kanunu’nun çeşitli dairelere ve/veya kişilere görevler

verdiği ve verilen görevlerin yerine getirilmesinde yetersiz kalındığı belirtilerek

‘görevlerin daha canlı olarak görülebilmesini sağlamak için tasarıya ayrı bir hüküm

konması’ gerekliliği ifade edilmiştir. KMÇ alanında merkezi hükümetin müdahalesinin

gerekliliği anlaşıldığı bu dönemde, aynı alanda önlem almak konusunda kendilerine

kanunla görev verilmiş bir kamu kurumu olarak Belediyelere yönelik özel bir yakınma

ifade edilmemiştir.

KMÇ hizmetlerinin tedricen merkezi hükümet ve onun kanalıyla oluşturulacak

kurumlara devriyle birlikte, merkezi hükümetin dışında kalan sivil veya başta belediye

olmak üzere yerel kurumlarının hizmetlerinin sınırlanması ya da sona erdirilmesi

düşünülmediği görülmektedir. Kanun tasarısı ile bu hizmetlerin kontrolü ve gerekli

230

önlemlerin alınması için Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın görevlendirilmesi

planlanmıştır.

4.3.2 TBMM Komisyonları ve KMÇ Kanunu

Hükümetin 9.2.1947 tarihinde Başbakan Recep Peker imzasıyla TBMM

Başkanlığı’na sunduğu ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması

hakkında Kanun tasarısı,’ 16.5.1947 yılında meclis komisyonlarında görüşülmeye

başlanmıştır. Sözkonusu kanun tasarısı bu alanda Cumhuriyet döneminin ilk kanun

tasarısı olduğu için, komisyonda yapılan tartışmalar son derece önemlidir.

Komisyonlarda oldukça uzun tartışılan bu tasarıda bir dizi değişiklik teklifi de gündeme

getirilmiştir. Tasarı sırasıyla Meclis İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe ve

Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonlarında görüşüldükten sonra, bu komisyonların üçer

üye vermesiyle oluşturulan Geçici Komisyonda görüşülüp hazırlanan Geçici Komisyon

raporu 19.4.1949 tarihinde TBMM Başkanlığına sunulmuştur.

Kanun tasarısı görüşmesinin yapıldığı ilk komisyon olan İçişleri

Komisyonu’nda, tasarı genel olarak kabul görmekle birlikte korunmaya muhtaç

çocuklar konusunda Bakanlıkların belediye ve il özel idarelerini ‘denetleyeceği’

hükmüne, özel idare ve belediyelerin yetkilerini sınırlayacağı gerekçesiyle karşı

çıkılmakta ve bunun yerine bakanlıkların işbirliği yapması hükmünün getirilmesi teklif

edilmiştir.

Milli Eğitim Komisyonu’nda yapılan görüşmeler sonucu hazırlanan 13.6.1947

tarihli raporda ilk defa bu alanın güçlüğü, bu alanda çalışacak çocukların eğitimi ve

hayata kazandırılmasında görev alacak personelin ‘uzman’ olması gereği

vurgulanmaktadır. Eleman eksikliğini gidermek için “(…) henüz memleketimizde

bulunmayan bu uzmanların biran evvel yetiştirilmesi için bu alanda başarılı olan

memleketlere Milli Eğitim, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıklarınca gençler

gönderilmesi”521 önerilmektedir. Bu komisyonda korunmaya muhtaç çocuklar alanının

521 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli

Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 5.

231

önemi ve uzmanlık gerektiren bir alan olarak görüldüğüne dair bir gösterge de çocuk

mahkemeleri ve çocuk koruma sistemi arasındaki bağın vurgulanmasıdır. Komisyon

raporunda bu durum şöyle belirtiliyor: “Dâvanın önemli bir kısmı çocuk hukuku ile

ilgili bulunduğu Garp memleketlerinin hepsinde kurulmuş bulunan ve yalnız suçlu

çocuk konuları ile ilgili değil, her hususta bakım ve korunmaya muhtaç olan çocuklarla

da meşgul olan çocuk mahkemelerinin de memleketimizde biran evvel kurulması.”522

Milli Eğitim Komisyonu, korunmaya muhtaç çocuklara dair tasarının kanunlaşması ile

birlikte gerekli çalışma ve düzenlemelerin esas bölümünü devralacak kurumun eğitim

kurumu olduğunu bildiğinden olsa gerek, korunmaya muhtaç çocuklar ile ilgili konular

tasarının öngördüğünden çok daha geniş bir çerçevede tartışılmıştır. Bu çerçevede

tartışılan ve önerilen diğer bazı konuları şöyle sıralamak mümkündür:

1. Konunun önemi ve genişliği nedeniyle müstakil bir genel müdürlük gerekliliği

vurgulanmaktadır. Daha önce bu alanın uzmanlık gerektirdiği ve gerekli

uzmanların ülkemizde olmadığı tespiti ile tutarlı bir sonuç olarak, bu alanın ayrı

bir genel müdürlük şeklinde örgütlenmesi düşüncesi burada ortaya çıkmaktadır.

Dolasıyıla Milli Eğitim Komisyonu’nun bu işi Milli Eğitim Bakanlığı’nın

devralmasında isteksiz olduğu görülmektedir.

2. Kanunun uğraşmakla kendini bağladığı çocuk gruplarının çeşitlilik göstermesi

nedeniyle, kanunun kendine öncelikler tespit etmesi gerektiği. Burada ‘avare

çocuklar’ öncelikli korunması gereken çocuklar olarak yer almaktadır.

3. Sosyal yardım alanında bu kanunla devlet sorumluluğu getirilmiş olmasıyla, sivil

alanda varolan çalışmaların gerilememsi için, devletin vatandaşı ‘teberrua

çağıracak’ tedbirleri alması gereği belirtilmektedir.

4. Bu tartışmanın yapıldığı dönem için ayrıntı sayılabilecek bir konu, kimi

korunmaya muhtaç çocukların bakım ve eğitimine veli veya vasilerinin maddi

katkı vermesinin gereğinin düşünülmüş olmasıdır. Burada KMÇ olgusunun salt

maddi yoksullukla eş tutulmamış olduğu görülmektedir.

522 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli

Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 5.

232

5. KMÇ ile ilgili önemli bir husus da, çocukların reşit olduktan sonra topluma

katılımlarının düşünülmüş olmasıdır. Bu amaçla komisyon Çalışma Bakanlığının

sorumlu kılınmasını öngörmektedir.

6. Komisyon bu alanın ‘yepyeni olan bir iş’ olduğu fikrinden hareketle, yapılacak

iş ve uygulamaların “şümullendirilmeden” önce dar alanlarda uygulanarak

deneyimlerden çıkacak sonuçlara bağlı olarak ilerletilmesi gerektiğini

belirtmektedir.

7. KMÇ alanının ‘yepyeni’ bir alan olarak ve eğitimden farklı bir saha olduğu,

kurulacak kurum isimleri konusundaki hassasiyetlerde de kendini

göstermektedir. Komisyon, Hükümet teklifinde yer alan “ ‘eğitim yurtları’

yerine “şümulü” göz önünde tutularak ve bu yurtlarda esaslı hedefin yetiştirme

olduğu düşünülerek (Yetiştirme yurtları) denilmesi uygun görülmüş ve zihni

gerilik ile eğitim zorlukları gösteren çocukların aynı müesseselerde

birleştirilmemeleri için” ayrı nitelikte yetiştirme yurtları önerilmiştir.

Görüldüğü gibi ilk Korunmaya Muhtaç Çocuklara dair kanun tasarısının

tartışıldığı Milli Eğitim Komisyonu’nda, konu yeni boyutları ile tartışılmış ve yeni bir

alan olarak KMÇ alanın düzenlenmesine dair katkılar sunulmuştur.

Tasarı Çalışma Komisyonunda da ayrıntılı bir incelemeye tabi tutularak,

hazırlanan rapor, 29.7.1947 tarihinde TBMM Başkanlığına sunulmuştur. Bu

Komisyonun kendi özel alanına giren konular dışında getirdiği önemli bir katkı genel

çocuk sorunlarına yaklaşımda ‘çocuk hakları perspektifinin’ kullanılmaya

başlanmasıdır. Komisyon bu doğrultuda “tasarının kastı kimsesiz ve metruk çocukları

korumak olduğundan bu çocukların; normal, anormal ve geri vasıflarıyla tarif ve

tefrikinde fayda görmemiş ve başlık tadil ederek “anormal” kaydını kaldırmayı tensip

etmiştir.”

Konu Adalet Komisyonlarında da görüşülmüş ancak burada farklı bir öneri

geliştirilmemiştir. Yalnız konunun önemi ve çok boyutluluğu vurgulanarak, bu derece

önemli bir konunun Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bünyesinde kurulacak bir

müdürlük ve sadece devlet bütçesinden ayrılacak tahsisatla çözülemeyeceği vurgulanıp,

233

ayrı bir tüzel kişiliğe sahip bir genel müdürlük ve bu genel müdürlüğün hayırseverlerin

katkısının sağlanması ile daha uygun bir çözüm bulunacağı belirtilmekle birlikte, bu

önerinin Bütçe Komisyonu’nca yapılması gerektiği belirtilmektedir.523

Tasarının komisyonlarda yavaş da olsa görüşülmesine devam edilmiştir.

21.02.1948 tarihinde Bütçe Komisyonu hazırladığı raporda, Batı ülkelerinde 17.

yüzyıldan beri konu üzerinde çalışıldığı belirtildikten sonra, Türkiye’de de ve özellikle

büyük şehirlerde ‘kimsesiz ve terkedilmiş çocuklar meselesinin’ Türk toplumunu

rahatsız eden ‘içtimai ahlak ve düzenini bozan büyük bir dâva haline gelmiştir’

denmektedir. Bu komisyonda da kanun tasarı başlığında ‘anormal çocuklar’ kaydına

gerek olmadığı belirtilmektedir. Bütçe komisyonunun bütçe ile ilgili belirttiği tek husus,

kanun teklifinin ikinci maddesinde yer alan ‘kimsesiz çocuklara’ bakacak ve eğitecek

kurumların gelirlerinin devlet bütçesinden sağlanması zaruretinin teyit edilmesi ve

yetiştirme yurtları gelirleri ile yapılacak müsamere ve pul gelirlerinin de bu kurumların

gelir kaynakları arasında sayılmasıdır.

Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Sağlık ve

Sosyal Yardım Bakanlığınca 6.2.1947 tarihinde TBMM Başkanlığı’na sunulan Kanun

tasarısı Milli Eğitim, İçişleri, Çalışma, Adalet ve Bütçe Komisyonlarında görüşüldükten

sonra Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonu’na verilmiş ve burada yapılan tartışmalar

sonunda bazı tadilatlar yapılarak 21.5.1948 tarihinde durum rapor haline getirilmiştir.

Raporda kimsesi, terkedilmiş ve anormal çocukların içinde bulundukları özür durumu

ve yaşlarına bağlı olarak tasnif edilmesi; normal ve yedi yaş üstü çocuklar ile özürlü

olmakla birlikte temel olarak eğitime ihtiyaç duyan kör, sağır ve dilsizlerin Mili Eğitim

Bakanlığı tarafından korunması ve yetiştirilmesi önerilmektedir. Çocukların

ihtiyaçlarına bağlı olarak tasnifi yanında diğer bir önemli husus, o dönem kurum

bakımına olan kuşkunun ifade edilmesidir. Darüleytamlar deneyiminde yaşanan

sorunların hâlâ hafızalarda canlı yer aldığı görülmektedir. Sağlık ve Sosyal Yardım

Komisyonu raporunda “Milli Eğitim Bakanlığı, Darüleytam müesseselerinin çocuklar

523 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli

Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 9.

234

üzerinde tecrübe ile sabit olan menfi ve kötü tesirlerini ileri sürerek bu gibi

müesseselerin açılmamasını tavsiye etmektedir” denmesine rağmen, bu kurumlara olan

ihtiyaç karşısında bu öneriye sahip çıkılmamaktadır. Ancak kimsesiz ve korunmaya

muhtaç çocuklara yönelik kurumların açılması görevinin Sağlık ve Sosyal Yardım

Bakanlığı’na devredilmesi durumunda, bu bakanlığın halihazırda kurumları olmaması

nedeniyle doğru bulunmamakta, bunun yerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın mevcut

imkanlarının daha uygun olduğu şöyle belirtilmektedir: “Halbuki Milli Eğitim Bakanlığı

bu vazifeyi üzerine alacak olursa kendi idaresinde olan ilkokul sanat okulu ve

enstitülerin pansiyonları veya yeniden açacağı ve tevsi edeceği pansiyonlarla bu

ihtiyaca cevap vermiş olacak ve bu suretle hem tasarruf imkânları elde edilecek hem de

bu çocuklar cemiyet içinde kimsesizliklerini duymadan yetişebileceklerdir.”524 Böylece

korunmaya muhtaç çocuklara yönelik hizmetlerin devlet kurumları arasında uzmanlık

esasına göre dağılımına dair ilk taslaklar da ortay çıkmış olmaktadır. Hükümet teklifinin

ilk maddesinde ‘kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların’ bakım, yetiştirilme ve işe

yerleştirilmesi görevi sadece Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’na verilirken, Sağlık ve

Sosyal Yardım Komisyonu bu çocukları hem yaş hem de özel ihtiyaçlarına bağlı olarak

çeşitli gruplar altında toplanmış ve her özel duruma bağlı olarak farklı bir hizmetin

verilmesi için Milli Eğitim Banklığının görevli sayılmasını önermiştir. Bu husus daha

sonra kanunlaşan metinde yer almış ve günümüze kadar gelen KMÇ kurumsal bakım

hizmetlerinin şekillenmesinde son derece önemli bir etki yaratmıştır. Bu komisyonda da

kanun tasarısının adında geçen ‘anormal çocuklar’ hükmüne karşı çıkılmıştır.

4.3.3 Geçici Komisyon Raporu: Yeni Kanun Başlığı “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”

İki yılı aşkın bir süre komisyonlarda tartışılan ‘Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal

çocukların korunması’ Kanun tasarısı son olarak, Adalet, Bütçe, İçişleri, Milli Eğitim ve

Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonlarında seçilen üçer üyeden kurulu Geçici Komisyon

tarafından incelenmiş ve görüşmeler 19.04.1949 tarihinde rapor haline getirilmiştir.

524 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 13.

235

Burada Cumhuriyet döneminde korunmaya muhtaç çocuklar hakkında yapılan ilk

kapsamlı yasal düzenleme olduğu, KMÇ dair temel perspektif ve felsefenin ilk

taslaklarını oluşturduğu için meclis komisyonları ve ortak komisyon süreci ayrıntılı

olarak takip edilmiştir. Çeşitli eleştirilere uğramakla birlikte bu gün hâlâ kullanılan

KMÇ kavramının ilk olarak bu süreçte önerilmesi de anlamlıdır. Bu çerçeveden

bakıldığında, Geçici Komisyon raporuna yansıyan önemli konular şöyle tespit

edilmektedir:

Beden, ruh ve ahlâk gelişmeleri tehlikede olan ve kısaca korunmaya muhtaç

olarak tanımlanan çocuklara yönelik hizmetlerin yerelde, çocukların yaşadıkları

muhitlerde yapılması vurgulanarak, yerellik ilkesi esas alınmaktadır. Komisyon

raporunda da belirtildiği gibi “bu suretle çocukları köklerinden koparmadan köyde

olanları köyde, kasabada bulunanları kasabada ve şehirde yaşayanlara şehirde yardım

edilmelidir.”525

KMÇ alanında ilk kurumsallaşma girişimi olduğu için, bu alanda devletin

sorumluluk almasında son derece temkinli bir söylem kullanılmaktadır. Bu sorunu

çözümünde devletin sorumluluk almaya başlaması kabul görmekle birlikte, bu sorunun

tek başına devletin çözemeyeceği her fırsatta ifade edilmektedir. Bu husus Geçici

komisyon raporunda şöyle ifade edilmektedir: “Bu çocukları koruma işini yalnız devlete

yüklemek ve yalnız Devleti bundan mesul görmek hizmetin başarılmasını

525 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 45. KMÇ çocukları köyde tutma isteği ile Cumhuriyet’in genel olarak köylü ve köylü yoksulluğu ile karşılalaşma politikası arasında paralellik olduğu gözlenmektedir. Ayşe Buğra’nın köy politikasına ilişkin tespiti şöyledir: “Ama köy kalkındırma hayallerinin çok önemli olduğu tek parti döneminde en fazla ciddiye alınan şeyin, köylünün köyünden ayrılması önleme çabaları olduğu söylenebilir. Bu stratejinin uygulanmasında kullanılan yöntemlerden biri, köylüyü rahat bırakmak gibi görünüyor. Bu bağlamda, aşarın kaldırılmasında ve köylünün büyük ölçüde vergi dışı bırakılması son derece önemli. (…) Türkiye’deki sosyal politika süreçlerini erken sanayileşen batı toplumlarında görünenlerden ayıran bazı ipuçlarını içerdiğini sanıyorum. Bu ipuçlarının izini sürmek için, önce, yoksul olmayanlar için yoksulların görüntüsünden kaynaklanan rahatsızlık ve tedirginliği, dolayısıyla yoksulu görmemek isteğinin güçlülüğünü ciddiye almak gerekiyor. Tecrit ve inkar, bu isteği gerçekleştirmenin en kolay yolları. Ama bu yollara sapmanın bir maliyeti var. Tek parti döneminin köyün çözülmesini engelleyerek yoksul köylüyle şehirde karşılaşmama politikasının bedeli, önce devlet gelirlerindeki büyük düşüşle, sonra da sanayi sektöründeki emek arzı sorunlarıyla yaşanıyor.” Bkz. Ayşe Buğra, “Devletçi Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: “Zenginlerimiz Nerede?” Toplum ve Bilim, Sayı 99, Kış 2003/2004, s. 92 ve 95.

236

aksatacağından cemiyet bütün alâkalı kurullarının mesuliyeti paylaşmaları zaruridir.”526

İlk defa bir kanunla KMÇ sorununun çözümlenmesi için devlet doğrudan sorumlu

tutularak, bakanlıklara verilen görevlerin açık bir şekilde tanımlanmasına rağmen,

toplumun diğer kesimleri ve yerel kamu örgütlerinin de sorumlu olduğu

vurgulanmaktadır. Böylece KMÇ alanının devletleşme adımı karma bir dille

gerçekleşmektedir. Kanun tasarısında KMÇ için birinci görevli kurumlar olarak Milli

Eğitim Bakanlığı ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı sorumlu kılınırken, Geçici

Komisyon raporunda hâlâ “korunmaya muhtaç çocuklara hizmette köy ihtiyar heyetleri

ve Belediyeler birinci derecede görevli olmalıdır”527 şeklinde ifadeler kullanılmaya

devam etmektedir.

Geçici Komisyon raporuyla Kanun tasarısına da giren önemli bir diğer husus,

korunma kararının objektif olması ve istismarı önlemesine ilişkin bir önlem olarak

mahkeme gerekliliğinin öngörülmesidir. Diğer bir husus da KMÇ’ın bakım ve

korunmasında kurumsal bakıma alternatif hizmet olarak ‘koruyucu aile’ bakım fikrinin

ortaya çıkmasıdır. KMÇ’a yönelik modern sosyal hizmetler içinde önemli bir yere sahip

olan gönüllü ya da profesyonel koruyucu aile fikri raporda şöyle yer almaktadır:

“Bilhassa küçük çocukların aile havası içinde büyümelerinin bir müessesede büyümeye

nazaran dünyaca mücerrep olan müspet tesiri dolayısıyla bizde de mümkün olan

hallerde kendilerine güvenilebilir, hayır sahibi veya para ile bakacak aileler yanına

devamlı bir mürakabede bulunmak şartiyle çocukların verilmesini sağlayacak tedbirler

alınmalı ve vatandaşlar da bu önemli hizmette yardıma çağrılmalıdır.”528 Vatandaşların

göreve çağrılması erken Cumhuriyet dönemi boyunca ÇEK hizmetlerine destek olmak

şeklinde zaten sürerken, bu kez vatandaş koruyucu aile olarak doğrudan sorumluluk

almaya çağrılmaktadır. Bu adım KMÇ’ın aile dışında bakılması durumunda kurum

bakımının olası olumsuz etkilerine karşı geliştirilen modern bir sosyal hizmet çözümü

526 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 45. 527 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 45. 528 “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” s. 45.

237

olarak değerlendirilmelidir. Geçici Komisyonun raporunda yer alan ve daha önce de

belirtilen en önemli husus, diğer komisyonlarda tartışılan kanun tasarısı isminin

değiştirilmesidir. Bu husus, “terkedilmiş ve gayri tabii olan çocukların bir araya

toplanışı gibi bir mâna anlaşılmaması için” kanun adı ‘korunmaya muhtaç çocuklar”

şeklinde değiştirildiği ifade edilmektedir. Böylece meclis komisyonları tartışma süreci

tamamlanarak, kanun tasarısı yeni bir isim teklifi ile meclis genel kuruluna sevk edildi.

4.3.4 Kanunun TBMM Genel Kurulundaki Görüşülmesi Sürecinde Yapılan Tartışmalar

9.11.1947 tarihinde Başbakan Recep Peker’in imzasıyla TBMM Başkanlığına

sunulan “Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun

tasarı” yaklaşık iki yıllık Komisyon görüşmeleri sonrasında, 23.5.1949 tarihinde TBMM

Genel Kurulunda görüşülmeye başlanmıştır. İlk söz uzun yıllar Türkiye Çocuk

Esirgeme Kurumu Başkanlığı yapmış olan Kırklareli milletvekili Dr. Fuat Umay’a

verilmiştir. Fuat Umay, Kanun tasarısı ‘korunmaya muhtaç çocuklarla’ ilgili olmasına

rağmen, konuyla doğrudan ilgili olmayan ‘nüfus meselesini’ konuşmasının merkezine

koymuştur:

“Çocuk dâvası bir memleketin en önde gelen büyük dâvalarından biridir. Nüfus dâvasile eşittir. Bunun içindir ki, bütün devletler, milletler bu dâvayı çok evvelden ele almışlar, çocuklara sağlık ve sosyal yardım bakımından muhtaç oldukları müesseseleri vücuda getirmişler, çocuk doğumunu çoğaltmışlar, ölümü azaltmışlardır. Bütün isteklere rağmen Hükümet bu dâvayı ele almakta çok gecikmiş bu yüzden milyonlarla nüfus kaybedilmiştir. Hiç teşvik görmeden çektiği ıstırapların karşılığını beklemeden doğum vazifesini yapan Türk kadının bu müstesna muhabbet ve meziyetlerinden istifade etmesini bilseydik, doğum esnasında mâruz kalacağı tehlikeleri karşılayacak doğumevlerini geniş mikyasta yapabilseydik, yavrusuna bakabilecek bilgiyi verebilseydik, hastalıklardan koruyabilseydik, çocukların çeşitli ihtiyaçlarını karşılayacak çeşitli müesseseleri kurabilseydik, nüfusumuz bugün en az üç milyon fazla olabilirdi. 45 yaşına gelmiş kadınlarda yapılan istatistikler beher kadına 6.5 çocuk isabet ettiğini göstermektedir. Doğum

nispeti binde 44 tür. Senede 800 binden fazla çocuk doğmaktadır.” 529

Görüldüğü gibi Dr. Fuat Umay’ın konuşması ve eleştirilerinin doğrudan

‘kimsesiz, terkedilmiş ve/veya korunmaya muhtaç çocuklarla ilgisi yoktur. Ulus inşa

529 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri” TBMM Zabıt Ceridesi, Birleşim 90, Oturum 1, 23.5.1949, s. 596.

238

sürecinde genel olarak nüfus artışı ve özel olarak nüfusun sağlıklılaştırılması ile

ilgilenmektedir. Nitekim uzun yıllar başkanlığını yaptığı Çocuk Esirgeme Kurumunu

faaliyetlerine bakıldığında da, sadece korunmaya muhtaç çocuklara yönelik bakım ve

koruma çalışmaları değil; nüfus artışını hedefleyen çocuk ve anne sağlığına dönük çok

çeşitli hizmetlerle karşılaşırız.

Dr. Fuat Umay daha sonra Hükümeti kimsesiz çocuklar için kurduğu

müesseselerin olmaması, bu konuya çok az tahsisat ayırdığı ve başka bazı ülkelerle

karşılaştırıldığında Türkiye’nin durumunun çok vahim olduğunu belirttikten sonra tekrar

sözü nüfus, çocuk ölümü, nüfusun meselesinin ülkenin savunması olduğu gibi konulara

getirmektedir. “Şimdiye kadar Hükümet konusunda çocukların sosyal yardım

ihtiyaçlarını tespit ve tetkik edecek bir müracaat yeri yoktur” diyerek devletin kimsesiz

çocuklar alanındaki eksikliklerini belirtmesine rağmen ve bu alanda çözüm önermek

yerine (…) “Hiç şüphesiz Hükümetimiz o zaman çok daha şümullü bir kanunla icap

eden bütün tedbirleri aldığı zaman çocuk ölümü azalacak nüfusumuz bir batında iki

misli olacaktır. Türk kadınının doğum kudreti bunu bize vait ve tebşir etmektedir. Bir

batında 35-40 milyonluk bir Türkiye ne büyük kuvvet, kudret ve saadet kaynağı

olacaktır. Bundan daha mühim savunma tedbiri, bundan mühim kalkınma ve imar planı

olabilir mi?” saptamasını yapmaktadır.

Söz alan Kars milletvekili Dr. Esad Oktay ise, 1944 yılında TBMM’ye mal

olmuş bu tasarının içeriğinde bulunan ‘kimsesiz çocuklar’ sorununun kaynağına dair

daha önce CHP Meclis Grubu raporunda yapılan tespitlere ilişkin bazı pasajlar

okumuştur. Bu ifadeler, aşağıdaki örnekte de görüleceği gibi, incelendiğinde yaklaşımın

son derece genel betimlemeler şeklinde olup, olgusal inceleme ve bilimsel araştırmalara

dayanmayan ideolojik bir içerikte olduğu görülmektedir:

“Bu çocuk bazan Anadolu’nun fakir ve ücra köşelerinden sele kapılmış bir taş gibi şehirlere düşen arayıp soranı kalmamış bir kimsesiz veya yoksul, bazan bir mütereddi bir ana babanın, kalpsiz bir vasinin sokağa bıraktığı bir döküntü, bazan da her türlü fena görenekleri kendine örnek seçen bir bakımsızlık mağduru ve nihayet ve nihayet marazi bir ruh yapısının bozuk düzenli iradesinin aileden koparıp kaldırıma fırlattığı bir kafa sakatıdır.

İşte üstsüz başsız, işsiz güçsüz, yersiz yurtsuz dolaşan bu bedbahtlardır, ki bunlar hakkında karar verip hem bunları bakımsızlıktan, hem de topululuğu bunların

239

zararlarından kurtarmış olacaksınız. Bunlar kitap sayfaları arasına yerleştirilmiş yapraklar

gibi kuru ve cansızdırlar.” 530

Bu söylemde korunmaya muhtaç çocuklar sorunu tanımlanırken sorunu ortaya

çıkaran toplumsal değişkenlere gönderme yapılmamasının nedeni, bu çocukların aile ve

toplumdan bağımsız ve tehlike yaratan bir sorun olarak görülmesindendir. Bu çocuklar

toplumun ürettiği ve içinde bulundukları olumsuz koşullarda tehlike içinde olan

çocuklardan ziyade, toplum için ciddi bir tehlike olarak tanımlanmaktadır. Dolayısıyla,

bu söylemde modern çocuk paradigması doğrultusuna çocukların bir tehlike değil,

tehlike içinde bulunan ve desteğe ihtiyacı olan kişiler olduğu yaklaşımının henüz

gelişmediği görülmektedir.

İyimser bir yaklaşım içinde olan Dr. Esad Oktay “(…) kimsesiz çocuklar cemiyet

hayatı sosyal şartlarının bozukluklarının bir neticesidir ve her memlekette belli

miktarda mevcuttur” diyerek, bu olgunun belli bir oranda varlığını normal

karşılamaktadır. ‘Kimsesiz çocuklar’ sayısının artmasında önemli etkenler olarak savaş,

kıtlık ve işsizlik gibi durumların ülkede olmadığını belirtmesine rağmen, verdiği

kimsesiz ve bakıma muhtaç çocuk sayısı azımsanmayacak bir düzeydedir. Dr. Esad

Oktay’a göre “Memleketimizde 15 bin kimsesiz çocuk” olması üstesinden

gelinemeyecek bir sorun değildir. Ayrıca köy kökenli kimsesiz çocukları çalışma

hayatına katılabileceğini ileri sürerek bu 15 bin kimsesiz çocuk sayısının abartılı

olduğunu ima etmektedir. “Köylerde 7-8 yaşındaki çocuk aşağı yukarı müstahsil

vaziyettedir. Zirai işlerde bâzı vazifeler yapacak durumdadırlar” diyerek, kırsal kökenli

korunmaya muhtaç çocuklar sorununun henüz dönemin zihinsel yapısında tam olarak

yer almadığını göstermektedir.

Dr. Esad Oktay’ın konuya ilişkin konuşmasının tümüne damgasını vuran,

kimsesiz çocukların genel olarak toplum ve özel olarak aile bağlarından bağımsız

özneler olarak değerlendirilmesi ve tasniflenmesidir. Bir tıp doktoru olan Oktay,

konuşmasının sonraki bölümünde, çocuklarda sıklıkla görülen bulaşıcı hastalıkları

530 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s. 597.

240

sıralamakta ve ruhsal durum analizlerine başvurmaktadır. Aile ve toplumdan bağımsız

‘rehabilitasyon’ öngören bu değerlendirmede en özgün öneri şöyle ifade ediliyor:

“Korunmaya muhtaç çocuklar arasında bilhassa çok mühim olan sosyal tipler mevcuttur.

1- Ruhen normal fakat fena tesirler ve bakımsızlık yüzünden ahlâken bozulmuş çocuklar. 2- Ruhen alil ve muvazenesiz çocuklar. Bunlar ekseriye ruhen psikopattırlar. Bu gibiler

inzibat altına alınmazlarsa cemiyet hayatı için çok zararlı ve tahammül edilmez bir hal alabilirler.

3- Travma, enfeksiyon, epidemik ansefalit, hat psikozlar, lüetik psikozlar, ağır epileptikler gibi çocuklar mediko-pedagojik tedbirlerden istifade edemeyeceklerinden daimî surette kapalı müesseselerde kalmaya mahkumdurlar.

Bu vaziyet gösteriyor ki, bilhassa yedi yaşından sonra korunmaya muhtaç çocuklar bir

tasnife tâbi tutulmalıdırlar. Bu tasnife ancak müşahede ve ayırma müesseselerinde mümkündür. Bu meselelerde çocuk hastalıkları mütehassısı, pedagog ve bir ruhiyatçı bulunmalı ve çocukları esaslı tetkikten geçirdikten sonra umumi mektep, meslek mektepleri, sanat mektepleri ve müesseselerinin çalıştırılmak ve iş göstermek üzere sınaî ve zirai teşekküllere gönderilirler. İşte bu tasarıda bu arz ettiğim müşahede ve ayırma müessesine ait ahkâm yoktur. Bu yüzden de ilerde bu işin tatbikatında müşkülât çekileceği kanaatindeyım.”

531

Korunmaya muhtaç ya da dönemin yaygın tabiri ile “kimsesiz çocuklar’

sorununu son derece ‘çocuk merkezli’ gören ve çocuk merkezli çözüm öneren

yukarıdaki yaklaşımlar yanında, sorunu bir ‘sosyal sorun’ olarak gören ve çözümü de

devletin aile yapısına müdahalesi ve ailenin refahının arttırılması temelinde ele alan

yaklaşımlar dönemin Meclisinde yer almıştır. Bu çerçevede değerlendirilen Niğde

Milletvekili Hüseyin Ulusoy’un konuşması anlamlı görülmektedir:

“Çok mühim ve sosyal bir dâva, geç de olsa ele alındığı için, bu hususta duyduğum sevinç büyüktür. Tasarı üzerindeki diğer kanaatlerim şunlardır: 1. Tasarının korunmaya muhtaç çocukların nevilerini tespit ederken koymuş olduğu nizamlar serttir. Bu hükümlerin daha geniş olması için ne yapmak lâzım gelir, onu Hükümet düşünmelidir. İkincisi, bütün nizamın Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülmesi doğru olurdu. Üçüncüsü, Hükümetten bilhassa ricam şudur: Gerek analı ve gerekse anasız ve babasız dilenci çocuklar üzerinde dikkatle durmalıdır. Bu davayı halletmek için mutlaka bir tedbir düşünülmelidir, icap ederse sert nizamlar koymalı ve bu dert halledilmelidir. 4. Bence her şeyin dışında çocuk meselesi, ailenin refaha ulaştırılması meselesidir.

Devletin ve Hükümetin bu hususta daha geniş tedbirler almasını bekliyoruz.” 532

531 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s. 598. 532 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s. 599.

241

Meclis tartışmalarına birçok farklı görüş yansımıştır. Bu çeşitli görüşler içinde

soruna devletin müdahale etmesinin yararlı görülmesiyle birlikte, devletin ve

Hükümetin yeterli desteği sunacağı konusunda şüphe ve kaygılar baskındır. Bu görüş ve

endişeyi en açık biçimde Gaziantep milletvekili Dr. Muzaffer Canpolat şöyle ifade

ediyor:

“Endişem şudur: Memlekette, bakılmaya muhtaç çocukları bu kanunla Hükümet eline almıştır. Binaenaleyh vatandaşların ve bunun için teşekkül etmiş olan kuruluşların çalışmasına lüzum yoktur, diye bir kanaat husule gelmesin. .. Hakikat şudur ki, Türkiye’de bakılmaya muhtaç çocukların adedi Hükümetçe ayrılan 700 bin liranın hattâ iki milyonun tatmin edemeyeceği kadar çoktur. Binaenaleyh bunun açıklanması ve bunun için bir yandan da hayır kurumlarının çalışmalarına devam etmesi ve vatandaşların da bununla ilgilenmesi çok yerinde olur. Hükümetten temennim şudur: Son zamanlarda bu gibi kurumlara yapılan yardımlar idare âmîrlerimiz ve müesseselerimiz tarafından desteklenmemektedir. İdare âmîrlerinin, İktisadi Devlet Teşekküllerinin ve eğitimle görevli bulunan müesseselerimizin bu hayır cemiyetlerini bilhassa çocuk mevzuunda çalışanlarını desteklemelerini rica ederim. Sayın Başbakan Yardımcısı da buradadır, bilhassa kendilerinden rica ederim, çünkü bu kanunla tahsis edilen 700 bin lira ile ancak 700 çocuğa bakabiliyor. Halbuki 700 çocuk bir vilâyetin hattâ bir kazada çıkabilecek kadar az miktardır. Bundan dolayı gerek Büyük Meclis ve gerek Hükümetin ve gerekse matbuatın bu mevzuda yakın ilgi göstermelerini ve halkın bu kurumlara daha fazla yardım edebilmesi için teşvik etmelerini

bilhassa rica ederim.” 533

Bu kaygıların farkında olan Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu, kanun teklifini

savunucusu olarak bu kaygıların kanun teklifine yansıtıldığını ifade etmektedir.

“Esas, bu hizmeti kısmen Devlet bütçesine, fakat kısmen de mahallî teşekküllere, belediyelere, köy idare heyetlerine yüklemek suretiyle dağıtmak ve bu suretle bütün memleketi bu işle vazifelendirmek olmuştur. Bu kanun, bizi asla bu gibi kurumlardan vareste kılmaz. Biz Hükümet olarak bu kurumlarla işbirliği halinde çalışacağız. Ümidimiz odur ki, işbirliği halinde daha geniş ölçüde dertlere çare bulmak imkânını bulacağız. Gerek Çocuk Esirgeme Kurumu ve gerekse çocuklara yardım eden diğer teşekküller çocuklara yardımda çalışmalara daha fazla devam edeceklerdir. Buna memleketin ihtiyacı vardır. … Memleketimizde nüfus artımı bakımından da faydalı neticeler alacağımızı ümit etmekteyiz.”534

Milli Eğitim Bakanının bu konuşması sonrasında kanun teklifinin maddelerinin

görüşmesine geçilmiştir. Kanunun ilk maddesi ile yukarıdaki tartışmanın da merkezinde

yer alan, korunmaya muhtaç çocukların korunmasının kimin sorumluluğunda olacağı

hususu belirlenmektedir.

533 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s. 599. 534 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s. 599.

242

Tartışmalar sonrası kabul edilen 1. madde şöyledir:

“Beden, ruh, ahlâk gelişmeleri tehlikede olup ana ve babasız, ana ve babası belli olmayan ve Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre haklarında korunma tedbirleri alınmasında zaruret görülen çocukların mahkeme kararı ile ve reşit oluncaya kadar bu kanunla belli edilen şartlar içinde bakılma ve yetiştirilerek melek sahibi edilmeleri köy ihtiyar heyetleri, mahallî belediyeler, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim

Bakanlığınca sağlanır.” 535

Tanım korunacak çocuklarının kapsamını son derece dar tutmaktadır. Tanımın ilk

bölümünde anılan ana ve babasızlık kıstası dönemin baskın söyleminde kullanılan

‘kimsesiz çocuk’ kavramını anımsatmaktadır. Tanımdaki bu kısıtlılık konusu görüşmeler

esnasında da gündeme gelmiştir. Trabzon Milletvekili Mustafa Reşit Tarakçıoğlu’nun

‘kör, sağır ve dilsiz çocukların’ da birinci maddeye dahil edilmesi talebine, Milli Eğitim

Bakanının “bu kanun yoksul ve kimsesiz çocukları derpiş eden bir kanundur. Kör, sağır,

topal çocukları derpiş eden bir kanun değildir” itirazının ardından, maddenin tanımının

genişletilmesi talebi reddedilmiştir.

Kanunun ikinci maddesinde köy ihtiyar heyetleri korunmaya muhtaç çocuklar

konusunda sorumlu dört temel kurumdan biri olarak sayılmaktadır. Ancak köy ihtiyar

heyetinin bütçesinin olmaması önemli bir sorun teşkil ettiğinden bu durum itirazlara

sebep olmuş ve yapılan tartışmalar sonunda maddede değişiklikler kabul edilmiştir.

Ancak değişikliklere rağmen, bu alanda hiçbir uzmanlık özelliği olmayan köy ihtiyar

heyeti, aile yanına ya da bir işe yerleştirilecek korunmaya muhtaç çocukların

durumlarının takibi için nezaret etme görevi verilmektedir. Bu yaklaşımda köyün

kentten ayrı bir ünite olarak görülmeye devam edildiği görülmektedir. Ayrıca köy

ihtiyar heyetinin bu konuya ilişkin bağımsız bir bütçesi olmaması nedeniyle çıkan

tartışmalar sonrasında maddenin son hali şu şekilde kabul edilmiştir:

“Madde 3.- İkinci madde hükümlerine göre mahkemece, bir çocuk köyde bir şahıs, bir aile veya bir müesseseye verilirse, o çocuğun bakımına, korunmasına, iş ve güç sahibi edilmesine köy muhtar ve ihtiyar heyeti nezaret eder. Bu çocukların bakımına yardım olmak

535 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s. 600.

243

üzere verilecek ücretler köyün bütçesi dairesinde ayni veya nakdî gelirlerinden ve bu kanunun maksadına uygun olarak vâki olacak bağış ve tesislerden verilir. Bu surette bir yere verilen çocukların malları varsa veya ana babaları olup da yardım edecek kudrette iseler çocukların bakımlarına iştirak ve katılma miktarları Türk Medeni Kanunun hükümleri dairesinde mahkemece tâyin edilir.”

536

Bu madde ile çocuklar ‘kimsesiz ya da korunmaya muhtaç’ olup, yoksul ailelerden

geldikleri kabul edilse dahi, ‘kamu çıkarının korunması’ prensibin unutulmadığı ve

ailesinin durumunun uygun olması halinde bakım ve korunma altındaki çocuğun

bakımına katkı vermesi bu madde ile düzenlenmiştir.

Kanunun görüşmelerinin üçüncü maddesinin sonrasında tartışmaların azaldığı ve

maddelerin hızlı bir şekilde oylanarak kabul edildiği görülmektedir. Burada ‘korunmaya

muhtaç çocuklar’ alanı için önemli olan iki hususu belirtmekte yarar görülmektedir.

Birincisi korunmaya muhtaç çocukların bir ücret karşılığı ya da ücretsiz bir şekilde

bir aile yanına evlatlık olarak ya da o zamanlar literatürde olmayan tabirle ‘koruyucu

aile’ düzenlemesinin yapılmış olmasıdır. Bu husus 17. madde şöyle yer almaktadır:

“Kendilerine güvenilebilen aile veya özel kişiler Bakanlıklarca açılan müesseselerdeki

çocukları Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre evlât edinme veya bakmak üzere

isterlerse verilebilirler. İcabında bu çocuklar ücret mukabili bakılmak üzere kendilerine

güvenilebilen kimseler yanına da verilebilirler.” 537

Meclis görüşmeleri sırasında üzerinde hassasiyetle durulan, devletin yanı sıra

mevcut hayır kurumlarının desteklenmesi, kendileriyle işbirliği yapılması gibi konulara

26. madde ile bir düzenleme getirilmektedir: Buna göre: “Hayır dernekleri; köy ihtiyar

heyetleri ve belediyeler ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim

Bakanlıkları ile işbirliği ederler. Kâfi miktarda paraları bulunmayan hayır dernekleri

müesseselerine yerleştirilen çocukların bakım ücretleri; köy ihtiyar heyetleri,

belediyeler veya bakanlıklarca ihtiyaç görüldüğü nispette ödenir.” 538

536 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s. 604. 537 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis Görüşmeleri”, s.606. 538 “Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı Meclis

244

Kanun bütün olarak görüşülüp kabul edildikten sonra söz alan Sağlık ve Sosyal

Yardım Bakanı Dr. Kemali Bayizit’in sözleri korunmaya muhtaç çocuklar alanında

‘yeni durumu’ özetler niteliktedir: “Ve böylece muhtaç çocukların korunması meselesi

de artık bir vazife olarak Hükümete tevdi edilmiş bulunmaktadır.”

4.3.5 İlk KMÇ Kanunu ve Uygulamada Karşılaşılan Zorluklar

İlk korunmaya muhtaç çocuklar kanunun çıktığı ortamda konu kamuoyunda,

devlet bürokrasisinde ve ilgili çevrede henüz bir dil birliği içinde tartışılmamakta ve

verilen görevlerin yerine getirilmesi konusunda belirsizlikler hüküm sürmektedir. İçinde

bulunulan koşullarda çocukların korunmasına ilişkin kamunun sorumluluk alması gereği

bir fikir olarak belli belirsiz ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde yaşayan Tulay

durumu şöyle tasvir etmektedir:

“Kanunun yürürlüğe girmesi köy ihtiyar heyetlerine, mahalli idareler ve belediyelere Sıhhat ve İçtimai Muavenet ve Maarif Vekâletlerine bir çok hizmet ve malî külfet tahmil ediyordu. Esasta ise köy ve belediye kanunlarında ve hükümetin icra organlarını, vekâletlerin mahalli mümessillerini bu mevzuda harekete geçirecek; Umumi Hıfzısıhha ve İş kanunlarında daha evvel de hükümler mevcuttu. Fakat çeşitli kanunlar bünyesine serpiştirilmiş bulunan dağınık mevzuat işler bir halde olmadığı gibi, meselenin umumî efkârda ve vatandaş şuurunda fikri hayati dahi hazırlanmış değildi. Adli cihazlar bile Medeni kanunun tatbikatında böyle bir lüzumu his etmez durumdaydı. Kurulacak teşkilâtı tedvir edecek personel yoktu. Kanunun şümulüne girecek çocukların miktarı sıhhatli bir istatistik kayıtlarına bağlanmadığından rakamlar tahminlerden ileri gitmiyordu. Hükümet merkezi dışındaki tatbikatçıların anlayışları ayrı ayrı idi. Fakat mahiyet her ne olursa olsun başta kanunun mükellefiyet tahmil ettiği vekâletlerin harekete geçmesi lazımdı. Memleket ihtiyaçları bunu zorluyor, milli irade bunu istemekteydi. Kanuna göre çocuklar iki kategoriye ayrılmış. 0:7 Yaş arasındaki çocuklar Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin açacağı bakım yurtlarında 7:18 yaş arasındaki çocuklar da Maarif Vekâletinin kuracağı Yetiştirme yurtlarında bakılıp yetiştirilecek, ıslâh ve terbiye edilecek, müstahsil hale getirilerek bede ve ruh sağlıları yerinde iyi bir vatandaş olmaları sağlanacaktı. Bunun dışında mahalli idareler ve belediyeler de birleşmek suretiyle veya res’en yuva ve yurt açabilecektir.” 539

Kanunun tanımladığı görevleri yerine getirme usullerini tespit etmek için Milli

Eğitim ile Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı bir dizi mevzuat hazırlığı yaptıktan sonra Görüşmeleri”, s. 609. 539 Tulay, s. 10.

245

ilk adımlar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atıldı. Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten

yaklaşık üç ay sonra 9.8.1949 yılında ilk yetiştirme yurtları Ankara Nallıhan ilçesi

Çayırhan bucağında ve Bilecik Yarhisar bucağı İlyas bey köyünde açıldı. Ardından da

7.3.195o tarihinde Erzincan’ın Tercan ilçesinde ve Yozgat’ın Yerköy ilçesine bağlı

Saray köyünde açılan yurtlar takip etti.540 Bakanlığın bölge yatılı okulları deneyimi,

buralarda görev almış deneyimli öğretmen kadrosu ve dârüleytamlardan kalan binaları

‘yetiştirme yurtlarının’ hem bina anlamında fiziki alt yapısını hem de personel alt

yapısını teşkil ediyordu. Ancak temel olarak eğitim ve öğretim alanında örgütlenmiş bir

kurum olarak Milli Eğitim Bakanlığı, KMÇ’ın bakım, eğitim, rehabilitasyon ve

korunma hizmeti alacakları ‘yetiştirme yurtlarının’ kendi işi olmadığını biliyordu. Bu

rahatsızlık yaratan müphem durum kanun teklifinin komisyon görüşmelerinde de

kendini göstermişti. Bu nedenle başta ‘eğitim yurdu’ olarak öngörülen kuruluşların ismi

‘yetiştirme yurdu’ olarak değişikliğe uğradı. Milli Eğitim teşkilatı kendisine verilmiş

‘yeni’ görevi ‘eski’ usullerle yani bildiği usullerle çözmeye çalışmaktaydı. Zaman

içinde ‘yetiştirme yurtları’ birer yatılı bölge okulu gibi çalışmaya başlayacaktı:

“Hizmete giren müessesler kendi kendilerine bir şekil almağa başlamıştı. Mektep binaları vardı. Buralara öğretmen tayin edilmişti. Mahkemelerden korunma kararları alınarak vilâyetlerden merkeze gönderiliyor, arka arkaya yurtlara çocuk tertibi yapılıyordu. Tahsisat veriliyordu. Durum kurucuların anlayışına terkedilmişti. Bir plân, program, proje mevcut olmadığından tatbikat hemen hemen idarecilerin ve kurucuların idrâklarına bırakılmıştı. Böylece geçen bir yıl sonunda yurtlardaki mevcut (450) çocuk olmuş yer kalmadığından sıraya alma usulü ihdas edilmişti. Sanki ilk tahsili içine alan ve tam bir mektepçilik hüviyet ve zihniyetiyle çalışan, yeknesak elbiseleriyle, flâmalarıyla, trampetiyle, duvarlara asılı vecizeleriyle, zil sesiyle, kısaca bölge yatılı okulu yeniden doğuyordu” 541

Bakanlık çalışanları ve yetkilileri kendileri verilen 7-18 yaş arası KMÇ’ın bakım ve

eğitimlerini kendi deneyim ve bilgileri dahilinde bir ‘eğitim işi’ olarak çözmeye

çalışırken, bir yandan da KMÇ’ın bakım ve korunmasının ayrı bir iş ve alan olduğunu,

bu nedenle ayrı bir örgütlenmenin gereğini dile getirmeye başlamışladır. 5387 sayılı

Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu’nun 29. uncu maddesi her yıl ‘maarif vekili veya

müsteşarının başkanlığında bir çocuk koruma umumi danışma heyetinin toplanmasını

âmirdi.’ Bu kurulun üyeleri ‘Talim Terbiye dairesi reisi,’ ‘ilk öğretim umum müdürü,’

Sağlık ve Sosyal Yardım, Adalet, Dahiliye, Çalışma bakanlıkları temsilcileri ile

540 Tulay, s. 10. 541 Tulay, s. 11.

246

Üniversite öğretim üyelerinden bir pedagog, bir Medeni hukuk ve Çocuk hukuku

profesörü, vali, belediye reisi, maarif ve sağlık ve açılmış yurt müdürlerinden ikisi ile

hayır kurumları temsilcileri ve birkaç büyük iş adamı ve iki muhtardan oluşuyordu. Bu

heyet kanunun kabulünden bir sene sonra 25.4.1950 tarihinde Maarif Vekili Tahsin

Banguoğlu’nun başkanlığında toplandı. Toplantıda çocuk meselesiyle ilgili ve konuya

vakıf üyeler samimi olarak fikirlerini beyan ederek ortaya çıkan sorunları anlattılar. Ayrı

bir komisyon oluşturularak kanun tekrar gözden geçirildi ve bir dizi önemli prensip

kararı alındı. Alınan kararlardan bakanlıkların konuya ne kadar yabancı oldukları, bazı

bakanlık ve kurumların ilgisiz olduğu, ayrı ve bağımsız örgütlenme gerekliliği çok net

olarak ifade edilmektedir. Bu ilk ‘çocuk koruma umumî danışma heyeti kararları’

şunlardır:

“a)Korunmaya Muhtaç Çocuklar davasının tahakkuku için bir teşkilat kanunun yapılması, b) Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlınca 0:7 yaş arasındaki çocuklar için bakım yurtlarının bir an evvel açılması, c) Uzvî ve Ruhî sakatlıkları olan çocuklara mahsus müesseselerin kurulması, ç) Bu mevzuda yetiştirilmek ve bu alanda istihdam edilmek için Maarif vekaletince Avrupa’ya eleman gönderilmesi, d) Mahalli idareler ve belediyeler bütçelerine konan yüzde yarım ve yüzde bir nispetindeki hisselerin arttırılması ve paranın tahsilinde mecburi ve cezai müeyyidelerin kabulü, e) Koruma kararlarının asliye değil sulh hukuk mahkemelerinde alınması, f) Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet veka1etlerince müşterek bir talimatnamenin hazırlanması, g) Tadi1 tasarısının hemen hazırlanarak temennilerle birlikte hükümete sunulması, gibi ana fikirler vardı.”542

Kanunun uygulandığı bir yıllık süre içindeki uygulama farklılıkları, Bakanlıklar

ve uzmanların değerlendirmeleri sonunda ortaya çıkmaya başladı.

“Kanunun kifâyetsizliğini, bir yıllık tatbikat göstermişti. Vekâletler bu işin klasik mektepçilik anlayışından ayrı yepyeni bir konu olduğunu kabul etmiş bulunuyorlardı. Mesele İlk öğretim Umumu Müdürlüğünün himâyesinde meydana getirilen bir şube ve birkaç kişi ile idare edilecek kadar küçümsenecek bir hizmet değildi. Kademeli işbirliği isteyen, ilmi, tekniği, teşkilatı fikrî ve âmeli hayatı a1an girift bir mahiyet taşıyordu.” 543

Böylece KMÇ alanının bir ‘eğitim’ alanı olmadığının anlaşıldığı; ancak ‘ne

olduğunun’ henüz tam olarak bilinmediği bir arayış dönemine girilmiştir. Bir yandan

kanunun gözden geçirilerek yeniden çıkarılması, bir teşkilat kanunu gereği, alanda

çalışacakların ayrı bir eğitim ihtiyacı içinde olduğu, iki önemli sorun alanına işaret

ediyor. Birincisi uzmanlaşma gereği; yani bu deneyimin sonunda, özel bir eğitimi

olmayan öğretmenlerin KMÇ ile ilgili çalışmalarda yetersiz kaldığı anlaşılmıştır.

542 Tulay, s. 10. 543 Tulay, s. 10.

247

İkincisi, kurumsallaşma gereğidir. 1940’lı yıllarda KMÇ’ın bakımı için Devletin elinde

Milli Eğitimin elindeki yatılı okullar dışında hazır bir kurum yoktur. Bu nedenle

temelde mevcut kurumlar yeni hizmete adapte edilmeye çalışılmışsa da bu konuda

başarılı olunamadığı ve bağımsız bir teşkilata bağlı özel bakım ve koruma kurumlarına

ihtiyaç duyulduğu ortaya çıkmıştır.

Bu dönemde Milli Eğitim Bakanlığı elindeki hazır yatılı okulları KMÇ alanına

tahsis ederek Kanunun kendine yüklediği iş ve işlemleri yerine getirmeye çalışırken,

“ikinci çalışma yılına girildiği vakit Sıhhat ve İçtimai Muavenet vekâleti sükut ve intizarı

tercih ve hiçbir faaliyete teşebbüs…”544 etmemiştir. Bunun yerine bakım sorumlulukları

Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığına bırakılan 0-7 yaş grubu KMÇ dönemin Çocuk

Esirgeme Kurumu yuvaları tarafından üstlenilmeye devam etmiştir. Bakanlık yeni yuva

açmak ve çocuklara bakmak yerine onları ÇEK’na bağlı yuvalara tertip ederek,

çocukların nüfuslarına kayıtlı oldukları vilayetlerin yerel idareleri ile birlikte yıllık

bakım giderlerine katkı vermeyi tercih ediyordu.545

Kanunun çıkması sonrasında uygulamaya dair kaygıların yer aldığı bir yazıya

Ülkü dergisinde rastlanmaktadır. Yazıda öz olarak böyle bir kanunun çıkması olumlu bir

gelişme olarak değerlendirilmekle birlike, sosyal hizmeti uygulayacak meslek

elemanlarının yetiştirilmesi ve bu alana has bir teşkilatın gerekliliği

vurgulanmaktadır.546 Bu durumlar daha sonra bu Kanunun yeni baştan değiştirilmesini

önerecek olan İçişleri Komisyonu raporunda şöyle tespit edilmiştir:

“5387 sayılı mer’i kanuna göre korunmaya muhtaç çocukların eğitim ve öğretim çağına gelinceye kadar bakımı için Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti bütçesine konulan tahsisat bu sosyal hizmetin gayesi ile kabili telif edilemeyecek kadar az olmuş ve tahsisat az olduğundan tesisler kuramamıştır. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti bütçesine konan tahsisat kafi gelmediğinden Çocuk Esirgeme Kurumuna verilmiş ve Vekâleten koruyacağı çocuklar da bu tahsisatla mütenasiben mezkur Kuruma aktarma edilmiştir. Çocuğun terbiye edilmesi zamanında, ayrı bir bakım ve ihtimama muhtaç olduğu zamanda bunlardan mahrum kalmasına vesile olmuştur. Kaldı ki, mezkur müessese cemiyetimizde yekunu hayli kabarık olan bu nevi çocukların ancak cüzi bir miktarını korumaya almaktadır.” 547

544 Tulay, s. 12. 545 Tulay, s. 10. 546 İbrahim Özgür, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Ülkü, C. 4, S. 40, Nisan 1950, s. 6-7. 547 Dahiliye Encümeni mazbatası, 10.12.1956, s.5.

248

Bu tespitlerle Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletinin (Sağlık ve Sosyal Yardım

Bakanlığı) üzerine düşen görevi yapmama nedenleri kadar, bu alanda Çocuk Esirgeme

Kurumunun çalışmalarının yetersizliği ve KMÇ için yeni müesseselere ihtiyacın hâlâ

çok büyük olduğu ve bu ihtiyacın karşılanması için devletin (yerel ya da merkezi

düzeyde) müdahalesini gerektirdiği anlaşılmaktadır. Ancak KMÇ’a verilen hizmetler bir

tür ‘sosyal hizmet’ olarak tanımlanmaktadır; bu da söylemde bir kırılmaya işaret

etmektedir.

4.4 1950’ler ve 1960’lar: Kamuoyu ve Basının KMÇ Sorununa Olan İlgisinde Artış

1950’li yıllarda çocukların içinde bulunduğu durum ve çözümlerine ilişkin

birçok yazar çok sayıda yorum yazısı yayınlamıştır. Bu yazarların başında Osman K.

Akol gelmektedir. Bir eğitimci olan; öğretmen ve okul müdürlüğü yanında bu alanda

yazdığı yazılar ve konferanslara sunduğu bildiriler ile de dikkat çekmektedir. Osman K.

Akol bir eğitimci olduğu için KMÇ sorununun eğitim ile olan ilişkisi üzerinde daha çok

durmaktadır. 1954 yılında yayınladığı ve TBMM üyelerine açık mektup şeklinde

kaleme aldığı kitabında, Çocukların %50’sinin ilköğretim olanağına ulaşamadığını,

ulaşan %50’nin ise aldığı eğitim niteliğini sorgular ve bunun nedeninin de ilgili

kurumların kadro ve inşaat meseleleriyle, uğraşmak zorunda kalması olduğunu belirtir.

Böyle bir tabloda İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne bir de korunmaya ve özel eğitime

muhtaç çocuklar konusunun verilmesinin, çok hayati olan bu konunun baştan

“kırtasiyeciliğin aynasına atılması” , korunmaya ve özel eğitime muhtaç çocukların

kendi kötü ve kara kaderleriyle baş başa bırakılması olduğunu vurgular. Ayrıca

yetiştirme yurtları ve sağır ve körler için açılan kurumlarda çalışacak eleman yetiştirmek

üzere bir bölüm açılmasına, eğitim almak için yurtdışına elemanlar gönderilmiş

olmasına rağmen mevzuatta bu çocuklar yararına hükümler bulunmadığından, mali

kaynakların yeterince etkin kullanılamadığından yakınır. Çocukların korunmasına

ilişkin hükümler ve bütçe bulunmasına rağmen sokaklar dolusu küfeci, serseri, dilenci,

kör ve sakat çocuğun paçavralara sarılmış olup aynı hallerdeki kadınların kucaklarında

kıvranan çocukların insan onurunu rencide edici manzaralar oluşturduğunu

belirtirmektedir. Çocukların eğitiminde özel eğitime muhtaç olanların diğerlerinden

(normal çocuklardan) ayrı tutulması gerekmesine rağmen bunun yapılmadığını, geri

249

zekalı çocukların eğitimi için Ankara’da başlatılan bir girişimin desteklenmemesi

nedeniyle işin oluruna bırakılmış olduğunu belirtmektedir.548 Kitabın “Topyekün Çocuk

Meselesi” başlıklı bölümünde, genel olarak çocuğun yetiştirilmesi konusu çok önemli

bir sorun olarak dururken kimsesiz ve korunmaya, özel eğitime muhtaç çocuklara

gösterilen ilginin “eksantiriklik” sayıldığını belirtir. Buna bir yandan böyle bakılırken

bir yandan da konunun vehametini gözleriyle gören kişilerin konuya ilgi gösterip

dinlediklerini ancak acıma ve üzüntünün ardından bunun daha sonra unutulduğunu,

zaman zaman da dilendirilen, zorla çalıştırılan çocuklara ya bir acıma hissiyle

yaklaşıldığı ya da azarlama, paylama, para verme gibi tavırlarla geçiştirildiği

belirtilerek, çocuk sorununa bütünlük içinde bakılmadığı vurgulamaktadır. Korunmaya

ve özel eğitime muhtaç çocukların korunması, bakılıp yetiştirilmesi konusunda bu

çocukların yararına hükümler içeren kanunlar ve cezai müeyyideler bulunmasına

rağmen, vatandaşın bunu bilmediğinden bilenlerin de aldırmadığından, görevlilerin ve

bunları bilen vatandaşların da bu tür çocuklarla ilgilenmeyi “lüzumsuz ve hatta fuzuli

bir gayretkeşlik telakki ettiklerinden” söz ederek, çocuk istismarının Türkiye’de ciddi

bir kazanç haline gelerek genişlediğini vurgular.549 Bu meselenin 10 yıl önce hazırlanan

bir raporda da vurgulandığını yani aslında bilindiğini, çocuk sefaletinin, çocuk açlığının

ve çocuk perişanlığının artık yadırganmadığını ancak konunun bu boyutunun yalnızca

tedavi kısmını içerdiğini (sefil çocukların korunması ve istismar edilen yavrucakların

kurtarılması) asıl önemli olanın önleyici tedbirler almak olduğunu belirtmektedir:

“Asıl dava çocuk sefaletine, çocuk sefaletine, çocuk istismarına giden yolları tıkamak, bunun sebeplerini ortadan kaldırmak; çocuğun muhitini ve ailesinin şartlarını ıslah etmek, onun kabiliyetlerini şuurlu bir itina ile tetkik edip buna göre eğitmektir. Topyekün çocuk meselesinin bu cephesi davanın en ağır tarafını teşkil eder. Yani devlet, mevcudiyetinin manası ve devamının teminatı olan çocuğa el uzatacak, onu kendi yuvasında kollayacak, gerektiğinde hemen yardıma koşacaktır. Devletin doktoru ile, öğretmeni ile, sağlık memuru ile, hemşiresi ile, içtimai yardımcısı ile çocuğu bu ölçüde ve bu manada ele alması, her yıl doğan 800 bin çocuğun yarısının kara toprağa gömülmesini, kalan yarısının ise sefalet ve cehalet içinde perişanlıkla pençeleşmesini önleyecektir.”550

‘Çocuk Davası’ köşesinde “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım” başlıklı

yazısında Osman K. Akol, İkinci Dünya Savaşından sonra Batı ülkelerinde özellikle

Fransa ve İngiltere’de çocukların korunmasına ilişkin birçok adım atıldığı, konunun 548 Osman, K Akol, Topyekün Çocuk Meselesi, Ankara: Akın Matbaası, 1954, s. 8. 549 Akol, Topyekün Çocuk Meselesi, s. 13. 550 Akol, Topyekün Çocuk Meselesi,s. 14.

250

önce geniş incelemelerle araştırıldığı ve devlet tarafından ele alındığı belirtilmektedir.

Türkiye’de 1949 yılında çıkarılan KMÇ kanunu ve son dört yıllık uygulamalarının diğer

ülkelerle karşılaştırıldığında ancak bir başlangıç kabul edilmesini gerektiğini

belirtmektedir. Akol’a göre:

“bugün korunan erkek ve kız çocuk sayısı 2000’in üstündedir. Kurulan müesseselerin sayısı 26’yı bulmuştur, 3 sağır-dilsiz okulu ve 1 körler okulu bu müesseseler arasındadır: 300 sağır dilsiz ve 80 yavru korunan çocuk sayısına dahildir. Fakat Unesco teşkilatı tarafından 1950’de neşredilen bir broşüre göre 7 milyon nüfuslu Yunanistan’da bu faaliyetin 50.000 çocuk ve 14.400.000 Türk lirası ile ifade edilmesi karşısında Türk münevverlerinin, bizim rakamlarımızı hiçe nazaran da olsa ümid verici bulmalarına imkân olabilir mi?

(…) Memleketimiz çocuklarından 655.365’i 0-6 yaş ve 677.077’i 7-16 yaşlarında olarak 1.312.635’nin korunmaya ve özel eğitime muhtaç olduğu görülür. Bu facia misali korkunç rakamla korunan çocukları karşılaştırmak insanı deli eder. Bunun sebebi parasızlık değildir; teşkilatsızlıktır. Başka memleketlerde yetişkin ve kifayetli elemanlar vasıtasile, geniş ve müstakil bir teşkilat tarafından yürütülen çocuğu koruma işleri, bizde esas vazifesi başından aşkın olan genel müdürlüklere, bir ek meşguliyet ve hattâ bir

kanunla dahi teyid edilemeden verilmiş bulunmaktadır.” 551

Görüldüğü gibi Osman K. Akol 1950’li yıllarda sorunun çok boyutluluğu

karşısında çözümün de bütün boyutlarının farkındadır. Özellikle o dönem çokça yapıldığı

gibi Türkiye’yi başka ülkelerle karşılaştırarak KMÇ alanının ne kadar örgütsüz bir alan

olduğunu Yunanistan örneği ile karşılaştırarak göstermektedir. KMÇ’a ilişkin

kurumsallaşma ihtiyacı özgün bir alan olduğu için; kendilerine ikincil bir iş olarak verilen

devlet organları da bu işlerin yürütülmesinde istekli davranmamaktadır. Ayrıca sahip

oldukları bilgi birikimi, mevcut personel ve kurumsal imkânlar çalışmanın sınırlılıklarını

da belirlemektedir. Örneğin MEB kanunla kendilerine verilen ‘yetiştirme yurdu’ açılması

ve işletilmesi görevini, ellerindeki yatılı okul binaları, mevcut okul işletme kültürü ve

öğretmen imkânları ile çözmeye çalışmaktadır. Bu durumun farkında olan Akol,

“Bu dava her şeyden önce, bir kanunla yetkileri ve sorumlulukları belirtilmiş bir

teşkilat; muayyen bir kadro işidir. Gelip giden mütehassıslar bunu söylemişler; gidip dönen elemanlar böyle görmüşler, bunu teklif etmişlerdir. Fakat varakı mihrü vefayı okuyup dinleyen olmamıştır. Ve hâlâ böyle bir teşkilât kurulamamış; bu yolda bir kadro alınamamıştır. Dünya Parlamentoları Birliği 1950 Dublin toplantısında, bu mevzudaki eksikliklerin tamamlanması kararı atına imza koyan bu Birliğin Türk grubu dahi, taahhütlerini unutmuştur. ( …) El açan Türk çocuğudur yabancı değil efendiler!..”552

551 Osman K. Akol “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım,” Cumhuriyet, 21 Ocak 1954. 552 Osman K. Akol “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım,” Cumhuriyet, 21 Ocak 1954.

251

Şeklinde isyanını ifade etmektedir. Akol’un yazısından dönemin koşulları içinde

şu bilgilerin bilindiği anlaşılmaktadır; a) Çocukları koruma konusunda komşularıyla

kıyaslandığında Türkiye çok geri bir noktadadır; b) Çocuk koruma sistemi kurulması için

ayrı bir teşkilat gerekmektedir; c) Çocuk koruma sistemi mevcut ‘milli eğitim’ kadrosu

ile yürütülemez, bu amaca özel meslekleri yetiştirmek gereklidir.

Osman K. Akol “Çocuğa yardım anlaşması” başlıklı bir diğer yazısında ise 553

1951 yılında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ile UNICEF yetkilisi arasında

imzalanan ve 1954 yılında TBMM’nde kabul edilen ve 19 Mart 1954 günü Resmi

Gazetede yayınlanan ‘Milletlerarası çocuklara yardım fonu ile Türkiye hükümeti

arasındaki anlaşmayı’ değerlendirmektedir. Anlaşma metninde geçen Türkiye’de ana-

çocuk sağlığı merkezlerinin yaygınlaştırılması konusunu, bu kurumların Sağlık ve

Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından henüz programlandırılmamasını eleştirilmektedir.

KMÇ Kanunu’nun yürürlüğe geçmesinden sonraki süreçte yapılan eleştirilern

başında, kanunun uygulanmaya geçirilememesidir. Konuya ilişkin olarak 10 Aralık

1959 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “İstanbul’da korunmaya muhtaç 20 bin

çocuk var” başlıklı haberle ‘kurumlar var ama yetersiz” yaklaşımının gelişmeye

başladığını görmekteyiz.554 Haberde toplum içinde kimsesiz, evsiz çocuklar davasında

Türkiye’nin çok geri kaldığını ve sadece İstanbul’da bu nitelikte 20 bin çocuk olduğu

belirtmektedir. Ancak bu dönemde çok sık ve farklı sayı tahminleri yapılmaktadır.

Ayrıca sayılar ortaya çıkmaya başladıktan sonra, karşılaştırma temel olarak olduğu

varsayılan o hayali KMÇ kitlesi ile hâlihazırda kurumlarda bakılan çocuklar arasında

yapılmakta ve durumun vahameti böylece gösterilmiş kabul edilmektedir. Bu yeni

dilden, ‘çocuk koruma’ sisteminden çocukların ‘kurumsallaşmasının’ anlaşıldığı sonucu

da dolaylı olarak ortaya çıkmaktadır. B mantığın bir devamı olarak, haberde İsmail

Mahir Efendi’nin darüleytamlarda 7 bin çocuk baktığı örneği verilmektedir. Oysa

darüleytamlar, mümkün olduğunca çok ‘savaş yetimini’ barındırmayı hedefleyen

olağanüstü dönem kurumlarıdır ve karşılaştırma için doğru örnek olamaz. Bu arada

haberle 1959 yılında İstanbul’daki bazı yetiştirme yurtları ile ilgili bazı bilgiler de

553 Osman K. Akol “Çocuğa yardım anlaşması,” Cumhuriyet, 27 Mayıs 1955. 554 “İstanbul’da korunmaya muhtaç 20 bin çocuk var,” Cumhuriyet,10 Aralık 1959.

252

verilmektedir: “Korunmaya muhtaç çocuklar hakkında 1957 yılında yürürlüğe giren

6973 No’lu Kanundan sonra memleketimizde kurulan 55 adet Yetiştirme Yurdundan 10

u İstanbul’dadır. (..) ancak fazla sayıda çocuk barındırılabilmek için yurtların gerçek

havasının bozulduğunu, yurtların bir kışla havasına büründüğünü, iki kişinin aynı

yatağa yatırıldığını ve ranza usulüne başvurulduğunu söylemektedirler.” Bu sorunları

aşmak için Koruma Birlikleri bütçesine ek ödenekler konduğu ve 7-8 yılda

tamamlanacak yeni yurtlara olacağını ancak bu yurtların da ihtiyacı karşılamaktan uzak

kalacağı belirtilmektedir. Görüldüğü gibi artık KMÇ koruma sistemi tamamen

‘kurumsallaşma’ üzerinden düşünülmektedir. Bunun yanında henüz koruyucu aile, evlat

edinme ve ailelerin nakdi yardımla desteklenerek çocukların kurumsallaşmasının

azaltılması gazetelerde karşılaşılan haberler arasına girmemektedir.

1960’lı yılların başında KMÇ kanunun gereklerinin yerine getirilemediği ve

Milli Birlik Komitesi’nin de bundan şikayetçi olduğu görülmektedir. 1 Ekim 1960

tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan “Kimsesiz çocuklar dâvası ele alındı” başlıklı

haber,555 Milli Birlik Hükümeti’nin ‘sosyal davâ’larımızın en başında gelen “sokaklara

terk edilmiş küçük yaştaki Türk çocukları meselesini” ele aldığını belirtmektedir.

Konunun Vilayet ve Emniyet tarafından, diğer kurumları da harekete geçirerek

incelendiği belirtilen haberde, “beden, ruh ve ahlak gelişmeleri tehlikede bulunan,

anasız, babasız veya bunlar tarafından terk edilmiş ve dilenciliğe, serseriliğe, hatta

fuhşa sürüklenmek üzere bulunan, 100’den fazla küçük çocuk bulunmaktadır. Diğer

şehirlerdeki durumun da bu rakama yakın olduğu dikkate alındığı takdirde, her yıl

onbinlerce çocuğun, cemiyet ve hükümeti ilgisizliği yüzünden, bu korkunç uçuruma

yuvarlanmakta olduğu görülmektedir.” 1949 yılında yürürlüğe giren 5387 ve 1957

yılında değiştirilerek yeniden çıkan 6972 sayılı Kanunlar KMÇ konusunda hükümetlere

görev vermesine rağmen, bu sorun ve devletin yapması gerekenler hâlâ gazetelere ciddi

bir sorun olarak konu olmaktadır. Ayrıca haberde verilen ‘kimsesizler’ tanımı kanun

metninde geçen KMÇ tanımının hâlâ tam olarak benimsenmediğini göstermektedir. Bu

arada sadece ‘anasız, babasız veya bunlar tarafından terkedilmiş’ çocuklar hükümetin

ilgi alanında görünmektedir. O dönem yürürlükte olan 6972 sayılı Kanuna göre

555 “Kimsesiz çocuklar dâvası ele alındı,” Cumhuriyet, 1 Ekim 1960.

253

belediyeler, il özel idareleri ve vakıflar üzerlerine düşen payları ödemedikleri için, KMÇ

alanında görevli Koruma Birlikleri parasal sıkıntı içine girmişler. Gazeteye göre,

‘devrim hükümeti’ sorunları halletmek üzere şu önlemleri almıştır: “1- İstanbul

sokaklarına düşmüş 15 yaşından küçük bütün sefil çocuklar, polis ve belediyece

toplanacaktır. 2- Bunlardan bakacak kimsesi olanlar İstanbul’da ise polisçe velilerine

resmen teslim edilecek ve ebeveynlerinden ‘tesellüm varakası’ alınacaktır. 3- ailesi

Anadolu’da olanlar, polisçe, ailelerine gönderilmek üzere Belediyeye teslim edilecektir.

4- Kimsesiz çocuklar ise Mahalli Sulh Mahkemelerine sevk edilecek ve haklarında

(korunmaya muhtaç kararı) alındıktan sonra, yetiştirme yurt ve yuvalarına

yerleştirileceklerdir Ancak, polis ve belediye zabıtasının elele vererek bu milli davâda

yapacağı mücadele yanı sıra, en mühim vazifenin, vatandaşların çocuklarına karşı

üzerlerine düşen ödevleri yapmalarına bağlı bulunduğu da, ilgililer bilhassa tarafından

bildirilmiştir.” Görüldüğü gibi ‘devrim hükümeti’ de bu ‘milli davayı’ yine bir

kimsesizler sorunu, bir asayiş meselesi ve dolayısıyla öncelikle polis ve zabıtanın görev

alanı olarak tanımlamaktadır. Önlemler içinde Milli Eğitim Bakanlığı ile Sağlık ve

Sosyal Yardım Bakanlığı’nın kanundan gelen görevlerini yerine getirmesi için çalışma

yürütülmesi; ya da mevcut kanunun yürütülmesi düşünülmemiş, onun yerine daha

kestirme bir yol olarak polis ve zabıtanın ‘kimsesiz çocukları’ toplaması bir çözüm

olarak önerilmiştir.

Osman K. Akol “Çocuk Güvenliği” başlıklı yazısında,556 KMÇ kanunlarının

başarısızlığı olduğunu ileri sürerek, özellikle yetiştirme yurdu gibi kurumların yerel

anlayışların elinde bir çocuk deposuna dönüştürüldüğünü iddia edilmektedir. O dönem

yapılan bir toplantıda yapılan tartışmalara gönderme yaparak, yerel anlayışların

bozukluğu ve ‘sakatlığının’ artık anlaşıldığını ve en uygun çözümün yetki ve görevleri

birleştiren müstakil bir idarenin kurulmasında olduğu belirtilmektedir. Sorunun para

veya bütçe değil, işi bu olan bir teşkilatın kurulması olduğunu belirtip “o halde, hiç

bekletilmeden, Milli Eğitim Bakanlığı makamına bağlı bir (Çocuk Güvenliği

Müdürlüğü) kurulmalıdır” demektedir. Akol da müstakil bir kurumdan, Milli Eğitim

Bakanlığı içinde bir Müdürlükten söz etmektedir; dolayısıyla bu dönemde hâlâ ‘sosyal

556 Osman K. Akol, “Çocuk Güvenliği,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1960.

254

hizmetler bakanlığı ya da genel müdürlüğü’ yani Milli Eğitim Bakanlığının dışında bir

sosyal hizmet örgütlenmesi fikri henüz yaygınlaşmamıştır.

“Çocuk güvenliği çıkmazı” başlıklı bir diğer yazısında Akol,557 çocuk

güvenliğini daha geniş bir çerçevede sosyal adalet ve sosyal hizmet kavramlarının

içinde tanımlamaya çalışmaktadır. Korunmaya muhtaç çocuklar meselesine bu kez son

derece kapsayıcı bir yaklaşımla ‘çocuk güvenliği’ içinden yaklaşarak, çocuk

güvenliğinin “kimseli ya da kimsesiz ayrımı yapmaksızın, Türk çocuklarının içinde

oldukları ortamı düzeltme amacını güdecektir. Bununla: Aile hayatını, ana babası işe

giden ve evde bakacak kimsesi kalmayan çocukların gündüz bakımlarını, sokaklarıyla,

parklarıyla, sinemalarıyla, tiyatrolarıyla, iş yerler, oyun salonları ve kahvehaneleriyle

çocuğun okul ve ev dışı zamanlarını harcadığı müesseseleri anlatmak istiyoruz”

demektedir. Osman K. Akol yazısında o dönem hazırlanan bir ‘Sosyal Hizmetler

Kurumu’ tasarısından da söz etmekte ve bu tasarıda da ‘çocuk güvenliğinin’ dar

kapsamda değerlendirildiğini belirtmektedir.

KMÇ kanunu çıktıktan sonra özellikle MEB çeşitli illerde yetiştirme yurtları

açarak, korunmaya muhtaç çocukları barındırma görevini yerine getirmeye başlamıştır.

Örneğin Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Çocukları koruma yurdu iyi çalışıyor”

başlıklı habere bakıldığında, MEB’nın İstanbul’da da kanun hükümleri doğrultusunda

adımlar attığını görmekteyiz.558 Haberde yeni çıkan kanun çerçevesinde İstanbul’da

açılan ‘Mevlanakapı Çocuk Kurtarma Yurdunda’ kalan iki çocuğun Vali ve Belediye

Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ı ziyareti konu edilmektedir. Haber yorumun yazarı

Ferdi Öner, kurumu ziyaret ederek hem öğretmenler hem de çocuklarla görüşerek “Ben

de, ‘Koruma Yurdundan’ iyi intibalarla ayrılıyordum. Çünkü dünün ‘sokak çocukları’

bugün karşıma bir yatılı okul şahsiyet ve hüviyetile çıkmışlar” diyerek, uygulamanın

başarılı olduğunu ifade etmektedir.

1950’li yıllarda KMÇ alanında yapılan ya da yapılması planlanan çalışmalardan

biri de bu amaçla düzenlenen toplantılardır. 18 Şubat 1950 tarihli Cumhuriyet’in

557 Osman K. Akol, “Çocuk güvenliği çıkmazı,” Cumhuriyet, 15 Kasım 1960. 558 “Çocukları koruma yurdu iyi çalışıyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1950.

255

haberinde şehir meclisi toplantısının çocuklar ile iligili kararları yer almaktadır.559

Haberde şehir meclisinin toplantısında hem dilenen çocuklar hem de dilendiren kişilerin

cezalandırılmaları meclis üyelerince teklif edilmiştir. Toplantıda söz alan Vali ve

Belediye başkanı Fahrettin Kerim Gökay, “yedi yaşına kadar olan bu kabil çocukların

Darülâceze’de ayrılan bir pavyonda toplanacağını, Sağlık Bakanlığı tarafından bunlara

70 bin liralık bir tahsisat gönderildiğini, ilerde bunlar için ayrı bir pavyon inşa

edileceğini, bunlarda 7 yaşından 14 yaşına kadar olanlarla Milli Eğitim Bakanlığının

meşgul olacağını ve yakında toplanacak bu çocuklar için 100 yataklı bir bina tedarik

edilmiş olup, orada tecemmu ettikçe Anadolu’da tesis edilecek istasyonlara

gönderileceklerini beyan etmiştir.” Valinin ifadelerinde 5387 sayılı yeni çıkan KMÇ

kanununun Bakanlıklara verdiği görev dağılımını dikkate aldığı görülmektedir. 27 Nisan

1950 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ise yeni çıkan kanunun uygulanmasına ilişkin

çalışmaların değerlendirildiği danışma kurulu toplantısı haber verilmektedir.560 4 Şubat

1955 tarihli Tan gazetesinde “Kimsesiz Çocuklar Tespit ediliyor” haberiyle561

“Şehrimiz maarif memurları dün Kadıköy yetiştirme yurdunda bir toplantı yaptılar”

deniliyor. Toplantıda yoksul ve barınaksız çocukların tespiti ile bunların sokaktan

kurtarılmaları hususu üzerinde durulduğu ve ‘18 yaşından küçük kimsesiz çocukların

memlekete faydalı insanlar olarak yetiştirilecek’ denmektedir.

1950’li yılların sonu ve 1960’li yılların başından itibaren KMÇ sorunu zaman

zaman ‘sosyal hizmet’ kavramı çerçevesinde tartışılmaya başlanmıştır. Böylece çocuk

meselesi sosyal hizmetler bütünlüğünün bir parçası olarak da ele alınmaya

başlanmaktadır. Bunun yanında toplumdaki kentsel dönüşüme paralel olarak, kentsel

çocuk sorunlarında bir çeşitlenme görülmektedir. Suça karışan çocuklar, yurtlardan

kaçan, şehirlerarası izinsiz kaçan ve polislerce yakalanan çocuklar, yurtlardaki

çocuklara yönelik şiddet, çocuk suçları, şiddet gören ve/veya istismar edilen çocukların

velayetlerinin mahkemelerce alınması gibi birçok habere gazetelerde sıkça

rastlanmaktadır. 1950’li yılların sonu ve 1960’lı yılların başında kurumsal yapıya

bakıldığında “modern çocuk koruma sistemi” için gerekli birçok unsurun varolduğu; en

559 “Dilenciler şiddetle takip olunacaklar,”Cumhuriyet, 18 Şubat 1950. 560 “Çocukları Koruma Kurulunun Toplantısı,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1950. 561 “Kimsesiz Çocuklar Tespit ediliyor,” Tan, 4 Şubat 1955.

256

temel unsurlardan biri olarak SHU’nın yetiştirilmesi için de SHA’nin 1961 yılında

öğretime başladığı görülecektir. Toplumun değişip dönüşerek toplumsal sorunlar üreten

boyutu karşısında, ‘toplumun kendini korunmaya dönük’ söyleminin de çeşitlenerek

yayıldığı ve kurumsal bir şekle girmeye başladığını gösteren haberlere bu yıllarda sıkça

rastlamaktayız. Artık korunması gereken çocukların bakımı, eğitimi, çocuk-ebeveyn

ilişkisinin sorgulanması gibi çeşitli gelişme ve tartışmaları yansıtan birçok habere

rastlamaktayız.

1949 yılında 5387 sayılı KMÇ Kanunu’nun çıkması sonrasında, 1950 yılından

1962 yılına kadar olan dönemde belli yıllar taranarak, bu dönemde KMÇ hakkındaki

haberler incelenmiştir. Bir kanunun yürürlükte olduğu koşullarda çocuklara yönelik

hizmetler, çocukların içinde bulunduğu koşullar ve dönemin aydınlarının görüşlerini

yansıtan yorum yazıları incelenerek bu dönemde KMÇ’a ilişkin durum betimlenmeye

çalışılacaktır.

“Darülâcezeye yapılan müracaatlar artıyor” başlıklı haberde562 Vali Fahrettin

Kerim Gökay’ın “Şehirde başıboş gezen çocukların hepsini Darülâceze’de toplamak

suretile onları çalışır bir duruma getirmek için yakında tedbirler alacağız” beyanatına

yer veriliyor. ‘Bakımsız çocuklara himaye” başlıklı bir diğer haberde,563 5387 sayılı

kanunun birinci maddesinde sayılan çocuklar yani ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ için

‘Maarif Vekâleti tarafından 30’a varan yetiştirme yurdu açıldığı, 3000 den fazla çocuğu

himayesine aldığı belirtilmekte; ancak devamla “…anlaşıldığına göre memlekette

korunması gereken çocuk sayısı en az 100 bin civarındadır. Bu bakımdan Vekâlet

valiliklere bir tamim yaparak aynı il içerisinde bulunan belediyeleri res’en veya

birleşerek çocuk bakımı ve yetiştirilmesini sağlayacak bir müessese kurmalarının

faydalı olacağını bildirmiştir.” Haberden anlaşıldığına göre belediye ve il özel

idarelerinden korunmaya muhtaç çocuklar için toplanan paralar bu amaçla

kullanılmamaktadır. Habere göre “bugüne kadar bu iş toplanan para tahminen 6-7

milyon liradır, fakat bakımsız ve zavallı durumda olan çocuklar için kullanılan para bu

meblağın ancak 1.5 milyon liralık kısmıdır.”

562 “Darülâcezeye yapılan müracaatlar artıyor,” Cumhuriyet, 23 Ocak 1950. 563 ‘Bakımsız çocuklara himaye,” Cumhuriyet, 17 Nisan 1954.

257

4 Mayıs 1955 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Bakımsız çocuklar için vergi”

başlıklı haberde, KMÇ için halen Fransa ve Almanya uygulanarak olumlu sonuçlar

alınan bir vergi yönetimi olarak ‘çocuk vergisi’nin bizde de uygulanması için

çalışmaların başlatıldığı haber verilmektedir. Bu konuya ilişkin çalışmaların ileri bir

safhaya geldiği ve yakında meclise gönderileceği belirtilen çalışmanın denetimi için de

kadınlardan oluşan gönüllü bir müfettişler heyeti oluşturulmasından söz edilmektedir.

Çocuk vergisi konusu daha önceleri ÇEK Başkanı Fuat Umay tarafından 1946 yılında

gündeme getirilmişti.564

4.4.1 Bir KMÇ Sorunu Olarak ‘Besleme’ Çocuklar

Bütün geleneksel yapılarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da çocukların

korunması ya vakıflar, kilise gibi dinsel ve/veya hâyır kurumları kanalıyla yapılan çeşitli

yardımlar ya da çocukların küçük yaşlarda evlatlık, besleme veya ahretlik gibi isimler

altında durumu iyi olan ailelere verilmesi yoluyla yapılmaktaydı. Bu durum ‘örfî” hukuk

uygulaması olarak Cumhuriyet döneminde de varlığını sürdürmektedir. Beslemelik

olgusunun yaygınlığı genel kabul görmesine rağmen kayıtlara geçen ve/veya mevzuatla

düzenlenen bir uygulama olmadığı için konu hakkında sağlıklı verilere ulaşmak güçtür.

Ancak beslemelik olgusunun bazı boyutları 1940 ve 50’li yıllarda bazı davaların

Yargıtay içtihadına konu olması sonrasında biraz daha anlaşılmıştır. Ayrıca bu konuda

Yargıtay’ın farklı dönemlerde farklı içtihatlara vardığı da belirtilmelidir. Konunun

hukuki tartışma konusu olmaya başlaması ise şu vaka ile başlamıştır:

“Beslemelerin hukuki durumlarının tartışılmasına yol açan olay, Yargıtay’ın 1944 yılında vermiş olduğu bir karardır. Bu karar sebep olan olay şudur: Bir kimse hiçbir ücret kararlaştırılmaksızın, başka birinin 9 yaşındaki kızını yanına almış ve ona 3 yıl 9 ay bakmış, bir süre okutmuş ve şüphesiz bu süre içinde onun hizmetinden yaralanmıştır. Çocuk 13 yaşına gelince, bu evi terk ederek ana ve babasının yanına dönmüştür. Bunun üzerine efendi çocuğun babası aleyhine dava açarak, bu süre içerisinde çocuğa yaptığı masrafları talep etmiştir. Yargıtay, ‘yardımla mükellef bulunmadığı bir çocuğun bakımını üzerine almanın ahlaki bir görevin ifası demek olduğunu, bu nedenle Borçlar Kanununun 62. maddenin son fıkrası gereğince borç teşkil etmeyeceğini’ karara bağlamıştır. Yargıtay daha sonraki kararlarında boğaz tokluğuna ev hizmetlerinde besleme adı altında

564 İlgili haber için bkz. “Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.

258

çalıştırılan küçüklerin bu hizmetlerine karşılık bir ücret talebine hakları olduğunu, objektif iyi niyet kurallarına dayanarak kabul etmeye başlamıştır.” 565

Beslemelerin durumuna ilişkin hukuksal çevrelerde de bir görüş birliği

olmadığı görülmektedir. Yine Gürkan’ın belirttiğine göre hukukçuların çoğunluğu

beslemelerin durumunu Borçlar hukuku çerçevesinde görme eğiliminde olup; özel

bir düzenleme olmadığı halde beslemelerin durumunu bir hizmet akti çerçevesinde

ve genellikle çırak olarak değerlendirmektedirler:

“‘Davalı tarafından, davacı çocukken, çağın anladığı anlamda iyi bir kadın ve iyi bir anne olarak yetiştirilmesi amacı ile terbiyesi üzerine alınmış olması karşısında; davalı bu sözleşmenin gereğini yerine getirmişse, davacı hizmet ettiğinden söz etmek suretiyle hiçbir şey isteyemez. Sözleşmenin gerekleri yerine getirilmemişse ve çocuğa hizmetçi muamelesi yapılmışsa o zaman ona uygun ücret taktir edilip davalıdan tahsiline karar verilmelidir.’ Görülüyor ki, çocuk hayır amacıyla evlat muamelesi görecek olursa, bu çocuğun hizmetçi olarak telakkisi mümkün değildir. Bu nedenle ona hizmetçilik ücreti diye bir ücret istenebilmesi düşünülemez. Uygun ücretin tayininde ise mahalli örf-adet göz önüne alınacaktır. Bu gelişmelerden de anlaşılacağı üzere, uygulama, beslemelerin durumunu önceleri genel hükümlere göre mütalaa ederken, daha sonraları tamamen bir hizmet akdi olarak ele almaya başlamıştır.” 566

Süreç içinde hukukçuların da yaklaşımı değişmekle birlikte, beslemelik olgusu

varlığını devam ettirmiştir. Özellikle 361 No’lu ve 27. 12.1963 tarihli ‘Kölelik, Köle

Ticareti, ve Kölelik Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan Kaldırılmasına dair Ek

sözleşmenin Onaylanması Hakkında Kanun’la birlikte bu tür çocukların durumu

tamamen hukuk dışı olmakla birlikte, kanunun etkili uygulanması ve uygulayacak

kurumsal yapının yetersizliği çocukların besleme olarak çalıştırılması uygulamasının

ortadan kaldırılmasını sağlayamamıştır.

Besleme çocuklar konusu ‘evlâtlık diye satılan çocuklar’ başlığı altında 1962

yılında düzenlene II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansında da ele alınmıştır.

Konferansa sunulan raporda evlatlık olarak başka ailelere satılan çocukların içinde

bulunduğu olumsuz koşullar anlatıldıktan sonra; bu olgunun yoksulluk nedeniyle ortaya

çıkması nedeniyle tek başına evlatlık verilen çocukların yoksul ana babalarının değil

565 Gürkan, 199. 566 Gürkan, s. 201.

259

devletin de sorumlu olduğu belirtilmektedir.567 Aslında 1926 yılında yürürlüğe giren

Türk Medeni Kanunu sonrasında çıkan kanunlarda da çocukları koruyan hükümler

olmasına rağmen, bu hükümler uygulanma şansı bulamadı. Yine örneğin ilk KMÇ

kanunu olan 8 Mayıs 1957 tarih ve 6972 sayılı “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında

Kanun”un birinci maddesinde yapılan tanıma besleme çocuklar da dahil olabilirken, bu

hüküm besleme çocuklara uygulanmamıştır.568

567 Medeni Kanunun amir hükümlerine rağmen çocukların bakımları konusunda gerekli maddi desteği sağlamayan “devletin 36 yıldır bu yükümlülüğünü yerine getirdiğini iddia ve bunu ispat güçtür. Şu halde ailenin suçunda Devlet de beraberdir. Yani Anayasanın 35. maddesi bu suça ‘Diğer Kamu Tüzel Kişileri’ diyerek İl idaresini, belediyeleri ve köy kurullarını da ortak etmiştir” denmektedir. Bkz. “Çocuğun Sömürülmesine Engel Olunması, Toplumun İstenilmeyen Etkilerinden Korunması ve Boş zamanlarının Değerlendirilmesi Hakkında Rapor”, T.C., SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü, II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı içinde, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: Akın Matbaası, s. 147. 568 Gürkan, s.202.; Atalay Yörükoğlu 1980’li yıllarda yazığı çalışmada kız çocukların besleme olarak başka ailelere verilmesi geleneğinin gittikçe azalmakla birlikte hâlâ ortadan kalkmadığını belirtmektedir. Bu sorunun kesin çözümü için de Yörükoğlu, “Korunmaya muhtaç çocuklarla ilgili yasaya şöyle bir madde konmalıdır: Yetkili kurumların izni olmadan hiçbir çocuğun ailesinden alınıp başak yere götürülemeyeceği” hükmünün eklenmesini önermektedir. Bkz. Yörükoğlu, s. 174.

260

Şekil 5 : Köylülerin Besleme Olarak Sattığı Çocuklar Kaynak: Cumhuriyet, 27 Kasım 1955

Besleme çocuklar konusu çok sık olmasa da basına da konu olmuştur. Örneğin

28 Ağustos 1955 tarihli “Satılık Çocuklar” başlıklı bir çeviri haberle konu bir kez daha

basında işlenmektedir.569 Haberde hâlâ Avrupa dâhil dünyanın pek çok yerinde

çocukların satılması konu edilmektedir. Haberde tarih boyunca, birçok memleketlerde

569 “Satılık Çocuklar,” Cumhuriyet, 28 Ağustos 1955.

261

ücretsiz ya da ya pek az bir ücretle çalıştırılmak için çocukların satıldığı; bu âdetin

bugün hâlâ birçok yerde revaçta olduğu belirtilmektedir. Ayrıca bunu yasak etmek için

çıkarılan kanunlar ya da polis baskısının bu kötü âdeti önleyemediği ifade edilmektedir.

Haberde aileleri çocuklarını satmak zorunda bırakan başlıca sebep olarak ise kötü bir

gelenek olması yanında yoksulluk vurgulanmaktadır. Halen yaygın olduğu belirtilen

çocuk satışının daha çok kız çocuklarını kapsadığı belirtilmektedir.570 Habere göre

“Akdeniz’den Acem Körfezine kadar uzanan bölgede satılan çocukların ancak yüzde

otuzu oğlandır. Başlangıçta bunlar da her işte kullanılır.” Aynı konu yani ‘satılık

çocuklar’ konusunun Türkiye’deki bir uygulama biçimiyle ilgili bir haber ise 27 Kasım

1955 tarihinde yine Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır.571 Haberin alt başlığında

“Evlerde boğaz tokluğuna besleme çalıştırılmasını ve bu çocukların ilk tahsil

nimetinden mahrum bırakılmasını gerek rejimimiz, gerek vicdanlarımız nasıl karşılar?”

sorusu sorulmaktadır. ‘Okuyucularla Baş Başa’ köşesine Bafra’dan bir veterinerin

gönderdiği ve bu köşede yayınlanan mektupta ‘beslemelik, evlatlık çocuklar’ konusu

işlenmektedir. Mektup sahibi veteriner, bir ‘münevver’ olarak beslemelik olarak iki

çocuk aldığını ve kendi ailelerinde bulmadıkları imkânları kendilerine sağladığını

belirtmektedir. Besleme olarak verilen çocukların öz ailelerinde içinde bulundukları

yokluk ve eğitimsizliğe dikkat çeken yazar, konunun çok boyutlu olduğu ve

beslemeliğin yasaklanması ile bu konunun halledilemeyeceğini belirtmektedir. Ancak

bu çocukların para karşılığı ve/veya ev içi hizmetler karşılığı satıldığı dikkate alınarak

köşede şu düşüncelere yer verilmektedir: 1) Bu bir esarettir, kanun dışı ilan edilmelidir;

2) Fakir çocukların para ile satılıp, ilkokuldan mahrum edilmesi ve özel işlerde ücret

karşılığı kullanılması uygulamasına son verilmelidir; 3) ‘Evlatlıkların’ insanlık

haklarının tanınması ve evlat gibi yetiştirilmesi her zaman verilen örnekteki gibi

olmuyor; 4) Boğaz tokluğuna ‘besleme’ olarak çalıştırma usulü demokratik rejimin

mücadele konularından biri olmalıdır. Bu konu sırf ailelerin iradesine bırakılmamalıdır.

570 Atalay Yörükoğlu’na göre “Kurumlardaki çocukların çoğunun erkek olması, kız çocuklarının besleme olarak ailelere verilme geleneğinin sürdüğünü gösteriyor.” Bkz. Yörükoğlu, s.174.; Beslemelik kurumunu 1970’li yıllarda hâlâ varlığını sürdüren bir sosyal sorun olarak niteleyen Ülker Gürkan’ göre ise “sosyal ve ekonomik şartlar değişmedikçe, psikolojik ortam yaratılmadıkça ve hukuki tedbirler alınmadıkça bu müessesenin ortadan kalkmayacağı açıktır.” Bkz. Gürkan, s. 198. 571 “Köylülerin sattığı çocuklar,” Cumhuriyet, 27 Kasım 1955.

262

Şekil 6 : Cumhuriyet Döneminde Çıkarılan Fakat Uygulanmayan Önemli Kanunlar

Kaynak: Cumhuriyet, 21 Mayıs 1962

1949 ve 1957 yıllarında çıkan KMÇ Kanunları ile KMÇ’ın devlet himayesine

alınması öngörüldüğü halde, bu durum yokmuşçasına, Cumhuriyet gazetesinde yıllar

sonra “Korunmaya muhtaç çocuklar Devlet himayesine alınacak” başlığı ile bir haber

263

yayınlanmaktadır.572 Haber ise daha çok İstanbul’da çeşitli temaslarda bulunan

dönemin Sağlık Bakanı Dr. Suat Seren’in düzenlediği basın açıklamasında, çocuk

hastaneleri, veremle savaş sanatoryumu ve bunlara ek olarak ‘doğuştan himayesiz

kalmış çocuklar ve Köprüaltı çocukları” için açmayı planladığı kurmlara ilişkindir.

Habere göre bu kategoriye giren çocuklar için ‘Bakırköy’de büyük bir site’

yaptırılacaktır.

KMÇ kanunlarının yeterince uygulanamadığı yorum yazılara da konu

olmaktadır. Baha Arıkan’ın “İşlemeyen Kanunlar” başlıklı yazısı573 ile o dönem

yürürlükte olan 6972 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu ve tatbikatı konu

edilmektedir. Yorum yazı Kanunu ayrıntılarıyla tanıtıp, son derece kapsayıcı olarak

hazırlandığını tespit ettikten sonra, en temel sorununun Kanunun uygulanması olduğunu

belirtiyor. 6972 Sayılı Kanunda Korunmaya Muhtaç Çocuklarla ilgili her ilde Koruma

Birlikleri kurulmasının zorunlu hüküm olarak yer almasına, belediye ve il özel

idarelerinin bütçelerinin %1’lik kısmının bu kurullara aktarmaları zorunluluğu

bulunmasına rağmen bunların gerçekleşmediğini ve hâlâ gazetelerde “.. başıboş

çocuklardan bahsedilmekte, iç sızlatıcı rakamlar verilerek bu acı sahne

canlandırılmakta” diye yazmaktadır. Bunun sebebini de kanunun uygulanmasında

olduğu saptamasını yaparak, “Kanunun bizce en noksan ciheti, mecburi olarak âmir

hüküm şeklinde koymuş olduğu hükümleri icra etmeyenleri ceza müeyyidesine

bağlamamış olmasıdır, ‘Kötü kanun yoktur, iyi icra edilmeyen kanun vardır’ vecizesini

unutmayalım” demektedir.

1950 ve 1960’lı yıllarda özel olarak KMÇ ve genel olarak sosyal hizmetler

alanında yaptığı gözlem ve eleştiri yazıları ile karşımıza çıkan Osman K. Akol da 24

Nisan 1962 tarihli yazısında kanunuların işelmemesini değerlendirmektedir.574

“Türkiye II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı” yazısında Türkiye’de sosyal

hizmetlerin durumunu karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirmektedir. 1959 yılında

yürürlüğe giren ve sosyal hizmetler okulu ve diğer sosyal hizmet kurumlarının

572 “Korunmaya muhtaç çocuklar devlet himayesine alınacak,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1962. 573 Baha Arıkan, “İşlemeyen Kanunlar,” Cumhuriyet, 21 Mayıs 1962. 574 Osman K. Akol, “Türkiye II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı,” Cumhuriyet, 24 Nisan 1962.

264

oluşturulmasını öngören ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun’un

bugüne kadar yürürlükte olmasına rağmen ‘esprisi’nin değil kadro kısmının

uygulandığını iddia etmektedir. Devamla “Batı ülkelerinde 1526 da başlayan, en son

İran’da 1946’da kurulan sosyal hizmetler, bizde oluşum yoluna yeni yeni girmektedir.

Yani biz Batı ülkelerinden 436 ve Doğu komşumuz İran’dan 16 yıl gerideyiz demek. (…)

Bizde sosyal hizmetler üzerine ilk büyük toplantı Türkiye I. Milli Sosyal Hizmetler

Konferansı adıyla, 27.12.1959 Dil ve Tarih – Coğrafya Fakültesi salonunda yapılmıştı.

İkinci konferans önümüzdeki, 6.5.1962 cumartesi saat 10 da Cumhurbaşkanlığı Konser

Salonunda yapılacaktır. Bu konferans, sosyal hizmetler alanına da giren çocuk davasını

ele alacaktır” demektedir. Daha sonra konferansın programı hakkında bilgi veren Akol,

Milli Eğitim Bakanlığının ilgisizliğinden yakınmaktadır. Bu konferansın düzenlenmesi

işini Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından henüz 1960 yılında kurulmuş olan

‘Sosyal Hizmet ve Araştırma Derneği’ne verildiğini ve henüz yurtdışı muadil

derneklerle ilişki kurma ve kamuya yararlı dernek statüsü olmayan bu derneğin bu

konuda iyi bir seçim olmadığını belirtmektedir.

24- 30 Aralık 1959 tarihleri arasında Cumhuriyet gazetesinde, 27 Aralıkta

Ankara’da toplanan 1. Sosyal Hizmetler Konferansı ile ilgili dört habere rastlamaktayız.

Türkiye’de ilk defa düzenlenen konferansa ilişkin haberlere bakıldığında ise,

konferansın içeriğine ilişkin çok az ayrıntı verilmektedir.575

1959 yılı Cumhuriyet gazetesinde çocuklara dair çok sayıda yorum yazısına da

rastlanmaktadır. Özellikle bu yıllarda KMÇ’a dair gelişmeleri takip eden Osman K. 575 24 Aralık tarihli ilk haberde, “memleketimizde ilk defa sosyal hizmetler kongresi’ toplanacağı, kongrenin çok önemli olduğu, çünkü ‘bütün cemiyetlerin bünyesinde değişiklik yaratmaya namzet konuların’ ele alınacağı ifade edilmektedir. Sonraki gün yayınlanan “Türkiye Sosyal Hizmetler 1. Konferansı” başlıklı haberde, Kızılay Genel Başkanı ve Sosyal Hizmetler ve Sosyal yardımların Koordinasyonu Başkanı Rıza Çerçel’in “Türkiye’de muhtelif sosyal hizmetlerle meşgul olan 17 bin küsur teşekkül faaliyettedir. Bunlardan altı bin küsuru bilfiil sosyal hizmetlerle meşguldür” dediği belirtilmektedir. Bu nedenle olsa gerek, haberde, yapılacak konferansta ‘kuruluşlar arası koordinasyon ve merkezi bir fon oluşturulmasının” önemli gündem maddeleri arasında yer aldığı belirtilmektedir. Ancak 30 Aralık 1959 tarihli “Sosyal hizmetler konferansı bitti” başlıklı haberden, bazı delegelerin ‘dernekler arasında bir koordinasyon için şimdiden bir karar alınmasın’ diyerek karşı çıktıkları öğrenilmektedir. Ayrıca haberden bazı delegelerin ‘annelerin çocuklarına evde din bilgisi vermelerini,’ ‘kız satma usullerinin kaldırılmasını’ ve ‘Sosyal Hizmetler Bakanlığı’ kurulması isteklerini ifade ettikleri öğrenilmektedir. Haberde ayrıca konferansa katılan bir Birleşmiş Milletler ‘mütehassısının’ sosyal hizmetlerin Türkiye çapında genişletilmesi gerektiğini söylediği belirtilmektedir.

265

Akol’un çok yazıda yorum yazısı yazdığı görülmektedir. Akol’un KMÇ kavramını geniş

tuttuğu ve suçlu çocuklar, özürlü çocuklar, okula giden muhtaç çocuklar gibi bütün

ihtiyaç sahibi çocuk gruplarıyla ilgilendiği görülmektedir. 31 Mart 1959 tarihli “Çocuk

Mahkemeleri Kanun Tasarısı” başlıklı yazısında Akol,576 Edirne Milletvekili Ruknettin

Nasuhoğlu’nun Çocuk Mahkemelerinin kurulması için bir kanun teklifi hazırlatıp

Meclise sunduğunu belirtmektedir. Bu teklifte 15 yaşını doldurmamış çocuklar için ayrı

bir yargılama ve infaz sistemi getirdiği görülmektedir. Ayrıca bugünkü ‘çocuk polisini’

andıran bir ‘çocuk zâbıtası’ teşkilatının da teklif edildiğini öğrenmekteyiz. Ancak yazıda

bu teklifin Meclisin gündemine bir türlü gelmemesi de eleştirilmektedir. Aynı dönemde

Baha Arıkan’ın ‘Suçlu çocuklar’ başlıklı yorum yazısı577 ile karşılaşmaktayız. Yazıda

ülkede çocuk suçluluğuna dair gelişmeler olduğu, çocuklarda infazın amacının artık

‘azap çektirme’ değil, yaş döneminin gereklerine uygun olarak ‘terbiye ve sâlah’

olduğunu ifade etmektedir. Osman K. Akol 14 Mayıs 1959 tarihli yazısında578 ise 1957

yılında yürürlüğe giren 6972 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu gereği

kurulan Çocuk Koruma Birlikleri’nin standarttan uzak bir şekilde yaptıkları çalışmalar

ve ortaya çıkan sorunları değerlendirmektedir. Ciddi bir koordinasyonsuzluk içinde

olduklarını belirttiği bu Birliklerin acil olarak genel bir teftişe tabi tutulmalarını salık

vermektedir. Yazıdan, Birliklerin bir önceki kanunun aksine ‘müstakil’ kılınmasının bu

kez Birliklerin Bakanlıklara bağlı olup olmadığı sorununu gündeme getirdiği

öğrenilmektedir.

1959 yılı ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’nün Meclis gündemine geldiği yıldır.

Konuyla ilgili bu dönemde iki yorum yazısına rastlanmıştır. Esat Tekeli yazısında579

önce, Haziran 1959 tarihinde Meclis’ten çıkan ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kanununu

tanıtmakta ve ardından, sosyal alanında gerekli kurumlaşmayı üstlenmemesi nedeniyle

Kanunu dar kapsamlı olmakla eleştirmektedir. Ayrıca Sağlık ve Sosyal Bakanlığı’nın

da isminde ‘sosyal yardım’ ibaresi olmasına rağmen bu konuyla ilgilenmediği

belirtilmektedir. Osman K. Akol da daha sonra Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmasına

576 Osman K. Akol, “Çocuk Mahkemeleri Kanun Tasarısı,” Cumhuriyet, 31 Mart 1959. 577 Baha Arıkan, “Suçlu Çocuklar,” Cumhuriyet, 26 Haziran 1959. 578 Osman K. Akol, “Çocuk koruma birliklerini teftiş etme zarureti,” Cumhuriyet, 14 Mayıs 1959. 579 Esat Tekeli, “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulurken,” Cumhuriyet, 15 Temmuz 1959.

266

dair kanunu değerlendiren bir yazı yazmıştır.580 Yazı 1944 yılından itibaren ‘sosyal

hizmetlere’ hem içten hem dıştan bir ilgi artışı olduğu ve bu artan ilginin bir sonucu

olarak bu kanunun oluştuğu belirtilmektedir. 1940’lı yıllarda özellikle büyük kentlerin

‘kimsesiz, serseri’ çocukları sorunu iç kamuoyunun bu konuyla sürekli ilgili olmasını

sağlarken, Batı’da ise ‘Beveridge Raporu’ gibi somut çalışmalar ve gelişmelerin seyrini,

hızını ve niteliğinin belirlenmesinde etkili olduğu söylenebilir. Ayrıca 1940’li yıllarda

kentlere nüfus akını, kentlerde oluşan gecekondular, işsizlik gibi toplumsal sorunlarda

da artışlar görülmektedir. Bu dönemde bu konularla ilgili çok sayıda hem haber hem de

yorum yazıları gazetelerde boy göstermektedir.581 Aynı konuyla ilişkili olarak Osman

K. Akol da, artan nüfus karşısında Milli Eğitimin yetersizliğine vurgu yapmaktadır. 582

Akol okul yaşı çocuklarındaki büyük artışlar nedeniyle artık ikili hatta üçlü öğretimlere

geçildiğini, Bakanlığın kaliteli eğitimden vazgeçtiğini artık en önemli hedefin okul yaşı

çocuklarının tümünün öğretimlerinin sağlanması olduğunu belirtmektedir. Bu çercevede

Akol Ankara’yı kastederek, “… mecburi ilköğretim, Devlet Merkezinde bile ancak,

%56.94 nispetinde gerçekleştirilebilmiştir.% 43.06 oranındaki 42.609 Ankara’lı Türk

çocuğu, okuldan ve öğretmenden yoksundur” demektedir. Bu sayı, devletin en örgütlü

olduğu alan olan eğitimde bile henüz çok yetersiz bir durumda olduğunu, devletin

örgütlenmesinin yetersiz yatay yayılım içinde olduğunu göstermektedir. Akol

bekleneceği üzere köylerdeki durumun daha olumsuz olduğunu şu rakamlarla

vermektedir: “Ankara’nın 1.152 köyünden ancak 609 unda okul faaliyettedir. 69 köy

ilkokulu öğretmensizlikten kapalıdır. Yani Ankara ili köylerinin %52.56’sında ilkokul ve

öğretmen vardır; %47.14 nispetindeki 543 köy, bu nimetten yoksundur.” Bu büyük

sorunun kısa sürede halledilemeyeceğini düşünen Akol, Mecliste bekleyen ilköğretim

kanununda değişiklik öngören tasarının bir an önce görüşülmesi çağrısında

bulunmaktadır.

Bu çerçevede şu değerlendirmelere varılmıştır. 1950’li yıllar öncesinde

‘korunmaya muhtaç çocuklar’ için son derece dağınık bir dil kullanılmıştır. Ağırlıklı

580 Osman K. Akol, “Sosyal hizmetler enstitüsü,” Cumhuriyet, 3 Eylül 1959. 581 Dr. Feridun Ergin’in “Şehirlere nüfus akını,” Cumhuriyet, 13 Eylül 1959 tarihli yazısı bu yazılara örnek olarak verilebilir. Ergin o dönem Türkiye’nin artan nüfus akınının ‘doğurduğu ihtiyaç, sıkıntı ve davâlara karşı tam amile hazırlıksız vaziyettedir’ tespitinde bulunmaktadır. 582 Osman K. Akol, “Öğretim yılı sonunda düşünceler,” Cumhuriyet, 28 Temmuz 1959.

267

olarak çocukların aileden kopmuşlukları ve kendi başlarına sokaklarda kaldıklarında

sürdükleri hayatın onlarda yarattığı davranış değişiklikleri dikkate alınarak ‘kimsesiz,

serseri, zavallı, sefil’ gibi sıfatlar içinde tanımladıkları dikkati çekmektedir.

4.4.2 KMÇ ve Suça Yönelimde Artış

1960’lı yılların başında çocukların içinde bulunduğu sosyal sorunlarda bir

çeşitlenme söz konusudur. Bu durumlardan biri ‘suça karışan’ çocuklardır. Bu dönemde

çocuk suçluluğunda bir artış olduğu verilen haberlerden anlaşılmaktadır. Çocuk

suçluluğundaki artışa paralel olarak, çocuk suçluluğunun önlenmesine ilişkin bazı

önlemlerin de alınmaya başladığı görülmektedir. Çocukların anne babasına karşı

korunmasına ilişkin bir habere ilk defa Cumhuriyet gazetesinin 19 Nisan 1962 tarihli

sayısında.583 Yankesicilik suçundan yakalanan ancak yaşı küçük olduğu için (8 yaşında)

hakkında işlem yapılamayan Nurten isimli kız çocuğunun velayetinin annesinden

alınarak ‘ıslahhaneye’ verileceği haber verilmektedir. Emniyetin yaptığı araştırmada

annesinin sabıkası olduğu anlaşıldığından, “İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Uğur’un

teşebbüsü ve Onikinci Hukuk Mahkemesinin kararı ile ceza ehliyeti olmadığı için

hakkında kanuni işlem yapılamayan 8 yaşındaki 12 sabıkası olan Nurten Özmut’un

velayeti ailesinden alınmıştır” denilmektedir. Ayrıca ilk ve yeni bir uygulama olarak

6972 sayılı KMÇ Kanunu ve TMK hükümleri doğrultusunda çocuğun velayetinin

kaldırılması işlemi yapıldığı belirtilmektedir.

583 “Küçük yankesici Nurten’in veliliği ailesinden alındı,” Cumhuriyet, 19 Nisan 1962.

268

Şekil 7 : Suça Sürüklendiği İçin Velayeti Kaldırılan İlk Çocuk Kaynak: 31 Temmuz 1962, Cumhuriyet

1960’lı yıllarda çocuk suçlarının İstanbul merkezli olmaktan çıktığını görüyoruz.

İsatnbul dışından da çocukların karıştığı hırsızlık gibi suçlara ilikin haberlere

rastlanmaktadır. Örneğin Cumhuriyet’te yer alan “Doğuda çocuklar da soygunculuğa

başladı” haberi, çocukların karıştığı şiddetin daha o dönemden ülkenin birçok yerine

yayıldığını göstermektedir.584 Nüfus artışı, istihdam yetersizliği ve çarpık kentleşmeye

paralel olarak ortaya çıkan toplumsal sorunların bir parçası olarak, çocukların karıştığı

kapkaç ve hırsızlıkla ilgili haberlerle çokça karşılaşılmaktadır. Çocuk suçları ile ilgili

olarak Emniyetin yaptığı çalışmalar haber olarak yer almaktadır.585 Artan çocuk suçluğu

karşısında ‘çocukların korunması’, bu dönemde Emniyetin çocukların velayetlerini

ailelerden alması girişimleri ile somutluk kazanmaktadır. Bu dönemde ‘çocuk koruma’ 584 “Doğuda çocuklar da soygunculuğa başladı,” Cumhuriyet, 14 Eylül 1962. 585 “Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7 Şubat 1962.

269

tedbirleri Emniyet ve Mahkeme arasında bir önlem olarak ilerken, ailelerle görüşme ya

da ebeveynlerin sosyal incelemeye tabi tutulması ayağını yürütecek ‘sosyal hizmet’

ayağının henüz ortaya çıkmadığı anlaşılmaktadır. Haberde modern bir çocuk koruma

sistemine ‘sosyal hizmet’ kurumunda olması beklenen anne-babadan alınan çocuk

velayetinin polis tarafından üstlenildiği, “.. polis, anne ve babaya karşı dahi çocuğun

hamisi olacak” şeklinde ifade edilmektedir. Haberde yer alan Emniyetin çocuk

istismarına karşı almayı planladığı bazı önlemler şunlardır:

“1) Üvey anne veya baba yanında bulunan çocuklara fena muamele yapıldığı tespit olunduğu zaman bu kimseler polis tarafından derhal adliyeye sevk edileceklerdir, 2) Öz çocuğuna eziyet eden ana be babalar hakkında da aynı muamele aşılacaktır. 3) Yanında çalıştırdığı küçük yaştaki çocuklara eziyet eden, döven dükkân veya müessese sahipleri de cezalandırılacaktır. 4) Kumar oynatılan oyun salonlarına 18 yaşından küçük çocuk alan yerler, polis vazife ve salâhiyetleri kanununa göre kapatılacaktır. 5) Toplanacak olan kimsesiz çocuklar temin edilecek işyerlerine verilerek çalıştırılacaklardır. 6) Polis, küçük çocukların hâmisi olacak, icabında ebeveynlerine karşı küçük çocuğu savunacaktır. 7) Sâbıkalı ana ve babaların yanındaki çocuklar, ne pahasına olursa olsun alınacak, yurdlara yerleştirilecektir. Öte yandan, bu konuda inceleme yapan polis şefleri, Milli Eğitim Müdürlüğünün emrinde çalışan yurdların bir tüzüğü bulunmadığı, kurulduğundan bugüne kadar hiçbir istatistik tutulmadığını müşahede etmişlerdir. Tedris planı da olmayan bu yurdlarda bulunan çocuklar, devamlı surette kaçmaktadırlar.”586

Emniyetin çalışmalarını ‘övme kaygısıyla da yazılmış’ izlenimi veren bu

haberden birkaç gün sonra 10 Şubat 1962 tarihli bir başka haberle Emniyet’in konuya

ilgisinin sürekli ve geniş kapsamlı olduğu görülmektedir. Suça yönelen çocuklarla ilgili

10 Mayıs 1962 tarihli Cumhuriyet’te yer alan haberde587 12 yaşındaki çocuğun hâkime

“her zaman değil, para bulamadığım, aç kaldığım zaman hırsızlık yapıyorum’ dediği

belirtiliyor. 28 Haziran 1962 tarihli Bir başka bir haberde588 de 9 yaşında 7 sabıkalı bir

kız çocuğunun cezaevinde bulunan anne – babasına bakabilmek için hırsızlık yaptığı

belirtilmektedir. Aynı sayfada “namusunu koruma için adam öldüren çocuk beraat etti,”

“50 öğrencinin daha yatılı parasız okuyabilmesi için imkân hazırlandı” ve “Yurdumuzda

boşanmaların en çok vuku bulduğu şehir, İstanbul” haberleri de yer almaktadır. Buradan

da görülebileceği gibi, birbirini besleyen ve hızlı bir toplumsal değişim sürecinin

unsurları olan birçok olgu aynı gün dahi gazetelerde haber konusu olabilmektedir.

586 “Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7 Şubat 1962. 587 “Yaşından fazla sabıkası olan çocuk,” Cumhuriyet, 10 Mayıs 1962. 588 “Cezaevindeki anne – babasına bakabilmek için hırsızlık yaptı” Cumhuriyet, 28 Haziran 1962.

270

1960’lı yılların başınada polisin çocuk suçluluğuna karşı yeni bir örgütlenme

içine girdiği; araştırmalar yaptığı ve önleyici önlemler almaya başladığı görülmektedir.

Yapılan bir araştırmayı konu edinen Cumhuriyet’in haberine göre589 İstanbul’da yeni

kurulan Emniyet ‘Çocuk Bürosunun’ hazırladığı ilk istatistiklerde “şehrimizde 3 ile 20

yaşları arasındaki çocuklar için suça yönelme yaşının 12-17 olduğunu ortaya koyduğunu

belirtmektedir. Ayrıca İstanbul’daki bütün kadın polislerin oluşturulan bu çocuk

bürosunda toplanacaktır. Bu arada en tehlikeli yaşın 15 olarak tespit edildiği ifade

edilmektedir.

Bu yıllarda çocuk suçlarında çeşitlenmeye cinsel istismar ve tiaçri cinsel sömürü

vakaları da dâhil olmaktadır. 14 Nisan 1962 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yer alan

konuya ilişkin haberde 17 yaşında bir kızın iğfal edilip para ile 40-50 kişiye satıldığı

belirtilmektedir.590 Konuya ilişkin bir diğer haber 16 Nisan 1962 tarihli Cumhuriyet’e

yer almaktadır.591 Habere göre 18 yaşında bir gencin 6 yaşındaki bir kızı kaçırdığı ve

tecavüz ettiği iddiası yer almaktadır.

Çocuk suçlarının çeşitlenmesine bir örnek teşkil eden Cumhuriyet’te yer alan

“Bir yetiştirme yurdunda çocuğa işkence yapıldı”592 başlıklı haberde artık ‘kimsesizler

yurdu’ değil, ‘yetiştirme yurdu’ ifadesinin kullanılması sosyal hizmet alanında

kullanılan dilde anlamlı bir farklılaşma olarak görülebilir. Bunun yanında KMÇ’ın

barındığı kurumların da genişlediği, burada ortaya çıkan olaylara karşı basının duyarlı

olduğu anlaşılmaktadır. Habere göre Samsun ilindeki yetiştirme yurdunda barınan 7

çocuk kendilerine kötü muamele yapılması nedeniyle yurttan kaçmışlar ve bu durum

araştırılınca gerisinde ‘çocuğa işkence’ olayı bulunmuştur. Bir başka haberde

iseİzmir’den kaçan yetiştirme yurdu çocuklarının yakalandığı haber verilmektedir.593

Haberde çocuklar İstanbul’a geliş hikâyelerini şöyle anlatmaktadır: “Akhisar’a kadar

yayan gittiklerini ifade eden çocuklar orada Belediye ilgililerine İstanbul’dan

589 “Çocuklarda suça yönelme yaşı 12-17 olarak belirlendi,” Cumhuriyet, 20 Haziran 1962. 590 “17 yaşında bir kız iğfal edilip para ile 40-50 kişiye satıldı,” Cumhuriyet, 14 Nisan 1962. 591 “6 yaşındaki kızı kaçırarak kirletti,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962. 592 “Bir yetiştirme yurdunda çocuğa işkence yapıldı,” Cumhuriyet, 30 Ağustos 1962. 593 “İzmir’den kaçan 4 çocuk yakalandı,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962.

271

kaçtıklarını söyleyerek şehrimize gönderilmelerini temin ettiklerini açıkladılar.”

Cumhuriyet’te yer alan bir diğer çocuk kaçma haberinde 12 yaşındaki ilkokul mezunu

çocuğun ‘büyük şehre kaçtım ki, büyük adam olayım’ ifadesinine yer verilmektedir.594

Görülüyor ki İstanbul’un büyümesi, tanınması ile birlikte artık çocuklar için de cazibe

merkezi haline gelmeye başlamıştır. Çocukların İstanbul’a kendi başlarına gelmesi ve

bekâr evlerinde kalmasına ilişkin bir diğer haberde, Eminyet ve ÇEK görevlilerinin

çocukları toplamaları faaliyetleri haber yapılmaktadır. 22 Haziran 1962 haberde,595

“İstanbul’a iş bulmak amacıyla gelen ve 8-14 yaşları arasındaki çocukların suçlu çocuk

veya cinsî sapık olduğu anlaşıldı” denmektedir. Bu arada bu çocukların kısa süreli

barınma sorunlarının halli için Çocuk Esirgeme Kurumu görevlileri ve Emniyet Çocuk

Bürosu sorumlusu Nuran Sayın’ın yaptığı toplantıdan sonra acil olarak bir ‘çocuk

misafirhanesi’ açılması gerektiği sonucuna varıldığı belirtilmektedir. Çocuk

misafirhanesinin emniyete yakın bir yerde ama ÇEK tarafından işletilmesi görüşüne

varıldığı öğrenilmektedir.

Çocuk sorunları ve çocukların karıştığı suçlara ilişkin 1930’lu yıllardan itibaren

araştırmalar yapılmakta ve istatistikler tutulmaktadır. Aynı yıllarda bütün Avrupa

ülkelerinde çocuk suçluğunun son derece yüksek olduğunu söyleyen Sulhi Dönmezer,

çocuk suçluluğunu yetişkin suçluluğu içindeki oranının da arttığını belirtmektedir

Örneğin 1935 yılında 18 yaşından küçük olan suçluların genel suçlulara oranı %8 iken

bu oran 1944 yılında %12’ye çıkmaktadır.596 Esin Konanç’ın çocuk suçluluğu

incelenmesinden de 1930’lu yıllardan itibaren sürekli artan bir çocuk suçluluğu olduğu

ve daha sonra oranda küçük düşmeler olmakla birlikte 1960’lı yıllara kadar sürekli bir

sorun olarak varlığını sürdürdüğü görülmektedir.

594 “Vagon tamponları arasında Ankara’dan İstanbul’a kaçtı,” Cumhuriyet, 30 Haziran 1962. 595 “96 çocuk, han ve bekâr odalarından toplandı,” Cumhuriyet, 22 Haziran 1962. 596 Sulhi Dönmezer, “Garp Memleketlerinde ve Memleketimizde Çocuk Suçluluğunun Umumi İnkişafları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 101.

272

Tablo 5: 1938- 1962 Yılları Arasındaki Çocuk Hükümlü Sayıları

Kaynak: Esin Konanç, “Çocuk Suçluluğu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (Edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, No: 1, 1974, s. 531.

Bu arada çocuk suçluluğu ve çocuk yargılamasına ilişkin düzenlemeler ancak

1970’lerde gerçekleşebilmiş olmasına rağmen,597 konuya ilişkin tartışmalar erken

Cumhuriyet döneminde başlamıştır. Örneğin bir cumhuriyet savcısı olan Edip Ünal

Erzen, Çocuk Davası isimli çalışmasında dünyada çocuk mahkemeleri ve çocukların

597 Uzun yıllar tartışılmasına ve kurulmasına ilişkin Meclise teklifler verilmiş olmasına rağmen ancak 1979 yılında BM Dünya Çocuk Yılı nedeniyle yasalaştırılan ve 1987 yılında ffliyete geçen çocuk mahkemelrinin kuruluş süreçi için bkz. Sevda Uluğtekin, Çocuk Mahkemeleri ve Sosyal İnceleme Raporları, Ankara, Bizim Büro, 1994, s. 44.

Yıllar 12–18 Yaşları Arasındaki

Hükümlü Sayısı

12–18 Yaşları Arasındaki Hükümlü Sayısının

Yıllar Tüm Hükümlü Sayısına Oranı %

1938 7076 8.72 1939 8270 8.79 1940 9783 10.60 1941 11840 12.26 1942 12764 13.45 1943 12722 13.97 1944 10447 13.98 1945 12656 14.00 1946 16146 14.49 1947 17155 14.45 1948 17697 14.42 1949 22138 14.66 1950 15621 15.37 1951 18942 14.59 1952 36169 14.17 1953 27531 13.18 1954 22670 12.89 1955 29652 13.49 1956 28074 13.84 1957 23476 13.19 1958 23512 13.94 1959 25062 13.27 1960 24251 13.56 1961 23194 12.36 1962 29617 11.74

273

yargılaması hakkında geniş açıklamalar yaptıktan sonra, Türkiye’e ilişkin bölüme

geldiğinde bu konuda hiçbirşey yapılmamış olduğunu belirtmektedir. Erzen “çeyrek

yüzyıldan beri Avrupa, Amerika devletlerinde önemle ele alınarak ve birçok itiraz ve

mücadelelerden sonra kendini kabul ettiren suç içliyen, çocukların korunması

karşısında kendi mevzuatımızla, tatbikatımıza yöneldiğimiz zaman acı duymamanın ve

üzülmemenin imkânı yoktur”598 demektedir. İçinde bulunduğu dönemki basını da takip

ettiği anlaşılan Erzen, matbuatta çocuk davasının zaman zaman güdeme gelmekle

birlikte konunun ‘milli bir dava’ halinde işlenmediğini belirtmektedir. Konunun yani

çocuk meselesinin henüz gerektiği gibi benimsenmediği tespitinden hareketle, bu

koşullarda çocuk mahkemesinin açılmasının da faydalı olmayacağını belirtmektedir.

Erzen ‘çocuk davası’nın ciddi olarak ele alınabilmesi için çocuk mahkemesinden önce,

çocuk meslesenin öneminin ‘efkari umumiye’ye süretle benimsetilmesi, cemiyetin

yardımının temin edilmesi ve bu hususta gerekli perosnelin kadro ve kurumlarının

oluşturulması gerektiğini ifade etmektedir.599 “Çocuk Mahkemeleri”600 başlıklı haberde

‘tasavvurun bu sene tatbiki bekleniyor’ denmektedir. 18 yaşına kadar olan çocukların

yararlanacakları bir ‘çocuk mahkemesi’ hazırlıkları yapıldığı haber verilmekte; ancak bu

girişimlerin başarılı olmadığı bilinmektedir. Bu konuda tartışmalar olmakla birlikte, ilk

çocuk mahkemesi kurulumasına dair kanun tasarısı 1945 yılında sunulmuş ve ilk

kanunun çıktığı 1979 yılına kadar çok sayıda tasarı kadük kalmıştır.601

29 Haziran 1962 tarihli aynı gazetede bu kez ‘çocuk meselesinin’ başka bir

veçhesi haber olarak yerini almaktadır: “Yurdumuzda nesebi gayri sahih çocukların

sayısı: 7.724.417.” Bu sayı, Türk Medeni Kanunu hükümlerinin de ‘işlemeyen kanunlar’

arasında sayılmasını mümkün kılacak bir sayı olarak ortaya çıkmaktadır. Çocukların bir

bütün olarak koruma şemsiyesi içine alınmadığı, ilköğretim düzeyindeki okullaşmada da

görülmektedir. Bir başka haberde Cumhuriyet döneminde en önemsenen çock koruma

önleminin yani ilköğrtimin yaygınlaştırılmasının da ihityacı karşılamada yetersi kaldığı

598 Edip Ünal Erzen, Çocuk Davası, Mesleki Seri: 4, İstanbul, Vaki Matbaası, 1943, s. 7. 599 Erzen, s.9-10. 600 “Çocuk Mahkemeleri,” Cumhuriyet, 2 Teşrinisani 1931. 601 Esin Konanç, “Çocuk Suçluluğu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (Edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, No: 1, 1974, s. 582.

274

vurgulanmaktadır. Habere göre602 ilköğretim çağında olup okula kaydedilemeyen

1.135.000 kadar çocuk tespit edilmektedir. Beş yıllık ilkokul öğrenimi zorunlu olduğu

halde, 1970’li yılların başında binlerce köyde ilkokul yoktur. Esin Konanç’a göre,

“ilkokulu bulunan köylerin çoğunda ise, İlk Öğretim ve Eğitim Kanununun ilk öğretim çağında olup da hiçbir öğrenim kurumuna devam etmeyen çocukların resmi veya özel işlerde çalıştırılmasını yasaklamasına rağmen (madde 59), çocuklar ekonomik zorunluluklar yüzünden çalıştırılmakta, okula gidememektedir. Ayrıca ailelerin büyük bir kısmı dini taassubun etkisi altında çocuklarını (özellikle kız çocuklarını) okul yerine Kur’an kursuna göndermektedir. Bütün bunlar halkın önemli bir kısmının öğrenim görmemesine sebep olmaktadır. Nitekim 1960-65 yılları arasında 6 yaşından yukarı olan 25 milyon kişinin %48’i okuma yazma bilmemekteydi. Öğrenim görmüş olan ların ise %58,4 ü ilkokul,%6,7 si ortaokul,%2,5 i meslek okulu, % 2,8 i lise ve %1,6 sı da yüksek öğrenim görmüşlerdi.”603

Görüldüğü gibi Cumhuriyet döneminde çocukluğun şekillenmesinde en önemli

çaba ilköğretimin yaygınlaştırılması olmasına rağmen; bu alanda da ciddi sorunlar söz

konusudur. Özellikle ilköğretimin yatay yayılması yani bölgelerarası eşitsiz dağılması

ve eğitimin niteliğinin (yeterli öğretmen ve okul) zayıf olması önemli bir sorun olarak

varlığını sürdürmektedir.

4.4.3 Türkiye’de Sosyal Hizmet Fikrinin Gelişmesi

5387 sayılı ilk KMÇ Kanunu sosyal hizmet alanında bir dizi tartışma yaratırken,

en çok Milli Eğitim Bakanlığı’nda hareketlenmeye sebep olduğu görülmektedir. KMÇ

alanında çalışacak özel eleman arayışı sürerken, 1950’lı yılların başında yeni bir eğitim

alanı olarak ‘özel eğitimin’ KMÇ alanında sorumluluk alması gündeme gelmiştir. Bu

çerçevede yurtdışından uzmanlar getirilerek hizmet içi ve/veya genel amaçlı eğitimler

verilmesi sağlanmış, aynı alanda bilgi ve görgülerini arttırmak amacıyla İngiltere,

Fransa, İsviçre ve Almanya gibi ülkelere milli eğitim müfettişleri gönderilmeye

başlanmıştır. Bu çalışmalar sonunda toplumun tümünde yaygın olmamakla beraber

Tulay’ın iadesiyle “.. maarif câmiası içinde bilinmemesine rağmen yeni bir hareket

olarak hissedilir bir mana almağa ve bir teşkilât kanununun üzerinde çalışılmaya

başlanmıştı.”604 Bu tartışmalar, KMÇ’ın kurum bakımının klasik anlamda bir eğitim işi

602 “İlköğretim çağında 1.135.000 kadar çocuk okul dışı kaldı,” Cumhuriyet, 17 Eylül 1962. 603 Konanç, s. 558. 604 Tulay, s. 13.

275

olmadığı, özel eğitimli kişiler ve ayrı bir kurumsal örgütlenme gerektirdiği fikrini

gittikçe güçlendirmeye başladı. 1953 yılında toplanan ‘5. Maarif Şurası’ da bu konuyu

gündemine almıştı. Şura’da konuya ilişkin oluşturulan bir komisyona özel eğitim,

yetiştirme yurtları ve 5387 sayılı Kanun’un gözden geçirilerek bir rapor hazırlaması

görevi verildi. Yapılan çalışmalar sonucu oluşturulan raporda özetle şu sonuç ve öneriler

geliştirilmiştir:605

Öncelikle kurumsal yapıya dair en can alıcı sorun olarak yeni bir teşkilat

düzenlemesi önerilerek, korunmaya ve özel eğitime muhtaç çocuklara dair işleri takip

etmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde müstakil bir ‘genel müdürlük’ ihdası

önerilmektedir. Bu öneri ile mevcut kanunun birden çok bakanlık ve yerel idareye

dağılmış dağınık yapısı da eleştirilmektedir. Dağınık yapıya karşılık oluşturulacak bir

genel müdürlük altında çocukların yaş ve durumlarına göre hizmetleri yürütecek şubeler

kurulması öngörülmektedir. Uygulayıcı bağlı kuruluşlar olarak ise ‘müşahede, teşhis ve

barındırma istasyonları’ kurulması teklif edilmektedir. KMÇ’ın yaş durumlarına göre

bakılacakları kurumların hangi bakanlıkların sorumluluğunda olacağı ise mevcut

Kanunundaki haliyle korunmuştur. Bu raporu hazırlayan uzmanların Milli Eğitim

Bakanlığı’nı merkeze alarak soruna yaklaştıkları, esas olarak bir KMÇ genel sorununa

yönelmedikleri görülmektedir. Raporda personelin eğitimli ve uzman olması gerekliliği

vurgulanmaktadır. Bunun için de ilgili personelin yurtdışına gönderilmesi

önerilmektedir. Bunun yanında ‘bu saha için lüzumlu olan personel nevileri’ de

sıralanmaktadır. Bu personeller arasında bilgili ve deneyimli yöneticiler, öğretmenler,

müfettişler, okul psikologu, çocuk psikiyatrı gibi meslekler sayılırken, “çocuğu sokakta,

ailede ve müesseselerde takip edecek sosyal yardımcılar” diye yeni bir meslekten de söz

edilmektedir. Bir tür ‘sosyal hizmet uzmanı’ olan ve raporun yazıldığı dönemde bu

meslek grubunu yetiştiren bir okulun mevcut olmadığı dikkate alınırsa, bu ihtiyacın

yurtdışı ziyaretlerinde edinilen bilgilerden kaynaklandığı söylenebilir. Tulay’ın da ifade

ettiği gibi bu rapor, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar konusunun bir bilim işi o1duğunu,

yetiştirme yurtlarının yetiştirilmiş ve özel durumları elverişli ehil ve temiz ellere teslim

edilmesi gerektiğini, burada vazife alacak personelin teminatlarının bulunması ve daimi

605 Tulay, s. 15-16.

276

kadrolarının hükümetçe alınması lüzumunu, netice itibariyle bütün teşkilatın müstakil ve

mesul bir umum müdürlüğe bağlanması mecburiyetini açık ifade etmekteydi.”606

Bu tartışmalar bir yandan yapılırken bir yandan da açılan kurumlar çeşitli meslek

elemanları çalıştırılmaktadır. Ancak bir yandan da açılan kurumların çalışma tarzlarını

belirleyecek tüzük ve yönetmelik çalışmaları da yapılmaktadır. Bu çalışmalar ilk olarak

ÇEK tarafından başlatılmışitır. 1925 yılından itibaren yatılı çocuk yuvası işlettiği bilinen

ÇEK607 ilk kez 1943 yılında bir “Çocuk Yuvaları Talimatnamesi” hazırlamaktadır.

Yayınlanan ‘taslak’ta, ülkede ‘öksüz evleri’ olmadığı, bu nedenle de kanuni vasisinin

korumasından mahrum çocukların korunması gereği çocuk yuvalarının açılması ve

çoğalması gereği vurgulanmaktadır. Ayrıca çocuk yuvasının bir ‘öksüz yurdu’,

‘pansiyon’, ‘talebe yurdu’, ‘gündüz bakımevi’ ya da ‘şefkat yurdu’ olmadığı özellikle

belirtilmektedir.608 Daha sonra da çocuk yuvalarının amacını “bakımsız ve kimsesiz

kaldığı için hayatı tehlikede olan süt ve oyun çocuklarının hayatlarını kurtarmak,

sıhhatlerini koruyarak sağlamlaştırmak ve cemiyete faydalı unsur haline getirebilmesine

yardım etmek”609 şeklinde belirtmektedir. Talimatname taslağı incelendiğinde idari

hiyerarşinin en üstüne doktorların konduğu görülmektedir. Yuva müdürü ayrıca

atanmasına rağmen, talimatname taslağında olağan idari örgütlenmeye aykırı bir şekilde

müdürün doktordan ‘alacağı direktifleri ilavesiz ve kusursuz tatbik ve icraya mecbur’

olduğu belirtilmektedir.610

Çocukların yuvaya yerleştirilmesi Medeni Kanun çerçevesinde bir velayet

düzenlemesi de içerdiğinden, normal işleyişte çocukların yuvaya yerleştirilmesi kararını

bir mahkemenin vermesi gerekirken, 1940’lı yılların başında bu alanda bir mevzuat

olmadığından talimatname taslağında ‘yerleştirme kararı’ konusunda yetki ÇEK’nun

‘merkez ve kol reisliği’ne vermiştir.611

606 Tulay, s. 17. 607 ÇEK’nun ilk açtığı ve halen faaliyette bulunan çocuk yuvası Ankara Keçiören’de bulunan Atatürk Çocuk Yuva’sıdır. Bu yuva açıldığı 1925 yılından itibaren aralıksız olarak günümüze kadar KMÇ’a yatılı bakım hizmeti vermiştir. 608 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, Ankara: TÇEK Umumi Merkezi, 1943, s. 3. 609 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 5. 610 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 6. 611 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 10.

277

Yuvalar 0-2 yaş ve 2-7 yaş arasındaki KMÇ’ın bakılıp yetiştirilmesi hedeflenen

kurumlardır. Bu dönemde nüfus arttırılması politikası hala yürürlükte olduğu için

özellikle 0-1 yaş bebeklerin hayatta kalması için özel önlemler alınmaktadır. Yukarda

anılan talimatname taslağında süt bebeklerinin yaşatılması için ‘dayalar’ ve ‘süt

anneleri’nin görevlendirilmesi öngörülmektedir. Talimatname taslağına göre “yuva

dayaları bebeklerin suni emzirmeleriyle, çocukların beslenme ve temizlikleriyle tevzi

edilirler. (…) Yuvalara alınacak süt anneler çocuklu, sıhhatli, bol sütlü, korunmağa

muhtaç, namus ve iffeti mazbut genç anneler in hem kendileri hem çocukları korumak,

hem de yuvadaki öksüz bebekleri kurtarmak gibi üç cepheli yardım mevzuu olarak

alınması lazımdır. (…) Çocuklu bir süt anne, ihtiyaca göre, kendi yavrusundan başka en

az daha iki yavruyu, südü müsait olduğu takdirde, emzirmeğe mecburdur”612 Görüldüğü

gibi süt bebeklerinin hayatta kalması için oldukça ayrıntılı kurallar konmaktadır. Ayrıca

süt annelerinin yuvada kalışı, beslenmesi, yuva dışı akraba ziyaretleri ve alışverişleri

için kısıtlı zaman ayırarak ‘süt anne’lerinin sürekli yuvada kalması için düzenlemeler

yapılmıştır.

1949 yılında ilk KMÇ Kanununun çıkmasıyla birlikte bakanlıkların çocuk yuvası

ve yetiştirme yurdu açması zorunluluğu ile karlı karşıya kalması nedeniyle, bu

kurumlara ilişkin işletme yönetmelikleri çıkarılması gereği ortaya çıkmıştır. SSYB

Kanuna rağmen 1960’lı yılların başına kadar 0-6 yaş çocuklara yönelik yuva

açmadığından ve bu görevi ÇEK kanalıyla yerine getirdiğinden, bu bakanlık bir

yönetmelik düzenlemesi de yapmamıştır. MEB ise 1950 yılının başından itibaren bazı

yatılı okulları ‘yetiştirme yurdu’na çevirerek kanunun gereğini yerine getirmeye

başlamıştır. Bu nedenle bir yetiştirme yurdu yönetmeliği da çıkarmıştır. Ancak

uygulamanın başlangıcında KMÇ’ın tespitinde yapılan ‘sosyal inceleme’ konunun

uzmanı olmayan hatta ‘askeri polisler’ dahil ilgisiz kişilere yaptırılmaktadır.613

612 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, s. 21-22 613 5-8 Mayıs 1962 tarihinde Ankara’da toplanan ve özel konusu KMÇ olan II. Milli Sosyal Hişzmetler Konferansında bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Korunmaya muhtaç bir çocuğun mevcudiyeti ihbar edildikten sonra Sulh Hukuk Mahkemelerine tevdiinden önce, geçirilen tahkikat safhası ve evrakının tanzimi, mahalli en büyük amirlikçe askeri polisler tarafından yapılmaktadır. Böylece tahkikat, çocuk, aile ve sosyal problemler cihetinden hiçbir ilmi malumata sahip olmayan şahıslar tarafından yapılmakta ve ekseri tam malumat toplanamamaktadır. Sosyal Hizmetler Akademisinde yetişmiş bir sosyal

278

MEB tarafından çıkarılan ilk yetiştirme yurdu yönetmeliğine bakıldığında

yönetim işleri ve müdürün sorumluluklarının tanımlandığı ilk maddede yetiştirme

yurtları ‘aile metaforu’ içinden tanımlanmaktadır. Bu çerçevede yurt müdürü de ‘aile

ocağı reisi’ olarak tanımlanmaktadır.614 Ailesini kaybeden çocuklara yeniden bir aile

ortamı kazandırmak kaygısı nedeniyle bütün kurumlar aile ortamına benzetilmeye

çalışmakla birlikte, özellikle erken cumhuriyet döneminde rejimin toplum tahayyülünde

de aile metaforunu ideolojik bir argüman olarak kullanmasının bu düzenlemede etkili

olduğu düşünülebilir.615

MEB’nın çıkardığı bu yönetmelikle ilk kez idari vesayet genişletilmeye

çalışılıyor. Belediyeler ve özel idareler tarafından kurulan yurtların müdürlerine

hazırladıkları ve üst makamlarına gönderdikleri raporların bir örneğini MEB’na da

göndermeleri hükmü getirilmiştir. Böylece yetiştirme yurtlarında hem standardizasyon

hem de merkezileşmenin başlatılması da gündeme gelmektedir.616 İlk yetiştirme

yurtlarında görev alan profesyonellere bakıldığında, ÇEK’nun yuvalarından farklı

olarak, öğretmenlerin başat meslek grubu olarak öne çıktığı görülmektedir. Hem idari

hem de eğitim-bakım hizmetlerinin öğretmenler (grup sorumluları) tarafından yerine

getirilmesi öngörülmektedir.617 Bir yandan uygulamalar sürerken bir yandan da

kurumsal işleyişe ilişkin tartışmalar da devam ediyordu. Öte yandan aynı tarihlerde

mevcut yetiştirme yurtlarında kimi ciddi sorunlar da çıkmaya başladı. Köy, mahalli

idare ve belediyeler bütçelerine konulan bütçelerin sağlanması, tahsisatı sağlaması

öngörülen bakanlıkların mali zorlukları nedeniyle çoğu kez mümkün olamıyordu. Bu yardımcının bu safhası idare etmesi ve ve mahkeme tahkikatında da yardımcı olması büyük bir zaruret olarak, kendini göstermektedir. Yine bu sosyal yardımcılar tarafından çocukların (mevcutsa) ana, baba ve ailelerinin durumlarının düzelip düzelmediğinin takip edilerek bilinmesi, bazı çocukların koruma kararlarının kaldırılması, çocukların menkul ve gayri menkul mallarının değerlendirilmesi suretiyle hukukunun siyaneti, aile iştirak paylarının yükseltilmesi ve yerlerine sıra bekleyenlerin alınmasına yardım edilecektir.” II. Milli Sosyal Hizmetler Konfernası–Ankara 5–8 Mayıs 1962, T.C. SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, s. 54. 614 Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1952, s.5. 615 Kemalist modernizasyon projesinin halkevleri, devlet okulları ve ordu kanalıyla ‘aile metaforuna’ uygun bir uygulama içinde olduğuna dair bir çalışma için Selda Şerifsoy, “Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi, 1928-1950”, Ayşe Gül Altınay (derl.), Vatan, Millet, Kadınlar içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, s.155-188. 616 Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, s. 4. 617 Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, s. 5-6.

279

paraların tahsili kanunda cezai müeyyideye dayandırılmadığından yük genellikle Devlet

bütçesinin sınırlı imkânlarına kalıyordu. Diğer yandan mevcut yetiştirme yurdu

uygulamalarının geçmişte de kalsa etkisi süren yatılı okul olarak darüleytamları model

alması, Kanunun yaptığı KMÇ tanımında olmayan analı-babalı çocukların da yetiştirme

yurtlarına yatılı okul mantığıyla alınması sisteminin oturmasını engelleyen faktörler

olmuştur. Özellikle büyük kentlerde ortaya çıkan korunmaya muhtaç çocuklar bu bakım

ve korunma altına alınamıyordu. “Çünkü sosyal hizmetler müessesesi, yardımcı ve

araştırıcılar mevcut değildi. Böylece mevcut bir kaç yetiştirme yurdunda izdiham

günden güne artıyor, müesseseler bir çocuk deposu haline geliyordu.”618 Görüldüğü gibi

ilk KMÇ Kanunu’nun çıkması ve uygulamasının üzerinden henüz birkaç yıl geçmeden,

KMÇ alanının; çocukların tespit, bakım ve korunma altına alınması, bu işlemler için

aileye dönecek gerekli mesleki çalışmaları yapacak meslek olarak ‘sosyal hizmet’ ve

kurum olarak ‘sosyal hizmetler müessesesi’ gerekliliği çok açık olarak ifade edilen bir

fikir olarak ortaya çıkmıştır.

Öte yandan genellikle ilkokullardan istek dışı yapılan öğretmen atamaları

yetiştirme yurtlarındaki sorunları daha da arttırıyordu. Bunun yanında çocuklara bakım

ve koruma hizmeti veren diğer personel de eğitimsiz ‘hademeler’ arasından

seçilmekteydi. Bu durumda çocuk ve gençlerle ilgilenme, sorunlarını çözme ya da

ailesine kazandırma yerine çocukların ailelerinin bulunduğu illerin dışındaki yatılı

okullara gönderilmesi gibi yollara başvuruluyordu. Söz konusu yurtlarda

görevlendirilecek nitelikte özel eğitimciler ise bakanlıklarda personel kadro düzenlemesi

yapılmamış olması nedeniyle yapılamıyordu. 1950’li yılların ortasına gelindiğinde,

Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı 5387 sayılı Kanunun kendisine görev olarak verdiği

0-7 yaş arası KMÇ için ‘çocuk yuvası’ açma görevini yerine getirmezken, Milli Eğitim

Bakanlığı birçok ilde yetiştirme yurdu açmakla birlikte, bu kurumların işletmesinde çok

çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum karşısında yeni bir kanuni düzenleme

618 Tulay, s. 18.

280

gerekliliği 1955 yılı içinde dönemin Ankara milletvekili Aliye Temuçin619 tarafından

gündeme getirilmiştir.

4.5 KMÇ Kanununda Değişiklik: 6972 Nolu 2. Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu

Yukarıda belirtildiği gibi 5387 sayılı ilk Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu

1949 yılında yürürlüğe girdikten sonra, alanda yeni bir dil yaratması yanında kurumlar

arasında yetki ve görev sorunları ve tartışmalarına da neden olmuştur. Bu süreçte ortaya

çıkan sorunların çözümüne yönelik Ankara Milletvekili Aliye Temuçin 21.12.1955

tarihinde TBMM Başkanlığına 5387 sayılı Kanunun 1–5, 11, 19, 22 ve 29 maddelerinde

bazı değişikler yapılması önerisinde bulunmuştur.620 Bu teklifin TBMM Genel

Kurulu’na gelmesi de önceki kanun kadar olmasa da uzun bir zaman almıştır. Teklif

komisyon görüşmelerinin tamamlanmasının ardından 15.5.1957 tarihinde Genel Kurul

gündemine alınarak ve maddeler üzerinde hiçbir tartışma olmadan ve komisyonların

önerilerinde değişiklik yapılmadan aynen kanunlaşmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi

aslında Aliye Temuçin yeni bir kanun teklifi sunmamış, mevcut kanunun

uygulanmasında ortaya çıkan aksaklıkların giderilmesi için bazı maddelerin

değiştirilmesi talebinde bulunmuştur.

Aliye Temuçin’in değişiklik önerdiği birinci husus, 5387 sayılı yasanın KMÇ’ın

tanımını yapan ilk maddesidir. Ona göre tanımın içeriği “sâri hastalık veya sair aile

felâketleri karşısında tehlikeye düşmüş çocukların da himayeye alınmaları”nı

gerekmektedir ve “bundan başka korunmaya alınan çocukların beden ve ruh ârızaları

dolayısıyla reşit oldukları halde hayatlarını kazanacak duruma gelmemiş olan

619 1916 yılında Foça'da doğan Aliye Temuçin Coşkun, Ankara Kız Meslek Öğretmen okulu mezunudur. Aynı okulda öğretmenlik ve müdürlük yapmıştır. 10. dönem Demokrat Partiden Ankara milletvekili olarak TBMM'de bulunmuştur. 20 Mart 2006 tarihinde vefat etmiştir. (http://www.meclishaber.gov.tr/develop/owa/haber_portal.aciklama?p1=33286. 23.05.2007) 620 Bu teklif basında da yer almıştır. 8 Mayıs 1955 tarihli Son Posta gazetesinde Ankara Mebusu Aliye Temuçin’in belediye ve il özel idareleri bütçelerine her sene konulmakta olan ödeneklerin bir elde toplanılarak (KMÇa yardım fonu) bir tesis meydana getirilmesi maksadıyla bir kanun teklifi hazırladığı ve ‘TBMM riyasetine tevdi ettiği’ belirtilmektedir. Teklifin gerekçesinde ‘Maarif Vekâletinin’ bu maksada sarf edilmek üzere mahalli bütçelere konulan paraların yıllık 6 milyon lira civarında olduğunu belirtmekte ve ülkedeki korunmaya muhtaç çocukların sayısının 100 bin civarında olduğunu ilave ederek tasarının bir an evvel kabulü talep edilmektedir.” Bkz. “Yurtta Korunmaya Muhtaç 100 Bin Çocuk Var,” Son Posta, 8 Mayıs 1955.

281

çocukların bir müddet daha yetiştirme müesseselerinde bırakılmaları ve kendilerine her

hangi bir iş tutabilme imkanı verilmesi maksadıyla maddeye ayrı bir hüküm ilave

edilmiştir. Bu kabîl çocukların müessesede kalma müddeti askere veya bir darülacezeye

getirmesiyle sona ermektedir.”621 Burada dikkati çeken nokta tanımın özürlüleri de

kapsayacak şekilde genişletilmesi isteğidir. Ancak ilk KMÇ Kanunu olan 5387 sayılı

Kanun’un görüşmelerinde aynı konu ‘kör, topal, sağır’ çocukların tanım kapsamına

alınmasının reddedilmesi gibi, bu talep de daha sonraki süreçte dikkate alınmayacaktır.

Aliye Temuçin’in ikinci değişiklik önerisi, terk edildiği ya da korunmaya muhtaç

olduğu öğrenilen çocukların önceki Kanundan farklı olarak ‘mahallin en büyük milli

eğitim memuru’ değil, ‘mahallin en büyük mülkiye âmirine haber verilmesidir.’ Yeni

Kanun teklifinde en önemli değişiklik, KMÇ’a yönelik hizmetleri yürütecek ve koordine

edecek yerel ve tek sorumlu olacak bir mercinin tayin edilmesidir. Böylece her ilde bir

‘çocuk koruma heyeti’ kurulması ve en azından il düzeyinde valinin başkanlığında bir

kurumsal birlik sağlanmsı öngörülmüştür. Kanun teklifinin 19. maddesine eklenmek

üzere teklif edilen bir diğer değişiklik de, suça karışan ya da kanunla ihtilafa düşen

çocukların eğitimi için tesisler açmakla Adalet Bakanlığı yanında Sağlık ve Sosyal

Yardım Bakanlığını da görevli saymasıdır.

Ankara milletvekili Aliye Temuçin’in 5387 sayılı Kanun’da değişiklik yapılması

teklifi ‘Dâhiliye Encümeni’ (İçişleri Komisyonu) görüşülürken, mevcut Kanunun

uygulamaları bir bütün olarak değerlendirilmiş ve Kanun’da değişiklik yerine yeni bir

kanun teklifi hazırlanmıştır. 10.12.1956 tarihli ‘Dahiliye Encümeni mazbatası’ (İçişleri

Komisyonu raporu) incelendiğinde, komisyon üyelerinin, Aliye Temuçin’in teklifi

doğrultusunda konu hakkında yeni bakış açısı getirerek, ‘medeni memleketlerdeki’

uygulama ve mevzuata dayanarak KMÇ sorununun tamamen yerel düzeyde yapılacak

bir düzenlemeyle çözülebileceği şeklinde bir yaklaşım getirildiği görülmektedir. Ayrıca

kurulması öngörülen ‘Koruma Birlikleri’ hükmi şahsiyete haiz olmakla birlikte, ilgili

bakanlıklar her türlü maddi ve manevi yardımla mükellef kılınmaktadır. Buna ek olarak

kurulacak ‘Koruma Birlikleri,’ kendilerine ihbar edilecek KMÇ hakkında mülki amirler

621 “Ankara Mebusu Aliye Temuçin’in, Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkındaki 5387 Sayılı Bâzı Maddelerin Değiştirilmesine Dair Kanun Teklifi ve Dahiliye ve Muvakkat Encümneleri Mazbataları (2/195)”, TBMM Zabıt Cerideleri, Devre 10, İçtima 3, 21.12.1955, s. 1.

282

adına gerekli inceleme, evrak tekâmülü ve raporlaştırmaları yapıp ilgili mahkemeye

sunacak tek makam olarak ortaya çıkmaktadır. Böylece KMÇ alanın kurumsallaşması,

mevzuatın daha sadeleşmesi ve belirginleşmesi anlamında da önemli bir aşama

kaydedilmiş olmaktadır.

Bu raporda KMÇ alanının yerelleştirilmesi, belediyelerin görevinin ‘medeni

dünya’ ile ilişkilendirilerek vurgulanması kadar, alanın aynı zamanda genel ‘sosyal

hizmet’ alanın bir parçası olarak tanımlanması da yeni bir dilin doğuşuna işaret

etmektedir. Böylece KMÇ’lara yönelik hizmetlerin Batıda olduğu belediye gibi yerel

‘sosyal hizmet’ kurumları kanalıyla yürütülmesi benimsenmeye başlanmaktadır. Batının

kent devleti geleneğinden gelen belediyeler ve diğer köy gibi yerel birimlerin çocukların

korunması çalışmalarında sorumlu kılınması idari yapılanmada da genişleme anlamına

gelmektedir.

Kanun değişikliği teklifi ‘Dahiliye Encümeni raporu’ ile şümullü bir değişiklikle

yeni bir kanun teklifi halinde kabul edilerek, ‘Geçici Komisyon’a havale edilmiştir.

Burada yapılan görüşmelerde yeni değişiklik esas olarak kabul edilmiş ve yapılan

görüşmeler 26.4.1957 tarihinde tamamlanarak rapor halinde TBMM Başkanlığına

sunulmuştur. 34 maddeden oluşan yeni kanun teklifi 15.5.1957 tarihinde TBMM Genel

Kurulu’nda ele alınarak, hiçbir teklif ya da tartışma olmadan kabul edilmiştir ve 6972

sayılı Kanun olarak yürürlüğe girmiştir.

1949 yılında yürürlüğe giren 5387 numaralı ilk KMÇ Kanunu yürürlüğe

girdikten bir süre sonra, gerek uygulayıcılar ve gerekse toplumun diğer kesimleri

tarafında eleştirilmeye başlanmıştır. Kanunun görev verdiği Sağlık ve Sosyal Yardım

Bakanlığı’nın 0-7 yaş çocuklarına yönelik ‘yuvaları’ ihdas etmemesi, belediye ve il özel

idarelerinin ‘koruma birlikleri’ oluşturmaması ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın da bir dizi

uygulama sorunuyla karşılaşması ortaya çıkan temel eleştiriler olarak öne çıkmaktadır.

Bu nedenle kanunda yapılan en önemli değişiklik, KMÇ’a yönelik hizmetlerin yerel

düzeyde planlanması ve yürütülmesi şeklinde olmuştur.

Nitekim Tulay iki KMÇ Kanunu’nu şu noktalarda karşılaştırmaktadır.

283

“a) İlk kanunla; bu davanın ele alınmasında ve memleketin ihtiyaçlarına uygun olarak maksadın tahakkuk ettirilmesine birinci derecede vazifeli kıldığı Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletleri bu yeni mevzuatla muayyen bir maddi ve manevi yardımlarla mükellef tutulmuşlardır.

b) Yeni kanunla mevzu prensip olarak mahalli idarelere terk edildiğinden, mülga kanunla ihtiyarî bırakılan birliklerin kurulması için bu yeni kanun, sarih hükümlerle bütün mahalli idari ve belediyeleri birlik kurmaya veya diğer bir vilâyetle birleşmeye mecbur kılmıştır.

c) Yeni kanunun birimci maddesi ‘Korunmaya Muhtaç Çocukların’ kanunu vazın anlayışına göre tarifini yapağa çalışmış, kaza’ya bazı yetkiler vermiştir.

ç) Yetiştirme yurtlarında bulunup ilk öğrenimini bitirmiş çocuklardan özel durumu elverişli olanlara; ihtiyarî tahsil müesseselerine gündüzlü devam ettirilmeleri hakkını tanımıştır.

d) Köyleri birlikler dışı mütalâa ederek, evvelce kurulan birliklere dahil olan köylerin hukuk ve vecaibini kanuna intibak ettirilen birliklere intikal ettirmiştir.

e) Özel İdare hisselerini yüzde yarımdan yüzde bire çıkarmış belediye bütçelerine her malî yıl bu maksatla konulacak tahsisatı bütçe umumi yekununun yüzde birinden az olmasını tasrih ederek; üst tarafını ihtiyarî bırakmıştır.

f) Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet vekâletlerince birliklere yapılacak yardımları da bu nispetlere eşit kılmış, dolayısıyla Muvazene-i Umumiye bütçesinden yapılacak yardımları en az bir misli çoğaltmıştır.

g) Türk Ceza kanununun 53, 54, 57 ve 58. inci maddelerine göre terbiye tedbirleri icap eden suç işlemiş çocuklar için de özel müesseseler açmaya Adliye vekâletini her iki vekâletle işbirliğinde vazifeli kılmıştır.” 622

4.6 KMÇ ve Sosyal Hizmetlerde Yeni Açılımlar

Toplumsal tarihteki her olgunun kökleri ortaya çıktığı dönemin çok gerilerine

gider. Bu anlamda tarihi devletlerin yüklendikleri sorumlulukların bürokratikleşmesi ve

birbirinden ayrı kategorilere doğru evrilmesi olarak da okumak mümkündür. Özellikle

modern devletle birlikte yani yasama, yürütme ve yargının ayrışması sonrasında,

idarenin bürokrasi aygıtı vasıtasıyla uzmanlaşma ve meslekleşme doğrultusunda

yeniden şekil almaya başladığı görülmektedir. Marshall’ın da belirttiği gibi

“geleneksellikten modernliğe geçişin yaşandığı her yerde, deyim yerindeyse, modern

felsefenin ‘uzmanlaşma’ diye adlandırdığı şeyin hâkim olduğunu görürüz.”623 Türkiye

tarihinde modern devlet bürokrasisinin ayrışma ve uzmanlaşması 19. yüzyıl Osmanlı

622 Tulay, s. 34-35. 623 Marshall, s. 22.

284

döneminde başlamış olmakla birlikte, sosyal hizmet alanında uzmanlaşmış bir

bürokrasinin ortaya çıkması için 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar beklemek

gerekecektir. Türkiye’de 1950’lerle birlikte sosyal hizmetlerin ilk kez tanımlanmaya

başlandığı görülmektedir. Bu çabaların ilki yabancı uzmanların hazırladığı raporlar

doğrultusunda ‘yetişkin eğitimi’ alanında yapılan kurumsal örgütlenme, diğerleri ise

‘korunmaya muhtaç’ toplum kesimlerine yönelik sosyal hizmetlerin örgütlenmesi ile bu

alanda etkinlik gösterecek meslek elemanlarının yetişmesi için yine yabancılara

hazırlatılan raporlar doğrultusunda girişilen ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulması

çabalarıdır. Bu çalışmalara aşağıda biraz daha ayrıntılı olarak bakılacaktır. Sosyal

Hizmetler Enstitüsü’nün kurulması için hazırlanan kanun teklifinde, dönemin iktidarının

sosyal hizmete siyasal bir misyon da yüklediği görülmektedir.

4.6.1 Yabancılar, Eğitim ve Sosyal Hizmetlerin Siyasal İşlevi

Türkiye’de genel anlamda eğitimin, özelde ise sosyal hizmetler ve yaygın

eğitimin kökenleri Cumhuriyet öncesi tarihlere gitmekle birlikte, Cumhuriyet dönemi ile

birlikte bu kurumlar, resmi ideoloji doğrultusunda yeniden örgütlenmeye çalışılmıştır.

Her üç sistemin de kuruluşunda ya da yeniden şekil almasında yurtdışından davet edilen

uzmanlara yaptırılan incelemeler sonunda hazırlanan raporların önemli bir yer tuttuğu

görülmektedir. Eğitim programlarının düzenlenmesi için ilk olarak 1920’li yıllarda

Amerikalı eğitim bilimci John Dewey davet edilmiştir. Daha sonra geliştirilmeye

çalışılan yaygın eğitim, sosyal hizmet eğitimi için de yabancı uzman desteği alınmıştır.

Çeşitli yaygın eğitim faaliyetleri Cumhuriyetin başından itibaren yapılmakla

birlikte sistemli kurumsallaşmaya çok partili yaşama geçildiği 1950’lili yılların başında

başlanmıştır. Bu çercevede halk eğitimi konusunda uzman olarak Prof. Watson

Dickerman, Amerika Birleşik Devletleri’nden 1951 yılında davet edilmiştir. Prof.

Dickerman çeşitli inceleme, araştırma ve Bakanlıklar arası seminerler yaparak

çalışmalarının sonucunu bir rapor şeklinde hazırlamıştır. Dickerman bu raporunda,

yaygın eğitim çalışmalarının bilimsel ve sistemli bir şekilde ele alınmasını ve Milli

Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir örgütün kurulmasını önermiştir. Bunu 1952 yılında

hazırlanan “Halk Eğitimi Anketi” izlemiştir. Anketlerin değerlendirilmesi sonucu ortaya

285

çıkan araştırma, Dickerman raporunda da belirtildiği gibi, yaygın eğitimde yeni

kurumlara ve örgütlenmeye ihtiyaç olduğunu ortaya çıkarmıştır.“ … Halk Eğitimi

Araştırması ve Dickerman Raporunda yer alan önerilere uygun olarak, 1952 yılında

Milli Eğitim Bakanlığı’nda yeniden “Halk Eğitimi Bürosu” kurulmuştur. 1953 yılında

da il ve ilçelerde “Halk Eğitimi Merkezleri” açılmaya başlamıştır.” 624

Günümüzde Halk Eğitim Merkezleri şeklinde örgütlenen yaygın eğitimin

sisteminin amacı örgün eğitim dışında kalmış yurttaşların kendi çevrelerinden

kopmadan; ailede, iş yerinde ya da ‘her yerde her fırsatta yurttaşlara sürekli verilen

yaşam boyu eğitimi kapsar.’625 Ancak bu genel amaç yanında yaygın eğitimin bir çok

başka amaçları da bulunmaktadır. Bunların Cumhuriyet ideolojisinin yurttaşlara

benimsetilmesi anlamında en önemlileri şunlardır:

“1)Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk İlkelerine bağlı, yurttaşlık görev ve sorumluluğunun bilincinde, ülkesine ve ulusuna yararlı yurttaşlar yetiştirmek. a)Tüm yurttaşlara Türk dilini öğretmek ve kurallarına uygun kullanmalarını sağlamak … 2)Uyumlu, dengeli bir toplum oluşturacak sağlıklı bireyler yetiştirmek. 3)Çağdaş anlamda bilgili, becerili, üretici, iyi alışkanlıklar kazanmış nitelikli insan gücü yetiştirme.” 626

Türkiye’de sosyal hizmet eğitimi ya da dar anlamda ‘sosyal hizmet uzmanı’

(social worker) eğitimi fikri de yerel olarak talep edilen ve başlatılan bir olgu değildir.627

İbrahim Cılga’nın ifade ettiği gibi “Türkiye’de sosyal hizmet eğitiminin başlaması

‘Birleşmiş Milletler Teknik Yardım Programı’ çerçevesinde gerçekleşmiştir. Türkiye’nin

Birleşmiş Milletlerden ‘sosyal alanda’ teknik yardım gördüğü (1956–1966) yılları

arasındaki (11) yıllık devre, aynı zamanda sosyal hizmet eğitiminin ön çalışmalarının

yapıldığı, başlatıldığı ve ilk mezunlarının alındığı devredir.”628 Birleşmiş Milletlerin

624 Kılıç, s. 485. 625 Kılıç, s. 472. 626 Kılıç, s. 472. 627 Emre Kongar bir toplumda yeni bir mesleğin ortaya çıkmasında toplumsal değişme, toplumsal değişmeden rahatsızlıklar ve mesleğe talepler olması gerektiği; aksi takdirde yeni bir mesleğin bir topluma gelişinin ‘aktarma’ olacağını belirtmektedir. Sosyal hizmet mesleğinin genelde azgelişmiş toplumlar ve özelde Türkiye’ye gelişine ilişkin bu tartışma için bkz. Emre Kongar, Sosyal Çalışmaya Giriş, Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, 1972, s. 49-53. 628 İbrahim Cılga, “Türkiye’de Sosyal Hizmet Eğitiminin Başlangıcı,’ Sosyal Hizmet Sempozyumu içinde, Kasım Karataş (Edt.), Ankara: T.C. Başbakanlık Sosyal hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve H.Ü Sosyal Hizmetler Yüksekokulu ortak yayını, 2001, s. 78.

286

teknik yardım programında geniş anlamda ulusal sosyal refah sistemlerinin gelişmesi,

gelişmekte olan ülkelere bu çerçevede teknik destek verilmesi ve sosyal kalkınmalarını

gerçekleştirmek için rehberlik edilmesi hedeflenmiştir. Bu çerçevede teknik elemanlar

doğrudan ülkeye gelerek kamu kurumlarında çalışmış, raporlar hazırlamış, sosyal

kalkınma ve sosyal refah hizmetlerinin gelişmesi için konferanslar vermiş ve kurulan

sosyal hizmet okulunda uzun yıllar öğretim üyeliği de yapmışlardır. Sosyal hizmet

eğitiminin üçüncü dünya ülkeleri ve /veya gelişmekte olan ülkelere yayılmasının bir

diğer yolu, sömürgeci ülkelerin eski sömürgelerinde bu okulların kurulmasında ön ayak

olmasıdır. Sosyal hizmet okulları model alındıkları ülkelerin sosyal eğitimine bağlı

olarak da çeşitlilik göstermektedir. Örneğin Afrika ülkelerinden eski Fransız

sömürgelerinde sosyal hizmet okulları Fransa’da olduğu gibi üniversite düzeyinin

altında ve tıbbi sosyal hizmete ağırlık verirken, İngiltere’nin etkisindeki (Gana, Kenya,

Nijerya, Güney Afrika ve Zambia gibi) ülkelerde hem üniversite hem de üniversite

düzeyinin altında sosyal hizmet okulları açılmıştır. Buralardaki sosyal hizmet eğitiminde

amaç öğrencileri hükümetlerin kalkınma programlarında kalkınma ajanları olarak

yetiştirmektir. Benzer durum Güney Amerika ve Uzakdoğu ülkeleri için de geçerlidir. 629

Teknik Yardım programı çerçevesinde Türkiye’ye davet edilen uzmanların,

sosyal refah alanını gelişmesinde; sosyal alanın bilim disiplinine uygun bir dile

kavuşması, gerekli araştırmaların yapılması, konferans ve sempozyumlar düzenlenmesi,

kanun tasarılının hazırlanmasında ciddi katkıları olmuştur.630

Çocuk koruma sisteminin Batıdaki gelişminde sosyal hizmet mesleğinin önemli

bir katkısı olduğu bilinmektedir. Sosyal hizmet kavramı ve mesleğinin Türkiye’ye gelişi

ise Batıdaki süreçten farklı bir yol izlemiştir. Türkiye’de sosyal hizmet mesleği Batıdaki

gibi sivil filantropist çalışmaların sonrasında ortaya çıkmamıştır. Türkiye’deki sivil

sosyal hizmet geleneği ya da filantropist gelenek (özellikle ÇEK) kendi içinde bir

meslekleşme eğilimi çıkarmamıştır. Türkiye’de çocuklara ilişkin bakım ve eğitim, esas

629 Sosyal hizmetler ve sosyal hizmet mesleğinin üçüncü dünya ülkelerine yayılması ve devlet tarafından organize edilmesi ile ilgili olarak bkz. James Midgley, Social Welfare in Global Context, London: Sage Publications, 1997, s. 169-172. 630 Cılga, s.80.

287

olarak bu alanda eğitim almamış öğretmen, hemşire ve/veya doktorlar tarafından

verilmiştir.631

1950’li yıllarda sosyal hizmet alanındaki önemli düzenleme 1955 yılında TBMM

Başkanlığı’na sunulan ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulması yasa teklifidir. Bu kanun

teklifi doğrudan KMÇ’a yönelik bir düzenleme olmamakla birlikte, önceki kanunların

görüşülmesinde sıkça söz edilen KMÇ’a dair hizmetlerin üzerinden yükseldiği yeni

yasal-idari zemini dizayn ettiği, oluşturduğu için önemlidir. Türkiye’de sosyal hizmet

kavramı ilk defa Başbakan Adnan Menderes’in 29.4.1955 tarihinde T.B.M.M’ne

sunduğu ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmasına Dair Kanun Teklifi’ metninde

kullanılmıştır.632 Ayrıca daha önce de belirtildiği gibi bu teklif, ülkeye davet edilen

yabancı uzmanların katkısı ile hazırlanmıştır. Artık KMÇ sorunu kendi başına bir alan

olarak değil, sosyal hizmetler alanı içinde bir unsur olarak tanımlanmaya başlanmıştır.

‘Sosyal hizmet’ kavramının ortaya çıkması ve benimsenmesi ile sosyal-idari alan, devlet

toplum ilişkisi biraz daha tanımlı bir alan olarak ortaya çıkmaktadır. Yardıma muhtaç

kesimlere verilen yardımlar ve hizmetler ‘sosyal hizmet’ dolayımından modern devlet

hizmeti şeklinde algılanmaya başlanmaktadır. Bu düzlemin 1950’li yıllarda yayılması

ile birlikte KMÇ hizmetleri de ‘modern KMÇ hizmetlerine’ doğru yönelmiştir.

Özetlemek gerekirse, a) ‘Sosyal hizmet’ söyleminin yaygınlaşması ile birlikte

‘yeni bir dil’ oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu dil, süreç içinde dönemin basınına da

yansımaya başlamaktadır. Artık gazetelerde sadece ‘kimsesiz, sefil, zavallı çocuklar’

değil, daha az etiketleyici bir kavram olarak ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ kavramı da

görülmeye başlamıştır. b) ‘Medeni dünya’ bu alanda da artık referans olarak kabul

edilmektedir. Özellikle başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Batı dünyası daha yakından

takip edilmekte ve oralarda yerel güçlerin ‘sosyal hizmetlerde’ etkin olması bir model

olarak izlenmektedir. c) Birleşmiş Milletlerin kurumları olarak UNESCO ve UNICEF

1950’li yıllarda Türkiye’de aktif çalışmalar yapmakta, ülke için raporlar hazırlamakta ve

631 Birsen Gökçe’ye göre çocuk refahı alanındaki personel sıkıntısı açısından Türkiye, İsrail ve İngiltere’yle paralellik göstermektedir. Ona göre bu her üç ülkede de sosyal hizmet alanında çalışan personelin çoğunluğu öğretmenlik mesleğinden gelmektedir. Bkz. Gökçe, Kimsesiz Çocuklar Sorunuı, s. 110. 632 Hasan Erguncu, “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Sorununun Sosyal Hizmetler Alanı İçinde İncelenmesi,” Sosyal Hizmet, Yıl. 3, Sayı. 7, Ocak, Şubat, Mart 1997, s. 29-30.

288

yeni bir dilin oluşmasında doğrudan etkin olmaktadırlar. d) Devletin genel olarak

yoksullar özel olarak KMÇ alanındaki sorumluluğu daha çok dillendirilmektedir.

Bu koşullar altında ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulması teklifi TBMM

gündemine gelmiştir. Bu gelişmeyle birlikte ‘sosyal hizmet’, toplumdaki iç ve dış

dinamiklerden beslenen değişim ve dönüşüm sonucu gelişen ‘sosyal alan’ın adı olarak

konacaktır.

4.6.2 Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kanunu ve Sosyal Hizmet Mesleği

“Sosyal Hizmetler Enstitüsü’ kurulmasına dair ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet

Vekâleti’nce hazırlanan kanun teklifi ‘esbabı mucibe’siyle (gerekçe) birlikte Başbakan

Adnan Menderes’in imzası ile 29.04.1955 tarihinde TBMM Başbakanlığına

sunulmuştur.633 Gerekçe yakından incelendiğinde, raporu hazırlayan uzmanların hem

dünya hem de ülkedeki sosyal hizmetlerin gelişimi; yoksullukla mücadele tarzları,

hayırseverlik çalışmaları ve kamu yardımı gibi birçok konuyu oldukça detaylı olarak

inceledikleri görülmektedir. Yapılan tespitler doğrultusunda hayırseverliğin gelişen

sosyal meseleler karşısında ‘kifayetsiz’ ve etkisiz kaldığı tespit edilerek, kamu yardımı

ve müdahalesinin gerekli ve zorunlu olduğu vurgulanmaktadır. Sosyal hizmetler

enstitüsünün kurulması gereği oldukça detaylı yapılan bu tespitlere dayandırılmaktadır.

Yapılan tespitlere göre, 19. yüzyıla kadar yoksullara hem devlet hem de

hayırseverlerin yardımı olmakla beraber hayırsever kişi ve örgütlerin daha baskın

olduğu şeklindedir. 19. yüzyıla kadar gelen sosyal yardımda farklılıklaşmalar sonucu,

yoksullara yardım hususunda artık hayırseverlik hizmetlerinde azalma, kamu merkezli

‘sosyal yardımda’ artışlar olmaya başladığı belirtilmektedir. Bu durum ‘gerekçe’de

şöyle sunulmaktadır:

“Böylece 19 ncu asırdan itibaren ileri memleketlerde sadaka esasına dayanan yardım ve hayır müesseseleri pek zayıf duruma düşmüş, sadece devletler fakirlere resmi yardım (assistance publique) yapmaya devam etmişlerdir. Ancak bu muhtaçlara geçici surette yardım edip ilerisi için tedbir almıya şâmil bulunmadığından lüzumu kadar müessir olamamakta idi. Çünkü büyük kütleleri kendine çeken sanayi istihsali ve yeni ekonomik faaliyetler bilgili ve

633 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)” Devre XI, İçtima 2, 29.4.1955, TBMM Zabıt Ceridesi, s.1.

289

vücutça sağlam olmayan veya çalışırken kazaya uğrıyan işçileri yoksul düşürdüğü gibi ekonomik buhranlar da çok kimseyi ekmeğinden ediyordu. Böylece şimdi ortaya bilgisizlik, mâlullük veya bildiği işte talep azlığı yüzünden doğma bir yoksulluk meydana çıkmıştı.

Geçen asır Avrupa’sında perişan bir proletarya kütlesi meydana getirip sosyalizm ve komünizm gibi siyasi cereyanları da doğuran bu yoksulluk ve mahrumiyet durumiyle muvaffakiyetle savaşabilmek için ona sebep olan âmilleri ortadan kaldırmak gerektiği nihayet anlaşıldı.

19 ncu asrın sonlarından itibaren «sosyal hizmet» ismiyle baş gösteren bu cereyan bugün,

ileri memleketlerde çok büyük neticeler vermiştir.” 634

Sanayileşme sürecinde toplumdaki dönüşüm ve çözülme sonucu ortaya çıkan

yoksulluk ve diğer ‘intibaksızlıkların’ önlenmesi için, sadece hayırseverliğin yeterli

olamayacağı, ancak alanında eğitilmiş kişilerin yürüteceği ve belli bir disipline dayalı

mesleki çalışmaların etkili olabileceği fikri savunulmaktadır. Sorun artık sadece yardım

etmek değil, insanların modern topluma intibaklarına engel olan amillerin tespiti ve

düzeltilmesini de gerektirmektedir. “Bu sebeple asrımız başlangıcından itibaren bütün

ileri memleketlerde sosyal hizmet mektepleri açılarak ‘sosyal yardımcılar’ yetiştirilmeye

başlanmıştır. Sosyal yardımcılar, ziyaretçi hemşireler, yakın sıhhi bilgi ile birlikte

sosyal hizmetin ekonomik, kültürel ve psikolojik esaslarıyla mücehhez personeldir.

Bunlar ileri memleketlerde bir kısmı hastanelerin sosyal hizmet servisinde, bir kısmı da

sosyal hizmet merkezlerinde vazife alırlar. Devletin sosyal hizmet sahasındaki sair

faaliyet organları ve hayır cemiyetleriyle iş birliği eden sosyal yardımcılar yoksulluk ve

sosyal intibaksızlık âmillerini ortadan kaldırma yolunda çalışırlar”635 denilerek, ‘sosyal

hizmete’ ve bu mesleğin uygulayıcıları olarak ‘sosyal yardımcılara’ oldukça önemli

görevler atfedilmekle birlikte, konu son derece soyut bir yoksullukla mücadele ve

topluma ‘intibak’ düzeyinde bırakılmaktadır. ‘Sosyal hizmet’ fikri ve gerekliliğine olan

inanç netleşmiş olmakla birlikte, sosyal hizmetin içerik ve kapsamının henüz tam

anlaşılmadığı ve beklentinin çok yüksek düzeyde olduğu görülmektedir. Zaten bundan

olsa gerek kanun teklifinde kurulması öngörülen ‘Sosyal Hizmetler Enstitüsü’nün

görevleri arasında ülkenin sosyal durumunun tespiti, yoksullar arasında tetkikler

yapılarak, yoksulluğun önlenmesi için gerekli sosyal hizmetlerin tespit edilmesi, bu

alanda çalışacak meslek elemanlarının yetiştirilmesi ve uygun sosyal hizmet

634 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 2. 635 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 2.

290

yöntemlerinin bulunması gibi görevler sayılmaktadır. ‘Sosyal hizmet’ kavramının

soyutluğu ve çalışma hayatına intibakla sınırlılığı yapılan tanımda da karşımıza

çıkmaktadır: “Cemiyetin maddi ve mânevi nimetlerinden bir kısmını, bunları kendi

gücüyle elde edecek durumda bulunmayan kimselere devlet, teşekkül, hayır cemiyetleri

ve eşhas tarafından temin etmek aynı zamanda yoksul, muhtaç insanları kendileri için

en uygun işlerde çalışabilir hale getirmek ve fertlerdeki sosyal intibaksızlıkları izale

etmek”636 sosyal hizmet olarak tarif edilmektedir.

Türkiye’deki durum genel olarak bir ‘sosyal yardım’ yokluğu ve buna olan

şiddetli ihtiyaç üzerinden betimlenmektedir. ‘Gerekçe’nin tespitlerine göre Birinci

Dünya Savaşı’ndan sonra çıkan ekonomik buhran sonrasında, geçmişte varolan ve

‘sadaka ve hayrat esasına dayanan sosyal yardım sistemi’ zayıflayarak son bulmuştur.

Sonrasında bu yardımın yerini devlet yardımı almadığından, 1920’li yıllardan itibaren

birçok sosyal sorun ortaya çıkmıştır. Dönemin olumsuz toplumsal koşulları yanında,

devletin yaklaşımının yetersizliği de şöyle tespit edilmektedir:

“Memleketimizde «assistance publique» şeklinde bir devlet yardımı da - bulunmadığından bu hal, velev sadaka ve iptidai şekliyle de olsa, sosyal yardımı ortadan kaldırmakla yoksulluğu büsbütün meydana çıkarmakta ve sosyal hayat bakımından da sarsıntılara sebep olmaktadır. Filhakika artık dilenciliği meslek haline getirenler, çocukları küçük yaştan dilencilikte yetiştirenler çoğaldığı gibi hırsızlık ve fuhuş da artmıştır ki bunlar da pek zararlı sosyal intibaksızlıklar arasına girer. O zamanlar bu hallere karşı sosyal hizmet tedbirleri tatbik ederek böyle antisosyal hareketlerle cemiyete zarar verenleri müspet bir sosyal faaliyette yetiştirmek akla gelmediği gibi, iki harpten çıkmış olmamız dolayısiyle, pek fazla olan mâlullerimizi de modern tıbbi imkanlar nispetinde çalışma kabiliyetine kavuşturmak da düşünülememişti. 1920 den itibaren uzun müddet memleketimizde hâkim olan zihniyete göre sosyal yardım sadece parasız bakan hastane ve tedavi tesisleri kurmak addolunuyordu. Hattâ 1928 de Paris’te toplanan beynelmilel sosyal hizmetler kongresine iştirak ettiğimiz vakit Bulgaristan ve Yunanistan’ın, mahdut da olsa, memleketlerindeki sosyal hizmet faaliyetlerini bildirmelerine karşı delegelerimiz, sadece, tedavi tesislerimizin yatak sayısiyle Kızılay Cemiyetinden bahsetmişlerdir. Bununla beraber gerek 1930 tarih ve 1593 sayılı Umumi Hıfzısıhha Kanununun 3 ncü maddesi, gerek 1936 tarih ve 3017 sayılı Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti Teşkilât ve Memurin Kanununun birinci maddesi sosyal yardım hizmetini sarahaten, Sıhhat ve İçtimâi Muavenet Vekâletinin vazifeleri arasına koymaktadır.” 637

636 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 2. 637 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 3.

291

Görüldüğü gibi dönemin milletvekilleri 1950’li yıllara kadar Türkiye’de bir

‘sosyal yardım’ sistemi olmadığını açık olarak kabul etmektedirler. Sosyal yardım bir

sistem olarak olmadığı gibi, yardımdan da sadece yoksullara ücretsiz sağlık hizmetleri

anlaşılmaktadır. Ayrıca bilindiği üzere Türkiye’de çeşitli ‘intibaksızlık’lar içinde olan

kişileri (antisosyal kişiler, dilenciler, sokakta yaşayanlar, vs.) ‘müspet sosyal faaliyetler

içinde yetiştirmenin’ akla gelmemesi sadece iki dünya savaşı arasında olan bir durum

değildir. Bu faaliyetler sosyal hizmet olarak tanımlanacaksa, modern bir fikir olarak

sosyal hizmetin akla gelmemesi 1950’li yıllara kadar devam etmektedir. Bu durum aynı

kanun teklifinin ‘Bütçe encümeni’ tarafından incelenmesi sonrasında hazırlanan

8.6.1959 tarihli ‘mazbatada’ şöyle tespit edilmektedir:

“Memleketimizde sosyal hizmetlerin şümulüne giren yüzbinlerce insan arasında sakat ve

mâluller ve çeşitli hastalıklara musabolmaları sebebiyle iş göremeyenlerin yanında maalesef çok sayıda dilencilik, hırsızlık, fuhuş gibi fena yollara düşmüş kimseler de bulunmaktadır. Bütün bunların bugün artık teknik ihtisas haline gelmiş sosyal hizmet metotlariyle verimli, hayatını kazanan ve tam mânasıyla korunan yani bir kelime ile sosyal intibaksızlıkları giderilmiş vatandaşlar haline getirilmeleri mümkündür.

Birleşmiş Milletler Teşkilâtı da sosyal hizmetler mevzuunda memleketimize uzmanlar

göndermek ve malî ve teknik yardımlarda bulunmak maksadiyle ısrarlı müracaatlerde bulunmakta ve kendisine muhatab olacak bir teşkilâtın kurulmasını beklemektedir.

Bu durum karşısında 1955 yılında harekete geçirilen vekâletlerarası bir komisyon,

tetkikatını müteakip bir sosyal hizmetler enstitüsü ve buna bağlı bir tedris müessesesinin kurulması zaruretini raporunda belirtmiştir.” 638

Görüldüğü gibi sosyal hizmet fikri ve sosyal hizmeti hayata geçirecek

müesseselerin kurulması büyük ölçüde yurtdışından gelen uzmanlar ve kurumların ısrarı

ve telkini ile oluşabilmiştir. Türk modernleşme geleneği sosyal hizmeti kendi dinamiği

içinde üretememiştir; Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı deneyiminden de görüldüğü

gibi ‘sosyal yardım’ son derece mahdut bir sahada, muhtaç ve yoksul kimselere ücretsiz

sağlık hizmeti şeklinde uygulanabilmiştir:

“Memleketimizin pek muhtaç olduğu sosyal hizmet vecibelerinin ifası böyle geçtiği sırada, Balkan devletlerinden sarfınazar, ileri memleketlerin Afrika ve Asya’daki müstemleke ve protektoralarında dahi mahalli şartlara göre sosyal hizmet merkezleri kurulmakta ve çalışmakta idi. Çünkü inkişafa başlıyan memleketlerde gerek iş kuvvesini en müsait seviyede tutabilmek, gerek geniş kütlelerde sosyal adaletsizliğe kurban edildikleri gibi solcu temayüller uyandırmamak için yegâne tedbir ‘sosyal hizmet tatbikıdir. İleri memleketlerin

638 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 9.

292

müstemlekelerinden maada Yakın- Doğu memleketlerinin hemen hepsi bu hususta bize takaddüm etmiş vaziyettedirler. Bugün İsrail’den başka Mısır’da, Irak’da, Lübnan’da, Suriye’de sosyal hizmet yolunda senelerden beri faaliyete geçilmiş, neticeler alınmaya başlanmıştır. Hattâ İran’da bile 1946 da demonstrasyon mahiyetinde beş köyden ibaret bir grupa şâmil olmak üzere kurulan ‘mahalli sosyal hizmet merkezi 1951 de 135 köyü ihtiva edecek kadar genişlemişti. Doğu Pakistan’da da 10 000 nüfuslu bir bölgede sosyal hizmet

yapan bir merkez kurulmuştur.” 639

Alıntıdan da anlaşılabileceği gibi ‘sosyal hizmet’ten beklentiler siyasi bir yön de

içermektedir. Kendi potansiyelini kullanamayan kişilerin topluma yeniden intibakının

sağlanması yolu ile ‘solcu temayüllere’ girmemelerinin önlenmiş olacağını

varsayılmaktadır. ‘Solcu temayüllerden’ kastedilen, açık olarak belirtilmemesine

rağmen, sosyalist eğilimlerdir:

“Memleketimizde İkinci Cihan Harbi nihayetlenirken, 1944 yılından itibaren, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti modern sosyal hizmetlerle alâkalanmaya başlamış ve meşhur Beveridge plânı başta olmak üzere bu sahadaki neşriyatın tetkikine geçilmiştir. Bilâhara gerek kimsesiz çocukların cemiyet için kaybolmuş ve hatta muzır unsur haline gelmiş sayılacak derecede ihmali, gerek dilencilik, mâlüllük, bilgisizlik yüzünden yoksulluk; gerek hırsızlık, dolandırıcılık ve fuhuş gibi antisosval hareketlere inhimak suretiyle cemiyet düzeninin bozulması halleri karşısında sosyal hizmetlerin memleketimize sokulması zamanının çoktandır geldiği anlaşılmıştır. Bu sırada Dünya Sağlık Teşkilatından ve Birleşmiş Milletlerden gönderilen muhtelif eksperler de sair sahâlârdaki terakkilerimize nazaran sosyal hizmet bakımından Yakın Doğunun en geri memleketi olmamızı bir türlü izah edememekte ve zengin bir millet olmadığımız halde yoksullukla modern şekilde niçin savaşmadığımıza şaşmakta idiler. Filhakika halen memleketimizde sosyal hizmet yapmak üzere hayır Cemiyetlerinden başka hiçbir teşekkül yoktur. Bunlar ise bütün fedakarlık ve gayretlerine rağmen,beynelmilel eksperlerce de işaret olunduğu üzere, pek çokları faaliyet sahâlârını lâyikiyle tesbit eden bir proğram çizememişlerdir. Aralarında işbirliği yoktur. Halktan hayli yardım görmelerine rağmen sosyal hizmetin teknik icaplarına göre hazırlanmış bütçeleri ve mektepten yetişmiş ve mesleğine bihakkın vâkıf sosyal hizmet personeliyle idare edilen teknik hizmetleri yoktur. Bu sebeple yaptıkları hizmetlerde bir takım tekerrürler bulunmasına karşı birçok da mühim boşluklar meydana gelmektedir. Diğer taraftan bu gibi hayır cemiyetlerine rehberlik edecek, hattâ sosyal hizmet sahasında yurdumuza vâkı müracaatlara veya memleketimize sırf bu işi tanzim için Birleşmiş Milletlerce gönderilecek eksperlere muhatap olacak teknik v salâhiyetli bir makam da yoktur. Bu haller sırf meselenin sağlık cephesini ele alarak aşağıda arz edilen mütalâadan anlaşılacağı üzere sosyal adalet ve sosyal siyaset bakımından çok mühim eksikliklerin doğmasına sebeb olmuştur.

1945 nüfus sayımına nazaran memleketimizde kör, çolak, topal, sağır, dilsiz gibi sadece duyu ve hareket âzası sakatlıklariyle mâlül 140 000 kadar insan vardı. Daha sonraki nüfus sayımlarında bunların miktarı verilmemekle beraber bu gibi malüllerle birlikte müzmin kalp hastalığı, müzmin böbrek hastalığı, müzmin romatizma, akıl ârızaları, verem ve sair mâlül edici hastalıklar dolayısiyle iş göremiyenler ve cemiyete yük olanların sayısı milyonu bulur. Bundan maada işsiz güçsüz dolaşanlar, dilenenler, hırsızlık ve fuhuş gibi fena yollara düşmek tehlikesine mâruz bulananlar ve hattâ bu hususta istifadesi olanlarca bu gibi antisosyal hayat tarzına teşvik edilenler ve bilgisizlik yüzünden yoksulluk çekenler de memleketimizde az değildir. Halbuki modern sosyal hizmet usulleriyle bu kimseleri verimli ve hayatlarını kazanan vatandaşlar haline getirmek; bu suretle hem milli geliri arttırmak, hem

639 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 3.

293

sosyal hayatı müspet şekilde inkişaf ettirmek, hem de vergi mükelleflerini çoğaltmak mümkündür ve lâzımdır. 1952 den beri bilhassa iyileşmiş verem hastalarını, sıhhi durumlariyle mütenasip bir işte çalıştırmak üzere, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletince mahdut sahada kurulan rehabilitasyon merkezleri bu hususta ümit verici faaliyetler

göstermektedir.” 640

Madde gerekçelerinde memleketteki hayırsever kuruluşların faaliyetlerinin

yetersizliği özellikle vurgulanmaktadır. Hayırseverlik faaliyetlerinin yetersizliğinin

maddi kaynak yetersizliği ile de ilgili olmadığı belirtilerek, hayırseverliğin bir ‘zihniyet’

olarak eksik bulunduğu şöyle ifade edilmektedir: “Hayır cemiyetlerimizin hayli fazla bir

sayıya varmalarına halkımızın bunlara yardımı esirgememesine ve her sene bankalar

gibi malî müesseseler başta gelmek üzere kendilerine Devlet ve iktisadi teşekküllerden

de milyonlar gibi kabarık bir yekuna varan yardımlar yapılmasına rağmen faaliyetleri,

henüz, büyük ölçüde modern sosyal hizmetin ruhuna uyacak bir seviyeye varamamıştır.

Bu husustaki eksiklik iyi niyetten ziyade teknik bilginin azlığındandır.”641 Yine mevcut

hayır cemiyetlerinin ne kendi aralarında ne de diğer kamu kurumları koordineli

çalışmadıkları ve bu cemiyetin faaliyetlerini denetleyecek bir merciin olmadığı

belirtilmektedir. Dolayısıyla dönemin gönüllü, hayır dernekleri ‘modern sosyal hizmet’

prensiplerinden uzak bir noktada sınırlı sayıda vatandaşa ulaşmaktadır.

Sosyal Hizmetler Enstitüsü kurulmsına ilişkin kanun teklifinin TBMM

Başkanlığına 1955 yılında verildiğinde yabancı uzmanların ülkede konuyla ilgili

araştırmalar yaptığı ve Meclis’in yapılan araştırmaların sonuçlarından faydalandığı

görülmektedir. Kanun teklifinin ‘Sıhhat ve İçtimai Muavenet Encümeni’ (Sağlık ve

Sosyal Yardım Komisyonu) tarafından hazırlanan 13.11.1958 tarihli ‘mazbata’sında,

Amerikalı ‘sosyal hizmet mütehassısı’ Dr. Altmeyer’in önerisi doğrultusunda teklifin

birinci maddesine kurulacak sosyal hizmet müesseselerinin ‘toplum kalkınması’

yönünde çalışmalar yürütmesi hükmü eklenmiştir.

640 “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 3-4. 641 Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)”, s. 5.

294

4.7 Çocukları Koruma Çalışmalarında Kurumdan Kaçış: Korucuyu Aile

Korunmaya muhtaç çocukların korunmasında 19. yüzyılın kurumsallaşma yüzyılı

olarak da tanımlandığını biliyoruz. Aslında 19. yüzyıldaki kurumsallaşma sadece

‘kimsesiz’ korunmaya muhtaç çocuklara yönelik yatılı kurumsallaşma değil,

okullaşmanın genişlemesi, çocuk hakları ve korunmasına yönelik savunuculuk ve

yardım derneklerinin artmasında da gözlenmektedir.642 Korunmaya muhtaç çocukların

kurumlarda bakılıp korunması, 19. yüzyılın önemli bir kısmında ‘çalışmaevleri’ ve

‘yoksulevleri” gibi çocuk ve yetişkinlerin birlikte kaldıkları ‘total kurumlarda’

yapılmıştır. 19. yüzyılın sonuna doğru çocukların yetişkinlerden farklı ihtiyaçlar içinde

olduğu kabul edilmeye başlanmış ve buna bağlı olarak çocuklara ilişkin koruyucu

yaklaşımlarda artış olduğu görülmektedir. Bu yaklaşımlara paralel olarak KMÇ

yetişkinlerden ayrılarak sadece çocukların kaldığı yurt-yuvalar ve okul tipi yatılı

kurumlarda barındırılmaya başlanmıştır.643 Ayrıca 19. yüzyıl sonu ve 20 yüzyıl başında

çocukların korunmasında modern döneme yani çocukların sadece sokakta ve

kurumlarda değil aile içinde de korunmaya başlanması ile birlikte, bu alandaki sosyal

hizmet örgütlenmesinde ciddi bir çeşitlenme ve genişleme ortaya çıkmaktadır. Bu ortam

içinde kurum bakımının çocukların gelişimi üzerinde etkileri de tartışılmaya

başlanmıştır. Batı dünyasında çocukların korunmasına ilişkin temel gelişmelerde olduğu

gibi koruyucu aileye ilişkin ilk somut adımlar da 19. yy. sonu ve 20. yy. başında

atılmıştır. ABD’ de yapılan milli bir konferansta (1899) ilk defa koruyucu ailenin kurum

bakımına tercih edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Daha sonra gelenekselleşen Beyaz

Saray Konferanslarının ilkinde de (1909) koruyucu aile kurma alternatif olarak teşvik

edilmiştir.644 Kurum bakımının eleştirilmesinde önemli bir etken de buralardaki

çocukların ölüm oranındaki yüksekliktir. Benzer şekilde ülkemizde 1930’ların başında

Darülâceye terk edilen bebek ölüm oranları son derece yüksektir.645 Atalay

642 Joseph M. Hawes, Children’s Rights Movement, A History of Advocacy and Protection, Boston: Twayne Publishers, 1991, s. 11-25. 643 II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 45. 644 Nesrin Güran Koşar, Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı, kendi yayını, Ankara: MN Ofset, 1992, s. 72. 645 Konuyla ilgili olarak 8 Mayıs 1931 tarihli Cumhuriyet gazetesinin “Süt meselesi esaslı surette halledilmelidir!” başlıklı haberinde Darüâceze’de eskiden çocuk ölüm oranının %80’lerde olduğu, alınan önlemlerde bu oranın %37’ye düşürüldüğü ifade edilmektedir. Bebek ve çocuk ölümleri aslında o dönem

295

Yörükoğlu’na göre yirminci yüzyılın başlarında çocuk bakım kurumlarında bakılan

bebeklerin yarısından çoğu hatta bazen yüzde 75’e yükselen bir oranı ölüyorlardı.

Koruyucu aile bakımının devreye girmesi ile birlikte ise bebeklerin ölüm oranında hızlı

düşüşler görüldü. Yörükoğlu birkaç yüzyıl önce öksüz yuvalarını yöneten bir papazın

20. yüzyılda anlaşılan bu gerçeği görebildiğini ve ‘bebekler acı ve üzüntüden ölüyorlar’

dediğini belirtmektedir. Ancak bebeklerin sevgisizlikten ölümüne ölümlerine yol açana

‘kışla tipi’ çocuk bakım kurumları yüzyıllar boyunca varlığını sürdürdü. Yine

Yörükoğlu’na göre çocuklar sürekli kurumlarda kalıp sevgisizlik içinde kalacaklarına,

‘onun bunun yanında’ sığıntı olarak kalarak evden eve atılsa da insanlarla ilişkisini

sürdüren kimsesiz çocukların koşulları çok daha iyiydi. Hiç olmazsa bu çocuklar daha

çok insan ilişkisi yaşıyor ve yaşayabiliyorlardı.646 Dolayısıyla çocuklar (özellikle

bebekler) kurumlardan ailelere yerleştirilerek öncelikle yaşama şansları arttırılmaktadır.

Ancak kışla tipi büyük kurumlarda kalan bebekler ve çocukların karşı karşıya kaldıkları

tek risk ölüm riski değildir. İnsan hayatının sonraki kısmını belirlediği için, çocukluk

dönemindeki yaşam alışkanlıkları son derece önemlidir. Kurumlar üzerine daha incelikli

yapılan araştırmalar, buralarda yetişen ve büyüyen çocukların hayata

hazırlanamadıkları, yetişkinlikte olması gereken bireysel sorumluluk alma, girişkenlik

gibi bir dizi beceriden yoksun oldukları tespit edilmiştir. Yuva ya da Kurum Hastalığı

(Hospitalism) olarak tanımlanan sendromu gösteren yuvalardaki bebekler ve çocuklar

şöyle tasvir edilmiştir. “Sıska, donuk bakışlı, çevresiyle, ilgisini kesmiş, parmak emen,

yerinde sallanan, geviş getiren bir sürü inan yıkıntısı. Kimisi ağlamayı unutup içine

kapanmış, kimisi acı acı ağlayan yaratıklar. İki yaşına gelip de yürüyemeyen, birkaç söz

bile söyleyemeyen, gülmeyi bilmeyen insan yavruları.”647 Bu konu Türkiye’de bugüne

kadar yapılmış en kapsamlı sosyal hizmetler çalışma olan ve 1962 yılında toplanan ‘II.

hem Türkiye hem de dünyada yüksek oranlarda seyreden bir olgudur. 1943 yılında İş dergisinde yayınlanan bir yazıda şu bilgiler verilmektedir: “Hususile 1 yaşından küçük çocukların ölüm haddi çok yüksektir. Bunun neticesi olarak her memlekette –harp yılları gibi anormal zamanlar dışında- ölümlerin en külliyetli kısmını çocuk vefiyatı teşkil etmektedir. Mesela Almanya’da 1929 yılında vuku bulan 805.986 ölümün 110.654 ü (yani %13.6 sı) 1 yaşından küçük, 27.999 u (%3.4 ü) 1-4 yaşındaki çocuklara isabet etmiştir. Türkiye’de çocukların gerek ölüm haddi, gerek umumi nüfusa nispeti Almanya’ya nazaran çok daha yüksek olduğundan bu durum daha barizdir. (…) cetvelden de anlaşılabileceği gibi, 1931-35 yıllarında İstanbul’da ölümlerin %21 i 0-4 yaşındaki çocuklara düşmektedir. Bu nisbet 1031-34 yıllarında İzmir’de %30.5, Ankara’da hatta %43’ü bulmuştur.” Ömer Celâl Sarç, “Türkiye’de Çocuk Ölümleri,” İş, Sayı 34, 1943, s. 63. 646 Atalay Yörükoğlu, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Ankara: Aydın Kitabevi Yayınları, 1983, s. 170. 647 Yörükoğlu, s. 169.

296

Milli Sosyal Hizmetler Konferansı’nda etraflıca incelenerek önemli tespitler yapılmıştır.

Ana teması ‘korunmaya muhtaç çocuklar’ olan konferansta, ‘korunmaya muhtaç

çocukların müessese bakımı’ komisyonu, kurum bakımının çocuklar açısında hem

zararlı hem de gerekli yanları tespit etmeye çalışmıştır. Temel olarak kurumların

çocukların kişilik gelişimlerine uygun ortamı sağlamadığı belirtilmekle birlikte, kimi

ailelerin çocukları istismar etmesi ve çocukların başka bir ailede bakılamaması

nedeniyle kurum bakımı ‘ehven-i şer’ olarak önerilmektedir. Ancak bebek ve

çocukların modern dünyada ayrı bir kişilik olarak kabul edildiği bir dünyada, yatılı

kurumların çocukların bağımsız bir kişilik gelişimine imkan tanımadığı tespit edilerek,

kurum bakımının mahzurları şöyle sıralanmaktadır:

“1-Her çocuk şefkate, tamamen kendine ait olan birinin sevgisine, anlaşılmaya, emniyet duygusu içinde olmaya, akranları ile oynamaya, tecrübeler kazanmaya muhtaçtır. Bu fırsatlar için hususi odası, eşyaları, alış veriş yapacak, para sarf edecek, arkadaşlarını kabul edecek, misafir olabilecek, sosyal hayatın diğer faaliyetlerine iştirak edebilecek ortamı olmalıdır. Müesseseler bu bakımı sağlayamamaktadır. 2- Çocuklar müesseselerimizde anne mahrumiyetinin veya sık sık bakıcı (anne) değiştirmenin zararlı tesirine de maruz kalmaktadırlar. 3-Müessese geniş büyük binaları, geniş koridora ve merdivenleriyle fuzuli,i yer kaybına, ayrıca fazla gürültüye sebep olmaktadır. Büyük bir koğuştaki asabi heyecanlı çocuğun huzursuzluğu, çocukların hepsini rahatsız etmeye kâfidir. 4-Bazı çocukların hususiyle 3 yaştan küçüklerin özel bakıma, anne kucağına ihtiyaçları vardır. 5- Yetim çocuklar, bir aileye ait olma ihtiyacını duyduklarından müessesede kalmaları

uygun değildir.” 648

Aynı konferansın ‘Koruyucu Aile Komisyonu’ da kurumların çocukların gelişimi

açısında getirdiği olumsuzluklar şöyle tespit edilmektedir:

“Toplu halde, enstitülerde yaşayan çocukların ne teke tek münasebet kurabilecekleri

ne de bir aile havası içinde yaşayabilecekleri düşünülemez. Bu sebeple ruhi gelişmeleri engellemelerle doludur, aynı yaşta aile içinde yaşayan çocuklarla mukayese edildiklerinde, şahsiyet yapılarında önemli kusurlar görülür. Zekâları normal olanlar dahi gerek entelektüel gerek emosionel bakımdan geri seviyededirler. Kendilerine ve başkalarına güvenleri çok azdır. Pasif ve ürkektirler veya bunu tam aksine yersiz bir güvene sahip olup muvazenesizce atak ve mütecavizdirler. Cemiyet hayatına intibakları güç olur.” 649

648 II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 53. 649 II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962, Ankara: SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 70.

297

Kurum bakımına yönelik bu tür eleştiriler nedeniyle, koruyucu aile bakımı

gündeme gelmektedir. Görüldüğü gibi ‘koruyucu aile bakımı’ kurum bakımı modelinin

sakıncaları ve eleştirilmesi ile varılan bilginin üzerinden geliştirilen modern bir sosyal

hizmet yöntemidir. ‘Koruyucu aile’ modern öncesi dönemlerde birçok toplumda görülen

‘beslemelik’ gibi geleneksel çocuk bakım ve sömürüsü olguları ile karıştırılmamalıdır.

‘Koruyucu aile’ sistemi uzun bir tarihe ve evrime sahiptir. Başlangıçta koruyucu aile ile

‘beslemelik’ ya da çırak gibi uygulamalar iç içedir. Nesrin G. Koşar’a göre:

Batı dünyasında ilk koruyucu aile uygulaması olarak, korunmaya muhtaç çocukların beslenme ve barınma karşılığı olarak çeşitli işyerlerine çırak olarak verilmesi gösterilmektedir. İngiltere’de ‘Elizabeth Fıkara Kanunu’ çerçevesinde “(…) çocuk yirmi bir yaşına kadar yaşına kadar çıraklığa veriliyor ve ustası onu yeme, içme ve barınma karşılığı çalıştırıyor, aynı zamanda ona sanat öğretiyordu. ABD’ndeki uygulamaya ise 1853’te New York’ta C.L. Brace adlı bir rahibin başlattığı çalışmalar örnek gösterilebilir. Brace, başıboş çocukları, büyük şehirlerin kötülüklerinden korumak üzere, çiftliklerde çalışma karşılığı barındırılmaları yönünde düzenlemeler yapmıştır. Bu çiftliklere 1854 ile 1924 yılları arasında yüz bin dolayında çocuk yerleştirilmiştir. Sistem çalışma karşılığı bakım esasına dayandırılmıştı. (…) Daha sonraları çocukların fena muamele görmeleri ve bazı aileleri olan çocukların ailelerinden ayrı düşmeleri ve giderek ayrılığın devamlı bir hal alması gibi şikâyet ve sakıncalar görülmüş, sonuçta, iyi çiftçi ailelerin seçilmesini ve

ailelerin denetlenmesini üstelenen kuruluşlar ortaya çıkmıştır.”650

Batı tarihinde KMÇ’ın korunmasında görece eski alternatiflerden biri ‘koruyucu’

aileler olmakla birlikte; koruyucu aile bir modern çocuk koruma sistemi olarak ancak

20. yüzyılın başında ‘yetimhane’ ve genel olarak kurum bakımının sakıncaları

tartışmaları sonrasında yaygın olarak uygulanmaya başlanmıştır. Türkiye’de ise

koruyucu aile benzeri uygulamalara çok geçmiş tarihlerde rastlanmakla birlikte, bu

konuda ilk yasal düzenleme 1926 tarihli Türk Medeni Kanununda yapılmıştır.651

Medeni Kanun çocukların korunması açısında koruyucu aile dışında da çok sayıda

hüküm getirmiştir. 1926 tarihli Medeni Kanun anne ve babanın görevlerini yerine

getirmemeleri halinde yargıcın çocuğu koruma amacıyla aileden almasına ve gerekirse

velayetin kaldırılması ve çocuğun bir kuruma yerleştirilmesine (Medeni Kanun m. 360)

ilişkin düzenlemeler getirmiştir.652 Ancak Medeni Kanunun bu hükmünün

650 Nesrin Güran Koşar, Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı, kendi yayını, Ankara: MN Ofset, 1992, s. 71-72. 651 Sevgi Usta Sayıta, Türk Hukukunda Çocuğun Koruyucu Aile (Kişi) Yanına Yerleştirilmesi, İstanbul: Filiz Kitabevi, 1996, s. 28. 652 Ali Naim İnan, “Çocuk Hukukunun Tarihsel Gelişimi ve Hukuk Sistemimizde Çocuğun ve Haklarının Korunması”, Sevda Uluğtekin (Proje Danışmanı), Gözetim Mekanizması Destek Hizmetleri: Ankara

298

uygulanmasına ilişkin düzenleme uzun yıllar yapılmamıştır. İlk düzenleme ancak 1965

yılında, yani ilk velayetin alınması davası sonrasında yapılmıştır.653 Çocukların çok

boyutlu olarak korunmasına ilişkin ilk yasal düzenlemeler ise 1930 tarihli Umumi

Hıfzıssıhha Kanunu ile mevzuata dâhil olmuştur. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 159.

maddesi çocukların koruyucu ailelere verilebileceği ve bu hususun belediyelerce

düzenlenmesini öngörmektedir.654 Ancak Belediyeler genel olarak sosyal hizmetler özel

olarak da koruyucu aile uygulaması konusunda sorumluluklarını yerine getirmemiştir.

1949 yılında çıkan 5387 sayılı ilk KMÇ Kanunu ile 1957 yılında çıkarılan 6972 sayılı

KMÇ Kanunu’nda da koruyucu ailelerden söz edilmektedir. Ancak ayrıntılı düzenleme

1958 yılında çıkarılan kanunun uygulanmasına ilişkin Talimatname’de düzenlenerek

koruyucu aile sistemine ilişkin ayrıntılar tespit edilmiştir.655 Bu düzenlemeye rağmen

1960 yılına kadar koruyucu aile uygulamasına ilişkin somut bir ilerleme olmamıştır.

1950’li yılların ortalarından 1960’lı yılların sonuna kadar sosyal hizmetler alanında;

özellikle SHA, SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğünde birçok yabancı uzman

görevlendirildiği bilinmektedir. Bu kişilerden biri olarak Amerikalı uzman Bernard

İli Pilot Projesi: Gözetim Görevlileri Eğitim Programı, Ankara: Dostlar Dayanışma Derneği Ankara Şubesi Yayınları, 2005, s. 70. 653 Ethem Çengelci, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Ankara: Aydınlar Matbaası, 1998, s. 9; Yine aynı konudaki gecikme ile ilgili olarak Nesrin G. Koşar şu tespiti yapmaktadır: “Ülkemizde geleneksel olarak çocuğun başka bir ailede bakılmasının bir sisteme bağlanması ve kurumsallaşmasının 1961 yılında Ankara’da uygulanan bir pilot proje ile başladığı kabul edilebilir. Bir dizi koruyucu aile seminerinde “sosyal yardımcı” lar yetiştirilmiştir. Sosyal hizmetlere ilişkin ilk eğitim kurumu olan Sosyal Hizmetler Akademisinin de o yıl (1961) kurulmuş olması dolayısıyla bu tür özel kurslarda koruyucu aile hizmetini yürütecek personelin yetiştirilmesi zorunlu olmuştu. Program basın yayın aracılığıyla halka duyurulmuş, başvuran aileler arasından uygun bulunanlara çocuk yuvalarındaki korunma karalı çocuklardan uygun olanlar yerleştirilmiştir.” Koşar, s.73.

654 Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun KMÇ’ın hem kurum yanında hem de aile yanında korunmasını düzenlenmiştir. Ancak her iki düzenlemeden ayrı kurumları sorumlu kılmıştır. Kanunun çocukların kurumsal bakımını öngören 158. maddesi şöyledir: “Yedi yaşından aşağı olan metrük, öksüz veya babası ve anası hayatta çocukları gerek para ile ve gerek parasız kabul ederek bakan resmi ve hususi bütün müesseseler Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletinin murakabe ve teftişine bağlıdır. Bu tarzdaki müesseselerin küşadı, sahipleri tarafından Vekalete ihbar olunur.” Koruyu aileyi düzenleyen 159. madde ise şöyledir: “Nezdine yedi yaşından aşağı çocukları para mukabilinde bakmak üzere alan eşhasın evvela mahalli belediyesinden müsaadei mahsusa alması mecburidir. Belediye heyeti sıhhiyesince bu gibi eşhasın ikametgahı ve sair şartları muvafık görüldüğü tasdik edilmeden bu müsaade ita edilmez. Bu gibi eşhasın ikametgâhları da 158 inci maddede bahsedilen teftişe tabidir.” Ayrıca 7 yaş sonrası KMÇ için 161. maddede Milli Eğitim Bakanlığı ve/veya köy ihtiyar heyetler sorumlu kılınmıştır. KMÇ için bu çok kurumlu sorumluluk düzenlemesi daha sonra 1949 yılında çıkan ilk Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanununun temelleri atılmıştır. Bkz. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, Kabul Tarihi: 24/04/1930, Resmi Gazete Tarihi: 06/05/1930.

655 Sayıta, s. 29.

299

Russel müşavir olarak görevlendirildiği Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü’nde 1960

yılında koruyucu aileyi gündeme getirmiştir. Yapılan çalışmalarda özellikle 0-6 yaş

KMÇ’ın özel ilgiye muhtaç olduğu ve kurum bakımının bu çocuklar üzerinde olumsuz

etkiler yarattığı tezi savunularak, alternatif olarak koruyucu aileler önerilmiştir. Böylece

koruyucu aile fikri bu tartışmalardan ortaya çıkmıştır. Ayrıca toplantılarda Türkiye’deki

KMÇ yönelik kurumsal ve diğer sosyal yardım hizmetlerinin de yetersiz olduğu, bu

hizmetlere ek olarak koruyucu aile hizmetinin ülkede başlatılmasının uygun olduğuna

karar verilmesi üzerine, bu yöndeki çalışmalar başlatıldı. Bu çalışmalarda koruyucu aile,

belli bir ücret karşılında KMÇ’ın bir aile yanında bakımı olarak tanımlanmaktadır.

Ancak koruyucu aile sisteminin ‘beslemelik’ sisteminden ayrılması için belli

fonksiyonların yerine getirilmesi gerektiği tespit edilmektedir. Bunlar, koruyucu aile

olarak tanımlanacak ailelerin incelenmesi, bu incelemeler ile çocuk aile uyumu

çalışmalarını takip edecek ‘sosyal hizmet elemanı’nın temin edilmesi, çocukların öz

anne ve babaları ile temasının sürdürmesini sağlayacak sosyal hizmet elemanı ve

koruyucu aileye ücret ödenmesidir. 1961 yılı içinde bu amaçla, yani gerekli meslek

elemanı yetiştirmek üzere eğitim kursu düzenlenerek, 31.3.1961 tarihinde de ilk

koruyucu aile başvurusu kabul edilmiş; yapılan çalışmalar sonunda da Haziran ayında

Türkiye’de ilk uygulama olarak ilk çocuk koruyucu aile yanına yerleştirilmiştir.656

Ankara’da bir pilot çalışma olarak başlayan bu çalışma daha sonra diğer illerde de

uygulanmaya başlamıştır. Ancak Türkiye’deki koruyucu aile uygulamasının aileler

tarafından ‘evlat edinme’ye bir basamak olarak kullanıldığı ve bundan dolayı da bir

KMÇ’ı koruma sistemi olarak yerleşemediği bilinmektedir. Türkiye’de evlat edinmenin

temel olarak 0-1 yaş grubu çocuklara yönelik olması, evlat edinme şartlarının ağır

olması ailelerin bir kısmını koruyucu aileye yönlendirmektedir.657 Böylece 1960’lı

656 “Koruyucu Aile Raporu”, II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde, Ankara: SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 23, s. 72. 657 Evlat edinme yasal olarak 0–1 yaş çocuklarla sınırlı olmamakla, KMÇ’dan genellikle 0-1 yaş grubundakiler evlatlık olarak alınıyor. Bu yaş grubundaki KMÇ’ın sayısı da evlatlık edinmek isteyen ailelerin sayısından azdır. Bu nedenle evlat edinilen KMÇ’a özel bir bölüm ayrılmayacaktır. Ayrıca özel evlat edinme yani aileler arası evlat edinme, sosyal hizmet kurumunun ya da başka bir sosyal kurumun denetimi altında yapılmadığından, incelediğimiz dönem itibariyle bu alan daha çok ‘geleneksel evlatlık, beslemelik’ çerçevesinde varlığını sürdürmüştür. Ayrıca evlat edinme geleneği ülkemizde her yaşta KMÇ’ın korunmasından ziyade ailelerin çocuk hasretlerini ya da çocuk ihtiyaçlarını gidermek üzerine kurulu olduğu için, çocukları korumadan ziyade çocuksuz aileler ile ilgili bir konu olarak değerlendirilmektedir. Daha ayrıntılı çalışmalar için bkz. Ülker Gürkan, “Evlâd Edinme ve Beslemelerin Hukuki Durumu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine

300

yıllarda başlayan profesyonel koruyucu aile sistemi tedrici bir gelişme göstermekle

birlikte hâlâ yatılı kurum bakımı karşısında çok geri bir noktadadır. Aşağıdaki tabloda

da görüldüğü gibi 1961 yılında başlayan koruyucu aileye verilen çocuk sayısında önemli

bir artış gözlenmektedir; ancak örneğin 1993 verilerin bakıldığında toplam 18.862

çocuk korunma altında kurumlarda barındırılırken, ancak 404 çocuk bir koruyucu aile

yanına yerleştirilebilmiştir.658

Tablo 6: Koruyucu Aileye Yerleştirilen Çocuk Sayısı (1961-1993)

Yıllar Çocuk Sayısı

1961-1975 544

1975-1983 503

1983-1993 2128

TOPLAM 3175

Kaynak: “Koruyucu Aile Hizmeti Çalışma Grubu Raporu” 2000’li Yıllara Doğru Sosyal Devletin Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri ve Önemi içinde, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, Sayı 1, 2005, s. 84

Görüldüğü gibi koruyucu ailenin profesyonel bir sistem olarak uygulanmaya

başladığı; ancak kurumsal dağınıklığın söz konusu olduğu 1960’lı yıllardan 1983 yılına

kadar koruyucu aile yanına yerleştirilen çocuk sayısında önemli bir farklılaşma olması

söz konusu değildir.659 Sosyal hizmetler alanında bir tek kurumun (SHÇEK) sorumlu

olmaya başladığı 1983 yılından itibaren ise koruyucu aileye verilen çocuk sayısında

İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, 1974 ve “Evlat Edinme Çalışma Grubu Raporu”, 2000’li Yıllara Doğru Sosyal Devletin Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri ve Önemi içinde, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, Sayı 1, 2005, s. 89-105. 658 “Koruyucu Aile Hizmeti Çalışma Grubu Raporu” 2000’li Yıllara Doğru Sosyal Devletin Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri ve Önemi içinde, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, Sayı 1, 2005, s. 83. 659 Koruyucu aile sisteminin yeterince gelişmemesi çeşitli sebeplere dayalı olarak açıklanmaktadır. Birsen Gökçe bu durumu batı taklitçiliği nedeniyle Türk toplum yapısına uygun olmayan bir sistem olarak koruyucu aile sistemine yaklaşmaktadır. Ona göre Türk toplum yapısına uygun olan, KMÇ’ın kendi ailesi içinde ya da akrabaları bakacak sistemler üzerinde durulmalıdır. Bkz. Birsen Gökçe, Cumhuriyet Döneminde Çocuk ve Gençlere Ait Yasal Düzenlemeler ve Yayınlar, Ankara: T.C. Gençlik ve Spor Bakanlığı, 1983, s. 11.

301

belirgin bir artış görülmektedir. Ancak bu artışa rağmen, yukarda da belirtildiği gibi,

koruyucu aileye verilen çocuk sayısı toplam KMÇ sayısı içindeki oranı hâlâ düşük bir

durumdadır.

4.8 KMÇ Alanında Kurumsallaşmada Gelişmeler

Türkiye’de sosyal hizmetlerin bir kamusal hizmet olarak devletin gündemine

girmesi, korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin kanun ve kurumlar arası işbirlikleri ve

koordinasyon çalışmaları anlamında II. Dünya Savaşı sonrası dönemde belirgin bir

hareketlilik söz konusudur. Ayrıca başta Birleşmiş Milletlerle olmak üzere kurulan

uluslararası ilişkiler de sosyal hizmetin bir kamu anlayışı olarak ülkeye girişinde önemli

bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Sosyal hizmet alanındaki gelişmeleri

değerlendirmek ve geliştirmek amacıyla Milli Sosyal Hizmetler Konferansları geleneği

de ilk olarak 1959 yılında başlamıştır.660 1962 yılında yapılan İkinci Milli Sosyal

Hizmetler Konferansı’nın ülkedeki sosyal hizmet yapısı, tarihi, başka ülkelerle

karşılaştırılması, karşılaşılan sorunlar ve çözüm önerileri gibi çok yönlü ve çok katılımlı

yapısı ile dönemin fotoğrafını çok net olarak ortaya koymaktadır. Konferansa

‘Türkiye’de Sosyal Hizmetler’ başlıklı bir bildiri sunan Dr. Osman Yaşar, sosyal

hizmetleri günümüzdeki ‘sosyal refah hizmetleri’ne doğru daralan anlamından çok daha

geniş; yani muhtaç durumdaki çocuk, genç ve diğer toplum kesimlerinin korunmaya

muhtaç duruma düşmesini engellemeyi hedefleyen koruyucu-önleyici hizmetleri de

kapsayacak şekilde kullanarak, o dönemdeki mevcut durum ve ideal arasındaki farkı

şöyle betimliyor:

“Bugün memleketimizde korunmaya muhtaç çocukların bakım ve yetiştirilmeleri tıbbi rehabilitasyon, sosyal hastalıklar ve bulaşıcı hastalıklarla savaş, devlet hastanelerinde fakir halkın meccani muayene ve tedavisi, eğitim ve öğretim, işçilere mahsus kısmi bir sosyal sigorta, memurlar lehine yapılan bazı hizmetlerin dışında devletin doğrudan doğruya sorumluluğu altında bulunan başkaca sosyal hizmet yok denecek derecede azdır. Sosyal Hizmetlerin, organizasyon, metot, icra ve koordinasyonunda bütün yurda şamil bir milli sosyal hizmet programı bulunmadığı gibi bu hizmetler dağınık, plansız; ölçüsüz ve tam murakabeden uzak bir bilgisizlik içinde ve muhtelif Bakanların mesuliyeti altında tatbik olunmaktadır. Dolayısıyla nakdi olsun, ayni olsun sosyal yardım anlamından yoksundur.”661

660 Birinci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı dokümanları yayınlanmamıştır. 661 Osman Yaşar, “Türkiye’de Sosyal Hizmetler,” II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı içinde, Ankara: SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı 23, 1962, s. XXXIX.

302

Yapılan tespitlerde en önemli hususlar, dönemin sosyal hizmetlerinin ülke

nüfusu ve bütün bölgeler düşünüldüğündeki yetersizliği ve dengesiz dağılımıdır. Aynı

durum korunmaya muhtaç çocukların sayısı, o dönem haklarında korunmaya kararı

çıkarılan çocuk sayısı ve bir kuruluşa yerleştirilen çocuklarla ilgili değerlendirmelerde

de karşımıza çıkmaktadır. Konferansa sunulan ‘Korunmaya muhtaç çocukların

müessese bakımı raporu’nda 1960’lı yılların başındaki, çocuk yuvalarının sayısı,

örgütlenmesi, korunmaya muhtaçların sayısı ile ilgili şu tespitler yapılmaktadır:

“Halen hakkında korunma kararı alına çocuklardan 10 bini müesseselerde barındırılmakta (0-6 yaş 1064, 7-18 yaş 6972, hususi derneklerde 2000 civarında), 4775’i (0-6 yaş 1778, 7-13 yaş 2987) sıra beklemektedir. Korunma kararlı 0-6 yaş çocukların çoğunluğu Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından yaptırılan Çocuk Bakım Yuvalarında, bir kısmı da masrafı yine Bakanlıkça ÇEK Müesseselerde barındırılmaktadır.Özel teşekküle misal teşkil eden ÇEK na bağlı müessese adeti 21 dir. Yukarda sayıları belirtilen resmi ve özel müesseseler, haklarında korunma kararı alınan çocukların dahi ihtiyacını karşılayamamaktadır. Hâlbuki korunmaya muhtaç çocuklar âdetinin 1 milyonu aştığı tahmin edilmektedir. 1955 yılı istatistiklerine göre:

0 – 6 yaş çocuk sayısı …………….5.477.228 7 -18 yaş çocuk sayısı …………….6.180.144 %10 itibariyle korunmaya muhtaç çocuk sayısı: 0 – 6 yaş çocuk sayısı …………….547. 221 7 -18 yaş çocuk sayısı …………….618.014 Hesaplanarak cem’an 1.165.735 ‘dir. Dış memleketlerde bu nispet %10 - % 15

civarındadır.” 662

Korunmaya muhtaç çocukların sayısının her toplumda kendine özgü kıstaslar

nedeniyle farklılıklar arz edeceği hesaba katılarak, toplam çocuk nüfusunun %10’nu

korunmaya muhtaç sayma yöntemi tartışmalı bir yöntem olmasına rağmen, durum

hakkında bir ipucu vermesi açısında anlamlı kabul edilmektedir.663

662 II nci Milli Sosyal Hizmetler Konferansı, Ankara: SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı 23, 1962, s. 50-51. 663 KMÇ’ın toplam çocuk nüfusuna oranı konusunda 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Raporunda ise %2 kıstası kullanılmaktadır. 1994 yılında yayınlana bu rapora göre “Türkiye’de en iyimser görüşle korunmaya muhtaç çocukların % 2 oranında bulunduğu varsayılırsa, ülke içindeki 0 – 18 yaş grubundaki korunmaya muhtaç çocuk sayısı 542.141’dir. (…) 1993 yılında SHÇEK Genel Müdürlüğü’nce 0–12 yaş grubu 7.642, 13 -18 yaş grubu 11.181 olmak üzere toplam 18.823 çocuğa hizmet verilmektedir.” Bkz. DPT, 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Çocuk Özel İhitsas Raporu, s. 33.

303

Korunmaya muhtaç çocuklara verilen hizmetlerin yetersizliği konusunda ve

verilen hizmetlerin istenilir hızda ve yaygınlıkta artmadığı daha sonraki dönemlerde de

tespit edilmektedir. 1968 yılında düzenlenen 3. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı’na

sunulan bildirilerde bu durum tekrar gündeme getirilmiştir:

“..Fakat mevcudu en azından 200.000 bulan korunmaya muhtaç çocuklar potansiyel suçlulukları nedeniyle hiç de küçümsenmeyecek bir sorun teşkil etmektedir. Korunmaya muhtaç çocuklara yapılan hizmetler bakımından aşağıdaki tablo ilginçtir:

Yaş Grubu

Müessese Sayısı

Bağlı Olduğu Kurum Hizmetten Yararlanan

Çocuk sayısı

0 -6 26 Sağ. ve Sos. Yar. Bakanlığı 2.020 18 Ç. E. K. 1.900

7 – 18 79 Milli Eğitim Bakanlığı 10.104 Toplam 123 14.024

Bu rakamlar ihtiyacın çok aşağısında olup; çocukların müesseselerde kalmayıp,

müesseselerde ayakta bakım için geldikleri kabul edilse bile, bu müesseseler ihtiyacı karşılamaktan çok uzaktırlar. Hizmetin yürütülüş şekli psikolojik ve sosyal bakımdan da yeterli değildir. Korunmaya muhtaç çocukların bakımı ile görevli müesseselerin de çeşitli kurumlara bağlılığı sorunun çözümlenmesinde yararlı olamamaktadır. Bu bakımdan, bunların tek bir yapının sorumluluğuna terk edilmesi; çocuklarla ilgili müesseselerin bu yapıtla irtibat tesis etmesi daha rasyonel ve faydacı bir düzenleme olabilecektir.” 664

Korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin koruma sisteminde yoğun tartışmaların

yapıldığı 1950-60’lı yıllarda ulusal düzeyde yapılan ve uluslararası katılım sağlanan iki

sosyal hizmetler konferansı yapılmış olması başlı başına önemli gelişmelerdir. Ayrıca

bu dönemde korunmaya muhtaç çocukların tespiti, korunması ve eğitiminde gittikçe

daha çok belirginleşen politikalar ifade edilmektedir. Öncelikle devletin bu alandaki

çalışmalarının yetersizliği, mevcut kurumsal yapının dağınıklığı nedeniyle ‘merkezi’ bir

yapının gerekliliği ve bu alanda uzman kişilerin daha çok istihdamı sıklıkla vurgulanan

hususlardır. Örneğin Cumhuriyet’in 29 Eylül 1962 tarihli nüshasında “Baba hapse

girince 8 çocuk aç kaldı” başlıklı haberde, kocası cezaevine giren bir kadının karşılaştığı

geçim sorunları ve dönemin ‘sosyal kurumlarının’ yetersizlikleri işlenmektedir. Kadının

önce ikamet ettiği Zeytinburnu’nda komşuların yardımı ile geçinmeye çalıştığı, ancak

664 Mustafa T. Yücel, “Sosyal Değişme Açısından Çocuk Sorunları ve Sosyal Hizmetler,” III. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı içinde, Ankara: SSYB Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, No: 54, 1968, s. 102- 103.

304

bunun yetersiz kaldığını ve bu arada 6 yaşında bir kızını kaybettiği belirtiliyor.

Hikâyenin geri kalan kısmı şöyle anlatılıyor:

“Bu kadının ve çocuklarının durumuna Emniyet Müdürü acımış, onları bundan on gün önce bir

yazı ile Çocuk Esirgeme Kurumuna göndermişti. Çocuk Esirgeme Kurumu, küçük yaşta olan çocukları

alıp yuvalarda bakması icap ederken birkaç kilo süt tozu vererek başından savmıştı. (…) Emniyet

Müdürlüğünde bir Çocuk Bürosu açıldığını duymuştu. Belki kendisine de bir şefkat eli uzanır ümidiyle

kalkıp geldi. Fakat burası da devrine çare bulamamıştı. Emniyet Müdürlüğünün çocukları barındıracak

yeri, üstelik bir tahsisatı da yoktu. Evlerini terk eden çocuklara polisler kendi aralarında topladıkları

para ile bakıyorlardı.”665

Aynı sayfada “Evlatlık verdikleri kızlarını kaçırdılar” başlıklı bir haber yer

almaktadır. Mahkeme kararı ile 4 yaşında iken kızlarını evlat veren aile, uzun yıllar

geçtiği halde çocuğu nüfuslarına geçirmeyen çifte kızarak kızlarını kaçırdıkları ancak

daha sonra devreye giren polisin çocuğu biyolojik ailesinden alarak tekrar evlatlık

bulunduğu aileye verdiği belirtilmektedir.

1960’lı yıllara gelindiğinde KMÇ’ın korunması için gerekli yasal, idari ve

profesyonel bilgi ve yapılanmalar yaygınlık ve yeterlilk açısından değil ancak formel

düzeyde tamamlanmıştır. Çocukların korunması gerektiği takdirde izlenecek yöntem,

sorumluluk sahibi kurum ve çocukların yerleştirileceği kurum ya da koruyucu aile gibi

alternatifler artık dönemin bilgisi arasında yerini almıştır. Ayrıca KMÇ’a yönelik

kurumsal hizmetlerde; açılan yurt-yuva sayısı, bunların çeşitli illere dağılımına

bakıldığında önemli bir ‘yönetsel yayılma’ gözlenmekle birlikte, hâlâ toplam korunması

gereken çocuk sayısı karşısında yetersiz bir yapılanma olduğu dönemin çalışmalarında

ortak tespit olarak karşımıza çıkmaktadır.

Türk modernleşmesinin erken Cumhuriyet döneminde yapılan yasal

düzenlemelerinin yani Türk Medeni Kanunu (1926), Umumi Hıfzıssıha Kanunu (1930)

ve Belediye Kanunu (1930) vd. topluma ulaşmaması bu çerçevede değerlendirilebilir.

Çocukların korunmasının her iki boyutu da yani hem aile içi istismara karşı hem de aile

dışında (okullaşma, çalışma düzenlemesi, yetimhane gibi koruma kurumları açılması, 665 “Baba hapse girince 8 çocuk aç kaldı,” Cumhuriyet, 29 Eylül 1962.

305

koruyucu aile, vs.) korunması oldukça geç gelişmiş ve problemli alanlardır. Çocukların

aile içinde ya da aile otoritesine karşı korunamaması özellikle ‘besleme’ ve diğer aile içi

istismarlarda görülebilirken, çocukların okullaşmasındaki düşük düzey ve zorunlu

eğitimin yeterince yaygınlaşmaması Türkiye’deki ‘dış koruma’daki zayıflıkları

göstermektedir. 1962 yılında kurulan Emniyet Çocuk Bürosu çalışmalarını

değerlendiren dönemin emniyet amiri Nuran Sayın, Çocuk Bürosunun başlangıçta suça

karışan çocuklarla ilgileneceği varsayılmasına rağmen, büronun zamanla her tür çocuk

sorunu ile ilgilendiğini; çünkü yasalarda yer alan önlemleri alacak başka bir teşkilatın

olmadığını belirtmektedir. Örneğin ‘… evlerinden kaçan başıboş kızlar, kötü

muameleye maruz kalmış besleme dediğimiz hizmetçilik yapan kız çocukları, tecavüze

maruz kalan mağdur çocuklar, mektepten kaçıp kahvelerde, oyun salonlarında bulunan

çocuklar ..’ destek aramak için Emniyete başvuruyorlar. Oysa “ .. bütün suçlu, suçsuz

çocuk, genç dediğimiz bu kişileri korumak için muhtelif kanunlarda yer alan birçok

maddeler ve özel kanunlar vardır. Başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Yeni

Anayasamızdan başlayarak Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Umumi Hıfzıssıha Kanunu,

İlköğretim kanunu, Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu ve Küçükleri Muzır Neşriyattan

Koruma Kanunu, 6972 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocukları Kloruma Kanunu v.s. Bu

kanunların tatbikini sağlayacak teşkilat yok denecek kadar az olduğundan koruyucu

hükümleri çocukların menfaatlerine kullanmak imkânı da bulunmamaktadır.”666

Cumhuriyetin erken dönemlerinde çocukları koruyucu birçok hüküm içeren bu

kanunların pratikte işlemediğine dair bir diğer değerlendirmeyi Muslih Fer yapmaktadır.

Sözü geçen kanunları kastederek Fer, “Bu dağınık ve tatbik kabiliyeti zayıf hükümler,

aslında fikir olarak ehemmiyetli bir gelişmeyi ifade etmekle beraber, memleketimizde

kimsesiz ve korunmaya muhtaç çocukların ne tam bir tarifini ihtiva edebilmiş, ne de

çocukların korunması ihtiyacını karşılayacak bir hizmet getirebilmiştir” demektedir.667

1950’li yıllarda çocukları oruma adına çıkan yasaların uygulanmasında ortaya çıkan

diğer bir yetersizlik de geri zekâlı, kör, sağır, dilsiz çocukların özel eğitimi ile ilgilidir.

Esin Konanç 24 Mayıs 1957 tarih 6972 sayılı KMÇ Kanununun 22. maddesinin

korunmaya muhtaç olup sağır – dilsiz, kör, vücutça sakat ve ruhen arızalı veya

666 Nuran Sayın, “Çocuk ve gençliği koruma mevzuatında ve teşkilatında boşluklar,” Boş Zamanları Değerlendirme Semineri, (Ayrı Baskı - Broşür), İstanbul: İsmail Olgun Matbaası, 1996, s.128–129. 667 Muslih Fer, “Muslih Fer’in ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar’ Başlıklı Tebliği”, Feyyaz Gölçüklü (Edt.), Korunmaya Muhtaç Çocuklar içinde, İstanbul: İktisadi Araştırmalar Vakfı, 1970, s. 27.

306

uyumsuz olan ve özel eğitime ihtiyaç gösterenlerin eğitimi için Özel kurumlar açmak

görevini Milli Eğitim Bakanlığı’na verdiğini ancak söz konusu kanunun yürürlüğe

girmesinden sonra on beş yıl geçtiği halde, kanunda sözü edilen kurumlardan sadece

bir kısmı açılmıştır ve bunlar da ihtiyacı karşılayacak durumda değildir.668 Ayrıca 1926

tarihli TMK’nın çocukları ana babalarına karşı koruyacak hükümleri hukukçular

tarafından yorumlanmakla birlikte, bu hükümlerin uygulandığına dair somut bir örnek

verilememektedir. Örneğin 1943 tarihli İş dergisinde yer alan makalesinde Ferit H.

Saymen, TMK’nın velayet, çocukların korunması ve velayetin nez’i durumunda

çocuğun başka bir yere (çocuk bakım yurtları, yatılı mektepler, ana kucakları, vs.)

yerleştirilmesini düzenleyen 273 ve 274. maddelerinin koruyucu yönlerini belirtmekle

birlikte, bu maddenin Türkiye’de uygulamasına dair bir örnek vermemektedir.669

1960’lı yıllara gelindiğinde ÇEK için çocuk davası artık sadece bir “nüfus davası’

olarak tanımlanmamakta; yayınlarında mevcut kanunlarda ve uluslar arası

sözleşmelerden kullanılan ifadelere daha sık rastlanmaktadır.670 Örneğin 1964 yılında

Kurumun kuruluşunun 40. yılı nedeniyle çıkarılan kitapçık “Birleşmiş Milletler Çocuk

Hakları Beyannamesi” (1959) ile başlamaktadır.671 Kitapçık 40 yıllık çalışmaların

sonunda ortaya çıkan çalışmalar özetlenmekte; Kurumun hedef ve amaçları

sıralanmaktadır. Otuza yakın hedef ve amaç arasında yer alan şu amaç kapsam ve

genellik ilkesi açısından Kurumun vardığı olumlu noktayı göstermektedir: “Korunmaya

ve yardıma muhtaç çocuklar için sosyal vergiler konulmasına veya prim verilmesine ve

kendi imkânlarına göre çocuklar için bir sosyal sigorta gerçekleştirilmesine ve genel

olarak 18 yaşına kadar çocukların bütün hak ve menfaatlerinin korumaya yarar kanun,

tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasına ve bunları uygulayacak organların kurulmasına

668 Konanç, s. 569.75 669 Ferit H. Saymen, “Medeni Kanunumuzda Çocukların Ana Babalarına Karşı Korunmaları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943, s. 178-179. 670 Pınar Öztamur’a gerek ÇEK ve gerekse diğer devlet kurumlarının çocuk sorunlarına yaklaşımında farklılaşma erken bir dönemde 1940’lı yıllarda başlamıştır. Öztamur’a göre ÇEK 1920 ve 30’lu yıllarda nüfus artışı ve ona bağlı olarak sağlıklı doğum, bebek-çocuk bakım ve bu çocukların ulusun idealleri doğrultusunda yetişmesi söylemiyle hareket ederken, hizmete giren gündüz bakımevleri ve süt damlaları gibi kurumlar da bu doğrultuda hizmet vermektedir. Ancak 1940’lı yıllarla birlikte ‘sokaktaki serseri çocuklar’ sorunu hem ÇEK hem genel olarak bütün kamu kurumlarının ilgi alanına girmeye başlamıştır. Böylece çocuk sorunu sadece bir ‘nüfus artışı’ sorunu değil, bir çocuk koruması olarak da algılanmaya başlamıştır. Bkz. Pınar Öztamur, “Defining A Population: Women and Children in Early Repuplican Turkey, 1923-1950”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi University, Atatürk Institute for Modern Turkish History, 2004.) 671 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık Koruyucusu Türkiye Çocuk Esirmeme Kurumu, Ankara: Şilk Matbaası, 1964.

307

çalışmak.”672 1964 yılına geldiğinde ÇEK’un bütün illerde ve birçok ilçede idari

düzeyde örgütlendiği görülmektedir.673 Ancak Kurumun doğrudan hizmet verdiği

örgütleri; yatılı çocuk bakım hizmeti verilen yuvaları ve gündüzlü çocuk hizmeti verilen

gündüz bakımevleri bütün illerde bulunmamaktadır. Kurumun 1964 yılındaki yuvaları,

bulundukları iller ve kapasiteleri aşağıda verilmiştir.

Tablo 7: 1964 Yılında ÇEK’na Bağlı Yuvalar

İl Yatak Kapasitesi

Afyon 130

Ankara 600

Balıkesir 40

Biga 70

Bursa 300

Erzurum 60

Elazığ 60

Eyüp (İst.) 60

Gaziantep 125

K.Paşa (İst.) 50

Kırklareli 100

K.M.Paşa (İst.) 60

Malatya 65

Mersin 100

Rize 75

Sakarya 100

Sivas 55

Trabzon 50

Toplam 2100

Kaynak: Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık Koruyucusu Türkiye Çocuk

Esirmeme Kurumu, Ankara: Şilk Matbaası, 1964, s. 20-22.

672 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık Koruyucusu Türkiye Çocuk Esirmeme Kurumu, s. 18. 673 Kitapçıkta verilen bilgilere göre 1964 yılında ÇEK’nun 67 ilde merkezleri, 310 ilçede şubeleri ve 42 bucakta da kol örgütü bulunmaktadır. Bkz. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocukların 40 Yıllık Koruyucusu Türkiye Çocuk Esirmeme Kurumu, s. 42.

308

Çocukların yatılı bakıldığı yuvalar dışında sadece Ankara, İstanbul, İzmir ve

Eskişehir’de buluna gündüz bakımevleri ve Kurumun gelir kaynakları arasında bulunan

poliklinikleri de mevcuttur. Bu yıllarda yürürlükte olan 6973 sayılı KMÇ Kanunun

gereği ÇEK ‘çocuk koruma birlikleri’ kanalıyla valiliklerle işbirliği halinde çalışmakta

ve okul yaşına gelen çocuklarını MEB’na bağlı yetiştirme yurtlarına göndermektedir.

309

5 SONUÇ

Bu çalışma, modern devletin oluşum sürecinde devletin ‘toplumsal” olana ilgisi

ya da modernleşmesinin KMÇ ile ilgili boyutunun oluşmasını anlamaya yöneliktir.

Modern devletin özneleri olarak yurttaşların ‘sosyal hakları’ çerçevesinde

değerlendirilen KMÇ’ın devlet tarafından bakılma ve korunma haklarının gerçekleşmesi

aynı zamanda modern devletin ve modern toplumun da oluşması sürecidir. Dolayısıyla

yurttaşlık hakkı olarak sosyal haklar, modern devletin sosyal devlete dönüşmesi ve

çocukların kamusal korumanın öznesi olması aynı sürecin öğeleri olarak kabul edilerek

süreç incelenmiştir.

Tanzimat dönemi öncesi Osmanlı toplumunda korunmaya muhtaç çocuklara

kurumlarda bakılmamış, yörenin ileri gelenleri ve/kadılar aracılığıyla çocuklar uygun

bulunan kişi ya da ailelerin bakımına verilmiştir. Korunmaya muhtaç çocuklara dair ilk

kurumlara Tanzimat döneminde rastlanmaktadır. Böylece Osmanlı modernleşmesi ile

çocuk koruma pratiğinde kurumsallaşma arasında bir eş zamanlılık olduğu söylenebilir.

Bu kurumların ilki ise Tuna Valiliği döneminde Midhat Paşa tarafından oluşturulan

‘ıslahhaneler’ olduğu bilinmektedir. Çocuklara yönelik koruma faaliyetlerinde Tanzimat

dönemi ve özellikle II. Abdühamid döneminde görülen kamusal ilginin, II.

Meşrutiyet’le birlikte, dönemin iç ve dış sorunları nedeniyle devletin güçsüz düşmesinin

de etkisiyle, kesintiye uğradığı ve bu alanın daha çok sivil örgütlere terk edildiği

görülmektedir. Midhat Paşa’nın Tuna valiliği döneminde kurduğu ‘ıslahhaneler’ (1861)

Tanzimatla başlayan olağan modernleşme sürecinin çocuk koruma çalışmaları

çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu dönem çocuk koruma tarihi açısından ‘erken

dönem’ olarak tanımlanmıştır. Daha sonra II. Abdülhamid’in adıyla anılan Darülhayr-i

Ali ve Darülaceze örnekleriyle öne çıkan kurumsallaşma dönemi gelmektedir. II.

Abdülhamid dönemi kurumsallaşma çabaları hem modernleşme hem de savaşın tazyiki

ile sürdüğünden bu dönem farklı bir dönem olarak görülmelidir. Devletin çocukların

korunması çalışmalarında bürokratik anlamda merkezi kurumsallaşmaya gittiği ve sivil

toplum örgütlerini sosyal yardım ve çocuk koruma alanında teşvik ve kontrol ettiği II.

310

Meşrutiyet dönemini ise üçüncü dönem olarak tanımlamak mümkündür. Darüleytamlar

bu dönemin en önemli kurumlarıdır

II. Meşrutiyet dönemine denk düşen ve esas olarak ‘savaş yetimleri’ olarak özel

bir KMÇ grubu için kurulan Darüleytamları ve Kazım Karabekir’in çabalarını arızi bir

durum olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu iki çaba da savaş ve savaşın etkisinin

yavaş yavaş ortadan kalktığı 1920’li yılların başında itibaren sona erecek ve geleceğe bir

miras bırakmayacaktır. Ancak Cumhuriyet dönemi ile birlikte çocuk, yeni ulusun

inşasında önemli bir özne olduğundan çocukları korumaya yönelik çalışmalarda

çeşitlenme ve mevzuatta bir genişleme yaşanmıştır. Ayrıca II. Meşrutiyet’le başlayan

devlet ve toplum hizmetindeki sivil örgütler geleneği sürdürülerek, çocuk koruma

alanında çalışan dernekler devlet tarafından desteklendiğinden, bu alanda ‘filantropist’

örgütlenme daha belirgin olarak ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunun yanında çocuk

yoksulluğunun artması, okullaşmanın genişlemesine bağlı olarak daha çok görünör

olması ve sivil örgütlerin yetersiz kalması nedeniyle çeşitli kamu birimleri de doğrudan

sorumluluk almaya başladığından süreç içinde ve özellikle 1930’lı yıllarla birlikte

‘karma’ bir döneme girilmiştir.

Cumhuriyetin ilk dönemlerde çocuklara ilişkin sosyal refah politikasında temel

özgünlük, kamunun uzun yıllar boyunca alanda etkin yer almayarak, KMÇ’ın

korunmasını hayırseverlik, toplumsal yardımlaşma ve dayanışma alanına bırakmasıdır.

Cumhuriyet dönemine bakıldığında 1950’li yıllara kadar devletin KMÇ alanında

doğrudan sorumluluk üstlenmemesinin temel bir politika tercihi olarak şekillendiği

görülmektedir. Bu yıllarda kentleşme ve kentsel yoksullukta da bir ivme olduğu

görülmektedir. Dolayısıyla söz konusu dönemde artan sanayileşme, göç ve kentleşme

Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin birinci dalgası olarak da değerlendirilebilir.

Genel anlamda da Türkiye’de sosyal güvenlik, sosyal yardım ve sosyal hizmetlere

ilişkin düzenlemelerin bu süreçte başladığı bilinmektedir. Çocuklara ilişkin sorunlara

yönelik merkezi ilginin; mevzuat düzenlemelerinin, araştırmaların, kurumsallaşma ve

müdahalelerin yapıldığı dönemlere bakıldığında özellikle 1940’lı yıllarda belirgin bir

artış gözlenmektedir. Bu yıllar çocuklara ilişkin sorunların artık ciddi bir kamusal sorun

311

olarak da değerlendirildiği bir dönemdir. 1950’lere kadar çocuklar rejimin inşası için

eğitilecek öznelerdir; yani çocuklar kendi başına bir değer olmaktan ziyade ulusu

ilerletecek öznelerdir. Çocukları kamunun koruması gerektiği fikri esas olarak 1949

yılında çıkarılan ilk KMÇ Kanunu sonrasında somut olarak gelişmeye başlamıştır. Bu

bağlamda söz konusu dönem bir kırılma noktası olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü

Osmanlı modernleşmesi ile başlayan KMÇ’lara ilişkin kurumsallaşma ve kamusallaşma,

ortaya çıkan savaşlar ve sonuçlarına bağlı olarak II. Meşrutiyet dönemi ile kesintiye

uğramıştır. Bu dönemde başlayan ‘sosyal yardım’ın sivil kesime devri politikası,

Cumhuriyet rejimi tarafından da 1940’lı yılların sonuna kadar sürdürülmüştür. Bu

çerceveden bakıldığında KMÇ’lara ilişkin politikaların gelişim seyrinin ayrı bir

dönemleştirmeye tabi tutulması gerektiği açıktır.

Birinci dönem yani Osmanlıda Tanzimat reformları ile başlayan ve II.

Abdülhamid dönemine kadar süren dönemde KMÇ’a ilişkin çalışmalarda, genel

modernleşme ve merkezileşmeye paralel bir süreç gözlenmektedir. Özellikle 1860’lı

yıllarda Midhat Paşa’nın teşebbüsleri ile açılan ıslahhanelerin daha sonra diğer Osmanlı

şehirlerine de yayıldığı bilinmektedir. Ancak 1877 Osmanlı Rus Savaşı, ardından

Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve en son Kurtuluş Savaşı ile süren dönemin

toplumsal dokuda yarattığı büyük tahribat sonrası öncelikle İstanbul olmak üzere büyük

kentlerde ortaya çıkan savaş yetimi, serseri ve suça itilen çocuklar sorunun çözümüne

ilişkin çabalar dışında, devletin KMÇ alanından aşamalı bir şekilde çekilmeye başladığı

görülmektedir. II. Meşrutiyet’le şekillenen bu politika Cumhuriyet döneminde de devam

etmiştir. Erken Cumhuriyet döneminde korunmaya muhtaç çocuklara ilişkin politika,

sosyal alanın sivil örgütler kanalıyla ama devlet denetiminde yapılması şeklinde

şekillenmiştir. Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) bunun en önemli

örneğidir. Himaye-i Etfal, bir Osmanlı dönemi sivil girişimi olarak İstanbul’da 1917

yılında (kökeni 1908’e kadar gidiyor) kurulmasına rağmen, İstanbul’un işgali nedeniyle

kısa bir sürede kapanmıştır. Savaş koşullarının yarattığı çocuk sorunlarına yönelik

olarak Ankara yönetimi tarafından tekrar 1921 yılında ve bu kez Ankara’da kurularak

devreye sokulduğu görülmektedir. ‘İhyaen’ kurulduğu belirtilmesine rağmen, yeni

Himaye-i Etfal Cemiyeti geçmiştekinden bağımsız, modern bir sosyal hizmet kurumu

izlenimi yaratmaya çalışmıştır. Oysa Derneğin yayınları ve çalışmalarına bakıldığında

312

ulus için sağlıklı bir nüfus yaratma çabalarının başat politika olarak izlendiği

görülmektedir. Dolayısıyla II. Meşrutiyet sonrasından 1940’lı yılların sonuna kadar olan

dönem, çocuk koruma sisteminin sivil alana devredildiği yıllar olarak tek dönem içinde

ele alınabilir.

İkinci Dönem, yine bir savaş sonrası dönemi olan 1940’lı yıllarda başlamakta ve

günümüze kadar sürmektedir. Türkiye savaşa girmese de savaşın etkilerini yoksulluk,

kıtlık ve bunun sonucu olarak birçok çocuk ve kadın sorunu olarak yaşamıştır. Bu

dönemde sokakta çalışan, serseriliğe itilen, dilenmeye zorlanan çocuklara ilişkin

İstanbul merkezli araştırma ve kurumsal önlemler yeniden göze çarpmaktadır. Ayrıca

Avrupa’da görülen demokrasiye geçme, sosyal refah devleti örgütlenmesi ülkemizde de

etkisini göstermeye başlamış ve ilk korunmaya muhtaç çocuklar kanunu bu dönemde

1949 yılında çıkarılmıştır. 1961 yılında sosyal hizmetler okulunun kurulması ile

biçimsel olarak tamamlanan süreç, bu tarihten sonra ‘çocuk koruma’ modeli şeklinde

uygulanmaya başlanmıştır. İdari düzeyde ise Çocuk Esirgeme Kurumu ile Sağlık ve

Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın temel sorumlu olduğu

‘Çocukları Koruma Birlikleri’ 1983 yılına kadar karma bir yapıda yani devlet kurumları

ile sivil kurumlar birlikte devam etmiştir. Ancak bu dönemde sokakla ilişkili yani

dilenme ve serserilik, suça bulaşan çocuklara yönelik çalışmalarda, hedef kitlenin

bütününü kapsayacak oranda bir artış görülmemiştir. Bu husus 1960’lı yıllarda

düzenlenen iki sosyal hizmet sempozyumunda da sıklıkla dile getirilmiştir. Bu süreç

çalışmanın ilk bölümünde tanımlanan Batı merkezli çocuk koruma sistemi ile

karşılaştırıldığında, ard zamanlı bir takip etme süreci olarak belirtilebilir. Bu

dönemleştirmenin Batıda gözlemlediğimiz ve 20. yüzyılda ortaya çıkan, çocuk

korumasında genişleme, yatılı kurumdan uzaklaşma, çocukların ailesinin desteklenmesi

yoluyla korunması ve okul öncesi gündüz bakım hizmetlerinin yaygınlaştırılması ile

karakterize edilen ‘çocuk refahı’ dönemini içermediği görülmektedir. Ancak

1960’lardan sonra biçimsel olarak oluşturulan yapının ‘yönetsel yayılma’ göstermesi

yani sistemin ihtiyaç sahibi bütün nüfusu kapsayacak şekilde genişlemesi durumunda

‘çocuk refahı’ yaklaşımı gerçekleşme şansı bulacaktır.

313

Bu tezin temel argümanı olan Türkiye’de KMÇ’a ilişkin koruyucu sistemin geç

geliştiği ve kamusal alan içinde yeterince kurumsallaşamadığı Batı’da ortaya çıkan

çocuk koruma modeli ile karşılaştırdığımızda daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır.

Batı tarihinde 19. yy sonu ve 20. yy başında çocuk koruma sisteminin ortaya çıktığını ve

daha sonra da bu sistemin yerleşmesi ve gelişmesine paralel olarak, 20. yüzyılın

özellikle refah devleti ile başlayan ikinci yarısından itibaren bir ‘çocuk refahı’ sistemine

doğru ilerlediğini görüyoruz. Çocukların korunmasının temel argümanları olarak da 1)

çocukların çalışma hayatı içinde korunmasını düzenleyen düzenleyici yasaların çıkması

ve uygulanmasına ilişkin mekanizmalar, 2) Çocukların eğitim içinde çekilmesine ilişkin

çalışmalar, 3) Terkedilmiş ve kimsesiz konumundaki çocukların yatılı bakımı için

genişleyen kurumsallaşma 4) Aile içinde istismar edilen çocukların korunmasına ilişkin

sivil alandan yükselen ve daha sonra kamu gücüyle desteklenen önlemler ve en son

olarak da 5) daha önce hayırsever ya da filantropist çevreler tarafından yürütülen

çalışmaların bir profesyonel meslek ve uygulama olarak ‘sosyal hizmet’ mesleği ve

okullarının yaygınlaşması olarak tespit edilmiştir.

Bu gelişmelerin tümü Batı tarihinde “çocuk koruma’ sisteminin unsurları olarak

20. yüzyıl başında gelişimlerini tamamlarken, Türkiye’deki bu unsurların hemen hemen

tümü çok daha sonrası ortaya çıkmıştır. Öncelikle sanayi merkezli bir çocuk emeği

sorunu olmadığı için Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde çocuk işçiliğine ilişkin

‘toplumsal’ bir sorun görülmemektedir. Ancak buna rağmen 1930 tarihli Umumi

Hıfzıssıhha Kanunu’nu ve 1936 tarihli İş Kanunu çocuk çalıştırmaya dair düzenlemeler

getirmiştir; fakat yoksul ve/veya kimsesiz çocukların bakım amacıyla besleme, ahretlik,

evlatlık gibi çeşitli adlar altında başka ailelere verilmesi Osmanlı ve Cumhuriyet

döneminin büyük bir kesiminde varlığını sürdürmüştür

Çocukların eğitim sürecine katılması ya da okullaşma ise Batı ile hemen hemen

aynı tarihte başlamış olmakla birlikte; bu alanda temel sorun okullaşma oranındaki

yetersizlik; okul ve öğretmen olmayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet

dönemi okullaşma konusunda bir ‘ilköğretim’ dönemi olarak isimlendirilmeyi hak

edecek düzeyde okullaşmaya önem vermekle birlikte 1960’lara kadar okula gidemeyen

çocuk oranı hala çok yüksektir.

314

Özel olarak korunması gereken ya da KMÇ için kurum açılması geleneği ise Batı

tarihi ile karşılaştırıldığında oldukça geç sayılacak bir dönemde 1860’lı yılların başında

başlamıştır. Midhat Paşa’nın açtığı “sanayi mektepleri’nin tam olarak bir ‘yetimhane’

olmadığı, yatılı bir ‘sanat okulu’ olduğu görülmektedir. Osmanlı döneminde çocuklara

yönelik yoğun kurumsallaşmaya ise ancak 1. Dünya Savaşı döneminde rastlamaktayız.

Bu dönem açılan Darüleytamların temel amacı ise esas olarak savaş nedeniyle ortada

kalan savaş yetimlerinin barındırılmasıdır. Savaş sonrasında bu kurumlar kapatılmıştır.

KMÇ’a ilişkin kamunun kurumsal hizmet vermesi ancak 1949 yılında çıkan ilk KMÇ

Kanunu sonrası 1950 yılında MEB tarafından açılan yetiştirme yurtları ile başlamıştır.

1950 yılına kadar düzenli kurumsal bakım hizmeti sadece ÇEK tarafından ve esas olarak

0–7 yaş grubu çocuklara verilmektedir. 1950 sonrası kurumsal hizmetler başlamış

olmakla birlikte, toplam KMÇ nüfus karşısında yetersizlikleri sürekli tartışılan bir konu

olarak günümüze kadar gelmiştir.

Batı’daki çocuk koruma sisteminin dördüncü unsuru olan ev içinde çocuk

istismarına karşı önlem alınmasında ilk istek ve çabaların sivil toplum örgütlerinden

geldiği; 19. yüzyıl sonuna doğru alanda çalışan Çocuklara Karşı Zulmü Önleme

Derneklerinin çabaları sonucu önce yasalar çıktığı ve ardından çalışma yürüten

derneklerin kurulduğu görülmektedir. Türkiye’deki süreçte ise çocukların korunmasına

ilişkin sivil örgütlerin, devletten bağımsız olması niteliği tartışmalı görünmektedir.

Çocukların ev içi ihmal ve istismardan korunmasına ilişkin ilk düzenleme olan 1926

tarihli Türk Medeni Kanunu ise herhangi bir toplumsal mücadele ya da taleple

gelmediği bilinmektedir. Bu düzenlemenin yani Türk Medeni Kanunu’nun çocuklara

karşı kötü davranan velilere karşı kullanmasına ise ancak 1962 yılında, sürekli hırsızlık

yapan bir çocuğun velayetinin anne babasından alınmasında uygulandığı görülmektedir.

Ancak bu maddenin daha sonra da çok sık olarak kullanıldığına dair elimizde bilgi

yoktur.

Sosyal hizmet mesleği 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan kentsel

yoksulluk şartlarında ortaya çıkan kadın ve çocuk sorunlarına karşı sivil örgütlerin

(hayırsever ve filantropist) gönüllü çalışmaları içinde şekillenmiştir. Özellikle çocuk

315

istismarlarına yönelik çalışmaların artması; ev ziyareti ve aile görüşmelerinin artması ve

süreklileşmesine bağlı olarak, sürekli çalışacak ve yoksulluk, toplumsal yapı ve insanın

bireysel gelişim özellikleri hakkında bilimsel bilgi sahibi kişilere olan ihtiyaç sonucu

‘sosyal hizmet’ mesleği gelişmiştir. Başlangıçta bu alanda açılan kursların yetersizliği

okullaşmanın ortaya çıkmasını zorlamıştır ve 20. yüzyılın ilk yarısında bütün Batı

dünyasında sosyal hizmet okulları kurulmuştur. Daha sonra da azgelişmiş ülkelere

yayılmıştır. Türkiye’deki gelişime bakıldığında ise, bu mesleğin varlığından haberdar,

bu meslek elemanlarının gerekliliğine inanan istisnai seslere rastlanmakla birlikte,

sosyal hizmet okulu 1950’li yıllarda Türkiye’de bulunan Birleşmiş Milletler

uzmanlarının çalışmaları sonucu kurulmuştur. Ancak 1961 yılında açılan ve ilk

mezununu 1965 yılında veren Sosyal Hizmetler Akademisi uzun yıllar bu alandaki tek

okul olarak kalmış ve ihtiyacın çok altında mezun vermiştir. Kamunun genel olarak

sosyal hizmet alanı ve özel olarak çocukların korunmasında yeterli örgütlenmeye

gitmemesi nedeniyle, soysa hizmet uzmanı talebi de tabandan gelen bir talebe

dönüşmemiştir. Ayrıca başta ÇEK olmak üzere çocuk koruma alanında çalışan diğer

sivil örgütlerin de ciddi bir gelenek yaratmadığı; bu alanda profesyonel eleman

yetiştirmediği gibi, bu meslek elemanlarının yetiştirilmesi için kamu nezdinde baskı

unsuru da olmadıkları görülmektedir.

Batı modernleşmesinin gelişmesinde en önemli sosyal boyut Foucault’nun

‘yönetimsellik’ (governmentality) olarak tanımladığı yeni ‘yönetim aklı’nın topluma

sosyal kurumlar kanalıyla nüfuz etmesidir. Modernite, T.H Marshall’ın açıklamasında

görüldüğü gibi, toplumların oluşumunda geç ortaya çıkmakla birlikte, ancak sosyal

alanı dönüştürecek mekanizmayı kurduğunda yani ‘yönetimsellik’ yönünde değiştiğinde

tam bir modernleşmeye dönüşmektedir. Burada toplumun yaratıcı kapasitesinin ortaya

çıkarılması anlamında ‘nüfusun işlenmesi’ ve bu yönde kurumlar ve mesleklerin ortaya

çıkmasıyla modernite aileyi de denetim altına alırken, bir yandan da sosyal alanda

güçsüz olan lehine müdahale eden bir yapıya dönüşmektedir. Dolayısıyla çocuk ve

kadınların korunması, yoksullara yönelik sosyal yardım ve sosyal hizmetin ‘kamusal’

bir nitelik kazanmasıyla devletin modernleşme potansiyeli de artmaktadır. Böylece

modern devlet bir yandan disipline eden, kontrol eden bir organa, diğer yandan da

toplumun zayıf kesimlerine sosyal refah sağlayan bir yapıya doğru eş zamanlı olarak

316

evrim göstermiştir. Batı modernitesinde çocukların korunması merkezli incelediğimiz

süreç büyük oranda bu ‘hikâyeyi’ anlatmaktadır. Türkiye’deki süreç ise önemli ölçüde

farklılıklar göstermektedir. Örneğin Türkiye’deki çocuk koruma sisteminin gelişimi

içinde ‘nüfus’ sorunu Foucault’nun sözünü ettiği gelişmeye paralel gelişmemektedir. II.

Meşrutiyet’le birlikte başlayan ve Cumhuriyet’le hızlanan ‘pronatalist’ politikalar,

mevcut nüfusun üretici kapasitesinin arttırılması, nüfusun sağlıklı koşullarda

yetişmesinden ziyade doğrudan nüfusun ‘artması’ gibi siyasi kaygılarla yapılmaktadır.

Ciddi bir nüfus kaybı üzerine kurulmuş Cumhuriyetin yeniden hızlı bir şekilde eski

nüfusunu kazanmak istemesi bu çalışmalarda temel kaygı olduğu görülmektedir. Bu

nedenle nüfusun artmasına yönelik çalışmalarda çocukların aile içinde korunmasına

yönelik önlemlere de rastlanmamaktadır. Hatta çocukları aile içinde koruma imkânını

tanıyan 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu’nun ilgili hükümleri ancak 1960’lı yıllarda,

yani nüfus artış politikasının sona erdiği dönemde uygulanmaya başlanacaktır.

Cumhuriyetin başından itibaren görülen ‘nüfus’ ve ‘çocuğa’ ilginin temelinde bu nüfus

kaybının telafisi kaygısı yatmaktadır. Bu durum Türk modernleşmesinin sosyal alandaki

önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci önemli husus, Türk

modernleşmesinin ‘bilgi’ sahibi olma ve ‘pilot uygulama’ düzeyinde Batı dünyası ile

nerdeyse eş zamanlı bir düzeyde olmasıdır. Ancak toplumun geniş kesimlerine nüfuz

etmesi, her zaman uzun süre almıştır. Modernleşme devlet merkezli olduğu, devlet

bekasının korunması esas alındığı için ‘sosyal alan’ görece azgelişmiştir. Bu olgu

ÇEK’nun oluşmasında da karşımıza çıkmaktadır. ÇEK tamamen resmi kişilikler

tarafından oluşturulan yarı-sivil nitelikte bir kurum olarak, Batı tarihinde görülen ve

başlangıçta devletten bağımsız çalışan sivil örgütlerden (Çocuklara Karşı Yapılan

Zulmü Önleme Derneği gibi) farklıdır. Batıdaki dernekler devletten bağımsız olarak

doğrudan çalışma yapıp devlet bu alanda yasal düzenleme yapmaya zorlarken,

Türkiye’de bu alanda en büyük örgüt olarak karşımıza çıkan ÇEK büyük oranda bir

‘resmi’ nitelikli örgüttür. Bu nedenle ÇEK devletin nüfus politikasına parale olarak

1940’lara kadara nüfus artışına yönelik hizmetler üretirken, 1940’lardan sonra yine

devletin tespitleri doğrultusunda görünür alanda ortaya çıkan ‘sokak çocukları’

sorununa ağırlık vermeye başlamıştır.

317

1949 yılında çıkan ilk KMÇ Kanunu ile artık geri dönülmez bir sürece girilmiş;

çocukların korunması alanı özgün bir mevzuat ile tanımlanmış, kamuoyunda ve

kamunun kendisinde yeni bir dil-söylem oluşmuştur. 1945 yılında CHP Parti Grubunun

‘kimsesiz ve yoksul çocuklar’ hakkında hazırladığı raporla başlayan yasalaşma süreci,

1947 yılında bir kanun teklifi olarak TBMM’ne sunulmuş, iki yıllık komisyon

görüşmeleri sonunda da 1949 yılında Cumhuriyet döneminin ilk özgün çocuk koruma

kanunu yasalaşarak yürürlüğe girmiştir.

Türkiye’deki çocuk koruma sisteminde temel unsurlar, Batıdaki çocuk koruma

sisteminin oluşmasında da görüldüğü gibi, kamu sorumluluğunun ortaya çıkması, alanın

kurumsallaşması, mesleki bilgi ve tekniklerin uygulamaya girmesiyle başlamıştır.

1950’li yıllardan itibaren artık KMÇ söylemi her yerde baskın bir dildir. Ancak

kavramın içeriği hâlâ temel olarak özel bir çocuk grubuna, ‘kimsesiz’ çocuklara

gönderme yapmaktadır. Bu tarihten itibaren ise yasal düzenleme eksikliği değil

yasaların uygulanmaması ya da uygulamadaki yetersizlikler tartışılmaktadır.

1959 yılında çıkan Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kanunu ve ardından 1961 yılında

eğitime başlayan ilk sosyal hizmet okulu olan Sosyal Hizmetler Akademisi çocuk

koruma sisteminin şekillenmesinde diğer önemli bir aşamadır. Genel olarak Batı

tarihinde geç ortaya çıkan profesyonel ‘sosyal hizmet mesleği’, Türkiye’de de çocuk

koruma sisteminin oluşma sürecinin sonunda, yani 1960’larda ortaya çıkmıştır. Ayrıca

1961 yılında SSYB bünyesinde kurulan Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü, KMÇ’a

yönelik kurumsal hizmetler, okullaşma, yayınların artması gibi birçok alanda önemli

katkılar sunmuştur. Bu kurumsallaşmayla birlikte 1960’lara gelindiğinde çocuk koruma

sistemi temel öğelerinin biçimsel olarak tamamlandığı söylenebilir. Ancak toplumun

sosyolojik dönüşümü; kentleşme, kentsel yoksulluk, halktan gelen hizmet talebi

karşısında devletin sosyal alanda kurumsallaşması ya da bürokratik yönetsel

yayılmadaki yetersizlik hâlâ ciddi bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu çercevede

değerlendirildiğinde, 1960’lara gelindiğinde kamunun yaygın ve çeşitlenmiş çocuk

sorununa yaklaşımının ancak ‘çocukların korunması’ yaklaşımına gelebildiği

görülmektedir. Bütün çocukların eğitime dâhil edilmesi, bütün KMÇ’lerin koruma

şemsiyesine dâhil edilmesi ve bütün koruyucu yasaların gerektirdiği kurumsallaşma

318

yani ‘çocuk refahı’ gerçekleştirilmediğinden, genel refah yaklaşımı da esasen ‘tortusal’

refah yaklaşımı olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle genel olarak sosyal alanda ve

özel olarak KMÇ alanının hâlâ yetersiz bir örgütlenme içinde olduğu ya da

modernleşmenin bütün KMÇ’ı koruyacak çapta gerçekleşmediği söylenebilir. Bu

anlamda toplum hâlâ çocukları koruyacak kamusal bir yapı ortaya çıkaramadığı için

toplum hâlâ tam ‘toplum’ değildir.

Türkiye’deki geleneksel çocuk koruma yönteminin ‘besleme’ yöntemi olduğu

bilinmektedir. Ayrıca Osmanlı’dan beri yaygın olan bu sistem ‘koruyucu aile’ olarak

tanımlanmış olmakla birlikte; 1960’lı yıllarda başlayan profesyonel koruyucu aile

sisteminin toplum tarafından yeterince benimsenmediği görülmektedir. Profesyonel

koruycu ailede, korunmak üzere bir aileye verilen çocuk kamu ve ailesi adına görevli

meslek elemanı tarafından sürekli korunmakta ve koruyucu aile denetlenmektedir. Bu

durumun, yani koruyucu ailenin kamu tarafından denetlenmesinin, ‘besleme’ çocuklar

olgusunun yaygınlığına karşın koruyucu aile sisteminin yeterince gelişmemesinde bir

faktör olduğunu düşündürmektedir. Ancak koruyucu ailenin Türk toplum yapısına

uygun olmadığını düşünenler vardır. Buna rağmen devlet 1960’lı yıllardan beri

koruyucu aile sisteminin yaygınlaşması için çaba sarftemektedir, ancak istenen sonuçlar

alınamamaktadır. Bu nedenle haklarında korunma kararı alınan çocuklar esas olarak

yatılı sosyal hizmet kurumlarında yani çocuk yuvası ve yetiştirme yurtlarında

bakılmaktadır. Dolayısıyla Batıda eleştirilen ve terk edilen yatılı kurumlarda bakım

modeli Türkiye’de 1950’li yıllardan itibaren henüz gelişim devresindedir.

Türkiye’deki çocuk koruma çabaları, KMÇ kavramının yaygın kullanımına

rağmen esas olarak ‘sokaktaki çocuklar’, ‘suça karışan çocuklar’ veya aileleri tarafından

devlet korunmasına verilmek istenen çocuklar üzerinden yapılmaktadır. Devlet aktif

olarak önleyici hizmetlere henüz yeterince girişmemektedir. Bu sistemin tamamlanması

için çocuk koruma faaliyetlerinde görev alacak sosyal mesleklerin daha yaygın olarak

alana kazandırılması gerekmektedir. Çocukların aile içinde korunması için gerekli asıl

mesleklerden biri olarak ‘sosyal hizmet’ ise ancak 1965 yılından itibaren ortaya

çıkmaya başlamıştır.

319

Sonuç olarak Cumhuriyet dönemi KMÇ politikasının oluşumuna Batı tarihiyle

karşılaştırmalı olarak bakıldığında, 1960’lara kadar biçimsel olarak tamamlanan süreç

Batı tarihinde 20. yüzyıl başında birçok ülkede tamamlanan ‘çocuk koruma’

yaklaşımıdır; Batı tarihinde özellikle refah devletinin yaygınlaşması ile başlayan ‘çocuk

refahı’ dönemine geçmeye yönelik çabalar ise hala devam etmektedir. Türkiye’de çocuk

koruma sisteminin çocuk refahına dönüşmemesinin altında sosyal kurum geleneğinin

olmamasıdır. Bu geleneğin ortaya çıkması ve toplumun en örgütsüz kesimi olan

korunmaya muhtaç kesimlerin korunması, Batı tarihinde görülen sivil çocuk hakları

hareketinin güçlenmesi, devletin bu alanda daha çok hizmet sunması ve koruyucu

önleyici önlemler alması şartına bağlıdır.

320

EKLER:

Ek 1: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1949)

(Kabul tarihi: 23 Mayıs 1949–Kanun No: 5387)

Madde 1: Beden, ruh, ahlak gelişmeleri tehlikede olup ana ve babasız, ana ve babası

belli olmayan ve Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre haklarında korunma tedbirleri

alınmasında zaruret görülen çocukların mahkeme kararı ile ve reşit oluncaya kadar bu

kanunla belli edilen şartlar içinde bakılma ve yetiştirilerek meslek sahibi edilmeleri köy

ihtiyar heyetleri, mahalli belediyeler, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ve Milli

Eğitim Bakanlığınca sağlanır.

Madde 2: Herhangi bir yerde, evvelki maddede yazılı vasıflarda bir çocuğun

bulunduğu zabıta, devlet veya belediye memurları ve muhtarlar tarafından öğrenilince,

mahallin en büyük milli eğitim memurlarına haber verilir. Milli eğitim memuru çocuğun

durumuna göre gerekli tedbirleri aldırmakla beraber keyfiyeti derhal mahkemeye

bildirir. Mahkemece; çocuğun durumu, hangi şahıs, aile ve müesseseye evdi edileceği,

mevcut emvali varsa kimin tarafından idare edileceği tayin edilir.

Madde 3: İkinci madde hükmüne göre mahkemece, bir çocuk köyde bir şahıs, bir aile

veya bir müesseseye verilirse o çocuğun bakımına, korunmasına, iş ve güç sahibi

edilmesine, köy muhtar ve ihtiyar heyeti nezaret eder. Bu çocukların bakımına yardım

olmak üzere verilecek ücretler köyün bütçesi dairesinde ayni veya nakdi gelirlerinden ve

bu kanunun maksadına uygun olacak bağış ve tesislerden verilir. Bu suretle bir yere

verilen çocukların malları varsa veya ana ve babaları olupta yardım edecek kudrette

iseler, çocukların bakımlarına iştirak ve katılma miktarları, Türk Medeni Kanunu

hükümleri dairesinde mahkemece tayin edilir.

Madde 4: Belediyesi bulunan yerlerde bu gibi 3’üncü maddedeki şekilde bakım ve

korunması ve iş güç sahibi edinmeleri belediyeler tarafından yapılır. Aynı il içerisinde

bulunan belediyeler re’sen veya birleşerek çocuk bakım ve yetiştirmesi sağlayacak

müesseseler kurabilirler

321

Belediye bütçelerinin bu maksat için açılacak bölümüne bütçe genel yekûnunun

yüzde biri nispetinde bir ödenek konur. Bu kanunun gayesine uygun bağışlar buna

eklenir bütçede bu maksat için ayrılan ödenek yılı içinde başka bölüme aktarılamaz.

Madde 5: Mahallen bakım ve korunmasını köylü takatinin karşılayamadığı çocuklara

yardım olmak üzere her yıl özel idare bütçelerinin yüzde yarımı nispetinde bir ödenek

ayrılır.

Madde 6: Köy, belediye ve özel idarece ayrılan ödeneğin çocukların masraflarını

karşılayamadığı hallerde öğretim çağına kadar olan çocuklar için Sağlık ve Sosyal

Yardım Bakanlığı, daha yukarı yaşlar içinde bu kanunun tatbiki için konulan ödenekten

imkan nispetinde köylere ve belediyelere para yardımında bulunurlar.

Madde 7: Köylerde kasaba ve şehirlerde mahallen bakılması mümkün olmayan

çocuklardan öğretim çağına kadar olanlar Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın

kuracağı çocuk ve bakım yurtlarına ve daha yukarı yaşlardakilerde Milli Eğitim

Bakanlığı’nın kuracağı müesseselere alınırlar.

Madde 8: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı birinci maddesinde yazlı olan

çocuklardan öğretim çağında olanların bakım ve korunmasını sağlamak üzere(çocuk

bakım yurtları) kurar. Burada öğretim çağına gelen çocuklar Milli Eğitim Bakanlığı

müesseselerine devrolunurlar.

Milli Eğitim Bakanlığı ilk öğretim çağına girenlerin bakım, ve korunma ve

eğitimi ile uğraşmak üzere (yetiştirme yurtları) kurar bu çocukların ilk öğretimi yurdun

içindeki veya civardaki ilk okullarda yapılır.

Madde 9: Yetiştirme yurtları ilköğretimi bitiren çocukların değişik mesleklere

girmesini sağlayacak tedbirleri alırlar.

İlköğretim çağını aştığı halde bunu görmemiş olarak teslim edilen çocukların

eğitimi, öğretimi ve meslek sahibi olmaları için gerekli tedbirler Milli Eğitim

Bakanlığı’nca alınır.

Bunun için Milli Eğitim Bakanlığı, ihtiyaç görülen yerlerde döner sermayeli

işyerleri ve atelyeler kurabilir, gerekli döner sermayeler her yıl Milli Eğitim Bakanlığı

bütçesine konur.

Madde 10: Yetiştirme yurtları, mümkün olduğu kadar, çocukların ileride iş

bulabilecekleri bölgelerde kurulur.

322

Madde 11: Yetiştirme yurtlarında ilköğretimini bitiren çocuklardan kabiliyet

gösterenler, daha ileri tahsil yapmak üzere imtihan ile parasız yatılı okullara

alınabilirler, diğerleri bilhassa ilerde bağımsız olarak çalışmalarını sağlayacak

meslekleri öğrenebilecekleri özel iş ve meslek sahipleri yanına, devlet fabrika ve tarım

kurumlarına özel fabrika ve işyerlerine çırak olarak verilirler.

Madde 12: Devlet, kurumları hizmetlerine aldığı çocukları beslemek, giydirmek ve

barındırmakla mükelleftirler. Özel iş sahiplerinden bu hususları temin edenler tercih

olunur.

Madde 13: Çırak olarak alınan çocukların işverenler tarafından barındırılması,

benlenmesi, giydirilmesi mümkün olmadığı hallerde bu hususlar çocukların kendi

yetiştirme yurtlarınca sağlanır.

Madde 14: Çırak olarak işyerlerine verilen ve yetiştirme yurdunda bakılan çocuklarda

ücret mukabili çalıştırılanların yurt masrafları Milli Eğitim Bakanlığı’nca tensip

edilecek nispetlerde kazançlarından çıkarılır çocuğun harçlığı da ayrıldıktan sonra

artarsa geri kalan kısım Milli bankalardan birisine bir ay zarfında yatırılır.

Çocuğun ücretinin başlama zamanı ve miktarı yurt idaresiyle iş veren arasında

mahalli örf ve rayice göre tespit olur. Çocuğun harçlığı da yurt idaresi tarafından

belirtilir

Madde 15: Köylerde veya çiftçiler yanında ayni ücretler mukabili çalıştırılan çocuklara

verilen mallardan paraya tahvil edilebilen bankaya yatırılır. Satılamayanlar köy ihtiyar

heyetleri tarafından kıymetlendirilerek çocuk adına saklanır.

Madde 16: Çocuklar adına biriken para ve mallar reşit olduğu zaman çocuğa aynen

verilir

Türk Medeni Kanununun 398 inci maddesi hükmü bu çocuklar hakkında

uygulanamaz.

Madde 17: Kendilerine güvenilebilen aile veya özel kişiler bakanlıklarca açılan

müesseselerdeki çocukları Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre evlat edinme veya

bakmak üzere isterse verilebilirler. İcabında bu çocuklar ücret mukabili bakılmak üzere

kendilerine güvenilebilen kimseler yanına da verilebilirler.

Madde 18: Bakılmak üzere aile ve özel kişiler verilen, çalıştırılan çocukların reşit

oluncaya kadar durumları, bu kanun kendilerine yüklettiği görev hututları içinde Sağlık

ve Sosyal Yardım ve Milli Eğitim Bakanlıklarınca takip ve murakabe edilir.

323

Madde 19: Bu çocuklardan durumları özel bir eğitim usulünü icap ettirenler için Milli

Eğitim Bakanlığı’nca gerekli müesseseler kurulur. Buraya gönderilen çocuklar

müessesece kabul edilmeden evvel bir müşahede devresi geçirirler.

Madde 20: 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 158, 159 ve 160’ıncı maddeleri

çevresine giren bütün müesseseler Milli Eğitim Bakanlığı tarafından da denetlenir.

Eğitim bakımından görülecek kusurlar eğitim memurlarının yazılı ihtarıyla bir ay

zarfında düzeltilir. Bu düzeltmeyi yapmayanların yanlarında çocukların

bulundurulmasına müsaade edilmez ve müesseseleri kapatılır.

Madde 21: Yetiştirme yurdunda bulunan çocuklar yurttan kaçacak olurlarsa, zabıta

vasıtasıyla bulunarak geri getirilirler.

İş yerleriyle özel kişiler yanında barındırılan, çalıştırılan çocuklarda bağlı

oldukları yetiştirme yurdunun müsadesi olmadıkça yerlerini terk edemezler.

Yurtlar veya iş sahipleri yanında korunmakta ve yetiştirilmekte olan çocuklara

karşı, Türk Ceza Kanununun 182’inci maddesinde yazılı fiilleri işleyenler hakkında bu

maddede yazılı cezalar verilir.

Madde 22: Her iki bakanlıkça çocukların korunma ve yetiştirilmesi için gerekli

ödeneklerin kaynakları şunlardır:

A)Milli Eğitim ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıkları bütçesinden her yıl

ayrılacak ödenek;

B)Özel ve tüzel kişiler tarafından müesseselere yapılacak ayni veya nakdi

bağışlar ve tesisler;

C)Yurtlar tarafından veya bunlar yararına verilecek müsamere gelirleri.

Bu müsamere gelirleri ve her türlü bağışlar vergi ve resimlerden muaftır.

Madde 23: İş yerlerinde çalıştırılan çocuğun ücretinden bankaya yatırılması gereken

miktarı zamanında Milli bankalardan birine yatırmayanlardan bu paralar tahsil edilir ve

ayrıca 50 liradan aşağı olmamak üzere ağır para cezasına çarptırılırlar.

Ücret olarak aynen verilen malları korumayanlar veya bunların intifa hakkından

çocuğu mahkum edenlerde birikmiş para veya malını reşit olduğu zaman çocuğa teslim

etmeyenlere aynı ceza tatbik olunur.

Madde 24: Ücretle çalıştırılan çocukların ölümü halinde kanuni mirasçıları yoksa

birikmiş olan paraları bağlı oldukları yetiştirme yurduna intikal eder.

324

Madde 25: Bu kanunun yürütülmesi hususunda Milli Eğitim ve Sağlık ve Sosyal

Yardım Bakanlıkları işbirliği yaparlar.

Belediyelerce kurulacak müesseselerde bu kanun hükümlerini ve Milli Eğitim ve

Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıklarınca tanzim edilen yönetmelik hükümlerine göre

çalışırlar.

Madde 26: Hayır dernekleri; köy ihtiyar heyetleri ve belediyeler, Sağlık ve Sosyal

Yardım ve Milli Eğitim Bakanlıklarıyla işbirliği ederler.

Kâfi miktarda parası bulunan hayır dernekleri müesseselerine yerleştirilen

çocukların bakım ücretleri; köy ihtiyar heyetleri, belediyeler veya bakanlıklarca ihtiyaç

görüldüğü nispette ödenir.

Madde 27: Bakanlıklar, bu kanunla kendilerine verilen görevlere ihtiyacın en çok

duyulduğu yerlerden başlayacaklardır.

Madde 28: Bakanlıklar ve belediyeler tarafından kurulacak anaokullarına, istekli ana ve

babalı çocuklarda ücret karşılığında alınabilirler.

Madde 29: Bu kanun ve yönetmeliğin tatbikatını incelemek ve daha iyi olmasını

sağlayacak tedbirleri tespit etmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı’nda yılda bir defa

toplanmak ve en çok bir hafta sürmek üzere bir (Çocuk Koruma Genel Danışma Kurulu)

teşkil olunur.

Bu kurul üyeleri şunlardır:

1-Milli Talim ve Terbiye Dairesi’nden bir üye;

2-İlköğretim Genel Müdürü;

3-Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı Danışma Kurulu’ndan bir üye;

4-Milli Eğitim, Sağlık ve Sosyal Yardım, Adalet, İçişleri ve Çalışma Bakanlıkları

temsilcileri;

5-Milli Eğitim Bakanlığı’nın tespit edeceği dört vali;

6-Milli Eğitim Bakanlığı’nın tespit edeceği dört belediye başkanı;

7-Milli Eğitim Bakanlığı’nın tespit edeceği 4 köy muhtarı.

8-Esas amacı çocuğa yardım olan hayır derneklerinin ve Kızılay’ın bir üyesi;

9-Açılmış yurtlardan bir müdür bir öğretmen ve bir hekim;

10-İki il milli eğitim müdürü ;

325

11-Üniversite veya yüksek tahsil müesseselerinden bir pedagog, bir çocuk hastalıkları

mütehassısı ve bir ruh hastalıkları mütehassısı;

12- Büyük iş müesseseleri sahiplerinden iki kişi;

13-Bir hayır kurumuna bağlı olmadan önemli bir bağışta bulunan veya tesis kuran iki

vatandaş.

Bu kurul Milli Eğitim Bakanı’nın başkanlığında toplanır.

Madde 30: 29’uncu maddedeki kurula Ankara dışından gelen üyelerin kanuni

harcırahları Milli Eğitim bakanlığı bütçesinden ödenir.

Uhdelerinde resmi bir vazife bulunmayanların harcırahlarının hesabında beşinci derece

aylık aslı esastır.

Madde 31: 29’uncu maddedeki amaçları sağlamak üzere il merkezlerinde ve ilçelerde

yılda üç defa toplanacak bir (il veya ilçe çocuk koruma kurulu) teşkil olunur. Bu

kurulun üyeleri şunlardır:

1-vali veya kaymakam;

2-belediye başkan;

3-bir belediye meclisi üyesi;

4-bir umumi meclis üyesi;

5-Milli eğitim ve Sağlık ve Sosyal Yardım müdürleri veya memurları ve hükümet

tabipleri;

6-iki öğretmen

7-iki iş sahibi

8-iki muhtar ;

9-esas amacı çocuk korunması olan hayır dernekleri temsilcileri;

10-bir hayır kurumuna bağlı olmadan önemli bağışta bulunan veya tesis kuran iki

vatandaş.

Bu kurul vali veya kaymamın başkanlığında toplanır.

Geçici madde: 1949 yılı bütçesinin sağlık ve sosyal yardım bakanlığı kısmının 701’inci

(kimsesiz ve metruk çocuklar genel giderleri) bölümündeki ödenekten sağlık ve sosyal

yardım ve milli eğitim bakanlıklarının teklifi üzerine gereken miktarını Milli Eğitim

Bakanlığı bütçesinde (Korunmaya Muhtaç Çocuklar Genel Giderleri) adı ile yeniden

açılacak bir bölüme aktarmaya maliye bakanı yetkilidir.

Madde 32: Bu kanun yayımı tarihinde yürürlüğe girer

326

Madde 33: Bu kanunu sağlık ve sosyal yardım milli eğitim İç İşleri ve Maliye

Bakanları yürütür.

327

Ek 2: Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkında Kanun (1957)

(Kabul Tarihi: 15.05.1957- Kanun No: 6972)

Madde 1: Beden, ruh ve ahlak gelişmeleri tehlikede olup;

a)Ana ve babasız

b)Ana ve babası belli olmayan

c)Ana ve babası tarafından terk edilen,

d)Ana ve babası tarafından ihmal edilip fuhuşa, dilenciliğe, alkollü içkileri, uyuşturucu

maddeleri kullanmaya ve serseriliği sürüklenmek tehlikesine maruz bulunan,

Çocuklara, (korunmaya muhtaç çocuklar) denir.

Yukarıda yazılı çocukların reşit oluncaya kadar bu kanun hükümlerine göre

kurulan müesseselerde bakılıp yetiştirilmeleri ve meslek sahibi edilmeleri hususunda

bulundukları mahallin sulh hukuk mahkemelerince gerekli tedbir kararları ittihaz olunur.

Madde 2: Birinci maddede yazılı vasıfları haiz bir çocuğun bulunduğunu zabıta, devlet

ve belediye memurları veya muhtarlar öğrendikleri takdir de keyfiyeti mahallin en

büyük mülkiye amirine haber vermeye mecburdurlar.

Mülkiye amiri bu çocuklardan haklarında derhal korunma tedbiri alınmasında

zaruret görülenleri; mahkeme kararı alınıncaya kadar bu kanuna göre kurulmuş

müesseselerden veya mevcut hayır müesseselerinden birine, bulunmadığı takdirde,

münasip görülecek bir aile nezdine masrafları birlik tarafından karşılanmak üzere

yerleştirilir.

Müstacel olmayan hallerde mülkiye amiri, çocuk hakkında tanzim edilmiş olan

evrakı lüzumlu karar verilmek üzere mahalli sulh hukuk mahkemesine tevdi eder.

Çocuğun anası, babası veya bunlardan birisi mevcut ise keyfiyeti, onlara da bildirilir.

Madde 3: Mahkeme, evrakı gönderilen çocuklardan korunması icap edenlerin

durumlarını göz önünde bulundurarak hangi şahıs aile veya müesseseye tevdi edilmeleri

gerektiği hususunda icabeden tedbir kararını ittihaz eder.

Haklarında tedbir kararı verilmiş bulunan çocukların emvali mevcutsa, kimin

tarafından idare edileceği, ana ve babaları veya bunlardan birisi sağ olup da yardım

328

edecek kudrette iseler, çocukların bakımlarına iştirak miktarı Türk Medeni anunu

hükümleri dairesinde, mahkemece tayin olunur.

Birinci fıkraya göre alınan korunma tedbirleri, lüzum görüldüğü takdirde

alakalıların teklifi üzerine mahkemece çocuk reşit olmadan evvel kaldırılabileceği gibi,

reşit olduktan sonra da rızası alınmak şartı ile devamı hususunda karar verilebilir.

Mahkemece verilen kararların bir sureti, alakalı mülkiye amirliğine gönderilir.

Madde 4: Bu kanunun birinci maddesinde yazılı vasıfları haiz olan çocukların bakılıp

yetiştirilmeleri ve bir meslek sahibi edilmeleri, vilayet hususi idareleri ile belediyelerin

müştereken kuracakları(birlikler) tarafından sağlanır.

Bu birliklere Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletleri her türlü yardımı

yapmakla mükelleftirler.

Madde 5: Dördünü madde de sözü geçen (birlikler), belediye kanunu hükümleri

gereğince kurulur. Bu birlikler tarafından çocuk bakım ve yetiştirme yurtları ve her türlü

tesisleri kurulması mecburidir.

Bir vilayet dâhilinde bakım ve yetiştirme yurtları kurulması mümkün olmadığı

takdirde, Maarif, Sıhhat ve İçtimai Muavenet ve Dâhiliye Vekâletlerinin tensibi ile civar

vilayetler müştereken bu tesisleri kurarlar.

Madde 6: Birinci maddede zikredilen vasıfları haiz bulunan ve öğretim çağına

gelmemiş olan çocuklar, sıhhat ve içtimai muavenet vekâletince, çocuk bakım yurtlarına

ve öğretim çağına girmiş olanlarda Maarif Vekâleti’nce yetiştirme yurtlarına alınır.

Çocuk bakımı yurtlarında öğretim çağına gelenler yetiştirme yurtlarına devrolunur.

Madde 7: Bakım ve yerleştirme yurtları ile bunlara bağlı her türlü tesislerdeki

çocukların sıhhi durumları ile meşgul olacak tabip ve memurlar Sıhhat ve İçtimai

Muavenet Vekaleti’nce, eğitim ve öğretimleri ile meşgul olacak öğretmen ve teknik

mutehassıs elemanlar Maarif Vekaleti’nce mahallen tayini gereken memur ve

müstahdemlerde birlik idari heyetince Umumi Heyet Konseyi’nde tesbit edilen

kadrolara göre tayin olunur. Bunların maaş ve bilcümle ücretleri ait oldukları alakalı

vekalet, diğer kadrolarla müceferrik masraflar ve ek görev karşılıkları ise birlik

bütçelerinden ödenir.

Birlikçe tayin edilen memur ve müstahdemler, belediyeler memur ve

müstahdemleri hak ve selahiyetlerine sahiptirler.

329

Madde 8: Bütün belediyeler ve vilayet hususi idarelerin ve bu kanunla verilen vazifeleri

görmek üzere, her yıl bütçelerine bir evvelki yıl tahsisatlarının en az yüzde biri

nispetinde koymaya ve ayrılan bu tahsisatı, bütçelerinin tasdikinden itibaren üç ay

içerisinde bulundukları Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma birliklerinin

bankalardaki fon hesaplarına yatırmaya mecburdurlar.

Bütçelerine bu maddedeki kanuni tahsisatı koymayan veya noksan koyan

mahalli idarilerin bütçelerini tasdike selahiyetli bulunan makamlar tarafından bu tahsisat

re’sen konur veya kanuni hadde iblağ olunur.

Madde 9: Dördüncü maddenin ikinci fırkası gereğince Maarif, Sıhhat ve İçtimai

Muavenet Vekaletleri her yıl bütçelerine , birliklerde istihdam edecekleri personel

masrafları hariç olmak ve en az bütün hususi idare ve belediyelerin bütçelerine

koyacakları tahsisatın yekunundan az olmamak üzere ihtiyaca göre ayrı ayrı tahsisat

koymaya mecburdurlar. Bu tahsisatın birliklere dağıtılması, her iki vekâletin müştereken

hazırlayacağı talimatnamedeki esaslara göre yapılır. Bu tahsisat, bütçenin tahsisinden

itibaren en çok iki ay içerisinde birlikler emrine gönderilir.

Madde 10: Bir vilayet dahilindeki belediyelerle vilayet hususi idare veya müsteki

belediye bütçelerine 8. madde gereğince konulan tahsisat, bu hususta hazırlanan

talimatnamede gösterilen şartları haiz bir yetiştirme yurdu tesisine kafi gelmediği

takdirde, alakadar vekaletlerin tensib edecekleri bir mahalde birlik kurarlar ve müşterek

yurtlar tesis ederler. Bu mümkün olmadığı takdirde ayni gayenin tahakkuku için ve bu

kanuna göre kurulan en yakın korunmaya muhtaç çocukları koruma birliklerinden

birisine, birliğe dahil diğer azaların hak ve selahiyetlerine sahip olarak girerler ve

bütçelerinden de aynı esaslar içerisinde ayırmış oldukları tahsisatları, o birliğin

bankadaki fon hesabına yatırırlar.

Madde 11: Kurulan birliklerin muhasebe işleri,devlet muhasebe usullerine uygun olarak

Divanı Muhasebata hesap vermekle mükellef muhasipler tarafından yürütülür.Birliğin

bütün işleri alakalı vekaletlerce teftiş ettirilir.

Madde 12: Korunmaya Muhtaç Çocukları Koruma Birliğine dahil vilayetlerin valileri

veya teşkil edecekleri şahıslarla maarif, sıhhat ve içtimai muavenet, ziraat, bölge

çalışma, iktisat ve ticaret müdürleri birlik meclisinin, birlik merkezi bulunan vilayet

maarif müdürü ile sıhhat ve içtimai muavenet müdürü de birlik encümeninin tabii

azalarıdır.

330

Madde 13: Birlik encümenleri lüzumu halinde, artırma, eksiltme ve ihale kanununa

göre kendilerine tanınan selahiyetlerin bir kısmını veya tamamını birlik merkezi

dışındaki müesseselerin ihtiyaçlarını münhasır olmak üzere varsa belediye veya köy

meclisleri azalarından birinin iştirakı ile müessese mensuplarından teşkil edecekleri

komisyonlara devredebilirler.

Madde 14: Korunmaya muhtaç çocukları koruma birlikleri öğretim çağında olmayan

çocuklarla öğretim çağına gelmiş ve öğretim çağını aştığı halde bunu görmemiş olarak

teslim edilen çocukların bakım, korunma, eğitim ve öğretimi ile bu çocukların ilerde

mahalli, iktisadi, zirai ve sanayi gibi ihtiyaçları karşılayacak surette ameli bir meslek

sahibi olmaları için yetiştirme yurtları ve mahalli hususiyetleri göz önünde bulunduran

döner sermayeli işyerleri ve atelyeleri açar ve kurarlar ve ders programlarını buna göre

hazırlarlar.

Madde 15: Yetiştirme yurtlarında ilk öğretimini ikmal eden çocuklardan kabiliyet

gösterenler emsallerine tercihan maarif vekaletlerinin tayin ve tespit edeceği şartlar

dahilinde kabiliyet, alaka ve yaşlarına göre daha ileri tahsil yapmak üzere:

a) yatılı, yatısız her derecedeki genel tahsil müesseseleri ile meslek okul ve

müesseselerine yerleştirilmek,

b) umumi ve mülhak bütçeli daireler, hususi daireler belediyeler, 3659 sayılı

kanuna tabi müesseler ve sermayesinden yarısından fazlası devlete ait olan diğer

teşşekküller tarafından kurulmuş fabrikalar, müessese ve ziraat ve işletmelerine

veya hususi iş yeri ve meslek sahiplerinin yanına verilmek:

c) birlikler tarafından kurulmuş iş yerleri ve atelyelerde çalıştırılmak suretiyle birer

meslek veya sanat sahibi olacak şekilde yetiştirilirler.

Madde 16: umumi ve mulhak bütçeli, daireler ve hususi idareler, belediyeler 3659

sayılı kanuna tabi müesseseler ve sermayesinden yarısından fazlası devlete ait diğer

teşekküller: hizmetlerine aldıkları çocukları beslemek, giydirmek ve barındırmakla

mükelleftirler, hususi iş sahiplerinden talimatnamelerdeki şartları temin edenler tercih

olunur.

Madde 17: Hususi fabrika ve iş yerleri ile iş ve meslek sahibi yanına verilen çocukların

işverenler tarafından barındırılması, beslenmesi, giydirilmesi mümkün olmadığı hallerde

bu hususlar çocukların kendi yetiştirme yurtlarınca sağlanır veya bu hususta mahalli

tedbirler alınır.

331

Madde 18: 15 inci maddenin b ve c fıkraları gereğince iş yerlerine verilen ve yetiştirme

yurtlarında bakılan çocuklardan ücret mukabili çalıştırılanlardan yurt masrafları birlik

encümenince tayin edilecek nispetlerde kazançlarından çıkarılır. Çocuğun harçlığı da

ayrıldıktan sonra artarsa geri kalan kısım milli bankalarda çocuk namına açtırılan hesabı

cariye talimatnamede gösterilen müddet zarfında yatırılır. Çocuğun ücretinin başlama

zamanı ve miktarı yurt idaresi ile işveren arasında mahalli örf ve rayice göre tespit

olunur. Çocuğun harçlığı da yurt idaresi tarafından belirtilir.

Madde 19: Köylerde veya çiftçiler yanında ayni ücretler mukabili çalıştırılan çocuklara

verilen mallardan paraya tahvil edilenler bankalarda çocuk namına açılacak hesabı

cariye, satılmayanlar köy ihtiyar meclisleri tarafından kıymetlendirilerek çocuk adına

saklanır.

Madde 20: Bankalarda çocuk namına açılan hesabı cariden birliğin yetkili şahıslarının

vizesi olmadan para çekilmez. Çocuklar adına biriken para ve mallar reşit olduğu zaman

çocuğa aynen verilir. Türk Medeni Kanunun vesayet altındaki kimseye bırakılmış

mallar hakkındaki 398’inci maddesi hükmü bunlar için tatbik edilmez.

Madde 21: Bakılmak üzere aile ve hususi şahıslara verilen, çalıştırılan çocukların reşit

oluncaya kadar durumları, bu kanunun kendilerine yüklettiği vazife hudutları içinde

gerek alakadar vekâletlerce gerekse koruma birliklerince takip ve murakebe edilir.

Madde 22: Korunmaya muhtaç çocuklardan sağır, dilsiz, kör, vücutça sakat ve ruhen

arızalı ve intibaksız veya benzeri durumda olduklarında durumları hususi bir eğitimi

icab ettirenler için maarif vekâletince gerekli müesseseler kurulur. Buraya gönderilen

çocuklar müesseseye kabul edilmeden evvel bir müşahede devresi geçirirler.

Türk Ceza Kanununun 53, 54, 57 ve 58’inci maddelerine göre terbiye tedbirleri

icabeden çocuklar hakkında adliye vekâleti hususi yurtlar açar ve bu hususta maarif,

sıhhat ve içtimai muavenet vekaletleri ile iş birliği yapar.

Madde 23: 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanununun 158, 159 ve 160’ıncı maddeleri

ile iş kanunu hükümlerine tabi bütün müesseselerdeki çocukların eğitimi maarif

vekaletince de murakabeye tabidir. Eğitim bakımından hususlar eğitim memurlarının

yazılı ihtarı ile bir ay zarfında düzeltilir. Bu düzeltmeyi yapmayanların yanlarında çocuk

bulundurulmasına müsaade edilmez ve müesseseleri kapatılarak alakalı vekâletlere

bildirilir.

332

Madde 24: Yetiştirme yurtlarında bulunan çocuklar yurttan kaçacak olurlarsa zabıta

vasıtasıyla bulunarak geri getirilirler.

İş yerleri ile hususi şahıslar yanında barındırılan, çalıştırılan çocuklarda bağlı

oldukları yetiştirme yurdunun müsaadesi olmadıkça yerlerini değiştiremezler, terk

edemezler.

Yurtlar veya iş sahipleri yanında korunmakta ve yetiştirilmekte olan çocuklara

Türk Ceza Kanunu’nun 182’inci maddesinde yazılı fiilleri işleyenler hakkında mezkür

maddede yazılı cezalar verilir.

Madde 25: Korunmaya muhtaç çocukların korunma ve yetiştirilmesi için gerekli

tahsisatların kaynakları şunlardır:

a)bilumum hususi idare ve belediyelerin bütçelerine koydukları bir sene evvelki

tahsisatları en az yüzde birleri,

b)alakadar vekaletlerin bu maksatla bütçelerine koymuş oldukları tahsisattan

ayrılacak hisseler,

c)hakiki ve hükmi şahıslarla beynelmilel teşekküller tarafından birliklere

yapılacak ayni ve nakdi, menkul ve gayrimenkul bağışlar,

ç)vakfiyelerinde çocuğa yardım için tahsisat kabul etmiş bulunan mülhak ve

mazbut vakıflar adına mütevelliler ve vakıflar umum müdürlüğünce yapılacak

yardımlar,

d)yurtlar tarafından veya bunlar menfaatine verilecek müsamereler ve iş yurtları

ve diğer her türlü teşebbüs gelirleri, birliklere yapılacak bağışlarla her türlü gelirler,

bilumum vergi, resim ve harçlardan muaftır.

Madde 26: İş yerlerinde çalıştırılan çocukların ücretlerinden talimatnamede tespit

edilecek esaslar dairesinde, birlik ve çocuk hissesi olarak ayrılacak miktarları

müddetinde birliğe ve milli bankalara yatırmayanlarla, çocuklar reşit olduktan sonra

bankadan alınan paraların kendilerine iade etmeyenler hakkında üç aydan bir seneye

kadar hapis ve iki yüz liradan iki bin lira kadar ağır para cezası tatbik olur. Ayrıca

yatırılmayan paranın tazminine de hükmolunur.

Zamanında yatırılmayan paranın zimmete geçirilmiş olduğu tahakkuk ederse,

yukarıdaki fırkaya göre tayin edilecek cezalar, bir misli arttırılarak verilir.

333

Çocuğa ücret olarak verilen mallarla, çocuğa ait sair malları korunmayan veya

çocuğun bunlardan intifaına mani olanlar haklarında iki yüz liradan iki bin liraya kadar

ağır para cezası verilir ve bunları zimmetine geçirenler hakkında da ikinci fıkra hükmü

tatbik olunur.

Madde 27: Ücretle çalıştırılan çocukların ölümü halinde kanuni mirasçıları yoksa

birikmiş olan paraları, bağlı oldukları birliklere intikal eder.

Madde 28: Birlikler ve bunlara bağlı müesseseler vilayetlerce de selahiyetli kimselere

teftiş ettirilir. Birlikler teftişlerde tespit edilen noksanları gidermeye ve icabeden

tedbirleri almaya mecburdurlar.

Madde 29: Bu kanunun tatbikatı ile ilgili talimatname, kanunun neşrinden sonra en geç

altı ay içerisinde maarif, sıhhat ve içtimai muavelet ve dahiliye vekaletlerince

müştereken hazırlanır.

Madde 30: Bu kanun talimatnamede zikredilen hususlarla birliklerin yıllık faaliyet

raporları neticelerini tespit ve bu müesseselerin tekamül ve inkişafları için alınacak

tedbirler hakkında tavsiyelerde bulunmak üzere Maarif Vekaletinde her yıl bir defa

toplanmak üzere bir teşkil olunur.

Bu heyet azaları şunlardır:

a) Maarif, sıhhat ve içtimai muavenet dahiliye, adliye, milli, müdaafa çalışma, ziraat

ve işletmeler vekaletleri temsilcileri,

b) Üniversite veya yüksek tahsil müesseselerinden bir pedagog, bir çocuk ve ruh

hastalıkları mutehassısı, bir çocuk hukuku ve bir sosyal hukuk mutehassısı,

c) Maarif vekaletince tayin ve tespit edilen ve kurulan birliklerin onda biri nispetinde

vali, belediye reisi, sıhhat ve içtimai muavenet, maarif ve yurt müdürü,

d) Gerek doğrudan doğruya gerekse dolayısıyla çocuk koruma, bakımı, eğitimi ve

sağlığı gayesidir. Matuf olarak kurulan hayır cemiyetlerinden üçünün de birer

temsilcisi,

e) Büyük iş ve müessese sahiplerinden üç temsilci,

f) Bir hayır kurumuna bağlı olmadan önemli bir bağışta bulunan veya tesis kuran

şahıslardan iki kişi.

Bu heyet maarif vekili veya müsteşarın riyasetinde toplanır.

Madde 31: 30’uncu maddedeki heyete Ankara haricinden gelen azaların kanuni

harcırahları maarif vekaleti bütçesinden ödenir.

334

Madde 32: 5387 sayılı kanun meriyetten kaldırılmıştır.

Muvakkat madde 1: Öğretim çağına gelmemiş çocuklardan haklarında korunma kararı

verilenler bakım yurtları ikmal edilinceye kadar mahalli birlikler kararı ile bakım

ücretleri, birlikler tarafından ödenmek şartı ile çocuk esirgeme kurumu yuvalarında

barındırılırlar.

Muvakkat madde 2: Korunmaya muhtaç çocukların korunması gayesi ile bu kanunun

neşrinden evvel teşekkül etmiş olan birlikler, nizamnamelerini kanunun neşrinden

itibaren üç ay zarfında bu kanun hükümlerine intibak ettirmeye mecburdurlar.

Birlikten ayrılacak olan köylerin hukuk ve vecaibi bu kanunla intibak ettirilen

birliklere intikal eder.

Madde 33: Bu kanun neşri tarihinde meriyete girer.

Madde 34: Bu kanunu icraya, icra vekilleri heyeti memurdur.

335

Ek 3: Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun

(Kabul Tarihi: 12/Haziran/1959-Kanun No: 7355)

Madde 1: Sıhhat ve içtimai muavenet vekaletine bağlı bir Sosyal Hizmetler Enstitüsü

kurulmuştur sosyal hizmetler enstitüsünün vazifeleri şunlardır

a) Yoksullar arasında tetkikler yaparak yoksulluğun muhtelif sebeplerini araştırmak

ve bunlara yapılacak sosyal hizmetlerin şekil ve nev’ini tespit etmek; fertlerin

sosyal imkansızlıklarını izaleye ve toplum kalkınmasını temine yarayacak

tedbirleri araştırmak;

b) Gerek normal gerekse akıl veya bedence arızalı okul öncesi ve okul çağındaki

çocuklarla gençlerin ve geri kalmış çocukların bakılmasına, korunmasına ve

yetiştirilmesine ait sosyal hizmetleri programlamak ve tatbiki için alakalı Devlet

makamlarıyla sair teşekkül ve tesislere bildirmek;

c) Çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin tıbbi mahiyetteki bakım, tedavi ve

korunmaları ile alakalı bulma sosyal, psikolojik, pedagojik ait bilgi ve

mütalaaları ilgili makam, teşekkül ve tesislere bildirmek;

d) Resmi ve hususi rehabilitasyon müesseselerini murakabe çalışmalarını tanzim ve

işbirliği yapmalarına yardım etmek;

e) Umumi ve mülhak bütçeli dairelerle hususi idareler ve belediyeler ve her nevi

sosyal yardım işleriyle alakalı müessese ve teşekkürlerle sermayesinin

yarısından fazlası devlete ait müessese ve kurumlar, hayır cemiyetleri hususi

kanunlarla kurulmuş bankalar arasında sosyal hizmetler sahasında iş birliği

sağlayacak olan esasları araştırmak ve bunları tatbikata el verişli şekilde tespit

etmek;

f) Cemiyetler kanununa göre kurulan umumi menfaatlere hadim ve her nevi hayır

ve yardım cemiyetlerinin sosyal hizmetler sahasındaki faaliyetlerini koordine

etmek iş birliğini ve ahenkli bir şekilde çalışmalarını sağlamak, bütçelerinde

sosyal hizmetlere ayırdıkları tahsisatın verimli mahalline masruf olmasını temin

etmek maksadı ile mutaalada bulunmak;

336

g) Memleketimizde ve diğer memleketlerde mevcut sosyal hizmetler mevzuatının

inceleyerek bu hususta ki teknik, idari ve istatistik malumatı toplamak anket ve

etütler yaparak memleket ölçüsündeki sosyal hizmetler mevzuatının mesnetlerini

hazırlamak ve sosyal hizmetin gaye, ifade ve şümulünü umumi efkara tanıtacak

neşriyat ve faaliyetlerde bulunma

h) Yukarıdaki bentlerde belirtilen çeşitli vazifeleri yerine getirecek ve bunların

öğretimini sağlayacak sosyal hizmetler mütehassısları ile sosyal yardımcıları

yetiştirmeyi mahsus yüksek ve orta dereceli öğretimi yapmak üzere bir sosyal

hizmetler tesis etmek

Madde 2: Sosyal Hizmetler Enstitüsü’nün faaliyeti hakkında sıhhat ve içtimai muavenet

gerek bu hususta gerek muvafık görülen sosyal hizmet mevzularında mütalaada

bulunmak üzere bir sosyal hizmetler danışma konseyi kurulmuştur konseyin sıhhat ve

içtimai muavenet vekaletinin tasvibine iktiran eden karaları enstitünün çalışmalarında

göz önünde tutulur.

Konsey senede bir defa toplanarak azami beş günde işini bitirir, konsey görülen

lüzum üzerine Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili tarafından fevkalade olarak da

toplantıya çağırabilir.

Sosyal Hizmetler Danışma Konseyi Sıhhat ve içtimai muavenet vekilinin veya

onun veya tensip edeceği bir zatın riyaseti altında toplanır ve karalar ekseriyetle verilir.

Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaleti müsteşarı, Sosyal Hizmetler Enstitüsü

müdürü, Sosyal Hizmetler Akademisiyle müdürü ile Milli Müdafaa, Dahiliye Maarif,

Sıhhat ve İçtimai Muavenet, Gümrük ve İnhisarlar, Ziraat, Münakalat, Çalışma, Sanayi

ve İmal ve İskan Vekaletleri, Vakıflar Umum Müdürlüğü, Türkiye Cumhuriyeti Emekli

Sandığı Umum Müdürlüğü, İşçi Sigortaları Umum Müdürlüğü, İş ve İşçi Bulma

Kurumu Umum Müdürlüğü, Türkiye Kızılay Cemiyeti, Çocuk Esirgeme Kurumu,

Ulusal Verem Savaşı Derneği ve Yardım Sevenler Derneği’nin konseye gönderecekleri

birer temsilci konseyin tabii azalarıdır.

Hayır cemiyetlerinin çoğalması ve inkişafı halinde bunlardan münferiden veya

müçtemian hangilerinin temsilcilerini aza olarak alınacağı konseyin tensibi ile sıhhat ve

içtimai muavenet vekili tarafından tespit olunur.

337

Sosyal hizmetler sahasındaki malumat ve faaliyeti ile tanınmış zevattan dört kişi

Sıhhat ve İçtimai Muavenet vekili tarafından Müntehap aza olarak konseye seçilir.

Müntehap azanın seçimi üç yılda bir tekrarlanır. Bunların yeniden seçilmeleri caizdir.

Madde 3: Sosyal Hizmetler Danışma Konseyi azalarına her toplantı devresine mahsus

olmak üzere her sene Sıhhat Ve İçtimai Muavenet Vekaleti bütçesine konulacak

tahsisattan bir huzur hakkı verilir. Ankara dışından gelen azanın harcırahları 6245 sayılı

kanun hükümlerine göre ödenir.

Madde 4: Sosyal Hizmetler Enstitüsü bir müdür idaresinde bir müşavir ile umumi

sosyal hizmetler, tıbbi sosyal hizmetler, sosyal hizmetler etüd, dökümantasyon ve

istatistik şubelerinden ve sosyal hizmetler akademisinden teşekkül eder.

Madde 5: Müdür, enstitünün idari, teknik ve akademik faaliyetleri ile sair hususlarda

amiridir.

Müşavir enstitünün teknik ve akademik faaliyetleri hakkında müdürün yardımcısıdır.

Müdür icabında, şubelerle akademik çalışmalarını tanzim hususunda müşaviri

vazifelendirebilir.

Madde 6: Umumi Sosyal Hizmetler Şubesi, sosyal hizmetler mefhumuna giren

bilcümle faaliyetleri, yurdun sosyal ve ekonomik bünye ve imkanları bakımından tetkik

ederek gerekli teklifleri yapar.

Madde 7: Tıbbi sosyal hizmetler şubesi , sosyal hizmetlerin koruyucu, terbiye ve tedavi

edici tıbbi sosyal cephelerini (sosyal imkansızlıklarını giderme rehabilitasyon vesaire

gibi) ihtisas bakımından tetkik ve bunların memlekette tatbikine dair olan esasları

vaz’eder.

Madde 8: Sosyal Hizmetler Etüt, Dökümantasyon ve İstatistik Şubesi sosyal

hizmetlerin koordinasyonuna ifasına ve teşkilatlandırmasına el verişli olmak üzere

memlekette mevcut mevzuatı tetkik ederek gerekli tekliflerde bulunur.

Madde 9: Sosyal Hizmetler Akademisi, sosyal hizmetler mütehassısları ve sosyal

hizmet yardımcılarını yetiştirmek üzere yüksek ve orta ihtisas derecesinde nazari ve

ameli sosyal hizmet tedrisatını doğrudan doğruya veya üniversite vasıtasıyla yaptırır.

sosyal hizmet mütehasısı yetiştirerek mütehassıs diploması verecek yüksek öğretim

kısmı bir üniversite bünyesinde fakülte veya yüksek okul veya ayrı ihtisas şubesi

halinde teşkilatlandırılmak üzere Sıhhat ve İçtimai Muavenet, Maarif Vekaletleriyle

338

üniversite arasında müşterek karara varılarak iş birliği yapılır. Akademinin, lise ayarında

orta uzman yetiştirip sosyal yardımcı diploması veren orta kısmının öğretim süresi 3 yıl

olup sosyal yardımcı yetiştirir. Bu kısma ortaokullarla orta dereceli meslek okulları ve

ilk öğretmen okulları mezunları kabul edilir.

Akademi sosyal hizmet sahasında çalışmakta olanları, gerekli ilmi seviyeye

ulaştırmak üzere, muhtelif kurslar tertip ederek kurs mezunlarını sertifika verir.

Madde 10: Sosyal Hizmetler Enstitüsü müdürü, müşaviri, şube müdürleri ve Sosyal

Hizmetler Akademisi müdürü; Sosyal Hizmetler Akademisi yüksek kısmından veya

muadili yabancı memleketler müesseselerinden mezun olanlardan ve bu vasıfta eleman

bulunmadığı takdirde üniversite tıp hukuk ve siyasal bilgiler ve iktisat fakülteleriyle

yüksek öğretmen okulu mezunlarından olup sosyal ilim ve hizmetler sahasında faaliyet

ve neşriyatiyle tanınmış kimseler arasından Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekaletince

seçilerek tayin olunur.

Yukarıda zikredilen memuriyetlere tayin edileceklerin Fransızca, İngilizce,

Almanca, İtalyanca veya İspanyolca’dan birine hakkiyle vakıf olmaları şarttır.

Madde 11: Sosyal hizmetler enstitüsünün idari, teknik ve akademik faaliyetleriyle sair

hususları ve sosyal yardım merkezlerinin çalışma şekli ve idari işleri ve akademinin

yüksek ve orta kısımları ve mezunları ile kurs mezunlarının istihdam tarzları, vazife ve

salahiyet sahaları bir nizamname ile tespit olunur.

Madde 12: 4862 sayılı kanuna bağlı (1) sayılı cetvele bu kanuna bağlı (1) sayılı

cetvelde derece, unvan, adet ve maaşları yazılı kadrolar eklenmiştir.

Madde 13: 1959 mali yılı muvazenel umumiye kanuna bağlı (L) işaretli cetvelin Sıhhat

ve İçtimai Muavenet Vekaleti kısmına bu kanuna bağlı (2) sayılı cetvelde derece, unvan

ve adetleri yazılı karolar eklenmiştir.

Madde 14: Bu kanun neşri tarihinde meriyete girer

Madde 15: Bu kanun hükümlerini icraya Maliye, Maarif Sıhhat ve İçtimai Muavenet

vekilleri memurdur

339

KAYNAKÇA

Kitap ve Makaleler Acar, Hakan. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu (1921-1981), Ankara: Fişek

Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merlezi Vakfı, 2005. Ağar, Tuğrul. “Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü 1964 Yılı Çalışmaları”, Sosyal

Hizmet Dergisi, Cilt:1, Sayı: 11, Ocak 1965. Akbayrak, Hasan. “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, Cilt 9, Sasyı 52, Nisan

1988, s. 31-33. Akgün, Seçil Karal. “Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılında Bazı Basın Organlarında Çocuk”,

Bekir Onur (Yayına Hazırlayan), Cumhuriyet ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi içinde, Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi, 1999.

Akgün, Seçil Karal ve Murat Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a, Ankara: Kızılay,

2001. Akın, Rıdvan. “Milli Mücadele Döneminde Yetimlere Bütçeden Ayrılan Pay”, Savaş

Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, s. 119-122, 2003.

Akın, Veysi. “Amerika’daki Türklerin Milli Mücadele Yetimlerine Yardımları”, Savaş

Çocukları- Öksüzler ve Yetimler içinde, (edt.) Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (Edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kâğıtçılık, s. 123–140, 2003.

Akın, Yiğit. “’Fazilet Değil Vazife İstiyoruz!’ Erken Cumhuriyet Dönemi Sosyal

Tarihçiliğinde Dilekçeler”, Toplum ve Bilim, no.99, Kış 2003/2004:s. 98-128. Akın, Yiğit. “Gürbüz ve Yavuz Evlatlar”- Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve

Spor, İstanbul: İletişim yayınları, 2004. Akol, Osman, K.. Topyekün Çocuk Meselesi, Ankara: Akın Matbaası, 1954. Aksoy, Muammer. “Korunmaya Muhtaç Çocuklarla İlgili Kanun Hükümlerinin ve

TeşkilatınYeni Anayasamıza Uygun Bir Hale Getirilmesi Zorunluluğu”, II. Milli Sosyal Hizmetler Konfernası–Ankara 5–8 Mayıs 1962 içinde, T.C. SSYB, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara: Akın Matbaası.

Akşit, Elif Ekin. Kızların Sessizliği-Kız Enstitülerinin Uzun Tarihi, İstanbul: İletişim

Yayınları, 2005.

340

Akyüz, Emine. Çocuğun Haklarının ve Güvenliğinin Korunması, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2000.

Akyüz, Yahya. “Türkiye’de Anaokullarının Kuruluş ve Gelişim Tarihçesi”, Çocuk

Kültürü, 1.Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur (Yayına Hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, 1997.

Akyüz, Yahya. Türk Eğitim Tarihi, İstanbul: Alfa Yayınları, 1999. Alada, Adalet. “Türk Belediyeciliğine Kronolojik Yaklaşım (1930-1990”, Türk

Belediyeciliğinde 60 Yıl Uluslararası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990.

Albayrak, Hasan. “Himaye-i Etfal Cemiyeti”, Tarih ve Toplum, 52, Nisan 1988. Alkan, Mehmet Ö.. “1856-1945 Yılları Arasında İstanbul’da Sivil Toplum Örgütleri,”

A.N. Yücekök, I. Turan ve M.Ö. Aklan (der.) Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar içinde, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 1998.

Alkan, Mehmet Ö.. “Sivil Toplum Kurumlarının Hukuksal Çerçevesi 1839-1945”,

Tanzimat’tan Günümüze İstanbul’da STK’lar, A.N. Yücekök, İ. Turan, M.Ö. Alkan (Edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yayını, 1998.

Altun, Fahrettin. Modernleşme Kuramı: Eleştirel Bir Giriş, İstanbul: Küre Yayınları,

2005. Anglin, James P. “Residential Care for Children and Youth in Canada”, M. Gottesman

(edt.) Residential Care: An International Reader, London: Fice International, 1991.

“Ankara Mebusu Âliye Temuçin’in, Korunmaya Muhtaç Çocuklar Hakkındaki 5387

Sayılı Bâzı Maddelerin Değiştirilmesine Dair Kanun Teklifi ve Dahiliye ve Muvakkat Encümneleri Mazbataları (2/195)”, TBMM Zabıt Cerideleri, Devre 10, İçtima 3, 21.12.1955.

Arda, Berna. “Cumhuriyet Dönemi Sağlık Politikalarında Çocuğun Yeri”, Cumhuriyet

ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi içinde, Bekir Onur (Yayına Hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi, 1999.

Aries, Philippe. Centuries of Childhood: A Social History of Family Life, New York:

Vintage Books, 1962.

341

Atnur, İbrahim Ethem. Türkiye’de Ermeni Kadınları ve Çocukları Meselesi (1915-1923), Ankara: Babil Yayıncılık, 2005.

Aybay, Rona. Robert Owen, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1970. Aytaç, Ahmet Murat. “1960 Sonrası Düşünüşte Siyaset ve Toplum İlişkileri: Berkes,

Küçükömer ve Mardin Üzerine Deneme”, Toplum ve Bilim, S.106, 7-42, 2006. Başyurt, Erhan. Ermeni Evlatlıklar–Saklı Kalmış Hayatlar, İstanbul: Karakutu

Yayınları, 2006. Berman, Marshall. Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, 2.baskı, İstanbul: İletişim

Yayınları, 1999. Bilge, Yakup. Geçmişten Günümüze Süryaniler, 3. Baskı, İstanbul: Zvi-Geyik

Yayınları, 2001. B.M. Ekonomik ve Sosyal İşler Dairesi. Çocukların Müesseselerde Bakımı, Osman

Yaşar (Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı: 14, 1957.

Boyden, Jo. “Childhood and the Policy Makers: A Comparative Perspective on the

Globalization of Childhood”, Allison James ve Alan Prout (Edt.) Constructing and Reconstructing Childhood: Contemporary Issues in the Sociological Study of Childhood, London: Falmer Presss, 1997.

Brauer, Jerald. “Church, State and Social Welfare”, The Social Service Welfare, Cilt

39, No: 3, 1965, s. 271- 282. Brown, Anna Welles. “İstanbul’da Yetimhaneler”, İstanbul 1920 içinde, Clarence

Richard Johnson (edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995. Buğra, Ayşe. Devlet-Piyasa Karşıtlığının Ötesinde, İstanbul: İletişim yayınları, 2000. Buğra, Ayşe. “Ekonomik Kriz Karşısında Türkiye’nin Refah Rejimi”, Toplum ve

Bilim, no.89, 2001, s. 22-30. Buğra, Ayşe. “Devletçi Dönemde Yoksulluğa Bakış ve Sosyal Politika: ‘Zenginlerimiz

Nerede?”, Toplum ve Bilim, no.99, Kış 2003/2004: 75-97. Buğra, Ayşe. “Poverty and Citizenship: An Overview of the Social-Policy Environment

in Republican Turkey”, International Journal of Middle East Studies, 39, 2007, s. 33-52.

Bumin, Kürşat. Batı’da Devlet ve Çocuk, İstanbul: Alan Yayıncılık, 1983. Byrne, Tony ve Colin Padfield. Social Services, London: Made Simple Boks, 1990.

342

Carr, Edward Hallet. Tarih Nedir? Misket Gizem Gürtürk (Çev.), İstanbul: Birikim

Yayınları, 1980. Checland, Olive. Philanthropy in Victorian Scotland, Edinburgh: John Donald Publ.

Ltd., 1980. Cihan, Ahmet ve İlyas Doğan. Osmanlı Toplum Yapısı ve Sivil Toplum, İstanbul: 3F

Yayınevi, 2007 Cılga, İbrahim. “Türkiye’de Sosyal Hizmet Eğitiminin Başlangıcı”, Sosyal Hizmet

Sempozyumu içinde, Kasım Karataş (Edt.), Ankara: T.C. Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu ve H.Ü Sosyal Hizmetler Yüksekokulu ortak yayını, 2001.

Clark, John. “The Comfort of Strangers: Social Work in Context”, A Crisis in Care?

Challanges to Social Work içinde, John Clark (edt.), London: Sage Publications, 1993.

Colton, Matthew ve Walter Hellinckx. “Residential and Foster Care in the European

Community: Current Trends in Policy and Practice”, British Journal of Social Work, 24, 1994, s. 559-576.

Cunbur, Müjgan. “Atatürk Döneminde Kadın Eğitimi”, Atatürk Araştırma Merkezi

Dergisi, Sayı 23, Cilt: VIII, Mart 1992. Cunningham, Hugh Children and Childhood in Western Society since 1500, (4.

baskı) London and New York: Longman, 1998. Çanlı, Mehmet. “Eytam İdaresi Sandıkları ve Osmanlı Devlerinde Yetimlerin Ekonomik

Haklarının Korunması”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 59-86.

Çavuşoğlu, Turgay. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu–Himaye-i Etfal Cemiyeti (30

Haziran 1921–5 Mayıs 1981), İstanbul: Beyaz Gemi Yayınları, 2001. Çavuşoğlu, Turgay ve Kenan Topçu. “Kazım Karabekir’in Sosyal Hizmet Çalışmaları”,

Sosyal Hizmetler Dergisi, Cilt 2, Sayı 13, 2002, s. 46-54. Çavuşoğu, Turgay, Seval Çetin ve Kenan Topçu, “İlk Korunmaya Muhtaç Çocuklar

Kanunu’nun Çıkmasında Çocuk Esirgeme Kurumu Projesi ve Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu Raporunun Etkileri”, Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi, 6. Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansı, Küreselleşme, Sosyal Adalet ve Sosyal Hizmetler, 20-22 Mayıs 2004 Ankara içinde, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği Genel Merkezi Yayını, yayın no: 9.

343

Çavuşoğlu, Turgay. Sosyal Hizmetlerin Yakın Tarihinden Sayfalar, Ankara: SABEV Yayınları, 2005.

Çengelci, Ethem. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Ankara: Aydınlar

Matbaası, 1998. Çiğdem, Ahmet. Bir İmkân Olarak Modernite, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997. Çocuk Esirgeme Kurumu Merkezi–İzmir. Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler

Yaptı; Çocuk Davamız, İzmir: Meşher Basımevi, 1946. “Çocuk Esirgeme Kurumu 24 Yaşında”, Çocuk, C. 9, S. 10. Deacon, Alan. Perspectives on Welfare, Open University Pres, 2002. Dingwall, R. ve Eekelaar, J. “Families and the State: An Historical Perspective on the

Public Regulation of Private Conduct”, Law &Policy, Vol. 10, No. 4 (October 1988), s. 341-361.

Donajgrodski, A.P.. Social Control in Nineteenth Centry Britan, Croom Helm, 1977

ve G. Stedman Jones, Outcast London: A Study in Relationship Between Classes in Victorian Society, Oxford, 1977.

Donzelot, Jacques. “The Promotion of the Social”, Economy and Society, Vol. 17, No.

3 (August 1988), s.395-427. Donzelot, Jacques. The Policing of Families, Baltimore and London: John Hopkins

University Press, 1997. Dölen, Emre. “Sanayi Mektebi”, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 6. Dönmezer, Sulhi. “Garp Memleketlerinde ve Memleketimizde Çocuk Suçluluğunun

Umumi İnkişafları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943. DPT, 7. Beş Yıllık Kalkınma Planı Çocuk Özel İhitsas Raporu, Ankara: DPT Yayını,

1994. Driver, Felix. Power and Pauperism: The Workhouse System, Cambridge:

Cambridge University Press, 1993. Duben, Alan. Kent, Aile, Tarih, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002. Ducci, Valerio. “Beyond the Orphanage: The Process of Deinstitutionalizing Children in

Italy. Post-War Developments”, Children in Institutions: The Beginning of the End?, Unicef Innocenti Research Centre, 2003.

Duyar, İzzet ve Barış Özener. Çocuk İşçiler, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2003

344

Enç, Mithat. Korunmaya ve Özel Eğitime Muhtaç Çocuklar Hakkında Rapor,

Ankara: T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, V. Milli Eğitim Şurası Dökümanları, No:5, Milli Eğitim Basımevi, 1952.

Englander, David. Poverty and Poor Law Reform in Britain: From Chodwick to

Booth, 1834-1914, London: Longman, 1998. Erdem, Y. Hakan. Osmanlıda Köleliğin Sonu 1800-1909, 1. Basım, İstanbul: Kitap

Yayınevi, 2004. Erder, Sema. “Kentlerdeki Enformel Örgütlenmeler, ‘Yeni’ Eğilimler ve Kent

Yoksulları ya da Eski Hamamdaki Yeni Taslar”, 75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998.

Ergöçmen, Banu Akadlı ve Ergül Tunçbilek. “Cumhuriyetin Kuruluşundan Günümüze

Çocuk Nüfusundaki Gelişmeler”, Çocuk Kültürü, 1.Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, 1999.

Ergin, Osman. Türkiye Maarif Tarihi, İstanbul: Osmanbey Matbaası, 1942. Erguncu, Hasan. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Sorununun Sosyal Hizmetler Alanı

İçinde İncelenmesi”, Sosyal Hizmet, Yıl. 3, Sayı. 7, Ocak, Şubat, Mart 1997, s. 23-35.

Erkan, A. Rıza ve Gönül Erkan. “Darüleytamlar”, Hacettepe Üniversitesi Sosyal

Hizmetler Yüksek Okulu Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, Ocak 1987, s. 61-68. Ertuğrul, A. Necati. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar Davasının Tarihçesi ve Bugünkü

Hizmetler Hakkında Rapordur”, Sosyal Hizmet, Nisan 1963, C.1, S.8. s. 10-15. Erzen, Edip Ünal. Çocuk Davası, Mesleki Seri: 4, İstanbul, Vaki Matbaası, 1943. Esping-Andersen, Gosta. The Three Worlds of Welfare Capitalism, Princeton

University Press, Princeton, New Jersey, 1990. Esping-Andersen, Gosta. “Toplumsal Riskler ve Refah Devletleri”, Ayşe Buğra ve

Çağlar Keyder (Der.), Sosyal Politika Yazıları içinde. İstanbul: İletişim Yayınları, 2006.

Fer, Muslih. “Muslih Fer’in Konuşması”, II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı

Ankara 5-8 Mayıs 1962 içinde, Ankara: T.C. SSYB, SHGB Yayınları, Sayı 23, 1962.

345

Fer, Muslih. “Muslih Fer’in ‘Korunmaya Muhtaç Çocuklar’ Başlıklı Tebliği”, Feyyaz Gölcüklü (Der.), Korunmaya Muhtaç Çocuklar, İstanbul: İktisadi Araştırmalar Vakfı, 1970.

Fer, Muslih. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Sosyal Hizmet Dergisi, C.6, S. 5, Şubat-

Mart-Nisan 1974. Ferguson, Harry. Protecting Child in Time: Child Abuse, Child Protection, and the

Consequences of Modernity, VA, USA, Palgrave Macmillan, 2004. Fındıkoğlu,”Çocukları Kurtarma Yurdu”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943. Fişek, Gürhan. “Türkiye’de Çocuk Emeği Çalışmalarına Genel Bakış”, Çocuk Kültürü,

1.Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi Bildirileri içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayını, 1999.

Foucault, Michel. Cinselliğin Tarihi 1, Hülya Tufan (Çev.), 2. baskı, İstanbul: Afa

Yayınları, 1993, Foucault, Michel. Entelektüelin Siyasi İşlevi, Işık Ergüden, Osman Akınhay ve Ferda

Keskin (Çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2000. Foucault, Michel. Deliliğin Tarihi, Mehmet Ali Kılıçbay (Çev.), 4. Baskı, Ankara:

İmge Kitapevi, 2007. Fraser, Derek. “The English Poor Law and The Origins of the British Welfare State”,

The Emergency of the Welfare State in Britain and Germany içinde, J. Mommsen (edt), London: Croom Helm, 1981.

Friedlander, A. Walter. Sosyal Refah Hizmetine Başlangıç, Dil-Resan Taşçıoğlu

(Çev.), Ankara: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Sayı: 44, 1966.

Franklin, Bob. “Giriş”, Çocuk Hakları içinde, Bob Franklin (Der.), 1. basım, İstanbul:

Ayrınt Yayınları, 1993. Giddens, Anthony. Modernliğin Sonuçları, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1994. Gillin, John Lewis; Clarence g. Dittmer ve diğerleri. Social Problems, New York:

Appleton-Century-Crofts, Inc., 1952. Gladstone, David. The Twentieth Century Welfare State, Londra ve New York:

Macmillan Press Ltd, 1999. Godbout, Jacques T.. Armağan Dünyası, Dilek Hattatoğlu (Çev.), İstanbul: İletişim

Yayınları, 2003.

346

Goffman, Erving. Asylums, New York: Anchor Books Doubleday, 1959. Göbelez, Selen. “The History of Social Services in Republican Turkey: Social Change,

Professionalism and Politics. The History of Social Services in Republican Turkey: Social Change, Professionalism and Politics”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi University, Atatürk Institute for Modern Turkish History, 2003.)

Gökçatı, M. Ali. Dünyada ve Türkiye’de Belediyecilik, İstanbul: Ozan Yayıncılık,

1996. Gökçe, Birsen. Memleketimizde Cumhuriyet Devrinde Kimsesiz Çocuklar Sorunu,

T.C. SSY Bakanlığı, Sosyal Hizmetler Genel Müdürlüğü Yayınları, Yayın No: 55, 1971.

Gökçe, Birsen. Cumhuriyet Döneminde Çocuk ve Gençlere Ait Yasal Düzenlemeler

ve Yayınlar, Ankara: T.C. Gençlik ve Spor Bakanlığı, 1983. Göle, Nilüfer. “Batı Dışı Modernlik: Kavram Üzerine”, Modern Türkiye’de Siyasi

Düşünce Modernleşme ve Batıcılık içinde, Uygur Kocabaşoğlu (Edt.), 3.baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004.

Gönencan, Zahit. “Atatürk ve Sosyal Güvenlik”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi,

Cilt VII, Kasım1990, Sayı: 19. Gül, Songül Sallan. Sosyal Devlet Bitti, Yaşasın Piyasa!, İstanbul: Etik Yayınları,

2004. Güneş, Günver. “Cumhuriyet'in İlk Yıllarında Halkçılığa Doğru İzmir’de Çocuk

Yurtları”, Bilgi ve Bellek, Yıl:1, Sayı:1, Kış 2004, s. 180–93. Gürkan, Ülker, “Evlâd Edinme ve Beslemelerin Hukuki Durumu”, Adnan Gürz ve Peter

Benedict (edt.), Türk Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, 1974.

Güven, Özbay. “Osmanlı’dan Cumhuriyete Gençlik ve Spor Bayramları”, Toplumsal

Tarih, Sayı: 65, Mayıs 1999, s. 33-38. Güven, Sami. Sosyal Politikanın Temelleri, 2. baskı, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları,

1997. Habermas, Jürgen. Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, İstanbul: İletişim Yayınları,

1997. Halkacı, Kutsi. Çocukları Esirgemenin Modern Tekniği, İstanbul: TÇEK, İstanbul

Merkez Hey’eti Neşriyatı, Sayı: 3, 1937.

347

Hall, Stuart. “Introduction,” Formation of Modernity, Stuart Hall ve Bram Gieben

(edt.), 4.baskı, Polity Pres in association with the Open University, 1995. Hardiker, Pauline, Ken Exton ve Mary Barker, “The Social Policy Context of

Prevention in Child Care”, British Journal of Social Work, 1991, No. 21, s. 341-359.

Hayden, Carol. State Child Care Practice: Looking after Children? Philadelphia,

PA, USA: Jessica Kingsley Publishers, 1999. Hawes, Joseph M. The Children’s Rights Movement, A History of Advocasy and

Protection, Boston: Twayne Publishers, 1991. Hendrick, Harry. “Construction and Reconstructions of British Childhood: An

Interpretive Survey, 1800 to the Present”, Constructing and Reconstructing Childhood: Contemporary Issues in the Sociological Study of Childhood içinde, Allison James ve Alan Prout (edt.), Londra: Falmer Press, 1997.

Hendrick, Harry. Children, Childhood and English Soceity, 1880-1990, Cambridge: Cambridge University Pres, 1997.

Heywood, Colin. Baba Bana Top At! Batı’da Çocukluğun Tarihi, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2003.

Hewitt, M. “Bio-Politics and Social Policy: Foucault’s Account of Welfare”, Theory,

Culture and Society, Vol. 2, No. 1, 1983, s. 67-84. Hirst, P. “The Genesis of the Social,” Politics and Power, No. 3, 1981, s. 67-82. Holmes, Mary Caroline. Urfa’da Ermeni Yetimhanesi (1919-1921), Vedii İlmen

(Çev.), 1. Basım, İstanbul: Yaba Yayınları, 2005. Horn, Pamela. Children’s Work and Welfare, 1780-1890, London: Cambridge

University Press, 1995. Howe, David. “Modernity, Postmodernity and Social Work”, British Journal of Social

Work, 24, 1994, s. 513-532. Huntington, Elizabeth Dodge. “Toplumsal Örgütlenme”, İstanbul 1920 içinde, Clarence

Johnson (edt.), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995. Ignatief, M. “State, Civil Society and Total Institutions: A Critique of Recent Social

Histories of Punishment”, Social Control and the State: Historical and Comparative Essays içinde, S. Cohen an A. Scull (edt.), Oxford: Basil Blackwell, 1983.

348

Işık, İ. Emre. “Batı Toplumlarında Rasyonelleşme, Tımarhane ve ‘homo-medicus’un Doğuşu”, Toplumbilim, Sayı 13, Temmuz 2001.

Innes, Joanna. “State, Church and Voluntarism in European Welfare, 1690-1850”,

Charity, Philanthropy and Reform, From 1690s to 1850 içinde, Hugh Cunningham ve Joanna Innes (edt.), New York: St. Martin’s Press, 1998.

İktisadi Araştırmalar Vakfı. Korunmaya Muhtaç Çocuklar, İstanbul, 1970. İnanç, Veli. “Osmanlı Devletinde Yetimlerin Haklarının Korunması”, Savaş Çocukları-

Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), kendi yayınları, İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003, s. 19–32.

İslamoğlu, Huri. Neden Avrupa Tarihi?, İstanbul: İletişim Yayınları, 1997. İstanbul Kültür Direktörlüğü. İstanbul İlkokullarında Çocukları Koruma İşleri.

İstanbul: Marifet Basımevi, 1937. İstanbul Ansiklopedisi. Hilal-I Ahmer Cemiyeti, Cilt 4, 1994, s.72-73. İstanbul Ansiklopedisi. Darüleytamlar, Cilt 2, 1994, s. 558-559. Jenks, Chris. Childhood, Londra ve New York: Routledge, 1996. Jonson, Louise, C., Charles L. Schwartz ve Donald S. Tate. Social Welfare: A

Response to Human Need, (4.baskı), Boston ve Londra: Allyn ve Bacon, 1997. Johnson, Clarence Richard (edt.). İstanbul 1920, 2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt

Yayınları, 2000. Kağıtçıbaşı, Çiğdem. Çocuğun Değeri: Türkiye’de Değerler ve Doğurganlık,

İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi, 1980. Kağıtçıbaşı, Çiğdem. “Türkiye’de Değişen Aile ve Çocuğun Değeri”, Toplumsal

Tarihte Çocuk içinde, Bekir Onur (yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1994.

Karabekir, Kâzım. Çocuk Davamız 1, İstanbul: Emre Yayınları, 1995. Karabekir, Kâzım. Çocuk Davamız 2, İstanbul: Emre Yayınları, 1995. Karabekir, Kâzım. Çocuklara Öğütlerim, İstanbul: Emre Yayınları, 1995. Karakışla, Yavuz Selim. “Savaş Yetimleri ve Kimsesiz Çocuklar: ‘Ermeni’ mi, ‘Türk’

mü?” Toplumsal Tarih, Sayı: 69, Eylül 1999 s. 46-55.

349

Karal Akgün, Seçil. “Cumhuriyetin İlk Onbeş Yılında Bazı Basın Organlarında Çocuk”, Cumhuriyet ve Çocuk, 2. Ulusal Çocuk Kültürü Kongresi içinde, Bekir Onur (Yayına Hazırlayan), Ankara: A.Ü. Çocuk Kültürü ve Uygulama Merkezi, 1999.

Karal Akgün, Seçil ve Murat Uluğtekin, Hilal-i Ahmer’den Kızılay’a I-II, Ankara:

Kızılay, 2001. Karaömerlioğlu, M. Asım,“Köy Enstitüsü Üzerine Düşünceler”, Toplum ve Bilim, Sayı

76, Bahar 1998, s. 56-85. Karpat, H. Kemal, Osmanlı Modernleşmesi, Ankara: İmge Kitabevi, 2002. Kasaba, Reşat. “Modern Neden Hala Önemli?”, Bilanço 1923 -1998, İstanbul: Tarih

Vakfı Yayınları, 1999. Kasaba, Reşat, “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve Modernizm”, Türkiye’de

Modernleşme ve Ulusal Kimlik içinde, 3. baskı, Sibel Bozdoğan ve Reşat Kasaba (edt), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 2005.

Kaya, Ayhan, “Yurttaşlık, Azınlıklar ve Çok Kültürlülük”, T.H. Marshall ve T.

Bottomore, Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde, (Çev.) Ayhan Kaya, Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000, s.135-169.

Kazıcı, Ziya. İslâmî ve Sosyal Açıdan Vakıflar, İstanbul: Marifet Yayınları, 1985. Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi, İstanbul: Kültür Basın Yayın Birliği,

1987. Keyder, Çağlar. Ulusal Kalkınmacılığın İflası, İstanbul: Metis Yayınları, 1993. Kemppainen, Martti, “Residential Child and Youth Care in Finland”, M. Gottesman

(edt.) Residential Care: An International Reader, London: Fice International, 1991.

Kılıç, Eşref, “Yaygın Eğitim”, Cumhuriyet Döneminde Eğitim içinde, İstanbul: Milli

Eğitim Basımevi, 1982. Kıranlar, Safiye. “Savaş Yıllarında Türkiye’de Sosyal Yardım Faaliyetleri (1914-

1923)”, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalı) 2006.

Kırbaç, Safiye, “Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı Yıllarında

Almanya’ya Gönderilen Darüleytam Talebeleri”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 86-104.

Kırzıoğlu, M. Fahrettin, Kazım Kârabekir, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 1991.

350

“Kimsesiz, terkedilmiş ve anormal çocukların korunması hakkında Kanun tasarısı ve

İçişleri, Milli Eğitim, Çalışma, Adalet, Bütçe, Sağlık ve Sosyal Yardım Komisyonları raporlariyle Geçici Komisyon raporu (1/137),” TBMM Zabıt Ceridesi, Devre VIII, Cilt 19/2, 1949.

“Kimsesiz, Terkedilmiş ve Anormal Çocukların Korunması Hakkında Kanun Tasarısı

Meclis Görüşmeleri” TBMM Zabıt Ceridesi, Birleşim 90, Oturum 1, 23.5.1949. Koç, Aylin. “Öksüz ve Yetim Çocuklar için Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu:

Darüşşafaka”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, (edt.) Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç, (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 183-194.

Konanç, Esin. “Çocuk Suçluluğu”, Adnan Güriz ve Peter Benedict (Edt.), Türk

Hukuku ve Toplumu Üzerine İncelemeler içinde, Ankara: Türkiye Kalkınma Vakfı Yayınları, No: 1, 1974.

Kongar, Emre. Sosyal Çalışmaya Giriş, Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yayınları,

1972. Koray, Meryem. Sosyal Politika, Bursa: Ezgi Kitabevi Yayınları, 2000. Koşar, Nesrin Güran. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Sosyal Hizmetler Yüksekokulu

Dergisi, Cilt 5, Sayı 1, 1987, s. 69-74. Koşar, Nesrin Güran. Sosyal Hizmetlerde Aile ve Çocuk Refahı Alanı, 2. baskı,

(kendi yayını), Ankara: MN Ofset, 1992. Köker, Levent. Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul: İletişim Yayınları,

1993. Köksal, Duygu. “Cumhuriyetin Çocukluğu”, Toplumsal Tarih, Sayı: 40, Nisan 1997, s.

7-12. “Kölelik, Köle Ticareti, Köleliğe Benzer Uygulama ve Geleneklerin Ortadan

Kaldırılmasına dair Ek Sözleşmenin onaylanmasının uygun bulunduğu hakkında Kanun,” Kabul Tarihi: 27 Aralık 1963. Resmi Gazetede Yayınlanma Tarihi: 6 Ocak 1964. Düstur, Beşinci Tertip, Cilt 3, 1. Kitap. Ankara: Başbakanlık Devlet Matbaası.

Köstüklü, Nuri, “Kâzım Karabekir’in Açtığı Okullar”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,

Sayı 5, Temmuz 1985, İstanbul, s. 31-35. Krieken, Robert van. “Social Theory and Child Welfare: Beyond Social Control”,

Theory and Society, Vol. 15, No. 3. Mayıs 1986.

351

Kurt, Abdurahman. “Tanzimat Döneminde Koruyucu Aile Müesseseleri”, Sosyo-Kültürel Değişme Sürecinde Türk Ailesi 2, Ankara: T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, 1992.

Kut, Sema. Sosyal Hizmet Mesleği, Nitelikleri, Temel Unsurları, Müdahale

Yöntemleri, Ankara, Kendi yayını, 1988. Libal, Kathryn. “The Children’s Protection Society: Nationalising Child Welfare in

Early Republican Turkey”, New Perspective on Turkey, no: 23, 2000, s. 53-78. Lindeman, Jurgen. “Residential Care and Education in Sweden”, M. Gottesman (edt.),

Residential Care: An International Reader, London: Fice International, 1991. Llorente, Angeles Garcia ve Laura Martinez-Mora. “The Process of

Deinstitutionalization in Spain” Children in Institutions: The Beginning of the End? Unicef Innocenti Research Centre, 2003.

Malik, Hilmi A. “Çocuk Kulüpleri” İnci Enginün ve diğerleri (Hazırlayanlar), Atatürk

Devri Fikir Hayatı II içinde, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981 Malik, Hilmi A. İnkilâp Yolunda, Ankara: Kitap Yazanlar Kooperatifi, 1933. Marx, Karl. Kapital, (Birinci Cilt), 3. Baskı, Alaatin Bilgi (Çev.), Ankara: Sol

Yayınları. Marshall, T.H. ve T. Bottomore. Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, Ayhan Kaya

(Çev.), Ankara: Gündoğan Yayınları, 2000. Metinsoy, Murat. İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye Savaş ve Gündelik Yaşam,

İstanbul: Homer Kitabevi, 2007. Meyer, Henry J.. “Social Work”, International Encyclopedia of Social Sciences, The

Macmillan Company & The Free Pres, 1968. Midgley, James. Social Welfare in Global Context, London: Sage Publications, 1997. Milli Eğitim Bakanlığı, Yetiştirme Yurtları İç Yönetmeliği, İstanbul: Milli Eğitim

Basımevi, 1952. Mithat Paşa, Hayatım İbret Olsun (Midhat Paşa’nın Hatıraları), Osman Selim

Kocahasanoğlu (yayına hazırlayan), 1. Cilt, İstanbul: Temel Yayınları, 1997. Mommsen, W.J. (der.) The Emergency of Welfare State in Britain and Germany,

Croom Helm, Londra, 1981.

352

Monkkonen, Eric, H. “Nineteenth Century Institutions: Dealing With the Urban ‘Underclass”, “Underclass” Debate–Views From History içinde, Michael B. Katz (edt), Princeton: Princeton University Press, 1993, s.334-365.

Murray, Peter. Poverty and Welfare 1830-1914, Londra: Hodder ve Stoughton, 1999. Navaro-Yaşın, Yael “Evde Taylorizm: Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yıllarında Evişinin

rasyonelleşmesi (1928-40)”, Toplum ve Bilim, 84, Bahar 2000, s.51-74. Okay, Cüneyd. “Osmanlı Dönemi Himaye-i Etfal Cemiyeti Üzerine Belgeler/Notlar”,

Toplumsal Tarih, Nisan 1998, Sayı:51, s. 21-31. Okay, Cüneyd. Osmanlı Çocuk Hayatında Yenileşmeler, İstanbul: Kırkambar

Yayınları, 1998a. Okay, Cüneyd. Belgelerle Himaye-I Etfal Cemiyeti, 1917–1923, İstanbul: Şule

Yayınları, 1999. Okay, Cüneyd. Meşrutiyet Çocukları, İstanbul: Bordo Yayınları, 2000. Oktay, Cemil. Siyaset Yazıları, İstanbul: Der Yayınları, 1998. Oktay, Cemil. Siyaset Bilimi İncelemeleri, İstanbul: Alfa Yayınları, 2003. Okur, Yasemin. “Darüleytamlar”, Yüksek Lisans Tezi, Samsun On Dokuz Mayıs

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Eğitim Anabilim Dalı, 1996. Onur, Bekir. Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, Ankara: İmge Kitapevi Yayınları, 2005. Ortaylı, İlber. “Yerel Yönetim: Devraldığımız Miras”, Türk Belediyeciliğinde 60 Yıl

Uluslararası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990.

Ortaylı, İlber. Osmanlı Toplumunda Aile, İstanbul: Pan Yayıncılık, 2000. Ortaylı, İlber. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, (21.baskı), İstanbul: İletişim

Yayınları, 2005. Öğütülmüş, Selahattin. “Yetiştirme Yurtları”, Türk Aile Ansiklopedisi, C. 3, Ankara:

Türk Aile Kurumu, 1991, s.1091-1093. Örs, Birsen. Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, İstanbul Üniversitesi

Siyasal Bilgiler Fakültesi Masa Üstü Yayıncılık, No: 26, 1997.

353

Otway, Olive. “Social work with children and families, from child welfare to child protection”, Nigel arton (Etd.), Social Theory, Social Change and Social Work içinde, Londra ve New York: Routledge, 1996, s. 152-171.

“Öksüz Yurtları Teşkilâtı Hakkındaki 2 Nisan 1333 Tarihli Kanunun İlgasına ve Öksüz

Yurtları Hesabatının Tasfiyesine Dair Kanun Layisası”, (10.06.1926) TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 26, Devre 2, İçtima Senesi 3, Ankara: TBMM Matbaası.

Özbay, Ferhunde. Turkish Female Child Labor in Domestic Work: Past and

Present, Project Report Prepared For ILO/IPEC, 1999. Özbay, Ferhunde. “Türkiye’de Evlatlık Kurumu: Köle mi Evlat mı?”, Bilanço 1923–98,

2.Cilt içinde, Zeynep Rona (Yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999.

Özbay, Ferhunde. “1911–1922 Yıllarında Anadolu’nun Kimsesiz Kız Çocukları”, Savaş

Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 105–118.

Özbek, Nadir. “90 Yıllık Bir Hâyır Kurumu: Topkapı Fukaraperver Cemiyeti”, Tarih ve

Toplum, S.30, no. 180, 1998, s. 4-10. Özbek, Nadir. “İkinci Meşrutiyet İstanbul’unda Serseriler ve Dilenciler”, Toplumsal

Tarih 11, no.64, 1999a, s. 34-43. Özbek, Nadir. “Vakıf Tarihi Çalışmaları Üzerine Notlar”, Tarih ve Toplum, S. 32, no.

187, 1999b, s. 60-62. Özbek, Nadir. “The Politics of Poor Relief in the Late Ottoman Empire 1876-1914”,

New Perspectives on Turkey, Fall 1999, No.21, s. 1- 33. Özbek, Nadir. “Darülhayr-ı Ali,” Tarih ve Toplum, Şubat 1999, sayı 182, s. 11-20. Özbek, Nadir. “II. Meşrutiyet İstanbul’unda Dilenciler ve Serseriler”, Toplumsal

Tarih, Nisan 1999, Sayı 36, s. 34-45. Özbek, Nadir. “Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘Sosyal Yardım’ Uygulamaları, 1839-

1918”, Toplum ve Bilim, no. 83, 1999/2000, s.111-132. Özbek, Nadir. “Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Sosyal Devlet”, Toplum ve Bilim,

no. 92, 2002, s. 7-33. Özbek, Nadir. Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyal Devlet, İstanbul: İletişim

Yayınları, 2002.

354

Özgüdenli, Osman G.. “XIV. Yüzyıl Başlarında Tebriz’de İki Yetimhane”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 161-181.

Özgür, İbrahim. “Korunmaya Muhtaç Çocuklar”, Ülkü, C. 4, S. 40, Nisan 1950, s. 6-7. Öztamur, Pınar. “Büyük Buhran ve Cumhuriyet Gazetesinde Yoksulluk Üzerine

Söylemler 1929-1931”, Toplum ve Bilim, 94 Güz 2002, s. 175-188. Öztürk, Nazif. Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara:

Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1995. Öztürk, Faruk. “Mesut Köy”, Tarih ve Toplum, Şubat 1999, Sayı 182. Parry, Noel ve Jose Parry. “Social Work, Professionalism and The State”, Social Work,

Welfare and State içinde, London: Edward Arnold Ltd, 1979. Parton, Nigel. Governing the Family, London: Macmillan, 1991. Parton, Nigel. “ ‘Problematic of Government’, (Post) Modernity and Social Work”,

British Journal of Social Work, 24, 1994, s. 9-32. Parton, Nigel. “Social theory, Social Change and Social Work: An introduction”, Nigel

Parton (Edt.) Social Theory, Social Change and Social Work içinde, London and New York: Routledge, 1996.

Parton, Nigel. Safeguarding Childhood, Early Intervention and Surveillance in Late

Modern Soceity, Basingstoke: Palgrave Macmillan, 2005. Patriquin, Larry. “The Historical Uniqueness of the Clinton Welfare Reform: A New

Level of Social Misery?”, Journal of Sociology and Welfare, Eylül 2001, Cilt 28, No: 3, s. 73-94.

Peker, Mümtaz. “Nüfus Politikaları,” Türkiye’de Planlı Dönemde Nüfus ve Aile

Planlamaları Çalışmaları içinde, Ankara: DPT Yayınları, 1983. Peker, Mümtaz. “Nüfus Politikasındaki Değişim ve Nüfusumuzdaki Dönüşümler,”

Bilanço 1923–98, I.Cilt içinde, Zeynep Rona (Yayına Hazırlayan), İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999.

Peri, Oded. “Waqf and Ottoman Welfare Policy,” Journal of the Economic and Social

History of the Orient, Vol. XXXV, 1989. Pınar, Safettin. “Sanayide Çocuk İşçiler ve İşçi Çocukları”, İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan

1943. Pierson, Christopher. Modern Devlet, İstanbul: Çiviyazıları, 2000.

355

Poggi, Gianfranco. Çağdaş Devletin Gelişimi, Şule Kut ve Binnaz Toprak (Çev.),

İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları, 1991. Polanyi, Karl. Büyük Dönüşüm, 2. baskı, Ayşe Buğra (Çev.), İstanbul: İletişim

Yayınları, 2002. Postman, Neil. Çocukluğun Yokoluşu, Kemal İnal (Çev.), Ankara: İmge Kitapevi,

1995. Randall, Vicky. “The Irresponsible State? The Politics of Child Daycare Provision in

Britain,” British Journal of Political Science, no. 25, 1995, s. 327-348. Romanyshyn, John M. Social Welfare: Charity to Justice, New York: Random House,

1971. Ross, Ailen D. ‘Philanthropy,’ International Encyclopedia of Social Sciences, The

Macmillan Company & The Free Pres, C. 10, 1968. Rosanvallon, Pierre. Refah Devletinin Krizi, Ankara: Dost Kitabevi, 2004. Rustin, Michael. “Missing Dimensions in the Culture of Welfare,” Welfare and

Culture in Europe, Towards a New Paradigm in Social Policy içinde, Prue Chamberlaine, Andrew Cooper, Richard Freeman and Michael Rustin Jessica (edt), London and Philadelphia: Kingsley Publishers, 1999.

Safley, Thomas Max. Charity and Economy in Orphanages of Early Modern

Augsburg, N.J.: Humanities Press, 1996. Sakaoğlu, Necdet. “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın Tarihinden,” Toplumsal

Tarih, Sayı 51, Nisan 1998, s. 4-12. Sakaoğlu, Necdet. Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tarihi, İstanbul: İletişim Yayınları,

1992. Sapmazlı, Hüseyin. Çocuk Hakları ve Himaye Müesseseleri, Ankara: Yeni Cezaevi,

1943. Saracel, Nüket. Sosyal Yardım ve Hizmet Kuruluşlarının Sosyal Politikası ve

Türkiye Yardım Sevenler Derneği Uygulaması, Afyon: Afyon Kocatepe Üniversitesi Yayınları, 1997.

Sarç, Ömer Celâl. “Türkiye’de Çocuk Ölümleri,” İş, Sayı 34, Yıl 1943, s. 62-69. Sarıkaya, Makbule. “Savaş Yılarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı

Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri”, Savaş Çocukları-Öksüzler ve Yetimler

356

içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kâğıtçılık, 2003.

Sarıkaya, Yaşar. Medreseler ve Modernleşme, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997. Sayın, Nuran. “Çocuk ve Gençliği Koruma Mevzuatında ve Teşkilatında Boşluklar”,

Boş Zamanları Değerlendirme Semineri, (Ayrı Baskı-Broşür), İstanbul: İsmail Olgun Matbaası, 1966.

Schafer, Sylvia. Children in Moral Danger and the Problem of Government in

Third Republic France, Princeton, New Jersey: Princeton University Pres, 1997. Sennett, Richard. Kamusal İnsanın Çöküşü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1996. Serçe, Erkan. Tanzimat’tan Cumhuriye’te İzmir’de Belediye (1868-1945), İzmir:

Dokuz Eylül Yayınları, 1998. Sertel, Sabiha. Roman Gibi, İstanbul: Belge Yayınları, 1987. Seyyar, Ali. Kadın ve Aile Politikaları, İstanbul: Birey yayınları, 1999. Sofuoğlu, Ebubekir. “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin Alınan Bazı Tedbirler”, Savaş

Çocukları-Öksüzler ve Yetimler içinde, Emine Gürsoy-Naskali ve Aylin Koç (edt.), (kendi yayınları), İstanbul: Umut Kağıtçılık, 2003, s. 49–58.

Sosyal Hizmet Uzmanları Derneği. Ulusal Sosyal Hizmetler Konferansı-2000’li

Yıllara Doğru Sosyal Devletin Gerçekleştirilmesinde Sosyal Hizmetlerin Yeri ve Önemi, Ankara: Sosyal Hizmet Uzmanları Yayını, 1995.

“Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulmasına Dair Kanun Lâyihası ve Sıhhat ve İçtimâi

Muavenet ve Bütçe Encümenleri Mazbataları (1/101)” Devre XI, İçtima 2, 29.4.1955, TBMM Zabıt Ceridesi.

Sönmez, Cemil. Atatürk ve Çocuklar, Ankara: UNICEF Türkiye Temsilciliği, 1992. Sönmez, Cemil. Atatürk’te Çocuk Sevgisi, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 2004. Şahin, Mustafa. “23 Nisan ve Himaye-i Etfal”, Toplumsal Tarih, Sayı: 40, Nisan 1997

s.15-18. Şaylan, Gencay. Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, 1. Baskı, Ankara:

İmge Kitabevi, 1995. Şerifsoy, Selda. “Aile ve Kemalist Modernizasyon Projesi, 1928-1950”, Ayşe Gül

Altınay (derl.), Vatan, Millet, Kadınlar içinde, İstanbul: İletişim Yayınları Tazegül, Murat. Modernleşme Sürecinde Türkiye, İstanbul: Babil Yayınları, 2005.

357

Tomison, Adam M.. A History of Child Protection, Family Matters, No. 60

Spring/Summer, Australian Institute of Family Studies, 2001. Tomkins, Alannah. “Almshouse versus workhouse: Residential welfare in 18th century

Oxford”, Family & Community History, Vol. 7/1, May 2004. Toprak, Zafer. “Sosyal Politika Tarihimizin İlk Önlemler Paketi: Müessesât-ı

Sınaiyyede Çocukların ve Kadınların Çalıştırılması (1910)”, Toplum ve Bilim, 27 Güz 1984, s. 229–237.

Toprak, Zafer. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Şehremaneti”, Türk Belediyeciliğinde 60

Yıl Uluslar arası Sempozyum Ankara, 23-24 Kasım 1990 Bildiri ve Tartışmalar içinde, Metropol İmar A.Ş., IULA-EMME (Yayına Hazırlayan), Ankara Büyükşehir Belediyesi, 1990.

Toprak, Zafer. “Meşrutiyet ve Mütareke Yıllarında Türkiye’de İzcilik”, Toplumsal

Tarih, Sayı: 51, Nisan 1998, s. 13-20. Topses, Gürsen. “Cumhuriyet Dönemi Eğitiminin Gelişimi”, 75 Yılda Eğitim içinde,

İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1999. Tuna, Orhan.“Sanayide Çocuk Sa’yi ve Çocuk Sa’yinin Korunmasına Matuf Mevzuat”,

İş, Cilt 9, Sayı 34, Nisan 1943. Turan, Şerafettin. “Etkin Bir Eğitim, Kültür ve Dayanışma Kurumu Olarak Halkevleri”,

Bilanço 1923–98, I.Cilt içinde, Zeynep Rona (Yayına hazırlayan), İstanbul: Tarih vakfı Yayınları, 1999.

Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu, Çocuk Yuvaları Talimatnamesi Taslağı, Ankara:

TÇEK Umumi Merkezi, 1943. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunun Küçük Bir Tarihçesi 1921–1939, İstanbul:

Resimli Ay Matbaası T.L. Şirketi, 1940. Türkiye Kızılay Derneği İstanbul Aşocakları, İstanbul: Cemal Azmi Matbaası, 1948. Türkmen, Bekir. Cumhuriyet Döneminde Sosyal Hizmetler ve Sosyal Hizmet

Müesseseleri, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, 1987.

Uluğtekin, Sevda. Çocuk Mahkemeleri ve Sosyal İnceleme Raporları, Ankara, Bizim

Büro, 1994. Uluğtekin, Sevda. “1940'lı Yıllarda İstanbul'da Sokak Çocukları”, Prof. Dr. Sema

KUT'a Armağan içinde, Nesrin G.. Koşar (Edt.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Yayınları, 1999.

358

Uluğtekin, Sevda “Yirminci Yüzyılda Türkiye’nin Çocukları: Sorunlar ve Beklentiler”,

Prof. Dr. Nihal Turan’a Armağan–Sosyal Hizmette Yani yaklaşımlar ve Sorun Alanları içinde, Veli Duyan ve Aliye Mavili Aktaş (edt.), Ankara: H.Ü. Sosyal Hizmetler Yüksekokulu Yayınları, 2001.

Umay, Fuat. “Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı,” Türk Kadını, C. 3, S. 4,

Haziran 1946. Umay, Mehmet Fuat. Bir Devrimci Doktorun Anıları, İstanbul: Türkiye İş Bankası

Kültür Yayınları, 2003. Üstel, Füsun. İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları

(1912-1932), İstanbul: İletişim Yayınları, 1997. Üstel, Füsun. “II. Meşrutiyet ve Vatandaşın ‘İcadı’ ”, Tanzimat ve Meşrutiyet

Birikimi içinde, İstanbul: İletişim Yayınları, 2001. Üstel, Füsun. ‘Makbul Vatandaş’ın Peşinde, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004. Yaraman, Ayşegül. Resmi Tarihten Kadın Tarihine, İstanbul: Bağlam Yayınları,

2001. Yıldırım, Nuran. İstanbul Darülaceze Müessesesi Tarihi, İstanbul: Darülaceze Vakfı

Yayını, 1997. Yörükoğlu, Atalay. Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Ankara: Aydın Kitabevi

Yayınları, 1983. Yücekök, Ahmet N.. “Türkiye’de Sivil Toplum Örgütleri Gelişiminin Toplumsal

Aşamaları ve Süreci”, Tanzimattan Günümüze İstanbul’da STK’lar, A.N. Yücekök, İ. Turan ve M.Ö. Alkan (edt.) İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1998.

Yücekök, Ahmet, N., İ. Turan ve M.Ö. Alkan (edt.). Tanzimat’tan Günümüze

İstanbul’da STK’lar, İstanbul; Tarih Vakfı Yayınları, 1998. White, Ben. “Defining The Intolerable, Child Work, Global Standarts and Cultural

Relativism,” Childhood, C.6, S.1, 1999. Wilensky, L. Harold ve Charles Lebeaux. Industrial Society and Social Welfare, New York: Russel Sage Foundatition, 1958.

359

Gazete Haberleri ve Makaleleri

Akol, Osman K.. “Çocuğa yardım anlaşması,” Cumhuriyet, 27 Mayıs 1955.

Akol, Osman K.. “Türk çocuğunu el açmaktan kurtaralım,” Cumhuriyet, 21 Ocak

1954.

Akol, Osman K.. “Türkiye II. Milli Sosyal Hizmetler Konferansı,” Cumhuriyet, 24

Nisan 1962.

Akol, Osman K.. “Çocuk güvenliği çıkmazı,” Cumhuriyet, 15 Kasım 1960.

Akol, Osman K.. “Çocuk Güvenliği,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1960.

Akol, Osman K.. “Çocuk koruma birliklerini teftiş etme zarureti,” Cumhuriyet, 14

Mayıs 1959.

Akol, Osman K.. “Çocuk Mahkemeleri Kanun Tasarısı,” Cumhuriyet, 31 Mart 1959.

Akol, Osman K.. “Öğretim yılı sonunda düşünceler,” Cumhuriyet, 28 Temmuz 1959.

Akol, Osman K.. “Sosyal hizmetler enstitüsü,” Cumhuriyet, 3 Eylül 1959.

Arıkan, Baha. “İşlemeyen Kanunlar,” Cumhuriyet, 21 Mayıs 1962.

Arıkan, Baha. “Suçlu Çocuklar,” Cumhuriyet, 26 Haziran 1959.

Atay, Neşet Halil. “Semtlerde çalışmalar,” Ulus, 21.3.1945.

‘Bakımsız çocuklara himaye,” Cumhuriyet, 17 Nisan 1954.

“10 ailenin üçüz çocuğu doğdu,” Ulus, 19 Ocak 1945.

“17 yaşında bir kız iğfal edilip para ile 40-50 kişiye satıldı,” Cumhuriyet, 14 Nisan

1962.

“6 yaşındaki kızı kaçırarak kirletti,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962.

“800 çocuğa elbise ve ayakkabı dağıtıldı,” Cumhuriyet, 14 Birincikanun 1936.

“96 çocuk, han ve bekâr odalarından toplandı,” Cumhuriyet, 22 Haziran 1962.

“Baba hapse girince 8 çocuk aç kaldı,” Cumhuriyet, 29 Eylül 1962.

“Barındırma odaları,” Cumhuriyet, 16 Birinciteşrin 1939.

“Belediye çocuk bakım evleri tesis edecek,” Milliyet, 18 Teşrinievvel 1930.

“Belediye kimsesiz ve serseri çocukları topluyor,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1946.

“Belediyenin yardımları,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1931.

“Beyoğlu kazasında 7 bin çocuğun mektebe gitmediği anlaşıldı,” Cumhuriyet, 24

Eylül 1944.

360

“Bir yetiştirme yurdunda çocuğa işkence yapıldı,” Cumhuriyet, 30 Ağustos 1962.

“Bu şehid çocuğuna, bu deprem felâketzedesine yardım edecek bir makam yok mu?”

Cumhuriyet, 23 Kasım 1945.

“Cezaevindeki anne – babasına bakabilmek için hırsızlık yaptı” Cumhuriyet, 28

Haziran 1962.

“Çalışan Çocukların Okutulması,” Cumhuriyet, 7 Birinci Kanun 1944.

“ÇEK Genel Merkezinin 15 günlük yardımları,” Ulus, 8 Nisan 1945.

“Çocuk Bakımevi,” Cumhuriyet, 7 İkincikânun 1943.

“Çocuk Dostları Cemiyetinin beyannamesi,” Cumhuriyet, 14 Mart 1949.

“Çocuk Esirgeme Kurumu faaliyeti,” Cumhuriyet, 17 Ağustos 1945.

“Çocuk Esirgeme Kurumuna yardım edip madalya alanlar,” Cumhuriyet, 28 Aralık

1946.

“Çocuk Esirgeme Kurumunda dünkü toplantı,” Cumhuriyet, 15 Ağustos 1945.

“Çocuk Esirgeme Kurumunun faaliyetleri,” Cumhuriyet 24.07.1945.

“Çocuk Mahkemeleri,” Cumhuriyet, 2 Teşrinisani 1931.

“Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7

Şubat 1962.

“Çocuk suçlarına karşı Emniyet geniş çapta tedbirlere başvuruyor,” Cumhuriyet, 7

Şubat 1962.

“Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.

“Çocuk Vergisi,” Cumhuriyet, 8 Ocak 1946.

“Çocuklar için 3 sıhhat yurdu daha açıldı,” Tan, 24 Nisan 1943.

“Çocuklar iş başında!.., çocuklar dün İstanbul idaresine vaziyet ettiler,” Cumhuriyet,

24 Nisan 1931.

“Çocuklarda suça yönelme yaşı 12-17 olarak belirlendi,” Cumhuriyet, 20 Haziran

1962.

“Çocukları Koruma Kurulunun Toplantısı,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1950.

“Çocukları koruma yurdu iyi çalışıyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1950.

“Çocukları Kurtarma Yurdu,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939.

“Darülaceze eşya piyangosu çekildi,” Cumhuriyet, 7.12.1945.

“Darülâcezeye yapılan müracaatlar artıyor,” Cumhuriyet, 23 Ocak 1950.

“Darüşşafaka, hükümetin yardımile genişletiliyor,” Cumhuriyet, 16 Mart 1947.

361

“Dilenciler şiddetle takip olunacaklar,”Cumhuriyet, 18 Şubat 1950.

“Doğuda çocuklar da soygunculuğa başladı,” Cumhuriyet, 14 Eylül 1962.

“Edirnekapı’nın incisi dün merasimle açıldı,” Cumhuriyet, 8 Haziran 1931.

“Edirnekapı’nın İncisi,” Cumhuriyet, 18 Eylül 1931.

Ergin, Feridun. “Şehirlere nüfus akını,” Cumhuriyet, 13 Eylül 1959.

“Eyüp çocuklarının sefaletten kurtaracak olan müessese,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949.

“Fakir çocuklara yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 16 İkincikanun 1939.

“Fakir talebelere yapılacak yardım,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939.

“Fakir talebenin himayesi,” Cumhuriyet, 9 İkinciteşrin 1939.

Fındıkoğlu, Ziyaeddin Fahri. “Çocuk davasında küçük ve müspet iş numuneleri,”

Cumhuriyet, 1 Mayıs 1944.

“Halkın Dilinden,” Cumhuriyet, 7.12.1945.

Irmak, Sadi. “Toplumca yardım düşüncesinde gelişme,” Ulus, 31.1.1945.

“İki çocuk,” Cumhuriyet, 20 Eylül 1930.

“İlköğretim çağında 1.135.000 kadar çocuk okul dışı kaldı,” Cumhuriyet, 17 Eylül

1962.

“İlköğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24 Kasım1945.

“İlköğretim çocuklarının sayımı bugün yapılıyor,” Cumhuriyet, 24 Kasım 1945.

“İstanbul’da korunmaya muhtaç 20 bin çocuk var,” Cumhuriyet,10 Aralık 1959.

“İzbede unutulan yavrular,” Cumhuriyet, 27 Nisan 1931

“İzmir’den kaçan 4 çocuk yakalandı,” Cumhuriyet, 16 Nisan 1962.

Kesler, Said. “Çocuklar Sokağa Düşmekten Nasıl Kurtarılır?” Tan, 4 Nisan 1943.

Kesler, Said. “Darülâceze’deki Kreşte Hayatları Kurtarılan Yavrucaklar”, Tan, 5 Mart

1943.

Kesler, Said. “İstanbul’un Başta Gelen İhtiyaçlarından Biri de Kreştir”, Tan, 4 Mart

1943.

Kesler, Said. “Kreşte Yetişenleri Darülâcezeden Hemen Kurtarmalıyız,” Tan, 17 Mart

1943.

Kesler, Said. “Mekteplerdeki yoksul çocuklar,” Tan, 25 Nisan 1943.

Kesler, Said. ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943.

Kesler, Said. ‘Sokaklardaki Çocuklarla Savaşma Usulleri’, Tan, 2 Nisan 1943.

Kesler, Said. “Çocukları kurtarma yurdu nasıl islâh edilebilir?” Tan, 24 Mayıs 1943.

362

Kesler, Said. “Çocukları kurtarma yurdu,” Tan, 2 Mayıs 1943.

Kesler, Said. “Serseri Çocuklar,” Tan, 31 Mart 1943.

Kesler, Said. “Serseri sokak çocukları,” Tan, 20 Nisan 1943.

“Kimsesiz çocuklar dâvası ele alındı,” Cumhuriyet, 1 Ekim 1960.

“Kimsesiz çocuklar kanunu Kamutayda”, Ulus, 8 Şubat 1947.

“Kimsesiz Çocuklar Tespit ediliyor,” Tan, 4 Şubat 1955.

“Kimsesiz Çocuklar, Hükümet 1 Milyon Lira Tahsisine Karar Verdi”, Cumhuriyet, 2

İkincikânun 1944.

“Kimsesiz Çocuklar,” Cumhuriyet, 22 Ocak 1946.

“Kimsesiz çocuklara dair kanun kabul edildi,” Cumhuriyet, 24 Mayıs 1949.

“Kimsesiz çocuklara dair tasarı,” Cumhuriyet, 8 Şubat 1949.

“Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.

“Kimsesiz, bakımsız, aylak ve yoksul çocuklar,” Cumhuriyet, 14 Aralık 1945.

“Kimsesiz, serseri çocuklar,” Cumhuriyet, 17 Ocak 1946.

“Kimsesizler yurdu,” Cumhuriyet, 31 Birinciteşrin 1939.

“Korunmaya muhtaç çocuklar Devlet himayesine alınacak,” Cumhuriyet, 3 Ocak 1962.

“Köylülerin sattığı çocuklar,” Cumhuriyet, 27 Kasım 1955.

“Küçük yankesici Nurten’in veliliği ailesinden alındı,” Cumhuriyet, 19 Nisan 1962.

“Malatya’da İnhisarlar Çocuk Yuvası bir törenle açıldı,” Ulus, 30.3.1945.

“Mürefte köylü çocuklarına yardım,” Cumhuriyet, 22 Birincikanun 1936;

“Okullarda himaye işleri ne vaziyette?” Cumhuriyet, 8 Birincikanun 1936.

Saraçoğlu, Kemal. “En büyük memleket işi: çocuk davası,” Cumhuriyet, 5 Eylül 1946.

Sarç,Ömer Celâl. “Türkiye’de Çocuk Ölümleri,” İş, Sayı 34, 1943, s. 63.

“Satılık Çocuklar,” Cumhuriyet, 28 Ağustos 1955.

“Serseri Çocuklar Hakkında Hazırlanan Rapor”, Cumhuriyet, 20 Nisan 1943.

“Serseri ve Metruk Çocuklar”, Cumhuriyet, 16 Nisan 1943.

“Süt meselesi esaslı surette halledilmelidir!” Cumhuriyet, 8 Mayıs 1931.

“Süt meselesi esaslı surette halledilmelidir!”Cumhuriyet, 8 Mayıs 1931.

Tekeli, Esat. “Sosyal Hizmetler Enstitüsü Kurulurken,” Cumhuriyet, 15 Temmuz 1959.

Toker, Metin. “Bu sefil çocukların hali ne olacak?” Cumhuriyet, 31 Aralık 1945.

Toker, Metin.“Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık

1945.

363

Toker, Metin. “Kimsesiz ve serseri çocuklar davası,” Cumhuriyet, 5 Ocak 1946.

Toker, Metin. “Yalnız İstanbul’da 4000 kimsesiz çocuk var,” Cumhuriyet, 30 Aralık

1945.

“Trakya’da açılan talebe yurdu çok faydalı oluyor,” Cumhuriyet, 27 Birinciteşrin 1939.

“Türkiye’de Çocuk Terbiyesi Meselesi”, Cumhuriyet, 24 Nisan 1943.

“Vagon tamponları arasında Ankara’dan İstanbul’a kaçtı,” Cumhuriyet, 30 Haziran

1962.

Velde, Hıfzı. “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944.

Velde, Hıfzı. “Çocuk Meselesi”, Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1944.

Veldet, Hıfzı. “Milli Şefin Başlattığı Seferberlik,” Cumhuriyet, 8 İkinciteşrin 1994.

“Yardıma muhtaç 100 bin çocuk var,” Cumhuriyet, 28 Ekim 1949.

“Yaşından fazla sabıkası olan çocuk,” Cumhuriyet, 10 Mayıs 1962.

“Yoksul çocuklar için dinlenme kampı,” Cumhuriyet, 23 Temmuz 1945.

“Yoksul Çocuklar Yurdu”, Tan, 2 Mart 1943.

“Yoksul çocuklara elinizi uzatın!”Cumhuriyet, 28 Nisan 1931.

“Yoksul çocuklara yardım cemiyetleri birliği kuruluyor,” Cumhuriyet, 24 Birincikanun

1939.

“Yoksul Çocuklara yardım,” Cumhuriyet, 26 Eylül 1946.

“Yurdda çocuk suçları için mahkemeler kurulacak,” Cumhuriyet, 2 Ocak 1949.

“Yurdumuzdaki kimsesiz çocukların korunması,” Cumhuriyet, 29 Nisan 1949.