daima

154

Upload: emekci-hareket-partisi-ehp

Post on 24-Mar-2016

228 views

Category:

Documents


3 download

DESCRIPTION

Magazine about economy

TRANSCRIPT

Page 1: Daima
Page 2: Daima
Page 3: Daima

DaimaKuramsal Dergi

Üç Aylık

2011 İlkbahar / 001Kriz Sayısı

Yayına HazırlayanHakan Öztürk

İmtiyaz Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri MüdürüFadik TemizyürekBozkurt Mah. Türkbeyi Sk. No: 79-81 Şişli/İstanbul

Telefon0507 6953327

[email protected]

Grafik TasarımEmre Öztürk

Basıldığı YerEzgi MatbaasıSanayi Cad. Altay Sk. No: 10 Yenibosna/İstanbul

1. BaskıNisan 2011

Page 4: Daima

n n nKuramsal Dergi n Üç Aylık n 2011 İlkbahar n 001

Page 5: Daima

4 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Page 6: Daima

5Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Hakan Öztürk

MADDİ OLGULARI ESAS ALMAK VE İKTİSADİ TEMELKapitalizmi kimsenin krize sokmasına gerek yok. O kendisini,

kendi krizine doğru sürükler. Marks, “Periyodik olarak tekrar-lanan krizler, burjuva toplumunu her defasında daha ciddi bir biçimde tehdit etmektedir.” diyerek krizin tarihsel sürekliliğine işaret ediyor Manifesto’da.

Krizler kimsenin komplosu ya da akıllı tasarımı değildir. Kriz emperyalizmin oyunu değil, emperyalizmin başına gelendir. O ne-denle Marks’ın Kapital’de incelediği anlamda bir sorunla karşı karşı-yayız ve sorunu Marks’ın inceleme yöntemiyle ele almalıyız. Marks’ı eleştiren, çağdaşı bir yazar Marks’ın yöntemini şöyle tanımlıyor:

“Marks için önemli olan tek şey, incelediği olguların yasasını bul-maktır; bu olgular, belli bir tarihsel dönemde belirli bir biçim ve karşılıklı ilişkiler içerisinde oldukları sürece, onun için önemli olan yalnızca onlara egemen olan yasa değildir. Onun için daha

Page 7: Daima

6 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

da önemli olan, bunların değişmelerinin ve gelişmelerinin, yani bir biçimden başka bir biçime, bir ilişkiler düzeninden, farklı bir ilişkiler düzenine geçişlerinin yasasıdır. Marks, toplumsal hare-keti, yalnızca insan iradesinden, bilincinden ve düşüncesinden bağımsız olmakla kalmayan, tersine onların iradesini, bilincini ve düşüncesini belirleyen yasaların yönettiği bir doğal tarihsel süreç olarak alır. Yani fikir değil, ancak tek başına maddi olgu, onun çıkış noktası olabilir.” 1

Yani insanların komplolarından, tasarımlarından, oyunların-dan ve iradelerinden bağımsız olarak maddi olguların hareket yasalarına yönelmeliyiz. Mandel bu yöntemi: “Maddenin soyut hareket yasalarını yani özünü açıklayan bu öğeler arasındaki be-lirleyici genel bağlantıların keşfi” diye açıklıyordu.

Yöntem, tipik olanı yakalamak, genellemeler yapabilmektir. Braudel tipik olarak gözlemlenen gelişme seyrine dikkat çekiyor:

“Braudel, Hollandalıların “Avrupa’nın bankerleri” olmak üzere 1740’larda ticaretten ellerini eteklerini çekmelerinin, tekrar tekrar vuku bulan bir dünya-sistemik eğilimin tipik özelliği olduğunu ileri sürer. Aynı süreç on beşinci yüzyılda ve 1560’larda, İtalya’da gerçekleşmiştir.” 2

Kapitalist üretim tarzının hareket yasalarına yönelmek istedi-ğimizde, karşımızda duran materyal, Marks’ın kapitalde incele-diği iktisadi ilişkiler temelidir. Kapitalist üretim tarzını inceleme-ye başladığımızda iktisadi altyapıyı incelemeye başlamamız son derece normal ve kaçınılamazdır. İktisadi altyapıyı incelemeden kopmak, maddecilikten kopmaktır.

Sermaye birikim tarzının hegemonyasını sürdürmeyi doğallaş-tıran ideolojik etki mekanizmaları, sömürülen sınıfların analiz yönteminden iktisadi alanı uzak tutmaya çalışıyor. Bu mesafeli oluşu, sol bir analiz yönteminin içinde olduğunu kabul edenler de benimseyebiliyorlar.

Kapitalist üretim tarzının ana meselesi emek gücünün ürettiği artı değere sermaye sınıfının el koymasıdır. Artı değere el koyan sınıf, artı değere el koyma ilişkisinin kendisini şekillendirdiği ya-salara tabi olur. Dünyayı felakete götüren süreç, artı değer dedi-

1) Karl Marks, Kapital, Cilt: 1, Ankara, Sol Yayınları, 1996, s. 221. 2) Fernand Braudel, Civilization and Capitalizm, 15 th-18th Century, Valume III: The Per-spective of the World, New York, Harper&Row, 1984, s. 157’den aktaran Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de - 21. Yüzyılın Soykütüğü, İstanbul, Yordam Kitap, 2007, s. 237.

Page 8: Daima

7Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

ğimiz iktisadi değere el koyabilmiş olanların çarpışmasıdır artık. Her şey buradan türer.

Güncel anlamdaki hegemonya mücadelesi de bu işleyiş üzerin-den yürür. Arrighi’ye göre:

“Birleşik Devletlerin Vietnam yenilgisi, güç kaynağı olarak sınai militarizmin sınırlarını apaçık gözler önüne sererken, Japonya’nın 1980’lerin dünya politikasında artan nüfuzu, iktisadi güç kaynak-larının askeri güç kaynaklarından daha etkili olduğunu tanıtlı-yordu. 1970’lerde hızla güç kaybına uğrayan Birleşik Devletler’in 1980’lerde bu gidişatı tersine çevirmesini mümkün kılan şey kendi kudretli askeri aygıtı değil, fakat ucuz Japon kredisi ve emtiasıy-dı. Japonya’nın Birleşik Devletler’e olan siyasi ve iktisadi bağım-lılığının yerini artık karşılıklı bağımlılık ilişkisi almıştı: Japonya ABD’nin askeri korumasına bağımlı kalmaya devam etse de, ABD askeri aygıtının sağladığı korumanın yeniden üretimi Japon finans ve endüstrisine bağımlı olmaya başladı.” 3

Mevcut iktisadi ilişkileri reddediyor olmamız, onun nasıl iş-lediğini anlama çabasını reddediyor olmamız anlamına gelmez. Elbette ki sol bir analiz mevcut iktisadi ilişkileri, mevcut devleti, mevcut askeri aygıtı reddeder ama onu inceler ve onları inceleme disiplinlerinin içine girer. “Ben bunları incelemeyeceğim çünkü bunlara taraftar değilim” gibi bir metodik ilişki kurulamaz. Bun-ları incelemekten uzak durmak, bu alanlara dair çok reddedici ya da eleştirel olunduğunu anlatmaz.

Son aşamada bu alanlara dair tutum “ne hali varsa görsünler” noktasına gelir. Bu tavır alış zaten karşı tarafı reddeden ve onun işini zorlaştıran değil, elini serbest bırakan ve işini kolaylaştıran nihilist bir seçiştir.

Tıbbi alanda, bir hastalıktan nefret edildiği için o hastalığın ilerleyiş mekanizmalarının incelenmesi ve anlaşılmaya çalışılma-sı yaklaşımından geri durulamaz. Bundan geri durmak o hastalık nedeniyle ölmeye razı gelmek olacaktır.

Bir tür işgal ordusuna karşı savaşırken, savaşırsınız. Savaşma, silah, zor uygulama mekanizmalarının dışında kalamazsınız. Sa-vaştan, silahtan ve zor kullanmaktan anlamamak sadece yenilme-nize ve işgal ordularının zaferine sebep olur.

Sorun iktisadi alanı incelemek gerektiği konusundaki açıklayıcı

3) Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de - 21. Yüzyılın Soykütüğü, İstanbul, Yordam Kitap, 2007, s. 349.

Page 9: Daima

8 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

zihinsel ilişkileri orya koymak değildir. İktisadi alanı incelemek elbette ki yetmez. Eğer bir iktidar değişikliği söz konusu oluyor ve siz bununla ilgili inisiyatif kullanıyor iseniz, kendinizi iktisadi alanın ortasında bulursunuz. İşçinin işyerinde; muhalefetin genel iktisadi politikaları eleştirdiği durumda; bir emekçi iktidarının üretimi planlamaya çalıştığı bir durumda iktisat alanıyla içli dış-lısınız demektir.

İşin politik sonuçlarına bakılacak olursa iktisadi alanla ilgilen-meyen çizgi, aslına bakarsanız emekçilerin yürüttüğü mücadele ile -bir nevi iktisadi mücadele olduğu için- ilgilenmeyen politik çizgidir. Bu politik duruş esas çelişkiyi anlatılan bağıntıyla devlet ile devletin dışındaki herkes arasına koyar. Sorun burada şöy-le ortaya çıkar: devlet dışındaki herkesin arasında, artı değere el koyabilen sınıflar da vardır. İktisadi olarak “ne halleri varsa görsünler” siyaseti en sonunda döner dolaşır, artı değere el ko-nulmasını normal hale getirir. Artı değerine el konulanlar ile el koyanların aynı safta sunuluşunun gösterdiği budur.

Kuşkusuz, bir emekçinin artı değerini ihtiyaçları için kullanıp kullanamayacağı esas sorundur. Bunun ihtiyaçlarını karşılama konusunda derdi olmayan toplumsal kesimler tarafından önem-siz olarak görülmesi muhtemeldir. Böyle bir iktisadi konuyu önemsemiyor olmanın derindeki sebebi, böyle bir iktisadi sorunu yaşamıyor olmaktır.

NEREM DOğRU Kİ?Cüsseli, dev gibi bir insanı ne devirebilir?Bu her zaman bir dövüş sahnesindeki gibi apaçık görünür ol-

mayabilir. İnsanlar küçük mikrop ve virüslerin etkisiyle bir daha kalkmamak üzere yere yıkılabilir. Bunu, göremeyeceğimiz kadar küçük mikroorganizmalar yapar. Ya da insanları günlük yaşam-da pek gözümüze çarpmayan eğilimleri onları hastalığa götürür. Hatta insanların keyifli alışkanlıkları, örneğin sigara içmeleri ya da yağlı yemek yemeleri onları hasta yapar. Bu onların çoğu kez vazgeçmek istedikleri ama vazgeçemedikleri eğilimleridir.

“Gerçekte Marks hiçbir zaman kendi yeniden üretim şemalarını kapitalizmde iddia edilen “kesintisiz üretim” olanağı hakkındaki ifadeleri doğrulamak amacıyla oluşturmadı: tersine, o kapitaliz-min bunalımlara doğası gereği yatkın olduğuna derinden inan-mıştı. O bunu hiçbir şekilde yalnızca üretim anarşisine bağlamadı, o bunu aynı zamanda üretim güçlerinin gelişimi ile kitlesel tüketi-

Page 10: Daima

9Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

min gelişimi arasındaki farka atfetti, bu farkın kapitalizmin doğa-sına içkin olduğuna inanıyordu. 4

Marks, bir doğa yasası niteliğine bürünen işleyişi belirleyen çı-kış noktasının, sermayenin seçenekler arasından bir tercih etme davranışının değil sağ kalmak için gösterdiği zorunlu refleksler olduğunu eksiksiz anlatır:

“Doğrudan sömürünün koşulları ile bu sömürünün gerçekleştiril-me koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnızca yer ve zaman olarak değil, aynı zamanda mantıksal olarak da farklıdırlar. Birincisi yal-nızca toplumun üretici gücü ile sınırlıdır, ikincisi ise üretimin çeşit-li dallarının birbirine oranı ve toplumun tüketici gücü ile sınırlıdır. Fakat bu sonuncusu ne mutlak üretici güç ne de mutlak tüketici gücü tarafından belirlenmeyip, toplumun ana gövdesinin tüketi-mini dar bir aralıkta oynayan bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz bölüşüm koşullarına dayalı olan tüketici gücü tarafından belirle-nir. Ayrıca o biriktirme eğilimi, sermayeyi genişletme ve genişletil-miş bir ölçekte artı-değer üretme güdüsü tarafından da sınırlandı-rılır. Bu üretim yöntemlerindeki devamlı devrimlerin, buna bağlı olarak mevcut sermayelerin uğradığı sürekli değer kaybının genel rekabet savaşımının ve yok olup gitme tehdidi altında sırf kendi nefsini koruma aracı olarak, üretimi iyileştirme ve ölçeğini geniş-letme gereksinmesinin zorunlu kıldığı kapitalist üretim yasasıdır. Piyasanın bu nedenle sürekli genişlemesi ve böylece piyasa ilişkile-rinin ve bunları düzenleyen koşulların, gitgide üreticiden bağımsız bir doğa yasası biçimine girmesi ve her geçen gün daha denetle-nemez hale gelmesi zorunludur. Bu iç çelişki, kendisini, üretimim dışa dönük alanlara doğru yayılması ile çözümlemeye çalışır. Ne var ki, üretkenlik geliştikçe kendisini, tüketim koşullarının dayan-dığı dar temeller ile o denli çatışır bulur.” 5

İnsanın kanser olmasının nedeni genetik kurgusunda gizlidir. Alışkanlıklarını değiştirmeye kalkıştığında dahi, kansere yakalana-bilir. Kimse kimseye kansere neden olan bir kimyasal madde şırın-ga etmez. Kanser böyle olunmaz. Ama her şey plastikten yapılıyor olduğunda, kanser olma riski de toplumda doğal olarak artar. İnsan sigara içtiğinde hemen hasta olmaz. Hasta olması için bu alışkan-lığını uzun yıllar boyunca sürdürmesi gerekir. Bunun sonucunda, insan kendisine hiç konduramadığı hastalığa ansızın yakalanır.

Kapitalizmin krize girmesi gerçeği sosyalistlerin karalaması değildir. Kapitalizm vücuda yayılan bir kanser tümörü gibi bü-tün dokuyu bozar. Tümör yaşadıkça dokular harap olmaktadır.

4) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008, s. 53.5) Karl Marks, Kapital, Cilt: 1, Ankara, Sol Yayınları, 1996, s. 217.

Page 11: Daima

10 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Paradoks budur. Tümör, tümör olabilmek için dokuyu bozup ço-ğalmak zorundadır. Onun tümör olarak başka yolu yoktur. Nihai olarak tümör bir insan bedenini tamamen kaplayıp çökerttiğinde tümör de varoluş zeminini kaybetmiş olacaktır ama mesele bu-dur. İnsan yok olduğunda tümör de yok olacaktır elbette ama ka-pitalizm zaten akılcı olmayan bir sistemdir.

Kapitalizmin stratejisi son tahlilde bir bal arısı stratejisidir. So-karak zehirler ama aynı zamanda soktuğu kancalı iğnesini çıka-ramaz ve ölür. Kapitalizmin krizi budur, kancalı iğnesini ne kadar derine sokarsa, o kadar geri çıkamaz. Kendisini tarihin ve toplu-mun daha derinine ittikçe daha fazla sıkışır, krize girer.

“Devletin kapitalist ekonomik sisteme müdahalesi ne kadar büyük olursa, bu sistemin tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa yaka-landığı da o kadar açığa çıkar.” 6

Sistemden memnun olanların hiç konduramadığı şekliyle, ka-pitalizm de krize girer. Hatta büyük ve küçük krizlere girmek ka-pitalizmin kaderidir. Bu kadar fazla kötü alışkanlığı olan kapita-lizmden başka ne beklenirdi ki?

“…kapitalist üretimdeki tüketim ilişkileri tarafından sunulan dar temel, ekonomik bunalımın genel kökenidir, çünkü tüketimi arttır-manın olanaksızlığı satışlardaki durgunluğun genel bir önkoşulu-dur. Tüketim istendiğinde arttırılabilseydi, aşırı üretim mümkün olmazdı. Fakat kapitalist koşullarda tüketimin arttırılması kar oranlarında bir düşüş demektir. Çünkü geniş kitlelerin tüketimi-nin artması ücretlerde bir artışa bağlıdır.” 7

Bu kadar rekabetçi, bu kadar irrasyonel, bu kadar paradoksal bir sistem nasıl krize girmesin?

“Lenin’in emperyalist burjuvazi için mutlak çaresiz durumlar ol-madığı tezi, sosyalist bir devrim olmadığı sürece kapitalist üretim tarzının uzayan ekonomik durgunluk ve toplumsal bunalım dö-nemleri pahasına sonsuza dek yaşayacağı anlamına gelmez. Çün-kü artı-değer kitlesinde daha hızlı bir düşüşün göstergesi olan ge-nelleşmiş otomasyon, sermayenin değer kazanmasına, artı-değer oranında herhangi bir artışla üstesinden gelinemeyecek, mutlak bir bariyer koymakla kalmaz. Üretim güçlerinin fiili gelişiminde bundan sonra hazır olan israf ve tahrip dinamiği öyle büyüktür ki, sistemin ya da bürün uygarlığın kendi kendini yok etmesine tek alternatif: daha yüksek bir toplum biçimidir.” 8

6) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008, s. 643.7) a.g.e., s. 54.8) a.g.e., s. 208.

Page 12: Daima

11Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Deveye “boynun eğri” demişler, demiş “nerem doğru ki”.Kriz kapitalizmin alınyazısıdır. Çıkmaya çalıştıkça battığı ba-

taklıktır. Kapitalistlerin fazla malı göz çıkartmaktadır. Sonuç iti-barıyla kapitalizm kötüdür. Bulaştığı her türlü uzuvda kangren yaratmaktadır ve elbette ki kangren olmuş bir uzuv gülsuyuyla iyileşmez. Gerilim budur.

MAhİR ÇAyAN’IN KRİz DöNEMLEşTİRMESİ: EMpERyALİzMİN ÜÇÜNcÜ GENEL BUNALIM DöNEMİ SÜRÜyORSosyalizm mücadelesi kapitalizmin olumsuzluğu üzerinden yü-

rütülebilir. Kapitalizmin olumsuzluğunu dışa vuran en dramatik süreçler ise krizlerdir. Kriz kapitalist gelişme süreci içinde felaket-vari bir çöküş anı değil, toplumsal varoluşu sürekli istikrarsızlığa sürükleyen kapitalizme içkin bir eğilim olarak düşünülmelidir. Kapitalizm her beş-on yılda bir temel araç gereçlerini yenilemek ihtiyacından ötürü bir kriz yaşıyor, bizim konumuz ise bunun ötesindedir. Arrighi bu sorun alanını Brenner’e başvurarak şöyle belirlemeye çalışıyor:

“Brenner, sağduyulu davranarak, kendisini herhangi bir tikel se-naryoya kaptırmaz. Fakat onun bütün savlarının altında yatan ana tezi, bizde o uzun daralma döneminin gerçekte bitmediği ve daha kötü bir daralmanın gelmek üzere olduğu yönünde güçlü bir izlenim uyandırır.” 9

Kapitalizme karşı mücadele yürütebilmek için bulgulamamız gereken, krizin uzun döneme yayılmış halidir. Mahir Çayan ken-di kriz dönemleştirmesinde, dünya çapında emperyalist paylaşım savaşlarına neden olan büyük ve genel iktisadi bunalım süreçleri-ni esas alır. Çayan, devrimlere ön açma imkanı olan genel buna-lımların varlığını, yeni bir çağın içinde tanımlar. Ona göre Marks ve Engels’in 1840-1850 dönemlerinde inceledikleri krizler dünya çapında devrimlere yol açabilecek nitelikte değildi. Bu çağ kapita-lizmin emperyalist niteliğe sıçradığı aşamada ortaya çıktı. Çayan çağlar arasındaki bu geçişi şöyle tanımlıyordu:

“1840-50 dönemi arasında, Marx ve Engels, bu devrim teorisinde gerçekten yanılmışlardı. Çünkü onlar, 1847 dünya ticaret bunalı-mı ile kapitalizmin genel ve sürekli buhranlar dönemine girdiğini zannetmişlerdi. Oysa kapitalizm o çağda yükselme dönemindey-

9) Brenner, The Boom and the Bubble’dan aktaran Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de - 21. Yüzyılın Soykütüğü, İstanbul, Yordam Kitap, 2007, s. 123.

Page 13: Daima

12 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

di. Dolayısıyla Avrupa’da bir proleter devrimi olması imkansızdı. Bu nedenle, Almanya’daki demokratik devrimin başını proletarya çekse bile, Avrupa’da zamandaş patlak veren proletarya devrimle-ri olmadığı için, proletarya, devrimi sürekli kılamazdı. Almanya’da proletaryanın burjuva demokratik aşamadan durmaksızın sosyalist devrim aşamasına geçebilmesi için, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ik-tidarı ele geçirmiş olan muzaffer proletaryanın yardımı şarttı.Oysa şu anda (emperyalist dönemde) kapitalizm sürekli buna-lımlar dönemine girmiştir. Avrupa proletaryasının iktidara gel-mesi için objektif şartlar sistemin bütünü açısından olgunlaşmıştır. Bu yüzden Marx ve Engels’in 1856’lardan sonra vazgeçtikleri bu devrim teorisi, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımlar dönemin-de, Rusya gibi, gecikmiş burjuva demokratik devrimin eşiğinde olan bir ülkenin proletaryasının tek ve doğru devrim teorisidir.” 10

Dikkat edilirse Çayan emperyalist dönemde kapitalizmin sü-rekli bunalımlar dönemine girildiğini ifade ediyor. Yani kapita-lizmin sürekli ve genel bunalımlar çağıdır artık çağımız. Çayan’ın bunalımlar konusundaki en geniş tasnifi, sürekli ve genel buna-lımlar öncesi ya da sonrası çağda bulunuyor olmaktır.

“Lenin 20. yüzyılın başında, kapitalizmin ekonomik ve politik alanda eşit oranda gelişmeme kanununu (bu kanunun ilk ipuçları Marks’ın ekonomi politiği eleştirirken yaptığı soyutlamalarda var-dır) bularak, onun en yüksek aşaması olan emperyalizm teorisini formüle ederek, kapitalizmin sürekli ve son buhranlar çağının baş-ladığını, Marks ve Engels’in “bekledikleri büyük mücadele anının” artık geldiğini söyleyerek, Rus proletaryasının devrim teorisinin, sürekli veya kesintisiz devrim teorisi olduğunu ilan etti.” 11

Çayan, çağ tasnifini proleter devrimleri imkanına sahip olmak açısından temellendiriyor. Ona göre sürekli ve genel bunalımlar çağında proletaryanın iktidara gelmesi için gerekli objektif şartlar olgunlaşmıştı.

Çayan, serbest rekabetçi dönemden, tekelci kapitalizmin sürek-li bunalımlar çağına bir dönüşüm süreciyle geçildiğini açıklama-ya çalışır:

“Fransa ve Prusya savaşından ve onu takiben Paris Komünü hare-ketinden, 20. yüzyılın başlarına kadar, kapitalizm nispeten barışçı bir gelişim içine girdi. Bu döneme, barış dönemi de diyebiliriz.Bu evre, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği, kamçıladığı ve

10) Mahir Çayan, Teorik Yazılar, İstanbul, Gökkuşağı, Eylül 1996, s. 255.11) a.g.e., s. 240.

Page 14: Daima

13Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

burjuva anlamda refahı sağladığı, tek kelime ile kapitalizmin gür-büzleştiği bir evredir. Fakat her gelişen, güçlenen şey gibi kapita-lizm de bu süre içinde, kendi zayıflığını, çürüklüğünü de geliştirdi ve güçlendirdi. Bir başka deyişle, kapitalizm bir yandan yükse-lirken öte yandan hızla kokuşmaya, asalaklaşmaya, tekelleşmeye yöneliyordu. Bu dönem, bireysel kapitalizmin hızla ortadan kalktığı, tekellerin, kartellerin ve tröstlerin ekonomiye hakim olduğu, serbest rekabetçi kapitalin hakimiyetinin, finans kapital tahakkümüne dönüştüğü bir dönemdir.” 12

Çayan böylesi bir geçiş sürecini Lenin’in tekellerin evrelerini sıraladığı değerlendirmesine başvurarak açıklar:

“1) Serbest rekabetteki gelişimin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları: Bu dönemde tekeller henüz güçlükle fark edilebilen birer çekirdek halindedirler; 2) 1873 krizini izleyen ve kartellerin büyük gelişme dönemi olan yıllar; ancak bunlar yine de birer is-tisna halindedirler; kararlı ve sağlam bir durumları yoktur henüz. Geçici bir nitelik gösterirler; 3) 19. yüzyılın sonundaki yükseliş ve 1900 - 1903 krizi dönemi; bu dönemde karteller bütünüyle ekono-mik hayatın temellerinden biri haline geliyor, kapitalizm emperya-lizme dönüşmüştür.” 13

Bu alıntılar bize Mahir Çayan’ın sürekli bunalımlar çağına ge-çiş sürecini anlatır. Çayan bunalım dönemlerini bir büyük dün-ya savaşına bağlayarak incelemektedir. 1. Dünya Savaşı öncesine tekabül eden genel bunalım “1873 krizi” olarak anılmaktadır. Bu kriz 1930’lardaki Büyük Buhran’la karşılaştırılabilecek 1873-1896 bunalımıdır. Çayan’daki 1. Dünya Savaşı öncesi 1. Bunalım Dö-nemi olarak dikkate alınabilecek sürecin ağırlık koyan krizi bu-dur. 1. Bunalım Dönemi’nin sebebiyet verdiği son nokta 1. Dünya Savaşı’dır. Çayan’ın dönemleştirmesini bir şema olarak kurgula-mak istersek şöyle bir tabloyu dikkate alabiliriz:

1873 Bunalımı sonrası

1932 Bunalımı sonrası

1971 Bunalımı sonrası

1. Bunalım Dönemi

2. Bunalım Dönemi

3. Bunalım Dönemi

1. Dünya Savaşı 2. Dünya Savaşı

12) a.g.e., s. 247.13) V. İ. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Ankara, Sol Yayınları, 1998, s. 26.

Page 15: Daima

14 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Çayan’ın yazılarında andığı öteki kriz, tarihini 1932 ola-rak verdiği, biricik sistemik çöküş olarak herkesçe kabul gören 1930’lardaki Büyük Buhran’dır. 2. Bunalım Dönemi’ndeki Büyük Buhran’ın vardığı son merhale 2. Dünya savaşıdır.

“Mao’ya göre, Lenin’den bu yana kapitalizmin özünde bir değişim olmamıştır. Ve bugün, nicelik değişimlerine uğramış olan kapita-lizm, III. Buhran döneminde can çekişmektedir. Kapitalizm deği-şen şartlar karşısında (Lenin’den bu yana) bekasının devamı için tek çıkar yol olan militarizmi, “savaş ekonomisi”ni görmektedir.” 14

Çayan bunalım dönemlerini büyük dünya savaşlarına göre sı-ralar. Onun dikkate aldığı dünya savaşlarına sebep olacak geniş-likte bunalımlardır. Dünyayı etkileyecek düzeyde bunalımların akıbeti dünya savaşları olmaktadır. Çayan, kapitalizmin gelişme seyrinin savaşlar doğuracağını Lenin’e başvurarak şöyle ele alıyor:

“Lenin daha 1900’lerde (Emperyalizm kitabını yazmadan çok önce) kapitalizmin sıçramalı ve dengesiz gelişme kanununun zo-runlu olarak bir emperyalistler arası savaşı doğuracağını ve bunun da, kapitalizmin en zayıf halkası olan Rusya’da devrime yol aça-cağını söylemişti. Lenin’in öngördüğü devrim biçiminin temelinde, emperyalistler arası zıtlıkların kesin olarak askeri plana yansıya-cağı görüşü yatar.” 15

Çayan, 3. Bunalım Dönemi’ni ise 60’lardan sonra diyerek baş-latıyor. Bu dönemi 2. Dünya Savaşı ardından gelen bir “devri saa-det” sonrası dönem olarak değerlendirdiğini şu anlatımlar belir-gin olarak görebiliriz:

“II. yeniden paylaşım savaşından, özellikle 1960’dan sonra (Ame-rikan gizli işgalinin oluşturduğu) ekonomik, sosyal ve politik kriz ülkedeki sınıflar arası kutuplaşmayı ve emekçi kitlelerin memnu-niyetsizliğini had safhaya çıkarmıştır.” 16

Hatta Çayan, 3. bunalım döneminin başlangıç sürecini çok daha net bir tarih vererek açıklıyor:

“Ülkemizde 12 Mart askeri darbesinin olması bir tesadüf değildir. Bu genel olarak, emperyalizmin III. bunalım döneminin, özel olarak Amerikan ekonomisinin 1967’den beri içine girdiği korkunç krizin, Yankee işgali altındaki ülkemize yansımasının bir sonucudur.” 17

14) Mahir Çayan, Teorik Yazılar, İstanbul, Gökkuşağı, Eylül 1996, s. 57.15) a.g.e., s. 304.16) a.g.e., s. 328.17) a.g.e., s. 324.

Page 16: Daima

15Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Mahir Çayan, yaşadığı 1971 yılına kadar krizin gelişimini izliyor.“Amerikan ekonomisi -işleyen kapitalizmin kanunlarıyla- son on yıldır tam bir kriz içine girmiş ve son yıllarda bu krizi had safha-ya gelmiştir. Amerikan ekonomisindeki kriz o derece artmıştır ki, Yankeeler efsanevi dolarının dokunulmazlığını istemeye istemeye -iki yıl geciktirerek- bozmuşlardır. Amerika dolarını 1969’da deva-lüe etmesi gerekirken, iki yıl dostlarını zorlamış fakat bazı tavizle-rin dışında olumlu sonuç alamamış ve 1971’de devalüe etmiştir.” 18

Çayan’ın izlemeye imkan bulabildiği 1971 yılında, Amerikan ekonomisindeki krizin had safhada artarak doların devalüe edil-mesi noktasına geldiğini tespit ediyor. O’na göre 60’ların sonu ile 70’lerin başı 3. bunalım döneminin başlangıcıdır.

3. bunalım dönemi emperyalistler arası zıtlıkların askeri plana yansıtılarak çözülebileceği bir dönem değildir Çayan’a göre. Askeri alandaki yıkıcı gücün geldiği nokta bütün ülkeleri bir dünya savaşı çözümünden uzak tutuyor, bu da krizi daha da derin hale getiriyordu.

“Eğer, III. bunalım döneminin belirttiğimiz özelliği olmasaydı, Yankeeler dostlarının tavizleri ile yetinmeyip, pazar sorununu halletmek için, işi silahla çözümlemek yolunu tercih ederlerdi. (Böylece bir taşla iki kuş vurmuş olurlardı. Çünkü aynı zamanda savaş, kapitalizmin talep yetersizliği hastalığının bir ilacıdır.) An-cak dünya sosyalist bloğunun varlığı ve de tekniğin ulaşmış olduğu dev gelişme seviyesi bu tip politikanın aynı zamanda kendi sonu demek olduğunu da hatırlatmaktadır.” 19

Mahir Çayan’ın bu saptamaları bugün itibariyle üçüncü yani son genel bunalım döneminin neden bu kadar sürünerek devam ettiğini parlak bir şekilde açıklamaktadır. Daha önceki iki buna-lım dönemi kendi çıkmazını dünya çapında savaşlar doğurarak çözmüştür. Ne var ki, dünyadaki canlı yaşamının sürekliliğini or-tadan kaldıracak denli yıkıcı askeri gücün söz konusu olduğu bir tarihte, önceki iki bunalımda kullanılan savaş metodu devreden çıkmış oluyordu.

“Emperyalistler arası uzlaşmaz çelişkilerin had safhaya çıkması, ancak bu çelişkileri yeniden paylaşım savaşı ile geçici olarak çö-zümleyememeleri ve zorunlu olarak entegrasyona gitmeleri kapi-talizmin krizinin en öldürücü aşamayı yaşaması demektir.” 20

Son uzun bunalım dönemini aşırı uzun hale getiren temel buydu. 18) a.g.e., s. 296.19) a.g.e., s. 296.20) a.g.e., s. 295.

Page 17: Daima

16 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Kapitalizm büyük bir dünya savaşı çıkarma seçeneğini kaybetmişti. Çünkü bu her şeyin ve herkesin varlığının sonu olabilirdi.

Mahir Çayan mücadelesini kapitalizmin kısır döngülü olum-suzluğu üzerine kurmuştur. O’na göre mücadele “sebepsiz asi”lik değildir. Mücadelesinin bir hedefi ve nesnel bir temeli vardır. Kapi-talizm bozuk ve istikbalsiz bir sistem olduğu için reddedilmelidir.

“Marks kapitalizmin bu devrevi buhranlarının özünün “kârın normal oranın altına düşmesi”ne dayandığını, bu devrevi buna-lımların aşırı üretimin fazlalıklarını emerek ekonomiyi temelde düzenlediğini, yapıyı tedavi ettiğini ve de her devrevi buhrandan sonra bir nispi refah döneminin başladığını açık bir şekilde Ekono-mi Politiğin Eleştirisi’nde ortaya koydu.” 21

Mevcut üretim sitemi kendi mantığını doğrusal olarak sürdü-rememekte, kar oranlarındaki oransal bir düşüşle karşı karşıya kalmaktadır. Bu paradoks kapitalizmin bütün motivasyonunu yiyip bitiren, onu çürüten niteliktedir. Sermaye sınıfı her buna-lım döneminde gelip bu görünmez duvara toslayıp bozguna uğ-ramaktadır.

“Bilindiği gibi iç pazar emekçilerin ferdi tüketimini artırmakla mümkündür. Ancak çalışan nüfusun gerçek gelirlerinde esaslı yük-selmelerle iç pazar genişleyebilir. Fakat bu kapitalizmin tabiatına aykırıdır. Artan kârlar peşinde koşmak tekellerin öz tabiatıdır. Ser-mayenin yoğunlaşıp, temerküzü, kapitalist toplumda işçi ve emekçi sınıfların gerçek gelirlerinin azalması sonucunu doğurmaktadır.” 22

Mahir Çayan özel bir kriz teorileştirmesi ekolüne dahil değildir. O bunalımı çok genel dönemleştirmeler düzeyinde ele alır. Kri-zin ana kaynağı olarak da Marks’ın “kar normal oranının altına düşmesi” kavramına başvurarak değerlendirme yapar. Çayan’ın bunalım dönemleri analizinde tarihi ikiye bölen büyük krizler ve savaşlar yer tutar. 3. bunalım dönemini diğer bunalımlardan daha çıkmaza girmiş bulmasının nedeni, yeni bir savaşın geri dö-nülmez bir felakete neden olma gerçekliğidir. Bu durum 3. bu-nalım dönemini daha önceki bunalım dönemlerinin seyrinden farklılaştırır.

21) a.g.e., s. 240.22) a.g.e., s. 296.

Page 18: Daima

17Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

GİOVANNİ ARRİGhİ’DE SON UzUN DARALMA DöNEMİNİN SİyASİ-EKONOMİK EVRELERİGiovanni Arrighi’nin 60’ların sonlarından itibaren gelen 3. bu-

nalım dönemini tarifi ile Mahir Çayan’ın genel çerçevesi birbiriy-le örtüşür durumdadır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gelen nispi refah döneminin ardından dünya kapitalist sisteminin uzun da-ralma dönemi başlamıştır.

Arrighi, son uzun daralma dönemini incelemelerken, kapitaliz-min yaşadığı büyük sıkışmaya karşı geliştirdiği tepki paradigma-larının birbirinden çok farklı olduğunu ortaya koyar. Dünya sis-temi kar oranlarının düşme eğilimine katlanmamak, aşırı üretim ve eksik tüketimden kurtulmak için her kapıyı çıkış kapısı olarak zorlamaktadır. Sistemin yaşadığı uzun ve sürüncemeli krize karşı geliştirmeye çalıştığı her çözüm paradigmasını son uzun daralma dönemindeki evreler biçiminde somutlayarak ele alır. 1960’ların sonundan başlayarak gelen dönem, önemli çark edişlerle başlayıp biten evrelere ayrılmaktadır.23

UzUN DARALMA DöNEMİNİN BAşLANGIcI Sinyal Krizi (1965-1979) / 1970’lerBu evre son uzun daralma döneminin (3. bunalım dönemi)

başlangıcıdır. 2. Dünya Savaşı’nın ardından kapitalizmin yaşadığı uzun “devrisaadet” (1950-1965) sonrasında, kriz ilk belirtilerini imalat sanayisindeki karlığın azalmasıyla hissettirdi.

İmalat sanayindeki karlılık tam bir azalma trendine girerek sınırlarına ulaşıyorken, imalatın rekabet gücü tükenmeye başla-dı. Düşük ve orta gelir düzeyindeki ülkelerin sanayileşme çabası 1973’den önce hammadde fiyatlarını yükseltmesi (s. 165) de kar-lılığı azaltan bir işlev görüyordu. Aşırı kapasite ve aşırı üretim ko-şullarında, talep yokluğu karları bir kural olarak aşağı çekti.

15 Ekim 1973 tarihinde Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği’nin, (OAPEC) Yom Kippur Savaşında ABD’nin İsrail or-dusuna destek vermesine karşılık olarak ilan ettiği petrol ambar-gosunun petrol fiyatlarını dört katına sıçratması karlılık krizini derinleştirdi. Petrol şokunun yarattığı etki 1973-74 tarihlerinde borsanın çökmesine neden oluyordu. Yom Kippur Savaşı, İsrail’in

23) Bu evreler Giovanni Arrighi’nin Adam Smith Pekin’de - 21. Yüzyılın Soykütüğü eser-inden hareketle oluşturulmuştur. Referans sayfaları parantez içinde belirtilmiştir.

Page 19: Daima

18 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

yenilmeyecek güç efsanesinin sarsılmasına sebep olduğu gibi, (s. 165) ekonomik alanda da krizi azdırdı. 60’ların sonu 70’lerin ba-şında (1968-1973) yaşanan bu süreç bir sinyal kriziydi. (s. 262)

1960’ların ikinci yarısında kapitalist sistem yaşadığı son uzun genişlemede aşırı kapasitesini azaltırken, uzun daralma dönemi-ne girmesiyle birlikte aşırı kapasite artmaya başladı. (s. 149) Bütün bir uzun daralma döneminde aşırı kapasite müzmin olarak devam etti. Kapitalizm sorunlu bir döneme girdiğinin belirtilerini kapa-site fazlasının yüksekliğiyle gösteriyordu. (s. 113) Kriz 1977-78’de ödemeler dengesinde rekor düzeyde açıkları beraberinde getirdi.

1965-1973 yıllarında gerçekleşen Vietnam savaşı, ABD’nin ya-şadığı hegemonya kaybının bir sonucuydu ve aynı zamanda bu kaybı katmerlendiren bir etki yarattı. Yom Kippur savaşı nasıl İsrail’in prestijini sarstı ise Vietnam savaşı da ABD için aynı et-kide bulundu. ABD gerileyişini savaşma gücünü devreye sokarak durdurmaya çalışıyordu ama bu yönelim ona tam tersi sonuçları verdi. Ekonomik olarak durgunluğa giren ABD sorununu savaş kapasitesi ile çözemiyordu.

Avrodolar 1950 ve 60’larda sabit hızla büyürken 60’ların orta-sıyla sonunda çok büyüdü. Avrupa paraları üzerinden varlıkla-rın değeri 4 kat arttı.(s. 165) Dolar dışı para piyasalarının pat-laması ABD denetimindeki sabit kur sisteminin altını oydu.(s. 164) 70’lerin sonunda dolara duyulan güven iyice azaldı. 1971’de ABD’nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla Bretteon Woods sistemi yani altın dolar standardı çöktü. Sonuç, 1973’de dolarda yaşanan değer düşürmeydi. Sabit döviz kuru sistemi resmen terk edilip dalgalı kur sistemine geçildi. (s. 112) Döviz kurunun çökmesinin yarattığı risk ve belirsizlikler serma-yenin finansallaşmasına ivme kazandırıyordu.

ABD durgunluğun önüne geçebilmek için aşırı gevşek para po-litikalarını benimseyerek, dolar kurunu kendi haline bıraktı. (s. 116) / Ekonominin nefes tıkanıklığını önlemek için ABD Merkez Bankası’nın başvurduğu mali uyarıcı kolay kredi işleyişiydi. (s. 112) ABD para otoriteleri tarafından yaratılan likiditenin büyük bölümü ülkeler arası para arzına dönüştü. Özel ve kamusal para arasındaki rekabet bir dizi ülkeyi ödemeler dengesi tahditlerin-den kurtardı ve bunun sonucu olarak ABD’nin senyoraj ayrıcalık-ları darbe yedi. ABD bankaları borç vermeye değer bulma stan-dartlarını düşürdü. (s. 167) Bu tablodan yararlanmaya çalışan

Page 20: Daima

19Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

ABD, en azından ilk başlarda kendi parasını ihraç ederek dünya kaynaklarını kendine akıtmaya çalışıyordu. (s. 143) Sermaye sı-nıfının, azalan karlılık sorununu çözebilmek niyetiyle gösterdiği ana refleks sanayi sermayesinin yönünü düşük gelirli ve ücretli ülkelere çevirmek oldu. (s. 137)

ABD 1950’lerle, 1960’larda olduğu gibi, dünya likiditesiyle doğrudan yabancı yatırımın yabancı yatırımın ana kaynağı ol-maktan çıkıp; 1980’lerden itibaren giderek kabaran borç krizine girdi. (s. 154) 1970’ler boyunca hızlanan fiyatların artışı en so-nunda durgunluk koşullarında enflasyona dönüşüyordu. (s. 166) Faiz oranları ABD’de düşük, Almanya ve Japonya’da yüksek oldu-ğu için kısa vadeli spekülatif para dolardan kaçtı. Bu da ABD’nin ödemeler dengesi açığının büyümesine neden oluyordu. (s. 112)

1968’de ortaya çıkan gençlik hareketi, sistemi önemli ölçüde zorladı. Soğuk savaş geriliminin altında, gençlerle birlikte alt sı-nıflar daha fazla hak talep ediyordu. Her türlü desteklemeye rağ-men metalara olan talep azalmış, hak ve özgürlüklere olan talep had safhada yükselmişti. ABD’nin Vietnam’da da karşılaştığı bir hak ve özgürlük talebiydi. Bu mücadeleler, sistemin hareket ala-nını önemli ölçüde kısıtladı.

Sanayi faaliyetleri zengin ülkelerden yoksul ülkelere kayınca Brezilya, Güney Afrika, Güney Kore gibi ülkelerde bozucu bir güce sahip olan yeni ve militan bir işçi sınıfı oluştu. ABD oto-motiv sanayinde de durum böyleydi. (s. 136) Emek hareketinin yükselmesiyle birlikte ücretler de yükseldi. 1968-73 yılları arasın-da Avrupa’da bir ücret patlaması yaşandı. Rekabetin yatay, ücret taleplerinin dikey basıncı kapitalistleri likiditeye yöneltti. (s. 164)

1. EVRE: MONETARİST KARşIDEVRİM Karlılığın Restorasyonu (1979-1985) / 1980’lerBu evre, genişleme döneminin ardından girilen uzun daralma

sürecine verilen ilk büyük tepki olarak, Plaza ve Ters Plaza anlaş-masından daha önemliydi.

Soğuk savaş devam ediyordu. (s. 210) Tercih askeri harcama-ların arttırılması yönünde oldu. Güney politik-askeri anlam-da çok hareketliydi. 1979’da İran devrimi gerçekleşti. Sovyetler Afganistan’ı işgal etti. (s. 143) ve 1983’de Beyrut’taki donanma üssü bombalanıp 241 Amerikalı ölünce, ABD Lüblan’dan çekildi. (s. 187) Güney’deki savaşlar ve devrim monetarist karşıdevrimim asal itici gücü oluyordu. (s. 143)

Page 21: Daima

20 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

ABD’nin son 15 yıldaki gerilemiş olan gücünü restore etti. (s. 147) 1980’lerle, 1990’larda, çöküş tehlikesine karşı önde gelen ka-pitalist devletler arasında işbirliği yapmaya çalışıyordu. (s. 168)

Aşırı kapasite azalıyor sayılsa da (s. 149) varlığını sürdürüyordu 1993’e kadar. (s. 114) İmalat sanayi dışındaki sektörlerde büyük bir genişleme, bir başka adla sanayisizleşme söz konusuydu. (s. 148) Dış ticaret açığı, cari açık yüksek ve bütçe açığı devam edi-yordu. (s. 117-263)

Karlılık krizi ağırlaştı. (s. 146) Sermayenin denetiminin azal-tılması, işsizlik, şirket vergilerinin azaltılması sayesinde karlılığı canlandırmak için gayret sarf ediliyordu. Vergi kolaylıkları, kapi-talist üretici ve spekülatörlere hareket serbestisi hep bunun için-di. (s. 168) 1980’lerde ABD’de finans, sigortacılık ve gayrimenkul sektörlerinin karı, imalat sektörünün karı kadar oldu. (s. 148)

Reagan-Thacher monetarist “karşı-devrimi” (s. 116) / 1979-1982 arası sıkı para politikasını hayata geçiriyordu. (s. 143) Bu bir yeniden 1990’larda canlanma (belle epoque) yarattı. (s. 165) ABD hükümeti sisteme likidite aktarmayı kesti, (s. 168) sermaye kurudu. (s. 155) Devalüasyonu tersine dönüyor, dolar yükselişe geçiyordu bu evrede. (s. 117) Doların değerinde artışla dolara hü-cum başlamıştı. (s. 168) Sıkı para politikasına radikal bir dönüş yapılmasıyla dolar 1980’lerde dünya parası olma konumunu ye-niden kazandı. (s. 209)

Bu evrede sermaye akışı düşük ve orta gelirli ülkelerden ABD’ye doğru gerçekleşmeye başladı. Güney ülkelerinin 70’lerde yaşadığı sermaye bolluğu 80’lerde aniden kurudu. (s. 155) ABD sermayeyi kendisine çekmek için rekor seviyede yüksek reel faiz politikasını devreye sokuyordu. (s. 209) 1980’lerden itibaren ABD dünyanın en borçlu ve likidite soğuran ülkesi haline gelmişti. (s. 154)

Emeğin ulusal ve küresel pastadan daha büyük pay alma kapa-sitesinin altı oyuluyordu. Stagflasyon işçi hareketini ciddi olarak geriletti. Kriz yedek işçi ordusunu yeniden üretti üretmeye neden oluyor ve karları yükseltme imkanı yaratıyordu. (s. 156) ABD’de, bir CEO’nun geliri 1980’de işçinin ortalama gelirinin 40 katına ulaşmıştı. (s. 174)

2. EVRE: pLAzA ANLAşMASI Doların Devalüasyonu İçin İşbirliği (1985-1995)Sovyetler Birliği dağıldı. 90-91 yıllarında Saddam Hüseyin’in

Page 22: Daima

21Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Kuveyt’i işgal etmesine (1.Körfez Savaşı) karşılık verildi. (s. 189) 90-95 yıllarında Yugoslavya savaşı (Bosna-Kosova) “kazanıldı.” (s. 203)

Reagan yönetiminin Kongre’den ve ülkenin önde gelen şirket yöneticilerinin pek çoğundan gelen güçlü baskılar karşısında çı-ğır açan bir yön değişikliğine gitmekten başka seçeneği yoktu. (s. 117) 22 Eylül 1985 Plaza Anlaşması (s. 115, 117) ile G5 ülkele-ri (ABD, Japonya, İngiltere, Fransa Almanya) doların değerinin mark ve yen karşısında düşürdü. (s. 117) ABD yeni yasalar çıka-rarak pazarını çoğu Doğu Asyalı olmak üzere önde gelen yabancı rakiplere kapattı. Bu düzenlemeler aynı zamanda yabancı rakip-lerin kendi pazarlarını ABD ihraç ürünlerine açmaya zorlayan bir sopa işlevi gördü. (s. 118)

Süreç ne zaman kontrolden çıkma tehlikesine girse ve sistematik bir çöküşü ateşlese, önde gelen kapitalist devletler tehlikeyi savuş-turmak için işbirliği yapmışlar, doğrudan çöküş tehdidine maruz kalan üreticileri rahatlatmışlardır. (s. 168) Plaza Anlaşması’yla da çökme tehlikesi yaşayan ABD’li imalatçılara, (s. 168) Japon ve Batı Avrupalı rakiplerin aleyhine arka çıkıldı.

ABD ekonomisi 90’larda yeniden canlandı. (s. 171) Diriliş SSCB çöktükten sonra zirveye çıkmış sayılabilir. İmalat sanayi-sinde karlılık makul bir orana yükseldi. (s. 187) Aşırı kapasite 93’e kadar sürüyor olsa da (s. 114) azalıyor sayılabilirdi. (s. 149) 1990’larda ABD’de finans, sigortacılık ve gayrimenkul sektörleri-nin karı, imalat sektörünün karını geçti. (s. 148) Karlılığın can-lanmasının temelinde yatan finansallaşma olgusundan her yö-nüyle istifade edilmesiydi. (s. 156)

ABD 80 ve 90’larda ülkeleri finansal piyasalarını serbestleştir-meye ikna ettiler. ABD dolar üzerinden borçlandığı için dolar ne kadar gerilerse ABD’nin dünyanın geri kalanına net borcu o ka-dar azalıyordu. Bu kısmi bir borç ödememe durumudur. (s. 206)

ABD’nin dış borçları bu evrede dünya tarihinde eşi görülmedik ölçüde arttı. (s. 171) 90’ların ortalarından sonra ABD cari açık-larında büyük bir patlama yaşandı. (s. 174) ABD dünyanın geri kalanıyla cari açığını dengelemek için günlük olarak 2 milyar do-lara ihtiyaç duyuyordu.

Genelde merkez ülkelerde, özeldeyse ABD’de ücretlere taban-dan gelen basınç yatıştı ve işçiler hükümetin fiyat enflasyonunu kontrol altında tutulmaya yönelik girişiminden medet ummaya başladılar. (s. 156) Ücretler bu tabloya bağlı olarak dondurulmuş durumdaydı.

Page 23: Daima

22 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

3. EVRE: TERS pLAzA ANLAşMASI Mali Genişleme ve Köpük Dönemi (1995-2000) / 1990’ların İkinci yarısıTers Plaza Anlaşması’ndan önce Japon ve Batı Avrupalı ima-

latçılar çökme tehlikesi yaşıyordu. (s. 168) ABD ve Almanya değerini yükseltmek için para piyasalarındaki doları satın aldı ve devalüasyonu tersine çevirdi. (s. 119) Clinton’un güçlü do-lar politikasını tercih ediyordu.(s. 208) 1995’te FED, Ters Plaza Anlaşması’yla doların değerini yükseltirken, ABD’nin açık ver-mesine izin verdi. Buradaki amaç Japonya’yı ve AB’yi kurtarmak-tı. Senyoraj konumuna güvenen ABD karşılıksız güçlü dolar ve yüksek faiz mekanizmalarını kullanarak bu açıklarını kapatmayı planladı. Japonya’nın tasarruf fazlası Amerikan hazine bonoları ve Wall Street’e akarsa düze çıkabileceğini hesaplıyordu. Japonya elindekileri nakde çevirmek zorundaydı, doları yükseltmek için bono aldı. ABD Japonya’ya ucuz yen ile borçlanıyordu.

Değerli kağıtlar ve karşılık kıymetler çoğaldı. Sabit sermaye ve meta yatırımlarından gelen nakit akışları finansal kanallar ara-cılığıyla likiditeye ve birikime yönlendirildi. (s. 149) Kur artınca hisse senedi fiyatları yükseldi, piyasadaki köpük arttı, hisse sene-di fiyatları yükseldi. Köpüğün büyümesi esnasında ABD’ye akan yabancı sermayenin büyük bölümü kar peşinde koşan özel ser-mayeydi. (s. 203)

80’li ve 90’lı yıllarda “küreselleşme projesi” gündemdeydi. (s. 197) Clinton “küreselleşme” politikalarını benimsedi. (s. 198)

Bir CEO’nun geliri ABD’de, 2000’de işçinin ortalama gelirinin 475 katı haline geldi. Bu değer Avrupa ve Japonya’dan 30-40 kez fazlaydı. (s. 174)

97-98 Asya krizinden beri Kuzey ülkelerinin toplam cari işlem-leri açık veriyor. (s. 199) Devasa-aşırı üretim, aşırı kapasite sürer-ken, ABD, Almanya ve Japonya ihracattaki payı hızla yükselen Çin’in payı karşısında düştü. Bu geriye kalanların yükselişiydi.

4. EVRE: 11 EyLÜL SONRASI Köpük ve “Teröre Karşı Savaş” (2001-2008)Bush, Ticaret ve sermaye hareketlerinin çok taraflı liberali-

zasyonu konusunda hevesli olmadı (s. 198) ve “küreselleşmeyi” Amerika’nın nüfuzunu sulandırmak olarak görüyordu. (s. 198) Beyaz Ev, “90’lardaki yanlış Amerikan çıkarlarına öncelik verme-yi unutmamız” diyordu. (s. 198)

Page 24: Daima

23Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

2001 krizinden sonra, “teröre karşı savaş”ı finanse etmek için aşırı gevşek para politikası benimsendi. (s. 208) 2003’deki Doha toplantısında döviz kurlarını piyasanın belirlemesi gerektiği G7 ülkelerince imzalanarak, güçlü dolar politikası terk edildi. Dola-rın değeri düştü. (s. 208)

Yeni ekonomi köpüğünün patlamasından sonra göreve başla-yan Bush, Clinton döneminde uygulanan politikalardan rahatsız-dı. (s. 203)

Köpük patladıktan sonra cari açığı finanse eden hükümet-ler ABD politikalarını daha belirleyici hale geldi. (s. 203) Çin’in doğu Asya ihracatıyla, yatırımın alternatif çekim merkezi olması ve ABD’ye borç veren ülke haline gelmesi konumlanışı kökten değiştirdi. (s. 203) Dot-com balonu 2000 yılının Mart ayında tek-noloji firmalarının yer aldığı borsa endeksi olan NASDAQ’daki senetlerin büyük değer kaybı yaşamasıyla söndü. Sermaye biriki-mi hızla küçüldü.

Wall Street’in 2000-2001’de yaşadığı gerilemeden sonra ülke içindeki ekonomiyi canlandırmak için faiz oranları düşük tutul-malıydı. (s. 204)

2004 yılında dolar avro karşısında %35, yen karşısında %24 değer kaybetti. Bu esnada yabancıların elindeki dolar stoku 11 trilyondu. (s. 206)

Arkadan gelenlerin öndekileri yakalamayı başarması süreci ya-şanıyordu. (s. 161) Çin Japonya ve Güney Kore ile büyük ticari ortaklıklar kurdu. (s. 214) / 2006’da Güneydoğu Asya Çin’le iliş-kileri güçlendirmek istiyordu. (s. 214) Venezüella Çin’e daha fazla petrol satma ilişkisini geliştiriyor (s. 216) Çin’le Tahran 2004’de büyük bir petrol anlaşması yapıyordu. (s. 215) Bunlar olurken Çin, Japonya’nın kendisini toparlamasını sağladı, (s. 214) 2000 yılında Afrika ülkelerinden 1,2 milyar dolar alacağından feragat etti. (s. 215)

2003’de Irak’ı işgal eden ABD, 2009’da muharip güçlerini geri çekti. (s. 190) Teröre Karşı Savaş için Kongre 500 milyar dolara onay vermişti. (s. 205) ABD, savaşları finanse etmek için senyoraj ayrıcalıklarını kullandı. (s. 206) Irak işgalindeki zorlama Fransa, Almanya, Rusya ve Çin arasında bir itiraz etme bağı yaratıyordu. (s. 222)

Page 25: Daima

24 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorEV

REL

ER T

AB

LOSU

Uzu

n da

ralm

a dö

ne-

min

in b

aşla

ngıc

ı (12

3)1.

Evr

e / M

onet

arist

ka

rşıd

evrim

(143

)2.

Evr

e / P

laza

Anl

aş-

mas

ı (11

5, 1

17)

3. E

vre

/ Ter

s Pla

za

Anl

aşm

ası (

115)

4. E

vre

Dön

em60

’ların

sonu

70’

lerin

ba

şında

siny

al k

rizi

(262

)

Kar

lılığ

ın re

stor

asyo

-nu

(117

)G

5 ül

kele

ri do

ları

düşü

rdü

(117

)M

ali g

enişl

eme

ve

köpü

k dö

nem

iKö

pük

ve “t

erör

e ka

rşı

sava

ş” (2

08)

Tarih

ara

lığı

1965

-197

9 / 1

4 yı

l /

1970

’ler (

115)

1979

-198

5 / 6

yıl

/198

0’le

r (17

4)19

85-1

995

/ 10

yıl

1995

-200

0 / 5

yıl

/ 19

90’la

rın ik

inci

yar

ısı20

01-2

008

(123

) /

7 yı

l

Dön

emin

öze

lliği

68 H

arek

etle

ri so

nras

ı / S

oğuk

sava

ş / 1

965-

1973

kar

ora

düşt

ü (1

13) /

196

5-19

73

Vie

tnam

sava

şı.

Soğu

k sa

vaş (

210)

/ P

laza

ve

Ters

Pla

za

anla

şmas

ında

n da

ha

önem

li / 1

979’d

a İr

an

devr

imi

Sovy

etle

r Birl

iği

dağı

ldı /

197

3-19

93

nisp

i dur

gunl

uk-m

üz-

min

dur

gunl

uk -

(197

3:

geni

şlem

enin

sonu

)

Çar

k ed

iş (1

19)

11 E

ylül

200

1 ol

ayı /

G

20 (2

16)

Çöz

üm y

önte

mi

Keyn

esye

n (1

12-1

16-

117)

Mon

etar

ist /

acı r

eçet

e (1

17)

Keyn

esci

liğin

ger

i dö

nüşü

. (15

5)Kü

rese

lleşm

eci

Page 26: Daima

25Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorA

BD y

önet

icile

riN

ixon

/ C

arte

rRe

agan

-Thac

her

(115

)Re

agan

> G

. Her

bert

W

. Bus

hC

linto

n / D

ış işl

eri

baka

nı: A

lbrig

ht (2

64)

Geo

rge

Wal

ker B

ush

(Oğu

l) / C

olin

Pow

ell

(265

)

Gid

işat

Gid

işat:

Vie

ttnam

>

Bret

ton

Woo

ds çö

ktü

> de

valü

asyo

n

Faiz

ve

dola

rın

yüks

elişi

iflas

tehl

ikes

i do

ğurd

u / S

üreg

elen

fi-

nans

al g

enişl

emey

e ta

lep

ceph

esin

den

müd

ahal

e. (1

68)

Çığ

ır aç

an y

ön

deği

şikliğ

i (11

7) /

80’le

rle, 9

0’la

rda,

çökü

ş te

hlik

esin

e ka

rşı ö

nde

gele

n ka

pita

list d

evle

tler

aras

ında

işbi

rliği

. (16

8)

/ Pla

za A

nlaş

mas

ı’nda

n ön

ce A

BD’li

imal

atçı

lar

çökm

e te

hlik

esi y

aşı-

yord

u. (1

68) /

Japo

n ve

Ba

tı Av

rupa

lı ra

kipl

erin

al

eyhi

ne a

rka

çıkı

ldı /

A

BD y

eni y

asal

ar çı

kara

-ra

k pa

zarın

ı çoğ

u D

oğu

Asy

alı o

lmak

üze

re ö

nde

gele

n ya

banc

ı rak

iple

re

kapa

tıldı

. Bu

düze

n-le

mel

er ay

nı za

man

da

yaba

ncı r

akip

lerin

ke

ndi p

azar

ların

ı ABD

ih

raç ü

rünl

erin

e aç

may

a zo

rlaya

n bi

r sop

a işl

evi

görd

ü. (1

18) Y

an e

tki:

Topl

amı s

ıfır c

anla

nma.

Ters

Pla

za

Anl

aşm

ası’n

dan

önce

Ja

pon

ve B

atı A

vrup

a’lı

imal

atçı

lar ç

ökm

e te

h-lik

esi y

aşıy

ordu

. (16

8) /

80’li

ve 9

0’lı

yılla

rda

“kü-

rese

lleşm

e pr

ojes

i”. (1

97)

Clin

ton

“kür

esel

leşm

e”yi

be

nim

sedi

. (19

8)

“Kür

esel

leşm

e”ni

n so

nu: T

icar

et v

e se

rmay

e ha

reke

tlerin

in ço

k ta

rflı

liber

aliz

asyo

nu k

onu-

sund

a he

vesli

olm

adı.

(198

) / A

mer

ikan

ın

nüfu

zunu

sula

ndırm

ak.

(198

) / “9

0’la

rdak

i yan

lış

Am

erik

an çı

karla

rına

önce

lik v

erm

eyi u

nut-

mam

ız.”

diyo

r Bey

az

Ev. (

198)

/ Ey

lül 2

005’d

e K

atrin

a ka

sırga

sı ul

. m

uhaf

ızla

r ve

ağır

ekip

-m

anla

r olm

adığ

ı içi

n ço

k za

rar v

erdi

. (26

9)

Page 27: Daima

26 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorSa

vaşla

r19

73’de

, Yom

Kip

pur

Sava

şı ile

İsra

il’in

yen

il-m

eyec

ek g

üç e

fsan

esi

sars

ıldı.

(165

) / 1

968-

1973

siny

al k

rizi.

(186

) /

İran

Dev

rimi (

143)

Ask

eri h

arca

mal

ar

arttı

rıldı

/ S

ovye

tler’i

n A

fgan

istan

’ı işg

al e

tmes

i (1

43) S

SCB

ile o

lan

terö

r de

nges

i leh

ine.

/ 83’d

e Be

yrut

’taki

don

anm

a üs

sü b

omba

lanı

p 24

1 A

mer

ikal

ı ölü

nce

Lübl

an’da

n çe

kild

i. (1

87) G

üney

’deki

sava

ş ve

dev

rim m

onet

arist

ka

rşıd

evrim

im a

sal i

tici

gücü

ydü.

(143

)

Diri

liş S

SCB

çökt

ük-

ten

sonr

a zi

rvey

e çı

ktı.

(187

) / 9

0-91

yıll

arın

da

Sadd

am H

üsey

in’in

Ku

veyt

’i işg

al e

tmes

ine

(1.K

örfe

z Sav

aşı)

karş

ılık

veril

di. (

189)

/ 90

-95

yılla

rında

Yug

osla

vya

sava

şı (B

osna

-Kos

ova)

“k

azan

ıldı.”

(203

)

Bosn

a ve

Kos

ova

m

isyon

ların

ı “ba

şarıs

ı” pr

estij

yar

attı.

(264

)

2003

Irak

işga

li.

2009

’da m

uhar

ip g

üç-

lerin

i ger

i çek

ti. (1

90)

/ Ter

öre

Kar

şı Sa

vaş

için

Kon

gre

500

mily

ar

dola

ra o

nay

verm

işti.

(205

) / S

avaş

ları

finan

se

etm

ek iç

in se

nyor

aj

ayrıc

alık

ları

kulla

nıld

ı. (2

06) /

Kuz

ey K

ore

so-

run.

(213

) Ira

k işg

alin

de

Fran

sa, A

lman

ya, R

usya

ar

asın

da d

ireni

ş bağ

ı +

Çin

. (22

2)

Kriz

74-7

5’dek

i pet

rol

kriz

i son

ucu

rese

syon

(1

16)

/73’d

e O

PEC

ham

pe

trol

ün fi

yatın

ı dör

t ka

tına

çıka

rdı.

1. p

etro

l şo

ku.(1

66) /

75-

80 a

rası

mal

i gen

işlem

e sü

rdü

(116

) / 7

4-75

’deki

pet

rol

kriz

i aşıl

dı. (

116)

İran

D

evrim

i son

rası

petr

ol

fiyat

ları

yeni

den

çıkı

şa

geçt

i. (1

43)

ABD

’nin

3. d

ünya

daki

he

gem

onya

kriz

i.(14

3) /

ABD

’nin

son

15 y

ıldak

i ge

rilem

iş ol

an g

ücün

ü re

stor

e et

ti. (1

47)

80’le

rle, 9

0’la

rda,

çökü

ş te

hlik

esin

e ka

rşı ö

nde

gele

n ka

pita

list d

evle

tler

aras

ında

işbi

rliği

. (16

8)

/ 197

9-19

82 R

eses

yonu

/ P

etro

l fiy

atla

rı ye

nide

n çı

kışa

geç

ti. (1

43)

ABD

ekon

omisi

90

’lard

a ye

nide

n ca

nlan

-dı

. (17

1)

Alm

anya

, Jap

onya

/ 94

-95

Mek

sika

pezo

su

kriz

i (11

9) /

1997

-199

8 ul

usla

r ara

sı kr

iz (1

22)

1997

-199

8 ul

usla

r ar

ası k

riziz

inin

dev

amı

/ Ven

ezüe

lla Ç

in’e

daha

fa

zla

petr

ol sa

taca

k.

(216

) Çin

Tah

ran’

la

2004

’de b

üyük

bir

petr

ol

anla

şmas

ı yap

tı. (2

15)

Page 28: Daima

27Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyorİm

alat

sana

yiin

de

karlı

lıkA

zald

ı-sın

ırına

ula

şt

/ kar

lılık

kriz

i (11

4) /

1.pe

trol

şoku

üze

rine

karlı

lık k

rizi d

erin

leşt

i. / İ

m. s

anay

iinde

reka

bet

gücü

sını

rına

ulaş

tı. /

65-

73 y

ıllar

ında

get

iri o

ranı

ştü.

Şirk

et se

rmay

e-le

rini %

40 a

zaltt

ı. (1

11)

/ 195

0 Ko

re sa

vaşın

dan

1973

Par

is ba

rış a

nlaş

-m

alar

ına

kada

r ola

n sü

re e

n ka

rlı ek

onom

ik

büyü

me

periy

odu.

(259

)

Kar

lılık

kriz

i ağı

rlaşt

ı. (1

46) S

erm

ayen

in d

e-ne

timin

in a

zaltı

lmas

ı, işs

izlik

, şirk

et v

ergi

leri-

nin

azal

tılm

ası s

ayes

inde

ka

rlılığ

ı can

land

ırmak

. / V

ergi

kol

aylık

ları,

ka

pita

list ü

retic

i ve

spek

ülat

örle

re h

arek

et

serb

estis

i. (1

68)

Can

land

ı / M

akul

bi

r ora

na y

ükse

ltti

/ 199

0’la

rda

karlı

lık

canl

andı

. (17

4) /

İmal

at

canl

andı

.

1990

’lard

a ka

r art

ışı

elde

edi

ldi.

Köpü

k pa

tladı

kar

or

anla

rı fe

ci d

üştü

.

Aşır

ı kap

asite

ve

aşırı

ür

etim

Süre

ğen-

müz

min

/ A

şırı k

apas

ite u

zun

geni

şlem

enin

son

yılla

-rın

da h

ızla

aza

ldı-u

zun

dara

lmay

a ge

çinc

e ar

ttı.

(149

) / K

apas

ite fa

zlas

ı va

r.(11

3)

Aşır

ı kap

asite

aza

lıyor

sa

yıla

bilir

. (14

9) /

Aşır

ı ka

pasit

e yi

ne d

e sü

rüyo

r 93

’e ka

dar (

114)

Aşır

ı kap

asite

yin

e de

rüyo

r 93’e

kad

ar (1

14)

/ Aşır

ı kap

asite

aza

lıyor

sa

yıla

bilir

. (14

9)

Dev

asa-

aşırı

üre

tim,

aşırı

kap

asite

sürü

yor.

/ A

K a

zalıy

or sa

yıla

bilir

. (1

49)

İmal

at sa

nayi

nde

yara

tılan

kat

ma

değe

rin

payı

1960

’da %

28. (

147)

//

Ham

mad

de fi

yatla

rı:

Düş

ük v

e or

ta g

elir

dü-

zeyi

ndek

i ülk

eler

in sa

na-

yile

şme

çaba

sı 19

73’de

n ön

ce h

amm

adde

fiya

tla-

rını a

rttır

dı. (

165)

1980

’de %

24,5

(147

) /

1980

’lerd

e im

alat

sana

yi

dışın

daki

sekt

örle

rde

büyü

k ge

nişle

me.

Sana

-yi

sizle

şme.

(148

)

19

98’de

%20

,5 (1

47)

Page 29: Daima

28 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorTa

lep

Arz

mik

tarı

azal

dı-

istek

siz ar

z / im

alat

çıkt

ısı

artm

adı.

/ İç v

e dış

paza

r-da

tale

p ar

tışı d

este

klen

di

/ Tal

ep y

ok (1

13)

70’le

rdek

i açı

klar

ta

lep

enje

ksiy

onu

sağl

adı

Dün

yada

ki ta

lep

artış

ında

yav

aşla

ma

Ta

hrip

kar t

alep

da

ralm

ası

Dev

alüa

syon

- re

va-

lüas

yon

65-7

3 yen

ve m

arka

kar-

şı de

valü

asyo

n (1

11) 7

3’te

ikin

ci de

valü

asyo

n (1

12)

Reva

lüas

yon

Dev

alüa

syon

Reva

lüas

yon

Dev

alüa

syon

-200

3 (2

08)

Dol

arın

dur

umu

70’le

rin so

nund

a dol

a-ra

duy

ulan

güv

en az

aldı

. / D

olar

ın b

ozgu

nu. (

209)

/ A

vrod

olar

piy

asas

ı 195

0 ve

60’

larda

sabi

t hızl

a bü-

yürk

en 6

0’lar

ın o

rtas

ıyla

so

nund

a çok

büy

üdü.

Av

rupa

par

alar

ı üze

rin-

den

varlı

klar

ın d

eğer

i 4

kat a

rttı.(

165)

/ D

olar

dışı

pa

ra p

iyas

alar

ının

pat

la-

mas

ı ABD

den

etim

inde

ki

sabi

t kur

siste

min

in al

tını

oydu

.(164

) / A

ltın

dolar

sta

ndar

dı çö

ktü

/ Altı

n-do

lar st

anda

rdın

ın ö

lüm

ça

nı. (

112)

/ D

alga

lı ku

r sis

tem

ine g

eçild

i. (1

12) /

A

şırı g

evşe

k pa

ra p

oliti

ka-

ları,

dolar

kur

unun

ken

di

halin

e bıra

kılm

ası.

(116

)

Dev

alüa

syon

u te

rsin

e çe

vird

i / D

olar

ın

yüks

elişi

(117

) / D

olar

ın

değe

rinde

art

ış. (1

68)

/ Dol

ara

hücu

m. (

168)

/ D

olar

dün

ya p

aras

ı. (2

09)

Dol

arın

değ

er

kayb

etm

e sü

reci

/ do

lar

düşü

yor (

118)

ABD

ve

Alm

anya

sa

tın a

ldı p

ara

piya

sa-

ların

daki

dol

arı,

dola

rı yü

ksel

tmek

için

(119

) / D

eval

üasy

onu

ters

ine

çevi

rdi /

Clin

ton’

un g

üç-

lü d

olar

pol

itika

sı. (2

08)

/ 199

5’de:

1 y

en=7

9 do

lar

/ yen

çok

değe

rli /

Güç

para

nın

önem

ini v

urgu

-la

yan

reto

rik. (

208)

2003

’deki

Doh

a to

p-la

ntısı

nda

dövi

z kur

ları-

nı p

iyas

anın

bel

irlem

esi

gere

ktiğ

i G7

ülke

lerin

ce

imza

lana

rak,

güç

lü d

olar

po

litik

ası t

erke

dild

i. D

olar

ın d

eğer

i düş

tü.

(208

) / 2

000’

lerd

e dü

ştü.

(2

11)

Page 30: Daima

29Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorFi

nans

alla

şma

Döv

iz k

urun

un çö

k-m

esin

in y

arat

tığı r

isk v

e be

lirsiz

likle

r ser

may

enin

fin

asal

laşm

asın

a iv

me

kaza

ndırd

ı. / S

anay

i se

rmay

esi d

üşük

gel

irli-

ücre

tli ü

lkel

ere

göç e

tti.

(137

)

1980

’lerd

e A

BD’de

fin

ans,

sigor

tacı

lık v

e ga

yri m

enku

l sek

tör-

lerin

in k

arı,

imal

at

sekt

örün

ün k

arı k

adar

ol

du. (

148)

Düş

ük v

e or

ta g

elirl

i ülk

eler

den

ABD

’ye se

rmay

e ak

ışı.

(137

) / Ja

pony

a’dan

par

a-sa

l des

tek.

1990

’lard

e A

BD’de

fin

ans,

sigor

tacı

lık v

e ga

yri m

enku

l sek

tör-

lerin

in k

arı,

imal

at

sekt

örün

ün k

arın

ı geç

ti.

(148

) / F

inan

salla

şma

olgu

sund

an h

er y

önüy

le

istifa

de e

dilm

esi s

aye-

sinde

kar

lılık

can

land

ı. (1

56)

Diz

ginl

erin

den

boşa

nmış

naki

t akı

şı. /

Sabi

t ser

may

e ve

met

a ya

tırım

ların

dan

gele

n na

kit a

kışla

rı fin

ansa

l ka

nalla

r ara

cılığ

ıyla

lik

idite

ye v

e bi

rikim

e yö

nlen

diril

di. (

149)

Ku

r art

ınca

hiss

e se

nedi

fiy

atla

rı yü

ksel

di, p

iya-

sada

ki k

öpük

art

tı, h

isse

sene

di fi

yatla

rı yü

ksel

di.

Köpü

ğün

büyü

mes

i es

nasın

da A

BD’ye

aka

n ya

banc

ı ser

may

enin

bü-

yük

bölü

kar p

eşin

de

koşa

n öz

el se

rmay

eydi

. (2

03)

Köpü

k: Y

eni e

kono

mi

köpü

ğünü

n pa

tlam

a-sın

dan

sonr

a gö

reve

ba

şlaya

n Bu

sh, C

linto

n dö

nem

inde

uyg

ulan

an

polit

ikal

arda

n ra

hats

ız.

(203

) / K

öpük

pat

la-

dıkt

an so

nra

cari

açığ

ı fin

anse

ede

n hü

küm

et-

ler A

BD p

oliti

kala

rını

daha

bel

irley

ici h

ale

geld

i. (2

03) /

Çin

’in

doğu

Asy

a ih

raca

tıyla

ya

tırım

ın a

ltern

atif

çeki

m m

erke

zi o

lmas

ı ve

ABD

’ye b

orç v

eren

ülk

e ha

line

gelm

esi d

urum

u kö

kten

değ

iştird

i.(20

3)

/ dot

.com

köp

üğün

ün

patla

mas

ı ve

11 E

ylül

. (d

ot-c

om b

alon

u 20

00

yılın

ın M

art a

yınd

a te

knol

oji f

irmal

arın

ı yer

al

dığı

bor

sa e

ndek

si ol

an

NA

SDA

Q’da

ki se

netle

rin

büyü

k de

ğer k

aybı

yaş

a-m

asıy

la sö

ndü.

) (20

4) /

Serm

aye

birik

imi h

ızla

çüld

ü.

Page 31: Daima

30 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorK

redi

pol

itika

sıG

evşe

k kr

edi p

oliti

ka-

sı (1

17-1

43)

Sıkı

kre

di p

oliti

kası

(117

) 197

9-82

ara

sında

sık

ı par

a po

litik

ası (

143)

FE

D’in

Kol

ay k

redi

re

jimi

Gev

şek

para

pol

itika

-sı.

(208

)

Kre

di-p

ara

polit

ikas

ıKo

lay

kred

i (11

2) /

A

BD p

ara

otor

itele

ri ta

rafın

dand

an y

arat

ılan

ikid

iteni

n bü

yük

bölü

ülke

ler a

rası

para

arz

ına

dönü

ştü.

Öze

l ve

kam

u-sa

l par

a ar

asın

daki

reka

-be

t ülk

eler

in ö

dem

eler

de

nges

i tah

ditle

rinin

den

kurt

ardı

ve

ABD

’nin

se

nyor

aj ay

rıcal

ıkla

rı da

rbe

yedi

. ABD

ban

ka-

ları

borç

ver

mey

e de

ğer

bulm

a st

anda

rtla

rını

düşü

rdü.

(167

) / A

BD

kend

i par

asın

ı ihr

eder

ek d

ünya

kay

nakl

a-rın

ı ken

dine

akı

ttı. (

143)

Se

rmay

e bo

l. (1

55)

Reag

an-Th

ache

r m

onet

arist

kar

şdev

rimi

(116

) / 1

979-

1982

ara

sı sık

ı par

a po

litik

ası.

(143

) / Y

enid

en c

anla

nma.

(1

65) /

90’

lard

aki

belle

epo

que.

(202

) /

Dol

ar 8

0’le

rde

düny

a pa

rası

olm

a ko

num

unu

yeni

den

kaza

ndı.

Bunu

sık

ı par

a po

litik

ası-

na ra

dika

l bir

dönü

ş ya

para

k sa

ğlad

ı. (2

09) /

A

BD h

üküm

eti s

istem

e lik

idite

akt

arm

ayı k

esti.

(1

68) /

Ser

may

e ku

rudu

. (1

55)

80-9

0’la

rda

serm

aye

akışl

arı s

erbe

stle

şti.

(232

) / A

BD 8

0 ve

90

’lard

a ül

kele

ri fin

ansa

l pi

yasa

ların

ı ser

best

-le

ştirm

eye

ikna

etti

ler.

ABD

dol

ar ü

zerin

den

borç

land

ığı i

çin

dola

r ne

kada

r ger

ilers

e A

BD’n

in

düny

anın

ger

i kal

anın

a ne

t bor

cu o

kada

r aza

lı-yo

rdu.

Bu

kısm

i bir

borç

öd

emem

e du

rum

udur

. (2

06)

Alm

anya

ve

Japo

nya

ile /

Yaba

ncı s

erm

aye

akışı

art

ınca

kur

da

arttı

.

2004

yılı

nda

dola

r av

ro k

arşıs

ında

%35

, yen

ka

rşısı

nda

%24

değ

er

kayb

etti.

Yaba

ncıla

rın

elin

deki

dol

ar st

oku

11

trily

ondu

. (20

6) /

2001

kr

izin

den

sonr

a, “t

erör

e ka

rşı s

avaş

”ı fin

anse

et

mek

için

aşır

ı gev

şek

para

pol

itika

sı. (2

08) /

Yu

an re

valü

e ed

ilsin

. (2

13)

Page 32: Daima

31Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorBo

rçla

nma

1950

’ler v

e 19

60’la

r-da

ABD

doğ

ruda

n ya

banc

ı yat

ırım

ın a

na

kayn

ağı.

(154

) / 7

0’le

rde

gide

rek

kaba

ran

dış b

orç

kriz

e gi

rilirk

en b

ir be

lle

epoq

ue (g

eçic

i can

lanı

ş)

yara

ttı. (

154)

1980

’lerd

en it

ibar

en

ABD

dün

yanı

n en

bor

ç-lu

ve

likid

ite so

ğura

n ül

kesi

oldu

.(154

) / G

ü-ne

y ül

kele

rinin

70’

lerd

e ya

şadı

ğı se

rmay

e bo

lluğu

80’

lerd

e an

iden

ku

rudu

. (15

5)

ABD

’nin

dış

borç

ları

düny

a ta

rihin

de e

şi gö

rülm

edik

ölç

üde

arttı

. (1

71)

Şirk

etle

r hiss

e se

nedi

al

abilm

ek iç

in b

orçl

andı

/ A

BD Ja

pony

a’ya

ucuz

ye

n ile

bor

çlan

dı.

Açı

klar

Eşi g

örül

med

ik /

Kam

u aç

ıkla

rı - F

eder

al

açık

lar (

116)

/ Ö

dem

eler

de

nges

i rek

or d

üzey

de

açık

-77,

78’de

en

yüks

ek.

Dış

tcar

et a

çığı

- ca

ri aç

ık y

ükse

k - b

ütçe

açı

ğı

(117

-263

)

90’la

rın o

rtal

arın

-da

n so

nra

ABD

car

i aç

ıkla

rında

pat

lam

a.

(174

) / A

BD d

ünya

nın

geri

kala

nıyl

a ca

ri aç

ığın

ı de

ngel

emek

için

gün

lük

olar

ak 2

mily

ar d

olar

a ih

tiyaç

duy

uyor

. (17

1)

97-9

8 A

sya

kriz

inde

n be

ri Ku

zey

ülke

lerin

in

topl

am c

ari i

şlem

leri

açık

ver

mek

tedi

r. (1

99)

Bors

a

(1

995’d

en ö

nce)

Bor

sa

fiyat

ların

da a

rtış

Bors

adan

hiss

e se

nedi

al

mak

eği

limi y

ükse

ldi

Yatır

ım

C

anla

ndı

Şirk

etle

r kar

ların

ın el

-ve

rdiğ

inin

çok

üzer

inde

ya

t. ya

ptı.

Enfla

syon

Fiya

tlar a

rttı

/ enfl

as-

yoni

st (1

16) /

Dur

gun-

luk

için

de e

nflas

yon,

st

agfla

syon

. / 7

0’le

r bo

yunc

a hı

zlan

dı. (

166)

Enfla

syon

ist b

asın

çlar

ko

ntro

l altı

nda

/ aza

lıyor

(1

17)

Enfla

syon

kon

trol

al

tında

. (15

6)

Page 33: Daima

32 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorFa

iz O

ranı

AJ’y

ükse

k - A

BD’de

şük.

(112

)Re

kor s

eviy

ede

yük-

sek

reel

faiz

(117

) / d

aha

sonr

a aş

ağı ç

ekild

i /

yüks

ek (1

17) S

erm

ayey

i ke

ndisi

ne çe

kmek

için

re

kor s

eviy

ede.

(209

)

TP

A: J

apon

ya’da

ki

ABD

’den

daha

aşa

ğıya

şürü

ldü

dola

rı yü

ksel

tmek

için

(119

) //

Kesk

in b

ir dü

şüş /

Par

a ar

zı a

rtar

ken

faiz

ora

artm

adı

Wal

l Str

eet’i

n 20

00-2

001’d

e ya

şadı

ğı

geril

emed

en so

nra

ülke

inde

ki ek

onom

iyi

canl

andı

rmak

için

faiz

or

anla

rı dü

şük

tutu

lma-

lıydı

. (20

4)

Emek

har

eket

iYü

ksel

iyor

. // S

anay

i fa

aliy

etle

ri ze

ngin

ülk

e-le

rden

yok

sul ü

lkel

ere

kayı

nca

Brez

ilya,

Gün

ey

Afr

ika,

Gün

ey K

ore

gibi

ülk

eler

de b

ozuc

u bi

r güc

e sa

hip

olan

yen

i ve

mili

tan

bir i

şçi s

ınıfı

ol

uştu

. / A

BD o

tom

otiv

sa

nayi

nde

de b

öyle

old

u.

(136

)

Emeğ

in u

lusa

l ve

küre

sel p

asta

dan

daha

yük

pay

alm

a ka

pa-

sites

inin

altı

oyu

ldu.

/ St

agfla

syon

işçi

har

eke-

tini ç

öker

tti. K

riz y

edek

işç

i ord

usun

u ye

nide

n ür

etti

ve k

arla

rı yü

ksel

tti.

(156

)

ABD

’de ü

cret

lere

ta

band

an g

elen

bas

ınç

yatış

tı. E

nflas

yonu

n ko

ntro

l altı

nda

tutu

lma-

sıyla

yet

inild

i. (1

56)

Ücr

et a

rtışı

Ücr

etle

r yük

seld

i. /

1968

-73

Avru

pa’da

ücr

et

patla

mas

ı. Re

kabe

tin

yata

y, üc

ret t

alep

lerin

in

dike

y ba

sıncı

liki

dite

ye

yöne

ltti.

(164

)

CEO

’nun

gel

iri

ABD

’de, 1

980’d

e işç

inin

or

tala

ma

gelir

inin

40

katı.

(174

)

Don

duru

ldu

CEO

’nun

gel

iri

ABD

’de, 2

000’d

e işç

inin

or

tala

ma

gelir

inin

47

5 ka

tı. A

vrup

a ve

Ja

pony

a’dan

30-

40 k

ez

fazl

a. (1

74)

Verg

i

Şirk

etle

rin (z

engi

nle-

rin) v

ergi

si az

altıl

Page 34: Daima

33Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyorİh

raca

tG

üney

’in d

ünya

m

amül

mad

de ih

raca

tı iç

inde

ki p

ayı:

7,5

(140

)

Koru

mac

ı yön

tem

-le

rle d

ış pa

zara

açı

lma

Reag

an (N

ixon

, For

d,

Car

ter g

ibi)

A

BD, A

lman

ya v

e Ja

pony

a pa

yı h

ızla

ksel

en Ç

in’in

pay

ı ka

rşısı

nda

düşt

ü. G

eriy

e ka

lanl

arın

yük

seliş

i. /

Gün

ey’in

dün

ya m

amül

m

adde

ihra

catı

için

deki

pa

yı: 2

3,3

(140

)

İşle

tme o

rgan

izas

yonu

Yüks

ek m

aliy

et d

üşük

ka

rla d

evam

ede

n /

60’la

rda

Gen

eral

Mot

ors

ve U

S St

eel g

ibi d

ev

Am

erik

an şi

rket

lerin

in

egem

enliğ

inin

bite

ceği

ta

hmin

edi

liyor

. (17

6) /

ABD

ekon

omisi

ne d

e-rin

lem

esin

e kö

k sa

lmış.

A

BD’de

üre

tip, o

rada

sa

tıyor

lar.

(179

)

Yük.

mal

.düş

.kar

.de

v.ed.

tem

izle

ndi /

çük,

daha

az b

en

mer

kezc

iler,

80’le

rde

10.0

00’in

üze

rinde

ydi.

153

/ 80’

lere

gel

in-

diği

nde

dike

y ol

arak

tünl

eşm

iş ve

bür

ok-

ratik

yön

etim

yap

ısına

sa

hip

şirke

tlerin

yaş

adığ

ı kr

iz b

ir ge

rçek

lik o

ldu.

D

inaz

orla

r. (1

77)

Küçü

k, d

aha

az b

en-

mer

kezc

iler,

1990

’ların

ba

şların

da ü

çe k

atla

ndı.

(153

)

90’la

rdan

bu

yana

W

al-M

art.

(179

) / Ç

o-ğu

nluğ

unu

Asy

alıla

rın

oluş

turd

uğu

yaba

ncı

taşe

ronl

arda

n ür

ünle

ri al

ıp, A

BD’li

tüke

ticile

re

sata

n tic

ari a

racı

kon

u-m

unda

. Diğ

er ü

lkel

erin

be

yin

ve k

ol g

ücün

den

fayd

alan

ıyor

. (17

9)

Koru

ma

Meş

ruH

araç

çıH

araç

çı (i

şlevs

iz)

(261

)

Yana

şmal

arı z

orla

ya-

rak

(266

)

Meş

ruiy

et k

ayna

ğıBM

BM d

eğil

BM (2

63)

NAT

O (2

64)

BM-G

üven

lik K

onse

-yi

(265

)

Page 35: Daima

34 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi SürüyorG

üney

’in /

Japo

nya

ve

Alm

anya

’nın

dur

umu

Dün

ya im

alat

sana

-yi

nde

Gün

ey’in

yar

attığ

ı ka

tma

değe

r: 19

75’de

10

,7 (1

40) /

65-

73 a

ra-

sında

Alm

anya

ve

Japo

n-ya

ABD

’ye y

etişe

mem

iş ol

sa d

a te

kstil

, çel

ik,

otom

otiv,

mak

ine

par-

çası,

elek

tron

ik e

şyad

a A

BD’y

i geç

ti. P

azar

ları

istila

etti

ler.

(111

)

1978

’den

itiba

ren

Çin

nya

ticar

etin

de e

n ak

tif ü

çünc

ü ül

ke. (

217)

Doğ

u A

sya:

İhra

catç

ı im

alat

ta p

atla

ma

- ken

di

para

biri

mle

rini d

olar

a ba

ğlad

ılar.

/ Jap

onya

ve

Alm

anya

kriz

e gi

ren

ABD

’yi k

urta

rdıla

r.

ABD

Jap

onya

’yı

kurt

arm

aya

çalış

tı. /

Dün

ya im

alat

sana

yind

e G

üney

’in y

arat

tığı k

atm

a de

ğer:

1998

’de %

17 (1

40)

Ark

adan

gel

enle

rin

önde

kile

ri ya

kala

ma-

yı b

aşar

mas

ı. (1

61) /

Ç

in’le

sıkı

ilişk

iler.

(212

) Ç

in Ja

pony

a ve

Gün

ey

Kore

ile

büyü

k tic

ari

orta

klık

lar k

urdu

. (21

4)

/ 200

6’da

Gün

eydo

ğu

Asy

a Ç

in’le

ilişk

ileri

güçl

endi

rmek

istiy

or.

(214

) Çin

Japo

nya’n

ın

kend

isini

topa

rlam

asın

ı sa

ğlad

ı. (2

14) /

200

0 yı

lında

Pek

in A

frik

a ül

kele

rinde

n 1,

2 m

ilyar

do

lar a

laca

ğınd

an fe

ra-

gat e

tti. (

215)

Page 36: Daima

35Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

ÜÇÜNcÜ GENEL BUNALIM DöNEMİNİN EN BÜyÜK VOLKANİK pATLAMASI: 2008 KRİzİ15 Eylül 2008’de ABD’deki Lehman Brothers yatırım bankası-

nın iflas başvurusu, 60’ların sonundan itibaren gelen emperyaliz-min üçüncü genel bunalım döneminin en büyük volkanik patla-masının başlangıç olgusu sayılabilir.

1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte dünya ka-pitalist sistemi kendisini rakipsiz ve daha rahat hissediyordu.

“...90’larda dünya çapında sorunsuz büyüme yılları artarken kriz-ler 80’li yıllar kadar can yakmaz oldu. Gerçekleşen çeşitli krizler ise eskisi kadar önemsenmedi. Giderek hem ekonomik politikaları yön-lendirenler, hem de iş adamları artık krizlerin sonunun geldiğini, olduğu kadarının da gelişmekte olana ülkelerin henüz ilkel finansal piyasaları ile sınırlı kaldığına kanaat getirdi. Bu kendine güvenin temelinde 90’ların tıpkı 50’li yıllar gibi iyimser bir ekonomik kalkın-ma dönemi olması kadar, 90’ların başında Sovyet sisteminin yıkılıp soğuk savaşın bitmesinin psikolojik etkisi de gözlemlenebilir.” 24

2000’deki dot.com balonunun patlaması ve 2001’deki 11 Eylül vakası sonrasında rahatı önemli ölçüde kaçmış olan sistem bir ferahlık arayışına girdi. Greenspan’ın yeri geldikçe bahsettiği “faizlerin düşürülmesi” tercihi de buradan başladı. Düşük faiz yaşanan gerilimi hafifletici bir etken olarak kullanılıyordu.

Sorunun TemeliDüşük faiz insanların emlak alanına yönelebilme imkanını ya-

ratıyordu. Zira sorun ev kredileri alanından başladı. Sermaye o kadar yoğunlaşmış ve merkezileşmişti, yani birikim o kadar yük-selmişti ki, konacak dal arayan sermaye sahipleri kolaylıkla bu alana yönelebildiler.

İpotekli ev kredileri alanında kendini gösteren hastalığın kökü derinlerdeydi. Ne var ki kriz konusu incelenirken hastalıktan öte, bir canlının kaçınılmaz olarak yaşlanarak ölmesi göz önünde bulundurulabilir. Canlı ne kadar sağlıklı yaşarsa yaşasın bede-nindeki temel bazı kodlar onu zayıf düşürmekte ve en sonunda ölümüne sebep olmaktadır. İnsanın ölümüne zatüre ya da kalça kırılması vesile olabilir ama yaşlanması kaçınılmazdır.

Sistemin bünyesi en son ipotekli ev kredileri enfeksiyonuyla

24) Cüneyt Akman, Marksist Kriz Teorileri Işığında Küresel Kriz, İstanbul, Kalkedon Yayınları, 2010, s. 233.

Page 37: Daima

36 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

boğuştu. Ölmedi ama ölüme biraz daha yaklaştı. Atlattığı hiçbir hastalık onu yaşlanıyor olmaktan ve ölümden kurtaramaz. Kapi-talizmin kar oranı eğilimsel olarak düşmekte ve o eğilimsel olarak kendi sonuna yaklaşıyor.

Dünya kapitalist sistemi kar oranlarının düşmesi sorununu ya-şıyor. Kar elde edebilmek için uğraşması gereken sermaye ve so-run hacmi gitgide artıyor. Sermaye sınıfı elbette ki bundan mem-nun değil. O umduğu değil, önünde bulduğu bir hayatı yaşıyor. Onun sorunlarından biri daha ideal kabul ettiği zamanlara oranla daha az kar elde ediyor olması. Ne var ki bu onun için yine de tahammül edilemez bir sorun değil. Sermaye sahibi daha düşük bir oranda kar etmeye katlanabilir ama bir başka bir sermaye sa-hibinden daha düşük oranda kar elde etmeye katlanamaz. Çünkü böylesi bir gelişmeye göz yumarsa kendisinden görece daha yük-sek kar elde eden sermaye sahibi, sermayeyi kendisinde merkezi-leştirir ve yoğunlaştırır. Bunu başarabilmiş olana ikinci sermaye sahibi de nihai olarak, birinci sermaye sahibini alt edecektir. Bu manzara birinci sermaye sahibinin yok oluşu demektir.

Kapitalistler arası rekabetin yarattığı bu kısır döngü nedeniyle bir dizi yıkıcı yan etki ortaya çıkar. Diğer kapitalistlerle rekabet esnasında kullanılan değişmeyen sermayenin büyüklüğü gitgide daha fazla değişen sermayeyi yani işgücünü devre dışı bırakır.

İşgücünün devre dışı kalması demek ise gelir elde etmek için emeğini kullanmak zorunda olanların, olası gelirden mahrum kalması demektir. Sorun ilk etapta sanki emekçilerin sorunu gibi gözükür ama sorun burada kalmaz. Gelir elde edemeyen ve bu-nun sonucu satın alma gücü azalan ya da ortadan kalkan insanlar aynı zamanda metaların alıcılarıdır. Gelirlerin düşmesi demek, talebin de bağıntılı olarak düşmesidir. Kapitalizm ister istemez kendi bindiği dalı kesen bir sistemdir.

Sermaye birikiminin neredeyse bütün derdi talep yaratmak haline gelmeye başlar. Kapitalizmin üretme sorunu yoktur. Bü-yük bir kapasite fazlasıyla üretir. Sorun satmaktadır. ABD talep sorununu çözmek için ciddi bir yarma harekatı yapmış oldu uzun vadeli ev kredileri dağıtarak. Bunu durduk yere yapmadı.

Eşik Altı Kategorisine Verilen Ev KredileriEv sahibi olmak eşik altı sayılan yoksullar için büyük bir mut-

luluk rüyasıdır hala. Bir konut her türlü gelişmişliğe rağmen seri

Page 38: Daima

37Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

üretimi yeterince gerçekleşmemiş bir metadır. Kitle üretimi sa-yesinde diğer metalarda bazı düzeylerde bir doygunluk söz konu-su olsa da, bu konut için geçerli değil. Ev sahibi olacağını söyle-diğinde ayakları yerden kesilecek ciddi bir yoksul nüfus, sermaye sınıfının karşısında duruyor.

İnşaat sektörü genel ekonomi üzerinde lokomotif etkisi olana bir sektördür. Sistem ekonomide bir canlanma yaratabilmek üze-re öteden beri bu alana büyük yatırım yapmayı önemsemiştir. İn-şaat sektörünün yüksek teknoloji kadar emek yoğun teknolojileri de kullanan niteliği onun istihdam yaratan yönünü ortaya koyar. İstihdam yaratma, ekonominin kendisini sürdürmesine çok kri-tik bir katkıdır.

Bununla birlikte inşaat sektörü sanayinin birçok alanından kendisine girdi yapan özelliktedir. Konut yapımı için gerekli sa-nayi ürünlerinin çeşitliliği, inşaat sektörünün bir anda çok sayıda alanı harekete geçiren yönünü açıklıyor. Eğer yeni inşaat ruhsatı sayısı artıyorsa, genel olarak ekonomi canlanıyor demektir.

İşte ABD bu imkanı değerlendirmek istemişti. Ev sahibi olma isteğini kışkırtmak kolaydı.

“Başkan George W. Bush Ekim 2002’deki bir konuşmasında ‘Biz Amerika’daki herkesin kendi evinin sahibi olmasını istiyoruz.’ demiş-ti. Bush özellikle yoksul azınlıkları ev sahibi yapmayı önemsiyordu. Böylece 5,5 milyon azınlık (Latin ve Siyah) Amerikalıyı yeni ev sa-hibi yapmak amaçlı Amerikan Dream Downpayment Act’i 2003’te yasalaştırdı. Azınlıklara konusunda bu proje aslında Clinton’ın baş-lattığı ve Amerikan reformcu liberalizme uygun bir projeydi, Bush da buna rağmen projeye sahip çıktı. Banka ve aracı kuruluşlar eşik altı morgıç borçlularını gerekli belgeler konusunda fazla sıkıştır-mamaları hususunda hükümet tarafından baskı görüyordu.” 25

Ne var ki ev sahibi olmayı istemek, isteyen kişinin ödeme gücü yoksa sadece bir arzudur. Arzunun talebe dönüşmesi için para ge-rekir. ABD’deki mevcut ekonomik sistem için sorun buydu. Sistem insanlara düzenli bir iş ve dolayısıyla düzenli bir gelir veremiyordu. Bunun yerine çareyi uzun vadeli ipotekli ev kredisi vermekte buldu.

“ABD’de kredi müşterileri prime, subprime diye ikiye ayrılmakta-dır. Prime müşteriler yeterli gelire ve iyi kredi siciline sahip kişiler-dir. Subprime müşteriler ise düşük gelir gruplarına aittir. Ne gelir durumları ne de kredi kapatma huyları iyidir. Bu nedenle prime

25) a.g.e., s. 236.

Page 39: Daima

38 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

müşterilerin alabildiğinden daha az kredi alabilirler, onlardan daha yüksek faiz öderler. Subprime, krediyi açan için de alan için de risklidir. Subprime kredilerin yaygın olduğu sahalardan biri mortgage, yani uzun vadeli borçla konut satın almadır.” 26

Bu basit bir manevra değildi. Kapitalizm çıkmazını aşabilmek için ciddi bir arayış içindeydi. Her şey son derece kırılgan bir dengeye bağlıydı. Bütün koşullar iyi giderse krediler dağıtılacak, insanlar ev alacaklar, evlere talep devam ettiği için evlerin değeri yükselecek bu aşamada dahi herkes memnun olacaktı. Borçlana-rak alınmış evlerin değerinin ilk fiyatının üstüne çıkıyor olması bile tozpembe bir tablo yaratıyor gibi gözüküyordu. Yoksul in-sanların işleri ve gelirleri sağlam olmadığı için zemin zaten son derece çürüktü. Bunu koşullayan ise nüfusu işsiz, iş güvencesiz ve gelirsiz bırakarak karlarını yükseltmeye çalışan sermaye sını-fının kendisiydi. Evlerin piyasa fiyatlarının yükselmesi gibi “güzel bir gelişme” de kredi faizlerinin ve anaparalarının düzenli olarak ödenmesine bağlıydı. Düzensizleştirilmiş işçi sınıfından, en üst seviyede düzenli bir ödeme bekleniyordu. Çürük bir temel üze-rine, sağlam bir bina yapılması deneniyordu ama başkaca bir se-çenek de yoktu.

“…bütün sistem insanların mali durumları ne kadar elverişsiz olsa da bu çarka katılmaları üzerine kurulmuştu.”27

Alt sınıfların sistemin doğası gereği üretim araçlarının mülkiye-tini elde etmesi mümkün değildi. Bu imkansızlık toplumda ken-disini çok sert ortaya koyan gerilimlere yol açıyordu. Kapitalizm bunu hafifletebilmek için en azından bir konutun mülkiyetini vaat ediyordu emeğiyle geçinmek zorunda olanlara. Bu onları mevcut düzene bağlamanın bir yoluydu. Herkes kendini ufak çapta bir ka-pitalist gibi hissedebilirdi. Bu yaratılan illüzyonun sermaye sınıfı-nın hakimiyetini, sosyalizmden koruyacağı düşünülüyordu.

Uzun vadeli ev kredisi alanlar, konut piyasasına herkesin yö-nelmesi sayesinde ev fiyatları yükselmeye başlayınca bir anda çok avantajlı bir pozisyona geldiler. Ev almakta gecikmiş olabileceğini düşünenler de harekete geçtiğinde piyasa iyice kızışmıştı. Bu ko-şularda konutu çok kıymetli hale gelenler, bu gayrimenkullerini

26) S. Apak - A. Aytaç, Küresel Krizler: Kronolojik Değerlendirme ve Analiz, Avcıol Basım, 2009 s. 207’den aktaran Cüneyt Akman, Marksist Kriz Teorileri Işığında Küresel Kriz, İstanbul, Kalkedon Yayınları, 2010, s. 242.27) Cüneyt Akman, Marksist Kriz Teorileri Işığında Küresel Kriz, İstanbul, Kalkedon Yayınları, 2010, s. 243.

Page 40: Daima

39Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

teminat göstererek yeniden kredi almaya başladılar. Yeni alınan kredi ev yenilenmek amaçlı kullanıldığı kadar, tüketim amaçlı da kullanılabilmekteydi. İnsanlar içinde oturmak için değil, değeri yükselince satmak için ev alıyorlardı.

“Çoğu bu ek kredileri kredi kartı borçlarını kapatmakta veya da-yanıklı tüketim malları satın almakta kullandı. (…) 1997-2006 arasında Amerikalı tüketiciler evlerinin değerini teminat göstere-rek tahmini olarak 9 trilyon para çektiler. 2006 ‘nın ilk çeyreğinde bu şekilde çektikleri para harcanabilir kişisel gelirlerinin neredeyse %10’unu oluşturuyordu.”28

Menkulleştirmeİpotekli ev kredileri enstrümanı sayesinde ortaya çıkan varlık-

larla genel ekonomi arasında semiyotik bir ilişki ortaya çıkmıştı. Ev sahibi olma sürecinin etkinliği, iktisadi alanı canlandırıyordu. Toplumun eşik altı olarak nitelendirilen kesiminin ev sahibi ya-pılması mekanizmasından elde edilen borç belgeleri 1980’lerde geliştirilmiş menkulleştirme enstrümanlarının kullanılmasıy-la özel bir şekle sokuluyordu. 1980’lerde Salomon Brothers gibi büyük menkul kıymet şirketleri Saving and Loans’lara ait batık morgıç borçlarını toparlayarak bunlarda n vade, getiri ve riskine göre paketler oluşturdu. Ayrıca farklı özelliklerine göre dilimler yaratılıyordu. Bunlar 2007’deki gelişmeleri belirleyen CDO’ların temel formu oldular.

İpotekli evlerin borçları, başka türlü borçlarla karma hale ge-tirilip (paçal) paketlenebiliyordu. Bu yapılandırma aracı CDO (Collateral Debt Obligations-Teminatlandırılmış Borç Obligas-yonları) denilen, farklı borçları yan yana koyup birleştirerek yeni bir borç senedi yaratan dönüştürme işlemiydi. Bu dönüştürme işlemi aynı zamanda krediyle verilen evlerden elde edilen borç belgelerinin risklerini, muazzam geniş bir ekonomi alanına yay-maya yarıyordu. 1980’den 2007’ye kadar GSE-backet (Hükümet Sponsorluğundaki Şirketler’in desteklediği) denilen menkul kıy-metler 200 milyondan, 4 trilyon dolara yükseldi.

Kapitalist ekonominin döngüsünde her şey iyi güzeldi ama or-tada koskocaman bir bir düzensizlik anlamına gelen bir risk vardı. Kar mantığının işleyişini zora sokan bu düzensizlikti. Kapitalist

28) N. Ferguson, The Ascent of Money: A Financial History of the World, London, Penguin Books, 2009, s. 266’den aktaran Cüneyt Akman, Marksist Kriz Teorileri Işığında Küresel Kriz, İstanbul, Kalkedon Yayınları, 2010, s. 244.

Page 41: Daima

40 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

ekonomide ilişkisellik ekonomik süreci önceden belirleyebilmek üzerine kurulmamıştı. Mevcut yapının doğası gereği herhangi bir ekonomik süreci önceden belirlemek ve yönetmek imkanı ola-bildiğince azdı. Bu koşullarda istenen şey ekonominin müdahale edilmeyen doğal gelişim seyrinin dengeli bir sonuç yaratmasıydı. Aslına bakılırsa bu tablo tam bir keşmekeş ve belirsizlik demekti. Büyük risk bundan doğuyordu.

Bu nedenle herhangi bir borç belgesinin riskini yüklenebilmek ancak o riski bütün ekonomiye yayarak mümkün olabiliyordu. İşte menkulleştirme mekanizmasının CDO aracı tam bunu yerine ge-tirmeye çalışıyordu. Finansal mühendislik tekniklerindeki ortaya çıkardığı yeni menkul kıymet araçları son derece karmaşık ve anla-şılmazdı ama işlevini yerine getirilerek, risk dağılımını sağlıyordu.

“Yatırımcılar değil bu portföylerin içeriğini, onların adlarını bile anlamıyorlardı; tabii nasıl çalıştığını ve ne kadar risk taşıdığını da… Onların tek bildiği reyting kuruluşları tarafından bu men-kullere iyi dereceler verildiği yani o derece riskli olmadıkları fakat risksiz sayılan veya riski az menkul kıymetlere göre oldukça iyi getiri sağladıklarıydı.” 29

Birisinin size olan borcuna karşılık, size bir çek vermek istedi-ğini düşünün. Bu çeki alırken, nakit para almaya oranla bir tered-düt yaşarsınız. İşte risk budur. Size borçlu olan kişi acaba o çeki ödeyebilecek mi, ödeyemeyecek mi diye kaygılanırsınız. Diyelim ki çekin vadesi geldiğinde çekin karşılığının ödenemediğini gör-düğünüzde haklı yere kaygılandığınız sonucuna varırsınız. Ne var ki sizin için sorunlu olan bu çeki sizden satın almaya eğilimli birileri vardır. Yani mafyalar. Yüz liralık çekinizi en azından yir-mi lira pay isteyerek sizden almak isteyebilirler. Mafya elde ettiği çekin karşılığını tahsil edebilmek için gerekirse borcunu ödeye-meyen kişiyi canını almakla tehdit eder.

İşte finans piyasaları bu yirmi lirayı, eşik altı diye adlandıkları alt sınıflara daha en baştan yüksek faiz olarak koyarlar. Alt sınıflar eğer faizi ya da anaparayı ödeyemezlerse mafyadan biraz farklı olarak ipotekli evlerini ellerinden alırlar. Finans “mafyasına” göre borçlu kaçabilir ama ev kaçamaz.

Kapitalizm sahip olduğu bütün sanal, menkul, kağıt üstünde ve uçuşan değeri, gayrimenkule bağlayarak sabitlemeye, sağlamlaş-

29) Cüneyt Akman, Marksist Kriz Teorileri Işığında Küresel Kriz, İstanbul, Kalkedon Yayınları, 2010, s. 239.

Page 42: Daima

41Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

tırmaya çalışır. Konutların taşınamaz nitelik dışında dayanabile-ceği bir sağlam zemin kalmamıştır artık.

Ne var ki bu kumpas da başarılı olmaz. İşler tersine döndüğün-de, ev borçları ödenemediğinde haciz edilen ipotekli ev sayısı müthiş bir sayıya ulaşarak, yığılır. Çok sayıda eve el konulmakta-dır ama bu sorunu çözmez. Çünkü el konulan evlerin bu derece fazla olması evlerin değerinin düşmesi sonucunu yaratır. Herkes evleri satmak istemektedir ama alan yoktur.

Faiz oranları düşükken, insanlar iş sahibiyken ve ev fiyatları yükselmeye devam ediyorken her şey çok güzeldi. Risk bütün dünya ekonomisine yayılıyor ve doğal olarak bulaştırılmış olu-yordu. Sanki bir göle kirli su karıştırılması gibi düşünülebilir. Göle az bir miktarda kirli su katılırsa koli basili oranı yüksek çık-mayabilir ama kirli su miktarı gitgide artarsa göl artık temiz bir göl olmaktan çıkacaktır. Dünya çapındaki menkul kıymetler ha-vuzunun başına gelen de buydu. Risk büyürken bilgi küçülüyor; risk, riskin en az farkında olanlara satılıyordu.

Mayıs 2008’de teminat olarak gösterilen evlere el koyma rakamı 1,8 milyondu. 9 milyon kadar ev de tehlike sınırındaydı. Bu ra-kamlar sorunun sınırlarını bize anlatıyor. Ev için kredi yaratmak değil kredi için ev yaratmak muazzam bir emlak arzı yaratarak fiyatları düşürdü. Faizin çok az yükselmesi bile doyma noktasına gelmiş emlak piyasasını sarstı. Faizin yükseldiği ortam otomatik-man varlıkların değerini düşürüyordu. En sonunda ekonomide ortaya çıkan durgunluk istihdam seviyesini de düşürmeye baş-ladı. Böylece mekanizma her yönden çıkmaza girmiş oluyordu.

İnşaat sektöründe işler iyi giderken nasıl her yöne faydası olu-yor ise işler kötüye gitmeye başladığında doğal olarak kriz kapi-talistlerin arzu ettiği gibi lokal kalmadı. Sektör finans alanının en ileri teknikleriyle temellendirildiği için sorun durmaksızın finans alanına sıçradı. Bu da krizin bütün dünyaya sıçraması demekti.

İlk olarak en riskli menkul kıymetlerin alıcısı olan hedge fon-lar gümbürtüye gitti. Hedge fonlara borç veren yatırım bankası Merrill Lynch’ın olayların gidişatından kaygılanarak ek teminat istemesi, zincirleme reaksiyonu başlatan ilk hareket oldu. Kapi-talizme ve kapitalizmin finansal oyuncaklarına çok güvenenler oyunu kaybetmişti.

Ellerindeki menkul kıymetleri teminat göstererek kredi edinen

Page 43: Daima

42 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

finans kuruluşları ek teminat gösteremeyince ellerindeki men-kulleri kredi veren banklara kaptırdılar. Yoksulların gayrimen-kullerinin yaşadığı kaderi, şimdi aracı finans kuruluşlarının sa-hip olduğu menkuller yaşıyordu. El konulan menkul kıymetlerin apar topar satılmaya çalışılması değerlerini iyice düşürdü.

Artık sisteme güvenilmiyordu ve finans oyuncularının kendisi arasında da bir güven kalmamıştı. Kimse kimseye borç vermiyor-du. En sonunda yatırım bankaları da çökmeye başladılar.

Gangsterler alacağını tahsil edebilmek konusunda nasıl kaba kuvvetlerine güveniyorlarsa ev kredileri veren finans kuruluşları da alt sınıflara verilen kredileri geri almak üzere evlerine el ko-yabilme imkanına güveniyorlardı. Hiçbir çare kalmazsa ipotekli evlere el konulacak ve bu evler satışa çıkarılacaktı onlara göre. Ne var ki böyle bir aşama kapitalist sistemin düzensizliğine bile fazla düzen bozucu bir etki yaratıyordu. Milyonlarca evin haraç mezat satışa çıkartılması emlak piyasasına darmadağın etti. Bu etki ye-rel morgıç acentelerini, parayı veren yerel bankaları, hedge fonla-rı ve en sonunda dev yatırım bankalarını batışa doğru sürükledi.

“Zaten çok riskli kuruluşlar olarak gözlenen ‘hedge fund’ların ba-tışı o kadar şok yaratmayabilirdi ama bütün Wall Street’in, hatta dünya borsalarının üzerinde döndüğü yatırım bankalarının batışı paniği kat be kat arttırıyordu. Fakat yatırım bankaları da neticede borsa gibi riskli bir alanda çalıştığı bilinen kuruluşlardı. Durum yine de anlaşılabilirdi. Hükümet Sponsorluğundaki Kuruluşlar (GSE)denilen ve bütün Amerikan morgıç sisteminin üzerinde ku-rulu olduğu Fannie Mae, Freddie Mac, Ginnie Mae gibi kuruluşla-rın sıkıntıya girmesi bardağı taşıran son damlaydı.”30

Kriz hastalığın seyrinde ölüme ya da iyileşmeye işaret olabile-cek kritik değişme demektir. Dünya sömürü sistemi yok olmak ya da maddi değişime uğramak seçenekleriyle karşı karşıyadır. 20. yüzyılın kapitalizmi dünya çapındaki derin krizini, dünya çapın-da savaşlar çıkararak çözme yolu dışında bir yol geliştirememiş-tir. Son kertede dünya sistemi başka bir çare bulamıyorsa kozların dünya savaşıyla paylaşılmasını ve savaşı kazananın çözümünün tayin edici olmasını bir metot olarak benimsemiş ve uygulamıştır.

Burjuva sınıfı bu metodun 1. Dünya Savaşı’nda Ekim Devrimi ve 2. Dünya Savaşı sonrasında sosyalist sistemin yayılması gibi sonuçlarını büyük bir acıyla izlemiştir. Kapitalizm bugün buna

30) a.g.e., s. 251.

Page 44: Daima

43Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

rağmen savaşları net bir seçenek olarak kullanmak isteyebilir ama kullanamamaktadır. Artık biyolojik yaşamın kendisi dahil her şey uçurumun kenarındadır çünkü. Savaşların yürütülmesinde nük-leer silahların devreye girecek olması ihtimali şimdilik herkesi durdurmaktadır. Çernobil’de olduğu gibi nükleer gücün yıkıcı etkisine kazayla bile maruz kalmanın ne olduğunu bütün dünya görmüş durumdadır. Nükleer silahlarla adım atılacak yer yoktur.

Kapitalizm dünya çapındaki krizlerini dünya savaşlarıyla çözdü ve bundan başka çözüm bilmiyor. 1960’ların sonundan itibaren başlayan son bunalım döneminin bu kadar uzamasının maddi te-meli bu çıkışsızlıktır. Sistem savaşın yıkıcılığından ve eleyiciliğin-den yararlanmadan krizini çözemiyor ama öte yandan da nükleer gücün etkisinden ötürü savaş yapamıyor. Bu paradoks 3. bunalım dönemini uzattıkça uzatıyor. Bu akıldışı sisteme yıkıcılık lazım ama nükleer kadar değil.

Bu tabloda ya bunalım çok daha uzun yaşanarak aşılmaya çalı-şılacak ya da sömürülen sınıfların yıkıcı etkisi kapitalizm en uy-gun doz yıkıcılık olacaktır.

KRİz TEğET GEÇMİyOR / DÜNyADA KRİz yURTTA KRİzDünyada nasıl bir satamama-üretememe sorunu varsa

Türkiye’de de var. Dünya, serbest piyasacı da Türkiye mi değil? Dünya, özelleştirmeci, borsacı, sıcak paracı, IMF’ci, dış borç ba-ğımlısı da; Türkiye mi değil? Türkiye’nin herhangi bir sıradan ka-pitalist ülkeden ne farkı olabilir? Farklı bir kapitalizmi bizimkiler mi icat ediyor? Bizim sistemimizin hangi muhteşem yönünden ötürü kriz bizi teğet geçecek. 1970’lerde %2 civarında olan işsiz-liğin dünya çapında 2000’lerde %10’un üstüne çıkmıştır. Nusret Ekin bunu şöyle ele alıyor:

“Günümüzde istihdam sorununa artan ilginin temel nedenlerin-den biri, son 20 yılda dünyanın önemli bir kısmında istihdam koşullarının gittikçe bozulmasıdır. Endüstri toplumlarında savaş sonrası dönemde ulaşılan tam istihdam, 1970’lerden sonra niha-yete ermiştir. 0 tarihten bu yana, işsizlik oranlarında sürekli bir artış gözlenmiştir. Sorunu daha da vahimleştiren, işsizliğin yüksek seviyesini ısrarla sürdürmesi ve görünürde bu sorunu çözecek etkin tedbirlerin olmayışıdır.” 31

31) Nusret Ekin, İssizlik Sorununa Yeniden Bakış, TUHİS, Kasım 2000 - Şubat 2001, s. 143.

Page 45: Daima

44 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

2008 yılında sıçrama gösteren krizin 1929’daki en büyük dünya kriziyle karşılaştırılmasının sebebi, krizin dünya kapitalizminin merkezi ve lideri olarak hâkimiyetini sürdüren ABD’de ortaya çıkmasıydı.

Kriz tüm dünyayı etkisi altına aldı. Avrupa Birliği ülkelerinden Portekiz, İspanya ve Yunanistan en açık görünür bir şekilde kri-zin toplumsal, ekonomik ve siyasal sonuçlarını yaşıyorlar. Krizin Avrupa kıtası ölçeğindeki bir siyasal sonucu da Avrupa Birliği ilişkiler sisteminin temelinden sarsılıyor olması. Bir kaçınılmaz-lık, itiraz edilemezlik olarak görülen AB ilerleyişi ciddi sorunlar yaşıyor. Bu tabloyu Ekin şöyle anlatıyor:

“İşsizlik sorununun en dramatik boyutları Avrupa’da gözlenmek-tedir. Gerçekten, “bugün her 10 Batı Avrupalı’dan 1’i işsizdir. Söz konusu oran ABD’dekinin iki katıdır. Ayrıca Avrupalı işçiler, işle-rini kaybettikten sonra yeni iş bulmakta da Amerikalılardan daha fazla zorlanmaktadırlar. Batı Avrupa’daki işsizlerin neredeyse ya-rısı 1 yıldan uzun süredir çalışmamaktadır.”32

Dünya ekonomik sisteminin bütünselliği üzerinden 1929 kri-ziyle karşılaştırılacak düzeyde bir kriz yaşanıyor iken, Türkiye yönetenlerinin hayır kriz bize etki etmeyecek, teğet geçecek diye değerlendirme yapması temelsizdir. Ekin’in dünyadaki durumu tasviri şöyledir:

“UÇÖ’nün son yayınladığı “Dünya İstihdam Raporu”na göre, iş-sizlik evrensel bir sorun olarak ortaya çıkmakta, “Dünyada çalı-şabilir nüfusun % 30’u, Türkiye’de ise % 27’si, yani 6 milyon kişi işsiz durumdadır.Bugün tüm dünyada 1 milyar işsiz bulunmaktadır. Toplam iş-gücünün ise, 1/3’ü işsiz konumdadır. 800 milyon insanın, işsizlik nedeni ile ekonomik ve politik sınırların ötesine tasmaya hazır ol-duğu bildirilmektedir.Gerçekten de, OECD tarafından yapılan hesaplamalara göre, ABD, Kanada, Japonya, Avrupa ülkeleri, Avustralya ve Yeni Ze-landa gibi geleneksel sanayileşmiş ülkelerde 1970’lere nazaran iş-sizlerin sayısının üçe katlandığı gözlenmektedir.”33

Dünyadaki kriz Türkiye’yi asıl olarak finans ya da bankacılık alanından değil reel sektörde üretim, ithalat finansmanı ve işsizlik

32) Nusret Ekin, Türkiye’de İşsizlik: “İş Aramayan İşsizler - Kırsal Yoksullar - Kentsel Kayıtdışı Yapay İstihdamdakiler - Açık İssizler” , Kamu-İş İş Hukuku ve İktisat Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 2, 2003, s. 6.http://www.kamu-is.org.tr/dergiler2.htm33) a. g. e., s. 3,4.

Page 46: Daima

45Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

alanlarından etkiledi. 2003 sonrası dönemde uluslar arası ekono-mi ile ilgili öne çıkan aktörler bankacılık değil, reel üretici şirketler idi. Aşırı derecede ithalat ve dış borçlanma bağımlılığı ekonomik dengeleri kırılgan hale getirmiş durumda. Önümüzdeki dönemde dünya ekonomisindeki kriz uluslar arası finansman girişlerini iyi-ce daraltacak. Yüksek cari açık ve dış borç yükü krizin etkilerinin doğrudan Türkiye’ye yansımasının temel nedenlerindendir.

Büyümenin lokomotifi olan yabancı kaynak Ekim 2008’den iti-baren Türkiye’yi terk etmeye başladı. Artık batma riski altındaki çeşitli fonlar, finansal kuruluşlar kazançlarından da vazgeçerek çıkmaya başladılar. Büyük cari açık ve astronomik dış borç yü-küyle kırılganlaşmış olan Türkiye’de borsaya yaptıkları yatırımla-rı kapatıp açtıkları kredileri faizi-anaparası ile birlikte geri çağır-maya başladılar.

Türkiye gibi çevre ülkelerin dünya krizine dâhil edilmesi 1980 sonrası oluşturulan yeni işbölümü ile ilgili. Çevrenin merkeze ba-ğımlılığı iki yolla gerçekleştirildi. Birincisi dış kaynak bağımlılığı ikinci ise merkezin pazarına dolayısıyla talebine bağımlılık.

TÜRKİyE DÜNyADAN DAhA KöTÜÜç parametreyi esas olarak alacak olursak 2009 yılı itibarı ile

yüzde olarak ABD’de işsizlik: %9.3, enflasyon: %1.6, büyüme %-2.7 olarak gerçekleşmiştir. Almanya’da bu veriler sırasıyla %7.5, %0, %-5.3’dür. Japonya’da ise %5.1, %-1.5, %-54’dür.

Türkiye’de ise işsizlik: %14, enflasyon: %5,8, büyüme: -6,5’dir.Şeytan bunun neresinde.

İşsizlik, Enflasyon ve Büyüme Açısından Dünya Ülkeleri ve Türkiye

İşsizlik Enflasyon BüyümeABD 9,3 1,6 -2,7Almanya 7,5 0 -5,3Japonya 5,1 -1,5 -5,4Yunanistan 9,5 1,3 -0,8Çin 4,1 0,8 8,5Türkiye 14 5,8 -6,5Kaynak: IMF verilerinden derlenmiştir.

Page 47: Daima

46 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Tabloda açıkça görüldüğü gibi Türkiye en yüksek işsizlik oranına sahip ülkedir. İşsizlik konusunda kriz açısından teğet geçilmiş olmak bir yana diğer baz alınabilecek ülkelerin iki ya da üç katı işsizlik ora-nına sahip bir ülke konumundadır. Türkiye’nin işsizlik oranındaki verileri merkez ülkelerle veya çevre ülkelerle de karşılaştırılsa aynı olumsuz sonuçlara ulaşmak söz konusudur. Alptekin Güney rakam-ları ele aldığında bize şöyle bir karşılaştırma yapmaktadır:

“ 2008 Temmuz ayı itibariyle de 9.4’e gerilemiş, ama yaşanan kü-resel krizinde etkisiyle Ağustos ayında tekrar yükselerek %9.8’e, Aralık ayında %13.6’ya çıkmış ve 2009 Ocak ise ayında % 15.5’e ulaşmıştır. 2000 yılında Türkiye OECD ülkelerine yakın işsizlik oranına sahipken, yaşanan kriz ve sonrasında OECD ülkelerinin (OECD ülkeleri işsizlik oranı 2000:% 6.28, 2007:% 5.74) yaklaşık iki katına yaklaşan bir işsizlik olgusu ile karsı karsıya kalmıştır.”34

Enflasyon değerleriyle ilgili olarak da benzer bir değerlendirme yapabiliriz.

Türkiye’nin büyüme verilerinde yaşadığı dramatik düşüşler ancak diğer ülkelere yaklaşabilir durumda. Bununla birlikte, tab-lodan rahatça görülebileceği gibi Türkiye diğer ülkelere nazaran yine en çok küçülme yaşamış ülke konumunda.

MÜNFERİT DEğİL MÜTEMADİyENRekabet ve daha fazla sermaye kullanma mecburiyeti biteviye

devam ederken “Asiye hiçbir zaman kurtulamaz.” Rüzgâr böyle eser, balta böyle keserken işin sonu hep krize varır. Kapitalizm krizden kurtulamaz. Daha ötesi kapitalizm kendisini yıkacak olan nihai krizden kendi mantığı içinde kurtulamaz. Kapitaliz-min yarattığı sorunların nasıl devamlılık gösterdiğini şöyle anlat-maktadır Güney:

“Günümüzde istihdam giderek daha az bulunan bir ayrıcalık haline gelmiş bulunmaktadır. İş imkanlarının bu denli azalma-sı çalışanları; “İşin önemi yok, önemli olan bir işe sahip olmak” görüsünden “Maaşın önemi yok, yeter ki isimiz olsun” anlayışına getirmektedir. İssizlik, ücretlerin düzeyini düşürmekte, ücretlerin düşüşü ise çalışanların eksilen geliri tamamlamak için daha fazla sürelerde çalışmak zorunda kalmasına neden olmaktadır. İssizlik nedeniyle suç oranının artması, sosyal dışlanmanın olması, çocuk-ların eğitim alamaması vb. nedenlerle de yoksulluk kronikleşmekte ve kuşaktan kuşağa geçmektedir.” 35

34) Alptekin Güney, İşsizlik, Nedenleri, Sonuçları ve Mücadele Yöntemleri, Kamu-İş, Cilt: 10, Sayı: 4, 2009, s. 143.35) a. g. e., s. 153.

Page 48: Daima

47Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Kapitalizmin tarihsel bir krize girdiğini onu son dönemi itiba-rı ile yönetmiş olanlar dile getiriyor zaten. Marksistlerin iddiası bunun tesadüfî ya da münferit olmadığıdır. İşkenceyi, insanların gözaltında kaybedilmesini ve yargısız infazları “münferit” olarak ele alan zihniyet krizi de “teğet geçiyor” diye sunmaya kalkışıyor. Kriz, kapitalizmin içinde münferit olarak rastlanan değil müte-madiyen kendini ortaya çıkaran bir olgudur. Sistemdeki ya da re-jimin işleyişindeki kronik sorunları gizlemeye çalışmak egemen-lerin her zamanki yöntemidir.

1994 krizini ortaya çıkaran en önemli faktör kamu kesiminin fi-nansman açığının, dolayısıyla borçlanma ihtiyacının arttığı bir dö-nemde en liberal kambiyo rejiminin uygulanması oldu. Kısa vadeli sermaye hareketleri üzerindeki tüm kontroller kaldırıldı. Kamu sektöründeki harcamalar neredeyse tümüyle Merkez Bankası kay-naklarından para basarak karşılandı. Yüksek enflasyonla birlikte sıcak paraya dayalı, iç pazara yönelik büyümenin tıkanması; sıcak paranın çıkışı ve bazı bankaların çöküşü ile sonuçlanmıştı.

2001 krizi de yine sıcak paraya dayalı büyümenin koşullarında, eksik denetlenen ve aşırı risk üstlenen özel finans kuruluşlarının bilançolarının aniden bozulmasıyla ortaya çıkmıştı. Bankaların açık pozisyonlarının artması ortamında döviz kurunun birden pahalılaşması, bankaları ödeme güçlüğü içine sokarak, likidite ve döviz krizine sürükledi.

yApISAL İşSİzLİK 1. Üçte Birimiz İşsiz2008 krizinde Türkiye’de yaşanan 1994 ve 2001 krizlerinde ol-

duğu gibi bir defalık çökme şeklinde olmadı. Ortaya çıkan tablo krizin zamana yayılması ve uzun süreli bir durgunluktu. Bu süreçte reel sektör şirketlerinde iflaslar arttı, işsizlik kronikleşti ve büyüme % 1.1’e düştü. Genel sorunu Sadun Aren şöyle tanımlıyordu:

“Bir ekonomik düzenin düzgün şekilde çalışıp çalışmadığı, geçerli ücret karşılığı çalışmak isteyen herkese is temin edilip edilemediği ile ölçülür. Bir ülkede bazı kişilerin çalışmak istedikleri halde is bulamamaları uygulanan ekonomik politikaların kusurudur.” 36

Türkiye koşullarında krizin halkı doğrudan, en can yakıcı ola-rak etkilediği boyut işsizlik sorunu oldu. İşsizlik, 2008 krizinden beri %15 bandında seyrediyor gibi gösterilmesine rağmen bu ra-

36) Sadun Aren, İstihdam, Para ve İktisadi Politika, Ankara, Bilgi Yayınevi, Şubat 1975 (5. Basım), s. 17.

Page 49: Daima

48 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

kam gerçeği yansıtmıyor. Bu noktayı şöyle vurguluyor Güney:“Türkiye’de ne işsizlikle ilgili verilerin işsizliğin gerçek boyutlarını tam olarak yansıttığı söylenebilir, ne de işsiz olarak görünenlerin birçoğunun gerçekten işsiz oldukları söylenebilir. Ülkemizde işsiz gözükenlerin bir çoğu kayıt dışı marjinal işlerde çalışmaktadır. Buna karşın ciddi sayıdaki işsiz de istatistiklerde işsiz olarak gö-zükmemektedir.” 37

Halkın tepki vermesini engellemek amacıyla resmi istatistikler-de oynanmaktadır. Yapılan istatistik oyunlarıyla işsizlik yarı yarı-ya az gösterilmektedir. Gerçek işsizlik oranı %30 civarındadır ve 10 milyona dayanmıştır. Her üç insandan biri işsizdir. Üçte biri-miz çalışamıyoruz.

Alternatif İşsizlik Oranları (%), (2008-2009), (15+yaş)

Yıllar 2008 2009

a İş aramayıp çalışmaya hazır olanlar 1.850 2.061 İşgücü sayılmıyorb Mevsimlik çalışanlar 315 87 İşgücü sayılmıyorc Ev işleriyle meşgul 12.186 12.101 İşgücü sayılmıyor

Eksik istihdam 779 1.080 İşgücü sayılıyor, işsiz sayılmıyor

Ücretsiz aile işçisi 2.665-2009 2.684 2.870 İşgücü sayılıyor, işsiz sayılmıyor

İşsiz 2.611 3.471

İşgücü 23.805 24.748İşgücü + iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olanlar 25.655 26.809

İşgücü + mevsimlik çalışanlar 24.120 24.835İşgücü + ev işleriyle meşgul 35.991 36.849

1 İş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar / işgücü + a 7,2 7,7

2 Mevsimlik çalışanlar / işgücü + b 1,3 0,43 Eksik istihdam / işgücü 3,3 4,44 Ücretsiz aile işçisi / işgücü 11,3 11,65 Ev işleriyle meşgul / işgücü + c 33,9 32,8

37) Alptekin Güney, Türkiye’de Geliştirilmiş İşsizlik Oranları, Çalışma ve Toplum, Sayı: 24, 2010/1, s. 243.

Page 50: Daima

49Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Resmi işsizlik oranı 11,0 14,0

I Alternatif işsizlik oranı (Resmi işsizlik oranı + 1) 18,2 21,7

II Alternatif işsizlik oranı (Resmi işsizlik oranı + 1 + 2 + 3) 22,8 26,4

III Alternatif işsizlik oranı (Resmi işsizlik oranı + 1 + 2 + 3 + 4) 34,1 38,0

Tablodan anlaşılabileceği gibi istatistikî verilerin hesaplanışı ve sunuşu işsizlik gibi olumsuz yapısal sonuçları perdelemeye göre sistematize edilmiştir. Hesaplamalar iş bulunması gereken işgücü kabul edilebilecek insan sayısını düşürmeye çalışarak işe başlıyor. Çünkü işsiz kabul edilenlerin hesaplanmasında doğru-dan nüfus ele alınmıyor. Bunun yerine sistem derecelendiriliyor. İş bulunması gereken nüfus olabilmek bir ön aşama niteliğinde. İstatistiklerde öncelikle nüfusun işsiz sayılmasının değil, işgücü sayılmasının önü kesiliyor. İşgücü sayılabilecek nüfus çeşitli kate-gorileştirmelerle iyice budandıktan sonra, işsiz sayısının ve ora-nının hesaplanmasına geçiliyor.

İşgücüne Dâhil Olmama Nedenleri

15 + yaş / Bin 2009İş bulma ümidi yok 757İş aramayıp çalışmaya hazır olan/Diğer 1.304Ev işleri ile meşgul 12.101Mevsimlik çalışan 87Öğrenci(eğitim-öğretim) 3.967Emekli 3.622Özürlü yaşlı veya hasta 3.396Ailevi ve kişisel nedenler 1.465Diğer 239

İşgücü sayısından ilk düşürülen nüfus “iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar” genel başlığı. Bu başlık, çeşitli nedenlerle iş arama-yan, ancak 2 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir. Bu genel başlık, iş bulma ümidi olmayanlar ve “diğer” olarak ikiye ayrılır. İş bulma ümidi olmayanlar, bölgede iş bulun-madığına veya bölgede kendisine uygun iş olmadığına inandığı ya da nereden iş arayacağını bilmediği için iş aramayıp, ancak işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir. “Diğer” ise, mevsimlik çalışma, ev kadını olma, öğrencilik, irad sahibi olma,

Page 51: Daima

50 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

emeklilik ve çalışamaz halde olma gibi nedenlerle iş aramayıp ancak işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişiler olmaktadır.

İşgücü sayısından bu düşürülen nüfusla yaratılan eksiltme 757+1.304=2 milyon 061 bin kişidir. Bu % 7 bir işsizlik oranını gözlerden kaçıran bir rakamdır. Güney işsizlikle ilgili Türkiye’nin genel görünümünü şöyle sunmaktadır:

“Nüfusun yaklaşık yarısının işgücüne katılmaması bağımlılık ora-nının da yüksek olduğunu göstermekte ve genelde sadece aile reisi-nin çalıştığı anlamına gelmektedir. Tek ebeveynin çalıştığı ailelerde işsizlik yaşanması durumunda hem ekonomik hem de psikolojik olarak daha büyük sorunlar ortaya çıkmakta, yoksullaşma kaçı-nılmaz olmaktadır. Tek kişinin çalıştığı ailelerdeki çalışanlar, işsiz kalmamak için düşük ücretle ve kötü şartlarda hatta can güven-liğini hiçe sayarak çalışmayı kabullenmekte, iş seçme lüksü olma-maktadır. Düşük ücretlerle çalışmanın kabul edilmesi eksik istih-dama neden olmakta ve ortaya çalışan yoksullar çıkarmaktadır.1980’lerden başlayarak tüm dünyayı etkisine alan neo-liberal poli-tikalar Türkiye’yi de etkilemiş ve bunun sonucunda da uygulanan özelleştirme, sendikasızlaştırma, esnek çalışmanın teşviki vb. po-litikalar ve yapısal değişim kronik işsizliği getirmiştir. Ülkemizde yaşanan işsizlik, işsizlik sürelerini ve ümidini kestiği için iş arama-yanları dikkate aldığımızda uzun süreli işsizliktir. 2009 Ocak ayı itibari ile işsizlerin %22’lik bir bölümü bir yıldan uzun süredir iş aramaktadır. Uzun süredir iş arayanların oranının 2008’in ikinci yarısından itibaren küresel krizle birlikte işsiz kalanlar nedeniyle düştüğünü dikkate almak gerekmektedir. Uzun süredir iş arayan-ların oranının %22’ye gerilemiş olmasına rağmen bu durum ülke-mizde işsizliğin kronikleştiğini işaret etmektedir.”38

2. Kadın İşsizliğiGenel olarak dünya ölçeğinde kadınların işgücüne katılma ora-

nı ile erkeklerin işgücüne katılama oranı arasında bir eşitsizliğin olduğu saptanabilir. Kapitalist sistemle birleşen erkek egemenli-ği birçok düzeyde kadının aleyhine sonuçlar yaratmakla birlikte, kadınların işgücüne katılma oranının düşük olması sorununu da yaratıyor.

Kadınların erkek egemen sistemi geriletmelerinin başlıca yolu emek verme süreçlerine katılarak gelir elde etmeleri ise bunun önündeki en büyük engel, istihdam edilmemeleri. Ancak kadın-

38) a. g. e., s. 250.

Page 52: Daima

51Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

ların istihdam edilmelerinin önündeki engeller dereceli. Kadınla-rın istihdam edilmeye çalışılmadan önce karşılaştıkları en büyük handikap, istihdam edilmek için çaba gösterilecek işgücü sayıl-mama sorunudur.

“Ülkemizde 2001 yılı verilerine göre, işgücüne katılma oranı % 48’dir. Bu oran erkeklerde %71,7, kadınlarda ise % 25,9’dur. Hal-buki bu oran 1988 yılında erkeklerde % 81, kadınlarda ise % 34’tür (9). Kadınların işgücüne katılım oranının düşmesinin temel sebebi, özellikle kırdan kente olan göç oranının yüksekliğidir. Kırda, tarım kesiminde üretken faaliyet içinde, ücretsiz aile işçisi olarak istih-dam edilmekteyken, kente göç ettikten sonra iş bulma imkanların-dan yoksun olarak ev kadını statüsü ile işgücünün dışında kalmak-tadır. Çünkü işgücü piyasasının gerektirdiği niteliklerden yoksun olmaktadır. Bu nedenle kadınların çalışma yaşamı içerisinde yer almaları daha çok eğitim olanaklarından faydalanma ve standart dışı çalışma biçimlerinin yaygınlaşması ile artabilecektir.” 39

İstihdam istatistiklerine göre bir nüfus olmak ayrı, bir işgücü kategorisinden sayılmak ayrıdır. Bu elbette ki bir metodun gereği olarak doğru. Ne var ki bir nüfusu, bir işgücü kümesi olarak gör-memek saf istatistikî bir belirleme değildir. Bu belirleme dünya kapitalizminin yöneticileri ve Türkiye’deki hükümetler için ya-nıltmalara açık bir alan. Kapitalist toplumsal işleyişin yarattığı yapısal ve büyük sorunları daha kabul edilebilir göstermek için istatistikî sonuçları belirleyen sistematiği istenen sonuçları almak üzere “ayarlamak” sık rastlanan bir olgu.

İşsizlik sorununa bütünsel bir eleştiri getirmek için büyütecin mer-ceğini doğru noktalara çevirmeliyiz. 2009 yılı itibariyle dünya çapın-da çalışma yaşındaki nüfusun işgücüne katılma oranı, erkeklerde % 77.7 kadınlarda ise %51.6 olarak gerçekleşti. Duruel ve Kara kadınla-rın işgücüne katılma oranını etkileyen faktörleri şöyle sayıyor:

“ Türkiye’de işgücüne katılma oranının düşmesinin gerisinde kül-türel, kurumsal faktörler ile değişen mesleki yapı özellikle kadınlar açısından rollerin değişmesine, yani evde kalma ile işgücüne ka-tılma arasında bir karar vermesini etkilemektedir. Diğer bir ifa-deyle tarımsal istihdamın azalma eğiliminde olması ve kente göç sonucu kadınların işgücünden çekilmesi, yüksek işsizlik ortamın-da özellikle kadınların iş bulmaktan ümidini kesmesi ve iş arama-ması, sosyal ve kültürel nedenlerle kadınların çalışmasının engel-

39) Yrd. Doç. Dr. Birgül Çiftçi, Türkiye’de Sanayileşme Sürecinde Çalışan Kadınlar Ve Aile İçi Yaşam - Muğla (5 Aralık 2003), TİSK Yayınları, Mayıs 2004. http://www.tisk.org.tr/yayinlar.asp?sbj=ic&id=1097

Page 53: Daima

52 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

lenmesi, kadınların eğitim seviyesinin düşük olması nedeniyle elde edebilecekleri ücretin düşük olması ve bir işte çalışmanın fırsat maliyetinin yüksek olması, Türkiye’de part-time çalışma türünün gelişmemiş olması, kadınların işgücüne katılım oranını etkilemek-tedir. Diğer yandan erkekler açısından, okullaşma oranlarındaki artışın ve erken emeklilik olgusunun da işgücüne katılma oranla-rındaki düşüşü açıkladığı belirtilmektedir.” 40

İşgücüne Katılma Oranı (2000-2003-2006, %) 2000 2003 2006 T E K T E K T E K

Bulgaristan 50.2 56.2 44.7 49.9 55.5 44.8 51.3 56.7 46.3Çek Cumh. 60.1 69.3 51.6 59.2 68.3 50.9 59.3 68.6 50.6

Estonya 58.2 66.4 51.4 58.6 67.0 51.8 60.4 67.3 54.8Kıbrıs 60.3 72.5 49.1 63.2 73.4 53.9 63.5 73.4 54.4

Letonya 56.2 65.0 49.0 57.4 65.1 51.0 59.4 67.7 52.4Litvanya 60.3 66.5 55.0 60.2 66.4 55.0 55.9 61.8 50.9

Macaristan 49.6 58.5 41.7 49.7 58.2 42.4 50.6 58.9 43.4Malta 49.7 70.4 29.7 50.3 70.6 30.8 50.4 69.7 31.7

Polonya 56.8 64.2 50.1 54.6 61.9 48.0 54.0 62.1 46.6Romanya 64.4 71.2 58.2 55.9 63.3 49.1 55.0 62.6 47.8Slovakya 59.8 67.9 52.3 60.1 68.2 52.7 59.1 68.3 50.7Slovenya 57.4 63.8 51.4 56.4 63.1 50.2 59.3 65.7 53.3Türkiye 49.9 73.7 26.6 48.3 70.4 26.6 48.0 71.5 24.9AB-15 56.2 66.0 47.1 56.8 65.8 48.3 57.7 66.0 50.0AB-27 56.6 65.9 47.9 56.4 65.2 48.3 57.1 65.3 49.5

T: Toplam E: Erkek K: Kadın Kaynak: EUROSTAT, TÜİK

Türkiye’de ise kadınların işgücüne katılma oranı 2009 yılında %26’dır. Türkiye’deki kadınların işgücüne katılma oranı, dün-ya ortalamasının yarısı. Aralarında fark %25.6 gibi kabul edile-mez bir rakam. Erkeklerin Türkiye’deki işgücüne katılma oranı 70.5’dir.

40) Mehmet Duruel - Mehmet Kara, Yeni AB Üyesi Ülkeler İle Türkiye İşgücü Piyasasının Karşılaştırmalı Analizi, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, No: 17, 2009, s. 68.

Page 54: Daima

53Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Kadınların İşgücü Durumu2009

Kurumsal olmayan nüfus (000) 35.54115 ve daha yukarı yaştaki nüfus (000) 26.317

İşgücü (000) 6.851İstihdam (000) 5.871

İşsiz (000) 979İşgücüne katılma oranı (%) 26,0İstihdam oranı (%) 22,3İşsizlik oranı (%) 14,3

Tarım dışı işsizlik oranı (%) 21,9Genç nüfusta işsizlik oranı* (%)

Eksik istihdam oranı (%) -Genç nüfusta eksik istihdam oranı* (%)

İşgücüne dahil olmayanlar (000) 19.466(*) 15-24 yaş grubundaki nüfus

Görüldüğü gibi kadınların Türkiye’deki işgücüne katılma oranı erkeklerin neredeyse üçte biri kadar. Bu dengesizlik diğer ülke-lerle karşılaştırılamaz ölçüdedir. Kadınların işgücüne katılmaları oranı AB ve OECD ülkelerinde %61 civarında. Türkiye işgücüne katılım oranı açısından Güney Avrupa ve Latin Amerika ülkeleri-nin çok gerisinde, Ortadoğu ülkeleriyle aynı kategoride.

Kırdan kente göç ve tarım sektörünün giderek daralması so-nucunda kadın nüfusun işgücüne katılma oranı ciddi olarak düş-tü. Kadın nüfusu kentte genel işgücüne dahil edilemiyor. Türkiye kapitalizmi, kadın nüfusu kolayca işgücüne dışında bırakarak, onu istihdam etme yükümlülüğünden de kurtulmaya çalışıyor. Türkiye yönetenleri kadının geleneksel rolü, eğitim düzeyinin ye-tersizliği, bilgi ve beceri eksikliği gibi verili durumları ilerletmeye uğraşmadan sadece istatistikî imkânları kullanarak sorunun üs-tünü örtüyor. Duruel ve Kara ücretsiz aile işçisi statüsünün altını çizerek konuya dikkat çekiyor:

“AB’nin yeni üyeleri arasında toplam işsizlikte olduğu gibi kadın işsizlik oranlarındaki yükseklik bakımından da Polonya ve Slo-vakya dikkat çekmektedir. Cinsiyete göre işsizlik oranları bakımın-dan yeni üyeler karşısında Türkiye, dengeli ve olumlu bir yapı arz

Page 55: Daima

54 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

etmektedir. Kadın işsizlik oranları AB ortalamasının altındadır. Ancak bu görüntünün çok da gerçekçi olmadığı bilinmektedir. Özellikle kırsal kesimde kadınların ücretsiz aile işçisi statüsünde çalışıyor görünmesi böyle bir sonucu ortaya çıkartmaktadır. Nite-kim “kırsal/kentsel” işsizlik oranları ortaya çıkartıldığında kentsel kesimde kadın işsizlik oranlarının görünenin en az iki katına çık-tığı ifade edilmelidir.” 41

Türkiye’de 15 ve daha yukarı yaştaki kadın nüfusu 26 milyon 317 bin iken, istatistik verileri oluşturanların “ev işleriyle meşgul-ev kadını” diyerek hesaplamalar dışına çıkardığı nüfus 12 milyon 101 kişidir. Yani bir kalemde istihdam edilmesi gereken 12 mil-yon kişiden kurtulmuş olunmaktadır.

Hükümet yöneticilerinin işsiz sayısını 1 milyon kişi düşürmeyi çok önemli bir başarı olarak gördükleri göz önüne alınırsa verilerin çarpıcılığı daha net ortaya çıkacaktır. Hükümet yöneticilerine işsiz-likle ilgili TÜİK’in verdiği rakamların güvenilmez olduğunu söyle-yince hemen “ama biz işsizlik oranını diğer ülkelerle aynı prensip-leri kullanarak hesaplıyoruz” diyerek cevabı yapıştırıyorlar.

Aynı metodu kullanıyorsun ve kadınlardaki işsiz sayısını düşük gösteriyorsun ama iş bulman gereken nüfusu yarı yarıya az gös-terdiğini söylemiyorsun. İş bulman gereken kadın işgücünü yani çalışabilecek durumda olan kadın sayısını dünyadan yarı yarıya düşük gösterirsen sorun kalmamış olur zaten.

3. Büyüme İstihdam yaratmıyorEkonominin büyüme açısından bir sorun yaşamadığı, ortalama

büyümenin %7 olduğu 2002-2007 döneminde işsizlik oranı dü-şürülemedi. Hatta çok çapraşık olarak %9,4 büyümenin gerçek-leştiği 2004 yılında işsizlik bilakis işsizlik tabloda görülebileceği gibi %7.2 arttı.

İstihdam Yaratmayan Büyüme 2002-2009 İstihdam

(Bin kişi)İstihdam

(Değişme, %)Büyüme %

2002 21.354 -0,8 6,22003 21.147 -1,0 5,32004 19.631 -7,2 9,42005 20.066 2,2 8,4

41) a. g. e., s. 71.

Page 56: Daima

55Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

2006 20.423 1,8 6,92007 20.738 1,5 4,72008 21.194 2,2 0,72009 21.277 0,4 -4,7

Kaynak: Mustafa Sönmez, “Teğet”in Yıkımı… - Dünyada ve Türkiye’de Küresel Krizin 2009 Enkazı ve Gelecek, İstanbul, Yordam Kitap, 2010, s. 81.

Kriz yaşanan koşullarda işten çıkarılıyor olanlar, büyüme oranla-rı yükseldiğinde, aynı hızla işe tekrar geri alınıyor vaziyette değiller. Bu konuda dünya ve Türkiye kapitalizmi çok nazlı. Aynı zamanda büyümenin yükselmesini rağmen işsizliğin düşmemesi, istihdam yaratmayan büyüme olarak kapitalizmin daha belirgin haline gelen bir bağıntısı. Büyümenin gerçekleşmesi istihdamı otomatikman olumlu yönde değiştirmemektedir. Büyüme istihdam elbette ki is-tihdam için bir önkoşuldur fakat yeterli koşul değildir. Türkiye’de dış kaynağa dayalı büyüme ve en az istihdamla yetinme yaklaşı-mı, büyüme ve istihdam arasındaki olumlu bağıntıyı bozmaktadır. Mustafa Sönmez bu sorunu şöyle ele alıyor:

“İhracata dayalı büyüme stratejileri, gelişmekte olan ülkeleri belirli sektörlerde uzmanlaşmaya itti. Bu, genellikle gelişmiş ülkelerin alt ve orta sınıflarının kullandığı, adına “ücret malları” da denilen, dayanıklı, dayanıksız tüketim malları üretimlerini (otomobil, be-yaz eşya, gıda, tekstil vb.) yanı sıra, çevre sorunları yaratan de-mir-çelik, gemi, kimya gibi sanayilerin çevre ülkelere aktarılma-sını içeriyordu. Çok uluslu dev firmalar, yatırımlarını başta Çin olmak üzere Asya ülkelerine aktarırken, buralarda geliştirdikleri yerli sermaye ile bütünleşik yapılara kurdular ve merkez ülkelere dönük ihracatçı yatırımlar geliştirdiler. Ancak bu ihracatın hem iç pazarda hem de dünyada kendine yer bulması, rekabet gücü sağlaması, ağırlıkla işgücü üretkenliğini arttırmaya odaklandırıl-dı. Hedef şuydu: daha fazla ihracat malını daha ucuz emekle üret-mek. Bu uğurda birbirleriyle “dibe doğru yarışa” giren ülkeler için yapılacak şey, nispi artık değeri attırmak, yani birim işgücünden olabildiğince çok değer sağmak… ” 42

Türkiye’de ekonominin çarkı sıcak para ile döndürülmeye çalı-şılıyor. Sıcak paranın Türkiye’ye sokulabilmesi için benimsenen temel düzenleme “düşük kur, yüksek faiz” politikasıdır. “Düşük kur ise sanayide emek-makine bileşiminde makineye göz kırpı-

42) Mustafa Sönmez, “Teğet”in Yıkımı… - Dünyada ve Türkiye’de Küresel Krizin 2009 Enkazı ve Gelecek, İstanbul, Yordam Kitap, 2010, s. 83.

Page 57: Daima

56 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

yor, işçiyi işsiz bırakıyor.”43 Bu ilişkisellik içinde sermayenin or-ganik bileşiminin yükseldiğini ve sonuç olarak, kullanılan emek gücünün azaldığını gözlemleyebiliyoruz. Türkiye’nin genel eko-nomik yapısının, istihdamın önünü kapatan yönlerini şöyle ele alıyor Duruel ve Kara:

“Türkiye’de verimlilik artışının, ekonomik büyümeye önemli ölçüde katkı sağladığı doğrudur. Ancak bu olgu tek başına, ekonomik bü-yümeye rağmen istihdamın neden artmadığı sorusunu açıklamada yeterli değildir. Bu konuda diğer bir sorun, yatırımlarda görülen erozyondur. Yüksek enflasyon ve döviz kurlarındaki dalgalanmalar, kırılgan yapıdaki bankacılık sektörü, aşırı yüksek reel faiz oranları ve kısa dönemli uluslararası sermaye hareketlerinin getirdiği sonuç-lar yatırımlar için elverişli bir ortam yaratmadığından, ekonomi artan nüfusu emebilecek bir istihdam kapasitesi yaratamamıştır.” 44

Sabit Sermaye Yatırımlarının (SSY) GSMH İçindeki Payı

YIL 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996

SSY/ GSMH 22.6 23.7 23.4 26.3 24.5 24 25.1

YIL 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003

SSY/ GSMH 26.3 24.3 22.1 22.8 19 17.4 18

Kaynak: Mehmet Duruel - Mehmet Kara, Türkiye’de Ekonomik Büyümenin İstih-dam Yaratamama Sorunu, s. 379.

Tablodan görülebileceği gibi 2001 yılında yaşanan ekonomik krizle birlikte sabit sermaye yatırımları azalarak SSY/GSMH ora-nı olarak ilk kez %19 oranıyla %20 çizgisinin altına düşmüştür. 1969 ile 2000 yılları arasındaki 32 yılda (1984 yılı hariç) %20’nin altına hiç düşülmemişken, bir ilk gerçekleşmiş ve bir eğilim ha-line gelmiştir. 2003 yılından itibaren gerçekleşen ekonomideki iyileşme ve büyüme oranlarının artışına rağmen sabit sermaye yatırımlarında kayda değer bir yükselme yoktur. Duruel ve Kara yatırımların nasıl kullanıldığını şöyle izah ediyor:

“Ekonomideki büyümenin yeniden istihdam artışı sağlayabilme-si için, komple yeni yatırımların devreye girmesi gerekmektedir. Mevcut tesislere makine ve teçhizat alımına yönelik yatırımlar ge-nelde istihdamda bir artışa yol açmamaktadır. Hatta bu tür yatı-

43) a.g.e. , s. 9144) Mehmet Duruel - Mehmet Kara, Türkiye’de Ekonomik Büyümenin İstihdam Yarata-mama Sorunu, s. 378.

Page 58: Daima

57Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

rımlar verimlilik artışı sağladığı için, çalışanların bir kısmının işsiz kalmasına ve istihdamın gerilemesine neden olabilmektedir. Yeni üretim tesislerinin kurulması ise, kaçınılmaz olarak yeni işçi alı-mını da beraberinde getirmektedir. Bu tür yatırımların artması da ekonominin genelinde istihdamın artmasını sağlamaktadır. Yalnız istihdamın artması için değil, hızlı büyümenin devam edebilmesi için de komple yeni yatırımların devreye girmesi gerekmektedir.” 45

Büyüme yatırımların bir sonucu olarak ortaya çıkmalıdır. Yal-nızca kapasite kullanım oranının yükseltilmesi ile gerçekleşen büyüme istihdamı olumlu etkileyen bir niteliğe sahip değildir. Genel bir hesaplamayla 1 kişilik istihdam yaratmak için gerekli olan yatırım 100 bin dolar diye düşünürsek, Türkiye’nin yaptığı yatırım harcamalarının hem niteliği, hem de niceliği işsizlerine iş yaratabilme düzeyinin çok uzağındadır. Duruel ve Kara büyüme istihdam ilişkisine şöyle değiniyor:

“Sanayi sektöründe -özellikle de imalat sanayi- üretimde giderek daha az emek kullanılır bir hale geldiği görülmektedir. Bu aynı za-manda üretimin sermaye yoğun bir hal alması anlamına gelmek-tedir. Sanayi sektörü üretiminde istihdam aleyhine ortaya çıkan bu teknoloji seçimi, büyüme-istihdam ilişkisini zayıflatmaktadır.”46

Marks’ın sermayenin organik bileşiminin yükselmesi olarak ele aldığı bağıntıyla örtüşen bir süreç yaşanıyor. Değişmeyen serma-ye olarak yapılan harcama toplam sermayeye oranla yükseliyor. Değişen sermayeye yapılan harcama ise düşüyor.

4. Genç İşsizlik ve Diplomalı İşsizlik Artıyor2009 yılında %14 bandına oturmuş bulunan işsizliğin %38’i

en az lise diploması olan “okumuş” işsizlerdir. İşsizlik en çok lise diploması olanlar arasında yaygın halde. Lise diploması olanlar arasındaki işsizlik %18 civarındadır ve sayıları 500 bindir. Lise, meslek okulu ve fakülte mezunu işsizlerin toplamı 1 milyon 350 bine ulaşmış durumda. Güney’e göre eğitimli gençlerin işsizliği konusu şu şekilde incelenebilir:

“Türkiye’ye ilişkin rakamlar, eğitim sisteminin kalitesizliğinin yanı sıra vasıf uyumsuzluğu gibi önemli bir sorununu açık biçimde göstermektedir. Mesleksel vasıf kazandıkları varsayılarak mezun edilen yüz binlerce gencin, işletmelerin talep ettiği vasıflarda eğitil-mediklerini aşağıdaki iki kanıt en çarpıcı şekilde ifade etmektedir:

45) a.g.e. , s. 380.46) a.g.e. , s. 380.

Page 59: Daima

58 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Birincisi, eğitimli gençlerde ortalama işsizlik süresi eğitimsizlere kıyasla yüzde 60 daha uzun durumdadır. Bu fark, sahip oldukla-rını kabul ettikleri vasıflara uygun iş arayan gençlerin ilk işlerini bulmakta hayli zorlandıkların göstermektedir. Bu güçlük, vasıf uyumsuzluğunun “vasıflı” işgücünde yüksek olduğunun bir göster-gesidir. Sonuçta eğitimli gençler arasında işsizlik oranı aşırı yüksel-mekte ve ortalamayı yukarıya çekmektedir. Bu sorunun, üniversite kontenjanları ile müfredatının piyasa talebiyle uyumlaştırılması ile giderilebileceği düşünülmektedir.İkincisi, meslek lisesi mezunlarının işsiz kalma riski düz lise mezun-larınınki kadar yüksek olmasıdır. Her iki grubun işsizlik oranları hemen hemen eşit ve ortalamanın üzerindedir. Oysa meslek lisesi mezunlarına aşırı bir talep olduğu kabul edilir. Meslek liselerin sa-yısının yetersiz olduğu sık sık vurgulanmaktadır. Sayının yetersiz ol-duğu doğrudur. Ancak, var olan meslek liseleri, piyasanın talep ettiği vasıflarda ve kalitede eğitim verememektedir. Dolayısıyla istihdam-eğitim bağlantısının kurulması oldukça önem kazanmaktadır.” 47

15-24 Yas Grubunda Genel İssizlik, Kadın Erkek İssizliğiYıllar 15-24 Yaş Grubu

Genel İşsizlik % 15-24 Yaş Grubu Erkek İşsizliği %

15-24 Yaş Grubu Kadın İşsizlik %

1988 17.5 17.2 17.9 1990 15.3 16.1 13.9 1995 15.3 15.7 14.6 2000 13.1 13.7 11.9 2001 16.2 17.2 14.4 2002 19.2 20.3 17.1 2003 20.5 21.4 18.9 2004 19.7 20.1 18.8 2005 19,3 19.3 19.3 2006 18.7 18.2 19.7 2007* 19.6 19.4 20.0 2008* 25.7 26.2 24.7 2009** 27.9 28.5 26.7 Kaynak: TÜİK Hane Halkı İşgücü Anketi Dönemsel Sonuçları. www.tuik.gov.tr/VeriBilgi, 15.04.2009* ADNKS rakamları kullanılmıştır.** Ocak ayı sonuçları alınmıştır.

47) Alptekin Güney, İssizlik, Nedenleri, Sonuçları ve Mücadele Yöntemleri, Kamu-İş, Cilt: 10 Sayı: 4, 2009, s. 250.

Page 60: Daima

59Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Yaşanan ekonomik krizlerin genç işsizlik oranlarını ne kadar açık bir şekilde etkilediğini tablodan görebiliriz. 2001 kriz ile bir-likte düşmekte olan genç, işsizlik oranı derhal yükselme eğilimine girmiştir. Öyle ki 2008 dünya ekonomik krizinin yaşanmasının da etkisi ile genç işsizlik oranı daha da büyük bir sıçrama yaparak %27.9’u bulmuştur. Bu %13-15’lerle kıyaslanacak olursa oranın iki kat artmış olduğu belirlenebilir.

Aynı zamanda genç işsizlik oranını genel işsizlik oranı ile de kar-şılaştırmak istersek 2009 Ocak ayı itibariyle %15,5 olan genel işsiz-liğe oranla genç işsizliğin gene iki kat fazla olduğunu saptayabiliriz.

Genç işsizliğinin yüksek olmasının işverenlerin tecrübeli ele-man araması, yeni is olanakları yaratılamaması, gençlerin öze-likle de üniversite mezunu gençlerin aileleriyle yasamaları nede-niyle is kabul etme konusunda seçici olmaları gibi nedenlerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Türkiye’de yaşanan krizler nedeni ile reel sektörde daralma olduğundan yeni is imkanları yaratıla-mamaktadır. Yeni is imkanlarının yaratılamaması işgücüne yeni katılan gençlerin iş bulamamasına neden olmakta ve genç işsizler ordusu büyümektedir. Genç işsizliğin kökenini anlamak istersek Güney’e yeniden başvurabiliriz:

“Genç işsizliğinin yüksek olmasının işverenlerin tecrübeli eleman araması, yeni iş olanakları yaratılamaması, gençlerin özelikle de üniversite mezunu gençlerin aileleriyle yasamaları nedeniyle iş ka-bul etme konusunda seçici olmaları gibi nedenlerden kaynaklandı-ğını söyleyebiliriz. Türkiye’de yaşanan krizler nedeni ile reel sektörde daralma olduğundan yeni iş imkanları yaratılamamaktadır. Yeni iş imkanlarının yaratılamaması işgücüne yeni katılan gençlerin iş bu-lamamasına neden olmakta ve genç işsizler ordusu büyümektedir.”48

Öğretmen olmak üzere mezun olmuş insanlar yılarca devlet okullarına öğretmen olarak atanmayı bekliyorlar. Bu insanlar mesleklerinin gereğini yerine getirmek üzere her türlü donanıma sahipler ama atamaları yapılmıyor. 1980 sonrasından itibaren iz-lenen yeni-liberal politikalar doğrultusunda hükümet yöneticile-ri 400 bin civarında öğretmen açığı olmasına rağmen, kamuyu iş alanı olmaktan çıkarmak için uğraşıyor.

İşsiz kalan öğretmen adayları ya ekonomik ve psikolojik sorun-larla boğuşur hale geliyor ya da en düşük ücretlerle ve güvencesiz koşullarda dershanelerde iş aramak zorunda kalıyor.

48) a. g. e, s. 388.

Page 61: Daima

60 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Başbakan bu konuda görüşü sorulduğunda: “her mezun olana iş bulmak zorunda değiliz” diyerek gerçek düşünce sistematiğini tam olarak ortaya koydu.

Şu anda ataması yapılmamış olan, işsiz ve güvencesiz eğitimciler sayısı 327 bini buldu. Hükümet bu öğretmenleri ya kadrolu yap-madan sözleşmeli olarak işe almak istiyor ya da yıldırıcı süreçler sonucunda özel dershanelere yönelmelerini sağlamaya çalışıyor.

2010 yılının ağustos ayı içinde, YÖK’ün Öğretim Üyesi Yetiş-tirme Programı kapsamında 41 yeni üniversitede açtığı 2 bin araştırma görevlisi kadrosuna rekor başvuru yapılıyor. 40 kişilik kadro açılan Batman Üniversitesi’ne 2 bin 250 kişi başvuruda bu-lunuyor. Başvuranlar açılan kadro sayısının 60 katı. Bu başvuru düzeyi batıdaki üniversitelerde 10 bin kadarı buluyor. Eğitim sis-temimizin en başarılı öğrencileri yani akademisyen adayları dahi işsiz durumda.

İş için başvuranlar orman işçisi değil. (Maalesef, bu türden iş-lere dahi o kadar çok nitelikli insan başvuruyor ki, en sonunda kura çekilmek zorunda kalınıyor.) Üniversitede bilim üretecek olan insanlar. Bilim üretebilecek bu kadar insanımız var ama biz onları işsiz bırakıyoruz.

5. Kamu İstihdamı ArtmıyorTürkiye’deki mevcut yapıya ve nüfusa oranla devletin istihdam

ettiği kamu çalışanı çok sınırlı. 2009 yılı itibariyle kamuda çalı-şan insan sayısı 2.958.854’dür.

2007 yılından 2009 yılına kadar olan dönemde, sözleşmeli per-sonel sayısı 165.557’den, 302.948 ulaşılarak, %83 oranında yük-seltilmiştir. Bu kadar sayıda kamu personeli güvencesiz hale ge-tirilmiş olmaktadır.

2007’den, 2009’a kadar geçen süre içinde, 4/C statüsündeki per-sonelin sayısı 69.849’dan 16.989’a düşerek, 52.860 kişi azalmıştır. Bu azalma iş akdinin yenilenmemesi yoluyla işten çıkarma de-mektir. Bu rakamlar 4/C statüsünün nasıl bir işçi kıyımına imkân verdiğini açıkça ortaya koymaktadır. 4/C statüsündeki çalışan-lar %76 oranında tasfiye edilmiştir.

Hükümetin hareket tarzı TEKEL işçilerinde olduğu gibi önce 4/C statüsüne çekmek daha sonra ise iş akdini yenilememe kolay-lığı ile işçilerden kurtulmaktır.

Page 62: Daima

61Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Kamu Çalışanları Statüleri: 2007-2009 2007-1 2008-1 2009-1 2009-2Kadrolu Per. 2.070.207 2.077.190 2.087.652 2.092.629Sözleşmeli Per. 165.557 236.575 279.136 302.948İşçi Sürekli 317.265 404.041 422.645 411.371İşçi Geçici 209.585 79.789 33.950 21.0894/C 69.849 18.367 18.590 16.989Diğer 113.513 110.619 131.872 113.828Toplam 2.945.976 2.926.581 2.973.845 2.958.854Kaynak: Maliye Bakanlığı veritabanı

İşsizlik özel sektörün kar mantığına tabi kılınamayacak ölçüde yakıcı bir sorun iken, hükümet güvenceli olarak kamu çalışanı istihdam etmekten uzak durmaktadır. Tabloda incelediğimiz 3 yıl içerisinde kamu istihdamı neredeyse hiç artmamıştır.

6. İşgücü Durumunda Bölgesel Farklılaşma ve Kürt SorunuTürkiye koşullarındaki bölgesel farklılaşma birçok parametre

açısından geçerli olduğu gibi işgücü açısından da bir gerçektir. Bölgeler arasındaki eşitsizlik Türkiye’nin karşı yaşadığı temel sorunların kaynağıdır. Bölgeler arasındaki eşitsizlik büyük bir kırdan kente göç olgusunu ortaya çıkarmaktadır. Tablodan da izlenebileceği gibi en yüksek işsizlik oranı Güney Doğu bölgesin-de, aynı zamanda işgücüne katılımın en düşük olduğu oran yine oradadır. Duruel ve Kara sorunu şöyle anlatıyor:

“Kırsal kesimde eksik istihdam içinde yer alan, aile ekonomisi için-de çalışıyor gibi görünen nüfus kentlere göçe zorlanmakta, kırdan kente olan bu göç işsizliğin artmasına yol açmaktadır. Bu durum, tarım sektörünün tarihsel süreç içindeki yapısal dönüşümünden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, başlangıçta nüfus artışı ile bir-likte tarım istihdamı önce artmaktadır. Ancak, tarım dışı istihdam daha hızlı arttığı için, kırdan kente göç hızlanmakta ve tarımın payı azalmaktadır. İkinci aşamada ise, makineleşmeye bağlı ola-rak tarımda istihdam azalmaya başlamakta ve dolayısıyla işgücü-nü diğer sektörlere doğru itmektedir. Türkiye ikinci evreyi gecikme-li olarak izlemektedir.” 49

49) Mehmet Duruel - Mehmet Kara, Türkiye’de Ekonomik Büyümenin İstihdam Yarata-mama Sorunu, s. 381.

Page 63: Daima

62 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

İşgücü Durumunda Bölgesel Farklılaşma, 2006 (Yüzde) En düşük

orana sa-hip bölge

En yüksek orana sa-hip bölge

En düşük oran

En yüksek

oran

Ort. oran

15 yaşın altındaki nüfus oranı

Ege Güney Doğu

23,4 42,6 28,8

Çalışma çağındaki nüfus oranı

Güney Doğu

Ege 57,4 76,6 71,2

İstihdam edilenler nüfus oran

Güney Doğu

Karadeniz 17 39,9 30,8

Ücretli - yevmiyeli çalışan oranı

Doğu Marmara 9,6 23,6 17,4

Kendi hesabına & işveren olarak çalışan oranı

Güney Doğu

Karadeniz 5,8 13,6 8,9

Ücretsiz aile İşçisi olarak çalışan oranı

Güney Doğu

Karadeniz 1,5 11,8 4,5

İşsizlik oranı Karadeniz Güney Doğu

6 14 9,9

İşgücüne katılım oranı Güney Doğu

Karadeniz 34,5 57,5 48.0

İşgücüne dahil olma-yan nüfus oranı

Karadeniz İç 31,4 40,4 37

Ev kadını oranı Karadeniz Güney Doğu

12 22,7 17,6

Tarım sektörü istih-dam oranı

Marmara Karadeniz 11,7 50,6 27,3

Sanayi + İnşaat sektör-leri istihdam oranı

Doğu Marmara 10,1 38,3 25,4

Hizmetler sektörü istihdam oranı

Karadeniz İç 35,2 55,4 47,3

Kaynak: Zafer Yükseler - Ercan Türkan, Türkiye’de Hane Halkı: İşgücü, Gelir, Harcama ve Yoksulluk Açısından Analizi, s. 13.

Kapitalizmin doğal seyri olarak ortaya çıkan bu olgu bizim coğ-rafyamızda Kürt sorunu ile birlikte ele alınmalıdır. Kürt halkının ülkenin doğusunda verdiği kimlik mücadelesi, devletin ağır bas-kısı ile karşı karşıya kalmaktadır. Bölge insanın gördüğü sistema-tik siyasal baskı kırdan kente göçü hiç beklenilmeyen ölçeklere taşımaktadır. Kürt halkının verdiği kimlik mücadelesine köy boşaltma, zorunlu göç ettirme, insansızlaştırma politikalarıyla müdahale etmesi hiç hesaba katılmayana nüfus hareketliliklerini yaratmıştır. Bu nüfus hareketlerinin iktisadi etkisi çok ağırdır.

Page 64: Daima

63Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

7. GüvencesizlikSendikasız güvencesiz, kuralsız, kayıt dışı, düşük ücretle ve

daha fazla çalıştırılarak krizin bedeli halka ödetiliyor.Dünya piyasalarıyla rekabet ederek, ihracata yönelik büyüme-

yi gerçekleştirmek isteyen Türkiye elindeki en önemli koz olarak düşük ücrete ve güvencesiz çalışmaya mecbur bırakabileceği işçi sınıfını görüyor. Ucuza mal ettiği işgücü sayesinde rekabet gücü-nü arttıracağını düşünüyor.

Hükümet yöneticileri resmi %10 kadar işsizliği zaten bir sorun olarak değil, normalite olarak görüyor. Bu işsizlik oranı ve ordusu sayesinde emekçilerin güvencesiz çalışma koşullarına razı edile-cekleri hesaplanıyor.

2 milyona ulaşan kayıt dışı çalışmanın daha da önü açılıyor. Kı-dem tazminatı ödemeden işçi çıkarmak, kısa süreli iş sözleşmesi yapabilmek, prim yüklerini azaltılmak, sendikalaşmayı engellen-mek sermaye sınıfının istekleri arasında yer alıyor. Mustafa Sön-mez bu tabloyu şöyle özetliyor:

“Küresel kriz öncesi yüzde 10’da kemikleşen resmi işsizlik oranı, kriz sonrası %14 bandına basamak yapmaya başladı. Umudunu yitirenlerle birlikte ise, gerçek işsizlik oranı yüzde 20’yi geçiyor.Güvencesiz işçiler, günün modası, “esnek istihdam”ın mağduru, sos-yal korumasız, örgütsüz işçiler. Kriz görece korunmalı işçileri, es-nek istihdam modelleriyle, buradan alıp “güvencesiz” kategorisine atıyor. Tıpkı bizde, kadrolu kamu işçilerinin 4/C statüsüne atılmak istenmeleri, ya da taşeron sistemi ile sendikalı, toplu sözleşme hakkı kullanan işçilerin, güvencesiz duruma getirilmeleri gibi… ” 50

8. Ücretsiz Aile İşçisiÜcretsiz aile işçisi, aileye ait işyerlerinde ücretsiz olarak çalışan

aile fertleridir. Tütünde, fındıkta, çayda, kısaca tarlada çalışan ka-dınlardır.

Geleneksel tarım sektöründe işgücünün % 45’lere varan kısmı, esas itibariyle aile işletmelerine dayalı üretim yapan, küçük öl-çekli, kadın istihdam eden, yoğun şekilde “ücretsiz aile yardımcı-ları” kullanan, mevsimlik dalgalanmalara tabi bir istihdamı sür-dürmektedir. Ortaya çıkan bu tablo işgücünde ciddi bir fazlalık yaratmaktadır ve bu fazlalığın sorunları gitgide büyütmektedir.

50) Mustafa Sönmez, “Teğet”in Yıkımı… - Dünyada ve Türkiye’de Küresel Krizin 2009 Enkazı ve Gelecek, Yordam Kitap, 2010, s. 83.

Page 65: Daima

64 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Ücretsiz aile işçiliğinin bu kadar yoğun olduğu koşullarda, tarım sektöründeki işsizliğinin düşük gözükmesi son derece normaldir. Duruel ve Kara sorunu şu şekilde açıklıyor:

“ Türkiye’de istihdamın yaklaşık yüzde 30’unun tarımda bulun-duğu dikkate alınırsa, işsizlik rakamlarının sorunun büyüklüğünü yansıtmadığı sonucuna varılmaktadır. İşsizliğin kırsal alanlarda ücretsiz aile işçiliği, ümidini kesmiş işsizler, eksik istihdamda ça-lışanlar gibi nedenlerle düşük bulunduğu da önemli bir gerçektir. Bunun yanında Türkiye’de genel anlamda işsizliği artıran faktör-ler olarak yatırım yetersizliği, hızlı nüfus artışı, tarımdan kopan kesime kentlerde iş bulunamaması, artan verimlilik ve kapasite kullanım oranları, uyumsuz eşleşme olarak da adlandırılan eğiti-min kişilere yeterli vasıfları kazandıramaması, geçmişte yaşanan ekonomik krizler gibi olgular sıralanmaktadır.” 51

Tarım sektöründe, aile fertlerinin birkaç saat de olsa, mevcut aile işletmesi ortamında çalışması, tanım gereği o kişinin çalışı-yor kabul edilmesini ortaya çıkarmaktadır.Ücretsiz Aile işçilerinin Toplam İstihdama Oranı (Yüzde, 2006)

51) Mehmet Duruel - Mehmet Kara, Yeni AB Üyesi Ülkeler İle Türkiye İşgücü Piyasasının Karşılaştırmalı Analizi, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, No: 17, 2009, s. 70.

20

18

16

14

12

10

8

6

4

2

0

ABD

AB-

15

Mek

sika

Kore

Polo

nya

Türk

iye

Page 66: Daima

65Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Türkiye: Ücretsiz Aile İşçisi / Toplam İstihdam (Yüzde)

Kaynak: Zafer Yükseler - Ercan Türkan, Türkiye’de Hane Halkı: İşgücü, Ge-lir, Harcama ve Yoksulluk Açısından Analizi

Türkiye işgücü piyasasında ücretsiz aile işçileri, diğer ülke-lere göre daha ağırlıklı bir rol oynamaktadır. 2004 yılı verileri-ne göre, ücretsiz aile işçilerinin toplam istihdam içindeki payı, AB-15 ülkelerinde yüzde 1.2, Meksika‘da yüzde 7.4 iken, bu oran Türkiye‘de yüzde 19.7’dir. Ancak, ülkemizde son yıllarda ücretsiz aile işçilerinin sayısı, özellikle 2005 yılından itibaren hızla gerilemiştir. Bu gerileme, tarımdaki hızlı yapısal çözülme temelinde ele alınabilir.

Türkiye‘de işgücü piyasasında ücretsiz aile işçileri ve işgücü-ne dahil olmayanlar, diğer ülkelere göre daha ağırlıklı bir rol oynamaktadırlar.

9. BorçlandırmaKapitalizm sömürü ilişkilerini gerilerden çok güçlü bir şekil-

de getirdiği gibi geleceğe de çok güçlü bir şekilde bağlamak-tadır. Mülk sahibi sınıflar bugün somut olarak sömüremedi-ğini krediler aracılığıyla borçlandırarak geleceğe devrediyor. Mülksüzleri daha fazla kıstırarak boyunduruğu altına alıyor. Burjuvalar, emekçilerin gelecekte el koyacakları değerlerini, borçlandırmalar aracılığıyla şimdiden rezerve ediyor. Emekçi-ler gelir ve gider dengelerinde açık verdikçe onlara doğru kredi pompalanıyor.

25

20

15

10

5

02000

21,6 22

,6

20,9

19,6

19,7

16,0

14,6

12,7

12,7 13

,5

2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 2008 2009

Page 67: Daima

66 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

Toplumsal Sınıfların Fazla / Açık Pozisyonları (Milyon TL, 1994 Fiyatları)

Reel Fazla / Açık (1994=100)2008

Burjuvalar 50,9Kentli Profesyoneller 1,5Küçük İşletme Sahipleri 38,6Kentsel Rantiye -4,3Küçük Burjuvalar -5,9Büyük Köylü 13,6Köylü 1,6Kırsal Rantiye 0Topraklı Geçimlik Köylü -8,3Nitelikli Emekçi 21,7Kentli Emekçi -61,2Mülksüz Emekçi -36,3Tarım Emekçisi -12,2Topraksız Geçimlik Köylü -3,3Kentsel İşsiz -2,5Kırsal İşsiz -2,2Çalışmayan -5Emekli -42,2TOPLAM -55,4

Kaynak: S. Bahçe - A. H. Köse, Krizin Teğet Geçtiği Ülkeden Krize Bakış: Teorinin Naifliği, Gerçekliğin Kabalığı, Praksis, Ankara, Dipnot Yayınları, 2010, s. 34.

Borçlandırılarak krizin bedeli halka ödetiliyor. 2008 yılı itiba-rıyla nasıl bir dengesizliğin oluştuğu ortadadır. Mülkiyet sahibi sınıflar fazla verirken emekçi sınıflar borçlanıyor. “Toplumsal Sınıfların Fazla/Açık Pozisyonları” tablosundan şu çıkarsamaları yapıyor Bahçe ve Köse:

“Tabloda toplumsal sınıflar düzeyinde ayrıştırılan gelir ile harca-ma dengeleri sunulmuştur. Tabloya göre, mülkiyet sahibi sınıfların dışında, toplumun neredeyse tüm emekçi katmanları gelirleriyle harcamalarını karşılayamamakta ve açık vermektedirler. Söz ko-

Page 68: Daima

67Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

nusu açıklar devletin yeniden aktarım mekanizmaları, aileler ara-sı dayanışma ağları gibi mekanizmaların yanı sıra mali kurum-lara borçlanmayla finanse edilmektedirler. Tüketici kredilerindeki artışlar bu tür borçlanma gereğinin somut göstergesidir. Bu göz-lemden hareketle emekçi sınıfların genel olarak açık veren, borç-lu sınıflar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Devlet düzeyindeki açığın toplumsal karşılığı sınıflar düzeyinde asimetriktir: Mülkiyet sahibi sınıfların fazlası, emekçi sınıfların açığı.” 52

10. Reel Ücret Toplumsal Minimum Eğrisine Doğru yaklaştıKentli emekçi sınıfların aldıkları ortalama reel ücret toplum-

sal minimum eğrisine doğru yaklaşmaktadır. Hatta 2008 yılında kent emekçilerinin ücreti toplumsal minimumun altına düşmüş-tür. Sadece reel ücretlerde sınırlı da olsa artış olduğunu saptamak işçi sınıfının gerçekliğini tam olarak anlatmaz. Kapitalizm reel ücretleri arttırmasının çok ötesinde işçi sınıfının ihtiyaçlarını art-tırır. Emekçilerin ihtiyaçları ölçüsüyle bakılmış ücret ilişkisi bize refahın değil yoksullaşmanın geçerli olduğunu anlatıyor.

Emekçi Sınıf Katmanlarının Aylık Ortalama Reel Ücretleri ve Yaşamsal Minimum Ücretler

Kaynak: S. Bahçe - A. H. Köse, Krizin Teğet Geçtiği Ülkeden Krize Bakış: Teorinin Naifliği, Gerçekliğin Kabalığı, Praksis, Ankara, Dipnot Yayınları, 2010, s. 27.

52) S. Bahçe - A. H. Köse, Krizin Teğet Geçtiği Ülkeden Krize Bakış: Teorinin Naifliği, Gerçekliğin Kabalığı, Praksis, Dipnot Yayınları, 2010, s. 35.

Page 69: Daima

68 Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

11. Krizin Bedelini Biz ödüyoruzIMF’nin hazırladığı raporda zengin ülkelerde finansal sektöre

hükümet desteğinin 9.2 trilyon dolar, gelişmekte olan ülkelerde 1.6 trilyon dolar olduğu açıklandı. Krizin bedelinin 10 trilyon doları aştığını bizzat kapitalist merkezlerin açıklamalarıyla öğreniyoruz.

Hükümetten, yani devletten, yani halktan, yani bizden finansal sektöre 10 trilyon dolar destek yapılıyor. Bizler finansal sektöre ne kadar da kolay ve ucuza destek oluyoruz. Ne sicillerini ince-leyebiliyoruz, ne maaş bordrosu isteyebiliyoruz ne de ikametgâh. Ne temerrüt faizi uygulayabiliyoruz, ne ihtar çekebiliyoruz, ne de haciz yapabiliyoruz. 10 trilyon doları kapitalizmi kurtarmak için yele savurmuşuz.

NE yApMALI, NE yApMAMALIMarksistler sadece mevcut sistemden kurtulmayı değil aynı za-

manda başka bir dünyaya kavuşmayı tasarlıyorlar. Tek yaptıkları şey kapitalizmin kriz nöbetleri olduğunu söylemek değil. Şehir-leri, köprüleri, hızlı trenleri yaratan yüz milyonlarca emekçinin sosyalizmi de yaratabileceğini öngörüyorlar. Wallerstein bu ger-çeği şu şekilde anlatmaya çalışıyor:

“Muhafazakârları özellikle rahatsız eden şey, toplumsal düzenin sınırsızca biçimlendirilebilir, sınırsızca geliştirilebilir olduğu ve iv-melendirilmesi gerektiği argümanıydı. Muhafazakârlar böyle bir müdahalenin kendini beğenmişlik ve üstelik de çok tehlikeli bir kendini beğenmişlik olduğunu düşünüyorlardı. Onların görüşleri, insanın manevi kapasitesine dair kötümser bir görüş üzerine ku-ruluydu; Fransız devrimcilerin temel iyimserliğini yanlış ve daya-nılmaz buluyorlardı.” 53

İnsanlar ormanların yanmasına dayanamıyor.Orman yangınlarını söndürmeye çalışıyorken ölüyorlar. İn-

sanlığa her zaman güvenebiliriz. İnsanlık, kapitalizm dediğimiz tarihin gördüğü en büyük orman yangınını söndürmeye çalıştı-ğımız sürece evlatlarını yanımıza katacaktır ve katıyor. O yangı-nı kökten durduramadığımız sürece daha da büyüyerek her yeri saracak. Alevlendikçe daha çok alevlenecek. Eğer tamamen sön-dürülmez ve “soğutma” yapılamazsa tekrar başlayacak. Ormanla ateş yan yana olmaz.

Ne kadar kötümserlik aşılanmaya çalışılsa da, toplum kendini

53) Immanuel Wallerstein, Dünya Sistemleri Analizi, İstanbul, Aram Yayıncılık, 2005, s. 96.

Page 70: Daima

69Daima / 001 Üçüncü Bunalım Dönemi Sürüyor

iyileştirecek yolları bulabilir diye düşünüyor Mandel:“Bu (yeni) ideoloji, 18. ve 19. yüzyılların yükselen burjuvazisinde karakteristik olan insanın mükemmelleşebilirliğine dair naif inan-cın yerine, insanın iflah olmaz bir biçimde kötü ve saldırgan olan “doğa”sının “kesinliği”ni koyar. Kaba yeni-Darwincilik (Lorenz), derin kültür ve uygarlık kötümserliği, kökten misantropi “teknolo-jik rasyonellik” ideolojisinin mevcut toplumsal düzeni genel meş-rulaştırmasında yardımcı destek sunar. Belli ki insanlığın bugün mahkûm edildiği atomik imha gölgesinde yaşam bu yayılan kader-ci irrasyonalizm için özellikle verimli bir zemin hazırlar.” 54

Biz devrimciler yangından bahsediyoruz ama o güzel orman-lardan ve ormanların yanmasına dayanamayan o güzel insanlar-dan da bahsediyoruz. Sadece kapitalizmin pususuna yatan sinsi sünepelerden değiliz. Mandel’e göre:

“Kapitalizmin içten ve derinden düşmanı olan düşünürler emperyalist ülkelerdeki proletaryanın mevcut toplumsal düzene meydan okumakta-ki güçsüzlüğünü ilan ettikleri zaman, kendi trajik yanlış yargıları onla-rı ister istemez egemen sınıfın işçi sınıfını toplumu değiştirmekte çaresiz olduğuna inandırmak gibi hayati bir amaç için kurduğu geniş ideolojik makinenin dişlileri haline getirir.” 55

Hayran kalınacak bir kavuşma şiirimiz var. Onu hep mırılda-nıyoruz.

“Ne Yapmalı?”mız var ama ne yapılmamalımız da.Kapitalizm yapılmamalıdır.Karl Marks’ın Kapital’in üç cildini yazmakla ne yapmamalıyı

anlattı.Kapitalizmin üç bunalım dönemi olduğunu yazmak da ne yap-

mamalıya bir katkıydı.Mahir Çayan hem ne yapmamalı, hem de ne yapmalı için verdi

hayatını.Onun bunalım dönemleri saptaması, o koşullar için harikulade

bir nesnel zemine yaslanma çabasıydı. O bize kapitalizmin kriz-lerinin nesnelliğinden hareketle ne yapılmalıyı anlattı.

“Vietnam Savaşı gösterdi ki “efendiler”in kullanabileceği silah tip-lerine sınır getirmiş olan “askeri teknoloji” değil, fakat Amerikan halkının savaşa karşı büyüyen direnişidir. Aynı zamanda, Mayıs 1968’de Fransız öğrencilerinin üzerinde “oynadıkları” iddia edilen

54) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008, s. 667.55) a.g.e., s. 669.

Page 71: Daima

70 Daima / 001

barikatlar, 10 milyon işçi, memur ve teknisyenin kitlesel grevini başlattı ve gösterdi ki, belli bir siyasal toplumsal güçler dengesinde artık sokaklarda öldürücü baskı araçları olanaksız ya da işlemez hale gelir. Bu deneyimlerden sonra, yönetilenlerin kitlesel direni-şi ya da isyanının ancak yönetenlerin geçici hoşgörüsü sayesinde olabileceğini ileri sürmek, yönetenlerin iktidarını tarihsel olmayan bir biçimde mutlaklaştırmak değildir sadece: yönetenlerin yöneti-lenleri çaresiz olduklarına ve dolayısıyla radikal isyanın boşuna olduğuna inandırmasına nesnel olarak yardım eder. Sermayenin elindeki en etkili egemenlik altına alma aracı bugün kitlesel imha silahlarından ziyade bu kanaattir.” 56

Ne yapmalı için, ne yapmamalıyı açığa çıkarma savaşının kav-mindeniz.

Üçüncü bunalım dönemi sürüyor, ona karşı savaşanlar da.Daima krizse, daima devrim.

56) a.g.e., s. 670.

Page 72: Daima

71Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

Özlem Sanyer

Kapitalist üretim sisteminin tarihindeki tüm krizler (1873-1929-1973...) sermayenin kendi hareket yasalarının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Aşırı üretim krizleri olarak anılan ve kar oranlarındaki düşme ile kendini gösteren bu krizler bütünüyle sermaye birikiminin çelişkili eğilimlerinin karakteristiğidir. Aynı zamanda sermaye birikiminin gelişme eğilimleri ve kaçınılmaz çöküşü tüm temel gelişim yasalarının birbirleriyle olan etkileşimi temelinde ele alındığında bütünlüklü bir kavrayış mümkündür. Genelde sermayenin organik bileşimi ve özelde üretim araçlarını üreten sermaye ile tüketim araçlarını üreten sermayenin organik bileşimi ve bu iki departman arasındaki mübadele ilişkileri; artı- değer oranının gelişimi; sermayenin devir süresi gibi öğeler ser-maye birikiminin eğilimlerinin yine sermayenin kendi birikim koşullarını ortadan kaldıran bir dinamiğe sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sebepledir ki Marks’ın sermaye analizinde esas olan dışsal etkenler değil sermayenin kendi hareket yasalarıdır. Ayrıca Marks kapitalizmin bunalımlara doğası gereği yatkın ol-duğunu söylerken, o bunu hiçbir şekilde tek bir etkene indirge-memiştir.

Page 73: Daima

72 Daima / 001

Kapitalist üretim tarzının rekabet kaynaklı çevrimsel hareke-ti, meta üretiminin ve dolayısıyla artı-değer üretiminin birbirini izleyen genişleme ve daralma biçimleridir. Her bir genişleme kar oranlarında görece yükselişe işaret ederken her bir daralma kar oranlarındaki düşüşü işaret eder. Sistemin yaşadığı ilk bunalım (1873-1896) yıllarında ikinci büyük bunalım (1929- 1939) yılla-rında ve son bunalım dönemi olan(1973.....) yıllarında da temel öğe kar oranlarının gitgide artan düşüşüdür. Rekabetin artan ivmesi bu buhran dönemlerinden hemen önce üretim alanında kısa süreli de olsa bir genişlemeyi ifade etse de yine tüm karlılık krizleri ve rekabetin gitgide artışı bir önceki genişlemenin erte-sinde yaşanmıştır.

“Bir yukarı salınım döneminde, kar kitlesi ve oranında bir artış ve birikimin hem hacminde hem de ritminde bir yükseliş vardır. Tersine bir bunalım ve bunu izleyen depresyon döneminde ise ka-rın hem kitlesi hem de oranı azalacak ve sermaye birikiminin hem hacmi hem de ritmi düşecektir.” 57

Ekonomideki her yukarı salınım kar oranlarındaki yükselme ile birlikte anılır. Bu da pazarın genişlemesi anlamına gelir. Ancak genişleyen pazara ve üretilen metalara rağmen bunlar tüketicilere satılamaz ise bu durum bir süre sonra kar oranlarında bir düşüşe ve pazarın daralmasına neden olur. Çünkü düşen kar oranlarıyla birlikte yatırımlarda bir duraksama hasıl olur ve ekonomide aşa-ğı salınım dönemini bir depresyon dönemi izler. Bu noktada artı değeri yükselten etmenler devreye sokularak kar oranları yukarıya çekilmeye çalışılır. Kar oranları bir süre yukarıda seyrettiğinde ya-tırımlar yeniden artar ve bu defa da ekonomide bir yukarı salınım dönemi başlar. Kar oranlarının bu şekilde ortaya çıkan çevrimsel hareketi kapitalist üretim sürecinin dinamikleriyle ilişkilidir.

Dolayısıyla kar oranlarının düşmesi kapitalist üretim tarzının dönüm noktasıdır. Marks kar oranlarının düşme eğilimini kısaca şöyle açıklar:

“Karın kaynağını artı- değer oluşturur ve daha çok artı değer için sermaye sahipleri işgününün uzunluğunu ve yoğunluğunu ar-tırmak isterler. Diğer taraftan her bir sermaye sahibinin rekabet etmesi zorunludur ki bu da ancak üretim maliyetlerini düşürme ile, yani emeğe oranla üretim araçlarına yatırılan sermayenin art-tırılması ile mümkündür. Üretimdeki makineleşme ve teknolojik

57) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, Şubat 2008, s. 151.

Page 74: Daima

73Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

yenilenme sermaye sahipleri arasındaki rekabeti kızıştırır. Üretim araçlarına (değişmeyen sermaye)yatırılan sermaye miktarının, emeğe (değişen sermaye) oranla artması sermayenin organik bi-leşimini yükseltir. Değişmeyen sermaye miktarının artması emek verimliliğini ve üretimdeki maliyeti düşürürken, genel olarak kar oranlarını da düşürücü etki yapar. Sermayenin organik bileşimi-nin artış hızı artı-değer oranının artı-değer oranının artış hızını geride bırakır. Çünkü kapitalistler arası rekabetin layıkıyla yapı-labilmesi için her bir kapitalistin değişmeyen sermaye miktarını arttırması bir zorunluluktur. Bu durumda sermaye sahipleri ar-tı-değer oranını arttırarak kar oranlarını yukarı çekme çabasına girerler ki bu çaba da uzun dönemde kar oranlarındaki düşüşün önüne geçemez.”

Kapitalist ekonominin çelişkili doğasıyla kendini gösteren kar oranlarındaki düşme eğilimi; bir kez ortaya çıktığında bu çelişki-ler iyiden iyiye artar. Çünkü kar oranının düşmesini engellemek için işçi sınıfını alabildiğine sömüren burjuvazi ile proletarya ara-sındaki çelişki büyür. Sermayelerini kar oranı daha yüksek olan sanayi kollarına yatıran kapitalistler arasında da çelişkiler keskin-leşir. Bu amansız rekabet sonunda bazı kapitalistler zenginleşir-ken bazıları yıkılır gider. Kapitalist devletler arasındaki çelişkiler de artar. Sanayice gelişmiş devletlerin sermayeleri daha ucuz ve sermayenin organik bileşiminin daha düşük olduğu gelişmemiş ülkelere akar.

Sermayenin değer kazanmasında ortaya çıkan gerileme artı-de-ğer kitlesi ve oranında bir gerileme süreciyle kendisini gösterir ki bu da ortalama kar oranında ani bir düşüşü işaret eder. Kar ora-nının düşüşüne karşı koyan başlıca faktör, işçilerin sömürülme derecesinin yükseltilmesidir. Ancak kar oranının düşüşüne karşı yapılan hiçbir şey kar oranının düşüşünü ortadan kaldıramaz, sa-dece azaltır ve düşme seyrine karşı koyan bir eğilim gösterir.

SERMAyENİN ORGANİK BİLEşİMİNİN ARTMASISermayenin organik bileşimindeki artışı ortaya koyan olgu şu-

dur: Üretimin gelişmesiyle, hammaddelerin, makinelerin, aletle-rin hacminde üretimde kullanılan işgücü miktarına oranla, bir artma meydana gelir. Örneğin, başlangıçta sermayenin organik bileşimi(değişmeyen sermayenin değişen sermayeye oranı) 1:1 iken sonradan 2:1; 3:1; 4:1; 5:1 olur. Bu demektir ki sermayenin bütünü içinde değişen sermayenin payı gitgide düşer. Sermaye

Page 75: Daima

74 Daima / 001

birikimi arttıkça, sermayenin organik bileşimi yükselir buna kar-şılık üretim sürecine katılan işgücü azalır.

Kapitalizm ne sanayide ne de tarımda tam otomasyona geçme eğilimi göstermez. Çünkü tam otomasyona geçmek demek ser-mayenin değer yitirmesine sebep olduğu gibi artı-değer yaratımı-nı da engeller. Kapitalizm canlı emeği üretim sürecinden çeken ve dolayısıyla artı-değerin yok olmasına sebebiyet veren hiçbir uy-gulamayı hayata geçirmez. Çünkü bu kapitalizmin kendi varoluş koşullarını ortadan kaldırması anlamına gelir.

Aynı zamanda otomasyonun belli düzeyde artması ile yükselen ser-mayenin organik bileşimi ve işçilerin iş saatlerindeki düşüşe karşın reel ücretlerde bir artış ve sabit bir artı-değer kitlesi bir arada düşünülemez.

Sermayenin organik bileşimindeki artış sorunu,yani daha yüksek bir düzeyde genişletilmiş yeniden üretim süreci yalnızca sermaye-nin değişmeyen ve değişen sermaye şeklindeki değer bileşimi so-rununa indirgenmemelidir. Yani belli bir makine kitlesi, harekete geçmek için bu kitlelerin içsel değerlerinden bağımsız olarak, belli bir ham ve yardımcı madde kitlesi ile belli bir emek gücü kitlesine gerek duyar. Bu oranlar makinelerin değerine değil, onun teknik yapısına bağlıdır. Bununla birlikte kullanılan makinelerin kitlesi, yalnızca sabit sermayenin artan hacmine değil, kullanılan temel teknolojiye bağlıdır.” 58

Sermayenin organik bileşiminin artması ve şiddetlenen rekabet kar oranlarına sürekli basınç yapmaktadır. Çünkü sermayenin bi-rikim yasası, sermayenin kendi olmazsa olmazını tehlikeye sok-ma eğilimini de kendi içinde barındırır.

“Kapitalist üretim tarzındaki karakteristik öğe her yeni genişletil-miş yeniden üretim çevriminin bir öncekinden farklı makinelerle başlaması olgusudur. Kapitalizmde rekabet ve sürekli artı-kar ara-yışının kamçısı altında teknik iyileştirmeler yoluyla üretim mali-yetlerini düşürmek ve metaların değerini ucuzlatmak için sürekli çaba harcanır.” 59

Sermayenin organik bileşimindeki artış canlı emeğin yerine ölü emeği geçirirken ücretlerde düşüş kendini gösterir. Diğer taraftan emeğin toplumsallaşmasındaki artış ile özel mülkiyet arasındaki çelişki büyür. Ücretlerdeki düşüş sermaye harcamalarında ve AR-GE harcamalarında radikal yükselişle birlikte seyreder. Sermaye harcamalarındaki artışla üretimin hızlanması sermayenin devir

58) a.g.e., s. 156.59) a.g.e., s. 154.

Page 76: Daima

75Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

süresini kısaltırken sabit sermayenin ömründe de bir kısalmaya sebep olur. En önemli çelişkilerden bir diğeri de sermaye birikimi ile sermayenin değer kazanması arasındaki çelişkidir.

Sermaye sahiplerinin sürekli artı-kar arayışı onları rakiplerin-den öne çıkaracak teknolojik yenilenme ile üretim maliyetlerini düşürme arasındaki dehlize sıkıştırmak zorundadır. Bir yanıyla da üretim alanlarında bütünsel bir otomasyona geçiş artı-değer oluşumunu ve sermayenin genişlemesini engeller. Bu dehlizden kurtulabilenler için artı-değer üretimiyle beraber teknolojik rant-lar, asıl olarak teknolojinin tekelleşmesiyle oluşan artı-karlardır. Ancak tek tek sermayelerin artı-karları ortalama toplumsal kar oranını doğrusal olarak yükseltmez. Bu noktada ortalama kar ve artı kar kavramları karşımıza çıkar.

“Ortalama kar, temel kavramdır, eşit büyüklükteki sermayenin eşit zaman dilimlerinde eşit karlar getirmesi gerektiği anlamına gelir. bu da yine her üretim alanındaki sermayenin, toplam toplumsal sermayenin emekçilerden sızdırdığı toplam artı-değerden, kendi büyüklüğü oranında pay alması gerektiği ya da her bireysel ser-mayenin sadece toplam toplumsal sermayenin bir parçası olarak görülmesi gerektiği ve her kapitalistin gerçekte toplam toplumsal işletmede toplam kardan sermayenin toplam sermaye içindeki bü-yüklüğüne göre bir pay alan,bir hissedar olarak görülmesi gerektiği kavrayışına dayanır.” 60

Bu sebeple ARGE çalışmaları asıl olarak teknolojik yenilenmeyi ifade ederken aslında bütün bunların sonucunda maksimum arz ve talebi de beraberinde ister. Rekabet mücadelesinde geride kalma-ma isteğinin altında yatan da budur. Büyük maliyetlerle gerçekleş-tirilen her ARGE pazarlanabilir bir ürün ortaya koyamama riskini taşıdığı gibi rakiplerden biri tarafından eşzamanlı olarak da ortaya konulabilir ki bu da artı- kar elde etmede en büyük engeldir. Ancak teknolojik yenilikler ve emek üretkenliğindeki artışlar artı-kar elde etmede asla tek yol değildir. Ucuz hammadde ve ucuz emek gücü de bu amaca hizmet eder. Aynı zamanda sermayenin organik bi-leşiminin büyüme oranı rekabetten doğan teknolojik ilerlemenin basit bir fonksiyonu olarak görülemez.

SERMAyENİN DEVİR SÜRESİNİN KISALMASITeknolojik yenilenmenin doğrudan sonucu sermayenin devir

süresinin azalmasıdır. Önceleri on yıllık süreçlerle teknolojik ye-

60) Karl Marks, Kapital Cilt: 3, Ankara, Sol Yayınları, 2003, s. 186

Page 77: Daima

76 Daima / 001

nilenme söz konusuyken bugünlerde basit yeniden üretim sürekli teknolojik yenilenme ile sürmekte ve neredeyse beş yılda bir üre-tim teknolojileri yenilenmek zorundadır. Rekabetin ritmi sabit sermayenin devir süresiyle ilişkilendirildiğinde şöyle bir tablo çıkar ortaya: sermayenin devir süresi kısaldıkça kapitalistler için hem rekabette riskli bir süreç başlar hem de rekabetin ritmi düşer.

Sürekli üretim için sabit sermayenin değişimi, kurulumu her seferinde doğrudan sabit sermayenin devir süresini kısaltır. Bu olgu son derece paradoksaldır. Rekabetin ritmi arttıkça değişme-yen sermayenin yeniden üretim ritmi de artacaktır ki bu da her kapitalist için rekabeti kaçınılmaz kılan sistem içinde erime riski-ni de beraberinde getirir.

Değişmeyen sermayenin yenilenmesi her zaman daha yüksek bir teknolojik yenilenmeye ihtiyaç duyar. Değişmeyen sermaye harcamalarının artması ve bunun sonucunda canlı sermayenin, yerini ölü sermayeye bırakması ile ücretlerdeki artış, sermaye harcamalarındaki artışın gerisine düşer. Bu durum da serma-yenin organik bileşiminin artışında nitel bir ivme yaratır. Nitel bir ivme yaratır çünkü değişmeyen sermayenin hızlı büyümesi ve böylece emeğin toplumsal üretkenliğindeki hızlı artış her za-man sermayenin organik bileşiminde artışa sebep olmaz. Hatta değişmeyen sermayenin dolaşan kısmındaki ( hammadde, güç kaynakları v.s) emek üretkenliği, sabit sermayedeki (makine, bina v.s) emek üretkenliğinden daha hızlı büyürse o zaman do-laşan değişmeyen sermaye değişen sermayeden görece daha ucuz hale gelir ki teknolojik yenilenmeye ve artı- değer üretimindeki hızlanmaya rağmen sermayenin organik bileşimi hızlı değil daha yavaş büyür.

Sabit sermayenin devir süresindeki azalmaya neden olan tek-nolojik yenilenmenin artışı yeni üretim süreçlerini ve yeni me-taları doğurur. Ancak üretimdeki bu hızlı artış her zaman satışı beraberinde getirmelidir.Kapitalist üretimin çelişkisi bir kez daha kendini gösterir. Arz ve talep arasındaki denge hiçbir zaman tam olarak sağlanamaz.

AşIRI ÜRETİM - TEKELLEşME - KAR ORANLARIRekabetten doğan basınçlar emeğin üzerine yüklendikçe top-

lam arz toplam talebin önüne geçer ve böylelikle aşırı üretim kriz-leri ortaya çıkar. Özellikle yüksek maliyetlerle çalışan firmaların

Page 78: Daima

77Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

kar oranlarındaki düşme bu talep yetersizliğinde ortaya çıkar. Kapitalist üretim tarzı için pratikte üretimin genişlemesi önün-

de hiçbir engel yoktur. Ancak tüketim her daim istenilen şekil-de seyretmez. Eğer böyle olmasaydı aşırı üretim krizleri de söz konusu olmazdı. Kapitalizm kimi yöntemleri devreye sokarak tüketimi artırma yoluna gitse dahi kendi çelişkili doğası onu yine köşeye sıkıştıracaktır. Çünkü tüketimin artması ücretlerde-ki artışla mümkündür. Ücretlerdeki artış belli bir zaman sonra kar oranlarındaki düşüşü beraberinde getirir. Ancak bu basit bir alım satımdan daha öte bir sorunun yansımasıdır. Kapitalizmde metalar sermayenin ürünü olduklarına göre metalar kapitalizm öncesindeki gibi eşit bir değer kitlesi elde etmek üzere pazara sü-rülmezler. Bütün üretim faaliyeti sonuç itibariyle bir artı- değer elde etme dolayısıyla kar elde etme esasına dayanır. Sermaye her zaman yatırımlarını daha yüksek kar oranlarına sahip üretim alanlarında gerçekleştirmek ister. Bunun sonucu olarak ta o üre-tim alanlarında bir aşırı birikim ve aşırı üretim ortaya çıkar ve bu durum piyasa fiyatlarını düşürerek karları geriye çekecektir. Sermayenin ortalama karın düşük olduğu üretim alanlarından ortalama karın yüksek olduğu alanlara akışıyla karın yüksek ol-duğu üretim alanlarında bir karlılık krizi yaşanırken karın düşük olduğu üretim alanlarında tersi bir süreç başlar. Bu üretim alan-larında ise piyasa fiyatları yükselecek ve kar oranlarında beli bir süre sonra eşitlenme söz konusu olacaktır.

Üretimin ve sermaye birikiminin en hızlı olduğu dönemler yu-karı salınım dönemleridir. Sermaye birikiminin hızı da belli bir noktada sermayenin değer kazanması sorunu karşısında kesinti-ye uğrayacak ve kar oranının düşmesi de tam da bu noktada ilk işaretini verecektir. Aşırı üretim, biriken sermayenin en azından belli bir kısmının düşük bir kar oranı üzerinden yatırıma dönüş-mesi anlamına gelir. Ancak bir aşırı birikim doğrudan aşırı üre-timi doğurmaz.

“Varsaydığımız en aşırı koşullar altında bile, sermayenin mutlak aşırı üretimi, üretim araçlarının mutlak aşırı üretimi değildir. Bu ancak, üretim araçlarının sermaye olarak iş görmesi ve bunun sonu-cunda bir değer öz-genişlemesi içermesi ve artan kitleye oranla ek bir değer üretmesi ölçüsünde üretim araçlarının bir aşırı üretimidir.” 61

Kapitalist ekonominin gelişme yasaları belli evrelerle kendini

61) Karl Marks, Kapital, Cilt: 3, Ankara, Sol Yayınları, 2003, s. 225.

Page 79: Daima

78 Daima / 001

gösterir.Bu evrelerde buhran, depresyon,canlanma ve yeniden buhran.. Örneğin buhran devresinin temel karakteristiği aşırı meta üretimi, fiyatlardaki hızlı düşme, iflaslar, üretimdeki zorun-lu kısıtlama, işsizliğin artışı, ücretlerin düşmesi, iç ve dış ticaretin azalmasıdır. Depresyon döneminde de meta fiyatları düşmeye devam eder, üretim daha da durgunlaşır, işsizlik artma eğilimi korur. Stoklarda biriken metalar çok düşük fiyatlarla satılmaya çalışılır. Tam bu noktada kapitalistler üretim fiyatını azaltmak, düşük fiyatlara rağmen karlarını korumak için makinelerini ge-liştirirler. Bu da üretimin genişletilmesine hız verir. Böylece ye-niden bir canlanma dönemi kendini gösterir. Üretim bu evrede alabildiğine genişler, metaların fiyatları artar, karlarda görece yükselme olur. Üretimde sınırsız artma eğilimi de kapitalistler arası rekabetin en şiddetli olduğu dönem de bu dönemdir. Üre-timdeki baş döndürücü büyüme belli bir aşamada talep bulama-yan metaların stoklanması sonucunu doğurur ki bu da yeniden buhran döneminin başlangıcıdır.

“Üretimin genişlemesi ya da daralması, karşılığı ödenmeyen eme-ğe el konulması ve bu karşılığı ödenmeyen emeğin genel olarak maddeleşen emeğe oranı ile, ya da kapitalistlerin diliyle, kar ve bu karın kullanılan sermayeye oranı ile, dolayısıyla üretimde top-lumsal gereksinimler, yani toplumsal olarak gelişmiş insanoğlunun gereksinimleri arasındaki bağlantıdan çok, belirli bir kar oranı ile belirlenmektedir. İşte bu nedenle, kapitalist üretim tarzı, üretimin belirli genişleme aşamasında engellerle karşılaşır ve başka bir ön-cülden hareket edildiğinde, tersine, tamamen yetersiz görülebilir. Bu üretim tarzı, gereksinimlerin karşılandığı noktada değil, kar üretiminin ve bu karın gerçekleştirilmesinin saptadığı bir noktada durağan hale gelmektedir.” 62

Kar oranında düşme bunalımların nedenidir. Aşırı üretim, ka-pitalist üretim devrelerinde aslında, kar oranlarında aşağıya bir düşüşü temsil eder. Aşırı üretim pazardaki talebe göre üretimin “aşırı “ olması anlamına gelirken pazarda artı- değerin gerçekleş-tirilemeyişi bunalımı harekete geçirir.

Bu durumum sonucu olarak; kapitalist üretimin çelişkili doğa-sına dayalı olarak sermayenin öz genişlemesi ancak belli bir ölçü-de gerçek serbest gelişime izin verir, böylece gerçekte üretime bir engel ve ayak bağı oluşturur. Esnek olan yeniden üretim süreci burada son sınırlarına dek zorlanır, ancak bu engel kredi sistemi

62) a.g.e., s. 272.

Page 80: Daima

79Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

tarafından sürekli aşılır. Bu nedenle kredi sistemi aşırı üretimin ve ticarette aşırı spekülasyonun ana kaldıracı olarak görünür, Bu nedenle kredi sistemi üretici güçlerin maddi gelişimini ve dünya pazarının kurulmasını hızlandırır. Ancak aynı zamanda, kredi var olan çelişkilerin şiddetlenmesini yani böylelikle eski üretim tarzının çözülme öğelerini hızlandırır.

FİNANSALLAşMATarihsel olarak sistemin finansallaşma eğilimini yükselttiği dö-

nemler sermayenin yoğun olarak değer yitirmesi tehdidiyle karşı karşıya kaldığı dönemler olmuştur. Finansallaşma, sistemin kriz-lerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar ve sistem bu noktadan son-ra bir paradoksun içinde bulur kendisini. Finansa yönelerek aşıl-maya çalışılan kriz yeni bir kriz doğurur; Finansal kriz... Ancak krizleri salt finansal alandan kaynaklanan krizler olarak görmek, finansal alanın üretim iliksilerinden tamamen bağımsız olduğu algısına dayanır. Oysa ki finansallaşma, kapitalizme özgü içsel çelişkiler sonucu eksik tüketim, fazla üretim, azalan kâr oranları gibi sorunlarla karsı karsıya kalan sermayenin, bu sorunlardan kaçmak için başvurduğu temel stratejilerdendir.

“Ticaret ve üretime yatırılan sermayenin geri kazanılamaması olasılığı azalır; kapitalist özneler kendilerine gelen nakit akışları-nın büyük bir bölümünü likit halde tutma eğilimi sergiler. Böyle-likle sahne, maddi genişleme evresinden finansal genişleme evresi-ne geçiş için hazırlanmış olur.” 63

Sermaye aşırı üretimin ve düşük kar oranlarının baskısı altında finansal yatırım araçlarına yönelerek gerçek ekonominin (üreti-me dayalı) yaşadığı krizi telafi etmeyi deneme yoluna gider ve kapitalizmin daha önce yaşadığı krizlerde de bu hep böyle olmuş-tur. Geçen yüzyıllarda Hollanda ve İngiltere bu yüzyılda ABD, rekabetin kar oranları üzerinde baskı yapması sonucu finansa kaymanın somut örneklerini oluşturmuşlardır. Bir nevi rekabetin yarattığı tekellerin elinde biriken para-sermaye üretken serma-ye üzerinde baskı kurmuş ve onu kuşatmıştır. Gerek Hollanda Gerek İngiltere kar oranlarındaki düşme karşısında hızla üretim alanından uzaklaşıp finans alanına yönelerek kar oranlarını geçi-ci olarak yükseltmişlerdir fakat diğer taraftan da üretim temelli rekabet yetenekleri o ölçüde azalmıştır.

63) Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de - 21. Yüzyılın Soykütüğü, İstanbul, Yordam Kitap, 2008, s. 239.

Page 81: Daima

80 Daima / 001

“Artan uluslararası rekabetle (özellikle de imalat sektörü gibi ticari alışverişin yoğun olduğu sektörlerde) karşı karşıya kalan yüksek maliyetli firmalar, getirilerinin düşmesine, sabit sermaye ve meta yatırımlarından gelen nakit gelen nakit akışlarını, giderek artan bir oranda, finansal kanallar aracılığıyla likiditeye ve birikime yönlendirerek tepki verdiler” 64

Dolayısıyla rekabet baskısının artması ve kar oranlarındaki düşme ile sermayenin finansa doğru eğrilmesi arasında doğru-dan bir ilişki kurmak mümkündür.

Arrighi sistemik birikim dairelerinin analizini yaptığı Uzun yirminci yüzyıl adlı eserinden alıntı yaparak şöyle diyor;

“On beşinci yüzyılda başlayıp onyedinci yüzyılın başına dek süren Cenova-İberya devresi, on altıncı yüzyılın sonundan on sekizinci yüzyılın sonuna dek süren Hollanda devresi, on sekizinci yüzyılın ortasından yirminci yüzyılın başına dek süren Britanya devresi ve on dokuzuncu yüzyılın sonunda başlayıp son finansal geniş-lemeye dek devam eden ABD devresi. Her devre, kapitalist dünya sistemini önce maddi sonra da finansal genişlemeye götüren tikel özneler kompleksine göre adlandırılmış ve tanımlanmıştır. Birbiri ardınca gelen sistemik birikim devreleri başlangıçta ve sonlarda iç içe geçmiş durumdadır, zira finansal genişleme evreleri dünya kapitalizminin büyük gelişme dönemlerinin “sonbaharı” olmakla kalmamaktadır; bunlar aynı zamanda, yeni bir hükümet –serma-ye önderliğinin doğduğu ve daha fazla genişlemeyi mümkün kıla-rak sistemi zamanla yeniden organize ettiği dönemlerdir.” 65

20.yy başından itibaren sanayisizleşme süreci finansallaşma sü-reciyle birlikte anılır olmuştur. 1929 krizinde, ABD’deki talep ye-tersizliği sorunu orta sınıfın borsa üzerinden borçlandırılmasıyla asılmaya çalışılmıştı. Günümüzde yaşanan finansallaşma eğilimi-nin ilk ortaya çıktığı yıllar ise, 1970’lerin başıdır... Bu yıllarda, basta Avrupa sermayesi olmak üzere Batı sermayesi, kâr oranları düştük-çe dolar spekülasyonundan medet ummaya başlamıştır. 1980’ler-den bu yana yaklaşık 30 yıldır uygulanan yeni liberal politikaların emek üzerindeki hegemonyası, finansal serbestleşme, uygulanan para politikaları ile finans alanı sermaye için cazip hale gelmiştir. Ancak paradan para kazandıran finans sektörünün cazibesi diğer taraftan ürettiği artık değerle beslenmesi gereken üretim sektörü-nün göreli olarak küçülmesi sonucunu doğurmuştur.

64) a.g.e., s. 149.65) a.g.e., s. 238.

Page 82: Daima

81Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

“Finansal genişlemeler, zamanla, ekonomik süreçler kadar top-lumsal ve siyasal süreçler yoluyla da mevcut düzeni istikrarsızlaş-tırma eğilimindedir. Bu genişlemeler, ekonomik açıdan, sistemik olarak satın alma gücünü talep yaratıcı meta yatırımlarına değil, elinde atıl nakit tutmaya ve spekülasyona yönlendirir ve böylelikle realizasyon problemini daha da ağırlaştırır.” 66

1970’li yılların başında, sistem aşırı üretim krizinden çıkmak için finansa yönelirken, Finans alanı da 19 yüzyıldaki akışkan-lığını sabit kur rejimi ve benzeri uygulamalarla yitirmiş bulunu-yordu. Özellikle 1970’lerin ortalarından itibaren ABD de yaşanan tam olarak sanayisizleşme ve finansa yönelmedir. 1970’lerden itibaren kar oranlarında ortaya çıkan düşüş sermayenin aşırı birikim sorununu da beraberinde getirmiştir. Ekonominin üre-timden kopup finansa yönelmesiyle finansal büyüme gerçekleş-miştir. Ancak üretimden kaynaklanmayan büyüme gerçek değil geçici bir büyümedir. Finansal büyüme bir kar yaratır ancak yeni bir değer yaratmaz. Yaratılmış değerden yeni değer sızdırır. Asla sanayinin tarımın ve hizmet sektörünün yarattığı gibi değer yara-tamaz. Gerçek ekonomide ortaya çıkan sıkıntılı durumlar serma-yeyi giderek, artı-değer üretiminden, birikmiş değerlerin emil-mesine, finansal spekülasyon alanına kaymaya, en akışkan biçimi tercih etmeye zorluyor.

“Sermayenin organik bileşimindeki artış, aşırı sermaye birikimiyle yan yana gitmiştir. 1973 krizinde aşırı sermaye birikimi kendini 1960’lı yılların sonlarında euro- dolarlardaki artışla göstermiş buna 1973 sonrası bir de petro dolarlar eklenmiştir. Aşırı sermaye birikimi yapısı gereği hemen spekülasyonu tetikler. Bu dönemde ti-cari spekülasyon ve kredi verme histerisi had safhalara tırmanmış-tır. Bankalar seller gibi -özellikle üçüncü dünya ülkelerine- kredi akıtmışlardır.” 67

Üretim sürecinde ortaya çıkan aşırı üretim finansal araçlara olan talebi artırır. Fakat finansa yönelimin nedeni finans alanının daha karlı olmasından değil bunun bir zaruriyet olmasındandır. Emeğe temas etmeden kar elde etmek kapitalist sistemde müm-kün değildir. Sadece üretim alanında yaratılabilecek artı-değer olmadan kar olamayacağı için finans alanında kardan bahsedile-mez.. Finans alanında değer yaratılmadığı gibi tüm sistem açısın-

66) a.g.e., s. 170.67) Mehmet Yılmazer, Kapitalizmde Yapısal Dönüşüm, İstanbul, Alaz Yayıncılık, Şubat 2007, s. 134.

Page 83: Daima

82 Daima / 001

dan da kar sağlanamayacak sadece sermayelerin el değiştirmesi söz konusu olacaktır. Hal böyle olunca tek tek kapitalistler bu el değiştirmeden belli oranlarda kazanç elde edecekler ancak uzun vadede artı ve eksi işlem sonuçları birbirini götürecektir. Borsa da bir günü kazançla kapatan hissedar ertesi gün finansal aracı-nın daha düşük fiyata satılmasıyla kaybedenler safına geçecek-tir. Çünkü bir gün önce yüksek fiyata alınan hisse senedi bir gün sonra düşük fiyata satılmıştır. Borsa kapitalizmin bir nevi kumar-hanesidir. Finans alanı demek risk alanı demektir. Piyasadaki fi-nansal araçların her biri risk taşır. Ancak yine bir zaruriyet ola-rak finansal ürün çeşitliliği de durmadan artmaktadır. Mortgage kredileri, türev ürünler, menkul kıymetler para sermayenin hızla büyümesine sebep olmuştur. Aynı zamanda üretken alana akta-rılamayan para sermaye büyüdükçe değeri düşer ve faiz oranları da buna paralel olarak düşer. Para sermaye büyüdükçe ve finansal araçlar bunu emmeye yetmedikçe kredi dağıtımını esnekleştirme yoluna gidilir ve bunun da an açık örneği ABD deki konut kre-dilerinin dağıtılma biçimidir. Bu krediler geri dönüşü neredeyse imkansız olan yoksul kişilere verilmiştir. Pahalı mortgagelar, dü-şük “teşvikli” faiz oranlarıyla, normalde bu kredileri ödemeyecek olan milyonlarca insana satıldı. Yüksek riskli kredilerin, ayarlana-bilir mortgageların ve diğer konut kredilerinin faiz oranları yük-seltilince, oyun sona erdi. Bir tarafta yatırıma dönüştürülmeyen para sermaye diğer tarafta riske giren krediler, bankacılık siste-mini de çöküş ve iflaslara sürükledi ve Lehman Brothers, Merrill Lynch, Fannie Mae, Freddie Mac ve Bear Sterns gibi kurumlar teker teker battı.

Sonuç olarak, sermayenin aşırı birikmesi, faiz oranları, hisse senet-leri ile türev ürünlerinin fiyatları da dahil olmak üzere bütün finan-sal yatırımların değişim değerlerinin hızla düşmesine neden olur. Dünya ölçeğinde mevcut sermayeler, kriz sürecinde büyük ölçüde değer yitirmiştir ve değersizleşme süreci hala devam etmektedir.

DAİMİ ENFLASyON“Para gerçekte emeğin ve ürünlerinin toplumsal niteliğinin belli bir ifadesinden başka bir şey değildir, ancak para özel üretimin teme-linin antitezi olarak son tahlilde daima bir şey, başka metaların yanı sıra özel bir meta olarak görünmesi gerekir.” 68

68) Karl Marks, Kapital, Cilt: 3, Ankara, Sol Yayınları, 2003, s. 537.

Page 84: Daima

83Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

Paranın değeri altın ve gümüşün değeri dışındaki değişkenlerle belirlendiği taktirde bir takım çelişkili durumlar ortaya çıkmakta-dır. Marks para sorununu ele alırken 3 farklı para biçiminden bah-setmiştir. Saf madeni para (altın), dolaşım araçlarını ekonomize etmek ve krediyi genişletmek için saf altın paranın yerini alan kon-vertibl kağıt para( ya da küçük gümüş sikkeler) , konvertibl olma-yan ve zorunlu bir kuru olan kağıt para.. Enflasyon da ancak kon-vertibl olmayan kağıt para durumunda gerçekleşebilen bir olgudur.

“Tarihsel enflasyondan söz etmek için en erken zaman Birinci Dünya Savaşı’ndan sonrası ve daha doğrusu 1929-1932 büyük bunalımı aşıldıktan sonrasıdır” 69

Birinci dünya savaşını izleyen tarihlerde ulusal paraların değeri önce altına sonra yine ulusal paraların yabancı döviz karşısında kuruna endekslendi. Ancak her iki sistem de ticaret ve finansı baltalayıcı etkiye sebep oldu ve terk edildi. 2. Dünya savaşından sonra ABD savaştan kazançlı çıkmanın verdiği güvenle yeni bir uluslar arası para sistemi oluşturma çabasına girdi. Kar oranları-nın düşmesine sebep olan aşırı üretim krizine önlem olarak değe-rinin değişmeyeceğine güven duyulan bir dünya parası yaratmak için Brettonn Woods sistemi olarak adlandırılan sistem ile Ame-rikan doları altına belli bir kur üzerinden sabitlendi ve böylece diğer ulusal paraların değerleri de dolara sabitlenmiş oldu. Bu sis-tem ile altın rezervlerine güvenen ABD altına sabitledikleri doları dünya parası olma statüsüne yükseltti. Aynı yıllarda Keynesyen ekonominin benimsenmesiyle sermaye sahiplerine bankalar ara-cılığıyla büyük krediler açıldı. Üretimdeki durgunluk bu şekilde aşılmaya çalışıldı. Bu durum dolayısıyla bir dolar genişlemesine izin verdi. Bu da başta ABD olmak üzere diğer ülkelerde enflas-yonist baskı yarattı. Enflasyona rağmen süre giden durgunluk tersine çevrilemedi. Hatta bu duruma ilişkin burjuva iktisatçıları yani hem enflasyonun hem durgunluğun olduğu durumlara iliş-kin olarak stagflasyon kavramını ürettiler.

69) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, Şubat 2008, s. 547.

Page 85: Daima

84 Daima / 001

Yıl AGayrisafi

Milli Hası-la (milyar

dolar)

BKamu Borcu

CÖzel

Borçlar

A’nın Yüzdesi

Olarak B

A’nın Yüzdesi

Olarak C

1946 208,5 269,4 153,4 129,4 73,61950 284,8 239,4 276,8 84,0 97,21955 398,0 269,8 392,2 67,8 98,51960 503,7 301,0 566,1 59,7 112,41965 684,9 367,6 870,4 53,7 127,11969 932,1 380,0 1.247,3 40,8 133,81973 1.294,9 600,0 1.700,0 46,3 131,21973 1.395,0 700,0 2.000,0 50,0 140,0

Kaynak: Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008, s. 554.

70’li yıllarda doların altın karşısındaki kurunun belirlenmesi bütünüyle serbest piyasaya bırakılınca döviz kurlarındaki dalga-lanmalardan beslenen her türlü spekülatif faaliyet meşrulaştı ve dolar hacmi de bu sayede büyüdü. Bu yıllarda kendini yavaş yavaş hissettiren krizle birlikte doların altına sabitlenme düzenlemesi de güven kaybetti.

“1929 ile 1939 arasında altın üretimi, kapitalist dünyadaki top-lam talebi önemli bir biçimde artırmaksızın neredeyse iki katına çıktı. Ek altın ABD’nin döviz rezervlerine aktı ve stoklandı. Sadece altının değerinde bir indirim otomatik olarak altınla ifade edilen metaların fiyatlarında bir artışa yol açar. 1893’ten 1917’e kadar emperyalizmin dorukta olduğu yıllarda geçim maliyetlerindeki ar-tışta merkezi rolü oynayan şey altın üretimindeki artış değil, fakat 1890’lardan beri altının değerindeki azalmadır.” 70

ABD, 1980’lerde sermayenin, petro dolarların yatırıma yönel-diği güvenli limandı. Şimdi aynı kaynaklar bu limandan kaçacak fırsat ve kanal arıyorlar. 1950’lerde dünya rezervlerinin yaklaşık % 60’ına ve gelişmiş ülke rezervlerinin % 70’ine sahip olan ABD 2003 yılında dünya rezervlerinin % 4’üne, gelişmiş ülke rezervle-rinin ise % 10’una geriledi. 90’lara kadar Amerikan doları güven tazelemeye çalışsa da Avrupalı emperyalistler kendi ulusal para-ları yerine Euro’yu ortak para olarak benimsediler.

70’li yıllarda ortaya çıkan aşırı sermaye birikimi azgelişmiş ül-

70) a.g.e., s. 565.

Page 86: Daima

85Kar Oranlarındaki Düşme Eğilimi

kelere sermaye ihraç etme yoluyla buradaki düşük ücretle çalışan emekçilerden elde edilen artı-değer ile merkezlerdeki sermaye birikimi sürdürülmeye çalışıldı. Ancak 80’ler 90’lar ve 2000’lerin başı dünya ekonomisinin tam olarak durgunluk dönemini ifade eden yıllar oldu. 2000’li yıllarda dolar bazlı kredi genişlemesi ile durgunluk aşılmaya çalışıldı. Gayrimenkul fiyatlarının şişirilme-siyle desteklenen bu kredi genişlemesi dünya genelinde Dolar enflasyonunu ve beraberinde doların değer kaybetmesi sonucu-nu doğurdu. ABD konut kredilerini şişirince 70’lerde meta fiyat-larındaki daimi enflasyon sonrasında gayrimenkul fiyatlarındaki daimi enflasyona dönüşmüş durumda. Dolardaki bu enflasyon elinde milyarlarca dolar bulunan Çin’in de korkulu rüyası.

“Daimi enflasyonun arkasındaki temel dürtü büyük şirketlerden ve onların kredi parasındaki genişlemeyi kısa sürede tasarladıkları birikim ve realizasyon için yeterli olan para hacmini elde etmek için kullanma kapasitelerinden kaynaklanır.” 71

Şimdilerde yeni bir uluslar arası para sistemi inşa ederek do-lar sistemini terk etmeye çalışan emperyalistler hayal güçlerini zorlayarak bir dünya parası yaratma eğilimindeler. Emperyalist-ler arası rekabetin bu denli şiddetlenmesi tek bir dünya devleti tasavvurunu dışladığı gibi tek bir dünya parası tasavvurunu da dışlayacaktır.

“Daimi enflasyonun ana işlevlerinden biri büyük şirketlere serma-yelerinin birikimi ni hızlandırmak için gereken araçları sağlamak-tır. Borç verilen para sermaye bankalardaki gerçek mevduattan kaynaklandığı sürece bu durum atıl sermayenin üretken sermaye-ye dönüşmesini hızlandırır.” 72

Kredi sisteminin oransız büyük genişlemesi, hisse senetlerinin spekülatif fiyat artışlarıyla bir araya gelince enflasyon kaçınılmaz hale gelir. Enflasyonun hızlanması ise sermaye birikimi için bir tehdittir. Sistemin aşırı üretim ve sermaye genişlemesi bunalımla-rından korumak üzere kredi sistemi üzerindeki baskıyı artırdıkça enflasyon oranı da buna koşut olarak hızla artmaya başlar. Enflas-yonun kendisi sürekli para sermayesine olan talebi artırır. Kredi musluklarının kapanması kapitalistler için artık en tehlikeli süreçtir.

Sistemin aşırı üretim ve sermaye genişlemesi bunalımlarından korumak üzere kredi sistemi üzerindeki baskı arttıkça enflasyon oranı da buna koşut olarak hızla artmaya başlar.71) a.g.e., s. 579.72) a.g.e., s. 587.

Page 87: Daima

86 Daima / 001

Kapitalist sistemde sermaye bir dönem yol alıp irileştikten son-ra finansa doğru eğriliyor. Sanayi devriminden beri öne çıkan sa-nayi sermayesi yüz yıllık egemenliğini finans kapitale devreder-ken aynı zamanda bu özelliğini de yitiriyordu. Sanayi ve üretim artık onun esas motive edici özelliği olmaktan çıkıyordu.

Artık para en serbest ticaret mallarından bile daha hızlı daha etkili ve daha özgürce hareket edeilir pozisyona geliyor. Doğru-dan yatırım yapmadan finans hareketleriyle tüm dünya finans pazarlarında etkili ve atak olma şansı ortaya çıkmaktadır. Bırakın üretimi mal ticareti bile bu hızın çok gerisinde kalmaktadır. Fi-nansın bu hızlı gelişimi onun kar potansiyelini artırmaktadır. Bu nedenle finansın sınırsız genişleyen dünyası büyük bir çekim gü-cüne sahiptir. Ancak aynı zamanda inanılmaz kazançların edini-lebildiği ve her türlü spekülasyona açık son derece özgür görünen finans alanı elbette bu tekeller ve finans oligarşilerinin bulundu-ğu dünyada mümkün değildir.

Finansa kayma yaşanmaya başladıktan sonra dünyada finans krizleri de sık sık patlak vermiştir. Tarihsel süreç içinde finans ka-pitalin büyümesinin zemini sürekli artmıştır. İlk olarak banka ve kredi sisteminin gelişmesi, hisse senetli şirketlere geçiş, sermaye-nin boyutlarını bireysel kapitalist sermayenin boyutlarından çok ötelere taşımıştır. Üretime dayalı ekonomi daha çok kesinlikler üzerinde yürümeyi tercih ederken spekülasyon ekonomisi için belirsizlik esastır. Üretimin yoğun olduğu dönemde kar oranla-rındaki herhangi bir sıkışma finansa kaymayı zorunlu hale getirir. Ancak finans büyüdükçe de üretim alanı gittikçe daralır. Aslında büyüme de sırf bu nedenle yavaşlar. Finans ekonomisinin kağıt üzerindeki değeri gerçek bir üretimden çok büyük olduğu için özellikle enflasyonist bir süreçte bu miktarların mala ve gayrimen-kule çevrilmeleri imkansızdır. Zaten bu değerli kağıtlarda temsil edilen fiyatlar toplamının gerçek ekonomide bir karşılığı yoktur.

Finans yeni bir olgu değil kapitalizmin tarihiyle özdeş bir olgu-dur. Hatta üretim alanıyla kaynaşmış bir finans alanından bah-setmek pekala mümkündür. Ancak artık finans alanı üretim ala-nındaki kar oranlarındaki sıkışmadan kaynaklı gittikçe o alandan kopan bir yapıya bürünmüştür.

Elbette ki finans alanındaki bu büyüme üretim alanındaki ken-dini üretme ve geliştirme zorluklarının bir yansımasından başka bir şey değildir. Finanstaki büyüme sistemdeki tıkanma ve çürü-menin göstergesidir.

Page 88: Daima

87Kapitalizmin Krizi: İki Savaş Arası Dönem

Kapitalizmin Krizi:İki Savaş Arası Dönem

Burcu Gürgan

Emperyalizm aşamasına yükselmiş olan kapitalizmin nesnel zorunluluğu, paylaşım savaşlarının dört yıl sürecek olan ilkini doğurmuştu.73 Savaşın getirdiği yıkımlar ve halklara dayattığı ko-şullar, semiren uluslararası sermaye ilişkilerinin ve bu ilişkilerin sınıfsal temelinin; dünya sistemindeki çelişkilerin ve bu çelişkile-ri meşrulaştıran siyasal-toplumsal mekanizmaların çıplak gözle görülmesini sağladı. Bu yolla, kitlelerin farkındalığını keskinleş-tirip, sınıfların saflaşmasını ve böylece devrim sürecine doğru ev-rilmeyi hızlandıracak bir katalizör görevi gördü.74 Ondokuzuncu yüzyılın liberal burjuva uygarlığını bir parçalanma ve krize sü-rüklerken insanlık için bir alternatif yarattı.

Büyük Savaş’tan sonra Avrupa’da iktisadi hayat tam bir kaos halindeydi. Fiyatlar her yerde savaş öncesine oranla yüzlerce hat-ta binlerce kat daha yüksekti. Güneydoğu Avrupa’da, örneğin,

73) V.İ Lenin, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Sol Yayınları, 2006, s. 65.74) a.g.e., s. 117-122.

Page 89: Daima

88 Daima / 001

Yunan hükümeti ülkedeki tüm banknotları toplayıp, değerlerini yarıya indirdikten sonra sahiplerine iade ederek yeni bir vergi-lendirme usulü getirmişti.75 Batı Avrupa’da da genel durum daha iç açıcı değildi. Kısa süren savaş-sonrası yükseliş dalgası hemen sönmüş ve geride, yalnızca Britanya’da 2 milyondan fazla işsiz bırakmıştı. Avrupa’nın kredici güçleri savaşı ABD’ye borçlana-rak tamamladılar. Kıtadaki eski ticaret ağlarının yerini Avrupa dışındaki yeni endüstri ve tarımsal üretim merkezleri alıyordu. Savaş ayrıca örgütlü emeğin elini güçlendirmişti ve ücretleri aşa-ğı seviyelerde tutmayı zorlaştırmıştı. Diğer cepheden de Avrupa kapitalizmi daha önce örneği görülmemiş bir meydan okumayla karşı karşıyaydı: ABD’nin başarısı ve Sovyet Rusya’nın yükselişi. Savaşın Avrupa değerlerinin çöküşüne sebep olduğu endişesi ve ‘’komünizmin hayaleti,’’ toplumsal hafızayı kemirip duruyordu.

***1918’e gelindiğinde artık, kapitalizmin yeniden inşası oldukça

zayıf bir ihtimal gibi görünmekteydi. Dört yıl süren topyekûn savaş 19. yüzyıl burjuva özgüveninin ve iktisadi istikrarının te-mellerini tamamen alaşağı etti. Yeni koşullar, ülkeleri Viktoryen kapitalizmin temel prensiplerini terk etmeye zorladı— altın stan-dardı, sabit kur, serbest ticaret ve minimum devlet müdahalesi. Serbest kapitalizm, devletin iktisadi hareketin dışında tutulduğu, yatırım kararlarının özel sektöre mensup şahıslara ve bono sa-hiplerine bırakıldığı bir sistemi öngörüyordu. Oysa, savaşta çar-pışmak devletin iktisadi aktivitelere önceye nazaran daha fazla müdahil olmasını kaçınılmaz kılmıştı; ve Avrupa’nın iktisadi ye-niden yapılanmasına önderlik edecek olan Britanya ve Fransa’da bazı kesimler bu savaş dönemi devlet aktivizminin barış döne-minde de devam etmesini istiyordu.

Britanya ve Fransa’nın getirdikleri ilk öneri, Orta-Doğu Avrupa’ya özel teşebbüsü götürecek bir uluslar yatırım konsorsi-yumunun kurulmasıydı. Avrupa Yeniden-Yapılanma ve Kalkın-ma Bankası’nın öncülü olan bu plan pek başarılı olamadı, çünkü Doğu Avrupa’da azami düzen sağlanmadan Batılı bankerler borç vermek konusunda gönülsüzdüler. Lloyd George-Briad planının sükût-u hayalle sonuçlanması üzerine Britanya ve Fransa Millet-ler Ligi’ne bel bağladı. Lig, yalnızca bir diplomatik oluşum ola-rak değil, fakir düşmüş devletlerle Batılı bono sahipleri arasında

75) Mark Mazower, Dark Continent. Europe’s twentieth century, Vintage, 1998, s. 104.

Page 90: Daima

89Kapitalizmin Krizi: İki Savaş Arası Dönem

arabuluculuk yapan bir aktör olarak tasarlandı. Batılı bankerler ve finans eksperleri bu savaş yorgunu ve sefil ekonomilerin uy-gun görülen liberal çizgide yeniden planlamasına yardım ettiler. Avusturya, Estonya, Macaristan ve Yunanistan’da bütçelerin stabil hale getirilmesi ve merkez bankaların kurulması koşuluyla para-sal destek sağladı. Milletler Ligi’nin temel Finansal Komitesi deği-şik ülkelerin temsilcilerinden müteşekkildi ancak, Londra’nın bir uluslararası sermaye piyasası başkenti olarak geleneksel konumu hatırlandığında, İngiltere Bankası’nın finansal emperyalizmle ve Avrupa merkez bankaları üzerinde bir nevi diktatörlük kurmakla suçlanması anlaşılabilirdi.76

yÜKSELEN GÜÇ: AMERİKA BİRLEşİK DEVLETLERİAvrupa’yı 1914 öncesi ‘’normalliğe’’ yeniden kavuşturmakta-

ki bir diğer temel zorluk ise, yeniden yapılanmanın Avrupa ta-rafından tek başına gerçekleştirilemeyeceğiydi. ABD dünyanın en büyük kredi gücüne dönüşmüştü ve bu plana dahil edilmek zorundaydı. Aslına bakılırsa, savaşın hemen bitiminden itibaren hususi Amerikan kapitali Batı Avrupa’ya akmaya başlamıştı bile. Amerikan yardım organizasyonları Ukrayna’daki açlık ve Balkan-lardaki mülteci yerleşimiyle başetmişti. Bu bağlamda, tecrit ha-linden kurtulmaya ikna edilmesi gereken taraf, ABD hükümetiy-di. Ruhr Krizi ve sonucundaki diplomatik çıkmaz Amerikalıların etkin hale getirilmesini hızlandırdı. Amerika’nın hakemliğindeki pazarlık sayesinde tazminat sorunu tatlıya bağlandı ve Ameri-kan kapitali Avrupa’nın iyileştirilmesinin teminatı haline geldi. Amerika’nın Avrupa diplomasi sahnesinde tekrar rol alması, Eski Kıta’nın transatlantik hakimiyetinin ele geçirilmesi yönündeki korkularını hortlattı. Gerçekten de Amerika’nın çokuluslu geniş-lemesi 1924-1929 yıllarında 1945 sonrası dönemin herhangi bir aşamasındakinden çok daha hızlıydı.77

***1920’lerin ortası, bir bakıma istikrar, refah ve başarı dolu bir dö-

nemdi. Birbiri ardına para birimleri kontrol altına alındı. Britan-

76) a.g.e., s. 105-107; A. Orde, British Policy and European Renconstruction after the First World War, Cambridge, 1990, s. 178; Giovanni Arrighi, The Long Twentieth Century, Verso, New and Updated Version, 2010, s. 64-64.77) Mark Mazower, Dark Continent, s. 109 ve R. Boyce, British Capitalism at the Cross-roads, 1919-1932: A Study in Politics, Economics and International Relations, Cam-bridge, 1987, s. 115-120.

Page 91: Daima

90 Daima / 001

ya, İtalya, Almanya ve Fransa para birimlerini altına sabitlediler. Kurlardaki radikal dalgalanmaları ve hiperenflasyonu, iş piyasa-sını canlandıran ve büyümeyi cesaretlendiren bir düşük enflasyon dönemi izledi. Yeni merkez bankaları işlemeye başladı, spekülas-yon azaldı, yatırımcıların özgüveni arttı, ve başlıca para piyasaları Avrupa genelinde geniş çaplı borçlar vermeye başladılar.

Ancak bu iyileşme oldukça hassas dengelere dayanıyordu ve Wall Street’ten önce bile kapıdaki kriz alarm vermeye başlamış-tı. Öncelikle, Uzak Doğu, Hindistan, Güney Amerika ve Güney Afrika, yeni endüstri bölgeleri olarak öne çıkmaya başlamışlar-dı. Avrupa devletleri daha çok kendi üreticilerini, temel tüketim maddelerinin fiyatlarının düşmekte olduğu dünya marketlerinin baskısından korumaya çalışıyorlardı. Almanya ve Britanya’nın ti-caret puanları 1913’dekilerden bile daha aşağıdaydı. 1920’lerdeki bu refah ortamından çok az ülke nasibini aldı ve gümrük vergi-lerini indirdi. Diğer bir deyişle, Beyaz Adamın ayrıcalıkları ters yüz edilmis, paylaşılmış ve harcanmıştı. Sömürülen dünya adeta öç almaya başlamıştı.

Bu yeni global yarışın etkilerinin yanında, Avrupa’nın 1920’ler-deki iyileşmesi bizzat kendi belirlediği iktisadi oyunun kuralla-rı tarafından kısıtlanmaktaydı. Amaç, üretimi arttırmak ya da iş sağlamak üzerine kurulu değildi. Altın standardına dönmeye verilen ağırlıklı önem, ücret ve fiyat seviyesini düşürmek için deflasyona ve korkunç sosyal yardım kesintilerine başvurma-yı gerektiriyordu. Mesela, Britanya’da 1925 senesinde Winston Churchill’in idaresi altında sterlinin altına çevrilmesi, 1926’daki genel greve giden yoldaki en önemli adımdı.78 Avrupa’nın yüzyü-ze olduğu temel çelişki, savaşın burjuvazide savaş öncesi istikrar ortamına bir özlem yaratması ama aynı zamanda işçi sınıfına ve köylülere de yeni ve daha yüksek bir yaşam standardı vaat etme-siydi. Emek ve sermaye arasındaki çelişkiye reçete olarak bazı sermayedarlar ve sendikacılar alternatif bir endüstriyel politika uygulanması yönünde çağrı yapıyorlardı: Yüksek üretim\yüksek verimlilik\yüksek ücretler ilkesine dayalı bir Amerikan modeli.

WALL STREET ÇöKÜşÜ VE DÜNyA BUNALIMIÇok katmanlı olması sebebiyle Wall Street krizi net bir şekilde

tarihlendirilememektedir. Dünya mal fiyatları 1926 civarında ve

78) Mark Mazower, Dark Continent, s. 110-111.

Page 92: Daima

91Kapitalizmin Krizi: İki Savaş Arası Dönem

ihracat hacmi de yaklaşık bir yıl sonra düşüşe geçmişti; genel kri-zin başlangıç tarihi ise genelde 1929 olarak kabul edilmektedir. Semptomları, ülkeden ülkeye farklılıklar göstermekle beraber, 1929-1933 yılları arasında yaşanan bunalım, dünya ölçeğinde, sistemi tam bir iflasın eşiğine getirmiştir.

“1938 yılında dünya ticareti bu alçakgönüllü düzeyin 1913’deki hacminin üçte ikisini ancak bir parça geçebiliyordu; 1948’de Avru-pa ticareti bir yüzde 15 daha altında seyrediyordu. Sanayi Devri-minin başlangıcından bu yana, böyle bir gerileme görülmemişti.”79

Savaş sonrasındaki toparlanma, iyileşme özünde istikrarsız bir uluslararası sermaye akışına endeksliydi. 1914’ten önce dünya bankeri olan Britanya eskisinden daha az borç verebiliyordu. Al-manların Müttefiklere verdiği tazminat ve Müttefiklerin ABD’ye yaptıkları geri ödemeler, tamamen Amerika’nın Avrupa’ya borç verme isteğine bağlıydı. Almanya’ya 1914’ten sonra verilen borç-ların yaklaşık yarısı kısa vadeli olduğundan uluslarası finansal stabilite, binlerce küçük yatırımcının kararlarına bağlıydı. 1928’de yatırımcılar sermayeyi, o zaman gelişmekte olan bir semaye pi-yasası yükselişinden istifade etmek için gerisin geriye Atlantik’in öbür yanına kaydırdılar; bir sonraki yıl da tam tersi sebepten do-layı, Avrupa’da kalan varlıklarını likide ettiler. Netice, benzersiz bir finansal krizdi.

Wall Street olayı ekonomik açıdan, şimdiye kadar, iki temel şekilde yorumlandı. Bu yorumlardan ilkine göre, Amerika ile dünyanın geri kalan kısmı arasındaki gelişme simetrisizliğinden ötürü uluslararası ekonomide büyük bir dengesizlik oluşmuştu. ABD, küresel düzeyde istikrar kazandırıcı unsur olma zahmetine katlanmıyordu; çünkü dış ticaretin Amerikan ulusal ticareti için-deki payı oldukça düşüktü. Bu istikrarsızlık ve dengesizlik sistemi çöküşü götürdü. İkincisine göre ise sebep, dünya ekonomisinin uzun süreli bir büyüme oluşturmak için yeterli talep oluşturama-masıdır. Küresel ısınmanın son yıllarında, 1920’lerde yaşanan re-fahın temelleri zayıftı. Ücretler gerilerken karlar oransız bir şekil-de yükseldi ve zenginler pastadan çok daha büyük bir dilim aldı; bunun sonucunda tüketim, verimliliğe ve artan üretime ayak uyduramıyordu. “Serbest piyasa ekonomisi”, dev anonim şirket-lerinin piyasayı tekelleştirdiği koşullarda “tam rekabet” söylemini

79) Eric Hobsbawm, ‘’Tarihi Perspektif İçinde Kapitalizmin Bunalımı’’, içinde: Dünya Kapitalizminin Krizi, Nail Satlıgan ve Sungur Savran der., Belge Yayınları, s. 80.

Page 93: Daima

92 Daima / 001

anlamsızlaştırıyordu. Mevcut gerçeklik, sermayenin merkezde artan yoğunlaşması ve bunun sonucunda girilen Kontradiyev-B safhasıydı.80

1929 Wall Street çöküşünün uzun vadede yolaçtığı bunalım, bankaların kapanmasına, paranın değer kaybetmesine ve parasal kaosa yol açtı. Finansal kriz, iflaslar, düşük üretim, kısalan çalış-ma haftaları ve uzayan yardım kuyrukları demekti. Uluslararası ticaret çöktü. Buna bir tarım krizi eşlik etti. Düşen tarla fiyatları çiftçileri borç batağına sürükledi; istenmeyen malların yığılma-sına, işlenmiş mallara olan ulusal talebin düşmesine ve istihdam edilmeyen emeğin köyden Avrupa kentlerine kaçmasına yol açtı. Yiyecek stoklarının heba olması ya da kasten imha edilmesi kitle-leri açlığa ve sefalete mahkum ederken piyasa güdümlü kapitaliz-mim giderek daha az rasyonel bir hal alıyordu.

Sabit değişim kurlarının askıya alınması aşağı yukarı tüm ül-kelerde görülen bir pratikti; hükümetler ya düşük bir kur belir-lediler ya da para birimlerinin dalgalanmasına göz yumdular. Gümrük vergilerindeki artış ve diğer korumacı politikalar tica-retteki düşüşü şiddetlendirdi. Almanya’da endüstriyel üretim %46 oranında azalmıştı ve ülkede 6 milyon işsiz vardı. Britanya’da 1929-1932 arasında endüstriyel üretim %28; İtalya’da %33 ve Çekoslavakya’da %36 oranında düştü.Orta ve Doğu Avrupa’nın tarımsal ekonomilerinde kriz, artan borçlar ve çiftçi işsizliği şek-linde kendini gösterdi. Fransa bu baskıyı, yabancı emek gücünü ülkeden kovmakla ve şehirdeki işçileri daha küçük yerleşimlere ve köylere geri yollamakla hafifletmeye çalıştı.81

1932 Stresa Konferansı ve 1933’te Londra’da toplanan Dün-ya Para ve İktisat Konferansı, krize karşı işbirliğini pekiştirmekte etkili olamadı. Tam tersine, Avrupalı güçler arasındaki ‘’ulusalcı ayrımlar’’ daha belirgin hale geldi. Uluslarası işbirliğinin iflasıyla birlikte altın standardı rejimi (Fransa, Belçika, Hollanda, İsviçre, Çekoslavakya ve Polonya dışında) terk edildi. Artık Londra’dan ve New York’tan da borç para akmıyordu. Son tahlilde, dünya para piyasalarının kuruması, Avrupa ekonomisinin liberal kapitalizm yoluyla ıslah edilmesi çabalarının sona ermesi anlamına geliyordu.

80) Eric Hobsbawm, Age of Extremes, Michael Joseph, 1994, s. 85-142 ve Giovanni Ar-righi, The Long Twentieth Century, s. 7.81) Mark Mazower, Dark Continent, s. 113-114.

Page 94: Daima

93Kapitalizmin Krizi: İki Savaş Arası Dönem

ULUSAL İyİLEşME VE İThAL İKAMEcİLİKÖzetle, 1929 Krizi, büyük ölçüde gelişmiş kapitalist ülkelerde

başlıca iki iktisadi-siyasal trendin başlamasına yol açtı:1. Batı’nın demokratik kapitalist ülkelerinde, Keynesyen refah

devletinin değişik şekilleri ortaya çıktı.a. Liberal refah devleti; düşük ücretli ve yoksula azami güven-

ce ve sigorta gibi avantajlar sağlamayı hedefleyen (ABD, Kanada, Avusturalya)

b. Korporatist liberal devlet; kaynakların yeniden dağılımına gitmektense, mevcut statü farklılaşmasının muhafazası tercih eden (Almanya, İtalya, Avusturya, Fransa)

c. Sosyal demokratik refah devleti; yeniden dağılımı, toplumun tüm kesimlerine refah götürmeyi hedefleyen, universal model (İskandinavya)

2. Demokratik kapitalist model dışındaa. Faşist ve Nasyonel Sosyalist devlet, korporatizmi benimsedi.Laissez-faire’nin terk edilmesiyle devletler, kendi ülkelerinde,

çıktının planlanmasına ve üretici kartellerini teşvik etmeye ve yeni hedeflerin gelişimi ve konumlanması yönünde müdahil olmaya başladılar. Kapitalist uluslar bu planlama ve devlet kontrolü fikrini, ironik bir şekilde, Bolşeviklerden devşirmişlerdi, ancak formülün etkisini azaltılması, devlet güdümlü ulusal kapitalizmi doğurdu.82 Kısa vadede, yerli iyileşme ve endüstriyel büyüme etkileyiciydi.

1920’lerin uluslararası rekabet ortamıyla baş etmeye ve altın standardını geri getirmeye çabalamaktansa, birçok ülke kendisi için üretmeyi tercih etti. Konvertibilitesiz kurlar ve yüksek güm-rük vergilerinin korumasıyla, fiyatların düşüşü durdu ve istihdam arttı. İçe dönük endüstriler, mesela tekstil ve kimya, hızla büyüdü. Garantili fiyatlarla mahsulün satın alındığı devlet pazar komitele-ri, tarımsal üretimi kendine getirdi. 1932-1937’de endüstriyel üre-tim İsveç’te %67, Britanya’da %48 artmıştı. Nazi Almanyası’nda, zorunlu çalışma, maaşların sıkı kontrolü, iş yaratma planları ve çalışan kadınlara karşı yürütülen kampanya yardımıyla işsizlik 5.6 milyondan 0.9 milyona geriletildi, hatta 1939’a gelindiğinde tam istihdam sağlanmış durumdaydı.83

82) a.g.e., s. 126-133.83) a.g.e. , s. 132.

Page 95: Daima

94 Daima / 001

Yeni yerli finansman kaynakları Batı’nın kapital piyasalarının yerini almaya başladı. Britanyalı ve ABD’li bonocular bu durum karşısında çaresizdiler. Böylece, dış borçlanmaya dayanmak ve Sovyet tipi zorunlu endüstriyelleşme arasında bir üçüncü geli-şim stratejisi beliriyordu. Bu orta yol planı, Sovyetler Birliği’nden daha düşük bir büyüme oranını öngörüyor ve siyasi sınıfı stabili-ze etmeyi amaçlıyordu.

Otarkik politikaların endüstrinin yeniden ayağa kalkmasını sağ-ladı, ancak yalnızca korunaklı ve rekabetin olmadığı bir ortamda. Kurulu firmalar yabancı rakiplerinden ve hatta yeni yerli müteşeb-bislerden devletin sponsorluk ettiği karteller yoluyla korunuyordu. Daha kaliteli yeni nesil tohumlar, gübrelerin daha yoğun kullanımı ve pamuğun diğer ithal ikame ürünlerinin daha yaygın üretimi, tarımın ve Avrupa endüstrisinin tamamen modernize olması ise 1950’lerde mümkün olmuştur. Komünizmin ve uluslararası kapi-talizmin köylüyü şehirlere yönlendirmesi ve onlar için yeni endüst-riyel işler yaratması da 1950’leri bekleyecekti.

Peki, bu iktisadî kaos ve yenilenme çabalarını dönemin iktisat-çıları nasıl değerlendiriyorlardı?

John Maynard Keynes iktisadi ulusalcılığın, birleşik bir uluslara-rası ekonominin iflası neticesinde tek tek devletlerin politika üze-rinde daha fazla otonomi kazandıkları bu dönemde, iyi yönlerine dikkati çekti. ‘’Fikirler, bilgi, bilim, misafirperverlik, seyahat- bun-lar, doğası gereği uluslararası olmalıdır. Ancak bırakın, mallar ma-kul ve elverişli olduğu zamanlarda, evde üretilmiş olsun; herşeyden önemlisi, bırakın, finans ulusal olsun.’’, diye yazıyordu 1933’te.84

Keynes’in Polonyalı çağdaşı Michael Kalecki de benzeri bir çıkarımda bulunuyordu. Endüstri dengesini emeğin avantajına hizmet edecek şekilde değiştirmek isteyen hükümetlerin, değişim üzerinde kontrol tesis etmelerinin şart olduğunu; aksi takdirde, kapitalistlerin kapitalin seyrini tehdit edip rejimin kredibilitesini her zaman tehlikeye sokabileceklerini söylüyordu. Devletin, tam istihdamı yaratacak şekilde, ekonomiyi canlandırması gerektiği-ni vurguluyordu. Bu prensip, Polonya’daki 4-Yıllık Planın (1936) —SSCBB dışında, ‘’merkezi planlama’’ yönündeki en önemli giri-şimlerden biri— temelini teşkil ediyordu.85

84) John M. Keynes, ‘’National Self-Sufficiency’’, The Yale Review, Summer 1933 ve Giovanni Arrighi, The Long Twentieth Century, s. 318.85) Michael Kalecki, Selected essays on the dynamics of the capitalist economy, Cam-

Page 96: Daima

95Kapitalizmin Krizi: İki Savaş Arası Dönem

Keynes’in kapitalizmi ‘’yeniden değerlendirmesi’’, Batı Avrupa’da savaş sonrası dönem için bir rehber teşkil edecekti; Kalecki’nin ileri sürdüğü prensiplerse, Doğu’da yükselen devlet sosyalizmine bir katkı niteliğindedir.

SİLAhLANMA yARIşI VE yENİ EMpERyAL ETKİ BöLGELERİNİN OLUşUMU1930’lardaki iktisadi ulusalcılığın, işçilere ve emekçilere, halk

yığınlarına, uluslara dönük yüzü karanlıktı. İşçi sınıfının istihda-mı artmıştı ancak özellikle otoriter rejimlerde reel ücretler dü-şük seviyelerde seyrediyordu. Ücretler gibi tüketici harcamaları da rahatlıkla sıkıştırılabiliyordu, özellikle bağımsız sendikaların üzerinden silindirle geçen polis devletlerinde. Enflasyon, yüksek vergi oranları, ücretlerin ve diğer ‘’gönüllü’’ ve zorunlu tasarruf-ların sıkı denetimi reel ücretlerin düşük seviyede tutulmasını ve kaynakların devlet kasasına aktarılmasını sağladı. Nazi reji-mi otobanlar ve kamu binaları inşa etti, çiftçiyi sübvanse etti, ve eninde sonunda yeniden silahlanmaya yatırım yaptı.

Örneğin Britanya’daki tüketici odaklı iyileşmenin temelinde hafif sanayideki istihdamın artışı, Nazi Almanyası veya Faşist İtalya tarafından amaçlananla kıyaslanmazdı. Çünkü bu ülke-lerdeki iyileşmenin devamlılığını sağlayan faktör tüketici değil ‘’militer devletti.’’ Etiyopya Savaşı İtalya’yı içinde bulunduğu dur-gunluktan çekip çıkarmakta kritik öneme sahipti.1939 yılında Almanya’nın yeniden silahlanma harcamaları Britanya’nın gayri safi milli hasılasının iki katı, ABD’ninkininse on katıydı. Elbette Hitler için yeniden silahlanmanın sebebi iyileşme değil, Sovyet Bolşevizmi ile kaçınılmaz olan mücadeleydi. Bu silahlanma çıl-gınlığı büyüme yolunda inanılmaz bir itici güç halini aldı. Geç 1930’larda bu büyüme ciddi bir emek sıkıntısı ve enflasyonel ba-sınç yaratacaktı.

Dünya ticareti 1932’ten sonra tamamen durmamıştı ancak 1950’den sonra görüleceği gibi büyümeyi tetikleyecek seviyeler-de seyretmiyordu. 1929’dan sonra ticaret seviyeleri doğrudan düşüşteydi ve asla iyileşmedi. 1937’te bile rakamlar üretim art-mış olmasına rağmen 1929 seviyesinin altındaydı. Avrupa ticaret

bridge, Cambridge University Press, 1971. Genel olarak Doğu Avrupa’daki iktisadi ve sosyal durum için bkz. M.C. Kaser ve E.A. Radice ed., The Economic History of Eastern Europe, 1919-1975, vol. 2: Interwar Policy, the War and Reconstruction ve vol. 3: Institu-tional Change within a Planned Economy, Clarendon, 1986.

Page 97: Daima

96 Daima / 001

bloklarına ayrılmıştı: Britanya kıta dışında bir emperyal tercih bölgesi oluşturuyordu; Fransa başarısızlıkla küçük bir altın böl-gesini (Hollanda, Belçika, İsviçre, Polonya, Çekoslavakya) canlı tutmaya çalışıyordu. Anti-Nazilerin yeni bir sömürü sistemi ola-rak nitelendirdikleri yeni iktisadi politikayla Almanya 1934’ten sonra Balkan devletlerinin ticaret hayatı üzerinde mutlak bir hegemonya kurdu. Almanya’nın gözünde bu fakir ve geri ülkeler birer ihracat partneri olmaktan ziyade vaat ettikleri belli ürünler sebebiyle çekiciydi— Yugoslav boksiti, Yunan tutunu ve Romen petrolü. 1938’e gelindiğinde bu takas ekonomisinin yerini daha doğrudan iktisadi sömürü almıştı. Nazi iktisadi politikasının bi-rincil amacı, işgal, başlamıştı.

Page 98: Daima

97Peki, Çin Nereye Gidiyor?

herkes, Ama herkes Çin’e mi Gitmek İstiyor? peki Çin Nereye Gidiyor?

Kadriye Öz

Çin tarihine baktığımızda emperyalizmin saldırısı altındaki bir tarım toplumunda devrimci bir gerilla savaşının Marksizmin dili ile ifadesini görürüz. Çin için sosyalizm yalnızca kapitalizme bir koşut değil aynı zamanda, hegemonyadan kurtulup ulusal kur-tuluşu yaratan da bir alternatifti. Marksizm aynı zamanda toplu-mun kendisini ulusal olarak keşfetme imkânını da sağladı. Bunu da gerçekleştirirken Marksizmin bu ulusal ses içinde yeniden ifa-de edilmesi gerekmekteydi.

“Marksizm, sadece bir bilimsel teori ve metot olduğu için değil, ama aynı zamanda proletaryanın devrimci mücadelesini de kap-sadığı için evrensel bir gerçektir… Yani proletaryaya veya proletar-ya hareketine sahip olan her ülke ya da ulus, Marksizmi doğurma ve gerçekleştirme ihtimaline sahiptir. Marksizm Çinlileştirilebilir, çünkü Çin gerçekten bir Marksist hareket üretmiştir… Marksizm her ulusun farklı gelişme koşullarına bağlı olarak farklı biçimler almaktan başka bir şey yapamaz; küresel olarak uluslar arası bir biçim alamaz. Şu anda, Marksizm ulusal biçimler yoluyla gerçek-leştirilmek zorundadır. Soyut Marksizm diye bir şey yoktur, sadece somut Marksizm vardır. Somut Marksizm denen şey, ulusal biçim alan Marksizmdir.” 86

86) Ai Siqi, “Lun Zhongguode teshuxing” (Çin’in özel yapısı üzerine) Zhongguo wenhua

Page 99: Daima

98 Daima / 001

Mao’nun en yakınlarından Ai Siqi, Çin Kültürü dergisinde du-rumu çok net ifade etmiştir. Ai’nin bu açıklamalarıyla, doğrudan Çin Marksizminin uluslararası bir Marksizmden farkı kabul edil-mektedir. 1989 yılına geldiğimizde meydanlara yürüyen tanklar artık Çin’in eski Çin olmayacağının haberini vermekteydi. Bun-dan yaklaşık 20 yıl sonra ise Çin’de de yavaş yavaş bir şeylerin değiştiğini fark etmekteyiz. Peki değişen neydi? Görünürde rejim değişikliği olmamıştı, iktidarda hala aynı parti bulunmaktaydı, ama pazarlarda Çin malı ürünleri daha fazla görür, haberlerde ise Çin’in adını daha çok duyar olmuştuk.

Çin 1980’lerin başında ‘Reform ve Açılım’ hareketiyle kapitalist pazar ekonomisine geçiş yaptı. Bu geçiş de ilginçtir ki SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi radikal biçimde olmadı. Bu son otuz yılda görülen ekonomik ve siyasi değişimi ise Çin Ko-münist Partisi “Çin’e özgü sosyalizm” olarak tanımlayarak meş-rulaştırmaktaydı. Çin’de Doğu Avrupa ve SSCB’nin aksine, eko-nomik reformlar başı çekti. Siyasi yapıda ise en azından ilk etapta büyük değişimler yaşanmadı.

1980’ler 1990’larda kalkınma ve büyüme planlarının merkezine küçük ve orta düzeyde özel girişimleri yerleştiren Çin, Kamu İkti-sadi Teşekkülleri’ni ikinci plana attı. 2000’li yıllarda ise ekonomik yarışa başlayınca, büyük miktarda yatırım ve işgücü gerektiren bu küçük ve orta düzeydeki işletmelerin yetmeyeceği daha doğ-rusu riski alamayacağı -özellikle de yaklaşan küresel kriz karşı-sında dayanamayacakları- görülünce hedef değişti.

KİT’lerini yine- yeniden inşa ederek, uluslararası pazara güç-lü şekilde girmesini kolaylaştırdı. “Devlet in, özel out” politikası neo-liberaller tarafından tehlikeli bir sapma olarak değerlendi-rilse de, bu politika belki de Çin’i finansal krizin küresel etkile-rinden koruyan en önemli unsurlarından biri oldu. Heping jueqi doktrini “hızla ama barışçıl bir biçimde yükselme”, Başkan Hu Jintao’nun 2004’teki açıklamasıyla doruğa çıkmıştır: Hegemonya-ya hayır, güç kullanmaya hayır, bloklara hayır, silahlanmaya hayır dediği dört hayır; ve güven inşa etmeye evet, zorlukları aza in-dirgemeye evet, işbirliğini geliştirmeye evet, sıcak çatışmalardan kaçınmaya evet dediği dört evet. Çin hükümeti doğrudan yaban-cı yatırımcılara da kucak açtı, fakat bir tek koşulla: Çin’in ulusal çıkarlarına hizmet etmek.

(Çin Kültürü), 1 Ocak 1940, s. 31-32.

Page 100: Daima

99Peki, Çin Nereye Gidiyor?

“Çin yabancıların tavsiyesine kulak veren fakat kararlarını kendi toplumsal, siyasi ve iktisadi koşulları ışığında alan ülkelere belki de en güzel örnektir.” 87

Tüm bu değişmelerde Çin Halk Cumhuriyeti yabancı sermaye açısından cazip hale gelmiştir. Bu ülkeyi cazip kılan şey yalnızca ülkenin büyük işgücü ve düşük ücretli işgücü değildir.

“Bu türden rezervler dünyanın her yerinde bol miktarda vardır, fakat hiçbir yerde bunlar sermayeyi Çin işgücü kadar kendilerine çekememişlerdir. Çin’deki işgücü rezervlerinin asıl cazibesi onun sağlık, eğitim ve özyönetim kapasitesi açısından yüksek nitelikli oluşundan kaynaklanmaktadır.” 88

Gerçekten de Çin’in rekabet savaşımında en önemli avantajı Çinli işçilerin özellikle ABD’li işçilerin maliyetinin yüzde 5’ine mal olması değil, Çinli mühendis ve fabrika yöneticilerinin de ABD’li muadillerine göre yüzde 35 daha aza mal olmasıdır.

Asya ekonomisinde de Çin’in etkisi görülmektedir. Bir zaman-lar Birleşik Devletler’in egemenliğinde olan bu bölgelerde, eko-nomik ve siyasi anlamda başka bir kuvvet oluşmuştur. Bunun nedenleri ise yukarıda kısaca değindiğimiz ulusal ekonomiyi ko-ruyarak ihracata yönelme dolayısıyla dünya ticaretinde büyük bir paya sahip olma, finans sektöründe etkili olma yatar. Ayrıca tüm bunlara özellikle şunu da eklemek gerekir: Çin diğer ülkelere kar-şı (şimdilik) zorbaca tavırlar sergilemek yerine işbirliğine gitme yolunu seçmiştir. Bu işbirliği ve zorlamanın olmaması ilkesi onu daha da güneye Afrika’ya kadar götürmüştür.

“2000 yılında Pekin, Afrika ülkelerinden 1,2 milyar dolar tutan alacağından feragat etti; sonraki beş yılda Afrika ile Çin arasın-daki ticaret 10 milyar dolardan 40 milyar dolara yükseldi. Her yıl sayısı gittikçe artan Çinli girişimciler, Batılı şirketlerin ilgilen-medikleri alanlarda yatırım yapmak üzere Afrika’ya gelmekte, bu arada Çin hükümeti de Batı’nın yardım verirken koyduğu şartla-rın hiçbirini öne sürmeden bu bölgelerin kalkınması için yardım sağlamaktadır.” 89

87) Ramgopal Agarwala, The Rise of China: Threat or Opportunity?, (Yeni Delhi, Book-well, 2002), s. 86-89.88) Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de 21. Yüzyılın Soykütüğü, İstanbul, Yordam Yayınları, 200989) a.g.e., s. 215.

Page 101: Daima

100 Daima / 001

İKİNcİ BASKI BİR SOğUK SAVAş MI? Yirmi birinci yüzyılın başına geldiğimizde en büyük sorun,

Çin’in dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olarak Birleşik Devletler’in yerini alması ve diğer devletlerle eşit oranda Birle-şik Devletler’le ticari ilişki kurma arayışına girmesidir. Dolayı-sıyla Çin, ABD’nin karşısına bir rakip olarak çıkar. Bu koşullar, Çin’in (Çin Ulusal Denizaşırı Petrol Şirketi CNOOC aracılığıyla) dünyanın her yerinde faaliyet gösteren enerji şirketi Unocal için verdiği teklifi “basit –belki de iyi niyetli- bir ticari teklif olmak-tan” çıkarır. Birleşik Devletler’in Çin’e karşı tavrı ise şu sözlerden rahatlıkla anlaşılır:

“Kapitalizmin stadyumunda kendi rolünü oynayabilirsin, fakat büyük yıldızlardan biri olacak denli iyi oynamaman kaydıyla…. Biz Batı’dakilere muazzam bir iktisadi güç emanet edilebilirdi, ama başka tanrının çocuklarına asla.” 90

Tüm bunlar yani krizden Çin’in Birleşik Devletler, Avrupa ve diğer ülkeler kadar etkilenmemesi, üstüne üstlük yumuşak ge-çişlerle hegemonya savaşını başarıyla bitirmesi, Çin’in siyasi ve politik anlamda yıkılmaz bir güç olduğu sonucunu çıkarmamızı gerekli kılar mı?

Bu soruya iyimser ve kötümser bakış açılarına sahip pek çok teorisyen, gazeteci, ekonomist cevap vermiştir. Bakınız 20. yüzyıl Çin Tarihi konusunda uzman olarak gösterilen Arif Dirlik olaya nasıl bakmış:

“Çin toplumu, şimdiki Komünist rejimin karşı-devrimci otoriter eğilimlerinden çok, devrimci mirası nedeniyle, kapitalizmin he-gemonyasına karşı çıkan bir modernite modeli sunmaya devam etmekle kalmıyor, aynı zamanda çağdaş kapitalizm koşullarında küresel ilişkilerin yeniden yapılanmasının ürünleri olan sorunlara somut çözümler de sunuyor.” 91

21.yüzyılda askeri çatışmaların yoğunluk kazanacak gibi görü-nüyor. Kapitalizm kendini savaşlarla da beslemeye çalışır. Sıcak savaş olmadı soğuk savaş. Kâr elde etme çabası nükleer savaşları kaçınılmaz kılar. Şu dönemde de Birleşik Devletler’le Çin hege-monik soğuk savaş yaşamakta.

90) R. Scheer, “On China at Least, Nixon Was Right,” Los Angeles Times, 26 Temmuz 2005.91) Arif Dirlik, Kriz Kimlik ve Siyaset, İletişim Yayınları, 2009. s. 45.

Page 102: Daima

101Peki, Çin Nereye Gidiyor?

hAyAT hEp hEGEMONyA TERcİhLERİ MİDİR? ABD Mİ, ÇİN Mİ?ABD merkezli sistemle Çin merkezli sistemin iki önemli farkı-

nın olduğunu söyleyebiliriz: ABD merkezli sistem daha militarist bir nitelik taşımaktadır (şimdilik). İkinci fark ise, Doğu Asya’daki ABD merkezli rejim daha istikrarsızdı; kurulur kurulmaz dağıl-maya başladı. Özellikle Vietnam yenilgisiyle, Çin bölgedeki diğer ülkelerle yeniden normal bir ticari ve diplomatik ilişki kurmasını sağladı. Dolayısıyla ABD’nin bu bölgeyi kontrol edebilme yeter-liliği gerilemiş oldu.

Amerika Birleşik Devletleri Richard Nixon zamanında bazı devletleri Sovyetler Birliği’ne karşı kullanmışsa, şimdi de yine bazı devletleri Çin’e karşı kullanmaktadır, kullanacaktır. Buna karşılık ise Çin de boş durmayıp yumuşak yüzünü de kullanarak dünyanın dört bir yerinde (Asya, Afrika gibi) iş anlaşmaları dü-zenleyip nüfusunu artırmaktadır.

“Çin, Sovyetler Birliği değildir. Sovyetler Birliği, Rusya’yı Mosko-va merkezli küçük bir ülke olmaktan çıkarıp Orta Avrupa’dan Vladivostok’a uzanan teritoryal bir imparatorluğa dönüştü-ren emperyalist bir geleneğin mirasçısıydı. Oysa “Çin devleti, hâlihazırdaki boyutlarında pek bir değişme yaşamaksızın, 2000 yıldır varlığını sürdürmektedir” Daha da önemlisi, Çin’in işbirli-ği yönündeki niyetlerinin boş olmadığını kanıtlaması ve askeri bir tehdit oluşturduğunu reddetmesi yaşanan durumun stratejik ger-çeklerini ifade etmektedir.” 92

Gerçekten de Çin’in askeri bütçesi, aşağı yukarı Amerika’nın as-keri bütçesinin %20’sinden daha azdır. Dolayısıyla Çin’in ileride Amerika Birleşik Devletleri’ne askeri değil, ekonomik ve belki de siyasi tehdit oluşturduğunu söyleyebiliriz.

ÇİN’İN yÜKSELİşİNİN SOSyAL TEMELLERİTsinghua Üniversitesi’nden çıkmış bir makalede, Çin’de yaşa-

nan reformların kökeninde “Kültür Devrimi’nin son yıllarında yaşanan hizip mücadelelerine ve siyasi karmaşaya” duyulan tepki-nin yattığı belirtilmiştir. Çin Komünist Partisi, Kültür Devrimi’ni bütünüyle reddetse de, “ne Çin Devrimi’ni, ne sosyalist değerleri ne de Mao Zedung düşüncesinin ana hatlarını reddetmiştir.” Par-

92) Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de, 21.Yüzyılın Soykütüğü, Yordam Kitap 2009. s. 296.

Page 103: Daima

102 Daima / 001

tinin, Kültür Devrimi’ni reddetmesinin iki önemli nedeni vardır: Birincisi Kültür Devrimi’nin sonraki yıllarında baş gösteren hizip ve siyasi kaos, Çin Devrimi’ni yok etme tehlikesini içinde barın-dırmaktaydı. İkincisi ise, Kültür Devrimi’ne getirilen ağır eleştiri-lerden Çin Partisi de nasibini aldı.

Çin’in kişi başına düşen gelirde kaydedilen büyük ilerleme ya-pılan istatistiklere göre 198o’den itibaren gerçekleşmiştir. Fakat temel ilerleme (yani yetişkin yaşam beklentisinde sağlanan bü-yük ilerleme ve onun kadar olmasa da yetişkin okur-yazarlığında sağlanan ilerleme) 1980’den önce gerçekleşmiştir.

Çin’in kalkınmasının temelinde, önceliği kent proletaryasın-dan çok köylülüğe vermesidir. Mao Çin’inde, Stalin SSCB’sinin aksine, köylülüğün yıkılması değil, bu sınıfın ekonomik ve eğitim anlamında kalkındırılması yatmıştır. 1990’lara gelindiğinde bu başarılı ilerleme tam zıt yönde bir seyir gösterdi. Bunun sonucu olarak gelir eşitsizliğinde artış ve halkın yapılan reform çalışma-larından giderek rahatsızlık hissetmesi.

Çin’in Pazar ekonomisine geçişin en önemli olgularından birisi de yukarıda bahsedildiği gibi sınıflar, toplumsal tabakalar ve eya-letler arasında olduğu kadar kırsal ve kentsel alanlar arasındaki gelir eşitsizliğinin de çok büyük oranda artmasıdır. Bu artan eşit-sizlik devrimci gelenekle çatıştı dolayısıyla toplumsal çelişkiler ciddi ölçüde arttı.

Bu gelir eşitsizliğinin artmasına kuşaklar arası (yani ebeveyn mesleği/çocukların mesleği) değişiklik de eşlik etmekteydi. Dü-şük gelirli işlerde çalışan bireylerin, reform öncesi döneme kıyas-la, daha yüksek gelirli bir işe geçerek meslekler arasındaki gelir uçurumunu kişisel kazanca tahvil etme şansları daha fazla oldu. Ama bu şu sonucu doğurdu: Uçurum derinleştikçe, kazanç da o denli arttı!

Sonuç, hem kentsel hem de kırsal bölgelerde toplumsal müca-delelerin çoğalması oldu. Resmi raporlara göre protestoların di-ğer toplumsal olayların sayısı 1993’te 10.000 iken 2002’de 50.000’e, 2003’te 58.000’e, 2004’te 74.000’e ve 2005’te de 87.000’e çıktı.

Kırsal bölgelerde hatta yakın bir tarihte 2005’te tarım ilacı üreten bir fabrikadan çevreye yayılan kirlilik, 10.000’den fazla insanın so-kak eylemlerini yapmasına neden olmuştur. Bu insanlar polis en-gelini aşıp fabrikanın faaliyetlerini durdurmayı başardılar.

Page 104: Daima

103Peki, Çin Nereye Gidiyor?

Kentlerde de durum çok sakin değildi: İşçiler 1990’ların so-nundan itibaren toplu işten çıkarılmalarını protestolarla karşılık vermekteydi. Bu da sosyalist geleneğe hitap eden bir tutumdu. Bu protestolar çoğu zaman şiddetle bastırıldı bazen taviz verme poli-tikaları sürdürüldü. Tüm bunlar, yeni ekonomik sistemin, krizin işçi sınıfını etkilediği barizdir. Batılı kaynakların Çin’de işçi hare-keti olmadığı yolundaki görüşlerini geçersiz kılmaktadır. Hatta Robin Munro China Labour Bulletin’de şöyle yazmıştır: Çin’de bugün hemen hemen hangi kente giderseniz gidin, aynı anda ger-çekleşen birkaç büyük işçi protestolarıyla karşılaşırsınız.

Çin’in bu yükselişinin gelecekteki sonuçlarının ne olacağı soru-suna olumlu cevap vermek biraz zordur. Çin’de yaşanan tüm bu ekonomik değişiklikler ülkeyi daha eşitlikçi bir doğrultuya götü-receği tartışma konusudur.

International Herald Tribune’da yazan Howard French’in yaz-dıklarına bir bakalım:

“2,3 milyarı aşan toplam nüfuslarıyla Hindistan ve Çin’in her-hangi bir ürün standardı üzerinde birbiriyle anlaşması, o ürünü hemen küresel standart statüsüne rakip hale getirmektedir. Bunun pratik açıdan anlamı nedir? Microsoft Office gibi aynı anda her yerde mevcut olan bir ürünün ardılı pekâlâ bir Çin ürünü olabi-lir… Bu şu demektir: Geleceğin mobil telefon standartları Avrupa ya da Birleşik Devletler’de değil, ortaklaşa olarak Asya’da kararlaş-tırılacaktır. Bu açıkça şu demeye gelmektedir: Zenginler kulübü-nün –Birleşik Devletler, Batı Avrupa’nın en güçlü ekonomileri ve Japonya- dünyanın geri kalanına talimatlar yağdırıp not verdiği dönem hızla kapanmaktadır.” 93

Buna karşılık yaklaşık seksen yıl önce Aralık 1928’de, Mohan-das Gandhi şöyle demiş: Hindistan’ı Batı tarzı bir sanayileşme yoluna girmekten Tanrı esirgesin. Tek bir küçük ada krallığının (İngiltere) iktisadi emperyalizmi bugün dünyayı zincire vurmuş durumda. Eğer 300 milyonluk (o zamanki Hindistan nüfusu) bu koca ülke benzer bir iktisadi sömürü yolu tutsa, dünyayı çekirge sürüsü gibi talan eder.

Gandhi’nin bu söylediğine katılmamak elde değil, ancak şunu da ekleyerek. Sorun yalnızca nüfus sorunu değildir. Evet, Gand-hi yukarıda Hindistan’dan bahsetmiştir. Ama bu sözler herhal-de Çin için de söylenebilecek sözlerdir. Çin’in pazara ve biriki-

93) H.W.French, “The Cross-Pollination of India and China,” International Herald Trib-une, 10 Kasım 2005.

Page 105: Daima

104 Daima / 001

me (temelde kapitalist düzenin ayağı) dayalı ilerlemesi, tarihte bunları temel alıp hegemonya kurmak isteyen devletlerin hangi durumlara düştüğünü insana düşündürtmeden edemiyor. Çin’de görülen tüm bu pazara uyum çabasının dünya açısından neler ge-tirip götüreceğini hep birlikte göreceğiz.

***Gerçekler inatçı şeylerdir ve hoşumuza

gitsin gitmesin, hesaba katılmaları gerekir.İngiliz Atasözü

DÜNyANIN BÜTÜN KApİTALİSTLERİ BİRLEşİNKapitalizm başlangıcından itibaren bir dünya piyasası ve içinde

kapitalistçe üretimde bulunan bütün ulusların, bölgelerin karşı-lıklı bağımlılık içersinde olacakları bir kapitalist dünya ekonomi-si haline gelme uğraşısı verir.

Özellikle 1916’larda Lenin ile Kautsky arasındaki Marksist tar-tışmalarının temelini oluşturan konulardan biri de emperyalizm-dir. Kautsky, ultra-emperyalizm ile kapitalizmin emperyalizme erişmiş halinde kendi iç çelişkilerini aşacağını söylemekteydi. Emperyalist ülkelerin proletaryasının gerici emperyalist güçlere karşı sanayi sermayesi ile anlaşmaya girmesini, sosyal demokra-sinin barışçı burjuva güçlerini desteklemesini savunur. Böylece serbest ticareti temel alan ekonomik gelişme ve işçi sınıfının ge-lişiminde kendiliğinden bir iyileşme sağlanacaktır. Ultra-emper-yalizm iç çelişkilerini kendi içinde çözeceği için dünya çapında bir paylaşım savaşından da söz edilemezdi.

Ama biz şunu biliyoruz ki, çağımızın emperyalizm çağı diye tanımlanmasının nedeni tabii ki, emperyalist dünya savaşlarının oluşudur.

Lenin ise Kautsky’nin tersine, emperyalizmin kapitalist eko-nomik doğasını siyasal, askeri, teknik boyutlarıyla çözümlüyor, emperyalizmin küresel çelişkilerinin çözümünden yola çıkarak bir emperyal savaş ve aynı zamanda bir devrim olanağını yaka-lıyordu. Üretim araçlarında özel mülkiyet düzeni var olduğu sü-rece, bu ekonomik temel üzerinde emperyalist savaşların mutlak biçimde kaçınılmaz olacağını savunmuştu.

Buharin’in tezine göre de, emperyalistler arası rekabet ve sa-vaşın nedeni, sermayenin uluslararasılaşma sürecinde yaşadığı

Page 106: Daima

105Peki, Çin Nereye Gidiyor?

çelişkileridir. Bu çelişkiyi ortadan kaldıracak şey de piyasalarda bir örgütlenmenin sağlanmasından geçer; bu örgütlenmeyi sağ-layacak en yüksek otorite de devlettir. Böylece ulusal ekonomiler çerçevesinde ortaya çıkan ekonomik bunalımlar ortadan kalkar. Kapitalizmin devletleraracılığıyla bu şekilde merkezileşmesi, dünya ekonomik sistemini devrime dönüştürebilecek bir düzeye eriştirir.

Joseph Schumpeter ise emperyalizmin kapitalist gelişme süre-cinin bir sonucu ve sistemin üst aşaması olduğunu reddeder. Ona göre eğer tekelleşme önlenip, rekabet yaygınlaştırılırsa emperya-lizm de ortaya çıkmayacaktır. Emperyalizmi ekonomik nedenle-rin dışında kalan belirli toplumsal güdülere bağlamıştır. Ona göre emperyalist yayılmacılığın temelinde ekonomik çıkar değil, sal-dırganlık, egemenlik hırsı, savaşkan güdüler yatar.

Lenin’i tüm bu teorisyenlerden ayıran temel yön, emperyalizmi kapitalist üretim tarzının ‘en yüksek aşaması’ olarak tanımlama-sıdır. Ayrıca emperyalizmin diğer belirgin özelliklerini şöyle be-lirtmiştir: Üretimin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak tekellerin yükselişi, kapitalizmin gelişmesinin içinde bulunduğumuz döne-minde genel ve temel bir yasadır.

“Tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılla-rı. Tekeller anacak fark edilebilir embriyonlardır. (2) 1873 bunalı-mından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19.yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900-1903 bunalımı, bu dönemde karteller baştan başa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm emperyalizme dönüşmüştür.” 94

Finans kapital, sermaye ihracı, dünyanın tekellerce bölüşülmesi ve bu bölüşümün tamamlanmasını ekleyebiliriz. Bu arada özellikle sermaye ihracından kastedilen hem para akımları (yani uluslarara-sı borçlar) hem de üretim alanında yabancı yatırımlardır.

“Serbest rekabetin tam olarak hüküm sürdüğü eski kapitalizmin ayırt edici niteliği meta ihracıydı. Tekellerin hüküm sürdüğü bu-günkü kapitalizmin ayırt edici niteliği ise, sermaye ihracıdır.” 95

94) V.İ.Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Yedinci Baskı 1978, s. 28.95) a.g.e., s. 74.

Page 107: Daima

106 Daima / 001

Lenin’in bu emperyalizm teorisinden yola çıkarak Troçki de ar-tık hiçbir ulusun dünyanın geri kalan bölümünden etkilenmeden yaşayamayacağını söylemiştir. Emperyalizmin az gelişmiş ülkele-ri nasıl etkilediğini incelediği görülür.

Kapitalizmde sanayiyle birlikte diğer sektörlerde görülen iler-leme, -teknik ilerlemelerle birlikte- dünyadaki tüm halkların ya-şam düzeylerini yükseltmek için kullanılsaydı, sermaye fazlası sorunu olmazdı. Tabii ki o zaman da kapitalizm, kapitalizm ol-maktan çıkardı.

Kapitalizmin köklerinin, kendisinden önceki üretim tarzların-da yatması, bu sistemin bir üst aşama olarak dünyayı birleştirme-de aracı olamayacağı düşüncesine varmayacağımızı göstermez.

19.yüzyılda Karl Marx ve Friedrick Engels, kendi zamanlarında yazdıklarında çok olağan dışı gibi görünen kapitalizm tanımları, yukarıda adı geçen tüm teorisyenlerin dünya ekonomisi, emper-yalizm üzerine görüş ve düşüncelerinin temelini oluşturur:

“Amerika’nın keşfi, Ümit Burnu’nun gemiyle dolaşılması yükselen burjuvaziye yepyeni alanlar açtı. Doğu Hindistan ve Çin pazarla-rı, Amerika’nın sömürgeleştirilmesi, sömürgelerle yapılan ticaret, mübadele araçlarının ve genel olarak metaların artması ticarete, denizciliğe, sanayiye o zamana kadar görülmemiş bir canlanma sağladı… Büyük (modern) sanayi Amerika’nın keşfiyle yolu açı-lan dünya pazarını kurdu… Burjuvazi üretim araçlarını, dolayı-sıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte bütün toplumsal iliş-kileri durmadan devrimcileştirmeksizin var olamaz… Ürünleri için durmadan genişleyen bir pazara gerek duyması, burjuvaziyi yeryüzünün dört bir bucağına salar. Her yerde yuvalanmak, her yere yerleşmek, her yerle bağlantılar kurmak zorundadır burjuva-zi. Burjuvazi dünya pazarını sömürerek bütün ülkelerdeki üretim ve tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırmıştır… Köhne ulusal sanayiler yıkılmıştır ve günden güne yıkılmaktadır. Bunların ye-rini, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler, artık yerli hammaddeleri değil de en uzak yerlerden getirilen hammaddeleri işleyen ve ürünleri yal-nızca ülke içinde değil, aynı zamanda bütün kıtalarda tüketilen sanayiler almaktadır. Ülke içinde üretilen ürünlerin karşılaya-bildiği eski ihtiyaçların yerini uzak ülke ve iklimlerin ürünlerini zorunlu kılan yeni ihtiyaçların aldığı görülmektedir. Eski ulusal ve yerel kendi kendine yeterliliğin ve içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü karşılıklı bağımlılığı almaktadır. Üstelik yalnızca maddi üretimde değil, zihni üretimde de. Tek tek

Page 108: Daima

107Peki, Çin Nereye Gidiyor?

ulusların yarattığı zihni ürünler herkesin ortak malı olmaktadır. Ulusal tek yanlılık ve dar kafalılık her geçen gün biraz daha ola-naksızlaşmakta ve çeşitli ulusal ve yerel edebiyatlardan bir dünya edebiyatı doğmaktadır. Burjuvazi bütün üretim araçlarının hızla iyileşmesi, iletişimin son derece kolaylaşması sonucunda bütün ulusları hatta en barbarlarını bile uygarlığın bağrına çekiyor. Bur-juvazinin metalarının ucuz fiyatları bütün Çin setlerini yerle bir eden, barbarların yabancılara karşı duyduğu alabildiğine inatçı nefreti zorla dize getiren ağır toplardır. Burjuvazi bütün ulusları yok olup gitmemek için burjuvazinin üretim tarzını benimsemek zorunda bırakıyor; bütün ulusları kendisinin uygarlık dediği şeyi kabullenmek, yani olmak zorunda bırakıyor. Açıkçası burjuvazi, kendi suretinde bir dünya yaratıyor.” 96

Oldukça uzun bir alıntı fakat günümüz dünyasını açıklamak için de yeterli. Bu yazılar 19. yüzyılda yazılmış. Peki nasıl bu ka-dar güzel ve doğru biçimde 21. yüzyılı anlatıyor. Buradan Marx ve Engels’in Nostradamus gibi kâhin olduğu sonucunu çıkartan-lar olabilir. Ama şu yorumu yapmak çok daha gerçekçi sanırım: Kapitalizmin öncesini, mevcut durumunu düzgün tahlil edersen, geleceğini de bilebilirsin.

Burjuvazi yalnızca üretim aletlerinde değil, tüm toplumsal ilişki-lerde sürekli devrim yapmadan kendini var edemez. İşte kapitaliz-mi de önceki tüm üretim tarzlarından ayıran özellik budur. Önceki üretim tarzlarının var oluşlarının temel koşulu, kendi üretim tarz-larını değiştirmeden sürdürmesiydi. Fakat kapitalizme dolayısıyla burjuva üretim tarzına baktığımızda sonu gelmeyen bir hareketli-lik bu tarzı, diğer üretim tarzlarından ayırmaktadır.

“Burjuvazi, üretim araçlarının, mülkiyetin ve nüfusun dağınıklı-ğını gitgide ortadan kaldırmaktadır. O, nüfusu [değişik yerleşim merkezlerinde] bir araya toplamış, üretim araçlarını merkezileş-tirmiş ve mülkiyeti sayılı ellerde toplulaştırmıştır. Bunun zorunlu sonucu, siyasal merkezileşme olmuştur. Çıkarları, yasaları, hükü-metleri, gümrükleri birbirinden farklı, hemen hemen yalnızca bir bağlaşıklık halinde bulunan bağımsız eyaletler; tek bir ulus, tek bir hükümet, tek bir yasa, ulusal [çapta] tek bir sınıf çıkarı, tek bir gümrük duvarı çerçevesinde bir araya getirilmiştir.” 97

Kapitalist üretim tarzının yapısal bunalımı, üretici güçlerin bü-yümesindeki mutlak bir kesintide bulmaz.

96) Karl Marx, Friedrick Engels, Komünist Manifesto, çev. Nail Satlıgan, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılanlar, İstanbul, Yordam Kitap, 2008 s. 23-25.97) Karl Marx - Friedrich Engels, Komünist Manifesto, Daktylos Yayınları 2008, s. 13.

Page 109: Daima

108 Daima / 001

Genel olarak kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla geliş-mektedir. Bu gelişme yalnızca genellikle daha eşitsiz hale gelmekle kalmayıp gelişme eşitsizliği, sermaye bakımından en zengin ülkele-rin (İngiltere gibi) çürümesinde kendini özellikle göstermektedir. 98

Sermaye doğası gereği genişlemesine hiçbir coğrafi sınır tanı-maz. Onun genişlemesi ulusal sınırları da ortadan kaldırmıştır. Sermayenin merkezileşmesi sanayi dallarının hepsinin birkaç tröst, şirket ve tekelin eline geçmesine neden olmuş, bu da farklı sermayelerin sayısında indirim anlamına gelmiştir.

20.yy’ın önemli Marksist kuramcılarından Ernest Mandel, em-peryalizm ve tekelci kapitalist evre için bakınız ne yazmış:

“Kapitalist üretim tarzının gelişiminin emperyalist, tekelci kapi-talist evresinde, hem ulusal ve uluslar arası genişleme arasındaki ilişkiye ve hem de kapitalist gelişme yasaları ile ekonomik amaç-lar için kasıtlı olarak devlet gücünün kullanımı arasındaki ilişkiye yeni bir boyut eklendi. Sermayenin ulusal düzeyde yoğunlaşması –ikinci teknolojik devrim ve onun sonucunda ve o zamanın büyü-me sektörlerinde etkin rekabet için gereken sermaye birikimindeki ciddi artış tarafından hızlandırılmış olarak- gittikçe artan bir şe-kilde sermayenin merkezileşmesine yol açtı.” 99

Artık emperyalist çağda bağımlı ülkeler ekonomik anlamda büyümelerini finanse etmek istediklerinde, egemen ülkelerin çe-kip aldığı kendi kaynaklarından yaralanma hakkını bu egemen ülkelerden alamamaktadır. Dolayısıyla emperyalizm kendi finans gücünü pekiştirip, az-gelişmişliğin nedeni olur. Sermaye ihraçları emperyalist dönemin temel çizgisi haline gelir. Bu arada kapi-talist üretimde, dünya pazarında sadece metaların satılması ve bunların karşılığında hammaddeler ve besin maddelerinin satın alınması şeklinde sürdürdüğü ilişkilerde çok fazla askeri güçler-den yararlanma ihtiyacı duyulmadı. Ancak bu durum sermaye ihraçlarının da başladığı dönemde değişikliğe uğramaya başladı.

Üretimin uluslar arası düzeye çıkması, ulusal devletlerin de buna karşın ekonomik yaşantıya müdahale etmesi, İkinci Dün-ya Savaşı sonrası emperyalist dönemde birçok çelişkinin şiddetli şekilde yaşanmasına neden oldu: Sürekli bir enflasyon ve dünya para sisteminde yaşanan kriz.

“Tekelci kapitalizm çağının iktidar piramidinin tepesinde mali

98) V. I. Lenin, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism - Selected Works, Londra, 1969, s. 260’den aktaran Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008. s. 287.99) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008. s. 414.

Page 110: Daima

109Peki, Çin Nereye Gidiyor?

gruplar aynı zamanda hem bankaları, hem diğer mali kurumları (örneğin sigorta şirketleri gibi), hem büyük sanayi ve taşımacılık tröstlerini ve hem de büyük mağazaları, v.b. kontrolleri altında tu-tarlar. ABD’deki ünlü “altmış aile” ve Fransa’daki “iki yüz aile” gibi bir avuç büyük kapitalist, emperyalist ülkelerin ekonomik iktidar-larının bütün kaldıraçlarını ellerinde bulundururlar. Belçika’da bir düzine kadar mali grup, birkaç büyük yabancı grubun yanı sıra eko-nominin tümünü kontrolleri altında tutmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde bazı dev mali gruplar bütün ekonomi üzerinde yaygın bir egemenlik kurmuş bulunmaktadır. Aynı şekilde Japonya’da da 2.Dünya Savaşı sonrasında yıkılmış gibi gözüken eski zaibatsu’lar (tröstler) yeniden kolayca kurulmuş bulunmaktadır.” 100

Tüm bu teoriler ve söylemlere İmparatorluk yazarları Hardt ve Negri’nin, emperyalistler arası rekabetin yerini merkezsiz bir im-paratorluğun aldığı fikrini de ekleyelim. Hatta yazarlar bu görüş-leriyle Lenin’in emperyalizm teorisiyle uyumlu olduklarını bile ifade etmişlerdir. Fakat “kapitalist emperyalizm” i imparatorluk-tan ayıran şey egemen olan etmenin kapitalist mantık olmasıdır. ABD, AB, Çin gibi iktidar merkezleri arasındaki rekabeti görme-mek çağı anlayamamak demektir.

Son dönem emperyalistler arası rekabet, sermayenin uluslar ara-sı birleşmesi çok sayıda bağımsız büyük emperyalist güçlerin yerini yerine daha az sayıda emperyalist süper-güç koyacak kadar ilerle-mesine neden olmaktadır. Sermayenin birleşmesi kıtalararası em-peryalist rekabeti daha da şiddetlendirmiştir. Emperyalistler arası rekabetin bu şekilde şiddetlenmesi zorunlu olarak beraberinde belli bir takım emperyalist güçlerin birleşme eğilimini getirmiştir. Yoksa bu güçler rekabet savaşımını hiç sürdüremeyeceklerdir.

“Ultra-emperyalizm modeli. Bu modelde sermayenin uluslar arası birleşmesi o derece ileri gitmiştir ki farklı uluslardan sermaye sahiple-ri arasındaki tüm kritik ekonomik çıkar farkları kaybolmuştur. Tüm belli başlı kapitalistler sermaye mülkiyetlerini, artı-değer üretimlerini, artı-değer realizasyonlarını ve sermaye birikimlerini (yeni yatırımla-rı), farklı ülkeler ve dünyanın dört bucağı arasında öylesine eşit bir biçimde yaymışlardık ki herhangi bir ülkedeki belli bir konjonktüre, sınıf mücadelesinin belli bir gidişine ve siyasal gelişimin “ulusal” özel-liklerine karşı tamamen kayıtsız (umursamaz) olmuşlardır.” 101

Artık kapitalist sistem öyle bir noktaya gelmiştir ki, ABD’nin kendi hegemonyasını özellikle Bush döneminde tavan yapan

100) Ernest Mandel, Marksizme Giriş, Yazın Yayıncılık, genişletilmiş 3. baskı 1996, s. 65.101) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap 2008, s. 441

Page 111: Daima

110 Daima / 001

kaba militarist emperyalizm politikalarıyla devam ettirme çaba-sı çözümsüz kalmıştır. Ancak bir ABD-Avrupa merkezli “ultra emperyalizm” düzeni de bu militarist emperyalizme karşı yegâne alternatif değildir. Hatta ve hatta Asya özellikle de Çin bu ekono-mik ya da sistem krizinin çözümü için ilaç değildir.

Page 112: Daima

111Güçler Hiyerarşisi: Atlantik’ten Pasifik’e

Güçler hiyerarşisi: Atlantik’ten pasifik’e

Funda Koç

1989’da Sovyetlerin çöküşüyle birlikte derin bir nefes alıp ‘oh’ çekenler hiç gecikmeden tarihin sonunu ilan edip emperyaliz-min bittiğini ve artık emperyalistlerin kendi çıkarları doğrultu-sunda barış arayışı içinde yaşayarak oluşturacakları bir impa-ratorluktan bahsetmeye başladılar.85 yıl öncesinde Kautsky’nin ultra emperyalizmi 90’larda karşımıza imparatorluk diye çıkmış oldu. Dünya savaşları Kautsky’nin , 11 Eylül olayı ise Negri ve Hardt’ın düşüncelerini yerle bir etmiş oldu.Bu olay üzerine ABD, Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi kapsamında Irak’ı işgal ederek tüm dünya da hegemonya olduğunu kanıtlama fırsatı yakaladığı-nı düşünmüştü.Nitekim Vietnam’da olduğu gibi Irak’ta da büyük bir yenilgiye uğrayan ABD, tüm dünya gözünde ‘’zavallı bir dev’’ konumuna düştü.Peki Irak nasıl bu kadar direngen çıktı?Çünkü Irak, ABD hegemonyasına boyun eğmenin ona karşı koymaktan çok daha maliyetli ve riskli olacağını biliyordu.ABD hegemon-

Page 113: Daima

112 Daima / 001

yasının bu krizi kendini küresel politik ekonomide de göster-di.Niall Ferguson’un Britanya hegemonyasının aynı zamanda ‘’hegemoney’’olduğuna işaret etmesinden hareketle ABD önce Afganistan’da ve sonra Irak’ta ‘’teröre’’karşı savaştıkça dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi.

Balzac: “…eğer bir adam yeterince büyük borçlandıysa alacaklıla-rı üzerinde mutlak bir güce sahiptir. Küçük bir borçlu olmaksa ölüm-cül bir şeydir. Öyle görünüyor ki Bay Bush ve adamları bu dersi çok iyi bellemişler’’102 diyordu.

Clinton döneminde uygulanan güçlü dolar politikası yerine Bush, ABD’nin rekabet gücünü desteklemek için doların değer kaybetmesine ve böylelikle yabancılara olan borçlarının değeri-nin de azalacağına inanarak gevşek bir para politikası yürüttü.

Dönemin Hazine Bakanı John B.Conally , bu durumdan kaygı duyanlara:

‘’Dolar bizim paramız ama sizin probleminiz’’103 dediyse de doların giderek değer kaybetmesi sonunda ABD’nin başına dert açtı.

ABD’nin devasal cari işlem açıklarının en büyük finansçıları Doğu Asya ülkeleridir. Başta Japonya ve payını giderek arttıran Çin.2004 yılının sonuna doğru yabancılar ABD hisse senetleri-nin, şirket tahvillerinin ve hazine bonolarının yaklaşık toplam yüzde 80’nini ellerinde tutuyordu.2006 itibari ile Japonya’dan sonra 339 milyar değerindeki ABD hazine bonosu Çin’in elindey-di. Bu durum aslında Eski hazine Bakanı Lawrence Summers’ın dediğine denk düşüyordu.

‘’Gerçek anlamda, ABD parasını ve hisse senetlerini bankalarında tutan ülkeler ABD’nin refahını da kendi ellerinde tutmaktadırlar. Bu manzara Amerikalıları rahatsız etmelidir. Dünyanın en büyük gücünün dünyanın en borçlu ülkesi olmasında bir tuhaflık var.’’104

Sözde süper güç ABD, ‘’Teröre’’karşı savaştıkça açıklarını ka-patmak için Asya ülkelerine ricacı olmaya başladı. Küresel politik ekonomideki konumu geriledikçe hegemonyasını kaybetmekte ve Çin karşısına bir tehdit olarak çıkmaktadır. ABD’nin baskıcı politikaları karşısında çok daha yumuşak ve iyimser olarak gö-rünen Çin, Amerika’nın en önemli stratejik müttefikleri olan Ja-

102) Niall Ferguson, ‘’The Ture Cost of Hegemony,’’ New York Times, 20 Nisan 2003.103) M.Landler, ‘’Sidelined by U.S. And Asia, Singing the Euro Blues,’’ New York Times, 12 Aralık 2004.104) Lawrence H.Summers, ‘’America Overdrawn,’’ Foreign Policy, 143 (2004)

Page 114: Daima

113Güçler Hiyerarşisi: Atlantik’ten Pasifik’e

ponya ve Güney Kore ile ticari ortaklıklarını geliştirdi. Hindistan ile olan ticaret hacmini 1994’ten 2005’e kadar 20 milyar dolara çıkardı. Afrika ve Güney Amerika(Şili, Arjantin, Brezilya, Küba) ülkeleriyle de uzun dönemli anlaşmalar imzaladı. Clinton döne-minde Çin ile işbirliği politikalarının son bulacağı üzerine karar-lar alınırken savaştan çıkamayan Bush tam tersine yapıcı ilişkiler kurmak zorunda kaldı. Buradan elbette ki Negri ve Hardt’ın em-peryalistlerin anlaşabileceği fikriyatına dayanan bir imparatorluk fikrinin doğru olduğu anlamı çıkmamaktadır. Lenin de ‘’Em-peryalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’’ kitabında açıkça belirttiği üzere emperyalist güçler, dünya çapında birbirleriyle anlaşmalar yapabilirler fakat bu anlaşmalar geçicidir ve güçler hi-yerarşisindeki değişimin yansımalarıdır. Diğer bir deyişle bugün çıkarları için anlaşan güçler yarın yine kendi çıkarları için savaş çıkartırlar. Nitekim Bush’un Çin ile sıkı ilişkiler geliştirmesinin yanı sıra öteden beri Çin’i çevreleme kampanyasının olduğunu da unutmamak gerekir. Sonuçta konu ABD’nin Çin ile ticari iliş-ki kurma meselesi değil Çin’in hızlı büyüyen bir ekonomi olarak hegemonya durumuna gelmesidir.

ABD’nin Irak işgali altında yatan temel amaç, petrol muslukla-rını ele geçirerek küresel ekonomiyi elinde tutmakken 2005’te Çin Ulusal Deniz Aşırı Petrol Şirketi (CNNOC), ABD petrol şirketi Unocal’ı satın alma teklifinde bulununca büyük bir şok yaşandı. Bu durum öylesine bir panik yarattı ki CIA direktörlerinden biri tarafından CNOOC, “komünist bir diktatörlüğün’’ aracı şirketi olarak adlandırıldı. ABD, 1980’ler de yaşadığı Japon tehdidinden çok daha tehlikeli olan Çin tehdidiyle karşı karşıya bugün. Uno-cal gibi küresel ölçekte faaliyet gösteren bir şirketi alma teklifi Çin’in siyasi ve iktisadi gücünü geniş bir alana yayması anlamına geliyor. P.Krugman’ın dediği gibi ‘’Şirket satın almak, parasal açıdan ve can kaybı bakımından, petrol üreticisi bir ülkeyi işgal etmekten çok daha ucuza gelir.’’ 105

Irak’a petrol muslukları için saldırmayı kendilerine hak gören-ler Çin’in teklifi karşısında acil cevap vermekten kaçınmadılar. Reagan döneminde görev yapmış bir yetkili:

“Çin’in Unocal’ı satın almaya çalışırken kullandığı para bizim ona verdiğimiz paradır. Lütfen bonolarımıza yatırım yapmaya devam edin, fakat bu bonolardan elde ettiğiniz artığın ufacık bir kısmını

105) P.Krugman, ‘’The Chinese Challenge”, International Herald Tribune, 28 Haziran 2005.

Page 115: Daima

114 Daima / 001

bile bir petrol şirketine yatıramazsınız.Bu gerçektende bizim adı-mıza şaşırtıcı ve iki yüzlü bir tavırdır.’’ 106

Emperyalizmde sömürgeleri, pazarları, hammadde kaynak-larını, nüfuz alanlarını ele geçirmek “barışı korumak’’, “vatan savunması’’, “demokrasi savunuculuğu’’ söylemlerinde saklıdır. Egemenliğin kazanımı ya da devamlılığı için hükmetmeyi ahlaki bir hak olarak kabul ettirmek iktidarın meşruiyetini sağlamada en temel öğelerden biridir. Müdahale hakkı vahşice güç kullanı-mının meşru gösterilmesidir. Kısa sürede olmasa da uzun vadeli çıkarlar için bunun gerekliliğini meşru kılmaktır. Askeri hakimi-yet ve saldırganlık’’ haklarını’’ ellerinde bulunduranlar, insanlara kısa sürede olmasa da uzun süreli bir ‘’demokrasi’’ getirecekle-rini söyleyerek Irak’a girmişlerdi. Çin’e karşı verilen bu cevapta da yine bir ‘’ahlaki’’ gerekliliğin önünün açıldığı çok aşikar. Keza bununla da kalmadılar.

Rumsfeld birkaç ay sonra Singapur’da düzenlenen bir konfe-ransta, Çin füzelerinin sayısının arttığını, bu füzelerin dünyanın bir çok yerine erişebilecek menzile sahip olduğunu, engellenme-diği taktirde daha da ileri gidebileceklerini savundu. “Çin’i herhan-gi bir ülke tehdit etmediğine göre insan merak ediyor: Bu kadar büyük yatırım niye? Sürekli ve giderek artan şekilde silah satın almasının sebebi ne? Habire kuvvet konuşlandırmasının sebebi ne?’’ 107

Oysa ABD, Çin’i çevreleme ve geriletme kampanyası uğruna altmış yıldır Tayvan konusunda sessiz kalan Japonya ile Tayvan Boğazının güvenliğini sağlamak üzere ortak stratejik hedef baş-lığında anlaştı. Savaş gemilerini Çin kıyılarından çekmedi, Çin’i dört yandan kuşatarak Tayvan’a da çok güçlü silahlar verdi. Tüm bunlar göz önüne alındığında ABD’nin hem Çin’in iç işlerine ka-rışmak hem de tüm dünya gözünde provokasyonlarla haksız ol-duğu ispatlanmaya çalışılmıştır.

Nitekim Çin’in silahlanmasının Tayvan’ı tehdit etmesi deva-mında Japonya, Güney Kore ve Tayvan’ı da nükleer güç edin-dirme yönünde bir yarışa götürme ihtimalini de aklından çıkar-mayan ABD daha temkinli davranmak zorundadır. Bu nedenle güç çatışmasının kavgadan çıkartılıp kontrol edilebilir bir hale dönüşümünü sağlamak gerekir. Nasıl ki Sovyetler Birliğine kar-

106) Akt.Lohr, ‘’Who’s Afraid of China Inc.?,’’ New York Times, 24 Temmuz 2005.107) Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de - 21.Yüzyılın Soykütüğü, Yordam Kitap, 2009, s. 288 (Klare, ‘’Reviving Up the China Threat...’’)

Page 116: Daima

115Güçler Hiyerarşisi: Atlantik’ten Pasifik’e

şı NATO vesilesi ile kimi devletler kullanıldıysa şimdi benzer bir şekilde dünyanın değişik yerlerindeki devletlerin Çin’e karşı kullanılması söz konusuydu. Aralarında hiç güvenlik anlaşması düzenlememiş olan ülkelerle ikili anlaşmalarla Pasifik’te askeri ittifaklar düzenlemek amacı güden PACOM(ABD Pasifik Komu-tanlığı) tam da bu amaç için uygundu. Bu ittifakın merkezinde izole bir coğrafyaya sahip Hawaii adaları etrafında ise Japonya, Güney Kore, Tayland, Avustralya, Yeni Zelanda ve Hindistan gibi müttefikler yer alıyordu. Bu ülkelerde kendi aralarında Melanez-ya, Mikronezya ve Polinezya gibi ikincil merkezler oluşturarak ABD’ye yardım etmiş oluyorlardı. Bismarckçı PACOM stratejisi, Bush’un Irak işgali stratejisinden tam tersi yöndedir. PACOM’da askeri ittifaklar yapılıp müttefik ilişkileri geliştirilerek çevreleme ve geriletme politikası varken Bush, dünyaya meydan okur şekil-de Irak’a saldırdı ve Fransa, Almanya, Rusya ve Çin’in Türkiye, Meksika ve Şili gibi başaltı güçlerle birlikte ABD’ye karşı tavır al-malarına neden olmuştu. Fakat PACOM’da ki bu müttefiklik en nihayetinde katılımcı ülkelerin ABD’nin Çin’i destabilize etmeyi amaçlayan politikalarına destek verdiği anlamına gelmemektedir. Çünkü ABD bu ülkelerle askeri ittifaklarını geliştirmiş olsa da Çin’in de Hindistan, Endonezya,Güney Kore dahil olmak üzere bu ülkelerle iktisadi bağları bir o kadar kuvvetlidir.Bu tabloda bir tek Japonya, ABD ile olan ilişkilerini sıkılaştırdı fakat bu durum-da Çin’in değil Japonya’nın kendisini izole etmesine neden oldu.Örneğin,Çin,Güney Kore ve Japonya arasında her yıl düzenlenen ASEAN toplantıları iptal edildi.

Kissinger, Kaplan’ın Yeni Soğuk Savaş Stratejisi PACOM’a ve dünya merkezinin Atlantik’ten Pasifik’e kaydığını kabul etmek-le birlikte Çin ile stratejik hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunun ve büyük güçler arasında kopacak savaşların tüm bileşenleri açısından bir felaket olacağının da altını çiziyordu. Bu nedenle Kaplan’ın tersine Çin’i siyasi ve iktisadi mekanizmalarla çevrele-mek gerektiğini öngörüyordu. Çin ise bir taraftan silahlı kuvvet-lerinin geliştirilmesine 1850’de ki afyon savaşlarından ve 1931-45 arası Japon işgalinden sonra ulusal savunma politikası için doğal bir tepki derken diğer taraftan da barışçıl bir yükselişten bahse-derek hegemonyaya, güç kullanmaya, bloklara ve silahlanmaya hayır açıklamalarında bulunuyor. Oysa Çin’in 1960’ların başında Hindistan’ı, 1970’lerin sonunda ise Vietnam’ı istilası tarihi kayıt-

Page 117: Daima

116 Daima / 001

larda mevcuttur. Fakat Çin’in askeri tehdit olmaktansa siyasi ve iktisadi tehdit olmayı tercih etmesi ve bunun için daha kararlı ve dikkatli adımlar atıyor olması da bir gerçek. Fakat bu tercih de bir zorunluluğun getirisi, nitekim Çin askeri bütçesi Amerika’nın askeri bütçesinin yüzde 20’sinden daha az. Fakat kimse bu duru-ma güvenemez. Sonuçta Birleşik Devletlerin küreselleşme projesi ABD’den çok Çin’in işine yaradı ve uzun yıllardır ABD’de devam eden Çin fobisini tetikledi. ABD, savaşlara battıkça, ekonomisi-nin rekabet gücü zayıfladıkça ve Çin Pasifik’te ekonomik bağları-nı güçlendirdikçe Çin’in ‘’barışçıl yükselişiyle’’ uzlaşmak planları da suya düşmüş oldu.

Eşitsizlikte Türdeşlik Aramak DönekliktirKapitalist ekonominin kar oranlarını, artı değer üretimlerini,

sermaye mülkiyetlerini ve birikimlerini uluslar arası düzeyde eşitleyeceğini ve sermaye sahipleri arasındaki tüm ekonomik çı-kar ilişkilerinin yok olacağını düşünenler var. İlginç…

Çünkü bu ‘’yok oluş’’ demek aslında sermaye sahiplerinin son kertede uzlaşabileceği ya da tek bir kapitalist dünya devletinin var olacağı anlamını taşır ki bu imkansızdır. Değer yasalarının dün-ya pazarında eşitsiz işleyiş biçimi bunu engeller. Kapitalist dünya ekonomisi; kapitalist, yarı-kapitalist ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin eşitsiz mübadele ilişkileri ile birbirine eklemlenmesi-dir. Daha yüksek emek üretkenliği koşullarında üretilen malların daha düşük emek üretkenliği koşullarında üretilen mallarla değiş tokuşu anlamına gelen eşitsiz mübadele kapitalizmin can suyu-dur. Sermaye birikimi yaparak hayatta kalabilmesi ve yeniden üretimini sağlaması buna bağlıdır. Ve önündeki en büyük engelde budur. Marx, sermayeyi çözümlerken onun temel sorunlarından birinin dünya çapındaki yeniden üretimi olduğunu söylemiştir. Yani eşitsiz gelişme ile eşitsiz gelişmeyi engellemeye çalışan ama yine onun tarafından engellenen bir sistemden bahsetmiştir. Ve bu sitem sermayenin kendisini periferiye açarak yeni sömürgeler bulmasına zorlar. Nitekim Sömürgeleştirme, sömürge ülke üze-rinde ekonomik, siyasal, hukuksal ve askeri her türlü hakka sahip olmayı gerektirirken bu hep böyle devam etmez, kapitalizm geliş-tikçe yapısı gereği güçler ilişkileri de bir değişime uğrar.

Ticari kapitalizm dediğimiz 16.yy’dan 18.yy’a kadar geçen sü-reçte sömürgecilik coğrafi keşifler ve toprak fetihleriyle var olur-

Page 118: Daima

117Güçler Hiyerarşisi: Atlantik’ten Pasifik’e

ken 18.yy’ın ikinci yarısı ve 19.yy İngiltere örneğinde olduğu gibi sermaye birikimini serbest rekabetçi dönemin sömürgeleriyle sağladı. Sanayide atılım yaparak dünya ticaretinde üstünlüğünü uzun süre koruyabilen İngiltere, onu örnek alan diğer Avrupa ül-kelerinin rekabetiyle konumu yitirmeye başladı.

‘’İlk kez olarak, dünya paylaşılmış bulunmaktadır, öyle ki, toprak-lar ilerde ancak yeniden paylaşma konusu olabilir; yani efendisi bulunmayan toprağa bir ‘’efendi’’nin sahip olması yerine toprak bir ‘’sahip’’ten diğerine geçebilir.’’ 108

Lenin’in Emperyalizm kitabında belirttiği gibi İngiltere şimdi kendine ancak yeni sömürgeler bularak varlığını devam ettire-bilirdi. Artık tek yönlü üstünlük, yerini sermaye birikimi olan tekellerin çok yönlü ilişkilerine bırakmıştı. Böyle bir durumda hem sömürgeleştiren hem de sömürge durumunda olan ülkelerin kendi sınırlarını aşması ve yeni pazarlar bulması kaçınılmazdı. Sömürgeci ülkelerin birbirlerinin sömürgeleri üzerindeki rekabe-ti de. Sanayide önde gelen ülkelerin ucuz hammadde arayışları, dünya topraklarının yeniden paylaşımı, tekeller arası rekabetin kızışması, sömürge ülkelerde alt yapı yenileme ihtiyacı, 20.yy’ın başlarında serbest rekabetin hüküm sürdüğü meta ihracından te-kellerin hüküm sürdüğü sermaye ihracına geçişi ortaya çıkardı. Kapitalizmin bu emperyalist evresini ayırt eden en önemli özelli-ği, sermaye ihracıydı.

Lenin, kapitalizmin emperyalizm aşamasına yükseldiği bu dö-nemin aşamalarına vurgu yaparak şöyle özetlemiştir:

1)kapitalist tekelci birlikler, 2) banka ve sanayi sermayesinin kaynaşması, 3) yabancı ülkelere sermaye ihracı, 4) dünyanın top-rak bakımından paylaşımının çoktan tamamlanmış olması, 5) dünyadaki nüfuz alanlarının uluslararası ekonomik tröstler ara-sında paylaşılmaya başlanması.

5T (1-Tekel, 2-Finans Tekel, 3-Transfer, 4-Toprak, 5-Tröst) diye kodlayarak açıklayabildiğimiz bu aşama, hegemonik güçlerin sermaye birikimlerini eşitsiz mübadele sonucu arttırarak yine varlıklarını devam ettirebilmek için eşitsiz gelişimi uluslar arası düzeye sıçratması ve kapitalizmin yapısal dönüşümleriyle birlikte güçler hiyerarşisini yeniden düzenlediği aşamadır. Aynı zamanda büyük kapitalist devletler kendi çıkarları doğrultusunda sermaye ihracı yaptıkları sömürge ve yarı sömürge ülkelerinin de yol kat etmesine neden oldular.

108) V.İ. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Ekim 2006, s.87

Page 119: Daima

118 Daima / 001

Peki, dünya ekonomisinin yapısında ki bu dönüşüm bizleri dünya ekonomisinin türdeşleşmesine götürür mü? Tabi ki hayır.

Bu sadece emperyalizmin eşitsiz ve bileşik gelişmesi olup sa-dece gelişmişlik ya da azgelişmişlik biçimlerinin sıralanışındaki bir değişişimi ifade eder. Zaten bir türdeşleşmeden bahsetmek, sermayenin organik bileşiminin ya da kar oranlarının uluslar arası düzeyde eşitlenmesinden, kapitalistlerin anlaşabilmesin-den ve ‘’Barışçı kapitalizm’’ safsatasından bahsetmek demektir. Emperyalizm değil eşitlik sağlamak aksine eşitsiz gelişimde var olabilmek için orman kanunlarını işletir, savaşlar dahi çıkartır, çıkartmıştır da.

Kautsky, “ultra emperyalizm’’ teorisini ortaya atarak kapitaliz-min şiddetten, militarizmden değil aksine barıştan kar sağlayaca-ğını ve kapitalistlerin birbirleriyle anlaşabileceğini iddia etmiştir. Kautsky’nin içine düştüğü duruma üzülmek gerekir.20.yy’ın baş-larında yani Birinci Dünya Savaşlarının, dünyayı yeniden paylaş-mak uğruna kıyasıya yapılan o savaşların baş gösterdiği dönemde böyle bir teoriyi savunmak burnunun ucunu görememekten baş-ka bir şey değildir. Türdeşlik kapitalist ekonominin hareket yasa-larına aykırıdır. Ve tüm bu tarihsel ve bilimsel gerçeklere rağmen eşitsizlikte türdeşlik aramak dönekliktir.

EMpERyALİzMDE MUTLU ÜÇÜNcÜ OLUNAMAzÇin’in büyük bir güç olarak ortaya çıkması çıkar çatışmalarıyla

beraber hak iddialarının ortaya atılmasına ve şiddet ortamının doğmasına neden olacaktır. Barışçıl yükselişten bahseden Çin’in Ortadoğu ve diğer ülkelerden gelen enerjilerin güvenliğini sağla-mak için dizel ve nükleer denizaltılar üretmesi ‘’barışçıl’’ söylem-lere çok da güvenilemeyeceğinin göstergesidir.Bu nedenle Kaplan ve Mersheimer Çin gücünün ancak dengeleyici bir koalisyonla çevrelenmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.Kaplan’ın askeri itti-faklar manipülasyonuyla (PACOM) Çin’i çevrelemek gerekti-ği fikri tam da bundan kaynaklanmaktadır.Nitekim Kissinger, Kaplan’ın tam tersine bir savaş durumunda ülkelerin kendi stra-tejik konumlarını geliştirme isteği üzerinden hareketle büyük güçler arasında bir stratejik hesaplaşmanın kaçınılmaz olduğunu ileri sürmektedir.Fakat burada Çin’in bir Sovyetler Birliği olmadı-ğını hatırlamakta fayda vardır.Çin 2000 yıldır var olan sınırların-da herhangi bir değişmeye gitmeksizin varlığını sürdürüyor ol-ması bir gerçektir..Onun stratejisi kendini koruma politikasıdır.

Page 120: Daima

119Güçler Hiyerarşisi: Atlantik’ten Pasifik’e

Kaplan ve Kissenger bu noktada ayrışırken Pinkerton ise Kaplan ile aynı fikirde olup ‘’ülkeleri birbirine bağlayan ekonomi, onlara politikada da işbirliği yapmaktan başka bir seçenek bırakmamak-tadır.Askeri ve siyasal güç artık ticari üstünlük sağlamamaktadır’’ diyen Angellizmin anlamsızlığından bahsetmektedir.

Bu noktada ‘’dogmatik küreselci’’ olamaya gerek yoktur. Statü ve üstünlük söz konusu olunca krizlerle beraber milliyetçilik ve yabancı korkusunun bir anda parladığı bir güç çatışması kaçınıl-mazdır. Irak savaşı boyunca Çin’e daha da bağımlı olan Ameri-ka, Çin’den aldığı ucuz kredi ve meta akışıyla zenginler bir yana yoksul Amerikan halkına da kazandıklarından çok daha fazlasını harcama imkanı vererek iyice borç batağına battı. Yüzyıllık ban-kaları battı, ‘’General Motors’un yararına olan Amerika’nın da yararınadır’’ deyimi geçerliliğini yitirdi. Ayrıca konut piyasasına çeki düzen vermek için zor durumdaki mortgage finansman şir-ketleri Fannie Mae ve Freddie Mac’a el koyan dönemin Hazine Bakanı Henry Paulson, Senatör Jim Bunning tarafından sosya-listlikle suçlandı ve istifası istendi. ABD’nin nasıl bir kıskaca gir-diğinin en büyük göstergesi olan bu durum şunu anlatıyor. Bat-mamak için yardım etseler ideolojilerinden taviz verip sosyalist olmuş oluyorlar, yardım etmeseler tam bir yıkıma gidiyorlar.

Fakat buna rağmen son yirmi yıldan beri beyaz işçi sınıfı ve orta sınıfın oluşturduğu muhafazakar kesim yükselişteydi. Bun-lar için sınıfsal çıkarlardan ziyade milliyetçi-militarist bir zih-niyetle Amerikan özgürlüklerinin ve statüsünün kaybolmaması daha önemliydi. Kriz ile milliyetçiliğin birbirini tetiklediği bu karşılıklı ilişki elbette burada da kendini gösterdi. Böylece ABD, sermayedarlarla muhafazakarlar arasında da sıkışıp kaldı.

Geçmişin İspanya, Fransa, Hollanda ve Almanya’sı gibi bugü-nün Çin, Hindistan ve Japonya’sını birbirlerine düşürerek alter-natif bir yol yaratılıp savaş ortasında kalmaktansa ‘’mutlu üçüncü taraf ’’ olunabilinir mi?

Aslında Amerika bunu hiç denemedi değil. Tayvan konu-sunda 60 yıldır pasif kalan Japonya ile ortaklık yapmış olma-sı bunun bir ipucu olabilir. Fakat böylece Japonya’nın kendini ASEAN(Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) gibi önemi gitgide artan bir birlikten izole ettiğini unutmamak gerekir. Ya da Irak-ta ki başarısızlığın milyarlarca dolar döviz rezervine sahip olan Tayvan’ın gözünden kaçmadığını da.

Page 121: Daima

120 Daima / 001

Tayvan eski dışişleri bakanı T’ien Hun-man’ın sözleri bu duru-mu tüm açıklığı ile ortaya koyuyor:

‘’Birleşik Devletler Irak’tan çekilirse Amerika izolasyonizme kapılır be bir daha denizaşırı işlerde yer almak istemez, böylece Çin hege-monyasının yayılması güç kazanır. Amerika’nın savaşma arzusu azaldıkça Tayvan Boğazı’nda bir askeri çatışma çıkma olasılığı da zayıflayacaktır. Tayvan hükümeti bu senaryoyla yüzleşmek ve böyle bir durumu nasıl idare edeceğine ilişkin gerçekçi planlar yap-mak zorundadır.’’ 109

Tayvan ile olabilecek en ufak bir gerilim mutlu üçüncü taraf olma hayallerini ABD açısından bir karabasana çevirecektir. Çün-kü böyle bir durumda Asya devletleri, aralarındaki anlaşmazlık-ları Birleşik Devletlerin yararına olacak şekilde yükseltmezler. Keza ‘’mutlu üçüncü’’ olma konusunda yirminci yüzyılın sonu ile yirmi birinci yüzyılın başında Çin, ABD ve Sovyetler arasındaki Soğuk Savaş döneminde deneyimliydi. Ayrıca Avrupa sistem di-namiği askeri rekabetle sınırlarını genişletmekken Asya sistemi bundan uzak bir eğilime sahiptir. Ve bu nedenledir ki Napole-on savaşlarının ardından Avrupa’da yaşanan yüzyıllık barış Asya, Avrupa’ya eklemlenmeden önce Asya’da üç yüz yıl boyunca sür-müştür. Fakat bu durum Asya ülkeleri arasında hiç rekabet olma-dığı anlamına da gelmemektedir. Yani Asya’da bir ‘’kavga kaşığı’’ olup geri çekilme olasılığı tahmin edilenden daha uğraştırıcıdır.

Dolayısıyla ABD’nin kredibilitesini kurtarmak için Irak’tan çı-kamayışı, Çin’i çevreleme kampanyası ve ekonomik bağımlılığı bir tarafta, Çin’in ‘’barışçıl yükseliş’’ söylemindeki çelişkiler diğer tarafta dura dursun, biz emperyalistler arası güçler hiyerarşisin-deki tarihsel deneyimlere baktığımızda emperyalizmde silahsız-lanmanın ve baş güçler olarak ‘’mutlu üçüncü’’ olmaya çalışma-nın kısa süreli ütopyadan başka bir şey olmadığını görürüz.

109) Akt. Sakai, ‘’Hu Jintao’s Strategy...’’den aktaran Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de - 21.Yüzyılın Soykütüğü, İstanbul, Yordam Kitap 2009, s. 305.

Page 122: Daima

121Vietnam Yenilgisinin Ekonomiye Etkisi

Vietnam yenilgisinin Ekonomiye Etkisi

İlker Eraslan

ABD Vietnam’da çok yüksek kayıplar vermesine ve daha önce görülmemiş düzeyde silah gücü kullanmasına rağmen kaybetti. Bu yenilgi siyasi ve askeri bir yenilgi olmakla birlikte, aynı za-manda çok ciddi bir ekonomik yenilgiyi de beraberinde getiri-yordu. Hem savaşın kendisine yapılan büyük harcamalar, hem de belli bir aşamadan sonra gittikçe yükselen savaş karşıtlığını bas-tırmak için yapılan harcamalar ABD’de ve dünya ekonomisinde enflasyonist basıncı güçlendirdi, ABD’nin girdiği finansal krizi derinleştirdi ve en sonunda merkezinde ABD’nin yer aldığı sabit döviz kurları sistemi Bretton Woods’un çöküşüne yol açtı. Aynı zamanda ABD doları hızlı bir devalüasyon yaşadı. Savaşa ayrılan harcamaların artması fiyat enflasyonunun aniden ivme kazanma-sına sebep olmuş, harcamaların 1965-1973 arasında yavaşlaması dahi reel ücretlerdeki artışı durduramamıştı.110

110) Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de - 21.Yüzyılın Soykütüğü, İstanbul, Yordam Kitap, 2007, s. 142, s. 163.

Page 123: Daima

122 Daima / 001

VİETNAM SENDROMUVietnam yenilgisinden sonra ABD girdiği askeri operasyonlar-

da benzer bir yenilgi yaşamanın korkusuyla hep temkinli dav-randı, gerilimin ve risklerin yükseldiği durumlarda hemen geri çekildi.111

Örneğin 1983’te Beyrut’ta bir donanma üssünün bombalanma-sında 241 Amerikalı hayatını kaybetmiş ve bu olay üzerine ABD Lübnan’ı terk etmişti. “İnsani Yardım” kılıfı altında bulunduğu Somali’yi ise ölü bir Amerikalının yerlerde sürüklenmesi görün-tüsü televizyonlara düşünce terk etti, ABD askerleri Somali’den çekildi.

Öte yandan yine ABD bu temkinlilikten, yani “Vietnam Sendromu”nun aslında sürekli devam etmesinden kaynaklı ola-rak bir çok askeri girişimde de “taşeron kuvvetler” kullanmayı ve kendi askerlerini olabildiğince riskten uzak tutmayı tercih etti. Nikaragua’da, Kamboçya’da, Angola’da, Afganistan’da; ve İran-Irak savaşında Irak’ı destekleyerek böyle bir yöntem uygulandı ve olabildiğince ABD’ye asker cenazelerinin gelmesi riskinden uzak duruldu. Bir yandan da Granada ve Panama’da olduğu gibi askeri olarak önemsiz sayılabilecek güçlerle savaşarak, yada Libya’da ol-duğu gibi havadan bomba yağdırarak hep minimum riskle askeri varlığını ve “Dünya Polisliği” imajını sürdürmeye çalıştı.

1. Körfez savaşında ise Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ettiğinde Powell doktrini olarak bilinen strateji uygulandı. Bunun anlamı uzun ve tedrici bir güç kullanımı yerine düşmana üstünlük kur-mak ve hemen geri çekilmekti. ABD bu savaşta yüksek teknolojili ateş gücünü bir televizyon şovuna dönüştürsede, burada kazanı-lan zafer “Vietnam Sendromu” nu Amerikalıların ulusal bilincin-den silemedi. Çünkü Powell doktrini aslında bu korkudan kaçışın stratejisiydi.112

Sovyetler Birliği’nin çöküşü dahi “Vietnam Sendromu”nu ha-fifletemedi. Çünkü bu yenilginin sebebi aslında ABD’nin askeri gücü değil ekonomik gücüydü.

ABD’nin bu askeri olarak risklerden kaçınma durumu 11 Eylül olaylarına dek devam etti. 11 Eylül’de gerçekleşen saldırılar hem ulusal hem uluslararası düzeyde geniş bir desteği arkasına alarak

111) a. g. e., s. 187.112) a. g. e., s. 187-189.

Page 124: Daima

123Vietnam Yenilgisinin Ekonomiye Etkisi

kapsamlı askeri operasyonlar yapmanın zeminini oluşturmuştu. Ama burada bile kayıp vermekten kaçınılıyor, yine taşeron bir kuvvet olarak genelde Afgan askerleri karadaki savaşı yürütü-yordu. Bu bir Washington Post yorumcusunun ifadelerine şöyle yansıyordu:

Amerika bu savaşta kaçak güreşiyor. Amerikan toprağına yapılan en büyük saldırıya verilen cevap paralı asker tutmaktan öteye geç-medi. Birleşik Devletler, askerlerini, Pakistan sınırını kapatmak için bile kullanmıyor. Kim bilir bin Ladin’in kaç savaşçısı bu sınır-dan geçti? Belki onların arasında bin Ladin de vardı.113

DÜNyA pOLİSLİğİABD Vietnam yenilgisinden sonra her ne kadar sürekli temkin-

li ve kayıp vermemeyi öngören stratejilerle hareket etmiş olsa da, “Dünya Polisi” olarak kendine biçtiği rolü oynamak için çaba sarf etmeye hep devam etti. Küçüklü, büyüklü askeri operasyonlarla bir şekilde askeri varlığını gündemde tutmaya ve kredibilitesini geçerli kılmaya çalıştı. Bu operasyonlar için çoğu zaman BM ve NATO’yu arkasına alarak meşruluk zemini yaratsa da, Clinton’un girdiği Kosova savaşında BM desteğinin şart olmadığını göster-miş oldu. Bush’un başlattığı Irak savaşıyla ise NATO desteğinin bile illa gerekli olmadığı ilan edilmiş oluyordu. “Dünya Polisi” olarak, ekonomik ve askeri lider olarak, Sovyetler’in çöküşünden sonra tek kalmış bir “süper güç “ olarak, kendi stratejik planlarına göre hareket edilebileceği, diğer devletlerin destek vermek zorun-da kalacağı düşüncesiyle hareket ediliyordu.114

Ancak Irak savaşında ABD’nin 51’inci eyaleti gibi hareket eden Britanya dışındaki devletler açısından durumun öyle olmadığı görüldü ve daha önce cesaret edilememiş ölçüde Amerikan li-derliğinin reddedilmesine şahit olundu. ABD’nin kendi kararıyla Irak’ı işgal etmesi Fransa, Almanya ve Rusya arasında bir direniş bağı yarattı ve Çin de bu ülkelere destek verdi. Bu aniden ortaya çıkan jeopolitik yeniden dizilim Avrasya’da oluşabilecek ciddi bir güç blokunun tehdidini hissettirdi. Bu da ABD’nin işgalde ya-şadığı güçlükler de ortaya çıkmaya başlayınca, aslında ABD’nin Avrasya’da askeri bir “köprübaşı tutma” girişimi de olan Irak işga-lini iyice gerçekçiliğini yitiren bir proje haline getirmeye başladı. ABD’nin Vietnam’da olduğu gibi kendi gücünden çok daha kü-çük, önemsiz sayılabilecek bir askeri gücün karşısında karşılaştığı

113) a. g. e., s. 189.114) a. g. e., s. 190-193.

Page 125: Daima

124 Daima / 001

zorluklar, askeri gücünün kredibilitesini, “Dünya Polisi” imajını iyice zedelemeye başlamıştı. 115

DİRENİşİN GÜcÜABD Vietnam’da kendisinden çok daha küçük bir askeri güce

sahip olan Vetnamlı direnişçilerin yürüttüğü gerilla savaşına karşı bir daha belleklerden temizlemeyi asla başaramadığı çok ağır bir yenilgi yaşamıştı. Vietnamlı savaşçılar çok kısıtlı olanaklarla, ama büyük bir direniş ruhuyla, yenilmez gibi görünen dev bir askeri gücü topraklarından kovmayı başarmışlardı. ABD’nin Irak’ta ya-şadıkları bu yenilgiye çok benzese de, biraz daha detaylı bakıldı-ğında aslında Irak işgalinin çok daha vahim bir yenilgi olduğunu görebiliriz. Vietnam’dan farklı olarak Irak’taki direnişçiler gerilla savaşında deneyimli değildiler.116 Daha çok bu pervasız saldırı-nın silah başına ittiği farklı yaş ve kategorilerde askeri deneyimi olmayan insanlardı. Onları birleştiren ABD’nin yarattığı vahşete karşı yükselen direniş ruhuydu. Bununla birlikte ne Irak böyle bir savaş için elverişli bir doğal çevreye sahipti, ne de Vietnam’da olduğu gibi destek alınabilecek SSCB gibi bir süper güç vardı. Öte yandan ABD’nin askeri gücü ve kabiliyetleri de çok daha inanıl-maz boyutlara ulaşmıştı. Vietnam yenilgisinden sonraki otuz yıl içerisinde ABD böyle bir travmayı tekrar yaşamamak için sürekli askeri gücünü yapılandırmakla uğraşmıştı. Askerliği profesyonel askerliğe çevirerek daha eğitimli askeri birlikler oluşturmuş, silah teknolojisini ise devasa yatırımlarla inanılmaz derecede geliştir-mişti. Yani ABD askerî olarak düşmanına karşı Vietnam’da oldu-ğundan çok daha büyük bir üstünlüğe sahipti.

ABD’nin Irak’ta yaşayacağı felaketin sinyalleri aslında çok ön-cesinden verilmeye başlanmıştı, ama ABD bunu görmemekte ve savaşı büyük kayıplara rağmen sürdürmekte ısrarcı oldu.

Örneğin:İşgalden bir yıl sonra, Bush, generallerinin açıkça eleştirmesine karşın, “Irak’ta rotamızdan şaşmamalıyız” sloganını ortaya attı. Eski CENTCOM komutanı General Zinni “Rotamız” diyordu, “bizi Niagara Şelalesine doğru sürüklüyor.” 117

Deniz kuvvetlerinden bir subay ise 2005’te şöyle diyordu: “Irak’ta ya ordumuz imha olacak şekilde kaybedebiliriz ya da ba-sitçe kaybedebiliriz.”

115) a. g. e., s. 220-223.116) a. g. e., s. 190-193.117) a. g. e., s. 190.

Page 126: Daima

125Vietnam Yenilgisinin Ekonomiye Etkisi

Aralık 2006’da ise Dışişleri Bakanı Colin Powell:“Ordunun aktif unsurları ruhça ve bedence zayıf düşme noktasın-da,” diyordu. Bush ise ABD’nin Irak’taki savaşı kazanmaktan uzak olduğunu ilk kez kabul ediyordu.118

2006 Ekim ayında ise Bush Irak’taki durumun Vietnam’da Ame-rikan halkının savaş karşıtlığını artıran bir dönüm noktası olan Tet saldırısıyla karşılaştırılabilir nitelikte olduğunu itiraf ediyordu.119

Sonuç olarak Vietnam sonrasında geçen 30 yıl içerisinde sağla-nan bütün ilerleme ve askeri güç ikinci bir Vietnam yaşanmasına engel olamadı. Bağdat’a yapılan yıldırım saldırının başarısı ve Irak silahlı kuvvetlerinin hiçbir direniş göstermeden yenik düşmesi-ne rağmen, sonradan gelişmeye başlayan asimetrik direnişin çığ gibi büyümesiyle 2003 yılının Haziran ayından itibaren ABD’nin kayıplarının hızla artmaya başlaması tabloyu tersine çevirmeye başladı. 2010 yılına gelindiğinde ABD’nin 4500 civarında kayıp vermiş olarak Irak’tan çekilmeye başlaması, üstü ne kadar işgal yılları boyunca örtülmeye çalışılsa da, ABD’nin yenilgisinin kap-samını tüm dünyanın gözleri önüne sermiş oldu. Dünya tarihin-de bir kez daha bir avuç direnşçi olarak görülen inanmış insan-ların mücadelesi dev bir askeri makineyi püskürtmeyi başardı.120

Irak savaşında verilen kayıplar:121

Yıl ABD Britanya Diğer Toplam2003 486 53 41 5802004 849 22 35 9062005 846 23 28 8972006 822 29 21 8722007 904 47 10 9612008 314 4 4 3222009 149 1 0 1502010 55 0 0 55Total 4425 179 139 4743

118) a. g. e., s. 190.119) a. g. e., s. 191.120) a. g. e., s. 190.121) www.icasualties.org

Page 127: Daima

126 Daima / 001

Afganistan savaşında verilen kayıplar:

Yıl ABD UK Diğer Toplam2001 12 0 0 122002 49 3 18 702003 48 0 10 582004 52 1 7 602005 99 1 31 1312006 98 39 54 1912007 117 42 73 2322008 155 51 89 2952009 317 108 96 5212010 395 95 102 592Total 1342 340 480 2162

WİKİLEAKS yA DA DÜNyANIN ERGENEKON DAVASIWikileaks Julian Assange isimli bir gazeteci tarafından yürütü-

len bir site. Son dönemde özellikle ABD’nin savaş suçlarıyla ilgili yayınladığı gizli belgelerle tüm dünyanın nefes nefese izlediği bir haber kaynağı oluşturdu. Bu gece ise Irak savaşıyla ilgili binlerce gizli belgenin yayınlanması heyecanla bekleniyor. ABD Assange’a tehditlerde bulunuyor, siteye saldırı düzenleniyor ve Assange za-ten bir süredir dünya çapında aranıyor; fakat bu panik, çırpın-malar, önlemler nafile oluyor. Çünkü gerekli önlemler alınmış ve belgelerin bir kısmı alman Der Spiegel gibi uluslararası basın kuruluşları üzerinden sızmaya başlıyor. Ve saldırılar sonrası ye-niden yayına giren Wikileaks sitesinden bütün belgelerin gece yarısı yayınlanacağı söyleniyor.

Julian Assange eski bir hacker. Bir çok önemli yazılım geliştir-miş ileri düzey bir bilgisayar uzmanı. Kapitalizmin nimetlerin-den, teknolojik ilerlemeden iyi faydalanmış ve şimdi bildiklerini ona karşı kullanan bir gazeteci. Teknolojinin ve iletişim araçla-rının ilerlemesi kapitalist sistem açısından böyle zorlukları da beraberinde getiriyor. Dünyanın en hegemonik askeri gücü tara-fından hiç bir baskı usulüyle engellenemeyen bir yayın kuruluşu ortaya çıkabiliyor: bir hacker-gazetecinin web sitesi. Bazen tek-noloji ezilenler lehine de bazı açıklar ve olanaklar oluşturabiliyor. Ve Türkiye’de Ergenekon davasında ortaya çıkan belgeler, itiraflar, devlet suçları gibi başta ABD olmak üzere dünya çapında devlet-

Page 128: Daima

127Vietnam Yenilgisinin Ekonomiye Etkisi

lerin işlediği suçlar ortaya dökülebiliyor.Türkiye’de özellikle 90’larda Fırat’ın ötesinde yaşananlar açığa

çıkmaya devam ederken, şimdi Afganistan ve Irak’ın Fırat’larının ötesinde yaşananlar ortaya çıkmaya başlıyor.

Vietnam örneğini inceledikten sonra ABD’nin ufacık bir si-teden, 4-5 kişilik ekibi olan bir tane gazeteciden niye bu kadar korktuğunu anlamak daha kolay. Şu anda bir yandan füze kalka-nı projeleri yapılırken, anlaşmalar imzalanırken, savaşla ve savaş tehdidi ile ilgili hafiften yeni kokular yayılmaya başlarken toplu-mun ne düşündüğü önem taşıyor. Vietnam’da geri çekilmenin en büyük sebeplerinden birisi Vietnamlıların büyük direnişiyse, di-ğeri de Amerikan halkında ve dünya çapında bir aşamadan sonra oluşan yaygın savaş karşıtlığıydı. O yüzden şu anda da savaşın ve devletlerin gerçek yüzüyle, kanlı elleri, kanlı tarihleriyle ilgili belgelerin ortaya çıkması, dünya halklarının fikirlerini ve emper-yalistlerin projelerinin başarı düzeyini etkileyebiliyor.

Amerikan askerlerinin Irak’ta Ebu Garip cezaevinde ve Guan-tanamo üssünde esirlere uyguladıkları işkencelerin açığa çıkması ve son dönemde bu sitenin ardarda yayınladığı on binlerce raporla Afganistan’da yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanan insanlık suçla-rının ortaya çıkması bu savaşların gerçek yüzlerinin ABD ve dünya halkları tarafından daha da iyi görülmesini sağladı. ABD askerleri-nin ve özel, paralı güvenlik güçlerinin uyguladığı metotlar, işken-celer, toplu katliamlar, kimi zaman kendi ifadeleriyle “sadece eğlen-mek için” sivillere karşı işledikleri cinayetler günyüzüne çıkyor. Bu gelişmeler de onurlu halkların yarattığı ve yılmadan sonuna kadar sürdürdüğü direnişlerin haklılığını, meşruluğunu ve beraberinde getirdiği devasa umut ışığını tekrar tekrar büyütüyor.

SAVAş EKONOMİSİ VEyA 3. DEpARTMAN Silahlanma için ayrılan bütçe ve oluşturulan sanayi kapitalistler

tarafından sistemin çıkmaza girdiği bir noktada bir çıkış yolu, kur-tarıcı bir çözüm olarak ele alınır. Özellikle 60’lı yıllardan sonra, baş-ta ABD olmak üzere kapitalist devletler finansallaşmanın yanısıra savunma sanayiine inanılmaz bütçeler ayırarak, dev tesisler kurarak ve kıyasıya bir rekabete girerek sistemin tıkanıklığını çözme yolun-da hareket ettiklerini düşünmeye başladılar. Ne var ki aynen finan-sallaşma yönündeki çözümlerinde söz konusu olduğu gibi, savaş ekonomisinin kurtarıcılık düzeyi de sabun köpüğünden ibaretti.

Öncelikle tıkanıklık diye bahsettiğimiz şey neydi? Tabii ki

Page 129: Daima

128 Daima / 001

Marks’ın çok öncesinden öngördüğü “kâr oranlarının düşme eği-limi”. Yani sistemin işleyiş mekanizmasından kaynaklı olarak bir süre sonra ne yapılırsa yapılsın artı-değer oranları ve dolayısıyla kârlar düşmeye başlıyor, bunun dip noktalarında ise kapitalizm krize giriyor, büyük bunalımlar yaşıyordu. Bu tıkanan sisteme baktığımızda ise Marks’ın tespitine göre iki departmandan olu-şuyordu: birisi üretim araçlarını, yani fabrikalarda, üretimde kul-lanılan makinaları üreten departman, 1. departman; diğeri ise tüketim araçlarını, yani yediğimiz, içtiğimiz, giydiğimiz şeyleri üreten 2. departman. Marks’ın çözümlemelerinde ve örnekle-rinde gördüğümüz üzere bu iki departman arasında ve her biri-nin kendi içinde belli döngüler, farklı aşamaları olan çevrimler ve dengeler bulunuyor. Bu karşılıklı döngüler sonucunda ise en nihayetinde toplam bir artı-değer ve bunun sömürülmesi yoluy-la kapitalistlerin elde ettiği bir kâr ortaya çıkyor. Derginin diğer bölümlerinde daha detaylı görebileceğiniz bu işleyin kötü yanı (kapitalistler açısından) hep yokuş aşağıya gidiyor olması ve cep-lerine giren paranın gittikçe azalması. Çünkü bu döngü bir çok açıdan kendi kendini eriten bir döngü.

Bu çaresiz gidişatla karşı karşıya olan kapitalizmin kendisine yeni çıkış yolları aramak dışında bir seçeneği kalmıyor. Nitekim özellikle 60’lardan sonra finansallaşma ve silahlanmaya yöneli-yor. Yani bahsettiğimiz, doğrudan üretimle alakalı mekanizma-nın sıkıntılı yönlerinden kaçmaya çalışıyor. Burada bu kaçışın silahlanmayla ilgili bölümü üzerinde duracağız. Bu durumu in-celerken Marksın tanımladığı iki departman dışında bir 3. de-partmana ihtiyaç duyulmaktadır. Bu kavramı Ernest Mandel’den devralıyoruz. Daha öncesinde, 1901’de Mihail Tugan-Baranovsky tarafından kullanılmış olsa da, o zaman sadece lüks tüketim mal-ları, yani zenginlerin normal üretim ilşkileri dışındaki lüks “ihti-yaçları” için kullanılmıştı. Mandel’den itibaren ise bu departmanı esas olarak silah sektörünü tanımlamak için kullanıyoruz.122

SİLAh SATMAK VE SAVAşMAK KRİzE ÇözÜM MÜ?Peki makina üretimi ve tüketim malları üretimi sektörlerinde

satışlar iyi gitmiyorsa, kârlar gün geçtikçe düşüyorsa ve kapitalis-tin kriz korkusu yüzünden canı çok sıkkınsa, neden yeni bir alan açılmasın ki? Mesela silah üretilse, bunun için fabrikalar kurulsa, işçiler çalışsa, istihdam da var yani, diğer ülkelere de gıcır gıcır

122) Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008, s. 368.

Page 130: Daima

129Vietnam Yenilgisinin Ekonomiye Etkisi

silahlar milyon dolara satılsa… Hem de üretim için diğer sektör-lerden vergi alınacak, bütün işverenler ve işçiler dahil… Müşteri de belli; silahları sipariş eden de, yani talebi yaratan da, satın alan da devlet olacak… Bu depresif ortamdan kurtulmak için güzel bir fikir değil mi aslında? Hem zaten savaş ve terör tehdidi de var, ortam var, korku var, olmazsa da kendimiz yaratabiliyoruz…

Kapitalizm için gerçekten 3. departman bir çözüm yolu gibi gö-rünüyor ilk etapta. Ve aynen finansallaşma da olduğu gibi kısa bir dönem için bir fonksiyon görerek ufak bir rahatlama yara-tırmış gibi olabiliyor. Fakat burada önemli olan gerçek anlamda “kâr oranlarının düşme eğilimini” frenlemeye yarayıp yaramadı-ğı, krize götüren kısır döngüden çıkarıp çıkarmadığı. Bu açıdan baktığımızda ise sadece kısa bir süreliğine bu çöküşü yavaşlatıyor olduğunu, ama o yavaşlatmada birikenlerle birlikte daha güçlü patlamalarla krizlerin yine sürekliliğini koruduğunu görüyoruz. Aslında uçurumdan düşüş süreci durmuyor, sadece bir anlığına tutunacak zayıf bir dal bulunmuş olunuyor.

Silah sektörünün bir çözüm oluşturabilmesi için iki seçenek vardır: bu sektör ya toplumsal olarak ortalama organik sermaye bileşimini düşürmelidir ya da toplumsal olarak ortalama artı-de-ğer oranını yükseltmelidir. Bu iki yol dışında sistemin kar oranla-rının düşmesini durdurması mümkün değildir.123

Birinci seçeneğe bakarsak: İlk iki departmanın tıkanmasına ve kârların düşmesine neden

olan başlıca etmen sermayenin organik bileşiminin artmasıdır. Teknoloji ilerlemektedir, makinalar pahalılaşmaktadır ve artık “ancak helikopterle gösterilebilen” dev tesisler gerekmektedir. Üretim için gereken bu “değişmeyen sermaye” payının gittikçe artmasıyla kârlar da gittikçe düşer. Şimdi bu düşüşü engellemek için silah sanayinin başarılı olmasının bir yolu çok düşük bir orga-nik bileşime, yani ucuz teknik altyapıya sahip olup, diğer sektör-lerin bileşimiyle ortalaması alındığında toplam organik bileşimin ortalama rakamını düşürmesidir. Bu seçeneği düşündüğümüzde gerçekçi olmadığını anlamak an meselesidir. Silah sanayii diğer sektörlerden daha az teknik altyapı gerektirmek, daha az maliyet-li olmak bir yana, en çok teknolojinin kullanıldığı, teknik ilerle-medeki rekabetin had safhada olduğu bir sektördür. Ortalamayı düşürmek bir yana olsa olsa yükseltmesi sözkonusu olabilir. O yüzden birinci seçeneği bu şekilde eleyebiliriz.

123) a. g. e., s. 377.

Page 131: Daima

130 Daima / 001

İkinci seçeneğe baktığımızda ise:Silah sektörü çok yüksek bir artı-değer oranına sahipse kâr

oranlarının düşmesini engelleyebilir. Yani bu defa diğer sektör-lerden çok daha yüksek bir orana sahip olup “toplumsal ortala-ma artı-değer oranını” düşürmesi söz konusu olmalıdır. Bunun mümkün olması için ise burda çalışan işçilerin emek-gücüne de-ğerinin çok altında ücret ödenmesi gerekir.

Yine, “normal” kapitalist koşullarda böyle bir fark olanaksızdır. Bu ancak istisnai bir durumda geçerlidir: yani, Hitler’in savaş ekono-misinin nihai evresinde olduğu gibi, Departman III’teki üretimin “özgür” işçiler tarafından değil de köle emeği (her türden tutuklu-lar) tarafından gerçekleştirilmesi durumunda.124

Bu ikinci seçeneğinde büyük savaşlar, Nazi Almanyası gibi işçi sınıfının inanılmaz derecede bastırıldığı, kamplarda Yahudilerin köle düzeniyle çalıştırıldığı durumlar dışında çok olanaklı olma-dığını, artı-değer sömürüsünün çok olağanüstü koşullar dışında belli bir seviyenin üstünde arttırılamayacağını, bunun tarihsel ve sınıfsal dengelere bağlı olduğunu görüyoruz.

Ayrıca bu ikinci seçeneğin burada detayına girmeye gerek olma-yan farklı versiyonlarıda hesaba katılabilir. Özetle söylemek gere-kirse 3. departmanın 1. ve 2. departmanda yer alan hem işçilerin hem de sermaye sahiplerinin ödediği vergilerden finanse edildiği-ni göz önünde bulundurursak, buradaki sektörler arası alış-veriş durumlarının hesaplamaları sonucunda sanki artı-değer oranında bir artış sağlanmış gibi bir izlenim ortaya çıkabilir. Fakat aslında toplam sistemin işleyişi açısından söz konusu olan aynı miktarda parayı bir cebinden alıp diğer cebine koymak gibi bir şeydir.

Sonuç olarak silahlanmanın sadece kapitalizmin valorizasyon sorununa bir miktar çözüm olduğunu söyleyebiliriz. Yani atıl sermaye veya fazla sermaye diye tanımlanan, yatırıma dönüştü-rülemeyen sermayeyi kullanmak için alan açarak tekrar değer ka-zanmasına yardımcı olur. Bu da sadece geçici bir etkidir. Kapita-lizmin aynen finansallaşmaya, spekülasyona delice tutunmasının bir işe yaramadığı gibi silah sektörünü en büyük sektörlerden biri haline getirmesi de işe yaramamıştır. Üstelik:

Bir bunalım biçiminde bir patlama tehlikesinin yerini savaş biçi-minde bir patlama tehlikesi alır.125

124) a. g. e., s. 379.125) Natalia Moszkowska’den aktaran Ernest Mandel, Geç Kapitalizm, İstanbul, Versus Kitap, 2008, s. 402.

Page 132: Daima

131Dönekliğe Giden Yollar: Fransız Maoizmi

Eric hazan’ın Alan Badiou’yla Söyleşisi

Dönekliğe Giden yollar: Fransız Maoizmi

Sarkozy’nin iktidara gelişinin en çarpıcı yönlerinden birisi, Sol döneklerden, mesela André Glucksmann gibi safını değiştirenler-den aldığı destekti. Onunla epeyce bir süre aynı yolda yürümüş birisi olarak bu tuhaf fenomeni nasıl açıklarsınız?

Bence bu meseleyi bir perspektife oturtmak, daha doğrusu, bu meseleyi daha yakından bakarak irdelemek gerekiyor. Öncelikle şu soruyu yöneltmek yerinde olacak: Niçin Gauche Prolétarienne’den (Proleter Sol – GP) çıkan bu kadar çok sayıda Maocu dönek oldu? Bu şekilde ‘yanlış yola sapanlar’a onlar arasında rastlıyorsunuz çün-kü. İkincisi, benim takip edebildiğim kadarıyla, GP ‘tabanı’ndan çok az sayıda kişi bu şekilde geriye dönenler içerisinde yer aldı. Do-layısıyla, sorunuza hafifçe daha teknik bir karakter kazandırmak üzere şunu söylemek isterim: GP ‘önderleri’ içinde niçin çok sayıda insan böylesi kötü bir yöne savruldu?

Page 133: Daima

132 Daima / 001

Elbette başka Maocu örgütler de vardı: Örneğin, 1970 yılında Sylvain Lazarus, Natacha Michely ve başkalarıyla birlikte kurulu-şunda bizzat kendim de yer aldığım UCFML. Aslında Lazarus ve Michel, bir dizi bölünmenin peşinden GP’den katılmışlardı bizim saflarımıza, halbuki benim geçmişim onlarınkinden tamamen farklıydı: Ben PSU’dan, sosyal-demokratların arasından gelmiş-tim. Bizim örgütümüzde tek bir önder ya da eylemcinin -bu söy-leşide konuştuğumuz anlamıyla- yanlış bir yöne saptığına tanık olmadım. GOP ve VLR gibi başka örgütlerden gelenler genellikle PCF’ye, yani Fransız Komünist Partisi’ne gittiler; başka gruplar-da, özellikle PCMLF içinde, oldukça kötü bir durumda olan eski Fransız Komünist Partisi’ne çeki düzen verip yeniden bir inşaya girişme yanlısı olan dağınık kümeler de bulunuyordu.Genel ola-rak baktığımızda, bu insanlar hâlâ bugünkü ‘sol’un bir yerlerinde durmaktadırlar.

Gelgelelim, açıkça ve göstere göstere ‘yanlış yöne sapanlar’, o ortamda, özellikle de entelektüeller arasında genel olarak he-gemonyasını kabul ettirmiş bir konumda olan GP içinden çık-mıştır (öyle ki, aralarında Glucksmann gibi bazıları, sonradan Sarkozy’nin resmi destekçileri haline bile gelmiştir). Bu kapsamda yine, Libération’un kurucusu Serge July, GP’nin sayılı figürlerin-den Benny Lévy, Jacques Alain Miller, Jean Claude Milner, askeri kanadın başında bulunan Olivier Rolin ve saflara geç gelmesine rağmen bütün gücünü ortaya koyan Glucksmann’ın kendisi gibi isimleri zikredebiliriz. Keza, Vincennes’da önemli bir rol oynayıp, daha sonra ölümüne Amerikan yanlısı kesilen Jean-Marc Salmon gibi daha az tanınmış entelektüellerden bahsedebiliriz.

Bu saf değiştirme fenomenini kavramanın çeşitli yolları var-dır. Birincisi, bu insanların birçoğunun o zamanki, 1966-1973 yıllarındaki duruma ilişkin tahlilleri hatalıydı; o yılların -en do-layımsız anlamıyla- gerçekten devrimci bir duruma denk geldi-ğini sanıyorlardı. Bu konuda en kestirme formülasyonlar Miller kardeşlerden çıkmıştı. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, sanırım 1978’e falan geldiğimizde onlara, “Niçin hareketten bu kadar ça-buk ayrıldınız?” diye sordum. Ansızın dönmüşlerdi çünkü (o ka-dar ani ki, bugün bile yaşlı işçilerden, yurtlardaki göçmenlerden, fabrikalardaki Faslılardan, ‘Nasıl oldu da bu adamlar bir gecede, yüzlerini bir daha hiç görmeyeceğimiz şekilde sır olup kaybol-dular?’ sorusunu işitiriz). Jacques-Alain Miller soruma şu cevabı

Page 134: Daima

133Dönekliğe Giden Yollar: Fransız Maoizmi

vermişti: “Çünkü bir gün bu ülkenin hayatının sükûnet içinde de-vam edip gittiğinin farkına vardım.” Gérard da şunu ekleyecekti: “Çünkü iktidarı alamayacağımızı anladık.” Aslında çok aydınla-tıcı bir cevaptı bu; harekete katılışlarını hayli ileri ve geri adımı bulunan uzun bir yolculuğun başı olarak değil de, iktidara açılan bir meydana atılmak gibi gören insanların tipik tepkisini yansı-tıyordu. Gérard kendi düşüncesini bütün masumiyetiyle dile ge-tirmişti, sonradan Sosyalist Parti’ye katıldı, o da ayrı bir hikayé.

Demek ki, konjonktürü yanlış bir şekilde kavramak, bir aşama-dan sonra insanı ya iddialarını dizginlemeye götürüyor, ya da, hiç vaatkâr olmayan bir atmosferde mücadeleyi sürdürmenin insa-nın başına bir sürü bela açıp delicesine bir çaba harcamayı gerek-tirdiğinin farkına varmaya. Bu insanlara, Balzacvari bir gözlükle, devrimci coşkunun kuvvetiyle iktidarı ele geçirecekleri hayali-ne kapılmış, fakat sonradan işlerin biraz daha karmaşık olduğu kafalarına dank etmiş ihtiraslı delikanlılar olarak bakabilirsiniz. Böyle bir bakışın geçerli olabileceğinin kanıtı, içlerinden pek ço-ğunun psikanaliz alanında, medyanın çeşitli kanallarında, felsefi yorumcular olarak, vb. başka yerlerde nüfuzlu pozisyonlara gel-miş olmalarıdır. Bu insanların safları terk etmeleri, kesinlikle ‘ka-lan ömrümü meçhul biri olarak sürdüreceğim’ tavrına benzer bir şekle bürünmemiş, bilakis, ‘doğru kart bu değildi, şimdi başka bir karta oynayacağım’ yolunda gerçekleşmiştir.

Keza bu saf değiştirmede, daha az Balzacvari olup daha fazla ideolojik nitelik taşıyan ikinci bir ilke daha devreye girmişti. Bu ilkenin somut örnekleri, başlı başına uzun bir tarihe sahip olan, mutlaka kişisel amaçlar uğruna hareket etmeleri söz konusu ol-madığı gibi genellikle dürüstlüklerinden pek ödün vermeyen ‘yeni filozoflar’ ve onların takipçileriydi. O evrede yaşadıkları du-rum, ‘burjuva dünyası mı, devrimci dünya mı’ alternatiflerinden ayrılıp, ‘totalitarizm mi demokrasi mi’ seçeneklerine geçiş yap-maktı sadece. Burada andığım değişim için bir tarih dahi verile-bilir: 1976 yılının başlarıydı ve eski GP eylemcilerinin bir kısmı bu dalganın içinde yer almışlardı. Fakat tabii böyle bir yola sa-panlar onlardan ibaret değildi, çok sayıda başka insan da tercih-lerini bu yöne çevirmişlerdi. Özellikle Christian Gambet ve Guy Lardreau, GP’deki serüvenlerinin bir tür felsefi bilançosu anla-mına gelen L’Ange başlıklı kitaplarını yazdıklarında bu eğilimin tipik bir örneğini sergilemiş oluyorlardı.

Page 135: Daima

134 Daima / 001

İşte, saf değiştirmenin dinamiğinin nasıl işlediğini bu örnek-lerde görebilirsiniz. Bütün olay, ‘belli bir noktadan sonra mutlak bağlılığın mutlak kölelikten, kurtuluş figürünün de barbarlık fi-güründen ayırt edilemez hale geldiği’ fikri etrafında dönmekte-dir. Soljenitsin’in anlattığı şekliyle Sovyet kampları meselesi de bunun üzerine tuz biber ekmiştir. Ayrıca bir de, Kızıl Kmerler davasını aktif biçimde destekleyenler ve daha sonradan bu da-vanın nasıl dehşetengiz bir zulme çevrildiğini öğrenenleri derin-den sarsıp etkileyen Kamboçya ve Pol Pot garabeti vardı. Tüm bu gelişmelerin toplam sonucu, standart pişmanlık sözleriydi: ‘Mutlak radikalizmin ne denli korkunç sonuçlara yol açabilece-ğini öğrendim. Artık tek bildiğim, devrimci coşkuya karşı engel olarak hümanist demokrasiyi ne pahasına olursa olsun koruma-mız gerektiği.’

Birçok insanın bu düstura içtenlikle inanmakta olduğunu, dertlerinin de medyanın spot ışıklarının üstlerine çevrilmesi gibi şeylerle alakasının bulunmadığını kesinlikle kabul edebilirim. Yine, bu insanların içlerinden birçoğu ömürleri boyunca dürüst-lüklerini muhafaza etmişlerdir (mesela Rony Brauman, mesela bu yolda çok ileriye gitmiş oldukları halde bir noktada duran, Amerikan taraftarı haline gelip Sarkozy gibilerinin kuyruğuna takılmanın bir manası olmadığını anlayan Jambet ve Lardreau gibi). Genellikle de, ‘dürüst dönekler’ diye adlandırabileceğiniz bu insanlar, ‘daha az kötü’ siyasetine doğru çekilmişler, hemen hepsi de şu veya bu yolla Sosyalist Parti’nin kapısını çalmışlardır. Fakat, Glucksmann gibi başkaları, totalitarizmin korkusundan bir araç olarak faydalanıp, bu korkunun yarattığı dalganın üstüne binmeyi tercih etmişlerdir. Onların gözünde, komünist projeden dönme fikri (ayrıca, kendilerinin komünizmin dehşetini damga-lamak ve bu deneyimi etleriyle kanlarıyla yaşadıklarını, uçuruma düşmekten kıl payı kurtulup az kalsın bir Polpot’cu bile olacak-larını dillendirmek için medyaya sıçrama düşüncesi) piyasada bir boşluğu doldurabilirdi. Düşüncelerinde yanılmıyorlardı; bu planlarını ustalıkla icra ettiler, önlerindeki bütün kapılar açıldı ve televizyon programlarında neredeyse onlardan başka hiç kimseyi göremez hale geldik; bu işi temel alarak tam bir entelektüel med-ya imparatorluğu inşa ettiler.

Peki, ya Bernard-Henry Lévy, henüz onun adını anmadınız...Bernard-Henry Lévy, rahatlıkla tahmin edebileceğiniz üzere

Page 136: Daima

135Dönekliğe Giden Yollar: Fransız Maoizmi

asla çok inançlı bir Maocu olmadı, daha ziyade bir sempatizan düzeyinde kaldı. Ama onun dışında, daha sonra edebiyat dün-yasında isim yaparak yoluna devam edecek olan Olivier Rolin vardı. Keza, GP’nin militanı ya da sempatizanı konumunda olan Jean-Claude Milner gibi başkaları. Milner 1980’lerde, Les Noms indistincts kitabının piyasaya çıkışından itibaren, formel özgür-lüklerin yabana atılamayacak bir şey olduğunu, Kamboçya’da ya-pılanların ‘soykırım’ olarak nitelenmesi gerektiğini ilan etmişti. Yine de Milner, üçüncü bir giriş noktasına açılan geçitte duran bir figürdür.

Burada araya alarak değineceğim konu Filistin-İsrail çatışma-sının uzun tarihi, ‘Yahudi’ ismi meselesi, vb. mevzulardır. GP örneğinde işin bu yönü daha da önemliydi, zira bu konuda baş isim Benny Lévy’ydi, yani nam-ı diğer Pierre Victor. GP’nin ka-rizmatik lideri oydu; onun üstünde ancak Sartre’ın ismi zikredile-bilirdi. Lévy, çok etkileyici bir profil olmanın yanı sıra entelektüel bakımdan ikna etme yeteneği üst düzeyde bir siyasetçiydi; bu va-sıflarıyla Sartre’ın dikkatini çekmeden önce çok sayıda militanı kendi hareketine katmıştı. Üçüncü yolu seçmesi basit bir tavır değişikliği, bariz bir siyasal U dönüşü, salt bir döneklik yaftasıyla anılamazdı; daha ziyade, onun tavrı siyasetin daha üstünde bir şey bulunduğu fikrine dayanıyordu. Benny Lévy öz olarak, enin-de sonunda yalnızca tek bir şeye ilgi duyduğunu, GP’nin içinde yer almasının bu mutlak amacına ilerlemek bakımından yanlış kılavuzun peşine takıldığı bir ara dönem olduğunu iddia edebi-lirdi. Fakat öyle ya da böyle, çok belirgin biçimde taraf değiştir-miş, ilerici politikadan Yahudi incelemelerine kaymıştı. Dönekli-ğin perdesi inmiş bakışıyla devrimci siyasete bağlılık, sadece tali ve sınırlı bir önem taşıyor olmanın yanı sıra, yanlış bir istikameti temsil ediyordu artık. İşte, bu düşüncelerin hepsini biraraya getir-diğimizde, önümüze bereketli bir döneklik tablosu çıkmaktadır.

GP’den kopan birçok kişi bu rotayı benimsedi (gerçi Benny Lévy’nin zorladığı ölçüde, dini ve Yahudi kimliğini varlıklarının düzenleyici merkezi haline getirecek kadar değil). Fakat (Yahu-di olsunlar olmasınlar, belirleyici faktör bu değildi) yine de bu yola girdiler; Avrupa Yahudilerinin temizlenip ‘Yahudi’ isminin ortadan kaldırılmasını, önünde sonunda totalitarizmle noktala-nacak olan her türlü siyasal radikalizme karşı herkesin altında toplanması gereken bir ‘bayrak’ olarak gördüklerini ilan ettiler.

Page 137: Daima

136 Daima / 001

İsrail meselesiyle uzunca bir süredir ilgilenenler ve belirli bir noktada (genellikle de şahsi sebeplerden dolayı –bugün İslam-karşıtı olmak ‘kitleler’ korkusuna, banliyölerden ve yoksullar-dan duyulan korkuya çok yakın bir duyguyu temsil etmektedir) Arap-karşıtı haline gelenler hevesle bu sembolizme atıldılar. Bu acıklı hikâyede hiç azımsanmayacak derecede önemli bir rolü de, yozlaşmış olduğu kadar hırçın bir sekülarizmden müteşekkil bir profesör cumhuriyetçiliği ve çapsız feminist akımlar oynadılar. Ne yazık ki, bu yönelişin parsalarını sadece, ilk önce Le Pen, daha sonra Sarkozy toplayacaktı.

Sonuç olarak söyleyeceğim, GP’nin üç belirgin özelliği bulu-nuyordu: Birincisi, tarihin yönü konusunda bir tür sabırsızca bir megalomaniyle, Maocuların iktidarı alacak ya da en azından durumu çok hızlı biçimde kendi lehlerine çevirecek konumda oldukları inancıydı. İkincisi, son derece ideolojik bir çizgide ha-reket ediyorlardı: Kültür Devrimi’nden öğrendikleri başlıca ders, ideolojinin ve kişisel yeniden eğitimin başat bir önem taşıdığıydı; öyle ki bu yolda, gerçeklikten kopuk bir dizi saçma kampanyalara girişmişler, saf ideolojizme saplanmışlar, aynı derecede hayali ve ateşli bir radikalizme kapılmışlardı. Örneğin ben, ideolojiye böyle aşırı bir önem biçilmesinden dolayı, Renault Billancourt’da nasıl ‘apolitik’ mücadele komiteleri yaratmış olduklarını iyi hatırlıyo-rum. Milner’ın ‘siyasal dünya görüşü’ne duyduğu nefretin ha-bercisiydi bu girişimler. Özetle, bu insanlar silahlı mücaledenin eşiğine kadar geldiler, korkuyla geri çekildiklerinde de bir sürü U dönüşünün ardından, ‘Bakın, biz ne kadar aşırı uca gitmiştik’ di-yerek şefkat ve pişmanlık karışımı bir nakarat tutturmaya koyul-dular. Üçüncüsü, bu insanlar her zaman cemaatçiydiler. Kendi-leriyle anlaşamadığımız noktalardan birisi (ki bizim ilişkilerimiz hep kötüydü), fabrikalarda ‘Arap işçileri hareketi’ kurmaya karar verdiklerinde çıkmıştı. Biz ‘Fransa’nın uluslararası proletaryası’ fikrine sadık kalıp, cemaat temelindeki bu ayrılıkçılığa temelden itiraz ediyorduk. Uzun vadeli sonuçlar doğuran, belirleyici bir mücadeleydi bu: Arap işçileri hareketi kuranlar bir gün gelip U dönüşü yapabilirler, her türlü cemaat temelli kurumun savunu-cusu haline gelebilirlerdi. Nitekim, bugün İsrail ordusunun paralı uşaklığını yapan insanların birçoğu GP zamanında, maceracı ve son derece tehlikeli bir tarzda, fiili durumla hemen hiç ilgisi ol-mayan bir havayla ateşli Filistin taraftarıydılar.

Page 138: Daima

137Dönekliğe Giden Yollar: Fransız Maoizmi

Bir kere daha söylemek gerekirse (ve burada sadece kendi çev-rem adına konuşmadığımı belirteyim), yukarıda saydığım üç vasfın bileşimi ancak Maoculuğu söz konusu oldukça GP’ye uy-gulanabilir; fakat 1969’dan sonraki GP için daha geçerli olduğu kesindir. Bu GP’nin Fransa’da, Kültür Devrimi döneminde Çin Kızıl Muhafızlarının kötü olan her türlü özelliğinin mirasçısı ol-duğunu söyleyebilirsiniz. Bazı Kızıl Muhafız grupları 1967-1969 arası yıllarda, muktedir bir ideoloji ve görkemli şiddet eylemleri yoluyla her durumu tersine çevirebileceği fikrini geliştirmişlerdi. Ben, Pekin Kızıl Muhafızlarının önde gelen simalarından Kuai Dafu’nun, GP’nin önder kadroları içinde çok benzeri olduğunu hep düşünmüşümdür; ne de olsa hepsi, ‘insanı en derinden de-ğiştirmek’ gerektiğini söyleyip duran gözde Çinli önderleri Lin Biao’ya hayranlık duyuyorlardı. Eylemci metafiziği belli ki çok hoşlarına gitmekteydi.

Bu oldukça tuhaf. Benim hatırladığım kadarıyla, sizin içinde bulunduğunuz örgüt fazlasıyla sekter olmasıyla tanınıyordu, halbuki GP daha doğru düzgün tipleri kendine çekmişti. Üste-lik böyle düşünen tek kişi değildim ben. UCFML saflarındakiler Marx, Engels, Lenin, Stalin ve Mao resimlerinin olduğu bayrak-lar ve flamalarla yürümeye bayılır, hiç değişmeyen bu sırayla on-ların isimlerini haykırırlardı.

Hayır, öyle değildi, işler nasıl böyle arap saçına dönmüş! Sizin bahsettiğiniz kişiler PCMLF örgütündendi (bunlar içlerine kapalı bir takımdı, gerçekte Stalinistlerdi). Çin-Sovyet çatışmasının baş-ladığı günlerden itibaren Çin devletine daha bir yakınlık duyu-yorlardı. Bugünden baktığınızda, PCMLF ile UCFML arasında fazla bir farklılığın bulunmadığına dikkat çekebilirsiniz... Ancak takdir edersiniz ki, devrimci politikada ‘nüanslar’ büyük önem taşır. PCMLF ile UCFML, gece ile gündüz kadar birbirlerinden ayrıydılar.

Bence Fransa’da üç değişik Maoculuk yorumu geçerliydi. Bi-rinci ve en eski yorum, Kruşçev döneminde SSCB’ye karşı takı-nılan tutumun tersine, Çin’in ilk baştaki katı Stalinizm çizgisine bağlı kaldığı ve Stalinizmden vazgeçilmesinin er ya da geç genel bir dağılışla sonuçlanacağı (ki bu noktada yanılmamışlardı!) gö-rüşüydü. Bu eğilimdeki insanlar, resmi FKP’nin ve SSCB’nin re-vizyonizmine karşı sınıf mücadelesinden yana olan gerçek bir

Page 139: Daima

138 Daima / 001

komünist partisi inşa edeceklerine inanarak PCMLF’yi kurmuş-lardı. Oysa bu hem dogmatik hem de nostaljik bir yorumdu. Ama eski işçi sınıfı militanlarını bulabileceğiniz tek yer de burasıydı (bütün Maocu gruplarda gençler toplanmışlardı; yaşlılar, büyük Thorez çağına, Parti’nin fabrikalara ve yerleşim sitelerine hakim olduğu 1950’li yıllara nostalji duyanlar ise bu akımların yanına bile uğramıyorlardı). Dolayısıyla, buna gerçek-ten muhafazakâr bir yorum dememizde sakınca yoktur. Diğer uçtaysa, GP’nin neredeyse anarşist denebilecek, ultra sol yorumu vardı: Cesur-ca taarruza geçtiniz, ustaca bir performans gösterdiniz, ‘kafada devrimi’ yaptınız, ‘kitleler içinde eridiniz’, basın yayın organlarını da her zaman dikkatli gözlerle takip ettiniz, vb. Örgütlenme son derece merkezi ve gizliydi; açığa çıktığında, kitlelerin enerjisini ‘serbest bırakmak’ üzere beş dakikada yayılırdı.

Bize, UCFML’ye gelince, biz, kendini bir ‘ortacı’ olarak tarif etmiş Mao’nun her zaman savunduğu anlamda orta sol bir ör-güttük. Maocu esasların üç temel noktasını hayata geçiriyorduk: Birincisi, halkla her zaman bağları sıkı tutmak zorundaydık, entelektüellere uygun politika kapalı odalarda tartışmalara dal-mak değil, topluma varan bir yolculuk olmalıydı. Siyasal çalışma fabrikalarda, yerleşim birimlerinde, yurtlarda faaliyet yürütmek şeklinde tanımlanıyordu. Önemli olan her zaman için, halkın fiili hayatının ortasında siyasal örgütlenmeye gitmekti. İkincisi, burjuva devletinin kurumlarında yer almamamız gerekiyordu: Geleneksel sendikalara ve seçim mekanizmasına karşıydık. İşçi bürokrasilerinden sızmalara karşı tetikte durur, seçimlere da-hil olmazdık; bu tutumumuz bizi Troçkistlerle kökten ayırırdı. Üçüncü nokta, eski örgütlenme biçimlerini sürdürerek, kendimi-ze ‘parti’ demekte hiç acele etmememizdi; fiili siyasal süreçlere çok yakın olmayı bir zorunluluk sayıyorduk. Bütün bunların so-nucunda, diğer iki ana akımla keskin bir karşıtlığa girmiştik. Ku-rucu niteliğindeki broşürümüzde hem sağdaki PCMLF’ye hem de ‘soldaki’ GP’ye saldırıyorduk. İki cephede birden mücadele...

Ya Tel Quel?Onlar son dönemki Maoculardı. Tel Quel’cilerin Mayıs 1968’den

çıkardıkları ilk ders, daha ziyade sürrealistlerin 1920’ler ve 1930’larda, komünistleri -sözcüğün yenilikçi kuvvetiyle- içeriden devrimcileştirmeyi hedefleyerek tekrarladıkları bir entrizmle, FKP’ye katılmaları gerektiğiydi. Bu doğrultuda daha Maocu bir

Page 140: Daima

139Dönekliğe Giden Yollar: Fransız Maoizmi

duruş benimsemeye koyulmuşlardı (fakat bu, benim görüşümce, yüzeysel bir kabuktu). Ama bunu yaptılar ve söylemek gerekir ki, Maoculuğun içinden geçtiler. Philippe Sollers, 1970’lerden bugü-ne (Waldeck Rochet’den7 Balladur ve Royal’e) tuhaf bir güzergâh takip eden kişiler arasındadır.

GP tipindeki Maoculuğun, beş yılı aşkın bir süre boyunca, di-yelim 1969’dan 1974’e kadar entelektüeller arasında moda oldu-ğundan çok fazla öne çıktığını not etmek önemlidir. Birçok insan sırf bu sebeple o örgüte yakın olmuş, içinde yer almıştır (sözge-limi, Sollers ve Sartre’ın yanı sıra Jean-Luc Godard). Adı geçen entelektüellerle sanatçıları cezbeden şey, militanlık ve radikalizm halesiydi; GP’nin sürdürmekte olduğu, genellikle uydurma ve halkın bilincini bulandırmaya teşne fiili politikayla çok yakından ilgilenmezlerdi. GP propagandasının yaydığı hemen her şey yarı gerçekdışıydı; bir kedi yavrusunun olduğu yerde Bengal kaplanı gördüklerini söylerlerdi.

Örgütlerin ortamı bakımından toplumsal kökenlerde bir fark-lılık gözlediniz mi?

Bu noktada hiçbir ayrıntıyı özellikle incelemiş değilim, fakat olaylara dair kişisel algıma göre, GP’nin içinde -Rus anarşist ha-reketini akla getirir kapsamda- birçok genç büyük burjuvanın yer almış olduğu apaçık ortadadır. Yine aynı ortamlardan, aileleriyle bağlarını koparmış genç kadınlar da bulunuyordu. GP’nin top-lantılarını kocaman dairelerde yaptığı bilinen bir şeydir –bazen bu toplantılara ben de katılmış ve tartışmalarda yer almışımdır. GP Haziran 1968’de Flins’teki Renault fabrikasına büyük bir grup gönderdiğinde (hemen hatırlayalım, onlardan biri Gilles Tautin ayaklanma polisince öldürülmüştü), civardaki kırsal bölgelere dağılmış adamları yeniden toparlamak üzere acil bir ağ örgüt-lenmesine gidilmişti; ben dahil olmak üzere Paris’in entelektü-el burjuvazisinin geniş bir kesimi de arabalarıyla bu militanları kurtarmaya koşmuşlardı. Godard’ın Tout va bien filmi, bu türde (aynı zamanda hem burjuva, hem militan, hem mesafeli hem de modaya kapılmış) bir sempatik tavrın iyi örneklerindendir. Fab-rikadaki olaylarda Yves Montand karakterinin büyüleyici derece-de etkili görünmesi, tamamiyle GP’nin o sıralarda entelektüeller üzerindeki cazibesinin bir yansımasıdır. Fakat unutmamak gere-kir ki, UCFML gibi GP’nin içinde de işçiler, gençler, Cezayirliler ve her türden insan birlikte yer alıyorlardı.

Page 141: Daima

140 Daima / 001

Komünistlerle yaşadığım deneyim beni fazla temkinli olmaya itmeseydi, sanırım ben de aynı istikamete yönelirdim.

Evet, şayet göze batan tavırlara bürünme -gerçekte olmayan şeylerle övünme- öğesi ve militanlığın histeri boyutlarına vardı-rılması çok erken başgöstermeseydi ben de. Kendi payıma ben bağlılığımı hep korudum, bu benim açımdan gençlik yaramazlığı değildi. Onlarınki maceracı ve içi boş, ama aynı zamanda heye-can verici bir eylemcilikti; moda bir politikaydı, kişisel kökleri çok derinlere uzanmasa bile fiili bir gerçekliğe yaslanıyordu –GP içinde bütün bunlar, yakın dönemlerde ve şimdilerde izlemekte olduğumuz görkemli saf değiştirmeleri mümkün kılmıştı. Heye-can olarak politika iyi bir şey değildir. Fransa’daki kanonik ör-nek, 1930’ların büyük umudu, Saint-Denis’in komünist belediye başkanı Jacques Doriot’ydu. Doriot, proleter askerlerinin başında savaş alanına atılan Dionysosvari bir önderdi. Oysa bu tür bir ha-yalperestlik tam bir geri dönüşe de zemin hazırlayabilirdi, çünkü spot ışıklarında kalmak için kendinize biçtiğiniz heyecan dolu imajı hep korumanız gerektiğinde, tam bir yön değişikliğine de mecbur kalırdınız. Nitekim Doriot daha sonra namlı bir faşist, Nazilerin katmerli işbirlikçilerinden birisi olmuştur.

Fransızların karakteristik bir özelliği olan, birçok bakımdan mükemmel bir şey olmakla birlikte kendine özgü patolojileri bu-lunan entelektüeller ile siyaset arasındaki bağ da Doriot’culuk fe-nomenini ağırlaştıran bir etki yapmıştır. Zaten 1969 yılı civarında en yüzeysel biçimiyle ‘Maoculuk’un bir tür hegemonya kurması da, eğilimleri takip eden entelektüel ortama bağlı bir sonuçtu. Şimdi buna benzer ve aynı derecede tuhaf bir fenomeni; eski Ma-ocu entelektüellerin tam bir tornistanla televizyon parmaklığına yaslanmış, her türlü ilerici politikaya çığırtkanlıkla karşı çıkış-larını izliyoruz. Doriot makineli tüfek ateşiyle arabasının içinde öldürüldüğünde, üzerinde SS üniforması vardı. Bizim ‘Maocu’ döneklerimiz söz konusu olduğunda da gerçekten bir fars olarak Doriot’culuktan bahsetmemiz yersiz kaçmayacak.

Türkçesi: Osman Akınhay New Left Review 2008 Türkiye Seçkisi’nden alınmıştır.

Page 142: Daima

141Sözlükçe

Sözlükçe

AÇIK İşSİzLİK: Çalışma isteğinde olunmasına rağmen iş bu-lamama anlamındaki işsizliktir. Yapısal issizlik, teknolojik işsiz-lik, konjonktürel işsizlik, mevsimlik işsizlik ve geçici işsizlik ola-rak ortaya çıkar.

ARIzİ İSSİzLİK: Arızi işsizlik, emek arz ve talebi arasında den-genin olduğu ekonomilerde de görülen, çalışanların işyeri değiş-tirmelerinden kaynaklanan, gerekli fakat bos geçen dönemlerde karşılaşılan işsizlik türüdür. Her zaman emek piyasasına ilk defa gi-renler ve mevcut işinden memnun olmadığı için işini değiştirmek isteyenlerin olması ve bunun zaman alması nedeniyle ortaya çıkan işsizlik, doğal işsizlik olarak kabul edilir ve en sağlıklı ekonomi-lerde bile sıfırlanması mümkün değildir. Genel olarak bir ülkede arızi işsizliğin %2-3 oranındaki varlığı normal kabul edilir.

cARİ AÇIK: Bir ülkenin toplam mal-hizmet ihracatı ve trans-ferleriyle, toplam mal-hizmet ithalatı ve transferleri arasındaki negatif farka cari açık denir. Cari işlemler dengesi hesaplamasına finansal varlık ve yükümlülüklerdeki değişmezler girmez. Gelir-ler giderlerden büyük olduğunda, cari işlemler fazlası söz konu-sudur. Gelirler giderlerden az olduğunda, cari işlemler açığı söz konusu olur.

Page 143: Daima

142 Daima / 001

cESARETİ KIRILANLAR: İş aramaktan yorulmuş ve artık iş aramayan kişilerdir.

DEpRESyON: GSMH’nin önemli oranda küçülmesine yol açan ve ekonomik faaliyetlerde gerileme yaratan (işsizliğin artması gibi) ekonomik denge bozukluğu hali.

DEVLET TAhVİLİ: Türkiye devleti hazinesinin çıkardığı, va-desi bir yıl ya da daha uzun olan borçlanma senetleri.

DIş TİcARET DENGESİ: Ödemeler dengesinin, mal-hizmet ihracat ve ithalatının parasal değer cinsinden gösteren bölümü. İhracat ithalata eşit ise, dış ticaret denkliği; ihracat ithalattan bü-yükse dış ticaret fazlası, ihracat ithalattan küçükse dış ticaret açığı söz konusudur.

DOğAL İşSİzLİK: Ekonomi de dalgalanmaların olmadığı dö-nemlerde görülen işsizlik çeşididir ve gelişmiş ekonomilerde bu oran yaklaşık %4 civarındadır. Bu oranı düşürmek pek mümkün olmamaktadır çünkü doğal işsizlik oranı; geçici (friksiyonel) ve teknolojik işsizlik oranlarından oluşmaktadır.

EKSİK İSTİhDAM: 40 saatten daha az süre çalışıp daha faz-la çalışmaya müsait kişiler. İstihdamın sektörel dağılımı içinde tarımın ağırlıkta olduğu, ücretsiz aile işçilerinin yoğun olarak bulunduğu ve işsizlik sigortası uygulamasının bulunmadığı ülke-lerde, işgücünün gereği gibi değerlendirilememesinden kaynak-lanan önemli bir sorundur. İşsizlik sigortasının bulunmadığı ya da sınırlı olduğu ülkelerde, kişiye işsiz kaldığında, geçimini temin edebilecek bir gelir düzeyi sağlanamamaktadır. Bundan dolayı da kişi, sahip olduğu eğitim ve niteliğe uygun olsun ya da olmasın veya elde edeceği ücret düzeyi ne olursa olsun çalışmak zorunda kalmaktadır. Böylece, kişi işsiz olmaktan kurtulmakta, ancak bu kez de sorun eksik istihdam olarak ortaya çıkmaktadır.

Eksik istidam görülebilir eksik istihdam ve görülemeyen eksik is-tihdam olarak iki türlü ele alınmaktadır. Görülebilir eksik istih-dam, referans dönemde ekonomik nedenlerle, kendi isteği dışında normal çalışma süresinin (40 saat) altında çalışanları kapsamakta-dır. Mevcut işinde veya bir başka işte, çalışmaya müsait olduğu hal-de haftalık 40 saatten daha az çalışanların eksik istihdamda olduğu

Page 144: Daima

143Sözlükçe

kabul edilir. Eğitim ve vasıflarına uygun olmayan işlerde istihdam edilenler ile çalıştığı halde ücret azlığı, işinden memnun olmama gibi nedenlerle işini değiştirmek istediği için iş arayan kişiler gö-rülmeyen eksik istihdamdadırlar.

Görülebilir eksik istihdam: Birinci gruptakiler, “görülebilir eksik istihdam” olarak kabul edilmekte ve referans döneminde, ekono-mik nedenlerle 40 saatten daha az süre çalışıp mevcut işinde ya da ikinci bir işte daha fazla süre çalışmaya müsait olan kişiler ele alınmaktadır.

Görülemeyen eksik istihdam: İkinci gruptakiler, “görülemeyen eksik istihdam” olarak kabul edilmekte ve mevcut işinden elde ettiği gelirin azlığı ya da kendi mesleğinde istihdam edilmediği gibi nedenlerle mevcut işini değiştirmek istediğini ya da ikinci bir iş aradığını bildiren kişilerdir. Burada görülebilir işsizlik kavramı istatistiksel bir kavram olarak görülürken, görülemeyen işsizlik kavramı analitik bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından düzenlenen 16. Çalış-ma İstatistikçileri Konferansında, mevcut eksik istihdam tanımı, yaşanan ölçüm zorlukları nedeniyle yeniden ele alınarak, eksik istihdam sorununu daha net ortaya koyabilecek “zamana bağlı eksik istihdam” ve “yetersiz istihdam” kavramlarına geçilmesine karar verilmiştir. Hane halkı işgücü anketi soru kâğıdında 2009 yılında bu doğrultuda gerekli düzenlemeler yapılmış olup, 2009 yılı şubat dönemi sonuçlarından başlamak üzere, “zamana bağlı eksik istihdam” ve “yetersiz istihdam”a ilişkin bilgiler yayımlan-maktadır.

Zamana bağlı eksik istihdam: Referans haftasında istihdamda olan, esas işinde ve diğer işinde/işlerinde toplam olarak 40 saat-ten daha az süre çalışmış olup, daha fazla süre çalışmak istediğini belirten ve mümkün olduğu taktirde daha fazla çalışmaya başla-yabilecek olan kişilerdir.

Yetersiz istihdam: Zamana bağlı eksik istihdam kapsamında yer almamak koşuluyla, referans haftasında istihdamda olan, son 4 hafta içinde mevcut işini değiştirmek için veya mevcut işine ek olarak bir iş aramış olan ve böyle bir iş bulduğu takdirde 2 hafta içinde çalışmaya başlayabilecek olan kişilerdir.

Page 145: Daima

144 Daima / 001

G7 ÜLKELERİ: ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtal-ya, Kanada.

G8 ÜLKELERİ: G7 + Rusya.

G20 ÜLKELERİ: G8 + Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Meksika, Suudi Arabistan, Güney Afrika Cumhuriyeti, Türkiye.

GAyRİ SAFİ MİLLİ hASILA (GSMh): Bir ekonomideki yerleşik üretici birimlerin belli bir dönemde toplam faaliyetleri sonucu yaratmış oldukları tüm mal ve hizmetlerin üretim değeri toplamından bu mal ve hizmetlerin üretiminde kullanılan girdi-ler toplamının düşülmesiyle bulunur.

GAyRİ SAFİ yURT İÇİ hASILA (GSyh): GSMH’den net dış alem faktör gelirlerinin (işçi dövizleri, yurtdışından elde edi-len müteşebbis gelirleri, yurtdışındaki faaliyetlerden elde edilen kar transferleri ve yurtdışındaki yatırımlardan elde edilen faiz gelirleri) düşülmesiyle bulunur. Dış alem faktör giderleri de aynı alanda yurtdışına yapılan ödemelerdir. Gelir ve gider farkı net olarak GSYH rakamına ulaşmakta kullanılır.

GEÇİcİ İşSİzLİK: İş arama ve bulmanın zaman almasından kaynaklanan, çalışanların iş değiştirme aşamasında istihdamda olamamalarından kaynaklanan işsizliktir ve bu kaçınılmaz ola-rak her zaman olacaktır.

GİzLİ İşSİzLİK: Herhangi bir üretim alanında işgücünün bir kısmının üretimden çekilmesi durumunda üretimde önemli bir azalma söz konusu olmuyorsa gizli işsizlik söz konusudur. Gizli işsizlikte açık işsizlikten farklı olarak kişinin bir işi vardır ve kişi teknik olarak işsiz değildir. Gizli işsizlik genellikle az gelişmiş ülke-lerde tarımda ve kamu sektöründe yaygın olarak görülmektedir.

hANE hALKI: Aralarında akrabalık bağı bulunsun ya da bu-lunmasın aynı konutta veya aynı konutun bir bölümünde yaşa-yan, temel ihtiyaçlarını birlikte karşılayan, hane halkının hizmet ve yönetimine katılan bir ya da birden çok kişinin oluşturduğu topluluktur.

Page 146: Daima

145Sözlükçe

hAzİNE KAğITLARI: Hazine tarafından ihraç edilmiş devlet iç borçlanma senetleri (tahvil ve bonolar).

İSTİhDAM EDİLENLER: Aşağıda yer alan işbaşında olanlar ve işbaşında olmayanlar grubuna dahil olan kurumsal olmayan çalışma çağındaki tüm nüfus istihdam edilen nüfustur.

İşbaşında Olanlar: Yevmiyeli, ücretli, maaşlı, kendi hesabına, iş-veren ya da ücretsiz aile işçisi olarak referans dönemi içinde en az bir saat bir iktisadi faaliyette bulunan kişilerdir.

İşbaşında Olmayanlar: İşi ile bağlantısı devam ettiği halde, refe-rans haftası içinde çeşitli nedenlerle işinin başında olmayan ken-di hesabına ve işverenler istihdamda kabul edilmektedir.

Ücretli ve maaşlı çalışan ve çeşitli nedenlerle referans döneminde işlerinin başında bulunmayan fertler; ancak 3 ay içinde işlerinin başına geri döneceklerse veya işten uzak kaldıkları süre zarfında maaş veya ücretlerinin en az % 50 ve daha fazlasını almaya devam ediyorlarsa istihdamda kabul edilmektedir. Bununla birlikte, re-ferans haftası içinde “1 saat” bile çalışmamış olan ücretsiz aile işçileri ve yevmiyeliler istihdamda kabul edilmemektedir.

Üretici kooperatifi üyeleri, bir iş ya da meslekte bilgi veya bece-ri kazanmak amacıyla belirli bir menfaat (ayni ya da nakdi gelir, sosyal güvence, yol parası, cep harçlığı vb.) karşılığında çalışan çı-raklar ve stajyer öğrencilerde istihdam halinde olanlar kapsamına dahil edilmektedirler.

İşSİz: Referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan (kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiç bir işte ça-lışmamış ve böyle bir iş ile bağlantısı da olmayan) kişilerden iş aramak için son üç ay içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan tüm kişiler işsiz nüfusa dahildirler.Ayrıca, üç ay içinde başlayabileceği bir iş bulmuş ya da kendi işini kurmuş ancak işe başlamak ya da işbaşı yapmak için çeşitli eksik-liklerini tamamlamak amacıyla bekleyenler de işsiz nüfus kapsa-mına dahildirler.

İşGÜcÜ: İstihdam edilenler ile işsizlerin oluşturduğu tüm nü-fusu kapsar.

Page 147: Daima

146 Daima / 001

İşGÜcÜNE DAhİL OLMAyANLAR: İşsiz veya istihdamda bulunmayan kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfustur. İş-gücüne dahil olmayanlar aşağıdaki gruplara ayrılmıştır.

İş aramayıp, çalışmaya hazır olanlar: Çeşitli nedenlerle iş arama-yıp, ancak 2 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir.

- İş bulma ümidi olmayanlar: Bölgede iş bulunmadığına veya böl-gede kendisine uygun iş olmadığına inandığı ya da nereden iş arayacağını bilmediği için iş aramayıp, ancak işbaşı yapmaya ha-zır olduğunu belirten kişilerdir.

- Diğer: Mevsimlik çalışma, ev kadını olma, öğrencilik, irad sahi-bi olma, emeklilik ve çalışamaz halde olma gibi nedenlerle iş ara-mayıp ancak işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişilerdir.

Mevsimlik çalışanlar: Mevsimlik çalışması nedeniyle iş arama-yan ve iş başı yapmaya hazır olmayan kişilerdir.

Ev işleriyle meşgul: Kendi evinde ev işleriyle meşgul olması ne-deniyle iş aramayan ve iş başı yapmaya hazır olmayan kişilerdir.

Eğitim/öğretime devam ediyor: Bir öğrenim kurumuna veya kursa devam etmesi nedeniyle iş aramayan ve iş başı yapmaya hazır olmayan kişilerdir.

Emekli: Bir sosyal güvenlik kuruluşundan emekli olduğu için iş aramayan ve iş başı yapmaya hazır olmayan kişilerdir.

Çalışamaz halde: Bedensel özür, hastalık veya yaşlılık nedeniyle iş aramayan ve iş başı yapmaya hazır olmayan kişilerdir.

Diğer: Ailevi ve kişisel nedenler ve bunun dışındaki diğer neden-ler ile iş aramayan ve iş başı yapmaya hazır olmayan kişilerdir.

İşGÜcÜNE KATILMA ORANI: İşgücünün kurumsal olma-yan çalışma çağındaki nüfus içindeki oranıdır.

KApSANAN KİşİLER: Ankette, Türkiye Cumhuriyeti sınırla-rı içinde yaşayan hanelerde bulunan tüm kişiler kapsanmaktadır. Ankette okul, yurt, otel, çocuk yuvası, huzurevi, hastane ve ha-pishanede bulunanlar ile kışla ve ordu evlerinde ikamet edenler kapsanmamaktadır.

Page 148: Daima

147Sözlükçe

KEyNESyEN EKONOMİ yAKLAşIMI: İktisatçı John May-nard Keynes tarafından geliştirilen ve ekonominin piyasaya bı-rakılması halinde dengeye gelemeyeceğini, o nedenle devletin ekonomiye aktif olarak müdahalede bulunarak tam istihdamı sağlamayı hedeflemesi gerektiğini savunan yaklaşım.

KONJONKTÜREL İSSİzLİK: Konjonktürel işsizlik, ekono-mik yapıda talep değişmelerinden doğan dalgalanmalar nede-niyle ortaya çıkan işsizlik türüdür. Belli bir dönemdeki toplam talebin azalması sonucunda üretimde ve yatırımlarda meydana gelen gerileme, işsizliğe neden olur. Konjonktürel işsizlik, yapısal işsizliğe göre kısa süreli, geçici işsizliğe göre uzun sürelidir.

KURUMSAL OLMAyAN ÇALIşMA ÇAğINDAKİ NÜFUS: Kurumsal olmayan sivil nüfus içerisindeki 15 ve daha yukarı yaş-taki nüfustur.

KURUMSAL OLMAyAN SİVİL NÜFUS: Okul, yurt, otel, çocuk yuvası, huzurevi, hastane, hapishane, kışla ya da orduevin-de ikamet edenler dışında kalan nüfustur.

MERKANTİLİzM: Kapitalizm öncesi toplumlarda yaygın ola-rak uygulanan ve başlıca önermeleri ödemeler dengesi fazlası ve-recek bir ticaret politikası izlemek ve devletin ekonomiye aktif müdahalesini savunmak olan ekonomi doktrini.

MEVSİMLİK İşSİzLİK: Özellikle tarımın etkili olduğu ülke-lerde görülen bir işsizlik çeşididir. Ürün yetiştirme dönemlerinde çalışan emek sahiplerinin belli mevsimlerde çalışmamasından kaynaklanmaktadır. Mevsimlik işsizlik mevsim değişiklikleri veya mevsimsel olarak mal ve hizmet taleplerinde ortaya çıkan azalma sonucu oluşan işsizlik türüdür. Mevsimlik işsizlik, geliş-mekte olan ülkelerde tarım kesiminde ortaya çıkmaktadır. Tarım çalışanları kışın işsiz kalmakta, genel olarak da başka bir alanda çalışmamaktadırlar. Gelişmiş ülkelerde ise sadece tarımda değil, turizm ve gıda gibi muhtelif sektörlerde de mevsimlere bağlı ola-rak işsizlik ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de mevsimlik işsizlik Ara-lık-Şubat aylarında en üst seviyeye çıkarken, Temmuz-Ağustos aylarında en alt seviyeye inmektedir. Bu durum özellikle tarım ve inşaat sektörlerindeki çalışma koşullarından kaynaklanmaktadır.

Page 149: Daima

148 Daima / 001

REFERANS hAFTASI (DöNEMİ): Hane halkı işgücü an-ketinin referans haftası, ankette kişilerin çalışıp çalışmadıklarına ilişkin sorular sorulurken esas alınan zaman dilimi olan, bir haf-talık süredir. Bu hafta, her ayın, Pazartesi ile başlayıp Pazar ile bi-ten ilk haftası olarak belirlenmiştir. Ankette kişilerin istihdamda olup olmadıkları belirlenirken referans haftasındaki durumları esas alınmaktadır.Alan uygulaması referans haftasının bitimini takiben on beş gün içerisinde tamamlanmaktadır.

RESESyON: Belirli bir süreyle başta büyüme gibi ekonomik göstergelerdeki küçülme ve buna işsizlikteki artışın eşlik etmesi halini ifade eder.

STAND-By DÜzENLEMESİ: IMF’nin ihtiyaç içine düşen üye ülkelere destek vermek üzere yaptığı başlıca düzenleme. 18 aya kadar olan stand-by düzenlemesinde üye ülke kotasının % 100’ü kadar, 3 yıla kadar olan stand-by düzenlemesinde üye ülke kotasının % 300’ü kadar parasal destek sağlanabilir.

TEKNOLOJİK İşSİzLİK: Bu işsizlik türü, üretimde insan gücü yerine makinenin, teknolojinin kullanılması veya yeni üre-tim tekniklerinin kullanılması sonucu ortaya çıkan işsizliktir. Özellikle, sanayileşmiş ülkelerde teknolojinin gelişmesi sonucun-da oluşan makineleşme, küçük isletmelerde ve zanaatlarda çalı-şan bir kısım zanaatkar ve isçiyi işsiz bırakır.

TÜREV ÜRÜNLER: Getirisi bir başka kıymetin getirisine bağ-lanmış, diğer bir değişle başka bir kıymetin getirisinden türetil-miş mali araçlardır. Futures ve opsiyon sözleşmeleri bu araçla-ra örnektir. Bu tür araçlar, döviz, faiz, altın, emlak gibi her türlü ürün üzerinden türetilebilir. Böyle bir durumda, örneğin döviz üzerine yazılan bir opsiyon sözleşmesinde, opsiyon sözleşmesi-nin getirisi, üzerinden türetildiği dövizin piyasadaki hareketine bağlı olacaktır.

ÜcRETSİz AİLE İşÇİSİ: Aileye ait işyerlerinde ücretsiz ola-rak çalışan aile fertleridir. Tütünde, fındıkta, çayda, kısaca tarla-da çalışan kadınlardır.

VERİ KAyNAKLARI: Veriler, belirlenen örnekleme yöntemi-

Page 150: Daima

149Sözlükçe

ne göre seçilen hane halklarından derlenmektedir. Hane halkı İş-gücü Anketlerinde kullanılan istatistiki birim “hane halkları”dır. Hane halkında bulunan tüm fertlere ilişkin demografik bilgiler (yaş, cinsiyet, eğitim durumu, hane halkı reisine yakınlık) alın-maktadır. İşgücü durumunun tespitine yönelik sorular ise 15 ve daha yukarı yaştaki fertlere sorulmaktadır.

VERİ TOpLAMA şEKLİ: Anket, anketörler tarafından yüz yüze görüşme yöntemi ile uygulanmakta ve veriler alan uygula-ması esnasında doğrudan dizüstü bilgisayarlara kaydedilmekte-dir (Bilgisayar destekli kişisel görüşme yöntemi).

yApISAL İşSİzLİK: Yapısal işsizlik, bir ülkenin ekonomik yapısında oluşan değişmelerden doğan işsizlik türüdür. Ülkele-rin ekonomik, sosyal ve kültürel yapılarındaki ve alışkanlıkla-rındaki değişmelere bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Tarımda makineleşmenin ortaya çıkması veya küçük isletmelerde elle üretilen ürünlerin yerine fabrika üretimi ürünlerin üretiminin tercih edilmesi sonucu yapısal işsizlik ortaya çıkmaktadır. Mesela el tezgahlarında üretilen halılar yerine fabrika halılarının tercih edilmeye başlanması tezgahta halı üretimi yapan kişilerin işsiz kalmasını doğuracaktır. Yapısal işsizlik özellikle gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkan, tarımdan sanayiye, hatta sanayi bile atla-nıp doğrudan hizmet sektörüne geçilmesi ile ortaya çıkmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise yapısal işsizlik teknolojik gelişme sonucu ihtiyaç duyulan yetişmiş işgücü talebinin karşılanamaması nede-niyle ortaya çıkmaktadır.

Page 151: Daima

150 Daima / 001

İşGÜcÜ AKIş şEMASI

NÜFUS

15 yaşından KÜÇÜK olanlar

15 ve daha YUKARI yaştakiler

İşgücü

İstihdam edilen

Diğer istihdam edilen

Yetersiz istihdam

Zamana bağlı eksik istihdam

İş yapmaya hazır İşsiz

İş yok (Referans

döneminde 1 saat bile

çalışmamış)

İşgücü

İşgücüne dâhil olmayan nüfus

İş aramayıp çalışmaya hazır

olan

İş aramıyor çünkü, daha önce

aradığı halde bulamamış veya kendi vasıflarına

uygun bir iş bulabileceğini düşünmüyor

İş bulma ümidi olmayan

İşbaşı yapmaya hazır

Diğer nedenlerle iş

aramayan

Diğer

İşbaşı yapmaya

hazır

Mevsimlik çalışan

Ev işleriyle meşgul

Eğitim / öğretim

Özürlü, yaşlı veya hasta

Ailevi kişisel nedenler

Emekli

Diğer

Page 152: Daima
Page 153: Daima
Page 154: Daima