ermeni katliamı ve "sorunu" Üzerine - v-1

60
1

Upload: demir-kuecuekaydin

Post on 26-Mar-2016

254 views

Category:

Documents


3 download

DESCRIPTION

Bu kitap Ermeni Katliamı ve "Sorunu" üzerine yazdığımız yazıların birinci versiyonudur.

TRANSCRIPT

Page 1: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

1

Page 2: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

2

Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar

Yazan:

Demir Küçükaydın

Bu kitapta yer alan yazılar daha önce çeşitli gazete ve internet sitelerinde

yayınlanmıştır

Derleme tarihi: 11.04.2006

Köxüz Dijital Yayınlar

İndir – Bas – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.

İndirmek, Dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir.

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir

Page 3: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

3

Ermeni Katliamı ve “Sorunu” Üzerine Yazılar

1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar.................................... 4

Ermeni Sorunu ........................................................................................................................ 4

Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri .............................................................................. 11

Ermeni Sorunu Üzerine Sunsay’a Cevap ............................................................................. 13

Ermeni Katliamı Karşısında Tavır ....................................................................................... 17

Bir Başka Polemik ................................................................................................................ 20

Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri ............................................................................................. 23

Sosyalistler, Mihri Belli, Ermeni Katliamı Üzerine ............................................................. 25

Gazete Makaleleri .......................................................................................... 28

Türk Nedir? .......................................................................................................................... 28

Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı ........................................................................ 30

Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar............................................................................................... 32

Ararat .................................................................................................................................... 34

Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı ............................................................... 36

Orhan Pamuk, İHD ve Sosyalistler ...................................................................................... 39

Geliyorum Diyen Felaket ..................................................................................................... 41

Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz .................................................................................... 43

“Ermeni Tehciri” ve Günümüzde Politika ........................................................................... 54

Kemalizm ve İslam ............................................................................................................... 57

Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma ...................................................................... 59

Page 4: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

4

1980’lerin Başında Yazılmış Bir Yazı ve Tartışmalar

Ermeni katliamı ve “sorunu” üzerine ilk yazıyı 1980’lerin başında Niğde cezaevi’nde iken

yazmıştım. Bu yazı gizlice cezaevinden dışarı çıkarılmış ve daha sonra Almanya’da Çıkan

Der Weg –Yol adlı dergide de yayınlanmıştı.

Daha sonra Avrupa’da Sürgünlük yaşamına başladığımızda bu dergileri görme olanağımız

oldu. Yazının bir kısmı yayınlanabilmiş ve dergi daha sonra yayanını durdurmuştu. İşte

aşağıdaki metin bu dergide yayınlanabilmiş ilk bölümü oluşturuyor. Devamı bizim de elimizde

yok.

Yine de yazı bu eksik haliyle bile yakın zamana kadar üzerine hemen hemen hiçbir yazının

bulunmadığı Ermeni Katliamı konusunda artık bu gün tarihsel bir belge özelliği taşıyor.

Bu dergide yayınlanan ilk bölümünü, İnternette özellikle Ermeni ve Süryani katliamı

konusunda yoğunlaşan Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştık.

Bu yayın ve onunla ilgili tartışmalar aşağıda bu derlemenin ilk bölümünü oluşturuyor.

Ermeni Sorunu

Son yıllarda Türk burjuvazisinin birçok diplomatının Ermeni örgütlerince öldürülmeleri, Türk

burjuvazisinin iğrenç bir susuşla yıllardır karanlığa boğup unutturmaya çalıştığı Ermeni

sorununu yeniden gündeme getirdi. Ermenilerin Türk diplomatlarını öldürmeleri ve diğer

eylemleri burjuva basınının hemen her günkü konularından oldu. Bu yazılar dikkatle

okunursa, burjuvazinin kendi diplomatlarının ölümüne timsah gözyaşları döktüğü görülür.

Çünkü bu malzeme sayesindedir ki, şovenizm körüklenmekte, Türk halkının korkunç bir

komplo karşısında bulunduğu propagandasıyla kendi komplosunu gizlemekte, dikkati "dış

düşmanlara" çekerek içteki sınıf mücadelesini bastırmaktadır.

Liberal burjuva basınındaki solcu köşe yazarları da özünde aynı koroya katılmaktadır. Tek

fark şudur: Finans-Kapital propagandacıları Ermeni eylemlerinin ardında Sovyetleri ve

"uluslararası Komünizmi" göstermekte ve Ermenilere karşı oluşturdukları düşmanlığı anti-

komünizm kanalına akıtmaya çalışmakta iken, reformistler çeşitli emperyalist ülkelere ağırlık

vermekte, kendilerinin daha tutarlı milliyetçiler olduklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar.

Reformistlerin dediği özetle şudur: Finans-Kapital egemenliği Türkiye'yi zayıflatmıştır,

zayıflığı fırsat bilen diğer ülkeler de Ermenileri kışkırtarak Türkiye'yi bölmeye

çalışmaktadırlar. Sonuç: Türkiye'yi güçlendirelim! Bu nasıl olacak? Sınıf çelişkilerini

yumuşatarak, "haysiyetli dış politika" izleyerek... Hasılı hepsinin amacı birdir. Türkiye'yi,

yani Türkiye'deki burjuva düzeni güçlendirmek..., ama "rivayetleri muhteliftir"

Bizim amacımız ise Türkiye'deki burjuva düzenini yıkmaktır. Biz probleme uluslar değil,

sınıflar açısından bakarız. Çünkü çağımızın hiç bir problemi sınıflar ve sınıf mücadelesi alanı

dışında anlaşılamaz. Bizzat burjuvazinin tavrını açıklayan da sınıf mücadelesi öğretisidir.

Page 5: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

5

Türkiye'deki Marksist yazında Ermeni sorunu üzerine -ilerde ele alacağımız tek istisna

dışında- hemen hemen hiç bir yazı yoktur. Sorun bütünüyle burjuva basının tekelinde gibidir.

Peki bu sorun karşısında biz Devrimci Marksistlerin tutumu ne olmalıdır? Bu yazıda bu

soruna genel hatları ile açıklık getirmeye çalışacağız.

***

Bugün Türkiye toprakları üzerinde bir Ermeni ulusu yoktur. Ermeniler birkaç büyük şehirde

azınlıklar halinde yaşamaktadırlar ve en büyük bölümü de İstanbul'da toplanmıştır. Halbuki

çok değil, daha 60-70 yıl öncesine kadar Anadolu'da milyonlarca Ermeni yaşıyordu.

Osmanlılar bugün "Doğu İlleri" denen yere açıkça "Ermenistan-Kürdistan" diyorlardı. Bugün,

bu koskoca ulus hiç bir iz bırakmadan yitmiş gibidir.

Ne var ki, bu bir yanılsamadır. VAROLAN bugünkü toplumsal yapı YOKOLAN Ermeni

ulusu olmadan açıklanamaz. Bugünkü toplumsal yapının varlığını belirleyen yok olan Ermeni

ulusudur. Diğer bir deyişle, yok olmuş Ermeni ulusu, bugünkü Türkiye'nin toplum ve kültür

yapısında capcanlı yaşamaktadır. Birkaç örnek verelim.

Köroğlu destanı bilinir. Yiğitlik, zalime baş kaldırma denince akla Köroğlu gelir. Köroğlu

destanı biraz dikkatlice incelenirse, içinde "Bolu beyi" filan geçmesine rağmen, destanın

Kafkaslar ile ağrı arasında, yani Osmanlı'nın Ermenistan dediği bölgede geçtiği görülür.

Destanda geçen toplum yapısı ve destanda geçen kültür, Türk-Müslüman toplum ve kültür

yapısından bambaşkadır. Köroğlu bir Ermeni destanıdır, Köroğlu da bir Ermeni yiğidi, halk

kahramanı. Demek yok sanılan Ermeni ulusunun kültürü, Köroğlu olmuş bizi belirlemiştir.

Bizim varlığımız Ermeni ulusunun yok oluşuyla diyalektik bir birlik içindedir. Hiç bir ulus iz

bırakmadan yok edilemez. Hele kültür ve medeniyet seviyesi yüksek bir ulus hiç. Ermeniler

ise kültür ve medeniyet düzeyi bakımından Anadolu'da en ileri ulustular.

Bu düzey farkının en basit kanıtlarından biri şu sözden bile çıkarılabilir: "Ermeni ustanın eli

değmeyen caminin kubbesi ve minaresi ayakta kalmaz (yıkılır)". Ermeniler Hıristiyan’dır,

Anadolu'nun geri kalanı Müslüman. Ama Anadolu'da kaç cami bulunabilir bir Ermeni ustanın

elinden çıkmamış. Pek az. Ermeniler Anadolu'nun zanaatkarları ve tüccarlarıydılar.

Bugün bile Kürdistan'da hemen bütün kasaba ve şehirlerdeki ağa, eşraf, bey konakları, evleri,

arazilerinin hep Ermenilerden kalma olduğu görülür. Kürdistan'ın güçlü derebeyliğinin

varlığını, Ermenilerin yokluğu belirlemiştir. Kürdistan derebeyleri, Ermeni yok oluşunun

sosyal yapıya damgasını vurmuş canlı tanığıdır.

Batı'da Rum, Doğuda Ermenilerden kalan gizli hazinelerin ve o hazineleri bulup zengin

olanların hikayeleri, umutsuzluk içinde mucize arayan Anadolu emekçisinin ilginç bir tipi

olan "hazineci"lerin dilinden düşmez.

Tarihin en korkunç katliamlarından birine uğrayarak fizik olarak yok edilmiş, ama yarattığı

maddi-manevi kültür öğeleriyle hala içimizde capcanlı varolan bir ulustur Ermeniler.

Ermeniler bilinmeden bugünkü Türkiye-Kürdistan gerçekliği tam olarak anlaşılamaz.

Anlaşılamayan şey ise değiştirilemez. Burjuvazi bunun çok iyi bilincindedir. Kürtlük gibi

Ermenilik de legal basında, halka karşı tam bir karanlığa gömülür, susuşla geçilir, ama gizli

Page 6: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

6

MİT arşivlerinde bütün anlamıyla yerini alırlar. Burjuvazi "deliye taşı andırmamak" için susar

ama içinden tek düşündüğü söylemediğidir.

Ermeni sorununda Türkiye'deki Marksist literatürde tek dikkate değer inceleme -bildiğimiz

kadarıyla- Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın "İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark)" adlı 1930'ların başında

yazılmış kitabında bulunmaktadır. Onun için Ermeni sorununu ele alırken bu kitaptaki

Ermenilikle ilgili bölümü temel olarak ele alacağız. Bu bölümde doğru olanı koruyup yanlış

olanı eleştirerek Ermeni sorununu çözümlemeye çalışacağız.

Osmanlı İmparatorluğunun tarihine baktığımız zaman Ermenilerin özellikle zanaatkarlık ve

ticaret merkezlerinde bezirganlık alanında gelişkin, etkili olduğu görülür. Bu tarihsel arka

plan, Asya kıtasındaki Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan uluslar içinde (Türkler, Kürtler,

Araplar) modern burjuva gelişiminin dolayısıyla milliyetçi fikirlerin Ermeniler arasında

öncelikle gelişimine yol açmıştır. Liman şehirlerinde gelişen Ermeni burjuvazisi Ermeni

milliyetçiliğinin esas temelini oluşturmuştur. Yine aynı şekilde Ermeni zanaatkarlar kapitalist

münasebetlerin gelişimiyle birlikte Osmanlı devleti proletaryasının ilk öncüleri arasında

önemli bir yer edinmişler ve Ermeni burjuvazisinin hemen ardından kendi partilerini

kurmuşlardır. Engels, Komünist Manifesto'ya yazdığı önsözlerin birinde, Manifesto'nun

Ermenice'ye çevrildiğini haber verir. Keza Osmanlı topraklarına ilk sosyalist fikirler, Balkan

uluslarının yanı sıra Ermeniler aracılığıyla girmiştir. Osmanlı Mebusan Meclisinde sosyalist

Ermeni milletvekilleri vardır.

Ne var ki, cılız ve geç gelmiş, daha doğarken karşısında proletaryayı bulmuş Ermeni

burjuvazisi, Ermeni ve diğer emekçilerden ziyade çarlık Rusya'sına dayanmayı yeğliyordu.

Çarlık Rusya'sı ve İngiliz Emperyalizmi arasında Asya pazarları için süregelen çatışmada kilit

noktanın Ermenistan olması, bu pazarlara egemen olma ile bir Ermeni devleti kurulup

kurulmaması sorunu iç içe geçiyordu. Elbet, bir ulusun bağımsızlığını kazanabilmek için

egemen devletin ve diğer emperyalistlerin çelişkilerinden yararlanması olağandır ve

gereklidir. Nitekim Balkanlardaki ulusların birçoğu bağımsızlıklarını kazanırken bu

çelişkilerden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Ne var ki, Ermeniler için bu durum

Balkanlardakinin tam zıddı bir sonuç yarattı.

Balkanlar Avrupa'ya daha yakın olduğu, tefeci-bezirgan soysuzlaşmasına daha az uğradığı

için orada modern kapitalist münasebetler pre kapitalist (kapitalizm öncesi) münasebetlere

üstün gelebilecek kadar güçlenmişti. Buna karşılık Asya'da Ermeni burjuva gelişimi

derebeylik denizinde bir ada gibiydi.

Osmanlı devletindeki Müslüman-Hıristiyan çatışması, özünde derebeylik-burjuva çelişkisinin

bir ifadesiydi. Hıristiyanlık kapitalizmi-burjuvaziyi, Müslümanlık derebeyliği, burjuva

kurtuluşunu engelleyen antik Osmanlı devletini temsil ediyordu. Hıristiyanlık balkanlarda

Müslümanlığı yenebilirken, Anadolu'da Müslümanlık Ermeni-Hıristiyanlığı ezdi. Bu

derebeyliğin kapitalist gelişmeye üstün gelmesi anlamına geliyordu. Yani Anadolu'da modern

gelişimin engellenmesi.

Bu nedenle Türk-Kürt Müslümanlığın Ermeni Hıristiyanlığı katletmesi, bir ulus ve din

çatışması görünümü almakla birlikte, derebeylik-burjuva çatışmasının bir ifadesiydi. Tarihte

derebeyliğin burjuva gelişimi zorla, katliamla engellediği çok görülür. Sen Barthelmy

Page 7: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

7

katliamı ve Ermeni katliamı özünde aynı çelişkiden kaynaklanmıştır. Sonuçları da pek farklı

olmamış, Fransa, burjuva devrimini İngiltere'den ancak yüz yıl sonra yapabilmiştir.

Osmanlı imparatorluğunun Batısı ve Doğusu arasındaki gelişim zıtlıkları Avrupa'da da

görülebilir. Protestanlığın Katolikliğe üstün gelebildiği -tıpkı Balkanlarda Hıristiyanlığın

Müslümanlığa üstün gelmesi gibi- Kuzey Avrupa'nın daha barbar uluslarında kapitalizm daha

erken ve hızlı gelişme olanağı bulabilmiş; buna karşılık, Katolikliğin Protestanlığı cadı

kazanlarında, Sen Barthelmy katliamlarında yok ettiği Güney Avrupa ülkelerinde doğru

dürüst bir kapitalist gelişmenin yolu tıkanmıştır. Bugün bile güney Avrupa Kuzey Avrupa'dan

daha geridir. Güney Avrupa Protestanların şahsında kendi modern gelişimini yakıyordu. Türk

ve Kürtler de Ermenileri keserken, Anadolu'nun bir dereceye kadar olsun modern gelişiminin

yollarını tıkıyorlardı.

Şimdi burada kısaca değindiğimiz noktaları bir de Kıvılcımlı'nın kitabından daha özlü

anlatımıyla okuyalım:

"Osmanlı İmparatorluğu, Çarlık Rusya'sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya

pazarları üstüne başlayan rekabete kilit ve anahtar noktası, bugünkü Şark Vilayetlerinde, bir

Ermenistan hükümeti veya muhtariyeti kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye bir

zamanlar "Şark Meselesi" denildi. Osmanlı İmparatorluğu derebey ve saltanat şeklini

muhafaza ettiği müddetçe, Şark vilayetlerinde iki zümre vardı: 1- Kürtlük: Daha ziyade

derebey, klan ve aşiret sistemleri içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2-

Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki

kodaman sermaye ırktaşları ile sıkı sıkıya bağlı, İngiliz metalarını İran yaylasından İç

Asya'ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerine kurulmuş bezirganlık

manzumesi demekti. Emperyalist tezatların dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle

alevlenen Kürt-Ermeni zıddiyeti, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil ve ilh. Farklardan

ziyade, adeta bu iki rejim farkından doğma derebey-burjuva zıddiyeti oldu. İki kutup, Osmanlı

Avrupa'sı'nda geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hıristiyan (derebey-burjuva) tezadı, daha

ziyade tarihi ve mevzii şartlar yüzünden Şark vilayetlerinde, Balkanlardakinin aksine,

ikincilerin mağlubiyetiyle halloldu.

"Meşrutiyet burjuvazisi "Şark Meselesi”nin tedhişi altında, ilk ve büyük tehlike olarak

gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milletler içinde, -

Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve teşkilata kavuşmuş keskin metalipli (talepler

ileri süren- y.n.) yığın Ermenilerdir. Meşrutiyet Burjuvazisi, birçok sahalarda olduğu gibi,

Ermeni milliyetçiliğine karşı da derebeylikle el ele verdi. Elele verdiği derebeylik, öteden beri

iki ayrı rejim zıddiyeti ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliğiydi! İttihat ve Terakki

devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis teşkilatlar halinde

silahlandırıldı, Türklükle Kürtlük, Ermenileri dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde

katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok

daha fazlasıyla istifade edenler Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan'da derebeylik biraz daha

rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla biraz daha şişman oldu." (S.19-20)

1915'teki "tehcir"de katledilen Ermeniler birkaç milyonu bulmaktadır. Bunlardan canını

kurtarabilenler Suriye'ye yerleşmişlerdir. Katledilen Ermenilerin arazilerine, evlerine Kürt ve

Page 8: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

8

Türkler, özellikle eşraf ağa takımı konmuştur. El konulan bu malları koruma kaygısı Antep,

Maraş, Adana'nın Fransızlardan kurtuluşu için silaha sarılmalarında az rol oynamamıştır.

Fransız işgalciler, Ermenilerden birlikler kurup buralara sevk edince mahalli direnişler

başlamıştır.

Katliamda özellikle Şafi Kürtler önemli rol oynamışlardır. Buna karşılık ilkel-komuna

geleneklerinin daha güçlü olduğu Alevi Kürtler birçok Ermeni'yi katliamdan kurtarmış,

saklamış, evlat veya eş edinmiştir. "Dersim Tarihi yazarı" en az kırk bin Ermeni'nin Dersim'e

sığındığını yazar. Bunların kalıntıları menekşe yada yeşil renkli gözleriyle özellikle

Kürdistan'da sık sık görülebilir.

"Bugün Ermeni denince ne anlıyoruz" diye soruyor Kıvılcımlı 1930'da ve cevap veriyor:

"Verilen resmi rakamlara inanmak lazım gelirse, Ermenistan'da 900 bin, Türkiye'de 75 bin,

Suriye'de 150 bin, Yunanistan'da 35 bin kadar Ermeni vardır. Bugün Şark vilayetlerinin

"mesameleri" içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni ırkından insan var. Fakat bunlar,

dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kayıp ediyor ve hakim Kürt psikolojisi ve tesiri

altında Kürtleşiyorlar. Şark vilayetlerinde şimdi 'mühtedi' (islamiyete kabul edilen- y.n.) sıfatı

ile tanınan eski Ermeniler adeta hayatlarını kurtaranların bir nevi gönüllü köleliğini unutmak

ve unutturmak için, Ermeniliklerini henüz unutmamış olmalarına rağmen eski hatıralarına

karşı bir ölüm sukutu ile mütehassıs olmak mecburiyetindedirler. Birkaç nesil sonra her şeyi

unutmaya mahkum olan bu 'mühtedi'ler, bugün Şark vilayetlerinin en yoksul (...) marabaları

halinde, bugün bile zaten aralarında daha ziyade bir din farkı bulunan ve ırk ve kültürce aynı

kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı tabii ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle

kaynaşmış ve Ermeni'den ziyade Kürtleşmiş bir haldedir. Onun için bu mühtedileri Şark

vilayetinin Kürt camiasından ayırmak oldukça suni ve güç olacaktır..." (s.21)

Buraya kadar öngörülenler bugün gerçekleşmiştir. Anadolu'da hemen hiç Ermeni kalmamış

gibidir. Ermeniler özellikle birkaç büyük şehirde yoğunlaşmış olmakla birlikte sayıları

hakkında hiç bir istatistik yok. Bu şehirlerde bile küçük azınlıklar halinde bulunmaktadırlar.

1930'lara göre muhtemelen nüfusa oranları da azalmış olabilir. Bugün Türkiye'de Kürtlerinki

gibi bir Ermeni ulusundan ve ulusal hareketinden söz edilemez. Ne var ki, Ermeni'ler tüm

diğer azınlıklar gibi ezildikleri, sürekli tedhiş altında tutuldukları için bu duruma son verecek

gerçek bir eşitliği kurmak, devrimin objektif demokratik görevleri arasındadır. Ermeni

azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini oluşturur. Ermeni

burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını arttırmaktan, düzenini

korumaktan başka bir şey düşünmemektedir.

Kıvılcımlı'nın 1930'larda ulaştığı sonuç ta aynı yöndedir. Orada "Türkiye'nin bugünkü

hudutları içinde sırf bir ermeni fikir hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamı ile uzaktır.

Başka tabir ile, geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik

meselesi Türkiye içinde imkansızdır" sonucuna ulaşıyor.

Bugün Türkiye'de bir Ermeni Hareketi yoktur. Ama devrimci hareketi yakından tanıyanlar

bilirler ki, devrimci hareket içindeki Ermenilerin oranı nüfus içindeki oranları ile

kıyaslanmayacak ölçüde yüksektir. Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist

kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve Marksizm-

Page 9: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

9

Leninizm bayrağı altında dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında

Ermeniler vardır ve birçok devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen

hiç bundist eğilim –yani proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu

tavırları tüm dünyadaki Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır.

(DEVAMI GELECEK SAYIDA)

(Yazının yayınlanan kısmı burada bitiyor.)

*

(Yazının İnternette daha sonraki yayınlanışında yazının devamına ilişkin yazılan not.)

Yazının devamına ilişkin not:

Ermeni Sorunu başlıklı bu yazı, Almanya'da Yol - Der Weg dergisinin 1982 yılındaki Mayıs-

Temmuz tarihli 22-24. Toplu sayısında yayınlanmış. Bu dergi bundan sonra çıkamadı,

dolayısıyla devamı da yayınlanamadı. Yazının devamı benim elimde de yok. Yazıyı cezaevinde

yazmış ve gizlice dışarı çıkarıp Yol'u çıkaranlara iletmiştim. Yazı, dışarı çıkarılabilmek için,

Selpak kağıt mendile yazılmıştı. Yazının devamı ne oldu bilmiyorum. Yazı benim adımla değil,

Temel Ateş imzasıyla yayınlanmıştı. (Bu dergide çıkan yazıların çoğu bana aitti ve çeşitli

isimler kullanıyordum). Fakat Temel Ateş, tesadüfen bir CHP milletvekilinin de adıymış, bu

milletvekilinin sorguya çekildiğini, kendisinin bir isim benzerliğinden başka bir ilgisi

olmadığını ben de tesadüfen bir gazetede okumuş ve hatta böylece yazıların yayınlanmış

olduğunu anlamıştım.

Yazının devamında ne vard?. Yanılıyor olabilirim ama hatırladığım kadarıyla şöyleydi:

Önce Hikmet Kıvılcımlı'nın bir eleştirisine giriyordum. Yazının sonraki bölümünde yine

Kıvılcımlı'dan alıntılar yapıyordum. Bu alıntılarda, 1930'larda, Sovyet Ermenistan'ının

Diasporadaki Ermenilere mutlu bir gelecek vaat ettiği ve Dünyadaki Ermenilerin artık oraya

göç ettikleri, dolayısıyla Sosyalizmin Ermeni sorununu da dolaylı bir şekilde çözdüğünü

söylüyordu. Ben de bu noktada Kıvılcımlı'yı eleştiriyor, ne yazık ki bu öngörü

gerçekleşmemiştir, 1930'lardaki eğilim tersine dönmüştür, Sovyet Ermenistan'ı Ermeni

sorununu çözememiştir diyor, bunun, bu öngörü yanlışlığının Kıvılcımlı'nın Sovyetlerdeki

değişiklikleri, Stalinizmi anlamamasından kaynaklandığını belirtiyordum. Tam da meselenin

hallolmadığının bir kanıtı olarak diaspora'daki Ermeni gençlerinin ASALA gibi örgütler

kurduklarını yazıyordum.

Ermeni sorununun çözülmemişliği ile bağlantılı ve Ermeni yoksullarının ve gençlerinin

memnuniyetsizliğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu hareketlerin anlayış ve yöntemce yanlış

olmalarının yanı sıra, bazı istihbarat teşkilatlarının yönlendirmesine de uğramış olduklarının

düşünülmesi gerektiğini belirtiyordum. Bu bağlamda, Suriye ve Lübnan'ın Fransa ile eski

bağları, Avrupa'da Türkiye'nin Almanya'nın, Yunanistan'ın da Fransa'nın etkinlik alanı içinde

yer aldığını. Keza Yunanistan ve Fransa'nın da eskiden beri Ermenilerle güçlü ve geleneksel

ilişkileri olduğunu belirtiyor, bu bağlamda, ASALA'nın Türk Diplomatlarına karşı

eylemlerinin Türkiye'nin Kıbrıs'ı işgalinden sonra hız kazandığına dikkati çekiyor ve buradan

da ASALA'nın eylemlerinin, Türkiye'yi baskı altına almak isteyen Yunan ve Fransız çıkar ve

gizli servislerinin manüplasyonu altında bulunduğunu belirtiyordum. Sonra da, yoksul ve

Page 10: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

10

ezilen Ermeni gençlerinin yolu sosyalist ve sınıfsal bir mücadelede aramaları gerektiğini

söylüyordum.

Emin değilim ama aşağı yukarı böyle bir seyir izliyordu yazı.

8. Ocak. 1998)

Page 11: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

11

Bu yazıdaki bir yaklaşımımınn öz eleştirisini de daha sonra yazdığım bir yazıda yapmıştım.

Bu yazıyla doğrudan bağlantılı olduğu için o yazıyı da aşağıya aktarıyorum.

Egemen Ulus Sosyalistlerinin Görevleri

Sayın Gökyüzü, Tarih ve Demokrasi platformunda sınıfsal baskı ve ulusal baskı konusunda

Bertal Kahraman ile bir polemik çerçevesinde bazı görüşler ifade etmiş bulunuyor.

Benzer konularda epeydir yazmak istediğimden bu tartışmayı vesile bularak konumumu

ortaya koyayım dedim.

*

Sayın Bertal Kahraman, sayın Gökyüzü'ne karşı söylenmesi gerekenleri söylemiş durumda,

onun dediklerine katılıyorum. Ama bunu, ezen ulustan bir insan olarak bir kez daha belirtmem

gerektiği kanısındayım.

Sayın Gökyüzü'nün tavrı, tam da, ezilen ulusun sorununu kavramayan ezen ulus sosyalisti

tavrıdır. Gökyüzü kanımca daha önceki yazılarımda dile gelmiş yargılarımın somut bir

örneğini sunuyor. Ve bu tavır elbette genel bir eğilimi ifade etmektedir. Yani bugün somut

olarak ÖDP'ye egemen olan anlayış.

Bu anlayış, Ezilen ulusların, cinslerin, ırkların şerefsizleri, sömürücüleri vs.lerini bu ezilme

biçimlerinden dolayı savunmak görevini anlamamaktır ezen ulus, cins, ırktan bir insan ya da

sosyalist olarak.

Bu görev: son elli yılın toplumsal mücadeleler tarihinin klasik anlayışlara getirdiği en önemli

değişikliklerden biridir.

Bu vesileyle, kendimle ilgili bir özeleştiriye bir kez daha dikkati çekmek isterim. Bir sosyalist

olarak kişisel evrimimde, ezilen ulus, sınıf, ırkların sorunları karşısında, bu baskının özgül

niteliğini kavramayan bir yanım vardı. Ancak Avrupa'ya geldikten, Avrupalı sosyalistlerin

geri ülke sosyalistleri karşısında, Avrupa merkezli, hatta rafine ırkçı denebilecek tavırlarını

gördükten sonra. (Çünkü, Avrupa'da bir Türk olarak, Türkiye'de bir Kürt gibiydim.)

Türkiye'de Kürtler karşısında bir Türk sosyalisti olarak nasıl benzer tavırlar içinde olduğumu

fark ettim. O zamandan beri bu konularda çok hassasım ve davranış ve yazılarımla eski

yaklaşımla kopuşmuş durumdayım.

Ancak, bu eski anlayışım, "Ermeni Sorunu Üzerine Eski Bir Yazı" başlığıyla yayınladığım

yazıda bir şekilde ifadesini buluyordu. Çünkü o yazıyı daha önce yazmıştım. Bu yazıyı,

bulabildiğim kısımlarıyla yeniden yayınladığımda, (aslında yıllar sonra ben de ilk defa

okumuş oluyordum) beni rahatsız eden cümleler bulunduğunu gördüm. Ama bir belge olduğu

için olduğu gibi yayınladım. Ve Bekledim, kimse bu noktayı fark edip eleştirecek mi diye?

Maalesef kimsenin dikkatini çekmedi ve eğer dikkat eden olduysa da kimse bunu belirtmedi.

Page 12: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

12

Beni rahatsız eden cümleler şunlardı:

"Ermeni azınlığı içindeki emekçiler bu nedenle proletaryanın müttefiklerinden birini

oluşturur. Ermeni burjuvaları ise, kilise ve Türk burjuvazisi ile ortaklık içinde karını

arttırmaktan, düzenini korumaktan başka bir şey düşünmemektedir."

(...)

"Genç ve yoksul Ermeniler, tam bir enternasyonalist kavrayış içinde kendi kurtuluşlarının

sosyal kurtuluştan geçtiğini anlamışlardır, ve Marksizm-Leninizm bayrağı altında

dövüşmektedirler. Birçok devrimci hareketin önderleri arasında Ermeniler vardır ve birçok

devrim şehidi vermişlerdir. Ermeni yoldaşlar şimdiye dek hemen hiç Bundist eğilim –yani

proletaryayı milliyetlerine göre bölme eğilimi göstermemişlerdir. Bu tavırları tüm dünyadaki

Ermeni gençlere, proleterlere örnek olmaktadır."

Açık ki, buraya aktardığım satırlarımda, Ermenilerin uğradığı özgül ulusal baskı karşısında bir

körlüğüm bulunmakta. Yani, Ermeni burjuvaların, Ermeni olmalarından dolayı uğradıkları

baskıyı görmeme, anlamama söz konusu. Benim böyle bir bağlamda onların sömürücü yanına

değil, Ermeni olarak ezilmelerine ve sosyalist ve işçilerin onların bu özgül ezilme biçimlerine

karşı çıkmalarına vurgu yapmam gerekirdi. Ermeni Devrimci arkadaşlarla ilgili de aynı şey

söz konusu. Onlara Egemen ulustan bir insan olarak enternasyonalistlik payesi verir

durumdayım. Benim vurgu yapmam gereken şey ise, onların, sosyalist hareket içinde,

uğradıkları özgül baskıyı açığa çıkartan, egemen ulus sosyalistlerini bu yönde eğiten bir özerk

yapılanmaları da olması gerektiği idi.

*

Bütün sosyal mücadeleler tarihi şunu gösteriyor: bir baskı biçimine uğramak ve ona karşı

direnmek otomatikman diğer baskılara da hassasiyeti ve karşı olmayı getirmiyor. Genel kural,

baskıya uğrayan ancak ayaklandıktan sonra, baskıyı yapan ve o baskı biçimine kör olan

sosyalistlerin, bir özeleştiri ve eğitim sürecine girdiğidir.

Örneğin kadın hareketinde böyle oldu. İlk başta kadın hareketi, sosyalist ve işçi hareketi

tarafından bölücülükle suçlandı. Ancak bu hareket bütün ağırlığıyla ortaya çıktıktan sonra

bugün kadınların özerk örgütlenmeleri ve uğradıkları spesifik baskılara karşı tedbirler sol ve

işçi hareketi içinde olağan hale gelebildi.

Egemen ulus, cins ya da ırk sosyalistlerini ve işçilerini, ezilen ulus, cins, ırk hareketleri eğitir.

Bu anlamda, keşke, Ermeni Yoldaşlar "daha az enternasyonalist" olsalardı da, biz Türk

sosyalistlerini, bu sorunlar karşısındaki körlüğümüzden dolayı daha sert eleştirselerdi, o

zaman daha iyi enternasyonalistler olarak eğitilmiş olurduk.

Demir Küçükaydın

15 Nisan 1998 Çarşamba

14:59

*

Page 13: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

13

Bundan başka, başka bir tartışmacı “Ermeni Sorunu” adlı yazı bağlamında şöyle bir soru

sormuştu:

“Sayin Kucukaydin,

II. Dunya Savasi sirasinda Nazilerle isbirligine giden Ermenilere nasil bir paye veriyorsunuz?

Gonullu olarak Nazi Ordusuna kaydolan talan ve yagmalardan payini alip ayni zamanda

Yahudi katliamlari yapan ve tum bunlari Ermenistan hayaliyle yapan Ermeniler, bagimsiz

olmak kutsaldir bu yolda 1915'de Ruslarla isbirligine gitmeleri normaldir" sozunun altinda

degerlendirilebilirler mi?

Bagimsizlik icin Nazilerle bile birolan Ermeni hareketini sosyalist bir hareket olarak tanimlar

misiniz?

Saygilar”

Bu yazıya verdiğim cevapta da şunları yazıyordum:

Ermeni Sorunu Üzerine Sunsay’a Cevap

Sayın Sunsay,

2. Dünya savaşında Nazilerle işbirliği yapan Ermeniler hakkında maalesef bir bilgim yok.

Bunu ilk defa sizden duyuyorum. Olabilir ve olduğunu kabul ediyorum. Görüşümü buna göre

yazayım.

Her ulusun içinden her türlü eğilim ve insan çıkar. Ermenilerin bir bölümü Nazilere

işbirlikçilik yapmış olabilir. Rusların da, Türklerin de, Tatarların da, Yunanlıların da,

Fransızların da, hasılı her ulusun içinden hiç de küçümsenmeyecek oranda işbirlikçiler

çıkmıştır. Çoğu kez bunlar çoğunluk da olmuşlardır. Biliyorsunuz, Hırvatların büyük bir

bölümü Nazi işbirlikçisiydi, ama Nazi işgaline karşı en büyük halk direnişini örgütleyen Tito

da bir Hırvat idi.

Dolayısıyla, bir ulusun içinden bir kesimin, ki bu kesim çoğunluk da olabilir, Nazi'lere

işbirlikçilik yapmış olması, o ulusu mahkum etmek için bir vesile yapılamaz ve

yapılmamalıdır. Çünkü her ulusun içinde bu tür politikalara karşı çıkanlar ve bunu canlarıyla

ödeyenler de olur.

*

Kaldı ki, Nazilere karşı savaş konusunda, bu vesileyle belirteyim ki, Fransa'daki Ermeniler

örneğin meşhur Fransız Resistans (Direniş) hareketinin başını çekmiş ve çok büyük oranda

yer almışlar, nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde kayıp vermişlerdir.

(Küçük bir anı bu arada. 70'li yıllarda, ölüme gidenlerin son mektupları gibi bir başlığı olan

bir kitapta, ölüme mahkum olmuş Fransız direnişçilerinin son mektuplarını okuyordum.

Oradaki Ermeni isimlerinin çokluğu dikkatimi çekmişti. Yıllar sonra, dolaylı olarak,

Fransa'daki direniş hareketinde Ermenilerin rolünün büyük ölçüde unutturulup, örtüldüğünü,

Page 14: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

14

bu nedenle bir skandal koptuğunu bile duydum. Yani yakalanan Fransızlar genellikle

Ermenilerin adını okumuşlar. Ermeni azınlığın bu çokluğu beni daha sonraki gözlemlerim

ışığında şaşırtmadı. Bütün dünyada, sosyalist hareketlerin önemli bir kaynağı ezilen

azınlıklardır. Türkiye'de Kürtler ve Aleviler nüfus içindeki oranlarıyla kıyaslanamayacak

ölçüde sol hareketlerin içinde yer almışlardır. İngiltere'ye gidin orada aynı durumda

İrlandalıları görürsünüz. Demek Fransa'da da Ermenilermiş.)

*

Ama şimdi gelelim, sizin esas olarak sorduğunuz soruya. Bir ulusal Kurtuluş ya da

bağımsızlık hareketi, bağımsızlık amacına ulaşmak için, ezen uluslar arasındaki çelişkilerden

yararlanmalı mıdır, yararlanmamalı mıdır?

Tabii, siz benim tavrımı tahmin ettiğinizden, zor durumda bırakmak için, Ermenilerin

Nazilerle işbirliği olayını örnek olarak getiriyorsunuz.

Birincisi, herhangi bir ulusal hareket karşısındaki tavır, elbette dünya ölçüsündeki sınıf

mücadeleleri bağlamında değerlendirilmelidir. Bu genel çerçevede, 2. Dünya savaşı sırasında,

Ermenilerin Nazilerle işbirliği yapmasına karşıyımdır. Ama bu, Ermenilerin, Sovyetler

Birliği'nde ezilen bir ulus olduğu gerçeğine gözleri kapamayı gerektirmez. Elbet bağımsızlık

için kendilerini ezenler arasındaki çelişkilerden yararlanmaları gerektiği, ama o ezenler

arasında, o somut koşullarda, dünya tarihi bağlamında eşit bir ilişki olmadığı, Nazilerin

insanlık için en tehlikeli egemen olduğu, bu nedenle yaptıklarının yanlış olduğu

belirtilmelidir. Kaldı ki, bunu belirten Ermeniler daima olmuştur. Benim yapmam gereken şey

onların bu tavrını desteklemek olabilir.

Türkiye'nin Kemalist'leri bu mantığı Kürt ulusal hareketine karşı kullanmak istiyorlar.

Diyorlar ki, Türkiye'nin güçlenmesini istemeyen emperyalist ülkeler var, böyle bir durumda

Kürtler savaşarak Türkiye'yi zayıf düşürüyor, o halde anti-emperyalizmi zayıflatıyorlar. Aşağı

yukarı böyle bir çizgi.

Ama bunun yukarıdaki bağlamla ilgisi yok. Türkiye'nin kendisi zaten emperyalist sistemin bir

parçası. Türk ordusu bütün Batı silahlarıyla donanmış durumda. Türk ordusu Amerika,

Almanya'dan silah alıyor, Kürtler alsa emperyalizmin oyunu oluyor. Bunların ciddiye

alınacak bir yanı yok. Bugünün dünyasında, 2. Dünya Savaşı sırasında olana benzer bir durum

yok. Bütün devletlerin hepsi aynı bokun soyu. Bu bakımdan, her ulusal baskıya karşı hareket,

nereden silah alırsa alsın haklıdır bugün. Çünkü ezenlerin karakterleri aynıdır. Bir sınıfsal fark

yoktur aralarında.

Türkiye Amerika ve Almanya'dan silah alıyorsa, PKK da Suriye'den, Yunanistan'dan,

Rusya'dan veya Amerika'dan silah almakla haklılığından hiç bir şey kaybetmez. Bu

çelişkilerden yararlanması tamamen hakkıdır. Aynı şeyi zamanında Türkler de yapmıştır.

Fransız, İtalyan ve İngilizlerin, bunların hepsiyle Sovyet Rusya'nın çelişkilerinden

yararlanmıştır. Sovyetler Birliği'ni ve onunla ilişkileri, İngiltere ve Fransa'ya karşı tehdit

unsuru olarak kullanmıştır. İlk Büyük Millet Meclisi'nde, milletvekilleri, "Bolşevik de oluruz,

şeytan da" derken, bunu yapıyorlardı. Etkili de oldu. İngiltere desteği kesti, Fransa el altından

destekledi. Buna karşılık da Ankara hükümeti, bir tür köylü sosyalizmini ifade eden Çerkes

Page 15: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

15

Ethem'i tasfiye etti, Ali Fuat'ı Batı Cephesi Komutanlığı'ndan aldı, Suphi'leri temizletti.

Bunun karşılığında da, örneğin Yunan mevzilerinin en küçük ayrıntılarına kadar planlarını

gizli servisler onlara verdiler.

İlke olarak, dünya tarihsel bakımdan, İkinci Dünya Savaşı sırasında olduğu gibi, ezenler

arasında bir nitelik farkı varsa, tavır genel duruma bağlı olmalıdır. Yok eğer böyle bir durum

yoksa, ezilen ulus hareketi ezen ulusun diğerleriyle olan çelişkisinden yararlanmalıdır ve

yararlanabilir. Örneğin, birinci Dünya Savaşı sırasında, İrlanda milliyetçi hareketini Almanya,

rakibi İngiltere’yi zayıflatmak için destekliyor böylece İrlanda ulusal hareketi de bu çelişkiden

yararlanıyordu. Bunların ikisi de aynı kalitede emperyalist olduğundan, Lenin örneğin,

yukarıda özetlediğim tavra uygun olarak, bunu meşru görüyor ve destekliyordu.

Ancak, birinci hal konusunda burada bir açıklama daha yapmak gerekiyor. Dünya tarihsel

durumun 2. Dünya savaşı gibi olduğu koşullarda bile, pekala faşistlerle işbirliği yapmadan da

bağımsızlık savaşı verilebilir. Stalin'in bilinen politikası, dünyadaki komünist partilerini

Sovyet dış politikasının basit araçlarına indirgeyen politikası, bu olanağı ortadan kaldırmıştır.

Bunun en kötü sonuçları örneğin Hindistan'da görülmüştür. Hint halkının İngiliz

emperyalistlerine karşı direnişine, Hint Komünistleri sahip çıkmayıp öncülük etmemişler,

bunu müttefikleri zayıflatmamaya dayandırmışlar ve böylece köle ruhlu Gandi'ye meydanı

boş bırakmışlardır.

Bağımsız bir Hindistan, İngiltere sömürgesi bir Hindistan'dan çok daha fazla anti-faşizme güç

verirdi.

*

Gelelim 1915'e. Ermeniler Osmanlı egemenliğine baş kaldırdılar. Gelişmiş burjuvazileri

nedeniyle Türk'lerden çok daha önce uluslaşmaya başladılar. Osmanlı Devleti ya da Çarlık

Rusya’sı, al birini vur ötekine, aynı karakterde yarı antika yarı modern, ömrünü doldurmuş iki

gerici devletti. Yani ikinci dünya savaşı sırasındaki gibi bir durum yoktu. Birinci savaşta

savaşan taraflar aynı nitelikteydi. Hepsi emperyalistti. O halde, ezilen bir ulusun, yani

Ermenilerin, bağımsız bir devlet kurmak için, Osmanlı'nın düşmanı uluslarla işbirliği yapması

son derece normaldir. Haklılığına bir halel getirmez. Nasıl Kafkas uluslarının da Osmanlı

desteğini Çarlık Rusya’sına karşı kullanmaları ve aramaları onların haklılığına bir halel

getirmez idiyse.

Tabii bu noktada, Türk milliyetçisinin kafası şöyle çalışmaya başlar. "Eh arkadaş, madem o

benim düşmanımdan yararlanıyor ve onunla aynı safta yer alıyor, beni yok etmeye çalışıyor,

benim de onu yok etmeye çalışmam, cephemin gerisini emniyete almam en tabii hakkımdır.

Ne yapalım, gücü gücü yetene. Onlar bizi temizleyeceklerine, biz onları temizledik."

Ama bu akıl yürütmede yanlış olan şunlar:

a) Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu karşısında eşit bir konumda değildiler, ezilen bir

ulustular. Yani özünde haklı durumdaydılar. Ezen durumda değildiler.

b) Tarihsel bakımdan, yarı feodal bir düzene karşı, modern burjuva bir sistemi temsil

ediyorlardı. Yani o zamanın dünyasına göre ilerici bir niteliği vardı.

Page 16: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

16

c) Normal devletler savaşında bile, sivil halka yönelik imha ve saldırılar, en azından formel

olarak reddedilir. Osmanlı Devleti, sivil halkı yok etti.

Ama bütün bunlardan öte, en korkuncu ve önemlisi, bunun tek olası çözüm gibi koyulmasıdır.

Pekala Ermeniler üzerindeki ulusal baskı kaldırılarak da bir çözüm bulunulabilirdi. Sanki bu

olanak hiç yokmuş gibi tartışılıyor mesele. Osmanlı Devleti, tehcir ve imha değil, ama

örneğin, Ermenilere özerklik, kendi dillerini geliştirme hakkı, Müslümanlarla eşitlik vererek

de bir çözüm sağlayabilirdi. Bu yapılmamıştır. Bunun yapılmamışlığı eleştirilecek yerde,

varolan tek olası yolmuş ve başka çare mümkün değilmiş gibi koyuluyor. Bunu

meşrulaştırmak için de, diğer ulusların yaptıkları örnek veriliyor. Örneğin İkinci Dünya

Savaşı sırasında Amerika'nın Japon asıllıları kampa koyması vs.. Bu tam Sinizmdir. İnsan

olanın söylemesi gereken, Amerika'nın yaptığı da, Osmanlı'nın yaptığı da, insan olarak

savunulamaz olmalıdır. Birinin yaptığında diğerinin meşruiyetini bulmak değil.

*

Aslında akıllı bir Türk milliyetçisi için bugün sorunu çözmek son derece kolaydır.

“Osmanlı imparatorluğu gerici feodal; ulusların önünde engel bir devletti. Biz Türkler de bu

devletin egemenliğinden kurtulan son ulusuz. Nice halklara nice acılar tattıran bu devletin

mezarını biz kazdık, bir bakıma o halkların vasiyetini yerine getirdik. Bu devletin yaptığı

katliamları lanetliyoruz.”

Bu kadar kolayca, yağdan kıl çekerce bu işi çözmek mümkündür Türk milliyetçileri açısından

aslında.

Ama bu niçin mümkün olmamakta, bu katliamı inkar veya savunma akıl dışı boyutlara

varmaktadır? Bunun sırrı da, o katliam ve daha sonraki mübadele ile elde edilen

zenginliklerde ve bu katliamın suç ortaklığındadır. Muazzam bir servet transferi vardır. Türk

milliyetçiliği bu laneti üzerinde taşımakta, tümüyle kendi çıkarı açısından bile akıl dışılığa

varmaktadır.

Bunu artık eski kuşakların kefaretini üzerinde taşımayan yeni Türk kuşakları aşabilir.

Komplekssizce gidip Ermeni ulusuna kardeşlik eli uzatabilirler. Koşullar bunun için olgundur

artık. Bir Özcan Soysal'ın yaptıkları bir rastlantı değildir. Çok alametler belirdi. Bunun olması

sadece bir zaman sorunu. Kürt ulusal hareketinin yükselişi ve başarısı bunu hızlandırır ve

gerçekleştirir.

Umarım cevaplarım sizin sorularını karşılıyordur ve sizi tatmin etmiştir.

Selamlar

16.04.1998

*

Page 17: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

17

Yine aynı dönemde Engin Deniz adlı bir tartışmacının yazısına karşı şunları yazmışız:

Ermeni Katliamı Karşısında Tavır

(Engin Deniz’in Eleştirisine Cevap)

Sayın Deniz Engin,

Ben sorunu olgular düzeyinde değil de, metodolojik yanıyla tartışmak istiyorum.

Ama önce olgu düzeyinde dediklerinize bir itirazım var. Sizler sanıyorsunuz ki, bütün dünya

işi bırakmış da Türklerle uğraşıyor, Örneğin şöyle diyorsunuz:

“Gerçekten anlayamıyorum, neden tüm dunya sozlesmis gibi Ermeni soykirimini (belki de bir

silah gibi) kullaniyor? Kusuruma bakmayin ama ben bunun ardinda bir artniyet ariyorum.”

Bu Türklerin bir fobisi ya da megalomanisi. Biraz Yalova Kaymakamı hikayesine benziyor.

Emin olun, Türkiye dışında, kim takar Yalova Kaymakamını. Her gün renkli basında görülen,

"Antalya sahillerinde tatilini geçiren Helga Türk erkeklerine bayıldı" türünden haberler ne

kadar gerçeği yansıtırsa, dünyanın Türklerle uğraştığı yönündeki gazete haberleri de o kadar

yansıtır. Aslında aynı tip dezinformasyonun iki farklı biçimidirler. Ve siz, biraz olsun aklı

başında şeyler yazmak istiyorsunuz güya, bu saçmalıkları bir delil gibi getiriyorsunuz.

(Ama bunlar sadece bir dezinformasyon da değildir. Bunlar bir ulusun şizofrenik ruh halinin,

aşağılık kompleksinden kaynaklanan övünmelerinin yansımalarıdırlar.)

*

Neyse, esas konu bakımından bunun önemi yok. Yazınızdan anladığım kadarıyla, siz resmen

"Ermeni Tehciri" denen olgunun sonuçlarını inkar etmiyorsunuz. Sizin itirazınız, böyle bir

olayın ilk defa ya da bu çapta ilk defa burada olmadığı.

Olgu düzeyinde tartışmaya girmeyi bile gereksiz görerek, sizin dediğinizin doğru olduğunu,

başka ulusların tarihinde de benzer katliamlar bulunduğunu kabul edelim. Ayrıca bunda

büyük bir doğruluk payı da var.

Ama sizin mantığınız nereye gidiyor? Siz aslında, savaş ya da başka bir nedenle, bunların

başka uluslarca da yapılmış olmasını meşru görmüş oluyorsunuz. Ve kapıdan kovduğunuzu,

bacadan içeri alıyorsunuz. Yazınızın başında, katliamlara karşı olduğunuzu söylüyorsunuz,

ama bütün yazınız boyunca, diğer katliamları emsal olarak gösteriyorsunuz.

Burada iki açıdan yanlışınız var. Birincisi bir Türk olarak, ikincisi bir İnsan olarak.

Önce Türk olarak yanlışınız şurada: madem ki siz bir demokrat ve katliamlara karşı bir

insansınız. Olaya şöyle yaklaşmanız gerekir:

“Başka Ulusların katliamları beni bu anlamda ilgilendirmez. Biz bir katliam yaptık, bunun

belki bir sürü hafifletici sebebi de bulunabilir (Savaş, Ermeni Çeteler vs.) Ama bu hafifletici

sebepleri bulmak ve söylemek de bize düşmez. Biz bir ulusu yok ettik. Kişi olarak bundan

Page 18: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

18

sorumlu olup olmamanız da önemli değildir. Bu yok edişi açıkça ortaya koyup lanetlememiz

gerekir. Bunu yapmadığımız takdirde, geçmiş kuşakların hatalarıyla bütünleşmiş, bu

şizofrenik durumu devam ettirmiş oluruz. Hatalar bizden hızlı koşarlar. Yüzlerce yıl sonra

bile lanetlerini üstümüze taşırlar. Ruhsal bir arınma, ancak insanın ya da ulusun kendi

hatalarına karşı acımasız oluşuyla mümkündür. Uluslar da insanlar gibi, düşmanlarına ve

komşularına karşı toleranslı ve anlayışlı, kendine karşı acımasız, hoşgörüsüz ve gaddar

olmalıdır.”

Böyle bir yaklaşım, insani ilişkilerde nasıl, olgun, kendine karşı acımasız, kendisiyle alay

eden bir kişiliğin ifadesiyse, bir ulus için de sağlıklı bir ruh halini ve olgunluğu ifade eder.

Ne yazık ki, siz de, binlerce ve milyonlarca Türk gibi, zayıf kişilikli, ham insanların kendi

geçmişleri ve hataları karşısındaki tavırlarıyla davranıyorsunuz. Ve farkına varmadan, ulusal

bir şizofreni yaşayan, Türk ulusunun bu şizofrenik halini yansıtmakla kalmıyor, Türklerin bu

şizofreniden kurtulmasının yolunu tıkıyorsunuz.

Sayın Soysal'ın yaptığı işin önemi buradadır. O bir Türk olarak bunu yapıyor. Bir Türk olarak,

hiç bir özür getirmeden bir pisliği mahkum ediyor. Bunun ilk defa gerçekleşmiş olmasının

Türkler için nasıl sağlatıcı bir önemi olduğunu hiç anlamıyorsunuz. Aslında içinizde Türk

ulusunun sağlıklı bir ulus olması için, hem de Türk ulusunun adeta toptan bir şizofreni

yaşadığı bir dönemde, en büyük işi yapan insan o. Bu kadar basit bir gerçeği görmüyorsunuz.

Bundan yirmi otuz yıl önce bile Türkler nispeten daha sağlıklı insanlardı. Örneğin

kendileriyle alay edebilirlerdi. Örneğin "Türkün aklı ya kaçarken ya da sıçarken gelir" gibi

lafları her yerde duyabilirdiniz. Ya da bir Ermeni katliamı olduğu kimse için bir sır değildi.

Hatta, Ermeni ve Rum mallarına konanların çoğu sonradan görme zenginler olduğu için, fakir

insanlar, bu insanları aşağılamak için, o servetlerin kaynağındaki kanlı eylemleri her yerde

afişe ederlerdi. İnsanın ya da bir ulusun kendisiyle, kendi hatalarıyla alay edebilmesi, onları

afişe edebilmesi, onun ruhsal sağlığının ve olgunluğunun ifadesidir. Ama artık Türkler,

kendileriyle alay etmeyi bir kenara bırakın, sadece kendilerini övüyorlar. Eskiden insanlar

yukarıdaki türden haberlere gülerlerdi, ama artık inanıyorlar ve öyle düşünüyorlar. Bu tam bir

toplumsal şizofreni durumu.

Çok değil, bundan yirmi otuz yıl önce, insanlar arası ilişkilerde, kendini övenler, kendi en

ufak hatalarını ortaya koyup kendisiyle alay edemeyenler ciddiye alınmazdı. İnsanlar arası

ilişkilerde bu tür insanların pek bir değeri de olmazdı. Ama bu gün tam tersi bir anlayış sadece

insanlar arası ilişkilere değil, tüm Türklere egemen olmuş durumda.

Bir Türk olarak, lütfen, kendinize karşı gaddar, başkalarına karşı toleranslı olmayı deneyin. O

zaman da belki kimi Ermeniler veya Rumlar çıkıp "Yahu kendine karşı o kadar da haksızlık

etme, biz de az haltlar işlemedik" der. Ama bunun için, önce sizin başlamanız gerekir. İşte

sayın Soysal'ın yaptığı bu. Sorun burada, bunu anlayın. Ve en önemlisi, o bunu bir Türk

olarak yapıyor.

Aynı şeyi örneğin ben yapsam, anlamsız olur. Çünkü ben kendimi bir Türk olarak

görmüyorum. İnsanın bir milliyeti olması zorunluluğuna karşı çıkıyorum. Bu durumda benim,

sayın Soysal gibi davranmam ne Türkler ne de Ermeniler açısından değerli bir davranış

Page 19: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

19

olmaz. Türk açısından ben zaten hainimdir, Ermeni açısından ise zaten Türk değilimdir. Tıpkı

bir ateist olarak, başka dinlere karşı Sünni Müslümanların yaptığı herzelerden dolayı özür

dilememe benzer. Müslüman beni zaten kafir gördüğünden, yaptığım ya da söylediğim ona

bir anlam ifade etmez, diğer dinden olan da beni Müslüman görmeyecektir.

Peki bu durumda yapacak bir şey yok mudur? Elbette vardır. Bütün bu katliamlarla, ulusun,

ulusçuluğun, sermayenin, sömürünün ilişkileri üzerinde durur, böylece bütün katliamlara karşı

kökten bir eleştiri yöneltirsiniz.

Çünkü, Soysalın ya da sağlıklı bir Türk olmaya çalışan bir Türk'ün Tavrı, ahlaki bir tavırdır

ama sorunun köküne inmez, ve sadece kendi kapısının önünü süpürür. Lanetler ama neden

konusunda susar. Çünkü aynı ulusçuluk ufkunun içindedir. Ama lanetler, ulusçuluk var

olduğu sürece, yeni ulus katliamlarını hiç bir şekilde engellemez.

Bu durumda, “yahu bu yaşananlar kader değildir, uluslar olmadan da bir dünya olabilir bir

ulusa girmek, çıkmak, bir ulus kurmak kişinin bir vicdan ve inanç sorunu olmalıdır” diyerek

de karşı çıkılabilir. Bu çok köktenci, tabii bugünkü dünyada ve hele Türkiye'de pek taraftar

bulamayacak, bir yaklaşımdır. Ama böyle bir yaklaşım da mümkündür. Ve işte, sizde böyle

bir yaklaşımı bir yana bırakalım, böyle bir yaklaşıma yönelik bir seziş bile yok. Gerçekliğin

karşısında kölece eğiliyor ve ona karşı diklenmeyi aklınızdan bile geçirmiyorsunuz.

Ulusları mutlak kategoriler olarak ele alıyorsunuz. Ve onları reddetmek gereğini

duymuyorsunuz. Ve istemeden de olsa, başka ulusal katliamlara suç ortağı oluyorsunuz.

Elbette iyi niyetlisinizdir. bundan kuşku yok. Ama cehenneme giden yollar da iyi niyet

taşlarıyla döşelidir.

Bu da sizin İnsan olarak metodolojik yanlışınız.

Page 20: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

20

Ermeni Sorunu ile ilgili yazıyı Özcan Soysal’ın Tarih ve Demokrasi sitesinde yayınlamıştım.

Bu tartışmalar da orada oluyordu. Bu arada bir başka tartışmacıyla tartışırken,

Ermenilerden Türk olarak özür dileyen Özcan Soysal’ın bu davranışı vesilesiyle başka bir

tartışmacıyla Ermenilerden özür dilemenin anlamı üzerine bir yazı yazmıştım. Bu yazıyı da

aşağıya aktarıyorum:

Bir Başka Polemik

Sayın Hakan,

Şöyle Yazıyorsunuz:

"ama onun bir Türk olduğunu düsünmüyorum ki zaten kendisi de, sizin aksinize, Türklüğü

kabul etmiyor, Web sayfasinin sonunda onunla ilgili bilgileri incelerseniz goreceksinizki

kendisi, baba ve anne tarafindan turk oldugunu belirtilmektedir. Yani bu su demektir, ben

istemedim ama olmus bir kere, bunuda kabul etmek zorunda degilim ve kabul etmiyorum"

Ne garip? Ben ise tam aksini düşünüyorum. Tam da Türk olarak Ermenilerden özür dilediğini

vurgulamak için öyle yazdığını düşünüyorum.

Birincisi, Ermenilerden Tarih önünde özür dileyen bir Türkün Türklerden nasıl "Ermeni

Tohumu" gibilerden hakaretler yiyeceği belli olduğundan, ve muhtemelen bu tür hakaretlere

de bol bol uğradığından, bu tür hakaretler edecek olanlara bir cevap olarak koyulduğunu

düşünüyorum.

(Parantez içi şunu belirteyim ki, "Ermeni Tohumu" olmanın "Türk Tohumu" olmaktan daha

iyi ya da kötü olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla böyle denmenin bir hakaret olduğunu

yazarken kendi fikrimi değil, bu lafları hakaret ve saldırı amacıyla edenlerin anlayışını

yansıtmayı amaçlıyorum. Bu sayfayı okuyan Ermeniler varsa, lütfen yanlış anlamasınlar.)

Bizzat, Soysal'ın sayfasına yazı yazanlar içinde onun Ermeni olduğunu ya da Ermeni

desteğiyle bunu yaptığını düşünenler çok ve bunu açıkça da yazıyorlar. Bu nedenle,

Türklüğünü Türklere karşı vurgulamaktadır.

İkincisi, Sayın Soysal, yaptığı iş bakımından, Ermenilere karşı da Türklüğünü vurgulama

durumunda. Yani, bu işi, ben bir Türk olarak yapıyorum diyor.

Bu kadar zor mu bunu anlamak? Anasının babasının Türklüğünden bahsetmesi, herhangi bir

ezilen azınlıkla bağının olmadığını, ezen bir ulustan bir kişi olarak durumunu vurgulamak

içindir, yoksa Türklükle ilgisizliğini vurgulamak anlamında değil.

Kaldı ki, diğer bir çok konularda, Soysal ile yaptığımız tartışmaları incelerseniz, analiz

ederseniz, onun gerçekten iyi niyetli bir Türk Milliyetçisi olduğunu görürsünüz. O

batılılaşmış, modern, demokratik, toleranslı bir Türk ulusu ve Türkiye istiyor ve bunun için

çabalıyor. Soysal'ın Türk milliyetçiliği, alışılmış, şoven, faşizan ya da Kemalist

milliyetçiliklerden farklı, bu günün milliyetçiliğine uygun bir milliyetçilik. Tabiri caiz ise

Post-modern bir milliyetçilik. Bu milliyetçilik türüne henüz Türkiye'de pek rastlanmıyor,

sadece çok ince bir sol ve aydın katman içinde izleri görülüyor. Aslında, dünya ekonomisinin

Page 21: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

21

ve teknik gelişimin ihtiyacı olan milliyetçilik bu tür bir milliyetçiliktir. Aslında Türk

burjuvazisinin ihtiyacı olan da böyle bir şeydir. Çok kültürlü, etnik ve kültürel çeşitliliği bir

kazanç olarak gören, eskiden her şeyi tek etni ve kültüre bağlamak için yapılmış hareketleri

lanetleyen bir milliyetçiliktir bu.

Bu tür milliyetçiliğin Türkiye'de pek görülmemesinin nedeni, Kürt Ulusal kurtuluş hareketi

karşısında Türklerin, kendi kıytırık imtiyazlarını korumak için, genel kurmayın ve çetelerin

altına utanmazca yatmalarıdır. En ilkel, faşizan milliyetçiliğin şakşakçısı olmalarıdır.

Toplumsal çürüme ve cinnettir bugünkü Türkiye'deki.

Bu tür milliyetçilik, aslında ulus ilkesini reddetmez, hatta onu yaşatmak için son teşebbüstür.

Örneğin, bunun en mükemmel biçimini Avrupa'da görüyoruz. Çok uluslu, kültürlü bir Avrupa

Ulusu yaratılıyor.

Bugün, dünya ticaretinin üretimden daha hızlı büyüdüğü, her türlü ulustan işgücünün,

milyonlarca insanın oradan oraya aktığı bir çağda, o akan işgücünü haklardan yoksun bir

durumda, ama üretime amade tutmanın bir aracıdır bu milliyetçilik. Türkiye'nin taş devrinden

kalma milliyetçilikleri bunu kavramaktan acizdir ve buralarda kendilerine karşı paranoyakça

komplolar görürler.

Diğer yandan, teknik gelişme böyle bir kültürel çokluğa olanak sağlamaktadır. Tipik bir örnek

vereyim: Daha beş altı yıl önce, bilgisayarda yazı yazan, kendini ANSİ ve ASCI kotlar denen,

aslında gelişmiş batılı ülkelerin kullandığı harflerden oluşan bir kaç yüz şekille sınırlamak

zorundaydı. (Bu sayfada hala tam bir Türkçe'yle yazamamızın nedeni de bu geçmişin kalıntısı

yük aslında.) Ama bugün, Unikot ile, yeryüzündeki bütün dillerle yazmak mümkündür. Bu tür

teknik gelişmelerdir, kültürel çeşitliliğe olanak sağlayan. Elbette bu teknik temelin

milliyetçiliği de, her şeyin bir farecik tıkırtısı uzaklığa düştüğü bir dünyanın (Internet ve orada

dolaşmayı kastediyorum) milliyetçiliği de ancak böyle bir milliyetçilik olabilir.

Kürtçe'yi yasaklasanız da işe yaramaz artık. MED-TV uzaydan yayınını sürdürür.

Bilgisayarınız varsa, Kürdistan’la ilgili bütün haberlere girebilirsiniz. Türk genelkurmayı

kumda çomak oynasın. Böyle bir dünyada ulus ilkesini ve milliyetçiliği sürdürmenin tek yolu,

Soysal'ın yaptığını yapmaktır.

Aslında, bu foruma yazanlar içinde, en akıllı ve modern Türk milliyetçisi ve Türk sayın

Soysal.

***

Soysal'a ilişkin bu kadar. Gelelim diğerlerine. Siz sanıyorsunuz ki, sadece Soysal böyle bir

şey yapıyor. Soysal'ın yaptığını, en azından yarım yüzyıldır yapmış, yığınlarca Rum ya da

Ermeni sosyalisti olmuştur. Girin onların iç tartışmalarına dil bilginiz varsa, orada da onların

kendi "hainlerini" görürsünüz. Muhtemelen örneğin Ermenistan'da, muhakkak oradaki çeşitli

azınlıkların haklarını savunan Ermeni, ya da Yunanistan'da Grek Soysal'lar, "Türk Tohumları"

vardır. Nasıl Türklerin çoğunluğu sizler gibi en kaba ve bayağı milliyetçiliğin pençesindeyse,

onların çoğunluğu da öyledir.

Ama daima, az da olsa, bu kayıkçı dövüşüne katılmayan, bir üçüncü yolun mümkün olduğunu

varoluşuyla kanıtlayanlar da olmuştur.

Page 22: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

22

Sorun hangi kritere göre bir bölünmeden yana olacağınızdır. Kendi milliyetçinizle mi

bölüneceksiniz ya da başka milletlerle mi? Başkalarıyla değil de kendi milliyetçileriyle

bölününler de vardır. Sizin yeriniz neresidir? Birini seçmek kişiye hiç bir yük ve zorluk

getirmez, ama diğeri? Hangisini seçiyorsunuz?

31.01.1998

Page 23: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

23

Aynı kişiye yönelik yine ermeni Sorunuyla ilişkili ikinci bir eleştiride de şunları yazmışız:

Aynı Kişiye İkinci Bir Eleştiri

Sayın Hakan,

Sayın Soysal'ın Künye ile ilgili açıklamalarından sonra yeni bir şey eklemek gerektiğini

düşünmüyorum. Kendisini ben de tanımam. Ama bu açıklamalardan sonra en azından

yaklaşımınızın metodolojisini, nasıl ön yargıyla bakmış olduğunuzu gözden geçirmeniz

gerekir gibime geliyor. Tabii, bu açıklamaların da gerçeği yansıtmadığını da düşünebilirsiniz.

Ben de sizin onu hainlikle suçladığınızı söylemedim. Böyle deneceğini söyledim. Ve denmiş

de zaten. Böyle olacağını bilmek için kahin olmaya da gerek yok. Türkiye'de yaşayan ya da

yaşamış herkes bunu bilir.

***

Fakat esas problem, sizin olaylara ve tarihe yaklaşımınızdaki çocukça bir kavrayıştı. Sanki

gerçekliğin insan ya da toplumsal grupların çıkarlarından bağımsızcasına ortaya koyulacağını

sanıyorsunuz. Diyorsunuz ki, "evet biz böyle bir şey yaptık ama onlar da şunu şunu yapmıştı,

bu da yanlıştı." Bu daha doğru bir yöntem.

Ama bir şeyi unutuyorsunuz. Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı, matematik aksiyomlar bile

tartışma konusu olurdu. Milyonlarca Ermeni kesilip sürülünce bu insanların malları ne oldu?

Bu mallara kimler kondu? Bu mallara konanlar daha sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin

kuruluşunda ve sonrasında nasıl bir toplumsal konumda bulundular? Bu soruları

sormuyorsunuz. İşin tam da can alıcı noktası burasıdır. Çünkü bu insanlar Türkiye'nin son

döneminin kaderini belirlemişlerdir ve devlete, özellikle de şu derin devlet denen şeye hala

egemendirler. Bu egemen tabakaların çıkarları ve varlığıdır söz konusu olan. Dolayısıyla sizin

önerdiğiniz türden yaklaşımlar, Türkiye'yi ya da Toplumu sanki hiç tanımayan birisinin

yaklaşımları gibi olmaktadır. Bu yaklaşım, ortadaki büyük katliamı relatifleştirmekten başka

bir şeye yaramaz. Türk burjuvazisi, ilk sermaye birikimini tabiri caiz ise Ermeni katliamıyla

yapmıştır bile denebilir.

Türk burjuvazisi ve devleti, çıkıp, şu ya da bu nedenle, biz bu Ermenileri yok ettik, diyor mu?

Bundan pişmanlık duyuyoruz diyor mu? Gazeteler ya da Parti başkanları Ermeniliği ya da

Ermeni olmayı hakaret olarak kullandığında bunlar içeri tıkılıyor mu? Ya da bu tür

davranışları protesto eden yüz binlerin katıldığı mitingler yapılıyor mu? Bütün bu ve benzeri

hiç bir örnek yok. Durum böyleyken, "onlar da şunu şunu yapmıştı, o zaman başka çaremiz

yoktu" demek, varolan sistemi korumak, ona destek çıkmak demektir. Temel metodolojik

sorunu gözden kaçırmak, tartışmayı olgular ve ayrıntılar alanına çekmektir. MİT

görevlilerinin, Türkiye'nin resmi görevlilerinin çizgisi de tam budur. Yani sizin savunduğunuz

çizgi. Mızrak çuvala sığacak gibi olmadığından, sorunu eşit güçler arasında bir çatışma gibi

gösterip, önemsizleştirmedir.

Siz Türk devlet adamlarının anılarını hiç okumadınız mı? Onlarda Devlet adamlığının raconu

olaraktan hep şöyle satırlar görülür. "Bunlar hakkında yazmayacağım. Bunlar benimle birlikte

Page 24: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

24

mezara gidecektir." Niye yazılır böyle satırlar? Söz konusu olan nedir? Kürtlerin,

Ermenilerin, başka ezilenlerin uğradıkları katliamlardır bunlar. Hangi objektiflikten

bahsediyorsunuz.

Sonra Nasrettin Hoca'nın hikayesini de unutmayın. Hoca'nın eşeği çalınınca, herkes hocaya

"şunu yapsaydın böyle olmazdı" deyince. Hoca da dayanamayıp: "Yahu bu hırsızın hiç mi

suçu yok" demiş. Ortada Koca bir ulus, Milyonlarca Ermeni vardı, şimdi bunlar yok. Sanki

bunları yok edenlerin hiç bir suçu yok. El insaf!

Ermeni sorunundaki Tavır, özünde, Türkiye'nin geleceğine, dolayısıyla bugünkü toplumsal

ilişkilerine değin bir tavırdır. Türkiye'nin, gerçekten Batılı anlamda demokratik, gelişkin bir

ülke olmasını isteyenler; şu Devlet sınıflarını yani ordunun vesayetinden ve egemenliğinden

çıkmasını isteyenler, Soysal'ınki gibi bir tavrı geliştirmek ve savunmak zorundadır. Varolan

güçlerle ve kıytırık düzenlemelerle bugünkü sistemin devamından yana olanlar da, sizin ya da

çeşitli varyantları olun resmi görüşün savunucusudurlar. Zaten çoğu da maaşlıdır ve bu işten

geliri vardır. Ermeni sorunu üzerine tartışma, aslında Türkiye'nin bugünü ve geleceği üzerine

bir tartışmadır. Özünde programatik bir tartışmadır. Ağaçlardan ormanı görmeme durumunda

kalmayın lütfen. MİT'in, Devlet'in olayı çekmeye çalıştığı yer tam da budur. Objektiflik

görünümü altında, ayrıntılar içinde olayı boğuntuya getirmek. İşin ilginci, bu sayfalarda

görüldüğü gibi, epey etkili de oluyor.

Ama ben bu etkinin onun bilimselliğinden değil, ikna gücünden değil, Türklerin, özellikle

Kürt sorunu nedeniyle, yani çıkarları nedeniyle etkilendiklerini düşünüyorum. Bugün

milyonlarca Kürdün, köylerinin yakılıp sürülmesi karşısında ses çıkarmayanların, Ermenilerin

tehciri karşısında bir şey söylemeleri beklenemez.

***

Sosyalistlerin hataları saymakla bitmez. Bizzat ben de Ulusal sorun konusunda bütün sosyalist

teorinin yanlışlığına değin şeyler yazdım buralara yolladığım yazılarda. Ama bunlar

karşısında iki tavır vardır. Bu hataları, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum ideali ve bu uğurda

mücadeleleri anlamsız, değersiz, aşağı göstermek için öne sürmek, bir de, yine o amaca

ulaşmak için bu hataların eleştirisi. Benimkisi ikincisi, sizinkisi birincisi.

02.02.1998

Page 25: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

25

Yine aynı sayfadaki tartışmalarda Özcan Soysal’ın yaklaşımlarındaki kestirmecilik

bağlamında şunları yazmışız:

Sosyalistler, Mihri Belli, Ermeni Katliamı Üzerine

Bir süre önce, sayın Özcan Soysal, bazı alıntılarla "Devrimci Örgütler ve Ermeni Soykırımı"

adlı bir yazı yazdı, daha sonra da "Mihri Belli ve Ermeni Sorunu" başlıklı bu yazının devamı

sayılabilecek bir ikinci yazı yazdı. Bu yazılardan birincisi yankısız kalırken ikincisine

Gökyüzü "83 Yaşındaki Genç Mihri Belli" başlıklı bir cevap verdi. Daha sonra da "Ayna" adlı

kişi Gökyüzü'ne destek çıktı. (Gökyüzü bu destekten rahatsızlığını daha sonra başka bir

vesileyle belirtti.) Bu kısa hatırlatmadan sonra konuya ilişkin görüşlerimi dile getirmek

istiyorum.

Sayın Soysal'ın alıntılarına, yani olgulara diyeceğim bir şey yok. Bunların doğru olduğunu

kabul ediyorum. Zaten Türkiye'deki sol hareketi biraz tanıyan bunların doğru olacağını az çok

tahmin edebilir. Benim itirazım, sayın Soysal'ın çıkarsamalarına ve olguyu açıklarkenki

kestirmeciliğine olacak. Ancak bu kestirmeciliğe karşı çıkışların, sanki olayı meşrulaştırmak,

haklı göstermekmiş gibi algılanacağını biliyorum. Ama tam bu tür algılama da bizzat o

kestirmeciliğin bir yansıması kanımca.

Birinci yanlış şu. Sanılıyor ki, Sosyalistler zemzem suyuyla yıkanmış, Stalin'in deyimiyle

"özel kumaştan yapılmış" uzaydan gelmiş yaratıklardır. Bu anlayış, Ö. Soysal'da şöyle

yansıyor örneğin:

"70 yil demokratligi,ilericiligi devrimciligi,sosyalist veya komunist olma sifatini kendinde

görenler türk halkina ermeni düsmanligi kuvvetle ve yaygin olarak siringalanmasina ve

körüklenmesine karsin neler yaptilar?”

Yani ortada bir halk var en azından nötr ya da masum, bir yanda bunun dışında ona Ermeni

düşmanlığını şırıngalayan bir güç var, diğer yanda da yine onun dışında, ama aşağı yukarı

aynı konumda bu konuda farklı bir tavrı olması gerekirken ona karşı hiç bir şey yapmayan

solcular var.

Sosyalistler, gökten zembille inmezler. Bizzat o halkın içinden çıkarlar. Sosyalist bir programı

benimsemek, kendini sosyalist olarak nitelemek o içinden çıkılan halkın içine işlemiş ön ve

bön yargılardan kurtulmak anlamına gelmez. Sosyalist olmakla belki bunlardan kurtuluş için

bir yola girilmiş olur. Yani sosyalistler içinden çıktıkları ve içinde yaşadıkları halkın bütün ön

yargılarını, alışkanlıklarını vs. içlerinde taşıyarak ortaya çıkarlar. Diğer bir deyişle, hepimiz

"Turhallı bir hallı"yızdır.

Ancak, sosyalist ideallerle başlangıç noktasındaki yerleşik kabuller arasında bir çelişki vardır,

siyasi mücadele içinde bu çelişkinin aşılması, radikalleşmek beklenir. Ama bu radikalleşme

her zaman olmayabilir. Elbette sosyalist bir insan, en azından bütün ulusları eşit görür, içinde

herhangi bir ulusa karşı düşmanlık beslemez, ezilen ya da ezilmiş uluslara özel bir sempati

besler vs. Aşağı yukarı bütün sosyalistler böyledir ve en azından böyle olduklarını düşünürler

ve iddia ederler. Ama bu kabul ile, somut konulardaki tavır arasında çoğu kez büyük farklar

Page 26: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

26

olur. Ama bu farkların nedeni, sayın Özcan Soysal'ın kestirmeden attığı Şovenizm değil, hatta

bizzat, milliyetçilikten tamamiyle kopmuşluk bile olabilir. Bu karmaşık mekanizmaları

görmek istemiyor Sayın Özcan Soysal ve tavırlar ile ideoloji arasında mekanik ve birebir

ilişki varmış gibi ele alıyor.

1) Sosyalistte bütün ön yargılar var.

2) Ezilenlik durumu var

3) Sovyetlerin tavrı var

4) Türk ezilen sınıflarına ters düşmeme, onlarla aktüel olan bir sorundan dolayı sorun

çıkarmama kaygısı var

5) Egemen sınıflardan korku var

6) Bizzat kendi konumu var.

Önce Mihri Belli'den başlayalım. Sayın Mihri Belli'nin Kemalizm’in çok güçlü etkisi altında

olduğu bir sır değildir. Hatta 1970'lerde Kırmızı Aydınlık'dan THKP-C ve Kıvılcımlı'nın

kopuşunun ardında onun bu milliyetçi ve Kemalist eğilimleri ile bir sınır çekme çabası vardı.

Mihri Belli örneğin, Jaures'ten alıntılarla, "Milliyetçiliğin derini insanı enternasyonalizme

götürür" derken, Kıvılcımlı "Faşizme de götürmez mi" diye onu eleştiriyordu.

Mihri Belli'nin bu günkü yazıları okununca da aynı eğilim açıkça görülür. Ama bu milliyetçi

ve Kemalist eğilim aynı zamanda Mihri Belli'nin, herkesin şovenizm dalgasına kapıldığı

bugünkü kritik ortamda Kürt ulusal kurtuluş hareketi karşısında onu yüzde yüz destekleyen

bir tavır içinde bulunmasını engellememektedir.

Aslında gerçek bir milliyetçinin hatta Kemalist’in Kürt ulusal kurtuluş hareketini

desteklemesinde bir çelişki yoktur, hatta gerçek Türk milliyetçisi (yani Türkiye’nin

gelişmesini ve zenginleşmesini, güçlenmesini isteyenler) ve gerçek Kemalist (Türkiye'nin

batılılaşmasını isteyenler) için tek çıkış yolu Kürt ulusal kurtuluş hareketini desteklemektir.

Şöyle bir örnek vereyim. Sosyalistlerde faşizmi sadece sermayenin (hatta onun en gerici ve en

şoven kesimlerinin) bir diktatörlüğü olarak tanıma eğilimi epey güçlüdür. Evet, faşizm aynı

zamanda budur da, ama hangi diktatörlük, hatta hangi bati demokrasisi böyle değildir ki.

Dolayısıyla, faşizmi böyle tanımlayarak hiç bir şey açıklamış olmazsınız. Ama sosyalistlerin

bu tür tanımlamalarının ardında şöyle bir varsayım yatmaktadır, ezilen sınıfların

hareketlerinden sadece demokratik ve ilerici eğilimler çıkar. Bu doğru değildir. Ezilen

sınıfların çıkarları, karakterleri, ideolojileri ve bunlar arasındaki ilişkiler sorunu böyle

mekanik değildir ve çok daha karmaşıktır. Ezilen sınıfların hareketleri pekala belli tarihsel

koşullarda, en gerici, en şoven, en kanlı diktatörlüklere temel oluşturabilir.

1970'lerin sonu ve 80'lerin başında sosyalistler arasında Faşizm üzerine bir tartışma

yürüyordu. Bu tartışmada, örneğin ben, faşizmin ayırt edici niteliğinin onun kitle hareketi

özelliği olduğunu, işçi sınıfının bazı kesimleri ve küçük burjuvazinin tepkisinin ifadesi

olduğunu söylediğimde, muhataplarımca, sanki onun cinayetlerini meşrulaştırıyormuşum gibi

algılanıyordum. Yukarıda sözünü ettiğim yanlış varsayım ve mekanik anlayış nedeniyle böyle

yorumlanıyordum. Ama ilginçtir ki, bu davranışın bizzat kendisi de, tam o ezilenlerin gerçek

Page 27: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

27

çıkarları ile tepkilerinin biçimleri ve görünüşleri arasında birebir bir uyum olmadığının örneği

idi. Beni böyle itham edenler bir yanılsamadan hareket ediyorlardı tıpkı yine yanılsamalardan

hareket ederek bir zamanlar faşist partilerin peşine takılanlar gibi.

13.04.1998

(Böylece “Ermeni Sorunu” adlı yazının yayınlanabilen kısmını yıllar sonra İnternette tekrar

yayınlama vesilesiyle yapılmış tartışmaları aktarmış bulunuyoruz.)

Page 28: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

28

Gazete Makaleleri

2000’lerin başından itibaren Kürt Ulusal hareketinin basınında Ermeni katliamı ve “sorunu”

ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili bir çok yazılar yazdık. Onlar da bu derlemenin ikinci

bölümünü oluşturuyor.

Türk Nedir?

Bundan yüz yıl önce, batılının Türkiye dediği topraklarda, ne kültür ne de soyca “Türklük”

denen şeyle zerrece ilgisi bulunmayan çok küçük bir şehirli aydın azınlık dışında, kimse

kendini Türk olarak tanımlamıyordu. İnsanlara sen nesin diye sorulduğunda, onlar

Müslüman’ım, Kızılbaşım, Çerkezim, Türkmenim, Yörüküm, Kürdüm, Arnavutum diyorlardı

ama Türküm demiyorlardı. Olağan kullanımda Türk sözcüğünün politik bir anlamı olmadığı

gibi, bir etniyi ya da dil konuşan insanları değil, Türkçe konuşan göçebe ya da köylü ve

yoksul Müslümanları kategorize etmeye yarayan kaba ve görgüsüz anlamına gelen; devlete

egemen Müslüman kastın kullandığı bir hakaret sıfatıydı. Osmanlı Padişahına “Türk” dense,

kendine hakaret edildi diye diyenin kafasını vurdururdu.

Ve bu gün ise Türkiye Cumhuriyeti denen devletin toprakları üzerinde milyonlarca insan

kendisini binlerce yıldır var olmuş bir Türk ulusunun torunları olarak tanımlıyor. Osmanlı’nın

bir Türk devleti olmadığı ise, artık o Türklerin kavrayış gücünün ötesinde.

Osmanlı devletini “Türkiye” ve ona egemen olan Müslüman kastı “Türkler” olarak

tanımlayanlar Batılılardı. Yani Türk ve Türkiye isimleri bile, bu gün Türkiye denen

topraklarda yaşayan insanların kendilerini ve ülkelerini tanımlamak için kullandıkları isimler

değil, onlara batılı devletlerin verdiği isimlerdi. Tıpkı “Kongo”, “Rodezya” gibi. Bu gün

kendine Türk diyenlerin hor gördüğü Afrikalılar, sömürgelikten kurtulduklarında, ilk

yaptıkları iş, Batılı beyaz adamın kendilerine verdiği adları reddetmek oldu ve kendilerini ve

ülkelerini kendi verdikleri adlarla adlandırmayı denediler; ülkelerine “Zaire”, “Zimbabwe”

dediler. Ama Türkler, ülkelerini ve kendilerini Batılının verdiği isimle anmakta bu güne kadar

hiç bir sorun görmediler.

Aşağı yukarı her ulus uydurulmuş bir tarih ve unutulması gereken bir geçmişe sahiptir. Çünkü

ulusların tarihi yoktur ve bunun yaratılması gerekir. Bütün uluslar için normal olan bu özellik

Türk ulusunda saçmalığın zirvelerine varır ve hasta, şizofrenik bir ruha yol açar. Kimi

insanlar vardır, daha doğarken hasta ve sakat olarak doğarlar, kimi uluslar da öyle.

Alman Emperyalizminin Hint yolu ve Rusya’yı güneyden çevirme planlarının ihtiyaçlarına

uygun bir uydurmadır Orta Asya Türklüğü. Egemenliğini sürdürecek son çare olarak bu

Türklüğe sahiplenen Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastının ne soyca ne de kültürce

Anadolu’daki Türkmen ve Yörükler kadar olsun bu dünyayla bağlantısı yoktur. Osmanlı

Bizans’ı fetih ettiğinde onun tarafından fetih edilmiştir ve Bizans’ın devamıdır. Bu fatihler

sadece daha önce İslamlık zırhıyla kuşandıkları için, Bizans tarafından din ve dil olarak fetih

edilemediler. Onun haricinde, müzikten mimariye, mutfaktan vücut diline kadar her şey

Bizanslıdır bu devlete egemen kastta. Ve son olarak Türklük, liman şehirlerinde palazlanan ve

Page 29: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

29

Rum ve Ermeni burjuvazisiyle rekabet içinde, dayanacağı bir ulus yaratmak ve ona dayanmak

Yahudi burjuvazisinin ihtiyaçlarına da cuk oturmuştur. Bu nedenle en ateşli Türk

milliyetçilerinin Yahudilerden çıkması bir rastlantı değildir. Bu burjuvazinin Kültürü de, tıpkı

müslüman devlete egemen Kast gibi tipik doğu Akdeniz - Bizans kültüründen başka bir şey

değildir. Alman Emperyalizmi, Bizanslı Müslüman devlet kastı ve Levant’ın Yahudi

burjuvazisinin çakışan ihtiyaçlarına uygun olarak yaratılmış bir ulustur Türkler.

İtalyan siyası birliği gerçekleştiğinde d’Azeglio’nun: “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları

yaratmalıyız” dediği gibi, Osmanlıya egemen Müslüman devlet kastı, önce Türkiye’yi yarattı

ve sonra, Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi, Türk ulusu denen şeyi kendi

suretinde yarattı. Türk ulusunun suretinde yaratıldığı; ona karakterini veren nedir?

Bizans Kültürü demek ise, her şeyden önce, Rum ve Ermeni kültürü demektir. Bu gün bile

dünyanın her hangi bir yerinde bir Rum ve Ermeni ile karşılaşan şunu görür: din ve dil

haricinde (Hatta dil bile ortaktır, çoğu Türkçe bilir ve konuşur.) Türkleri Rum ve

Ermenilerden ayırmak olanaksızdır. Yani önce Türkiye’yi sonra da kendi suretinde Türk

ulusunu yaratan Müslüman devlet kastı tıpkı Rum ve Ermeni gibi bir Bizanslıdır. Ve

dolayısıyla bu kastın kendi örneğinde yarattığı Türk de.

Ama bu Ulus var oluşunu Rum ve Ermenileri yok etmeye borçlu olduğundan, gerçek

kimliğini unutmak ve hafıza kaybına uğramak zorundadır. Bu da ona hasta ve şizofrenik bir

karakter verir.

Türklük denen şey, yüzde doksanıyla hafıza kaybına uğramış yaşayan Rumluk ve

Ermenilikten başka bir şey değildir. Ya da hafıza kaybına uğramış yaşayan Bizanslılıktır.

Ama o, varlığını bu gerçeği inkar ve unutma üzerine temellendirmiştir. Diğer bir deyişle Türk,

aslını inkar eden bir haramzadedir. İnanmayan Türk ve Müslüman burjuvazinin servetlerinin

kaynağını araştırsın. Hepsinin kaynağında Rum ve Ermenilerin imhası, sürgünü ile edinilmiş

bir ilkel sermaye birikimi vardır.

Türklerin bir ulus olarak bu şizofrenik ruh hastası durumundan kurtulabilmeleri, kendi

geçmişlerini inkardan ve unutmadan kurtulmaları için ulus olarak bir tür toplumsal terapi

görmeleri gerekiyor. Ama günahları ile öylesine bütünleşmiş ve onların öylesine esiri olmuş

bulunuyorlar ki, kendi güçleriyle bu çürüme çemberinden çıkmaları olanaksız. Bu yönde

küçük kimi kültürel hareketler dışında hiç bir toplumsal ve siyasi hareket yok. O küçük

kültürel hareketler de varlığını her şeyden önce yükselen Kürt hareketine borçlu.

Kürt hareketi Demokratikleşme ve Orta Doğu projelerinde bir başarıya ulaşabilirse, bu

Türklerin hafıza kaybından kurtulup kendi gerçek kimlikleriyle barışmasının yolunu açabilir.

Dünyadaki ve bölgedeki iktisadi gelişmeler ve zorunluluklar bu değişimi zorluyor ama o

kendi egemenliğini sürdürebilmek için Türklüğü yaratan ve hala gücünü koruyan Osmanlı-

Bizans’ın devlet kastı bu değişikliğin en büyük engeli olmaya; kendi hastalığını tüm topluma

zorla bulaştırmaya devam ediyor. Türkler’in olağan bir sağlıklı gelişim için “baba katili”

olmaları gerekiyor. “Baba”yı öldürmeden bağımsız bir kişilik gelişemez.

26 Eylül 2000 Salı

[email protected]

Page 30: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

30

Kötü Olabilme ve Yanlış Yapabilme Hakkı

Son yıllarda, "beton" kafalı Türk ve Sünni çoğunluğu, başka din, inanç, ulus ve dilden

insanlara karşı "toleranslı" olmaya çağıran yine çoğunluktan olan "mozaik" kafalıların temel

argümanları, onların ne kadar iyi oldukları; onların varlığının kendilerini de zenginleştireceği

gibi noktalarda toplanıyor.

Ne var ki, bu argümanın kendisi, ırkçılığı yeniden üretmektedir. Yani kendilerini

zenginleştirmese hiç de gerekmeyeceği zımnen kabul edilmektedir. Ya da "azınlıklar" iyi

insanlar olmasa, hiç de gerekmeyecektir onlara karşı "toleranslı" olmak.

"Azınlıklar", yani çoğunluğu oluşturan ulustan, dinden olmayanlar, her zaman "iyi

insanlar"dır. Türkiye'de Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Süryaniler, Aleviler, Kürtler hep "iyi

insanlar"dır. Çünkü onlar "iyi" olmak zorundadırlar. Çoğunluğun şiddetini çekmemek için her

davranışını kılı kırk yararak yapmak, her zaman haklı bir durumda bulunmak zorundadırlar.

Çünkü "iyi olmak" onların biricik savunma silahıdır. Bu kahredici çoğunluk bu insanları "iyi"

olmaya zorlamaktadır. Onların iyi olmama hakları yoktur.

Bir Türk'ün cinayet işleme, hırsızlık yapma, her hangi bir kötülük yapma hakkı vardır. Bir

Türk cinayet işlediğinde, o belli bir insanın eylemi olarak mahkum edilir. Hiç bir yayın organı

onun aynı zamanda bir Türk olduğunu belirtmez. Ama mazallah bir Ermeni bir suç işlese,

önünde bir de Ermeni sıfatı olmadan adının anılması mümkün değildir. Hatta adının bile

önemi yoktur, o bir Ermeni'dir.

Ezilen ulus ve inançtakilerin hakları, onlar sizi zenginleştireceği ya da iyi oldukları için değil;

sizi fakirleştirecekseler de savunulmalıdır. Onların kötü olabilme, adlarının önüne ulus ya da

inançları bir sıfat olarak koyulmadan kötülük yapabilme hakları savunulmalıdır.

Aslında, Kürt uyanışı karşısında, Türk mozaiklerinin bu kadar soğuk ve düşmanca

durmalarının ardında bu gizli ırkçılık yatmaktadır. Çünkü Kürtler, artık "iyi" Tom Amca

olmaktan çıkıyorlar, onlar artık "iyi" olmadıkları, kötü olmayı göze aldıkları ve kötü olma

hakkı uğruna mücadele ettikleri için, beton kafalıların düşmanlığını kazandıkları kadar

mozaik kafalıların sempatisinden de mahrum kalmaktadırlar. Halbuki onlar "iyi" olmaya

devam etseler, mozaiklerin betonlar karşısındaki argümanlarına kanıt oluşturmaya devam

etseler; mozaikler betonları ikna edebilirler bir gün!

*

"Azınlıkların" kötü olabilme hakkı gibi ezilenlerin, baskı ve sömürüye karşı direnenlerin hata

yapma hakkı da yok. Şu an cezaevlerinde yüzlerce mahkum ölümün sınırında geri dönüşü

olmayan bir noktada. Ve de çıt çıkmıyor, çünkü onlar hatalı!

Ölüm oruçları karşısında kimi solcuların tavrı mozaik kafalıların tavrından farklı değildi.

(Aslında bunlar büyük ölçüde çakışırlar.) Nasıl onlar kötülük yapma hakkını savunmaya hazır

değilseler; kimi solcular da ezilenlerin, kavgada haklı olanların mücadelesini, ancak "doğru"

yapıyorlarsa desteklemeye hazırlar.

Page 31: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

31

Sanki ortadaki bir sportif mücadele ve önceden belirlenmiş kurallar var gibi olaya

yaklaşıyorlar. Yok devlet haksızmış ama öbürküler de şöyle yapmalıymış!.. En mahkumdan

yana görünen solcu ve gazeteci "arabulucu"lar bile, bir sportif karşılaşmanın hakemi gibi

yaklaşıyorlar olaya.

Ne çabuk unutuldu ki, bu mücadelelerde, biri daha baştan yeniktir, alttadır; öbürü daha baştan

zaferi kazanmıştır ve üsttedir. Biri ne kadar aptalca, ne kadar yanlış mücadele yürütürse

yürütsün, haklılığına zerrece halel gelmez; öbürü ne kadar akıllıca ve doğru mücadele

yürütürse o kadar tehlikeli ve o kadar yanlıştır. Ezen ve ezilenin kavgasında tarafsızlık

mümkün değildir. Koca bir adam küçük bir çocuğu döverken tarafsızlık çocuğun dövülmesine

yardım etmektir. Küçük çocuk gücü yetmediği için, adamın taşaklarına tekme attığında,

mozaik kafalı solcular, "belden aşağı vurma" diye itiraz ediyorlar. Ezilenlerin belden aşağı

vurma hakkını savunmayı akıllarına bile getirmiyorlar; onlarla aralarına mesafe koymak ve

hata yapmayan solcular olduklarını kanıtlamak için çırpınıyorlar.

Bu bayların tavrı, ezilenlerin kendi içinde, kendi çıkarları ve mücadeleleri açısından yaptıkları

tartışmalarla ve ayrılıklarla karıştırılmamalıdır. Öyle bir tartışmada yanlış yapabilme hakkı

zaten veridir; kendi aralarında bir ön kabul olarak fiilen vardır. Mozaik kafalı solcu hakemler,

ezenler karşısında ezilenlerin; devlet karşısında mahpusların; işveren karşısında işçilerin;

erkek karşısında kadınların; ezen ulus karşısında ezilen ulusların özünde her zaman haklı

olduğunu; ne kadar aptalca işler yaparlarsa yapsınlar bunun o özdeki haklılığı ortadan

kaldıramayacağını ve ezilenlerin de yanlış yapabilme hakları olması gerektiğini anlamak

istemiyorlar ya da unutmak istiyorlar. Ve bunu hala hatırlatmak isteyen dinazorlarla köprüleri

atıyorlar.

Bizim işimiz alttakilerin, ezilenlerin kötü olabilme ve yanlış yapabilme hakkını savunmaktır.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

20 Ocak 2001 Cumartesi

Page 32: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

32

Hatalar Sizden Hızlı Koşarlar

Fransa'nın kararı ile birlikte, Ermeni Katliamı üzerine tartışmalar gündeme oturdu. Aslında ne

Fransa'nın aldığı kararın, ne de bu günkü tepkilerin Ermeni Katliamı ile ilgisi yoktur. Ermeni

Katliamı konusu, başka bir politik çatışmanın aracıdır. Arkada libero oynayan Almanya'nın

öne sürdüğü Fransa, bu kararla, Avrupa Ordusu'na Amerika'nın desteğiyle çomak sokan

Türkiye'ye politik baskı amaçlıyordu. Özel Savaşçılar için de Fransa'nın kararı, hem şiddet

politikasına dönüşün gerçek nedenini gizlemeye yarayan, hem de onu haklı göstermeye

yarayan bir gerekçe olarak gökten inmiş bir nimetti. Böylece barış ve demokratikleşmeden

yana olanları, "milli menfaatlere" kaygısız Avrupa'nın gönüllü işbirlikçileri olarak suçlayıp

savunma mevzilerine sokabilirdi. Yani karar da, tepkiler de, doğrudan Ermeniler veya Ermeni

katliamıyla ilgili olamayan başka politik hedeflerin bir aracından başka bir şey değildirler.

Zaten bu da, tarihin, tarihten ziyade günümüzle, günümüzdeki sınıfların ve politik güçlerin

konum ve çıkarlarıyla ilgili olduğunu gösterir. Bu nedenle, Tarih tarihçilere bırakılamayacak

kadar politik bir konudur. Keza tarihi tarihçilere bırakmanın kendisi de tarihsel gerçeği bulma

değil, günün politik kaygılarıyla ilgili basit bir taktikten başka bir şey değildir ve ciddiye

alınacak bir yanı da yoktur.

Elbet bu tartışmalar, başka bir çatışmanın aracı, Kürtlere karşı saldırının sis örtüsüdür ama

bütün bunlara rağmen aynı zamanda, bizzat bu katliamın varlığının bu yükseltilen inkarıyla

bile, Türkiye'nin egemenleri için bir yenilgidir. Çünkü Türk kimliği, hafıza kaybına

dayanılarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet bütün gerçek geçmişi unutma ve

unutturmaya dayanıyordu. "Harf Devrimi" bile, kapitalist dünya ile ticareti kolaylaştırmak

kadar, bu geçmişi unutma ve unutturma çabasının da bir ifadesidir.

Hatalar insanlardan hızlı koşarlar. Onlardan kaçıp kurtulma olanağı yoktur. Tam

unutulduğunu, kurtulduğunuzu sandığınız anda, karşınıza aşılmaz bir duvar gibi dikilirler

Türk ulusu da, kendi hafızasını yitirme bahasına, doğuştan günahlarını unutmak ve

unutturmak, onlardan kaçıp kurtulmak istiyordu. Altmışlı ve yetmişli yıllarda neredeyse

hedefe varılmış gibi görünüyordu. Günahları işleyip onların lanetini üzerinde taşıyan kuşak

yavaş yavaş sırasını savıp giderken, önceki kuşağın günahlarından habersiz kuşaklar meydanı

dolduruyordu. O günahları hatırlatacak kimse de kalmamıştı ülkede. O günahların

kurbanlarının diyasporadaki kalıntıları da aynı şekilde sıralarını savıyorlardı. Sonraki nesiller

ise zaten doğdukları ülkelerin insanları olmuşlardı. Galiba bu sefer günahlardan kaçmak,

onlardan kurtulmak, o günahların hafızalardan yitip gitmesini sağlamak başarılmış gibi

görünüyordu.

Yeni kuşaklar için bu unutturulma öyle başarıya ulaşmış görünüyordu ki, çoğu sola ilgi

duyan, hatta Marksist yeni kuşaklar, Türkiye'deki sınıf ilişkileri ve toplumsal yapı ile bu

günahlar arasında bir ilişki bile kurma yeteneği gösteremiyordu. Örneğin sosyalistler arası

toplumsal yapı, sınıflar, tarih konularında yoğun tartışmaların yaşandığı ve bu tahlillerden

strateji ve programların çıkarıldığı altmışlı ve yetmişli yıllarda Ermeni Katliamı, sonraki

mübadeleler, Kafkas ve Balkanlardan insan göçleri ve bunların sistemin örgütlenmesi ve sınıf

Page 33: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

33

ilişkilerinin şekillenmesi bakımından etkileri gibi konularda hemen hemen hiç bir şey

bulunmaz. Bu konular ve kavramlar, Türkiye'nin toplumsal yapısı ve sınıf ilişkileri

bağlamında değil; bu paradigmalar ortadan kaybolduktan sonra; hatta bu paradigmalara karşı

olarak doksanlı yıllarda solcuların tartışmalarına girmeye başlamıştı.

Örneğin, Ermeni katliamı, hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu olarak gerçekleştiği

ve bu katliamın sonraki Türkiye'nin toplumsal ve sınıfsal ilişkileri üzerindeki etkileri gibi bir

bağlamda değil de; Ermenilerin katledilmesi ve sonradan yok olup gitmesinin çok renkliliği

azalttığı gibi (aslında gizli bir ırkçılığı da yansıtan) bağlamlarda konuya yaklaşıldı, zamanın

ruhuna uygun olarak. Yani konunun tarihsel ve toplumsal ilişkiler bağlamında tartışılabileceği

dönemde Ermeni Katliamı diye bir konu akla gelmiyordu dolayısıyla o analizler havada

kalıyordu; Ermeni Katliamının gündeme geldiği dönemde ise, konuyu toplumsal ve tarihsel

bağlamda; politik mücadele stratejisi bağlamında tartışacak paradigma ve kavramsal araçlar

bir kenara atılmış bulunuyordu.

Bu arka plan, sanki sınıfsal ve Marksist bakış açısıyla örneğin Ermeni sorununun tartışılması

arasında bir çelişki ve uzlaşmazlık varmış gibi bir yanılsama ortaya çıkmaktadır. Ama

Türkiye'deki sınıf ilişkileri, bizzat bu katliam ve sonraki Rum mübadeleleri olmadan

anlaşılamaz.

Türkiye ve Kürdistan'da egemen sınıflar bu katliam ve başka zorunlu göçlerden elde ettikleri

servetle oluşmuştur. Denebilir ki, ilk sermaye birikimi batıda nasıl korsanlık ve köle ticaretine

dayanırsa, Türkiye'de de Ermeni katliamına ve Rumların sürülme ve mübadelesine

dayanmıştır. Bütün egemen devlet kastının ve sınıfların servet ve sermayelerinin kaynağında

bu katliam ve mübadeleler bulunmaktadır.

Ermeni ve Rumlar nispeten kapitalist ilişkilerin geliştiği burjuvalardı. Tasfiye ve katil, aslında

aynı zamanda, modern toplumsal ilişkilerin de tasfiyesi olmuştur. Modern Kapitalist Rum ve

Ermenilerin malları ve sermayeleri; prekapitalist tefeci-bezirgan sermayeye dönüşmüş veya

toprak ağalığını ve ortaçağ artığı iktisadi, sınıfsal ilişkileri güçlendirmiştir. Böylece katliamla

birlikte gerilik ve gericilik birbirini üretir olmuştur. Türkiye ancak, 1960'lı yıllarda, katliam

öncesinin ekonomik düzeyini yakalayabilmiştir.

Bu nedenlerle egemenler, hem kendi egemenlik ve imtiyazlarının kaynağını gizlemek; hem de

bir ulus yaratabilmek için unutmaya ve hafıza kaybına dayanabilirlerdi. İşte tam başardıklarını

sandıkları anda, geçmiş günahları karşılarında aşılmaz bir duvar olarak dikilmiş bulunuyor.

Bütün yaptıkları olmamışa döndü, her şey unutmaya ve unutturmaya dayanmıştı, bu proje

çöktü; bu nedenle ağır bir darbedir Türkiye'nin egemenleri için.

Ermeni Katliamının, inkar için bile olsa tartışılmak zorunda kalınması, unutulmaması ve

tekrar hatırlanması bile projenin iflasıdır. Çünkü Türk Kimliği, unutmak ve hafıza kaybı ile

şekillendiriliyordu. Şimdi bu suskunluk yıkıldı.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

10 Şubat 2001 Cumartesi

Page 34: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

34

Ararat

Geçen hafta Atom Egoyan’ın Ararat filmini görebildim. Bu film üzerine ve film vesilesiyle

bir kaç şey söylemek gerekiyor.

Atom Egoyan’ın filmi sadece film içinde bir film değil, iç içe geçen bir çok hikayeden

oluşuyor. Film, Ermeni katliamı üzerine bir film; Ermeni katliamı üzerine bir Ermeni olarak

film yapmanın sorunları üzerine bir film; İki binli yıllarda Kanada’da yaşayan bir Ermeni

olarak bu konuda film yapmanın sorunları üzerine bir film; modern batı metropollerinde

yaşayan insanların ilişkileri ve ilişkisizliği üzerine bir film; kuşaklar çatışması üzerine bir

film; ünlü ressam Arshile Gorky’nin hayatı üzerine bir film; Babasız büyüyen çocukların veya

babalarının anısı altında ezilen çocukların sorunları üzerine bir film; mit yaratmak üzerine bir

film; mitlerin gerçek hayatları üzerine de bir film; Dr. Ussher’in anıları üzerine bir belgesel;

ama belgesellerin ne kadar belgesel olduğu; onların ne kadar gerçeği yansıttığı veya

yansıtabileceği üzerine de bir film. Burada saymakla bitmeyecek ve her bir hikayenin, her bir

konunun diğerine ayna görevi gördüğü; bir yabancılaşma etkisi yaratmak için de kullanıldığı,

zaman ve mekan ve hikaye geçişlerinin büyük bir ustalıkla yapıldığı sanat değeri yüksek bir

film Ararat.

Ben de kısaca Ararat film üzerine, yani bir Ermeni tarafından Ermeni katliamı üzerine

yapılmış bir film üzerine bir Türk olarak yazı yazmanın sorunları üzerine bir yazı yazmak

istiyorum.

Bu film üzerine, her türlü politik kaygıdan azade olarak, sırf estetik kaygılarla, sırf felsefi

kaygılarla bir yazı yazmak isterdim. Filmin çok önemli gördüğüm bir zaafı üzerine bir yazı

yazmak isterdim.

Ama böyle bir yazı yazamam.

Çünkü Türkiye’de devlet ve toplumun büyük çoğunluğu, bir Ermeni, Süryani katliamı

olduğunu inkar ediyor.

Çünkü bu film Türkiye’de oynatılamıyor. (Osmanlı’da oyun çok. Baktılar doğrudan

yasaklasalar olmayacak, önce serbest bıraktılar, sonra iyi saatte olsunlar faşist çeteler piyasaya

sürülüp, “halkın tepkisi” nedeniyle sinemaların oynatmaması sağlandı. Halbuki demokratik

bir ülkede, devletin görevi o “halkın tepkisi”ne karşı, bir tek kişinin bile o filmi seyretme

hakkını savunmak olur.)

Ne zaman Türkiye’de Ermeni-Asuri katliamı inkar edilmez ve üzerine açıkça tartışılır; ne

zaman bu film Türkiye’de serbestçe oynar ve her hangi bir engellemeye girişenlere karşı

devlet güçleri insanların bu filmi seyretme özgürlüğünü garantiye alır, ancak o zaman

Egoyan’ın filmi üzerine her türlü politik kaygıdan azade olarak bir yazı yazılabilir.

Yani bir Türk olarak, bu film üzerine bir yazı yazma özgürlüğüm bulunmamaktadır. İnkar

edilen bir olay üzerine çevrilmiş yasaklanmış bir film üzerine yazı yazmak, elleri bağlı ve

savunmasız bir insana vurmaktan farklı olmaz.

*

Page 35: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

35

Bu vesileyle Türkiye’nin sosyalistlerine bir çağrı.

Politikadan ve demokratik görevlerden kaçmak için, işçilere bilinç götürmeyi; emekçi halkın

sıkıntılarından bahsetmeyi; globalizme karşı dünyanın bilmem neresindeki gelişmelerin

ateşiyle ısınmayı falan bırakın artık. Nasıl olsa işçiler ve halk sizi dinlemiyor. Ama başka bir

şekilde işe yarayabilirsiniz. Örneğin politik sonuçları olan kültürel ve kalıcı etkiler bırakan

çalışmalara yönelebilirsiniz.

Örneğin, Atom Egoyan’ın filmi faşistlerin gösterisiyle oynatılmıyor mu? Bu filmin

gösterilmesi için, “Ararat'ı seyretme özgürlüğümü savunmayan devleti protesto ediyorum”

diye filmin oynatılması için kampanya başlatabilirsiniz.

Emin olun böyle bir şey yapmanın, yüz işçi grevi örgütlemek; bin işçiyi sendikalı yapmak; on

işçiyi sosyalist yapmak kadar sevabı vardır.

Bu filmin oynatılıp oynatılmaması üzerine, toplumda bir tartışma başlatmanız, filimin

oynatılması sağlanamasa bile, başlı başına bir zafer olur.

Ya da örneğin, dedelerinizin, babalarınızın Ermeni Süryani katliamında, nerelerde ne

yaptığını ifşa eden, alttan bir hareket başlatabilirsiniz. Herkes tek tek ailesini araştırır,

dedelerinin bu katliamlar sırasında ne yaptığını. Ailesinde bu katliamlardan gelen bir gayrı

menkul, bir servet, ahretlik türünden bir ev kölesi vs. olanlar bunları kamu oyu önünde

anlatıp, bu katliamı lanetleyebilir.

Ermeni, Süryani ve Rum katliamları, sürgünleri ve mübadeleleri devlet ve ilk sermaye

birikimini bu kanlı olaylarla sağlamış zengin sınıflar tarafından inkar dilmektedir ama, sıradan

halk bu katliamı ve somut olayları bilmektedir. Bu halkın anlattıkları derlenerek, devletin ve

egemen sınıfların ve gerici Türk milliyetçilerinin inkarlarına karşı, aşağıdan bir hareket

başlatılabilir.

Hasılı bir çok şey yapılabilir. Sosyalistler, böyle çabaların başını çekerlerse, tekrar altmışlı

yıllardaki gibi, demokratik mücadelenin önüne geçip, küçük güçlerine rağmen toplumun

gündemini belirlemeyi başarabilirler.

Yani sadece sevabı yok, politik bir işlev ve anlam da kazandırır sosyalistlere.

Değmez mi böyle girişimlere.

04 Mayıs 2004 Salı

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

Page 36: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

36

Türklüğü ve Ulusu Yeniden Tanımlamanın Farkı

Kürt olduğu için vurulan 5 C öğrencisi Uğur’un Anısına

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı

Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür

Devlet dersinde öldürülmüştür

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:

-Maveraünnehir nereye dökülür?

En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:

-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

(...)

Ece Ayhan, Meçhul Öğrenci Anıtı

Geçen haftaki “Türk Nedir?” başlıklı, aslında dört yıl önce yazılmış yazı, hem çok tepki, hem

de çok takdir aldı. Ama her iki taraf da yazıda ne dendiğini anlamamışlardı. Yazı Türkler

tarafından Türk ulusunun yeniden tanımlanması olarak anlaşıldı.

Anlaşılamamasının nedeni şudur: Bu gün dünyadaki insanların neredeyse tamamı, (ki buna en

hızlı komünist ve enternasyonalistler de dahildir) ulusçudurlar ve bunun dışında başka bir var

oluşu tasavvur bile edemezler.

Ama sadece bu kadar değil. Bir de bunun çifte kavrulmuşu var. Dile, dine, kültüre, etniye

dayanan gerici ulusçular da bu ulusçuların yüzde doksanını oluştururlar.

Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar. Çifte kavrulmuşlar ise bırakalım ulusçuluğu,

demokratik bir ulusçuluğun bile ne olduğunu anlayamazlar.

Bizim yazılarımızın trajedisi de buradadır. Neredeyse bütün okuyucuları, ezen ya da ezilen

ulustan olsun, kendine ister sosyalist ister milliyetçi desin, ulusçu ya da gerici ulusçu olanlara

ulusun ve ulusçuluğun ne olduğunu anlatmaya çalışmaktadırlar.

Bu beyhude işe devam edip bir başka açıdan daha anlatmayı deneyelim.

Özellikle son zamanlarda güçlenmiş söyle bir akım var. Bu gün Türkiye’de Türk denenler

aslında, Bizans, Osmanlı’nın mirasçısıdırlar, kültürce onların devamcısıdırlar. Bizans da esas

olarak Rumluk ve Ermenilik olarak tanımlanabileceğinden, Orta Asya’daki uluslar değil ama

Rumlar ve Ermeniler Türklerin en yakın kardeşleridirler.

Page 37: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

37

Diyelim ki bu akım güç kazandı, devletin resmi ideolojisi haline geldi. Tarih kitaplarında bu

yönde değişiklikler yapılıyor, Ermenistan ve Yunanistan’la vizeler kaldırılıyor. Türk

başbakanları gidip, 1915’de katledilmiş Ermenilerin anıtı önünde Willy Brandt gibi özür

dileyip, Türklüğü İslamiyet ve orta Asya Türklüğü ile tanımlayan anlayışların bu katliamlara

yol açtığını söyleyip mahkum ediyorlar vs..

Kendini böyle tanımlamış bir Türk ulusçuluğu, elbette, gerçek duruma daha yakın olduğu

için, en azından bu günkü hafıza kaybına dayanan kişilik parçalanmasına uğramış

karakterinden bir parça olsun kurtulmuş olur. Bu aynı zamanda, bu günkü dünya dengelerinin

ve Türk burjuvazisinin ve hatta egemen Devlet kastının ihtiyaçlarına daha uygun bir Türk

ulusçuluğu olur ama, gerici bir ulusçuluk olma karakterini yitirmez.

Çünkü burada yeniden tanımlanan Türkiye Toprakları üzerinde yaşayan ulus değil,

Türklüktür. Ulusun Türklüğe göre tanımlanması değişmemiş, sadece Türklüğün tanımı

değiştirilmiş olur.

Halbuki demokratik bir Cumhuriyette ya da ulusçulukta, ulusun tanımı değiştirilir, Türklüğün,

Kürtlüğün ya da her hangi bir şeyin, şöyle ya da böyle tanımlanmasının hiçbir politik anlamı

ya da sonucu olmaz. Bunlar insanların özel sorunu olur.

Diyelim ki Anayasasında, “Türkiye Ulusu (Bu Anadolu Ulusu veya başka bir şey de olabilir.

Türkiye burada coğrafi bir alanı tanımlar, devletin egemen olduğu alanı) Türkiye Cumhuriyeti

denen devletin yurttaşlarından oluşur. Devletin ve ulusun, dini, dili, soyu, kültürü, etnisi

yoktur. Her yurttaş eşittir. Herkesin istediği dilde ve ana dilinde eğitim hakkı vardır. Ortak bir

konuşma dilinin ne olacağına Yurttaşlar kendileri karar verirler.” tarzında bir madde olan bir

ulus ise, ulusu yeniden tanımlamış olur. Bu ulustan insanlar, ortak konuşma dili olarak pek ala

ülkede konuşulmayan bir dili de seçebilirler, örneğin İngilizce veya Arapça’yı. Bu o ulusu,

İngiliz ya da Arap ulusu yapmaz.

Ve bu ulusun, kendilerinin Türk olduğuna inanan yurttaşlarının bir kısma Türklüğün Orta

Asyalılık ve İslamiyet’le tanımlanacağını savunabilir ve inanabilirler; bir kısmı Rumluk,

Ermenilik veya Bizanslılıkla. Bir kısmı da Türklerin insanlığı kurtarma özel misyonuyla

uzaylılar tarafından Dünyayı tohumlamak üzerine gönderildiklerine inanabilirler. Demokratik

bir cumhuriyette bunların hiçbir politik anlamı olmaz. Tıpkı gerçek laik bir ülkede, şu veya bu

inançtan olmanın, insanların cennetten, uzaydan veya maymundan geldiğine inanmanın hiçbir

politik anlamı ve sonucu olmaması gibi.

O halde dikkat! Öcalan’ın Türkiye Ulusu ve örneğin Türkçe’nin ortak konuşma dili olması

önerisi, ulusu yeniden tanımlamaktadır ve devrimci demokratik bir karakteri vardır. Ama

örneğin son tartışmalarda Bizanslıyız diyerek Türklüğü yeniden tanımlayanlar, ulusun dile,

dine, etniye, kültüre, geleneğe göre tanımlanmasını, yani gerici bir ulusçuluğu tartışma

konusu yapmamaktadırlar. O dili, geleneği, etniyi vs. yeniden tanımlamaktadırlar. Dolayısıyla

aynı gerici ulusçuluk anlayışının günümüz ihtiyaçlarına uyarlanmış biçimini

savunmaktadırlar.

Biz ise tıpkı dinsiz olduğunuz gibi ulussuzuz da. (Tabii bu ulusçuların kabul edemeyeceği bir

şeydir.) Amacımız demokratik bir ulusçuluk değil, genel olarak, ne kadar demokratik olursa

Page 38: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

38

olsun, ulusçuluğu ortadan kaldırmaktır. Yani politik olanı ulusal olana göre belirlemeyi;

ulusal devlet ve sınırları.

Dolayısıyla Türklerin Bizans’ın torunu mu, Orta Asyalı mı oldukları bizim sorunumuz

değildir. Bizi ilgilendiren, insanların niçin dün Orta Asya Türklüğünde kan bağları ararken, bu

gün niçin Bizans’ın torunu olduğunu keşfettikleri; bu değişikliklere yol açan iktisadi ve

sınıfsal değişimler; bunların politik sonuçları ve yer yüzünden sömürü ve baskıyı kaldırma

mücadelesini bunların nasıl etkileyebileceğidir.

01 Aralık 2004 Çarşamba

[email protected]

Page 39: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

39

Orhan Pamuk, İHD ve Sosyalistler

Bugün Türkiye’de demokratik bir parti yoktur. Neredeyse tek demokratik tepkiler verebilen

odak İHD ve Orhan Pamuk gibi birkaç aydındır.

Kimi demokratik talepleri olan, özellikle Kürt Özgürlük hareketine dayanan partiler vardır

ama bunların programları sistemli bir demokratik talepler manzumesi içermediği ve bunu

içerecek bir ideolojik ve teorik bir arka plan ve hazırlıktan da yoksun olduğu için, bunlar da

tam bir demokratik parti özelliği göstermezler. Hele bu demokratik özellikler somut

politikada, bu hareketin içinde etkili burjuvazinin dar ve kısa görüşlü kısır politikalarının

prizmasından geçip çarpıldığından demokratik bir nitelik iyice gözden kaybolur.

Böylece demokrasi mücadelesi sadece anti demokratik kanun ve uygulamalara tepki gösteren

bir dernek ve birkaç aydının sırtına kalınca, tepeden tırnağa örgütlü ve silahlı bürokrasi ve

örgütlü burjuvazi, onları her zaman kolayca tecrit edip ezebilmektedir.

Ama bunun baş suçlusu sosyalistlerdir. Açın sosyalistlerin organlarını bakın, Aydınlık, TKP

gibi Genel Kurmay desteklilerin bütün program ve mücadeleleri, sözde bir anti emperyalizm

ardına gizlenmiş anti demokratik gerici bir milliyetçiliğin savunusudur.

Açıktan bu durumda olmayanları ise neredeyse sadece sendikalist ve ekonomist bir

propagandayla uğraşırlar ve işçileri tüm toplumun önündeki demokratik özlemeler için

mücadeleden uzaklaştırmanın aracıdırlar. Yani aşağı yukarı bütün işçi hareketiyle ilgilenen

aydınlar, sendikacılar ve işçici küçük sol grupların yaptığı budur.

Biraz daha radikal görünmek isteyenleri de enternasyonalizmin ardına sığınarak demokratik

mücadele görevinden kaçarlar.

En keskin görünenleri ise, “demokrasi de neymiş, biz sürekli devrimden sosyalist devrimden

yanayız” derler.

Bütün bunların hepsinin ortak yanı devrimci demokratik bir programı ve bunun için

mücadeleyi gündemden çıkarmaları; işçi sınıfının demokratik bir programla toplumun önüne

çıkmasını engellemeleridir.

Demokrasiden sonuna kadar çıkarlı tek sınıf olan işçiler olmayınca da demokratik bir cephe

kurulamamakta, sınıfsal bir çekirdek bulunmadığı için bütün demokratik muhalefet bu

güçsüzlüğünü, Avrupa Birliği koşullarının zorlamaları ile bir derece olsun kapamaya

çalışmaktadır. Bu da onları, gerici milliyetçiliğe dayanan burjuvazi ve bürokrasi karşısında

daha zayıf bırakmakta ve daha da tecrit olmaktadırlar.

Bu mekanizmayı iki olayla görelim. Geçenlerde Orhan Pamuk, “bu memlekette bir milyon

Ermeni ile otuz bin Kürt öldürüldü bunu kimse söylemiyor bari ben söyleyeyim” dedi. Zaten

Avrupa Birliği’nden tarih alındığından beri o zamana kadar gevşettiği ipleri tekrar sıkmış

bulunan devletluların tüm özel savaş aparatı, bir merkezden emir almışçasına Orhan Pamuğa

karşı harekete geçti.

Bir diğer örnek, birkaç gün önce, ders kitaplarındaki ırkçı, başka din, dil ve kültürden

insanları aşağılayıcı ifadelere karşı İnsan Hakları Derneği kampanya yaptı.

Page 40: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

40

Peki sosyalistler ne yaptı? Hiç.

Niçin? Sosyalistlerin kendileri gerici milliyetçilerdir de ondan. Sosyalizm bunu gizlemenin bir

aracıdır.

Devrimci demokrasi, her şeyden önce, ulusun her türlü dinsel, dilsel, kültürel., ırksal, soysal,

tarihsel belirlenimden azade kılınması demektir. Yani tüm dillerin, kültürlerin, dinlerin

eşitliğidir, Bu eşitlik ise devletin dini, dili, soyu, etnisi, tarihi olmaması demektir. Yurttaşlığın

insan haklarıyla tanımlanması demektir.

Bir Orhan Pamuk ya da İnsan Hakları Derneği, bu gerici milliyetçiliğe dayanan devletin

politikasının sonuçlarına tepki gösterebilir ama ona karşı ayrı bir sistematik program

koyamaz.

Bu siyasi partilerin işidir. Türk devletinin Türk devleti olmasını; yani ulusun bir dile, etniye

göre tanımlanmasını en büyük sorun olarak gören ve işçileri bunun için mücadeleye çağıran

ve bunu programının başına yazmış bir sosyalist parti var mı? Yok.

Böyle bir parti olduğunda, Orhan Pamuk zaten böyle bir şeyi söylemek için yapayalnız öne

çıkmak zorunda kalmaz. Çıktığında da bu parti örneğin tüm üyelerini ve toplumdaki tüm

demokratik güçleri, “Evet Orhan Pamuğa katılıyorum. Bu ülkede bir milyon Ermeni ve otuz

bir Kürt öldürüldü. Bunu ben de imzalıyorum ve Orhan Pamuğu tebrik ediyorum” diye

kampanyaya çağırırdı. Bu partinin yönetici ve militanları hedef olarak öne geçerdi. Bu

kanaldan, ulusu bir dil ve etniyle tanımlamaya karşı program somut olarak savunulabilirdi.

O zaman azınlıkta bile kalsanız, toplumu sizin dediğinizi tartışmak zorunda bırakır ve en

önemlisi sağlıklı bölünmeler yaratırdınız. Örneğin ulusu bir dile, dine, etniye, tarihe, kültüre

göre tanımlayanlarla, bu türden her türlü belirlemeden azade kılıp, insan haklarına

tanımlamak isteyenler; bu günkü gerici ve ilkel milliyetçilerle demokratik milliyetçiler

arasında bir bölünme olurdu bu. Çünkü bu bölünmenin olmadığı yerde, her biri gerici

ulusçuluğa dayananların bölünmesi olur. Onun sonuçlarının ne olduğunu merak eden

Balkanlar ve Kafkaslara baksın.

Böyle bir bölünme olduğunda, bölünmeler Aleviler ya da Sünniler; Kürtler ya da Türkler

arasında değil; devleti, yani politik olanı, yani ulusu bir dine, dile, soya, kültüre göre

tanımlayanlar ve böyle tanımlanmasında bir sorun görmeyen Alevi, Sünni, Türk ve Kürtler ile

bunu baş sorun olarak gören Alevi, Sünni, Kürt ve Türkler arasında olurdu.

Ama için de sosyalistlerin, işçilere işçilerin sorunlarından bahsetmeyi bırakması, İşçileri

Kürtlerin ve Alevilerin sorunları için mücadeleye çağırması gerekir. Birincisini Sendikacılar

yapar, Lenin’in Ne Yapmalı’da gösterdiği gibi bunun adı “ekonomizm”dir, ilkelliktir,

Sendikalizmdir. İkincisini sosyalistler yapar. Bir parti, işçileri değil, toplumdaki tüm gayrı

memnunları bağrında toplayıp, onların sözcüsü olduğunda adına layık bir sosyalist ve işçi

partisi olur. İşçi hareketinin işçi hareketi olmak için, işçi hareketi olmaktan çıkması gerekir.

Ne Yapmalı’nın bu temel dersini bile hatırlayan yok bu gün. Onun için, tüm demokratik

muhalefet bir Orhan Pamuk ile İHD’nin cılız omuzlarında.

15 Şubat 2005 Salı

Page 41: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

41

Geliyorum Diyen Felaket

Bugünkü Irak, giderek, parçalanmadan önceki Yugoslavya’ya benziyor. Orada da, tıpkı bir

zamanların Yugoslavya’sında olduğu gibi etniler ve dinler bölünmesine karşı çıkanların sesi

daha az duyulur oluyor ve etkileri azalıyor. Bir çok gazeteci gibi, Cemal Uçar’ın da aktardığı

izlenimler, bir etniler ve dinler boğazlaşmasına doğru hızla yol alındığını gösteriyor.

Etniye, dile, soya, dine, tarihe dayanan gerici milliyetçilik, doğduğu günden beri, her zaman

halkların katliamlarına yol açmıştır. En katliama yol açmadığı yerlerde bile, zorunlu kitle

sürgünlerine.

Bu milliyetçiliğin ilk büyük zafer yürüyüşü Balkanlarda oldu. Bunu Balkanlar’dan

Müslümanların sürülüşü ve daha sonra da bizzat kalanların birbirini boğazlaması izledi. Bunu,

Anadolu’daki Ermeni katliamları, Mübadeleler izledi; onu Yahudilerin toplu imhası. Pek az

bilineni ve bu gün Hitler’in günahları nedeniyle sözü edilmeyeni, İkinci Dünya Savaşı’ndan

sonra yine bu gerici milliyetçiliğin bütün Avrupa’da milyonlarca Almanın sürülmesine ve bu

sürgünlerde tıpkı Ermenilerinkinde olduğu gibi yüz binlerce, kimi tahminlere göre

milyonlarca insanın ölümüne yol açtığıdır. İsrail, tıpkı Türkiye’nin Ermeni, Süryani

katliamları ve Rum mübadeleleri üzerinde yükselişi gibi, Arapların sürülüşü ve katliamı

üzerinde var oldu. Ve şimdi Irak dolu dizgin bu noktaya doğru gidiyor.

Bu gidiş durdurulabilirdi. Barzani ve Talabani, eğer PKK gibi bir programa sahip olsalardı,

ulusu Kürtlük veya Araplık gibi, etnik, dilsel, tarihsel biçimde tanımlamayıp, Irak’ta, tıpkı

gerçek bir laik sistemde devletin nasıl dini olmaz ve bütün dinler eşit olursa, dili, etnisi, soyu,

tarihi olmayan bir demokratik Irak ve Orta Doğu’yu savunsalardı, bütün bölge ezilenlerinin

kalplerini ve desteğini kazanırlar; Irak’ı parçalamak isteyen ve bunun için de Irak’ı dil, etni ve

din dengelerine göre örgütleyerek bu türden bölünmelerin yolunu açan ABD ve diğer

emperyalistlere karşı direnişin mayalandığı bir merkez olabilirlerdi. Böylece Irak’ın, ve

muhtemelen sonra da bütün Orta doğu’nun bu kanlı boğazlaşmaya gidişini durdurabilirlerdi.

Ama bunu yapabilecek ne sınıfsal temelleri vardı ne de ideolojik şekillenmeleri. Kerkük’ün

Kürtlüğü noktasında yoğunlaşarak; daha önce Saddam’ın etniye dayanan milliyetçiliği ile

yaptığına, yani Kürt ve Türkmenleri Kerkük'ten sürmeye; aynı mantıkla cevap vermeye

kalktılar. Bir tarihsel haksızlığı yeni bir haksızlıkla düzeltmeye kalktılar.

“Kerküğün Kürt veya Arap olması önemli değildir. Bizler insanların Kürt, Arap, Türkmen,

Ermeni, Süryani; Sünni, Şii olmalarının hiçbir politik anlamlarının olmadığı bir demokratik

Irak istiyoruz. Bu demokratik Irak’ın, tarihi, dili, dini, etnisi olması gerekmiyor. Tıpkı

Amerika’da olduğu gibi, yurttaşlık ve onun insan ve yurttaş olarak hak ve görevleri ulusu

tanımlamalıdır” demediler.

Elbette, Kürtler, bu bizzat kendileri gerici ulusçuluğa göre şekillenmiş, dile, etniye, dine,

soya, tarihe dayanan devletlerde ezilmektedirler. Ama bu ezilmeden kurtulmanın yolu,

kurbanı olunan gerici milliyetçiliğin bir benzeri olamazdı. Elbette çok elverişli güç

Page 42: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

42

dengelerinde bu da olur ve her zaman olduğu gibi, yine etnilerin, dillerin, dinlerin sürgün ve

imhasıyla olur.

Ama büyük politikacı, Tarihin önüne sunduğu istisnai anda, güçlü olduğu noktada, var olan

paradigmaları aşıp, yeni bir açılım getirendir. Barzani ve Talabani, bu fırsatı elde ettiler ve her

zaman olduğu gibi, sınıfsal konumları, ideolojik şekillenmeleri nedeniyle Padişah olsa

soğanın cücüğünü yiyecek bir çobandan daha fazla bir ufuk genişliği ve çözüm gücü

gösteremediler.

İşin kötüsü, kendisi bizzat Kürtlerin de büyük felaketlerine yol açacak bu politika, PKK gibi

şu an bu etniye, dile, oya dayanan milletçiliği aşabilecek ve bunu programlaştırmış biricik

hareketin de sarsılmasına yol açtı.

Çok yazık! PKK’nın politikasının ve projesinin, Orta Doğu’da ulusları dile, dine, soya, etniye

gör tanımlayanlarla bölünmüş bir Demokratik Cumhuriyetin biricik doğru proje ve politika

olduğu, kanlı katliamlar ve sürgünlerden geçerek anlaşılacak. Ve bu anlaşıldığında insanlar

dillere, dinlere, etnilere göre öylesine derin bölünmelere uğramış olabilir ki, tekrar bir birliğin

bütün yolları tıkanmış olabilir.

ABD buna oynuyor. Kendileri gerici milliyetçiliğe dayanan ve bun nedenle Kürtleri ezen

uluslar ve devletlere ile; onlara karşı yine onların dayandığı milliyetçilik anlayışıyla cevap

vermeye kalkan Barzani ve Talabaniler bu oyunun başarısının en büyük destekçileri oluyor.

*

Bosna’daki savaşın en hızlı günlerinden birinde çalıştığım taksiye Yugoslavya’dan geldiği

belli olan Boşnak olduğunu sandığım bir genç binmişti. Konuşurken Sırp mı, Hırvat mı,

Boşnak mı olduğunu sormuştum. “Saraybosnalıyım” demişti.

Şehrini sormadığımı, Sırp mı, Hırvat mı, Boşnak mı olduğun sorduğumu söyleyip soruyu

tekrarlayınca; o da tekrar “Saraybosnalı’yım” dedi. O zaman bunu bilinçli olarak söylediğini

fark ettim. Karşımdakinin soya, etniye, dile, dine dayanan milliyetçiliği reddeden biri

olduğunu tahmin edemezdim. Karşımda, hala o etniler ve dinler boğazlaşmasında beynini ve

yüreğini yitirmemiş bir insan vardı. Kendisini Boşnak, Sırp, Hırvat vs. olarak, bir etniye, bir

dine göre tanımlamayı reddediyordu.

Bu gün de Irak’ta (Sadece Irak’ta mı? Her yerde ama Özellikle Orta doğu’da) “Türk müsün,

Kürt müsün, Arap mısın, Fars mısın, Yahudi misin?” sorusuna, her türlü etnik, dilsel, dinsel,

tarihsel göndermeyi reddederek, Kerküklüyüm, Musulluyum; Bağdatlıyım, diyecek, Kürt,

Türk, Arap, Fars olmayı reddedecek, o Saraybosnalı genç gibi insanlar gerekiyor.

27 Temmuz 2004 Salı

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

Page 43: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

43

Azınlık Konusunda Yazılar’a Önsöz

Son günlerde azınlıklar konusu Türkiye’deki tartışma gündeminin önemli maddelerinden biri

oldu. Ama konu burjuvazi tarafından Avrupa Birliği’ne girme, Devlet bürokrasisi tarafından

da Lozan anlaşmalarındaki hukuki veya siyasi tanımları çerçevesinde ve Türkler veya

“çoğunluk” tarafından tartışılıyor.

Kürtler ise, ulusal baskıdan kurtulmak için, “kurucu” olarak kabul edilmek için mi , yoksa

şimdilik “azınlık” olmayı kabul edip sonra o haklara dayanarak daha elverişli koşullarda

mücadele etme olanakların tepmeyen bir mücadelenin mi daha doğru olduğu bağlamında,

aslında bir strateji ve taktik sorunu olarak tartışıyorlar.

Sosyalistler her zaman olduğu gibi bu gibi sorunları gündeme almayı ve tartışmayı neredeyse

bir sapkınlık olarak görüyorlar. Son derece bayağı olarak anlaşılmış mekanik veya ekonomik

maddeci Marksizm anlayışıyla, bu gibi sorunlarda bir şey söylemektense, hiçbir şey

söylemeyerek her hangi bir işçi direnişi veya iş koşullarındaki kötülükten veya genel olarak

yoksulluktan söz etmeyi sosyalizmin şanından sanıyorlar.

Bunu “ekonomizm” olarak gören daha “enternasyonalist” olanları ise politikadan kaçışlarını

ve politikasızlıklarını, dünyanın her hangi bir ülkesinde yapılmış bir toplantının veya eylemin

ateşinde ısınarak gizlemeye çalışıyorlar.

Böylece bu tartışmalarda, bırakalım sosyalist bir yaklaşımı bir yana, devrimci demokratik

denebilecek bir perspektifin bile izi tozu görülmüyor. Bayağılık ve gerici bakış açıları ve

kavramlar, yerleşilmiş ve doğrulukları zerrece eleştiri süzgecinden geçirilmemiş yaklaşımlar

bu tartışmalarda en ileri görünen görüşlere bile damgasını vuruyor.

Eleştirel ve devrimci Marksist geleneğe dayanan ve onu içinde taşıyarak aşmaya çalışan bir

yaklaşımın yokluğu bu bayağılığın temel nedenlerinden biridir. 1960’lar Türkiye’sini

hatırlayanlar bilirler. O zamanlar da sosyalistler, toplumun belki bu günkünden de küçük bir

bölümünü oluşturuyorlardı, ama ortaya koydukları yeni sorunlar ve bakış açılarıyla toplumun

üzerinde tartışılmaz bir entelektüel ve ideolojik üstünlük kuruyor, tartışmaları o günün

ölçüleriyle çok ileri noktalara çekiyorlardı.

Çok sembolik bir örnek alınabilir. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, sosyalistler, en azından bir

kısmı, Türk halkından değil, Türkiye Halkı veya Halklarından söz ediyorlardı, bildirilerine bu

hitapla başlıyorlardı. O zamanın Türk devletinin Türklükle tanımlanmış niteliğini kimsenin

sorgulamadığı ve sorgulamayı aklından bile geçirmediği Türkiye’sinde bu çok ileri bir

yaklaşımı ifade ediyordu. Bu gün, Kürt hareketi; Demokrasi ve refah özlemlerinin ifadesi olan

Avrupa Birliğine katılma; goloballeşmenin zorladığı değişimler ve ABD’nin Irak’ı işgali gibi

gelişmelerin baskısı altında, toplum neredeyse, sosyalistlerin Altmışlarda, söyledikleri için

partilerinin kapatıldığı, işkence gördükleri, hapislerde çürüdüklerini, kabullendiği bir noktaya

gelmişken, yani Türkiyelilik tartışılırken ve Genel Kurmay Başkanı bile Türklüğü etnik veya

dilsel bir kapsamdan çıkarıp neredeyse Türkiye Devletinin yurttaşlarıyla sınırlı bir kavram

Page 44: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

44

olarak tanımlamak zorunda kalırken, sosyalistler bu geç ve dolaylı gelmiş zaferlerini bile

savunma noktasında olmadıklarından, bu gün varılan nokta, liberallerin, globalizm

hayranlarının, ABD veya Avrupa’yı destekleyenlerin çabalarının bir sonucu gibi görülüyor ve

onların kontosuna bir artı olarak geçiyor.

İşin kötüsü, kendine sosyalistim diyenler altmışlarda savunduklarından da daha geri bir

noktaya kaymış bulunuyorlar. O zamanlar Türkiye Halkı veya Halkları, statükoya bir meyden

okuma, devrimci demokratik özlemlerin bir ifadesi iken, bu günkü sosyalistlerin sözde anti

emperyalizm, anti globalizm, Avrupa’ya karşı olma adına bu tartışmaların karşısında

durmaları, en gerici, devletin en derin ve anti demokratik kesimlerinin destekçiliğinden başka

bir anlam taşımıyor. Eskiden Türk devletine karşı Türkiye Halklarını savunuyorlardı, şimdi

Türkiye’cilere karşı Türk devletinin zımni veya açık savunucusu durumundalar.

Kimileri Türkiyeli sosyalistlerin bu evriminin günahını sosyalizm idealine veya Marksizme

yükleyerek bundan ideolojik bir kar da elde etmeye çalışıyorlar. Ama bunu yaparken,

Marksizmin o son derece temel önermesini unutmuş ve tersinden doğrulamış oluyorlar:

İnsanların varlıklarını bilinçlerinin değil; bilinçlerini varlıklarının belirlediği.

Türkiye’de sosyalistlerin ve toplumun bu ters yönlerdeki evriminin nedeninin Marksizmde

veya sosyalizm ideallerinde değil, somut sosyolojik ve ekonomik gelişmelerde aranması

gerektiği.

Bunun en büyük kanıtı aynı zamanda genel akıma karşı durmuş ve bunların sosyalizm veya

Marksizmle ilgisinin olmadığını söyleyen; sosyalistlere karşı sosyalizm mücadelesi veren;

sosyalistlere karşı sosyalizmi savunan sosyalistlerin varlığıdır. Nasıl Papalığın veya

Muaviye’nin cinayetlerinin nedeni İsa ya da Muhammet’in öğretileri değil idiyse ve Papalığa

ve Muaviye’ye karşı sapkınlar olduysa ve bizzat bu sapkınların varlığı bunun kanıysa öyle.

*

Ne var ki, toplumun bu gün otuz yıl önce sosyalistlerin söylediklerinin haklılığını kabul

etmesi, bu kabulün bu günün dünyasının veya Türkiye’sinin sorunlarına bir çözüm olduğu

anlamına gelmiyor.

Bu günün sosyalisti de tıpkı otuz kırk yıl öncesinin sosyalisti gibi yine topluma ters bir

noktada olmalıdır. Ancak o takdirde sosyalizm tekrar, fiziki gücü olmasa bile, teorik ve

entelektüel gücün kazanabilir. Kendisinin katillerini ve cellatlarını vasiyetini yerine getirmeye

zorlayabilir. Hiç unutmamak gerekiyor, eğer insanlık tarihinde bir ilerlemeden, bir ileriye

gidişten söz etmek mümkünse veya böyle sayılabilecek kimi değişmeler olmuşsa, bu her

zaman, yenilenlerin bir katkısıdır.

Bu günkü demokrasi denen şey aslında, işçi ve sosyalist hareketin bir seri yenilgi ile bitmiş

mücadelelerinde, galiplerin yendiklerinin vasiyetlerini gerçekleştirmek zorunda olmalarının

sonucudur.

Altmışların ve yetmişlerin, aslında kendini her ne kadar öyle tanımlasa da sosyalist değil

devrimci demokratik karakterli olan, sosyalist hareketi olmasaydı; seksenlerin ve doksanların

Kürt hareketi olmasaydı, bu gün kimse ne Türklüğü sorgular ne de azınlıkları tartışırdı. İki

Page 45: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

45

hareket de çok ağır yenilgiler aldı. Ama galipler en güçlü oldukları noktada yendiklerinin

vasiyetini yerine getirmekten başka bir şey yapamaz durumdalar.

Ama onlar şimdi bizim vasiyetimizi yerine getirirlerken, bizim onların karşısına geçerek,

bunu hatırlatma ile yetinmemiz, sonumuz olur. Biz şimdi başka yenilgilerin peşinde

olmalıyız. Ancak o zaman ezilenlerin kurtuluş mücadelesine bir parçacık da olsa bir katkıda

bulunabiliriz.

Sosyalist olmak bilinçli olarak “yenilgi enayiliği”ni seçmek demektir.

En azından şimdiye kadar yaşanan tarih bunu kabul ederek yola çıkmak gerektiğini

göstermektedir.

O halde, göreve devam, önümüzdeki yenilgilerin konularını belirlemeye başlayalım.

*

Bu gün toplum otuz kırk yıl önce sosyalistlerin dediklerine geldi ama arada geçen zamanda

gerek toplumsal mücadeleler gerek bu mücadelelerden çıkan teorik sonuçlar çok uzun bir yol

kat ettiler ve çok başka noktalara vardılar. Dün sosyalistlerin dedikleri ve bu gün toplumun

vardığı yer, aslında bu günün dünyasının sorunları karşısında gerici ve tutucu bir konuma

karşılık düşer. Ama sadece dünyanın sorunları bakımından değil, teorik ve metodolojik olarak

da çok geri bir yaklaşıma karşılık düşer.

Azınlıklar konusu da böyledir. Azınlıklar konusunun Türkiye’de tartışıldığı biçim ve bu biçim

içinde, en sol ve en ilerici gibi görünen tavırlar ve kavramsal araçlar bile, bu günün

dünyasının koşullarında aslında gerici bir çözüm önerisinden başka bir şey değildirler.

Azınlıklar konusunda son yirmi yılda bir çok yazı yazdık. Bu yazılarda bu mücadelenin

deneylerinden yola çıkılarak, önümüzdeki yeni yenilgilerin yaşanacağı alanlar

tanımlanmaktadır. Elbette bu tanımlama, el yordamıyla, daha önce hiç el atılmamış alanlarda,

bakir ve keşfedilmemiş bir alanda yapıldığından, yeni olan çoğu kez eski biçimler içindedir.

Yeni yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi paytaktır. Sık sık düşer. Ama yine de her seferinde yeni

bir alana girmeyi, yeni bir kıtayı keşfetmeyi başarır, çoğu kez, Kristof Kolomb gibi bunun

yeni bir kıta olduğunun farkına varmasa bile. Aşağıdaki yazılar aynı zamanda bu evrimin

izlediği yolu gösterir.

*

Seksenlerin ortasında o güne kadar Türk, Erkek, Beyaz olmuş ve böyle olduğunun bilincinde

olmayan, düşüncesinde böyle kategoriler bile bulunmayan bir sosyalist olarak Avrupa’da

sürgün yaşamına başladığımızda, bu gün artık örneğin kültür, azınlık, farklılık gibi,

sıradanlaşmış kavramlar, ne Avrupa’daki sosyalist harekette ne de içinden geldiğimiz Türkiye

sosyalist hareketinin geleneğinde ve terminolojisinde bulunmazdı. Devletin, paranın ne

olduğunu bilmeyen kabilelerin dilinde bunların karşılığı olan kavramların bulunmaması gibi.

Biz bu gün bile Türkiyeli sosyalistlerin hala kenarına bile varamadıkları klasik Marksist

geleneğe uygun olarak, emeğin kurtuluşunun ne yerel ne de ulusal bir sorun olamayacağı

önermesinin, mantıki ve geleneksel sonucuna uygun olarak, Avrupa’ya gelince, görevimizi

Avrupa’daki işçi hareketine azami katkıyı nasıl yapabileceğimiz olarak belirlemiştik. Bu

Page 46: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

46

çerçevede, Almanya’daki işçilerin önemli bir bölümünü oluşturan Türkiye kökenli işçiler,

dillerini ve yapılarını en iyi bildiğimiz için esas ilgi ve çalışma alanımız olarak beliriyordu.

Ama daha bu görev tanımlamasında bile, bütün Türkiye sosyalistlerinden farklıydık. Onlar

için Türkiye’li veya Kürdistan’lı işçileri, Türkiye veya Kürdistan’daki mücadeleye tabi olarak

ve oradaki mücadeleye maddi manevi destek bağlamında ele alınırken; biz aynı kesimi

Avrupa işçi hareketinin bir parçası olarak ele alıyorduk. Bizim sorunumuz, bu Avrupa işçi

hareketinin nasıl birleştirileceği idi, onlar ise, fiilen Avrupa’lı işçileri uluslara göre bölerek

örgütlemiş oluyorlardı. Dolayısıyla bütün Türk ve Kürt soluna karşı bir konumda bulunuyor,

onların milliyetçiliğine karşı, klasik devrimci ve enternasyonalist bir konumu savunuyorduk.

Tabii bu klasik Marksist konuma uygun olarak da, tıpkı bir şehirden başka bir şehre giden bir

parti üyesinin gittiği şehrin organında çalışması gibi, Avrupa’da bulunduğumuz ülkelerdeki

seksiyonlarda çalışmaya başladık. Önce Dördüncü Enternasyonal’in Fransa seksiyonunda

(LCR’de Devrimci Komünist Liga), sonra Almanya’ya geçince Alman Seksiyonunda,

(GİM’de Enternasyonalist Marksist Grup) yer aldık.

Ancak Almanya’da daha ilk adımda, bu klasik yaklaşımın gerekli ama yeterli olmadığını

görmeye ve gözlemlemeye başladık ve birden bire, İşçi örgütlerinde ve partilerinde azınlıklar

konusuyla azınlıktan bir insan olarak (Almanya’da Türkiyeli işçiler, Türkiyeliler de Örgüt

içinde bir azınlıktı) karşı karşıya kaldık.

Bu karşı karşıya kalışın bulunduğu ortamı ve tartışmaların bağlamını aktarabilmek için, biraz

geriye gitmek gerekiyor.

1950’li yıllarda, klasik Birinci ve Üçüncü Enternasyonal’in geleneğini ve programını savunan

Dördüncü Enternasyonal henüz 1968 yükselişinin rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmamış,

küçük gruplardan oluşan bir örgüttü ve Avrupa’daki militanlarını özellikle Cezayir halkının

kurtuluş savaşını desteklemeye yöneltmişti. Gizli silah fabrikaları kurmak gibi işler

yapıyorlardı Avrupalı kalifiye işçi ve sosyalistler.

Ama böylece bir çok Avrupalı İşçi ve Sosyalist ilk kez üçüncü dünyalılarla, Avrupa İşçi sınıfı

merkezli bakış açısıyla, kendisi kurtarılacak olarak görülenlerle, nesne olanlarla, onların özne

oldukları mücadelede, onlara yardım etme durumunda bulunuyorlardı.

Babalar ve analar çocuklarından çocuklarının kendilerinden öğrendiğinden daha fazlasını

öğrenirler. Bu faaliyetlere katılanlar da kendi Avrupa Merkezciliklerinin farkına daha çok

vardılar. Bunlar Avrupalı örgütlerin içinde, Avrupalı örgütlerin Avrupa merkezci

düşünüşlerinin en önemli eleştirmenleri olarak varlıklarını sürdürdüler.

Onlar bir yanda bu örgütler içinde var olmaya devam ederken, Türkiye’de iki hareketin içinde

şöyle bir gelişme oldu yetmişlerin sonunda.

Vatan Partisi içinde biz Üçüncü Enternasyonalin lağvı, Sovyetlerin sınıf karakteri, Faşizme

karşı mücadelenin sorunlarından hareketle, Stalinizmle kopuşup klasik Marksist geleneği

sürdüren Troçkist geleneğe katılmıştık. Benzeri bir gelişim Rızgari saflarında da görülüyor ve

onlar da yavaş yavaş bu sorunları, Stalinizmi vs. gündeme getiriyorlardı. Ama bu teorik

olarak son derece korkak bir biçimde yapılıyor ve esas itici gücünü Stalinizmin Kürt sorunu

karşısındaki tutarsızlığının eleştirisinden aldığından, ulusçu bir hareket noktası bu arayışlara

Page 47: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

47

sürekli damgasını vuruyor ve bu da onların mantık sonuçlarına ulaşmasını engelliyor, genel

olarak merkezci tabir edilen bir konumda bulunuyorlardı. Ama yine de, bu tabuların yıkılışı,

bizim yazılarımız ve evrimimizin de dolaylı etkisiyle bu harekete yakın duran bazı kişilerin

Rızgari hareketinden kopması ve Troçkizme yönelmesi sonucunu doğurmuştu.

İşte bu gelişmelerle bağlı olarak, bu hareketlerin Almanya’daki taraftarları arasında da bu

yönde bir evrim yaşanmıştı. Türkiye’deki bu evrimin sonucu olarak ve ondan etkilenmeyle,

çoğu bulunduğu fabrikada işyeri konseyi üyesi veya sendika aktivisti de olan, yıllardır bir

şekilde politik mücadele yürüten işçi ve aydınlardan bir grup, Troçkist olduk deyip Dördüncü

Enternasyonal’in kapısını çalmışlardı.

Avrupa sanayiinin kalbi Ruhr bölgesinde, Duisburg’ta, veya Stuttgart’da Mersedes

fabrikalarında grev yöneten Türkiyeli, sosyalist maden ve çelik işçisi, en az beş on yıllık

politik ve örgütsel tecrübesi olan işçiler bu küçük örgütün kapısını çalınca örgüt tam

anlamıyla bir şok yaşar. Örgütün bütünüyle ufku dışında kalmış bu kesim bulutsuz gökte

çakan bir şimşek gibi örgütün içine girmiştir.

Ernest Mandel Kürt işçilerin örgütlenmesi Kürdistan’da sosyalist bir seksiyonun

örgütlenmesine katkı olabilir diyerek, kendi cebinden aldığı IBM elektrikli daktiloyu bu gruba

hediye eder. Çı Bıkın isimli bir dergi çıkmaya başlar. Bu arada 12 Eylül darbesi olmuş,

göçmenler daha da hareketlenmiştir. Türkiye’den kaçanların da etkisiyle Avrupa’da

politikleşme ve aktifleşme yükselmeye devam etmektedir. Yol dergisi etrafında toplanan bu

kişiler, 12 Eylül’e karşı mitinglerin örgütlenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Hasılı

küçük Alman seksiyonu, gelen Türkiyeli Kürt ve Türk işçiler aracılığıyla başına devlet kuşu

konmuş gibidir.

Ne var ki, ilk cicim ayları bitince, 12 Eylül yenilgisi ve dünyadaki yeni muhafazakar

rüzgarların da etkisi altında (Teatcher, Reagan, Özal, Kohl) hem bir gerileme ve özele

çekilmeler hem de tam da azınlık olmaktan doğan sorunlar kendini göstermeye başlar. Kürt ve

Türk üyeler bir türlü örgütsel yaşama katılamamakta, hep kendilerini dışlanmış

hissetmektedirler. Bu nedir, nereden gelmektedir? Bu iki sorun birleşince, Türk ve Kürt

üyelerin çoğu bir süre sonra örgütü terk eder. Birkaç kişi kalır sadece.

Bunun üzerinde örgütte bu başarısızlığın nedenleri üzerine bir tartışma başlar. Ama tartışma

aslında yine tam anlamıyla örgüt içinde olmaktan ziyade, yabancılar ve yabancılarla

ilgilenenler arasında yürütülmektedir.

İşte bu tartışmalarda, Cezayir Kurtuluş savaşana dayanışmada çalışmış, oralarda yaşamış bir

Alman üye, örgüt içinde Türk ve Kürtlerin ayrı bir otonom örgütlenme içinde olmasını

savunmakta; Lenin’in Bundçularla tartışmasının yanlış bilindiğini, aslında Lenin’in fiilen

özeleştiri yaptığını, Yahudi işçilerin RSDİP içinde otonom yapılarının olduğunu

söylemektedir. Ve bunu söyleyen örgüt içinde yabancıları en iyi anlayan, onlara en yakın,

örgütün Avrupa merkezciliğine ve ırkçılığına karşı onları savunan; örgütün ırkçı olduğunu

söyleyen bu kişidir.

Page 48: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

48

İşte ilk kez bu kişinin söyledikleri ve bu tartışma içinde, “azınlık sorunu” ile, sosyalist

örgütlerde azınlıkların sorunu bağlamında yukarıda kısaca değinilen koşullar ve atmosfer

içinde karşılaştık.

Tabii ilk tepkimiz, yabancı olarak bu Alman üyenin dediklerine yani örgüt içinde yabancıların

otonom örgütlenmesi olmasına karşı çıkmak oldu. Bu daha önce hiç duymadığımız bir şeydi.

“Kitapta yeri yok”tu. Böylece biz yabancılar otonomiyi reddederken, bir Alman, ama Cezayir

kurtuluş savaşı aracılığıyla bir önemli deney yaşamış bir Alman, bize rağmen bizlerin otonom

bir yapı oluşturmamızı öneriyor ve savunuyordu.

Ancak bu sırada Kadın hareketinin de bir yükselişi yaşanıyordu ve kadın hareketi sol örgütleri

ve işçi örgütlerini sarsmaya başlamıştı. Ayrıca Kadın, Barış ve Ekoloji hareketlerinin

partileşmesi olarak görülebilecek Yeşiller de seçimlerden büyük bir başarıyla çıkmış ve bütün

paradigmalar ve politik manzara değişmiş, sol örgütler bu gelişmelerin baskısı altına

girmişlerdi. Bunun etkisiyle de, örgütler içinde kadın üyeler fiilen otonom yapılar

oluşturmuşlar veya oluşturuyorlardı.

Aslında yabancıların durumu da tıpkı kadınlara benziyordu: Paralellikler en kör göze bile

batıyor. Avrupa’daki kadın hareketi her ne kadar beyaz bir karakter taşısa; yabancılar da

kadınlar karşısında seksist ve erkek egemen bir damardan geliyorduysa da; örgüt içindeki

ırkçılığa ve seksizme karşı ister istemez benzer sorunlardan gelen bir yakınlaşma da oluyordu.

Bunun üzerine, klasik literütürde yeri olmayan çevre, kadın, siyah (yabancılar, azınlıklar)

hareketleri ve konuları üzerine teorik bir yoğunlaşmaya girdik. Bu yoğunlaşmanın ilk

sonuçları örgüt içinde fiilen otonom olarak çıkardığımız Ne Yapmalı adlı, üç sayı çıkabilmiş

dergide görülebilir. (Bu dönemin kısa bir özeti, Hamburg Dersleri adlı yazıda bulunmaktadır.)

Bu arada, Hamburg’ta bir Türk dazlaklar tarafından öldürüldü ve Türk göçmenlerin hızlı bir

radikalleşme ve politikleşmesi başladı: Türk gençleri kendiliğinden öz savunma ihtiyacına

uygun olarak çeteler kurmaya başladılar. Türkiyelilerin içinde neler için nasıl mücadele

etmeliyiz, ne yapmalıyız gibi sorunlar tartışılmaya başlandı. Burada önemli olan şudur. Artık

Almanlar Türkiyelileri değil, Türkiyeliler kendilerinin ne yapacağını tartışıyorlardı. Yani

Azınlıklar sorunu değil; Azınlıklar Alman sorunun tartışıyorlardı. Bu günkü Türkiye’deki

tartışmaların diline çevirirsek; Türkler azınlık sorununu değil; Azınlıklar şu Türk sorununu

nasıl halledeceklerini tartışıyorlardı.

Bu gelişmelerin ve tartışmaların en başından itibaren içinde yer aldık. Artık, bir Alman

sosyalist örgütünde, sosyalist biri olarak azınlıklar sorununu değil; fiilen var olan bir azınlık

hareketi içinde, azınlıktan bir sosyalist olarak azınlık hareketinin veya azınlık hareketi

içindeki işçi ve sosyalistlerin ne yapması gerektiğini tartışıyorduk.

İşte ilişikteki ilk üç metin bu tartışmalar içinde bizim savunduklarımızın birer belgesidir.

*

Daha sonra, buradan çıkardığımız dersleri, Kürt hareketinin veya Türkiye’deki demokrasi

mücadelesinin stratejisi bağlamında tekrar çeşitli yazılarda ele aldık. Son üç metin de bunun

örneğidir.

Page 49: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

49

Ama bütün bu yazlarda çok temel bir yanlışımız bulunmaktadır ve bu bizim ancak son

dönemde çözüp aşabildiğimiz bir sorundur. Zaten bu sorunun çözümü, Marksist Din, Ulus,

Üstyapılar, Demokratik cumhuriyet, Proletarya Diktatörlüğü gibi sorunları bir çırpıda yepyeni

bir ışık altında çözmektedir.

Temel yanlışımız, bu yazılarda ulusu, ulusçular gibi tanımlamamızdır. Yani bir dil, etni ya da

tarihle. Böylece sanki ortada iki farklı sorun varmış gibi görülmektedir. Bir yanda azınlık

sorunu, bir yanda da ulusal sorun. Ulusal sorununun çözümü için Ulusların Kaderini Tayin

Hakkı; Azınlık sorunu için, dil, kültür, ulus ve etnilerin eşitliği.

Peki, eğer politik olan dil, etni, soy, kavime vs. göre tanımlanmamışsa, azınlık mı olur?

Ayın şey demokratik cumhuriyet bağlamında da görülür. Bir yandan, Ulusların kaderini Tayın

hakkının aslında ulusal sorunla ilgili değil; nasıl bir devlet biçimiyle ilgili olduğunu söyleriz;

yani bir tek köyün bile ayrılma hakkı olması gerektiğinden; ayrılmak için bir ulus olmanın

şart olmadığından söz ederiz; diğer yanda ulusların kaderini tayin hakkından söz ederiz.

Ulusların kaderini tayin hakkının aslında dile, dine dayanan ulusal devletler kurmak hakkı

olduğunu göremeyiz.

Peki bu küçük adımı niçin bir türlü atamayız? Lenin, Troçki, Kıvılcımlı gibilerin üzerimizdeki

otoritesi öyle büyüktür ki, Onların hepsinin bu sloganı savunmuş olması, o sloganı eleştiri

ateşinden geçirmemizi engellemektedir. Bunun yanı sıra Türkiye’deki Kürt mücadelesine

verdiğimiz destek de bu ilkeye dayandığından, bu ilkenin nesnel ilerici yönü nedeniyle,

ideolojik olarak gerici olduğunu göremeyiz.

Bu nedenle, aslında 1990’ların en geç ortalarında atmamız gereken adımı ancak on sene sonra

atabiliriz. Bu nedenle aşağıdaki yazılar bu çelişkileriyle birlikte ve bu çelişkinin çözümünde

bir aşama, belli bir tıkanıklığın manevi bir otorite yüzünden aşılamamasının; zihnin

bilinmeyen yerlere adım atarken nasıl korkak ve ürkek hareket ettiğinin bir örneği olarak da

okunabilir.

Ulusal Sorun ve Azınlıklar sorunu (Türkiye’deki tartışmalarda Ulusal sorun ve Milliyetler

sorunu diye ayrılan şey) iki ayrı sorun değildir. Ya da daha doğrusu şöyle diyelim. Dile, dine,

etniye dayanan ulusçuluk açısından, bir ulusal sorun bir de azınlıklar ya da milliyetler sorunu

vardır. Milliyetler, azınlıklar yüzdeki sivilceler gibi katlanılması gereken sorunlardır. Ya da

sivilceleri sağlık işareti gören bir anlayışla sivilceler zamanın modasına göre, sivilceler bir

sağlık ve güzellik işareti olarak da alınabilir. Bu günün azınlıkları renklilik ve çeşitlilik olarak

tanımlayan anlayış, asılında bütün o ilerici görünüşünün ardında; gerici ulusçuluğun bütün

varsayımlarını paylaşır. Azınlığı yok etmez, sadece onun karşısındaki tavrını değiştirir. Sorun

olarak değil zenginlik olarak görmeye başlar. Yani azınlıklar zenginlik olmasa derhal tavrını

değiştirecektir.

Halbuki, ulusu, dil, din, etni, tarih vs, ile tanımlamayı reddeden; tüm dillerin, kültürlerin,

etnilerin eşitliğine dayanan; bunların politik olanın tanımından dışlandığı bir devrimci

demokratik ulusçulukta, çoğunluk olmadığı için (Dile dine etniye dayanan bir millet olmadığı

için), azınlıklar da (milliyetler de) olmaz.

Page 50: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

50

Ama tam da bunların olmadığı yerde, kelimenin gerçek anlamıyla “azınlıklar sorunu”,

gerçekten aritmetik ya da sayısal anlamıyla azınlık olmaktan doğun sorunlar gündeme

gelebilir.

*

Bu günkü tartışmalara gelince. Buraya kadar söylenenler bir de bu bağlamda somutlayalım.

Türkiye’de Azınlıklar konusundaki son tartışmalar hep çoğunluk tarafından yapılmakta ve

yanlış varsayımlara dayanarak yapılmaktadır.

Birinci yanlış şudur:

Azınlık sorununu azınlıkları yok ederek değil, azınlıkların varlığına dayanarak çözmek

tartışılmaktadır.

Sorunun tartışılmasına en kritik yanlış: matematik olarak azınlık ile hukuki ve politik olarak

azınlık kavramının karıştırılmasıdır.

Azınlık sorunu öncelikle, politik ve hukuki bir sorun olarak ele alınabilir.

Politik ve hukuki bir çözüm için, bırakalım sosyalizmi bir yana, “Azınlık sorunu”nun,

devrimci demokratik bir çözümü, Azınlıkları yok ederek mümkün olur. Azınlıkları yok

etmenin biricik yolu ise, çoğunluğu yok etmektir. Ve bu da bir tek taleple ifade edilebilir:

Tüm dillerin, etnilerin, kültürlerin, “ulusların”, kavimlerin eşitliği; devletin dini, etnisi,

kültürü, kavmi, “ulusu” olmaması. Tıpkı gerçek bir laiklikte din karşısında nasıl bir konumda

olursa, diller, etniler, kültürler, kavimler ve “uluslar” karşısında da aynı konumda bulunması.

Zina tartışmalarındaki geri ve gerici konumlar azınlık tartışmalarına da damgasını vurmuştur.

Aslında sorun son derece kolay ve basit olarak çözülür. Nasıl hukuken evliliğin olmadığı

yerde, hukuken zina da olmazsa, politik ya da hukuki olarak tanımlanmış bir kritere göre

çoğunluğun olmadığı yerde, azınlık da olmaz.

Konu azınlıklar tartışmasında dinsel, ulusal, dilsel, kültürel azınlıklar olduğuna göre, bu

azınlıkları yok etmenin yolu: bu kriterlere dayanan çoğunluğu yok etmekten geçer.

Yani Ulusun ya da devletin tanımından Türklüğü kaldırdığınız zaman Ermeniliği, Süryaniliği,

Rumluğu, Zazalığı vs.yi de yok etmiş olursunuz.

Elbette politik ve hukuki anlamı olmayan bir kavram olarak Türkler, Ermeniler, Rumlar,

Süryaniler var olmaya devam ederler. Ama devlet ya da politik olan, her hangi bir dil, din,

etni, kültür ile tanımlanmadığı için; ortada politik ya da hukuki olarak bir çoğunluk bulunmaz.

İşte gerçek anlamıyla azınlık sorunu, tam da burada, politik olarak tanımlanmış çoğunlukların

olmadığı noktada ortaya çıkar.

Yani ulusun ya da devletin dini, dili, etnisi, tarihi, soyu olmadığı durumda da, politik ya da

hukuki anlamı olmamakla birlikte, aritmetiksel olarak azınlıklar var almaya devam ederler.

Aritmetik olarak azınlıkta olmanın kendisi bizzat o azınlıktakilerin, politika ve hukuk dışında

ekonomi ve kültür alanlarında baskı altında kalmasına yol açar. Çoğunluk olmanın kendisi

zaten bir güç olmayı ifade eder.

Page 51: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

51

Gerçek bir demokraside, yani özel türden bir demokraside, devletin görevi: var olan politik ve

hukuki eşitliğe rağmen, politika dışında, sosyal hayatta, her an yeniden ortaya çıkacak

eşitsizlikleri dengelemek olmalıdır.

Bunun ne olduğunu hiç de politik olmadığı hemen görülecek, bu gün de politik anlamı

olmayan başka bir azınlık örneğiyle açıklamaya çalışalım.

Örneğin, özürlüler, tekerlekli sandalye aracılığıyla hareket edenler. Hukuken ve politik olarak

ayaklarıyla yürüyenlerle eşit olmalarına rağmen, bütün yollar, kaldırımlar, tuvaletler vs. hep

ayaklarıyla yürüyen çoğunluk gözetilerek yapılır. Tekerlekli sandalye ile hareket edenlerle

yürüyenler hukuken ve politik olarak eşit olmasına rağmen, tekerlekli sandalye ile hareket

edenler, sürekli bir baskı altında ve daha zor hayat koşullarında yaşarlar.

Burada toplum şu soruyla karşı karşıyadır: özürlülerin bu fiili eşitsizliğini dengeleyecek

tedbirler alacak mıdır, yoksa onları bir yük, bir hastalık gibi görüp kendi kaderleriyle baş başa

mı bırakacaktır?

Burada, toplum açısından çok büyük bir masrafa yol açsa da, fiili olarak ortaya çıkan

eşitsizliği gidermek için özürlülere uyan yollar, tuvaletler vs. yapılması ve onların nüfus

içindeki oranları ve katkılarından çok daha büyük bir meblağın bu fiili eşitsizliğin giderilmesi

için kullanılması ve kotalama gibi (örneğin özürlülere işlerde öncelik verilmesi veya kota

uygulanması) gibi tedbirler, bir ölçüde olsun bu eşitsizliği gidermeye yararlar. Gerçek

anlamda azınlıklar sorunu ve çözümü budur.

Aynı durum kolaylıkla, dilsel, dinsel vs. azınlıklara da aktarılabilir. Devletin dilinin, dininin

olmadığı; bunların hiçbir politik anlamının bulunmadığı bir toplumda da sadece sayıca azınlık

dininden veya dilinden olmak bile bir sürü eşitsizliklerin ve azınlıklar üzerinde fiili kültürel

baskıların oluşmasına yol açar.

Örneğin büyük bir çoğunluğu Sünni olan bir ülkede, Alevi veya Hıristiyan olmak, günlük

hayatta bir çok kültürel baskı ve dezavantajlı duruma yol açar. Tıpkı özürlüler örneğinde

olduğu gibi, devletin görevi, bu fiili dezavantajı dengeleyecek tedbirler almak olmalıdır.

Örneğin, Türkçe büyük çoğunluğun ana dili olduğundan, devletin resmi dili, her hangi bir

eşitsizliğe yol açmamak için örneğin İngilizce olsa bile (Bir çok Afrika ülkesinde, bu kaygıyla

olmasa da fiilen böyle bir durum vardır.) çoğunluğun günlük hayatta Türkçe konuşması, diğer

diller karşısında bu dil ana dili olanların avantajlı bir durumda olmasına ve diğer dillerin

zamanla yok oluşuna yol açar. Ana dili Türkçe olmayanların bin bir biçimde kültürel baskı

altında olmasına yol açar. Azınlıklar sorunu, bu fiili eşitsizlikleri dengeleyecek bir program

sorunudur.

Hemen görüleceği gibi, Türkiye’de tartışılan azınlık sorunu değil, ulusun nasıl tanımlanacağı

sorunudur.

Ne Türkiye’lilik üst kimliği, ne Kürt Türk kurucu üyeliği, bu konuda tutarlı bir çözüm

oluşturmaz. Aynı şekilde, bu gün Türkiye’de resmen azınlık olarak tanımlanmış azınlıkların

dinsel olarak tanımlanmış olması, devletin laik olmadığının da zımni bir itirafıdır. Bu günkü

azınlık tanımı, laik bir devletle de uyuşmaz.

Page 52: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

52

O halde, azınlıklar sorunuyla karşı karşıya kalabilmek için, politik ve hukuki olarak, tüm

azınlıkların dolayısıyla çoğunluğun yok edilmesi gerekir. Ancak bundan sonra gerçek

anlamıyla azınlıklar sorunu tartışılabilir hali gelir.

(Gerçek anlamda azınlıklar sorununun tümüyle yok olması ise, demokrasinin ötesindeki

özgürlükler aleminde; “herkese emeğine göre” ilkesinin geçerli olmadığı; dolayısıyla her

hangi bir yaptırıma artık ihtiyaç duyulmayacak bir toplumda; “herkesten yeteneği kadar,

herkese ihtiyacı kadar” ilkesinin geçerli olduğu zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumda

gerçekleşebilir.)

Bütün bunlar olsa, yani devletin nasıl dini olmaması gerekiyorsa, dili, etnisi, soyu, sopu,

kavmi “ulusu” olmasa bile, kimi aklı evvellerin çok sevdiği ifadeyle bu “ulus devletin sonu”

değil; etniye, dile, soya dayanan ulusçuluğun ve böyle tanımlanmış bir ulus devletin sonu

olur. Ulus ve ulusçuluk, dine, dile, etniye dayanmayan; insan haklarına dayanan bir ulusçuluk

ve ulusal devlet olarak var olmaya devam eder.

Yani bu şimdi artık kimsenin hayal bile edemediği çözüm de aslında, ulusçuluğun ve ulusal

devletin sonu değildir ve bu günün dünyasının sorunları karşısında gerçekte bir çözüm değil;

sorunun ta kendisidir.

Türkiye’deki tartışmalarda, sözde en radikal konumda olanlar arasında bile hiç konu

edilmeyen ve tartışılmayan da budur.

Ulus devletin sonu, politik olanın (yani devletin), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ulusal olana

göre tanımlanmasının reddi; yani fiilen ulusal devletlerin yıkılması; bu da fiilen dünya

çapında bir “Proletarya Diktatörlüğü” demektir. Diğer bir ifadeyle Proletarya Diktatörlüğü,

somutta politik olanı ulusal olarak tanımlama üzerinde bir diktatörlük, ulusal olanı politika

dışında tutmadır. Yani bu günkü ulusçuluğun klasik dinlere yaptığını ulusçuluğa yapmaktır.

*

Türkiye’deki tartışmaların ikinci özelliği, onların çoğunluk tarafından yapılan bir azınlıklar

tartışması olmasıdır. Yani çoğunluk azınlığın nasıl tanımlanacağını ve azınlıkların ne

olacağını tartışmaktadır. Azınlıklar tartışmanın öznesi değil nesnesidirler.

Halbuki, Avrupa’daki Türkler, seksenli yıllarda, bir azınlık olarak, hangi hedefler için

mücadele edecekleri yönünde tartışmışlardı. Biz de bu tartışmaların içinde yer almıştık.

İlişikteki metinler, azınlıkların bir özne olarak sorunu nasıl tartıştıkları ve tartışabilecekleri

konusunda önemli dersler içermektedir.

Birinci ders, azınlıkların içinde de, azınlıkların hangi hedefler için nasıl mücadele edileceğine

dair bir sınıf mücadelesi olduğudur.

İkincisi, azınlıklar içindeki sosyalistler, azınlıkların sadece kendi sorunlarıyla uğraşmasının en

önemli eleştirmeni olmak zorundadır.

Üçüncüsü de bu ikinciden çıkar. Azınlıklar, toplumun çoğunluğunu taleplerine kazanabilmek

için, tüm toplumun önüne kendi sorunlarıyla birlikte büyük çoğunluğun sorunlarını da çözen

bir programla çıkmak zorundadırlar.

Page 53: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

53

Almanya’da seksenli yıllarda yapılmış tartışmalar bağlamında yazılanların, Azınlıklar

sorunun tartışılmasını epey aydınlatacağını düşünüyoruz.

03 Kasım 2004 Çarşamba

demir@gmx.,li

http://www.comlink.de/demir

Page 54: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

54

“Ermeni Tehciri” ve Günümüzde Politika

Tarih tarihçilere bırakılamayacak kadar politik bir iştir. Tarih üzerine en soyut ve bu gün ile

ilgisizmiş gibi görünen tartışmalar bile aslında bu günkü toplumsal güçlerin çıkar, hedef ve

politikaları bağlamında yapılırlar. Tarihi değil ama günümüzün çatışan politik güçlerini,

onların hedef ve çıkarlarını anlamak istiyorsanız tarih üzerine yapılan tartışmalara bakınız.

Bundan doksan yıl önce gerçekleşen Ermeni Tehciri-Katliamı-Soykırımı söz konusu

olduğunda da tartışılan Ermeni katliamı değildir aslında. Bu gün var olan güçlerin çıkarları

çatışmaktadır. Bir yanda varlığını ve egemenliğini, bizzat bu katliamla doğmuş olan Türklüğe

dayandıran Sümer, Bizans, Osmanlı devletçiliğinin yaşayan son halkası, Türkiye politikasının

gerçek egemeni “Sünuf-u Devlet” ve onun gücü sarsılırsa kendisinin de ekonomiye

egemenliğinin sarsılacağını gören Müslüman ve Türk burjuvazi; diğer yanda, bu Türklüğe

göre tanımlanmış devleti daha esnek hale getirip çağın gereklerine ayarlamaya çalışan

liberaller. Bu çatışmada devrimci demokrasinin ve sosyalizmin izi bile yoktur. Kendine

sosyalist diyen milliyetçi ve liberaller ise bu iki gücün çatışmasında tarafların yedekleri

durumundadırlar.

Bu bizzat yapılan tartışmaların mantığında da görülür. Örneğin Ermeni Katliamı üzerine

bütün tartışmalar şu düzeyde yürütülmektedir: olan katliam mı, soykırım mı, öz savunma mı,

kaza mı? Devlet sınıfları ve onların gücü ve egemenliğini savunanlar bunun bir öz savunma

veya kaza; liberaller de katliam veya jenosit olduğunu savunmaktadırlar. Ya da tartışma

soykırım kavramının ne olduğu ve sınırları gibi hukuki tanımlara alanına yayılmaktadır.

Yapılan tartışma aslında şöyle bir benzetmeyle daha iyi anlaşılabilir. Ortada bir ceset ve

cinayet vardır. Bir taraf bunun taammüden işlenmiş bir cinayet olduğunu söylemektedir;

diğeri ise ölümde bir kasıt olmadığını (“göç ettirilirlerken savaş koşulları nedeniyle öldüler”)

veya bir nefsi müdafaa (“Ruslarla iş birliği yaptılar” ve/veya “onlar da bize saldırıyorlardı”)

olduğunu söylemektedir.

Peki bu tartışma özünde nedir? Bu tartışma hukuki bir tartışmadır, sosyolojik bir tartışma

değildir. Hukuki tartışmalar ise var olanı olumlayan dünyanın en gerici tartışmalarıdır.

İyi bir avukat, hayatın karmaşıklığının yarattığı nice ayrıntıyı kullanarak, en planlanarak

işlenmiş cinayeti bile bir meşru savunma gibi gösterebilir. Kaldı ki son duruşmada,

jüridekilerin kültürel kotlarının, ideolojilerinin veya çıkarlarının taraflardan hangisinin

iddiasını doğru kabul edeceğini belirlediği de bir sır değildir.

İşte Türk devletinin tam da sorunu çekmek istediği ve çektiği alan budur. Bu tartışmaya

girerek, liberaller daha baştan savaşı devlet sınıflarının istediği alanda kabullenmekte ve

onlarla zımni bir suç ortaklığına girmektedirler. Şu çok açıktır ki, Türk devletinin ve devlete

egemen zümrenin uluslararası politika alanında başka güçlerle çelişkileri de bulunmaktadır. O

güçler de baskı için, onun hareket alanını daraltmak veya tecrit etmek için parlamentoya gelen

karar tasarılarıyla Ermeni katliamını uluslar arası bir hukuk sorunu olarak ortaya

koymaktadırlar. Böylece devlet sınıfları kendi egemenliğine yönelmiş bir muhalefeti kolayca

Page 55: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

55

kendisine baskı uygulayan diğer devletlerin işbirlikçisi gibi gösterebilmekte ve etkisizleştirip

tecrit etmekte, marjinalleştirmekdir.

Ama daha da kötüsü şudur: liberaller dengeler değişip başarı kazansalar bile bu katliamın

nedenini açıklamış ve o nedeni ortadan kaldırmış olmaz.

Çünkü hiçbir hukuki tartışma cinayetlerin nedeni nedir sorusunu sormaz. Hukuk nedenlerle

ilgilendiğinde bile, tek bir olayın hukuki nedenleriyle ilgilenir, sosyolojik nedenleriyle

ilgilenmez. Ama ortadaki olay, sosyolojik bakımdan açıklanmayı bekleyen son derece önemli

ve ciddi bir olaydır. Sorunu hukuki düzeyde tartışmanın kendisi, onun önemini ve ciddiyetini

gizleyen bir utanmazlıktır.

Bir olayın nedenleri açıklanmadan ve o nedenler ortadan kaldırılmadan sorun çözülmüş

olmaz. Bu konudaki bütün tartışmalara bakın, olayın sosyolojik olarak açıklanması üzerine bir

tartışma bir literatür neredeyse bulamazsınız. Bütün tartışma suç var mıdır ve suçlu kimdir

varsa cezası ne olmalıdır bağlamında yürütülmektedir. Ama bu tartışmanın kendisi gericidir

ve nedenler üzerine bir tartışmayı gündemden çıkarmaktadır. Nedenler üzerine bir tartışmayı

gündeme koymaya kalktığınız an, o ana kadar birbirine karşı mücadele eden taraflar, o

tarafların dayandığı varsayımları sorguladığınız için birlikte karşınızda yer alacaklardır.

Devrimci Demokrasi ve işçi sınıfı (Sosyalizm) olayı şöyle koymalıdır. Biz 1915’te Osmanlı

Devleti toprakları üzerinede yaşayan Ermenilerin toplu halde yok edildiği gerçeğini tartışmayı

reddediyoruz. Buna hukuken jenosit mi, katliam mı, tehcir mi, göç ettirme mi deneceğinin bir

önemi bulunmamaktadır. Bunlar sosyolojik değil hukuksal kavramlardır. Olayı açıklamazlar,

bizzat kendileri açıklanması gereken fenomenlerdir.

Bizi ilgilendiren esas sorun şudur: niçin bir dine ya da etniye ait insanlar yok edilmektedir.

Çünkü bu sadece burada yaşanmadı. Tersinden kısmen Balkanlar’da yaşandı. 1920’lerdeki

Türk Yunan Mübadelesi aynı olgunun “kansız” biçimidir. Yahudilerin Nazilerce yok

edilmesi; Yugoslavya veya Afrika’da olanlar; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanlara

yapılan tehcir ve milyonları bulan ölüler. Bütün bunlar ortada nedenlerinin açıklanmasını

bekleyen çok ciddi bir fenomen olduğunu ve bu nedenler ortadan kalkmadığı sürece

yenilerinin olacağını göstermektedir.

Bu nedenlere girince şunu görürüz: ulusun bir dine, dile, etniye göre tanımlanması; yani

1800’lerde Amerikan ve Fransız devrimlerinin demokratik ve insan haklarıyla tanımlanmış

ulusçuluğunun yerini gerici ulusçuluk aldığı andan itibaren bu tür katliamlar ortaya çıkar.

Fransız devrimi Yahudileri gettodan çıkardığı ve eşit haklı yurttaşlar yaptığı gibi; Alsas

Loren’in Almanlarını da eşit haklı yurttaşlar yapıyor, feodal bağımlılıklardan kurtarıyor özgür

kılıyordu. Bu nedenle Yahudiler de, Alsas-Loren’in Almanları da devrimi savunan orduların

safında savaşıyorlardı. Bu sonra hiçbir burjuvazide görülmedi. Ama daha kötüsü, işçi hareketi

de zamanla bu programı; bu dile, dine, etniye dayanmayan; yurttaşlık ve insan haklarının

özdeş olduğu bu ulusçuluğu unuttu ve gerici ulusçuluğun birer savunucusu ve bu ilkeye göre

kurulmuş ulusların kurucusuna dönüştü.

Bir ulusu, bir din, dil, etni, tarih ile tanımlamaya başladığınız andan itibaren, bütün o tanımın

dışındakiler en iyisinden katlanılması gereken birer arıza olurlar eğer güç dengeleri el verip de

Page 56: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

56

yok edilemiyorlarsa. Ya da şimdi olduğu gibi, kültürel zenginlik veya esnekliğe yol açtığı için

korunması veya tolerans gösterilmesi gereken bir süs gibi görülürler, ilk zorlukta satılacak.

İşte hukuki tartışma bu esas nedeni gündemden düşürmektedir. Çünkü her iki taraf da aynı

gerici ulusçuluğa dayanmakta ve onun dışında başka bir var oluşu reddetmektedir.

Biz ise bu reddin kendisini reddediyoruz.

Şöyle formüyle edersek daha iyi anlaşılabilir.

Sorun Türk devletinin özür dilemesi değildir. Türk devletninin Türk devleti olmaktan

çıkarılmasıdır. Sorunu böyle koyduğunuzda, Türk devletini ve onunla çıkar çatışması içindeki

diğer devletlerin dayandığı ilkeyi sorgular; ezilen sınıf, ulus, din, dil, etni ve cinsleri yanınıza

alırsınız. Yani sorun aynı zamanda bir strateji ve program sorunudur.

Ve eğer bu korkunç cinayet için bir suçlu aranıyorsa, bunun gerçek suçlusu, bu ulusçuluk

belasını bir türlü açıklayamayan; ona karşı daha baştan doğru dürüst bir program

geliştiremeyen; sonunda bizzat kendileri gerici ulusçulara ve ulus kurucularına dönüşen biz

sosyalistleriz. Sosyalizm ve işçi hareketinin daha doğarken, genel olarak uluslara ve

ulusçuluğa; özel olarak da dile, dine, etniye, soya dayanan gerici ulusçuluğa ve uluslara karşı

bir bir programı olsaydı, bu katliamların hiç biri yaşanmaz; bu gün insanlık çok başka bir

yerde bulunabilirdi.

Bu satırlar geç de olsa bunun için bir başlangıçtır.

[email protected]

http://www.comlink.de/demir/

08 Mart 2005 Salı

Page 57: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

57

Kemalizm ve İslam

Kemalizm ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdür. Politik İslam’ın Kemalizm’e;

Kemalizm’in Politik İslam’a hava gibi, su gibi ihtiyacı vardır.

Türkiye batılılaştıkça, modernleştikçe ve de laikleştikçe Müslümanlaşmıştır. Türkiye bu kadar

laik ve batılı olmasaydı bu kadar Müslüman olmazdı. Osmanlı güya bir İslam imparatorluğu

idi, nüfusunun büyük bölümü Müslüman değildi; Türkiye Cumhuriyeti ise laik, batıcı ve de

batılıdır ama, Politik İslam’ın çok sevdiği ifadeyle, nüfusunun yüzde doksan dokuzunu

Müslüman yapmayı başarmıştır. (Alevileri Müslüman saymakta Politik İslam’ın Kemalizm’e

bir itirazı yoktur.)

Osmanlı’ya egemen olanlar, Müslüman devşirmelerdi, onlara Türk diyen batılılardı; onlar

kendilerini Türk olarak görmüyor ve Türk’ü kaba, cahil anlamında bir hakaret sıfatı olarak

kullanıyorlardı. Bu sınıfın sonradan uydurması olan “Türklerin devlet geleneği” denen şey

aslında, Bizans-Osmanlı’dan beri gelen ve kökleri Sümer’e dayanan bu sınıfın geleneği ve

ideolojisidir. Tarihte bir tek Türk devleti vardır: Türkiye Cumhuriyeti. Ve onu da Türkler

değil işte bu Türklerin devlet geleneğinden söz eden, Bizans-Osmanlı artığı sınıf kurmuştur.

Daha doğrusu zaten var olan devleti Türk devleti yapmıştır.

Bu Müslüman devşirmeler kastı ya da sınıfı; varlığını ve egemenliğini borçlu olduğu devleti

sürdürebilmek için her şeyi yapmaya ve her şey olmaya hazırdı. Birinci Büyük Millet

Meclisinde bunu açıkça da ifade ediyorlardı: “Şeytan da oluruz Bolşevik de” diye.

Milliyetçiliğin Osmanlı’ya geldiği dönemde, artık milliyetçilik eski demokratik ve

cumhuriyetçi niteliğini yitirdiğinden, Balkan ve Anadolu’da bir burjuvazi de Hıristiyanlar

arasında geliştiğinden, Burjuvazinin milliyetçiliği, bir etniye ve dine dayanan, çoğu kez de

etni ve din çakıştığı için ikisine birden dayanan bir milliyetçilikti. Burjuvazinin bu

milliyetçiliği, Bizans-Osmanlı devletçiliğini ve varlığı buna bağlı Müslüman Devlet

Sınıflarını tehdit ediyordu. Bu nedenle onlar, egemenliğini sürdürmek için Osmanlı

Ulusçuluğu para etmeyince bir süre Pan İslamizm ile oyalandıktan sonra, Türk ulusçuluğunda

karar kıldılar ve Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratıldı.

Ne bu ulusu ve ulusçuluğu yaratan kastın; ne de kendisinden bu ulus yaratılan nüfusun soy

olarak Türklükle bir ilgisi bulunmuyordu. Balkan ve Kafkas göçmenlerinden; Anadolu’nun

büyük ölçüde Müslümanlaşmış ahalisinden, biraz da Türkmen ve Oğuz soyundan göçebe ve

köylülerden yaratıldı bu ulus. Öyle ki, soy ve dilce herkesten daha Türk olan Karamanlılar,

sırf Ortodoks oldukları için zorla Yunanistan’a sürüldüler; Adaların bir kelime Türkçe

bilmeyen muhtemelen Rum asıllı Müslümanları da onlara karşılık alındılar.

Müslüman Hıristiyan çelişkisi gibi görünen aslında, Kapitalizm öncesini temsil eden Osmanlı

Devlet sınıfları ile Hıristiyanlar arasında gelişmiş modern burjuvazinin çatışmasıydı.

Osmanlıcılık da, Pan İslamizm de, Türk milliyetçiliği de gerici Bizans-Osmanlı devletçiliğini

temsil ediyordu. Başta Ermeniler olmak üzere, Hıristiyan ahalinin katliam, sürgün ve

mübadeleleri, kapitalizmin tasfiyesi, prekapitalizmin güçlenmesidir. Bu tıpkı, “devlet benim”

Page 58: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

58

deyişinin çıktığı Fransız devletçiliğinin, Sen Bartelmi katliamlarında Protestanlığı, yani

burjuva gelişimi katletmesi gibidir. Bu katliam Fransa’nın modern burjuva gelişime girişini

100 yıl geciktirmiş ve sonunda Fransız Devrimi bu gecikmenin acısını çıkarmıştır.

Hıristiyan burjuvazinin devlet sınıflarınca tasfiyesi, devletçiliğin yanı sıra prekapitalist toprak

ağa ve şeyhliğinin; tefeci bezirganlığın güçlenmesi sonucunu vermiştir. Bu tefeci

bezirganlığın ve ağalığın ideolojisi ise Müslümanlıktı. Güçlendirdiği tefeci bezirganlığı

kontrol altına alabilmek için, devlet sınıfları kendi İslam yorumunu devlet dini yaptı ve bu

resmi Müslümanlığa da laiklik adını verdi. Bu devletçilik Hıristiyan katliamlarıyla, laikliğin

temeli olan nüfusu ve toplumsal ilişkileri bizzat kendi yok etmişti.

Ne var ki, 1970’lere kadar, İslam genel olarak tefeci bezirganlığın ideolojisiyken, 1970’lerden

sonra yeni çıkan ve çoğu bu tefeci bezirganların çocukları olan, Anadolu Burjuvazisinin

bayrağı oldu. Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, sadece devletçiliğin keyfiliğinden

bıkmış işçileri değil, büyük şehirlerin Seküler burjuvazisinin bile desteğini aldı. Bu destekle

birlikte de eskiden Müslüman yazarların konusu olan Sabetaycı Komplo teorileri

Kemalistlerin başlıca ilgi konularından oldu.

Ama dikkat edilsin, Politik İslam’ı bayrak yapan burjuvazi, devlet sınıflarına karşı gerçekten

onları tecrit edecek, politik iktidarın seçilmiş temsilcilerin elinde bulunacağı tedbirler almıyor;

böyle girişimlerde bulunmuyor.

Devletin her türlü din eğitiminden elini çekmesi, İmam Hatiplerin kapanması; Diyanet

İşlerinin lağvı; İmam, Müezzin gibilerin maaşının vergilerden ödenmesine son verilmesi ve

bunların Müslümanların bağışlarıyla geçinmesi; devletin sadece inanç özgürlüğünü ve

eşitliğini garanti altına alması gibi gerçekten laik girişim ve talepleri ağızlarına bile

almıyorlar. Halbuki böyle talep ve girişimler bir anda, Türkiye’deki bütün Alevilerin,

dinsizlerin, şehir orta sınıflarının desteğini alır ve Kemalist bürokrasinin bütün demagojisini

açığa çıkarıp onu tecrit eder.

Böyle gerçek bir laiklik, ki demokratikleşmenin şartlı olan devletçiliğin tecridini de getirir,

Kemalizm’in laiklik denen resmi İslam’ını yok edeceğinden, Politik İslam’ın mazlumu

oynama şansı kalmaz. Bu da geniş ezilen yığınların hızla burjuvazisin etkisinden sıyrılışını

getirir. Bu nedenle AKP Kemalist devletçiliği tümüyle tasfiye edecek hiçbir adım atmıyor.

Çünkü, ancak bir Kemalist İslam olan Laiklik var olursa Burjuvazinin Politik İslam’ı var

olmaya devam edebilir ve bu ideolojik kayıkçı dövüşünü sürdürebilir.

28 Mayıs 2004 Cuma

Page 59: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

59

Köln’de Yapılan Açık Oturumdaki Konuşma

5 Mart 2005 günü „90. yıl Ermeni Soykırımı ve Toplumsal Sorumluluk“ adı altında Köln

Dom Forum’da Almanya Ermenileri Merkez Konseyi ve Almanya Ermeni Kilisesi içinde yer

alan “24 Nisan Grubu” tarafından organize edilen ve yazar Doğan Akhanlı’nın sunduğu

panele Demir Küçükaydın, Recep Maraşlı ve Ragıp Zarakolu katıldı.

(Demir Küçükaydın’ın Konuşmasının Çözümü)

Bu panel soykırım kurbanlarına saygısızlık paneli değildir ve çerçevesi bellidir. Başka bir

ifadeyle panelin konusu soykırım oldu mu, olmadı mı değildir. Panelin konusu soykırım ve

izdüşümleridir, yani anlaşılmaz olanı anlamaya çaba göstereceğimiz bir platformdur.

Arkadaşlar, yüzyılın başında olan bu ve benzeri felaketler üzerine bütün tartışmaları ve

konuşmaları incelediğimizde şöyle bir eksiklik görürüz: Bu olayın olup olmadığı, nasıl

tanımlanacağı üzerine zengin bir literatür vardır, ama bu olay neden olmuştur? Bunun

sosyalist açıklaması hemen hemen hiç yoktur.

Bu yokluk bir sürü gizli varsayımı bir arada bulundurur. Ben biraz tartışmayı başka bir

noktaya çekme denemesinde bulunacağım. Çünkü bu olayın eksik görünen yanı bu kanımca.

Arkadaşlarım, bu soykırım ilk değil, son da değil. Ama biz ulusçuluğun ortaya çıkışıyla

birlikte olan bu soykırımı ele alalım. Çünkü ondan önce de St. Barthélemy katliamında

Farnsa’da Kıta Avrupası’nda protestanlar katledildi, soykırım yapıldı. Ama biz modern

tarihle, ulusçulukla ortaya çıkanlara baktığımızda gerçekten de yüzyılın başındaki Ermeni

Soykırımı tek soykırım değil. Örneğin Almanya’daki Yahudilerin, İkinci Dünya Savaşında

faşizm, Nazi döneminde başına gelenleri biliyoruz. Daha birkaç yıl önce Afrika’da olanları

biliyoruz. Çok yakın zamanda Balkanlar’da eski Yugoslavya’da olanları biliyoruz. Ve çok

daha az bilinen birşeyi de ben hatırlatayım: Mesela savaş sonrasında bugünkü Almanya’nın

hudutlarının dışında bulunan Almanların oralardan sürülmeleri sırasında ölenlerin -bir iki

milyon kadar Alman ölmüş bildiğim kadarıyla- bugün kimse adını anmıyor. Yani en az

Ermeniler kadar da Alman öldürülmüş durumda, açlıktan ve sefaletten. . . Hem de en

mükemmel olanakların olduğu koşullarda. . .

Bu bize şunu göstermektedir; ne Almanlar, ne müttefikler ne hiç kimse bu konuyu anmıyor.

Ermeni sorununun, Ermeni soykırımının da anılmaması bu nedenle. Tarih tarihle ilgili

değildir arkadaşlar. Tarih doğrudan doğruya bugünle var ve bugünün var olan toplumsal

güçleriyle ilgilidir. Argümanlarla kimsenin dünyada ikna edildiği görülmemiştir. Şu an dünya

dengeleri eğer uygun olsa, muhtemelen gündemin baş sırasına savaş sonrasındaki Almanların

sürülmesi esnasındaki ölümler de gelebilir. Bugün Almanya’nın İsrail’den özür dilemesi,

boyun eğmesi, günah çıkarması aslında Almanya’nın bunları tanımalarıyla ilgili değil,

bütünüyle Almanya’nın politik çıkarlarıyla, Orta Doğu’da İsrail’in prosedürünün dünya

dengeleriyle ilgilidir. Bu bize şunu gösterir. Tersinden gitmek gerekir diyoruz. Şimdiye kadar

hep şöyle gidiliyor: Biz argümanlar getirelim, onlar tanısın. . . Bizler o güçlere karşı ciddi

mücadele edebildigimizde onun yan ürünleri olarak zaten bu olayın nedenleri ve kendisi

insanların bilincine çıkacaktır. Türkiye ya da dünya, emin olun Ermenistan’da iyi petrol

olsaydı, muhtemelen bu iş çoktan dünyanın gündemine girmişti. Ya da Ermenistan büyükçe

bir ülke olsaydı ve Türkiye oradaki pazara girebilseydi, Türk burjuvazisi “Ermenistan’la

ticaret yaparız. Ne olacak gideriz, diz çökeriz, boyun eğeriz” derlerdi. Bu nedenle olaya şu

açıdan yaklaşalım diyorum ben; Ermeni katliamını mahkum etmek, suçlamak, özür dilemek

Page 60: Ermeni Katliamı ve "Sorunu" Üzerine - V-1

60

ne bu olayı anlamamızı sağlar, ne de onun benzerlerinin bu dünyada yinelenmesini. . . Şu ana

kadar bütün diskusyon, diskurs bunun özür dilenmesi, kabul edilmesi, edilmemesi bağlamında

yürüyor. Bunda bir yanlışlık var. Soykırımın olduğunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü

argümanlarla öyle bir olay olup olmadığını Türkiye Devleti’ne kabul ettiremezsiniz. Ancak,

Türkiye’de güçlü bir demokatik muhalefet oluşur, o zaman devlet hepsini kabul eder.

Argümanların bu zamana kadar insanları bir şeylere ikna ettiği görülmemiştir. Nesnel,

çıkarlara dayanan güçlü bir sosyal hareket bir şeyleri başarabilir. Almanya’nın ya da

Türkiye’nin veya herhangi birisinin katliamı kabul etmesini mi istiyorsunuz, o bağlamda inkar

eden güce karşı başka bir sosyal gücü harekete geçirmeniz gerekir, onu örgütlemeniz gerekir,

ona bu programı dayatmanız gerekir. Eksik olan bu.

Doğan:

Burada merak ettiğim bir nokta var. Geçmişteki soykırım ve katliamlara ilgisiz kalmak

sadece devlet politikasında yatmakta değil. Temel olarak bakıldığında solda da aynı

sorun var ve Çin’den Arnavutluk’a kadar yeryüzünün bütün ihtilal yapmış ülkerlerde,

tarihi çok iyi bilenler, teşkilatlar, organizasyonlar, hem Türkiye tarihi konusunda

analizden yoksunlar -ya da yazılar pek yok- hem de soykırım konusunda politik bir

tutum da yok. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Demir Küçükaydın

Politik tutum olmaması her zaman bir politik tutumdur. Politik tutum yok diye bir şey olmaz.

Var. Sorun şöyle: Bu soruna gelindiğinde Sol kendisiyle hesaplaşmak zorundadır. Bu

katliamın temelinde ulusçuluk denen olay vardır, ama ulusçuluğun gerici bir biçimi vardır.

Ulusçuluk denen 1848’den sonra dünyaya yayılan dile, dine, etniye göre tanımlanmış gerici

ulusçuluk dediğimiz biçim bu siyasi, bu modern toplumun varoluş biçimi olmasaydı, Ermeni

katliamı olmazdı. Tutsilerin, Hutuların katliamı olmazdı, Yugoslavya’daki olmazdı ve yakın

zamanda Orta Doğu’da göreceklerimiz de olmayacaktır. Sol bütün dünyada gerici,

milliyetçidir. Buna özlem olarak karşı durmasına rağmen, sosyalizm maalesef doğarken

aydınlanmanın kalıntıları nedeniyle milliyetçiliğin ne olduğunu anlamamış, işin kötüsü Ekim

Devrimi’nden sonra en gerici milliyetçi hale gelmiştir. Düşünün arkadaşlar, dünyanın her

tarafında dine, dile, etniye dayanan uluslar, sosyalistler tarafından kurulmuştur. Özbekistan,

Bulgaristan, Kırgızistan vs. bunları kuranlar burjuvalar değil sosyalistler. . . Bir ulusu

Burgarlıkla, Özbeklikle bilemem neyle tanımlamaya başladığınız andan itibaren, ondan

olmayanlar, sizin gözünüzle katlanılması gereken, tolerans edilmesi gereken sivilceler olarak

görülmeye başlanacaktır. Soruna böyle yaklaşmanız lazım. Eğer bugün özeleştiri yapması

gereken varsa, biz sosyalistleriz derim. Biz daha doğarken ulusçuluk karşısında yeterince bir

bağışıklık oluşturabilseydik, insanlık bugün olduğu yerde olmazdı. İnsanlarda modern

toplumun bu var oluş biçimine karşı çok güçlü bir direniş, bir bilinç, bir karşı hareket olurdu.

Biz bunu yaratamadık. Bu nedenle eğer bir suçlu aranıyorsa, biziz bunun suçlusu.