gencay dergisi - sayı 50 - mart 2016
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı 50 - Mart 2016 http://www.gencaydergisi.comTRANSCRIPT
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 50 – Mart 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
MASALCI KIZ BERFİN SILA KEPEZ İLE SÖYLEŞİ / Aslıhan KAYA - Emre SEVİNÇ
SİYASET YARIŞMASI: CİNSİYET / Burçin ÖNER
TÜRKİYE’DE FEMİNİZM MÜMKÜN (mü?) / Veysel Gökberk MANGA
OSMANLI’DA İLK KADIN ÜNİVERSİTESİ: İNAS DARÜLFÜNUNU/ Evren KAMALI
TİMSAL KARABEKİR İLE SÖYLEŞİ / Emre SEVİNÇ - Hanife YAŞAR
KADIN NEDİR?/ Dilek AKILLIOĞLU
MEDYADA KADINA YÖNELİK ŞİDDET / Canan CAVŞAK
TÜRK KADINININ GÖNLÜNDE AÇAN ÇİÇEK: “ÂLEM-İ NİSVAN”/ Hanife YAŞAR
FEMİNİZMİN İDEOLOJİK ÇIKMAZI/ Sertaç EKEMEN
DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE KADIN TİPİ VE ÖZELLİKLERİ/ Ömer ÜNAL
YAŞAMA HAKKI!/ Çağhan SARI
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 50 – Mart 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
BİR KADIN... BİR KADIN.../ Onur ÇELİK
KADININ ADI HALA MI YOK?/ Alperen KIZIKLI
TÜRK KADINI İLE GELENEKLER ARASINDA/ İlker GEZER
KADIN’A MEKTUP/ Vural Egemen SARIGÖZ
TÜRKİYE’DE KADININ İŞGÜCÜ PİYASASINA KATILIMI/ Mehmet UÇAK
KİTAP TANITIMI: TÜRK KÜLTÜRÜNDE KADIN ŞAMAN - FUZULİ BAYAT / Eray
AMASYA
KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN HAKKINDA BİR
BİLGİLENDİRME / Ömer Erol YILMAZ
ERİL EGEMENLİĞİN BASKI ARAÇLARINDAN BİRİ OLARAK EVLİLİK KURUMU VE
SİYASAL YÖNDEN ETKİLERİNE YÖNELİK BİR DENEME / Mert GÜVEN
GENCAY
1
MASALCI KIZ BERFİN SILA KEPEZ İLE
SÖYLEŞİ
Aslıhan KAYA - Emre SEVİNÇ
Berfin Hanım Türk masallarını
dinleyicilere aktarma konusunda
önemli çalışmaları olan
arkadaşlarımızdansınız. Kadın teması
ile çıkaracağımız bu ayki sayımızda
özelikle sizinle bir söyleşi yapmak
istedik.
Öncelikle söyleşi teklifimizi
kırmadığınız için Gencay Dergisi adına
teşekkür ederiz.
Size ‘Masalcı kız’ diyebilir miyiz?
Evet. Hatta bu beni çok mutlu eder.
Bize kendinizden bahseder misiniz?
Geçmişiniz, eğitiminiz, gelecek
planlarınız…
Gazi Üniversitesi 3. sınıf Türk Halk Bilimi
lisans öğrencisiyim. Okuduğum dönem
boyunca Ankara Somut Olmayan Kültürel
Miras Müzesi'nde çalıştım. Masal Odası ile
çocuklarla ve yetişkinlerle birlikte bir
masal denizinin içinde yüzüyor gibiydim.
Bana yol gösteren bu müze ve
öğretmenlerim sayesinde birçok kitap
fuarında, kreşlerde, liselerde, televizyon
programında ve radyolarda masallarımı
paylaştım. Masaldaki bir hayatı
kucaklayıp, dinleyicilerle ona nefes
vermeyi çok seviyorum. Üniversiteye
başladığım dönemde Yrd. Doç. Dr. Evrim
Ölçer Özünel ile tanıştım. Onun sayesinde
ise kendimi bir masal kursunun içinde
buldum. Kursa başladığım ilk günü
unutmam mümkün değil. Çünkü
masalların içinden gelen bir kadın
karşımda oturuyor ve bizi o güzel ses tonu
ile bilgilendiriyordu. Judith Malika
Liberman!
8 ay boyunca masal anlatıcılığı üzerine
değerli hocamdan eğitim aldım.
Yunus Emre Enstitüsü'nün etkinliklerinde
de bulunma imkânım oldu. Şu anda
Macaristan/Budapeşte'de yaşıyorum.
Masallar adeta bir mıknatıs gibi... Burada
da Yunus Emre Enstitüsü ile iletişim
halinde olup bazı günler masallarımı
paylaşıyorum. Bunun dışında ise bez
bebek yapım kurslarına, kukla yapım
kurslarına, drama kurslarına ve çeşitli
atölyelere katıldım.
GENCAY
2
Yakın planlarım arasında ise öncelikli
olarak yüksek lisans yapmak geliyor.
İleriki planlarım da şimdilik gizli bir
kutunun içinde açılma zamanını bekliyor.
UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı
Prof. Dr. M. Öcal Oğuz'un öğrencisi olarak
okuduğum bölümü de en iyi şekilde temsil
etme gayesi içinde yararlı adımlar atmaya
çalışıyorum.
Masal anlatmaya nasıl başladınız?
Kendinizi nasıl geliştirdiniz?
Kendimi bildim bileli masalların içinde
yaşıyorum. Okul öncesi dönemimde yakın
bulduğum arkadaşlarımı toplayıp onlara o
anda hayal ettiğim hikâyeler anlatırdım.
Bir parkın içindeki kumlara ince bir sopa
ile çizdiğim masal karakterlerini, şimdi
masalları anlatırken anımsayıp
gülümsemeye başlıyorum. Başlangıç
noktamı, toprağa çizmeye başladığım o
küçük noktayla tanımlıyorum. Masal
anlatımım, küçük bir nokta ve güzel bir
toprak kokusuyla başlıyor.
Türkiye'de masal anlatıcılığı eğitimiyle de
üniversitede tanışarak başladım. Kendimi
gittiğim huzurevlerinde, hastanelerde,
kütüphanelerde (...) masalları her
hissederek anlattığımda geliştirdiğimi
düşünüyorum. Bunun yanı sıra da
gördüğüm derslerle, okuduğum kitaplarla,
bazense bazı şeyleri doğanın dilinden
bakmaya çalışarak kendimi geliştirmeye
çalışıyorum.
Peki, sizin gibi masalcı olmuş çok fazla
insan var mı?
Eğer masallara ilginiz var ise, size açılan
bu sihirli kapılarda dünyanın her yerinden
sizi adım başı karşılayacak masalcılara
rastlamanız mümkün diyebilirim. Dediğim
gibi, masallar mıknatıs gibidir.
Masalcı, destancı deyince benim aklıma
hemen Dede Korkut geliyor. Sizin favori
masalcınız var mı?
Kopuz ve dombıranın mucidi eşsiz bir halk
şairi olarak bizlere tarih kokusunu
tattıran, şamanlık yapmak için kendisinin
Ata ruhlar tarafından görevlendirildiğine
inanılan ve bizimde keramet sahibi
olduğuna inandığımız, aynı zamanda ozan
ve kam olarak bildiğimiz destanların ilk
anlatıcısı Dede Korkut'un ilk olarak
aklımıza gelmesi çok normal. Benim favori
masalcım ise günümüz çağından bakarsak
tabiki de beni masal dünyasından içeri
alan Judith Malika Liberman. Onun dışında
da birçok masalcı ile tanıştım ve hayran
kaldım. (Agnieszka Aysen Kaim, Çiğdem
Şimşek...)
Dinleyicilerden nasıl yorumlar
alıyorsunuz? Eminiz ki çocuklar çok
mutlu oluyorlardır, bıraktığınız etki de
sizi mutlu ediyordur.
Yetişkinler ile yaptığım masal günlerinde
yorumlar genel olarak , ''anı yaşamak' ile
ilgili oluyor. Nefes aldıklarını, bir dakika
mutlu iken diğer dakikalarda karakterimiz
GENCAY
3
adına üzüldüklerini veya daha sonra da
heyecanlandıklarını, gerçek hayattan
tamamen koptuklarını, bu nedenle
ruhlarını biraz olsun dinlendirdiklerini
söylüyorlar. Eğer çocuklar ile bir masal
günü yaptıysam, sonrasında kocaman
sarılmalar bizi bekliyor demektir. İşte o an,
belki de nefes aldığımı hissettiğim en
hakiki anlardan biri oluyor benim için.
Bazen çocukları ile birlikte gelen nadiren
karşılaştığım şu yetişkinler, bazı
sahnelerde gözüme korku ile bakıyorlar.
Masal karakterinin kötü bir olay ile
karşılaştığı zaman çocuklarının
etkilenebileceği korkusuyla iç
dünyalarında kendileri ile savaşıyorlar. Bu
nedenle öncelikli olarak anne babaları
bilgilendirmek, çocuklarını
televizyonlarda korkmaları gereken çizgi
filmlerden soyutlamak, müsaade ettikleri
şiddet içerikli bilgisayar oyunlarından
uzaklaştırmada farkındalık sağlamak
gerektiğini düşünüyorum. Küçük bir örnek
ile birini kaybettiğimiz zaman bunu
çocuklara açıklayamamak ne ile açıklanır
diye sormak isterim. Masallardan gerçek
hayatı öğrenmenin mümkün olduğunu,
korkulacak asıl şeyin, bakmamız gereken
geniş pencerelere perde çekildiğinde
başladığını da belirtmek isterim. Çocuk
dünyayı ve kendini masallar ile kavrar.
Masallar;
Bazen kederimize bir kaçış,
Bazen hayallerimize bir bakış,
Bazen de kendimize bir alkış oluyor.
Kaynaklarınız nelerdir? Masalları
nerelerden nasıl topluyorsunuz?
Pertev Naili Boratav'ın değerli eserleri,
Hasan Latif Sarıyüce'nin, Tahsin Yücel’in,
Tahir Alangu’nun, Eflatun Cem Güney'in
(...) eserleri ve derleme yapmaya gittiğim
köylerdeki ninelerimizin anlattığı
hikâyeler benim için büyük kaynaklardır.
Ben şuanda bir masal araştırmacısı
değilim fakat gelecek planlarım
doğrultusunda gittiğim her yerden
(çocuklar ve yetişkinlerin ağzından) en az
iki masal paylaşılmasını istiyorum ve not
ediyorum. Bunun dışında da gezdiğim ve
keşif yapmak istediğim farklı yerlerden
muhakkak masallar bulmaya, yöredeki
insanların hangi masallarla
büyütüldüğünü öğrenmeyi seviyorum.
Hiç kendi masalınızı oluşturduğunuz
oldu mu? (Nasıl bir duyguydu?)
Hikâye yazmaya 10-11 yaşlarımdayken
başlamıştım. Her zaman bir hikâye
oluşturmaya çalışmak ilgimi çekmişti.
Hikâyelerim bu zamana kadar yaptığım
masal anlatımlarımdan daha çoktur.
GENCAY
4
Bunun duygusunu anlatmaya kelimelerin
gücü maalesef yetmiyor. Herkesin
yazmaya, anlatmaya ve paylaşmaya
ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. İnsanın
kendisiyle, hayalleriyle ve sessizliği ile baş
başa kaldığı en özel anlardan biri.
Dışarıdan sessiz görünen, içerisinin bir
karnavala dönüştüğü çok özel bir eylem.
Peki, sizi en çok etkileyen masal hangisi
oldu? Neden?
Beni en çok etkileyen masal (Nardaniye
Hanım dışında) Burkina Faso'lu bir
arkadaşımın anlattığı ''Ağaç'' masalı oldu.
Çünkü bu masalı önce bir toprağın
üzerinden almanız ve anlattıktan sonra
yerine koymanız gerekiyor. Öğlenleri
anlatılması yasak olan, sadece yıldızların
altında anlatılması gereken bu masal onlar
için çok kutsal. İçeriğini derin
düşündüğünüzde de sizi Afrika'ya
götürebilecek güce sahip bir masal.
Masallarla kişilerinin ruhu arasında
sağlam köprüler vardır. Türk masalları
insanın hayatına dokunabilen
masallardır diyebilir miyiz?
Kesinlikle evet. Bence hayatımıza
dokunma kısmını bütün masallar için
söyleyebiliriz. Bir toplum nerede doğdu ise
masallar da orada var oldu. Daha sonra da
dünyanın her yerine uçuştu. Bu da
masallarla ve kişilerin ruhu arasında
köprü nitelikli bağlar oluşturdu.
Türk masallarının yarattığı tipler, bu tipler
sayesinde sergilenen duygular, değer
yargıları, hayata bakış açıları bize göredir.
Bizi yansıtan unsurlardır. Bir masalda
kendimizi bulabilir, gelenek ve
göreneklerimizi, yaşayış şekillerimizi,
inançlarımızı bulmamız demek hayatımıza
dokunması demektir. Mevlana'nın şu
sözünü de ayrıca katmak istiyorum :
'' Hani çocuklar masal söylerler, görünüşte
saçma şeyler söylerler ya, fakat
masallarında
nice sırlar, nice öğütler gizlidir...''
Peki ya Türk masalları ve Yabancı
menşeili masallar arasında nasıl
farklar var desek? Dinleyiciye Türk
masallar ve yabancı masalları ayrı ayrı
anlatıp tepkileri ölçtüğünüz hiç oldu
mu? Yoksa masalların verdiği duygu
hep aynı mı?
Masallar toplumun doğuşuyla oluşmuş,
yaşayış şekilleri ile şekillenmiş kültürel,
önemli ve özel hazinelerdir. Kültürel
kodların farklılıkları ile de Türk masalları
ve yabancı masallarda bu konu karşımıza
çıkıyor. Bu soruyu tüm dünyaya anlatmak
ve duyurmak istediğim Nardaniye Hanım
ile açıklamak ve Pamuk Prenses Yedi
GENCAY
5
Cüceler masalı ile de karşılaştırmak
isterim. Nardaniye Hanım' da üvey anne
ayna ile değil, ay ile konuşuyor. Yedi
cüceler yerine Kırk Haramiler karşımıza
çıkıyor. Elma ile zehirlenmiyor da bir sakız
ile zehirleniyor. Türk masallarında bize
özgü tiplemeleri Keloğlanlar, İbişler,
Köseler, Safoğlanlar, elinden hem iyilik
hem de kötülük gelen bacılar bize
kendimizi bulmamızda yardımcı olup,
yabancı masallardan ayırıyor. Türk
masallarındaki dili, masal analarının ve
babalarının anlattığı sayısız deyimlerle ve
söz kalıplarıyla ve söz oyunlarıyla
süslemesi de büyük farklılıklar
oluşturuyor. Ben bu konuda genelde
herkesçe bilinen ünlü yabancı bir masala
çok benzettiğimiz Türk masalını
anlattıktan sonra düşüncelerini öğrenmek
istiyorum. Bendeki tepki ölçmek değil,
kendi geçmişimizden gelen bu önemli
hazineyi aktarabilir miyiz, yaşatabilir
miyiz bunun merakı oluyor. Çok benzeyen
ama kültürel kodlarda farklılıklar olan
masallarda duyguların aynı yaşandığını
sanmıyorum. Mesela beni, Pamuk
Prenses'ten çok Nardaniye Hanım daha
ayrı etkiliyor.
Dergimizin bu sayısını ‘Kadın Özel
Sayısı’ olarak çıkaracağız
Nasıldır Türk masal kadını?
Balık Kız Masalı ile de bu soruyu kısa bir
örnekle açıklamak istiyorum. Kadına göz
koymuş olan bir padişahı, ailesine ve
kendisine tehdit oluşturmaması için, yani
''ailenin güvenliğini koruyan bu kadın'' ,
balıkçı olan kocasına akıl vererek padişah
karşısında onu korur. Bu noktada aile
bütünlüğünü koruyan bir kadın tabi ki de
takdire şayandır. Nice Türk masalında da
karşımıza çıkan kadınların bunun gibi
güçlü birçok yanlarının çıktığını belirtmek
isterim. Ayrıca unutmayalım ki, kadınlar
oldukça özel ve nadir bulabileceğiniz
büyülü güller gibidir. Annelerimizi
anımsayarak, dünyadaki bütün kadınlara
içi masal kokulu sevgileri, saygı ile birlikte
bütün erkeklerin ellerinden gökyüzüne
gönderiyorum...
Masal anlatımı boyunca dinleyicilerle
alakalı aklınızda kalan güzel bir anınız
var mı?
Benim için biraz özel bir soru oldu. Sadece
şunu belirtmek istiyorum. Küçük bir kız
çocuğunun yaşadığı zorluklar nedeni ile
masalına şu cümle ile başlaması:
''Burası hastalıkların olmadığı bir ülke
imiş...'' beni çok etkilemişti. En özel ve
güzel masal günümdü diyebilirim.
Masalların gücü, umudu ve masumluğu
adına gururlandığımız alkışlar, bizim
hayata tutunma gücümüze gelmişti.
Dinleyiciler sizi öncellikle Ankara
Somut olmayan kültürel miras
müzesinde dinlediler. Bu müzemizdeki
diğer faaliyetlerden de bahsedebilir
misiniz?
Müze gezisine dilerseniz bir bilmece
sepetinden soru çekerek başlayabilirsiniz.
Gezi sonunda müze içinde bulduğunuz
cevaplarınızı güler yüzlü ekibimiz bekliyor
olacak...
GENCAY
6
İlk olarak Atölye Odası'na giriyorsunuz. Bu
oda, kuklalarımızın sizi heyecanla
karşıladığı, hayal oyununun sizlere alkış
tutturduğu, deyimlerin kendini
göstermeye can attığı, gizemli odaların
başlangıcı. Daha sonra ebru sanatı ile
yakından tanışacak, dilerseniz deneyerek
kendinize de bir hatıra bırakacaksınız. Üst
kata çıktığınızda ise sizi ilk olarak mutfak,
ardından muhabbet odası, gelin adası,
masal odası ve oyun odası karşılayacak.
Gizemli tutmak adına sizleri müzemize
bekliyoruz. Masal Analarımızdan sihirli
masallar, meddahlarımızdan hikâyeler,
etkinliklerimizi takip ederseniz gelen
Âşıklarımızdan atışmalar, oyuncak yapım
atölyesi ve daha sayamayacağım bunun
gibi nice sürprizlerimizle sizleri geçmişi
yaşamaya ve yaşatmaya gelecek için davet
ediyoruz. Benden tavsiye, gelene kadar
topaç çevirmeyi öğrenmeyi de ihmal
etmeyin...
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Herkesin bir masalı olduğuna inanıyorum.
Belki başlamış, keşfedilmeyi bekliyor.
Belki de daha hiç başlamamış...
GENCAY
7
SİYASET YARIŞMASI: CİNSİYET Burçin ÖNER
GİRİŞ:
Modernitenin ve çağdaşlaşmanın bir
tezahürü olarak kadın ve erkek eşitliği
hem demokratik kurallar hem de insan
hakları çerçevesinde biricik kural olarak
göze çarpmaktadır. “Ancak görünen o ki
yalnızca ülkemiz açısından yapılan bir
değerlendirmede değil sosyal eşitlik,
demokrasi ve insan hakları temelinde
gelişmişliğin zirve hâlini
gözlemleyebildiğimiz ülkelerde dahi
kadının belli mekanizmalarda erkek ile
eşit olarak temsil edilmediğini
gözlemlemekteyiz.”1 Bunun bir sonucu
olarak söylenebilir ki bu temsil
edilememenin sebebi, toplumların kadın
ve erkeğe yükledikleri cinsiyet kalıplarının
yanında toplumda kadının erkekten daha
düşük bir statüye sahip olması ile erkek
lehine siyasal iktidar ilişkilerinin
benimsenmiş olmasıdır.
“Kadın erkek arasındaki eşitsiz ilişki, ilkel
toplumlardan günümüze dek toplumsal
olaylar içerisinde farklı formlar alarak
bugüne kadar ulaşmıştır. Kadın erkek
ilişkisinin kökenleri ile ilgili
düşüncelerden birincisi, özel mülkiyet,
tarım, hayvanlarının evcilleştirilmesi ve
yerleşik hayata geçmeden önceki ilkel
toplumlarda anasoylu bir toplum yapısı
olduğu ve bu gelişmelerin ardından
kadınların toplumsal statülerinin gerileyip
anasoylu yapının ataerkilliğe doğru
evrildiği şeklindedir. İkinci görüş ise,
anasoylu toplum yapısının bile ataerkil
olduğu ve kadın hâkimiyetinin hiçbir
zaman var olmadığı yönündedir. Bu
tartışmalar kadın erkek arasındaki
ilişkinin kökenlerini aydınlatmak
konusunda faydalı olmakla birlikte, kadın
erkek eşitsizliği ve kadın ezilmişliği,
zamana ve mekâna göre değişiklik
göstererek varlığını sürdürmüştür.”2
Kadın veya erkek olmanın biyolojik
özellikler dışında toplumsal özellikleri de
bulunmaktadır. Her toplum, kadına ve
erkeğe belli toplumsal cinsiyet rolleri
yüklemiş ve onlardan bu rollere uygun
davranışlarda bulunmalarını beklemiştir.
Bu noktada çoğu kez kadın, özel/mahrem
alana ait bir varlık olarak nitelendirilirken
erkeğe bağımsız, yöneten bir nitelik
yüklenmiştir. Bu da kadının kamu
alanlarında erkekten daha geride
olmalarına sebep olmuştur.
Erkek egemenliğin en yoğun olduğu alan
ise siyaset sahnesidir. Çünkü siyaset,
iktidarın, gücün en yoğun olarak temsil
edildiği alandır ve erkek de kendini bu
alanda ispatlamak ihtiyacı içindedir.
Bu yazıda, genel manada siyasetteki
varlığına değinilecekse de özelde Türk
tarihi boyunca kadının siyasetteki yeri ve
günümüz Türkiye’sinde kadın ve siyaset
algısı incelenecektir.
KADININ SİYASİ YAŞAMDAKİ YERİ:
"Dünyayı kadınlar yönetiyor olsaydı hiç
savaş yaşanmazdı ancak 28 günde bir
derin müzakereler yaşanırdı." Robin
Williams
GENCAY
8
Çağlar ötesinden itibaren kadın,
uygarlıktan uygarlığa farklı konumlarda
değerlendirilmiştir. Bu konumlama gerek
inanç, gerek kültür ve gerekse yaşam tarzı
gibi konuların etrafında şekillenerek
değişkenlik göstermiştir. Bu da kadının
aile ve kamusal alandaki sınırlarında
belirleyici olmuştur.
Bütün bunlarla birlikte temelde genel
manada aynı olan bir şey var ki o da
kadının hemen hemen tüm toplumlarda
geçmişten günümüze hep ikinci planda
olması ve daha da kötüsü ona bir meta
olarak bakılıp herhangi bir değer
verilmemesi olmuştur. Örneğin; tarihi
kökleri çok çok eskilere dayanan ve
Türkler’in de en eski komşularından biri
olan Çin, önceleri ana egemen bir toplum
olsa da bu algı sonraları ataerkilleşmiştir.
Bu da kadını ötelemiş hatta ve hatta
paspasın altına sürüklenen toz parçası
haline getirmiştir. “Öyle ki kız çocuklarına
isim verilmez; “bir, iki, üç…” gibi lakaplar
takılır olmuştur. Kadın kocasının kölesi
haline getirilmiş, çocuklarının ve kocasının
hizmetçisi konumundan yukarı bir statüye
kavuşamamıştır.”3
Aynı şekilde İran medeniyeti incelenecek
olursa benzer durumları orada da görmek
mümkündür. “Med ve Persler döneminde
bu aşağılama psikolojisi ensest ilişkilere
kadar varabilmektedir.”4 Yine Hint
kültüründe, Yunan uygarlığında, İslam
öncesi Arap toplumunda ve Roma
Devleti’nde de aynı sıkıntılar
gözlemlenebilmektedir. Kadının bırakın
politik hayatta söz sahibi olmasını
mahremiyet çerçevesinde bile ona değer
verilmemiştir. Nispeten Moğol Devleti’nde
anne merkezli bir karaktere sahip olması,
siyasi işlerde kadınların öğüt vermesi gibi
sebeplerle ve ekseriyetle de Türk
Devletleri’nde kadına verilen değerin
varlığından ve öneminden bahsedilebilir.
(Türk Devleti’nde kadının siyasi alandaki
rolü ayrıca ele alınacaktır.)
Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde
geçen “aydınlanma felsefesi”nin tezahürü
olan “insan ve insan aklı her şeyin
üzerindedir.” Görüşü, her ne kadar insan
ifadesini kullanmış olsa da temelinde
insanı erkek ve erkek aklı ile eşdeğer
tutmaktadır. Çünkü kadın ancak aile içinde
kendisine bir yer bulabiliyorken; erkek
kamusal alanda varlığını ispatlamıştır. Bu
sebeplerden dolayı kadınlar, siyasal
hayatta söz sahibi olma ile ilgili hak
arayışları içine girmişlerdir. Bu konuda
belli zaman noktalarında çeşitli
mücadeleler vermişlerdir. Özellikle
Fransız İhtilali’nin bir sonucu olarak
kadınlar bu sahada büyük mücadeleler
vermiştir. “18, 19 ve 20. Yüzyıllarda bu
mücadeleler oy hakkı mücadelesi
boyutuna kadar taşınmıştır. Hatta bu
arayışlar çerçevesinde çeşitli sebeplerle
Olympe de Gouges, Susan Anthony ve
Mary Wollstonecraft gibi kadın hareketi
temsilcileri suçlamalara, tutuklamalara
hatta idamlara maruz kalmıştırlar.”5
Fransız Devrimi ile başlayan kadın
mücadelesi bir başlangıç olmuş ve
zamanla bütün bir Avrupa’ya yayılmıştır.
Örneğin; İngiltere’de Mary Wollstonecraft,
Harriet Taylor, John Stuart Mill, Emmeline
Pankhurst ve kızları, Amerika’da Elizabeth
Cady Stanton, Frederick Douglass, Susan
Anthony, Sarah Grimke kadın hakları
savunucularının önde gelenlerindedir.
“Vindication of the Rights of Women”, “The
Enfranchisement of Women” ve “The
GENCAY
9
Subjection of Women” gibi belgeler,
Toplumsal ve Siyasal Kadınlar Birliği’nin
kurulması, düzenlenen mitingler gibi
girişimler verilen “feminist” mücadelenin
belli başlı örneklerindendir.
Toparlayacak olursak; tarihi süreç
açısından bakıldığında kadın hareketlerini
“birinci dalga kadın hareketleri” ve “ikinci
dalga kadın hareketleri” olarak
ayırabiliriz. 19.ve 20. Yüzyılı kapsayan
birinci dalga feminist akımda daha ziyade
kadının sosyal ve siyasal hak arayışlarına
yönelik mücadelelerde bulunduğunu
görürüz. İkinci dalga feminist akımı temel
alan 1960’lardan sonrası dönemde artık
kadın kendini özel ve genel tüm alanlarda
ispatlama çabasına girmiştir ve ekseriyetle
ataerkillik ve özel (çalışma) alanlar(ın)da
bir mücadele içine girmiştir.
TÜRK TARİHİNDE KADININ SİYASİ
YAŞAMDAKİ YERİ:
1.İslam Öncesi Dönemde Kadın:
“Türk kadınlarının en büyük süsü, Türk
olmalarıdır.”
Lady Mary Wortley Montagu
Tarih boyunca devlet kurma noktasında
ilahi bir yeteneği olan Türkler’de kadına
verilen değer çağdaşları ile birlikte
değerlendirildiğinde karşılaştırılamayacak
kadar farklıdır. Türk kadının siyasi, hukuki
ve ailevi açıdan sahip olduğu haklara diğer
toplumlarda neredeyse hiç
rastlanılmamaktadır. Bunun
sebeplerinden biri olarak Türk
mitolojisinde ve tarihinde kadına ilahi bir
konum verilmesi gösterilebilir. Yaradılış
Destanı’nda6 kadının kâinatın varlık
sebebi olarak gösterilmesi, erkeğin insanî;
kadının ruhanî bir varlık olarak tasvir
edilmesi gibi örnekler yukarıdaki tezi
destekler niteliktedir. “Benzer şekilde
kadının İslam öncesi Türk tarihi için önemi
Dede Korkut hikâyelerinde de
görülmektedir.”7 Aileye önem atfeden
Türkler’in kadını konumlandırması da
Dede Korkut hikâyelerinde gördüğümüz
gibi evin direği, eş, anne, kahraman
savaşçı gibi şekillenmektedir. Çok sağlam
bir durumda bulunan ailede, “Ana hakkı
Tanrı Hakkıdır”. Bunu, “Bamsı Beyrek”
hikâyesindeki “Banı Çiçek”8, Manas
Destanı’ndaki “Kanıkey”9 ile
ispatlayabilmekteyiz. Dolayısıyla ataerkil
bir yapıya sahip olunmasına rağmen
Türkler’de kadına, her zaman erkeğin
yanında olması hatta erkeğin ilham
kaynağı olarak görülmesi nedeniyle ayrıca
önem verilmiştir.
Türk toplumunda hukuki ve ailevi açıdan
kadının bulunduğu konumun göz ardı
edilemez bir statüde olması, onu siyaset
sahnesinde de erkek ile hemen hemen
eşdeğer pozisyona getirmiştir.
Hükümdarlık vekâletine sahip olmaları,
yönetici olmaları, buyruk verme hakkına
sahip olmaları, devlet meclisine
katılabilme yetkisine sahip olmaları,
diplomatik görevler üstlenmeleri,
emirnamelerde hakanla beraber “hatun”
sıfatının da kullanılma mecburiyetinin
oluşu, elçileri kabul yetkisi olması, savaş
meclislerine dâhil olma yetkisi bu savı
destekleyen örneklerdir.
Türk Milleti, geniş coğrafyalara
yayılmasının bir sonucu olarak farklı
kültürel ve dini inançlara sahip olan
toplumlarla kaynaşması sayesinde belli
etkileşimler yaşamış ve geleneksel kadın
tavrında bazı değişmeler olması da
GENCAY
10
kaçınılmaz hâle gelmiştir. Ancak, eski Türk
devletlerinde gördüğümüz “hatun” sıfatı
ve siyasi hakları büyük oranda
korunmuştur.
2.İslam Sonrası Dönemde Kadın:
"Kadın; bilmeyene 'nefs', bilene 'nefes'tir."
Şems-i Tebrizi
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Türkler’in
çeşitli toplumlarla etkileşimi olmuş
olmasına rağmen Türk kadınına verdiği
değer ve haklar büyük oranda
korunmuştur. “Yine İslamiyet’in kabulü ile
birlikte kadınların haklarında bir takım
değişiklikler olmakla beraber bazı Türk-
İslam devletlerinde kadınların en yüksek
mevki olan hükümdarlık makamına kadar
yükselebildiklerini de görmekteyiz.”10
Harzemşâh Muhammed’in annesi Türkân
(Terken)11 Hatun’u Divân-ı Mezâlim12
Başkanlığında, Hindistan’da Ekber Şah’ın
sütninesi Mahım Enege’yi başvezir’in
yerine yönetimde görmekteyiz.13 Ayrıca
Delhi Müslüman Türk Devleti’nde Sultan
Râziyye, Mısır’da Sultan Şecerüddür,
Kirman Kutluk Devleti’nde Türkân
Hâtun’u ve daha başka örnekleri
hükümdarlık makamında görebiliyoruz.14
a.Büyük Selçuklu Devletinde Kadınların
Siyasî Alanındaki Rolleri:
“Bir uygarlığın seviyesini ölçmek isterseniz,
derhal kadının hayat şartlarına bakın.”
Stuart Mill
“Büyük Selçuklu Devleti’nde de kadın;
siyasi, idari ve askeri yaşamda
karakteristik özelliklerindeki baskınlığın
var olup olmamasına göre değişkenlik
gösteren seviyelerde kendilerine aktif
olarak yer bulmuşlardır. Kadının sarayda
ve devlet işlerinde önemli rollerde olduğu
Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde de
açıkça görülmektedir. Örneğin; Selçuklu
Hâtunları’nın emirlerinde bir dîvan
bulunmaktadır.”15 Sadece İslam öncesi
Türk devletlerinden farklı olarak
hatunların kendi idarelerine verilen ikta
bölgelerine sahip olmalarına rağmen
devlet toplantılarına katılmadığı
görülmektedir. Bu anlayış Türk
devletlerinde kadının siyasal haklarının
çeşitli sebeplerle gerileme gösterdiğine
kanıt olarak sunulabilmektedir.
Bunun haricinde hatunların siyasi ve
yönetim alanındaki rollerini şöyle
bölüştürebiliriz:
A.DEVLETİN İÇ İŞLERİNE ETKİLERİ
I. Selçuklu Veliaht Seçiminde
II. Vezir Tayininde ve Sultan-Vezir
İlişkilerinde
III. Emirnâme ve Fermân Çıkartma
Yetkilerinde
IV. İdarî Tasarruflarda
V. İç İsyanlarda
B.DEVLETİN DIŞ İLİŞKİLERİNE
ETKİLERİ
I. Halife Seçiminde
II. Diğer Hanedanlarla Siyasî Evliliklerde
a) Halifelerle Evliliklerinde veya
Halifelerin Kızlarıyla Sultanların
Evliliğinde
b) Diğer Komşu Hanedanlarla
Evliliklerde
c) Hanedan Dışı Evliliklerde Kendi
Soyları ile İlişkilerde
III. Vassal Devletlerle İlişkilerde
IV. Elçilik Konumunda
GENCAY
11
Sonuç itibariyle Büyük Selçuklu
Devleti’nde devletin belli noktalarında
kültürün ve devlet yapısının kendilerine
sunmuş olduğu yetki ve imkânlardan güç
alarak Türk kadınının siyaset sahnesinde
varlık göstermiş olduğunu görülmektedir.
b.Osmanlı Devleti’nde Kadınların Siyasî
Alandaki Rolleri:
"Kadınların siyasal güçleri yoktur sözde;
oysa akıllı kadınlar, aptal kocalarını hiç
güçlük çekmeden parlamentoya sokar,
hatta bakan koltuklarına oturturlar."
Bernard Shaw
Yukarıda bahsi geçen geleneğin Anadolu
Selçuklu Devleti ve Osmanlı
İmparatorluğu’nda da devam ettiğini yer
yer görmekteyiz.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında
tıpkı geleneğinde olduğu gibi kadını her
alanda görmek mümkündür. Ancak şu bir
gerçektir ki devlet, imparatorluk
seviyesine çıkarken; kadın da haklar
bakımından gerileme göstermiştir. Bunu
üç kıta ve yedi denize hâkim olan bir
imparatorluğun farklı kültürlerle
etkileşiminin bir sonucu olarak
betimleyebiliriz. Giderek zayıflayan kadın-
erkek eşitliği, önceleri kadının toplum
içinde üstlendiği sosyal rollerin elinden
alınmasına, sonraları da kadının iyice ayrı
bir grup haline gelmesine kadar varmıştır.
Arap ve Bizans kültürünün etkisi ile
“harem” algısı saraya dâhil olmuştur.
Bunun yanında “haremlik”-“selamlık”
ikiliği baş göstermiştir.
“Avrupa’da Fransız Devrimi ile ortaya
çıkan “kadın” mücadelesinin etkileri
Osmanlı’da Tanzimat Dönemi’ne doğru
kendini hissettirmeye başlamıştır. Böyle
olduğu halde Tanzimat Fermanı’nın metni
incelenirse “kadınlar” için özel bir kayıt
yoktur. Fakat Tanzimat’ın ülkede
yaşanlara getirdiği yenilik ve ‘batılılaşma’
anlayışından dolayı kadınların yaşayış
statüsüne etki yaptığı görülmektedir.”16
Devamında kurulan cemiyetler, milli
mücadele döneminde üstlendiği roller de
göz önüne alınırsa kadının kaybettiği
haklar yavaş yavaş geri kazanılmaya
başlanmıştır.
Bütün bunlara rağmen Osmanlı
Devleti’nde Hürrem Sultan, Kösem Valide
Sultan ve Turhan Valide Sultan gibi yetkin
ve güçlü kadınlar siyaset sahnesinde ön
plana çıkmıştır. Özellikle bunlar içinde
Osmanlı’nın zirve yıllarını yaşadığı Kanunî
Sultan Süleyman devrine tesir eden
Hürrem Sultan’ın sadece kendisi değil, bu
hâtunun vefatından sonra Kanunî’nin,
Hürrem’den olan kızı Mihrimah Sultan’a
yaptığı birçok işte fikir danıştığı
bilinmektedir. Osmanlı tarih
araştırmacılarının birçoğu kadınların
devlet işlerine karıştığı ve “Kadınlar
Saltanatı” olarak değerlendirilen bu
dönemleri, devletin duraklama ve
gerileme nedenlerinden biri olarak
göstermiş ve kabul etmişlerdir.
Osmanlı Dönemi, Türk tarihinde 6 asırdan
fazla yer tutan ve sayısız olumlu/olumsuz
gelişmeye sahip bir dönem olması
hasebiyle kadının siyasetteki rolünü de
derinlemesine incelemek gerekir. Kaldı ki
böyle bir incelemede her ne kadar kadının
özellikle de eğitim ve sosyal hayat
bakımından değer kaybına şahit olunsa da
esasen örnek örnek incelemeye
başlandığında siyaset sahnesinde hatırı
sayılır rol üstlendiğini gözlemek mümkün
GENCAY
12
olacaktır kanaatini taşımaktayız. Lakin
satırlarımızın sınırlı olması nedeniyle
bunu başka bir mütalaanın konusu olarak
görmekte ve konuyu uzmanlarına
bırakmak haddindeyiz.
c.Cumhuriyet Döneminde Kadınların
Siyasi Alandaki Rolleri:
“Kadınlar bütün dünyada ikinci sınıf yaratık
olarak görülürler ama dünyayı bir arada
tutanlar da onlardır.”
PAM BROWN
Türk kadınının sosyal ve siyasi manada
kendisine yer bulma ve eşitlik mücadelesi
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuya
verdiği önemle eş değer olarak Türkiye
Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir.
“Özellikle Milli Mücadele Dönemi’ndeki
işgal kuvvetlerine karşı düzenledikleri
protestolar, mitingler vs. ile kadınlar
politik anlamda da kendilerine kitlesel bir
varlık sahası bulabilmişlerdir.” 17 Bu tür
tavır hareketleri ve batı merkezli kadın
hak arayışları, Türk kadınında da politik
bilincin gelişmesine yol açarak yeni
kurulan Cumhuriyet’te de benzer
arayışlara sebep olmuştur.
Kadın haklarına yönelik ilk önemli
gelişmenin 1926 yılında medeni kanunun
kabul edilmesiyle birlikte toplumsal
hayatta kadının önünü açmaya yönelik
büyük bir adım atılmış olsa da kadınlar
siyasal haklardan yoksun konumda
olmaya devam etmişlerdir. Bununla
birlikte Cumhuriyet Dönemi’nde, Kadınlar
Halk Fırkası ve Türk Kadınlar Birliği,
Türkiye’de kadınların siyasal hak
mücadelesinde önemli rollere sahip
kuruluşlar olmuştur. Ancak çeşitli
sebepler öne sürülerek Kadınlar Halk
Fırkası’nın kuruluşuna izin verilmemiştir.
Bunun üzerine fırkanın mensubu bayanlar,
Türk Kadınlar Birliği çatısı altında
toplanmayı kabul etmişlerdir.
1927 yılına kadar kadın hak arayışındaki
çeşitli faaliyetlerini bazı iç çatışmalarına
rağmen sürdüren birlik, 1927 ve 1931
seçimlerinde kadınların siyasal hakları ile
ilgili çalışmalarda, girişimlerde bulunsa da
tam anlamıyla başarı elde edememiştir. Bu
konuda Atatürk’ün tek parti diktatörlüğü
suçlamasının önüne geçip demokratik
tavır sergileme isteği olması ve gelecekte
de benzer bir anlayışa ihtiyaç duyulması
durumları göz önüne alınması gibi çeşitli
spekülatif yorumlamalar olmakla birlikte
nihayet, Türk kadını 1930’da yerel,
1934’te ise genel seçimlerde seçme ve
seçilme hakkını elde ederek 1935
seçimlerinde meclise %4,5’lik kadın
oranıyla on sekiz kadın milletvekilinin
girmesiyle siyasal haklarına yasal anlamda
kavuşmuş oldu. Bunlara rağmen gerek
siyasi partilerin içindeki kadın varlığının,
erkek varlığının olma prosedürüne göre
farklılık göstermesinden gerekse kadın
vekil sayısına kısıtlama getirilmesinden
dolayı esasen kazanılan hakkın tam bir
entegrasyon içinde olmadığı da
anlaşılmaktadır.
Burada tek eleştirinin mevcut erkek
egemen siyasal düzene yapılması da
yeterli görülmemektedir. Çünkü birinci
dalga feminist hareketi denilen sosyal hak
arayışından elde edilen başarılardan sonra
batılı devletlerde de Türk kadınlarında da
bir rahatlama evresine geçildiği, siyasal
hak arayışlarının uzun zaman sonra
gündeme getirildiği görüşleri mevcuttur.
GENCAY
13
“1960-1980 yılları arasında kadın
hareketlerinin yönlendiricisinin sol
mekanizmalar olduğunu gözlemekteyiz.
Kadınların, yasalarda var olduğu iddia
edilen eşitliğe karşın eşitsiz bir cins olduğu
bilinci ilk olarak bu dönemde, “gelir ve
fırsat eşitsizliği”, “sömürü” kavramları
üzerinden dile getirilmeye başlanmıştır.
Kadınlar bu dönemde Marksist feminist
bir yaklaşımla sol, sosyalist yayın ve
derneklerde faaliyet göstermeye başlamış,
toplumsal adaletsizliğe karşı sesini
duyurmaya çalışmıştır.”18
“Dünyada 1960’lardan sonra ortaya çıkan
ikinci dalga feminist hareket, Türkiye’de
ancak 1980’lerden sonra görülmeye
başlanmıştır. İlk defa bu dönemde kadının,
kadın olmaktan kaynaklanan sorunları
olduğu, bunları aşabilmek için var olan
siyasi ideolojilerden ayrı, bağımsız bir
kadın hareketinin gerekliliği, toplumsal
cinsiyete ilişkin varoluş problemleri,
farklılıkların ve feminizmin toplumsal bir
proje olarak tartışılmaya başlandığı
görülmektedir. Özetle, “kişisel olan
politiktir” sloganıyla kadınlar yeni bir
hareketin başlangıcını oluşturmaya
başlamışlardır.”19 Bu noktada Arat’ın
1980 sonrası kadın hareketi ve
Kemalizm’in feminist eleştirisi önemli bir
örnek niteliği taşımaktadır.
90’lı yıllarda siyasetin kutuplaşmış
uçlarının tartışmalı olması durumu saklı
kalmak koşuluyla törpülenmiş(!) olması,
kadın hareketlerinde de kendini gösterdi.
80 döneminin militarist duruşundan
sıyrılan kadın hareketleri daha aktivist bir
duruşa doğru evrildiler. Ayrıca kadın
hareketleri üç büyük şehir sınırından taşıp
tüm Türkiye’de farkındalık kazanarak
örgütlenmiş ve kurumsal kimlikler
kazanmıştır. Üniversitelerde kadın
kürsülerinin kurulması, devlet
kurumlarında kadın komisyonlarının,
danışma kurullarının oluşturulması,
Medeni Kanun’daki iyileştirmeler,
dernek/vakıf/siyasi partilerde kadın
duyarlılığının nispeten arttırılması bu
teşkilatlanmaların çalışmalarının
sonuçlarından birkaçı olarak ele alınabilir.
“Temsil sorunu ve kadın-siyaset ilişkisi
düşünüldüğünde Ka-Der (Kadın Adayları
Destekleme ve Eğitme Derneği), bu
konuya dikkati çeken en önemli sivil
toplum kuruluşlarından birisi olmuştur.
Ka-Der’e göre (http://www.ka-der.org.tr
Erişim: Haziran 2010) toplumun yarısı
karar alma organlarından dışlanıyorsa, o
ülkedeki demokrasi erkek ve eksik bir
demokrasidir. Erkekler siyasi karar
organlarında kadınları temsil edemez,
çünkü sorunları, çıkarları ve öncelikleri
farklıdır. Kadınların eşit temsili, kadın
sorunlarına karşı kadın bakış açısını da
beraberinde getirmektedir. Bu durum hem
kadın sorunlarının çözümü için gereklidir
hem de doğru ve sağlıklı politikalar
üretebilmeyi sağlamaktadır. Bu sebeple
Ka-Der, misyonunu, kadınların seçimle ve
atamayla gelinen tüm karar verme
mekanizmalarında eşit temsilini sağlamak
olarak belirlemiştir. Bu misyon
doğrultusunda kadınların politikaya
katılımını engelleyen ekonomik, sosyal,
kültürel ve yasal engellerin ortadan
kaldırılması için lobi, savunu, kampanya,
örgütlenme, eğitim çalışmaları
yapmaktadır. Faaliyetler, politik yaşamda
yer alan tüm partili ve partisiz kadınları
kapsamakta, onların adaylığı teşvik
edilmektedir. Ayrıca, siyasi partilerde yer
alan kadınlarla kadın sorunları ve
GENCAY
14
politikaları konusunda iş ve güç birliğinin
geliştirilmeye çalışılıp onlarında kadın
hareketine eklemlenmeleri
amaçlanmaktadır.”20
SONUÇ:
"Yeryüzünde gördüğümüz her şey, kadının
eseridir."
Mustafa Kemal Atatürk
İnsan hakları ve demokrasi açısından
düşünüldüğünde kadın ve erkek
arasındaki biyolojik fark tarihten bu yana
hayatın her alanına yansıtılmış bu da
erkeğin doğasından kaynaklanan “güçlü”
oluşu, onun kendisini sosyal, hukuki ve
siyasal değerler bakımından kadından
üstün görmesine sebep olmuştur. Bu
eşitsizliğin en net görüldüğü alanlardan
birisi de siyaset sahnesi olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Günümüzde bu tür konularda yapılan
araştırmalar göstermektedir ki kadının
temsil edilememe ve siyasal haklarını
yeterince elde edememe sorunun
temelinde; toplumun ataerkil yapısındaki
kırılamayan tabular, siyasetin ‘erkek
işi/alanı’ olduğu algısı olduğu kadar;
kadının bu konudaki ilgisizlikleri ve
(kişisel) yetersizlikleri de etkenler
arasında yerini almaktadır.
Bir ülkenin siyasal sistemi, siyasi partileri
ve partilerin içyapıları demokratik ve
çağdaş toplumlarda çoğunluğu temsil
ediyor olmaları ve bir anlamda toplumun
elit yansıması olmaları hasebiyle büyük
önem taşımaktadır. Dolayısıyla kadının
toplumun yarısını teşkil ettiği varsayımı
üzerinden bakıldığında siyasi partilerin
kadın temsilcilerinin nitelik ve nicelikleri
de önemli başka bir gündem olarak ele
alınması gerektiği görülmektedir.
Türkiye’de ister sağ cenahtan ister sol
cenahtan olsun siyasi partiler için
kadınlar, ya hak arayışlarını teorik olarak
desteklediklerini belirten soyut ifadelerin
yer aldığı propaganda aracı olarak
görülmekte ya da partinin üst
kademelerine alınan yönetici kadınlar ile
“ağızlara birer parmak bal çalma” metodu
uygulanmıştır. Kadın kolları denilen olgu
ise seçim zamanlarında broşür
dağıtmanın, kermes düzenlemenin ve
mitinglerde ön saflarda yer tutmanın
ötesine geçememiştir ne yazık ki…
Bu anlamda siyasal katılımı sağlamak için
tabir-i caizse gaz alıcı teorik yaklaşımlarla
bu konuya sahte bir eğilim
göstermektense somut çözüm önerileri
sunmakta fayda vardır.
Bunlar;
i. Kadını mecliste ve siyasi partilerde
temsil etme konusunun kadının günlük
yaşamından ayrı düşünmemek gerektiği
gerçeğidir. Bu anlamda en büyük görev
yine kadınlara düşmektedir. Kadının
haklarının en canlı savunucusu yine
kadınlar olmalıdır. Bu arayış tam bir eşitlik
sağlanana ve bu eşitlik tarihin ilerleyişiyle
birlikte doğal bir eş-evrimleşme oluşana,
tabii ki yetiler ve yetkinlikler göz ardı
edilmeden, kadar devam etmelidir.
ii. Kadınların haklarını söz yerindeyse
“göze sokar gibi” değil yaşamın doğal
dengesine uygun hale getirerek yapmaları
gerekmektedir. Örneğin kadın
milletvekilleri mecliste sadece kadınların
hak arayışları, ezilmişlikleri vs. konularda
değil; kendi uzmanlıklarında (ekonomi,
GENCAY
15
uluslararası ilişkiler, sosyoloji, bilim,
kültür, sanat vb.) da çalışmalar
yürütmelidirler.
iii. Anayasa, siyasi partiler ve yerel
yönetimler yasalarında kadının siyasetteki
yerini arttırmak için ciddi çalışmalar
yapılmalıdır.
iv. Kadın dayanışması siyaset için de
önemli olduğu gerçeği göz ardı
edilmemekle birlikte eski-yeni
sentezlemesi yapılarak tecrübeler,
arkadan gelen yeni nesle bahsi geçen konu
üzerinden aktarılmalıdır. Bu noktada
Cumhuriyet’in temellerini sarsmamak
kaydıyla parti ayrımı yapmadan bir
dayanışma felsefesi oluşturulmalıdır.
Şeklinde bir özet sıralama yapılabilir.
Bütün bunlarla birlikte bazı kadın
derneklerinin bu konu üzerindeki
çalışmalarından elde ettikleri sonuçlara
göre yaptıkları yorumlar arasında, YSK’nın
kadınların seçilebilecekleri yerden aday
gösterilmelerini sağlayacak yasal
düzenlemeler yapması ve “kadına yönelik
pozitif ayrımcılık” mantığı ile cinsiyet
kotası getirilmesi gibi yaklaşımlar,
kadınların hak arayışlarını bizce sekteye
uğratacak türdendir. Kadının yetenekleri,
eğitim düzeyi, siyasal tecrübeleri göz
önüne alınmadan tepeden inme olarak
yapılacak bir düzenleme zaten sorunlu
olan parlemento düzenini olumsuz
manada bir kat daha etkileyebilir. Ayrıca
“kadına pozitif ayrıcalık” istemek, aslında
kadının erkek egemenliğini kabul etmesi
bakımından manidardır. Eşitlikçi değerler
üzerinden savunu yaparken fiili boyutla
eşitlik içermeyen bir yöntem önerisinde
bulunmak asırlardır verilen mücadelenin
genetiğine de hakaret etmek demektir ve
hiçbir kadın tarafından kabul
edilmemelidir.
KAYNAKÇA
1.Koray, M. (1998). Türkiye’nin siyasetinde ve
geleceğinde “kadın damgası” olabilir mi?. Der: Z.
Göğüş. Kadınlar Olmadan Asla. (s.209-221). İstanbul:
Sabah Kitapçılık.
2.Türk, P. (2010). Kadın ve Siyaset İlişkisi Üzerine
Sosyolojik Bir Araştırma: Bursa’da AKP ve CHP
Kadın Kolları, Yüksek Lisans Tezi, Anadolu
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eskişehir.
3.SOYKAN, T. Tankut. (1999). Osmanlı
İmparatorluğu’nda Gayrimüslimler, Ütopya Kitabevi,
İstanbul.
4.Konya Şer’iye Sicilleri 24 / 43-2 (Gurre-i
Muharrem 1089)
5.Tekeli, Ş. (1982). Kadınlar ve siyasal toplumsal
hayat. İstanbul: Birikim Yayınları.
6.Yaradılış destanları Altay Türkleri’ne ait
efsanelerdir. Bu destanlar Maniheizm, Budizm,
Lamaizm hatta Hristiyanlık gibi dinlerin tesirleri
altında kalmışlardır. Dünyanın ve insanın
yaratılışına dair efsaneleri içermektelerdir. (Daha
geniş bilgi için bkz. Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi I,
TTK, Ankara 1993, s. 419-493.)
7.ÇANDARLIOĞLU, G. (1966). “Türk Toplumunda
Kadın”, Hayat Tarih Mecmuası, sa. IV, Mayıs, s.21-28.
8.GÜNDÜZ, A. (2012).“Tarihî Süreç İçerisinde Türk
Toplumunda ve Devletlerinde Kadının Yeri ve
Önemi”, The Journal of Academic Social Science
Studies International Journal of Social
Science,Volume 5 Issue 5, s. 129-148.
9.SEVİNÇ, N. (1980). “Eski Türklerde Kadın ve Aile
Hukuku”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, sa. 8,
s. 17-74.
10.ÇANDARLIOĞLU, G. s.27.
11.Terken ünvanı kelimenin arap harfleriyle Türk
adının çoğul hali olan Türkân’a benzemesi dolayısı
ile İran kaynaklarında Türkân şeklini almıştır. Eski
Türkçe bir unvan olarak Türk kelimesine Farsça
GENCAY
16
çoğul eki (-ân) getirilerek “Türkler” anlamında bir
kelimenin türetilmesi mümkün görülmemektedir.
(Daha fazla bilgi için bkz. Osman Turan “Terken
Ünvanı”, Türk Hukuk Tarihi Dergisi, I, 1944; Gülay
Öğün Bezer, “Terken”, DİA, XL, s. 509.
12.Dîvân-ı Mezâlim: Ağır siyasî suçlara bakan
mahkemedir. (Bkz: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli, s.
354).
13.ÜÇOK, B. (2011). İslam Devletlerinde Türk
Naibeler ve Kadın Hükümdarlar, Bilge Kültür Sanat.
14.Üçok, s. 53, 77, 113; Çandarlıoğlu, s. 27.
15.SEVİM, A., MERÇİL, E. (1995). Selçuklu Devletleri
Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, TTK.
16.Kurnaz, Ş. (1996). II. Meşrutiyet Döneminde Türk
Kadını, M.E.B. Yayınları, İstanbul.
17.Tekeli, s. 203.
18.Çakır, S. (1995). Türkiye’de feminizmin dünü ve
bugünü. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,
cilt: 13. (s.750-756). İstanbul: İletişim Yayınları.
19.Timisi N. ve Gevrek, M. A. (2009). 1980’ler
Türkiyesi’nde feminist hareket: Ankara Çevresi, Der:
A. Bora ve A. Günal, 90’larda Türkiye’de feminizm,
(3. baskı). (s.13-39). İstanbul: İletişim Yayınları
20.Türk, s.47-48.
GENCAY
17
TÜRKİYE’DE FEMİNİZM MÜMKÜN (mü?) Veysel Gökberk MANGA
Batılılaşmanın değil, yanlış, kayıtsız
şartsız, ne olursa olsun Batılılaşmanın
Türkiye’ye yaptığı en ciddi kötülük, verdiği
en büyük zarar, insanımızı, kendisiyle ilgili
meseleleri düşünürken başka, yabancı bir
gözlük takmaya mecbur bırakmasıdır. Her
mesele ancak kökleriyle birlikte var
olabilir ve insan, kendi köklerini en iyi
kendisi bilir. Basit bir ifadeyle kendilik
bilinci demek olan tarih, normal şartlarda
her milletin öz usûllerini yaratmalı ve
insan toplulukları, varlıklarını
mânâlandırmak için yalnızca kendilerine
âit gözlerle atalarına, dedelerine
bakmalıdırlar. Türkçenin en büyük şâiri
Yunus, bu durumu daha çok önceden,
asırlar evvel, herhâlde hepinizin aklına
gelmiş olacağı gibi, veciz bir şekilde
anlatmış ve meseleyi kapatmış
görünmektedir:
“İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır?”
Gerçi Yunus’umuz, büyük şâirimiz
meseleyi kapatmasına kapatmıştır ama, bu
konar-göçer atanın yerleşik torunları,
yerleştikleri her devirde olduğu gibi,
evvelâ “kendilerine yabancılaşırlar” ve
içinden çıktıkları kalabalığa “diğerleri”nin
değer hükümleriyle nakışlanmış
kıyâfetleri giydirmekte tereddüt
göstermezler. Türk İnkılâbı, aslında “kendi
içine bakmak” gâyesini güderken, Mustafa
Kemal’in yapmak istediğini anlayamayan
veyâ bâzı ideolojik kaygılarla anlamak
istemeyen hoyrat kafalar, milletin maddî
ve mânevî değerlerini yeni fethettikleri
ülkeleri keşfe çıkan misyonerler misâli,
yabancı bir halkın folklor malzemesiymiş
gibi incelerler. Bunun için, mezkûr
değerlere uygun, Türklerin vücûduna tam
oturacak gömlekler biçmek yerine, daha
önceden hazırlanarak ellerine
tutuşturulmuş kılıfa sığdırmak için
minâreyi orasından burasından
parçalarlar. Bu arada, “fıtratları” îtibâriyle
cumhuriyete ve ideolojisine düşman bâzı
gruplar, bu hoyrat kalabalığın yaptıklarını
fırsat bilerek dinin, milletin ve vatanın
elden gittiği sanrılarıyla ortalığa
doluşurlar ve Doğu’nun paslanmış
gökleriyle Batı’nın kirlenmiş kulaklarını
dolduran rahatsız edici curcuna, böylece
başlamış olur. Koskoca Türk Cumhuriyeti,
müdâvimler ve muârızların etek
çekiştirmeleriyle, bir oraya bir buraya
salınarak çalkanır durur.
Son iki asırda Türk Entelijansiyası’nın
merâk hudutları dâhiline girmiş hiçbir
mevzu, bu keyfiyetten hâlî tutulamaz.
Deprem, bütün bir fikir hayatını, bir uçtan
bir uca sarsar. Bugün bizleri işimizden
gücümüzden ederek burada toplayan
kadın mevzuı da bahsedilen depremden
nasîbini alır.
Ta en başından, feminist hareketlerin
Türkiye’de zuhûr ettiği ilk ândan îtibâren
bütün bir Osmanlı ülkesinde bir kadın
sorununun olduğu, gökten inme bir
hakîkatmişçesine kabûl edilegelir. Meselâ,
Kadınlar Dünyâsı Dergisi’nde 30 Mart
GENCAY
18
1918 tarihinde çıkan bir yazıda şöyle
denir:
“Son zamanlarda Osmanlı kadınlığı can
sâhibi olduğunu, var olduğunu gösterdi.
Onun her ân iniltiler içinde kopup gelen
sadâsını işitiyoruz. ‘Biz varız, uyanıyoruz,
kalkacağız, kalkınız, yol gösteriniz’ diyor.
Bu hareketi kadınlığın bütün
tabakalarında müşâhede ediyoruz.
Düşünenler eski hayattan bıktı,
düşünemeyenler de bıktı. Artık başka bir
hayata girmek ihtiyâcı, hemen kadınlığın
her tarafında hissolundu. … Artık iman
ettik ki hayatımız iyi bir hayat değildir.
Artık kadınlık böyle yaşamayacaktır ve
yaşayamaz. Buna katiyen emin olunuz.”
Yukarıdaki satırların her zerresinde
“Avrupalı” bir “muharrire”nin hezeyânları
toplanmış gibidir. Meselâ, daha ilk olarak,
ayrıntılı bir düşünmeye ihtiyâç
bırakmadan zihnin ufuklarını dolduran şu
soru, bir Türk kadınının eline daktilo
tutuşturduktan sonra gizlenerek kıs kıs
gülen bir oryantalistin önündeki perdeyi
düşürecek ve onu, yakalanma korkusuyla
tedbirsizlik etmenin şaşkınlığı arasında
bocalatacak, boş boş bakmasına neden
olacaktır. Sâdece bir soru, “Kadınlığın
hangi tabakaları?” sorusu, yukarıdaki
yazının maskesini düşürmeye yeter. Ne
diyordu muharriremiz: “Bu hareketi
kadınlığın bütün tabakalarında müşâhede
ediyoruz.” Acabâ Türk toplumunda, biz
tarihçilerin bilmediğimiz farklı farklı,
tabaka tabaka kadın grupları mı vardır?
Kont eşleri, dük eşleri ve işçi eşleri, tarihin
bir yerlerinde birbirlerine düşman
kesilmişlerken, bu yazının yazıldığı
zamanlarda bir aydınlanma devresine mi
girmişlerdir; vs… Soruların cevâbı bizce
malumdur.
*****
Eski çağlara, yâni yazısız zamanlara dâir
bilgimizi destanlardan alırız. Destanlar
atalarımızın yaşayışını, insanın tabiatın bir
parçası olduğu yılları aksettirerek verir.
Bulgularımıza göre, tarihin en eski
toplumları ataerkil toplumlardır. Destan
çağlarının yazıya geçirilişi, anaerkil
zamanlarımızın çok sonralarına tesâdüf
etse de, onlarda yine de kadının egemen
olduğu devirlerin yankılarını bulmak
mümkündür. Meselâ, Oğuz Kağan, destana
göre yüzü gök, ağzı ateş, gözleri elâ, saçları
ve kaşları kara, perilerden güzel bir
bebektir. Ayakları öküz ayağı, beli kurt
beli, omuzları samur omzu, göğsü ayı
göğsüdür. Bugünkü tasavvurumuzla bu ilk
atamız, insandan çok, insanın doğada
karşılaşıp korktuğu, çekindiği ve gücüne
hayran olduğu bâzı hayvanların hâlitası bir
canavardır. Fakat bütün hayvanî
korkunçluğuna ve perileri kıskandıran
güzelliğine rağmen, annesinden süt
emmekten kendini alamaz. İnsan, bir
milletin atası, bir soyun ilk kaynağı dahi
olsa, anne sütüne muhtaçtır demek ki.
Fakat Oğuz Kağan, bu tırnak içindeki
âcizliğini, doğar doğmaz dillenerek ve ilk
sütten sonra çiğ et, çorba ve şarap
isteyerek örtmeye çalışır. Kim bilir, belki
de ilk atamız, daha anne sütü ağzına
değdiği vakit yüzünü ekşitmişti bile. Onun
bu hareketini, kendi kendini yapmaya
başlayan ataerkil toplumun, eski düzene
karşı çıkışı olarak görmek, bilmem doğru
olur mu?
Dede Korkut Kitabı’nda da buna benzer,
aynı mücâdeleyi çağrıştırabilecek bir
bölüm vardır. On ikinci boyda, yâni Dış
Oğuz’un İç Oğuz’a âsî olup Beyrek’in
öldüğü hikâyede, Oğuzların başındaki
GENCAY
19
hükümdâr olan Salur Kazan’ın dayısı At
Ağızlı Aruz, bu isyânı hazırlayan kişidir.
Çünkü geleneğin hilâfına olarak, Salur
Kazan her zaman yaptığını yapmamış,
evini yağmalatmaya Dış Oğuz’u
çağırmamıştır. Aruz, Salur Kazan’a baş
kaldırır ve durumu beylerine bildirir.
Beylerin Aruz’un fikrini makul bulurlar.
Bir İç Oğuz Beyi’nin oğlu olan Beyrek, Dış
Oğuz’dan Bay Biçen Bey’in kızını almıştır.
“Bizden kız almıştır” diye Beyrek’i
yanlarına çağırırlar. “Yeme içme arasında
Mushaf getirip” onun da Kazan’a âsî
olmasını isterler. Ancak Beyrek, “Ben
Kazan’dan dönmezem,” der, ayak diretir.
Bunun üzerine Aruz, Beyrek’i kılıçlayarak
öldürür. Beyrek’in öldüğü haberi Salur
Kazan’a varınca, Kazan ordularını toplar,
Dış Oğuz’un üzerine varır. Savaşılır. Han,
kendi dayısını, Beyrek’in intikâmını almak
için, elleriyle öldürmese de kardeşine
öldürtür. Böylece hikâyede bir “dayı
kaatili” motifi teşekkül eder. Bunu da
ataerkilliğin anaerkillikten intikâmı olarak
görmek mümkündür.
Fakat bütün bunlara bakılarak, genelde
Türk, özelde Oğuz toplumunun kafa
yapısının ve hayat tarzının anaerkillik
karşıtlığı üzerinde yükseldiğini düşünmek
yanlış olur. Bu, dünyânın bütün
toplumlarının ortak özelliğidir. Yapı evvelâ
anaerkil kurulur, sonra bir karşı hareket
başlar ve nihâyet eşitlik fikrine ulaşılır.
Türklerin bu fikre ulaşmaları
başkalarınınki kadar zor ve uzun
olmamıştır. Hattâ toplumun sınıf sınıf
ayrılması da Türk toplumunda vuku
bulmadığından, anaerkillik-ataerkillik
ayrımının ancak ikinci plânda, unsurlarını
ve silâhlarını o kadar da su üstüne
çıkarmadan, bir çekişme düzeyinde
yaşandığını tahmîn edebiliriz.
Türkçenin en eski iyi inşâ edilmiş metnine,
Orhun Âbideleri’ne bakarak Türk
toplumunda kadının yerine dâir bir fikir
sâhibi olabiliriz. Her ne kadar burada,
yapılan savaşlarda, açılan seferlerde
kadınların olup olmadığına dâir bir
ibâreye rastlamak mümkün değilse de,
metindeki bir cümle bize kadının rolü
hakkında fikir verebilmektedir: Tanrı,
Türk Milleti yitip gitmesin, dünyâyı kendi
nizâmına soksun ve kendi istediği gibi
yönetsin diye, Türklerin içinden bir kağan
ve katunu yükselterek başa koymuş, lider
yapmıştır. Burada, yalnız kağandan değil,
katundan da bahsediliyor olması, eski
toplumlardaki en büyük hak olan yönetim
hakkının sâdece erkeklere münhasır
olmadığını gösterir.
Dede Korkut’ta kadın, toplum hayatının
ayrılmaz bir parçası olarak karşımıza
çıkar. Zaman bakımından daha yeni
olmasına, büyük ihtimâlle Osmanlı
zamanında metnin başına bir hitam çizgisi
olarak eklenmesine rağmen, daha
Mukaddime’de, kadınlarla ilgili bereketli
ve aydınlatıcı ayrıntı vardır. “Kız anadan
görmeyince öğüt almaz.” yâhut “Oğul
kimden olduğunu ana bilir.” gibi kadını
yalnızca zikreden birkaç cümleden ziyâde,
daha büyük bir öneme sâhip olan yer,
Mukaddime’nin son, kadınların nasıl
olması ve olmaması gerektiğini anlatan
bölümüdür. Önemine binâen, o kısımdan
birkaç alıntı yapmak mecburiyeti doğar:
“Dede Korkut dilinden ozan Aydur: Karılar
dört dürlüdür. Birisi solduran sopdur.
Birisi tolduran topdur. Birisi ivün
GENCAY
20
tayağıdur. Birisi niçe söyler isen
bayağıdır.”
Dede, bundan sonra, bahsettiği dört tür
kadını açıklamaya başlar: “Ozan ivün
tayağı oldur ki yazıdan yabandan ive bir
konuk gelse, er adam ivde olmasa, ol anı
yidürür içürür ağırlar azizler gönderür. Ol
Ayişe Fatıma soyudur hanım. Anun
bebekleri yetsün. Ocağına bunçılayun
avrat gelsün.” Bu kadın, Dede Korkut’a
göre makbul olan kadındır. Diğer üç kadın
da açıklanır ve Mukaddime böylece
sonlanır.
Görüldüğü gibi, Türk kadınının çarşafa
bürünüp misâfirden köşe bucak kaçanı
değil, onu kocası yokken dahi en iyi şekilde
ağırlayanı, hayatı en iyi devâm ettireni,
yâni kısaca, halk arasına en çok karışanı,
hayır, böyle söylemek Dede Korkut’u
yaratan topluma hakâret etmek olur,
halkın mayasına en çok ve en faydalı
karışanı makbuldür. Yine destana göre,
Salur Kazan kırk yiğidiyle meydana
çıkarken, karısı Boyu Uzun Burla Hatun,
kırk ince belli kızına çadırlar diktirmekten
de geri kalmaz. Kara Donlu Selcen Hatun,
Kanturalı ile berâber düşmanlara ok çeker,
kılıç salar. Salur Kazan, evi yağmalanıp
anası ve karısı esir düştüğünde, Karaca
Çoban’a “anamı kâfirden dileyeyim, at
ayağı altında kalmasın” diyerek, kadına
saygısını da göstermiş olur. Türk sosyal
hayatında, kadınla erkek arasında yaşayış
îtibâriyle bir fark olmadığı böylece
anlaşılır. Arap toplumunun ve böylece
taassubunun da temsîlcisi sayabileceğimiz
İbn Fazlan, Türk kadınlarının yabancıların
yanında peçe kullanmamasına şaşırır,
onların erkeklerden avret yerlerini dahi
saklamadıklarını söyler. Bu, şimdilerde de
Anadolu’nun köylerinde aynı şekilde
devâm eden yaşayış, İbn Fazlan’ı herhâlde
hayret denizlerine gark etmiş olmalıdır.
Bugün Dede Korkut’a Mukaddime’yi
ekleyen, aslında onu, tam da kendisine
lâyık bir takrîzle süsleyen yazarın adını
bilmiyoruz. Bildiğimiz şudur ki, bu yazar,
bir Osmanlı’ydı. Kendisini, “âhir zamanda
hanlık girü Kayı’ya değe, kimesne
ellerinden almaya, âhir zaman olup
kıyamet kopanaca. Bu didügi Osman
neslidür, işde sürülüp gideyorır.” diyerek
ele verir. Şöyle bir akıl yürütme yapmak
mümkün görünüyor: Alışkanlık üzere,
Osmanlı’nın, gücünün doruğunda olduğu
söylendiği 16. asırda, yazarımız Dede
Korkut’u ele geçirdikten ve okuduktan
sonra, belki onlarca, yüzlerce kez
annesinden, ninesinden nüvesini, ana sütü
emer gibi emerek dinlediği bu hikâyeleri
en güzel şekilde metbuına sunmak için
sabırsızlanmış, çoğu kez uykusuz kalmış
olmalıdır. Daha da sonra, Mukaddime’yi
yazarken, hikâyelerdeki kadın motiflerine
dokunmadan, onları tahrîp etmeden
nakletmesi, Osmanlı yaşayışının hâlâ
destan çağlarındaki gibi olduğunu bize, ta
o zamanlardan anlatır. Eğer Osmanlı,
Batılıların veyâ bugün Osmanlı’yı katıksız
bir şeriat devleti sananların kafasındaki
Osmanlı olsaydı, yazarımızın hiç olmazsa
Beyrek-Banı Çiçek münâsebetinde bâzı
kısımlara sansür koyması beklenirdi. Ama
o, her şeyi böyle aksettirmeyi tercîh
ettiğine göre, en azından klasik Osmanlı’da
kadın-erkek ayrımının zayıflık-güçlülük ve
sınıf bağlamında teşekkül etmediğini ve
kimsenin kafasını kurcalamadığını
varsayabiliriz.
Bu hâlin en büyük delîli, Osmanlı’da
kadınların yalnız ev kadını, âile hayatını
düzenleyen unsur olarak değil, tekke
GENCAY
21
şeyhi, vakıf bânisi ve yöneticisi vs. olarak
da görünmeleridir. Gerçekten de yapılan
araştırmalar, kadınların önemli görevler
alabildiklerini ve sanıldığı gibi evlerine
hapsolmadıklarını gösterir.
Bütün bunlara rağmen, bâzı ideolojilere
sırtını dayayan maksatlı yazarların ve
saflık ve safdillikle Avrupalıların
söylediklerine inananların nerede
yanıldıkları da açıktır. Osmanlı’da
Eşârîliğin hâkim hâle gelişine kadar, yâni
Yavuz Sultan Selim’in Mısır Memlûk Türk
Sultanlığı’nı yıkarak bölgeyi
fethetmesinden önce, kırda veyâ şehirdeki
kadın tasavvurunun bugünkü vaziyete
geldiğini düşünmek için hiçbir sebep
yoktur. Eşârî imamlarının ve dünyâ
görüşünün evvelâ başkentte, daha sonra
ise bâzı büyük şehirlerde hâkim olması,
belki yönetici çevrelerde kadına bakışı
değiştirmiş olabilir. Ancak kırdaki, köydeki
kadının, aynı destandaki gibi, toplum
hayatını yapan iki eşit unsurdan biri
olduğu gerçeğini değiştiremez. Paşa
saraylarında halayık, câriye, hizmetçi
olanların yakın akrabâlarının Türkmen
çadırlarında paşalık sürdüğünü tahayyül
etmek hakkımız vardır. Bu şartlar altında
Türk kadınlarının evde, uyandırılmayı
bekleyen köleler olarak yaşadığını
sanmak, en basit ifâdeyle onulmaz bir
hatânın çamurlu bahçelerine süslü püslü
kıyâfetlerle dalmaktır; bu, saraylarda
mahpus halayık hastalığıdır.
Entelektüel çevrelerde kadının durumu da,
Osmanlı’nın son devirlerinde, sanıldığı
kadar kötü değildir. İlk basın faaliyetleri
başladıktan biraz sonra, bâzı gazeteler
kadın sayfaları ve ekleri yapmış ve nihâyet
yalnızca kadınların yazdığı gazetelerin
çıkması da çok vakit almamıştır. Aynı
zamanda Avrupa’da kadının yazmasına ise
kötü gözle bakılmaktadır. Bunlarla ilgili
misâller vardır; fakat bu yazının hudutları
dışında kalırlar.
Feminist çevrelerin erkek düşmanlığı, aklı
başında her erkek tiksinti yaratıyor ve
bâzılarımızı, kadın düşmanı hâline
getiriyor. Ancak bir akıl hastalığının, fakat
fazlaca ilerlemiş bir akıl hastalığının
belirtisi olabilecek feminizmin, kadınların
Avrupa’da olduğu gibi Türk toplumunda
ikinci bir sınıftan ibâret olmadıkları artık
anlaşıldığına göre, Türkiye’de kaçacak bir
sıçan deliği olmasa gerektir. Bu hastalığa
düşen bâzı akl-ı evvellerin en yakın
hastanenin en sıradan deli doktoruna
görünmelerini salık veririz; zîrâ bu kadar
basit bir hastalığı tıp mekteplerinin birinci
sınıf talebeleri bile kolayca tedâvi
edebilirler.
GENCAY
22
OSMANLI’DA İLK KADIN ÜNİVERSİTESİ:
İNAS DARÜLFÜNUNU
Evren KAMALI
ÖZET
Bu çalışmada Osmanlı Devletinin modernite
ve çağdaşlaşma kademelerini geçişi
sırasında kadının sosyal hayattaki önemini
ve kadının eğitim seviyesindeki yükselişinde
yeni bir seviye getiren İnas Darülfünununun
kuruluş serüveni, işleyişi, akademik ve idari
anlamda yönetimi anlatılmıştır. Ayrıca
günümüzde de hala etkin olan karma
eğitime giden serüvenin yükseköğretim
kademesinde nasıl gerçekleştiği hakkında
bilgilendirme yapılmıştır.
ANAHTAR KELİME
Kadın, Eğitim, Darülfünun, Karma eğitim
*Atatürk Üniversitesi, Kazımkarabekir
Eğitim Fakültesi, Tarih Öğretmenliği
Bölümü öğrencisi
GİRİŞ
Dünyada üniversite eğitimi M.S 10. Yüzyıla
kadar uzatılabilecek mazisi olmasına
karşın 19. Yüzyıla kadar bu yükseköğretim
kurumlarında yalnızca erkekler eğitim
görebilmekteydi. Kadınlar bu döneme
kadar temel eğitim alma şansları bulsalar
bile bu durum daha ileriye geçememiştir.
19. Yüzyılda kadınlar ilk olarak
üniversitelere alınmaya başlanmıştır.
A.B.D ‘de 1847 yılında Elizabeth Blacwell
tıp fakültesinden mezun olmuştur. 1861
yılında da ilk olarak Fransız bir kadına
üniversite diploması verilmiştir. Bu
dönemlerde İngiltere’de Londra, Oxford,
Cambridge üniversiteleri de bünyesinde
bayan öğrenciler kabul etmeye başlasalar
da diploma hakları 1.Dünya savaşının
sonunda verilmiştir. Rusya’da kadınlar
1876 yılında üniversitelere alınmaya
başlansa ’da bu durum 1885’de
durdurulmuş ve 1905 yılına kadar devam
etmiştir. Ancak 1905 Rus-Japon savaşı
sonrasında ülkedeki kadınlar erkeklerin
yerlerini almaya başlamışlardır. Belirli bir
süre sonrasında Rusya’da eğitim
çalışanlarının %71’i, sağlık çalışanlarının
%81’i, mühendislerin %33’ünü kadınlar
oluşturmuştur. (1) Bu durum her yerde
hoşgörüyle karşılanmamış birçok yerden
tepki görmüş ve kadınların yüksek eğitim
görmeleri engellenmek istenmiştir. Örnek
olarak Edinburg üniversitesinde 1869
yılında ilk kadın öğrenciler protesto
edilmiştir. Fransa’da baroya ilk müracaat
eden kadının portresi yakılmış ve
İspanya’da ilk kadın öğrenciler
taşlanmıştır. (2) Osmanlı Devletinde ise
Darülfünun adıyla anılan bir
yükseköğretim kurumu mevcut olsa da
burada kızlar eğitim görememişlerdir.
Osmanlı Devletinde kızlar için Tanzimat
sonrasında modern anlamda temel
düzeyde eğitim kurumları açılmıştır.
Ayrıca bu eğitim kurumlarına öğretmen
yetiştirme amacıyla 1870 yılında
Darülmuallimat açılmıştır. Ancak bu okul
yüksekokul statüsünde bulunmaktadır.
Kızların ilk olarak üniversiteye girişi 1914
yılında İnas Darülfünununun kurulması ile
mümkün olacaktır.
GENCAY
23
İNAS DARULFÜNUNUNUN KURULUŞUNA
DOĞRU
İttihat ve Terakki kuruluşundan itibaren
eğitimin önemine dikkat çekmiştir. İlk
nizamnamesinde de genel eğitimin
ilerlemesinin amaçları olarak
göstermişlerdir. İttihat ve Terakki
cemiyeti 1911’de yaptığı 4.Kongresinde
kabul edilen programın 19. Maddesinde
ise kızların eğitiminin desteklenmesi
gerektiği belirtilmiştir. (3) İlk ve orta
seviye eğitimi bitiren kızların daha üst bir
eğitim kurumuna kabul edileme
isteklerinde bulunmaları. İttihat ve
Terakki Cemiyetinin ortaya koymuş
olduğu amaçlar üzerinde hareket etmeleri
ve dönemin maarif nazırı Şükrü Bey’in
çabaları sonucunda 25 Kanun-i Sani 1329
(7 Şubat 1914) Cumartesi günü Serbest
Konferanslar yapılmaya başlanmıştır. Bu
konferanslar Darülfünun konferans
salonunda yapılmaya başlanmıştır. Serbest
konferanslar haftada 4 gün olarak
yapılmıştır. Bu günler pazartesi, çarşamba,
perşembe, cumartesi günlerinde öğleden
sonra saat ikide başlayarak dördü çeyrek
geçeye kadar sürmektedir. Günde iki ders
olarak planlanan konferanslar planlı ve
programlı bir biçimde yapılmaktaydı.
Serbest Konferanslarda; Tarih, El İşleri,
Kadın Sağlığı ve İlk Yardım ( Hfzıssıhha-i
Umumiye ve Niyasiye ve İlk Tababet),
İktisat ve Ev İdaresi ( İdare-i Beytiye ve
İktisad) , Astronomi ( İlm-i Heyet) ,
Malumat-ı Fenniye, Kadın Hukuku(
Hukuk-ı Nisvan) , Pedagoji( Fenn-i
Terbiye) konularında konferanslar
verilmektedir. Haftalık ders programı ise : (4)
Konferans verecek kişiler seçilirken
alanının uzmanı olmasına dikkat
edilmiştir. Konferans veren kişilerinde
büyük çoğunluğu Darülfünunda ya da
Darülmuallimatta öğretmenlerdir. Bir yıla
yakın süren bu konferanslarda devamlılık
zorunlu tutulmamıştır. Ancak buna
rağmen katılım oranı hep üst seviyede
olmuştur. Bu konferanslar sonunda
katılımcılara konferans verilen konularla
ilgili değerlendirme sınavları yapılmıştır.
Konferanslara katılım gösteren bayanlar
bu sınavları başarılı bir şekilde
geçmişlerdir. Bu konferanslar ilk olarak
kamuoyunda kızların Darülfünuna alımları
için bir hazırlık süreci olarak anlam
kazansa da aslında bu konferanslar bir
kurs niteliği taşımaktadır.
Maarif Nazırı Şükrü Bey bu konferanslar
sonunda kızlarında yükseköğretim
görmelerinin gerekliliğini kavrayacaktır.
1330( 1914) yılında Maarif nezareti Bütçe
görüşmeleri sırasında Maarif Nazırı Şükrü
Bey söz alarak yaptığı konuşmada; “ İnasın
tahsil ve terbiyesine ehemmiyet veriyoruz.
Şimdi Darulmuallimat, yalnız Mekatib-i
İptidaiye değil, Mekatib-i İdadiye ve
Sultaniye de muallime yetiştirecektir.
Hatta İnas kısmında da bir Darülfünun
açmak niyetindeyiz. Binaenaleyh bunların
icap ettirdiği masrafın altı aylığı 120 bin
kuruşa baliğ oluyor. İnasın tahsili için bu
para istiksar olunmaz, kabul edilmesini
talep ederim. Memleketin maarifine bu
suretle de hizmet edilmiş olunacaktır.”
GENCAY
24
Diyerek bizzat Maarif nazırı İnas
Darülfünununun kurulacağını belirtmiştir.
İNAS DARULFÜNUNUNUN KURULMASI
İnas Darülfünunu resmi olarak 12 eylül
1914 tarihinde bu günkü İstanbul
Üniversitesinin Fen-Edebiyat Fakültesinin
bulunmuş olduğu Zeynep Hanım
Konağında açılmıştır. İnas Darülfünunu
Riyaziyat, Tabiiyat ve Edebiyat şubeleri
oluşturulmuştur. İnas Darülfünununda
alınacak eğitim süresi 3 sene olarak
belirtilmiştir. İnas darülfünununa alınacak
öğrenciler sınavlardan geçirilerek ve bazı
şartlara göre alınmıştır. Maarif-i Umumiye
Nezaretinin Tasvir-i Efkâr gazetesinde
yayınlamış olduğu ilanda şartlar
belirtilmektedir. İlana göre başvuracak
öğrencilerin 16-25 yaşları arasında
olmaları; Darulmuallimat, İnas İdadisi
veya Sultanisi mezunlarının giriş
sınavlarına girmeden şahadetnamelerini
getirdikleri takdirde okula kabul
edilecekleri belirtilir. Ancak bu okullara
gitmeyenler ise bazı derslerden sınavlara
tabi tutularak alınacakları açıklanmıştır.
Sonuç olarak ilk İnas Darülfünun
öğrencileri 11 Teşrin-i Evvel (24 Ekim
1914) günü ders başı yapmışlardır. İnas
Darülfünuna 22 öğrenci girmeye hak
kazanmıştır. Bu öğrencilerden 8’i Edebiyat
şubesine, 4’ü Riyaziyat şubesine girerken
geriye kalan 10 öğrenci ise Tabiiyyat
şubesine girmiştir. İnas Darülfünunu
hakkında maarif nazırlığı yapmış olduğu
yazışmalarda muhatap olarak Darülfünun
Müdüriyetiyle yapmaktadır. Ancak İnas
Darülfünunu mali açıdan Darülmuallimat
bağlanmıştır. 1330 senesi Muvazene-i
Umumiye kanununun 6. Cüzü Maarif-i
Umumiye Nezaretinin 11 faslının 2.
Maddesinde yer alan Leyli Darulmuallimat
Maaşatı tahsisatı 464.300 kuruştur. Bu
tahsisatın 120.000 kuruşunun 1330 yılının
son altı ayı için İnas Darülfünunu Maaşatı
olarak ayrılmıştır. Böylece genel
Darulmuallimat Maaşatı ödeneğinin %41’i
İnas Darülfünununa ayrılmıştır. (5) İnas
Darülfünuna ayrılan bu oran daha sonraki
senelerde daha da artış gösterecektir.
İNAS DARÜLFÜNUNUNUN İDARİ VE
AKADEMİK YAPILANMASI
İnas Darülfünunu kuruluşundan itibaren
1917 yılına kadar çeşitli
görevlendirmelerle yönetimi sağlansa da
bu görevlendirmeler sağlıklı bir durum
ortaya çıkartamamıştır. İnas Darülfünunu
Cağaloğlu’ndaki binasına taşındıktan
sonra Maarif Nazırlığı tarafından Ali
Nazimi Bey İnas Darülfünununa müdür
olarak atanmıştır. Ali Nazima Bey 1 Nisan
1919 tarihine kadar görevini devam
ettirmiştir. Ancak 1 Nisan 1919 günü çıkan
kararname ile birlikte İnas Darülfünunu ile
Darülfünunun birleştirilmesi kararı
alınarak Ali Nazima Bey ve İnas
Darülfünunundaki muallimlerin
görevlerine son verilmiştir. İnas
Darülfünununun idari kadrosu birer adet
müdür, müdür muavinesi, dâhiliye
memuresi, kâtibe kadroları bulunuyordu.
Akademik olarak ise ilk dönemlerde
Darülfünun hocalarından bazıları
tarafından dersler verilmekteydi. Ücretleri
ise mevcut maaşları üzerine ek olarak
Darulmuallimat’ tan almaktaydılar. Ancak
her iki tarafa da ders vermek hocalar
tarafından tenkit edilmekteydi. Her sene
İnas Darülfünununda akademik
kadrolarda değişiklikler meydana
gelmekteydi. Ancak bir hususa açıklık
getirmek gerekirse İnas Darülfünununda
GENCAY
25
ders veren öğretim üyelerinin döneminin
etkili isimleri olmaları verilen eğitim
kalitesinin üstünlüğünü göstermektedir.
1914 yılında eğitim vermeye başlayan İnas
darülfünunu ilk mezunlarını 1917 yılında
verdiği dikkate alınırsa aynı yılda vermiş
oldukları mezunlar arasından İnas
Darülfünununa öğretim üyesi almış
oldukları da görülmektedir. 1 Nisan 1919
yılında çıkan nizamname ile kapatılan İnas
Darülfünununda görev alan öğretim
üyeleri:
1 Nisan 1919 tarihinde kapatılan İnas
Darülfünunu öğrencilerine Darülfünun
Fen Edebiyat Fakülteleri müderrisleri
tarafından dersler verilmiştir. Böylece
öğretim üyeleri maaşlarından
Darülmualimattan aldıkları ekler kesilerek
Darülfünundan maaşlarını almaya devam
etmişlerdir. (6)
İNAS DARÜLFÜNUN TALİMATNAMESİ
Bu talimatname İnas Darülfünunundaki
idare ve disiplin hakkında düzenlemeler
ve sınırlamaları belirlemek amacıyla
ortaya çıkarılmıştır. Bu talimatname 33
madde 6 bölümden meydana gelmektedir.
Birinci Bölüm: 1. ve 2. maddelerden
oluşmaktadır. İlk bölümde muallim
meclisleri ve bu meclislerin görevleri
hakkında açıklamalarda bulunulmaktadır.
İkinci Bölüm: 3. ve 9. maddeler arasından
oluşmaktadır. İdare hayatinin ve öğretim
görevlilerinin görevleri belirtilmekte ve bu
konuda açıklamalar getirilmektedir.
Üçüncü Bölüm: 10. ve 11. maddeleri
kapsamaktadır. Bu bölümde öğrencilerin
görevleri anlatılmaktadır.
Dördüncü Bölüm: 12. ile 19. maddeler
arasını kapsamaktadır. Bu bölüm inzibah
başlığı altında alınmıştır. Bu bölümde
okulun disiplin kuralları ve bunlara ilişkin
cezalar belirtilmiştir. Talimatnamenin
önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Bu
bölüme göre İnas Darülfünununun beş
çeşit disiplin suçu bulunmaktadır. (7)
1) Tembih: Bu ceza derse devamsızlık
yapma ya da ders başarısının düşmesi
durumunda müdür yada müdür
yardımcıları tarafından sözlü uyarı
şeklinde verilmektedir.
2)Tescil: Tembih cezalarının
tekrarlanması durumunda öğrencinin
künyesine kabahati işlenmektedir.
3)Tekdir: Okuldan kaçma, okul
çalışanlarına kötü davranma gibi
nedenlerden verilen cezadır. Bu ceza ise
öğrencinin yaptığı suçun siciline
işlenmesiyle yapılmaktadır.
4) Muvakkaten İhraç: Öğrencinin tekdir
aldığı cezanın tekrarı, okul personeline
kötü davranış, sürekli okuldan kaçma,
darülfünun yönetmeliklerine karşı gelme
gibi durumlarda verilen cezadır. Bu ce
öğrencinin bir haftayı geçmeyecek şekilde
okulda uzaklaştırılması şeklinde
gerçekleşir.
GENCAY
26
5)Kat’iyyen İhraç: İki sene artarda sınıfta
kalma, Muvakkaten ihraç cezasını
yineleme, ahlaka aykırı davranışlarda
bulunma gibi nedenlerden dolayı
verilmektedir. Bu cezada öğrenci işlemiş
olduğu suçun ve cezasının yazılı olduğu bir
belge verilerek okulda atılmaktadır.
Beşinci Bölüm: 19. ve 20. maddeleri
kapsamaktadır. Bu bölümde İnas
Darülfünununa kayıt ve kabul şartları
belirtilmektedir.
Altıncı Bölüm: 21. ve 33. maddeler
dâhilindeki bölümdür. İnas
Darülfünunundaki sınav yönetmeliği, not
sistemi ve mezuniyet şartları
açıklanmaktadır. Derslerin sınavları sene
sonunda yapılmaktadır. Dersten başarılı
olamayanlar sonraki dönemin başında
kurtarma sınavlarına girme hakları
bulunmaktadır. Sınavlar sözlü olarak
yapılmaktadır. Sınavlarda o dersin
öğretmeni hazır olmak zorundadır. Notlar
ise 1 ile 10 arasında verilmektedir. 10 ve 9
(Aliyy-ül a’la), 8 (a’la), 7(karib-i a’la), 6 ve
5( vasat), 4-3-2-1 (zayıf) olarak
nitelendirilir. Sınavlardan 5’in aşağısında
alan kurtarma sınavlarına girmek
zorundadır. Kurtarma sınavlarından da
5’in altında not alırsa öğrenci bu sefer
sınıfta kalmaktadır. Diploma ortalaması
6’nın aşağısında olanlara diploma
verilmemektedir.
İNAS DARÜLFÜNUNUNUNU MÜFREDATI
1) Edebiyat Şubesi:
1.SINIF: Edebiyat-ı Türkiye, Kitabet-i
resmiye ve hususiye, Tarih-i Osmani,
Tarih-i Umumi, Coğrafya ve etnografya,
Felsefe, İlm-i terbiye
2.SINIF: Tarih-i edebiyat, Tarih-i sanayi,
İlm-i ictimaiye(sosyoloji), İlm-i iktisat
3.SINIF: Kavanin-i cariye, Tarih-i edebiyat,
Tarih-i sanayi, İlm-i iktisat
2) Riyaziyat Şubesi:
1.SINIF: Felsefe, İlm-i terbiye, Müsellesat
(Trigonometri), Müsellesat-ı müsteviye
(düzlem trigonometrisi), Hesab-ı ali, Cebir,
Fizik, Hendese-i aliye
2.SINIF: Felsefe, İlm-i terbiye, Müsellesat,
Müsellesat-ı müsteviye, Fizik, Cebr-i ali,
Heyet-i riyaziye, Hendese-i tahliliye
(geometri)
3.SINIF: Hesab-ı ali, Cebir, Hendese-i
tahliliye, Felsefe, Heyet-i riyaziye, Fizik,
Kavanin-i cariye
3) Tabiiyat Şubesi:
1.SINIF: Tatbikat-ı kimya, İlm-i
nebatit(botanik), Kimya, Fizik,
Hıfzıssıhha(sağlık koruma), İlm-i terbiye,
Müsellesat, Kimya-ı tahlili
2.SINIF: Fizik, İlm-i nebatit, İlm-i
teşrih(anatomi), Tabakatülarz(yeryüzü),
Felsefe, Hıfzıssıhha, Kimya-ı tahlili,
Müsellesat, İlm-i hayvanat, İlm-i terbiye,
Tatbikat-ı kimya
3.SINIF: Kimya, İlm-i Teşrih, Kimya-ı sınai,
Tatbikat-ı kimya, Felsefe, Hıfzıssıhha,
Tabakatülarz, İlm-i hayvanat, İlm-i
nebatat, Kavanin-i cariye (8)
Bu müfredatın haricinde her bölümde
yabancı dil dersleri verilmesi gerektiği
düşünülmüştür. Ancak bu düşünce
müfredatta uygulamaya geçememiştir.
Ayrıca Maarif nazırlığı ’da İnas
darülfünununda ticarete atılmak isteyen
GENCAY
27
hanımlar için dersler açmıştır. Kurs niteliği
taşıyan bu dersler bir sene eğitim sonunda
bitmektedir. Bu kurslarda ticaret dışında
Daktilografi, Usul-ı Defter, Hesap, Türkçe
ve Fransızca dersleri almışlardır.
İNAS DARÜLFÜNUNUNDA ÖĞRENCİLER
İnas Darülfünunu ilk açıldığı sene 22
öğrenci kayıt yaptırmıştır. Bu
öğrencilerden 8’i edebiyat şubesine, 4’
riyaziyat şubesine, 10’u ise tabiiyyat
şubesine girmişlerdir. 1915 yılında ise
kayıt yaptıran öğrenci sayısı 21 kişidir. Bu
öğrencilerin 7’si edebiyat, 4’ü riyaziyat,
10’u ise tabiiyyat şubelerine gitmiştir.
1916 yılında 30 öğrenci alınmıştır.
Öğrencilerin 13’edebiyat, 5’i riyaziyat,
12’si tabiiyyat şubelerine gitmiştir. 1917
yılında 47 öğrenci alınmıştır. Öğrencilerin
15’i edebiyat, 10’u riyaziyat, 22’si tabiiyyat
şubelerine gitmişlerdir. Son olarak 1919
yılında ise toplam 9 öğrenci alınmıştır. Bu
öğrencilerin 3’ü edebiyat, 6’sı ise tabiiyyat
şubelerine girmişlerdir. 1914 yılından
1919 yılına kadar artış gösteren öğrenci
sayısı 1919 yılında gerek savaş sonrası
sosyal hayatta meydana gelen sorunlardan
kaynaklı olarak gerekse İnas
Darülfünununa sağlanan imkânların
kısıtlanmasından ötürü öğrenci
sayılarında azalma meydana gelmiştir.
İnas Darülfünunu ilk mezunlarını 1917
yılında vermiştir. İnas Darülfünunu ilk
olarak 20 öğrenci mezun vermiştir. Mezun
olan kişilerin büyük çoğunluğu mezuniyet
sonrasında hemen imparatorluğun çeşitli
yerlerine öğretmen ya da müdüre olarak
atamaları yapılmıştır. Mesela o sene
edebiyat şubesini birinci olarak bitiren
Lamia Hanım Adana Darülmuallimatı
Müdireliğine ve tarih öğretmenliğine tayin
edilmiştir. Riyaziyat şubesi birincisi olan
Sabiha Hanım Bursa Darülmuallimatı
Müdür muavinliğine ve riyaziye
öğretmenliğine tayin edilmiştir. Son olarak
Tabiyyet şubesini birincilikle bitiren
Hamdiye Hanım ise İzmir Darülmuallimatı
müdireliğine ve Tabiiyyet öğretmenliğine
atanmıştır. Ayrıca 1917 yılında mezun
olan İnas Darülfünunu öğrencileri 1918
yılında “İnas Darülfünunu Mezuneleri
Cemiyeti” adıyla bir cemiyet kurmak
istemişlerse de bu konuda başarı
gösterememişlerdir. Bu konu hakkında
Türk Kadını dergisinin yazıları haricinde
başak bir yerde söz edilmemektedir.
Öğrencilerden yatılı olarak kalan
öğrenciler Darulmuallimat öğrenci
yatakhanesinde barınmaktaydılar. Bu
durum bir ara kısa süreliğine değişikliğe
uğrasa da genellikle öğrenciler
Darulmuallimat öğrenci yatakhanesinde
kalmışlardır. Öğrencilerin okul
derecelerinin belirlenmesinde okulda
yaptıkları devamsızlık süreleri de
hesaplanmaktadır. (9) İnas Darülfünununa
kayıtlı olan öğrencilerin yanında birde
dinleyici sıfatıyla derslere katılmak isteyen
bayanlarda bulunmaktaydı. İnas
Darülfünun talimatnamesine göre derslere
dinleyici olarak girmek için başvuran bazı
bayanlar ancak emellerine 1919 yılında
ulaşacaktır İnas Darülfünunu ile
Darülfünunun birleşimi sonunda dinleyici
olarak bayanlarda derslere
girebileceklerdir.
1919 senesinde İnas Darülfünunu ile
Darülfünun Fen Edebiyat fakültelerinin
birleştirilmesi sonunda İnas Darülfünunu
öğrencilerine isterlerse sınavlarından da
sorumlu oldukları takdirde bölümlerini
değiştirebilecekleri duyurulmuştur. Ancak
Şukufe Nihal Hanım ve Fakihe Hanım
GENCAY
28
haricinde bu hakkını kullanmak isteyen
çıkmamıştır. Şukufe Nihal Hanım ve
Fakihe hanımlarda Darülfünun Coğrafya
bölümüne geçiş yapmışlardır. Böylece
Darülfünun ilk bayan mezunlarını vermiş
olacaktır. Darülfünun bünyesinde
okumaya başlayan kızlar ve erkekler yarı
sistemle okutulmaya başlanmıştır.
Sabahtan öğleye kadar kızlar ders
yaparken öğleden sonra ise erkekler ders
yapmaya başlamaktadırlar. Kızlar ve
erkekler birbirlerinin ders zamanında
okula girmeleri yasaklanmıştır. Erkek
öğretim üyeleri ise kızların derslerine
yanlarında bayan görevli refakatiyle
giderlerdi.
İNAS DARULFÜNUNUNUN BULUNDUĞU
BİNALAR
İnas Darülfünunu ilk olarak Zeynep Hanım
Konağında faaliyete başlamıştır. Ancak bu
konak belirli bir zaman sonrasında yeterli
gelememeye başlamıştır. Bu sebeple 1916
yılında İnas Darülfünunu Cağaloğlu’ndaki
Eski Lisan ve Hukuk Mektebine
taşınmıştır. Burada bir süre Ticaret
mektebi ile birlikte eğitim vermiştir. Savaş
zamanında Osmanlı hükumeti itilaf
devletlerine ait okulları kapattırmıştı.
Ancak savaş sonrasında itilaf devletlerine
okullara binaların tekrardan iade edilmesi
istenmiştir. Bu sebepten dolayı İnas
Darülfünununun bulunduğu
Cağaloğlu’ndaki bina Ticaret Mektebine
verilmiştir.
İnas Darülfünunu da 1919 yılında
tekrardan eski binası olan Zeynep Hanım
Konağına geri dönmek zorunda kalmıştır.
İNAS DARULFÜNUNUNUN KAPANIŞINA
DOĞRU
1. Dünya savaşından sonra yabancı
okulların yer sorunu ve hükumetin mali
sıkıntılarından dolayı İnas Darülfünunu ile
Darülfünun birleştirilmiştir. Ancak burada
kızlar ve erkek öğrenciler farklı sınıflarda
ve farklı saatlerde okutulması
kararlaştırılmıştır. Bu durum Darülfünun
muallimlerinin ve İnas darülfünun
öğrencilerinin büyük tepkilerine sebep
olmuştur. Muallimler aynı dersin iki defa
tekrar ederek anlatılmasının kendi
çalışmaları için engel yarattığını belirterek
karma eğitim talep etmektedirler. İnas
Darülfünun öğrencileri ise derslerinin
tekrar sebebiyle verimsiz geçtiğini,
laboratuvar ve derslik sıkıntısı çektiklerini
belirterek tepki göstermişlerdir. İnas
Darülfünun öğrencileri Şükufe Nihal
başkanlığında bir öğrenci heyetiyle Maarif
Nazırı Ali Kemal Bey’i ziyaret ederek
karma eğitim isteklerini belirmişlerdir.
(10) Maarif Bakanı ise bu isteklerini kabul
etmiştir. Karma eğitime geçiş konusunda
Darülfünun muallimlerinden ve aydın
sınıf’dan destekleyici tepkiler gelirken
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi,
Sebilürreşat dergisi ve Darülfünun Genel
Müdürü Babanzade Ahmet Naim Beyler ise
bu duruma karşı çıkıyorlardı. Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendiye bağlı Darü’l
Hikmet’il İslamiye bu konudaki görüşü
kısaca karma eğitim meselesi batının
dayatması olarak görülmüş ve buna
karşılık olarak karma eğitime son
verilmesi gerektiği belirtilmiş tekrardan
İslami usullere dönülmesini belirmiştir.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin
tepkisi çok fazla dikkat çekmiştir. Maarif
Nazırı bu tepkinin dinmesi açıklama
GENCAY
29
yapmak zorunda kalmış ve karma eğitimin
yanlış anlaşıldığını kız- erkek sınıflarının
ayrı tutulduğunu bunun başka çaresi
olmadığını açıklamak zorunluluğu
hissetmiştir. Babanzade Ahmet Naim’in
tepkisi ise İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun
anılarında şu şekilde geçmektedir.
“…Yalnız Ahmet Naim Bey hiç
susmuyordu. Ben Darülfünun Genel
Müdürü bulundukça bu duruma izin
vermem, diyordu ve birtakım direnmeler
gösteriyordu….” (11)
Buna karşılık Darülfünun muallimlerinden
Coğrafya Şubesi muallimlerinden Faik
Sabri Bey, Fen Fakültesinden Refik Bey,
İsmail Hakkı Bey, Yusuf Behçet Bey ve Ali
Yar Beyler ilk öncüllük yaparak derslerini
gizli olarak kız erkek karışık sınıflarda
işlemeye başlamışlardır. Önlem olarak da
sınıf kapısında gözcü bulundurarak tedbir
almaya çalışmışlardır.
Bu tartışma yazı hayatında da etki
yaratmıştır. Büyük Mecmua Dergisi karma
eğitime geçiş konusunda anket yapmıştır.
Bu anket çalışmasına Halide Edip, Müfide
Ferid, Nakiye Hanım, Köprülüzade Fuat,
Abdullah Cevdet, Rıza Tevfik, Rauf Ahmet
gibi isimler katılmıştır. Bu anket
çalışmasında Rauf Ahmet Bey haricinde
geri kalan bütün katılımcılar farklı bakış
açıları sunarak karma eğitimi desteklerken
Rauf Ahmet Bey ayrılmış eğitimi
savunmuştur. Dönemin yazı hayatında bu
durum gerek mizahi yönden gerekse
karikatürize edilerek eleştirilmeye
başlanmıştır. Bu duruma örnek olarak
Türk Kadını Dergisi çıkarmış olduğu
sayıların birinde bu konu hakkında;
“Kadın öğretmenler bulununcaya kadar
erkek öğretmenlerde hanımlara ders
verirken peçe veya maske takacaklardır.” (12)
Bu durumun meydana gelmesinde
Anadolu’da meydana gelen yeni yönetimin
ve bu yönetimin lideri Mustafa Kemal
Paşanın kadınların sosyal hayata katılması
konusundaki düşünceleri ve davranışları
da etkili olmuştur. 16 Temmuz 1921
tarihinde meydana gelen Maarif
Kongresinde bayan ve erkek
öğretmenlerin ayrı oturmalarına karşı
çıkarak karışık oturmalarını istemiştir.
Bu durum İstanbul’da büyük bir yankı
uyandırmış ve bazı kız öğrencilerine bu
durum örnek teşkil etmiştir. (13) Karma
eğitime ilk olarak geçiş Darülfünun Fen
Fakültesi müderrislerinden Kemal Cenab
Bey’in karma eğitime geçiş talebinde
bulunduğu dilekçe ile başlamıştır. Bu
dilekçenin talebi Fen Fakültesi Müderris
Meclisinde yapılan oylama sonucunda
kabul edilmiştir. Bu durum Maarif
Nezaretine bildirilmiştir. Sonuç olarak ilk
karma eğitime Fen Fakültesinde
başlamıştır. Böylece Hukuk ve Tıp
fakülteleri haricinde karma eğitime
geçilmiştir. 1921-1922 öğretim yılında
Hukuk Fakültesi ve 1922-1923 öğretim
yılında da Tıp Fakültesinin karma eğitime
geçmesiyle İnas Darülfünunu doğal olarak
tamamen kapanmıştır.
SONUÇ
Osmanlı Devleti 19. yüzyıldan itibaren
değişen dünya ile birlikte hareket etmeye
çalışmıştır. Bu sebeple modernitenin
takibi için kendinin reforme etmiş yeni
kurumlar oluşturmuştur. Bu yenileşme
süreci içerisinde doğal olarak meydana
gelen yeni düşünce akımları içerisinde
GENCAY
30
eğitimli insan önemli bir yer teşkil
etmektedir. Osmanlı Devleti 19. yüzyılın
son çeyreği ve 20. yüzyılın ilk senelerinde
kadınlarında eğitimlerinin ilerletilmesi
gerektiği düşüncesi öne çıkmış bayanların
iyi eş ve iyi anne olmaları için eğitimler
yapılaması gerektiği ortaya çıkmış bunula
ilgili konferanslar ve seminerler
verilmiştir. Ama sonuç olarak kadınlar
kendilerine tam anlamıyla okuma hakkı
tanınması için isteklerde bulunmuşlardır.
Dönemin iktidar hükûmetinin de bu
düşünceyi desteklemesi ile Osmanlı
tarihinde ilk kadın üniversitesi olan İnas
Darülfünunu kurulmuştur. Bu darülfünun
hakkında hala bazı konular tam olarak
netlik kazanmasa da İnas Darülfünunu
Osmanlı tarihinde ilk kadın üniversitesi
olma özelliğini taşımaktadır. Ayrıca bir
özelliği de yükseköğretim düzeyinde ilk
olarak karma eğitime geçiş sürecinin
başladığı kurumlardan biri olma özelliğini
de bünyesinde taşımaktadır. Bir diğer
özelliği ise İnas Darülfünununda ders
veren muallimler döneminin önemli fikir
adamlarıydılar ve bu muallimlerden ders
alan bayanlarda hocalarının fikirlerinden
etkilenerek öğretmen olarak gittikleri
yerlerde bu düşünceleri yaymışlardır.
DİPNOT
1:Hasan Ali KOÇER, “ TÜRKİYE’DE KADIN EĞİTİMİ”,
Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi
Dergisi, C:6, S:1, 1972, Ankara, s.87
2:Burçin EROL, “TANZİMAT’TAN CUMHURİYET’E
TÜRK VE BATI KADINI” , Kastamonu’da İlk Kadın
Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu,
Atam yay, 1996, Ankara, s.150
3:Bahar BASKIN, “ II. MEŞRUTİYET’TE KADIN
EĞİTİMİNE YÖNELİK BİR GİRİŞİM: İNAS
DARÜLFÜNUNU”, İstanbul Üniversitesi Siyasi
Bilgiler Fakültesi Dergisi, S:38, 2008, İstanbul , s.90
4:Yasemin Tümer ERDEM, II. Meşrutiyet’ten
Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi (Yayınlanmamış
Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı,
Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, 2007, İstanbul , s.362
5:Ali Y. BALTACIOĞLU, “DARÜLMUALLİMAT’TAN
İNAS DARÜLFÜNUNU’NA” , Osmanlı Bilimi
Araştırmaları Dergisi, C:10, S:1, 2008, İstanbul, s.95
6:Yasemin Tümer ERDEM, II. Meşrutiyet’ten
Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı,
Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, 2007, İstanbul , s.380-
381
7:Bahar BASKIN, 2. Meşrutiyet’te Eğitim, Kadın ve
İnas Darülfünunu (İlk Kadın Üniversitesi ),
(Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi) İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu
Yönetimi Anabilim Dalı, Siyasetve Sosyal Bilimler
Bilimdalı, 2007, İstanbul, s.138
8:Ali ASLAN-Özlem AKPINAR, “İNAS DARÜLFÜNUNU
(1914-1921)”, Osmanlı Bilimi Araştırmaları Dergisi,
C:6, S:2, 2005, İstanbul, s. 229-230
9:Bahar BASKIN, 2. Meşrutiyet’te Eğitim, Kadın ve
İnas Darülfünunu (İlk Kadın Üniversitesi ),
(Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tezi) İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu
Yönetimi Anabilim Dalı, Siyasetve Sosyal Bilimler
Bilimdalı, 2007, İstanbul, s.156
10:Şefika KURNAZ, “OSMANLI’DAN CUMHURİYETE
KADINLARIN EĞİTİMİ” Milli Eğitim Dergisi, S: 143,
1999, Ankara,
http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi
tim_Dergisi/143/14.htm
11:Ali Y. BALTACIOĞLU, “DARÜLMUALLİMAT’TAN
İNAS DARÜLFÜNUNU’NA” , Osmanlı Bilimi
Araştırmaları Dergisi, C:10, S:1, 2008, İstanbul, s.97
12:Yahya AKYÜZ, “OSMANLI SON DÖNEMİNDE
KIZLARIN EĞİTİMİ VE ÖĞRETMEN FAİKA
ÜNLÜER’İN YETİŞMESİ VE MESLEK HAYATI”, Milli
Eğitim Dergisi, S: 143, 1999, Ankara,
http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi
tim_Dergisi/143/1.htm
GENCAY
31
13:Yasemin Tümer ERDEM, II. Meşrutiyet’ten
Cumhuriyet’e Kızların Eğitimi, (Yayınlanmamış
Doktora Tezi) Marmara Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı,
Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, 2007, İstanbul , s.370
KAYNAKÇA
•KİTAP
AKYÜZ, Y. (2013), Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000 -
M.S. 2013, Ankara: Pegem Akademi Yayınları.
ARSLAN, A. (2010), "DARÜLFÜNUN'DAN
UNİVERSİTE'YE", Cumhuriyet Dönemi Eğitim
Politikaları Sempozyumu 07-09 ARALIK 2005 (s.
201-251), Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi
Yayınları.
BİRBUDAK, T. S. (2012). "MEŞRUTİYET VE MİLLİ
MÜCADELE YILLARINDA EĞİTİM (1876-1922)". G.
KIRPIK, & U. ÜNAL içinde, Türk Eğitim Tarihi (s.
208-228). Ankara: Otorite Yayınları.
DİLEK, D., & YAPICI, G. (2008), "II. MEŞRUTİYET'İN
ÖZNESİ OLARAK OSMANLI KADINI" H. AKKURT, & A.
PAMUK içinde, Yüzüncü Yılında II. Meşrutiyet (s.
175-219). İstanbul: Yeni İnsan Yayınları.
EROL, B. (1996), "TANZİMAT'TAN CUMHURİYET'E
TÜRK VE BATI KADINI", Kastamonu'da İlk Kadın
Mitingi'nin 75. Yıl Dönümü Sempozyumu 10-11
Aralık 1994 (s. 147-154). Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları.
KODAMAN, B. (1999). Abdülhamit Devri Eğitim
Sistemi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları .
•MAKALE
AKYÜZ, Y. (1999). " OSMANLI SON DÖNEMİNDE
KIZLARIN EĞİTİMİ VE ÖĞRETMEN FAİKA
ÜNLÜER'İN YETİŞMESİ VE MESLEK HAYATI". Milli
EğitimDergisi,
http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi
tim_Dergisi/143/1.htm .
ARSLAN, A., & AKPINAR, Ö. (2005). "İNAS
DARÜLFÜNUNU (1912-1921)". Osmanlı Bilimi
Araşırmaları, 225-234.
BALTACIOĞLU, A. Y. (2008). "
DARÜLMUALLİMAT'TAN İNAS DARÜLFÜNUNU'NA".
Osmanlı Bilimi Araşırmaları, 91-102.
BASKIN, B. (2008). " II. MEŞRUTİYET'TE KADIN
EĞİTİMİNE YÖNELİK BİR GİRİŞİM: İNAS
DARÜLFÜNUNU". İstanbul Üniversitesi Siyasal
Bilgiler Fakültesi Dergisi, 89-122.
KURNAZ, Ş. (1999). " OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E
KADINLARIN EĞİTİMİ". Milli Eğitim Dergisi,
http://dhgm.meb.gov.tr/yayimlar/dergiler/Milli_Egi
tim_Dergisi/143/14.htm .
•TEZ
BASKIN, B. (2007). 2. Meşrutiyet’te Eğitim, Kadın ve
İnas Darülfünunu (İlk Kadın Üniversitesi), İstanbul
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu
Yönetimi Anabilim Dalı, Siyaset ve Sosyal Bilimler
Bilim Dalı Yayınlanmamış Yüksek lisans Tezi,
İstanbul
ERDEM, T. Y. (2007), II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e
Kızların Eğitimi, Marmara Üniversitesi, Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü, Türk Tarihi Anabilim Dalı,
Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora
Tezi, İstanbul
GENCAY
32
GENCAY
33
TİMSAL KARABEKİR İLE SÖYLEŞİ
Emre SEVİNÇ - Hanife YAŞAR
Adınızdan başlayabilir miyiz? Neden
Timsal?
- Babam, kendisini temsil etsin, timsalim
olsun diyerek bana bu ismi vermiştir. Tabi
ki babam bana bu ismi koyarak zor bir
görev vermiş. Ben de hayatım boyunca
elimden geldiğince onu hakkıyla temsil
etmeye çalışıyorum.
Babanıza dair hatırlayabildiğiniz güzel
anılarınız var mı Timsal Hanım?
- Babam her davranışıyla bize örnek
olmuştur. Özellikle müzik alanında
“çocuklarınıza kaliteli müzik dinletin. El
beynin bildiğini alkışlar”. diyerek müziğin
ruhu yücelteceğini anlatırdı. Yine babam
“temas olmasa muhabbet olmaz” diyerek
yakın akrabaların sık sık bir araya
gelmesini isterdi. Bahçede akrabalarla
birlikte kalabalık sofraları hep
hatırlamışımdır.
Kazım KARABEKİR'in de önemli
aktörlerinden biri olduğu Kurtuluş
Savaşı'nda Türk kadınının da payı
oldukça yüksek. Bu savaşımız özelinde
Türk kadınının ülkemizin düşman
işgalinden kurtuluşundaki payını
önemli bir Türk kadını olarak nasıl
değerlendirirsiniz?
- İstiklal Harbimizde işgale uğrayan
Vatanın savunulmasında vefakâr Anadolu
Türk Kadını erkeğiyle birlikte çok önemli
hizmetler yapmıştı. Milli Mücadelede
bizzat gerek cephede çarpışarak ve
gerekse cephe gerisinde büyük
yararlılıklar göstermişti. Kahraman Türk
kadınları cephe gerisinde hastanelerde
hemşire ve hastabakıcı, küçük atölyelerde
cephane ve mermi üreten ve cepheye
bunları sırtında taşıyarak hizmet etmiş,
vatanın kurtarılması adına canlarını ortaya
koymuşlardı. Cumhuriyet’in
kurulmasından sonra ise toplum ve aile
hayatında önemli görevler üslenerek
ülkenin kalkınması ve çağdaşlaşmasında
müstesna yerlerini almışlardır.
Kazım KARABEKİR paşamızın özellikle
cumhuriyetle beraber gelen 'kadın
hakları', 'kadınlar ile alakalı
yeniliklere' bakışı nasıldı?
- Milli Mücadele kahramanlarının
neredeyse tamamı yetiştikleri ortam ve
aldıkları eğitim gereği Batılılaşma ve
çağdaşlaşma konusunda birbirlerinden
farklı düşünmüyorlardı. Kadın haklarına
bakışları da aynıydı. Bunların uygulanma
yöntemleri hakkında bazı farklı
düşünceleri vardı.
GENCAY
34
Kazım KARABEKİR'İN bir baba olarak
size ve diğer kızlarına yaklaşımı nasıl
olmuştu?
- Babam çok şefkatli bir insandı. Bırakın
bizi binlerce yetim evlada şefkatli bir baba
olmuştur. Babamın “hayatta çok
başarılarım oldu. Beni en mutlu eden
başarım Sarıkamış’ı bir çocuk kasabası
haline getirip, binlerce çocuğa gerçek bir
şefkatli baba olmamdır.” Sözü çocuklara
yaklaşımını sanırım özetlemektedir.
Şayan ULUSAN hakkınızda yaptığı çok
başarılı bir çalışmada sizi ''Cumhuriyet
Kadınlarından Yaşayan Bir Örnek''
olarak tanıtıyor okuyuculara. Sizce
cumhuriyet kadını nasıl olur, nasıl
olmaz?
- Cumhuriyet döneminde Türk kadını,
Cumhuriyetin ilânından itibaren kadınına
verilen haklarla birlikte sosyal, ekonomik
ve siyasal konumunda büyük bir gelişim
göstermiştir. Bir toplum, erkek ve kadın
denilen iki cins insandan meydana gelir.
Kadın ailenin temelidir. Bu nedenle
kendini iyi yetiştirmeli ve gelecek nesillere
örnek olacak davranışlara sahip olmalıdır.
Son dönemlerde ülkemizde yaşanan
kadın haklarını ihlal hatta kadınlara
yapılan gayrıinsani davranışları nasıl
değerlendiriyorsunuz? Bu sorunları
nasıl aşabiliriz?
- Batı dünyasındaki gelişmelere paralel
olarak 19. yüzyıl ortalarından itibaren
gündeme gelen kadın hakları ne yazık ki
günümüz Türkiye'sinde kadınların aile içi
şiddete, toplumsal ve kültürel baskılara,
eğitim-öğretim imkânlarından ve çalışma
hakkından yoksun bırakılmalarına, iş
yerinde ayrımcılık ve gelir adaletsizliğine
maruz kalması gibi ayrımcılık, ihlaller ve
gayri insani davranışlar görümektedir.
Bunlar tabii ki günümüz Türkiye’sinde
olmaması gereken şeyler. Bunlar
duyarlılık ve eğitimle aşılabilir diye
düşünüyorum. Babam derdi ki “mazlum
olmasa zalim olmaz”. Bu sözüyle
donanımlı, ekonomik özgürlüğünü
kazanmış, bilinçli kadın yetiştirilmesinin
önemini anlatmaya çalışmıştır.
Başında bulunduğunuz vakıflarda
kadınlara yönelik projeleriniz var mı?
- Vakfın kuruluş amacında cinsiyetten çok
bakıma ve ihtiyaca muhtaç kız- erkek
çocuk ve gençlere yönelik özellikle
karşılıksız burs imkânları yaratmaktayız.
Onların kendi güçleriyle hayata
tutunmalarını sağlayacak projeler
üretmekteyiz.
Genç Türk kadınlarına milletimizi daha
ileriye taşıyabilmek için neler
önerirsiniz?
- Kendinin farkına varabilmesi, aile
mesuliyetini alabilecek, güçlü bir eş ve
anne olarak kendini iyi bir şekilde
donatmalarını, sosyal sorumluluk
projelerinde aktif görev üslenen bireyler
olmalarını öneririm.
GENCAY
35
KADIN NEDİR?
Dilek AKILLIOĞLU
Yıllardır telakkisi edilen bu soruyu bir kez
de ben sorup cevaplamaya karar verdim.
Yaratıcı varlığı insan ve diğerleri şeklinde
ayırmıştır. Bunun dışındaki tüm tasvirler -
göre- ye uygun biçimde kalıplara
yerleştirilmiştir. Yani aslında herkese göre
aynı olan kadın, henüz Allah tarafından
yaratılmış değildir. Bu sebepten tasavvuru
hep değişmiş farklı farklı yorumlanmıştır.
Ortak tanı ise onsuz hayatın
olamayacağıdır.
Kadın, kadın olarak bulunduğu halin ona
getirdiği gerekliliklere sahiptir. Verilen
yaşam hakkı veya temel hukuklar,
gerekler, kurallar kadın için de elbet
geçerli kılınmıştır. Sosyal hayattaki
görevler onunda omuzlarına verilmiştir.
Görevlerin farklılığı söz konusu olsa bile
kadın da insanlıkla aynı hedefe
koşmaktadır. Üstelik doğuran emzirip
besleyen, yuva inşa eden kadınken onu
hiçbir alanda yok saymak mümkün
değildir. Bu görevlerin geçeceği meydanın
başka bir köşesinde yer alması yok
sayılması gerektiğini ispatlamaz,
ispatlayamaz.
Kadın için öncelikle diyebileceğimiz şey
onun dişiliğidir. Sonra annedir, eştir,
kızdır, gelindir, doktordur. Bu çember
onun özelden-genele doğru sıralanması ile
devam etmektedir. Kadın dişiliğinden
başlayıp genele uzanarak bakıldığında o
öğretmen olur, alim olur davetçi olur,
yazar olur. Ölüm yaşam olur. Kadın iyilik
ve kötülük olur. Kadın kendinin dışında
erkek olur, yeri gelir baba, dede olur.
Müdür olur. Lider olup, yönetir. Çünkü
erkeği de o doğurur; halifenin de
halifesidir.
Ufkumu açıp şöyle daha uzaktan kadına
baktığımda derim ki: Kadın topraktır;
geleceğin tohumları, fidanları onda can
bulur. Kadın topraktır çünkü onun toprağı
gibi insan yetişir. O ne kadar insansa onun
eline verilip, bırakılan tohumdan da o
kadar insan yetişir. O kadar dal,
budaksalar, meyve verir. Kadının
topraklığı ihmal edildikçe insanlığı yokluk
tehdit eder. Kuraklığı insanlık var oluşunu
kurutur. Kadın işte bu yüzden şiddet, şer
olarak görülemez. İnsanlığı doğuran bu
varlığın şerrinin riski ancak ona biçilen
kıyafet sebebi ile ilgilidir. Kimi zaman
GENCAY
36
onun varlığının günah kaynağı olduğunu
söylemek bu yüzden haksızlıktır.
Değerinden ötürü şerrinin riski hep
yüksektir. Yani açık ifade ile temel insan
haklarına dahi sahip olma yolunda
zorlanmışsa, ancak günümüzde önemli
kazanımlar elde edebilmişse, önünde
engeller mevcut ise şerrinin riski de
toplumda yüksek olur. Yüksek olması da
doğaldır. Aslında kadın olmak cümlesinin
içini birçok hatta onlarca değişik ifade ile
doldurabiliriz. Kadın olmak güzel olmaktır.
Sadece görünürde değil ruhu taşıyabilen
güzelliği içine sığdırmak demektir. Kadın
olmak başarabilmeyi başarmaktır. Ona
verilenin içinden en sınırları zorlayıcı
sonuçlara ulaşabilmek demektir. Kadın
olmak mücadelenin ta kendisidir. Kadın
olmak kimi talihsiz konumlarda onu
öldürebilecek bir yol arkadaşı ile
mücadele etmektir.
Kadın olmak ipek saçlar, topuklar, ince bir
bel değil de hanımefendi, toplumda birey
olmaya çalışmaktır. Kadın olmak güzelliği
akla katabilmektir. Zira bütün elinin
değdiği yerler bu yüzden estetik taşır.
Kadın elinin tersiyle itmek yerine
kucaklayıcı olmak demektir. Şefkat
kelimesinin onunla birleştirilmesinin
nedeni de budur. Kadın olmak emin ellere
sahip olmak demektir. Kadın olmak
konuşmaktır. Konuşmasıyla istediği şey
kabul edildiği bir yaşamdır sadece. Kadın
olmak fark edilebilir olmaktır. Fakat
düşkünlükle değil, ayağa kalkmasıyla fark
edilmesidir. Pahalı hediye, kıyafet değil
sadeliğin değerlisidir. Duruşu olmak
demek kadın olmak demektir. Kadın
olmak onu siyasete, ekonomiye, spora ve
kültürel olaylara dahil etmek demektir.
Cahilliğe, kısıtlığa mahkum etmek yerine
kim yönetir, demokrasiyi öğrenmesini ve
öğretmesini sağlamak demektir. Kadın
esnaftır. Gelen-giden, var olan- olmayan
tüm her şeyi bilmektir.
Kadın olmak marifettir. Yalnız bu marifet
sadece erkek tavlarken, tavlanırken
gösterilen davranışlar değil, yaşam
marifetini becerilebilmektir. Kadın demek
sorumluluktur. Her insan gibi ve fakat her
insandan biraz daha fazla sorumlu
hissetmektir. Kadın olmak güvenmek,
güvenmeyi istemektir. Yaşadığı
toplumdaki insanlara yüreğiyle
güvenebilmeyi sağlamaktır. İnançlarıyla
kalabalıklarda birey olabilmeyi istemektir.
Kadın anlatmak, anlaşılmaktır. Kadın
olmak ayrım yapabilmek demektir. Dişi
olduğunun yanın sıra iyi bir vatandaş
olabileceğinin ayrımı için uğraşmak
demektir. Söz geçirmeye çalışmaktır
kadın; yöreye, töreye, cehalete, şiddete
direnebilmeyi sağlamaktır. Kadın olmak
taşıyabilen olmaktır. Gururun timsalini
GENCAY
37
taşımaktır. Ondaki sadece ikinci planda
olmadığını anlatan sabırlı, sessiz gururdur.
Kadın olmak sadece istemek de değildir. O
hamur gibi karmasını bildiği halde o
hamura kendisini de katabilmektir.
Kadın öğretmendir. Onun öğretmesi,
eğitmesi hep müessirdir. Davet edenin
kadın olması, davet edileni daha çok
etkiler. Kadının ömür tüketecek konumda
olmalarını sağlamak yerine, kadınları
sadece dişilikle ölçmek yerine, mesailerini
küçücük yerlere harcamalarına izin
vermektense öğretmeye ayırmalarını
sağlasaydı insanlık, hayat hayata daha
yakın olurdu. Onun anne olması öğretmen
olacağı gerçeğini zaten gözler önüne
sermektedir. Onun eş oluşu hayatın içinde
yer alabildiğini de göstermektedir. Onun
çocuk oluşu dahi savaşçı olabileceğini
göstermektedir. Böyle iken neslin kadını
ihmal edip onu evinden dışarı çıkamaz
hale getirmesi, yaşama hiçbir katkısı
olmaz durumda bırakılması neslin lekesi-
kuraklığı olur. Kadın elbette ki evinde de
kalacaktır. Bu evde vakit geçirme durumu
onun hizmette, toplumda bulunamayacağı
anlamına gelmez. Alternatifler, ikinci
fırsatlar sunulması onu toplumda etkin
hale getirebilir. Zaten kadın hep olur ve
oldurur. Her iki taraftan da kazancı sağlar.
Onun meydanda olarak- oldurarak yer
almaması büyük bir zarardır. O bulaşığı
yıkıyor diye bulaşıkçı değildir. O sadece
çamaşırın yıkanmasında görevli çamaşırcı
değildir. Çocuk doğuruyor diye ona sadece
dadı yaftası verilemez. Kadın erkek ne ise
odur. Kadınların meydanda yer alması,
birey düzeyinde kabul edilmeleri her
anlamda bir fidanın aşılı olması misali
gibidir. Çocuk da büyütür, çamaşır da
yıkar, eş de olur, öğretmen de olur. Çünkü
erkek de onun elindedir. Hayatta onun
elindedir.
GENCAY
38
MEDYADA KADINA YÖNELİK ŞİDDET Canan CAVŞAK
GİRİŞ
Şiddet her dönemde ve her toplumda
varolmuş ve varolacak bir sosyal olgudur
(Yetim ve Şahin, 2008:48). Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası “kişinin
dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı”
nın tanımlandığı 17. maddesi ile herkesin
yaşam hakkını garanti altına almayı ve
kimsenin “insan haysiyetiyle bağdaşmayan
bir cezaya veya muameleye tabi
tutulamayacağını” taahhüt eder.
Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet bu
anayasal hakkın ihlali anlamını taşır, bu
ihlalin önlenmesi için en önemli rol
devlete düşmektedir (Altınay ve Arat,
2007:11).
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının var
olan potansiyellerini gerçekleştirmelerinin
önündeki en önemli engellerden birisi
toplumsal cinsiyete dayalı şiddettir.
Özellikle kız çocukları ve kadınlar,
çekirdek ailede, geniş aile bağlamında,
sokakta, okulda ve iş hayatında fiziksel,
psikolojik, ekonomik ve cinsel şiddete
maruz kalmaktadır. Yaşanan şiddetin
ölüme kadar varan çeşitli sonuçları vardır.
Örneğin; kız çocuklarının okuyamaması,
kadınların toplumsal hayata etkin
katılamamaları, istenmeyen evlilikler,
sakatlıklar vs. Bu şiddet türünün en
ölümcül biçimlerinden biri namus adına
işlenen cinayetlerdir. Ancak daha az
görünür biçimleriyle de kadına yönelik
şiddet, Türkiye'de yaşayan milyonlarca
kadının bedensel ve ruhsal bütünlüğünü
tehdit etmektedir. Aile içi şiddet, özellikle
koca şiddeti, kadınların yaşamlarının
“belirleyici bir boyutunu” oluşturmaktadır
(Altınay ve Arat, 2007:11-12).
Bu çalışmada kadına yönelik şiddetin,
kadın cinayetlerinin medyaya nasıl
yansıdığı, kadına yönelik şiddetin ve kadın
cinayetlerinin sebeplerinin neler olduğu
çalışılmıştır.
AMAÇ VE YÖNTEM
Çalışmanın amacı kadına yönelik şiddet
türlerinin belirlenmesi ve kadın
cinayetleri ile kadına yönelik şiddetin
sebeplerinin araştırılması ve medyada
nasıl yer aldığının incelenmesidir. 2015
yılında Hürriyet, Milliyet, Yeniçağ ve Sabah
gazetelerinde yer alan kadına yönelik
şiddet haberlerinin incelendiği bu
çalışmada içerik analizi yöntemi
kullanılmıştır. Kadına yönelik şiddet
haberlerinin medyada yansımasını
inceleyen araştırma, konuyu gazetelerin
internet yayınları üzerinden
incelemektedir.
İçerik çözümlemesi; psikoloji, sosyoloji,
tarih, edebiyat, gazetecilik, siyasal bilimler
gibi değişik alanlarda farklı amaçlarla
kullanılabilen bir araştırma yöntemidir.
Temelde, davranışları doğrudan doğruya
gözlemlemek yerine, bireylerin sembolik
davranışlarını ya da iletişim materyallerini
(bir yazarın kitaplarını ya da makalelerini,
TV yayınlarının ya da filmlerin içeriğini,
okuyucu ya da izleyicilerin bu iletişim
materyallerine karşı tutumları, vb.)
GENCAY
39
çözümlemeye dayanır (Öğülmüş,
1991:213).
EVREN VE ÖRNEKLEM
Kadın cinayetlerinin nedenlerini ve
medyada sunumunu ele alan bu
çalışmanın evrenini, kadına yönelik şiddet
haberleri oluşturmaktadır. Hürriyet,
Milliyet, Yeniçağ ve Sabah gazetelerinde
yayınlanan kadına yönelik şiddet konulu
haberler ise örneklemi oluşturmaktadır.
Şiddet ve Kadına Yönelik Şiddet Tanımları
Kadın olmak şiddete maruz kalma
açısından başlı başına bir risk faktörüdür.
Özellikle ilk 30 yaşta kadınlar şiddete daha
sık maruz kalmaktadır. Hamilelik şiddet
riskini arttırır; özellikle hamile ergenlerde
(yaklaşık %20) yetişkinlerden (yaklaşık
%15) daha yüksek oranlarda saptanmıştır.
Eşlerinden ayrı yaşayan kadınlar; henüz
boşanmış olanlardan 3 kat, hala evli
olanlardansa 25 kat daha fazla şiddete
maruz kalma riskine sahiptir. Ayrıca
düşük gelir düzeyi, yoksulluk, sosyo-
ekonomik durumun kötü oluşu, erkeğin
alkol-madde bağımlılığı olması, ruhsal
hastalık varlığı ve çocukken şiddete maruz
kalmış olmaları da şiddet riskini arttıran
durumlardır (Yetim ve Şahin, 2008:49).
Kadına Yönelik Şiddet Türleri
Duygusal (Psikolojik) Şiddet, duyguların
ve duygusal gereksinimlerin; zorlamak,
aşağılamak, cezalandırmak, öfke, gerginlik
boşaltmak amacıyla karşı tarafa baskı
uygulayabilmek için tutarlı bir şekilde
istismar edilmesi, bir yaptırım ve tehdit
aracı olarak kullanılmasıdır.
Sözel Şiddet, söz ve hareketlerin düzenli
bir şekilde korkutma, sindirme,
cezalandırma ve kontrol aracı olarak
kullanılmasıdır.
Ekonomik şiddet, ekonomik kaynakların
ve paranın kadın üzerinde bir yaptırım,
tehdit ve kontrol aracı olarak düzenli bir
şekilde kullanılmasıdır.
Cinsel Şiddet, cinselliğin bir tehdit,
sindirme ve kontrol etme aracı olarak
kullanılmasıdır.
Fiziksel Şiddet, kaba kuvvetin bir
korkutma, sindirme ve yaptırım aracı
olarak kullanılmasıdır. Aile içinde
yetişkinlerin birbirlerine uyguladıkları, en
yaygın yaşanan ve tanımlanan şiddet
türüdür (Yetim ve Şahin, 2008:49-50).
Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet
Günümüzde kadına yönelik şiddet pek çok
toplumda görülen bir olgudur. Kadınların
temel özgürlüklerine yönelik olarak
gerçekleştirilen ihlaller fiziksel, ekonomik,
cinsel ve psikolojik boyutlarda gerçekleşen
bir olgudur. Günümüzde kadına yönelik
şiddet eylemlerini önlemek adına yasalar
yapılıyor olmasına rağmen bu tür şiddet
eylemleri yaygınlığını korumaktadır.
Kadınların erkeklere oranla ekonomik ve
fiziksel olarak daha savunmasız olması ve
bu savunmasızlığın erkekler tarafından
kötüye kullanılması kadına yönelik
şiddetin bu kadar yaygın bir biçimde
görülmesinin nedenlerinden biridir.
Ataerkil aile yapısı, cinsiyete dayalı iş
bölümü, kız ve erkek çocuklarının bu
değerler doğrultusunda yetiştirilmesi gibi
etkenler kadına yönelik şiddete neden
olan dolaylı faktörler olarak
değerlendirilebilir. Türkiye’de kadına
GENCAY
40
yönelik olarak gerçekleştirilen şiddet
eylemlerinin büyük çoğunluğunu aile içi
şiddet vakaları oluşturmaktadır. Aile içi
şiddet vakalarında kadın, kocasının yanı
sıra kocasının akrabaları tarafından da
şiddete maruz kalabilmektedir (Gökulu ve
Hosta, 2013:1834-1837).
Medyaya Yansıyan Kadına Yönelik
Şiddet Haberleri
Gökulu ve Hosta’nın (2013:1838) tanımına
göre:
“Medya, yaşanan toplumsal, siyasal ve
ekonomik gelişmeleri takip etmesi
açısından günümüz insanının kullandığı
son derece önemli bir araç haline
gelmiştir. Yakın çevresi dışındaki
gelişmeleri medya vasıtasıyla takip eden
modern birey kitle iletişimin doğası gereği
sürekli olarak tek taraflı bir mesaj
bombardımanına tutulmaktadır. Medyanın
vermiş olduğu her mesaj elbette bireyler
tarafından hiç sorgulamadan kabul edilen
bir tüketim malzemesi değildir. Bununla
birlikte medya, modern toplumdaki
bireylerin fikirlerinin oluşmasında, onların
davranış kalıplarının değişmesinde önemli
bir rol oynamaktadır. Medya bir anlamda
bireyleri çevresinden ve dünyadan
soyutlanmış bir şekilde yaşamasının
önüne geçen önemli bir kurumsal yapıdır.”
Medyada yer alan şiddet haberlerinin,
gerçekleşen şiddet suçlarına oranla ne
sıklıkla haber yapıldığı, medya ve şiddet
arasındaki ilişkinin bir diğer önemli
boyutudur. Bu konuda yapılan çalışmalar
incelediğinde, medyanın genellikle şiddet
suçlarını çok yoğun bir biçimde haber
yaptığı görülmektedir (Gökulu ve Hosta,
2013:1838).
Hürriyet, Milliyet, Yeniçağ ve Sabah
gazetelerinde yer alan kadına yönelik
şiddet haberlerinin değerlendirilmesi:
Milliyet gazetesi 08.07.2015 tarihli bir töre
cinayeti haberi, haber başlığı şöyle;
Öldürmeden önce tecavüz etmiş, haberin
alt başlığı ise şöyle; Evlilik dışı ilişkiye
girip hamile kaldığı gerekçesiyle 'töre'
cinayetine kurban giden Hacire'nin
pijamasında tespit edilen spermin
dayısının oğluna ait olduğu belirlendi.
Genç kızın öldürülüp kuyuya atılmadan
önce de tecavüz girişimine maruz kaldığı
tahmin ediliyor. Cinayetle ilgili genç kızın
4 kuzeni için ‘töre saikiyle gebe olduğu
bilinen kadına karşı kasten öldürme'
suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezası isteniyor.
Töre cinayetleri ‘namus temizlemek’ adına
yapılan, kadına yönelik şiddetin en uç
boyutlarından biridir. Yukarıdaki haberde
de gördüğümüz üzere cinayetin sebebi
evlilik dışı ilişkiye girilmesi ve bu
durumun aile tarafından kabul
edilmeyişidir. Namus; cinsel davranışa
ilişkin gelenek ve göreneklerden
kaynaklanır ve kural olarak cinsel
sakınmayı gerektirir. Burada kadının
evlilikten önce bekâretinin korunması
önemlidir. Akdeniz ve Ortadoğu
kültürlerinde bekâretin normlara
uyulmadan yitirilmesi (evlilik dışı ilişki,
tecavüz gibi) cinayetlere yol
açabilmektedir. Kadın, başta kocası olmak
üzere baba, oğul ve erkek kardeşin
namusunu, adını ve onurunu korumak
zorunda olan, onlara ait bir nesne
konumundadır. Kadının bu gerekleri
yerine getirmediği durumlarda ahlaki
değerler tarafından namusun kanla
GENCAY
41
temizlenmesini öngörülmektedir (Bilgili
ve Vural, 2011:66).
Milliyet gazetesi 07.02.2015 tarihli
haberin başlığı; Bir kadın cinayeti daha,
içeriği; İstanbul Kavacık’ta dün akşam
saatlerinde 2 çocuk annesi Öznur Ocaklı
(30), sırtından bıçaklanarak öldürüldü.
Kadına yönelik şiddet haberlerinin
sunumunda ilgi çeken bir diğer unsur ise,
basının şiddete maruz kalan kadınları kimi
zaman masum ve savunmasız, kimi zaman
da şiddete neden olabilecek yapıda
göstermesidir. Bu haberlerde kadınlar
genellikle meslekleri, evli olup olmadıkları
ve yaş durumuna göre
tanımlanmaktadırlar. ‚Bir çocuk annesi
kadın‛, ‚Liseli genç kız‛, ‚Maddi sıkıntı
içerisindeki kadın‛, ‚Ayrılmak isteyen genç
kız‛ bütün bu kullanımlara örnek teşkil
edecek ifadeleri oluşturmaktadır (Gökulu
ve Hosta, 2013:1846). Örnek haberde de
öldürülen kadının yaşı ve 2 çocuk sahibi
olduğu belirtilmiştir.
Sabah gazetesi 02.08.2015 tarihli haber
başlığı; Beni kurtarın, haberin içeriği; Altı
yıl boyunca eşinden dayak yedi, kulağı
koparıldı, bacakları kırıldı ve yüzüne
kezzap atıldı. 24 yaşındaki Zehra Elber, iki
aydır bir hastane odasında yaşıyor.
Kapanmayan göz kapakları nedeniyle
uyuyamıyordu, bir ameliyat daha oldu.
Geleceği ile ilgili umutsuz olan iki çocuklu
genç kadın "Beni bu adamdan kurtarın.
Hapisten çıktığında beni yine bulur,
öldürür" diyor.
Yukarıdaki örnekte ise kadına yönelik
fiziksel şiddetin en kötü örneklerinden
birini görüyoruz. Yaşadığı şiddetin üstüne
bir de ölüm tehtidi altında yaşadığını
ifadelerinden anlıyoruz.
Hürriyet gazetesi 11.03.2015 tarihli
haberi; Kocası tarafından boğularak
öldürüldü, içeriği; Esenler’de 2 aylık evli
Zehra A. (35), kocası tarafından boğularak
öldürüldü. Polis, cinayeti kıskançlık
nedeniyle işlediği öne sürülen ve teslim
olacağı notu bırakıp kayıplara karışan
koca Sedat A.’yı arıyor.
Yukarıdaki haber ise kıskançlık yüzünden
cinayetle sonuçlanan olaylardan yalnızca
bir tanesi. Her yıl onlarca kadın kıskançlık
yüzünden şiddet görmekte veya
öldürülmektedir.
İhtiras cinayetleri kadın cinayetlerine
ilişkin kullanılan kavramlardan birisidir.
Özellikle aldatma olayı ve şüphesi gibi
nedenlerle ortaya çıkar. Yaşanan şiddetli
duygusal bunalım sonucunda kıskançlık,
intikam gibi amaçlarla işlenen cinayetler
için bu terim kullanılır. Bu tarz
cinayetlerde katil cinayeti önceden
tasarlamak yerine ani duygularla eş,
sevgili veya bunlarla cinsel münasebeti
bulunan üçüncü bir şahsı öldürür. İhtiras
cinayetleri kıskançlık ve çaresizlik
neticesinde işlenen suçların tümünü
kapsar (Çetin, 2014:10).
Yeniçağ gazetesinin 16 Şubat 2016
tarihinde yayınladığı rapor ise Türkiye’de
kadına yönelik şiddetin dehşet verici
durumunu gözler önüne sermektedir:
“Umut Vakfı’nın istatistiki çalışmalarına
göre 2015 yılında Türkiye’de 309’u silahlı,
toplam 413 kadın cinayeti vakası basına
yansıdı. Bu cinayetlerde anne karnındaki 6
haftalık ceninden 85 yaşındaki kadın dahil
GENCAY
42
olmak üzere 414 kadın ve aile bireyi
öldürüldü, kimisi ağır 91 kadın ve aile
bireyi de yaralandı. 11 Şubat’ta Mersin’in
Tarsus ilçesinde yaşanan ve Türkiye’de
büyük etki uyandıran Özgecan Aslan
cinayetinden sonra ise yıl sonuna kadar
373 kadın cinayeti yaşandı. Özetle,
olaydan sonra yaşanan tepkiler nedeniyle
kadın cinayetlerinde bir miat olması
beklenirken Özgecan olayı ne Türkiye ne
de Mersin için miat olamadı. 2015 yılında
basına yansıyan 11 olayla Mersin, kadın
cinayetlerinin en çok yaşandığı illerden
biri oldu.”
SONUÇ
Türkiye’de kadına yönelik şiddet
olaylarına her gün bir yenisinin eklenmesi
ve toplu katliamlara dönüşmesi bir an
önce çözüm bekleyen en önemli
konulardan biridir. İncelenen örneklerde
görüldüğü üzere kadına yönelik şiddetin
sebeplerinden bazıları; töre, namus,
kıskançlık olabilmektedir. Öldürülen
kadınların bazıları ise cinsel istismara
uğramaktadır. Kadına yönelik şiddetin
önüne geçmek amacıyla kadın örgütleri,
çeşitli partiler bu konuda çalışmalar
yürütmektedir. Başta kadınlar olmak
üzere insanlar çeşitli dernekler aracılığıyla
bu konuda bilinçlendirilmeye
çalışılmaktadır. Kadına yönelik her şiddet
veya cinayet olayının ardından gerek
sosyal medya üzerinden gerek
yürüyüşlerle, protestolarla insanlar
tepkilerini ortaya koymaya çalışmaktalar;
ancak tüm bunlar kadına yönelik şiddetin,
kadın cinayetlerinin önüne ne yazık ki
geçememektedir. Türkiye’de her üç
kadından birinin yaşı kaç olursa olsun
şiddet gördüğü bilimsel araştırmalarla
kanıtlanmışken ve resmi raporlara da
yansımışken bu konuda çok ciddi
çalışmalar yapılması gerektiği artık
ortadadır (Yeniçağ, 2016).
KAYNAKÇA
Altınay, A., Arat, Y. (2007); “Türkiye’de Kadına
Yönelik Şiddet” İstanbul: Punto
Bilgili, N., Vural, G. (2010); “Kadına Yönelik Şiddetin
En Ağır Biçimi: Namus Cinayetleri” iç. Anadolu
Hemşirelik ve Sağlık Bilimleri Dergisi Cilt: 14 Sayı: 1
Çetin, H. (2014); “Gelenek Ve Modernite Arasında
Türkiye’de Son Dönem Kadın Cinayetleri” iç.
Sosyoloji Dergisi Sayı 30:41-63
Gökulu, G., Hosta, N. (2013); “Basında Kadına
Yönelik Şiddet Haberlerinin Analizi: Hürriyet, Sabah
ve Posta Gazeteleri Örneği (2005-2008)” iç.
International Journal of Social Science Volume 6
Issue 2, p. 1829-1850
Öğülmüş, S. (1991); “İçerik Çözümlemesi” iç. Ankara
Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi Cilt:
24 Sayı: 1
Yetim, D., Şahin, E. (2008); “Aile Hekimliğinde
Kadına Yönelik Şiddete Yaklaşım” iç. Aile Hekimliği
Dergisi Cilt: 2 Sayı: 2
2015 yılında Hürriyet, Milliyet, Yeniçağ ve Sabah
gazetelerinin internet sitelerinde yer alan kadına
yönelik şiddet haberleri:
http://www.milliyet.com.tr/oldurmeden-once-
tecavuz-etmis-gundem-2084795/
http://www.milliyet.com.tr/bir-kadin-cinayeti-
daha-gundem-2009999/
http://www.sabah.com.tr/pazar/2015/08/02/beni-
kurtarin
http://www.hurriyet.com.tr/kocasi-tarafindan-
bogularak-olduruldu-28419088
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiyede-
dehset-verici-kadin-cinayetleri-tablosu-
131471h.htm
GENCAY
43
TÜRK KADINININ GÖNLÜNDE AÇAN
ÇİÇEK: “ÂLEM-İ NİSVAN” Hanife YAŞAR
“Eğer kadınların kötü olduklarına
hükmedilirse, dünyanın yarısının kötü
olduğuna hükmedilmiş olur. Eğer
kadınların iyi olduğuna hükmedilirse,
dünyanın yarısının iyi olduğuna hükmedilir.
Gerçekten de bir şehrin veya bir milletin
kadınları cahilse, demek ki o toplumun cahil
olması kaçınılmazdır.”(1)
İsmail GASPIRALI
Dünyada siyasal, toplumsal ve ekonomik
alandaki gelişmeler neticesinde ortaya
çıkan hürriyet, eşitlik gibi kavramlar XIX.
yüzyılda Avrupa devletlerinden Müslüman
çevreye de yayılmaya başlamıştı. Bu
dönemde kadınların da statü olarak
erkeklerle eşit konuma gelmesi ve
beraberinde belli haklara sahip olması
tartışılmaya başlandı. Tarihi perspektiften
bakınca Türklerin yaşayışında zaten
kadının konumu erkekle hemen hemen
aynı olmakla birlikte zaman içinde farklı
medeniyetlerle karışma sonucunda bu
durum yerine çok farklı boyutlara
gelinmişti. Bu yazıda bu konuyu Rusya
Türkleri açısından ele almaya çalıştım.
19. yüzyılın sonları, 20. yüzyılın başlarında
Çarlık Rusya’sında kadın erkek ayrımcılığı
hat safhada olmakla birlikte, Türk
kadınlarının Rus kadınlarından farklı
olarak ikinci bir statü kaybı daha
bulunuyordu. Bu kayıp da Rus ırkından
olmamalarından kaynaklanmaktaydı. Rus
ırkına ve Ortodoks mezhebine sahip olmak
diğerlerine göre ayrıcalık sayılıyordu. (2)
Uzun yıllar süren Rusya’nın asimile
politikaları karşısında Türk kadınları
erkeklere oranla daha ağır yaşam şartları
altında bulunmaktaydı. Cehalete ve
toplumun en düşük statüsünde yaşamaya
mahkûm bırakılan ve tüm acılara,
ölümlere, sürgünlere sadece kendisi için
değil, eşi için, çocukları için ve milleti için
katlanmak zorunda bırakılan Türk
kadınları, en az bunlar kadar acı olan bir
gerçekle de karşı karşıyaydı. Bu da
toplumsal ve aile içi ilişkileri belirleyen
erkeklerin İslamiyet’i işlerine geldiği gibi
yorumlamaları sonucunda kadını haksız,
hukuksuz, sadece evdeki işlerle meşgul
olan, ‘elinin hamuruyla erkek işlerine
karışmaması’ gereken, sadece analık ve
eşlik görevini yerine getirmekle yükümlü
olan kimseler konumuna getirmeleriydi.
Açılan okullarda kasıtlı olarak Ruslaştırma
ve Hristiyanlaştırma politikası
izlendiğinden aileler erkek çocuklarını
dahi okula göndermekten çekinirken kız
çocuklarının okula gitmesi beklenemezdi.
Bu durumda toplumun giderek cahiliyet
derecesi arttığından asimile politikası da
işe yaramaya başlıyordu.(3)
İşte böyle bir dönemde Gaspıralı gibi bir
aydının çıkmış olması Rusya Türkleri için
hatta dünya Türklüğü için kendini
sorgulamaları ve tabiri yerindeyse ‘titreyip
kendine dönme’leri için büyük bir fırsattı.
“Dilde, Fikirde, İşte Birlik” sloganıyla
çağına ve kendinden sonraki çağlara da
GENCAY
44
meydan okuyan değerli Türk aydını İsmail
Bey Gaspıralı, yaşamını bir milletin
aydınlanmasına adayıp yaptıklarıyla
sadece Rusya Türklerine değil, dünya
Türklerine de ışık tutmayı başarmıştır.
Yukarıdaki sözünde bir milletin
gelişmesinin ya da cahil kalmasının
kadınların eğitilmesiyle doğru orantılı
olduğunu ortaya koyup, Türk Milleti’nin de
cahillikten kurtulmasının tıpkı tarihin
tozlu sayfalarında olduğu gibi kadına
verdiği değerle, onun eğitimini sağlamakla
mümkün olacağını savunmuştur. İsmail
Bey’in bunu sadece savunmakla kalmayıp
yaşadığı sürece uygulamaya da geçirmiş
olması onu diğer Türk büyüklerinden
ayıran yanı olmuştur.
“Bahadırların yerine korkaklar geçerse,
insaflıların yerine alçaklar oturursa,
cehalet perdesi bilimi örterse, tembellik
gayrete, çalışmaya yeğlenirse, bu hale
düşen halk ağlasın, gözünden kanlı yaşlar
dökülsün. Çünkü bu halin sonu çok acılar
doludur, her şey kartopu gibi eriyip
mahvolacaktır.”(4)
Eğitimsiz, cahil kalan bir toplumun yok
olmaya mahkûm olduğunu her cümlesinde
bahis konusu eden Gaspıralı kendine en
önemli hedef olarak milletini cahillikten,
bağnazlıktan, korkaklıktan kurtarıp kadını,
erkeği, genci yaşlısıyla birlikte bilinçli bir
gelecek oluşturmayı; yani gaflet uykusuna
dalmış koca bir milleti uyandırmayı
seçmişti. Eline ilim meşalesini alarak Türk
Dünyasını ve aynı zamanda İslam âlemini
aydınlatmak istiyordu.
Dr. Brian G.Williams’ın İsmail Gaspıralı
hakkında söylediği sözler de bu manda
dikkat çekicidir: “… Müslüman fanatizmine
karşı mücadelesinde ve milleti birleştirmek
ve dünyevileştirmek yolundaki faaliyetine
göre gerçekten ‘Kırımlı bir Atatürk’ adını
kazanmıştır. … Gaspıralı’ya ‘Kırım Tatar
Milliyetçilerinin Babası’ adı verilebilir. …”(5)
Gaspıralı ütopyalar içinde kalan
hayalperest bir düşünce adamı değildi.
Tam tersine o, söylediğini uygulamaya da
koyuyordu. Rusya’da esaret altında
yaşayan Türklerin ancak ve ancak dilde,
fikirde ve işte birlik yapmak suretiyle
benliklerini koruyabileceklerini en
başında belirtiyor ve bu sloganı Kırım’ın
işgalinin 100. yılında bin bir zorlukla
çıkardığı (10 Nisan 1883) Tercüman
Gazetesi’nin baş hanesine işliyordu.
Bir yazar Tercüman gazetesinin çıkışını
şöyle açıklar: “Bahar güneşi ile dünya
dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan
beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi
uyuklayan Kuzey Türklerinin de ilk beyaz
bahar çiçeği Tercüman açıldı.” (6)
GENCAY
45
Rusların Kırım’ın işgalinin 100. yılında
böyle anadilde bir neşriyata müsaade
etmiş olması yerli Müslümanların
Rusya’ya karşı sempati duymalarını
sağlaması ile alakalı olduğunu
düşünebiliriz.(7) Tercüman gazetesi ilk
yıllarında Türkçe ve Rusça olarak iki
kısımdan oluşmaktaydı. 1905 yılındaki I.
Rus İhtilali’nden sonra Gaspıralı’nın
Tercüman’ın Rusça kısmını neşretmekten
vazgeçtiğini görüyoruz.(8)
Tercüman Gazetesi Rusya’da başlangıçta
küçük bir yankı uyandırsa da zaman
geçtikçe Rusya Türklerini dahi aşıp dünya
Türklerine hitap etmeyi başarmıştır.
İsmail Bey bu gazete ile ve yaptığı diğer
hareketlerle (modern usule uygun Usul-i
Cedit okullarının açılması) oluşturmak
istediği millet bilincini yavaş yavaş
hissettiriyordu. Bu millet; ezilmiş, hor
görülmüş, ikinci sınıf vatandaş olarak
yargılanan değil, aksine ilim ve irfan ışığı
ile aydınlanıp kendi kaderi hakkında
kendisinin söz sahibi olacağı bir zihniyete
sahip olmalıydı. Bunu gerçekleştirmek için
de öncelikle kadınların toplum içindeki
konumunu yükseltip, onların yetiştirdiği
nesillerin bilinçli olmasını sağlamak
gerekiyordu.
İşte Tercüman gazetesi bu fikirleri yaymak
için büyük bir fırsattı. Gaspıralı Tercüman
gazetesinin büyük kitlelere seslenmeye
başladığı zamanlarda hastalıktan
kurtaracağı milleti için ilk tedavi
yöntemlerine başladı. Burada kadın
konusuna temas eden makaleler kaleme
aldığı gibi hayalindeki kadın motifini
anlatmak için de seriler halinde dikkat
uyandıran yazılar yazdı. Bunlara örnek
olarak ‘Kadınlar Ülkesi’ ve ‘Arslan Kız’
verilebilir.(9)
Kadınlar Ülkesi Tercüman’da 10 Ağustos
1890’da yayınlanmaya başlamış, 2
Temmuz 1891’de tamamı 22 sayı olmak
üzere tamamlanmıştır. Bu eser
Gaspıralı’nın oluşturduğu ütopik kadın
modelini yansıtır. Aslında bu yazı
serisinde o günkü şartlar içerisinde Doğu
toplumlarında çok rastlanmayan kadın
modeli vardır. (10)
Diğer kadın temalı yazı da yine
Tercüman’da yayınlanan ‘Arslan Kız’ adlı
hikâyedir. Hikâye Gülcemal adındaki yiğit
bir kızın gayretiyle Üçturfan’ın Çin
işgalinden kurtuluşunu anlatmaktadır.(11)
Buradaki karaktere yüklediği vasıflar,
Gaspıralı’nın Türk kadınlarının da sahip
olmasını istediği vasıflardır. (Bu konu Modern
Türklük Araştırmaları Dergisi’nin belirtilen makale
ve sayısında ayrıca incelenmiştir.)
Bu motiflerde oluşmasını istediği Türk
kadınını açıkça ortaya koyan İsmail Bey
Gaspıralı, insanların zihninde ‘eğitimli
modern Müslüman-Türk kadını’ imajını
oluşturmuş ve daha sonraki aşamalarda
bunu daha değişik yollarla da göstererek
GENCAY
46
Rusya’da Türk Kadın Hareketi’nin
başlamasına öncülük etmiştir.
Rusya Türklerinin bulunduğu olumsuz
koşullarda Tercüman Gazetesi’nde
kadınların sahip olduğu düşük statüyü
iyileştirmek adına yaptığı çalışmalarla
kadının eğitimine ve çalışmasına konulan
geleneksel sınırlar bir ölçüde kaldırılmaya
çalışılsa da bu konuda yapılanları yeterli
bulmamış olacak ki sadece kadınlara özgü
bir yayın organının gerekliliğini görüp bir
dergi çıkarma kararı almıştır. Başına da en
güvendiği (tasarladığı Arslan Kız motifini
en iyi yansıtan) kızı Şefika Gaspıralı’yı
geçirmiştir.(12)
İsmail Bey, Tercüman gazetesini çıkararak
yalnız ‘Kuzey Türklerine ilk beyaz bahar
çiçeğini’ hediye etmekle kalmamış, kızı
Şefika Gaspıralı’ya teşviklerde bulunup
Âlem-i Nisvan (Kadınlar Dünyası) adlı
dergiyi çıkarmasını sağlayarak tüm Türk
Dünyası kadınlarının gönlüne de mis
kokulu bir gül bırakmıştı.
Gaspıralı’nın inisiyatifinde büyük kızı
Şefika Gaspıralı’nın yönetiminde 1906
yılında yayınlanmaya başlayan Âlem-i
Nisvan Dergisi, Rusya Türkleri tarafından
çıkarılan ilk kadın dergisi olması
bakımından da çok önemli bir yere
sahiptir. Âlem-i Nisvan Dergisi
Bahçesaray’da 1906- 1910 yılları arasında
iki haftada bir yayınlanmış olup dergideki
konular tamamen aile ve kadın ile ilgili
konulardı. .(13)
Şekil ve konular bakımından örnek
oluşturması için aşağıda derginin bir
sayısının içindekiler kısmı verilmiştir.
Necip Hablemitoğlu ve Şengül
Hablemitoğlu’nun Şefika Gaspıralı’nın
hatıralarından ortaya çıkarmış oldukları
“Şefika Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın
Hareketi” isimli kitapta Âlem-i Nisvan
Dergisi’nin 16.11.1906 tarihinde
yayınlanan 36 sayılı nüshasının kapağında
“ÂLEM-İ NİSVAN” başlığının altında;
“Müslimelere mahsus edebi ve tedrisi
haftalık mecmuadır.” yazısını, iç kapakta
ise “Âlem-i Nisvan ya ki Hanımlar
Dünyası” şeklinde giriş yapıldığından
bahsolunmuş ve içindekiler kısmı da şöyle
sıralanmıştır:
“1.Hanımlara Mahsus Devlet Nizamları ve
Şer’i Hukukları
Hane İdaresine, Evlad Terbiyesine ve Yurt
Tabibliğine Dair Malumat ve Haberler
Hane İşleri, Dikiş- Nakış vesaire Lazım Olan
Mevad-ı Resim ve Şekilleri İle
GENCAY
47
Bizde vesair Milletlerde Hanımların Hali,
Maişeti, İlim ve Edebiyatda, Umur ve
Siyasetde Meşhur Olan Hanımların
Tercüme-i Hali ve Resimleri
Mukaddemat-ı Fünun, Usul-ü Ahlak, Hikâye,
Şiir, Tarih ve Seyahat, Lazımgelen Resimler
İle” (14)
Yukarıdaki alıntıda da görüldüğü gibi
Âlem-i Nisvan Dergisi dönemin şartları göz
önünde tutulduğunda kadınların sahip
oldukları haklarını her şekilde
öğrenmesini, sadece kadınlara özgü işleri
değil, dünyadaki diğer gelişmelerden de
haberdar olmasını sağlaması açısından çok
önemli bir özelliğe sahiptir. Mecmualarda
çıkan yazı ve haberler rastgele seçilmiş
değildi. Her biri milleti çağdaşlaştırma,
ilim ve irfana yöneltip ‘dilde ve fikirde’
birlik sağlamak amacıyla özenle seçilen
konulardan oluşuyordu. “İşte birlik” kısmı
ise ancak bu aşamalarda epey yol
katedildikten sonra gerçekleşebilirdi.
Türk kadınlarının durumunun Çarlık
Rusya’sı döneminde Sovyet dönemine
göre daha geride olduğu söylense de
Rusların Ekim Devrimi ile birlikte kadın-
erkek eşitliğini sağlama bahanesiyle Türk
kadınlarına yönelik uyguladığı programın
ve vermiş olduğu hürriyetin Türk aile
yapısını bozma ve Sovyet tipi yeni bir aile
yapısı ortaya çıkarma temelinde olduğu da
unutulmamalıdır.(15)
İşte bu yüzden İsmail Bey Gaspıralı, en
başından beri milletinin kadınlarının
bilinçlenmelerini, ayaklarını yere sağlam
basmalarını sağlayıp böylece yetişecek
yeni neslin de eğitimli ve bilinçli bir Türk
nesli olarak yetişmesini istiyordu. Türk
kadınını bilinçlendirme hareketi,
kadınlarla birlikte devam edegelen
nesilleri de bilinçlendirmek demekti.
Bir kadın dergisinde olması gereken
sağlık, temizlik, eğitim, bilim, çağdaş kadın
hakları gibi siyasal ve sosyal tüm konulara
değinen Âlem-i Nisvan’da eleştirilen bir
konu da Türk erkeklerinin giderek artan
bir oranla Rus kızlarıyla evlenmeleri
sorunuydu. Bu gibi toplumsal sorunlara da
Türk’çe yaklaşılıp bir kadın bakışıyla
çözüm önerileri sunulmuştur. (16)
Derginin her sayısında gittikçe daha
kaliteli makaleler kaleme alınmaya
başlanmış ve bu sayede bir aydın kadın
çevresi oluşmuştur. Yukarıda bahsedilen
eserde, dergide yayınlanan bir yazıyı yine
hem dikkat çekici olması babından hem de
Türk kadınının geldiği kültürel seviyeyi
görmemiz açısından burada aynen vermek
istiyorum:
‘… Örneğin Neciye Hanım adında bir
okuyucunun, Rus Parlementosu’ndaki
(Duma) Türk Milletvekillerine gönderdiği
uyarı mektubu önemine binaen aynen
yayınlanmış(16 Mart 1907,No.7,s.1-2):
“HATUNLAR TARAFINDAN MÜSLÜMAN
DUMA AZALARINA
-Mukaddes şeriatımız biznin hakkımızda
fevkalade bir adalet ve hakkaniyet izhar
edip bizni tam hukuklu bir insan eylese de
irlerimizin (erkeklerimizin)en çok kısmı
olan nadan ve zalimleri bizni cem’i
hukukumuzdan mahrum ederek tamamilyle
cehalet, esaret, hukuksuzluk altına gömüp
kırmışlardır… Horlagan tavuk şikilli bizni
kıpçaklarga tolup dört duvar açusında
aylarca, yıllarca yatırub asramakçı bolalar.
Keyifleri kelgen bayın bir hatun alub biznin
nazik yüreklerimizden kan akıtalar. Bu son
GENCAY
48
zaman yirlerde okub azrak dünyayı görür
ki, şeriatını tanurga, özümüznün insan
olduğumuzu anlarga başladık. Dumaga
baraçak Müslüman azalar, Müslüman
hatunların tam hukuklarını alub birsünler,
bizni bu zulümlerden, esaretten ve
cehaletten kortararak nizam tüzü ve terke
taşısınlar. Biz memleketin analarımız. Biz
insanların partisimiz. Milletnin terakki ve
tedennisi bizge tabidir. Eğer terakki böyle
esarette tutacak iseler özleri de bir gün esir,
mahv ve münkazir bolacaklarını irler
hatırlarında tutsunlar da Duma’ya baracak
Müslüman azaları ile Müslüman hatunların
hukuklarını almayınca kaytmaska
koşsunlar. Biz şunu talep etemiz. Naciye.” ‘ (17)
İşte bunu başarmış olmak dahi,
inanıyorum ki Gaspıralı’nın hedefine
ulaştığının bariz göstergelerindendir. Bu
yayınlar kısa süreli de olsa gerçekten
başarının timsali olmuş ve çıkardığı küçük
bir kıvılcımla zihinleri harekete geçirmeyi
başarmıştır.
Gaspıralı’nın hareketi bugün dahi bizlere
ışık saçar niteliktedir. Kadınların hor
görüldüğü ve her fırsatta acımasızca
katledildiği bugünün Türkiye’sinde
yaşanan korkunç olaylar onun her
sözünde altını çizdiği “eğitim” sorunundan
kaynaklanmaktadır. Kadına değer
verilmeyen toplumlarda gelişmişlik düzeyi
aranmaz. Bugünkü İslam dünyası da
maalesef hala bu konuda diğer dünya
ülkelerine nazaran çok kötü durumdadır.
Maalesef ilim ve irfandan uzaklaştıkça da
başkaları tarafından kolay yutulan
lokmalar haline gelmişlerdir. Orta
Doğu’daki bizleri de derinden etkileyen
son dönem gelişmeleri de gösteriyor ki
bilime, akla, kadın haklarına, ahlaka, yine
‘eğitim’e önem vermeyen cahil toplumlar,
diğer milletlerin onlarla bir ‘yapboz’ gibi
oynamalarına seyirci kalmaktadır. Sadece
cahil toplumlarda bu gibi olayların
yaşanması muhtemeldir. Ve cahil
toplumlar bilinçlenmedikçe asla hür
olamazlar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de hiçbir zaman
dilinden düşürmediği ‘eğitim’ konusu,
akla, bilime hizmet eden yeni nesillerin
oluşması meselesi günümüzde hafife
alınmış durumdadır. Biz bugün maalesef
yine o çizgimizden kaymış vaziyetteyiz.
Türk Milleti yeniden ilimin ışığına
yönelmek mecburiyetindedir. Aksi halde
tarih bu günleri de bundan sonraki günleri
de kötü yazacaktır.
DİPNOTLAR:
(1)Abid Tahirl, İsmail Gaspıralı Dünyası İsmail
Gaspıralı Dehası, Çev: Cumhur Turan,İleri Yayınları,
İstanul,UNESCO Gaspıralı Yılı 2014,s:185
(2)Necip Hablemitoğlu-Şengül Hablemitoğlu,Şefika
Gaspıralı ve Rusya’da Türk Kadın Hareketi(1893-
1920), Toplumsal Dönüşüm Yayınları,Aralık
2014,İstanbul,s:1
(3)NecipHablemitoğlu-Şengül
Hablemitoğlu,a.g.e.,s:2-3
(4) Abid Tahirli,a.g.e.,s:172-173
(5)Abid Tahirli,a.g.e.,s:10
(6)Necip Hablemitoğlu,Gaspıralı ve Tercümanı,Dilde,
Fikirde İşte Birlik Aylık Dış Politika
Dergisi,sayı:3,Nisan1997,Ankara,s:174
(7)Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı(1851-
1914),Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları:962,Türk Büyükleri
Dizisi:99,Ankara,1988,s:23
(8)Nadir Devlet, a.g.e., s:29
GENCAY
49
(9)Cemile Kınacı, Ütopyadan Gerçeğe: Kadınlar
Ülkesi ve Arslan Kız’dan Alem-i Nisvan’a Evrilen
Türk Kadın Hareketi,Modern Türklük Araştırmaları
Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel Sayısı,cilt: 11,sayı:
4(Aralık 2014),ss:224-247
http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id
=708
(10)Cemile Kınacı,a.g.m.,s:234
(11)Cemile Kınacı,a.g.m.,s:237
(12)NecipHablemitoğlu-Şengül
Hablemitoğlu,a.g.e.,s:36-37
(13) Nadir Devlet, a.g.e., s:48
(14)NecipHablemitoğlu-Şengül
Hablemitoğlu,a.g.e.,s:37
(15)G. Selcan Sağlık Şahin, İsmail Gaspıralı, Türk
Kadını ve Alem-i Nisvan Dergisi, Modern Türklük
Araştırmaları Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel
Sayısı,cilt: 11,sayı: 4(Aralık 2014),ss:211
http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id
=707
(16)NecipHablemitoğlu-Şengül
Hablemitoğlu,a.g.e.,s:40
(17)NecipHablemitoğlu-Şengül
Hablemitoğlu,a.g.e.,s:40
KAYNAKÇA:
DEVLET, Nadir; İsmail Gaspıralı(1851-1914),Kültür
ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 962,Türk Büyükleri
Dizisi:99,Ankara,1988
HABLEMİTOĞLU, Necip; “Gaspıralı ve Tercümanı”,
Dilde, Fikirde, İşte Birlik Aylık Dış Politika
Dergisi,sayı:3,Ankara,1997
HABLEMİTOĞLU, Necip-Şengü; Şefika Gaspıralı ve
Rusya’da Türk Kadın Hareketi(1893-
1920),Toplumsal Dönüşüm Yayınları,İstanbul,2014
KINACI, Cemile; “Ütopyadan Geleceğe: Kadınlar
Ülkesi ve Arslan Kız’dan Alem-i Nisvan’a Evrilen
Türk Kadın Hareketi”,Modern Türklük Araştırmaları
Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel Sayısı,cilt:11,
sayı:4(Aralık 2014)
http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id
=708
ŞAHİN, Selcan;”İsmail Gaspıralı, Türk Kadını ve
Alem-i Nisvan Dergisi”, Modern Türklük
Araştırmaları Dergisi İsmail Bey Gaspıralı Özel
Sayısı,cilt: 11,sayı: 4(Aralık 2014)
http://mtad.humanity.ankara.edu.tr/makale.php?id
=707
TAHİRLİ,Abid; İsmail Gaspıralı Dünyası İsmail
Gaspıralı Dehası, Çev: Cumhur Turan,İleri Yayınları,
İstanul,UNESCO Gaspıralı Yılı 2014
GENCAY
50
FEMİNİZMİN İDEOLOJİK ÇIKMAZI Sertaç EKEMEN
Patriarkal erkek egemen toplumunun
ortaya çıkarmış olduğu kadının büyük
kapatılma içerisindeki toplumsal statüsü,
1800 yıllardan itibaren felsefenin konusu
olmaya başlamış ve ideolojiler çağı olarak
adlandırılan 20. yy'da büyük ve geniş
tabanlı bir tartışma konusu olmuştur.
Feminizm genel manada eşitlik sloganı ile
kitlelere hitap etmesi sonucunda Marksist
terminoloji içerisinde kendine yer etmiş ve
bu yelpazede hareket etmiştir. Bunun
yanında Anarko feminizm Radikal
Feminizm Liberal Feminizm gibi alt dallara
bölünmüş olan bu fikirsel akımın farklı
dünya görüşleri içerisinde varlığını devam
ettirmek istemiştir. Bu yazıda Feminist
bakış açısının diğer ideolojilerin
gölgesinde kalmasının ve hayat
bulamamasının nedenlerini irdeleyeceğiz.
19. yy ikinci yarısı ve 20. yy başına doğru
birçok kadın örgütsel bir çatı altında
ideolojiler üstü bir kollektif yapı ile
biraraya geldiler bu yapı birinci dalga
feminizm adı verilen hareketin temel
kıvılcımlarını teşkil etti. Amerika Birleşik
Devletleri'nde Sarah Grimke ve Anjelina
Grimke gibi isimler kölelik ve siyahi
haklarının yanında kadın haklarının
savunucusu haline geldiler Buradaki ilk
başkaldırılar erkek egemen toplumu
içerisinde sıkışmış olan kadın figürünün
1776 İnsan Hakları Beyannamesi ve
Fransız İhtilalinin getirmiş olduğu
özgürlük fikirleri içerisinde kendine pay
çıkarması ile şekillenmiştir. Bu talepler
eğitim, çalışma ve oy hakkı talepleri ile
somutlaşmış ve erkekler tarafından da
benimsenerek cinsiyet üstü bir ideoloji
haline gelmiştir. Temel sloganları ise
reddedilen/ inkar edilen kadın haklarının
geri iadesi edilmesidir. Ancak 19. yy'dan
20. yy.la geçilen dönemlerde Liberal ve
Sosyalist alt kategorilere ayrılan
Feministler, temel insan hakları ve eşit
yurttaşlık taleplerini ileriki bir boyuta
taşıdılar. Liberallerin eşit oy talepleri
karşısında sınıf ve devrim mottosundan
hareket eden Sosyalist Feministler, ABD
içerisindeki kadın oy hareketinin oldukça
gerisinde kaldı. Bu da kadının anayasada
oy hakkını elde etmesini 1920’li yıllara
kadar uzamasına sebep oldu.
İngiltere’de ise kadın hakları hareketi,
Siyaset Bilimi yelpazesinde kendine yer
etmiştir. Mutlak Hükümranlık teması
içerisinde Aile kavramı hiyerarşisini
Eleştiren İngiliz Filozof Mary Astell
demokrasi ve aile örgütü içerisindeki
mikro tahlili ile feminist bir bakış açısı
getirmiştir. Bununla birlikte Mary
Wollstonecraft kadınının toplumsal bir
kurgu olduğunu varsayarak Velayet ve
Çalışma Hakkını elde etmek için bir dizi
eylem örgütledi. Ancak bazı haklar elde
ettilerse ise sadece erkek işçilere oy hakkı
tanınması ile hayatın her alanına nüfus
etmenin siyasal haklardan olduğunu
öngören Wollstonecraft taraftarları oy
taleplerini bir dize eyleme döktüler.
Burada önemli olan husus Charist hareket
içerisindde feminist desteği olmasına
karşın, kadın oy hakları mücadelesi
içerisinde feministlere Sosyal Demokrat
Partinin destek vermemesi olmuştur.
GENCAY
51
Fransa’da gelişen Feminist hareket
meyvelerini 1944 gibi 20.yy ikinci
çeyreğine denk gelen bir dönemde
vermişti. Fransız Devriminin ardından
jakoben yönetim ve zhiniyet var olan
kadın kazanımlarını yok etmiştir, Kadınlar
için eşit oy ve çalışma hakkı talebinde
bulunan aktivist De Gouge, madem
kadınlara giyotin hakkı tanınıyor, o zaman
siyasal haklarda tanınmalıdır söylemini
geliştirmiş ve giyotine yollanmıştı. Fransız
Sosyalizmi başlangıçta feminizme karşı
bakışını eşitlik temelinde olumlu bulurken,
ütopik sosyalist fikir adamı Proudhon bu
düşünce yapısını eleştirmiştir. Proudhon
kadınlara karşı verilecek olan siyasal
hakların, aile yapısına ters olacağını, “ Farz
edelim ki kadın bir halk meclisinde
kocasınınkine ters bir oy kullandı, bu
anlaşmazlıkların boşanmasına yol açar ve
toplum nazarında erkeğin onuru inciltir
demiştir.” Proudhoncu Sosyalizm kadının
siyasal yaşamdaki aktivitesini aileyi feda
edeceği düşüncesiyle baltalamıştır.
Böylelikle Fransız solunu feminizmden
uzaklaştırmakla kalmamış, Fransa'da 1884
ten sonra kadınların sendikacılık
hareketine girmelerini zorlaştırmıştır.
Almanya’da, özellikle paris komününün
başarısızlıkla sonuçlanması ardından, işçi
sınıfının asıl mücadele alanı Fransa’dan
Almanya’ya kaydı. Alman Sosyalist
düşünür August Babel yayımlamış olduğu
eserinde, kadınlara eşit hak tanınmasını
gerektiğini ve kadın kurtuluşunun ancak
sosyalizmle birlikte mümkün olacağını
söylemiştir. Buna karşın 2.
Enternasyonel’de Kadın hareketi ve işçi
hareketi arasında çıkan sürtüşme
sonucunda, kadın hareketi bir burjuva
hareketi olarak nitelendirilip dışlandı.
sosyalist kadın önderlerden Clara Zetkin,
kurtuluşun ancak proleter kadınlar
tarafından sağlanacağını söyleyerek
feminist düşünceyi hareket içerisinden
dışladı.
Sovyet Devrimi gerçekleştikten sonra
Rusya’da görece somut atılımlar
gerçekleşti, Gerek çocuk bakımında
kollektif bir yapının benimsenmesi gerek
ise ev yaşantısında iş bölümünün yanında
Kollontai gibi Rus Devriminin düşünürleri
kadının özerk kimliğini sorgulayarak
evlilik kurumunun meşruiyetini
eleştirmeye varan söylemleri geliştirdi. Ne
var ki; Stalin dönemi ile başlayan ağır
devletçi politikada, feminist denebilecek
yaşam tarzı ve kazanımlar sekteye uğradı.
Aile kavramının kutsallığı Stalin
döneminde yüceltilirken, bu politika ile
boşanma hakkı kısıtlandı ve kürtaj
hakkının kaldırılması gibi kimi gerici
uygulamalar benimsendi. Sadece siyasal,
ekonomik ve eğitim haklarına
dokunulmadı.
İkinci Dalga Feminizm “ideolojiler çağı”
olan 20.yy dan post-modern döneme bir
köprü kurması açısından yeni bir fikirsel
akım daha doğrusu yeni fikirsel
alternatiflerin gün yüzüne çıkışı olarak
nitelendirilebilir. Bu dönemde siyasal
ideolojilerin bilhassa marksizm’in
içerisinde sıkışıp kalmış feminist dünya
görüşünün, Liberal Sosyalist akımlar
içerisinde hayat bulamayıp kendine yeni
kalıplarla özgünlük yaratma peşinde
olduğunu göreceğiz. Ancak hali hazırda var
olan terminolojilerle kendini açıklamaya
çalışması; diğer siyasal akımlarla flört
etmeyi hali hazırda devam ettirmesi
feminizmin kendini bulamamasına
GENCAY
52
özgünleşememesine sebebiyet verecektir.
Her ne kadar kadına şiddet, kürtaj,
toplumsal hayattaki kadının rolü,
toplumsal cinsiyet gibi somut problemlere
karşı tahlilini yapıp reçetesini belirlese de
hareket radikalleşerek somut ve
konjonktüre uygun uygulanabilir bir teori
olmaktan çok uzağa gitti.
Liberal Feminist olarak kendini
tanımlamaya başlayan Feminist grup,
başlardaki Feminist düşüncenin
benimsediği fikirlerden ”demokratik ve
insan haklarından eşit ölçüte yararlanma
ve eşit siyasal hak talepleri gibi” uzakta
değildi. Ancak Friedan gibi toplumsal
alanda eşit bir statü elde etme amacıyla
kadın ve erkek rollerinin değişmesi;
erkeğin kadınlaşması gibi ütopik
kavramlarla feminizmin reel dünya
koşullarına uyum sağlaması engellendi. Bu
durum da diğer ideolojilerin gölgesinde
kalarak yapılacak Feminist kuramın
aymazlığını post-modern dönemde de
kendini gösterdi. Postmodern dönemde
ortaya çıkan feminist kuramlardan birisi
de radikal feminizmdi. Her ne kadar
marksist tandanslı olup Engels’in kadın
manifestosundan yola çıkarak kendini
geliştirse de görece kendine özgü daha
sistematik ve bağımsız fikirler ortaya
çıkarmıştır. Bu dönemde radikal
feministlerin postmodernizmin özel alan
ve kamusal alan ayrımı gözetmeksizin,
özel olan politiktir sloganı kullanması ve
bu döngü içerisinde yer alan aile içi
şiddete karşı toplumsal duyarlılık
oluşturması açısından kendiliğinden bir
siyasal örgütlenme doğurması özgünlük
açısından önemlidir. Ancak ideolojik
temellendirmesini yaparken teknolojik
sunni döllenme ve yeniden üretim gibi bu
zamana kadar gelmiş erkek ve kadın
rollerini radikal bir biçimde değiştirmeyi
ve bunu teknoloji ve bilim sayesinde
olacağını belirtmesi, Hali hazırda var olan
postmodern bir dünya görüşü olarak
radikal feminizmi, ütopya paradoksuna
hapsetmeye mahkum kılmıştır Sonuç
olarak Aydınlanma çağının bir meyvesi
olarak; hümanizm, vatandaşlık, insan
hakları, demokrasi gibi fikirler ile erkek
egemen toplumdan uzaklaşılması
açısından anahtar bir rol üstlenip, Kadının
eşit ve özgür diğer insan olarak var olması
için doğmuş feminizm, İdeolojiler
yüzyılında Marksist Terminolojinin tekeli
ve inisiyatifine terk edilmiştir. 20.yy
Üçüncü çeyreğinden itibaren ise marksizm
var olan teorik ve fikirsel önemini
yitirirken kendi içerisinde bir çıkış yolu
bulmaya çalışan feminizm, önce
Liberalizm ile daha sonra ise radikal bakış
açısıyla gerçekçi, faydacı ve işlevsel fikirsel
akım özelliğini yitirmiştir.
GENCAY
53
DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE KADIN
TİPİ VE ÖZELLİKLERİ Ömer ÜNAL
Toplu Milletlerin benliklerini oluşturan en
önemli unsur dildir. Dilin özünü ise o dilde
yazılmış edebi eserler oluşturur. Türk
milletinin de kimliğini, özünü, fikir
dünyasını teşkil eden birçok önemli eser
bulunmaktadır. Edebi eserlerimize örnek
verilmesi istendiğinde akla gelen eserler,
Orhun Abideleri, Kutadgu Bilig, Divan-ı
Lügat’it Türk ve Dede Korkut’ tur. Elbette
daha nice değerli eserimizle bu örnekleri
çoğaltmak mümkündür. Bu noktada Prof.
Dr. M. Fuat KÖPRÜLÜ’ nün Dede Korkut
için söylemiş olduğu şu sözlere kulak
kesilmeliyiz : “Terazinin bir Kefesine Türk
Edebiyatının tümünü, diğer kefesine de
Dede Korkut’ u koysanız yine de Dede
Korkut ağır basar.” Köprülü’ nün bu
sözünde de net bir şekilde ifadesini bulan
Dede Korkut anlatıları, Türklüğün, Türk
fikri hayatının, olaylara bakış açısının
adeta bir özeti niteliğindedir. Fikrin ete
kemiğe bürünmüş halidir Dede Korkut
Lisan ı taife… Bu edebi eserde Türk aile
yapısı, kadına verilen değer, savaş ve barış
dönemlerindeki tutum ve davranışlar,
millet olma bilinci, inanç dünyası gibi
konularda bilgi sahibi olmaktayız. Türk
milleti, erkek ile kadın arasında keskin
çizgilerle bir ayrım ve ötekileştirme
yapmamıştır. Kurultaylarda söz sahibi
olan Hatun, devlet yönetiminde etkili bir
konumdadır. Bu özellikleri edebi
eserlerimizde görebiliriz. Bu yazıda da
Dede Korkut Hikâyeleri’ ndeki Türk kadın
tipinin nasıl işlendiğine ve anlatılardaki
kadın karakterler temelinde kadına
verilen değere bakacağız.
On iki hikâyeden oluşan Dede Korkut
kitabında; güzellik, asalet, zekâ, akıl, iyi
yetişmiş ve eğitimli olma, devleti en üst
makamlarda temsil edebilme, muktedir
olma, iyi ata binme, silah kullanma,
savaşabilme gibi özelliklerinin yanı sıra
yardımseverlik, cömertlik, sadık ve eşine
yardımcı bir hayat arkadaşlığı, Türk
kadınının ortak özellikleri olarak
görülmektedir. (Duran 2004,32).
Bugün de Türk toplumunda anne ve
annelik olgusu kutsal bir yerdedir. Dede
Korkut boylarında iki kadın tipinin ön
planda olduğunu görmekteyiz: Alp Tipi
kadın, ideal eş ve anne olan kadın. Bu iki
tip ön planda olmasına rağmen, Dede
Korkut’ ta bir kadın dört ya da beş farklı
tipin özelliklerini de üzerinde
taşıyabilmektedir. Örneğin; Dirse Han’ ın
karısı hem alp tipi bir kadındır, hem
annedir, hem evinin hanımıdır, hem
GENCAY
54
bilgedir, hem de sanatçı/ozan tipi bir
kadındır. (Yakıcı 2007: 40-47).
İdeal eş ve anne tipinde, Dirse Han’ ın
Hanımı, Boğaç Han’ ın annesi, Burla Hatun,
Deli Dumrul’ un eşi, Bay Böri’ nin eşi,
Bamsı Beyrek’ in annesi, Deli Dumrul’ un
annesi, Kan Tural’ nın annesi, Tepegöz’ ün
annesi olan Peri Kız, Begi’ in eşi, Segrek’ in
annesi kadın kahramanlardandır. İdeal
sevgili tipinde: Banı Çiçek, Selcen Hatun,
Bayburt Tekfuru’ nun kızı, Segre’ in
evlendiği kız (Ekici 2000:126,134) örnek
olarak verilmiştir.
Bilindiği gibi, Dede Korkut Destanı, hikmet
ve irfan dolu bir duâ ile başlar: Allah Allah
dimeyinçe işler onmaz; Kadir Tanrı
virmeyinçe er bayımaz; Ezelden yazılmasa
kul başına kazâ gelmez; Ecel vâde
irmeyinçe kimse ölmez; Ölen adam
dirilmez; Çıhan can girü gelmez; Bir
yiğidin kara tağ yumrusunca malı olsa,
yığar direr taleb eyler, nasibinden artuğın
yiye bilmez; Urluşuban sular taşsa deniz
tolmaz; Tekebbürlük eyleyeni Tanrı
sevmez… (Ergin 2009: 73).
Boylarda evlenilecek kız da aranan ilk
özellik alpliktir. Kahraman vasıflı kadınlar,
dokuz hikâyedeki erkeklerin danıştığı,
fikrine önem verdiği, vefalı, namuslu
kadınlardır. Göçebe şartlarda yaşayan
erkeğin gözünü arkada bırakamayacak
tipler evlenilecek kadın olarak
seçilmektedir.
Kadının: “Dar durumda kalındığında
erkeğin yerini tutup onu aratmaması,
eşine sevgi duyması, konuk
ağırlayabilmesi, eşine ve çevresine saygılı
olması, obur olmaması, azı çok eylemesi,
kendi olanaklarıyla yetinmesi, evinin
sorumluluğunu taşıması, gözü dışarıda
olmaması, tembellikten kaçınması, dizini
kırıp evinde oturması, çok gezmemesi,
dedikodu yapmaması, haksız olduğu halde
başkalarını suçlamaya çalışmaması, yapıp
yedirmekten hoşlanması, kocasının
öğütlerini dinlemesi, sözünü kulağına
koyması… erdem sayılmıştır. ”(Binyazar
1996,71).
Çoğunlukla at üzerinde erinin yanında
savaşan, otağda dirliği ve düzeni sağlayan,
alp kişiliği ile çevresine örnek olan Türk
kadınını Dede Korkut’ ta okumak ve onu
öğrenmek elbette bizler için önemlidir.
Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün: “ Kahraman
Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye
değil, omuzlar üzerinde yükselmeye
layıksın.” sözünü iyi idrak etmeli ve Türk
kadınına bugün reva görülen yaşam
şartlarını da iyi incelemek gerekmektedir.
Dede Korkut’un oluşturulduğu tarihte
özgür olan, rahatça toplum içinde hareket
edebilen, kocası olmadığı zamanlarda
misafir ağırlayabilen Türk kadınının
“İslamiyet devrinde ise Arap tesiri ile
hürriyeti sınırlandırılmıştır. Arap erkeği
için kadın bir hayat arkadaşı olmaktan çok,
bir süs eşyası durumundaydı. Kadın ancak
çocuk sahibi olduğu zaman durumu biraz
düzeliyor, daha doğrusu evlilik bağı
nispeten kuvvetleniyordu. İslamiyet’in
zuhuru Arap kadınına, geniş haklar
tanınmasına, kadını hiçe sayan örf ve
adetlerin kaldırılmasına vesile oldu”; ama
yinede Arap toplumunda eski kültürün
izlerinin silinmesi mümkün olmadı.(
Çandarlıoğlu 67)
Tüm bu sorunlardan arınabilmek ise yine
Türk insanının milli birlik ve beraberlik ile
mümkün olacaktır. Köycülük,
GENCAY
55
memleketçilik yapan bir topluluğun
cinsiyetçilik yapması da oldukça doğal bir
sonuçtur. İlçelerin sınırlarını çizen o
görünmez sınırları zihinlerden, karşı cinsi
ötekileştiren duyguları ise kalplerden
söküp atmak zorunlu bir durumdur. Dede
Korkut’ tan dinlemezsek sözü çok fazla
işitiriz kadını hor gören insanın öyküsünü.
Aynaya bakmadan, Dede Korkut’ un
bilgisinden, hikâyelerdeki manadan
elimize, dilimize ve belimize birer can
suyu dökme vaktidir. Bitkin düşmüş,
üzerine ölü toprağını sermiş olan bir
milleti yeniden yeşertecek can suyu da
Dede Korkut’ tan başkası olamazdı zaten…
KAYNAKÇA:
Ergin, Muharrem. Dede Korkut Kitabı. İstanbul:
Boğaziçi yayınları,2008.
Çavdarlıoğlu, Gülçin. Türk Destan Kahramanları.
İstanbul: And Yayınları,1977.
Ekici, Metin. “Dede Korkut Kitabında Kadın
Tipleri”.Uluslar arası Dede Korkut Bilgi Şöleni. Haz.
Alev Kâhya Birgül. Aysu Şimşek Canpolat. Ankara:
Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları,19-21
Ekim 1999.
Birgül, Alev Kâhya. “Dede Korkut Hikâyeleri’nde
Kadının Konumu”. Uluslar arası Dede Korkut Bilgi
Şöleni. Haz. Alev Kâhya Birgül. Aysu Şimşek
Canpolat. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları,19-21 Ekim 1999.
https://guneyturkistan.wordpress.com/2010.03.08/
dede-korkut%E2%80%99ta-kadin-ve-dunya-
kadinlar-gunu/.
GENCAY
56
YAŞAMA HAKKI! Çağhan SARI
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü
vesilesiyle Gencay Dergisi'nin Mart
sayısında, 8 Mart'ın tarihteki yerini ele
alan bir yazı kaleme almak niyetimiz vardı.
8 Mart ne idi, nasıl simgeleşti sorularına
yanıt arayacak, Avrupa'da kadın haklarını
farklı siyasi cenahlardan savunmuş ve
kurucu anne vasfını üstlenmiş isimleri
elimizden geldiğince tanıtmaya
çalışacaktık. Ancak bu niyetimiz hayal
kırıklığıyla söndü. Bambaşka bir yazıyla
karşınıza çıkmak varken bunun faydasını
sorgulatan, yazarın yazmasının ötesinde
okuyucunun da okuma hevesini örseleyen
gelişmeler insanlığın şeytanı da geride
bırakabileceğini gösteren türdendi. Kadın
haklarının tarihsel sürecine bakmak şöyle
dursun bugün kadının yaşama hakkı var
mı sorusunu yöneltti. İnsanın nefret
duygularını aştı. Söyleyeceklerimizi
unutturdu.
Bu yazı kaleme alındığı sırada,
öğretmenlik mesleğini haysiyetsizliğine
bakmadan üstlenme alçaklığını gösteren
bir müsveddenin saldırısı sonrası
yaşamına son veren bir insanın adı
dimağlarda yankılanıyordu. Üzerinden bir
ay kadar geçmeyen bir başka olayda
İstanbul'un nezih bir semtinde evine geç
saatte gittiği gerekçesi (!) ile saldırıya
uğrayan insanın adını öğrendik. Bu
saldırılara uğrayan cinsiyetinden önce
insan, onlara saldıranlar ise insanın bütün
vasıflarını yitirmiş ruhsuzlardır. Bu gün
(25 Şubat 2016) ise bir başka genç insan
evinde öldürülmüş olarak bulundu.
Gencay'ın Mart sayısı çıktığı zaman
muhtemelen bir kaç vakanın daha
olabilme olasılığını düşünmek dahi
istemiyoruz.
Çok değil, bir sene önce Mersin'de
detaylarını yazmaya tahammül
edemeyeceğimiz kadar caniliğin şerha
şerha fışkırdığı bir cinayet sonrası
Türkiye, kadınlara yönelen şiddetin
giderek artmasına ve cinsel saldırılara
karşı refleks göstermiş idi. Refleks tabirini
kasti kullanıyoruz. Çünkü hadiseden sonra
hemen hemen her hafta bir kadın daha,
babası, kocası, kardeşi, sevgilisi yahut hiç
tanımadığı bir sokak eşkıyası tarafından
öldürülürken yasalar nezdinde neler
yapıldığına yanıt arama gücü bulamıyoruz.
Sosyal paylaşım sitelerinde bir fotoğraf,
bir yazı paylaşmakla vatandaşın üstüne
düşen sorumluluğu yerine getirdiği
duygusunu hissetmesi nedeniyle refleks
diyoruz. Tepki vakaların sonrasındaki
seslerden ibaret kalmamalı çağrısını yapan
birçok sivil toplum kuruluşu ve sosyal
platformun çabasına rağmen gündelik
hayatın akışına sürüklenenlerin sahip
çıkmayışına refleks diyoruz. Yıllardır kan
emen terör sorununda nice genç fidanın
şehit düşme haberlerine olduğu gibi yavaş
yavaş kadınların öldürülmeleri
haberlerine de kayıtsız kalanların sayısı
arttığı için refleks diyoruz. Dahası
gösterilen tepkilerin dahi, düzenlenen
sertifika programlarının dahi -Kayseri'deki
caninin kadın hakları ile ilgili bir sertifika
programına katıldığı bilgisi üzerine-
samimiyetine güvenemeyerek refleks
diyoruz.
GENCAY
57
Özgecan Aslan, kadının ne siyasi ne de
sosyal hakları için değil, en temel hakkı
olan yaşama hakkı için simgeleşmiştir.
Günümüzde kadın haklarının ve erkek-
kadın eşitsizliğinin tartışmalarının ekseni
doğru ve iyi olanın yönünde
seyredeceğine, kadının yaşam hakkının
korunması noktasına dönülmesi,
toplumun buna yuh çekmemesi tarihe
düşülecek bir ayıptır. Kadının çalışma
hakkı, siyasi hakkı üzerine mülahazalar
yapmak, kadının yeni baştan tanımını
yapmak, kadının ekonomideki yerini
tartışmak, kadının annelik görevi
noktasında yapabileceği veya yapması
gerekenleri değerlendirmek artık ne
derece sıhhatlidir bilemiyoruz. Nitekim
artık kadınların yaşam hakları
tehlikededir. Bu tehlike bertaraf
edilmeden diğer sorunların çözümü için
sarf edilecek gayretlerin yerine
ulaşamama ihtimali sizleri rahatsız
etmelidir.
Adamsanız gelin bu meseleyi önce çözün
diyoruz. Annenin dünyaya getirdiği
yavrunun büyüyüp başta kendi annesine
duyduğu sevgi ve saygıyı tüm annelere ve
anne adaylarına yansıtmasını beklemek
meğer dünyada kaleme alınan bütün
ütopyaları geride bırakırcasına bir hayalin
akisleriymiş. Yapılması gereken tepeden
tabana her yerde ister otorite ürünü ister
yetiştiriciliğin titizliği kadına saygının
yeniden tesis edilmesidir. Bu çemberin
dışında kalanların da insafsızca yok
sayılacak hal tarzının geliştirilmesidir.
Kadınlara saldırılarda bulunanların
mahkemelerde savunma yapmaları
sırasında kurdukları bazı cümleler vardır
ki insanı hayrete düşürmektedir. ''Şeytana
uydum'', ''şeytan yanılttı'', ''kendimi
kaybettim''. Şeytanın dahi bu varlıklar
nezdinde Tanrı katında nasıl bir yeri aynı
mıdır bilmiyorum ama geride bıraktığımız
asırda insanın kendisine ve doğaya verdiği
zarar ile hainlik herhalde şeytanı bile
gölgede bırakacak cinstendir. Şimdi hayata
kast etmenin, bir insana yapılabilecek en
aşağılık saldırının kılıfını şeytana uymak
diye tabir edilenlere şeytani cezalar
verilmelidir ki kendi şeytanlıkları ile
hesaplaşsınlar.
İki buçuk yıldır sizlerle buluştuğumuz bu
sayfalardan ilk kez bir rica ile satırlarımıza
son veriyoruz. Sizlerin huzuruna bu sayıda
kadın haklarının tarihsel süreciyle
çıkamadığımız ve bu kadar kısa bir
kelamda kaldığımız için bizleri mazur
görün... Kadınlar öldürülürken kadın
haklarını yazmaktan utandık! Affedin...
GENCAY
58
BİR KADIN... BİR KADIN...
Onur ÇELİK
Gözleri etrafa saçıyor ışık,
Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Elleri ipekten, saçlar dolaşık,
Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Anladım... Kadındı en güzel sanat,
Güçlüydü; hayatın yüküne inat,
Güneş kayıp... Sanki durdu kainat,
Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Eşsiz gülüşüne mevsimler vurgun,
Asildi... Vakurdu... Değildi yorgun,
Ay kırk parça oldu, yıldızlar durgun,
Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Tuttu ellerimden, çekti kenara,
Yüzüne bakarken daldım bir ara,
Buydu göreceğim en hoş manzara,
Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor.
Gönlüme bir umut, derdime derman,
Kayıt düşülmüştür, yazıldı ferman,
Zaman donsun, sakın bitmesin bu an,
Bir kadın... Bir kadın... Bana bakıyor...
Bir kadın... Bir kadın... Yürek yakıyor...
GENCAY
59
KADININ ADI HALA MI YOK? Alperen KIZIKLI
Bu yazıyı okumadan önce, yazının
temasına uygun bir müzik dinlemek
isterseniz sözleri rahmetli Aysel Gürel’e
ait, Sezen Aksu’nun seslendirdiği Ünzile
adlı eseri dinleyebilirsiniz. Kendinizi yazıyı
okumadan önce bir kadının yaşadıklarına
şahit olmaya ruhen hazırlayınız.
Bir üniversite hastanesinde ihtisas
eğitimimi almaktayım. Hekim olarak her
gün onlarca hastayla konuşuyor, onları
muayene ediyor, tedavileriyle ilgileniyor,
yer yer onların sıkıntılarıyla hemhal
oluyorum.
Sizlere hastam olarak şahit olduğum bir
kadının hikâyesini, onun yaşadıklarını
anlatmak istiyorum.
V. S., 30 yaşında böbrek rahatsızlığı
sebebiyle, memlekete, hastanemize
gönderilmiş. Yüzünde hastalığına bağlı
lekeler, böbreklerindeki bozukluk,
ayaklarındaki şişlikler ve ciddi nefes
darlığı ile servisimizde tedaviye aldık onu.
6 ay önce, kendisinden 9 yaş küçük eşi ile
dini nikâh ile evlendirilmiş. Arada sevginin
olmadığı tamamen iki ailenin dostluk
bağlarına istinaden yapmalarını istedikleri
bir evlilik akdi oluşturmuşlar.
Sormamışlar V.S’ye sen bu çocuğu kocan
olarak ister misin, diye. Yaşı otuz olması
nedeniyle etrafı onun evde kaldığını
düşünmüş. Kapana sıkışmış, eğitim
alamadığı için hayatta bir yer edinememiş
ve toplumsal statüsünü ancak bir kocayla
evlenerek elde edebileceği öngörülmüş.
Mecbur kalmış sevmeden evlenmeye,
kardeşi yaşındaki bir erkekle resmi nikâh
olmadan dini nikâhla yaşamaya…
Evlendiği erkek, 6 yıldır sevdiği bir insan
olmasına rağmen kendi ailesinin “ Artık
evlen, bu kız efendi, hanım bir kız, biz bu
kızı ailemizde görmek istiyoruz” demesine
karşı gelemediği için 9 yaş büyük V.S’yi
imam nikâhıyla eşliğe kabul etmiş. Aklı
hala 6 yıldır sevdiği kızda…
V.S.’nin hastalığı çeşitli tetkikler
neticesinde kesinleştirildi. Fakat hastalığı
bir ömür sürecek ve gebe kalmasını
güçleştirecek bir rahatsızlık. Tedavisi için
alması gereken ilaçlar da çocuk sahibi
olmasını engelleyebiliyor. Sistemik lupus
eritematozus adını verdiğimiz öldürmeyen
fakat bir ömür boyu süründüren bu
hastalıkla yaşamak zorundaydı artık.
Evlendiği erkek, ticaretin içinde olduğu
için bilgi teknolojilerini kullanabilen bir
genç. Hasta dosyasında eşinin hastalığın
ismini görmüş ve araştırmış günlerce… Bu
hastalığın çocuk sahibi olmayı
güçleştirdiğini öğrenmiş ve toplamış
memleketinde aile efradını… Eşinin
hastalığının bir ömür süreceğini, hasta bir
kadınla yaşamak istemediğini, ailenin de
onayı olursa resmi nikâhla 6 yıldır sevdiği
kadını eş olarak, V.S de eğer isterse,
kuması olarak yanında kalabileceğini
anlatmış. Eğer eşi onla kalmak istemezse
arada resmi bir akdi olmadığı için onu
babasının evine yollayabileceğini de
söylemiş. Birkaç hafta önce V.S’yi taburcu
ettik, tedavisini düzenleyerek on gün
GENCAY
60
sonra kontrole çağırarak memleketine
gönderdik.
V.S psikolojisi bozuk bir halde yeniden
hastanemize geldi. Yanındaki eşi henüz
onu yarı yolda bırakmış değil.
V.S yaşadığı toplumda kuluçka makinesi
gibi görülmüş, resmi olmadan da dini
nikâhla evlendirildiği kardeşi yaşında bir
erkekle yaşamaya mecbur bırakılmış. Eşi
tarafından terk edilince babası evinde
kıymeti olmayacak. Belki bir ömür çile ve
cefa çekmeye mecbur kalacak bir hasta
olarak görümcesi olan bir kızın
refakatinde yatıyor şimdilik…
Kendimi V.S.’nin yerine koyuyorum,
kapana kısılmış gibi hissediyorum. Ama
V.S’yi tedavi etmekten başka elimden bir
şey gelmiyor…
Evet, kadının hala bu ülkede adı yok.
Kadın cinayetleriyle, kadınlar, kızlar
canından oluyor bu ülkede. Tecavüze
uğruyor ve işyerinde, okulda mobbing
uygulanıyor. Taciz mağduru oluyor ve
devlet hala kadınlara 3 çocuk yapmayı
tavsiye ediyor. İktidar sahipleri kadının
kimliğini güçlendirmek yerine, ona çocuk
yapınca bir çeyrek altın takmayı siyaseten
uygun görüyor. Kadını valilik önünde
sosyal yardım dilendirmeye, seçim
zamanları onun eğitimsizliğinden
faydalanarak dini hassasiyetlerini
sömürmeye çalışıyor.
Kadın sadece bu ülkede bir adet oy olarak
görülüyor. Ayrıca sosyal hayatta yeri
sadece ev gezmeleri ve dini sohbetlerden
başka bir şey değilmiş gibi gösterilen
insansı varlıklar olarak değerlendiriliyor.
Kız babalarına, kızının da erkek evladı gibi
bir birey olması gerektiğini
öğretmememizin sonuçlarını yaşıyor V.S.
Onun yaşadıkları bu ülkedeki zihniyetin
bir tezahürü. Onu birey yapamayan sistem,
ondan doğacak çocuklarla kalkınmayı,
refah sahibi olmayı planlıyor.
Kusura bakmayın efendiler! V.S ve onun
gibi nice kadınlar bu toplumda eğitimli ve
kimlik sahibi bir birey olmadan bizler,
onlardan doğacak çocuklarla ne terörün,
ne de geri kalmışlığın önüne geçebilirsiniz.
Neşet Ertaş’ın da dediği gibi.” Kadınlar
insandır. Biz ise insanoğlu.”
GENCAY
61
TÜRK KADINI İLE GELENEKLER
ARASINDA İlker GEZER
Türk toplumunda kadının saygın bir yeri
vardır. Orta Asya'da kurulan ilk Türk
devletlerinde kadın ve erkek eşit haklara
sahipti. Devlet yönetiminde, hakanların
yanında hatun adı verilen eşleri de söz
sahibiydi. Kadınlar ata binip ok atar, top
oynar, güreş gibi ağır sporlar yapar ve
savaşlara katılırlardı. Toplumda tek eşlilik
prensibine bağlı kalınır, ev eşlerin ortak
malı sayılırdı. Namus ve iffete büyük bir
önem verilirdi.
Osmanlı Devleti Dönemi'nde kadın
haklarında gerileme oldu. Kadınlar
evlenme, boşanma, miras ve eğitim
işlerinde pek çok haklarını kaybettiler.
Bununla birlikte köylerde ve kasabalarda
yaşayan kadınlar, her alanda eşlerine
destek oluyordu. Kurtuluş Savaşı
yıllarında, erkeği cepheye giden Türk
Kadını, çocuğunu yetiştirmiş ve evinin
geçimini sağlamıştır. Hatta silâh ve
cephane taşıyarak savaşa katılmıştır. Bu
davranışı ile Türk Kadını, Türk
toplumundaki önemli yerini bir defa daha
ispat etmiştir.
Ulu Önder Atatürk, kadınlarımızın medenî,
siyasal ve sosyal haklarına kavuşması
gerektiğine inanıyordu. Türk kadınının bu
durumunu Atatürk şu sözü en güzel
şekilde ifade eder: "... Dünyada hiçbir
milletin kadını, ben, Anadolu kadınından
daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve
zafere götürmekte, Anadolu Kadını kadar
gayret gösterdim diyemez".
Türk toplumunda ailenin, ailenin içinde de
kadının yeri ve önemi büyüktür. Kadın
erkek eşitliğinin sağlanması, toplumsal
uzlaşmanın en önemli şartlarından
birisidir.
Toprak kokar Türk kadını, Anadolu kokar,
aşk kokar, sevgi kokar…
Toplumları incelediğimizde, tarih boyunca
şiddetle en çok karşılaşan ve maruz
kalanların kadınlar olduklarını
görmekteyiz. Kadınlar cinsiyetin
belirlendiği andan itibaren erkek egemen
GENCAY
62
toplum yasaların geçerli olduğu bir
dünyada, erkeklerin dayattıkları cinsiyetçi
bir düzen içinde özel yaşamlarında ya da
kamusal alanda çeşitli şiddet olayları ile
karşılaşmaktadır.
Erkeğe güçlü ve yönetici imaji çizilirken,
kadın baskı altında tutulur ve kadın
çevresindeki olumsuz giden her şeyden
kendini sorumlu tutmaya başlar. Böylece
kendi içinde huzuru ve uyumu
yakalayamaz, hedefleri ve kendince
önemliler için savaşacak gücü kendinde
bulamaz ve her şeye evet der. Kadının
çaresiz tavrı erkeğin şiddet uygulamasına
katkıda bulunur. Buna tanık olan ailenin
diğer küçük üyeleri ilk önce inanmama ve
inkar, ardından kayıp ve kaygı yaşayarak
ebeveynlerin davranışlarını model olarak
alırlar ve bu kuşaklar arasında aktarılır ve
ilerde şiddet uygulayan veya uygulanan
bireyler olmak için risk oluştururlar.
Tarih boyunca zaman zaman kız
çocuklarının istenilmemesi,
önemsenmemesi erkek çocuk oluncaya
kadar çocuk yapma şeklinde cinsiyet
seçimi yapılarak başlatılan kadına yönelik
şiddet, kız çocuklarının okul çağında okula
gönderilmeyerek eğitim hakkının elinden
alınması, ergen yaşta kendi fiziksel
gelişimini tamamlamadan evlendirilmesi,
evlendikten sonra da eş tarafından fiziksel,
psikolojik, cinsel boyutta aile içi şiddet
olarak da her yaş ve her dönemde farklı
şekilde görülebilmekte.
Daha okul döneminde "Kız kısmı okur mu?
Okuyup da ne olacak" gibi ayrımcı
anlayışlarla okula gönderilmeyip erkek
çocuklarının okutulması ya da en fazla kız
çocuklarının ilkokula kadar gönderilip
sonra okuma hakkının elinden alınması ile
kadınlar şiddete açık hale gelir. Çalışma
hayatında da kadın çoğu kez kadın işi
denilen ve uzmanlık gerektirmeyen maddi
gücü az olan işlerde çalıştırılmakta. Işe
almada önceliğin erkeğe, işten çıkarılmada
önceliğin kadına verilmesi, terfilerdeki
eşitsizlikler kadının ekonomik olarak
güçlenmesi engellenmeye çalışılarak
yapılan şiddet tipleridir. Buda kadını
ekonomik ve sosyal olarak erkeğe bağımlı
hale gelmesine neden olmuştur.
Her ne şekilde şiddet görürse görsün,
kadının yaşadığı bu şiddet onun zihinsel,
cinsel, fiziksel ve duygusal sağlık sorunları
yaşamasına neden olur.
Sağlıklı olmayan kadın sağlıklı nesiller
yetiştiremez ve aynı zamanda da çocukluk
döneminde şiddete tanık olan ya da
yaşayan çocuksa bu şiddeti hayatının her
alanında ümitsizlik, depresyon, suçluluk,
ambivalan duygularla yaşamaya devam
eder.
Diğer taraftan da Türk kadını ne yazık ki
hakkını söke söke almayı öğrenememiş,
kendi kaderini kendi yazamayan bir kadın
haline gelmiştir. Bu ülkede her gün bir
kadın ölür, öldürülür, ama susarlar,
susmak bu kadınların mirasıdır çünkü.
Daha güçlü olmayı değil, daha sabırlı
olmayı öğretirler kendi gibi kız
çocuklarına...
Gelenek, bir topluluğun bir süre sürekli
olarak bir davranışı yapması ve bu
sosyolojik eylemin toplumun geneline
yayılması, uygulanması durumudur…
GENCAY
63
Maalesef bu cinsiyetçi şiddetin bazı
sebepleri de gelenek, görenek, töre gibi
kavramlarımızdan kaynaklanıyor. Türk
toplumu olarak coğrafyamızda çok çeşitli
ve güzel geleneklere, törelere sahibiz.
Fakat bu bazı geleneklerimizin,
törelerimizin yanlış ya da yanlış
kullanılmadığı anlamına gelmiyor. Örneğin
“Sünnet Töreni” geleneğimiz.
Kız çocukları üzerinde maalesef büyük
psikolojik travmalara sebep oluyor ama ne
kadar farkındayız?
Bir yandan erkek çocuklarını sultanvari
elbiseler giydirerek, asa gibi ekipmanlar
kullanarak, arabalarla kentte gezdirerek
yere göğe sığdıramıyor, inanılmaz bir ego
okşaması yapıyor, özgüvenini abartılı
şekilde artırıyoruz. Fakat aynı zamanda
orada bulunan kız çocuklarının kendilerini
eksik hissetme, aşağılık kompleksine
girme, utanç gibi kompleks durumlara
girmelerine sebep oluyoruz. Elbette
“sünnet” Müslümanlık dini gereği
yapılması gereken bir eylem fakat dini
açıdan “sünnet töreni” yapılması koşulu
bulunmamaktadır. O yüzden aile arasında,
hastane ortamında Allah rızası için
yapılmalıdır.
Bazı geleneklerimiz ise bölgeselmiş gibi
geliyor aslında bizlere…
Batıdaki insanımız doğudaki töre
cinayetlerini eleştirirken, batıda aynısını
uyguluyor farkında olmadan. Örneğin
“batı” toplumunda da düğün sırasında çok
eleştirilen kuşak törenleri yapılmaktadır.
Evlenecek kız çocuğu adeta hediye paketi
havasında beline kırmızı kuşak bağlanır ve
işin asıl ilginç yanı gelinin erkek kardeşleri
arasından en küçüğe bağlattırılır. Erkek
çocuk da hiçbir şeyin farkında olmadan
gerile gerile gelip bağlar tabii.
Biliyorsunuz eleştirdiğimiz doğudaki töre
cinayetlerini de küçük olan erkek çocuklar
işler. Bunun amacı adalet sistemindeki
küçük yaşta cezanın az olması…
Aslında orada kullanılan kırmızı kuşak da
bir nevi garanti kapsamıdır…
Herkesin, bütün misafirlerin, eş-dost-
akrabanın önünde kuşağı bağlayan erkek
çocuk kız kardeşine namus adı altında
kefil olur ve bir sorun çıkması dâhilinde
‘gereğini yapacağına dair!’ söz vermiş
olur…
Bunun gibi kadın üzerinde baskı ve
şiddete sebep olan birçok yanlış ya da
yanlış kullanılan gelenek düşünülebilir.
Anlamalıyız ki şiddetin, yanlışın, suçun
batısı doğusu olmuyor maalesef. Birlikte
üstesinden gelmek için birleşip
çabalamadıkça kadına şiddetin önüne
maalesef geçilememektedir…
GENCAY
64
KADIN’A MEKTUP Vural Egemen SARIGÖZ
Bu bir yakın dönem mektubudur. Bir
erkeğin bir kadına yazarken, erkeklerin ve
kadınların temsili olarak çoğullar atılmış,
dünyanın bir kadın ve bir erkekten ibaret
olduğu varsayılmıştır. Belki bire bir insan
ilişkisinde kadının ve erkeğin durumu daha
iyi anlaşılabilir.
Merhaba güzel kadın,
Belki de senin talihsizliğin Âdem
yaratıldıktan sonra, senin yaratılmış
olman ile başlamıştır. Tanrı'yı sigaya
çekmek elbette ki kuluna düşmez ancak
düşünmeden de edemiyor insan, kadın
erkeğin bir parçasından değil de bir erkek
bir kadının parçasından yaratılmış olsa
belki o zaman kadına daha mı fazla değer
verirdik diye...
Bunu bir kenara bıraksak bile, doğuran
olarak değerinin ayrıca bilinmesi
gerekmez mi?
Çok eskilere gitmeye gerek yok
nihayetinde bu bir yakın dönem
mektubudur.
Türkiye'de kadının adı var kendi yok
maalesef, üstelik bunun okumuş olup
olmamakla, başörtülü ya da başı açık
olmakla, şehirli ya da köylü olmakla da bir
ilgisi yok. Her gün haberlerde
okuduğumuz şiddet gören, tecavüze
uğrayan ve hatta yaşama hakkı elinden
alınarak öldürülen kadınlar var.
Bunu yapanların Müslüman olması, gayri
Müslim olması, genç olması, ihtiyar olması,
taksi şoförü, minibüs kaptanı, öğretmen,
hâkim, savcı olması da bir şeyi
değiştirmiyor.
Ben yine bildiğin gibiyim, iyi bir erkeğim.
İyi bir insan olmaya çalışıyor,
etrafımdakilere nasıl faydalı olabilirim
diye kafa patlatıyorum. Yine Atsız ve Atay
okuyorum. Keşke bütün kadınlar Atsız ve
Atay'ın gözüyle bakabilseydi kadınlara...
Keşke bütün erkekler kadınlara Enver
Paşa'nın cepheden Naciye Sultan'a yazdığı
mektuplar gibi mektuplar yazmasa da
onun gibi sevgi dolu sözcükler söyleseydi
mesela, ''Naciye’ciğim, Efendim, Cicim,
Ruhumun Efendisi, Gönlümün Sultanı''
diyebilseydi. Keşke erkekler Enver
Paşa'nın cephede savaşırken bile vakit
bulup mektuplar gönderdiği kadar
evindeki, hayatındaki kadına işlerinin
yoğunluğunu bahane etmeden vakitler
ayırabilseydi. Keşke erkekler Enver
Paşa'nın cepheden topladığı çiçekleri
mektupların arasında sevdiği kadına
gönderdiği kadar romantik olabilseydi.
Belki o zaman kadınlar bizleri alır Kaf
Dağı'nın ardına çıkarırdı ki ben kadınların
görünmeyen iki kanadına olduğuna yemin
edebilirim.
Türkiye'de eşinden veya eski eşinden
şiddete maruz kalan kadınların oranı
resmi makamlarca tespit edilmiş olan
%49'dur. Bu rakam bir partiyi tek başına
iktidar yapar.
GENCAY
65
Devletin ve kurumlarının geliştirdiği
politikaları, izlediği yolları inceledim.
Beğenmedim. Çoğunda erkeğin bu
konularda eğitilmesi gerektiği vurgusu
yapılmış. Ben hayatımın hiç bir döneminde
''kadına şöyle davranılır, kadına böyle
davranılır'' diye bir eğitim aldığımı
sanmıyorum. Bu güne kadar hiç bir kadına
kötü davranmadım.
Vaktiyle evlendim, büyük bir aşkla
evlendim, kabul etmeliyim ki, büyük bir
aşkla taçlandırdığım evliliğimin şiddetli
geçimsizlik gibi aşağılayıcı bir neden ile
mahkemeye taşınması sonsuza dek
onurumu kıracaktır. Eşim üniversite
mezunu, ben üniversite mezunu, bir
oğlumuz oldu, her günümüz ayrı
güzelliklerde geçerken fikir ayrılıklarımız
başladı ama hakkımızı vermelisin, o kadar
fikir ayrılığına rağmen bir kez bile
birbirimizin kalbini kırmadık, üzüntümüz
sadece aşkımızın hangi ara bu noktaya
geldiğiyle alakalıydı. Daha fazla uzatmadık,
birbirimizi daha fazla üzmemek adına
ayrılık kararı aldık. O vakarlı bir şekilde
oğlumuz bile birlikte doğduğu, ailesinin
yaşadığı şehre dönerken, ben kendi
şehrimde hayat mücadeleme kaldığım
yerden devam ettim. Şimdi saygılı bir
şekilde oğlumuzun iyi bir insan olması için
çaba gösteriyoruz. Birbirimizden yine
ricalarımız oluyor. Ayrılırken helallik
isteyerek ayrılmış olmak benim için çok
önemli ve çok güzeldi. Bundan sonra
hayatıma başka bir kadın alır mıyım
bilmiyorum ancak 2 yılı geçmiş olmasına
rağmen sadece işleriyle uğraşan, başını
kaldırıp kadınlarla ilgilenmeyen, bu
konuda ısrar eden eş-dost-akrabaları da
nezaketle reddediyorum. Kim bilir belki
bakarsın bir kadının aşkı yine kapımı
çalar, ama lütfen bu defa hayal kırıklığı ile
sonuçlanmasın.
Konuyu dağıtmayayım güzel kadın,
Adalet Bakanlığı'nın resmi internet
sitesindeki verilere göre kadın
cinayetlerinde 2002 yılından 2009 yılına
kadar %1.400 oranın da artış olmuş. Aynı
verilere göre 2002 yılında 66, 2003'te 83,
2004'te 164, 2005'te 317, 2006'da 663,
2007'de 1011, 2008'de 806, 2009'un ilk 7
ayında ise 953 kadın yaşamını
kaybetmiştir.
Ülkemde bir kadın tek başına minibüse
binemiyorsa, tek başına sokağa
çıkamıyorsa, çarşıya-pazara gidemiyorsa,
yalnız başına yaşayamıyorsa bunun
suçlusu ne kadının kendisi ne de erkeğin
aldığı eğitim düzeyidir. Bunun suçlusu iyi
insan yetiştirememiş anne ve babalardır.
Bir kadın tecavüze uğruyor, öldürülüyor ce
cesedi yakılarak yok edilmeye çalışılıyor,
sebep-sonuç ilişkisinde profesör
düzeyindeki insanlar, ''kadın açık
giyinmese bunlar olmaz'' gibi hayret verici
açıklamalar yapıyorlar.
Eski kocası tarafından sokak ortasında
pompalı tüfekle katledilen kadın için köşe
yazarları kumdan köşelerinde '' kadın
kocasını terk etmese bunlar olmazdı'' diye
saçmalayabiliyorlar.
Kadının erkeğin savunmasına ihtiyacı yok,
erkek saldırmasın yeter.
Neyse güzel kadın,
İyi insan olmanın kadını-erkeği olmaz,
hepimiz iyi insan olmakla mükellefiz,
yoksa çocuklarımıza iyi insan olmayı
GENCAY
66
öğretemez ve öğütleyemeyiz. Kadının iyi
insan olması her şeyi düzeltmeyeceği gibi,
erkeğin de tek başına cins olarak iyi olması
da bir şeyi değiştirmeyecek. Bizler kadın
ve erkek olarak birlikte iyi olacağız. Erkek
kadını cinsel gözle görmeyecek, kadın
erkeği yatağındaki hükümran olarak
görmeyecek.
Kadına şiddet sadece o kadına karşı
işlenmiş bir suç değildir. Kadına şiddet
insanlık suçudur. Bir erkek çocuğunun
annesine ya da annesi adayına nasıl
kıyabilir. Bir başkasının evladına,
kardeşine, karısına, kızına nasıl kötü
davranabilir anlamak mümkün değil.
Bak güzel kadın gel sen benim sözümü
dinle, topla hem cinslerini, sizi başka bir
gezegene gönderelim. Mesela, Mars'ta su
bulundu, sizi oraya gönderelim. Şu dünya
denen gezegen biraz kadınsız kalsın da
belki kıymetiniz anlaşılır. Zaten sen suyu
bulduktan sonra Mars'ı dünyadan daha
güzel bir gezegen haline getirirsin. Sonra
da himmet eder erkeği oraya alır mısın,
almaz mısın senin bileceğin iştir.
Haydi, güzel kadın, kendine çok iyi bak,
inşallah seninle daha güzel bir gezegende
tekrar karşılaşırız.
GENCAY
67
TÜRKİYE’DE KADININ İŞGÜCÜ
PİYASASINA KATILIMI Mehmet UÇAK
Toplumsal cinsiyet çalışmalarında kadının
rolü ağırlıklı olarak incelenmektedir.
Kadın, aile içindeki statüsünden iş
yaşamındaki statüsüne kadar birçok
alanda dışlanma problemi ile karşı karşıya
kalmaktadır. Sosyal dışlanma, toplumda
bireyin sosyal bağlantısını sağlayan sosyal,
politik, ekonomik ve kültürel bileşimlerin
tümünden, kısmen veya tamamen mahrum
kalmasını anlamını taşımaktadır (Walker
ve Walker 1997: 8). Castillo’nun ifadesiyle,
ilk olarak Fransa’ da toplumdaki
dezavantajlı kesimleri ifade etmek için
kullanılan bu terim 1980’li yıllara
gelindiğinde eşitsizlik, adaletsizlik ve
işsizlik konuları ile de ilişkilendirilmeye
başlanmıştır. Bugün özellikle Ortadoğu
coğrafyası ve Türkiye’ de dâhil olmak
üzere kadınlar iş hayatında sıklıkla sosyal
dışlanma problemi ile karşı karşıya
kalmaktadırlar.
Son yıllarda kadın hakları hassasiyeti her
ne kadar medyatik anlamda ifade edilir
hale gelmişse de kadınların sosyal
dışlanma durumları istatistikî veriler ile
ortaya konmaktadır. Kadınların mecliste
temsil oranı, iş hayatındaki katılımı,
yönetim birimlerindeki rolleri vb. veriler
dikkate alındığı zaman ‘’kadın’’ temalı
konuların toplumsal bilinç düzeyine
erişemediğini görmekteyiz. İş yaşamının
getirdiği statü, sosyal ilişkiler bütünü,
ekonomik durum, sendikal faaliyetler,
sosyal güvence ve ekonomik etkinliklerin
kadının sosyal katılımını da artırmaktadır.
Bu bağlamda iş yaşamı ile bağı kesilen bir
kadının sosyal alanla iletişimi de göreceli
olarak kesilmektedir.
TÜRKİYE’DE KADININ İŞGÜCÜ
PİYASASINA KATILIMI
Türkiye’ de kadının işgücü piyasası ile
tanışması, emek piyasasında yaşanan
gelişmelerden ya da ekonomik temelli
sebeplerden değil bir zorunluluk olarak
ortaya çıkmıştır. Kadınların işgücüne
katılım 1915 Balkan Harbi ile başlamıştır.
Harbe katılan onlarca erkek sonrası
kadınlar işgücüne takviye olarak destek
vermişlerdir. Bu durumu I. Dünya Savaşı,
İstiklal Harbi ve II. Dünya savaşları sonrası
yaşanan gelişmeler de takip etmiştir. Daha
sonra savaşların bitmesi ve birçok erkeğin
terhis olmasıyla kadınlar tekrar geleneksel
ev işlerine çekilmişlerdir (Mardin, 2000:
14).
1950’li yıllarda ise köylerden kentlere
büyük göç dalgaları başlamıştır. Meryem
Koray’ın da belirttiği gibi kentlere yerleşen
bireylerde bir uyum süreci başlamış ve
çeşitli zihniyet değişiklikleriyle beraber
kadınlar eğitim, kültürel ve iş yaşamı gibi
sosyal alanlara katılmaya başlamışlardır.
Fakat birçok Doğu kültüründe olduğu gibi
Türkiye’de de kadına yüklenen misyon
gereği toplumsal yaşamda hüküm süren
geleneksel tavır ve düşünceler kadın
GENCAY
68
üzerinde baskıcı ve sınırlayıcı nitelikte
özellik taşımıştır.
Kadın haklarının yasal çerçevesini ilk
oluşturan ülkelerden olan Türkiye, ne
yazık ki kadınlara yasal zeminde vermiş
olduğu haklara, fiili durumda işlerlik
kazandırmayı becerememiştir. Bunun
temel nedeni de kadının iktisadi ve sosyal
yaşama katılmasına yönelik bakış açısının
olumsuz izlerinin halen devam etmesidir
(Çolak ve Kılıç, 2001: 7).
Son yıllarda kadınların işgücüne katılım
oranları giderek artsa da Türkiye’nin de
içinde bulunduğu birçok ülkede kadınların
işgücü piyasasına katılım oranı azalma
eğilimi göstermektedir. Bunun birkaç
nedeni vardır; birinci neden olarak
gençlerin öğrenim hayatlarında geçirdiği
sürelerin uzaması gösterilebilir. Zorunlu
eğitimin uzaması ve üniversite öğrenimi
görme oranının yükselmesi sebepler
arasındadır. Öte yandan ikinci neden
olarak tarım dışı etkinliklerde meydana
gelen artıştır. Kırsal alanda ücretsiz aile
işçisi olarak çalışan kadın, kente göç ile
birlikte eğitimsiz ve de deneyimsiz
olmaları nedeniyle işgücü piyasasına
hemen katılamamakta, bu da işgücüne
katılım oranlarını olumsuz etkilemektedir
(Tansel, 2000: 5).
Kadınların işgücüne katılım oranlarını
düşüren diğer bir etmen olarak geleneksel
aile yapısının işlerliğini de
değerlendirilmektedir. Bugün itibariyle
geleneksel aile yapılarının büyük oranda
çözüldüğü tespit edilmiş olsa da halen
kadına bakış ve kadın görevleri bu oranı
düşürmektedir.
Tüm bunlara rağmen TÜİK’ in
tanımlarında işgücü, istihdam edilen nüfus
ile birlikte sayımın veya anket
çalışmasının yapıldığı dönemde işsiz olan
nüfusu da kapsamaktadır. Dolayısıyla,
işgücü/ aktif nüfus*100 olarak hesap
edilen oranın pay kısmında yer alan işgücü
içine işsizler de dâhil edildiği için oranı
olumsuz etkilemektedir. Bu olumsuzluk
olduğundan düşük gösterme yönündedir.
Bu nedenle kadınların işgücüne katılım
oranları değerlendirilirken bu durumun
göz ardı edilmemesi gerekmektedir (Kılıç,
2000: 2).
KADININ İŞGÜCÜNE KATILIMINI
ETKİLEYEN BAZI FAKTÖRLER
EĞİTİM VE MESLEK EDİNMEDE FIRSAT
EŞİTSİZLİĞİ
Birey için eğitim hayatı sosyalleşme
anlamında hayatî önem arz etmektedir. Bu
bağlamda değerlendirildiği zaman eğitim
için gerekli sosyal mecralara ulaşabilen
bireylerin sosyalleşme süreçleri de
artmaktadır. Fakat bugün Türkiye özelinde
değerlendirildiği zaman özellikle kız
çocuklarının eğitim alma ve meslek
seçmede avantajlı olduğu söylenemez.
Gerek aile baskısı gerekse de mahalle
baskısı kadınların eğitim ve meslek
hayatlarındaki seçimlerini olumsuz
etkilemektedir.
TÜİK verilerine göre, 6 yaşından büyük
erkeklerin okumaz yazmaz oranı 1.32 iken
bu oran kadınlar açısından 6.44
seviyelerine ulaşmaktadır. Bu oranların
kadınların eğitim noktasında yaşadığı
eşitsizliği göstermektedir.
GENCAY
69
Yine TÜİK verilerine dayanarak, lise ve
dengi okul mezunu olan 25 ve daha yukarı
yaştakilerin toplam nüfus içindeki oranı %
18.2 iken bu oran erkeklerde % 22.2,
kadınlarda % 14.4’ tür. Yüksekokul veya
fakülte mezunu olan toplam nüfus oranı %
12.9 olup bu oran erkeklerde % 15.1 iken
kadınlarda % 110.7’dir.
Ülkemizde istihdam edilebilirlik fırsatı,
eğitim düzeyi yükseldikçe artmaktadır. Bu
nedenle işgücüne katılım oranı eğitim
düzeyi ile birlikte artış göstermektedir.
Yapılan araştırmalar kadınların eğitim
düzeyi ile işgücüne katılım arasında çok
büyük bir bağlantı olduğunu ortaya
çıkarmaktadır. Eğitim düzeyinin yüksekliği
kadınların istihdamında daha fazla önem
kazanırken erkeklerde daha az önemli
olmaktadır (Kaya, 2006: 3).
Kadınların eğitim gereksinimleri ile ilgili
olarak yapılan bir başka araştırmada,
herhangi bir işte çalışmayan yetişkinlerin
çalışmama nedenlerine ilişkin görüşleri
sorulmuş, 216 kişiden 31’ i(%14.3)
herhangi bir becerisinin olmaması
nedeniyle iş bulamadığını, 60’ ı(%28.5) iş
olanaklarının olmamasını neden
göstermiştir, ‘’İş garantisi olan gelir
getirici bir kurs açılırsa katılır mısınız?’’
sorusuna katılımcıların % 71.5’ i katılmak
istediklerini belirtmişlerdir (DIŞLANASU).
GELİR DAĞILIMI ADALETSİZLİĞİ
Kadınların yaşamış olduğu yoksulluk
tehlikesinin temel sebebi gelir
dağılımındaki adaletsizlik olarak
gösterilmektedir. Bu adaletsizliğe bağlı
olarak çoğu imkândan uzak kalan kadınlar,
işgücü piyasasına katılım için yeterli
imkanları bulamamaktadırlar.
Kadınların yaşadığı yoksulluk tehlikesi
birçok sebebe bağlanabilmektedir. Ecevit
bu sorunları temelde kaynak kullanımı ve
ücret farklılıklarına dayandırarak şöyle
sıralamıştır (Ecevit, 2003: 85):
• Hane gelirlerinin ve değerlerinin
dağılımında ve kontrolünde,
• Kredi gibi üretken değerlere erişimde,
• Kaynak kullanmada,
• Mülkiyet üzerinde söz hakkına sahip
olmada zayıflık,
• İş gücü piyasasında ayrımcılık,
• Ev içinde yeniden üretim ile ilgili
sorumlulukları nedeniyle ücretli ekonomik
faaliyetlerinin sınırlandırılması,
• Ekonomik ve politik kurumlarda
yaşadıkları sosyal dışlanma, kadınların
kronik yoksulluğa karşı korumasız
olmalarının nedenleridir.
Gelir dağılımındaki adaletsizliğe bağlı
yoksulluk tehlikesi ile beraber kadınların
işgücü piyasasında yeterli seviyeye
ulaşamamaları gerçeği sadece Türkiye için
değil Dünya içinde oldukça önemli bir
sorundur.
Çalışan kadınların ücrette cinsiyet
ayrımcılığa dayalı olarak ortaya çıkan
adaletsizlikle birlikte yoksulluk ile de karşı
karşıya kalmaları şu sebeplere bağlı olarak
kadınların sosyal dışlanma ve işgücüne
katılım oranını etkilemektedir (Ecevit,
2003: 85):
• Dünyadaki toplam işgücünün 2/ 3’ ü
kadınlara aitken; kadınların çalışma
süreleri saat olarak erkeklerinkinden % 25
daha uzunken ve bütün dünyada toplam
GENCAY
70
gıdanın % 50’ sini kadınlar
üretmekteyken, kadınların geliri dünya
gelirinin yalnızca % 10’ u kadardır.
• Dünyanın tüm varlığının % 1’ i
kadınlara aittir.
• Dünyadaki tüm yoksulların % 70’ ini
kadınlar oluşturmaktadır.
YASAL DÜZENLEMELERİN
YETERSİZLİĞİ
Türkiye, kadınların iş hayatına aktif
katılımlarını sağlamak amacıyla gerek AB
uyum süreci, gerek taraf olduğu
uluslararası anlaşmalar gereği kadınlar
lehinde birçok yasal düzenleme yapmıştır.
Çalışan kadınların emzirme hakkından
çalışma saatlerine değin oldukça olumlu
sınırlamalar getirmiştir.
2002 yılında yürürlüğe giren Medeni
Kanun ile birlikte eşler oturacakları
konutu birlikte seçerler ve birliği beraber
yönetirler. Aile reisi kavramı kaldırılmış ve
eşlere eşit haklar tanınmıştır (Tuksan,
2007: 563). Ayrıca edinilmiş malların
güvence altına alınması adına da kadın
lehine düzenlemeler yapılmıştır.
2004 yılıyla beraber Anayasa değişikliği
yapılmış, kadınlar ile erkeklerin eşit
haklara sahip olduğunun altı çizilmiştir.
4857 sayılı İş Kanunu gereği eşitsizlik
yaratacak şekilde düşük ücretin
kararlaştırılamayacağı hususu da güvence
altına alınmış ağır yaptırımlar
getirilmiştir. Bu bağlamda kanunun 18.
Maddesi cinsiyet gereği ayrımcılığa maruz
kalan kadına fesih hakkı getirilmiştir.
Yine iş kanunları gereği kadınların
madenlerde, su altı işlerde ve ağır işlerde
yasaklanmış gece postalarında 18 yaşını
doldurmamış kadınların çalışamayacağı
yönünde hüküm eklenmiştir.
Son dönemde torba yasayla beraber
kadınların emzirme hakkı genişletilmiş ve
yeni haklar tanınmıştır.
Tüm bu yasal düzenlemeler incelendiği
zaman aile yaşamı odaklı konularda
kanunlar tüm yükü kadına yüklemektedir.
Erkeğin herhangi bir sorumluluk almadığı
kanun düzeninde bu uygulamalar kadın
üzerinde psikolojik baskı kurmakta ve
sadece kendini sorumlu tutarak aile
yaşamı gereği iş piyasasından uzak kalma
tehlikesini yaşamaktadır. Kanunlar her ne
kadar kadın lehine düzenlemiş gibi
gözükse de ona bir acziyet ve mesuliyet
yüklemektedir. Tarafımızca bu durum
toplumsal cinsiyet bağlamında
olumsuzluklara neden olabilmektedir.
MOBBİNG OLGUSU
Latince kararsız kalabalık anlamına gelen
‘’mobile vurgus’’ sözcüklerinden türeyen
‘’mob’’ sözcüğü, İngilizce’ de kanun dışı
şiddet uygulayan düzensiz kalabalık ve
çete anlamına gelmektedir (Tınaz, 2006:
a).
Çalışma hayatında psikolojik terör ya da
mobbing adı verilen kavram, bir yada
birkaç kişi tarafından genelde tek bir
kişiye sistematik biçimde uygulanan
düşmanca ve etik olmayan iletişim şekli ile
kişiyi çaresiz ve savunmasız bırakmak,
devamlı mobbing hareketleri ile kişiyi
iletişmiş olduğu pozisyonda tutmak
şeklinde açıklanır (Leymann, 1996: 54).
GENCAY
71
Çalışma hayatında psikolojik terör olarak
tanımlanan bu kavrama karşı kadın ve
erkek bireyler gerek duygusal gerekse de
fiziksel açılardan çeşitli şekillerde ortaya
çıkmaktadır. Özellikle kadınların çaresiz
kaldığı, çoğu kez sindirmek zorunda
bırakıldığı bu kavram, işgücü piyasasına
kadınların daha aktif katılımlarını olumsuz
yönde etkilemektedir.
Avrupa’ da geçmiş dönemlerde yapılan
araştırmalarda psikolojik şiddetin boyutu
gözler önüne serilmiştir. Türkiye
genelinde 2006 yılında Bilgen’ in 877
kamu çalışanı üzerinde yaptığı
araştırmaya göre kadınların % 16’ sının
bir kadın tarafından zorbalığa uğradığı
saptanmıştır. Kadın çalışanların erkek
çalışanlara göre daha çok zorbalığa maruz
kaldığı bilimsel çalışmalarla ortaya
koyulmuştur.
Yine Kök’ ün yaptığı bir araştırmaya göre,
bankacılık ve finans sektöründe kadına
yönelik mobbing araştırmalarında rahatsız
edici sonuçlara ulaşılmıştır.
Kadına yönelik mobbingin gün geçtikçe
artmasında mekanik olarak gelişen işgücü
piyasalarının organik olarak gelişmediği
yönünde bulgulara saptanmıştır.
Kadınların bu durumlardan rahatsız
olmalarına karşın çoğu kez gerçeği
saklamaları, çekinmeleri vb. sebeplerle
gizlemeleri dolayısıyla birçok mobbing
davranışı da raporlanamamaktadır.
Sonuçlar, gerçeği tam anlamıyla
yansıtmamakla beraber şiddetin daha
büyük boyutlara ulaştığını göstermektedir.
İş yerinde yaşanan bu durumlar,
kadınların çalışma hayatında aldığı aktif
rolü olumsuz yönde etkilemektedir. Etik
ve ahlak dışı uygulamaların her geçen gün
artmasına bağlı olarak kadınların işgücü
piyasasındaki refahları da ters orantılı bir
şekilde azalmaktadır.
DEĞERLENDİRME
Kadınların işgücü piyasasına katılımını
etkileyen onlarca faktöre ulaşılmıştır;
eğitim, meslek edinmedeki fırsat
eşitsizliği, ücret ve kazançlar, işe alma,
işten ayrılma vb. birçok faktör çeşitli
başlıklar altında sıralanabilmektedir.
Bizim çalışmamız tüm faktörlerin analitik
bir tasniften ayırarak birbiriyle göreli
ilişkisi olan etmenleri bir araya toplayıp
analiz etmeyi amaçlamıştır.
Bireyin sosyalleşemeye ilk adımını attığı
eğitim hayatında kadının erkeğe göre
konumunun daha ilköğretim yıllarından
itibaren olumsuzlandığını görmekteyiz. Bu
durum, kadının kurumsal sosyal yaşam
içerisinde arka plana atıldığını
doğrulamakla beraber ileride katılım
göstereceği iş gücü piyasasında da önemli
bir faktör konumundadır. Bu bağlamda
değerlendirildiği zaman bugün dahi devlet
destekli kampanyalara rağmen kadınların
eğitim hayatıyla ilgili istenilen seviyeye
ulaşılamamıştır. Tarafımızca burada
yapılması gereken onlarca kampanya
sıralanabilmektedir. Fakat nihai olarak bu
kampanyaların birleştiği nokta, özü,
zihinlerdeki kadın figürüne bakışın
ilköğretim çağından itibaren sistematik
olarak yerleştirilmesiyle alakalıdır.
Öte yandan eğitim hayatıyla başlayan
eşitsizlikler, kadının ileride hangi işi yapıp
hangilerini yapamayacağı ile ilgili
GENCAY
72
sınırlamalar ile devam etmektedir.
Toplumsal normların oluşturduğu
hiyerarşi içerisinde herhangi bir işin bir
kadına uygun olup olmadığı ile ilgili nesnel
bir ölçüt bulunmamaktadır. Bu da
kadınların iş ve meslek seçiminde zor
durumda kalmalarına sebep olmaktadır.
Yine tarafımızca ulaşılan sonuçlar
değerlendirildiği zaman, iş ve meslek
seçiminde kadının özgürlüğüne olanak
sağlayacak toplumsal normların eğitim ile
yeniden göreli düzenlenmesi yönünde
hemfikiriz.
Eğitim ve meslek seçimindeki
problemlerin sonucunda gelir
dağılımındaki adaletsizlik ortaya
çıkmaktadır. İstediği ve gerekli eğitimi
alamayan kadın, bu olumsuzluklar
yüzünden iş ve meslek hayatında istediği
konuma ulaşamamaktadır. Aynı zamanda
toplumsal normlar üzerinden yapılan
baskılama ile ekonomik bağımsızlığını
kazanamayan kadın gelir dağılımındaki
adaletsizlikten en şiddetli etkilenen
toplumsal gruplardan biri olarak
karşımıza çıkmaktadır. Ekonomik anlamda
özgür olmayan kadın, ekonomik anlamda
özgürlüğünü yakalamış kadına göre
baskılamaya ve dışlanmaya daha çok
maruz kalmaktadır. Bu da kadının
psikolojik ve fiziksel olarak yıpranmasına
neden olmaktadır. Bu bağlamda kurumsal
yapı olarak devletin görece çalışmaları
vardır. Yalnız tarafımızca bu yasal
çalışmalar da kadının ötekileştirilmesine
istemeden de olsa sebep olmaktadır. Bu
bağlamda mevcut İş Kanunu, kadına
yüklediği misyon gereği çocuk bakıcısı gibi
algılanabilmektedir. Aynı zamanda detaylı
bir okuma yapılırsa, kanunların kadınlara
bir acziyet yüklediği de anlaşılmaktadır.
Sırasıyla eğitim, meslek edinme, gelir
dağılımı problemleri yüzleşen, bunların
arasından görece en az hasarla kurtulup
işgücü piyasasında kendisine yer edinen
bir kadının yaşadığı sıkıntılara psikolojik
ve fiziksel taciz de eklenerek mobbing
olgusu da eklenmektedir. Kadın, işgücü
piyasasına katılım için onca emekten
sonra kendisine bir yer edinmiş olsa da
henüz refaha kavuşamamıştır. Gerek
yöneticilerin, gerek mesai arkadaşlarının
gerekse de toplumun kadına yönelik
baskıcı ve şiddet içerikli tavırları mesleğini
huzurlu bir şekilde yapamamasına sebep
olmaktadır.
Kadının işgücü piyasasına katılımını
etkileyen birbiriyle bağlantılı faktörlerin
meydana getirdiği zararların ne şekilde
önlenebileceğine dair yapılması
gerekenler:
• Kadının çalışıp işgücü piyasasına
katılarak gerek ülke ekonomisine gerekse
de insanlık adına bir emek faktörü
olduğunu ve bu faktörün olumlu
getirilerinin toplumsal bilinç düzeyine
çıkarılmasın sağlanması
• Kadınların işgücüne katılmasının
zemini olan eğitim alanındaki fırsat
eşitsizliklerinin giderilmesi
• Kadının iş ve meslek seçimindeki
toplumsal baskılamayı en aza indirecek
seminerlerin düzenlenmesi
• Kadınların statülerinin toplumsal bilinç
düzeyinde yerleştirilebilmesi için
önlemlerin alınması
• İş gücü piyasasından dışlanan
kadınların ülke ekonomisi açısından
büyük bir zarar olduğunun siyasal ve
kamusal otoriteler tarafından söylemlerde
dillendirilmesi
GENCAY
73
• Sivil toplum örgütlerinin ve sendikal
faaliyetlerin kadına yönelik tek taraflı
bakışından arındırılıp objektif bir biçimde
yeni akımlara öncülük etmeleri.
KAYNAKLAR
WALKER Alan ve Carol. WALKER; (1997), Britain
Divided: The Growth of Social Exclusion in The 1980s
and 1990s, Child Poverty Action. Group, London.
Mardin Nur Bekata (2000). Sağlık Sektöründe Kadın,
T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel
Müdürlüğü. Ankara.
Çolak Ö. Faruk, Kılıç Cemal. ,(2001). Yeni
Sanayileşen Bölgelerde Kadın İşgücü Arzı: Şanlıurfa
Örneği. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu.
Yayın No: 214.
Tansel Aysıt (2000).“İktisadi Kalkınma ve Kadınların
İşgücüne Katılımı: Türkiye’den Zaman-Serisi
Kanıtları ve İllere Göre Yatay Kesit Kestirimleri”.
ERC Working Papers in Economics.
(http://erc.metu.edu.tr/menu/series01/0105T.pdf).
KAYA Muammer;(2006),“Türkiye’nin İstihdam-
İşgücü-İşsizlik Değerlendirmesi”. Üniversite ve
Toplum, Eylül,6(3), İnternet Adresi:
http://www.üniversite
toplum.org/pdf/pdf.php?id=276, Erisim Tarihi:
12.02.2007.
ECEVİT, F. Yıldız; (1995). “Kentsel Üretim Sürecinde
Kadın Emeğinin Konumu ve Değişen Biçimleri”. iç.
Şirin Tekeli (Ed.) 1980’ler Türkiye’sinde Kadın Bakış
Açısından Kadınlar. İletişim Yayınları.
Toksöz, Gülay (2007). Türkiye’de Kadın İstihdam
Durumu Raporu. ILO. Ankara.
Çakır, Özlem (2008). Türkiye’ de Kadının Çalışma
Yaşamından Dışlanması. Erciyes Üniversitesi İktisadi
ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi. Sayı: 31. Kayseri.
GENCAY
74
KİTAP TANITIMI: TÜRK KÜLTÜRÜNDE
KADIN ŞAMAN / FUZULİ BAYAT Eray AMASYA
‘’Kadın, doğası itibarı ile şamandır.’’ (Çukçi
atasözü)
Şamanlık veya Türk şamanlığı üzerine
birçok çalışma yapılmış olmasına rağmen
kadın şamanlar hele ki Türk kültüründe
kadın şamanlar ile ilgili derinlemesine bir
çalışma yapılmamıştır. Benim bu eseri
tanıtmamın başlıca nedeni eserin bu
alandaki boşluğu doldurması ve eserin
yazarı Fuzuli Bayat’ın eski Türk inancı ve
mitolojisi üzerine birçok eserinin
bulunmasıdır. Bu durum eserin akademik
değerini arttırmaktadır çünkü son yıllarda
Türk tarihini ve kültürünü tam olarak
kavrayamadan Türk mitolojisi ve Türk
kültürü üzerine yapılan çalışmaların sayısı
artmış, buna paralel olarak bu alandaki
bilgi kirliliği de artmıştır. Çünkü bu
çalışmaların birçoğu ne yazık ki bilimsel
bir nitelik taşımamaktadır. Bu eser ise
akademik yönüyle diğerlerinden
ayrılmaktadır.
Yazar eseri beş bölüme ayırmıştır. İlk
bölümde kadın şamanlık kurumunun
tarihi süreç içerisindeki değişimlerinden
bahsetmektedir. Bu bölümde yazar kadın
şamanların ilkel toplayıcılık ve avcılığın ilk
dönemlerinde daha etkili olduğunu
söylemektedir. Bunun yanında kadın
şamanlara utkan/ udagan (Uluslar arası
bir terim olan şaman kelimesi bugün Türk
şamanları için de kullanılmaktadır. Ancak
kadın şamanlar için ayrıca Türkçe terimin
mevcutluğu bu kurumun Türklerde
başlangıçtan itibaren var olduğunu
kanıtlar durumdadır. Sf. 52) denilmesi, ilk
kadın şaman hakkındaki söylenceler,
erkek ve kadın şamanın eğitimlerinin ve
işlevlerinin farklı olmaması, İslamiyet
sonrasında şamanlık ve İslam’ın birbirine
karışıp tek inanç öbeği oluşturması ve
kadın şamanların değerini kaybetme
nedenleri gibi konuları açıklamıştır.
(Bugün eski kadın şaman figürleri
Sibirya’da oymacılıkta, halıcılıkta halen de
kullanılır. Sf. 47).
İkinci bölümde oldukça ilginç olan cinsiyet
değiştirme üzerinde durmuştur. (Şaman,
ruhlar âlemine kendi varlığı ile değil de
yeni bir varlık şeklinde girmenin daha
GENCAY
75
kolay olacağını düşünmektedir. Sf. 89)
Türk mitolojisinde erkek olarak tasavvur
edilen gök ruhlarının başlangıçta kadın
olma ihtimalini, Erkek şamanların kadın
giysisi giymelerinin nedenlerini, erkek
şamanların doğum yapmasını açıklamıştır.
Üçüncü bölümde kadın şamanların
işlevleri ve tedavi yöntemleri, İslamiyet
sonrasında bu yöntemlerin sürekliliği, bazı
tedavi yöntemlerinin yalnız kadın
şamanlara özgü olması gibi konulara
değinip Türk şaman metinlerinden
örneklerle konulara açıklık getirmiştir. (
Kazak, Kırgız kadın şamanları hastalığı
hayvanlara, kuşlara, böceklere geçirmekle
insan vücudundan atarlardı. Sf.121)
Dördüncü bölümde kutsanmış veya
tanrılaştırılmış kadın şamanlar hakkında
bilgiler vererek umay ana ve kadın
şamanlar arasındaki ilişkiyi açıklamıştır.
(Kadın şaman kültünün izlerine 20. yy. da
rastlamak mümkündür. Nitekim doğumun
ve artımın hamisi olan Ayııhıt / Ayıısıt için
her yıl yapılan merasimde yalnız
kadınların bulunması, erkeklerin bu
ritüele bırakılmaması, iştiraklerinin
yasaklanması, kadın şamanlığın daha çok
artımla, ruhi huzurla alakalı olduğunu
kanıtlar. Sf. 134 – 135)
Son bölümde ise günümüzde kadın
şamanların durumuna değinmiştir. Bu
bölümde kadın şamanların tedavilerde
daha başarılı olduğu, onların basiret
gözlerinin açık olduğu bilgisini vermiş
ayrıca kadın şamanların tarihi süreç
içerisinde Bacıyan-ı Rum, falcı, büyücü,
otacı, ebe gibi farklı kimliklerdeki
izlerinden bahsetmiştir. (Kırgızlara göre
şaman olarak nitelendirilen emci
domçular, hasta çocuğa ‘’Benim elim değil,
Umay Ene’ nin eli’’ diyerek em seansını
yapmakla iyileştirme girişiminde
bulunurlar. Sf. 159)
Genel olarak esere baktığımızda kadın
şamanlık kurumunun yer yer farklı
kültürlerdeki konumundan söz edilse de
ekseriyetle Türk kültürü çevresindeki
kadın şamanlardan söz edilmektedir. Bu
yönüyle alanındaki tek eser olduğunu
söylemek yanlış olmaz. Bunun yanında
yazarın Şamanizm ve özellikle Türk
kültürü hakkındaki derin bilgisini kitaba
yansıttığı açıkça belli olmaktadır.
Son yıllarda Türk şamanlığı ve mitolojisi
ile ilgili yapılan çalışmalarda genellikle
Türk şamanlığındaki unsurlar ona çok
uzak ve alakasız olan farklı kültürler ve
mitolojiler üzerinden açıklanmaya
gidiliyor, buna bağlı olarak da alakasız
çıkarımlar yapılabiliyor. Bu eserde ise
böyle bir durum söz konusu değil ancak bu
eserin daha iyi kavranabilmesi için
Şamanizm konusunda aşağıdaki eserlerin
okunması faydalı olacaktır.
1. Abdülkadir İnan – Tarihte Ve Bugün
Şamanizm
2. Fuzuli Bayat – Ana Hatlarıyla Türk
Şamanlığı
3. Saadettin Gömeç – Şamanizm Ve Eski
Türk Dini
Keyifli okumalar dilerim.
GENCAY
76
KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR
KANUN HAKKINDA BİR BİLGİLENDİRME Ömer Erol YILMAZ
6284 Sayılı Kadına Karşı Şiddetin
Önlenmesine Dair Kanun, 8 Mart 2012
tarihinde kabul edilmiş ve 20 Mart 2012
Salı günü resmi gazetede yayımlanmıştır.
Kanunun ehemmiyeti, ülkemizin kanayan
yaralarından birisi olan kadına yönelen
her nevi şiddeti engellemek için hükümler
getirmesidir. Belirtilmesi gereken önemli
bir husus şudur: Söz konusu kanun, ceza
hükümleri içermemektedir.
Bazı terimlerin tanımlarının da olduğu
tedbir ve önleme amaçlı hükümleri
barındıran bir kanundur. Elbette 6284
sayılı kanunun ceza hükümleri
içermemesi, işlenen şiddet suçlarının
cezasız olduğu anlamına gelmemektedir.
Bu husus 25611 sayılı Türk Ceza Kanunu
kapsamındadır. Ülkemizde 1 milyonu
aşkın kanun olması ve buna paralel ‘’kadın
ve hukuk’’ konusuna ilişkin de binlerce
kanuna atıf yapıp makalemizde yer
verebileceğimiz gerçeği bizleri bu alana
girmekten alıkoymaktadır. Kaldı ki kadına
karşı şiddetin önlenmesine dair kanundan
da siz değerli okuyucularımıza izah
edebileceğimiz takdirde bahsetmeye
mecbur kalmış bulunmaktayız.
Belirtmek gerekir ki, 6284 sayılı kanun
Avrupa standartlarında (AB uyum yasaları
gereğince ve etkisince), çağdaş hukuka
uygun hükümler içeren bir mevzuattır. Hal
böyle iken kanunların yeterli olabilmesi
için muhtevalarının üstün özelliklerinin
yeterli olmadığını, aynı zamanda bu
kanunların uygulanması gerektiğini
hatırlatmak elzemdir. Kanımızca
insanlarımızın özellikle kadınlarımızın bu
konuda çağdaş Türk hukukuna olan
eleştirilerine hukukçular olarak bu
cümleyle müteessir olarak, cevap
verebiliriz. Maalesef kanunları yürütmek
sadece hukukçularla başarılacak bir iş
değildir ve bu amaç, siyasi makamlardan
toplumun her kesimindeki fertlere kadar
geniş bir yelpazede ifa edilmek
mecburiyetindedir. Yazımızın da amacı
burada ortaya çıkmaktadır: Kanunların
uygulanması için muhataplarımıza gerekli
olacak kısa ve öz bilgilendirmeyi
yapabilmek. Çünkü kanunun bilinmemesi
kanunun normatifliğini ortadan
kaldırmamakla beraber çoğu vakit
insanların hak kaybına uğramasına zemin
hazırlamaktadır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi
kanunumuzun çağdaş hukukun icaplarını
ifa etme amacı taşıdığını kanunun
Bu kanunda ‘’Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası ile Türkiye’nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmeler, özellikle
Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi
Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla
Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi
Sözleşmesi ve yürürlükteki diğer kanuni
düzenlemeler esas alınır.’’ *1* hükmüyle
ispat edebilmekteyiz. Kanunda
anayasamıza dikkat çekilmesi incelenmesi
gereken bir konudur. Bu yüzden
anayasaya atıfta bulunarak 17863 sayılı
GENCAY
77
T.C. 1982 Anayasası’nın 10. Maddesini
hatırlatalım:
Madde 10 – Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. (Ek
fıkra: 7/5/2004-5170/1 md.) Kadınlar ve
erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu
eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla
yükümlüdür. (Ek cümle: 7/5/2010-
5982/1 md.) Bu maksatla alınacak
tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak
yorumlanamaz.*2*
Ek fıkralar ile de çok net bir şekilde kadına
karşı olumsuz bir ayrıcalık verilmesinin
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırı
bir davranış olduğunu, üstelik devletin bu
menfi durumla mücadele ettiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. Ayrıca, ‘’kadını koruyan
kanun olduğu halde erkekleri koruyan özel
kanun bulunmamaktadır’’ şeklindeki bazı
dayanaksız düşüncelere de cevap vermiş
oluyor ve bu durumun eşitlik ilkesini
bozmayacağını öğreniyoruz. Bu dikkat
çekici bilgilerin ardından 6284 sayılı
kanunun diğer bazı hükümlerini mercek
altına almaya devam edebiliriz.
İnsanlarımız, kadına şiddeti, psişik
saldırıları bile dahil etmeksizin sadece
kaba fiziksel saldırı olarak dar bir
çerçevede düşünebiliyorlar. Halbuki
durum hiç de öyle değildir. Kanunda
‘’kadına yönelik şiddet’’ terimi
tanımlanmıştır:
‘’Kadınlara, yalnızca kadın oldukları için
uygulanan veya kadınları etkileyen
cinsiyete dayalı bir ayrımcılık ile kadının
insan hakları ihlaline yol açan ve bu
Kanunda şiddet olarak tanımlanan her
türlü tutum ve davranış’’.(m.2 / ç bendi )
Kanun, şiddeti de tanımlamaktadır:
‘’Kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya
ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya
acı çekmesiyle sonuçlanan veya
sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna
yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün
keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal,
kamusal veya özel alanda meydana gelen
fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya
ekonomik her türlü tutum ve davranış.’’
Sırf bu iki tanım için onlarca, yüzlerce
sayfa tutacak makale yazılabilir. Burada
dar bir daire içinde de olsa kadın
haklarının ne kadar geniş bir düzeyde
korunmuş olduğunu görebiliriz.
Kanunun ikinci kısmı, koruyucu ve
önleyici tedbirlere ilişkin hükümlerden
bahsetmektedir. Bu hükümlerden
bahsetmemizin sebebi, tahminimizce az
veya hiç bilinmediğini düşündüğümüz
hususları aydınlatabilmektir. Kanunun
madde 3, 1. fıkrasının sırasıyla a-b-c-ç
bentlerindeki hükümleri:
MADDE 3 – (1) Bu Kanun kapsamında
korunan kişilerle ilgili olarak aşağıdaki
tedbirlerden birine, birkaçına veya uygun
görülecek benzer tedbirlere mülkî amir
tarafından karar verilebilir:
a) Kendisine ve gerekiyorsa beraberindeki
çocuklara, bulunduğu yerde veya başka bir
yerde uygun barınma yeri sağlanması.
b) Diğer kanunlar kapsamında yapılacak
yardımlar saklı kalmak üzere, geçici maddi
yardım yapılması.
GENCAY
78
c) Psikolojik, meslekî, hukukî ve sosyal
bakımdan rehberlik ve danışmanlık
hizmeti verilmesi.
d) Hayatî tehlikesinin bulunması hâlinde,
ilgilinin talebi üzerine veya resen geçici
koruma altına alınması.
Şeklindedir. Özellikle kadınlarımızda
görebileceğimiz ‘’ yargı sürecinin uzun ve
sancılı geçeceği veya tedbirlerin sadece
mahkemelerce alınabileceği’’ yönündeki
galat-ı meşhurlar, kanun tarafından
bertaraf edilmektir. buradan istenmeyen
bir durum karşısında mağdurun yerleşim
bölgesindeki mülki amirlerin(kaymakam,
vali vs.), mağdura maddi manevi gerekli
desteği sağlayabileceği sonucuna
ulaşmaktayız.
Kanun, mülki amirlere verdiği yetkilerin
akıbetinde hakimlere tanıdığı koruyucu
tedbir kararlarına yer veriyor. Bu
hükümlerden en az bilinenine değineceğiz.
Kanımızca bu, 4. Maddenin 1. Fıkrasının ç
bendi olan:
‘’Korunan kişi bakımından hayatî
tehlikenin bulunması ve bu tehlikenin
önlenmesi için diğer tedbirlerin yeterli
olmayacağının anlaşılması hâlinde ve
ilgilinin aydınlatılmış rızasına dayalı
olarak 27/12/2007 tarihli ve 5726 sayılı
Tanık Koruma Kanunu hükümlerine göre
kimlik ve ilgili diğer bilgi ve belgelerinin
değiştirilmesi.’’dir.
Bu hüküm, hakime şiddete uğrayan kadın
mağdurlara ciddi vakalarda mağduru ‘’
tanık koruma programları’’ na dahil
edebilmek gibi ciddi yetkiler veriyor. Bu
yetkiyi ciddi olarak sıfatlandırıyoruz,
çünkü tanık koruma programlarına dahil
edilen bir şahıs, ‘’yeni bir hayat’’ kazanmış
demektir.
Kanunun 5. Maddesi ise hâkime tanınan
önleyici tedbir kararlarını işlemektedir.
Koruyucu tedbir kararlarına göre daha
kapsamlı olan bu hükümlerden günlük
hayatta sık sık karşılaştığımız iki ve bir
tane de az bilinen/karşılaşılan bir duruma
dair hükmü inceleyeceğiz:
Şiddet uygulayanın ‘’Korunan kişilere, bu
kişilerin bulundukları konuta, okula ve
işyerine yaklaşmaması.’’nı sağlayacak
önleyici karar alma yetkisi m.5 - 1. Fıkra - c
bendinde hâkimlere verilmiştir.
Belirtmeden geçmeyelim: Gecikmesinde
sakınca bulunan hallerde bu karar ilgili
kolluk amirlerince (polis, jandarma vs.) de
verilebilmektedir.
Sık sık karşılaşılan, halk arasında
‘’yaklaşma yasağı’’ olarak bilinen meşhur
hüküm budur işte. Kolay uygulanabiliyor
olması sebebiyle hâkimler tarafından sık
sık icra edilen bir kanundur. Elbette
uygulamadaki verimi tartışılabilir
mahiyettedir.
Sık sık karşılaşılan saplantılı, sorunlu bazı
erkek tavırları için de bir hükmü daha
okuyucularımıza bildirmeyi vazife kabul
ediyoruz. Bu hüküm, 6284 sayılı kadına
karşı şiddetin önlenmesine dair kanunun
5. Maddesinin 1. Fıkrasının f bendindeki
saldırganın ’’Korunan kişiyi iletişim
araçlarıyla veya sair surette rahatsız
etmemesi.’’ İçin konulan hükümdür.
Bu hüküm açıkçası kadınlara ‘‘sarkıntılık
eden’’ şahıslara gözüken mahkeme
yolunun tabelasıdır. Bu hükme
GENCAY
79
dayanılarak belki de ‘’sizin masum
ısrarlarınız’’, aleyhinizdeki davada delil
olarak kullanılabilecektir.
Son olarak da kadına şiddet uygulayana
devletin de güvenmediğini açıkça
kanıtlayan aynı sınıflandırmanın (m.5-1.
Fıkra) ğ bendini gösterebiliriz:
Şiddet uygulayan ‘’Silah taşıması zorunlu
olan bir kamu görevi ifa etse bile bu görevi
nedeniyle zimmetinde bulunan silahı
kurumuna teslim etmesi.’’
mecburiyetindedir.
Ara sıra gazetelerin 3. Sayfalarını işgal
eden ‘’polis, eşini vurdu’’ haberlerini
aklımıza getirirsek devletin dahi kendi
asayişini bu vasıfta birisine emanet
etmediğini ve bu kişiye güvenmediğini
anlayabiliriz.
Kanunun herhangi bir sınırlandırma ve
sınıflandırmaya tabi olmadan Türk
devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan
herkes için geçerli ve herkes tarafından
bilinmesi gereken bir maddesi vardır ki bu
madde 7. Maddedir:
MADDE 7 – (1) Şiddet veya şiddet
uygulanma tehlikesinin varlığı hâlinde
herkes bu durumu resmi makam veya
mercilere ihbar edebilir. İhbarı alan kamu
görevlileri bu Kanun kapsamındaki
görevlerini gecikmeksizin yerine getirmek
ve uygulanması gereken diğer tedbirlere
ilişkin olarak yetkilileri haberdar etmekle
yükümlüdür.
Görüldüğü üzere kanunen bir kadına
şiddet vakasında bitaraf olmak dahi
mümkün değil. Kanun sarih bir şekilde
‘’karısını döven komşunu, sokakta kadın
partnerine şiddet – bu şiddetin ne
olduğunu yukarıda belirtmiştik –
uygulayanı ihbar edeceksin’’ demektedir.
Umarız ki toplumumuzdaki ‘’aile içindedir,
boş ver’’ diyerek atılan çığlıklara kulak
kapatma hastalığının tedavi edilmesinde
bu kanun maddesinin öğrenilmesini
sağlayarak bir nebze de olsa faydamız
olur.
Kanunun sadece şiddet mağdurlarına değil
aynı zamanda şiddet uygulayanlar
bakımından da anayasamızın sosyal devlet
ilkesi gereğince hükümler getirmiş
olduğunu görüyoruz. Aşağıda yazacağımız
kanunlar da delil olacaktır ki, yasa koyucu
bu kanunu; kadınları haksız, abartılı
surette korumak için değil tam aksine
kadınlara ekonomik, siyasal, tüzel vb.
toplumsal alanlarda erkeklerle eşit haklar
sağlamayı amaçlayan bir çalışmanın ürünü
olarak ortaya koymuştur.
Kanunda kurulması öngörülen şiddet
önleme ve izleme merkezleri tarafından
şiddet uygulayana verilecek destek
hizmetleri, 15. Maddenin 3. fıkrasında
şöyle sıralanmıştır:
a. Hâkimin isteği üzerine; kişinin geçmişi,
ailesi, çevresi, eğitimi, kişisel, sosyal,
ekonomik ve psikolojik durumu ile diğer
kişiler ve toplum açısından taşıdığı risk
hakkında ayrıntılı sosyal araştırma raporu
hazırlayıp sunmak.
b. İlgili makam veya merci tarafından
istenilmesi hâlinde, tedbirlerin
uygulanmasının sonuçları ve ilgililer
üzerindeki etkilerine dair rapor
hazırlamak.
GENCAY
80
c. Teşvik edici, aydınlatıcı ve yol gösterici
mahiyette olmak üzere kişinin;
i. Öfke kontrolü, stresle başa çıkma,
şiddeti önlemeye yönelik farkındalık
sağlayarak tutum ve davranış değiştirmeyi
hedefleyen eğitim ve rehabilitasyon
programlarına katılmasına,
ii. Alkol, uyuşturucu, uçucu veya uyarıcı
madde bağımlılığının ya da ruhsal
bozukluğunun olması hâlinde, bir sağlık
kuruluşunda muayene veya tedavi
olmasına,
iii. Meslek edindirme kurslarına
katılmasına, yönelik faaliyetlerde
bulunmak.
Görüldüğü üzere, düzenlemenin sadece
kadını koruyan bir kanun olmadığı
sarihtir. Denilebilir ki kanun koyucu, belli
ki kanunu salt kadını korumak için değil,
aynı zamanda erkeği, erkeğin sağlığını
korumayı ve elbette kamu düzenini tesis
etmek için yapmıştır.
*1*
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.628
4.pdf (m.1 / 2. Fıkra / a bendi )
*2**
http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.270
9.pdf
GENCAY
81
ERİL EGEMENLİĞİN BASKI ARAÇLARINDAN BİRİ
OLARAK EVLİLİK KURUMU
VE SİYASAL YÖNDEN ETKİLERİNE YÖNELİK BİR
DENEME Mert GÜVEN
Sosyal bilimlerin önemli bir dalı olan
siyasal antropolojinin esas amacı, ilkel ve
çağdaş toplumlarda siyasal sistemlerin
dönüşümünü açıklamaya çalışmaktır.
Bunu yaparken, mikro düzeyde siyasal bir
sistem olan ailenin yapısını ortaya
çıkarmak oldukça önemli bir alanı kapsar.
İlkel topluluklarda aile, tıpkı çağdaş
toplumda olduğu gibi bir araya gelerek
toplumu oluşturan ancak farklı olarak;
evlilik kurumu gibi yasal bir zorunluluğa
tabi olmayan ve mülkiyet ilişkilerinin etkili
olmadığı veya sınırlı etkiye sahip olduğu
bir birimdi. Bu noktada, ilkel-çağdaş
ayrımımızın mülkiyet ilişkilerinin
dönüşümü bağlamında ele aldığımızı
hatırlatmak gerekir. Mülkiyet ilişkilerinin,
eril egemenliğin yararına olan bu
dönüşümü, toprağın yanı sıra aile yapısını
da onulmaz yaralar açarak değiştirmiştir.
Sınırların ve nüfusun büyümesi sonucu
akrabalıktan farklı olarak ortaklık
ilişkilerinin ve işbölümünün önemi artmış,
artı değer yalnızca ekonomik yapıyı değil
sosyal yapıyı da etkilemiştir. Toplumdaki
eşitsizliklerin temeli, hiç kuşkusuz,
yaratılan ekonomik temelli hukuki statü
ayrışımından doğmaktadır. Bahsedilen
statü ayrışımları ise üretim araçlarını
elinde bulunduran ve bizatihi eril
tahakkümü yaratan sınıflar tarafından icat
edilmiştir. İlkel toplumlardaki ortak
faydacı, değerin ailelere, dolayısıyla bütün
topluma, eşit bir şekilde dağıtımı, burada
ele alınması mümkün olmayan birçok
nedenin sonucu olarak bireysel çıkarcı, kar
maksimizasyonuna dayalı çağdaş sisteme
dönüştürülmüştür. Bu dönüşümün
sonucunda aile, devleti ortaya çıkaran, onu
besleyen bir yapı iken, bir anlamda onun
kaynağı iken, ek olarak devletin güvencesi
veya ideolojik oyun alanı halini almaya
başlamıştır. Bu bağlamda, ailenin
gözlemlenebilir, kayıt altına alınabilir bir
yapıya dönüştürülebilmesi için evlilik
kurumu, eril egemen düzenin bir
tahakkümü olarak karşımızda belirir. İlkel
topluluklarda “evlilik” kendi içinde çeşitli
ritüelleri de içinde barındıran henüz
kurumsallaşmamış bir halde iken, tarihsel
süreçte devletin kontrol mekanizması,
yönlendirme aracı olarak belirmeye
başlamıştır. Emma Goldman’ın belirttiği
üzere evlilik “bir ekonomik düzenleme,
(erkek cinsinin) sigorta anlaşmasıdır.”
Buradan çıkarılacak bir sonuç; evlilik
kurumunun ortaya çıkmasıyla birlikte
kadının ikinci plana indirgenmesinin ve
erkeğin mülkiyetinde bir hukuksal statüde
yer bulmasının yasallaştırılması süreci
tamamlanmıştır diyebiliriz. Bir diğer
sonuç ise evliliğin yasal olarak
tanımlanmasıyla birlikte
heteroseksüelliğin tek meşru ilişki olarak
sabitlenmesidir.
GENCAY
82
Günümüz siyasal toplumunda, evlilik
kurumunun kadınlar üzerinde bir baskı
aracı olarak kullanılmasının etkileri,
feminizm akımının doğuşu gibi olumlu
sonuçlar doğurduğu gibi kadına yönelik
şiddetin artışı gibi olumsuz sonuçlara da
sebebiyet vermiştir. Her şeyden önemlisi,
evlilik, kadınların gerek ekonomik gerek
sosyal olarak bağımlı birer varlık
olmalarını, yasal eşitlik adı altında eril
sömürü düzeninin birer parçaları haline
gelmelerine neden olmuştur. Kısacası,
evlilik insan doğasına bütünüyle olmasa
bile büyük oranda aykırı bir kurum olarak
gelişmiştir, esas olarak kadınları ve
kısmen erkekleri de baskı altında tutmaya
yarar. Aşkın meyvesi olmaktan ziyade seks
tekeli kurmayı sağlayan yasal bir
bahanedir. Bu durumda yapılması
gereken, göstermelik pozitif ayrımcılık
yalanlarına başvurmak, kadın bedenini
metalaştırıp erkek zihnini sapıklaştıran ve
yine kendi yarattığı hukukun arkasına
saklanmış korkak egemen sınıfın
palavralarına kanmak yerine, haksızlığa
maruz bırakılıp eli kolu bağlanan
kadınların ve samimi olarak eşit bir düzen
talep eden ama yine eli kolu bağlı
erkeklerin, mevcut egemen siyasal
düzenin hatalarını gözden geçirmeleri ve
gerekirse sil baştan, radikalleşmekten
çekinmeden yepyeni bir düzeni (belki de
düzensizliği) oluşturmaktır. Belki de
izlememiz gereken yol “ Dans
edemeyeceksem bu benim devrimim
değildir! “ diyen Kızıl Emma’nın yoludur!
GENCAY
83
millikanal.com
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN KİTAPLARINI
millikitap.com ADRESİNDEN İNDİREBİLİRSİNİZ.