golge e-dergi

90

Upload: goelge-e-dergi

Post on 18-Mar-2016

268 views

Category:

Documents


18 download

DESCRIPTION

Golge e-Dergi Mayis 2011 Sayi:44

TRANSCRIPT

Page 1: Golge e-Dergi
Page 2: Golge e-Dergi

44. Sayı ile tekrar birlikteyiz.

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com

Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ [email protected]

Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ

Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ

Kapak: Devrim KUNTERPinup: İlteriş Kaan KOÇAK

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve

özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.

http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/GolgeDergi

http://golgedergi/deviantart.com

İÇİNDEKİLER

04-08 Haberler

09-14 Öykü- Bakışların Hep Uzaklarda

15 -18 Çizgi roman inceleme-

Blacksad

19 -22 Öykü- Kristal Vazo

23-37 Çizgi roman -

Gölge Kız Köken Hikayesi

38-54 Sinema- 22.Ankara Film Festivali

55-61 Öykü - Araforian 101

62-69 Oyun İnceleme-

Fantastik Maceralara

Giden Bir Yol

70-73 Öykü- Ecel

74-75 Çizgi roman- Çöp

76-79 Sinema-Angel-a

80-82 Öykü- Büyük Aşkım

83-89 Türkiye'de Bilim Kurgu-

Türkiye'de Bilim Kurgu ve

Geleceği

90 Pinup- İlteriş Kaan KOÇAK

Page 3: Golge e-Dergi

3

Merhaba

Yeni bir ay, yeni bir sayı, yeni konular, yeni yazılar ve yeni bir çizgi roman.

Gölge e-Dergi’nin kapak kahramanı Gölge Kız’ın, dergi yazar ve çizerleri tarafından kolektif çalışması sonucu oluşturulan, Gölge Kız köken hikâyesi “Başlangıç” çizgi romanının ilk macerasına bu sayımızda başlıyoruz.

Dergimiz yazarlarından Fatih Danacı organizatörlüğünde, Hayal-ül Dükkân SFX Stüdyosu, korkusitesi.com ve ötekisinema.com’un sponsorlukları ile ilki düzenlenen “Giovanni Scognamillo: Fantastik Buluşma” Nisan ayının önemli bir etkinliğiydi. Organizasyon ile ilgili daha detay bilgileri dergi sayfalarında okuyabilirsiniz. Bu organizasyonu gerçekleştiren ve emeği geçen bütün arkadaşlara çok teşekkür ederiz. Umarız bu buluşma bir klasiğe dönüşür ve uzun yıllar devam eder.

Değerli dost Kayra Keri Küpçü de bu sayıdan itibaren yazar ekibimize dâhil oldu. FRP ile ilgili bilgileri, yeni oyunları bundan sonraki sayılarımızda da onun kaleminden takip edebilirsiniz.

İyi okumalar…Mehmet Kaan SEVİNÇ

Page 4: Golge e-Dergi

Haberler

Fantastik

Buluşma

Dergimizin editörü Mehmet Kaan Sevinç, 24 Nisan günü icra edilen “Giovanni Scognamillo: Fantastik Buluşma” organizasyonu hakkında bir şeyler yazmamı istediğinde güzel bir giriş yazısı düşündüm. Kafamda sorular ve düşünceler devam ederken Öteki Sinema’da Murat Tolga Şen’in aynı faaliyet hakkında yazdığı bir yazının giriş cümlesini gördüm. Ve daha iyisini yazamayacağıma kanaat getirdim ve Murat Tolga Şen’in izniyle kendisinin kaleme aldığı samimi yorumunu kullanmaya karar verdim.

Daniel için Miyagi, Anakin için Obi-Wan, Frodo için Gandalf ne anlama geliyorsa “sinema yazarı” olmak isteyen bir çocuk için de Giovanni Scognamillo o demekti…

Sevgili Şen içten duygularını bu cümle ile ifade ediyor. Ancak işin ilginç tarafı benzer duygu ve düşünceler yalnızca kendisi için değil, benim, hatta benim gibi pek çok insan için geçerli denilebilir. Bu durum, Giovanni Scognamillo isminin ve çalışmalarının insanlar üzerindeki etkisinin bir özetidir. İşte bu etkinin bir sonucu olarak “Giovanni Scognamillo: Fantastik Buluşma” organizasyonu ortaya çıkmıştır.

Giovanni Scognamillo’nun yazdığı ve hemen hepsi ilk olma özelliği taşıyan Korkunun Sanatları, Dehşetin Kapıları, Dünyamızın Gizli Sahipleri, İstanbul Gizemleri gibi öncü kitaplar pek çok insanı derinden etkilemiştir. Ve yıllar sonra bayrağı Giovanni’nin elinden alacak neslin

Giovanni Scognamillo

4

Page 5: Golge e-Dergi

Haberler

Fantastik

Buluşma

oluşmasında tartışmasız büyük katkı sağlamıştır. Belki de 2000’li yıllarda yerli üretim fantastik edebiyat, sinema ve organizasyonların artmasının bir nedeni de bu kitaplar ya da çalışmalardır. Şu anki üreten kesimin çocukluk ya da gençlik yaşlarına denk gelen bu kitapları, Scognamillo’nun araştırmalarının televizyonlarda gündeme gelmesini, fantastiğin her alanında bitmek bilmeyen girişimlerini, çıkardığı fanzinleri, öncülüğünü ya da danışmanlığını yaptığı dergileri, engin bilgisini tereddütsüz bir şekilde paylaşmasını ve daha saymadığım pek çok faaliyeti hayata geçirdiğini düşünürsek çok da uzak gelmeyen bir düşüncedir bu.

Bu denli öneme haiz bir ismi anmak, ona karşı minnettarlığımızı göstermek için bir organizasyon yapılmalıydı. Daha önce küçük çabalarla kendisine minnettarlığını gösteren pek çok isim oldu. Ancak daha farklı, daha büyük, daha anlamlı bir şeyler yapmanın zamanı gelmişti. Bunun için Scognamillo’nun doğum gününü referans almaya karar verdik. 25 Nisan günü Pazartesiye rastladığından en uygun tarih 24 Nisan Pazar’dı. Onun için çeşitli aktiviteler içeren bir doğum günü partisi düzenledik ve ülkemizde fantastiğin çeşitli alanlarında hizmet veren yönetmenlerden, yazarlara; çizerlerden, bazı dergi ve sitelerin temsilcilerine kadar geniş bir alanda katılımcı sağlayarak organizasyonu icra ettik. Davetli listesini çıkarıp telefonla ulaştığımız insanlar ise Giovanni Scognamillo ismini duyar duymaz detayları sormadan “Evet,” dedi. Böylece Scognamillo’nun doğum gününü kutlama imkânına erişip saygımızı gösterirken, diğer yandan fantastiği üretenleri bir araya getirme şansına da eriştik. Ülkemizde fantastiği severlerin değil, üretenlerin bu denli geniş katılımının sağlandığı bir faaliyet ise belki de ilk defa gerçekleştirilmiş oldu. Faaliyetin açılış konuşmasında da ifade edildiği gibi tecrübeli isimler ile genç katılımcılar arasında bilgi paylaşımı sağlandı, bir yandan da arkadaşlıkların sanal ortamlarda sürdürüldüğü dünyamızda sosyal bir ortamda buluşma imkânına erişilmiş oldu. Bu sebeplerden ötürü 24 Nisan 2011 tarihinde yapılan bu organizasyonun çok yönlü olduğunu söylemek çok da yanlış sayılmaz!

Böyle bir faaliyeti hayata geçirmek için maddi ve manevi sponsorlara ihtiyacımız vardı. Belki maddi sponsor bulmak kolaydı ancak önemli olan manevi desteği sağlamaktı. Ki bu durumda Scognamillo’nun ilk nesil öğrencilerinden olan Emir Özer ve önderliğindeki Dükkan-ül Hayal SFX Stüdyosu, Yasin Karakaya ve Murat Özkan yönetimindeki Korku Sitesi (www.korkusitesi.com) ve yazarları, saygın ve emektar sinema yazarı Murat Tolga Şen’in yönetimindeki Öteki Sinema (www.otekisinema.com) ve yazarları desteklerini esirgemediler. Organizatörlüğünü ise benim üstlendiğim bu faaliyette üç sponsor da özveriyle ellerinden gelen tüm yardımı yaptılar. Özellikle Dükkân-ül

5

Page 6: Golge e-Dergi

Hayal ekibi başlı başına fantastik bir mekân olan stüdyolarının kapılarını açarken yeteneklerini mekânı hazırlarken ve Scognamillo için dizayn edilen antika bir ahşap sandalye üzerinde gösterdiler.

Fantastik Buluşma, Scognamillo’nun faaliyetin icra edildiği Maslak’ta bulunan Dükkân-ül Hayal stüdyosuna gelmesiyle başladı. Faaliyete katılan onlarca kişi kendisini kapıda karşıladı. Bu kısa ancak duygu devinimi yüksek olan karşılaşmanın ardından kendisi için hazırlanan sandalyeye oturdu ve tebrikleri, kendisine alınan birbirinden ilginç hediyeleri kabul etti. İtiraf etmek gerekirse belki de en anlamlı hediyeyi Gölge ekibi kendisine sundu. Devrim Kunter’in kaleminden çıkan hediyeyi ise bu ayki sayının kapağında görebilirsiniz.

Yapılan açılış konuşmasının ardından Scognamillo hakkında çekilen bir belgesel gösterildi. Ardından DJ Cünört ve Tamponx’in seçkilerinden oluşan müzik dinletisi eşliğinde faaliyete katılan davetliler hem birbirleriyle tanışma imkânına erişti, hem de sanal ortamda sürdürülen dostluklarını, kurulan arkadaşlıklarını sosyal bir platformda yüz yüze sohbetlere dönüştürdüler. Faaliyete Barış Müstecaplıoğlu, Yiğit Değer Bengi, Onat Bahadır, Doğu Yücel, Rıza Kıraç, Altay Öktem, Selma Mine, Tanseli Polikar gibi yazarlardan, Tayyar Özkan gibi çizerlere; Can Evrenol, Serdar Kökçeoğlu gibi yönetmenlerden, yayın hayatını internet

Haberler

6

Page 7: Golge e-Dergi

üzerinden sürdüren Korku Sitesi, Öteki Sinema, Tersninja, Beyaz Perde, Cinedergi, Fantastik Edebiyat, Korku Filmi, Kayıp Rıhtım, Kahramanlar Sinemada, Kan Güncesi, Xasiork, FRPNET, ÇROP ve de pek tabiî ki Gölge e-Dergi temsilcileri katıldı.

Bir diğer sürpriz ise yıllardır sinema hatıraları toplayan ve bu konuda geniş bir arşivi bulunan Dükkân-ül Hayal’in bazı koleksiyon parçalarını sergilemesi oldu. Daha önce gün yüzüne çıkarılmayan parçalar stüdyonun her iki katında davetlilere sunuldu. Dükkân-ül Hayal’in yüzlerce üründen oluşan koleksiyonu arasından seçtikleri parçalar ise şunlardı:

Lenny – Animatronik Kukla (Gremlins 2: The New Batch / 1990 filminden) (Parça Sponsoru TIRSAN)

Mangalore – Full animatronik Kafa (The Fifth Element / 1997 filminden)

Kurt Adam (Lycan) Bacakları (Underworld / 2003 filminden)Jaws – Tam Set Dişleri (Jaws / 1975 filminden)Ackerman Koleksiyonundan Orijinal, İmzalı Fotoğraflar (Fritz

Lang portre, Boris Karloff portre, Olsa Baklanova portre, Bela Lugosi portre, Orson Welles portre, Metropolis filminden Maria)

Yaklaşık üç saat süren faaliyet pek çok anıyla birlikte geride kaldı. Scognamillo’nun ayrılmasıyla birlikte sona eren faaliyetin bir gelenek olması arzusu ve inancı içerisinde şimdiden 2012 yılının Nisan ayı içerisinde “İkinci Giovanni Scognamillo: Fantastik Buluşma” organizasyonu hazırlıklarına başlanıldı. Kim bilir bu yıl ki “Buluşma”, önümüzdeki yıl bir “Festival”e dönüşür?

Fatih DANACI

Haberler

7

Page 8: Golge e-Dergi

Akisfer: Evrenin her yerden uzak köşelerinden birindeki Akisfer adlı gezegende

yaşanan bir dizi gizemli olayı anlatan roman. Yarısı geçişe kapalı olan bir gezegende

ünlü bir yazar o güne kadar herkesten gizlenen büyük bir sırrın peşine düşer. Türk

edebiyatının Solaris’i olmaya aday heyecanlı, akıcı ve felsefik yanı güçlü bir roman.

Sokaklar Benim Yeniden: Yazarın aynı addaki öyküsünden hareketle

oluşturulmuş bir novella. Bir sabah İstanbul’da elektrikler kesilir. Radyo ve televizyon

susar. Cep telefonları çalışmaz hale gelir. Dahası arabaların motoru da çalışmamaktadır.

Şehirde büyük bir kaos başlar. Bir kız ve dört bilgisayar uzmanı delikanlı olayın sırrının

peşine düşerler.

Zaman Tozları: Metin bir kaza geçirir ve komaya girer. Koma sonrası Vakiteri

adlı bir evren yaratığı ona zamanı durdurabilecek bir topçuk verir. Metin bu topçuğu

çeşitli şakalar yapmak için kullanır. Olaylar hızla çığrından çıkar. Delikanlı önce mafyanın

eline düşer. Sonra da peşine gizli servislerin ajanları takılır. Eğlenceli, mizah ve gizem

yüklü bir novella.

Bu kitaplar Çizmeli Kedi yayınları tarafından basılmıştır.

Gölge Dergisi yazarı

Sadık Yemni’nin

ikisi yeni 3 kitabı çıktı.

Haberler

8

Page 9: Golge e-Dergi

Öykü

Canım;Her zamanki gibi bu sabah da senin sevginle doluyum bir tanem, ya sen? Ne olur kızma sormama,

amacım seni boğmak değil – şüphesiz kimi vakitler bunu da yaptım, sevdamdan olsa gerek – sadece emin olmak. Eskiden, çok eskiden, nerede olduğumuza bile aldırış etmeden haykırarak söylerdin sevgini. Çoğu kez yüzüm kızarırdı. O çocuksu saflığınla bu halime hayret eder, “Neden utanıyorsun ki?” diye sorardın, “kim duyarsa duysun sevmek ayıp değil ki…” Şimdilerde ise fısıldamana bile hasretim. Biliyor musun; dilinin söylemediklerini belki gözlerinden yakalarım diye son zamanlarda hiç bakmadığım kadar çok bakıyorum gözlerinin içine. Hâlâ kitap okuyor olsaydın tüm bu hissettiklerime kuruntu deyip geçerdim, ama ne yazık ki artık eline kitap bile almıyorsun. Biliyorum tam bu satırı okurken tek kaşını yukarıya kaldırıp, “Ne alaka?” diyeceksin. Anlatayım.

Hatırlar mısın; bir zamanlar okumayı en az beni sevdiğin kadar çok severdin. Çarşıya ne zaman çıksak soluğu kitapçılarda alırdın. Saatlerce rafların arasında dolaştıktan sonra elin kolun dolu bir halde kasaya yönelirdin. Yanındaysam, bir ürkeklik yerleşirdi bedenine, gözlerini benden kaçırıp etrafına bakınıp dururdun. Ağzımı açıp tek kelime bile etmemişken birden savunmaya geçerdin. “Bunları ne zamandır arıyordum bulmuşken aldım,” derdin. Kendimi tutamayarak güler ve “Hepsini okuyabilecek misin bari?” diye sorardım. Güldüğümü görünce rahatlar, “Tabii ki,” derdin, “tabii ki okuyacağım. Hem sana söz, bunları bitirmeden yeni

Bakışların Hep Uzaklarda

9

Page 10: Golge e-Dergi

kitap almak yok.” Çarşıya ilk çıktığında ise dayanamaz yeni kitaplarla geri dönerdin. Kızacağımı bildiğin için eve gizlice sokar ve her birini farklı yerlere koyardın. Farkına varıp da söylenmeye başladığımda, “Onları çok önceden almıştım,” diye inkâr etmeye çalışır, ikna olmadığımı görünce de zor duyulan bir sesle, “İnan ki hepsini okuyacağım ama belli bir düzenle. İstediğim an ulaşacağımı bilmem hoşuma gidiyor, anlıyor musun?” derdin. Bu sözleri öyle bir saflıkla söylerdin ki kızamazdım sadece, “Delisin“ diyebilirdim. Bir gün yine aynı oyunu oynarken birden ciddileştin ve “Sen de kendine sürekli elbise alıyorsun; ama hepsini aynı anda giymiyorsun ki? Günü gelince giyerim demiyor musun?” dedin. Haklıydın. O akşamdan sonra ne ben sorguladım aldığın kitapları, ne de sen saklama ihtiyacı duydun.

Deliler gibi de okurdun, ama aldıkların o kadar fazlaydı ki hiçbir zaman yetişemezdin onlara. Akşamları, elimizde şarap kadehleri karşılıklı konuşurken birden son bitirdiğin romanı anlatmaya başlardın. Seni dinlerken olayları gerçekten yaşadığına inanırdım. Soluğum kesilir, nefeslenmek için duraksamana bile dayanamazdım. O anlarda “Bu kitabı kesinlikle okumalıyım,” diye düşünürdüm, ama hiçbir zaman seni dinlerken duyduğum hazzı bulamazdım. Bazen de, daldan dala atlayarak saatlerce dertleşirdik seninle. Şimdi düşündüğümde o kadar uzak geliyor ki o güzel günler, sanki hiç yaşanmamış gibi…

Tüm bunları neden mi yazıyorum? Bilmiyorum, belki o günlerin hasretini çektiğim içindir. Sahi sen de hiç özlemiyor musun? Benimle artık hiç konuşmuyorsun ki bileyim. Dudakların sürekli kilitli, bakışların hep uzaklarda... Gözlerine bakıp ne düşündüğünü tahmin etmem öyle zor ki… Bir zamanlar okumayı çok severdin, belki bu mektupla yeniden kazanırsın o alışkanlığını ve neler hissettiğimi anlarsın. İşte sırf bu yüzden yazıyorum bir tanem.

Bu arada korktuğumu itiraf etmeliyim. Hem de deliler gibi. Bu satırlarımı okuduğun zaman hemen anlat bana duygularını, anlat ki tüm kaygılarım bir an önce silinsin. Ama ya haklıysam... En iyisi sevgin devam ediyorsa gel yanıma, kaybetmişsen okumamış gibi davran, tıpkı kütüphanendeki kitaplara davrandığın gibi. Biliyorum, onların üstü çoktan toz kapladı, ama benim yüreğim kolay kolay toz kaplamayacak, asla izin vermeyeceğim buna. Ne kadar saklanırsan saklan tutup çıkaracağım seni o gizlendiğin delikten.

Sana anlatacağım o kadar çok şey var ki, bu yüzden kafamı bir türlü toparlayamıyorum. Konudan konuya atlamamın tek sebebi, içimden geçen her şeyi bilmeni istemem, ama korkarım bu ivedilikle asıl söylemek istediklerimi atlayacağım. Biliyorsun hep tez canlıydım ve sen bu huyumu hiç sevmezdin. Gelecek ile ilgili bir düşünceden bahsettiğinde, hoşuma gitmişse hemen yerimden fırlar “Çok güzel. Haydi, hemen yapalım,” derdim. Hafifçe kızarak, “Dur be kızım,” derdin “Her şeyin bir zamanı var.” Seni dinlemek istemesem bile soğukkanlılığını yitirmeden ikna etmeye çalışırdın. Şimdi düşünüyorum da, belki de bugünlerin geleceğini hissettiğim içindi aceleciliğim. Keşke diyorum, keşke seni hiç dinlemeyip geleceğe bırakmasaydım isteklerimizi. Doğru, eninde sonunda yarın oluyor; ama yarın olduğunda biz çoktan değişmiş oluyoruz… İşte bak bu sefer ben haklı çıktım. Karşılıklı konuşuyor olsaydık nasıl da büyük bir keyifle bunu yüzüne vururdum. Hatırlarsın, tüm tartışmalarımızda hep kendini haklı çıkartırdın. Bu sefer neden benim haklı çıkmama izin verdin bir tanem, yoksa artık benden sıkıldın mı?

Yeri gelmişken bir itirafta bulunmak istiyorum; ben seni her şeyden çok, kendimden bile çok sevdim. Senin gibi sürekli sevgimi dillendirmesem de, inan ki tek amacım, yaşamın bana verdiği en güzel hediyenin sen olduğunu davranışlarımla hep anlatmaya çalıştım. Kelimelerden ziyade yüreğimiz konuşsun isterdim ben. Sevgimi haykırmak istediğim zamanlarda ise önce senin söylemeni bekler, sıra bana geldiğinde nasılsa davranışlarımla belli ediyorum, söylemeye ne gerek var deyip geçiştirirdim. Şimdi anlıyorum bunun ne büyük yanılgı olduğunu. Bugünlerde hiç konuşmaman bu yüzden mi yoksa? Öyleyse ölçüyü kaçırdığını rahatlıkla söyleyebilirim, zira artık o kadar sessizleştin ki, neredeyse yüreğinin sesi bile duyulmuyor.

Öykü

10

Page 11: Golge e-Dergi

Öykü

Mademki her şeyi açıkça anlatıyorum, o zaman izninle son bir itirafta daha bulunacağım. Birlikteliğimiz boyunca hep seninle boy ölçüşmeye çalıştım. Evet, sana karşı koymalarımın, gereksiz yere inatlaşarak küsmelerimin altında hep bu sebep vardı. Çocukluğumda da böyle inatçıydım. Birine kızıp da ağlamaya başladığım zaman kimse beni susturamazdı. O halde uyuyakalsam bile sabah yine ağlayarak gözümü açardım. Bunun tek nedeni, arkamdan “Gördünüz işte ağladı, ağladı, sustu,” dedirtmemekti. Büyüsem de bu huyumun değişmeyeceğini nasıl bilebilirdim?

Bu davranışlarım karşısında bazen umutsuzluğa kapılıp ne yapacağını şaşırıyordun. O anlarda çaresizce kıvranmanı görmeme rağmen geri adım atmıyordum, çünkü yaşamımın tek amacıydın ve bunun bedelini ödemeliydin. Biliyorum yanlıştı; ama zamanı geri alamadıktan sonra bunu kabullenmenin hiçbir önemi yok.

Ara sıra ikimiz de kontrolümüzü kaybedip tartışırdık. Kırıcı olduğumuz zamanlarda ise çocuk gibi küserdik. Ayrı odalarda oturur ve birbirimizle hiç konuşmazdık. Yaşamımın en kötü anlarıydı Ne nefes alabilirdim, ne de yürek çarpıntıma engel olabilirdim. İçimden önemli bir organımın parçalanırcasına söküldüğünü hissederdim. İçimden, yanına gelip iki elimle yüzünü sıkı sıkıya kavramak, sonra da dudaklarımı dudaklarına yapıştırarak kanatırcasına öpmek gelirdi, ama bunu hiç yap(a)madım. Odandan bir vesileyle dışarı çıktığında göz ucuyla bana baktığını görürdüm. Bir işaret beklerdin hep. Yüreğinin tıpkı benim gibi daralmış olduğunu bilmeme rağmen o anlarda sana hiç gülümseyemedim. Sonunda dayanamayıp kısa bir süre sonra yanıma gelirdin – yıllar geçtikçe bu süre önce günlere sonra haftalara dayandı – ve “Neler oluyor bize?” diye sorardın. İlk cümleyi söylemiştin ya, artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Sıkıca sarılıp ter kokunu doyasıya içime çekerdim. Şimdi o kavga ettiğimiz günleri bile hasretle arıyorum bir tanem…

Kendinden bile sakladığın bohem bir yönün vardı. Seninle daha ilk tanıştığımız gün bunun farkına varmıştım. Bastırılmış bir şekilde içinin derinliklerinde yatıyordu. Eninde sonunda açığa çıkacak, seni bilinmezlere doğru sürükleyecekti. Birlikteliğimiz boyunca hep bunun endişesini yaşadım. Son yıllarda biraz olsun rahatlamıştım. Aradan uzun yıllar geçmiş ve sende hiçbir değişiklik olmamıştı. Komik ama tam o günlerde dalgınlaşmaya başladın. Yanımda olmana rağmen giderek benden uzaklaşıyordun.

Hatırlar mısın; o akşam inanılmaz bir trafik vardı. Arabalar adım adım ilerliyordu. Sen, her zamankinin aksine son derece sakindin. Parmaklarınla direksiyon simidinin üstünde bir ritim tutturmuştun. Birden gözün belirsiz bir noktaya takıldı. Kendinden geçmiş gibiydin. Arkadan gelen klakson sesleri olmasaydı önümüzdeki arabanın ilerlediğini bile fark etmeyecektin. Ne düşündüğünü sorduğumda kendi kendine mırıldanırcasına, “Kimsenin beni tanımadığı yabancı yerlere gitmek ne güzel olurdu,” dedin. Seni kaybetme korkusu yüreğimde yeniden canlanmıştı. O günden sonra sık sık bu düşünceni dile getirmeye başladın. Bir gün dayanamadım ve “Çok istiyorsan ne duruyorsun, gitsene,” dedim. Şaşırmıştın. Dudaklarımdan çıkan sözün yüreğimden gelip gelmediğini anlamak istercesine gözlerime baktın, ama çoktan kaçırmıştım. “Emin misin?” diye sordun. Umursamaz bir edayla, “Kulaklarında sorun mu var, gitmek istiyorsan git,” dedim. “Ya sen?” Bunu sorarken, sesin belirgin bir şekilde titriyordu. Kollarımı göğsümde birleştirip dudaklarıma alaycı bir gülüş yerleştirdim. “Seni bekleyecek halim yok, bir şekilde ben de başımın çaresine bakarım. Unutma dünya senin etrafında dönmüyor…” Uzun bir süre boş gözlerle yüzüme baktıktan sonra boğuk bir sesle, “Anladım,” dedin ve odadan çıkıp gittin, bir daha da hiç sözünü etmedin gitmenin.

Haklısın, o an sadece kendimi düşünmüştüm, ama gerçekten tek suçlu ben miydim? Her zaman üşüdüğüm ve sıcaklığına muhtaç olduğum hiç mi aklına gelmedi? Ya sana sıkıca sarılıp kokunu içime çekmeden uyuyamayacağım? Görüyorsun tek egoist ben değilim… Belki tüm bunlara alışırdım. Ama benim için en büyük yıkım da bu olurdu, anlıyor musun? Her şeye rağmen bugünleri görebilseydim, inan ki valizini kendi ellerimle hazırlardım.

11

Page 12: Golge e-Dergi

O günden sonra giderek kabuğuna çekilmeye başladın. Mecbur olmadıktan sonra hiç konuşmuyordun. Sıkıştırdığımda; hep aynı yanıtı veriyordun: “Ne anlatayım ki…” Bir zamanlar sürekli konuştuğunu beni kahkahalara boğduğunu söylediğimde, ellerini iki yana açıp “Dağarcığımdaki konular bitmiş olmalı,” diyordun. Şarap eşliğindeki sohbetlerimiz yerini televizyon karşısında geçirilen boş saatlere bırakmıştı. Israr ettiğim zaman şarap kadehini eline alıp karşıma geçiyordun, ama sadece o kadar... Çoğu kez saatlerce hiç konuşmadan öylece oturuyorduk. Zorladığımda ise gülümsemeye çalışarak, “Aklıma bir şey gelmiyor en iyisi sen anlat, ben dinleyeyim,” diyordun. Günler geçtikçe suskunluğun bana normal gelmeye başladı ve seni bu şekilde kabullenmeyi öğrendim. Yanlış yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Kanıksayacağıma üzerine biraz daha düşseydim, başının belası olup peşini hiç bırakmasaydım, belki o zaman içindeki yaşam sevincini kaybetmene engel olabilirdim.

Aynı evde yaşayan iki yabancı olmuştuk. Sendeki değişikliklerin nedenini hiç merak etmiyor, sadece beni rahatsız eden huylarını eleştiriyordum. İçine kapanmaya başladığın andan itibaren hiçbir şey seni heyecanlandırmamaya başlamıştı. Hatırlar mısın; evliliğimizin ilk yıllarında evimize yeni bir eşya aldığımızda sevincimizden sabah kadar uyuyamazdık. Sürekli yerini değiştirir, hangi kösede daha iyi durduğunu saatlerce tartışırdık. O dönemlerde ise evi komple değiştirsek bile senden en ufak bir tepki gelmiyordu. “Ne biçim adamsın?” diye söylenirdim, “İnsan yeni bir şey aldığında sevinir, ona sahip olmanın mutluluğunu hisseder.” Boş gözlerle bana bakıp, “Nesine sevineyim alt tarafı mobilya, almasak da olurdu,” derdin. Bunun üzerine daha çok sinirlenir ve “İhtiyacımız olduğunu unutuyorsun,” diye bağırırdım. ”İyi ya o zaman alalım, ama bunun için göbek atmamı bekleme,” derdin umursamaz bir tavırla.

Sadece sevincini değil, üzülmeyi de unutmuştun. Ne bir yakınını kaybettiğinde ağlayabiliyordun, ne de değer verdiğin bir eşyanı yitirdiğinde… Yaşamı film izler gibi bir kenardan sessizce seyrediyordun. Kızıyordum bu haline hem de tahmin edebileceğinden çok, belki de bu kızgınlığımdan dolayı anlayamadım içinde bir şeylerin öldüğünü. Bir makine gibi yaşamaya başlamıştın. Sabah erkenden kalkıp işe gidiyor akşamları da doğruca eve geliyordun. Ne arkadaşlarınla takılıyordun ne de bir zamanlar sana zevk veren hobilerine zaman ayırıyordun. Ölümü bekler gibi bir halin vardı ve ben bunu göremiyordum.

Evliliğimiz boyunca en çok tartıştığımız konulardan biri, kendini yıpratırcasına çalışmandı. Boş oturmayı hiç sevmezdin. Tatil günlerinde bile bir fırsatını yakalayıp işyerine kaçardın. Ben de açardım ağzımı… Sessizce dinlerdin söylenmelerimi, sonra da iki elini yana açıp, “Ne yapayım seviyorum çalışmayı,”derdin. “Yıpranacaksın,” dediğimde ise agresifleşirdin ve elini kolunu sinirle sallayarak, “Ben istemez miyim sanıyorsun ayaklarımı uzatıp yan gelip yatmayı, ama ihtiyaçlarımız için çalışmak zorundayım,” diye savunmaya geçerdin. Gereksinimlerimizi karşılayacak kadar paramız olduğunu, bundan sonra kendine daha fazla zaman ayırabileceğini söylediğimde ise, “Anlamıyorsun,” diyerek tartışmayı noktalandırırdın.

Çalışmak; bir nevi meditasyon gibiydi sende, bunu anlayınca üzerine gelmemeye başladım. İşte bu yüzden bir sabah uyandığımda nasıl şaşırdığımı anlatamam. Saat neredeyse ona geliyordu ve hâlâ yatıyordun. Yavaşça uyandırıp hasta olup olmadığını sordum. “İyiyim,” dedin. Şaşırdığımı görünce de, “Canım bugün işe gitmek istemedi,” dedin. Mutluluktan deliye dönmüştüm. Düşünsene evlendiğimizden beri ilk defa hafta içinde birlikte olacaktık. O günden sonra işe gitme günlerin giderek azaldı. Bundan şikâyet ettiğimi sakın sanma, önemli olan senin mutluluğundu, ama sadece oturuyordun. Ne dışarı çıkıp geziyordun, ne de bir zamanlar yaptığın gibi deli gibi kitap okuyordun. Sahi artık kitap almayı da bırakmıştın. Dışarı çıktığımızda kitapçıya zorla sokuyordum. Rafların arasında boş gözlerle söyle bir dolanıyor sonra da yanıma gelip, “Sıkıldım çıkalım,” diyordun.

Öykü

12

Page 13: Golge e-Dergi

“Sıkıldım.” En çok kullandığın kelime bu olmuştu. Her şeyden, ama her şeyden sıkılıyordun. Ne ailece dışarıya çıkmayı istiyordun, ne arkadaşlarınla buluşup iki kadeh içmeyi. Nasılsa bir benden sıkılmamıştın… En azından böyle söylüyordun ve inanmak istediğim için bunu hiç sorgulamıyordum.

Geçen sene yazlığa gitmek için erkenden kalkıp valizleri arabaya yerleştirdiğimiz günü hatırlıyorsun değil mi? Uzun bir süre gitmemek için direnmiş, ısrarlarım karşısında pes etmiştin. Arabaya binerken huzursuz bir halin vardı. Kontağı çevirmeden önce iki elinle direksiyonu sıkıca kavramıştın. Alnın ter içindeydi ve ellerin sürekli titriyordu. Endişelenmiştim. “İyi misin?” diye sorduğumda başını iki yana sallayarak, “Kullanamayacağım,” demiştin. Direksiyona ben geçtiğimde yüzün bembeyaz olmuştu. Zorlukla nefes alıyordun. Daha hareket bile etmemiştik ki, “Yapamayacağım,” diye haykırıp kendini dışarı attın. İşte o gün araba korkun başladı. Hiçbir araca seni bindiremiyordum. Yürüyerek gidebileceğin yerler haricinde evden adımını atmıyordun. Doktorlar ağır bir depresyon geçirdiğini ve bir süre üzerine gitmememi istedi. Gitmedim, ama sende bana doğru hiç gelmedin ki bir tanem.

Biz de seninle uzun yürüyüşlere çıkmaya başladık. Sessiz yürüyüşlere… Bazen arkadaşlarınla karşılaşıyorduk. Hani bir zamanlar birbirinizden hiç ayrılmadığınız arkadaşlarınla. Birkaç kelimeyi geçmiyordu aranızdaki muhabbet ve ne kadar ısrar ederlerse etsinler onlarla takılmayı hep erteliyordun. Neden böyle davrandığını sorduğumda “İçimden gelmiyor,” diyordun. Zaten tüm gün evde oturup dışarı seyretmekten başka hiçbir şey içinden gelmiyordu ki…

Öykü

13

Page 14: Golge e-Dergi

Sabahları çok erkenden uyanıyor ve pencere kenarındaki yerine oturuyordun. Gözlerini hep aynı noktaya dikip saatlerce bakıyordun. Bazen yanına gelip aynı noktaya bende bakıyordum. Yan yana sıralanmış beton yığınlarından başka bir şey göremiyordum. Apartmanlara bakmaktan sıkılmadığını sorduğumda ise şaşırıyordun. “Ne apartmanı! Orada apartman mı var? Ben uzaklara çok uzaklara bakıyorum,” diyordun. “Git o zaman ne duruyorsun gitsene,” diye yalvarıyordum. Bakışlarını uzaklardan ayırıp gözlerimin içine bakmaya başlıyordun. Dakikalarca. İçimi acıtıyordu bu bakışların. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum o anlarda. Sonra “Boş ver,” diyordun. Israr ettiğimde “Gidemem,” diyordun. “Gidemem, çünkü canım istemiyor...” Kendimi tutamayarak ağlamaya başlıyordum. Hıçkırıklarımın arasında “Peki ne istiyorsun?” diye soruyordum. “Böyle oturmayı, o kadar…”

Keşke gitmek istediğini söylediğin gün valizini ben hazırlasaydım ya da çığlıklarını dinlemeyip arabayı uzaklara çok uzaklara sürseydim. Yap(a)madım. Ne olur affet beni bir tanem.

Günler geçtikçe daha da kötüleştin. Artık evden hiç çıkmıyordun. Tüm ömrün pencere kenarındaki koltukta geçiyordu. Konuşmayı da bırakmıştın, yatağımıza gelmeyi de. Cam kenarındaki koltukta oturuyor ve yine orada yatıyordun. Doktorlar, hastaneye kaldırılmanı önerdiler. Tabii ki kabul etmedim. Seni nasıl bırakabilirdim ki? Sana kendi ellerlimle bakacaktım, ama bana hiç yardım etmedin bir tanem. Ne yatağımı ısıtmaya geldin, ne de benimle tek kelime konuştun. İçine girdiğin dünyanın penceresini bana bir kez bile açmadın.

Tüm bu yazdıklarımı yüzlerce kez sana anlattım. Bir kez olsun gözlerini uzaklardan ayırıp yüzüme bakmadın. Bu yüzden beni anlayıp anlamadığını hiç bilmiyorum. Tek umudum bu mektup. Eğer uzaklardan geri dönüp de okursan, seni hâlâ kendimden bile çok sevdiğimi bil. Sensizliğe dayanamıyorum. Sıcaklığına, kokuna, sesine her şeyine muhtacım. Üşüyorum bir tanem, inan ki çok üşüyorum. Gitmedin yanımdasın, ama yine de üşüyorum. Birlikteyken üşümeye dayanıyorum...

Ne olur kalk şu pencere kenarından ve sıkıca sarıl bana. Son bir kez ısıt içimi sonra nereye istiyorsan git.

Öykü: Atilla BİLGEN İllüstrasyon: Yunus KOCATEPE

Öykü

14

Page 15: Golge e-Dergi

Çizgiromanİnceleme

Yapı Kredi Yayınları’nın Doğan Kardeş dergisi içinde her ay tadımlık olarak verip, daha sonra cilt olarak yayımlamaya başladığı leziz Frankafon çizgi romanlardan sadece bir tanesi Blacksad. Tetikçi ve Okko gibi bu seri de gerçekten çok iyi bir edisyonla okuyucuya sunuluyor. Çevirisi, baskı-kâğıt kalitesi, karton kapağı ve fiyatıyla yayımcı olsun, okuyucu olsun, herkesin kıskanacağı bir yayın çıkmış ortaya.

İspanyol yazar-çizer ikilisi Juan Diaz Canales ile Juanjo Guarnido’nun birlikte yarattıkları seri (ikisinin de çizgi roman alanındaki ilk çalışmaları olduğunu belirtmeden geçmek olmaz), Dargaud Yayınevi tarafından, doğrudan Fransız okuyucusuna sunulmuş. İspanyolcası ise yaklaşık bir ay sonra raflara çıkmış. Şu ana kadar basılmış 4 sayısı olan serinin Fransa’daki yayım sırası şu şekilde:

15

Blacksad

Page 16: Golge e-Dergi

Çizgiromanİnceleme

Sayı 1) 2000, Gölgeler Arasında Bir Yerde Sayı 2) 2003, Arktik Irk Sayı 3) 2005, Kızıl Ruh Sayı 4) 2010, Cehennem, SessizlikYıllara dikkat ederseniz 10 senede toplam 4 sayının çıktığını görebilirsiniz! Emekleme aşamasında

olan Türk çizgi roman piyasası için neredeyse kabul edilemeyecek bir süreç değil mi? On sene sonrayı bırakın, piyasanın bir sonraki sene nasıl olacağı belli olmayan; düzenli bir çizgi roman üretimi, kültürü ve bunlara bağlı olarak da tüketimi bulunmayan ülkemizde biz her zaman hazır ve birikmiş olanı okumaya alıştık. Amerikan olsun, İtalyan olsun, Fransız olsun her türlü piyasayı sonradan takip ettiğimiz için yayıncıların ellerinde yayımlanacak malzeme her zaman bolca oldu.

Fakat Blacksad sanırım böyle olmayacak. YKY, Kasım 2010 ve Mart 2011’de, ikişer sayı olarak ciltlenmiş 2 sayıyı piyasaya sunarak serinin sonunu şimdilik getirmiş durumda. Aslına bakarsanız Amerika’da bile 4. sayı halen yayımlanmadı (Seriyi yayımlamaya başlayan iBooks yayınevi batınca Dark Horse 2010 yılında ilk 3 sayıdan oluşan bir cilt yayımladı). Bu bağlamda Türk okuyucusu olarak gerçekten kendimizi şanslı sayabiliriz. Belki de çok nadir olarak karşılaştığımız bir şey gerçekleşti ve bütün dünyayla birlikte, biz de bir çizgi romanın sonraki sayısının çıkmasını bekliyoruz. Umarım bu bekleyiş 5 sene sürmez.

Blacksad’de hikâyeler 50’li yılların sinematik Amerika’sında geçiyor. Kitaplarda veya filmlerde bol bol karşılaştığımız, hepimizin kafasında az çok canlandırabileceği eski püskü, darmadağınık odasında sigara içerek aldığı işler ve aşırı güzel müşterileri hakkında yoğun düşüncelere dalan özel dedektif John Blacksad

16

Page 17: Golge e-Dergi

Çizgiromanİnceleme

çizgi romandaki başkahramanımız olarak karşımıza çıkıyor. Soluk renkler kullanılarak çizilmiş sayfalara sürekli bir hüzün havası hakim. Sinematik kareler o kadar güzel ve başarılı bir şekilde resmedilmiş ki kendinizi gerçekten bir film seyrediyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Ayrıca zamanla konu anlatımlarında ve çizimlerde olan gelişmeleri de fark edebiliyorsunuz.

Buraya kadar her şey çok sıradan. Roger Rabbit’te, Dick Tracy’de veya Charles Bukowski’nin enfes romanı Pulp’ta karşımıza çıkan atmosferden hiçbir şekilde farkı yok. Nedir peki bu çizgi romanı diğerlerinden ayıran özellik? Çizgi romanın farkı, betimlenen dünyadaki herkesin insan şekline bürünmüş hayvanlar olması (argo anlamında değil, gerçek anlamda hayvanlar) ve seçilen bütün bu hayvanların da hikaye içindeki karakterleri yansıtması. John Blacksad bir kara kedi, olayları çözerken yardımlaştığı muhabir (bir anlamda sidekick’i de diyebiliriz) Weekly bir sansar, polislerin hepsi köpek familyasından. Irkçı bir tarikatın başında bulunan kişi bir bozayı. 3. macerada karşımıza çıkan bir kiralık katil timsah derisinden çizmeler giyen bir timsah... Gerçek kişilere yapılan göndermeler de benzer şekilde yapılmış; mesela Hitler bir kedi... Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama her şeyi anlatıp da okuma zevkinizi kaçırmak istemem.

Sayıların kısa özetlerini yaparsak; Gölgeler Arasında Bir Yerde’de Blacksad ünlü bir aktrisin ölümünü araştırıyor. Öncesinde Blacksad’in bu aktrisle duygusal bir şeyler yaşamış olduğunu belirtmeye zaten gerek yok.

Arktik Irk’ta 1950’ler Amerika’sındaki ırkçı eğilimlere ve tarikatlara bir gönderme yapılıyor. Kızıl Ruh’ta yaşlı ve zengin bir tosbağa tarafından bodyguard olarak tutulan Blacksad kendisini

nükleer fizikçilerin ve atom bombasının üretim süreci detayları içinde buluyor.

17

Page 18: Golge e-Dergi

Çizgiromanİnceleme

Son albüm olan Cehennem, Sessizlik ise New Orleans’ın Caz ortamındaki gizemli bir cinayet etrafında dönüyor.

Yazıyı bitirmeden önce çizgi romandaki kadın karakter çizimleri konusunda ayrı bir yorum yapma isteği duyuyorum. Hayvan dış görünümüyle çizilmiş olmasına rağmen kadın hatları karakterlere o kadar güzel uyarlanmış ki bir erkek olarak kendimi uzun süreler boyunca kıvrımlı bayan vücudu hatlarını incelemekten alıkoyamadım. Bu durumu çizerin yeteneğine mi, yoksa erkek zihninin kadın vücuduna olan bakış açısına bağlamak mı gerekir, gerçekten bilmiyorum. Bu soruyu da herkesin kendisine cevap vermesi için cevapsız bırakarak sizlere şimdilik veda ediyorum.

İlke KESKİN

[email protected]

18

Page 19: Golge e-Dergi

19

Öykü

Bir ip sallanır gökyüzünde, ucunun nereye bağlı olduğu bilinmeyen. Bir çocuk vardır ucunda, tutunmuş ipe, kendini savurmaktadır iple…

İpin ucunda sallanıp kayalardan kayalara atlamaktadır. Kayalarda gölgeler vardır, bazılarında az bazılarında çok, gölgeler vardır her kayalıkta…

Bir ara kayalıkların birinde bırakır ipin ucunu ve ipin ucunu bağlar bir taşa; bir daha tutunup ipe gidebilmek için buralardan.

Çocuk bir kayanın üstünden aşağıya bakar. İzler aşağıdakileri.Kayaların üstünde oyuk evler vardır. Tahtadandır kapıları.Bu kayalardan birinde bir kapının önünde iki kişi vardır birbirleriyle tartışan ve biri daha vardır

onları uzaktan izleyen yanlarına yaklaşamayan. Uzaktaki elindeki boş cam kavanozuyla onların yakınındaki kuyudan su almak ister. Kuyuya kadar yaklaşmak için adımlar atar.

Vurmaktadır tartışan iki kişiden biri diğerinin sürekli göğsüne…Vurur, vurur, vurur…Rahat bırak beni artık der,Vururken gözlerinden yaşlar akar…Bu arada diğeri birkaç adım daha atar, yaklaşmak ister kuyuya. Bütün amacı kuyudan boş cam kabına

su doldurmaktır.Her sabah su almaya geldiği bu yerde bugün artık dayanamaz kadının haykırışlarına.Gözleriyle kadına bakar. Kadının süzülen gözyaşlarına… Ona da yaklaşmak ister içten içe.Gözleriyle onun karşısında duran sinsi, sinsi gülüp aldırış etmeden özgürce kımıldamasına engel

olmak adına onu kollarından tutmaya devam edene de bakar. Kadının karşısındakinin yanında ve arkasında ordu gibi duran gölgeler görür. Bir kişi değildir kadını tutan ve boş cam kabıyla kuyuya adım adım yaklaşırken, hepsini görmektedir gözleri.

Gölgeleriyle sinsi, sinsi gülmektedir hepsi kadına tüm gölgelerin yüz ifadeleri zevk içindedir.Boş cam kavanozu tutan kadına ulaşmak ister, onu kurtarmak…Kadının ve karşısındakilerin yanına gitmeli midir? Neyle karşı karşıya kalacağını bilememenin

tedirginliğiyle tereddüt eder. Bilemez bir süre ne yapacağını, durur olduğu yerde…Kadın yine haykırır, görebildiği diğerinin yüzüne. Gölgeleri olan kişinin göğsüne, göğsüne avuçlarının

içleriyle vururken, sımsıkı kavranmış kollarına rağmen, çırpınır, haykırır…Kadın bu tutsaklıktan kurtulmak istemektedir. Sinsi pis gülüşleriyle kafesleyen kolları üstünden

atmak istemektedir.Ağlar, ağlar, haykırır…Bu arada diğeri cam boş kavanozuyla kuyunun kenarına kadar gelmiştir.Kuyunun kenarında, büyük kristal bir vazo durmaktadır. Çırpınan kadının, yaşlı annesinden kalan,

onun yeni bir başlangıç yapabilmesi için verdiği büyük kristal bir vazodur bu. Aydınlığı, başlangıcı temsil etmektedir bu kristal vazo. Annesi eliyle vermiştir kızına ve kızı nasıl işe yaratacağını bilmediği bu kristal vazoyu kuyunun kenarına koymuştur. Orada yıllardır durmaktadır.

Diğeri kuyunun kenarına gelmiştir. Elinde tuttuğu boş cam kapla, kuyudan su almak için uzanır.

Kristal Vazo

Page 20: Golge e-Dergi

20

Öykü

Page 21: Golge e-Dergi

21

Öykü

Uzanırken kuyunun kenarında duran kristal vazo’ya çarpar. Belki sadece dokunmuştur cam kabı kristal vazoya ama biriken görünmeyen doluluğuyla bu hafif dokunuşa yenik düşer ve cam camın kristalini patlatır temasıyla. Kristal vazo üst kısımdan kırılır ve boş cam kabın içine üst parçasını pıt diye bırakır. Şaşırır kalır bir an. Kadına ait olan kristal vazoyu kırmıştır. Kendi mi kırmıştır, nasıl bir kırılmadır bu, zahmetsiz ne kolay! Sağa sola bakınır suçluluk duygusuyla. Bu kadar basit bir temas mı gerekiyordu kırılması için. Kırılması kötü mü olmuştu iyi mi… Bilemez.

Kuyunun üzerinde kalan kırık koca kristal vazo bir elinde, kristal vazonun kırılan parçasının düştüğü cam kapta diğer elinde ikisinin yanına doğru daha cesur birkaç adım daha atar... Belki de özür dileyecektir. Oysaki kristal vazo yıllardır kırılmayı beklemektedir.

Kristal vazoyu iyilik kıracaktır ve o kendinin de iyilik olduğunu bilmemektedir…Çarpmasıyla etraftaki kötülük enerjisine eş kristal vazoda biriken enerji ortaya çıkacak dengenin

kurulması sağlanacaktır.Yaklaşmıştır adımlarıyla bu vesileyle kadına, kadının karşısındaki bedene ve gölgelere.Ona cam kabı uzatır. Cam kaptaki kristal parçasından ışık yükselmeye başlar… Hare, hare ışık etrafı sarar. Çırpınan kadın yayılan ışığın etkisiyle durur, diğeri ve diğer gölgeler onun kollarını bırakır. Umursamaz

duruşundan vazgeçer sinsi, sinsi gülen güç; kadını bırakır ve geri çekilir. Kadının gözlerinden yaşlar akarken serbest kalan bedeniyle kendine uzatılan ışıklı kristal parçalı cam kabı alır. Yayılan ışığa bakar. Yayılan ışık tüm gövdesine geçer. Işıl ışıldır artık kadın.

Cam kabı kadına verirken diğer elindeki büyük kristal vazonun parçasını orada duran çelikten yapılmış çöp bidonunun içine fırlatırcasına atar. Kırık kristal vazo gümbür, gümbür ses çıkarıp bidonun dibine düştüğünde, gök gürler, şimşekler çakar, yağmur yağar, dolu yağar…

O sırada etrafa bir ışık yayılır çöpten. Yükselir ışık. Her yer ışık dolar, parça, parça yere dökülür tekrar.Her şeyin ve herkesin üstüne dökülür ışık taneleri…Tüm kayalıkların üstüne dökülür.Islak gözleriyle yayılan ve üstlerine dökülen ışığa bakar. Kadının karşısındaki beden sinsi, sinsi gülüşünü de bırakır, düzleşmiş suratıyla arkasını dönüp

giderken birden onla beraber birçok gölgede döner ve hepsi beraber uzaklaşarak gider.Görür ordu gibi tüm bu gölgeleri de ilk defa kadın. Ne çoktur kendine gölge yapanlar. Yayılan ışıkla görmektedir tüm gölgeleri ve çirkinlikleri. Işık tanelerinin altında o ve karanlık gölgeler kadını bırakıp giderken kadının üstünde ışık daha da

artar çoğalır. Bilmez ama kristalden gelen ışıkla, ışık olduğunu. Sonradan kendini parlatan bu ışığı fark eder ve yanına kadar yaklaşabilen, ona bu kristal vazonun

ışığını getiren kişiye bakar.Öylece bekliyordur yanında.Giden gölgeler bitene kadar bekler.Gözyaşları yanaklarından hâlâ süzülürken, iple gelen çocuk yanına doğru yaklaşır. Çocuk, elinde

Page 22: Golge e-Dergi

Öykü

22

tuttuğu kristal parçalı ışık yayan cam kabı kadının elinden alır.Oradan uzaklaşır. İpi bağladığı yerden söker. Bir elinde kristal ışıklı cam kapla ipe tutunup gökyüzünde

bir süre kayalardan kayalara atlar sonra uzaklaşır kaybolur, gider.Kadının yanında durmaktadır.Kadının öylece kalakalmış ışıklı bedenine bakar. Onun yüzüne gözlerine, sonra biraz daha yaklaşır,

biraz daha. Kadın kendine doğru iyice yaklaşana bakar. Gözlerinden hâlâ gözyaşları süzülmektedir.Biraz daha yaklaşır. Biraz daha, kollarını açar yavaşça kucaklar kadını, sarılır ona…Ağlama, ağlama bitti artık, bitti kurtuldun, der.Düşünme, düşünme der…Sarılır, sarılır, sarılır.Sıkı, sıkı kucaklar.Kollarının arasında tutar; onun ışık saçan bedenine sarılır, sımsıkı sarılır.Kadın gözyaşlarından geriye kalan damlalarını bu kendine sarılan bedene bırakır.Başını huzurla gömer onun kollarının arasına… Atlayarak yol alacakları kayaların üstünde ikisi kalmıştır. Uzaktaki kayaların üzerinde bekleyen

gölgelerle yeniden baş edebilmek için yeni bir başlangıç başlamıştır.

Öykü: Gülten AĞRITMIŞ İllüstrasyon: Erinç KAAN

Page 23: Golge e-Dergi

“Bir Kahraman Yaratmak” projesi ilk meyvesini verdi. Yıllardır kapağımızda olan Gölge Kız’ın doğuş hikâyesini Devrim Kunter yazdı, (sayfa sırasıyla) Melih Yılmaz, Hasan Keskin, Hakan Duman, Bora Aşık, Bülent Sarılar, Erinç Kaan, Yasemin Boran, M. Kaan Sevinç, Rıdvan Şoray, Emre Çıldır,

Nadir Kutluhan, A. Gökhan Gültekin, Mesut Sentürk, Devrim Kunter ortaklaşa çizdi.

Bu bir başlangıç hikâyesi, ortaklaşa çalışmalarımız devam edecek...

Çizgiroman

Gölge Kız'ın Doğuşu

23

Gölge Kız köken hikayesiBAŞLANGIÇ

Page 24: Golge e-Dergi

Çizgiroman

24

Page 25: Golge e-Dergi

Çizgiroman

25

Page 26: Golge e-Dergi

Çizgiroman

26

Page 27: Golge e-Dergi

Çizgiroman

27

Page 28: Golge e-Dergi

Çizgiroman

28

Page 29: Golge e-Dergi

Çizgiroman

29

Page 30: Golge e-Dergi

Çizgiroman

30

Page 31: Golge e-Dergi

Çizgiroman

31

FAKAT MUTLULUĞUM UZUN SÜRMEDİ.

Page 32: Golge e-Dergi

Çizgiroman

32

Page 33: Golge e-Dergi

Çizgiroman

33

Page 34: Golge e-Dergi

Çizgiroman

34

Page 35: Golge e-Dergi

Çizgiroman

35

Page 36: Golge e-Dergi

Çizgiroman

36

Page 37: Golge e-Dergi

Çizgiroman

37

Page 38: Golge e-Dergi

Sinema

22. Ankara Film Festivali’nde Film Maratonu

Bu yılki Ankara Film Festivali dolu dolu geçti. Programda hem eskilerden hem yenilerden pek çok güzel film vardı. 10 günde hemen her gün 5 seans film

izlediğim düşünüldüğünde önümüzde yine uzun bir günce var. O yüzden bu yıl festivalin Büyülü Fener ve Batı sinemalarında yapıldığını belirtip hızla filmlere geçelim.

15 Mart Cuma:21:30 – Festivalin açılış törenini yine pas

geçip gösterimlerin başladığı ilk günden başladım maratona. İlk gün pek yoğun değildi benim için.

Ankara Film Festivali’nin bu yıl öne çıkan bölümlerinden biri Jerzy Skolimowski toplu gösterisiydi. Bu kapsamdaki 7 filmden ilk izlediğim film,  yönetmenin 1991'de sinemaya ara verdikten sonra 2008'de dönüş yaptığı filmi Anna ile Dört Gece oldu. Film bizi Polonya’nın küçük bir kasabasında bir hastanede çalışmakta olan Leon karakteri ile tanıştırıyor. Yaşlı annesi ile beraber yaşayan Leon kendi halinde, kimseyle iletişim kurmayan bir hayat yaşıyor. Filmin başlarında annesinin de ölümü ile iyice yalnızlaşan Leon, aynı hastanede hemşire olarak çalışan Anna’ya hastalıklı bir ilgi duyuyor. Bir gün Anna’nın evinin penceresinden girip her gece kullandığını gördüğü şeker kavanozuna uyku ilacı yerleştiriyor ve sonraki gecelerde onun evine girmeye başlıyor.

Filmde Leon karakteri son derece başarılı bir şekilde çizilmiş ve oynanmış. Karakterin içe kapanıklığı, yalnızlığı ve kendine güvensizliği tüm boyutları ile karşımıza çıkıyor. Başroldeki  Artur Steranko da bu karaktere başarıyla can vermiş. Leon’un Anna’ya ilgisinin cinsel bir tarafı olsa da bunu hiç bir zaman somut bir hale getirmiyor. Onunla aynı odada olmak, aynı havayı solumak ona yetiyor. Anna’nın giysisinde düşmek üzere olan düğmeyi dikmek ona büyük keyif veriyor örneğin. Bu tip ayrıntılarla güçlenen hüzünlü bir film Anna ile Dört Gece. Polonya sinemasını neden sevdiğimizi bir kez daha hatırlattı.

00:00 – Geceyarısı Sineması bölümünde  dört kısa ve bir uzun film vardı. Uzun film olan Şeytanı Gördüm filmini vizyona bıraktım. İzlediğim kısa filmlere kısa bir bakış atayım.

İngiltere’de yaşayan bir Türk yönetmen olan Can Evrenol’un Anneme ve Babama filmi yönetmenin önceki festivallerde izlediğimiz diğer kısa filmlerini hatırlayınca merakla beklenen bir yapımdı. Anne ve babasını korkutmak için yüzüne bir maske geçirip yatak odalarındaki dolaba saklanan Jimmy’nin anne-babasını sevişirken görmesi üzerine yaşananları anlatan film gayet başarılı bir korku filmiydi.

Bir teknik sorun nedeniyle iki kez izlemek zorunda kaldığımız Beaver Dam Efsanesi, ilk izleyişte gayet eğlenceli olan ama ikincide aynı tadı vermeyen bir müzikal korku filmiydi. Bizi bir şeytan çıkarma ayinine götüren Tanrının Gazabı, yönetmenin daha büyük projelerde görsel efektleri başarılı bir şekilde kullanabileceğine dair bir gövde gösterisinden öte bir şey gibi gelmedi doğrusu. Bölümün en başarılı kısası

38

Page 39: Golge e-Dergi

Sinema

ise Sezon Dışı filmiydi. Filmde uçsuz bucaksız karların ortasında boş olduğunu düşündüğü bir eve giren, köpeği ile beraber dolaşan bir hırsızın başına gelenler çok başarılı bir atmosfer ile anlatılıyordu.

19 Mart Cumartesi:12:00 – Festival bu yıl Kazak filmlerine ayrı bir yer ayırdı. Tulpan da bu filmlerden biriydi. Film, askerden

gelen genç bir adamın hayatını bir düzene sokmak için evlenme çabalarını anlatıyordu. Filme adını veren Tulpan tarafından kulakları büyük olduğu gerekçesi ile reddedilen bu adam giderek onu bir saplantı haline getiriyordu. Tulpan hem hüzünlü hem de düzeyinde tutturulmuş bir mizah anlayışına sahip.  Ayrıca en az hikâyesi kadar, doğa ile iç içe yaşayan bölge halkının yaşayışından bir kesit sunması ile de öne çıkıyor. Kazak sinemasının gerçekten iyi bir yerde olduğunu gösteren bir örnek olarak değerlendirmek yanlış olmaz.

14:30 – Skolimowski’nin festivalin ilk günü izlediğim filmini epey beğendiğim için Polonyalı ustanın 1967 tarihli Eller Yukarı! filmini de merak ediyordum doğrusu. Üstelik filmin çekildiği yıl yasaklanmış ve 1981'de Skolimowski tarafından yeniden kurgulanmış ve yeni çekilmiş görüntüler eklenmiş olması da merakı arttırıyordu. Ancak belli ki yönetmenin tarzı aradan geçen yıllarda epeyce değişmiş. İlk yıllarda çok daha simgesel bir anlatım seçen Skolimovski yıllar geçtikçe daha düz bir anlatıma yönelmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse ilk dönem filmlerinden olan bu yapıma girebilmek epey zor oldu benim için. Filmde bilim kurgusal imgelerden tiyatro dekorlarına pek çok imge var. Hatta bir ara Stalin döneminden bahseden bir grup genç bilim adamı da görüyoruz. Farklı denemelerden hoşlananlara tavsiye edilebilir.

17:00 – Tony Gatlif festivallerde en çok ilgi çeken yönetmenlerden biri. Özgürlük filmi de dolu dolu bir salonda oynadı. Gatlif bu filminde de odağına çingeneleri alarak onu tanıyan seyircileri şaşırtmıyordu. Ancak bu kez farklı bir dönemi anlatıyor ve kamerasını 2. Dünya Savaşı dönemine döndürüyordu. 2. Dünya Savaşı ile ilgili birçok film izledik ancak Gatlif bambaşka bir yerden bakarak bize hikâyesini anlatıyor ve taze bir nefes sunuyor.

Savaşla hiç bir ilgisi olmayan ve savaş öncesi Avrupa’da istedikleri gibi dolaşan çingeneler günün birinde geldikleri kasabada göçebeliğin yasaklandığını öğreniyorlar. Kentin belediye başkanı ve öğretmeni onlara yardım ediyor, biraz da kanunların boşluklarından faydalanarak onlara bir arazi sağlıyorlar. Çingeneler burada yaşamaya, çocuklarını okula göndermeye başlıyorlar. Ama yerleşik bir hayata alışık olmayan çingeneler bu yaşamdan hoşlanmadıkları gibi yöre halkı da onların sürekli yanı başlarında olmasından memnun değiller. Zaman geçtikçe onlara sığınan çingene olmayan bir çocuğun da etkisi ile olaylar karışık bir hal alıyor ve trajik bir sona doğru sürükleniyor. Başarılı bir filmdi sonuç olarak.

19:15 – Bu seans için seçtiğim Görünmeyen Göz filminde 1982'de Arjantin’de askeri yönetimin yıkıldığı günlerdeyiz. Filmimiz zengin ailelerin çocuklarına katı bir eğitim veren bir okulda geçiyor. Her şey kurallara uygun olmalı, öğretmenlere

39

Page 40: Golge e-Dergi

Sinema

karşı en ufak bir disiplinsizlikte bulunulmamalı. Ayrıca derslere  ayrılan zamanı etkileyeceği ve dikkat dağıtacağı için karşı cinsle duygusal ve cinsel yakınlaşmalar da yasak. Ülkede askeri rejim sürerken okulun içinde de bunun bir yansıması var yani.

Böyle bir ortamda filmimizin ana karakteri Maria Teresa ile tanışıyoruz. Maria bu okulda öğretmenlik yapmakta olan genç bir kadın. Hem kendisi tüm kurallara uyuyor, hem de öğrencilerinin bu kurallara uyması için elinden gelen tüm çabayı gösteriyor. Ama filmin başından itibaren Maria’nın iç dünyasında dıştan göründüğünden başka şeyler olduğunu da hissediyoruz. Evine döndüğünde annesi ile yalnız bir yaşam sürdüğünü gördüğümüz Maria’nın belli ki daha önce bir erkek arkadaşı olmamış. Zamanla okuldaki bazı erkek öğrencilerden hoşlanmaya başlayan Maria gizlice onları izlemeye başlıyor.

Genç bir kadının cinselliği ile yüzleşmesini anlatırken, bir yandan da sadece okulun içini göstererek bu mekânı dışarıda olanların bir aynası olarak göstermeyi de başarmış yönetmen Diego Lerman. Bunu yaparken başrol oyuncusu Julieta Zylberberg’den de önemli bir destek almış. Zor bir rolde bir an tökezlese filmin inandırıcılığı bozulabilirmiş ama Zylberberg tüm filmi büyük bir başarı ile götürüyor. Festivalin başarılı filmlerindendi Görünmeyen Göz.

21:30 – Her ne kadar çok fazla vizyonda izleme şansı bulamasak da usta yönetmen Werner Herzog, durup dinlenmeden film çekmeye devam ediyor. Yapımcılığını David Lynch’in yaptığı 2009 tarihli Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen? filminde Herzog annesini antika bir kılıçla öldüren bir adamın gerçek hikayesinden yola çıkıyor ve sıra dışı bir polisiyeye imza atıyor. Aslında hikâye kalıbı son derece klişe bir polisiye film/diziye benziyor. Karşı evdeki bir kadını öldüren bir adam kendi evine sığınır ve iki de rehine alır. Evin çevresini saran polisler rehinelere zarar gelmemesine çalışarak adamı etkisiz hale getirmeye çalışmakta ve adamın yakın çevresi ile görüşerek olayın nedenlerini anlamaya çalışmaktadır. Bu sorgulamalar sırasında biz de seyirciler olarak flashback’ler eşliğinde adamı bu noktaya getiren olayları izleriz.

Filmin oluşturduğu atmosfer ise klasik polisiyelerin çok dışında. Herzog, tüm olayları başarıyla çözen becerikli polisler ve kurnaz suçlular klişesinden de polisiyenin daha sert ve gerçekçi kanadından da uzak durarak kendine göre bir yapı kuruyor. İzlediğimiz flashback’lerin bazıları  olay hakkında ipuçları verse de bazıları tamamen alakasız bir noktada.

Açıkçası iyi bir film olabilmek için her şeyi tamam Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen?’in. Ancak ya Herzog’un oluşturmaya çalıştığı yapının içine giremedim ya da filmde adını koyamadığım beni rahatsız eden başka bir şey vardı. Somut olarak bir neden bulamasam da çok sevemediğim bir film oldu. Belki de klişelere fazla alıştık, kim bilir.

20 Mart Pazar:12:00 – 2010 yılının sonundan beri hapiste olan ve film

yapmak ve senaryo yazmak gibi hakları da 20 yıl boyunca kısıtlanmış olan İranlı yönetmen Jafar Panahi’nin 2003 tarihli Kanlı Altın filmi bir kuyumcu soygunu sahnesi ile açılıyor  ve kesintisiz çekimle verilen bu soygun olayının ne şekilde sonlandığını gördükten sonra geri dönüp ana karakterimizi bu

40

Page 41: Golge e-Dergi

Sinema

noktaya getiren olayları izlemeye başlıyoruz. İran Sineması’ndan gelen bir soygun filmi pek alışageldiğimiz bir durum değil. Ancak film ilerledikçe görüyoruz ki filmin esas derdi soygun hikâyesinden çok İran’daki sınıfsal yapı ve gelir dağılımındaki adaletsizlik.

Kanlı Altın, anlattığı konu düşünüldüğünde önemli bir film, gayet de sağlam bir akışı var. Ancak kendi adıma zaman zaman sıkıldığımı da itiraf etmeliyim. Ancak Panahi’nin bugün hapiste olmasına neden olan fikirlerini görmek için izlenmesi gereken bir film.

14:30 – Baltık Günlükleri, bizi Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki günlere götürüyor. Tarihsel olayların arka planını bir çocuğun gözünden anlatmak sinemada sıklıkla karşımıza çıkan bir uygulama. Gerçekten yaşamış bir karakter olan Oda von Siering’in anılarına dayanarak senaryosu oluşturulmuş olan bu filmde de söz konusu dönemde Baltık Denizi’nin kıyısında büyük bir evde yaşananlar 14 yaşındaki Oda’nın gözünden anlatılıyor. Oda’nın egzantrik bir bilim adamı olan babası ile ilişkileri filmin önemli bir parçasını oluştururken o dönem pek çok milletten kişinin yollarının kesiştiği bu mekân vasıtasıyla dönemi de yansıtıyor.

Baltık Günlükleri teknik açıdan son derece başarılı bir film. Başta çok etkileyici bir mekân olan evin tasarımı olmak üzere belli ki filmin sanat yönetimi üzerine epeyce düşünülmüş. Ancak hikâyenin kendisinin bende çok fazla heyecan yaratmadığını ve farklı dönemlerde geçen benzer filmleri hatırlattığını söyleyebilirim.

17:00 – İşte festivalin en zorlu filmi olan Paris Komünü. Tam 345 dakikalık bir filmden sözediyoruz. Ama baştan söyleyelim film bu uzunluğunu hissettirmiyor ve sonuna kadar rahatlıkla izlenebiliyor (yine de festivalde 3 seans halinde gösterildiğini ve seyircilerin giderek azaldığını da belirtmiş olalım).

Bu uzun film, adından da anlaşılabileceği gibi 1871 yılında kurulan ve yalnızca 72 gün süren Paris Komünü’nü konu ediyor. Belki de işçi sınıfının gerçek anlamda iktidarı ele geçirdiği tek örnek olan bu dönem, içinden pek çok hikaye çıkabilecek olmasına rağmen, nedense sinemada çok ele alınmış bir dönem değil. Yönetmen Peter Watkins, bu dönemi anlatırken farklı bir sinema dili kullanıyor. Watkins amatör oyuncular ile bir tiyatro dekoruna benzer dekorlarda çekilen siyah-beyaz bir film ortaya koymuş ama karşımızdaki yapım benim diyen epik filmlerden daha etkileyici. Ayrıca, Watkins dönemi bire bir anlatmak gibi bir yol izlemiyor, işin içine o dönem televizyon olsa ne olurdu gibi bir fikir de katıyor. Böylece karşımıza olayları resmi bakış açısıyla anlatan bir devlet televizyonu ve işçilerin kurduğu komün televizyonu çıkıyor. Ayrıca, sonlara doğru komün içindeki grupların bir masa etrafında farklı konular üzerine tartışmalarını izlediğimizi sanırken yavaşça fark ediyoruz ki aslında tartışanlar filmdeki kimliklerini bir kenara bırakan oyuncular ve tartıştıkları konular da tam da günümüzün meseleleri.

Son olarak bu uzun filmin son derece tempolu olduğunu, her ne kadar günümüze pek çok gönderme içerse de 1871'de yaşananları da kapsamlı olarak anlatmayı başardığını da söylemeli. Süresi göz korkutan bir film olabilir belki ama her sinemasever tarafından yaşanması gereken bir deneyim.

41

Page 42: Golge e-Dergi

Sinema

21 Mart Pazartesi:12:00 – Güpegündüz yolun ortasında kaçırılan ve bir daha

kendisinden haber alınamayan bir genç. Özellikle 1990'ların başında sıkça bu tip haberler duyuyorduk. Sinemamız belli ki bu dönemle yeni yeni hesaplaşıyor. Festivalin yarışma bölümünde aynı dönemi anlatan iki film vardı. Biri Press, diğeri de Kayıp Özgürlük.

Kayıp Özgürlük, bir yandan kaçırılan genci takip eder ve onun Jitem tarafından işkenceye uğramasını gösterirken bir yandan da geride kalan babası ve kızkardeşinin öykülerini ele alıyor. Yönetmen ve senaryo yazarı Umur Hozatlı belli ki bu dönemde yaşananları sert bir şekilde anlatmak istemiş. Bu nedenle işkence sahneleri oldukça uzun ve detaylı. Bu bir seçim elbette ama asıl sıkıntı Jitem üyelerinin yansıtılmasında. Filmdeki Jitem timinin şefi hariç tüm üyeleri tek boyutlu olarak çizilmiş. İşkence yapmaktan keyif alan, adam öldürmeyi doğal sayan tipler hepsi. Doğrudur, böyle kişiler olabilir elbette ama filmde bunun üzerine fazlaca gidilmesi durumu gerçeklikten uzaklaştırmış.

Çok boyutlu olarak çizilmeye çalışılan tek Jitem üyesi timin başı, Kemal. Bir tesadüf eseri kaçırdığı gencin kızkardeşine, kim olduğunu bilmeden aşık olan Kemal kapalı kapılar ardında işkence yapan bir tipken dışarıda gayet insancıl olabiliyor. Aslında bu karşıtlığı göstermek iyi bir fikir ancak bu kez de sözkonusu aşk hikayesi yeterince inandırıcı olamıyor.

Toplamda Kayıp Özgürlük’ü çok sağlam bir film olarak bulmadım. Anlattıkları önemli olsa da konuya çok olgun yaklaşılmamış gibi gözüküyor. Press çok daha başarılı ve sinema duygusunu sindirmiş bir filmdi örneğin. Ama bu konuda daha iyi filmler de çıkacaktır.

17:00 – Bu seanstaki Kolay Başarı, Jerzy Skolimowski’nin ilk dönem filmlerinden biriydi. Polonya’lı üstadın ilk dönem filmlerini fazlasıyla simgesel bulduğumu ve içine giremediğimi yukarıda belirtmiştim. Yine de bu film Eller Yukarı filminden daha çok sevdiğim bir film oldu. Başrolünü de kendisi üstlenen Skolimowski, filmde tıpkı kendisi gibi boksörlük yapan bir karakteri anlatıyor. Her ne kadar bir arkadaşının yardımıyla iş bulsa da aklında boksörlük yapmak olan Andrej, fabrikanın boks takımında ringe çıkma fırsatı bulur. Ama final maçında karşısına rakibi çıkmayınca hükmen galip gelir.

Tümüyle hüzünlü ve depresif bir havası olan film bu sefer daha takip edilebilir bir hikaye getiriyor karşımıza ama yine de simgesellik mevcut. En önemli özelliklerinden biri ise arka planlara dikkat edildiğinde bir kısmına şahit olduğumuz bambaşka hikayelerin olması. Sonuç olarak yine herkese göre bir film değil ama sinema tarihinden bir parça olarak izlenebilir.

19:15 – Çek sinemasının animasyon üstadı Jan Svankmajer’ı hem kısa hem de uzun filmleri ile tanıyıp seviyoruz. Neyse ki festivaller var da böyle sinemacıları tanıma fırsatımız oluyor. Hayatta Kalmak, yine Svankmajer’in bildiğimiz, alıştığımız ve sevdiğimiz tarzdaki animasyon tekniğini karşımıza getiriyor. Gerçek insanlarla fotoğrafların, cansız bir takım objelerin birlikte harmanlandığı bir kolaj tekniği bu. Her zamanki  gibi gerçekle hayal arasında sürreal bir yerde duruyor. Orta yaşlı bir adamın gerçekle rüyaları

42

Page 43: Golge e-Dergi

Sinema

arasında gidip gelişini konu ediyor film. Rüyasında sürekli olarak farklı adlarla aynı genç ve güzel kadını görmekte olan adam giderek rüyasındaki bu kadına aşık olmaktadır. Bu arada gerçek yaşamda eşi ile de çeşitli sorunlar da yaşar. Rüyalarının gizemini çözmesi için bir psikanaliste giden adam giderek kendi çocukluğuna yol almaya başlar.

Hayata Kalmak, Jan Svankmajer’in bizzat perdede gözüktüğü ilk sahnesinden de anlaşılabileceği gibi son derece zeki ve muzip bir film. Aslında anlattığı hikaye çok hafif bir hikaye değil, hatta trajik yanları da var ama o mizah duygusu hiç elden bırakılmıyor. Arada psikoloji dünyası ile de ince ince dalgasını geçiyor. Freud ve Jung’un yumruk yumruğa kavga ettiğini başka hangi filmde görebiliriz ki?

21:30 – Çakal Carlos’un hayat hikayesi  en azından bir dönem en çok merak edilen konulardan biriydi. Yıllar yılı çok büyük terör olaylarına karışan ama bir türlü yakalanamayan bu adamın hayat hikayesi etrafında bir gizem perdesi oluşmuştu. Yönetmen Olivier Assayas, Carlos’u ele aldığında çok büyük bir projenin altına girmiş. Carlos’un uzun yıllara yayılan ve dünyanın pek çok köşesinde geçen hikayesi ortaya bir dev yapım çıkarmış.  Aslında 330 dakikalık bir film karşımızdaki. Ancak Assayas sinemalarda gösterilmek üzere 165 dakikalık bir versiyonunu da yapmış. Festivalde izlediğimiz bu kısa versiyon idi.

Filmimiz Carlos’un bir terör örgütünün sıradan üyelerinden biriyken dikkat çekmesini ve giderek yükselmesini anlatıyor ve yıllar yılı pek çok olaya karıştıktan sonra yakalanması ile de nihayete eriyor. Ancak filmin en azından bu versiyonunda Carlos’un ilk dönemleri ve özellikle OPEC baskını öne çıkıyor. Ancak Carlos’un kendi örgütünü kurması sonrası olanlar ve özel hayatı çok kısa geçilmiş. Halbuki filmin orijinal versiyonunda bu konuların daha fazla yer aldığı hissediliyor. Bu nedenle filmin 330 dakikalık versiyonunu bir şekilde izlemek gerek.

Yine de filmin bu versiyonu ile ilgili yorum yapmak da mümkün. Assayas, olayların politik arka planına çok fazla girmeden Carlos’u bir anti-kahraman olarak çizmiş. Film de uzun süresine rağmen hızlı bir tempo ile akıp gidiyor ve seyirciyi sıkmamayı başarıyor. Bunun dışında başta Carlos’u anlandıran Edgar Ramirez olmak üzere tüm oyuncuların gayet başarılı olduğunu da eklemek gerek. Senenin pas geçilmemesi gereken filmlerinden biri.

22 Mart Salı:12:00 – Bu seansta yer alan Yüz Tarifi, Jerzy Skolimowski’nin ilk uzun metrajlı filmiydi. Daha bu ilk

filminde alter-egosu sayabileceğimiz ve kendisinin oynadığı Andrzej Leszczyc karakterini oluşturmuş yönetmen. Skolimowski’nin ilk dönem filmleri ile ilgili söylediğim her şey bu film için de geçerli. Aynı şeyleri tekrarlamadan ustanın ilk dönem filmleri arasında en sevdiğimin bu olduğunu söyleyebilirim. Belki de askere gitmenin eşiğinde olan Andrzej karakterinin bu filmde yaşadığı sorunlar bizim de rahatça özdeşleşebileceğimiz konular olduğu için.

Skolimowski’nin ilk dönem filmlerinden biri seyredilecekse seçim bu film olmalı. Hem kronolojik olarak da doğru bir yerden başlanmış olur.

43

Page 44: Golge e-Dergi

Sinema

14:30 – Bir Jerzy Skolimowski filmi daha. 1991 yılından gelen Ferdydurke için onun geçiş dönemi filmlerinden biri diyebiliriz. Genellikle kendi senaryolarını yazan Skolimowski bu kez bir roman uyarlaması yapmış. Witold Gombrowicz’in aynı adlı romanı günümüzde bir kült roman olarak kabul ediliyor. Filmimizin ana karakteri Josef isimli bir yazar. Yeni kitabını yazmak için çabalarken akıl hocasının tavsiyesi ile  liseye dönen Josef’e her nedense tüm çevresi yeni yetme bir genç gibi davranmaya başlar. Halbuki o 30 yaşlarında, yetişkin bir adamdır. Ancak o da bu duruma uyum sağlar ve gençliğini bir kez daha yaşamaya başlar adeta. Bu arada 2. Dünya Savaşı’nın da yaklaşması ile olaylar farklı bir boyut kazanır.

Ferdydurke gerçekten dolu dolu bir film. Başlarda eğitim sistemi üzerine bir eleştiri yaparken sınıf çatışmasına da değiniyor ve kadın erkek ilişkileri üzerine de sağlam tespitlerde bulunuyor. Film ilerledikçe tarihsel olaylara göndermeler yaparak bambaşka yerlere gidiyor. Doğrusu kendi adıma bu noktadan sonra filme ilgimin bir miktar azaldığını söyleyebilirim. Yine de izlenmesi gereken bir film ama film sonrası kitabı okumuş seyircilerin genel kanısı kitabın daha başarılı olduğu yönünde idi.

17:15 – Ankara Film Festivali her zaman için eğer programı ona göre yaparsanız bir kısa film festivali kadar kısa film izleyebileceğiniz oluyor. Bu yıl kendi adıma uzun metrajlı filmlere ağırlık verdim ama aralarda fırsat buldukça kısa filmleri de programıma aldım.

8 filmlik bir seçkiden oluşan Kısa Sınır Tanımaz 1 bölümü (diğer salondaki filme yetişebilmek için sadece 7'sini izleyebildiğimi belirtmeliyim) yine başarılı kısa filmlerden oluşuyordu.

Modern bir Fareli Köyün Kavalcısı uyarlaması sayabileceğimiz Sürü, bir kentte peşine insanları takan iki ayrı adamı anlatıyordu. Bir kumsalda 720 derece dönen bir kameranın önüne çıkan görüntülerden oluşan bir kısa film olan 720 Derece sadece 5 dakikada insanlık durumlarına ait bir şeyler söylemeyi başarıyordu.

Bu iki film klasik bir kısa film mantığında iken Aziz Christophorus: Yoldaki Leş ve Kuzey Atlantik bazı konuları anlatmak için illa uzun metrajlı bir film çekmeye gerek olmadığını gösteriyordu. İlki benim diyen korku filmine taş çıkartacak kalitede bir filmken kısalığı çarpıcılığını da getiriyordu. İkincisi ise okyanus üzerinde kaybolan bir uçağın hikayesini anlatırken son derece kıvamında bir duygusallık yaratıyordu

19:15 – Álex de la Iglesia’yı çoğunlukla kara komedi tarzındaki filmleri ile tanıyoruz. Son Sirk filminde de İspanya’nın yakın geçmişine aynı tarzda bir bakış atıyor. 1937 yılında ülkedeki iç savaş döneminde başlayan film, bir sirk ekibinin kostümlerini bile çıkartmaya fırsat bulamadan çatışmaya girmek zorunda kalması ile açılıyor. Bu bölümde adeta yenilmez bir kahraman gibi çizilen bir de palyaço var. Sadece bir palayla onlarca kişinin hakkından geliyor. Ama onun sonu da bir şekilde ölüm oluyor.

Yıllar geçiyor ve 1973'e geliyoruz. Karşımızda bu kez o kahraman palyaçonun oğlu Javier var. O da palyaço olmak istiyor ama babası kadar dışa dönük bir kişilik değil. Bu yüzden babası gibi bir gülen palyaço olamıyor. Onun kaderi gülen palyaçonun sürekli dalga geçtiği üzgün palyaço olmak. İşin kötüsü sirkin gülen palyaçosu Sergio gerçek hayatında alkolik ve şiddet yanlısı bir kişilik. Sergio’nun kız arkadaşı Natalia’dan Javier de hoşlanmaya başlayıp Sergio’nun Natalie’yi öldüresiye dövdüğünü görünce işte o zaman kafasında bir şeyler atıyor ve olaya ondan beklenmeyecek bir sertlikte müdahale ediyor. Bundan sonrası ağlayan palyaço ile gülen palyaçonun tüm şehri etkileyen savaşı haline geliyor.

Son Sirk bir yere kadar gayet başarılı gidiyor ancak bir noktada şiddeti ve deliliği o kadar abartıyor ki gerçeklik ile bağlarını iyice koparıyor. Yine de izlenesi filmlerden biri.

44

Page 45: Golge e-Dergi

Sinema

21:30 –Takeshi Kitano ilginç bir yönetmen. Kimi zaman şiddet dolu filmler çekerken kimi zaman da son derece naif filmler çekiyor. Filmografisinde bir yanda Yakuza filmleri yer alırken diğer yanda sörfçü gençlerle ilgili bir film bulabiliyoruz. Ancak uzunca bir süredir şiddet içerikli bir film çekmediği halde Kitano ismini festival izleyicilerinin bir kısmı bile bu tip filmlerle özdeşleştirmiş durumda. 10 yıllık bir aradan sonra Yakuza filmlerine Öfke filmi ile geri dönen Kitano, şiddet dozu epey yüksek bir geri dönüş yapmış.

Aslında hikayenin temelinde çeşitli Yakuza gruplarının birbiri ile hesaplaşması ve iktidar çekişmeleri dışında bir şey yok. Ancak bir yandan arkada dönen entrika, hangi hareketin kimin çıkarına olduğunu anlamayı zorlaştırıyor. Sürekli birileri ölüyor ve bu ölenin hangi amaçla öldürüldüğü bir yerden sonra takip edememeye başlıyorsunuz. Kitano, öncelikle filmdeki ölüm sahnelerini tasarladığını, sonra bu sahneleri oturtabileceği bir hikaye oluşturduğunu söylüyor. Bu durum da hikayenin beklendiği kadar sağlam olmaması sonucunu doğurmuş. Ancak yine de iyi bir gişe filmi olduğu söylenebilir. Hatta film Japonya’da o kadar iyi hasılat yapmış ki Kitano, bu yıl içinde gösterime girecek bir devam filmi de çekmekte. O filmi de izleriz elbette ama Kitano’nun diğer türlerdeki filmleri de ihmal etmemesi umuduyla.

23 Mart Çarşamba: 12:00 – 74 yaşına gelen Ken Loach hemen her yıl yeni bir film üretmeye devam ediyor. Tehlikeli

Yol filminde de Irak’taki duruma bir bakış atarak ortaya bir intikam hikayesi çıkarmış. Hikaye bir cenaze töreninde başlıyor. Fergus en yakın arkadaşı Frankie’nin cenaze törenine katılıyor ve orada huzursuzluk yaratıyor. Her ikisi de çocukluklarından beri içtikleri su ayrı gitmeyen iki arkadaş. Frankie’nin eşi Rachel dışında her şeyi paylaşmışlar. Askerliklerinden sonra kendilerine teklif edilen maaşı reddedemeyip Irak’ta bir özel güvenlik şirketinde çalışmaya başlamışlar. Ancak bir süre sonra Fergus İngiltere’ye geri dönerken Frankie orada kalmaya devam etmiş ve günün birinde dünyanın en tehlikeli yolu kabul edilen “Route Irish”de öldürülmüş. Ancak Fergus onun ölümünde bir bityeniği olduğunu düşünüp araştırmaya başlıyor ve ortaya savaşın kirli yüzü bir kez daha dökülüyor.

Filmin kahramanları hemen her Loach filminde olduğu gibi İngiliz işi sınıfından geliyor. Filmin teknik ekibi de son dönemlerde Loach’la birlikte çalışan isimler. Elbette senaryo yazarı Paul Laverty de öyle. Ancak ilginçtir ikili bu kez her zamanki tarzlarından biraz daha farklı bir film ortaya çıkarmışlar. Ortada neredeyse bir dedektiflik hikayesi var. Olaylar ortaya çıktıkça  hikayenin de  yönü bir intikam öyküsüne dönüyor ve şiddet dozu artıyor. Bu anlamda filme getirilmiş “sol kanattan gelen bir Death Wish” yakıştırması gerçekten yerinde gibi gözüküyor. Sonuçta Loach’ın en Hollywood’a yakın duran filmi denebilir. Kötü bir film mi? Değil, ama Loach’ın bildiğimiz filmlerinin düzeyini yakalayamıyor.

14:30 – Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Alain Corneau’nun son filmi Aşk Suçu, festivalin Anısına bölümünde yer alan filmlerden biriydi. Corneau bu son filminde polisiye bir hikayeye götürüyor bizi ama ele aldığı karakterler ile bir orta/üst sınıf eleştirisi yaptığı da söylenebilir. Hikaye aynı şirkette çalışan iki kadının mücadelesini anlatıyor temel olarak.

Christine, uluslararası bir şirketin Fransa bürosunun başındadır. Büroyu tatlı-sert bir yönetim anlayışı ile yönetmektedir. Şirketin sahipleri tarafından da gayet olumlu bir imajı olan Christine, Amerika’da bir göreve atanmayı da umut etmektedir. Isabelle ise Christine’in en

45

Page 46: Golge e-Dergi

Sinema

güvendiği elemanlarından biridir. Christine kimi anlaşmaları tamamen ona teslim edebilmektedir. Ancak bir süre sonra Isabelle, kendi başarılarını Christine’in üstlendiğini hatta bunlardan faydalanarak kendisine Amerika yolunu açtığını farkeder. Bu arada her iki kadın da aynı adamla yatmaya başlarlar. Bundan sonrası cinayetin de işin içine girdiği bir olaylar zinciri zaten.

Corneau’nun son filmi ustanın eski filmleri kadar başarılı değil belki ama yine de sonuna kadar merakla izleniyor. Belli bir noktada Isabelle’in planının nereye doğru evrileceğini ciddi ciddi merak ediyorsunuz. Finalde yapılan hamle de gayet başarılı. Ancak filmdeki polisin ve adalet sisteminin son derece beceriksiz olduğunu da düşünmeden edemiyorsunuz. Bu yüzden hikaye zaman zaman inandırıcılığını yitiriyor ama Kristin Scott Thomas ve Ludivine Sagnier’in performansları filmi sürüklemeyi başarıyor. Çok önemli olmasa da izlenmesi gereken bir film.

17:00 – Festivalin Anısına bölümünün bir başka konuğu da yine geçtiğimiz yıl, henüz 46 yaşında hayata veda eden Japon animasyon ustası Satoshi Kon idi. 2006 tarihli Paprika belki de yönetmenin adını en çok duyurduğu film olmuştu.

Aslında anime meraklıları bu filmi bir şekilde izlemişlerdi ama beş yıl gecikmeli izlemenin de farklı bir faydası oldu doğrusu. Paprika filminin geçen yılın en popüler ve önemli filmlerinden birine esin kaynağı olduğunu görmüş olduk. Daha filmin başlarında salonun değişik yerlerinden Inception fısıltıları duyulmaya başladı. Gerçekten de başkalarının rüyalarına giren insanlar ya da rüyaların gerçek hayata etkisi gibi temalar dışında kimi sahnelerin de benzerliği gözden kaçmıyordu. Ama Christopher Nolan da bu benzerliği saklamaya çalışmamış zaten ve Paprika‘yı Inception‘un esin kaynakları arasında göstermiş.

Peki Paprika ne anlatıyor? Psikiyatrik Araştırma Kurumu’nda çalışmakta olan üç bilim adamı D.C. Mini adlı bir cihaz icat etmişlerdir. Bu cihazı bir terapi aracı olarak kullanıp insanların rüyalarına girmekte ve onları etkileyen olayları ortaya çıkarabilmektedirler. Paprika da bu ekipten bir doktorun insanların rüyalarına girdiğinde kullandığı alter-ego’sudur. Ancak bir gün cihaz çalınır ve gizemli hırsız insanlar uyanıkken de onların bilinçaltlarına girmeyi başarır ve bunun sonucunda gerçek ve rüya dünyası birleşir ve olaylar bir koasa doğru ilerler.

Çok zengin bir görsel yapısı var filmin. Üstelik arkasındaki hikâye de boş değil. Böyle olunca bu filmin son yılların en iyi animelerinden biri sayılması boşuna değil.

19:15 – Bir Arjantin filmi olan Akbaba, her ne kadar gerçek bir hikâye anlatmasa da ülkedeki bir gerçeklikten yola çıkarak oluşturmuş hikâyesini. Arjantin’de trafik kazalarında her yıl sekiz binden fazla insan hayatını kaybediyor, çok daha fazlası da sakat kalıyor. Bu kazalardan çıkar sağlayan bir avukat grubu var. Trafik kazalarında zarar görmüş yoksul aileler  ile tanışıp sıcağı sıcağına onları temsil etmek için en uygun kişi olduklarına ikna ediyorlar ve ödenen tazminatın aslan payını onlar alıyorlar. Çalışma yerleri kaza mahalleri ve cenazeler olan bu tip avukatlara “akbaba” deniyor. Filmimizin ana karakteri Sosa da böyle bir adam. Daha filmin başlarında kazalara acil müdahale eden genç doktor Luján ile tanışıyor ve aralarında bir yakınlaşma oluyor. Ama Hipokrat yemini etmiş olan bir doktorun bir “akbaba” ile birlikte olması mümkün olur mu acaba?

Filmimiz gayet tempolu bir gişe filmi konumunda. Sosyal bir soruna eğinirken zaman zaman merakla izlenen bir polisiye oluyor. Ana karakterleri arasında belirgin bir yaş farkı olsa da iki oyuncu arasındaki kimya sayesinde hayatlarını değiştirecek bir aşk yaşadıklarına inanmak zor olmuyor. Ülkemizde vizyona da çıkması beklenen bir film Akbaba. Hollywood’un yeniden yapım haklarını aldığı söylenen bu filmin orijinalini önceden izlemek gerek.

46

Page 47: Golge e-Dergi

Sinema

21:45 – İlk filmi Ex-Drummer ile kendine önemli bir

hayran kitlesi oluşturan Koen Mortier, yeni filmi 22 Mayıs’da bizi

büyük bir alışveriş merkezinin güvenlik görevlisinin bir gününe

götürüyor. Sam adlı bu güvenlik görevlisi her zamanki gibi

monoton bir şekilde evden çıkmak üzere hazırlıklarını yapıyor,

alışveriş merkezine gidiyor ve görevine başlıyor. Birdenbire

bir bomba patlıyor ve Sam geride kalanları kurtarmaya

çalışıyor. Sonrasında ise ölenlerin kendisini ziyaret ettiği araf

diyebileceğimiz bir yerde buluyor kendini.

Karşımızda farklı yapısı olan bir film olduğu açık. Ancak çok fazla içine giremediğim bir film olduğunu

da itiraf etmeliyim. Bunda filmin çok karanlık olmasının, kimi zaman perdede ne olduğunun tam olarak

seçilememesinin de etkisi olabilir (aslında bu durum projeksiyondaki bir sorundan da meydana gelmiş

olabilir). Sürekli olarak aynı ana geri dönmesi de bir yerden sonra sıkıcı bir hale gelebiliyor. Yine de filmi

epeyce sevenler olduğunu da belirtmeden geçmemeliyim. Her zevke göre bir film değil denebilir o halde.

24 Mart Perşembe:

14:30 – Bu seans için seçtiğim Hücre 211 başarılı bir

İspanyol filmi. Bir hapishanede gardiyan olarak çalışmaya

başlayacak olan Juan, ilk işgününden bir gün önce çalışacağı

yeri tanımak için hapishaneye gider. Bu sırada başına bir kaza

gelir ve doktoru beklemek üzere boş hücrelerden birine alınır.

Tam da bu sırada hapishanede büyük bir isyan çıkar. Juan’ın

aklına hemen yeni bir mahkum gibi davranmak gelir. İsyanın

başındaki  Malamadre’nin sempatisini kazanınca işi daha da

kolaylaşır.

Hücre 211 pek çok yönden iyi bir film. Sadece bir hapishane isyanının ortasında kalan gardiyanın

durumunun yarattığı gerilim, mahkumlar ile ilişkileri, sakladığı gizemin ortaya çıkıp çıkmayacağı merakı

bile filmi iyi bir film yapmaya yetecek bir malzeme. İşin içinde bir de Juan’ın evde onu bekleyen hamile

karısı da var ki o da hikayenin kırılma noktalarından birini oluşturuyor. Bunun yanında mahkumlara yapılan

kötü muamele, İspanya’da adi suçlularla ETA mensupları arasındaki farklar da filmin önemli temalarını

oluşturarak zenginleştiriyor.

Bir de oyunculuk faktörü var ki filmin düzeyini iyice yukarı çekiyor. Özellikle isyanın başındaki mahkum

olarak Luis Tosar tam anlamıyla devleşiyor. Senelerdir pek çok İspanyol filminde izlediğimiz Tosar’ın zaten

aksadığını hatırladığım hiç bir filmi yok, üstelik hemen her filminde de birbirinden çok farklı karakterler

canlandırıyor. Bu film ile İspanyol Oscarları sayılan Goya ödüllerinde en iyi erkek oyuncu ödülünü alarak

Goya sayısını üçe çıkarmıştı zaten. Festivalin en iyilerinden.

47

Page 48: Golge e-Dergi

Sinema

17:15 – Başka Bir Evren bölümünde Ankara Film

Festivali’nin seçtiği kısa animasyon filmleri gösterilmekte. Bu yıl da 15 filmlik güzel bir seçki vardı. Ön plana çıkan bir kaç filmin adını analım:

Her şeyin kurallara uygun olarak yapılmasını isteyen, rutinlerden en ufak bir şekilde farklı bir noktaya kayılmasına tahammül edemeyen bir baba, onun her dediğini yapan karısı ve büyük oğlu ile asi bir ruh taşıyan küçük oğlunun bir aile pikniği hikayesini anlatan Kusursuz Peter son derece eğlenceli bir filmdi. Ben Petrus bir yazarın yaratıcılık sorununu başarılı bir kolaj tekniği ile gözler önüne seriyordu. Yapışkan Kader ise başının üzerindeki uğursuz kabarcıklarla her gittiği yere bu uğursuzluğu taşıyan bir yarı insan yarı balık bir varlığı anlatıyordu.

19:15 – Festivalin Anısına bölümünün son konuğu Claude Chabrol’un son filmi Bellamy idi. Chabrol bu son filminde ilk kez Gérard Depardieu ile çalışmış. Filmde Depardieu, filme adını veren dedektif Bellamy’yi canlandırıyor. Eşi ile beraber tatilde olan Bellamy, suç dünyasından bir süre uzak kalmak istemektedir. Ama sürekli olarak onunla konuşmak isteyen gizemli bir adam vardır ortada. Bir yandan da Bellamy’nin erkek kardeşi de onları ziyarete gelir. Bellamy girişi ile roman uyarlaması bir polisiye izlenimi yaratıyor. Ancak kısa zamanda anlıyorsunuz ki Chabrol’un niyeti bir polisiye çekmekten çok insan ilişkilerine odaklanmak. Yoksa ortadaki polisiye hikaye o kadar da önemli değil. Asıl odak noktası Bellamy’nin karısı ve erkek kardeşi ile olan ilişkileri. Böyle olunca klasik bir polisiye sinema bekleyenlerin sıkılacağı bir film olabilir ama filme kaptırınca gayet güzel bir şekilde ilerliyor.

Böyle bir filmde oyuncuların katkısı da yadsınamaz. Özellikle Gérard Depardieu rolünü içine sindirmiş adeta. Bu filmle bir kez daha neden Fransız sinemasının en büyük aktörlerinden biri olduğunu gösteriyor. Son derece doğal, abartıdan uzak bir oyunculuk sergilemiş. Kimilerine bu gösterişsiz hali sönük gelebilir ama asıl zor olan da o sadeliği yakalamak aslında.

Bellamy iyi bir film ama yine de Chabrol’un çok daha iyi filmleri olduğunu kabul etmek zorundayız. 21:45 – Teslimiyet, dünyamızdaki kimyasal maddelerin hayatımızda ne denli yer aldığına dair tedirgin

edici bir belgesel. Yönetmen Stefan Jarl, pek çok farklı amaçla kullanılmakta olan kimyasalların insanlara ne tip etkileri olabileceğini araştırıyor bu filminde. Bunun için öncelikle kendi vücudundan yola çıkıyor. Yapılan detaylı tahliller sonucunda Jarl’ın vücudunda seneler boyu birikmiş onlarca, hatta yüzlerce doğal olmayan kimyasal bulunuyor. Yaşından dolayı vücudunda genç bir insandan daha fazla kimyasal bulunduğunu düşünen Jarl, 30’lu yaşlardaki bir arkadaşından da aynı testleri yaptırmasını istiyor. O sıralarda anne olmaya hazırlanan İsveç’in popüler oyuncularından Eva Röse da bu isteği kabul ediyor. Sonuçta onun vücudunda daha az kimyasal olduğu bir gerçek ama yine de önemli ölçüde bulunmakta.

Belgeselin asıl tedirgin edici tarafı ise yeni doğmuş bir çocukta bile annesi yolu ile aldığı pek çok doğal olmayan kimyasalın bulunuyor olması. Anne sütü gibi bebeğin mutlaka ihtiyacı olan bir besinle bile çeşitli kimyasallar alınıyor. Bir anne için daha doğururken çocuğuna bir takım zararlı maddeleri geçirdiğini bilmek hoş olmasa gerek. Zaten bunları yavaş yavaş öğrenmeye başlayan Eva Röse da bir süre sonra belgesele dahil olmak istemediğine, önlemesi mümkün olmayan bazı şeyleri bilmese daha rahat edeceğine karar veriyor.

48

Page 49: Golge e-Dergi

Sinema

Tüm bunları izleyince insanın cam bir fanusa kapanıp orada yaşayası geliyor. Üstelik İsveç gibi bu konulara çok önem veren bir ülkede durumlar bu şekildeyse insan hayatının çok ucuz olduğu Türkiye’de nasıl bir ortamda yaşadığımızı düşünmek bile istemiyorum.

25 Mart Cuma:12:00 – Kazak sinemasından gelen Gelin, yüzyıllar

öncesinde Kazakistan’ın karlı dağlarında geçen bir hikayeyi anlatıyor. Aslında hikaye çok bildik. Genç bir kızın iki talibi var. Gerçekten sevdiği ama parasız bir genç ile daha yaşlı ama zengin bir adam. Kız için başlık parasını verebilen ikincisi oluyor ve kız ile evleniyor. Ama genç sevgilisi de kızın peşini bırakmıyor ve olaylar trajik bir sona doğru ilerliyor. Ama bu bildik konunun anlatımında farklı yaklaşımlar var. Bir defa filmde hiç bir diyalog yok. Konu tümüyle görsellikle anlatılıyor ve kurulan görsel yapı da son derece başarılı. Ayrıca bu tip konularda, özellikle bizim filmlerimizde, kadının cinselliği yok sayılır. Oysa burada kadının ilk kez cinsellik ile tanışması, bundan zevk alması gibi konular da cesurca işleniyor.

Bu filmin Kazakistan’ın En İyi Yabancı Film Oscar’ına gönderdiği film olduğunu da eklemeli. Festivalin ikinci gününde gösterilen Tulpan’dan sonra Kazak sinemasının iyi yönde olduğunu gösteren bir film daha.

14:30 – Mohammad Rasoulof, Jafar Panahi ile birlikte 2010 sonundan beri İran’da hapiste olan ve günün birinde hapisten çıksa bile film yapması yasaklanmış olan bir diğer yönetmen. Beyaz Çayırlar, Rasoulof’un 2009 tarihli filmi.

Film belli epizodlara bölünmüş bir seri hikâyeyi anlatıyor. Hikâyelerin ortak noktası adalar arasında dolaşan bir adam. Rahmat adlı bu adam çok ilginç bir iş yapıyor. Cenazelerde dolaşıp insanların gözyaşlarını bir kavanozda topluyor. Sadece bu hareket bile son derece şiirsel bir filmle karşı karşıya olduğumuzun habercisi. Arada politik kimi dokundurmalar da yapıyor film. Son hikayede iktidarın hoşuna gitmeyen bir resim yapan bir sanatçının hapse atılması Rasoulof ve Panahi’nin şu anki durumları gözönüne alındığında gayet manidar.

Rasoulof, bu filmine kadar tanıdığım bir isim değildi. Doğrusu bu filmle izlemeye değer bir isim olduğunu kanıtlıyor. Bundan sonraki festivallerde eski filmlerini de izleme şansımız olur büyük ihtimalle ama umalım ki dünya çapında yapılan kampanyalar bir sonuç versin ve yönetmenin yeni filmlerini izleme fırsatı da bulalım.

17:15 – Bu seanstaki Kısa Sınır Tanımaz başlıklı seçki 9 kısa filmden oluşuyordu. Yine öne çıkan bir kaç tanesine göz atalım.

Kısa film mantığını en iyi şekilde yansıtan film, sadece 3 dakika süren Kayıp idi. Bu güzel film Afrika’nın bir ülkesinde bir çocuk ile bir BM devriyesi arasında geçiyor ve çok çarpıcı bir sona bağlanıyor. İzlediklerim arasında festivalin en iyi kısa filmi olduğunu söyleyebilirim.

49

Page 50: Golge e-Dergi

Sinema

Ayrıca 1914 yılında yapılmış bir yarışı konu alan ve sanki o yıllarda çekilmiş izlenimi veren Muazzam Yarış da iyi bir finali olan başarılı bir kısa filmdi. Fırında Bal Kabağı kökenlerinden utanan bir taşralıyı konu alırken Boş Sefer de gerçek hayatta sürekli farklı bir kimliğe bürünen bir oyuncuyu konu alıyordu.

Barbarlar (Les Barbares) ise festivalin favori kısa film yönetmenlerinden Jean-Gabriel Periot’a ait bir filmdi. Seçkinin finalini oluşturan bu filminde Periot kendine özgü deneysel yapısı ile politika dünyasına bir bakış atıyor. Aslında film sadece bir takım fotoğraflardan oluşuyor ama bunların geçişi ve birbiri ardına sıralanışı filmin mesajını gayet başarılı bir şekilde veriyordu.

19:15 – Farklı yönetmenlerin kısa filmlerinin belli bir konu çerçevesinde toparlanıp bir uzun filme dönüştürülmesi son yıllarda sıkça karşımıza çıkan bir durum. Meksika devriminin yüzüncü yıldönümü vesilesiyle Gael García Bernal ve Diego Luna’nın biraraya getirdiği on Meksikalı yönetmenin bu konudan ilham alarak çektikleri kısa filmlerden oluşan Devrim de bu tip filmlerden biri.

Doğrusu Devrim festival öncesi en ümitli olduğum filmlerden biriydi. Ancak sonuçta umduğumu bulduğumu söyleyemem. On kısa filmden çok azını sevdim doğrusu. Hatta festivalin kendi kısa film seçkileri çok daha iyiydi dersem yanlış olmaz.

On filmin en iyisi son sıraya konan Rodrigo García’nın 7th and Alvarado filmiydi. Los Angeles’ın günlük yaşamı ortasına bir anda giren Meksikalı devrimcilerin ruhları buralar aslında bizimdi diyorlardı adeta. Bunun dışında gereğinden bir miktar daha uzun tutulmuş olsa da bir piknik alanında yapılan mini bir devrimi anlatan Carlos Reygadas filmi This Is My Kingdom ve Amat Escalante’nin ağaca bağlı bir rahibi bulan ve onunla bir yolculuğa çıkan iki çocuğu anlattığı The Hanging Priest özellikle geçmişi günümüze bağlayan sonuyla dikkat çeken iki filmdi. Bunun dışındaki filmler çok iz bırakmadı doğrusu.

21:30 – Usta yönetmen Marco Bellocchio, Yenmek filminde İtalyan yakın tarihinin en önemli figürlerinden Mussolini’nin hayatının çok bilinmeyen bir yönüne çeviriyor kamerasını. Mussolini henüz genç bir yazı işleri müdürüyken ve ülkeyi iyi bir yere getirmeye yürekten inanırken tanıştığı bir sevgilisi vardır. Ida Dalser adındaki bu kadınla tutkulu bir aşk yaşarlar, bir de çocukları olur. Ama Mussolini politik alanda basamakları hızla tırmandıkça karısını terk etmesinin onun için bir hata olacağını anlar, zaten o eski idealleri şiddet yanlısı faşizan bir tavra doğru evrilmiştir. Artık onun için Ida Dalser diye bir kadın ya da onun oğlu varolmayan kişiliklerdir.

Yenmek gerçekten güçlü bir film. Son derece dinamik bir anlatımı var. Mussolini’nin kitleleri etkileme gücü başarılı bir şekilde verilmiş. Hem Mussolini’yi hem de reddettiği oğlunu canlandıran Filippo Timi belki canlandırdığı kişiliğe fiziksel olarak çok benzemiyor ama oyun gücüyle bunu hissettirmiyor bile. Ama filmin asıl yıldızı Mussolini’ye tutkuyla bağlı olan kadını canlandıran Giovanna Mezzogiorno. Filmde göründüğü her ana damgasını vuran bir oyunculuk sergiliyor.

Bunun yanında Mussolini’nin sevgilisi ve oğluna yüz çevirmesini tüm bir ülkeyi götürdüğü noktanın ve onlara ihanetinin bir alegorisi olarak okumak mümkün. Bu tür bir okuma filmin gücünü daha da arttırıyor. İtalyan sinemasının önemli örneklerinden.

26 Mart Cumartesi:12:00 – Nanni Moretti, İtalyan sinemasının sol kanadının önemli isimlerinden. 2006 yılında, Silvio

Berlusconi üzerine bir film yaptığı duyulduğunda epey yankı uyandırmıştı. Timsah isimli bu film gösterime

50

Page 51: Golge e-Dergi

Sinema

girdiğinde epey başarı kazanmış, hatta Berlusconi o yıl yapılan seçimleri kaybettiğinde bunda filmin de etkisi olduğu söylenmişti.

Bu tartışmaların uzağında filme baktığımızda ilginç olan şu ki, film belli bir noktaya kadar Berlusconi’den söz etmiyor bile. Karşımızda bir zamanlar korku filmleri yaparak ünlü olmuş, günümüzde bazı gençler tarafından kült bir yapımcı olarak görünen Bruno Bonomo’nun hikayesi var aslında. Bruno günümüz koşullarında bir film yapmakta çok zorlanıyor ama sürekli olarak eski günlerine dönmek için de çaba gösteriyor (hikâyenin bu tarafı kaçınılmaz bir şekilde akla Yavuz Turgul’un en iyi filmlerinden biri olan, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ni getiriyor). Günün birinde genç bir kadın ona Timsah adında bir senaryo getiriyor. Bruno senaryoyu tam da okumadan bir televizyona teklif ediyor ve sonrasında bu senaryonun Berlusconi’nin hayatını konu aldığını ve yaptığı yolsuzluklara da epey yer ayırdığını görüyor. Aslında hiç onun tarzı bir film değil ama bir kere teklif götürmüş bulunuyor ve beğenilince geri de dönemiyor. İşte bundan sonra bir yandan bu filmin çekilme çabalarını izlerken bir yandan da çekilen film aracılığı ile biz de Moretti’nin Berlusconi üzerine söylediklerini izlemeye başlıyoruz.

Son derece zekice yazılmış bir senaryo ile karşı karşıyayız. Ortada kör parmağım gözüne bir şekilde Berlusconi’yi eleştiren bir filmden çok, bir aile hikâye anlatırken mizahı da elden bırakmayarak bunu yapan bir film var. Mizahla politik eleştiri nasıl yapılır üzerine bir ders adeta. Mutlaka izlenmesi gereken filmlerden biri.

14:30 – Festivalin Kazak sinemasına ayırdığı bölümün üçüncü filmi Şaman idi. Şaman, günümüzde geleneklerine bağlı kalarak yaşamaya devam eden ve insanları kimi dertlerinden kurtaran, onları iyileştiren yaşlı bir şamanın hikâyesini anlatıyor.  Her ne kadar Aidai adındaki bu kadın yaşlı ve aksi bir tip olsa da yöntemleri işe yaradığı için çevresi ona saygı göstermektedir. O, gücünün atalarının da yaşadığı topraklardan aldığını düşünmektedir. Ancak o topraklarda bir takım karanlık insanların da gözü vardır. Amaç boş araziye benzinlik ve otel yaparak cepleri doldurmaktır.

Şaman, geleneksel değerlerle günümüz dünyasının kapitalist değerlerinin çarpışmasını anlatan bir film. Çıkış noktası başarılı ama festivalde izlediğimiz diğer Kazak filmlerinin seviyesine ulaşamıyor. Hatta kimi zaman  yabancılara Kazakistan’ın geleneksel ritüellerini göstermek için çekilmiş bir film izlenimi de veriyor.

17:00 – Jerzy Skolimowski’nin 2010 tarihli yepyeni filmi Ölümüne Kaçış, ustanın festivalde izlediğim en iyi filmlerinden biriydi. Film Afganistan’da Amerikalı askerler tarafından yakalanan ve bir cezaevine gönderilen bir adamın biraz da tesadüfler  sonucunda özgürlüğüne kavuşmasını ve peşine düşen askerlerden kaçma çabasını anlatıyor.

Bir insanın özgürlüğü için neler yapabileceğini gösteren çarpıcı bir film. Vincent Gallo’nun büyük bir başarıyla canlandırdığı karakter ile ilgili bir bilgi verilmeyişi de kaçmaya çalışan insanın kim olduğunun çok da önemli olmadığını gösteriyor. Onlarca kişiyi öldürmüş birisi de olabilir, sadece yanlış zamanda yanlış yerde olan birisi de. Bunun bir önemi yok.

Venedik’te en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Vincent Gallo fiziksel bir çaba gerektiren rolüne belli ki çok iyi hazırlanmış. Tek kelime etmeden karakterin tüm duygularını bize geçirebiliyor. Ayrıca Gallo’nun önceki kimi filmlerinden, filmde görülenlerin gerçek olmasına yönelik ısrarını biliyoruz. Bu nedenle buz gibi bir havada, karlar üzerinde çıplak ayakla yürümesi gereken sahnelerde Gallo bunu gerçekten yapmış. Ayrıca filmde yolda karşısına çıkan bir kadınla yaşadığı bir sahne var (ne olduğunu açık etmeyelim, filmin en etkileyici anlarından biri), orada yaşananın da gerçek olması için ısrarcı olmuş.

51

Page 52: Golge e-Dergi

Sinema

Önümüzdeki aylarda gösterime de girmesi beklenen Ölümüne Kaçış‘ı kaçırmamak gerek.19:15 – Hayvanlar Krallığı geçtiğimiz yıl Avustralya’dan gelen ve çok sözü edilen bir filmdi. Festival

sayesinde izleme fırsatı bulduk. Filmimiz annesi aşırı dozdan ölen 17 yaşındaki bir gencin görüntüsü ile başlıyor. Kalacak yeri kalmayan bu genç anneannesi ile yaşamaya başlıyor. Aileyi tanıdıkça tümünün bir şekilde suça bulaşmış bir aile olduğunu görüyoruz. Polisler de sürekli olarak onları takipte.

David Michôd bu ilk uzun metraj filminde bir suç filmine imza atıyor. Ama söz konusu aile çok büyük bir suç örgütü falan değil. Ailenin hemen hepsi suça bir şekilde karışmış ama bu işlerden öyle binlerce dolar kazanıp zengin olmuş kişiler değiller. Orta sınıf bir aile gibi yaşamlarını sürdürüyorlar. Ancak yerel polisin yakından tanıdığı isimler olduğu için onlar çok ilgili bu aile ile. Bir yerden sonra polisin de en az bu aile kadar intikam duygusuyla hareket edebilen ve içinde yozlaşmış insanları da barındıran bir birim olduğu farkediliyor.

Senaryoyu da yazan Michôd, son derece sakin, soğukkanlı  bir anlatım tercih etmiş. Bu şekilde olunca, karakterlerin sürekli tedirginlik içinde yaşamaları çok daha belirgin bir şekilde öne çıkmış. Filmin en baskın karakteri ise Jacki Weaver tarafından canlandırılan anneanne karakteri. Bu karakterin ailesini korumak için her şeyi yapan bir yapısı var. Yeri geliyor çocuklarını korumak için torununun ölüm fermanını kesebiliyor. Bu rolüyle aynı zamanda Oscar’a da aday Weaver da bu karakteri son derece başarılı bir şekilde canlandırmış.

Hayvanlar Krallığı festivalin en iyi filmlerinden biriydi. Umarım gösterime girme şansı da bulur da daha fazla kişi izleyebilir. En azıdan DVD’si çıkmalı.

21:45 – Festivalin bu yılki kısa film seçkilerinden birini de Drama Film Festivali’nin yöneticileri hazırlamıştı. Farklı yıllarda ödül kazanan altı Yunan kısa filminden oluşan bu seçki gerçekten de başarılı bir seçki idi.

Savaş Nedeni adlı film farklı mekanlarda sıra bekleyen insanları gösteren bir filmdi. Bu sıraların özelliği her birinin birbirine bağlı olması idi. Sıranın en önünde olan olaylar da bir şekilde sıranın sonunu etkiliyordu. Öğrenci İşgali adlı film ise hoşlandığı kıza açılmayı planlayan bir gencin bir anda protestocu öğrenciler arasında kalmasını anlatıyordu. Üstelik hoşlandığı kız da protestoculardan biriydi.

27 Mart Pazar:12:00 – Xavier Dolan, ilk filmi Annemi Öldürdüm ile sinemaseverlerin ilgisini çekmişti. Hayali Aşklar

ile de ilk filmindeki başarısının bir tesadüf olmadığını kanıtlıyor. Bu yeni filminde Dolan önce bizi Francis ve Marie adlı iki yakın arkadaşla tanıştırıyor. Bu iki yakın arkadaş bir gün Nicolas adlı bir gençle karşılaşıyorlar. Başta her ikisi de ondan hoşlanmadıklarını belirtseler de hemen anlaşılıyor ki bu sarışın genç her ikisini de fena halde etkiliyor ve çok kısa bir zamanda onun büyüleyici etkisine kapılıyorlar. Francis’in zaten eşcinsel olduğunu belirtelim ama Nicolas filmde öyle büyüleyici bir varlık olarak çizilmiş ki ondan etkilenmek için eşcinsel olmak da gerekmiyor aslında. Zaten her iki kahramanımızın da ondan etkilendiği anlar Dalida’nın seslendirdiği “Bang Bang” şarkısı eşliğinde yavaş çekimle verilmiş ve biz de seyirci olarak bu sahneleri hipnotize olmuş bir vaziyette izliyoruz.

Esasen filmin bu aşk üçgeni dışında çok komplike bir hikayesi yok ama anlatılanlar o kadar güzel kurulmuş, o kadar güzel görüntüler seçilmiş ve tam da yerli yerinde planlar kullanılmış ki iyi bir film yapmak için çok komplike bir hikayeye ihtiyaç olmadığı bir kez daha ispatlanıyor. Bunun yanında üç başrol oyuncusu da rollerine çok iyi oturmuşlar.

52

Page 53: Golge e-Dergi

Sinema

Festival kataloğunda filmin Jules ve Jim‘in modern bir uyarlaması olarak anılması da boşa değil. François Truffaut’nun bu unutulmaz filmi ile ortak temaları olması bir yana, Dolan tıpkı ilk filminde olduğu gibi bu filmde de Fransız Yeni Dalga akımından fena halde etkilendiğini gösteriyor. Toplamda da gayet başarılı bir film ama o dönemi sevenler ekstra bir keyif alacaktır.

14:30 – Festivalin son gününde İtalya’nın yakın tarihinin önemli figürlerinden birine ait bir film daha vardı. Bu kez 1972-1992 yılları arasında aralıklı olarak yedi dönem  başbakanlık yapmış olan Giulio Andreotti konu ediliyor. Filmin adı olan  Il Divo da ona takılan lakaplardan birinden geliyor (ki daha önce Jül Sezar da bu lakap ile anılmış).

Film Andreotti’nin hayat hikayesini anlatmaktan ziyade onun son başbakanlık döneminde hakkında açılan,  mafya ile ilişkileri olduğuna yönelik dava dönemini konu alıyor. Film genel olarak dönemini başarılı bir şekilde perdeye yansıtıyor ama bunda en önemli pay Andreotti’yi inanılmaz bir başarıyla perdeye yansıtan Toni Servillo. Vücut dilini tüm filme müthiş bir şekilde yaymış ve sürekli olarak sinirleri alınmış bir şekilde davranan ve duruşunu hiç bozmayan bir portre çıkarmış ortaya. Hakkındaki en sert iddialara verdiği cevaplarda ya da arkadan çevirdiği işlerde hep çok sakin, çok dengeli. Filmin diğer tüm meziyetleri bir yana bu rol ile pek çok ödül alan Servillo’nun performansı için bile izlenebilecek bir film.

17:00 – Bong Joon-Ho, so dönem birbiri ardına iyi filmler çıkaran Güney Kore sinemasının en dikkat çeken yönetmenlerinden biri. Cinayet Günlükleri ve Yaratık filmleri ve Tokyo! filminde yönettiği bölümden sonra Ana filmi ile tekrar karşımızda.

Joon-Ho bu filminde oğlunu korumak için elinden gelen her şeyi yapan bir anneyi anlatıyor. Oğlu Do-Joon ile birlikte yaşayan anne (filmde adının ne olduğu hiç belirtilmiyor), zihinsel özürlü oğlu yetişkin bir adam olduğu halde küçük yaşlarından beri onu her türlü tehlikeye karşı korumak zorunda kalmış, hala da buna devam ediyor. Günün birinde mahallelerinde genç bir kız öldürülüyor ve Do-Joon olayın sorumlusu olarak tutuklanıyor. Cinayeti onun işlediğinden emin olan polisler ve beceriksiz savunma avukatı biraraya gelince oğlunun pek bir şansı kalmadığını gören anne cinayeti soruşturma işini kendisi üstleniyor.

Bong Joon-Ho hikâyesini anlatırken çok başarılı bir atmosfer kurulmuş. Ayrıca hikayenin gittiği nokta da bir Hollywood filminde hiç tahmin edemeyeceğimiz bir nokta. Bu anlamda sonundaki sürprizin gerçekten şaşırttığı ender filmlerden biri olduğu söylenebilir. Ancak şunu da eklemek lazım ki o sürpriz olmasa bile çok iyi bir film var karşımızda. Gelecek filmlerini de merakla bekliyoruz.

53

Page 54: Golge e-Dergi

19:15 – Jerzy Skolimowski’nin ilk dönem filmlerinden biri de bu seanstaki Engel’di. Festival boyunca yönetmenin bu döneminden izlediğim diğer üç film ile benzer yorumları tekrarlamayayım. Festivalin son gününde Jerzy Skolimowski hakkındaki yorumum şudur: 1960'lardaki filmleri hiç bana göre değil, ancak 2000'lerdeki filmlerini (ki topu topu iki adet şu ana kadar) defalarca izleyebilirim.

21:45 – Herkes festivalin kapanış törenindeyken bir elin parmakları kadar seyirci ile izlediğim bu seansta Doğaya Karşı İnsan 5 başlığı altında bir kısa animasyon, bir de belgesel vardı.

Teklopolis 12 dakikalık bir kısa filmdi. Bir takım eski teknolojik eşyalar (eskimiş mouselar ve klavyeler, super-8 kameralar, yıpranmış kablolar vs.) kullanılarak yapılmış bu stop-motion animasyon filmi bir uygarlığın kurulmasını, gelişmesini ve giderek doğaya zarar verdiği için kendi kendini yok etmesini anlatıyor. 12 dakikaya bunları yaratıcı bir şekilde dağıtan başarılı bir kısa film.

Karıştır! Amerika’nın Çöpü adlı ilginç belgesel Amerika’da yemeklerini çöplerden toplayarak yaşayan insanların yaşamına bir bakış atıyor. Ama bu insanlar bu hareketi fakir olduklarından ya da başka türlü yiyecek bulamadıklarından yapmıyorlar. Onların iddiası, Amerika’da her gün büyük miktarlarda yiyeceğin henüz kullanılabilecek durumda iken çöplere atılarak heba  edildiği ve çöplerden toplanan yiyecekleri kullanarak sağlıklı bir yaşam sürdürülebileceği yönünde. Aynı zamanda filmin yönetmeni de olan Jeremy Seifert, karısı ve küçük oğlu ile tümüyle böyle beslenmekte ve gördüğümüz kadarıyla gayet mükellef sofralarda yemek yemekte.

Görünen o ki özellikle büyük marketler  tarafından atılan çöpler rahatlıkla kullanılabilir durumda. Çünkü onlar ufak bir kısmı çürüyen ürünleri ya da son kullanma tarihine bir gün kalmış herşeyi atıyorlar. Hâlbuki bizim son kullanma tarihi dediğimiz kavramın İngilizce karşılığı “best before” ve aslında bu tarihten sonra tüketilmesinin sağlıklı olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu tip yiyeceklerin büyük bir kısmı yiyecek bulamayan ve gerçekten açlık çeken insanlar ile paylaşılabilir rahatlıkla. Belgeselden öğrendiğimiz kadarıyla kimi marketler de bunu yapıyor zaten ama sayısının çoğalması gerektiği söyleniyor.

İnsan bu belgeseli izleyince acaba bizde ne kadar yiyecek ziyan ediliyor, bunlar ne şekilde kullanılabilir diye merak etmeden duramıyor. Keşke bunun üzerine de bir araştırma yapılsa.

Bu belgeselle 38 uzun, 42 kısa film izlediğim 10 günlük bir maratonu bitiriyor ve yordun argın eve dönüyor ve festival takibi nedeniyle uzak kaldığım vizyon filmlerine nasıl yetişeceğimin planlarını yapmaya başlıyordum.

Not 1: Yazıyı okunabilir bir uzunlukta tutmak için kimi filmlerin yorumlarını çok kısa geçmek durumunda kaldım. Merak edenler için daha detaylı değerlendirmeler yazının sonundaki adreste bulunabilir.

Not 2: Tek tek adlarını saysam muhakkak bazılarını unutacağım tüm Ankara Film Festivali ekibine teşekkürler. Seneye görüşmek üzere…

Hasan Nadir Derinhttp://sinemamanyaklari.com/

Sinema

54

Page 55: Golge e-Dergi

Ölümün hemen sonrası zihin bedenden sıyrılırken oluşan düşünceleri dört boyutlu olarak kaydeden sistem 2014’den beri bilinmekteydi. Bazı bilim insanları biri çözülen, diğeri normal seyrinde olan iki zihni interaktif olarak birbirine bağlayan şeyin 5. boyut, bilinç boyutu olduğunu iddia etmekteydi. Ölüm Esnasındaki Zihinsel İlişki teknolojisi henüz emekleme çağındaydı, ama küresel ölçekte büyük bir heyecan yaratmıştı. İki yıl sonra şu anda bütün dünyada bilinen 848 başarılı kayıt vardı. Başarı oranı sofistike aparatlara rağmen on binde ikiydi. Bu içinde bulunduğum seyrin kaydı 849. olacaktı inşallah. Başarılı seansların kayıtları belli işlemlerden geçtikten sonra sıradan bir DVD oynatıcısında bile izlenebilmekteydi. Youtube’de de dolanmaktaydı bazıları.

Arafor - S.Yemni (2010)

http://issuu.com/golgedergi/docs/golgedergi34

Ölüm Esnasındaki Zihinsel İlişki denen şey karşıt evrenlerin arasındaki eşiğin geçilme sürecinden başka bir şey değildir.

Tekinsizliğin kalıcı misafirliğine ramak kaldı. Yazı Meyyin - 2019

Öykü

55

ARAFORİAN 101

Page 56: Golge e-Dergi

“10 saniye. Geri sayıyoruz.”Nöro fizyolog Profesör Ahmet Bora nefesini tutmuştu. Bakışları test koltuğunda oturan genç kadınla

karşılaşınca gülümsedi. Kafasına yirmi bir adet elektrot takılı kadın kabloların arasından ona yarım yamalak bir gülümsemeyle karşılık verdi. Gözleri elem ve heyecan yüklüydü. Saniyeler tepeden aşağı inen kayakçı gibi hızla geçip gitti. Teknik personelin başı Yaşar Nalıncı süreci başlatan düğmeye bastı. Kontrol panelindeki bir dizi lamba yandı. Cini hapis tutan şişenin tıpası açılmıştı. Her seans öncesi bu espri yapılmaktaydı. Çünkü henüz bir yılını doldurmamış kullanımlar her türlü beklenmedik sonuca açıktı.

Şu ana kadar on yedi ülkede canlı deneklerle 307 adet test gerçekleştirilmişti. Bu testler daima belli sayıda bilim insanlarına, medya mensuplarına ve gözlemciye açık olarak yapılmıştı. 307 seanstan sadece ikisinde denekler hafif beyin hasarı görmüştü. Bu da verilen bütün yatıştırıcılara rağmen deneye gönüllü olarak katılan kimselerin aşırı heyecanlanmalarından kaynaklanmıştı. Bu yirmi birinci ve elli üçüncü testler esnasında vuku bulmuştu. Sonrasında bu tür tek bir vakaya bile rastlanmamıştı. Sakinleştirici preparatlarda uyarlanmaya gidilerek bu sorun inşallah aşılmıştı.

Araforian 101 internet devrimi kalibresinde bir devrimin ismiydi. 22 milyar dolar yatırımla, yedi yıl uğraşarak geliştirilmiş olan aparat ölüm sonrası bedenden çözülen zihin enerjisinin, ruhun geçirdiği metaformozu saptamaktaydı. Bu enerjiyle başka boyutlara ya da âlemlere geçişlenmesi sırasında ilişki kurulması halinde o boyutların fizik yapısının keşfedilebileceği düşünülmekteydi.

Dünya çapında inanılmaz heyecan yaratan teori çok basit bir ilkeye dayanmaktaydı. Yerin derinliklerinde patlatılan dinamitin yarattığı şok dalgalarının geçtiği katmanların kimyasal yapısını açığa çıkartmasına benziyordu. Bu deneylerde patlatılan şey dinamit ya da C4 değildi. Sevgiydi. Aşktı. Araforian 101 çok duyarlı bir kayıt cihazından başka bir şey değildi.

Çok sevdiği bir yakınını kaybetmiş olan biri beyin ölümü gerçekleşmesinden itibaren ilk 34 saat içinde bu aparat yardımıyla o kimseyle ilişkiye geçebilmekteydi. İlk 3–4 saatte yapılan testlerde olumlu sonuç sıfıra yakındı. Bilim insanları bunu ruhun uyarlanma süreci sırasındaki çalkantıya yormaktaydı. Bedenini terk etmiş zihin enerjisiyle ilişki için en verimli zaman aralığının 11. ile 15. saat arası olduğu kesinlikle bulgulanmıştı. Bu sırada ölüm nedeniyle aşırı elem duyan insanlar da kendilerini biraz toplamış oluyorlardı. İlk on saat bu nedenle de verimsiz olmaktaydı kuşkusuz.

Araforian 101’in bir yıl önce bir seri deney dünyada ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin Boston kentinde yapılmıştı. Projeye, Arapça Araf kelimesinden türeyen Araforian 101 denmesi teknik sistemi kuran ekibin başı Mısırlı baba, Amerikalı anneden doğma Faruk Walter El Amun’un fikriydi. 101 eki de projede 101 adet bilim insanı ve mühendisin emeği bulunduğu için verilmişti.

İlişki esnasında ölü kimse holografik olarak görüntülenebilmekteydi. Bu daha önceki yıllarda daha düşük düzeyli aparatlarla başarıyla gerçekleştirilmiş testlerden çok farklıydı. O testlerde denekler sevdikleri kimselere kendi zihinleriyle, astral olarak, kısa süreli ve epey kararsız yapılı olarak ulaşabilmekteydi. Test sırasında bir çeşit baygınlık hali yaşıyorlardı ve uyandıklarında anlatabildiği şeyler çok sınırlıydı. İşin içine aşırı duygusallık ve hayal gücü karışıyordu. Başarı oranı on binde ikiydi üstelik. Dahası, başarılı olan bir denek ikinci test için isteksizleşiyordu. Duyguları aşırı yükleniyordu. DVD’nin üstüne zapt edilen görüntüler çok sınırlı bilgi vermekteydi. Montaj makineleri ve fotoshop yardımıyla yapılan uydurma cin ve hortlak filmlerini andırıyordu. Ayrıca daha kaliteli ve senaryosu bayağı heyecanlı binlerce sahte film dolanmaktaydı internette.

Şu anda oturur durumda hemen önünde duran gönüllü, Neriman Sandal adlı kadının bilinci açıktı.

Öykü

56

Page 57: Golge e-Dergi

Kadın 6 yaşındaki kızını on bir buçuk saat önce kaybetmişti. Melike adlı küçük kız bütün çabalara rağmen kan kanserine yenilmişti. Neriman Hanım tanınmış bir cerrahtı. 35 yaşındaydı. Sıhhi durumu mükemmeldi. Teknik olarak Araforian 101’in ne olduğunu ve daha önceki deney sonuçlarını iyi bilmekteydi. Yirmi sekiz aday arasından ittifakla seçilmişti.

Bugün İstanbul’da, Araforian 101 Türkiye’de ilk ve dünya ölçeğinde 308. seansını yapacaktı. Bunun için ünlü ve yabancı bilim insanları, politikacılar da dâhil her kesimden 308 kişi davet edilmişti. Bunlar üst kattaki büyük salonda oturmaktaydı. Çay kahve içerek, lezzetli aperatifler atıştırarak duvardaki dev monitörlerden her şeyi rahatça izleyebilmekteydiler. Çok karmaşık bir yapısı olan aparatı çalıştıran dört kişilik teknik ekip sol taraftaki odada çalışmaktaydı. Aralarında şoka dayanıklı bir cam duvar bulunmaktaydı.

308. seansa Türkiye hariç 16 devlet talip olmuştu. İçlerinde İsveç, İtalya, Fransa ve Güney Kore de vardı. Bu deneyleri yöneten enternasyonal bir kurum olan ARAFORT İstanbul’u seçmişti.

Bu arada felaket guruları ve komplo teorisyenleri çok renkli kıyamet tabloları çizmekteydi haliyle. Daha önce CERN deneyleri için türetilen kitlesel dehşet teorilerini azıcık uyarlayarak yeni bir şekil vermişlerdi. Big Bang’den Big Crunch’a, büyük patlamadan içe göçüp çatırdamaya kadar geniş yelpazeli kıyamet hikâyelerine Araforian 101’le yapılan deneyler de eklenmişti.

Din bazlı karşı çıkışlar giderek daha iyi organizeli bir şekilde devam etmekteydi. Üç semavi dinin taraftarları ve kurumları işbirliği yapmıştı. Ruh âlemine sarkıntılık, maneviyatın ilgası, Otoriteryan-Ateistizm Kurumu, Şeytanın Tacını İade Şirketi, cennete giden yolun iptali, Tanrı Bağını Kesenler A.Ş. vb. cinsinden suçlamalar her yerdeydi. Bu deneylere katılıp olan biteni medyaya samimiyetle anlatanlar bu kesimin içinden epey taraftar toplamıştı. Bu nedenle 147. denek Hans Fasbinder, Berlin’de silahlı bir suikasta kurban gidince, diğer deneklerin korumaya alınması gerekmişti. Her büyük devrimin yüz yüze geldiği karşı dalgalardı bunlar. Ve üstelik daha henüz başlangıç aşamasındaydılar.

Camın arkasındaki teknik ekibin başı olan Yaşar Nalıncı eliyle ‘tamam’ işareti yapınca Ahmet Bora’nın nabzı hızlandı. 0,6 tera voltluk bir düzeye gelinmişti. Başlıyorlardı. Kendisi geçen yıl Boston’da yapılan 105. ve 112. deneylere gözlemci olarak katılmıştı. Neyle karşılaşacağını aşağı yukarı bilmekteydi, ama yine de heyecanlıydı. Sadece üst kattaki hatırlı zevatın değil, bütün dünyanın gözü üzerlerindeydi.

“Biyo veriler optimumda.”Ahmet kontrol panelinde bütün rakamsal verileri görebilmekteydi. Çok hassas bağlantılar nedeniyle

deri kayışlarla elleri ve ayakları oturduğu koltuğa raptedilmiş olan kadının nabzı dakikada 67 vuruş gibi harika bir ritimle atmaktaydı. Vücut ısısı, tansiyonu çok iyiydi. Beyinde teta hareketliliğinin ilk belirtileri başlamıştı. Her şey yolundaya benziyordu yani.

Birden ekranda kehribar renginde bir yüzey belirdi. Ardından yüzey üç boyutlu hale geldi. Bu bir odaydı. Yükseklik, en ve boylar kendi aralarında tıpatıp aynı olmadığı için garip bir dikdörtgen prizması söz konusuydu. Bu mekân Beyond Prisma adıyla popülerdi. Türkiye’de tuhaf ötesi öyküleriyle tanınan bir yazarın Öte Oda sözü de dillerdeydi.

Ahmet Bora, Melike Sandal odada belirince midesinin üşüdüğünü hissetti. Daha önce iki kez tanık olmasına rağmen petrol mavisi elbise, beyaz çorap ve ayakkabı giymiş, uzun saçlı kumral kızın rahat ve kendinden emin bir şekilde onlara bakmasından etkilenmişti.

“Melike sen misin?”Kadının sesi azıcık titriyordu, ama gür çıkmıştı. Şu anda morgda yatan, gördüğü kemoterapi nedeniyle

saçında tek tel kalmamış kızını karşısında böyle kanlı canlı, dahası aldırışsız ve rahat tavırlı görmek kolay değildi.

Öykü

57

Page 58: Golge e-Dergi

“Adım Melike. Siz kimsiniz?”Klasik sorunlardan biriydi. Bedeni terk etmiş zihin arkada bıraktığı yakınlarından kopuyordu bir süre.

Sonra bu bağ çoğunlukla yenileniyordu. Yakınlarını tanımama vakası oranı %77’di. Bunların teste katılan yakınlarını sonradan tanıma oranı da %91’di neyse ki. Neriman Hanım bütün bu verilerden haberdardı. Bu duruma karşı uyarılmıştı.

“Neriman. Annenim.”“Sesiniz benziyor, ama benim annem başka.”“Nasıl başka yani?”Küçük kızın alnı kırışmıştı. Kafasındaki şeyi nasıl söyleyeceğini bilemiyormuş gibi bir hali vardı. Bu

hale yetişkin ölülerde bile rastlanmaktaydı. İlk anların yarattığı uyum şaşkınlığına yorulmaktaydı.“Başka türlü yani.”Neriman hanımla bakışları karşılaşınca Ahmet hemen yanında duran kartlardan birini alıp kadına

gösterdi. Beyaz kartın üzerinde PENCERE yazıyordu. Öte Oda’daki kimseler kendi algı verilerini pencere açarak gösterebilmekteydi. Bunun gerçekleşme oranı yüzde yetmişten fazlaydı. Toplam 307 testte açılan pencere ortalaması 1,4’tü. Hiç pencere açılmayan seansların yanı sıra üç pencereyle rekor kıranlar de vardı. Tek pencere açılımı bile paha biçilmez teknik veriler sunmaktaydı araştırıcılara.

“O zaman bana bir pencere aç ve göster.”Ahmet bu sözler üzerine Yaşar’a başıyla ‘tamam’ işareti yaptı. Ortamın eletro manyetik alan

gücü biraz artırılacaktı. Soğuk ve sevimsiz saniyeler aktı gitti. Kız ne bir şey söyledi, ne de pencere açtı. Ahmet’in olumsuz sonuç bekleyen yanı şimdi iş burada kopacak demekteydi, ama sezgileri bunu şiddetle reddetmekteydi.

“Haydi, açmayacak mısın?”“Sen benim annemsin galiba gerçekten?”Kadının yanakları ıslanmıştı. “Tanıdın mı anneyi?”Melike tek çocuktu. Birkaç yıl önce iki yumurtalığı da alındığı için Neriman Hanım bir daha anne

olamayacaktı. Ahmet, kadının duyduğu acının şiddetini hayal edebiliyordu. “Tanıyacağım da... Şey ama...”“Aç bir pencere ve göster.”Neriman Hanım kendini toplamıştı. Bu iyiydi. Biricik kızından biri hastane morgunda, diğeri de

burada burnunun dibinde, iki metre ötede gibi algılanan büyükçe odadaydı. “Aç anne için bir pencere. Haydi.”Açılan pencere muhteşemdi. Kızın sol tarafında ortalama bir ev penceresi ebatlarındaydı. Perdesi,

camı ve çerçevesi yoktu yalnız. Pencereden yıldızlı gökyüzü ve ağaçlar görünmekteydi. Geceydi. Ağustos böceği cızırtıları duyuluyordu. Isı 22 dereceydi. Bir yaz gecesiydi anlaşılan. Araforian 101 oradan gelen tüm verileri kaydediyordu. Onları en çok şaşırtan şeylerden biri takımyıldızların gökyüzündeki konumları olmaktaydı. Bazı ruhlar onlara pencerelerden 100 bin yıl önceki göğe ait yıldız kümelerini göstermişlerdi. Bu iki kez olmuştu. Diğer gökyüzü açılımlı pencerelerden gördükleri yıldızlar bu yılların konumundaydı.

Sadece görsel malzeme değil, arka plan ışıma, boyut belli etme enerjisi de denilen ölçümler de yapmaktaydılar. 11 boyutlu diye tahmin edilen evrenin bilgi çeyizi ve çetrefilliliği eşsizdi.

“Aferin.”“Beğendin mi?”

Öykü

58

Page 59: Golge e-Dergi

“Çok.”Ahmet ana bilgisayarın analizine göz attı. Pencereden görünen yıldızların konumu bu yıla aitti. Şu

anda Ekim başıydı. Yıldızların konumu kuzey yarım kürenin Ağustos ortası göğüne aitti. “Şu anda nerdesin Melike?”“Açılış yeri diyor.”“Kim diyor?”Kız hafifçe omuzlarını silkerek sağ eliyle arkasını işaret etti. “O. O kadın.”Bedenini terk etmiş olan zihinler ‘O’ tabirini tasvir edemedikleri kompleks yapılı şeyler için

kullanmaktaydı genellikle. İngilizce konuşan zihin kalıntıları ‘It’ diyordu örneğin. Burada ilk kez cinsiyet vurgusu yapılmaktaydı.

“O kadın anlattı. Çok biliyor. Anlayışlı.”“Nerede o kadın şimdi?”Neriman Hanım soruyu tam zamanında yöneltmişti. Kız neden bahsettiğini unutabilirdi çünkü. Bu

sıklıkta olmaktaydı. Hele böyle yaşı küçük kimseler söz konusu olduğunda.“Odanın duvarının arkasında.” Kız yine arkasını işaret etmişti. Ahmet 308. seansın şu haliyle bile çok başarılı olduğunu düşünmekteydi,

ama sezgileri tekinsiz şeyler fısıldamaya başlamıştı. Bir çığırından çıkma sinyali alıyordu, ama bunun teknik doğrulaması mevcut değildi neyse ki.

“Nasıl biri?”“Sana benziyor ama... Aynı değil. İki tane anne olmaz di mi?”Ahmet kadınla gözleri karşılaşınca hızla boş kartlardan birine ÇAĞIR yazdı ve kadına gösterdi. “Çağırsana onu biraz.”“Gerek yok.”“Niye?”“Geliyor zaten. O benim annem değil, ama beni seviyor. Çok seviyor.” Ahmet’in sezgileri melanet hışırdatırken kızın arkasında bir kapı belirdi. Bu bir ilkti. Daha önce hiç

olmamıştı. Sonra kapı aralandı. Ölçüm verileri bir arıza bildirgesi gibiydi. Kapının ardı -271 dereceydi. Arka plan ölçümleri ısı dışında suspustu. İbre acizliği derlerdi bu duruma kendi aralarında.

Düşünmeye zaman kalmadan kapının ağzında Neriman Hanım’ın ikizi belirdi. Boyu, posu, elbiseleri, her şeyiyle kadının tıpa tıp aynısıydı. Bakışları farklıydı. Yüzü hiddetliydi çünkü. Ahmet’in düşünceleri iki kanala ayrılmıştı. Birincisi bu deney tek ve biricik olacak diyor ve seviniyordu. İkincisi ‘Hemen naşla biraderim yoksa halin harap,’ diyordu.

Kaçacak zaman yoktu. Ne oluyor bitiyor anlamaya vakit kalmadan ikinci Neriman kızın önüne geçerek onlara baktı. Yüzünden çok öfkeli olduğu belliydi. Ellerini beline koymuştu. Birden sağ tarafa doğru hareket etti ve odadan silindi. Ahmet’in bu kadarla kalırsa yarın dünyaca ünlü biri olacağım diye düşünen yanı çok hevessizdi. Şov son gaz devam ediyor beklentisi çok güçlüydü.

Neriman Hanım şoku biraz atlatmış olmalıydı. “Nereye gitti o kadın?” dedi.“O anne değil, ama beni çok seviyor.”Ahmet, bu cevapta yamuk olan şey ne diye düşünürken teknik personelin bulunduğu bölme

aydınlandı. Aydınlanma hafif bir tanımlamaydı. İçerde ışık bombası patlamış gibiydi. Ahmet, gözlerindeki kararma sonlanınca on metreye beş metre ebatlarındaki makine dairesinde durumun iyi olmadığını

Öykü

59

Page 60: Golge e-Dergi

gördü. Dört kişilik personelden üçü zamanında kapıya hamle ederek odayı terk etmişti. Kaptan gemiyi terk etmemişti. Yaşar deneyi durdurmak için harekete geçmişti. Sol arkasında bir ışık yoğunlaşması vardı. Adam bunu farkında değildi. Bütün gücüyle dev aparatı durdurmaya çabalıyordu. Bu kapatma işi birkaç aşamalı gerçekleşiyordu. Tek düğmeye basmakla olacak iş değildi. O günün şifresini de girmek gerekliydi. Bu arada açığa çıkan enerji nedeniyle aralarındaki şoka, ısıya dayanıklı kalın cam onlara doğru bombe yapmıştı. Sanki birisi camı sakız gibi patlatmak istiyordu. Fizikçi yanı hava yerine foton üfleniyor demekteydi. Başka bir şey de oluyordu. Yoğunlaşan ışık kendini kısınca suretin hatları belli olmuştu. Bu bir kadındı. Neriman hanımın diğer yandaki ikiziydi. Şu anda onların tarafına geçmişti. Boyut değiştirdiğinden enerjisi müthişti. Belki geçiş için elektrik kablolarını kullandığından tamamen dünyalı volt kaynaklıydı etrafa saçtığı enerji.

Diğer Neriman, Yaşar’ın sırtına dokununca adam bir anda kömür yığınına dönüştü. Dumanlar tüterek yere yıkılan ceset yüzünden Ahmet şoka girmişti. Beyninde atak duran yanı ‘Kırmızı Protokol’ diye haykırmaktaydı. İşler ters giderse ne yapılacağı yirmi küsur maddeyle tespit edilmişti. Bunlardan ilk beşine kırmızı protokol denmekteydi. Daha büyük, kitlesel bir zararı engelleyebilmek için personeli ve deneği iptal etmeyi öngörmekteydi. Şu ana kadar lanet olsun tek bir kez bile uygulanmamıştı.

Bombeli cam parçalara ayrılıp dağılınca Ahmet’in donuk kasları harekete geçti. Sandalyede bir sürü aparata bağlı olarak yatan kadın da paniğe girmişti. El bilekleri ve ayakları sandalyeye bağlı olduğu için yerinden kalkamıyordu. Nutku tutulmuştu. Ağzından tek bir kelime çıkmıyordu.

Yanık et ve ozon kokusu burun kemiğini sızlatırken Ahmet ikinci Neriman’ın kendi bölmelerine geçtiğini gördü. Adımları sarsakçaydı. Parlaklığı iyice azalmıştı. Uyarlanıyordu. Zaman azdı. Neriman hanıma sakinleştirici verdikleri tüp bir kateterle sol kolundaki damara takılıydı. Hemen solundaki minik ecza dolabından küçük bir şişeyi kaptı. Bir enjeksiyonla şişenin içindeki sıvıyı çekti. Bunu o plastik tüpten verirse Neriman hanımı öldürecekti. Teorik olarak bu âlemler araştırılırken fizikçilerin entity dedikleri bazı metafizik karakterli yapıların saldırısı öngörülmüştü. Bu durumda iki şey yapılacaktı. Makineleri istop ettirmek… Bunu yapamıyorlardı şu anda. Tasallut eden birimler denekleri kerteriz almadan yön bulamazdı. Deneğe giden yolu kesmek gerekiyordu. Bu bilincin tümüyle sonlanmasıydı.

Ahmet korkunç bir vicdan baskısı altındaydı. Kızı morgda yatan genç kadını öldürmenin yükünü nasıl taşıyacaktı ömrünün sonuna kadar? Bunu yapmazsa O felaket şey sokaklara da çıkabilirdi. Başkalarının enerjisini soğura soğura kim bilir hangi ölçekte bir yıkıma neden olacaktı. Dünya çapında yaratacağı şok ve panik de işin cabasıydı.

“Ahmet Bey, çöz... Çözün beni ne olur.”Ahmet içi kanayarak şırınganın ucunu tüpe soktu. “Ne yapıyorsunuz bana?”Ahmet pistonu ittirmeye başlarken eli titriyordu. Şırınga yarı yarıya boşalınca durdu. Aklına bir şey

gelmişti. Bu arada ikinci Neriman iki metre kadar yakınlarına gelmişti.“Ahmet Bey. Ahm...” Kadın bayılmıştı. Gençti. Bünyesi sağlamdı. Bu yarı doza dayanacaktı inşallah. Ahmet ekrana baktı.

Küçük kız korkulu gözlerle olan biteni izliyordu. “Söyle O’na. Anneye olmaz,” dedi Ahmet. Küçük kız kararsızdı. Diğer Neriman’ın dokunarak içinden türediği kadını küle çevirmesine ramak

kalmıştı. Sonra da sıra kendisine gelecekti. “Söyle. Anneye olmaz. Anne seni çok seviyor. Çok ama. Söyle.”Kız hâlâ tereddüt ediyordu. Ahmet’in başparmağı pistonu ittirmek üzereydi. Diğer Neriman kadını

Öykü

60

Page 61: Golge e-Dergi

kömüre çevirmekle kalmayacak, onun diğer bilgilerine de ulaşacaktı. Ondan sonra nasıl durdurulabileceğini Allah bilirdi.

“Anneye dokunma. Olmaz,” dedi küçük kız. İkinci Neriman’ın işaret parmağı kadının sol şakağına iki santim mesafede durakladı. Başını çevirip

kıza baktı. Gözlerinde çaresizlik ve öfke okunmaktaydı. Küçük kızın sözleri etkili olmuştu.Ahmet riski göze alarak kadına daha fazla morfin vermedi. Bu arada ikinci Neriman’ın yapısında bir

kararsızlık belirmişti. Önce dokunmak için uzattığı eli dirsekten kopup yere düştü. Sonra da kafası. Bedeni hızla tozumsu bir şeye dönüştü. Sonra da katı halden sıyrıldı ve göz açıp kapayıncaya kadar görünmez hale geldi. Onu meydana getiren yapı geldiği yere dönmüştü. Belki de süblimleşmişti sadece. İyot kristalleri de ısıtılınca sıvılaşmadan gaz haline geçerdi.

Ahmet kıza baktı ve “Şimdi yatma zamanı Melike,” dedi. Kızın arkasındaki kapı yok olmuştu, ama belli olmazdı tabii. “Artık büyük kız oldun. Işığı sen kapat iyi mi?”

“Açık kalsa olmaz mı?” Ahmet’in gözleri dolmuştu. “Şimdi kapat ve uyu.”Kız uysalca başını salladı. “Rüya göreceğim ve sabah anneme anlatacağım.”Ahmet başını salladı. Kalbi dana kalbi gibi genişlemişti. Ekran söndüğünde laboratuara bir sessizlik hâkim oldu. Ahmet, ikinci Neriman’ın atomlarını

solumamak için nefesini tuttuğunu farkında değildi. 308. deneyle İstanbul tarihe damgasını basmıştı. Hem de ne biçim.

DAHA SONRAAraforian 101’in İstanbul’da gerçekleştirdiği 308. test sonuncusu oldu. Medyanın koparttığı

müthiş yaygara ve dünya çapında entelektüellerin tepkisi nedeniyle bu alandaki deneyler belirsiz bir süre ertelendi. Neriman Sandal deneyden sağ salim kurtuldu ve işine döndü. Ahmet Bora, nöro-holografi alanında çalışmalarına devam ediyor. Araforian 101’in yeraltına indiği ve testlere orada son gaz devam edildiği üzerine hiç şüphesi yok. ARAFORT için 308. deneyin bir milat olduğunu düşünüyor ve için için bir korkuyla bir gün sokaklara çıkarak dokunduğu kimseleri kömüre dönüştürecek insanımsı suretleri bekliyor.

Öykü: Sadık YEMNİ İllüstrasyon: Devrim KUNTER

Öykü

61

Page 62: Golge e-Dergi

Daha önce pek çok kez yazdım, daha da çok kez anlattım “FRP Nedir” diye. FRP ile ilgilenenler artık bu yazıları okumuyorlardır belki. Fakat böyle güzide bir derginin FRP ile ilgilenmeyen ama ne olduğunu merak eden bir kitle tarafından da okunuyor olduğu bir gerçek. Belki de bu yazıyı okuyan bazı kişiler ilk kez duyuyorlar FRP kelimesini veya “İşte ne olduğunu öğrenmek için fırsat,” diyorlardır. Mehmet Sevinç’in de talebi üzerine bu yazıyı bir kez daha şevkle yazıyorum. (Sevgiler Mehmet ağabey.)

FRP; Fantasy Role Playing; yani Fantastik Rol Yapma kelimelerinin kısaltılmışıdır ve adından da anlaşıldığı üzere bir rol yapma oyunudur. Genel adı RPG (Role Playing Game – Rol Yapma Oyunları) olsa da ülkemizde FRP adı genel olarak oturmuş bir terim haline gelmiştir. Rol yapma oyunları nedir derseniz sizin için verebileceğim en güzel örnek sanırım hepimizin çocukken oynadığı “Evcilik” oyunudur. Daha çocuk yaşımızda bile evin erkeği, evin hanımı gibi rollere bürünüyorduk ve “rol yapıyorduk.” FRP oyununda da değişen bir şey yok aslında…

FRP oyunu, bir masa etrafında oturarak, konuşarak kadim yaratıkları yenebileceğiniz, -klişe belki ama-

ejderhanın elinde tutsak olan prensesi kurtarabileceğiniz veya büyük bir orduya kumanda edebileceğiniz bir oyunudur. Oyun, temel olarak senaryoyu yazan, oyunun sürekliliğini sağlayan ve oyunun kurallarını belirleyen bir oyun yöneticisi tarafından yönetilir. Tüm oyun, oyun yöneticisinin etrafı, ambiyansı ve olayları anlatması doğrultusunda ilerler. Oyunu oynayan kişiler ise oyun yöneticisinin oynattığı senaryo içerisinde yer alan ana karakterlerdir. Oyuncular senaryoyu bilmezler, sadece karakterleri ile ilgili durumlarda doğaçlama olarak rollerini yaparlar. Senaryo, oyun yöneticisi tarafından bilinir ve oyuncuların hareketlerine ve yaptıklarına göre değişebilir, şekillenebilir.

Bu şekilde bir anlatımla ne kadar anlaşılır bilinmez; her zaman söylerim, FRP öğrenmenin en iyi yolu oynayarak öğrenmektir. Bu nedenle çok kısa bir oyun örneği verelim;

(OY = Oyun Yöneticisi, O1 = 1. Oyuncu, O2 = 2. Oyuncu)OY: Ormanda kamp ateşini yaktınız ve ateşin başında dinleniyorsunuz. Hava karanlık. Sadece

Fantastik Maceralara Giden Bir Yol

Oyunİnceleme

62

Page 63: Golge e-Dergi

ağaçların arasından sızan ay ışığı etrafınızı biraz olsun aydınlatıyor. Siz tam uyumaya hazırlanırken arkanızdaki çalılıklardan gelen bir ses duyuyorsunuz. Ne yapıyorsunuz?

O1: Ben kılıcıma uzanıp alıyorum ve arkama bakıyorum. Bir şey görebiliyor muyum?

OY: Gözlerin ateşin ışığına alıştığından dolayı karanlıkta ne olduğunu net göremiyorsun ama iri bir siluet görüyorsun.

O2: Ben okumu çekip sesin geldiği yöne doğru fırlatıyorum.

… Oyun genel olarak bu şekilde

konuşarak ve tasvirlerle geçmektedir. Bir de yapılan bir işte veya hamlede başarılı olup olmama ihtimali vardır. Bu tür durumlarda işin içine zarlar giriyor. FRP oyunu için özel olarak üretilen 4’lük, 6’lık (sizlerin bildiği normal tavla zarı ama biz 6’lık diyoruz), 8’lik, 10’luk, 12’lik ve 100’lük zarlar mevcut. Bu da belirli ihtimallerde ne olduğunu belirlemek için kullanılıyor. Mesela az önceki örnekte O2, siluete doğru ok atıyor. Vuramama ihtimali olan bir durum var ortada. Bu durumda O2’nin vurabilmesi için –mesela- 20’lik zarda en az 12 atması gerekiyor. Eğer 12 ve yukarı atarsa vurabilecek, daha düşük atarsa vuramayacaktır. Bu hesaplar oyun yöneticisi tarafından yapılır, o yüzden şimdilik matematiksel hesaplar için kafanızı yormanıza gerek yok. Sadece şunu belirtmek gerekir ki, zarlar, oyunu bir şekilde zevkli kılan unsurdur; çünkü ihtimallerin sonuçları oyunun yöneticisinin inisiyatifinden alınmış olur. Ayrıca şansa bağlı olaylar her zaman heyecan yaratır…

Oyuncular genel olarak savaşçı, büyücü, kolcu, okçu, hırsız gibi karakterler seçerler ve seçtikleri sınıfın özelliklerine göre rol yaparlar. Hayatını kaslarının gücüne güvenerek ve kılıç sallayarak kazanan bir savaşçı gidip zekâ yarışmasına katılmaya çalışmayacağı gibi, zekâsı ve dimağı ile hayatını sürdüren bir büyücü karakter de demir parmaklıkları elleriyle bükmeye çalışmayacaktır. Her karakterin kendine göre özellikler vardır. Bu sebeple de farklı özelliklere ve yeteneklere sahip birkaç kişinin bir araya gelmesi, macerada karşılaşabilecekleri farklı durumlar için farklı çözümler üretilmesine olanak

Oyunİnceleme

63

Page 64: Golge e-Dergi

Oyunİnceleme

sağlar. Farklı oyuncu karakterlerin bir araya geldiği gruba da FRP oyununda “Parti” adını veriyoruz.

Oyuncular aynı zamanda insan, cüce, elf gibi, Yüzüklerin Efendisi kitaplarından ve filmlerinden de bildiğimiz ırklardan birisini seçerler. Bu ırklardan, zarlardan ve az önce bahsettiğimiz savaşçı, büyücü gibi sınıflardan daha sonra bahsedeceğiz.

Kısacası FRP, hayal gücü geniş olan kişilerin birlikte zaman geçirebilecekleri en keyifli oyunlardan biridir. Fantastik bir oyun olması sebebiyle hiçbir sınırınız bulunmamaktadır. Oyun yöneticisi izin verdiği sürece oyunda her şey mümkündür.

Tabii sadece hayal gücü bir yerden sonra yeterli olmayacaktır. İyi konuşma ve rol yapma yeteneği de karakterinizi oynarken hem sizin oyunun içine girmenize yardımcı olacaktır hem de oyuna daha da gerçekçilik katacaktır. Böylelikle var olduğunuz dünyadan uzaklarda, başka bir diyarda bir karaktere yön vererek onun kaderini çizeceksiniz. Tıpkı yeni doğmuş bir çocuk gibi karakterinizi büyütecek, onunla birlikte üzülecek ve başarılarınızı da birlikte yaşayacaksınız. Normal yaşantınızda yaşayamayacağınız pek çok duygu ve deneyimi farklı diyarlarda bulacaksınız. Ve bir parçanız da başka bir evrende her zaman var olmaya ve sizinle yaşamaya devam edecek.

Devam eden yazılarda karakterinizin yaşayabileceği Ejderha Mızrağı, Unutulmuş Diyarlar, Ravenloft ve benzeri daha pek çok evren hakkında detaylı bilgi verilecektir. Şimdilik herkese fantastik günler dilerim…

NOT: Yukarıda anlatılan bilgiler, öğrenmesi en kolay olan ve temel olarak kabul edilen Zindanlar ve Ejderhalar (Dungeons & Dragons) sistemine aittir.

NOT 2: Oyunlar tamamen fantastik olmak zorunda değildir. İkinci Dünya Savaşı’nda geçen tarihi bir oyun, günümüzde geçen bol maceralı bir oyun da FRP’de mümkündür. Sınır sizin hayal gücünüzdür.

Kayra Keri KÜPÇÜwww.frpnet.net

64

Page 65: Golge e-Dergi

Öykü

Dün bir yolculuğa çıktım anne. Yanımda, beni ilk gördüğü andan itibaren karşılıksız inanılmaz çok seven, o mavi gözlü köpek vardı. Ben nereye gitsem o da geldi. Arabayla yollar kat ettik onunla. Nerede mola verip bir çay içsem, hangi lokantada durup yemek yesem ayaklarımın dibinden ayrılmadı anne. Arabada yanımdaki koltukta oturdu. Hep beni sevdi, hiç ayrılmadı.

Beni hiç kimse onun kadar çok ve onun kadar ilk görüşte sevmemişti anne. Belki sen? Sen beni ilk görüşte ne kadar sevdin anne?

Sonra, kumsalda koştuk biz mavi gözlü köpekle. Çomaklar buldum ona, attım tutsun diye. Geri getirmedi ama peşlerinden koştu anne. Filmlerdeki köpeklere özel bir şeyler yapıyor olmalılar. Ya da filmlerde rol alan köpekler, filmlerde rol alan insanlardan daha akıllılar. Hangisi doğru ben bilemedim anne.

Köpek, bahar zamanıydı, tüylerini döktü anne. Aşısını yaptırdım. İlaçlarını içirdim. Arabamın içine dökülen tüylerini temizlettim. Zafiyet derecesinde zayıf dedi veteriner anne. Ona mama aldım, mama yedirecektim.

Sonra araba tuttu köpeği anne. Alışkın değil tabii onca trafiğe. Kustu mamaları arabadaki örtüye. Yer aradım koyacak kimse köpeğe bakmak istemedi anne. Dedim taşınacağım bahçeli eve. Ama insanlar kendi karınlarını doyuramazken köpekler onlar için lüks galiba anne.

Mavi gözlü köpeği sanırım biri çok sevmiş anne. Çok sevmiş ama hangi nedenden bilinmez, terk etmiş sokaklara. “Sev beni” diyor, “yemek falan da istemem.” Onun açlığı ilgiye ve sevgiye, yemeğe değil anne.

Tüylerini taradı veteriner çok hoşuna gitti onun da anne. Ben örtü almaya ayrılınca yanından havladı, ağladı, “Bırakma beni,” dedi. “Tamam,” dedim “buradayım. Seni seviyorum, senin yanındayım.”

Oğlum da sevdi onu ama benim kadar değil anne. Ona daha yavru, onunla iletişim kuracak, yaşı ona yakın, haylazlığı ondan beter bir köpek lazım sanırım. Ben mavi gözlü köpeği aslında kendim için istemiştim. Çünkü beni hiç kimse onun kadar çok ve onun kadar ilk görüşte sevmemişti anne.

Mavi Bir Köpeğin Gözleri

65

Page 66: Golge e-Dergi

Gözlerini görünce “Çakır,” demiştim ona anne. Eflâni de ne zaman beni görse yanıma koşuyor, ön patileriyle üstüme ardılıyor, tuttuğum zaman ellerini öyle bana bakıyor, “Sev beni,” diyordu anne. Cuma akşamı tekrar arabamın peşine takıldı. Çocuklarla oynadık, koştuk, “Koş Çakır,” dedim peşimizden geldi. Benim gözlerimin içine bakıyor ben gel dersem geliyordu anne.

Cuma gecesi Eflâni’de kaldık. Sabah yağmurun sesiyle uyandım anne. İlk aklıma gelen Çakır’ın bu yağmurdan nasıl korunduğuydu. Sonra evden çıkınca tekrar takıldı arabamın peşine. Sonrası malum. Arabaya aldık köpeği Metehan’la. Metehan’ı da suç ortağı yapmayayım anne. Ben istedim en çok onu götürmeyi, onu sevmeyi. Sonsuza kadar benimle kalır sandım anne.

Akşam olunca arabada nefes alamaz olduk tüyden. Koyacak yer bulduk zar zor köpeği. “Sonra,” dedim, “çok büyüksün sen oğlum için.” Madem bir kişilik kadromuz vardı evde köpek için, bu kadroyu bencillik edip kendime ayırdığım için senden özür dilerim. Sokakta başıboş gezmen daha hayırlı mıydı bilemedim. Ama akşam mesai bitiminde seni tuttum, Safranbolu’daki yeni barınağa getirdim.

En son boş kafese seni koyduğumda kapıyı üzerimizden kilitleselerdi ve ben de senle kalabilseydim. Baktım içerde bir evin, talaştan ve tahtadan yatağın olacak. Suyun temiz, yemeğin üç öğün. Biraz gürültücü arkadaşların var yan kafeslerde ama olsun. Boynunda çıkarmaya kıyamadığım tasman. Yalnız bırakıp da kitleyince seni, arkamdan cızıklayıp tellere tırmanman.

Gözümün önünden gitmiyor Çakır… Sibirya kurdu kırması gözlerin… Telefonumda resmin… Beni bu kadar çok sevmeseydin. Başına bunlar gelmezdi biliyorum. Ben de istiyorum bütün köpekler sahipli ve sevgi dolu yuvalarda yaşasınlar. Ama elimden bu kadarı geliyor Çakır.

Kocaman bir bahçem olduğu zaman seni için geç olabilir. Yalnız, senin gibi sevgiye muhtaç hayvanlar için bahçesi küçük ama gönül bahçesi büyük dünyamda her zaman sevgi olacak, bunu bil.

Mavi gözlerin gözlerimin önünde, o mazlum halin yüreğimin dibinde.Ben de seni seviyorum Çakır…

Öykü: Tuğba TURAN

Öykü

66

Page 67: Golge e-Dergi

Kitap Eleştirisi: Asya Korku Sineması

67

Tür sinemalarına gönül verenler için sevdiğimiz filmlerle ilgili Türkçe kaynak bulmak en önemli sıkıntımız olmuştur. Son yıllarda belki internetteki türlere yönelik olarak yayın yapan, ötekisinema, korkusitesi ve iyikotufilm gibi Türk sinema bloglarının artışı ile paralel olarak yayınevleri de sinema kitaplarında alt türlere ağırlık vermeye başladılar.

Bu gelişimin en büyük destekçisi son dönemde Kalkedon oldu. Yayınevinin çıkarmış olduğu Andy Richards imzalı, Onur Gayretli'nin Türkçeye çevirdiği Asya Korku Sineması, tür meraklılarının kaçırmaması gereken bir eser.

Asya Korku Sineması, geçmişten günümüze Uzak Doğu korku sinemasını filmlerle, yönetmenlerle ve tarzlarla beraber gelişimini ortaya koyarken, batılı sinemaseverlerin filmleri ve korku öğelerini daha rahat

Sinema

Page 68: Golge e-Dergi

Sinema

anlayabilmeleri için Asya kültürünü de tanıtmayı kendine görev biliyor.Asyalıların Batılılardan çok farklı olan ölüm, ölümden sonrası ve yaşayanların ölenlerle olan ilişkileri

gibi konular kitapta yeterli bir şekilde açıklanmış. Ayrıca geleneksel Japon korku hikâyeleri olan Kaidan, Noh dramaları ve Kabuki tiyatrolarının da filmlere olan etkileri incelenmiş.

Böylece ıslak düz saçlı beyaz elbiseli kız figürü ile bildiğimiz J-korku’nun (Japon Korku filmlerine verilen genel ad) ne kadar Japon kültürü ile iç içe olduğunu anlamamıza ve filmleri daha iyi idrak etmemize olanak tanıyor.

Kitap, Japon korku filmlerindeki motifleri incelerken, özellikle atom bombası sonrası ruh halinin, daha sonrasında modernizm ile beraber yaşanan ikinci dalga şokun toplum üzerinde yaşattığı travmanın izlerini de korku filmlerinde arıyor.

Ugetsu, Godzilla gibi ilk dönem korku filmlerinden Halka, Garez gibi J-korku'nun dünya sineması tarafından tanınıp sevilmesine neden olan filmlere uzanan eser, zaman içinde batı korku filmlerinden esinlenerek siberpunk, zombi, vampir janr denemelerine de göz atarken son dönemde patlama yapan Tokyo Gore Police gibi gore aksiyonlara da yer veriyor.

J-korku'nun önemli kulvarlarından olan literatüre V-sinema olarak geçmiş direkt video piyasası için çekilen daha underground korku filmleri, Ero-Gro olarak adlandırılan erotizm ve grotesk'in birleştiği filmler, tecavüz, işkence, vücut deformasyonları gibi öğelerle ün yapan CAT-II filmleri, Kore, Hong Kong korkuları ve Tayland dehşet filmleri de eserin diğer önemli bölümleri.

Kitap konulara uzun uzun eğilmese de oldukça yoğun bir bilgi birikimini sıkmadan okuyucuya sunuyor. Kesinlikle ansiklopedik bir kaynak gibi değil, çok daha samimi bir havası var. Ayrıca o kadar yeni filmler ve bilgiler içeriyor ki, daha yeni haberini duyduğum, izlemek için kaynak aradığım filmleri kitapta

68

Page 69: Golge e-Dergi

görünce şaşırdığımı söylemeliyim. Kalkedon'un bu kadar hızlı bir şekilde kitabı çevirmesi biz okuyucular için ayrıca artı bir puan.

Asya Korku Sineması benim için başucu eseri (bir klişe olarak başucu eseri) oldu diyebilirim. Her sayfasında, izlemediğimi görüp üzüldüğüm birkaç film buluyor ve hemen not alıyorum. Bu tarz eserlerde dendiği gibi “türe hem yeni başlayacaklar için hem de iyi bilenler için iyi bir referans olacaktır” (En klişe kitap eleştirisi cümlemi de kurmuş bulunmaktayım). Okuyunuz, okutunuz...

Masis ÜŞENMEZwww.otekisinema.com

Sinema

69

Page 70: Golge e-Dergi

Öykü

ECELSİZ CİHAN’IN SON CENGİ (21 Ramazan 1008 - 5 Nisan 1600)

1.Anadolu Beylerbeyinin Kapu Halkını Yolladığıdır

Tokat valisi Şadi Paşa, konağının avlusunun ortasında dikilmekte olan fakir kılıklı köylüye kızgın gözlerle baktı. Elinde tutmuş olduğu bizzat köy kadısının yazmış olduğu şikâyetnameyi tekrar okudu. “İş bu şikâyetname Vilayet-i Rum’a bağlı Tokat sancağının Evrengedik karyesinin kadısı Müsellahzade Ahmed Efendi’nin hükmüyle yazılmış olup, mezkûr karyenin ve yine bir takım mamur karyelerin başına bela olagelmiş, türlü mazarrat-ı isal, mukatele, ırza tecavüz ve haramilik gibi suçlarla malum olan Şahsuvaroğlu nam şaki, uzun bir müddet karyelerde görünmemiş olup Evrengedik dağında saklanmaktadır. Mezkur eşkıyanın uzun bir süredir haramilik etmeyişi, kadı hükmünce çevresine asker toplamaya çalıştığının delilidir. İş bu nedenden ötürü, Tokat valisi Şadi Paşa’dan söz konusu bu erazile makulesinin ve def-i içün sancaktan tabur önemle arz oluna.” Şadi Paşa öfkesinden burnundan solumaktaydı. Celali İsyanları’nın Anadolu’yu kasıp kavurduğu, bazı sancak beylerinin bile çiftibozan levent taifesine karışıp adamlarıyla haramiliğe başladığı yıllardı. Elinde asker çoktu ama Tokat’tan tabur göndermek hiç işine gelmiyordu. Karayazıcı Deli Hasan taifesi ordu olmuş, Anadolu’da kol geziyordu. Fırsatını bulsa Tokat’a bile saldırmaktan çekinmezdi. Diğer yandan etrafına başka çeteler toplamakta olan ve saldırı için fırsat kollayan başka bir eşkıyanın varlığı ayrıca düşündürüyordu. Yeni bir Karayazıcı isyanı belki de bu havaliden çıkacaktı. Bozkırın sert rüzgârı avluda uğuldarken Şadi Paşa bunları düşünmekteydi. Karayazıcı gelir diye beklemek mi yoksa yeni bir Karayazıcı’yı beklemek mi? Celaliler, her an taraf değiştirebilecek sekbanlar, dağa çıkmaya meyilli çiftibozan leventler, güç ve makam meraklısı sergerde ve şaki paşalar, medresede geleceksizlikten ve kadınsızlıktan kendini dağlara vurmuş suhteler, bir nice erazile makulesi etrafında kendileri gibi adamlarıyla köyleri ve kasabaları vurmaktaydı. İstanbul çok uzaklardaydı, devşirildiği Balkan köyü hatıralarından bile uzaktaydı. Burada her gece baskına gelebilecek Celaliler, sonsuzluğa uzanan kıraç bozkırlar ve çatlamış topraklar kadar harap düşmüş insanlarla, dağılmış ailelerle, yetimlerle ve öksüzlerle baş başaydı. Şimdi ise o insanlardan biri el pençe divan karşısında beklemekteydi. Şadi Paşa şikâyetnameyi katladıktan sonra haberi getiren köylüye sordu: “Bu Şahsuvaroğlu’nun kaç adamı var?” “Bilmiyoruz paşam bugüne değin dört karye, iki mera basmıştır. Beş kişi varmış yanında. Tokat zindanından birlikte kaçtığı eşkıyalardan olsa gerek.” “Bu kadı beş çapulcu için niye bir tabur asker ister?” “En son bizim orada bir merayı bastılar. On gün oldu. Köylüde ne varsa almışlar. Onlarda aç bizde aç bu kadar süre dağda kalmazlar dedi kadı. Asker toplar diye şüphelenir. Zaten hem eşkıya hem de son günlerde artarda gelen zelzeleler belimizi büktü.” “Yedi günde ordu toplanmaz, sultanın ordusu bile ferman zoruyla bir ayda toplanır. Ama yılanın başını ufaktan ezmek gerek. Madem bunun yanında beş tane ipten kazıktan kurtulma iblis var. Kurdu basmaya kurt gibi köpek gerek derler.” Kadı avlunun ucunda beklemekte olan aseslerden birine seslendi: “Ecelsiz Cihan’la adamlarını çağırtın bana!” Ases çıktıktan sonra köylüye dönerek: “Tabur gönderemem. Ama size kendi kapularımı gönderiyorum. Bosna sancağının delileri. Bunları cenkte düşman üzerine göndeririz. Kelle keserler, adam basarlar. Pehlivan yıkar, yiğit deler mızraklarıyla dünyayı küffara dar ederler alimallah,” dedi. O sırada paşanın konağının öbür tarafında mutfakta bir hareketlilik vardı. Şadi Paşa’nın vakti zamanında Avusturya Savaşları sırasında gösterdiği yararlılıktan ötürü Bosna Beylerbeyi ona kendi kapusundan yetişme Deliler

Ecel

70

Page 71: Golge e-Dergi

Öykü

71

Page 72: Golge e-Dergi

Ocağı’ndan beş deliyi Şadi Paşa’nın hizmetine vermişti. Şimdi Şadi Paşa’nın mutfağında oturanlar ise Ecelsiz Cihan’la maiyetiydi. Deliler ocağının içerisinde geçmişi en karanlık olan bu adamın bazı siyasi nedenlerle ta Bosna’dan bu kadar uzağa, Tokat’a tabiri caizse sürülmesini buna yoruyorlardı. Ecelsiz Cihan dev görünüşlü, çakır gözlü, balta kesmez palabıyıklı bir deli yiğitti. Sultan Murad devrinde Vilayet-i Arnavutluk’tan yeniçeri namıyla devşirilmiş, bazı kavgalardan ötürü cellât eline kadar düşmüşse de idamdan kaçarak kurtulmuş, araya adam sokarak Bosna beylerbeyinin kapı halkı arasına kapılanmıştı. Namının Ecelsiz olması bundandı. Şimdi ise günleri Tokat’ta eşkıya takibiyle geçmekteydi. Daha yeni bir takipten dönmüşlerdi. Ahalinin korku dolu bakışları altında, sırtlarında hayvan postları, üstlerinde tüfeklerle kılıçlar, topuzlar, bellerinde eşkıya kelleleri, üstlerine başlarına kan sıçramış bir halde, dev görünümlü ve kanlı gözlü bu adamlar şehirde ilerleyerek at sırtında paşanın konağına girmişlerdi. Mutfak kısmına girmişler, ellerini yarım ağız tulumbada yıkadıktan sonra sofraya çökmüşler, her biri bir kızarmış tavuğun başına çökmüştü. Paşa’nın çağrısı üzerine her biri yerinden kalkarak Ecelsiz Cihan’ın ardından avluya girdiler. Şadi Paşa’nın huzuruna çıkar çıkmaz el etek öptükten sonra el pençe divan beklemeye başladılar. Şadi Paşa, bu beli kılıçlı, kafalarına açtıkları ufak kesiklere kartal tüyleri yerleştirerek rütbelerini gösteren bu adamların bu halde durmalarından dolayı mehabete kapılmıştı. Köylüyü göstererek gürledi: “Cihan! Bu adamı da alıp Evrengedik karyesine gideceksin. Şahsuvaroğlu isminde bir şaki varmış. Peşinde ne kadar iblis varsa topunun kellesini alıp gelin!”“Emredersiniz paşam!” diye hep bir ağızdan delilerin gürlemesi avluda çınladı…

2. Ecelsiz Cihan’ın Evrengedik’e Geldiğidir Evrengedik köylüleri korku dolu bakışlar altında köye giren beş atlıya bakmaktaydılar. Tepeden tırnağa silahlanmış ve ayı, kurt, kaplan gibi vahşi hayvanların postlarına bürünmüş, yaralı başlarında tüyler taşıyan bu gözü kanlı, pehlivan yapılı adamları görenler korkularından çocuklarını evlerine birer birer alarak pencere önlerinde perde kenarlarından gizli gizli onları seyretmekteydiler. Ecelsiz Cihan’la adamları, köylünün önünde kadının evine doğru atlarını sürmekteydiler. Kadının evine gelince atlarından inerek onları evin önündeki yalağın oraya bağladıktan sonra kadının kapısını çaldılar. Dışarıya çıkan Kadı Ahmet, etrafına bakındıktan sonra delilere bakarak sordu: “Diğer askerler nerede?” “Biz geldik işte. Beş it için bir tabur asker mi kalkarmış? Karayazıcı mı Köroğlu mu bu!” Kadı hışımla köylünün üzerine yürüyerek gürledi: “Lan it! Sana demedim mi Şahsuvaroğlu’nun ordusu var diyeceksin bize en az bir tabur asker lazım diye?” “Kusura bakma beyim. Vallahi paşanın karşısında korkudan dilim tutuldu. Gerçeği de söyleyemedim.” Ecelsiz Cihan, en cesur şövalyeyi bile korkudan öldürtebilecek bakışlarıyla kadıyı olduğu yere mıhladı. Gürledi birden: “Ne söyler bu âdem kadı efendi? Hangi gerçeği söyleyememiş.” “Ağa sana söylerim söylemesine ama mesele çok başka. Bizim başımıza öyle bir şey musallat oldu ki düşman başına. Bunu biz zapt edemedik, tepelese tepelese Zilullahı fi’l Arz padişahımız efendimizin mübarek ordusu tepeler dedik. İstersen burada onu görenlere sor, kurtulan köylülere sor. Bir haftada beş köyle iki merayı yok etti. Canlı kurtulan beş âdem ya var ya yok. Doğrudan size anlatsak bana deli deyip bimarhaneye gönderirlerdi alimallah!” “Eşkıya değilse ne canavar mıdır bu?” “Ağam bizden eskiler anlatırdı. Bu dağda evvelden bir ejderha yaşarmış. Buranın ismi de oradan gelmedir zaten. Eskilerimiz ejdere evren dermiş. Bize öldürüldü diye anlatırlardı meğersem dağın yücesinde uyurmuş. Biz kendi yiğitlerimizi alıp bu Şahsuvaroğlu denen itin peşine düşmüştük. İkinci günüydü aradığımızın ben de başlarındayım. Arada bir zelzele falan olurdu yine oluyor ama hafif bir sallantı. Bir baktık Şahsuvaroğlu avrat gibi çığlığı basmış koşarak dağdan aşağıya iniyor. Peşinde de bu köy kadar büyük ejderha. Üç köylü oracıkta neredeyse delirdi, beşi bayıldı biz bile duramadık o korkuyla kaçmaya başladık. Ağzından harladığı alevle Şahsuvaroğlu harlandı, ağaçlar tutuştu biz ateşinin yalımını ensemizde hissettik. Yemyeşil zırhlı, dört ayaklı kertenkele gibi, uzun kuyruklu, yılan başlı, kızıl gözlü, alev püskürtür bir cins hayvan! Beş köy, iki mera elinden kurtulamadı. Civarda karye kalmadı yakında buraya da iner.”

Öykü

72

Page 73: Golge e-Dergi

“Deli deli konuşma kadı efendi ejderha gören mi kalmış? Eşkıyalar kılık değiştirmişlerdir öyle sanasınız diye, hokkabazlık etmişler belli. Hem gerçek olsa ne çıkar? Bizi gören koca Avusturya banlar, hersekleri, şövalyeleri kaçacak delik ararlardı!” “Ağa ben serhaddi de gördüm sizinkilerden de çok adam gördüm. Bu ejderha başkadır. Bunlar Sırp süvarilerine, Leh akıncılarına, Macar hayduklarına, Alaman Şövalyelerine benzemezler. Tüfenk yahut ok işlemez bu mahlûka!” Tam sözlerini bitiremeden yerin sarsılmaya başladığını hissettiler. Civardaki köylüler çığlık çığlığa bağrışarak etrafa dağıldılar, kaçarlarken “O geldi!”, “Öldük biz!”, “Ejder dağdan iniyor”, “Dağın sahibi geldi!” gibisinden bağrışıyorlardı. Ecelsiz Cihan ve adamları gözleriyle görmüşlerdi dağdan tüm azametiyle inen şeyi. Yemyeşil zırha bürünmüş gibiydi. Bedeni kalın tomruğa ağaçları kütüğe benziyordu. Kızıl kor gözlerinden muazzam bir öfke vardı. Ağzından alev saçarak, gövdesinin ve kuyruğunun sürüdüğü yerlerdeki ağaçları dağdan devirerek iniyordu. Ömürleri savaşlarda geçen ve korkuyu uzun bir süre önce unutan deliler yeniden korkmaya başlamışlardı ama yine de inançlarından gelen ve namlarının taşıdığı delilik onlara geri adım attırmıyordu. O dar zamanda Ecelsiz Cihan’ın aklına şeytani bir fikir düşmüştü. Ucunda ölüm olan bir fikirdi bu. Ama bunu düşünmedi çünkü ona deliler ocağında düşünmekten ziyade korkmamayı öğretmişlerdi. Adamlarına ve kadıya gürledi: “Ben bu iblisi tek başıma zapt ederim! Bana ufak bir kağnı bulun, at arabası kadar ufak olsun. Atlar bağlansın. Birde büyük şarap fıçısı getirin içi boş olsun. Ne kadar barut, misket, seramik, cam, çivi, demir parçası, neft, kükürt ve güherçile varsa getirin ve fıçıya boşaltın.” Ejderha ağır ağır düzlüğe doğru ilerlerken Ecelsiz Cihan’ın emriyle araba hazırlanmaya başlamış, fıçının için kendi adamları da dâhil olmak üzere barut fıçılarını boşaltmaya başlamışlardı. Ayrıca güherçileyle, kömür tozuyla ve pek çok çivili, seramik eşyayla birlikte bir nice şeyde atmışlardı. Tamam olunca kapağı çivilenmiş ve dışına uzunva bir tüfenk fitili yerleştirmişlerdi. Ecelsiz Cihan’ın Deli damarı tutmuştu. Araba hazır olunca yoldaşlarıyla helalleşerek arabaya binerek ejderin olduğu yere sürmeye başladı. Arkadaşları son hücumuna hazırlanan önderlerini yalnız bırakmamak açısından ta eski göçebeler zamanından beri yaptıkları bir âdeti sergilediler. Köylüden aldıkları beyaz çarşaflara bürünüp kendi atlarına bindiler. Atlarının kuyruklarını bağladıktan sonra onunla birlikte köyün çıkışına yaklaştılar. Gözlerinde tek damla yaş yoktu. Onlar şimdi son hücumlarına kalkmakta olan delilerdi. Yapacakları adette ta eski devirden kalma, ölüm hücumuna kalkan serdengeçtilerin yaptığı bir adetti. Köyün çıkışına geldiklerinde Ecelsiz Cihan’ın dağı taşı inleten gürlemesiyle birlikte onun söylediği “serdengeçti duasını” tekrarladılar: “Serhaddin hali böyledir! Yiğit başından kale eksik olmaz!” “Yiğit başından kale eksik olmaz!” “Rumeli gazileri!” “Kelle verilir, kal’a verilmez!” “Yazılan gelir başa!” “Yazılan gelir başa!” “Gazi yoldaşlarım! Ecel şerbetini içmeye, hücum!” Ecelsiz Cihan’ın hücum narasıyla birlikte eski serdengeçtiler gibi atlarının kuyruklarını keserek atlarını hücuma kaldırdılar. Sahipleriyle nice harplere, gece baskınlarına, çevirmeye katılmış olan serhat atları dağı taşı çınlatan inlemeleriyle ejderhaya doğru atıldılar. Kılıçlarını çekmiş delileri gören ve kendisine doğru gelmekte olan arabayı gören ejderha iştahla ağzını açarak üzerlerine seğirtti. Deliler düşman titreten naralarıyla ejder yakınlaştılar. Ecelsiz Cihan atlarla birlikte ejderhanın ağzına dalar dalmaz hissettiği son şey boğazdan gelen alevlerin yalımlarıydı. Yeri göğü sarsan muazzam bir patlama meydana gelmişti. Köylülerin gördüğü son şey, üzeri yarılmış dumanı tütmekte olan bir ejderha ve yoldaşlarının ardından ecel şerbeti içmeye giden delilerden kalanlardı.

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Öykü

73

Page 74: Golge e-Dergi

Çizgiroman

74

Page 75: Golge e-Dergi

Çizgiroman

75

Page 76: Golge e-Dergi

Sinema

Benim adım Andre. Andre Maussah. 28 yaşında bir Amerikan vatandaşıyım. Paris mükemmel bir şehir ama tadını pek fazla çıkaramıyorum. Çünkü çok meşgul biriyim. Yapmam gereken çok fazla işim var.

Andre, onu ekranda gördüğümüz ilk andan itibaren yalan söylemeye başlar. Aslında inanılmaz derecede beceriksiz ve neredeyse Paris’in tüm kötü adamlarına borcu olan bir dolandırıcıdır kendileri. Bir o kadar da yalancı. Yolun sonuna gelmiştir. Ya borçlarını gece yarısına kadar ödeyecektir ya da…

İyice köşeye sıkıştığı bir anda, gidip çekilişten kazandığı amerikan vatandaşlığına duyduğu güvenle, onu öldürmek ve ya çeşitli yöntemlerle sakat bırakmak isteyen hasımlarından kaçmak amacıyla ABD konsolosluğuna sığınır önce. Fakat işlediği suçlar hızlıymış dediği bilgisayar ekranında görücüye çıkınca, kapı dışarı edilir. Çaresizce, romantikler şehrinin sokaklarında yürümeye başlar. Tıpkı montunun cebinden çıkaramadığı sakat sağ kolu gibidir kurtulmak için bulmaya çalıştığı fikirler. Bir türlü çıkmazlar beyninin ceplerinden. Çaresizlik içinde karakola koşar. Kendi tutuklatmak bulabildiği tek çaredir. Fakat karakoldan da karga tulumba dışarı atılır. Son çare kalmıştır geriye. İyi bir intihar sahnesi sergilemek…

ANGEL-A

76

Page 77: Golge e-Dergi

Sinema

Ama işler umduğu gibi gitmez, köprüye çıkar. Başını yukarı kaldırıp bağırır önce; istediğin bu mu? Benden vazgeçtin mi? Neden sorularıma cevap vermiyorsun? İşte tam mimarisiyle insanı büyüleyen köprünün korkuluklarından sarktığı anda, uzun bacaklı, güzel bir sarışın kendini suların ıssızlığına bırakır. Andre de peşinden. İşte böylece karşılaşmış olur Angela ile…

Andre, karşısında sırılsıklam uzun bacaklarını pervasızca açmış kadına bakar nefes nefese. Kızgındır. Bugüne kadar istediği hiçbir şeyin olmadığı yetmiyormuş gibi ölümü bile ona çok görülmüştür. Bağırır sarışın afete, neden kendini öldürmek istiyorsun ki? Neden gidip hayatını bir amaca adamıyorsun? Git Hindistan’daki yetimlere yardım et.

Angela neden o kadar uzak? diye sorar ve Andre’ye hayır diyemeyeceği bir teklifte bulunur, kendisini ona adamak ve yardım etmek.

Angel-A aslında başlı başına bir kedini arayış öyküsü. Andre ve Angela Paris’in boş sokaklarında gezinirken sizde peşlerine düşüp yaşadıkları her olayda kendinize bakıyorsunuz. Acaba içimde olan aynaya yansısaydı nasıl görünürdüm? Kısa ve çirkin mi? Baş döndürücü ve özel mi? Filmi seyrederken başrol oyuncularından biri olan şehir de sizi büyünün içine çekiyor.

Luc Besson imzası taşıyan Angel- A yönetmenin uzun bir ara verdikten sonra çektiği 10. Filmi. 1999’da çektiği Joan Of Arc adlı filmi gişede ve eleştirmenlerce büyük bir hezimet olarak görüldükten sonra kabuğuna çekilip kamerasını bir kenara koyan yönetmen, 2005 yapımı bu fantastik iç hesaplaşma filmiyle yeniden döndüm diyor bizlere. Yapımda şehrin kullanımından tutun, siyah beyaz ekranın film ilerledikçe parlamasına, kullanılan müziklerin yerli yerinde durmasına, kostümlerine kadar her şey sanatçının yeniden dönüşünü işaret ediyor gibi. Siyahlar beyaza, beyazlar griye dönerken biz de bu iki zıt karakterin birbirleriyle birleşmelerini görüyoruz. İki rengin boyadığı Paris semalarında. Kullanılan teknik filme farkındalık kazandırmakla kalmayıp, gözlerimizi huzura da davet ediyor. Aynı zamanda, filmin senaryosu da yönetmenine ait. Yapımın müziklerine Anja Garbarek imza atmış. Uzun bacaklı, sigara tiryakisi meleği başarılı performansı ile Rie Rasmussen canlandırırken, Andre rolünde ise yer aldığı projelerde ikinci adam olarak görmeye alıştığımız ve birinci adamlığa başarılı oyunculuğu ile bu yapımda terfi eden Jamel Debbouse görüyoruz. İkilinin uyumlu kimyası öyküyü keyifle seyretmemizi sağlayan sebeplerden biri oluyor 88 dakika boyunca.

77

Page 78: Golge e-Dergi

Sinema

78

Page 79: Golge e-Dergi

Sinema

Hayatımızı başlangıcında biz seçemeyiz. Doğru. Her şey öğrenmekle ilgilidir. Biri nasıl yapılacağını göstermediği sürece kendimizi bile sevemeyiz. Andre de böyle bir adamdı işte. Yalancı, korkak, güvensiz. Özellikle de kendi sevmeyi bilmeyen bir dolandırıcıydı. Ta ki meleği gelip ona; seni seviyorum diyene kadar.

Hepimiz onun kadar şanslı olur muyuz bilmiyorum ama melekler her zaman bizi kurtarmak için gökten tepemize düşmeseler de bildiğim bir şey var. Kısa bir an aynanın karşısına geçip kendinize seni seviyorum dediğinizde oluşacak olan mucize. Her şey sevmekle başlar diyenlere gülüp geçmeyenlerdenseniz bu film tam size göre. İflah olmaz olanı sevgiyle değiştiren bir melek var lakin içinde. Meleğiniz hep sizinle olsun. Huzurla…

Melahat YILMAZwww.otekisinema.com

79

Page 80: Golge e-Dergi

80

Öykü

Ulan beni de kimse sevmedi! Artık şu telefona bakıp durma, aramayacak işte… “İyi günler.” “İyi günler.” “Bana bir karışık, bir deniz mahsulü; paket olacak” “Tabii. Usta! Bir karışık, bir deniz pizza…” Kucağını aç bana kollarına al beni… Aha telefon çalıyor… “Hay senin! Efendim Tuncaycım… Evet,

evet işteyim sen nerdesin? Dolaşıyorsun evet, öyle mi ya vay canına… Neyse görüşürüz o zaman kendine iyi bak. Hay... Töbe töbe, dolaşıyomuş napıyım yani?”

“Benim kaşarlı pide ne oldu?” “Bakıyım efendim. Usta! Kaşarlı bekliyoruz.”“Geliyoooor…”“Buyurun, bu da ayranınız…” “Teşekkürler”Zırnn zırnn !“Alo Büyük Aşkım.” “Efendim?”“Buyurun, Büyük Aşkım pide pizza”“Pideci mi?” “Evet hanfendi, pideci!”

Büyük Aşkım

Page 81: Golge e-Dergi

81

“Eve servis yapıyor musunuz?” “Tabii, evet… İncesi de var, kalını da… Adresi rica edeyim; tamam, tamam, iyi günler. Usta! İki

mantarlı ince hamur olacak” Amanın mesaj geldi… Elli kontör yükleyene iki hafta bedava mesaj kaçırmayın 7835’e yollayın.

“Kontörüne de sana da!”“Bakar mısınız?”“Buyurun.”“Ben pizzayı zeytinsiz istemiştim.” “Hemen aldırıyorum. Necip Bey, zeytinleri alın lütfen” “Tabii…” “Necip, gel lan buraya!!!” “Efendim abi…”“Oğlum niye müşteriyi dikkatle dinlemiyorsun, her gün aynı terane…” “Tamam abi…”Bari şu televizyonu açayım kafam dağılsın. Kocam beni her gün dövüyo Ebru Hanım. Ve kız kardeşimle

aldatıyor. İyi ediyo, maçları falan gösteren yok mu ya?Zırrn zırrn… “Büyük Aşkım pizza pide. Hayır, fotokopi yok. Burası pideci beyefendi… İyi günler!” “Avrupa ligi kuraları çekildi Galatasaray’a Liverpool çıktı. Şimdi Zürih’teki arkadaşımız Aydın’a

bağlanıyoruz…” “Ayvayı yedik!” “Ne oldu abi?” “Bize Liverpool çıkmış!” “Karışık ve deniz mahsulü çıkmadı mı?” “Liverpool çıktı!”“Efendim?”“Pardon, şimdi çıkıyor beyefendi…”Sayın seyirciler Taksim’deki olaylar gitgide büyüyor, her taraf tuz buz oldu, polis gaz püskürtmeye

başladı, öhö öhö…“Adam dumandan kayboldu şuraya bakın…”Teşekkürler Peyami, şimdi hava durumu… “Bu da teşekkür ediyor!” “Bence Peyami kesin öldü.” “Şom ağızlılık etme Necip.” “Abi niye devamlı telefonuna bakıp duruyorsun, hayırdır?”“Hiiç” Geçen hafta bugün, bu saatte aramıştı.“Buyurun karışık ve deniz mahsulü paket…” Acaba mesaj mı çeksem; yok ya, arayacak olsa arardı zaten hep ben arıyorum.“Dışarıda oturana baktınız mı?” Mesaj geldi, sakin ol. Ne de olsa o değil. Bakalım, kimmiş eyvahlar olsun. Ya şu heriften kurtulamadık

ya başımızı belaya sokacak. En iyisi cevap vermeyim telefonu mu kapatsam?“Ne oldu abi?”“Ne olmuş?”“Hiç yüzün değişti de…” “Bişey yok!” Ulan belki de ben aradığımda o da böyle hissediyor, bundan kurtulamadık falan diyor.

Neyse hayırlısı…

Öykü

Page 82: Golge e-Dergi

Öykü

82

“İyi günler…”“Buyurun.”“Maliyeden geliyoruz, inceleme yapacağız.”“Tabii kâğıtları getireyim, ne alırsınız? Necipcim beylere sor…”Marianna ve Luis Alberto’nun çocukları mı?Evet, Horge onların, Doğru mu bu Peder JoseEvet müşterek…“Televizyonda ne var Necip?”“Brezilya dizisi. Kapatayım mı?”“Bu işyerinde asgari ücret uygulanmaktadır, yazısını göremiyorum.”“Buradaydı…”Hey bu Don Rigoberto yılanı değil mi?Ta kendisi. Alçak!“İşte burada, arkaya düşmüş!”“Vergi makbuzlarının tamamı bunlar mı? Eksik gibi…”“İyi bakarsanız…”“Şu televizyonun sesini biraz kısar mısınız?”“Tabii…”Çocuklar içinizdeki nefreti öldürün, bütün insanlar…Peder Jose siz onları tanımıyorsunuz; lütfen siz karışmayınLuis Alberto durun yalvarırım…“Size ceza yazmak zorundayız!”“Neden?”“Tahmin ettiğim gibi makbuzlarınız eksik, yeni vergi yılını kapsamıyor.”“Ama vergi dairesinde sorun çıkmayacağını söylediler.”Tanrı aşkına durun aaaaMarianna sen içeri gir Pat! Küt!“Dediğim gibi bunlar eksikse olmaz, şimdi size şu makbuzu takdim edeceğim.”“Bişey içseydiniz…”Peder Jose! Peder Jose! İyi misiniz? Cevap verin… Alçaklaaaar…“İyi günler.”“Size de…”“Ceza kestiler, bir bunlar eksikti” “İnce hamurlu mantarlı paket, alın!”“Tamam usta. Necip şunları çocuğa ver de götürsün!” Şimdi hava durumu, hava bulutlu ve kapalı önümüzdeki günlerde umutla güneşin açmasını

beklerken, şimdi detaylara geçiyoruz…Kucağını aç bana, kollarına al beni… Büyük aşkım, büyük aşkım yıldızlar kayarken…“Abi telefonun çalıyo, açmıcan mı?”“Çalsın Necipcim çalsın, önümüzdeki günlerde açarız…”

Öykü: Emre DEMİROK İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Page 83: Golge e-Dergi

Bilimkurgu, ülkemizde uzun yıllar, hatta dünyada da bir dönem “kaçış edebiyatı” olarak küçümsenmiş, hak ettiği saygıyı pek görememiş önemli bir türdür. Kaçış edebiyatı tanımlaması bazen çok yanlış olmasa da, çoğu zaman oldukça yetersiz, tek taraflı ve haksız bir etiketlemedir. Bu tanımlamanın nedenlerinden biri de bilimkurgunun ve takipçilerinin hâlihazırdaki mevcut dünyayı kabul etmeyip alternatif dünyalar içinde “hayal kurma” özgürlüğüne sahip olmalarıdır.

Bilimkurgu sadece gelecekle ilgilenmez. Çok genel olarak geçmişte, günümüzde veya gelecekte teknolojinin ve bilimsel gerçeklerin araştırma, buluş ve kuramların ışığında yazılmış öyküler, romanlar, senaryolar, bunları bütünleyen desenler, resimler, film, dizi film gibi dramatize eserler; hatta besteler, aygıtlar, dekorlar ve her türlü yaratılmış formları (yaratık, kent, ülke vb.) kapsar. Bu eserlerin içerisinde bilimsel bir açıklama, gerçeklik veya dayanak varsa bu bilimkurgudur. Eğer hiçbir bilimsel gerçeklik ve dayanak yoksa bu fantezidir. Yüzüklerin Efendisi veya Harry Potter eserlerindeki sihir, havada uçmak gibi fenomenlerin, bilimsel bir açıklaması olmadığı için bu ve benzerleri fantezi eserlerdir.

Dünya’da batı ülkeleri başta olmak üzere bilimkurgu alanındaki tüm faaliyet ve gelişmeler, maalesef Türkiye’dekilere oranla hem nitelik hem de nicelik olarak çok ileridedir. İster edebi türdeki yazın eserleri olarak, isterse illüstrasyon, dizi film veya film türündeki görsel eserleri olarak, maalesef bilimkurgu alanında yeterli sayıda ve kaliteli eserler veremiyoruz. Az sayıdaki kaliteli olanlar da maalesef halka ulaş(a)mıyor. Bu türdeki eserleri, özellikle Batı kaynaklı olmak üzere uzaktan izler konumdayız. Elbette ülkemizde çok az sayıda da olsa bu alanda verilen eserler mevcut, fakat yeterli olduğunu kesinlikle söyleyemeyiz. Bu dar kapsamlı inceleme yazısında; bunun nedenleri, ülkemizde bilimkurgunun niçin etkin olamadığı ve ülkemizde bilimkurgunun olası geleceği konusunda görüşlerimi sıralayacağım.

Türkiye'deBilimkurgu

83

Türkiye’de Bilimkurgu ve GeleceğiTüm Bilimkurgu Severlere...

Page 84: Golge e-Dergi

Ülkemizde bilimkurgu, geçmiş yıllarda nüfusla orantılı olarak belki biraz daha fazla halkımızın ilgisini çekmiş önemli bir türdür. “Bilimkurgunun Önemi”, bu yazının konusu olmadığı için bunu bir başka yazıya bırakalım. Benzer şekilde “Korku”, “Polisiye” türleri gibi diğer türlere nazaran az da olsa, özel bir merak ve takipçisi olan bir türdür. Bilimkurgu okur/izleyicilerinin, genelde hayal dünyaları geniştir veya en azından sürekli ilgilenenlerin kendi hayal dünyalarını geniş ve özgür tutmak isteyen kişiler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bilimkurgu, birçok kişinin zannettiği gibi sadece uzayda geçen serüvenlerden ve lazer silahlarından ibaret değildir. Parapsikoloji konularından kuantum dünyasına, paralel evrenlerden UFO’lara; robotlar, genetik bilimi, klonlama ve evren konularından dünyada doğal dengenin bozulmasına ve geleceğin toplum yapısına kadar sayısız konu bilimkurgunun alanına girer. Kısaca, bilimkurgu hayatın içinde de, geleceğinde de vardır.

Yukarıda sıralanan ve sıralanmayan birçok bilimkurgu konusunu, özellikle yazarlar açısından okuyucuya veya izleyiciye etkin ve özgün bir şekilde sunmak elbette kolay bir şey değildir. Çünkü takipçisini öncelikle özgün konusuyla cezp edecek, taklit olmayacak, üstelik bilimkurgunun bilim tarafını da göz ardı etmeyecek bir sağlamlıkta olacak. Ayrıca kullanılan edebi dilin ve üslubun iyi olması gerektiğini unutmayalım. İyi bir bilimkurgu eseri, iyi bir edebiyattır aynı zamanda. Bu gerçek, bilimkurguya dar bir çerçeveden bakan ülkemizdeki bazı “usta” yazar ve eleştirmenler tarafından bile maalesef anlaşılamamıştır. Yaşadıkları çağın ötesine geçip günümüzde saygıyla anılan Jules Verne, H.G. Wells, Hugo Gernsback, Isaac Asimov, George Orwell, Ray Bradbury, Philip K.Dick ve daha birçok bilimkurgu üstatlarının yıllara meydan okuyan vizyonları ve öngörüleri bu dünyaya çok şey katmıştır, katmaya devam edecektir.

İyi bir bilimkurgu yazmak için yazarda iyi bir donanım gerektirir. Batı’da bazı iyi bilimkurgucuların mesleki olarak “bilim” ile uğraşmış geçmişlerinin olduğunu biliyoruz. Mesleki olarak bu vasfı taşımayanların da en azından iyi bir araştırmacı olmaları gereklidir ki, eserin bilimsel kısmı tutarlı olsun ve aksak olmasın. Örnek olarak sadece bilimkurgu alanında değil, tarihten din konusuna, bilimsel yazılardan polisiye romanlara kadar çok sayıda ve birçok türde sayısız eser vermiş olan ve kitap yazma hızı oldukça iyi olan Isaac Asimov kendisiyle yapılan bir röportajda bir bilimkurgu romanını bitirebilmek için en az 7 ay hazırlık ve çalışma zamanı geçirmesi gerektiğini; hâlbuki diğer türde yazdığı eserlerde çoğu zaman birkaç hafta veya birkaç aylık sürenin kendisine yettiğini belirtmiştir. Bu özellik, elbette sağlam yapılı bilimkurgu öyküleri için de benzer şekilde geçerlidir.

Türkiye'deBilimkurgu

84

Page 85: Golge e-Dergi

Hakkını vermek gerekir ki, kolaya veya taklide kaçmayan “gerçek” veya yaratıcı bilimkurgu yazarlarının değişik ve farklı bir beyin yapısı vardır. Bu değişik yapıya, elbette yaratıcı niteliği gelişmiş diğer tür yazarları da dâhildir. Buna isterseniz “özel dizayn nöron ağı yapısı” da diyebilirsiniz. Herkesin gör(e)mediği alternatif bir dünyayı, özel bir bakış açısı ile oluşturmak ve yazmak hem kolay değildir, hem de her yazarın yapabileceği bir şey değildir. Bu özel nöron ağına sahip beyinler, yine kendilerine yakın özgür düşünceli, sorgulama tarafı kuvvetli okuyucularla kıymet kazanırlar. Yani, bilimkurgu yazarına kıymet kazandıran çoğunlukla okuyucularıdır. Peki, ya yeteri kadar okuyucu yazara destek vermezse, eserini okuyarak sahip çıkmazsa ne olur? Bu nitelikte yazarlardan en iyi ihtimalle bir kısmı, heveslerini kaybeder veya buna daha az heves duymaya başlarlar. Ülkemizde bilimkurgunun düştüğü durumun nedenlerinden “biri” de bence budur. Ayrıca dünyada birçok bilimkurgu yazarını bekleyen önemli bir “yazgı” da – bazı istisnalar dışında – kendi zamanlarında değil, kendilerinden sonra “değerlerinin fark edilmeye” başlamasıdır.

Çoğu edebi eserde olduğu gibi, (hatta bilimkurgu aleyhine daha fazla olmak üzere) ülkemizde bilimkurgu eserlerinin de satışı sınırlıdır. Ülkemizde ancak” bestseller” kategorisine giren ve az sayıdaki yazarların eserleri ancak tatmin edici baskı ve gelir seviyesine ulaşmakta; büyük çoğunluktaki eserler ise tek baskı ve 1000 adedi geçmeyen baskı ile yetinmektedir. Ülkemizden, çok iyi yazılmış olduğu halde maalesef az satan bilimkurgu eserlerimiz olmuştur. Buna rağmen iki, hatta çok büyük yüzdeyle bir baskıdan daha fazla baskı-satış yapan bilimkurgu eserlerimizi – eğer varsa – ben bilmiyorum. Evet, diğer türlerde oluğu gibi birçok kimsenin ortak paydada buluşabileceği, istikrarlı bir yazma ve satma grafiğine sahip bilimkurgu yazarlarımız yok. Fakat bu, iyi yazılmış eserler de yok anlamı taşımaz. Maalesef, bu türde basılan eserler hem iyi tanıtılamamakta, hem de okurların bir kesiminin sahip olduğu “farklı” ve “ilgisiz” bakış açısı nedeni ile hak ettiği yeri alamamaktadır. Ayrıca, bizde ödenen telif ücretinin yeterliliği konusuna hiç girmeyelim. Batı’da bilimkurgu yanında polisiye, korku gibi benzer türlerin gelişmesinin en önemli nedenlerinden birisi, yazarların gerek maddi gerekse manevi olarak desteklenmiş olmasıdır. Öyle ki, Asimov, A.E. Van Vogt gibi yazarlar da dâhil olmak üzere, çok sayıda yazar adayları yazdıkları öyküleri dergilerde yayınlatabilmek için bir kalite ve yaratıcılık yarışına girmişlerdir. Bu da kalite çıtasını yükseltmiştir. Weird Tales, Amazing Stories, Astounding Science Fiction gibi periyodik dergiler, 20nci yüzyılın ilk yarısında oldukça etkin olan ve çok satan dergilerdi. Yazarlar, öyküleri veya kısım kısım yayınlanan romanları için pek küçümsenmeyecek telif ücretleri almışlar, bu ücretler de yazma motivasyonunu artırmıştır. Verilen manevi destek çeşitleri olarak ise, okuyucuların bu tür yayınları ısrarla istemesi, övgülerde bulunması, dağıtılan bilimkurgu ödüllerinin çokluğu sayılabilir. Bu tür destek, yazarlar için çoğu zaman maddi desteğin de ötesinde önem kazanır. Ülkemizde kitabı basılmış, basılmamış kaç yazara – çok meşhur olmamak şartıyla – okuyuculardan ne kadar destek ve takdir mesajı gelmiştir, doğrusu merak ederim.

Gelin şimdi bir de ülkemizdeki bilimkurgu sektörüne, verilmiş eserlerle birlikte çok kısaca bir göz atalım:

Bilimkurgunun edebiyat dünyasındaki durumuna yukarıda kısaca değinmiştik. Verilen az sayıdaki eserlerle ve okuyuculardan çok da talep görmeyen durumu ile bu türün edebiyat alanında iyi durumda olduğumuzu kesinlikle söyleyemeyiz. Bu “vasat” durumu, yazarların yetersizliğinden değil de; okuyucunun isteksizliğine ve tepkisizliğine bağlamak çok daha gerçekçi olacaktır. İki yıl kadar önce doğa gezgini ve bilimkurgu yazarı Haldun Aydıngün ile internette de yayınlanan bir bilimkurgu röportajı yapmıştım. Kendisi yazılan kitapları bile yayınevi editörlerine okutmanın güçlüğünden bahsetmişti. Ülkemizde seçkin yayınevleri de dâhil olmak üzere maalesef bilimkurguda yetkin editör sayısı çok azdır. Elbette bazı

Türkiye'deBilimkurgu

85

Page 86: Golge e-Dergi

yayınevleri bunun dışındadır. Takip ettiğim kadarıyla Crea (Astrea) Yayınevi, Türk bilimkurgusuna sahip çıkan yayınevlerinin başında gelmektedir. Bunun dışında zaten Metis, İthaki, Altıkırkbeş gibi yayınevlerimiz seçkin bazı yabancı eserleri yayınlamaktalar. Yine de en azından birçok yayınevinin – varsa – bilimkurgu editörlerinin havayı iyi koklayabilme özelliklerinin eksik olduğunu düşünüyorum.

Örneğin aklıma gelen birkaç örnek var. İlk örnek: Tess Gerritsen’in yazdığı “The Gravity”(Yörünge) isimli Bilge Kültür Sanat’tan çıkma kitabı konuşalım. Yazar, tıp mesleğinden gelme olduğu için çoğunlukla tıbbi gerilim romanları yazıyor. Çok büyük bir çoğunluk, bu eserinin de bir tıp gerilimi olduğunu zanneder. Konu, dünyanın yörüngesinde dolaşan Uluslararası Uzay İstasyonu’nda geçmektedir. Buradaki bir virüs kontrolden çıkar ve heyecan dozu gittikçe artan güzel bir roman ortaya çıkar. Hâlbuki bu roman, batılıların “Hard Science Fiction” dedikleri gerçeğe en yakın olan ve yazarın çok uzun araştırmalar sonucunda yazdığı bir bilimkurgu-gerilim romanıdır. Gelgelelim bu roman iyi satmasına ve ikinci baskısını yapmasına rağmen piyasada bulmanız çok zordur. Bu romanın baskısı niçin yapılmaz? İkinci örnek, Metis Yayınevi’nden çıkmış (2003) olan “Serçe” isimli Mary Doria Russell romanı. Bol ödüllü bu romanın devamı olan “Tanrı’nın Çocukları” (Children Of God) dış ülkelerde yayınlanmış olmasına ve Serçe romanının film hakları Warner Bros tarafından satın alınmış, hatta Brad Pitt’in oynayacağı da kesinleşmişken niçin bu romanın devamı yayınlanmaz? Ya da, sinemalarda bol bol Philip K.Dick öykülerinin uyarlama filmleri oynarken (Minority Report, Total Recall, Paycheck, Adjustment Bureau sadece birkaçı) yazarın Türkçede yayınlanmış toplu öyküleri de bulunmuyor iken, neden bir “Philip K. Dick Öykü Seçkisi” yayınlanmaz? Üstelik bu proje kitaplar, “Kesinlikle satmaz” denemeyecek, kalite seviyesi ile okuyucuyu cezp edecek eserler...

Ülkemizde Yayınlanmış Bazı Bilimkurgu Dergileri

Türkiye'deBilimkurgu

86

Page 87: Golge e-Dergi

Sadece kitap satışları ile değil; dergi sektöründe de bir gelişme olamaması bu vasat, hatta vasat altı durumu gayet iyi yansıtır. Ülkemizde geçmişte, 1970’li yılların başından itibaren Antares, X-Bilinmeyen, Öncü, Atılgan, Nostromo, Davetsiz Misafir, Albemuth gibi gerçekten birçok nitelikli bilimkurgu dergisi çıkmış, fakat bu dergileri çıkaranların tüm özverili çalışmalarına rağmen, elbette maddi imkânsızlıkları da önemli bir etken olarak yayın hayatlarına devam edememişlerdir.

Türün dünyada da lokomotifi niteliğindeki “Televizyon ve Sinema” sektöründe ise bizim “Türk Bilimkurgusu”, komedi ile maalesef özdeşleşmiştir. Sanki ülkemizden korku-bilimkurgu, sosyal- bilimkurgu vb. alt türler çıkamazmış gibi... Geçmişte siyah-beyaz TRT döneminden Uzaylı Zekiye isimli bir komedi-bilimkurgumuz vardı. Seyircisi de olan güzel bir diziydi. Türk bilimkurgu filmleri de aynı kategori içindedir. Cüneyt Arkın’lı Dünyayı Kurtaran Adam, günümüzde gençlerin hâlâ kahkahalar ile üniversitelerdeki gösterimlerinde seyrettiği “kült” bir filmimizdir. Sadri Alışık’lı Turist Ömer Uzay Yolu’nda yine bir komedi-bilimkurgu filmi. Daha yakın zamandan Cem Yılmaz’lı G.O.R.A filmi, biraz da Star Trek (Uzay Yolu) dizisini ti’ye alan bilimkurgu fonlu bir başka komedi filmidir. Kısaca gerçek bilimkurgu izlemek istiyorsanız yabancı dizi ve filmleri seyredecek; gülmek istiyorsanız bizim Türk filmlerini seyredeceksiniz gibi bir durumumuz var. Elbette bilimkurgu, komedi ile kaynaşabilir; buna itirazım olamaz. Yalnız, neden sadece komedi-bilimkurgu filmlerimiz var?

Batıda halen bu türün lokomotifi olan TV dizisi-sinema sektöründe müthiş bir hareketlilik vardır. Çekilen-yayınlanan bilimkurgu dizi ve filmleri, çok önemli bir yer tutmaktadır. Üstelik kaliteye önem verildiği takdirde, bu dizi ve filmler bu sektörde çalışan ve yapımcısından oyuncusuna; senaryo yazarından film dağıtımcısına kadar herkesi maddi ve manevi olarak da tatmin eden sonuçlar getirmektedir. İlginçtir, ülkemizde geçen yıl en çok seyredilen iki yabancı film de bilimkurgudur. Yaklaşık, bir milyon 800 bin seyirci rakamı ile Avatar (dünyada da en çok seyredilen film) ve bir milyon 100 bin seyirci rakamı ile Inception (Başlangıç) filmleri, ülkemizde bilimkurgunun kaliteli olduğunda çok seyirci toplayabildiğini gösteren iki önemli örneğidir.

Avatar ve Inception: Türkiye’de En Çok Seyredilmiş İki Yabancı Film

Türkiye'deBilimkurgu

87

Page 88: Golge e-Dergi

Olaya bir de – elbette biraz da genelleme yaparak – halkımız açısından bakalım: Ülkemizde, halkımızın eğitim seviyesi yeterli değildir. Genel eğitim ortalamamız hâlâ ilkokul seviyesindedir. Hâlbuki bilimkurgunun dayandığı temel faktör bilimdir. Bilim ise ilerlemeyi, sorgulamayı, merak etmeyi gerektirir. 1930’larda bilimkurgunun isim babası olan Amerikalı fizikçi ve bilimkurgu yazarı Hugo Gernsback’nun kitap veya magazinleri binlerce basılır ve okurlara ulaşırken, bizde bu zamanda hâlâ böyle bir potansiyel olmaması düşündürücüdür. Maalesef yetiştiriliş tarzımızın ve özellikle de eğitim sistemimizin eksiklikleri ve “test sistemi”ne zorlayan tek taraflı ve bozucu olan yapısıyla merak etmek, okuyup araştırmak, bilime ve sanata saygı duymak gibi kültürel refleksleri gelişmiş bir vatandaşta olması gereken özellikler, yetişen çocuk ve gençlerimizin çoğunda zamanında oluşturulamamaktadır. Ülkemiz, okullarda verilen kitap okuma ve özetini çıkarma ödevlerinin çoğunlukla kitabı okumadan internetteki sitelerden bulunup verilmesiyle “halledildiği” bir ülkedir. Hatta bunu verilen diğer birçok ödev için de genelleyebilirsiniz. Çocuklar kendilerine daha çok zaman yaratmak için ödev gibi “angaryalar” (!) ile uğraşmak istememekte, hatta bazı anne ve babalar bile bu duruma göz yummaktadırlar. Elbette bu durumu seçkin bazı okullar veya çalışkan öğrencileri dâhil etmeden sadece böyle bir durumun da olduğunu belirtmek için söylüyorum. Fakat televizyonda dizisi oynayan bir kitabın satışı (Yaprak Dökümü, Aşk-ı Memnu vb.) diziyle pek bir ilgisi olmasa da, o kitaba talebi artırabilmektedir. Hâlbuki en sağlıklı olanı, önce kitabın kalitesiyle kendini göstermesi, belirli bir okur kitlesine ulaşması, sonra bu kaliteye dayalı olarak bunun film veya dizi uyarlamasının yapılmasıdır. Batı’da işleyen bu sistem, ülkemizde maalesef okuma merakı da pek olmadığı için bizde pek geçerli değildir. En azından büyük bir çoğunluk için.

Diğer önemli bir faktör de, yıllar içinde halkımızın merak etme duygusunun azalmış olmasıdır. Örneğin geçmişte, sadece ülkemizde değil tüm dünyada uzaya açılma ve insanlı uzay araçlarının aya gidişi bir heyecan nedeniydi. Televizyonlarda Uzay Yolu dizileri büyük ilgi konusuydu. Şimdi ise, tüm bu olayların sıradanlaştığı, hatta bilimkurgunun içinde yaşadığımız bir dönemde yaşıyoruz. Fakat bu durumumuzda bile yine bilimkurguya belki daha çok ihtiyacımız var. Günümüzde Mars’a dönüşü olmayan insanlı yolculuklar planlanmaya başlanıyor iken, Japonların başı çektiği insansı (humanoid) robotlar artıyor iken, dış galaksilerde ve evrenimizde insan dışı yaşam kanıtları gittikçe artıyor iken bilimkurgunun öldüğünü kim iddia edebilir?

SONUÇ OLARAK:Sonuç olarak geçmişte bazı parlama dönemleri haricinde, maalesef bilimkurgu türüne çok yatkın

olamadık. Buna ilgi gösterenler azınlıkta kaldılar. Elbette Asimov’un dediği gibi bilimkurgu henüz genç bir türdür. Ülkemiz için ise daha belki çocukluk veya bebeklik döneminde bile sayılabilir. Bir ülkenin gelişmişliğinin bir göstergesi de bilimde ve sanatta söz sahibi olmak, bu alanlardaki ürünleri önce kendi ülkesindeki vatandaşlarına, sonra da dünyaya sunabilmektir. Bilim ve sanatın kesiştiği alanın önemli bir bölümünü kaplayan “bilimkurgu” da bizim dışlamamız veya küçümsememiz gereken değil; tam tersine gelişmemiz ve geliştirmemiz gereken alanlardandır. Elbette bu tür içerisinde sadece komedinin değil, birçok değişik alt türün de verileceği zamanlarımız er veya geç olacaktır. Diğer türlerden (polisiye-korku vb) ülkemizden çıkmış sinema-dizi türü kaliteli eserler, yeni yeni ortaya çıkmakta ve sayıları artmaktadır.

Kabul etmek gerekir ki, film-dizi sektörü insanları daha çok çeken ve sektörü daha çok harekete geçiren bir alandır. Diğer türlerdeki bu hareketlenme, eninde sonunda bilimkurgu alanına da gelecektir. Önemli olan ve bizim sormamız gereken; bu zamanın bize ne kadar uzak, ne kadar yakın olduğudur.

Türkiye'deBilimkurgu

88

Page 89: Golge e-Dergi

Umarım çok uzak değildir. Ayrıca bu beklenen “zaman” geldiğinde ve halkımızdan gerekli ve yeterli talep oluştuğunda, belirli bir kalite taşıması ve dünya standartlarına yakın olması gereken öykü-roman-senaryo gibi eserlerimiz ile buna ne kadar hazır olabileceğimiz de sormamız gereken bir başka önemli sorudur. Ben, yakın zaman içerisinde dünyada olacak bazı teknolojik ve sosyal gelişmelerle, vatandaşlarımızın bilinçlerinin daha çok açılmaya başlaması, sorgulamalarının artması ve elbette yetişmekte olan çocuk ve gençlerimizin yakın bir gelecekte bilimkurguya dair daha belirgin bir talep dengesi oluşturması ile bilimkurguya olan ilginin ülkemizde şimdikinden daha çok artacağına olan inancımı koruyorum. Bilimkurgusuz kalmamanız dileklerimle...

Caner [email protected]

Türkiye'deBilimkurgu

89

Page 90: Golge e-Dergi

90

Pin-up

İlteriş Kaan KOÇAK