golge e-dergİ 57. sayi

49
Haziran 2012 Sayı 57 e-Dergi Mehmet Günay ERCAN

Upload: goelge-e-dergi

Post on 28-Mar-2016

259 views

Category:

Documents


2 download

DESCRIPTION

Çrop(Çizgi Roman Okurları Platformu)un düzenlediği ve gelenekselleşen ‘’3.Türk Çizgi Roman Okurları Ödülleri’’2011 in en iyi çizgi roman yayınlayan e-Dergi ödülünü 3 defa Gölge e-Dergi layık görüldü. Bizi bu ödüle layık gören bütün okurlarımıza ve çizgi romanları ile katkıda bulunan çizer dostlarımıza çok teşekkür ediyoruz.

TRANSCRIPT

Page 1: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Haziran 2012 Sayı 57

e-Dergi

Meh

met

Gün

ay E

RC

AN

Page 2: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Merhaba…

Yeni ay, yeni sayı, yeni konular, öyküler, çizgi romanlarla yine yeniden beraberiz.

Yeniliklere açığız, yeni bir şeyler yapmayı seviyoruz, bu alışkanlığımızı önümüzdeki sayılarımızda da göreceksiniz.

Bir süredir Hasan Nadir Derin’in çalışmaları ile Film Festival’lerinin sponsorluğunu üstlenmiştik.Sponsorluk desteğimiz sadece sinema ile kalmadı bu defa’da Çrop’un düzenlediği ve gelenekselleşen ‘’Çizgi Roman Ödülleri’’ sponsorluğuna’da Frp ve Çrop'la birlikte destek vermekten gurur duyduk.

Ayrıca 3.kez ‘’En iyi çizgi roman yayınlayan e-Dergi ödülü’’ne bizi layık gören okurlarımıza ve çizdikleri çok güzel çizgi romanlar ile bu ödülü almamızı sağlayan bütün çizer arkadaşlarımıza çok teşekkür ediyoruz.

İyi okumalar…Mehmet Kaan SEVİNÇ

3

57. Sayı ile tekrar birlikteyiz.

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com

Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ [email protected]

Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ,

Gülhan D SEVİNÇ.

Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ

Kapak: Mehmet Günay ERCANPinup: Meryem ÇİMEN

Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve

özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.

http://twitter.com/GolgeDergihttp://issuu.com/GolgeDergi

http://golgedergi/deviantart.com

İÇİNDEKİLER 04-11 Haberler- Gölge e-Dergi 3. defa çizgi

roman yayınlayan en iyi e-dergi 12-16 Çizgi Roman -Vuslat Başka Bahara

Kaldı. 17-22 Öykü- Zombiname-Günbatımında

İki Güneş-2 23-24 Çizgi Roman -Rüya Adam "Balık

Gölüğü" 25 Kitaplık- Sonsuz Cuma Günü 26-28 Öykü- F**k’em all! 29-30 Çizgi Roman İnceleme-Fazla

Tanınmayan Ustalar-Roger Dean 31-32 Öykü- Fransızca Ölmek-Hoşça Kal

Martapol 33-36 Söyleşi- Yıldırım Orer (Ermes Senzo) 37-38 Öykü- Genetiği Değiştirilmiş

Masallar-Rapunzel 39-47 Sinema- Cadılarla Bir Hafta 49 Sinema- Seyfi Teoman 50-52 Öykü- Teleport Kumanyası 53-60 Tarihte Bu Ay-Garfield 61-63 Tarihte Bu Ay-Michael Jackson 64-66 Tarihte Bu Ay-Adgar Allan Poe 67-69 Sinema-The Raven (2012) 70-73 Oyun İnceleme-Diablo 3 Oyununa

Genel Bir Bakış 74-90 Çizgi Roman -Alacadoğan-8 (Taş

Kabus) 91-95 Öykü- Zor Günler 97 Pinup

Page 3: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Gölge e-Dergi 3. defa çizgi roman yayınlayan

en iyi e-dergi

İstanbulles-Uluslararası Çizgi Roman Fuarı

Sağolsunlar Çizgi roman okurları Gölge e-Dergiyi 3. defa çizgi roman yayınlayan en iyi e-dergi seçtiler. Gölge için çizen arkadaşları tebrik ederim. Umarım bir ara edebiyatçılar da farkına varır da "en iyi

öykü yayınlayan e-dergi" de oluruz.Gölge e-Dergi’nin 3. kez ‘’En iyi çizgi roman yayınlayan e-Dergi’’ ödülünü almamızı sağlayan bütün

çizer arkadaşlarımıza çok teşekkür ederiz.Ellerinize,emeğinize sağlık…

Ahmet YÜKSEL

Bu sene 2.ncisi düzenlenen İstanbulles – Uluslararası Çizgi Roman Fuarı'nda ÇROP’un katkılarıyla bir söyleşi düzenlendi. Sainte-Pulchérie Lisesi’nde düzenlenen bu söyleşinin konusu “Türkiye’de çizgi roman çevirisi”ydi. Aslına bakarsanız benzer bir söyleşiyi en son Boğaziçi Üniversitesi kitap fuarında yapmıştık ki toplam 10 kadar dinleyicimiz olmuştu ve hepsi de çizgi roman piyasasında tanınan simalardı. Hal böyle olunca bu söyleşi için de beklentilerimiz çok fazla değildi. Fakat beklentimizin tersine 50 kişilik bir katılımcı sayımız oldu.

Fuayede ufak sohbetler, canlı müzik ve atıştırmalık bir şeylerle başlayan etkinlik, konuşmacıların ve dinleyicilerin salona geçmesiyle daha ciddi bir hale büründü. Ben, Kozan Demircan, Alişan Cengiz, Berfu Durukan, Egemen Görçek ve Sabri Gürses’ten oluşan konuşmacı ordusu 2 saat boyunca tatlı bir sohbet çerçevesinde Türkiye’de çizgi roman çevirmenliği ve çizgi roman yayımlamanın zorlukları hakkında görüşlerimizi bildirdik. Zamanımız olsaydı sanırım gün sonuna kadar konuşabilirdik ve dinleyiciler de bizi sonuna kadar dinlerlerdi. Fakat saat 16:00’da büyük usta Bülent Arabacıoğlu, M. K. Perker ve Tayyar Özkan’ın katıldığı başka bir panel olduğu için tatlı sohbeti bitirmek durumunda kaldık (Bu arada, Bülent Arabacıoğlu’nun Çizgi Romanımızdaki yeri üzerine yapılan konuşmaları dinlemek gerçekten çok keyifliydi. Benim için uzak olan Gırgır yıllarında, çizerlerin çalışma hayatları ve mizah dergilerin iç yapıları hakkında çok değerli ve kolay kolay elde edilemeyecek bilgiler edindim).

Çizgi romanda çeviri konuşmaların içeriği hakkında detay vermekten ziyade, bu panelin, 16:00’da düzenlenen 2. panelin ve saat 18:00’de düzenlenen ÇROP 2011 çizgi roman ödüllerinin önemine değinmek bence daha doğru olacak. Sonuçta, bütün gün boyunca gelen gidenlerle sayısı 60’ı aşmayan bir etkinlikten bahsediyoruz fakat bazı şeylerin temellerinin atılmaya başlandığını görmek de çok güzel. Bir önceki paneldeki 10 kişiden 50’ye çıkmak, bir önceki ÇROP ödüllerinin amatör bir şekilde elden verilmesine rağmen bu sefer ufak çapta da olsa bir tören eşliğinde verilmesi, Çizgi Roman festivaline konuk ve konuşmacı olarak gelen birçok sanatçının ödül töreninde ödülleri takip etmeleri ve burada saymakla bitmeyecek daha başka güzellikleri... Bunların hepsi Türkiye’de çizgi romanın yavaş yavaş da olsa hak ettiği yere gelmek üzere yola çıktığının kanıtlarıdır bence. Umarım seneye katılım daha da çok olur ve bu festival/panel çok daha kapsamlı şenliklere dönüşür.

Ayrıca bu organizasyonda emeği geçen bütün ÇROP üyelerine ve Ümit Kireççi’ye de koca bir teşekkür gönderiyorum.

İlke KESKİN

Haberler Haberler

4 5

Page 4: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Haberler

"Red Kit İstanbul'da" sergisi 10 Mayıs'ta açıldı

"Red Kit İstanbul'da" sergisi, 10 Mayıs'ta Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde açıldı.

Yapı Kredi Kültür Merkezi'nden yapılan yazılı açıklamaya göre, çizgi roman araştırmacısı Didier Pasamonik'in küratörlüğünde hazırlanan sergi, 17 Haziran'a kadar görülebilecek.

Sergide, orijinal çizimler, karakterlerin oluşum süreçleri, çizgi roman endüstrisinin gelişimi, Red Kit evreninin perde arkası, Red Kit'e özgü dünya görüşü ve korsan çizimli albüm kapaklarından İzzet Günay-Sadri Alışık'lı sinema afişlerine kadar Red Kit'in Türkiye macerası yer alacak.

Sergi, Türkiye'de bir çizgi roman kahramanı üzerine yapılan ender sergilerden biri olma özelliğini de taşıyor.

Yapı Kredi Kültür Merkezi, “Red Kit İstanbul'da” sergisine ek olarak mayıs ayında iki farklı etkinlik düzenlendi

Merkezde 19 Mayıs'ta çocuklar için “Çocuklar Bu Sergide” yaratıcı dramayla okuma atölyesi ve 21 Mayıs'ta Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Araştırma Merkezi'nde Levent Cantek, Okay Gönensin ve Eray Canberk'in katılımıyla “Red Kit'in Türkiye Serüveni” adlı söyleşi gerçekleştirildi.

Uluslararası Manga Ödülleri 2012

Son 3 yılı içinde çizmiş olduğunuz bir manga hikayeniz varsa katılın kazanın! 2007 yılından bu yana verilen ödüllerde oy kullanma bu sene 27 Nisan'da başlamış, son oy kullanma tarihi 15 Haziran 2012.

DownloadThe 6th International MANGA Award Guidance for Application/English(PDF)The 6th International MANGA Award Guidance for Application/Japanese(PDF)

The 6th International MANGA Award Entry Form(Microsoft Word *Zip archive)

Haberler

6 7

Page 5: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Haberler

Ernie ChanTony De Zuniga

“Bir zamanlar bu şehirde konuksever, sıcak yürekli, dost canlısı iyi insanlar, ceren gibi, kırmızı mercan gözlü, uzun boyunlu, kalem kulaklı, suna gibi cins atlar vardı. onlara ne oldu?” yaşlı adamdır ki, azıcık doğruldu, ak sakalı kirli, titredi, yüzü eski bir ışıkla parıldadı, derin bir aaah dedi, ciğeri söken. aaaah! duvara sırtını iyice verdi. neden sonra gözlerini açtı: “o iyi insanlar” dedi, ''o güzel atlara bindiler çekip gittiler...'' (yaşar kemal)

Beklide çizdikleri çizgi roman karelerindeki Conan’ın o ejderhayı andıran devasa atlarına binip gittiler bu dünyadan, kim bilir?...

Ümit Kireççi’nin Çrop sayfasında belirttiği gibi, Ali Recan’ın kurduğu Alfa Yayınlarında yayınlanan Conan çizgi romanı’nı daha da bir sevmemizi sağladı bu iki büyük usta.

Conan’ı olağan üstü usta işi çizgileri ile kitlelere sevdiren bir çizgi devi John Buscema’nın kurşun kalemlerine farklı tatlarda çiniler atan

Tony De Zuniga ve Ernosto ’’Ernie’’ Chan ‘da çizgi dünyasına veda etti.Bu iki büyük ustanın Conan çizeri olmalarının haricinde bir diğer ortak

yanları da her ikisinin de Filipin’li olmalarıydı ve her ikisi de 2012 yılının Mayıs ayında 6 gün ara ile ayrıldılar bu dünyadan.

Bu iki büyük usta,Conan’ın fantastik dünyasına ait karelerin haricinde;Ernie Chan’’Incredible Hulk, Batman, Red Sonja, Doctor Strange, Kull,

Power Man,Claw’’Tony De Zuniga ’’Jonah Hex, Black Orchid,Arak’’ gibi çizgi romanlarada

imzalarını atmışlardır.Conan’ın olağan üstü fantastik dünyasının oluşmasındaki, katkılarından

dolayı her iki ustaya da teşekkür ediyoruz, eşsiz çizimleri ile bize çizgi romanı,conanı ve fantastik dünyaları daha bir sevdirdikleri için.

Mehmet Kaan SEVİNÇ

Haberler

Ustalara Veda

8 9

Page 6: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Bir yaralı yüz…

Bir bebek yüz…

Ve çirkin bir ejderha…

Kahraman olma heveslisi, zavallı bir köylü ve ona cesaret vermesi için arkadaş edindiği devasa bir zenci gladyatör…

10 11

Page 7: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Pöh, sizmi beni yakalayacaksınız? Hepi topu bu kadarcık mısınız, size yardım edecek başka arkadaşlarınız yokmuydu, mesela bunak bir büyücüden de yardım alabilirdiniz.

- Hass…Telefonda tam çalacak zamanı buldu, keşke kapatsaydım!...

Olm bu herifler’de üç kuruş para veriyo üçyüz liralık iş istiyorlar, bu ne ya allasen? Abooov, istersen çizme, şuraya bak bi ton faturayı dayamışlar yine.

Dirili, dirili, dirili, dirili!...

Bordro mahkumu olmadık ama faturalara köle etti bizi deyuslar…Tamamdır baba, ekstradan multiplan’da çizerim masallara, söz akşam göndericem olm, mecburan çizcez, bir sürü ödenecek fatura çıktı yine…

He baba, buyur.Tamamdır aga bu hafta onaltı sayfadan tam dört masal gönderiyorum…Valla çiziyom olm… Bitti, bitiyor…

12 13

Page 8: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Baba cep çalıyo, hade görüşürük… Hocam buyrun. Evet, Türkçe kitabın

çizimlerini yarın gönderiyorum. Evet not alıyorum, Tatil kitabı kapakları çizilecek oniki tane, tamam onlarıda öbür güne teslim ederim.

Hadi bakalım, sende başlayıp da bitirelemeyen çizgi romanlar klasörüne…

Alooo, he benim, eyvah, tamamdır hocam ya, ben bu günkü resim kursunu unuttum, hemen geliyorum, arkadaşlar başlasın çalışmaya…

Çekilen keskin kılıçlar, kınına, oklar sadağına kondu, ejderha başka diyarlardaki fantastik dünyalara doğru açtı dev kanatlarını, maceracılar, kavgacılar, hırsızlar, katiller, kimi yayan, kimi atlı başka çizgi roman karelerindeki maceralara doğru yola çıktı, güzel bir hikaye daha başlamadan bitti. "’Vuslat başka bahara kaldı’’

14 15

Page 9: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Bu ödül bütün çizer arkadaşlarımızın ortak emeği ile aldığımız bir ödüldür. Hepinize sonsuz teşekkürler. Elinize, emeğinize sağlık dostlar…

Ne yardan geçerim, ne serden; Ne denizden, ne gökyüzünden ama...

Bırakmıyor son gördüğüm, Bırakmıyor geçim derdi.

Oymuş, diyor, zavallı şairin Görüp göreceği. Orhan Veli.

Gölge e-Dergi okurları takdir etmişler ve yine ‘’En iyi Çizgi Roman yayınlayan e-dergi ödülüne üçüncü kez bizi layık görmüşler.Bizde istedikki,hem bu ödüle layık olalım hemde bu çizgi romanı bunca yıldır birbirinden güzel çizgi romanları ile dergimize bu ödülü kazandıran tüm çizer arkadaşlarımıza ithaf edelim ama gel görki yine bırakmadı geçim derdi,buymuş çizerin en fazla çizip çizebileceği.

Öykü

Gencim. Damarlarımda bir zamanlar fokurdayan kan şimdilerde tembelce gezinen yoğun ve soğuk bir sıvı. Midem sıcak yemek öğütmeyeli çok zaman geçti. Genellikle soğuk ve çürümüş ete talim ediyorum. Gözlerim sıradan görüşünü yitireli yıllar oldu. Dışarıdan yönetilen bir sistemle görüyor ve duyuyorum ben de diğerleri gibi.

Anladınız değil mi? Ben bir zombiyim.

ANA ÖZET: Yakın gelecek. 2021. Yer:İstanbul. 2019’da bütün dünyayı saran bir salgın sağ kalan insanların üçte birini zombiye çevirdi. Salgına bir virüsün neden olduğu iddia edilmişti. Bunun doğru olmadığı artık biliniyor. Bu dünya insanlarının yaşadığı ikinci zombi dalgası. Birinci zombi dalgası 11.000 yıl önce yaşanmış ve o sırada mevcut olan uygarlığı sonlamıştı. Sağ kalan az sayıda insanın toparlanması binlerce yıl sürdü ve sonra medeniyetin ışığı yeniden parladı. 2019’da dünyayı vuran dalga ikinci ve birincinin yarım bıraktığı işi tamamlamak amacını güdüyor. Bu amaç insanların hepsini zombiye çevirmek ya da onları tümden yok etmek değil. Çok daha karmaşık bir sistemin iç çatışması söz konusu. Birinci grup bu amaç için mücadele eden zombiler. İkinci grup hastalığın vurmadığı sağlam insanlarla işbirliği yapan Kara Zombiler.

Zombiler zaman zaman eski yaşamlarını bütün ayrıntılarıyla hatırlayabilmekte. Dahası bu hatırlayabilme işini Taşana adını verdikleri genç kadınlar üstlenmiş durumda. Bunlar bütün dünyada sadece İstanbul’da bulunuyor ve sayıları 7 adet. Birinci tür zombiler bu Taşanalar’ı bulup bir araya getirme işini üstlenmiş durumda. Birinci dalganın yarım bıraktığı işi tamamlamak isteyen Kara Zombiler ise Taşanalar’ı öldürmek amacını güdüyor. Öykümüz 2021 yazında başladığında iki grup arasındaki mücadele bütün şiddetiyle sürüp gitmekteydi. Taşanalar niçin bu kadar önemli? Birinci dalgaya neden olan etken neydi? Kara zombileri kim yönetiyor? Bu amansız mücadelenin bir kazananı olacak mı?

Bu öyküler 56. sayısından itibaren Gölge Dergisi’nde tefrika edilmeye başlamıştır.

Taşana

Çatının üstünden aşağıya bakışımda iki farklı görüntü var. Birinde bilinen perspektif kuralları gereği benden uzaklaşan nesneler giderek küçülüyorlar. Diğer görüşüm tabiri caizse bir minyatürü andırıyor. Hedef olarak tespit ettiğimiz yer uzakta olmasına rağmen burnumun dibindeymiş gibi açık ve net bir konuma sahip. İçimde bir heyecan ve korku yeli esiyor. Nadiren hissettiğim bir şey olduğu için hem sevinçli, hem de huzursuzum.

Zombiname Gün Batımında İki Güneş – 2

16 17

Page 10: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Öykü

“O değil mi?”Sağ yanımda duran başyardımcıma baktım. Bir zamanlar beyaz olan grimsi mavimsi bir gömlek

ve siyah bir pantolon var üzerinde. Ayakları çıplak. Yılardır ayakkabı kullanmadığımız için tabanlarımızın altında iki santim kalınlığında sert bir deri tabakası var. Ten köselesi diyenler de var, ama taban köselesi deyimi daha revaçta. .

Başımı olumlu anlamda salladım. “Hazır mıyız?”Başyardımcım Buvv’un ağzından ismine benzer bir hırıltı çıktı ve dudakları hafifçe yanlara doğru

birazcık genişledi. Biz buna zombi dilinde dolu dolu gülümseme diyoruz. Takma adını da sık sık çıkardığı bu sese borçlu.

Aldığımız tertibat kusursuz gibi görünüyordu. Yeterince adam ve mühimmat vardı elimizde. Yıllar önce olduğu gibi artık sekizli onlu gruplar halinde avlanmıyoruz. Şu anda sayımız üç bin beş

yüz civarında. Ben bu grubun başıyım. İttifakla seçildim. Alansal hissetme, derinliğine sezme ve hızlı karar verme yetim gelişkindir. Beni grubumda lider yapan iki özelliğim daha var. Biri hızlı ve şartlara uygun strateji kurabilmem, diğeri de insan olduğumuz zamanları böylesine ayrıntıyla hatırlama ve bizzat deneyimleme yetim. Hiç lafı edilmez, ama herkeste geçmişin özlemi bir şekilde hâlâ yaşıyor. Rakibimiz olan ve siyah elbiseler giydikleri için Kara Zombiler adını verdiğimiz güruhun geçmişle bütün bağları kopuk. Bu yüzden bize karşı iflah olmaz bir kin besliyorlar.

Artık sadece güçlenmiş, dayanıklılığı eskisine oranla defalarca artmış olan kas gücümüzü kullanmıyoruz. Elimizde envai çeşit silah ve elektrikle çalışan taşıma araçları var. En önde giden imha ekibi kurşun geçirmez yelek ve kask kullanıyor. Karşı taraf özellikle son altı ayda olağanüstü bir şekilde örgütlendi. Ekibimize birkaç kez ağır zaiyat verdirdiler. Biz de mücadele yöntemlerimizi bu en yeni duruma uyarladık.

Bir kilometre kadar ötedeki eski bir otel binasında bir Taşana gizli. Yerini yaydığı iletişim dalgalarından saptadık. Bunun anlamı düşman ekibin de yakınlarda bulunma ihtimalinin büyük olması. Aldığımız istihbarat bunu doğrulamaktaydı. Düşman üç kilometre ileriden, güneşin battığı taraftan üzerimize doğru gelmekteydi.

Bu operasyona tepeden tırnağa silahlı üç yüz dört kişiyle katılmaktayız. Diğerleri bize ait olan bölgeyi korumak için geride kaldı. Harekete geçmiş olan düşman kuvveti bize denk, ama biz avantajlı durumdayız. Tuzak kurmuş durumda bekliyoruz. Çatılarda dürbünlü tüfekli ve roketatarlı on sekiz adamım bulunmakta. Savaş ekibimi hilal şeklinde semte yaydım. Düşman bir uçtan saldırınca arkadan kuşatıp ezeceğiz. Daha önce bir kez deneyip çok başarılı olduğum bir yöntemdi. O çatışmada hiç kimse sağ kalmadığı için bu taktiği bir kez daha kullanmakta hiçbir mahzur görmemekteyim.

“Haydi.”Bulunduğumuz bina eskiden tanımış bir sigorta şirketine aitti. Artık asansörler çalışmadığı için on

ikinci kattan aşağıya merdivenleri kullanarak indik. Sokaktaki tertibat çok iyiydi. Beni bekleyen altı arabalık konvoyla Taşkışla caddesinden geçerek sinyalin kaynağı olarak tahmin ettiğimiz yere gittik.

Eskiden astronomik fiyatlara kiralı dairelerin ve işyerlerinin bulunduğu caddede kontrol tümüyle bizdeydi. Adamlarım özenle mevzilenmişlerdi. Buralar daha önce hem bizim, hem de rakiplerimizin taradığı bir alandı. Bu alanı tümüyle ele geçirebilmek için yüzden fazla savaşçı zombimizi kaybettik. Gözüpek kardeşlerimiz Feriköy mezarlığında kucak kucağa yatıyorlar. Şu anda sadece bu semtte iki bine yakın soğuk kanlı zombimiz ikamet etmekte.

O yüzden bir Taşana’nın hâlâ sapasağlam olarak burada olması bende önce kuşku yarattı. Bir

Öykü

yanılsama, geç kalmış bir geçmiş ekosu olabilirdi. Sonra gelen sinyalleri defalarca dinleyince bunun istekiçi bir karaktere sahip olduğunu bulguladım. Sezgilerim son yıllarda beni hiç yanıltmadı. Aldığımız çağrı gerçekti. Tuzak değildi. Rakiplerimizin de bu sinyalleri hissedebileceğini göz önüne alırsak şu anda bize doğru geliyor olmaları çok doğal. Buralar bir yıla yakındır bizim kontrolümüzde. Bu nedenle avantaj bu aşamada bizde.

Bir savaşı göze alabileceklerini sanmıyorum. Sayıları neredeyse iki katımız kadar olsa da Kara Zombiler’in kazanma şansı yok denecek kadar az. Birincisi hazırlıklıyız. Bu bölgenin her santimetre karesine biz hükmediyoruz. Tertibatımız çok üstün. Yaptığımız hatalardan ders aldık. İkincisi de rakiplerimizin yüzde doksan sekizi bizlere göre daha yavaş, daha az zeki. Hafızaları seyrek dokunmuş hasır gibi. Attıkları her adımda bellek taşlarından birini düşürüyorlar adeta. Bu fark bizim hızla üstünlük kurmamıza yetti de arttı.

Her nasılsa zombileşmeyen insanlarla yaptıkları ittifak da şu ana kadar çok etkin olmadı. Çünkü hâlâ insan olanlar yaralanmaktan ve ölmekten çok korkuyorlar. Elitleri girişinin bulunması çok zor olan sığınaklara sinmiş durumda atıl duruyorlar. Risk almıyorlar. Sığınaklardan nasibini almamışların bazıları uzak mesafelerden dürbünlü tüfeklerle zamanında çok kardeşimizin beynini dağıttılar. Bunların hemen hepsini tek tek söktük yerlerinden. Etlerini son lokmasına kadar sindirip dışkıya çevirdik. Artık kontrol ettiğimiz alanın dışındalar. Sık sık yer değiştirerek varkalmaya çabalıyorlar. Av olma durumları iyice kronikleşti.

“Gerçek bir Taşana bu. Şimdi çok yakından hissediyorum.”Buvv haklıydı. Sinyalde bir yamukluk yoktu. Şu ana kadar aldığımız hiçbir sinyale benzemiyordu.

Boğumluluk, yoğunluk ve çeşni olarak benzersizdi. Bunu ancak hakiki bir Taşana yollayabilirdi. Eğer çok benzersiz bir şekilde tasarlanmış bir tuzak değilse tabii ki, sezgilerim buna hiç ihtimal vermiyordu.

Şu ana kadar tek bir Taşana görmedik. Bahsi zihinlerimize ansızın üşüşmüştü. Hepimize birden. Bir yıl kadar önce. Onları bulmak ve korumak görevi içimize doğmuştu. Kolektif olarak. Bu öyle güçlü bir histi ki, bizi birbirimize adeta kenetledi. Bundan önceki ortak misyonumuz sıcak et peşinde koşmaktan ibaretti. Dağınıktık. Birbirimizle didişmekten başka şeye enerjimiz kalmıyordu. Rakiplerimiz tarafından kurulmuş pusularda helak olup gitmekteydik. Artık sadece insan etine gereksinim duymuyoruz. Bir zamanlar on sekiz milyon olan şehir nüfusu şu anda taş çatlasa on beş yirmi bine inmiş durumda. Mevcut yiyecek stokları daha yıllarca yetecek durumda. Kalori sıkıntımız yok yani. Şu anda moral yönünden inanılmaz derecede güçlüyüz ve paslanmaz yıpranmaz bir misyona sahibiz. Biraz eskiden bu topraklarda gaza için savaşan askerlere benziyoruz dersem çok abartma olmaz.

Hissettiğimiz şey karmaşık ve kurgubozuma uğratıcı bir yapıydı. Rakiplerin kafasını kırmak, taze insan eti tatmaktan ibaret sade yaşantımızın bitimini vurgulamaktaydı. Daha farklı bir faza geçilecekti. Buna Taşana bizzat neden olacaktı. Yavaş atımlı kalplerimizi bir nebze de olsa hızlandıran bir gelişmeydi. Sade yaşantımızdan hoşnuttuk, ama bu durum merak etme hassamızı yeniden harlatmıştı. Buvv’un çok yerinde değişiyle şu ana kadar bilinçsizce lafını ettiğimiz, ama kendisini görmediğimiz ikinci bir güneşin doğumuna şahit olacağız. Elimle bir zamanların ünlü otelini işaret ettim. “Orada.”

Buvv başıyla onayladı. “Kaç defa taradık buraları Şef.”Başyardımcım tuzak ihtimalini vurguluyordu haklı olarak. Bense farklı düşünmekteydim. Taşana

gerçekti, tuzak yüklü değildi. Daha önce onu hissedememizin nedeni kendini başarıyla kısmasıydı. Şimdi kendince bir nedenden bizle temasa geçmişti. Bir şey daha çok açıktı. Onunla temas nedeniyle başımız fena halde ağrıyacaktı. Zombisel varoluşumuzda yepyeni bir perdenin açılmasına az kalmıştı.

“Kapatmıştı kendini. Şimdi kendi istiyor.” Dedim.

18 19

Page 11: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Buvv bana baktı ve içini çekti. Bir zombi nadiren iç geçirir. Bu ikimizi de içten tebbessüm ettirtmişti. Binanın önünde tertibat almış olan kuvvetlerin komutanına bakarak “Sen dışarıyı kontrol et.” Dedim

ve yürüdüm. Buvv ve tepeden tırnağa silahlı yirmi kadar adamım arkamdan harekete geçti. Bir öncü ekibin önden gitmesine gerek görmemiştim. Bir süredir her karışını bizim kontrol ettiğimiz bir yerdi burası sonuçta. Dahası binada ikamet eden hemcinslerimiz vardı. Onlar da çapak araması yapmışlardı.

Eskiden beş yıldızlı bir otel olan binanın dış kapısı daha önceki çatışmalarda hasara uğramıştı. Bir zamanlarki kalın kapının yerinde şimdi sadece kasası vardı. Hemen ardındaki döner girişin dört yapraklık metal çerçevesinin üst taraflarında köpek balığının dişlerini andırır bir şekilde cam parçaları durmaktaydı. Kapıyı berhava eden lav silahının hışmından kurtulabilmeleri takdire şayandı doğrusu. Geniş holde eskiden resepsiyonun olduğu yer makineli tüfek ateşi ve patlayan el bombalarıyla lime lime olmuş bir halı gibiydi. Uçuk mavi boyalı duvar yer yer kapkara isle kaplıydı. İçeri girdiğimizi gören besili kocaman bir fare aşırı telaşa kapılmadan yağlı kıçını kımıldattı ve eskiden çalışan asansörlerin bulunduğu tarafa doğru giderek bir yerlere sindi.

Holün ortasında durup sinyali dinledim. Ayaklarımın altından geliyordu. Bu bina hem bizim, hem de bizden önce rakiplerimiz tarafından karış karış taranmıştı.

Sağımda duran Buvv’a baktım. “Ne diyorsun?” Buvv omuzlarını bilmiyorum anlamına silkti. Tam ona bir şey diyeceğim sırada yıllar önce sıradan bir

insankenki yaşamım tarafından sarmalandım.

* * *

Bir pencereden bahçeye bakıyordum. Hemen beş metre kadar önümdeki dev incir ağacının kalın dallarından birine salıncak kurulmuş. Lacivert düz ve desensiz pamuklu bir kumaştan elbise giymiş ince yapılı bir kadın dört yaşlarındaki kumral bir erkek çocuğu sallıyor. Sırtı bana dönük. Kadının kestane rengi saçları omuzlarına değiyor neredeyse. Çocuğun üzerinde taba renkli kumaştan bir şort var sadece. Güneş tepeye yakın olmalı. Gölgeler kısa. Çocuk salıncak en yüksek noktasına ulaştığında heyecan dolu çığlıklar atıyor. Bahçe dört dönümdü. Baktığım açıyla ağacın yirmi metre kadar ardındaki yüksek taş duvarın iki ucunu da görememekteydim.

Mazinin kalbine gömülmüş sesimi duymak kalbime hız masajı yapmaktaydı. Yirmi küsur yıl öncesini izlemekteyim. Dayımın Dikili’deki kır evinin bahçesi burası. Ben on iki yaşına girene kadar her yazı orada geçirmiştik. Abi kız kardeş çok iyi geçinirlerdi. Babam ben iki yaşındayken trafik kazasında öldüğü için bu bağ zamanla daha da güçlenmişti.

Yitip giden zamanlara olan özlem hasletim raftan düşmüştü yine. Feryadı figandı. Elimden gelse camdan atlayıp yanlarına gidecektim, ama taban köselelerim döşemeye yapışmış gibiydi. Kımıldatamıyordum.

“Sanki gıdıklanıyormuş gibi değil mi?”Annemin yüzü hatırladığım gibi. İnce uzun, o kadar güneşli yerde solgun kalmayı başarmış bir ten,

hüzün ve neşenin birlikte sığıştıkları iri ela gözler. Hislerini saklamaya yeminli bir çizgi gibi kapalı duran ince dudaklar.

“Öyle derdin hep.” Dedim.“Hatırlıyorsun demek hâlâ?” Başımı sallamakla yetindim. Eğer konuşsaydım belki de ağlayacaktım. Beş yıldır zombi olan

Öykü Öykü

birinde göz yaşı bezleri hâlâ çalışır durumda olabilir miydi bilmiyordum. Bir örneğini hiç görmemiştim, ama dediğim gibi bir yıldır farklı bir mecraya girmiş durumdayız. Bunun metabolizmasal bir karşılığı da söz konusu olabilir pekâlâ. Bu üzerine kolektif bir kararlılıkla tek bir kelime bile etmediğimiz hassas bir konu.

“Diğer şeyler de var. Aynı anda ve her yerde.”Annem iki kadına bölününce tabanlarımın köselesi kendini yerden sökmeyi denedi yine ve başarılı

olamadı. Bir parkın ortasına konmuş mermerden kocaman bir büst kadar cevvaldim. Diğer kadın kumral, koyu renk gözlü, annem gibi soluk tenli, aşağı yukarı onun yapısında ve o

sıralardaki yaşındaydı. Üzerinde soluk bir kot pantolon ve çocuğun şortu renginde bir tişört vardı. Sol elini bana doğru uzatınca yanında duran annem ve arka plandaki çocuk görüşümden bilindiler. Bahçe yerinde duruyordu.

“Sana mahsus o eski kır evinde göründüm. Aslında İstanbul’dayım. Ben de dahil 7 Taşana’yız toplam olarak. Bizleri bulman gerekecek. Acilen.”

Neden diyecektim vazgeçtim. Anlatmak istediği şeyler beynimin idrak haznesine dolmaya başlamıştı. Bu süre içinde sessizce bakışmakla yetindik.

“Şimdi anladın değil mi?” Başımı salladım. “Evet.”Gülümsedi. “Çok iyi. Zaman sınırlı. Bunu unutma.”Anlattığı şeyler inanılmazdı. Zamanın sınırlı olması çok doğaldı bu şartlar altında. “Adın ne senin? Esas adın. Temel yapı taşın insan mı?” “Zamanı gelince.”Kadının ortadan silinmesi bahçeye inen bir perde gibiydi. Otelin resepsiyon bölümündeydim.

Adamlarım merakla yüzüme bakıyorlardı. Yüzlerinde merakın yanı sıra huşu diyebileceğim bir şeyler de vardı. Son bir yılda değişmiştik. Bu açıktı artık. Bu gelişmenin bedelinin akıl almaz bir bedeli olacaktı. Bunu onlara taksitle anlatacak, Buvv hariç kimseyi baştan karamsarlığın bitimsiz tünellerine sokmayacaktım. Eski zombi hayatımız, yarı espriyle ZOM lüksümüz diyebileceğim gidişat sonsuza kadar bitmişti.

* * *“Demek böyle.” Dedi Buvv.Civardaki en yüksek binanın tepesindeydik. Batı ufkunda güneş iyice alçalmıştı. Şehrin önemli bir

kısmı ayaklarımızın altındaydı. Elimle sağımızda duran Kurtuluş semtini işaret ettim. “Oradan başlayacağız. Şeref Meriç sokağından.”

Göreceli olarak bize en yakın ve en kolay hedeften başlıyorduk. Kurtuluş semti ve çevresinin neredeyse tamamı bizim kontrolümüzdeydi. Son aylarda eski sınır dediğimiz Dolapdere caddesi civarında kara zombilerle aramızda tek tük çatışma olmuştu. Az önce bize doğru yaklaşıyor gibi görünen düşman kuvveti bundan vazgeçmişti. Düşmanımızın gücümüzü kabullenmiş numarası yaptığını, sinsi sinsi bin bir dolap çevirdiklerini biliyorduk.

Birinci Taşana’nın gizli olduğu semtte operasyona kalkışmamız moral açısından uygun olacaktı. Ardından sıra tümünü Kara Zombiler’in kontrol ettiği yerlere gelecekti ki, şu anda işin bu aşamasını düşünmek bile istemiyordum.

Başyardımcım işin vahametini bir derece daha derine kavramışçasına başını salladı ve sessiz kaldı. “Yarın sabah erkenden harekete geçicez.” Dedim. “Bu akşam kurmayları topla.”

20 21

Page 12: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Öykü

“Tamam Şef.”Buvv gidince manzaraya bakarak düşünmeye devam ettim. Hayalimde salıncak boş bir şekilde

sallanmaya devam etmekteydi. Bahçedeki insansız görünüş aldatmacaydı. Taşana oralarda bir yerdeydi. Bu çok yeni bir şeydi. O gerçekliğe ait bir şey hatırlayabilmek bana verilen bilgilerin kesinliğini vurgulamaktaydı. Şu anda olduğunu deneyimlediğimiz hiçbir şey sandığımız şey değildi. Şehrin önemli bir bölümünü idare ediyor olmamız, artık sadece insan etine bağımlılıktan çıkmışlığımız, elimizde yeterli derece yiyecek stoklarının bulunması ve yerleşik diyebileceğimiz bir şekilde ikamet ediyor olmamızın verdiği sonsuza kadar sürebilirlik beklentim yerle bir olmuştu. Deneyimlediğimiz her safha göründüğünden ve algılamış olduğumuz şekilden farklıydı.

Yakında gün batımında belki bir ikinci güneş belirebilirdi, ama bunun öncesi korkunç bir fırtına yaşanacaktı. Fırtına çok yakındı. Elektriği şu anda bile havada hissedilmekteydi. Sığınaklarda sabırla bekleyenler bunu iyi biliyordu. Hiçbir çatışmaya müdahil olmamaları bu yüzden. Şimdi kartlar yeniden karılıyor. Hiçbir şeyin sandığımız gibi olmadığını bilmek çok sarsıcı bir duygu. Beni en çok heyecanlandıran nokta Kara Zombilerle kafa kafaya gelecek olmamız değil. Bunu daha önce de yaptık. İlginç olan beş yıldır hiç sesleri sedaları çıkmamış olan ve sığınaklarda yaşayan insanların ilk kez kartlarını açacak olmaları. Ardından da dananın kuyruğu iyice kopacak. Tarih bu tür vakaların neden olduğu yangınların ışığında yazılır. Değişen bir şey yok. Yine öyle olacak.

-Devam edecek-

Öykü: Sadık YEMNİ

22 23

Page 13: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Kitaplık

24 25

Sonsuz Cuma (Haziran'In ilk haftası tüm kitapçılarda)

Page 14: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Öykü

Evet sayın okuyucular ben de YGS’ye girdim. Ve yukarıda okuduğunuz sıkıcı muhabbetlere kaç bin kez katlandım, kaç yüz kez ‘Şu soru nasıldı’ tartışmalarında ‘Haydi yaa o öyle miydi?’ dedim sayısını Allah bilir. O muhabbetler insanı sınavdan fazla geriyor. Pazartesi okula gitmemek bir önlem olmuyor, zira bu konuşmalar iki hafta sonra bile devam ediyor. Kulaklığı takıp kafanızı gömdüğünüz sürece pek işlemiyor. (Ben Slayer zırhını kuşandım. Gayet sağlam.)

Senenin başında hem ders çalışırım, hem yazı yazarım, hem çizerim, hem de filmimi izlerim gibi hayallere kapılmadığım için şu ana kadar en azından hüsrana uğramadım. Yalan söylemek anlaşılabilir bir şey. Ama insanın kendine yalan söylemesi kadar saçma bir şey yok. Olur mu lan öyle şey? Hepsini yapabilen varsa, beni bir bulsun Allah aşkına. Bir kere hepsini aynı anda yapmaya çalıştın diyelim, başlarda yürüyor, diyorsun ki “Tamam moruk, ben buradan yardırırım işte hepsini idare ediyorum”. Bu güzel fantezi netlerin düşmesi veya (daha da beteri olduğunu düşündüğüm) netlerin bir türlü yükselmemesiyle bir anda bitiveriyor. Annen seni uyandırıp, “Haydi evladım saat kaç oldu, uyan” diyor. (Öyle uyandıran anneler var mı gerçekten? Ben çoğunlukla annem “Senin dershanen yok mu niye yatıyorsun hâlâ?” diye söylenirken, cümlenin ortasında uyanıyorum. Cümle bitene kadar lanet ediyorum, bakıyorum kaçış yok kalkıyorum sonra. Annem sevgi ve şefkat gibi çağdışı duygulara asla prim vermeyen bir insan… Evin Iron Lady’si)

Netlerin EKG grafiği gibi inip çıkmaya başladığında dershaneden bir hoca seni görüşmeye çağırır, “Sevgili Begüm’cüğüm…” ile başlayan sahte samimi cümleler kurar, seni anladığını söyler. Seni daha bu senenin başında tanımış bir insanın seninle nasıl bu kadar samimi olabileceğini düşünürsün, o sana ders programı yapmak için bir günde neler yaptığını nasıl sorar. Es kaza bilgisayar-internet-film kelimelerinden birini kullandığın zaman hocanın alnında kırmızı neonlu WARNING! butonu yanmaya başlar. Çünkü onun beynindeki arama motoruna bu anahtar sözcüklerden birini yazdığın zaman sınavı kazanamama, netlerin düşmesi, seneye kalma sonuçları bulunuyor. (Tahminen 0,036 saniyede…) Peki, bir de vaktini asla gerçekleşmeyecek öyküler yazmakla harcadığını duysa, ne der kim bilir? Veya test çözmek yerine Master Yoda’yı çizdiğini duysa ne yapar? Master Yoda’yı duymuş mudur acaba hiç? Star Wars izlemiş midir? Kurduğu

Nasıl geçti kızım?İyiydi anne ya.

----Yetiştirebildin mi yavrum?

Yetiştirdim teyze----

Nasıldı lan?Ne biliyim be anlamadım iyi mi kötü mü seninki?

Yetişmedi ya.Neyse s**tir et moruk.

Aynen.

F**K’EM ALL!

Öykü

evrenleri saatlerce planlamış mıdır? “Begüm’cüğüm bunları seneye ya da yaza bıraksan senin için daha iyi olur. Senin şu anki önceliğin ders çalışmak” mı der? İçinden ‘Yoda kim lan?’ diye geçirir mi? Ya da ‘Bundan bir bok olmaz, en iyisi vakit kaybetmeyeyim de derece yapabileceklerle konuşayım,’ mı der?

Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrendi? Sen ona hayatın boyunca onlarca öğretmenin sana program yaptığını ama doğanda programa uyma gibi bir yeteneğin olmadığını anlatamadan o sana bir program sunar. Ben herkesin uyabileceği şeylerin varlığına hiçbir zaman inanmadığımı anlatmak isterim ama o an susmak daha kolay gelir, programı alıp eve giderim, masada bir yere asarım ama asla uygulamam.

Sonra akşam dersten sıkılırsın, bir şeyler okuyayım dersin, dergi alırsın eline, bir halt anlamadan karıştırırsın, derse mi dönsem dersin, dönersin, yarım saat sonra sıkılırsın, sıkıldım deyip masadan kalkarsın, bir şeyler izleyim dersin, başlarsın, yarısında vicdan azabı başlar, zaman mı kaybediyorum acaba der bir ses, saçmalama hep ders mi çalışacaksın der öteki, gören de geceler boyu çalışıyor zannedecek der beriki, öbürü de ya film bitsin döner derse der, bu sefer beriki sabah okula nasıl yetişecek devamsızlık yapmaması gerek diyecek, öteki de şimdi filmini izlesin ders çalışmak istemiyor diyecek, beriki sınavda da film anlatır artık diyecek ve ben ne film izleyebilmiş ne ders çalışabilmiş birisi olarak bir günü daha noktalayacağım. (Öteki’yle beriki bildiğin anne baba geyiği yapıyorlar yalnız.)

İşte benim sınava hazırlanma taktiğim. Kimseye tavsiye etmem, zaten çalışma metodu soran alt dönemlere de ben hâlâ öğrenemedim sen de varsa bana söyle diyorum. Böyle lambur lumbur bir sene daha geçirmiş bulunmaktayım, önümdeki günlere baktığımdaysa pek de iç açıcı bir tablo görmüyorum ama ne demiş Mazhar Alanson, “Benim hâlâ umudum var.”

Gençlik yılları geri gelmez diyen yaşlı insanlara söylemek istediğim bir şey var: gelmesin zaten moruk. (Biraz isyankâr davranıyor olabilirim mazur görün her ne kadar büyüdüm desem de ne de olsa hâlâ ergenlik dönemindeyim, ayrıca yaşlı insanlara moruk demem, o benim hitap şeklim. Yarın bir gün bastonla kovalanmak istemiyorum.)

Ben kendimi bildim bileli hep bir şeylere hazırlanıyorum. İlkokulda okumayı öğrenen ilk kişi olmak için çalıştım, kurdeleyi ilk alan olmak için çalıştım, hangi sınıfta olursam olayım sınıf birincisi olmak için çalıştım, bazen oldum da… Ortaokulda liseyi kazanmak için çalıştım, liseyi kazanın, gerisi kolay dediler, inandım, bir dönemler fen lisesi kazanamazsam hayatım asla güzel olmayacak mı diye düşünüyordum ciddi ciddi, kazandım, bir şey değişmedi, ben yine bir şeylere hazırlanıyorum. Değişen şey sadece sınav isimleri. Arkasındaki kof beyinlerde hiçbir yenilenme yok. Genç beyinleri sömürmekten olsa gerek enerjilerinde hiçbir eksilme olmuyor. Yoruldum, bıktım diyorsun ohoo bu daha ne ki diyor duyanlar. Daha önünde kazanılacak bir üniversite var. Bitirmesi, kazanmasından daha zor olan… Bulunacak bir iş var. Katlanılacak müdürler var. Erkenden kalkılacak bir sürü sabah var. Bu sabahlara yatacağın huzursuz uykular var. Böyle sürüp gidecek yıllar var. 50 metre koşup yoruldum diyen bir atlete ne yaptın sen hacı, bu 800 metre koşusu demek gibi bir şey. Atletin içinden neler geçirdiğini az çok herkes anlayabilir değil mi?

Yapmak istediğim şeyler için bana zaman bırakmayan, zaman bulsam bile beynime bin tane fitne fücur doluşturan, arkadaşlarımla doğru düzgün eğlendiğim bir anımın bile olmadığı bir sene yaşamamı sağlayan, okuldan dershaneye koşturan, dershaneden eve akşam ezanından önce dönmediğim için bünyemin kendisini evin babası gibi hissetmesini sağlayan, bir hafta sonu olsun bugün de tatil yapın lan, bendensiniz bu hafta demeyen, olmadık huylar edindiren (denemelerde edinilen huylar oluyor genellikle), en rahat adamı bile streslere gark eden bu sisteme ben ‘F**k the System!’ demeyeyim de kimler desin a dostlar! Biliyorum bunu okuyan birileri var ve aynı ben diyecek, benimle aynı yerden mustarip birçok

26 27

Page 15: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

çağdaşım var. Bize sadece hayıflanmak kalıyor ve bir senemizin daha böyle gitmemesini dileyebiliyoruz sadece.

Sınav bitince de bitmiyor, içindeki o seslerden en fesadı acaba kaydırma yaptım mı şüphesini tıkıştırıyor beyindeki kıvrımlardan birinden. Sınav açıklanana kadar bir de onu düşünüyorsun. (O şüphe kadar ömür çürüten bir şey daha yoktur eminim. Sınavı yetiştirdiysen bile emin olamıyorsun. Kaydırma yaptıysan pisipisine gideceksin. Ben bu mevzuya bayağı takmış durumdayım zira rüyamda kaydırma yaptığımı, bir milyon kişinin beni geçtiğini görüp sıçrayarak uyanıyorum, uykusuz bir halde taze zombiler gibi geziyorum resmen.) Çekilir çile değil açıkçası. Sıktıysam af ola. Bu da böyle bir yazı oldu işte. Umarım bir daha yazmak zorunda kalmam. İnşallah herkes için en mutlu olacağı şekilde sonuçlanır. Sevgiler.

By the way – F**K THE SYSTEM!!!

Öykü: Begüm ERDEM

[email protected]

Öykü Çizgi Romanİnceleme

Fazla Tanınmayan Ustalar-3

Bu seferki tanıtacağım usta, evvelki tanıttıklarımdan farklı olarak bir çizgi roman çizeri değil. Fakat çizimleri bir sürü heavy metal-rock grubunun albüm kapaklarını süslemiş, bir sürü bilgisayar oyununda kapak olmuş ve zamanımızın bir sürü çizgi roman çizerinin esin kaynağı olmuştur. Şu anda çoğu bilim-kurgu ve fantezi oyununda onun çizimlerinden yola çıkılarak çizilen arka planlar kullanılır ve “Avatar” filmindeki çoğu sahnenin onun çizimlerinden esinlendiğini söylemek yalnış olmaz.

Roger Dean’in çizimleri bazı kişilere ( özellikle de yaşı 30’un üstünde olanlara) tuhaf bir şekilde tanıdık gelecektir. Nedeni, bilmememize rağmen, 70-80 ‘li yıllarda etrafımızın aslında Dean çizimleriyle çevrili olmasındandır.

Roger Dean 1944’da Ashfort Kent’te doğan bir İngiliz’dir. Babası İngiliz ordusunda subay olduğu için Dean 12 yaşına kadar sürekli farklı ülkelerde kalmış ve 1956 yılında İngiltere’ye geri dönmüştür. Daha küçük olmasına rağmen o yıllarda bile sürekli gittiği ülkelerde gördüğü ilginç şeyleri çizdiği ve bir yerlere not aldığı bilinmektedir. Kendisi önce Canterbury School of Art’dan mezun olur, ikinci mezuniyetini de 1968’de ise Londradaki Royal College of Art’dan alır. Royal College of Art’da okurken, sadece çizim değil tasarım ve mimari’ye de ilgisi olduğunu fark eder ve o zaman için olay yaratan “sea urchin chair” i yaratır. Bu koltuk, adı gibi bir deniz kabuklusuna benzemektedir, fakat aşırı yumuşak bir maddeden yapıldığı için oturanı içeri çekmekte ve oturan kişinin şeklini alıp onu rahatlat bir pozisyona sokmaktadır. Türkiye’de “Armut Koltuk” diye bildiğimiz şekil değiştiren koltukların babası, bu koltuk’tur

Daha sonra İngiltere’de bir gece klubu için buna benzeyen farklı bir koltuk tasarlar. Bu koltuk “Otomatik Portakal” filminde gösterilir.

Dean yavaş yavaş sanat camiasında adını duyurmaya başlamıştır. Önce kendisiyle 1968 yılında psychodelic rock grubu “The Gun” onunla temasa geçer ve bir album kapağı çizmesini isterler. 1971 yılında ise Osibisa grubu ondan bir çizim ister. Osibisa’ya yaptığı kapak, onun 1971’den sonra ortaya çıkacak olan stilini müjdeler. Fantastik dünyalar ve inanılmaz arka planlar. 80’li yıllarda çizdiği “Uriah Heep”,“Yes” ve “Asia” kapakları ise onu müzik dünyasında meşhur eder.

Roger DEAN

28 29

Page 16: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

85 yılında, unutulmaz Amiga oyunlarının yaratıcısı olan Psygnosis’in logosunu tasarlamasıyla , bilgisayar oyunlarına da kapağı atar. O zamanın çoğu bilgisayar oyunun kapağında ve oyun içersinde yaptığı tasarımla kullanılır.

Dean’ın aynı zamanda o zamanlarda tasarladığı ve yaptığı bir “küresel ev” tasarımı da büyük beğeni kazanır. Dean bu evin de daha sonra patentini alır ve “küresel köy” tasarımları ve modelleri yapar. Bunların maliyet hesapları da oldukça mantıklıdır. Tek problem ana kalıp parasının çok olmasıdır. Bu ana kalıp’tan yüzlerce ev yapılabileceği gerçeği ve insanların standart tarz evlerde oturma isteği, projeyi gerçek hayata geçirmeye yetmez. Ama yine de Dean aynı tarzın üstünde sürekli değişik oynamalar yaparak bu tasarımı hala fuarlarda sergilemektedir.

Yaşı 70’e yaklaşmasına rağmen, bu ihtiyar delikanlı hala her sene yeni çizim kitapları ve takvimler çıkartmakta, mezun olduğu okulda dersler vermekte ve hala ara sıra albüm kapağı tasarlamaktadır. Şu anda çizimleri, bizim alışık olduğumuz tarzla kıyaslanınca “eski moda” gibi gözükse de , şu anda bir sürü fikrin, çizimin, çizgi romanın ve filmin öncüsü oldupu da su götürmez bir gerçektir.

Tunç PEKMEN

www.uzunjohn.com

Çizgi Romanİnceleme

Fransızca Ölmek-Hoşça Kal Martapol

Akşam oldu her günün sonunda ki gibi, hep olur zaten akşam, yani o öyle düşünür. Martapol Haziranın 21. günü çağırdı evine akşamın ışıklarını. Kitabını açtı, soluğunu derin aldı, en heyecanlı yerinde kalmıştı öykünün. Bütün gün kitabın sonunda ne olacağını merak ederek yaptı işini. Dolabından çikolatasını aldı, çayını yudumladı, sayfayı çevirdi, okumaya başladı. 245. Sayfa, 246, 247, 248, 249. Büyük bir çığlıkla titredi sayfalar doğruldu yerinden Martapol, sokağa baktı ama ses apartmandan geliyordu. Kapıyı açtı koridora bakındı. Eli kanlı bir adam koşarak çıktı apartmandan. Martapol 45’lik yaşı ve şişman bedeniyle telaşla çıktı merdivenleri. 2. Katta durdu 4 numaralı dairenin sahibi Narnia kapının önünde oturmuş ağlıyordu, hemen yanında bir adam kapalı gözleri, kanlar içinde gövdesi. Titredi nefesi, kelimeler her zamankinden daha ağır ağzında…

Martapol: Hemen, hemen ambulans çağırmalıyız.Narnia kıpırdamadı hiç, kanlı avuçlarına bakıyorken.Çok geçmeden ambulans geldi, yaşıyordu Narnia’nın erkek arkadaşı. Hastaneye gelmesini rica etti

Narnia, korkmuş gözüküyordu. Beni yalnız bırakma lütfen diye üsteledi. Kabul etti Martapol, hiçbir şey söylemeden şefkat göstermeden. Sabaha kadar kalacaktı Narnia’nın yanında. Hastaneye vardıklarında da hiç konuşmadılar, hatta konuşmayı unuttuğunu bile düşündü Martapol. Yanında hiç yalnız olmayan çok güzel bir kadın vardı, Narnia. Kendisi Martapol, kitaplardan, okuduklarından başka bir şeyi olmayan bir kadın, siyah ve beyaz gibi farklılar. Narnia kızıl saçları, beyaz teni, mas mavi gözleri tap tatlı dudakları, çokça güzel ama fazlaca sürtük bir kadın. Sürekli başka erkeklerle gelirdi evine. Bir haftadan uzun sürmezdi her gelen adamın kalışı apartmanda. Öyle olmak istemezdim diye düşündü Martapol, zaten kendinden başkası gibi olmak istemezdi. Düşünürken uyku kapladı zihnini, gözleri kapandı, uyuya kaldı hastane sandalyesi üzerinde, uyuduğu en rahatsız uykuydu. Sabah olduğunda kapıcı dairesine döndü adamın nasıl olduğunu bile sormadan. Sonra zaman geçti iki gün sonrayı buldu, işini yapmaya devam ediyordu Martopol, kahvaltı sever zenginler adına. Marketten eve dönerken, köşe başında o adamı gördü eli kanlı kaçan adamı. Hemen kapıyı açıp içeri girdi, biliyordu kötü adamlar hep köşe başında beklerdi. Evine girdi. Polisi aradı, penceresinden sokağı gözetlemeye başladı. Gelen giden yoktu, peki ya o telefon ederken adam içeri girdiyse. Narnia’yı uyarmalıydı. Kapıyı açtı birkaç merdiven çıktı ve imdat çığlığı yankılandı kulaklarında. Hızla çıktı merdivenleri, adam elinde bir sopayla vuruyordu Narnia’ya. Adamın üzerine atıldı, fakat hiçbir işe yaramadı, ona da vurmaya başladı eli kanlı adam. Apartmanda oturanlardan kimse yardım etmiyor yalnızca bakıyorlardı. Çoğu sevmezdi zaten Narnia’yı, Martapol’ü ise tanımadılar bile.

Polis sirenleri duyuldu, kurtulduk diye geçirdi içinden Martapol. Eli kanlı adam merdivenlere yöneldi fakat çok geçti, polisler yukarı çıkıyordu. Geriye döndü Narnia ya baktı baygın yatıyordu yerde. Martapol ile göz göze geldiler sıkıca kavradı saçlarından. Cebinden bıçağını çıkarıp boğazına dayadı. Polisler karşılarındaydı, yaklaşırsanız kadını öldürürüm dedi. Korkuyordu Martapol fakat umutluydu, daha önce okuduğu kitaptaki gibiydi her şey, polisler onu kurtaracaktı, onu kurtaracak hamleyi yapan polis memuru kahraman olacak, gazeteye çıkacak, sonra da Martapol’e âşık olacaktı. Öyle olmasa bile ölmem, kurtarırlar beni diye düşündü. Adam bıçağı iyice bastırdı boğazına o zaman kapıldı umutsuzluğa. Hiç düşünmemişti

Öykü

30 31

Page 17: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

daha önce ölmeyi, ki ona göre hiç yaşamamıştı. Ölünce, ne olacak bana? Nereye gideceğim? Belki de yoktur gidilen bir yer sadece ölmektir, ölüm. Peki ya kitaplarıma ne olacak? Çayıma, çikolatama ne olacak?

Martapol düşünürken sesler yükseldi, polislerden biri öne atıldı ve o an hissetti Martapol, geçmişini geleceğini, boğazını kesen bıçağın soğukluğuna inat göğsüne akan kanın sıcaklığını, sonsuz derin bir boşluğu hissetti.

Eli kanlı takıntılı bir adam tarafından öldürüldü Martapol. Adam da haklıydı çok güzeldi Narnia, vazgeçemiyordu onu seyretmekten. Hiçbir kadının teni güzel gelmiyordu Narnia’yı tattıktan sonra. Çokça güzel, fazlaca sürtük bir kadın yüzünden terk edildi ve vazgeçti yaşamaktan ve yine çokça güzel, fazlaca sürtük bir kadın yüzünden, öldürüldü Martapol.

Hiç yaşamamıştı zaten, hep yanlış zamandı onun için, hiç sansı yoktu. Erken sevmişti o adamı, erken söylemişti sevdiğini, erken vazgeçmişti kızlığından, erken terk etmişti o adam için her şeyi ve erken vazgeçilmişti. Geç kalmıştı geri dönmeye, geç kalmıştı pişman olmaya, yeniden devam etmeye, konuşmaya, geç kalmıştı yaşamaya, mücadele etmeye ve hatta gece yarısı kalkan son otobüse bile. Hep yanlış zamandı onun için…

Hoşça kal Martapol...

Öykü: Berkay Ateş YILMAZ

Öykü Söyleşi

Merhaba Yener Abi,Bu isin gerçeğini, önceki konuşmalara müdahale

eden Şehnaz Hanım’a detaylarıyla anlatmıştım. Yani onun söyledikleri gerçekti.

Olayın aslı söyle. 1998’de bu Mercury Yayınevinin benimle görüşmek istemesi üzerine Bologna şehrine, onların ofisine gittim. Küçük bir aile tarafından yönetilen yayıneviydi. Bonelli ve bazı diğer eski kapanmış yayınevlerinin önceden çıkarttığı çizgi romanların tekrar basımını kaliteli yapıp, koleksiyonculara satıyordu posta sistemiyle. Görüştüğümüzde, Bay Stefano MERCURI benden yeni bir şey yapıp, onların okuyucusuna ilk defa yeni çizilmiş bir macerayla çıkmak istediğini söyledi. En sevdiği kahraman KINOWA imiş. Ve bunun eski maceralarını yayınlamak için, kahramanı yaratan (ve artık hayatta olmayan) LAVEZZOLO ailesinden zaten telif hakkını elde etmiş. Benim kahramanı çok iyi tanıdığımı söylemem, onu çok heyecanlandırdı... Tabii elinde yazılmış bir öykü yoktu. Ve Kinowa’yı yeni bir macerayla geri getirmek için, onun tüm karakteristik özelliklerini tekrar ele almak gerekliydi. Ama kime yazdıracağını bilemiyordu. Ben de hem yazıp, hem çizebileceğimi söyledim. Çok şaşırdı, ama bir o kadarda sevindi. İlk 20 sayfayı kendisine gösterdiğimde, sevinçten ağlayacak gibiydi. Ama yaklaşık bir yıl sonra tüm öyküyü kendisine teslim ettiğimde, söyledikleri beni hayal kırıklığına uğrattı... Öyküyü yayınlarken

Yıldırım ÖRER(Ermes SENZO)

Röportaj

Değerli sanatçı kardeşim Yıldırım;

Çizerliklerini yaptığın KİNOWA ve SALLY çizgi romanlarının yazarları olarak adı geçen ERMES SENZO, senin kullandığın bir takma isim mi, yoksa bu isimde bir yazar var mı? Bu konuya bir açıklık getirirsen, çizgi roman sanatı bilgilerine doğrusunu facebooktan yazacağım. Sevgiler.

32 33

Page 18: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Söyleşi

yazar bölümüne benim ismimi koyamayacaktı. Çünkü Lavezzolo ailesi, Kinowa maceralarında başka bir yazar ismi olmasına karşıymış. Çünkü Bay Stefano telif hakkını alırken zaten Ermes SENZO adlı biri adına kaydettirmiş. (Aslında bir bahaneymiş bu itiraz olayı.) Her neyse... Öykünün basılma dönemleri bana tekrar bir teklifte bulundu yayınevi. Bir kadın kahraman yaratmak istiyordu bu sefer... Ben de o dönemler Sharon STONE'dan gördüğüm bir film, "The Quick And The Dead" filminin etkisindeydim ve o tarz bir "cowgirl" çizmeyi çok arzu ediyordum. Böylelikle SALLY'yi yarattım. Öyküyü yazıp çizdim. Ama teslim ettiğimde, Bay Stefano ilk sayfada kendi elimle hazırladığım, yazan-çizen bölümüne itiraz etti. (sayfanın ilk halini size buradan gönderiyorum) Burada da yazan Yildirim ORER olamazdı, çünkü bu maceranın telifi de Ermes SENZO adına alınmıştı martavalını anlattı yine. Ben yaptığım işin yayınlanmasını istiyordum, tabii parasını da almak istiyordum... Artık çaresiz kabul ettim. Fakat daha sonra asıl gerçeği öğrendiğimde çok bozuldum. Ermes SENZO ismi, Stefano MERCURI isminin yunanca söylenişiymiş. Ve Bay Stefano bu yarattığı "alias" ile bu yaptığım islerin arkasındaki "hayalet yazar" gösteriyormuş kendisini. Tam o dönemler ben, Sally'nin ikinci öyküsüne koyulmuştum. (çünkü Sally macerası orada henüz başladı) Fakat bu gerçeği öğrenince, yayıneviyle bir daha çalışmadım. Ama arada, Sally'nin renkli versiyonu için de, renklemeleri yapıp, teslim etmiştim. 10 yıl kadar geçti ve Mercuri Yayınevi nihayet SALLY'nin renkli albümünü (ve doğrusunu itiraf etmek gerekirse çok kaliteli bir baskıyla) yayınladı... Bu konuşmalara yol açan kapak da, bu renkli albüm için yaptığım kapaktı...

İşte bütün gerçek bu Yener Abi, umarım yeterli bir şekilde açıklayabilmişimdir. İlginize teşekkürler. Selamlar...

Söyleşi

34 35

Page 19: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Değerli kardeşim Yıldırım;Beni bu konuda aydınlatmana teşekkür ederim. İzninle bu açıklamanı Mehmet Sevinç'in Gölge

e-Dergi adlı internet dergisine koymak istiyorum. Bu önemli olayı çizgi romancıların da öğrenmesi iyi olur diye düşünüyorum. Sanırım yayınlanmasında sence bir mahzuru yoktur. Sana başarılı çalışmalarının devamını dilerim.

Hayır, Yener Abi, yayınlanmasında kesinlikle bir sakınca yok. Yazdıklarım tamamen gerçektir. Fazlası var, eksiği yok...

Yıldırım’cığım;Yazını Gölge e-Dergiye senin fotoğraflarınla birlikte aynen yayınlatacağım. Çünkü konuya çok

güzel açıklama getirmişsin. O Mercury denen yayıncının da yazar- çizeri aynı kişi olan bir sürü çizgi roman sanatçısından haberi yok herhalde.

Bana uydurduğu ilk bahane, "İtalya’da ismi duyulmamış bir çizerin yazıp-çizdiği bir kahramanın satma olasılığı olmadığı" idi... Hele ki Kinowa gibi adı çok bilinen bir kahraman için, yabancı bir çizer tarafından hikâyesinin de yazılmış olması çok riskliydi...

İşte bunlar da ufak, tefek detaylar. Yani o dönemler burada kendime yol yapmak için, katlanmak zorunda kaldığım şantaj tarzı kurallara boyun eğdiklerimin ilkleri bunlar...

Ama simdi buradaki piyasada beni tanıyan herkes, bana bu yayınevinin yaptığı haksızlığı biliyor. Yani Ermes SENZO diye uyduruk bir yazar olmadığının farkındalar... Editörün amacı, yıllar sonra bir kitap yazıp, orada bu hayalet yazarın kendisi olduğunu açıklamaktı... Ve bir nevi sansasyon yaratmaktı. (Hâlâ bu amacı güdüyor.)

Bay Stefano'ya o dönemler Kinowa macerasının bir sahnesinde yer vermiştim. Görüntüleri size gönderiyorum. Kırmızıyla işaretlediğim kişi...

O zaman size, olmayan başka bir görüntü yollayayım. Birkaç yıl önce burada, benimle Kinowa hakkında yapılan bir röportaj sonrası, dergide yayınlanması için, bu deseni hazırlamıştım. Ama orada kullanılmadı... Benim fotoğrafım yerine bunu kullanabilirsiniz belki. (Kişisel olarak, çizerlerin hakkında çıkan fotoğraflardan çok, onların elinden çıkmış bir "autoritratto" yani kişisel desen görmeyi tercih ediyorum.)

Yener ÇAKMAK

Söyleşi Öykü

Kumsallarda kumdan kaleler yapardık yazları. Teknoloji fakiri fakat hayal gücü zengini çocukluğumuzun bir kürek ve bir kovadan başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Hâlbuki zamane çocukları için pilsiz, şarjsız veya ses çıkarmayan hiçbir oyuncak eğlenceli değil.

Kumdan kaleyi yapmak kadar yıkmak da bir zevkti aynı zamanda, yıkım işini kendimiz yaptığımız sürece tabii. Daha bitmeden istenmedik bir dalga, yaşları daha büyük olduğu için kumsalda futbol oynamayı tercih etmiş erkek çocukları ya da en kötüsü kendi yaşımızda ama yıkıp dökmeyi kahramanlık bellemiş bir erkek çocuğu gelir, basit bir darbe ile yerle bir ederse temmuz güneşi altındaki emeğimizi; ağlamaklı olur annemize koşardık hemen. Her çizgi filmde uslu uslu oynayan çocukların oyunlarını bozan haşarı bir erkek çocuğu karakteri vardır. Öyle ki hayatın tek düze, tozpembe sürüp gitmediğini öğrenebilsin çocuklar.

“Anneeeeee! Şu kum gözlü çocuk gözüme kum attı?! Ühüüüü!”“Çocuğum doğru düzgün oynayın şu oyununuzu!”

Büyüdükçe herkes bir kale inşa etti kendine, kalenin en yüksek burcuna da bir kule. Kimileri bu kuleye tırmandı. Kimileri sıkıldı indi. Kimileri yanına bir arkadaş buldu, çıkardı. En umutsuzu önyargılı bir yanılgı ile kulesinde tek başına oturan ve kurtarılmayı bekleyen Rapunzel’inki idi. Kocaman göğüsleri vardı Rapunzel’in. Bu hikâyede onların yeri var mıydı bilmiyorum, ama ayrıntıları atlamamak lazım.

Bu cefa içinde saçları uzayıp giderken, ama kuleye tırmanmayı deneyen hiçbir prens onun saçının kuvveti ile kaldırabileceği kadar hafif değilken, bir gün...

...Bir gün, saçlarının çoğunu kazıdı. Aslında kilitli olmayan kapısının kilidini açtı ve kuleden indi Rapunzel. Pembe ‘punk’ modeli saçları ile İstiklal’de yürüyen ilk kadın oldu.

Öyle kendine güvenli, feminizmin el kitabını yazarak ilerliyordu ki hayatı, yollarına gül bile dökseler dönüp bir daha bakmıyordu o tarafa. Bir tek, o gün o kumsalda kalesini yıkarak kumsalın canını acıtan ve kendisini ağlatan kum gözlü çocuğu asla unutmamıştı. Bir gece müziğin, içkinin ve cinselliğin aşırı dozda pazarlandığı mekânlardan birinde rast geldi ona.

Pembe saçları, mavi sarı yanardöner ışıkların altında bir mora bir turuncuya dönerken dekoltesinden fırlayacakmış gibi duran kocaman göğüslerini müziğin ritmince sallayarak dans eden bu kadını kum gözlü çocuk da fark etmişti. Ardında '18+' logolu danslarıyla aklını çelmeye çalışan pek çok farklı renkten saçlı onlarca kadını bırakıp Rapunzel’e yöneldi. Rapunzel bir tek şeyden emin olarak yaklaşmasına izin verdi: Bir daha bara gelirken göğüs dekolteli bir bluz giymeyecekti; ay yani bir daha kalesini yıkmasına asla izin vermeyecekti!

“Anneeeeeeeeee! Şu kum gözlü çocuk kalemi yıktı?! Ühüüüü!”“Çocuğum doğru düzgün oynayın şu oyununuzu!”

Genetiği Değiştirilmiş Masallar: RAPUNZEL

36 37

Page 20: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Öykü

Öngörebildiği tek çözüm olarak kum gözlü çocuğu götürüp kendisiyle beraber kuleye hapsetti. O günlerde bu hapislik için bir nikâh memurunun imzası yetiyordu.

‘İstiklal’inden vazgeçmiş Rapunzel ve kum gözlü çocuk günlerini kuledeki tek göz odada geçirirlerken üşüdüler. Isınmak için yakabilecekleri tek şey olan feminizmin el kitabının sayfalarını bir bir ateşe attılar. Yanan sayfaların alevi ise onları ısıtmaktan çok uzaktı.

Kazıyıp kısa tuttuğu ve pembesinden taviz vermediği saçları uzadı. Kendi doğal haline ve rengine kavuştu. Bu tek göz odada yiyecek ve içecekleri de tükendi. Kum gözlü çocuk kendini giderek zayıflarken buldu. Rapunzel’in Bir zamanlar kendisini kuleden kurtarmak isteyen erkekleri yukarı taşıyacak kadar güçlü olmayan saçları, kalesini yıkmasın diye içeri hapsettiği bu erkeği aşağı indirmeye yetecek kadar güçlenmişti artık.

Bir sabah yataktan, başında son derece güçlü bir ağrıyla kalktı. Elini kafasına attı. Saçları bedeninden uzaktı. Kalın bir halat gibi örülmüş atkuyruğu açık pencereden aşağı sarktı. Kalesini dışardan yıkmasın diye içeri hapsettiği kum gözlü çocuk onun saçlarıyla aşağıya aktı.

Yoldu saçlarını dibinden, başını yastığına koydu, tekrar yattı.

“Anneeeeeeee! Şu kum gözlü çocuk kaleden kaçtı?! Ühüüüü!”“Çocuğum doğru düzgün oynayın şu oyununuzu!”Anne, hani kartallar yüksek uçardı?

B A L I K H A F I Z A

Öykü: Tugba Turan

http://tugbaturan.com/

38 39

Page 21: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Cadılarla Bir Hafta

Sinema

Bu yıl 15. yılını kutlayan Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali, 10-17 Mayıs 2012 tarihinde Ankara’da düzenlendi. Ankara’da festival sezonunu kapatan bu festival ile yine sinema dolu günler geçirdik. İşte bir Uçan Süpürge güncesi daha.

Festival 10 Mayıs’ta başlıyor dedik ama bu tarihte açılış töreni vardı ve yine bir festivale daha açılışına katılamadan başlıyordum. Bu yıl programda çok bilmediğimiz yönetmenlerden keşfe açık filmler vardı. Zaten izlenmesi gereken film sayısı çoktu, bir kişisel olarak başka işler nedeniyle yoğun bir hafta olunca her boş ana film yerleştirmek durumunda kaldım. 11 Mayıs ile maratona başlayalım.

11 Mayıs 2012 Cuma:14:15 – Aslında ilk güne 12:00 seansı ile başlamak

festivalde izlediğim filmlerin sayısını arttıracaktı ama işyerinde katılmam gereken bir toplantı olunca bu mümkün olamadı. Toplantının başlama saatine 15 dakika kala iptal olması pek hoş olmadı tabii.

Günün benim için ilk seansı için seçtiğim Hikayeler (Historias Que So Existem Quando Lembradas / Found Memories), sadece 11 yaşlı insanın yaşamakta olduğu, zamanın adeta durduğu bir köye genç bir fotoğrafçı kızın gelmesiyle yaşananları anlatıyor. Köyde 1976′dan beri kimse ölmemiş, en azından mezarlığa bakınca öyle gözüküyor. Herkesin rutin olarak yaptığı işler var. Bu rutinin sürekli olarak tekrarlanması ve hayatın durağanlığının altının çizilmesi filmin iyi bir sinematografisi olsa da bir süre sonra sıkıcı oldu benim için. Evet itiraf ediyorum festivalin ilk filmi biraz uyukladığım bir film oldu ama bunun yorgunlukla da ilgisi var tabii.

16:30 – Programı yaparken dikkat etmemiştim ama Hikayeler’in hemen arkasındaki film Girdap (Girimunho / Swirl) da yine yaşlı insanlar ve ölüm ile ilgili bir filmdi. Üstelik her iki film de Brezilya’dan geliyordu. Ama bu film daha çok ilgimi çekti. Başkarakter olan ve kendini oynadığını söyleyebileceğimiz 81 yaşındaki Bastu gerçekten ilgi çekici bir karakter. Zaten yönetmenler de (filmin iki yönetmeni var) 2003 yılında onunla tanışmaları sonucu bu filmi yapmaya karar vermişler ve anlatılanlar da çoğunlukla gerçek hikayelermiş. Filmin girişindeki, Bastu’nun kocasının ölümü önceden yazılmış bir konu imiş ama o da filmin çatısını oluşturuyor ve Bastu’nun hayat dolu oluşunu vurguluyor. Filmin yönetmenlerinden Clarissa Campolina festivalin

Sinema

konuğuydu ve film sonrasındaki söyleşide filmin yapım sürecinden söz etti ama söyleşi için salonda çok az kişi kalması ve soru çıkmaması biraz ayıp oldu. Benim de aklıma soracak bir soru gelmedi doğrusu.

18:45 – Uçan Süpürge’nin klasikleşen bölümlerinden biri Pembesiz Mavisiz’dir. Bu bölümde LGBT temalı filmler oluyor. İşte bu bölümde yer alan Aşk Hakkında Her Şey (Duk Haan Chau Faan / All About Love), rahat izlenen keyifli bir romantik komediydi ama bir yandan da bir tv filmi havası vardı. Tabii lezbiyen ve biseksüel karakterleriyle bizim televizyonlarımızda asla göremeyeceğimiz bir filmdi o ayrı. Film, iki eski sevgilinin aynı dönemde hamile kalıp birbirleriyle karşılaşmaları ile başlıyor. İşin içine bebeklerin babaları ve bir başka lezbiyen çift de girince 2 bebek, 4 anne ve 2 babadan oluşan bir aile çıkıyor ortaya. Aslında ilgi çekici bir konu, aile kavramına bakışıyla da ilginç ama sanki eşcinsellikten rahatsız olabilecek seyirciyi uzaklaştırmamak için riskli alanlardan kaçılmış. Öyle olunca da film biraz sabun köpüğü olarak kalmış. Yine de izlenebilir bir film.

Festival haftasının her boş anını filmle doldurdum demiştim ama bu ilk günün akşamı programdaki filmlerden birini önceki festivallerden birinde izlediğim, diğerini ise sonraki günlerden birine sıkıştırabildiğim için dinlenmeye vakit ayırabiliyordum.

12 Mayıs 2012 Cumartesi:12:00 – Günün ilk filmi Son Kullanma Tarihi (Fecha de Caducidad / Expiration Date), polisiye bir

hikayeyi üç farklı karakterin bakış açısından anlatan bir kara komediydi. Ancak üç karakterin hikayesini de izleyince gerçekte ne olduğunu tam anlamıyla anlayabiliyorsunuz. Belki çok önemli bir film değildi ama keyifle izledik. Zekice bir senaryosu var ve oyuncuları da iyi. Tavsiye edilir. Filmin genç oyuncusunun konuk olduğu söyleşi kısmı kısa ama eğlenceliydi.

14:15 – Bu seansta yer alan Kazablanka (Casablanca Casablanca) ciddi bir hayal kırıklığı oldu. Festivalin konuklarından olan yönetmen Farida Benlyazid, bir kayıp olayı çevresinde Fas’ın adalet sistemindeki yanlışlıkları ele almış. Bir şeylerin iyiye gitmesini istiyorsak ülkemizi terketmeden mücadele etmeliyiz şeklinde bir mesajı da var filmin. Ama iyi niyetli olması ve doğru mesajlarının olması filmi başarılı yapmıyor ne yazık ki. Açıkçası filmin hikayesi de anlatımı da orta kararı aşamamış. Hele bir de hemen her sahnenin arkasında yer alan müzik var ki hiç gerek yokmuş.

16:30 – Filmin başlama seansı 16:30’du ama Alacakaranlık Portresi (Portret v Sumerkakh / Twilight Portrait) filmini teknik sorunlardan dolayı 50 dakika gecikmeli izledik. Kimi seyirciler haklı olarak bu kadar beklemek istemedi ve gittiler ama bekleyenler beklemelerine değecek bir film izledi. Daha festivalin ikinci gününde FIPRESCI adaylarımdan biri ortaya çıkmıştı bile. Anlattıklarına bakınca film alacakaranlık değil, zifiri karanlık portresi çiziyor adeta. Filmde olumlu tek karakter yok gibi. Tecavüzcü polisler, tacizci babalar, yalancı çocuklar, içten pazarlıklı arkadaşlar. Böyle bir dünyada tek olumlu karakter baş kahramanımız Marina gibi gözüküyor ama o da kendisine tecavüz eden polislerden birine aşık oluyor. Filmin bu yönü çok tartışılabilir. Açıkçası keşke yönetmen konuk olsaydı da kadının bu dönüşümü konusunda ona soru sorsaydık dedim.

40 41

Page 22: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

kendisine eşlik etmesi için anketle bir hayranını seçen bir şarkıcıyı anlatıyor. Bir yanda da evde kalan gerçek aşkı var. İşin içine bir ölüm olayı da karışıyor. Film çok kapalı geldi bana, hikayeyi takipte de zorlandım. Bunda sabahki sınav dolayısıyla kafamda hala dolaşan havuz problemlerine bağlasam da film sonrası konuştuğum festival müdavimlerinden de benzer yorumlar duydum. Hatta festival sonuna kadar filmi seven tek kişiye rastlamadığımı söyleyebilirim. Film adına en olumlu söyleyebileceğim şey, başroldeki Beatriz Batarda’nın başarılı oyunculuğu idi. Ne yazık ki Beatriz’in eşi caz piyanisti Bernardo Sassetti festivalin açılış gününde hayatını kaybetmiş. Villaverde de bu yüzden festivale katılamadı. Biz de filmi Bernardo Sassetti anısına izledik.

16:30 – Sevgili (Habibi Rasak Kharban / Habibi), Gazze’de geçen modern bir Leyla ile Mecnun uyarlaması. Film öncesinde epey olumlu duyumlarım vardı. Belki de beklentim yükselince umduğumu bulamadım. Kötü bir film diyemem ama çok da sevdiğimi söylemem. Film beni iki ana karakter aralarındaki aşka inandıramadı. Bir de fazla edebi gibi bir eleştiri yapacağım ama belli ki yönetmenin tercihi bu. Belki de tam da istediği gibi olmuş ama bu durum beni filmden uzaklaştırdı.

18:45 – Gün, Deniz Feneri (South Solitary) filmi ile devam ediyordu. Filmde küçücük bir adada sıkışıp kalmış iki yalnız insanın aralarındaki ilişkiyi başarılı bir şekilde anlatılmış. Başlarda sanki aşk hikayesi farklı iki kişinin arasında geçecekmiş gibi geliyor ama kısa sürede yolunu buluyor. Bu ilk kısımlarda filmin yıldızı adadaki ufak kız çocuğu ama filmin asıl güzel yanları adada iki kişi kaldıktan sonra ortaya çıkıyor. Miranda Otto, 30’lu yaşlarında olup da bir kaç yıl önce başına gelmiş olaydan çok genç ve naiftim diye bahseden ve buna gerçekten inanan karakteri çok iyi çıkartmış. Bu filmin yönetmeni Shirley Barrett da festivalin konuklarından biriydi. Söyleşide gördük ki çok da neşeli bir insanmış. Filmdeki çeşitli olayların deniz fenerlerinde çalışan kişilerden duyduğu hikayeler olduğunu öğrendik. Ayrıca film aslında bir adada çekilmemiş.

21:00 – Pazar gününü Anduni: Yersiz Yurtsuz (Anduni - Fremde Heimat / Homeless) filmi kapattı. Kimlik bunalımındaki bir karakteri anlatan filmin baş karakteri Belinda, Alman, Türk ve Ermeni. Tüm kültürlerin izlerini az ya da çok üzerinde taşıyor. Film de bu karakterin köklerine doğru yaptığı hem kendi içindeki hem de fiziksel yolculuğunu anlatıyor. Doğruya doğru, daha iyi bir film olabilirdi ama yine de izlenebilir bir yapım. Bazı karakterler tam bizden. Mesela kızlarına ya da yeğenlerine koca bulmaya çalışan kadın karakterini çok iyi tanıyoruz.

14 Mayıs 2012 Pazartesi:12:00 – İzledikten sonra bu seansta yer alan Unutmaktan Korkuyorum (J'ai Peur D’oublier / I’m Scared

I’ll Forget) için fena halde bir tv filmi havası var diyordum ki eve varınca IMDB’den baktım, gerçekten de tv filmiymiş. Tv filmi derken sinema filmleri ile aşık atacak kadar başarılı kimi yapımlardan söz etmiyorum ama. Kastettiğim, ele aldığı konuyu yüzeysel olarak işleyen, ortalama seyirci seviyesini hedefleyen ve kolay anlaşılıp, çabuk tüketilen yapımlar. Yoksa filmin ele aldığı 45 yaşında Alzheimer hastası olan karakterin hikayesinden çok daha etkileyici bir film çıkabilirmiş. Bu haliyle bu hastalık üzerine hoş bir film olarak kalmış.

18:45 – Festivalin ikinci günü arada bir falso olsa da iyi filmlerle devam ediyordu. Dönüş (Return), iyi bir Amerikan bağımsızı. Kadın bir askerin ülkesine döndükten sonra yaşadıklarını anlatıyor. Karakterin psikolojik bunalımlarını anlatırken bu tip filmlerin klişe çözümlerine başvurmuyor. Örneğin baş karakterimizin hangi ülkeye gittiği belli değil, orada travma sebebi olacak özel bir olay yaşamamış, yaşamış olsa da arkadaşları gibi bunu seyirci de bilmiyor. Bir noktada kendisine yakın hissettiği biri ile tanışınca ona anlatacak zannediyorsunuz ama film böyle kolay çözümlere başvurmuyor. Filmin en büyük güçlerinden biri Linda Cardellini’nin başarılı oyunu. Çok öne çıkmaz ama sevdiğim bir oyuncudur zaten. Yönetmen Liza Johnson da festivalin konuklarındandı ama bir önceki filmin sarkması bu filminde planlanandan geç bitmesine neden olunca diğer salondaki filme yetişmek için söyleşinin başını dinleyip üst kattaki salona doğru depara kalktım

21:00 – Prensesim (My Little Princess), festivalin merak ettiğim filmlerinden biriydi. Zaten konusunu okuyunca tartışma yaratabilecek olduğunu belli ediyordu. 1970’lerde henüz 10 yaşındaki kızının erotik fotoğraflarını çekip sergileyen bir annenin hikayesi ilgi çekici gerçekten. Tam da filmdeki gibi yönetmenin annesinin de çocukken onun erotik fotoğraflarını sergilediği düşünülürse iş daha da enteresan oluyor. Üstelik gerçek fotoğraflara bakınca filmdekilere çok benzediğini görüyorsunuz (gerçek fotoğraflar filmdekinden daha açık). Belli ki filmdeki otobiyografik öğeler oldukça fazla. Zor ve aykırı rollerin kadını Isabelle Huppert, anne olarak yine çok başarılı. Zaten kötü olduğu filmi bulmak zor. Annenin ve olaya önce bir oyun gibi yaklaşan ve annesinin ilgisini çektiği için mutlu olan kızın psikolojisi de başarılı verilmiş. İşin şöyle bir kafa karıştırıcı yanı var ama. Eğer yönetmen kendi deneyimlerinden rahatsızsa (ki filmin sonunda geldiği noktadan anlaşılan o) şu anda 10 yaşında olan bir kızı böyle bir rolde oynatması ne kadar doğru acaba? Bu soru bir yana festivalin iyi filmlerinden biri ile kapattık ikinci günü.

13 Mayıs 2012 Pazar:Pazar gününe ALES sınavı ile başladım. Aslında bana pek bir faydası olmayacağı için neden girdiğimi

de bilmediğim bir sınavdı. Sanırım matematiği unutmadığımı kendime kanıtlamak istedim. Bir de sınava girmesem 40 TL. boşa gitmiş olacaktı…

14:15 – Teresa Villaverde’nin filmlerini sevemeyeceğim galiba. Bir kaç yıl önce FIPRESCI alan Trans’ı da çok sevmemiştim, bu yıl Kuğu (Cisne / Swan) da öyle oldu. Kuğu, turnesinin son ayağı olan Lizbon’da

42 43

Page 23: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Sinema

14:15 – Aynalarla Yüzleşmek (Aynehaye Rooberoo / Facing Mirrors), baş karakterlerden birinin trans olması nedeniyle İran’dan geldiğine hayret edilebilecek bir film. Aslında İran’da ameliyatın yasal olduğu ve ameliyat sonrası kişiye yeni kimlik hatta doğum belgesi bile verildiği düşünülürse şaşmamak lazım. Yönetmen de yasal olarak kabul gören bir konuyu anlattığından zorlukla karşılaşmadığını söyledi ama eşcinsel bir karakteri anlatmaya kalksam büyük zorluk yaşardım, büyük ihtimalle şimdi İran’a giremezdim dedi. Film, kocası hapisteyken taksi şoförlüğü yapmak zorunda kalan bir kadınla, babası tarafından bir adamla zorla evlendirilmek istenen trans bir kadının dostluğunu anlatıyor. Başarılı sayılabilecek bir film. Özellikle başrolde Shayesteh Irani çok iyi. Açıkçası filmi izlerken erkek sanmıştım onu. Söyleşi sırasında gördük ki böyle sanmamız onun oyunculuktaki başarısından kaynaklanıyormuş.

16:30 – Bu seansta yer alan Gökteki Yıldızlar (Tähtitaivas Talon Yllä / Stars Above) festivalin en sevdiğim filmlerinden biri oldu. Film, 3 farklı zaman diliminden aynı evde yaşayan 3 farklı kuşak kadını anlatıyor. 1940'lar, 1970'ler ve günümüzde geçen olaylar iç içe verilmiş. Hikayelerin birbirleri ile bağlantıları ve zaman geçişleri de başarılı kurulmuş. Yönetmen bazı yerlerde farklı dönemlerden karakterleri aynı sahne içinde kullanmış, güzel de sonuç almış aslında. Filmin başında hangi karakterin hangi döneme ait olduğunun biraz karıştığı söylenebilir ama film ilerledikçe yerli yerine oturuyor. Yine de bazı seyircilerin olayı hiç anlamadığını da belirtmeliyim. 1-2 koltuk yanımdaki ablalar bu konuda film sırasında panel yaptılar çünkü. Filmi izledikten sonra yönetmen Saara Cantell’in festivaldeki diğer filmlerini izlemediğime pişman oldum doğrusu.

18:45 – Amerika (America), çok bildik bir aile içi şiddet hikayesi. Kocasından şiddet gören bir kadın evden kaçar ama kocası peşindedir ve olaylar gelişir. Bu filmin farkı, kaçışın Porto Riko’dan Amerika’ya doğru olması. Böyle olunca işin içine göçmenlik meselesi de giriyor. Amerika da kötü diyemeyeceğim ama çok öne çıkan bir özelliği de olmayan filmlerden oldu. Özellikle dizilerden tanıdığımız pek çok oyuncuyu görmek keyifliydi. Hatta her ne kadar beraber sahneleri olmasa da Edward James Olmos ve James Callis’i aynı filmde görmek bir Battlestar Galactica Reunion duygusu uyandırdı. Edward James Olmos aynı zamanda filmin yapımcılarından biriydi zaten. Hatta kataloğu olurken farkettim ki başrol oyuncusu da karısıymış. Hoş bunu filmi izlerken tahmin etmeme imkan yoktu. Zaten Olmos onun babası tarzı bir roldeydi. Eh Olmos 65, karısı 34 yaşındaymış şu anda. Yalnız işin şöyle bir tarafı da var. Yönetmen söyleşide, filmin çekildiği dönemde başrol oyuncusunun da aile içi şiddete uğramakta olduğunu söyledi. Bu konuda bir haber bulamadım ama sevgili Amiral Adama’mız karısını dövüyorduysa gözümden düştü, ayıpladım kendisini. Eğer söyleşi sırasında bu karı-koca olayını biliyor olsaydım bu bilgiyi doğrulatmak için sorardım ama geçti artık. Yanlış anlamış olmayı umuyorum.

21:00 – Günü bitiren Hür (Les Mains Libres / Free Hands), bir hapishanede çektiği film sırasında mahkumlardan birine aşık olan bir yönetmenin öyküsü. Aslında her ikisi de bir şekilde tutsak olarak yaşayan (adam zaten hapiste, kadınsa HIV+) bu iki karakterin aşkı etkileyici. Asıl etkileyici olansa hikayenin tümüyle

Sinema

gerçek ve yönetmenin başından geçmiş bir hikaye olması. Ne olduğunu söylemeyelim ama hikaye ne yazık ki kötü bitiyor. Festivalin konuklarından olan yönetmen Brigitte Sy, hikaye çok kendinden olunca bazı sorulara cevap vermekte zorlanıyordu adeta. Filmi çekmek çok daha zor olmuştur sanırım. Bu arada filmdeki yönetmeni oynayan Ronit Elkabetz her zamanki gibi çok iyi.

15 Mayıs 2012 Salı:12:00 – İspanya (Spanien / Spain), adını aldığı ülkeyi

bir sahnede bile görmediğimiz bir film. Film, İspanya’ya gitmeye çalışan ama bir kaza sonucu Avusturya’da kalan bir adamı anlatıyor. Yine bir göçmen hikayesi yani. İşin içine bir de bir kadın ve onun eski kocası da girince ilginç bir aşk hikayesi de başlıyor. Bir de tefecilere borçlanmış, para bulmak için sürekli kumar oynayan ama iyice batan bir adamın hikayesi var ortada. Bu hikaye diğerinden çok kopuk ilerliyor. Ama sadece görünüşte öyle. Yönetmen finalde bir hamle yaparak hikayeleri bağlıyor ve filmin değerini yükseltiyor.

14:15 – Bir sonraki seanstaki Tek Aşk (Un Amor / One Love), 3 kişilik bir aşk hikayesi. Yıllar önce bir kıza tutulan iki sıkı arkadaş var merkezde. Bu üçlü, orta yaşlarında bir kez daha karşılaşıyorlar. Hem ilk gençlikte hem de orta yaşta yaşanan aşkların farklı duyarlılıkları başarıyla işlenmiş. Özellikle genç oyuncular gayet iyi. Yine de son dönem izlediğimiz filmlerden Elveda İlk Aşk’ın gençlik aşkı ve sonrasını daha iyi anlattığı söylenebilir.

16:30 – Bu güne de seans ıskalamadan devam ediyordum. Kumların Fısıltısı (Pasir Berbisik / Whispering Sands) 2001 yapımı bol ödüllü bir filmdi. Ümitliydim aslında ama bana pek hitap eden bir film olmadı. Film, ülkelerindeki çatışmalar dolayısıyla evlerini terk etmek zorunda kalan bir anne kızın öyküsü. Açıkçası Endonezya gibi farklı bir coğrafyadan gelmesi dışında beni çok fazla ilgilendiren bir tarafı olmadı. Hatta ikinci festival itirafımı yapayım. Evet, bu filmde de uyukladım bir miktar.

18:30 – Şu ana kadar bahsettiğim filmler hep Kızılırmak Sineması’nda idi. Alman Kültür’de gösterilen kısa filmler ve belgeselleri programıma sığdıramamıştım. Tüm festival boyunca Alman Kültür’e gidebildiğim tek zaman dilimi bu oldu. Bu seansta bir belgesel ve bir kısa film vardı.

Jan Açılıyor (Jan's Coming Out), 50 yaşından sonra lezbiyen olduğunu fark eden bir kadının toplumda farklı noktalardaki lezbiyenlerle yaptığı söyleşiler toplamından oluşan bir belgeseldi. Zaman zaman eğlenceli bir yapımdı ama bir belgesel olarak doyurucu olduğu söylenemez. Toplumda rol model olan lezbiyenlerle konuşmak gibi bir iddiası var ama benim aralarında tek tanıdığım isim Meredith Baxter idi. Ayrıca özellikle lezbiyen dünyasına özel deyimlerle ilgili bölüm fazlasıyla uzun tutulmuştu.

Sakallı Adam (Bearded Man) filmini izlemek için yine teknik sorunlardan dolayı biraz bekledik. Uçan Süpürge’nin bürosundan filmin farklı bir kopyası geldikten sonra izleyebildik. Kendisini erkek gibi hissettiğini babasına nasıl açıklayacağını düşünen bir kız üzerine orta karar bir kısa filmdi bu. Bol ödüllü bir kısa film ama çok da başarılı bulmadım doğrusu.

21:00 – Yoğun bir günü yoğun bir günle kapatıyorduk. Şeytan (W Imieniu Diabla / In the Name of the Devil), Polonya’dan gelen ilginç bir filmdi. Bir manastırdaki genç bir rahibeyi merkeze alan film, önce daha geleneksel düşünen baş rahibe ile modern düşünen rahip arasındaki çekişmeyle başlıyordu. Ama film ilerledikçe, manastıra gelen yeni rahip dini kendine göre yorumlayarak inançlı insanları kendi isteğine

44 45

Page 24: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Sinema

göre yönlendiriyor (tanıdık mı geldi…). Daha başarılı bir film olabilirdi belki ama körü körüne bir inancın ne kadar farklı yönlere doğru yönlendirilebileceği üzerine önemli bir yapım. Festivalin konuklarından olan yönetmen Barbara Sass da asıl derdinin din değil manipülasyon meselesi olduğunu söyledi zaten. Filmdeki olayların büyük ölçüde gerçek olduğunu da belirtmeden geçmeyeyim.

16 Mayıs 2012 Çarşamba:12:00 – Festivalin bitmesine bir gün kalmışken

bugün festival dışında yapmam gereken işler vardı. Günün ilk seansına gitme fırsatım vardı ama Ivan’ın Kadını (La Mujer de Iván / Ivan's Woman) için bir önceki gösteriminden sonra birkaç olumsuz yorum duymuştum ve yorucu olabileceği için ilk seansa gitmemeyi düşünüyordum. Neyse ki bu karardan vazgeçmişim. Çünkü sonuçta festivalin en iyi filmlerinden birini izlemiş oldum.

Film, küçük yaşta kaçırılan bir kız çocuğunu anlatıyor. Daha doğrusu kız ve onu kaçıran adamın ilişkilerini. Böyle bir filmde adamı sapık, kızı da çaresiz bir kurban olarak çizmek çok kolay olurdu. Halbuki burada adamın çaresizliği ve zavallılığı ile hürriyeti kısıtlanmış olsa da kızın zaman zaman ipleri ele alması çok başarılı verilmiş. İkili arasındaki ilişkinin dengesi zaten çok enteresan bir noktada, bir de kızın ergenlik dönemi işin içine girince denge iyice değişiyor. Yönetmenin dediği gibi ilişkinin kaçıran-kaçırılan tarafı ile sevgili tarafı var. İlişkinin bir tarafı yükselince öbür tarafı iniyor. Filmin bazı seyircileri rahatsız edecek sahneleri olduğunu da söylemeli. Cinselliği yeni keşfeden bir kızın bunu kendisini kaçıran adamla keşfetmesi ve bunu istiyor olabilmesi bıçak sırtı bir durum. Ama yönetmen Francisca Silva, konuyu ince ince ve kapsamlı bir şekilde işlemiş. Söyleşide, film sırasında fark etmediğim kimi ayrıntılar üzerinde de düşündüğünü anladım. Açıkçası filmin iyi olması yanında söyleşiler arasında da en keyif aldığım söyleşi oldu. Filmi izledikten sonra 3 FIPRESCI adayım arasına girmişti (İlkinin Alacakaranlık Portresi olduğunu yukarıda belirtmiştim, sonuncusu da daha önce Gezici Festival’de izleyip bahsettiğim Nana filmi idi). Jüri de beğenmiş ki, bir gün sonra ödülü de aldı.

Bu film bittikten sonra hızla işyerine gidip bir eğitime katılmam gerekiyordu. 3 saatlik eğitim sonrası bu sefer kafamda özümsemeye çalıştığım yeni bilgilerle günün ikinci ve son filmine yetişiyordum. Festival dönemi, günde iki film. Pek az bir sayıydı benim için.

21:00 – Rif Aşıkları (L'amante du Rif / The Rif Lover), adında aşk geçip de hikayesindeki aşka beni inandıramayan filmlerden biri oldu. Ana karakterimizin aşkı araması, kendisini Carmen ile özdeşleştirmesi tamam da uyuşturucu işindeki birine aşık olması inandırıcı gelmedi. Filmin hikayesi seyirciyi yakalamayınca başarılı görüntü yönetimi ya da tarzı da çok önemli olmadı benim için. Muhtemelen ilerde festivalin hatırlayacağım filmlerinden biri olmayacak.

17 Mayıs 2012 Perşembe:14:15 – Dünkü eğitimin devamı bu sabah olunca festivalin son gününe mecburen ikinci seanstan

başlamak durumunda kaldım. Bamteli (The Fifth String), Fas sinemasından gelen ve hayallerini gerçekleştirmeye çalışan genç bir müzisyeni anlatan bir filmdi. İşin içinde bir aşk ve ayrılık hikayesi de var ama ağırlık müzikte. Bölgenin geleneksel müzikleri modern yaklaşımla ele alınıyor. Film olarak çok çok başarılı değil belki ama keyifle izleniyor. Yönetmenden öğrendiğimize göre başrol oyuncusu da aslında

müzisyen olmadığı halde bunu hiç çaktırmamış. Bu arada bu söyleşi festivalde katıldığım son söyleşi idi. Şunu belirtmeden geçmeyeyim, bu yılki Uçan Süpürge son Ankara’daki festivaller arasında şu ana kadar en fazla yönetmenin konuk olduğu festivaldi galiba.

16:30 – Aykırı kişiliklerin gerçek hayat hikayelerini anlatan filmler işin başında yola avantajlı başlıyorlar. Güney Afrikalı şair Ingrid Jonker’in hayatını anlatan Siyah Kelebekler (Black Butterflies) de böyle bir film. Jonker’in fırtınalı aşk yaşamı, ırkçılığa karşı duruşu, babası ile ilişkileri, akıl hastanesi günleri ve intiharı film için yeterli malzeme oluşturmuş. Yönetmen Paula van der Oest, çok ışıltılı olmasa da eli yüzü düzgün bir üslup tutturunca ortaya iyi bir biyografi filmi çıkmış. Başrolde Carice van Houten’ın aksamayan oyunu da filme değer katıyor. Festivalin iyi filmlerinden biriydi.

18:45 – Aslında saat 19:00’da festivalin kapanış töreni vardı. Ancak aynı saatte diğer salonda festivalin merak ettiğim filmlerinden biri olunca elbette onu tercih ettim. Naomi Kawase’nin yeni filmi Kırmızı (Hanezu no tsuki / Hanezu) bir kaç katmanda okunabilecek bir film. Japon tarihi ve geleneklerine yapılan referansları ve defalarca tekrarlanan dağların aşkı metaforunu tam kavrayamadığımı itiraf etmeliyim. Ama geri kalan kısmı filmi sevmeme yetti. Ön plandaki iki erkek arasında kalan kadının hikayesi ilk bakışta çok bildik. Ancak karakterlerin hayata karşı duruşlarını gördükçe film ilginçleşiyor. Filme adını veren kırmızının tonlarının filme yayılışı da hoş. Zaten görsel yanı çok kuvvetli filmin. Hikaye ile de uyum sağlayınca ağır temposuna rağmen ilgiyle izleniyor.

21:00 – Ve geldik festivalin son filmine. Festivalin son gününde izlediğim filmlerden genel olarak memnun kalmışım. Bu seanstaki Unutulan Topraklar (La Terre Outragée / Land of Oblivion) filmini de sevdim. Çernobil’deki patlamanın olduğu gün bölgeye çok yakın olan Prypiat’da yaşananları ve 10 yıl sonra aynı bölgede neler olduğunu anlatıyor film. Filmin asıl güçlü yanı patlamanın olduğu gün yaşananların anlatıldığı kısım. O gün evlenen çiftin aynı zamanda beraber son günleri olması ve sızıntının farkında olup umutsuzca çevresindeki insanları korumaya çalışan, kendisi bölgede kalsa da ailesini uzaklaştıran adam etkileyici hikayeler. 10 yıl sonrasının hikayesi o kadar başarılı değil ama ilk yarı filmi kurtarıyor. Ayrıca Olga Kurylenko’yu da güzel kadın kontenjanı dışında izlediğimiz ender filmlerden (yine güzel o ayrı da güzelliği için oynatılmamış).

İşte bir Uçan Süpürge daha böyle geçti. Ufak tefek birkaç aksiliğe rağmen genel olarak başarılı bir organizasyondu. Ancak seyirci sayısı birkaç film haricinde oldukça düşük gözüktü. Zaten Uçan Süpürge’nin seyirci kitlesi diğer festivallere göre biraz azdır ama bu yıl daha da azdı galiba. Önümüzdeki yıllarda seyircinin de daha fazla ilgi göstermesi umuduyla festivalde emeği geçen herkese teşekkürler. Seneye görüşmek üzere.

Hasan Nadir DERİN

http://sinemamanyaklari.com/

Sinema

46 47

Page 25: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Sinema

Seyfi Teoman (1977-2012)

Her ölüm erken. Ama bazı ölümler daha erken geliyor insana. Hele bir de o kişinin önünde pek çok proje, umut vaat eden bir gelecek varsa. İşte bu yüzden Seyfi Teoman’ın bir trafik kazası sonrası hayata veda etmesi insanın içini daha bir acıtıyor. Yönetmen olarak Apartman adlı bir kısa film ve Tatil Kitabı ile Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmlerini arkasında bırakan, çok kısa bir süre önce de Tepenin Ardı filminin yapımcılarından biri olan Seyfi Teoman’ı Gölge e-Dergi olarak özlemle anıyoruz.

48 49

Page 26: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

“…Sadece arayan ilk üç kişiye…”Boy aynasının ilanlar bölümüne iki kere dokunarak numarayı büyüttü. ‘Çoktan aramışlardır’ diye

düşündü. Midesinde uçuşan kelebekleri hissedince bu görüşmeyi yapması gerektiğine karar verdi. Yaptığı sesli komutla Teleport Kumpanyası’nın numarası aranmaya başladı. Yüz yirmi yaşında olduğuna hükmettiği bir adam vardı ekranda. Görüntünün titrek olması hoşuna gitmemişti, bağlantı kalitesinde sorun yaşamak iyiye alamet değildi.

“Tebrikler üçüncü,” dedi adam ve görüşme aniden sonlandı. Tek kelime etmesine fırsat verilmeden yüzüne kapatılması, beyaz tenine gayriihtiyari bir kızarıklık verdi. Bileğindeki minik çipin titreşmesiyle irkildi. Gitmesi gereken adres kodları seri bir biçimde yüklenmişti. Dolandırılabileceğinden veya başına bir iş geleceğinden korkuyordu; çünkü güvenlik şifresini girmediği halde kendisine ulaşmışlardı. Merakına yenileli çok olmuştu; ‘Ha bir eksik ha bir fazla’ diye düşünerek ilerledi.

Aracına binmek için acemice bir hamle yaptıysa da başarısız oldu. Bu uçan araçlar dengesini bozuyordu. Son anda tutunmasa gökdelenin dibini boylayabilirdi. İnsanların yıllar önce balkon dediği yerde yarı saydam uçan araçlar park halinde duruyordu. İşletim sistemlerine güvenmese de başka bir alternatifi yoktu. İkinci hamlesinde aracın içindeydi. Kan ter içinde kalmıştı, giysisi saniyeler içinde teri emerek rahatlamasını sağladı. Bileğini önündeki konsola okutup arkasına yaslandı. Gözlerini çoktan kapamıştı, önüne bir türlü geçemediği bu yükseklik korkusu midesindeki kelebek kanatlarının sayısını arttırdı. Varana kadar kıyafeti epey ter emdi.

Aracın varış sinyaliyle irkilerek kendine geldiğinde, göstergeleri kontrol etti. Koordinatlar sıfırlanmıştı. Başını olumsuz anlamda iki yana sallayarak araçtan indi. Karşısında üzerinde “Teleport Kumpanyası” yazan 20 metrelik cam bir küre duruyordu. Farklı bir bölgede olduğunu düşünerek etrafı incelemeye koyulduğu sırada madenî bir ses duydu. Yaşlı adamla göz göze geldiğinde kaderinin içeride bir yerlerde değişmek üzere olduğunu biliyordu. İhtiyarlığın çaresi bulunalı uzun zaman olmuştu, genlerine gençlik şifresini yükletmeyen birini görmek onu şaşırtmıştı.

“Hoş geldin üçüncü, içeri gel.”Kendini tanıtmaya niyetlendiyse de üçüncü olarak çağrılmanın ihtiyarın kolayına geldiğini düşünerek

vazgeçti. Bitmek bilmeyen uzunca bir koridordan sonra iki kişinin bulunduğu bir odaya alındı. “Birinci ve ikinci; işte üçüncü!” diye havada kalan bir tanıştırma faslından sonra vücut ısısıyla ağırlığa göre şekil alan eskilerin sandalye dediği şeye oturdu. Kendisine uzatılan çipi ekranda gördüğü gibi sağ şakağının biraz üzerine yerleştirdi. Parlak bir ışık huzmesi bulunduğu yeri kapladı. Mavi, mor, yeşil; hatta turkuaz… Renk üstüne renk. Gözlerinin yorgunluğu dayanılmaz bir acıya dönüşmeden önce son kez kırmızı bir ışık gördü.

Saatler sonra yatağından epey ter atmış olarak fırladı. Parmaklarıyla gayriihtiyari şakağındaki çipi yokladı. Çıkarmak için hamle yaptıysa da başarılı olamadı. Orada olanları yeterince net hatırlayamıyordu. Görsel bir cennetin ortasında gibiydi. Renklerde farklılıklar vardı. Nabzı hızlandığında kolundaki çip titreşerek uyarı verdi. Tabii ya, kolundaki çiple şakağındaki çipi etkileşime geçirirse, neler olduğunu aynasından izleyebilirdi. Koşar adımlarla banyoya ilerledi. Bileğini doğru hizaya getirdikten sonra gerekli ayarlamaları yaparak çipleri birleştirdi. Vücudu elektrik verilmişçesine titremeye başladı. Beyninden düşünceler hızla

Teleport Kumpanyası

Öykü Öykü

geçiyordu. Acı hissetmiyordu, sadece kasılmalara engel olamıyordu. Fena çuvallamıştı. Bileği şakağında, zangır zangır titrerken ne kadar komik göründüğünü fark ederek gülümsedi. Ama gördüğü şey kanının donmasına neden oldu. Sonra aynaya hiç bağlanmamış olmayı diledi. Yaşamında çıplak gözle gördüğü bütün ayrıntılar ekrandan hızla akıp geçiyordu. Uterus tünellerinde anne rahmiyle epey benzeşen mikroorganizmalar aracılığıyla yeryüzüne bilinçsizce gözlerini açtığı o ilk anı bile görmüştü. Teleport Kumpanyası görsel hafızaya bağlanan bambaşka bir çip üretmişti. Tüm anıları ve kişisel mahremiyeti gözler önündeydi. Kumpanyada izlediği her şey karşısındaydı şimdi. İşlenen cinayetlere ışık tutmak ve gelecek nesillere deneyimleri aktarmak gibi bir kaç zırvalıktan sonra evlerine bırakıldıklarını gördü.

Önemli bir ana tanıklık ediyordu, fakat yaşadıkları bir düzine şüpheyi de beraberinde getiriyordu. Yapılacak kötü eylemlere önceden müdahale etmek adı altında tek dünya düzeninin işine gelen o en kötü ihtimali düşünmek bile istemiyordu. Aynı sistemle düşünceleri ve hayalleri de kontrol etme ihtimalleri yüksekti.

Bağlantı aniden kesildi ve sendeleyerek aynaya tutundu. Aklına Pamuk Prensesin üvey annesinin aynası geldi. Kim bilir belki o zamandan geleceği görmüştü yazar. Her şeyi gösteren aynalar evlerde televizyon ve internet gibi birçok şeyin yerini almıştı. Zaman zaman o ayna sayesinde gözlendiği gibi paranoyakça düşüncelere kapılıyor olsa da bu şakaktaki çip olayıyla sisteme olan güveni allak bullak olmuştu. Çipler ayna ile eşzamanlı çalışıyordu. Nasıl bir deneyin parçası olduğunu tam olarak bilememek, zihnini fena kurcalıyordu. Düşünmekten bile korkar hale gelmişti. Lacivert gözlerini aynadaki aksine diktiğinde boynunun yanında belli belirsiz atan mavi bir damar gördü. Hafifçe dokunduğunda şakağındaki çip gevşeyerek yere düştü. Çipi çıkarmanın yolunu yanlışlıkla da olsa keşfetmesi gururunu okşamıştı. Aynaya yeniden baktığında eski haline döndüğünü fark ederek rahat bir nefes aldı. Emin olduğu tek şey o çipi bir daha asla takmayacağıydı, çok geçmeden yanıldığını anlayacaktı.

Ev tipi hava havuzunu çalıştırdı. Aynada bir kaç tuşlama yaptıktan sonra yerden otuz santim yükseklikte, iki metre eni ve üç metre boyu olan hava havuzu oluşmaya başladı. Kolayına gelen bir yere parmak hareketiyle yerleştirdikten sonra içine atladı. Bu sırada en sevdiği film, “Kabahatgösteren”i başlattı. İki bin on iki yılında bomba etkisi yaratan mükemmel bir bilimkurguydu bu. Eski filmleri izlemeyi seviyordu.

Filmi izlerken derin düşüncelere dalmıştı. Hava havuzunun ev versiyonundan önce gökdelenlerin dışına özel üretilen yirmişer metrelik olanını anımsadı. Metrelerce yükseklikten aşağıyı görerek yüzme imkanı veren muhteşem bir şeydi bu. Anormus gezegeninden gelen ışınlarla bloke olan ayna sistemi büyük çapta bir faciaya dönüşerek birçok hava havuzunun işlevini yitirmesine sebep olmuştu. Onca insan yere çakılarak feci bir biçimde paralel evrene geçiş yapmıştı. Suçlular cezalarını binlerce ışık yılı uzaklıktaki Zaman Cehennemi’nde çektiler. Yoğun istek ve baskı üzerine hükümet hava havuzunun yalnızca ev içinde kullanılmasına müsaade etti. Yakınlarını kaybeden birçok aile gen bankasına müracaat ederek sibernetik benzerlerini kopyalattı. Bu, acılarının zamanla dinmesine yol açarak insanları sakinleştirmişti.

Teleport Kumpanyası firmasını merak ediyordu. Öğrenmenin tek yolu havuzdan çıkıp çipi yeniden takmaktı. İşlem bittiğinde firmanın geçmişi ile ilgili yeterince bilgi toplamıştı. Bu şirketin kuruluş nedeni ışınlanma portalını oluşturmaktı. Çeşitli eşyalarla yapılan denemeler başarısız olmuştu. Kendini feda eden bir kopya insan sayesinde insanlarda kusursuz işlediği fark edilerek devletle ortak birçok çalışma yapılmıştı. Sistemin iki bin iki yüz’lerden önce piyasaya sürülmeyeceği aşikârdı; çünkü hava araçlarının miadı henüz dolmamıştı.

50 51

Page 27: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Öykü

Teleport Kumpanyası ismi Kabahatgösteren’in yazarının bir başka eserinden alınarak konulmuştu. Bu isim, geçmiş ve geleceğin kusursuz bir sentezi gibiydi. Karadelik kelimesi yerine icat ettiği zifiriyutak kelimesinin popüler olmasını sağlayan da yine aynı yazardı. Kadınların da mükemmel bilimkurgular üretebileceğinin canlı bir kanıtıydı bu.

İşte gene içerdeydi.O meşhur cam kürenin içinde, sorularına cevap bekliyordu. Saniyenin onda biri gibi bir zamanlamayla

yazarla göz göze geldiğinde küçük dilini yutacak gibi oldu. Çok geçmeden bunun yazarın bir kopyası olduğunu anlayarak soluklandı. Demek bu firma yazarın genetik kodlarından yararlanarak düş gücünü anlamaya çalışıyor ve bundan faydalanıyordu. Bu gerçekten zekiceydi. O reklâm sadece kendi aynasında yayınlanmış, asla başkalarının eline geçmemişti. Birinci ve ikinci; şirket çalışanlarıydı, asıl olan üçüncü, yani kendisiydi.

Bileğindeki çip ve ayna sayesinde uyumluluğu kontrol edilmiş, böylelikle kendisine zararsız bir tuzak hazırlanmıştı. Şakaktaki çip yalnızca kendisinde işe yarıyordu. Firma onu ne pahasına olursa olsun istiyordu. Karşılığında kendisine serbest bölgede yaşam ve üreme hakkı tanınacaktı. Bu onun en büyük hayaliydi. Eski devirlerdeki insanlar gibi normal araçlar kullanacak, ilkel ama mutlu bir hayat sürecekti. Yapay ortamdan uzaklaşma şansı vardı.

Kendisi için değil, ama gelecek için bu görevi kabul etmeye karar verdi.Aylar süren çalışmalar meyvesini beklenenden erken vermişti. Suç oranı sıfıra yakındı. İnsanların refah

seviyeleri eşitlendi. Barış ve huzur dolu tek dünya düzeni yıllar sonra hatasız olarak işlemeye başladığında “Üçüncü”, serbest bölgede yaşayan özgür bir kahraman oldu.

Öykü: Handan KALSIN

‘’Her zaman hikâyeler anlatabilmek istemişimdir, bilirsiniz ya, ruhumun derinliklerinden gelen hikâyeler. Ateşin başına oturup insanlara hikâyeler anlatmak isterdim, gözlerinde canlandırmalarını sağlamak, onları güldürmek ve ağlatmak, onları sözcüklerle dilediğim yere taşımak. İnsanların ruhlarına hitap edip onları değiştirecek öyküler anlatmak isterdim.’’

Michael Jackson/ Moonwalk

Michael Jackson, sıcak bir Ağustos günü tarih 1958’i vururken Gary, Indıana’da dokuz çocuklu bir ailenin yedincisi olarak gözünü açtı dünyaya. O zamanlar fakir mahallenin siyahi insanları, küçük hayatlarını idame ettirmek için yumruklarıyla mücadele ederken, o evinde müzik sesleriyle başladı hayatla temaşaya. Babası bir çelik fabrikasında işçi olarak çalışıyordu ama onun tutkusu başkaydı. O müzik yapmak istiyordu. Kendine ait bir grubu bile vardı. ‘’The Falcons’’…

Kendi müzik tutkusu çok ileriye gidemese de çocuklarını bu konuda disipline etmeyi kendine amaç edinen Joe Jackson elindeki tüm şartları kullanarak beş oğlundan oluşan bir grup kurdu. Jackson 5… Grup kendi çevresinde gelişmeye, gösterilerini her daim bir ileri seviyeye taşımaya devam ededursunlar beş yaşında bir cüce çıkıp hepsini bastıracaktı.

Michael ve kardeşleri 1968 yılının Temmuzunda, Detroit’teki Motown seçmelerine katıldıklarında, inanılmaz yetenekleriyle ayaklarımızı yerden kestiler.

Yaz geldi, açtı çiçekler, sandıklardan çıktı tüm ince kıyafetler… Efendim malumunuz ay haziran olunca içimde biriken yaz coşkusunu kendimin kaleme aldığı bu başarısız maniyle belirtmek istedim, affınıza sığınıyorum. Bu ay kalemim de kendisine aşkla bağlandığım bir

isim olan Michael Jackson ve her ne kadar tarih olarak tutmasa da yeni Raven filmi ile aklıma düşen Müthiş deha Edgar Allan Poe ve yaramaz kedi Garfield var. Ve bence ortak bir yönleri;

anlaşılamamanın verdiği dayanılmaz hafiflik… Keyifle okumanız dileğiyle.

Michael JACKSON(28 Ağustos 1958- 25 Haziran 2009)

Tarihte Haziran Ay'ı

Tarihte Bu Ay

52 53

Page 28: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Küçük Michael’in performansı yaşından çok öteydi. James Brown ve Jakie Wilson gibi şarkı söyleyip dans ettikten sonra ‘’Who’s Loving You’’ adında bir Smokey Robinson şarkısı seslendirdi. Bu performans esnasında, tüm yaşamını kederler ve kalp kırıklıklarıyla geçirmiş bir adamın hüzünlerine ve tutkularına büründü. Smokey bu şarkıyı harika söylerdi, ama Michael daha iyisini yapmıştı. Smokey’ye döndüm ve ‘’Hey, bu cüce bu parçada seni solladı’’ dedim. Smokey yanıtladı; ‘’Bence de!’’

Berry GORDY

Motown ile anlaşan Jackson 5’ın yolu açıktı artık. Michael kardeşleriyle beraber show dünyasının renkli koridorlarında kendini bile bilmediği bir yaşta dolaşmanın hazzını yaşıyordu. Ama sonrasında bu haz kayıp çocukluğunun verdiği azaba dönüşecekti. ABC, The Love You Save, I’ll Be There grubun çıkardığı önemli hitler arasındaydı. Grup dünya çapında bir şöhrete doğru hızlı adımlarla ilerlerken herkes mikrofonun arkasında keyifle şarkı söyleyip dans eden ufaklığa dikkat kesilmişti. Michael yavaş yavaş kendi solo kariyerini de inşa etmeye başlamıştı. İlk solo albümünü çıkardığında tarih 1971’i işaret etmekteydi. Got to Be There adlı albümü çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Motown’dan çıkan albümün devamı da geldi. Albümü takiben, Ben, Music and Me, Forever Michael müzik listelerine hızlı bir giriş yaptı. Yıllar geçtikçe küçük çocuk büyüyor hayran kitlesi ve dertleri de onunla beraber artıyordu.

O ustaları seyrederek, kalbinden geçeni dinleyerek ve isteyerek yapmıştı yaptıklarını. Sevimli bir çocuğun alaycılığıyla çıktığı yolda zaman onun yüzünü, boyunu kısacası görüntüsünü değiştiriyordu. Ergenlik denen dönem Michael için hatırlamak istemediği cilt problemleriyle başlamıştı. Ve onun işinde bu sıkıntının en büyüklerinden biri demekti. Tüm sıkıntılarına rağmen Jackson 5 yolunda hızla ilerlemeye devam ediyordu. Fakat Michael’in önünde daha büyük bir dalga belirmişti. Yıl 1978’i gösterdiğinde bir film projesi onu ‘’Popun Kralı’’ yapacak adamla Quincy Jones’le tanıştıracaktı.

The Wiz başrollerinde Diana Rose’un da yer aldığı 1969 mahsulü yapımın başarılı ‘’The Wizart Of The Oz’un’’ siyahi versiyonuydu. Film müzikal olarak tasarlanmış ve ona göre bir dans rutini eklenmişti. Diana Rose ve ekibi bu dans rutini için bir koreograf eşliğinde çalışıyorlardı. Michael ise gördüğü her hareketi tek seferde algılayıp uygulamaya başladığı için diğer oyuncuların ve Diana Rose’un tepkisine maruz kaldı. Dans

onun için su içmek kadar kolaydı çünkü fakat diğerleri onun hızını yakalayamıyorlardı. Rose en sonunda onu kenara çekip bu kadar hızlı giderek herkesi utandırdığını ve kızdırdığını söyleyecekti. Filmde korkuluğu canlandıran Michael hem filmi hem de dans rutinini çok sevmiş, film, onu hem çıkmak istediği basamaklara taşımış hem de içinde taşıdığı sinema sevgisini tetiklemişti.

Michael Jackson 1979’da ‘’Off the Wall’’ albümünü piyasaya sürdüğünde müzik dünyasına değişim rüzgârını da getirdi. Albüm günün standartlarının çok üstündeydi. Sanatçının sesindeki enerji ve tutku onu diğerlerinden hep bir basamak önde tutacaktı ve bu albüm bunun canlı kanıtıydı. Sadece ses değildi öne çıkan Michael’in inanılmaz dans rutini de giriyordu işin içine. Sahnede o kadar rahat ve öylesine özgürdü ki genç Michael ışığını görmemek mümkün değildi.

‘’Hayatımdaki amacım; ilhamını almakta şanslı olduğum bu kutlu coşkuyu müziğim ve dansımla dünyaya sunmak.’’

Albümden çıkan hitler Don’t Stop ‘Till You Get Enough, Of the Wall, She is Out of My Life, Rock with You hem dünya çapında büyük ses getirdi hem de Michael için ödül çanlarının çalmasına sebep oldu. Albüm o güne kadar görülmemiş bir satış rekoruna imza atmıştı. Tüm bu başarılar herkesin gözlerini kamaştırmıştı lakin Michael’a yetmeyecekti.

‘’Don’t Stop ‘Till Get Enough’ın benim için anlamı çok büyüktür, çünkü baştan sona yazdığım ilk şarkıdır. Bu şarkı benim ilk büyük şansımdı ve hemen liste başı oldu. İlk Grammy ödülümü bu şarkı ile

Tarihte Bu Ay

Tarihte Bu Ay

54 55

Page 29: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

bir ürünü olmasının yanı sıra sektörü geri dönülemez bir noktaya da ulaştırdı. Michael Jackson çıtayı yükseltmiyor artık kırıyordu. Bu sırada Motown’ın 25. Yıl dönümünde kardeşleriyle çıktığı sahnede efsanevi bir harekete daha imza atacaktı. ‘’Moonwalk’’

Albüm 37 hafta zirvede kalmış 122 haftayı da Billboard albüm listesinde geçirmişti. Michael bir gece de tam 8 Grammy ödülü alarak 2000 yılına kadar kırılamayan bir rekora da imza atmıştı. Birçok ödülü de peşinde sürükleyerek. Buna Guinness Rekorlar Kitabı da dâhil. Şöhret onu tanımlamaya yetmezken içinde yaşadıklarını ise o tanımlayamıyordu.

‘’Albümlerimin ardından gelen başarıya rağmen kendimi çok yalnız hissediyordum. Öyle yalnızdım ki konuşabileceğim ve belki arkadaş olabileceğim birileriyle karşılaşma umuduyla yürüyüşe çıkardım. Benim kim olduğumu bilmeyen insanlarla tanışmak isterdim. Benimle Michael Jackson olduğum için değil, beni sevdiği ve o da arkadaşa ihtiyaç duyduğu için arkadaş olacak biriyle karşılaşmak isterdim. Sokaktaki herhangi biri olabilirdi. Başarının yalnızlık getirdiği bir gerçek… İnanın, doğru. İnsanlar sizin şanslı olduğunuzu, her şeye sahip olduğunuzu düşünürler. İstediğiniz yere gidip canınızın istediğini yapabileceğinizi sanırlar, ama konu bu değil. İnsanlar daha temel şeylere açlık duyar.’’

Michael JACKSON / Moonwalk

Billie Jean, Beat It, Thriller, Wanna Be Startin’ Somethın’’ almış başını giderken Michael yaptığı hayır işleriyle beyaz sarayın yolunu tutuyor ve Ronald Reagan’dan bizzat ödül alıyordu. Sonrasında kardeşleriyle çıktığı ABD turu ve onlarla yaptığı ‘’Destıny’’ albümü de rekorlar kıracaktı. Bu arada Afrika’daki aç çocuklar içinde dünya çapında bir projeye öncülük etti genç sanatçı. ‘’We are the Wold’’ kendi tabiriyle o güne kadar yaptığı en anlamlı işti. O her daim o tarihte yaptığını yapacak çocuklar için elindeki tüm imkânı kullanacaktı. Sert eleştirilere maruz kalsa bile.

Michael oradan oraya dolaşarak ününü dünyanın dışına taşırıyordu neredeyse fakat sağlık sorunları da baş göstermeye başlamıştı. Pepsi reklamlarının çekimlerinde başına gelen elim kaza onun uzun bir yanık tedavisi görmesine ve ağrı kesicilerle ilgili ciddi sorunlar yaşamasına sebep olacaktı. Yanık izlerini yok etmek için geçirdiği plastik cerrahi operasyonları da basına farklı şekilde yansıtılmaya başlamıştı bile. Bu sırada ona başka bir genetik hastalığın teşhisi de konuldu. Vitiligo denilen bu deri hastalığı onun ten renginde noktasal açılımlara sebep oluyordu. Ve birçokları bunu teninin renginden utandığı için rengini açtırdığı dedikodularına çevirecekti. Aslında Michael kendi seçmediği bu sorun yüzünden ömrü boyunca sıkıntılı günler geçirecekti. Güneş onun dostu değil düşmanıydı artık.

‘’Rekorları değiştirmeye başladığımda Elvis Presley’in ve Beatles’in rekorlarını kırdım ve ertesi gece bana ucube, homoseksüel, çocuk tacizcisi ithamlarında bulundular. Ten rengimi beyazlattığımı söylediler.

kazandım.’’Michael JACKSON / Moonwalk Kitabından

Michael Jackson bu arada kardeşleriyle beraber çalışmaya da devam ediyordu. Kardeşler 1980 yılında ‘’Triumph’’ adlı albümleriyle büyük ses getirirken albüme damgasını vuran yine Michael olmuştu. Ayrıca ‘’E.T’’ için yaptığı ‘’Someone in the Dark’’ adlı şarkı da ona 1982’de en iyi çocuk albümü dalında Grammy getirecekti. Bundan sonraki hedef bir basamak üstü görmekti ve Michael kafasında esen fırtınaları yansıtmak için çalışmaya başlamıştı bile. 1982’de yine Epic Prodüksiyon ve Quincy Jones eşliğinde dünyada görülmemiş rekorlara imza atan ve tabiri caizse Michael Jackson’ı tartışmamız popun zirve ismine dönüştüren ‘’Thriller’’ albümü piyasaya sürüldü. Tekli olarak çıkarılan albümün tüm şarkıları hit olmakla kalmayıp kırılamayacak bir rekora da imza attı. Dünya çapında 125 Milyon satan albüm müzik dünyasını yerle bir etti. Ardı ardına gelen şok dalgaları gibiydi Michael Jackson. Bu şoklardan biri de şarkılarına kısa film tadında tanınmış yönetmenlerle çektiği video kliplerdi. Billie Jean MTV ekranlarında gösterilen ilk siyahi sanatçı videosu olurken, ‘’Thriller’’ şarkısına çekilen yönetmenliğini John Landis’in yaptığı klip ise müzik camiasında görselliğin ne denli etkili olduğunu yedi düvele anlatmış oldu. Koreografisini kendi yaptığı dans rutini ise tam bir gövde gösterisiydi. 13 dakika süren kısa film Michael’in sinema aşkının

Tarihte Bu Ay

Tarihte Bu Ay

56 57

Page 30: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Dangerous albümü Sony müzik şirketinden çıkmadan önce Michael Jackson’ın aldığı astronomik ücret konuşuldu. Albüm çıkışını John Landis yönetmenliğinde çektiği ‘’Black or White’’ şarkısıyla yaptı. Renklerin, yerlerin önemli olmadığını haykırıyordu Jackson, klip de şarkı da çok konuşuldu, tartışıldı. Albümden çıkış yapan ‘’Who Is It’’ ise yine ünlü bir yönetmen olan David Fincher imzasını taşıdı. Yönetmeni ‘’Seven’’ filminde de hatırlarsınız. Jackson daha sonra Sony Müzik Şirketine geçmesi için hayatımda yaptığım en büyük hata diyecekti. Albüm tüm dünyada iki milyondan fazla sattı. Black or White, Jam, Heal the World, In the Closed, Will You Be There, Who Is It, Remember the Time Dangerous albümden çıkan hitler arasındaydı. Ayrıca Will You Be There adlı şarkı ‘’Free Willy’’ adlı filmin parçasıydı. Dangerous albümünü yine bir dünya turu ve sansasyonel haberler izledi. Michael’in yolu bu turla Türkiye’ye de düştü. Tur kapsamında olmayan ülkemize gelmesinin tek sebebi ise verdiği sözdü. Geleceğim demişti Michael Ahmet San’a ve sözünü tutmuş, mükemmel bir konser vermişti İstanbul’da. Michael aynı yıl yaptığı hayır işleriyle konuşulurken ‘’Yaşayan Efsane’’ ödülüne de layık görüldü.

History Michael Jackson için geçmişini, bugününü ve geleceğini özetlediği albüm olarak bilinir. Yıl 1997… Albümün ilk ayağı yeniden düzenlenmiş kült Michael Jackson şarkılarından oluşur. İkinci ayağı ise aralarında They Don’t Care About Us, Earth Song, Scream,Ghosts, Stranger in Moscow, You Are Not Alone gibi hitlerin yer aldığı kısımdan oluşur. Sanatçı burada da kısa film rutinini bozmamış kız kardeşi ile çektikleri ‘’Scream’’ tüm zamanların çekilen en pahalı klibi ünvanına sahip olmuştur. Senaryosunu Stephen King’le birlikte yazdığı, yönetmenliğini de Stan Winston’ın üstlendiği ‘’Ghosts’’ ise aklınıza gelebilecek tüm yeni tekniklerin dans rutiniyle harmanlandığı 35 dakikalık bir gösteri olarak yansımıştı ekranlara. Ayrıca Cannes Film Festivalinde gösterilen ilk ve tek müzik videosu olma unvanına da sahipti. Başarıları ve aldığı ödülleri koyacak yer bulamayan Jackson’ı aslında kapısında hep bu güzellikler beklemiyordu. Konuşulanlar ve çocuklarla ilgili hakkında çıkan söylentiler onu iyiden iyiye bunaltmaya başlamıştı. Yaptığı iki mutsuz evlilikte buna eklenince Jackson için başarıların ardından gelen

Kendimi değiştirmek için sürekli operasyon geçirdiğimi… Halkın bana karşı tavır alması için ellerinden geleni yaptılar.’’

Michael JACKSON

Yıl 1986’yı gösterdiğinde Michael sinema sevgisini bir basamak daha öne taşıdı ve yapımcılığını George Lucas’in yönetmenliğini Francis Ford Coppola’nın yaptığı ‘’Captain EO’’ adlı kısa filmi çekti. Film 17 milyon dolara mal oldu. Bu o güne kadar yapılan en büyük bütçeye sahip filmdi. Dineyland’da gösterilen film büyük ses getirdi. Film için Jackson daha sonra ‘’Bad’’ albümüne de koyacağı iki şarkı seslendirdi. Another Part of Me ve We are Here the Chance the World…

1987 yılında müzik dünyası bu kez ‘’Bad’’ albümü ve ardından gelen başarı ile bir kez daha sallandı. Michael artık Elizabeth Taylor’un ilk kez dillendirdiği bir lakapla anılacaktı. ‘’Popun Kralı’’ sanatçı bu albümünde de alışkanlıklarını bozmadı. Albümün müthiş dinamiğine ek olarak yine ünlü yönetmenlerle beraber kısa film tadında klipler çekti ve satış rekorlarına imza attı. Bad, The Way You Make Me Feel, Man in the Mirror, Dirty Diana, I Just Can’t Stop Loving You albümden çıkan hitler arasındaydı. Dünya çapında 30 milyonluk bir satış rakamına sahip olan albümün ilk kısası Martin Scorsese tarafından çekilen ‘’Bad’’ isimli şarkıydı. 1988’de sinema aşkını bu kez ‘’Moonwalker’’ adlı müzikal filmle besleyecekti Michael ve film tüm dünyada büyük bir başarı getirecekti, yeniden… O dönemlerde bir de kitap yazdı Michael ‘’Moonwalk’’ adlı eserinde kendini anlattı, anlamak isteyen herkese.

Yıllar ve başarılar büyüdükçe Michael hakkında çıkan dedikodularda çirkinleşiyordu. Basın artık ipini koparmış ve dilin kemiğini kırmıştı. Hakkında çıkan iddialar Michael için hem hüzün hem de yalnızlığın kapılarını sonuna kadar açıyordu. İçine kapanmayı ve susmayı, kendini ifade etmeye çalışmaya tercih eden sanatçı kulaklarını tüm sözlere kapatıp yolunda gitmeye inandığı şekilde devam etti. Lakin insanlar susmayacaktı. Bu sıralar Moonwalk filmiyle dönen bir şarkı da dillerdeydi ‘’Leave Me Alone’’…

‘’Sonuçta bu kıskançlıklarla yaşamak zorundasın. İnciteceklerini düşünüyorlar. Beni hiçbir şey incitmez. Ne kadar büyük yıldızsan o kadar büyük hedefsin. En azından konuşuyorlar. Konuşmayı bıraktıklarında o zaman endişe etmelisin.’’

Michael JACKSON

Bad albümünden sonra dünya turuna çıktı ve ulaşabildiği her yere gitti, sanatçı. Şarkıları ve sahne performansıyla göz doldurdu. Stadyumları onun gibi doldurup taşıran başka hiçbir sanatçı yoktur. Albüm ve konser serüveninden sonra uzun bir sessizlik yaşadı Michael Jackson. Bu arada dedikodu kazanı kaynamış, taşmak üzereydi.

Tarihte Bu Ay

Tarihte Bu Ay

58 59

Page 31: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

sessiz bir dönem başlamış oldu. Yıllar ve peşini bırakmayan söylentiler onu yormuştu artık.

2001 yılında sessizliğini bozan Jackson 13 ülke de bir numaraya oturacak olan Invincible adlı albümü çıkardı. Albüm tüm dünyada kralın dönüşü olarak nitelendirilmesine rağmen Sony ile olan anlaşmazlıkları albümün başarısına gölge düşürdü. Tüm olumsuzluklara rağmen albüm iyi sayılabilecek bir satış rakamına ulaştı. The Rock My World, Invincible, Cry, Butterflies, Whatever Happens, Unbreakable albümden çıkan hitlerdi. Michael albüm için dünya turuna çıkmamış ancak eser tüm ünlü isimlerin katıldığı özel bir konserle tanıtılmıştı. Konserde Jackson yıllar sonra yine kardeşleriyle şarkı söyleyecekti. Invincible Jackson’ın ölmeden önce çıkardığı son albüm olma özelliğini de taşır. Sonrasında çıkarılan albüm düzenlemeleri eski şarkılarından oluşuyordu.

Jackson albümden sonraki birkaç yılını çocuk tacizi davası yüzünden hatırlamak bile istemeyecek ve şöyle konuşacaktı;

‘’Beni tanıyan herkes şunu iyi bilir ki, çocuklar hayatımdaki her şeyden daha önce gelir ve bir çocuğa asla zarar vermem.’’

Michael Jackson ölümünden kısa bir süre önce bir konserin hazırlığına başlamıştı. Geri dönmek istiyordu. ‘’Thıs Is It’’ diyecekti. Sevdiği şeyi yeniden yapmak ve ne kadar sevildiğini hatırlamak istiyordu ama olmadı. Tarih 25 Haziran 2009’u gösterdiğinde Michael Jackson yaptığı her şeyle birlikte bu dünyaya veda etti. Arkasında birçok başarı, koca bir imza ve kırılamayacak rekorlar bırakarak…

‘’Ben yalnızca dürüst olmak isteyen, insanları mutlu etmeye alışan biriyim. Tanrı’nın bana ihsan ettiği yeteneğimle onlara biraz olsun kaçış duygusu vermek amacım. Kalbim burada işte. Tüm yapmak istediğim bu…’’

Michael Jackson üzerinden akan müthiş yeteneği, dehası ve yaptıklarıyla hep bizimle olacak. O tartışmasız dünyanın en büyük ismiydi müzik adına. Dünya çapında satan 140 milyon albüm ve aldığı sayısız ödülle Michael Jackson bir efsane… Yaşarken ilgimizi çeken tüm o konuşmaların ardında kalan bu yeteneği bu kez sadece onun olmak istediği şekilde hatırlamalıyız. Kaçış duygusu vermek isteyen iyi kalpli bir adam olarak. Şarkıları, güzel sesi, gülüşü ve danslarıyla… Long Live The King…

Tarihte Bu Ay

Garfield Hayat Prensipleri1. İnsanlar yorgun doğar, dinlemek için yaşar.2. Çalışmak yorar.3. Gündüz dinlen ki gece rahat edesin.4. Yatağını kendin gibi sev, içinden çıkmayacağın

gibi yap.5. Yarın yapabileceğin işi bugün yapma.6. Bugünün işini yarına bırakma, erteleyebileceğin

kadar ertele.7. Dinlenen birini görünce otur, ona yardım et.8. Oturman mümkünse ayakta durma, yatman

mümkünse oturma.9. Tembellikten kimse ölmez.10. Çalışma isteğin doğunca bir yere otur ve

isteğinin geçmesini bekle.

Kedi Garfield 19 Haziran 1978’de bir çizgi karesi olarak hayatımıza girdiğinde çizeri Jim Davis dâhil kimse onu bu kadar sevebileceğimizi bilmiyordu. Genellikle suratı mayışık, tembel, kimseye eyvallahı olmayan, yemek yemeyi hayatındaki her şeyden çok seven, postacı, kapıcı, sahibi, evdeki dostu(her ne kadar o böyle görmesi de) Odi ile uğraşmaya bayılan bu turuncu tüy yumağı çocuklar kadar büyüklerinde sevgilisi oldu. Çocuklar onun şirin mizacına ve pufidikliğine, büyükler ise onun hayata bakış açısına bayıldılar. Lakin o zorunlu olduğu hiçbir şeyi yapmayan ama yine de yaşamı sonuna kadar keyifle yaşayan bir karakterdi. Hem de yatağından ve yemeklerinden çok uzaklaşmadan…

Jim Davis’e Garfield adının özel bir anlamı var mı diye sorduklarında onun büyükbabasının ismi olduğunu söylemişti. Malum evin en büyüğünün hayat prensipleri de yaşı gereği üç aşağı beş yukarı Kedi Garfield gibiydi. Yani karakter yalnızca ismini değil genel yapısını da büyükbabadan almışa benziyordu. Garfield 1978’de 41 gazeteye konuk oldu. Çok sevildi. 80’lere gelindiğinde

GARFIELD(19 Haziran 1978)

Tarihte Bu Ay

60 61

Page 32: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

tam 850 gazete de Garfield boy gösteriyordu. Jim Garfield ile hem büyük bir başarı yakalamış hem de parayı gözünden vurmuştu. 1985 yılında kedimizin popülaritesi bir miktar düşmeye başladığında ise 88 yılında yayınlanmaya başalayan çizgi filmleri onu tekrar zirveye taşıdı. Garfield Jim’e bir de şirket hediye etmişti çok kazananından. Kahramanımız bir süre sonra evlerimizi yalnız televizyon ve gazete sayfalarıyla ziyaret etmekten sıkılmış olsa gerek ki kitap, silgi, kalem, bardak, tişört gibi malzemeleriyle de başköşemize oturmayı başardı. Halka mal olmanın cansız tanımıydı Garfield. Hatta 1996^da Amerikan ordusu onu yeni kurulan bir üssün maskotu yapmak istedi fakat bu teklif isim babası tarafından reddedildi.

90’lar Garfield için çizgi diziler, Tv showları ve şöhret demekti. 2004’ye gelindiğinde ise kedimiz beyazperdede ki ilk deneyimini yaşayacaktı. Garfield: The Movie adlı film de Garfield animasyon karakter olarak karşımıza geçmişti. Can dostu Odi’yi ise gereçek bir köpek oynuyordu. Kahramanımızı Bill Murray seslendirmişti. Yapım her ne kadar eleştirmenlerden zayıf not alsa da hayran kitlesini memnun etmişti ve devamı gelecekti. İkinci uzun metraj film 2006 tarihinde Garfield: A Tale of Two Kitties oldu. Yine eleştiri okları hedef tutturmaya çalışıyordu. Ama film iyi bir gişe elde etti. 2007 yılında ise animasyon filmi olan ‘’Garfield Gets Real’’ seyircisi ile buluştu. John Davis tek başına çıktığı bu turuncu macera ile koca bir ekip, şirket, kitaplar ve Guinness Rekorlar Kitabında bir yer edindi. Sevildi ve takdir gördü.

Garfield’ın Can DostlarıOdi: Köpeğimiz kocaman bir dile, sevgi dolu saf bir kalbe ve Garfield tarafından ha bire düşürüldüğü bir

sandalyeye sahip. Evde iletişim kurmayı beceremeyen tek mahlûk. O kadar iyi niyetli ki kim ne yaparsa yapsın sevmeye devam ediyor.

Tarihte Bu Ay

John Arbuckle: Garfield ve Odi’nin sahibi. Aşkta bahtsız bir genç adam… Garfield’ı doğduğu Mama Leoni’nin İtalyan restoranından alıp eve getiriyor. Garfield onun ne dediğini anlıyor ve ona da kendini anlatabiliyor. Temiz kalpli gencimiz aşk arayışından sonrasında seveceği kahramanımızın veterineri Dr. Wilson tarafından kurtarılıyor.

Dr. Liz Wilson: Garfield’ın veterineri. John’un iyi bir adam olduğunu düşünürken Garfield’ın çevirdiği bir dolapla bir anda bu sever miyim acaba dediği adamla aşk yaşamaya başlayan güzel kadın.

Garfield bir İtalyan restoranında doğup sonrasında evlat edinen gamsız turuncu bir kedi… Sahibi dâhil birçok mahlûkatın dilinden anlıyor ve yazı yazabiliyor. Pazartesilerden ve Şubat ayından nefret ediyor. Yatağını ve yemeğini ellerseniz can düşmanınız olmaya yeminli. Lazanya favori yemeği, aslında kuru üzüm hariç taştan yumuşak her şeyi yemeye meyilli bir yaramaz. Kediden serseri mi olur demeyin. O tam bir serseri ama çok sevimli ki hala sevilmesinin ve 30 yılı aşkın bir süredir evlerde pamuklara sarılmasının sebebi de bu. Hangimiz onun gibi bir hayatı istemeyiz ki? Sevimli bir ev, istediğin kadar yemek ve ne yaparsan yap seni koruyup sevecek bir aile…

Tarihte Bu Ay

62 63

Page 33: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Tarihte Bu Ay

Edgar Allan POE(19 Ocak 1809- 7 Ekim 1849)

“‘’Seneler seneler evveldi,Bir deniz ülkesinde yaşayan bir kız vardı;

Bileceksiniz, ismi Annabel Lee,Hiçbir şey düşünmezdi, sevilmekten ve

Sevmekten başka beni…’’Edgar Allan Poe; iflah olmaz âşık, yazar, eleştirmen,

şair… Kimilerine göre tam bir deha, kimilerine göre dehanın deliliğe aktığı bir nehir… Edgar Allan Poe, âdemoğlunun kalbini her dehlizi, karanlığı, ışığı ve ışıksızlığıyla gören göz. Kendi söylemiyle; ‘’Bütün gördüğümüz ve göründüğümüz, yalnızca bir düşün içindeki bir düş…’’ diyen söz.

19 Ocak 1809’da eski zengin aşka düşmüş oyuncu babası David ile ona parayı pulu terk ettiren yine oyuncu annesi Elizabeth’in ikinci çocuğu olarak Boston’da dünyaya geldi. Ailesi geçimini zar zor sağlıyordu ama bir arada oldukları için mutlulardı. Ne yazık ki bu mutluluk uzun sürmeyecek esen bir rüzgâr güzeller güzeli annesini ondan alacaktı. Babası David ise bundan kısa bir süre sonra sevdiği kadına katılacaktı, bilinmeyen âlemde. Üçkardeş böylece yapayalnız sürüklendikleri hayat sularında yaşam mücadelesi vermeye başlamışlardı. İçlerinde en şanslıları Edgar olacak, onu zengin bir tüccar yanına alacaktı. Edgar Poe böylelikle olacaktı Edgar Allan Poe… Yaşamın ona gülümsediği seyrek anlardan biri olarak geçecekti bu Poe denen kısa tarihin sayfalarına. Onlarla birlikte İskoçya, İrlanda ve İngiltere’yi gezecekti, Edgar. Deniz ülkelerini. Sonrası ise zeki ama uyumsuz, konuşmayı sevmeyen, içe kapalı, kendi penceresinde geçen bir çocukluk ve paranın ona verdiği imkânları içki ve kumara adayan arayış içinde bir gençlik olacaktı. Kendine ait bir dünyası, dışarıdan bakana garip gelen davranışları ve sadece kendinde geçerli olan bir adalet anlayışı vardı Edgar’ın. Onu anlamak için hayal gücü denen nehrin kıyılarında

azda olsa gezmeniz gerekirdi. Lakin Poe, o nehrin sularında yıkanıyordu her gün.

Üniversiteden yapamayacağını anlayınca ayrılan Edgar ailesinin yanına döndü. Babası ile asla sıcak olamayan ilişkileri bu durumla iyiden iyiye gerildi. Neyse ki onu annesi kadar seven bir kadın vardı Frances… Askeri okula gitmesine karar verildi genç adamın. Fakat Poe denizi burada da durulmadı. Uyumsuzluk, emirlere itaatsizlik, içki Poe’nun okuldan atılmasına sebep oldu. Frances yine onu koruyan kalkan olmuştu. Bu durumda çok uzun sürmedi ne yazık ki Frances hayata gözlerini kapayınca Poe bir kez daha yapayalnız hissetti kendini. En sonunda John Allan’la yaptığı bir tartışma sonucu evi terk etti ve sokakları mesken edindi. Yine de başı dik ve mağrurdu Edgar. Biliyordu, bu dünyayı onun gözlerinden gören yoktu hal böyleyken asla onlar gibi bir yaşam süremeyecekti. O hep anlaşılamayan olmaya mahkûmdu. Çeşitli işlerde çalışıp geçimini sağlamaya çalıştı Edgar. Bu arada içki sorunu giderek büyüyordu.

‘’Şişedeki Mesaj’’ adlı öyküsüyle Baltimore Saturday Visitor’un açmış olduğu bir yarışmaya katıldı ve kazandı. Bu başarı yazı dünyasının onu fark etmesine sebep oldu. Southern Literary Massenger’da editör yardımcılığı işine girdi. Aradan geçen kısa zamanda kapısını bir de aykırı bir aşk çaldı Edgar’ın 14 yaşındaki kuzeni Virginia Cleem’e vuruldu. Evlendiler. Eşi de Poe’ya aşkla bağlıydı. Ama aşk her şeyi düzeltemiyordu. Poe iki yıl sonra içki ve uyumsuzluk sorunları nedeniyle dergide ki işinden ayrıldı. Yoksulluk yine kapıdaydı ve bu kez onu iki kişi olarak karşıladılar. Yoksulluk hayata duyduğu öfkeyi iyice tetikledi, genç yazarın. Yazmaya ve içmeye devam etti. Çeşitli yerlerde şiirlerini ve hikâyelerini yayımlatmaya çalıştı. Adı duyuluyordu lakin takdirden ziyade alay konusu oluyordu katıldığı meclislerde.

Mezarlıklarda ve morglarda geziyor, insan cesetlerini inceliyordu. Amacı tüm vücuda kan pompalayan o küçücük organın içindekini bulmaktı. Ne yatardı kalbin içinde. İnsan denen dehliz nasıl olurda bir karanlık bir aydınlık koca bir ülke olabilir de hem yaşatıp hem de öldürebilirdi. Onun yeteneği ve yazı ilmi vardı, anlatmak istiyordu. İçkinin beynini sulandırmadığı zamanlarda… Yılmadı, yazmaya ve anlamaya çalışmaya devam etti. Ta ki büyük aşkı verem denen illetten 1847 yılında kollarında ölüne dek. Hayatını kayıpların kucağında yaşayan Poe bu son kaybı kaldıramamış içkiyle olan samimiyetini son haddine taşımıştı. Davranışları artık gariplikten, saçmalığa ve şiddete terfi etmişti. Deha deliliğin sularında boğulup gidiyordu, yapayalnız… Zaten çok da dayanamadı. 1849 yılında bir meyhane de kendinden geçmiş bir şekilde sayıklarken bulundu. Ne söylemeye çalıştığını yine kimseler anlayamadan dört kişilik bir cenaze töreniyle bu dünya sahnesinden belki de huzurla çekildi Poe. Zaten anlayamadığı bir kâbustan ibaret olan bu hayattan gitmek onu çokta üzmese gerekti.

Kısa yaşamı boyunca atılıp, itilen, gözler önünde koca dehasına rağmen harcanan Edgar Allan Poe bugün Amerikan Romantik Akımının öncülerinden biri olarak kabul görüyor. Polisiye, gerilim, bilim kurgu alanında yazdığı efsanevi öyküleriyle ve tabi ki ‘’Kuzgun’’ başta olmak üzere şiirleriyle Poe dünyanın en çok sevilen yazarlarından… Ondan ilham almayan, onun gibi olmak istemeyen bir tek yazar yoktur sanırım. Lovecraft ve Deliliğin Dağlarında bunun en çok bilinenlerindendir sanırız ki. En önemli öyküleri arasında

Tarihte Bu Ay

64 65

Page 34: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

‘’Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalıYabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,Uykunun eşiğinde düşerken başım öne, aniden bir tıkırtı geldi içeriye,Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın,‘’Bir ziyaretçi olmalı’’ diye mırıldandım, ‘’Bir ziyaretçi çalıyor kapısını, odamın,Yalnızca bu, başka bir şey değil…’’

Edgar Allan Poe dünyanın gördüğü en iyi yazarlardan biri, hayatını sefil ve dışlanmış bir vaziyette, kafasında karanlık, sisli, puslu bir dünya da geçirdi. Yaşamını geçirdiği yerdeki tüm insanlar bu dehaya delilik yaftasını yapıştırdı ve kendilerinden farklı işleyen bu zekâya saygı duymak bir yana, dalga geçmeyi, itip kakmayı görev addettiler. Ve Poe’nun yaşamı 40. yaşında elim bir şekilde sona erdiğinde kimse onun günümüzün en çok ilham veren ve hayranlık beslenen edebiyatçılarından biri olacağını bilemedi.

The Raven, Poe’nun göz yaşartan sonu ile başlayıp, ona tutkuyla bağlı bir seri katilin onun tekrar yazmaya

The RAVEN (2012)

Sinema

gösterilen birkaç isim vermek gerekirse tavsiyemiz; ‘’The Black Cat’’, ‘’Elanora’’, ‘’The Tell- Tale Heart’’, ‘’Oval Portre’’, ‘’Morgue Sokağı Cinayetleri’’, ‘’Altın Böcek’’, ‘’Kızıl Ölümün Maskesi’’ olabilir.

Poe birçok yazarı etkisi altına almasının yanı sıra sinemada da etkisi yadsınamaz. Tim Burton’ın ondan esinlenerek yarattığı aykırı anlaşılamadığı için yalnızlığın kollarında kalmış karakterleri buna en iyi örnek olabilir. Ya da Alex Proyas’ın efsanevi kültü ‘’The Crow’’ ve onun naif ve intikam ateşiyle yanan kahramanı ‘’Eric Draven’’ ve daha niceleri.

Poe bu dünyaya ve yaşadığı zamana fazla gelen dehalardandı. Yaptıkları anlaşılsın diye uğraşmadı bile, biliyordu. Beyni ve kalbi arasında dönenen fırtınalar yalnız kendine özgüydü. Kıymeti bilme konusunda insanoğlunun hep yaptığı muameleyi yaptık ona. Sefil bir şekilde göçüp gittiği gerçeğinin insanın elinden çıktığını unutup yıllandıkça değer verdik. Şimdi okuyor, ilham alıyor ve beyazperdeye düşen her hikâyesinde bayılarak seyrediyoruz. Onun bir hikâyesini ya da şiirini okurken bu kez siz bir gariplik sergileyin üstada, ondan özür dileyin ona acı çektiren tüm insanlar adına…

Melahat YILMAZ

Tarihte Bu Ay

66 67

Page 35: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

dönmesi için işlediği cinayetler ve bunu çözmeye yeminli genç bir dedektifle Edgar’ın yollarının kesişmesiyle devam eder. Birde işin içine acılar içinde geçen hayatının son huzur limanı, sevdiği kadın Emily’nin katilin eline düşmesi eklenince Dedektif Fields ve Poe’yu hızlı ve akıl kokan bir kovalamaca tam yakalarından kavrayıverir. Ya yapbozu birleştirip katili bulacaklardır ya da Emily ölecektir. Poe için onu hayatta tutmanın tek yolu vardır; yazmak ve kovalamak…

The Raven 110 dakikalık süresi ve aksiyonun hiç azalmadığı temposuyla keyifli bir seyirlik. İşin içine bir de deha Edgar Allan Poe bizzat katılıp, Baltimore kentinin huzursuz sokaklarında kendi dehasının karanlığı ile verdiği mücadele eklenince yapım tam bir karabasana dönüşüyor sizi yerinizde oturtmayan cinsinden. Günümüz gerilim, polisiye tarzı filmlerin çok üstünde bir tempoya ve kaliteye sahip olan yapım buram buram profesyonellik kokuyor. V(V for Vendetta)’nın yönetmenliğinden de hatırlayacağımız bir isim var koltukta, James McTeigue… Hikâyeyi ve mekânı yerinde, sağlam kullanan McTeigue başarılı bir iş çıkarmış, hem türün hem de Poe’nun hayranlarını hayal kırıklığına uğratmamışa benzer. Senaryosunu aslında bir aktör olan Ben Livingston ve daha ziyade TV dizileri için yazdığı hikâyelerden hatırlayacağımız Hanna Shakespeare kaleme almışlar. 2012 mahsulü The Raven aslında çok önceden beri kullanılan bir ilham perisinin eseri, Edgar Allan Poe’nun. Tek farkı ise onu bu kez kanlı, canlı bir şekilde aksiyonun tam ortasında, masalında kahramanı olarak görmemiz.

Oyunculuk performanslarına bakacak olursak ise sağlam atılmış temellerin üzerine kurulmuş, sağlam binalar görüyoruz. Poe rolüyle beyazperdeyi harekete boğan John Cusack kendini rolüyle o denli özdeşleştirmiş ki deha karşımızda tüm karanlığı, durmak dinlemek bilmeyen zekâsı ve yaratım yeteneği, kendi has üslubuyla küfrederken kullandığı beden dili, giderek artan ümitsizliği ile duruyor. Filmin içinde

Sinema

akarken kafamda canlandırdığım Poe’yu tam karşımda görmek beni memnun etti açıkçası. Cusack bu film için hayatının performansını sergilemişe benzer. Doğru seçim olduğunu filmin her karesiyle kanıtlayan aktör alkışı hak ediyor bence. Tıpkı 2002 mahsulü Max ile sergilediği oyunculuk gibi. Dedektif Fields rolüyle ‘’ben de oyuncu olma yolunda emin adımlar atıyorum’’ diyen Luke Evens’ı görüyoruz. Poe’nun aşığı Emily’i oynayan güzel oyuncu Alice Eve de filme ışık katmış.

Edgar Allan Poe’yu seviyorsanız ve aksiyon sizi sarsın istiyorsanız The Raven doğru seçim. Mutlaka izleyin derim. Deha kafasının içindeki canavarlarla mücadele ederken onu yalnız bırakmayın. İyi seyirler…

Melahat YILMAZwww.otekisinema.com

Sinema

68 69

Page 36: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Oyunİnceleme

Herkese selamlar,Bu ay yazı yazmaya vakit ayırabilir miyim diye düşündüm ve uykusuz bir gecede sizlere bu yazıyı

yazmaya karar verdim. Çok yoğun bir dönem geçirirken bir de üstüne üstlük Diablo 3 oyununun çıkması iyice zamanımı daralttı doğrusu. Geçtiğimiz ay sizlere Diablo 3 çıkacak diye Diablo Tarihçesini anlatmıştım. Bu ay da sizlere Diablo 3’ten biraz bahsedeyim.

14 Mayıs’ı 15 Mayıs’a bağlayan gece tüm dünyada nefesler tutuldu. Oyun severler ve fantastik kurgu hayranları bir anda ortalıktan kayboldular ve tüm dünya meydanlarında düzenlenen Diablo 3 ilk gece satışında yerlerini aldılar. Pek çok haber bülteni ve gazete bu olayı haber olarak duyurdu. Hal ve durum böyleyken biz de sıcağı sıcağına anlatmasak olmazdı zaten.

Bu ay bir çok oyun dergisi Diablo 3 incelemesi yazacaktır ancak ben duruma biraz daha sistematik açıdan yaklaşacağım. Senaryoyu ve hikayeyi size anlatırsam oynamanız için elinizde pek bir şey kalmayacaktır. Ancak kısaca hikayeye de değinmeden edemeyeceğim ne yazık ki.

İyi bir oyuncu –gamer- olmama rağmen oyunu alıp almamakta kararsızdım doğrusu. Zamanım yoktu ve betaya katılmıştım. Betada yaşanan bazı sorunlar ve karakter problemleri de canımı biraz sıkmıştı. Ancak arkadaşım Burak Şenkal’ın (teşekkür ederim :) )bana oyunu hediye etmesiyle Sanctuary topraklarına girmek için bir an bile bekleyemedim.

Oyunun resmi betası ilk boss (bölüm sonu canavarı diyebiliriz) kısmını kapsıyordu. Kral Leoric ile

DİABLO 3 oyununa genel bir bakış

kapıştıktan sonra bitiyordu beta. Ben de beta sürecinde Witch Doctor ve Demon Hunter karakterlerini denemiştim ancak asıl oyuna Barbar karakteri ile başladım.

Oyuna başlarken 5 karakterden birini seçiyorsunuz. Bunlar Barbarian (Barbar), Demon Hunter (İblis Avcısı), Witch Doctor (Cadı Doktor), Wizard (Büyücü) ve Monk (Keşiş). Karakterinizi seçerken erkek veya kadın olarak cinsiyetini de seçip oyuna başlıyorsunuz.

Oyuna başlarken 4 adet zorluk derecesi ve iki farklı oyun modu ile karşılaşıyorsunuz. Zorluk dereceleri Normal, Nightmare, Hell ve Inferno olarak sıralanmış. Normal en kolayı olarak görünürken Inferno oyunun en zor seviyesi. Oyun modları ise Normal oyun ve Hardcore oyun olarak daha önceki oyunlardaki gibi ayrılmış. Normal oyunda herhangi bir tek kişilik oyun oynar gibi karakteriniz ölse de bir önceki kayıttan devam edebiliyorsunuz ancak Hardcore modunda oyundaki karakteriniz öldüğü takdirde oyun sizin için bitiyor ve yeni bir karakterle en baştan başlamanız gerekiyor. Save-Load olayı yok!

Oyunu ilk oynarken Normal zorluk derecesinde başlamak zorundasınız çünkü diğer zorluk dereceleri aktif değiller. Normal zorluk derecesinde oyunu bitirdikten sonra Nightmare zorluk derecesi açılıyor. Nightmare’de bitirdikten sonra Hell ve en son Inferno.

Normal zorluk derecesinde karakterinizi belli bir seviyeye kadar getirebiliyorsunuz. Oyunu 30-40 gibi bir seviyede normal zorlukta bitirebiliyorsunuz. Zaten bu zorluk derecesinin üzerine de çıkamıyorsunuz. Sürekli aynı yerlerde dolaşıp tecrübe puanı alır seviye atlarım mantığının önüne geçmişler. Aynı yerleri dolaşarak belli bir yerden sonra tecrübe puanı kazanamıyorsunuz. Yani senaryoyu takip edip devam etmeniz şart.

Oyunda toplamda 4 Act bulunuyor. Yani oyun 4 ana bölümden oluşuyor. Bu bölümler ile senaryo da devam ediyor. Her Act’in sonunda boss var. Bu bossları önceki oyunlarda olduğu gibi gidip gelip kesemiyorsunuz. Bir kere öldürdüğünüz bossu bir daha görmek için görevlerinizi geriye almanız gerekiyor.

Oyunİnceleme

70 71

Page 37: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

İleri bir görevdeyken aynı yere gittiğinizde bossu göremiyorsunuz. Bu durum da size aynı görevi tekrar tekrar oynatabiliyor.

Oyundaki malzemelerden biraz bahsedelim lakin oyun tamamen malzemeler üzerine kurulmuş durumda. Önceki oyunlarda karakterlerin güç, çeviklik gibi özellikleri vardı ve her seviye atladığınızda bu özelliklere kendiniz puan dağıtıyordunuz. Diablo 3’te ise her seviye atladığınızda bu özellikler belli bir oranda otomatik olarak yükseliyor. Bu özellikleri ancak üzerine giydiğiniz eşyalar ve elinizdeki silahlar ile yükseltebiliyorsunuz. Mesela elinize +20 güç veren bir balta alabilir veya zekanızı +30 artıran bir bileklik takabilirsiniz. Karakter puanlarınızı bu şekilde artırabiliyorsunuz.

Oyunun normal zorluk derecesi ile sonraki zorluk dereceleri arasında malzemeler açısından da farklılıklar var. Az önce de dediğim gibi her zorluk derecesinde belli bir yere kadar seviye atlayabiliyorsunuz. Bu nedenle seviyesi yüksek malzemeler de sonraki zorluk derecesinde çıkıyor. Bu durum da sizi oyunu tekrar tekrar farklı zorluk derecelerinde oynamaya zorluyor. Mesela normal zorlukta büyülü eşyalar çok sıklıkla bulunurken set malzemeleri ve Unique malzemeler düşmüyor ancak Inferno gibi zorluk derecelerinde bosslardan Unique malzemeler daha sık düşüyor.

Siz şimdi, “Oyunu illa zorda mı oynamak lazım,” diyebilirsiniz. Hayır oynamak lazım değil. Blizzard firması bunu da düşünmüş. Daha önce World of Warcraft oyununda gördüğümüz Auction House (Müzayede Evi) sistemi ile eşya alıp-satmak mümkün. Oyunda elde ettiğiniz malzemeleri başkalarına satabilirsiniz. Ayrıca ihtiyacınız olan malzemeleri de açık artırmaya girerek veya direkt olarak satın alarak temin edebilmeniz mümkün.

İlerleyen zamanlarda Auction House’ta gerçek para ile de alım yapmak mümkün olacak. Mesela

Oyunİnceleme

Oyunİnceleme

almak istediğiniz bir zırhın genel satış fiyatı 300.000 altın civarında ve sizin o kadar paranız yok. Böyle bir durumda birkaç dolar para vererek belli miktarda altın satın alabilirsiniz ve bu altınlarla da o malzemeyi satın alabilirsiniz. Blizzard firması bu şekilde Diablo oyununda da para kazanmanın yolunu bulmuş durumda.

Ayrıca oyunda bulduğunuz büyülü eşyaları parçalayarak o silahların içindeki büyülü esans ve malzemeleri alabiliyorsunuz. Bu esanslar ile daha sonra kendi malzemelerinizi yaptırabiliyorsunuz kasabadaki demirciye. Ancak her zorluk derecesinde yine farklı esanslar düşüyor. Yani normal zorluk derecesinde bir sürü esans biriktireyim, Nightmare zorluk derecesinde bir sürü eşya yaptırırım diye düşünmeyin, olmuyor! :) Zaten Normal zorlukta yaptığınız iyi eşyalar, sonraki zorluk derecesinde biraz yavan kalıyor.

Oyundaki güzel geliştirmelerden biri de şu. Siz kendi demircilik yeteneğinizi geliştirmiyorsunuz, kasabanızdaki demircinin kendi dükkanı ve tezgahını geliştirmesi için para veriyorsunuz. Demircinin seviyesi yükseldikçe de daha iyi malzemeler yapabiliyor. Mesela Büyücü karakteriniz ile oynarken demircinin dükkanını 5. Seviyeye yükselttiniz. Sonradan yeni açtığınız bir karakterle o demirciye gittiğinizde dükkanın seviyesi yine 5. Seviye olarak görünüyor. Yani kısacası her karakter için yepyeni bir oyun olmamış, yaşayan bir dünya yaratılmış. Aynı zamanda karakterinizin kullandığı sandık da ortak. Oraya koyduğunuz eşyaları başka bir karakterinizle oyuna girdiğinizde alıp kullanabiliyorsunuz.

Oyuncuların en rahatsız olduğu nokta ise oyunu tek başınıza oynamak isteseniz bile internete bağlı olmak zorundasınız. Resmen tek başınıza oynayabildiğiniz bir MMO oyunu gibi olmuş. İnternet bağlantınız kesilirse oyundan düşüyorsunuz, internet bağlantınız yavaşlarsa oyunda da yavaşlamalara ve takılmalara şahit oluyorsunuz. Bu da pek çok oyuncuyu rahatsız etmiş durumda ancak oyunu oynadığınızda bu durumun sebebini anlıyorsunuz. Oyunda arkadaşlarınızla anlık olarak etkileşime girebiliyor ve isterseniz onların oyununa katılabiliyorsunuz. Ayrıca elde ettiğiniz rekorları da tüm arkadaşlarınız çevrimiçi olarak o anda görebiliyorlar.

Şu anda oyunda PvP (Oyuncuların birbirleriyle dövüşmesi) sistemi yok. Blizzard, Arena ve Savaş Meydanı eklentilerinin yakın zamanda getirileceğinin müjdesini verdi.

Oyunun sonunda Diablo ile savaşmak da zorlu ve keyifli.Şu anda Barbar karakteri de diğer karakterlere oranla biraz daha güçlü görünüyor. Zaman içerisinde

bu da dengelenecektir. Şu anda en çok oynanan karakter Barbar, en az oynanan da Cadı Doktor olarak görünüyor ama dengeler ileride ne gösterir bilinmez.

Hâlâ oynamamış olanlar varsa bir denesin! Denesin diyorum çünkü hemen bırakamayacaklarını garanti ediyorum.

Kayra Keri KÜPÇÜ

72 73

Page 38: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

74 75

Page 39: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

76 77

Page 40: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

78 79

Page 41: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

80 81

Page 42: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

82 83

Page 43: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

84 85

Page 44: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

86 87

Page 45: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

88 89

Page 46: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

“Kırk katır mı, kırk satır mı?” Kahverengi saçları kendiliğinden bukleli kız, elinde külahta vanilyalı dondurma tutmaktaydı.

Dizlerinin altında biten pamuklu bir elbise giymişti bugün. Rengi külahındaki üç kat topla aynıydı. Bu sözcüğün çağrıştırdıkları nedeniyle allanan yanakları ilk günlerdeki kadar koyu renkli değildi. ‘Hepimiz aynı dertten mustaribiz’ düşüncesinin rahatlatıcı şiddet düşürücü etkisiydi herhalde.

“Vız gelir, tırıs gider,” dedi Ömer. Kakaolu dondurma geleneğini kırıp ilk kez limonlu istemişti. Yaladığı sarı toptan akan sıvı çenesine

damlayınca masadaki peçeteyle dikkatlice sildi. Ardından dudağının üzerindeki hayali bıyığı da temizledi. Bunu sık sık tekrarlamasına zamanla alıştığımız için aldırmaz olmuştuk.

“Kasım yüz elli, yaz belli,” dedim sıra bana geldiğinde. İki sene önce bahçede üzüm bağını budarken atmış beş yaşında kalp krizi geçirip ölen dedemin

lafıydı. Kış aylarında ağrıyan dizlerini ovarken teselli olarak en sık tekrarladığı sözdü. ‘Peki, şimdi ne olacak?’ dedi Gözde. Dondurmadan aldığı her parçayı zevkle dilinin üstünde eriyene kadar gezdirmekteydi kız. Son

gelişimizde burada çok mutluyum, demişti. Ben de iyi vakit geçirmekteydim. Özel bir şeyler yaşıyor olmanın hissiyle sarmalanmanın heyecanı müthişti. Ailelerimizin, en yakın arkadaşlarımızın bile bilmediği bir sırdı.

Camekândan dışarıya ya da kül grisi rengine boyalı kapıya bakmaya gerek yoktu. Bir şekilde kafenin haricindeki dünya ile bağlantımız mevcut değildi. Her şey burada başlayıp burada bitmekteydi. Masadaki müşteriler biz burada olduğumuz müddetçe değişiyordu, ama hiç birinin gelip gitmek için kapıyı kullandığına şahit olmamıştık.

Ömer’le birbirimizin yüzlerine baktık. O, kafenin bize endeksli olduğunu düşünmekteydi. “Yoksa gariplik duygusunu bu denli hissetmezdik,” demişti geçen sefer. Üstünde lekesiz ve ütüsü jilet gibi bir gömlek vardı. Hiç sokak kıyafetleriyle gelmemişti. Başında her zamanki yavruağzı rengindeki siperli şapkası vardı. Zamanla bu renge alışmıştım. Sanırım annesi giyim kuşam alanına sadece bu şapkayla nüfuz edebilmekteydi. Benim annemin sahası daha genişti. Sık sık giydirdiği kahverengi fitilli bahçıvan kot şortumla çıkagelmiştim yine. İçlik olarak beyaz bir tişört giymiştim. Bu kıyafetleri son zamanlarda hiç kullanmadığımı çok net hatırlıyorum. Şortumu örneğin küçük gelmeye başladığında komşumuz Şerife Abla’nın oğlu Selim’e vermişti annem. En son 2 sene önce giymiştim. Ben bu zaman içerisinde beş santim boy attığımdan üstümde doksan derecede yıkanıp çekmiş gibi durmaktaydı. Düzen hastası titiz Ömer ve Gözde’nin bu halime aldırdıkları yoktu ama.

“Ben buraya Ali dayımla geliyordum. Sonra Maltepe’ye taşındık. Yolumuz düşmez oldu. Üstünden epey zaman geçti tabii.”

Gözde, bu kaçıncı tekrar dercesine Ömer’e baktı. Okul çıkışlarında arkadaşlarıyla bu kafeye geliyordu. Şemsiye çikolatalardan almak için eve dönüş yolunu biraz uzatmaktaydı. Hepimiz bir şekilde buraya gelip

Zor Rüyalar

Öykü

90 91

Page 47: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Öykü

gitmiştik. Bu arada Gözde’nin elindeki dondurma külahının yerine koca bir bardak buzlu limonata gelmişti. Hangi arada ısmarlamıştı. Masaya garsonun geldiğini hatırlamıyordum. Özel müşterilere ‘göz açıp kapayana kadar servisi’ vardı belki de.

Göztepe’deki Değirmen Pastanesi’ndeydik. Bunu dışarda vızır vızır geçen mavi minibüsleri ve Göztepe Araştırma Hastanesi’nin yerini görmeden bilmekteydim. Dedem bir sene boyunca karaciğer iltihaplanması için bu hastaneye kontrollere gelirken beni de yanında getirirdi. Çıkışta bu pastanede oturur canım ne isterse yememe müsaade ederdi. Ekler pasta ve dondurmadan sonra en çok sevdiğim şeydi. İkisinden de bol bol yemiştim. Ereğli’nin sınırlarından girer girmez annem tarafından şekerli mamuller ambargosu başladığı için Değirmen’de tatlının tadını çıkarmaktaydım.

Ömer kimseden bir yorum gelmeyince devam etti. “Diğer müşterilerin bize baktığını gören var mı hiç? Hep aynı masadayız. Canımız ne isterse önümüze geliyor. Ödemeyi kim yapıyor? Benim cebimde beş kuruş bile bile yok.”

Elimi otomatik olarak cebime attım. Para vardıysa bile delik ceplerimden düşüp gitmiş olmalıydı. Ömer bu buluşmalarımız üzerinde şimdiye kadar çok varsayımda bulunmuştu. Hepimiz bu pastaneye bazı yakınlarımızla daha önceden gelmiştik. Birbirimizi bu sohbetler haricinde başka bir yerde görmediğimizden emindik. Ben İstanbul’da oturmuyordum bir kere. Biz bunları düşünürken el ele tutuşmuş bir çift ilerimizdeki masaya yerleşti. Amcamın bir ara üzerinden hiç çıkarmadığı Camel Tropi gömleği giymiş olan adamın bir işaretiyle garson yeni müşterilerle ilgilenmeye başlamıştı.

“Boş verin. Vız gelir, tırıs gider,” dedi Gözde. Ömer’in cümlesini kullanmıştı. Anlamını da ondan öğrenmiştik. Ömer, Yahya Kemal’in Sessiz

Gemi’sini, Necip Fazıl’ın Kaldırımlar’ını, İstiklal Marşı’nın on kıtasını ezbere tastamam bilmesine rağmen abisinin bu sözünü tercih etmişti. Bir keresinde Han Duvarları’nı bize bir solukta okumuştu. O şiirler bize de okutulurdu okulda. Eve ezber ödev verilirdi. Uzun olanlarda hata yaptığımda dedem “Kaletsiz oku evladım,” diyerek tekrarlatırdı. Onun gibi okumam asla mümkün değildi. Ömer, kafası zehir gibi olanlardandı. Bir şekilde hepimiz yakınlarımızın sıkça yineledikleri sözleri tercih etmekteydik.

“Merhaba arkadaşlar.” Sesin sahibi olan bizim yaşlarımızdaki çocuğu görünce apışıp kaldık. Burada olduğumuz süre

içerisinde garsonlar da dâhil bizimle konuşan ilk kişiydi. Kapıdan girmemişti. Gökten zembille inmişti yani dedemin ifadesiyle. On beş yaşlarında olmalıydı. Çalı gibi dikleşmiş siyah saçlarının altındaki iri kahverengi gözleri ışıl ışıldı.

“Adım Buğra,” dedi çocuk. “Size bazı şeyleri açıklayacağım. Şu an ortak bir rüyadasınız. Ve sizi buluşturan ortak bir noktanız var.”

Birbirimize bakakaldık. Her duruma bir yorumu olan Ömer’in bile şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. “Eziyet görüyorsunuz. Üçünüz birden. Eziyetin sürekliliği beyninizden birbirinize bir kanal açtı.” “Nasıl olabilir?” dedi Ömer. Şaşkınlığından sıyrılmaya başlamıştı.“Şimdi göstereceğim size. Gözde önce sen anlat. Sana eziyet eden babandı değil mi?”İkinci bir şok durumumuzun özelliği nedeniyle ilki kadar sarsıcı değildi. Yine de Gözde’nin gözleri

dolu dolu olmuştu. Ömer kolunu kızın omzuna attı.

Öykü

“Babam buraya yakın bir yerde bakkal işletiyor. Küçük bir yer. O marketler çıkıp gelene kadar her şey iyiydi, der sürekli. Bazen sevdiği de olur beni. İçmediği zamanlar. İçtiğinde annemle kavga ediyorlar. Beni de dövüyor.”

Buğra, ‘devam et’ anlamında başını salladı.“Elinde para kalmadığında dedemden ve amcamdan istiyor. Geçenlerde amcamla büyük kavga

ettiler. Akşam sopayı ben yedim.” Gözde bunu daha önce de anlatmıştı. Bazı ayrıntılar yeniydi. ‘Kırk katır mı, kırk satır mı’ lafı babasının

kızın avucunu açarak sopayla kabartmadan önce ona söylediği bir sözdü. Buğra, Ömer’e bakarak, “Sıra sende,” dedi. “Abim,” dedi Ömer. Gözleri hayranlıkla karışık öfkeden parlamaktaydı. Ömer çok iyi notlar alan bir öğrenciydi. Anne

ve babası ondan çok umutluydu. Ömer tam bu kelimeleri kullanmamıştı. Anlamak kolaydı. Sadece notlar yaldızlı değildi, üstü başı da pırıl pırıldı. Elbiselerini kendi seçmekteydi. Elimdeki kurumuş çikolatalı dondurma lekesine baktım. Ömer’in üzerinde rüyada bile tek bir leke yoktu.

“Abim lise sonda bu sene. Geçen sene beş zayıfla geldi. Annem üzüldü. Babam okumayacak bu çocuk, diye azarladı ve beni örnek gösterince ne oldu dersiniz?”

Bu hikâyeyi üçüncü kez dinliyorduk. Bir abim olmadığı halde halini çok iyi anlıyordum. Dayak kimden gelirse gelsin dayaktı sonunda.

“Mahalleden bir çocuk,” dedim sıra bana geldiğinde. “Adı Ekrem. Herkes ona Eko diyor. Ve babasıyla bir sorunumuz var.”

Aynı şeyi anlatmaktan dolayı utancım biraz hafiflemişti. Ömer ve Gözde ayıplayıcı gözlerle bakmamaktaydılar. Dediğim gibi hepimiz aynı dertten mustariptik.

“Müteahhit, babamla ve onun babasıyla anlaşmış. Evlerimizi yıkıp yenilerini yapacak. Annem geç bile kaldık diyor vermekte. Ekrem’in eviyle aramızda Şahin amcanın evi var. Müteahhit Şahin Amca’yla da anlaşmak üzere… Yerlerimiz dar olduğu için Şahin Amca’nın yeriyle bizimkini birleştirerek büyük apartman yapmak istiyormuş. Ekrem’in babası da ‘bizimkiyle birleştir’ demiş. Aylardır kavga edip duruyorlar. Ondan sonra Ekrem bir gün beni birkaç arkadaşıyla sıkıştırdı. Yalnızdım. Karşı koyamadım. Karnıma tekmeyi indirdi. Olduğum yere çöküp kaldım. Sonra da gerisi geldi.”

Ağlamıştım da, ama bunu Ömer’e, Gözde’ye söylemedim. Eko daha sonra bir gün sırıtarak yanıma yaklaşmış ve sırtımı tıpışlamıştı. Ben de bu davanın sona erdiğini sanarak eve gitmiştim. Annem evde, sırtımda ‘satılık eşek ‘ yazan kâğıdı bulduğundaki utancımdan yerin dibine girmiştim.

“Hepsi bu kadar.”“Korkmayın,” dedi çocuk. “Yavaş yavaş geçecek bunlar. Seni baban dövmeyecek, seni abin, seni de

mahalle arkadaşın.”“Nasıl olacak bu?” dedi Ömer. “Sizi dövenlere zor rüyalar ısmarlayacağız.” “Nasıl olacak peki?”“Şimdi nasıl oluyorsa, öyle… Bu eziyetler sizi bir araya getirdi. Daha önce birbirinize tanımazdınız.

Tüm bunlar bitince de hafızanızdan yavaş yavaş silinecek. Tıpkı diğer çocukluk rüyaları gibi…”

92 93

Page 48: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Öykü

Arkadaşlarımın yüzünde inanmamazlık ve itiraz izleri yoktu. Yedi rüyamızda da bu kafede bir araya gelmiştik. Yarı bilinçle burada bunun için toplandığımızı biliyorduk. Şimdi bunu iyice anlamaktaydık.

Dayakların biteceğini duymak çok heyecanlandırmıştı beni. Onun sözlerine inanmaktaydım. Yoksa bu rüyalarla hiç görmediğim bu çocuklarla bir araya gelmezdim.

“Sizi dövenler o gece rüyalarında karanlıkta kalacaklar. Bitmez tükenmez uzunluktaki zifiri karanlık koridorlarda dolaşıp duracaklar. Dövmedikleri zaman bunu görmeyecekler. Zamanla yarı bilinçle de olsa durumu hissedip vazgeçecekler. Siz başka bir şey yapmayın. Onların sopası da böyle olacak.”

Ekrem’in karanlık bir koridorda dolanıp durması fikri beni çok mutlu etmişti. İntikam sayılmazdı. Benim gibi eziyet görmeyecekti. Ömer, Buğra’nın sözleri üzerine düşüncelere dalmıştı. Ne kadar eziyet ederse etsin abisine çok düşkündü.

Çocuk bunları dedikten sonra arkasına dönüp gitti. Ben daha şimdiden dayaktan kurtulduğumuza inandığımı hissediyordum. Yüzüm gülmüştü. Kapıdan çıkmadan önce bize dönüp, “Dondurmalar benden,” dedi. Gözde, yaşasın diyerek elini çırptı. Hepimiz keyiflenmiştik yeniden. Valla bu üçüncü külah olacaktı. İnşallah rüyada yenen dondurmalar karın ağrıtmıyordu.

* * *

“Kırk katır mı yoksa kırk satır mı?”Nişanlım Yeliz, dakikalardır incelediği ayakkabıcı vitrininden başını çevirip yüzüme baktı. Akaratlar

Caddesi’nden anayola çıkmaktaydık. Gelinliğine uygun ayakkabı aradığı için ayakkabı mağazaları her zaman olduğundan daha çekici görünmekteydi.

“O da ne demek?”On beş sene öncesinden çıkagelen bir cümleydi. “Az önce birini gördüm. İnsanlar çift doğmuş desem inanır mısın?”“Ist ein schönes Mädchen?” Yeliz’le Münih’teki Teknik Üniversite’de yüksek lisans yaparken tanışmıştık. Almanca ikinci ortak

dilimiz olmuştu. Bir kızdan bahsetmediğim besbelli olduğu için rahat rahat sormuştu soruyu. Allahtan kıskançlığı her kadına yönelik değil, sınıf sınıftı.

Az önce gördüğüm kişi Gözde değil, o rüyada masamıza gelen çocuğun büyümüş haliydi. Birden o rüyaları yıllardır düşünmediğimi hatırladım. Unutmuştum. Anı defterimden yavaş yavaş silinmişlerdi. Her şey Buğra adlı çocuğun dediği gibi olmuştu. Ekrem gerçekten karanlık koridorlara kapatılmış mıydı bilmiyorum. Ama birkaç kez daha beni isteksizce sıkıştırdıktan sonra dayakların arkası kesilmişti. Test etmek için onunla karşılaştığımızda gitme işini ağırdan alıyordum. Hatta mahallenin çocuklarına onu korkuttuğuma dair söylenti yaymıştım. Kulağına gitmiş olmasına rağmen bana bir daha parmağını bile dokundurmamıştı.

Diğerlerine ne olmuştu. Gözde’nin sarhoş babası, Ömer’in kıskanç ergen abisi dayağı kesmişler miydi? İçimde bir yan evet, diyor. O rüyalar haricinde onları bir kez bile görmedim. Ne rüyaların hemen bitiminden sonra, ne de şimdi. Onları unutmuştum bile.

Öykü

“Şuna baksana,” dedi Yeliz. Bir iş hanının girişindeki antikacının önündeydik. Duvara asılmış siyah saç örgüleri omuzlarına düşmüş bir köy kızı heykelini göstermekteydi.

“Küçükken bizim evde vardı bundan. Çok korkardım. Şimdi hiç korkunç değil oysa.” Kız elimden tutup içeri çekti. Heykelciği alacaktı. Ve artık hiç korkmayacaktı. Belki yarın bir gün

çocuğumuz korkacaktı. Biz korkması gerekmediğini öğrettiğimizde vazgeçecekti. Bu görüntüler zihnime art arda dolmuştu. Bebeğimizin heykele bakarak ağlaması, bizim onu kucağımıza alıp susturmamız. Beynim kafeyi, saçları bukleli kızı ve şiir okuyan o çocuğu dün gibi hatırlamaktaydı.

“Belki sana da bir şey buluruz,” dedi Yeliz. Bu arada satıcı heykeli yerinden almış nişanlıma uzatmaktaydı. O an yolun karşısındaki pastaneyi gördüm. Değirmen kafe değildi. Değirmen’e rüyalardan sonra hiç yolumun düşmediğine eminim. Küçük bir pastaneydi bu. On beş yaşlarındaki bir çocuk elindeki külahı dik tutmaya çalışarak pantolonunun arka cebinden para çıkarmaya çalışıyordu. “Çocukluğumdan kalma bir şey buldum,” diye mırıldandım nişanlıma. Duymadı. Dikkati köylü kız heykelindeydi. Pastanedeki çocuk üç toplu dondurmasından bir ısırık aldı. Dilimde dondurmanın soğukluk hissi gitti geldi. Aşağıya indi. Karnım birden fena halde ağrımaya başlamıştı.

Öykü: Ezgi GÜRÇAY

94 95

Page 49: GOLGE E-DERGİ 57. SAYI

Sanat Kursları Devam Ediyor.

GSF Hazırlık Eğitimi

Yağlı ve Suluboya Eğitimi

Temel Fotoğraf Eğitimi

Karikatür, Çizgi Roman ve

Çizgi Filim Eğitimi

Yaratıcı Yazarlık ve Bilinçli Okurluk Eğitimi

Temel Piyano ve Yan Flüt Eğitimi

Klasik Keman Eğitimi

Klasik Gitar ve Elektro Gitar Eğitimi

Geniş Bilgi ve Kayıt içinMehmet Kaan Sevinç

Cep-Tel:0554 821 99 96 İş-Tel:0216 370 31 62

e-Posta:[email protected]

www.sasav.org & sasav-sanatblogspot.com

SASAV-Sanatçılar ve Sanatseverler Vakfı

Yalı Mah.Küçükyalı Cad.

No:19-Maltepe-İstanbul

96 97

Pin-up

Meh

met

Gün

ay E

RC

AN