· irfan yolculuğuna çıkarlar. hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını...

47
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ www.somuncubaba.net AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 23 • SAYI: 195 • OCAK 2017 • Fiyatı: 10 TL 195 Sünbül Sinan Hazretlerini Şiirle Anlatmak İstanbul’un Fatih semtinde yer alan Kocamustafapaşa da bu tür yerlerden biri olarak karşımıza çıkar. Maneviyatın Merkezinde Bir Hak Dostu: Merkez Efendi Gönül göğümüzün parlayan yıldızlarından biridir Merkez Efendi. 00195

Upload: others

Post on 25-Aug-2020

10 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

AYLIK

İLİM K

ÜLTÜ

R V

E EDEB

İYAT DER

GİSİ

www.somuncubaba.net

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 23 • SAYI: 195 • OCAK 2017 • Fiyatı: 10 TL

195 Sünbül Sinan HazretleriniŞiirle Anlatmakİstanbul’un Fatih semtinde yer alan Kocamustafapaşa da bu tür yerlerden biri olarak karşımıza çıkar.

Maneviyatın Merkezinde Bir Hak Dostu: Merkez EfendiGönül göğümüzün parlayan yıldızlarından biridir Merkez Efendi.

00

19

5

Page 2:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Rahman’aUzanan Bağ: Akrabalık

Halide YENEN

Mahremlerimizve Namahremler

Emine Büşra YÜKSEL

Akrabaİlişkileri

Sümeyye Büşra YILDIZ

HazırcılığaAlıştırılan Çocuklar

M. Emin KARABACAK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79

www.somuncubaba.net - [email protected]

Aile Eki

ÇIKTI

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

Page 3:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

başyazı Bekir AYDOĞAN

HERŞEY MERKEZİNDE VE ÖLÇÜLÜHer şeye kadir olan Cenab-ı Allah; evrende yarattığı her varlığı belirli bir ölçü ve nizam içerisinde

özenle yaratmıştır. Bu sebepledir ki, Allah’ın yarattığı varlıklarda âhenk, güzellik, ölçü, uyum ve denge vardır. Bu konuda Yüce Rabb’imiz Kamer Sures’inin 49. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık.”

Gerçekten Allah’ın kudreti bilmesi ve dilemesi ile yaratılan her şey hakikatin bir ifadesidir. Bu kadar varlığın kaos olmadan bir denge içindeki seyri ancak ilahi kuvvet sahibi Allah’ın eseridir. Akıl sahipleri-nin böylece yaratılıştaki ince hikmet ve gerçekleri kavraması kendine düşen kulluk vazifesini yapması bizlere ilahi emirdir. Dergi konumuzla ilgili bir menkıbe nakledelim:

Muslihuddîn Mûsâ Efendi, Koca Mustafa Paşa’daki bir tekkede şeyhlik yapan Sünbül Sinân Hazretleri’nin şöhretini işitir. Fakat bazı kimselerin onun hakkında yaptıkları dedikodular sebebiyle, bir türlü gidip sohbetine katılamamıştır. Bir gün rüyasından Sünbül Efendi’nin, kendi evine geldiğini görür. Sünbül Efendi’yi içeri koymamak için hanımı ile kapının arkasına pek çok eşya dayarlar fakat Sünbül Efendi kapıyı zorlayınca, kapı arkasına kadar açılır. Bu sırada uyanan Muslihuddîn Mûsâ Efendi, yaptığı hatayı anlar ve sabahleyin Sünbül Sinân Hazretleri’nin huzuruna gitmeye karar verir. Sabahleyin Sünbül Sinân Hazretleri’nin camisine gidip vaaz ettiği kürsînin arkasına o görmeden oturur. Sünbül Sinân, vaaz u nasihat esnasında Tâhâ Suresi’nin bazı âyet-i kerimelerini tefsire başlar. Tefsirden sonra; “Ey cemâat! Bu tefsirimi siz anladınız. Hatta Muslihuddîn Mûsâ Efendi de anladı.” buyurur. Sonra aynı âyet-i kerime-leri daha yüksek mânâlar vererek tefsir ettikten sonra tekrar; “Ey cemâat! Bu tefsirimi siz anlamadınız, Muslihuddîn Mûsâ Efendi de anlamadı.” buyurur. Vaaz biter, namaz kılınır, herkes camiden çıkar. Sadece Sünbül Efendi kalınca, Mûsâ Efendi huzuruna varıp elini öptükten sonra af diler. Sünbül Efendi de: “Ey Muslihuddîn Mûsâ Efendi! Biz seni genç ve kuvvetli bir kimse sanırdık. Akşam bizi kapıdan içeri sok-mamak için gösterdiğiniz gayrete ne dersiniz?” buyurunca, Muslihuddîn Mûsâ Efendi iyice şaşırır. Pek çok özürler dileyerek ağlamaya başlar, affının kabulü ve talebeliğe alınması için istekte bulunur. Sünbül Efendi, onu kabul ettiğini, dergâhta hizmete başlamasını söyledikten sonra; “Artık Allahu Teâlâ’nın zâtı ve sıfatları hakkında mârifet sahibi olmak zamanıdır.” buyurur.

Bundan sonra Muslihuddîn Mûsâ Efendi her gün Sünbül Sinân’ın dergâhına gelip, ondan ders almaya ve hizmete başlar. Bir gün Sünbül Efendi, sohbet esnasında Muslihuddîn Mûsâ Efendi’ye; “Hâşâ, âlemi sen yaratsaydın, nasıl yaratırdın?” diye sordu. Mûsâ Efendi; “ Hâşa, bu mümkün değil! Ama mümkün ol-saydı, her şeyi merkezinde bırakırdım. Âlem öyle bir tatlı nizam içinde ki, buna bir şey ilâve etmek veya bir şeyi eksiltmek düşünülemez.” dedi. Sünbül Efendi bu cevap üzerine; “Aferin Mûsâ Efendi! Demek her şeyi merkezinde bırakırdın. Öyleyse bundan sonra ismin Merkez Muslihuddîn olsun.” dedi. Böylece Mûsâ Efendi, Merkez Efendi ismiyle meşhur olur.

Başkalarının da hukukuna riayet ederek âlemin nizamını ibret nazarıyla seyredip bundan dersler alalım. Selam ile…

Everything is in the Right Place and Measured

Allah (Praise be to Him) created everything in the universe in a certain measure. That’s why, all the created things have harmony, measure and balance. On this point, in Surah Al-Qamar verse 49, Allah says: “Indeed, all things We created with predestination.”

Indeed all the things He created have a measure and are the proofs of the real truth. The existence of universe and everything in it without chaos can only be the work of Allah. Our duty here is to understand this philosophy in creation and act accordingly because that is the divine command.

Best Regards…

somuncubaba 1

Page 4:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 23 Sayı: 195 - Ocak 2017

Basım Tarihi: 01 Ocak 2017

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİMusa TEKTAŞ

Kapak FotoğrafıOrhan DİNÇ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Sanat YönetmeniEnes İSLAM

Baskı ve Üretimİhlas Gazetecilik A.Ş.Merkez Mah. 29 Ekim Cad. No: 11A /41Yenibosna/İSTANBULTel: 0 (212) 454 30 00

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAKProf. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİLProf. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİLProf. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.

Kurum Abone : 180 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise rek-lam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somun-cu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

içindekilerkünye

6

54

30

68

5018

İMAR İÇİN YIKIM: KURTULUŞ İÇİN DELİNEN GEMİ

SÜNBÜL SİNAN HAZRETLERİ’NİŞİİRLE ANLATMAK

NEFSİN HEVASINA ALDANMAMAK

MANEVİYATIN MERKEZİNDE BİR HAK(İKAT) DOSTU: MERKEZ EFENDİ

SÜNBÜLİYYE ŞEYHİ MERKEZ EFENDİ

RASÛL’ÜM! SEN VE MÜ’MİNLER İSTİKÂMET ÜZERE OLUN!

Ali AKPINAR

Açılan deliğe rağmen gemi batmadan yolculuğuna

devam eder. ..

Mustafa KARABACAK

İstikâmet üzere olmak “Yaratıcı’nın nasıl bir Müslüman istiyor?” sorusunun cevabıdır...

Mürsel GÜNDOĞDU

Hem eserleri hem de yaşantısıyla gül ve gönül medeniyetimizin kendisinden sonraki nesillere aktarılmasında...

Mustafa ÖZÇELİK

Atalarımız “Şeref’ü-l mekânî bi’l-mekîn” sözünü sıkça kullanırlardı. Bu söz, günümüz Türkçesiyle söyleyecek olursak “Makamların şeref ve izzeti oturanlarla kaimdir.”

Kadir ÖZKÖSE

Merkez Efendi’nin yeşil bir sarıkla kürsüye çıkmakta olduğunu müşâhede eder, Şeyh kürsüye...

M. Nihat MALKOÇ

Gönül sultanlarımızdan Merkez Efendi’nin ölümünün ardından Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan...

444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44

ABONE İLETİŞİM HATTI

Altın Silsile: Ebu’l-Hasan El-Harakânî (k.s.) 10 • Çoklukta Birlik Düşüncesi 14 • Birlik Gerek 17 • İhlâslı ve Sadakatli Olabilmek 24 • Hicran Ederler... 29 • Merkez Efendi 35 • Nakşibendîlik Sempozyumu 36 • Âhiret Hedefinden Uzaklaşmak 42 • Hafsa Sultan 46 • Nâbî ve Öğütler Manzumesi: Hayriyye 58 • İnsan Şahsiyetine, Onuruna ve Özgürlüğüne Önem Veren Bir İslâm Hukukçusu: Ebû Hanîfe 62 • Niyaz 65 • Sevgi Ekelim 71 • Öğrencime Mektup 72 • Hayatı Yar ile Yaşamak 75 • Unutulan Değer Âdâb-ı Muâşeret 76 • Osmanlı’sız Yüzyılda Barışa Hasret Topraklar 78 • Din ve Gelenek 84

Page 5:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Şeyh Hamid-i Velî Minberinden Hutbeler

Yirmialtıncı Hutbe

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)

Cemâat-i Müslimîn!

Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Allah’ın sana verdiği kuvvetlerle

âhiretini ara, âhiret için çalış, üzerine farz olan ibâdeti hakkıyla îfâ et, vazîfe-i dîniyyeni

güzelce yap, dünyâdan nasibini de unutma. Dünyâ için de çalış, sana vermiş olduğum

kuvvetle; akıl, fikir, irâde ile ilm ve irfan ile mal ile dünyânı ma’mûret. Allah’ın kullarına,

din kardeşlerine, hısım ve akrabana iyilik et. Verdiğim ni’metlerin şükrünü böylece edâ et.

Bir de, sakın yeryüzünde bi’z-zât veyahut bi’l-vâsıta fesâd çıkarmaya çalışma! Muhakkak

bil ki; Allah müfsidleri sevmez.” (28/Kasas, 77.)

İnsanın hayırlısı; dünyâsı için âhiretini, âhireti için de dünyâsını terk etmeyip

her ikisi için çalışan ve halkın başına yük olmayandır. İnsan hiç ölmeyecekmiş gibi

dünyâya sarılmalı, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmalıdır.

Âhiretiniz için çalışın, dünyânızı da unutmayın! Allah (c.c.)’ın verdiği ni’metleri ma-

halline sarf edin. Hem dünyânızı, hem âhiretinizi ma’mûr etmeye bakın. Herkese iyilik

edin, bir de sakın ha yeryüzünde fesâd çıkarmayın, fesada âlet olmayın. Allah (c.c.)’ın

emirlerine itaat ve nehy ettiklerinden hazer ediniz ki; dünyâ ve âhirette felah bulaşınız.

Cemâat-i Müslimîn!

Cenâb-ı Allâh Kur’ân-ı Kerîm’inde buyuruyor ki; “Hem Allâhu Zü’l-celâl, hem onun

peygamberine mütî olunuz, birbirinizle uğraşmayınız. Korkaklaşır kuvvetten düşer, şev-

ketiniz de elinizden gider. Bir de hiçbir düşman, hiçbir tehlike karşısında metaneti elden

bırakmayınız. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (8/Enfâl, 25.)

Ey Mü’minler, Ey Allah’ın Sevgili Kulları!

Dünyâda sefil, âhirette rezîl olmayalım dersek, bu âyet-i kerîmenin gösterdiği yolu

ta’kîb etmeliyiz. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de bir hadîs-i şeriflerinde şöyle bu-

yuruyorlar. “Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinize dargın

durmayınız. Ey Allah’ın kullan kardeş olunuz! Bir Müslim için darılıp da din kardeşini üç

günden ziyâde terk etmek, onunla görüşmemek helâl olmaz.”

Cemâat-i Müslimîn!

Allah (c.c.)’a ve Rasûlü’ne dâima itaat edelim, aramızda tefrika ve nifaka meydân

vermeyelim. Her vakit sabır ve metaneti, hüsn-i muaşereti elden bırakmayalım. Sabit

bir azîm ile dâima yükselmeye, dâima ileri gitmeye çalışalım.

Page 6:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*

Kehf Suresi’nde anlatılan Hz. Mûsâ’nın,

‘kendisine Allah katından rahmet ve ilim

verilmiş bir kul’ ile olan yolculuğunda,

‘bindikleri gemiyi delivermesi’ de oldukça dikkat

çekicidir. Olay kısaca şöyledir:

Hz. Mûsâ, kendisine Yüce Allah’ın katından

özel ilim verilen kul olan Hz. Hızır’la buluşur ve

onun ilminden istifade etmek için birlikte ilim-

irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-

sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-

larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye

binerler, gemi geçimlerini deniz taşımacılığın-

dan sağlayan fakir kardeşlere aittir. Hz. Hızır,

gemiyi deliverir. Bu olay karşısında Hz. Mûsâ

dayanamaz, soru sormama ve itiraz etmeme

konusunda verdiği sözü unutarak, gemiyi niçin

deldiğini sorar. Açılan deliğe rağmen gemi bat-

madan yolculuğuna devam eder. Hızır (a.s.) ver-

diği sözü hatırlatınca Hz. Mûsâ (a.s.) itirazından

vazgeçer ve yolculuk devam eder. Daha sonra

Hz. Hızır, gemiyi delme gerekçesini ona anlatır.

Olay ayetlerde şöyle anlatılır:

“Bunun üzerine yürüdüler. Nihâyet gemiye

bindikleri zaman gemiyi deliverdi.

Mûsâ, ‘Halkını boğmak için mi gemiyi deldin?

Gerçekten sen çok tehlikeli bir iş yaptın!’ dedi.

O kul, ‘Sen benimle beraber bulunmağa daya-

namazsın demedim mi?’ dedi.

Mûsâ, ‘Unuttuğum şeyden ötürü beni kınama

ve bana bu işimden dolayı bir güçlük çıkarma.’

dedi.”1

Yolculuk devam eder. Yolculuğun sonunda

Hz. Hızır, gemiyi delme sebebini de şöyle açık-

lar:

“O (yaraladığım) gemi, denizde çalışan yok-

sullarındı. Onu kusurlu yapmak istedim, çünkü

onların ilerisinde her (sağlam) gemiyi zorla alan

bir kral vardı.”2

“Bunları, ben kendiliğimden yapmadım. İşte

senin sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.”3

Mesajlar

1- İlim adamlarıyla tartışma yapmak, bilgi-

lenmek için önemli bir metottur. Yeter ki kişi,

tartışırken inatlaşmasın ve bilgisiyle gurur ve

kibre kapılmasın. Bu kıssada Hz. Mûsâ (a.s.)’nın

itirazı yerindedir. O, kendine göre zâhiren gör-

düğü bir yanlışa itiraz etmiştir. Çünkü denizin

ortasında gemiyi delme, içindekilerle beraber

batmasına davetiye çıkarmak demektir. Elbette

her Müslüman, zararlı olduğu açık olan bir şeye

seyirci kalmayacak, onu engellemeye çalışa-

caktır.

2- Yanlış yapan uyarılmalıdır. Hz. Mûsâ da

olayın zâhirine bakarak, yanlışa itiraz etmiş ve

ona engel olmaya çalışmıştır. Ancak geminin

batmadığını gördüğünde ve Hz. Hızır (a.s.)’ın

kendi kafasından bir şey yapmadığını, vahiyle

irtibatlı olduğunu hatırladığında itirazından vaz

geçmiştir.

3- İlim yolu sabırlı olmayı gerektirir. İlim

yolcusu, hocasına güvenmeli, acele ederek ge-

reksiz soru ve itirazlarda bulunmamalıdır. Hz.

Mûsâ, Hz. Hızır’ın uyarısıyla ona daha önce ver-

diği sözü tuttu ve itirazından vazgeçti.

4- Hoca konumunda olanlar, talebelerinin

itirazlarını anlayışla karşılamalı, onların itiraz

ve sorularına iknâ edecek cevaplar vermelidir.

Nitekim Hz. Hızır, Mûsâ Peygamber’in itirazını

anlayışla kabul etmiş ve ondan ayrılmadan da

itirazı cevaplamıştır. Gemiyi kusurlu hale ge-

tirmesindeki amacının, gemiyi batırmak değil,

tam tersine gemiyi kurtarmak olduğunu açıkla-

mıştır.

5- “Hz. Mûsâ, ‘Halkını boğmak için mi gemi-

yi deldin.” diyerek gemi halkını kendi nefsine

tercih etmiştir. Hâlbuki gemi batacak olsa bo-

ğulacaklar içerisinde kendisi ve yol arkadaşı

İMAR İÇİN YIKIM: KURTULUŞ İÇİN DELİNEN GEMİ

“Açılan deliğe rağmen gemi batmadan yolculuğuna devam eder. Hızır (a.s.) verdiği sözü hatırlatınca Hz. Mûsâ (a.s.) itirazından

vazgeçer ve yolculuk devam eder.”

6 OCAK 2017 somuncubaba 7

Page 7:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

da olacaktır. Ancak o, halkı kendi nefsine tercih

etmiştir. Zaten peygamberler ve onların izinde

giden önderler, halkları için fedâ-yı cân etmeye

hazır olan kahramanlardır.

6- Dinin getirdiği şeylerin dış görünüşü akla

uygun görünmese de onlara inanmak gerekir.

Nitekim Yüce Allah’ın işaretiyle hareket eden

Hz. Hızır’ın gemiyi delmesi, geminin batması-

na sebep olmamıştır. Genel olarak İslâm dini,

akıl dinidir. Onun emir ve nehiyleri, selîm akla

uygundur. Ancak dindeki her şeyi akla uydura-

cağız diye bir şey yoktur. Zaten insanların aklî

seviyeleri farklı farklıdır. Bir akıl sahibinin doğ-

ru, yararlı gördüğü bir şeyi; başka bir akıl sahibi

yanlış ve zararlı görebilir. Onun için asıl olan

vahyin aydınlığında aklı işletmek ve vahyin bil-

dirdiğine tâbi olmaktır.

7- Şer gibi görünen şeylerde hayır, hayır gibi

görünen şeylerde şer olabilir. İmtihan gereği,

çok değişik olaylarla karşılaşan insan, yapması

gerekenleri yapmalı alınması gereken tedbirleri

almalı, ancak olayları bir bütün olarak oluş ve

sonuçlarıyla birlikte değerlendirmelidir.

8- Bazen hoşumuza gitmeyen şeyler hay-

rımıza olabilir. Sözgelimi güzel ve mükemmel

olan şeyler bazen sahipleri için zarar sebebi

olabilir. İmtihanın gereği kusur gibi olan şeyler,

hayrımıza kurtuluşumuza vesîle olabilir. Kıssa-

mızda geminin kusurlu oluşu, onun korsanlar-

dan kurtulmasına vesîle olmuştur. Dolayısıyla

her şeyin hayırlısını istemek esas olmalıdır.

9- İki zarar karşı karşıya geldiğinde, ağır

olanı savmak için hafif olan tercih edilir. Çoğu

korumak için, az fedâ edilebilir. Beterin beteri

ile karşılaşmamak için, bazı olumsuzluklara göz

yumulabilir. Nitekim Hz. Hızır, kusursuz gemile-

ri gasbeden zâlimlere karşı kendince tedbirini

almış ve gemiyi kusurlu hale getirmiştir. O, bu

hareketi ile geminin batmayacağını bildiği için

böyle yapmıştır.

10- İnsanlar mallarını koruyabilmek için bir

kısım fedâkârlık ve harcamalarda bulunmasını

bilmelidirler. Nitekim zekât ve infâk da malı

koruyan ve bereketlendiren şeylerdir. Pey-

gamberimiz, “Mallarınızı zekâtla koruma altına

alınız, hastalıklarınızı sadaka ile tedâvî ediniz.”

Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR

1. 18/Kehf, 71-73.2. 18/Kehf, 79.3. 18/Kehf, 82.4. Bkz. Şemseddin Sivâsî, Nakd-i Hâtır, v, 109b-110b.

buyurmuştur. Malımızın çok az bir kısmını infâk

etmek, dünya ve âhirette bize bereketli kaza-

nımlar olarak dönecektir.

11- Buradan insanların içlerindeki kötülük

tutkularını harekete geçirecek süs ve debde-

beden kaçınmanın gereğini de çıkarabiliriz. Es-

kiden mü’min hanımlar, imkânı olmayan başka

hanımlar kıskanmasınlar, art niyetli kimselerin

akıllarına kötülük gelmesin diye kollarında-

ki ziynetlerini gizlemek için kolluk takarlardı.

Benzer şekilde göz hakkı olmasın diye, eskiler

pazardan aldıkları eşyaları kapalı heybe yahut

çuvallar içerisinde evlerine getirirlerdi.

12- Kıssanın işârî yorumu ile ilgili olarak da

şunlar söylenebilir: Gemiyi delmekle Hz. Hızır,

Hz. Mûsâ’ya şu hatırlatmayı yapmak istemiştir:

“Ey Mûsâ, bir zamanlar annen seni tabuta ko-

yup Nil deryasına atınca Rabb’in seni boğul-

maktan nasıl korumuştu. Şimdi ne diye geminin

batmasından endişe edersin? Bilmez misin, her

şey Rabb’inin dilemesi iledir, Rabb’in dilemezse

hiçbir şey olmaz. Seni bir başına denizin orta-

sında batmaktan ve boğulmaktan koruyan Yüce

Allah, gemiyi ve gemidekileri de koruyacaktır.”

13- Kıssadaki geminin delinmesi olayında

Mûsâ, Ruh’a; Hızır, sırra; gemi, cisme; geminin

delinmesi, ibadet ve riyâzâtla bedenin ben-

zinin solgunluğuna; geminin yolu üzerindeki

zâlim kral ise, şeytana işarettir. Sivâsî’nin bu

konudaki işârî yorumunun özeti şöyledir:

“Kıssada geçen Mûsâ, ruha; Allah katından

kendisine ilim verilen kul ise sûfîlerin sır de-

dikleri şeye işarettir… Gemi ise cisimdir… Ruh

ve sır bir bedende karar kılmışken; sır, riyâzât

ve ibadetle cismin zâhirini harâb eder… Ruh’un

‘şu bedene biraz merhamet etsen de onu tahrîb

etmeyip rahat bıraksan’ şeklindeki itirazına sır

şu cevabı verir: Ey ruh, bu beden gemisinde

olanlar bir alay miskinlerdir ki, bu dünya deni-

zinde âhiret azığını bununla tahsîl etmelidirler.

Ama yolları üzerinde şeytan denilen zâlim bir

kral vardır… Şâyet ibadet ve riyâzât sebebiyle

beden gemilerinin benzi bozuk, teni soluk ol-

mazsa şeytan onları etkisi altına alır… Bu yüz-

den o bedende ibadet ve riyâzât eserlerinin gö-

rünmesini istedim…”4 En doğrusunu Yüce Allah

bilir.

8 OCAK 2017 somuncubaba 9

Page 8:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Onuncu yüzyılın son çeyreği ile on birinci

yüzyılın ilk yarısında yaşamış olan Harakânî’nin

tam ismi, Ali b. Ahmed b. Cafer, künyesi

Ebu’l-Hasan Harakânî’dir. 352/963 yılında,

Horasan’ın Bistâm şehrine bağlı Harakân kö-

yünde fakir bir ailenin çocuğu olarak dünyaya

gelmiştir. Çocukluğunda Harakân’da anne ba-

basının geçimini sağlamak maksadıyla çobanlık

yapmıştır. Çiftçilikle de uğraşarak ailesinin ge-

çimini sağlamıştır.

Kaynaklar onun ümmi olduğunu, Bâyezîd-i

Bistâmî’nin mânevî işareti üzerine Kur’ân oku-

maya başladığını belirtmektedirler. Devrinin

değişik âlim ve şeyhlerini tanıyan ve onlardan

istifade eden Harakânî, en sonunda hemşerisi

Bâyezîd-i Bistâmî’nin dergâhında karar kılmış,

kendisinden senelerce önce vefat etmiş olan

Bistâmî’nin yolunu devam ettiren müridleriyle

görüşmüş, Bistâmî’nin kabrine on iki yıl türbe-

darlık etmiştir. Harakânî on iki yıl süreyle yatsı

namazını cemaatle kıldıktan sonra Bistâm’daki

Bâyezîd-i Bistâmî’nin kabrine teveccüh eder;

“Allah’ım! Bâyezîd’e ihsan ettiğin hil’atten bize

de bir koku ihsan et!” demiştir. Sevgi ve aşkla

bağlandığı bu kapı onun gönül dergâhı olmuş-

tur. Yılları aşıp gelen Bistâmî’nin sevgisi, onu

yoğurmuş ve vuslata götürmüştür. Dolayısıyla

Harakânî’nin tasavvufî intisabı, âriflerin sulta-

nı Bâyezîd-i Bistâmî’dir. Seyr u sülûk eğitimini

Bistâmî’nin ruhaniyetlerinden almıştır. Tasav-

vuf geleneğinde, vefat etmiş bir büyüğün ruha-

niyetinden faydalanan, yardım ve terbiye gören

zâta üveysî, bu yolla kemâle erip olgunlaşmaya

da üveysîlik denir.

Mâneviyat önderlerinin ruhaniyetlerinden

istifade, tasavvuf tarihinde üveysî, üveysîlik ve

üveysiyyu’l-meşreb gibi tâbirlerle anılmaktadır.

Tarih içinde değişik mânâlara gelmekle birlikte

Üveysîliğin ortak özelliklerini şu dört ana gu-

rupta toplamak mümkündür:

1. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ruhaniyetinden

doğrudan nasip alanlar,

2. Veysel Karânî’nin ruhaniyetinden feyiz alan-

lar,

3. Kendilerinden önce vefat etmiş herhangi bir

şeyhin veya kutbun ruhaniyetinden istifade

edenler,

4. Bizzat Hızır (a.s.) aracılığı ile irşad edilenler.

Bu dört gurupta ortak olan nokta, daha önce

yaşamış birinin ruhaniyetinden feyiz almaktır.

Çünkü sûfîler nezdinde cismânî sohbet olduğu

gibi, rûhânî sohbet de vardır. Sâlihlerle manen

beraberlikle de kemâl elde edilebilir. Ancak bu,

şuuraltı hayatının kuvvetliliği ve şiddetli bir ca-

zibeye kapılmakla sağlanabilir.

Kaynakların ifadesine göre Harakânî,

Bâyezîd-i Bistâmî’nin meşrebindendir. Onun gibi

coşkulu, cezbesi ve sekri, sahvına galiptir. Fenâ

ve bekâ, sekr ve sahv ile tevhid ve vahdet ko-

nularında çok sözler söylemiş, Hallâc-ı Mansûr

gibi “Ene’l-Hak” anlayışına uygun terennümler-

de bulunmuştur. Sekr ve cezbe ehli olduğu için,

kişinin sahv ve uyanıklılığını bile vecde yakın

bir üslupla anlatmıştır. Aynı zamanda Harakânî,

cezbeli ve coşkulu meşrebi ile Sıddîkî üslûbu ge-

liştirmiştir. Bu tür yaklaşımları ile Bistâmî’nin ta-

savvuf tarzını benimseyen Harakânî’nin Hakk’a

ermek için zor riyazetlere, çetin mücahede ve

çilelere katlandığı bilinmektedir.

Harakânî’nin vaaz ve nasihatlerini, bazı söz-

lerini, münacat ve menkıbelerini ihtiva eden

Nûru’l-ulûm, Risale der Tarîk-ı Edhemiyye ve

Külâh-ı Çâr- Terk isimli kendi eserleri ile Attâr’ın

Tezkiratü’l-evliyâadlı eserinde onun birçok şat-

hiyesi nakledilir. Ruzbihan Baklî, şathiyeleri

bakımından daha çok Bistâmî’ye benzeyen

Harakânî’nin bir şathiyesini yorumlamıştır.

Herevî de “Sûfî mahlûk değildir.” şeklindeki bir

şathiyesini aktarır ve bunun yorumunu yapar.

Ebu’l-HasanEl-Harakânî (k.s.)

ALTIN SİLSİLE / Kadir ÖZKÖSE* - H. İbrahim ŞİMŞEK**

Hat: Emre ÖZDEMİR

10 OCAK 2017 somuncubaba 11

Page 9:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

tarmaktadır: “Harakânî’nin bulunduğu şehre

vardığım zaman, o şeyhin haşmetinden fesa-

hatim sona ermiş, ifadem yok olmuş ve dilim

tutulmuştu. Hatta velayetimden azledildiğimi

zannetmiştim.”

Kendisine gerçek anlamda sûfînin kim ol-

duğu sorulduğunda Harakânî şu şekilde cevap

vermiştir: “Kişi, yamalı elbise ve seccade ile

sûfî olmaz. Sûfî belli kurallar ve âdetlerle de

sûfî olmaz. Sûfî ‘yok olan’ kimsedir.” Bu sözü

ile Harekânî, müntesiplerini fenâ bilincine er-

meye, kendi nefsinden fânî, Hakk’ın varlığı ile

bâkî olmaya davet etmektedir. Bir başka tes-

pitlerinde de bu yaklaşımını perçinlemektedir.

Sûfînin gündüz güneşe, gece de ay ve yıldız-

lara ihtiyacının olmayacağını, varlık kisvesine

ihtiyaç duymayan bir kimlik olduğunu beyan

etmektedir. Dervişliği takva, cömertlik ve in-

sanlara karşı müstağni davranmak olarak tarif

eden, Harakânî, dervişin özelliklerini şu şekilde

sıralamaktadır:

1. İçinde endişesi olmayan,

2. Konuştuğu halde konuşulmayan,

3. Gördüğü halde görülmeyen,

4. Duyduğu halde duyulmayan,

5. Yediği halde yediğinden lezzet almayan,

6. Hareket ve sakinliği bulunmayan,

7. Sıkıntısı ve mutluluğu olmayan kişidir.

Tasavvufun kişiyi vesveseden kurtarmayı

hedeflediğinden bahseden Harakânî, vesvese-

nin de şu üç kaynağı bulunduğundan bahse-

der: Göz, kulak ve lokma. Kişi gözle kalbi meş-

gul etmemesi gereken şeyi görür, kulakla kalbi

meşgul etmemesi gereken şeyi duyar ve haram

lokma ile de kalbi kirletir. İşte bu üç etkenle

vesvese ortaya çıkar.

Harakânî, tevbe, teslimiyet, rıza, sabır, şükür

ve ihlâsı tarikatın binası; ilmi, hilmi, zühdü, tak-

vayı, kanaati ve yakini tarikatın altı hükmü; ih-

sanı, zikri, istek ve arzuları terk etmeyi, dünyayı

terki, havf ve şevki tarikatın altı gereği; gayreti,

ayıpları örtmeyi, özür dilemeyi ve sükûtu der-

vişlerin dört derecesi; güneş gibi şefkatli ol-

mayı, deniz gibi cömert olmayı, yeryüzü gibi

tevazu sahibi olmayı fakrın üç nişanesi; iyilik

istemeyi, Allah (c.c.)’ın rızasını, ayıpları örtmeyi,

hırka giyinmeyi, sabrı, şükrü ve kanaati dervişli-

ğin yedi mertebesi olarak dile getirmiştir.

İlim, irfan, din ve diyanet yolcularının ku-

lağına küpe olacak tavsiyelere sahip olan

Harakânî’nin yanına gelen sevenlerinden birisi

dini tebliğ hususunda kendisinden müsaade

ister. O da: “Halkı kendine davet etmeyecek-

sen, olur!” cevabını verir. Müridi de: “Halkı ken-

dime davetten maksadınız nedir?” diye sorar.

Harakânî: “Halkı başka birisi davet eder ve bu

davet senin hoşuna gitmezse, bu, başkalarını

kendine davet etmiş olmanın nişanı olur.” di-

yerek hakikati kimlerden duyduğumuz değil,

kimlerin hakikati söylediğinin önemli olduğu-

nu, hakikat ehli ile birlikte olmak gerektiğini ve

dini kendi menfaatlerimiz için kullanmamanın

önemini dile getirir.

Seyr u Sülûk risalesinde tavsiye ve telkinle-

ri ile müntesiplerine kemâle ermenin yollarını

öğreten Harakânî, şu öğütleri ile eserine son

vermektedir:

“Hak yolunda yürümek isteyen kimsenin

şu dört gurubun sözlerini dinlemesi gerekir:

Âlimler, muttakîler, evliya, yol gösteren mür-

şidler. Geçen ömür geri gelmez. Ey dost, doğru

yola ermek istersen, yol gösterici mürşidden

dile. Çükü bu hususta yol yordam bilmek fayda

verir.”

Harakânî’yi, sûfî meşâyıhın büyüklerinden

biri, Bâyezîd-i Bistâmî’nin irşadıyla iç dünyası

aydınlanan, şiire meyyal bir tabiata sahip şah-

siyet olarak tanıtan Şemseddin Sâmî, eserinde

onun şu rubâîsine yer vermektedir:

Esrari ezel râ ne tüdânivü ne men,

Veyn harfi muâmma ne tühânivü ne men,

Hesti ez pesi perde guftuyi men ve tû,

Ger büderberüfted ne tû mani vü ne men.

Yani,

Gönül sırrını ne sen bilirsin ne de ben,

O harf gizli bir muammadır ne sen okursun ne

de ben,

Perde arkasında konuşmamız vardır

Eğer açıklanırsa ne sen kalırsın ne de ben.

Farsça bir divanının olduğu da bilinen

Harakânî’nin Pehlevî lisanıyla yazılmış birçok

şiiri de yazma eserlerde yer almaktadır. Örne-

ğin;

Tâküberneş’e-yibâtû pet yâr nebû

Der küber şe ez beheritârnebû.

Yani;

Âteş-perest olmayınca Mahbûb’a yâr ola-

mazsın,

Mahbûb’un hatırı için âteş-perest olmak ar

değildir.

Tasavvufî remizlerle dolu mânâları içeren

bu beyitte, “Mahbûb” ile Hüsn-i Mutlak/Mutlak

Güzel’e işarette bulunulmaktadır. “Âteş-perest

olmak” ise ilâhî aşkla tutuşmak ve onda yok ol-

maktır. Hüsn-i Mutlak’ın evveli yoktur, ezelîdir,

sonu da yoktur; ebedîdir. Noksanlıklardan mü-

nezzeh ve berîdir. Böyle bir mahbuba karşı âşık

olup O’nun aşk ateşiyle yanıp yok olmak ar de-

ğildir.

Altın silsilenin önemli bir halkasını teşkil

eden ve üveysiliği ile dikkat çeken Harakânî,

Aynü’l-kudat el-Hemedânî, Necmeddin-i Dâye,

Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî

gibi büyük mutasavvıfları derinden etkilemiş,

10 Muharrem 425/5 Aralık 1033 tarihinde

vuku bulan ölümünden sonra da etkisi uzun

süre devam etmiştir.

Evliya Çelebi de Kars Kalesi’nin III. Murad

devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir

edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktar-

dığı rüyasını nakleder. Asker, rüyasında gör-

düğü yaşlı bir zâtın kendisinin Ebu’l-Hasan el-

Harakânî olduğunu ve kendisine makamının

burada bulunduğunu söylediğini, kendisinden

ayağını bastığı yeri kazmasını istediğini an-

latmıştır. Bunun üzerine yüz işçi yeri kazmaya

başlamış ve üzerinde “Menem şehîd ü saîd

Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki

mermer bulunmuştur. Gaziler mermeri tekbir

ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır.

Yaralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki

hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş; vü-

cudunun sağ tarafındaki yarası hâlâ kanamak-

taymış. Gaziler yine tekbirle kabri kapamışlar.

Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tara-

fından Ebu’l-Hasan Harakânî adına bir tekke ile

cami inşa ettirilmiştir. Evliya Çelebi’nin anlattığı

bu olay, daha sonra yaygınlık kazanarak Kars ve

çevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldı-

ğı ve burada şehit olduğu şeklinde bir inancın

doğmasına yol açmıştır.

Harakânî, uzunca boylu, kumral tenli, ge-

nişçe alınlı, gökçek yüzlü, irice gözlü, açık ve

tok sözlü birisiydi. Şekil bakımından Hz. Ömer

(r.a.)’e benzerdi. İlim ve irfanı sebebiyle zama-

nın kutbu ve gavsı unvanlarıyla anılan bir gönül

sultanıdır. Hucvirî kendisini gözde imam, o dö-

nemde halkın şeref âbidesi, meşâyıhın büyük-

lerinden, o dönemin evliyası tarafından övgüye

lâyık görülen isim olarak tanıtmaktadır. Sözle-

rinin devamında Hucvirî çağdaşı Kuşeyrî’nin

Harakânî hakkındaki şu değerlendirmesini ak-

Dipnot

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK

Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsile-den Altın Halkalar kitabının 111-125. sayfalarından özet-lenmiştir.

12 OCAK 2017 somuncubaba 13

Page 10:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

İTİKAT / Ramazan ALTINTAŞ*

SANA YÜCE ALLAH’IN Tefsir ilminin önemli konuları arasında “iniş sebebi” anlamına gelen “sebeb-i nüzûl” yer alır. Yüce Allah (c.c.), Kur’an-ı Kerim’i

Hz. Peygamber (s.a.v.)’e indirirken bazı sûre ve âyetleri bir sebebe bağlamıştır. Âyetlerin bir kısmı ya bir olay ya da bir soru üzerine inmiş-tir. İşte, sûre ve âyetlerin inmesine vesîle olan hâdise ve sorulara “sebeb-i nüzul” (iniş sebebi) diyoruz. Elbette her âyet için bizim bildiğimiz bir sebep yoktur. Kur’an, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemine ait bir kitap değil, varlığını ve rehberliğini dünya durdukça sürdürecek olan, çağları aşan ve kucaklayan bir kitaptır. Sade-ce ilk indiği Arap toplumunun değil bütün in-sanların kitabıdır. Kur’an, zamanın geçmesiyle eskiyen değil, dâimâ tazeliğini ve güncelliğini koruyan, insanları geriye değil dâimâ ileriye götüren, ilim, teknik ve gelişmelerle çatışan de-ğil örtüşen ve kucaklaşan bir kitaptır. Emir ve yasakları, helal ve haramları, hüküm ve tavsiye-leri, öğüt ve ilkeleri, misal ve kıssaları, va’d ve vaîdleri, geçmişe, geleceğe, Allah’a, insana ve diğer varlıklara dair bildirdiği gerçekler, bilgiler ve tanımlar, zamanın geçmesiyle değişmez ve değerini yitirmez.1

Kur’an-ı Kerim’de geçen sûre ve âyetlerin nüzûl sebeplerini bilmenin kaynağı, Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’den rivâyet edilen sahih hadis-lerdir. Nüzûl sebeplerinin bilinmesi, Kur’an’ın anlaşılmasında bir yol olarak görülmektedir. Kur’an’ın indirilmesinden asıl amaç, beşerî ne-fisleri ıslah edip, bâtıl inanç ve fâsit amellerden kurtarma dâvâsıdır. Kur’an-ı Kerim, Allah’ı ve insanı tanıtır. Allah’ın emir ve yasaklarını, helal ve haramlarını, öğüt ve tavsiyelerini, hüküm ve sınırlarını, va’d ve vaîdini, iman, ahlâk ve iba-det kurallarını, iman edip sâlih amel işleyen-lerin mükâfatlarını, inkâr ve isyân edenlerin âhiretteki cezâlarını, ibret alınması için geçmiş kavimlerin kıssalarını ve âhiret ahvâlini anlatır. İnsanın kendisine, Yaratıcısına, insanlara, çevre-ye ve diğer varlıklara karşı görevlerini bildirir. Ayrıca, yaratılışın başlangıç, devam ve sonuç-larından bahseder. Tarihî olaylara dair geçmiş

peygamberlerin ve ümmetlerinin hayatından bilgiler verir. Kur’an’da anlatılan bu olayların asıl amacı, iyi insan yetiştirmeye katkıda bulun-maktır.

Diğer taraftan, esas olan, her bir sûre ve âyeti belli bir tarihsel kesit ve olgu ile sınırlandırma-dan, vahyin evrensel ölçekte bir bütün ola-rak iniş amacını ortaya koyabilmektir. Sebeb-i nüzûl fer’, Kur’an’ın bir bütün olarak indirilmesi ise, asıldır. Fer’ olan asıl üzerine binâ edilmeli-dir. Asıl, fer’in gölgesinde kalmamalıdır. İşte biz de bu bağlamda sûre ve âyetleri yorumlama ve günümüze dönük mesajlarını ortaya çıkarmada sebeb-i nüzûlden yararlanma cihetine gidece-ğiz. Sebeb-i nüzûlün iki yönü vardır. Birincisi özel, bir diğeri de genel hükümler taşımış ol-masıdır. Bunlardan hüküm bildirme bağlamın-da her iki yöne yeri geldiği zaman misaller ve-receğiz.

İhlâs Sûresi’nin İndiriliş Sebebi ve Tevhîd Mesajı

İhlâs Sûresi, Mekkî sûrelerdendir. Tevhîd akîdesini kısa ve özlü bir şekilde açıklayan Kur’an’ın üçte birine denk bir sûredir. Bir rivâyete göre Mekke müşrikleri Rasûl-i Ekrem’e (s.a.v.), gelerek, “Bize Rabb’inin soyunu an-lat.”; bir başka rivâyete göre de, “Bize O’nun mâhiyetini anlat.” diye sormuşlar ve bunun üze-rine “İhlâs Sûresi” nâzil olmuştur.2 Bu sûrede İlâhî hitâbın “Söyle!” emri, sadece Rasûlullah’a değil, evrensel ölçekte kıyâmet sabahına kadar bütün insanlığa dönüktür. Sebebin husûsî ol-ması ilâhî mesajın umûmî olmasını engellemez.

Tevhîdden bahsettiği için bu sûreye “İhlâs” ismi verilmiştir. Kur’an’da geçen “hâlis ve ihlâs” sözcüğü; bir yere ait olma3, bir kenara çekilme4,

dini salt Allah’a özgü kılma5 ve inanç boyu-tunda O’na gönülden samimiyetle bağlanma6 gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu bağlamda ihlâs, insanı Allah’tan alıkoyacak her şeyden gönlü arındırmaktır.7 Asıl ihlâs, Kur’an’ın “İhlâs Sûresi”nde anlatıldığı gibi İslâm’ın tevhîd boyutunda ortaya çıkar. Bu sûrede Cenâb-ı

“Asıl ihlâs, Kur’an’ın ‘İhlâs Sûresi’nde anlatıldığı gibi İslâm’ın tevhîd boyutunda ortaya çıkar. Bu sûrede Cenâb-ı Hakk’ın

ne olduğu ve ne olmadığını anlatan sıfatlara değinilir.”

“MÂHİYETİNİ”SORUYORLAR?

14 OCAK 2017 somuncubaba 15

Page 11:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Hakk’ın ne olduğu ve ne olmadığını anlatan sıfatlara değinilir. Çünkü Mekkeliler İlâhî zatın mâhiyetini soruyorlar, Kur’an’da Cenâb-ı Hak kendisinin ne olduğunu şöyle anlatıyor:

“De ki: O, Allah’tır, bir tektir.”8 Tevhîd keli-mesi kök anlamı itibariyle, “tek” anlamına ge-len “ehad” ve bir anlamına gelen “vâhid” söz-cüklerinden türemiş olup, “birlemek, bir şeyin tek olduğuna hükmetmek” mânâlarına gelir. Bu anlamda tevhîd, Allah hakkında kullanıldığı zaman, “Eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek.” demektir. “Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır.”9 âyetinde geçen “vâhid” ile “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir.”10 âyetinde geçen “ehad” sözcüğü tevhîd kelimesiyle aynı köktendir. Vâhid, sayı cinsinden bir olan; ehad ise, biricik, yegânece, bir benzeri olmayan anlamlarına gelir. Bir başka açıdan, vâhidiyyetin anlamı, bütün mevcûdât birinindir, birine bakar ve birinin îcâdıdır. Eha-diyyetin mânâsı ise, “Her bir şeyde Allah’ın isimleri tecellî eder.” demektir. Bu yönüyle eşya, Allah’ın ehadiyyet isminin mazharıdır. Meselâ bir meyve bir ağaçtan parça olmakla, o ağacın tamamı hükmünde olup, bu yönüylevâhidiyyete işaret eder. Yine her bir meyve, ağacın bir parçası olduğu gibi, ağacın bütün özelliklerini, yani genetik şifresini içinde sak-laması yönüyle, onun tamamı hükmünde olup, bu yönüyle de ehadiyyete işaret eder. Biz eha-diyyetin yansımalarını başta insan olmak üzere, nebâtat, hayvânât ve cemâdât gibi bütün var-lıklarda görebiliriz. Nasıl ki Yüce Rabb’imiz tek ve hiçbir benzeri yoksa O’nun yarattığı varlıklar da DNA bakımından tektir ve hiçbirisi birbirinin aynısı değildir.

“Allah Samed’dir.”11 Her şey, O’na muhtaç-tır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur: “Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız, zen-gin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.”12 Arapça’da “samed”, bir şeye doğru yönelmek mânâsındaki “samd” kökünden türemiş bir sıfat olup “muhtaç oluştan dolayı kendisine yöne-linen, ihtiyaçların giderilmesi için başvurulan

makam” demektir.13 Bu anlamda tek samed, Al-lah (c.c.)’tır. O, biriciktir, her şey O’na aittir, her şeyin yegâne mercii ve maksûdu O’dur.

“O’ndan çocuk olmamıştır. (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır. (Kimsenin ço-cuğu değildir).”14 Tek ve biricik oluş, başkasına muhtaç olmayış sadece ve sadece Yüce Allah’a mahsustur. Doğurmak ve doğrulmak yaratıl-mışlık nitelikleridir. İnsanlık tarihinde Yahudi ve Hıristiyanlar, Cenâb-ı Hakk’a çocuk isnâd et-mişlerdir. Kur’an-ı Kerim’de geçen şu âyette bu iftirâ reddedilir: “Yahudiler, ‘Üzeyir Allah’ın oğlu-dur.’ dediler. Hıristiyanlar ise, ‘İsa Mesih Allah’ın oğludur.’ dediler. Bu onların ağızlarıyla söyledik-leri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söyle-diklerine benziyor. Allah onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar?”15 Yüce Allah ise, bütün yaratılmış olan niteliklerden münezzehtir. O, varlığı zorunlu olandır. Varlıkta “Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”16

Sonuç olarak İhlâs Sûresi’nde; tevhîdin bü-tün berraklığı ile Yüce Allah’a özgü kılındığı, ulûhiyyette benzerleri ve rubûbiyyet sıfatla-rında da ortaklarının bulunmadığı, her şeyin O’nun hâkimiyet ve tasarrufu altında olduğu açıklanmaktadır. Öyleyse her Müslüman, bu te-mel ilkelere dayalı bir kulluk ortaya koymalıdır.

Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

1. Bkz. 18/Kehf, 27; 6/En’âm, 115. 2. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 133-134; Ebû Mansûr Mu-

hammed el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’an, tahk. Ahmet Vanlı-oğlu, İstanbul, Dâru’l-Mîzân, 2010, XVII, 2010.

3. 6/En’âm, 139.4. 12/Yûsuf, 80.5. Bkz. 39/Zümer, 2-3.6. Bkz. 2/Bakara, 139.7. 12/Yûsuf, 24.8. 112/İhlâs, 1. 9. 2/Bakara, 163.10. 112/İhlâs, 1.11. 112/İhlâs, 2.12. 35/Fâtır, 15. 13. Râgıb el-İsfehânî, Müfredât, İstanbul, 1986, s. 422. 14. 112/İhlâs, 3.15. 9/Tevbe, 30.16. 112/İhlâs, 3.

İkilikte ne ki, söylen erenlerBir’de birlik için, gül dermek gerekBaşlayan yol varsa, çile de olsaO yolu menzile, erdirmek gerek

Mazlumlar ağlıyor, gözleri kanlıÖtede yanıyor, ah! ArakanlıZâlimler dipdiri, etinden canlıZâlimi, zulmeti, durdurmak gerek

Türkistan durulmaz, Halep’de kan varÖzgürlük yoluna, çekmişler duvarYabanıl saldırmış, yerliyi kovarHalkları el ele, verdirmek gerek

Kalpleri sâdıklar; dostlar, yarenlerVatanı kutsayıp, canlar verenlerİman atlasında, postlar serenlerKardeşlik yayını, gerdirmek gerek

Yezit’in sofrası, hercai olsunBırakın envai, taamla dolsunYollar Hüseyin’in, yolunu bulsunYarayı bu yolda, sardırmak gerek

Madde kutsanıldı, hâşa bir ilâhMazluma çekildi, onunla silahHüküm Kardinalden, başında külahBu hükmü kökünden, kırdırmak gerek

Birlik, beraberlik kutlu türküdürBizleri bir eden, hakça ülküdürKâinat yapısı, Hakk’ın mülküdürAkıllara bunu, erdirmek gerek

Celalettin KURT

Birlik Gerek

16 OCAK 2017 somuncubaba 17

Page 12:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

CAMİİ GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ

MERKEZ EFENDİ

MANEVİYATIN MERKEZİNDE BİR HAK(İKAT) DOSTU:

“Gönül sultanlarımızdan Merkez Efendi’nin ölümünün ardından Yavuz Sultan Selim’in kızı Şah Sultan, tarikat külliyesi

niteliğindeki İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Topkapı semtindeki yere camiyi ve tevhidhaneyi 1552- 1557 yılları

arasında yaptırmıştır.”

Şehzadeler, sultanlar ve veliler diyarıdır

Manisa. Osmanlı’nın gözbebeğidir bu

şehir. Nice şehzade bu şehirde saltanatı

düşleyerek yaşamıştır. Manisa Hak ve hakikat

dostlarının ve âlimlerin yatağıdır aynı zamanda.

Bunlardan birisi de birçok ilim sahasında derin

bilgilere vakıf olan Merkez Efendi’dir. Gönül

göğümüzün parlayan yıldızlarından biridir Mer-

kez Efendi. O, bir Hak ve hakikat dostuydu. Son

nefesine kadar da bu hususiyetini korumuştur.

Halvetî, Sünbülî şeyhi olan Merkez Efendi’nin

asıl adı Muslihuddin Ebu Taki Musa bin Mustafa

bin Kılıç’tır. Bu Hak ve hakikat dostu, hicrî 868

(milâdî 1463) yılında Denizli’nin Sarı Mahmutlu

köyünde dünyaya gelmiştir. Asıl adı Musa, kün-

yesi Ebü’t-Taki, lakabı Merkez Muslihuddin’dir.

Babasının adı Mustafa, dedesinin adı Kılıç

Bey’dir.

Merkez Efendi, ilk eğitimini memleketi

Denizli’de aldıktan sonra 1478’de Bursa’ya gi-

derek on beş yıl süren bir tahsilin ardından ica-

zet almış,1493’te de İstanbul’a gitmiştir. Hızır

Velüyiddin Efendi ve Mevlâna Ahmet Paşa’dan

dersler almıştır. Müderrislik için Bursa, Kara-

Foto: Orhan DİNÇ

18 OCAK 2017 somuncubaba 19

Page 13:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

man ve Amasya şehirlerine gitmiştir. Bu dö-

nemde Halvetiye Tarikatı icazetini almıştır. Et-

yemez Tekkesi’ne devam eden Merkez Efendi

burada Şeyh Yusuf Sinaeddin Efendi (Sünbül

Efendi)’nin müridi, halifesi ve talebesi olmuş,

onun rahle-i tedrisatından geçmiştir.

Yaşadığı çağın mühim âlimlerinden Merkez

Efendi’nin öğrenmeye çok büyük hevesi var-

dı. O, tefsir, hadis, fıkıh ve tıp alanında eğitim

görmüştür. Küçük yaşlarda hafız olmuştur. Za-

manında dinî ilimlerde önemli bir otorite sa-

yılmıştır. Bu Allah dostunun hayatı, insanları

eğitmekle ve onlara nasihat etmekle geçmiştir.

Ömrünü Hak ve hakikat yolunda harcamış, in-

sanları doğru yona yöneltmiştir. 959’da (1552)

vefat eden Merkez Efendi, Mevlânakapı dışın-

da kendi adıyla anılan dergâhın yanına defne-

dilmiş, daha sonra kabrinin üzerine bir türbe

inşa edilmiştir. Türbesi İstanbul’un en önemli

ziyaretgâhlarından biridir. Halvetî-Sünbülî Şey-

hi Yusuf b. Yakup’un verdiği bilgiye göre cenaze

namazı Fatih Camii’nde Şeyhülislâm Ebussuûd

Efendi tarafından kıldırılmıştır. Onun hayatıyla

ilgili birçok rivayet mevcuttur.  

Kalp gözü açık olan Merkez Efendi’nin beş

yüzden fazla halifesi olduğu belirtilmektedir.

Merkez Efendi öldükten sonra yerine, önce oğlu

Ahmet Çelebi, sonra da diğer oğlu Yakup Hali-

fe geçmiştir. Yüzlerce talebe yetiştiren Merkez

Efendi’nin herhangi bir telif eseri bulunmamak-

tadır. 1514-1520 yılları arasında, Yavuz Sultan

Selim’in eşi Ayşe Hafsa Sultan’ın Manisa’daki

külliyesine ait zaviyede şeyhlik yapan Merkez

Efendi, şeyhi Sünbül Efendi’nin 936’da (1529)

vefatı üzerine İstanbul’a gelerek Koca Mustafa

Paşa Külliyesi’ndeki tekkenin meşihatını üst-

lenmiş, hayatının sonuna kadar bu görevi sür-

dürmüş, bu arada zaman zaman sur dışındaki

tekkenin çilehanesinde halvete girmiş, muhte-

melen bu tekkenin de şeyhliğini yürütmüş, ve-

fatında (H. 959-M. 1552) buraya gömülmüştür.

Merkez Efendi’nin İcadı: Şifalı Mesir Macunu

“Çiçeklerin Efendisi” olarak nitelendirilen

Merkez Efendi, dinî ilimlerde önemli bir şahsi-

yet olduğu gibi, tıbbî ilimlerde de önemli bir

kişidir. O, çiçekler ve baharatlar konusunda

engin bilgilere sahipti. Geçmişten günümüze

Manisa’nın Sultan Camii minarelerinden hal-

ka atılan mesir macunu Merkez Efendi’nin bir

icadıdır. 1522 yılında Yavuz Sultan Selim’in eşi,

Kanunî Sultan Süleyman’ın annesi Ayşe Haf-

sa Sultan hastalanınca, dönemin ünlü hekimi

Merkez Efendi, 41 çeşit baharatı karıştırarak

elde ettiği ürünü Sultan’a yedirdi. Bir süre son-

ra iyileşen Ayşe Hafsa Sultan, bu macunun her

yıl aynı dönemde üretilerek halka saçılmasını

buyurdu. Bunun üzerine her yıl nevruz günü 41

çeşit baharat karılarak hazırlanan mesir macu-

nu, Manisa’daki Sultan Camii’nin kubbe ve mi-

narelerinden halka saçılıyor.

İlk kez Merkez Efendi’nin yaptığı mesir ma-

cunu 475 yıldır üretiliyor. Bu şifa kaynağında

“Tarçın, karabiber, yenibahar, karanfil, çörek otu,

hardal tohumu, anason, kişniş, zencefil, tarçın çi-

çeği, zerdeçal, Hindistan cevizi, rezene, kebabi-

ye, sinameki, sarı halile, vanilya, dârıfülfül, kaku-

le, havlıcan, zulumba, hıyarşembe, safran, iksir,

kimyon, galanga, çam sakızı, mirsafi, meyan balı,

şamlışaşlı, limon kabuğu, kremtartar, zağfiran,

udülkahır, çöpçini, eskir, tiryak, ravend, limon

tuzu, tekemercini tohumu, günbalı.” kullanılıyor.

Merkez Efendi Külliyesi, Camii ve Türbesi

Büyük bir âlim olan ve herkesin saygısını

kazanan Merkez Efendi de her fani gibi vak-

ti gelince bu dünyadan göçmüştür. Merkez

Efendi’nin türbesi İstanbul’da Zeytinburnu ilçe-

sinin Topkapı semtinde bulunmaktadır. Merkez

Efendi’nin türbesinin de bulunduğu külliyenin

içinde cami, tevhidhâne, harem, dârülkurrâ,

hamam, mutfak, taam-hâne, derviş hücreleri,

çeşme, çilehâne, kuyu ve şadırvan gibi birimler

bulunmaktadır.

Merkez Efendi Camii’nin banisi Yavuz Sultan

Selim’in kızı Şah Sultan’dır. Avlu kapısı üzerin-

deki yeşil kitabede yapılış tarihi 1580 olarak

verilmektedir. Camiyi Mimar Sinan yenilemiş-

tir. Cami 1837’de II. Mahmut tarafından tekrar

onarılmıştır. Kare planda, kâgir, ahşap çatılı,

bitişik tek şerefeli minaresi bulunan cami sarı

boyalıdır. Camiye avlu kapısından girildiğinde

solda küçük bir türbede Merkez Efendi’nin iki

torununun sandukaları bulunur. Buranın karşı-

sında Merkez Efendi Türbesi vardır. Burası tabir

caizse Halvetîliğin üssüdür.

Gönül sultanlarımızdan Merkez Efendi’nin

ölümünün ardından Yavuz Sultan Selim’in

kızı Şah Sultan, tarikat külliyesi niteliğinde-

ki İstanbul’un Zeytinburnu ilçesinde Topka-

pı semtindeki yere camiyi ve tevhidhaneyi

1552- 1557 yılları arasında yaptırmıştır. Bizans

surlarının Mevlâna Kapısı yönünden çıkınca

caddenin karşısında Merkez Efendi Mezarlığı

ve Merkez Efendi Camii bulunmaktadır. Merkez

Efendi türbesi de yine caminin olduğu yerde

bulunmaktadır. Türbenin giriş kısmındaki ah-

20 OCAK 2017 somuncubaba 21

Page 14:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

şap tavanlı bölümdeki parmaklıkla çevrili taraf-

ta Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Ahmed Mesud,

Mustafa Efendi, Nurullah Efendi, Hatice Hanım,

Sıdıka Hanım, Fatma Hatun, Şeyh Mehmed Nu-

reddin yatmaktadır.  Zaman içinde yıpranan

yapı 1837 senesinde II. Mahmut tarafından ye-

nilenmiştir. Merkez Efendi’nin türbesiyle ilgili

TDV İslâm Ansiklopedisi’nde şu önemli bilgile-

re yer verilmektedir:

“Merkez Efendi’ye ait olan kare planlı asıl

türbe ilk inşa edildiği haliyle zamanımıza ka-

dar gelememiş ve muhtemelen duvar hizala-

rı korunarak II. Mahmud döneminde yeniden

yapılmıştır. Ayrıca yine bu dönemde1836’da

yapının kuzeyine, Merkez Efendi’den sonraki

bazı şeyhlerle bunların aile fertlerinin sandu-

kalarının yer aldığı dikdörtgen planlı bir bölüm

eklenmiş, bu arada asıl türbenin kuzey duvarı

kaldırılarak bu açıklık, yanlarda mermer sütun-

lara oturan sepetkulpu biçiminde bir kemerle

geçilmiştir. Her iki kesimin duvarları moloz taş

ve tuğlayla örülmüş, cümle kapısının karşısına

gelen batı cephesi baştanbaşa mermer kaplan-

mıştır. Esas türbe içeriden bağdâdî sıva, dışa-

Dipnot

1. TDV İslâm Ansiklopedisi, Merkez Efendi Külliyesi Maddesi, M. Baha

Tanman, cilt, 29, s. 202-205.

rıdan kurşun kaplı bir kubbeyle, ek bölüm ise

kiremit kaplı kırma çatıyla örtülüdür.

Yapının batı cephesinde kilit taşlı yuvarlak

kemerleri olan üç adet pencere sıralanmakta,

pencerelerin alt hizasından geçen bir silme

cephe boyunca devam etmektedir. Türbenin

girişi ek bölümün kuzey duvarındadır. Merkez

Efendi’nin gömülü olduğu kesimin duvarları

kubbe eteğine kadar XIX. yüzyıl Avrupa çinile-

riyle kaplıdır. Kubbenin içinde çinilerle aynı dö-

neme ait, benzerine Yıldız Hamidiye Camii’nde

ve Yıldız Sarayı Tiyatrosu’nda rastlanan yıldızlı

gökyüzü görünümünde bir süsleme bulunur.

Sandukaları kuşatan oymalı ahşap parmaklıklar

içinde Merkez Efendi’ye ait olanı XVIII. yüzyıl

üslûbunu yansıtan sedef ve bağa kaplamalı-

dır.”1

Merkez Efendi’nin sandukasının önünde

Hattat Aziz Efendi’nin yazdığı şu mısralar yer

almaktadır: “Merhaba Ey Merkez-i Devran-ı Can/

Merhaba Ey Kutb u Kevneyn-i mekân/Zahir ü ba-

tında nurun olmada/Aftab ve sen cümleye şu’le-

feşan/Kıymetin bilinmekte acizdir ukûl/Ayni nûr-ı

Mustafasın bî-güman/Doğsa şems garbden dedi

Molla-yi Rum/Aynı hurşittir ki meşrikten doğan/

Zarf değişse hak hakikat payidar/Gafil olma aç

gözün bir gör ayan/Daire meydanda biz içinde-

yiz/Nur-ı zahir körlere Merkez nihan/Lütfü ulviye-

tini tarif mahal/Çünkü bu tariften acizdir lisan/

Âşık-ı hayranının şahım senin/Melceim sensin

Habib-i müs’tean/Bendelikten etme azad bizleri/

Daima kurban sana ken’an cenan...”

Foto: Orhan DİNÇ

Foto: Orhan DİNÇ

22 OCAK 2017 somuncubaba 23

Page 15:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Tasavvuf, kişinin zahiren ve bâtınen İslâm

edebiyle edeplenmesi ve ilâhî ahlâk ile

ahlâklanmasıdır. Tasavvuf, Hakk’a karşı

sadakatli, halka karşı güzel ahlâklı olmaktır. Ta-

savvuf, şerîat’ın, en üst düzey olan ihsân ma-

kamında yaşanmasına verilen isimdir. Ebu’l-

Hüseyin en-Nûrî’ye göre tasavvuf, nefsin bütün

zevklerini terk etmektir. Tasavvuf, hallerin, işle-

rin ve huyların en iyisini alıp uygulamaktır.

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri tasavvufu, için-

de sulh ve sükûn olmayan bir harptir, diye tarif

etmektedir. Hz. Mevlânâ’ya göre ise tasavvuf,

billurlaşmış belli kaide ve akideler mecmuası

değil, duyulan, yaşanılan bir vakıadır ki, öyle

aklî ve hissî muhakemelerle değil, ancak keşif,

ilham ve aşk ile anlaşılabilir.

“Allah, hanginizin daha iyi davranış sahi-

bi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı

yarattı.”1ayet-i kerimesinde belirtildiği üzere,

tasavvufun başlıca gayesi, bedenin ve maddî

isteklerin odaklandığı “nefs”in kemâle erme-

sini, bir bakıma onun ruh seviyesine çıkmasını

sağlamaktır. Bu da sonuç olarak gafletten uzak

bulunmak, uyanık olmak, manevî hayatla diri

olmak demektir. Bir başka ifadeyle Rab’le bir-

likte olmaktır.2Tasavvuf ehlinde bulunması ge-

reken ön önemli iki haslet ihlâs ve sadakattir.

Sadakatten Ayrılmamak

Abdullah b. Mes’ûd tarafından nakledildi-

ğine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuş-

tur:  “Doğruluktan ayrılmayın. Çünkü doğruluk

(insanı) iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Kişi

devamlı doğru söyler ve doğruluktan ayrılmaz-

sa Allah katında ‘doğru/sıddîk’ olarak tescil-

lenir. Yalandan sakının! Çünkü yalan (insanı)

kötülüğe, kötülük de cehenneme götürür. Kişi

devamlı yalan söyler, yalan peşinde koşarsa Al-

lah katında ‘yalancı/kezzâb’ olarak tescillenir.”3

Cenab-ı Hakk da yüce kitabımızda sıd-

dıklar hakkında şöyle buyurmaktadır:

“İçlerinden bir adama: ‘İnsanları uyar. İman

edenleri Rablerinin katında yüce değerlerle müj-

dele.’ diye vahyettiğimizi, insanlar tuhaf mı karşı-

ladılar da, kâfirler: ‘Şüphesiz ki bu adam, apaçık

bir sihirbazdır.’ dediler?”4

Tasavvuf yolunu benimseyen bir mü’minin

dünyada ve ahirette en faydalı olan şey ihlâslı

bir gönüle ve sadakate sahip olmasıdır. Sıdk

ihlâslı bir kimsenin nefsindeki büyüklenme

gibi birtakım hastalıkları tedavi eden en güzel

ilaçtır. Sıdk sahibi olan kimseler, her türlü mu-

radına erişirler.

Sâdık olmayanlar ise nice nimetlerden mah-

rum kalırlar. Bayezid-i Bestâmî Hazretleri’ne

şöyle soruldu: “En büyük haslet nedir?” O da

cevaben şöyle buyurdu:

“En büyük haslet sıdktır. Zira o Allah’ın bü-

yük isimlerinden biridir.”

Dua ve ibadetlerin tesirli olabilmesi için

ihlâs ve sıdk sıfatlarına sahip olmak gerekir.

Zünnûn-ı Mısrî Hazretleri bu konuya muvafık

olarak şöyle buyuruyor:

“Sıdk; Allah’ın kılıcıdır. Yeryüzünde neye

değerse onu keser.” Âşığın doğruluğu asaya

ve dağa tesir etti; hatta azametli denize bile

dokundu. Musa’nın doğruluğu asaya ve dağa

tesir etti hatta azametli denize bile dokundu.

Ahmed’in doğruluğu ayın yüzüne tesir etti. Hat-

ta parlak güneşin bile yolunu vurdu.

Kısacası fiillerde, tavır ve davranışlarda

hâsılı her şeyde ihlâs ve sadakat sahibi olmak

lâzımdır. Bu iki güzel hasletin fazileti çoktur.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Dîvân’ındaki

bir beyitlerinde şöyle buyururlar:

Sıdk u ihlâs ile koy gel kapısında baş u cân

Tâ sana râm ola dil-ber gece gündüz arama5

(Ey gönül, gel, doğruluk ve ihlâs ile sevgili-

nin kapısına canını ve başını koy ki sevgili se-

İHLÂSLI VE SADAKATLİ OLABİLMEK

EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ

“Ey gönül, gel, doğruluk ve ihlâs ile sevgilinin kapısına canını ve başını koy ki sevgili senin gönlüne göre arzuna etsin; onu gece gündüz

arayıp durma.”

Sıdk u ihlâs ile koy gel kapısında baş u cânTâ sana râm ola dil-ber gece gündüz arama

24 OCAK 2017 somuncubaba 25

Page 16:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Önce kalbini kıskançlıktan temizle de kendini

ondan sonra imanlı bir insan say. Dilini yalan-

dan, gıybetten sakla ki imanın boşa gitmesin.

Gidişini riyadan kurtarırsan, iman ışığı sana nur

saçar. Hele karnını haram lokmadan sakınırsan

tam manasıyla imanlı kişi olursun vesselam.

İşte bu sıfatı takınanlar şerefli insan olurlar. Bu

vasıflardan nasipsiz olanlar da zayıf iman taşı-

yanlardır. Karnını haramdan temizleyemeyen

kimsenin ruhu felekler tarafına yükselemez.

Amel ve hareket, riyadan temizlenemezse ha-

sır üzerindeki nakışlar gibi faydasız olur. Ame-

linde ihlâs olmayan kişi, cihanda has kullardan

olamaz. Riyasız ve hak yolunda çalışanların işi

daima parlak ve güzel olur.”

Peygamberimiz (s.a.v.)’e Sadakatle Bağlı Bir Sahabi

Zeyd b. Hârise ( r.a.) küçük bir çocukken kaçı-

rılır. Köle pazarına götürülür ve orada köle ola-

rak satılır. Mekke’nin önde gelenlerinden Hz.

Hatice’nin akrabası ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in

de gençlik arkadaşı olan Hakîm b. Hizâm, onu

Hz. Hatice için satın alır. İlk gördüğü andan iti-

baren ona kanı ısınıp onu bağrına basan Allah

Rasûlü’ne de biricik eşi tarafından hediye edilir.

Babası Hârise, biricik oğlunun Mekke’de ol-

duğu haberini hacca giden akrabalarından öğ-

renir. Vakit kaybetmeden yol hazırlıklarına baş-

lar. Yanına kardeşini de alarak Mekke’ye gitmek

üzere yola çıkar.

Şehre geldiklerinde doğru Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in yanına gidip Zeyd hakkında görüşmek

isterler. Zeyd, babasıyla amcasını gördüğüne

tam olarak sevinemez. Allah Rasûlü (s.a.v.) onu

hürriyetine kavuşturup yanlarında götürmek is-

teyen baba ve amcasının talebi üzerine şöyle

der: “Onu çağırın ve istediğini seçmesine izin ve-

rin. Eğer sizi tercih ederse o size aittir. Fakat beni

tercih ederse Allah’a yemin olsun ki beni tercih

edene, ben kimseyi tercih etmem.”

Allah Rasûlü’ne olan  sadakat  ve bağlılığı-

nı gösteren şu sözcükler Zeyd’in kararını açık

biçimde ortaya koydu: “Onları istemiyorum.

Ben hiç kimseyi sana tercih etmem. Sen be-

nim için baba ve amca yerindesin.” Zeyd’in bu

tercihi üzerine Allah Rasûlü, Kâbe’nin etrafın-

da bulunan Mekkelileri de şahit tutarak şöyle

dedi:  “Zeyd, (bugüne kadar benim hizmetçimdi,

artık hürdür. Bugünden sonra da) benim oğlum-

dur (evlâtlığımdır). O, benim mirasçımdır, ben de

onu vârisim kılıyorum. Hepiniz şahit olun.”6

Kendisini “el-Emin”e emanet eden Zeyd,

Kur’an tarafından evlâtlıkla ilgili hüküm deği-

şinceye kadar “Muhammed oğlu Zeyd” diye

isimlendirilir. Zeyd, Kur’an’da  ismi açık açık

zikredilmiş olan tek sahâbî olma şerefine nail

olmuştur.7

“Allah’a Yemin Olsun ki Sen Şu Denize Dalacak Olsan Biz de Seninle Birlikte Dalarız.”

Sahâbe-i kirâmın hayatı  sadakatin  yaşan-

mış örnekleriyle doludur. Bedir Muharebesi

öncesinde Muhacir ve Ensar’dan söz alan bazı

sahâbîlerin Allah Rasûlü (s.a.v.)’ne hitapları ve

onun yanındaki kararlı tutumları, onların Hz.

Peygamber (s.a.v.)’e sadakatlerinin, İslâm’a olan

bağlılıklarının en güzel göstergesidir. Enfâl

Suresi’nin yedinci âyetinin nâzil olmasından

sonra, Allah Rasûlü savaşın kaçınılmaz oldu-

ğunu arkadaşlarına söyler. Bu konuda onlarla

istişare eder. Bu istişare neticesinde Mekke

Müslümanlarından Mikdâd b. Amr ayağa kalkar

ve hem tarihe mal olacak hem de daha sonra-

ki devirler için sadakat nişanesi olacak şu ko-

nuşmayı yapar: “Ey Allah’ın Rasûlü! Allah sana

ne emrettiyse onu yap. Biz seninle beraberiz.

Biz İsrâiloğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi,

‘Sen ve Rabb’in gidin, onlarla savaşın. Biz bu-

rada oturacağız.’8  demiyoruz. Biz sana ancak,

‘(düşman üzerine) yürü, biz de seninle berabe-

riz!’ diyoruz.9 “Seni hak üzere gönderen Allah’a

nin arzuna göre hareket etsin; onu gece gündüz

arayıp durma.)

Kul, Allahu Teâlâ’nın yoluna doğruluk ve

ihlâs ile samimi bir kalp ile düşerse, Rabbi de

kuluna ihsan ile yaklaşacaktır.

Feridüddin Attar Hazretleri Cevahirname

adlı eserinde ihlâsın önemiyle ilgili Hz. Pir İb-

rahim Düssûki (k.s.)’ın şu öğütlerini can kulağı-

mıza fısıldar:

“Ey beni izlemekte olan dervişânım; size

sesleniyorum ve söylüyorum. Herhangi biri size

gelir de tasavvuftan sorarsa ona hemen cevap

vermeyin. Hele bu, sözden öte aşmayan dili-

nizle hiç cevap vermeyiniz. Ta ki sizlere işlerin

aslı/aşkı tecelli edinceye kadar... İçinizden bir

kimse dinî emirlere tam sadakat gösterir, yap-

tığı amelde sadâkati belli olursa, işte o zaman

dilinden faydalı şeyler dökülür ki, bu kelam

sadakatinin meyvesidir. Tasavvuf sadece sofi

elbisesi giymek değildir. Ancak bu elbise tasav-

vuf nişanlarından, alametlerinden bir tanesidir.

Tasavvufun dikkat edilecek tarafı odur ki insan

sıfat ve suret bakımından ince ola. Yani ahlâken

zarif ve kibar ola. Özünde her gün birbirinden

üstün tecelliye ere ve terakki kaydede. Sofi bir

kimse tasavvufun tam manasını bulduğu vakit

letafet makamına vasıl olmuştur. Hissî olan dış

yönü, Allahu Teâlâ’ya yakınlık için dönmüştür.

Bu hali bulan zat artık başka bir âleme geçmiş-

tir, ayrılık bitmiştir.”

Doğruluk ve Emanet

Cevahirname’deki bir başka öğüt ise şu şe-

kildedir:

“Dört şey Hakk’ın kerametlerindendir. Ma-

demki benden ders alıyorsun iyi öğren; birincisi

sözlerinde doğruluk, ikincisi emaneti korumak-

tır. Bunu iyi anla; cömertlik Allah’ın kerametle-

rindendir. Gözünü kötü şeylerden sakınmayı da

Allah’ın bir lütfu bil. Elinden geldikçe madrabaz

ve muhtekirden kaç. Çünkü onlar Allah düşma-

nıdırlar. Ve bu dört meziyeti kime vermişse O,

kötülüklerden sakınan mü’minlerden olur. Halk

yanında senin sırlarını açıklayan cahil ahmak-

la yoldaşlık etme. Hele vergi ve zekâta mani

olanlarla namazını gafletle kılanlara yaklaşma.

Böyle kimselerden daima sakın ki, cihanda çok

ızdırap çekmeyesin.

Ey oğul, eğer adalet ve ihsanın-

dan haberin varsa daima Allah’ı an.

Geceyle gündüzü Allah’ı anmakla

yaşat, günlerini gafletle geçirme. Al-

lah zikri, bu ruhun gıdası, bu yaralı

gönlün merhemidir. Allah zikri, sana

can yoldaşı olduktan sonra, nasıl

köşk ve saray hevesinde olabilirsin?

Allah’ı unuttuğun anda şeytanla yol-

daş olursun. Ey iman ehli, Allah zik-

rini dilinden bırakma ki iki âlemde

kuvvet ve şeref bulasın. Zikirde

önce ihlâs gerekir. Samimi olmayan

zikir nasıl dürüst olabilir?

Ey aziz, iman ehli olan kimse,

dört şeyi dört şeyden temizler.

26 OCAK 2017 somuncubaba 27

Page 17:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

yemin ederim ki sen bizi (çok uzak bir yer olan)

Berkü’l-Gımâd’a kadar yürütecek olsan, seninle

birlikte oraya kadar yürürüz.”10

Muhacirlerin bu tavrı Allah Rasûlü’nü çok se-

vindirir, ondaki kaygıyı, gam ve kederi giderir.11

Daha sonra Ensar’ı temsilen Sa’d b. Muâz ayağa

kalkar ve şu konuşmayı yapar: “Ey Allah’ın Rasûlü!

Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Getirdiğin

her şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık.

Sana itaat etmek ve sözüne uymak konusunda

söz verdik. Ey Allah’ın Peygamberi! Allah’ın emri-

ni uygula (biz seninle beraberiz). Seni hak üzere

gönderen Allah’a yemin olsun ki sen şu denize

dalacak olsan biz de seninle birlikte dalarız. Biz-

den bir kişi bile geride kalmaz. Dilediğinle görüş,

dilediğinle ilişkiyi kes. Mallarımızdan dilediğini al.

Doğrusu mallarımızdan aldığın bizim için bıraktı-

ğından daha hoştur.”12

Kime karşı sadakat denildiğinde, inanan bir

kul için hiç şüphesiz ilk akla gelen, her şeyin

yaratıcısı olan Yüce Allah’tır. Mü’minin bağlılık

duygusunu, sadakat hissini gönlünde hissetti-

ği en önde gelen varlıktır O. Bu, onun imanının

gereği ve göstergesidir aynı zamanda. Kul O’nu

görmese de O, kullarını daima görmektedir, gö-

zetmektedir, onların yaptıklarını melekleri vası-

tasıyla kaydetmektedir.

Teklifleri Reddeden Sadakatli Duruş

Kur’ân-ı Kerim’den alınan ilhamla,13 “Ceyşü’l-

Usre (Güçlük Ordusu)” diye anılan14 bir orduyla

Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashâbı meşakkat dolu

bir seferden nihayet zaferle Medine’ye döner-

ler. Bizanslılara karşı düzenlenmiş olan Tebük

Seferi’nin başarısıyla herkes sevinç içindeyken

ashâbdan üç kişi vardı ki onların kalplerindeki

sıkıntı sevinmelerine fırsat vermemiştir. Onlar,

Kâ’b b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye ve Mürâre b. Rebî

idi. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in güzide ashâbından

olup iyilikleriyle tanınan bu kimseler, nasıl ol-

duysa dünya işleriyle oyalanmış, tembellik et-

miş, zahmet ve meşakkat yerine zevk ve sefayı

seçmiş ve nihayetinde de seferden geri kalmış-

lardır. Her zaman görmek için can attıkları Allah

Rasûlü’nün yüzüne bakmaktan korkmaktadır-

lar bu defa. Ona asla yalan söyleyemezler, ni-

çin sefere iştirak edemediklerini ortaya koyan

bir bahaneyle de çıkamazlardı onun huzuruna.

Neticede Müslümanları yalnız bırakmanın ce-

zası olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) tüm Müslü-

manların onları boykot etmesini ister. Boykot

günlerinde, bu üç kişinin en genci olan Kâ’b,

çok büyük bir imtihandan daha geçer. Zira boy-

kotu haber alan Gassân kralı, Medine’yi ve Hz.

Peygamber (s.a.v.)’i bırakıp gelmesi hâlinde,

kendisini rahata erdireceğini bildirip ona ken-

dilerine katılmasını teklif etmiştir. Komşu ül-

kenin kralından gelen bu teklifi tereddütsüz

reddeden Kâ’b, sadakatin en güzel örneklerin-

den birini ortaya koyar. Nihayet affolunduğunu

müjdeleyen âyeti15  nazil olur; böylece Rabbi

onu mükâfatlandırır.16 Sadakat sadece Allah ve

Rasûlü’ne karşı bir bağlılık olmayıp sorumluluk

ve aidiyet duyulan her alanda ve herkese karşı

gösterilmesi gereken bir erdem, bir fazilettir. 17

Dipnot

1. 67/Mülk, 2.

2. ”İsa Çelik, Türk Tasavvuf Düşüncesinde Ölüm, A. Ü, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı, 40, Erzurum, 2009, s.119-120.

3. Müslim, Birr, 105.

4. 10/Yunus, 2.

5. Ateş, Divan, s.9.

6. İbn Abdülber, Üsdü’l-gâbe, I.352.

7. Heyet, Hadislerle İslâm, III Sadakat / Sadakat İyiliğe, İyilik de Cennete Götürür, D:İ.B. Yayınları, Ankara, 2014, Cilt: 3, Sayfa: 239.

8. 5/Maide, 24.

9. Buharî, Tefsir, (Maide) 4.

10. VM1/48 Vakıdî, Meğâzî, I, 48.

11. Buharî, Tefsir, (Maide) 4.

12. Vakıdî, Meğâzî, I, 48-49.

13. 9/Tevbe, 117.

14. Buharî, Meğâzî, 79; M4264 Müslim, Eymân, 8.

15. 9/Tevbe, 118.

16. Buharî, Meğâzî, 80; Müslim, Tevbe,53.

17. Heyet, Hadislerle İslâm, D.İ.B. Yayınları, Ankara, 2014, s.241.

İstanbul velîlerinin ileri gelenlerinden Zâhir ve bâtın ilmini hakkıyla bilenlerinden

1460 yılında başlar tercüme-i hâli Doksan küsur yaşlarında bu fânîden irtihâli

Kayda geçmiştir Selçuklu Germiyanoğulları’ndanKaryesi Sarımahmudlu, il: Denizli, ilçe: Buldan

Asıl adı Muslihiddin, Mustafâ’nın oğlu MûsâDenizli’de ilk hocası, babası Hâfız Mustafâ

İstanbul, Bursa, Karaman... yıllarca ilim öğrendi Tefsîr, Hadîs, Fıkıh, Tıp’ta mâhirdi Merkez Efendi

Kocamustafapaşa’da tekkesinde irşad yapan Halvetiyye Tarîkatı şeyhlerinden Sünbül Sinan

O’nu mânen yetiştirdi, sonra da icâzet verdi Manisa’da yaptırılan yeni tekkeye gönderdi

Mesir macunu yoğurdu, kırk bir çeşit baharattan Nice derde şifâ oldu, devâ buldu tabîattan

Merkez Efendi

“Nasıl olurdu bu dünyâ, sen yaratmış olsan hâşâ?”“Hiçbir değişiklik yapmazdım, her şey merkezinde zîrâ”

Cenâzesini Fâtih’te Ebussuud kıldırmıştırCâmi ile avlusunu, sevenleri doldurmuştur

“Muslihiddin Ebû Tâki, Mûsâ-Mustafâ bin Kılıç”Evliyâ, vuslattan sonra, “kınından sıyrılmış kılıç”

Zeytinburnu Külliyesi, mâneviyâtın merkezi Ziyâretine çağırır, vesîle için herkesi...

Bekir OĞUZBAŞARAN

28 OCAK 2017 somuncubaba 29

Page 18:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Şeyh Sünbül Sinan’ın meşhur halîfesi

Merkez Efendi’nin asıl ismi Mûsâ, lakabı

ise Merkez Muslihuddin’dir. Fakat daha

çok “Merkez Halîfe” ve “Merkez Efendi” diye

anılmaktadır. Onun Uşak’ta, Denizli’de, Kü-

tahya Sancağı’nın Sarı Mahmudlu köyünde ve

Manisa’da doğduğuna dair farklı rivâyetler bu-

lunmaktadır.

Merkez Efendi ilim tahsiliyle meşgul olup

medresede Şerhu’l-Akâid okurken tasavvu-

fa meyletmiş, Amasya’ya giderek Habîb-i

Karamânî ile görüşmüştür. Derviş olma ar-

zusuyla dergâhına gelen Merkez Efendi’ye

Habîb-i Karamânî, “Senin şeyhin henüz posta

oturmadı.” deyip irşâdının başkası elinden ola-

cağını beyân etmiştir. Buluşmasının hâtırası

olarak Habîb-i Karamânî Merkez Efendi’ye

Muslihiddin adını vermiş ve kendine va’z etme

icâzeti vermiştir. Habîb-i Karamânî’nin izniyle

Amasya’dan İstanbul’a dönen Merkez Efendi,

Ahmed Paşa b. Veliyyiddin’in dânişmendi ol-

muş ve uzun yıllar ondan ders okumuştur.

Tahsilini sürdürürken, aynı zamanda

dânişmendi olarak Ayasofya’da va’z ver-

miş ve meşâyih meclislerine devam etmiş-

tir. İstanbul’da Etyemez Tekkesi şeyhi Mirza

Efendi’nin kızıyla evlenmiş ve Mirza Efendi’nin

yanında riyâzetle meşgul olmuştur. Merkez

Efendi’nin İstanbul’da faaliyet gösteren büyük

şeyhlerden her birinin meclisine gittiği halde

devrân ile zikir yaptırdığı ve vahdet-i vücûd an-

layışına sahip olduğu gerekçesiyle ilk zamanlar

Sünbül Efendi’nin meclisine gitmediği, ancak

daha sonra kerâmet ehli olduğuna inanarak

ona biat ettiği belirtilmektedir.

Merkez Efendi, Sünbül Efendi’nin ya-

nında mücâhedesini sürdürmüş, her türlü

müşkilâtını şeyhi Sünbül Efendi’ye arzetmiş,

seyr u sülûkünu tamamlayarak hilâfet almış ve

İstanbul’da Koğacı Dede Zâviyesi/Abdüsselâm

Tekkesi’nde irşâd faaliyetine başlamıştır.

Merkez Efendi, şeyhi Sünbül Efendi’nin ka-

tında ayrı bir hususiyete, diğer müritleri ara-

sında da ayrı bir meziyete nâil olmuştur. Şeyhi

katındaki saygın konumunu yansıtmak için kay-

naklarda şu anekdot anlatılmaktadır: “Sümbül

Efendi çiçek toplamak üzere müritlerini gön-

dermiş. Hepsi de, kucaklarında birbirinden gü-

zel çiçeklerle geri dönmüşler; ancak içlerinden

biri, Merkez Efendi, elinde ufak, solmuş bir çi-

çekle çıkagelmiş. Neden şeyhine lâyık bir şeyle

gelmediği sorulduğunda şöyle demiş: ‘Bütün

çiçekler Rabb’i zikrediyordu, zikirlerini nasıl

kesebilirdim ki. Baktım aralarından biri zikri-

ni bitirmiş, ben de onu aldım geldim.’ Merkez

Efendi, Sümbül Efendi’nin halîfesi olur; bugün

İstanbul surları boyunca uzanan kabristanlar-

dan biri hâlâ onun adını taşımaktadır.”

SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*

SÜNBÜLİYYE ŞEYHİ MERKEZ EFENDİ (K.S.)

“Merkez Efendi’nin yeşil bir sarıkla kürsüye çıkmakta olduğunu müşâhede eder, Şeyh kürsüye oturduğunda başındaki yeşil sarık

siyaha dönüşür. Bu esnada birisinin yüksek sesle; ‘Yeşil şerîat, siyah tarîkat sûretidir. Bu zatın şerîatı ve tarîkatı mâmurdur.’

diye bağırdığını duyar.”

30 OCAK 2017 somuncubaba 31

Page 19:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Merkez Efendi, bir süre Koğacı Dede

Zâviyesi’nde faaliyette bulunduktan son-

ra, Kânûnî Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa

Sultan, Manisa’da bir cami ve zâviye yaptırıp

Sünbül Efendi’den bir şeyh göndermesini rica

edince, Merkez Efendi buraya gönderilmiştir.

Bu görev de Merkez Efendi’nin Kânûnî Sultan

Süleyman’la yakın temasını sağlamıştır.

Kânûnî’nin annesi Hafsa Sultan’ın Manisa’da

yaptırdığı zâviyeye Sünbül Efendi’nin halîfesi

olarak görevlendirilen Merkez Efendi’nin bu-

rada yaptığı oldukça tesirli sohbetlerine, pek

çok kimse gibi Şehzade Süleyman da katılmaya

başlamıştır. Hatta zaman zaman sohbetin etki-

siyle duygulanıp ağladığı bile rivâyet edilmek-

tedir.

Merkez Efendi ile Kânûnî arasında bu şe-

kilde başlayan dostluğun, zamanla tahmin

edilenden de ileri boyutlara ulaştığı görül-

mektedir. Nitekim Merkez Efendi Manisa’da

iken, Yavuz Sultan Selim’in bir câriyesinden

dünyaya gelmiş olan, Şehzade Süleyman’ın kız

kardeşi Şah Sultan ile evlenmiş ve bu evlilik-

ten oğulları Ahmed Çelebi dünyaya gelmiştir.

H.918-926/M.1512-1520 tarihleri arasında

gerçekleşmiş olan bu evlilik uzun sürmemiştir.

Merkez Efendi’den ayrılan Şah

Sultan daha sonra 940/1533-

34’te Lütfi Paşa ile evlenmiştir.

Merkez Efendi burada kırk bir

çeşit bitkiden meydana getirdi-

ği “mesir macunu”nu îcâd ede-

rek halka dağıtmış ve bu suretle

boş bir araziye kurulmuş olan

bîmarhânenin (hastahane) etra-

fına halkın yerleşmesini temine

çalışmıştır.

Hüseyin Vassâf, Merkez

Efendi’nin tabipliği ve îcâdı

olan mesir macunu ile alâkalı

şu tesbitlerde bulunmaktadır:

“Merkez Efendi’nin Manisa’da

iken tabiplik yaptığını ve bura-

da bir hastanın tedâvisi ile meş-

gul olduğunu bazı meâyihten

duymuştum. Bunu, Sünbüliy-

ye şeyhlerinden Şeyh Zekâî

Efendi’ye sordum, “Mâlûmâtım

yok.” dedi. Manisalı bir zat bana,

Mart ayında Nevruzda tertîb olu-

nan Nevrûziye’yi (mesir mâcunu)

Merkez Efendi’nin îcâd ettiğini ve

Manisa’da halka dağıtığını söyle-

di. Bunun elbette bir aslı var ki,

350 seneden beri intikâl ede ede bu zamana ka-

dar gelmiştir.”

Merkez Efendi’nin neslinden geldiğini ifade

eden Emel Esin, şeyh hakkında yazdığı maka-

lesinde, nesir reçetesinin İlyas Horasânî’nin

halvetle alâkalı risâlesinde açıkladığı “üçüncü

halvet” esnâsında iftar için yenmesi gereken

lokmanın reçetesine çok benzediğini söylüyor.

Belki de Merkez Efendi şeyhliği esnâsında hal-

vete soktuğu müridlerine bu reçeteyi uyguladı,

daha sonra ise halk arasında yayılınca, onlara

da aynı reçeteyi hazırlayıp şifâ niyetiyle da-

ğıttı ve muhtemelen bu hâdiseden sonra halk

nezdinde tabip olarak anılır oldu. Öte yandan

o devirde Manisa’da yine Kânûnî’nin annesi ta-

rafından bir de bîmarhâne yaptırıldığı bilindiği

için sonraki kaynaklarda şeyh, muhtemel ki, bu-

ranın tabibi olarak kaydedildi.

Merkez Efendi, Sünbül Efendi’nin vefâtından

sonra İstanbul’a gelerek Kocamustafapaşa

Dergâhı’nda postnişin olmuştur. Sünbül Efen-

di, vefâtına yakın müridleri tarafından sorulan,

“Makâmınıza kimi tayin ediyorsunuz?” suali-

ne, “Onu Hz. Allah tayin eder. Başınıza bir köle

(abd-i Habeşî) bile gelse ona uyun, aslâ hafif

görmeyin.” demiştir. Lemezât müellifinin kay-

dına göre ise, “Taşradan hangi halîfemiz daha

önce gelirse, seccâdemiz onundur.” diye cevap

vermiştir. Sünbül Efendi’nin vefâtından on gün

geçtikten sonra Merkez Efendi İstanbul’daki

zâviyeye geldiğinde kendisiyle kimse ilgilen-

memiştir. Yâkub Efendi ise, Şeyh Sünbül’ün va-

siyetini hatırlamış ve hemen Merkez Efendi’yi

hücresine davet etmiştir. Rivâyete göre o gece

Yâkub Efendi istihâreye yatar, rüyasında yük-

sek bir yere kürsü konduğunu ve herkesin bu-

rada konuşacak zatı beklediğini görür, Merkez

Efendi’nin yeşil bir sarıkla kürsüye çıkmakta

olduğunu müşâhede eder, Şeyh kürsüye otur-

duğunda başındaki yeşil sarık siyaha dönüşür.

Bu esnada birisinin yüksek sesle; “Yeşil şerîat,

siyah tarîkat sûretidir. Bu zatın şerîatı ve tarîkatı Foto: Orhan DİNÇ

Foto: Orhan DİNÇ

32 OCAK 2017 somuncubaba 33

Page 20:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

mâmurdur.” diye bağırdığını duyar. Sabah oldu-

ğunda anlar ki, Sünbül Efendi’nin “abd-i Habeşî”

diye işaret ettiği zat budur. Hemen kendisine

biat eder. Bunu gören diğer dervişlerden bir kıs-

mı da biat ederler. Atâî rüya hakkında ilâveten

Merkez Efendi’nin kürsüye çıktığı zaman Tâhâ

Suresi’ni tefsir ettiğini, bunun da Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in isimlerinden olması hasebiyle, şeyhin

Muhamnedî yolda irşâdı için selâhiyetli olduğu

anlamını taşıdığını ifade etmektedir.

Sünbül Efendi’nin 936/1529’da vefâtından

sonra makamına Merkez Efendi geçince, Kânûnî

Sultan Süleyman’ın onunla vâli iken başlayan

münâsebetleri, o tarihten sonra İstanbul’da de-

vam etmiştir. Sultanın Merkez Efendi’den bah-

sederken ona sevgisinden dolayı “Bizim Mer-

kez” diye söz ettiği nakledilmektedir.

Merkez Efendi İstanbul’da faaliyet gösterdi-

ği sırada kendisine en büyük desteği eski eşi

Şah Sultan vermiştir. Merkez Efendi, Kânûnî’nin

hemşiresi Şah Sultan’la evlendiği, ancak bu ev-

lilik çok uzun sürmediği yukarıda söylenmişti.

Merkez Efendi’den boşandıktan sonra Lutfi

Paşa ile evlenen Şah Sultan, kocasının Yanya

Beyi olması üzerine Yanya’ya gitmiştir. O za-

manlar Yanya’da Sünbüliyye halîfesi Yâkub

Efendi faaliyet göstermekteydi. Yakub Efendi

önce Şeyh Sünbül’ün yanında yetişmiş, şey-

hinin vefâtından sonra Merkez Efendi’ye biat

ederek bir müddet hizmetinde bulunmuştur.

Merkez Efendi tarafından irşâd faaliyetleri için

Yanya’ya gönderilen Yâkub Efendi, Lütfi Paşa ve

eşi Şah Sultan’la özel dostluk kurmuş, sonunda

karı-koca her ikisini de müridleri halkasına kat-

mıştır. Lütfi Paşa, 940’/1533 tarihinde Karaman

Beylerbeyi olarak tayin olması üzerine, Şah

Sultan, Yâkub Efendi’den İstanbul meşâyihini

sorar. Yâkub Efendi, “Merkez Efendi’ye vara-

sın.” diye tembih edince, Şah Sultan ile Merkez

Efendi arasında 940/1533 yılında ikinci olarak

yeni bir münâsebet başlamış olur. Şah Sultan

ile eşi Lutfi Paşa, Yanya’dan gelirken yollarını

kesen eşkıyaâdan Merkez Efendi’nin mânevî

yardımıyla kurtulup sâlimen İstanbul’a ulaş-

tıklarında Şah Sultan şeyhin huzuruna çıkarak

kendisine biat etmiştir.

Sünbüliyye şeyhi Merkez Efendi’ye biat eden

Şah Sultan, müntesip olduğu tarîkata destek

sağlamış ve bu çerçevede İstanbul’da tarîkat

adına tekkeler kurmuştur. Onun hayır eserle-

rinden birisi de, eşi Lütfi Paşa Safer 946/Tem-

muz 1539 sadrazamlığa yükseldikten sonra

Davutpaşa’da kendi sarayı yanında inşa ettir-

diği cami ve zâviyedir. Yanya’da bulunan Şeyh

Yâkub Efendi’nin (ö.979/1571) gelmesini ve

burada görevlendirilmesini ricâ etmiştir. Yâkub

Efendi’nin Yanya’da dünyaya gelmiş olan oğlu

Yûsuf Efendi, babasının Yanya’dan adı geçen

zâviyeye gelmesini şöyle anlatmaktadır: “Şah

Sultan, Davudpaşa’da bir câmi ve zâviye yap-

tırıp, merhum babama bir hüküm göndererek

Yanya’dan getirdiler. Ben o zaman dört yaşımda

idim. Davutpaşa’ya gelip burada on sekiz sene

kaldık. Sultanın çok büyük ihsanlarını gördük.

Babam, Davudpaşa’daki dergâhta bulunur-

ken Merkez Efendi de Kocamustafapaşa’daki

dergâhta bulunuyordu. Aralarında o kadar sev-

gi, muhabbet, bağlılık ve teslîmiyet vardı ki, her

birinin dervişleri karşılıklı olarak diğer şeyhi zi-

yaret eder birlikte tarîkatın ihyâsına çalışırlardı.”

Merkez Efendi’ye intisabı sonrasında Şah

Sultan’ı ziyarete gelen Kânûnî, kız kardeşini ça-

maşır yıkarken görmüştür. Mânevî terbiyenin

ve riyâzâtın hemşiresinde meydana getirdiği

bu hale hayran kalan Kânûnî, “Hemşire, şimdi

merkezi buldun.” diyerek iftihar etmiştir.

İstanbul’da çoğunlukla Kocamustafapaşa

Dergâh’ında bulunan Merkez Efendi, Sünbül

Efendi’nin âdetini devam ettirerek, Ayasofya ve

Fâtih camilerinde va’z etmiştir. Çevre vilâyetleri

dolaşarak oralarda da va’zlar vermiş ve halkı irşâd

etmeye çalışmıştır. Sohbetlerinde sürekli namaza

ve bilhassa cemâatle namaza çok önem vermiştir.

İman ile küfür arasını ayıran ölçütün namaz ol-

duğunu belirtip her defasında namazı terk eden

kişinin yaramaz olduğunu belirtmiştir. Gençliğin-

den beri “sâhib-i tertîb” olduğu ve ömrünün so-

nuna kadar cemâati terk etmediği rivâyet edilmiş-

tir. Çok alçak gönüllü olduğu, yanına aldığı bazı

meyve ve yiyecekleri yolu üzerinde rastladığı ço-

cuklara, mektepte okuyan çocuklara dağıttığı ve

“Siz günahsız ve masum yavrularsınız, duâlarınız

geri çevrilmez, bu yüzü kara, sakalı ak âsi için duâ

edin.” dediği nakledilmiştir.

Kânûnî Sultan Süleyman, 1537 yılı Ma-

yıs ayında Korfu Seferi’ne çıkarken Merkez

Efendi’yi bir “hatt-ı hümâyûn”la ordu şeyhliği-

ne tayin etmiştir.

Kendisini irşâda adamış bir mürşid-i kâmil ola-

rak bereketli bir ömür süren Merkez Efendi, dok-

san dört yaşında, 959/1557-52 senesinde vefât

etmiştir. Cenaze namazı o zaman şeyhülislâmlık

makamında bulunan Ebussuûd Efendi tarafından

Fâtih Camii’nde kılındıktan sonra, bugünkü türbe-

sinin bulunduğu yere defnedilmiştir.

Merkez Efendi’nin bir eser telif edip etme-

diği bilinmemektedir. Yalnız Bursalı Mehmed

Tâhir, üç tane ilâhisi bulunduğunu kaydetmiş,

bunlar İsmail Yakıt tarafından, ihtivâ ettiği bazı

kavramlar açıklanarak neşredilmiştir.

II. Beyazid’in yanında Cemal Halveti’nin, Ya-

vuz Sultan Selim’in yanında Sünbül Sinan’ın,

Kânûnî’nin yanında Merkez Efendi’nin bulun-

ması Halvetiyye’nin İstanbul ahâlisi üzerinde

müessir olmasının sebeplerinden biridir. Beş

yüzü aşkın halîfe yetiştiren Merkez Efendi’nin

şeyhliği döneminde tarîkat, İstanbul ve

Anadolu’nun muhtelif şehirlerine yayılmıştır.

Tarîkatı, halîfelerinden Yâkup Girmanî ve Hasan

Adlî tarafından Balkan coğrafyasına intikâl et-

miştir.

Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEBu makâle, dergimizin internet sayfasında geniş dipnotlu hali

ile yayınlanacaktır..Foto: Orhan DİNÇ

34 OCAK 2017 somuncubaba 35

Page 21:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Marmara Üniversitesi ve Aziz Mahmut

Hüdayi Vakfı’nın ortak olarak düzen-

ledikleri Nakşbendîlik Sempozyumu

2-3-4 Aralık 2016 tarihlerinde İstanbul’da ya-

pılmıştır. Uluslararası alanda düzenlenen sem-

pozyumun açılışı Haliç Kongre Merkezi’nde

yapılmış olup, sempozyum tebliğleri ise 12

oturum şeklinde Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde

gerçekleştirilmiştir. Bizim Bağlarbaşı Kültür

Merkezi’nde ilk oturumda sunmuş olduğumuz

tebliğin özeti aşığadadır.

Ehli Sünnet Akidesi İçerisindeki Sırat-ı Müstakim: Nakşbendîlik

O şâh-ı Nakş-bend’in bendesiyiz bâb-ı lutfunda

Sırât-ı müstakîme muttasıl dergâhımız vardır

Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’den günümü-

ze kadar devam eden Nakşbendî Yolu “Altın

Silsile”nin, altın halkaları da yaşadıkları asra

manevî mühürlerini vurmuş, içinde bulun-

dukları topluma örnek olmuş şahsiyetlerdir.

Hayatlarındaki düstur hâl ehli olmaktır. Söz-

le değil yaşayışla örneklik teşkil etmişlerdir.

Nakşbendî-Hâlidî yolunun önemli hizmet hal-

kalarından biri de Abdullah Mekkî’den günümü-

ze kadar devam eden Darende Silsilesi’dir. Biz

bu tebliğimizde tarihten günümüze, tertemiz

bir şekilde bozulmadan gelen Nakşbendîlik yo-

lunun ehli sünnet akidesi içerisindeki yerini ve

sünneti seniyyeye nasıl ittiba ettiğini, İslâm’ın

kurallarına harfiyen uyduğunu, sırat-ı müsta-

kim içerisinde bulunduğunu örneklerle izaha

çalışacağız. Örneklemelerimizde Hace Yusuf

Hemedânî, Abdulhâlik-ı Gucdevânî, Şah-ı Nakş-

bend Bahaeddin, Muhammed Zâhid, İmam-ı

Rabbanî, Mevlana Halid-i Bağdadî, İhramcızâde

İsmail Hakkı Efendi, Es-Seyyid Osman Hulûsi

Efendi, Seyyid Hamid Hamideddin Ateş Efendi

ile ilgili eserlerinden alıntılar, sohbetler, özlü

sözler, beyitler, hayatlarından hatıralar ve kesit-

ler bulunmaktadır.

Şah-ı Nakşbendî: Abdulhâlik-ı Gucdevânî

ona âlem-i manada şu nasihatte bulunur:

“Oğlum Bahaeddin! Zikr-i İlâhîden fariğ olma!

Mahlûkata halisane hizmet et. Çünkü Hakk’a

giden yol, hizmetten geçer. Ayağını şeriat sec-

cadesine koy, emir ve nehiyde istikamet üzere

ol. Daima azimetle amel et, sünnete ittiba et,

ruhsatları bırak, bidatlerden kaç. İnsanlar, hay-

vanlar ve bitkiler senden hizmet bekliyor. Hafî

zikre sarıl. Allah (c.c.) yâr ve yardımcın olsun.”

Mevlana Halid-i Bağdadî (k.s.)’ye göre tarikat-

ta uyulması gereken edeplerin en önemlileri

“Marmara Üniversitesi ve Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı’nın ortak olarak düzenledikleri Nakşbendîlik Sempozyumu 2-3-4 Aralık 2016 tarihlerinde İstanbul’da yapılmıştır. Uluslararası alanda düzenlenen sempozyumun açılışı Haliç Kongre Merkezi’nde

yapılmış, sempozyum tebliğleri ise 12 oturum şeklinde Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilmiştir.”

TARİH / Resul KESENCELİ

36 OCAK 2017 somuncubaba 37

Page 22:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

“Abdestsiz yere basma, Akşamın işini saba-

ha bırakma, Sizinledir dualarımız ve Ehl-i Beyti

Muhammed-i Mustafa.”

Hz. Peygamber Sevgisi

Tasavvufî sistemde ulaşılmak istenen gaye,

ahlâkın kemal mertebesine varmak için her

hususta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gittiği ve gös-

terdiği yoldan yürüyüp iç ve dış olgunluğu iti-

bariyle insanlığın kemaline en güzel örnek olan

Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hakikî vârisi olmaktır.

Sünnete ittiba ve takva ehli olmaktır. Muham-

med Zâhid (k.s.)’e göre Hz. Peygamber (s.a.v.)

her Müslüman için örnek alınması gereken bi-

ricik rehberdir. Mü’minler her hâllerinde onu

örnek almalı ve onun gibi muttakî olmalıdırlar.

Bu sebeple sufîlik iddiasında bulunanlar Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in uygulamalarını yaşaya-

rak kendilerine kadar ulaştıran manevî veraset

sahibi mürşidlere uymalıdırlar. Çünkü onlar,

insan-ı kâmillerin en mükemmeli olan Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’in ahlâkı ve sünnetini nesilden

nesile aktarmaktadırlar.

Tasavvufun gayesi de, Hakk’ın rızasını ka-

zanmak için nefisleri tezkiye etmek, güzel

ahlâk sahibi olmaya çalışmak, kısaca Allah ve

Rasûlü’nün ahlâkıyla ahlaklanmaktır.

Yolun büyüklerinin hassasiyetle üzerinde

durdukları ve uyulmasını istedikleri hususiyet-

ler: “Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine ve sünnet-i

seniyyeye uymak, muhabbet ehli olmak, tâbi

ve teslim olmak, vefa sahibi olmak, sohbetlere

devam etmek, namazları cemaatle kılmak, hiz-

met ehli olmak, tüm işleri Allah rızası için yap-

maktır. Tabi ki şu da unutulmamalıdır; maddiyat

ve zahiri hayat geçicidir, asıl olan maneviyattır,

manevî hâl ise bakidir.”

Sevgili Peygamberimiz’in: “Ümmetim fesa-

da düştüğü zaman sünnetime sarılana, yüz şehit

sevabı vardır.” hadisinin yorumu şöyledir: “Hz.

Peygamber (s.a.v.), ümmetinden tavsiyelerine

uyanlara, ahir zamanda fitneler ortaya çıktığı

zaman, bütün işlerinde sünnetlerine yapışmak

suretiyle nefs-i emmâre ile mücadele etmeleri-

ni tavsiye etmektedir. Düşmanların en büyüğü

ile savaşıp şehit olan kimse ise Allah katında

sevap açısından en büyük şehittir. Sünnetine

sarılana ise yüz şehit sevabı müjdesi verilmek-

tedir.” buyurmaktadır.

Sana ârif olan ilm ile irfânı n’ider sensiz

Senin lütfunla dil-gûn olduğum irfânım ol-

muşdur

İlim, irfan ve hakiki ilim Hak mektebinden

okunmalıdır. Burada okuyan da fenâfillah mer-

tebesine yükselir. İlim-irfan tahsil etmeyen-

lerin sonu hüsrandır; dosttan, meclisten ayrı

kalmaktır. Gerçek ilim aşkla olur, aşk okumakla

bitmez, bilmekle de tükenmez. Allah âşıkları

aşk kitabını okudukça ilim erbabı olurlar. Ceha-

let, genel manada insanı inkâra kadar götüren

bir hastalıktır. İlim ve irfan ehli olmayan kişi ne

olursa olsun faydalı olmayacak, gayretleri boşa

gidecektir. İlmi ile mağrur olanlar ise Hakk’ı ta-

şunlardır: Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine ve

sünnet-i seniyyeye yapışmak, çirkin-kötü bi-

datlerden sakınmak, zorlukta ve darlıkta sabırlı

olmak, bolluk ve sevinç anlarında şükretmek,

azimeti tercih edip mecbur kalmadıkça ruhsat-

lara sarılmaktan sakınmak, kalbe gelen havatıra

itibar etmemek, kalbi dış bağlardan arındıra-

rak onun gerçek sevgiliden başkasıyla ilgisini

kesmek, ehli sünnet âlimleri tarafından kesin

delil olarak kabul edilmeyen vakıalara (rüya-

lara) ve ilhamlara tam olarak itimat etmemek-

tir. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi ise: “Şeri-

atı olmayanın tarikatı olmaz, şeriatı gözetmek

gerekir. Tarikatımız Halidî-Hâkî-Nakşbendî’dir.

Evveli şeriat ortası tarikat ve ahiri şeriattır.” der

ve ihvanlarından hassasiyetle bu hususiyetlere

uymalarını ister, şeriattan kıl kadar tavize izin

vermez, Kur’an ve sünnete göre yaşama husu-

sunda ihvanını yönlendirirdi.

Hutbeler isimli eserinde Es-Seyyid Osman

Hulûsi Efendi(k.s.) şu şekilde buyurmaktadır:

“Hakiki bir Müslümanın gaye-i ahlâkîyesi, ne

maddî bir lezzet ve menfaattir ve ne de başka

bir şeydir. Bil ki, dinen uhdesine düşen vazifele-

ri ifa ile manevî bir kemâle ermek, rıza-i Hakk’a

nailiyetle ebedî bir saadete nail olmaktır. Zira

Müslüman bilir ki, asıl gaye-i hilkat “Ben cinleri

ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye ya-

rattım” (51/Zâriyât, 56) ayet-i celilesi mantukun-

ca marifetullah ve bu sayede Hakk’ın rızasına,

ebedî saadete nailiyettir.” Yine Hulûsi Efendi

(k.s.) şöyle buyurur: “Şeriat tarikatın kabıdır.

Şeriatsız tarikat olmaz. Şeriatsız tarikat, elekle

Tohma’dan su taşımaya benzer. Doldur, doldur

boş çıkar.”

Tasavvufî sistemde ulaşılmak istenen gaye,

ahlâkın kemal mertebesine varmak için her hu-

susta Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gittiği ve gösterdi-

ği yoldan yürüyüp iç ve dış olgunluğu itibariyle

insanlığın kemaline en güzel örnek olan Hz. Mu-

hammed (s.a.v.)’in hakikî vârisi olmaktır. Sün-

nete ittiba ve takva ehli olmaktır. Allah Rasûlü

(s.a.v.)’ne itaat, ancak Allah’a itaatin bir gereğidir.

Hace Yusuf Hemedânî (Yolu Sahabenin

Yolu): Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Sen-

cer, “Siz de bizim işimiz için Fâtiha okuyu-

nuz. Tüm arzumuz, Hazreti Şeyh’in ahlâk ve

ahvâlinin yazılıp bize gönderilmesidir. Çünkü

duyduğumuza göre, Hazreti Şeyh’in yolu ve ta-

vırları tıpkı sahâbenin yolu gibiymiş. Mutlaka

buna önem veriniz ve duâcınızı da bu nasîb ile

şereflendiriniz.” Hazreti Şeyh ise: “Ey dervişler!

Bizde hatadan başka ne zuhûr etmiştir ki, onu

Sencer’e gönderebilelim?” der. Bunun üzerine

Hâce Alyâne: “Efendim! Dervişlerin sizden iste-

diği, onlara müsâde etmenizdir.” deyince, Haz-

ret: “Bizde, Allah Rasûlü’nün şeriatına uygun ne

gördüyseniz yazın.” buyururlar.

Darende’yi ziyaret eden devlet erkânına Hamit

Hamideddin Ateş Efendi tarafından tarihî özelliği

olan bir ibrik hediye edilmişti. Hediye edilen bu

ibriğin üzerinde ise şu nasihat yazıyordu.

38 OCAK 2017 somuncubaba 39

Page 23:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

(Ahmed’in şeriatını baş tacı etmeli; bütün

varlığımızı onun yolunda saçmalı; bedenden

kurtulup manen miraç etmeliyiz ve gerçek sev-

giliyi anlamalıyız.)

Elinde var iken fırsatı ganîmet bil

Hebâ olmadan ömr tarîk-i Mustafâ’yı tut

(Elinde imkân varken fırsatı ganimet olarak

bilmeli; ömür bitmeden Peygamberimiz’in yo-

lunu tutmalıyız.)

Vücut Azaları ile İlgili Teşbihler

Rasûlullâh Efendimiz’in, görünen bütün

uzuvlarının şekli, sıfatları, güzel huyları, hayatı,

bütün incelikleriyle, çok geniş ve açık olarak,

O’nunla ilgili teşbihlerde ay, güneş, inci, servi

gibi unsurların yanı sıra bazı ayetler de teşbih

için kullanılmıştır. Hulûsi Efendi de, Dîvân’ında,

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bedeni ile ilgili teşbih-

ler yapmıştır.

Serviler olmaz kıyas zîbâ vü tûbâ kaddine

Üstümüze tal’at-ı mihr ile servin sâye sal

(Hz. Muhammed (s.a.v.)’in boyu, servi ağa-

cı gibi ve cennetteki tubâ ağacı gibi uzun ve

düzgündür. Hatta onlar onun boyuna kıyas bile

edilemez.)

Yüzün âyîne-i âlemdir andan Hakk hüveydâdır

Kamusu mahv-ı Zât’ın cüz’ ü küll hep sende

peydâdır

(Ey sevgili! Yüzün âlemi gösteren aynadır,

orada Hak apaçık, bellidir. Hepsi Allah’ın zatının

mahvıdır, büyük küçük hep sende peydadır.)

Şer’-i pâkin başa tâc et bul dalâletden rehâ

Şems-i tâbân-ı hidâyetdir Muhammed Mustafâ

Çâr-yârı sıdk u adl ü hilm ü ilmin menba’ı

Cümle ashâbı hakîkâtda nücûm-ı ihtidâ

(Hz. Muhammed (s.a.v.), her tarafı aydınlatan

bir hidayet güneşidir. Bundan dolayı onun ge-

tirdiği şeriatı baş tacı edip dalaletten kurtulmak

mümkündür. Onun dört dostu (ilk dört halife)

sıdk, adalet, hilim ve ilmin kaynağıdır. Ashabı

ise hidayet yıldızlarıdır.)

Görmedi mislini âlem görmeyiserdir ebed

Zübde-i âlemsin olmaz sana âlemde misâl

(Hazreti Muhammed (s.a.v.), âlemde bir ben-

zeri daha görülmemiş ve görülmeyecek olan bir

kişidir, âlemin özüdür. O aynı zamanda bütün

yaratılmışların güzel özelliklerinin özü ve en

şerefli ve olgun olanıdır.)

Allah dostlarında Peygamber sevgisi son

derece güçlüdür. Onlar, kâinatın yaratıcı ilkesi

olarak ilkin Nur-ı Muhammedî’nin yaratıldığını,

varlığın o nurdan halk edildiğini bilirler. Onun

zamanında olduğu gibi kıyamete kadar da an-

cak ona uymak ve sünnetine ittiba etmekle kur-

tuluşa erileceğini bilirler ve insanları bu inanışa

davet ederler.

nımaktan gafil olacaklardır. “Hayrü’n-nâs men

yenfeu’n-nâs. Hayrun nâs men yenfeu hümün

nâs.” ve “Seyyidül kavmü hadimühüm” hadis-i

şeriflerine göre insanların hayırlısı ve efendisi

insanlara hizmet edenlerdir. Hizmet; er işidir.

Çünkü bünyesinde, feragât ve istikrar taşır.

Âlemi sen kendinin kölesi kulu sanma

Sen Hakk için âlemin kölesi ol kulu ol…

Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

Divân-ı Hulûsî-i Dârendevî her bakımdan

“Tasavvufî Edebiyat”, daha yaygın bir ifade ile

“Tekke Edebiyatı” mahsulleri içinde ele alına-

cak özelliklere ve değere sahiptir. O bir taraftan

şeriat, tarikat, hakikat ve marifetten haber verir-

ken bir taraftan kâmil mü’minden, âşıklardan ve

gönül erenlerinden bahseder.

Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)

Peygamber Efendimiz’i sevmek ve ona ita-

at etmek her Müslüman için kaçınılmaz bir gö-

revdir. İyi bir Müslüman olabilmek ve Allah’ın

sevgisini kazanabilmek için, Kur’ân’da en güzel

örnek (usve-i hasene) olarak takdim edilen Hz.

Muhammed (s.a.v.)’i iyi tanımalı ve onu canımız

dâhil dünyadaki her şeyden çok sevmeliyiz.

Sen ki gülden bûyunu aldın meğer Peygamber’in

Mazharı oldu anın bu devlet-i uzmâ neden

(Sen gülden Hz. Peygamber (s.a.v.)’in koku-

sunu aldığın için bu büyük devlet onun mazharı

oldu, anla bunu!)

İsm-i Şerifleri

Hz. Peygamber (s.a.v.)’e nispet edilen bir-

çok isim vardır. Bu konuyla ilgili manzum veya

mensur bazı eserler yazılmış ve bunlara esmâ-i

nebî adı verilmiştir. Bazı hilye levhalarında da

Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ait doksan dokuz isim

kaydedilmektedir. Peygamberimiz’in en meş-

hur isimleri Muhammed, Ahmed, Mahmud ve

Mustafa’dır. Hulûsi Efendi, Dîvân’ında bu isim-

lerden Ahmed, Muhammed ve Mustafa’yı zik-

retmiştir.

Ahmed’in şer’ini başa tâc edip

Varını râhında hep târâc edip

Hâne-i tenden çıkıp mi’râc edip

Âşinâ ol anla yârı âşinâ

40 OCAK 2017 somuncubaba 41

Page 24:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Her insanın içinde fıtrî olarak bazı istek-

ler vardır. Bunları yok etmesi mümkün

olmadığı gibi bu yöndeki bir çaba doğru

da karşılanmaz. Asıl olan içteki duygu ve düşün-

celeri Allah’ın râzı olacağı yola kanalize etmek-

tir. Ancak Allah rızâsı unutulur da insanın bütün

hedefi dünyalıklar ve makamlar olursa haram

helal çizgisinden uzaklaşması kolay olur. Çünkü

nefsinin peşine takılan kişinin aklını hırs bürü-

düğünden dolayı, gözünü diktiği makamlar ile

dünyalıklar için her türlü yolu denemeye çalı-

şır. Öyle olur ki, başvurduğu haramlar gözünde

basitleşmeye başlar. Hatta kendisini iknâ etmek

için aklından fetvâlar ve mâzeretler bile uydu-

rur. Yaptığını kendisine mübah göstermek için

kalbini kandırmaya çalışır. Her ne kadar vicdânı

râzı olmasa da yavaş yavaş elde etmeye başladı-

ğı nimetler veya küçük makamlar sebebiyle az-

gınlaşmış bir hırsa kapılır ve durması çok zordur.

Nitekim önceleri çok iyi bir dindar, ibadetlerine

düşkün biri olarak tanıdığımız kişilerin dünyalık

ve makamla tanışmaya başladıktan sonra değiş-

meye başladığını ve bir süre sonra dinden ne-

redeyse tamâmen koptuğunu çok görmüşüzdür.

Kopmasa bile dinî hayatı sadece şekilde kalmış-

tır. Bir taraftan namaz gibi ibadetlerini yerine

getirmektedir, ancak öte yandan bir mü’mine hiç

yakışmayacak hâl ve hareketler içine girmekte-

dir. Çünkü kulluk hayatı sadece görüntüde kal-

mıştır, kalbinden uzaklaşmıştır. Bu yüzden bir

müddet sonra zaten baştan savmak için yaptığı

ibadetleri tamamen bırakması söz konusu olur.

Kötü olan başlangıç, insanın dünyalığı elde

etmeye başlamasıyla âhiret ile dünya arasında-

ki dengeyi kaybetme yoluna girmesidir. Esasın-

da kulun içinde dünyalığını artırma veya daha

iyi makamlara gelme yönünde bir isteğinin ol-

ması ve bunun için çabalaması yadırganamaz.

Çünkü yaşadığı dünyayı hem kendisi hem de

ailesi için daha güzel bir hale getirmek isteme-

si normaldir. Tabiî olmayan, insanın bütün bir

yaşam telaşı içinde dünyaya gönderiliş amacın-

dan kopmasıdır. Makamların ve dünyalıkların,

elde etmeyi hedeflediği tek amaca dönüşme-

sidir. Oysa bunu yaptığında âhireti ıskalamakta

ve ebediyet yurdu hedefinden hızla uzaklaş-

maktadır. Oysa Allah şöyle buyurmuştur: “Al-

lah, dilediği kimseye rızkı genişletir de, daraltır

da. Onlar ise dünya hayatı ile ferahlanmaktalar.

Oysa dünya hayatı âhiret hayatının yanında bir

yol azığından ibarettir.”1

Bu satırları okuyan hangi insan dünyalık ola-

rak daha iyi şartlarda yaşamak istemez? Çoluk

çocuğunun daha iyi imkânlar elde etmesini

arzulamaz? Bunu sadece kendimiz için değil

sevdiğimiz herkes için isteriz. Esasında bura-

ya kadar bir sorun yok. Ancak sorun bu yön-

deki duyguların insanın zihninde nasıl bir yer

tuttuğudur. Şâyet hedeflediklerini elde etmek

için her şeyi yapmayı mubah görüyorsa, haram-

helal çizgisi tanımıyorsa, onun Allah’ın murâd

ettiği bir Müslüman olduğunu söylemek aslâ

mümkün değildir. Rabb’imizin ne buyurduğunu

KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM*

ÂHİRET HEDEFİNDEN UZAKLAŞMAK

“Tabiî olmayan, insanın bütün bir yaşam telaşı içinde dünyaya gönderiliş amacından kopmasıdır. Makamların ve dünyalıkların,

elde etmeyi hedeflediği tek amaca dönüşmesidir. Oysa bunu yaptığında âhireti ıskalamakta ve ebediyet yurdu hedefinden hızla

uzaklaşmaktadır.”

42 OCAK 2017 somuncubaba 43

Page 25:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

den bize düşen görev, mü’min kardeşlerimizle

birlikte olmaya önem vermek, ibadet aşkımızı,

Allah’ımıza olan bağlılığımızı diri ve güçlü tuta-

cak ortamlara devam etmektir.

Allah Rasûlü’nün ve arkadaşlarının hayatına

baktığımızda esasında ne yapmamız gerektiğini

çok iyi anlarız. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in

arkadaşları içinde de Hz. Osman, Abdurrahman

bin Avf gibi çok zengin insanlar vardı. Pek çok

devesi olan, ticârî faâliyetlerle zenginleşen

ve geniş hurmalıklara sahip olanlar mevcuttu.

Dolayısıyla o dönem şartlarına göre dünyalık-

larını artırabiliyorlardı. Her gün artan zenginlik-

leri dünyaya dalmalarına, dinî hayattan ve Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in çevresinden kopmalarına

sebebiyet de verebilirdi. Çünkü insan hangi

dönemde yaşarsa yaşasın, içinde bulunduğu

şartlara göre dünya nimetlerinin en güzelle-

rini ve en fazlalarını isteyebilir. Kul açısından

değişen bir şey yoktur, her dönemde aynıdır.

Değişen, peşinden koşulan dünyalığın cinsidir.

Bununla birlikte Allah Rasûlü’nün etrafındaki

maddî durumu iyi olan dostlarına baktığımızda

çok ilginç bir tabloyla karşılaşırız. Zengin olan

bu sahâbîler aynı zamanda cemâatle namazın

müdâvimleri oldukları gibi Allah Rasûlü’nün

istişâre ettiği kimselerdi. Yani Hz. Peygamber

(s.a.v.)’in etrafında olan kişilerdi. Bu demek

oluyor ki, dünyalıklarının artması onları Al-

lah ile kutlu elçisinden uzaklaştırmıyordu. Bir

taraftan zenginlikleri artarken diğer yandan

tevâzûları ve cömertlikleri katlanıyordu. En gü-

zeli de camiye olan bağlılıklarında bir değişiklik

olmuyordu.

Bu yüzden biz bugün Hz. Osman dediğimiz-

de onun zenginliğini değil, Allah Rasûlü’ne olan

bağlılığını ve hayatını İslâm’ın emirleri doğrul-

tusunda düzenlemesini hatırlıyoruz. Aynı şe-

kilde İmâm-ı A’zam’ı telaffuz ettiğimizde hiç

birimizin aklına onun zenginliği gelmiyor. Tam

tersine kulluğu, Müslümanların yollarını aydın-

latmak için sarf ettiği çaba ve istikâmet üzere

hayat sürme çabası geliyor. Aynı şekilde büyük

hadis âlimi İmam Buhârî durumu oldukça iyi

bir insandı. Ancak Kur’an’dan sonra en sağlam

kitap olarak kabul edilen hadis eserini yazabil-

mek için şehir-şehir gezmiştir. Bu yüzden çekti-

ği sıkıntıları okuduğumuz zaman gözyaşlarımı-

za hâkim olmamız aslâ mümkün olmamaktadır.

Demek ki, asıl olan dünyalığa sahip olmak de-

ğil, dünyanın insana sahip olmamasıdır.

Allah’ın herkese takdir ettiği ömrün bir son-

lanma zamanı var, ebedîlik hiç kimse için söz

konusu değil. Her birimiz ölümle bir gün yüzle-

şeceğiz. Ancak kendimizi buna ne kadar inan-

dırdığımız şüpheli. Öleceğimizi biliyoruz ama

buna rağmen sanki hayatta hep kalacakmışız

gibi bir yaşam sürüyoruz. Ölümü her zaman

kendimizden uzak görüyoruz. Unutmamak ge-

rekir ki, bizim kendimizi kandırmamız ve avut-

mamız ölüm gerçeğini aslâ değiştirmiyor. Şu

yazıyı okuduğunuz anda ölmeyeceğimizin bir

garantisi var mı? Yok. Peki, gereğini yerine geti-

riyor muyuz?

Dipnot*Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM

1. 13/Ra’d, 26.2. 31/Lokmân, 33.

hatırlayalım: “Ey insanlar! Rabb’inizden sakının

ve bir günden korkun ki, baba çocuğuna hiçbir

fayda veremez. Çocuk da babasına hiçbir şeyle

fayda sağlayacak değildir. Şüphesiz Allah’ın va’di

gerçektir. O halde dünya hayatı sizi aldatmasın,

sakın o çok aldatıcı şeytan sizi Allah’ın affına gü-

vendirerek aldatmasın.”2

İnsan kendi çizgisinin nereye doğru kaydı-

ğını anlayabilir. Yaşantısına baktığında soru-

sunun cevabını hemen bulur. Dünyayla olan

meşgûliyeti arttıkça Allah’ı daha az mı hatırlı-

yor, namazlarından eskisi gibi lezzet almıyor

mu, haramlar hususunda nefsinin baskısı ar-

tıyor mu? Bunlar ve benzeri soruları kalbine

sorduğunda alacağı cevaplar, hangi yönde yol

aldığını anlamasını kolaylaştıracaktır. Eğer bu

soruyu çok kısa zamanda kendisine sormazsa,

kat ettiği yanlış yoldaki haramlar yaşadığı haya-

tı kanıksamasına sebebiyet verebilir ve -Allah

muhafaza- çok kötü bir ölümle Allah’ın huzuru-

na çıkabilir.

Yaşadığımız dönemde dünya sınavının her

döneme göre daha ağır olduğunu, haramların

daha fazla çeşitlendiğini ve bu sınavın her do-

ğan için daha da ağırlaştığını söylemeye hacet

yok. Önceleri haramların sayısı sınırlıyken, gü-

nümüzde bu fazlalaştı. Sadece internet ve te-

levizyon ile bile binlerce günaha dalmak müm-

kün olabilmektedir.

Müslümanın hele de dindar olanın dünyayla

sınavında başarısız olmasının sebebi bellidir.

Bir yandan dünyaya yoğunlaşırken diğer yan-

dan kulluğunu kendi başına yaşamaya gayret

ederse istikâmet üzere kalması çok zorlaşır. Bu

sebeple öncelikle cemâatten kopmamaya gay-

ret etmesi gerekir. Zira cemâatle namaz onda-

ki Allah’a ibadet etme lezzetini her dem canlı

tutar. Bunun yanında sırf Allah rızâsı için arka-

daşlık yaptığı dostlarından da kopmaması îcâb

eder. Çünkü bir araya gelinip Allah anıldığında

ve İslâm büyüklerinin eserlerinden okumalar

yapılıp hep beraber duâ edildiğinde bu atmos-

fer insandaki kulluk bilincini canlı tutar. Bu yüz-

44 OCAK 2017 somuncubaba 45

Page 26:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Yavuz Sultan Selim’in hanımı ve Kanunî

Sultan Süleyman’ın validesidir. Belge-

lerde babasının adı Abdülmuin, Abdül-

hay ve Abdurrahman şeklinde geçmektedir.

Bu durum onun saraya cariye olarak girdiğini

göstermektedir. Bazı kaynaklar kendisini Kırım

Hanedanı’na veya Dulkadıroğulları’na bağla-

makta iseler de bunları teyit edecek bir bilgi

mevcut değildir. Vefatında yaşının elli altı ol-

duğu bilindiğinden doğum tarihinin 1478 veya

1479 yılı olduğu anlaşılmaktadır.

Osmanlı haremine ne zaman ve kim vası-

tasıyla getirildiğine ve Yavuz Sultan Selim ile

hangi tarihte evlendiklerine dair kesin bir bilgi

mevcut değildir.

Haremde kendisine Ayşe Hafsa adı verildi.

İleride padişah eşi ve validesi olabileceklerin

de seçildiği sarayda, aranılan özelliklere faz-

lasıyla sahipti. Bu güzel, zeki, kabiliyetli ve iyi

ahlaklı cariye, tecrübeli hocaların nezaretinde

kısa zamanda eğitildi ve ardında da Selim’in ha-

remine getirildi. Gençlik yıllarını, kocası Yavuz

Sultan Selim’in sancakbeyi olduğu Trabzon’da

geçirdi. 6 Kasım 1494 tarihi bu asil çiftin en sa-

adetli günü oldu. O tarihte, yıllar sonra Batı’nın

“Muhteşem Süleyman” diye tavsif edeceği Şeh-

zade Süleyman dünyaya geldi.

Oğlunun II. Bayezid tarafından 1509’da Kefe

valiliğine getirilmesi üzerine kendisiyle buraya

gitti. Daha sonra eşi Yavuz Sultan Selim tahta

geçince Süleyman’ı Saruhan Sancakbeyliği’ne

tayin etti. Ayşe Hafsa Sultan bu defa oğluyla

birlikte Manisa’da idi.

Böylece Hafsa Sultan için eşine hasretle ge-

çen yıllar devam ediyordu. Zira büyük cihangir

Selim Han cihat aşkı ile zaferden zafere koşup,

ülkeler fethetmekle meşguldü.

Hafsa Sultan ise yazdığı mektuplarla bir taraf-

tan ona olan hasretini dile getirmekte diğer taraf-

tan fetihlerini ve kazandığı zaferleri kutlamaktaydı:

“Maruza-i nahife-i zarife budur ki, devletlü

padişah hazretlerinin eyyâm-ı devletlerinde

bi-hamdilillâhi ve’l-minne külliyen cariyeleri ri-

ayet olmuşlardır. Ümmiddir ki bu zaife dahi sa-

irleri gibi inayet-i padişahiyle manzur buyurula.

Şimdiye dek ümmid bu idi ki, Hüdavendigâr

halledet hilafetühü hazretleri şerir-i saltana-

ta geldiklerinden sonra bu nahifeyi dahi hâk-i

pây-ı kimya-bahşlarına yüz sürmek ile müşerref

ve müstes’id olmak tasavvur olunur idi. Lâkin

bu tebah tali’inden ol şereften mahrum olduk.

Ümmiddir ki, Padişah-ı âlem-penahın ayağı

toprağından bu cariye feramuş buyurulmayup

inayet-i sultani ile behremend ola.”

Öte yandan Hafsa Sultan, eşinin yokluğunda

bütün özlemini ve hasretini içine akıtıp, müs-

takbel padişah adayının iyi yetişmesi için elin-

den gelen gayreti gösterdi. Ayrıca Manisa’da

geçen uzun yılların hatırasını tarihe mal etmek

için şanına uygun hayır eserleri de yaptırdı.

Manisa’da bulunduğu sırada aylık altı bin akçe

alan Hafsa Sultan, bu paranın büyük bir kısmını

bu hayır eserlerinin yapımında harcamıştır.

1520’de Yavuz Sultan Selim Han’ın ani ve-

fatının ardından tahta çıkan oğlu ile birlikte

İstanbul’a geldi. Artık Hafsa Sultan “Mehd-i

Ulyâ-yı Saltanat” olmuştu.

Hafsa Sultan, oğlu Kanunî Sultan Süleyman

üzerinde etkili olmuş, sarayda müspet manada,

idareci bir rol oynamıştır. Oğlunun zaferleriyle

gurur duyan, yokluğunda hasret acılarıyla yanıp

tutuşan, memleketin ve evladının selametinden

başka bir şey düşünmeyip duasını üstünden ek-

sik etmeyen, zor zamanlarında dayanağı ve da-

nışmanı olan müşfik bir valide sultandır. Böyle

bir oğula sahip olma mutluluğuyla yazdığı mek-

tupların üzerine, “El-mütevekkil alallah, Valide-i

Sultan Süleyman Şah” yazılı mührünü basıyordu.

Kanunî Sultan Süleyman da aynı şekilde

annesine düşkün ve hürmetkârdı. Mohaç Mu-

TARİH / Ahmet ŞİMŞİRGİL*

HAFSA SULTAN

“Hafsa Sultan, oğlu Kanunî Sultan Süleyman üzerinde etkili olmuş, sarayda müspet manada, idareci bir rol oynamıştır. Oğlunun

zaferleriyle gurur duyan, yokluğunda hasret acılarıyla yanıp tutuşan, memleketin ve evladının selametinden başka bir şey düşünmeyip duasını üstünden eksik etmeyen, zor zamanlarında dayanağı ve

danışmanı olan müşfik bir valide sultandır. ”

46 OCAK 2017 somuncubaba 47

Page 27:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

harebesi sonrasında imparatorluğun dört bir

köşesine zafernameler gönderilirken, Sultan

Süleyman bu haberi annesine bizzat yazmıştı.

Bu örnekten anlaşılacağı üzere Kanunî ile an-

nesi Hafsa Sultan’ın ilişkisi çok kuvvetli idi.

Osmanlı İmparatorluğu’nun zirve yapmış

olduğu bir dönemde Osmanlı hareminde ida-

recilik görevini valide sultan sıfatıyla on üç yıl

sürdürmüş ve 1534 tarihinde Hakk’ın rahmeti-

ne kavuşmuştur. Vefatında elli altı yaşında bu-

lunuyordu.

Saray nişancısı ve tarihçi Celalzade Mustafa,

cenazesini anlatırken Hafsa Sultam uzun uzun

övmüştür. Övgüleri arasında onu Hazret-i Mu-

hammed (s.a.v.)’in ilk hanımı Hazreti Hatice’ye,

kızı Hazreti Fatıma’ya ve üçüncü olarak ve en

sevgili eşi Hazreti Aişe’ye benzeterek Müslü-

man bir kadın için söylenebilecek en coşkulu

ifadeleri kullanmıştır. Şöyle ki:

“O dinine bağlı, dürüst bir hanım, iffet diya-

rının ecesi, saflık payitahtının Hazreti Hatice’si,

hayırlı vakıflar kurucusu, kendini din işlerine

adamış zamanın Fatıma’sı, çağın Aişe’si idi.”

Hafsa Sultan sarayda eşiyle birlikte uzun

günler geçirememiş olsa da Yavuz Sultan Se-

lim Camii Haziresi’nde onun türbesi yanında,

Haliç’e hâkim bir tepecikte, ebedî saadet saray-

larında eşiyle birliktedir.

Eşi Bulunmaz Hayır Eserleri

Güzelliği kadar hayırseverliğiyle de bilinen

Hafsa Sultan, yaptırdığı birçok hayır müesse-

sesi arasında bilhassa Manisa’daki cami, med-

rese, sıbyan mektebi, hangâh, imaret, hamam

ve darüşşifadan müteşekkil külliyesiyle tanınır.

Külliye, hamam ve darüşşifası hariç 1523 yılın-

da tamamlandı. Hamam ve darüşşifa ise Hafsa

Sultan’ın vefatından sonra oğlu Kanunî Sultan

Süleyman tarafından 1538- 1539 yıllarında

inşa olunarak külliyeye ilave edilmiştir.

Burada bulanan maaşlı personel sayısı yüz

on yediyi bulmaktadır. Camide iki imam, bir ha-

tip, dört müezzin ve diğer hizmetliler mevcuttu.

Ayrıca imaret kısmında düzenli olarak yemek

çıkarılıyordu. Burada yirmi kişi çalışmaktaydı.

Darülkurrada dokuz, hangâhta ise on üç derviş

bulunuyordu. Medresede bir müderrisle, onun

on talebesi vardı. Talebelere günde ikişer akçe

yevmiye veriliyordu. 1575 tarihli vakıf defterin-

de camiin batı yanında bulunan darüşşi- fada

görevli personelle ilgili kayıtlara rastlanmakta-

dır. Buna göre burada baştabip, ikinci tabip, ve-

kilharç, göz hekimi (kehhal), cerrah ve yirmi beş

kadar da hizmetli görevliydi. Ankara’da Vakıflar

Genel Müdürlüğü Arşivi’nde yer alan Arapça

vakfiyesi Ayşe Hafsa Sultan’ın hayırseverliğini

ve sosyal yardım anlayışını gösteren mükemmel

bir örnektir. 929/1522 tarihli vakfiyenin başın-

da Hafsa Sultan şöyle vasıflandırılmaktadır:

“Hafsa Hatun: Allah hayrat kılâdelerini (ger-

danlıklarını) kopmaktan ve dağılmaktan sak-

lasın, iyilikler nükudunu gözlerin göremediği

nazarlardan korusun. Sultan Süleyman Şah’ın

anasıdır. O padişahın olay okları düşmanlarının

kalplerini daima delik deşik etsin.”

Hafsa Sultan bu vakfının tevliyetini Hacı Ta-

cüddin İbrahim isminde birine vermiştir. Sağ ol-

dukça bu mütevelli olacak, ölünce zamanın pa-

dişahı yerine ehil bir mütevelli tayin edecektir.

Cami, imaret ve medresesindeki bazı görev-

lilerin durumlarını, işlerini ve alacağı ücretleri

belirten ifadeler bu hayırsever kadının düşünce

ve inanç yapısını göstermesi bakımından mü-

himdir.

“On hafız. Bunların âlimi ser mahfil olacak-

tır. Kur’an okumaya evvelâ o başlayacak, son

okuyan da o olacaktır. Bunlar haftada bir hatim

indireceklerdir. Mütevelli bunlara her hafta yüz

dirhem yiyecek ve içecek parası verecektir. Ay-

rıca ikişer dirhem de gündelik alacaklardır.

Bir meddah. Bu, güzel sesli bir hafız olacak,

Hazreti Peygamber (s.a.v.)’i metheden kasi-

deler, naatlar okuyacak, güzel sesiyle cemaati

vecd ve istiğrak hâline getirecektir.

Bir muarrif. Bu iyi konuşan, fasih, tatlı dilli,

istiareleri, nükteleri bilecek, her namazdan ev-

vel ve sonra dilin bütün fesahat ve belâgatiyle

(tarif) okuyacaktır. Vakfeden Hafsa Hatun’a,

bütün mü’minlere dualarının ve ibadetlerinin

kabulü için hayır dualar edecektir. Dua yüksek

sesle ve tam bir huzur ve huşû içinde yapıla-

caktır. Bunun gündeliği üç dirhemdir.

Otuz hafız. Her gün öğle namazından sonra

camide birer cüz Kur’an okuyacaklar, yevmiye-

leri ikişer dirhemdir. On tesbihçi (Allah’ı zikre-

den). Bunlar her gün öğle namazından sonra

camide tespih çekecekler, ecrini ve sevabını

vakfedenin ruhuna bağışlayacaklardır.

Bir müderris. Bu müderris tatil günlerinden

başka her gün medrese dershanesinde ders

verecektir. Bu nakil (Tefsir ve Hadis gibi) ve akıl

ilimlerini, aslî ve fer‘î bilgileri çok iyi bilecek, her

müşkülü çözmeye ve şüpheleri gidermeye kud-

retli olacaktır. Medresede istidatlı, iyi huylu çalış-

kan on talebe bulunacaktır. Bunlar her gün ikişer

dirhem alacaklardır. Hangâh-i Sufıyye denilen

zaviyede on müridli bir mürşid şeyh bulunacak-

tır. Dervişler hangâhın on odasında oturacaklar,

bunlar ehl-i sünnet ve’l-cemaatten olacaklardır.

Heva ve bidat ehlinden olmayacaklardır.

Şeyh her gün irşâd seccadesine oturacak,

yanındakileri doğru yola yöneltecektir. Bunlar

ibadetle, taatle meşgul olacaklar ve zikrede-

ceklerdir. Şeyhe her gün on, müritlere ikişer

dirhem verilecektir.

Mektepte fakir, yetim çocuklar okuyacaktır.

Yetim çocuklar için vakıftan her gün ikişer dir-

hem ayrılacaktır. Her sene bu paralar toplana-

rak Ramazan bayramlarında kendilerine elbise

alınarak dağıtılacaktır.

Günümüzde gerek belediyelerin, gerekse

vakıflar genel müdürlüğünün gayretli çalışma-

ları ile tarihî eserlerimize gereken değerin gös-

terilmesi memnuniyet vericidir.

Bu arada Hafsa Hatun, döneminde ve günü-

müzde çok önemli bir şifa kaynağı ve Manisa

için ticarî meta olan mesir macununun ortaya

çıkmasına da vesile olacaktır.

Tasavvuf büyüklerinden Merkez Efendi,

Hafsa Sultan’ın isteği ve hocası Sümbül Sinan

Efendin’in tembihi üzerine Manisa’ya gitmişti.

Burada Valide Sultan’ın Manisa’da yaptırdığı

imaretin yanındaki dergâhta hocalık yaptı. Tıp

bilgisi kuvvetli olan Merkez Efendi, Manisa’da

bulunduğu sırada Hafsa Sultan rahatsızlanmış

ve çare bulunamamıştı. Bunu haber alan Mer-

kez Efendi kırk bir çeşit baharattan meydana

gelen bir macun yaptı. Göndermiş olduğu bu

macun Valide Sultan’ı iyileştirdi.

Eskisinden daha sağlıklı ve zinde olduğunu

fark eden sultan Merkez Efendi’ye, “Bu macun-

dan bol miktarda yapalım ve halka dağıtalım,

böyle bir şifa deposundan herkes faydalansın.”

diye buyurdu.

Bundan sonra darüşşifadaki hastalar için

mesir macunu hazırlanması, mesir macunun

“Nevruz-ı Sultanî’de yapılması, hekimbaşı ne-

zaretinde pişirilmesi, artan macunun şehirdeki

muhtaçlara dağıtılması şeklindeki şartlarla, tah-

minen 1540 yılından beri halka mesir macunu

dağıtılmaya başlanmış ve daha sonra Mesir

Macunu Şenlikleri ortaya çıkmıştır. 21-22 Mart

Nevruz-ı Sultanî gününde saçılan mesir macu-

nundan alabilmek için çevreden insanlar şehre

akın etmişler ve Manisa’da âdeta bir panayır

oluşmuştur.

Dipnot

*Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

48 OCAK 2017 somuncubaba 49

Page 28:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Atalarımız “Şeref’ü-l mekânî bi’l-mekîn”

sözünü sıkça kullanırlardı. Bu söz, günü-

müz Türkçesiyle söyleyecek olursak “Ma-

kamların şeref ve izzeti oturanlarla kaimdir.”

anlamına gelmektedir. İstanbul’un Fatih sem-

tinde yer alan Kocamustafapaşa da bu tür yer-

lerden biri olarak karşımıza çıkar. Adını Bizans

döneminden kalan

Ayios Andreas Manas-

tırı Kilisesi’ni 1489 yı-

lında camiye çeviren

Sadrazam Koca Mus-

tafa Paşa’dan alan bu

semtin hayli geçmişe

uzanan tarihi hakkın-

da çok söz söylene-

bilirse de dün olduğu

gibi bugün de Koca-

mustafapaşa demek

semte adını veren

paşadan çok “Sünbül

Sinan” demektir.

Kimdir Sünbül Si-

nan? Adıyla başlaya-

lım söze. Asıl adı Yusuf Sinan’dır. “Sümbül” la-

kabı ona şeyhi Cemâl-i Halvetî tarafından veril-

miş ve zamanla asıl adı unutularak hep bu isim-

le anılmaya başlamıştır. Kendisi Halvetiyye’nin

Sünbüliyye kolunun kurucusu bir mutasavvıf-

tır. Öncesinde medrese kökenli bir müfessir

ve vaiz olduğunu da burada söylemiş olalım.

Tabi bir önemli özelliğini de Merkez Efendi gibi

bir maneviyat büyüğünü yetiştirmesidir. İşte

Kocamustafapaşa’nın maneviyat coğrafyası-

nı bu iki kandil aydınlatır. Ondan hatıra kalan

dergâh ise bugün de bir irfan ocağı olarak hiz-

metine devam etmektedir.

Şiir Söyleyen Bir Veli

Sünbül Sinan, pek çok bakımdan önemli bir

şahsiyettir. Her şeyden önce sadece bir sufi

olarak dergâhta sohbetle meşgul olmayıp İs-

tanbul camilerinde tefsir dersleri yapan, vaaz

veren bir âlimdir de. Ama onun bu manada öne

çıkan tarafı sanata, şiire açık bir sufi olmasıdır.

Nitekim “Risâletü’t-tahķîķiyye” ve bu eserin bir

özeti mahiyetinde olan “Risâle Der Hakk-ı Zikr

ü Devrân” adlı eserlerinde devranın raks olarak

görülmesine şiddetle karşı çıkar ve müziğe helal

dairesinde yaklaşır. Bu

da onun müntesiple-

rinin daha çok sanata,

şiire, musikiye ilgi ve

muhabbet duymaları-

nı sağlamıştır. Kendi-

sinin “Risâletüetvâri’s-

seb’a” isimli seyr-ü

sülûk mertebelerin-

den bahseden bir ese-

ri daha bulunmakla

beraber konumuz açı-

sından bahsedeceği-

miz yönü az önce bah-

settiğimiz devranla

ilgili eserinde bazı şi-

irlerinin yer almasıdır.

Bursalı Mehmed Tâhir’in belirttiğine göre şiirle-

rinden iki örneğe “Sefîne”de de rastlanmakta-

dır. “Gel ey sâlik diyem bir söz ki haktır” mısraıyla

başlayan on beyitlik bir ilâhîsi bestelenmiş ve

tekkelerde âyin sırasında okunagelmiş bir eser-

dir. Hatta onunla ilgili Cebbarzâde Ârif Bey ta-

rafından “Miftâh-ı Hısn-ı Hazâin-i Rahmâniyye”

adıyla bir de şerh yazılmıştır. Teberrüken bir

şiirini alalım: “Aşk ile iki cihanda şah olan gel-

sin beri/Rah-ı Hak’ta bende-i dergâh olan gelsin

beri/Devlet-i dünya ile mağrur olanlar gelmesin/

Aşk-ı fani, fena fillah olan gelsin beri/Sümbülî,

ince durur kıldan sırat-ı müstakim/Destgîri dai-

ma Allah olan gelsin beri.”

Hakkında Şiir de Söylendi

Bir sufi; şiiri sever, şiir yazar da şairlerin ilgi

alanına girmez mi? Elbette girer. Bu konuda en

EDEBİYAT / Mustafa ÖZÇELİK

SÜNBÜL SİNAN HAZRETLERİ’Nİ

ŞİİRLE ANLATMAK

“Kutb-i vakt olmuş idi asrında hem Sümbül SinanŞüphe yokdur böyle olduğunda hem sen de inan

Mürşidi olmuş idi Şeyh Cemal HalvetiTerbiyet bulmuş idi andan oldu hem kutb-i zaman”

Molla Murad

50 OCAK 2017 somuncubaba 51

Page 29:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında

bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver.”

diyerek onu ikna eder. Toplantıya giderler ve

sohbet esnasında Çelebi Halife, Sünbül Sinan’a

dönerek: “Dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl ey-

ler; bir nazarla maksudun hâsıl eyler” deyip ona

bir nazar eyler. Bu bakış Sünbül Sinan’ı kendin-

den geçirip bayıltır. Kendine gelince de şeyhin

elini öper ve o güne kadar yaptığı tenkitlerden

pişmanlık duyar.

Sünbül Sinan o gece eve dönmemiş,

dergâhta kalmıştır. İşte o gece orada bir rüya

görür. Rüyasında bir kuyunun başında toplan-

mış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen

insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de

su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına

varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya

başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya

çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu

giderir.

Sabahleyin hemen Şeyhi’nin yanına koşar.

Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, “Se-

nin gönlünde ilâhî füyuzatın coşkunluğu vardır.

Sana karşı geliyor. Niçin onu kuvveden fille çı-

karmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez

misin?” deyince, hemen Şeyh Hazretleri’ne in-

tisap eder ve tarikata girer.

İşte Hilmi Yavuz’un şiiri bir bakıma bu men-

kıbenin hikâyesi olarak yazılmıştır. “Sünbül

Sinan! Seni ağır kuyulardan derledim; seni/Aşk-

lara, aşklara yolladım/Ve tayy-ı zaman/Güzleri

vardır/İşte bir söz ağarır dizelerde/Bu ‘akşam’dır

ve o’dur/Sende kalan, sende kalan...”mısralarıyla

başlayan şiir onun kuyu hikâyesine atıfla şöyle

biter: “Sünbül Sinan! Bir suyu/Öper gibi geçtin

tenimizden/İşte bu, bir kuytuyu/Okşamak ve var

olmaktır/Bir dağ kendi gölgesinde kaybolur/Ve

bir su, bu akar su/Yeniden-akmayı öğrenir/Sende

duran, sende duran...” mısralarıyla devam eder.

Şiirin son bölümü ise şairin Sünbül Sinan’ın

hikâyesiyle bütünleşmek isteyen ruh halini

yansıtır. “Sünbül Sinan! Hüzünler/Durmuyor; her

şey gelgit.../Bir yaprak, kendini sürgit/Sana ben-

zetiyor/Bu kuyu, kalbim ve talanla birlikte büyü-

yen kuyu/Kendi dibindeki çiçekle besleniyor/Sen-

de solan, sende solan.../Ah, tayy-ı zaman, tayy-ı

zaman!..”

Bu iki şairden yaptığımız bu alıntı Sünbül

Sinan’ın hatırasının bugüne kadar gelmesinin

ve bundan sonra da unutulmayacak olmasının

birer ifadesidir. Zira şiire, menkıbeye, musikiye

konu olanlar ebedilik çeşmesinden/kuyusun-

dan âb-ı hayat içmiş olanlardır. Bunlardan biri

olan Sünbül Sinan da bugün dinlendiği türbe-

sinde ziyaretçilerini krem rengi duvar üzerinde

kimi sağa, kimi sola doğru boyun eğmiş aşı bo-

yalı sünbül motifleriyle karşılar. Bu maneviyat

mekanında onunla birlikte biz de şair gibi “Ah,

tayy-ı zaman, tayy-ı zaman!..” demek durumun-

da kalırız. Ve o kuyu… Eğer türbe ziyaretinizde

yüreğinize bir kor ateş düşmüşse dışarı çıktığı-

nızda hemen türbenin yanında bulunan kuyu-

dan şifa niyetine bir tas su içebilirsiniz. Şiir, su,

Sünbül Sinan Hazretleri… İşin özeti de hikmeti

de bu üç kelimedir aslında.

meşhur şiirlerden biri Molla Murad tarafından

yazılan “Saray-ı vahdet olmuşken makamın/

Çü birdir Sümbüli mar’uf u ârif” beytiyle baş-

layan şiirdir. Hayli uzun olan bir şiirde Sünbül

Sinan’ın tarikat şeceresi ve türbesi anlatılır.

Bir diğer örnek şiir ise Yahya Kemal Beyatlı’nın

“Kocamustafapaşa” şiridir. Şairin “Kocamusta-

fapaşa! Ücrâ ve fakîr İstanbul!/Tâ fetihten beri

mü’min, mütevekkil, yoksul/Hüznü bir zevk edi-

nenler yaşıyorlar burada” mısralarıyla başlayan

bu şiirinde önce semtin ne kadar bizim özellik-

lerimizi ve tarihî hatıralarımızı taşıdığından söz

edilir. Ardından “Mânevî çerçeve beş yüz senedir

hep berrak” mısraı ile başlayan kısmında bura-

nın nasıl bir maneviyat coğrafyası olduğundan

söz edilir. Burada hayatla ölüm iç içedir. “Âhiret

öyle yakın seyredilen manzarada/O kadar kom-

şu ki dünyâya duvar yok arada/Geçer insân bir

adım atsa birinden birine/Kavuşur karşıda kay-

bettiği bir sevdiğine.” mısraları bu durumu çok

çarpıcı bir şekilde tasvir eder. Burada “Kuru

ekmekle, bayat peyniri lezzetle yiyen/Çeşmeden

her su içerken: ‘Şükür Allah’a’ diyen” insanlar ya-

şamaktadır. Ardından semte adını veren paşa-

nın yaptırdığı caminin hikâyesine geçilir. Şair,

böylesi bir semtten geçerken gizli bir çağrıyla

Sünbül Sinan’ın türbesine gelir. Burada derin

ruh halleri içersinde Sünbül Sinan’ı şöyle anla-

tır: “Ne ledünnî gecedir! Tâ ağaran vakte kadar/

Bir mücevher gibi Sünbül Sinan’ın rûhu yanar/

Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak/Vata-

nın fâtihi cedlerle berâber yaşamak! ...” “Vatanın

cedleriyle yaşamak…” Bu mısra Kocamustafapa-

şa semtinin ne kadar bizim olduğunun ifadesi-

dir. Oraya bu havayı veren de elbette Sünbül

Sinan’dır.

Yahya Kemal’in “Resimli Hayat” dergisinin

15 Temmuz 1953 tarihli sayısında çıkan bu şii-

rinden yıllar sonra bu defa başka bir şairin yolu

yine Kocamustafapaşa’ya düşer. O da Yahya

Kemal’inkine benzer duyguları yaşayarak bu

ziyaretin hatırasına “Sünbül ile Kuyu” şiirini

yazar. Tabi burada bu şiirin anlam dünyasına

girebilmek için kuyu meselesine temas edilme-

lidir. Bu hikâye Sünbül Sinan’ın

tarikata giriş hikâyesidir. Buna

göre kendisi medresedeki tah-

sili sırasında sufîlerin aleyhin-

de birisidir. Arkadaşlarından

biri de Çelebi Halife’nin mü-

ridlerindendir. Sünbül Sinan

zaman zaman bu arkadaşına,

“Bu sufîlerin meclisinde ne bu-

lursun?” diye takılmaktadır. Bir

gün bu arkadaşı ile medrese-

den çıkmış yürüyorlarken yolda

Çelebi Halife ile karşılaşırlar.

Arkadaşı “İşte bizim efendimiz

geliyor.” deyince, Sünbül Sinan

arkadaşının kulağına eğilerek;

“Pilav âşıkı bir sûfiye benziyor.”

der. Fakat arkadaşı bu duruma

aldırmaz. “İnsan, uzaktan gör-

mekle ve kıyafetine bakmakla

52 OCAK 2017 somuncubaba 53

Page 30:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

KÜLTÜR / Mustafa KARABACAK*

RASÛL’ÜM! SEN VE MÜ’MİNLER İSTİKÂMET ÜZERE

OLUN!

“İstikâmet üzere olmak ‘Yaratıcı’nın nasıl bir Müslüman istiyor?’ sorusunun cevabıdır aynı zamanda. İstikâmet üzere

olmak her şeyiyle kaliteli bir Müslüman olmak demektir.”

İstikâmet, hakka tabi olmak, adâleti yerine ge-

tirmek, doğru yola gitmek, itaat olan şeyleri

yapıp isyan olan şeylerden sakınmak, verdiği

sözü tutmak ve haktan meyletmemek demek-

tir. Böyle kimselere ve hiçbir yerinde meyil

ve eğrilik bulunmayan dümdüz ve doğru şeye

mustakîm denir. Mustakîm aynı zamanda dos-

doğru din anlamındadır ve İslâm Dini’dir.1 “Bu

(Din), Rabb’inin dosdoğru yoludur.”2 “Şüphesiz

bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Baş-

ka) yollara sapmayın. Zira o yollar sizi Allah’ın

yolundan ayırır…”3 Bu yol aynı zamanda İbrahim

ve diğer peygamberlerin yoludur. “De ki: Şüp-

hesiz Rabb’im beni doğru yola, dosdoğru dine,

Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine iletti…”4 Allah

Rasûlü Mekke müşriklerinden istikâmet üzere

olan dine gelmelerini ve Allah’tan af dilemele-

rini istemektedir: “De ki: Ben de ancak sizin gibi

bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu

vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfi-

ret dileyin. Ortak koşanların vay haline!”5

İstikâmet kelimesinin, tanımdan da anlaşıla-

cağı üzere anlaşmaya sâdık kalmak, dürüst olmak

gibi anlamları da bardır. “Mescid-i Haram’ın ya-

nında kendileriyle antlaşma yaptıklarınızın dışında

müşriklerin Allah ve Rasûlü yanında nasıl (mute-

ber) bir ahdi olabilir? Onlar size karşı dürüst dav-

randıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın.

Çünkü Allah (ahdi bozmaktan) sakınanları sever.”6

Allahu Teâlâ, Rasûlü’nden ve mü’minlerden

kâfirlerin yaptıkları ne olursa olsun haktan

uzaklaşmamalarını ve istikâmet üzerine olma-

larını istemektedir. “Şüphesiz Rabb’in onların

her birine, yaptıklarının karşılığını tastamam ve-

recektir. Şüphesiz Rabb’in onların yaptıklarından

hakkıyla haberdardır. Öyle ise emrolunduğun gibi

dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dos-

doğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın.

Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.”7

Allah Rasûlü’nün tebliğ ve beyan görevinin

yanında bir başka görevi de insanları getirdi-

ği dine hikmetle ve güzel öğütle çağırmaktır:

“(Rasûlüm!) Sen, Rabb’inin yoluna hikmet ve gü-

zel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mü-

cadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları en

iyi bilendir ve O, hidayete erenleri de çok iyi bi-

lir.”8 Rabb’imiz, Rasûlü’nden hikmetle ve güzel

öğütle davetine devam etmesini, müşriklerden

gelecek olumsuz tutumlarına karşı sabretme-

sini ve onlarla mücadele ederken haktan ve

adâletten ayrılmamasını istemektedir. “(Ey Mu-

hammed!) Bundan dolayı sen çağrıya devam et

ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların hevâ

ve heveslerine uyma ve şöyle de: ‘Ben, Allah’ın

indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adale-

ti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de

Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir. Bizim işledikleri-

miz bize, sizin işledikleriniz sizedir. Bizimle sizin

aranızda tartışılacak bir şey yoktur. Allah, he-

pimizi bir araya toplayacaktır. Dönüş de ancak

O’nadır.”9

Düşman ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir

zaman doğruluktan ayrılmamak gerekir. Alla-

hu Teâlâ, Mûsâ ve Hârûn Peygamberlere şöyle

tavsiyede bulunmaktadır: “Allah, ‘Her ikinizin

de duası kabul edildi. Öyleyse dürüst olmakta

devam edin ve sakın bilmeyenlerin yolunda git-

meyin.’ dedi.”10

54 OCAK 2017 somuncubaba 55

Page 31:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

- Günahlarımın azalmasını istiyorum.

- Allah’tan bağışlanma dile günahların azalır.

- İnsanların en cömerdi olmak istiyorum.

- Allah’ı yaratılmışlara şikâyet etme, insanların

en cömerdi olursun.

- Rızkımın çok olmasını istiyorum.

- Temiz olmaya devam edersen, rızkın çok olur.

- Allah’ın ve Rasûlü’nün en sevgilisi olmak is-

tiyorum.

- Allah ve Rasûlü’nün sevdiğini sev, Allah ve

Rasûlü’nün sevmediğini sevme!

- Allah’ın kızmasından emin olmak istiyorum.

- Kimseye kızma ki Allah’ın gazabından ve kız-

masından emin olursun.

- Duamın kabul olmasını istiyorum.

- Haramlardan sakın, duan kabul olsun.

- Allah’ın kıyamet günü ayıplarımı insanların

huzurunda otaya çıkarmamasını istiyorum.

- Namusunu korursan kıyamet günü insanların

huzurunda Allah seni rezil etmez.

- Allah’ın ayıplarımı örtmesini istiyorum.

- Müslüman kardeşlerinin ayıplarını ört, Allah

da senin ayıplarını örtsün.

- Benim günahlarımı ne temizler?

- Gözyaşı dökmek, Allah’a itaat ve hastalıklara

sabır.

- Hangi iyilik Allah katında daha faziletlidir?

- Güzel ahlak, alçak gönüllülük, belalara sabır,

kadere rızadır.

- “Hangi kötülük Allah katında daha büyüktür?

- Kötü ahlak, insanın kendisinin esiri olduğu

cimriliktir.

- Rahman’ın gazabını ne dindirir?

- Sadakayı gizli vermek ve sıla-ı rahimde (yakın

akrabayı ziyaret) bulunmaktır.

- Cehennem ateşini ne söndürür?

- Oruç söndürür.”12

İstikâmet Üzere Olanlara Vaat Edilenler

Kur’an’da, istikâmet üzere olanlara hem

dünyada ve hem de ahirette birçok güzellikler

vaat edilmiştir. İnanıp da istikâmet üzere olan-

lara dünyada bol yağmur vereceğinden bahset-

mektedir Rabb’imiz. “İçimizde, (Allah’a) teslimi-

yet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da

var. Teslimiyet gösteren kimseler, doğru yolu ara-

yanlardır. Hak yoldan sapanlara gelince, onlar

cehenneme odun olmuşlardır. Şayet doğru yolda

gitselerdi, onlara bol su verirdik. Bu hususta ken-

dilerini denememiz için, kim Rabbinin zikrinden

yüz çevirirse, (Rabb’in) onu gitgide artan çetin bir

azaba uğratır.”13

“Şüphesiz, ‘Rabb’imiz Allah’tır.’ deyip, sonra

dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler

iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vâd olu-

nan cennetle sevinin!’ derler. ‘Biz dünya hayatın-

da da, ahirette de sizin dostlarınızız. Orada sizin

için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz

her şey orada sizin için hazırdır. Gafûr ve rahîm

olan Allah’ın ikramı olarak.”14

“Rabb’imiz Allah’tır.’ deyip sonra da dosdoğru

yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecek-

lerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta oldukla-

rına karşılık orada ebedî kalacaklardır.”15

İstikâmet üzere olanlara selâm olsun…

Bir sahabi Allah Rasûlü’ne gelerek “Ey

Allah’ın Rasûlü! Bana İslâm hakkında öyle bir

şey söyle ki bu konuda başkasına soru sorma

ihtiyacı hissetmeyeyim?” Allah’ın Rasûlü de

“Allah’a inandım de sonra da dosdoğru ol!” bu-

yurdu.11

İstikâmet Üzere Olan Müslümanın Özellikleri

İstikâmet üzere olmak “Yaratıcı’nın nasıl bir

Müslüman istiyor?” sorusunun cevabıdır aynı

zamanda. İstikâmet üzere olmak her şeyiyle

kaliteli bir Müslüman olmak demektir. Tabir uy-

gunsa Allah, bizim 24 ayar olmamızı istiyor. 24

ayar olamazsak da buna yakın bir ayarımız ol-

ması gerekir. Ama hedef Peygamber Efendimiz

(s.a.v.) gibi Kur’an‘ı hayatına uygulayarak adeta

yaşayan bir Kur’an olabilmektir. Kaliteli, her şe-

yin en idealini isteyen, istikâmet üzere olan bir

Müslümanın özellikleri birçok âyette farklı şe-

killerde sayılmıştır.

“Bir adam peygambere geldi ‘Dünya ve ahiret

hayatı ile ilgili bazı sorularım var.’ dedi. Rasûlullah

(s.a.v.) ona ‘Aklına ne geliyorsa sor?’ dedi.

- Ey Allah’ın Rasûlü! İnsanların en bilgilisi ol-

mak istiyorum.

- Allah’tan kork, insanların en bilgilisi olursun.

- İnsanların en zengini olmak istiyorum.

- Kanaatkâr ol, insanların en zengini olursun.

- İnsanların en hayırlısı olmak istiyorum.

- İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır.

Böyle olursan insanların en faydalısı olursun.

- İnsanların en adaletlisi olmak istiyorum.

- Kendin için istediğini kardeşin için de istersen,

insanların en âdili olursun.

- Allahu Teâlâ katında insanların en özeli ol-

mak istiyorum.

- Allah’ı çok zikredersen, Allahu Teâlâ katında

kulların en özeli olursun.

- Muhsinlerden (iyi kimselerden) olmak isti-

yorum.

- Allah’ı görüyormuş gibi ibadet et. Her ne ka-

dar sen onu görmesen de o seni görüyor.

- İmanımın mükemmel olmasını istiyorum.

- Ahlâkını güzelleştir. İmanın mükemmel olur.

- İtaatkâr kullardan olmak istiyorum.

- Allah’a karşı farzları yerine getir, itaatkâr kul-

lardan olursun.

- Günahlardan arınmış olarak Allah’a kavuş-

mak istiyorum.

- Cünüplükten güzelce temizlen, Kıyamet günü

Allah ile günahlardan temizlenmiş olarak kar-

şılaşırsın.

- Kıyamet günü nurda haşr olmak istiyorum.

- Hiç kimseye zulmetme ki kıyamet günü nurda

haşr olursun.

- Rabb’imin bana merhamet etmesini istiyorum.

- Kendine merhamet et, Allah’ın yarattıklarına

merhamet et. Allah da sana merhamet etsin.

Dipnot*Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK 1. 1/Fatiha, 7.2. 6/En’âm, 126.3. 6/En’âm, 153.4. 6/En’âm, 161.5. 41/Fussılet, 6.6. 9/Tevbe, 7.7. 11/Hud, 111-112.8. 16/Nahl, 125.9. 42/Şûrâ, 15.10. 10/Yunus, 89.11. Muslim, İman, 62.12. Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 127-129 (Hadis

No: 44154.)13. 72/Cin, 14-1714. 41/Fussılet, 30-32.15. 46/Ahkâf, 13-14.

56 OCAK 2017 somuncubaba 57

Page 32:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

NÂBÎ VE ÖĞÜTLER MANZUMESİ:

HAYRİYYE

EDEBİYAT / Vedat Ali TOK

Şanlıurfa’da doğan Yûsuf, Nâbî mahlasıy-

la tanındı. Seyyid Mustafa’nın oğludur.

Gençlik yıllarını Urfa’da geçiren Nâbî,

burada iyi bir eğitim almış, Arapça ve Fars-

ça öğrenmiştir. Yâkub Halife adında bir şeyhe

bağlanarak tasavvufa yönelmiştir. Bir süre ço-

banlığını da yaptığı şeyhi onu İstanbul’a gitme-

si için teşvik etmiştir. Nâbî’nin İstanbul’a gitme

sebebi olarak bir de onun Urfa’da arzuhalcilik

yaparken mutasarrıfın dikkatini çekmesi ve

onun telkini gösterilir. Her halükarda Nâbî, ha-

yatını değiştirecek bir kararla İstanbul’a gider.

Sultan IV. Mehmed’in musâhibi Damad Musta-

fa Paşa ile tanışır. Onun ölümüne kadar süren

bu dostluk sayesinde oldukça rahat bir hayata

kavuşur. IV. Mehmed’in yakın çevresine girdiği

dönemde Musâhib Mustafa Paşa’nın maiyetin-

de Lehistan Seferi’ne de katılır ve Kamaniçe’nin

fethi üzerine iki tarih düşer. Hac görevini eda

etmek için padişahtan izin alır. Urfa yoluyla

Medîne-i Münevvere’ye varan Nâbî’nin, “Sakın

terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” mıs-

raıyla başlayan ünlü na’t-gazelini bu sırada ka-

leme aldığı sanılmaktadır.

Hac dönüşünde Mustafa Paşa’nın

kethüdâlığına yükselir. Bundan sonra hayatın-

da iniş çıkışlar olur. Halep’te bulunduğu sırada

ünlü eseri Hayriyye’yi tamamlar.

Eserleri

Tuhfetü’l-Haremeyn, Münşeât, Fetihnâme-i

Kamaniçe, Zeyl-i Siyer-i Veysî, Divan, Dîvânçe,

Hayriyye, Tercüme-i Hadîs-i Erbaîn, Hayrâbâd,

Surnâme.

Sanatı

Nâbî’nin en başarılı olduğu nazım şekli ga-

zeldir. Türk şiirindeki hikemî tarzın temsilcisi

olarak görülmüştür. Nitekim sosyal meselele-

re işaret edip onları eleştirirken çözüm yolları

da önerir. Nâbî’nin didaktik nitelikli şiirlerinde

mevcut dünya ve hayat görüşü, ondan son-

ra bu tarzda şiir yazanların çoğalmasına ve

‘Nâbî Okulu’ diye adlandırılabilecek hikemî bir

şiir okulunun doğmasına yardımcı olmuştur.

Nâbî’nin şiirlerinde histen ziyade fikrin ağırlığı

dikkat çeker. Edebî sanatlara meyil göstermek-

le beraber zamanına göre oldukça açık, sade bir

dile sahiptir. Fakat bizim asıl üzerinde durmak

istediğimiz noktayı Abdülkadir Karahan şöyle

dile getirir: “Nâbî, kendi zamanına kadar klasik

edebiyatımızda yeteri kadar işlenmemiş, haya-

tı, haksızlıkları, ıstırapları, sakatlıkları en güzel

yazı Türkçesiyle dile getirmesini bilmiş ve ba-

şarmış şairimizdir.”1

Zamandan Şikâyet ve Zamanıyla Çatışmaları

Her dönemde aydınlar, sanatkârlar çağından

şikâyet ederler fakat bunların bir kısmı fantastik

şikâyetler iken 18. asırda durum daha objektif,

nesnel ve gözle görülür konular üzerinde gerçek

değerlendirmelere dayanmaktadır. Yaşadığı dö-

nemdeki aksaklıkları değerlendiren ve bunlara

karşı duyarlı davranan şair Nâbî istikbalin genç-

lerde olduğu düşüncesindedir çünkü toplumun

en dinamik yapısının gençler olduğunu iyi bil-

mektedir. Bunun için gençlerin iyi eğitilmesi

ve onlara idealler verilmesi gerekmektedir. İşte

Urfa’dan kalkıp Osmanlı’nın pay-i tahtına kadar

gelip memleket meselelerine çözüm bulma şu-

uruyla hareket eden Nâbî, oğlu Hayrî için fakat

Hayrî’nin şahsında bütün gençliği bir fikir bütün-

lüğü etrafında birleştirmeyi amaçladığı Hayrî-

nâme’sini böyle bir ortamda kaleme alır.

Nâbî’nin memleketi teslim etmek istediği,

yönetimde, sokakta, evde görmek istediği Hayrî

hangi karaktere sahip olmalıdır? Bütün bunların

cevabını şairin eserinde arayalım. Çalışmamıza

esas olarak aldığımız eser Mahmut Kaplan’ın

“Hayriyye-i Nâbî” isimli yayınıdır.2

Eserde Nâbî’nin en çok dikkat çeken üslu-

bu her bölümün başlangıcında oğluna tatlı bir

58 OCAK 2017 somuncubaba 59

Page 33:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

söz ile hitap etmesidir. Bir babanın, annenin

çocuğuna nasihat ederken, sözlerinin etkili ola-

bilmesi için takınacağı üslubun böyle olması

gerektiği modern pedagoji bilimlerinde de tav-

siye edilen bir husus olarak karşımıza çıkmak-

tadır. Bu da Nâbî’nin çağını aşmış bir sanatkâr

olduğunu gösterebilir.

Nâbî’nin Özlediği Gençliğe Dinî Konularla İlgili Nasihati

Bu bölüme, yaptığımız uzun ve mukayeseli

bir çalışmanın hülasasını alarak Nâbî’nin, din

nasihattir, fehvasınca oğluna yaptığı nasihatler-

den kısa kesitler alacağız.

Hayri, iyi bir Müslüman ve iyi bir mü’min ol-

malıdır. Bunun için İslâm’ın şartlarını öğrenme-

lidir.

Kelime-i Şehadet

Kelime-i şehadet, İslâm’ın önderi ve dinî hü-

kümler denizinin ilk dalgasıdır. Milletin güven-

de olacağı yer, cennet kapısının süsü de olan

kelime-i şehadettir. İman nuru ile küfür karanlı-

ğı onunla birbirinden ayrılır.

Bu şehâdetdür imâm-ı İslâm

Evvelîn mevc-i muhît-i ahkâm

Bu şehâdetdür emân-ı millet

Zîver-i cephe-i bâb-ı Cennet

Bu şehâdetle bulur fark a’yân

Zulmet-i küfr ü şu’â’-ı îmân

Namaz

Nâbî, her şeyden önce gençliğin İslâm üze-

re olmasını ve hayatını İslâm’ın şartları üzeri-

ne bina etmesi gerektiğine işaret eder. Çünkü

İslâm’ın şartlarına uygun olan binanın içinde

huzur, dışında ise fenalıkların ayakları altında

kalmışlık vardır:

İdüp encâm-ı umûrın tedbîr

Eyleye hâne-i dînin ta’mîr

İtdi endâze-i hikmetle kıyâm

Penc erkân-ı binâ-yı İslâm

Bu binâ içre olan râhatdur

Taşrası pâ-zede-i âfetdür

İslâm üzere bina edilen bir hayatın şartlarını

da yerine getirmek gerekir o halde Hayri na-

mazını kılmalı ve asla aksatmamalı. Vakti gelir

gelmez abdest alıp namaza hazır olmalı çünkü

namaz müminin miracı kabul edilmiştir. Yalnız

namaz kılarken de onu sıradan bir görev gibi

savuşturmadan namazın erkânına riayet eyle-

meli. Zaten insan namazdaki güzelliği, secde-

deki hikmeti anlayabilse dünyayı bir tarafa bı-

rakır, başını secdeden kaldırmaz.

Anlayan secdeyi baş kaldurmaz

Devlet-i ‘âleme çeşm aldurmaz

Anla ki “Namaz kılmayan kişi, hiç âdem olur mu?” sözündeki sırlar sana açılır. Ve namaz di-nin direğidir. Onun için Hayri’nin din direğini

dik ve İslam sarayını mamur eylemesi gerekir.

Din ‘imâdını ikâmet eyle

Kasr-ı İslâm’ı imâret eyle

Oruç

İslâm’ın şartlarından biri de oruç tutmaktır.

Hasta olmayıp sıhhatte oldukça Ramazan oru-

cunu terk eylemek doğru olmaz. Oruç, Allah’ın

kullarına bir lütfudur. Orucun mükâfatını vere-

cek olan bizzat Allahu Teâlâ’dır. Oruç rahmetin

sofrasıdır. Oruçlu olan, nurdan bir elbise giy-

miştir. Peygamber efendimiz diyor ki oruç ko-

kanın nefesi, Allah katında miski amberdir.

Bî-maraz tâ ola cismünde tüvân

Eyleme fevt-i siyâm-ı Ramazân

Savmdır kullarına lutf-ı Hudâ

Savma bizzat ider Allah cezâ

Savm bir mâide-i rahmetdür

Nûrdan sâime bir hil’atdür

Nefes-i sâim içün didi Rasûl

Müşkden pîş-i Hudâ’da makbûl

Hac

Seyahat edilecekse mutlaka Kâbe yolu tutul-

malıdır. Kâbe’de insan için birçok nimet vardır.

Meselâ Hacer-i Esved, Allah’ın sevgili kullarının,

öperek şifa buldukları bir taştır. Günahlardan

minnetsizce yıkanıp temizlenmek için Altın

Oluk’tan rahmet dökülür. Zemzem suyu ferah-

lık verici bir ilaç gibidir. Ondan içen kullar şifa

bulur, günahlarından arınır. Allah’ın evini tavaf

etmek gibi bir ikbal olamaz.

Bu ne devlet ne sa’âdet bu ne câh

K’olasın tâ’if-i dergâh-ı İlâh

Zekât

Nâbî’nin en çok üzerinde durduğu konular-dan biri zekâttır.

İnsan üzerinde zekâta ait olan bir tanecik bile bırakmamalı. Zekâtını verenin malında bereket ve hayır vardır. Zekâta ayrılan o mal Hazret-i Allah’ın hakkıdır, bu yüzden Hayri’nin zekâtı ihmal etmemesi gerekir. Zekât, fakirlerin hakkıdır. Üstelik zekâtını veren Allah’ın emri üzerinedir ve Allah zekâtını verenin malının bi-rine on verir. Malın telef olması, zekâtını verme-mektendir. Ayrıca zekâtı vermemek bazı musi-betlere de hedef olur.

Bir toplumda huzur ve refahın bulunması ge-lirin eşit dağılımıyla mümkündür. İdeal bir dev-lette zengin ve fakir arasında uçurum bulunmaz. Zekât ise dengeyi sağlayan hassas bir terazidir. Zekât, zenginin fakire vermesi gereken bir hak-tır. Sosyal hayatta fakirliği ve zenginliği yaratan Allah, zekâtı fakirlere tahsis etmiştir.

Eyleyen fakr ü gınâyı temkînİtmiş anı fukaraya ta’yîn

Her şeye kadir olan Allah’ın birini zengin yaratırken diğerini fakir etmesinin elbette bir hikmeti vardır. Bu yüzden zenginlerin, fakirlerin hakkını kesmeyip senesi geldikçe zekâtını ver-mesi gerekir.

Ey Hayri, senin elinden bir açın doyması, nice camiyi tamir ettirmenden yeğdir. Bir susuza su vermen, her yıl Kâbe’yi ziyaret etmenden daha hayırlıdır. Senin yüzünden ihtiyaç sahiplerinin sevinmesi ne büyük saadet, ne büyük yücelik, ne büyük devlettir. Hem gizli gizli ve çok çok şükret; hem de aynı şekilde ihtiyaç sahiplerine ihsanda bulun. Yaptığın hayrı da başa kakma.

Fakirlere lütuf ve ihsanda bulunduğunda

riyakâr davranmamak da ayrıca teşekküre değer.

Dipnot1. Prof. Dr. Abdülkadir Karahan, Nâbî, Ankara, 1987, s. 60.2. Yrd. Doç. Dr. Mahmut Kaplan, Hayriyye-i Nâbî (İnceleme-

Metin), Ankara 1995

60 OCAK 2017 somuncubaba 61

Page 34:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

İNSAN ŞAHSİYETİNE, ONURUNA VE ÖZGÜRLÜĞÜNE ÖNEM VEREN BİR İSLÂM HUKUKÇUSU:

EBÛ HANÎFE

FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*

Yüce dinimiz İslâm’ın insanlığa getirdiği

en temel değer insanı muhâtap alması,

onu merkeze koyması ve insan şahsiyeti-

ni korumasıdır. Tîn Sûresi’nde insanın en güzel

surette yaratıldığını ifade eden Yüce Rabb’imiz,

hükümlerini de bu güzel surete uygun olarak

vaz etmiştir. İnsanın insanca onurlu ve şahsi-

yetli olarak yaşaması İslâm’ın en temel hedef-

lerinden biridir. Bunun için de Allah (c.c.) insanı

kendisine kul yapıp başkalarına kul olmaktan

kurtarmıştır. Zira başkasına kul ve köle olanın

Allah’a gerçek anlamda kul olması mümkün

olmaz. Şahsiyeti olmayan insan İslâm’ın yüce

hakikatlerini temsil edemez. Eski ve çağdaş

bütün sistemler bir şekilde insanı köleleştirme

ve şahsiyetsizleştirme esasına dayanır. Bunu

yapmak için de insanların zaaflarını kullanırlar.

Paraya, mala ve makama düşkünlük insanın en

önemli zaaflarındandır. Bu zaaflarını putlaştıran

insan daima şahsiyet ve onurundan taviz verir.

İslâm ise getirdiği esaslarla insanları bunlara

karşı uyarır.

Dört büyük mezhebin meşhur imamların-

dan biri olan İâam-ı Âzam Ebû Hanîfe de icti-

hadlarında insan onur ve şahsiyetine büyük

önem vermekle dikkat çeker. Ebû Hanîfe’nin

sisteminde kamu yararının ve kişi hak ve hürri-

yetlerinin gözetilmesinin önemli bir yeri vardır.

Mesela ona göre; bülûğa ermiş kız velîsiz ev-

lenebilir, babası tarafından evlendirilen bülûğ

çağındaki kız nikâhı feshedebilir, malını saçıp

savuran sefîhin ve borçlunun ehliyeti kısıt-

lanamaz, vakıf işlemi bağlayıcı olmayıp vakfı

yapan bu kararından dönebilir, zimmîler bir-

birine şahitlik yapabilir, atıyla savaşa katılana

ganîmetten iki pay verilir. Onun bu gibi fıkhî

görüşleri insan onur ve şahsiyetini koruma an-

layışının sonucu olarak değerlendirilmiştir. Zira

belirtilen görüşleriyle o, kişilerin temel hak ve

hürriyetlerini güvence altına almak istemiştir.

Hatta o, fetvâlarında bir takım ilke ve amaçları

göz önünde bulundurmuştur. Mesela kişilerin

kural olarak borçsuz ve sorumsuz olması, yetiş-

kin insanın hukûkî işlemlerini mümkün olduğu

ölçüde geçerli sayması, ihtilaflı konularda fakir

ve zayıf tarafı gözetmesi böyledir.1

Onun insan onur ve şahsiyetine verdiği de-

ğeri anlatmak için sefîh denilen ve malını ted-

birsiz şekilde harcayan ya da saçıp savuran

kimsenin hukûkî tasarruflarına ilişkin ictihadını

örnek olarak verebiliriz.

Ebû Hanîfe’nin hürriyetçiliğini ön plana çı-

karan meselelerden birisi sefîhin hacri yani

sözlü tasarruflarının kısıtlanması konusundaki

ictihâdıdır. Zira o, İslâm hukukçularının çoğun-

luğunun aksine, sefîhin hacir edilmeyeceği ya

da sefîhliğin hacir sebebi sayılamayacağı görü-

şünü benimsemiştir. O, bu konuda öne sürdüğü

gerekçelerde insan hürriyetine ve onuruna ne

kadar değer verdiğini ortaya koymaktadır.

İslâm hukukçularının çoğunluğu, çeşitli ge-

rekçelerle sefîhin hacir altına alınabileceğini

kabul etmişlerdir. Sefîhin hacrini savunan İslâm

hukukçularına göre sefîhe getirilen kısıtlama-

nın olumsuz bir yönü yoktur. Hacrin gerçek se-

bebi, sefîhin malının korunması ve kendisinin

bir süre sonra başkalarına el avuç açacak duru-

ma düşmemesi ve kamu yararının korunması-

dır. Sefîh, malında yerli yerince tasarruf yapa-

madığından kendisini kontrol edecek ve malını

koruyacak birisine muhtaçtır. Bu da ancak onun

hacir edilmesiyle gerçekleştirilebilir. Sefîhin

hacir edilmesi kamunun zararını bertaraf eder.

Zira hacir ile malı korunan sefîh başkasına el

avuç açmaktan kurtulur, nafakasını temin husu-

sunda devlet hazinesine de yük olmaz.2

Çoğunluğun bu yaklaşımına karşılık Ebû

Hanîfe sefîhin hacr altına alınamayacağını sa-

vunmuştur. Onun gerekçeleri şöyledir:

Prensip olarak bülûğa ermiş akıllı ve hür bir

kişi hacir altına alınamaz. Ona göre malını amaç-

sız ve maslahata uygun olmayan tarzda, yani

“Dört büyük mezhebin meşhur imamlarından biri olan İmam Azam Ebû Hanîfe de içtihatlarında insan onur ve şahsiyetine

büyük önem vermekle dikkat çeker. Ebû Hanîfe’nin sisteminde kamu yararının ve kişi hak ve hürriyetlerinin gözetilmesinin

önemli bir yeri vardır.”

62 OCAK 2017 somuncubaba 63

Page 35:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Dipnot*Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN1. Bk. Abdullah Kahraman, “Ebû Hanife’nin İctihatlarında İnsan

Hürriyetine ve Onuruna Verdiği Önemi Gösteren Bir Örnek-Sefi-hin Hacredilmemesi”, İslâmî Araştırmalar, 2002, cilt: XV, sayı: 1-2 [Ebû Hanîfe Özel Sayısı], s. 247-253.

2. Abdullah Kahraman, a.g.m., s. 249-250. 3. Abdullah Kahraman, a.g.m., s. 252.

yersiz olarak sarf edecek derecede savurgan

olsa da, sefîhin kendi malındaki tasarrufları ge-

çerlidir. Hatta hâkim hacir altına aldıktan sonra

borç ikrârında bulunan sefîhin ikrârı geçerlidir.

Sefîh, dinî hükümlerle yükümlüdür. Zira kişinin

dinî yükümlülüklerle muhâtap olması ehliyet-

le olur. Bunun şartı da akıllı olarak bülûğa er-

mektir. Sefîhlik akıl ve temyizde bir noksanlık

meydana getirmez. O zaman hukûkî hükümle-

re de muhâtap olan sefîhin evlenme, boşama

gibi sözlü tasarrufları geçerli sayılır. Aynı şekil-

de sefîh kul haklarına ait borçları karşılığında

hapsedilir, suç işlediğini ikrar ederse bundan

sorumlu tutulur ve suçlarından dolayı cezalan-

dırılır. Bülûğdan sonra bir kimse sefîhliğinden

dolayı hacredilecek olsaydı, öncelikle suç

ikrârından dolayı hacredilmesi gerekirdi. Çünkü

cana gelecek zarar mala gelecek olandan daha

büyüktür. Üstelik sefîh malını ölçüsüz harcadığı

için ona kısıtlama getirenler, nikâh akdi yapma-

sını câiz görmektedirler. Böyle bir kimsenin ha-

nımına vereceği mehir konusunda da bir kısıt-

lama getirmemektedirler. O zaman sefîh isterse

evlenme ve boşanma yoluyla da bütün malını

harcayabilir. Ebû Hanîfe’ye göre bu görüşü sa-

vunanlar büyük bir çelişki içerisindedirler. İn-

sanları ıslahın yolu yasaklama değildir.

İnsan akıllı olarak bülûğa erince ehliyeti ta-

mamlanır ve şahsiyeti oluşur. Böyle bir durum-

da iken onu hacir altına almak, yani ehliyetini

kısıtlamak insanlığının çiğnenmesi ve saygınlı-

ğının heder edilmesi anlamına gelir. Şayet ‘’Bu

onun yararını korumak içindir.” denilirse, buna

şöyle cevap verilir: “Kişinin insanlığının heder

edilmesi ve onun hayvanların ve delilerin se-

viyesine düşürülmesi malının zarara uğratılma-

sından daha kötüdür. Zira yerleşik genel hukuk

kuralına göre, ‘Daha büyük zararın bertaraf

edilmesi için daha hafif olana katlanılır.’ Bu se-

beple sefîhin hacr altına alınmaması onun ya-

rarı açısından daha uygundur.”

Bu bilgilerden anlaşıldığına göre Ebû Hanîfe,

sefîhin hukûkî tasarruflarının kısıtlanmasını kişi

onur ve hürriyeti açısından uygun görmemek-

tedir. Bu onun başıboşluğu onayladığı anlamı-

na gelmez. Çünkü onun fıkhının temel özellik-

lerinden birisi de, hükümlerin hukûkî tarafını,

âhirete ilişkin dinî yönünden zaman zaman ayrı

değerlendirmesidir. Yani bir şeyin hukûken ge-

çerli olması ayrı, dinen sorumluluk getirmesi

ayrı bir şeydir. Şekil şartları açısından hukûken

geçerli olan bir işlem dînen ve vicdânen câiz

olmayabilir. Mesela taraflar içlerinde bir takım

gizli niyetler taşıyıp, hatta gizlice anlaşarak

şeklen uygun olan işlemleri yapabilirler. Şek-

len uygun olduktan sonra bunların geçersiz ol-

duğu söylenemez. Ancak bunu yapanlar dînen

ve vicdânen sorumlu olurlar. Ebû Hanîfe ferdî

hürriyete önem verdiği için, dinî ilkelere aykırı

olmadıktan sonra devletin ferde müdâhalesini

doğru bulmaz. O, insan şahsiyetinin yasaklarla

değil, hürriyetlerle gelişeceğini savunur.3

Ebû Hanîfe insanın özgürlüğünü savunur-

ken aslâ onun sınırsız bir başıboşluğa ve so-

rumsuzluğa düşmesine müsâade etmez. Bütün

meselesi insana güvenmek ve hak ettiği değeri

vermektir. Onun fıkıh sisteminde boşluk gibi

gözüken bazı hususlar mutlaka başka ilkelerle

kontrol altına alınmıştır. Mesela bülûğ çağına

eren kızın evlilik kararını verebileceğini söy-

leyen Ebû Hanîfe, velîyi tamamen devreden

çıkarmaz. Kızın yanlış karar verme ihtimaline

karşı velîye denklik noktasında evliliğe itiraz

etme hakkı tanır. Şayet velî kızının denk biri-

siyle evlenmediğini mahkemede isbat ederse

nikâhı bozdurabilir.

Sen yılanın zehrine, dermanı saklayansın.Geceyi sabah eden, karayı aklayansın.

Ne olur yüreklere derdi hüznü değdirme.Gariplerin boynunu, Kadir Mevla’m eğdirme.

Viran olmuş kalpleri, vefasıza yıktırma.Dip köşede yatırıp, kapılara baktırma.

Cümle öksüz yetimin sen derdini bana yaz.Bir ananın babanın, hasretliğidir ayaz.

Sen Rahmansın Rahimsin, kulu bırakma darda.El ver düşene Mevla’m, dipsiz derin o yârda.

Eller sana açılır, kudretin hürmetine.Afiyet ver sıhhat ver, Resul’ün ümmetine.

Cananı can yanında, canı canan yanında. Ayırma hem dünyada hem de gönül hanında.

Hayırla gelsin ölüm, kapımı çalacaksa Hazır kıl beni sana, bu vuslat olacaksa.

Dert senden derman senden, türlü derdi sun ama.İmtihan dünyasında ailemle sınama.

Niyaz

Umut kapılarından ümitsizce çevirme Kara haberle bizi, bir dağ gibi devirme

Elbet senden gelmişiz, elbet bu dönüş sana.Kaynayan bir ihlâsı, azık eyle insana.

Şafi sensin yarabbi, şifa bekleyen kula.Sen ki filiz verensin, kırılmış kuru dala.

Ne bir çocuk ağlasın, ne de bir yürek yansın Sen rahmeti bol rabbim, yeri göğü duyansın

Huzur bir muştu gibi kapımıza dayananKalp gözü açık olsun, Arif olsun uyanan

İbrahim ŞAŞMA

64 OCAK 2017 somuncubaba 65

Page 36:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Günümüzde roman, in-

sanların tarihe karşı bakı-

şını etkileyen ve tarihe ilgi

duyulmasına sağlayan bir

edebî tür olarak bilinmek-

tedir. Vedat Ali Tok tara-

fından kaleme alınan Kadı

Burhaneddin romanı “Kadı”

da günümüz okuyucusunun

ilgiyle karşılayabileceğini

düşündüğümüz bir eser.

Romanda Selçuklular-

dan sonra ortaya çıkan

beylikler arasındaki müca-

deleler canlı tasvirlerle yer

almaktadır. Eserin merke-

zinde 14. yüzyıl ortalarında Kayseri’de kurulan

Eretna Beyliği ve burada bulunan bir kadı, daha

sonra kendi devletini Sivas’ta kuracak olan Kadı

Burhaneddin bulunmaktadır.

Burhaneddin Ahmed 1345 yılında Kayseri’de

dünyaya geliyor. Harezm’den Anadolu’ya göç

eden Oğuzlar’ın Salur Boyu’na mensup bir ai-

leden gelmektedir. Farsça “Bezm ü Rezm” adlı

biyografisini ve hükümdarlık döneminin tari-

hini yazan Aziz bin Erdeşir-i Esterabadî, Kadı

Burhaneddin’in cedlerinin âlim-kadı olduklarını

bildiriyor.

Romanda Kadı Burhaneddin’in daha 4 ya-

şında iken eğitim öğretime başladığı, çile ve

mücadele dolu bir hayatın

içinde geçen yaşantısı ay-

rıntıları ile veriliyor. 14 ya-

şında iken babası ile birlikte

Mısır’a gidiyor burada fıkıh,

usûl-i fıkıh, ferâiz, hadis,

tefsir, heyet ve tıp gibi bi-

lim derslerini takip ederek

dört mezheb (Hanefî, Şâfiî,

Mâlikî, Hanbelî) hakkında

tahsil görüyor. Şam’a geçip

burada da devrin önemli

âlimlerinden dersler alıyor.

Hac dönüşü babasını kay-

bediyor. Nihayet Kayseri’ye

gelerek burada kadılığa

başlıyor. Kayseri o zaman Selçuklu Devleti’nin

yıkılmasından sonra kurulan ufak beyliklerden

biri olan Sivas ve çevresinde kurulmuş olan

Eretna Beyliği idaresi altındadır. Kadılığı es-

nasında haksever tutumu, başarılı hükümleri

ve adaletli idaresi ile halka kendini sevdiriyor.

Daha sonra ise daha yüksek mevkilere kadar

tırmanıyor.

Kadı Burhannedin bu siyasal uğraşları yanın-

da edebiyat ve özellikle şiir ile yakından meş-

gul olmuş ve özellikle gazel, tuyuğ ve rubailerle

dolu büyük bir Divan ortaya çıkarmıştır. Onun

en bilinen şiiri aynı zamanda hayat felsefesini

de ortaya koyan şu tuyuğudur:

KİTAP / Yusuf HALICI

Ezelde Hak ne yazmış ise bolur

Göz neni ki görecek ise görür

İki âlemde Hakk’a sığınmışuz

Tohtamış ne ola, ya Ahsah Temür

Kadı romanında aynı zamanda şair ve bilim

adamı olan Kadı Burhaneddin’in şiirlerine de

yer veriliyor, günümüz Türkçesiyle açıklamaları

yapılıyor.

Eserin arka kapağındaki şu ifadeler ise roma-

nın muhtevasını en iyi şekilde ortaya koyuyor:

“Türk tarihinin en kırılgan zamanlarında

kendini gösteren adaletli bir kadı, akıllı bir hü-

kümdar, lirik bir şair… Her yaşta ilme talip bir

er… Gençliğinden itibaren kendisini heyecanlı

ve çoğu zaman tehlikeli bir hayat macerasın-

da bulmuş ömrünün sonuna kadar neredeyse

âsûde bir gün görmemiş fakat bundan hiç de

şikâyet etmemiş bir lider… Kayseri’de temelini

attığı, Sivas’ta kurduğu devlet ile komşu bey-

likleri hükümranlığı altına almaya çalışan bir

sultan… Timur’un çekindiği ender savaşçı… Bir

âlim… Kahramanlık, felsefe ve aşk şairi… Kadı,

şair, âlim, hükümdar… Kadı Burhaneddin Ah-

med… Bu eser Kadı Burhaneddin’in mücadele

dolu yaşantısının romanıdır.”

Daha çok biyografik romanları ile tanıdığımız

Vedat Ali Tok, Fuzûlî ile ilgili Pervanenin Rüyası,

Şeyh Galip’le ilgili Semender, Gevher Sultan ve

1921 yılında Sakarya Savaşına katıldıkları için

o yıl mezun veremeyen Kayseri Lisesinin genç

kahramanlarını anlattığı “Kayseri Lisesinden

Nûra Koşanlar” isimli romanların yazarıdır.

Kadı (Kadı Burhaneddin Romanı) Akıl Fikir

Yayınları, 2016 İstanbul.

Gıybet “Ölü Eti Yemenin Adı”İmam GazalîGelenek YayıncılıkTel: 0212 562 01 71

Senden Seni İstiyorum Allah’ımŞerif YusufSufi KitapTel: 0212 511 24 24

Karabekir’in KavgasıCemil KoçakTimaş YayınlarıTel: 0212 511 24 24

Allah İçin SevBilal İşgörenNesil YayınlarıTel: 0 212 551 32 25

Nefs PsikolojisiDr. Mustafa MerterKaknüs YayınlarıTel: 0 216 341 08 65

KİTAPLIK

Kadı Burhaneddin Romanı

66 OCAK 2017 somuncubaba 67

Page 37:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

NEFSİN HEVASINA ALDANMAMAK

EĞİTİM / Mürsel GÜNDOĞDU

İnsan, Hevasının Kölesidir

İnsanoğlu heva ve hevesinin peşinden git-

meye meyilli olan bir yaratılışa sahiptir.

Fıtratın ve vicdanın direnişine, Yüce

Rabb’imizin ve O’nun kutlu elçilerinin olanca

uyarılarına rağmen âdemoğlu, nefsinin heva ve

heves tuzağına düşmekten geri durmamıştır.

İnsan nefsi, hevasının telkinleriyle helallerden

ziyade haramlara heves etmiş, Rabb’inin yasak-

ları ve dünya hayatının çirkinlikleri ona daha

güzel ve cazip hale gelmiştir.

Furkan Suresi 43. ayet-i kerimede Yüce

Rabb’imiz bu hususu şöyle ifade buyurmaktadır:

“Hevesini kendine tanrı edineni gördün mü?

Ona sen mi vekil olacaksın?”

Hevesinin peşinden koşup giden kimse

dünya hayatında otorite olarak kendi arzusunu

kabul etmekte, Yüce Allah’ın mutlak hükümran-

lığını ise göz ardı etmektedir. Bu durum insa-

noğlunu hidayetin aydınlık yolundan koparıp

dalaletin, fıtrata ve vicdana ihanetin karanlık

dehlizlerine gark etmiş ve sonu hüsranla neti-

celenen sonu gelmez yolların yorgun ve bitkin

yolcuları haline getirmiştir. Oysa bu konuyla il-

gili ayetler çok sarihtir ve insanı açık olarak bu

tuzaklardan koruyup kollayacak mesabededir.

Gelin görün ki Yüce Rabb’imizin nasihatleri-

ne, uyarılarına göz ve gönüllerini tıkayanlar bu

uyarıları görmezden gelmiş ve bunlardan ibret

almayarak heva ve heveslerinin esiri olmaktan

kurtulamamışlardır.

Casiye Suresi 23. ayet bu husustaki en çıp-

lak uyarıcıdır insanoğluna:

“Heva ve hevesini tanrı edinen ve Allah’ın

(kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, ku-

lağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne

de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu

Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ

ibret almayacak mısınız?”

Heva, İnsanı Gurur Bataklığına Sürükler

Yüce Rabb’imizin sadra şifa veren emir ve

yasaklarının yolundan giden gönül dostları,

bunları kendi hayatlarının baş düsturları olarak

sadece yaşamakla kalmamış aynı zamanda ken-

di dostlarını ve ihvanlarını bu güzelliklere da-

vet edip tuzaklar hususunda da uyarmışlardır.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in heva ve heves

hususundaki aşağıdaki ölçüsü, bütün gönül ta-

biplerinin olduğu gibi sohbetleri ile binlerce

gönül eri yetiştirmiş Es-Seyyid Osman Hulûsi

Efendi Hazretleri’nin de temel kıstası olmuştur.

Rasûlullah Efendimiz bu hususta şöyle bu-

yurmaktadır:

“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası

için çalışandır. Âciz kişi ise, nefsini hevâsına tâbi

kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durmayı

kâfi görendir.” 

Nefis, Yüce Allah’ın emir ve yasaklarının ken-

disine yükleyeceği zorluk ve sıkıntılara göğüs

germekten hiç hoşlanmaz. Bununla da yetin-

meyerek insanı gelip geçici dünyalık sevdaların,

oyun ve eğlencenin peşine sürükler. Bu hileye

kanan insan bir anda küçük bir su damlasından

yaratıldığını unutarak mağrur olmaya, alçak dağ-

ları sanki kendisinin yarattığı gibi devasız bir

gurur illetine müptela olur. Bu durum modern

asrın insana dair en büyük yanılgısıdır ve sadece

insanın kendisini ifsat emekle kalmayan aksine

bütün yeryüzünü fesada uğratan bir aldanıştır.

Yaşadığı bütün zorluklar ve sıkıntılar karşı-

sında sabretmesini bilmiş, tevazuu ve ihlâsıyla

küçüklüğünden itibaren herkesin saygı ve sev-

gisini kazanmayı başarmış bir Allah dostu olan

Hulûsi Efendi Hazretleri Nasihat adlı veciz şii-

rinde; “Nefsin hevâsı için mağrûr olup aldanma”

buyurarak insanları bu kör kuyudan çıkarmayı

murat etmiş ve çağın aldanışına karşı dikkat

çekmek istemiştir.

Nefsin hevâsı için mağrûr olup aldanmaYüzüne bassın kadem her ayağın yolu ol.

“Hem eserleri hem de yaşantısıyla gül ve gönül medeniyetimizin kendisinden sonraki nesillere aktarılmasında bir irfan köprüsü

olan Hulûsi Efendi Hazretleri Nasihat şiirinde; ’Yüzüne bassın

kadem her ayağın yolu ol’ buyururken yolundan gidenlere

tevazuun asıl zirvesini işaret etmiştir.”

68 OCAK 2017 somuncubaba 69

Page 38:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Zira dünyanın alev sarmalına dönüştüğü ve

mazlum insanların, kadınların ve masum çocuk-

ların feryatlarının arş-ı alaya ulaştığı günümüz

dünyasında en büyük vebal, heva ve hevesleri-

ni ilâh edinip gurur ve kibir hastalığına müptela

olanlarındır. Görünen odur ki insanoğlu, fıtratın

dingin sularına ve vicdanın engin göklerine ka-

natlanmadıktan sonra bu tufan ve aldanış din-

meyecektir. İşte bu yüzdendir ki Allah dostla-

rının en büyük gayreti insanoğlunun kirlenmiş

vicdanına gür nasihat ırmakları akıtmak ve bu

sayede insanları saf fıtratlarının huzurlu dünya-

sına avdet ettirmek olmuştur.

Heva Hastalığının İlacı, Tevazudur

Heva ve heves, sonu azap olan yolun zehre

bulanmış cilalı azıklarıdır.

Bu yüzden insanoğlu dünyalık hayatın izafî

parıltısına aldanmamak için bir adım atarken

heva ve hevesinin peşinden mi gittiğini yoksa

hayra yönelip sırf Allah rızası için mi çalıştığını

sürekli olarak kontrol etmek zorundadır.

Zira bu gösteriş ve aldanış çağında akıp gi-

den günlük hayatımız ve koşturmalarımız ara-

sında zaman zaman bunu unutabiliyor, vaktimi-

zi, gücümüzü gereksiz yere harcayabiliyor, çıkar

tartışmalarına girebiliyor, kendimizden zayıf

durumda olanlara karşı gücümüzü kabul et-

tirmek için haksız tutumlar sergileyebiliyor ve

dünyalık hayatın hilelerine boyun eğebiliyoruz.

Bütün bunların hepsi Allah’ın rızasını unutarak

heva ve hevesimizin peşine düşmek ve nefsi-

mize hoş gelen gurur perisinin hayallerine al-

danmaktan kaynaklanıyor.

Sad Suresi 26. ayette Yüce Rabb’imiz Davut

Peygamber’in nezdinde biz insanları bu tuzak-

lara karşı şiddetle uyarmaktadır oysa;

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O

halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve

hevese uyma, sonra bu seni Allah’ın yolundan sap-

tırır. Doğrusu Allah’ın yolundan sapanlara, hesap

gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”

Ne var ki insanoğlu unutkanlık hastalığıyla

maluldür. Buna bir de modern çağın sinsi has-

talıkları eklenince işte o zaman âdemoğlu için

felaket kaçınılmaz olmaktadır. Fıtratın ve vicda-

nın susuz kaldığı, açlığa mahkûm edildiği her

asırda gönül sultanlarının yürekleri tevazu azı-

ğıyla beslemeye koyulması ve nasihatlerini bu

minvalde serdetmesi manidardır. Hem eserleri

hem de yaşantısıyla gül ve gönül medeniye-

timizin kendisinden sonraki nesillere aktarıl-

masında bir irfan köprüsü olan Hulûsi Efendi

Hazretleri Nasihat şiirinde; ”Yüzüne bassın ka-

dem her ayağın yolu ol” buyururken yolundan

gidenlere tevazuun asıl zirvesini işaret etmiştir.

Hulûsi Efendi Hazretleri’nin bu nasihati ile

yıkanmak ve çağın heva, heves ile gurur kirle-

rinden arınmak insanoğlu için gerçek bir saade-

tin yollarını açacaktır.

Ne mutlu bu özge nasihat pınarında yıka-

nanlara…

Rûhu okşarcasına öyle ki ılık ılıkİnsanların kalbine bir yol bulup akalım.Kem sözler elin olsun kin ve nefret yerineSusamış gönüllere bol bol sevgi ekelim. Âcizliğin gizlidir dilediğin emândaGüzel olan ne varsa biliniz ki îmandaDönüş olmasın diye gerektiği zamandaTarık bin Ziyat gibi; gemileri yakalım. Orada azık lâzım cennete girmek içinHem dünyada, ukbâda murada ermek içinSâni’nin sanatını her yerde görmek içinYaratılmış ne varsa ibret ile bakalım. Allah rızası için, cephede döktün kanı Çekinmeden her zaman bu yolda verdin canıMelekler arasında nöbet değişim ânıSabahın seher vakti gözlerden yaş dökelim. Îmansızsa bir insan o insan adam olmazNe yapsanız yapınız sevgisiz gönül dolmaz“Sevelim, sevilelim; dünya kimseye kalmaz”Ne Kâbe, ne de Ravza; ne de gönül yıkalım…!!! Hanifi KARA

Sevgi Ekelim

Foto: Ayhan İŞCEN

70 OCAK 2017 somuncubaba 71

Page 39:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Bereketli bir gün... Güya çalışacak, yapıla-

cak işleri tamamlayacağım. Fakat evvela

e-postalarıma ve mesajlarıma bakmam

lazım. Beklediğim mektuplar var, geldi mi? On-

ları görmeliyim evvela...

Bu niyetle bilgisayarımı açtığımda, karşıma

daha evvel görev yaptığım bir fakülteden tanı-

dığım zekî ve fakat ilmî gayreti birazcık az olan

bir öğrencimin mesajıyla karşılaştım. Öğrenci-

miz, okuma ve düşünme gayretiyle harekete

geçen varoluş sorunuyla karşı karşıya. Haklı

olarak, “Ben kimim?” sorusunu sormaya başla-

mış. Demek ki gayrete gelmiş ve okumaya baş-

lamış.

Bu güzel... Okumak, soruları çoğaltmak anlamı-

na geliyor. Ama sorular, “Ben kendimi nasıl tanı-

rım?” şekline dönüşünce... İşte o yaşta sorulması

gereken ve hemen hepimizin bir şekilde sorduğu

ve hâlâ sorduğumuz bu sorular, nasıl oluyorsa bir-

denbire insanı sanki içinden çıkılmaz bir kuyuya

düştüğü zehabıyla baş başa bırakıyor.

Hayır, telaşlanma... O soruyu hepimiz sor-

duk. Kimimiz cevaplar bulduk, yol aldık; kimi-

miz hâlâ bir cevabın peşindeyiz. Bu cümleyi ku-

ruyorum; zira öğrencim samimiyetle şunu not

etmiş mektubuna: “65 yaşına gelince kendimi

tanıdım demek istemiyorum. 21 yaşındayım

zararın neresinden dönersem kârdır diyorum.

Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum...”

Şimdi ben ona, 51 yaşındayım ve hâlâ o

sorularla boğuşuyorum, desem ne olacak? Bir

hayal kırıklığı mı? Hayır, hayır... Okuyan, araştı-

ran ve derdi olan her insanın varlık sorunu et-

rafında zaman zaman bu gibi soruları sorması,

“havf” ve “recâ” arasında saatin sarkacı gibi

gidip gelmesi lazım. Çünkü düşünce bu gidiş

gelişlerde ortaya çıkıyor. Bu hale sufiler, telvin

demişler. Telvin, renkten renge girmektir. Evet,

sorularımız olacak, sorgulayacağız ve kendimizi

bu sorularla tanımaya ve anlamaya çalışacağız.

Telvinin bir üstü temkindir... Oraya gelinceye

kadar çalışıp çabalamak, kendi hakikatimizi id-

rak yolunda gayret sarf edeceğiz. İlim, düşünce

ve sanat bu gayretin meyvesidir.

Aspirin tedavi bekliyordu “genç adam”, o

yüzden ivedilikle mektubuna cevap yazmamı

istemişti... Eskiden olsa, aspirin çözümler su-

nardım. Şimdi kaçınıyorum. Ama yine de ona

değer verip bir mektup yazmalıydım. Oturdum

ve bir mektup yazdım. Şimdi bu mektubu bura-

da, başka öğrencilerimin de yaralarına merhem

olabilir mi bilemem ama özel mektup hüviye-

tinden çıkararak ve ihtisar ederek paylaşıyo-

rum. Buyurun:

KÜLTÜR / Bilal KEMİKLİ

“Sevgili Ahmet, insanın kendini tanıması da biraz ‘öteki’ni tanımasından geçer... Ötekisi kimdir? Son dönemlerde

yüklenilen anlamıyla farklı kültür veya dil değildir sadece. Ötekisi, bizim dışımızdaki herhangi birisi. Bu bazen

kardeşim veya annem ve babam da olabilir. Ötekisi bir aynadır. Buna bakar, kendimi tanırım.”

ÖĞRENCİME MEKTUP

72 OCAK 2017 somuncubaba 73

Page 40:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

“Sevgili Ahmet, insanın kendini tanıması da

biraz “öteki”ni tanımasından geçer... Ötekisi

kimdir? Son dönemlerde yüklenilen anlamıyla

farklı kültür veya dil değildir sadece. Ötekisi,

bizim dışımızdaki herhangi birisi. Bu bazen kar-

deşim veya annem ve babam da olabilir. Öteki-

si bir aynadır. Buna bakar, kendimi tanırım.

Şunu demek istiyorum; evvela, insan insanı

ayna edinmeli...

Evet, başka bir şehre gidip orada yükseköğ-

renime devam etmek, “gurbette” insanın ken-

dini tanıma çabasına girmesi işini biraz daha

kolaylaştıracaktır. Neden? Çünkü baktığını ve

gördüğünü eleştirmen, anlamaya çalışman ve

inceleme konusu yapman daha kolaydır. İnsan

yakınını kolay kolay eleştiremez, incelemekten

çekinir, anladığını sanır.

Bu bakımdan kalkıp başka bir şehre gitmen

güzel... Şehri değiştirmen, kalkıp bir başka yere

gitmen, düşünmeye, anlamaya ve anlamlan-

dırmaya başlamana katkı sağlayacaktır. Şimdi;

bak, seyret, anlamaya çalış... Toleranslı ol, tenkit

et ve doğrula!

Bu gözlemin dışında bir de sağlıklı bir oku-

ma listen olsun.

Bu gayretin doğal olarak kendini tanımanı

sağlayacaktır... En önemlisi insan sadece bak-

mak ve okumakla değil, doğru ve hakiki yolu

kendisine göstermesi için niyaz da etmeli. Ni-

yaz, duadır. Allah’a iltica edip, Rabb’im bana

doğru olanı göster demeyi de ihmal etmemeli.”

Buradaki “Ahmet”e takılıp, “Kim bu Ahmet

demeyiniz?” O, Ahmet’i ben burada yazdım.

Ama kim bilir, belki de o Ahmet sizsiniz. Ben

Ahmet’e bunları yazarken, sadece bir “hoca”

kimliği ile meseleye bakmadım; evet hocayım,

ama aynı zamanda bir babayım. Benzeri sorula-

rı çocuklarımdan da duyuyorum. Onlara oturup

böyle bir mektup yazmadım. Yazmadım; çünkü

bu sorular arttıkça hayretleri ve gayretleri de

artacak diye düşündüm. Ne diyelim? Hak, iyiliği

artırma niyetinde ve kendini tanıma çabasında

olan çocuklarımızın sayısını artırsın.

Akşam yaklaştı, hava kararmakta

Ay çıkacak, yine güneş batmakta.

Kalbim dargın küskün, kırık, yamalı

Gönlüm kararmış katı, yumuşamalı.

Kulağım hep açık bıraktığım kapımda,

Ümitsizce bakar gözüm, ta uzaklarda,

Gönlüm vefalı, hep dostun kapısında

Bir dost yüzü, bir dost sözü, aramakta

Sevdiğim yerde, sevdiğimle olmalıyım.

Umutsuzluğum yok, yari bulmalıyım

Yaşamanın manası, adı, tadı yarmış

Hayatı yar ile yaşamak varmış.

M. Nazmi DEĞİRMENCİ

Hayatı Yar ile Yaşamak

74 OCAK 2017 somuncubaba 75

Page 41:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Günümüz şehir yaşantısı içinde zaman hızlı bir şekilde akıp gidiyor. Her şey sa-yılara odaklanmış âdeta. Sabah şu saat-

te kalkacağız, şu saatte işte/okulda olacağız. Şu kadar iş yapacağız, şu kadar para kazanacağız vb. gibi bir liste uzadıkça uzuyor. Sürekli sayı-ların içerisinde rutin bir döngü halinde günler peşi sıra böyle akıp gidiyor. Tabii bununla bir-likte ömür de gidiyor.

Her zaman daha fazla kazanma hırsı, rızık korkusu gibi nedenlerle bazen burnumuzun ucunu dahi göremeyebiliyoruz. Modern dün-yada insanî değerlerin gitgide unutulması ve kalplerimizin katılaşması ise kapıda duruyor. Karamsar bir tablo çizmek gibi olmasın ama çocuklara nasihat dahi verememenin getirdiği nokta maalesef bu. Eskiden büyüklerimiz biz-lere nasihat ederlerdi ve biz onları saygıyla dinlerdik. Şimdi ise büyükler nasihat etmez ol-muş, bunun nedeni de nasihat edilen kişilerin anlamsız, orantısız tepkisi. “Sana ne be adam, annem misin babam mısın?” gibi tepkilerle bü-yükler, çocuklara ve gençlere nasihat edemez oldu. Dahası aileler de buna zemin hazırlıyor, “Benim çocuğuma ne karışıyorsun?” gibi cüm-lelerle yine nasihat kapısını kapatıyorlar. Tabii herkes böyle değil ama bu çok fazla ve bugün bunun örneklerini acı bir şekilde görüyoruz.

Görgü kurallarından yoksun olma yolunda gitmemiz, şu soğuk kış günlerinde bir dizi has-talıkları da beraberinde getiriyor. Grip, soğuk algınlığı gibi hastalıklar malumunuz bu aylarda çok sık yaygın. Görgü kuralları, toplumsal hayatı-mızı belli bir düzene koyduğu gibi aynı zamanda sağlığımız açısından da büyük bir öneme sahip. Görgü kuralları evlerde neredeyse bahsedilmi-yor ve bunun sonucunda çocuklar, gençler hatta büyükler dışarıda neler yapması gerektiğini bil-miyor. Bakınız otobüslerde sıkça rastladığım bir şey var, bazı çocuklar ve gençler patates cipsle-rini yedikten sonra o yağlı elleri ile tutamaçları tutuyorlar, bu tutamaçları bütün insanlar tutuyor ve böylelikle bir kirlilik hızla yayılmış oluyor. Görgü kurallarına göre araçlarda bir şey yenmez, yense dahi temiz tutmak bir zorunluluktur. Son-

ra telefonla konuşmaya başlayan bazı büyükler, gideceği yere kadar bağırarak konuşmaya de-vam ediyor, bu, diğer yolcuları rahatsız eden bir tutumdur. Bunun yerine otobüste olduğunuzu belirtip daha sonra arayan kişiye, arayacağını belirtip kapatması makbuldür. Bu satırları yaz-mayı istemezdim ama bu kadar olumsuzluğun peş peşe sıralandığı ve kimsenin de umurunda olmaması bu satırların yazılmasına vesile oldu. Bakıyorsunuz adam hapşırıyor, öksürüyor; elini yıkamadan, silmeden tokalaşıyor. Bunlar hep görgü kurallarını bilmemekten, karşımızdakilere verdiğimiz zararları bilmemekten kaynaklanıyor. Hapşırdığımız, öksürdüğümüz zaman ellerimizi yıkamalı, elimiz temiz değilse tokalaşmakta ısrar etmemeli.

Bir diğer konu da otobüslerde büyüklere, hamilelere ya da engelli bireylere yer verilme-mesi sorunu. Benim aklımın almadığı şeyler var, gayet akıllı ve bir şeyler öğrenen nesil, toplum-sal konularda vurdumduymaz olmamalı. Hepsi olmasa bile ezici çoğunluğunda şahit olduğum bu durum beni rahatsız ediyor. Yaşlı bir adam ya da teyze otobüse bindiğinde bakıyorum genç-lerin umurunda değil ve özellikle genç kızlar da hiç yer verme zahmetinde bulunmuyor, görgü kuralları noktasında genç kızlar bundan muaflar mı acaba? Zaman zaman sosyal medyada bunu çeşitli görsellerle ifade ediyorum çünkü doğru bir davranış şekli değil. Ama yazmak da gere-kiyor ki, bir silkinip kendimize gelelim, neler yaptığımızın farkına varalım. Bazen olur ki bi-rilerinin bizlere bunları hatırlatması gerekiyor. Hem kendime hem de siz değerli okurlarıma hatırlatmış olayım ki belki dalga dalga yayılır.

Büyüklerden bu incelikleri görmeyen çocuk-lar ve gençler de haliyle kendi bildikleri gibi hareket edip bu ve bunun gibi konulara çok fazla dikkat etmiyorlar. Oysa birlikte yaşamanın bir kültürü var. Evvela kendimize saygımızın olması lazım ve sonra da bu etrafımızdakilere yansıyacaktır. Sevginin saygının unutulmadığı, insanın özünde sevginin yattığını bilmek ve ona göre davranmak durumundayız. Gönül kapısı sevgi yoluna açılır.

EĞİTİM / Erol AFŞİN

“Görgü kuralları, toplumsal hayatımızı belli bir düzene koyduğu gibi aynı zamanda sağlığımız

açısından da büyük bir öneme sahip.“

UNUTULAN DEĞER

ÂDÂB-I MUÂŞERET

76 OCAK 2017 somuncubaba 77

Page 42:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Osmanlı, tesis ettiği devlet ve medeni-

yetle, kanatları altındaki milletler-din-

ler topluluğuna yüzyıllarca insanlık,

adalet ve hoşgörüyle hükmetti. ‘Medeniyetin

Efendisi’ olarak dünyaya ve gönüllere taht kur-

du. İnsanlığa sunduğu barış, medeniyet ve ada-

letle ülkesini, “Selamet Cenneti”, “Güneş Ülke”

ve “Barış Kalesi“ burcuna yükseltti. Yüzyıllar

boyunca kendi ülkesini ve kanatları altındaki

devlet ve toplumları şenlendirdi.

Nice mazlum/zayıf devletlere ve toplumlara

barış ve medeniyet götürdü. Kıtalar ve okyanuslar

ötesindeki devletler ve toplumlar bile Osmanlı’yı

topraklarına davet etti. Kendilerini kurtarmasını

ve rahata kavuşturmasını istedi. Osmanlı, aranan

ve yolu beklenen kurtarıcı bir devletti. Barış ve

adaletin tek güvencesi ve sığınağıydı. O, tarihin

son medenî ve insanî devletiydi.

Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi baş-

ta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere geride

kalan coğrafyalarda “barışın sonu” oldu. Pan-

doranın kutusu açıldı; Os¬manlı zamanındaki

barış ve medeniyete hasret kalındı. Buralara

Osmanlı’nın arkasından, sömürge, asimilasyon

ve teröre dayanan Batı ve güdümündeki dü-

zenler egemen olunca, barış ve insanlık esası

üzerinde yükselen ve tesisi asırlar süren has-

sas siyasî-içtimaî dengeler bozuldu, medeniyet

kubbesi çöktü; sulh ve sükûnun yerini krizler ve

savaşların alması kaçınılmaz hale geldi.

Osmanlı’yı meydana getiren ve yüzyıllar bo-

yunca ayakta tutan sebepler, günümüzde sanki

yeniden tezahür etmektedir. İnsanlık; dünya-

nın dengesini bozan, barış ve istikrarını tehdit

eden haksızlık, zulüm ve anarşiler karşısında,

“Osmanlı benzeri” bir devlet düzenine ve me-

deniyet projesine/pratiğine ihtiyaç duyduğunu,

her geçen zaman daha güçlü olarak dışa vur-

maktadır. Yeryüzünde süre giden bunalım ve

karmaşalar gayri ihtiyari olarak eski “Osmanlı

Ruhu”nu geri çağırmaktadır.

Barış ve Medeniyetin Efendisi

Osmanlı Devleti, hâkimiyetindeki farklı

etnik-dinî kimliğe mensup sayısız milleti asırlar

boyunca bir arada tutmuş ve İslâmiyet’in vaat

ettiği ideal barış ve medeniyeti, çatısı altındaki

bütün insanlara ve gölgesinin uzandığı bütün

coğrafyalara teneffüs ettirmeyi başarmıştır. 24

milyon kilometrekarelik bir sahada 72 buçuk

milleti, 265 farklı dini anlayışı, 600 küsur sene

sükûnet ve huzurla bir arada tutabilme/kay-

naştırma; tüm zamanların ideal birlikte yaşa-

ma modellerinden birini tatbik etme başarısını

göstermiştir.

TARİH / İsmail ÇOLAK

“Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere geride kalan coğrafyalarda ‘barışın sonu’ oldu. Pandoranın kutusu açıldı; Osmanlı zamanındaki barış ve

medeniyete hasret kalındı.”

OSMANLI’SIZYÜZYILDA

BARIŞA HASRET TOPRAKLAR

78 OCAK 2017 somuncubaba 79

Page 43:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

ulaştığı dönem itibariyle yüzölçümü 24 milyon

km²’ye ulaşan, tesiri altındaki coğrafyalarla bir-

likte dünya genelinin %37,8’ini (nüfus olarak

da %40,1’ini) idaresinde tutan ve otuzdan fazla

milleti, devleti ve üç ilâhî dinin müntesiplerini

içinde barındıran dev bir cihan devleti konu-

muna erişmişti.

Bu çerçevede, Rus Çarı II. Aleksadr’ın görev-

lendirmesiyle Sırplar ve Bulgarların isyan edip

bağımsızlıkları kazanmalarında büyük rol oyna-

yan General Çernayev (1828-1896), Osmanlı’nın

kurduğu sağlam düzeni yıkmakta ne denli zorlan-

dıkları hakkındaki itirafı oldukça dikkat çekicidir:

“Türklerin, düzinelerce milleti idare edebilmele-

rindeki başarının sırrını anlamıyorum. Onlar, mil-

letleri bir kere yeniyorlar. Fakat kazandıkları zaferi

ruhlarda ve nesillerde yaşatmayı biliyorlar. Bir de-

ğil, birkaç ihtilal bile Türk’ün iliklere işleyen gizli

hâkimiyetini yıkmaya kâfi gelmeyecektir. Zaten

yarı Avrupa’yı asırlarca boyunduruk altına almak

başka türlü mümkün olamazdı.”

Üstelik Osmanlı coğrafyasının karmaşık ya-

pısına rağmen, sınırlar dâhilinde herhangi bir

“medeniyet çatışması” da vuku bulmamıştı. Bu

bakımdan, farklı coğrafya, kültür, din ve hayat

geleneğine sahip toplulukları, büyük bir coğraf-

ya içerisinde uzun asırlar bir arada yaşatabilme

becerisini, devlet ve medeniyet anlayışını or-

taya koyan Osmanlı tecrübesi, Prof. Mehmet

Genç’in ifadesiyle “Hem Türk hem İslâm tari-

hinde rakipsiz olduğu gibi, dünya tarihinde de

benzeri az olan büyük bir siyasî tecrübedir.”

İnsanlık Âleminin Velinimeti

Devlet-i Âli Osman, az önce de belirttiğimiz

gibi Millet Sistemi çerçevesinde farklı her mil-

letin kendi kimliğini, inancını ve var olma hakkı-

nı korumasına izin vermiştir. Millet Sistemi’nin,

Osmanlı düzeninin/medeniyetinin ve birlikte

yaşama kültürünün teşekkülündeki rolü olduk-

ça mühimdir.

Bu noktada İlber Ortaylı’nın şu tespitleri ga-

yet yerindedir: “Millet teşkilatı, kavim ve lisan

aidiyetine göre değil, din ve mezhep aidiyeti

esasına dayanan, içtimaî teşkilatlanma ruh ha-

lidir. Millet sistemi bir kompartıman sistemidir

ve insanlar kendi dinî kompartımanının üyesi

olarak en alttan üst çizgiye yükselme imkânına

sahiptir ve bunun için mücadele ederler. Millet-

lerin idarî teşkilatı onların merkezle antlaşma,

müzakere ve istimalet sisteminde olduğu gibi

bir tür akitle dinî hürriyet, kültürel muhtariyet

ve idarî işbirliği statüsünü vermesidir. Millet

nizamı, tarihin kendine özgü bir olayıdır; ne ko-

loniyalist imparatorluklarda azınlık milletlerin

durumuyla ne de federatif yapılarla benzeştiri-

lemez. Batı tipi milliyetçiliğe temel olamaz; Batı

tipi milliyetçilik, bu sistemle çatışarak ve onun

silinmesiyle gelebilmiştir.”

Osmanlı, kılıç zoru ve kaba kuvvete fazla

tevessül etmeden, sahip olduğu uçsuz bucak-

sız topraklarda mucizevî bir düzeni ve İslâmî

bir medeniyet modelini fevkalade maharet ve

hassasiyetle tesis ederek asırlar boyunca ayak-

ta kalmıştır. Bu harikulade düzenin temelinde,

kay¬nağını İslâm’ın cihanşümul hoşgörü ve

adaletinden alan, karşılıklı güven ve gönül rı-

zasına dayanan, gerçek insan haklarının geçerli

olduğu âdil, insanî ve hoşgörülü bir sistem yat-

maktaydı.

Son dönem Osmanlı devlet adamlarımızdan

Sadrazam Said Halim Paşa, Osmanlı’nın birbi-

rinden çok farklı özelliklere sahip topluluklar

arasında sağladığı birliktelik ve ahengin esas-

larını ve bunda İslâmiyet’in oynadığı rolü şöyle

izah etmiştir:

“Osmanlı Devleti’nin kuruluş esasları çok

özel bir mahiyet taşır. Bu devleti teşkil eden

milletler, ırk, lisan ve millet olmak bakımların-

dan o kadar farklıdır ki, böyle bir siyasî teşek-

küle bir Avrupalı pek güç akıl erdirebilir. Çün-

kü Avrupalıların fikir ve inançlarına göre siyasî

birlik, lisan ve mezhep beraberliği ile birbirine

bağlı olan kimselerin birleşmesinden meydana

gelir. Hâlbuki Osmanlı siyasî birliği ırk ve lisan

birliğinden ve hatta çoğu zaman âdet ve ge-

lenek birliğinden bile uzaktır. Bu sebeple Os-

manlı siyasî birliği, Avrupa Hıristiyan hükümet-

lerinde olduğu gibi milliyet esasına değil, İslâm

birliği ve kardeşliği esasına dayanmaktadır.

Esasen İslâmiyet’e esas olan bu his sayesinde-

dir ki, dünyadaki bütün Müslümanlar kendileri-

ni birbirlerinin kardeşi sayarlar.”

Osmanlı devlet geleneği, “devlet-i ebed

müddet” ve milletin refah, huzur ve sükûnunu

temin etme esasına dayanıyordu. Osmanlı, ka-

natları altında yaşayan farklı dine, mezhebe,

ırka ve kültüre mensup toplulukları, ülkesinin

dört bir köşesinde açan ve korunması gereken

adeta narin bir çiçek olarak kabul ediyordu.

Büyük bir hoşgörü harmonisi içerisinde, hâlen

tartışması yapılan demokrasi, özgürlük, âdil yö-

netim gibi modern mefhumları doruk seviyede

harmanlayıp tatbik ederek, o narin çiçekleri ya-

şatma başarısını gösterdi. Hiçbir ayrıma maruz

tutmadan kendisine itaat ve sadakat gösteren

bütün tebaasına “vedi’atullâh” (Allah’ın ema-

neti) yaklaşımını sergilemesi ve gayri Müslim

topluluklara gösterdiği müsamaha ve verdiği

haklar, demokrasinin beşiği olarak anılan çağ-

daş batı ülkelerinde bile henüz erişilememiş

bir merhaledir.

Cemil Meriç’in de muhteşem ötesi ifade-

lerle şahikalaştırdığı gibi Osmanlı; “Osmanlı

Dünyası” olarak adlandırılabilecek, “nal sesleri

ile tekbir seslerinin birbirine karıştığı” ayrı bir

kıta haline dönüşecek kadar; nihai sınırlarına

80 OCAK 2017 somuncubaba 81

Page 44:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

dukları halde, başkaldırma ve ayaklanmalar çok

nadir oluyordu. Savaş zamanı, devletin asayişi

korumakla görevlendirdiği kuvvetler de teba-

anın başında sadece birkaç idareci bırakarak

cepheye gittikleri zaman bile bu gibi hâdiseler

olmuyordu.”

Ortadoğu’da Barışın Teminatıydı

Ortadoğu da Osmanlı’dan sonra büyük bir

siyasî anafora kapılmış; huzur, güven ve istikra-

rın sigortası “Osmanlı Barışı” tarihe karışmıştır.

Osmanlı sancağı ve medeniyet şemsiyesi altın-

daki asude yıllar, özlemle yâd edilen tatlı bir

hatıra olarak kalmıştır. Yaklaşık bir asırdır İslâm

Âleminde tarih benzer biçimde tekrar etmek-

tedir. Başta Suriye, Irak, Mısır, Libya ve Gazze

olmak üzere tüm bölgede, Osmanlı’yı paylaşım

kavgasından kaynaklanan eski meselelerin iz-

düşümleri, birbirini andıran kısır döngüler ha-

linde yaşanmaya devam etmektedir.

Tarih araştırmacıları Jane Burbank ve Fre-

derick Cooper’ın kaleme aldıkları “İmpara-

torluklar Tarihi” isimli eserdeki şu tespitlere

katılmamak mümkün değildir: “Dünya hâlâ Os-

manlı İmparatorluğu’nun baştan savma bir şe-

kilde parçalanmasıyla ortaya çıkan sonuçların

cezasını çekmektedir.”

Ortadoğu, Emperyalizm ve Siyonizm’in or-

taklaşa ürettiği bu fasit daireden çıkabilmek

için sancılı bir süreçten geçmektedir. İslâm

Dünyasının bağrında ve mukaddes mekânlarda

tezahür eden müessif olaylar, Osmanlı’nın böl-

gede dört asır boyunca tesis ettiği kalıcı barışın

ve medeniyet pratiğinin ne anlam ifade ettiğini

bugün daha iyi anlatmaktadır.

Topyekûn Ortadoğu, İslâm’ın/Osmanlı’nın

huzur, medeniyet ve barış yüklü iklimini büyük

bir hasretle aramaktadır. Dolayısıyla Devlet-i

Ali İslâm’ın bu coğrafyada sağladığı, özünü

İslâm’dan ve İslâmî tecrübelerden alan barış/

medeniyet modelini ve birlikte yaşama tecrü-

besini tetkik etmek bugün daha fazla önem arz

etmektedir.

Dünya Ona Muhtaç!

Dünya barış ve istikrarını temin etmesi, in-

sanlığın aradığı huzur ve refahı sağlaması açı-

sından Osmanlı, alternatif bir model olarak

günümüz toplum ve devletlerine hâlâ hayat

vaat etmektedir. Dünya ve insanlık, “Osmanlı

benzeri” bir devlet ve medeniyete bugün hava

gibi su gibi muhtaç! İnsanlık, onun yokluğunu

büyük bir hasretle arıyor ve yaşadığı ıstırap ve

feryatlarla aslında şu ortak intizarı seslendiri-

yor: “Neredesin ey Osmanlı!”

Hulâsa, özünde İslâm’ın insanlığa vaat ettiği,

âlemşümul sulh ve selameti mükemmelen tem-

sil ve tatbik eden Osmanlı benzeri bir nizam ve

medeniyet, tüm dünyanın on yıllardır hasretini

çektiği barış ve istikrarın yegâne reçetesi ola-

caktır. (Geniş bilgi için bkz. İsmail Çolak, Dün-

ya Osmanlı’ya Hasret, Mavi Yayıncılık, İstanbul,

2014, 4. Bölüm.)

Osmanlı devlet ve medeniyet sisteminin,

mevcut yapıyı zorlamadan, ona saygı duyarak

ve sürekli toplumsal nabzı tutarak geçerliliği-

ni koruduğu bariz biçimde göze çarpmaktadır.

Osmanlı muhayyilesi, kendisini yeryüzünde

mazlumların sığındığı “son kale” ya da “sela-

met cenneti” olarak görüyordu. Osmanlı, azgın

emperyalist dalgaların surlarını dövdüğü, maz-

lumların koruyucusu yalçın bir kale gibiydi.

Osmanlı’yı, bu nev-i şahsına münhasır

vasfından dolayı Ortaylı, “Müslüman Üçün-

cü Roma” olarak tavsif etmektedir: “Osmanlı...

Ortadoğu-Akdeniz imparatorlukları içinde kla-

sik Roma’ya en çok benzeyenidir. Orijinal, son

derece renkli bir cemiyettir... Ama bu yapıya

rağmen ideolojisi İslâm’dı ve İslâm için sava-

şıyordu... Osmanlı devlet idaresi, herkesin dinî

vecibesini yerine getirmesi ve hayatını yaşa-

ması için asayiş kuvveti rolünü üstleniyordu.”

Kanunî Sultan Süleyman’ın ifadesiyle, reaya

devletin efendisiydi.

Raphaela Lewis, yukarıda ifade ettiğimiz

çerçevede sağlam temellere dayanması ve ba-

şarılı bir yönetim ve medeniyet modelini uygu-

laması sayesinde, Osmanlı’nın uzun bir ömre ve

hükümranlığa sahip olduğunu tasdik etmiştir.

Lewis’in değerlendirmeleri şöyledir:

“Osmanlı idaresinin insanî yönünü ve aklı-

selimini ortaya koyduğu gibi kudretini de ispat

eden bir faktör, Müslüman olmayan tebaanın

durumları idi. “Eğri başa vurulmaz” prensibi

altında Ehl-i Kitap olan dinlerin taraftarları-

na, vergilerini ödeyip ayaklanmadıkları sürece

Müslümanların dokunmayacağı tabii idi... Os-

manlı Devleti’nin sırrı, mükemmel yetiştirilmiş

bir mülkî idareyi, İslâm’ın kutsal kanunlarına

dayandığı için bütün Müslümanların saygısı-

nı kazanacak bir adlî sistemi ve yırtıcı olduğu

kadar sadık ve disiplinli bir orduyu birleştirme-

sindedir... Gerçekten de, birçok bölgede halkın

büyük bir kısmı, kendilerini idare eden Osman-

lılardan ırk ve din bakımından çok değişik ol-

82 OCAK 2017 somuncubaba 83

Page 45:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Tarih boyunca inançsız insana rastlanmıştır

ama inançsız bir topluma rastlanamamış-

tır. Din, Allah’ın insanlar için öngördüğü

ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunu he-

defleyen bir hayat tarzıdır. Gelenek ise toplum-

ların asırlar boyu yapageldikleri ve bir sonraki

nesle aktardığı yerleşik alışkanlıklarıdır.

Din, inanç, ibadet ve ahlak olmak üzere üç

ana bölümden oluşur.

İnanç, kulun Allah inancını düzenler.

İbadet, inancı kuvvetlendirir, Allah-kul ilişkisi-

ni sağlamlaştırarak bu ilişkinin devamını sağlar.

Ahlak ise, fert ve toplumların davranışlarını

ve yaşantılarını insanî, hukukî, vicdanî ve edebî

prensiplere uygun hale getirir.

Müslüman bir toplumun geleneği de İslâmî

prensiplerle bir şekilde ilintilidir ama gelenek

dinden farklıdır. Eğer gelenek;

a- Dine tamamen uygunsa dinî değeri haiz-

dir. Temizlik alışkanlığı ve misafire ikram gibi.

b- Dine aykırı değilse uyulmasında bir mah-

zur yoktur. Kadınların ticarî ve sosyal faaliyetle-

re katılması, düğünlerde ve çeşitli faaliyetlerde

içinde haram olmayan etkinlikler vs.

c- Dine aykırı gelenek mutlaka terk edilmeli-

dir. İçkili ve israfa varan eğlenceler vs.

Birinci ve ikinci maddede işaret ettiğimiz

gelenek, örf adı altında İslâm fıkhının tali de-

lil kaynakları arasında da yer alır. Dine uygun

olan, en azından aykırı olmayan geleneğe uyul-

ması tavsiye edilir, uymayanlar toplum tarafın-

dan kınanır ve dışlanırlar.

Dinî ve örfî hükümlerin değerini ve gereğini

de ayrı ayrı belirtmek gerekirse;

- Din, Allah’ın kanunudur, uymayan günahkâr

olur, örf, toplumun kanunudur, uymayan kınanır.

- Dinî hükümler, inanç ve yüksek bir bilinçle

ifa edilir. Örf, bir alışkanlık olarak daha ziyade

bilinçsizce yapılır.

- Dinî hükümleri ifa edenler sevap kazanır-

lar, örfî davrananlar da toplumda hüsnü kabul

görürler.

Her inanç grubu tarihî süreçte inanç merkez-

li geleneğini de oluşturur ama yine de ibadetin

âdetleşmemesine ve gelenek gibi işlenmeme-

sine dikkat etmek gerekir. Bir ibadet, âdet halini

alırsa ibadet olmaktan çıkar. Bir âdet de ibade-

te dönüşürse bid’at kapsamına girer.

Mesela, Mevlâna, Allah’ı zikretme düşüncesiy-

le kendi tarikat disiplini içerisinde “sema zikri”ni

geliştirmiş. Mevlevî semasını günümüzde bazı

meraklı ve bu işe yetenekli kimselerin çeşitli et-

kinliklerde gösteri amaçlı yaptıklarına şahit olu-

yoruz. Bu gösteri, bir ibadet değil gelenektir.

Gelenek, milleti bir arada tutan, kaynaştıran

ve diğer toplumlardan ayıran faaliyetlerdir.

Gelenek, toplumun kültürel birikimidir, ya-

şanmış tecrübeleridir ve tarihin hafızasıdır.

Gelenek, atanın nesillere devrettiği paha biçil-

mez bir mirastır ancak gelenek ne kadar değerli

olursa olsun eğer dinî bir referansı yoksa ona

dinî bir anlam ve değer yüklenmemelidir.

EĞİTİM / Mukadder Arif YÜKSEL

“Din, Allah’ın insanlar için öngördüğü ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen bir hayat tarzıdır. Gelenek ise toplumların asırlar boyu yapageldikleri ve bir sonraki nesle

aktardığı yerleşik alışkanlıklarıdır.”

DİN VE GELENEK

84 OCAK 2017 somuncubaba 85

Page 46:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Kur’an ve Sünnet, dinin aslı ve iki temel

kaynağıdır, dinin anlaşılması, yorumlanması ve

yüzyıllarca uygulanmış şekli ise dinî mahiyetli

gelenektir, uygulanış şekli ve maksadı dayan-

dığı kaynağa aykırı değilse değerlidir, bunun-

la birlikte dinin aslı gibi takdim edilemez. Öte

yandan dini, dinî gelenekten büsbütün soyutla-

yamayız. Bu durumda din kolayca anlaşılamaz,

soyut ve soğuk bir öğreti gibi durur. Âlimlerin,

ariflerin ve abidlerin dinî tecrübeleri, yakla-

şımları ve yorumları da bu günün ve geleceğin

birçok sorununa çözüm üretebilir. Bu hususta

hassas denge şöyle olmalıdır:

- İbadetler, rutin işler ve bilinçsizce tekrarlanan

ve uygulanan davranış haline gelmemelidir.

- Dinî dayanağı olmayan bir gelenek de sırf ata-

larımız yaptı diye dinden sayılmamalıdır.

Niçin namaz kılıyorsun sorusuna, “Ben ba-

bamdan, atamdan böyle gördüm, biz Türkler

Müslümanız, dinin ve caminin bizim kültürü-

müzde önemli bir yeri vardır.” diyen birine göre

din, gelenek haline gelmiştir ve ibadet olmak-

tan çıkmıştır. Niçin namaz kılıyorsun sorusuna,

“Çünkü ben Müslümanım Yüce Rabb’im namaz

kılmamı emrediyor, Allah’a şükreden bir kul ol-

mak için namaz kılıyorum.” diyen birisine göre

ise din, ibadet olarak yerine getirilen bir yaşam

tarzıdır.

Din, gelenek halini alınca, toplum hayatın-

dan çekiliyor ve insanı olgunlaştırma, toplumun

ahlâkî seviyesini yükseltme işlevini kaybediyor.

Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an adlı tefsirinde

şöyle bir hikâye anlatır:

“Saray erkânı, içinde muhafızlar, şairler, dal-

kavuklar, medyumlar, müneccimler, kâhinler,

din adamları vs. hepsinin bulunduğu geniş bir

halka oluşturmuş halde krallarını ayakta dinli-

yorlarmış. Günün birinde Kral susamış ve su is-

temiş. Kralın su isteğine hazirunun cevabı şöyle

olmuş:

Şair: ‘Yüce Efendimiz ve haşmetli kralımızın

emrindeki şu zarafete bakın. Böyle bir şiir dün-

ya tarihinde daha söylenmedi: Su getirin, su ge-

tirin, su getirin.’

Dalkavuk: ‘Efendim sizin sözünüzün üstüne

söz söylenmedi şu âlemde: Su getirin, su geti-

rin, su getirin.’

Din adamı: ‘Her kim bunu günde 100 kez

söylerse, cennet köşkleri onu bekliyor, aşk ile

bir daha: Su getirin, su getirin, su getirin.’

Medyum: ‘Kralımız bu sözüyle gelecek yılın

bolluk ve bereket ile geçeceğini haber veriyor,

şevk ile bir daha: Su getirin, su getirin, su ge-

tirin.’

Kâhin: ‘Bana bir su getirin.’ cümlesinin eb-

ced hesabı ile değeri 2015’tir. Kralımız bu yıl-

da kıyametin kopacağını haber veriyor. O yıla

dikkat edin ve bu cümleyi sakın unutmayın: Su

getirin, su getirin, su getirin.’

Velhasıl, bir bardak suyu getiren olmamış

ama sarayın her yanı, su getirin sesleriyle inle-

miş. Bir su edebiyatıdır almış başını yürümüş.

Dilden dile dolaşmış, hafızlar ezberlemiş, en

güzel hatlarla yazılıp duvarlara asılmış. Ama

kral bir türlü suyunu içememiş.”

Biz burada, “Şu hususlar Allah’ın emridir.”

diyoruz. Sizler, “Amenna Allah’ın emrinin başı-

mızın üzerinde yeri var.” diyorsunuz. Camiye

gelmeyenler dahi, “Evet din kutsal ve gerekli

bir müessesedir ve biz dine saygı duyarız.” der-

ler. Birçok kimse Kur’an-ı Kerim’i alıyor, süslü

kılıflar içerisinde evinin en müstesna yerine

koyuyor, okumasa da eve bereket getirir diye

duvarda asılı tutuyor. Dinin, adına, emirlerine,

kitabına, mabedine her yerde saygı var, ancak

yaşayan ve yaşanan bir din görmek oldukça zor.

Bu durum, dinin gelenekselleşmesi ve toplum

hayatından çekilmesi tehlikesini doğuruyor.

Bir televizyon belgeselinde, yüzyıllarca

önce Danimarka ve Norveç’e taşınmış bir Türk

topluluğu tanıtılıyordu. Bu Türk topluluğu, pik-

niğe çıkmışlar, çocuklar eski folklorik kıyafetler

giymişler, namaz için saf tutmuşlar, önlerinde

biri de imam olmuş, namaza benzeyen hareket-

ler yapıyorlar, selam verince de onları izleyen

topluluk alkışlıyorlar. İçlerinden biri, zor anlaşı-

lan bir Türkçe ile yaptığı konuşmada, bu şekilde

Hristiyan bir toplumda kimliklerini korudukları-

nı söylüyor. Fakat bu yapılan ibadet değil, folk-

lorik bir etkinlikten ibaret. İşte dinin geleneğe

dönüşmesi böyle bir şeydir.

Mehmet Akif Ersoy da Orta Asya gezisi izle-

nimlerini şöyle anlatıyor bir şiirinde:

O Buhara, o mübarek, o muazzam toprak

Horlamanın koynunda uyuyor kendinden

geçmiş olarak

İbn Sinalar doğurmuş o topraklar asırlardır

Şimdi tek çocuk vermiyor kucağına ilmin, ne

kısır

Dünyanın rasathanesi o Semerkand bile

Öyle dalmış ki hurafelere o geçmişiyle

Ay tutulmuş, kovalım şeytanı kalkın, diyerek

Dümbelek çalmada binlerce kadın, kız, erkek

Çekecek memleketin hali ne olmaz düşünün

 Sayısız medrese var gerçi Buhara’da bugün

Okunandan ne haber? On para etmez fenler

Ne bu dünyada soran var ne ahirette geçer

Çin’de, Mançurya’da din bir görenek başka değil

Müslüman unsuru gayet geri, gayet cahil1

İslâm gelmeden önce Mekke’de kız çocuklar

öldürülüyordu hem de iyi niyetle. Büyüdüğün-

de kötü kadın olabilir korkusuyla öldürüyorlar-

dı. İslâm, “Bu çocukları, hangi suçundan dolayı

öldürüyorsunuz?”2 sorusunu sorunca şok oldu-

lar. Bu soru, onların insafa gelmesine yetti, arttı

bile.

Gelenek, kör taassup ve bilinçsiz taklitle

uygulanınca akıl ve mantık dışı tezahürlere yol

açabiliyor. Allah geleneğe körü körüne bağlı

olanlara mealen şöyle sesleniyor:

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun.’ denildi-

ğinde, ‘Hayır, atalarımızı neyin üzerinde bulduy-

sak ona uyarız.’ dediler. Ya ataları bir şeye akıl

erdirememiş ve doğruyu seçememiş idiyseler?”3

Güzel dinimiz İslâm’ı, Allah’ın ferdi ve sos-

yal hayata ilişkin nizamı, geleneği ise ecdadın

mirası olarak görmek, dini gelenekle, geleneği

de din ile karıştırmamak, içinde batıl inanç ve

hurafe bulunmayan geleneğe de millî bir değer

olarak sahip çıkmak gerekir. Yeni neslin, yaban-

cı geleneklere ve kültürlere özenerek ve millî

benliğinden uzaklaşarak yabancılaşmasına fır-

sat vermemek için sorumluluk sahibi herkesin

gerekli tedbir alması gerekir.

Dipnot 1- Safahat; Süleymaniye Kürsüsünde. 2- 81/Tekvir, 8-9. 3- 2/Bakara, 170.

86 OCAK 2017 somuncubaba 87

Page 47:  · irfan yolculuğuna çıkarlar. Hızır (a.s.) da kendi-sine hiçbir konuda soru sormamasını ve yaptık-larına itiraz etmemesini şart koşar. Bir gemiye binerler, gemi geçimlerini

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79

[email protected] www.somuncubaba.net

2017 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte

Yıllık Abone Bedeli

120

2017 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Türkiye : 120 Avrupa: 72 Euro ABD: 102 USD

(0422) 615 15 54444 36 61

ABONE İLETİŞİM HATTI

(0546) 544 60 44