jürgen habermas’in söylem etİĞİ kuraminda · pdf filet.c. ankara...
TRANSCRIPT
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
JÜRGEN HABERMAS’IN SÖYLEM ETİĞİ KURAMINDA AHLAK
YARGILARININ OLUŞUMU VE TEMELLENDİRİLMESİ SORUNU
Doktora Tezi
Seyit COŞKUN
Ankara–2010
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE (SİSTEMATİK FELSEFE VE MANTIK)
ANABİLİM DALI
JURGEN HABERMAS’IN SÖYLEM ETİĞİ KURAMINDA AHLAK
YARGILARININ OLUŞUMU VE TEMELLENDİRİLMESİ SORUNU
Doktora Tezi
Seyit COŞKUN
Tez Danışmanı Doç.Dr. Erdal CENGİZ
Ankara–2010
i
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER i
ÖNSÖZ iii
GİRİŞ 1
1. İLETİŞİMSEL EYLEM KURAMI VE RASYONELLİK
1.1. İletişimsel Eylem 9
1.2. İletişimsel Akıl 20
1.3. Geçerlilik Savları 35
1.4. İletişimsel Aklın Evrensel Zorunluluğu 39
1.5. İletişimsel Akıl ve Yaşam Dünyası 46
1.6. İletişimsel Aklın ve Yaşam Dünyasının Etik Bir Söylemin Kurulmasındaki
Etkinliği 51
2. SÖYLEM ETİĞİ KURAMI
2.1. Evrensel Geçerli Ahlak Savlarını Oluşturucu Koşullar 64
2.1.1. Özgürlük ve Eşitlik 72
2.2. Oluşturucu Koşulların Etik İlkelere Dönüştürülmesi 81
2.2.1. Evrenselleştirme İlkesi 86
2.2.2. Geçerlilik Ölçütünün Kabulünde Katılımcıların Rızası İlkesi 95
2.2.3. Özgür Bir Ortamda Ulaşılan Uzlaşım İlkesi 99
2.3. Etik İlkelerin Olanaklılığının Koşulu Olarak Pratik Söylem 103
2.3.1. Etiğin Evrensel Pragmatik Olanaklılığı 108
2.3.2. Etiğin Aşkınsal Pragmatik Olanaklılığı 112
2.4. Etiğin Biçimsel ve İşlevsel Ahlaki Yargıları Uzlaştırması 118
ii
2.5. Öznelerarası Uzlaşımsallık Temelinde Belirlenen Etik Normların
Değerliliği ve Geçerliliği 123
2.5.1. Etik Normların Bilişsel Değeri 127
2.5.2. Etik Normların İçeriği Olarak Adalet ya da İyi İlkesi 130
2.5.3. Etik Normların Evrenselliği 140
3. GENİŞLETİLMİŞ BİR AYDINLANMA PROJESİ OLARAK SÖYLEM
ETİĞİ
3.1. İletişimsel Aklın İdeal Söylemi Bakımından
Yararcı İlke ve Ödev Buyruğu 145
3.2. Söylem Etiksel İlke Bakımından Kişisel Çıkar ve Sorumluluk 157
3.3. Bireysel Çıkar ve Ortak Yararın Söylem Etiksel Uzlaşı Olanaklılığı 160
3.4. Özel ve Kamusal Alanların Yapılandırılmasında
Söylem Etiğinin Yeterliliği 167
3.5. Bireysel Özgürlük ve Kamusal Özerkliğin Etiği Bütünleyici
Hukuk Temelinde Biçimlenişi 174
SONUÇ 186
KAYNAKLAR 199
ÖZET 207
ABSTRACT 208
iii
ÖNSÖZ
Bu çalışma, Habermas’ın iletişim teorisiyle bağlantılı olarak ortaya koyduğu
söylem etiğindeki ahlaki yargıların oluşumu ve temellendirilmesi sorununu ele
almaktadır. Bireysel ve toplumsal açıdan, iyi ve adil bir yaşam sorunu üzerine
yoğunlaşan bütün ahlak kuramları gibi söylem etiği de, böyle bir yaşamı olanaklı
kılacak genel geçerli ilkelere ulaşmaya çalışır. Genel geçerli ilkelere ulaşılmasında
kullanılacak yöntem, kapsayıcı bir bakış açısını da gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla
çalışma, biçimsel ve içeriksel açıdan normatif geçerli olabilecek ilkeleri olanaklı
kılacak bakış açısı ve yöntem sorununu ele almaktadır. Bu anlamda, söylem etiğinin,
uzlaşı yönelimli pratik söylemi, diğer deyişle tarafsız ahlaki bakış açısı ve varsayılan
ideal koşullar çerçevesinde girişilen argümantasyon sürecinde ortaya koyduğu
ilkelerin, hem bağlamsal hem de evrensel geçerlilik iddiası araştırılmaktadır. Bu
çerçevede, her bir kişinin ilgisini ya da çıkarını karşılayacak, aynı zamanda, herkes
için bağlayıcı olacak böylesi normatif ahlaki ilkelerin değerliliği ve yeterliliği sorunu
üzerinde durulmaktadır.
Çalışmanın her aşamasında ilgi, destek, eleştiri ve önerilerini esirgemeyen tez
danışmanım Doç. Dr. Erdal Cengiz’e içten teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca tezin
değerlendirilmesinde dikkate değer eleştiri ve öneriler yapan jüri üyeleri Prof. Dr.
Yasin Ceylan, Prof. Dr. Kurtuluş Dinçer, Prof. Dr. Sabri Büyükdüvenci ve Doç. Dr.
Ertuğrul R. Turan’a teşekkür ederim.
1
GİRİŞ
İyi ve mutlu bir yaşamın olanaklılığı için ne yapılması gerektiği, Antik
Yunan’dan itibaren pratik felsefenin temel soruşturma alanlarından birini oluşturur.
Bu çerçevede, ilk çağ felsefesi, ontolojik temelde, iyi ve mutlu bir yaşamı olanaklı
kılacak ve iyi eylemi ortaya koyacak karakter nitelikleri üzerine yoğunlaşmıştır.
İnsan eylemlerinin nihai amacı olarak mutluluğu (eudaimonia) temele alan Antik çağ
ahlakında, kişiyi mutluluğa ulaştıracak olan en iyi yaşam tarzının ne olduğu
konusundaki sorulara, bireysel çıkar ve tercihi temele alarak yanıt arayan Kyrene ve
Kynik okulu yanında, toplumsal temelde ideal bir devlet tasarımında erdemli ve iyi
bir yaşamın olanağı Platoncu anlayışta kendini göstermektedir. Platon’a göre,
eğitimli çok az insan gereksinimler ve arzular karşısında ölçülü kalmayı başarabilir.
İnsanların çoğu arzularının ve gereksinimlerinin peşinde aşırı kazanç elde etme
düşüncesi yatmaktadır. Dolayısıyla devlette, biri insanların sıkıntıya düşmesine ve
diğeri ruhlarının gevşemesine yol açarak ahlaksızlığa neden olan yoksulluk ve
zenginlik olmak üzere baş edilmesi gereken iki temel sorun vardır.1 Buna göre,
Platon için ahlak kavramları, eğilim ve çıkarların toplumsal açıdan dengelenmesi
bakımından ele alınmalıdır. Buna karşılık, Kynik ve Kyrene okulu, bireysel tercih ve
kararları dikkate alan ve ahlaki olarak kendine yeterli birey için gerekli olan ahlak
ilkelerini ortaya koymaya çalışır.2 Bu her iki yaklaşıma karşılık, iyi ve mutlu bir
yaşam söz konusu olduğunda, bireyin kendini gerçekleştirmesi, toplumsal ve siyasal
yaşama katılımı çerçevesinde bir ‘orta-yol’ bulma anlamında Aristotelesçi anlayışı
ele alınabilir.
1 Platon, Yasalar, Çev. Candan Şentuna- Saffet Babür, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1994, s. 412 (919 c). 2 A. MacIntyre, Ethik’in Kısa Tarihi, Çev. Hakkı Hünler-S. Zelyüt Hünler, Paradigma Yayınları, İstanbul 2001, s. 31.
2
İnsanı toplumsal ve siyasal bir varlık olarak gören Aristoteles’e göre, toplumsal
ve siyasal birlikteliği, kendine yeterli olamayan insan varlığının ortak yararı
biçimlendirmektedir.3 Aynı zamanda, birlikte yaşamaya yönelik doğal bir istek
olarak ortaya çıkan bu ortak yarar, toplumun her bir üyesinin gereksinim ve
ilgilerinin karşılanması açısından iyi bir yaşamı olanaklı kılmaktadır.4 Bu
birlikteliğin olanaklılığını sağlayan kent devlet gelişimini doğal bir süreç olarak
gören Aristoteles, insanın, toplumsal ve siyasal bir varlık olarak, Polis’in toplumsal
ve siyasal yaşamına katılıp, telosuna uygun biçimde kendini gerçekleştirmesinin ve
erdemli bir yurttaş olarak mutluluğa ulaşmasının olanaklılığını, “doğru ortayı bulma
akıllılığı”5na, yani pratiğin erdemine phronesise uygun bir yaşama bağlamaktadır.
Ama, asıl amaç, “…yaşamın tamamını kapsayan ve şu veya bu iyi ile değil, insansal
iyi olarak insansal iyi ile ilgili bir toplum biçimi tasarımıdır.”6 Belirli bir topluluğun
ya da sitenin üyesi olarak kişi, topluluğun iyiliğini gözetecek biçimde kendi iyiliğini
elde etmeye çalışmalıdır.
Antik çağın bireysel mutluluğu temel alan anlayışını evrensel ilkeler düzeyinde
ele alan, bireyin içsel eğilimi ve dış edimlerinde kozmik bir yasaya uygun olarak
hazsız ve acısız bir ahlaksal yaşamı öngören Stoacı apathia ve ölçülü haz alma
tavrını öğütleyen Epikurosçu ataraksia anlayışı, süreçte Hıristiyanlığı
benimseyenlerin ve Roma İmparatorluğunda yaşayan bireylerin ahlaki anlayışlarını
dolaylı olarak belirlemiştir. En yüksek iyi konusunda erdem ve mutluluğu
özdeşleştiren bu anlayışlar içinde, “Epikurosçu, mutluluğa götüren maksimin
bilincinde olmak erdemdir, diyordu; Stoalı ise, erdemin bilincinde olmak
3 Aristoteles, Eudemos’a Etik, Çev. Saffet Babür, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 1999, s. 197 (1242a). 4 Aristoteles, Politika, Çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993, s. 79 (Kitap: III Bölüm 6). 5 A. Pieper, Etiğe Giriş, Çev. Veysel Atayman-Gönül Sezer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1999, s. 190. 6 A. MacIntyre, Erdem Peşinde, Çev. Muttalip Özcan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001, s. 233–34.
3
mutluluktur, diyordu.”7 Pratikte aralarında çok fazla bir fark olmayan bu
anlayışlardan “Stoacılık, kamusal hayata katılım için, Epikurosçuluk ise kamusal
hayattan el etek çekmek için daha iyi bir mantıksal temel sağlarlar. Her ikisi de,
bireyi yerel bir komunitenin değil, bir kosmosun bağlamına yerleştirir. Her ikisi de,
haz aranmasından ziyade acıdan kaçınılması gereken bir dünyada bir işleve
sahiptir.”8
İnsansal iyiyi elde etmek amacıyla oluşturulacak topluluk biçimini ilahi yasaya
dayandıran tek tanrılı dinler, inananların mutluluk ve refahlarını arttırmanın ve iyi
edimlerinin olanaklılığını, ilahi yasaya itaatte bulur. Böylece, Antik çağın içsel
teleolojik ahlaki yasası, aşkınsal ve dışsal bir dayatmaya dönüşür. Kişinin nihai
amacını, diğer deyişle telosunu, ait olduğu toplulukta üstlendiği pratikleriyle
gerçekleştirmesi ve en yüksek iyiyi elde etmeye çalışması olarak gören Antik çağ
ahlak anlayışı yerine, Hıristiyanlık ahlakı, bu iyiyi elde etmeyi öte dünyaya inanca ve
aşkınsal bir tanrı buyruğuna kesin itaate bağlar. Bu anlamda, Stoacı kozmik yasa,
Tanrısal bir yasa ya da buyruk olarak bireye dayatılır. Bu dünyada kişinin yapıp
ettikleri, öte dünyaya, yani iyilik ve mutluluğun eşit biçimde dağıtıldığı ebedi dünya
için hazırlıktır. Göreli, geçici mutluluk ve refah alanı olan, çıkarların eşitsiz biçimde
dağıtıldığı bu dünyadaki adaletsizliğe katlanmak için, öte dünyada kavuşulacak ebedi
huzur ve mutluluğa imanla bireylerin neyi yapıp neyi yapmamaları gerektiği
konusunda, tanrısal bildiriye itaat etmeleri yeterli olacaktır. Aslında, bireyin, Tanrısal
yasanın buyruğuyla diğer inananlara karşı iyilikçi olmasında, bireysel bir öz-
çıkarcılık yatmaktadır. Tanrı korkusundan ve öte dünya beklentisinden kaynaklı öz-
çıkardan, özgeci bir tavır beklenir. Bu anlamda, inananlar arasındaki bu özgeciliğin
7 I. Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, Çev. İ. Kuçuradi, Ü. Gökberk, F. Akatlı, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1999, s. 121. 8 A.g.e., s. 122.
4
altında, kendi istediği için değil, Tanrı buyruğu olduğu için diğerlerinin iyiliğinin
gözetilmesi ve bireyin olabildiğince iyi eyleyerek öte dünya için olabildiğince çok
sevap kazanmasının söz konusu olduğu bir bencillik de yatmaktadır. Dolayısıyla
“…iyilikte bulunanın burada öz-çıkarını göz önüne alarak iyilikte bulunması
gerektiği için, bu hem yükümlülükten uzaklaşır, hem de iyilikbilmezliğin gerçek
anası olan bir bencillik örneği sunar.”9
Kendi üzerine düşünümsellikle kendini bilen özdeş Ben’in kesinliğinde var olanın
bilgisinin olanaklılığını temele alan modern felsefe, epistemolojik olarak yöntem ve
doğru bilgi sorununa yoğunlaşır. Bu anlamda ahlak, iyi ve başarılmış bir yaşam için
karakter niteliklerinin araştırılması ve edinilmesi olanaklılığından, kendi kendinde
bilinen, kendi kendinde gerekçelendirilen bir aklın, diğer deyişle tarihsel ve kültürel
verilmişlikten bağımsız, bedensizleştirilen bir öznenin içselliğine, yani öz-
düşünümselliğine bağlı olarak doğru eylem için normatif ilke ve normların
türetilmesi olanaklılığına dönüşür. Bu olanaklılık, modern felsefede iki temel anlayış
çerçevesinde ortaya konulur. Eylemin kendisine göre gerçekleştirildiği ahlaki ilke ve
normların, eylemde elde edilecek başarı ve sonuç açısından değerlendirilmesi ve
türetilmesi yararcı bir ahlak anlayışını biçimlendirir. Ancak diğer taraftan,
gerçekleştirilecek eylemin en yüksek iyiyi amaçlaması açısından, hiçbir başarı ve
sonucu gözetmeksizin eylemi salt niyeti açısından değerlendiren, ahlaki ilke ve
normları öz-yasama yetkisine sahip Ben’den türeten bir ödev ahlakı söz konusu olur.
Ahlaki ilke ve normların oluşumu ve temellendirilmesi açısından yararcı ahlak
anlayışı, içeriksel olarak dolu, ancak biçimsel olarak genel geçerli olmayan, ödev
ahlakı ise biçimsel olarak genel geçerli olabilen, ama içeriksel olarak boş olan ilke ve
9 D. Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 1997, s. 448.
5
normlar ortaya koyar. Dolayısıyla, ortaya konulacak bir etik kuram, iyi yaşama
ilişkin ilke ve kuralların oluşumu ve temellendirilmesinde bu her iki anlayışın
eksikliğini giderecek ve ahlaki bir bakış açısını ve yöntemi gösterebilmelidir. Diğer
yandan, böylesi bir etik kuram, olgu ve hakikat, olan ve olması gerekenden
kaynaklanan gerilimi aşıp, ahlaki-pratik sorunların çözümü için geçerli olabilecek
ilke ve normları da ortaya koymalıdır. Bu noktada, Habermas’ın söylem etik kuramı,
böylesi bir iddiayla ortaya çıkmaktadır. Ancak bu iddianın ne oranda
gerçekleştirilebilir olduğu ele alınmalıdır.
Söylem-etiksel ahlaki yargı ve ilkelerin oluşumu ve temellendirilmesi
olanaklılığının araştırıldığı bu tez, üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Eleştirel
Okul içerisinde yer almış olan Habermas’ın, bütün araştırmasının kendisine
dayandırıldığı ve modern öznel rasyonellik temelinde biçimlenen toplumsal ve
siyasal yapıların eleştirildiği ve çözümlendiği bir paradigma değişimi olarak iletişim
teorisi ele alınmaktadır. Bu teorinin ve etik söylemin dayanağını oluşturan iletişimsel
akıl kavramı oluşumu, Eleştirel Kuram’ın Weberci rasyonelleşme ve Marx-Lukacsçı
“şeyleşme” kavramıyla bağlantılı olarak yürütülen bir öznel-araçsal akıl ve
modernlik eleştirisi çerçevesinde gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu anlamda, uzlaşı
yönelimli iletişimsel rasyonelliği ve tarafsız bir ahlaki bakış açısını olanaklı kılacak
bireysellik ya da öznellik anlayışının biçimlendirilmesinde, Habermas’ın, bir yandan
Kantçı öz-düşünümsel Beni eyleyen ve bilen özne olarak konumlandıran Fichteci
anlayışı, Meadci toplumsallaşma yoluyla bireyleşme anlayışı temelinde öznelerarası
bir kendilik ve bireysellik olarak nasıl biçimlendirdiği ele alınmaktadır. Diğer
yandan, bu bireyselliğin, Hegelci anlayışta, törel ilişkilerin karşılıklı tanınması
sürecinde nesnel ahlaklılığa, yani mutlak Geista ve Marksist düşüncede tarihsel
6
gelişme ve özgürleşmenin dayanağı görülen proleter sınıfa bağlı olarak genel
öznellik ya da bireysellik biçiminde ortaya konulmasına karşılık; iletişim teorisinin,
uzlaşı yönelimli iletişimsel eylem, diğer deyişle anlamlı simgeler sistemi olan dilsel
etkileşimin karşılıklı anlama ve anlaşma sürecinde biçimlenen bir bireysellik ya da
öznellik olarak, hepsi birer monad olan ahlaki özerk bireyleri, normlara göre eyleme
olanaklılığını elde eden aynı haklara sahip kişiler olarak yeniden konumlandırması
araştırılmaktadır. Bu çerçevede, iletişime katılan tarafların yaşam-dünyaları ufku ve
dilsel etkileşimin uzlaşımsallığında biçimlenen iletişimsel akıl ve eylem yapıları
incelenmekte; iletişimsel akıl ve eylemin öznelerarası uzlaşımsallığında üretilen bu
yapıların, öznel-araçsal rasyonellik temelinde biçimlenen sistem karşısındaki yerinin
ne olduğu belirlenmektedir. Ayrıca, toplumsal yaşamın öznelerarası uzlaşımsallık
temelinde yeniden üretilmesini olanaklı kılacak norm ve ilkelerin, varsayılan ideal
konuşma-durumu ve geçerlilik savlarından türetilmesinin olanaklılığı
sorgulanmaktadır. Ekonomik ve idari sistemi biçimlendiren öznel amaca yönelik
biçimlenmiş rasyonelliğin, ahlakı göz ardı tutumu karşısında, iletişimsel akıl ve
yaşam dünyasının, bilişsel ahlaki gelişim ve etik bir söylemin kurulmasında nasıl bir
etkinliğe sahip olabileceği araştırılmaktadır.
Tezin ikinci bölümünde, ahlaki ilke ve normların oluşumu ve temellendirilmesi
sorunu, iletişimsel eylemin öznelerarasılığıyla oluşan söylem etiğinin ahlaki bakış
açısı ve yöntemi çerçevesinde irdelenmektedir. Ahlaki ilke ve normların
temellendirilmesi ve uygulaması problemine ilişkin Habermas’ın ortaya koyduğu
kavramsallaştırmalar ve çözüm önerileri ele alınmakta; bu çözüm önerilerinin olumlu
ve olumsuz yanları gösterilmeye çalışılmaktadır. Ahlaki olarak özerk ve belli bir
ahlaki bilinç düzeyine ulaşmış, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip tarafların,
7
ahlaki-pratik sorulara ilişkin öznelerarası uzlaşım temelinde giriştikleri
argümantasyon süreci olarak pratik söylemin yapısı araştırılmaktadır. Bu yapı
çerçevesinde, argümantasyona girişen tarafların ortaya koydukları içeriksel,
bağlamsal ve aynı zamanda evrensel olarak geçerli olabilecek ahlaki ilke ve
normların, yeterlilikleri ve nasıl bir değerlilik ve geçerliliğe sahip oldukları
irdelenmektedir.
Üçüncü bölümde, yararcı anlayış ve ödev ahlakı, söylem-etiksel ahlaki anlayışın
ideal söylemi açısından değerlendirilmektedir. Bu anlamda, yararcı anlayışa ve ödev
ahlakına getirilen eleştiriler ve çözüm önerileri tartışılmakta ve söylem-etiksel ahlaki
anlayışın ne oranda bunları aştığı gösterilmeye çalışılmaktadır. Söylem etiğinin,
ahlaki ilke ve normların temellendirilmesi ve uygulaması sürecinde ortaya çıkan
sorunu, ahlakı bütünleyen bir hukuk temelinde ele alınmaktadır. Bu anlamda,
bireysel özerklik ve kamusal özgürlük ilişkisi çerçevesinde ahlak ve hukuk ilişkisinin
nasıl anlaşılması gerektiği gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu ilişkinin bütünleyici bir
şekilde biçimlendirilmesi olanaklılığı olarak ileri sürülen, eleştirel bir kamusal irade
oluşumunun yeterliliği üzerinde durulmaktadır.
8
1. İLETİŞİMSEL EYLEM KURAMI VE RASYONELLİK
Nesneleştirici ve özdeşleyici öz-bilinç olarak aklın, özellikle bilim ve
teknolojideki bilişsel ve araçsal işleyişi, modern toplumsal ve siyasal kurumların
yapısını da biçimlendirmiştir. Nesneleştirici ve özdeşleyici Ben olarak aklın araçsal
ve stratejik eylemine karşı, Habermas’ın, öznelerarasılığın karşılıklı tanınma
ilişkisinde açığa çıkan iletişimsel aklın uzlaşı yönelimli iletişimsel eylem kuramı10,
toplumsal ve siyasal yapının yeniden kurulmasını amaçlamaktadır. Stratejik
yönelimli amaç-araçsal etkinlikten iletişimsel etkinliğe geçişi ifade eden bir
iletişimsel eylem kuramı, bireysel ve toplumsal yaşamın, dilsel uzlaşının
öznelerarasılığı ve karşılıklı tanınma ilişkileri temelinde biçimlenen rasyonel
yapılardan oluştuğunu; bu yapıların gündelik iletişimsel yaşam bağlamlarına içkin
olan bir rasyonelliği ifade ettiğini göstermeye girişir. Bu çerçevede, Habermas’a
göre, “iletişimsel eylem kuramı, modern toplumların yetkin üyelerinin sezgisel
bilgisinde temellenmiş eylem ve anlaşma yapılarını betimlemektedir.”11
Bu kuram, aynı zamanda aklın bütünüyle olumsuzlanmasına neden olan öznel-
araçsal bir akla alternatif olarak ortaya konulan iletişimsel aklın, modern toplumun
etik, estetik, hukuk ve siyaset alanlarındaki açmazlarına bir çıkış yolu sunduğunu
iddia eder. Bu anlamda, Habermas, iletişimsel eylem kuramıyla amaçladığı şeyi
şöyle açıklar:
…Batı’da ulaşılmış bulunan dünya imgelerinin rasyonelleşmesinin,
toplumun modernleşmesi için açtığı devinim aralığını göstermeye izin
10 Finlayson’a göre, Habermas, iletişimsel eylem ve araçsal-stratejik eylem arasında kategorik bir ayrım yapmaktadır. Bu çerçevede, araçsal-stratejik eylemin iletişimsel eylem üzerinde bir asalak olduğunu göstermeye çalışır. Buna göre, eyleyen biri, iyi ya da kötü, bir amacı elde etmenin aracı olarak bir şey yaparsa, bu araçsal eylemdir. Diğer yandan, kendi amaçlarının gerçekleşmesinin bir aracı olarak başkalarına bir şey yaptırmakla ilgileniyorsa, bu bir çeşit stratejik eylem olacaktır. J. G. Finlayson, Habermas, Çev. Talat Kılıç, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2007, s. 81–82. 11 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, Çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s. 838.
9
veren karmaşık bir rasyonellik kavramına sahip olmamız gerekir. Ancak
bundan sonra, eylem dizgelerinin rasyonelleşmesi sadece bilişsel-araçsal
alt görünümden değil, ahlaksal-pratik ve estetik anlatımsal görünümlerden
tüm genişliğiyle çözümlenebilir. Bu eksikliği, anlaşmaya yönlenmiş eylem,
simgesel olarak yapılandırılmış yaşama evreni ve iletişimsel akıl gibi
kavramların kuram tarihsel ve çözümsel açıklanışı yoluyla gidermeye
çalıştım.12
Buna göre, soyut özdeş-Ben olarak modern öznel aklın nesneleştirici, ben-merkezli
ve sınırlı rasyonelliğinin yerini, yaşam dünyasının öznelerarasılığında karşılıklı
tanınma ve bakışımlı ilgiler temelinde biçimlenen iletişimsel aklın ötekine duyarlı,
özgeci ve kapsamlı bir rasyonellik almalıdır. Bu kapsamlı rasyonellik, aynı zamanda
varsayılan ideal koşullar çerçevesinde oluşturulan bir argümantasyon biçimi olarak
kavranır.
1.1. İletişimsel Eylem
İletişimsel olarak nitelendirilen bir eylem kavramının yaptığı ilk çağrışım, dil
yetisine sahip insanların birbirleriyle etkileşimini ifade eder. Dolayısıyla bu
etkileşim, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip en an az iki kişiyi varsayar.
Etkileşmek, kazanılan konuşma yeteneğiyle birlikte, önceden kabul edilmiş kurallar
çerçevesinde ve süreçte öğrenilmiş simgeler aracılığıyla birbirleriyle karşılıklı söz
alışverişinde bulunan bireylerin temel özelliği olarak görünür. Bireysel ve toplumsal
yaşamın temel özelliği olarak görünen bir iletişimsel eylem kavramı Habermas’a
göre, dil ve eyleme yeteneğine sahip bireylerin, anlaşabilmelerinin ve etkinliklerini
düzenleyebilmelerinin olanağı olarak etkileşim ilişkileri içerisinde ortaya çıkan dilsel
12 A.g.e., s. 753.
10
ve dil-dışı bütün simgesel anlatımları ifade etmektedir.13 Bireyler, yaşam dünyaları
ufkundan anlamlandırılmış simgesel anlatımlar aracılığıyla birbiriyle etkileşerek,
bireysel ve toplumsal yaşamı düzenlerler. Bu anlamda, iletişimsel eylem,
Wittgenstein’ın dil oyunun ve yaşam biçiminin bağlantısı14 olarak kavradığı
biçimiyle dil ve pratiğin birlikteliğini ortaya koyar.15 Dolayısıyla yaşam biçimi ve
yaşam-dünyası ufku içerisinde anlamlandırılan simgeler sistemi aracılığıyla bireysel
ve toplumsal yaşam yeniden üretilir.
Yaşam dünyalarının ufku ve gündelik dilsel iletişim pratiği çerçevesinde
birbirleriyle etkileşime giren bireylerin temel amacı uzlaşıdır. Habermas’a göre, bu
amaçla etkileşime giren bireyler, gelenek ve kültür temelinde ortaya koydukları
açıklama ve yorumlar aracılığıyla dünyadaki bir şey üzerine bir görüş birliğine
ulaşmaya çalışırlar. Bu süreçte, ortak tanımlanmış nesnelere ve olaylara, diğer
deyişle olgusal durumlara, toplumsal alana ve öznel yaşantılar dünyasına gönderme
yaparlar.16 Ancak, iletişimde ortaya çıkan karşılıklı beklenti temelinde eylemin
başarısı, iletişime katılanlar arasında bir anlaşmaya varıldığında sağlanabilir.
Dolayısıyla konuşmanın içeriği değil de, konuşmanın ortaya çıkışının biçimsel
koşulları ortaya konulabilirse, “…konuşmacının neyi sunduğunu ve dinleyicinin neye
tavır alabildiğini, evet ya da hayır diyebildiğini genel olarak verebildiğimizde,
anlaşma kavramı yeterince açıklanabilir.” Çünkü “anlaşma, insan dilinin telosu
13 J. Habemas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, Çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1998, s. 561; ayrıca, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, Çev. Mustafa Tüzel, Y.K.Y., İstanbul 1997, s. 46. 14 İkinci dönem Wittgenstein’la ilişkili olan bu anlayış, dil ve dünya arasındaki ilişki ve anlam sorunu üzerinde durur. Dile içkin kuralların belirlediği bu ilişkide, bir sözcüğün anlamı, onun dildeki kullanımındadır. Kullanım, ancak "dil oyununda" parçalanan gelenek-göreneklerle veya bir yaşam biçimiyle birlikte bir topluluğun işlevi olarak ortaya çıkar. "Dil oyunu” sözcüğü, burada dili konuşmanın, bir etkinliğin veya bir yaşam biçiminin bir parçası olduğunu vurgulamaktır. 15 J. Habermas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, s. 250. 16 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 662.
11
olarak, onun içinde yer alıyor görünmektedir.”17 Bu anlamda, iletişim teorisi,
gündelik dildeki iletişimin zorunlu bir anlaşma kavramını içerdiği biçiminde doğalcı
bir anlayışı ifade eder.18 Diğer yandan, eyleyen tarafların iletişebilmeleri ve
anlaşabilmeleri olanağı ve yetisi olarak dilin kendinde varsayılan aşkınsal temel,
diğer deyişle bireylere önsel ve bireylerin hepsini kapsadığı varsayılan telos,
birleştirici bir dayanak noktası olarak konumlandırıldığında sorunlu görünmektedir.
Çünkü “dil yetisi, sınıflandırılmayacak bir gerçeklik olarak görünür. Bu yetinin, hem
fiziksel, fizyolojik ve zihinsel, hem de bireysel ve toplumsal yönü olduğundan bu
gerçeklikte birlik sağlanamaz.”19 Dolayısıyla iletişime giren taraflardan, dilin
kendinde varsayılan telos olarak görülen bir uzlaşıdan kaynaklı kendiliğinden bir
görüş birliğine varmaları beklenemez. Çünkü gündelik yaşamda ortaya çıkan dilsel
etkileşimler, sadece rasyonel uzlaşılar olarak değil, aynı zamanda duygu, istek ve
çıkarlara bağlı ortaya çıkan uzlaşmazlıklar biçiminde görünürler.
Diğer yandan, Habermas, dilsel telos, yani dilin kendinden kaynaklı ve gelişim
süreci içinde ortaya çıkan anlaşmayı, bireylerin hakikat, doğruluk ve samimiyet
17 J. Habermas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, s. 562; ayrıca Habermas’a göre, söz-edimsel amaçlar, uzlaşının linguistik araçlarından bağımsız tanımlanamaz. Uzlaşının telosu, Wittgenstein’ın açıkladığı gibi, dilsel ortamın kendinde bulunmaktadır. Dinleyicinin ‘evet’ veya ‘hayır’ı rasyonel olarak yürütülen bir görüş olduğundan, konuşmacı, nedensel olarak etkilenen bir şeyi amaçlayamaz. İletişim katılımcıları, ‘hayır’ diyebilmenin özgürlüğünden yararlanırlar. J. Habermas, Wahrheit und Rechtfertigung, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1999, s. 111-112. 18 Bu çerçevede, Rorty’nin yaptığı eleştiri de dikkate alınabilir. Ona göre, öznel idealist anlayışın, özne-nesne ayrımı temelinde benlik ve dünya ya da gerçeklik arasına bilinç ya da zihni koyarak, araçsal bir anlayışla ortaya konulan varlık, bilgi ve değer tasarımlarına benzer olarak bir ‘dil’i koyma anlayışı söz konusudur. “Dil yönünde gerçekleştirilen bu dönüm, ilerici doğallaştırıcı bir hamle olarak görüldü. Böyle düşünülmesi, dil-kullanan organizmaların evrim içinde ortaya çıkışını açıklamak, bilincin bilinç olmayandan metafizik bir biçimde ortaya çıkışını açıklamaktan daha kolaymış gibi görünmesinden ileri gelmişti. Ama kendi başına bu ikame etkisizdir. Çünkü bir araç olarak onun sayesinde benliğin ilişki kurmaya çalıştığı insani olmayan gerçeklik ile benlik arasında duran bir şey olarak dil resmine yapışıp kaldığımız taktirde ilerleme kaydetmiş olmayız. Bu durumda hala özne-nesne resmi kullanıyoruzdur ve kuşkuculuk, idealizm ve gerçekçilik hakkındaki sorunlara saplanıp kalmışızdır. Çünkü bu durumda, bilinç hakkında sorduğumuz türden aynı soruları dil hakkında sormaya devam edebiliyoruzdur.” R. Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, Çev. M. Küçük, A. Türker, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1995, s. 34. 19 R. Barthes, Göstergebilimsel Serüven, Çev. M. Rıfat, S. Rıfat, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1997, s. 27.
12
ölçütlerine göre eleştirilebilir iddialar üzerinden yürütecekleri ve gündelik iletişimin
zorunluluğundan kurtarılmış gerçek uzlaşılarının temeli olarak görür. Çünkü
iletişime girmeye yetenekli taraflar, olgusal olarak amaçlanan her uzlaşının
aldatacağını bilirler; bu nedenle, ussal bir uzlaşı kavramına dayanmak zorundadırlar.
Bu açıdan, anlaşma, doğal dili konuşan herkesin sezgisel olarak kavradığı normatif
bir kavramı ifade eder. Dolayısıyla, aynı zamanda a priori veya ‘doğuştan’ bir bilgi
olarak, gerçek bir uzlaşıyı yanlış bir uzlaşıdan ayırması herkesten beklenmelidir.20
Bu durumda, metafizikten kaçmak isteyen Habermas, metafiziğe geri düşmektedir.
Ama gerçekte bu, Habermas’a göre, “eleştirilebilir geçerlilik iddialarının
çözülebilirlik idesi olarak, bizzat iletişimsel eylemde yerine getirilen ve bu açıdan
gökyüzünden yaşam-dünyası alanına indirilen idealleştirmeleri gerektirir.”21 Diğer
yandan, varsayılan bu ideal koşullar temelinde eğer dilsel deneyimi, “düşüncenin
kendisiyle ve kendine karşı yaşadığı bir deneyim”22 olarak belirlersek, bu durumda,
olgusal olanın olumsallığının, yani praksisin, mantıksal olanın zorunluluğuna, diğer
bir deyişle ideal söylemin teorisine indirgenmesi gibi bir durum söz konusu olacaktır.
Gündelik iletişimin öznelerarasılığında, aslında bir şey iddia eden, ileri süren
veya açıklayan dil ve eyleme yeteneğine sahip öznelerin, yaşama evrenlerinin
bağlamı ve nesnel, öznel ve sosyal dünya anlayışları çerçevesinde birbirleriyle
etkileşime girmeleri, konuşucu ve dinleyici rollerinde birbirlerini etkileme23 ve
20 J. Habermas, Theorie und Prakxis, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1971, s. 24. 21 J. Habermas, Faktizität und Geltung, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1992, s. 34. 22 A. Megill, Aşırılığın Peygamberleri, Çev. Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 1998, s. 253. 23 Austin’e göre, biz dille, dünya hakkında sadece iddialarda bulunup, betimlemeler ve açıklamalar yapmayız; aynı zamanda bir şey söylemekle bir edimde bulunur ve böylelikle bir şeyi yerine getiririz. Bu çerçevede de ifadeleri, söz ya da emir verme anlamında uygulayıcı ve bir olguya veya duruma ilişkin betimleme anlamında tespit edici ifadeler olarak ayırır. Bu anlamda tespit edici betimlemeler ancak doğru veya yanlış olabilir. Searle’e göre, bu ayrım işe yaramaz; çünkü bir emir veya söz verme kadar betimlemede birer eylemdir ve uyarma gibi bazı uygulayıcı ifadeler de doğru veya yanlış olabilir. Diğer yandan “söylemek, söyleneni yapmak olabilir mi?”gibi bir soru söz konusu olduğunda,
13
anlama çabasını ifade eder. Bu açıdan, Habermas’a göre, iletişime girenlerin birbirini
anlaması, ifade edilen önermenin ya da tümcenin geçerliliği konusunda herkesin
birleşmesini ifade eder. Karşılıklı anlaşma ise, ifade edilen önerme ya da tümceye
yönelik öne sürülen geçerlilik iddiasının öznelerarasında onaylanmasıdır. Bu
anlamda, “konuşucu bir önermede bulunduğunda, bir şey öne sürdüğünde,
anlattığında, açıkladığında, serimlediğinde, öngördüğünde, irdelediğinde vb.
dinleyici ile bir doğruluk iddiasının kabul edilmesi temelinde anlaşmaya varmaya
çalışmaktadır.”24 Dolayısıyla dilsel simgeler ya da imlemler temelinde “iletişimsel
eylem kavramı, tarafların bir dünyayla ilişki kurarak karşılıklı kabul edilebilir ya da
tartışılabilir geçerlilik iddialarında bulunduğu anlaşma süreçleri içinde dili araç
olarak ön gerektirir.”25 Ancak, bu durumda, dile karşı araçsal bir anlayış, stratejik
amaç-rasyonel eylemden farklı olarak öngörülen, dolayısıyla uzlaşımsal olarak
anlaşılan iletişimsel eylem süreciyle çelişmektedir. Konuşucu ve dinleyici
rollerindeki tarafların karşılıklı etkileşimiyle anlama ve anlaşma ilişkisine bağlı
olarak biçimlenen iletişimsel akıl için, dil ve düşünce ilişkisinin karşılıklılığı
temeldir. Eğer iletişimsel akıl bu karşılılık temelinde biçimlenmesi öngörülüyorsa,
dil araç olarak görülemez.
Austine göre, tek başına yeterli olmasa da, ilgili sözleri ifade etmek, bir edimi yerine getirmede ilk adımdır. J. L. Austin, Söylemek ve Yapmak, Çev. R. Levent Aysever, Metis Yayınları, İstanbul 2009, s. 45; buna karşılık Searle, “bir şey söylemenin bir şey yapmak olduğunu, anlam nasıl belirleyebilir ve bir şey söylemek nasıl oluyor da bir şey yapmayı oluşturuyor (kuruyor)” diye sorarak, bu ilişkiyi açıklamaya çalışır. Ona göre, konuşan ve dinleyen arasında bir iletmenin başarılı olabilmesi için, konuşucunun iddia veya ifade ettiği tümceyi dinleyen kişinin cümlenin edimsöz gücünün ve önerme içeriğinin ne olduğunu anlayabilmesi gerekir. Diğer yandan, uygulayıcı ifadeler, ifadelerin dayandığı niyetin, belli toplumsal kurallar, uylaşımlar ve kurumlar çerçevesinde anlam kazanmasıyla etkili olur. Dolayısıyla ifade edilen cümlenin yazınsal anlamıyla ortaya konulan söyleyişle birlikte yaratılan kurumsal olgu arasında bir bağ vardır. Bu nedenle, bir iddianın uygulayıcı bir ifade değeri kazanması için niyetlilik ve kurumsallık gereklidir. J. R. Searle, Bilinç ve Dil, Çev. M. Macit, C. Özpilavcı, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 240-68. 24 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 327. 25 A.g.e., s. 127.
14
İletişimsel olarak eyleyen bireyler, günlük yaşam pratiklerinin ve dilsel iletişimin
uzlaşımsallığı ortamında, bağlayıcı olarak görülen geçerlilik iddialarının da
çerçevesinde birbirleriyle etkileşirler. Bu anlamda, Habermas’a göre, iletişimsel
eylem, başlangıçta taraflarca varsayılan geçerlilik iddiaları temelinde, ortaya çıkan
anlaşmazlıkların gerekçeler ortaya koyularak uzlaştırılmaları olanağına bir gönderme
yapmaktadır. Dolayısıyla tarafların istek, talep ve tartışmalı iddiaları, etkileşim süreci
içerisinde toplumsal yaşam bağlamlarına içkin olarak yerleşmiş bulunan bir
iletişimsel akıl temelinde açığa çıkan söylem çerçevesinde, rasyonel biçimde ele
alınır, eleştirilir ve ussal biçimde öne sürülen argümanlara göre bir çözüme
kavuşturulmaya çalışılır. Bu açıdan, temelinde gündelik iletişimsel eylemin
bulunduğu, ancak ondan farklılaşan bir söylem biçimi ortaya çıkar. Çünkü normatif
ifadeler elde etmek üzere gündelik dilin iletişimsel zorlamalarından kurtarılmış olan
ve doğruluğun ortaklaşa aranması amacı güden bir “tartışma, temellendirmeler
vermeye yarar, ama temellendirmeler ek bilişiler içermezler. Tartışmada, katılanlar
sadece ve sadece geçerlilik bağlamlarının netleştirilmesine yönelmişlerdir.”26
Dolayısıyla, yerleşik ve normatif olan dil-oyunu içerisinde, olgusallık ve anlam
ilişkilerinin geçerliliğinin naif koşulu çerçevesinde sürdürülen iletişimsel eylemde
ortaya çıkan problematik bir rıza, argümantasyon biçimi olarak kavranan iletişimsel
aklın rasyonel temellendirmesi aracılığıyla yeniden üretilmelidir.
Yaşam-dünyası ufku bağlamında gerçekleşen uzlaşı yönelimli iletişimsel eylem,
mevcut bir deneyim dünyası koşuluna bağlıdır. Bu koşulda, tarafların dünyayla ve
birbirleriyle kurdukları etkileşimler, nesne alanlarına göre farklılaşmaktadır. Şeyler
ve olaylarla ilgili nesne alnında taraflar, duyusal deneyim tarzına bağlı olarak araçsal
26 J. Habermas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, s. 433.
15
bir yönelim içinde, özne-nesne ayrımı temelinde bu alanı kurarlar. Diğer yandan,
kişiler ve anlatımlar alanında, iletişimsel deneyim tarzına bağlı olarak eyleyen
taraflar, uzlaşı yönelimli eylem temelinde bu alanı biçimlendirirler. Dolayısıyla,
Habermas’a göre, nesnelere yönelik ortaya konulan ikili bir temellendirme, gündelik
dilde iletişim kurabilmeye bağlıdır. Çünkü kişilerle ve anlatılarla girişilen
etkileşimde ortaya konulan iletişimsel deneyimlerin olanaklılığı, dilsel bir uzlaşının
öznelerarasılığı temelinde sağlanmaktadır.27 Ancak, “iletişimsel eylem bağlamında,
dil ve deneyim eylemin kendinin aşkınsal koşullarına bağlı değildir. …Dil oyunun
dil bilgisi simgeleri, eylemleri ve anlatımları bağlar. Dünyanın yorumlanma ve
etkileşim şemalarını kurar.”28 Bu anlamda, özne-nesne ayrımına bağlı olarak
ilgilerden kopuk bir bilgi yerine, öznelerarasılığın dilsel simgelerle etkileşimi
temelinde ilgi bağlantılı bir bilgiyi ortaya koyan ve aynı zamanda bir toplusallaşma
mekanizması olan bu düzlemde, iki etkileşim türü birlikte ortaya çıkar. Bir yanda,
bilişsel-araçsal akla bağlı olarak ortaya çıkan teleolojik eylem temelinde sürdürülen,
başarı yönelimli özne-nesne ilişkisi, diğer yanda öznelerarası iletişimsel eylemin
uzlaşı yönelimli temelinde özne olarak bireylerin etkileşimi söz konusudur. Ancak
burada, toplumsal alanda ortaya çıkan bu iki eylem yapısının her zaman birbirini
etkileme ve dönüştürme tehlikesi de vardır. Bu süreçte, gerçek bireysel istek ve
ilgilerle koşullu olan teleolojik stratejik eylem, biçimsel koşullarca belirlenen
iletişimsel eylemden daha etkili olacaktır. Ayrıca, deneyim dünyası koşuluna bağlı
olan bir iletişimsel eylem, bu koşuldan dolayı her zaman için uzlaşı yönelimli bir
eylem olarak gözükmeyebilir.
27 A.g.e. s. 445. 28 J. Habermas, Bilgi ve İnsansal ilgiler, Çev. Celal A. Kanat, Küyerel Yayınları, İstanbul 1997, s. 235.
16
Habermas’a göre, Aristoteles’ten bu yana felsefi eylem kavramının temelinde
bulunan teleolojik eylem kavramı, amaca ulaşmak için en iyi araçların seçilmesi ve
bunların uygulanmasıyla istenilen durumun gerçekleştirilmesi sağlama anlamında
başarı ve strateji yönelimli bir eylemi gösterir. Bireylerin istek ve niyetlerini
gerçekleştirmesine bağlı olarak biçimlenen “…bu eylem modeli monolojiktir. Özne-
nesne ilişkisine ayrıcalık tanırken, özne-özne ilişkileri boyutunda ve eylemin
toplumsal bağlamından uzaklaşır. …kendi amaç ve niyetlerini formülleştiren,
düşünülmeyen bir bilinçten yola çıkılır.”29 Buna karşılık, normlarla düzenlenen bir
eylem ve “…birbirlerinin izleyicilerini oluşturan ve birbirlerinin gözü önünde
kendilerini serilmeyen etkileşim taraflarına ilişkin…”30 olan dramatürjik bir eylem
kavramını da içeren iletişimsel eylem kavramı, öznelerarası tanınma ilişkileri
çerçevesinde eylemleri uzlaşı içinde koordine etmeyi amaçlar. Bu anlamda da
eylemler, genel olarak eylem yönelişlerine göre şu şekilde gösterilebilir:
Teleolojik (amaç-yönelimli) Eylem=Araçsal-stratejik Eylem=Başarı Yönelimli Eylem
İletişimsel Eylem=Konuşma-norm-düzenleyici- dramaturjik Eylem=Uzlaşı Yönelimli
İletişimsel eylem, öznelerarası karşılıklı etkileşim ve iletişime katılan bireylerin
yaşam-dünyaları ufku çerçevesinde ortaya koydukları ortak bir yorumlama çabasıyla
sürdürülmesi gerektiğinden, başarı yönelimli stratejik eylemin teleolojik ve monolog
yapısına karşılık, karşılıklı bir edimi ifade eder. Dolayısıyla iletişimsel eylemden
farklı olarak “teleolojik eylem modeli, verili bir durumda amaçlar koyan ve bunları
gerçekleştirmek için uygun görünen araçları seçen ve uygulayan bir aktörü hesaba
29 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, Çev. İsmet Tekerek, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s, 179. 30 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 111.
17
katar.”31 Bu anlamda teleolojik, yani stratejik ve araçsal olarak eyleyen bir birey,
kendi ilgi ve beklentilerine odaklanmış olduğundan, ilk baştan karşılıklı bir
etkileşime de kendini kapatmış olacaktır. Dolayısıyla başarı ve stratejik yönelimli
eyleme “karşılık, uzlaşı yönelimli anlayış, etkileşime girenleri birbirine bağlar.”32 Bu
bağlılık, eylemlerinin yükümlülüğünü üstlenebilen eyleme ve konuşma yeteneğine
sahip kişileri varsayar.
Habermas’a göre, uzlaşı yönelimli iletişime katılanlar, geçerlilik iddialarının
uzlaşısını öznelerarası bir tanınmada ortaya çıkan evet/hayır görüşleri üzerinden
yürüttüklerinden, paylaşılan kanaatler onları birbirine bağlar. Dolayısıyla iletişimsel
eylem kavramı, normlarla yürütülen bir karşılıklı etkileşimin öznelerarasılığında,
diğerlerinin ilgi ve beklentilerini, yani ortak pratik ilgiyi de dikkate alacak biçimde
uzlaşıya açık bir kişiyi merkeze yerleştirir. Bu anlamda, normlarla yürütülen bir
karşılıklı etkileşimin öznelerarasılık düzlemine yerleşmiş olan bireylerin, soru sorma,
cevap verme, iddia etme ve karşı çıkma gibi rolleri birbiriyle değiştirilebilir. Rollerin
bu takas edilebilirliği, diyalogu üstlenen bireylerin tanınmaları ve temsil
edilemezlikleri koşulunda geçerlidir. Diyalogda ortaya konulan konuşmanın başarısı,
şahıs zamirlerinin kullanılmasına bağlı olarak ortaya konulan ben ve ötekinin
özdeşliğini ve özdeşsizliğini olanaklı kılan bir öznelerarasılık ilişkisini gerekli
kılar.33 Ancak, taraflar arasındaki bu öznelerarasılık düzlemini ve rol değişimini
31 A.g.e., s. 645. 32 J. Habermas, Sprachtheorische Grundlegung der Soziologie, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 2009, s. 162. 33 Habermas’a göre, kuralların öznelerarası olanaklılığı, uzlaşı yönelimli iletişimin ortaya koyduğu karşılıklı eleştiri olanağı ve uzlaşıya götüren bir öğretme süreciyle sağlanır. Dolayısıyla iletişime giren bireylerin, davranışlarını kendisine göre yönlendirdikleri bir kural üzerinde bir anlaşma sağlanmadan, ‘aynı’ kuraldan söz edilemez. Kural, diğer öznelerle birlikte ortaya konulabilen şeydir. Dolayısıyla bir kural öznelerarasında geçerli olmalıdır. Öznelerarası eylemin geçerliliğinin temelinde karşılıklı beklenti bulunmaktadır. İlk olarak G. H. Mead tarafından analiz edilen bu ölçüt, beklentinin karşılıklı yansıması olarak her iki taraf da bir diğerinin beklentisini bekleyebilmelidir. Bireyler böylelikle aynı simge ve belirteçlere gönderme yapabilirler. Dilin uzlaşımsallığı temelinde ortaya çıkan diyalog ve
18
olanaklı kılan ilişki, sadece dilsel temelde şahıs zamirlerini kullanabilme yeteneğiyle
değil, aynı zamanda toplumsal statü ve haklar temelinde bireylerin kişi olarak
tanınmasıyla sağlanabilir.
İletişimsel eylem, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip öznelerin birbirleriyle
dilsel ve dilsel olmayan simgeler üzerinden etkileşimlerini ve etkinliklerini ifade
ettiğinden, Habermas’a göre, bu durumda ortaya konulacak yöntem ve bakış açısı,
nesnelere özgü monolog biçimindeki bir açıklama yöntemi ve gözlemci
perspektifinden farklı olarak, diyalog biçiminde yürütülen bir anlamı anlama yöntemi
ve katılımcı perspektifi olmalıdır. Bu, özne-nesne ayrımı temelinde araçsal olarak
şeylere-olaylara yönelen ve deneyimi tek başına yapan gözlemci bakış açısından
farklı olarak, öteki bireyler ve anlatıların etkileşimiyle biçimlenmiş anlamı anlayan
bir bakış açısını ifade eder. Dolayısıyla iletişime katılanların açıklama ve yorumlama
etkinlikleri, kültürel bir öz-anlayışa sahip olarak yaşam-dünyalarının ufkuyla
sınırlıdır. Bu nedenle, “iletişimsel eylemde bulunanlar her zaman, yaşama
evrenlerinin ufku içinde devinirler; bu ufuktan dışarı çıkamazlar. Yorumcular olarak
kendileri de söz ve eylemleriyle yaşama evrenine dahildirler.”34 Bu durumda, eğer
taraflar yaşam-evreninin dışına çıkamıyorlarsa, diğer deyişle yaşam evreninin kendisi
bu anlamda aşkınsalsa ve onların uzlaşabilmelerinin başka bir aşkınsal bir temeli
anlaşma olanağı olarak bireyler, ortak ve değişmez simgelere başvururlar. Diğer yandan öznelerarası ilişki paradoksal biçimde ortaya çıkar. Birbirlerini karşılıklı olarak özne kabul eden bireyler, özne konumunda bulundukları sürece, birbirlerini özdeş görmelidirler. Ancak bu kabul tanımanın karşılıklılığı, aynı zamanda birinin ve ötekinin özdeş-olmayışını da gerektirir. Çünkü özne olmak, bireyleşmiş olmayı ifade ettiğinden, her ikisi de mutlak farklılık iddiasında bulunmalıdır. Bu anlamda, öznelerarasılığın çelişki içermeyen paradoksal yapısını, Humbolt’un şahıs zamirleri kullanımı, dilsel olarak bize göstermektedir. Buna göre, özdeş simgelerin oluşturduğu bir beklentinin yansıması, iki öznenin de bir beklentiyi hem kendi konumundan hem de ötekinin konumundan tanılayabilmesini ve bekleyebilmesine neden olur. Bu, konuşan ve eyleyen bir Benin, kendini karşısındaki bir başka Benle özdeş olmayan biri olarak belirlediğinde, bağdaşmaz görünen diyalog rollerinin eşzamanlı olarak algılanmasını gerektirir. Özne olarak iki birey, birbirleriyle konuşmak ya da eylemek üzere öznelerarasılık ilişkisi düzleminde karşı karşıya geldiklerinde, bu paradoksal ilişkiyi çözerler. J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 427-430. 34 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 558.
19
yoksa her birinin yaşam tarzından kaynaklı bilişsel, kültürel ve olgusal farklılıkları
aşıp anlaşabilmeleri nasıl olanaklı olabilecektir sorusu ortaya çıkar. Bu sorunun
çözüm olanaklılığını Habermas, karşılıklı perspektif değişiminin bakışımlı
koşullarında ortaya konulan yorum-bilgisel modelde görür. Buna göre, konuşan ve
dinleyen rollerinde etkileşen taraflar, her konuşma durumunun koşulu olan
bakışımlılığı kabul etmektedirler. Dolayısıyla, bir söylemde birbirlerini anlama
zorluğu çeken taraflar, bu bakışımlılık temelinde aşamalı olarak bakış açılarını
genişleterek, diğerininkiyle örtüşmesini sağlayabilirler.
… anadilini konuşan kişi, kişi zamirlerini nasıl kullanması gerektiğini
öğrenirken aynı zamanda konuşma esnasında birinci ve ikinci şahıs
perspektifleri arasında geçiş yapma yetisini de kazanır. Bu karşılıklı
perspektif değiştirme dinamiği içinde, iki tarafın da etnik-merkezci olmayan
ya da dönüşme öngörmeyen, aksine öznelerarasında paylaşılan bir yoruma
ulaşmasının mümkün olduğu ortak bir anlamlandırma anlayışı tesis edilir.35
Ancak, şahıs zamirlerini kullanabilme yeteneği çerçevesinde ortaya konulan böyle
bir model, yaşam tarzından kaynaklanan gerçek bilişsel, olgusal ve kültürel
farklılıkları aşmada tek başına yeterli olmayabilir.
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip öznelerin, rasyonel amaç-araç ilişkisinin
başarı yönelimli ve nesneleştirici stratejik eylemden farklı olarak, ortaklaşa kabul
edilen normlar temelinde uzlaşı yönelimli olarak ortaya koydukları iletişimsel eylem,
katılımcıların yaşam dünyaları ufku çerçevesinde ortak ilgilere yönelik bir
anlamlandırma çabasını gerektirir. Bu anlamda, Habermas’a göre, “uzlaşının işlevsel
görünüşü açısından iletişimsel eylem, geleneğin ve kültürel bilginin üretilmesine
yarar; eylem koordinasyonu açısından, sosyal bütünleşmeye ve dayanışmanın
35 J. Habermas, Bölünmüş Batı, Çev. Dilman Muradoğlu, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2007, s. 22.
20
yerleştirilmesine yarar; sosyalizasyon açısından iletişimsel eylem, kişisel kimliklerin
biçimlendirilmesine yarar.”36 Bu durumda, iletişimsel eylem, tek başına toplumun
yeniden üretilmesinin olanaklılığı ve tek belirleyicisi olarak görülür.37 Diğer yandan,
Habermas, yaşam-dünyası içinde iki eylem türünün, diğer deyişle uzlaşı yönelimli
bir iletişimsel eylem ve bu eylemi yönlendiren başarı yönelimli bir araçsal eylemin
birlikte ortaya çıktığını ifade etmektedir. Bu açıdan, geleneğin ve kültürel bilginin
uzlaşı temelinde yeniden üretilerek, kimliklerin oluşturulması, sosyal bütünleşme ve
dayanışmayı sağlayacak bir iletişimsel eylem, yönetsel ve ekonomik yapıyı
belirleyen güçlü bir stratejik eylem karşısında her zaman için yetersiz kalacaktır.
1.2. İletişimsel Akıl
İletişimsel akıl, normlarla düzenlenen eyleme dayalı bir rasyonellik biçimi
olarak, “aklın bilişsel-araçsal daraltılmalarına karşı koyan”38 bir akıl biçimidir. Bu
anlamda, yaşam-dünyası ufku ve uzlaşı yönelimli etkileşimin karşılıklı tanınma
ilişkisinde biçimlenen iletişimsel akıl, özne-nesne özdeşliği temelinde işleyen ve
kavramın nesnesini yani bilgiyi, olgusal ve tarihsel süreci dışta bırakacak biçimde
kendini kendinde bilen bir özbilincin kesinliğinde ortaya koyan ve araçsal biçimde
işleyerek Ötekiyi şeyleştiren, monolog soyut öznel-araçsal bir aklın olumsuzlaması
olarak ortaya çıkar.
Yaşam-dünyası içerisinde amaç-araçsal stratejik eylemle biçimlenen bir sistemin
üretici yetisi olarak soyut öznel-araçsal akıl, ego cogitoyla özdeş olan bir öz-bilinç
36 J. Habermas, Sprachtheorische Grundlegung der Soziologie, s. 182. 37 Lyotard’a göre, yaşam-dünyası içinde stratejik eyleme dayalı belli bir sistemin üretimi olarak görülen toplumsal ilişkiler sadece bir iletişim teorisi çerçevesinde anlaşılırsa, iki şey gözden kaçırılacaktır. Birincisi, bildiri ve mesajlar, gösterici, buyurucu, değerlendirici gibi farklı biçimlere bağlı olarak etki ederler. Burada, mesajları salt bilgi iletme işlevine indirgemek sistemin çıkarlarını ve bakış açısını önceleyen bir perspektifi uygulamaktır. Dolayısıyla toplumsal ilişkileri böylesi bir indirgemeci bakış açısından değil, çoğulcu bir bakış açısından ele almalıyız. Bunun için de, agnostiği kurucu bir ilke olarak kabul eden bir oyunlar teorisi gereklidir. J.F., Lyotard, Postmodern Durum, Çev. Ahmet Çiğdem, Vadi Yayınları, Ankara 2000, s. 45-46. 38 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 18.
21
olarak Descartes’ta ortaya konulmuştu. Habermas’a göre, bu öz-bilinç, Kant’tan beri
aşkınsal değerini arttırmış soyut özdeş Ben olarak, aynı zamanda dünya-kurucu ve
özerk eyleyen özne olarak kavranmaktadır.39 Bu dünya kurucu aşkınsal ben-
özdeşliğini, tarihsel süreçte gerçekleşen bir öz-bilinç olarak kavrayan “Hegel, ben ve
öteki diyalektiğini tinin öznelerarasındalığı (intersubjektivität) çerçevesine bırakır;
burada ben kendisi ile kendisinin ötekisi olarak değil, ben bir başka benle öteki
olarak iletişim kurar.”40 Bu açıdan iletişimsel akıl, özdeş-ben olarak öz-bilincin
tarihsel-olgusal süreçte öznelerarası etkileşimin biçimleniş ve farklılaşmasının
sonucu olarak açığa çıkan bir aşamayı ifade etmektedir.
Bu aşama, Benhabib’e göre, Eleştirel Teori geleneğinin ‘ütopyacı akıl’ kavramına
karşılık ortaya konulan ve eleştirel teoride yenilenmeye neden olan bir iletişimsel
akıl kavramını ifade etmektedir. Bu anlamda, öz-düşünümsellik ve özerklik ilişkisi
bir söylem teorisi temelinde yeniden biçimlendirilirken, geçerlilik iddialarının
söylemsel gerekçelendirilmesini sağlayacak bilişsel yetinin evrenselci bir ahlaki
bakış açısını da ortaya koyacağı ileri sürülür. Ayrıca özerklik, artık Kant’taki gibi
öznenin kendi kendinin yasasını koyması ya da Hegel ve Marx’taki gibi kendini-
gerçekleştirmesi veya Horkheimer ve Adorno’daki gibi gerçeklikten uzaklaşması
anlamına gelmeyip, evrenselci bir bakış açısından eylemeyi olanaklı kılacak
iletişimsel yeteneği ifade eder.41 Diğer yandan Rorty’e göre, aklı iletişimsel olarak
yeniden konumlandıran Habermas, aslında “…aklı insan benliğinde gömülü bir
bileşenden ziyade toplumsal normların içselleştirilmesi olarak kurmaya çalışır.”42
39 J., Habermas, Nachmetaphysisches Denken, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1988, s. 197. 40 J. Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, Çev. Mustafa Tüzel, Y.K.Y. İstanbul 1997, s. 11. 41 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 356-357. 42 R. Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, s. 102.
22
Dolayısıyla Habermas, aklı Meadci anlamda ele almaktadır: “İnsan, sosyal bir varlık
olduğu için, rasyonel bir varlıktır.”43
Süreçte aklın özgürleşmesiyle, yani Ben’in kendi doğal eğilim ve ilgilerin üzerine
yükselmesiyle oluşan soyut öz-düşünümsel dünya imgelerinin kaçınılmaz olan
rasyonelleştirmesi, başlangıçta tek tanrılı dünya dinleri tarafından ortaya konulur. Bu
anlamda, Habermas’a göre, rasyonelleştirme, bütün dünya dinlerinde ortak olan bir
anlayışa dayanmaktadır. Buna göre, rasyonelleştirme, insanlara refah ve mutluluk
sağlayan değerlerin eşitsiz dağılımının haklı çıkarılmasını ifade eder. Mitsel dünya
tasarımlarının sınırını aşan bu ahlaki sorun, acı ve haksızlıklara dinsel bir açıklama
getirme ihtiyacından ortaya çıkmaktadır. Bu rasyonelleştirme, dünyanın yanıltıcı
görünüşler alanından gerçek varlıklar alanına, yani tanrısal olan alanına yükselmiş
bir ruh tasarımıyla, Platon tarafından felsefeye aktarılır. Sonrasında bu tasarım,
Kant’ın anlaksal ben kavramın da etkili olmuştur. Hıristiyan kökenli iki dünya
öğretisini içeren bu geleneği, Kant, “doğanın nedensel yasalar altındaki görüngüsel
alanı ile ahlak yasaları altındaki özgürlüğün akılla kavranabilir (noumenal) alanı
arasında istinasız bir ayrım yapan aşkınsal felsefenin kuramsal yaklaşım biçimiyle
birleştiriyor.”44 Bütün bu rasyonelleştirme tasarımlarıyla, pratik akıl, eylemleri
yönlendirme ve ortak yaşamı olanaklı kılma amacıyla ortaya konulan normatif kural
ve ilkeleri, kendilerinden hareketle temellendirilebileceği aşkınsal dayanaklar
aramıştır. Bu anlamda, “teolojik açıdan yaratılışla ya da metafizik açıdan bir bütün
olarak var olanla ilişkilenen, rasyonelleşmiş dünya imgelerinin birliği Tanrı, varlık
ya da doğa gibi kavramlarda, yani kendilerinden kuşku duyulmayan ve tüm
43 G.H. Mead, Mind, Self and Society, The University of Chicago Press, Ltd., London, Copyright 1962 by Charles W. Morris, sekizinci baskı 1972, s. 379. 44 J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 125.
23
argümanların onlara dayandırılabileceği en üst ilkelerde ya da ‘başlangıç’larda
sağlamlaştırılmıştır.”45
Özerk ahlaki Ben’in biçimsel, öznel anlayışı temelinde kurumsallaşan eylemleri,
diğer deyişle modern bilinç yapılarının toplumsal, siyasal, kültürel ve ekonomik
yapıdaki cisimleşmesi, dinsel-metafizik dünya imgelerinin bir rasyonelleştirilmesi
süreci olarak açığa çıkar. Bu anlamda, Habermas’a göre, böylesi bir rasyonelleşmiş
dünya imgeleri, hem biçimsel ve işlevsel bir düşünmenin işleyişini hem de dünyanın
büyüden arındırılmasını gerektiren bir modern dünya anlamasının taleplerini
karşılamaktadır.46 Diğer yandan, bu rasyonelleşmeyi din ve büyüden arındırma süreci
olarak kavrayan Weber, amaçsal-rasyonel eylem temelinde açığa çıkan bu
rasyonelleşmeyi, kapitalist ekonomik işleyiş ve modern devlet örgütlenmesinde açığa
çıkan bilişsel-araçsal bir rasyonelleşmenin kurumsallaşması, bir “anlam ve özgürlük
yitimi” olarak kavrar. Bu bir anlamda, bilişsel-araçsal rasyonelleştirmeye bağlı
olarak biçimlenen ekonomik ve siyasal dizgenin, bireylerin yaşam dünyasını
şeyleştirmesidir. Dolayısıyla burada, modern devlet ve toplum açısından şöyle bir
diyalektik süreç açığa çıkar:
Modern devlet, karşıtı olan burjuva sivil toplumuna hem onu olumsuzlamak,
hem de onun tarafından olumsuzlanmak için nasıl gereksinim duyuyorsa,
modern dinsel bilinç de olumsuzladığı ve aynı zamanda teyit ettiği dünyanın
sefaletine ihtiyaç duyar. Politik alan, toplumsal-ekonomik alan üzerinde;
dinsel bilinç de dünyevi bilinç üzerinde soyut bir tahakküm kurar.47
Weber, bireysel ve toplumsal ilişkilerde somutlaşan bu bilişsel-araçsal
rasyonelleşmeyi, Protestan çileci ahlakı temelinde biçimlenen bir meslek etiğinin,
45 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 237. 46 , s. 201. 47 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s, 62.
24
özellikle amaçsal ve değersel rasyonelliğin iç içe geçtiği kapitalist işletmedeki
işleyişi açısından çözümler. Çünkü “yaşam biçiminin öte dünya için bu dünyadaki
ussallaştırılması asketik Protestanlığın meslek kavramının etkisine bağlıdır.”48
Çalışmanın tanrısal bir buyruk olarak yorumlanıp, bu dünya nimetlerinden el çekerek
kendini ilahi amaçlara adama anlamında çileci bir ahlaki anlayışı ifade eden bu
meslek etiğinde, “…çileciliğin açık hedefi yaşam tarzının disiplin altına sokulması ve
yöntemleştirilmesidir; tipsel temsilcisi ‘meslek insanı’dır; sosyal ilişkilerin rasyonel
bir biçimde nesneleştirilmesi ve toplumsallaştırılması ise bu çileciliğin özgül
sonucudur.”49 Dolayısıyla bu açıdan Weber, Habermas’a göre, sadece öznel aklın
başarı yönelimli stratejik eylemine bağlı olarak biçimlenen Batı kültürünün bir
dünyevileşmesini değil, aynı zamanda rasyonelleşme açısından modern toplumun bir
gelişimini ortaya koymaktadır.50
Aklın, stratejik eylem temelinde araçsal işleyişine bağlı ortaya çıkan yeni
toplumsal yapılar, bütün ayrımlaşmalar aracılığıyla kapitalist işleyişin ve bürokratik
devlet-aygıtının örgütlenmesinin etrafında yoğunlaşan ve her iki işlevselliğin iç içe
geçtiği bir sistemi belirlemektedir. Bu anlamda Habermas’a göre, Weber’in de
kavradığı biçimiyle Batı rasyonalizmi, bir yandan kültürel geleneği düşünümsel
anlayış çerçevesinde ele alırken, diğer yandan estetik-anlatısal ve ahlaki-pratik
alanları birbirinden yalıtan bir Avrupa uzman kültürünü biçimlendirir. Buna bağlı
olarak ortaya konulan düşünce ve kavrayışların her biri doğruluk, beğeni ve adalet
sorunlarında özgülleşerek, kültürel alanda bilimsel üretimin, sanat ve eleştirinin,
48 M. Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Zeynep Gürata, Ayraç Yayınevi, Ankara 1985, s. 135. 49 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 199. 50 J. Habermas, Der philosophische Diskurs der Moderne, Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main
1985, s. 9.
25
hukuk ve ahlak alanlarının ayrımlaşmasına ve yaşam-dünyası içerisinde çözülmesi
zor sorunlara neden olur.51 Böylelikle, toplumsal ve kültürel yaşamın biçimsel
rasyonalizasyonun arttığı ölçüde, bir ‘anlam ve özgürlük yitiminin’ açığa çıkması
söz konusudur. Bu anlam ve özgürlük yitimi, insanların doğaya veya nesneye ilişkin
bilme ve kavrama kategorisi, yani özne-nesne ilişkisi altındaki bir nesneleştirmeyle
birlikte, birbirlerine karşı ilişkilerinde de bir “şeyleşme” olarak açımlanacaktır.
Şeyleşme, biçimsel rasyonelliğin bir uzantısı olarak, kendini meta üretim ilişkilerinin
toplumsal ilişkilerde nesnelleşmesinde açmaktadır. Bu anlamda, modern bireysel ve
toplumsal ilişkiler açısından Weberci rasyonelleştirmeyi Lukacs, kapitalist üretim
ilişkilerine, yani meta üretimine bağlı olarak ortaya çıkan bir “şeyleşme” olarak
yorumlamaktadır. Buna göre, “…burjuva toplumundaki tüm nesnelleşme
biçimlerinin ve bu biçimlere denk düşen öznellik biçimlerinin kökünü ancak bu
durumda, yani meta ilişkisinin yapısında bulmak olanaklıdır.”52 Meta ilişkisine bağlı
olarak ortaya çıkan bireysel ve toplumsal ilişkilerin şeyleşmesini, Hokheimer ve
Adorno, tarihsel-olgusal insanlaşma sürecinde açığa çıkan ve araçsal olarak işleyen
bir öznel akıl eleştirisi temelinde ele alırlar.
Doğaya egemen olma sürecinde, kendini doğadan ayırarak kendine egemen olma
biçiminde somutlaşan öznel biçimsel aklın işleyişi, burjuva bireysel ve toplumsal
ilişkilerinde aydınlanır. Bu çerçevede, özerklik ideali, Frankfurt Okulu’nun eleştiri
anlayışıyla dönüşüme uğratılır. Akıl, doğaya egemenlikte ortaya çıkan bir tahakküm
aracısıysa, o halde kendine yasa koyan özerk bir akıl ideali, aynı zamanda bir
tahakküm ideali olarak görünecektir. Bu nedenle, “otonomi kendini-gerçekleştirme
değil kendini- bastırmadır, içimizde ve dışımızdaki doğanın bastırılışıdır. Kant’a göre
51 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main 1983, s. 117. 52 G. Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul 1998, s. 157.
26
özgür ve eşit özneler arasında gerçekleşecek bir ‘Amaçlar Krallığı’ için nihayetinde
gerekli olan otonomi, aslında kendini ve ötekini bastırma pahasına kendi amaçları
peşinde koşan bir özne idealidir.”53 Dolayısıyla aydınlanmanın da ideali, ötekinin
tahakkümünü kendi doğasının bastırılışında temellendiren özerk özne ve öznel-
araçsal bir akıl ideali olarak toplumsal ve doğal alanda somutlaşır. Bu anlamda,
“aydınlanmanın özü, kaçınılmazlığı egemenlikten kaçınmama olan bir seçenektir.
İnsanlar her zaman doğaya boyun eğme ya da doğayı kendilerine boyun eğdirme
seçeneğiyle karşı karşıya kalmıştır.”54
Diğer yandan, Habermas’a göre, Horkheimer ve Adorno, ‘şeyleşmeyi’ aklın
araçsallaşması olarak insan olmanın başlangıcına dek genişletmektedirler. Bu
genişletmede, amaç-rasyonel olarak nesnel aklın karşısında araç-rasyonel öznel aklın
işleyişi, insanın doğaya ve insanın insana egemen olmasının biçimi olarak
çıkartılmaktadır. Özdeş Ben’in öz-korunumu temelinde öznel biçimsel akıl, özerk
burjuva bireyin kişisel çıkarı çerçevesinde cisimleşen hesaplayıcı ve nesneleştirici
araçsal akıl olarak, süreçte kendini bireysel, toplumsal, siyasal ve kültürel yapı
içerisinde somutlaştırmıştır. Kapitalist ekonomik ilişkileriyle “…özerkleşmiş üretim
sürecinin egemenliği altında aklın gittikçe belirsizleşerek sonunda kendi kendinin ve
dışsal gücün fetişizmine dönüşmesi gibi, aklın kendisi de bir araca
indirgenmekte(dir).”55 Dolayısıyla bu anlamda, “şeyleşmiş bilinç yapılarının
temelinde ‘araçsal akıl’ vardır.”56 Özdeşleyici ve nesneleştirici Ben’in öz-korunumu
temelinde araçsal aklın kendini bütün bireysel ve toplumsal yapılarda
53 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 240. 54 M. Horkheimer, T. W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, Çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1995, s. 50. 55 T. W. Adorno, Minima Moralia, Çev. O. Koçak, A. Doğukan, Metis Yayınları, İstanbul 2002, s. 127. 56 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 398.
27
gerçekleştirmesi biçiminde aklın bütünüyle olumsuzlanması tavrı, amaç-rasyonel
nesnel bir akıl olanağını da ortadan kaldırmaktadır. Çünkü “aklın totalize olmuş
eleştirisi aklın eleştirel olma yeteneğini yok eder.”57 Diğer taraftan, aklın bütünüyle
olumsuzlanmasıyla eleştirelliğinin yok edilmesi, şeyleşmiş bilinç yapılarının
dönüşümünü sağlayacak bir ussallık olanağını da yok edecektir.
Tamamlanmamış bir proje olarak devam etmekte olan modernleşme hareketi,
Habermas’a göre, ancak bilişsel-araçsal rasyonellikten, yani kendinin bilincinde olan
özdeş özerk Ben’in dünya anlamasından, Öteki’nin tanınmasında açığa çıkan
öznelerarası biçimde oluşturulan bir özneler anlamasına, diğer deyişle dünya
anlamasının merkezsizleştirilmesini amaçlayan bir iletişimsel akıl temelinde
sürdürülebilecektir. “Bu rasyonellik içinde paradigma oluşturan, yalnız bireyin
tasarlanabilen ve manipüle edilen bir dünya içindeki bir şeyle ilişkisi değil, dil ve
eylem yetisi bulunan öznelerin bir şey hakkında birbirleriyle anlaştıklarında
girdikleri öznelerarası ilişkidir.”58 Bu öznelerarası ilişki, teorik aklın özne-nesne
ayrımı temelinde işleyen bilincin düşünümselliğiyle bilen ve bilinenin özdeşlendiği
bir öz-bilincin, diğer deyişle pratik aklın amaçsal-araçsal etkinliği yerine, Ötekini
tanımada biçimlenen bir iletişimsel akıl temelinde işleyen uzlaşı yönelimi bir
iletişimsel eylemle oluşturulmalıdır. Çünkü Habermas’a göre, aslında, öznel bir yeti
olarak pratik akıl kavramı, modern bir oluşumu ifade etmektedir. Aristotelesçi
kavramsallaştırmanın özne-felsefi önertiler çerçevesinde dönüştürülmesi, kültürel
yaşam biçimleri ve politik yaşam düzeni içinde cisimleşen pratik aklın, çözülmesine
neden olmuştur. Bu çözülmeyle birlikte pratik akıl, bireyselci olarak anlaşılan
mutluluğa ve bireyin ahlaki olarak uç noktaya götürülen özerkliğine, diğer deyişle
57 T., McCarthy, Habermas ve Modernliğin Felsefi Söylemi, Çev. Ahmet Demirhan, Vadi Yayınları, Ankara 1997, s. 191. 58 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 411.
28
burjuva toplumunun üyesi olarak vatandaşlık ve kozmopolitlik rollerini üstlenilebilen
özel özne olarak insanın özerkliğine dayandırılır.59
Diğer taraftan, soyut bireyselci anlayışa karşılık somut nesnelci anlayış, pratik
aklı, bireyin toplumla bütünleşmesiyle ortaya çıkan nesnel tine (Hegel) veya belli bir
sınıfın tarihsel süreçte somutlaşan bilincine (Marx) dayandırır. Buna göre, Hegelci
anlamda, öznel öz-bilinç olarak bireyin, soyut hukuk, yani öznel-ahlaklılık ve nesnel-
ahlaklılık aşamalarından geçerek mutlak Geistta yani Devlette gerçekleşmesi, onun
tanınması ve özgürlüğünün garanti altına alınmasıdır. Dolayısıyla “bireylerin
özgürlüklerinin öznel belirlenimlerine yönelik hak, törel gerçekliğe aittir, bireylerin
özgürlüklerinin kesinliği böylesi bir nesnellikte kendini gerçekleştirir ve onlar, kendi
varlıklarının törelliğinde gerçek içsel genelliği elde ederler.”60 Diğer yandan, Marx’a
göre, pratik olarak bireylerin özgürleşmesi, ancak emek sürecinde kendi bilincine
varmış işçi sınıfının, burjuva özel mülkiyet ve kapitalist üretim biçimi temelinde
yapılanmış olan devleti ortadan kaldırmasıyla sağlanabilecektir. Çünkü “ancak bu
aşamadadır ki, öz faaliyet bireylerin eksiksiz bireyler haline gelmelerine ve bütün
doğal sınırlılıklardan kurtulmalarına tekabül eden maddi yaşamla örtüşür.”61
Dolayısıyla bu çerçevede, Hegel ve Marx, “…iletişimde bulunan Benlerin
öznelerarası çoğulculuğunu yansıtan bir bakış açısına değil, kolektif tekil öznenin
özneler-ötesi perspektifine başvurular. Bu kolektif tekil özne kavramı, doğal hak
geleneğinin bireyselliğinden kaçınmalarını sağlar, ama hiçbir biçimde insani
çoğulculuğun anlamıyla örtüşmez.”62 Aslında bu, geleneksel anlamda, iktidarı, diğer
59 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 15. 60 G.W.F. Hegel, Recht, Staat, Geschichte, Copyright 1955 by Alfred Kröner Verlag in Stutgart, s. 300 (§153). 61 K. Marx, F. Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach), Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 105. 62 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 99.
29
deyişle normları rasyonelleştirme ve meşrulaştırma amacıyla, dinsel-metafiziksel
aşkınsal ve genel bir ilkeye dayandırılması anlayışının bir biçimde sürdürülmesidir.
Bu durumda, Habermas’a göre, birbiriyle karşılaşmak durumunda olan iki eylem ve
rasyonellik biçimi söz konusu olur. Dil oyunlarının iletişimsel eyleme bağlı
biçimlenen bir rasyonelliği ve stratejik eyleme bağlı olan bir amaç-araç ilişkileri
rasyonelliği karşı karşıya gelmek durumundadır. Böyle bir karşılaşma, geleneksel
toplum ve siyasal yapıyı dönüştürecektir. Çünkü günümüzün çoğulcu toplumsal ve
siyasal yapısında, stratejik yönelimli amaç-araç rasyonel ilişkileri temelinde ortaya
konulan meşrulaştırma biçimleri geçersiz kalmaktadır.63 Bu durumda, soyut
öznelciliği veya belli bir kolektif özneyi temele alan pratik akıl kavramından farklı
olarak iletişimsel akıl, günlük yaşam pratiğinin farklı kimlikleri ve kültürel
çoğulculuğuna bağlı olarak öznelerarası uzlaşısının dilsel ortamında açığa çıkan bir
rasyonellik biçimi olarak oluşur. Eşzamanlı olarak bu rasyonellik temelinde, modern
kapitalist toplumda öznel pratik aklın bilişsel-araçsal işleyişinin şeyleşmiş yapılarının
yansıması olan ve zorunluluk alanını gösteren yönetsel ve kurumsal bir dizgeye
karşılık, uzlaşı yönelimli eylemin öznelerarası iletişimsel rasyonelliği temelinde
yapılandırılan ve özgürlük alanına karşılık gelen bir yaşama evreni biçimlenir.
Habermas’a göre, ontolojik olarak iletişimsel bir rasyonelliği olanaklı kılacak
öznellik ya da bireysellik, zamansallığa ve mekânsallığa göre birbiriyle
özdeşlenebilir bireysellik veya genel niteliklerce belirlenen tözel dayanaktan daha
çok dile getirilemez niteliksel farklılıklar içerisinde ortaya çıkan bir bütünsellik
temelinde anlaşılmalıdır. Bireyin bu dile getirilemez olumlu bütünsel anlamını, “her
bireyi, bütün olarak dünyanın bir yansıması…”64 olarak gören Leibnizci anlayış
63 J. Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, s. 47. 64 J., Habermas, Nachmetaphysisches Denken, s. 194.
30
ortaya koymaktadır. Monad olarak bireyler, bütün evrenin tekil temsili tarzında
kendinde var olmaktadır. Bu durumda, içeriksel değil aşkınsal bir durum olarak
bireyselleştirici olanak, her bir düşünülen öznelliğin kendisinin, dünyayı bütününde
özgül biçimiyle temsil etmesinde açığa çıkar. Ancak bütünsel, tözel bireyselliğin
böylesi bir ontolojik açıklaması, her bir bireyin birbiriyle ilişkiselliğini
gösteremediğinden, söylemsel olarak yerine getirilemez bir tasarım olarak
durmaktadır.
Diğer yandan, Hegel, “bireysel olarak kavranan bütünsellik içinde statik olarak
yansıyan monadların aşkınsal-felsefi ve estetik-etkileyici bir anlam dönüşümüne
dayanarak”65, bu tasarımı dönüştürmeye çalışır. Soyut tözel bütünsellik olarak
monadlar, karşılıklı ilişkileri içerisinde zamansız uyumlu bir düzene götürülerek,
daha üst-bütünlükte, yani mutlak Geist’ta birleştirilir. Bu anlamda, özerk ahlaki
soyut öznellik olarak bireyler, kendilerini, toplumsal törelliğin karşılıklı tanınma
ilişkileri sürecinde nesnel ahlaklılıkta, yani mutlak Geist olarak devlette
gerçekleştirirler. Dolayısıyla bu gerçekleşme, soyut tözsel bütünsellik olarak görülen
her bireyi, nesnel bütünsellik olarak devlette erittiğinden, söylemsel olarak, bireyin
dile getirilemez niteliksel farlılığını ve ötekiliğini koruyan bir karşılıklı tanınma
ilişkisi olarak ortaya çıkmaz. Aynı şekilde, nesnel idealizme eleştirel bir tavır alan
Marksist anlayış, iletişimsel bir aklın dayanaklarından biri olan, özne-nesne ya da
düşünce-varlık özdeşliğini yadsıyan ve özne ve nesne arasındaki gerilimi koruyarak
özneyi nesnesine indirgemeyerek Öteki’ne olanaklılık tanıyan bilinç ve nesne
ilişkisini, tarih-olgusal gelişim süreci içerisinde karşılıklı etkileşim temelinde ele alır.
Ancak “Marx da düşünseme sürecini araçsal eylem düzeyine indirger. Saltık Ben’in
65 A.g.e., s. 195.
31
öz-konumlanışını türün daha somut üretici etkinliğine indirgeyerek, -düşünseme
felsefesinin çerçevesini korusa bile- tarihin itici gücü olarak düşünsemeyi ortadan
kaldırır.”66
İletişimsel rasyonelliği olanaklı kılacak bir bireysellik, Habermas’a göre,
karşılıklı bir tanınma süreci çerçevesinde, dile getirilemez ve indirgenemez niteliksel
farklılıklarını koruyarak bilen ve eyleyen öznelerin bir ilişkisi olarak ortaya
çıkmalıdır. Bu anlamda, ilk olarak Fichte, bireysellik sorunu çerçevesinde Kantçı
kavramları, bilen ve eyleyen Ben’in aşkınsal tasarımını, dünya-yapısını ve öz-
kendilik anlayışını, öz-devinimin ve öz-belirlenimin ortak kökenselliği temelinde
dönüştürmektedir. Buna göre, Fichte, Kant’ın teorik ve pratik felsefesini
eylemselliğin en üst noktasında birleştirmiştir. Bu nedenle, kendini kendinde
konumlandıran öznenin bağımsızlığında, bilgi ve edimsellik momentini
kaynaştırmıştır.67 Dolayısıyla pratik-edimsel ve aynı zamanda düşünümsel olarak
benimsenen Ben’in oluşumu temelinde, bireyleşmenin ontolojik önceliğe sahip
olduğu bir anlayış ortaya konulur. Buna göre, öz-bilincin öncelikli ediminde Ben,
kendimi bir nesne olarak buluyorum; ama diğer taraftan öz-belirlenimim, benim
katkım olmaksızın, bir doğa-üretimi olarak bağımsız, kendiliğinden edimsel özgür
bir Ben olarak da ortaya çıkmalıdır. Bu paradoksal deneyimde benim özgürlüğüm,
öncelikle bir başka öznenin Ben’i davet etmesinde açığa çıkabilir. Bir başkasında
Ben’in bir taleple yüzleşmesi, yalnızca özgür bir istencin gücüyle gerçekleştirilebilir;
ben kendimi, yetenekli özün bir öz-belirlenimi olarak tecrübe ediyorum: “kendiliğim
ve bağımsızlığım, başka birinin özgürlüğü aracılığıyla olanaklıdır.”68 Ancak, bilen ve
eyleyen Ben’e yönelik böylesi bir çözüm, daha çok tek tek bireyler aracılığıyla, bir
66 J. Habermas, Bilgi ve İnsansal İlgiler, s. 60. 67 J., Habermas, Nachmetaphysisches Denken, s. 207. 68 A.g.e., s. 198.
32
özne-nesne ilişkisi çerçevesinde ele aldığı için yeterli olmaz. Çünkü “tekil özne, daha
çok öznelerarasılığın nesnel şiddet uygulayan ilişkileri içinde oluşur.”69 Dolayısıyla
iletişimsel rasyonellik için gerekli olan bir bireysellik ya da öznellik, bireyleşmenin
diğer bireylerle girişilen sosyal ilişkiler temelinde öznelerarası biçimde açımlanan bir
toplumsallaşma aracılığıyla oluştuğunu iddia eden bir anlayış çerçevesinde ele
alınmalıdır. Böyle bir bireysellik ya da öznellik tasarısı için Habermas, Meadci
anlayışa başvurur.
Bireyselleşmenin toplumsallaşma aracılığıyla biçimlendiği anlayışını benimseyen
Mead’e göre, kendiliğin-kimliğin (self) toplumsal gelişimi açısından iki aşama söz
konusudur. Bu aşamanın ilkinde, bireyin kişiliği, ötekilerle paylaştığı özgül sosyal
eylemler içinde onun kendisine ve diğer her birine ve diğerlerinin ona karşı ortaya
koyduğu tikel tutumların bir organizasyonuyla oluşur. Fakat kişilik, ikinci aşamada
bireyin kendiliğinin ya da kimliğinin tam gelişimi açısından, sadece bu tikel bireysel
davranışların bir organizasyonuyla değil, aynı zamanda genelleştirilen öteki veya
onun ait olduğu sosyal grubun sosyal davranışlarının organizasyonu aracılığıyla
biçimlenir.70 Bu çerçevede Mead, öncelikle toplumsal olarak üretilen öznellik ya da
bireyselliğin, öznelerarası bir tasarımını ortaya koymaktadır. Bu anlamda,
Habermas’a göre, Mead, “öz-bilincin düşünümsel modelini, kendini bilen öznenin,
kendini bilinç aracılığıyla ele geçirmesini, obje olarak kendiyle ilişkiselliğine
dayanarak dışsallaştırmaktadır.”71 Ben’in (Ich), kendini bilen özne olarak öz-
düşünümselliğinde bulduğu, her zaman bir yönelimsel bir Benlik (mich)tir. Öznellik
ya da bireysellik olarak bilen ve eyleyen “Ben (I), ötekilerin tutumuna organizmanın
tepkisidir; Benlik (me), birisinin, ötekilerinin tutumunu kendinde üstlenmesiyle
69 J., Habermas, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, s. 417. 70 G.H. Mead, Mind, Self and Society, s. 158. 71 J., Habermas, Nachmetaphysisches Denken, s. 209.
33
oluşur. Ötekilerin tutumu, kurulan Benliği oluşturur ve birisi, bir Ben olarak buna
tepki gösterir.”72 Dolayısıyla “başkasının bakışı aracılığıyla bana verilen kendilik,
yüz yüze eylemede bir öteki-egonun bakışında söz konusu olan benim-egomun
tasarımı olmaktadır.”73 Bu anlamda, benlik, kendi kendini nesne yaparak değil, dışsal
bir nesnede, sosyal nesneyle ilişki temelinde, kendini kurmaktadır. Dolayısıyla
“toplumsal rollerin içselleştirilmesi yoluyla, eyleyenin normatif geçerlilik iddialarına
yönlenmesini olanaklı kılan bir üst-ben yapısı oluşur.”74 Bu üst-ben yapısı, aynı
zamanda varsayılan ideal koşullar temelinde bir argümantasyon yürütülebilecek bir
ahlaki-bilişsel ve kişisel gelişim düzeyini ifade eder.
Ötekilerle etkileşimin öznelerarasılığında kimliğini oluşturan özne, burada, bir
gözlemci olarak değil, konuşmacı ve dinleyici rolünde ortaya çıkmaktadır;
dolayısıyla sosyal bir perspektiften, kendini, konuşmada karşılaşılan dinleyicide,
öteki-Ben olarak (alter ego) bu başka egoda görmekte ve anlamayı öğrenmektedir.
Dolayısıyla kendilik, bir başka bilinçli kendilik, yani içselleştirilen öteki karşısında,
kendi konuşmalarını ve kendi cevaplarını duymasıyla biçimlenir. Diğer deyişle, bu,
‘insanın kendi kendisine karşı bir başkası olabilmesi’ ya da ‘kendine karşı ötekinin
tutumunu alma’ tavrıdır. Bu aynı zamanda, bir başka canlının tepkisi aracılığıyla her
defasında tecrübe edilen özgül tutumun, yorumunu anlamaktır. Bu tutumla normlarla
yürütülen bir iletişimsel yetenek kazanan birey, ‘genelleştirilmiş öteki’ olarak
içselleştirilen normlara uymaktadır. Bu, normların yaptırımsız gücü ya da ahlaki
otoritesinin kaynağıdır. Bu kaynak, Patzig’in ifade ettiği gibi, yetişmekte olan bireye
karşı duran ve toplumun taleplerinde ortaya konulan buyrukları içermektedir.
Buyruklar, gelişim sürecinde birey tarafından zamanla içselleştirilerek, ‘vicdanın
72 G.H. Mead, Mind, Self and Society, s. 175. 73 J., Habermas, Nachmetaphysisches Denken, s. 211. 74 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 466.
34
sesi’ olarak yaşanılmaya başlanır. Diğer yandan, bu sesin, birbirinden ayrı birleşmez
talepler gerçeğine bağlı olarak farklı bireylerce farklı biçimde yaşanması gerçeği,
bireyi aşan, doğrulanamaz bir karar merci olarak kavranan vicdan fenomenini
olanaksız kılmaktadır.75 Bu durumda, öznel olarak bireyin vicdanının sesi olarak
duyumsadığı, diğer deyişle genelleştirilmiş öteki olarak içselleştirilen normların
yaptırım gücü yetersiz olacaktır.
İnsanın kendi kendisine karşı bir başkasının tutumunu özümsemesiyle
oluşturulan bireysellik, benliğin toplumsal ilişkilerle dolayımlanmış bir biçimlenişini
ortaya çıkarmaktadır. Böylelikle, özdeş Ben, Benliğin yani ‘genelleştirilmiş ötekinin
kendisinden beklentilerini kendisi de ona karşı alarak’ içselleştirmesi biçiminde
kurulur. Dolayısıyla “benlik, ilişki içinde bulunulan kişilerden alınan tutumların
örgütlenmiş toplamıdır.”76 Bu temelde, bireysellik, bu örgütlenmiş tutumların dilsel
iletişimi ortamında kendini gerçekleştirme ve kendini belirlemeyle
oluşturulmaktadır. Böylelikle, “toplumsallaşan bireyin kimliği, aynı zamanda bir
başkasıyla dilsel iletişimin ve kendi kendisiyle girdiği bir ilişkinin yaşam-tarihsel
öznelerarası anlayışı ortamında biçimlenmektedir.”77 Dolayısıyla toplumsal olarak
gündelik iletişimin öznelerarası düzleminde ve yaşam dünyası ufkunda biçimlenen
bir benlik ve bireysellik, aynı zamanda ahlaki-pratik sorunların çözümüne ilişkin
olarak gündelik iletişimsel eylemden farklılaşan uzlaşı yönelimli bir argümantasyon
biçimi olarak iletişimsel akıl olanağını da ortaya koymaktadır.
Diğer yandan, Habermas’a göre, araçsal ve biçimsel bir akla yönelik bir
olumsuzlama olarak ortaya konulan iletişimsel akıl, gündelik dilsel iletişimin uzlaşı
yönelimli eylemi ve yaşam-dünyası ufku içinde oluşan bireyliğin, diğer deyişle dil ve
75 G. Patzig, Ethik ohne Metaphysik, Vandenhoeck & Ruprecht, Güttingen 1971, s. 62-63. 76 J., Habermas, Nachmetaphysisches Denken, s. 485. 77 A.g.e., s. 191.
35
eyleme yeteneğine sahip öznelerin bir rasyonellik biçimi olarak anlaşılır. Dilsel
iletişimin öznelerarasılığına bağlı olarak karşılıklı tanınma ilişkilerinin diyalog yapısı
ve toplumsallığı temelinde biçimlenen bu rasyonellik, hem geçerlilik iddialarının
tartışımsal olarak elde edilmesine hem de iletişimsel olarak eyleyenlerin, kendi
iddialarına yönelik geçerlilik iddiasında bulundukları nesnel, öznel ve toplumsal
dünyayla bağlantılı ilişkilere gönderme yapar.78 Bu anlamda, konuşma ve eyleme
yeteneğine sahip bireyler, yaşam dünyaları ufku çerçevesinde kendi öznel, nesnel ve
sosyal dünya bağlamlarında ortaya çıkan problematik durumlara ilişkin iddialarını,
iletişimsel aklın argümantif bir süreci içinde ele alır. Dolayısıyla böyle bir
rasyonellik biçimi, gündelik iletişim ilişkilerinde biçimlenen bir benlikten farklı olan
bir toplumsal üst-benlik yapısını gerekli kılmaktadır. Aynı zamanda, varsayılan
biçimsel koşullar temelinde tarafların ahlaki-pratik sorunlara ilişkin bir tartışma
formu olarak görülen bu yapı, yaşam dünyasının ve gündelik etkileşimin
olgusallığından soyutlanabilen bir yetenek olarak ortaya çıkar. Argümantasyon
formu olarak bu yetenek, varsayılan geçerlilik ölçütleri temelinde ortaya çıkmaktadır.
1.3. Geçerlilik Savları
Önceden belirlenmiş kurallar ve dilsel telos’un uzlaşımsallığında yaşam dünyası
ufku içerisinde etkileşen bireylerin, ahlaki-pratik sorunlara ilişkin çözüm arayışı,
aynı zamanda bir argümantasyon formu olarak biçimlenen iletişimsel akıl temelinde
ortaya konulan iddialar çerçevesinde yürütülür. Buna göre, bütün itirazlar karşısında
savunulabilen söz konusu iddialar, gerekçeli ve geçerli olarak kabul edilirler. Bu
anlamda, yöntemsel bir rasyonelliğin, diğer deyişle eleştirilebilir geçerlilik
iddialarına yönelik ulaşılmaya çalışılan bir uzlaşının argümanlar üzerinden
78 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 101.
36
yürütüldüğü diyalog biçiminde yürütülen bir rasyonelliğin, önsel olarak uymak
durumunda olduğu ölçütler vardır. Habermas’a göre, konuşma ve eyleme yeteneğine
sahip bireylerin, uzlaşı yönelimli iletişimsel eylemlerinde bir görüş birliğine ulaşmak
için başvurdukları bu ölçütler, konuşma eylemi ve konuşmada dile gelen dünya
arasında bir uyum ya da uyumsuzluğu da belirlemektedir. Bu anlamda, içinde
konuşma edimlerinin değiş tokuş edildiği işlevsel dil oyunun bir temel uzlaşıya
dayandığından hareket edebiliriz. Bu temel uzlaşı, konuşmacıların karşılıklı olarak
bildirdikleri, en az dört geçerlilik iddiasının karşılıklı kabulü çerçevesinde
biçimlenir: İfadelerin anlaşılırlılığı, önermesel olanın hakikati, edimsel olanın
doğruluğu veya uygunluğu ve konuşan öznenin samimiyeti.79 Taraflar, ancak bu
geçerlilik iddiaları temelinde uzlaşı yönelimli bir argümantasyon yürütebilirler.
Hakikat (Wahrheit), ileri sürülen savların her türlü etik, dinsel veya ideolojik
bağlantıdan bağımsız olarak doğrulunu yani geçerliliğini kanıtlamak için, söyleme
katılanlar tarafından tanınan ve bir geçerliliğe ulaştıran bir temellendirmeye gitmenin
kabul edilir olmasıdır. Doğruluk (Richtigkeit), söylemde öncelikle, geçerli kural
olarak tanınan ve meşru olması gereken üzerinde uzlaşılmasıdır. Samimiyet-içtenlik
(Wahrhaftigkeit), söyleme katılanların ifadelerinin ve eylemlerinin açıklığı ve
dürüstlüğüyle ilgili olarak, doğrudan argümantif olarak denetlenemeyen, kişisel
güvenirlilikle ilgilidir. Anlaşılırlılık, bir geçerlilik iddiasından daha çok, bir uzlaşı-
kuralı olarak görünür. Çünkü tartışmalı problem konumlarında samimiyet ve
anlaşılırlılıkla ilgili doğrudan hiçbir söylemsel bağlantı olanaklılığı yoktur.
Dolayısıyla “anlaşılırlık talebi, eğer bir iletişim içinde uzlaşı sağlanabilecekse, fiili
olarak çözülmelidir. Samimiyet talebi, yalnızca etkileşimde çözülebilir: Diğer tarafın
79 J. Habermas, Theorie und Prakxis, s. 24.
37
‘hakikate’ katılıp katılmadığı veya iletişimsel eylemi yalandan yapıp yapmadığı ve
gerçekte stratejik davranıp davranmadığı zamanla etkileşimde ortaya çıkar.”80
Aslında burada, anlaşılırlılık her ne kadar geçerlilik savı olarak ileri sürülse de,
iletişimden söz edebilmenin bir koşulu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda,
anlaşılırlık, bir geçerlilik ölçütünden daha çok, iletişimin kendinde bulunan önsel bir
kavramdır. Çünkü taraflarca ortaya konulan ifade anlaşılır olduğu oranda, ancak bir
iletişimden söz edilebilir.
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip olan ve dilsel etkileşim ortamında biriyle
bir şey (nesnel, öznel ve sosyal dünyadaki bir şey) üzerine uzlaşmak isteyen her
konuşmacı, yaşam-dünyası ufkunda geçerlilik iddialarının ya da taleplerinin bu
çerçevesinde soruşturmaya girişmelidir. Bu temelde, stratejik-olamayan, dolayısıyla
uzlaşımsal biçimde ortaya konulan
bir iletişim, eğer eyleyen özneler, a) kişilerarası ilişkilerin pragmatik (edimsel bir
cümle biçiminde ifade edilebilir) anlamını ve bunun ifadesinin önermesel
içeriğinin anlamını anlaşılır kılarsa; b) söz-edimleriyle ortaya konulan ifadelerin
(daha doğrusu değinilen önermesel ifadenin içeriksel varoluş kabullerinin)
hakikatini tanırsa; c) ortaya konulan her bir konuşma ediminin gerçekleşmesi
olarak normun doğruluğunu tanırsa; d) katılan öznelerin samimiyetinden kuşku
duymazsa, o zaman ortaya çıkar ve sadece bu şekilde ortaya konulan bir uzlaşı,
temelde rahatsız edici olmaz.81
Bu anlamda, uzlaşı yönelimli biçimde eyleyen her bir “konuşucu, ifade veya varoluş
savları için hakikat, meşru düzenlenen eylemler ve onların normatif bağlamı için
doğruluk ve özel yaşantıların bildirimi için samimiyet iddia eder.”82 Ancak, kabul
80 A.g.e., s. 24. 81 J. Habermas, Rationalität- und Sprachtheorie, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main 2009, s. 220. 82 J. Habermas, Sprachtheorische Grundlegung der Soziologie, s. 176.
38
edilen bu geçerlilik ölçütlerinden hakikat ve doğruluk, normatif bir ilke olarak
belirlenebilir. Anlaşılırlık, zaten iletişimin ön-koşulu olarak bulunmaktadır; ama
samimiyet, tarafların dürüstlüğü ve açıklığına bağlı öznel bir kural olduğundan,
geçerlilik iddiası olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusu ortaya çıkar.
Diğer taraftan Habermas’a göre, eylemlerde, sağlanan uzlaşıyı biçimlendiren, fiili
olarak ortaya konulan geçerlilik iddiaları, naif biçimde benimsenir. Buna karşılık,
söylem, düşünce ve normlar tarafından problemleştirilen geçerli iddiaların
temellendirilmesini sağlar. Bu açıdan eylem ve deneyim sistemi, zorunlu olarak
içinde katılımcıların, ne eylemleri yöneten ve yerine getiren ne de deneyimleri üreten
ve sağlayan hiçbir bilgiyi değiştirmediği iletişimin bir biçimini gösterir. Dolayısıyla
“söylemler, ortak bir uzlaşı dışında bütün motiflerin hükümsüz kılındığı ve geçerlilik
sorularının oluş sorularından ayrıldığı eylem zorlamalarının sanallaştırılmasını
gerektirir.”83 Bu kabul, argümantasyon sürecine dahil olan tarafların, üzerine
argümantasyon yürüttükleri olgusal alana ve ufku dışına çıkamadıkları bir yaşam
dünyasına kendilerini tamamıyla kapattıkları bir idealleştirmeyi varsayar. Bu açıdan,
argümantasyon süreci olarak “diyalog daha başından olgu-aykırı olarak tanımlandığı
için, sonucu daha somut araştırmaya girmeden bilmek olanaklıdır; ve bu yüzden
diyalog modeli tarihsel olarak ve toplumsal olarak bilgilendirici herhangi bir
içerikten yoksundur.”84 Bu durumda, olgusal ve içeriksel kavramları ortaya
koyamayan bir iletişimsel akıl, tıpkı öznel-araçsal akıl gibi sınırlı ve biçimsel bir akla
dönüşecektir.
83J. Habermas, Theorie und Prakxis, s. 25. 84 R. Bubner, Modern Alman Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 1993, s. 176.
39
1.4. İletişimsel Aklın Evrensel Zorunluluğu
Habermas’a göre, türesel olarak konuşma ve eyleme yeteneğine sahip olan
varlıkların etkileşim ve eylemleriyle doğal gereksinimlerinden özgürleştiği, diğer
deyişle öz-düşünümsel bir yetenek kazandığı oranda biçimlenen iletişimsel akıl,
bireyleşme ve toplumsal bütünleşme formu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla
iletişimsel aklın evrensel zorunluluğu öncelikle bu dilsel biçimlenmeye bağlıdır.85 Bu
nedenle, türsel olarak insan, toplumsal etkileşim ve iletişim çerçevesinde ortaya
konulan ve ortak bir uzlaşıyı amaçlayan düzenlemeler temelinde kendini koruyacak
ve sürdürebilecektir. Dolayısıyla “,,,insan türünün yeniden üretimi de, iletişimsel
eyleme içkin bir rasyonelliğin koşullarının yerine getirilmesini gerektirir.”86 Bu
rasyonellik, geleneksel dinsel ve metafiziksel monologsal tasarımlara göre
yapılandırılan toplumsal alanın dönüştürülmesi ve yeniden üretilmesi için gerekli
olan çoğulcu ve katılımcı etkileşimi, normlarla yürütülen bir eylem çerçevesinde
düzenler. Bu nedenle, “biz herhangi bir zamanda canlandırılabilecek bir bilinç ile
bilinçliliğin ufku içerisinde verili bir öz-bilinç alanı varsayarız. Bu alan, dilbilimsel
iletişimlere ve eylemlere bağlanmıştır. İster sözlerle ister eylemlerle olsun,
iletişebilirlik anlamına gelen kamusallık (alenilik) ölçütünü yerine getirir.”87 Ancak,
olgu-karşıtı biçimsel koşullar temelinde öngörülen bu kamusallık, bu alana dahil
olabileceklerden gündelik iletişimden farklı belli bir konuşma ve eyleme yeteneği,
85 Habermas’a göre, tarihsel ve toplumsal varlıklar olarak insanlar, her zaman dilsel olarak yapılandırılmış bir yaşam-dünyası içinde bulunmaktadırlar. Dolayısıyla dil, bütün insanları kuşatan ve aşan bir temel olarak ortaya çıkar. Bu nedenle dil, kimsenin özel mülkiyetinde değildir ve hiç kimsenin dil üzerinde özel bir tasarrufu olamaz. İletişime katılan bireylerin hiçbiri anlaşma ve kendini anlama süreçlerinin yapısını ve akışını kontrol edemez. Konuşan ve dinleyen rollerinde, tarafların düşüncelerini, rasyonel olarak ortaya konulan ‘evet’ ya da ‘hayır’la ifade etmesi, karşılıklı talep ve beklentiler çerçevesinde özgürce yapılan nesnel bir gerekçelendirmeye bağlıdır. Bu nesnellik, tarafların öznelliğinden önce gelen dilin logos’unda açımlanan öznelerarasılıkta bulunmaktadır. J. Habermas, İnsan Doğasının Geleceği, Çev. Kaan H. Öktem, Everest Yayınları, İstanbul 2003, s. 17. 86 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 416. 87 J. Habermas, Bilgi ve İnsansal İlgiler, s. 287.
40
diğer deyişle bir argümantasyonu yürütebilmeyi talep ettiğinden herkese açık
olmayacaktır.
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip varlıkların, uzlaşabilme olanaklılığına
yönelik yöntemsel bir süreci ifade eden iletişimsel akıl, gerçek bir uzlaşıyı ve ideal
bir konuşma durumunu varsayar.88 Bu anlamda, konuşma ve eyleme yeteneğine
sahip olarak etkileşime giren bireyler, ilkesel olarak anlaşmazlıkları bütün yönleriyle
görüşebilmekten hareket ederler. Bu görüş alışverişinin olanaklılığı için varsayılan
ideal konuşma durumuyla, yani söylemin kendinden ve dışarıdan kaynaklanan
baskılardan bağımsız olarak sürdürülebilen bir söylemle sağlanan görüş birliği,
gerçek bir uzlaşı olarak tanınmalıdır. Söylem katılımcıları, söylemde ileri sürdükleri
savları ve karşı-savları, soru ve cevaplar aracılığıyla söylemi yürütebilecekleri öneri,
açıklama ve gerekçelendirmeleri ortaya koymada ve duygu, düşünce ve isteklerini
ifade etmede eşit şansa sahiptirler. Bu temelde, dil ve eyleme yeteneğine sahip
özneler, tartışmalı ilke ve kurallar üzerinde, ortak bir görüş birliği sağlamak amacıyla
zamansal ve mekânsal olarak sınırlandırılmamış ve zorlamalardan bağışık ideal bir
söyleme girişmelidir.89 Dolayısıyla “bu idealize edilmiş koşullarda, tartışmaya
88 Ancak diğer yandan, Best ve Kellner’e göre, Habermas’ın idealleştirilmiş uzlaşı kavramı, bireylerin manipüle edilmesinin meşrulaştırılmasında ve bir ‘anlamaya varma’ ideali olarak uzlaşının yüceltilmesi yoluyla farklılığın bastırılmasında kullanılmaya elverişlidir. S. Best, D. Kellner, Postmodern Teori, Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998, s. 290. 89 Habermas’a göre, bilinç yapılarını dilsel olarak oluşturulan etkileşim yapılarında çözümleyen Mead, bireyleşmenin toplumsalsallaşma aracılığıyla oluşturulmasından hareketle, Benliğin, Ben’in kendi kendini nesneleştirmesiyle değil, dışsal bir nesnede, ötekiyle dilsel etkileşimde oluştuğunu vurgular. Bu anlamda norm ve kurallar, toplumsal süreçte kazanılan içselleştirilmiş roller, diğer deyişle “genelleştirilmiş öteki”dir. İçselleştirilen roller aracılığıyla, kendi kendisine karşı bir başkasının tutumunu alma yeteneğini kazanan Ben, normlarla yürütülen bir etkileşime girmeyi öğrenir. Bu anlamda birey, etkileşime girdiği tarafların çıkarlarını tarafsız biçimde değerlendirecek ahlaki bir bakış açısı kazanır. Dolayısıyla ahlaki olarak bir eylem çatışmasını değerlendirirken, bütün çıkarları tarafsız biçimde dikkate alabilecek bakış açısına sahip tarafların, hangi genel çıkar üzerinde birleşecekleri üzerinde durulmalıdır. Bu koşulu, Mead, ideal iletişim topluluğu tasarısıyla belirler. Buna göre, belirli bir düzeni aşan bir tartışma ortamı vardır. Bu ortam, düşüncenin rasyonel olarak yürütülmesini olanaklı kılan ve somut yapılardan soyutlanan ideal bir düzeni ortaya koyar. J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 524.
41
katılabilen herkes, akıllı bir özne olarak görülebilir.”90 Ancak, böylesi bir talep ya da
gereklilik, iletişimsel eylemin argümantasyon sürecine kimlerin katılabileceğinin
belirlemesinin yapılması nedeniyle argümantasyonu sınırlar. Diğer yandan,
iletişimsel aklın, gündelik dilsel etkileşimden farklı uzlaşı yönelimli bir
argümantasyon süreci olarak düşünülmesi, onun içerisinde biçimlendiği ve üzerine
çözümlemelerde bulunduğu olgusal alan olarak yaşam dünyasından soyutlayacaktır.
Çünkü “özel praksis, içinde eylediğimiz ve konuştuğumuz yaşam biçiminden planlı
olarak ayrıldığından, hiçbir yaşam-biçimini yapılandıramaz.”91 Bu durumda, özel
praksis olarak biçimlenen bir iletişimsel eylem ve rasyonellik, sorunların uzlaşısal
çözümü ve ortak ilgilerin olanaklılığı yanında, toplumsal ve kültürel yapıların
yeniden üretilmesini de sağlayamayacaktır.
Habermas’a göre, belirli geçerlilik savları çerçevesinde yürütülen yöntemsel bir
süreci ifade eden iletişimsel akıl, tarafların geçerli iddialara uzlaşısal bir yönelimini
olanaklı kılar, ama pratik görevlere ilişkin hiçbir içeriksel uygulama ya da belirli bir
yönelim ortaya koymaz. Bu anlamda, her ne kadar yaşam dünyasının tartışmalı
ilişkilerinin ve olgusal durumlarının yeniden üretilmesi, rasyonel bir olanaklılık
olarak olgu-karşıtı biçimde görünse de, bu üretim, aslında öznelerarası etkileşimin
olgusallığından ortaya çıkan bir rasyonelliktir. Yaşam-dünyası ufkunda açığa çıkan
uzlaşı yönelimli bir etkileşimin olgusallığı içerisinde biçimlenen iletişimsel
rasyonellik, aşkınsal olarak olanaklı olan kurucu ve sıkı koşulların
merkezsizleştirilen bir bağlantısı çerçevesinde ortaya konulur. Diğer yandan, bu
rasyonellik, argümantasyona katılanlara ne yapmaları gerektiğini söyleyen öznel bir
90 J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 456. 91 R. Bubner, “Moralität und Sittlichkeit-die Herkunft eines Gegensatzes”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlman), Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main 1986,, s. 83.
42
yetenek olarak görülemez.92 Dolayısıyla, yöntemsel bir süreci ifade eden ve yaşam-
dünyasal bağlamın çoğulculuğunda aşkınlığını yitiren iletişimsel akıl, varsayılan
zorunlu iletişim koşullarının karşı-olgusal içeriğinde genel bir yasama yetkisinden
farklı biçimde ortaya çıkar. Bu temelde, iletişimsel olarak eyleyenler, karşıtı
ispatlanana kadar varsayılan aşkınsal pragmatik koşullardan hareket etmek
zorundadırlar. Buna göre,
-katılımcılar, karşılıklı rasyonellik ve yargılama-yetisi olanaklılığını
varsayarlar;
-ortak bir dili konuştuklarını ve onun ifadelerinin özdeş anlamlı olarak
uyguladıklarından hareket ederler;
-betimlemelerden bağımsız olarak var olan nesnelerin ortak objektif bir
dünyasını kabul ederler;
-burada ve şimdi bağlamı aşan geçerlilik iddialarına yönelirler;
-savsal ve normatif geçerli iddiaların çözülebilirliliğini varsayarlar.93
Biçimsel ve nesneleştirici bir öz-düşünsemenin monologsallığı temelinde,
eylemi yönlendirici normatif kural ve ilkeler için aşkınsal dayanaklar araması
anlamında “iletişimsel akıl, geleneksel pratik akıldan, öncelikle tekil aktöre veya bir
devlete, toplumsal makro özneye atfedilmesi bakımından ayrılır. O, daha çok
iletişimsel rasyonelliği olanaklı kılan, iletişimleri örgünleştiren ve yaşam biçimlerini
olanaklı kılan dilsel aracıdır.”94 Dolayısıyla yöntemsel bir rasyonellik biçimi olarak
iletişimsel akıl, nesnel, öznel ve sosyal dünyaların bilişsel-araçsal bir öznel akıl
tarafından birbirine indirgenen ve parçalanan bağlantısını, öznelerarası dilsel
iletişimin uzlaşı yönelimli eylemi temelinde sağlayabilecek kapsamlı bir akıldır.
92 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 18-19. 93 J. Habermas, Rationalität- und Sprachtheorie, s. 22 94 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 17.
43
Ancak diğer taraftan, olgu-karşıtı koşullarca tanımlanan argümantasyon biçimi
olarak iletişimsel akıl, tarihsel ve olgusal herhangi bir içerik ortaya
koyamayacağından, bu kapsamlılığını yitirmek durumunda kalacaktır.
İletişimsel akıl temelinde etkileşime giren taraflar, Habermas’a göre, öznel
yaşantılarına bağlı ortaya koydukları anlatılarla ortak paylaşılan dış dünyayı
bütünlerler. Diğer yandan, tarafların, olguların bütünü olarak kabul ettikleri nesnel
dünyada bulunan bir şeye ilişkin ortaya konulan bir önermenin doğruluğu, nesne
durumuna karşılık gelmesini ifade eder. Ayrıca sosyal dünya, tarafların meşru kabul
ettiği bireysel ilişkiler toplamı olarak varsayılır.95 Dolayısıyla bu eşzamanlı üçlü
dünya ilgi ve yönelimi içinde konuşma ve eyleme yeteneğine sahip olan bireyler,
dilsel telos’dan kaynaklanan uzlaşımsallık yanında hakikat, doğruluk ve samimiyet
ölçekleri çerçevesinde argümanlarını ortaya koyarak eleştirilebilir geçerlilik iddiaları
üzerine rasyonel bir anlaşmaya ulaşmaya çalışırlar. Diğer taraftan, Habermas’a göre,
iletişimsel akıl, pratik aklın klasik biçimi gibi eylem normları için bir kaynak olarak
görülemez. Çünkü iletişimsel akıl, iletişimsel eylemde olgusal-olmayan pragmatik
koşulları varsaydığından, normatif bir içeriğe sahiptir. Dolayısıyla iletişimsel akıl,
“idealleştirmelere girişmek, –örneğin, ifadeleri özdeş anlamlara isnat etmek, ifadeler
için bağlamı-aşan geçerlilik iddiası ortaya koymak, muhatapların yargılama yetisini,
diğer deyişle özerklik ve samimiyetini, kendinde ve diğeri karşısında varsaymak
durumundadır.”96 Dolayısıyla tarafların, ancak gerekli olan bu olgu-karşıtı
idealleştirmeler temelinde uzlaşı yönelimli bir argümantasyon yürütebilecekleri
öngörülür.
95 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 78. 96J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 18.
44
Habermas’a göre, rasyonellik ölçütü olarak, ortaya konulan eleştirilebilir
geçerlilik iddialarının öznelerarası çözümüne ilişkin bir diyalogu temele alan
iletişimsel akıl, iletişimsel eylemle yeniden üretilen simgesel yapıdaki yaşam
evreniyle bağlantılı olarak bireylerin ortaya koyduğu yorumlama etkinliği
çerçevesinde nesne durumlarını ve toplumsal dizgeyi biçimlendirir. Bu nedenle,
“iletişimsel akıl, bir öznenin ya da bir dizgenin varlığını basitçe önceden hazır
bulmaz; tersine, korunması gerekenin yapılandırılmasına katılır.”97 Bu anlamda,
konuşma ve eyleme yeteneğine sahip olan bireyler, toplumun iletişimsel rasyonelliği
içinde yapıcı bir katılıma, eleştirel görüşlere ve demokratik sorumlulukla birlikte
eylemeye ehil kişiler olarak görülür ve davet edilirler. Ancak bireyler, konuşucu ve
dinleyicilerin karşılaştığı aşkınsal bir temel olarak yaşam-dünyası ufku içerisinde
karşılıklı olarak ortaya koydukları iddialarının, her hangi bir dünyayla (nesnel, sosyal
ve öznel dünyayla) uyuştuğunu iddia edebilirler. Bu temelde bireyler, ileri sürdükleri
geçerlilik iddialarını eleştirebilir, onaylayabilir veya reddedebilir ve böylece düşünce
ayrılıklarını bir sonuca bağlayarak bir uzlaşı sağlayabilir.
Yaşam dünyasının, özellikle ahlaki-pratik sorulara ilişkin ortaya konulan
normları, evrensel bir tartışmanın idealize edilmiş koşullarında, diğer deyişle herkese
aynı katılım şansı ve hakkının tanındığı, sınırlandırılmamış ve zorlamasız biçimde
yürütülen bir tartışmada doğrulanmalıdır. Çünkü Habermas’a göre, iletişimsel
eylemde bulunan taraflar düşünsemeli bir ilişki içine girerler. Bu çerçevede ego,
tarafların ilgileri çerçevesinde ortaya çıkan iddialar temelinde bir argümantasyonu
yürütmeye çalışır, ama ulaşılacak sonucu önceden kestiremez. Dolayısıyla gerçek bir
diyalog temelinde biçimlenen ideal bir iletişim topluluğu tasarısı, normatif ilkeler
97 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 417.
45
için gerekli olmaktadır.98 Ancak diğer yandan, Bubner’in de belirttiği gibi, ideal
diyalog ile ortaya koyulması gereken kısıtlanmamış rasyonellik iddiası genel olarak
başarılı diyalogdan elde edilemez. Çünkü “…yerleşik kılgısal durum ve toplumsal
rollerin geniş türlülüğü hiçbir zaman usun yönetimi altında özgür özneler arasındaki
tekil bir karşılıklı ilişki ilkesine sıkıştırılamaz.”99 Bu durumda, Habermas’ın baskı ve
zorlamadan bağımsız, sınırlandırılmamış söylem iddiası, belli bir baskı ve
sınırlandırmayı beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla biçimsel koşullar temelinde
yürütülen bir diyalogdan, farklılıklara duyarlı ve her bir kişinin ilgi ve yönelimini
dikkate alan bir rasyonellik ortaya çıkmayacaktır.
Diğer yandan, Habermas’a göre, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip bireyler
arasında tartışmalı iddiaları, argümansal bir tartışmaya olanak sağlayacak biçimde
gündelik dilsel iletişimin zorlamalarından bağımsızlaşmış kamusal bir iletişim
olanaklılığı olarak ortaya çıkan
iletişimsel akıl, bir yandan önermesel hakikat, öznel samimiyet ve normatif
doğruluğun geçerli iddialarının spektrumuna ulaşır ve böylelikle ahlaki pratik
sorular alanını aşar. Diğer taraftan iletişimsel akıl, yalnızca temel argümantatif
açıklamaların eleştirilebilir ifadelere açık olduğu görüşlere dayanır ve bu açıdan,
motivasyonuyla istemin güdümünü amaçlayan bir pratik akıldan geride durur.100
Dolayısıyla iletişimsel rasyonellik, bilişsel-araçsal, ahlaki-pratik ve estetik-
dışavurumsal akıl boyutlarını birleştirmek ister. Buna göre, bir iddia ileri süren ve
bunu eleştiren birisi karşısında, yalnızca bilişsel-araçsal akıl anlamında
temellendirebilmeyi değil, aynı zamanda mevcut bir norma uyarak eylemini
gerekçelendirebilmeyi sağlayan ahlaki-pratik akıl anlamında; diğer yandan, bir istek
98 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 525. 99 R. Bubner, Modern Alman Felsefesi, s. 177. 100 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 19.
46
veya duyguyu ifade eden ve bunu gerekçelendirebilen estetik-dışavurumsal akıl
anlamında, bir rasyonellik söz konusu olur. O halde rasyonellik, bütün bu üç akıl
alanı karşısında ikna olabilme temelinde biçimlenir. Ancak, olgu-karşıtı pragmatik
koşullar temelinde biçimlenen bir iletişimsel akıldan, üç akıl kavramını karşılayacak
kapsamlı bir rasyonellik talep etmek, ona gerçekleştirebileceğinin üstünde bir görev
yüklemek anlamına gelecektir.
1.5. İletişimsel Akıl ve Yaşam Dünyası
İletişimsel akıl ve yaşam dünyası, birbirini bütünleyen iki kavram olarak
karşımıza çıkmaktadır. Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip bireylerin argümantatif
bir söylem sürecini ifade eden iletişimsel akıl, yine bu bireylerin,
bireyselleşmelerinin ve belirli bir öznel, nesnel ve sosyal dünya anlayışı
kazanmalarını sağlayan ve gündelik dilsel iletişim ve yaşantının kendisine dayandığı
ön-düşünsel bir alanı ifade eden yaşam-dünyası101 alanını gerektirir. Diğer taraftan,
yaşam-dünyası, öznel-araçsal aklın kurumsal işleyişi sonucu oluşturulan sistemi
karşısında, resmi-olmayan günlük bireysel ve toplumsal pratikleri ve “…aynı
zamanda, geleneğin ve yerleşik düşünme ve eyleme tarzlarının iletişimdeki rolünü
işaret eder.”102 Dolayısıyla argümantasyon biçimi olarak iletişimsel akıl, yaşam
dünyasıyla bağlantılı olarak biçimlenir.
101 Almanca “Lebenswelt” olan sözcük için, Türkçe karşılığı olarak yaşam(a) dünyası, yaşantı dünyası, yaşam(a) evreni vb. sözcükler kullanılmaktadır. Finlayson’a göre, Edmund Husserl bu kavramı ilk kez, doğa bilimleri bakışını matematikleştiren ve nesneleştiren kuramsallıkla, insanların dünyaya karşı doğal ve kuram öncesi davranış arasındaki farkı göstermek için kullanmıştır. Yaşama evreni, toplumsal hayatın resmi olmayan ilgi alanlarına, yani aile, partiler, gönüllü birlikler, medya kuruluşları gibi kurumlara karşılık gelir. Yaşama evreni, toplumun kültürel kopyası ve sembolik aracı olarak biçimlenir. Yaşama evreni, teknik, pratik, bilimsel ve ahlaki bilginin gelişmesi ve değişimi için bir ortam görevi görür. Yaşama evreni karşısında, araçsal eylemin yapılandırdığı ve eyleyenlere zorla kabul ettirilen para ve güç ilişkilerinin hakim olduğu bir sistem bulunur. James Gordon Finlayson, Habermas, Çev. Talat Kılıç, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara 2007. s. 86–89.
102 G. Borradori, Terör Günlerinde Felsefe, Çev. Emre Barca, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2008, s. 89.
47
Yaşam-dünyası içinde iletişimsel olarak eyleyen bireyler, kendilerine ilişkin
doğru iddiaların ileri sürülebildiği nesnel dünyadaki olgular, norm ve kurallarla
düzenlenen ilişkileri gösteren toplumsal dünyadaki ifadeler ve kendi yaşantılarıyla
ilgili öznel dünyadaki şeyler hakkında pragmatik bir ilişkiye girerler. Dolayısıyla
Habermas’a göre, yaşam-dünyası, bireylerin nesnel, öznel ve sosyal dünyada
bulunan bir şey hakkında tartıştıkları ve bir uzlaşıya ulaştıkları süreçlerin ufkunu
oluşturmaktadır.103 Yaşama evreni içinde biçimlenen bu üç dünyayla bağlı ve sınırlı
olarak etkileşen bireyler, ortak bir yorumlama süreci içinde birbirleriyle öznelerarası
bir anlama ve anlaşma ilişkisi içinde devinirler. Buna göre, “birbirini anlama,
iletişime katılanların bir sözcenin geçerliliği hakkında birleşmesi anlamına gelir;
karşılıklı bir anlaşma ise, konuşucunun bu sözce için öne sürdüğü geçerlilik
iddiasının öznelerarasında kabul edilmesidir.”104 Bu kabul, önceden varsayılan belirli
iletişimsel kurallar çerçevesinde gerçekleşir.
Habermas’a göre, yaşam-dünyası ufku içinde iletişime girenlerin her birinin kendi
dünyalarına ilişkin eylem tarzı (araçsal-stratejik) ve anlayış farklılığının, iletişimsel
aklın argümantif ortamında aşılması gerekir. Bu da ancak, dilin toplumsallaşma
ilkesi olarak yerleşmesine bağlı olarak, toplumsal koşullarla öznelerarasılık
koşullarının birbirine yakınlaşması temelinde sağlanabilecektir. Bu yakınlaşmayla
birlikte, ortak yaşamı olanaklı kılan normların geçerliliği, rasyonel olarak yürütülen
bir argümantasyon sürecinde tüm taraflarca ortaya konulan haklı nedenlere
dayandırılmış olur.105 Bu açıdan, burada normlara ilişkin geçerliliğin aşkınsal zemini
olarak öngörülen dil, taraflar arasında bir arabuluculuğu ve uzlaşıyı olanaklı kılan
ortamdır. Bu anlamda, bütün yaşam dünyasının dilde içerilmesi söz konusudur.
103 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 159. 104 A.g.e., s. 553. 105 A.g.e., s. 523-24.
48
Dolayısıyla da, somut tikellik ve soyut genelliğin diyalektik ilişkisinin, tamamen dil
ortamında kavranılan etkileşim ilişkileri aracılığıyla çözülmek istenmesi nedeniyle
metafiziğe düşülmektedir.
Habermas’a göre, konuşma ve eyleme yetisine sahip olan bireyler, meşru
biçimde düzenlenen toplumsal yapı içerisinde ait oldukları gruplar ve bir kültürel
anlayış içinde belli bir kişilik ve yorumlama ufku kazanırlar. Bu anlamda, iletişimsel
olarak eyleyenler her zaman, yaşam dünyalarının ufku içinde hareket etmek
zorundadırlar ve hiçbir zaman bu ufuktan dışarı çıkamazlar. Dolayısıyla yaşam
dünyasının yapıları, taraflar arasındaki olası bir anlaşmanın öznelerarasılığının
biçimini ve koşullarını ortaya koyar. Yaşam-dünyası, iletişime giren tarafların
konuşucu ve dinleyici olarak karşılaştıkları bir ortam veya zemin olarak ortaya çıkar.
Bu ortamda taraflar, karşılıklı olarak nesnel, toplumsal ya da öznel dünyayla ilgili
iddialarını ortaya koyarlar ve bu iddialara yönelik, eleştiri ve itirazlarını ortaya
koyup, ortak bir uzlaşıya ulaşırlar. Dolayısıyla yaşam-dünyası, farklılaşmış ilgiler ve
nesnel-toplumsal yapılara rağmen, katılımcı perspektiften özerk olarak eyleyen
bireylerin bir araya gelebildiği ve normlarla yönetilen bir iletişimsel akıl, yani ideal
bir diyalog temelinde uzlaşabildikleri aşkınsal bir temel olarak görülür. Bu anlamda,
yaşam-dünyası, tikellere temel dayanak ve varlık veren metafiziğin mutlak birlik
noktasına benzetilebilir. Dolayısıyla eyleyenlerin dışına çıkamadıkları aşkınsal temel
olarak düşünülen yaşam-dünyası, metafiziksel birlik veya dayanak noktasıyla
düşünülen şeyin kendisini ifade eder. Bu durumda, Bubner’in ifade ettiği gibi,
“Habermas, ilerlemenin kılavuzu olarak görmesi gerektiği diyalogu kurgusal bir
durum yapar. İdeal diyalog, gerçekten kurtulmuş bir toplumda ideal bir ‘iyi yaşam’
49
dünyasına bağlı kılınır. Bu dünya var olmadığı sürece, yalnızca bir karşı-savın
statükoya yansıtılmasıdır.”106
Karşılıklı tanınma ilişkileri temelinde öznelerarası olarak yapılandırılan
iletişimsel akıl, yaşam-dünyası ile birlikte bireylerin kimliğinin oluşturucu öğeleridir.
Dil ve eyleme yeteneğine sahip özneler, öznelerarası paylaşılan bir yaşam-dünyası
içinde, özel bir dil topluluğu üyeleri olarak birbirleriyle etkileşimleri temelinde
kimliklerini oluştururlar. İletişimsel aklın diyalogsal argümantatif süreci ve yaşam-
dünyası ufkunda ortaya çıkan bireyselleşme ve kimlik oluşumu esnasında bireyler
farklı bakış açısı perspektiflerini de kazanırlar. Anlaşmaya yönelmiş iletişimsel bir
eylem söz konusu olduğunda, konuşucu ve dinleyici, “ortak durum tanımları
hakkında görüşebilmek için önceden yorumlanmış yaşama evrenlerinin ufkundan, eş
zamanlı olarak”107 öznel, nesnel ve toplumsal dünyayla bağlantılı bir durum içinde
ilişki kurarlar. Habermas’a göre, bu ilişki, her biri kendi yorumlama ufku
çerçevesinde konuşma ve eyleme yeteneğine sahip tarafların, ortaklaşa bir
yorumlama sürecine giriştikleri uzlaşma yönelimli bir iletişimsel eylemde, kendi
durumuna ve diğer her birinin durumuna ilişkin yorumları gözden geçirerek, her
birine ait dış dünyayı ortak yaşam-dünyası temelinde birbiriyle örtüşebilecek şekilde
bağlantı içine sokabilmelerini ifade eder.108 Aslında bu, Meadci anlamda, ‘kişinin
kendine karşı ötekinin tutumunu alma’ tavrıdır. Sosyalleşme sürecinde edinilen bu
tavır, bireylerin, yaşam dünyasına karşılık gelen ve sosyal ve öznel dünyalarındaki
bir şey hakkında uzlaşı yönelimli biçimde eylemelerini sağlayan, birinci ve ikinci
kişi bakış açısına sahip olmalarını ifade eder. Bu tavır karşısında nesneleştirici
üçüncü kişi bakış açısını bireyler, yaşam dünyasını olumsuzlayan sistemin stratejik
106 R. Bubner, Modern Alman Felsefesi, s. 176. 107 J. G. Finlayson, Habermas, s. 122. 108 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 128.
50
eylemi temelinde öğrenirler. Dolayısıyla söylem etiksel bir yöntem de, yaşam evreni
ufku ve iletişimsel rasyonellik temelinde eyleyen bireylerin karşılıklı tanınmasında
açığa çıkan birinci, ikinci ve üçüncü kişi bakış açısını kapsayacak bir yöntem
olmalıdır.
Uzlaşı yönelimli eylemin içinde biçimlendiği ve sürdürüldüğü “yaşam-dünyası,
bir ufku oluşturur ve aynı zamanda kültürel olarak kendinden anlaşılır olanda,
iletişim katılımcılarının yorumlama çabalarıyla uzlaşarak yorum-örneklerini elde
ettiği bir stok sunar.”109 Bu anlamda, iletişimsel rasyonellik ve eylemin karşılıklı
etkileşimiyle birbirini bütünleyen ve üreten yaşama evreni ya da yaşam-dünyası
kavramsallaştırımı, özel şahsi çıkarların ve üretim ilişkilerinin amaç-rasyonel
işleyişine bağlı olarak özel ve kamusal alan olarak biçimlenen burjuva sınıflı toplum
yapısını kuşatan, farklı ilgi ve beklentilere sahip bireylerin uzlaşı yönelimli
öznelerarası bir ilişkiye girme olanaklılığının yorumsal ufkunu oluşturan aşkınsal
dilsel bir ortama vurgu yapar:
“yaşam”a yapılan gönderme, Habermas’ın öznenin konuşanlar
topluluğundaki yerinin somutluğuna ve nihai özgüllüğüne bağlılığını
vurgular. “Dünya” kavramıysa, kamusallığı, kamusal alan mefhumunun
başlangıçta ilişkilendirildiği on sekizinci yüzyıl Avrupa toplumu
modelinden bağımsızlaştırır. Böylesi bir mefhum, toplumu bir bütünlük,
özel ve kamusal bölgelere düzenli biçimde bölünmüş bir toplam olarak
algılar; bu bütünlük içinde, bireyler demokratik müzakere sürecine, kuşatıcı
bir örgütlenmenin üyeleriymişçesine katılırlar.110
Dolayısıyla iletişimsel rasyonellik temelinde yaşam evreninin rasyonelleşmesi,
geleneksel metafiziksel ve dinsel anlayış ve stratejik eylem yoluyla sağlanan bir
109 J. Habermas, Der philosophische Diskurs der Moderne, s. 348. 110 G. Borradori, Terör Günlerinde Felsefe, s. 89.
51
toplumsal bütünleşmeden farklı olarak, gelenek sonrası artan bireyleşme, özerkleşme
ve kültürel farklılaşmaya bağlı olarak tarafların iletişimsel uzlaşı ve işbirliği
çerçevesinde sağlanan evrensel geçerli ahlak ve hukuk normları temelinde bir
bütünleşme olanaklılığını açığa çıkarır. Bu olanaklılık, Benhabib’in
değerlendirmesine göre, uzlaşı yönelimli eylem ve rasyonellik temelinde ortaya
konulan yeni bir toplumsallaşma tarzı olarak, ilke ve normların kamusal ve
sınırlanmamış bir argümantasyon süreçlerinde ortaya konulmasını sağlayacak
toplumsal örgütlenme ilkesine karşılık gelmektedir. Ancak, tahakkümden uzak
iletişim temelinde oluşturulan söylemsel iradeye bağlı olan bu yeni toplumsal
örgütlenme ilkesi, herhangi bir somut toplumsal gelişmeye karşılık gelmeyen
varsayımsal bir iddia olarak durmaktadır.111 Dolayısıyla, olgu-karşıtı biçimsel nitelik
ve kabuller temelinde varsayılan böylesi bir söylemsel irade oluşumu,
genelleştirilebilir ilgiler ve farklı dünya görüşleri açısından bir toplumsal bütünleşme
ilkesi olarak görülemez.
1.6. İletişimsel Aklın ve Yaşam Dünyasının Etik Bir Söylemin Kurulmasındaki
Etkinliği
Gündelik iletişimin pratiğinde toplumsal ve siyasal yapı içerisinde eyleyen
özerk bireylerin eylemlerinde kişisel çıkar ve ortak ilgileri gözetecek biçimde birlikte
yaşamayı olanaklı kılacak ahlaki ilke ve kuralları öznelerarası bir uzlaşımlıkla
kurabilme olanaklılığı olarak söylem etiksel bir kuramın iki temel dayanağı,
iletişimsel akıl ve yaşam dünyasıdır. Habermas için, öznelerarası dilsel uzlaşının
rasyonelliğinde biçimlenen yaşam dünyasının birbirini bütünleyen yapısal bileşenleri
kültür, toplum ve kişiliktir. Bu anlamda, kültür, iletişime katılan bireylerin yaşam
111 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 290.
52
dünyada bulunan bir şey üzerine anlaşabilmeleri olanaklılığını sağlayan gerekli
yorum ve açıklamaları elde ettikleri bilgi birikimini ifade eder. Toplum, iletişime
katılan bireylerin, belli bir toplumsal gruba aitlik çerçevesinde eylemlerini koordine
ederek, birbirleriyle dayanışmalarını güvence altına aldıkları yasal düzenlemeleri
gösterir. Kişilik ise, bireye konuşma ve eyleme yetisini sağlayan kazanımları, diğer
deyişle diğer bireylerle etkileşim ve anlaşma süreçlerine katılarak, kendi benliğini
bulmayı ve kimliğini gerçekleştirebilmeyi ifade eder.112 “Demek ki, bu üç yeniden-
üretim sürecinde, uzlaşı olanaklı anlam-şemaları (veya ‘geçerli bilgi’), meşru
biçimde düzenlenmiş kişilerarası ilişkiler (veya ‘dayanışmalar’) ve de etkileşim
olanakları (veya ‘kişisel kimlikler) yenilenirler.”113 Dolayısıyla iletişimsel aklın
uzlaşı yönelimli eyleminde yeniden üretilen
her bir ortak yaşam-dünyası, iletişime girenlerin yorum çabalarında
yoğunlaştıkları anlam-örneklerinden elde ettikleri kültürel öz-anlaşılırlıklara bir
stok sunar. Kültürel olarak alışılmış olan bu temel kabuller, yalnızca yaşam-
dünyasının bir bileşenidir; değerler üzerinden bütünleşen grupların dayanışması
ve toplumsallaşan bireylerin yetenekleri de, bir başka biçimde kültürel gelenekler,
uzlaşı yönelimli eylemin kaynakları olarak kullanılır.114
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip kişiler, yaşam-dünyası ufkunda girdikleri
sosyal etkileşimlerle bireyselliklerini biçimlendirirken, süreçte eylemlerini koordine
edecek normları ortaya koyacak bir ahlaki-bilişsel bir yeteneğe de sahip olurlar.
Ahlaki bilişsel yeteneğin elde edildiği yaşam-dünyası, aynı zamanda söylem etiksel
bir ilke için sosyo-kültürel olgusal bir arka planı oluşturur. Bu anlamda, “ahlaki, bir
argümantasyon sürecinde, ahlaki yargıların, bilişsel süreçlerin ve ifade etme
112 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 571. 113 J. Habermas, Der philosophische Diskurs der Moderne, s. 398. 114J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 146.
53
biçimlerinin kültürel olarak tanındığı yaşam-dünyası, katılımcılar için bir törellik
alanı oluşturur.”115 Dolayısıyla ödevlerin somut yaşam alışkınlıklarıyla örüntülü
olduğu bir yaşam-dünyası, ahlaklılık ve törellik ilişkisini kurmanın olanaklılığı
olarak varsayılır. Habermas’ın, yaşam dünyasını, katılımcılarının perspektiflerine
göre tanımlaması, evrensel bir iletişim eylem kuramını zedelemektedir. Ancak
Park’ın deyişiyle, “böylesi bir yaşam-dünyası kavramı, bütün bireysel eylemlerin
veya tutumların temeli yapılırsa, bu durumda ahlaklılığın, daha doğrusu iletişimsel
eylemin evrenselci iddiası, geçerliliğini sağlayabilir mi sorusu gündeme gelir; çünkü
böylesi bir deontolojik ahlak tasarımı, öncelikle tarihsel olarak koşullu arka plan
aracılığıyla olanaklı olurdu.”116 Ayrıca, yaşam dünyasının törellik ve kimliğin
oluşturulduğu olgusal belirlemesine karşılık Habermas, yaşam dünyasını, konuşucu
ve dinleyicilerin karşılaştıkları aşkınsal bir zemin olarak da görmektedir. Dolayısıyla
böyle bir olgu-karşıtı ideal zeminden hareketle pratik-ahlaki sorulara bağlamsal
çözümlerden daha çok normatif belirlemeler getirilebilir.
Bireylerin yaşam dünyaları ufku çerçevesinde, toplumsal yaşamın öznelerarası
sosyal etkileşim ve ilişkileri içinde kimliklerinin oluşum sürecinde kazandıkları
ahlaki-bilişsel yetenek, Meadci anlamda ‘kendine karşı başkasının tutumunu alma’,
diğer deyişle ahlaki bir tutum geliştirme anlamında ‘genelleştirilmiş öteki’ olarak
normlara göre eylemedir. Habermas’a göre, toplumsallaşma sürecinde kazanılan bu
yetenekle birlikte kişiler, pratik yaşama ilişkin tartışmalı iddiaları, etkileşimin
yönteme bağlı olarak işleyen rasyonel uzlaşısı temelinde ele alarak, yaşam
dünyasının yeniden üretilmesini sağlarlar. Bu nedenle, yaşam dünyasının
öznelerarası iletişimi ve sosyal etkileşimi temelinde edinilen normlara göre ahlaki
115A.g.e., s. 117. 116 G.Y. Park, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, Verlag Könighausen & Neumann GmbH, Würzburg 2001, s. 183-184.
54
tutum geliştiren, diğer deyişle ilkelerle yürütülen ahlaki yargıların temelinde bulunan
bilişsel yapıların dayandığı sosyal perspektifler ortaya konulursa, farklılıklara
rağmen, biçimselci, evrenselci ve bilişselci olarak işleyen ahlaki bir gelişim mantığı,
ampirik olarak gösterilmiş olacaktır. Dolayısıyla ahlak gelişimi, iletişimsel eylem
teorisi çerçevesinde yerleştirilirse, hem ahlaki yargı ve sosyal biliş arasında
bağlantının kurulması, hem de ahlak aşamalarının mantık-gelişimsel temellendirmesi
için yararlı olur. Bu anlamda, “dünya ve konuşmacı perspektiflerinin
argümantasyonda sağlanan birleşimi, sosyal-bilişsel ve gelenek-sonrası ahlak
arasındaki kaynağı biçimlendirir.”117
Habermas’a göre, gelenek-sonrası ahlaki aşamada sosyal dünyanın ve normlarla
yürütülen etkileşimin sosyal-bilişsel temel kavramları, konuşucu ve dünya
perspektifleri farklılıklarının aşılmasın sağlayan âdem-i merkeziyetçi bir dünya
anlayışı çerçevesinde oluşmaktadır. Bu anlamda, yaşam-dünyası içinde biçimlenen
ahlaki yargının aşamaları ve etkileşim aşamaları arasındaki bağlantıyı Kohlberg,
ahlaki yargının altı aşamasının gelişim mantığını118 uygun sosyal-ahlaki perspektifler
aşamasına bağlamak suretiyle gerekçelendirir:
117 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s 182. 118 Kohlberg’in, ahlaki yargının gelişim aşamaları: Düzey A. Gelenek Öncesi Seviye Aşama I. Cezalandırma ve İtaat Aşaması 1. Kuralları çiğnemekten kaçınmak, otoriteye itaat etmek ve insanlara ve mülke fiziksel zarar vermekten kaçınmak doğrudur. 2. Doğru biçimde eylemenin nedenleri, cezadan sakınmak ve otoritenin yüksek gücüdür. Aşama II. Bireysel Olarak Yararlı Amaç ve Değişim Aşaması 1. Birisinin doğrudan doğruya çıkarlarıyla ilgili kuralları takip etmesi doğrudur. 2. Doğru eylemenin nedeni, diğer insanların da çıkarlarının olduğu farkına varılması gereken bir dünyada, birisinin gereksinim ve çıkarlarına hizmet etmesidir. Düzey B. Geleneksel Seviye Aşama III. Kişilerarası Karşılıklı Beklentiler, İlişkiler ve Uyumluluk Aşaması 1. Genel olarak beklenilen oğul, kız, arkadaş vb. roller içerisinde insanlarla ilişkilere girmek. 2. Diğerlerini gözetmek, kendine davranılmasını istediğin şekilde diğerlerine davranmak (altın kural). Aşama IV. Sosyal Sistem ve Vicdan Aşaması Ahlaki doğru, toplumda birinin görevini yerine getirmesi, toplumsal düzeni onaylaması ve toplumun veya grubun mutluluğunun devam ettirilmesidir.
55
1. Bu aşama, ben-merkezci bir bakış açısına sahiptir. Bu aşamada bir kişi,
diğerlerinin ilgi-çıkarlarını göz önünde bulundurmaz.
2. Bu aşama, somut, bireysel bir perspektifte sahiptir. Bu aşamada bir kişi,
sahip olduğu ilgi ve bakış açısını diğerlerinden ayırır. Herkesin, bireysel
çıkarını izlediğinin farkına varır.
3. Bu aşama, diğer bireyler hakkında bireysel perspektife sahip olur. Bu
aşamada bir kişi, duygular, uzlaşımlar ve önceliğe sahip çıkar beklentilerinin
paylaşıldığının farkındadır.
4. Bu aşama, sosyal bakış açısının, kişisel uzlaşma ve motiflerden
farklılaşmasıdır. Bu aşamada kişi, rol ve kuralları tanımlayan sistem görüşüne
sahiptir. Erkek veya kadın, bireysel ilişkileri sistemdeki yerleri açısından
hesaba katarlar.
5. Bu aşama, sosyal bağlılık ve sözleşmelere öncelikli olan bireysel değer ve
hakların olduğu aşamadır.
1. Birinin razı olduğu aktüel görevleri yerine getirmesi doğrudur. Yasalar, diğer sosyal görevler ve haklarla çatışma olan sıra dışı yerler dışında savunulmalıdır. O halde topluma, gruba, kurumlara katkı sağlamak doğrudur. 2. Doğru eylemenin nedeni, kurumların işleyişini sürdürmektir. Düzey C. Gelenek Sonrası ve İlkesel Düzey Ahlaki kararlar, haklı veya yararlı pratiklere sahip bir toplum tasarımı, bütün bireysel oluşum ve yaratımlar için uzlaşılabilir olan haklar, değerler veya ilkelerden türetilir. Aşama V. Öncelikli Haklar ve Sosyal Sözleşme veya Yararlılık Aşaması Temel hak ve değerleri ve toplumun yasal sözleşmesini, somut kurallar ve grubun kurallarıyla çatışsa bile savunmak doğrudur. 1. Doğru olan şey, insanların çoğu değer ve kuralların bir grupla ilgili olan değer ve görüşlerin bir çeşitliliğini kabul ettiğinin farkında olmaktır. Bu göreli kurallar, tarafsızlık yararına savunulmalıdır, çünkü onlar, sosyal sözleşmedir. Buna karşılık yaşam ve özgürlük gibi bazı göreli-olmayan değer ve kurallar herhangi bir toplum ve çoğunluk görüşüne bakılmaksızın savunulmalıdır. 2. Doğru eylemenin nedeni, genel olarak sosyal sözleşme yapmaktan oluşan ve bütün edinimler ve sahip olunan hakları ve diğerlerinin haklarını korumak için yasalara uymak zorunluluğunu hissetmektir. Yasalar ve görevlerle ilgili olan şeylerden biri, yararın rasyonel hesabına dayanır: “En büyük sayı için, en büyük yarar.” Aşama VI. Evrensel Etik İlkeler Aşaması Bu aşama, bütün insanların uymak zorunda olduğu evrensel etik ilkelerin yol göstericiliğini varsayar. 1. 6. Aşamada doğruyla ilgili olan, evrensel etik ilkeler aracılığıyla gösterilir. Tikel yasalar ve sosyal anlaşmalar genellikle geçerlidir, çünkü onlar, böylesi ilkelere dayanırlar. Yasalar bu ilkeleri ihlal ederse, herhangi birisi ilke gereğince davranır. İlkeler, adaletin evrensel kurallarıdır: İnsan haklarının eşitliği ve bireyler olarak insan varlığının itibarı için saygı. 2. Doğru eyleme nedeni, ilkelerin geçerliliğini kavrayan ve onlara uyan rasyonel bir kişi olmaktır. A.g.e, s. 134-135.
56
6. Bu aşama, sosyal düzenlemelerde sağlanan veya onlarda temelini bulan
ahlaki bakış açısı perspektifine sahiptir.119
Ancak Habermas’a göre, ahlaki yargının gelişim aşamalarının dayandığı bu sosyal
perspektiflerin, iletişimsel olarak toplumsallaşma sürecinde edinilen kişisel konuşucu
perspektifleriyle gelişimsel ilişkisinin de ortaya konulması gerekir.120 Çünkü
birbirleriyle etkileşime giren bireylerin eylem planlarının düzenlenmesi, konuşucu
perspektiflerinden ortaya çıkan karşılıklılık üzerinden, eylem perspektiflerinin bir
çaprazlanmasını gerektirir. Dolayısıyla sosyalleşme sürecinde kazanılan konuşma
perspektifleri ve sosyal eylem perspektifleri, toplumsallaşmayla birlikte
içselleştirilen birinci (Ben), ikinci (Sen) ve üçüncü kişi (gözlemci perspektifi)
konuşma perspektifleri temelinde ortaya konulan uzlaşı yönelimli iletişimsel eylem
aracılığıyla katılımcı perspektifi olarak dönüştürülür.
Bu üçlü perspektifler arasında gidip gelen bir katılımcı perspektifi anlayışı
kazanan konuşma ve eyleme yeteneğine sahip bireyler, tartışmalı iddialar üzerine
uzlaşı yönelimli bir argümantif söylem ortaya koyabilirler. Bu anlamda, etkileşimin
uzlaşımsal düzeyine geçiş, gözlemci perspektifinin, birbirine dönüşebilir eylem
perspektiflerinin bir sistemi içinde Ben-Sen perspektifiyle kaynaşmasıyla
119 A.g.e., s. 138-139. 120 Habermas, bu gelişimsel bağlantıyı gösteren R. Selman’ın perspektif-kabulü şemasından yararlanır. Buna göre, Selman, gelişimsel perspektif-kabulü aracılığıyla kişiler ve ilgili kavramların üç aşamasını ortaya koyar. 1. Aşama: Farklılaşma ve öznel perspektif kabulü (5-9 yaş). Bu aşamada anahtar kavramsal ilerleme, kişinin fiziksel ve psikolojik karakterinin açık biçimde farklılaşmasıdır. Her bir kişi, eşsiz, öznel, gizli psikolojik yaşama sahiptir. Kendinin ve diğerinin öznel perspektifleri, açık biçimde farklılaşır ve potansiyel ayrımlar görülmeye başlanır. 2. Aşama: Öz-düşünümsellik/ikinci kişi ve karşılıklı perspektif kabulü (7-12 yaş). Bu aşamada, anahtar kavramsal ilerleme, kişinin kendi düşüncesi dışına adım atması ve edindikleri düşünceler ve ortaya koydukları eylemler söz konusudur. Diğerlerinin daha iyi yapabileceği farkındalığında, öz-düşünümsel veya ikinci kişi perspektiflerini benimseyen çocuğun yeteneği, bu aşamada ortaya çıkar. Perspektifler arasındaki farklılıklar, bu düzeyde her bir kişinin değer ve amaçlarını fark etmesinden dolayı görülebilir. 3. Aşama: Üçüncü kişi ve ortak perspektif kabulü. Bu aşama, sadece birinin sahip olduğu perspektif dışına adım atması değil, kendi dışında bütün bir sistem olarak, doğru üçüncü kişi perspektifine sahip olmasıdır. “Gözlemci ego” olarak, aktör ve nesnelerin her ikisini, kendileri olarak fark edebilmektir. Üçüncü kişi perspektifi, kendinde diğerinin perspektifini takınmaktan daha çoğuna izin verir; kendi ve diğerinin perspektifleri içselleştirilir ve koordine edilir. A.g.e, s. 153-154.
57
gerçekleştirilir. Böylelikle, aynı zamanda konuşucu perspektifi sistemi bütünlenir ve
konuşma organizasyonu yeni bir düzeye ulaşır. Ulaşılan bu yeni aşamada, konuşma
ve eyleme yeteneğine sahip her bir birey, hakkında konuştukları nesnel, öznel ve
sosyal dünyaya belli bir mesafeden bakabilecek merkezsizleşmiş bir dünya anlayışını
da sahip olurlar. Dolayısıyla merkezsizleştirilen bu dünya anlayışı, iki perspektifi
bütünleştiren karmaşık bir perspektif yapısı aracılığıyla ortaya konulur. Buna göre,
nesnel, öznel ve sosyal dünyanın biçimsel ilişki sisteminde gerekçelendirilen ve
dünya görüşüyle bağlı olan perspektifler ve konuşma durumunda ortaya konulan ve
iletişim rolleriyle bağlı olan perspektifler bir araya getirilir.
Toplumsallaşma aracılığıyla, diğer deyişle yaşam-dünyası ufku ve dilsel uzlaşının
sosyal etkileşimleri ve ilişkileri temelinde kimliğini kazanan bireyler, bu kimlik
oluşum sürecinde konuşucu ve eylem perspektiflerini de edinerek, gelenek-sonrası
bir iletişim ve eyleme yeteneğini, diğer deyişle norm ve ilkelere göre düzenlenen bir
etkileşim ve eylem aşamasına geçerler. Bu anlamda, Habermas’a göre, etkileşimin
gelenek-sonrası alanına geçişle birlikte, yetişkin kişi, günlük praksisin naifliğinden
uzaklaşır. Etkileşimin uzlaşımsal aşamasında normlara göre eyleme yeteneği kazanan
kişi, içinde yer aldığı doğal-sosyal dünyayı terk eder; söylem katılımcısı olarak
deneyim ilişkisine belli bir mesafeden bakabilme yeteneği kazanır. Artık meta
iletişim alanında bulunan kişi, yaşanılan dünyaya yönelik geriye-bakış yeteneğiyle
birlikte, hipotetik geçerli iddialar ışığında olgu dünyasını teorikleştirir ve meşru
ilişkiler dünyasını ahlaki olarak düzenler.121
Habermas’a göre, etkileşimin gelenek-sonrası aşamasında kazanılan ahlaki bakış
açısıyla birlikte, sosyalleşme sürecinde kazanılan konuşucu perspektifleri ve sosyal
121 A.g.e., s. 149-172.
58
eylem perspektifiyle bağlantısında biçimlenen birinci, ikinci ve üçüncü kişi
perspektifleri, bu üçünün birbirine bağlanmasıyla, konuşucu perspektifleri sisteminin
bir bütünlenmesi ortaya konulur. Çünkü “farklılaşan yaşam-dünyası içinde söylemsel
istem oluşumunun yerleşen yöntemi, her bir bireyin ilgisinin aynı biçimde
karşılanması aracılığıyla bütün diğerleriyle birlikte hepsinin sosyal bağını
sağlamalıdır.”122 Bu açıdan, ortaya çıkan yeni perspektif yapısı, diğer deyişle
katılımcı perspektifi, ilgi-çıkar yönelimli çatışma tutumlarının dönüşümü ve bilişsel
temel kavramların kuruluşu için gerekli bir koşuldur. Bu koşula bağlı olarak, sosyal
bir dünyanın kurulmasıyla düzenlenen kişilerarası ilişkiler, iç ve dış dünyayla bağlı
olan temel görüşleri ve dünya perspektiflerini bütünleyen normlara uygun bir
anlayışı ve bakış açısını biçimlendirir.123
Aslında konuşma ve eyleme yeteneğine sahip bireyler, yaşam-dünyası olgusallığı
içinde biçimlenen öznelerarası bir perspektif ve görüş temelinde pratik yaşama
ilişkin etik iyi ve adil yaşam soruları üzerinde söylemsel bir tartışmaya katılırlar. Bu
anlamda “…öznelerarasılık perspektifi, bireylerin toplumsal yaşamın katılımcıları
olmalarına tekabül eder.”124 Dolayısıyla bu bireyler, aynı zamanda uzlaşı yönelimli
bir söylemin katılımcıları olarak toplumsal yaşamın yeniden üretilmesini sağlarlar.
Diğer yandan, aynı bireyler, nesne ve olayları kendilerini aşan bir perspektiften
tarafsız ve nesnel biçimde ele alabilmelidir. Bu perspektif, “…toplumsal ilişkileri
çözümleyen, yargılayan gözlemcinin görüş açısını yansıtır.”125 Ancak, Habermas’a
göre, öznelerarası-katılımcı perspektifi ve üçüncü kişi-gözlemci perspektifi
temelinde ortaya konulan ilişkiler açısından dünya perspektiflerini konuşucu
122 J. Habermas, Der philosophische Diskurs der Moderne, s. 401. 123 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 170. 124 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 31. 125 A.g.e., s. 31.
59
perspektiflerinden ayırmak gerekir. Bu anlamda, iletişime katılanlar, bir yandan
gerektiğinde var olan olgular karşısında nesneleştirici, meşru biçimde düzenlenmiş
kişilerarası ilişkiler karşısında norm-uyumlaştırıcı ve özgül yaşantılar karşısında
açıklayıcı bir görüşü ele geçirme ve her üç dünya karşısında bu görüşleri değiştirme
yeteneğine sahip olmalıdır. Diğer taraftan, aynı zamanda katılımcılar, nesnel, sosyal
ve öznel dünyadaki bir şey hakkında birbirleriyle uzlaşabilmeleri için birinci, ikinci
ve üçüncü kişi iletişim rolleriyle bağlantılı görüşleri de elde edebilmelidir.
Dolayısıyla Habermas’ın ahlaki-pratik sorunlara ilişkin argümantasyon yürütme
yeteneğine sahip bireyleri, belli bir ahlaki ve bilişsel gelişim düzeyine erişmiş, aynı
zamanda konuşucu ve dünya perspektiflerini birleştirebilme ve kullanabilme
yeteneğine sahip olmalıdırlar. Bu açıdan argümantasyon, bu özelliklere sahip
olmayan diğer bütün kişilere kapalı olacaktır.
Gelenek ya da uzlaşım-sonrası belli ahlaki bilişsellik düzeyiyle birlikte, konuşucu
ve dünya perspektiflerini birbirinden ayırabilme yeteneğine sahip olan bireyler, iyi
yaşamlarına ilişkin tartışmalı normları, yaşam dünyalarının ufku çerçevesinde ve
iletişimsel bir aklın uzlaşı yönelimli tartışma ortamında değerlendirebilmeleriyle,
ortak ilgi ve gereksinimleri karşılayacak ilkelere ulaşabileceklerdir. Bu anlamda,
“öğrenme süreçleri hem birey-oluşsal hem de tür-oluşsaldır. Bireyin tarihinde
söylemler, uzlaşım sonrası dilsel ve etkileşimsel ehliyete tekabül ederken, insanlık
tarihinde söylemsel haklılaştırma prosedürleri ilk kez modernitede belirip, modern
hukuk, bilim ve demokratik-parlamenter prosedürlerle kurumsallaşır.”126 Ancak,
söylemsel gerekçelendirme süreçlerine yönelik bu kurumsallaşma, türe ve bireye
özgü öğrenme süreçlerinin gelişimi ve sürekliliği açısından ortaya çıkan kırılganlılar
126 A.g.e., s. 369.
60
yanında, bireylerin bağımsız ve eşit biçimde bu süreçlere katılımını engelleyen ve
yönlendiren başarı yönelimli stratejik eylemin neden olduğu yapıları da içermektedir.
61
2. SÖYLEM ETİĞİ KURAMI
Habermas, yararcı ahlak (güter-etik)127 anlayışını ve Kantçı ödev ahlakını göz
önüne alarak, ahlak ilkelerinin yetersiz ve tek taraflı monologsal
gerekçelendirmelerden ortaya çıkan eksikliğin, söylem etiksel bir ahlak anlayış
temelinde giderileceğini iddia etmektedir. Çünkü bir ya da çok sayıda kişinin en
yüksek iyiliğini amaçlayan yararcı anlayış, ahlaklar ilkelerini, ben-merkezci stratejik
eylemin amaç-rasyonel anlayışı temelinde gerekçelendirirken, ilkeler tikel ve
içeriksel bir özellik kazanmakta, dolayısıyla biçimsellik açısından evrensel bir
geçerliliğe ulaşamamaktadır.
Yararcı anlayışın tersine Kantçı ödev etiği, eylem sonuçlarını düşünmeksizin,
eylemin dayandığı maksimi, soyut özdeş-Benin isteminin özerkliğinde genel bir yasa
olmasını isteyerek biçimsel olarak evrensel genel geçer bir ilkeye ulaşmaktadır;
ancak ulaşılan ilke, tarafların karşılıklı olarak tanınmasında, onların karşılıklı
beklenti ve ilgisini karşılayacak bir içeriksellikten yoksundur. Dolayısıyla Habermas,
yararcı anlayışın içeriksel ama biçimsel olarak eksik; ödev etiğinin biçimsel ama
içeriksel olarak boş ahlak normlarını, söylem etiğinin iletişimsel rasyonelliği ve
etiğin günlük-yaşam sezgileriyle dolayımında, biçimsel ve içeriksel açıdan elde
etmeye çalışır.
Habermas, her ne kadar ahlak ve etik ilkeler arasında ‘herkes için aynı şekilde iyi
olan nedir?’ ve ‘benim/bizim için iyi nedir?’ sorularının gerekçelendirilmeleri
127 Güter-goods, karlı, yararlı, faydalı; iyelikler, menkuller, mallar, edinimler, kazanımlar vb. anlamlara gelmektedir. Bu anlamda, güter-etik (goods of ethik), en yüksek iyiyi bireysel ve toplumsal bir edinim, kazanç veya yarar anlamında gerçekleştirmenin olanaklılığını araştıran etiktir. Ayrıca, Geuss’a göre, goods (güter), 1. Kullanım değeri olan somut nesnelere işaret edebilir (mal-mülk). Bu anlamda, herkesin kullanımına açık olan, örneğin köprü, park gibi yerler kamusal bir yarardır. 2. Soyut olarak iyi olan ve iyi olduğu varsayılan anlamında, sokakların güvenli olması kamusal bir good-yararken, bir dostla güzel bir akşam geçirme özel good-iyi olma durumudur. 3. Goods, ‘iyi olanı anlama şekilleri’, diğer deyişle kamusal ve özel sıfatları çerçevesinde halk için yararlı olan anlamına gelebilir. R. Geuss, Kamusal Şeyler, Özel Şeyler, Çev. Gülayşe Koçak, YKY, İstanbul 2007, s. 28.
62
arasında bir fark görse de, aslında, iletişimsel bir akıl temelinde, ahlak (Moralität) ile
törelliği (Sittlichkeit) uzlaştırmayı dener.128 Bu bir anlamda, Hegel’in Kant’a
yönelttiği itirazları129 dikkate alarak, Kantçı etiğin eksiklerini tamamlayacak bir
ahlaki etik (moralische Ethik)130 anlayışını olanaklı kılma çabasıdır. Bu anlamda,
128 Rainer’e göre, etik iyi ve ahlaki doğrulara bağlı olarak ortaya çıkan değer ve normlar, iyi ve doğruya ilişkin dikotomik karşı tasarımlar olarak yadsınamaz. Gerçekte, ahlak (Moralität) ve etik (Sittlichkeit) arasındaki ayrım, ahlaki ilkeler ve iyi arasındaki ayrım olarak, pratik aklın genel ilkesiyle gerekçelendirilen Kant ahlakının özerkliğinde görülür. Buna göre, iyi ve mutluluğun geleneksel tasarımı, koşullu bir davranış biçimi olarak aklın ideali olamaz. Bu çerçevede söylem etiği, etik iyi ve ahlaki adalet-doğruluk (Gerechten) arasında bir ayrım koymak için, yöntemsel-prosedürsel bir ölçütün olması gerektiği düşüncesine dayanır. Bu anlamda, koşulsuz ve evrensel normatif ilkeler olarak ahlaki normlar, doğruluğa ilişkin söylemde çözülmesi gereken “hakikat-analojik” iddia ortaya koyduklarından, etik değerlendirmeler ve ahlaki normlar, ortaya konulan bu iddianın söylemsel olarak gerekçelendirilip gerekçelendirilmemesine göre ayrılır. Dolayısıyla ahlak ve etik arasındaki ayrım, a priori (deney-söylem öncesi) biçimsel ve a posteriori (deney-söylem sonrası) süreçsel biçimde ortaya çıkmaktadır. R. Forst, “Ethik und Moral”, Die Öffentlichkeit der Vernunft und die Vernunft der Öffentlichkeit (Lutz Wingert und Klaus Günther), Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 2001; Brumlik’e göre ise, içeriksel içerimlere sahip olmayan hiçbir ahlaki argüman biçimi yoktur; diğer deyişle, törel olmayan hiçbir ahlaklılık yoktur. Dolayısıyla, etik kavramı altında önermelerin bir sistemi, başka bir ifadeyle diğer insanlarla birlikte yaşayan ve eyleyenlerin kişisel gelecekleri açısından insansal eylemleri standartlaştıran bir sistem söz konusudur. Bu anlamda, ahlak-moral ve etik arasındaki ayrım göz ardı edilmeli; bunun yerine, ahlaki, yani törel bir etik ortaya konulmalıdır. Bir etik, olasılı sınır koşullarından tamamen bağımsız olarak, aklın ortaya koyduğu buyruk ve tavsiyeler, olanaklı bütün akıl varlıklarının eylem ve/veya acısına dayanıyorsa, ahlaki olarak nitelendirilir. Bu bağlamda, akıl, eylemlerin normlaştırılmasıyla birlikte argümantatif olarak tartışılan durumu ifade etmelidir. Diğer yandan, bir etik, buyruk ve önerileri, gerçek yani akıl yetenekli varlıkların ve gerçi olasılı ve somut koşulların sistematik olarak dikkate alınması açısından yaşayan ve yaşayacak olan akıllı varlıkların eylem ve acısına dayanıyorsa, törel olarak nitelendirilir. Bu bağlamda akıl, yalnızca argümantatif olarak eylemlerin normlarla tartışılmasını ifade etmez; aynı zamanda doğru olarak bilinen argümanlar temelinde eylemleri normlaştırmayı ifade eder. Bir etik, normlaştırma önerilerinin geçerliliğini, bu normlaştırma önerileriyle ilgili olan bireylerin, olgusal veya ideal olarak kabul edilen onayına bağlarsa, diskursif, yani söylemseldir. M. Brumlik, “Über die Ansprüche Ungeborener und Unmündiger. Wie advokatorisch ist die diskursive Ethik?”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Khulman), Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1986, s. 265-67. 129 Hegel’e göre, Kant’ın ussal bireyi bütünüyle soyut ve gerçek olmayan bir şeydir. Ben, kökeninde kendi kendisiyle tam bir birlik ve bütünlük meydana getiren ve tümüyle kendisinde olan özdeş bir varlıktır. Oysa insan, bireysel tarih ve kültürüyle biçimlenen somut bir varoluştur ve kişiliğiyle bağlantılı bir çevre içinde yaşamaktadır. Ussal birey, bu verilmişlikler olmaksızın böyle bir şey olamaz. Ayrıca Kant’ın evrensel ilkeleri, gelenek ve toplumdan uzaklaştırılmış olduğundan boştur ve bu nedenle somut durumlara ilişkin hiçbir pratik yardım sağlayamaz. Çünkü Kant’ın pratik aklı, doğa ile sabit bir karşıtlık içinde bulunan boş kavramdır; etik ve güzele ilişkin bir zorbalık ve iç yırtılması sisteminden başka bir şey ortaya koyamaz. Kant ahlakı, hiç bir şey belirlemeyen bir takım biçimsel sözde ödevlerle yetinmektedir. G.W.F. Hegel, Bütün Yapıtları (Seçmeler), Çev. Hüseyin Demirhan, Onur Yayınları, Ankara 1976, s. 58-59. 130 Park’a göre, Habermas, törelliği, geleneksel olarak alışılan tikel yaşam biçimlerinde sürdürülen ve bireysel oluşum-sürecinde ortaya çıkan etiğin göstergesel çizelgesi içinde derecelendirmek suretiyle, kendi söylem etiğinin ahlaki bakış açısını somut törelliğin karşısına koyar. Böylelikle Habermas, ahlaki etiği (m.E.=moralische Ethik), törellikten ahlaklığa, diğer deyişle Hegel’den Kant’a döndürür. Gerçi söylem etiği, törel soruları toptan ahlaki adalet sorularına indirgemez; ama diğer taraftan, deontolojik, bilişselci, biçimselci ve evrenselci olarak anlaşılır. Dolayısıyla söylem etiği, Kant’ın kategorik imperatifte ifade ettiği sezgiye bağlıdır. Bu çerçevede, Habermas, kategorik imperatifin
63
söylem etiği, öznelerarası karşılıklı perspektif kabulünün kamusal biçimde
düzenlendiği bir diyalogsal-tartışımsal yöntem aracılığıyla, ahlaki kesinlik taşıyan
normların yaşam-dünyası törelliği içindeki olanaklılığını araştırır. Bu açıdan,
Honneth’in deyişiyle, söylem etiği, kategorik buyruğun iletişim kuramı temelinde
ortaya konulan bir ifadesi olarak anlaşılabilir. Söylem etiğinin temel kazanımı, eylem
normlarının ahlaki denetimi için Kant tarafından bir yöntem olarak önerilen
genelleştirilebilirlik ilkesini, özneler arasındaki ahlaki-pratik tartışmalara rasyonel bir
temel bulabilmenin bir kuralına dönüştürmesidir. Söylem etiği, ahlaki denetleme
yönteminin Kant’taki gibi, normların etik geçerliliklerinin tek öznenin testi olarak
kendi kendinde evrenselleştirilebilirliliğini denetlediği yöntem yerine, düzenlenen
gerçek bir söylem olarak talep edilen bir iletişimsel edimle değiştirir.131 Bu, aynı
zamanda ahlak ve etik, değer ve norm, iyi ve doğru-adil yaşam ayrımlarının bir arada
bulunabilmesi koşulunu ortaya koyma çabası olarak da görülebilir. Dolayısıyla
Habermas’a göre, söylem etiği, Hegel gibi, adalet ve dayanışmanın içsel bağlantısını
dikkate almakta, ama Kantçı tinde de ısrar etmektedir. Söylem etiği, ahlak ilkesinin
anlamının, diğerleriyle ortaklaşa yürütülen bir argümantasyon pratiğinin zorunlu
olarak varsayılanın içeriğinden hareketle açıklandığını göstermeyi denemektedir.132
Bu anlamda söylem etiği, ‘ne yapmalıyım?’ sorusu bağlamında pratik aklın
pragmatik, etik ve ahlaki kullanımının duruma göre nasıl olanaklı olabileceği üzerine
bir araştırma yürütür.
noumenale Beninin, söylem etiğinin öznelerarası modeline göre aşkınsızlaştırılması durumunda, herkesin isteyebileceği ve üzerinde uzlaşabileceği şeyin tarafsız bir yargısının olanaklı olabileceğine inanır. G.Y. Park, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, s. 14. 131 A. Honeth, “Diskursethik und implizierter Gerectigkeitskonzept”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlmann), s. 184 132 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main 1991, s. 100.
64
2.1. Evrensel Geçerli Ahlak Savlarını Oluşturucu Koşullar
Herkes için aynı şekilde geçerli olan ahlaki ilkeler bilişsel, evrensel ve biçimsel
bir niteliğe sahiptir. Bu anlamda, ahlaki, yani normatif sorulara ilişkin tarafsız bir
ahlaki bakış temelinde biçimsel, evrensel ve bilişsel niteliğe sahip ahlak ilkesi olarak
Kantçı kategorik buyruk söz konusu model olarak karşımıza çıkar. Ancak
Habermas’a göre, öz-düşünsemenin monologsallığında ortaya konulan kategorik
buyruğun ne yapabileceği ya da neyi buyurabileceği, evrensel bir tartışma ortamının
ideal koşulları altında ortaya konulan bir istenç oluşturma aracılığıyla gösterilebilir.
Dolayısıyla “ahlaksal yargı yetisine sahip özne, var olan ya da önerilen bir normun
genelin çıkarına olup olmadığını ve yerine göre toplumsal geçerliliğe sahip olup
olmayacağını her durumda kendi başına değil, yalnızca tüm öteki ilgililerle ortaklık
içinde sınayabilir.”133 Bu anlamda, tekil öznenin öz-düşünümselliği, diğer deyişle iç-
monologsal düşünsemesiyle eyleminin maksimini evrensel bir yasa olarak kendisi ve
herkes için talep edecek biçimde ortaya koyduğu ilkenin, bütün diğer özneler
tarafından da istenilmeye değer olması bakımından, onların kabulünü ya da onayını
alması gerekmektedir.
Kantçı anlamda, görünüşler alanına yönelik bir ahlaki temellendirme aşkınsal
öğeleri içerir. Çünkü bir şeyin olanaklılığının koşullarının tanıtlanmasına yönelik bir
gerekçelendirme ya da temellendirme, her zaman aşkınsal olmak durumundadır. Bu
anlamda, Kant için kategorik buyruk, pratik özgürlüğün olanaklılığının koşulu olarak
ortaya çıkar. Diğer yandan, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip öznelerin
argümantasyon koşularını belirleyen söylem kuralları, Habermas için, bir ifadenin
hakikat veya doğrulunun denetlenmesi olanaklılığının koşulu olarak görünür. Ancak,
133 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 525.
65
Habermas göre, söylem etiksel açıdan Kantçı buyruğun argümantasyon süreci olarak
kavranılmasından önce, aslında iletişimsel olarak eyleyen öznelerin, karşıtı ortaya
konana kadar (alternatifsizlik ilkesi) karşılıklı olarak varsaymak durumunda
oldukları kabuller vardır. Dolayısıyla, var olan nesnelerden bağımsız ortak bir dünya-
kavrayışı, rasyonellik veya yargılama yetisinin bağlamı aşan hakikat iddialarının
koşulsuzluğu ve merkezsizleştirilmiş anlam perspektifleri kabulü açısından, bu
kabullerin Kantçı kavramlarla bir yakınlığı söz konusudur. Bu açıdan, soy-kütüksel
bir bağlantı varsayılmalıdır:
1. Dünyanın (veya anlam dünyasında koşullar bütünlüğünün) birliğinin
‘kozmolojik idesi’ ve ortak nesnel bir dünyanın kabulü arasında;
2. Pratik aklın bir postulatı olarak ‘özgürlük idesi’ ve yargılama yetisine sahip
aktörlerin rasyonelliğinin pragmatik kabulü arasında;
3. Bütün koşulluluk ‘idesinin olanağı’ olarak bir koşulsuzluğa aşkınlaşan aklın
total hareketi ve iletişimsel eylemde ortaya konulan geçerli iddiaların
koşulsuzluğu arasında;
4. Son olarak, ‘bütün hakların ve iddiaların en üst mahkemesi’ rolünü üstlenen
ilkelerin olanaklılığı olarak akıl ve olanaklı gerekçelendirmenin yanıltmaz
biçimi olarak rasyonel söylem arasında.134
Dolayısıyla bu kabuller çerçevesinde ortaya konulacak söylem-etiksel ahlaki
ilkelerin Kantçı ilkelerle de bir bağlantısı söz konusu olacaktır. Diğer taraftan,
söylem-etiksel ahlaki ilkelerin, evrensel geçerli normlar olarak temellendirilmesini
sağlayan kabuller, uygulama düzeyinde ilkelerin her bir kişinin ilgi ve yönelimleriyle
bağlantısını gösterebilmelidir.
134 J. Habermas, Rasyonalitäts- und Sprachtheorie, s. 151.
66
Ancak, Habermas’a göre, bütün bu yakınlığa rağmen söylem etiğinde ortaya
çıkan üç fark, söylem etiğini Kantçı etikten ayırmaktadır. İlk olarak, söylem-etiği,
iki-gerçek-öğretisini ya da iki alan öğretisini terk etmektedir. Söylem etiği, özgür
istenç ve ödeve ait olan “düşünsel (numenal) alan” ve devletin ve toplumun
kuruluşunda da içerilen eğilim ve gereksinimler gibi öznel motiflerle ilgili olan
“görüngüsel alan” arasındaki ayrımdan vazgeçmektedir. İletişimsel eylemin
öznelerarası uzlaşımsallığı temelinde argümantasyona girişen öznelerin geçerlilik
iddialarına yöneldikleri aşkınsal bir gereklilik, yalnızca idealleştirici koşullar altında
konuşma ve eylemi bağlayıcılığında kendini hissettirir. Anlak ve deneyim arasındaki
boşluk, bizzat iletişimsel günlük praksisin içindeki olgu karşıtı dayanakların fiili
gücünde kendini hissettiren bir gerilimde azaltılır. İkincisi, söylem-etiği, Kant’ın, her
bir bireyin içten gelen zorunlulukla kendi eylem maksimlerini araştırmaya
girişmesini beklediği yalın içsel monolog kabulünü aşmaktadır. Bu anlamda, aşkınsal
bilincin tekilliğinde ortaya çıkan ampirik Benler ön-uzlaşı içinde bulunduklarından,
uyumlu biçimde hareket ederler, diğer deyişle genelleştirici bir olanaklılık üzerinden
bir uzlaşıma varırlar. Buna karşılık, Benler arasındaki uzlaşımı, söylem-etiği,
ilgilerin öznelerarası düzenlenen kamusal bir söyleminin sonucu olarak ortaya koyar.
Son olarak, söylem-etiği, Kant’ın, kategorik buyruk aracılığıyla zorunlu olanın
deneyimine yönelik aklın bir olgusu olması açısından ortaya koyduğu
gerekçelendirme probleminin, genel argümantasyon koşullarından evrensel ilkenin
(E) türetilmesiyle çözülmesi gerektiği iddiasını ileri sürmektedir.135
Habermas’a göre, söylem etiği, evrensel, biçimsel ve bilişsel bir ilke olarak
maksimlerin kendisine göre değerlendirildiği Kantçı kategorik buyruktan farklı
135 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 20-21.
67
olarak, taraflar tartışmalı ahlak ilkelerini söylemsel tartışma süreci içinde ele
alabilmek için, aralarında gerçekleştirdikleri iletişimin yalnızca biçimsel niteliğinden,
yani ortak bir doğruluk arayışı amacında bulunuyor olmaktan dolayı, sürecin
kendisinden ya da dışarıdan kaynaklanan her türlü baskıyı yadsıdığını varsaymak
zorundadır.136 Bu anlamda, tartışmalı normatif ilkeler üzerine tarafsız bir ahlaki bakış
açısı ve öznelerarası tanınmanın rasyonel ilişkisi temelinde diyalogsal biçimde
yürütülen bir tartışma ortamında, bütün tarafların rızası amaçlanır. Ancak,
argümantasyon kendi kendisi için değil, eleştirilebilir ilkeler üzerine yürütülüyorsa,
bağlamı aşan böylesi bir tarafsız ahlaki bakış açısı, aynı zamanda her bir kişinin bir
diğerinin ilgisini dikkate alma anlamında bir duyarlılık göstermeyecektir. Diğer
yandan, argümantasyon katılımcılarının, argümantasyona girerken varsaymak
durumunda oldukları bu koşullar, salt argümantasyonun kendini gözetmenin koşulu
olarak belli bir taraflılığı ortaya koyacaktır.
Uzlaşı yönelimli iletişimsel olarak eyleyen, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip
özneler, varsaymak durumunda oldukları ideal koşullar çerçevesinde yürütülen bir
söyleme dahil olurlar. Tarafların eşit haklara sahip olarak yürüttükleri bu söylemde,
denetlenen ilkeler üzerinde ortak bir uzlaşının, diğer deyişle söyleme dahil olan
bütün kişilerin onayının sağlanması gereklidir. Bu nedenle,
söylem etiğinde, kategorik imperatifin yerine ahlaki tanıtlamanın yöntemi
geçmektedir. Söylem-etiği, >S< ilkesini ortaya koymaktadır: Yalnızca söz
konusu geçerli normların iddia etmesi gereken, pratik bir söyleme katılanlar
olarak bütün ilgili tarafların onayını sağlayabilmektir. Aynı zamanda
kategorik imperatif, pratik söylemde bir argümantasyon kuralı rolünü
üstlenmiş olduğu bir evrenselleştirme ilkesine >E< indirgenir: Herkesin her
136 J. Habermas, Rasyonalitäts- und Sprachtheorie, s. 50.
68
bir ilgisinin tatmini için genel bir uygulamadan ortaya çıkan sonuç ve yan
etkilerin, hepsi tarafından geçerli olan normda zorlamasızca kabul edilebilmesi
gerekir.137
Dolayısıyla normatif ahlaki sorulara ilişkin bilişselci, evrenselci ve biçimselci ilkeler,
ideal söylemin tarafsız ahlaki bakışı açısı temelinde söylem-etiksel ilke (S) ve
evrenselleştirme ilkesi (E) açısından denetlenerek kurulmalıdır. Buna göre,
bilişselcilik, argümantasyon kuralı olarak ortaya konulan evrenselleştirme ilkesi,
genelleştirilmeye elverişli maksimler üzerinden bir uzlaşıyı olanaklı kıldığı için,
ahlaki-pratik soruların gerekçelendirilebilmesinin aynı zamanda E’nin
temellendirilmesiyle gösterilebilmesini ifade eder. Bu anlamda, söylem etiği, ahlaki
yargıların sadece her bir konuşucu veya aktörün olasılı duygusal düşüncelerini, tercih
veya kararlarını ifade etmediğini, aynı zamanda bilişsel bir içeriğe sahip olduklarını
göstererek ve ahlaki yargıların nasıl temellendirilebileceğini açıklayarak, etik
kuşkuculuğu çürütür. Bu nedenle, ahlaki yargı-yetisi gelişiminin her teorisi, doğru ve
yanlış ahlaki yargıları ayırmak için bu olanaklılığın gerekli olduğunu varsaymak
durumundadır. Diğer yandan, evrenselcilik, argümantasyona katılan herkesin,
prensip olarak eylem normlarının kabul edilebilirliliği üzerine aynı yargılara
ulaşabilmeyi ifade eder. Bu ise, evrenselleştirme ilkesinde (E) ortaya konulur. Bu
anlamda, E’nin gerekçelendirmesiyle birlikte söylem etiği, ahlaki yargıların
geçerliliğini, yalnızca yargılayan öznenin her birine ait olan söz konusu kültür veya
yaşam biçiminin rasyonelliğinde veya değer standardı çerçevesinde ele alan etik
göreceliğin temel kabulünü reddeder. Biçimselcilik ise, E’nin tikel bir yaşam-
biçiminin veya bireysel yaşam-öyküsünün bütünüyle birlikte kazanılan somut değer
yönelimlerinin genelleştirme olanağı olmayan içerikler olarak elimine edilmesini ve
137 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 12.
69
böylelikle ‘iyi yaşamın’ değerlendirici sorularıyla bağlantılı olan adaletin sıkı
normatif sorularını, belirli argümantatif sorunlar olarak ele alan bir kural anlamında
işlemesini ifade eder.138 Buradaki temel sorun, Park’ında belirttiği gibi, söylem
sürecinde oluşturulan bağlamsal ilke ile evrenselleştirme ilkesinin söylemi aşan farklı
dünya tasarımları ve yaşam biçimlerini aynı olgu bağlamı içerisinde nasıl uyumlu
kılınacağı problemidir.139 Bu sorunu Habermas, evrenselleştirme ilkesiyle bağlantılı
olarak tamamen olgu-karşıtı, dilsel uzlaşının varsayılan biçimsel pragmatik koşulları
temelinde ulaşılabilecek genelleştirilebilir ilgiler temelinde çözmeye çalışır. Ancak,
bu biçimsel koşullar, genelleştirilebilir açısından söyleme katılan taraflardan kendi
ilgi ve yönelimlerinden vazgeçmeyi talep ettiğinden, olgusal olarak her bir kişinin
ilgi ve yönelimini karşılayan genelleştirilebilir ilgi ya da norm ortaya konulamaz.
Diğer yandan, Benhabib’e göre Habermas’ın evrensellik (E) ve söylem ilkesi (S),
tutarsız görünmektedir; çünkü, ‘S’ ilkesi ‘E’ ilkesini içermemektedir. Ancak,
Leeper’in de belirttiği gibi140, Habermas bu iki ilkeyi farklı işlevlerle donatmaktadır.
‘E’ ilkesi etik bir ilkenin bilişsel içeriğini değerlendirebilmek için bir ölçüt sunarken,
‘S’ ilkesi etik bir ilkenin elde edilme sürecinin meşruluğunun ölçütünü
göstermektedir. Habermas’a göre, bu iki ilkenin koşullarının yerine getirilmesi
durumunda bir eylemin geçerli bir olduğu iddia edilebilir. Ancak, Habermas’a
yöneltilen eleştirilerin arka planında evrensellik ilkesinin (E) ütopik bir kurgu
olduğuna ilişkin savı daha derin bir sorunu dile getirmektedir. Örneğin, Putnam,
Habermasçı Kantçılık biçiminde eğer herkesin uzlaştığı bir söylem durumunda
herkesten kasıt, sözlük anlamıyla herkes ve ortaya konulan normun çoğunluğu
138 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 131-132. 139 G.Y. Park, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, s. 181. 140 R. V. Leeper, “Moral Objectivity,Jurgen Habermas’s Discourse Ethics, and Public Relations”, Public Relations Review, 22(2), Summer 1996: 133-150.
70
bağlayan norm olarak anlaşılması ise, bunun gerçek dünyada mümkün
olamayacağını belirtir.141 Çünkü önerilen bir normun çoğunlukça reddedilmesi
durumunda bile çoğunluğun önerdiği yeni normun daha ussal olduğu
söylenemeyecek ve çoğunluğun yanlış yönlenmiş olabileceği durumu göz ardı
edilemeyecektir.
İletişimsel eylemin argümantasyon sürecinde ulaşılan söylem-etiksel ahlaki
ilkeler, genel normatif önermelerin doğruluğundan söz etmesi anlamında deontolojik;
doğruluğu gerekçelendirilebilir ilkeler ortaya koyma anlamında bilişselci; ortaya
koyduğu ahlak ilkesinin hiçbir özel içeriği göstermemesi anlamında biçimselci ve
ifade edilen ahlak ilkesinin herkes için geçerli olması anlamında evrenselcidir.
Çünkü Habermas’a göre, ahlaki-olanın yöntemsel belirlenimi, bilişselciliğin,
evrenselciliğin ve biçimselciliğin temel kabullerini içermekte ve bilişsel yapıların,
ahlaki yargıların içeriklerinden yeterince keskin biçimde ayrılmasını sağlamaktadır.
Dolayısıyla gelenek-sonrası bir aşamaya karşılık gelen bir ahlaki bilincin işleyişi ve
evrensel geçerli ahlak ilkelerinin olanaklılığı, söylemsel bir yöntemde ortaya
konulabilir. Bu yöntem, katılımcıların, kendisinden hareketle argümanlarını ileri
sürdükleri bakış açılarının tamamıyla tersine döndürülebilirliğini, bütün ilgililerin
dahil olması anlamında evrenselliği ve her bir katılımcının iddiasının, bütün diğerleri
tarafından aynı şekilde tanınmasının karşılıklılığını ifade eder.142 Tarafsız bir ahlaki
bakış açısı ve mantıksal-semantik tutarlığı temele alarak işleyen böylesi bir
argümantasyon süreci, evrensel geçerli ahlak ilkelerinin olanaklılığını
sağlayabilecektir; ama bu durumda, bağlama duyarlı içeriksel etik ilkelerin
olanaklılığı problematik olacaktır.
141 H. W. Putnam, “Capabilities and Two Ethical Theories”, Journal of Human Development, Vol. 9, No. 3, November 2008: 378-388. 142 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 133.
71
Habermas’a göre, evrensel geçerli ahlak ilkelerinin oluşumu açısından yürütülecek
bir söylem anlamında, hiç kimse söylemden dışlanamaz ve bütün katılımcılar
iddiaları sorgulamak ve temellendirmek için söylemde eşit şansa sahip olmak
zorundadır. Amaç, tartışmalı iddiaların kabulünün “en iyi argümanın zorlamasız-
zorunun” belirlediği bir özgürlük-ortamı içinde uzlaşıyla elde edilmesidir. İdeal bir
konuşma durumunu nitelendiren bu kurallar, bütün potansiyel taraflara, eşit şansa
sahip bir katılım hakkı sağlamayı varsayar. Bu kurallar, aynı zamanda söylemin etik
içeriğini de ortaya koyarlar. Bu anlamda, öncelikle konuşma ve eyleme yeteneğine
sahip her özne, söyleme katılmalıdır. İkinci olarak, söyleme katılan herkes, her
iddiayı problemleştirebilmeli ve söyleme dâhil edebilmeli ve aynı zamanda kendi
düşünce duygu, istek ve taleplerini ortaya koyabilmelidir. Son olarak, hiçbir
konuşmacının, söylemin içinde veya dışında hâkim olan zor veya baskı nedeniyle,
tespit edilen bu haklarından yararlanması engellenemez. Bu kurallar açısından,
öncelikle konuşma ve eyleme yeteneğine sahip olan bütün bireylerin söyleme
katılması, potansiyel katılımcılar alanını belirler. İkinci olarak argümantasyona
katılma ve kendi iddiasını ortaya koyma anlamında herkes eşit şansa sahip olmalıdır.
Ayrıca bütün katılımcılar, evrensel ve eşit katılma hakkından yararlanabilmelidir.143
Dolayısıyla ideal bir konuşma-durumu, yani potansiyel olarak bütün tarafların
eksiksiz biçimde söyleme dahil olmasının kamusallığı, iletişim haklarının eşit
biçimde dağılımı, en iyi argümanın ‘zorlamasız-zoruyla’ gerçekleşebilecek ortamın
bağımsızlığı ya da özgürlüğü ve bütün katılımcıların samimiyetinin pragmatik
koşulları varsayılmazsa, hiç kimse bir argümantasyona katılamayacaktır.
143 A.g.e, s. 99.
72
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip bireylerin tartışmalı ilkeleri evrensel geçerli
olabilecek biçimde değerlendirme anlamında sahip oldukları ve bütün tartışmalarda
önceden bulunan ahlaki bir bakış açısı, uzlaşı yönelimli eylemde kurulan temel bir
karşılıklılıkta ortaya çıkar. Bu bakış açısı, otoriter bir tamamlayıcılık ve ilgi
yönelimli bakışımlılık biçimlerinde, diğer deyişle sosyal rollerdeki tutum
beklentilerinin karşılıklılığında; normlarla bağlanılan hak ve ödevlerin
karşılıklılığında; argümantasyona evrensel ve eşit şansa sahip katılma hakkının
zorlamasız ve bakışımlı biçimde kavrandığı söylemsel konuşmanın ideal rol
değişiminde kendini gösterir.144 Bu anlamda, Habermas, söylem-etiksel olarak
gerekçelendirilen bir ahlaki bakış açısının, aslında salt soyut olmadığını, iletişimsel
olarak eyleyen bireylerin dilsel uzlaşı biçimlerinde ve yaşam-dünyaları olgusallığı
içinde biçimlendirildiğini vurgular. Dolayısıyla iletişimsel olarak eyleyen bireylerin
söyleme girişte varsaymak durumunda kaldıkları söylem koşulları, aynı zamanda
onların özgürlükçü ve eşitlikçi ahlaki tutumlarını da ortaya koyar.
2.1.1. Özgürlük ve Eşitlik
Bireyin, eylem ve seçimlerini kendi belirlemesi ve diğer bireylerle ilişkisi içinde
kendini gerçekleştirme anlamlarını içeren özgürlük kavramı, öznenin özerkliği
kavramıyla bağlantı içinde ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda, modern anlayışın
özgürlük bilinci, kendi kendini belirleme olanağına sahip bağımsız bir öznellikten
ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla özerk özne ve özgürlük kavramı, karşılıklı olarak
birbirini gerektirmektedir. Bu karşılıklılık temelinde, özellikle modern toplumsal
yapı içerisinde özerk ahlaki bireylerin birbirleriyle etkileşimlerinde kendilerini
gerçekleştirmesi, yani toplumsallaşma aracılığıyla bireyselleşmeleri anlamında bir
144 A.g.e., s. 175.
73
özgürleşimleri söz konusudur.145 Dolayısıyla Habermas’a göre, uzlaşma ve
özgürlüğe ilişkin ortaya konulacak ütopik bir anlayış, iletişim yoluyla toplumsallaşan
insan türünün, dilsel yeniden üretim mekanizması içinde yer almaktadır. Bu açıdan,
dilsel telostan kaynaklı uzlaşı temelinde iletişimsel olarak eyleyen özneler arasında
varsayılan özgürlük anlayışı, daha çok tarafsız ahlaki bakış açısından teorik ve pratik
ilkelerin düşünülmesini, değerlendirilmesini ve bu değerlendirme sonucuna göre
yargılama ve eyleyebilme olanaklılığını ifade eder.
Özerk ahlaki bireylerin, diğer deyişle eyleminin ilkesini kendinde koyabilme
anlamında bağımsız ve bireyselleşmiş olan öznelerin, uzlaşı yönelimli iletişimsel
etkileşimleri, öncelikle özne olmaları nedeniyle her birinin bir diğerine indirgenemez
olan farlılığı ve özgürlüğünün karşılıklı kabulüne dayanmaktır. Bu kabul temelinde
iletişimsel olarak eyleyen öznelerin, ussal bir biçimde öznelerarası uzlaşı temelinde
ortaya koydukları normlar, söyleme katılanları yükümlü kılma anlamında
sorumluluklarını da biçimlendirir. Dolayısıyla uzlaşı yönelimli iletişimsel eylemin
karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgisinde ortaya çıkan özgürlük, rasyonellik ve
sorumluluk, kavramsal olarak birbirleriyle sıkı bir bağlantı içindedir. Bu bağlantının
ortamı, yargılama ve eyleme ilişkin gerekçelerin değerlendirilmesi anlamında teorik
ve pratik düşünme yeteneğidir. Gerekçelerin değerlendirilmesi anlamında teorik ve
pratik bir düşünme yeteneği olarak iletişimsel rasyonellik, konuşma ve eyleme
yeteneğine sahip öznelerin yürüttükleri tartışım ortamında ortaklaşa elde edilebilecek
bir kararın, diğer deyişle rasyonel biçimde güdülenen bir eylemi
145 Habermas’a göre, özgürlük, bilen ve eyleyen öznenin farklı göndermelerine göre farklılaşmaktadır. Bilişsel ön-yargısızlık anlamında düşünümsel özgürlük, bir katılımcının ben-merkezci perspektiften kurtuluşunu gerektirir. İstenç özgürlüğü, başka türlü eyleyebilme veya verilmişlikler zincirinde yeni bir başlangıç yapabilme anlamında rasyonel seçim yeteneğinden oluşmaktadır. İstenç özgürlüğünü veya özerkliğini, Kantçı ahlaki bakıştan hareketle istemin kendi kendisiyle özsel bağlantı olanaklılığı olarak ifade ediyoruz. Dolayısıyla etik özgürlük, bir Ben-özdeşliğinin bilinçli tasarısı ve sürekliliğini olanaklı kılmaktadır. J. Habermas, Wahrheit und Rechtfertigung, s. 106.
74
gerçekleştirilmesinin ortamı olarak açığa çıkar. Bu nedenle, “özerklik ve
sorumluluğa yönelik insansal ilgi sırf kuruntu değildir; çünkü o, a priori
kavranılabilinir. Bizi doğanın dışına çıkaran şey doğasını bildiğimiz tek şeydir: Dil.
Onun yapısıyladır ki, özerklik ve sorumluluk bizler için konumlandırılmıştır.”146
Habermas’a göre, dilsel uzlaşımsallık temelinde iletişimsel olarak eyleyen
öznelerin teorik ve pratik düşünme yetenekleri açısından, yalnızca herkesin ortak
biçimde isteyip yapabildiği şeyler, yani ahlaki anlayış aracılığıyla yönetilebilen bir
istem özerktir. Diğer yandan, tarafsız bir bakış açısına göre gerekçelendirdiği her
şeyi, yasamalı bir istemin ürünü olarak düşünen akıl pratiktir. Dolayısıyla burada,
istem ve akıl kavramlarının her ikisi de, içi içe geçmeksizin ortaya çıkmaktadır. Bu
açıdan, istem ve akıl, dünyaya karışan ve etki eden aktif bir yetenek ve sadece
olgusallığı kopya eden pasif bir olanaklılık gibi birbirlerine karşı soyut biçimde
durmazlar. Özerk bir istem, ussal olarak gerekçelendirilen yasaları ortaya koyarken,
pratik akıl ise, bir arada tasarladığı ve tavsiye ettiği yasaları keşfeder. Bu açıdan
Kant, bu bağlantıyı tatmin edici bir biçimde ortaya koyamamıştır. Bu bağlantı, ancak
özgürlük ve aklın, artık sadece bir öznel olanaklılık olarak görülmediği durumda
ortaya konulabilir.147 Çünkü her iki yetenek, yaşam-dünyası olgusallığı ve karşılıklı
tanınma ilişkisi temelinde yürütülen uzlaşı yönelimli iletişimsel eylemin
diyalogsallığıyla biçimlenmektedir. Bu anlamda, Kantçı düalizm, diğer deyişle
özgürlüğün olanaklılığı olarak anlaksal alan (noumenal alan) ve duyusallığa karşılık
gelen zorunluluk alanı (fenomenal alan) ayrımı, iletişimsel aklın öznelerarası
uzlaşımsallığı ve yaşam-dünyası ufkunda yapılandırılan bir ve aynı alan olarak
görülür. Buna göre, zaman ve mekan içinde eyleyen ampirik varlıkların anlak veya
146 J. Habermas, Bilgi ve İnsansal İlgiler, s. 380. 147 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 100.
75
rasyonellik yeteneği, uzlaşı yönelimli iletişimsel eylem temelinde ortaya konulan
sosyal etkileşimler içinde biçimlenir. Bu durumda, kendi yasasını kendi koyabilen
öznenin özerkliğine dayanan bireyin özgürlüğü, toplumsallaşan bütün bireylerin
özgürlüğünün gerçekleşmesine bağlıdır. Dolayısıyla düşünsel ve duyusal olarak
bireyin özgürlüğü ve herkesin özgürlüğü, artık iki alana ayrılamaz. Bu anlamda,
söylem etiksel bir ahlaki bakış açısı,
ödev ve eğilimi, akıl ve duyarlılığı kategoriksel olarak ayıran bir etiği, pratik
olarak sonuçsuz bıraktığı konusunda Kant’a serzenişte bulunulabilmelidir. (bu
ikili öğretiye itirazdan hareket eden) ...söylem-etiği, özgürlüğün kendinde
verilmiş özsel yasası altında kendi öznel doğasının nesneleştirici boyun eğişi
olmaksızın düşünmeye müsaade etmeyen, özerkliğin bilinç-felsefesi
kavramını da açığa vurmaktadır. Özerkliğin öznelerarası kavramı, her bir
kişiliğin özgür gelişiminin bütün kişilerin özgürlüğünün gerçekleşmesine bağlı
olduğu gerçeğini hesaba katar.148
Diğer yandan, bu kabul, sadece olanaklı bütün tarafların aynı haklara sahip
katılabildiği bir argümantasyon süreci içinde kalmamalı, yaşam-dünyası içerisinde de
olanaklı kılınabilirse ancak anlamlı olabilecektir.
Öz-belirlenim olarak pratik aklın soyut yasallığında temelini bulan yasayla
istemin motive edildiği Kantçı özerklik anlayışından farklı olarak, uzlaşı yönelimli
iletişimsel eylem sonucunda ortaya çıkan özerklik, karşılıklı tanınma ilişkisi
aracılığıyla birinin olanaklı bağımsızlığının, başkasının bakışımlı bağımsızlığıyla
birlikte oluşabileceği anlamındadır. Bu anlamda, Habermas, Kant’ın amaçlar
krallığında öngördüğü özerkliği, yaşam-dünyası ufkunda açımlanan dilsel telosun
uzlaşımsallığı ve iletişimsel aklın rasyonel olarak motive ettiği tartışma süreci içinde
148 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 25.
76
biçimlendirir. Buna göre, yaşam-dünyası içinde ortaya çıkan ahlaki-pratik sorulara
ilişkin “eleştirilebilir geçerlilik iddialarının çözülebilirlik idesi, bizzat iletişimsel
eylemde yerine getirilen ve böylece aşkınsal gökyüzünden yaşam-dünyası alanına
indirilen idealleştirmeleri gerektirmektedir.”149 Bu açıdan, Habermas, Kant’ın iki
dünya anlayışı çerçevesinde özgürlüğe yönelik yaptığı çözümlemeyi yaşam-dünyası
temelinde iletişim kuramıyla aştığını düşünür. Ancak, yaşam-dünyasında gerekli
görülen böylesi idealleştirmeler, onun tarihsel ve kültürel görünüşünü yitirmesine
neden olur. Diğer yandan, söylem-etiksel ahlaki anlayışın, normatif geçerli ilkelerin
olanaklılığı için argümantasyon katılımcılarından talep ettiği tarafsız ahlaki bakış
açısı, bireysel eğilim, istek ve ilgilerin dışlanması gerektiğini vurgularken, yine
ahlaki ve törel olarak ikili bir dünya yaklaşımına düşmektedir.
Habermas’a göre, söylem-etiksel açıdan öznelerarası paylaşılan ve
biçimlendirilen yaşam-dünyası, özgürlüğün gerçekliğinin temeli olarak durmaktadır.
Bu temelde, özgürlük, kendi ilgi ve gereksinimleriyle birlikte var olan öznelerin,
karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgilerinin dikkate alınması açısından söylemsel olarak
geçerli kılınan bir norma tabi olmalarıyla çözülebilir. Dolayısıyla normlar, ancak bu
şekilde anlaşılan bir özgürlük anlayışı temelinde öznelerarası tanınma sağlayabilirler.
Bu anlamda özgürlük, her bir bireyin gereksiniminin dikkate alınması açısından
ahlaki olarak özerk ve tarafsız bir bakış açısına, diğer deyişle varsayılan söylem
koşullarından kaynaklı ahlaki bir bakış açısına sahip bireylerin, gereksinimleri
temelinde öznelerarasılığın karşılıklılığında onaylanan norm sisteminden
yararlanabilme olanaklılığı olarak görünür. Pozitif olarak bu özgürlük, tarafların,
varsayılan ideal söylem koşulları temelinde ve eşit haklara sahip olmanın karşılıklı
149J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 34.
77
tanınma ilişkisi ve bakışımlı ilgileri temelinde dahil oldukları bir tartışma ortamında
‘en iyi argümanın zorlamasız zorunu’, diğer deyişle dış ve iç baskılardan bağımsız
olarak yürütülen bir söylem temelinde uzlaşımsallıkla elde edilen normlara tabi
olmasını ifade eder. Diğer yandan, söyleme katılan bütün taraflar için, söylemin
içinden ve dışından kaynaklanabilecek zorlama ve baskılardan bağımsızlık
anlamında negatif bir özgürlük varsayılır. Bu anlamda özgürlük, varsayılan ideal
konuşma durumu temelinde söz edimlerini ortaya koymada ve kullanmada aynı
hakka sahip olan katılımcıların, iletişimsel “…eylemleri üzerindeki tüm iç ve dış
kısıtlamaların askıya alınışını ve yalnızca daha iyi kanıtın gücünü izleme hakkını
ifade eder.”150 Ancak, biçimsel ve öznel olarak söyleme ilişkin olarak nitelenen ve
taraflara atfedilen bu her iki özgürlük yorumu, gerçek bir söylemin yürütülmesi için
yeterli olmayacaktır. Çünkü gerçek bir söylem, belirli siyasal haklarla güvencelenmiş
kamusal bir söylemin kurumsallaşmasıyla sağlanabilir.
Dilsel iletişimin uzlaşımsal eylemi içinde ortaya konulan evrensel-pragmatik ilke
olarak evrenselleştirme ilkesi (E), söyleme katılan tarafların ilgi ve gereksinimlerinin
karşılanması anlamında genel normatif bir ilkenin uygulanmasından kaynaklı sonuç
ve etkilerin bütün taraflarca zorlamasız bir biçimde kabul edilebilmesi anlamında
özgürlük ve eşitlik idesini içerir. Bu anlamda, Habermas’a göre, etkileşime giren
bireylerin, karşılıklı olarak yargılama yetisine sahip oldukları varsayılmalıdır, diğer
deyişle uzlaşı yönelimli eylem temelinde geçerlilik iddialarına yöneldikleri kabul
edilmelidir.151 Diğer yandan, kabul edilen iletişim koşulları temelinde bakışımlı
olarak konumlanmış tüm konuşmacıların, söz edimlerini başlatmada ve sürdürmede
aynı hakka sahip olması, Kissling’in de belirttiği gibi, katılımcıların her birinin kişi
150 S. Benhabib, Eleştiri. Norm ve Ütopya, s. 366. 151 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 36.
78
olarak tanınmasını gerektirir.152 Ancak, söylemin varsayılan biçimsel koşulları
temelinde, söyleme katılan bütün taraflar için geçerli olan hakların biçimsel olarak
eşit dağıtımı, herkes için aynı özel ve kamusal özerkliği sağlayamayacaktır. Çünkü
“içeriksel olarak kavranan bir hukuksal eşitlik –içeriksel yasal eşitlik- eşit dağıtılan
hakların olgusal kullanımına yönelik, herkes için aynı eşit şans talep eder. Eşit
haklar, özel kazanç veya yükümlülüğü olmaksızın sıra dışı farklı yaşam-konumlarına
bağlı olan hukuk kişileri için, ‘aynı değeri’ bulundurmalıdır.”153 Diğer yandan, bu
değer, salt biçimsel bir söylem temelinde elde edilemez.
Söylemsel bir istem-oluşumu, eşit haklara sahip bireylerin temsil edilemez
özerkliği ve paylaşılan yaşam biçimlerine katılımları çerçevesinde gerçekleşir. Bu
anlamda, Habermas’a göre, temsil edilemez bireysel özerklikleri ve eşit haklar
temelinde toplumsal yaşama dahil olan bireylerin kişilik saygınlığı ve değerleri,
öznelerarası uzlaşımsal etkileşimin karşılıklı tanınma ilişkisi içinde biçimlenir.
Çünkü hiç kimse, tek başına kendi kimliğinin dayanağı olarak ortaya çıkmaz.
Kimlik, karşılıklı tanınma ilişkisi temelinde ötekilerle girişilen sosyal etkileşimler
içinde biçimlenir. Bireylerin saygınlığı ve değeri de, bu süreçte ortaya çıkar.
Dolayısıyla ahlaki bir anlayış, toplumsallaşma aracılığıyla bireyleşen her bir kişinin
onuruna saygıyı talep etmeli ve kişiliğinin dokunulmazlığını ortaya koymalıdır.
Böylece, iletişimsel aklın argümantasyon sürecine katılabilen eyleme ve konuşma
yeteneğine sahip bütün bireyler için aynı hakları öngören “…söylem-etiği,
ahlaklılığın törellik içindeki tarihsel bir çözümüne yönelik bedel ödemeksizin,
kategorik buyruğun öznelerarası bir yorumuyla, tanınmanın Hegelci teorisini talep
152 C. Kissling, Gemeinwohl und Gerecehtigkeit, Univ. Verl. Freiburg i. Br. Herder, 1993, s. 293. 153 J. Habermas, Wahrheit und Rechtfertigung, s. 63.
79
etmektedir.”154 Ancak, ayrıcalıklar sağlayan yapıların olduğu ve çıkarların çatıştığı
bir toplumsal yapıda, her bir bireyin saygınlığını ortaya koyan somut ve gerçek bir
tanınma ilişkisi, dilsel ve biçimsel, eşitlikçi ve ideal bir argümantasyon sürecinde
elde edilen normatif bir ahlak ilkesine dayandırılamaz. Gerçek bir tanınma ilişkisi,
Park’ın da belirttiği gibi, farklı kişilik, anlayış ve dünya görüşlerine sahip kişilerin
ilgi, çıkar ve değer yönelimleri temelinde ortaya çıkan gerçek bir mücadele ve yaşam
kavgası içinde olanaklı olabilir. Buna göre, gerçek tanınma-süreci, bütün diğer
kişilerin eşit olmasıyla sağlanan biçimsel ortak bir yaşamdan değil, daha çok belirli
bir kültürde yetişen, ancak farklı anlayış, istek ve ilgilere sahip kişiler arasındaki
dinamik bir tanınma ilişkisinden oluşur. Bu açıdan tanınmış-olma, gerçekte eşit ve
mutlak olarak birbirinden ayrılan somut kişilerin hem bir topluluğun eşit haklara
sahip üyeleri ve hem de böylesi kişiler olarak tanınmalarını ifade eder. Bu açıdan, ne
a priori bir bilinç-yapısı ne de ideal bir tasarım olmayıp, daha çok sevgi ve kavganın
dinamik bir sürecinde ortaya çıkan gerçek tanınma, üçüncü kişilerin düzenlemesi
alanında tüketilemez. Bunun için, biçimsel adalet ölçülerine göre geçiştirilemeyecek
gerçek bir tanınmada, somut başkasının bizden ayrılması temeldir. Ayrıca ahlak ve
yasallığın eşitlikçi perspektifi karşısında karşılıklı tanınmanın gerçek görünüşü,
yaşam için gerekli olan kaynakların paylaşımında bir topluluğun tek bir üyesine
haksızlık edilmemesi gerektiği iddiasını ortaya koyar. Dolayısıyla burada, alternatif
yaşam biçimlerine yönelik dayanışmacı rıza göstermek gerekir; buna göre, karşılıklı
tanınma aynı biçimde olanı değil, aksine farklılığı içinde başkasını kapsar.155 Bu
açıdan, farklı ilgilerin ve yaşam biçimlerinin uzlaşı olanaklılığı, biçimsel söylem
154 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 100. 155 G.Y. Park, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, s. 176-177.
80
koşullarında varsayılan tanınmadan ziyade gerçek yaşam mücadelesinde ortaya çıkan
bir tanınma ve dayanışma temelinde sağlanabilir.
Özerk ahlaki bireyin her birinin bir diğeriyle kıyaslanamaz varoluşu olmasına
karşın, her biri kendi değeri açısından bir diğerini amaç olarak görecek biçimde
eylemek durumundadır; her birinin özgürlüğü ve ilgisi bir diğerinin özgürlüğü ve
ilgisiyle bağlantılı olmaktadır. Bu nedenle, ortak yaşam, herkesin ilgi ve
gereksinimini gözetecek biçimde, yaşam-dünyası ufku içinde açımlanan bir uzlaşı
yönelimli etkileşim ve öznelerarası karşılıklılık temelinde ortaya konulabilecek
genelleştirilebilir ilgilerde olanaklı olacaktır. Ama bu olanaklılık, temelde, bireysel
özerkliğin ve herkese eşit biçimde kamusal bir söyleme katılma hakkının sağlandığı,
siyasal ve hukuksal hak ve özgürlükler aracılığıyla somutlaştırılabilecektir. Çünkü
“hukuk kuralları, altında birinin keyfi iradesinin bir başkasının keyfi iradesiyle,
özgürlüğün genel bir yasasına göre birleştirilebildiği zorunlu koşulları ortaya
koyar.”156 Bu anlamda, Habermas, aynı zamanda bir ahlak ilkesi olan
evrenselleştirim ilkesi (E) temelinde, özerk ahlaki bireylerin kendi gereksinim ve
ilgilerini ifade edebilme amacıyla ortak bir söylem ve uzlaşı olanaklılığını ahlaki
bütünleyecek bir hukuk aracılığıyla öngörmektedir. Çünkü eşit haklara sahip olarak
bütün bireylerin katılabileceği ve sürdürülebilir olan gerçek bir söylem, ancak siyasal
haklarla sağlanabilir; dolayısıyla da böyle bir söylem temelinde ortaya konulan
ilkelerin bütün tarafları bağlayıcı gücü olabilir.
156 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 146.
81
2.2. Oluşturucu Koşulların Etik İlkelere Dönüştürülmesi
Söylem etikçi anlayışta ahlak ilkelerinin, yaşam-dünyasının olgusallığı
bağlamında her bir bireyin ilgi ve iyi tasarımını karşılayacak biçimde; iletişimsel
eylemin öznelerarasılığının karşılıklı tanınma ilişkileri çerçevesinde
içerikselliklerinin ortaya konulması gerekmektedir. Ancak, diğer yandan söylem-
etiksel ahlaki bakış açısının, uzlaşı yönelimli söylem sürecinde evrensel geçerli
ilkelerin temellendirilmesi için gerekli olan tarafsızlık nedeniyle eğilimlerin,
isteklerin, tikel ilgilerin ve belirli kültürel yaşam biçimlerinin ahlaki söylemden
dışlanması gerektiği anlayışı nedeniyle, bu içerikselliği ortaya koyabilmesi olanaklı
görünmemektedir.
Söylem-etiksel bakış açısı, bir yandan yaşam-dünyası olgusallığı içinde bir
çoğulculuktan hareket ederken, her bir kişinin kendi ilgisi ve iyisini ifade
edebilmesini, diğer yandan da bu olgusallığı ve çoğulculuğu aşan genel ahlaki ilkeler
ortaya koyabilmesinin olanaklılığını göstermek durumundadır. Çünkü Habermas’ın
da öngördüğü gibi, belirli bir bağlama indirgenmemiş, bu nedenle belirli bir eylemi
yönlendirmeyen ahlaki yargılar daha başlangıçta bireylerden ödün beklemektedir. Bu
açıdan, hem genel ilkelerin özel durumlara uygulanmasında ortaya çıkan bilişsel
sorunlar, hem de duruma ilişkin ahlaki gerekçelendirmenin sağlanmasında bireyi
güdüleyen bir yöntemin kendi içinde gerekçelendirmesi bireylerin ötesine taşan
özelliktedir. Oysa bir yaşam-dünyasının rasyonelliği, bireylere sorunların çözümünde
geniş kolaylıklar sağlamasıyla olanaklıdır.157 Bu nedenle, somut törelliğe
dayanmayan soyut bir ahlaki temellendirme boş ve anlamsız olacaktır. Ancak diğer
yandan, her bir kişinin ilgisini karşılayacak biçimde ortaya konulamayan bir ilke de
157 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 42.
82
kör kalacaktır. Dolayısıyla söylem-etiksel ahlaki bakış açısı, yaşam biçimlerinin
olgusal ve iletişimsel yapısında yerleşmiş olan aşkınsal gereklilikten dolayı,
iletişimsel eylemin uzlaşımsallığında biçimsel ve içeriksel ilkeleri, diğer deyişle
‘kategorik buyruğun öznelerarası yorumunu’ ortaya koyabilmelidir.
Sorumlu ve özerk biçimde eyleyebilmenin koşulları ve ilkelerini açıklamaya
çalışan “bütün ahlaklar, haklarda eşitlik, dayanışma ve genelin refahı-iyiliği etrafında
dönmektedir; ama bu, genel tasarımlardır. Genel düşünceler ve fikirler, iletişimsel
eylemin bakışımlı koşullarına ve karşılıklı beklentilere dayanırlar, bir başka deyişle
uzlaşımsal günlük praksisin karşılıklı ve ortaklaşa dayanışmasında bulunabilirler.”158
Bu açıdan, ahlaki sorulara yaşam-dünyası ufkunda açımlanan bir iletişimsel aklın
uzlaşımsallığı temelinde yanıt arayan bireyler, tarafsız ahlaki bir bakış açısına sahip
olarak söyleme katılarak, her birinin gereksinim ve ilgilerini karşılayabilecek
genelleştirilebilir bir ortak bir ilgiye ulaşma yeteneğine sahiptirler. Bu çerçevede,
Habermas’a göre, etik sorulara yanıt arama amacıyla söylemsel tartışmaya katılan
bütün tarafların, normatif geçerlilik savlarına ilişkin görüşlerini ortaya koymalarını
olanaklı kılacak bireysel özgürlükleri olmaksızın, taraflar arasında olgusal olarak
amaçlanan bir görüş-birliği, gerçek genellik olarak ortaya konulamayacaktır. Diğer
yandan, argümantasyona katılan her bir kişinin bir başkasının konumundaki
dayanışma duygusu olmaksızın, uzlaşı-olanaklı bir çözüme ulaşmak da olanaklı
olmayacaktır. Çünkü argümantasyonlar, uzlaşı yönelimli eylemi karşılıklı tanınma ve
bakışımlı ilgiler çerçevesinde düşünümsel araçlarla yürüttüğünden, tek tek kişilerin
ben-merkezci bakış açılarından ziyade, toplumsal olarak üretilenin öncelikli olduğu
bir bilinci temel alacaktır. Dolayısıyla içsel bir bağlantı temelinde, bireylerin temsil
158 A.g.e., s. 17.
83
edilemez özerkliğinin ve öznelerarası paylaşılan yaşam biçimlerinin söylemsel bir
istem-oluşumu yöntemine yerleşmesi söz konusu olacaktır.159 Bu anlamda, söylem
etiğinin amacı, biçimsel olarak eşitlikçi ve özerk bir anlayışı, yaşam-dünyasının
bağlamsallığı çerçevesinde her bir bireyin ilgi ve iyiliğini dikkate alacak biçimde
dönüştürerek, bireyleri özgürleştirici bir iddiaya sahip ahlaki bakış açısını elde
etmektir.
Söylemin temeli olarak görülen aşkınsal dilsel-uzlaşı ve yaşam-dünyası ufku
içerisinde biçimlendirilen tarafsız bir ahlaki bakış açısının biçimselliğine ilişkin
eleştiriye karşılık, Habermas, bu aşkınsal gerekliliğin, yaşam biçimlerinin olgusal ve
iletişimsel yapısında zaten var olduğunu, dolayısıyla bu anlamda söylem teorisinin
anlaksal varlıklarla değil, aksine etten ve kandan oluşan kişilerle ilgilendiğini
vurgular. Ancak, diğer taraftan Habermas, pratik aklın ahlaki, etik ve pragmatik
kullanımıyla ortaya konulan ilkeleri arasında ayrım yapmak zorundadır; çünkü, ‘ne
yapmalıyım?’ sorusuna yönelik evrensel ahlaki ilkelerle, ‘benim/bizim için iyi
nedir?’ sorusuna yönelik ortaya konulan bağlamsal etik normlar birbirinden farklıdır.
Dolayısıyla “amaca uygunluğun, iyinin ve adaletin görünüşleri altında pratik akıldan,
her birinde bir başka başarı beklenmelidir. Pragmatik, etik ve ahlaki söylemde akıl ve
istemin yapılanışı buna uygun biçimde değişir.”160 Bu farklılık, genelde ilkelere
yönelik bir temellendirme ve uygulama sorunu olarak ortaya çıkar. Dolayısıyla
“söylem-etiği, pratik aklın genel ilkelerini, normların ussal olarak uygulamasında da
gösterebilmelidir.”161 Diğer deyişle, normlara ilişkin temellendirme ve uygulama
sorunlarını çözebilmelidir.
159 A.g.e., s. 73. 160 A.g.e., s. 101. 161 A.g.e., s. 24.
84
Habermas’a göre, pratik aklın pragmatik kullanımı, günlük sorunlara yönelik
teknik ve değerlendirici kurallar ortaya koyacak biçimde amaç-rasyonel ve stratejik
biçimde işlemektedir. Ancak karmaşık sorunlar söz konusu olduğunda, pratik akıl
olanaklı ve amaca uygun olanı değil, aksine iyiyi de amaçlayacak biçimde etik
alanında hareket etmektedir. Bu anlamda, pragmatik kullanıma göre pratik akıldan,
daha güçlü değerlendirmeler ortaya koyması beklenir. Bir tercih veya bir şey
yapılması gerekliliği açısından ortaya konulan etik değerlendirme ve yargılar, sadece
öznel amaç ve tercihlerle bağlı olmayan, ama diğer yandan mutlak olmayan bir
yükümlülük olarak anlaşılabilir. Bu yükümlülük, kişinin kendi yaşamını iyi kılmakla
birlikte diğer insanları da gözetecek biçimde, bir üst amaca göre eylemesini
gerektirmektedir. Dolayısıyla kişinin, “ne yapmalıyım?” sorusunu sormasıyla
birlikte, eylemleri diğerlerinin ilgisine yöneldiğinde ve bir çatışmaya yol açtığında,
bu çatışmanın, ahlaki bir bakış açısından tarafsız biçimde düzenlenebilmesi ve
giderilmesi, bu sorunun anlamını geniş biçimde değiştirmektedir. Bu anlamda,
karşıtlıkları değerlendirip bir çözüme kavuşturacak bir anlayış, ortaya konulan yeni
bakış açısının niteliğini belirler. Dolayısıyla bu nitelik, söylem-etiksel ahlaki
anlayışın uzlaşı yönelimli argümantasyon pratiği çerçevesinde, eyleminin
maksiminin bütün diğerlerinin onayına tabi tutulduğu genelleştirilebilir bir ahlaki
ilkede ortaya konulmalıdır.
Habermas’a göre, etik sorulara ilişkin ortaya konulan değerlendirme ve yargılar,
henüz bir genellik değeri kazanmadığından, maksim olarak daha çok kişinin kendi
öz-saygısıyla ve diğerlerinin kişiye gösterdiği olası saygıyla ilgilidir. Dolayısıyla
burada, herkesin bütün diğer kişilerin bütünlüğünde gösterdiği bakışımlı bir saygı söz
konusu değildir; ancak maksimlerimizi diğerlerinin maksimleriyle uzlaştırmayı
85
denediğimizde ahlaki bir bakış açısını elde edebiliriz. Bu anlamda, Kant, ahlaki bakış
açısını, ‘eyleminin maksiminin aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyecek
biçiminde eyle’ biçiminde, belirli bir öznelliğin ya da bireyselliğin öz-
düşünsemesinin içsel monologsallığında ortaya koymaktadır.162 Dolayısıyla bir
maksimin, ben-merkezci biçimde öz-düşünsemenin tek taraflı bir söyleminde ortaya
konulduğu bir genelleştirmeden hareketle, kişilerin eylemlerinin ahlaki ilkesi olarak
hepsi tarafından kabul edildiği henüz anlaşılmaz. Bu sonuç, benim perspektifim
bütün diğerlerinin perspektifiyle daha kesin bir biçimde örtüşüyorsa, ancak o zaman
doğru olacaktır. Kimliğim ve yaşam tasarımım, genel geçer bir yaşam biçimini
yansıtıyorsa, o zaman benim bakış açımdan herkes için aynı şekilde iyi olan şeyin,
gerçekte bütün bakışımlı ilgilerde bulunması söz konusudur.163 Dolayısıyla buradaki
karşılıklılık, kendi öz-saygım açısından bir başkasına saygı duymam gerektiği
anlayışına dayalı bir araçsallıkla hareket etmeyen, olanaklı bütün taraflar için eşit
tanınma olanağını sağlayacak bakışımlı bir öz-saygıyı gerektirir. Riedel’in de
söylediği gibi, aslında bir tür bakışımlılık olarak ortaya çıkan saygı, karşılıklı
tanınma ilkesini içermektedir.164 Ancak, böyle bir tanınma, biçimsel niteliklerinden
dolayı yine de gerçek bir tanınma doğurmayacaktır.
162 Habermas’a göre, örneğin, “sana yapılmasını istemediğin şeyi, sen de başkasına yapma” ilkesi, ben-merkezci bir kendilik ve dünya anlayışına bağlı kaldığından, böyle bir durumda yetersiz görünmektedir. Öncelikle bütün olanaklı ilgililerin katılabildiği, öznelerarası yürütülen bir argümantasyon, aynı zamanda radikal bir genelleştirmeyi, yani şeylerin görünüşüne göre zımni imtiyazlaştırılmasını engellemeyen ve özellikle birbirinden ayrı görünen çoğulcu ve bireyselci anlam perspektiflerinin bulunduğu modern toplumlarda bütünün düzenlenmesini sağlayan eylem biçimlerinin genelleştirilmesi olanaklılığının bir denemesini, zorunlu ve gerekli yapmaktadır. Özgür ve eşit haklara sahip ortaklar arasında paylaşılan ve zorlamasız olan bir söylemin iletişim koşulları altında, bizzat her katılımcının bütün diğerlerinin perspektifini paylaştığı evrenselleştirme ilkesi gerekli olmaktadır. Ayrıca, anlam perspektiflerinin ve yorum gereksinimlerinin uygunluğunun karşılıklı eleştirisi temelinde her ilgilinin, tartışmalı bir normu, her birinin görüşünden genel bir yasa olarak isteyip isteyemeyecekleri olanaklılığı saklı bulunmaktadır. A.g.e., s. 156-157. 163 A.g.e., s. 103-107. 164 M. Riedel, Norm und Werturteil, Philipp Reclam jun., Philipp Reclam jun., GmbH & Co., Stuttgart 1979, s. 80.
86
Habermas’a göre, öz-saygının böylesi bir kavranışına, diğer deyişle bir kişinin
saygıya değer ahlaki özüne, ikinci kişi karşısında ortaya çıkan edimsel düşüncelerde
rastlamaktayız. Bu anlamda, öznelerarası biçimde paylaşılan bir yaşam-dünyası
temelinde, en azından iki kişi bir şey üzerinde birbirleriyle anlaşmak üzere
karşılaşırsa, iletişimsel bir eylemde bulunabilmeliler ve yargılama yetisine sahip
bireyler olarak birbirlerini karşılıklı biçimde tanımalıdırlar. Dolayısıyla onlar,
eylemlerindeki geçerlilik iddialarına yönelme olanağını da birbirlerine
yüklemektedirler.165 Bu karşılıklı tanınmadan doğan yükümlülük çerçevesinde
eyleyen özerk ahlaki taraflar, eylemlerinin geçerlilik iddialarını birbirinin bakışımlı
ilgisinin denetimine tabi tutarak, argümantasyonun varsayılan ideal koşulları
çerçevesinde zor ve baskıdan arındırılmış bir söylem ortamında, her birinin ilgisinin
dikkate alınabileceği genelleştirilebilir bir ilgiyi ortaya koyabilirler. Diğer yandan,
söylemin biçimsel koşulları tarafların gerçek bir tanınmasını ortaya çıkarmadığından,
bu tanınmadan doğan yükümlülük de bağlayıcı olmayacaktır. Bu durumda, her
birinin ilgisinin dikkate alınması açısından genelleştirilebilir ilginin olanaklılığı da
böyle bir söylemden türetilemeyecektir.
2.2.1. Evrenselleştirme İlkesi
Bilişsel yapıların ahlaki yargı içeriklerinden ayrıldığı ve böylelikle biçimselci,
evrenselci ve bilişselci ilkeleri olanaklı kılan tarafsız bir yargı yetisine sahip ahlaki
bir bakış açısı, evrenselleştirme ilkesinin olanaklılığına bağlıdır.166 Bir söylemsel
evrenselleştirme ilkesinin kurulması, tarafların iddialarını ileri sürdükleri bakış
açılarının tamamıyla tersine döndürülebilmesi, potansiyel olarak bütün ilgililerin
katılması anlamında evrenselliğin sağlanması ve her bir katılımcının iddiasının bütün
165 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 173. 166 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 86.
87
diğerleri tarafından aynı şekilde tanınması anlamında bir ahlaki anlayışın
biçimlenmesi olanağını yaratmaktadır. Dolayısıyla Habermas’a göre,
evrenselleştirme ilkesi, katılımcıların başkalarının perspektiflerini paylaşma olanağı
sağladığı gibi, tartışma konusu olan bir normun her katılımcının görüşünden genel
bir yasa olarak istenip istenmeyeceğini deneme olanağı vermektedir.167 Ortaya
konulacak evrenselleştirme ilkesi, aynı zamanda problematik olan normatif ahlaki
ilkelerin tarafsız biçimde değerlendirilebildiği bir ölçütü de bize sağlar. Bu anlamda,
“her geçerli norm (E), olası her bir kişinin ilgi ya da çıkarının tatmini için, genel
olarak kendisine uyulmasından dolayı ortaya çıkan sonuç ve yan etkilerin bütün
ilgililer tarafından zorlamasız biçimde kabul edilebilmesi koşulunu
karşılamalıdır.”168 Ancak bu ölçüt, normların temellendirme koşulunu karşılayabilir
ama aynı biçimde uygulama koşullarını karşılayamaz. Bu nedenle Habermas, pratik
aklın pragmatik, etik ve ahlaki kullanımı açısından farklılaşmasını ortaya koyar.
Eyleme ve konuşma yeteneğine sahip bireyler, ahlaki problemlere ilişkin
eleştirilebilir geçerli iddialara yönelik olarak, iletişimsel etkileşimleri temelinde bir
uzlaşı ortaya koymaya çalışırlar. Bu anlamda, evrenselleştirme ilkesi (E),
eleştirilebilir geçerlilik iddialarına yönelik yürütülen bir argümantasyonda rızayı
olanaklı kılacak bir köprü ilke olarak işleyecektir. Habermas’a göre, böylesi bir
köprü ilkesinin, yani evrenselleştirme ilkesinin (E) temellendirilmesiyle birlikte
söylem etiğine adım atabiliriz. Bu ilke, argümantasyon sürecinin monolojik işleyişini
dışta bırakacak biçimde ortaya konulmuştur. Dolayısıyla bu ilke, yalnızca farklı
katılımcılar arasındaki argümantasyonları düzenler ve de katılımcılar olarak bütün
tarafların kayıt altına alındığı, gerçek biçimde yürütülen argümantasyonlara yönelik
167 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 157. 168 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln s. 131.
88
perspektifleri kapsar. Bu açıdan evrenselleştirme ilkesi, John Rawls’un ‘ilk-durum’
ya da ‘başlangıç-durumu’ önerisinden ayrılmaktadır. Rawlsçu ilke, ahlaki yargıları,
taraflar arasındaki güç farklılığını dışta bırakan, herkes için aynı özgürlükleri garanti
eden ve herkese kendi pozisyonu hakkında bilgisizlik yükleyen yapıntısal bir
başlangıç-durumuna yerleştirerek, ifade edilen ilgilerin tarafsız biçimde dikkate
alınmasını ister. Dolayısıyla Rawls, tarafsız bakış açısını Kant gibi, herkesin tek tek
temel normları gerekçelendirmesi denemesini yalnızca kendi için denetleyebilmesi
biçiminde işletmektedir.169 Ancak, diğer taraftan, Benhabib’e göre, Habermas’ın
evrenselleştirme ilkesi (E) temelinde ortaya koyduğu ideal konuşma durumunun
karşılıklılık kurallarına semantik bir yorum kazandırmasını sağlayacak içerik ve
yorumlamanın normatif açıdan garanti edilmesi gerekir. Bu açıdan, Rawls’un
‘düşünümsel denge’ yöntemi, normatif içeriklerin paylaşılan semantik yorumuna
atıfta bulunmaktadır; ama Habermas, bu semantik içeriğin tek anlamlılığına evrensel
pragmatikten tümden-gelerek varılabileceğini iddia etmektedir. Ancak, Benhabib’e
göre, “…evrensel pragmatik, pragmatik evrenselci etiğe geçişi belirleyen soyutlama
adımını haklılaştırmaz zira bu adımın ön-varsayılışı metodolojiktir.”170 Aslında,
Habermas’ın ‘E’ ilkesi uzlaşımın garantisini verirken, buradaki uzlaşım ahlak yargı
sürecinin sonucuna ilişkin bir uzlaşıdır. Oysa Benhabib’in eleştirdiği nokta, bu
yargının elde edilme sürecinde bir uzlaşımın varlığına ilişkindir. Morris’in de
belirttiği gibi, ahlak normlarının çatışkısında uzlaşımın sağlanması daha güç bir
olasılık olarak görünmektedir; bu nedenle, Benhabib’in söylem sürecinde ahlaki
normlarda ussal bir uzlaşım sağlamak yerine olağan normatif ilkeleri ve normatif
169 A.g.e., s. 75-76. 170 S. Benhabib, Eleştiri. Norm ve Ütopya, s. 369.
89
ilişkileri barındıran bir uzlaşının sürdürülmesinin daha olanaklı olduğu düşüncesi
makul görünmektedir.171
Habermas’a göre, söyleme katılan bütün ilgililerin onayını alabilme anlamında
bir geçerliliğe sahip olması gereken eleştirilebilir geçerli iddialar, söylem etiksel
ilkenin (S) denetimine de tabi tutulmalıdır. Bu anlamda (E) yeterli görülmez. Çünkü
maksimlerin genelleştirilmesi olanaklılığı idesinde ortaya çıkan sezgi, geçerli
normların bütün taraflarca tanınmasını varsaymaktadır. Dolayısıyla böylesi bir
genelleştirme olanaklılığını iddia eden söylem etiği, bir normun, ancak pratik bir
söylemin katılımcıları olarak bütün olanaklı taraflarca amaçlanır ve onaylanırsa, bu
normun geçerli olduğunu iddia etmelidir. Bu söylem-etiksel ilke (S), evrenselleştirme
ilkesinin (E) temelini, dolayısıyla normların temellendirilebildiğini önceden
varsaymaktadır. Ancak pratik bir söylemde rızayı olanaklı kılan (E), eğer içerikler
bütün tarafların bakışımlı ilgisince düzenlenebilirse, bir argümantasyon kuralı olarak
geçerli olur. Dolayısıyla burada, bir döngüsellik ortaya çıkar. Temellendirilecek
normların kendisiyle denetlenmesinin amaçlandığı kural, önceden varsayılan bir
normdur. Diğer yandan, Honneth’e göre, ideal bir konuşma durumunda ortaya
konulan evrenselleştirme ilkesi (E), iyi yaşam ve adalet soruları karşısında tarafsız
davranmakla da bir tutarsızlık göstermektedir. Çünkü söylem etiği, pratik söylem
için bir argümantasyon kuralı olarak evrenselleştirme ilkesini, herkesi bir diyalogda
sezgisel olarak katılımcı kabul eden bir idealleştirmeyi gerekçelendirmeyi
denemektedir. Bu açıdan, her tanıtlamanın kaçınılmaz olarak bütün katılımcıların
zorlamasız ve eşit şansa sahip olarak katılımlarının varsayıldığı bir bilinç
durumundan, genelleştirme ilkesinin normatif geçerliliği ortaya koyulmaktadır. Bu
171 M. Morris, “Social Justice and Communication: Mill, Marx, and Habermas”, Social Justice Research, 2009, 22: 134–155.
90
durum, söylem etiğinde, bir normun pratik bir söylemin katılımcısı olarak bütün
potansiyel taraflarca geçerliliği üzerine olgusal olarak da uzlaştığı anlamına gelen bir
temel ilkenin biçimselliğini sağlamaktadır. Ancak söylem etiği, evrenselleştirme
ilkesinin gerekçelendirilmesine dayanan söylemin idealleştirilen kabullerini, istem
oluşumunun normatif geçerli temel ilkeleriyle karşılamamaktadır. Çünkü söylem
etiği, istem oluşumunun böylesi biçimlerinin yürürlüğe koymanın olanaklı olduğu
sosyal-kültürel ilişkileri de söylemsel istem-oluşumunun yöntemiyle birlikte ele
almalıdır.172 Fakat söylemde varsayılan tarafsız ahlaki bakış açısı ve ideal rol
üstlenimi, ortak bir uzlaşıya ulaşabilmek için bireysel ilgi ve yönelimlerin, belirli
sosyal-kültürel yaşam biçimlerinin argümantasyondan dışlanmasını öngörmektedir.
Habermas’a göre, aynı zamanda hem bir norm temellendirmeye hem de
denetlemeye yönelik bir argümantasyon kuralı olarak amaçlanan evrenselleştirme
ilkesi, söyleme katılan bireyleri Mead’in ‘ideal rol-üstlenimi’ veya ‘evrensel söylem’
olarak ortaya koyduğu söz konusu evrensel rol-değişimine zorlamalıdır.173 Diğer
taraftan, yaşam-dünyası ufkunda sosyal etkileşime giren bireylerin, süreçte
genelleştirilmiş öteki olarak içselleştirdiği normlarla biçimlenen ve bir diğerinin
tutumunu alabilmeyi ifade eden ideal rol üstlenimi, aslında ‘bir normun, söyleme
katılan bütün taraflarca onaylanması durumunda geçerli olacağını’ ifade eden söylem
ilkesinde (S) içerilmektedir. Dolayısıyla söylem ilkesiyle (S) birlikte, “ideal
gözlemci’ yerine, gerçekte argümantasyonun pragmatik iddialı koşullarının yerine
getirilmesi olarak koyutlanan ‘ideal konuşma-durumu’ geçirilir.”174 Böylelikle
gözlemci perspektifinden farklı olarak normların geçerliliğinin, söylem ilkesine bağlı
172 A. Honneth, “Diskursethik und implizierter Gerechtigkeitskonzept. Eine Diskussionsbemerkung”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlmann), s. 187. 173 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 75. 174 A.g.e., s. 201.
91
öngörülen bu ideal konuşma durumunun, diğer deyişle pragmatik koşullar temelinde
biçimlenen uzlaşı yönelimli diyalog yapısında ele alınması öngörülür. Ancak bu
yapı, normların geçerliliğinin biçimsel koşullarını değiştirebilir, ama içeriklerine
ilişkin herhangi bir bilgi ortaya koymaz.
Habermas’a göre, zamansal, mekânsal ve sosyal anlamda sınırlandırılmamış bir
iletişim topluğuna karşılık gelen bu söylem durumunun olanaklı kıldığı tarafsız
ahlaki bakış açısı, aynı zamanda söyleme girenlerin her birinin perspektifinin bir
diğeriyle örtüştürülebilmesini olanaklı kılmaktadır. Bu açıdan, söyleme katılanların
ortaya koyduğu geçerlilik iddiaları ikna edici gerekçelerle birlikte, yerelliği ve buna
bağlı olarak belirlenmiş olan ölçütleri aşacak nitelikte olmalıdır.175 Dolayısıyla ideal
bir konuşma durumunda tarafların sahip olduğu ideal rol üstlenimi, tarafların her
birinin ilgisini, hem kendi hem de bir diğeri açısından değerlendirebilmeyi ve açık
kılmayı öngörür. Ancak, bunun olanaklılığının ne ölçüde sağlanabileceği ve her bir
kişinin bir diğerinin ilgisine olan duyarlılığı ne oranda gösterebileceği şüphelidir.
Çünkü söylemler, ahlaki-pratik sorunlara yönelik olarak her birinin ilgisinin dikkate
alınması açısından yürütülmek durumundaysa, bu açıdan taraflar belli ön-yargıya
sahip olacaklarından, tamamen tarafsız bir bakış açısı olanaklı olamaz. Ayrıca,
herkes, ilgisini söylemde dile getirmesi ve ilgisini genelleştirebilmesi açısından aynı
hakka sahipse, genelleştirilebilir ilgi adına, kendi ilgisinden ne zaman ve niçin
vazgeçmek zorunda olduğu açık kalır. Bu çerçevede Tugendhat’a göre, tarafsızlık
idesi temelinde, bir normun gerekçelendirilmesi üzerine gerçek bir söylem ortaya
konuluyorsa, katılımcılar kendi ilgilerini ifade edemezler; çünkü bu ide, sonuç değil,
aksine böyle bir söylemin koşulu olarak varsayılmaktadır. Bu koşul temelinde,
175 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 157.
92
herkesin hipotetik olarak kendi düşüncesinde diğer her birinin pozisyonuna ya da
konumuna yerleşmeye hazır olduğu öngörülür. Diğer taraftan, Habermas, ideal-
konuşma durumunun bir kuralı olarak katılımcılar arasındaki bir bakışımlılığın
sadece onların konuşma şansları açısından değil, aynı zamanda eyleme, yani
‘buyurma’ ve ‘karşı-çıkma’ hakları bakımından olması gerektiği koşulunu kabul
ederek ortaya koyar. Bu durum, Habermas’ın amaçladığı iletişimin, tarafsızlığı
varsaydığı ve onu temellendiremediğini ifade etmektedir. Ayrıca, ahlaki bir söylem,
her katılımcının hipotetik olarak diğer her birinin konumuna yerleşmeye hazır olması
gerektiğini varsayıyorsa, bu durumda böyle bir söylemin, bir kişinin bütün
gerekçelendirme sürecini kendi bildiği gibi yürütmesi olanaklılığı karşısında nasıl bir
avantaj sağlayacağı sorusunu gündeme getirir. Habermas’ın, bu soruya cevabı,
tarafları gerçek ilgileri konusunda bilgilendirmek için söylemin gerekli olduğudur;
ama bu, temellendirme yönteminin iletişimsel olması gerektiğini iddia etmek için
yeterli olacak mıdır?176
Pratik aklın, bağlamsal ve bağlam-ötesi anlamında pragmatik, etik ve ahlaki
kullanımına bağlı olarak ortaya koyduğu yargılar, genellik başarısı sağlamasına göre
daha zayıf olandan daha güçlü olana doğru ele alınmak durumundadır. Çünkü
“ahlaki yargılar etik yargılardan, yalnızca bağlamsal olmaları derecesine göre
ayrılmaktadır.”177 Bu anlamda, yaşam-dünyası bağlamsallığında ortaya çıkan
‘benim/bizim için iyi nedir?’ ve ‘herkes için aynı şekilde iyi olan nedir?’
anlamındaki sorulara bağlı olarak, etik yargılar, ahlaki yargılara göre daha az bir
genellik ve kesinlik niteliği gösterirler. Bu açıdan, Habermas’a göre, pratik soruları,
her bir bireysel yaşam-biçiminin veya yaşam-öyküsünün bütününe dayalı ‘iyi yaşam’
176 E. Tugendhat, Probleme der Ethik, Philipp Reclam jun., GmbH & Co., Stuttgart 1984, s. 119-120. 177 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 219.
93
soruları olarak ele alıyorsak, burada belirli bir etik biçimcilik ortaya çıkar. Bu
durumda, evrenselleştirme ilkesi, ‘iyi’ ve ‘adil-haklı’ değerlendirici ve sıkı normatif
ifadeler arasında keskin bir ayrım koyacak işlevselliğe sahip olacaktır.178 Bu
anlamda, argümantasyona katılmak isteyenler, varsayılan ideal koşullar temelinde
tarafsız bir ahlaki bakış açısını ortaya koymalıdırlar. Ancak böylelikle, taraflar, salt
kendi dünya anlayışlarınca biçimlendirilen ilgi ve görüşlere belli bir mesafeden
bakabilme yeteneği kazanarak, farklı ilgi ve görüşlerin özgürce ifade edilebildiği bir
tartışma zemininde ve her bir kişinin ilgi ve gereksinimini karşılayabilecek
genelleştirilebilir ortak ilgiye razı olabileceklerdir. Diğer deyişle, tarafların eyleminin
maksimi, öznelerarasılığın karşılıklı tanınma ilişkisi temelinde, her birinin bakışımlı
ilgisinde normatif bir ilke olarak ortaya konulabilecektir. Bu açıdan Habermas,
Park’ın da belirttiği gibi, evrenselleştirme ilkesinde (E) ortaya konulan özgürlük ve
eşitlik idesinin, dilin uygun biçimde anlaşılan bir kavramı içinde bütünüyle
kapsandığından hareket etmektedir. Bu anlamda biz, dilsel uzlaşının, yani telos
olarak dilin kendinde bulunan evrensel-pragmatik bir anlayışa ulaşırız. Bu durumda,
Habermas için, telos olarak dilin kendinde varsayılan her iletişim için ortaya konulan
uzlaşı, her söylem katılımcısının, ideal bir konuşma durumu koşullarında fiili söylem
durumunun yeterli olduğunu varsayması gerektiği için yapısaldır. Bu temelde
Habermas, ahlaki dil-oyununda biçimlendirilen uzlaşı idesinin bilişsel içeriğini
178 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 113; ayrıca Habermas’a göre, pratik soruları, bireysel bir yaşam biçimiyle veya yaşam biçiminin kendisiyle bağlantılı olarak iyi yaşam soruları olarak tanımlıyorsak, etik biçimcilik kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla evrenselleştirme ilkesi, iyi ve adil, değerlendirici ve normatif ifadeler arasına kesik koyan bir bıçak gibi işleyecektir. Günlük yaşam pratiği içinde somutlaşan kültürel değerler veya bir kişinin kendini gerçekleştirmesini sağlayan idealler, öznelerarası geçerlilik iddiasında olmalarına rağmen, daha çok kolektif veya bireysel bir yaşam tarzını birleştiren bir bütünlüğe özgüdürler. Diğer yandan, bu idealler veya kültürel değerler, normların somutlaşması için bakışımlı ilgilerde bulunan istekler olduğundan, kesin bir geçerlilik iddiasında bulunamazlar. Bu açıdan, evrensel ahlakın uygulama alanının bir belirlenimi ortaya çıkar. Buna göre, evrensel bir ahlak anlayışı, değerlerin tercihiyle değil, aksine normların ve buna bağlı ortaya konulan eylemlerin yaptırım geçerliliğiyle ilgilidir. J. Habermas, Erläuterung Diskursethik, s. 34-35.
94
ortaya koymayı denemektedir. Bu nedenle, edimsel öz-çelişki ve alternatifsizlik gibi
ahlaki etik (moralische Ethik) kavramları, ahlaki normların söylem etiksel
temellendirme programının merkezinde bulunmaktadır. Bu kavramlar, söylem-ilkesi
(S) veya evrenselleştirme ilkesi (E) ve onların performansına yönelik itirazları
yeterince karşılayamadıkları için, söylem teorisi çerçevesinde evrensel olarak geçerli
normların temellendirilebilirliği veya ahlaki normların evrenselleştirilebilirliğine
ilişkin sorular ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Habermas, ahlaki normların koşulsuz
evrensel normatif önermeler biçimine sahip olması gerektiği talebinde ortaya
konulamayan şeyi, evrenselleştirme ilkesinden ikna edici biçimde türetmelidir.
Dolayısıyla evrenselleştirme ilkesinden hareketle ortaya konulan geçerli normlar,
bütün taraflarca genel olarak tanınması sağlamak için, ilgi ya da çıkarlarını karşılama
olanaklılığını her bir kişiye açık bırakmalıdır. Bu nedenle, Habermas’a göre,
evrenselleştirme ilkesinin ideal-normatif biçimi, mevcut söylemin olgusallığı
çerçevesinde ortaya konulmalıdır. Ancak, diğer yandan olgusallık ve geçerliliğin
böylesi bir kaynaştırması, söylem teorisinin bütün temel kavramlarını etkileyerek,
Habermasçı düşünce işleyişinin temel yapısını biçimlendirmektedir.179 Bu durumda,
normların temellendirme ve geçerliliğine ilişkin olarak, söylemin pragmatik
koşullarına bağlı biçimlenen bir diyalogla ideal gözlemci perspektifinden kaçmak
isteyen Habermas, yine bu bakış açısına düşmektedir.
179 Goo-Yong Park, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, s. 186.
95
2.2.2. Geçerlilik Ölçütünün Kabulünde Katılımcıların Rızası İlkesi
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip bireylerin pratik sorulara yönelik ortaya
konulan eleştirilebilir geçerlilik iddialarına ilişkin yürüttükleri bir argümantasyon
sürecinin amacı uzlaşıdır. Habermas’a göre, bu uzlaşı, gerçi gündelik dilsel iletişimin
telosunda içerilmektedir; ama eylem düzenleyici bir mekanizma olarak normlarla
yürütülen bir söylemde ortaya konulan anlaşma, tarafların karşılıklı olarak ileri
sürdüğü geçerlilik iddialarının öznelerarasında onaylanması biçiminde ortaya
çıkar.180 Dolayısıyla Habermas için, etkileşen tarafların geçerli iddialar üzerinde
uzlaşısı biçiminde ortaya konulan ve eylem koordinasyonu için gerekli olan rıza,
aynı zamanda ortak bir bilgiyi ifade etmektedir. Bu anlamda, eleştirilebilir geçerli
iddiaların öznelerarası tanınmasında rızayı biçimlendiren ‘ortak’ bir bilgi ise, bütün
koşullarda yeterli olmalıdır. Dolayısıyla katılımcılar kendi görüşleri çerçevesinde bir
görüş birliğine ulaşmaya çalışırlarsa, bu ortak bilgi sağlanamayacaktır. Bu açıdan
“rıza, katılanların bir bilgiyi geçerli olarak, diğer deyişle öznelerarası olarak
bağlayıcı kabul etmelerini ifade eder.”181 Bu anlamda, ahlaki-pratik sorulara ilişkin
normatif geçerlilik ve doğruluk, söyleme katılan bütün tarafların uzlaşısı aracılığıyla,
diğer deyişle öznelerarası argümantasyon süreci içerisinde biçimlenen bir görüş
birliğiyle sağlanır.
Diğer yandan, Tugendhat’a göre, Habermasçı doğruluk ya da hakikat
anlayışında, bir normun iletişimsel biçimde gerekçelendirilmesine dayandırıldığı
görüş birliği, rasyonel bir argümantasyon süreci olarak anlaşılmalıdır. Bu anlamda
argümantasyon, öncelikle insanlar arasında iletişimsel bir eylem olarak anlaşılmalı
ve ulaşılan görüş birliği, yalnızca olgusal değil, aynı zamanda gerekçelerle
180 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 127. 181 J. Habermas, Sprachtheoretische Grundlegung der Sozilogie, s. 160.
96
temellendirilen rasyonel bir görüş-birliği olmalıdır. Doğruluğun uzlaşı teorisi olarak
nitelendirilen bu anlayış, gerekçeli olanın ölçütünün hem ampirik teorilerin, hem de
ahlaki normların sonuçta uzlaşımsal biçimde, diğer deyişle bir durumda bilimsel, bir
başka durumda ahlaki olan topluluğun görüş birliği olması gerektiğini ifade eder.
Diğer yandan, Habermas’ın kavrayışında öznelerarası görüş birliğinin sonuç değil,
aksine bir ifadenin gerekçeli olmasının ölçütü olması gerektiği şaşırtıcıdır. Ampirik
tümce ya da önermeler için bu ölçüt yanlıştır. Ampirik ifade edilen önermelerin
temellendirme ölçütü, anlamlarının önemli rol oynadığı gerekçeli düzenlemeler
içinde bulunur. Oysa doğruluk ve gerekçelendirme, semantik kavramlardır. Önemli
kuralların uygulamasının, hiçbir ölçülü iletişimselliği yoktur. Bir önermeyi
temellendirmek isteyen farklı kişilerin bir görüş birliğine varmaları, hepsinin aynı
temellendirme kurallarını uygulamasına bağlıdır. Birbirine zıt görüşlerin bizzat
gerekçeli olanın ölçütü olması, olgusal görüş birliğinin temel olmadığı, sadece
nitelikli bir görüş birliğinin söz konusu olduğu durumda geçerlidir. Ayrıca, ampirik
bilimler tarihinin iletişimsel bir süreci vardır; ama bu süreçte, yalnızca görüş-
birliğinin sonucu olarak görülebilecek adımlar söz konusudur. Bunlar, kurallar
aracılığıyla belirlenemeyen ve rasyonel olarak gerekçelendirilemeyen adımlardır.
Habermas bu itirazları dikkate alarak, bir argümantasyon mantığı olduğu ve bunun
kurallarının iletişimsel olduğunu iddia etmektedir; ama bu kuralların nasıl oluştuğunu
hiç göstermemektedir.182
Habermas’a göre, öznelerarası uzlaşımsallık temelinde ortaya konulan bağlayıcı
ortak bilgiyi olanaklı kılan, söyleme katılan potansiyel bütün tarafların, söylemin
içinden ve dışında kaynaklanan zorlamalardan yalıtılmış ve herkesin düşünce, duygu,
182 E. Tugendhat, Probleme der Ethik, s. 115-117.
97
istek ve dileklerini sınırsızca ortaya koyabildiği ve taraflarca önceden kabul edilen
geçerlilik ölçütleri (hakikat, doğruluk, samimiyet ve anlaşılırlılık) temelinde
biçimlenen argümantasyon ortamında açığa çıkan uzlaşı ya da görüş birliğidir. Bu
açıdan, iletişim katılımcılarının rızayı sağlayıp sağlamadıkları ve bir muhatabın
konuşucu tarafından ortaya konulan geçerlilik iddialarını kabul veya reddettiği her
bir evet/hayır görüşünce tespit edilir. Uzlaşı yönelimli bir anlayışta konuşmacı,
anlaşılır olan her ifadeyle birlikte,
—ortaya konulan ifadenin gerçek-doğru olduğu (diğer deyişle söz
konusu savsal bir içeriğin var oluş koşullarının uygun olduğu);
—konuşma eyleminin mevcut normatif bir bağlamla ilgili olarak
doğru olduğu (diğer deyişle gerçekleştirilen normatif bağlamın bizzat
meşru olduğu);
—beyan edilen konuşmacı niyetinin, ifade edildiği kadarıyla ortak
olduğu iddiasını ortaya koyar.183
Buna göre, anlaşılır bir söz edimi önerisini kabul veya reddeden biri ifadenin
geçerliliğini en azından bu üç görünüş, diğer deyişle hakikat, doğruluk ve samimiyet
ölçütü açısından değerlendirir. Eğer ortaya konulan iddia reddedilirse, iddianın en
azından bir işlevi, yani olgusallığın temsilini, kişilerarası bir ilişkinin sağlanmasını
veya yaşantıların açıklanışını yerine getiremediği varsayılır. Dolayısıyla ortaya
konulan iddianın ya var olan olgusal ilişkiler dünyasıyla, ya meşru olarak
düzenlenmiş olan kişilerarası ilişkiler dünyasıyla veya öznel yaşantıların mevcut
dünyasıyla uyumlu olmadığı ifade edilmiş olur.
Yaşam-dünyası ufkunda kendi nesnel, öznel ve sosyal dünyalarıyla bağlantılı
olarak ortaya koydukları iddialarını geçerlilik kabulleri temelinde ele alan söylem
183 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 147.
98
katılımcıları, argümantasyon süreci içinde bu iddiaları tikel bir iddiadan ortak bir
kabule dönüştürmeye çalışırlar. Bu anlamda, Habermas’a göre, gündelik yaşamın
dilsel uzlaşımsallığına bağlı olarak normlar temelinde ortaya konulan eylemler,
dışavurumsal ve değerlendirici ifadelerin yaşam-dünyası çerçevesinde sağlanacak bir
görüş birliğine ulaşmaya ve bu görüş birliğinin sürdürülmesine ve yenilenmesine
yardımcı olacak iletişimsel pratiğe yönelik saptayıcı söz edimlerini
bütünlemektedir.184 Bu şekilde elde edilen bir görüş birliği ise, eleştirilebilir
geçerlilik iddialarının öznelerarasında kabul edilmesine dayanmaktadır. Dolayısıyla
günlük yaşamın dilsel iletişimi içinde ortaya çıkan anlaşmazlık ve çatışmaların,
normlarla yürütülen bir etkileşim temelinde çözümü olanaklı olur. Diğer yandan,
normların belirlediği etkileşim alanındaki anlaşmazlıklar, karşılıklı bir rızayla
engellenebilir. Bu rızanın sağlanması, geçerlilik iddiasının karşılıklı tanınmasını
gerektirir; sonuçta, rıza ortak bir isteme karşılık gelir. Ortak bir istem oluşumu ise,
eşit haklara sahip söyleme katılabilen potansiyel bütün tarafların her birinin karşılıklı
tanınması ve bakışımlı ilgisini ifade eder.
Yaşam-dünyası ufkunda eyleyen bireylerin, ahlaki-pratik sorulara yönelik
giriştikleri argümantasyon süreci, katılımcıların normatif iddiaların eylem belirleyici
özelliğini göz önüne alarak giriştikleri bir uzlaşı sağlama süreci olarak ortaya çıkar.
Bu nedenle, Habermas’a göre, gündelik etkileşimde ortaya çıkan anlaşmazlıkların
çözümüne yönelik ahlaki argümantasyonlarda yeniden üretilen uzlaşı, kabul edilen
normun, ortaklaşa yürütülen bir diyalogsal bir söylem temelinde bütün taraflarca
onaylanmasını öngörür. Çünkü öznelerarası bir uzlaşı süreciyle elde edilen bir rızada,
sadece katılanlar bir şeye ortak kanaat getirildiğini bilebilirler. Bu anlamda, etik bir
184 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 41.
99
ilke ya da maksiminin normatif genel bir ilke olmasını isteyen biri, evrensellik
iddiasını bütün diğerlerinin denetimine tabi tutması gerekir. Bu anlamda, ahlaki bakış
açısının niteliği, herkesin aykırı olmayacak biçimde genel bir yasa olmasını
isteyebildiği şeyden, evrensel bir norm olarak görüş birliğiyle tanıdığı şeye değişir.185
Dolayısıyla iletişimsel eylemin karşılıklı tanınması temelinde öznelerarası biçimde
ortaya konulan bir rıza, sözleşme teorisinde ortaya konulan anlayışlar açısından, her
bir kişinin kendi iyiliği için mutlak bir egemene itaat veya genel iradeye tabi olma
anlamında tek taraflı bir rızadan farklılık gösterir. Çünkü normatif geçerli bir iddiayı
bütün diğerlerinin denetimine tabi tutmayı öngören bir “rıza şartı, ben-merkezli
olarak idare edilen bir edimi iletişimsel bir edime dönüştürür.”186 Diğer yandan,
söylemin pragmatik koşullarında ortaya konulan bu rıza, ahlaki-hukuki iddialara
yönelik denetleme ve doğrulama için uygun olsa da, bilimsel-olgusal iddia ve
önermeler için işletilemez. Çünkü bilimsel iddialar, denetleme ve doğrulama yöntemi
olarak gözlemci bakış açısını gerektirir.
2.2.3. Özgür Bir Ortamda Ulaşılan Uzlaşım İlkesi
Eleştirilebilir geçerli iddiaların denetlenmesi amacıyla, söyleme katılabilen
konuşmacıların iddialar üzerine ortaklaşa yürüttükleri ve rasyonel olarak yürütülen
bir söylem çerçevesinde normatif bir doğruluğa ulaşabilmelerinin olanaklılığı, bir
uzlaşım ilkesini zorunlu kılmaktadır. Çünkü Habermas’a göre, eleştirilebilir geçerli
iddialara yönelik ortaya konulan bir tartışma, doğruluğun ortaklaşa aranması
yönünde sınırlandırılmamış ve zorlamasız biçimde ortaya konulan bir iletişimle elde
edilen anlaşmayı ifade etmektedir. Dolayısıyla buradaki anlaşma, olgu-karşıtı
185 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 77. 186 J. Habermas, İnsan Doğasının Geleceği, s. 85.
100
normatif bir kavramdır.187 Bu açıdan doğruluğun anlamı, yöntemsel, diğer deyişle
argümantasyon pratiğinin normatif kabulleri çerçevesinde yürütülen bir tanıtlama
pratiği olarak belirlenir. “Bu praksis, a) bütün ilgililerin kamusallığının ve dahil
olmasının, b) iletişim haklarının eşit dağıtımının, c) en iyi argümanın zorlamasız
zoruyla gerçekleştirilen bir durumun iktidarsızlığının ve d) bütün katılımcıların
ifadelerinin samimiyetinin idealleştirilen koşullarına dayanır.”188 Dolayısıyla
varsayılan ideal koşullar altında ortaya konulan bu praksis, sadece pratik aklın istemi
olmayıp, dilsel telosun kendinde bulunan rasyonel olarak güdülenmiş bir uzlaşım
idesi olanaklılığıyla toplumsal yaşamın yeniden üretilmesini olanaklı kılar. Bu
anlamda uzlaşım ilkesi, iktidarın meşrulaştırılması amacıyla normatif ilkelerin
işlevselliğini olanaklı kılmayı hedefler. Ancak bu noktada, Lyotard’a göre, normların
işlevselliği açısından iktidara yönelik uzlaşımla sağlanacak meşruluk, aslında
tartışmayla elde edilemez. Çünkü teknolojik olarak anlaşılması gereken bu işlerlik
ölçütünün, doğru ve adil olanı yargılamakla her hangi bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla
böyle bir uzlaşım, aynı zamanda dil oyunlarının heterojenliğine karşı şiddet
uygulayacaktır.189 Ayrıca Best ve Kellner’in belirttiği gibi, “konsensüs kavramı,
konsensüsün genellikle güçlü olanın kendi istencini zayıflara dayatmasıyla zorla
oluştuğu ve geliştiği gerçeğini küçümser.”190
Yöntemsel biçimde ortaya konulan hakikat ölçütünün, diğer deyişle doğruluk
kıstası olarak geçerli olması gereken bir görüş birliğinin, sınırlandırılmamış ve
zorlamasız biçimde ideal konuşma durumu koşullarında gerçekleşmiş olması gerekir.
Bu koşullarda, tartışmalı iddia ve ilgilerin varsayılan ideale yakın koşullarda
187 J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 434. 188 J. Habermas, Wahrheit und Rechtfertigung, s. 49. 189 J.F., Lyotard, Postmodern Durum, s. 13. 190 S. Best, D. Kellner, Postmodern Teori, s. 290.
101
denetlenmesiyle ulaşılan sonuç, yani “gidimli karar almanın bilişsel amacı, önerilen
ilgilerin genelleştirilebilirliği konusunda bir uylaşıma varmaktan oluşur.”191 Böylesi
bir uylaşım, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip özneler arasında ortaklaşa
yürütülen bir argümantasyon sürecinde ortaya konulan görüş birliğiyle elde edilir. Bu
görüş birliği, Habermas’a göre, ne olanaklı bir eylem durumuna müdahale yoluyla ne
de karşı tarafın kararlarını başarı ölçütüne vurarak değerlendirme yoluyla ortaya
konulan dayatma biçiminde gerçekleşmez; anlaşma, ortak kanı ve kabullere
dayanmalıdır.192 Dolayısıyla, uzlaşı aracılığıyla toplumsal yaşamın yeniden
üretilmesini olanaklı kılan bu ortak kanı ve kabuller, başarı yönelimli stratejik
eylemin tersine, ancak iletişimsel olarak eyleyen öznelerin kendi ilgi ve
gereksinimlerini geri plana atabildikleri tarafsız bir ahlaki bakış açısından, diğer
deyişle her birinin perspektifinin bir diğerinin perspektifiyle bağlantısı ve
üstlenilebilmesi temelinde biçimlenen bir bakış açısından ortaya konulabilir.
Uzlaşım ilkesi, her biri kendi ilgi ve yönelimleri çerçevesinde stratejik biçimde
eyleyen tarafların eylemlerini, iletişimsel eylemin uzlaşı yönelimli ortak ilgisi
temelinde birleştirmeye çalışır. Bu anlamda, Habermas’a göre, iletişimsel eylem
kavramı, farklı katılımcıların eylem planlarını birbirine bağlayan ve amaç yönelimli
eylemi bir etkileşim ilişkisiyle birleştiren uzlaşım edimini, teleolojik eyleme
dayandırılamayacak biçimde düzenler. Uzlaşı süreçleri, bir ifadenin içeriği olarak
rasyonel biçimde ulaşılan bir onaya bağlı olan rızayı amaçlar. Dolayısıyla her biri
kendi nesnel, öznel ve sosyal dünya anlayışı temelinde biçimlenen farklı dünya
görüşlerine sahip bireyler, bir konu hakkındaki eylem planlarını uzlaştıkları bir şey
üzerinden gerçekleştirirler. Ayrıca, her biriyle ilgili olsun veya olmasın, bir karara
191 J. Habermas, Bilgi ve İnsansal İlgiler, s. 419. 192 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 306.
102
ulaşabildikleri söz konusu ilişki-sistemi, diğer deyişle var olan olgular bütünü olarak
dünyanın biçimsel bir kavramını kabul ederler. Bununla birlikte, gerçekliğin temsili,
daha çok fonksiyonlar arasındaki dilsel bir uzlaşı olarak ortaya çıkar. Konuşma
edimleri, yalnızca konuşucunun objektif dünyadaki bir şeye dayandırdığı durum ve
olayların ifadesine yaramaz. Aynı zamanda bu edimler, yaşantıların ifade edilmesine,
diğer deyişle konuşucunun, sosyal dünyada meşru biçimde düzenlenmiş
etkileşimlerle ilgili bir şeye ve konuşucuya ayrıcalık sağlayan öznel dünyadaki bir
şeye bağlı olarak kişilerarası ilişkilerin üretilmesine de yarar. Dolayısıyla iletişim
tarafları, uzlaşı çabalarını, üç dünyadan kaynaklı bir ilişki sistemine dayandırırlar. Bu
açıdan, iletişimsel günlük praksiste ulaşılan rıza, aynı zamanda öznelerarası
paylaşılan önermesel bir bilgiye, normatif görüş birliğine ve karşılıklı güvene
dayanabilir.193
Birinci, ikinci ve üçüncü kişi perspektiflerine sahip olan ve bu perspektifleri
katılımcı perspektifi temelinde dönüştürebilen söylem katılımcıları, hiç bir dış ve iç
etkiye maruz kalmadan giriştikleri bir argümantasyon sürecinde, ortak kanaatler
çerçevesinde ortaya konulan söz-edimsel bir öneriyi, geçerlilik iddiaları temelinde
ele alarak kabul veya reddederler. Bu anlamda, Habermas’a göre, rasyonellik,
edimsel olarak geçerli iddialara yönelmek; iddiaları ifade etmek ve ifadelere yönelik
eleştirilere cevap vermektir.194 Böylesi bir yargılama yetisine sahip taraflar, yarışı bir
uzlaşıya varmak amacıyla sürdürürler. Bu diyalektik rol yapısı, ortak hakikat arayışı
için gerekli olan eristik biçimleri hazır bulundurmaktadır. Bu anlamda, argümanların
karşılıklı etkilemeyle işlemediği bu diyalektik yapı, başarı yönelimli eyleyen rakipler
193 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 145-147. 194 J. Habermas, Wahrheit und Rechtfertigung, s. 105.
103
arasındaki bir çatışmada, uzlaşıyı sağlayabilir.195 Bu uzlaşı, en iyi argümanın
‘zorlamasız zoru’ çevresinde rasyonel biçimde yürütülen bir anlayış değişimi
temelinde ortaya çıkar. Benhabib’in yorumuyla, Habermas, gerçek mutabakat
düşüncesini gönüllü ve samimi mutabakat düşüncesine dayandırmaktadır. Böylece,
“Habermas, akılsal mutabakata varma diye yorumladığı hakikatin, özgürlük
(yalnızca daha iyi kanıtın gücüne teslim olmak) ve adalet (hakların katılımcılar
arasında karşılıklı ve bakışımlı dağılımı) normlarıyla iç içe olduğunu iddia eder.”196
Diğer yandan, doğruluğa ilişkin, rasyonel biçimde ortaya konulan gönüllü ve samimi
bir görüş birliğini ifade eden uzlaşı, pratik-ahlaki sorunlara, diğer deyişle tarafların
ilgi ve yönelimlerine ilişkin olarak ortaya konulmaktadır. Dolayısıyla biçimsel adalet
ve özgürlük koşulları çerçevesinde söyleme dahil olan taraflardan, kendi ilgi ve
yönelimlerinden tamamen bağımsız ve tarafsız bir tavır takınmaları
beklenemeyecektir.
2.3. Etik İlkelerin Olanaklılığının Koşulu Olarak Pratik Söylem
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip, kendi dünya görüşleri ve anlayışları
çerçevesinde etkileşime giren bireylerin ahlaki-pratik sorulara ilişkin yanıtlar bulmak
amacıyla, iletişimsel eylemin uzlaşımsallığında yürüttükleri süreç, pratik bir söylemi
ifade eder. Bu açıdan Habermas’a göre, pratik söylemde bir uzlaşı sağlama çabası
içinde olan taraflar, birbiriyle çatışan bireysel ilgi veya çıkarların bir uyuşmasını
sağlamayı, ortak bir ilgiyi açık kılmayı denemektedirler.197 Bu anlamda pratik
söylem, “bilgi ve ilginin birliği bastırılmış diyalogun tarihsel izlerinden, baskı altında
tutulan yeniden kuran bir diyalektikte kendini kanıtlama”198 biçimi olarak ortaya
195 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 172. 196 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 362. 197 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 83. 198 J. Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, s. 107.
104
çıkar. Dolayısıyla taraflar, söylemin pragmatik koşullarına bağlı bir diyalog
çerçevesinde, yaşam-dünyası ufku içerisinde her bir kişinin ilgisini karşılayabilen
genelleştirilebilir bir ilgiye, diğer deyişle yitirilen bilgi ve ilgi bağlantısını
kurabilmeyi amaçlar.
Diğer yandan, ortak bir uzlaşı sürecini ortaya koyan pratik söylem, tartışmalı
geçerlilik iddialarını denetleme sürecini de ifade eder. Habermas’a göre, bu süreç,
tartışmalı geçerlilik iddialarını konu edinen ve argümanlar yoluyla bu iddiaların
doğruluğunun kanıtlamasını ya da onların eleştirmeye çalışıldığı argümantasyon adı
verilen bir konuşma türüdür. Böyle bir konuşma türü, bir eylem normunun, tarafsız
bakış açısından gerekçelendirilip gerekçelendirilemeyeceğinin ele alındığı bir pratik
tartışma ortamını, diğer deyişle normatif uygunluk iddialarının konu edinildiği bir
argümantasyon sürecini ifade etmektedir.199 Dolayısıyla, belirli bir konuşma türünü
ifade eden bir argümantasyon süreci olarak pratik söylem, hem ahlaki-pratik sorulara
yanıtlar bulma anlamında bir temellendirme hem de bulunan yanıtları, diğer deyişle
ortaya konulan normatif ilkeleri denetleme sürecini ifade eder. Sorgulanmaksızın
kabul edilen normatif geçerli iddiaların uzlaşı yönelimli eylem temelinde
denetlenmesini ifade eden pratik söylem iki düzlemde gerçekleşir. Buna göre, pratik
söylemin ilk aşamasında, geçerlilik iddiaları katılanlar tarafından sorunlaştırılır.
Rakipler olarak söyleme yerleşen taraflar, gerekçeler temelinde bu iddiaları
değerlendirirler. Pratik söylemin ikinci aşamasında, sadece söyleme katılanlar için
bağlayıcı olmayan, akılcı ve iyi niyetli olan her bir kişinin onaylayabileceği, genel
geçerlilik taşıyan bir görüş birliğine ulaşmaları gerekir.200
199 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 43. 200 A. Pieper, Etiğe Giriş, Çev. Veysel Atayman-Gönül Sezer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1999, s. 180.
105
İletişimsel eylem ve yaşam-dünyası ufkunda ve günlük dildeki etkileşimin
zorlamalarından kurtarılmış bir iletişim biçimi içinde ortaya konulan ve iletişimsel
akıl temelinde sürdürülen bir argümantasyon biçimi olarak bu tartışma, geçerlilik
iddialarının temellendirilmesine yöneliktir. Dolayısıyla varsayılan söylem kuralları
temelinde, “tartışmalı bir normun, her ilgili için aynı şekilde uygun olup olmadığı,
gerçek bir söylem biçiminde pragmatik kurallara göre kararlaştırılması gereken
sorundur. O halde, normların gerekçelendirilmesiyle birlikte gerçek pragmatik bir
kavram söz konusu olur.”201 Bu pragmatik kavram açısından ortaya konulan
bağlantılar, argümantasyonun mantığını belirler. Bu anlamda, diyalog biçiminde
yürütülen söylemler, uzlaşının yeniden üretilmesi anlamında, sadece uzlaşı
sonuçlarının görüş birliğini sağlamayı değil, aynı zamanda onların
temellendirilmesini de amaçlar; çünkü bir yargı için önemli olan gerekçeler, bir
argümantasyon pratiği aracılığıyla harekete geçirilirler.
Diğer taraftan, eleştirilebilir geçerlilik iddiaları üzerinde görüş birliğinin
sağlanması ve onların temellendirilmesini amaçlayan pratik söylemi Habermas, salt
biçimsel-mantıksal olarak yürütülen bir denetleme süreci olarak da görmektedir. Bu
nedenle, Habermas’a göre söylem etiği, içeriksel bir yönelimi olmayan biçimsel bir
niteliğe sahip olan yöntemi dile getirir:
söylem etiksel ilke bir prosedürü, yani normatif geçerlilik iddialarına ilişkin
diskursif çözümü üstlenir; bu açıdan söylem etiği, içeriksel hiçbir yönelimi
ifade etmeyen, biçimsel bir yöntemi gösterir: Pratik söylem. Böyle bir yöntem,
gerekçeli normların üretimi için değil, aksine önerilmiş olan ve hipotetik olarak
değerlendirilen normların denetlenmesi için bir yöntemdir.202
201 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 79. 202 A.g.e., s. 113.
106
Bu anlamda, hem bir temellendirme hem de biçimsel bir denetleme süreci olarak
görülen pratik söylem, aslında aklın pragmatik, etik ve ahlaki kullanımına göre
biçimlenen bir argümantasyon sürecini ifade eder. Daha az sıkı veya kesin olan ilke
ve kurallardan, daha sıkı veya kesin normlara ulaşma anlamında bir denetleme ve
temellendirme süreci olarak görülür.
Önerilen normların denetlenmesi için yürütülen biçimsel-mantıksal
argümantasyon sürecine, diğer deyişle varsayılan ideal söyleme ilişkin ortaya
konulan bu rasyonel talepler, Habermas’ın, Alexy’e dayanarak üç gruba böldüğü
söylem kurallarına girer. Buna göre, etik içerikten bağımsız olarak ortaya konulan
çelişkisiz, tek anlamlı mantıksal kurallar; etik içerikle birlikte, niçin sorguladığına,
samimiyete ve problem kuruluşuna ilişkin olarak ortaya konulan diyalektik kurallar
ve genel olarak katılım hakkını, öneri ve gereksinimleri ifade eden retorik kurallar
olarak belirlenir. Etik içerikten bağımsız olarak ortaya konulan mantıksal ve
semantik söylem kuralları, aşağıdaki gibi belirlenir:
1.1.Hiçbir konuşmacı, tutarsız biçimde konuşmamalı.
1.2.Bir yüklemi F, bir nesneye ‘a’ uygulayan her konuşmacı,
F’yi, bütün önemli açılardan ‘a’ya benzeyen diğer her bir nesneye
uygulamaya hazır olmalıdır.
1.3. Farklı konuşmacılar, aynı ifadeyi farklı anlamlarda
kullanmamalı.
Bu kurallar, yöntemsel-prosedürsel bakış açısından ortaya konulan eleştirilebilir
geçerlilik iddialarını denetleyebilmeyi düzenleyen uzlaşı süreçleri olarak görünürler.
Diğer yandan, etik içerikle birlikte ortaya konulan ve tarafların ortaklaşa hakikat
arayışını gerekli kılan, onların içtenliğini ve yargılama yeteneğini, argümantasyon
107
yükünün dağıtımı ve konuların düzenlenmesi gibi pragmatik koşullar söz konusudur.
Buna göre,
2.1. Her konuşmacı, yalnızca bizzat inandığı şeyi iddia etmelidir.
2.2. Tartışmanın konusu-nesnesi olmayan bir ifade veya norma
değinen kişi, bunun için bir temel vermelidir.
Etik içeriğe sahip olan bu kurallar yanında, söyleme katılanların, duygu, düşünce ve
isteklerini rahatça ifade edebilmeleri anlamında, söylemin içinden veya dışından
kaynaklanan baskılardan koruyacak biçimde herkese aynı hakkı ve karşılıklı tanınma
olanağı sağlama bakımından retorik kurallar, ideale yaklaşık bir söylemi olanaklı
kılarlar. Buna göre,
3.1. Dil ve eylem yeteneğine sahip her özne, söyleme
katılmalıdır.
3.2. a. Herkes, her iddiayı problemleştirmelidir.
b. Herkes, her iddiayı söyleme dahil etmelidir.
c. Herkes, kendi düşünce, istek ve gereksinimlerini
ifade etmelidir.
3.3. Hiçbir konuşmacının, söylemin içinde veya dışında hakim
olan zor-baskı nedeniyle, (3. 1) ve (3. 2) de tespit edilen
haklarından yararlanması engellenemez.203
Bu kurallar çerçevesinde aklın pragmatik, etik ve ahlaki kullanımına göre
yürütülen bir söylem, yaşam-dünyası ufku çerçevesinde biçimlenen dünya anlayışları
temelinde hareket eden farklı bireyler ve sosyal grupların ortaya çıkan
anlaşmazlıkları, diğer deyişle ahlaki-pratik sorunları çözüme kavuşturması amacıyla
ortaya konulur. Bu anlamda Habermas, pratik söylemi salt biçimsel bir yöntem
203 A.g.e., s. 97-99.
108
olarak da görmez. Dolayısıyla pratik söylemlerin içerikleri ortaya konulabilmelidir.
Çünkü belirli bir sosyal grubun yaşam-dünyasal ufku çerçevesinde, tarafların
tartışmalı toplumsal bir içeriğin uzlaşımsal biçimde düzenlenmesini kendi görevleri
olarak gördükleri belirli bir durumdaki eylem çatışması olmaksızın, pratik bir
söylemi yürütmek anlamsız olurdu. Bu açıdan, pratik söylemde, ortaya konulacak
normatif bir anlaşmanın somut çıkış noktası, müzakereyi bekleyen konu ve
problemleri belirler. Bu temelde ortaya çıkan süreç, içeriklerin soyutlanması
anlamında biçimsel değildir. Söylemin açık biçimde yürütülmesi, olasılı içeriklerin
tamamen söyleme dâhil edilmesine bağlıdır.204 Dolayısıyla, pratik söylemde ortaya
konulan gereksinimler, kendisine uyulan normun sonuç ve yan etkilerinin söyleme
katılanlarca zorlamasız biçimde kabul edilmesiyle veya normatif bir önerme veya
karar, durum ve eylem normlarına bağlı kanıtlara dayanılarak gerekçelendirilirler. Bu
durumda, söyleme katılan bütün taraflar, verili koşullar çerçevesinde hepsi için aynı
şekilde iyi olabilecek bir ilkenin elde edilebileceğine ikna olmalıdırlar. Ancak
uygulanabilirlik açısından, herkes için aynı şekilde iyi olan genelleştirilebilir bir
ilginin olanaklığı gerçekçi gözükmez.
2.3.1. Etiğin Evrensel Pragmatik Olanaklılığı
Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip kişiler olarak söyleme katılabilen herkesin
pratik-ahlaki sorular açısından ortaya konulan eleştirilebilir geçerli iddiaları
denetleyebilme ve her birinin ilgi ve gereksinimi açısından ortak bir genelleştirilmiş
norma ulaşma anlamında rızayı sağlama, yürütülen bir argümantasyonun temel
amacı olarak ortaya çıkar. Bu açıdan, Habermas’a göre, argümantasyonlarda en iyi
argümanın biricik zorunluluğu temelinde ortak doğruluk arayışına bütün tarafların
204 A.g.e., s. 113.
109
bağımsız ve eşit biçimde katıldığı bir katılımcılar pragmatiği varsayılmalıdır.
Söylem-etiksel ilke, bu evrensel-pragmatik olguya dayanmaktadır. Buna göre, pratik
bir söylemin katılımcısı olarak bütün tarafların onayını alabilen söz konusu
normların geçerli olduğu kabul edilmelidir. Bu anlamda, pratik söylem,
argümantasyona dahil olan herkesin yerine getirmek durumunda olduğu söz konusu
ideal kabuller sayesinde, ahlaki bakış açısını açık kılan bir yöntemi ortaya
koyabilir.205 Tarafsız ahlaki bir bakış açısının olanaklılığı açısından pratik söylem,
aynı zamanda kaçınılmaz olarak varsayılan argümantasyon koşulları nedeniyle bütün
katılımcıları ideal rol üstlenimine yönelten bir uzlaşı süreci olarak ortaya çıkar.206 Bu
uzlaşı süreci, varsayılan geçerlilik ölçütleri temelinde kategorik olarak geçerli
olabilecek normların olanaklılığını gösterebilmelidir.
İletişimsel eylemin uzlaşımsallığı ve varsayılan geçerlilik koşulları (ifadelerin ya
da önermelerin anlaşırlılığı, hakikati, doğruluğu ve katılımcının samimiyeti)
çerçevesinde yürütülen ideal bir konuşma ya da diyalogla ulaşılan normatif ilkeler
etiğin evrensel pragmatik olanaklılığını ortaya koyar.207 Bu temelde, eleştirilebilir
normatif geçerli iddialara yönelik çözüm söylemsel olarak olanaklı olduğundan, 205 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 61. 206 Habermas’a göre, Mead’in, ideal rol-üstlenimiyle ortaya koyduğu, herkes tarafından tek tek özel biçimde değil, aksine kamusal bir söylemin katılımcısı olarak ortaklaşa uygulanabilmelidir. Mead’in ‘evrensel söylem’ olarak adlandırdığı şeyin düşünümsel niteliği, tarafların dahil olduğu böylesi bir uzlaşma sürecine, yani zorlamasız rızanın amacına uygun gerekçeler aracılığıyla ulaşılabileceği kabulünde belirlenir. Böylesi bir nitelik, yalnızca iletişimsel eylemin bütün potansiyel taraflarını kuşatan bir ağ olarak değil, aynı zamanda iletişimsel eylemin düşünümsel biçimi olarak bir argümantasyon sürecini ifade eder. Böylece, Meadci yapı, salt bir izdüşümü özelliğini yitirecektir. Bu nedenle, yürütülen her gerçek argümantasyonda, katılımcıların kendisi böyle bir izdüşümü yerine getirmekten kendini alamaz. Dolayısıyla argümantasyon süreci olarak pratik söylem, varsayılan biçimsel argümantasyon koşulları sayesinde, aynı zamanda bütün katılımcıları ideal rol-üstlenimine teşvik eden bir uzlaşı-süreci olarak kavranabilir. A.g.e., s. 154-155. 207 Habermas’a göre, argümantasyonun varsayılan ideal koşullarından evrensel bir ahlakın içeriğini türeten söylem etiği, ahlakın ortak bir kökenini de gerekçelendirebilir. Söylemler, toplumsallaşan bireylerin yaralanabilirliliklerine neden olunan dilsel etkileşim ortamında, uzlaşı yönelimli eylemde düşünümsellik biçimi olarak yerleşmiş bulunduğundan, bu zararların ahlaki ödünlemesi için merkezi bakış açılarını da ortaya koyabilir. Pragmatik nitelikleri dolayısıyla söylemler, her bir bireyin ilgisi çerçevesinde, her birini bütünün işleyişiyle bağlayan sosyal bağı parçalamayacak türden bir istem oluşumunu olanaklı kılarlar. Herkes, pratik söyleme, katılımcı olarak bizzat yerleşir ve nesnel genel bir bağlantı içine girer. A.g.e., s. 71-72.
110
monologsal bir düşünme biçiminde ortaya konulamaz. Dolayısıyla, ilkelere yönelik
uygulanacak genelleştirilebilirlik denetimi olarak çelişkisizlik değil, daha çok
iletişimsel olarak amaçlanan bir uzlaşımın ölçeği yapılandırılır. Bu anlamda,
Benhabib’in deyişiyle “…evrensel pragmatik, söz ve etkileşimin olabilirliliğinin
koşullarını aşkınsal anlamda çözümler. Evrensel pragmatik, söz ve iletişimin bilhassa
insani tarzlarının olabilirliliğinin derin yapısını çözümler.”208 Bu temelde, etiğin
evrensel pragmatik kabulü, her bireyi uzlaşıya varma yeteneğine sahip bir varlık
olarak görür. Olgu-karşıtı bir kabul olarak ortaya konulan böylesi bir soyutlama,
kişinin insani özünü tanımlarken, mevcut doğal ve toplumsal özellikleri göz ardı
eden evrenselci bir ahlaki bakış açısı ortaya koyacaktır. Dolayısıyla, evrensel
pragmatik kabul, yalnızca belirli özelliklere, evrensel bir bakış açısına ve soyutlama
yeteneğine sahip kişilerce kabul edilebilecek kurallar sistemini biçimlendirir.
Diğer yandan, söylem-etiksel temellendirme olarak etiğin evrensel pragmatik
olanaklılığı, aynı zamanda dilsel telos olarak söylemin evrenselliğinden, yani söylem
kurallarından kaynaklı bir ahlak ilkesinin oluşturulmasıdır. Buna göre, her geçerli
norm (E), söyleme katılan her bir kişinin ilgisinin karşılanması bakımından,
tartışmalı normun genel olarak uygulanması açısından ortaya çıkan sonuç ve yan
etkilerin herkes tarafından zorlamasız biçimde kabul edilebilmesi koşulunu yerine
getirmelidir. Varsayılan geçerlilik kuralları ve uzlaşılan evrensel bir ilke temelinde
yürütülen argümantasyonda, diğer deyişle kurumsallaştırılan ideal bir konuşma
temelinde etiğin evrensel-pragmatik olanaklılığı söz konusu olur.
208 S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 368.
111
Habermas’a göre, tarafsız bir ahlaki bakış açısını ve pratik bir söylemi ortaya
koyan, hem argümantasyon hem de ahlak kuralı olan evrenselleştirme ilkesinin (E)
kabul edilmesiyle şu adımlar yerine getirilmiş olur:
1. Argümantasyon kuralı olarak kullanılan bir genelleştirme ilkesinin
bilgisi;
2. Genel olarak argümantasyonun zorunlu ve normatif içerikli
pragmatik koşullarının özdeşleşmesi;
3. Bu normatif içeriğin belirtik biçimde gösterilmesi, örneğin söylem
kuralları biçiminde; ve
4. Normların gerekçelendirilmesi idesiyle bağlantıda (3) ve (1)
arasında bir içeriksel anlam ilişkisi oluştuğu tanıtı.209
O halde bir ahlak ilkesinin uygulaması, diğer deyişle içeriksel normların kuruluş
olanaklılığı, her bir argümantasyonun ‘E’ye göre yerine getirilmesine bağlıdır.
Dolayısıyla etiğin evrensel pragmatik olanaklılığı, argümantasyon kuralı olarak bu
ahlak ilkesi (E) çerçevesinde yürütülen bir temellendirmede ortaya konulur. Bu
anlamda, argümantasyon kuralı olarak geçerli ve pratik söylem mantığına ait olan
genelleştirmenin tek ahlak ilkesi, ‘E’de ortaya konulan ilkedir.210 Evrenselleştirme
ilkesi “…‘E’nin kuruluşunda, pragmatik koşulların özdeşleştirilmesi söz konusudur;
bu koşullar olmaksızın argümantasyon-oyunu işlemez. Argümantasyon praksisine
katılan herkes, bu normatif içerikli koşullara yanaşmalıdır –onların yerine hiçbir 209 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 106. 210 Brumlik’e göre, bir söylem etiği, önermelerinin doğruluk ölçütü olarak her argümantasyon için de facto talep edilen, daha doğrusu zorunlu olarak talep edilen ve böylelikle bilimsel olarak yeniden yapılandırılabilir kestirimleri gösteriyorsa, evrensel-pragmatiktir. Aşkınsal-pragmatikten farklı olarak evrensel-pragmatik, bu kestirimin gösterilmesiyle iddiasının yeterli bir temelini sağladığını değil, sadece hiçbir eyleyenin mahrum olmadığı eylem koordinasyonunun de facto etkili olan mekanizmasını ortaya koyduğunu iddia eder. Aşkınsal-pragmatik söylem etik, sıkı düşünümselliğiyle birlikte her bir söylemin ve ona içkin olan etiğin, genel ve gerekli olan geçerlilik koşullarıyla anlam-eleştirel biçimde hareket ederken, evrensel-pragmatik söylem etik, biçimsel argümantasyon kuralının nitelendirilmesiyle tutarlı biçimde işler. M. Brumlik, “Über die Ansprüche Ungeborener und Unmündiger. Wie advokatorisch ist die diskursive Ethik?”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Khulman), s. 268.
112
alternatif yoktur.”211 Çünkü katılımcılar normatif geçerli ilkelere ulaşmak
istiyorlarsa, argümantasyon pratiğini olanaklı kılan böylesi aşkınsal, yani olgu-karşıtı
koşulları varsaymak durumundadır.
Diğer yandan, pratik söyleme ilişkin bir ahlak ilkesi ve argümantasyon kuralı
olarak işleyen evrenselleştirme ilkesi (E), ahlaki ilkelerin nihai bir
temellendirilmesini ortaya koyamaz. Bu anlamda, nihai bir temellendirme ortaya
koymaya çalışan söylem-etiksel ilkeden (S) ayrılmaktadır. Buna karşılık, söyleme
katılan bütün tarafların ilgisini karşılayabilme anlamında rızayı amaçlayan
evrenselleştirme ilkesi (E), evrensel-pragmatik bir temellendirme olanaklılığını
ortaya koymaktadır. Bu durumda, evrenselleştirme ilkesi (E) temelinde bir uzlaşı
olanaklı kılınmalıysa, bu yalnızca gerekli bir koşulu göstermez, aynı zamanda yeterli
koşulu da ifade etmelidir. Çünkü evrenselleştirme ilkesine (E) yönelik, genel bir
uygulama hükmü söz konusudur. Eğer normların genel olarak yerine getirilmesi
amaçlanmazsa, ‘E’ye başvurulamaz. Dolayısıyla evrenselleştirme ilkesi (E) yeterli
olmasaydı, ilgili hiçbir geçerli kural verilemezdi. Eğer bu ilke yeterliyse, o zaman
evrensel geçerli normları da gösterebilmelidir.
2.3.2. Etiğin Aşkınsal Pragmatik Olanaklılığı
Aşkınsal pragmatik olanaklılık, kapsamlı bir söylem ilkesi (S) temelinde ahlaki
normlara yönelik sınırlamayı normatif doğruluğa yükleyerek, bu doğruluğu söyleme
katılan tarafların onayıyla sağlanan bir geçerlilikle ortaya koymaya çalışır.212 Buna
göre “söylem etiği, bir normun, pratik bir söylemin katılımcıları olarak bütün 211 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 140. 212 Brumlik’e göre, bir söylem etik, önermelerinin doğruluğunun ölçütü olarak, akıl ve yargılama yeteneğine sahip olan bütün olanaklı ilgili bireylerin onayını koyutlarsa aşkınsal pragmatiktir. Aşkınsal-pragmatik anlam teorisine göre anlamlar, hem tekil bireyin sonluluğuna hem de bireylerden oluşan iletişim topluluğunun sınırlanmamışlığına bağlı olduğundan, etik ifadelerin anlamı ve böylelikle de etik ifadelerin doğruluğu ya da hakikati, bu iletişim topluluğunun sınırlanmamışlığına bağlıdır. M. Brumlik, “Über die Ansprüche Ungeborener und Unmündiger. Wie advokatorisch ist die diskursive Ethik?”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Khulmann), s. 268.
113
olanaklı taraflarca amaçlanır ve onaylanırsa, bu normun geçerli olduğunu iddia
etmelidir.”213 Söylem-etiksel ilke (S), evrenselleştirme ilkesini (E), dolayısıyla
normların temellendirilebildiğini önceden varsaymaktadır. Bu anlamda söylem-
etiksel ilke (S), filozofun bir ahlak teorikçisi veya uzman olarak nihai bir
temellendirme anlamında söylemi tekelinde götüremeyeceğini de ifade etmektedir.
Dolayısıyla söylem-etiksel ilke (S), evrenselleştirme ilkesinden (E) farklı olarak
normatif içerikli bir argümantasyon kuralının, dil-oyunun uzlaşımsal yapısı içerisinde
ortaya konulan aşkınsal-pragmatik temellendirilişini nitelemektedir.
Gerçekte iletişimin evrensel-ahlaki içeriğinin yeniden yapılandırılması olarak
Habermas’ın temellendirme idesinden farklı, söylem etiğinin Karl –O. Apel’e geri
giden aşkınsal-pragmatik anlayışı, ideal iletişim topluluğu kavramı temelinde nihai
bir temellendirmeyi amaçlar. Apel tarafından ifade edilen bu yeniden
yapılandırmanın amacı, her bir argümanın anlam koşullarını ortaya koymaktır. Buna
göre, söyleme katılan ehil bir konuşucunun edimsel-bilgisi (know-how) olan
ifadelerin, aynı zamanda savsal-bilgi (know-that) biçiminde, diğer deyişle bir şeyin
bilgisinin, bir şeyi bilmeyi ya da yapmayı ifade ettiği anlamında formüle edilen hem
söylemeyi hem de edimin kendisini içeren çelişkili yapı, bu nihai-temellendirmeyi
ortaya koymalıdır. Buna göre, “iletişim etiğinin aşkınsal-pragmatik bir nihai
temellendirilmesi anlamında ideal temel ilke, ideal bir iletişim topluluğunun
etkileşim normları çerçevesinde bir iletişim etiğinin uygulama koşullarının apaçık
biçimde gerekli olan olgu-karşıtı öngörüsünün tanıtlanmasında kendini gösterir.”214
Bu anlamda, bir önermenin hakikat veya doğrulunun denetlenmesinin olanaklılığının
213J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 76. 214 K.-O. Apel, Diskurs und Verantwortung, Das Problem des Übergangs zur postkonventionellen Moral, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1988, s. 9.
114
koşulu, Apel için ideal iletişim topluluğu kabulü, Habermas içinse varsayılan söylem
kuralları olarak görünür.
Diğer taraftan Habermas’a göre, etik ilkelere yönelik nihai bir temellendirme
çerçevesinde Apel, ideal bir iletişim topluluğuna dönük felsefi bir temellendirme
amacını gütmektedir. Buna göre, bir yaşam biçimi içerisinde benimsenmiş iyi bir
istem, ahlak ilkelerinin benimsenmesi ve uygulanmasında etki sağlayabilir. Ancak,
benzer bir etki dilin dünyaya ilişkin yaşamdan ya da gerçeklikten kopuk
anlamlandırma gücüyle de sağlanabilir. Bu durum, Habermas’a göre, şeylerin başka
türlü görünmesini sağlayan, dünyaya dil aracılığıyla anlam yükleyen ne temel
argümanlar olabilir ne de herhangi bir duruma ilişkin nihai temellendirme olabilir.215
Çünkü böylesi bir temellendirme talebi, eleştirilebilir geçerlilik iddialarına yönelik
normatif doğrulama olanaklılığının söyleme katılan bütün taraflara açık kalmasını
sağlayan yanlışlanabilirlilik ilkesini dışta bırakacaktır.
Aşkınsal temellendirme tarzını nihai biçimde, dil-pragmatik araçlarla yeniden
üretmek isteyen “Apel, dil ve eyleme yetenekli her öznenin, herhangi bir
argümantasyona katılır katılmaz hipotetik olarak geçerli bir iddiayı eleştirel biçimde
denetlemek için, normatif içerikli koşullara yanaşmak durumunda olduğunu
215J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 189; ayrıca Habermas’a göre, Apel, söylem etiğinin temel felsefi nitelendirilişini, iletişimsel ve pratik aklın özdeşleştirilmesi pahasına ortaya koymaktadır. Oysa iletişimsel akıl, doğru eylem normları için, pratik akıl gibi per se (tek başına, kendi başına) bir kaynak değildir. İletişimsel akıl, geçerlilik iddialarının (savsal hakikatlerin, öznel doğruculuğun ve normatif doğruluğun) bütün çeşitliliğini kapsamakta ve bu açıdan ahlaki-pratik sorular alanını aşmayı sağlamaktadır. Nihai-temellendirme ifadesi, argümantasyon koşullarının felsefi olarak araştırılmasının özel bir konumuna ait olan ve Apel’in dolaylı olarak savunduğu aşkınsal koşul analizine yönelik bir köktencilik kalıntısını işaret etmektedir. s. 134-36; ayrıca Habermas’a göre, Apel’in nihai bir temellendirme iddiasında ısrar etmesinin nedeni, bilinç felsefesinden dil felsefesine gerçekleştirilen paradigma değişimiyle birlikte olumsuzladığı düşünce biçimlerine tutarsız bir dönüşten kaynaklanmaktadır. İletişim topluluğu a priorisi üzerine yazdığı makalede Apel, yalın olgusallığı içinde aklın olgusunu anlaşılır biçimde çözmek isteyen Fichte’yi hatırlatmaktadır. Bu anlamda, Apel, ‘Fichte’nin metafiziksel dogmatizm’inden söz etmesine rağmen, aşkınsal pragmatik nihai-temellendirme iddiasını, bilinç felsefesi koşulları altında girişilen hakikat-ifadeleri ve olay-kanaatlerinin söz konusu özdeşlemesine dayandırır. Ancak, dil-pragmatiği alanına girildiğinde, bu özdeşleşme üretilmek durumundadır. J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 106.
115
göstermek ister.”216 Bu anlamda, argümantasyon koşullarından doğrudan doğruya
türetilebilecek ve eylem alanına aktarılabilecek normatif ilkeler ortaya konulmak
istenir. Ancak Habermas’a göre, katılımcılar, argümantasyon alanından dışarı
çıktıklarında, bu aşkınsal pragmatik zorunluluğu üzerlerinden atabilirler. Bu
zorunluluk, doğrudan doğruya söylem alanından eylem alanına aktarılamaz.
Dolayısıyla, argümantasyonun pragmatik koşullarında ortaya konulan
temellendirmenin normatif içeriğinin eylem düzenleyici gücü gereklidir. Bu güç,
evrenselleştirme ilkesini varsayan söylem-etiksel ilkenin aşkınsal-pragmatik
olanaklılığında bulunmaktadır. Buna göre, iki adımda yürütülecek bir temellendirme
öngörülür. İlk adımda, evrenselleştirme ilkesi (E), pratik söylem için argümantasyon
kuralı olarak kabul edilir; daha sonra bu kural, normatif geçerlilik iddialarının
anlamlarının açıklanmasıyla bağlantılı olarak argümantasyonun pragmatik
koşullarının içeriğinden hareketle gerekçelendirilir.217
Diğer yandan, Habermas’a göre, argümantasyon koşullarından doğrudan türetilen
ilke ve normları eylem alanına aktarmak yerine, tarihsel anlayışa bağlı olarak
yansıyan ahlaki-pratik tasarımlara bağlı olarak ortaya konulan ilke ve normların
denetlenmesi ve temellendirilmesine yönelik yürütülen pratik söyleme ilişkin
normatif kuralları göstermeliyiz. Çünkü tarihsel koşulların belirlemesine bağlı olarak
ahlaki-pratik tasarımlar çağın kendi ışığını yansıtır. Yapılması gereken, aşkınsal
pragmatik olarak türetilen kurallar olan argümantasyon kurallarını kullanma
olanağını sağlayan bir söylem yapısı oluşturmaktır. Buna göre, aşkınsal pragmatik
argümanın üstlendiği rolün, diğer deyişle argümantasyon kuralı olarak kullanılan
evrenselleştirme ilkesinin argümantasyon koşullarında nasıl içerildiğinin argüman
216 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 95. 217 A.g.e, s. 127.
116
yardımıyla gösterilmesi gerekir.218 Dolayısıyla, evrenselleştirme ilkesinin (E)
aşkınsal-pragmatik türetme yoluyla gerekçelendirilmesi, pratik bir söylemin
katılımcıları olarak olanaklı bütün tarafların onayını alabilen normların geçerli
görülmesi biçiminde söylem-etiksel ilkede ortaya konulur. Bu anlamda, söylem-
etiksel ilkede (S), normların söyleme katılanlarca onaylanması durumunda geçerli ve
de doğru olabileceğine ilişkin geçerlilik ve rıza arasındaki bir bağlantı temelinde
ortaya konulan ahlaki bakış açısı, normların denetim merci olarak söylemin diyalog
yapısında ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla geçerlilik, söylemdeki denetleyici rıza
yeteneği olmaksızın olmaz. Öyleyse bu durumda, argümantasyon ilkesi olarak
görülen (E) ve söylemde önceden varsayılan ideal uzlaşı, geçerlilik için yeterli koşul
olarak görülmemektedir.
Evrensel-pragmatik ve aşkınsal-pragmatik temellendirme, bir normun geçerlilik ve
üretim alanı arasındaki ayrımı dikkate almaktadır. Bu anlamda, belli bir ahlaki
anlayış ya da tek bir kişi tarafından tek taraflı olarak ortaya konulan ahlaki-pratik
ilkelerin, bütün olanaklı taraflar için geçerli, dolayısıyla doğru olarak kabul edilmesi
beklenir. Buna karşılık, söylem-etiksel ahlaki anlayış, bir normun geçerliliğini ideal
koşullar altında, konuşma ve eyleme yeteneğine sahip olanaklı bütün tarafların
bakışımlı ilgisinde ortaya konulan rızaya bağlayarak, geçerliliği ve de doğruluğu
öznelerarasılığın diyalogsallığı temelinde ortaya koyar. Dolayısıyla, söylem-etiksel
bakış açısından normları üretenlerin ve onların muhataplarının aynı düşünümle
söyleme katılmaları beklenmektedir. Bu durumda, toplumun konuşma ve eyleme
yeteneğine sahip olmayan tarafları açısından normların geçerliliği ve doğruluğu
sorunu gündeme gelmektedir. Çünkü Schnädelbach’ın da belirttiği gibi, aşkınsal
218 A.g.e., s. 96-97.
117
veya biçimsel pragmatik kabul, normların temellendirilmesinde hem söz-edimi
teorisinin hem de saf bir bilişselciliğin aynı anda kabul edildiği bir tutarsızlığa neden
olmaktadır. Rasyonellik, iletişimsel eylemde tesadüfi olarak ortaya çıkmayan yapısal
bir durumdur. Dolayısıyla aklın gerçekliğiyle ilgili bütün durumlar, gerçek eylem
durumlarında da bulunmaktadır. Bu nedenle, akılda sürekli olarak bir irade ve yargı
da söz konusu olur. Bu temelde, bilişselci bir söylem-etikçi, teorisini aşkınsal veya
biçimsel pragmatik yapan belirlemelerin soyutlamasını ifade eden kendi
bilişselciliğini, olgusal söylemden kaynaklanan söz-edimsel ve betimsel öğelerin bir
sınırlandırmasına dayandırabilir.219
Diğer yandan, Brumlik’e göre, aşkınsal ve evrensel pragmatik söylem etik, her
ikisi de statü ve erimine göre farklı olan en üst ilkeyi koyutlamaktadır. Aşkınsal-
pragmatik ilkeye göre, etikte ortaya konulan yargılama yetisi evrensel bir algıda
değil, normların öznelerarası geçerliliğinin olanaklı bir temellendirmesini ortaya
koyan her olanaklı söylem katılımcısının etiğin evrensel-pragmatik normların
mantıksal tanıtlamasını ortaya koyan kanıtta bulunmaktadır. Buna karşın bir söylem
etiğinin evrensel-pragmatik ilkeleri şöyle ifade edilmelidir: Tartışmalı bir norm,
yalnızca her bir tekin ilgisinin ya da çıkarının tatmini için, normun genel
uygulamasından ortaya çıkan olasılı sonuç ve yan etkilerin hepsi tarafından
zorlamasız biçimde kabul edilebilirse onay bulabilir; daha doğrusu, pratik bir
söylemin katılımcısı olarak bütün tarafların onayını bulabilen normlar, yalnızca
geçerlilik iddia edebilmelidir.220 Bu açıdan, normların geçerliliğine ilişkin
evrenselleştirme ilkesinde ortaya konulan kesin belirlenime karşılık, olanaklı bir
219 H. Schnädelbach, “Was ist Neoaristotelismus?”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlmann), Shurkamp Frankfurt am Main 1986, s. 58-59. 220 M. Brumlik, “Über die Ansprüche Ungeborener und Unmündiger. Wie advokatorisch ist die diskursive Ethik?”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Khulman), s. 270-271.
118
yaklaşım öngörülür. Söylemin ahlaki-pratik sorunlardan kaynaklandığı göz önüne
alınırsa, normatif iddiaların temellendirilmesi ve denetlenmesi açısından,
Habermas’ın da benimsediği bu yaklaşım, daha makul gözükmektedir.
2.4. Etiğin Biçimsel ve İşlevsel Ahlaki Yargıları Uzlaştırması
Söylem-etiksel bakış açısından ahlaki ilkelerin biçimsel ve işlevsel yargılar
olarak ele alınması, temellendirme ve uygulama sorunlarına karşılık gelir. Bağlam-
bağlantısız ve biçimsel olarak herkesi kapsayacak şekilde en genel anlamda ortaya
koyulan ahlaki normun, işlevsel olarak aynı zamanda bağlayıcı olması açısından,
herkesin ona uyması beklenir.221 Bu anlamda, pratik aklın sadece normatif ilkelerin
temellendirmesine yoğunlaştığı ahlaki anlayıştan farklı olarak söylem-etiksel bakış
açısı, normların uygulaması anlamında bağlamsal olarak ortaya çıkan sorunu,
evrensel ve aşkınsal temellendirme olanaklılığı temelinde ele alır. Dolayısıyla
Habermas için, iletişimsel eylem ve pratik söylem açısından temellendirmenin ifade
221 Habermas’a göre, geleneksel ahlaki bakış açısı altında uygulama problemleri geri plana itilirken, pratik akıl özellikle norm temellendirme sorunlarına yönelir. Böylelikle pratik akıl, var olan bir yaşam biçiminin ufku içerisinde ussal değerlendirmenin bağlamsal bir yeteneğinden, saf, diğer bir deyişle bağlamdan bağımsız işleyen aklın ilkelerinin bir yeteneğine dönüşür. Aristotelesçi phronesis, pratik aklı, tikel eylem alternatifleriyle ilişkilendirir ve açık olmayan normatif araştırmalar çerçevesinde ampirik gözlem ve rasyonel seçim sorunlarıyla bağlantılandırır. Diğer taraftan, Kantçı anlamda, pratik akıl, normların temellendirilmesi sorununda, günlük praksiste oldukça da derine yerleşebilen ve hiçbir gelenek ve yaşam tarzının problemleştirilmesi karşısında kesin olamayacak biçimlerde uzmanlaşmaktadır. Bu çerçevede, yaşam dünyasında ortaya çıkan her normatif geçerlilik iddiası, sorgulanabilmelidir. Uygulama-problemlerinden bağımsız olarak ele alınan temellendirme sorunlarına yönelik bu yoğunlaşma, ahlaki yargının gelenek sonrası aşamasını nitelendirmektedir. Ancak, geleneksel düşünceden ayrılmış olan Kant’taki tarz ve biçim, onu bağlam-duyarsızlık ithamına maruz bırakmaktadır. Kant, ahlaki bakış açısını “ahlak-yasası” aracılığıyla açıkladığından ve “ne yapmalıyım?” sorusunu yalnızca maksimlerin temellendirilmesi sorunu olarak anladığından, pratik aklın kullanımını, eylem alternatiflerinin ahlak yasasının ışığında değerlendirilmesiyle sınırlı görmektedir. Temellendirme sorunlarına öncelik veren anlayış, rekabet eden eylem normları arasındaki seçim ve bu normların uygulanması problemlerini doğru biçimde ortaya koyulmasını ihmal etmektedir. Ahlaki bakış açısından ahlaki bilişsel sorunlar, pratiğe yönelik sorunlardan önce gelmektedir; dolayısıyla problemler, toplumsallaşan bireyin kendisinin ve ortak yaşamıyla ilgili somut endişelerinin varoluşsal alanından, tekil öznenin düşünümselliğinin soyut alanına ve eyleminin yasası olarak kabul edilebilen şeye kaymaktadır. J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 84-85.
119
ettiği şey, geçerlilik iddialarının uzlaşıya dayalı yürütülen zorlamasız ve özgür bir
tartışma ortamında ele alınmasının koşullarıyla bağlantılı olarak açıklanabilir.222
Söylem-etiksel ahlaki anlayış, bağlama duyarlı olan bir normun normatif
geçerlilik ve de doğruluk olanaklığını, iletişimsel olarak varsayılan argümantasyon
koşullarının öznelerarası uzlaşısı temelinde ortaya koyar. Buna göre, “ahlaksal-pratik
argümantasyonlarda katılımcılar hem verili bir norma gönderme yaparak belirli bir
eylemin normlara uygunluğunu hem de bir sonraki aşamada, böyle bir normun
uygunluğunu sınayabilirler.”223 Bu anlamda, tartışmalı bir norm, dolayısıyla bu
norma göre ortaya koyulan eylem, onun uygulamasından ortaya çıkan sonuç ve yan
etkilerin, söyleme katılan bütün taraflarca zorlamasız biçimde kabul edilebilmesi
durumunda uygun olacaktır. Diğer yandan, bu norm, söyleme katılan olanaklı bütün
taraflarca amaçlanır ve onaylanırsa geçerli ve de doğru olacaktır. Bu temelde,
normatif ilkeleri denetleme süreci olarak işleyen pratik söylem, onların hem
geçerlilik ölçütünü hem de uygulama koşullarını ortaya koyar. Buna göre, bir norm
argümantasyona katılan bütün taraflar tarafından onaylanırsa, geçerlilik iddia
edebilecekken, taraflarının her birinin ilgisinin karşılanması bakımından
genelleştirilebilir bir ilgiyi olanaklı kılarsa uygulanabilir olacaktır. Ancak, yaşam-
dünyası olgusallığı ve olumsallığı içinde ortaya çıkan söylemin oluşum nedeni ve
söyleme katılan tarafların yönelimi dikkate alınırsa, bir norm açısından her iki
koşulun karşılanması zor gözükmektedir.
Yaşam-dünyası ufkunda gündelik iletişimin etkileşimi çerçevesinde eyleyen
bireyler, kendi ilgi ve yönelimleri doğrultusunda belli bir etik varoluşa sahiptirler. Bu
temelde, bireylerin etik söylemleri kendi yaşam bağlamlarından ayrılmaz bir biçimde
222 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 64. 223 A.g.e., s. 352.
120
oluşmakta ve bu bağlam içerisinde kendi kimlikleri belirlenmektedir. Ancak, ahlaki-
pratik söylemlerin olgusal ve somut törelliği aşması beklenir.224 Çünkü ancak böylesi
bir ahlaki gelişim düzeyi ve tarafsız bir ahlaki bakış açısı, diğer deyişle bütün
olanaklı tarafların ilgisini dikkate alan ve her birinin perspektifinin bir diğeriyle bağlı
olduğu anlayış temelinde argümantasyonlar yürütülebilir. Dolayısıyla, gelenek-
sonrası ahlaki gelişim düzeyine karşılık gelen söylem-etiksel ahlaki bakış açısı,
-bir argümantasyon katılımcısının, hipotetik görüşten sosyal dünyayı
ahlakileştirmesi ve yaşam-dünyasından ayrılmasını;
-deontolojik olarak soyut adalet sorularının iyi yaşam sorularından
ayrılmasını;
-ahlaki cevapların ampirik motiflerden bağlantısızlaştırılması gibi,
ahlaki soruların bağlamlarından bağlantısızlaştırılması;
-ve bu bağlantısızlaştırmadan, ahlaki görüşlerin, bağlama özgü
uygulama ve özel isteklendirme biçiminde yerleştirilmesi
gerekliliğinin ortaya çıktığı açık kılınırsa, o zaman bu problemin
çözümü, ahlaki yargıyı deontolojik etik anlamında uygulayabilecek
olanı ortaya koyacak ahlaklılık ve törelliğin bir arabuluculuğunu
gerektirir.225
Diğer yandan, Habermas’a göre, perspektif üstlenimine sahip tarafsız bir ahlaki
anlayış ve belirli bir ahlaki gelişim düzeyine erişmiş konuşma ve eyleme yeteneğine
sahip bireyler, eylemde bulunurken eylemin normunu düzenleyen dil oyununu
sezgisel olarak bilmektedir. Dolayısıyla, hak ve ödevlerin çatışkısında başvurulan
normatif ifadelerin uygunluğu aynı sezgisel dil oyunu aracılığıyla belirlenebilmelidir.
Bu çözüm, argümantasyon kuralı evrenselleştirme ilkesinin (E) yanı sıra, söyleme
224 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 112. 225 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 192.
121
girerken tarafların varsaymak durumunda oldukları rasyonel kabuller, yani
kamusallık, haklarda eşitlik, samimiyet ve zorunluluksuzluk temelinde ortaya
konulur. Buna göre, her geçerli norm, olası her bir kişinin ilgisinin karşılanması
bakımından, tarafların onlara genel olarak uyması nedeniyle ortaya çıkan sonuç ve
yan etkilerin herkes tarafından zorlamasız biçimde kabul edilebilmesi koşuluyla
yeterli olmalıdır. Dolayısıyla bu ahlak ilkesi, normların geçerliliğini, tarafları
yükümlü kılan bir etkileşime dayandırır. Bu temelde gerekçelendirilen normların
niteliği, genel ilgilerde düzenlenen ortak yaşama sorununu ve bütün taraflar için
‘aynı şekilde iyi’ olanın anlamını içerecektir. Dolaysısıyla ahlaki yükümlülükler, bir
yandan kendi ilgilerine bağlı argümanları dikkate almaksızın bireylere dayandırılır,
diğer deyişle Ben-merkezci kanaatleri dikkate almaksızın bireylerin her birinin
görüşünden genel, makul argümanlar ortaya konulur. Diğer yandan, ahlak ilkesinin
evrensel geçerliliği, bireylerin kökenlerine bakılmaksızın argümanların aynı şekilde
dikkate alındığı bir kabule dayandırılır.226 Ancak, biçimsel açıdan bu yükümlülükler,
özgürce ve sınırlandırılmamış bir söyleme katılmaları ve alınacak karar ya da
ulaşılacak yargı açısından bireyler için bağlayıcı olacaktır; ama işlevsel açıdan
onların, söylem dışındaki gerçek koşullarda ne kadar etkili olacağı tartışılır.
Ahlak ilkesinin söylem-etiksel kabulü, Habermas’a göre, ahlaki yargının etik
daraltmasını dışta bırakacak bir ahlaki anlayış ortaya koyar. Rasyonel olarak güdülen
bu ahlaki anlayış, argümantasyona ilişkin normatif kuralların uygulanmasında pratik
aklı farklı biçimde belirler. Bu anlamda, pratik aklın, tek-taraflı biçimsellikle
kendinden hareketle görülen ‘sana yapılmasını istemediğin şeyi, sen de başkasına
yapma’ ilkesi, ben-merkezci kendilik ve dünya anlayışına bağlı kaldığından yetersiz
226 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 133-134.
122
görünmektedir. Dolayısıyla birbirinden farklı görünen çoğulcu ve bireyselci anlam
perspektiflerinin bulunduğu modern toplumlarda, bütünün düzenlenmesini sağlayan
eylem biçimlerinin genelleştirilmesi için, olanaklı bütün tarafların katılabildiği
öznelerarası yürütülen bir argümantasyon gerekli olmaktadır.227 Bu nedenle,
“kuralların uygulanması, söylem etiksel olarak anlaşılan pratik akılda önceden
düzenlenen, en azından söylem kurallarına tabi olmayan pratik bir anlayışı gerektirir.
O halde söylem etiksel ilke, yalnızca hermeneutik başlangıç durumunun yerel
uzlaşımına bağlı olan ve tarihsel olarak belirlenen bir ufkun yerelliğinde geri
getirilen bir yeteneğin kullanımı altında etkili olabilir.”228 Biçimsel ve işlevsel etik
ilkelerin olanaklılığını sağlayan bu düşünümsel anlayış ya da yargı yetisi, iletişimsel
eylemin argümantasyon biçimi ya da argümantasyon pratiği olarak ortaya çıkar.
Diğer yandan, bu argümantasyon pratiği, zorlamasız ve özgürce bir tartışma
ortamı sağlaması açısından tarafların girişte kabul etmek durumunda olduğu koşullar
nedeniyle, bireylerin yerel ve tikel görüşlerinden sıyrılarak, biçimsel olarak
genelleştirilebilir ilgi ve normlara ulaşmalarını sağlayabilir, ama aynı zamanda kendi
ilgi ve gereksinimlerinden vazgeçmelerine neden olacaktır. Dolayısıyla işlevsel
olarak bireysel ilgi ve yönelimi karşılaması bakımından değerlendirildiğinde, elde
edilen ilgi ya da normlar yetersiz görünecektir. Diğer yandan, tarafların ilgi ve
gereksinimlerinin her biri toplumun yapısına bağlı olduğundan gerçek ve sahte
gereksinim veya ilgiler ayrımı hiçbir şekilde belirlenemez.229 O halde tarafsız ahlaki
bakış açısı ve böylesi bir argümantasyon pratiğinden, biçimsel olarak
genelleştirilebilir bir ilgi elde edilebilir, ama bu ilginin işlevselliği söz konusu
olamaz.
227 A.g.e., s. 156. 228 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 114. 229 E. Tugendhat, Probleme der Ethik, s. 51.
123
2.5. Öznelerarası Uzlaşımsallık Temelinde Belirlenen Etik Normların Değerliliği
ve Geçerliliği
Habermas’a göre, ahlaki ilkelerin temellendirilmesine yoğunlaşan pratik akıl,
kendinden hareketle tek taraflı olarak temellendirdiği bu ilkelerin normatif
geçerliliğinin aynı zamanda kaynağıdır. Oysa iletişimsel eylemin uzlaşımsallığı ve
yaşam-dünyası ufku içinde biçimlenen “iletişimsel akıl, doğru eylem normları için,
pratik akıl gibi per se (tek başına, kendi başına) bir kaynak değildir. O, geçerlilik
iddialarının (savsal hakikatlerin, öznel samimiyetin ve normatif doğruluğun) bütün
çeşitliliğini kapsamakta ve bu açıdan ahlaki-pratik sorular alanını aşmayı
sağlamaktadır.”230 Dolayısıyla söylem-etiksel ahlaki anlayış açısından etik ilkeler,
tarafların rasyonel biçimde motive edilen uzlaşısı çerçevesinde, hem genel ve
biçimsel olarak herkes için aynı olanı göstermesi anlamında bir geçerliliğe, hem de
her bir kişinin ilgisini dikkate alması anlamında bir değerliliğe sahip olmak
durumundadırlar.
Konuşucu ve dinleyici perspektifine ve bu perspektifleri değiştirebilme yeteneğine
sahip olan, diğer deyişle tarafsız bir ahlaki bakış açısından eylemlerinin geçerlilik
iddialarını gösterebilen ve öznelerarası karşılıklı tanınma ilişkisinin bakışımlılığında
eyleyen bireylerin, tutum beklentileri birbiriyle bağlantılıdır. Bu beklenti içinde,
iletişimsel eylemin düşünümsellik biçimi olarak argümantasyon pratiğine dahil
olabilen tarafların ortaya koydukları normlara ilişkin “bir geçerlilik iddiası, bir
sözcenin geçerliliği için gerekli olan koşulların yerine getirildiğini öne sürmekle
eşdeğerdir.”231 Bu açıdan, rasyonel biçimde yürütülen bir söyleme girişirken
tarafların varsaymak durumunda oldukları söylem koşulları, yani kamusallık,
230 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 191. 231 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 63.
124
haklarda eşitlik, samimiyet ve en iyi argümanın yaptırım gücü, onların eleştirilebilir
iddialarının normatif geçerliliğini ortaya koyar. Bu koşullarda, söyleme katılan
tarafların her birinin gereksiniminin dikkate alınması anlamında genelleştirilebilir bir
ilgiye ulaşma, normatif ilkelerin değerliliğini ifade edecektir. Böylece, Habermas
için, normatif geçerlilik, bir davranış beklentisinin muhataplar için istenmeye değer
tutarlılığa sahip olmasını değil, herkes için aynı şekilde iyi olanı gösteren
öznelerarası bir anlamı ifade eder. Dolayısıyla öznelerarası olarak nitelendirilene
ilişkin ortaya konulan bir ahlaki düzenleme, ruhun tek başına kendi kendisiyle
giriştiği bir monologda temellendirilemez. Bu açıdan, kendi bakış açısından
genelleştirme olanaklılığına sahip maksimlerin, bütün diğerlerinin bakış açısından da
ahlaki yükümlülükler olarak tanınması söz konusu olamaz. Bu nedenle, bütün
normları, söylem koşulları altında bulunan ve karşılıklı perspektif üstlenimini gerekli
kılan kamusal bir genelleştirme testine tabi tutma gerekliliği ortaya çıkar.232
Habermas’a göre, toplumsal normların imlemleri, katılımcıların ortak kabullerine
bağlı olarak bir süreklilik gösterdiğinden sabit imlemler olarak bir dil oluşturma
olanağı yaratır. Dolayısıyla gündelik iletişimin uzlaşımsallığı ve yaşam-dünyası ufku
içinde etkileşen ve eyleyen taraflarca “sosyal olarak genelleştirilen buyruklar,
öznelerarası tanınmayla tarafların onayına dayanan kurumsal bir geçerliliğe sahip
olurlar.”233 Bu, iletişimsel eylemin uzlaşımsal etkileşimi temelinde tarafsız bir ahlaki
bakış açısına sahip olan muhatapların, bir normu basitçe onaylamalarını değil, aynı
zamanda bu norma bağlı olarak eylemelerini ifade eder. Dolayısıyla tarafların, bir
normu kabul etmeyle birlikte ortaya koydukları eylem, normda talep edilen amaçla
eşdeğerlidir. Bu açıdan,
232 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 170-171. 233 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 167.
125
bir normun ideal olarak kabul edilmesi, ortak ilgilerindeki eylem
sorunlarını düzenlediği için tüm ilgililerin onayını kazandığı anlamına
gelir. Buna karşılık, bir normun olgusal olarak var olması, ortaya
çıktığı geçerlilik iddiasının ilgililer tarafından kabul edildiği anlamına
gelir ve bu öznelerarası kabul, normun sosyal geçerliliğini
temellendirir… İlk durumda eylemler, mevcut bir normatif bağlamla
örtüşmeleri ya da ondan sapmaları, yani meşruluğu kabul edilmiş
normatif bağlamla ilişkili olarak uygun olup olmadıkları bakımından
yargılanır. İkinci durumda ise normlar, haklı çıkarılabilirlikleri
açısından, yani meşruluklarının kabul edilmesini hak edip etmedikleri
açısından yargılanır.234
Dolayısıyla etik normların değerlilik ve geçerlilik açısından meşrulukları, yaşam
evreninin gündelik yaşam pratiğinde yerleşen uzlaşı yönelimli iletişimsel eylemin
düşünümsellik biçimi olarak iletişimsel aklın pratik söylemi ya da argümantasyon
pratiği içinde belirlenmelidir. Çünkü etik sorular, salt kendileri için olmayıp,
başkasıyla ilişkilerde ortaya çıkan eylemlerle ilgili olduğundan normları ve normatif
düzenlemeleri gerektirir. Bu anlamda, Riedel’in de ifade ettiği gibi, etik sorular,
bireyin kendisine ya da başkalarına danışmasını gerektiren bir edimsellik içerir; hem
eylem hem de eylemin belirlenmesi uğraşısının edimselliği bir ilke arayışını zorunlu
kılar.235 İlkelere yönelik bir pratik bir söylem, yaşam-dünyası ufku içinde eyleyen
bireylerin ya da belirli bir sosyal grupların ahlaki-pratik sorunları ve anlaşmazlıkları,
tarafsız ahlaki bir anlayışın uzlaşımsallığı temelinde çözüme kavuşturmaları
amacıyla yürütülür. Ancak diğer yandan, bir normun toplumsal yaşamadaki sosyal
geçerliliği, sadece biçimsel argümantasyon koşullarında sağlanan uzlaşımsallıkla
234 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 115-116. 235 M. Riedel, Norm und Werturteil, s. 7.
126
sağlanamayacak kadar somut karmaşık yapı ve süreçleri içermektedir. Dolayısıyla
eylemelerin kendisine göre değerlendirildiği normlar, meşruluklarını, salt
argümantasyon koşullarında gerekçelendirilebilmeyle değil, bireylerin ilgi ve
gereksinimlerini gerçek yaşamda karşılayabilmelerine bağlı olarak yerleşebilmeleri
ölçüsünde sağlayabilecektir.
Habermas’a göre, bir şeyi tarafsız bir ahlaki bakış açısından değerlendirmek
isteyen biri, kişilerarası ilişkilerin benimsendiği edimsel anlayıştan dolayı yükümlü
kılıcı normların muhatabı olarak anlaşılan iletişim katılımcılarının öznelerarası
ilişkisini göz önünde bulundurmak durumundadır. Bu anlamda, normların tartışmalı
geçerliliği, her birimizin karşılıklı tanınması ve bakışımlı ilgileri temelinde dahil
olunan argümantasyon sürecinde, birinci çoğul kişi perspektifinden, diğer deyişle
‘her birimiz tarafından’ tematikleştirilebilmesine bağlıdır. Dolayısıyla, tarafsız bir
bakış açısı, kamusal bir söylemin katılımcısı olarak, dilsel etkileşim bağlamı ve
katılımcı perspektifi çerçevesinde ortaya konulan sınırlanmamış bireysel katılımcı
perspektifleri aracılığıyla sağlanabilir.236 Bu açıdan, “normlar kuramsal olarak ne
doğru ne de yanlış olabilirler, ama tartışımsal temellendirme anlamında akla uygun
ya da akla uygun olmayan olabilirler; çünkü normların kabul ya da reddedilmesi,
pratik tartışmalarda meşrulaştırılabilir.”237 Dolayısıyla, pratik söylemin öznelerarası
uzlaşımsallığı içinde ortaya konulan etik ilkelerin değerliliği ve geçerliliği,
dayanışma ve karşılıklı sorumluluk örneğinin gösterildiği aynı değerlerle donatılmış
bir ahlakın haklılığını sağlamaktadır.
Kuşkusuz, söyleme katılanlar, kendi yaşam biçimi içerisinde sahip oldukları
normatif değerlere tarafsız kalabilme ve bu değerlerle koşullu bir ilişki kurma
236 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 153-154. 237 J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 472.
127
becerisini göstermelidir. Bu, deontolojik bir etiğin sınırlarının belirlenmesi için
zorunludur. Böyle bir etik, rasyonel olduğu kadar tartışmaya da açık olan pratik
sorulara karşı normatif geçerliliği olan yanıtlar oluşturma amacındadır.238 Dolayısıyla
pratik sorulara ve eleştirilebilir iddialara ilişkin bu normatif geçerlilik, varsayılan
geçerlilik iddiaları ve koşulları temelinde yürütülen bir argümantasyon pratiği içinde
ulaşılan ve her bir katılımcının gereksinimini dikkate alan genelleştirilebilir ilgi
açısından ortak bir değerliliği de ifade eder. Ancak, normların değerliliği ve
geçerliliği, sonuçta varsayılan söylem koşullarının olanaklılığıyla koşulludur. Bu,
Rawls’ın da belirttiği gibi, normatif geçerliliği olan önermenin öne sürülmesiyle daha
baştan katılımcıların önermeyi kabul edeceğini varsaymak demektir.239 Diğer
yandan, bu bakış açısı, önermenin normatif doğruluğunu söyleme katılan bütün
tarafların potansiyel rızasını varsayan olgu-karşıtı kabule dayandırarak, doğruluğun
nihai geçerli ilkesinden vazgeçen görelikçi bir anlayışı kabul etmektir.
2.5.1. Etik Normların Bilişsel Değeri
Söylem etiği, deontolojik bir bakış açısından, evrensel olarak geçerli olan
normatif önermeler ortaya koyduğunu iddia eder. Bu anlamda, söylem etiksel
normlar, bilişselci (doğruluğu gerekçelendirilebilir), biçimselci (ahlak ilkesinin hiçbir
özel içeriği ifade etmemesi) ve evrenselci (ahlak ilkesinin herkes için geçerli olması)
ahlak ilkelerini gösterir. Evrensel geçerli olduğunu iddia eden ahlaki normların
bilişsel değeri, ancak ikna edici bir içerikte, yani doğruluğu gerekçelendirilebilir
olanda ortaya konulabilir. Çünkü “ahlaksal tümceler ya da ifadeler
temellendirilebildikleri sürece bilişsel bir içeriğe sahiptirler.”240
238 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 114. 239 J. Rawls, Siyasal Liberalizm, Çev. M. F. Bilgin, İ. B. Ü. Yayınları, İstanbul 2007, s. 406. 240 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 181.
128
Habermas’a göre, bireysel ve toplumsal anlamda bağlayıcı olan kural ve ilkelerin
bilişsel değerinin gösterilebilmesi, diğer deyişle kendilerine göre eylemlerin
gerçekleştirildiği normların gerekçelendirilebilmesi belli bir ahlaki bilişsel gelişme
düzeyine karşılık gelir. Rasyonel olarak motive edilen ve normlarla yürütülen bir
ahlaki anlayış aşamasına karşılık gelen bu “bilişsel gelişme, genel olarak ‘ben-
merkezcilik’ damgasını taşıyan bir dünya anlamasının merkezsizleşmesi anlamına
gelir.”241 Böylesi bir merkezsizleşmiş dünya anlaması, diğer deyişle belli bir
merkezden yönlendirilmeyen farklılıklara duyarlı bakış açısı, sorgusuz sualsiz kabul
edilmiş ahlaki normların eleştirel bir bakış açısından değerlendirilip,
gerekçelendirilebilmesini olanaklı kılar. Çünkü süreçte farklılaşan ve çeşitlenen
dünya görüşleri ve anlaması açısından biçimlenen çoğulcu modern toplumlarda,
geleneksel ve dinsel temelde gerekçelendirilen ahlaki anlayışlar yetersiz
kalmaktadırlar. Dolayısıyla dinsel-metafiziksel anlamda aşkınsal bir kaynağa
başvurmayan ve çoğulcu dünya anlayışını dikkate alan “…ahlaksal dil oyununun
bilişsel içeriği, yalnızca tarafların irade ve akıllarına dayandırılarak yeniden
kurulabilir.”242 Bu nedenle, ussal bir tartışma sonucu elde edilen ahlaki normların
bilişsel içeriği, tarafsız bir ahlaki bakış açısının temellendirilmesiyle sağlanabilir.243
Habermas’a göre, bilişsel içeriğe sahip normatif ifadeler, bireylerin belirli bir
davranış göstermesi ya da bir davranış beklentisi içerisinde olması anlamı içeren
tümcelerdir.244 Bu anlamda, ahlaki ifadeler, tarafların davranışlarını bağlayıcı
241 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 95. 242 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 191. 243 G.Y. Park, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, s. 199. 244 Habermas’a göre, normatif önermeler, ahlakı sözle bildiren dilin merkezi öğeleridir. Bu önermeler, yükümlülükleri dile getirirler. Ödevler, eylemleri veya eylemlerden sakınmayı bildirirler. Yasaklar, reddedilen müsaadeler, müsaadelerse, reddedilen yasaklardır. Yükümlülükler, deneyim temellerini algılarda değil, ahlaki duygularda bulurlar. Bunlar, ödev-ihlallerini, normlara karşı aykırılıkları, diğer deyişle ödeve göre ortaya konulan davranışın haklı beklentilerinin türetilebildiği ödev ve hakları bildirir. Diğer taraftan ayıplama, itiraf, kınama vb. ifadelerle ve şikâyet, gerekçelendirme veya özürle
129
biçimde düzenlemeyi amaçlar. “Bu bağlayıcılık, kuşkusuz aktörlerin neyle yükümlü
olduklarını ve birbirlerinden karşılıklı olarak ne beklediklerini, bir topluluk için ‘ikna
edici bir biçimde’ ortaya koyan ahlaki normların ya da alışılagelmiş davranışların
öznelerarası kabul edilmiş bir topluluğun üyelerinin olması koşulunu
gerektirmektedir.”245 Çünkü normların, genel çıkara uygun ve toplumsal geçerliliğe
sahip olup olmadığı, ancak bu koşul temelinde yürütülen ideal bir tartışma ortamında
ortaya konulabilir. Dolayısıyla etik normlar, pratik söylemin evrensel olarak idealize
edilmiş koşulları altında, ilgili taraflarla ortaklık içinde ele alınıp,
gerekçelendirilmelidir. Çünkü söylemsel bir yargıya ulaşmanın bilişsel amacı,
önerilen ilgilerin genelleştirilebilirliği konusunda bir uzlaşıma varmaktan
oluşmaktadır. Bu anlamda, Kantçı bilişselciliğin aksine Habermasçı söylem etiği,
ahlaki normların temellendirilmesini, monologsal biçimde işlemeyen iletişimsel bir
akılda hipotetik olarak diyalog biçiminde ortaya konulan bir argümantasyonun
biçiminde olanaklı görür. Bu anlamda, normların bilişsel değerini, tarafların dahil
olduğu zorlamasız ve sınırlandırılmamış bir söylem ya da tartışma ortamında
iletişimsel uzlaşımsallıkla ortaklaşa sağlanan bir gerekçelendirme oluşturur.
Habermas’a göre, temel etiksel bir sorun olarak ortaya çıkan ahlaki-pratik
soruların argümanlara dayalı olarak bir sonuca ulaştırılabilmesi için, bilişselci bir
anlayış gereklidir. Çünkü eylem normları, ortak bir ilgiyi dile getirmek yoluyla genel
bir kabul görebilir. Bu açıdan, genel bir kabulü hak eden geçerlilik iddiasının,
yalnızca ortak bir doğruluk arayışı peşinde olan tarafların rasyonel bir yönelimi
sonuçlanabilecek ihlallere tepki gösteren bu duygu-halleri, yükümlülüklerin deneyim temelini oluştururlar, ama onların semantik anlamını tüketemezler. Böyle bir yükümlülüğün dile geldiği normatif önermeler, daha çok genelleştirilen normatif davranış beklentilerinin bir dayanağını gösterirler. Normlar, birlikte yaşayan aktörleri, gerekçelendirilebilir tarzdaki eylemlere yükümlü kılacak biçimde, etkileşim ilişkilerini düzenler. J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 143-144. 245 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 181.
130
sonucunda onaylanmış olması gerekmektedir.246 Böylesi bir onay, tarafların her bir
ilgi ve gereksiniminin karşılanması için, bir norma genel olarak uyulmasından
kaynaklanan sonuç ve yan etkilerin söyleme katılan bütün taraflarca zorlamasız bir
biçimde kabul edilebilmesini ifade eder. Dolayısıyla argümantasyonun biçimi,
tarafların, her birinin ilgisi açısından bir diğerine iyinin ne olduğu konusunda bir
telkine veya benimsetmeye engel olmalıdır. Bu biçim, tarafların isteminin
etkilenmemesini ve özerkliğini olanaklı kılmalıdır. Bu anlamda, normatif içeriğe
sahip söylem kuralları, söylem içindeki güç dengesizliklerini etkisiz hale getirerek,
tarafların her birinin kendi ilgisini eşit şansa sahip biçimde yerine getirmesini
olanaklı kılar.247 Ancak diğer taraftan, Habermas’a göre, genel geçerli olan ahlak
ilkelerini temellendirme denemesi, bilişselcinin, aynı şekilde kabul edilemez üç
alternatif arasından seçim yapma durumunda kalmasını ifade etmektedir. Buna göre,
bilişselci, ya usa vurma işlemine katlanacak, ya türetme zincirini istemli olarak
koparmak durumunda kalacak veya döngüselliğe düşecektir.248 Ancak, böyle bir
seçim, gerekçelendirmenin ortaklaşa yapıldığı bir tartışma ortamında bütün tarafların
ortaya koyduğu bir tercihi ifade edecektir. Dolayısıyla bilişselci için, normların
temellendirilmesine yönelik öne sürülen alternatif tutumlar arasındaki seçim, bütün
söylem katılımcıları için de geçerli bir tercih olacaktır.
2.5.2. Etik Normların İçeriği Olarak Adalet ya da İyi İlkesi
Ahlaki-pratik sorulara ilişkin olarak yaşam-dünyası ufku içerisinde ortaya
konulan söylemler, pratik aklın pragmatik, etik ve ahlaki kullanımına göre
farklılaşmaktadır. Etik ve ahlaki sorular açısından bu farklılık, ‘benim/bizim için iyi
nedir?’ sorusuyla, ‘herkes için aynı şekilde iyi olan nedir?’ sorusu arasındaki ayrıma
246 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 43. 247 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 81-82. 248 A.g.e., s. 90.
131
bağlı olarak ortaya konulan normatif ilke ve kurallarda görülmektedir.249 Öznel
değerlendirici bakış açısından, kişi veya grupların eylem maksimleriyle ilgili olan
“etik sorular, bir şeyin ‘herkes için aynı şekilde iyi’ olup olmadığı biçimindeki
‘ahlaksal bakış açısıyla’ değerlendirilemez. (çünkü) …etik sorular, dilbilgisi
kurallarıyla, birinci şahsa ve bununla birlikte bir (birey ya da) grup kimliğine
referans verecek biçimde oluşmuştur.”250 Aslında burada, genel geçer ilkelerin
olanaklılığı açısından iyiyi ahlaki açıdan Kantçı biçimde yorumlamak gerektiği
anlayışı temelinde ortaya konulan bir ayrım kendini göstermektedir. Çünkü
Tugendhat’ın da belirttiği gibi, Kantçı etikte iyi olarak nitelendirilen eylem objektif
olarak temellendirilebilir, ancak bir kişinin iyiliğini teşvik eden eylem objektif olarak
temellendirilemez.251 Bu ayrım aslında, adaleti, ‘herkes için aynı şekilde iyi’ olanın
olanaklılığını ifade edecek soyut bir kavram ve karakter anlamında kişisel bir erdem
olarak görme anlayışı arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Buna göre, Sokratesçi
anlamda kişisel bir erdem olarak görülen adalet kavramı, süreçte herkes için aynı
249 Bu çerçevede Habermas’a göre, pratik felsefe, herkesin kendi çıkarına olduğu kadar, herkes açısından iyi olanı ifade eden norm ve eylemleri neye göre değerlendireceğimiz sorusu üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu anlamda, ‘ben ne yapmalıyım? veya biz ne yapmalıyız?’ sorusuyla bağlantılı olarak ahlak ve etik, aynı sorudan hareket ediyor izlenimi yaratmaktadır. Oysa burada, dahil edici bir perspektiften hareketle herkesin birbirine yüklediği hak ve görevleri sorgulamayı bir kenara bırakıp, birinci tekil şahıs kipinden hareket ederek kendi yaşantımızla ilgilendiğimizde, diğer deyişle ‘benim için’ ya da ‘bizim için’ iyinin ne olduğunu sormaya başladığımızda bambaşka bir anlam ortaya çıkacaktır. Kendi iyiliğim ve kötülüğüme ilişkin ortaya koyduğum etik sorular, belirli bir yaşam öyküsünün ya da özel bir yaşam biçiminin sunduğu bağlam içinde ortaya çıkmaktadırlar. Dolayısıyla bu sorular, kendimizi nasıl anlamamız gerektiği, kim olduğumuz veya ne olmak istediğimiz gibisinden kimlik sorularıyla da yakından ilgilidir. Bu sorulara, ortaya çıktıkları bağlamdan bağımsız olarak, yani herkesi aynı biçimde bağlayıcı olacak genel bir cevap verilemez. Bu nedenle, adalet ve ahlak kuramları, birbirlerinden ve klasik anlamda doğru yaşam öğretisi demek olan etikten ayrı yollar takip etmektedirler. J. Habermas, İnsan Doğasının Geleceği, s. 4-5; ayrıca Tugendhat’a göre, antik ve modern etikte aynı’ iyi’ sözcüğü altında farklı türde anlayışlar muhafaza edilmektedir. İyi’ye, yani ‘bonum’a göre antik soru, yaşamda her bir kişi için iyi olan şeyle ilgili olarak mutluluğu (eudaiomonia) gerçekleştirebilmektir. Bu anlamda, antik Yunan etiğinin sorgulaması, “benim için gerçekten istenilir olan şey nedir?” iken, modern etik, “bir başkasına yönelik yapmam gereken nedir?” sorusu temelinde hareket eder. E. Tugendhat, Probleme der Ethik, s. 43-44. 250 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 124. 251 E. Tugendhat, Probleme der Ethik, s. 46.
132
şekilde iyi olanı gösterecek aşkınsal, soyut bir ideale dönüştürülür.252 Böylelikle
öncelikle adil ve iyi eylemin ölçütü olarak kişide bulunması gereken bir nitelik
olmaktan çıkarılan adalet, insanlar arasındaki eşitsizliğin gizlenmesi için soyut bir
kavrama, kültürel bir nesneye dönüştürülür. Oysa “bir eylemi iyi, yani sahici kılan,
eylemin kendisi değil, onu yapan kişilerin karakteridir.”253 Dolayısıyla kişilerin
erdemli oluşu, eylemlerinin adil ve iyi özelliğini belirleyecektir.
Habermas’a göre, etik sorulardan farklı olarak ahlaki sorular, belirli bir birey ya
da grup kimliğine referans vermeyen normatif olarak herkes için aynı şekilde iyi ya
da ortak olanı ifade edebilecek üçüncü kişi perspektifi ve tarafsız ahlaki bakış açısını
gerektirir. Dolayısıyla belirli bir birey ya da grup açısından değerlendirilen ‘iyi’,
herkes için aynı şekilde iyi olan ve de geçerli görülen ‘doğru’ olandan ayrılacaktır.254
Bu anlamda adalet, herkes için aynı şekilde doğru ve de adil olabilecek olanı ifade
eden normatif olarak geçerli bir yargıyı göstermelidir. Çünkü “iyinin karşısında adil
252 R. C. Solomon, Adalet Tutkusu, Çev. Ertuğ Altınay, ayrıntı Yayınları, İstanbul 2004, s. 25. 253 R. Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. S. Durak, A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2002, s. 26. 254Habermas’a göre, adalet ve iyi arasındaki deontolojik ayrım, ‘ne yapmalıyız’ sorusuna karşılık ortaya konulan normatif yargılar ve dünyada bizim için az çok iyi veya kötü olan bir şey konusundaki değerlendirici yargılar arasındaki ayrıma uymaktadır. Gramatik olarak değerlendirilmediği halde, bu ayrıma yönelik olarak buyruğun gramatiğine eo ipso (kendiliğinden) bir eylem-ilgisinin içkin olduğu durum söz konusu olur. Normatif yargılar, daima alternatif eylem olanakları arasındaki seçimle ilgilidir. Bu açıdan, seçime yönelik yapılan değerlendirmeler, bir amaç-etkin eylem perspektifinden ortaya çıkan gerekçelerin nitelendirilip nitelendirilmediklerinden bağımsız olarak, nesne ve durumlara dayanırlar. Dolayısıyla emirlerin, teleolojik olmayan anlamı söz konusudur. Katılanlar ve taraflar için normsal temelde yürütülen eylemler, iyi veya kötü biçimde sonuçlanır. Ama bir eylem üzerine ortaya konulan ahlaki yargı, geçerli bir eylem normuna dayalı olarak benimsendiği için ve bu amaçla katılan bir kişinin veya ilgili bir topluluğun ölçülerine göre az çok istenilmeye değer olana bağlı olmadığı için genel geçerlilik iddia edebilmektedir. Değerlendirmeler, “benim veya bizim için” az çok iyi veya yararlı, kötü veya zararlı olan şeyi ifade ederler. Bu çerçevede, ortaya konulan buyrukların ikili yapısı, belirli muhataplara ve onların rastlantısal tercih ve değer yönelimlerine uymaksızın, hangi eylem biçimlerinin doğru veya yanlış olduğunu gösterir. Kasıtlı adam öldürme ve aldatma gibi eylemler, yalnızca iyi olmadıklarından ve bundan zarar görüldüğü için yanlış değildir; daha ziyade davranış normları olarak genelleştirilebilir bir ilgiyi ihlal ettikleri için yanlıştır. Normatif geçerliliğin koşulsuz ve kategorik anlamı, tarafsız bir biçimde temellendirilen eylemlerin ve eylem normlarının yükümlülüğü, belirli bir kişi veya ilgili grubun değerlendirme perspektifinden ortaya konulan değer ve tercihlerden koparılmalıdır. Bu açıdan, normatif yargılar, amaçlara değil, kurallara yönelik olarak ortaya konulurlar. J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 168-169.
133
olanın önceliği olmadan, etik açıdan tarafsız bir adalet kavramı da olmaz.”255
Söylem-etiksel tarafsız ahlaki anlayış açısından adalet, her bir kişinin ilgi ve
gereksinimlerini dikkate alacak biçimde, herkes için genelleştirilebilir olanı ifade
eden bir ahlaki iyi kavramını içermelidir. Ancak, herkes için aynı şekilde iyi ve
tarafsız olanı ifade edebilecek bir normun olanaklılığına karşın ‘iyi’ sözcüğü, dilde
açık bir anlama sahip değildir. Bu nedenle, Tugendhat’ın da belirttiği gibi, söylem
etiği, ‘iyi’ olanın yerine adil olanın öne çıktığı teleolojik bir eylem modelini
savunmak zorundadır.256
Habermas’a göre, yaşam-dünyası ufku içerisinde iletişimsel olarak eyleyen
bireylerin karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgisi temelinde, ‘iyi’ kavramı adalet ve
dayanışma arasında bir köprü işlevi görmektedir.257 Aslında, ‘iyi’ karşısında adaletin
önceliğini savunma anlayışı, iyinin tikel yaşam biçimlerine bağlı olarak
temellendirilmesini varsaydığından, teleolojik bir eylem modelinden hareket
etmekte; bu çerçevede, her bir kişi açısından aynı şekilde geçerli olabilecek
genelleştirilebilir ilkelerin sağlanamayacağı anlayışına dayanmaktadır. Buna karşılık,
adaletin yöntemsel anlayışı, herkes için aynı şekilde geçerli olabilecek ilkelerin
gerekçelendirilebilmesini, uzlaşı yönelimli yürütülen argümantasyon sürecinde
hakikat-analojik doğruluk denetlemesini ve düzenlemesini öngörür. Diğer yandan,
Taylor’a göre, ahlaki anlayıştan bağımsız meta-etik bakış açısından olgu ve değer
ikiliği temelinde hakikat sorularını ve normatif doğruluk sorularını ayıran araştırma,
teorilerin evrensel iddiayla temellendirilebilir ve kabul edilebilir olduğu anlayışından
kaynaklanmaktadır. Ancak, biçimsel olarak sıkı biçimde ortaya konulan bir etik
yöntemin meta-etik yapılandırılışı, iyi kavramıyla birlikte ortaya çıkan yükümlülük
255 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 208. 256 E. Tugendhat, Probleme der Ethik, s. 80. 257 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 209.
134
olmaksızın tutunamayacaktır. İyi idesi, temel bir koşuldur. İyi kavramına dayalı bir
ahlaki bakış açısı ve buna dayalı bir söylem-etik anlayış biraz zorlama olabilir; ama
böyle bir anlayış, ahlaki geleneğin dört anlayışına bağlı olarak anlamlı olacaktır.
Buna göre, Stoacı ve Hıristiyan anlayışı çerçevesinde, Kant tarafından ortaya
konulan, bütün insansal varlığa qua humanum olarak saygı göstermek; bu anlayışın
modern yorumu çerçevesinde, demokratik yönetimin haklarda eşitlik biçimini,
toplumsal alana ilişkin olarak ortaya koymak; ussal öznelerin kamusal sorunlarını
adalet anlayışı açısından düzenleme tasarımıyla bağlantılı olarak, aklın taleplerinden
kaynaklanan anlayışa yeni bir katkıda bulunmak; ve söylem etiğini, dilin insandaki
doğal yetenek olarak görülmesine dayandırmanın dışında, toplumun üyeleri olarak
tarafların karşılıklı bütünleme ve zenginleşmesine bağlamaktır.258
Adalet, kurallar çerçevesinde birbirleriyle etkileşime giren birey ve grupların
ortak yaşamlarını olanaklı kılma açısından, her biri için aynı şekilde iyi ve de adil
olanı ifade etmelidir. Bu açıdan, Habermas’a göre, pratik aklın etik ve ahlaki
kullanımı, ‘benim ya da bizim için’ ‘iyi’ olana ilişkin değerlendirici bir anlayışla
eylem maksimlerimizi diğerlerinin maksimleriyle nasıl bağlantıya sokabileceğimizi
gösteren, diğer deyişle iletişimsel eylemin uzlaşı yönelimli praksisi temelinde herkes
için aynı şekilde ‘iyi’ olanı ortaya koyabilecek tarafsız bir ahlaki bakış açısını
gerektirir. Dolayısıyla söylem etiği, deontolojik olarak ‘ne yapmalı?’ tipindeki
sorular yerine, ‘benim ya da bizim için iyi nedir?’ tipindeki adalet sorularına
yoğunlaşmalıdır.259 Bu açıdan, yaşam-dünyası ufku ve iletişimsel eylemin
uzlaşımsallığında biçimlenen ahlaki bilincin, normlara göre eyleme yeteneğini
gösteren bir pratik akıl, tarafsız bir ahlaki bakış açısı ve varsayılan koşullar temelinde
258 C. Taylor, “Die Motive einer Verfahrensethik”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlmann), s. 132-134. 259 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 55.
135
yürütülen bir pratik söylemde, eylem maksimlerinin bütün diğerlerinin maksimleriyle
ortak ilgisini göstermelidir. Dolayısıyla, iletişimsel eylemin öznelerarası tanınma
ilişkisinde biçimlenen bir ahlaki anlayış olarak pratik aklın bu yönelimi, adaleti, ne
salt mutluluk açısından bireysel eğilim ve güdülenimle, ne de yapılması gereken
açısından ilgi ve gereksinimleri yadsıyan aklın kendindeki yasasına boyun eğen
istemle bağlantıda ele almalıdır. Bu temelde ahlaki-pratik anlayış, her bir kişinin
ilgisinin diğer her bir kişinin ilgisiyle bağlantısında, her bir kişi için aynı şekilde iyi
olanı ifade edebilecek genelleştirilebilir bir ilginin olanaklılığı olarak anlaşılabilecek
bir adalet anlayışını, uzlaşı yönelimli söylem temelinde ortaya koymalıdır. Ancak,
Lyotard’a göre, sistemin ideolojisi karşısında günümüzde meşrulaştırma anlatıları
artık işlevsiz hale gelmiştir. Dolayısıyla, tartışımsal diyalogla evrensel bir uzlaşımı
sağlama çabası olanaksızdır. Bu nedenle, günümüzde uzlaşma, önemini yitirmiş ve
şüpheli bir değer haline gelmiştir; ancak adaletin hiçbir zaman önemi yitmeyecektir.
Bu nedenle, uzlaşma anlayışına bağlı olmayan adalet anlayışı ve pratiği ortaya
konulmalıdır.260 Bu anlamda, kapitalist ideolojiye bağlı biçilenmiş olan modern
toplumsal ve siyasal yapılar ve iletişim süreçleri açısından Lyotard’ın eleştirisi haklı
gözükmektedir.
Habermas’a göre, toplumsal ve siyasal yapının mevcut norm sistemi içerisinde
uzlaşı yönelimli olarak eyleyenlerin her birinin ilgi ve gereksiniminin
karşılanabildiği genelleştirilebilir ortak bir ilginin olanaklılığı, ancak ahlaki olarak
özerk ve yasalarla güvencelenmiş, aynı hak ve özgürlüklere sahip bireylerin gerçek
bir tanınma ilişkisi ve dayanışma duygusuyla ortaya konulabilir. Söylem-etiksel
ahlaki anlayış açısından bu, herkes için aynı şekilde doğru olanı ortaya koyan bir
260 J.F., Lyotard, Postmodern Durum, s. 141.
136
‘adil-iyi’yi ifade eder. Bu ise, ahlaki bilincin, ahlaklı kişilerin öz-kavrayışına bağlı
olmasını ifade etmektedir. Bu ahlaki bilinç, kişinin, ahlaki bilince sahip daha iyi bir
kişi olmasını sağlayan, diğer deyişle Aristotelesçi anlamda iyi kişinin iyi yurttaş
olduğu ahlaksal topluluğa karşılık gelir. “Böyle bir topluluğun üyeleri olarak
bireyler, birbirlerine karşı, her birinin diğerine ‘bizlerden biri’ olarak davrandığı, eşit
bir davranışı beklemektedirler. Bu bakış açısından adalet, aynı zamanda dayanışma
anlamına gelmektedir.”261 Ancak, üyelerinin gerçek bir dayanışma ve tanınma ilişkisi
gösterebilecek ahlaki-bilişsel gelişim olgunluğuna eriştiği böyle bir ahlaki topluluk
olanaklıysa, bu durumda siyasal bir adalet anlayışına da gerek olmayacaktır.
Habermas’a göre adaleti, normatif olarak düzenlenmiş toplumsal ilişkilerin
güvencesi olan ahlaka bağlayan sözleşme kuramları, dayanışma olgusu yerine
bireysel çıkarların normatif olarak nasıl temellendirileceği sorununa yönelir.
Böylece, ahlaki anlamda görev olan şey, haklar alanında bir yükümlülüğe dönüşür.262
Bu durumda, aynı haklara sahip kişilerin norm ve ilkelere çıkarları doğrultusunda
boyun eğmesi ve eylemesi rasyonel olarak görünür. Oysa her birinin iyiliğinin
gözetilmesi ve bakışımlı ilgisi açısından, kurallarla belirlenmiş bir etkileşime giren
tarafların karşılıklı yükümlülüklere sahip olması rasyonel olacaktır.263
261 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 209. 262 A.g.e., s. 192-193. 263 Habermas’a göre, adalet, bir uzlaşma öğesi olmaksızın düşünülemez. Aynı şekilde, 18. yüzyılın amaçladığı kozmopolit düşüncelerde, dayanışma öğesi de yer almaktadır. Bu düşünce, Schiller’in de ifade ettiği gibi, bütün insanların erkek ve kız kardeş olarak görülmesi biçiminde ortaya konuldu. Ancak burada ortaya çıkan ikilik, pratik söylemin iletişim biçimini de belirlemektedir. Buna göre, her doğal topluluğun sınırlarını aşkınlaştırması ve herkes için geçerli olanı ortaya koyması ve aynı zamanda sosyal dayanışmayı da sağlaması gerekir. Söylem-etiksel açıdan, bir taraftan, tarafların her biri argümantasyon sürecinde eleştirilebilir geçerlilik iddialarına yönelik “evet” ve “hayır”larıyla temsil edilemez nihai karar merci olarak bulunmaktadır. Diğer taraftan, kişilerin kendilerine özgü gereksinimleriyle bağlantılı olarak ortaya koyduğu yorumlar, herkesin katıldığı bir revizyon sürecine açıktır. Bu süreçte, her bir kişinin bir diğerinin ilgi ve yönelimine duyarlı olduğu uzlaşının karşılıklılığında, bireyselliğin toplumsal doğası ortaya çıkar. Ancak bu, Kant’ın Aristoteles’le uzlaştırılması anlamına gelmez. Söylem-etiği, adaletin bireyselci biçimde ortaya konulan modern kavramını, dayanışma anlayışı çerçevesinde ele almaktadır. Bu anlamda, ‘iyi yaşamın’ yapısal görünüşü, gerçekte somut bütünlüğü ifade eden her bir özel yaşam-biçiminin ve yaşam-öyküsünün
137
Sözleşme teorisinden farklı olarak Kantçı anlayış, adalet ve dayanışma
arasındaki ilişkiyi, akıllı varlık olarak kendi yasasını kendi koyan ve kendindeki
akıllı, dolayısıyla saygıya değer özden dolayı bir diğerini sadece araç değil aynı
zamanda amaç olarak görmek durumunda olan amaçlar krallığının üyeleri açısından
ele alır. Birbirlerini amaç olarak görmek durumunda olan yasa koyucu özerk ahlaki
bireyler, aynı zamanda koydukları bu yasalara tabi olarak eylerler. Bu anlamda,
Habermas’a göre, Kantçı ahlak, kamusal hukuk aracılığıyla bireyi yasa koyucu ve bu
yasalara bağımlı yurttaş olarak tanımlayarak özgürlük ve bağımlılık bütünlüğünü
sağlamak amacı gütmektedir.264 Ancak, maksiminin genel bir yasa olmasını isteyecek
biçimde eyleyen her bir kişi, eyleminin maksiminin diğer her bir kişi tarafından
istenilir olması açısından, diğerlerinin onayına ve bakışımlı ilgisine tabi kılmalıdır.
Dolayısıyla böylesi bir olanaklılık, uzlaşı yönelimli eylemin varsayılan ideal
koşulları temelinde yürütülen kamusal bir söylemde ortaya konulabilir. Diğer
yandan, Apel’e göre, adalet ya da iyi kavramı çerçevesinde ortaya çıkan temel sorun,
iyi yaşamın kolektif ve bireysel biçimde gerçekleştirilmesini ifade eden eski bir
problemi çözme çabasıdır. Bu anlamda, Kant da bir erdem-etiği kurmak ve bu
çerçevede bireysel mutluluk sorununu ele almak istemektedir; ama bu sorunu, ahlak
yasası aracılığıyla ortaya konulan evrensel bir bakış açısından ele almaz. Dolayısıyla
bireysel mutluluk sorunun evrensel anlayıştan bağımsız olarak ele alınışı, geleneksel
önceliğe sahip olan bu sorunun cevabının, adalet ilkesine göre ortaya konulan bir
deontolojik anlayış çerçevesinde ele alınması gerektiğini ifade etmektedir. Buna
rağmen Kant, somut bütünsel öz-gerçekleşime bağlı olan ve ahlaklılığın evrensel
toplumsallaşma açısından aşılmasını içermektedir. Söylem-etiği, metafizik-sonrası düşünmenin önertileri altında durmakta ve klasik etiklerin, kutsal-tarihsel veya kozmik adalet olarak sahip oldukları düşüncelere karşılık, dünya adaletinin sınırlarına bağlı olan dayanışmaya dayanır. J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 72-73. 264 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 211.
138
geçerli ilkesinden çıkarılabilen ödev ve erdemler sorusuna verilen yanıtta bir etki
bırakır. Bu anlamda Kant, kendisi tarafından formüle edilen ahlaklılığın biçimsel-
evrensel ölçeği ve bir yaşam-bütünlüğünün kişisel veya kolektif törelliğinin somut
genelliğine dayalı sorunu arasındaki bütünleyicilik ilişkisini tanımaz. Dolayısıyla bu
bütünleyicilik ilişkisinde, evrensel bir etiğin Kantçı kuruluşunun henüz çözmediği bir
problem söz konusudur.265
Her bir kişinin onuru ve kişiliğine yönelik eş-saygının karşılıklı ilgisi ve bir
başkasının iyiliğini gözetme tavrı, ancak varsayılan ideal iletişim koşulları temelinde
“gelenek-sonrasında kavranan adaletin, dayanışmayla birlikte söylemsel genel bir
istem-oluşumu idesinin ışığı altında dönüştürülmesiyle, herkesi bir noktada
birleştirebilir… (çünkü) bu idealleştirici dayanaklar olmaksızın hiç kimse,
engelleyici toplumsal yapılar altında her zaman uzlaşı-yönelimli biçimde
davranamaz.”266 Dolayısıyla Habermas’a göre, ayrıcalıklı ilişkiler ve çoğulcu
anlayışlardan oluşan bir toplumsal yapıda dilsel uzlaşımsallık temelinde etkileşime
giren taraflar için eşit haklara sahip olma anlamında tamamlayıcı olan ilke
iyilikseverlik değil, dayanışmadır. Rorty, dayanışma ilkesini ortak yaşam biçimi
içerisindeki bireylerin yaşamın bütünlüğüne karşı aynı ilgiyi göstermelerine
dayandırmaktadır.267 Bu çerçevede, bir ödev ahlakının yarattığı adalet düşüncesi,
dayanışma ilkesini farklı biçimde kavratacaktır. Bu nedenle burada,
…bütünlenen iki moment değil, daha çok aynı nesnenin ikili görünüşü söz
konusudur. Her özerk ahlak, iki görevi aynı temelde çözmelidir. Bu ahlak,
eşit haklara sahip olmayı ve her bir kişinin onuru karşısında bakışımlı
265 K.-O. Apel, Diskurs und Verantwortung, Das Problem des Übergangs zur postkonventionellen Moral, s. 165. 266 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik s. 71. 267 R. Rorty, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, s. 19.
139
saygıyı talep ederek, toplumsallaştırılan bireyliğin dokunulmazlığını
sağlamalı ve bir topluluğun üyeleri olarak bireylerin sosyalleşebilmelerini
olanaklı kılan dayanışmayı talep ederek, karşılıklı tanınmanın öznelerarası
ilişkilerini korumalıdır. Yoldaşlığa yaraşır dayanışma çerçevesinde
öznelerarası paylaşılan bir yaşam biçiminin bütünlüğünün korunmasıyla da
bağlantılı olarak adalet, temsil edilemez ve kendi kendini belirleyen
bireyliğin eşit özgürlüğüne dayanır. Ahlaki normlar, eşit bir başkası
olmaksızın korunamaz. Dolayısıyla bireyin eşit hakları ve özgürlükleri,
insanoğlunun ve topluluğun iyiliğiyle-refahıyla vardır.268
Bu anlamda, yaşam-dünyaları ufku ve iletişimsel eylemin uzlaşımsal etkileşimi ve
bakışımlı ilgilerinin dayanışmacı ilişkisi içinde toplumsallaşan bireyler, hepsi için
aynı şekilde iyi olanı ifade eden genelleştirilebilir normatif bir ilgiyi, öznelerarası
karşılıklı tanınma ilişkisinin aynı haklara sahip kişileri olarak yasalarla güvence
altına alınmış ve zorlamasız biçimde yürütülen kamusal bir söylem çerçevesinde elde
edebilirler. Ancak, diğer taraftan söylem-etiğinin dayanışmacı adalet ilkesi,
toplumsal taraflar arasında çıkar ve edinimlerin nasıl paylaştırılacağını ortaya
koymaz. Bu açıdan, Honeth’in de vurguladığı gibi, söylem etiğinin dolaylı olarak
işaret ettiği adalete ilişkin teorik problem, güterlerin paylaşımını değil, aksine sosyal
tanınma ilişkisinin yapısını göstermektedir.269 Ayrıca, herkesin aynı haklara sahip
olarak eşit biçimde görüldüğü varsayılan ideal söylem koşullarında, dayanışmacı bir
adalet anlayışı ortaya konulamayabilir. Çünkü benzer biçimde, modern adalet
kavramı da yasa önünde herkesin eşit olduğunu varsayan biçimsel bir eşitlik
anlayışını ortaya koymaktadır. Ancak bu anlamda, Bookchin’e göre, her bir kişi için
268 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 46. 269 A. Honeth, “Diskursethik und implizierter Gerechtigkeitskonzept. Eine Diskussionsbemerkung”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlmann), s. 191.
140
varsayılan eşit ve tam adalet açısından sorunlu olan nokta, bir kişiye tanınan biçimsel
eşitliğe karşın, herkesin doğal olarak eşit olmamasıdır. Dolayısıyla burada, fiziksel
ve zihinsel farklılıkları göz ardı ederek herkes eşit biçimde davranan bir ‘eşitsizlerin
eşitliği’ gibi bir anlayış ortaya çıkar. “Böyle bir eşitlik, topluluğun bireyler arasındaki
farklılıkları telafi etme sorumluluğunu ortadan kaldırarak topluluğun ortaklığını ve
dayanışmasını yadsır.”270 Dolayısıyla herkese aynı şekilde tanınan biçimsel haklar ve
iletişim koşulları temelinde, her bir bireyin ilgi ve yönelimini karşılayan, diğer
deyişle herkes için aynı şekilde iyi olanı ifade eden dayanışmacı bir normatif adalet
anlayışı sağlanamayacaktır.
2.5.3. Etik Normların Evrenselliği
Ahlaki bir anlayış açısından normların evrenselliği, ahlak ilkesinin herkes için
aynı şekilde geçerli olduğunu ifade eder. Bu anlamda, Habermas’a göre, Kantçı
ahlak anlayışından hareket eden söylem-etiksel ahlaki anlayış, eyleminin maksiminin
biçimsel olarak geçerli evrensel bir ahlak yasası olmasını isteyen özerk ahlaki Benin
bu talebini, öznelerarası uzlaşımsallık temelinde etkileşen bütün diğer Benlerin, her
birinin ilgisi açısından onaya tabi tutar.271 Bu onay, biçimsel olarak evrensel geçerli
olması istenilen normatif ahlak ilkesinin, yaşam-dünyası ufku içinde iletişimsel
olarak eyleyen bireylerin somut törel anlayışıyla dolayımlanmasını ifade eder.
270 M. Bookchin, Toplumu Yeniden Kurmak, Çev. Kaya Şahin, Metis Yayınları, İstanbul 1999, s. 247. 271 Habermas’a göre, bu noktada, ahlakın iletişim kuramı açısından anlamının ve ahlak ilkesinin söylem etiksel anlayışının, özne-felsefi önertiler altında gizlice sokulan bir bireycilikten kaçınması gerekir. Doğru eyleme ilişkin normatif sorular ve iyi yaşama yönelik değerlendirici sorular arasındaki ayrımdan hareketle indirgenen bireyselci kişi kavramına dayanıldığında, ortak yaşamın kamusal alanından bireylerin özel-alanına uyan ve daha dar bir biçimde ortaya konulan ahlak kavramı ortaya çıkar. Oysaki toplumsallaşan birey kavramını göz önüne alınınca ve iletişimsel olarak eyleyen öznenin karşılıklı tanınma yapısına yönelmiş ahlaki bakış açısına dikkat edince, özel ahlak ve kamusal adalet anlayışı prensipte artık ayrılamaz; ama sadece toplumsal organizasyon derecesi ve etkileşimin kurumsal arabuluculuğu açısından bir ayrım söz konusu olur. Bu anlamda, kişilerin ortak bir amacın gerçekleştirildiği topluluğun üyeleri olmaları nedeniyle birbirine saygı gösteren bireyler olarak, aynı biçimde ahlaki yükümlülük almaları gerekir. Dolayısıyla indirgenen bireyselci ahlak kavramı, monolojik bir biçimde uygulanan kategorik buyruğun olumsuzlayıcı bir yorumuna dayanmaktadır. J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 166.
141
Dolayısıyla evrensel olarak geçerli bir ahlak ilkesi olmasını istediğim maksimimin,
diğer her bir bireyin bakışından istenilir olup olmadığı, öznelerarası karşılıklı
tanınma ve bakışımlı ilgiler çerçevesinde yürütülen bir argümantasyon sürecinde ele
alınmalıdır. Çünkü ahlaki ilkeler, çoğulcu modern toplum yapısına bağlı olarak etik
yaşam yönelimleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu ilkeler, belirli bir tikel toplulukla
artık sınırlanmayan bir üyelik statüsü aracılığıyla biçimlendirilen bir sosyal kimliğe
dayanmalıdırlar. Bu ise, toplumsal bir ethos bağlamında ele alınan ahlak anlayışının
özelliğini belirler.272
Evrensel geçerli olan ve bütün taraflarca istenilir bir norm, bir diğerinin bakış
açısına zorlayan ve uzlaşı amaçlı yürütülen bir argümantasyon sürecinde elde
edilebilir. Bu anlamda, Habermas’a göre, aslında Kant, ahlaki yargılamada belli
etmeden kişinin kendi kendini bir başkasının yerine koyma savını işletir.273 Ancak,
Kantçı ahlakta, özerk bireylerin aşkın bir ön-anlaşmadan uzak durmaları, ahlaki
bakış açısının iletişim ortamına taşınmasını gerekli kılar. İletişim koşullarında
gerçeklik kazanan normların sınanma alanı yine iletişim ortamı olacaktır.274 Bu da,
uzlaşı yönelimli pratik söyleme dahil olan tarafların, eylem normlarının kabul
edilebilirliliği konusunda aynı yargıya ulaşabilmeleri olanaklılığını gösterir. Bu
olanaklılık, zamansal ve mekansal olarak sınırlanmamış varsayılan ideal söylem
koşulları, yani kamusallık, haklarda eşitlik, zorunluluksuzluk ve samimiyet temelinde
açığa çıkar.
272 A.g.e., s. 151. 273 Arendt’e göre, böyle bir savı Kant, ‘Yargı Gücünün Eleştirisi’nde ‘genişletilmiş zihniyet’ kavram çerçevesinde ortaya koymaktadır. Buna göre, içsel bir diyalogla kişinin kendi kendiyle uzlaşıya girmesi yeterli değildir. Dolayısıyla kişinin, kendini diğer herkesin yerine koyarak düşünebilmesi gerekir. Bu anlamda, yargı yeteneği, ‘ben’ ile ‘kendi’ arasında ortaya konulan bir diyalogdan ziyade başkalarıyla girişilen potansiyel bir anlaşmayı ifade eder. H. Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev. Bahadır Sina Şener, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 261-262. 274 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 214.
142
Habermas’a göre, iletişimsel eylemin uzlaşı yönelimli argümantasyon sürecine
katılan olanaklı bütün ilgililerin onayını alabilen normların geçerli olarak
görülmesiyle ulaşılan ortak yargı, farklı bir evrensellik anlayışını gerektirmektedir.
Çünkü iletişimsel eylemin öznelerarası uzlaşımsallığı temelinde ortaya konulan bu
“farklı duyarlılıktaki evrenselliğin gerektirdiği, herkese karşı eşdeğer saygı, ötekini
aynı yapmayan (nicht-nivellierend) ve ötekine resmi yollarla müdahale etmeyen bir
dahil ediş biçiminde kendini gösterir.”275 Dolayısıyla, bu temelde elde edilen etik
normlar, dıştan dayatılan düzenlemeler olarak değil, öznelerarası iletişimde
uzlaşımsal biçimde oluşturulmuş düzenlemeler olarak bir yaptırım gücü, diğer
deyişle evrensel bir geçerlilik içermelidir. Bu yaptırım, söyleme katılan bireylerin,
diğer deyişle geçerlilik iddialarına yönelme olanağını birbirlerine yükleyen tarafların
en iyi argümanın zorlamasına tabi olmaları biçiminde rasyonel bir rızada ortaya
çıkar. Bu durumda, farklılıklara duyarlı bir evrensellik olanaklı olabilir mi, tartışılır.
Karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgiler temelinde ulaşılan normatif ilkenin
evrenselliği, aynı zamanda tarafların karşılıklı yükümlülüğünü de içerir. Habermas’a
göre, öznelerarası biçimlenen bu yükümlülük, tarafların eyleminin ilkesini herkes
karşısında savunabilecek biçimde eylemesini gerektirir. Bu ise, ortak yaşama
sorununun, genelleştirilebilir ilgiler temelinde ve bütün taraflar için ‘aynı şekilde iyi’
olanın anlamını ifade edecek biçimde gerekçelendirilen normların normatif içeriğiyle
bir arada ele alınmasını gerektirir. Bu açıdan, söylem-etiksel normlar, olanaklı her bir
kişinin ilgisinin dikkate alınması açısından genelleştirilebilir ortak bir ilgiyi olanaklı
kılabilecek, iletişimsel eylemde bulunanların rasyonel olarak motive edilen bir ahlaki
bakış açısından ortaya konulması gerekir. Ahlaki sorular, salt kendileri için değil,
275A.g.e., s. 221.
143
eyleme rehberlik eden ilgilerle birlikte ortaya çıkarlar. Ahlaklılık, pratikte etkili
olmak için, bilişsel yarara katlanan somut törellikteki zararları telafi etmelidir. Hem
duruma özgü hem de durumdan bağımsız rasyonel güdülemeye ilişkin sorunlar,
ahlaki bakış açısıyla ortaya konulan hermeneutik çaba ve otoritenin
derinleştirilmesiyle çözülebilir.276 Çünkü “ahlaksal açıdan önem taşıyan soruları
değerlendirirken aldığımız bakış açısı, tüm ilgililerin iyi bilinen çıkarlarının tarafsız
bir biçimde gözetilmesine izin vermelidir; ahlaki normlar, doğru anlaşıldığında ortak,
genel bir çıkarı ortaya koyarlar.”277 Bu anlamda, aynı zamanda argümantasyon kuralı
olan söylem-etiksel ahlak ilkesi (E), olası her bir kişinin ilgi ve çıkarının
karşılanması için genel olarak kendine uyulmasından dolayı ortaya çıkan sonuç ve
yan etkilerin bütün taraflarca zorlamasız biçimde kabul edilebilmesi koşuluyla
evrensel geçerli olabilecek normu ifade eder. Ancak, bu evrensellik, söyleme katılan
bütün taraflarca onaylanan bir normdan kaynaklığından, sadece söyleme katılanları
kapsayacaktır. Diğer yandan, söylem-etiksel ahlak ilkesi, bağlamı aşan bir evrensel
normun olanaklı koşulunu göstermekle birlikte, pratikte her bir kişinin ilgi ve
yöneliminin nasıl karşılanabileceğini gösteremez.
Söylem-etiksel ahlak anlayışı temelinde Habermas, Squires’ın da belirttiği gibi,
Kant’ın bireyselci ahlak anlayışı yerine toplumsal ve evrensel bir ahlak anlayışı
ortaya koymak isterken, Kantçı aşkınsal bir biçimcilik anlayışına düşmektedir.278
Çünkü Habermas’ın birey kavramı toplumsal olarak inşa edilmiş bir özerk ben
kavramından oluşmakta ve bireylerarası tartışma süreci sonucunda ortaya çıkan
değerler mevcut ahlaki normlar ile kurumsal uygulamaları değerlendirecek biçimsel
276 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 190-191. 277 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 522. 278 J. Squires, “Deliberation, Domination and Decision-making”, Theoria: A Journal of Social&Political Theory, December 2008, 104-133.
144
ve evrensel bir ölçüt sunmaktadır. Söylem içerisinde elde edilen normların
geçerliliğinin normların içeriğinden çok çoğunluğun uzlaşımına bağlı olması,
Habermas’ın ahlak anlayışını da biçime bağlı bir normlar alanı kılmaktadır.
Söylemin taraflarının oluşturduğu sınırlı sayıda katılımcının üzerinde uzlaşmış
olduğu normların evrensel olarak uygulanabilirliği sorunu, Habermas’ı Kantçı bir
çizgi içerisinde, söylemin amacının evrenselleştirilebilir bir norm olduğu gerçeğiyle
üzerinde uzlaşılanın herkes için en iyi norm olduğu düşüncesine yaklaştırmaktadır.
Böylece, iletişimsel eylemin sonucunda elde edilen norm bir mutlak doğruya
dönüşmektedir.279 Bu durumda, böyle bir normun uygulaması da, ancak ideal bir
dünyada söz konusu olabilecektir.
279 D. Schlosberg, “Communicative Action in Practice: Intersubjectivity and New Social Movements”, Political Studies, 1995, 43, 291-311.
145
3. GENİŞLETİLMİŞ BİR AYDINLANMA PROJESİ OLARAK SÖYLEM
ETİĞİ
Kant’ın “insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan”280
yine kendi aklıyla kurtulabilme olanağı biçiminde ifade ettiği aydınlanma süreci
olarak modernleşme, Habermas için tamamlanmamış bir süreçtir. Çünkü başlangıçta
modernleşmenin temelinde yer alan özgürlük, bağımsızlık, eşitlik ve bireysellik gibi
değerler, öznel aklın kendini kamusal alanda açan ideolojik değerleri de olsa
olumludur ve henüz gerçekleştirilememiştir. Aklın, tarihsel gelişim sürecinde,
kendini, öz-bilincin soyut düşünümsel işleyişinin amaç-rasyonel ilişkisi içinde
gerçekleştirmesi, bu değerlerin toplumsal ve siyasal alanın praksisinde öznelerarası
nesnelleşmesini önlemiştir. Dolayısıyla yapılacak olan, aklın kökten bir yadsınması
değil, aksine aklın, dilsel uzlaşının iletişimsel etkileşimi temelinde biçimlenen bir
iletişimsel akıl olarak yorumlanması ve bu aklın öznelerarası uzlaşımsallığı
temelinde bu değerlerin yeniden oluşturulmasıdır.
3.1. İletişimsel Aklın İdeal Söylemi Bakımından Yararcı İlke ve Ödev Buyruğu
Toplumsal yaşamda ortaya çıkan ahlaki-pratik sorunları, iletişimin öznelerarası
etkileşimi temelinde çözmeyi amaçlayan iletişimsel akıl, gerçek bir uzlaşı sürecini ve
ideal bir konuşma durumunu varsayar. Konuşma ve eyleme yeteneğine sahip
toplumsal aktörlerin görüş alışverişini olanaklılığını ifade eden ideal söylem,
zamansal ve mekânsal olarak sınırlandırılmamışlık, kamusallık, katılım haklarında
eşitlik, zorunluluksuzluk ve samimiyet koşulları çerçevesinde, söyleme katılan tüm
tarafların gereksinim ve ilgilerini dikkate alacak genelleştirilebilir bir ortak ilgiyi
ortaya koyma olanaklılığını gösterir. Böylesi bir ilkenin olanaklılığı Habermas’a
280 I. Kant, Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt, Seçilmiş Yazılar, Çev Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 213.
146
göre, yararcılar için en büyük çoğunluğun en fazla mutluluğu ve refahı düşüncesi ve
çıkarların genelleştirilebilirliğinin sınanabilmesi iken, Kant için tüm ahlaksal
normların uyması gereken bir yasama ilkesidir.281 Bu açıdan, söylem-etiksel ahlaki
anlayış, her iki anlayışın ortaya koyduğu ilkelerde bütünlenmesi gereken bir eksiklik
görür: Yararcı anlayış, biçimsel olarak yetersiz içeriksel ilkeler verirken, ödev
anlayışı, biçimsel olarak genel geçerli olan ama içeriksel olarak boş ilkeleri ortaya
koyar.
Eylemin sonuçlarına ya da başarısına göre, daha doğrusu yarattığı bireysel haz ya
da toplumsal fayda açısından değerlendirildiği ahlak anlayışları çerçevesinde, hem
eylem sonuçlarının kestirilmezliği hem de farklı bireylerin haz ve mutluluklarının
sübjektif değeri ve karşılaştırılamazlığından dolayı bir nesnellik ölçütü sağlamanın,
diğer deyişle evrensel geçerli ahlaki ilkeler ortaya koymanın olanaklı olamayacağı
vurgulanır. Diğer yandan yararcılık, Patzig’e göre, salt sözcük anlamından (Lat.
‘utile’; Al. ‘nützlich’) türetildiği biçimiyle anlaşılırsa, yanlış bir düşünceyi
esinleyebilir; bir amaca yönelik araçtan başka hiçbir hedef ve amaç tanımamayı ifade
eder. Bu anlamda bir değer nihilizminden söz edilebilir. Buna karşın, yararcılığın da
tanıdığı temel değer, en geniş anlamda insansal mutluluğu amaçlamış olması
gösterilebilir.282 İnsansal mutluluğun temel değer olarak görüldüğü yararcı bir ahlak
anlayışında, kişisel çıkar ve hazzın, ortak refah ve mutlulukla dengelenmesi temel
sorun olarak görünür.
Amaç-araçsal teleolojik eyleme dayalı bir ahlak anlayışını ifade eden yararcı ahlak
anlayışı, ortaya konulan eylemleri, sonuçları itibariyle ilgili olan birey ya da kişilere
ne kadar yarar sağladığı açısından değerlendirir. Bu çerçevede, ahlaki yargıları, tutku
281 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 522. 282 G. Patzig, Ethik ohne Metaphysik, s. 53.
147
ve duygular üzerine kurmaya çalışan Humecu geleneği takip eden yararcı ahlak
anlayışı, kişisel haz ya da faydayı azamileştiren eylemi ahlaki olarak doğru kabul
etmenin getirdiği olumsuzluğu, eylemi en büyük sayıda kişiye genişleterek ortadan
kaldırmaya çalışır. Dolayısıyla kendi hazzı peşinde koşan bireyin genelin
mutluluğunu da artırmaya çalışmasının, diğerlerinin çıkarını arttırma çabasının aynı
zamanda onun kendi yararına olacağı biçimindeki çıkarın akılcılaştırılmasının bir
sonucu olarak ortaya çıkar.283
Ancak, böyle bir ahlak ilkesi temelinde hareket edilirse, kişilerde hazzın ya da
mutluluğun olanaklı en yoğun miktarının sağlanmasının amaçlanması durumunda en
az sayıda kişiye ulaşılabilinecekken, olanaklı en büyük sayıda kişinin hazzı ya da
mutluluğunun amaçlanması durumunda ise, en az yoğunlukta haz ya da mutluluk
elde edilecektir. Bireyin çıkar ya da hazzının azamileştirilmesi oranında, çoğunluğun
zarar ya da mutsuzluğunun artması yanında, çoğunluğun çıkar ya da mutluluğunun
azamileştirilmesi oranında, bireyin ya da azınlığın çıkar ya da mutluluğunun
asgarileşmesi de söz konusu olacaktır. Dolayısıyla, temelde çelişik olan Benthamcı
ahlak anlayışı, “aslında, iyiyi ve doğruyu azami sayıda azami mutluluk kavramı
çerçevesinde tanımlayabileceğimizi ya da tanımlayamayabileceğimizi; fakat onları
bu şekilde tanımlamadıkça anlamsız konuşuyor olacağımızı söyler.”284 Bu anlamda,
eylemlerin ölçütü ya da amacı olarak konulan aşkınsal bir iyi ya da mutluluk
anlayışına karşı, ahlaki ilke ve kuralları olgusal psiko-sosyal süreçlere indirgeyen
bilimselci bir tavır söz konusu olur.
283 P. Rosanvallon, Refah Devletinin Krizi, Çev. Burcu Şahinli, Dost Kİtabevi Yayınları Ankara 2004, s. 59. 284 A. MacIntyre, Ethik’in Kısa Tarihi, Çev. Hakkı Hünler-S. Zelyüt Hünler, Paradigma Yayınları, İstanbul 2001, s. 263.
148
Aşkınsal olana dayanmayan bilimselci bir tutumu yansıtan yararcı ahlak anlayışı
açısından olgusal olana dayanmayan ahlaki ilke ve kurallar, metafiziksel olarak
anlamsız ve boş olarak değerlendirilir. Dolayısıyla ahlaki ilke ve kurallara, olgusal
psiko-sosyal süreçlere dayalı bir nesnellik ve içerik kazandırılmaya çalışılır. Diğer
taraftan, ahlaki ilke ve kurallar kişisel duygu ve tutumlar açısından ele alındığı için,
ahlaki ilke ve kuralların ne doğru ne de yanlış olarak değerlendirilemeyeceği
duygucu bir bakış açısı söz konusu olur. Aslında, bu durum, MacIntyre’a göre,
modern doğa bilim anlayışına göre kurulmak istenen bir ahlak bilimi anlayışı
çerçevesinde, olan ve olması gereken ayrımına bağlı olarak, olgusal olana nedensel
ve işlevsel bir bakışın sonucu olarak, niyetli insani eylemler alanı olarak olması
gerekenin olgusallık ve işlevselciliğinin yitmesidir. Modern bilim anlayışı öncesi,
bütün olarak var olanlara teleolojik ve işlevsel bir bakış açısında “kişiler ve eylemler
dâhil iyi ya da kötü denmeye uygun her çeşit şey, aslında birtakım verili, kendine
özgü amaç ve işleve sahiptir. Bu nedenle bir şeye iyi demek, olgusal bir önerme
kurmak demektir.”285 Dolayısıyla, olan her şeyin özünde potansiyel olarak olması
gerekeni barındırdığı teleolojik bir işlevsellik temelinde, olgusal ve ahlaksal yargı ve
önermeler aynı şekilde doğru veya yanlış olarak kabul edilirler. Modern bilim
anlayışında ise, gerçekliğe yani olgusal olana nedensel bakıştaki teorik hesap
edilebilirlilik temelinde benzer olgulardan aynı sonuçların elde edileceği kestirimi
temelinde oluşturulan yargılar ya da önermelerin doğru veya yanlış olarak
değerlendirilmesi temelinde, işlevsellik ve uygulama söz konusu olur. Oysa kasıtlı ve
bu nedenle teleolojik olan insani eylemlerin belirsizliği nedeniyle, bu alana ilişkin
285 A. MacIntyre, Erdem Peşinde, Çev. Muttalip Özcan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2001, s. 97.
149
olgusal-nedensel bakış temelinde oluşturulacak ahlaki yargı veya önermeler, doğru
veya yanlış olarak benzer bir işlevselliğe ve uygulamaya sahip olamayacaktır.
Eylem ve politikaları, elde edilen başarı ve sonuçlarına göre değerlendiren yararcı
bir ahlak anlayışı, eylemlerin ve politikaların doğruluğunu bu sonuçlarla
ilişkilendirme anlamında pragmatik bir doğruluk anlayışını içermektedir. Ahlaki
eylemin faili olarak öz-çıkarcı ve bencil modern bireyin ahlaki doğruluk anlayışını
yansıtan böylesi bir doğruluk anlayışı, bu bireyin stratejik ve araç-rasyonel
eylemlerinin gerekçelendirilmesi için ahlaki ilke ve kuralları, toplumsal faydadan
ziyade kişisel başarı ve çıkar açısından değerlendirecektir. Dolayısıyla, birbirleriyle
kıyasıya rekabet eden taraflar tarafından “yalıtılmış ve gözü kara biçimde savunulan
bireysel çıkar bir noktada ekonomik güç olarak toplumsal egemenliğe dönüşür ve her
şeyi birleştiren ilkenin cisimlenişi olarak ortaya koyar kendini.”286 Bu anlamda, çıkar
ve zenginliğin ahlaki olarak gerekçelendirilmesiyle yüceltilmiş bir bireysellik
anlayışı ortaya konulur. Dolayısıyla böyle bir bireyselliğin, kendi çıkar ve ilgisinden
vazgeçip genelleştirilebilir bir ilgiyi olanaklı kılacak uzlaşı yönelimli bir eylemi
ortaya koyması zor olacaktır.
Toplumsal yararı, bireysel çıkarların toplamı olarak gören bireyselci yararcı
anlayış, herkesin kendi çıkar ve mutluluğunu en iyi bilebileceği şekilde özgürce takip
edebilmesi çerçevesinde ortak refah ve mutluluğun artacağını öngörmektedir. Ancak,
diğer yandan, “toplumun ideolojik temsilinin kurmaca atomu”287 olan modern
bağımsız bireylerin, kişisel çıkarı gözeten, sonuççu pragmatik bir ahlaki doğruluk
anlayışından, kişiler üstü, ortak yararı gözeten ahlaki ilke ve kurallar ortaya
koyabilecek ahlaki bir anlayış oluşturmaları sorun olacaktır. Ayrıca, pragmatik
286 T. W. Adorno, Minima Moralia, s. 191. 287 M. Foucault, Hapishanenin Doğuşu, Çev. M. Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara 2000, s. 286.
150
olarak eylemin doğruluğunu, elde ettiği başarı ya da ortaya çıkardığı kişisel fayda
çerçevesinde koşullara bağlı olarak ahlaki kabul etme, toplumsal yaşamda özerk
kişilerin özgür iradesinin bağlayıcı işleve sahip olabilecek ve ortak yararı gözetecek
evrensel geçerli ve bağlam-bağımsız normatif ahlaki kural ve ilkelerin zorlayıcılığını
ortadan kaldıracak ya da onları anlamsız kılacaktır. Örneğin ‘hırsızlık yapmak kötü
ya da yanlıştır’ gibi bir ahlak ilkesi, çalışmaktan kaçınan veya olumsuz ekonomik
koşullar nedeniyle iş bulmakta zorlanan kişinin, hırsızlık yaparak en büyük fayda ya
da kişisel çıkarı sağlayabilmesi durumunda kolaylıkla anlamsız hale
dönüşebilecektir. Diğer taraftan, toplumsal fayda açısından, ekonomi politikasına
uygun olarak yeraltı ya da doğal kaynakları en fazla sayıda kişinin refahını ya da
mutluluğunu arttırmak için uygunsuz biçimde işletme, gelecek nesillerin hakkını
gasp etme ve doğaya zarar verme anlamında olumsuz bir tavrı içerecektir. Bu
anlamda, eylemden elde edilecek fayda ya da başarının en fazla sayıda kişiye
genişletilmesi bu eylemi, ahlaki olarak iyi ya da doğru kılmayacaktır.
Pragmatik bir doğruluk anlayışı çerçevesinde, bencillik ve özgecilik arasında
salınan yarar ilkesi, ‘en çok sayıda kişiye en fazla hazzı ve mutluluğu sağlayacak
eylemi’ iyi eylem olarak belirlediğinden, eylemin sonuçlarının yarattığı haz ve
mutluluk oranında eylemin iyiliği ilkesi, bireysel haz ve istekler ile toplumsal
çıkarlar arasındaki uyum sorununu açığa çıkaracaktır. Habermas’ın yorumuyla,
“ilkesel olarak tikel çıkarlar arasında genelleştirici bir uzlaşmadan, henüz genel bir
çıkar otoritesiyle, yani tüm ilgililer tarafından ortak bir çıkar olarak kabul edilme
iddiasıyla donatılmış bir çıkar doğmuyor. Bu yüzden yararcılık, geçerli normların
tüm ilgililerden istedikleri zorlanmamış ve üzerinde düşünülmüş, rasyonel olarak
151
güdülenmiş onay uğrağını açıklayamaz.”288 Bu ise, bütün toplumsal tarafların
genelleştirilebilir ilgisinin olanaklılığı açısından bir fayda ve adalet sorununu
gündeme getirmektedir.
Her bir kişinin kendi mutluluğunu ve insanların bütünü için kolektif mutluluğu
elde etmeye çalışması konusunda Bentham’la uzlaşan Mill, onun niceliksel ve
niteliksel hazlara yönelik ayrım yapmamasını eleştirir. Mill, yararcılık anlayışını,
kültürel ve düşünsel incelikleri ve yetenekleri temele alan daha niteliksel boyuta
taşır. “Hoşnut bir domuz olmaktansa, hoşnutsuz bir insan olmak; hoşnut bir deli
olmaktansa, hoşnutsuz bir Sokrates olmak daha iyidir”289 diyen Mill, tensel hazları
yadsımaz, ama düşünsel ve tinsel hazların uzun vadede daha fazla yarar ve mutluluk
getireceğini ifade eder. Herkesin kendi iyiliği yanında diğerlerinin mutluluğunu da
amaçlarsa ancak dünyanın daha iyi olacağına inanan Mill, bireysel mutluluk ve
toplumsal yarar dengesini kurmaya çalışır: “Eğer birey ve toplumdan her biri kendini
özellikle daha çok ilgilendiren kısma sahip olursa, her biri kendine düşen hak payını
almış olur. Yaşamın başlıca bireyi ilgilendiren kısmı bireye ait olmalıdır, toplumu
ilgilendiren kısmı da topluma.”290 Bu anlamda, klasik yararcı anlayış toplumsal
birlikteliğin kaynağıyla değil, böyle bir birliktelikle elde edilen kazançların bireyin
mutluluğunu ve toplumun refahını daha da arttıracak biçimde nasıl
paylaştırılacağıyla ilgilenir. Ancak, bu durumda, Habermas’ın çok yerinde söylediği
gibi, bireysel çıkarların değişmesiyle birlikte, genel değerler birbirinden farklı
durumlar için de geçerli olur.291
288 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 522. 289 J.S. Mill, Utilitarianism, by Steve Thomas for The University of Adelaide Library Electronic Texts Collection, Nisan 1998 (www. utilitarianism. org/). 290 J.S. Mill, Özgürlük Üstüne, Çev. Alime Ertan, Belge Yayınları, İstanbul 2000, s. 101. 291 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 198.
152
Evrensel geçerlilik iddia eden ahlaki bir bakış açısından, eylemden ya da
dayandığı ilkeden hareketle elde edilecek fayda ya da başarının en fazla sayıda kişiye
genişletilmesi bu eylemi ya da ilkeyi ahlaki olarak iyi ya da doğru kılmayacaktır.
Çünkü “insan zevk ya da çıkar yüzünden iyi bir eylemde bulunduğu zaman motif
ahlaksal değildir.”292 Bu açıdan, bireysel eylemin ahlaki ölçütünü, eylemin yarar ya
da sonuçlarından elde etmeye çalışan sonuççu ya da yararcı ahlak anlayışlarının
aksine, eylemin ahlaki ölçütünü eylemden elde edilecek yarar ya da sonuçlara
bakmaksızın eylemi önceleyen niyetin niteliğine göre belirleyen ödev ahlakı, ahlak
anlayışını, haz ya da mutluluk gibi ampirik ya da olgusal koşullu nedenlerden
türetilen içeriksel ilkeler yerine, olgudan bağımsız, koşulsuz, salt aklın kendisinden
türetilebilme olanaklılığına sahip, genel geçer, normatif biçimsel ilkelere
dayandırır.293 Dolayısıyla, ödev ahlakının sistematik temellendirmesini ortaya koyan
Kant, kendinden önce öz-çıkarcı ve bencil olarak nitelenen belirli bir insan doğası
tasarımına dayanan ahlakı, ussal varlık olan insanın aklının doğasının analizinde
ortaya konulan evrenselleştirilebilir ve normatif buyruklar temelinde rasyonel
biçimde kurmaya çalışır. Bu anlamda, duygu ve tutkuların olasılı nedenlerine
dayandırılan ampirik bir ahlak anlayışına karşı, olasılı duygu ve tutkulardan
arındırılmış, saf aklın kendinde türettiği pratik olarak koşulsuz, kesin buyruğa dayalı
292 I. Kant, Ethica -Etik Üzeirne Dersler, Çev. Oğuz Özügül, Pencere Yayınları, İstanbul 2003, s. 89. 293 Taylor’a göre, Kant, ahlaki akıl ve yararcı değerlendirmeler arasında görünen nitelikli bir ayrımın olmadığı yararcılığın bütün görünümleri açısından, motifler hiyerarşini bütünüyle reddettiğini ileri sürmektedir. Aynı nedenlerden kaynaklı yararcı özgürlük kavramı, yeterince radikal değildir. Bu kavram, doğanın hiyerarşik olarak anlaşılan düzeninin reddini içermektedir; ama yalın olgusal eğilimlerden dolayı, istemin bağımsızlığını gerekçelendiremez. Dolayısıyla Kant, her iki yetersizliği ortadan kaldırmaktadır. Buna göre, ahlaki olarak eyleme, yararcı değerlendirmelerden daha üstte bulunan bir motifle eylemeyi ifade eder ve bu motif, yöntemsel biçimde tanımlanır ve olgusal amaçlardan bağımsız, daha güçlü temel bir özgürlük kavramı için koşul sunar. C. Taylor, “Die Motive einer Verfahrensethik”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlmann), s. 118.
153
rasyonel bir ahlaklılık amaçlanır. Bireysel eylemin olanaklılığı ve sorumluluk ilkesi
de, bu ahlak anlayışı temelinde oluşturulur.294
Kant için çıkış noktası, akıl sahibi insan ve onun ahlaki kişiliğiyle birlikte
oluşturmak durumunda olduğu dokunulamaz insanlık onurudur. Çünkü “Tanrı insanı
bir doğa varlığı olarak yaratabilir (demiurgus); ama haktanırlık, iyilik ve kutsallık
ilkelerine sahip bir ahlak varlığı olarak yaratamaz –onun, en başından başlayarak
kendi kendine öyle olması gerekir.”295 Dolayısıyla insan, kendi aklı önünde geçerli
olarak görmediği, haklarını kabul etmeyen veya kendini bizzat temsil etmeyen hiçbir
otoriteye boyun eğmemelidir. Akıl yeteneği, bu akıldan yararlanan ve özerkliğini
sağlayan insana aynı zamanda ödevler yüklemektedir. Ödev, kendinde verili bir yasa
karşısında bireyin öz-yükümlülüğünü ifade eder. Bu nedenle insan, bir taraftan doğal
ve duyusal yanıyla zaman içerisindeki varoluşların olasılı alanına bağlı biçimde
eylemlerinin dıştan belirlemesine bağlı olarak yaderklik içinde bulunurken, diğer
taraftan düşünsel yanıyla eyleminin ilkesini kendi belirleme, yani kendi yasasını
kendi koyma anlamında iyi bir isteme belirlenimine sahip özerklik içinde
eylemektedir. Bu anlamda birey, gereksinim ve ilgilerini göz ardı ederek, diğer
deyişle akıldan kaynaklı ahlak yasasına göre eylemek durumundadır.296
294 Habermas’a göre, Kant, ahlaki normların genel geçerliliğini pratik aklın yasalarının evrenselliğiyle ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, kategorik buyruk, her bireyin önerilen bir normun genel onayı hak edip etmediği, yani yasa olarak kabul edilip edilmeyeceğini sınayabileceği bir düzenleyici ilke olarak tasarlanır. Diğer yandan, Mead, Kantçı anlayışa bağlı olarak ahlaksal normların neden genel bir toplumsal geçerlilik iddia edebildiklerini, toplum kuramsal açıdan açıklamaya çalışır. Kantçı anlayışı dönüştüren Mead’e göre, ahlaki yargıların genellik niteliği kazanması, tüm topluluğun tutumunu, tüm akıllı varlıkların tutumu olarak görülmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla birey, ötekilerle ilişkileri içerisinde kişi olur. Bu açıdan, bireylerin eylemi, hem içeriği hem de biçimi açısından toplumsal bir amacı ortaya koymalıdır. Dolayısıyla toplumsallık, etik yargıların nedenidir ve ahlaki açıdan, bir duruma ilişkin olarak herkesin akılcı bir değerlendirme yapabileceğini ve karar verebileceğini ifade eder. J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 522-523. 295 I. Kant, Fragmanlar, Çev. Oruç Aruoba, Altıkırkbeş Yayın, Birinci Baskı, İstanbul, s. 23 (22). 296 Patzig’e göre, Kantçı etiğin merkezi kavramı kategorik buyruk, herhangi bir belirli amacı öngörmeksizin koşulsuz biçimde geçerli olmayı ifade etmektedir. Bu çerçevede insan, kendi eyleminin yasasını kendinde veren ussal varlık olarak özgürdür. Ama, genel bir yasa olarak kullanılamayacak kendi kendinde bir yasa verme, yasa- olmayan bir yasanın verilmesini ifade eder ve
154
Akıl sahibi varlık olarak kişinin istemesinin özerkliğinden doğan yükümlülüğün
getirdiği ödev, kendine ve diğerlerine karşı sorumluluklar olarak açığa çıkar. Bu
anlamda, “insanın kendine karşı ödevlerine ilişkin ilke kendi çıkarlarından değil,
kendine değer biçmesinden ileri gelir, yani davranışlarımızın insanlık onuruyla uyum
içinde olması gerekir.”297 Bu uyum, kişinin davranışlarının nedeni olan eğilimler ve
bu eğilimlere boyun eğdiren, insanlık onurunu gözeten ahlak yasasıyla sağlanır.
Çünkü “eyleme ahlaksal bir değer verebilen şey, ne korku, ne de eğilimdir; yalnızca
yasaya saygı güdüsüdür.”298 Kişideki yücelik ve değerlilik, onun ussal varlık olarak
kendi koyduğu yasaya boyun eğmesi bakımından açığa çıkar. Bu açıdan, ussal doğa
varlığı olarak saygıya değer özünden dolayı kişi, hem kendi kişisinde hem de bir
diğerinin kişisinde insanlığa saygı duyar. Ancak, iletişim kuramı ve söylem-etiksel
anlayış açısından bu saygı, belirli bir öznelliğin ya da bireyselliğin öz-
düşünsemesinin içsel monologsallığında ortaya konulduğundan, bütün diğerlerinin
bakışımlı bir öz-saygısını ifade etmez.
Eyleyen kişinin sırf araç değil de amaç olmasını sağlayan, ussal bir varlık olarak
kendisini aynı zamanda bir yasa koyucu olarak görmesidir.299 Çünkü “insanlığın
değerliliği, -koyduğu yasaya aynı zamanda boyun eğmesi koşulu varsa da- genel
bu, ussal varlığa layık olmayan bir tezattır. Öyle ki Kant, insanın akıllı varlık olduğu gerçeğinden, kategorik buyruğa riayet etme yükümlülüğünü türetir. Eğer bu öğreti doğruysa, bu açıdan biz, bizzat hiçbir ahlaki kavramı varsaymayan eylemlerin törel değerinin bir ölçütüne sahip olurduk; çünkü bir kuralın genelleştirilmesi olanaklılığı düşüncesi yeterli olurdu. G. Patzig, Ethik Ohne Metaphysik, s. 56-58. 297 I. Kant, Ethica -Etik Üzeirne Dersler, s. 138. 298 I. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İoanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1995, s. 58. 299 Taylor’a göre, Kant’ın ortaya koyduğu başlıca kazanım, insanı ussal varlık olarak kavraması ve böylelikle bağlanılan düzeyin bütün diğerlerinden daha yüksek değer olarak görülmesidir. Bu açıdan, ‘doğa’nın, ‘telos’un ve ‘iyi’nin mantığının teorik biçiminden kaçınılmadığı, aksine bu biçimlerin kaydırıldığı anlaşılır. Kant için biz, ussal eyleyen öznelerizdir. Bu kavrayış, Aristoteles’in insanı akıllı havyan olarak nitelendirdiği öznenin ‘ergon’un hayvansal varoluşuyla hiçbir ilgisinin olmayan, belirli bir yöntemin ussallığını göstermekle ilgili olması açısından ayrılır. Özgürlükle anlamdaş olan bu öncelik, tamamında ussal ilişkide mutluluğun amaçlandığı kazanımın ölçütüne göre en yüksek iyiyi temsil eder. C. Taylor, “Die Motive einer Verfahrensethik”, Moralität und Sittlichkeit (Wolfgang Kuhlmann), s. 119.
155
yasa koyucu olma yeteneğinde bulunur.”300 Bu anlamda, eğilim ve eylemlerini ahlak
yasasına göre kısıtlayan kişi, insanlıkla uyumlu olma bakımından alçakgönüllü bir
kişiliğe sahip olur. Dolayısıyla, “insanlık onuruna dayalı ahlaksal değer biçişin
temeli hiçbir zaman kendini başkalarıyla değil, sadece ahlak yasasıyla karşılaştırmak
olmalıdır.”301 Bu açıdan, insanın ahlaki değerinin ahlak yasasına göre belirlendiği
böyle bir anlayış, kişinin kendi kendinde yasa koyabilme yeteneğine bağlı olarak
kendine mutlak değer biçtiği yüceltilmiş bir bireysellik ve öznellik anlayışına karşılık
gelecektir. Bu durum, diğerleriyle yürütülen karşılıklı bakışımlı ilgi ve yönelimler
çerçevesinde ortak değerlerin oluşturulması ve farklılıklara duyarlı bir evrenselliğin
yaratılmasını engelleyecektir.
Diğer yandan, insan olarak kişinin kendine ilişkin ahlaksal değerini açığa çıkaran
ahlak yasası, aynı zamanda onun kendine ve diğerlerine karşı ödevlerini de
biçimlendirir. Dolayısıyla, kendi eğilimlerini ve eylem sonuçlarını hesaba
katmaksızın sorumlu biçimde davranacak kişi, eyleminin öznel ilkesinin aynı
zamanda genel bir yasa olmasını isteyebilecek şekilde eylerse, eyleminin bu öznel
ilkesi kendi istemesiyle birlikte genel bir doğa yasası olmuş gibi eylemde bulunmuş
olacaktır. Ancak, bu anlamda bireyden, sanki yalnız yaşıyormuş gibi eyleminin
ilkesini bir başına ortaya koyması istenir. Çünkü ahlaklılık, ortak bir yaşamı
düzenleme gerekliliğini değil, daha çok kişisel bir yetenek ve nitelik olarak görülür.
Dolayısıyla söylem-etiksel ahlak anlayış, kategorik buyruğun bu tek yanlılığını,
yaşam-dünyası ufkunda iletişimsel olarak eyleyen özerk ahlaki bireylerin karşılıklı
tanınma ilişkisi ve bakışımlı ilgisinde her birinin onayına tabi tutarak aşmak ister.
300 I. Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, s. 58. 301 I. Kant, Ethica -Etik Üzeirne Dersler, s. 141.
156
İletişimsel eylemin uzlaşı yönelimli öznelerarası ilişkisi temelinde paylaşılan bir
yaşam-dünyası ufkunda eyleyen bireyler, bir şey üzerinde birbirleriyle anlaşmak için
karşı karşıya geldiklerinde aynı haklara ve yargılama yetisine sahip kişiler olarak
birbirlerini karşılıklı tanımalıdırlar. Bu tanınmadan doğan yükümlülük temelinde
hareket eden taraflar, eylemlerinin geçerlilik iddialarını birbirinin bakışımlı ilgisinin
denetimine tabi tutarlar. Dolayısıyla eyleminin maksiminin genel bir ilke olmasını
isteyen, bu maksimin diğerleri tarafından istenilmeye değer olup olmadığını, uzlaşı
yönelimli yürütülen iletişimsel aklın ideal söylemi içerisinde birbirlerinin onayına
sunarlar. Bu anlamda, taraflar, aynı haklara sahip kişiler olarak her birinin ilgisi ve
gereksiniminin karşılanması açısından genel bir ilkenin uygulamasıyla ortaya çıkan
sonuç ve yan etkilerin, hepsi tarafından zorlamasızca kabul edilebildiği
genelleştirilebilir ortak bir ilgiyi sağlamalıdırlar. Aslında, söylem etiği, Patzig’in de
ifade ettiği şeyi, diğer deyişle yararcı ve ödev ahlakının birbirini bütünlemesini
amaçlamaktadır. Buna göre, insanların birlikte yaşaması ve çalışmasını olanaklı kılan
kategorik buyruklar vardır. Çünkü birey, başkasının iyiliği için araç olarak feda
edilmeyeceğine güvenebilmelidir; kişi olarak kendine saygı gösterilmesinden emin
olmalıdır. Dolayısıyla her birlikte yaşamanın biçimsel koşulları, kategorik buyruk
aracılığıyla sağlanır; ama ortak bir etki ve eylemin içerik ve hedefi, yararcılığın
ölçütleriyle birlikte, ödev etiğinin ahlaki değeriyle denetlenebilir. Bu açıdan, yararcı
içeriksel bir etik de, kategorik buyruğa ihtiyaç duyar.302 Bu anlamda söylem etiği, her
iki anlayışın eksiklerini giderecek bir ahlaki bakış çerçevesinde, her bir kişinin ilgi ve
yöneliminin karşılanması açısından genelleştirilebilir ilgiyi olanaklı kılan bağlamsal
ve evrensel ilkelere ulaşabileceğini iddia eder.
302 G. Patzig, Ethik Ohne Metaphysik, s. 60-61.
157
3.2. Söylem Etiksel İlke Bakımından Kişisel Çıkar ve Sorumluluk
Toplumsallaşma aracılığıyla bireyselleşme anlayışından hareket eden söylem-
etiksel ahlaki bakış açısı için, egonun ilişki kurduğu benlik iletişimsel gündelik
yaşam pratiği içerisinde tanıdığı benliktir. Bu anlamda, Habermas’a göre, kendi
kendine karşı başkasının tutumunu alma yeteneği kazanan birey, bir arada eylediği
kişilerin ilgi ve yönelimleri açısından, kendi ilgi ve yönelimlerine karşı eleştirel
olarak da bakabilme anlayışına sahip olur. Dolayısıyla iletişimsel eylemin
öznelerarası tanınma ilişkisi temelinde düşünsemeli bir pratik öz-bilince sahip olma,
diğer deyişle kendi kendiyle düşünümsel bir ilişki içine girmesi, bireyin sorumluluk
sahibi oluşunu temellendirmektedir.303 Bu nedenle, kişisel çıkar ve sorumluluk,
iletişimsel olarak eyleyen öznelerin karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgisi açısından
ele alınırsa, her bir birey, kendi ilgi ve yönelimleri çerçevesinde eylerken, bir
diğerinin ilgi ve yönelimlerini de gözetecek biçimde eylemesi bakımından kendi ilgi
ve eylemlerinin sorumluğunu üstlenmek durumunda kalacaktır. Çünkü “kendi
yasalarını kendi koyan ahlaki yaratıkların topluluğu dendiğinde, hak ve ödevler
dilinde normatif düzenlemelere ihtiyaç duyan tüm ilişkiler anlaşılmaktadır; ama
sadece bu topluluğun üyeleri karşılıklı olarak birbirlerini ahlaki olarak bağlayabilir
ve birbirlerinden normlara uygun davranışlar bekleyebilirler.”304
Eylemin merkezine özerk ahlaki kişiyi koyması açısından Kantçı ahlak
anlayışından hareket eden söylem-etiksel ahlaki anlayış, ilgi ve yönelimler açısından
kategorik buyruğa göre eyleyen, diğer deyişle öz-düşünsemesinin monolog ilişkisi
içinde maksiminin aynı zamanda genel bir ilke olmasını isteyecek biçimde eyleyen
kişiyi, uzlaşı yönelimli iletişimsel eylemin diyalog ilişkisi çerçevesinde bütün diğer
303 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 502-503. 304 J. Habermas, İnsan Doğasının Geleceği, s. 54-55.
158
kişilerle bağlantıya sokar.305 Kantçı açıdan, kişinin ilgi ve sorumluluğu, kendi
kişisinde ve diğer her birinin kişisinde salt araç olarak değil, aynı zamanda amaç
olarak görecek biçimde eylemek durumunda olması açısından ortaya koyduğu eylem
ilkesince belirlenir. Bu anlamda kişi, özündeki ussal-doğadan, diğer deyişle yasadan
dolayı olarak herkese saygı duymak durumundadır. Dolayısıyla bu tutum, ilgi ve
yönelimleri açısından eyleyen kişinin niçin ahlaki olması gerektiğini de ortaya koyar.
Ancak, bu tek taraflı yükümlülük ve saygı, iletişimsel eylemin uzlaşı yönelimli
ilişkisi içinde, karşılıklı bir yükümlülük ve bakışımlı bir öz-saygı olarak
açındırılabilir. Çünkü Habermas’a göre, kişisel ilgi ve sorumluluk açısından hiçbir
norm kişinin kendi başına, kişisel olarak yerine getirdiği bir iç konuşmada
temellendirilemez ve uygulanamaz. Bu nedenle, bireysel olarak genelleştirilen bir
öznel ilke, başkaları için ahlaki yükümlülükler olarak gösterilemez.306
Bireysel çıkar ve sorumluluk açısından bireyler, iletişimsel aklın uzlaşı yönelimli
iletişimsel eylemi temelinde biçimlenen bir yaşam-dünyası ve biçimsel aklın başarı
ve strateji yönelimli amaç-araçsal işleyişiyle biçimlenmiş bir sistemle karşı
karşıyadır. Dolayısıyla bir arada yaşayan bireylerin her birinin ilgi ve yönelimi
açısından, etik rasyonellik tekil bireylerin amaç-rasyonel stratejik eylemine
dayandırılırsa, Apel’in söylediği gibi niçin ahlaklı olmalı sorusu yanıtsız
kalmaktadır. “Tekil aktörlerin amaç-rasyonel (araçsal-stratejik) olarak hesap edilen
öz-çıkarı ya da ilgisinin ahlakiliği, eğer ‘niçin ahlaki olmalı?’ sorusunun cevabı öz-
305 Apel’e göre, ‘niçin ahlaki olmalıyım?, örneğin diğer insanlarla birlikte dayanışmacı bir bağlılık içinde sorumluluk üstlenmeliyim?’ sorusuna söylem etiğinde verilecek cevap, Kant’ın aşkınsal sorgulamasının bir dönüşümünden ve radikalleştirilmesinden ortaya çıkacaktır. Bu sorgulamada Kant, başlangıçta yalnızca teorik akla (geçerli bilginin olanaklılığının koşullarına) dayanabilmekteydi. Buna karşılık, pratik aklın gerçekliğini ve ahlak yasası altında, özgürlüğün özerkliğin ve tabi olmanın birliğini, ‘aklın apaçık olgusu’ olarak iddia etmekteydi. Ama bu olgunun apaçıklığından ya da kesinliğinden, başlangıçtan itibaren analitik felsefede her zaman şüphe edildi. Evrensel geçerli bir ahlak yasasının altında isteme boyun eğme, en azından gizlice, tanrısal bir yasa koyucunun varoluşu varsayılırsa gerçekte anlamlı olurdu. K.-O. Apel, Diskurs und Verantwortung, s. 173. 306 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 119.
159
ilgi (Plâtoncu ve Aristotelesçi anlamda mutluluk ilgisinin) tanımında varsayılırsa
türetilebilir; ama öz-ilginin ahlakiliği, saf araçsal bir aklın (Luther ve Hobbes’tan
stratejik oyun-teorisine kadar) yeni çağcıl koşulları altında ele alınırsa
türetilemez.”307 Çünkü öz-ilgi ya da çıkara dayalı olarak stratejik biçimde eyleyen
bireyler, kendi eylemenin başarısı açısından, diğerlerinin ilgi ve gereksinimleri
görmezden geldiği gibi, amaç-araç ilişkisi çerçevesinde şeyleştirilen insansal özü
nedeniyle, ortak yaşamı olanaklı kılan her türlü sorumluluktan da kaçınacaktır.
Dolayısıyla “yalnızca iletişimsel rasyonellik teklerin hesap edilen öz-çıkarları
ötesinde a priori olarak kural ve normları varsayar; buna karşın stratejik rasyonellik,
insanlar arasındaki işleyişi, araçsal-teknik eylem rasyonelliğinin karşılıklılığında
gerekçelendirir. Bu nedenle, etik için yeterli hiçbir temel ortaya koymaz.”308
Yaşam-dünyası ufkunda, kendi ilgi ve yönelimleri çerçevesinde iletişimsel
eylemin uzlaşı yönelimli pratik söylemine katılan taraflar, eylemlerinin geçerlilik
iddiaları açısından karşılıklı bir beklenti ve yükümlülük içine girerler. Bu anlamda,
Habermas’a göre, geçerlilik iddialarının yönlendirdiği eylemlerini değerlendirebilen
bireyler eşit hakkı ve dayanışmayı ödev olarak görebilir; ancak bu normatif
yükümlülükler, yaşam sınırlarını belirleyemez.309 Dolayısıyla bu yükümlülükler,
çoğulcu modern toplumlarda, uzlaşı yönelimli kamusal bir söylem temelinde
kurumsallaştırıldığı oranda yaşam-dünyasının sınırlarını ortaya koyacaklardır:
Bu temelde, argümantasyonun genel koşullarından evrensel bir ahlakın
içeriğini türeten söylem etiği, ahlakın ortak bir kökünü de
gerekçelendirebilir: Söylemler, uzlaşı yönelimli eylemde adeta
refleksiyon biçimi olarak yerleşmiş bulunduğundan, toplumsallaşan
307 K.-O. Apel, Diskurs und Verantwortung, s. 7-8. 308 A.g.e., s. 60. 309J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, s. 18.
160
bireylerin yaralanabilirliliklerini borçlu oldukları dilsel aracılıkla
sağlanan etkileşimin aynı ortamında, bu derine yerleşen zayıflıkların
ahlaki ödünlemesi için merkezi bakış açıları da elde edilebilir. Pragmatik
nitelikleri dolayısıyla söylemler, her bir tekin ilgisi çerçevesinde, her
birini bütünün işleyişiyle bağlayan sosyal bağı parçalamaksızın kalabilen
türden bir istem oluşumunu olanaklı kılarlar.310
Bu istem oluşumu, aynı zamanda söyleme katılan olanaklı bütün tarafların ilgi ve
yönelimlerini dikkate alma açısından, genelleştirilebilir ortak bir ilgiyi olanaklı kılar.
Ancak, böyle bir istem oluşumu her ne kadar biçimsel söylem koşulları temelinde
olanaklı olsa da, olgusal olarak toplumsal ve siyasal alanda uygulanabilir gözükmez.
3.3. Bireysel Çıkar ve Ortak Yararın Söylem Etiksel Uzlaşı Olanaklılığı
Sözleşmeye dayandırılan modern toplumsal ve siyasal yapı, bireysel çıkar ve
ortak yararın uzlaştırılabilme olanaklılığı üzerinde biçimlenir. Bu anlamda, siyasal
hak ve ortak yararı gözeten cumhuriyetçi anlayış ve bireysel hak ve tikel çıkarları
temele alan liberal anlayış karşı karşıya gelir. Bu noktada, Habermas’a göre,
sözleşmede ortaya konulan akılsal rızanın niteliğine yoğunlaşan söylem-etiksel
ahlaki anlayış, her iki bakışın olumlu yanlarını dikkate alarak, bireysel ve ortak ilgi
ve yönelimleri, iç ve dış baskılardan arındırılmış, kamusal olarak genişletilmiş ve
olanaklı bütün tarafların eşit biçimde katıldığı uzlaşı yönelimli yürütülen rasyonel bir
söylem temelinde ele alır. Çünkü toplumu oluşturan taraflar açısından yasa
karşısında eşitlik, temel ve sosyal haklar bakımından bireysel çıkar ve ortak yararın
uzlaşı olanaklılığı, her bireyin ilgisinin tatmini için genelleştirilebilir bir yararı dile
getiren ve bu nedenle bütün ilgililerin onayını sağlayabilen normlar temelinde
310 A.g.e., s. 71-72.
161
sağlanabilir.311 Ancak diğer yandan, “insan yaşamının mevcut koşulları altında insan
faillerin sahip olabilecekleri her tercihin tatmin edilebileceğini ya da farklı faillerin
tercihleri arasındaki tüm çatışmaların barışçıl ve rasyonel bir şekilde çözüleceğini
düşünmek gerçekçi görünmüyor.”312
Bireysel çıkar ve ortak yarar açısından toplumsal yaşamın olanaklılığını ortaya
koymak amacıyla tasarlanan geleneksel sözleşme modelinde amaç, tarafların
rızasının akılcı nedenlerini ortaya koymaktır. Bu noktada, burada “sözleşmeyi, esas
olarak fiili ya da varsayımsal bir uzlaşma değil, insanların ahlak bakımından eşit
olmalarıyla ilgili belli ahlaki öncülleri değerlendirmemizi sağlayan bir araç olarak
görmeliyiz.”313 Bu düşünsel araç yardımıyla “bu koşullarda yapılması gereken, sahip
olunan konum ne olursa olsun, diğer tüm durumlarda olandan daha iyisinin
yapılacağı bir toplum tasarlamaya çalışmaktır.”314 Bu açıdan, kargaşa, düzensizlik ve
kaosu ifade eden doğa durumundan (Hobbes), insanların kendileri için yararlı ve en
iyisinin ne olabileceği tasarısı veya kötüye giden toplumsal bir yaşamdan
(Rousseau), ortaya çıkan kötülükleri savuşturup, herkes için yararlı ve iyi olabilecek
311 Habermas’a göre, kapitalist üretim biçiminin yerleşmesine bağlı olarak ekonomik sistem, politik ve kültürel sistemden belli oranda ayrışmıştır. Buna bağlı olarak da, geleneksel anlayıştan belli oranda kopmuş ve stratejik eylem normlarına göre düzenlenmiş rasyonel doğal hukuka ve biçimsel ahlaka dayalı bir burjuva özel hukuk ilişkisi ortaya çıkabilmiştir. Bu biçimsel ahlak anlayışı, tikel kişileri arasındaki ahlaki ve hukuki normlarla belirlenen ilişkiyle sınırlı kalmakla beraber, burjuva ulus devleti için belirleyici olan ‘insan’ ve ‘yurttaş’ arasındaki çelişkiyi, baştan beri içinde barındırmaktadır. Ulusal devlet yapılarına bağlı olarak ortaya çıkan doğal durum, evrensel bir ahlak anlayışı çerçevesinde ortaya konulan temel ilkelerden etkilenmek durumundadır. Ancak, politik güce etki eden bu evrenselciliğin, dünya imgelerinden bağımsız, ideolojik meşrulaştırmaları sorgulayacak ve tüm pratik ve şiddet ve ilişkilerini temellendirebilecek, akılcı söylemin temel normlarıyla temellendirilebilir bir iletişimsel etik biçimini alması gerekir. J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 549-550. 312 R. Geuss, Eleştirel Teori, Çev. Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2002, s. 30. 313 W. Kymlıcka, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2006, s. 85. 314 M. Ruse, “Evrimci Etiğin Savunusu”, Etiğin Doğal Temelleri (Jean-Pierre Changeux), Çev. Nermin Acar, Doruk Yayınları, İstanbul 2002, s. 50.
162
olanın ne olabileceği tasarısı biçiminde, toplumsal taraflar için makul olabilecek
ussal nedenler gösterilmek istenir.315
Hobbesçu sözleşme tasarımına göre, doğa insanları bedensel ve zihinsel
yetenekler bakımından eşit yaratmıştır. Bu eşitlik doğal durumda, herkesin her şey
üzerinde sınırsızca hak iddia etmesi ve çıkarını olabildiğince genişletmek istemesi
nedeniyle, güvensizlik, kargaşa ve herkesin herkesle savaş durumunu ortaya çıkarır.
Bu durumda insanlar, birbirlerine karşı birer kurtturlar (homo homini lupus). İşte, bu
savaş halinin sona erdirilmesi için insan aklı ve kendini koruma güdüsü, doğal yasa
olarak devreye girer ve insanlar arasında barışın kurulması ve güvenliğin sağlanması,
bireysel çıkar ve özgürlüklerden toplumsal birliktelikten elde edilecek kazanımlar
adına vazgeçilir. Bu feragat, her bir kişinin, kendi öz-çıkarı ve iyiliği için bir
başkasını kendi eşiti görerek, doğal hakların, bir üçüncü kişiye devredilmesiyle
birlikte elde edilecek kazanıma razı olmayı gerektirir.316 Çünkü “…doğa durumu bir
haksızlık ve zorbalık durumudur ve eğer yasal zorlamaya boyun eğilecekse zorunlu
olarak terk edilmelidir –bir zor ki özgürlüğümüzü yalnızca başka herkesin özgürlüğü
ile ve tam bu yolla en büyük ortak iyilik ile bir arada durabilmesi için sınırlar.”317
Ancak böyle bir birleşme ya da rıza tek taraflı olduğundan, her şey egemenin
315 Solomon’a göre, doğa durumu ve buna dayandırılan toplum sözleşmesinin tehlikeli bir yanı vardır. “Bizleri, (yanlış bir biçimde ‘doğal’ ve toplumsallaşma öncesine ait olarak algılanan) duygularımızdan uzaklaştırır ve yalnızca böyle doğup büyüdüğümüz için değil, gönüllü bir seçim sonucu toplum içinde yaşadığımızı vazeden o cazip kurguyu kabul etmeye teşvik eder. Bu metaforlar, kendi seçimimiz olmayan ve istenmeyen yükümlülükleri ortadan kaldırmanın ve adına ‘hak’ denen, ama aslında akla hiç de yatkın olmayan o beklentileri savunmanın uygun bir biçimini sunar.” R. C. Solomon, Adalet Tutkusu, s. 55. 316 Apel’e göre, toplumun ussal bir tasarımı olarak rasyonellik kavramı, Hobbes’ta teorik ve pratik aklın temeli olarak anlaşıldığı kadarıyla, değer-yansız ve mantıksal bir sonucun, diğer deyişle matematiksel hesabın araçsallaştırılabilir yeteneğinin herhangi bir amacı olarak görüldü. Bu anlamda, akla karşı Martin Luther’in her zaman hazır olan, kendi egoist öz-çıkarına hizmet eden ‘fahişe akıl’ (Hure Vernunft) ifadesiyle ortaya koyduğu irrasyonel inanç, Hobbes’ta hukuk ve etiğin temellendirilmesi için yeterli görülen dünyasal aklın söz konusu hesap edilen öz-çıkarının ‘Tanrı Devleti’nde bütünlenmesi koşuluyla, Hobbesçu anlayışla uygun düşmektedir. K.-O. Apel, Diskurs und Verantwortung, s. 55-56. 317 I. Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul 1993, s. 349 (A 752- B 780).
163
inisiyatifine bırakıldığından, dolayısıyla dıştan gelen baskı ya da eğilimlerinden
dolayı eyleyen bireylerin, her birinin ilgi ve yönelimlerini dikkate alabilen ussal bir
rızadan söz edilemez.318
Ortak yararı gözeten Rousseaucu sözleşme tasarımı ise, doğa durumunun aksine,
iyi biçimde işlemeyen bir toplumsal durumdan hareket eder. Rousseau’ya göre,
toplumun temellerini inceleyen filozoflar doğa durumuna gitme gereksinimi
duymuşlar, ama “sonunda hepsi de, gereksinme, açgözlülük, baskı, istek ve gururdan
aralıksız söz ederken, toplumdan edinmiş oldukları fikirleri uygarlık öncesi doğal
hale aktarmışlardır; vahşi insandan söz açmıştır, fakat uygar insanı anlatmışlardır.”319
Oysa doğal durumda olan insanların aralarında herhangi bir ahlaki ilişki ya da
üstlenilmiş görevler olmadığı için iyi ya da kötü olmaları söz konusu olamazdı.
“İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuş”320 olarak yaşamaktadır. Doğal
ve toplumsal yaşam arasındaki farkı gösteren durum, doğadan iyi olan insanın
toplumsal yaşamla bencil ve çıkarcı bir hale geldiği uygar yaşamın bir sonucu olarak
318 Habermas’a göre, Hobbes, rasyonel yetenekleri, eyleme amaçlarını dayatan tutkuların hizmetine koşmaktadır. Bu anlamda, bireyler arzu ve isteklerine bağlı davrandıkları için, herkesin herkese karşı yürüttüğü bir güvenlik ve kısıtlı mallar savaşında herkesin kendi çıkarını rasyonel biçimde izleyişinin yozlaşması söz konusudur. Çıkar temelli ve başarı yönelimli amaç-rasyonel biçimde eyleyen bireylerin doğal donanımı dikkate alındığında, toplumsal ilişkiler barışçı rekabet biçimini alamaz. Dolayısıyla böyle bir başarıya yönelmiş eylem kavramından, daha çok her bireyin bir başka bireyin kararlarını kendi amaçlarını gerçekleştirmesinin aracı ya da koşulu olarak gördüğü bir durum ortaya çıkar. Bu temelde, her bireyin bir diğerine etkide bulunarak, güç elde etmeye çalıştığı doğal düzenleyici ilke kendini ortaya koyar. J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı s. 651; ayrıca Benhabib’e göre, toplumun öz-çıkar ya da kendini koruma güdüsüne dayalı Hobbesçu ussal tasarım, geleneksel anlayışla karşıtlık içindedir. Buna göre, geleneksel kendini-koruma anlayışı teleolojik bir kavramdı. Koruma etkinliği ve Ben ilişkisi, insanların kendi yaşamlarına ilişkin doğru doğa düzenini gerçekleştirmesine yardım etmekle görevli olan aklın teleolojisiyle uygun biçimde tanımlanabilirdi. Bu kavramın modern kullanımının geleneksel kullanımla gergin ilişkisi Hobbes’ta görülebilir. Hobbes, bir yandan, modern öncesi, özellikle Stoacı geleneği tekrarlayarak doğal hukukun aklın düzeni olduğunu ifade etmekte, diğer yandan, kendini-korumaya yönelik temel doğal hakkı, her bireyin kendini korumak için her tür aracı kullanma hakkına sahip olması anlamında, ‘herkesin herkese karşı hakkına indirgemektedir. Dolayısıyla ‘kendini-koruma hakkı’, ve ‘doğal hukuk’ artık uyum içinde değildir. Bireysel kendini-koruma amacı, barışa değil, herkesin herkesle evrensel savaş haline yol açar. S. Benhabib, Eleştiri, Norm ve Ütopya, s. 244-245. 319 J.J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev. R. Nuri İleri, Say Yayınları, İstanbul 1995, s. 88. 320 J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları, İstanbul 1994, s. 14.
164
ortaya çıkar. Ama yine de akıllı varlık olarak insan, bu durumu, erdemli davranış ve
makul yasalarla olumluya çevirebilir.
Toplumsal durum tersine çevrilemeyeceğine göre, var olan koşullarda ortak
mutluluğu geliştirecek ve herkesin yararına olacak biçimde, yöneten ve yönetilenin
bir ve aynı çıkara sahip olduğu, ama aynı zamanda ortaklığa taraf olanların kendi
iradelerinden vazgeçmeksizin özgür ve eşit kalabilecekleri bir sözleşme yapmaktır:
“Üyelerinden her birinin canını, malını bütün ortak güçle savunup koruyan öyle bir
toplum biçimi bulmalı ki, orada her insan hem herkesle birleştiği halde yine kendi
buyruğunda kalsın, hem de eskisi kadar özgür olsun.”321 Bu olanaklılık, sözleşmeye
taraf olan kişilerin toplam iradesinden daha fazla olan bir genel iradede, yani halk
egemenliğinde öngörülür. İnsanın toplumsal bir varlık olmasından dolayı düşünsel
ahlaksal bir varlık olduğunu vurgulayan Rousseau’ya göre, insanlar adalet ve
özgürlüğü, temelinde kişisel iradelerin bağlı bulunduğu genel iradeden kaynaklı
yasalara borçludur. Dolayısıyla ancak bu genel istem, tek tek çıkarları herkesin
iyiliğine yönelik ortak bir ilgi olarak gözetip, sürdürebilecektir. Ancak sözleşme
taraflarının tabi oldukları ve içinde eritildikleri bu monologsal genel istem, her birinin
ilgisinin karşılanması anlamında tarafların karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgisi
açısından onaylanan genelleştirilebilir ortak ilgiyi ortaya koyamaz. Çünkü
Habermas’a göre, “…kurumsallaştırılmış kamuoyu ve irade oluşumuna meşruluk
kazandıran, iletişim koşulları ve işleyişlerdir.”322 Bu açıdan, olanaklı bütün tarafların
kamusal bir tartışmasıyla meşrulaştırılabilir bir yönetimi yerine, “Rousseau’nun
321 A.g.e., s. 25. 322 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 158.
165
kamusal olamayan oy’a (kanaate) dayalı demokrasisi, sonuçta yönlendirici
(manipülatif) iktidar kullanımını talep ve iddia eder.”323
Habermas’a göre, stratejik eylemin amaç-rasyonel işleyişiyle yapılandırılmış tikel
çıkarlardan ve ayrıcalıklı yapılardan kurulu toplumsal alanda, ilgi ve gereksinimlerin
yorumlanması ve bastırılması toplumsallaşmış bireyler arasındaki ilişkilerin simgesel
yapısında sabitlendiği için, donuklaşmış değerler ve tartışmadan uzaklaştırılmış
gerekçelendirmeler olarak kamusal iletişime sokularak değiştirilebilirler. Bu açıdan,
kamusal bir iletişim çerçevesinde toplumsal tarafların her birinin ilgi ve
yönelimlerini dikkate alan meşru bir “…iktidarın yerleşmesi her zaman şu sorunun
çözülmesine bağlıdır: Sosyal yükler ve tazminatlar, eşit olmayan ve yine de meşru
bir biçimde nasıl dağıtılabilirler? Sosyal eşitsizlik nasıl meşrulaştırılabilir?”324
Böylesi normatif sorunlar, zamansal ve mekânsal sınırlamalardan bağışık, olanaklı
bütün taraflara açık biçimde düzenlenen öznelerarası bir argümantasyon sürecinde
ele alınmalıdır. Çünkü Habermas’a göre, öznelerarası bir argümantasyon süreci,
bireysel amaçları koordine ederek ortak bir eylem biçiminin belirlenmesi ve ortak bir
yargıya ulaşmayı sağlamaktadır.325 Ulaşılacak ilke ve normlar, sadece olanaklı bütün
tarafların onayını alması açısından ortaya konulacaksa, diğer deyişle bir söylemin
pragmatik kurallarına göre gerçekleşecekse, kararlaştırılan ilke ve normlar gerekçeli
ve de meşru sayılabilir. Ama ideal olarak varsayılan biçimsel tasarım temelinde,
bireylerin olgusal ilgi ve yönelimlerinin gerçek uzlaşı olanaklılığının sağlanıp
sağlanamayacağı sorusu açık kalır.
323 J. Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora, Mithat Sancar, İletişim Yayınları, İstanbul 1997, s. 195. 324 J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 515. 325 J. Habermas, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, s. 81.
166
Habermas’a göre, söylem-etiksel ahlaki anlayış açısından bireysel ve toplumsal
çıkarın uzlaştırılması olanaklılığı için, aslında, toplumun belirli bir ekonomik gelişim
düzeyine ulaşması gerekmektedir. Bu anlamda, olanaklı bütün tarafların eşit haklara
sahip kişiler olarak katıldığı koşulsuz bir ideal söylem temelinde yürütülmesi gereken
etik söylem, ilk baştan koşullandırılmıştır. Çünkü eğer toplumsal üretici güçler,
bireylerin gereksinimlerini karşılayacak oranda gelişmemişse, böylesi bir yapıda
iktidarın, diğer deyişle normatif erkin ve ortak yararın eşitliksizci bir dağılımı ortaya
çıkmaktadır. Buna bağlı olarak kurumlar sisteminin dayanağı olan normların
meşrulaştırılması, monolog biçimde anlamlandırılmış hiyerarşik dünya imgeleri ve
evrensel söylemlerle ortaya konulur. Dolayısıyla toplumsal üretici güçlerin bireylerin
temel gereksinimlerini karşılayacak düzeyde geliştiği ve bu açıdan bireylerin
yönlendirilmediği bir siyasal yapıda, geleneksel ve ideolojik meşrulaştırmaların
kırılganlaştığı esnek ve rasyonel bir bakış açısı ortaya çıkar.
Pratik-ahlaki sorulara iletişimsel eylemin uzlaşı yönelimli etkileşimi temelinde
çözüm arayan eyleme ve konuşma yeteneğine sahip bireyleri toplumsallaşmaları
açısından değerlendiren söylem-etiksel ahlaki anlayış, Habermas’a göre, bireysel
çıkar ve toplumsal yararın uzlaşı olanaklılığını ortaya koyarken, William James
tarafından ifade edilen pragmatizmin temel anlayışını göz önünde bulundurur:
“Toplum, bireysellik dürtüsü olmaksızın durgunlaşır; bireysellik dürtüsü, toplumsal
duygudaşlık olmaksızın yavaş yavaş ölür.”326 Öznelerarası paylaşılan bir yaşam
dünyasında, her bir bireyin ilgi ve yöneliminin dikkate alınması açısından öznel hak
ve özgürlüklerinin korunması ve her birinin kişiliğine ve yaşam bütünlüğüne saygı
duyulması gerekir. Ancak, diğer yandan, bireyin ait olduğu topluluğun refahı
326 J. Habermas, Erläuterung zur Diskursethik, (metinde İngilizcedir) s. 51.
167
olmaksızın haklarından söz edilemeyecektir. Dolayısıyla, bireyin özerkliğini ve
uzlaşımsal yaşam biçimini bir arada barındıran söylem içinde irade oluşturma süreci,
hem bireylerin eşit haklarını hem de karşılıklı tanınma ilişkisini oluşturan bir
süreçtir.327 Ancak, diğer yandan, her bir bireyin gereksiniminin karşılanması
açısından genelleştirilebilir ilgi ve bu ilgiyi sağlayacak böylesi bir istem oluşumu,
tarafların varsayılan koşullar temelinde aynı haklara sahip kişiler olarak dahil
oldukları uzlaşı yönelimli bir tartışma ortamında biçimsel olarak sağlansa bile,
yüceltilmiş bir bireysellik temelinde hareket eden taraflardan ve ayrıcalıklı
yapılardan oluşmuş bir toplumsal alanda olanaklı gözükmez.
3.4. Özel ve Kamusal Alanların Yapılandırılmasında Söylem Etiğinin Yeterliliği
Kişiye ait olan ve kişinin kendi kararı ve eylemiyle üzerinde tasarrufta
bulanabildiği şeyler alanı olarak özel-alan ve herkesi ilgilendiren konular ve herkese
ait olan şeyler üzerine karar alma ve eyleme alanı olarak kamusal-alan ayrımı,
tarihsel-olgusal süreçte toplumsal ve siyasal gelişmelere bağlı olarak
biçimlenmiştir.328 Habermas’a göre, bu biçimlenme sürecinde ortaya çıkan ahlaki-
pratik sorular üzerine müzakereci bir irade oluşumunu ifade eden ‘burjuva
kamusallığı’, tarihsel süreçte, özel şahıslardan ve tikel çıkarlardan oluşmuş
toplumunun, idari mekanizma olarak devletle belli oranda ayrışmasıyla toplumsala
ait olan kamusal-alan ve bireyler ya da özel şahıslara ait özel-alan olarak kamusallık
327 A.g.e., s. 10. 328 Geuss’a göre, kamusal ve özel arasındaki ayrıma ilişkin olarak John Dewey, bu kavramları arkasında bulunan liberal kullanımın temel sezgisini iyi biçimde kavramıştır. Buna göre, bir eylemin doğuracağı sonuçlar, doğrudan o eylemle ilgili olan insanlarla sınırlı kaldığında veya onlarla sınırlı kalacağı düşünüldüğünde, özel bir işlem söz konusudur. Ancak, bu eylemden kaynaklanan sonuçlar, doğrudan ilgili olan kişilerin dışındakilere uzanırsa, bu eylem, kamusal bir nitelik kazanır. Dolayısıyla özel ile kamusal arasındaki sınır, yasaklama veya teşvik etme yoluyla, denetim gerektirecek kadar önemli eylemlerin sonuçlarının kapsam ve çapı temel alınarak çizilmelidir. Kamu, eylemlerin dolaylı sonuçlarından ve bu sonuçlarla sistematik biçimde ilgilenilmesini gerektirecek derecede etkilenmiş olan bütün kişilerden oluşmaktadır. R. Guess, Kamusal Şeyler, Özel Şeyler, s. 88.
168
ilkesi çerçevesinde biçimlenmiştir.329 Liberal burjuva devletinin, kamusallık ilkesi
çerçevesinde biçimlenen ve akılcı karar alma sürecini ifade eden bu özel şahısların
kamusallığı, kamuoyunda siyasi irade oluşumuyla uzlaştırıcı bir görev üstlenerek
kamusal alana egemen olmasında kendini açar. Ancak, başlangıçtaki bu
“kamuoyunun ‘egemenliği’, kendi fikri gereğince, içinde genel olarak egemenliğin
çözüldüğü bir düzendir;”330 çünkü bu egemenlik-çözücü burjuva kamusallığı,
monarşi yönetimine karşı, tikel özel mülk sahiplerinin kendi ilgi ve yönelimlerini
korumak, sürdürmek ve geliştirmek için eleştirel-ussal bir siyasal irade oluşumunu
ifade eder: Kamusallık, mutlakıyetçi egemenliğe karşı yürütülen eleştiriler yoluyla
siyasal olamayan bir yöntemle, ahlakla yeniden kurulmaktadır.331 Kendisine
dayanılarak siyasetin rasyonalize edilmek istendiği ahlak, tikel çıkar ve öznel hakları
temele alan bir burjuva ahlakıydı. Bu ahlak, rasyonel ifadesini Kantçı anlayışta
ortaya koymaktadır.
329 Habermas’a göre, antik Yunan kategorileri olarak ‘özel ve kamusal alan’ ayrımı, Roma döneminden aldıkları biçimsel dönüşümle birlikte, burjuva toplumunun kamusallık anlayışını biçimlendirmiştir. Yunan kent devletinde, özgür vatandaşların ortaklaşa kullandığı (koine) polis’in alanı, tekil şahıslara ait olan (idia) oikos’un alnından kesin biçimde ayrılmıştır. Kamusal yaşam (bios politikos), genellikle pazar meydanında ( agora) gerçekleşir; ama belli bir mekansallıkla sınırlı olamayan, mahkeme ve parlamento görüşmelerindeki müzakerelerde oluşabileceği gibi (lexis), savaşta veya savaş oyunları gibi ortak eylemde de (praxis) oluşur. Antik Yunan’da ‘oikos’ olarak, ‘koine’den ayrılan özel-alan, mülk ve köle sahibi Yunanlının, özgür bir yurttaş olarak kamusal-alanda bulunmasının ön-koşulu ve birincil ihtiyaçların karşılandığı bir alandır. Buna karşılık, kamusal-alan, özgürlük ve istikrar alanını ifade etmektedir. Roma’da ise, Antik Yunan’daki ayrıma benzemeyen bir ayrım, kamu (publicus) ve özel (privatus) alan olarak, bağlayıcı olmayan biçimde belirlenmiştir. Ancak, Ortaçağda, kamusal-özel kavramları ve kamu anlayışı, Roma hukukunun tanımları çerçevesinde res publica olarak yerleştirilir. Monarşi yönetiminde, burjuva ve kamusunun özel bir alan olarak kurulması, toplumsal ilişkilerin kamusal niteliklerinden arındırılması biçiminde, kamusal alandan ayrılmış özel ilişkiler alanını ifade eder. Süreçte ekonomik anlamda güçlenen özel mülk sahibi kişilerin belli bir özerklik ve siyasal haklar elde etmesi çerçevesinde, özel alanın anlamı, kapitalist işlev gören mülkiyet üzerindeki serbest tasarruf kavramında olgunlaşır. Bu anlamda, tikel çıkarları çerçevesinde eyleyen ve belli bir siyasal güç kazanan özel şahıslardan kurulu toplumsal bir sınıf oluşur. Kendi çıkarları doğrultusunda eyleyen bu kamusal topluluk, siyasal işlevli kamuyu bir devlet organı olarak kurar. Bu temelde, kişisel hak, çıkar ve özgürlükleri temele alan burjuva hukuk devleti, kamusal erki, egemenlik çözücü, eleştirel ve işlevsel kamusal irade oluşumu çerçevesinde özel alanın ihtiyaçlarına tabi kılınmayı sağlayacak bir örgütlenmeyi amaçlar. J. Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 60-173. 330 A.g.e., s. 170. 331 A.g.e., s. 202.
169
Habermas’a göre, devlet ve toplum arasında eleştirel arabuluculuk işlevini yerine
getiren bu kamusallığı Kant, siyaset ve ahlakı uyumlu kılacak ilke olarak, “…hem
hukuk düzeninin ilkesi hem de aydınlanmanın yöntemi olarak kavrar.”332 Ama
süreçte, kendi çıkarına dönük bireyliğin yine kendi düşünümselliğinin amaç-
rasyonelliği biçiminde açımlanan; başarı için stratejik biçimde eyleyen belli bir
sınıfın ilgi ve yönelimlerinin savunulmasına dönüşen bu kamusallık, eleştirel
özelliğini yitirerek, bizzat kendisi egemenlik üretici bir güce dönüşür. Dolayısıyla,
söylem-etiksel ahlaki anlayış, iletişimsel aklın uzlaşı yöneliminde egemenlik-çözücü
eleştirel bir kamusal söylem ya da argümantasyon temelinde, özel ve kamusal,
siyasal ve ahlaki olanı uyumlu kılma iddiasındadır. Ancak, eleştirel-ussal tartışma
sürecini ifade eden burjuva kamusallığı, belli bir sınıfın amacı için somut bir işleve
sahipken, kamusal olarak genişletilmiş ve tarafların aynı haklara sahip olduğu
söylem-etiksel argümantasyon süreci ya da ideal söylem, soyut ve biçimsel
görünmektedir. Diğer yandan, söylem-etiksel argümantasyon sürecine, bütün
tarafların aynı haklara sahip olarak katılmasını öngören, katılım eşitliğinin, somut bir
takım nedenlerden ötürü gerçekleşmesi olanaklı görünmemektedir. Kimi zaman da
eşitlik idealinin öngördüğü söyleme herkesin katılması düşüncesi gereksiz
olmaktadır.333
Habermas’a göre, başlangıçta ussal-eleştirel bir egemenlik-çözücü niteliğe sahip
burjuva kamusallığı, bütün kesimlerin bu alan girmesiyle eleştirellik özelliğini
yitirirken, burjuva liberal devletin sosyal devlete dönüşümüyle birlikte, devletin
332 A.g.e., s. 203. 333 B. Peters, “Deliberative Öffentlichkeit”, Die Öffenlichkeit der Vernunft und dir Vernunft der Öffenlichkeit, (L. Wingert und K. Günther), s. 674.
170
toplumsal alana müdahalesiyle de etkinliğini kaybeder.334 Kamusalın özelle
kaynaşması ölçüsünde bu çözülme, yani özel alanın yitimi, mahremin alanı olan
ailede, kültürde, iletişimde, şehirleşmede ve yapılarda açıkça kendini gösterir.
Sennett’e göre, bu dönüşümün nedeni, burjuva kültürüyle yaşanan bir kopuş değil,
aksine o kültürün şartlarının öne çıkarılmasıyla birlikte, kendi içine çekilmiş,
kamusal yaşamda seyirci olmaktan öteye geçmeyen yalnızlaşmış bireyin mahrem
alanına çekilmesidir. “Mahrem bir toplum yapısı iki yanlıdır. Narsisizm toplumsal
ilişkilerde etkilidir ve kişinin duygularını öteki insanlara açığa vurma deneyimi yıkıcı
hale gelmiştir.”335 Dolayısıyla bu dönüşüm, bilinç felsefesi bakış açısının aksine, bu
yapılanmayı simgesel yapılanma olarak kavrayan dil felsefi anlayıştan ele alınırsa,
aşılabilecek ve bir çözüm bulunabilecektir. Çünkü Habermas’a göre, “dil oyunlarının
iletişimsel eyleme bağlı rasyonelliği, şimdi artık, modern dönemin eşiğinde, araçsal
ve stratejik eyleme bağlı olan bir amaç-araç ilişkileri rasyonelliği ile karşılaşır. Bu
karşılaşmaya gelindiği an, geleneksel toplumunun sonunun başlangıcıdır.”336 Bu
nedenle, Habermas, başlangıçta eleştirel ve rasyonel bir niteliğe sahip olan, ancak
süreçte kamusal ve özelin kaynaşmasıyla işlevsizleşen kamuoyuna işlerlik
kazandırmak için, kamusal ve özel ayrımını, uzlaşı yönelimli iletişimsel eylem
334 Habermas’a göre, bu dönüşümün nedeni, liberal hukuk devletinin, sadece devleti ve onun toplumla ilişkisini değil, aynı zamanda toplumsal yaşam bağlamlarının hepsini düzenlemek istemesidir. Dolayısıyla buna bağlı belirlenen bir kamu düzeni, özel hukuk düzenini de kapsar. Kendi çıkar ve ilgileri doğrultusunda toplumu tümden yapılandırmak isteyen burjuva liberal hukuk anlayışıyla amaçlanan, bireysel çıkar ve hakların sahibi özel şahıs ve siyasal hak ve özgürlüklere sahip devlet yurttaşı statüsünü, hem kamusal alanda hem de özel alanda ortaya koymaktır. Böylelikle, tikel şahısların özerkliğinin her iki alanda güvence altına alındığı bir kamusallıkla piyasanın beklentilere uygun işleyişi amaçlanır. Ancak süreçte, liberal devletin sosyal devlete bu dönüşümüyle kamusallık, devletin kurumları tarafından devletle bağlantılı faaliyet yürüten bütün örgütlere yaygınlaştırılır. Bunun gerçekleşmesi ölçüsünde, bireysel ilişkiye giren özel şahısların oluşturduğu kamusal topluluğun yerini, örgütlü özel şahıslardan meydana gelen bir kamusal topluluk alır. J. Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, s. 367-378. 335 R. Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, s. 337. 336 J. Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, s. 47.
171
temelinde biçimlenen yaşam-dünyası içinde ele alırken, bu alanın karşısına,
egemenlik üreten, amaç-rasyonel stratejik eylemle oluşan sistemi yerleştirir.
İletişim kuramı açısından, aklın, uzlaşı yönelimli iletişimsel eylemiyle
biçimlenen bir yaşam-dünyası karşısında, başarı yönelimli stratejik amaç-rasyonel
eylemle kurulan bir sistemin egemenliği ortaya çıkar. Ekonomik işleyişe bağlı olarak
ortaya çıkan bu egemenlik, Habermas’a göre, Weberci anlamda stratejik amaç-
rasyonel bir örgütlenme biçimi olarak kendini yönetsel-idari ve toplumsal alanda
somutlaştırır. Bu rasyonelleştirme, “amaç-rasyonel eylemin alt sistemlerini
süreklileştiren bir ekonomik mekanizmanın kurulmasına ve iktidar sisteminin bu
ilerleyen alt-sistemlerin rasyonellik taleplerine uyum sağlayabileceği bir ekonomik
meşrulaştırmanın oluşturulmasına”337 dayanır. Bu işleyiş aynı zamanda ‘özgürlük
yitimi’ olarak, iletişimsel biçimde yapılanmış eylem alanlarında araçsal aklın neden
olduğu bir şeyleşmeyi ortaya koyar. Şeyleşme, uzlaşı yönelimli etkileşimle
oluşturulmuş, içinde özel ve kamusal alanın da biçimlendiği yaşam dünyasının,
başarı yönelimli amaç-rasyonel stratejik eylemle biçimlenmiş bir ekonomik ve
yönetsel bir sistem tarafından sömürgeleştirilmesi biçiminde anlaşılır. Rasyonel bir
yaşama evreni içinde bağımsızlaşan yapılar farklılaşmayı da beraberinde getirir; bu
da burjuva toplumunun ütopik ufkundan başka bir şey değildir. Dolayısıyla, amaç-
rasyonel olarak işleyen bu süreç içerisinde, aynı zamanda, karşılıklı anlaşmaya
yönelik rasyonel bir yaşam biçiminin özellikleri olan hümanist idealler ve eşitlik
idealine bağlı siyasal kuramlar Avrupa burjuva düşüncesinin yansıması olarak ortaya
çıkar.338 Buna göre, burjuva toplumunun biçimlenmesi bir ve aynı aklın, bir yandan
ekonomik ve bürokratik alanda stratejik amaç-rasyonel biçimde işlemesi, diğer
337 A.g.e., s. 48. 338 J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, s. 780.
172
yandan estetik ve yaratıcı alanda uzlaşı yönelimli iletişimsel eylemi temelinde ortaya
çıkar.339 Bu çerçevede, Habermas, ortaya konulacak çözümün, bu aklın yaratıcı ve
estetik yanını ifade eden iletişimsel akılda bulunduğunu iddia eder.
Burjuva anlayışının ütopik ve yaratıcı yaşam biçimi içinde biçimlenmiş olan
iletişimsel akıl, eleştirel ve ussal bir karar alma sürecini, diğer deyişle kamusal bir
tartışmayı, zamansal ve mekansal olarak sınırlanmamış, potansiyel bütün tarafların
eşit haklara sahip olarak katılabildiği uzlaşı yönelimli ideal söylemi çerçevesinde
olanaklı kılar. Söyleme katılanlar, varsaymak durumunda oldukları geçerlilik
iddiaları (hakikat, doğruluk ve samimiyet) temelinde, eleştirilebilir görüş ve
iddialarını, olanaklı bütün tarafların onayına tabi kılarlar. Bu anlamda, söyleme
katılanlar arasında ulaşılan uzlaşı, en iyi argümanın ‘zorlamasız zoru veya gücü’ne
tarafların tabi olması biçiminde ortaya çıkar. Dolayısıyla, Larmore’un da belirttiği
gibi, “uzlaşı, normatif bir kavramdır ve tesadüfî olmayan, düşünülmemiş veya
zorlanmamış-olan, aksine uygun ya da iyi gerekçeler aracılığıyla ulaşılan bir görüş
birliğine dayanır.”340 Ancak diğer yandan, aynı haklara sahip tarafların tikel ilgi ve
yönelimlerine yönelik siyasi bir irade oluşumunu ifade eden bir uzlaşının, biçimsel
bir argümantasyon süreci içinde sav ve karşı savlarla çözülüp çözülemeyeceği sorusu
söz konusu olur.
Söylem-etiksel ahlaki anlayış açısından bu görüş birliği, olanaklı bütün söylem
taraflarının gereksinimlerini dikkate alacak genelleştirilebilir, yani kamusal bir
ilginin olanaklılığını ortaya koymalıdır. Ancak, yaşam-dünyası ufku içerisinde 339 Habermas’a göre, Marx, burjuva kültürünün çift değerli içeriğini görmüştü. Buna göre, burjuva kültürü, bir yandan, eleştiri ve öz-eleştiriye duyarlı olarak, bireysel özgürlük ve düşünsel özgürlük, bilimsellik ve evrenselcilik kavramları çerçevesinde ortaya konulan kültürel bir rasyonelleşmenin ürünüdür. Ama diğer yandan, bu kültürün, tarihsel-toplumsal gerçekliğin ötesine uzanan soyut ideallerinin normatif içeriği, eleştirel bir pratik yanında, mevcudu koruyan, onaylayıcı bir pratiği de güzel göstermeye yarayabilir. J. Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı s. 804. 340 C. Larmore, “Der Zwang des besseren Arguments”, Die Öffenlichkeit der Vernunft und dir Vernunft der Öffenlichkeit, (L. Wingert und K. Günther), s. 106.
173
iletişimsel olarak eyleyen bireyler, her birinin ilgisini dikkate alabilecek
genelleştirilebilir ilgi ve normları olanaklı kılabilecek böylesi bir biçimsel
argümantasyon sürecini olanaklı görseler bile, aynı zamanda stratejik ve amaç-
rasyonel biçimde yapılanmış olgusal bir sistem içinde bulunduklarından, geçerli
ilkelerin korunması ve sürdürülmesi olanaklılığı problematik olacaktır. Çünkü
“…geçerli normların meşrulukları sarsıldığında ve bu normlarla düzenlenen
etkileşim sistemlerinin dengesi bozulduğunda…”341 normatif ilke ve ortak değerlere
yönelik bir iletişimsel eylemin yerini, kişisel ilgilerin yönlendirdiği monolog
biçiminde yürütülen stratejik bir eylem biçimi alır. Böyle bir durumda, uzlaşı
arayışında olan tarafların diyalogdan kopup rekabetçi bir tutum edinmeleri söz
konusu olur. Her birinin kendi ilgisi yöneliminde birbirlerine karşı rakip olacak
konumlanmaları, uzlaşı aracılığıyla ilişkilendirilmiş olan bireysel ilgilerin yeniden
açığa çıkmasına neden olur.342 Dolayısıyla başarı yönelimli stratejik biçimde
açımlanan bir aklın araçsal işleyişinin eleştirel bir kamusallığı ortadan kaldırdığı bir
süreçte, bireysel ve genel ilgilerin uzlaşımı ve sürdürülebilirliği açısından varsayılan
ve biçimsel koşullar temelinde yürütülen argümantasyon pratiğinde elde edilen
söylem-etiksel ahlaki ilke, tek başına yeterli olmayacaktır. Çünkü ayrıcalıklı
yapılardan oluşmuş toplumsal bir düzende “gözetilecek çıkarları ve
gerçekleştirilecek planları olanlar olan ‘dünyevi kişinin’ gözünde, karşılaştığı
insanlar otomatik olarak dost ve düşmana dönüşür.”343 Dolayısıyla, genelleştirilebilir
ilgiye yönelik eleştirel kamusal bir söylemin kurumsallaşması açısından, bireysel ve
kamusal özerkliği yasal güvenceye alacak ve bütün bireylere demokratik bir iletişim
ve katılım olanaklılığı sağlayacak biçimde ahlakı bütünleyecek bir hukuki zemine
341 J. Habermas, Sosyal Bilimler Mantığı Üzerine, s. 483. 342 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 44. 343 T. W. Adorno, Minima Moralia, s. 136.
174
ihtiyaç vardır. Böylelikle ahlaki bir bakış açısının hukuksal bir
kurumsallaştırılmasının, genelleştirilebilir ilgiler ve normlar açısından olanaklı bir
pratik söylemi ve ahlaki eylemi sağlayabileceği varsayılır.
3.5. Bireysel Özgürlük ve Kamusal Özerkliğin Etiği Bütünleyici Hukuk
Temelinde Biçimlenişi
Söylem-etiksel ahlaki anlayışı Kantçı ödev ahlakına yönelik eleştiriler
çerçevesinde biçimlendiren Habermas, bireysel ve ortak ilginin uzlaşımına yönelik
genelleştirilebilir normatif ilke açısından söylem-etiksel ahlaki anlayışın
yetersizliğini hukuk aracılığıyla çözmeye yönelir.344 Bu anlamda, hukuk ve ahlak
arasındaki ilişki açısından, Habermas, hukukun pratik sonuçlarının ahlakın bilişsel
olarak belirsiz sonuçlarına karşı bir üstünlüğü olacağını ileri sürerek en azından,
hukuku ahlakın zayıf noktalarını dengeleyici bir unsur olarak görür.345 Dolayısıyla,
hukuk ve ahlak arasındaki bağlantı, birinin diğerine indirgenmesi anlamında bir tabi
olma ilişkisi değildir. Bu ilişki, daha çok birbirini tamamlama biçiminde ortaya
çıkar.346 Bu açıdan, bir bütünleme amacına bağlı olarak sınırsız ahlaki evren
344 Habermas’a göre, yaptırımcı ve zorlayıcı olması açısından politik egemenliğin düzenleme aracı olarak hukuk, sadece kişilerarası eylem çatışmalarının düzenlenmesiyle değil, aynı zamanda politik amaç ve programların izlenmesiyle de ilgilidir. Bu nedenle, hukuksal düzenlemeler, dar anlamda yalnızca ahlaki sorulara değil, aynı zamanda tartışmalı ilgiler arasında uzlaşı oluşumu gibi pragmatik ve etik sorulara da değinir. Ahlaki buyrukların normatif geçerlilik iddiasından başka türlü olarak, hukuk normlarının meşruluk iddiası farklı türden gerekçelere veya ilkelere dayanır. Hukuki gerekçelendirme pratiği, ahlaki söylemle birlikte söylem ve eylemlerin geniş bir ağına bağlı olarak ortaya konulur. J. Habermas, Politische Theorie, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 2009, s. 144. 345 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 171. 346 Patzig’e göre, hukuk ve ahlak kuralları arasındaki ortak temel, her ikisinin de insani davranış ve tutumla ilişkisinin olmasıdır. Ama ikisi de bu davranış ve tutumla farklı biçimde ilgilidir. Hukuk kuralları, somut bir toplumda belli bir zaman için çıkarılırlar; hukuki tüzük ve yasalar pozitif ve belgelenebilir şeylerdir. Hukuk normları yargılayıcı ve zorlayıcıdır; buna karşılık, ahlaki kurallarda yalnızca ihtar, ayıplama, uygun bulmama ve ilişkinin kesilmesi vb. yaptırımlar söz konusu olur. Diğer yandan, herkesin ihmal ettiği bir hukuk normu sarsılır ve vazgeçilebilir; buna karşın hukuk normları, genel olarak hiçe sayılırsa o zaman da ahlaki kurallar yürürlükte kalır. Hukuk kuralları, insanların sözel tutum ve davranışlarına dayanmazlar ve hiçbir zihniyeti buyurmazlar. Buna karşılık, ahlaki yargı, gerçi haksız olduğu düşünülen anlayışla ilgili değildir, ama arkasında belirli bir zihniyet bulunan bir eylem biçimiyle ilgilidir. Eylemlerin ahlaki olarak normlaştırılması merkezi genişlemenin bir alanını kavrar. Bu içsel alanda riayet edilen kurallar, az çok insani birlikte yaşam için önemli olduğundan kabul ettirme araçları daha ağır basar. Bu içsel alanın özünü, hukuk normları oluşturur.
175
içerisinde kurallarını işleten ahlaki topluluk karşısında “mekân ve zamanda
yerelleşen bir hukuk topluluğu, öznel hakların taşıyıcılarının üretilen statülerini
içermesi açısından üyelerinin bütünleşmesini sağlar. Bu yüzden, hukuk ve ahlak
arasında, bağımlı olmaktan ziyade, bir bütünleyicilik ilişkisi bulunur.”347 Bu ilişkiyi,
liberal ve cumhuriyetçi hukuk paradigması ve devlet anlayışı açısından ele alan
Habermas, kendi müzakereci politik anlayışını348 modern hukuk devleti
çerçevesinde ortaya koymaya çalışır.
Toplumsal tarafların her biri için aynı şekilde iyi olanı ifade etmesi açısından
ahlak ve hukuk ilişkisi, bir ortak iyiliğin uzlaşı olanaklılığını somutlaştırmalıdır. Bu
olanaklılık aynı zamanda, özerk ahlaki bireylerin her birinin ilgi ve yönelimlerinin
karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilişkisi açısından bireysel ve kamusal özerkliğin, yani
istem ve pratik aklın uzlaşı olanaklılığının gösterilmesidir. Bu uzlaşı olanaklılığı
Habermas’a göre, bireysel haklara öncelik veren liberal (Kant) ve kamusal özerkliği
Bu özde, ahlaki normlara riayet, kamusal güç araçlarıyla sağlanır. Bu modele göre ceza normları, bir ‘etik asgariyi’ garanti ederler. G. Patzig, Ethik Ohne Metaphysik, s. 11-13. 347 J. Habermas, Politische Theorie, s. 143-144. 348 Habermas’a göre, müzakereci demokratik bir politik anlayış, hem cumhuriyetçi hem de liberal kuramın farklılıklarını göz önünde tutmalıdır. Buna göre, liberal ve cumhuriyetçi model arasındaki en önemli fark, demokratik sürecin işleyişinde ortaya çıkar. Liberal anlayış, bu süreci, devleti toplumun çıkarları doğrultusunda düzenlemesi olarak anlar. Devlet, kamu yönetimi mekanizması, toplum ise pazar ekonomisine göre yapılandırılmış ilişkiler sistemi olarak düzenlenir. Liberal anlayışta, vatandaşların statüsü, devlete ve diğer vatandaşlara karşı sahip olunan bireysel haklar çerçevesinde belirlenir. Bireysel ve siyasal hakları temelinde örgütlenen vatandaşlar, demokratik süreçlere katılarak çıkarlarını koruma ve geliştirme olanağı elde ederler. Buna karşılık, cumhuriyetçi anlayışta, siyaset törel bir yaşamın yansıması olarak anlaşıldığından, toplumsal yaşamın ve yararın ilerletilmesi temeldir. Devlet egemenliğinin hiyerarşik, pazarın ise yerinde yönetimle düzenlendiği cumhuriyetçi anlayışta, dayanışma, toplumsal bütünleşme diğer dayanağı oluşturur; ayrıca siyasi kamuoyu ve sivil toplum, stratejik öneme sahiptir. Cumhuriyetçi anlayışta, vatandaşlık statüsü, özel kişilerin kullandığı negatif özgürlüklerden ziyade, pozitif özgürlüklere göre belirlenir. Devlet, sadece eşit bireysel hakların korunmasıyla değil, herkesin ortak çıkarına olan normlar ve hedefler açısından vatandaşların eşit ve özgür olarak kamuoyu ve irade oluşturma süreçlerine katılmasını güvence altına almalıdır. Cumhuriyetçi anlayışta vatandaşlardan, kendi çıkarlarının takipçisi olmasından daha fazlası beklenir. Liberal anlayışta, hukuk düzeni, hukuk düzeni, öznel haklardan hareketle yapılandırılırken, cumhuriyetçi anlayışta nesnel haklar temele alınır. Liberal anlayışta, vatandaşların, kamuoyu ve irade oluşturma sürecine katılmalarını Pazar süreçleri belirlediğinden, vatandaşlar, müzakereci bir demokratik öz-belirlenimden yoksun, apolitik kişilerdir. Buna karşılık, cumhuriyetçi yaklaşımda, kamuoyu ve irade oluşumunu, pazar süreçleri yerine, siyasal olarak güvenceye alınmış, anlaşma yönelimli kamusal iletişimin kendine özgü yapıları belirlemektedir. J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 151-162.
176
temele alan cumhuriyetçi (Rousseau) anlayışların olumlu yanlarını dikkate alan bir
demokratik hukuk devleti anlayışı çerçevesinde sağlanabilir:
Eşit öznel hareket özgürlüğüne sahip olma hakkı ifadesinde kendini bulan
insan hakları düşüncesi, ne egemen yasa koyucunun önünde bir sınır
oluşturmalı, ne de onun amaçları için, işlevsel anlamda gerekli bir şey
olarak araçsallaştırılmalıdır. Burada önemli olan, meşru yasa koyma için
gerekli iletişim biçimlerinin hukuksal açıdan yapılandırılabilmesini
sağlayacak koşulların belirlenmesidir.349
Dolayısıyla bütün taraflara, eşit biçimde dâhil olabilecekleri demokratik müzakereci
bir kamusal söylem ortamını belirleyecek bu koşullar, öznel haklar olarak bireysel
katılım ve iletişim haklarının güvenceye alındığı bir hukuk devleti kavramını gerekli
kılar. Çünkü bir hukuk düzeni, sadece her bir kişinin hakkının geri kalan diğer kişiler
tarafından tanınmasını değil, aynı zamanda her bir kişinin hakkının hepsi tarafından
karşılıklı olarak tanınmasını, ‘her bir kişinin keyfi istenç özgürlüğünün herkesin
özgürlüğüyle birlikte oluşturulabilmesi’ açısından herkese aynı özgürlükleri
sağlayacak meşru yasaları ortaya koymalıdır. Dolayısıyla pozitif hukuk kuralları,
meşruluğunu ahlak yasaları aracılığıyla sağlarken, yaptırımını yasama yetkisi
temelinde ortaya koymalıdır. Bu açıdan, yasama yetkisi süreci, hukuk sisteminde,
sosyal bütünleşmenin temelini de oluşturur. Bu yüzden, bu süreçte, özel hukuk
özneleri ve vatandaş rollerinde, özgür bir hukuk topluluğunun üyelerinin
349 Habermas’a göre, Rousseau ve Kant, halk egemenliği ve insan haklarının aynı kavramda yorumlanmasını sağlayacak özerk hak kişisi kavramını ortaya koyarak, egemen irade ve pratik aklı uzlaştırmayı amaçlamıştı. Ancak Rousseau, cumhuriyetçi anlayışı; Kant ise, liberal anlayışı temele aldığından, her iki kavramı uzlaştıracak bir sezgiye ulaşamamıştır. A.g.e., s. 173; ayrıca J. Habermas, Politische Theorie, s. 147.
177
perspektifini üstlenen bireyler olarak ortaya çıkan taraflardan, ortak yaşamın
düzenlenmesinin normatif ilkeleri üzerine bir uzlaşıya varmaları beklenmelidir. 350
Ahlaki ilkeler, özerk kişinin isteminin kendi kendisindeki yasayla belirlenmesi
anlamında bireye ödevler yüklerken, hukuksal normlar, bireylerin keyfi
davranışlarını, yani öznel özgürlüklerini kısıtlayan dışsal yaptırımları ortaya koyar.
Dolayısıyla ahlak, insanlara içten gelen zorunluluğu ifade ederken, resmi yaptırımlar
aracılığıyla hukuk normlarına itaat ise, dıştan gelen bir zorlamayı gösterir. Bu
çerçevede, başarı yönelimli stratejik-araçsal eylemin biçimlendirdiği ekonomik ve
bürokratik işleyişi ve yaşam dünyasının uzlaşı yönelimi içinde etkileşen ahlaki özerk
bireylerin, her birinin kendi iyiliği ve ortak iyilik açısından normatif ilkelerin
temellendirilmesi ve uygulaması gerekmektedir. Habermas’a göre, böyle bir iletişim
ortamının sağlanması ve sürdürülebilir olması, bireysel ve kamusal özerkliği
uzlaştırabilen hukuki yaptırımlarla sağlanabilir. Çünkü gündelik yaşam içerisinde
unutulmuş olan özerklik, hukuksal alanda özel ve kamusal özerklik olarak ikili bir
yapıda ortaya çıkmaktadır. Bireyin özerkliği ile vatandaşlığın kamusal özerkliği
karşılıklı olarak birbirini olanaklı kılmaktadır.351 Dolayısıyla, herkes için aynı şekilde
iyi olanı ifade eden normatif ahlaki ilkelerin uygulaması açısından ortaya çıkan
olgusallık ve geçerlilik problemi, ancak hukuk temelinde giderilebilir.
Normatif ilkelerin uygulanmasında ortaya çıkan olgusallık ve geçerlilik gerilimi
konusunda Kantçı hukuk anlayışını dikkate alan Habermas’a göre, bu gerilimin
giderilmesini Kant, yaptırım ve özgürlük arasında hukuki olarak kurulan bir
bağlantıda ortaya koymaktadır. Hukukun yaptırım gücü, özgürlüğün önündeki
engellerin kaldırılması aşamasında kendini gösterir. Bu da, hukukun öngördüğü güç
350 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 50. 351 J. Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, s. 172.
178
kullanımı çerçevesinde herkesin özgürlüğünün gerçekleştirilmesi için bir zorunluluk
olarak kendini gösterir. Hukuk kuralları, bireylerin keyfi iradelerini birleştiren
zorunlu koşulları belirtir.352 Dolayısıyla hukuk kuralları, genel bir yasa temelinde,
her bir bireyin özgürlüğünün bir diğerinin özgürlüğüyle birleşebilmesinin
olanaklılığını ortaya koyar. Bu anlamda, “yasalar, yöneticilerin elinde bulunan
otoriteyi yarattığı gibi, yurttaşların paylaştığı özgürlüğü de yaratır.”353 Ancak,
Habermas’a göre, “üst düzey yetkililerin koyduğu bütün yasalarda ortaya çıkan
despotizm tehlikesi, ancak tüm tarafların dahil olduğu adil bir kamuoyu ve irade
oluşumunu sağlayan cumhuriyetçi süreçlerle önlenebilir.”354
Hukukun yaptırım gücü, hukuk kurallarının olgusallığını, yani pozitifliğini, diğer
yandan zorla kabul ettirilmemesi anlamında yasaya saygıdan dolayı kurallara
uyulması ise, normatif geçerliliğini, yani meşruluğunu ifade eder. Dolayısıyla,
Habermas’a göre, hukuk iddiaları, normatif geçerlilik iddiasından dolayı, yani
‘yasaya saygıdan dolayı’ yerine getirilmelidirler. Ahlaki olarak değerlendirilmeyen,
sadece normlara uygun objektif bir tutumu talep eden eylem kurallarına ilişkin
paradoks, Kantçı yasallık kavramıyla çözülmektedir. Buna göre, hukuk normları,
farklı biçimlerde ortaya çıkan zorunlu yasalar ve özgürlük yasasının bir arada
olmasını gerektirir. Ama burada, yasanın muhataplarının aynı zamanda yasa
koyucular olarak istemlerinin oluşumu açısından bir eksiklik söz konudur. Bu
eksiklik, tartışmacı bir siyasi irade oluşum eksikliği ya da boşluğu olarak, bireylerin
kendi çıkarlarının da düzenlenmiş olduğu bir hukuk sistemi içerisinde giderilmelidir.
Ancak, Habermas’a göre, stratejik biçimde başarı yönelimli eyleyen bireylerin kişisel
haklarını kullanması temelinde yapılanan hukuk kuralları, dayanışma ilkesini göz
352 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 46. 353 P. Pettit, Cumhuriyetçilik, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998, s. 61. 354 J. Habermas, Bölünmüş Batı, s. 115.
179
ardı ederek, öznel hakların yasal kullanımını sağlayabilir. Bu durumda, aynı tür
haklar vererek kendi amacına dönük bireylerin kişisel haklarının sağlanması, yerleşik
hukuk düzeninin yasallığını ya da meşruluğunu yasanın muhataplarının takdirine
bırakır. Dolayısıyla, öznel haklardan hareketle yapılandırılan hukuk kurallarının
meşruluğu, salt monologsal bir biçimde ortaya konulan yasallıkla değil, eleştirel ve
ussal bir kamusal söyleme dahil olabilen özgür ve eşit bütün vatandaşların makul ve
ortak istemlerinin sosyal bütünleşmesi aracılığıyla çözülebilir.355
Diğer yandan, Habermas’a göre Kantçı hukuk anlayışı, kendi yasasını kendi
koyan özerk ahlaki bireylerin, ortaklaşa belirledikleri normlara uymakta meşrulaşan
yaptırımı modern pozitif hukuk da yetersiz kalmaktadır. Çünkü modern pozitif
hukuk, yasaklanmamış her şeye izin vermesi anlamında ahlakiliği dışlamaktadır.
Modern hukuk düzeninin dayandığı öznel haklar, hukuk kişilerini, ahlaki
buyruklardan muaf tutan bir anlama sahiptirler. Çünkü modern hukuk anlayışı,
bireylerin kendi ilgi ve tercihlerine göre gerçekleştirecekleri eyleme özgürlük tanıyan
öznel haklar çerçevesinde, açıkça yasaklanmayan her şeye müsaade edildiği ilkesini
ortaya koyar. Bu anlamda, hukuksal özerklik ahlaki özerklikle örtüşmez. Dolayısıyla
hukuksal özerkliği, özel özerklikle bağlantılı iki momentle birlikte, diğer deyişle bir
yanda rasyonel olarak karar veren bireylerin istenç özgürlüğü, diğer yanda etik
olarak karar veren kişilerin özgürlüğü açısından ele almalıyız.356
Rasyonel olarak karar veren bireyler açısından hukuk, Park’ın da belirttiği gibi,
muhatapların edimsel tutum içinde hukuk normlarına özgürlük yasası olarak bakıp
bakmadıklarını ve yasaya saygıdan dolayı uymayı isteyip istemediklerini veya
bunlara, sadece özel özgürlük alanının olgusal sınırlandırılması anlamında zorlama
355 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 47-51. 356 J. Habermas, Politische Theorie, s. 143.
180
olarak bakıp bakmadıklarını ve kural ihlallerinin hesap edilebilir sonuçlarıyla
ilgilenmek isteyip istemediklerini, onlara sorabilmelidir. Bu çerçevede, hukuksal
istenç-özgürlüğü ilkesiyle birlikte, yani yasak olmayan her şeye müsaade
edilmesiyle, tekil kişiler, ahlakın kendine hâkim olma ya da kendini denetleme
gerekliliğinden kurtarılabilir. Diğer yandan, tekil hukuk-kişilerinin etik özgürlüğü,
onların, özel iyi yaşam açısından hangi anlayışı izlemek istediklerine özgürce karar
verebilmeyi ifade eder.357 Dolayısıyla, Habermas’a göre hukuk normlarının
pozitifliği ya da “…bağlayıcılığı, sadece düşünce ve yargı oluşum sürecine değil,
aksine hukuk koyan ve uygulayan mercilerin kolektif bağlayıcı kararlarına dayanır.
Bundan, hukuku yerleştiren (ve yazan) otoriteler ve geçerli hukuka tabi olan
muhataplar arasındaki bir rol-paylaşımı kavramsal gereklilik olarak ortaya çıkar.”358
Bu rol paylaşımı da, ancak bireysel ve kamusal özerkliğin karşılıklılığı temelinde
sağlanabilecektir.
Habermas’a göre, söylem kuramı açısından hukuk koyutunun demokratik
yöntemi, savsal normların rasyonel kabuledilebilir gerekçelendirme beklentisiyle
bağlantılı olarak hukukun pozitifliğini ilgilendirir. Hukukun pozitif ifadesinde,
herhangi bir şekilde öngörülebilir olgusal bir isteme ulaşılmaz; aksine politik olarak
özerk vatandaşların makul bir yasama yetkisine borçlu oldukları meşru isteme
ulaşılır.359 Bu istem, öznel haklara sahip öznenin eylem özgürlükleri ve vatandaşın
kamusal özerkliğini karşılıklı olarak olanaklı kılacak biçimde halk egemenliği
kavramının iletişimsel olarak dönüştürülmesiyle ortaya çıkar. Bu anlamda, halk
egemenliği kavramında ifade edilen meşruluk, aynı zamanda iletişimsel olarak
dağıtılan katılımcı bir siyasal irade oluşumuna dayanmalıdır:
357 G.Y. Park, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, s. 142-143 358 J. Habermas, Politische Theorie, s. 145. 359 A.g.e., s. 51.
181
Halk-ulus egemenliği kavramı, vatandaşın kamusal özerkliğini sağlayan,
iletişim ve katılım haklarında ifade edilir; yasaların egemenliği, toplum
vatandaşlarının özel özerkliğini garanti eden söz konusu klasik temel haklarda
temsil edilir. Hukuk, özel ve kamusal özerkliğin aynı biçimde sağlanmasına
yönelik araç olarak meşrulaşır.360
Halk-egemenliği kavramında biçimlenen bu somut anlayış, iletişimsel eylem kuramı
aracılığıyla etkileşim ve karşılıklı öğrenme süreçlerinin gerçekleştiği ve bunlarla
gerekçelendirilen tartışmacı bir politika biçiminin işleyişine aktarılır. Dolayısıyla bu
biçimde, hukuksal olarak kurumsallaştırılan organlar temelinde ancak müzakereci bir
irade oluşumu olanaklı olabilecektir. Diğer yandan, süreçte gerçekte kurumsallaşan
organların kendi içindeki hiyerarşik yapılanmadan dolayı üretilen araçsal stratejik bir
işleyiş, müzakereci irade oluşumunun da ortadan kaldırılmasına neden olmaktadır.
Aslında böyle bir işleyişe karşı da Habermas, vatandaşlardan sivil itaatsizlik
talebinde bulunur.361
Habermas’a göre, hukuki geçerlilik ve meşruluk için uzlaşı yönelimli ussal ve
eleştirel bir istem oluşumunu olanaklı kılacak kamusal bir tartışma süreci, bireysel
katılım ve iletişim haklarının öznel haklar olarak yasal güvenceye alınmasıyla
sağlanabilir. Dolayısıyla hukuk devleti, vatandaşların bireysel ve kamusal
özerkliklerini garanti altına alan düzenlemeler çerçevesinde, aynı haklara sahip
360 A.g.e., s. 146. 361 Habermas’a göre, böylesi bir talep, modern anayasal devletin, ahlaki bir meşrulaştırmaya gereksiniminden ve böyle bir meşrulaştırmaya elverişli olduğu kabulünden ortaya çıkabilir. Çünkü bir hukuk devleti, yurttaşlarından hukuk düzenini ceza korkusundan dolayı değil, özgür istençleriyle tanımalarını talep eder. Diğer yandan, hukuk devleti anlayışı çerçevesinde, demokrasinin kurumlarında insan aklının yanılmaya elverişli ve insanın ahlaken çürümeye yatkın doğasına karşı bir güvensizlik kendini gösterir. Kurumlar ve düzenlemelerle giderilemeyen bu güvensizlik düşüncesiyle hukuk devleti, kendi mevcut pozitif yasal düzenlemelerinin ötesine geçer ve haksız uygulamalara neden olur. Bu çelişki, yurttaşların, olağan üstü durumlarda veya haksız uygulamalarda, yasaya itaatsizliği, diğer deyişle ahlaki anlayış çerçevesinde meşrulaştırılabilir yasa dışı eyleme olanak tanıyan veya hoşgörü gösterebilen demokratik bir hukuk devlet yapısında çözülebilecektir. J. Habermas, Sivil İtaatsizlik, Çev. Hayrettin Ökçesiz, Afa Yayınları, İstanbul 1995, s. 41.
182
kişiler olarak kamusal bir söyleme katılmalarını olanaklı kılmalıdır. Bu temelde,
hukuk, bireylerin “iletişimsel özgürlüklerinin yaşamsal kullanımını ortaya
koymalıdır. Bir halk, ne kadar çok demokratik özgürlükleri benimserse, o oranda
haklarını uygular.”362 Bu ise, kamusal ve özel özerkliğin yasal güvenceye alınması
oranında gerçekleştirebilecektir. Çünkü vatandaşlar, aynı şekilde sağlanan özel
özerklik nedeniyle yeterince bağımsızlarsa, kamusal özerkliklerinin uygun bir
kullanımı sağlanabilir; diğer yandan onlar, vatandaş olarak politik özerkliklerinin
uygun bir kullanımını ortaya koyuyorlarsa, işte o zaman özel özerkliklerinin uzlaşı
olanaklı bir düzenlemesini sağlayabilirler. Bu anlamda, bireysel ve kamusal olarak
birbirini tamamlamayan “özgürlük, hiç kimsenin başkasına keyfi müdahalede
bulunacak güçte olmadığına dair ortak bir bilinçle, yurttaşların birbirlerinin
gözlerinin içine bakabilmelerini gerektirir.”363
Uzlaşı yönelimli eyleyen tarafların iletişim ve katılım haklarının yasal güvenceye
alınması temelinde ortaya konulan demokratik bir düşünce ve istem oluşumunun,
Habermas’a göre, iki koşulu yerine getirilmelidir: İlgili tarafların karar sürecine dahil
olması ve kararın rasyonel bir tartışma ortamında alınması. Bu da karar alma
sürecinin hukuksal anlamda kurumsallaştırılması anlamına gelmektedir. Anayasal
devletin görevi, katılımın sağlanması ve söylem içerisinde bir ortak istemin
oluşumunu olanaklı kılmak için hukuksal ortam yaratmaktır.364 Bu ortam, özel ve
kamusal özerkliğin karşılıklı olarak varsayıldığı, hukuksal olarak kurumsallaşmış bir
tartışma ortamıdır.365 Böylesi bir tartışma ortamında, normların yaptırımının sosyal
362 J. Habermas, Politische Theorie, s. 18. 363 P. Pettit, Cumhuriyetçilik, s. 25. 364 J. Habermas, Politische Theorie, s. 24. 365 Rawls’a göre, Habermasçı kamusal tartışma sürecinin makul sonuçlar ortaya koyabilmesi, sadece ideal tartışma koşullarına bağlı olduğundan, özcü bir anlayışı ifade etmektedir. Bu anlamda, tarafların genelleştirilebilir çıkarları açısından varsayılan söylem koşulları, yani tarafsızlık, eşitlik, açıklık, baskı
183
geçerlilik olgusu ve normatif tanınma iddiası olarak hukuki geçerliliği, vatandaşlara,
aynı norm karşısında nesneleştirici veya edimsel bir anlayış kazanma ve uygun
yorumları kabul etme alternatifi sunar. Ortaya konulan norm, kendi başarısına
odaklanmış bireyin keyfi istencine yönelik hukuki yaptırım çerçevesinde olgusal
sınırı belirler. Diğer yandan, geçerli norm, eylem başarısını, diğerlerinin de uyduğu
koşullar üzerinden uzlaşmayla sağlamak isteyen bir bireyin keyfi istencini, normatif
geçerlilik iddiası ve eleştirilebilir denetim olanaklılığı çerçevesinde bağlar.366
Habermas’ın müzakereci demokrasi anlayışı, demokrasinin geliştirilmesinde ve
kurumların eleştirilmesinde yol gösterecek normatif bir kuram eşliğinde
tanımlanabilmektedir. Müzakereci demokrasi biçimi, iletişim süreçlerinin sonucunda
ortaya çıkan geçerlik savlarını çoğunluğun istenci olarak tanımlar ve bunları hakların
üstünde görür. Habermas’ın hakların ve halkın egemenliğinin ortak kökenselliği
olarak tanımladığı bu durum, Rawls’çu liberal anlayışa karşı, yasaya karşı yükümlü
olduğu sürece yasa koyucu olarak ya da yasa koyucu olduğu sürece yasalarca
korunan birey kavramını merkeze alan bir demokrasi tanımını vermektedir. Ancak,
Ron’un da belirttiği gibi, hukuk düzeninde, müzakereci bir yaklaşımla tanımlanmış
olan betimleyici kurallar, doğru ya da yanlışa ilişkin bir normatif kurallar
çerçevesinde elde edilmektedir. Tarafsız bir normlar bütünlüğü ile herkesin eşit bir
biçimde çıkarını sağlayacak ve her bireyin özerkliğini eşit bir biçimde tanımlayacak
hukuk kuralları birbiriyle tutarsız görünmektedir. Çünkü bireylerin gerçek
kullanmama ve oybirliği, vatandaşların genelleştirilebilir çıkarlarını olanaklı gören özcü bir anlayışı ortaya koymaktadır. Ayrıca, bu değerlerden her biri, sonuçların adil olması için sürece dahil edildiklerinde özcü yargıları ifade eder. Dolayısıyla yöntemi, bu sonuçlara ilişkin yargımıza uydurmuş oluruz. J. Rawls, Siyasal Liberalizm, s. 448. 366 J. Habermas, Faktizität und Geltung, s. 48.
184
çıkarlarını, siyasal ve toplumsal güç ilişkileri içerisinde karşılayacak ideal bir iletişim
ortamı mümkün görünmemektedir.367
Diğer yandan, eleştirel bir burjuva kamusallığının çöktüğü, kamusal ve özelin
kaynaştığı, “…endüstriyel toplumun teknokratikleştirilmiş yönetimin her türlü
demokratik irade oluşumunu anlamsızlaştır(dığı)”368 günümüz toplumlarında,
tahakküm içermeyen kamusal bir söylem veya müzakereci bir demokrasi anlayışı,
aslında ideolojik bir yanılsamayı ifade etmektedir. Çünkü bu koşullarda Adorno’nun
deyimiyle, “her türlü işbirliği, toplumsal katılma ve kaynaşmanın insanca değeri,
insanlık dışı koşulların sessizce onaylanmasını örten bir maskedir yalnızca.”369
Dolayısıyla bu durumda, Sennett’in de belirttiği gibi, modern toplumsal yaşamda
genelleştirilebilir ilgi açısından, bireylerin, karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgiler
çerçevesinde dayanışmacı değil, “…toplum normlarına uygun davranabilmeleri için
narsis olmaları gerekir. Çünkü gerçeklik öylesine yapılanmıştır ki, ancak onun
yapıları içinde davranıp çalışan insanların toplumsal yapıları benliğin aynaları olarak
görmeleri ve bu yapıları kişiliklerden bağımsız anlamları olan biçimler şeklinde
incelemekten vazgeçmeleri ölçüsünde düzen, istikrar ve ödül ortaya çıkar.”370
Öyleyse, Habermas’ın eleştirel bir kamusal irade çerçevesinde dayanışmacı bir
tavırla bireylerin, kendi durumları üzerine bir düşünümsellik geliştirerek aydınlanma
ve özgürleşme ile böyle bir yanılsamadan kurtulabilecekleri iddiası yetersiz
kalmaktadır. Ayrıca, tikel çıkarlara bağlı biçimlenmiş ve iletişim süreçlerinde piyasa
koşullarının etkili olduğu ve yönlendirdiği bir toplumsal yapıda, bireylerin, özgür ve
eşit biçimde eleştirel kamusal irade oluşum süreçlerine katılmaları çok da gerçekçi
367 A. Ron, “Power: A Pragmatist, Deliberative (and Radical) View”, The Journal of Political Philosophy, Volume 16, Number 3, 2008, 272–292. 368 J. Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, s. 84. 369 T. W. Adorno, Minima Moralia, s. 26. 370 R. Sennett, Kamusal İnsanın Çöküşü, s. 419.
185
gözükmez. Kapitalist ekonomik anlayışa bağlı olarak özel özerkliğin tüketimde
nesnelleştiği toplumsal yapı ve kitle kültürü koşullarında, bireyler, siyasal hak ve
özgürlüklerini etkili şekilde kullanamayacaklardır; dolayısıyla, eleştirel bir
kamuoyunun temeli olan öz-belirlenimci ve bağımsız bir tutum da
geliştiremeyeceklerdir.
186
SONUÇ
Habermas için modernleşme tamamlanmamış bir süreçtir. Çünkü başlangıçta
modernleşmenin temelinde yer alan özgürlük, bağımsızlık, eşitlik, evrensellik gibi
değerler, öznel aklın kendini toplumsal ve kamusal alanda açan burjuva ideolojik
değerleri de olsa olumludur; ancak bu değerler, aklın araç-rasyonel işleyişi nedeniyle
toplumsal ve siyasal yaşamda nesnelleştirilememiştir. Aklın tarihsel gelişim
sürecinde, kendini, özdeş benin öznel bir belirlenimi olarak gerçekleştirişi, bu
değerlerin bireysel olarak içselleştirilmesini ve toplumsal ve siyasal alanın pratiğinde
yerleşmesini önlemiştir. Aslında bu değerler, bireysel çıkar ve kendini koruma
ilkesine göre biçimlenmiş bireyci burjuva-Batı rasyonalitesinin amaçlarını
gerçekleştirmek için zamanla araçsallaştırılmış ve adaletsizlik ve eşitsizliği de
örtmüştür. Dolayısıyla, etik ve siyasal anlayışta Kantçı ve Rousseaucu düşünceyi
dikkate alan ve bu anlamda liberal ve cumhuriyetçi anlayışı uzlaştırma amacı güden
Habermas için yapılacak olan, aklın kökten bir yadsınması ya da olumsuzlanması
değil, öznel aklın, diğer deyişle, özdeşleyici Ben olarak öz-bilincin öznelerarası bir
yaşam dünyasında iletişimsel bir akla dönüştürülmesidir. Çünkü aklı, düşmüş olduğu
bu durumdan öznelerarası uzlaşı yönelimli iletişimsel eylem temelinde biçimlenen
akıl kurtarabilecektir. Bu da, bilinç felsefesinden iletişim felsefesine
gerçekleştirilecek bir paradigma değişikliğini gerekli kılmaktadır. Bu paradigma
değişimi talebi, aynı zamanda bu değerlerin hesaba çekilmesinden, diğer deyişle Batı
rasyonalitesinin özeleştiri gerekliliğinden ortaya çıkar.
Diğer yandan, talep edilen bu dönüşüm, bir paradigma değişikliğinden daha
çok öznel aklın farklı bir yorumu ve yönteme ilişkin bir yenileme olarak
görülmelidir. Çünkü paradigma değişikliği önceki dünya anlamasından farklı yeni bir
187
dünya anlaması olarak, öncekiyle keskin bir kopuşu gerektirir. Örneğin, Aristotelesçi
teleolojik varlık ve doğa kavrayışına karşı ortaya konulan nedenselci bakış, bir
paradigma değişikliği olarak görülebilir. Dolayısıyla amaç-rasyonel öznel aklın
iletişimsel yorumu, toplumsal ve siyasal alana bakışta kökten devrimci bir
dönüşümden ziyade mevcut yapıların sürdürülebilirliği olanaklılığı üzerine bir
revizyondur. Ayrıca, Habermas, mevcut akılsallığın kökten yadsınışına da zaten
karşıdır. Bu temelde yapılan, öznel akıl olarak öz-düşünümsel bilincin kendi
kendindeki anlamasından tek taraflı ortaya konulan dünya anlaması ve yapıların,
öznelerarasılığın karşılıklı anlamasında konumlandırılan iletişimsel aklın diyalogsal
öz-düşünümselliği temelinde yeniden biçimlendirilmesidir. Bu biçimlendirmede,
Habermas, Hegelci çalışma ve dilsel etkileşim ilişkisini, bağımsız ve aynı haklara
sahip birbirine indirgenemez taraflar arasındaki öznelerarası ilişki olarak iletişimsel
eylem temelinde yeniden yorumlar. Bununla birlikte, Marksizm’de insan oluşturucu
öğe olarak görülen emeği, yani çalışma etkinliğini Habermas, amaç-rasyonel stratejik
eylem alanı içinde değerlendirmek suretiyle iletişimsel eyleme karşıt olarak
konumlandırır ve bu etkinliği, iletişimsel eylemin uzlaşı yönelimli etkileşimi içinde
çözündürür.
Diğer yandan, iletişim kuramı açısından yorumlanan pratik aklın, toplumsal ve
siyasal alanda şimdiye kadarki işleyişinde var olan teleolojik eylem yapıları da
kökten yadsınmaz. Pratik aklın pragmatik, etik ve ahlaki kullanımına bağlı olarak
yaşam-dünyası ve sistem içinde açımlanışı, hem teleolojik eylem hem de uzlaşımsal
eylem yapılarıyla bir arada ortaya konulur. Ancak, yapılan yine de bir paradigma
değişikliği olarak görülmek durumundaysa, yaşam-dünyası içerisinde açılan dilsel
telosun uzlaşımsallığı temelinde ortaya konulan idealleştirmeleri zorunlu gören
188
Habermas, bu anlamda, Hegelci varlık ve düşünce özdeşliğine, diğer deyişle “ussal
olan gerçektir ve gerçek olan ussaldır” belirlemesine benzer olarak, “dilsel olan
gerçektir ve gerçek olan dilseldir” biçiminde logosentrik, yani söylem ve usun
özdeşliği temelinde bütün gerçekliği dilsel olana indirger görünmektedir. Bu
çerçevede, yaşam-dünyasına ilişkin iletişim kuramı temelinde yapılan, diğer deyişle
aşkınsal-dilsel yeniden formülasyon, ahlaki, hukuki ve politik yapılara yönelik ortaya
konulan simgeselliğin ve dilselliğin asıl biçimlendiricisi nesnel tarihsel-olgusallığı
göz ardı eder. Dolayısıyla gerçek bir paradigma değişikliği ve köklü bir dönüşüm,
toplumsal ve siyasal yapıların iletişimsel aklın biçimsel analizi ve yeniden
üretilmesiyle değil, ancak toplumsal, siyasal ve ekonomik tarihsel-olgusal
zorunluluktan kaynaklı ortaya çıkacak ‘taşıyıcı güç’, yani başlangıçta burjuva
sınıfının üstlendiği role benzer bir güç sayesinde ortaya konulabilecektir.
Habermas, öznel aklı iletişimsel bir akla dönüştürmede bireyselleşmiş özneleri,
yaşam dünyasının dilsel etkileşimi içerisinde ortaya çıkan anlam ve uzlaşmaya dayalı
bir ideal diyalog temelinde, birer iletişimsel öz-bilinç olarak konumlandırmaktadır.
Dolayısıyla, öznenin özdeşleyici kendilik olarak aşkınsal bir Ben ilişkiselliği,
öznelerarası bir iletişimsel eylemin karşılıklı tanınma ve bakışımlı ilgiler ilişkisi
içerisinde yeniden yapılandırılır. Buna örnek de, Mead’in “Ben ve Benlik”, yani
birey ve toplum arasında dolayımlanmış özdeşleyici ilişkisellik içinde açımlanan
öznellik ya da toplumsallaşmış Bendir. Bu çerçevede, birey ve toplum, artık karşıt
öğeler olarak değil, birbirini bütünleyici öğeler olarak, karşılıklı olarak birbirlerini
belirleyecektir. Bu bütünleyicilik ilişkisi temelinde öznellik olarak bireysellik,
toplumsal yaşamın günlük dilsel iletişim ortamında oluşturulacaktır. Diğer yandan,
gündelik iletişimde ortaya çıkan etkileşimler, salt rasyonel olarak güdülen uzlaşı
189
yönelimli eylemler olarak değil, aynı zamanda duygu, istek, gereksinim ve ilgilere
bağlı olarak uzlaşmazlıklar biçiminde ortaya çıkarlar.
Bu gündelik iletişimden farklı rasyonel biçimde güdülen argümantasyon forumu
olarak anlaşılması gereken iletişimsel akıl, konuşucu ve dinleyicinin öznel, nesnel ve
sosyal dünyasıyla bağlantılı, anlama ve uzlaşmaya yönelik ideal bir iletişim ortamı
olarak görülür. Uzlaşıyla koşullu bu ortama girmeye yetenekli ussal varlıkların
söyleme girişteki tavrı, daha baştan varsayılanın ve gerçekleştirilmemiş olanın, ama
kabul edilmiş ve gerçekleştirilmiş gibi ele alınmasına neden olacaktır. Bu açıdan,
iletişim sanki görüş birliği sağlanmış olanın gerekçelendirilmesi amacıyla
yapılmaktadır. Ayrıca, teori ve pratik ilişkisinin ideal söylemin dilsel edimi
içerisinde birleştirilmesi, düşünülmüş ve ifade edilmiş olanı, aynı zamanda
gerçekleştirilmiş olan olarak ele alır. Bu anlamda, dilsel deneyimi, “düşüncenin
kendisiyle ve kendine karşı yaşadığı bir deneyim” olarak belirlersek, bu durumda
olgusal olanın olumsallığının, mantıksal olanın zorunluluğuna, diğer bir deyişle,
pratiğin, ideal söylemin teorisine indirgenmesi söz konusu olacaktır. Bu çerçevede,
Habermas, olgusal yaşam dünyasını, bir yandan iyi yaşama ilişkin ahlaki-pratik
soruların etik anlayış çerçevesinde biçimlendirilmesiyle “törellik alanıyla”
özdeşleştirmektedir; diğer yandan genel geçer normatif ahlaki ilkelerin olanaklılığı
açısından, tarafların konuşucu ve dinleyici olarak karşılaştıkları aşkınsal bir zemin
olarak görmektedir. Bu açıdan, yaşam-dünyası, olgusal törellik alanına karşılık gelen
tarihsel veya kültürel görünüşünü yitirir ve ideal biçimsel bir niteliğe bürünür.
Dolayısıyla yaşam-dünyası, tarafların uzlaşısının aşkınsal zemini olarak
idealleştirilen, diğer deyişle tamamen rasyonelleştirilmiş bir yaşam-dünyası olur. Bu
durumda, bu dünya, söylem etiğinin ahlaki bakış açısından, metafiziksel biçimde
190
tasarlanan veya bilimsel olarak nesneleştirilen bir dünyaya benzer bir sosyal dünyaya
dönüştürülür.
İletişim teorisi, deney bilimlerine ilişkin pozitivist bakış açısının sınırları aşmak
amacıyla doğruluğun yeni bir ölçütünü ortaya koymaya çalışır. Hakikatin ya da
doğruluğun, önermelerin bir niteliği olduğu konusunda pozitivist anlayışı kabul eden
söylem kuramcısı, ancak onların denetlenmesi, yani doğrulanması yöntemi
konusunda pozitivist anlayıştan ayrılır. Pozitivistler, önermelerin doğruluğunun
sadece deneyimlenebilir ve gözlemlenebilir olgusal gerçeklikle denetlenebileceğini
kabul ederek, doğruluğun karşılıklılık anlayışını kabul ederken, söylem kuramcısı,
bir önermenin doğruluğunu öznelerarası kabul edilen normatif geçerli ilkelerin
denetimine bağlayarak, doğruluğun uzlaşı anlayışını benimser. Bu anlamda,
doğruluğu temellendirilmesinde nihai bir ilke ya da dayanak anlamında ontolojik
ilkeden vazgeçen söylem kuramcısı, doğruluğun göreli geçerliliğini kabul etmiş olur.
Böylece, söylem kuramcısı, bir önermenin bir doğruluk iddiasını öne sürdüğünü
ifade etmekle, argümanlar temelinde herkesin bu önermeye razı olduğunu, diğer
deyişle argümantatif bir uzlaşıya bağlı olarak onay verdiğini vurgular. Bu uzlaşı, en
iyi argümanın zorlaması dışında, her türlü yönlendirme, baskı ve zorlamadan bağışık
ideal bir söylem ortamında ortaya konulmalıdır. Diğer yandan, doğruluğun
öznelerarası uzlaşımsal kabulü, aynı zamanda yaşam-dünyası ufkunda eyleyen
tarafların bilgi ve ilgi bağlantısını sağlaması olanaklılığı olarak gösterilir. Ancak,
aynı zamanda ideal söylem için aşkınsal bir zemin olarak tasarlanan olgu karşıtı ideal
yaşam dünyasının, bu bilgi ve ilgi, teorik ve pratik bağlantısını sağlayabilmesi
tartışmalı olur. Teori ve pratik, bilgi ve ilgi ilişkisi ya da bağlantısı, gerçek bir yaşam
dünyasında ortaya konulan eylemden ziyade, tarafların birbirlerini ikna etme
191
amacıyla yürüttükleri karşılıklı iletişim ve etkileşim biçimindeki bir pratik olarak
görünür. Ayrıca, varsayılan kabuller temelinde uzlaşıyla koşullanan ideal bir söyleme
katılanlardan, Kant’ın amaçlar krallığındaki gibi salt ussal varlıklar gibi, arzu, istek
ve duygularından arınmış biçimde argümantasyon sürecine dahil olmaları beklenir.
Söylem-etiksel ahlaki bakış açısından, söyleme katılan tarafların ilgilerinin
dikkate alınması ve bireysel istem içeriklerinin genelleştirilebilir bir istem
oluşumunun olanaklılığının normatif olarak ortaya konulması temeldir. Farklı
bireysel istem içeriklerinin ve ilgilerinin bütünlüklü bir istem oluşumuna
argümantatif olarak ulaşılabileceği öngörülür. Dolayısıyla, bireylerin ilgi ve
çıkarlarına yönelik böyle bir çözüm arayışı, söylem kuramı anlayışını yararcı
anlayışa yaklaştırır. Ancak, bireylerin olgusal olarak verili ilgi ve yönelimlerinden
ussal bir bütün istem ya da genelleştirilebilir ilginin nasıl oluşturulabileceği tam
olarak gösterilemez. Habermas, bu sorunu, her bir kişinin çıkarının aynı zamanda
kendi çıkarı ya da ilgisi olarak görecek biçimde, her bir kişinin bakışımlı ilgisi ve
karşılıklı tanınma ilişkisi temelinde dayanışmacı biçimde dikkate alınmasını, her
söylem katılımcısından talep ederek biçimsel olarak çözmeye çalışır. Ancak, diğer
yandan, Habermas’a göre, her geçerli iddia ya da talep söylemsel olarak
gerçekleştirilen, yani katılanların argümantif olarak amaçladığı bir uzlaşıda
gerekçelendirilebilmelidir. Bu çerçevede, tarafların dahil olduğu bir söylem “en iyi
argümanın zorlaması” dışında, söylemin içinden veya dışından kaynaklı olabilecek
hiçbir zorlama ve baskının olmadığı iletişimin eylem yükünü azaltacak şekilde yerine
getirilmelidir. Bu ise, zorlamasız biçimde gerçekleştirilen bir söylemin, herkesin
isteyebileceği şeyi ortaya koymasını ifade eder. Bu anlamda uzlaşı koşullu söylemin,
söyleme katılanların özgül ilgi ya da çıkarları üzerinden değil, iletişimsel olarak
192
paylaşılan genelleştirilebilir ilgi ya da çıkarlar üzerinden yürütülmesine neden
olacaktır. Dolayısıyla pratik söylem, birleşebilir tikel ilgiler yerine, olması gereken
üzerine saf argümantatif bir uzlaşının nasıl elde edilebileceği, diğer deyişle farklı
bireysel ilgi ya da çıkarlardan bağımsız biçimde herkesçe tanınabilir bütünlüklü bir
ilgi ya da çıkar nasıl oluşturulabilir sorusu üzerine yoğunlaşacaktır. Bu yoğunlaşma,
gözetilmesi gereken her bir ilgi, yönelim ve farklı anlayışların göz ardı edilmesini
beraberinde getirecektir.
Habermas, iletişim teorisine ve söylem-etiksel ahlaki anlayışa süreçte yöneltilen
yöntemsel hem de yapısal eleştirileri dikkate alarak düzeltme ve değişikliklere
gitmiştir. Normatif ilkelerin temellendirilmesi ve uygulaması söylemini birbirinden
ayırmış, başlangıçta sıkı biçimde varsaydığı temellendirmeyi, normların uygulanması
açısından daha olumsal bir denetlemeye dönüştürmüştür. Bununla birlikte,
temellendirme ve uygulama arasında yapılan ayrımda, örneğin ‘temellendirme ve
uygulama söylemi arasında keskin bir bıçak gibi işlemekte’ olan evrensel geçerli
ahlak ilkesi (E), ideal söylem ve gerçek söylem arasındaki ayrımdan başka bir şey
ifade etmez. Ama bu ayrım, ikna edici biçimde ortaya konulamaz. Gerçi normatif
geçerli bir norm, uygulama-söylemi aracılığıyla sosyal dünyayla ve yaşam-dünyasal
olgusallıkla bağlantıya sokulmak istenmektir; ama diğer yandan bu norm,
temellendirme söyleminde farklı uygulama durumlarının veya norm çatışmalarının
çözümüne yönelik bir temel ortaya koymak için, eğilimlerin, isteklerin, tikel ilgilerin
ve belirli kültürel yaşam biçimlerinin ahlaki söylemden dışlanması gerektiğini de
vurgulamaktadır.
Temellendirme ve uygulama açısından iletişimsel aklın teorik, ahlaki-pratik,
pragmatik, teknolojik ve estetik kullanımına bağlı olarak söylem ve yöntemler ortaya
193
konulur. Ancak, ilkelerin temellendirilmesi ve denetlenmesi için temelde üç yöntem,
ideal konuşma durumu, pratik söylem ve hermeneutik yöntem vurgulanır. İletişimsel
aklın argümantatif süreci olarak ideal konuşma durumu, tarafların aynı haklara sahip
kişiler olarak katılabildiği, baskı ve zorlamalardan bağımsız biçimde iddia ve
taleplerini öne sürebildiği ve argümanlara bağlı olarak gerekçelendirebildiği bir
ortamdır. Bu ortam, daha iyisi yerine konuncaya kadar varsayılması gereken koşullar
çerçevesinde biçimlenmiş bir ortamdır. Bu ortamda, eleştirilebilir geçerli iddialar ve
makul öneriler, varsayılan argümantasyon koşulları, diğer deyişle doğruluk, hakikat,
anlaşılırlık ve samimiyet ilkeleri temelinde denetlenir. Diğer yandan, pratik akılla
ilgili ahlaki-pratik sorulara ilişkin öne sürülen pratik söylem, hem ilkelerin
temellendirilmesi hem de denetlenmesi süreci olarak mantık, retorik ve diyalektik
kuralları çerçevesinde yürütülür. Aynı zamanda bir söylem ya da konuşmada, anlama
ve anlaşma işlevinin gerçekleştirilmesi için, konuşucu ve dinleyici rollerinde
tarafların şahıs zamirlerini kullanabilme ve birinci ve ikinci kişi perspektiflerini
değiştirebilme ve gerektiğinde üçüncü kişi perspektifinde bakabilme yeteneğine
sahip kişiler olarak öznelerarası paylaşılabilen bir yoruma ulaşabilmelerinin
olanaklılığı için yorum-bilgisel yöntem gereklidir. Bu yöntemler, söylemlerin,
gündelik konuşma ve eyleme yeteneğine sahip olanlarca değil, sadece ehil kişiler
tarafından gerçekleştirilebileceğini ve bu yeteneğe sahip kişilere açık olduğunu ve
onlar tarafından yürütülebileceğini gösterir. Bu çerçevede, modernin uzmanlar ve
profesyoneller kültürünü eleştiren Habermas’ın, söylemlerini yerine getirenler de,
ancak uzman ve profesyoneller olacaktır.
Söylem-etiksel ahlaki anlayış, ahlaki-pratik sorunların söylem içinden ve dışından
kaynaklı baskı ve yönlendirmelerden bağımsız, tarafların aynı haklara sahip olarak
194
dahil olabildikleri uzlaşı yönelimli bir argümantasyon sürecinde çözüme
kavuşturmayı amaçlar. Böyle bir söyleme katılabilen herkes, kendi ilgi ve
yönelimlerini herhangi bir engelle karşılaşmaksızın ifade etme ve savunabilme
hakkına sahiptir. Taraflar retorik, diyalektik ve mantık kuralları çerçevesinde
birbirlerini ikna etmeye ve kendi iddia ve taleplerini diğer herkesin denetim ve
müzakeresine açmaya hazır olmalıdırlar. Dolayısıyla taraflar, ortak bir irade oluşumu
çerçevesinde genelleştirilebilir ilgiye ulaşabilmek için, kendi ilgi ve yönelimlerinden
vazgeçmek durumundadırlar.
Tarafların ilgi ve yönelimlerinin dikkate alınması açısından normatif ahlaki
ilkelerin uygulamasına yönelik olanaklılık, söyleme girişte varsayılan ideal koşullar
ve biçimsel eşit hakların etiği bütünleyen bir hukuk temelinde somutlaştırılmasıyla,
diğer deyişle ahlaki yükümlülük ve ilkelere dayalı ideal söylemin olgu-karşıtlığına
karşı, yasalarla güvence altına alınmış eleştirel kamusal irade oluşumu temelinde
sağlanmaya çalışılır. Herkesin dahil olabileceği eleştirel bir kamusal söylem, bireysel
ahlaki özerklik ve kamusal-siyasal özgürlüklerin uzlaştırıldığı hukuk devleti kavramı
çerçevesinde elde edilebilecektir. Bu anlamda, bireylerin potansiyel istenç
özerkliğinin, diğer deyişle kendi yasasını kendi koyması anlamında özerk ahlaki
bireylerin pratik alandaki eylem bağımsızlığının yasal güvenceye alınmış eylem
özgürlüğüyle bütünlenerek, tarafların eleştirel-kamusal irade oluşum sürecine eşit
biçimde katılma olanaklılığı öngörülür. Bu, aynı zamanda, birinin özgürlüğünün bir
başkasının özgürlüğüyle bir arada bulunabilmesi ya da birinin özgürlüğünün
diğerinin özgürlüğüyle olanaklı olmasının koşuludur. Dolayısıyla, söylem teorisinde
öngörülen ahlaki-politik düzen için temel ölçüt, bu karşılıklı tanınma ve bakışımlı
ilgiler temelinde güçten bağımsız, yani argümantatif olarak yürütülen kamusal bir
195
tartışma ortamında genelleştirilebilir ilgiler üzerine bir görüş birliğinin
sağlanabilmesidir. Ancak, burada, olması gereken şey üzerine argümantatif uzlaşı,
sadece katılanlar, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeyip, her birinin bir
diğerinin ilgisi açısından tarafsız bir ussal bir bakış açısı sağlayabilirlerse olanaklı
görünür. Diğer yandan, katılanlar tarafından formüle edilen özgül çıkar ya da ilgiler,
argümantasyonun eleştirilemez ve nihai hiçbir başlangıç-noktasını temsil etmez.
Aksine, söyleme katılan tarafların ilgi ya da çıkarları, bilincine varılmış olmalarına
karşın yine de denetlenmeyi gerektirir. Bu durumda, her bir kişinin kendi ilgi ve
gereksinimleri ve genelleştirilebilir ortak ilgileri açısından ussal, yani argümantatif
bir görüş birliğinin olanaklı olup olamayacağı sorusu ortaya çıkar.
Habermas’ın, tarihsel-olgusal ve sistematik biçimde gösterdiği kadarıyla
egemenlik çözücü eleştirel bir işleyişe sahip olarak gördüğü ve müzakereci
demokratik anlayışı için örnek olarak gösterdiği burjuva kamusallığının, ussal ve
eleştirel bir yapıya sahip olup olmadığı tartışma konusudur. Dolayısıyla, tarihsel-
olgusal gelişmelere bağlı olarak, günümüzde küresel ölçekte etkili olan pazar
ekonomisinin haksız rekabet ve güç ilişkilerine dayanan toplumsal, siyasal ve
ekonomik nesnel yapıları ve buna bağlı olarak biçimlenen iletişim araçlarının
yönlendirici biçimde herkesi dinleyici yığınına çevirdiği bir kamusallık koşullarında,
eşit ve zordan bağımsız biçimde tarafların katılabileceği eleştirel bir kamusal irade
oluşumunun olanaklılığı ütopyacı ve nostaljik bir iyimserlik olarak görünmektedir.
Diğer yandan, iletişim teorisinde rasyonellik, dil ve eyleme yeteneğine sahip
öznelerin dahil oldukları ideal bir konuşma durumu, yani bir forum olarak anlaşılır.
Her biri kendi yaşam-dünyası ufku içerisinde eyleyen bireylerin, birbirleriyle makul
ve demokratik meşru bir ilişkisi, bu forum üzerinden ortaya konulmak
196
durumundadır. Ancak, ideal bir söylem temelinde ortaya konulan normatif ilkeler,
olgusal ve bilimsel söylemlerdeki gibi öngörülebilir sonuçlar ortaya koyma
anlamında, olasılı ve kestirilemez politik sonuçlar için uygun olmayacaktır.
Dolayısıyla, politik alanda söylemin hiçbir kesin sonucu garanti edemeyeceğini ifade
etmek, hem normları yerleştirme işlevi görecek söylemi hem de elde edilen ilkeleri,
uygulamalar ve sonuçlar açısından sürekli biçimde değerlendirmeyi ve düzeltmeyi
gerekli kılmaktadır.
İletişim kuramı çerçevesinde oluşturulan söylem etiği, temelde yararcı ahlak
anlayışı ve Kantçı ahlak anlayışının ortaya koyduğu ahlaki ilke ve yargıların
yetersizliğini gidermeyi, diğer deyişle bağlamsal ve evrensel ilkeler elde etmeyi ve
her iki anlayışı uzlaştırmayı amaçlamaktadır. Bu anlamda, söylem etiği, iletişimin
ideal koşulları temelinde yürütülen bir argümantasyon sürecinde, tikel ve genel
çıkarın uzlaşısını sağlayabilen, diğer deyişle söyleme katılan tarafların
gereksinimlerini karşılayan genelleştirilebilir bir ortak ilginin olanaklılığını
göstermektedir. Bu olanaklılık, söylem kuralı olarak tek başına bir ilkenin yeterli
olmadığı, söyleme katılan bütün tarafların onayını alabilen normun geçerli
olabileceğini ifade eden söylem ilkesi (S) ve bir normu, uygulamada ortaya çıkan
sonuç ve yan etkilerin zorlamasız biçimde herkes tarafından kabul edilebilmesi
durumunda geçerli gören evrensel ahlak ilkesi (E) temelinde ortaya konulur.
Ahlaki-pratik sorunlar üzerine yürütülen bir söylemde rızayı olanaklı kılan
evrensel ilke, söylemde ortaya konulan içeriklerin bütün tarafların bakışımlı ilgileri
temelinde düzenlenebilirse bir argümantasyon kuralı olarak geçerli olur. Dolayısıyla
burada, bir döngüsellik ortaya çıkar: Temellendirilecek normların, kendisiyle
denetlenmesinin amaçlandığı kural önceden varsayılan bir normdur. Diğer yandan,
197
söylem sürecinde oluşturulan bağlamsal ilke ile evrenselleştirme ilkesinin, söyleme
neden olan farklı dünya görüşlerini ve yaşam biçimlerini aynı olgu bağlamı içinde
içerisinde uyumlu kılması gerekir. Dolayısıyla etiğin evrensel pragmatik
temellendirme olanaklılığını gösteren evrensel ilke, bütün tarafların bir uzlaşısı
temelinde hem gereklilik hem de yeterlilik koşulunu karşılamalıdır. Ama bu ilkeyi
yeterli görmeyen Habermas, söyleme katılan bütün tarafların onayını alabilen
normun geçerli olabileceğini kabul eden söylem ilkesini (S) de gündeme getirir. Bu
durumda, evrensel ilke (E) yeterli değilse, ilgili hiçbir genel kural ortaya
konulamayacağı gibi, bu ilkeye bağlı olarak söylem-etiksel ahlaki ilkelere yönelik
yapılan biçimselcilik ve evrenselcilik nitelendirmesi de anlamını yitirecektir.
Genelleştirilebilir ilginin olanaklılığı açısından, söyleme katılan taraflardan
tarafsız bir bakış açısına sahip olmaları beklenir. Bu anlamda, ideal rol üstlenimi,
tarafların her birinin hem kendi ilgisini hem de bir diğerinin ilgisini tarafsız biçimde
değerlendirebilmeyi ifade eder. Ancak, tarafların böyle bir role ne oranda sahip
olabileceği ve bir diğerinin ilgisine ne kadar duyarlılık göstereceği şüphelidir. Çünkü
söylem, her birinin ilgisinin dikkate alınması çerçevesinde gerçekleştiriliyorsa,
söyleme katılan taraflar belirli bir önyargıya sahip olacaktır; dolayısıyla tamamen
tarafsız bir bakış açısı söz konusu olamayacaktır. Ayrıca, söylemde, ilgi ve
gereksinimleri ortaya konulması ve genelleştirilmesi açısından herkes aynı hakka
sahipse, tarafların, genelleştirilebilir ilgi yararına kendi ilgi ve gereksinimlerinden ne
zaman ve niçin vazgeçmesi gerektiği açık kalmaktadır. Diğer yandan, normların
temellendirilmesi ve uygulaması açısından söylem etiğinin yetersizliğini kabul eden
Habermas, bu yetersizliği etiği bütünleyen bir hukuk anlayışı temelinde aşmaya
çalışmıştır. Aynı zamanda, genel ilkelerin uygulamasında ortaya çıkan olgusallık ve
198
geçerlilik gerilimini ifade eden bu yetersizlik, bireysel ve kamusal özerkliğin
uzlaşımını da olanaklı kılacak bir müzakereci bir demokrasi anlayışı temelinde
giderilmeye çalışılır. Buna göre, bütün vatandaşların katılabileceği eleştirel bir
kamusal irade oluşumu, kamusal ve bireysel özerkliğin karşılıklı varsayılması ve
gerçekleştirilmesi oranında sağlanabilecektir. Bu da, bireylerin kendileriyle ilgili
karar alma süreçlerine özgür ve eşit haklara sahip kişiler olarak katılabilmelerinin
hukuksal olarak kurumsallaştırılmasını ifade eder. Çünkü vatandaş olarak bireylerin,
herkese aynı şekilde sağlanan özel özerklik nedeniyle bağımsızlaşmaları oranında,
kamusal özerkliklerin kullanımı sağlanabilecektir. Böyle bir kullanımın ise, bireysel
özerklilerin uzlaşıya dayalı biçimlendirilmesini olanaklı kılacağı öngörülür. Ancak,
uzlaşı yönelimli iletişimsel akıl biçimine bağlı varsayılan eleştirel bir kamusal irade
oluşumu, başarı yönelimli stratejik eylemin araçsal rasyonelleşmesine bağlı oluşan
ekonomik ve yönetsel sistemin bireyleri edilgen birer dinleyici haline getirdiği
yönlendirici etkinliği karşısında yetersiz görünmektedir. Diğer deyişle, stratejik
eylemin belirlediği koşullar, bağımsız kişiliğe sahip özerk bireylerin eleştirel bir
kamusal irade oluşumuna olanak tanımayacaktır.
199
KAYNAKLAR
Adorno, Theodor W., Minima Moralia, Çev. Orhan Koçak, Ahmet Doğukan, Metis
Yayınları, İstanbul 1986.
Apel, Karl-Otto, Diskurs und Verantwortung, Das Problem des Übergangs zur
postkonventionellen Moral, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1988.
Aristoteles, Eudemos’a Etik, Çev. Saffet Babür, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara
1999.
Aristoteles, Politika, Çev. Mete Tunçay, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.
H. Arendt, Geçmişle Gelecek Arasında, Çev. Bahadır Sina Şener, İletişim
Yayınları, İstanbul 1996.
Barthes, Roland, Göstergebilimsel Serüven, Çev. Mehmet Rıfat, Sema Rıfat, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 1993.
Benhabib, Seyla, Eleştiri, Norm ve Ütopya, Çev. İsmet Tekerek, İletişim Yayınları,
İstanbul 2005.
Best, Steven; Kellner, Douglas, Postmodern Teori, Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 1998.
Borradori, Giovanna, Terör Günlerinde Felsefe, Çev. Emre Barca, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul 2008.
Brumlik, Micha, “Über die Ansprüche Ungeborener und Unmündiger. Wie
advokatorisch ist die diskursive Ethik?”, Moralität und Sittlichkeit Das Problem
Hegels und die Diskursethik Herausgegeben von Wolfgang Khulmann,
Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 1986.
Bubner, Rüdiger, Modern Alman Felsefesi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları,
İstanbul 1993.
200
Bubner, Rüdiger, “Moralität und Sittlichkeit –die Herkunft eines Gegensatzes”,
Moralität und Sittlichkeit Das Problem Hegels und die Diskursethik
Herausgegeben von Wolfgang Khulmann, Shurkamp Verlag, Frankfurt Main
1986.
Finlayson, James Gordon, Habermas, Çev. Talat Kılıç, Dost Kitabevi Yayınları,
Ankara 2007.
Forst, Rainer, “Ethik und Moral”, Die Öffentlichkeit der Vernunft und die
Vernunft der Öffentlichkeit (Lutz Wingert und Klaus Günther), Festschrift für
Jürgen Habermas, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main 2001.
Foucault, Michel, Hapishanenin Doğuşu, Çev. Mehmet Ali Kılılçbay, İmge
Kitabevi, Ankara 2000.
Geuss, Raymond, Eleştirel Teori, Çev. Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
2002.
Geuss, Raymond, Kamusal Şeyler, Özel Şeyler, Çev. Gülayşe Koçak, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul 2007.
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Recht, Staat, Geschichte, Herausgegeben und
Erläutert von Friedrich Bülow, Copyright 1955 by Alfred Kröner Verlag in Stuttgart.
Habermas, Jürgen, Bilgi Ve İnsansal İlgiler, Çev. Celal A. Kanat, Küyerel
Yayınları, İstanbul 1997.
Habermas, Jürgen, Bölünmüş Batı, Çev. Dilman Muradoğlu, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul 2007.
Habermas, Jürgen, Der philosophische Diskurs der Moderne, Suhrkamp Verlag,
Frankfurt am Main 1985.
201
Habermas, Jürgen, Erläuterung zur Diskursethik, Shurkamp Verlag, Frankfurt am
Main 1991.
Habermas, Jürgen, Faktizität und Geltung, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main
1992.
Habermas, Jürgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, Çev. Tanıl Bora, Mithat
Sencer, İletişim Yayınları, İstanbul 1997.
Habermas, Jürgen, Moralbewuβtsein und kommunikatives Handeln, Shurkamp
Verlag, Frankfurt am Main 1983.
Habermas, Jürgen, Nachmetaphysisches Denken, Shurkamp Verlag, Frankfurt am
Main 1988.
Habermas, Jürgen, İdeoloji Olarak Teknik Ve Bilim, Çev. Mustafa Tüzel, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 1993.
Habermas, Jürgen, İnsan Doğasının Geleceği, Çev. Kaan H. Öktem, Everest
Yayınları, İstanbul 2003.
Habermas, Jürgen, “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak, Çev. İlknur Aka, Yapı
Kredi Yayınları, İstanbul 2002.
Habermas, Jürgen, Politische Theorie, Shurkamp Verlag Frankfurt am Main 2009.
Habermas, Jürgen, Rationalität- und Sprachtheorie, Shurkamp Verlag, Frankfurt
am Main 2009.
Habermas, Jürgen, Sivil İtaatsizlik, Çev. Hayrettin Ökçesiz, Afa Yayınları, İstanbul
1995.
Habermas, Jürgen, Sprachtheorische Grundlegung der Soziologie, Shurkamp
Verlag, Frankfurt am Main 2009.
202
Habemas, Jürgen, Sosyal Bilimlerin Mantığı Üzerine, Çev. Mustafa Tüzel, Kabalcı
Yayınevi, İstanbul 1998.
Habermas, Jürgen, Theorie und Prakxis, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main
1971.
Habermas, Jürgen, Wahrheit und Rechtfertigung, Shurkamp Verlag, Frankfurt am
Main 1999.
Hegel, Georg Wilhelm Friedrich, Bütün Yapıtları (Seçmeler), Çev. Hüseyin
Demirhan, Onur Yayınları, Ankara 1976.
Hilary W. Putnam, “Capabilities and Two Ethical Theories”, Journal of Human
Development, Vol. 9, No. 3, November 2008.
Honeth, Axel, “Diskursethik und implizierter Gerectigkeitskonzept. Eine
Diskussionsbemerkung”, Moralität und Sittlichkeit Das Problem Hegels und die
Diskursethik Herausgegeben von Wolfgang Khulmann, Shurkamp Verlag,
Frankfurt Main 1986.
Horkheimer, Max, Adorno, Theodor W., Aydınlanmanın Diyalektiği, Çev. Oğuz
Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1995.
Hume, David, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, Çev. Aziz Yardımlı, İdea
Yayınları, İstanbul 1997.
Kant, Immanuel, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, Çev. İoanna Kuçuradi,
Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1995.
Kant, Immanuel, Arı Usun Eleştirisi, Çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınları, İstanbul
1993.
Kant, Immanuel, Aydınlanma Nedir? Sorusuna Yanıt, Seçilmiş Yazılar, Çev.
Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984.
203
Kant, Immanuel, Ethica -Etik Üzerine Dersler, Çev. Oğuz Özügül, Pencere
Yayınları, İstanbul 2003.
Kant, Immanuel, Fragmanlar, Çev. Oruç Aruoba, Altıkırkbeş Yayın, Birinci Baskı,
İstanbul.
Kant, Immanuel, Pratik Aklın Eleştirisi, Çev. İoanna Kuçuradi, Ülker Gökberk,
Füsun Akatlı, Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara 1999.
Kissling, Christian, Gemeinwohl und Gerecehtigkeit, Univ. Verl. Freiburg i. Br.
Herder, 1993.
Kymlıcka, Will, Çağdaş Siyaset Felsefesine Giriş, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2006.
Larmore, Charles, “Der Zwang des besseren Arguments”, Die Öffenlichkeit der
Vernunft und dir Vernunft der Öffenlichkeit, (L. Wingert und K. Günther),
Festschrift für Jürgen Habermas, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main 2001.
Lukacs, George, Tarih ve Sınıf Bilinci, Çev. Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul
1998.
Lyotard, J.F., Postmodern Durum, Çev. Ahmet Çiğdem, Vadi Yayınları, Ankara
2000.
MacIntyre, Alasdair, Erdem Peşinde, Çev. Muttalip Özcan, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 2001.
MacIntyre, Alasdair, Ethik’in Kısa Tarihi, Çev. Hakkı Hünler-S. Zelyüt Hünler,
Paradigma Yayınları, İstanbul 2001.
Martin Morris, “Social Justice and Communication: Mill, Marx, and Habermas”,
Social Justice Research, 2009.
204
Marx, Karl- Engels, Friedrich, Alman İdeolojisi (Feuerbach), Çev. Sevim Belli, Sol
Yayınları, Ankara 1992.
McCarthy, Thomas, Habermas ve Modernliğin Felsefi Söylemi, Çev. Ahmet
Demirhan, Vadi Yayınları, Ankara 1997.
Megill, Allan, Aşırılığın Peygamberleri, Çev. Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara 1998.
Mill, John Stuart, Özgürlük Üstüne, Çev. Alime Ertan, Belge Yayınları, İstanbul
2000.
Mill, John Stuart, Utilitarianism, by Steve Thomas for The University of Adelaide
Library Electronic Texts Collection, Nisan 1998 (www. utilitarianism. org/).
Park, Goo-Yong, Freiheit, Anerkennung Und Diskurs, Verlag Könighausen &
Neumann GmbH, Würzburg 2001.
Patzig, Günther, Ethik ohne Metaphysik, Vandenhoeck & Ruprecht, Göttingen
1971.
Peters, Bernard, “Deliberative Öffentlichkeit”, Die Öffenlichkeit der Vernunft und
dir Vernunft der Öffenlichkeit, (L. Wingert und K. Günther), Festschrift für Jürgen
Habermas, Shurkamp Verlag, Frankfurt am Main 2001.
Pettit, Philip, Cumhuriyetçilik, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
1998.
Pieper, Annemarie, Etiğe Giriş, Çev. Veysel Atayman-Gönül Sezer, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul 1999.
Platon, Yasalar, Çev. Candan Şentuna- Saffet Babür, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
1994.
205
Rawls, John, Siyasal Liberalizm, Çev. Mehmet Fevzi Bilgin, İstanbul Bilgi
Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2007.
Riedel, Manfred, Norm und Werturteil, Philipp Reclam jun., Philipp Reclam jun.,
GmbH & Co., Stuttgart 1979.
Ron, Amit, “Power: A Pragmatist, Deliberative (and Radical) View”, The Journal
of Political Philosophy, Volume 16, Number 3.
Rorty, Richard, Olumsallık, İroni ve Dayanışma, Çev. Mehmet Küçük, Alev
Türker, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1995.
Rosanvallon, Pierre, Refah Devletinin Krizi, Çev. Burcu Şahinli, Dost Kİtabevi
Yayınları, Ankara 2004.
Rousseau, Jean-Jacques, Toplum Sözleşmesi, Çev. Vedat Günyol, Adam Yayınları,
İstanbul 1994.
Rousseau, Jean-Jacques, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı, Çev. Rasih
Nuri İleri, Say Yayınları, İstanbul 1995.
Roy V. Leeper, “Moral Objectivity,Jurgen Habermas’sDiscourse Ethics, and Public
Relations”, Public Relations Review, 22(2), Summer 1996.
Ruse, Michael, “Evrimci Etiğin Savunusu”, Etiğin Doğal Temelleri (Jean-Pierre
Changeux), Çev. Nermin Acar, Doruk Yayınları, İstanbul 2002.
Schlosberg, David, “Communicative Action in Practice: Intersubjectivity and New
Social Movements”, Political Studies, 1995.
Schnädelbach, Herbert, “Was ist Neoaristotelismus?”, Moralität und Sittlichkeit
Das Problem Hegels und die Diskursethik Herausgegeben von Wolfgang
Khulmann, Shurkamp Frankfurt am Main 1986.
206
Searle, John R., Bilinç ve Dil, Çev. Muhittin Macit, Cüneyt Özpilavcı, Litera
Yayıncılık, İstanbul 2005.
Sennett, Richard, Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. Serpil Durak, Abdullah Yılmaz,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2002.
Solomon, Robert C., Adalet Tutkusu, Çev. Ertuğ Altınay, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul 2004.
Squires, Judith, “Deliberation, Domination and Decision-making”, Theoria: A
Journal of Social&Political Theory, December 2008.
Taylor, Charles, “Die Motive einer Verfahrensethik”, Moralität und Sittlichkeit
Das Problem Hegels und die Diskursethik Herausgegeben von Wolfgang
Khulmann, Shurkamp Frankfurt am Main 1986.
Tugendhat, Ernst, Probleme der Ethik, Philipp Reclam jun., GmbH & Co., Stuttgart
1984.
Weber, Max, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Zeynep Gürata, Ayraç
Yayınevi, Ankara 1985.
207
ÖZET
Tez, Habermas’ın iletişim teorisi çerçevesinde ortaya konulan söylem-etiksel
ahlak anlayışını ve pratik söylem aracılığıyla oluşturulan ahlaki ilke ve normları
araştırmaktadır. Yararcı ve Kantçı ahlak anlayışını uzlaştırma amacı güden söylem
etiği, ahlaki-pratik sorulara yönelik ideal koşullar altında yürütülen bir
argümantasyon sürecinde ortaya konulan normatif ilkelerin, hem bağlamsal hem de
evrensel olarak geçerli olabileceğini vurgular. Diğer deyişle, bireylerce yürütülen bir
pratik söylemde uzlaşıyla elde edilen ilkelerin, içeriksel olarak söyleme katılan
bütün tarafların ilgisini dikkate alabileceğini, ama aynı zamanda biçimsel olarak
herkes için geçerli olabileceğini iddia eder. Ancak, bu iddia, pratik söylemden aynı
zamanda bağlamsal ve evrensel geçerlilik savlarının türetilmesi konusunda yetersiz
görünmektedir. Çünkü pratik bir söylemde doğrudan ahlaki olarak sayılan normlar
aynı zamanda evrensel doğrulayıcı ilkeler olarak görülemezler. İletişim kuramı
açısından, aynı zamanda olgusallık ve geçerlilik arasındaki gerilimi de ifade eden bu
sorun, etiği bütünleyici bir hukuk temelinde aşılmaya çalışılır. Bu çerçevede,
Habermas’ın temel olarak kamusal düşünme ve görüşme süreçlerinin tasarlandığı
müzakereci demokrasi anlayışı, liberal ve cumhuriyetçi anlayışların dikkate alınarak
oluşturulduğu eleştirel bir kamusal akla dayandırılır. Habermas, siyasal haklara sahip
özerk ahlaki bireylerin eşit biçimde dahil olabildikleri eleştirel bir kamusal irade
oluşumuyla, genelleştirilebilir ortak ilgi ve ilkelerin oluşumunun
gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Ancak, bireysel çıkarlar temelinde oluşmuş
toplumsal yapı ve siyasal süreçlerin etkisiyle biçimlenen iletişim ortamının
manipülatif olarak herkesi dinleyici yığınına çevirdiği kamusallık koşullarında,
eleştirel bir kamusal irade oluşumunun olanaklılığı sorunu tartışmaya açılmaktadır.
208
ABSTRACT
This thesis concerns with Habermas’ conception of morality stemmed from discourse
ethics by which the validity of moral rules and norms are determined by practical
discourse. Discourse ethics, which tries to convene Kantian ethics and utilitarianism,
focuses on the assumption that norms and moral rules reached through an ideal
argumantation process are valid both contextually and universally. That is, it claims
that moral norms, which are accepted by convention of individuals who are
participants in a practical discourse, have a gist that presumes the interests of
participants and have a form which is valid for all participants. But, this assumption
seems to be inadequate since it may not be possible to derive both contextual and
universal valid claims from the practical discourse by the norms arrived at a practical
discourse, which may be counted as moral immediately, cannot be universal
justifying principles at the same time. This problem, which refers to the tension
between the factual and the universally valid simultaneously, is tried to manage
through a complementary law theory. This law theory stems from Habermas’
conception of deliberative democracy which enables to public interaction and public
opinion emerge, and which is consecutively depends on a public reason which is
mixed of both liberal and republican views. With this critical public reason, in which
autonomous moral individuals participate as political members, Habermas believes
that common interests and principles come to realise. However, it is doubtable
whether it is possible to reach a critical public reason in a such public sphere where
communicative milieu is constituted by social institutions and political process, and
society is manipulated by communication technics as passive listeners community.