kitap aydınlıkaydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2012/sayi25.pdf · haftanın...
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
23KİTAP
TANITILIYOR
17 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 25
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 881
Bir direniş öyküsü
“Adressiz bir ‘gözlem-ci’nin ‘üçgence’
konuşma kılavuzu...”
Kötü Çocuk, Marquisde Sade!
Başka bir insanmümkün!
Klosterman’ınçelişkili dünyası
Ernst Bloch’tan bir başyapıt
“Umut İlkesi”yleSınırları Aşmak“Umut İlkesi”yleSınırları Aşmak“Umut İlkesi”yleSınırları Aşmak
Ataol Behramo�lu bundan bir süre önce Cumhuriyet gazete-
sinde yay�mlanan Pazar yaz�lar�nda Alman dü�ünür Ernst Bloch’un
“Militan �yimserlik” kavram�n� i�lemi�ti. Sonras�nda gazetemizin
ba�yazar� Do�u Perinçek Behramo�lu’nun yaz�lar�na at�fta bulu-
nalarak Ernst Bloch’un önemine dikkat çekmi�ti.
Ernst Bloch’un ba�yap�t� “Umut �lkesi”nin 2. cildi Türkçeye ka-
zand�r�ld�. Bu hafta için bundan iyi bir kapak dosyas� olamazd�. Aka-
demik çal��malar�n� “ütopyac�lar” üzerine sürdüren Sad�k Usta Ay-
d�nl�k Kitap okurlar� için yazd�... Ernst Bloch'un yap�t�n� kapsam-
l� bir biçimde i�leyen kapak dosyam�z� ilgiyle okuyaca��n�z� umut
ediyoruz. Umut ediyoruz çünkü umut etti�imiz sürece var�z!
Haftaya görü�mek dile�iyle...
İyimserlik
SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
17 A�USTOS 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı
İÇİNDEKİLER
Haftanın Portresi: Macit Gökberk s. 4
s. 5
Kötü Çocuk, Marquis de Sade! s. 6
Başka bir insan mümkün! s. 7
Umut ilkesiyle sınırları aşmak s. 8/9
Klosterman’ın çelişkili dünyası s. 10
Yeni Çıkanlar s. 11
s. 12
Sahaf: Devrimci yatağı Makedonya s. 13
Alıntı Test-Bulmaca s. 14
“Son Adım”, Ayhan GeçginAyhan Geçgin’in “Son Adım” adlı romanı, kök-lerinden bağını koparmış, ona bile isteye yaban-cılaşmış ama İstanbul gibi bir metropole de kök sa-lamamış bireyin romanı. Varoluşçu edebiyatınönemli bir örneği sayılan “Son Adım”, bireyin yal-nızlığının bir yansıması gibi duran büyükşehir at-mosferini tasvir etme gücüyle, bireye gerçekçi vecesur yaklaşımı ve zengin anlatımıyla Türk ede-biyatında son yıllarda okuduğum en etkileyici ro-man.
“Sinek Isırıklarının Müellifi”, Barış BıçakçıBarış Bıçakçı “Sinek Isırıklarının Müellifi” roma-nında, yazmak için mühendislik işinden ayrılmış Ce-mil’in ve karısı Nazlı’nın Ankara’da toplu konut-larda geçen gündelik yaşamını anlatırken, insanıçok temel konular üzerinde düşünmeye sevk edi-yor: Ölüm, edebiyatın ölümsüzlüğü, aşk ya da aş-kın imkânsızlığı, yaşlanmak… Bıçakçı gücünükısa ama derinlikli cümlelerinden, özgün üslu-bundan alıyor.
“Kesik Hava”, Murat YalçınMurat Yalçın, Kitap-lık dergisinin editörü olarakedebiyat camiasının tam ortasında yer almasına rağ-men, reklamını yapmayan, pek fazla görünmeyi sev-meyen, bu yönü yazma biçiminde ortaya çıkan biryazar. Yalçın, son öykü kitabı “Kesik Hava”da, de-neysel özelikler taşıyan diğer öykü kitaplarında
farklı olarak, temizlikçileriyle, hırsızıyla, Tatar mey-hanecisiyle, toplumun farklı katmanlarında yer alanbireyin dünyasına giriyor. Elbette zengin dilini veironisini koruyarak.
“Körlük” ve “Kabil”, Jose Saramago İki yıl önce hayatını kaybeden Portekizli yazar JoseSaramago pek çok romanında yaşama dair temelbir soru sorup o sorunun peşine düşen bir yazar.“Körlük” romanında, körlüğün bulaşıcı olması vetek bir kişi dışında herkesin kör olması halinde top-lumun neye dönüşeceğini kurgularken dünyayı mu-azzam bir kaosa dönüştürüyor. “Kabil” romanın-da ise, mitolojide Kabil’in kardeşi Habil’i öldür-mesiyle onun Tanrı tarafından sürgün edilmesineyeni bir bakış getiriyor. Saramago, Kabil’in sürgünyaşamını bir başkaldırı hikâyesine çevirirken, onuTevrat’taki diğer mitolojik kahramanlarla buluş-turup Tanrı kavramını ve günahı sorguluyor.
“Öğlen Kadını”, Julia FranckAlman genç kuşak kadın yazarlarından JuliaFranck “Öğlen Kadını” adlı romanında, Nazi re-jimi sırasında kimlik değiştirerek hayatta kalabi-len Yahudi kökenli Hele’nin hikâyesinden yola çı-karak hafızası silinmiş, savaş yorgunu kadınlarıninsanı dehşete düşüren duygusuzluğuna odakla-nıyor. Öğlen Kadını tarihi bir roman gibi okunsada kadın bedeni üzerinde kurulan iktidarı anlat-ması ve kutsal annelik kavramını tersyüz etmesiylede son derece çağdaş bir roman.
ÖneriYorum
MENEKŞE TOPRAK
1)
2)
3)
4)
5)
“SBF 68’in Unutulmaz Dekanı”ndan anılar-dersler
Adressiz bir “gözlemci”nin “üçgence”konuşma kılavuzu...
HAFTANIN PORTRES�
Macit Gökberk, Türkçe felsefe terim-
lerinin kurulması, kavramların sınıflan-
dırılması konusunda önemli uğraş ver-
miş bir felsefecidir.
1908 doğumlu Gökberk, İstanbul
Erkek Lisesi’nden mezun olduktan son-
ra 1932’de İstanbul Üniversitesi Edebi-
yat Fakültesi Felsefe Bölümünü “Pla-
ton’un Theaitetos Diyaloğu” üzerine
yaptığı çalışmayla bitirdi. Aynı yıl bu bö-
lüme asistan oldu ve Hans Reichen-
bach’ın “Logik” adı altında verdiği ders-
leri Türkçe’ye aktardı.
1935 yılında doktora çalışmaları için
Berlin Üniversitesi’ne gitti. 1940 yılında
Prof. Eduard Spranger’in yanında “He-
gel ve Auguste Comte’da Toplum Kav-
ramı” adlı teziyle doktorasını verdikten
sonra Türkiye’ye döndü ve İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümü’ndeki görevine devam etti. Aynı
bölümde önce doçent (1941), daha son-
ra da profesör (1949) oldu. 1978 yılında
emekliye ayrıldı.
Gökberk’in çalışmaları felsefe tari-
hi ile dil ve bilgi sorunu olmak üzere iki
konuda yoğunlaşır. Felsefe tarihi ile ilgili
çalışmalarını topladığı “Felsefe Tarihi”
adlı yapıtı Türk felsefe literatürünün en
çok başvurulan temel yapıtlarından sayılır.
Özellikle de Kant ve Hegel’e uzanan
çalışmalarında Hegel’in devlet felsefe-
si, Kant ve Herder’in tarih anlayışları
başlıca odağı oluşturur. Gökberk, Her-
der’le Kant’ın tarih sorununa getirdik-
leri çözümü “Kant ile Herder’in Tarih
Anlayışları” adlı yapıtında, Hegel’le il-
gili çalışmalarını da “Felsefe Arşivi”
dergisinde yer alan “Hegel’in Devlet Fel-
sefesi” ve “Hegel Felsefesi-Yaşayan
Yönleriyle” adlı yazılarında sergiledi.
Gökberk’in felsefe çalışmalarında dil
çalışmaları büyük önem taşır. Gökberk
dil ile ilgili düşüncelerini “Değişen
Dünya, Değişen Dil” adlı yapıtında
topladı. Bu arada felsefe dilinin sade-
leşmesi, Türkçe felsefe terimlerinin ku-
rulması ve kavram karmaşasının gide-
rilmesi yönünde büyük çaba sarfeden
Macit Gökberk, 1954-1960 ve 1969-
1976 yılları arasında Türk Dil Kurumu
Başkanlığı yaptı.
Macit Gökberk 15 Ağustos 1993
günü İstanbul’da öldü.
Başlıca yapıtları; Kant ile Herder’in
Tarih Anlayışları(1948), Felsefe Tari-
hi(1961), Felsefenin Evrimi(1979), De-
ğişen Dünya-Değişen Dil (1997).
Macit Gökberk(1908 – 1993)
Gökberk’in çal��malar� felsefe tarihi ile dil vebilgi sorunu olmak üzere iki konuda yo�unla��r.
Felsefe tarihi ile ilgili çal��malar�n� toplad��� “FelsefeTarihi” adl� yap�t� Türk felsefe literatürünün en çok
ba�vurulan temel yap�tlar�ndan say�l�r
Kuzey �talya’dan daha azgeli�mi� olan güneydekii�çilerin kapitalist sürece
nas�l dahil olduklar�n� çarp�c�bir �ekilde gözler önüneseriyor Nanni Balestirini.
Güneydeki köylülerintopraks�zla�t�r�lmas�n�,
�ehirlere göç etmek zorundab�rak�l���n�, ve kuzeyin
ihtiyac� olan i�gücü halinegetirili�ini roman�n anakarakterinin a�z�ndan
anlat�yor
Bir direnişöyküsü
17 A�USTOS 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
İTALYAN YAZAR NANNİ BALESTRİNİ’NİN KALEMİNDEN
CEREN ADALETSEVER
Otonom Yayıncılık’tan çıkan “Her şeyi İs-
tiyoruz” uluslararası başkaldırı dönemi
olarak nitelendirebileceğimiz 1968 yılında
İtalyanın en büyük fabrikası olan Fiat’da çı-
kan isyanı konu ediyor. Yazarı, Nanni Ba-
lestrini, Potero Operaio (işçilerin gücü)
grubunun kurucu üyelerinden biri. Dola-
yısıyla bu kitap bu akımın, İtalyan işçici ge-
leneğinin, politik bir çıktısı olarak görüle-
bilir. Nitekim kitapta kapitalist işin reddi sa-
vunuluyor ve ücretlerin üretime bağlı de-
ğil, işçilerin maddi ihtiyaçlarına yönelik be-
lirlenmesi gerektiğini belirtiliyor.
Kuzey İtalya’dan daha az gelişmiş olan
güneydeki işçilerin kapitalist sürece nasıl da-
hil olduklarını çarpıcı bir şekilde gözler önü-
ne seriyor Nanni Balestirini. Güneydeki
köylülerin topraksızlaştırılmasını, şehirle-
re göç etmek zorunda bırakılışını, ve kuzeyin
ihtiyacı olan işgücü haline getirilişini ro-
manın ana karakterinin ağzından anlatıyor.
H�Ç FARKETMEZC�L�KTENÖRGÜTLÜLÜ�ERomanın ana karakteri, ileride ustabaşı ol-
sun diye gönderildiği meslek lisesinin ar-
dından bir fabrikaya işe girer ve burada ru-
tin iş hayatını sevmediğini anlar. Dolayısıyla
alıştığımızdan farklı olarak burada işi ve ça-
lışmayı sevmeyen bir karakter işliyor yazar.
İşi sevmediğini anlayan kahramanımız,
hiçbir yerde uzun süreli çalışamaz, günü-
birlik işlerle hayatını idame ettirmeye ça-
lışır. En sonunda kuzeyin en büyük fabri-
kası olan Fiat’da çalışmaya karar verir. Ve
fakat orada da artan iş temposunun altın-
da işçilerin ezildiğini görür. Kahramanımızın
fabrika önündeki öğrencilerle ahbap ol-
masıyla birlikte, önceden kendini “hiçfar-
ketmezci” olarak tanımlarken, artık bir
örgütlenmeye gerek olduğunu düşünür.
İsyana giden süreçte örgütlenme ilk olarak
kendini iş yavaşlatma olarak gösterir ve
daha sonra örgütlenme diğer departman-
lara sıçradıkça üretim durma noktasına ka-
dar gelir. Sendikaların ve diğer aracıların iş-
çilerin taleplerini patronlara iletmek yeri-
ne patronların taleplerini işçilere dayattı-
ğını gören işçiler; bu mücadeleyi kendi güç-
leriyle kazanmak için örgütlenirler. Ve iş-
çilerin asıl güçlünün kendileri olduğunu gör-
meleriyle birlikte artık patronlardan iste-
dikleri daha fazla ücret değil, her şeydir.
“Her şeyi İstiyoruz” büyük makineler
arasında makineleşen insanın kapitalist
sistem içinde bir numara olarak tanımlan-
dığını gözler önüne seriyor ve sayıların
önem kazandığı bu sistemde, işçilerin tari-
he emsal olacak eylemini bize tüm detay-
larıyla vererek tarihe tanıklık etmemizi
sağlıyor. Bu anlamda yazarın dilinin akıcı-
lığı, dinamizmi ve romantizmi kendimizi ro-
manın içinde buluvermemizi sağlıyor. Ni-
tekim kapitalizmin özünün değil sadece yü-
zünün değiştiği bugünlerde de romanın için-
de kendinizi bulmanız çok zor değil. Ör-
gütlenmeye büyük ihtiyaç duyduğumuz bir
dönemde; “Her şeyi İstiyoruz” örgütlen-
menin getirilerini gözler önüne seren, em-
sal almamız ve mutlaka okumamız gereken
bir kitap.
(Her Şeyi İstiyoruz, Nanni Balestrini,Otonom Yayıncılık, Çev: Deniz Erenuluğ
Bovo/ Ufuk Soyer, 184 s.)
5Aydınlık KİTAP
Adressiz bir“gözlemci”nin “üçgence”
konuşma kılavuzu...ŞENOL Ç[email protected]
Deneme ustası, edebiyatımızın özgün kalemi
Salâh Birsel’in Ağustos – Ekim 1957 tarihleri
arasında Cihangir’de kaleme aldığı “Dört Kö-
şeli Üçgen” Sel Yayıncılık etiketiyle yeniden raf-
larda…
Birsel, bu tek romanında bir gözlemcinin
serüvenlerini trajikomik hikayelerle anlatırken,
bir yandan toplum eleştirisini en sert hatta acı-
masız bir şekilde yapıyor, bir yandan da mizahın
en karasını kendine has üslubuyla satırlara yan-
sıtmaktan geri durmuyor.
Birsel’in “gözlemci”si öyle sıradan bir
“gözlemci” değil, gece uyurken bile gözlemcilik
görevini elden bırakmayan “uluslararası bir
gözlemci”. Tütün Yaprakevi’nin deposunda ça-
lışan sıradan bir bekçi de değil o. Ha bu ara-
da sakın “röntgenci” falan da sanmayın, o na-
muslu bir gözlemci. Neden mi, çünkü rönt-
genciler hastadır, gözlemci ise bir filozoftur, bir
bilge, bir ahlâkçı, bir öğretmendir.
Günün yirmi dört saati yetmeyince önce
kırk sekiz, sonra yetmiş iki, en sonunda da dok-
san altı saat gözlem yapmağa baş-
layan bir “düşünce okuyucusu”dur.
Hem bu okumayı hayata ge-
çirme yolunda ilk iş olarak insan-
ların karınlarını dinlemeye koyul-
maya başlamış bir okuyucu.
“Bir pencere arkasında, bir
dürbün, bir duvar, bir sokak kena-
rından derlediğim ilk gözlemler
bana insanların çokluk karınların-
dan konuştuklarını öğretti. İnsanlar
karınlarından konuşmakla hem dü-
şüncelerini mantıklarının baskısı
altında tutmak gibi bir rahatsızlıktan kendi-
lerinin sıyırmış oluyorlar, hem de dünyanın
mantıkla yönetilebileceği üzerinde direnen fel-
sefe bezirgânlarına kesin sonuçlu bir protes-
to çekmiş bulunuyorlardı.”
Sonra evleri en çok da kadınları dinler.
Gerçeği arama peşinde yazları, izin günleri-
ni plajlarda geçirmeye başlar. Gözlemlerinin
belli bir zenginliğe erişmesinde plajların öne-
mi ihmale gelmez.
Bir yandan da gözlemlerini insanlarla
paylaşır ama nafile. Çünkü, “gerçek, ancak
kendini görmek isteyene yüzünü gösterebilir.”
Günler günleri ya da daha doğru bir ifa-
deyle gözlemler gözlemleri kovaladıkça, bil-
gisinin derinleştiğini, tembellik içgüdüsünün
ortadan silindiğini, dünya ve insanlar üzerin-
de kesin ve açık bir görüşe vardığını duyar, kah-
ramanımız.
KRAL’I ÇIPLAK GÖRMEY�KAFAYA TAKMI� Kapalı kapılar ardında yaşananlar, renk
renk, boy boy maskeler, iki yüzlülükler,
gerçeğin peşindeki gözlemcinin düştüğü
trajikomik durumlar.
İnsanları her alanda, hatta tuvalette bile,
gözlerken yakalandığında sapık ya da deli gö-
züyle bakılan bekçinin gördükleri ise gizlenen
ama yaşanan gerçeklerden başkası değil.
Ama o “kral çıplak” demek için Kral’ı çıplak
görmeye kafasını takmış “kaçık” birisi.
Girdiği bu yolda ilerledikçe ve hızı arttıkça
esenliğinin uçup gittiğine, içinin karardığına,
yürük teknelerinin sığlıklarda lengerendaz yani
demir atmış olduğunu anlamaya başlıyor.
Hele hele gözlemlerden bir sonuç çıkar-
mak, ellerle ayaklarla gözlem derlemek kadar
“boynuz yaldızlamak” istememenin de kişi-
oğluna darlık verdiğini bir kez daha öğreniyor.
Sonra seyahatinde yeni durağı “kahveha-
ne” oluyor. Gerekçesi: “Bir gözlemcinin işini
en kolay, en doyumlu yürütebileceği bir yer de
ondan. Dünyanın en büyük kararlarını veril-
diği, politika tartışılan yer…”
Gözlemin bir hastalık aşamasına geldiği-
ni düşünmeye başladığında, on-
dan kurtulmak için babadan kalma
şimendifer marka altın saatini,
“mesleğinin yüzündeki örtüyü bü-
yük yüz görümlülükleri karşılığın-
da açan doktorlar”dan birine ken-
dini baktırabilecek kadar paraya
kavuşmak için satar. Ama aldığı ce-
vap: “Bir şeyiniz yok!”
Doktor’un “mantık denizinin
gemilerini tanı” uyarısını aldığın-
da “Bu sizin lafını ettiğiniz gemi-
ler, sakın mantık denizinin mid-
yeleri olmasın? Bana öyle geliyor ki bunlar dü-
pedüz incisi çıkarılmış midye kabuğu” yanıtı-
nı verir.
H�C�V SANATININ BA�ARILIÖRNEKLER�NDENDeneme ve günlük denildiğinde ilk akla ge-
len isimlerden birisi olan Salâh Birsel dene-
melerini okurken yüzümüzde beliren tebes-
sümünü çoğu zaman “Dört Köşeli Üçgen”de
de bulacak ve bu tebessümler çoğu zaman da
yerini ağız dolusu kahkahalara bırakacak.
Çünkü Birsel, bu eserinde hiciv sanatının en
başarılı örneklerinden birini sunuyor.
“Gözlem yapıyorum demek mutluyum” ,
“gözlem yapıyorum demek varım” diye yola
çıkan kahramanımızın sonunu merak eden-
lere ise şunu demekle yetiniyoruz:
Mekânın birey algısı bakımından kırılarak
yeniden yorumlanışı, belleğin ritimlerine kar-
şı çıkış, ahlak totaliterliğine tepki olarak ko-
yulan bir karşılık mesafede “değil”lerin dün-
yasına hiç çekinmeden girin. Gözlemden
başka sığınağı olmayan, adressiz bir “göz-
lemci”nin “üçgence” konuşma kılavuzuna
bir göz atın ve kendinize bir sorun: “Herkes
gözlemci olsa, dünyada birçok işler karışılık-
tan sahiden kurtulur mu?”
(Dört Köşeli Üçgen, Salâh Birsel,Sel Yayıncılık, 128 s.)
17 A�USTOS 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
DAĞHAN DÖ[email protected]
“…Rahip Gaudemar, günah çıkarma hücresiönünde oluşan uzun kuyruğu gördüğünde, ken-disini yorgunluk olarak hissettiren büyük birümitsizliğe düşüyor. Kendisine anlatılanlar hepaynı değil mi? Dünyanın ağırlığı. Bazen kalkıpgitmek istiyor. Günah çıkarma hücresininönüne, dükkan sahiplerinin yaptığı gibi, üze-rinde ‘Kapalı’ yazan bir tabela asmak istiyor.”( Markiz, s.120 )
Derin bir çaresizliğin içine yuvarlanır, hatta
kimi zaman insan oluşumuza lanet ederiz. Bilhassa
sevdiğimiz insanların kötücül davranışları bizi deh-
şete düşürür, isyana sürükler. Kendimizin değil
ama etrafımızdaki insanların kötülükleri, daya-
nılmazdır. Ne yarattığı mucizeler, ne de kurdu-
ğu muazzam düzen, Tanrı’ya hayranlık duyul-
masının yegane sebebinin bu olduğunu düşünü-
rüm. Sayısız insanın günahlarını ve zihnindeki ah-
laksız tasarıları görüyor ve işitiyor olmasına kar-
şın; insandan umudunu kesmemesi…
Tanrı’nın nüfuz ettiği, kendi sabrının engin su-
larında yıkadığı biriydi Renee-Pelagie de
Montreuil… Namı-diğer; Markiz…
Marki de Sade’la evlendirildiğinde he-
nüz yirmi birindeydi. Özellikle annesi bu
evliliğe fazlasıyla taraftar olmuştu. Ne de
olsa, bu soylu ailenin kanına bir de
Marki kanı karışacaktı. Marki’nin aile-
sinin kötü şöhreti, kendi çapkınlıklarının
hudutsuzluğu katlanılabilir cinstendi.
Hangi soylu beyin metresi yoktu ki! Müs-
takbel Markiz de, Sade’ı görür görmez
yörüngesine girmişti. Bakışlarında, dokunuşunda
bir başkalık vardı. Adını koyamadığı ancak da-
marlarına kadar hissettiği bir şey… O tarifsiz his,
Markinin dudağında ıslanan kelimelerle şekille-
niyor, somut bir hal alıyordu:
“…Ama bir anda onun kelimelerindeki ima-
yı işittim. Annemle babamın, yaşlı Kont’un ve hat-
ta duvarın dibinde bekleyen uşakların bile duymuş
olabileceği şekilde açık seçik şöyle konuşmuştu:
Şimdiye kadar sana yasaklamış oldukları bütün o
uygunsuz şeyleri, artık birlikte yapacağız.”
Markiz o günlerde, sevgi dolu bir yuvanın ılık
düşleri içindeyken; yaklaşmakta olduğu büyük acı-
lardan habersizdi. Marki’nin ödünsüzlüğü, dile-
diği zaman evi terk edip; zehirli soluğunu başka
kadınların yanında alışı, bazı dönüşlerinde göm-
leğine sindiğini gördüğü kan lekeleri ve nihaye-
tinde işkence ettiği kadınların açtığı sayısız
dava… Bunlara rağmen, Tanrısal bir kudret ve
sabırla, umudunu hiç yitirmedi Markiz. Etrafın-
daki kimse, Sade’ı Markiz’in gözleriyle görmü-
yordu. Onun ruhunun hasta olduğunu görmüş-
tü, ona yetmek istiyordu; oysa o ıslah olmaz bir
bozguncuydu, büyük bir bozguncu! Tedaviye
cevap vermiyordu.
“…Evet, itiraf ediyorum, diye yazıyor birkaç
sene sonra karısına, ben bir sefahat düşkünüyüm.
İnsanın bu alanda hayal edebileceği herşeyi ha-
yal ettim, ama hayal ettiğim herşeyi hiçbir zaman
yapmadım ve asla yapmayacağım da. Ben bir se-
fahat düşkünüyüm, ama katil ve suçlu değilim.”
Markiz, aldatıldığı onlarca belki de yüzlerce ka-
dına rağmen; Marki’yi hiç yalnız bırakmayacak-
tır. Mahkum olduğu yıllar içerisinde dahi, tenine
dokunabildiği tek kadın olacaktır Sade’ın…
“…Ben daha ilk andan beri onu sevmeye karar-
lıydım. Ve o buna son derece açıktı. Çünkü her
kötü oğlan, kendisini bağışlayacak ve buna rağmen
sevecek bir kadına ihtiyaç duyar. Onun için bu ben-
dim. Her zaman ben oldum. Yegane!” ( s. 343 )
“Marquis de Sade! Sadizmin kurucusu olduğu
kabul edilen felsefeci, edebiyatçı ve bozguncu! Ru-
hundaki öfkeyi, bedeninin emrine vermiş bir ye-
minli…” Tabuları yıkan, bendinden taşan bir sel,
bir korkusuz! Düşler prensi, hayatı boyunca iki-
yüzlü olmamış, riyaya bulaşmamış bir günahkar!
Tek korkusu, can sıkıntısı; buna tahammülü
yok… Yorulmak bilmeyen bir savaşçı!
FRANSIZ �HT�LAL�’N�N TAR�HSELDEKORUBöylesine bir fenomen, Sibylle Knauss’un kale-
miyle daha da keskinleşiyor. Can Yayınları’ndan
çıkan, “Markiz”; Marcuse de Sade’ın evliliğini ve
eşi üzerinden hayatını anlatan biyogrofik roman
niteliğinde bir eser… 355 sayfa olması-
na rağmen, okuyucunun elinde kar gibi
eriyecek bir kitap! Alman yazar Knauss,
roman boyunca iki farklı anlatım tekni-
ğiyle karşımıza çıkıyor. Zaman zaman
“Tanrı anlatıcı” denilen üçüncü tekil şa-
hıs ağzıyla, kimi zamansa Markiz’in di-
liyle… Bu dalgalı anlatım, romana akı-
cılık katıyor, Markiz’in yerine geçtiği pa-
sajlar; okuyucuyu hikayenin anaforuna
dahil ediyor.
Roman, her ne kadar politik vurguları birin-
ci plana almamış olsa da; Fransız İhtilali’nin ön-
cesi ve sonrasında geçmesi bakımından, tarihsel bir
dekor içeriyor. Marki’nin devrim öncesindeki ko-
numu ve sonrasında şartların onu sürüklediği yer
ilgi çekici! Bir başka ufuk açıcı detay ise romanın,
dönemin kadına bakış açısını yansıtması…
Sade, üzerine onlarca makale yazılmış, psiko-
lojik incelemeler yapılmış; felsefe ve edebiyatta yer
bulmuş bir –izm’in temsilcisi… 2000 yılında Türk-
çeye “Düşlerin Efendisi” olarak çevrilen, Philip
Kaufman yönetmenliğinde bir film de çekilmiş. Or-
jinal adı: “Quills…” Ülkemizde de Sade’ın felse-
fi boyutu üzerine kafa yormuş ve bunun toplum-
sal izdüşümlerini yorumlamış edebiyatçılarımız
mevcut:
“… Bu kafa elbette, bütün yöneticilere, yöne-
tilenler üzerinde – işkencenin her türlüsü de dahil
olmak üzere – sınırsız haklar sağlıyor; alaturka des-
potluk rejimleriyle, ilk dünya savaşından sonra Ba-
tı’ya egemen olan, totaliter baskı rejimlerinin (fa-
şizm ya da stalinizm) hiç de uzağında değiliz artık.
Kim ne derse desin, Sadizmin siyasal düzeydeki gö-
rüntüsü, tartışmasız Faşizmdir!” (Attila İlhan,
Hangi Seks, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 243) Saygıdeğer okuyucu, bir değil birden fazla kez
okunması gereken bu kitap için; tükenmez ka-leminizi boş kağıt üzerinde deneyiniz. Zira altı çi-zilecek çok satır olacaktır!
(Sibylle Knauss, Markiz, Can Yayınları,Çeviri: İlknur İgan, 355s.)
“Markiz”; Marcuse de Sade’�n evlili�ini ve e�i üzerindenhayat�n� anlatan biyogrofik roman niteli�inde bir eser…
Kötü çocuk,Marquis de Sade!
MURAT HATUNOĞ[email protected]
İlginç yaşayan insanlarız biz Türkler, her işi-
miz elden ayrı. Yaşamlarımızın ilginçliği-
ni tamamlarcasına, ölümlerimiz de elden
ayrı.
Yıllar evvel, bir randevu evinde gizli ka-
meraya takılan bir adamın görüntüleri
çıkmıştı televizyona. “Ben aids’liyim.” di-
yen fahişeye, “Ben de Türk’üm. Bana bir
şey olmaz” diye yanıt vermişti adam. Ona
bir şey oldu mu bilmem, ama başlarına “bir
şey” gelen çok örnek var.
Gerçek olmadığını umut ettiğim ör-
neklerden bazıları şunlar: Erzurum’da bir
berber, bir müşterisinin boynunu -rahat-
latmak için- hızla sağa sola çevirir; boynu
kırılan müşteri oracıkta can verir... Rize’de
elektrik direğine yaslanıp ayakkabısına
kaçan taşı çıkarmaya çalışan bir kişiyi,
onun elektrik akımına kapıldığını sanan bir
yardımsever kurtarmak ister, bunun için ka-
fasına kalasla vurur, adamcağızı öldürür,
bize vur deyince öldürmek deyimini dü-
şündürür... TEM otoyolunda alkollü hâl-
de seyreden beş kişi, radyoda oynak bir şar-
kı -tahminimce İç Anadolu’dan bir oyun ha-
vası- çalmaya başlayınca araçtan iner, yol-
da göbek atmaya başlar ve bunlardan üçü,
farklı araçların çarpmasıyla hayata veda
eder, bu dünyadan güle oynaya göçer...
Evet, aslında, gülerek ölünse bile, ölüme gü-
lünmez. Düşünülür, öncesi ve sonrasıyla.
Eksik kalanları ve fazlasıyla. Ve ölüden ko-
pulur. Ateşle, toprakla ya da suyla...
İşte Türkler, hayatları kadar ölümleri
de ilginç olan Türkler, ölülerinden kopuş-
larında da hayli ilginçlikler sergilerler.
Şimdilerde, göze çok garip gelen bir şey yok,
ama tarihte yürüdükçe beliriyor ilginçlik-
ler. Gömülmüşler mesela, ama atlarıyla, ok-
larıyla, mızraklarıyla, tütünleriyle; kadın-
lar ise, en güzel elbiseleriyle, kulak temiz-
leme kaşıklarıyla, dikiş iğneleriyle. Me-
zarlara tahıl taneleri serpmişler, içki dök-
müşler. Bazen yakmışlar ölülerini, bunu
âdeta bir şeref nişanı bellemişler. Ve daha
nice ilginç işe girişmişler. Bunların bir kıs-
mını tarih kitaplarından okumuşuzdur,
ama bilmediğimiz kısmı çok ama çok bü-
yükmüş meğer. Bunların nicelerini anlatı-
yor, Pinhan Yayıncılık’ın, inceleme rafla-
rına kattığı “Türkler ve Ölüm” adlı eser. O
kadar ki, 640 sayfalık bu etli kitap her bir
satırında ayrı bir ilginçliği gösteriyor, hem
de arka planı da hesaba katarak. Yani, aca-
ba neden atlarıyla gömülmüş bu Türkler,
gibi sorular soracak olursanız, fevkalade do-
yurucu yanıtlar almanız mümkün bu ki-
tapta. Ve muhtemelen sorularınıza alaca-
ğınız yanıtlar, dolgun bir felsefe, dinler ta-
rihi, sosyoloji harmanından pişmiş, ilgi
çekici ve yeni sorular sordurucu yanıtlar ola-
caktır. Okuma sırasında, sıkılganlığınızın
merakınızla ters orantılı olarak azalacağı-
nı, bu azlığa anlatıdaki tarihsel roman
aromasının katkıda bulunacağını da belir-
teyim.
Yazar Edward Tryjarski, bu çalışmasını
aslında 1991 yılında, Leh dilinde yayımla-
mış. Ancak -acıdır ki- kitabın Türkçeye çev-
rilmesi 2011 yılına sarkmış. O yüzden, bu
yirmi yılda değişen teknoloji ve onun su-
nacağı bilgilerden mahrum kalınmış. Tabii,
bu durum kitabın güçlü bir birikimin ese-
ri olduğu ve alanında yapılmış en önemli
çalışmalardan biri olduğu gerçeğini orta-
dan kaldırmamış. Hâlihazırda, dünyanın en
saygın Türkolog ve doğubilimcilerinden ka-
bul edilen ve Türk Dil Kurumu şeref üye-
si olan yazar da bu durumdan samimi bir
şekilde bahsetmiş. Ve şunu eklemiş: “Bu ki-
tapla ilgili eğer bir sorun varsa, o da, tarih
denen sahnenin pek çok evresinde boy gös-
termiş Türk halklarını ve Türk halklarıyla
birlikte insan varoluşunun temel sorunla-
rını tartışan kişinin Türk değil de, yaban-
cı, dışarlıklı olmasıdır.
“Hiç kuşkusuz Türk okurları, kitapta-
ki bilgi ve tartışmaları sadece kuru bir bil-
gi olarak almayacaklardır; kendi ulusal ka-
rakterlerinin unsurlarını, kendi dilleri ve iç-
sel duygulanımlarıyla harmanlayarak daha
doğru bir şekilde yorumlayacaktır.
“Bu kitabın amacı, Türk okuyucular
için yeni tartışma formları ortaya çıkar-
maktır; bu formların nasıl oluşacağını za-
man gösterecektir.”
Umarız, yazarın dediği olur, bu saye-
de ölümü, dünün, bedenin ve günün ölü-
münü öğrenen Türkler, yaşamlarına ölü-
mü sindirecek değerler biçer. İşte o zaman
belki, batıdaki “Türk gibi sigara içmek” de-
yiminin anlamsızlığı, ambulanslarda yazan
“Sigara İçilmez, Oksijen Makinesi” yazı-
sının gereksizliğini bütünler. Hem ger-
çekten hem mecazen.
Türkler ve Ölüm, Edward Tryjarski,Pinhan Yayıncılık, Çev. Hafize Er, 640 s.
Sıradaki bölüm:ÖlümAc�d�r ki kitab�n Türkçeye
çevrilmesi 2011 y�l�nasarkm��. O yüzden,
de�i�en teknoloji ve onunsunaca�� bilgilerden
mahrum kal�nm��. Tabii, budurum kitab�n güçlü bir
birikimin eseri oldu�ugerçe�ini ortadan
kald�rmam��.
Başka bir insan mümkün!
CENK ÖZDAĞ[email protected]
EN TEMEL YANILSAMAİnsanın doğayla ve insanla giriştiği mücadeledehayal gücümüzü zorlayan yaratımlar ve ke-şiflerle karşı karşıyayız. Biogenetikten nano-teknolojiye, sosyal psikolojiden reklamcılığa,insanın “özü”ne ilişkin çalışmalar yapan amaaynı zamanda da bu “öz”ü değiştirmeye çalı-şan uğraşlar bin yıllardır Batı merkezli düşüncebiçiminin, belki de en temel, yanılsamasını güç-lendiriyor. Bu en temel yanılsama MarshallSahlins’in “Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması”adlı eserinde etraflıca ele alınıyor. EmineAyhan ve Zeynep Demirsü tarafından Türk-çeleştirilen kitap, 2012’nin Mayıs ayındaBGST Yayınları tarafından yayımlandı.
SOPANIN TEMELLEND�R�LMES�Bu yanılsamayı betimleyen Sahlins’e sözü bı-rakalım: “Batılı” diye adlandırdığımız insanlar2000 yılı aşkın bir zamandır kendi içsel varlık-larının hayaletinin daimi tasallutu altındadır-lar: Öyle açgözlü ve kavgacı bir insan doğası ha-yaletidir ki bu, bir yolu bulunup hükmedildi-ği takdirde, toplumu anarşiye sürüklemesikaçınılmazdır” (s. 9) Modern dünyabu “kaçınılmaz” duruma karşı iki al-ternatif sunmaktadır. Yazar bu al-ternatiflerin her ikisinin bu yanılsa-maya dayandığını ve bu yanılsama-yı beslediğini belirtiyor. Sahlins’in de-yişiyle bu iki alternatif, “hiyerarşi veyaeşitlik; monarşik otorite veya cum-huriyetçi güçler dengesidir” (s. 9). Di-ğer bir deyişle bastırılması yahutkontrol edilmesi gereken bir canavarolan insan doğasına karşılık ya Hobbes’un “Le-viathan”ı gibi başka bir canavar (devlet) ya dacanavarı canavar olmaya zorlayan arzularını veözçıkarlarını diğer canavarların arzuları ve öz-çıkarlarıyla dengeleyecek bir “pat” durumu ge-reklidir. Bunlardan birincisi, Atina’da, Ortaçağmonarşisinde ve daha başka monarşi yanlısı eği-limlerin güçlü olduğu dönemlerde ağırlık ka-zanırken, ikincisi, özellikle, merkezi yapılarınkurulamadığı ya da burjuvazinin yükselişegeçtiği Amerikan ve Fransız devrimleriylebaşlayan süreçte güçler dengesi yaklaşımıyladevlet kuramında kendini gösterdi.
FARKLI SOPALARA AYNI TEMELİnsanın arzularının ve özçıkarlarının peşindengiden bencil bir doğası olması karşısında ortayaçıkan çözümler belliydi: Ya bu doğayı bastıracakya da insanları birbiriyle çatıştıran daha akıl biryönetimin egemenliği. Her şekilde iktidarınkendini meşrulaştırmasının bir aracı haline ge-len bu kötücül insan doğası kavrayışı kendi içe-risinde farklılık taşıyan bir dizi görüşe temeloluşturuyordu. Batı ortaçağının egemenlik ku-ramına göre yetki Tanrı’dan, yani herkese eşituzaklıkta olan ve doğal olarak kötücül bir eği-limi olmadığı gibi kötücül eğilimleri bastıranemirlere sahip bir aşkın varlıktan, alınmaktaydı.Bu kurama karşı o günün devrimcileri yetkiyihalka ya da millete dayandırdıkları bir başkakuram geliştirdiler: milli egemenlik kuramı. Bukuram özçıkarların toplamına karşılık genel ira-deyi, Tanrı’nın atadığı kralın egemenliğine kar-şı milli egemenliği, tebaaya karşı milleti orta-ya çıkarıyor ve savunuyordu. Ancak değişme-yen bir mantık da bu değişimin altında akıp gi-diyordu: insanın kötülüğünü aşabilmek için yaonları birbirine karşı çekinmeye itecek bir ser-bestlik ya da doğalarını içlerinden çıkartama-
yacakları bir baskı rejimi. Bu ikilemin ardında,insanın değişmez ve kötücül bir doğası oldu-ğu düşüncesi bulunuyordu.
Her şekilde, mevcut yönetimleri meşru-laştırırken (Grotius ve Hobbes söz konusu ol-duğunda) ya da gelecek yönetime kuramsal birzemin hazırlarken (“Kurucu Babalar” ya daRousseau söz konusu olduğunda) “doğal du-rum” faraziyesi temel oluşturuyordu. Hobbes’agöre bir kaos ve anarşi ortamı olan doğal du-rumun bu karakterinin nedeni insanın özçı-karlarının peşinden gitmesiydi. Hobbes’unki-nin aksine aydınlık bir doğal durum betimle-mesi yapan Rousseau’ya göre ise mülkiyeti te-mel alan uygarlığın bir sonucu olarak bencil-lik, zorbalık gibi kötücüllüklerin yanı sıra bi-lim, sanat ve felsefesi olanaklı olmuştur. Ro-usseau, adeta gelecekte kurmayı arzuladığı iyidüzen için bir potansiyel göstermeye çalışı-yordu: insanın doğal durumunda iyi olması veinsanlararası ilişkilerin eşitlik temelinde olmasıgelecek için bir potansiyel oluşturuyordu.
KÜLTÜREL�N B�YOLOJ��E ÖNCEL���Bu ortak düşünce “zorunlu olarak hayvani eği-limlerimizin kölesi olduğumuz düşüncesi – kay-nağını gene kültürden alan – bir yanılsamadır”
(s. 10). Kendi eğitiminin bir sonucuolduğunu unutan Batılı, bu yanılsa-manın sonucu olarak bütün dünya-yı kendisi gibi gördü: “Tarihten vekültürel çeşitlilikten bihaber olanbu evrimsel bencillik tutkunları, çiz-dikleri sözde insan doğası resmindekiklasik burjuva özneyi ayırt etmektenacizdir” (s. 10). Bu acizliğin teme-linde, 18. ve 19. Yüzyıl Avrupa –Amerika burjuvazisinin tüm dünya-yı kendi imgesinde yeniden kurgu-
lama fantezisi yatıyordu. Bu fantezinin altın-daysa tüm dünyayı yönetme hırsı. Yazar bu-rada, salt Batılı kültürü eleştirmekle kalmıyor,Doğu’nun da insanı ele alışında insanı kötü-cül gösterdiği örnekler olduğunu belirtiyor. İn-celemesinin esasını Batı’nın oluşturmasının ne-deni, Batı’da bu konuda bir tek sesliliğinuzun yıllar hâkim olması ve Batı’nın yaptırımgücünün etkisini tüm dünya halkları üzerindehissettirmesidir.
Batılıyı esir alan bu yanılsamaya rağmen,aykırı bir ses olan Marx’ı da anmadan edemiyoryazar: “Marx için de “insanın özü” evrenin dı-şında başka bir yerde falan değil, toplumsal iliş-kiler içinde ve bu ilişkiler biçiminde var olur.İnsanlar kendilerini ancak toplumsal koşullariçinde birleştirirler”(s. 130). O nedenle yaza-ra göre de Marx’a benzer bir biçimde, Hob-bes’un, Locke’un, Grotius ve Rousseau’nun an-dığı doğal durum (kitabın çevirmenleri bura-da “doğa durumu” ifadesini yeğlemişler) “bu-radadır. Zira kültür, insan doğasıdır” (s. 130).Dolayısıyla “insan doğası, her daim var olanbir varlıktan ziyade, bir oluştur” (s.127). İnsanıntoplumsal ilişkilerinin, özetle bundan da faz-lası olan kültürün, insanın doğasını, hattabelirli bir ölçüde biyolojisini şekillendirdiğinibelirten yazar, “buradaki can alıcı nokta, in-sanların yaklaşık üç milyon yıldır kültürelayıklanma uyarınca biyolojik bir evrim geçir-miş olmasıdır. Bizlerin bedeni ve ruhu kültü-rel bir varoluş için biçimlendirildi” (s. 125) de-mektedir. Yazarın görüşünün özetini kendi ifa-deleriyle verelim: “kültür doğayı önceler…Kültür insan doğasıdır” (s. 125). İnsanlığın top-lumsal kısıtlılıkları aştığı ve yeni insanı yarat-tığı bir gelecek için iyi okumalar. (Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması MarshalSahlıns BGST Yayınları, Çev. Emine Ayhan,
Zeynep Demirsü, 133 s.)
“Burada can al�c� nokta, insanlar�n yakla��k üç milyon y�ld�r kültürelay�klanma uyar�nca biyolojik bir evrim geçirmi� olmas�d�r. Bizlerin bedenive ruhu kültürel bir varolu� için biçimlendirildi… Kültür insan do�as�d�r.”
17 A�USTOS 2012 CUMA 7Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
TÜRKİYE’NİN RUHUNU ARAYAN AYDIN: KEMAL TAHİR / 3
Hece yazarlarınınKemal Tahir’de
bozulan yerlilik kanonuSEYYİT NEZİ[email protected]
“Hece” yazarlarının her birisi yazıya “yer-
lilik” arayışıyla giriyor; Türk toplumunun
evrim yasalarını Kemal Tahir’in doğru an-
lama çabasını yerli olma gereksinimine da-
yandırıyor. İyi de onun hiç böyle bir niye-
ti olmuş muydu?
Kemal Tahir’in İnönü’yle çakışan kök-
lü devlet geleneği fikrini anlamamakta ıs-
rarlı davranan Hececiler, onun Batı’laşma
karşıtlığının kaynağında Osmanlıcı oluşu-
nu buluyorlar. Oysa Osmanlı’ya geri dö-
nüşün olanaksızlığının baştan beri farkın-
dadır Kemal Tahir: Ne dış talanı, ne de onun
artıdeğeri olarak kerim devleti geri getirmek
olanaklıdır.
Her ne kadar Doğu ve Batı’yı farklı, bir-
biriyle kesişmesi olanaksız uygarlıklar olarak
görüyorsa da, asıl vurgusunun bilinçsiz ve yan-
lış modernleşme çabalarına yöneldiği açık-
tır. O, Türk modernleşmesine değil, Batıcı,
emperyalizme bütünleşik yönelim ve giri-
şimlere karşıdır: Gerçekte, ona
göre, batılaşma eşit modernleşme
değildir. Nitekim Vefa Taşde-
len, Türk Marksistlerini ondan al-
dığı şu cümleyle eleştirirken, as-
lında onun bu vurgusunu öne çı-
kartır (Hece, S: 23 / 181, s. 20):
“Benim öfkemi kabartan, bizim
Marksistlerimizin Batı’da neyin
niçin yapıldığını bilmeden mem-
leketimizde de aynı şeylerin ya-
pılmasını istemeye kalkışmalarıdır.”
Kemal Tahir, Batı toplumlarının evrim
diyalektiğiyle Doğu’nunkinin birbirini tut-
madığı, Osmanlı toplumunun Doğu’yu en
zengin ve çok çeşitli yapısal özellikleriyle yan-
sıtması yönünden önem taşıdığı düşünce-
sindedir. Yanlış Batılaşmayı ortaya çıkaran
bir başka saptamasını Kenan Çağan anım-
satıyor (s. 63): “Osmanlılarda başlayıp Cum-
hutiyet’te süren Batılılaşma atılımı, bünye-
deki millî uyanış ve davranışın yokluğu se-
bebiyle temelsiz başlayıp temelsiz sürmüştür.”
KEMAL TAH�R YEN�OSMANLICI MI?Tam bu noktada Hececiler, Kemalist ideo-lojinin çürütüldüğü vargısıyla asıl niyetleriniaçığa vururlar: Acaba günümüzün “YeniOsmanlıcılık” yönelişi için Kemal Tahir’dekimi ilmekler bulmak mümkün müdür?Peki ama bu niye gerekli olsun ki: İslâmi Os-manlıcılık marangozları, Mehmet Âkif,Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç,Nuri Pakdil’le masayı ayakları üstüne otur-tamıyorlar mı da, Ali Galip Yener, ÖmerTürkeş’in yedeğinde, “Kemal Tahir’in ba-şını çektiği Yeni Osmanlıcılık” için “imkân”arayışına giriyor (s. 196-198)?
İşin özü şu ki, AKP’nin politik alanda
emek ve cumhuriyet karşıtı eğilimlerle
kurduğu ve sonuç aldığı anda bozuverdiği
ittifakların benzerine kültürel alanda da ih-
tiyaç var! Kemal Tahir, bir uçta Batı kar-
şıtlığına ve Osmanlıcılığa, öbür uçta Mark-
sizme uzayan düşünce tarzıyla solun ve sa-
ğın arakesitindeki bir yazar olarak hem şi-
rin hem de mücessem ve cezbedicidir. Kul-
lanılmaya müsait olan elbette kullanılır! An-
cak bu heves, Marx’ın çok iyi betimlediği
gibi, “bencil hesabın buzlu suları”ndan
çıktığı anda çözülüp dağılıyor.
OSMANLI VE MARKS�ZMHece yazarlarının her birisi, “küresel ku-
şatılmışlık ve zorbalığa sahici cevaplar üre-
tebilmek” adına (Ali Emre, s. 96), yazıya
“yerlilik” arayışıyla giriyor; Türk toplu-
munun evrim yasalarını Kemal Tahir’in
doğru anlama çabasını yerli olma gereksi-
nimine dayandırıyor. İyi de onun hiç böy-
le bir niyeti olmuş muydu?
Kemal Tahir’in Marksizm’e bir yöntem
olarak başvurusunun gerisinde yerli kav-
ramlar yer alsa bile, Doğu sorunu üstüne asıl
itki ve yönelimi bizzat Marx ve Engels’in be-
lirlemeleri sağlar. Engels, “Gerçekten de bü-
yük toprak mülkiyetinin olmayı-
şı, Doğu’nun siyasal tarihinin ol-
duğu gibi, din tarihinin de anah-
tarıdır” sözüyle, din ve siyaset
örtüşmesine evrensel düzeyden
yaklaşım getirir.
Nitekim Kemal Tahir, Os-
manlı’dan sosyalizme uzanan bir
yapılanma tasarımının uygulama
olanağını ararken ilginç bir nok-
taya gelir: “Ortanın solu içine
yerli doktrini bulup koyana kadar bütün gay-
retler devletin çökmemesi, bilhassa büyük bir
sahtecilik olan, hükümetle yer değişmeme-
sine çalışmak olmalıdır.” Peki bu sahtecili-
ğin bizzat içinde olanlar, ABD’nin doğrudan
denetiminde ve halktan gizli yapılan işleri
devlete, talandan pay ve sadaka dağıtmayı hü-
kümete mal etmekte değiller midir? Kemal
Tahir bu takiyyeyi daha 40 yıl önceden
görmüştür.
Kemal Tahir, İslâmi Osmanlıcılığın
yerlilik adına ucuz teorik yakıştırmalarla ye-
değine alabileceği çapsız yazarlardan de-
ğildir, böyle bir girişime niyet edenleri piş-
man eder; Necip Tosun’un teslim ettiği gibi
(s. 46), onu salt renklilik ya da çokseslilik adı-
na kendine katma girişimini ve kanonu (ve
de oyunu) bozar: “...kalıplara, kanona baş-
kaldıran bir sanatçı, düşünür kimliği sergi-
lemiştir”. Dahası, Hece yazarlarının kendi
aralarında Kemal Tahir üstüne kanon oluş-
turma çabaları da boşta kalır.Kemal Tahir’in asıl meselesi neydi?
Haftaya konuyu tarihsel ve güncel kesiş-meler bağlamında tartışmak gerekecek:Batı karşısında Doğu’nun ön siperlerini sa-vunmak bugün de olanaklı mı? (AydınlıkKİTAP, bayram dolayısıyla birkaç sayı 16sayfaya düşünce, Ahmet Kayıran ve öbür ar-kadaşların eleştirilerini değerlendirmeyiileriki sayılara ertelemek zorunda kaldığı-mı belirtmek isterim)
17 A�USTOS 2012 CUMA8 KAPAK
SADIK [email protected]
Ünlü Alman düşünürü Ernst Bloch’un toplam
3 cilt olan başyapıtı Umut İlkesi’nin 2. cildi geç-
tiğimiz günlerde İlitişim Yayınları tarafından
ve Tanıl Bora’nın çevirisiyle yayımlandı.
Bloch’un bu kadar gecikmiş olarak Türkçeye
kazandırılmış olması, ülkemiz adına bir talih-
sizliktir. Çünkü Bloch, hem felsefeye, hem gün-
cel siyasete hem de ütopya kavramına yaptı-
ğı özgün katkıları dolayısıyla Türkiyeli okurun
dikkatle incelemesi gereken önemli bir filo-
zoftur. Düşünceleri derindir, dili ise ağır. Her
ne kadar çevirmen bazı kavramları isabetli seç-
memiş olsa da ki bunların başında “arzu
manzarası” kavramı gelir, gene de o zorlu bir
işi başarmıştır.
Bu üç ciltlik eser Bloch’un geçmiş yüzyı-
lın başlarından itibaren ilmek ilmek dokudu-
ğu ütopya ve umut kavramlarına dair felsefi
yazılarını içermektedir. Sonradan Bloch bu ça-
lışmasıyla felsefeye yeni bir ufuk kazandırdı-
ğını ileri sürecektir, ancak eser, alışılmışın dı-
şında bir sistematiğe sahiptir; daha doğrusu
eserdeki yazılar bir sistematikten yoksundur.
Eser hem bu biçimiyle, hem geçmiş yüzyılın
20’li ve 30’lı yıllarına ilişkin kültürel ve top-
lumsal eleştirileriyle hem de üslubuyla Nitzsc-
he’yi hatırlatır. Nitzsche 19. yüzyılın sonla-
rından itibaren Batı’nın derinleşen toplumsal
krizine, saldırgan ve karamsar bir üslupla, ama
bir o kadar da etkili kültür eleştiriler yönelt-
mekteydi. Onun düşünceleri ve üs-
lubu, yükselen kapitalizmin
saldırgan üslubunu yansıtıyor-
du. Bloch’unki ise ezilenlerin ih-
tiyacına uygundu: Çünkü o,
umut ve iyimserlik dağıtmak-
taydı. Ama o iyimserliği veya kör
bir umutla yaymaz, maddi zemi-
ni sağlam olan bir umut ve iyim-
serlikle yapardı.
Onun öğretisi sadece umut
etmeyi öğretmez, aynı zamanda et-
kin olmak, aktifleşmek ve militan
tutum almak için de enerji sun-
maktaydı. Nitekim o, eserinin önsözünde gö-
rüşlerinin böyle anlaşılması için özellikle vur-
gu yapar.
TEK BOYUTLULU�A TUTUM Bloch’a göre felsefe, Kant ve Hegel’le önem-
li bir birikim yaratmıştı, ancak esas atılım, 19.
yüzyılda Marks’la birlikte yapılmıştı. Ne var
ki Marksist felsefe 20. yüzyılın başlarından iti-
baren donuklaşmış, tekdüzeleşmiş, tek bo-
yutluluğa doğru meyletmiş ve böylece kitle-
leri kucaklama yeteneklerini de sınırlamıştı.
Ekonomik, siyasi ve toplumsal krizin derin-
leşmesiyle şaşkınlığa uğrayan kitlelerse umut-
suzluğa kapılarak gerici ideolojilerin peşine
takılmaktaydı. Bloch’a göre bu süreç sadece
bugünü öngörmeyen, aynı zamanda gelece-
ğe de uzanan, insanlara umut ve iyimserlik aşı-
layan, henüz gerçekleşmemiş olmakla birlik-
te, potansiyel olarak var olmakta olanı yara-
tan yeni bir felsefeyle tersine çevrilebilirdi. O
ortaya attığı umut ilkesiyle bu felsefeyi ya-
ratmaya adaydı.
HAREKET VE UMUT �LKES�Bloch felsefi tezlerini, yeni bir anlam kazan-
dırdığı madde kavramına dayandırır. Ona
göre madde denen kavram, sonuçta soyut ve
kişiliksiz bir kavramdır. O, süreç içinde, yani ha-
reketle ve dönüşümle birlikte varlık olur ve ki-
şilik kazanır. Hareket olmadan madde olmaz,
madde olmadan de hareket çıkmaz. Hareket
bir bakıma maddenin gerçekleşmesinden baş-
ka bir şey değildir.
Bloch’a göre maddenin gerçek çehresi
onun mevcut halinde değil, fakat henüz ger-
çekleşmemiş olan, ancak gerçekleşmeyi içeren
kırılgan halinde, buna sınırında da demek
mümkündür, ortaya çıkar. Bu durum aynı za-
manda insana kendini yeniden var etme ola-
naklarını da sunmaktadır. Bir bakıma madde,
olabilme potansiyelidir. Her maddi varlık,
ancak kendi hareketi içinde, ama öylesine ve
sadece an’ı içeren haliyle değil, aynı zamanda
geleceği de içeren haliyle kavranabilir. Hare-
ket Bloch’a göre sıradan bir devinim değil, fa-
kat maddenin bir konumdan bir başka konu-
ma bilinçli geçişidir. İnsan bilinci ise bu hare-
ketin daha bir bilinçle yapılmasını, yani umu-
dun gerçekleşmesini düzenleyen bir rol oynar.
Bloch’un bahsettiği umut, tabii ki
kör bir inanç değildir; fakat özne-
yi harekete geçiren, onun enerjisi-
ni ateşleyen, ihtiyaçtan kaynak-
lanması nedeniyle de özlemlere ve
arzulara dair tasarımları somut-
layan bir kıvılcımdır.
UMUT �LKES�NDENDEVR�MC� B�L�NCEHer maddi varlığın oluşumu
bir tesadüftür, ancak o aynı za-
manda bilinçli ve zorunlu bir ha-
reketin ve devinimin eseridir de.
Dolayısıyla varlıkların kavranması, ancak
onun geleceği de içeren hareketinin kavran-
masıyla mümkündür. Nasıl ki Hegel tinin fe-
nomenolojisini inceleyerek felsefeyi devrim-
cileştirmişse, Bloch da maddenin geleceği içe-
ren hareketinin kavranmasını sağlayarak
devrimcileştirmektedir.
“Umut İlkesi”nin antropolojik zemini
Bloch’a göre hareketi etkin kılan tin değil, fa-
kat maddenin özünde bulunan arzu ve ihti-
yaçtır. İnsanın temel özelliklerinden biriyse
onun ihtiyaçlarını gidermeye meyilli olmasıdır.
Bunu da arzu demetiyle, rüya ve fanteziyle ve
en çok da özlemle dile getirir ve hatta bunun
yerine getirilmesi için canını ortaya da koyar.
Bloch insanoğlunun henüz sahip olunmayan
istek ve arzularına yönelik çabasını onun en
önemli antropolojik özelliği sayar.
İnsanoğlunun karşı karşıya kaldığı ilk şey
yoksunluktur, ihtiyaçtır. O mutlu olması için ih-
tiyaç duyduğu şeye sahip değildir. Bu gerçek-
leşmediği sürece de mutlu olamayacaktır. Te-
melinde ihtiyaç bulunan arzu, bilinç sıçrama-
sıyla mevcudu parçalayan bir umut ilkesine dö-
nüşmektedir. İnsanoğlu henüz gerçekleşmemiş
olan arzusunu, umutla gerçekleştirir; bir ba-
kıma o kişiliğine, ona bu kişiliği kazandıracak
olan umut tarlasından geçerek kavuşur. Bloch’a
göre “umut ilerici bilincin tayin edici bir un-
surudur”; insanoğlu bu bilinçle nesneyi dön-
üştürür ve böylece verili düzeni devrimcileşti-
rerek ortadan kaldırır.
FELSEFEDE YEN�AÇILIM �DD�ASIMarks Feuerbach Üzerine yaz-
dığı Tezlerinin 11. sinde “bütün
filozofların dünyayı açıkladığını,
ancak önemli olanın dünyayı
değiştirmek olduğunu” vurgula-
mıştı. Marks insan pratiğinin
önemine vurgu yapmıştı, ancak
buna ilişkin ayrıntılı analizlere gi-
rişmemişti. Bloch ise Umut İlke-
si ile Marks’ın 11. Tezini derinleş-
tirdiğini ileri sürmektedir.
Aslında bilimsel sosyalizmi derinleştirme
ve insanoğlunun derin yabancılaşmasını orta-
dan kaldırma arzusu, sosyalist saflarda 20. yüz-
yılın başından itibaren yoğunluk kazanmak-
taydı. Kitlelerin bilinciyle, ideolojisiyle (din ve
mitoloji), psikolojisiyle, örgütlenme ve hareket
tarzıyla ilgili bir dizi yeni eserin yayımlanma-
sı 20. yüzyılın başına denk gelir. Aslında felsefi
bir eser olan “Ne Yapmalı?”yı Lenin 1903’te
yazar; Bloch sosyalist saflardaki nobranlığı ve
tek boyutluluğu aşmak için kitle örgütlenme-
sinin ve pratiğinin ince bir analizi olan ütop-
ya, umut ve gelecek kavramına yönelir. O umut
felsefesiyle, ya da bir başka ifadeyle antropo-
lojik felsefesiyle Marksizm’e yeniden gündüz
düşlerini ve fantezisini verdiğini ileri sürer.
Gramsci 20’li yıllardan itibaren mitoloji,
ideoloji ve hegemonya üzerine önemli notlar
tutarak, kapitalizmin krizine devrimci bir ya-
nıt arar. Mao, 1930’ların ortalarından itibaren
“çelişme ve pratik üzerine” başlıklı felsefi ya-
zılarıyla ÇKP saflarındaki metafizik bakış açı-
sını aşmayı dener. Freud bu tutumu bir başka
açıdan, psikanaliz alanından yaparak, gösterir.
Hemen hemen aynı yıllarda Kıvcımlı’nın da
Türkiye’de Türk sosyalistlerinin pek alışık ol-
madığı yaratıcı açılımlara ve kavramlara yö-
nelmesi bir tesadüf olmasa gerekir.
30’lu yılların sosyalistleri ki bun-
lar ister Avrupa’da, ister Türki-
ye’de isterse de Çin’de olsun, yük-
selen gerici dalgayı aşmak için yeni
bir arayış içine girmektedirler.
Hepsinin amacı kitleleri kazana-
cak, umutlandıracak ve onlara
doğru yolu gösterecek teorik açı-
lımlar sunmaktır. Bloch bu kuşak
içinde en öne çıkmış olanların ba-
şında gelir.
GÜNDÜZ DÜ�LER�Bloch “Umut İlkesi”ni “gündüz
düşleri” kavramına dayandırmaktadır. Her
canlı gece düşü görmektedir, ancak insanoğ-
lunun ayırt edici özelliği onun gündüz düşle-
ri görmesidir. “Gündüz düşleri” kavramı, as-
lında kökleri 18. yüzyıla kadar giden felsefi bir
kavramdır. Rousseau ve John Locke gibi fi-
lozoflar, insan düşünün ve fantezisinin önemini
anlamışlar ve bu yöntemi felsefi ve edebi eser-
lerinde kullanmışlardı. İnsanoğlu bir bakıma
“gündüz düşleri” ve fantezileriyle hem özlem
ve ihtiyaçlarını dile getirmekte hem de mev-
cut düzeni eleştirmektedir. Bu yöntemin Türk
yazarlarca da kullanıldığına 19. yüzyıldan iti-
baren daha yoğun bir şekilde yazılan siyasi rü-
yalarla şahit oluyoruz. Doktor Abdullah
Bloch’un ö�retisi sadece umut etmeyi ö�retmez, ayn� zamanda etkin olmak, aktifle�mek ve militan tutum almak için de enerji sunmaktayd�. Nitekim O, eserinin önsözünde görü�lerinin
böyle anla��lmas� için özellikle vurgu yapar
ERNST BLOCH’UN BAŞYAPITI “UMUT ÜLKESİ’NİN İKİNCİ CİLDİ TÜRKÇEYE KAZANDIRILDI
Umut ilkesiyle sınırları aşmak
Aydınlık KİTAP
Ernst Bloch
17 A�USTOS 2012 CUMA 9KAPAK Aydınlık KİTAP
Cevdet ve İsmail Hakkı da neredeyse ke-
limesi kelimesine gündüz düşlerini, 1912
yılında yayımladıkları “Pek uyanık bir
uyku” başlıklı ütopyalarında dile getir-
mişlerdi. Sonradan bu kavram tıpta ve
özellikle de psikanalizde sık sık kullanı-
lır olmuştu. Bloch’a göre gece rüyası bi-
linçaltına aitti, gündüz düşleri ise bilin-
çli arzunun bir aracıydı.
İnsan darda kaldığında, hem özel
hem kamusal anlamda gündüz düşleriyle
dolar. Beklentiler umutla yeşerir ve ya-
şanır. “Kimisi çöküşün önüne geçmek
için umut eder, kimi ise geceyi yırtan ay-
dınlığı.”
UMUDUN D�YALEKT���Bloch varlığı diyalektik süreci içinde in-
celemekteydi. Ona göre henüz olmayan
şey, bir hiçlik değildi, fakat henüz varlık-
taki yokluktu. Yokluk ise ortadan kaldı-
rılarak varlık haline gelebilirdi. Yokluk,
salt var olmayan değildi, fakat içinde var-
lığı, daha doğrusu var olmaya aday ola-
nı barındıran bir olasılıktı. Bloch henüz
var olmayan, ama doğmakta olanı, bir ba-
kıma umut ilkesiyle “deliğinden çıkar-
maktaydı.” Bu da etkin bir pratikle, ge-
leceğe uzanan hamlelerle, “yarın”ın vic-
danını taşıyan, gerçekten yana taraf tu-
tan, umudun bilgisine sahip” olan tara-
fından gerçekleştirilecekti.
Bloch’a göre insanoğlu geleceğe dö-
nük yaşar, geçmiş sonradan gelir; bugün
hemen hemen hiç yaşanmaz, çünkü o,
geçmişle gelecek arasında erimektedir.
Hayat an’lardan değil, fakat diyalektiğin
belirlediği süreçlerden oluşur. Gelecek-
se hem korku hem de umut içerir.
UMUT VE ÜTOPYABloch tarihte, ütopya kavramını popü-
lerleştiren ve onu felsefenin vazgeçilmez
bir kavramı haline getiren ender düşü-
nürlerden biridir. Engels 1880 yılında yaz-
dığı “Ütopik sosyalizmden bilimsel sos-
yalizme” başlıklı ünlü kitapçığıyla, sos-
yalist saflarda tehlikeli bir hale gelen üto-
pist yaklaşımları eleştirmişti. O günün üto-
pik sosyalist düşünürleri, toplumların
neden ve nasıl dönüştüklerini kavraya-
mıyor ve bu nedenle toplumsal dönü-
şümlerin ya aklın zaferiyle ya da halktan
kopuk küçük kuvvetlerin olağanüstü ey-
lemiyle gerçekleşeceğini sanıyorlardı.
Ayrıca bu düşünürler, toplumsal yapı ile
ekonomik gelişmenin birbiriyle olan kop-
maz ilişkisini göremiyor ve buradan ha-
reketle geleceğe dair olur olmaz fantas-
tik tasarılar üretiyorlardı. Sosyalist saf-
lardaki bu eğilimi eleştirmekle birlikte En-
gels eserinde, ütopyaların ve özellikle de
ütopyacı düşünürlerin tarihte oynadıkları
olumlu role dikkat çekmişti.
Engels’in ütopik sosyalistleri eleş-
tirmesi nedeniyle sosyalist saflarda özel-
likle de 20. yüzyılın başlarından sonra
ütopya kavramına mesafeli durulmak-
taydı. Bloch bu mesafeyi ortadan kal-
dırmakla kalmamış ve hatta ütopya kav-
ramının akademik dünyaya girmesini
sağlayan öncü bir rol de oynamıştı.
Bloch’a göre ütopya, “özne ile nesne ara-
sındaki mesafenin ortadan kalktığı ve her
ikisinin de bir potada eridiği an’dı.” As-
lında ortadan kaldırılan özne ile nesne-
nin ayrılığı değil, fakat aralarındaki tek
yanlı hakimiyet ilişkisidir.
Bütün hayatı boyunca ütopya kavra-
mı üzerinde yoğunlaşan Bloch, tarihten bu
yana ortaya çıkan ve mevcut verili düze-
nin temellerini sarsan bütün kitle eylem-
lerini ve özellikle de ortaçağın karanlığı-
nı yırtan Alman köylü isyanlarının ütop-
yacı bir karakter taşıdıklarını belirtiyordu.
Thomas Müntzer üzerine yazdığı incele-
mesinde Bloch, köylü devriminin dini
söylemelerinden dolayı küçümseneme-
yeceğini ve ayrıca köylü isyanlarının dini
bir kisve altında yürütülmesinin onların bir
zaafı değil, fakat olumlu taraflarının ol-
duğunu vurguluyordu, çünkü bu sayede
öncü devrimciler, hem milyonlarca köylüyü
devrimcileştirmişler hem de onları hakim
sınıfların denetiminden kurtarmışlardı.
Mevcut olanı aşma çabası gösteren
her hareketin, topluma sunduğu yeni top-
lum tasarısıyla ütopya diyarına ayak bas-
tığını belirten Bloch, bu görüşleriyle son-
raki yıllarda ortay çıkacak olan ütopya
teorisyenlerini de kuvvetle etkilemişti.
Hatta o, dinlerin bağrındaki ütopyacılı-
ğı “keşfederek”, sadece Paul Tillich,
Martin Buber gibi ünlü dini-sosyalist
düşünürleri etkilemekle kalmadı, aynı za-
manda 1970’li yıllarda Güney Amerika’da
boy verecek olan özgürlük teolojisinin de
temellerini atmıştı.
ÜTOPYANIN DÜ�ÜNCEDEK�KÖKEN�Bloch’a göre insanoğlu mevcut sorunla-
rına yoğunlaşırken, düşünsel anlamda bir
artı-değer üretir. Bu insanoğlunun gele-
ceğe dair tasarılarından başka bir şey de-
ğildir. Kitle hareketlerinin aşırılıkları
olarak görülen devrimci eylemler ve ta-
sarıların kökeni işte bu düşünsel artı-de-
ğerlerdir. Marks ve Engels de yazışma-
larında devrimler dönemindeki mevcut
durumu kat be kat aşan kitle pratikleri-
nin nedenleri üzerine kafa yormuşlardı.
Bloch bunun kaynağını insan düşünce-
sinin ütopik yanında görür. Ütopyanın di-
yalektik karakteri, onun kendisini her tür-
den aşma pratiğinden uzak tutmasına ve
sürekli, henüz gerçekleşmemiş olanın,
ama olasılıklar dahilinde olanın mekanını
gasp etmesine neden olur.
Bugün bizim, içinde bulunduğumuz
toplumsal şartlar göz önüne alındığında
gerçeklerden kaçışın bir ifadesi olmayan
ütopyaya daha fazla ihtiyaç
duyduğumuz çok açık. Ütop-
ya sadece fantazya dünyası
değildir, aynı zamanda sı-
nırları zorlamak, düşünceyi
kanatlandırmak, yaratıcılık-
ları teşvik etmek ve yeni im-
kan ve yöntemler keşfet-
mektir. Tabii ki en önemlisi
de kitlelerin uğruna savaşa-
cakları yeni dünyaları umut
etmelerini sağlamaktır.
Ernst Bloch herkese na-
sip olmayan uzun ve çal-
kantılı bir yaşam sürdü. Ka-
pitalizmin 19. yüzyıldaki en
azgın gelişme dönemlerin-
den tutun da onun çürüme-
ye yüz tuttuğu 50’li ve 60’lı
yıllara kadarki bütün bu sü-
rece bizzat tanıklı yapmıştı.
Kapitalizme ve onun çürü-
yen yüzü olan emperyalizme
karşı etkin bir mücadele yü-
rüttü. Birinci Dünya Savaşı patlak verince
askere gitmeyerek, ona tutum aldı; Hit-
ler yükselirken onun yarattığı tehlikeye
dikkat çekti; 2. Dünya Savaşı’na karşı dün-
ya çapında yürütülen aktif mücadeleye et-
kin bir şekilde katıldı, sonradan ABD’nin
Vietnam savaşına karşı çıkanların da
başında bulundu. Ama o aynı zamanda
sosyalist yaşamın ve sosyalist düşüncenin
tekdüzeleşmesine, tek boyutlu hale ge-
tirilmesine ve özellikle de sosyalist dü-
şünceden fantezi ve düş gücünü dışlayan
ve aykırı düşünceyi yasaklayan tutumla-
ra karşı şiddetle karşı çıkmıştı.
Bloch, Hitler’in iktidara gelmesiyle
başarısızlığa uğrayan SPD ve KPD’yi en
çok düş gücünden ve yaratıcılıktan uzak
bulmaktan dolayı eleştirmekteydi. Aynı
eleştirilerini bir kez de Doğu Alman
Cumhuriyeti’nde yapacaktı. Ama yaptı-
ğı eleştirileri her defasında onun vatanı-
nı kaybetmesine neden olacaktı. O, Umut
İlkesi’nin önsözüne boşuna Lenin’in düş
gücüne, resmi söylemin dışına çıkan ve ya-
ratıcı düşüncelere önem veren sözlerini
almamıştır.
Bloch’un düşünceleri ki bunlar kıs-
men spekülatif yanlar taşırlar, çok önem-
lidir ve herkes tarafından bilinmelidirler,
ama onun hayatı da bilinmelidir, çünkü
onun hayatı herkes için derin dersler içe-
rir. Ama sanırız en önemli dersse şudur:
Saflarındaki entelektüel ve aydın biriki-
miyle kavga eden, onların aykırı fikir ve
düşüncelerine tahammül edemeyen,
farklılıkların giderilmesini zaman sürecine
bırakmayan ve onları, sonuçta herkesin
devrimci ve ahlaklı kalmak için ihtiyaç
duydukları toplumsal kavgadan dışla-
yan partiler, akımlar, devletler ve iktidarlar
bu tutumlarıyla en çok kendi varlık ze-
minlerini tahrip etmektedirler.
“Umut İlkesi”nin Türk okuruna ka-
zandırılması önemli bir başarıdır. Ancak
bunun açığa vurduğu bir zaafta mey-
dandadır. Devrimci kesimlerin felsefeye
ve özellikle de devrimci teoriye büyük ih-
tiyaçları vardır. Felsefe ve teoriye yeni açı-
lımlar getiren ürünlere ilgisiz davranmak,
bunları görmemek ya da keşfetmemek
büyük bir gaflettir. Ne yazık ki bu türden
önemli eserlerin büyük bir kısmı neo-li-
beral sol çevreler tarafından yayımlan-
maktadır. Bu da bizim acımazdan bir baş-
ka önemli derstir.
Ya�am� ve eserleri1885 yılında Almanya’nın bir işçi kenti olan Ludwigshafen’deorta halli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen ErnstSimon Bloch, yaşamının ilk yıllarında işçi sınıfı davasıyla ta-nışma olanağına kavuştu. Liseden sonra Münih Üniversite-si’nde felsefe, müzik, fizik ve Alman dili ve edebiyatı oku-yan Bloch, bu sayede herkese nasip olmayan bir birikim deedinmişti. O öğrenimini gördüğü disiplinler sayesinde hemdoğa bilimlerinde hem de sosyal bilimlerde derinleşme ola-nağı bulmuştu. Doktora tezinin konusu ise “Bilgi Teorisi”dirki bu sayede hem özne-nesne ilişkisinde derinleşmiş hem depratiğin ve umudun toplumsal dönüşümdeki devrimci rolü-nü keşfederek, antropolojik felsefesinin teorik zemininiinşa etmişti.
Birinci Dünya Savaşı’nda sosyalizmle tanışan Bloch aynızamanda bir barışseverdir ve askere alınmamak için İsviçre’yegöç etmişti. Orada araştırmalarını derinleştiren Bloch, aynızamanda Avrupa’nın ünlü aydınlarıyla da tanışma olanağı bul-muştu. Sigmund Freud, Georg Lukacs ve Max Weber gibi ay-dınlarla dostluklar kurmuştu. 1918 yılında, sonradan Umutİlkesi’nin temel tezlerini oluşturacak olan Ütopya’nın Tini baş-lıklı çalışması yayımlanınca kitap, hızla birkaç baskı yapmışve genç bilim adamına ün ve şöhret kazandırmıştı.
Ardından Bloch, Weimar Cumhuriyeti döneminde Al-manya’ya geri dönmüş; Almanya Komünist Partisi’ne üye ol-muş ve ilk yazılarını gazeteci olarak kaleme almıştı. Bu dö-nemde Theodor Adorno, Walter Benjamin, Bertolt Brecht,Otto Klemperer gibi dönemin ünlü aydınlarıyla kader ar-kadaşlıkları kurmuştu. 1924 yılında, Hitler henüz tehlikeli de-ğilken, onun Almanya ve dünya açısından yarattığı tehlike-ye dikkat çeken “Hitler’in Şiddeti” başlıklı önemli yazısını ka-leme almıştı.
Hitler’in yükselişini inceleyen Bloch, komünist saflarda tar-tışma yaratacak olan “tarih ve vatan” yazılarını kaleme almıştı.Bu yazılarda Bloch, komünistlerin de “führer” kavramını, dinive ulusal sembolleri ve hatta mitolojik simgelerden biri olan“3. Reich” kavramını kullanmaları gerektiğini belirtmişti. EkimDevrimi’ni daha başından itibaren destekleyen Bloch, hem teo-ride Leninist bir tutum almış hem de siyaseten 30’lu yıllarınzorlu döneminde Stalin’e arka çıkmıştı.
Savaştan önce Avrupa’nın birçok ülkesinde yaşamak zo-runda kalan Bloch, artık daha fazla Avrupa’da barınamayınca1939 yılında ABD’ye göç etmişti. 1948 yılına kadar Ameri-kan üniversitelerinde ders veren Bloch, bu arada önceki ya-zılarını geniştirerek bunları kitaplaştırmıştı. Umut İlkesi baş-lıklı başyapıtı da bu kapsamda 3 cilt olarak yayımlanmıştı.
Nitekim Doğu Alman Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla bir-likte 1948 yılında Leipzig’e gelmiş ve üniversitede profesörolarak felsefe dersleri vermeye başlamıştı. 1955 yılındaDoğu Almanya’nın en yüksek devlet nişanıyla onurlandırı-lan Bloch, Bilimler Akademisi’nin da saygın bir üyesi olmuştu.Ne var ki 1953 yılından itibaren aykırı görüşleri nedeniyle şim-şekleri üzerine çekmişti. En son 1956 yılında Macaris-tan’daki işçi ayaklanmalarının bastırılması üzerine eleştirelgörüşlerini açıktan ifade eden yazılar kaleme almıştı. Verdiğidersler büyük ilgi görüyor, görüşleri birçok aydın ve sanatçıüzerinde etkili oluyordu; o, Doğu Alman sosyalist muhale-fetinin filozofu olarak tanınıyordu. Bunun üzerine parti ka-rarıyla önce dersleri iptal edilir, ardından da zorunlu olarakemekliliğe sevk edilir. Ancak o, görüşlerini açıklamaktan çe-kinmedi.
1961 yılında Batı Avrupa’ya yaptığı bir seyahat sırasın-da Berlin duvarının inşa edilmesini öğrenince, bunu protestoetmiş ve sonra da Doğu Almanya’ya dönmekten vazgeçmişti.Tanınmış olması nedeniyle Tübingen Üniversitesi ona ka-pılarını açmıştı. Almanya’nın birçok kentinde konferanslarveren Bloch, 1968 gençlik hareketine yönelik eleştirileri ol-makla birlikte onun üzerinde etkili olan yaşlı aydınların dabaşında gelmektedir. Öğrenci lideri Rudi Dutschke ile yakınbir dostluk kurmuş ve onu felsefesinin devamcısı olarak görm-üştü. Ancak Dutschke, gerici basının da kışkırtmasıyla 1971yılında bir silahlı saldırı sonucu öldürülecektir.
1977 yılında Almanya, son yüzyılın gördüğü en seçkin ay-dınlarından birini kaybetmişti. Cenazesi binlerce öğrencinineşliğinde mezara taşınmıştı.
Bazı önemli eserleri:-Ütopyanın Tini (1918)-Devrimin Teologu olarak Thomas Müntzer (1921)-Özgürlük ve Düzen (1947)-İzler (1930)-Bu Çağın Mirası (1935)-Ibn-i Sina ve Aristotelisçi Sol (1949)-Umut İlkesi I-III (1954-59)-Doğal Hukuk ve İnsan Onuru (1961)-Hıristiyanlıktaki Ateizm (1968)-Materyalizm Sorunu, Tarihi ve Özü (1972)
17 A�USTOS 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP BABİL BALİĞİ
M. SALİH [email protected]
“Yalnızca budalalar kendileriyle gündeüç kez çelişmekte başarısız olurlar.”
Friedrich Nietzsche
İthaki Yayınları, Sevinç Kayır’ın tercü-
mesiyle, İngilizce aslı 2011 yılında ya-
yımlanan Chuck Klosterman’ın “Görünür
Adam” (The Visible Man) kitabını ya-
yımladı. Aslı yayımlandığından bu yana he-
nüz bir yılı doldurmamış olması okurlar
için oldukça iyi bir haber, çünkü kitapta
günümüzün gerçeklikleri ve popüler kül-
türü çokça yer alıyor. Bu kısma sonra dö-
neceğiz. İkisi roman, üçü makalelerinden
derleme, üç de kurgu dışı, toplamda sekiz
kitabı bulunan Klosterman’ın Türk oku-
ru ile ilk buluşması olduğundan, ilk önce
yazar hakkında biraz bilgi edinelim.
S�STEM, S�STEM�N �Ç�NDESADECE S�STEMAT�K ELE�T�R�L�R40 yaşında ve Amerika doğumlu olan ya-
zarı esasında kitapları dışında “New York
Times,” “Believer,” “Washing Post,” “Gu-
ardian,” “Esquire” ve “GQ” gibi gazete ve
dergilerdeki sütunlarından, makalelerin-
den tanıyoruz. Genel olarak Amerikan
Pop Kültürü ve Rock müziği üzerine
eleştiri ve hiciv ağırlıklı yazılar kaleme alan
yazarın, asıl ünü de kullandığı eğlenceli,
mizahi ve sivri dilinden kaynaklanıyor.
Herhangi bir şekilde çok da dikkat çeki-
ci bulmadığım için, internet üzerinden za-
man zaman denk geldiğim makalelerin-
de sıklıkla alaya aldığı Amerikan Pop Kül-
türü öğelerine yönelik eleştirilerinin de
günlük, herkesin zaten akıl edebileceği,
çarpıcılığı çok fazla bulunmayan tespit-
lerine dayandırıyor olması benim için
son derece itici bir faktör iken, tespitlerin
üstünü kapadığı şakaların seçimlerini ise
bir o kadar zekice ve ilgi uyandırıcı bul-
muştum. Şakalarını ve güldürme yetene-
ğini kullanırken temel aldığı pop kültür
eleştirisini ise popüler kültürün boca
edildiği yayınların içerisinde, ilginç olmaya
çalışırken sadece popüler dilin olumla-
masına yarayan şekilde kaleme alması ise
kocaman bir “soru işareti.” Yazarın po-
püler kültüre karşı çok da inandırıcı ol-
mayan bu duruşu, insanın aklına “rekla-
mın iyisi kötüsü olmaz” klişesiyle birlik-
te Oscar Wilde’ın “hakkınızda konuşul-
masından daha kötü olan tek şey hakkı-
nızda hiç konuşulmamasıdır” sözünü çağ-
rıştırıyor. “Görünür Adam”ı okumaya
başlamadan önce, daha önce öylesine
denk geldiğim yirmi kadar yazısıyla bir ya-
zara karşı önyargı oluşturmamak için e-
kitap olarak edindiğim ve okuduğum
“Eating The Dinasour”, “Sex, Drugs and
Cocoa Puffs” ve “Chuck Klosterman on
Rock” derleme kitapla-
rından sonra ne yazık ki
yazara karşı edindiğim
yargı daha da perçin-
lenmiş oldu. Neden mi?
Eleştirel haklılığının is-
patında sıklıkla mani-
pülasyona sığınması, ha-
vada kalan cümleleri
(sözgelimi bir şeyin tak-
lit veya yapay olduğu
eleştirisini getirirken bu kanıya nereden
vardığını nedenleriyle sıralamak sorum-
lu ve inandırıcı bir yazarın temel görevi-
dir.) nedeniyle, çok doğru olsa da herke-
sin zaten ya daha önceden akıl edebildi-
ği ya da okuyunca onaylayacağı heyecan
uyandırmayan tespitlerini itici kılmamak
adına mizahı sadece bir
örtü olarak kullanması,
betimlemelerinde sık-
lıkla (kendisi de eleştir-
diği halde) günümüzün
Twitter yazarları ya da
Facebook klavye kah-
ramanları gibi “falanca
falanca bilmem ne gibi-
dir filanca olursa hebe-
le höbölö olur” seviye-
sinde kaldığı için, po-
püler kültürde eleştiri-
lebilecek onlarca şey
varken, yazar sanki onay
peşinde koşuyormuşça-
sına okurlar tarafından
en fazla “haklılık” pa-
yesi iade edilecek ko-
nulara değindiği için…
Y�NE DEPopüler kültüre yönelik
eleştirilerindeyse ge-
nellikle Amerikan kül-
türü odak alındığından,
Amerikan kültürü ile
uzaktan yakında alakası olmayan insanlara
herhangi bir şekilde (Facebook vb. eleş-
tirilerinde olduğu gibi artık evrensel bir
gerçek kabul edilebilecek öğelerin dışın-
da elbette) hitap edemeyecektir. Özgün-
lük anlamında İngiliz mizahının yanına
hiçbir şekilde yaklaşamadığı gibi, mo-
dern dünyanın derinlemesine eleştirisin-
de de çok daha iyi isimler bulmak müm-
kün. Araya bir de lokalizasyon sorunu gi-
rince açıkçası Türk okuru için Klosterman
adının ne önemi olabileceğinden pek de
emin değilim. Zira maksat eğlenceli, yor-
mayan, güldüren popüler kültür eleştiri-
si okumaksa, hem bizimle de daha fazla
bağdaşacak şekilde yerli köşe yazarları-
mızı, blogger’larımızı, hatta Zaytung gibi
mizaha yönelik internet sitelerini takip et-
mek çok daha doyurucu. Bütün bunlara
rağmen, yazarın müzik üzerine yazılarını
daha yere basan, araştırılmış, düşünülmüş,
özenli ve nispeten de daha eğlendirici ve
mizahi buldum. Rock ve Metal müzik üze-
rine yazıları oldukça eğlenceli ve bu mü-
zik türleriyle ilgileni-
yorsanız oldukça doyu-
rucu.
NEFRET VE SEVG�Yazarın kurgu dışı, ma-
kalelerinden oluşan ki-
taplarından sonra “Gö-
rünür Adam”a başlar-
ken, kurgusal bir ro-
manda neler yapabile-
ceğini merak ediyor, belki de ortaya ilginç
bir uygulamanın çıkabileceği umudunu
taşıyordum. Başlangıçta haksız da çık-
madım. “Görünmezlik” gibi bir bilim kur-
gu öğesi, teknolojiyi çalarak kendi üs-
tünde kullanan ve tam anlamıyla bir
“pislik” olan (anti-kahraman figürlere
olan ilgim nedeniyle oldukça ilgi çekici
gelmişti ve tamamen katıldığım, incele-
diğim okuyucu yorumlarına göre kitabı
bitirebilmelerini sağlayan tek şey ka-
rakterle aralarındaki sevgi ve nefret iliş-
kisi) adı redakte edilerek “Y_” haline in-
dirgenen, sırf zevk olsun diye insanların
günlük yaşamlarını gözetleyen ve her yar-
dım girişiminde başarısız olan bir ka-
rakteri, bu karakterin psikoloğu ve psi-
koloğunun yayıncıyla olan, bitmemiş bir
kitap üstüne etkileşimi. Form olarak da
modern kurgu bir romandan beklenebi-
leceği üzere, öyküyü anlatıcı koltuğundaki
psikolog ve e-posta yazışmaları, telefon
kayıtları ve seans kayıtlarından oluşan bir
roman yapısı. Kazanabilecek bir formül
ortaya çıkmış görünüyor. Sayfa üstüne
sayfa çeviriyorsunuz ve kitap bir çırpıda
bitiyor ama (!) arkasında hiçbir iz bı-
rakmadan ve hiçbir önem teşkil etmeden.
Nedenlerini sıralarsak: Öncelikle bu ki-
tabın neden roman olarak kurgulandığını
aklım almıyor. Sanırım yazar makale
derlemeleri yayınlamaktan bıktı ve böy-
le bir denemeye ihtiyaç duydu. Aklına ge-
len ilk ilginç kurgu fikrine de sımsıkı sa-
rıldı. Ancak genellikle makale yazmaya
alışkın kişilerin düştüğü tuzağa o da
düşmüş görünüyor. Kurgu oluşturma ve
yazmak, makale yazmaya benzemez.
Aklınıza her geleni, herhangi bir sıra ve
oturtulmuş bir kurgu, yaratılmış, düşü-
nülmüş karakterler olmaksızın her şeyi
de hiçe sayarak yazamazsınız. Kurgunuzla
durmadan çelişemezsiniz. Sırf birkaç il-
ginç tespiti inatla paylaşacağım diyerek
düşüncelerinizin tamamını kurgunuzda
kusmaya kalkamazsınız. İşte yazar tam da
bunları yapıyor. Romanın ana anlatıcısı
olan terapist Victoria, roman boyunca bir
karakter değil, Klosterman’ın anlatma-
yı istediği konulara göre zorunlu hareket
eden bir kuklayı andırıyor. Hatta “In Tre-
atment” dizisi için “yapay” terimini kul-
lanırken, kendi oluşturduğu psikoterapi
seanslarında da hiçbir şeyin ötesine ge-
çebildiği yok. Terapi seansları şeklinde
kurgu oluşturmak ise açıkçası, sırf “Y_”
üzerinden Klosterman’ın pek alışık ol-
duğumuz tespit ve makalelerini kusma
aracından öteye gitmiyor. Hatta okurken
öyle bir noktaya geliyorsunuz ki ana
kurgunun ve hikayenin nereye gideceği,
psikoterapist Victoria’nın ne düşündüğü
veya ne yapacağı zerre umrunuzda ol-
muyor, “Y_”nin başka gözlem ve sözle-
rini okumak için sayfaları çevirip duru-
yorsunuz. Sizi hayrete düşürecek, “vay ca-
nına nasıl akıl edemedim ki?” şeklinde
bir tespitle hiç karşılaşmayacağınız gibi,
aynı konuda farklı cümlelerde birden faz-
la eleştiriyi görünce de mideniz artık ağ-
zınıza geliyor.
Yerimiz bitiyor o yüzden yazıyı bağ-
lamalıyım… Sonuç olarak eğer Amerikan
popüler kültürü hakkında yüzeysel de olsa
bilginiz varsa, boş vaktinizde bu sıcakta sizi
hiç yormayacak bir kitap arayışındaysanız,
tespitleri ne kadar basit olursa olsun po-
püler kültüre ve yaşama yönelik hemen
onaylayacağınız birkaç şakaya gülmek is-
tiyorsanız ve fazla bir beklentiniz yoksa bu
kitap size göre diyebilirim. Aksi durum-
da, bu hafta okuyacağınız kitabı başka ad-
reste aramanızda fayda var.
(Görünür Adam, Chuck Klosterman,İthaki Yayınlar, Çev: Sevinç Kayır, 252 s.)
Klosterman’ın çelişkili dünyası
ChuckKlosterman
17 A�USTOS 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Ta� ve Ten
“Mekândan Taşan Edebiyat”ta 19. yüz-
yılın ikinci yarısından “günümüze kadar
olan zaman aralığında İstanbul’daki
edebiyat, mahfilleri ortaya, çıkarılmış ve
buradaki edebî faaliyetler çeşitli açılar-
dan incelenmiştir. İstanbul’un sanat ve
edebiyatın merkezindeki yerini belge-
leriyle ve ilmî bir titizlikle ortaya çıkaran
bu eser, “edebî hafızanın mayalandığı”
yerleri göstermesi bakımından da zevk-
li okumalar sunmaktadır. Mahfillerde-
ki hemen her türlü konuşma, sohbet,
eleştiri, tenkit, sanat ve edebiyat için ha-
yati öneme sahiptir. Bu tür faaliyetler-
le çok sık karşılaşmamızın-mümkün ol-
duğu, sanat ve edebiyat tartışma, tenkit
veya tekliflerin yapılabildiği, bu tür et-
kinlikler sayesinde toplantı yeri ve oda-
ğının sürekli canlı kalabildiği bir yer ve
aynı zamanda yaşayan edebiyatın, kül-
türün, sanatın “atardamarı”dır.
Mekândan Ta�anEdebiyat
bir ırmak kıyısında doğdum
ben
bu yüzden
bir ırmak romandır
bu özgeçmişsel
hem el yazması
elle tutulan
elde var ikinci cilt
sapını gülle donattığım kalem
başkaldırıyor
kurşun olarak dağlardan geliyor
ırmak
Ba�kald�ranKur�unkalem
“Bu vakalar, bir polisiye yazarı tarafın-
dan uydurulmadı. Söz konusu olan, mü-
zik tarihinde gerçekten yaşanmış hikâ-
yelerdir. Soruşturma yargıcı da, müfettiş
de sizsiniz, sevgili okur. Bize düşense siz-
lere olguları sunmak. Gelin, bu esra-
rengiz vakaları ve cinayetleri elbirliğiy-
le çözmeye çalışalım.” Alman yazar
Ernst Wilhelm Heine, “müzikseverler
için cinayet hikâyeleri” sunuyor okura,
tarihe mal olmuş müzik dehalarıyla il-
gili. Hayal gücünün ürünü değil bunlar,
gerçek olaylar... Heine, polisiye yazar-
lığında bir devrim yapıyor: sürükleyici
hikâyeler uydurmak yerine, inanılmaz
gerçekleri açığa vuruyor. Mozart,
Haydn, Paganini, Çaykovski, Hector
Berlioz ve modern dansın ilahesi Isa-
dora Duncan gibi ünlülerle ilgili sırla-
rın üzerindeki perdeyi aralıyor.
Mozart’� Kim Öldürdü?Haydn’�n Kafas�n� Kim Kesti?
Godfrey Goodwin, bu kitapta İslam
sanatının ve mimarlığının bilimsel te-
mellerini, Anadolu’yu karış karış tara-
yarak kaydettiği yüksek kaliteli fotoğ-
raflarla âdeta belgeliyor. Kubbe detay-
ları, kubbenin üzerine oturtulduğu fil
ayakları, sıcak suyun bir hamamda mer-
merlerin altından ustaca dolaştırılması,
güneş sıcaklığının ve aydınlığının opti-
mal seviyede kullanılması mimarinin bu-
gün de temel sorunları değil mi! Yaza-
rın Osmanlı tarihine aşina olduğu zaten
bilinir... Mimarinin temel endişeleri,
hatta bazen can sıkıcı bir şekilde kendini
tekrar eden formlarının dışında, insanı
büyük bir zevk ve merakla içine alan mi-
mari süsleme sanatları ve temel mimarlık
üretiminin bir parçası ve devamı olan ah-
şap işçiliği, kalem işleri, varak yaldız, do-
ğal ve yapay aydınlatma, akustik gibi ince
mimari işlerde de eğitici bilgiler veriyor.
Osmanl� Mimarl���Tarihi
İbranice edebiyatın klasiklerinden
kabul edilen “Evlilik Hayatı” geçen
yüzyıl başı Viyanası’nda Yahudi bir ya-
zar ile onu aşağılamaktan, sömür-
mekten, hiçe saymaktan zevk alan
aristokrat karısı arasındaki sadoma-
zohist ilişki ekseninde kötülüğün do-
ğasını sorguluyor. Yazar kimliğini
oturtmakla meşgul roman kahrama-
nı Gurdweill, onu durmadan başka er-
keklerle aldatan karısı Thea’dan ay-
rılmayı göze alamayarak hem onu ger-
çekten seven arkadaşı Lotte’nin hem
de kendisinin felaketini hazırlıyor.
Gurdweill’ın mutsuzluğu, yalnızlığı,
çektiği vicdan azabı iki Dünya Sava-
şı arasında Viyana şehrinin kasvetli
mekânları ve mekanikleşen insanla-
rıyla birleşince, neden sonuç ilişkile-
rinin koptuğu Kafkaesk bir dünyaya
sürüklüyor okuru: Sanki bir kehanet!
Evlilik Hayat�
“Acı Türkücü”nün garip bir yazgısı
vardır. 12 Mart darbesi boyunca, şairin
başından kalkmayan dumanlı karanlık,
12 Eylül faşizminin azgın günlerinde de
dağılmaz; hatta daha da koyulaşarak ya-
yılır. “Acı Türkücü,” 1981 Aralık ayın-
da eksikleriyle yayınlanır. Kitap büyük
bir beğeniyle karşılanır ve kısa sürede tü-
kenirse de eksik çıkan ilk kitabın sevin-
ci de hep yarım kalır. Şiire iddialı bir gi-
riş yapan Hüseyin Haydar, A. Kadir’in
deyişiyle, “Duyarlı ve yumuşak. Acılı,
ama kötümser değildir.” Otuz yılı aşkın
bir aradan sonra okuyucuya sunulan yeni
baskı, bu eksikleri az da olsa gidermiş-
tir. Türkiye’nin karanlık bir dönemine
ayna tutan “Acı Türkücü”nün, onca hoy-
ratlık, kuruluk içinde yüreğinizin telle-
rine yumuşacık, sıcacık dokunduğuna şa-
şacak, bunca yıl nasıl taze kaldığına ta-
nık olacaksınız.
Ac� Türkücü
Askeri darbe sonrasında cinnete tutulmuş
ülke.. Tüyler ürpertici bir cinayet... Ci-
nayetin izini süren Ömer ile katil oldu-
ğu söylenen Edip arasında girdaba dö-
nüşen ilişki... Anlatının yeni olanakları-
nı kullanan bir tür cinnet ve cinayet tu-
tanağı...
“23 yıl sonra gerçek bir 12 Eylül roma-
nı. İbrahim Yıldırım’ın bir başka başarısı
da, cinnetin/ cinayetin olağan sayıldığı bir
ülke atmosferini, karabasanını aynı ge-
rilimle götürebilmesidir. (...) Yavaş yavaş,
sindire sindire okuyun, değer bu çaba-
nıza.” -Doğan Hızlan-
“Yıldırım, hem bir şiddet dönemini yar-
gılıyor, hem de bizlerin o şiddeti yaşa-
yanlara duygudaşlık etmemizi sağlayarak
‘aklın canavarlar üreten uykusu’na kar-
şı bir tür terapi oluşturuyor. Barındırdı-
ğı cinayet hikâyesiyle, özellikle kurgusu
baş döndürücü.” -A. Ömer Türkeş-
B�çk�n ve Orta Halli
David Vogel, Yap� Kredi Yay�nlar�,Çev: �ahika Tokel, 456 s.
�nci Aral,K�rm�z� Kedi Yay�nevi, 258 s.
Gençlik yıllarında sevdiği erkeği çok
acı bir biçimde kaybeden Ulya’nın ha-
yatında büyük bir yara açılmış, derin
bir boşluk doğmuştur. Genç kadın,
daha sonra ruhsal yalnızlığını sanat-
la doldurmuş; yıllarını, dostluğunu
yeğlediği, değerli bulduğu bir erkek-
le durgunluk ve huzur içinde geçir-
miştir. Bir heykel sergisi açmak üze-
re Hamburg’a giden Ulya, Sina’yı
gördüğünde kendini taze bir duygu-
nun, güçlü bir dönüşümün eşiğinde
hissedecek, aşktan ne kadar uzak
kalmış olduğunu fark ederek sarsıla-
caktır. “Taş ve Ten,” yarım kalmış bir
aşkın yıllar sonra benzer konumda bir
erkekle yeniden yaşanma hayalinin
dört günlük etkileyici hikâyesi. Sina ile
Ulya’nın kalplerini birbirlerine açar-
ken kaybetmeye ve imkânsız aşklara
yaktıkları bir ağıt...
Ferhan �ensoy, OrtaoyuncularYay�nlar�, 540 s.
�brahim Y�ld�r�m,Do�an Kitap, 596 s.
Turgay Anar, Kap� Yay�nlar�, 670 s. Ernst Wilhelm Heine, CanYay�nlar�, Çev: Melike Öztürk, 88 s.
Godfrey Goodwin, Kabalc�Yay�nevi, Çev: Müfit Günay, 730 s.
Hüseyin Haydar,Kaynak Yay�nlar�, 88 s.
17 A�USTOS 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
“SBF 68’in unutulmazdekanı”ndan anılar-dersler CÜNEYT AKALIN
Ekim 2009’da aramızdan ayrılan seçkin hukukçu,
Prof. İlhan Unat anısına hazırlanan “İlhan Unat’a
Armağan” kitabı piyasaya çıktı.
Mülkiyeliler Birliği “İlhan Unat’a Armağan”
ile bir döneme damga vuran hocasını anarak hem
manevi borcu yerine getirdi hem de “Armağan-
lar Dizisi”ne (10. Kitap) bir halka daha ekleyerek,
geleneğini sürdürdü.
Armağan hem İlhan Unat Hoca’nın anısına mes-
lekdaşlarınca kaleme alınmış bilimsel makalelerden
hem de hoca ile ilgili anılardan oluşuyor.
68’L� YILLAR, SBF VE SBF’N�NDEKANI Sınıf arkadaşımız Prof. İlber Ortaylı’nın “Türkiye
o güne kadar görmediği, denemediği bir siyasi ge-
rilim ortamından geçiyordu” diye tanımladığı yıl-
ları, ben de ilerici-devrimci gençliğin Ankara’daki
önde gelen üssü konumundaki SBF’de yaşadım.
Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir gibi Dev-Genç ön-
derleri fakültenin öğrencileriydi, sınıf arkadaşları-
mızdı. Deniz Gezmiş yolu Ankara’ya düştüğünde
Cebeci’deki yurda uğramadan etmezdi. Fakülte sol-
cu öğrencilerin merkezi olarak biliniyordu. 68
olayları SBF’de dolu dolu yaşandı.
Boykot - işgal vb. eylemlerle savlarını kitlelere
taşımaya çalışan gençlerle, onlara diş bileyen geri-
ciler arasındaki mücadelede Prof. İlhan Unat hem
gençlere hem de bir kurum olarak üniversiteye sa-
hip çıkmak gibi ikili görevi yerine getirdi.
“DEMOKRAT DEKAN”“Armağan”ın başlarında Unat’ın öğrencilerinden
gazeteci Oral Çalışlar’ın Radikal’de 24 Haziran 2009
tarihinde yayımlanan yazısı yer alıyor: Çalışlar
Prof. Unat’ın “demokrat kişiliği”ni öve öve bitire-
miyor. Yaygın bir yanlış anlamayı ifade ettiği için bu
hususu biraz açmak ihtiyacı hissediyorum. Çalışlar’ın
anlatısı İlhan Unat gerçeğini kısmen anlatıyor.
Prof. Unat 68 olayları sırasında bir dekan ola-
rak öğrencilerle teması hep korudu, gerektiği yer-
de, zamanda onlara kanat gerdi. Sorunları sonuna
kadar öğrenci temsilcisi Hüseyin Cevahir’le (1971’de
İstanbul Maltepe’de çatışmada öldürüldü) diyalog
içinde çözmeye çalıştı. Buraya kadar doğru.
MADALYONUN B�R DE ÖTEK�YÜZÜ VAR“İlhan Unat’a Armağan” kitabının yayın kurulu İl-
han Hoca’nın 4 Aralık 1968 günü (Mülkiye’nin ku-
ruluş günü) fakülte dekanı sıfatıyla törende yap-
mış olduğu konuşmayı yayımlayarak tabloyu ta-
mamlamış. O tarihi konuşmanın bizi bu yazıda il-
gilendiren bölümleri şöyle:
“Dünyanın çeşitli memleketleri arasında Tür-
kiyemiz de geniş çapta öğrenci hareketlerine
sahne olmuştur. […]
Sorumlu eğitimciler olarak metodlarını ve uy-
gulama şekillerini tasvib etmesek de gençliğin uya-
rısının üniversitelerimizi silkelediği ve […] üni-
versite reformunu tezelden gerçekleme safhasına
getirmiş olduğu bir gerçektir. Bu gelişmeyi sevin-
çle karşılıyorum. Bu yolda Ankara Üniversitesi se-
natosunun kararı gereğince fakültemizde de ku-
rulmuş olan profesör, doçent, asistan ve öğrenci-
lerin eşit sayıda temsil edildiği Fakülte Karma Ku-
rulu’nun faydalı hiz-
metler göreceğine gü-
venim tamdır[...]
Şükranla kaydetmek isterim ki fakültemiz-
de Kasım ayı başında yapılan boykot hareketinin
bu açıdan zararlı bir etkisi olmamış, fakülte ida-
resi, hoca ve öğrenci ilişkileri boykot sırasında da
saygı, sevgi ve güven havasından uzaklaşmamıştır.”
Prof. İlhan Unat büyük çalkantıyı yerli yerine
oturtuyor. Ama orada bırakmıyor, devam ediyor.
“Atatürk’ün Mülkiyelide görmek istediği nite-
liklerin kazanılması, onun verdiği ödevlerin layıkıy-
la yerine getirilmesi her şeyden önce fakülte sırala-
rında geçirdiğimiz şu sayılı yılları iyi kullanmamıza,
bilgi dağarcığımızı zenginleştirip çalışma metodla-
rını kavramamıza bağlıdır. Türkiye Cumhuriye-
ti’nin Atatürk Devrimi’nin bekçisi aydın gençler ola-
rak elbette memleket davaları üzerinde kanun sı-
nırları içinde eyleminizi yürüteceksiniz ancak […] üni-
versite öğrencisi hüviyetini kaybetmemenin milleti-
mize, ailenize ve nefsinize karşı temel ödeviniz ol-
duğunu da asla unutmayacaksınız.”
İşte böyle. Oral Çalışlar, Cengiz Çandar gibi-
ler su bardağının dolu yarısını görmemekte ısrar
etseler de, gerçekler getirip kendini dayatıyor.
�LHAN UNAT DERS�İlhan Unat “SBF 68’in unutulmaz dekanı”dır. Onu
unutulmaz yapan “demokrat kimliği” ile “Cum-
huriyetçi kimliği”ni içiçe geçirmesidir. Demokrat
kimlik” Cumhuriyet’in büyük serüveninden ko-
partılamaz.
Fakülte dekanı iki kanadı ile uçabildiği ölçü-
de yüce görevini yerine getirir:
• Öğretim faaliyetinde öğrencileri benimse-
mek, onlara kanat germek,
• Cumhuriyet’in bekçiliğini yapmak
Cumhuriyet eğitimine değerli katkılar yapmış
seçkin bir aileden gelen, yaşamı boyunca bu ge-
leneği sürdüren Dışişleri Bakanlığı eski hukuk da-
nışmanı, Prof. İlhan Unat’ı sevgiyle, saygıyla, öz-
lemle anıyoruz. Anısını yaşatacağız.
“ARMA�AN”IN �Ç�NDEK�LERYayın kurulunun “Makalelerin mümkün oldu-
ğunca uluslararası hukuku ilgilendiren konular-
da kaleme alınması arzu edilmiştir” açıklaması ile
yaptığı seçkinin çerçevesi açıklanmış. Arma-
ğan’da Prof. Unat’ın dostlarının, yakınlarının
anılarının yanı sıra Nermin Abadan-Unat’ın
“Yurttaşlık Kavramının Evrimi-Küreselleşme
Sürecinde Ulusötesi Yurttaşlık”, Cüneyt Akalın’ın
“Soğuk Savaşta ABD’li liderlerin Türkiye’nin Stra-
tejik Planlarına Müdahaleleri”, Roma Aybay’ın
“AHİM’in Yapısı İçinde Oluşturulan ‘Karar’ların
Sınıflandırılması”, Tuncer Bulutay’ın “İktisat,
İnsan Sermayesi, Eğitimin Önemi, Ruşen Keleş’in
“Yerel Yönetimler ve İnsan Hakları”, Fazıl Sağ-
lam’ın “Anayasa Şikayeti Üzerine Düşünceler”,
Esra Dardağan Kibar’ın “Türk Vatandaşlık Hu-
kuku’nda ‘Seçme Hakkı’ vb. makalelerinin öne çık-
tığı on yedi makale yer alıyor.
Meraklısına not: AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi
ile Mülkiyeliler Birliği’nin işbirliği ile Temmuz
2012’de sınırlı sayıda basılan eserden edinmek iste-
yenler Mülkiyeliler Birliği Vakfı Konur Sokak ,An-
kara (tel: 312-417 80 98) adresine başvurabilirler.
(Prof. Dr. İlhan Unat’a Armağan, Kolektif,Mülkiyeliler Birliği Yayını, 2012/1, Ankara 2012)
Şaşkın ŞövalyeSir Gadabout
Sir Gadabout, Camelot’un bilinen en kötü ve�a�k�n �övalyesi. Adeta yürüyen, z�rhl� bir felaket...
İREM HALIÇ[email protected]
Ortaçağ’da şövalyeler cesaretin ve
kahramanlığın sembolüyken, İngil-
tere’nin puslu ve uzak bir köşesinde,
efsane Kral Arthur’un hüküm sür-
düğü, “Altın Şehir” olarak da bilinen
Camelot’ta, dünyanın en şaşkın ve ye-
teneksiz şövalyesi yaşıyormuş. Bu şö-
valyenin adı Sir Gadabout’muş.
Sir Gadabout Martin Beardsley’in
yarattığı bir karakter, aynı zamanda ki-
tabının da orijinal adı. Türkçe’ye
“Şaşkın Şövalye” olarak çevrilmiş.
Diğer bütün şövalyeler savaş meyda-
nında yeteneklerini ispatlarken, Sir
Gadabout yeteneksizliğini ispatlamış
bir şövalye. Yine de Kral Arthur ta-
rafından şövalyelerin toplandığı Yu-
varlak Masa’ya oturmasına izin veril-
miş. Peki, yeteneksiz bir savaşçının şö-
valye olmasına ve şövalye olarak kal-
masına neden izin verilir?
Gadabout yeteneksizliğine rağ-
men sadakati, cömertliği, ülkesine ve
kralına olan sevgisiyle, kutsal saydığı
değerleri ölümü pahasına koruyabi-
lecek bir savaşçı. Sakar olmasa deli ce-
saretiyle belki meydanların en başa-
rılı savaşçısı olacak, ama zırhı kulla-
nılmamaktan paslanmış, mızrağı bü-
külmüş, kılıcı beş yerinden kırılmış, atı
da yaşlı ve çarpık bacaklı olduğu için
bugüne dek hiçbir turnuvadan galip
ayrıldığı görülmemiş. Ancak canından
çok sevdiği, sonsuz sadakatle bağlı ol-
duğu kraliçe kaçırılınca Sir Gadabo-
ut kaplan kesilecek. Yine Kral Arthur
bu zorlu yolculukta başına bir iş gel-
mesin diye onu Sidney Smith adında
bir kediye emanet etmeyi uygun bu-
lacak. Çünkü ona göre Sir Gadabout,
Camelot’un bilinen en kötü ve şaşkın
şövalyesi. Adeta yürüyen, zırhlı bir fe-
laket...
Gadabout bazı yönleriyle Don
Kişot’a benziyor. Ayrıca kraliçeyi
kurtarmak için çıktığı yolculukta mu-
hafızlar ve büyücülerle çocuk okur-
ların ilgisini çekecek enteresan ve ya-
ratıcı oyunlar oynaması gerekiyor.
Ömrünü bir köprüyü korumaya ada-
mış fakat bunu neden yaptığını bil-
meyen bir muhafızı köprüden geç-
meye ikna etmek ya da kötü bir bü-
yücünün “terslik” büyüsüne maruz ka-
lıp, cümleleri zıt anlamlarıyla anlayan
bir kraldan, kraliçenin kaçırılmasıyla
ilgili bilgi almaya çalışmak gibi. Bu eğ-
lenceli kitabın ilgi görmesinin ardın-
dan Martyn Beardsley, iki kitap daha
yazarak Sir Gadabout’un maceralarını
seri haline getirmiş. Bu serinin ikin-
ci kitabı olan “Şaşkın Şövalye Kötü-
ye Gidiyor”da, eşsiz kılıç Excalibur ça-
lınınca Sir Gadabout, yardımcısı Her-
bert ve atı Pegasus’u yanına alarak
kötü kalpli Sir Kokuşmuş Radyard’ı
aramaya koyuluyor. Muhteşem kılıcı
ait olduğu yere geri getirebilmek için
her şeyi göze almaları gerekiyor. Se-
rinin son kitabı “Şaşkın Şövalye ve
Hayalet”te ise, Sir Kıllı Henry’nin ha-
yaletini gören Şaşkın Şövalye korku-
dan kaçacak delik arar. Ama çok
geçmeden sardalye hırsızlığı ile anı-
lan Sir Kıllı Henry'nin adını temize çı-
karmak için başka bir korkunç misa-
firin peşine düşecektir...
Eğlenceli okumalar diliyoruz.
(Şaşkın Şövalye, MartynBeardsley, Final Yayınları,
Çev: Handan Sağlanmak, 88 s.)
Osmanlı İmparatorluğu son elli yılında yoğun
bir şekilde çete savaşlarıyla uğraştı. Batıda
Balkanlar, doğuda da Yemen! Osmanlı’yı iç-
ten çürüttü. Atatürk’ün deyimiyle sadece Ye-
men'de 1,5 milyon Mehmetçik hayatını kay-
betti. Balkanların rakamı hakkında pek bil-
gi verilmez ancak orada da Anadolu’nun yi-
ğit evlatları dağda bayırda hayatını ortaya ko-
yarak verilen görevi en iyi şekilde yaptı.
Çoğu da gençliğini orada bıraktı. Bunların
çoğu da Ege illerinden gitme yiğitlerdi. Özel-
likle Efe kültürü olduğu için Ege illerinin ço-
cukları savaşçıydı. Çete savaşını da bildikle-
ri için onlar gönderilirdi. Onlar için bugün bir
anıt bile dikemedik. O dönem Balkanlar’da
görev yapmayan subay neredeyse yok gibiy-
di. Yapanlar da hayatın gerçeğini görüyor ve
sonra İnkılâpçı oluyordu. Olayların merke-
zi de Makedonya’ydı. Çünkü Balkanların en
stratejik yeri olan Makedonya’da herkesin
gözü vardı. Yunanlılar ve Bulgarlar kıyasıya
çekişmeye girmişti. Halklar mozayiği olan Ma-
kedonya’da patlayan bombalar, kardeşliği bi-
raz daha öldürüyor; İmparatorluğu da sona
yaklaştırıyordu.
SELÂN�KL� YÜZBA�I'NINYA�ADIKLARIElimizdeki “Makedonya Tarihçe-i Devri İn-
kılâp” isimli kitap 1908 yılında basılmış.
Şemseddin Bey yazmış. Şemseddin Bey, Pi-
yade Yüzbaşı olarak bölgede görev yapmış.
Selânikli... Eser İstanbul’da Artin Asaduryan
Matbaası’nda basılmış. Haliyle Osmanlıca...
Bugünün diline çevrilse araştırmacılar için
önemli bir kaynak olur. Kitabın içeriğinde şun-
lar var: Balkan isyanının nedeni, Yunanis-
tan’ın teşkili, İlk Kanunu Esasi ilanı, Rus mu-
harebesinin neticesi, Bulgar komitesinin su-
reti teşkili, usulü idarenin cereyanı, sebebi is-
yan, Bulgar komitesi askerlerinin mevad-ı mü-
himmesi, birinci ihtilal devresi, Selanik vu-
kuatı, ikinci ihtilal devri, Rus ve Avusturya’nın
notası, ıslahat, jandarmanın sureti teşkili, dev-
leti âliye, Sırbistan, Karadağ, Yunanistan
hükümetinin teşkilatı, Rumların müdafaası,
Bulgarların müdafaası, Sırplar ve Türkler hak-
kında bir iki söz, Makedonya tarihi kısmı si-
yasi, 24 Temmuz 1908’deki hareket, Os-
manlı ittihadının sureti teşkili.
DEVR�M�N HEYECANLI GÜNLER�135 sayfalık kitapta bölgedeki nüfus yapısı,
oranları ve askeri rakamlar hakkında da bil-
gi veriliyor. Kitabın önemli bir bölümü de
İkinci Meşruti İnkılâbı hakkında verdiği bil-
giler. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşu,
devrim girişimi, Niyazi ve Enver Beylerin dağa
çıkması, Padişah’a verilen tarihi mektubun su-
reti yeralıyor. (Not: Kitabın internetteki sa-
haf bilgisinde yayım tarihi 1906 olarak belir-
tilmiş. Doğrusu 1908 olacak)
Devrimci yatağı MakedonyaERCAN DOLAPÇI
17 A�USTOS 2012 CUMA 13Aydınlık KİTAPSAHAF
“MAKEDONYA TARİHÇE-İ DEVRİ İNKILÂP”
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
Do�ru yan�tlar gelecek hafta bu sayfada… Geçen haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(b) 2-(c) 3-(d)
SOLDAN SA�A1. “Halide ... ...” Resimdeki yazar - K�r ko�usu2. Antalya’n�n bir ilçesi - Bol ve güçlü olarak ç�kan veya f��k�ran
- “... King Cole” (Amerikal� caz piyanocusu ve �ark�c�) -Kay�nbirader
3. S�k gözlü bir bal�k a�� türü - Kayak - Ya�� küçük oldu�u haldesözleri ve davran��lar� büyükmü� gibi olan çocuk
4. Yasalara, kurallara uyma, boyun e�me - Ses tellerinden sesç�kmamas� - Kuzu sesi
5. Eski bir �ran veya Afgan hükümdar� unvan� - Benzer -Disprosyum’un simgesi - Ba�lang�çta yer alan
6. Geni�lik - And Da�lar�’ndaki yüksek otlaklara verilen ad -�li�kin
7. Yank�, aksi seda - Bir resmi suland�r�lm�� renklerle boyama yada gölgeleme biçimi
8. S�n�r ni�an� - Büyük erkek karde� - Bir kan grubu
9. ��lemelerde kullan�lan, gümü� görünümünde parlak s�rma yada metal tel iplik - Voltamper (k�sa) - Güvercinle yollananmektup
10. Üçgenlerle ilgili baz� teoremleriyle tan�nan Yunanl�gökbilimci, filozof ve matematikçi - Tamam olmayan, noksan
11. Bir haber ajans� - Osmiyum’un simgesi - Üst üste halkalarolu�turacak biçimde istiflenmi� halat - Sümerler'de su tanr�s�
12. Ayakkab� kal�b�n�n çap� - Kum, çak�l, çimento ve su gibimaddelerin kar���m�yla elde edilen yap� malzemesi -Jamaika’n�n plakas�
13. Saç� olmayan - K�laptan ipekle i�lenmi�, kal�n ve iri desenlibir tür kuma� - Arnavutluk’un plakas� - Ticaret e�yas�
14. Tümör - Bir yüzölçümü birimi - Bir tap�nak ya da kutsalalan�n yaln�z din adamlar�n�n girmesine izin verilen bölümü
15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Yunanca’da bir harf
YUKARIDAN A�A�IYA1. �nsan ya da hayvan vücudunu derisiz, yaln�zca kas yap�s�
görülür biçimde betimleyen sanat yap�t� - Bir zanaat� kendiba��na yapabilecek kadar ö�renmi� olan - �çki mahzeni
2. Rusça’da “evet” - Yard�m paras� - Bir i�in istekliler aras�ndanen elveri�li teklifi yapan kimseye verilmesi
3. Yemek yeme iste�i - Arap edebiyat�nda bir �iir türü - “Peki”anlam�nda bir sözcük
4. Rey - Gözenek, küçük delik - Bir tür yumu�ak peynir -Rutenyum’un simgesi
5. Betonun hammaddelerinden olan kum ve çak�l - Zerdü�tdininin kutsal kitab�
6. Tavlada “iki” say�s� - Diki�te kullan�lan pamuk ipli�i - Favori -Eski Türklerde “totem”e verilen ad
7. Kar� ile kocadan her biri - Baryum’un simgesi - “... Güler”(foto�rafç�)
8. Ayakta duran, var olan - Kimononun üstüne tak�lan, biçimi veboyutu cinsiyete, ya�a, mevkiye ve bölgeye göre de�i�en, birdü�ümle birle�tirilen geni� ipek ku�ak
9. Ha�in, kaba - Bir bulunma hali eki - Bir haber ajans�10. Radyum’un simgesi - Ate� - M�s�r’�n ünlü kentlerinden biri -
Osmanl� devletinde taht yeri, saltanat makam� anlam�ndakullan�lan bir sözcük
11. Bir ba��rsak asala��, �erit - Devlet �statistik Enstitüsü (k�sa) -Dikkati çeken veya çekebilecek nitelikte olan her türlü olgu,hadise
12. �lgi eki - Ak�m, �s�, ses, vb.’ni geçiren, ileten madde - Bircetvel türü
13. Akci�er - Verme, ödeme - Kaba baston - Molibden’in simgesi14. Bir say� - Mililitre (k�sa) - Olan, olmu� - Avrupa resim sanat�nda
günlük ya�am�, ev ya�am�n�, festivalleri ya da içki sahnelerinbetimleyen yap�tlara verilen ad
15. Resimdeki yazar�n bir eseri
Bulmacan�n do�ru yan�tlar�n�10 gün içinde fax veya mektup yoluyla
gönderen okurlar�m�za �BRAH�M ��M�EK’in resimdeki kitab�n� arma�an edece�iz
FAX: 0212 252 51 22
O gün kendini kazıkta değil de hayatta bulmanın sevinciiçinde, herkesin önünde oynamaya başlamasından berisakinleşememişti... Aklına Abid Ağa gelince de (neşe-sini kaçıran biricik gölge buydu) hazin bir düşünceye da-lıyordu. Ama biraz sonra kendinde yeni bir güçhissediyor, parmaklarını şaklatıyor, bel kırıyor, oynuyor,her an yeni yeni hareketlerle kazığa geçirilmediğini ka-nıtlamak istiyordu. Dansının temposuna uyarak nefesnefese söyleniyordu. “Bakın!... Bakın... Böyle de yapabi-lirim... Şöyle de yapabilirim.”
1 Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh,bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üs-tündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselipkardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri birsüre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşuboşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmayaçalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuş-kuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüy-lerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kaniçinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi.
Bir diğer rivayete göre, ormandaki ağaçlar arasında birkızın hayaleti dolaşıyormuş. Bu kız bir Hailsham öğ-rencisiymiş ve bir gün dışarıda ne olduğunu görmekiçin çitin üstünden atlamış. Bu bizim zamanımızdançok önce olmuş, gözetmenler o zamanlarda çok dahakatı, hatta zalimmişler, kız geri dönmek istediğinde izinvermemişler. Sonunda ormana gitmiş, başına ordabişey gelmiş ve kız ölmüş. Ama hayaleti hep ormandadolaşıyor, Hailsham’a bakıp içeri girmesine izin veril-mesini bekliyormuş.
3
a) Alexandra Cavelius, Leyla
b) Zlata Filipovic, Zlata’nın Günlüğü
c) Reyes Monforte, Saklı Gül
d) Ivo Andriç, Drina Köprüsü
e) Joe Sacco, Güvenli Bölge Gorazde
a) Jerzy Kosinski,Bir Yerde
b) Jerzy Kosinski, Adımlar
c) Jerzy Kosinski, Boşluk
d) Jerzy Kosinski, Çelik Bilye
e) Jerzy Kosinski, Boyalı Kuş
a) Mario Giordano, Deney
b) Kazuo Ishiguro, Beni Asla Bırakma
c) Thomas Hardy, Orman Kızı
d) Michael Ondaatje, Anil’in Hayaleti
e) Lorenzo Carcaterra, Suskunlar
2
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
17 A�USTOS 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP