geÇen okura ulaŞtik kitap aydınlıkaydinlikgazete.com/.../dosyalarim/kitapeki/2013/sayi57.pdfruzi...
TRANSCRIPT
Aydınlık29 Mart 2013
Cuma Yıl: 2
Sayı: 57Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP
.GGEEÇÇEENN HHAAFFTTAA 7700,,000033 OOKKUURRAA UULLAAŞŞTTIIKK
Kendine ait bir yolculuğun yok mu?
Zamanın kusurunabakmayın
Yollar bazen, fikrî yollar
Sürgün yazarın ekmeği
Milliyetçilerin yoluhangisi
Milliyetçilerin yoluhangisi
Milliyetçilerin yoluhangisi
Milliyetçilerin yoluhangisi
29 MART 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Kitabın kapağındaki fotoğrafında “Türk Milliyetçisi”ninüniformasına bakın...
Almanlar Nazi dönemlerinin anılarından kurtulmak içinalbümlerini yok etmiş, III. Reich’dan kalan ne varsa hiçli-ğe ve unutmaya gömmeye çabalarken, hizmetkarları in-sanlığın giydiği o en rezil ve kanlı üniformayla kitap ka-paklarında görünmekten ar etmemiş.
Bir kez yabancının eline düşüp, kiralanmayasınız; ar da-marınız çatlamıştır.
Sovyet orduları faşist sürülerini kovalayıp, Berlin’e kızılbayrağı dikerken, uşak başka bir efendinin hizmetine gir-mekte an tereddüt etmiyor. Kölelik ruhuna sinmiştir bir kere.
Artık daha büyük bir efendinin, ABD’nin emrindedir…Onun üniformasını giyer.
Daha temkinlidir, fotoğrafı kolay bulunmaz artık.Bunu “Türkçülük” için yaptığı iddiasındadır. Nasıl yapıyor?Bağımsızlık isteyen ülkelere, kurtuluş isteyen milletlere,
devrim isteyen halklara karşı efendisinin verdiği emirleri ye-rine getiriyor. Toprak isteyen köylüye karşı ağanın, emeği-nin kurtuluşu için mücadele eden işçiye karşı patronun , “Ba-ğımsız Türkiye” haykıran öğrenciye ve bütün halka karşı em-peryalizmin emrinde saldırıyor.
Endonezya'da, İran'da, Doğu Bloku ülkelerinde “Türk-çülük” için değil, ABD çıkarları adına çalıştı. Katıldığı ope-rasyonlar veya ölümüne neden olduğu insanların Türkçü-lüğe karşı bir şeyleri yoktu, ilgileri ve bilgilerinin bile olduğusöylenemez; ama bir şey kesindi: hepsi ABD karşıtıydı.
* * *Onunla aynı tarihten, soydan, coğrafyadan kök bulmuş
“Milliyetçiler” var öte yandan. “İstiklal-i tam” ilkesi için varolmuşlar, dövüşmüşler, uğrunda ölmüşler. Milletlerin ger-çek kurtuluşunun toplumsal devrimde olduğunu zerre ka-dar ıskalamamışlar…
Mir Sultan Galiyev, Molla Nur Vahidof, Mustafa Suphi…Ruzi Anayurt Savunması yapan halkına ihanet edip iş-
galcilerin emrine girerken, Molla Nur Vahidof Kırım – Ka-zan Sovyeti uğruna, emperyalist işgalcilerin Çek lejyonları-na karşı direnişi örgütlüyordu. Savaşırken esir düştü ve 19Ağustos 1918’de idam edildi.
İki “Türk”, iki tavır, iki yol…* * *
Kitaplar ve öğretenler bir tuhaf tarih üretiyorlardı.Türkçü olmaktan gurur duyan ama fazla okuyup, araş-
tırmayan iyi niyetli bir kitle Türklük aşkına Osmanlıyı baştacı edebiliyor. Hele bugünlerde ne moda!
Oysa Osmanlı için Türk, göçebe Türkmen kitleleri, Kı-
zılbaşlar ve anlayışı kıt, Marsıvanın eşeği, boyun eğmez avam-dı…
Türk için de Osmanlı “kaypak”, sözüne güvenilmez, asa-laklardı:
“Aşağıdan akça çığın ötünceKatar başı mayaların sökünceTürkün olan Türkmen eli çökünceKaypak Osmanlılar size aman mı”Koçaklamasında Dadaloğlu da böyle söylüyordu işte.
* * *Atatürk,Türklerin kaderini değiştirmiş en büyük devrimci
ne demiş:“ Egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kim-
seye, ilim icabıdır diye; görüşme ile, münakaşa ile verilmez.Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Os-manoğulları, zorla Türk milleti'nin egemenlik ve saltanatı-na el koymuşlardı; bu musallat olmalarını altı asırdan beridevam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk Milleti bu mütecaviz-lerin hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyanederek kendi eline açıkça almış bulunuyor.”1922 (Atatürk'ünBütün Eserleri, Cilt 20 - Nutuk II)
* * *Şimdi, padişah ordusu işgal güçlerinin kucağında An-
kara’yı ele geçirmiş. Sevr ilk kez yürürlüğe konabiliyor, yeniadı “Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Pro-jesi” Ve egemenlik Türk milletinin elinden sökülüp alınıyor,Cumhuriyeti gibi…
* * *Doğan Kitap’ın Ruzi Nazar kitabı bir ibret belgesi ola-
bilir mi? Hayır. Muhtemelen işi bitmiş, kenara kenara kon-muş ajanın hissettirmeye çalıştığı gizli bir şeyler, açıkça daAmerikancılık propagandası var.
Tanrı Türkü en başta bu “Türkçülerden” korusun!Peki o zaman “Türk Milliyetçisi” ne yapacak?Sayfalarımızda Hikmet Çiçek, Ali Rıza Özkan ve Arda
Odabaşı, Enver Altaylı'nın kitabı üzerinden bunu tartışıyor...Gösteriyorlar, Türkçülerimizin, Milliyetçilerimizin önün-
de iki yol duruyor:Ya Ruzi Nazarların “Cia Türkçülüğü”yle hedeflerini ve
sonuçta feleklerini şaşıracaklar…Ya da Büyük Gazi’nin yolunda, yeniden ve hatta eski-
sinden çok daha güçlü bir milli demokratik devrimleCumhuriyeti yeniden kazanacaklar...
Mir Seyit Sultan Galiyef ile noktalayalım:“Millet bir olsun, milletler eşit olsun”
HALDUN ÇUBUKÇU
İÇİNDEKİLER
‘Türkün olan Türkmen eli çökünce!
Fırlat o eğreti giysiyi uzaklara s. 5
Sürgün yazarın ekmeği s. 6
Yollar bazen, fikrî yollar s. 7
Kâtibe Bartleby’den
seyirlik anekdotlar s. 8
Zamanın kusuruna bakmayın s. 9
‘İstasyon şefi’ne övgü düzmek s. 10
Kendine ait bir yolculuğun
yok mu? s. 4
Milliyetçinizi söyleyin
size kim olduğunuzu
söyleyeyim s. 12-13
Türk Milliyetçiliğinin
İlerici rengi s. 14-15
Ezilen milletlerin
sosyalizm değeri s. 11
Yeniden kurulmayı bekleyen
enternasyonalizm s. 16
NATO milliyetçiliği ve solculuğu s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk-genç: Bu hafta kendine
sihirli bir kütüphane bulmalısın! s.20
Heidegger’i Türkçede Anlamak s.21
Alıntı Test-Bulmaca s.22
[email protected]@aydinlikgazete.comBaskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
Müşteri TemsilcisiKamile Karakadı[email protected]
Reklam Servisi
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Sahibi
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
Genel Müdür: Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa İlker Yücel
Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Tüzel Kişi Temsilcisi: Metin Aktaş
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri Ebru Baysan
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Seni nasıl bir geleceğin beklediğini kim
bilebilir? Ne kadar zamanın kaldı, yazgın ne
(varsa tabii), kim bilebilir? Bu arada sen hala
kendi yolculuğuna çıkamadıysan, bundan
kime ne? Dünyanın ise umurunda olmaya-
cağı besbelli. İşte, bir karaağaç dalı yine ye-
şerdi, güneşin kendini bir gösterip bir çek-
tiği günlerde, erik çiçekleri tomurcuklanmak
için kuliste sıra beklerken; bir düşün, gele-
cek yıl kış yine gelecek ve sonra yine bahar
olacak. Kendini her şeyin nedeni sayacak ka-
dar önemsemenin anlamı ne? Eğer Porte-
kizli yazar José Saramago’nun anlattığı gibi
bir “körlük” yaşamıyorsak, kendimize ait yol-
culuğu keşfedip, tamamlayıp gideceğiz. Son-
rası mı? Öncesini ne kadar başarabildin ki?
Girişteki ilk iki cümle, aslında Sarama-
go’nun (1922-2010) “Yitik Adanın Öyküsü”
adlı kitabının son cümlelerinin bizim için
dönüştürdüğümüz hali. Böylece, Kırmızı
Kedi Yayınları’nın art arda bastığı Saramago
romanlarına Mart ayında eklediği “Yitik
Adanın Öyküsü”ne (A Jangada de pedra /
1986) sondan başlamış olalım.
�Ç �ÇE �K� ÇEMBER Sadece usta işi anlatıları başkasına an-
latamazsınız. Yazarın bugüne kadar oku-
duğumuz diğer kitapları (“Kabil”, “Bütün
İsimler”, “İsa’ya Göre İncil”, “Körlük”) ara-
sında, “Yitik Adanın Öyküsü” en anlatıla-
maz olanı. İber Yarımadası’nın günün bi-
rinde Pireneler’in ortasından kopup anakara
Avrupa’dan ayrılmasıyla başlayan yolculu-
ğu; birbirini tanımayan beş kişinin bir sürü
tesadüf (?) sonucu bir araya gelip yaptıkla-
rı yolculukla birleşiyor. Kopan yarımada (ar-
tık ada) önce batıya, sonra kuzeye, sonra da
güneye doğru giderken; Joana Carda, Joa-
quim Sassa, Pedro Orce, José Anaiço ve Ma-
ria Guavaria’nın (ve bir de sonradan adı Sa-
dık olacak bir köpeğin) hikayesi de kendi
içinde bir rota izleyecek.
Karakterlerin yolculuğunun zamansal iz-
leğine baktığınızda, kimi zaman uygarlıkta
geriye doğru bir gidiş hissedebilir ve bu gi-
dişi modern yaşamla yitirdiğimiz insani
özelliklerimize bir yaklaşma olarak ele ala-
bilirsiniz. Ancak bu; yazarın empatiyi elden
bırakmayan yanı sayesinde, asla ilkel-modern
karşıtlığına dönüşmüyor. Karakterlerin ken-
dilerini aynı kaderin eşlikçisi saymakla baş-
layan dostlukları; birlik olma, cinsellik, şev-
kat, kıskançlık, bencillik, acıma, sabır, sağ-
duyu, keşfetme, anlama, bağlılık gibi pek çok
dönüşümü geçirdikten sonra belki de tek
“sabit” olan gerçekle, ölümle buluşuyor.
DÜNYA NE ALEMDE? Saramago, karakterlerini yaratırken on-
ları her zamanki gibi toplumdan ve siyasetten
ayrı düşünmemiş. Artık bir ada olan İber’in
kendine has yolculuğu karşısında; Avru-
pa’nın, Kuzey Amerika Birleşik Devletle-
ri’nin, Sovyetler Birliği’nin ve halkların tep-
kileri ne olabilir? Örneğin İberliler, tam
Amerika’ya yaklaşırken birden yön değiştirip
okyanusta Latin Amerika ve Afrika arası-
na doğru yöneldiğinde; ABD Başkanı’nın
yumruğu masaya neden vuracaktır? Ya da
Avrupa’daki öfkeli gençlik, sokaklarda “Biz
İberliyiz” sloganlarıyla eylemleri tırman-
dırmışken, acaba gerçekten İberliler’i mi dü-
şünüyorlar ve Avrupa buna nasıl yaklaşıyor?
Roman, bu anlamda beşerin uygarlık yol-
culuğunda zamansal birer öncü mekan
olan eski ve yeni kıtaların karakteristik
özellikleri hakkında da düşündürücü. Ama
ne yazık ki Portekizli yazar, Asya’nın za-
manına yetişemeden aramızdan ayrıldı. Sa-
ramago bugün hala yaşıyor ve bugünün dün-
yasında olan bitenleri bir romanına arka plan
yapıyor olsaydı, acaba neler yazardı diye me-
rak etmemek elde mi? Bir de Saramago’ya
gerçeküstücü derler!...
ANLATININ ANATOM�S�N�ÇIKARMI�
Saramago, fantastik senaryolarını her za-
man gerçekle ustaca yoğurmuş bir kalem.
“Yitik Adanın Öyküsü”nde, buna kendi top-
raklarının İspanyol yazar Cervantes’ten
başlayan çağdaş anlatıcılık geleneğini de ek-
liyor. İber Yarımadası’nın tarihi ve kültürünü
de yedirdiği roman, on-
larca farklı okuma yapa-
bileceğiniz bir derya gibi.
Yazar burada kendi an-
latısının da bir anatomi-
sini sunmuş. Nasıl yazdı-
ğını, hangi diyalogu/ka-
rakteri/tasviri neden ve
nasıl okura sunduğunu
da açıklıyor. Böylece, ya-
zar / yazar adaylarının bu
gözle de okuyabilmesi
için ayrı bir kapı aralıyor.
1969’dan ölümüne
değin Portekiz Komünist
Partisi üyesi olan yazar,
aynı zamanda bir aydın
kimliğine sahip olduğunu
bilerek yaşamış biri. Bel-
ki de o yüzden, 1998’de
Nobel Ödülü’nü aldığı zaman, bir röportajda
ödülü nasıl değerlendirdiği sorulunca şöy-
le demiş: “Hayatımda aldığım en büyük ödül
karım Pilar’dır. İşin aslına bakılırsa en bü-
yük devrim aşktır”
Hazır dünya kendi çemberini yineler ve
yenilerken, “Yitik Adanın Öyküsü”yle biz
de, yine insanın varoluşuna, kendini dün-
ya üzerindeki konumlandırışına, toplu-
ma, siyasete, bilime, kimliklere, çağdaş
yaşama (kent yaşamına, modern uygarlığa)
ve Tanrı’ya bakışımızı muzipçe bir sorgu-
lamadan geçirebiliriz. Ama Saramago uya-
rıyor, “… çemberlerin kendini nasıl yine-
leyip durduklarını hala öğrenemeyense
insanoğlu, insanoğlu, yalnızca bir kez ya-
şıyor, bir daha asla.” Zira kendi yolculu-
ğumuzu keşfedip, onu tamamlamak için sa-
dece bir hakkımız var!
29 MART 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
E�er Portekizli yazar José Saramago’nun anlatt��� gibi bir “körlük” ya�am�yorsak, kendimizeait yolculu�u ke�fedip, tamamlay�p gidece�iz. Sonras� m�? Öncesini ne kadar ba�arabildin ki?
SEZA ÖZDEMİ[email protected]
Dünyadan bir kalem,buradakilere nehatırlatabilir?
“Yitik Adanın Öyküsü”nü tam
sevinçle elimize almış, ilk sayfadaki
“Her gelecek heyecan vericidir” (Ale-
jo Carpentier) alıntısını okumuştuk ki;
aklımıza bir soru takıldı. Türk edebi-
yatının seçkin yazarları artık neden
üretmiyor ya da üretemiyor? Sonra Ay-
dınlık Kitap’ın 15 Mart sayısında Ah-
met Oktay’ın söyledikleri aklımıza
geldi. O yüzden tüm yazarlarımıza ve
yazar adaylarımıza bu kez şöyle soru-
yoruz: Kendi hikayelerinizi yazmaktan
niye korkuyorsunuz?
“Barış, barış” derken en büyük sa-
vaşı yaratacak olanların sözde hakla-
rını savunduğu insanlar, yoksulluk ve
ağa zulmü yüzünden bugün
bile köylerinden göçmek zo-
runda kalırken; siz neler yazı-
yorsunuz? Çoruh kenarında-
ki köylünüz suyu için kendini
vincin önüne atarken, siz neyi
yazıyorsunuz? Ada vapurun-
daki 3 çocuklu kadın, aylardır
bir pazarını çocuklarına ancak
ayırabilmişken ya da bir orman
köylüsü, Silivri’deki çıplak dağ
başında vatan nöbeti tutarken
siz neyi yazıyorsunuz? Soka-
ğınızda araba çarpmış kedile-
rin yüzüne kimsenin bakma-
dığı bir kentte yaşıyorsanız;
neyi yazıyorsunuz? Doğu’nun
sessizlik ve sabır kültürü için-
de acıya dönüşen ama hayatın
önünde sonunda güldüğü aşık-
ların hikayeleri hala bir yerlerde ger-
çekse; sanal buluşma mekanlarındaki
hangi “aşk”ları kurmacayla sevdaya
dönüştürebiliyorsunuz? Sahi, siz niye
yazıyorsunuz? Anlayacağınız, aynı so-
ruları Jean Paul Sartre şöyle sormuş-
tu: “Niçin yazıyoruz? Kimin için yazı-
yoruz?”
İşte Saramago’nun “Yitik Adanın
Öyküsü”, daha ilk cümlesiyle ülkemi-
zin yitik kalemlerinin öyküsünü hatır-
lattı. Bir okur olarak tek bildiğimiz, on-
ların da tıpkı Saramago’nun taştan salı
(İber) gibi kendi yönünü önünde so-
nunda bulacakları. İyi okumalar ve ay-
dınlık günler dileğiyle…
Yitik Adan�n Öyküsü,José Saramago,
K�rm�z� Kedi Yay�nevi, Çev: Dost Körpe, 320 s.
José Saramago
Goethe, “Şiirin ihtişamı Doğu’da öğre-
nilir. Bu şiire saf insanlık, asil gelenekler, neşe
ve aşk girmiştir. Herkes insanlığın kurtulu-
şunun şiirde gerçekleşeceğine inanmıştır,” der.
Onu, bu sözleri söylemeye iten ve aynı etki-
leşimin izlerini sürerek “Doğu-Batı Divanı”nı
yazdıran İranlı şair Şirazi’dir. 14.yüzyılda
yaşayan ve Farsçanın en büyük şairlerinden
kabul edilen Şirazi’yi, Alman Romantizmi-
nin büyük ustası Goethe; “benzerim” diye-
rek niteler.
Şirazi’nin etki sahasının, Goethe’yle sınır-
lı kalmadığı ve Osmanlı coğrafyasında döne-
min birçok Divan şairi başta olmak üzere, Yah-
ya Kemal’e kadar uzandığı görülür. Yanı sıra
etkileşim, şiir ekolleri düzeyinde de yaşanmıştır.
Esasen sarmal bir yapıdır bu. İçinde bulunu-
lan yaşam iklimi, nasıl ki değişen ve gelişen sos-
yal hayatın alt kümesi ise, şiir de; doğduğu ya-
şam ikliminin bir alt kümesi, bir parçasıdır.
DO�U ���R�N�N �HT��AMIOsmanlı’da Farsçanın kültür dili işlevini
sürdürmesi ve hanedanın, iktidar erkine sa-
hip olması; az evvel bahse konu
yaşam iklimini tek çatı altında
toplamıştır. İki kültür arasında
farklı ve fakat uyumlu bir şiir ha-
yatı süregelmiştir. 17. yüzyıl-
larda baş gösterdiği rivayet edi-
len, Farsça yazan ozanların ka-
leminde vücut bulan “Sebk-i
Hindi” akımı da bunun bir baş-
ka örneğidir. Edebiyat tarihçi-
lerinin deyimiyle, “Sebk-i Hin-
dî etkisindeki şairler günlük
yaşamdan iyiden iyiye uzaklaş-
mışlar; açık ve düz olan anlatım
yerine kapalı, mecazlı, güç an-
laşılır bir şiir söylemişlerdir.”
Doğu şiirine dair en belir-
gin özellik, metnin başında alıntıladığımız;
Goethe’nin de hayranlığının nedeni olan, şii-
re insanlığın kurtuluşu gözüyle bakılması ve
şiirin, ihtişamlı dizelerle örülü olmasıdır. Ta
ki, Doğu coğrafyasında iktidar koltuğunun,
hanedan yerine sektelerle olsa da; halka terk
edilişine kadar… Bir başka deyişle, yaşam ik-
limindeki hava değişimine kadar!
Özdemir İnce bu tarih akışını şöyle
özetler: “…Geleneksel şiir sesle, çağdaş
şiir ise sözcüklerle oluşmaktadır. Gele-
neksel şiirde, şiirin ses katmanı, çağdaş şi-
irde ise şiirin anlam katmanı ağır basar.
Yani birincisi yatay, ikincisi ise yatay-di-
keydir.” (Tabularasa, Özdemir İnce, İmge
Kitabevi, s.18 )
Şiirin altında bulunduğu gök kubbede-
ki değişim ve sosyal hayatta meydana gelen
bu farklılaşma, anlaşılması zor, musikiye ya-
kın şiir algısını derinden sarsmış ve muhtelif
tezahürleri olsa da, şiirde öz peşinde koşan
yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Bunlardan
biri de, İran’da “Beyaz Şiir” adıyla nam sa-
lan, şiir hareketidir.
Fars ve Türk Edebiyatında, aynı dö-
nemde yaşanan değişim ve etkileşimin son
halkası olan “Garip ve Beyaz Şiir” akımı-
nın benzerliklerinden dem vuran bir giriş ya-
zısıyla daha da anlam kazandı. Kendisi de
bir şair olan Efe Murad’ın yayına hazırla-
dığı kitap, Muşhiri’nin dizelerinin ışığında,
İran şiirinin de karanlık sularında kulaç at-
mamıza olanak sağlıyor.
TEKN�KTEN AZADE ÖZ Giriş yazısında şunları söylüyor Murad:
“Feridun-i Muşhiri, her ne kadar Ahmed-i
Şamlu’nun yaşça akranı sayılsa da tam ola-
rak bir Beyaz Şairi değil; o, “Yeni Şiir” de de-
nen Nima-Şiiri ile Beyaz Şiir arasındaki ge-
çişte, geleneğe yakın durmayı seçmiş bir
şair… Garip Akımı’nın anlayışına paralel bir
düşünceyle, Nima, İran Edebiyatına şiirin as-
len “teknik”ten azade bir “öz” olduğu inan-
cını getirmişti. (Benzer şekilde Selahattin Hi-
lav, “Lautreamont ve Ötekiler”
adlı yazısında Garipçiler’in
şiiriyet’ten kaçarak buldukla-
rı “eda”nın aslen şiirin özüne
sığınmak olduğunu savun-
maktadır.) Bu anlamda artık
Nima’ya göre, şiirin biçim tek-
niğini oluşturan “vezin” ve
“kafiye” gibi sanatlar, o şiirsel
özü taşıyıcılıklarını kaybetmiş
ve buna karşın, adeta kendi-
lerini şiirin asıl özü yerine
koymuşlardır. Bunun nedeni,
tekniğin ya da şiirsel sanatın,
şairlerin aslen kendilerini meş-
rulaştırdıkları bir araca dö-
nüşmüş olmasından çok, iç-
eriğin derinleşebilme ve farklı açılardan
kendisini ifade edebilme özelliğini yitirme-
sinden kaynaklanmaktadır.”
Dilerseniz bir alıntı da Orhan Veli’den ya-
palım: “Şiir bir söz sanatıdır. Söz ne hubulü sav-
tiyeden çıkan ses demektir, ne de yazının ka-
ğıt üzerindeki görünüşü. Sözün hikmeti vü-
cudu, manalı oluşuna bağlıdır. Bu itibarla şiir
ve mana arasında münasebetlerin en azami-
si bulunacaktır.” (Cumhuriyet Dönemi Türk
Şiirinde Garip Hareketi, Hakan Sazyek, Tür-
kiye İş Bankası Yayınları, s. 84)
Şiirin anlam ya da ses itibariyle gitgide, yine
içinde bulunduğumuz yaşam iklimine paralel;
bencilleştiği ama bireyselleşmediği bir at-
mosferde, böylesine bir şiir hazinesini dilimi-
ze kazandırdığından Pan Yayınları’na kendi pa-
yıma teşekkür ediyorum.
5Aydınlık KİTAP
Fırlat o eğretigiysiyi uzaklara
DAĞHAN DÖ[email protected]
Seçme �iirler,Feridun-i Mu�hiri,
Pan Yay�nc�l�k, 143 s.
29 MART 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
“Doğup büyüdüğümüz ülke, bize ek-
meğinin tadını vermiştir. Kader bizi baş-
ka bir toprağa sevk ya da sürgün etti-
ğinde, bu tadı beraberimizde, içimizde
götürürüz. Bu tadı yitiren, kendi ülke-
sinden ve kendinden bir şeyler yitirmiş-
tir.” Yugoslavya’daki kardeş kavgasına
karşı çıktığı için ülkesinden ayrılmak
zorunda kalmış bir yazar olan Predrag
Matvejevic, ülke özlemini, ‘sürgün ve sı-
ğınma’ yerinden bu sözlerle dile getir-
miştir. Yazarı bu kitabı yazmaya sevk
eden en önemli etmen de, çocukluk
günlerinde onu çok etkileyen iki anısının
başrol oyuncusu: Ekmek.
Bu kitapta ekmeği, varoluş serüveni
ve tüm özellikleriyle yakından tanıyabi-
liyorsunuz. Ekmek, bilinen özellikleriy-
le karşınıza çıktığında insan hayatının ne
kadar büyük bir parçası olduğunu yeni-
den fark ediyorsunuz. Hiç bilmediğiniz
bir tarafıyla karşılaşınca da, yakın bir dos-
tun beklenmedik bir yanını keşfetmiş-
çesine şaşırıyorsunuz. Her satırın so-
nunda anlıyorsunuz ki ekmek; hayatın in-
sana yakışır bir şekilde geçmesi için ge-
reken, vazgeçilmez bir unsuru. Barış
şartı ve savaş nedeni, umut göstergesi ve
umutsuzluk sebebi...
FARKLIKÜLTÜRLER�NFARKLI EKME��VAR
Her kültürün yaşayış
tarzı, giyimi, coğrafyası-
nın iklimi nasıl farklılık
gösteriyorsa ekmeği de o
kültürün tarzına bü-
rünmüştür. Yazar bunu
“Yolculuğa çıkanlar ve
yolculuktan dönenler na-
diren aynı ekmekten
yer,” sözüyle özetliyor.
Kitapta ekmeğin klasik
işlevinden öte farklı şe-
killerde kullanımların-
dan da bahsedilerek, her
kültür içerisinde farklı
ve önemli bir yere sahip olduğuna deği-
niliyor.
Ayrıca kitapta ekmeğin serüvenini
okurken, çeşitli kültürler hakkında da bil-
gi alıyorsunuz. “Ekmeğimiz” bu yanıyla,
özellikle dinler tarihi ve kelimelerin eti-
molojik kökenleri konusunda ilgi sa-
hiplerine önerilebilecek bir kitap. Aynı
zamanda Antik Mısır uy-
garlığı, Sümerler, He-
lenler, Romalılar, Ro-
menler ve Müslüman
toplumların kültürleri
hakkında da ekmekle
kesiştiği ölçüde şaşırtıcı
bilgiler bulmanız müm-
kün.
Kitabın bir bölü-
münde de Türk kültü-
rüne rastlıyorsunuz.
Açıkçası yazılan bilgile-
rin ne kadar detaylı ve ne
kadar büyük bir araştır-
manın ürünü olduğu ger-
çeğiyle en iyi orada yüz-
leşiyorsunuz. Ekmek tarihimizi okur-
ken bir yanda iftar vakti sıcacık yiyebil-
mek için uzun kuyruklarda beklediğimiz
Ramazan pidesiyle ilgili detayları öğre-
nirken, bir yanda da somun ekmeğinin
Fars kökenli bir kelimeden geldiğini öğ-
reniyorsunuz. Sonrasında da “…ince ve
esnektir, buğday unundan elde edilir,
onunla tatlılar, börekler yapılır” cümle-
siyle tanıtılan yufka ile karşılaşıyorsunuz.
Yazar aynı bölümde kültürlerin iç içe-
liği ve kardeşliğinden de bahsediyor.
Kitabında anlattığı âdetlerin yalnızca
Türk ulusu tarafından değil, Osmanlı İm-
paratorluğu döneminde birlikte yaşadı-
ğımız Balkan ulusları tarafından da ko-
runduğunu dile getiriyor. Ekmek kültü-
rünü yansıtan bazı sözcükleri, son Balkan
savaşına dek Bosna’da, Hersek’te ve
Kosova’da yalnızca Müslüman ailelerden
değil, Hıristiyan ailelerden de duymanın
mümkün olduğunu belirtiyor. Bu söz-
cüklerin susturulmasının sebebini ise, sa-
vaş dönemi bunu engelleyecek miktarda
“ekmek, umut ve barış” olmamasına
bağlıyor.
EKMEK VE BEDENEkmekle kurduğunuz temas, kabu-
ğunun pütürlü mü, içinin yumuşak mı
sert mi olduğu; ekmeğin hatıralarınızda
yer eden tadı; görünüşü ve bu görünüşün
hayallerinizde canlandırdığınız görün-
tüyle ya da geçmişte gördüğünüz ek-
mekle farklı olması durumunda hisset-
tikleriniz; sabah fırına gittiğinizde bur-
nunuza gelen taze ekmek kokusu…
Bunların hepsi bedeninizin ekmekle
kurduğu duyusal ilişkilerdir. Ağzınıza at-
tığınız her lokma ekmekte bu bütünlük
yer alır ve ekmek bedeninizle buluşur, be-
deninize dönüşür. Yazar bunu, Kapa-
dokya-Nyssalı Gregorius adındaki bir dü-
şünürün “Ekmekte sahiden bedeni gö-
rebiliriz. Çünkü ekmek bedene girdi-
ğinde, gerçekten insanın bedenine dö-
nüşür” sözünü alıntılayarak gözler önü-
ne sermiştir.
Ekmek ve bedenin bir ortak özelliği
de ölümlülüktür. Yazara göre buğday da
beden gibi yaşlanır. Her ikisi de en so-
nunda birbirine benzer şekilde ölür.
“Ekmek bedeni de tıpkı insan bedeni gibi
ölümlüdür.”
Yazar, insanların ölümlü oluşuna
rağmen sürekli büyüyerek gelişen, in-
sanlığın ortak akıl mirasını da ekmekle
ilişkilendirmiştir: “Ekmek; bayatlar, sert-
leşir, küflenir. Çağlarca seyahat eden as-
lında tohumdur, deneyim ve ihtiyaçtır.”
EKMEK VE FAK�RL�KKitapta bu adda bir bölüme ayrıca bir
yer verilmemiştir her sayfanın bazı cüm-
lelerinde çocukluğunu yoksulluk içeri-
sinde geçirmiş yazarın bu konudaki dü-
şünceleri ve taşlamaları yer almaktadır.
Her biri ayrı bir özdeyiş niteliğinde olan
bu tarzda cümlelerle genellikle Çingene
atasözlerine yer verilen bölümlerde kar-
şılaşacaksınız. Okurken en çok dikkati-
mi çeken cümlelerden biri bunun en gü-
zel örneğini oluşturmakta: “Fakiri ek-
mekle dövseler, fakir yine de dövenin el-
lerinden öper.”
Bir diğeri de bir lokma ekmek bul-
manın, tüm toplumsal sorunların çözü-
münün anahtarı olacağına dair bir Çin-
gene atasözü: “Yeryüzünde herkes için
ekmek olsaydı, kilise ve mahkemeler boş
kalırdı.”
� � �
Ekmek, çağlar boyunca insanlığın
serüvenine eşlik etmiştir. Yaşayışını şe-
killendirmiş, kültürünün gelişiminde
önemli yer oynamıştır. Ekmek tarihinin
eski ve köklü oluşu kitabın en büyük mal-
zemesidir. Kitabın yazılış amacı ise; ki-
tabın ilk sayfalarında yer bulan bu cüm-
lenin doğurduğu merak ve gizemle özet-
lenebilir: “İlk buğday başağının nerede
ve ne zaman filizlendiği, belki de daima
bir sır olarak kalacaktır.”
Her sat�r�n sonunda anl�yorsunuz ki ekmek; hayat�n insana yak���r bir �ekilde geçmesi içingereken, vazgeçilmez bir unsuru. Bar�� �art� ve sava� nedeni, umut göstergesi ve
umutsuzluk sebebi...
ELİF SEDEF ÇELİ[email protected]
Ekme�imiz, Predrag Matvejevic, Yap� Kredi Yay.,Çev: Meryem Mine Çilingiro�lu, 194
s.
Predrag Matvejevic
Dünyanın en büyük sayfaları, sahne-
leri ve beyaz perdeleri toplu taşıma araç-
larının camlarıdır. Kafasını cama yaslayıp
camdan dünyaya bakan
yolcunun zihninde de
bir yolculuk başlar. Bu
yolculukta hatıralar, kız-
gınlıklar, kırgınlıklar,
pişmanlıklar, yarım kal-
mışlar, tamamlanmış-
lar, onaylanmışlar ve
daha nice başı sonu be-
lirsiz duraklar vardır.
Kimi zaman gülümsetir
zihin yollarından ge-
çenler, kimi zaman çat-
tırır kaşları, etrafa me-
rak saldırır. Ama çoğu
zaman bu yollarda yal-
nızlıktan gelen bir kala-
balık, sessizlikten çağ-
layan bir gürültü var-
dır.
Geçenlerde “Fars” isimli, bir küçük
roman kondu avcuma. Mutlaka oku,
dendi, bu kitap özel bir kitap. İlk bakış-
ta “Fars”ı İran Farsı sandıysam da, kapağa
ve yazara bakınca anladım ki, bir tiyatro
terimi olan, tiyatrodaki abartılı güldürü-
yü anlatan farsmış bu fars. İstanbul Üni-
versitesi’nde Dramaturji ve Tiyatro Eleş-
tirmenliği okuyan, sonra Bahçeşehir Üni-
versitesinde Sanat ve İletişim üzerine yük-
sek lisans yapan Fatih Balkış’ın farsıymış.
Kitap eki takipçilerinin çeşitli gazeteler-
den hatırlayacağı Balkış’ın “Yerçeki-
mi”nden sonra yayımlanan romanı.
TIKIR TIKIR AKANSAYFALAR
Fars bana tren camının kitap sayfa-
larına değil, kitap sayfalarının tren camına
dönüşünü izleme şansını tattırdı. Yazarın
tıkır tıkır akan sayfaları, kısa süre sonra,
tren camına yansıyan bir “rüyanın” gel-
gitlerle dolan, göndermelerle taşan say-
falarına, oradan da takır takır işleyen duy-
gularına ve paldır küldür yaşanmış ya-
şantılarına gitti. Nerelere uğranmadı ki bu
yolculukta... Romanda parlayan güçlü de-
neme tadına, oradan adeta dilini yutmuş,
diyalogunu unutmuş bir tiyatrocunun
konuşmalarına, o konuşmalardan dökü-
len atışmalara, kavgalara ve “Oyuncak
Dünya”ya üniversite yıllarından damla-
yan acılara...
Düşünün, “Bir tiyat-
roya gittin ve yalnızca
oyuncuları buldun. Tiyat-
ronun tiyatroda kapı dışarı
edildiğini gördün. Tiyatro
kovulmuştu. Oyuncuların
oyunların mezar kazıcıla-
rı, definecileri olduğuna
inandın. Oyuncular tiyat-
roya tiyatroyu kovmak için
giderler. Ellerine metinler
alırlar ve tıpkı dua okur
gibi, defalarca bıkıp usan-
madan tiyatronun ruhunu
kovana kadar okurlar.” di-
yen bir tiyatrocu karakte-
rin zihninde gördüğü oyun
ve oyuncular sizi ve zihni-
nizi doksan beş sayfada
nerelere taşırlar...
FARS’TAN RAYLARBalkış’ın zihni dağıta toplaya yürüten
romanının bir solukta okunup bitirile-
bilmesinin tek sebebi sayfalarının “hac-
men” yüzü geçmemesi değil elbet. Sebep
onun ince, ipince gözlemleri, çıkarımla-
rı, bu çıkarımların ders niteliğinde de-
nemeler gibi değerli oluşu ve bu farsa hiç
sırıtmayarak oturuşu olsa gerek. Yoksa
nasıl çekerdi bizleri Fatih Balkış’ın treni,
hayat denen gidişatın “Fars”tan rayla-
rında.
Ve kitaptan bir alıntı nokta olsun
bize: “Yazdığı altı romanla ve çektiği pa-
rasızlıkla, ülkemin yazarlık timsali olarak
karşımda duruyordu. Bu ülkede yazarlar,
diye düşünmüştüm, kısa zamanda ken-
dilerinden bekleneni veremezlerse göz
ardı edilirler. Yazarlar ortamı onları alı-
koyduktan sonra, güdümlülük ilişkileri-
nin en alçaltıcısı böylece başlamış olur.
Kafası çalışan bir yazar kendini bütünüyle
onlardan uzak tutmalı. Kafası gerçekten
çalışan bir yazar bu soytarılığa kendini
kaptırmışsa vasatlıktan başka çaresi kal-
maz.”
7Aydınlık KİTAP
Roman, parlayan güçlü deneme tad�na, oradan adetadilini yutmu�, diyalogunu unutmu� bir tiyatrocunun
konu�malar�na, o konu�malardan dökülen at��malara,kavgalara ve “Oyuncak Dünya”ya üniversite
y�llar�ndan damlayan ac�lara uzan�yor
Yollar bazen,fikrî yollar
MURAT HATUNOĞ[email protected]
Fars, Fatih Balk��, Can Yay�nlar�, 112 s.
Yapmamayı yeğlerim!Yapmamayı yeğlerim!
olan Kafka da iş yaşamı, aile ilişkisi, aşk-
ları ve yaratıları düşünülünce bir Bart-
leby’imsi.
�K� D�K��Ç� KIZ ve KAFKASimyacılar Sokağı, No.22, Prag ad-
resinde tek göz oda evinde Bay Franz
Kafka da paralel bir düşünceyle 16 Ara-
lık 1910 tarihinde Günce’sine şu notu dü-
şüyor: “Okuduğum öykülerde, oyunlar-
da, vb. gibi sözü edilen ikincil önemde-
ki kişilere şu tutkunluğum. Onlara içim-
de duyduğum bu özdeşlik duygusu son-
ra. …’da gelin için giysi hazırlayan iki di-
kişçi kızdan söz edilmekte. Bu iki kıza ne
olur? Nerede yaşarlar? Ne etmişlerdir ki
oyunun bir parçacığı bile olamayıp tıp-
kı Nuh’un gemisi dışında yağmur seli al-
tında boğulurken, salt ön sıra izleyicile-
ri orada bir karaltı görebilsinler diye, tek
bir kez yüzlerini kamara penceresine bak-
tırmak için durup sıralarını beklerler?”
KÂTİBE BARTLEBY’İN SEYIR DEFTERİKÂTİBE BARTLEBY’İN SEYIR DEFTERİ29 MART 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Şöyle bir düşününce her ne kadar ya-
ratanların savaşçı ve asi olanlarını sevsem
de fiktif yaratılardaki karakterler ara-
sında en sevdiklerim bir şekilde kahra-
man olmaktan en uzak maraziler; tu-
tulmuşlar, düşmüşler, kalmışlar, gide-
memişler, ölmüşler, kaybetmişler, iste-
memişler, saklanmışlar, uyuyakalmışlar.
Kanımca, onların en yücesi Melvil-
le’nin “Kâtip Bartleby”sidir. Tanışmış ol-
duğunuzu düşünüyorum. New York’ta
bir hukuk bürosunda yazmandır ama hiç-
bir şey yazmadığı gibi yapmaz da Bart-
leby. Biraz uzaktan dolu bir çöp poşeti,
bir kaya, bir kütük, evde artık istenme-
yen bir eşya sanabileceğiniz bir “kütle”dir
ve her derde deva tek cümlesi vardır:
“Yapmamayı yeğlerim.”
Hele bu cümle yapmanız için ücret
ödeyen patrona söylendiğinde iyice de-
vasalaşır, bir özgürlük mottosu olur.
Davranışını pasif direniş, ret ya da ita-
atsizle açıklamak yetersiz olur. Çünkü her
üçünde de itki salt bilinçtir. Bartleby çoğu
kez özel bir tercihi olmadan yapmama-
yı yeğler. Hareketsizlikten mallar mülk-
ler ve en kötüsü aşklar kaybeden Oblo-
mov ya da gencecik bir teğmen olarak
birkaç aylığına gittiği Bastiani Kale-
si’nden daha konakladığı ilk gece bir an
evvel kurtulmak gerektiğine inandığı
halde hiçbir zaman saldırmayacak düş-
manları bekleyerek, kalede 54 yaşına gi-
ren Tatar Çölü’nün Giovanni Drogo’su
gibi abuli de değildir üstelik...
Moby Dick’in uğradığı başarısızlık, al-
dığı ağır eleştiriler, yayımcısının sonra-
ki romanını basmaması, yoksullaşma
derken Melville de Bartleby’leşip 19
sene New York’ta bir küçük ofiste me-
murluk (gümrük müfettişliği) yapıyor ve
edebiyat dünyasında neredeyse unutu-
luyor. Bu dönem gümrükten fazla bir
eşya geçişi olduğuna pek olasılık vermi-
yorum. Öfkeli bir Melville’in “on kaplan
gücünde” olduğuna dair söylentiler var
ve Melville de bunu kanıtlarcasına sıkı
dostu Hawthorne’ye şöyle yazıyor: “Red-
detmek harikuladedir, çünkü hoş ama
daima verimli bir alandır. Çünkü evet di-
yen tüm insanlar yalan söyler, hayır di-
yenlere gelince, nasıl demeli, Avrupa’da
gezen aklı başında seyyahların mutlulu-
ğu içindedirler. Sonsuzluğun sınırlarını
yalnızca bir bavulla, yani egolarıyla ge-
çerler. Oysa evet diyen tüm ayak takımı
bir yığın bagajla yolculuk eder ve lanet
olsun ki, gümrük kapılarından asla ge-
çemeyeceklerdir.”
Hava karardıktan sonra Prag sokak-
larında, köprülerinde sözcüklerini ara-
yarak süzülen melon şapkalı bir karartı
Sözcük defteri: ABULİ
İstenç yitimi. İradenin azalması
veya tamamen yok olması durumu;
sık görülür bir bozukluk, psikomotor
bir gerileme; ne yapmak gerektiğini
bilip de bunu yapamamak hastalığın
ayırıcı niteliği; abuliye tutulmuş has-
talar bir türlü eyleme geçemeden, dü-
şünmekle, danışmakla oyalanır ve
hiçbir sonuca varamazlar.
Moskova Sanatçılar Birliği, üyelerinin geçmiş otuz yıl içinde yaptığı çalışmaları sergiler.
Sergilenen heykeller halkın yirmi senedir görmediği gibidir. Özellikle genç kuşak heykelle-
ri ilgiyle karşılar. Kruschev, sergi binasından içeri yetmiş kişilik bir heyetle girer. Hiç beğenme-
diği sergiden ünlü heykeltıraş Neizvestny sorumlu tutulur. Aralarında sert bir tartışma geçer.
Bir ara Kruschev sanatçıya, heykellerini yapabilmek için bronzu nereden bulduğunu sorar.
Neizvestny yanıtı sadedir; “Çalıyorum.” ( John Berger / Sanat ve Devrim)
Neizvestny’e bu yanıtı verdikten hemen sonra yapmış olabilir ‘intihar’ heykelini, kim bilir!
NECİP FAZIL… ANLATTIKLARI HEP BOŞ“Ruhsallıklarını ben ruhsallık olarak görmüyorum. Psiko-
lojik şair derler ya hani. Onlar ruhsallık değil aslında. Rasim Ada-
sal vardı. Psikiyatristti. Heyecanlı heyecanlı konuşur; anlattık-
ları hep boş ama. Kısakürek de öyle. Herhangi bir gencin ko-
laylıkla yaşayabileceği şeyler; kadın bulamıyor, para bulamıyor,
imkân bulamıyor, işte onlar. Derinlik yok.”
Ece Ayhan’ın Necip Fazıl ve şiiri için düşünceleri
(Aynalı Denemeler)
Kruschev ve NeizvestnyKruschev ve Neizvestny
Ece Ayhan
Ernest Kruschev’in bronz heykelini yaptı 1975 sonları...
29 MART 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAPBABİL BALIĞI
M. SALİH [email protected]
Zamanın kusuruna bakmayın
“Ölme zamanım geldiğinde ölecekolan benim, o yüzden bırakın da haya-tımı istediğim gibi yaşayayım.”
– Jimi Hendrix
Her yazarın ölümü, zamansız gelen
bir ölümdür. Daha yazılacak onlarca
eser, sarf edilecek binlerce kelime,
eskitilecek günler, yıpratılacak kâğıtlar,
biriktirilecek düşler onu beklemekte-
dir. Şüphesiz bu yoldan gidilince, de-
nilebilir ki her sanatçının ölümü de za-
mansız gelen bir ölümdür. Rest! İstis-
nasız her insanın ölümü zamansızdır;
sulanacak bir çiçek, başı okşanacak bir
kedi, sarılıp sarmalanacak belki bir ev-
lat, ötüşü dinlenecek bir kuş, girilecek
bir göl, göğsüyle karşılayacağı bir rüz-
gâr ve öğrenilecek yüzlerce öykü onu
beklemektedir. Hangi istatistiğe da-
yandırıldığı pek belli olmayan 60 yıllık
bir ortalamanın zihinlere çakıldığı bir
çağda, erken gelen
her ölüm
şoktur, yıkım-
dır, tsunami-
dir, ateştir,
yastır ve en
çok da elem-
dir. Aklımız-
daki kazıntı-
dan ve gerildi-
ğimiz çarmıh-
tan inip de bir
nehrin kena-
rında, bir taşın
üzerinde bir
mesaj bulsay-
dık; taşta kaç yıl
yaşayacağımız
yazsaydı… On
beş mi, otuz mu,
kırk mı? Ne ya-
pardık? Hırsla-
rımızı, amaçları-
mızı, ideallerimizi bırakıp da bir ke-
nara, günün, dakikanın, saniyenin ta-
dını mı çıkarırdık? Belki bir masa et-
rafına dizilip ziyafet verirdik örneğin.
Kuş kovalar, ağaç sayıklar, deniz ku-
sardık. Bir balıkçı kayığında uykuya da-
lardık. Yoksa tersine, kısa zamanın far-
kına varıp da projelerimize, ertele-
diklerimize, kazanacaklarımıza, kay-
bedeceklerimize hız mı kazandırır-
dık? Belki bir başka hayatın düşleri tek
amacımız olurdu, seccade üzerinde
alın, mumlar etrafında tütsü olurduk.
Veya daha hızlı yıkardık örneğin, daha
hızlı üretirdik, daha hızlı küserdik,
daha fazla hırsla-
nırdık. Belki ha-
yata sürtüne sür-
tüne ateşi yakar-
dık. Yoksa “ne
gün, ne dün, ne
yarın,” deyip gö-
ğüslenemeyecek
baharı düşlemek-
ten, görüneme-
yecek yaz için to-
hum ekmekten
vazgeçip de her
şeyi koy mu ve-
rirdik?
KUSURSUZ B�R ZAMANDABelki de göreceğizdir. Taşta ya er-
ken bir ölüm değil de uzun bir ömür
müjdelendiyse? Varsayalım beş yüz
yıl. Nasıl olsa zaman benim diyerek, dö-
nemin, değişecek toprakların, yıkılıp ku-
rulacak şehirlerin tadına mı varırdık?
Yıllar içinde bir bir yitireceğimiz in-
sanlara daha fazla mı kulak verirdik?
Kaybedeceğimiz için hiçbirine bağlan-
mak, hiçbirini sevmek istemezdik bel-
ki. Kemikleşirdik. Bir zamanı belgele-
mek istercesine resim çizer miydik?
Sürreal zaten hayatımızken, sürreali
kusmaya gerek görür müydük? Atları
homurtulara, doğayı betonlara
teslim ederken canımıza kıy-
mak ister miydik? Artık zihni-
mize kazınan yeni çarmıhta, ca-
nımız daha tatlı hale gelir miy-
di? Düşün ki otuzundasın, ya-
şayacağın daha dört yüz yetmiş
sene var? Korkmaz mıydın? Her
şey kendini savunmaktan ibaret
olurdu belki. Herkes Brütüs’tü,
herkes hançer. Belki Bastian
Balthazar Bux’a dönüşürdün.
Dünyayı battaniye gibi sarınıp da
beş yüz sene boyunca, hayatı
okuyup duracağın iki yönlü bir
öykü sanırdın. Gülmeye de ağ-
lamaya da daha çok vaktin olur-
du. Uzun ömrünün bilinciyle, za-
ten bıraksan bir süre sonra ha-
yattan silinecek canlara kıyabi-
lir miydin? Hayatında hiç sinek
veya böcek öldürdün mü? Kan kusan
vahşi tabiatında, hiçbir canlıyı etini
yemek için boğazladın mı? Uzun öm-
ründe yoksa dünyayı da mı boğazlar-
dın? Kendi ideallerini, kendi geleceği-
ni şekillendirmek için ölümlülere bütün
öfkeni boca eder miydin? Hırstan ku-
durur muydun? Kendini yalnız hisseder
miydin? En önemlisi, arkana hiç döner
miydin?
KUSURSUZ B�R HAYATTAİnsanın kendine verdiği cevaplar
acımasızdır elbette. İster az, ister çok
ömür, her iki durum için de verilen ce-
vapların, çoğunlukla birbirine benze-
mesi düşündürücüdür. Neysek oyuzdur,
bizi tanımlayan ne ölümlü bir makine
oluşumuz, ne yaşadığımız dönem, ne
de yaşadığımız süredir. Kürsüden sal-
lanan parmak, üstüne atılan toprak ve
Camus’nün son tükürüğü… Varlık ve
öz, zamana karşı dokunulmazdır.
Félix Francisco Casanova, 1956 yı-
lında Santa Cruz de la Palma’da doğ-
du. Hayata ve edebiyata karşı erken
yaşta bir farkındalık geliştirdi. “Bok Ta-
kımı” (Equipo Hovno) adında bir
Rock grubu ve edebiyat hareketi kur-
du. 17 yaşında Julio Tovar şiir ödülü-
nü kazandı. Ona İspanya’nın Rimba-
ud’su dediler. Günlüğündeki bilgilere
göre, yine on yedi yaşındayken bir
ölümsüzün öyküsünü anlattığı “Vo-
race’nin Yeteneği” (El don de Vorace)
romanını, kırk dört günde yazdı. Ro-
manında aralara serpiştirdiği bir ölüm-
süzün gördüğü rüyalar akla kazınır. De-
neysel şiirlerinin izleri romanına da
yansır. Estetik
bir zevk bahşe-
der. (Öyküsünü
bir başkasına
değil, kendisine
anlatır gibi om-
zunun üzerin-
den bakan ru-
hunu ve şiirsel
anlatımını, ku-
sursuz yansıta-
bildiği için kita-
bın çevirmeni
Seda Ersavcı’yı
kutlarım.) Ve
Casanova, 1976
yılında, 19 ya-
şındayken, San-
ta Cruz de Te-
nerife’de, ölüm-
süzlüğüne kavu-
şarak hayata gözlerini kapadı. Banyo-
da, gaz kaçağı dediler. Kusursuz bir ha-
yatta ve kusursuz bir zamanda öldü.
Çünkü okur, her şey zamanından önce
başlar ve zamanından önce biter.
Kitaptan bir alıntıyla, haftaya gö-
rüşmek dileğiyle: “…eğitilmiş vahşi
bir hayvanın uğultuları bunlar, kendi
nefesinden kaçan evcil bir ejderhayım
ben.”
Vorace’nin Yetene�i, Félix Francisco Casanova,
�thaki Yay�nlar�, Çev: Seda Ersavc�, 155 s.
Félix Francisco Casanova
29 MART 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
‘İstasyon şefi’ne övgü düzmekGençli�imizde birine “Amerikanc�” demek en büyük hakaret say�l�rd�. �imdi ise 12
y�l süreyle (1959-1971) Ankara'da “istasyon �efi” olarak görev yapan bir CIAajan�na övgüler düzen kitaplar yaz�l�yor. Türkiye'nin haline bakar m�s�n�z?
Düşünebiliyor musunuz, Ankara’da
“istasyon şefi” olarak görev yapan bir CIA
ajanına övgüler düzen kitaplar yazılıyor!
Kitabın yazarı da eski bir MİT ajanı! Yani
tam bir körlerle sağırlar durumu. Enver
Altaylı’nın kitabının adı “Ruzi Nazar:
CIA’nın ilk Türk Casusu”.
Türkiye’nin haline bakar mısınız?
Şimdi biraz gerilere gidelim…
26 Nisan 1998 günü yapılan Büyük
Birlik Partisi’nin (BBP) 3. büyük kurul-
tayının onur konuğu, Almanya’dan gelen
Enver Altaylı’ydı. 3 Mayıs 1998 tarihli Ay-
dınlık’ta, BBP kurultayında alkışlarla
karşılanan Altaylı hakkında “MİT’te ça-
lıştım, CIA ile tanıştım” başlıklı bir haber
çıktı. Haberde Altaylı, Ruzi Nazar hak-
kında şunları söylüyordu:
“Ben Ruzi Nazar’ı akıllı ve haysiyet-
li biri olarak tanıdım. Ben MİT’e girerken
elbette MİT benim Ruzi Nazar ile olan
dostluğumu biliyordu. Onun evinde bir yı-
ğın insan tanımışım. Mesela sayın Aclan
Sayılgan, rahmetli Fethi Tevetoğlu ha-
tırladıklarımdan bazıları. Ruzi Nazar
merhum Türkeş’in dostu.”
Şimdi gelelim bugüne
Altaylı’nın bu kitabının yayımından bir
süre sonra Milliyet gazetesinde Nuri
Gündeş, Hiram Abas, Cevat Öneş, Meh-
met Eymür, gibi eski MİT yöneticilerinin
“efsanevi hocası” Fuat Doğu’nun 12
Mart anıları yayımlandı. (“12 Mart’ın
Gizli Tarihi”, Oktay Pirim- Süha Abacı-
oğlu, Milliyet, 3-9 Mart 2013)
Enver Altaylı’ya 1967 yılında “teşki-
lat”a girmesini teklif eden dönemin MİT
Müsteşarı Fuat Doğu’dur. Fuat Doğu’ya
Altaylı’yı tavsiye eden ise Alparslan Tür-
keş!
Enver Altaylı, MİT okulunda istih-
barat eğitimini tamamladıktan sonra Al-
manya’da “Sovyetolog” olarak göreve
başlarken, CIA’nın Ankara istasyon şefi
de Ruzi Nazar’dır.
A�ABEY-KARDE� �L��K�LER�Türkistan göçmeni Altaylı ile Özbek
Türkü Ruzi Nazar’ın 40 yılı aşkın yakın-
lığını Altaylı kitabında “bir ağabey- küçük
kardeş ilişkisi” olarak tarif ediyor. Ama
aynı yıllarda CIA ile MİT ilişkilerinin de
bir “ağabey- kardeş” ilişkisi olduğunu
unutmayalım!
Altaylı’nın, “MİT’e girdiğimde Ruzi ve
ben artık iki ayrı servisin mensubuyduk.
Ve bu süre zarfında hiç görüşmedik. Ser-
vis terbiyesi ve kurallar öyle gerektiri-
yordu.” (s.13) sözlerini ise bir “latife” ola-
rak anlamak uygun olur.
TAVS�YE EDENLER-ED�LENLER
Altaylı’yı MİT’ e alması için Fuat
Doğu’ya tavsiye eden Türkeş bir başka ta-
nışmanın da aracısıdır. 1950’li yılların
başlarında Genelkurmay İstihbarat Baş-
kanlığı’nda görevli Kurmay Yüzbaşı Fuat
Doğu, “istihbarat eğitimi” için ABD’ye
gönderilir. Fuat Doğu Ruzi Nazar’la ora-
da tanışır. Onları tanıştıran ise o sırada
ABD’de olan Türkeş’tir. (s.355) Enver Al-
taylı, Ruzi Nazar, Fuat Doğu ve Türkeş
arasındaki yakın ilişki Doğu ve Türkeş’in
ölümüne kadar sürecektir.
Fuat Doğu, 1962 yılında Kurmay Al-
bay rütbesindeyken MAH Reisi olur.
1965 yılında MİT yasası çıkana kadar
MAH (Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti –
MİT’ten önceki istihbarat teşkilatı) adı al-
tında çalışan örgütün Ankara Malte-
pe’deki merkezinin bir katı CIA’ya tah-
sil edilmiştir.
NAZ�’LER�N PARALI ASKER� Enver Altaylı “sol görüşlü Türk aydını
için Ruzi, Türkiye’de 1959-1971 yılları
arasında görev yapmış bir CIA ajanıdır,”
diyor. Altaylı’ya göre bu “tarihi şahsiyet”
hiç öyle değildir. Ruzi, bütün hayatını
“Türkiye’nin bağımsızlığına” adamış bir
“dava adamı”dır.
Fakat Altaylı’nın kitabında bir başka
“şahsiyet” çıkıyor karşımıza.
İkinci Dünya Savaşı başlarında as-
teğmen rütbesiyle Kızıl Ordu saflarına ka-
tılan Ruzi, Alman işgaline uğrayan Uk-
rayna’da safını değiştirmekte tereddüt et-
miyor. Ukrayna’da Almanlar tarafından
esir edilen Türkistan, Tatar-Başkırt ve
Azerbaycanlı Müslüman Türklerden Al-
manların oluşturduğu lejyonlara katılıyor.
Kızıl Ordu kimliğini çıkarıp Alman üni-
forması giyiyor, Nazi savaş makinesinin
paralı askeri oluyor. Artık Ruzi, 300’er ve
birkaç küçük rütbeli subaydan oluşan bir
bölüğün komutanıdır. (s.123) Vatan sa-
vunması terk edilmiş yerini işgalcilerin iş-
birlikçisi olmak almıştır.
1943 yılının ortaları, savaşın olduğu
kadar Ruzi Nazar’ın hayatında da bir dö-
nüm noktasıdır. Sovyet hücumu ile bir-
likte o da Almanya’ya kadar kaçacaktır.
AMER�KANIN SES�RADYOSU
Savaştan hemen sonra Sovyetler Bir-
liği’ne karşı casusluk, terör, sabotaj, psi-
kolojik savaş ve kara propaganda silah-
larının kullanıldığı “Soğuk Savaş” yılla-
rı başlar. 1947 yılında CIA kurulur. 1949
yılında ABD’nin “Hür Avrupa Radyosu”
nun (Radio Liberty – Özgürlük Radyo-
su) yayınları başlar. 1951’de Nazar, Al-
manya’dan ABD’ye göçer. “Amerika-
nın Sesi” radyosunun Özbekçe yayınla-
rında çalışmaya başlar. “Serbest gazete-
ci” Ruzi, 1954’ten sonra CIA mensubu
olur. (s.303)
Ruzi Nazar, 1959’un Aralık ayında
ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’nde is-
tihbarat görevlisi olarak vazife yapmak-
tadır. 27 Mayıs, Talat Aydemir’in 22 Şu-
bat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe giri-
şimleri ve 12 Mart 1971 müdahalesinin
yakın tanığı olacak ve Ankara’da çok sa-
yıda siyasetçi, bürokrat, işadamı, gazeteci
ve askerle yakın “dostluk” kuracaktır.
Bu arada şunu belirtelim 27 Mayıs-
çılar arasında, aralarında Türkeş’in de bu-
lunduğu 14’lerin tasfiyesi sırasında, 14’leri
kurtaranın Ruzi Nazar olduğu iddiası, Al-
taylı’nın uydurduğu bir söylentidir.
Gene Altaylı’nın 1960’ta Türkeş’in
tasfiyesi ve 1971 yılında Fuat Doğu’nun
MİT müsteşarlığından alınmasını, “Sov-
yetler Birliği’nin oynadığı rol” ile açık-
laması da (s.364) ciddiye alınamaz.
�ST�HBARATI “M�LL�”OLMAKTAN ÇIKARAN
Özbek Türkü Ruzi Nazar, Türkistanlı
Enver Altaylı. Biri CIA, öteki MİT aja-
nı. Bu isimlere MİT’in “efsane patronu”
Fuat Doğu’yu da ekleyin. Onların varo-
luş nedeni antikomünizmdir. Onların
gözünde Türkiye solu, Sovyetler’in
“5.kolu”dur. Amaçları Türkiye’yi “Sovyet
uydusu” yapmaktır. Ve gene onların gö-
zünde CIA ve MİT “ağabey- kardeş” gibi
olmalı ve hep öyle kalmalıdır.
HİKMET ÇİÇEK
Ruzi Nazar 1945’te Nazi faşistlerinin üniforması içinde efendilerine hizmet ederken
“Millet bir olsunMilletler eşit olsun”
(Mir Seyit Sultan Galiyev)
Mir Seyit Sultan Galiyev ile ilgili ge-
rek ona sahip çıkanların, gerekse karşı
olanların ortak bir yargıları vardır: “Ga-
liyev anlaşılamadı”…
Türkçüler Galiyev’i, Sovyetler’de ile-
ri bir konuma geldiği ve özellikle ezilen
ulusların bağımsızlık ve “Kendi kaderle-
rini tayin hakkı” mücadelesinde ilkesel tu-
tumu ve sosyalist literatüre katkıda bu-
lunuşundan dolayı bir döneme kadar sa-
hiplenemediler. Sosya-
list çevreler ise Gali-
yev’in, Orta Asya Türk
Birliği hedefini, “Tu-
rancılığın farklı bir kur-
gusu” olduğu gerekçe-
siyle reddettiler. İslami
çevrelere göre ise Ga-
liyev materyalizm saf-
larından farklı bir dü-
şünür idi. Sibernetik
materyalizmi savunu-
yordu, dolayısıyla genel
anlamıyla dine karşıy-
dı. Yakın tarihimize
kadar “tanınamayan”
Galiyev, her üç temel
çevre ve ana akım ta-
rafından bir türlü ka-
bullenilemedi.
Aslında tarihin pra-
tiğine, ezilen ulusların ve sınıfların em-
peryalizme ve sömürgeciliğe karşı kurtuluş
mücadelelerine baktığımızda, ulusal kur-
tuluş savaşlarını bilimsel temellerde ana-
liz ettiğimizde, karşımıza Galiyev’in tes-
pitleri çıkar. Galiyev’in düşünceleri, dün-
yaya ve ezilen uluslara bakış açısı, de-
ğerlendirme ve öngörülerinin zaman
içinde gerçekleşmesi onun gündeme ye-
niden dahil edilmesini, tartışılmasını da-
yatmaktadır.
Bu nedenle Y Yayınevi’nden çıkan,
farklı akademisyen, hukukçu ve yazarın
değerlendirmelerini düşünsel bütünlük
içerisinde derleyen ve kendi “Milli Kur-
tuluşçu” bakış açısını da net bir şekilde ka-
tan Cem Çelik’in derlemesi. Çelik “Ça-
kallar Pençesinde Türk Toprakları” adlı
incelemenin ve “Atçalı - Kel Mehmet
Efe”, “Elif, Kamer, Şems” adlı romanla-
rın da yazarı.
“Galiyev’i Tanımak” kitabı Cem Çe-
lik, Nihat Genç, Hasan Basri Gürses, Ke-
mal Ergin, İbrahim Horoz, Dr. Erel Tel-
lal, Dr. İkram Çınar, Prof. Dr. Mustafa
Kaymakçı ve İsmet Bozdağ gibi değerli
kalemlerin katkılarını içermenin yanı
sıra ve kendi kaleminden Galiyev’i de ta-
nımanın olanağını veriyor.
Mir Seyit Sultan Galiyev’in “Ulus”,
”Enternasyonalizm”, ”Üçüncü Dünya”
gibi temel kavramlara kattığı bilimsel
tanımlar bugün daha da çok tartışılmayı
hak etmektedir. Peki, ezilen uluslar neden
Galiyev’i tanımalı? Galiyev Türkçü mü
sosyalist mi? Galiyev ideolojik, teorik ve
politik anlamlarda ezi-
len dünya uluslarına ne
kattı ki “Galiyev’i Ta-
nımak” bu kadar önem
arz etti? Bu ve bunun
gibi çoğaltılacak soru-
lara verilen karşılıklar
“Galiyev’i Tanımak” ki-
tabının derleniş amacı-
nı oluşturuyor. Gali-
yev’e günümüz koşul-
larındaki yaklaşım bi-
çimleri ve değerlendir-
melerin öğrenilmesi ya-
nında, Galiyev’in tah-
lillerinin emperyalizm
çağını değerlendirirken
algımıza ve tarihe nasıl
ışık tuttuğunu görmek
de mümkün hale geli-
yor.
“Galiyev’i Tanımak” kitabı bize, ulus
ve sosyalizmin vücut bulduğu tanım olan
“Proleter ulus” tanımını, Lenin ve Gali-
yev bağlantısını, “Sömürgeler enternas-
yonalizmi”ni, Doğu’nun ve Asya’nın yük-
selişini, Atatürk ve Galiyev bağlantısını,
devrimler tarihinde, Mustafa Suphi’lerin,
Atatürk’ün, Latin Amerika’nın birliği
için savaşanların, Asya’nın devrimci ön-
derlerinin ve bu gün de ALBA gibi ör-
neklerin Galiyev’i haklı çıkardığını bir kez
daha hatırlatıyor.
Aydınlanma sağlayan, birleştirici üs-
lubuyla herkesi kucaklayan, diyalektik
mantıkla yaşama bakan ve bugüne kadar
hazırlanmış en ayrıntılı kitap olma özel-
liği taşıyan “Galiyev’i Tanımak” bu sak-
lanmak istenen devrimciyi ön yargılardan
uzaklaşarak ve yalnızca diyalektik bilimi
esas alarak incelemeyi öneriyor.
11Aydınlık KİTAP
Galiyev’in dünyaya ve ezilen uluslara bak��� veöngörülerinin zaman içinde gerçekle�mesi onun
yeniden tart���lmas�n� dayatmaktad�r
Ezilen milletlerinsosyalizm değeri
MİTHAT AKAR
Galiyev'i Tan�mak, Cem Çelik,
Y Yay�nevi, 208 s.
BANA MİLLİYETÇİNİZİ SÖYLEYİN
Size kim olduğunuzusöyleyeyim
Kitap, yay�nlanmadan önce, ABD Ulusal Güvenlik Kurulu’na sunulmu� ve“yay�nlanmas�nda sak�nca bulunmad���ndan” bas�lmas�na izin verilmi�. Bu bilgi bile
bunlar� “Türkçülük” için de�er san�p pe�inden giden aymazlara ibret olmal�
29 MART 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP
“Milliyetçi” saflarda Ruzi Nazar adı be-
lirli bir efsane niteliğindedir. Uzun yıllar
ABD emrinde ajan olarak çalışan Nazar,
Türkiye’de Alpaslan Türkeş’den başlaya-
rak, en önemli ülkücülerin yakın dostu, akıl
hocası ve hatta yetiştiricileri oldu.
Özbekistan kökenli Nazar’ın emper-
yalist devletler hesabına çalışmasının öy-
küsü, Orta Asya’da ipekçiliğin en gözde
kentlerinden Margilan’da başlar, Taş-
kent’ten Ukrayna steplerine, oradan Al-
manya’nın içlerine, hatta İtalya’ya kadar
uzanan Nazi subaylığının sonunda meslek
hayatı Washington’da CIA emrinde çalışan
bir ajan olarak “sonlanır.”
Böyle olunca, Ruzi Nazar’ın yaşamını
anlatan bir kitabın merak uyandıracağı mu-
hakkaktır.
Yine MİT tarafından eğitilip, CIA için
çalışmış başka bir Türk “milliyetçisi”olan
Enver Altaylı tarafından kaleme alınan
“Ruzi Nazar: CIA’da Bir Türk Casusu” adlı
kitap Nazar’ın nedamet getirdiğini veya ka-
tıldığı operasyonları vs. anlatacağını dü-
şünenler için büyük bir hayal kırıklığı. Na-
zar, ne Nazi subayı olarak, ne de sonrasında
CIA görevlisi olarak katıldığı veya bilgisi ol-
duğu hiçbir operasyon hakkında bilgi ver-
miyor. Tersine, bütün insanlığa zulüm
odağı olmuş bu devletlerin kirli savaşları
hakkında bildikleri ve duyduklarını “mezara
götürmeye” kararlı bir ajanın saçtığı “şöh-
ret tozu”ndan oluşan bir dezenformasyon,
kitabın yine bir “görev” olduğunu işaret edi-
yor.
A�CA, NAZAR �L��K�S� VEABD OPERASYONLARI
Sayfalar dolusu Ruzi Nazar’ı baş kah-
raman gösteren “Tahran Operasyonu”
veya Nazar’ın TSK’daki solcu cuntaya kar-
şı mücadelesi, Alpaslan Türkeş’i “ipten al-
ması” hikayeleri “iliştirilmiş hikaye” izle-
nimi veriyor.
Ben Affleck’in yönetmenliğini yaptığı
“Argo” 2013 Oscar töreninde ödülleri
ABD’nin “resmi filmi” sıfatıyla topladı.
Film, devrim sonrası İran’da rehin alınan
ABD büyükelçilik görevlilerinin kurtarılış
hikayesiydi. Ruzi Nazar’ın da aynı konuda
kendince senaryosu var!
4 Kasım 1979’da Tahran’da rehin alı-
nan ABD büyükelçilik görevlileri 20 Ocak
1980 tarihinde serbest bırakıldılar. Nazar,
kendisi olmasa, bu operasyonun yapılma-
sının mümkün olamayacağını söylüyor:
“Merkezden birinin Tahran’a gitmesi ve
orada bir süre çalışması gerekiyordu. … Bu
zor ve tehlikeli görevi, örgütünde Ru-
zi’den başka hakkıyla yerine getirebilecek
tek kişi yoktu.”
Ne ki, 80’lerde CIA’nın örtülü ope-
rasyonlarıyla, Sovyetler ve sonrasında Rus-
ya’daki faaliyetlerin merkezinde bulunan
“Tahran Operasyonu”nun da başında ol-
duğunu bildiğimiz CIA şeflerinden Tony
Mendez’in anılarında, Ruzi Nazar hiç geç-
memektedir. Nazar’ın kendisini “oldu-
ğundan biraz fazla” önemsediğine hük-
medebiliriz.
Ancak, burada çok önemli bir ayrıntı
var. Ruzi Nazar kendi rolünü öne çıkarmak
isterken, önemli bir ifşaatta bulunuyor!
Kendisiyle, Ağca’nın Papa’yı vurmadan
önce İran’da bulunduğu dönemler çakışı-
yor!
İran’da rehine krizi 4 Kasım 1979’da
başladı. Mehmet Ali Ağca ise 25 Kasım
1979’da kaldığı askeri hapishaneden kaçı-
rıldı.
Ağca Papa’ya suikast suçuyla İtalya’da
tutuklu olduğu sırada, yargıç Martella’nın
huzurunda, Türk yargıç Binbaşı Önder Ay-
han ve askeri savcı yardımcısı Tevfik Tunç
Onat’a verdiği ifadede şunları da söylüyor:
“1980 Nisan’ına kadar İran’da çok rahat-
tım. (…) 23 Nisan’da Amerikalıların Hu-
meyni rejimi tarafından rehin alınan va-
tandaşlarını kurtarmak için giriştikleri ve
başarısızlıkla sonuçlanan harekâttan son-
ra, İranlılar yabancılara kuşkuyla bakma-
ya ve çok sıkı kont-
rollere tâbi tutma-
ya başladılar. Ben
de, yakalanmak ve
bunun sonuçları-
na razı olmak -ki o
zamanki havaya
göre bu idam bile
olabilirdi- korku-
suyla, Türkiye’ye
dönmek için ha-
rekete geçtim.”
Ağca ifadesin-
de Ocak 1980 or-
talarında Anka-
ra’dan ayrıldığını
söylüyor.
Ruzi Nazar da,
(Tahran Operas-
yonu Ocak
1980’de), aynı dö-
nemde İran’a giderek 11 gün kaldığını söy-
lüyor. Gerçi, kitabın bir başka yerinde
1979 sonunda Nazar’ın İran’da üç hafta ge-
çirdiği belirtilse de, sonuçta bu dönemin
Aralık 1979 ile Ocak 1980 arasında olma-
sı çok muhtemel.
Kendisini MİT’in yeniden örgütlen-
mesini başlatan kişi olarak tanımlayan ve
ayrıca Türkiye’deki kontrgerilla faaliyet-
leriyle ülkücü komando eğitimlerinin baş
aktörü olarak nam salmış birisinin, İran’da
bir diğer namlı ülkücü Ağca ile irtibatlı ol-
duğunu, Nazar’ın pekala Ağca’nın “gör-
evine” hazırlanması işini örgütlediğini dü-
şünebiliriz.
ALİ RIZA Ö[email protected]
Ruzi Nazar: CIA’n�n Türk Casusu,
Enver Altayl�Do�an Kitap, 542s.
M�LLET VE HALK D�MANIP�YONLAR
1917 Bolşevik Devrimi Orta Asya halk-
larında genellikle sevinçle karşılanmış ve
onaylanmıştı. Ruzi Nazar da bunu kabul
ediyor, hatta kitabının farklı bölümlerinde
olumlu olarak değiniyor.
Ancak, Nazar’ın onaylamadığı Dev-
rim’in getirdiği değişimdir. Okurken, Na-
zar’ın hangi nedenlerle insanlık düşmanı fa-
şist Nazi’lerin saflarına geçtiği onun ka-
rakterini de ortaya çıkarmaktadır:
“…büyük toprak sahiplerinin çoğu
‘halk düşmanı’ ilan edilerek tutuklandı; sa-
hip oldukları topraklar topraksız köylüle-
re dağıtıldı… Binlerce baş hayvana sahip
her bir göçebe, boğaz tokluğuna devlet-
leştirilen kendi sürülerinin çobanı olmaya
mecbur edildi.”
Orta Asya’da millet açlık sınırında ya-
şarken, üretilen bütün zenginliği bir avuç
toprak ve mal sahibinin sahiplenmesi, o
güne kadar Ruzi Nazar’ı hiç ilgilendirme-
miş ama, Sovyet hükümetinin zenginliği
paylaştırma girişimi “fena halde” rahatsız
etmiş. Bardağı taşıran damla da bu siyasete
“direnenlerin yargılanması” olmuş. Nazar
hayatının en önemli kararını vermiş: Sov-
yet sistemine kızgınlığının sonucu olarak
“vatanını” işgal eden Nazi ordusuyla iş-
birliği yapacaktır. O artık, Başçavuş Bau-
mann’ın emrine girmiş, yabancı servisler
elinde bir “milliyetçi”dir.
Ruzi Nazar öz vatanına ihanet etme-
sinin “hafifletici nedenlerini” yer yer An-
kara’nın politikalarında da bulmaya çalı-
şıyor. “Şecaat” arz ediyor, Turancıların Al-
manların hizmetine girmek için nasıl çır-
pındıklarını ifşa ediyor. Milliyetçiliklerin-
de halkçılık ve anti emperyalizm bulun-
mayanlar için ne hazin bir ibrettir.
TÜRKÇÜLÜK ADINAAMER�KA’NIN EMR�NDEÇALI�ANLAR
Ruzi Nazar, CIA operasyonlarındaki
işlevi kadar, ülkücü çevrelerle yoğun me-
saisi ve teması nedeniyle de pek önemse-
nen bir isim.
Anılarını kaleme alan Enver Altaylı ile
ortak yanları hayli fazla: Özbek kökenli ol-
mak (!) CIA’da ve MİT’de çalışmış olmak,
“Türkçü” olmak!
MHP’nin ABD emrinde bir örgüt ol-
duğunu, içindeki varlıklarıyla tartışmala-
rının odağına taşımış bu iki isim, aynı ki-
tapta bir araya gelip Türkçülük adına
ABD emrinde çalışmanın kötü bir şey ol-
madığı konusunda birilerini ikna etmeye ça-
balıyorlar.
Kitabın yazarı Enver Altaylı açıklıyor:
“Rahmetli MİT Müsteşarı Fuat Doğu’ya
beni tavsiye edenlerden birisi de Ruzi
Nazar’dı.” Burada tabii tavsiyeden çok
CIA’nın MİT’i görevlendirmesi demek
daha doğru olur. Enver Altaylı devam
ediyor: “Beni ve Ruzi’yi dost yapan ve bu
dostluğun yarım asırdır sürmesini sağlayan
temel sebep de her ikimizin aynı gayeye,
Türkistan fikrine inanmış olmamızdır.”
“Türkistan” fikrini, bunlara ABD’nin
soktuğunu görmemek için aptal olmak bile
durumu kurtarmıyor.
Kitabın asıl “kahramanı” Ruzi Nazar ül-
kesini terk edip önce Nazi işbirlikçisi, son-
ra da çıkarlarını her şeyin üstünde tutaca-
ğına dair yemin ederek ABD vatandaşı olup,
CIA emrine girerken, Türkiye’de ve görevli
olduğu ülkelerde ABD uğruna en iğrenç ve
karanlık operasyonlara katılırken vs. ak-
lındaki hep “Türkistan”mış!
ABD emrinde “Türkçülük” fikrini yay-
mak ve uluorta savunabilmek için herhal-
de en uygun koşulların bugünkü AKP ikti-
darıyla sağlanmış olduğunu düşünmeliler ki,
CIA ajanları bu kadar patavatsızlaşmışlar.
Tıpkı Nazi Almanyası gibi ABD’de de
emperyalist çıkarları için dünyanın her ye-
rinde, “ilk vazifesi” kendisine hizmet ede-
cek uşaklar bulacaktır. Bu hizmetkarların
da en az bir “makul” gerekçesi vardır el-
bette. Ancak, bu milletine ihaneti ve al-
çaklara hizmeti, “Banker Bilo” filminde-
ki Şener Şen’in unutulmaz repliğindeki gibi,
“Yaptım ama, hele bir sor niye yaptım?”
şeklinde, her şeyi Türkistan aşkı ile açık-
lamaya kalkışmak, sanırım her şeyden
önce kendisini “Türk milliyetçisi” olarak ta-
nımlayan kesimlerin aklına ve zekasına ha-
karet olacaktır.
SON SÖZ ÜLKÜCÜLERENazarların, Altaylıların yaptıklarını doğ-
ru bulan bir kısım ülkücünün bugün de ye-
niden bir sınavın önünde durdukları da bir
gerçek: “Yeni Büyük Oyun”da dağıtılan rol-
leri kim sahiplenecek? Bir yanda ABD,
NATO ve İsrail enerji kaynakları ve yolla-
rında hakimiyeti ele için Rusya, Çin ve Şang-
hay İşbirliği Örgütü (Türk Cumhuriyetleri)
üyelerine meydan okumaktalar. Bölge ül-
kelerinin ve halklarının çıkarlarının, başını
ABD’nin çektiği haydutlar çetesi ile işbir-
liği yapmaktan geçtiğini savunmak, “Yeni
Büyük Oyun”da piyon olarak kullanılmayı
baştan kabul etmek değil midir?
Sözümona “milliyetçi stratejistler” yü-
reği Türk dünyasının mutluluğu için atan
insanlara siyaset olarak bunu sunuyorlar-
sa, o halde “ülkücü camia”nın da, bulun-
duğu yeri ve mekanizmayı tarihinden ve o
tarihi kimlerin oluşturmuş olduğundan
başlayarak sorgulaması gerekmez mi?
29 MART 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAP
‘Yahudi ne müthiş ve ne güzel bir isim’‘Yahudi ne müthiş ve ne güzel bir isim’Ruzi Nazar’ın hayatında Yahudilerin çok özel bir
yeri var.
Öylesine ki, Özbek pilavından Orta Asya Yahu-
dilerinin ünlü yemeği Samsa’nın, ülke ülke tarifle-
rine kadar detaylandırılmış ritüelleri gibi.
Ama daha da ilgi çekici olan, Nazar’ın Enver Al-
taylı tarafından aktarılan yaşamının en kritik anla-
rındaki hep Yahudi katkı ve desteği.
Kendisi de bir Yahudi olan Albert Kaganovitch,
Orta Asya Yahudileri üzerine yaptığı araştırmalarıyla
tanınıyor. Kaganovitch, Buhara’nın, Orta Asya’da
binlerce yıldır yerleşik Yahudi topluluğunun merkezi
olduğunu yazıyor. Tüm Orta Asya Yahudileri bu ne-
denle “Buhara Yahudileri” olarak anılıyor. M.Ö. 6.
yüzyılda “Babil Sürgünü”nden dönmeyen İssakar,
Naftali ve Efraim kabilelerinden oluştuğu varsayı-
lan Buhara Yahudileri’nin yanı sıra, İslam’ı “kabul
etmiş gözüken”, ancak içlerinde Yahudi ritüelleri-
ne göre ibadet etmeyi sürdüren ve Özbekler tara-
fından “Çala” adı verilen grup daha var. Ruzi Na-
zar’ın doğduğu kent olan Margilan’da da “Çala” Ya-
hudilerinin yoğun olarak yaşadıklarını Albert Ka-
ganovitch’in “The Muslim Jews in Central Asia”
(Orta Asya’da Müslüman Yahudiler) adlı makale-
sinden etraflıca öğreniyoruz.
Kaganovitch’in bilgilerini, aynı konuda çalışmış
olan Uşak Üniversitesi’nden Prof. Dr. Durmuş
Arık da doğruluyor. Arık ayrıca, A. Horoşin ve B.A.
Golender’den aktararak, bölgede yaşayan “Yahu-
dilerin ipek kumaşı imalatı, boyacılığı ve satışıyla uğ-
raştıklarını” bildiriyor. Kaganovitch de, en önemli Ya-
hudi mesleklerinden ipekçiliği anıyor. Ruzi Na-
zar’ın babası Cemşit Umirzakov da kuşaklar boyu aile
mesleği ipekçilik yapmıştır.
Almanların esirler arasındaki Yahudi kökenlileri
kurşuna dizdiklerinin anlaşılması üzerine, pek çok
esir askerin sünnetli olmaları nedeniyle, Müslüman
olarak tanıtıldığını aktaran Nazar, kitabın bu bölü-
münü, Özbek şair Gulam Gafur’un Yahudiliğe gü-
zelleme mahiyetindeki şiirinden alıntı ile bitiriyor:
“ Yahudi ne müthiş ve ne güzel bir isimFakat her yerde dertler ve belalarEn büyük akılları yetiştiren bu milletYağdı üstüne dert ve felaket”
Nazar Yahudilere sempatisini hiç saklamıyor ve
bu elbette kınanacak bir şey değil.
Ancak, hayat çizgisinin kritik mevkilerde bulu-
nan bazı Yahudi kökenli kişiler tarafından nasıl be-
lirlendiği fark edilince, daha dikkatli bakmak gerekli
oluyor. Yalçın Küçük’ün önerdiği “adbilim” verile-
rini kullanacak olursak, Nazar’ın eşinin adı Erme-
linda, Avrupa Yahudileri tarafından kullanılan bir
isim. Aynı şekilde eşinin baba soyadı olan “Roth” da,
özellikle Doğu/Orta Avrupa’da, kırmızı bir başlık giy-
mek zorunda bırakıldıkları için, çoğunlukla Yahu-
dilerin kullandığı, ayrıca Tevratik bir ad. Kendi ad
ve soyadının da Ruzi (Rudi, Ruuse, Ruze) ve Na-
zar’ın yine Yahudilerce ve gizli Yahudilerce kulla-
nıldığını biliyoruz.
Ancak, en önemlisi ABD’nin köklü Yahudi ai-
lelerinden Roosevelt ailesinin Ruzi Nazar’a yar-
dımları.
Nazar’ı CIA için çalışmaya Archibald Roose-
velt’in nasıl ikna ettiğini anlayamıyoruz. Dahası Arc-
hibald’ın, ülke dışında olduğu dönemde, Ruzi Na-
zar ve ailesiyle ilgilenmesi için ablası Ethel Roose-
velt’i görevlendirmesi. Archibald Roosevelt’in her
CIA ajanına aile koruması ve ilgisi sunduğunu san-
mıyorum.
Enver Altaylı’nın aktardığı anılarından, hayatı-
nın sonuna kadar Yahudi kökenli üst düzey politi-
kacı, asker vs. kritik yardımları aldığını öğrendiğimiz
Nazar’ın kendisini Türkçü-Turancı ideallere ada-
dığını iddia etmesi gülünç ve ancak salakları kandı-
rabilir. Neredeyse bütün varlığını Yahudilere borç-
lu olan Nazar bu borcu nasıl ödemiştir acaba, sor-
mak “ülküdaşları”na düşmektedir.
Ruzi Nazar ve e�i Ermelinda
29 MART 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Özellikle 1940’larda içine girdiği
yol ayrımı, Türk milliyetçiliğinin doğuş
ve ilk gelişim dönemine ilişkin algıla-
ma ve sunumda belirgin bir sapma
veya çarpıtmayı da beraberinde ge-
tirmiştir. Bu süreçte, sözü edilen dö-
nemin ve akımın “esas” unsurları göl-
gelenirken “tali” unsurları ön plana
geçmiş, kimi öncüleri ve aydınları ne-
redeyse tümüyle unutulmuş, bazıları
ise öne çıkarılmalarına karşın, (gerek
hayat hikâyeleri ve gerekse düşünce-
leri bakımından) çoğu kez tarihsel ger-
çeğe tekabül etmeyen bir şekilde su-
nulmuşlardır. Bunun hem nedenle-
rinden ve hem de sonuçlarından biri
olarak, Türk milliyetçiliği 1940’lardan
itibaren kendi tarihsel köklerinden
kopmuş ve hatta ona karşıt bir hâl al-
mıştır. En kaba şekliyle ifade edilecek
olursa, devrimci bir akım muhafaza-
kâr ölçütlere uygun şekilde yeniden
kurgulanmıştır.
Dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin
doğuş ve gençlik devresine ilişkin bi-
limsel çalışmalara duyulan ihtiyaç,
gün geçtikçe azalacağı yerde, art-
maktadır. Bu türden nitelikli çalış-
maların gerek yurtiçi gerekse yurtdı-
şında yeterli niceliğe ulaştığını söyle-
mek henüz mümkün görünmemek-
tedir.
“Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri
- Yusuf Akçura” adlı eseriyle söz ko-
nusu alana daha önce önemli bir kat-
kıda bulunmuş olan Fransız bilim
adamı François Georgeon’nun bir
dizi makalesinin bir araya getirildiği
“Osmanlı-Türk Modernleşmesi (1900-
1930)” başlıklı kitabı da Türk milli-
yetçiliğinin erken dönemine ve ulusal
Türk Devleti’nin kuruluşuna ilişkin
bazı dikkate değer tahliller ve tespit-
ler içermektedir. Bunların ancak kü-
çük bir kısmına – sözü esas itibariyle
yazara bırakarak – burada kısaca de-
ğinmeye çalışacağız.
�MPARATORLUKTAM�LL�YET�L�K ETK�S�NEG�REN SON HALK
Georgeon’a göre Osmanlı İmpa-
ratorluğu’nda Türk kimliği, İslam ai-
diyeti ile maskelenmiştir. Türk ol-
mak hiçbir ayrıcalık sağlamaz. Türk te-
riminin aşağılayıcı bir anlamı vardır.
Türkçülük, önce Hıristiyanlar, sonra
da Türk olmayan Müslümanlar ara-
sında milliyetçi hareketlerin ortaya çık-
ması karşısında şekillenmiştir.
Türk milliyetçiliğinin gelişimi şa-
şırtıcı bir hızla gerçekleşmiştir. Türk-
ler, Osmanlı İmparatorluğu’nun mil-
liyetçilik etkisine girmiş en son halkı
olarak gözükmektedir. Bu gecikmenin
nedeni, Türklerin, imparatorluğun
Hristiyan unsurları kadar sınıfsal fark-
lılaşmaya uğramamış olmasıdır.
1908’de Türkler arasında da bir bur-
juvazi filizlenince, milliyetçilik vücut
bulmaya başlamıştır. Bu gecikmeye
rağmen, Türk milliyetçiliğinin ilk for-
mülasyonları ile 1923’te ulusal Türk
devletinin kuruluşu arasında ancak
çeyrek yüzyıl kadar bir zaman dilimi
söz konusudur.
Türk milliyetçiliği ırkçı olmamıştır.
Örneğin Gökalp ırk kavramına daya-
lı ulus anlayışını reddetmiştir. Bazı aşı-
rılar dışında, “saf ırk” ya da “üstün ırk”
düşüncesi yandaş toplayamamıştır.
TAR�HSEL BAKI�OLARAK: LA�KL�K
Türk milliyetçiliğinin ve kimliğinin
oluşumunda kayda değer bir yeri bu-
lunan Türkoloji çalışmaları, Türklerin
tarihi içinde İslam’ın artık diğerlerin-
den farklı olmayan bir dönem olarak
görülmesini sağlamıştır. Türkoloji’nin,
Türklüğü İslam’dan ayırmak ve Türk
Kemalistlerin zaferi,bugün Üçüncü Dünya
olarak adland�r�lanülkelerde hatr� say�l�r
bir yank� bulmu�,Üçüncü Dünya bu
zaferi, ezilen halklar�nkurtulu�unun
ba�lang�c� olarakgörmü�tür
ARDA ODABAŞI
Türk
Ulusalcılık-milliyetçilik tartışmala-rı, Türk Milleti kimliğinin Anayasa’dançıkarılmak istenmesi, Tayyip Erdoğan’ın“milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık”açıklaması, son günlerin önemli gün-demini oluşturdu. Bu tartışmanın kökeninerede?
Milliyetçiliğin, gerek fikri bir tartışma
olarak, gerekse siyasi düzlemde önemli
bir gündem oluşturması, Sovyetler Bir-
liği’nin dağıldığı 1990’lardan sonraki sü-
reçle ilgilidir. Ulusal devletleri yıkmayı bi-
rincil hedef alan ABD merkezli küre-
selleşme projesi ve operasyonları bu sü-
reci belirledi. Türkiye’nin 1999’da AB ka-
pısına bağlanması, ardından Büyük Or-
tadoğu Projesi ile ulusal bağımsızlık ve
ulusal bütünlüğümüzün ortadan kaldı-
rılma tehdidi ile karşı karşıya kalması,
milleti ve milliyetçiliği (ulusalcılığı) temel
tartışma alanlarından biri haline getirdi.
Soğuk Savaş döneminin gerici milli-
yetçi yapılanmaları, emperyalist küre-
selleşme ile ulusal bağımsızlık ya da ge-
rici ve devrimci (Atatürkçü) milliyetçilik
ekseninde ciddi bir tartışma /ayrışma ya-
şadı, yaşıyor. Şöyle ki, Soğuk Savaş dö-
neminde Amerikancı gerici milliyetçilikte
mevzilenen MHP merkezli ülkücü mil-
liyetçilik, bugün, Atatürkçü-laik milli-
yetçilik ve küreselleşmeci-muhafazakar
milliyetçilik olarak ayrışıyor.
Soldaki saflaşma ise, küreselci em-
peryalizm solu ve ulusalcı/vatansever
sol biçimindedir. Bu saflaşma, 1970’ler-
den sonra Batı merkezli sosyal demok-
rasinin bir uzantısı haline gelen ve “Altı
Ok”tan “Milliyetçilik” ilkesi bir kenara
atılarak etkisiz hale getirilen CHP’de
Atatürkçü ve antiemperyalist ulusalcı çiz-
gi ile AB’ci neoliberal programın uzan-
tısı Sosyal Demokrat çizgi biçiminde
yaşanıyor.
Niye ulusalcılık terimi tercih ediliyor? Soldaki bölünmenin eksenini
ABD’nin başını çektiği küresel karşı-
devrime karşı tavır oluşturdu. Bu tavır da
kuşkusuz milliyetçilik/ulusalcılık ve va-
tanseverliğin denek taşında sınanıyor. Li-
beral sol kesim, küreselciliğin “enter-
nasyonalizm” oltasına takılarak her tür-
lü milliyetçiliği ve ulusalcılığı reddetti. Di-
ğer devrimci kesim ise, geniş bir Ata-
türkçü kitlenin de benimsediği, (devrim,
Kemalizm ve sosyalizm düşmanlığıyla kir-
lenmiş “milliyetçilik” kavramı yerine)
“ulusalcılık” kavramını tercih etti. Ama
sonuçta, her iki kavram da aynı içerik-
tedir ve önemli olan da budur. Milliyet-
çilik, Türk milletinin, bugün saldırı al-
tında ve tehlikede olan, bağımsızlığını,
bütünlüğünü savunmaktır.
Özellikle Teori dergisinde bu konu-larda yazıyorsunuz. Öte yandan, em-peryalizm milliyetçiliği ya da gerici mil-liyetçilik ile devrimci milliyetçilik kar-şıtlığını inceleyen bir de kitaba çalışı-yorsunuz!
Milliyetçilik konusundaki farklı, hat-
ta karşıt içerikteki düşünce ve siyasetler,
elbette sadece değişik kavramlaştırma-
larla sınırlı değil. Böyle olsa, sorunun çö-
zümü kolaydı. Sorun karmaşık ve ideo-
lojik. Milliyetçiliğin bugün neredeyse
her sınıfa ve siyasete göre kullanılan, fark-
lı yorumlara kaynaklık eden iki temel
yaklaşımı var:
Birincisi, emperyalistleşmiş Batı’da-
ki gerici ve saldırgan milliyetçilik ile ül-
kemizin de içinde olduğu ezilen dünya ül-
kelerindeki emperyalizme karşı devrim-
ci milliyetçilik arasındaki farklılığın kav-
ranmamış olmasıdır. İkincisi ise, Türki-
ye’nin 150 yıllık uluslaşma sürecinde, em-
peryalizm merkezli ve ortaçağ güçlerin-
ce birçok devrimci kavramın büyük çar-
pıtmalara uğratılmasıdır. Bunun, ulusal
ihanete varan çarpıcı örneklerine bugün
fazlasıyla tanık oluyoruz.
İşte, üzerinde çalışmakta olduğum ki-
tabın öncelikli amacı, gerek solda, gerek
sağdaki derin bilgisizlikten kaynakla-
nan yanlışlıkları, emperyalizm merkezli
çarpıtmaları ortaya koymak, kavramları
Türk Devrimi tarihi içindeki gerçek ye-
rine oturtabilmektir.
DAMLA [email protected]
NATOmilliyetçiliğive solculuğu
“MİLLİYETÇİLİK” KİTABI ÜZERİNE ÇALIŞAN MEHMET ULUSOY:
29 MART 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Milliyetçiliğinin ilerici rengi
halklarının geçmişine yönelik tarihsel ba-
kışı “laikleştirmek” gibi bir katkısı ol-
muştur.
Diğer pek çok milliyetçiliğin aksine,
Türk milliyetçiliği bir ruhban kesimden
ya da bir kiliseden destek alamamış, hat-
ta Türk milliyetçiliği bir ölçüde dine ve
özellikle de ulemanın Müslüman üm-
metinin birliğini sürdürme iddiasına
karşı çıkarak şekillenmek zorunda kal-
mıştır. Arnavutluk dışında, İslami gele-
nekten gelip laik milliyetçilik modelini
benimsemiş tek ülke Türkiye’dir.
II. Meşrutiyet yıllarına (1908-1918)
gelindiğinde İslam, aydınların ve Türk
milliyetçiliğinin saflarını dolduran genç-
liğin gözünde, artık aşılmış
bir formüldür. Din hak-
kındaki modernleştiri-
ci söylemi laik ay-
dınlar üretmekte-
dir. Bunun örnek-
lerinden olan
Ziya Gökalp, İs-
lam’ın modernite
içindeki yerinin
giderek daraldı-
ğını düşünmüş,
hatta işi din ile dev-
leti birbirinden ayır-
mayı tasarlamaya ka-
dar vardırmıştır. Milli-
yetçilerin söyleminde dini re-
ferans giderek zayıflamıştır. Mesela
Gökalp’in ulus kavramında 1909’dan
1918’e din unsuru giderek önemini yi-
tirmiş, kavram giderek laikleşmiştir. Ay-
rıca Gökalp, onu kendisine mal etmek-
ten hiç vazgeçmeyen bugünkü Türk sa-
ğının anladığından çok daha “demok-
rat”tır.
Gökalp’in öncülüğünde tarihe yeni
bir bakış yerleşmiştir: Artık Türkler Ba-
tılı kroniklerin göçebe ve barbar fatihleri
değil, devletler kuran, İran, Çin ve Ti-
bet’le girdikleri ilişkiler içinde parlak uy-
garlıklar yaratan insanlardır. Bu tarih an-
layışında Türklerin İslamlaşması, ev-
rimleri içindeki bölümlerden sadece bi-
ridir. Bu tarihin altın çağı Kanuni Sultan
Süleyman dönemi değil, 13. yüzyılda
Türk-Tatar halklarını birleştiren Cengiz
Han dönemidir.
B�R M�ST�K ÜTOPYA:PANTÜRK�ZM
Türklük bilincinin şe-
killenmesine koşut olarak
bazı aydınlarda Pan-
türkizm (Türklerin
birliği) düşüncesi ge-
lişmiştir. 20. yüzyılın
başında Pantür-
kizm yeni bir fikir-
dir ve Türk milli-
yetçiliğinin oluşum
aşamasında önemli
bir rol oynamıştır.
Pantürkizm diğer
“pan” hareketlerden (ör-
neğin Panslavizm ve Pan-
cermenizm’den) bazı önemli
noktalarda ayrılır. Bugün Türkiye’nin sa-
dece aşırı sağ grupları içinde yaşayan
Pantürkizm başlangıçta ilerici (burjuva
liberal) bir içeriğin taşıyıcısı olmuştur. 20.
yüzyıl başının Türkiye’sinin siyasi yel-
pazesinde Pantürkizm tartışmasız bir
biçimde “solda” yer almıştır. Ancak
Mustafa Kemal’in Pantürkizmi mah-
kûm etmesinden sonra “sağa” çark ede-
cektir. Ayrıca Pantürkizm, Türkiye’nin
topraklarının genişlemesini sağlayacak
bir yayılma ilkesi olma yerine, Türk ve
Müslüman göçmenleri ülkeye çekmeye
yaramıştır; yani aslında “bir tür tersten
Pantürkizm” söz konusudur. Üstelik
Osmanlı toplumunun temellerinin çök-
tüğü bir zamanda, Türkün umutlarını
ayakta tutan bir “mistik anlayış”, bir
ütopya oluşturmuştur.
ANT�EMPERYAL�ZM VESOSYAL�ZM
Türk milliyetçiliği, ezilen halkların
Avrupa egemenliğine karşı isyanıyla
bağlantılıdır. Türk milliyetçiliği, Çin ve
İran milliyetçilikleri gibi, ezilen halkla-
rın isyanının habercisidir; ilk kurtuluş ha-
reketidir. Kemalistlerin zaferi, bugün
Üçüncü Dünya olarak adlandırılan ül-
kelerde hatırı sayılır bir yankı bulmuş,
Üçüncü Dünya bu zaferi, ezilen halkla-
rın kurtuluşunun başlangıcı olarak gör-
müştür.
Emperyalist Avrupa’nın Osmanlı İm-
paratorluğu üzerindeki denetimi karşı-
sında tepkiler dönemlere ve ortamlara
göre değişmiştir. Avrupa’nın ağırlığı art-
tıkça tepkiler de güç kazanmıştır. 1905
Rus Devrimi gibi dış olaylar Türkler ara-
sındaki Avrupa karşıtı akımı güçlendir-
miştir. Birçok direniş biçimi söz konusu
olmuştur. Örneğin Jön Türkler bazı işçi
grevlerini desteklemiş; boykotlar, halk
toplantıları, protesto mitingleri düzen-
lemişlerdir. 1914’te Almanya yanında sa-
vaşa girilmesi, Fransız-İngiliz emperya-
lizminin cenderesini gevşetme isteği ola-
rak da yorumlanabilir. Üstelik savaşa gir-
meden hemen önce Jön Türkler kapi-
tülasyonları tek taraflı olarak kaldır-
mışlardır.
Antiemperyalizm, Türk gençliğinin ve
aydınlarının en gözde izleklerinden biri
olmuştur. Türk aydınlarına bir emper-
yalizm kuramı sunan ilk kişi Parvus’tur
(tanınmış Marksist Alexander Help-
hand). O dönemde milliyetçilik ile sos-
yalizm birbirine çok yakındır. Birçok
sosyalist ve komünist milliyetçi saflardan
çıkmıştır ve bunun başlıca örneği de
Mustafa Suphi’dir. Sosyalizmle milli-
yetçiliğin bu buluşması Türk milliyetçi-
liğine ilerici bir renk kazandıran bir di-
ğer etkendir. Türk milliyetçiliğinin an-
laşılmasında bu antiemperyalist renk
büyük önem taşımaktadır. Türkiye’de
özellikle 1945’ten sonra Batı ve Avrupa
yanlısı eğilim çok öne çıktığı için, bu an-
tiemperyalist renk genellikle unutul-
maktadır.
HALKA DO�RU VEHALKÇILIK
Halkçılığın Türk milliyetçiliğiyle olan
bağlarına işaret etmek gerekir. Aydın-
lanmayı halka taşıma kaygısı milliyetçi
akımdan daha önce başlamıştır ama asıl
II. Meşrutiyet yıllarındaki “halka doğru”
sloganı, Rus Narodniklerini çağrıştır-
maktadır. Nitekim 1913’te çıkarılan
“Halka Doğru” dergisi, (Akçura, Gökalp,
Halide Edip, Hüseyinzade Ali gibi) dö-
nemin bütün büyük Türkçü aydınlarını
bünyesinde toplamıştır. Özellikle Rus-
ya’dan göçen Türk aydınları, Rusya ile
Osmanlı İmparatorluğu arasında bağlar
kurulmasına yardımcı olmuşlardır. Mil-
liyetçilik ile halkçılık el ele gitmiştir.
Birçok sosyalist ve komünist milliyetçi saflardan ç�km��t�r ve bunun ba�l�ca örne�i de Mustafa Suphi’dir
Ziya Gökalp, onu kendisine mal etmektenhiç vazgeçmeyen bugünkü Türk sa��n�n
anlad���ndan çok daha demokratt�r
Türkmilliyetçili�i bir
ruhban kesimden yada bir kiliseden destekalamam��, hatta Türk
milliyetçili�i bir ölçüde dine ve
özellikle de uleman�n
Müslüman ümmetinin birli�ini
sürdürme iddias�na kar��ç�karak �ekillenmek
zorunda kalm��t�r
29 MART 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Yeniden kurulmayıbekleyen enternasyonalizm
Alfabe tart��malar�, Rusya’da Ekim Devrimi’nden sonra daha da yo�unla�arak ilericilik-gericilik tart��mas� eksenine oturdu. Türkiye’den delegelerin de kat�ld��� 1926’da Bakû’datoplanan 1. Türkoloji Kurultay’�, Rusya’daki tüm Türk halklar� için Latin harflerine dayanan
yeni bir alfabe olu�turma karar� ald�
Budizmi Çin’den aldık, Maniheizmi
İran’dan. İslâm Arabistan’dan geldi; Mec-
lis, cumhuriyet ve şapka Fransa’dan.
Meşrutiyet Selanik’ten, 31 Mart İngilte-
re’den geldi. 141 ve 142’yi İtalya’dan ge-
tirdik. Tüylü fötr ile teyp Almanya’dan gel-
di. Pantolonu Mısır’dan aldık. “Gözlük-
lü yılan” Hint’ten, Gladyo Amerika’dan
geldi…
1989’a kadar hep sol fikirler için söy-
lenildi ama, bu teraneyi tekrarlayıp du-
ranların kendilerini içine soktukları tarif
–Türkçülük/milliyetçilik- ile bununla bağ-
lı Latin alfabesi bize Rusya’dan geldi!
O zamanlar, Türkiye’de henüz esamisi
bilinmezken Çarlık Rusyasının işgal ve zul-
müne karşı önce dinsel, sonra giderek
buna ilaveten milli planda karşı koyuşlar
geliştirmeye çalışan ilk Türk milliyetçile-
ri (Türkçüler), “Usul-i Cedid”çiler ile bun-
ların yetiştirdiği “Maarifçi” aydınların
arasından çıktı.
ALFABEN�N ISLAHI VEYEN� B�R ALFABE
Modern Azerbaycan
edebiyatının ilk büyük
temsilcisi sayılan Mir-
ze Feteli Ahundza-
de (1812-1878) ilk
“Usul-i Cedid”çi-
lerden biriydi. Tif-
lis’te sürgün bulu-
nan Dekabristlerle
tanışıp görüşen, on-
lardan etkilenen
Ahundzade, İslâm’da
köklü reformlar yapıl-
ması fikrini savunmuş,
tiyatro eseri olan “Temsi-
lat” ile özellikle de “Kema-
lüddevle Mektupları”nı bu amaç-
la yazmıştır. Azerbaycan’ın tüm toplum-
sal meseleleriyle yakından ilgilenen
Ahundzade’nin en önemli çalışmaların-
dan biri, Arap alfabesinin ıslahıdır.
Ahundzade’ye göre, İslâm dünyasının
geri kalmasının asıl nedeni, okunması ve
yazılması zor olan Arap alfabesidir. Bu
amaçla hazırladığı, Arap harflerini ken-
di esaslar içinde ıslah etmeyi düşündüğü
bir layihayı 1857’de İstanbul’a gönderir,
ancak cevap alamaz. 1863’te kendisi kal-
kıp gelir. Layihası, kendisinin de katıldı-
ğı Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniyye’de bir ko-
misyonda görüşülürse de, kitap basmadaki
zorlukları gideremediği, okuma-yazmayı
kolaylaştırmadığı gerekçesiyle reddedilir.
İstanbul’dan hayal kırıklığı içinde ülkesi-
ne dönen Ahundzade alfabe ıslahı üze-
rinde çalışmayı sürdürmüştür.
1873’te İstanbul’da yayımlanan “Ha-
kayık” adlı gazeteye gönderdiği mektup-
ta bu konuda söz ettiği iki projeden biri
ıslah, ikincisi Latin harflerine dayalı yeni
bir alfabe kabul edilmesidir. Ömrünün son
yıllarında Arap harflerinin tümüyle atılıp
Latin esaslı yeni bir alfabe kabul edilme-
si fikrine varmıştır; bugünkü nesil olma-
sa bile gelecekteki nesiller bu işi mutlaka
yapacaklardır!
�LER�C�L�K GER�C�L�KTARTI�MASI
Rusya Türkleri arasında
alfabe çalışmaları
Ahundzade’den sonra
da sürdü.
1879’da Me-
h e m m e d a ğ a
Şahtahtlı “Tek-
milleştirilmiş
M ü s e l m a n
El i fbas ı”nı ,
1902’de de
“Savti Şark
Elifbası”nı ya-
yımlar. 20. yüzyıl
başında alfabe
konusu Rusya
Türkleri arasında
Türkiye’de olduğun-
dan çok daha fazla ve açık
bir şekilde tartışılmaktadır.
1910’dan itibaren İdil-Ural Tatarları fo-
netikleştirilmiş bir alfabe kullanmaya
başlarlar. İsmail Gaspıralı, Tercüman ga-
zetesinde bu alfabeyle yazılar yayımlar.
1912’de Ahmet Baytursunoğlu’nun, Arap
harflerini Kazakçanın ses özelliklerine
uyarladığı “Okuv Kuralı” adlı okuma ki-
tabında geliştirdiği alfabe Özbekler ara-
sında da kabul görür. Özbekler, 1923’te
dokuz ünlüye dayanan ıslah edilmiş bir
Arap alfabesi kullanmaya başlarlar.
Alfabe tartışmaları, Rusya’da Ekim
Devrimi’nden sonra daha da yoğunlaşa-
rak ilericilik-gericilik tartışması eksenine
oturdu. Alfabede ıslahı savunanlar geri-
ci, Latin esaslı yeni bir alfabe oluşturul-
masını savunanlar ise ilerici sayıldı. Tür-
kiye’den delegelerin de katıldığı 1926’da
Bakû’da toplanan 1. Türkoloji Kurultay’ı,
Rusya’daki tüm Türk halkları için Latin
harflerine dayanan yeni bir alfabe oluş-
turma kararı aldı.
Türkiye ancak 1 Kasım 1928’de Latin
harflerine geçmeye karar verdi. Rus-
ya’da oluşturulan bu ortak alfabeyi de göz
önünde tutarak Latin esaslı yeni bir alfabe
kabul etti.
1938’de Tüm Türk Sovyetleri ayrı
Kiril alfabesine geçme kararı alacak böy-
lece Alfabe birliği yeniden bozulacak ve
oluşmakta olan ortak Türkçenin önüne
yeni ve daha büyük bir engel dikilecektir.
G�R�T’TE SAVA�MAK �STEYEN�K� KAFADAR
1867’de iki askeri lise öğrencisi Ode-
sa’da vapura pasaportsuz binerken ya-
kalandılar. Rus makamlarının hiç habe-
ri olmadı belki ama; iki kafadarın ama-
cı Girit’te katledilen Türklerin yanında
savaşmaya gitmekti. Moskova askeri li-
sesi yönetiminin okuldan attığı bu iki ka-
fadardan biri Litvanya Tatarlarından
Mustafa Mirza, diğeri ise, Kırım Tatar-
larına mensup İsmail Gaspıralı idi…
Genç Gaspıralı, salt kendi halkı için
değil, tüm Türk halkları için mücadele et-
meyi bir yaşam biçimi yapacaktır. Bu yüz-
den sonraki yıllarda ona Paris’te Tur-
genyef’in yazılarını temize çekerken,
Rusya’da “Rusya Müslümanları Kon-
greleri” düzenlerken, Türkiye’de İttihat
Terakki Merkezine seçilirken rastlamak
şaşırtıcı olmayacaktır.
TÜRK ENTERNASYONAL�ST�İsmail Gaspıralı (1851-1914) Rusya
Türkleri içinde Türkçeyi bir bayrak gibi
elden ele en uzak köylere kadar geçir-
meyi başaran “maarifçiler”in başında ge-
lir.
19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın baş-
larında Gaspıralı kadar bir yanı Ural’da
ise bir yanı Girit’te, bir yanı Bahçesa-
ray’da ise bir yanı İstanbul’da olan bir
başka Türk enternasyonalisti daha yok-
tur. İzin almak için 1879’da başvurduğu
ve ancak 1883’te yayımlamaya başlaya-
bildiği Tercüman gazetesini 35 yıl bo-
yunca Rusya’daki Türk aydınlanması
ve özgürlük mücadelesinin gazetesi yap-
mıştır.
Kuşkusuz, o çağdaki Türk aydınları-
nın pek çoğu Anadolulu, Azerbaycanlı,
Kırımlı ya da Kazanlı, nereli olurlarsa ol-
sunlar Gaspıralı gibi birer Türk enter-
nasyonalisti idiler. Gaspıralı’nın ayrıca-
lığı bunu dil aracılığı ile çok daha geniş
bir coğrafyada ve kültür alanında ba-
şarmış olmasıdır.
Gaspıralı’nın Tercüman’da kullandığı
dil, İstanbul Türkçesidir. Gaspıralı bu
Türkçeyi Türk dünyasının en uzak kö-
şelerine kadar ulaştırmayı başarmıştır.
Bugün bu enternasyonalizm yeni-
den kurulmayı bekliyor.
MECİT Ü[email protected]
GÜLDEN TERAZİ
İsmail Gaspıralı
Mirze FeteliAhundzade
Dostoyevski’nin de gömülü olduğu,
St. Petersburg’daki Tikhvin Mezarlı-
ğı’nda ilginç bir mezar daha var. Biri elin-
de kitap okuyan, diğeri haç taşıyan iki
meleğin arasında, mezar yazıtının kaidesi
üzerinde duran büst Pyotr İlyiç Çay-
kovski’dir. Bu mezar Çaykovski’nin.
7 Mayıs 1840’ta Ural Dağlarının
eteklerinde bulunan Vyatka eyaletinde,
şimdiki küçük bir maden şehri olan Vot-
kinsk’te doğdu. Babası İlya Petroviç bir
maden mühendisi. Annesi Aleksandra
Andreyevna Fransız asıllı ve İlya Petro-
viç’in ikinci eşi. Aleksandra’nın çocuk-
larına ilgi göstermediği ileri sürülür.
Petroviç ailesinin altı çocuğu var. Anne
bunalmış ve hepsine yetişe-
memiş olabilir. Poznansky ise
tam karşıtını ileri sürer ve
Aleksandra’nın özellikle
Pyotr’a aşırı düşkünlüğünü
söyler.
Beş yaşında piyano dersle-
rine başlar. Mürebbiyesinin
etkisiyle Fransız yazınına ilgi
duyar. Üç yıl içinde piyano
dersi verecek kadar yetkinleş-
miştir. Ailesinin hobi olarak
desteklediği müzik tutkusu,
Çaykovski’nin yaşam biçimine
dönüşmesi üzerine, St. Pe-
tersburg Hukuk Okuluna gön-
derilir. Adalet Bakanlığı’nda
yüksek düzeyli bir memur ola-
rak görev alır. 1854’te, kolera-
dan, annesi Aleksandra’yı yitirir. Ömrü
boyunca depresyona eğilimli olması bu
yüzden… Anneyi yitirmek, Çaykovs-
ki’nin ruhunda derin yaralar açacaktır.
İlk bestesini yaptığında 14 yaşındadır.
Rus Müzik Kurumu’nda müzik eğitimi-
ni sürdürür.
Nikolai Rubinstein’ın davetiyle
1865’de Moskova Konservatuvarı’nda
müzik öğretmenliğine başlar. “Alınya-
zısı” senfonik şiiri, özgün müziğinin
başlangıcı olacak, tutkulu, özlem dolu
şarkılar besteleyecektir.
Eşcinsel olduğu söylenmeye başla-
dığında, 1877’de, aynı konservatuvardan
öğrencisi olan Antonina Milyukova ile
evlenir ama birliktelikleri yalnızca dokuz
hafta sürecektir. Bu “mantık evliliği”
mutsuzluk ve intihar girişimini getirir.
Moskova’yı ve eşini kaçarcasına terk et-
miş olur.
1878’de varlıklı bir müziksever olan
Nadejda Von Meck ile yolları kesişir. Na-
dejda Çaykovski’yi parasal olarak des-
tekler, mektuplarıyla da ilgisini gösterir.
Ama aşkları platonik olmaktan öteye
geçmez. Rastlantısal birkaç karşılaşma
dışında birbirlerini görmezler bile. Na-
dejda onun ilham perisidir. “Yeni bir il-
ham geldiğinde, o beni canlandırır. İçim-
de bir şekle girmeye başlar. O anda duy-
duğum sonsuz mutluluğu kelimelerle an-
latmaya çalışmak boşunadır.”
Çaykovski ilhamı notalarla anlat-
mayı yeğler. “Her şeyi unutur, çılgına dö-
nerim. (...) Ama bu büyülü ortamı bir şey
böler, beni uyurgezer halimden sıyırır. O
zaman hepsi biter, yerini güçlü bir iç ça-
tışması alır. Bu kaçınılmazdır.”
“Patetik Senfoni”yi bestelerken de
“Tarifsiz bir melankoliyi sürekli içimde
taşıyorum. Öyle bir duygu ki, kelimelerle
açıklanamaz. Korkuyla karı-
şık, ne olduğunu ancak şeytan
bilebilir...” ruh halini dışa vu-
rur. Kabul etmese de depres-
yon onda kalıcı, derin ve ona-
rılamaz melankolik izler bı-
rakmıştır.
1890'da koruyucusu, pla-
tonik aşkı Von Meck ile ilişkisi
bittiğinde; depresyonu, me-
lankoliyi, sevdiklerini hep yi-
tirme duygusunu yoğun bir
biçimde yaşar.. Esrik dolaştı-
ğı Avrupa ve Amerika’daki
yorucu turnelerden sonra St.
Petersburg’a döndüğünde, ko-
lera salgını vardır. Kahvaltı
masasında senfonisine ad be-
ğendiğinde, birden kalkarak,
musluktan doldurduğu suyu kaynatma-
dan son damlasına kadar içer. Bu bir in-
tihar mıdır? 53 yaşında koleradan ölür-
ken Nadejda Von Meck’in adını sayık-
lıyordur.
“Tarlakuşunun Şarkısı”nda Levent
Özübek, Pyotr İlyiç Çaykovski’nin hü-
zünlü öyküsünü anlatıyor. “O bir tarla-
kuşuydu… Canlılığın, coşkunun, varo-
luşun simgesi” diye anar onu. Çünkü öm-
rünü bir tarlakuşu çabukluğu ile geçir-
miştir.
Özübek “tarlakuşu”nu kitabına ad
olarak koyarken, Çaykovski’nin çağda-
şı Apollon Maykov’un aynı adlı şiirinden
esinlenerek piyano için bestelediği şiirin
de adı olduğu için koymuştur:
“Rüzgârda eğilirken kır çiçekleri,Gökyüzünden süzülen ışık, Tarlakuşunun şarkısıyla mavileşir.”
Özübek, Tarlakuşunun Şarkısı’nda,
Çaykovski’nin büyülü ezgileriyle mavi-
leşen bir gökyüzü, rüzgârın taşıdığı kır çi-
çeklerinin kokusunu duyumsatıyor.
17Aydınlık KİTAP
HALİT PAYZA
Tarlakuşu’nunşarkısı
Tarlaku�u’nun�ark�s�,
(Pyotr �lyiçÇaykovski),
Levent Özübek,�lkim Ozan Yay�nlar�,
200 s.
Anne sevgisinden mahrum büyümüş
Brenda, yıllar içinde kendini geliştirme-
yi başarmış, zeki ve güçlü bir basketbol
yıldızıdır. Fakat kariyerinde hızla zirve-
ye doğru yol alırken babasının ortadan
kaybolmasıyla yapayalnız kalır.
Ünlü spor menajeri Myron, başarı-
lı olduğu kadar güzelliğiyle de dikkat çe-
ken bu oyuncunun yaşamında bir şeyle-
rin gizli kaldığını düşünerek, ailesinin geç-
mişini araştırmaya başlar ve kendisini es-
rarengiz olayların içinde bulur. Çünkü or-
tada birilerinin saklamak için öldüğü, di-
ğerlerinin ise bunu korumak için öldür-
düğü bir sır vardır. Peki, bu sır Brenda’yı
yeni bir hayata mı yoksa derin bir hiçli-
ğe mi sürükleyecektir?
Yaln�� Bir Ad�m
“Yalnız Kurt ve Yavrusu”, serinin ya-
ratıcısı Kazuo Koike’nin çarpıcı yazarlı-
ğı ve Goseki Kojima’nın çığır açan sine-
matik görselleri sayesinde dünya çapın-
da kabul görmüş bir mangadır. Olağan-
üstü güzelliklerin, devinimsel şiddetin
ve içgüdüsel kuvvetin unutulmaz betim-
lemelerini barındıran destansı samuray
macerası, hem Japonya’daki hem de Ba-
tı’daki görsel hikaye anlatıcılarının belli bir
kuşağını etkilemiştir.
“Koike ve Kojima, hikayelerini sa-
natsal bir ustalıkla anlatıyorlar ve bunu ya-
parken de bir adamı, bir çocuğu ve ce-
henneme giderlerken onlara eşlik eden bir
ülkeyi resmediyorlar.”
-Frank Miller-
Yaln�z Kurt ve Yavrusu:Dü�en Kaplan�n Isl���
Şehrin sadece saklanan, baskı-
lanan, görünmez kılınan insanlarının
çehrelerini görmüyoruz bu resim-
lerde, aynı zamanda bir sürü hâlle-
rini, âdetlerini, eğlenme biçimlerini,
ancak birbirlerine tutunarak hayat-
ta kalabilmelerini ve neticede, ne
olursa olsun “yalınkılıç” mücadele-
lerini de görüyor, hissediyoruz. Her
gün belediye otobüsünde karşılaştı-
ğımız, aş için, iş için, devletle, mer-
kezle, kamuyla çarpışmak için, bel-
ki sağlığına kavuşmak, belki de sağ-
lığını kaybetmek için şehrin çeper-
lerinden kopup gelen insanların ha-
yatlarındaki sergüzeşti de hayal edi-
yoruz resim resim.
Hayali �ehir
“Bilek Kesenler”, mucizelere
inanmaktan vazgeçmeyenlere, can
sıkıntısından ölüp ölüp dirilenlere
ve umuttan umudu kesmeyenlere
dair, hınzır ve hüzünlü bir öykü an-
latıyor. Aşk, yaşamda da ölümde de,
hedefi damardan ve doğrudan, tam
on ikiden vuruyor. Yürekteki yara-
lar bir türlü iyileşmiyor. İnsanlar hep
tökezliyor, kırık kalpler bitişmek bil-
miyor.
Goran Dukic’in yönetmenliğin-
de sinemaya da uyarlanan “Bilek
Kesenler”, çağımızın yalnızlıklarını
ve yanlışlıklarını, bu defa çizgi ro-
manda ölümsüzleştiriyor.
Bilek Kesenler
Goseki Kojima Kazuo Koike,Marmara Çizgi,
Çev: Emre Yavuz, 304 s.
Harlan Coben, Mart� Kitabevi,Çev: Derya Engin, 430 s.
Bülent Öz�eker, Edmon Sefer, Ye�im Tetik,
Espas Kuram Sanat Yay�nlar�,194 s.
Etgar Keret, Siren Yay�nlar�,Çev: Avi Pardo, 105 s.
Kün
Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, İsmail
Gaspıralı: hem uzak hem yakın aydınlar!
Dil, din, kadın, fikir, toplumsal eleştiri,
Osmanlı’ya eleştiri ve geleceğin bağım-
sız ülkesini kurmak için gösterilen çaba!
Bu çalışma, tarihe yön vermiş yapıt-
ları ve mücadeleleriyle; dört Türk aydı-
nının, Türkiye’nin sarpa sarmış, kar-
maşıklaşmış ve emperyalizme sonuna ka-
dar bağımlılaşmış yapısına karşı, tarihin
ardından attıkları çığlıklarına tercüman
olmak. Bu üç büyük Türk aydını, tarih-
te Türklerin umudunun bittiği, çöküş sü-
recine girildiği dönemde yol gösterici ol-
muştu. Ve her daim, Türkiye’nin tam ba-
ğımsızlığı için yol göstermek üzere ara-
mızdalar.
Dilde, Fikirde ve ��teBirlik
Bu kitapta söz konusu edilen, ro-
mantizm ve romantikliktir. Romantizm
bir dönemdir; romantiklik ise bu dö-
nemle sınırlı olmayan tinsel bir tavırdır.
Bu tavır romantizm döneminde en mü-
kemmel ifadesini bulmuştur, ama bu çağ-
la sınırlı değildir; romantiklik bugüne ka-
dar sürmüştür. Sadece Almanlara özgü
bir olgu da değildir, ama Almanya’da özel
bir biçim kazanmıştır, öyle ki Alman kül-
türü yurt dışında bazen romantizmle ve
romantiklikle özdeşleştirilir.
Romantik ruhun yapısı çok çeşitlidir,
müzikseldir, arayıştadır ve arayıcıdır.
Yaşlı Goethe’nin dediği gibi, “roman-
tiklik hastalıktır”. Ama o da romantik-
lik olmadan edememiştir.
Romantik
İlk basımını 1998’de yaptığımız “Ro-
man Gibi”, Daniel Pennac’ın kitaplara ve
okuma eylemine dair nev-i şahsına mün-
hasır fikirlerini okuyucularla paylaştığı çok
güzel bir küçük kitap. İşte Pennac’ın
başta gençler olmak üzere tüm okurlara
bahşettiği haklar:
1. Okumama hakkı.
2. Sayfa atlama hakkı.
3. Bir kitabı bitirmeme hakkı.
4. Tekrar okuma hakkı.
5. Canının istediğini okuma hakkı.
6. “Bovarizm” hakkı.
7. Canının istediği yerde okuma hakkı.
8. Çöplenme hakkı.
9. Yüksek sesle okuma hakkı.
10. Susma hakkı.
Roman Gibi
Sezgin Kaymaz, �leti�im Yay�nevi, 479 s.
“Kün”, yani “Ol”... Neleri neleri
olduran bir roman, “Kün”. Ölülerin
daha da ölebildiği -ya da tam öle-
mediği-, cami imamıyla ateistin bir-
birini “aydınlatabildiği”, köpeklerin
(hem de Konya ağzıyla!) konuşabil-
diği, el kadar oğlanın kendisine el kal-
dıranı haşat ettiği bir âleme kapı
aralıyor. Şerefsizler şerefsizliğin gö-
züne vuruyorlar, “iyiler” canını dişi-
ne takıyor, feleğin zarı hepyek de gel-
se bir bakıyorsunuz altı kapı alıyor.
Sezgin Kaymaz, kendine özgü üslûbu
ve hâlesiyle, yine eğlenceli ve ürper-
tili bir hikâye anlatıyor. Anlattığı hi-
kâyenin heyecanıyla anlatışın neşesi
yine birbirini coşturuyor.
Daniel Pennac, Metis Yay�nlar�,
Çev: Mustafa Kandemir, 136 s.
Rüdiger Safranski, Kabalc� Yay�nevi
Çev: Ali Nalbant, 450 s.
Kaan Turhan, Do�u Kitabevi
29 MART 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Dünya ve Enerji
“Salt Lake City/Utah’da doğan Neal,
legal olarak üç defa evlendi ve Jack Ke-
rouac’ın ‘Yolda’sında Dean Moriarty
olarak beat edebiyatı ve yaşamında ölüm-
süzleşti -ki Kerouac neredeyse tüm ki-
taplarında onu anlattığı gibi bazı eserle-
rinde sadece onun cümlelerini kullana-
rak kitap yazdı. Genel olarak, araba hır-
sızlığı ve küçük çaplı dolandırıcılıkla ya-
şamını kazanmaya çalıştı. Cassady, yaşa-
mının hatırı sayılır bir kısmını gözetim al-
tında geçirdi. Kerouac, Birleşik Devletler
ve Meksika’daki birçok yol tribinde Cas-
sady’ye katıldı ve birlikte yol boyunca baş-
larından geçenleri yazdılar. Bu anlatısal yol
tripleri Yolda’yı oluşturan ana noktalar-
dı.” -Şenol Erdoğan-
Üçün Biri
“İkiz Tepeler”, “Mulholland Çık-
mazı”, “Düz Hikaye”, “Vahşi Duy-
gular” gibi kült filmleriyle sinema-
severlerin ilgi odağı olan David
Lynch, Chris Rodley’in kendisiyle
yaptığı söyleşilerden oluşan bu ki-
tapta, kendi sinema anlayışını anla-
tıyor: “Sinema, açıklanan değil, de-
neyimlenen bir şeydir; o yüzden,
kelimeler bize engel olur, kelimeler
elimizi ayağımızı bağlar, biz malze-
menin kendini konuşturmasından
yana olan sinemacılarız.”
David Lynch -Tekinsiz’in Sinemas�
“Alman İdeolojisi”, Marx ve En-
gels’in kendi görüş açılarıyla “Alman fel-
sefesinin ideolojik bütün tarzları” ara-
sındaki uzlaşmaz farklılığı göstermek
üzere, birlikte giriştikleri zorlu bir ça-
lışmanın sonucu olarak doğmuştur.
Marksizmin kuruluşunun ilk yapıtaşla-
rı bu çalışma sırasında temele konmuş;
materyalist tarih teorisinin ilk ve en ge-
niş açıklaması da burada gerçekleştiril-
miştir. “Alman İdeolojisi”, artık “Ko-
münist Parti Manifestosu”nu kaleme
alacakları olgunluğa ulaştıkları düşün-
sel birikimi ve teorik bütünleşmeyi ifa-
de etmektedir. Bu bakımdan eser, Marx
ve Engels’in eski felsefi görüşleriyle
hesaplaşmalarının son noktasıdır.
Alman �deolojisi
“Radetzky Marşı”, Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu’nun çö-
küşünü öyküler. 1859 Solferino Mey-
dan Savaşı’nda Slovenyalı genç bir
teğmen, İmparator I. Franz Jo-
seph’in hayatını kurtarır. Köylü ata-
larının geleneklerine veda ederek bü-
yük Tuna monarşisinin ayrıcalıklılar
sınıfına katılan Trotta ailesinin öy-
küsü de işte böyle başlar. XIX. yüz-
yılın sonu, Habsburg hanedanının ta-
rihte son defa parladığı dönemdir:
İmparator güçlü, bünyesinde çok
sayıda halkı barındıran imparatorluk
büyüktür. Oysa bu görkemli tablo-
nun ardında bir yalanlar silsilesi giz-
lidir ve son çok yakındır...
Radetzky Mar��
“Arkadaşlarını Öldür”, şaşırtıcı,
sarsıcı ve psikopat bir karakter ara-
cılığıyla müzik sektörünün arka pla-
nına ışık tutuyor. Stelfox karakteri
hem müzik sektörünün hem de o dö-
nemde dünyanın içinde olduğu po-
litik ve kültürel atmosferin bir yan-
sıması olarak da okunabilecek bir pa-
norama sunuyor. Ateşli ve pervasız
üslubuyla okuyucuyu kendine bağlı-
yor. Aynı zamanda, gülünmeyecek
şeylere güldürecek kadar komik.
Eleştirmenler tarafından büyük
övgüyle karşılanan “Arkadaşlarını
Öldür”, kendisi de eski bir yetenek
avcısı olan yazarın gerçek deneyim-
lerine de dayanıyor.
Arkada�lar�n� Öldür
“Gökkuşağına İki Bilet’, darbe-
lerin ilkini kundakta, ikincisini ne
olup bittiğini tam olarak algılaya-
madıkları çocukluk çağlarında kar-
şılayan, ama 12 Eylül’ü yüreklerin-
de hisseden bir kuşağın hikâyesi.
Attilâ Şenkon son derece eko-
nomik bir dille otuz yıllık bir zaman
dilimini aktardığı romanında bu dö-
nemin neredeyse bütün karakteris-
tiklerine yer vermeyi başarmış.”
-A. Ömer Türkeş-
Gökku�a��na �ki Bilet
V. V. Barthold’un, 20. yüzyılın baş-
larında, yani yaklaşık yüz yıl önce ka-
leme aldığı bu eser, Müslüman dün-
ya, özellikle de İran ve Türkistan
araştırmalarında toplumsal tarihya-
zımına ve antropolojiye öncülük
eden bir çalışma olmanın yanı sıra,
oryantalist bakışın çarpıklığını dü-
zeltme adına ilk onurlu çabalardan
biridir. “Müslüman Kültürü” kita-
bıyla Barthold, tarih yazımı ve tarih,
coğrafya, kültür ve sıra dışı kişilikler
arasındaki bağlantı ve dinamikleri
araştırma tutkusuyla sadece zamanı
için yeni bir bakış açısı değil, çağdaş
araştırmalar için bugün bile geçerli
bir yöntem sağlıyor.
Müslüman Kültürü
Vural Alt�n, Bo�aziçiÜniversitesi Yay�nevi, 328 s.
2012 yılında beklenmedik şekil-
de aramızdan ayrılan Prof. Dr. Vu-
ral Altın’ın bilim yazılarının büyük
bölümünü kapsayan “Dünya ve
Enerji”, dünyanın iç yapısını, yeral-
tı kaynaklarını, atmosferini, sera
gazlarını konu alan ve güncelliğini
kolay kolay yitirmeyecek temel me-
selelerin yanı sıra devr-i daim ma-
kinelerinden Manhattan Projesi’ne,
fotovoltaik güneş panellerinden al-
ternatif kaynaklı konut güç sistem-
lerine uzanan birçok meraklı konu-
yu açık ve sade bir dille ele alıyor.
Chris Rodley, Agora Kitapl���,Çev: Selim Özgül, 416 s.
V. V. Barthold, Ayr�nt� Yay�nlar�,
Çev: M. Fatih Karakaya, 96 s.
Neal Cassady, Alt�k�rkbe� Yay�nlar�,
Çev: Gonca Gülbey, 222 s.
Friedrich Engels, Karl Marx,Evrensel Bas�m Yay�n, Çev: OlcayGeridönmez, Tonguç Ok, 600 s.
Joseph Roth,Can Yay�nlar�,
Çev: Ahmet Arpad, 416 s.
Attila �enkon, Cumhuriyet Kitaplar�, 112 s.
John Niven, Aylak Kitap,Çev: Avi Pardo, 312 s.
29 MART 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
29 MART 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP
Asl� ve Can
“Aslı ve Can” dizisi, çocuğunuzun öğrenme ve
algılama yeteneğini geliştiren kitaplardır. Eğitmen
ve pedagoglardan oluşan özel bir kurul tarafından
dört yaş ve üzeri çocuklar için hazırlanmıştır. Dizi-
nin içindeki alıştırmalar ve oyunsal
sunu alanları öğretmenleri ve anne
babaların çocuklarla birlikte çö-
zümlemeleri üzerine kurgulan-
mıştır.
İşte, Aslı ve Can bu bakışla ha-
zırlanmış örnek bir çalışmadır.
Alışılmış öğretim metodlarının dı-
şında, ezberci eğitimi dışlayarak,
görsel algının öne çıkarıldığı ve
sözcüklerin onlarla pekiştirildiği
bir yol benimser.
Kolektif, Mars�kYay�nc�l�k, 32 s.
Memur Kedisi
İlköğretim yıllarındaki çocuklara hitaben
yazılmış ancak büyüklerin de keyifle okuyabile-
ceği bu kitapta, yazarın çocukluk deneyimlerinin
de yer aldığı kısa öyküler bulun-
maktadır.
Yazar öykülerinde insana, hay-
vana, ülkeye ve doğaya duyulan
derin sevgiyi sade bir dil ve akıcı
bir üslupla anlatırken; çocuklara
çevre, ülke, doğa ve aile bilincini
aşılayıp, okuma sevgisini geliştir-
meyi amaçlamaktadır. Aynı za-
manda yetişkinlere de çocukların
yaşadığı kaygı ve sevinçleri onla-
rın gözünden görebilme ve çocuk
dünyasında keyifli bir yolculuk fır-
satı sunmaktadır.
Atiye GünerTümüklü, P KitapYay�nc�l�k, 152 s.
Dünyan�n Ucundaki Fener
Estados Adası, sert Antarktika rüzgârları, dev dal-
gaların egemen olduğu ıssız kumsalları, gemilerin par-
çalandığı, denizcilerin can verdiği kasvetli kayalıkla-
rıyla Güney Amerika’nın en uç noktasında yer alıyordu.
Artık medeniyet hâkimiyeti eline almaya cesaret et-
tiğinde, dünyada kalan en son ve en
vahşi sahiller bir deniz feneriyle ay-
dınlandı...
Fakat bu önemli ışığın koruyucu-
su Vasquez, iki arkadaşını öldüren ve
onu vahşi doğaya süren tehlikeli ve
gözü kara Kongre çetesini hesaba kat-
mamıştı. Tek başına, hiçbir donanımı
olmadan Kongre’nin hain planlarına
engel olabilecek miydi acaba?
Sürükleyici bir hırs ve azim öykü-
sü...
Bu hafta kendine sihirlibir kütüphane bulmalısın!
Bu hafta kendine sihirlibir kütüphane bulmalısın!
Jules Verne,Bilgi Yay�nevi,Çev: YaseminYener, 232 s.
ÇOCUK - GENÇ
Hepimizin bildiği gibi Mart ayının son
pazartesi günü “Kütüphaneler Haftası”nın
başlangıcıdır. Esra Tuncer’in yazdığı, Reha
Barış’ın resimlediği Final Kültür Sanat Ya-
yınları’ndan çıkan “Sihirli Kütüphane” bu
hafta için biçilmiş kaftan.
Aklıma ilk kez kütüphaneye ne zaman
gittiğim geldi. Sanırım ben de kahramanı-
mız Öykü gibi 7 yaşlarındaydım. Benim ilk
kütüphanem Öykü’nünki gibi sihirli değildi.
O çok şanslı. Size anlatayım:
Öykü, oldukça meraklı ve geniş bir ha-
yal gücüne sahip sevimli bir kız. Babası ga-
zeteci. Ablası Ceren edebiyat fakültesinde
öğrenci. Kahramanımız da bir
an önce onların burunlarından
düşüp yazar olmak istiyor.
Bir ilkbahar sabahı Ceren,
onu uykusunun en tatlı yerinde
uyandırdı. Ona bir sürprizi var-
dı. Kendisinin sıklıkla gittiği şe-
hir kütüphanesine kardeşini de
götürecekti. Öykü bu kütüpha-
neyi hep merak ediyordu. Sürekli
meşgul olan ablasının kendisine
zaman ayırmasına çok sevindi.
Beşiktaş’a vapurla geçerken
hayalperest Öykü, bir martıyla
konuşarak ona simit verdi. Hay-
vanlarla konuştuğunu hayal eden
bir kardeşe sahip olmak Ceren’i şa-
şırtmıyordu.
Nihayet, şehir kütüphanesinin önüne gel-
diler. Kütüphanenin büyüklüğü Öykü’yü çok
şaşırttı. İçeriye girdiklerinde binlerce kita-
bı raflarda görünce, bu kitapların oraya
nasıl geldiğini, kimlerin aldığını, hep-
sinin okunup okunmadığını düşü-
nüyor, hayretle etrafına bakını-
yordu.
ÖYKÜ, KÜTÜPHANEKURALLARINIÖ�REN�YOR
Kitabımızın bu bundan
sonraki bölümünde tatlı
bir didaktik tavır etkisini
gösteriyor. Döner kapı-
dan geçerken Ceren’in gö-
revliye kimliğini bırakması,
görevlinin defterine bir şey-
ler yazması, ablasının Öykü’yü
alçak sesle konuşma-
ması için uyarması, Öy-
kü’nün raflardaki kitap-
lardan başka depolarda
başka kitapların da olduğunu
öğrenmesi, alfabetik kart sistemi,
kütüphanelerin sınıflama sistemi
v.b. Kısaca küçük bir çocuğun kü-
tüphane için bilmesi gereken
her şey.
Ceren, bir süre sonra Öy-
kü’yü kütüphanede kendi haline
bıraktı. O da aradığı resimli ki-
tapları bulmak için rafların ara-
sında kayboldu. Birden karşısına
kitaptan bir kuleyle kütüphane
görevlisi Bilge Hanım çıktı. Bilge
Hanım, işini seven, komik ama unutkan bi-
riydi. Öykü’yle karşılaştığında başının üs-
tündeki gözlüğünü arıyordu. Resimli kitaplar
arayan Öykü’ye yardımcı oldu ve onu cam-
dan yapılmış, rengârenk bir odaya götürdü.
Öykü’yü bu güzel odada bırakıp gitti. Kah-
ramanımız resimli kitaplarla odada baş
başa kalmıştı.
Sevimli arkadaşımız, eline kırmızı cilt-
li, süslü, kocaman bir kitap aldı. Tam kitabın
sayfalarını çevirmeye başlamıştı ki, o kita-
bın içinden kimler çıkmadı ki! Külkedisi,
Bilge Baykuş, Beyaz Tavşan, Şahmeran, Pi-
nokyo, Çizmeli Kedi, Don Kişot… Bir anda
hepsi cam odanın içine dolmuştu. Öykü he-
pimizin bildiği bu kitap kahramanlarının
burada ne işi olduğunu onları şaşkınlıkla
dinlerken öğrenecekti.
HER KÜTÜPHANES�H�RL�D�R
“Sihirli Kütüphane” özellikle ilk defa
okullarının dışında bir kütüphaneye gi-
decek ve tanıyacak küçükler için hem
öğretici hem de merak uyandırıcı bir
kitap. Sanırım kitap yazılırken ço-
cukların kütüphaneler hakkındaki
önyargılarını değiştirmek hedeflen-
miş. Kitabın sonuna da kısa kısa so-
rularla şekillendirilmiş etkinlikler,
bulmacalar ve bir de küçük yazılı an-
latım çalışması eklenmiş.
Bu hafta Öykü’nün “Sihirli Kü-
tüphanesi”ne giderseniz belki Masalcı
Teyze, Öykü’ye anlattığı gibi size de bir
masal anlatır. Belki Külkedisi ayağında
bir teki olmayan camdan ayakkabısıyla, Pi-
nokyo iyice uzamış burnuyla, Don Kişot da
Sanço Panza’sıyla yanınızda be-
liriverir.
Sihirli Kütüphane, Esra Tuncer,
Final Kültür SanatYay�nc�l�k, 60 s.
Resimleyen:Reha Barış
�lk kez kaç ya��n�zda “gerçek” ama “sihirli” bir kütüphaneye gittiniz?
29 MART 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAP
Heidegger’i Türkçede anlamakHeidegger’in çetrefil dilini, a��r felsefi betimlemelerini ve di�er filozoflar�n
eserlerine yapt��� üstü örtülü göndermeleri a�an Bolt, Heidegger'iavamla�t�rmadan aktarabilmi�
“Heidegger” adı bizi ne anlatıyor?
Adının sessel çağrışımları yine bir “Al-
man”la karşı karşıya olduğumuza işaret edi-
yor. Leibniz, Wolff, Kant, Schelling, Fich-
te, Hegel, Feuerbach, Marx, Frege derken
Avusturyalı ve Almanyalı bir dizi filozof ak-
lımıza geliyor. Biraz daha derine indiği-
mizde Heidegger’in hangi dönemde yaşa-
dığını kimlerle ilişkide olduğunu öğreni-
yoruz. Günümüzün moda kavramların-
dan “Sıradan Kötülük”, “Totalitarizm”
gibilerini literatüre çivileyen liberal Han-
nah Arendt’in hocası olduğunu, Frankfurt
Okulu’nda toplanan filozoflarla karşıtlığı-
nı ve NAZİ partisi üyeliğini öğreniyoruz
hakkında yazılanlardan.
DÖNEM�N YEN�PARAD�GMASI: PRAT�K’EDÖNÜ� VE VAROLU�ÇULUK
Kitle algısı açısından her biri önemli
olan bu özelliklerin ardında keşfedilmeyi
bekleyen büyük bir filozof yatmaktadır.
Heidegger’in ortaya çıktığı bağlam düşü-
nüldüğünde felsefesinin özgün yanları ve
bir insan olarak Heidegger’in yapıp ettik-
lerini aşan içeriği görülmeye başlanabilir.
Wang Nanshi’nin “Marksist Pratik Ma-
teryalizm” adlı eserinde 19. yüzyılın son-
larında ve 20. yüzyılın başlarında teorik
alandan pratik alana yönelen felsefi iklimin
düşünürleri arasında Heidegger’in
de adı geçer. Söz konusu iklimi ya-
ratan paradigma değişimine “Pra-
tiğe (Praxis anlamındaki Pratik’e)
Dönüş” desek yanlış olmaz sanırım.
Hegel’in köle-efendi diyalektiği ve
somut olanın felsefesini sunma ça-
balarını daha da derinleştiren Marks
ve Engels’in pratik materyalizmi;
bambaşka bir koldan ilerleyerek
sonrasında yerini varoluşçuluğa bı-
rakan Nietzsche ve Kierkega-
ard’dan, Wittgenstein’ın “dile dö-
nüş”ten sonra kültürün belirleyici-
liğine kapı aralayan ikinci dönemi-
ne dek pratiğe yönelişin lehine de-
lil sunabiliriz. Özellikle de Frankfurt
Okulu’nun, Sartre ve Camus’nun or-
taya çıktığı bir bağlamda onlardan
çok ayrı bir biçemle ve teorik mirasa da-
yanarak beliren Heidegger bu yeni para-
digma inşasının işçilerinin başında gel-
mektedir. NAZİ partisi üyesi bir filozofun
da bulunduğu akımın (varoluşçuluğun)
adının Fransız Komünist Partisi üyesi bir
filozof ve edebiyatçıya (Sartre’a) ait olması
dönemin neden bir
paradigma değişi-
mi olarak nitelen-
diğini gözler önü-
ne sermeye yeter
de artar bile.
HANG�S�DAHAANLA�ILIR?
Heidegger’in
anlaşılması, Sart-
re’ın ve Ca-
mus’nun anlaşıl-
masından çok
daha zordur. Bu zorluk filozofların düşünsel
miraslarına dayandığı kadar düşünceleri-
ni ifade etme yollarından da kaynaklan-
maktadır. Heidegger’i Kıta Felsefesi gele-
neğinin sistem inşa eden filozoflarına ya-
kınlaştıran da işte bu ifade etme seçimi olsa
gerek. Söz konusu ifade tarzıyla, Heideg-
ger, Alman İdealizminin üvey evladı gibi gö-
rünür. Heidegger’in dilinde “Hiç, hiçer”,
Dünya’da olmaklık ile fırlatılmışlık ya da
oradaki-varlık olma (Dasein) gibi kav-
ramlar okuyucuya sarhoş eder, kısacası alı-
şıldık dil kullanımları iflas eder. Dolayısıyla,
Heidegger’in anlaşılması zorlaşır. Ancak,
dilin bu biçimde zorlamalı kullanımı Hei-
degger’in söylediklerini üstün körü geçip
bildik ifadeler arasında atlayarak “Aaaa Ne
güzel de yazmış adam” türünden anlama
sanrılarından kurtarır okuyucu. Bu türden
sevinç nidaları ve kartpostal felsefesine in-
dirgenme talihsizliği Sartre ve Camus’nun
durumunda birer klişe haline gelmiştir. Bu
açıdan bakıldığında Heidegger’in mi yok-
sa Sartre ve Camus’nun mu daha zor an-
laşıldığı açık değildir.
YARDIMLI-ÖKTENÇEV�R�LER�
İş bu varoluşçu filozofların felsefe ağır-
lıklı eserlerini okumaya geldiğinde Türk-
çe okur çok şanssızdır. Sartre’ın felsefi baş-
yapıtı olan “Varlık ve Hiçlik” yayımlanalı
yalnızca birkaç yıl olmuştur. Heidegger’in
başyapıtı olan “Varlık ve Zaman”a gelin-
ce ise durum iyice karmaşıktır. Eseri, önce
Aziz Yardımlı çevirisiyle 2004 yılında İdea
Yayınevi yayımlamış; ardından, eserin te-
lif hakkı üzerinde yürütülen çeşitli tartış-
malar sonucunda İdea Yayınevi’nin ya-
yımlamasının önüne geçilmiş ve eserin
satışı engellenmiş. Bir süre “Varlık ve Za-
man”ı sahaflar ve üniversite kütüphaneleri
dışında bulamayan okur 2011 yılında “mu-
radına ermiş”. Bu kez Kaan H. Ökten’in çe-
virisiyle Agora Kitaplığı tarafından ya-
yımlanan eser yepyeni bir tartışmanın oda-
ğı oldu. Aziz Yardımlı’nın TDK önerileri-
ne dayanan Türkçe kökenli sözcük seçimine
karşı Kaan Ökten’in Osmanlıca kökenli
sözcükleri seçmesi okuyucunun işini ko-
laylaştırmadı (bu konuda Newsweek’te
yer alan bir haber ve Yardımlı’nın buna ya-
nıtı internetten okunabilir:
Tartışmaların Heidegger’in termino-
lojisi üzerine odaklanıp üretken hale gel-
me şansı varken, sözcük seçimine ilişkin po-
litik çekişmelerin önü açıldı. Her iki çe-
virmenin de siyasi görüşlerinden bağımsız
olarak taraflar seçildi ve bildik dil tartış-
maları tekrar etti.
HE�DEGGER’�N GÜNCELL���Türkçe okurun Heidegger’i anlama
çabası filozofun kendi eserleriyle sınırla kal-
madı. Barbara Bolt’un filozofun sanat
hakkındaki görüşlerine odaklanan eseri
Murat Özbank’ın çevirisiyle ve “Yeni Bir
Bakışla Heidegger” adıyla 2012 yılında Ko-
lektif Kitap tarafından yayımlandı. Eserin
özgün yanı Heidegger’in düşüncelerini
çağdaş sanat eserleri ve popüler konular
üzerinden okuyucunun gündelik deneyi-
miyle ilişkilendirerek aktarması. Böylelik-
le Heidegger’in çetrefil dilini, ağır felsefi be-
timlemelerini ve diğer filozofların eserle-
rine yaptığı üstü örtülü göndermeleri aşan
Bolt, Heidegger’i avamlaştırmadan akta-
rabilmiş.
Kültürel göreliliğin tartışıldığı ve kül-
türel hakların her şeyin başına konduğu
çağımızda Heidegger’in fırlatılmışlık kav-
ramının olanca yalın bir dille ele alındı-
ğı eserde filozofun kullandığı kavramla-
ra ilişkin bir sözlük de yer alıyor. İnsan-
ların daha da atomize olduğu ve varoluşsal
kaygının daha derinden hissedildiği bir or-
tamda Heidegger’i anlatmak ve anla-
mak varoluşsal sorunlarla baş etmemize
yardımcı olacak bir uğraş.
CENK ÖZDAĞ[email protected]
Yeni Bir Bak��la Heidegger,Barbara Bolt, Kolektif Kitap,Çev: Murat Özbank, 176 s.
Heidegger
29 MART 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Soldan sa�a1. Resimdeki yazar - Uykusu hafif
kimse2. Bak�r’�n simgesi - Bir dilek �art eki
- Tantal’�n simgesi - Fizik, kimya,matematik ve biyolojiye verilenortak ad - Fas’�n plakas�
3. Ses - Kayak - “O�uz ...” (yazar)4. Öç almay� amaçlayan gizli
dü�manl�k, garez - Parça ya daezme et ya da sakatata çe�itliharçlar kat�larak haz�rlanan bir�arküteri ürünü - Kar� ile kocadan
her biri5. Ba�l�ca içece�imiz - Stanislaw Lem’in
bir eseri - Yerle�im alanlar� d���ndakalan yerler - Ya�� küçük oldu�uhalde sözleri ve davran��lar�büyükmü� gibi olan çocuk
6. Kalça kemi�i - Hiyerar�ik birdüzende önemli bir görev, makam- �nce kam��, has�rotu - Ate�
7. Hz.Muhammed’i övmek amac�ylayaz�lan kaside - Enerji
8. Dansl�, zengin sahne gösterisi -Verme, ödeme
9. �sim - Alt�n - Maden, tahta vb.’ninpürüzlerini düzeltmek içinkullan�lan, üzeri pürtüklü, sert,ensiz, çelikten yap�lm�� araç -Vilayet
10. Bir yan�c� ve bir yak�c� maddeninsürekli olarak yanmas�ndan do�aniti� gücü ile hareket eden düzenek- Diki�te kullan�lan pamuk ipli�i
11. Çocu�u olan kad�n - Kimi zaman- Ailesinin geçimini sa�layan
12. Küçük ma�ara - Birkaç çoban�na�k, k�r hayat�n�n güzellikleri vb.
üzerine kar��l�kl� konu�malar�biçiminde yaz�lan, küçük bir piyesiand�ran �iir türü - �ki ya��ndanbüyük enenmi� erkek keçi
13. Islak - Büyük yolcu istasyonu - Birpeygamber ad� - Afrika’da bir nehir
14. Osmanl� devletinde taht yeri,saltanat makam� anlam�ndakullan�lan bir sözcük - Evlerde odakap�lar�n�n aç�ld��� geni� hol -Kolayca duygulan�p incinen,duygulu, hassas
15. (�Z BIRAKIR ) Resimdeki yazar�nbir eseri - �lave
Yukar�dan a�a��ya1. “... Ayhan” (�air) - Resimdeki yazar�n
bir eseri2. K�l, tüy - Arap edebiyat�nda bir �iir
türü - Tavlada “iki” say�s� - “... KingCole” (Amerikal� caz piyanocusu ve�ark�c�)
3. Bir nota - �sviçre’de bir nehir - Fas’tabir �rmak - Eski bir �ran veya Afganhükümdar� unvan�
4. Eski bir Hindu tap�na�� tipi - M�zrap,çalg�ç - Berilyum’un simgesi
5. S�n�r, uç - Bir nota - Bir ba�laç -Roma y��ma toprak in�aat�
6. Terzilikte y�rtmaç - Lantan’�n simgesi7. M�s�r’�n plakas� - Mezopotamya
panteonunda tüm tanr�lar�n babas�ve kral� olan gök tanr�s� - Belk�sm�n� ince göstermek içinkullan�lan esnek bir iç giysisi
8. Türk müzi�inde bir makam -Gümü�’ün simgesi - Toparlak kemikucu
9. Bir tür tatl� çörek - Bir i�i, bir göreviyerine getirme
10. Engerek y�lan� - Hararet - Rütbesizasker - Bir �eyin özünü olu�turanana ö�e, temel
11. Tavlada “üç” say�s� - Seciye, karakter- �plik e�irmekte kullan�lan, a�açtanyap�lm�� bir alet - “... Güler”(foto�rafç�)
12. Bir meyve - Bir sorunun çözümünübulmaya yönelik felsefe yöntemi -Alamet, ni�an
13. Türk Standartlar� Enstitüsü (k�sa) -Radyum’un simgesi - Beddua
14. Japonya’da buda rahibesi - Birkömür türü - �ridyum’un simgesi -�plik kangal�
15. ( ERKEN … )Resimdeki yazar�n bireseri - Lakin, ama
BULMACABu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(b) 2-(d) 3-(b)
ALINTI-TEST
Birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımızöldü önce. Sonra yeşil öldü benim için, sonra
kahverengi. Sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbin-den bıçakladılar. On iki yıl geçti,susmak ne kısay-mış. Sen, “böyle ne güzel sonsuza kadar susalım,”diyorsun. Sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sev-gilim, bunu da biliyorsun. Sen gittin ve herkes öl-meye başladı.
a)
b)
c)
d)
e)
Aslı Tohumcu - Taş Uykusu
Emrah Serbest - Paramparça Hikayem
Murat Menteş - Dublörün Dilemması
Şenol Erdoğan - FÜG: İntihar Notları
Levent Şentürk - Kış Dönencesi
a)
b)
c)
d)
e)
Vahşi İnsanlar - Dirk Wittenborn
İnsan Ne İle Yaşar - Lev Nikolayeviç Tolstoy
İşte İnsan - Konrad Lorenz
İnsanların Dünyası - Antoine de Saint-Exupery
Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley
a)
b)
c)
d)
e)
Ahmet Telli
Ah Muhsin Ünlü
Edip Cansever
Oktay Rifat
Orhan Veli Kanık
1 “Her ilerleme, daha yeni edindiğimiz alışkanlık-ların biraz daha ötesine attı bizi, gerçekten daha
yurdunu kuramamış göçmenleriz biz. Yeni oyuncak-ları karşısında şaşırıp kalmış yabanıl çocuklarız hepi-miz. Uçak yarışlarımızın başka hiçbir anlamı yok. Şudaha yükseklere çıkıyor, şu daha hızlı gidiyor derken,onu neden koşturduğumuzu unutuyoruz. Yarış, ge-çici olarak, amacı gölgede bırakıyor.”
2Sen beni öpersen belki de ben gangsterleşirimBelki de şair olurum seni de aldırırım yanıma
Bilesin; göğsümde hangi yöne açmış tek gülsünYani ya bu eller öpülür, ya sen öldürülürsün.
-Haydi iç de çay koyayım.
3Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ
GE
ÇE
N H
AFTA
NIN
ÇÖ
ZÜ
MÜ