new york alaturka

60
NEW YORK ALATURKA New York Günlüğü 2000

Upload: new-york-alaturka

Post on 25-Mar-2016

236 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

Bir Türk gencinin Amerika maceraları... Yıl 2000...

TRANSCRIPT

Page 1: New York Alaturka

NEW YORK ALATURKA

New York Günlüğü 2000

Page 2: New York Alaturka

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZNEW YORK’TA BİR YARATIK YANKİLER’İN GURURU AMERİKA NASIL KURTULUR ?SABAHLARI ERKEN KALKMAKTAN NEFRET ETMEK İÇİN BİR NEDEN DAHA AL SANA AMERİKA MEŞHUR İKİZLER KOMŞUM OLURANNEME MET’E GİTTİĞİMİ SÖYLEMEYİN TÜRK TÜRK’ÜN KURDUDURBAŞKALARININ ACILARIWEB DİZAYNINDAN RAF DİZAYNINA BİZİ NEW YORK SEVMESE DE İSA SEVER ÜMRANİYE’DEN MANHATTAN’A YOL GİDER HERKESİN PORTLAND’I KENDİNE AUSTER’IN İZİNİ BULMAK NEWSDAY, HER LONG ISLANDLI’YA GEREKİR İLK BAKIŞTA AŞK: BROOKLYN HEİGHTSSAÇ SAÇA BAŞ BAŞA JERRY SPRİNGEROKYANUSUN ÖTE TARAFINI DÜŞÜNMEK STRAND BOOKS STRES ALIRMİLENYUM MİLENYUMDÜNYANIN BAŞKENTİ BUKET UZUNER’İ OKURKEN BUZDAN ADAM PARAGÖZ MARKPIONEER MARKETİN ADRESİ GECE, BAGEL VE BİZİM ÇOCUKLAR BARBEKÜ, SEN NE GÜZELSİN ÖYLEGÖÇ YOLLARI MEKSİKA’DA PETROL VAR, AMERİKA ÇIKMASINA İZİN VERMİYOR “THINK DIFFERENT” GARSON OLMAK ZOR RİVERDANCE İZLEMEDEN GİTMEK BİZE YAKIŞMAZ ÖZGÜRLÜĞÜN DİBİ BÜYÜ DİYE BİRŞEY YOKSAHİ, MATİZ NE DEMEK!SON KARARDÖNÜŞNEW YORK İÇİN UFAK NOTLAR NEW YORK’TA BİLİNMESİ GEREKEN ŞEYLER (ALINTI)

Page 3: New York Alaturka

NEW YORK’TA BİR YARATIK

2 Temmuz

63. Drive Rego Park metro istasyonuna ulaşıncaya kadar yaşadıklarımı anlatmam zaman alabilir. Ama ben yine de olup biteni anlatmayı deneyeceğim. Bugün sabah erkenden kalktım. Feride, Amerika’ya gideceğim için İstanbul’a gelmişti. Beraberce kahvaltı yaptık. Sonra beni uğurlamaya annem ve babamla birlikte havaalanına geldi. Doğrusu, yıllardan sonra ilk defa bir ayrılık hüznü sarmıştı beni. Çocukluğumda Denizli’deki ailemin yanından İstanbul’daki okuluma giderken yaşardım bu hissi. Gerçi o da yolculuk başlayınca hemen geçerdi. Tatil nedeniyle görüşemediğim arkadaşlarımla yolculuk boyu güle oynaya vakit geçirirdik.Ancak şimdi denizlerin, ülkelerin ve kıtaların aramıza girdiği uzun bir yola çıkıyordum. Amerika’ya gidiş modasına ben de kendimi kaptırdım. İlkönce İngilizce öğrenip sonra yüksek lisansa başlayacağım. Bunları yaparken de çalışıp kendimi geçindireceğim. Nasıl ama, Mc Gywer gibi adamım değil mi? Bu Amerika yoldan çıkarıyor insanı. Dergideki editörlük işimi bıraktım bunun için. Ama şu anda gözüme çok önemli gelmiyor. Uçağa bindiğimde yerimi aradım. Etrafıma baktım. Bazıları Türk’tü. Bir kısmı da yabancı. Uçak havalandığında çoğu okyanus üzerinde geçecek 11 saatlik muhteşem Amerika yolculuğum başlıyordu. Sigara içmek lanet olasıca bir şekilde yasaktı. Hüznünü bile yaşatmıyorlar insana. Bir ton para döküp bilet alıyorsunuz, karşılığında size yasaklar manzumesi sunuyorlar. Aşağı indiğimde beni karşılamasını istediğim arkadaşıma sabah telefonla ulaşamamıştım. Dolayısı ile Amerika’ya indiğimde bol bol İngilizce pratik yapma imkanım olacaktı. Bir de geldiğinde haber ver İstanbul geyiği yapalım diyen Tansel vardı. Onu da arayabilirdim. Üniversiteden bazı arkadaşlarım New York’ta. Cebimde ise ucuz otellerin adres ve telefonlarının olduğu liste. Tedbirli olmak bazen iyi olabiliyor. Uzun ve bir o kadar sıkıcı uçak yolculuğunda yanımda babası kuyumcu olan bir çocuk oturuyordu. Çocuğun pasaportunun vizeler kısmına baktığımda dudaklarım uçukladı. Avustralya’dan Mısır’a, Amerika’dan Küba’ya kadar birçok ülkenin giriş çıkış damgaları ve vizeleri vardı. Yüreğimde ayrılığın hüznü sürerken kapalı devre müzik sisteminde Sezen Aksu çalmaya başladı: Alırım başımı giderim efeler gibi hey.. Kolaydı sanki gitmek. Şarkı söyleyebilir miydi insan boğazı düğüm düğümken... Uçak aşağı indiğinde kendimi garip hissettim. Öyle ki, daha önce gümrük kontrolü için beslediğim kaygılar bu hissin yanında kaybolup gittiler.

Page 4: New York Alaturka

Artık herkesin bana yabancı olduğu Kennedy Havaalanı’ndaydım. Hayatımda en yalnız kaldığım andı. Bagajlarımı aldıktan sonra dışarı çıktım. Nerede olduğumu ve ne yapacağımı şaşırmıştım. Telefon açmaya çalıştım. Ancak telefonların nasıl çalıştığı konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Sonunda çeyrek dolarlık metal paralarla çalışacağını anladım. Oradaki American Express’e gidip 5 dolar verdim ve “Coins please” dedim. Bozuk param yok deseydi ne yapardım bilemiyorum. Elimde dört tane bir dolarlık kağıt ve dört tane de 25 sentlik bozuk para vardı. Telefon açtım ancak karşılık alamadım. Elimde bir sürü valizle ortadaydım. Sonunda ucuz otellerin listesini çıkarıp başımın çaresine bakmaya karar verdim. İlk hedef Broadway’di. Oraya gidecek yol da metrodan geçiyordu. Peki metroya nasıl gidiliyordu. Kırmızı ceketli bir zenciye sordum. Görevlilerin hepsi böyle giyinmişti. Sanırım görevli olmak için de zenci olmak gerekiyordu. Hepsi zenciydi çünkü. Onların kırmızılı halleri o an için bana hiç acayip gelmedi. Ben daha acayip bir haldeydim. Nereye gideceği konusunda hiçbir fikri olmayan ama New York’ta bulunan birisi... “Ne işim var benim burada” dedim. Cevabını beklemeden beni metroya götürecek shuttle otobüsüne kendimi attım. İstanbul’da elime geçirdiğim New York metro haritasını öylece çevirip duruyordum. New York’a ilk defa gelen kaç kişinin başına bunlar gelir bilmiyorum. Metro istasyonlarında yolumu bulmaya çalıştım. Çöllerde kırk yıl geçiren İsrail oğulları gibiydim. Sevgili İstanbul’a ihanet etmenin bedelini çölde değil ama New York’un yeraltındaki istasyonlarında ödüyordum. İrikıyım, psikopat tipler vardı akşam vakti trenin içinde. Nereye gideceğimi bilmeden Bleecker Street istasyonunda ulaşmıştım. Tekrar telefon etmeyi denedim. Bir arkadaşımın evinden cevap geldi. Gerçi telefonu açan o değildi.Ama bulunduğum yerden uzaktaki tarif edilen bu yere gitmek için gücümün son kırıntılarını topladım. Bir istasyonda daha yer tarifi almak için telefon açtıktan sonra 63. Drive Rego Park istasyonunun dışındaydım. Elimde yeni hayatım için getirdiğim eşyalar, bir deste umut, cebimde ise çeyreklikler. Birini alıp tekrar telefon açtım. Evdeki arkadaşa istasyona ulaştığımı söyledim. Hiç kimsenin yardımı olmadan havaalanından eve gelebildiysem bundan sonrakileri de başarabilirim. Evde duşumu alıp rahatladıktan sonra üniversiteden arkadaşım Gökay geldi. Sonra Özgür Murat diye onun bir arkadaşı. Şaşkınlıkla iki defa kendimi tanıttım yaklaşık yarım saatlik aralıklarla. Başımı döndürdü bu ülke... Feride Denizli’ye dönmek için yolda olmalıydı. Evdekilere telefon açmak istedim. Jet-lag’den dolayı aklımda hiçbir telefon numarası kalmamış. Geçici hafıza kaybına uğradım. Umarım yarın hatırlarım. Kendimi kaybetmiş durumdayım bu yeni dünyada...

YANKİLER’İN GURURU

Page 5: New York Alaturka

3 Temmuz

Üniversiteden arkadaşım Doğan’la buluştuk. Okulda Amerika sevdamız yüzünden birbirimize yanki derdik. Beni ilk gördüğünde de bunu hatırlattı. “Hey yanki naber. Ülkene hoş geldin” diye takıldı. Aslında bir parça gurur duydum. Hep gelmek istediğim topraklar üzerindeydim. Başarmıştım. Bunları konuşurken yanımızdaki bina Empire State’ti. Sokaklarda sel olup akan insanlar vardı. Günlerce yürüyebilirim bu sokaklarda. Gönülçelen’de geçen her yeri görebilirim. Ama önce Feride’ye telefon açmak istiyordum. Hintli bir gazete satıcısından uluslar arası görüşme kartı aldık. Doğan bunların hesaplı olduğunu söyledi. Feride’nin sesini duyduğum an çok heyecanlandım. İkimiz de bu kadar uzağa savrulmaktan dolayı biraz şaşkındık sanırım. Bana Kemal Sunal’ın öldüğünü söyledi. Bu arada yedi saatlik bir fark var aramızda. Ben öğleden sonra telefon açmıştım. Denizli’de ise vakit gece yarısıydı neredeyse. Buna alışmamız gerekecek. Etrafta bütün milletlerden insanlar var. Bir pizza dükkanına girdik. One slice pizza dedik. Sahibi bir Faslı... Adı Muhammet... Dükkanın adı ise Mimo’s pizza... İçeride tuvaletin kapısında for customers only yazıyor... Dikkatimi çeken ise kasanın yanında duran bir kamera.... Sanırım hırsızlık olaylarının önlemini bununla alıyorlar. Bizde daha ziyade bankalar ve büyük mağazalarda olur, ama burası pek tekin bir yer değil galiba. Pizza hazır olduğunda bir dilimin ne anlama geldiğini anlamış oldum. Bir dilim devasa birşey, bir rakamına aldanmamak lazım. Burada bir iki gün daha boş kaldıktan sonra iş için irtibata geçmek istediğim kişiler var. Bunlardan birisi Maryland eyaletinde oturan bir tanıdık. New York’a sıkça iş için gelen biri olduğu için görüşmeyi planlıyorum. O gelinceye kadar herhangi bir işte para kazanmaya başlamak istiyorum.

AMERİKA NASIL KURTULUR ?

4 Temmuz

Bugün Amerika’nın Kurtuluş Günü... Burası da New York... İlk gecemi geçirdim. Bugün hemen her yer kapalıydı. Artık burada, Queens Rego Park’ta kalacağım. Aslında burası değildi kalacağım yer ama evde kalmama engel bir durum yok. En azından şimdilik. Türkiye’deki esas ev sahipleri gelince sanırım başka bir çözüm bulmam gerekecek. Şimdilik bunu düşünmem gereksiz. Dışarıda kendime bir çift anahtar yaptırdım. Buradaki anahtarlar biraz daha zarif geldi. Evde baya bir kişi kalıyoruz. Üniversiteden arkadaşım Gökay, Bursalı iki kardeş, bir de Ahmet abi var. Ahmet abi burada iş tutmaya çalışıyor.

Page 6: New York Alaturka

Kendine uygun bir düzen kurup Amerikan rüyasına kavuşmak istiyor. Hepimiz gibi. Gökay ise elektrik işleri yapıyor. Daha üniversitenin ilk yılında tanışmıştık. Öyle çok sıkı arkadaş değildik ama birbirimizden merhabayı da esirgemezdik. Burada onun referansı ile kalıyorum. Sağ olsun. Buraya geldiğim akşam büyülenmiştim sanki. Attığım her adımın bundan sonra benim için ayrı olacağını düşünüyorum. İngilizce çalışmaya başlamam gerekiyor. Dün Doğan’la buluştuktan sonra kayıtlı olduğum Zoni’ye gittim. 10 Temmuz’da başlamak istediğimi söyledim. O zamana kadar da kendime bir iş bulmam gerekiyor. Ne iş bulabileceğimi bilemiyorum. Gökay ve onun arkadaşı Özgür Murat bana iş tecrübelerinden bahsettiler. Zor günler olduğundan filan dem vurdular. Burada herkes içinde İstanbul’u yaşatıyor. Sanırım özlemek unutmaktan daha kolay...Özgür Murat, buraya yakın Long Island’da pizza servisi işi yapıyor. Bir de Toyota arabası var. Long Island’da arabasız yaşanmaz diyor. Gidip görmek lazım. Caddenin başında bir Citibank şubesi var. Para çekmek için orayı kullanacağım sanırım. Dükkanlardan söz açılmışken burada revaçta olan bir dükkan türünü söyleyeyim: Tırnak bakımı... Tırnakların bakımının yanında üzerlerine değişik şekiller filan da yapıyorlar. NYPD, meşhur New York polis teşkilatı polisleri görünümleriyle New York’ta olduğumu hatırlattılar. Metro sistemi bana çok karışık geldi. İniyorsun, biniyorsun, iniyorsun, biniyorsun... Fareler gibi sürekli yerin altında geziniyorsun. Metroya ilk binişim değil ama burada trafik yerin altında o kadar yoğun ki... Bazıları transit, bazıları ise lokal... Bu tabirler de benim için yeni. New York’u şu anda hangi haliyle gösterdiğimi bilebilmek için baya bir zamana ihtiyacım var sanırım. İki litre kola fiyatı neredeyse Türkiye’dekiyle aynı: 1 dolar. Ama buradakilerde asfalt gibi bir koku var. Bu arada ilk alışverişlerimi de yaptım. Doları sadece döviz büfelerinde kullandığım için bu da benim için ilginç bir deneyim oldu. Buralarda işleri yoluna koyup uzunca bir süre gezmek istiyorum. Üstü açık bir araba ile uçtan uca Amerika... Düşünmesi bile hoş geliyor. Ancak öncelikle iş konusuna eğilmem gerekiyor. Amerika’nın kurtuluşu coşkuyla kutlanırken temsili olarak denize dökülen İngiliz askerleri yoktu. Kurtulmuşlardı ama kimden kurtulduklarını unutmuş gibilerdi. Herkes tatilin tadını çıkarıyor. Yoksa Amerikanın kurtulması kimsenin umurunda değildi...

SABAHLARI ERKEN KALKMAKTAN NEFRET ETMEK İÇİN BİR NEDEN DAHA

5 Temmuz Bugün Gökay’la birlikte The Marmara Manhattan’a gittik. Gökay’ın Türkiye’den gelmesi gereken evrakını THY’de çalışan bir arkadaşımız getirecekti. Kendisini otelde bulamadık. Eve dönerken hava kararmak üzereydi. Gökay’a biraz yürümeyi önerdim. Central Park’ın içinden geçtik ilk defa. Neredeyse aklımı kaybedecektim. Düşlerimin parkının çimlerine

Page 7: New York Alaturka

basıyordum. Filmlerde filan görmüştüm daha önce bir de gece yarısı uyku tutmadığında televizyonda Central Park West diye bir diziyi seyrederdim. Parkın uzunluğu 42 blok, New York bloklarını bilmeyenler için hayal etmesi güç bir uzunluk birimi. Gökay, New York’un gerçek yüzünü göstermesinin fazla sürmeyeceğini, kendisinin de ilk geldiğinde benzer duygular içinde olduğunu söyledi. Haliyle biraz moralim bozuldu. Ancak bir iş bulduğumda her şeyin rayına gireceğine inanıyorum. Buraya yeni bir hayat kurmak için geldim. İlk günleri atlattıktan sonra keyifli bir ortam oluşacağına inanıyorum. Hem de hayallerimin kentindeydim. Bu durumla ilgili olarak aklıma bir hikaye geldi. Sezar’ın bir savaş için Roma’dan Atina’ya geçmesi gerekiyormuş. Vakti de az olduğu için bir balıkçı teknesine binmiş. Hava da acayip fırtınalıymış. Balıkçı “Bu şartlarda gitmemiz delilik olur” demiş. Ancak Sezar’ın ağzından şu sözcükler dökülmüş: “Bir şey olmaz. Çünkü sen şu andan itibaren Sezar’ın kaderini taşıyorsun” Yola devam etmişler. Sezar Atina’ya ulaşmış ve savaşı da kazanmış. Gerçi Sezar, daha sonra Brütüs tarafından bıçaklanmış, ama o sahneye gelinceye kadar zaman var. Şu andan itibaren New York benim kaderimi taşıyor, ben de New York’unkini. Central Park West’te metroya bindiğimiz durakta bir radyonun reklam panosundaki dev ilanını gördüm. Sırıtan iki adamın resmi vardı. Sanırım bunlar radyo programcılarıydı. Bir de slogan iliştirmişlerdi: SABAHLARI ERKEN KALKMAKTAN NEFRET ETMEK İÇİN BAŞKA BİR NEDEN – MORNING SHOW Belki de bir radyo şovu da ben yapmalıyım. Hem üniversite hocalarımdan birisi diksiyonumun iyi olduğunu filan söylemişti. Eve gelirken Çinli bir bakkaldan telefon kartı aldım. Bu kartlar Türkiye ile daha uzun ve ucuz iletişim yolum. 5 ve 10 dolarlık çeşitleri var. Çinli’nin dükkanında onun bu ülkeye bu kente ilk geldiği zaman neler düşündüğünü merak ettim. Ancak onun değil bunu tekrar hatırlayacak zamanı, başını kaşıyacak zamanı bile yoktu. “Kolay gelsin”di ona. Belki o da bize sattığı telefon kartlarından bir tanesini alıp Çin’deki yakınlarına telefon açıyordur. Belki de kendinden kart alan insanların o kartlarla hangi yakınlarını arayacaklarını tahmin etmeye çalışıyordur. Yok canım, bunları düşünecek olsa kesin işleri tepetakla gider. İşte o kartla Feride’yi aradım vakit gece yarısıydı. Uykulu sesiyle “Yok canım uyumuyorum. Televizyon seyrediyorduk” dedi. Serdar’la oturuyorlarmış. Onun da burada olmasını ne çok isterdim. Evde televizyon seyrettik biraz. Buradaki televizyonlarda ilginç bir özellik var. İstediğiniz takdirde sesini duyduğunuz kanalı altyazı ile de seyredebiliyorsunuz. Ancak ses ve yazı ikisi de İngilizce. Benim İngilizce de pek fena sayılmazmış. Kim 500 Milyar İster programını burada “Kim Milyoner Olmak İster?” adıyla seyrettim. Tabii çoğu soruyu bilemedim. Seyrettiğim televizyonlarda çok fazla ciddi program yoktu. Eğlence endüstrisi her yeri kuşatmış. Şu anda gece yarısı ve garip bir his çöktü içime. Kendimi yapayalnız hissediyorum. Evdeki gazetelere filan baktım. Tuvalete gittim, işimi hallederken Harper’s Bazaar okudum. Küvetin üzerindeki camdan karşı daireye baktım. Bir adam sanırım ders çalışıyordu. Odanın duvarları bütünüyle kitaplarla doluydu. Kim olabileceğini düşünmeye çalıştım.

Page 8: New York Alaturka

Ancak bu bana anlamsız geldi. Dışarı çıkmak istedim. Sonra New York’ta gecelerin pek güvenli olmadığına dair söylentiler aklıma geldi. Oturdum ve yalnızlığımı günlüğümün sayfalarıyla paylaşmayı denedim. Ancak yapayalnızım... Siren sesleri geliyor ve MFÖ’yü hatırlıyorum. Sabah olsa da kendimi sokaklara vursam.

AL SANA AMERİKA

7 Temmuz

New York’la ilgili bilinmesi gereken birşeyler varsa Amerika dışından gelen kişiler için buranın birçok ölçüsünün farklı olduğudur. Litre yoktur ons vardır, galon vardır. Benzin de, süt de meyve suyu da bu ölçülerle alınır. Gıdaların üzerinde bir ton işaret vardır. Bunları anlamak için çaba harcarsanız şunu göreceksiniz: Herşey sunidir burada... Onun dışında evlere şenlik bir pound vardır. Bu ölçü ise 454 grama denk gelir. Tabii bunları yazarken aşırı didaktik görünebilir, ama bilmeyen için hayli ilginç bir deneyim oluyor. Litreyle de süt satılıyor ancak herkes galonla alıyor. Çeşit çeşit ekmekler var. Ben en ucuzu olan yahudi çavdar ekmeğini alıyorum.

Burada caddeler çok düz. Burası derken Manhattan’ı kastediyorum. Metro bileti otobüslerde de geçiyor. Dolayısı ile şehir turu yapmak için belediye otobüsleri çok iyi bir imkan sağlıyor. Bugün yerin altından Lexington Caddesi durağında inip Madison Caddesinde yürüdüm. Oradan Central Park’a geçtim. Elimde harita ile kenti keşfetmeye çabaladım. Sosisçilerin güneşliklerinde SABRETT yazıyor. Cep telefonlarının büyük bir çoğunluğunun Motorola olduğunu gördüm. İnsanlar aceleci ve endişeli görünüyorlar. Acelesi olmayan tek kişi benmişim gibi geldi. Sokaktaki dağıtım makinesinden USA Today aldım. Resmilerine baktım. Sonra çantamın içine attım. Her tarafta AOL deneme sürümü CD’leri var. Bu CD’ler frizbi oynamak için işe yarar belki. Evdeki internet kullanımı ise ücretsiz. Ancak internet tarayıcısının yanında bir ton reklam çıkıyor. Yeni denenen bir model olduğu söyleniyor. Bu modelin tutacağına kuşkuyla bakıyorum. Kendi geleceğime de tabii... Sokaklarda yürürken grevde olan işçilerle karşılaştım. Filmlerdeki gibi çember şeklinde ve ellerinde pankartlar vardı. Greve gidebilecek bir işimin olmasını diledim. Ama grev nedenini ise anlamadım.

Sonra metro istasyonunun önünde bir evsize rastladım. Dileniyordu. Anlayabildiğim kadarıyla kendini Abel olarak tanıtıyordu. Yani Hazreti Adem’in oğullarından Habil... Haksızlığa uğradığını ve kendisine yardım edilmesini istiyordu bu modern Abel... Abel kardeşi Cain, yani Kabil tarafından katlediliyordu kutsal kitapların sayfalarında... Bu evsiz ise sanırım sosyal güvenlik sistemi tarafından katlediliyordu. İnsanların gözlerinden süzülen endişeyi o dillendiriyordu belki. Bize ne olacak diye soran toplumun ortak sesiydi o... Ancak insanlar Abel’e yardım etmiyorlardı. Derin bir iç burulması geçirdim.

Page 9: New York Alaturka

Yolumun önündeki diğer görüntü ise Sam Amca’nın standıydı. İşsizlere iş veriyordu Sam Amca.Orduya alıp besleyecek. Sonra verdiği para boşuna gitmesin diye savaştıracaktı belki onları.... Gözümün önündeki Amerika bunlardı bugün. Sen misin Amerika’yı görmek isteyen... Al sana Amerika... MEŞHUR İKİZLER KOMŞUM OLUR

12 Temmuz

İşe başladım. Daha doğrusu “training” adı verdikleri iki günlük ücretsiz çalışmamın birinci gününü tamamlamış oldum. Çalıştığım yer World Trade Center’ın yanında bir market. Çalışanlarının hemen hepsi Türk ve öğrenci, patronları da Türk... Daha önce hiç yapmadığım bir iş... Önlük filan taktım. Cam sildim. Aklıma annem geldi. Bu işleri yaptığımı görecek olsa neler düşünürdü acaba?Onlara hizmet sektöründe çalıştığımı söylemeliyim galiba. Garson filan sanırlar hiç yoktan. Training günü olduğu için yemeği bedavaya yedim. Şirketin orta yerinde bir açık büfe var. Oradan yedim. 5,95 dolara bir libres yani 453 gram yiyecek satıyoruz. İyi de müşterisi var. Pasta bölümünde duran Simla, İzmirli bir öğrenci.. Bana güzel bir dilim kakaolu yaş pasta verdi. Üzerine de “ödendi” damgasını vurdu. Dışarıda iki lokmada mideme indirdikten sonra espresso içtim. Geçen turistleri izledim bir süre. Fedex arabalarına gözlerim daldı. Açık büfeye gelen bir baba ve küçük kızı dikkatimi çekti. Karınları açtı ve paraları yoktu. Yiyecek birşeyler verip veremeyeceğimizi soruyorlardı. Küçük kızın boncuk gözleri insanın derinlerine işliyordu. Reyon sorumlusu Kayhan’a sordum. Bir but verdi. Yanına salata da koydum. Üstüne bir “ödendi” damgası vurup, uzattım. Teşekkür etti. İki adım ötede Wall Street bütün dünyanın parasını yönetirken burada bu sıkıntının çekilmesi beni hayrete düşürdü. Meşhur Dünya Ticaret Merkezi’nin yan tarafta olması turistleri markete çekiyor. Meraklı bakışlarla içeri giren turistler içerideki her şeyi inceliyorlar. İncelemelerinin bir nedeni marketin isminin teknolojiyi reddeden bir hıristiyan mezhebinin adı olması. Karşılarında teknolojiden uzak, ilginç kişiler bulmayı umuyorlar. Oysa biz teknolojiyi de parayı da çok seviyoruz. Öğleden sonra patronun çıkmasının ardından ben de paydos ettim. New York itfaiyesinin bir istasyonu var metroya giden yolumun üzerinde. Devasa arabalar. Sonra bir karakol var yakında.... Bir de Yahudi Mirası Müzesi... Sonra sarı ve büyük taksiler... Trafik lambalarının estetik diziliş biçimleri... Ancak çok yoruldum. Evdeyim ve hemen uyuyup yarına zinde kalkmak istiyorum.

ANNEME MET’E GİTTİĞİMİ SÖYLEMEYİN

13 Temmuz

Page 10: New York Alaturka

Dün arkadaşlar sözleşmiştik. Bugün MET’e gidecektik. MET, dünyaca ünlü Metropolitan Müzesi’nin New York’taki kısaltması. Kursun önüne arkadaşlarımla buluşmak için gittiğimde sadece Koreli bir arkadaşın geldiğini gördüm. İki kişi de olsak MET’e gidecektik. Randevusuna sadık iki kişi olarak. Madison Caddesi’ne kadar yürüdükten sonra, metroya o duraktaki istasyondan mı binmemiz gerekir yoksa diğerinden mi diye tartıştık. Tabii ki benim dediğim oldu.MET’e gittiğimizde ben en azından 10 dolar isterler diye düşünüyordum. Öğrenci olduğumuz için sadece 1 dolar verip içeri girdik. Bilet yerine rozet gibi birşey verdiler. Onu taktık, herkeste onlardan vardı. Arkadaşımdan Kore sanatı hakkında tonla şey öğrendim. Öğrendiklerimden en önemlisi ise, Kore sanatı hakkında birşeyler öğrenmenin beni pek açmadığıydı. Her pavyonda biraz durduk. İnsanlar bölümlerin başında saygı ve hayretle dururken biz burun kıvırıp tavanlara baktık aval aval... İslam medeniyetleri bölümüne gelince içimde memleket hasretini hissettim. İçimden mırıldanıyordum: Akşam olur heykeller hasretlik söyler.. Metropolitan’ı gezmeden ölmek biz yakışmaz...Bu, her şarta uyarladığım Aspirin gibi bir şarkı.

Çıktığımızda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Şükür ki hazırlıklıydık. Metro durağını bulamadık, oysa Central Park’ın yakınındaydık, kolaylıkla bulmamız gerekirdi. Orta yaşlı bir kadına en yakın metro istasyonunu sorduk. Yeşil tenteli dükkan ve evlerin arasında kadının peşine iki ördek yavrusu gibi takıldık. Yarın gideceğinden bahsetti Koreli. Metroda ayrılırken son olarak birbirimize bol şans diledik.

Akşam eve geldiğimde Maryland’e Selami’ye telefon açtım. Geşecek hafta içinde New York’a geleceğini ve geldiğinde görüşmek istediğini söyledi. Böylesi yorgunluk veren bir işte çalışmak kimin hayali olabilir ki? Daha iyi bir işte, bir ofis ortamında çalışmak istiyorum.

İstanbul’dan tanışık olup da Amerika’da olan bir başka kişi de Şenol abiydi. O da Kaliforniya’ya İngilizce öğrenmeye gelmişti. O taraflarda iyi bir iş var mı diye sordum. Batı sahilinde işlerin çok kötü olduğunu söyledi. Öyle ki benzin istasyonlarında benzin pompacılığı bile yapılmıyormuş. Herşey otomatikmiş. Kaliforniya hayallerim de böylelikle suya düştü.

Telefonu kapattığımda içeri Ahmet girdi. O, Intrepid isimli eski bir savaş gemisinde çalışıyordu. Bu eski savaş gemisi şimdilerde müze olarak New York limanına demir atmış ve mesaisini Amerika’nın ihtişamını meraklı insanlara göstermeye ayırmıştı. İntrepid’in kelime anlamı ise korkusuz, yiğit demek... Ahmet’in oradaki görevi fotoğrafçılık. Patronu ise yine bir Türk... Kendisi, işinin çok ağır olmadığını söylüyor.

Ona “MET’e gittin mi” diye sordum.“MET’e New York’a geldiğimin ertesi günü gittim” dedi ve ekledi “Ama MET’e gittiğimi anneme söyleme tamam mı?”

Page 11: New York Alaturka

“Tamam ama neden?” dedim. “Çünkü” dedi “Ona MET’in ne olduğunu tam olarak anlatmam çok zamanımı alır” TÜRK TÜRK’ÜN KURDUDUR

23 Temmuz

Bizim evin binasına girmeden dışarıda kapıcının kaldığı bir daire var. Kapıcının ismi Orhan, yani Türk... Geldiğimin ikinci günü onunla apartmanın asansöründe karşılaşmıştım. Bana birşey sormuştu. Cevap vermeye hazırlanırken “Türk müsün?” diye sorunca hayret etmiştim. Aslında Orhan kapıcı değil... Apartmanın temizlikten sorumlu elemanı... Esas kapıcı ise Güngör amcaymış.. Evet, o da Türk... Güngör amca uzun senelerdir buralarda olan birisi. Orhan da öyle...

Orhan saçlarını sarıya boyatmış. Gördüğümde şaşırdım. “Hayırdır?” diye sordum. “Atlantic City’deki kızlar beni böyle beğeniyorlar” dedi.

Gerçekten öyle olduğuna inanmış. Saçlarının üzerine konuşurken Ahmet’in abisi Selçuk geldi. Onlar da yakında Miami’ye taşınacaklar. Onun için ehliyet almaları gerekecek. Orhan’ın yanına da o yüzden gelmiş. Biraz direksiyon pratiği yapmak istiyor, Orhan’dan da kendisini çalıştırmasını rica ediyor. Orhan’ın gözleri parladı. “Tabii” dedi. “Saati 10 dolara bu iş olur.” Selçuk para gideceği için biraz mırın kırın etti. Amacı aslansın sen Orhan gazıyla direksiyon derslerini bedavaya getirmekti sanırım. Oysa yıllarını bu yahudi mahallesine veren Orhan tüccarlığı ucundan da olsa kapmıştı. Bana sorulacak olursa insaflı bile davrandı. Selçuk gittikten sonra Orhan işlerimin nasıl olduğunu sordu. Çalıştığım marketin ismini duyunca yüzünü ekşitti. Nerede çalıştığımı söylediğim bütün Türkler bunu yapıyorlar. Ben de zaten işimden memnun olmadığımı söyledim. Sunnyside’taki arkadaşlarını arayıp bana bir iş soracağını söyledi. “Doorman’lik yapabilir misin” dedi.“Sen çöp toplamaktan başka pek birşey yapmıyordun değil mi?” dedim. “Evet” dedi. “Tamam o zaman böyle bir iş istiyorum” dedim. Berlin’in nasıl bir Kreuzberg mahallesi ve Türk gettosu varsa buradaki gettonun adresi de Sunnyside sayılır. Yeşil çuhalı masaların üzerinde Okey oynayan işsiz güçsüz takımı, Türkiye’deki maçların seyredildiği kahvede ömürlerinden günleri kısaltmakla meşguldü. Yarı İngilizce yarı Türkçe, çokça argo konuşan bu takım, Türkiye’de Amerika sevdasıyla yanıp tutuşanların okyanusu geçmiş haliydi. Ancak Amerika’nın onlara çok birşey kattığını söylemek doğru olmaz. Kapıcılık meselesini Orhan’a sadece söylemiş oldum. Böyle bir ihtimal bana hiç yakın gelmiyor. Kapıcılık bile yapmaya razıyım ama bulamıyorum...

Page 12: New York Alaturka

BAŞKALARININ ACILARI

24 Temmuz

Bugün iş, her zamanki gibiydi. Kendimi iyi hissetmem için hemen hemen hiçbir neden yoktu. Güneş battığında işler yavaşlamıştı. Ben de önlüğümü çıkarıp paydos ettim. Dışarı çıkarken işyerinin soğuk hava dolabı dikkatimi çekti. Kapısı aralıktı. İçeri baktığımda gece vardiyasında temizlikçi olarak çalışan 11 yaşlarındaki Meksikalı çocuğun elinde bir bezle tabanı sildiğini gördüm. Başında patron duruyordu. Patron “şurayı da iyi sil, burayı da iyi sil” tarzı emirler yağdırıp duruyordu. İçim acıdı çocuğa... Onun küçücük yaşında oyun oynaması ve okula gitmesi gerekiyordu. Ancak kader onu buraya sürüklemişti. Küçük yaşında ekmek derdine düşmüştü. New York’un bu yüzüne çok bozuldum. Var mı öyle çocukları çalıştırmak... Onlar daha küçük, kırılır o fidanlar diye düşündüm. Ama belki de patron o çocuğa iş vermekle iyilik yapmıştı. Belki ailesine büyük yardımı dokunuyordu çocuğun. Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. Tren çok kalabalıktı. Vagondaki yeni ilanlar gözüme çarptı. Banana Republic yeni kreasyonlarını metro yolcularının beğenisine sunmuştu. İnsanlar gazete okuyorlardı. Ben de evde bulduğum bir Daniele Steel kitabını okumaya çalıştım. Ancak her durakta yolcularını değiştiren trende bunu yapmak neredeyse imkansızdı. Lexington Avenue’de trene Çinli bir kadın bindi. Elinde bir sandalye vardı. Öyle açılır kapanır cinsinden de değil. Bildiğiniz dört ayaklı bir sandalye. Metroda akşam saatlerinde oturacak yer bulunamadığı için oturağını kendisi getirmişti. Vagondakiler gazetelerini yüzlerine kaldırdılar. Herkes dudaklarını ısırarak gülüyordu. Kadın da rahat ve meraklı tavırlarla etrafına bakıyordu. Trenin içindeki insanların birbirlerinden ne kadar farklı olduklarını düşündüm. Muhtemelen yüzde 90’ı New York’ta doğmamıştı. Ellerindeki Rusça, İbranice, Hintçe ve İspanyolca gazeteler bunun bir göstergesiydi. Gazete bayilerinde İngilizce dergiler kadar yabancı dilde yayınlanmış dergiler de vardı. Özellikle İspanyolca burada neredeyse ikinci dil konumunda. Bazı dergiler İngilizce’nin yanında İspanyolca baskılarıyla da okuyucu bulmaya çalışıyorlar. Dükkanlarda “Se habla espanola” diye ibareler var. Yani ey hispanik vatandaş koş gel biz senin dilinden anlarız. “Yeter ki sen dolarcıklarını bize dökül” demek istiyorlar. Temelleri büyük ölçüde Anglo Sakson kültüre dayalı bu şehir kendine hizmet etmesi için hispanik diye tabir edilen İspanyolca konuşan Meksika, Dominik, Porto Rico ve ismini bilmediğim diğer Amerika ülkelerinin vatandaşlarını seçmiş. Tren 63. Drive’a geldiğinde bu düşünceleri içeride bırakıp kendimi dışarı attım. Eve geldiğimde uzun süre tuvaletten çıkmadım. Yerleri silen küçük Meksikalı’nın hali gözümün önünden gitmiyordu. New York’a geldiğimden bu yana gözlerimden ilk defa yaşlar döküldü. Sonra hıçkırarak ağladım. Bu haldeyken kapı çalındı. Gelen Murat’tı. “N’oldu? Memleketten kötü bir haber mi var?” diye sordu.

Page 13: New York Alaturka

Olanları aktarınca New York denilen ormanın kuralının böyle olduğunu söyledi. Sanırım gerçeklerle yüzleşmek için yaşım geldi de geçiyor. Hem bir de kendi acınacak halimi bir kenara bıraktım da başkalarının acılarına ağlıyorum. New York’un temelinde de gözyaşı var sanırım. Bu hüzünlü dakikaların ardından Murat’la dışarı kahve içmeye çıktık. Evin yanındaki otobanın üstündeki geçitten karşıya geçip birer bardak kahve aldık. Sonra üst geçitte konuşmaya koyulduk. Üst geçidin altından geçen arabalara baktık. Uzunca bir süre tek kelime bile etmedik. Sonra orayı İstanbul Atatürk Havalimanı’na giden yola benzettim. Kahveler bittikten sonra evin karşısındaki parkta oturduk. Gece olduğu için basket sahası boştu. Parkta iki yaşlı sokak lambasının ışığında tavla oynuyorlardı. “Bunlar olsa olsa Rusya’dan göçen yahudilerdir” diye geçirdim aklımdan. Sovyet İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından gelen yahudi göçmenler New York sosyal hayatının renkli kısımlarından birini oluşturuyor. Siyah fötr şapkaları, kalın çerçeveli gözlükleri, ellerinde kiril alfabesinde bir gazete ile onları metroda tanımak pek güç olmuyor. Kasap Abramczyk de bu tiplemeye benzeyen birisi. Önceleri onun Polonya yahudisi olduğunu düşünmüştüm. Ancak sonradan Özbekistan’dan geldiğini öğrendim. Özbekistan’ın lanet bir ülke olduğundan bahsediyordu gelen bir müşterisine. Hindi sosislerimi ondan alıyorum. Ne de olsa aynı kıtadan geldik. Sonunda onun Polonya kökenini ve babasının İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Özbekistan’a yerleşmiş olduğunu öğrendim. Soyadı etrafındaki bütün kuşkularım dağılmıştı. Peki babası neden Özbekistan’ı seçmişti yüzlerce ülke dururken. Eve girmeden son bir sigara yaktım. Sigaranın paketi tam beş dolar... Artık az içmem gerekiyor bu mereti.

WEB DİZAYNINDAN RAF DİZAYNINA

25 Temmuz Marketteki işi bırakmayı düşünüyorum. Ders çalışamıyorum oradan çıktıktan sonra. Ofiste yapabileceğim masa başı bir iş olsun istiyorum. Fotokopi çekmeye bile razıyım. Taşımacı Soner’i aradım. Aradığımda ağzı kulaklarındaydı. Tuttuğu takımın New York dernek başkanlığını almıştı. Soner’e iş durumlarından bahsettim. Onunla internette tanışmıştık. Tır ehliyetim olsa kendi yanında işe alabilirmiş. Ya da irikıyım birisi olsam. Taşıma denilince akla benim iki katım cüssede insanlar geliyor. Soner bana Babylon diye bir yerdeki bir bilgisayar dükkanının telefonunu verdi. Oraya kendisinin gönderdiğini söylersem belki bir iş ayarlayabilirmişim. Umudum fazla yok ama yine de deneyeceğim. Bilgisayarla ilişkili bir yer web dizaynı gibi bir iş bulsam beni kurtarır. İnternetten Babylon’a gitmek için tarif aldım. Penn Station’dan gitmek zorundayım. Trene binip yarın bir görüşsem fena olmayacak. Hem yarın iş de yok. Şansımı denesem ne çıkar ?...

Page 14: New York Alaturka

BİZİ NEW YORK SEVMESE DE İSA SEVER

26 Temmuz

Soner’in bana tavsiye ettiği Babylon’a gittim. Orada iş filan olmadığını gözlerimle gördüm. Ancak dikkatimi çeken bazı noktalar oldu. Yanına gittiğim Korkut Sapmaz’ın orada bir dükkanı var. Dükkan bilgisayar satışı ve tamiri hizmetleri veriyor. Korkut, yıllar önce Amerika’ya gelmiş. Burada kalabilmek için yaptıklarını anlattı bana. Biraz arkadaş canlısı ama yüzünde hiçbir ifade yok. Poker çehreli dediklerinden. Tek sevdiği şey bisikletine binip evine gitmek. Amerikan vatandaşlığına geçebilmek için burada birisiyle evlenmiş. Anlaşma evliliği yaptığı kişi ona hayatı zehir etmekle meşgul. Zaten böyle bir anlaşma ile evlenen kişiden hayatı cennete çevirmesi de beklenmezdi. Korkut dişini sıkıyor, bu günlerin geçeceğinden ümitli. Öte yandan burada sağlam kökler saldığını düşünüyor. Küçük bir valizle geldiği Amerika’ya geldikten sonra, Türkiye’ye bir kere olsun gitmemiş. Gemileri yakanlardan... Bana uygun iş olmadığını anlamam pek zamanımı almamıştı. Benim kafamda varolan düşünce internet üzerinde web yayıncılığı işiydi. Ancak onun pratikte yaptığı iş bir nevi tefecilikti. Sistem aynen şöyle işliyor: Birinin kredi kartı var, ki olmayan yok burada. Adam artık buralardan gidecek. Giderken de kredi kartına adamakıllı bir borç takıp Amerika’ya arkasından rahmet okutmak istiyor. O kişi Korkut Sapmaz’ın dükkanına geliyor. Bilgisayar almış gibi yapıyor. Yani kredi kartından 1000 dolarlık bir alışveriş yapıyor. Korkut Sapmaz bu para hesaba geçtiğinde adama paranın yüzde 75’ini veriyor. Geri kalan yüzde 25 ise işlem masrafı olarak kendisinde kalıyor. Tabii bu tarz olaylar çoğalırsa dükkanının kredisi bitebilir, daha da önemlisi kendi kredisi bitebilir. Bunu çok umursadığını söyleyemem. Akşama yakın bir zamanda Korkut Sapmaz’ın annesi geldi. Türkiye’den oğlunu görmeye gelmişti. Az sonra da Korkut’un karısı geldi. Karı tabirini kullanmayı pek sevmem ama Korkut’un da sevmediği bu kişi sadece karı. Burada kalmanın bir yolu, Amerikan vatandaşlığına giden bir yol sadece. Sanırım herkes bunun farkında... Buranın insanlara yüklediği negatif bir enerji var. Herkes birbirini kazıklamanın peşinde, hayat o kadar kötü ki....Korkut Sapmaz’ın annesi oğluyla gurur duyuyor. Fakat Korkut kendisiyle pek barışık değil. O, sadece ailesini seviyor. Ben annesiyle konuşurken erkek kardeşi de geldi. Bir benzin istasyonunda benzin pompacılığı yapıyor. Annesi gururla küçük oğlunun kız arkadaşından bahsediyor. Alnının teriyle kazandığı parayı kız arkadaşıyla gezip yemesi onu gururlandırıyor. “Bu yaştaki biri Türkiye’de araba alabilir mi kendine?” demeleri benim sinirlerimi tepeme çıkarıyor. “Bak burası Amerika...” Ne sinir cümle. Bilmiyoruz sanki. Tamam biraz geridir, biraz yoksuldur. Ama orası, Türkiye bizim memleketimizdir. Orada istediğimiz kadar kalabiliriz. Burada kalmak içinse elin embesil kızlarının kaprislerine katlanmak zorundasındır Korkut

Page 15: New York Alaturka

Sapmaz gibi... Dayanılası değil. Dükkanı kapatıp bir pizzacıya gittik hep birlikte. Karnım felaket açtı. Dönüş yolunda otobüse bindim. Jamaica Center’a gidip oradan eve giden trene bindim. Olmadı bu iş. Jamaica’ya kadar gelirken otobüste bir ara tek beyaz bedim. Geri kalanı zenciydi. Yerleşim birimlerinin arasından geçen otobüste kendimi bir an orta eyaletlerden birine giden gezgin gibi hissettim. Yolun üzerinde büyük bir çadır kurma hazırlığı vardı. Bölgenin etkin vaizlerinden birisi, İsa Efendimiz ve Kurtuluşumuz konulu bir vaaz verecekti önündeki tabeladan anladığım kadarıyla. Yoksul görünümlü zenci mahallesi iştahla dinleyip birbirlerine daha sonraları o günü anlatacaklardı. Burada işbölümleri profesyonel. Vaizliğin bile bir endüstri olduğunu söylemek yanlış olmaz. İyi bir vaiz iyi paralar kazanabilir. Burada maddi ya da manevi paraya çevrilemeyecek hiçbir değer yok... Yıkık dökük binaları geçtikten sonra neon ışıklı bir kilisenin önünden geçtik. Neonda “İsa bizi seviyor” yazılıydı.... Babylon’daki işin olmaması uzun süre aklıma bile gelmemişti. Sanki sadece gezmeye gitmiştim oraya. Trende NYPD’nin öldürülen bir polis resminin olduğu ilanı vardı. Yanımda oturan genç ilana bakıp yüzünü buruşturdu. Ardından polislere okkalı bir küfür savurdu. Etrafına bakınıp söylenmeye devam etti: “Ellerinde tabancayla kovboyluk yaparlar. Ölünce de arkalarından zırıl zırıl ağlarlar.”Haklı olabilirdi. Ama beni ilgilendirmiyordu.

MECBURSUNDUR, OLMAZ DENEN GERÇEĞE

28 Temmuz

Soner’e son bir umutla telefon açtım dün. Yapacak bir iş arıyorum. Öyle kayıtları tutayım, fotokopi çekeyim. Böyle bir iş arıyorum. Depolarda yatmaya razıyım. Yeter ki okul devam etsin. Bunu gerçekten istiyorum. Soner bugün için kendisine uğramamı istedi. Bir anda içimde umut kıvılcımları belirdi. Adresini aldım. İşyeri Manhattan’ın yukarı mahallelerinden birindeydi. Daha doğru bir ifadeyle Harlem’deydi. İşyerini bulmam pek zor olmadı. İçeri girerken eşya taşıyanlarla karşılaştım. Kocaman bir tıra yüklüyorlardı eşyaları. Birşeyler söylediler. Aldırmadan ofise girdim. İşyerine pek benzemiyordu. Yıkık dökük bir antrepoydu. Soner yoktu içeride. Ortağı benimle ilgilendi. İş aradığımı ona söyleme gafletinde bulundum. Biraz dalga geçti. Ona göre benim burada yapacak işim yoktu. Sıska halimle eşya taşıyacak değildim ya.... Sonra Soner geldi. O da telefondaki konuşmasından çok uzaktı. Gitmemi bekler gibi bir hali vardı. Durumumu kısaca anlattıktan sonra müsaade istedim. Yakında Elisabeth, New Jersey’e taşınacaklarını söyledi. O zaman benim için bir iş ayarlayabilirmiş. Söylediği tarz bir işe ihtiyacım yok... Öyle olsa her şeyi bırakıp burada başından başlayabilirim. Ama Manhattan, Brooklyn veya Queens’te kalmakta kararlıyım. Soner’in yanına gitmemin tek işe yarayan tarafı Harlem’i görmek oldu. Harlem’de olduğunuzda bunu metro istasyonundan çıkmadan

Page 16: New York Alaturka

anlayabiliyordunuz. Her istasyonda bir iki tane olan polis sayısı indiğim istasyonda sayılamayacak kadar çoktu. Dışarıda ise beyaz insan görmek zordu. Sokaktaki satıcıdan kendime bir kahve aldım. Bir de sigara yaktım. Biraz para kazanmak için işyerime doğru yola çıktım.

ÜMRANİYE’DEN MANHATTAN’A YOL GİDER

29 TemmuzYasin’in yaşının benden küçük olduğunu öğrendiğimde hayretler içinde kalmıştım. Marketin biricik manavı o.. İstanbul’un Ümraniye’sinden New York’a sürüklenmiş bir hikaye. Bir bakıma kısım şefi olmayı başarmış. Onun da gelişi gemilere dayanıyor. Patrondan çok çekiniyor. Ancak o olmadığı zamanlar buradaki hayata da patronlara da verip veriştiriyor. İstanbul günlerini paylaşıyor bazen benimle... Ancak buranın onun için bulunmaz bir fırsat olduğu görüşünde... “İlerde bir gün bagel dükkanı açabilir miyim sence” dedi, bir sabah bagelleri rafa dizerken... “Neden olmasın” dedim “Eğer sen bunu gerçekten istiyorsan pekala başarabilirsin.” Karpuzları ortadan ikiye kesip dışarıdaki tezgaha streç filme sarıp koyuyor. İşi biraz hafiflediğinde marketin yanındaki banklardan birine oturup yemek yiyenlerle gevezelik ediyor. İngilizce’sini ilerletmiş. Adamın biriyle piyango üzerine laflarken mutlu bir çehre beliriyor yüzünde. Onunla geçirdiğimiz en uzun zaman, bir sabah erken vakitlerdi. Ovidio’nun fazladan izinli olduğu bir pazar günü yanımızdaki Trinity Kilisesi’ne gidecek dindar insanlara kahvaltı hazırlamakla meşguldük. En taze bagelı o sabah gördüm. Bagelin arasına krem peyniri sürüp kahve eşliğinde midemize indirdik. O esnada manzara Jack London’un trenle yolculuk eden hoboları anlattığı ifadesindeki kadar lirikti. Bunu Yasin’e söylediğimde pek umursamadı. Oysa Ovidio severdi böyle sofistike benzetmeleri. Onun sevdiğim yönlerinin başında bu geliyor. İşimi yaparken kendimi iyi hissettiğim bir iş arkadaşı gibisi yok. O burada aşçılık üzerine eğitim alıyor. Amacı iyi bir aşçı olmak. Unutmadan ifade etmeliyim, o bir Romen ve Galatasaray’ın fanatik bir taraftarı. Yasin’le beraber kahvaltı hizmeti verdiğimiz sabah, işyerindeki 17. saatim olduğunu hatırlıyorum. Tam 17 saat aralıksız çalışmak insana 17 X 5,5 dolar kazandırır. Emin olduğunuz tek şey eve gittiğinizde uykusuzluk çekmeyeceğinizdir.

HERKESİN PORTLAND’I KENDİNE

8 Ağustos

İşyerinin mutfağında Yakup diye bir arkadaş var. Yakup buraya gemiyle gelmiş, gelir gelmez de pasaportunu yırtmış. Yeni pasaport çıkaracak. “Artık bir süre daha buradayım” diyor. Zaten giderse yeniden gemi

Page 17: New York Alaturka

adamlığı için sertifika alması gerekeceğinden Türkiye’ye gitmek onun için sonda gelen seçeneklerden biri. Esas mesleği gemi adamlığı. Uzun süren yolculuklara ilişkin birçok şey anlattı. Paşabahçeli... Onunla bol bol İstanbul muhabbeti ediyoruz. “Bir taksi plakası alacak para kazanayım, döneceğim” diyor Yakup. “Türkiye’de olsam işsizdim” diye ekliyor. Burada iş bulabildiği için kendini şanslı görüyor. Gemiden çıktıkları ilk gün Penn Station’da geçirmişler geceyi.. “Zordu” diyor. Hava soğukmuş geldiğinde. “Kedi yavruları gibi bekleşiyorduk istasyonda” Onları karşılayacak kişi gelmemiş..“Yani” diyor, “buraya uçakla geldiğin için kendini şanslı saymalısın.”Yemek hazırlamaya devam ediyor bir yandan da...“Pek bilmezdim yemek yapmayı ama burada aşçılık geçerli bir meslek olduğu için elimi alıştırdım” diyor. Daha önce sadece gemilerin mutfağında yardım etmiş. Yaptığı yemekleri çok beğeniyorum. Hele kuru fasulyesi çok harika oluyor. “Sen kalmazsın buralarda” dedi. “Bazıları böyledir. Sakın kendini suçlama burada kalmadığın için” Deniz üzerinde geçen yıllar ona ufuk kazandırmış. “Portland’a gideceğim orada daha iyi para veriyorlarmış” diyor. “Hangi Portland ?” diyorum. Bilmiyor. Amerika’da o kadar çok Portland var ki... Sanırım hayallerin adı Portland... Gün içinde can sıkıldıkça sığınılacak bir kaçış yeri.. Yoksa o da biliyor, New York dışında bir yerde çalışma izni olmadan kolay kolay çalışılamayacağını.. Soğan doğrarken gözleri yaşarıyor. “Dil bilsem” diyor, “Amerika’nın fatihi olurum ben”Dil kurslarına nasıl kayıt yaptıracağını soruyor. Açık büfe için kilolarca alınmış badem içlerinden atıştırıyoruz. Benim bulaşıklarımın bitmesine az bir zaman kaldığında içeriden yeni bulaşıklar gelmesi için dua ediyorum. Zira Yakup’la muhabbeti iyi sardırdık. Ara sıra gelip giden Meksikalı çalışanlardan başka mutfağa kimse uğramıyordu. Dayı da ara sıra çalışın diye tembihte bulunuyordu. Başkaca birşey yoktu bugün.

AUSTER’IN İZİNİ BULMAK

9 Ağustos Bugün her zamanki gibi kursa, ardından da işe gittim. Bu İngilizce kursunun bana dil öğrettiği falan yok. İstanbul’daki ortalama bir dil kursunda buradan daha fazla şeyler öğrenebileceğimi düşünüyorum. Bunun nedenlerinden biri öğretmenlerin burayı geçici bir iş olarak görmeleri. Buradaki en iyi öğretmenlerden biri olan Chris bile derste durmadan saatine bakıyor. Baştan savma örneklerle zaman doldurmaya çalışıyor. Özgeçmişlerinde belki de yazmaya gerek duymayacakları bir durak burası.Chris, öğretmen olarak biraz gevşek olsa da kişilik olarak iyi birisi. Bazen kantinde onunla sohbet ediyoruz. İlişkilerden, dünyadan, New York’tan, memleketi İndianapolis’ten ve edebiyattan konuşuyoruz. New York’ta gidilecek yerleri tavsiye ediyor bana... Screening Room diye bir sinemada iyi filmler oynatıldığından söz etti.

Page 18: New York Alaturka

Bir de ortak tanıdığımız var New York’ta... Paul Auster... Onun Park Slope’ta oturduğunu söyledi. New York’un avangart semtlerinden birinde. “Birgün telefon açıp yüzünü filan görüp hayır duasını alalım” dedim. Tabii hayır dua kısmını karıştırmadım. “Tamam” dedi. Belki bir gün telefon açıp çayını içmeye gideriz. Chris’in, eşinden boşandığını öğreniyorum. Gözleri yaşarıyor anlatırken. İnsanın hayatta doğru kişiyi bulmasının zor olduğunu anlatıyor. Yaşadığı acılar gözlerinde yer ediyor. Sonra başka bir öğrenci gelince sohbetin konusu değişiyor. Sanırım, Amerika dışından gelenler gibi Chris de burada kendine yeni bir yaşam kurmaya geldi. Uzmanlığı yabancılara İngilizce öğretmek değil, ancak bir İngiliz edebiyatı öğretmeni olarak ilerideki öğrencilerini şanslı olduğunu düşünüyorum. New York’a tutkuyla bağlanmış birisi o benim gözümde. Onun gibi birini tanımış olmaktan dolayı mutluyum. Bana tavsiye ettiği kitaplar, yazarlar oldu. “Auster’ı sevdiysen, Truman Capote’u da seversin” dedi. Truman Capote’u fazla tanımamam ama In Cold Blood’u okumamı tavsiye etti. New York ise onun için yeni bir başlangıç. Buradaki günlerini müzelerde ve kafelerde geçiriyor. Onun dersleri benim için çok güzel geçiyor. Her ne kadar iyi İngilizce öğrenmesek de... Bir gün derste, dünya haritası üzerinde gitmek istediğimiz yerleri gösteriyoruz. Ben gitmek istediğim yerin tam ortasında hem de 10001 posta kodu ile tam göbeğinde yer alıyorum. Onun, Chris’in gitmek istediği yer ise Bora Bora adaları... “Neden” diye sorduğumda bana orası hakkında bir fikri olmadığını sadece isminin kulağına hoş geldiğini söylüyor. Kurstan çıktıktan sonra 34. Sokak istasyonundan WTC’ye gitmek için metroya bindim. Metro New Yorkluları turistlerden ayıran bir araç. Turistler genelde yerin üzerinde otobüslerle gidiyorlar. Biz ise binaları görmekten bıkmış bir halde yerin altında olabildiğince hızlı gideceğimiz yere varmaya çalışıyoruz. İşyerinde olağan dışı birşey olmadı. Yine tabaklar doldu ve boşaldı. Patron yine servetine servet kattı. Biz yine yorulduk. Akşam eve dönmek için belediye binasının önündeki istasyonu tercih ettim. Hayatımdaki değişiklik sadece bu kadardı. Feride’ye burasıyla ilgili bir mektup yazmak istiyorum. Ancak e-posta göndermek daha kolayıma geliyor. Telefon ise daha da kolay...

NEWSDAY, HER LONG ISLANDLIYA GEREKİR

11 Ağustos

Dün lise arkadaşım Rafet’in yanına gittik. Gökay’la burada tanışmışlar. Gitmemiz biraz maceralı oldu. Önce Brooklyn’e gittik. Gökay’ın görmesi gereken kişiler vardı. Oradan Long Island tarafına giden birinin arabasına bindik ve Rafet’in yanına gittik. Rafet buraya geleli bir seneden fazla olmuş. Long Island Üniversitesi’nde asistanlık ve yüksek lisans yapıyormuş şimdi. Spor, Mazda bir arabası var. Bahçe içinde tek odalı bir evde kalıyor. Aslında orası ev değil oldaymış ama bir Türk aile Rafet ve

Page 19: New York Alaturka

arkadaşına kiraya vermişler. Gidişimiz şerefine Rafet köfte yaptı. Doğrusu iyi geldi. Sonra onun bilgisayarından Feride’ye e-posta yazdım. Rafet buraların zor olduğu görüşünde... Bursu olmasa kalmazmış. Buradakilere göre hayli rahat bir yaşantı sürdüğünü söyleyebilirim. En azından okulu devam ediyor. Ev arkadaşı Dominos Pizza’da evlere servis yapıyor. Burada Türk öğrencilerin yaptığı önde gelen üç işten birisi bu. Diğer ikisi ise Newsday gazetesinin dağıtımı ve benzinlikte çalışmak. Newsday, Queens ve Long Island’da yayınlana bir tabloid gazete... Bu işlerin içinde en yorucu olanı benzinlikte çalışmakmış. Long Island kırsalında durumlar bu yönde...

Long Island, ismi gibi çok uzun bir ada. Burası için Manhattan’ın sayfiyesi diyorlar. Doğru... Manhattan ne kadar iç içe, dip dibe ise burası da o kadar ferah. Bir de, burada araba olmadan yaşanamıyormuş. Evler ve diğer binalar arasındaki mesafeleri gördükten sonra nedenini sormaya ihtiyaç bile hissetmedim.Araba tamirciliği yapan Enver diye birisiyle tanıştım. Yıllarını burada geçirmiş... Politikadan konuştu. “Dabıl-Yu kazanacak seçimleri” dedi. Buradaki seçimlerin derdi bizim Türklere düşmüştü. George W. Bush’tu, Dabıl-Yu dediği. Akşam deniz pardon okyanus kenarına indik. Küçük bir koy vardı. Yatlar filan. Ayın ışığı denizin üzerinde yansıyordu. Yanımızda Long Island’daki Rafet’in diğer arkadaşları da vardı. Konuşmalar; pizza dağıtımından alınan bahşişler, Türkiye’ye gidiş zamanları, Newsday’daki araba ilanları gibi birbirinden alakasız görünen başlıklardı. Arkamızda ortaçağ Avrupa’sı tarzında inşa edilmiş bir bardan insan sesleri geliyordu. Rafet’le gecenin sessizliğinde yatılı günlerimizden, okuldan sonra yaşadıklarımızdan söz ettik. Birden acayip hissettim kendimi. Okyanusa bakarken, gözlerimin önüne yatılı günlerimizin mezarlığa bakan yatakhane penceresi geldi. Tahta iskelenin üzerinde, limana demirlemiş yatları ertesi sabaha hazırlayan insanlar dolaşıyordu. Burası iyi seçimdi dolunaylı bir akşam için. Rafet’in evinde kalacak yer olmadığı için Özgür Murat’ın eski evine gittik. Ev bahçe içinde güzel bir Long Island malikanesiydi. Bir araya gelen öğrenciler kendilerine burayı tutabilmişlerdi. İçeride fazla eşya yoktu. Söylendiğine göre buradaki herşey evlerin önüne bırakılmış eski eşyalardan toplanmıştı. Gelirken videocudan aldığımız filmleri izledik. Sonra karnımız acıktı. Ama evde yiyecek pek birşey yoktu. Daha doğrusu hiç birşey... Gece yarısı Dominos’ta çalışanlardan birisi kocaman iki pizza getirdi. 5 kişiden oluşan biz ev ahalisi mutantlar gibi sürünerek pizzaların yanına gittik. “Bir lokma pizza, bir yudum gazoz” formülüyle gözlerimizi açmadan karnımızı doyurduk. Sonra da uyumaya devam ettik. Sabah olduğunda komşunun çim biçme makinesinin gürültüsü bizi uyandırdı. Sonra toparlandık. Bir arkadaş bizi istasyona bıraktı. Orada Jamaica Center trenine bilet aldık Gökay’la... Amerika ve gelecek konulu söyleşimiz tren gelene değin devam etti. Tren ıssızdı. Evimize ulaşınca biraz şükrettim Long Island’da yaşamadığım için. Fareler gibi yerin altında metroyla gitmek o kadar da kötü değilmiş diye geçirdim aklımdan.

Page 20: New York Alaturka

Long Island’dan aklımda kalan yeşillikler içindeki evler ve gece yarısı yenen pizzaydı.

İLK BAKIŞTA AŞK: BROOKLYN HEİGHTS

17 Ağustos

Yarın Gökay Türkiye’ye gidecek. Gittiğinde ailesine ve arkadaşlarına gösterecek resimleri olsun istediği için bugünü gezerek geçirdik. Evden çıktıktan sonra onunla uzun zamandan beri gezmeye çıkmadığımızı düşündüm. “İlk olarak Times Meydanı’na gidelim” dedi. Kafamı salladım. Meydan, New York’un kalbi gibi. İğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalık oluyor her daim. Manhattan üzerindeki koordinatı ise 7. Cadde ile 34. Sokak’ın kesiştiği yerlere denk geliyor. Önceleri ismi Longacre Meydanı’ymış. Meşhur New York Times gazetesi merkezini buraya taşıyınca ismini Times yapmışlar, takvimler 1904 yılını gösteriyormuş. Meydana çıktığımızda düzinelerce polis vardı. Gökay onların yanına gitti. Ben de yanı başımızda duran polislerle bir hatıra fotoğrafını çektim. Bu ilk gidişim oldu Times Meydanı’na... Her taraf reklam panolarıyla dolu... Meydanın ileriki yerlerinden birinde zenci bir grup doluşmuştu. İki cüsseli zencinin ortasındaki bir adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Gökay, bunların Hz. Musa’nın aslında zenci olduğunu iddia ettiklerini söyledi. Grup, hafta sonu kalabalığını fırsat bilip propagandasını yapıyormuş. Bir iki meraklı turistten başka kimse onlara aldırmıyordu. Tanesi iki dolardan kemer satsalar daha fazla ilgi olurdu diye geçirdim içimden. Yaptıklarına bir anlam verememiştim. Gökay bana ESPN Zone’u gösterdi. ESPN burada çok meşhur bir spor televizyonu. Zone ise onun kafesi. Oranın tuvaletlerinde spor karşılaşmalarını izleyeceğiniz televizyon bulunuyormuş. Orada bir iki poz daha fotoğraf çektikten sonra kendimizi Central Park’a attık. Bol bol fotoğraf çektik. Trafik ışıkları bir alem New York’ta... Üzerlerinde WALK ve DON’T WALK yazıyor. Yani yürü ve yürüme... Gökay’ın çevirisinde ise bunun şöyle bir anlamı var: WALK: Yürü DONT WALK: Yürüme, koş... Doğrusu bu hatırladıkça güldüğüm bir tanım. Trafik tıpkı İstanbul’daki gibi. Keşmekeş...Karnımız acıktığında Columbus Circle’daydık. Bay Kristof Kolomb’un heykeline bakarak birer dilim pizza yedikten sonra yolumuza devam ettik. Gökay buralar tam yaşanacak yerler dedi. Gerçekten de öyleydi. A trenine binip Brooklyn’e doğru ilerledik. High Street istasyonunda indikten sonra New York’un en güzel yerlerinden birine gitmek üzere olduğumuzu müjdeledi Gökay.. Fotoğraf makinesinde yeterli poz vardı. Brookyn sokaklarından geçerken bulunduğumuz yerin Brooklyn Heights semti olduğunu öğrendim. “Wall Street’in kalın enseli mensupları burada ikamet ediyorlar” dedi. Sokaklarda parizyen kafeler, sanat evleri filan gibi zenginlik alametleri vardı. Sonra meşhur yere gittik ve sonsuza dek aşık kalacağım manzarayı

Page 21: New York Alaturka

görüp çarpıldım. Karşımızda bütün ihtişamıyla Manhattan gökdelenleri duruyordu. Öte yanda okyanusun ortasında Özgürlük Heykeli ile Ellis Adası okyanusu gözlüyordu. Etrafta meraklı turistler bizim gibi fotoğraf çektirmenin derdine düşmüşlerdi.

SAÇ SAÇA BAŞ BAŞA JERRY SPRİNGER

18 Ağustos

Bugün Gökay’ı yolun üzerinden bir kaçak taksiye bindirip Sunnyside’taki Halide ve Emre’nin yanına gittim. Kaçak taksi New York’un bir gerçeği, limo diye tabir edilen limuzin yanaşıyor yanınıza ve gideceğiniz yeri soruyor. Taksinin yazacağı fiyatın neredeyse yarı fiyatına gideceğiniz yere götürüyorlar. “Gipsy Cab” deniyor bunlara, yani çingene taksi... Gökay göklerde bir senedir hasret kaldığı ailesine doğru yelken açarken ben de fakülte arkadaşlarımızın evinde iyi saatler geçirme umuduyla metroya bindim. Bunu, metroya binmeyi o kadar sık yapıyorum ki, artık yerin altında midem bulanmaya başladı. Halide ile Emre’nin evini biraz zorlukla da olsa buldum. Kapıyı Emre açtı. Kucaklaştık, fakülte günlerine geri döndüm. Arkadaşlarla birlikte gittiğimiz Yıldız Korusu gezileri aklıma geldi. Halide ve Emre üniversite sonrasında evlenip New York’a yerleşmişlerdi. Önce Emre gelip burada düzeni kurmuştu. Ardından ise evlilikle birlikte Halide... Gelecekten umutlu gördüm onları. Burada en azından bir yüksek lisans yapıp öyle dönmek istiyorlar. Benim de planım pek farklı sayılmaz. Ev tutma sürecinden diğer zamanlara her şeyi konuştuk. Halide çorba ve çok nefis bir makarna yapmıştı. Bir oda bir salondan oluşan evde o kadar mutlulardı ki... Emre, iş aradığından bahsetti. Belki bizim markette işe başlar. Halide için de kasiyerlik gibi bir iş olabilir. İş konuları biraz konuşunca canımızı sıktı. Kanada’ya gitmek istediğimden söz ettim. İyi bir İngilizce’ye sahip olduktan sonra New York’ta daha iyi bir işe sahip olabileceğimi düşünüyorum. Bunu söyledim Emre’ye... Ciddi bir finansmana ihtiyacım var bunun için. Sonra Amerikan televizyonlarındaki programlardan laf açıldı. Jerry Springer tarzı programlardan söz ettik. O tarz programların ortak özelliği insanların durmadan kavga etmeleri, bizdeki Ayşe Özgün benzeri. Provokatif bir şov programı... Ama o kadar çok kavga oluyor ki... Yok biri birinin kız arkadaşını ayartmış, yok diğeri onun gözünü morartmış. Bu tarz olaylar işte.

“Buradakiler kafayı yemiş” dedi Halide.. “Programlarda saç saça baş başa kavga ediyorlar.”“Burası Amerika” dedim. Sonra bunu söylediğim için kendimden utandım. Bu söz o kadar fazla söyleniyordu ki... Sanki karşındaki bilmiyor buranın Amerika olduğunu... Oradan ayrılığımda herşey gözüme daha iyi görünmeye başladı. Sunnyside’taki istasyona çıkıp tren beklerken bir sigara yaktım. Sanki burada Feride’yle bir düzen kurmuşuz gibi geldi. Uzun seneler burada

Page 22: New York Alaturka

kalıp buralı olacağız gibi bir his kapladı içimi. Brooklyn’de tek odalı ev istiyorum, Feride’yle yaşayabileceğimiz... Eve geldiğimde kimse yoktu içeride. Birikmiş çamaşırlarımı alıp giriş katındaki çamaşırhaneye gittim. Yeterli çeyrek dolar almadığım için tekrar yukarı çıktım. Çamaşırhanedeki makineler beş tane çeyrek dolarla çalışıyor. Çamaşırlar yıkanırken dışarı, parka çıktım. Hava kararmak üzereydi. Üşüdüğümü hissettim. Radyonun kulaklığını takıp klasik müzik çalan bir kanalı ayarladım. Yaprakların kıpırdanmasını ve otobandan geçen otomobilleri seyrettim. Bunlar bana mutluluk verdi. Evlerinin bahçelerinde oynayan çocuklara ve işinden evine dönen insanlara baktım. Cebimde buruşmuş son sigarayı yakıp güneşin mesaisini bitirmesini izledim. Çamaşırları kuruttuktan sonra yukarı çıktım. Asansörde UPS üniformalı bir adam ve kucağına aldığı beysbol şapkalı çocuğuna tebessüm ettim. Sonra komşunun çocuğuyla “çak” yaptık. Elindeki video kasetini bana gösterdi. “Bana ver kaseti, seyredip yarın sana veririm” dedim.“İyi” dedi. “5 dolar ver seyret.”İnsanların büyüğü de küçüğü de çıldırmış durumda. Küf kokan koridordan içeri girdiğimde açık televizyonda bir video filmi oynuyordu. İçime bir sıkıntı düştü nedensiz. Sonra ortalıktaki gazeteleri bir araya toplayarak moralimi düzeltmeye çalıştım.

OKYANUSUN ÖTE TARAFINI DÜŞÜNMEK

19 Ağustos

Feride’nin doğum günü. Ben ayrıyım ondan. Kıtalar ve denizler, okyanuslar ve yedi saatlik bir zaman dilimi farkı var. Keşke birlikte geçirebilseydik bu günü. Sonra hayat olduğu, kaldığı yerden devam edebilirdi. Sokaklardan geçtim. İşte çalıştım. Alın teri döktüm. Meksikalılar gördüm, Dominikliler ve dünyanın birçok ülkesinden bir çok ten rengine sahip insan gördüm. Çinliler gördüm. Ama hiçbirisi benim için bir anlam ifade etmiyordu. Takvim 19 Ağustos’u gösterdiğinde görmek istediğim tek kişi var. Telefon açtım. Sesi iyi geliyordu. Aslında son enerjisini bana iyi görünmek için harcadığını düşünüyorum. Bu düşünce beni efkarlandırıyor. Ardı ardına sigara içiyorum. New York’a yalnız geldiğim için kendime küfrediyorum. Nafile. Bu 19 Ağustos’un yazgısı böyle... Değiştiremezsin... Bazı şeyler zaman alır, istesen de gecikmiş kalabilirsin. Burada ne işimin olduğunu sordum kendime. Mantıklı bir cevap bulamadım. Sanırım sabredemeyeceğim. Sanırım, kendimi günbegün bu mezara sokarken seyretmeye sabredemeyeceğim. Kusura bakma Feride... Hüzünlü bir gündü. Ama hüzün biraz da olsa seni bana getiriyor. Uyku hapı alıp uzunca süre uyuyakalmak istiyorum.

Page 23: New York Alaturka

STRAND BOOKS STRES ALIR

20 Ağustos

Dün gece uyku hapı almadım. Onun yerine internete girip sohbet için birilerini aradım. New York’ta yaşayan bir Türk buldum ve birşeyler anlatmaya çalıştım. Uzunca bir süre yazıştık. Sonra yarın buluşmayı teklif etti. Konuştuğum kişinin ismi Gün... İTÜ mezunu ve uzunca bir süredir buralarda yaşayan birisi.. Buluşmaya karar verdik. Union Square’deki Barnes&Noble kitap evinde... Union Square, ismi üzerinde “birlik meydanı” işte. Buhran yıllarında işçi sendikalarının eylemleri burada olduğundan, bu adı almış. Benim buhranlarıma tanıklık ediyor bu günlerde... Daha önce de bulunduğum meydanda haftanın bir günü çiftçiler pazar kuruyorlar. Hani pazarlar bizde ucuz olur ya, burada öyle bir alışkanlık yok. Barnes&Noble’ın ise kitaba para harcamak isteyenler için mükemmel bir mekan olduğunu söyleyebilirim. Kendinizi kitap yığınları arasında, düşsel bir bahçede hissediyorsunuz. Bu kitap cennetinde dışarıdaki her şeyin koca bir yanılsama olduğunu düşündürecek kadar gerçek var. Dışarıdaki hengame sanki başka bir şehre ait. Orada olumsuzluk yok. Olsa da görmezlikten geliyorsunuz. Abarttım biraz. Gün üst katlardan birinde kahve içiyordu sözleştiğimiz saatten önce gelmişti. Dünkü edebi içerikli sohbetimizden hiç bahsetmedik. İçeride fazla kalmadık. Düşük yoğunluklu depresyonumdan sonra yeni birisiyle tanışmak iyi gelmişti. Heyecanlı birisiydi. Amerika’ya devlet bursuyla gelmiş, daha sonra burs aldığı bölümün kendini sarmadığını fark edip bursunu yakmış birisiydi. Bahamalar’da bir otel inşaatından iş teklifi almak onun hayatında dönüm noktası olmuştu. Sonra o benim anlattıklarımı dinledi. “Gideceğim” dedim. Bekleyenin varsa durmak hata zaten. New York’u hala kalpten seviyorum. Ancak burada böyle yalnız olmak benim kimyama pek uymadı. Kanada’da bir üniversiteye gidip bir sene içinde İngilizce yeterlilik alıp kendimi tekrar New York’a atmayı düşünüyorum. Burada şöyle orta sınıf bir lokantada garson olmak hayallerimi süslüyor. “Şunu seçmelisiniz efendim bir harikadır.” Bu düşüncelerden sıyrıldığımda Gün’le 12. Sokak ile Broadway’in kesiştiği yerdeydik. Gün, beni bu şehrin en mükemmel kitapçısına getiriyordu. Barnes&Noble’den mükemmeli yoktur sanıyordum. Varmış: STRAND BOOKSUcuzcunun cenneti gibi bir yer Strand Books... Bu kitapçı 1927'de Benjamin Bass tarafından Dördüncü Cadde’de açılmış. Sloganı ise millerce kitap.. Haksız sayılmazlar. Birçok ünlü yazarın kitaplarını burada ucuza bulmanız mümkün. Broşüründe yer aldığına göre, filmler için dekor kitaplıklar bile hazırlıyorlarmış. Gün, buranın Woody Allen’ın da içinde olduğu birçok ünlünün uğrak yeri olduğunu söyledi. Bir gün kitap yazarsam ve bu kitap da İngilizce’ye çevrilirse burada hangi yazarlarla raf komşusu olacağımı düşünüp soyadı “I” harfi ile başlayan yazarların kitaplarına doğru ilerledim. Oradan ellerimizde kitaplarla ayrıldık.

Page 24: New York Alaturka

Hemingway’in A Farewell to Arms’ını ve tabii J. D. Salinger’ın The Catcher in the Rye’ını... Zamanında şöyle bir laf etmiştim: “Hayat sandığınızdan daha fazlasını barındırır içinde...” Hakikaten öyle. Bugünün kötü geçeceğini düşünmüştüm. Oysa keyifliydi. Gün kendi evinde akşam yemeği teklif etti. Sunnyside’daki evine gitmek için metroya indik. Gün’le havadan sudan ve İstiklal Caddesi’nden söz ederek evine kadar gittik. Sucuklu yumurta yaptık. Kütüphanesini karıştırdık.ESPN kanalında Sammy Sosa’nın eve dönüş ismi verilen vuruşunu izledik. Belki çok şey yaptık, belki de hiçbir şey yapmadık. Sonra izin isteyip ayrıldığımda hava kararıyordu. Roosevelt Cadde’sinden aktarma yaparak eve geldim. 20 Ağustos’u atlatmak 19’unu atlatmaktan daha kolay geldi. Ama değişmeyen şey günler için kullandığım “atlatmak” kelimesi.

MİLENYUM MİLENYUM

3 Eylül Milenyum toplantısı bütün dünya başkanlarını New York’a dünyanın başkentine toplamıştı. Birleşmiş Milletlerin yaptığı bu zirvenin amacını bilmiyorum. Bizim cumhurbaşkanı da katıldı bu zirveye. Kaldığı otel de Astoria-Waldorf diye kalantor bir yer. Öyle ki Hilton’dan bile lüks. Orada bir gece kalabilmek için iki hafta canımı dişime takıp çalışmam gerekiyor. Ama biz zengin bir ülke olduğumuz için cumhurbaşkanımız orada kalabilir. Şaka bir yana bu toplantı New York’un trafiğini tam anlamıyla krize soktu. Caddeler kapatılıyor. Her tarafta tonla polis var. Durmadan eskortlar eşliğindeki heyetler gelip gidiyor. İstanbul’da yaşadığım için bu protokol ile pek iç içe değilim ama Ankara’da yaşayanlara kolay gelsin. Bugün iş çıkışı Lincoln Center’a, A. Necdet Sezer’i dinlemeye gittik. Kapıda sayısız Türk vardı. Biz de evdeki arkadaşlarla buluştuk. Burası Manhattan’ın önemli kültür merkezlerinden birisi. New York Filarmoni, Metropolitan Operası ve çeşitli opera bale topluluklarına ev sahipliği yapan bir yermiş. İçeride cumhurbaşkanı heyecansız bir konuşma yaptı. Çıkışta herkes birbiriyle konuşurken cumhurbaşkanının heyecansızlığından söz ediyordu. Hayal kırıklığı idi kısaca.. İşimizi bırakıp dinlemeye gelmiştik, o da buradaki Türkler şöyle iyidir, böyle iyidir türünden bir konuşmayla bizi atlatmıştı. Dışarıda arkadaşlarla konuşurken sigara içmek istedim. Kibritim kalmamıştı. Yanımdaki birinden ateşini rica ettim. Adam Okay Gönensin’di. Yanında ise Radikal’den İsmet Berkan vardı. Cumhurbaşkanının gezisini bahane edip New York’a atmışlardı kendilerini. Oradan uzaklaşırken aklımda cumhurbaşkanın konuşmalarından hiçbir şey hatırlamıyordum.

DÜNYANIN BAŞKENTİ

Page 25: New York Alaturka

4 Eylül

Eve gelirken sokaktaki gazete kutusundan bir New York Times aldım. İlk sayfasında bütün dünya liderlerinin yer aldığı geniş bir resim vardı. Kendimi dünyanın başkentinde yaşıyor hissettim. Evin köşesindeki zenci şoför, arabasını park etmekle meşguldü. Onun da bir büyükelçilik şoförü olduğunu biliyorum. Plakası diplomatik... İçeri girmeden önce parkta ayaklarımı uzatarak gazeteye baktım. New York’un ayrıcalıklı hali budur herhalde diye düşündüm. The New York Times’ı New York’ta ve sadece 75 sente okumak. Sonra aklıma burada edindiğim arkadaşlar geldi. Kurstakiler geçti kafamdan birer birer... Uykusuz gözlerle ders takip eden Meksikalı arkadaş, İspanyol iç mimar kız, Japon kabilesi ve anlamsız kikirdeşmeleri, sarıya boyanmış saçlarıyla Çinliler... Bütün bu arkadaşlarla birlikte bir New York resmini oluşturuyorduk. Türkiye’yi, Feride’yi özlediğimi hissettim ansızın. Çinli bakkala gidip bir telefon kartı aldım. Evin arka odasına girip kapıyı kilitledim. Telefonda konuşurken hissettiklerimin hepsini anlatmayı seçtim. Ama anlatacak kelime bulmakta zorlanıyordum. Bundan önce yazdığım satırlar gibi birşeyler söyledim. Telefonu kapattıktan sonra yine insanları düşünmeye başladım. Sokakta birlikte yürüdüğümüz, metroya birlikte bindiğimiz, aynı kaygıları beraberce yaşadığımız insanları... Sanırım uyumak ve bunların hiçbirini düşünmemek istiyorum.

BUKET UZUNER’İ OKURKEN

5 Eylül

Amaçsızca sokaklarda dolandım. Birleşmiş Milletler binasının önünden geçtim. Türk Evi’ni de gördüm. Sonra tekrar başka sokaklara geçtim. Gördüğüm bir parkta oturup Buket Uzuner’in New York Seyir Defteri’ni okudum. Kitabı Emre’den almıştım. Sokakta Behzat’ı gördüm. Behzat aynı işyerinde çalıştığımız bir arkadaş. Kendisinin yeşil kartı var. Yani burada çalışma izni olan şanslı kişilerden. Biraz birlikte yürüdük. Staten adasında kaldığını söyledi. Staten Island, Manhattan’ın burnunda feribotla gidilen bir ada... Ev arkadaşlarından bahsetti. Üç yıl olmuş buralara geleli. Önceleri Teksas dolaylarında kalıyormuş. Kendisinin de pek anımsayamadığı bir nedenden dolayı yolunu New York’a düşürmüş. Bir kafeye girip iki portakal suyu aldık ve yürümeye devam ettik. Behzat’la doğal olarak Türkçe konuşuyorduk. Arkamızdan başka bir ses yükselince irkildik. Türk turistlerden biriymiş. O turistle de biraz sohbet edip yollarımızı ayırdık. Metroda kitabı okumaya devam ettim. Yanımdaki bir adam da göz ucuyla kitaba bakıyordu. Kitap hakkında biraz bilgi verme ihtiyacı hissettim. “Bir Türk yazarın New York izlenimleri...” dedim. “Türkiyeli misin?” diye sordu.. Bizim ülkeyle yakından ilgiliydi bu adam. Hukuk kitapları yayınlayan bir yerde editörlük yapıyordu. Adresini, telefonunu verdi. New York’un en

Page 26: New York Alaturka

beğendiğim yerini sordu. Düşünmeden “Brooklyn Heights ve Greenwich Village” dedim. Village’in şimdilerde uyuşturucu satıcılarının mekanı olduğundan dem vurdu. “Ama yine de iyi...” dedim. Türkiye’deki insan haklarının durumunu sordu. Anlaşılan The New York Times okuyan biriyle karşı karşıyaydım. Bulvar gazeteleri okuyucuları bizim ülke hakkında bir restoranda soğuk dolaba kapatılan küçük çocuk ve Avrupa şampiyonası dışında birşey bilmezler. Sahi New York Post da restoran olayını okuduğum gün geldi aklıma... Acaba oradaki yöneticiler hakkında dava açılmış mıdır?Tanıştığım adamın adı Alan’dı. Aynı durakta indik. Tanıştığımıza memnun olduktan sonra ayrıldık. Bull dizisinin reklamının olduğu duraktan geçtim. Videocuya girip biraz oyalanmak istedim. Anlamsız geldiği için fazla oyalanmadım.

BUZDAN ADAM

6 Eylül

Havalar serinledi. Market alışverişlerinden başka bir sosyal aktivitede bulunmuyorum nice zamandır. Buranın kışlarının soğuk geçeceği yönünde ikazlar alıyorum. Donduruyormuş. Öyle ki metrodan eve gelinceye kadar buz kesiyormuş insan. Sokakları buzdan adamlarla olduğunu hayal ettim. Buzdan adam deyince aklıma Mahir dayı geldi. Onu, Amish’te çalışan herkes dayı diye bilir. Buna şirketin diğer milletlerden çalışanları da dahil. Dayının kısaca anlattığı hayat hikayesine gurbette yazılmış satırlar yer alıyor. Önce Almanya’da bulunmuş. Neresinde diye sorduğumda; Neresinde bulunmadım ki diyor. Onun şu anki derdi ise yemek yapmak. Yakup’a her gün yeni birşeyler öğretiyor. Bana da öğretiyor. Ispanak yıkamayı ve ıspanak böreği yapmayı ondan öğrendim. Çok fazla konuşmayı sevmiyor dayı. Marifetli elleriyle yeni yemekler için sürekli çabalıyor. İşi bittiğinde ise patron edasıyla önlüğünü çıkarıyor. Onun işten sonra ne yaptığını soruyorum. Cevabı gayet basit: Eve gidip uyuyorum diyor. Gurbette geçen yılları o kadar fazla ki, neresinin memleket neresinin gurbet olduğunu bile ayrımsayamadığını söylüyor. Pazarları izinli dayı. O gün mutfak, yamağı Yakup’a emanet. Konuşmak için ortam hazırlıyorum ancak verdiği cevaplar hep kestirme oluyor. Sanırım konuşacak kelimeleri çok azalmış. Evlatlarından yana dertli o da. Burada okuyan gençleri takdir ediyor. Siz burada çalışıyorsunuz bizim haytalar hazır parayla okumuyorlar diye dert yanıyor. Ona göre sabredersek muhakkak karşılığını göreceğiz. Burada esas mesleğimi yapmamın bir yolunun olacağını, umudumu kaybetmememi öğütlüyor. Başkalarının lafına bakıp, elimizdeki hazır işi bırakmamalıyız. İşi bırakmak burada çok sık rastlanan bir durum. Daha iyi bir iş bulanlar hemen veda turuna başlıyorlar. Daha iyi iş için çok iyi İngilizce’ye sahip olmak gerekiyor. O da bende pek yok. Burada sonumun ne olacağını merak ediyorum doğrusu. Kendimi dayının yerine koyup

Page 27: New York Alaturka

anlamaya çalışıyorum geçen günleri.. Buradaki hayat yapılan basit işlerin yanında bana o kadar karmaşık geliyor ki, bir anlam veremiyorum. Dayıyla daha fazla sohbet ettikçe hayatın ayrı bir penceresinde başka yüzler çıkıyor karşıma... “Kesinlikle burada hayat çürütülmez” diyorum. Dayıya bunları söylediğimde “O kadarına aklım ermez benim, erse burada ne işim vardı” diyor. Sahi benim ne işim var burada ?

PARAGÖZ MARK

11 Eylül

Depresyonlarım biraz olsun hafifledi. Burada bulunmak beni çok yıpratmıyor artık. Feride’nin mesajını aldım. Annemlerle görüştüğünü yazıyor. Bilgisayarda düğünümüz için bir davetiye hazırlamış. Düğün kelimesini duymak bile içimi ferahlatıyor. Düğün belki de benim için tünelin ucundaki ışık. Ancak o ışık şu an o kadar cılız ki, gitmemiz gereken çok yol var sanırım. Kurstan bir Türk arkadaş aradı. Genç Hıristiyanlar Birliği’nin pansiyonu ona çok tuzlu gelmiş. Bulabileceğim bir yer olup olmadığını sordu. Doğan’ın telefonunu verdim. Mark’ın yerinde kalır belki. Ama Doğan bu işe biraz bozuldu. “Talep fazla olursa bizim kirayı da artırır Paragöz Mark” diyor. Burada olup da paragöz olmayan birisi var mıdır acaba? Ortak değer sadece kazanmak ve para. Yani para kazanmak. Ama Mark bütün para sevdasına rağmen soğukkanlı bir iş adamı. İlk arayan kişilere pansiyonunda yer olmadığını söylüyor. Tadilat onun vazgeçilmez bahanesi. Belli ki pansiyonunu ayak altı bir yere çevirmek istemiyor. Ancak bir tanıdığın ismini verip orada bir boş oda olduğundan bahsettiğinizde yelkenlerini suya indirip size randevu veriyor.

Burada çalışma şartlarından bahsetmek istiyorum biraz da... New York’ta çalışma izni olmayanın çalışabileceği yerlerin sayısı gerçekten çok az. Bunlardan birisi restoranlardan birinde basboyluk yani komilik, garsonun altında bir rütbe... Ama iyi bir basboy iseniz hayatınızı böylece kazanabilirsiniz. Bunun dışında bir iş daha var. Duyunca kulağa pek yabancı gelmiyor. Benzin istasyonunda pompacılık.... Bunun New York Türkçe’sindeki tam karşılığı gaz istasyonunda çalışmak ya da gaz basmak... Şu kadar saat gaz basarsan şunu kazanırsın gibi hesaplar vardır. Eğer biraz İngilizce’niz varsa o zaman şansınız yükseliyor, benzin istasyonunun yanındaki büfede ciklet ve dondurma satılan yere bakıyorsunuz. Onun da adı store’da çalışmak. Para tasarruf etmenin adı para save etmek, arabayı sigorta ettirmenin karşılığı ise insurance yaptırmak. Böylesi bir jargon bulunuyor... Benzin istasyonunda çalışmak burada yapılacak işlerin giriş seviyesini teşkil ediyor. Burada en kolay bulunabilecek iş benzin istasyonunda çalışmak. Dişini sıkanlar arasında Amerikan rüyasını gerçekleştirmiş olanlar var. Amerika gerçekten çok eşitlikçi bir ülke... Buraya

Page 28: New York Alaturka

geldiğinizde sefalet çekmek için dil, din, milliyet ve cinsiyet fark etmiyor. Herkes aynı çileyi çekmekte özgür. Zaten kimse kimseyi kırmızı mumlu davetiye ile çağırmıyor buraya... Ama benzin istasyonunda çalışmayı düşünsenize bir... Sürekli benzin kokuları içinde bir hayat sürüyorsunuz. Yaşamayan anlayamaz herhalde.

PARLIAMENT GECE SİNEMASI

12 Eylül

Bu sabah gözlerimi açtığımda karşımda Özgür Murat’ı gördüm. Onunla o kadar az görüşmüş olmamıza karşın aramızda derin bir arkadaşlık bağı kurulmuştu. İlk sorum Feride’ye fotoğrafları verip vermediği oldu. Verdiğini öğrenince yüzüme bir tebessüm yayıldı. Yüzümü yıkadıktan sonra Türkiye’yi sordum. Dışarı kahvaltıya çıkmayı teklif etti. Evde yiyecek birşey yoktu. Gitsek iyi olacaktı. Gittik de... Yolun üzerindeki Citibank’tan biraz para çektikten sonra Dunkin Donuts’a gittik. Herkes işe gitme telaşındaydı. Kahve ve donutunu kesekağıdına dolduran dükkandan çıkıyordu. Biz oturduk. Özgür Murat’a planlarını sordum. Artık Long Island’a gitmeyeceğini düşünüyordum. O da Queens yakınlarında bir kursa kayıt yaptırıp dil yeterlilik sınavını vermek istediğini söyledi. Bütün bunlar için öncelikle yeni bir düzen kurması gerekiyor. Bir okul, bir ev, sonra da bir iş bulmak gerekiyor. Kahvaltıdan sonra kalan kahvemizi yavaş adımlarla sokakta içmeye devam ettik. Köşedeki Mobil istasyonundan karşıya geçip Sears mağazasına girdik. İkimizde Denizlili olduğumuzdan olsa gerek tekstil ürünlerinin kalitesini gayri ihtiyari elimizle yoklayarak anlamaya çalıştık. Sonra New York’ta tekstil işine girmenin iyi olabileceğini konuştuk. Hava günlük güneşlik ve yeni bir başlangıç yapmaya çok uygundu. Beraber okul aramaya gitmeyi teklif etti. Dünden razıydım. Arabaya atladık. Queens civarındaki okul ve üniversiteleri gezmeye başladık. Gittiğimiz yerler community college ismi verilen yerlerdi. Yani bir dalda kendini geliştirmek isteyen kişiler için açılmış halk eğitim kursu benzeri yerler. İnsanlara hayatta ikinci bir şans verme düşüncesinin kurumsallaştığı yerler bu okullar. Öğrencilerinin çoğunluğunu hispanikler ve zenciler oluşturuyor. Hemen her öğrencinin bir arabası var. Çok geniş park yerleri vardı. Bir de üniversiteye gittik. Özgür Murat içeride yetkililerle konuşurken ben de arabanın radyosunda birşeyler dinliyordum. Amerika’daki kampus hayatını görmek ilginç geldi. Toplam dört yere gittik. Sonuç olumsuzdu. Özgür Murat kendine bir yer bulamamıştı. Başka yerlere gitmeyi düşündük. Neresi olabilir diye düşünürken aklımıza Albany geldi. Burası New York’un başkentiydi. Eyalet olan ve New York City’yi de içinde barındıran New York’un... New York City ile Albany arasındaki mesafe arabayla dört saatti. Oraya gidersek Niagara çağlayanlarına da giderdik. Belki Kanada’ya bile uçup

Page 29: New York Alaturka

giderdik... Bunu düşünmek bana iyi geldi. Ama Albany veya başka bir yere gitmeyeceğiz. Özgür Murat bana ilk geldiği günlerde yaptığı işlerden bahsetti. Gökay’la birlikte buraya ilk adım attıkları günlerde gündelik işler de içinde olmak üzere girip çıkmadıkları yer kalmamıştı. Eşya taşıyıcılığı yaparken iki büklüm kalıyorlarmış. Kursun yanındaki bir turistik eşya dükkanında geçirdiği zamanları anlatırken ise bütün gün ayakta kalmasının kendisine verdiği yorgunluğu yeniden yaşıyor gibiydi. Onu iyi anladığımı, markette onun gibi yorulduğumu söyledim. İyi bir okula yazılıp, iyi bir İngilizce edindikten sonra, burada New York’ta garsonluk yapmanın iyi olacağından dem vurduk. Ama ticaretle kendi paramızı kazanmak en iyisiydi. Murat, sosyal güvenlik numarası denilen olmazsa olmaz karta sahip. Bir işe girmek istediğinizde adamlar bu kartı soruyorlar size. Eğer üniversite öğrencisiyseniz bu kartı alabiliyorsunuz. O da geçen sene üniversite kursunda olduğu için alabilmiş. Araba alırken işe girerken hep bu numara soruluyor. Son olarak Brooklyn’in ilerisindeki bir üniversiteye gittik. Dönüş yolumuzda gevezelik ederken Murat gözlerimi kapatmamı ve kendisi söyleyinceye kadar açmamı söyledi. Hava henüz kararmıştı. Radyonun sesini yükseltti. Arabanın hızını da artırdığını hissettim. Yaklaşık otuz saniye sonra gözlerimi açmamı söyledi. Karşımda Parliament gece sineması kuşağının başında gördüğüm Manhattan silueti vardı. Ne eksik ne fazla, tam olarak o vardı. Sesimin son sınırına kadar bağırdım. Sonra yanımızdan geçen arabalara baktım. Hayat insana bazen çok muhteşem geliyor. Akşama yakın bir zamanda eve girdik. Harika bir menemen yaptık. Doğrusu pek harika değildi, çünkü burasının domatesleri plastik gibi. Biraz televizyon seyredip, İngilizce çalışmaya oturduk.

STİNG KONSERİ VE PIONEER MARKETİN ADRESİ

13 Eylül

Feride’ye, New York’taki son günlerimi geçirdiğimi yazmıştım. O da “Tadını çıkar öyleyse” diyor cevabında. Olur. Zaman zaman içimden bir sesin şöyle dediğini duyar gibi oluyorum. Burası senin yerin. Bu bir sınav. Bitmesine de az kaldı. Biraz daha dişini sık. Herşey güzel olacak. Bekleyecek kadar zamanım var mı bilmiyorum. Emin olabildiğim çok fazla birşey kalmadı. Köşedeki Pionner süpermarketi ve onun karşısındaki nalbur. Hardware bilmem ne... Sanırım onların yerinde olduğundan emin olabilirim. Pionner Queens:99-01 63rd Road Rego Park NY 11374 718-263-9676... Marketten aldığım bir galon portakal suyunu karşıma koydum ve onunla konuşmaya başladım. Sanırım işler çok fazla yolunda değil. Geçen günlerden birinde eve geldiğimde kimse yoktu. Bu pek yadırgadığım bir durum değildi. Ancak çocuklar gecenin bir yarısında eve geldikleri için meraklandım. “Neredeydiniz” diye sordum.

Page 30: New York Alaturka

Central Park’ta Sting konseri varmış. New York’tayım ve bu ücretsiz konserden haberim bile yoktu. Ne şans ama....

GECE, BAGEL VE BİZİM ÇOCUKLAR

15 Eylül

Bugün New Jersey’de yaşayan akrabalardan birinin yanına gittim. Gitmek bana iyi geldi. Uzun zamandır bir ev ortamından, daha doğrusu aile ortamından uzaktım. Görüşmelerimin ekseninde burada kalırsam beni nelerin bekleyeceği vardı. Aslında net bir cevap da aldım: Hiç veya sefalet... Gözlerimin açılması için iyi bir fırsattı. Akrabam ODTÜ mezunu bir petrol mühendisiydi. Şimdiki işi ise pasta ve kek üretimi. Maddi açıdan sıkıntıları geçen yıllarla birlikte üstünden atmıştı. Ancak yılların kendinden çok şey götürdüğünü de gizlemiyordu. Kendi mesleğini rafa kaldırmıştı. Buradaki hayata ayak uydurmuştu. Başarılı diyebiliriz. Beni uzun süre dinledikten sonra burada kalmamın iyi bir fikir olmayacağını söyledi. Ancak kalmak istersem beraber çalışmayı teklif etti. Çöreklerin benzin istasyonlarına dağıtımını yapabilirdim. New Jersey’den Manhattan ve Brooklyn’e... Times Meydanı’nda onlarla buluşmayı beklerken yanıma uyuşturucu satıcıları, muhabbet tellalları ve ateş isteyen sigara tiryakileri yaklaştı. Onların gelmesi uzadıkça meydanın bütün renklerini görme şansım oldu. Müzikal bileti almak için kuyrukta bekleyen insanlar, 42. Sokak’ın turistik polisleri, dev reklam panoları ve altında dilenen evsizler... Bunlar New York’ta hayatın bütün bir fotoğrafına karşılık geliyordu. Beraberce Manhattan’ı en iyi gören New Jersey kıyısına gittik. Soprano dizisinde gibi hissettim kendimi. Goya konserve fabrikasının devasa deposu vardı yanda. Görülebilecek her şey karşımdaydı. Bütün ihtişamıyla Manhattan duruyordu. Aklımdaki sorulardan dolayı manzaranın tadına derinlemesine dalabildiğimi söyleyemeyeceğim. Sakinlerinin bir kısmını Türklerin, öteki kısmını da bilumum Ortadoğu milletlerinden insanların oluşturduğu Clifton kasabasında büyükçe bir porsiyon iskender yedik. Söylemeye gerek yok: Türk lokantasıydı. Akşama doğru yediğimiz yemekte NTV Türkiye saatiyle gece yarısında belgesel yayınlıyordu. Akşam evime Rego Park’a kadar bıraktı akrabam. Çantamda taze çöreklerle eve girdiğimde süt galonunu kafama diktim. Yan taraftaki ortodoks yahudiler yüksek sesle ilahi söylemeye başladılar. İbranice biliyor olmayı isterdim. Kafamdaki sorulara çok net olmasa da yanıt buldum. Biraz para kazanıp kendimi Kennedy Havaalanı’na atacağım. Mutluluk kolektif olabilir ama hüzün kesinlikle yalnız başına yenen bir yemek... Birazdan Boat on the River’ı dinlemek istiyorum. Geceleri uyuyamıyorum.

BARBEKÜ, SEN NE GÜZELSİN ÖYLE

Page 31: New York Alaturka

17 Eylül Pazar

Sabah erkenden kalktım. Dışarı çıkıp kahvaltı için market alışverişi yaptım. Ekmek, Philadelphia krem peyniri, tereyağı, bir galon süt ve bir libre domates... Köşedeki gazeteciden NY Post da aldım. Eve geldiğimde herkes işe gitmişti. Yandaki yahudi ailesinin bahçesinden kızarmış sosis kokusu geliyordu. Canım istedi. Barbekü, barbekü... Ne güzelsin sen öyle. Kahvaltıyı kısa keserek işe gitmek için kapıyı çekip çıktım. Her gün geçtiğim metroya giden yola farklı bir şekilde bakmayı denedim. Gazeteciden bir kısa Marlboro aldım. Sigarayı ne zaman bırakmaya çalışsam o olmadan hayatımın çok boş olacağını düşünüyorum. Değişikliğe devam etmek için Cortland Street durağında inmek yerine farklı trene binip City Hall’de indim. Belediye binasının önünde canlı yayın araçları vardı. ABC7 ve WB 11 filan... İş yeri vakit erken olduğu için pek hareketli değildi. Pazar günleri yandaki kiliseye ayine gelenler haricinde erken saatlerde pek kimse uğramaz çalıştığım dükkana. Bugün mesaisi bulunmayan kişiler de geldiği için ben de kendime izin vermemin doğru olacağını düşündüm. Aslında bu tam anlamıyla bir izin sayılmazdı. Çünkü saat başına para alıyordum. Saat başına para kapitalizmin en adice planladığı tuzaklardan birisi. İnsanlar üç kuruş daha fazla kazanabilmek için kendilerini paralıyorlar. Dikkat çeken bir nokta da şu: Saat başı adam çalıştıranlar genelde daha az para veren işletmeler. Ben saati 5,5 dolara çalışıyorum. Yaşamak için ölesiye çalışmam gerekiyor.Bugün çalışmamaya karar verdikten sonra Doğan’ı aradım. Telefonu Rus aksanlı kız ev arkadaşı açtı. Doğan’dan ev adresini tam olarak aldıktan sonra, Brooklyn, Avenue H’ye giden trene bindim. Tren yolun bir kısmında yerin üstünden gitti. Doğan’ın oturduğu sokak klasik bir Brooklyn sokağıydı. Filmlerde gördüğünüz iki katlı, bahçeli evlerden oluşan.. Onun hazırlanmasını bekledim odasında oturup. Komodinin üzerindeki 70’lere ait eski dergileri karıştırdım. Doğan hazırlandıktan sonra Brooklyn Heights’a gittik. Burada kahve ve bagelle neşemizi bulduk. Karnım pek aç değildi ama insanın karşısında bütün gökdelenleriyle birlikte New York görününce iştahı yerine geliyor. Orası New York’un en fazla Avrupa’ya benzeyen yeri. Şirin bir havası, sanat evleri filan var. Adım adım Brooklyn Bridge’e kadar gittik. Köprü iki katlı, üst katı biz yayalara ayrılmıştı. Bisikletler de geçiyordu. Çoğu kişi bu köprüyü örümcek ağına benzetir. Bense kale filelerine benzetiyorum. Sanki birisi Brooklyn’den şut çekecek de bu kale onu tutacak. Üzerinde fotoğraf çekildikten sonra ayrılıp Manhattan’a geçtik. Downtown’a yani aşağı Manhattan’a ilk defa iş dışı bir nedenle geliyordum. İnsan böylesi bir anda kendini bulutların üzerinde hissediyor. Aylık kartımızın sunduğu imkanla istediğimiz bütün otobüslere binerek Manhattan’da kaybolmaya çalıştık. Chinatown, 34. Sokak gibi yerlerden geçtik. Kurs günlerinde gittiğimiz Mimos’un pizza dükkanının önünden geçerken içerideki Meksikalı arkadaşlara el salladık. Hava güneşli, keyfimiz yerindeydi. Sanki yeni bir başlangıç olup New York’ta her şey yoluna giriverecekti. Bunun böyle olmadığını ikimiz de çok iyi biliyorduk, ama anın tadını çıkarmak için dillendirmedik. Halk kütüphanesine girip nemli havayı soluduk. Americas Caddesi’nde sahte mehdileri dinledik. Bunlardan New York’ta çok var. İnsanlar sanırım gerçeklik ve hayal

Page 32: New York Alaturka

duygularını kaybettiklerinde ya Madison Caddesi’ndeki reklam şirketlerinden birinde çalışmaya başlıyorlar, ya da kendilerini mehdi sanıyorlar. Ya da her ikisini birden yapıyorlardır. Akşam olup da eve gitmemiz gerektiğinde bedava Village Voice gazetelerinden birer tane aldık. 42. Sokak metro istasyonunda ben kendi trenime bindim, o kendi trenine. Hayat çoğu zaman şunu sunuyor insana: İyi zaman geçirdiğin bir günün ardından elin böğründe kalıyor. Feride’yi arayıp bütün günümü anlattım. O da bana anlattı. Goya konservelerinden birini daha açıp, kendime türlü yaptım. Birazdan bütün arkadaşlar eve gelir. Ama ben kimseyi görmek istemiyorum. Burada kalmak da istemiyorum. Ne yapacağımı da bilmiyorum. Uzun bir duş alıp uykuya dalmak istiyorum. Şimdilik hepsi bu sanırım. Gökten üç elma düşmüş, biri bana denk gelse ne olur sanki...

GÖÇ YOLLARI

18 Eylül

Evin esas kiracıları geldi. Mehmet ve Orkut... Bu evi Mehmet kiralamış. Orkut da onunla birlikte. Orkut, Türkiye’de iç mimarlığı bitirmiş bir arkadaş. Uzun saçlı, neşeli bir yapısı var. Yüzü her daim güleç. Gitar çalmayı çok iyi biliyor. Çok iyi biliyor dememin nedeni, İlhan İrem’in parçalarını en az onun kadar iyi çalıp söyleyebilmesi. Bunu yapmak gerçekten yetenek ister... Orkut buraya okumaya gelmiş. Belki de kalır. Geçen sene iyi kolejlerden birinde İngilizcesi’ni ilerletmiş. Mehmet ve Orkut’un İngilizce sorunları yok. Belki evde İngilizce konuşuruz da, biraz birşeyler öğreniriz. Evdeki arkadaşların Türk, kurs sınıfında kıyamet gibi Türk var, iş desen o da farklı değil. Bense burada İngilizce öğrenmeye çalışıyorum. Durum çok komik. Belki İspanyolca öğrenmeye gelsem daha başarılı olurdum. Kurs çıkışı halk kütüphanesine gittim. Gazetelere göz attım. Sonra internete girip bir iki mesaj attım. Kütüphanede internet kullanımı ücretsiz. Okuduğum gazetede dikkatimi bir hikaye çekti. Geçen sene bu günlerde bir genç orta eyaletlerden birinden New York’a gelmiş. New York’un en büyük istasyonu Grand Central’e geldiğinde cebinde beş kuruş parası yokmuş. O günleri anlatırken, “sadece bir e-mail adresim vardı” diyor. Benim gittiğim kütüphaneye gidip bir iki yere iş müracaatında bulunmuş internet üzerinden. Ardından da gündelik işlerle macerasına başlamış. İşe başladığı yerde iki şart öne sürmüş, derhal bir sandviç ve akşam da ilk günlük parasının peşin olarak ödenmesi. Zira akşama kalacak bir yeri yokmuş. Ucuz yollu otellerde kalmaya başlamış. Sonra bir evi olmuş. Derken bir kızla tanışıp evlenmiş. Şu anda New York sokaklarında bir kargo şirketinde paketleri dağıtıyormuş. Hikaye çok güzeldi. Eski gazetelerden bir pazar günü yayınlanmıştı. Etrafıma bakındım. Sadece e-mail adresi olup da buraya gelen birileri var mıdır diye...

Page 33: New York Alaturka

Çıkışta aşağı kattaki televizyonlara baktım. Sesleri çıkmıyordu. Altyazılarından dünyanın gidişatını kestirmeye çalıştım. Son sürat seçime gidiyor Amerika onun dışında da bir uğraşları yok gibi. Gazeteler yolsuzluk, usulsüzlük belgeleri yayınlıyorlar. Tuvaletine girdim. Buranın en çok işe yarayan taraflarından birisi tuvaleti... Ücretsiz ve temiz... Kütüphane, daraldığınız bir New York gününde rahatlıkla gidebileceğiniz bir yer. Öyle ki dizüstü bilgisayarınızı oraya götürüp kütüphane ağına bağlayabilirsiniz. Bunu bile düşünmüşler. İçerinin klimalı ortamı ise cabası... Kurs çıkışları daha sık uğramalıyım oraya diye düşünüyorum. Çıkışta evde hazırladığım hindi sosisli sandviçimi yemek aklıma geldi. 34. Cadde üzerindeki Jack’s 99 Cent Store’a uğradım. İki kola 99 sentti. Daha doğrusu dükkanın birinci katındaki herşey 99 sentti. Burada satılanlar insana ucuz gibi geliyor ama aslında satılan şeyler ucuz değil, sadece o fiyata olan ürünleri satıyorlardı. Etiketleme zahmetinden kutuluyorlardı. İçerisi Türk turist kaynıyordu. Oradan hemen uzaklaştım. Kütüphanenin yanında 34. Cadde üzerindeki banklardan birinde oturdum. Hava sıcaktı. Gölgede bile sıcaklığı hissedebiliyordum. Bacaklarımın belimden dizime kadar olan kısmını birleştirdim. Aşağı kısmını ise ters V şekline soktum. Soğumuş sosislimi kemirmeye koyuldum. Yanıma yaşlı bir bayan oturdu. Saçları gümüş renginde birisi... Konuşmaya başladı. Ona ikinci sosisliyi ikram etmek istedim. Kadın konuşacak birisini arıyordu sanırım. Ne iş yaptığımı nereli olduğumu sordu. Hayat hikayemi anlattım. Türkçe’nin hangi alfabeyle yazıldığını merak etti. Latin alfabesi olduğunu söyleyince şaşırdı. Kendisi İtalyan kökenine mensuptu. Ancak ömründe bir kere olsun İtalya’ya gitmemişti. İç geçirerek söz etti geldiği topraklardan. Bundan sonra da oralara gidebileceğinden kuşkuluydu. Nişanlı olduğumu öğrenince çok sevindi. Yaşımın genç olduğunu ancak iyi birisini bulduysam evlenmemin iyi olacağından dem vurdu. Kendisi de Queens’te oturuyormuş. Beni evine davet etti. Arkadaşlarımla da bir akşam yemeği onu memnun edermiş. Sonra yanımıza takım elbiseli bir zenci oturdu. Yemeğimi bitirmiştim. İkisinden müsaade isteyip işe doğru yola koyuldum. Sokakta brekdans yapan çocuk vardı. Millet etrafına toplanıp para bırakıyordu. Brekdans yapmayı bilmiş olmak istedim. Gap mağazasının olduğu köşeden trene binmek üzere içeri süzüldüm.

MEKSİKA’DA PETROL VAR, AMA AMERİKA ÇIKMASINA İZİN VERMİYOR

19 Eylül

Akşam işten eve geldiğimde evdekiler videoda film seyrediyorlardı. Mikrodalgaya su ve pirinç koyup onun pilav olması için 20 dakikalık programa ayarladım. Bornozumu alıp küveti suyla doldurdum. Elime banyodaki People dergilerinden birini aldım ve kendimi sıcak suyun karşı konulmaz cazibesine bıraktım.

Page 34: New York Alaturka

Yakında evi terk etmem gerektiğini nazikçe söylemişlerdi. Buna karşı aklımda en ufak bir fikir yoktu. Eğer burada kalacaksam Mark’ın pansiyonunda kalmak mantıklı görünüyordu. Sonra kurstaki Meksikalı arkadaşlar aklıma geldi. Onlarla ettiğimiz sohbetler. Kendini Amerikan rüyasının kollarına bırakmış bu arkadaşların azmine hayranım. Biz Türklerle birlikte New York’un en pis işlerini yapıyorlar. Ama bitmek tükenmek bilmeyen bir azimleri ve neşeleri var. Onlardan biriyle konuşurken şunu duydum:“Teksas, Meksika’ya komşu bir eyalet, Teksas’ta petrol var da niye Meksika’da yok... Çünkü Amerika istemiyor bizim zengin olmamızı...” Benzer iddiaları İstanbul’da da arkadaş çevresinde duymuştum. Irak’ta olan petrol bizde niye yok diye... Üstelik adamların bir de kapı gibi Aztek-İnka geçmişleri var... Ben sadece bizde var sanırdım geçmişin altın günleriyle avunanları... Oysa büyük sanılan düşünülen dünya o kadar küçük ve insanoğlu birbirine o kadar çok benziyor ki. Mikrodalgadan çıkan pilavın üstüne ketçap sıkıp, portakal suyu galonundan kocaman bir fırt alırken tam olarak aklımdan geçen buydu. Türlü insanlar ve türlü hikayeler. Geçenlerde biri şöyle demişti: “New York’ta birbirinin dilini anlamayan bir ton insan dünyayı yönetiyor.” Sanırım dünyanın gidişatının kötü olmasında bunun payı var. Bu itirafı gidip en yakın polis karakoluna ihbar etmeliyim. Bizim işyeri bu tanıma uymuyor. Değişik milletlerden insanlar var ama işyeri tıkır tıkır işliyor.Bugün işe yeni bir çocuk geldi. Central Park’ın üst taraflarında oturuyormuş. Edirneli bir üniversite öğrencisi. Orda herşeyi bırakıp burada herşeye kavuşmak için gelenlerden. Ona açık büfe konusunda eğitim veriyorum. Ben de şaştım bu işe. Çünkü kıdemli olmuşum bir anda. Kendimi öğütler veren bir konumda bile buldum geçen saatler içinde. Onu Feride’nin kardeşi Serdar’a benzettim. Buradaki hayatın ona iyi yüzünü göstermesi için dua ettim. İşleri iyice kapıp burada kalmak istiyor. Sonra daha iyi bir iş bulup farklı denizlere yelken açmayı deneyecek. Burada garson olmak bile zor. Oysa bu Türkiye’de çoğu kişinin burun kıvırdığı bir meslektir. Buradaki bahşiş sistemi, bu mesleği hayli cazip kılıyor. Ancak garsonluk yapabilmek öyle her babayiğidin harcı değil. Doğan da bir garsonluk arıyor ama bulamadı. Basboyluk kurumu var. Orada pişmek gerekiyor.

THINK DIFFERENT

23 Eylül Cumartesi

Bugün işteydim. New York’un en lanetlisi olduğunu düşündüğüm işte. Sabahtan öğleye kadar çalıştım. Sonra da öğleden akşama kadar. Bugün normalin epey üzerinde Budweiser tüketildi. Onlara fiyat etiketlerini bastım. Başka ürünlere de etiket bastım. Mesela Barilla’lara... Esas olarak açık büfenin kontrolünü yaptım. “Ne bitmişse koş getir” işi yani. Ortağım Ovidio izinliydi. Dayının yaptığı ıspanak böreğinden bir dilim mideme indirdim. Buz makinesinden torbalarla buz alıp Chelsea’ye paket servise

Page 35: New York Alaturka

gitmesi için arkadaşıma verdim. Sonra uçları kötüleşmiş çilekleri ayırıp, açık büfede satılması için dilimledim. Mantık gayet basit. Hiçbir şey boşa gitmeyecek. Bunları yaparken zevk aldığım tek şey arada gittiğim tuvalette oturmaktı. Çünkü sadece tuvalete gittiğimde bir yere oturabiliyorum. Yakında ayağımda varisler oluşacak. Bir de öğleden sonra yemek izninde Faruk’la beraber Özgürlük Anıtı’nı seyretmeye gittiğimiz zaman iyiydi. Faruk’la ardı ardına sigara içtik. O buraya Ankara’dan gelmiş. Beş arkadaş sözleşmişler ve buradalar. Bugünlerde bir ev kiralamak için uğraşıyorlar. İşyerinden çıkarken aldığımız kahveleri yudumladık. Günde bir kahveden işyeri para almıyor ama ben sürekli içiyorum. Otuz dakikalığına da olsa kendimize zaman ayırdığımız için mutluyduk. Wall Street’teki borsa binasının önünden geçtik. Sahile vardığımızda karşımızda Machintosh reklamı vardı. Üzerine FARKLI DÜŞÜN diye bir slogan yazılmıştı. Yanında da bir Ghandi resmi... Ghandi’nin bu reklam kampanyasında oynamak istemeyeceğini düşündüm. Bugün yaşadıklarım üst üste konulursa benim bile isimlendiremeyeceğim çok arabesk bir şey çıkar ortaya... Akşam işyerinden çıkmadan önce ortalığı paspasladım.Etrafta kimse yoktu. Gece mesaisi için mutfağa gidenler vardı. Onların da sesi gelmiyordu. Önlüğümü çıkardım. Mesai kartımı okuttum. Sonra kapının yanındaki makineden kendime bir kahve doldurdum. Akşamın satılmayan sandviçlerinden bir tane aldım ve eve doğru yola çıktım. World Trade Center’ın içinden metroya binmeden önce kapının önündeki büyük saksılardan birinin yanında oturdum. Sandviçimi bitirdikten sonra kahvemin kalanının yanında bir sigara yaktım. Cebimde neredeyse hiç para yoktu. Aylık metro kartımın gününün bitmesine daha zaman vardı neyse ki. World Trade Center’ın altındaki istasyona giderken hafiften bir müzik sesi vardı. Kapalı dükkanların vitrinleri ışıl ışıldı. N treninin hareketine 15 dakika vardı. Gazete dükkanına girip Vanity Fair dergisine göz gezdirdim. Sonra sanki çok param varmış gibi New York Times’ın yarın çıkacak sayısından bir tane aldım. Abartısız 2 kilo gibi bir ağırlığı var. Fiyatı ise 2,5 dolar. Ama dünyada gazete deyince aklıma gelen iki tane şaheser var: The New York Times ve Süddeutsche Zeitung... Bunlar benim için hayatın devam ettiğini gösteren deniz fenerleri. Bir de başka gazeteler var. Village Voice ve New York Press gibi gazeteler New York’ta ücretsiz, tabloid ve haftalık gazeteler sınıfındalar. Bolca ilan var. Bazı yazılar ve şehrin en iyileri gibi kategorileri var. Bu gazetelerin benim için yüklendikleri misyon ise gelecek diye bir şeyin var olduğu. Gazeteler benim için haberin ötesinde böyle imgeler de barındırıyorlar. Televizyonlar içinse bir kelime bile yorumda bulunmam mümkün değil. Çünkü ne olduklarına hala karar vermiş değilim. Rego Park durağından eve doğru gelirken kibritimin bitmiş olduğunu fark ettim. Açık dükkan yoktu. Kaldırımda iki kişi duruyorlardı. Önünde durdukları yer yahudilere ait bir düğün salonuydu. Yahudi düğün salonu dediğime bakmayın, bizim Türkiye’dekilerden bir farkı yoktu. Merdivenle yerin altına girilen bir salondu. “Kibritiniz var mı ?” dedim. Kadın olanı kibritini çıkarıp verdi. “Kalabilir sende...” dedi.

Page 36: New York Alaturka

Teşekkür edip Our Lady of Angel okulunun önünden yürüyüp eve geldim. Apartman girişinde bir ton gazete vardı. Aboneler evde olmadıkları için almamışlardı gazeteleri. Eve girip mikrodalgada pirinç pilavı yaptım. Yanında da iki hindi sosisi kızarttım. Pilav tabağı şu anda hala önümde, masada. Bugün böyle geçti. Yarın pazar ve tatil. Doğan’la Broadway’e gideceğiz. Şimdi uykumun gelmesi için koyun saymaya başlayacağım. İyi geceler New York, iyi geceler Queens, iyi geceler Feride...

RİVERDANCE İZLEMEDEN GİTMEK BİZE YAKIŞMAZ

24 Eylül Pazar

Gelecek hafta içi evden ayrılmam gerekiyor. Orkut’un kız arkadaşı gelecek Paris’ten. Zaten daha önce ayrılmam gerekiyordu. Ancak bugün yarın diyerek erteledim. Biraz önce aşağıdaki parka inip oturdum. Düşündüm buradaki günlerimi. Geldiğimde burada bir geleceğin var olduğunu hayal ediyordum. Şimdi ise burada sadece ayakta kalabileceğimi düşünüyorum. Stres içinde geçen günlere alışmak bir yana her gün nefretimi bir kat daha artırıyor. Burada kalırsam Feride de buraya gelecek. Bu ise pek mantıklı görünmüyor. En iyisi Türkiye’ye geri dönmek ve orada tekrar bir düzen kurmak. Sanırım bugün Doğan’ın dediği gibi New York’la platonik bir aşk yaşıyoruz. Bu şehrin kanı bize bir türlü ısınmadı. Oysa bir ofis işinde çalışıyor olsam her şey farklı olabilirdi. Kısmet... Kursa ara verdim. Bir daha da dönmem zor görünüyor. Buraya gelirken hem okuyup hem çalışacaktım hesapta. Ancak şu bir gerçek ki planı bu olan bir kişi en az 5 yılı gözden çıkarmalı. Benimse bu kadar vaktim yok. Oysa burada gördüğüm her yeri gelecek yıl Feride’yle birlikte gezeceğimizi düşünerek algılamıştım. Sanırım yolun sonuna gelmek üzereyim. İnsanın geri döndüğünde göreceği bir sevdiğinin ve onu her haliyle seven bir şehrinin olması ne güzel... Bugün Doğan eve geldiğinde bunları konuştuk. “Bekleyenin varsa gitmek senin için belki daha iyi” dedi. Buruktu. Gitmemle bir parça daha yalnız kalacaktı. Doğan, iyi bir kahvaltı arkadaşı. Durmadan ekmek kızarttık ve yedik. Kendimizi adamakıllı yemeye vermiştik. Televizyonda bir iki çizgi film seyrettik. Sonra çabucak hazırlandık ve sokaktaydık. Broadway’de müzikal bileti almak için bekleyen kalabalığın içinden geçerken “Gideceksen bir akşam Riverdance’a gidelim bari de öyle git” dedi. Ancak değil Riverdance, Mets ile Yankees maçına gitmek bile istemiyordum. Onun işleri hakkında konuştuk biraz. Dil yeterliliği aldıktan sonra Kanada’ya gitmek istediğini söylüyor. Polonyalı kız arkadaşını sordum. Pazarları beraberce kilise ayinlerine gidiyorlarmış. Kilisede dev bir ekrandaki karaoke tarzı yazılara bakarak ilahi söyleyen bir grup olduğunu söyledi. Eğlenceliymiş. Neredeyse beş blok hiç konuşmadan yürüdükten sonra sığınağımız Central Park’a girdik. Al Pacino’nun ve daha birçok artistin karakalem resmini satan bir sanatçıya baktık. Sonra

Page 37: New York Alaturka

çekik gözlü bir çiftin düğün resimlerini çeken fotoğrafçı ve asistanını seyrettik. Faytonla gezen turistleri izledik. Hayatı güzel görmeye çalıştık. Doğan hala işsiz bu arada. Onun iş bulması için dua ettik.

ÖZGÜRLÜĞÜN DİBİ

27 Eylül Bu satırları Brooklyn’deki 8. Cadde’nin üzerindeki bir arabanın içinden yazıyorum. Artık New York’ta bir evim yok. Geceyi de arabanın içinde geçirdik Özgür Murat’la birlikte. Sekizinci cadde Çinlilerin yoğun olarak bulundukları bir yer. Sabah gözlerimi açtığımda Tibet’i işgal eden Çin ordusunun yürüyüşü var sandım. Çok kalabalıklardı. Yakında Türk marketi filan da var, ama onlara ne kadar Türk denirse... Buradaki Türk işadamlarının birbirlerini kazıklamaktan başka hüneri yok. Bir de burada çalışma izni olmayanları sömüren kişiler var. Bunlar Türkiye’deki gazetelere Amerikan rüyasını başarmış kişiler olarak yansırlar genelde. Gerçekleşen tek rüyaları kendi arkadaşlarını sömürmektir oysa... “Burası böyle... Amerika böyle...” derler sıklıkla. Belki de öyledir tabii. Ben 5,5 dolardan çalışırken bir ülkenin ekonomi politiğini nereden anlayabilirim ki. Gemiden atlama lafını ilk duyduğumda insanlar Amerika’ya yaklaştıklarında gemiden atlıyorlar ve buraya sığınıyorlar sanıyordum. Oysa sadece gemi çalışanı olarak New York’a ayak basıp geri dönmemek anlamına geliyormuş. Böyle kişilerden bir hayli var buralarda. Genel olarak New Jersey’de veya Long Island’da bulunuyorlar. Benzin istasyonu sahibi yıllanmış olanları. Türkiye’den baktığımda benzin istasyonu sahibi olmak zengin olmak gibi gelirdi. Ancak burada benzin istasyonu açmak için çok işbilir birisi olmak gerekmiyor. Beş sene gece gündüz çalıştıktan sonra yanına çalıştırıp sömürebileceğin 3-5 kişi toplayabilirsen patron oluyorsun. Boynuna Hispanik görgüsüzlerinin taktıkları kalın altın kolyelerden birini veya birkaçını da geçirdin mi, al sana New York rüyasını gerçekleştirmiş Türk. Kimse kusura bakmasın ama böyle rüya olmaz olsun. Ha bir de patron tayfasının palavraları meşhur. Korkut Sapmaz bana onların hiçbir söylediklerine inanmamamı söylemişti. Söylediklerinin içinde yüzde 10 doğru vardır ancak demişti. Durum bu kadar vahim anlaşılan. İstisna yok mu? Var. Ancak burası bir orman. Güçlü olanlarsa büyükbaşlar.Bu yargılarla nereye varılabilir, bilmiyorum?

Sanırım buradaki günlerimin sonuna geliyorum. Moralim bozuk ve herşey ama herşey gözüme batıyor. Özgür Murat, bu durumu çok önemsememem gerektiğini, sıkıntıların geçeceğini söyledi. Ancak bunu daha çok kendisi için söylediğini düşünüyorum. O, burada kalmak için kendini motive etmeye çalışıyor. Dün gece yarısına kadar sokaklardaydık. Karar almakta zorlandığım için onunla konuştum. Doğrusu net bir yanıt vermekten uzaktı. Sanırım herkesin kafası biraz karışık.

Page 38: New York Alaturka

Sekizinci cadde boştu. Sokaktan iki otostopçu aldık gezerken. Bunun tehlikeli olduğunu ikimiz de biliyorduk. Ancak adrenalimizin biraz artmasına ihtiyacımız vardı. Başımıza birşey gelmedi. Sokakta bir arabanın üzerinde satılık yazısı gördük. Bakımlı bir Toyota idi. 98 model... Üzerindeki telefon numarasını aradı Murat. “N’apıyorsun sen” dememe kalmadan araç sahibini çağırdı. Hemen pazarlığa girişti. Adam Ortadoğu kökenliydi. Bir deneme turu bile attık. “Sana alalım bu arabayı İzgi” dedi Murat. Değil araba nefes bile alamıyorum ki bu şehirde. “Bunu neden yaptın ?” dedim. “Sonra bir gün anlatacak hikayen olur. Hem alabilirdik sen isteseydin” dedi. Nedensizce aklıma Rector Sokağı’ndaki küçük dükkanı işleten Hintli çocuğun sigara almak istediğimde kimlik soruşu geldi. İyi şeyler hatırlamak istesem de aklıma hep kötü şeyler geliyor. Mesela metro durağında sigara içtiğim için ceza kesen dedektif... Onun ceza kesmekten mutlu olan yüzünü hiç unutmayacağım. Dertlerin hepsi birden geliyor ama giderken de hepsi bir arada gidecek sanırım. Burada kalmaya devam edecek olursam hala bir eve ihtiyacım var. Murat’la birlikte bir ev tutmak istiyoruz. Aslında onun misafir olabileceği bir ev var ama beni yalnız bırakmak istemediği için arabada kalıyoruz şimdilik. Bir çatı altında sıcak birşeyler yemek istiyorum. İnsanın bir evinin olması ne kadar büyük bir ödülmüş. Bunu anlamak için bu günleri geçirmem gerekiyordu sanırım. Murat’ın uyanmasını bekliyorum. Yanımda Brooklyn’in yerel bir gazetesi var. Ev ilanlarına baktım ama pek iç açıcı değil. Belki bir gün karar alıp aynı gün içinde Türkiye’ye dönerim. EVİ OLMAYAN HERKESE KOLAY GELSİN

BÜYÜ DİYE BİRŞEY YOK

28 Eylül

Özgür Murat’la bir ev bulduk. Bodrum katı bir daire. Orası bana öyle güzel geldi ki... Sahibi yaşlı bir İtalyan... Adam eşine sorması gerektiğini söyledi. Eşi de bize vermesini uygun görmemiş. Dolayısı ile havamızı aldık. Üzülmek istemiyorum ama üst üste gelen kroşeler beynimde zonkluyor. Okula devam etmek için rapor almayı umut ettiğim doktora gittik. Doktor son zamanda böyle işleri çok yaptığı için tedirginmiş. Bir tedirginlik benim hayallerimin sonu olabiliyor. Ne kadar hayalimin kaldığı ise ayrı bir sorun... Gözlerimi kapatıp bir an kendimi Niagara çağlayanlarının altında düşündüm. Baktığım yer ise bir Çinli’nin mobilya dükkanıydı. Sekizinci Cadde köprüsünün altından geçen tren bütün büyüyü bozdu. Aslında büyü de yoktu. Sadece olmasını dilemiştim.

SAHİ, MATİZ NE DEMEK!

Page 39: New York Alaturka

29 Eylül

Flushing’te ev buldum. Oraya eşyaları bıraktım. Kümes gibi bir yerdi. Böyle kötü ev görmedim. Sanırım orada kalamayacağım. Murat’la oraya giderken Mets’in Shea stadyumunun yanından geçtik. İçeride büyük bir kalabalık vardı. Gazozlarını içip ayağa kalkan bir güruh... İçimi ürpertti ama içlerinde olmak için özlem duyduğumu söyleyemeyeceğim. Eşyaları eve bıraktıktan sonra Brooklyn’e geldik. Yolun üzerindeki binalara bakarken artık buradaki günlerimin sonuna geldiğimi düşünüyorum. Her binaya, her ağaca, her arabaya onları son kez gördüğüm düşüncesiyle baktım. Bıraktığım Türkiye’nin şimdi nasıl olduğunu bilmiyorum. Uzun zaman olmamıştı bırakalı ama bende ve İstanbul’da değişen çok şey olmalıydı. İşe haber vermeliydim gideceğime ilişkin. Benim gidişimle birşey kaybedeceklerini düşünmüyorum. Başka biri gelir yerime. Bir öğrenci daha iş bulmuş olur. Benim ilk günlerimdeki heyecanımı yaşar belki. Barnes&Noble kitapçısından bir hatıra kutusu almak istiyorum Feride için. Yaklaşık 20 dolar ama değer. Onunla buradaki kitap evlerini gezmek, Brooklyn Heights’ta bagel yemek isterdim... Umarım evlendikten sonra buralara tekrar gelme şansımız olur. Her şeye karşın burayı kalbimden söküp atamıyorum. Sadece yanlış zamanda yanlış yerlerdeydim. Geçen yüzyılın başlarında Ellis adasını gören ilk göçmenler sanırım benim ilk geldiğim zamandaki duygularımı paylaşıyorlardı. Uçsuz bucaksız bir ülke ve sınırsız fırsatlar... Erişemediğim ciğere mundar demek istemiyorum. Sadece çok üzgünüm. Umarım Türkiye’ye döndüğümde bir iş bulabilirim.

Murat misafir olabileceğimiz bir yer bulmuş. Feride matizin ne demek olduğunu soruyor ama bilmiyorum.

SON KARAR

1 Ekim

Dönüş kararını verebilmek sandığımdan zor oldu. Şu andan itibaren beni Türkiye’ye götüren yolun başındayım. Uçak biletimi nereden alacağıma dair en ufak bir fikrim yok. Dün bütün gece Özgür Murat’la Brooklyn sokaklarında kararım üzerine konuştuk. Ne zaman gideceksin dedi. Hemen, mümkün olduğunca erken gitmek istiyorum. Daha fazla gel-git yaşamadan bu defteri kapatmak istiyorum. Gerçi gitmeden önce Niagara çağlayanlarına gitmek isterdim, ama bu şu anda çok önemli değil. Öyle ya da böyle bir karar verebildiğim için mutluyum. Uzun süren ıstırap seanslarından sonra kendimi özgür hissediyorum. Çalıştığım saatlerin parasını almak için markete gittim. Giderken makul olan durak Rector Street yerine Queens’ten gelirken kullandığım Cortland Street durağını tercih ettim. Güneş yeni doğuyordu. Dışarıda çöpçülerden başka kimse yoktu. Sokakların altından buharlar çıkıyordu. Son kez bu yollarda yürüdüğümü düşündüm. Yarın herşey daha farklı olacak.

Page 40: New York Alaturka

Herkesle vedalaştım. Hatta bir iki saat son olarak açık büfeyle ilgilendim. Sonra 478 doları cebime koydum ve Özgür Murat’la tekrar buluşmak için N trenine bindim. Özgür dün akşam benden bu kararı beklemediğini söyledi. Ben de bu kararı vermek zorunda olduğumu anlattım. Beni anladığından kuşkuluyum. Türkiye’de beni neyin beklediğini bilmiyorum ama döndüğümde uzunca bir süre sıcak bir yatakta uyumak istiyorum. Gideceğim yol o kadar büyüyor ki gözümde, bir uzay mekiğinin beni evin önüne atmasını dilerdim.

Murat beni yarın Kennedy Havalimanı’na bırakabileceğini söyledi. Gökay da gelecek yarın. Orada bir uçak bileti ayarlayabileceğimi düşünüyorum. Gökay gelecek ve ben gideceğim. Doğrusu biraz daha kalıp Gökay’ın Makedonya maceralarını dinlemek isterdim.

DÖNÜŞ

2 Ekim

Bu satırları yazarken yerden çok yüksekte Atlantik okyanusunun suları üzerindeyim. Uçağın videosunda Keeping the Faith isimli bir film oynuyor. THY’den bir bilet bulabildim.

Hızlı geçen gün içinde önce eşyalarımı almak için Flushing’teki eve gittik. O evde bir gün bile kalmamıştım. Çatlak ev arkadaşımla da eşyaları bıraktığımız gün dışında hiç görüşmemiştik. Evde kimse yoktu. Aralık duran pencereden içeri girip eşyalarımı dışarı çıkardım. Sonra arabaya binip gazladık. Özgür Murat buraları son defa gördüğümü, etrafıma doya doya bakmamı söylüyordu. Eski evimin yanındaki otobandan geçerken hafiften hüzün çöktü içime... Sonra bütün binalar gözüme aynı görünmeye başladı. O an için benim New York defterimin kapandığını anladım. Artık kendimi bir turist gibi hissediyordum. Havalimanında Gökay’ın uçağını bulduk.. Hasret giderici cümlelerden sonra kararımı açıkladım. Gözlerindeki hayreti unutmam mümkün değil. Bir iki ufak borç meselesini Gökay’a devrettikten sonra, ondan Doğan’a habersiz gittiğim için özrümü iletmesini istedim. Sonra Türkiye’ye giden bütün havayollarından bilet aradık. THY’nin az sonra kalkacak uçağı için bilet aldım. Kore havayolları bagaj etiketimin sponsoru olmuştu. O kadar aceleydi yani işler... THY bilet keserken , Koreliler de bagajlarımı düzene koyuyordu. Gümrükteki memur alelacele pasaportuma baktı. Uçağa bindim ve bir gazete alıp kuruldum. Birşey yaptım. Geri dönüyorum. Bu kararım doğru mu bilmiyorum. Gazeteye göz atmaya başladığımda güreşçilerden birinin uluslararası karşılaşmada ay-yıldızsız bir formayla mindere çıktığını manşetine taşımıştı bir gazete... Üç ay Türkiye gündeminden uzak kaldıktan sonra

Page 41: New York Alaturka

bu tarz haberler bana çok komik geldi.. Bize özgü bir haber anlayışı diye düşündüm. Uçakla okyanusun üzerindeyiz şimdi. Toplam sekiz saat sürecek yolculuğumuza derin bir sessizlik hakim. Hava boşluklarına girip çıktıkça heyecanlanıyorum. Havaalanında birçok milletvekiliyle karşılaşmıştım. Onlar Amerikan Kongresi’ne Ermeni sorununu doğru bir biçimde anlatacaklarmış. Uyumak istiyorum ama bunu başarabileceğimi sanmıyorum. Ne ailemin ne de Feride’nin dönüş yolunda olduğumdan haberleri yok. Bakalım ne diyecekler! Bakalım ne diyecekler hayatta herkesin kendine çokça sorduğu soru sanırım.

NEW YORK İÇİN UFAK NOTLAR

Spanish Amerikan Dil Kursu Bu dil kursu, benim bildiklerim içinde en ucuz olanı. Eğer İngilizceniz yeterli ise burada hoşça vakit geçirebilirsiniz. Fiyatının makul olması size ihtiyaç duyduğunuz para biriktirme evresi için avantaj kazandırabilir. www.sai2000.org

Zoni Bir dil kursu. Fazlasını yazarsam adamlar dava açarlar. www.zoni.com

Niagara Çağlayanı Büyük ihtimalle coğrafi bir veri olarak aklınızda kalmıştır Niagara... Çağlayanlara gitmek istiyorsanız kendinizi tutmayın. Sonra giderim demek neredeyse hiç gitmemekle eş anlama geliyor. Ben hala gidemeyenler arasındayım. www.discoverniagara.com

Century 21 Alışveriş Merkezi

Burası hem marka giyineyim hem de ucuz olsun diyenler için biçilmiş kaftan. İçeride akıllı insanlar göreceksiniz. Kalabalığın akın ettiği yere doğru giderseniz akıllı insanlar kısmına katılacaksınız büyük bir olasılıkla. www.c21stores.com/nyc.html

Drudge ReportAmerika’da herkesin verdiği haberlerden bıktıysanız bu site sizin için iyi bir haber kaynağı olabilir. Sitenin kurucusu Matt Drudge’nin hayli ilginç bir hayat hikayesi var. www.drudgereport.com

ESPN Zone Times Meydanındaki bu yeri çoğu kişi es geçer. Oysa bizim gibi sporla yatıp kalkan bir ülkenin çocukları için vazgeçilmez mekanlardan biri olmalıdır. Gökay tuvaletlerinde bile ESPN televizyonunun açık olduğunu söylemişti. espn.go.com/espninc/zone/newyork.html

Page 42: New York Alaturka

YMCA – Genç Erkek Hıristiyanlar Birliği Genç Hıristiyanlar Derneği’nin New York pansiyonunu web adresi. Burası genelde Amerika dışından gelenlere ucuz diye itelenen yerlerden biridir. Oysa bu fiyata Brooklyn’de bir stüdyo tipi ev kiralamanız mümkün olabilmektedir. Çok darda kalmadıkça gidilmesi tavsiye edilmez. Bir de YWCA var. O da bayanlara yönelik. www.ymcanyc.org/ygny/

Newsday Amerika günlerini Long Island’da geçirme ve orada kendine bir hayat kurmak isteyen kişi için iki şey zaruridir. Birisi araba, ikincisi Newsday gazetesi... Bu gazete Long Islandlı’nın el kitabıdır. Queens için de geçerli bu tanımım. Seri ilanları kapsamlıdır. Gazeteyi almadan web üzerinde okumanız da mümkün. Ayrıca gazete evlere dağıtım yaptığı için işsiz günlerinizde gazete dağıtıcılığı yapmak da aklınızın bir köşesinde bulunsun. www.newsday.com

Screening Room Tribeca’nın en kaliteli sinemalarından biri. Ben gitmedim, Chris söyledi. Eğer sinemaya gitmek isterseniz burası tavsiye olunur. Ancak New York’ta bir yabancı için hayatın kendisi sinema olduğundan buna ihtiyacınız olacağını düşünmüyorum. Tercih sizin...

www.thescreeningroom.com

New York Resmi Web Sitesi Eyaletin resmi web sitesi. Bir yabancı olarak işinize yarayabilecek çok az sayıda bilgi vardır bünyesinde. www.nyc.gov

Intrepid Burası eski bir savaş gemisinin müzeye çevrilmiş hali. www.intrepidmuseum.org/

JFK Havaalanı Kennedy Havaalanı’na indiğinizde sizi nelerin beklediğini bilmek hoşunuza gidebilir. www.panynj.gov/aviation/jfkhomemain.html

Poland Spring Su, içilir www.polandspring.com/

Metro Metropolitan Transport Authory’nin (MTA) verdiği metro hizmetleri sizi yerin altında gitmek istediğiniz istasyona taşıyacak. Gün gelip yerin

Page 43: New York Alaturka

altında çalışan insanların içinde bulundukları ruh halini düşünebilirsiniz. Bu konuyla ilgili görüşlerinizi bana da bildirebilir misiniz? www.mta.nyc.ny.us/

Pionner MarketQueens’te alışveriş yaptığım bir market. Ucuz şeyleri bir arada bulabileceğiniz bir yer. Yolumun üzerinde olmasından başka hiçbir özelliği yok. www.pioneerspmkt.com/

Queens CourierQueens’in gazetesi. İyi olduklarını iddia ederler ama hiçbir numaraları yoktur. “Gücü etkisinde” şeklinde özetlenecek bir numarayla kendilerini pazarlamaya çalışırlar. Kolay gelsin onlara www.queenscourier.com

Village Voice Haftalık ücretsiz gazete... İlan kısmında tıbbi denekler arayanlar ilgimi çekmişti. Fazla bir özellik istemiyorlardı. Hem de ücreti iyiydi. Ama küçük bir ayrıntı vardı: Sosyal güvenlik numarasına sahip olmak. www.villagevoice.com

SunnysideNew York Türk cemaatinin Queens semtindeki yoğunluğunun bulunduğu Sunnyside’ı tanıtan bir yazı aşağıdaki internet adresiyle ulaşılabilir. Semt ile ilgili The New York Times’ta yazılar da çıktı. www.nyc24.com/2000/7train/46thStreet/storyarea_sunnyside1.html

Strand Books Kitap, ucuz kitap... Bütün gününüzü burada geçirmemek için hiçbir neden yok. www.strandbooks.com

Central Park Manhattan’ın orta yerinde bir park. Nefes almak ve hayal kurmak için birebir. Bazen beysbol oynayan çocukları seyredersiniz. Hayatın devam ettiğini düşünürsünüz Yürürsünüz yanınızdan koşanlar geçer, parka fon müziği olarak Edith Piaff şansonlarından birini koymalı... www.centralparknyc.org/

Greenwich Sokağı No:88 Dünyaca Meşhur bir apartman. Richard Gere’in bir aşk filmi burada çekilmişti. Ben de bu devasa apartmana bir kere yiyecek servis yapmıştım. www.88greenwich.com

Sabrett

Page 44: New York Alaturka

Bu sosis standları isimi sebebiyle sizi sabra davet eder ;) Ancak denemenizi pek tavsiye etmem... Sosları pek bizim alışık olduğumuz bir lezzette değil. www.sabrett.com

NYPD – New York Polis Teşkilatı Bildiğiniz NYPD işte. New Yorklu’lar kadar siz de biliyorsunuzdur marifetlerini. Rüşvet alırlar, çete kurarlar, zenci öldürürler... Şakası bir yana New York’ta polisler insana yardımcı oluyorlar. Gidip soru sorduğunuzda ciddiye alıp yardımcı olduklarına şahit oldum. www.nyc.gov/html/nypd/home.html

Empire State Empire State binası. İkiz kuleler yıkıldıktan sonra New York’un sembollerinden birisi olarak önemi arttı. Bizim kursumuzun yanındaydı. ABD dışından gelenler kadar orta eyaletlerden gelen meraklı Amerikalıların da her daim meraklı bakışlarıyla gezdikleri bir bina. www.esbnyc.com

NEW YORK’TA BİLİNMESİ GEREKEN ŞEYLER (ALINTI)

Sen ki trafikte arabalardan daha güçlüsün Sen ki trafikte minibüslerden de güçlüsün Onlardan güçlü olduğun için onlara aldırış etmeden yoluna devam edebilirsin Sarı ışık aslında yeşil demektir. Yaya geçidi diye birşey yoktur, yürüyebileceğin her yer geçittir. Araba ve minibüslerden güçlü olman seni yanıltmasın. Bu tırlardan ve otobüslerden güçlü olduğun anlamına gelmez. Sana klakson çalanlara sen de çığlıkla karşılık ver. Araba acı bir fren yapıp durduysa sen kazandın. Kazanmadıysan, ne denebilir ki? Asla su içme Diğer içeceklerden tonlarca var ve senin tüketmeni bekliyorlar .Starbucks’ların açılış nedeni budur. Her köşe başında bir Starbucks bulabilirsin. Bulamazsan bunu onların merkezine rapor et. İyi bir ödül kazanabilirsin. Burada herkes minimum 5 dolarlık metro kartına sahiptir. Metroda herhangi birşeye sakın dokunma. Metroda oturma. Metro hareket halindeyken herhangi birinin yüzüne sakın bakma. Bu mevcut kurallar içinde en çok uyulanıdır. Metro hareket halindeyken biriyle konuşma. Eğer erkeksen New York’ta paraya ihtiyacın yok. Eğer bayansan birkaç yüz dolara ihtiyacın var. Yeni vergi düzenlemesi New York’ta fiyatların üçe katlanması demektir. Özellikle kahvenin.

Page 45: New York Alaturka

En azından iki dil bilmiyorsan taksiye binme. Taksicilerin büyük bölümü İngilizce bilmez. Koşmayı seviyorsan Penn Station sana eğlenceli gelecektir. Central Park ise kara kuşak sahibiysen eğlenceli olabilir. Ya da bir silahın varsa Ya da bir bıçağın Bul karayı al parayı tarzı bir oyunda kolayca para kazanabilirsiniz. Ancak oyunun kurallarından birinden biri hile yapmamaktır. Eğer kazanırsanız kural ihlalinde bulunmuş olursunuz. Kazara sahte bir para elinize geçmişse onu bir evsize verin Ya da bir uyuşturucu satıcısınaYa da bir fahişeyeSon iki kişiye verirken tedbiri elden bırakmayın. Yukarıda rotasından çıkmış uçaklara dikkat edin. Yine yukarıda düşünceli bir ev sahibinin üzerinize çöp dökmesin karşı uyanık olun.