ÖnsÖz - docs.neu.edu.trdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · vural okur,...
TRANSCRIPT
1
i
ÖNSÖZ
Çalışmamın ana teması Kant’ın ahlak felsefesidir. Öncelikle yaşamımızın
her alanında karşılaştığımız ahlak olgusunun ne olduğu, kişilere, toplumlara ve
yüzyıllara göre değişen ahlaki yargıların nasıl geliştiğinin soruları Sokrates öncesi
filozoflardan başlayarak, ahlak yargıları sistematik bir biçimde ele alınacak ve
Rönesansla birlikte Kant öncesi filozofların ahlaka bakışının bir tablosu çizilecektir.
İkinci bölümde ise Kant’ın felsefesini oluşturup izlediği yöntem yol
gösterici olacaktır. Öncelikle salt bilgi (a priori) ve empirik bilgi (a posteriori) aklın
sınırlarını nasıl ortaya koymuştur? İnsan aklı deney verilerinden bağımsız olarak
nereye kadar ulaşabilir? Hem deney alanından hem de aklın alanından kopamayan
insan özgür iradesiyle nasıl hareket edebilecektir? Soruları yine Kant’ın cevaplarıyla
açıklanacaktır.
Üçüncü ve son bölüm, günümüzdeki ahlak tartışmalarının Kant etiği
çerçevesinde oldukça fazla çeşitliliği ve fikir ayrılıklarını niçin barındırıyor
olduğudur. İçinde yaşadığımız dünyada, ahlak normlarının savaşlardan, çevre
sorunlarına ve çağımızda yaşanan pek çok olumsuzluğu nasıl etkilediği örneklerle
açıklanmıştır. Özellikle yaşanan problemlerin temelinin neden Kant etiğine
dayandığı ve onun bu konuda niçin eleştirildiği açıklanacak ve filozofun
düşüncelerine yeniden niye ihtiyaç duymak zorunda kaldığımızın altı bir kez daha
çizilecektir.
Bu çalışmamda beni destekleyip yüreklendiren danışman hocam Sayın Prof.
Dr. Sinan Özbek’e ve kendisini tanımaktan onur duyduğum Sayın Prof. Dr. Afşar
Timuçin’e çok teşekkürlerimi sunuyorum.
Kocaeli, Ağustos 2006 Seher DEMİREL
ii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .................................................................................................................... i
İÇİNDEKİLER ....................................................................................................... ii
I. BÖLÜM:...............................................................................................................1
I.1. AHLAK TERMİNOLOJİSİ..................................................................1
a) Ahlak Nedir? .....................................................................................1
I.2. KANT ÖNCESİ FİLOZOFLARIN AHLAKA BAKIŞI ......................4
I.3. FAYDACI AHLAK ÖĞRETİLERİNİN YENİÇAĞDAKİ
GÖRÜNÜMÜ .....................................................................................13
II. BÖLÜM: KANT’IN AHLAK YÖNTEMİ VE PRATİK AKLIN
ELEŞTİRİSİ ...........................................................................................................17
II.1. DUYULUR VE DÜŞÜNÜLÜR DÜNYA TASARIMI .....................19
II.2. KANT’TA BİLİMSEL YÖNTEM ....................................................21
II.3. SALT AKIL ELEŞTİRİSİNDE A PRİORİ VE
A POSTERİORİ İLİŞKİSİ..................................................................22
II.4. SALT AKLIN ELEŞTİRİSİNDEN AHLAK FELSEFESİNE...........25
II.5. TEORİK VE PRATİK AKIL İLİŞKİSİ..............................................28
II.6. KANT’IN AHLAK FELSEFESİNDE TEMEL ÖZELLİKLER ........30
a) İyi İstenç ve Ödev ...........................................................................30
III. BÖLÜM: KANT’IN AHLAK YARGILARINDAN GÜNÜMÜZE
BAKIŞ....................................................................................................................39
III.1. AHLAKIN ŞİMDİLİĞİ ......................................................................39
III.2. DEĞİŞEN DÜNYADA AHLAKIN GÖRÜNÜMÜ...........................42
III.3. DÜNYA SORUNLARI KARŞISINDA KANT AHLAKI.................48
III.4. NASIL BİR AHLAK? NASIL BİR DÜNYA?...................................49
SONUÇ ..................................................................................................................53
KAYNAKÇA.........................................................................................................54
I. BÖLÜM
I.1. AHLAK TERMİNOLOJİSİ
a) Ahlak Nedir?
Gündelik yaşantımızda, davranışlarımızın çeşitlendirilmesinde ahlakla ilgili
yargılardan söz ederiz. Her insan topluluğunun geçmişinden getirdikleri birtakım
alışkanlıklar, değerler ve görüntüler toplum içersinde yaşayan insana neyi yapıp neyi
yapmaması gerektiğini, davranışlarını nasıl düzenleyeceğini, bir davranışı
gerçekleştirirken sınırlarının nereye kadar olabileceğini, kişinin içinde yetiştiği ortam
çerçevesinde çoğu zaman farkında bile olmayarak bu kurallara uyulması gerektiğini
baştan benimsetir.
İlkel toplumdan, çağdaş topluma kadar uzanan, yüzyılların birikimini
taşıyan toplulukların ve hemen her toplumsal yapının bir ahlak anlayışının olduğunu
söyleyebiliriz.
“Ahlakın içeriği çeşitli çağlara, çeşitli uluslara, çeşitli çevrelere göre
değişiyor. Bazen tek tek kişilerin bile aynı ahlak anlayışları oluyor (...)”.1 Ortaya
çıkan ahlak görüşlerinin temel düşüncesi ise doğruyu ancak kendilerinin bulduğu
konusunda.
Ahlak, yaşantımızın her yanında, içindedir. Bu anlamıyla da hemen her
tarihsel dönemde bir ahlaki çeşitlilikten söz edilebilir. Söz gelimi, Hıristiyan ahlakı
ya da Konfüçyüscü ahlak, iş ahlakı, hoşgörü ya da ödev ahlakından bahsedebiliriz.
Bu kadar kapsamlı ahlaklar çokluğuna karşın yürürlükte bulunan ahlaklardan her biri
kendi mutlaklığını benimsetmek ister. Ahlakın mutlaklığını benimsetmek istemesi,
aslında ahlaklı olan nedir sorusuna yanıt aranmasından doğar.
“Şüphesiz böyle bir soruyu sorabilmenin ilk koşulu, insanın daha
çocukluğundan başlayarak kendisini görünmez bir ağ gibi saran ve ailesinin,
çevresinin ve gitgide toplumun çoğunlukla benimsediği ve kendisine ikna, telkin ve
hatta zora başvurarak benimsettiği bu eğilim, düşünce, inanç, töre, alışkanlık,
gelenekleri vd. kendince tartıya vurmaya, bunlardan kendine uygun görünmeyenler
1 Bedia Akarsu, Mutluluk Ahlakı, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1982, s.7.
2
hakkında belli bir şüpheye düşmeye ve gitgide bunları sorgulamaya ve yargılamaya
başlamasıdır.”2
Kişiler çoğu zaman kendilerine benimsetilen bu düşünceleri hiçbir
eleştiriden geçirmeden olduğu gibi kabullenirler, ya da daha derinlikli düşünme
yoluna başvurarak nasıl bir davranış göstermeliyim ki iyi davranış olsun? Kötü
davranış nedir? İyinin ölçütü ne olmalıdır? Bütün toplumlar ve çağlar için geçerli
olan evrensel ahlak anlayışı var mıdır? Sorularına yanıt arama sürecine girerler.
Bu soruları cevaplamaya çalışanların da ahlakın alanına girdiklerini
söyleyebiliriz. Ahlak kuralları, filozofları Antikçağdan beri uğraştırmış bir konudur.
Önceleri kabul edilip, saygı gören değer yargıları, Yunan Aydınlanması ile eleştiriye
uğramış ve bu yargıların geçerlilikleri üzerinde düşünülmeye başlanmıştır. Felsefe
tarihi boyunca, ahlak ilkelerinin değişmez ve mutlak olduğu inancıyla, ahlak
yargılarının çağlara göre değişebileceği inancı tartışmış durmuştur.
Ahlaka uygun davranışların ancak toplumsallaşarak mümkün olabileceğini
söyleyenler gibi, bu davranışların insanın içindeki ahlak duygusuyla örtüştüğünde
ahlaki değer olduğunu savunan görüşler de vardır.
“Herkeste de bir ahlak duygusunun varlığından söz edemeyiz, kiminde az
gelişmiş, kiminde hiç yok. Ayrıca bağlı olduğumuz çevreye göre duygularımız da bir
biçim kazanıyor, ama aynı çevrede de iki insan birbirinden ayrı nitelikte
gelişebiliyor. Oysa, ahlak ilkelerinin değerli olanın, çağlara toplumlara göre
değişmesi, iyiyi toplumun belirlediğini gösteren oldukça sağlam bir kanıt. Yine de,
toplumun değerli bulduğu şey değerlidir demek de yetmiyor. Toplum bazen değerli
olmayan şeyi de pekala değerli bulabiliyor.”3
Bedia Akarsu’nun da dile getirdiği gibi toplumlar çoğu zaman değişimleri
kolay kolay kabullenemezler. İşte topluma bu değişimin yolunu açanlar, onları
yaşama geçirmeye çalışanlar da çoğu kez aydınlar, filozoflar ve çağının
sorumluluğunu üstlenme becerisine sahip tek tek kişilerdir. Böylelikle eskiyen ve
geçerliliğini yitiren değerler, yeni değerlere dönüşüyor ve toplum tarafından da çok
geçmeden benimsenmeyi başarıyordu. Ancak bu noktada, yani benimsenen
değerlerin içselleştirilmesinde bu değerleri iyi olarak kabul etmemizin ölçütü ne
olacaktır sorusunu da yanıtlamamız gerekecektir. İnsan doğumundan ölümüne kadar
2 Doğan Özlem, Etik-Ahlak Felsefesi, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 2004, s.16. 3 Akarsu, Mutluluk Ahlakı, s.12.
3
kendisini sarmalayan toplumsal yapıda hep başkalarıyla birlikte, ahlak değerlerimiz
ise bizim başkalarıyla olan ilişkilerimiz sonucunda ortaya çıkan şeylerdir. Ahlakın en
temel buyruğu, başka insanları gözeterek kendi isteklerimizi kontrol altında tutmak
ve çoğu zaman da birlikte yaşanılan düşünme yetisini hiç kaybetmeden yaşayabilme
becerisini göstermektir.
Geçerliliğini barındıran ahlak yasaları, bu özelliğinden dolayı buyurucu bir
niteliktedir ve bu buyruklara sorgulamadan uyulmasını ister. İtaat etmek insan
özgürlüğünü ortadan kaldıran bir süreçtir. Özgür olamayan insanın buyruklara zorla
uysa da ahlaklı davranıp davranmayacağını kestiremeyiz. Ahlaklı olabilmemiz özgür
olmamızla mümkündür. Ancak bir taraftan da ahlak ona koşulsuz uymamızı da ister.
Bu yönüyle çelişkili görünen özgürlük-kabullenme ikilemini neden itaat ediyoruz?
Bu buyruklara uymamız kim tarafından isteniyor? Sorularını temellendirmemiz
gerekecektir.
Kişiliğin henüz tam kurulmadığı çocukluk dönemlerinde çocuk kendisine
söylenileni ve verileni hiç düşünmeden kabul etmekte ve böylelikle de davranışları
otomatikleşmektedir. Ancak çocukluk dönemlerinde rastlanılan bu durumu ahlakça
yargılayamayız. Çocukluktan yetişkinliğe geçen insanlardan kişilikli olmalarını
bekler ve kişiliklerine uygun davranışlar göstermelerini isteriz. Oysa çoğu zaman,
yetişkin insanlar da kişiliklerini yitirebilir bütünüyle kör bir inanışın peşine
düşebilirler.
Ya da ödül veya ceza göreceklerini düşünerek de ahlaksal eylemi yalnızca
bir araç olarak benimseyebilirler. Her insanda bir özgürlük isteğinin var olmasına
karşılık kimileri, içinde yaşadığı toplumun geleneklerine, alışkanlıklarına, ödül ya da
ceza düşüncesine bağlıdır.
Burada T.H. Huxley’in şu sözlerine yer vermek yerinde olacaktır. “Ahlakın
temeli... hakkında kanıt olmayan şeylere inanır görünmekten ve bilgi sınırlarını
ötesindeki sorgulanamaz önermeleri yinelemekten vazgeçmeye dayanır.”4
Başkalarının söylediklerine kör itaat kişiliğin zaman içersinde silikleşmesine yol
açar. Bu durumdan faydalanıp, insanları daha da zor duruma sokarak baskı altına
almak isteyenler de çıkabilecektir.
4 Carl Sagan, Karanlık Dünyada Bilimin Mum Işığı, çev. Miyase Göktepeli, Ankara: Tübitak
Bilim Kitapları, 2003, s.209.
4
Öyleyse, insanları zorla itaate sürüklemeden, verilenleri olduğu gibi
kabullenip alan kişilikler değil, sorgulayabilen özgür düşünceli bireyler
yetiştirebilmek ahlak eğitiminin temel öğelerinden biri olmalıdır.
Ahlakta kişi özgürlüğünden yola çıkıp, “Mutlu olabilmem için nasıl
yaşamalıyım?”, “Neler yapmalıyım?” soruları Klasik İlkçağ ahlak anlayışının
problem konusu olmuştur. İlkçağ ahlak anlayışları, bireyin kendi isteklerini temel
alırlar. Dışarıdan zorla benimsetilen buyruklar yerine kişinin bizzat kendi içerisinden
gelen bir isteme söz konusudur. Klasik İlkçağ anlayışı kendini sınırlama ahlakından
çok kendini gerçekleştirebilme, özgürlüğünü ifade etme düşüncesine dayalıdır.
Bireysel mutluluk düşüncesi ve ahlak anlayışı Rönesans’a kadar uzanan dönemde
hem bireyci hem de toplumu dikkate alan bir karakter sergiler. Rönesansla birlikte
bireyden çok toplumun mutluluk anlayışının geliştiği bir sürece dönüşür. Mutluluk
ahlakı Kant’la birlikte bir ödev ahlakı, bir gereklilik ahlakına yönelecektir. Ama önce
Kant’ın ödev ahlakına değinmeden Sokrates öncesi filozoflardan başlayarak
Antikçağ ahlak felsefesinin genel özelliklerinden bahsetmemiz yerinde olacaktır.
I.2. KANT ÖNCESİ FİLOZOFLARIN AHLAKA BAKIŞI
Antikçağın ahlak felsefesi mutluluk anlayışına dayanır. Sofistler’de, Sokrates’te ve
Sokrates’in ardından gelen okullarda ahlak felsefeleri mutlulukçu bir içeriktedir.
Daha sonraki 18. yüzyıl aydınlanmasında da aynı izler bulunur.
“Sofistlerin yaşadığı döneme, yani M.Ö. V. yüzyıla Yunan Aydınlanma
Çağı denir. Nitekim XVII-XVIII. yüzyılda özellikle Batı Avrupa’da karşılaştığımız
bir düşünce akımına da “Aydınlanma” denildiğini biliyoruz. Batı Avrupa’daki bu
aydınlanma akımının karakteristik yanı, bu akımın geleneklere karşı açtığı savaştır.
Bu akım dinsel, ahlâksal, siyasal, sosyal tüm törelerin insanın eseri olduklarını
kanıtlamaya çalışmıştır. İşte Sofistlerin de amacı budur.”5
Mutluluk anlayışları, felsefe tarihi boyunca çeşitli biçimlerde ortaya çıkmış
kimi zaman hazcılık (Hedonizm) kimi zamansa Hıristiyanlık ve Müslümanlıkta da
olduğu gibi, öteki dünya mutluluğu biçimine girmiştir.
5 Ernst von Aster, İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, çev. Vural Okur, İstanbul: İm Yayın Tasarım,
2000, s.108.
5
Yeniçağda ise, tek kişilerden çok toplumun mutluluğu ön plana çıkmıştır.
Antikçağda yaygınlaşmış olan hazcılık, stoacılık gibi öğretiler yeniçağın ahlak
öğretilerini de etkilemiştir.
“Antikçağ öğretilerinde olduğu gibi, bunlarda da kalkış noktası yine insan
doğasıdır, insanın ahlaksal yaşamını doğal yaşamının bir uzantısı olarak kabul
etmektedir. Yararcı öğretiler, kendi doğalcı tutumları doğrultusunda, tüm ahlak
ilkelerinin, tüm değerlerin temelinde psişik etkenlerin yattığını ileri sürerler. Buna
göre, antikçağın mutlulukçu öğretilerinde olduğu gibi, bu öğretilerde de tüm
insanların kendi mutluluklarının peşinde koştukları kabul edilir.”6
Bu anlamda yararcı anlayışın antikçağ anlayışlarından ayrılan bir tarafı da
vardır: ‘Toplumun mutluluğunu istemek’. Tek kişinin mutluluğundan çok, toplumun
mutluluğu sağlanmalıdır. Tek bir birey kendi başına mutluluğa ulaşamayacağı için
amaç bütün insanları mutlu kılmaktır.
Mutluluk kavramı Sokrates’ten önce de felsefe tarihi içersinde yer almıştır.
Örneğin mitosları ya da masalları ele alan eserlerde de ahlak üzerine düşüncelerle
karşılaşırız. Ama bu düşünceler dinin ve mitosların etkisi altında varlıklarını
sürdürürler. Bu dönemde İ.Ö. 6. yüzyılda Yedi Bilge adıyla anılan kimi düşünürlerin
ahlaki içerikteki sözlerine de rastlarız. Başta da belirttiğimiz gibi Sokrates’ten önceki
filozofların ahlaki görüşlerine göz attığımızda İ.Ö. V. yüzyılda ortaya çıkan ve
kendilerine Sofist adını veren gezici filozofların bulunduğunu görürüz. Pers
savaşlarının ardından Atina’da yükselen demokratik gelişmeler eğitim sisteminde
bilgili ve başarılı yurttaşların yetiştirilmesi gereğini ortaya koymuş ve bu gereksinimi
de para karşılığında şehir şehir dolaşarak gezici öğretmenlik yapan Sofistler
karşılamıştır.
“Sofistlerin öteki bir özelliği ise, insan konusuyla uğraşmalarıdır. Onlar bu
konuyu ele aldıkları zaman, kuşkusuz, bazı şeyleri biliyorlardı. Kendilerinden
öncekilere yabancı olmayan Sofistler, insan ile ilgilendikleri için, tarih konusuna da
yabancı değildiler. Bu konuda da kendilerinden önceki felsefe okullarından hiçbirine
katılmadılar onlar arasında yalnızca karşılaştırmalar yapmakla yetindiler.
Bu karşılaştırmalar sonunda şu sonuca vardılar: Şimdiye kadarki felsefe,
evren konusunda tutarlı bir anlayış elde edememiştir... Her filozof kendi
düşüncelerinin doğru, başkalarınınkilerin yanlış olduğunu savunur. Burada şu soru 6 Özlem, a.g.e., s.63-64.
6
öne çıkar: ‘Acaba, gerçek diye birşey var mıdır? Tüm görüşlerden her biri ötekiyle
çeliştiğine göre, geriye gerçek diye bir şey kalır mı?’ ”7 Genel düşünce yapılarıyla
felsefe tarihine doğruluk ve erdemin göreceli olduğunu, insanı ve öznelliği felsefe
sahnesine sokarak bilgi ve ahlak değerlerinin bu yönlerini ortaya koyan sofistler,
genel geçer doğruların mümkün olamayacağını, böylelikle herşeyin ölçüsü olan
insanın mutlak geçerli olan doğrulara ve yasalara ulaşamayacağı yargısını
getirmişler, ahlak alanında insanlara sınırsız bir öznellik öğütlemişlerdir.
Sofistlerle aynı çağda yaşamış olmasına karşılık “İnsan herşeyin ölçüsüdür”
yerine “Erdem bilgidir” diyen Sokrates, tümel doğruların bulunabileceğine inanır.
Bütün düşünceleri ve bütün çalışmalarıyla ahlaka yönelen Sokrates’e göre; bilgiyle
insan doğru eyleme başvurarak, bilgisiz insan ise eğri olanı ya da kendine zarar veren
eylemi yapacaktır. Bütün kötülüklerin nedeni ise bilgisizliktir.
“Sofistler, bilginin olanaksız olduğunu savunuyorlardı. Sokrates ise, hemen
herkese hiçbir şey bilmediğini göstermişti. Gerçekte aradaki farklılık çok derin ve
temelliydi; çünkü Sokrates’in eylemi bilginin olanaklı olduğuna ilişkin tutkulu
inanca dayanmaktaydı.”8
Sofistlerin kuşkuculuklarının tam tersine onun insanlara sunduğu, kendisine
henüz “erişilmemiş bir bilgi ülkü”süydü.
Bu bilgi ülküsüne erişebilen yani bilge olan insan kendisini tanıyacak,
bilgilerinin sınırlarının farkına varacak ve yanlışlığa düşmeyecektir.
“Sokrates, ahlaksal yaşamı doğal yaşamın bir uzantısı sayar. Doğaya da bir
kozmolojik düzen egemendir. Ve bir rasyonalist olarak Sokrates, kozmos’a logosun,
aklın hükmettiğine inanır ve ahlaksal yaşamın doğal yaşama uyumlu bir yaşam
olduğunu ileri sürerken, aslında onun tamamen rasyonel yoldan düzenlenmesi
gerektiğini kastetmiş olur. Öyle ki, Sokrates’e göre, tıpkı evrensel doğa yasaları gibi
ve onların örneğinde, bir evrensel ahlak yasası da vardır. Bu demektir ki, bireylerin
ahlaksal eylemlerini her durumda tartabileceğimiz, yargılayabileceğimiz evrensel
ölçütler, nesnel, değişmez, mutlak özler mevcuttur.”9 Ölümüyle felsefe tarihinde
derin izler bırakan Sokrates’in düşünceleri ardından gelen öğrencileri tarafından
7 Aster, a.g.e., s.101-102. 8 W.K.C. Guthrie, çev. Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi, Ankara: 1998, Gündoğan Yayım,
s.95. 9 Özlem, a.g.e., s.43.
7
sürdürülmeye çalışılmış ve “İnsanı mutluluğa götüren şey” ne olmalıdır sorusu
cevaplandırılmaya çalışılmıştır.
Sokrates’ten sonra başlıca dört okuldan söz edebiliriz. Megara Okulu,
Kynikler ve Kyrene Okulu, Elis-Eretria Okulu.
a) Kynikler: Sokrates’in öğrencileri olan Antisthenes, Diogenes ve Krates
tarafından temsil edilen Kynikler, gerçek mutluluğun insanın kendi kendine yeterek
elde edebileceğini, mutlu olabilmek için hiçbir şey karşısında endişelenmeden,
tasasız yaşamayı önerirler. Kynikler, pek çok insanın ahlak ve ödev olarak
benimsedikleri düşüncelere aldırış etmemeyi tercih ederlerdi.
En dikkat çekici önermelerinden birisi ise, insan yığınlarının haz peşinde
koşmalarından ötürü, mutsuzlukları kendi elleriyle hazırlamalarıdır.
b) Kyrene Okulu: Kyrene Okulu kurucusu olan Aristippos’la birlikte
hedonizm (hazcılık) akımının temsilcisi olmuştur. Aristippos’un haz öğretisine göre
insanlar küçük yaştan itibaren sürekli hazza yönelir, acıdan kaçarlar. Eğer bir eylem
acı yaratıyor da haz vermiyorsa o eylem kötüdür ve o eylemden kaçmak gerekir. Ona
göre mutluluğu ve “iyi”liği elde etmenin biricik yolu bilginin kendisidir. Bilgiyi elde
etmiş ona ulaşmış bilge kişi ne kadar zor durumlarla karşılaşırsa karşılaşsın yine de
mutlu yaşamayı bilir. Bilgi, yalnızca hoş bir yaşamı sağlaması bakımından değil,
aynı zamanda bizleri önyargılardan, olumsuz duygu ve düşüncelerden kurtardığı
içindir ki uyumlu bir yaşama ulaşmak için en önemli araçtır. Kyniklerin tam tersine
Kyrene Okulu, yaşamdan hoşnutluk duyan ondan haz almasını bilen, tutkularına
egemen olan, neşesini hiçbir güçlük karşısında yitirmeyen insanları ideal alır.
Gelecekten ve geride bırakılan geçmişten hiç pişman olmadan, kaygılanmadan içinde
bulunulan an yaşanmalı neşeli ruh hali yitirilmemelidir. Aristippos’a göre, insanı
mutluluğa götüren en iyi yol, şimdiki anın zevklerine kendimizi bırakmaktır.
Sokrates’in öğrencileri tarafından kurulan iki okulda ahlak felsefeleri
bakımından aynı amaçta birleşirler: Bilgiyi elde edebilmek ve bu elde edilen bilgiyle
insanın yazgısını da değiştirebileceği.
Bu iki okulun birleştikleri bir başka nokta da, her ikisi için de bireyin
mutluluğunun ön koşul olmasıdır. Mutlu olabilmek için başkalarına bağımlı
yaşamayan sadece kendisine dayalı bir yaşamı isteyen insanın mutluluğu...
c) Platon: Sokrates’in ölümü üzerine bir problem düşünürü olarak felsefe
tarihinde yer alan Platon, bireyci ahlak anlayışlarına karşılık olarak toplumsal ahlakı
8
savunur. Platon’a göre tek kişinin mutluluğundan çok toplumun mutluluğu göz
önünde bulundurulmalıdır. Platon bu mutluluğun ise yetkinliğe erişmiş bir devlet’in
içersinde mümkün olacağını ve bireyin içinde yaşadığı devletle özdeşleşeceğini
belirtir.
Ona göre güçlü ve yetkin devletlerden kişilikli bireyler, bozuk ve yoksun
devletlerden ise eksik bireyler ortaya çıkacaktır.
Platon’un ahlak anlayışı en yüksek iyinin mutluluk olduğuna dayanır.
“Platon her şeyden önce erdem ve iyi kavramlarını tanımlamakla ve
insanlara mutlu olmanın yolunu öğretmekle uğraşmıştır. Bu bakımdan gerçekten
Sokrates’in felsefesini sürdüren bir filozoftur. Sokrates de bütün insan çabalarının en
yüksek ve son konusu, ereği olarak iyiyi göstermişti. Sokrates ve çevresinde iyi
kavramı ethik’in temel kavramı olmuştu. Sokrates için iyi, insanı mutluluğa götüren,
insanın mutluluğuna yarayan şeyden başkası değildi. Platon’da da bütün Yunan ahlak
öğretisinde olduğu gibi, en yüksek ahlaksal ödev sorusu, en yüksek iyi sorusu ile, bu
da mutluluk sorusu ile birarada gidiyordu. Mutluluk iyiye sahip olmaktı, iyi de
herkesin istediği bir şeydi.”10
Platon’a göre mutluluğun gerçek yolu erdemdir. Erdem ruhu mutlu
yapmakta, kötülükse mutsuz etmektir. Erdemli insanlar kendi içlerinde huzurlu ve
mutludurlar tutkularının ardından gidenler ise korku ve huzursuzluk içindedirler.
Platon’un erdem öğretisiyle ilgili olarak Macit Gökberk şunları söyler:
“Platon’un erdem öğretisiyle devlet öğretisinde, ruhun üç parçalı olduğu görüşünün
önemli bir yeri vardır. Gençlik dialoglarında Platon, Sokrates gibi tek tek erdemleri
bilgiye bağlamaya çalışıyordu. Sonraları ise ayrı ayrı erdemleri tek başlarına gözden
geçirmiş, bunların aralarındaki sınırları çizmek istemiştir...
Ancak gerçek hayatı görüp anlaması onu insanların büyük kısmının -
yığının- o ana erdemi, bütün erdemlerin kendisinde birleştiği gerçek bilgiye dayanan
o erdemi, yani felsefi erdemi hiçbir zaman edinemeyecekleri düşüncesine
vardırmıştır: ‘Yığın hiçbir zaman filozof olamaz.’ ”11 Yığının filozof olamayacağı
görüşü Platon’u bir erdemler sınıflamasına götürür. Bu sınıflama devlette bulunan üç
bölüme karşılık üç erdeme denk gelir. Platon’un “Devlet”inde üç çeşit insan vardır:
Köylüler ve el işçileri devletin yaşamasını sağlayıp onu besleyenlerdir. Savaşçılar ya
10 Bedia Akarsu, a.g.e., s.103-104. 11 Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1990, s.65-66.
9
da askerler devleti koruyanlar, devlet yöneticileri ve filozoflar ise yönetici
kimlikleriyle devlet işlerini yürütenlerdir. Bu üç görevin yanı sıra üç erdem vardır.
Bilgelik, cesaret ve kendine hakim olabilme. Bu erdemlerin yanında bir başka erdem
daha vardır ki o da adalettir. Adalet aynı zamanda bir uyum ve denge halini de
getirecektir. Erdemin tek olmayıp birçok erdemler bulunmasının nedeni ise; ahlaki
eyleme etki eden ruhun bölümlerinin çeşitliliğidir. Doğru işleyişle, tek bir kişinin
ruhunun uyumlu bir bütünlüğü söz konusuysa, devlet için de aynı durum geçerli
olacaktır. Platon’un erdemler noktasında adalet erdemine önem vermesi ve adaleti en
başa koymasının nedeni, adaletin bütün erdemleri kendisinde toplayan en yüksek
erdem oluşu yüzündendir.
d) Aristoteles: Platon’un Akademia’sına girip hocası ölünceye kadar oradan
ayrılmayan Aristoteles ahlak üzerinde üç eser ortaya koyar. Ethika Nikomakheia
(Nikomakhos Ahlakı), Ethika Eudemia (Eudemos Ahlakı), Ethika Megala (Büyük
Ahlak).
“Bütün Yunan Ahlakçıları gibi, Aristoteles için de bütün çabalarımızın en
yüksek ereği mutluluktur (eudaimonia). Gerçi mutluluk bir bakımdan dış koşullara
da bağlıdır, ama ahlakın asıl konusu, insanın kendi içinde bulunandır, yani insanın
kendi etkinliği ile elde ettiği mutluluktur, kendisinin “iyi”yi gerçekleştirmesidir. Her
varlık da, Aristoteles’e göre, kendi özünün, kendine özgü etkinliğinin gelişmesiyle
mutlu olabilir. İnsanın özü de akıl olduğuna göre, insan ancak aklı ile, aklını
işletmesiyle, aklının etkinliği ile mutlu olabilir.”12
Aristoteles kendisinden önceki anlayışlarında belirttiği gibi yaşamın
amacının mutluluk olduğunu kabul eder. Ancak o bir hedonist değildir. Mutluluk ona
göre dışarıdan yönlendirilen bir eylem değil derinliklerde varolan bir harekettir.
Haz kısa süreli bir doyum ve mutluluk sağlar. Sürekli mutluluk aklın
sağladığı kalıcı mutluluktur. Bu kalıcı mutluluğun sağlanabilmesi ise ancak aklın yol
göstericiliğiyle mümkündür. Platon’un “iyi ideası”nı daha da derinleştiren
Aristoteles, bir anlam ayrılığına da yönelir.
Platon’un diyaloglarında adı geçen iyi bir gemici, iyi bir ayakkabıcı onların
ahlaki açıdan da iyi olup olmadıklarını göstermez ancak biz bu durumda bulunanların
iyi bir insan olduğunu söylersek ahlaksal açıdan bir anlam kazanmış olacaktır
ifadesini belirtir. 12 Gökberk, a.g.e., s.87.
10
“Erdemlilik en yüce iyiyi, mutluluğu amaçlar. Aristoteles’e göre erdem
yolunu seçmiş her kişi bunu mutluluk için seçmiştir: ‘Edimlerimizden doğan iyilikler
arasında en yüce iyi hangisidir?’ Bunun mutluluk olduğu üzerinde insanların çoğu
hemen hemen anlaşmışlardır. Kalabalıklar da seçkinler de buna ‘mutluluk’ derler;
‘iyi yaşamak’ ve ‘başarmak’ mutlu olmak demektir diye düşünürler. Mutluluğun ne
olduğunu bilmeye gelince, bu tartışmalı bir sorundur ve kalabalıklar bu sorunu
bilgelerin çözümlediği gibi çözümlemez. Bazılarına göre mutluluk görünür ve
duyulur şeylerle ilgilidir: Beğeni, zenginlik, onur, kimine göre bir şeydir, kimine
göre bir başka şeydir; çoğu zaman aynı kişi mutluluğu değişik olarak görür.”13
Genel olarak mutluluk anlayışlarında ortaya çıkan başlıca unsurlar
Aristoteles’in tanımlamasında yer alırlar insan mutluluğa ancak erdemli davrandığı
sürece ulaşabilir. Erdemin en yetkin özellik olduğunu belirten Aristoteles iki çeşit
erdemden söz eder: Akla uygun (dianoetik erdemler), karakter erdemleri (ethik
erdemler).
Dianoetik erdemler; felsefeyle, sanat ve bilimle uğraşan, teorik bilgelikle en
yüksek varlıkları ilk ilkeleri konu edinen, insana en büyük mutluluğu sağlayan, insan
varlığını Tanrının kendisine yaklaştıran erdemlerdendir. Ahlaksal erdemler ise; ruhu
denetim altında tutan, insanın arzu ve isteklerini şekillendiren onları eğitip belli bir
düzene sokan erdemlerdendir. Bu erdemler ruhun akla itaat etmesinde ortaya
çıkarlar. Şayet ruh akla uymaz da arzu ve içgüdülerinin peşinden sürüklenirse
insanlıktan uzaklaşacak ve mutsuzluğa sürüklenecektir. Bu durumdan
kurtulabilmenin yolu ‘doğru orta’yı bulmaktır, davranışlarımızda ve eylemlerimizde
ölçüyü kaçırmamaktır. ‘Doğru orta’ koşullara göre değiştiği için her insan için
göreceli olacaktır. Ancak hep bir ‘orta’ söz konusudur. Cesaret gözüpeklik ile
korkaklığın, cömertlik müsriflik ile cimriliğin, düşünceli ve ölçülü davranma,
utanmazlıkla utangaçlığın, adalet, haksızlık yapma ile haksızlığa maruz kalmanın
arasında bulunan ‘doğru orta’dır. İnsanın başkalarıyla olan birlikteliklerinde ortaya
çıktığı için bütün ahlaki erdemler içersinde de en üstün olanıdır.
Aristoteles’in ölümünün ardından Atina’da kurulan iki yeni okulun
Epikuros Okulu ve Stoa’nın temel özelliği ahlak felsefesine dayanmalarıdır.
Her iki okulda şüpheci etkilerin altında kalmış ve yeni bakış açıları
getirmişlerdir. 13 Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, 1. cilt, İstanbul: Bulut Yayınları, 2000, s.297-298.
11
e) Epikuros: Samos’ta (Sisam Adası) doğan Epikuros Atinalı bir öğretmenin
oğludur. Gençliği zor koşullar altında geçmiş döneminin felsefi düşüncelerini
yakından tanıma olanağı bulmuştur. Atina’da kendi okulunu kuran Epikuros’un
yazılarından günümüzde elde kalanlar çok azdır. Epikurosçuluk zaman içersinde
yayılmıştır. Filozofa göre, felsefenin amacı insanı mutluluğa ulaştırmaktır. Felsefe,
bireyin mutluluğunu sağlayacak araçların araştırılmasından başka bir şey değildir.
Felsefenin bu özelliğini sahiplenen Epikuros’a göre doğrudan doğruya bir mutluluk
yoktur. Sadece bilgi bizi doğru eyleme götürebilir.
“Epikuros’un bilgi kuramı çok basittir. Duyu organları aracılığıyla elde
ettiğimiz imgeler bilginin yapı taşlarını oluştururlar. Duyum bilginin kaynağı olduğu
gibi hazzın ve acının da kaynağıdır. Epikuros ahlakçı olarak en yüce iyiyi amaçlar ve
en yüce iyi olarak hazzı belirler. Bu hazzın herhangi bir yücelikle ilgili olmadığını,
genel hazlarla ilgili olduğunu söyleyebiliriz.”14 Buradan da anlaşılacağı gibi
Epikuros bedensel hazları insanın başlıca mutluluk kaynağı sayar. Biricik mutlak
değer filozofa göre hazdır, mutlak kötü ise acıdır. ‘Haz bütün eylemlerimizin amacı
olmalıdır’ diyen Epikuros burada hedonistlere yaklaşır. Ona göre haz ve acının çeşitli
dereceleri ve türleri vardır. Elde edeceğimiz haz sonuçta bir acıya yol açacaksa
ondan vazgeçmeli, ancak daha büyük bir hazza ulaşacaksak bunun için acıya
katlanmalıdır. Mutluluğun asıl temelini ruh dinginliğinde bulan filozof duyusal
hazların mutluluk getirmeyeceğini vücudu ve ruhu huzursuzluktan kurtaran hazların
ömür boyu devam eden mutluluğa neden olacağını belirtir. Bedensel hazların peşinde
koşanlar ise doyumsuz olmakta ve bu da onların daha çok acı çekmelerine neden
olmaktadır. Epikuros’a göre; bilgi bizi özgür kılan bir eylemdir. Hiçbir zaman geç
kalmışlık hissine kapılmamalı bilgi aranıp bulunmalıdır. Erdemli olmak ve bilgelik
bize kendimize egemen olmayı sağlayacaktır. Bütün korku ve acılarımızı yenmemizi
kolaylaştıracak güven içinde yaşamımızın kapılarını açacaktır. Acılarını yenerek,
acılarını egemen altına alan insanlar yaşamın doygunluğunu ve güzelliğini kendi
içlerinde bulacaklardır.
Epikuros’un ahlakı yalın bir ölçülülük fikrine dayanır. İnsan iç huzuru
bulabilmek, mutluluğa erişebilmek için zenginlikten, gösterişten, boşa tüketimden
kendini arıtmalıdır. Onun felsefesi uzun süre Akdeniz çevresini etkilemiştir.
14 Timuçin, Düşünce Tarihi, 1. cilt, s.369.
12
Stoa Ahlakı: Stoa felsefesi adını kurucusu olan Kıbrıslı Zenon’un resimlerle
süslü bir galeride ders vermesinden alır. Hellenistik dönemin felsefe öğretisi olan
Stoa felsefesi üç döneme ayrılır:
1) Eski Stoa
2) Orta Stoa
3) İmparatorluk Stoası.
Stoa öğretisinin ortak özelliği düşüncelerinin ağırlık merkezine ahlakı
yerleştirmeleri olmuştur. Stoalılar da, Sokrates’ten beri süren ‘iyi’ kavramının ne
olduğu sorusuna ancak akla uygun eylemlerle ve erdemle ulaşılabileceğini
belirtiyorlardı. Onlara göre mutluluk ancak doğaya uygun yaşayarak bulunabilirdi.
Bir ideal olarak dünya yurttaşlığı, bütün insanların kardeşliği Stoa ahlakının bir
amacı olarak kalmıştır. ‘Yalnız erdem iyidir, mutluluk da yalnızca erdemde bulunur’
diyen Stoa ahlak ilkesi, bu önermede dillendirilir. Erdem ise ancak doğa içinde
uyumlu yaşamayla kazanılır.
“Ne var ki, bedensel güdü, itki ve etkilenimler, evrendeki akılsallıktan
sapmalar olarak, insanın doğal düzenine uymayan davranışlarda bulunmasına yol
açarlar. Özellikle aşırı istekler, tutkular, duygulanımlar, insanın ruhsal dengesini
bozarlar ve onu mutsuzluğa sürüklerler. Bu nedenle, mutluluk, insanın kendi ruhunu
her türlü isteğe, tutkuya, duygulanıma açık tutmasıyla, örneğin şiddetli hazlara
yönelmesiyle sağlanmaz, tam tersine bunlar mutsuzluk getirirler. O halde, insan
aklını kullanarak ölçülü yaşamalı, ruhsal dengesini zorlayan istek, tutku ve
duygulanımları bastırabilmeli, onları denetleyebilmelidir.”15 Başlıca temsilcileri
Kıbrıslı Zenon, Marcus Aurelius, Seneca, Kleanthes olan Stoa ahlakı, doğa düzenine
uymakla yaşamın sağlıklı yaşanacağını ifade ederek Sokrates’in görüşlerini devam
ettirir. Stoa’lılara göre erdemli yaşamak ve iyiyi istemek en temel ödevdir. Bu ödev
ise sorumluluk duygusuyla pekişebilir.
“Bilgi ile eylemin birliği düşüncesi, Stoa öğretisinin ana özelliğidir.
‘Ahlakça yetkin olma’ anlayışını Stoa, bilge idealinde canlandırmıştır. Bilgelik,
erdemli olmaktır: Bilge kişi, erdemli kişidir.”16
Stoalılara göre, yaşamın zorlu koşulları karşısında bilge kişi bundan
kaygılanmamayı öğrenmiştir. Bilge de acı duyar, üzüntüler yaşayabilir gerçi ancak o
15 Özlem, a.g.e., s.60. 16 Gökberk, a.g.e., s.105.
13
bu olumsuz duygulanımlardan aklının sesini dinleyerek özgürlük yolunu seçmeyi
başarabilir. Bilgeliği elde etmiş bir kimse mutlulukta Zeus’la bile yarışabilir.
Bilgeliğe erişemeyenler ise mutsuzluğu peşinen kabullenmiş sayılırlar. Bilgelik,
insanın kendisini doğanın ayrılmaz bir parçası olarak görmesiyle ve doğaya ayak
uydurmakla elde edilir. İnsan dünyanın gidişatını olduğu gibi benimserse kendini
sıkıntılardan arıtacak, tedirginliklerden kurtulacaktır.
Bu konuda Seneca’nın sözlerini anımsamak yerinde olacaktır. Şöyle der
filozof: “İnsan kaderini değiştiremez ama, onu iyi kötü yanıyla olduğu gibi kabul
edip katlanırsa ona, kaderin kötü yanlarından kurtulmuş olur. Felsefe bize her türlü
felaket olanaklarını bildirdiği için, önceden bilinen şeylerin tokadı daha az acı
verir.”17
Görülüyor ki, Stoa ahlakı erdem ve bilgelikle içsel mutluluğu, insan
onurunu yücelten bir ahlak ideali oluşturmuş ve uzun süre geçerliliğini korumuştur.
I.3. FAYDACI AHLAK ÖĞRETİLERİNİN YENİÇAĞDAKİ GÖRÜNÜMÜ
Antikçağda görülen ahlak anlayışlarında olduğu gibi onu izleyen Ortaçağda da ahlak
öğretileri mutluluk ilkesini esas alır. Ancak bu mutluluk Ortaçağda dinsel mutluluğu
ifade ediyor öldükten sonraki mutluluğu dile getiriyordu. Rönesans’la birlikte bu
anlayış yerini yaşanılan dünyadaki mutluluğa bırakmıştır. Ortaçağ felsefesinin aksine
Rönesans düşüncesi özgürlüğü temel alan, her türlü otoritenin karşısında,
bağımsızlığı savunan yapısıyla karşımıza çıkar. Ortaçağ boyunca ahlak, dinle
bağdaştırılmış dinin emir ve yasakları doğrultusunda din merkeziyetinin dışına
çıkamamıştır. Bağımsız bir ahlak anlayışı getirebilmek, dini ahlaki değerlerden
arındırmak ve bu alanda incelemeler yapabilmek, düşünce özgürlüğünün önünü
açabilmek için bedeller ödenmesi gerekmiş uzun yıllara dayanan savaşlar sonucunda
ahlak dinsel öğelerden kurtularak bugünkü anlamıyla felsefenin bir alanı haline
gelmiştir.
“Antikçağın mutlulukçu öğretilerinden etkilenen ve Anglo-Sakson
dünyasında yaygınlık kazanmış olan bu modern öğretileri yararcılık (utilitarizm) adı
altında toplamak olanaklıdır. Gerçi bu öğretilerde antikçağın kozmolojik
17 Seneca, Ahlaki Mektuplar, çev. Türkan Uzel, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1999 mek.
77; 2.
14
metafiziğine yer verilmez; hatta bunlarda her türlü metafiziğe karşı bir tepkiye
rastlanır; bununla birlikte antikçağ öğretilerinde olduğu gibi bunlarda da kalkış
noktası yine insan doğasıdır, insanın ahlaksal yaşamını doğal yaşamının bir uzantısı
olarak kabul etmektedir. Yararcı öğretiler, kendi doğalcı tutumları doğrultusunda,
tüm ahlak ilkelerinin, tüm değerlerin temelinde psişik etkenlerin yattığını ileri
sürerler.”18
Faydacı ahlak görüşleri, bireyci olmaktan çok, bireyin kendisini ne tamamen
bencillik duygusuna bırakarak ne de topluma benliğini feda ederek mutlu
olamayacağından hareket eder. Onlara göre doğası gereği bencil tavırlar sergileyen
insan bu bencilliği tam anlamıyla ortadan kaldıramaz. Ancak kendisini savunma
bakımından da güçsüzlüğünü toplumsallaşarak gidermek ister. Böylelikle
bencilliğinin yanında başkalarıyla da birlikte olma duygusunu edinir.
Faydacı ahlak öğretileri, yeniçağ İngiliz felsefesinin etkisi altında gelişir.
Özellikle Francis Bacon bu öğretileri dinsel özelliklerden arındırarak kuranların
başında gelir. Bacon, din ile felsefenin alanlarını birbirinden ayırarak din olmadan da
ahlakın olabileceğini savunur. ‘Doğaya egemen olabilmek için onu bilmeliyiz’ diyen
Bacon boş inanışların ve safsataların ahlaki değerleri yaratamayacağını ve bilgisiz
yığınların devletleri ve toplumları yıkıntılara götüreceğini belirtir.
Bacon’dan sonra İngiliz Felsefesinin diğer bir temsilcisi olan Thomas
Hobbes Bacon’un düşüncelerinden etkilenmiştir. Hobbes’e göre topluluk halinde
yaşayan insanlar sürekli birbirleriyle savaş içersindedirler. Doğası gereği bencil olan
insanlar için bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü ‘insan insanın kurdudur’. Böyle
söyleyen Hobbes bu durumun bir müddet sonra yani güven ve toplumsallık isteyen
insanlar tarafından devlet ve onun yaptırımcı gücüne dönüşeceğini belirtir. Devlet
kurumunun ortaya çıkması insanları belli zorunluluklar ve ahlak ilkeleri
doğrultusunda hareket etmeye zorlar.
“Doğal durumda insanın kendini koruma içgüdüsü her bireyi yaşamını
sürdürebilmek için gerekli şeyleri elde etmeye yöneltmiştir. O durumda her kişinin
her şeyi alma hakkı vardır. Ne var ki bu koşullar altında her insanın varlığı
tehlikedeydi. Kendini koruma içgüdüsü daha sonra insanı barışa yöneltti, iyiliklerin
18 Özlem, a.g.e., s.63.
15
en iyisi olan barış böylece insan yaşamında belirleyici oldu. Böylece sözleşme
düzeni gerçekleşti, uygar yaşama geçilmiş oldu.”19
Hobbes gibi düşünen bir diğer İngiliz filozofu John Locke’dir. Locke’ye
göre ahlak ilkeleri doğuştan getirilmemiştir. Ona göre doğuştan ahlak kurallarının
olmamasının nedeni kesin bir doğruluk yargısının bulunmayışından ötürüdür. Her
insanın mutluluğu istemesine, sıkıntılardan kaçınmasına karşılık bu özellikler
yalnızca bizim iç dünyamızda değişiklikler yaratırlar. Farklı toplumların ve farklı
kişiliklerin farklı da davranışları vardır.
“Locke iyi ve kötü kavramlarının ülkelere göre ya da toplumlara göre,
ayrıca çağlara göre değişiklikler gösterdiğini, bu kavramların oluşmasıyla birtakım
davranış kurallarının ortaya çıktığını, ancak temelde ahlakın iki dayanağı olan ben
fikriyle Tanrı fikrinde hiçbir değişiklik olmadığını bildiriyor.”20 Doğuştan bir Tanrı
kavramını kabul etmeyen Locke’un Tanrının buyruklarını benimsemesi emprizm
fikriyle çelişir gözükmektedir. Ona göre ahlak yasalarının şekillendiği, ortaya çıktığı
yer doğa yasalarıdır. Doğa yasaları Tanrı tarafından meydana getirilmiştir ve
Tanrının kendisi de bu yasaya karşı gelemez. İşte böylesi bir süreçte insana ahlaki
görünen şeyler Tanrının vahiy yoluyla ilettikleriyle aynıdır.
Locke, antikçağ filozoflarında görülen mutlu olmak için ahlaklı olma fikri
arasında bağlantılar kurar. Ancak bu bağ bireysel değil, toplumsaldır. Yasa koymanın
amacı türlerin iyiliğini, devamlılığını sağlamaktan ibarettir. Çünkü toplumun iyiliği,
bireylerin iyiliğine de bağlıdır.
Faydacı ahlak görüşlerinin diğer bir temsilcisi John Stuart Mill’dir.
Toplumsal bir ahlak anlayışını geliştiren Mill, toplum yaşamının ahlaki kurallara
göre biçimlendirilmesi gerektiğini savunur.
“Ona göre de insanlar kendi bireysel mutluluklarına ancak toplumsallık
durumunda ve karşılıklı yarar düşüncesi doğrultusunda ulaşabilirler. Bu yüzden yine
ona göre, etik denen felsefe disiplininin temel problemi, daima, bireysel mutlulukla
toplumun genel iyiliğini (mutluluğunu) bağdaştırabilmek olmuştur. Bencillik
(egoizm) ve özgecilik (altruizm), birbiriyle bağdaştırılamadıkları sürece, bireysel ve
toplumsal mutluluk da söz konusu olamaz.”21 Mill’e göre, bütün insan eylemlerinin
amacı acıdan kaçınmak, mutluluğu elde etmektir bu aynı zamanda ahlaki bir ölçüttür 19 Afşar Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, İstanbul: Bulut Yayınları, 2000, s.139. 20 Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, s.194. 21 Özlem, a.g.e., s.67.
16
de. Ahlakın ölçütü, doğanın kendisinde vardır. İnsana ait iki duygu olan haz ve acı
duygularında da ayırmalar yapar.
İncelikten yoksun, kaba insanla, düşünen, derinlikli insanlar arasında da bu
anlamda ayrımlar olacaktır. Düşünceleri gelişmiş, ilgi alanları genişlemiş bir insanın
mutluluğu bulması oldukça güçtür.
İnsanın kendi mutluluğuyla toplumun isteklerinin çatıştığı durumda ne
yapılması gerektiği konusunda Mill, bireyin kendi mutluluğundan çok toplumun
mutluluğuna yönelmesini önerir.
Genel olarak özetlediğimiz faydacı ahlak görüşlerinin temel düşünceleri
olarak şunları söyleyebiliriz: Bu anlayışlarda en yüksek amaç mutluluktur. ‘En
yüksek iyi’ye’ (mutluluğa) ulaşabilmek için insanın istek ve eğilimlerinin, tutku ve
güdülerinin tatmin olmasının yanı sıra toplumu temel alan, toplumun iyiliğini
düşünen görüşlerin de ortaya çıktığını görürüz.
17
II. BÖLÜM
KANT’IN AHLAK YÖNTEMİ VE PRATİK AKLIN ELEŞTİRİSİ
Bu bölüme kadar ortaya koyduğumuz ahlak düşünceleri hemen her dönemde, her
yüzyılda farklı anlayışlara ve söylemlere bürünmüş, kimi zaman bireysel kimi
zamansa toplumsal karakteriyle ahlakın nasıl biçimlenmesi konusunda yol gösterici
bir tavır sergilemiştir.
“Etik tarihine bakıldığında, antikçağdan yeniçağda Kant’a kadar, etikte
başat problemin “en yüksek iyi” problemi olarak kaldığı ve çözüm denemelerinin
mutlulukçu bir çizgiyi izledikleri görülür. Hazcılıktan, Epikurosçuluktan,
stoacılıktan, yeniçağın yararcı, pragmatist ve operasyonalist öğretilerine kadar, tüm
öğretilerde en yüksek iyi “mutluluk” olarak görülür ve bu mutluluk, bedensel haz,
sürekli hoşnutluk durumu, doğaya akıl yoluyla, uyum göstermek yoluyla ulaşılan
dinginlik, bireysel yarar, toplumsal yarar vd. olarak değişik şekillerde tanımlanır.”22
Bir filozofu anlamak onun yaşamından ve düşüncelerinden hareketle onu
tanımaya çalışmaktır. Filozofun düşünceleri, bizleri ona yaklaştırmaya yarayan
biricik el fenerlerimizdir. Biz ışığı tuttukça önümüzde aydınlanan o karmaşık yol
birdenbire daha kolay aşılabilir, bizlere yeni kapıların varlığını duyumsatabilir. İşte
buradan hareketle Yeniçağ felsefesinin en büyük isimlerinden olan Kant, hem bir
bilgi kuramcısı hem de yaşadığı yüzyılın aydınlanmacı kişiliklerinden birisidir.
Kant, XVII. yüzyıl düşünürlerinden olan Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi
felsefeye matematiksel bir anlayış getirmeye çalışan filozofların en
önemlilerindendir. O, felsefeden daha çok metafiziği anlıyor ve matematiksel bir
kesinliği olan bir metafizik kurmayı amaçlıyordu. Ona göre, her yerde ve her
zamanda geçerli olan evrensel doğrulara ulaşabilmek, matematiğin ilkelerinin
metafiziğin içersinde bulunmasıyla ilgilidir. Böylelikle Kant’ın bilimsel kuramı
öncelikle fizikle başlar. Pratik fiziğin ilkelerinden çok, teorik fizik üzerinde
düşünmeye başlamış çıkış noktası olarak da Newton’un çekim yasasını
benimsemiştir. Başlangıçta felsefe sorunlarında Leibniz ve Wolff felsefesinin etkisi
altında kalan Kant, daha sonra Wolff felsefesinden kuşku duyarak, gerçeğin yine
insan düşüncesine ait olan kavramlardan yola çıktığını görerek, kavramların
gerçekleri kapsayamayacağından kuşku duymuştur. 22 Özlem, a.g.e., s.69.
18
Gerçeği kavrama anlamında matematiğin bize yol gösterici olabileceğini
düşünür, ama matematiği de insan düşüncesi yaratmıştır.
Dış dünyada karşılığını bulan cisimler üzerine bilgimiz nasıl bir temele
dayanacaktır? Fiziğin temeli ne olacaktır? Bu kavramları açıklamaya götürecek yol,
deney yolu olacaktır. Onun düşüncelerinin deneye yer veren bir niteliğe
dönüşmesinde kuşkusuz filozofu ‘dogmatik uykusundan uyandıran’ David Hume’un
rolü büyüktür.
“Kant’ın felsefe yaşamında iki dönem ayırıyoruz: eleştirisi öncesi dönem
ve eleştiri dönemi. Eleştirel yönelimle belirgin eleştirisi öncesi dönem, 1770’ten
önceki yirmi yıllık dönemdir. Kant bu dönemde felsefenin sorunları yanında özellikle
fiziğin sorunlarıyla ilgilenmiştir. Bu dönemde filozof Leibniz-Wolff felsefesine
bağlıdır ve Newton fiziğiyle ilgilenir. Wolff’un Leibniz felsefesini basitleştirmekle
sınırlandığı düşünülünce, Kant’ı hemen yalnızca monadlar öğretisinin kurucusu
Leibniz’den ve yeni evren anlayışının kurucusu Newton’dan yararlanmış bir filozof
olarak düşünmek olasıdır.”23
Bilim ve felsefeye duyduğu ilginin yanı sıra ahlak sorunlarıyla da uğraşan
Kant, İngiliz ahlakçıları olan Shaftesbury, Hutcheson’dan etkilenmiş, Rousseau’ya
duyduğu hayranlıkla ahlak problemlerine yönelmiştir.
“Onsekizinci yüzyıl, Descartes’tan sonra ikinci kez, insanın kendi kendisini
gözlemesi ve kendi hakkında bilgi edinmesi konusundaki şiddetli arzu ile karakterize
olur. Bu arzu, değişik kaynaklardan, hep yeni şeylerle beslenir. Psikolojik deney,
‘deneysel ruh bilgisi’ne giden yol, pietist kaynaklı dinsel yönelişler ve kaynağını
Rousseau’da bulan yeni duygu kültü, bir potada birleşirler. Kant, tüm bu eğilimlerle
içten ilişki içindedir. Onun çocukluk eğitimi pietizmin damgasını taşıdığı gibi, o
gençlik döneminde ve olgunluğa geçiş sırasında, metafiziğe yeni bir temel bulmak
üzere psikolojik çözümlemelere yönelir; ve öbür yandan Rousseau onun için ahlaksal
evrenin Newton’udur, bu evrenin gizli kalmış yasalarını ve öğelerini keşfeden
kişidir.”24
Rousseau, ahlaksal evrenin Newton’uysa, Kant’ın tutkusu da fizik ötesinin
Newton’u olmaktır. Ancak bu iki alan büyük güçlükleri de içersinde barındırır: Bilim
ve ahlak nasıl olanaklıdır? Ahlak ve bilim nasıl uyuşacaktır? Bu soruların yanıtını 23 Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, s.329. 24 Ernst Cassirer, Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, çev. Doğan Özlem, İstanbul: İnkılap Kitabevi, 1996,
s.20.
19
öncelikle Hume’un, nesneleri tanımak kesinlikle olanaksızdır diyen septisizme karşı
olan görüşleriyle açıklamaya çalışır.
Kant’a göre bilimin temeli olan apaçık bilgilere henüz erişilmiş değildir
ancak bunların aranması gerekir. Newton fiziğiyle uğraştığından beri Kant’ı
ilgilendiren iki kavram olduğunu görürüz.
Bunlar: Uzay ve zaman kavramlarıdır. Uzay ve zaman nedir? Biz bu
kavramları nereden biliyoruz? Uzay ve zaman deneyden mi çıkarlar? Soruları
çözümlemeye çalıştığı problemlerdendir. Kant’ın hayatını incelediğimizde onun
sistematik felsefesini nasıl kurduğunu gözlemleriz.”Kant’ın düşünce serüveni, hiç de
kendi hedefine basamakları adım adım, sallantısız çıkarak ulaşan bir düşünce
serüveni değildir. Öyle ki, o her zaman, belli bir çözüme ulaştığını düşündüğü bir
anda, birdenbire geriye dönüverir. O bir problemi ele alır, üstünde düşünür ve
problemin çözümüne yönelir; ama her defasında, problemin ele alındığı koşullar,
artık aynı problemin ilk ele alınışındaki koşullar değildir. O, problemin çözümüne
adım adım yaklaşmaktan çok, her defasında problemi tüm boyutlarıyla yeniden ele
alır.”25
II.1. DUYULUR VE DÜŞÜNÜLÜR DÜNYA TASARIMI
Kant’a göre tasarımlarımız, mutlak bir şekilde uzay ve zaman içinde bulunurlar.
Somut olarak uzay ve zaman olmadan bir şey tasarımlamamız mümkün değilse de,
akıl yoluyla düşünebildiğimiz şeyler de vardır.”Kant, 1770’te latince yayımladığı De
mundi sensibilis atgue intelligibilis forma et principiis (Duyulur dünya ile düşünülür
dünyanın biçimi ve ilkeleri üzerine) adlı çalışmada eleştirili felsefeye bir geçiş yapar,
eleştirili felsefenin temellerini atar.
Bu çalışmada Kant düşünsel bir kavramın duyulara indirgenemeyeceğini
söyleyerek Leibniz’e ve Wollf’e eleştiriler yöneltir. Temelde eleştiri monadlar
öğretisine yönelmiştir. Buna göre basit olan monadlar birleşerek nesneler dünyasını
oluşturmuşlardır, bir başka deyişle karmaşık nesneler dünyası basit şeylerin
bileşiminden oluşmuştur.
Ancak Kant bu savın duyulur dünyada karşılığı olmayan boş bir sav
olduğunu, sonsuza doğru bölmeyle basite ulaşamayacağımızı bildirir. Buna karşılık 25 Cassirer, a.g.e., s.105-106.
20
zamanda sonsuza ulaşmaya çalışmak da bize bileşimi vermeyecektir. Kant’a göre,
Leibniz’in yanlışı duyuluru düşünülür gibi almış olmasından gelir. Çünkü bizdeki
birtakım kavramlar, örneğin basit kavramı, bileşik kavramı, töz kavramı, zorunluluk
kavramı... duyulur dünyaya katılmadıkları gibi ondan gelmezler de. Burada Kant’ın
yeni bakışı belirir: biz duyumla nesnelerden etkileniriz, anlık bu nesnelerin sezgisiyle
bilgiye ulaşırız. Yoksa eskilerin sandığı gibi duyulardan düşünülüre ve düşünülürden
duyulara geçmek olası değildir.”26 Duyulur dünya ile düşünülür dünya demekle neyi
adlandıracağımızı Kant şöyle açıklar: Duyulur dünya (görüngeler dünyası) özneden
bağımsız olarak kendi başına var olan şeylerdir. Örneğin doğadaki bir ağaç bizden
bağımsız bir nesnedir. O görülse de görülmese de yine de varlığı gerçektir.
Doğadaki ağacın gerçekliği herhangi bir bilincin onu algılamasına bağlı
değildir. Ancak öbür taraftan da ağacın gerçekliği, bizlerin ağaçtan edindiğimiz
algılarımıza bağlıdır. Ağacın kendisi bir gerçekken, özne için sözünü ettiğimiz ağaç
bir ‘görüngü’dür.
Düşünülür dünya olarak adlandırılan numen ise öznelerin dışında olan bir
gerçekliktir. Görüngeler dünyasının bilinebilir olmasına karşılık numen özü gereği
bilinemez.
“Görünüşler (fenomenler) deyince, bunların arkasında bir şeyin bulunmakta
olduğunu da, doğal olarak tasarlarız. İşte ‘şeyin kendisi’ (numen) fenomenlerin
ötesinde diye tasarladığımız şeydir, dolayısıyla da tamamıyla belirsiz ve bilinemez
olan bir şeydir; ancak bir sınır kavramıdır.”27 Kant’a göre, öznelerin dışında bulunan
bir gerçeklik bilinç tarafından bilinse de bilinmese de vardır. Çünkü duyularımızla
algıladığımız bir dünyanın görüngüleri, görünen gerçekliklerin varoluşunu da
mümkün kılar. Bir şey gerçek olmasaydı görüngü kavramı da olamazdı.
Böylelikle Kant; tek bir kişinin zihnindeki gerçek tasarımlar ve algılarla,
bütün insanlar için ortak bir bilinç algılarının toplamıyla, özneyle doğrudan
bağlantısı olmayan gerçekler dünyasını birbirlerinden ayırarak, tanımlamalarını
yapar. Ona göre fenomenler dünyası görü kalıplarıyla, numen dünyası ise a priori
(önsel) kavramlarla bilinebilir.
“Burada artık Kant’ın düşüncesinde yepyeni bir merkez noktasına
ulaşılmıştır. Artık felsefe Kant için, daima ‘insan aklının sınırları üstüne bir bilim’dir
26 Timuçin, Düşünce Tarihi, 2. cilt, s.330-331. 27 Gökberk, a.g.e., s.403.
21
ve onun daha önceleri tam kapsamı ve genişliğiyle kavrayamadığı yeni bir ‘veri’,
üstelik, bu sınırları belirlemede bir temel kazanılmıştır. Duyulur (sensibl) ve
düşünülür (intelligibl) dünyalar ayırımı yapmayı sağlayan temel, a priori bilgiler
sistemidir.”28 Kant’ın düşünülür ile duyulunur dünya arasındaki ayrımı kesin bir
biçimde ortaya koyuşu, ‘akıl’ın sınırlarının ne olduğunun da yalın bir ifadesidir.
II.2. KANT’TA BİLİMSEL YÖNTEM
Kant’ın eleştiri felsefesinin temellerini attığı ana yapıtı ‘Salt Aklın Kritiği’ (Kritik
der reinen Vernunft) kitabıdır. Bu kitap aynı zamanda felsefe dünyasında yeni bir
çığırın da habercisidir. Kant, bunu ‘Düşünme biçiminde devrim’ olarak adlandırır.
Copernicus’un düşünce dünyasında açtığı yepyeni yolun aynısını fizikötesinde de
gerçekleştirmeyi ister.
“Kant, aklın gördüğü işi inceleyip eleştirecek yönteme, bu kendi yöntemine,
yine kendisinin olan bir deyimle “transcendental” adını vermektedir. “Transcendental
yöntem” şu ya da bu objeye yönelmiş olan bilgiyi değil bilginin kendisini inceleyen
yöntemdir; bilginin kritiğidir, bilgi öğretisidir. “Transcendental” deyimi, bir
bakımdan da, “transcendent”in karşıtıdır: “transcendent bilgi” mümkün bilginin
sınırlarını aşan bilgidir; “transcendental bilgi” ise, bu sınırları aşmayıp araştıran
bilgidir.
Nitekim ‘Salt Aklın Kritiği’nin sorunu, ‘insana bilgisinin yapısı ile
sınırlarını araştırmak’tır. Yalnız, Kant’ın burada araştırdığı, her türlü bilgi olmayıp
yalnız a priori olan bilgidir. Bu çeşitli bilgi de, ‘duyarlığın verilerinden edinilmemiş
olan’ bilgidir, Kant’a göre, hem görüde, hem de düşüncede a priori olan bilgi öğeleri
vardır ve onu ilgilendiren de, kesin a prioridir, yani deney ile hiç bir şekilde
karışmamış olan bilgi öğeleridir.”29
Ona göre bilim, nesnelerin bizim bilgilerimizle anlam kazanmasıdır. Başlıca
amacı, aklın deneyin her türlü yardımından yoksun kaldığında sınırlarının nereye
kadar uzanabileceği ve bilimsel anlamda bir fizikötesinin mümkün olup
olmayacağıdır.
28 Cassirer, a.g.e., s.127. 29 Gökberk, a.g.e., s.396.
22
“Tüm geleneksel metafizik, objenin “ne” olduğu sorusuyla işe başlarken,
Kant obje hakkında “nasıl” yargı verdiğimizden işe başlar. Geleneksel metafizik,
öncelikle ve ilksel olarak nesnelerin herhangi bir niteliğinden zaten haberdar
olunduğu bilinciyle hareket ederken, Kant herşeyden önce, obje hakkında böyle bir
bilgiye sahip olduğumuz iddiasını, bilgi sferi ile obje sferi arasında “bağ” kurmamızı
sağladığı ileri sürülen şeyi araştırıp çözümler.”30
Bu noktada Kant’ın izlediği yöntem şu olacaktır: Bütün bilgiler sentetik a
priori yargılara dayanırlar, fizikötesinin de bilim olabilmesi yine içinde bu yargıların
bulunmasıyla ilgilidir. Sentetik a priori yargıların nasıl oluştuğuna ilişkin
çözümlemelerden sonra, bilimin (pozitif bilimlerin) ortaya çıkışını açıklamak salt
doğa bilimi nasıl olanaklıdır? Sorusuyla gündeme gelir. Ancak pozitif bilimlerin
dışında metafizik sorularla da karşı karşıya kalırız. Örneğin; tanrı ve ruh kavramları
gibi. İşte bu anlamda Kant yeni bir yol ayrımına götürür bizleri o da fizikötesinin
bilim olarak nasıl olanaklı olduğu sorusudur. Böylelikle aklın, her türlü deneyden
bağımsız olarak sınırlarının nereye kadar gidebileceği konusunda Kant, salt akıl
eleştirisini yazar.
II.3. SALT AKIL ELEŞTİRİSİNDE A PRİORİ VE A POSTERİORİ İLİŞKİSİ
Bütün bilgimizin deneyle başlayıp, zaman bakımından deneyden önce gelen hiçbir
bilgimizin olamayacağını düşünen Kant’a göre, doğuştan, yani her türlü deneyden
bağımsız kavramlardan ve bilgilerden de sözedemeyiz.
“Her bilgi zaman bakımından deneyle başlarsa da, bütün bilgilerimiz
deneyden çıkmaz, demek deney, zaman bakımından her türlü bilgiden önce geliyorsa
da, hiçbir zaman her bilgi yine de deneyden çıkıyor denemez. Aklın, intellekt’in
deneyden almadığı ve doğrudan doğruya kendisinden çıkardığı bilgiler vardır.
Bu bilgilere Kant a priori (önsel) der ve bunları a posteriori (sonsal) olan,
yani kaynakları deneyde bulunan empirik bilgilerden ayırır. Örneğin, kırmızı rengini
bilmek için daha önce bu rengi görmemiz gerekir. Ama “birlik” gibi, “nedensellik”
gibi kavramları rengi gördüğümüz gibi göremeyiz. Bir ateş görüyorum ve sıcaklığın
yayıldığını duyuyorum, bu ateş bu sıcaklığın nedenidir, diyorum, böylece ateşle ısı
arasında bir bağlantı kuruyorum, ama bu zorunlu bağlantıyı görüyor muyum? Burada 30 Cassirer, a.g.e., s.143.
23
ben deneye bir şey katıyorum. Bununla birlikte birtakım bilgileri, deney
kaynaklarından türetilmiş oldukları halde, a priori gibi kabul ederiz.”31
A priori bilgiler zorunlu ve bütün insanlar (sujeler) için tümel geçerliliğe
sahip bilgilerdir. A posteriori bilgiyi a priori bilgiden ayıran özellik, a priori
bilgilerin kesinliği içermesidir. Zorunluluğun bulunduğu her yerde a priori, deneyin
bulunduğu yerlerde ise a posteriori bilgiler bulunur. Matematiğin ilkeleri deneyden
bağımsız olarak a priori bilgiye sunabileceğimiz en güzel örneklerden biridir. A
priori ve a posteriori yargılarını açıklayan Kant, a priori bilgilerin insan aklında nasıl
oluştuğunun, insan aklının a pirori bilgiye nasıl vardığının yanıtlarını arar.
“Kant yargıları önce iki bakımdan ikişer ikişer ayırır, sonra da bunları
aralarında birleştirir. Bir bakımdan a priori ve a posteriori yargılar, öbür bakımdan da
analitik ve sentetik yargılar ayırt edilir. Analitik yargılar, yalnız kavramları
‘açıklayan’ kavramın tanımında esasen saklı olanı ‘aydınlatan’ yargılardır. ‘Cisimler
yer kaplarlar’ yargısında yeni bir şey öğrenemeyiz, çünkü ‘yer kaplama’ zaten cismin
tanımının içinde bulunmaktadır. Buna karşılık, sentetik yargılar bilgimizi
‘genişletirler’ çoğaltırlar; çünkü bunlarda kavramımızın dışına çıkıp onu başka
kavramlar ile birleştiririz, onunla başka kavramlar arasında bağlantılar kurarız.
‘Cisimler ağırdırlar’ yargısında, yeni bir şey öğrenirim, çünkü ‘ağır olmak’
cisim kavramında kapsanmış değildir; burada ‘cisim’ kavramı ile ‘ağırlık’ kavramını
bir araya getiriyorum, onların arasında bir bağ kuruyorum.
Analitik yargılar, karakterleri gereği, hep a priori’dirler, onun için a
posteriori olan analitik yargılar olamaz.”32
Kant’a göre; aklımızın yaptığı işin en önemli yanı, nesnelerden edinilen
bilgileri çözümlemesidir. Çözümsel yargılar a priori yargılardır, bunları deneye
dayandıramayız. Örneğin ‘bütün cisimler yer kaplar’ önermesi çözümsel bir
yargıdır. A priori bir önermedir ve deney yargısı değildir. Deney yargıları
bireşimseldir. Bilim ise bireşimsel yargılara dayanır. Bütün bilimler zorunlu ve tümel
olan önermeler kullanırlar, bunlara sentetik a priori önermeler denir. Fizikötesinin de,
nesnelerin bilinip bilinmemesi bir kesinliğe ulaşması, bilgilerimizin alanlarını
genişletmesi ya da onlara sınırlar koyması anlamında sentetik a priori bilgiler
olmalıdır.
31 Bedia Akarsu, Immanuel Kant’ın Ahlak Felsefesi, İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1999, s.21. 32 Gökberk, a.g.e., s.397.
24
“Buna göre, metafiziği güvenilir bir temele dayatmak için Kant’ın giriştiği
iş, çok basit bir adımla başlıyor; çünkü bu güç problem tek bir formüle
bağlanmaktadır: A priori olan sentetik yargılar nasıl mümkündür?
‘Salt Aklın Kritiği’ için bir çıkış noktası olan bu formülün anlatmak istediği
şudur: 1. Varlığı yalnız kavramlarla kavrayamam. Yalnız kavramlarla çalışan klasik
rationalizm, örneğin ‘ruhun ölümsüzlüğünü’ şöyle tanıtlar: ‘Ruh maddi olmayan bir
tözdür, maddi olmadığı için yer kaplamaz, yer kaplamayınca bölünemez,
bölünemeyince de yok edilemez, dolayısıyla ruh ölümsüzdür.’ Bu tanıtlamada
‘çelişmezlik ilkesi’ne dayanılmaktadır; başka deyişle: önce eldeki kavramın bir
tanımı yapılıyor, sonra da bundan kendisiyle çelişik olmayan sonuçlar çıkarılıyor.
2. Kant’a göre, böyle salt düşüncenin içinde kapanıp kalmış bir mantığı
bırakıp, objelere ‘mümkün deneye’ uzanan bir mantık, bir transcendental mantık (salt
düşüncenin bölgesini aşıp öbür yana geçen) bir mantık geliştirmelidir. 3. Bir şey
bilmek istersem kavramlarımı görünün salt formları ile duyu verilerine
bağlamalıyımdır. Sadece salt olan görünün salt formları ile duyu verilerine
bağlamalıyımdır. Sadece salt olan görüler, kavramlar ve yargılar ile bir şey elde
edemem. Burada da salt formların ötesine bir geçiş (transcendere) gerektir. Kısaca:
objelerle ilgiler kurmuş kavramlarımız olmalıdır.”33
Transsendental felsefe, a priori önermelerden kuruludur. Kant’a göre, insan
bilgisi duyarlık ve anlık olmak üzere iki bölüme ayrılır. Nesnelerle bizlere doğrudan
doğruya ilgi kurduran görüdür. Duyarlık ile bize nesneler verilmekte, anlıkla ise bu
nesneler üzerinde düşünülmektedir. Duyarlığın pasifliğine karşılık, anlık nesneleri
düşünmesi ve kavramlar oluşturması açısından daha etkindir. Bütün nesneler ve
görüler uzayda ve zamanda bulunurlar. Bilginin oluşumunda daha etkin olan anlık
ile, edilgin olan duyarlığın biraraya gelerek bilgiyi oluşturmasını şöyle
açıklayabiliriz: “Öteden beri alışılmış olan bir anlayışın tersine olarak Kant, duyu
bilgisine temel olan intellektüel bir bilgi kabul eder. Çünkü, ona göre, bizim
deneyden önce olan birtakım ana kavramlarımız (kategorilerimiz) var; biz bunları
deneyin içine yerleştiririz; deney ancak bu salt kavramlar ile bir düzen kazanıp bir
bilgi olur. Kategoriler deneye form bakımından bir çerçeve sağlarlar. ‘Yeşili
duyumluyorum’ yerine, ‘Bu, yeşil bir şeydir’ demeye olanak verirler. Kategoriler
objektif a prioridirler, yani objeye uyan a priori formlardır. Deneye düşüncenin salt 33 Gökberk, a.g.e., s.398-399.
25
formları bir düzen kazandırıyor, çünkü -Kant’ın kendi deyişiyle- anlığın
“kendiliğindenliği”, duyarlığın ise alırlığı vardır. Bu anlayışı ile Kant, şu tanınmış
formülünü dile getirmiştir: Görüsüz kavramlar boş, kavramsız görüler kördür.”34 Bu
şu anlama gelmektedir. Duyu verileriyle içleri dolmamış kavramlar boş, kavramsız
görüler de yalnızca herhangi bir anlam içermeyen yığın halindedirler. Anlık ve
görüyü birbirine bağlayan şey ise kategorilerdir. Anlık, kendi başına hiçbir şeyi
bilemez. Yalnızca kendisine verilmiş olan görüyü birleştirir ve düzenler. Kategoriler
ise anlığın bağlayıcı formlarıdır. Duyarlık ve anlığın birlikte çalışması bilgiyi
oluşturur. Kategoriler olmadan kavramların içlerini dolduramayız. Çünkü anlığa bir
form katan kategoridir.
Kant’ın yazdığı “Salt Aklın Eleştirisi”nin temel sorusu insan bilgisinin
sınırlarının nereye kadar uzanacağıdır. Kant’a göre, bizler bilgiyi deney dünyasından,
duyulur dünyadan elde edebiliriz. Bu, duyulur dünya ise bizim anlığımıza biçim
vermemiz nedeniyle kurulmuştur. Numenler dünyasını ise biz bilemeyiz. Görülere ve
deneye dayanmadığı için bu dünya hakkındaki yargılarımız birer boş düşünce olarak
kalır. Kısacası deneyden bağımsız bir bilgi olmayacağı için biz numeni düşünebiliriz
ancak onu bilemeyiz.
II.4. SALT AKLIN ELEŞTİRİSİNDEN AHLAK FELSEFESİNE
Kant’ın ahlak felsefesini çözümleyebilmek herşeyden önce 18. yüzyıl Aydınlanma
Felsefesinin ahlak anlayışını yorumlamamızla mümkün olacaktır. Özellikle İngiliz
ahlakçılarının yöntemlerinden etkilenen, İngilizlerin ruhbilimsel çalışmaları ve iç
gözleme dayanan görüşleri, Kant’ın ahlak yönteminin çıkış noktası olmuştur.
“Kant felsefesi için çıkış-noktası, Aydınlanma düşüncesinin Almanya’da
kazandığı başlıca bir form olan Leibniz-Wollf felsefesidir.
Kant, ilk bilgilerini bu felsefeden edinmiş, ilk yapıtlarını bu felsefenin
anlayışı çerçevesinde yazmış, sonra da bu felsefe ile tartışa tartışa kendi görüşüne
varmıştır. Bu bakımdan bir yere kadar Kant’da Aydınlanma Felsefesi içinde yer alır;
o da bu felsefe içinde yetişmiş, bu felsefenin sorunlarını ele alıp işlemiştir; yalnız
bunları sonuna kadar götürüp, sonunda da bu düşünceyi aşmıştır. Rönesans’tan beri
gelişen bir anlayışın büyük ölçüde son hesabını çıkarmakla, Kant bir dönüm noktası 34 Gökberk, a.g.e., s.399.
26
olmuştur: O bir yandan kendisinden önceki düşüncenin bütün çizgilerini felsefesinde
toplar; öbür yandan da kendisinden sonraki gelişmenin birçok yönleri doğrudan
doğruya ondan çıkarlar ya da dolayısıyla dönüp ona varırlar. Nitekim 19. yüzyılın ilk
yarısını kaplayan Alman idealizminin çıkış noktası Kant felsefesidir; özellikle 20.
yüzyılın ilk dörtte birinde önemli bir felsefe çığrı olarak beliren Yeni-Kantçılığın
kaynağı yine Kant felsefesidir. Bu Kantçı çığırlara aykırı olan akımlar da, yine Kant
felsefesi ile bir tartışmadan doğmuşlardır; dolayısıyla da olsa bu felsefe ile sıkı bir
ilgileri vardır.”35
İngiliz ahlakçılarının Shaftesbury, Hutcheson ve özellikle Rousseau’nun
eserlerinden etkilenen Kant, İngiliz ahlak felsefesinin sonuçlarıyla da yetinmeyerek
onları aşmak istemiştir. Kant’ın ahlak anlayışında belirgin bir özellik olarak
karşımıza çıkan şey, iyi kavramı ile gereklilik kavramları arasındaki ilişkidir. Kant’ı
“iyi” kavramında İngiliz Ahlakçılarından ayıran şey iyiyi ortaya koyan özelliklerin
ruhbilimsel yanlarını çözümlemek değildi. Kant ahlakın temellerinde felsefi bir
açıklığın gerekli olduğunu düşünüyordu. Gereklilik kavramında ise şunları söyler;
“Şunu veya bunu yapmak, diğerlerini yapmamak gerekir. Yükümlülüğü
ifade eden formül budur. Ne var ki gereklilik (Sollen) bir eylem zorunluluğunu ifade
eder ve iki anlamda kullanılır.
Buna göre, ya bir başka şeyi (bir amaç olarak) istediğimde bir şey (bir araç
olarak) yapmam gerekir; ya da, doğrudan doğruya o başka şeyi (bir amaç olarak)
yapıp gerçekleştirmem gerekir.
Birincisi aracın zorunluluğu, ikincisi amacın zorunluluğu diye
adlandırabilir. Birincisi zorunluluk türü hiçbir yükümlülük göstermez; tersine
yalnızca bir problemin çözümü olarak bir buyruğu gösterir ki, o belli bir amaca
erişmek istediğimde hangi araçları kullanmak zorunda olduğumu bana buyurur. Bir
başkasına, eğer mutluluğa kavuşmak istiyorsa hangi eylemleri yapmak hangilerini
yapmamak zorunda olduğunu buyuran bir kimse, belki de tüm ahlak öğretilerini ona
öğretebilmiş olsaydı bile, bu öğretiler yine de yükümlülükler olmazdı; tersine onlar
haç yapmak için bir düz çubuğu iki eşit parçaya ayırmak istediğimde ortaya çıkan bir
yükümlülük gibi bir şey olurlardı ki, artık yükümlülük olmaktan çıkarlar; tersine
35 Gökberk, a.g.e., s.391.
27
yalnızca bir amaca erişebilmek istendiğinde başvurulması gereken kılavuzlar
olurlardı.”36
Kant’ın bu düşünceleriyle gelecekte kuracağı etiğin temellendirilmesi söz
konusudur. Çünkü bu noktada ahlak yasasının koşulsuz buyruk (kategorik imperatif)
olması ile koşullu buyruk (hipotetik imperatif) olması arasındaki farklılık tüm
açıklığıyla ortaya konulmuş bir şekildedir.
Ahlak felsefesinin temellendirilmesinde Kant, ahlakın genel problemlerine,
hem içinde doğduğu, yetiştiği toplumun bir insanı olarak hem de bir filozof olarak
eğilir. Ancak ahlak felsefesini, gündelik yaşamdaki ahlaki yargıları temel alarak
yorumlar. Çünkü hemen her insanda ahlaksal bir yükümlülüğün ve ödev
duygularının bulunduğuna inanır. Kant, ahlakın temelini oluştururken onu ne
doğanın dışında ne de içersinde aramayı doğru bulur.
Onun aradığı, ahlak ilkelerini doğrudan doğruya salt akıldan çıkarmaktır.
“Ethik’in “salt” ya da “rational” bölümü, ahlak ilkeleriyle uğraşır, empirik
bölümü ise insanların “gerçekte” yapıp ettikleriyle ahlakın normlarına uygun olarak
biçim kazanan törel davranışlarıyla ilgilenir, bu her eğitimin de ödevidir. Deneye
dayanan insan bilgilerini içine alan bu empirik bölüme Kant, “pratik anthropoloji”
der. Bütün ahlak yasalarının alt koşulsuz olduğunu bundan böyle önsel olduğunu,
kendilerinde salt bir zorunluluğu da birlikte getirdiklerini görebiliriz Kant’a göre.
Demek ki bu yasaların zorunlu oluşlarının temelinin insan doğasının değişen
deneylerinde ya da çevrenin rastlantısal bağlantılarında değil, akıllı bir yaratık olarak
insanın özünde bulunduğunun bilinci var bizde.”37
Ona göre pratik akıl bize olması gerekeni bildiren, teorik akıl ise olanı
bildiren akıldır. Pratik akıl eleştirisinde, yapmak istediği şey, ahlak yetisinin ne
olduğunu incelemektir. Özgürlüğümüzün bilincine varmamız ancak ahlak yasasının
olanaklı olmasıyla mümkün olur. Ahlak sorunlarının çözümünde Kant, iki türlü
yöntem kullanır. Birincisi deney verilerinden hareket ederek çözümleme ile bu
verilerden önermelere ulaşır, ikincisi (olarak da) akıl kavramlarını ilke olarak ele alıp
bu kavramlardan görüngülere ve deneye ulaşır.
Kant, pratik aklın hangi davranışlarının iyi, hangi davranışlarının kötü
olarak adlandırılabileceğini örnekler yoluyla da gösterir. Ona göre, insanlar gündelik
36 Cassirer, a.g.e., s.246. 37 Akarsu, Immanuel Kant’ın Ahlak Felsefesi, s.68-69.
28
yaşamlarında çoğunlukla vicdanlarının sesine uyarak bir olayı iyi ya da kötü olarak
kabul etseler de, genel anlamıyla günlük yaşantıda bir davranışı iyi veya kötü olarak
değerlendirdiklerinden hangi ölçüyü dikkate aldıklarını kestiremezler. Ahlak
kavramlarını çözümlerken Kant’ın yapmaya çalıştığı bu kavramların içerdikleri
ilkelerin neler olduğunu bulmaya çalışmaktır. Böylelikle o, zaten var olan ahlak
yargılarını içgüdülerle duyumsanan halinden çıkarıp, bilinç üzerine yükseltmeyi ve
geçerlilik ilkesini ortaya koymayı amaçlar.
II.5. TEORİK VE PRATİK AKIL İLİŞKİSİ
Kant felsefesinin genel karakteri iki konu üzerinde yoğunlaşır. Bunlardan birincisi
var olan herşeyle ifade edilen doğadır.
Diğeri ise olması gereken yani özgür davranışlarımızı içeren ahlaktır.
Felsefe bilgisinin deneye dayandırılması, felsefenin temelini emprizme, yalnızca a
priori ilkelere ve salt akla dayandırılması ise fizikötesine ya da salt felsefeye
ulaştırıyordu bizleri. Böylelikle bizlere yalnızca olanı bildiren teorik aklın yanında,
olması gerekeni bildiren pratik akılda söz konusuydu. “1770 yılında kaleme aldığı
doktora tezinde Kant iki dünya arasında, akıl ile duyular veya “mundus intelligibilis”
ile “mundus sensibilis” arasında kesin bir ayrım yapar.
Duyular dünyası mümkün deneyim alanıdır, buna karşın akıl dünyası yasa
koyucu pratik akıl aracılığıyla gerçeklik kazanır. Bu bakış açısından hareketle insan
hem düşünsel hem de duyular dünyasına ait gibi düşünülmek zorundadır. O düşünsel
veya numenal dünyaya ait olduğundan özgürdür, çünkü bu dünya için doğa yasaları
geçerli değildir.
Ancak insan duyular dünyasının bir üyesi olarak doğa mekanizmine tabidir.
Kant bu iki farklı perspektife sahip dünya anlayışını ‘anlama yetisi’ ile ‘akıl’
arasında yaptığı ayrımla daha da geliştirir.
Fakat insan, kendisinde gerçekten bir yeti bulur, bununla insan kendisini
öteki bütün şeylerden, nesneler tarafından uyarılan kendisinden de ayırır; bunu
sağlayan yeti ise akıldır. Kendinde saf etkinlik olarak akıl, anlama yetisinden de
üstündür. Yani bütün diğer doğa varlıkları doğa yasalarına tabi olduğu halde, aklı
sayesinde insan özerk, kendi koyduğu yasalara tabi olur. Buradan sonlu-akıllı
varlığın ‘kendini gözlemleyebilmesi ve yetilerinin kullanılışının’ yani bütün
29
eylemlerinin yasalarını bilebilmesi için iki hareket noktası oluşur: İlki, duyular
dünyasına bağlı olduğu ölçüde doğa yasaları altında bulunmak, onlara bağımlı
olmak, ikincisi de, düşünülür dünyaya bağlı olarak, doğadan bağımsız olan, deneysel
olmayan, tersine temelini yalnız akılda bulan yasalara bağımlı olmak.”38
Kant, pratik aklın eleştirisinde, salt akıl ile salt pratik aklı birbiriyle
karşılaştırır. Teorik akılda duyulardan hareketle kategoriler yolu ile temel ilkelere
ulaşmış, pratik akılda ise ahlak yasasından yola çıkıp yine kavramlar aracılığıyla
duyulara ulaşmıştır.
“Bilginin intellektüel bir temel üzerinde oluştuğu düşüncesini Kant, Salt
anlık fenomenlere yasalarını dikte eder” sözü ile anlatmaya çalışmıştır. O zamana
kadar bağlı kalınan bir anlayışı altüst eden bu düşüncesini Kant ‘Kopernikus
devrimi’ne benzetir.
Çünkü öteden beri, düşünmenin kendini objelere göre ayarladığını, yani
nasıl düşünmesi gerektiğini anlığa objelerin dikte ettiği ileri sürülüyordu. Şimdi
Kant, bu oranı tersine çevirerek ‘objelere formlarını salt anlık dikte eder’ demektedir.
Doğa bilgisinde mümkün deneye, uzay ve zamandan başka, birtakım a priori formlar,
Kant’ın deyişiyle kategoriler aktararak, deneyin dağınık verilerini ve çeşitliliğini
bunların içinde derleyip topluyor, birleştirip düzenliyoruz. Kategorilerin gördüğü iş,
deney verilerini birbirine bağlamak, birleştirmek işidir, bir synthesis’tir.
Böyle bir görevleri olan kategorileri Kant, Aristoteles’ten beri gelen
‘Yargılar çizelgesi’ne paralel olarak türetir ve bu çizelgedeki 12 yargının her birinin
karşısına belli bir kategori koyar. Bu da, biz deney verilerini 12 bakımdan birbirine
bağlıyoruz, deneyin ham malzemesini bu 12 kategoriye göre şekillendiriyoruz
demektir. Burada, doğa bilgimizin nasıl şekil kazandığını en kestirmeden gösterecek
tek bir kategoriyi örnek olarak görelim:
Yargıları bağıntı bakımından aldığımızda, bunların arasında “kategorik”
denilen bir yargı formu vardır. Bunu karşılayan kategori, “töz ve ilinek”
kategorisidir. Örneğin “kar eriyor” önermesinde konu olan “kar”, bir nesnedir; bir
“şey” bir “nesne” olarak da deneyde yoktur; deney sadece gözlemden çıkarılamaz;
düşüncenin bir salt formunu (bir a priori kategoriyi, burada töz-ilinek kategorisini)
önceden deneyin içine yerleştirmemiş olsaydık, böyle bir “şey” olmayacaktı.”39
38 Lokman Çilingir, Pratik Aklın Doğal Diyalektiği, Ankara: Elis Yayınları, 2005, s.105. 39 Gökberk, a.g.e., s.400.
30
Salt akıl eleştirisinde Kant, kategorilerin duyu verilerine ve deney
nesnelerine uygulanmakla onlar üzerinde bilgiyi meydana getirdiğini söylemişti.
Pratik Aklın Eleştirisi’nde ise kategorileri kendinde şey olan numenlere aktarır.
Çünkü duyular üstü olanla, duyularla ilgili olan deneyler arasında büyük farklılıklar
vardır.
II.6. KANT’IN AHLAK FELSEFESİNDE TEMEL ÖZELLİKLER
a) İyi İstenç ve Ödev
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kant ahlak çözümlemesinde kendisinden önceki
İngiliz Ahlakçılarının tersine insan doğasıyla değil, insanların yargılarıyla ortak
ahlak kavramlarıyla uğraşır.
Ahlak kavramlarını çözümlemede insanın başvurabileceği bir kavram
arayan Kant, bu kavramı “iyi istenç” olarak adlandırır.
“İstenç yasa koyma yetisidir ve ‘ne özgür ne de özgür değil diye
adlandırılabilir, çünkü o eylemlerle değil, tersine dolaysız (yani bizzat pratik akılla),
bu nedenle de tümüyle zorunludur ama kendisine zorlamaya yetenekli değildir’.
İstenç tek tek davranışlarla değil, isteğin belirleme nedeniyle ilgilidir. İstek ise
insanın maksim (isteme) oluşturma yeteneğinden başka bir şey değildir: İstençten
yasalar; istekten maksimler oluşur.”40 İyi istenç mutlak değeri olan biricik şeydir,
hiçbir sınır olmadan yani doğrudan doğruya, her koşul altında iyi olarak kabul
edilebilecek yeryüzünde iyi istençten başka hiçbir şey yoktur. Kant’a göre iyi
istençten başka düşünme yeteneği gibi, kararlılık ve yargılama gücü gibi belirli
yüksek değerler de elbette vardır. Ancak bu değerler salt iyi değil, duruma göre kötü
de olabilen değerlerdir.
‘İyi’ değerini de iki türe ayırıyor Kant: Bunlardan biri herhangi bir amaca
ulaşmada araç olarak kullanılan, işe yarayan, değerini yararlı olmadan alan ‘iyi’dir.
Değeri kendi içinde olan, kendi başına değerli olan, ‘kendinde iyi’ olan ise ‘iyi
istencidir’. İyi istenç güçlü bir düşüncedir ve sonucu ne olursa olsun ahlakça iyi
düşünüşte ortaya çıkar. Bir eylemin ahlaki değeri ise onun sonucunda değil
arkasındaki düşünüştedir, ve ahlaki eylemi meydana getiren şey ise istençteki 40 Çilingir, a.g.e., s.81.
31
düşünüş durumudur. İyi istenç kavramını daha da genişletmek isteyen Kant, ödev
kavramına başvurur. Ona göre bir eylemimizi belirleyen neden ödevse, bir eylemi
gerçekleştirmeye yönelen şey, eğilimlerimiz değil de ödevin kendisiyse bu eylemin o
zaman ahlakça bir değeri var demektir. “Bir eylem, ancak, eğer bir yarar düşüncesini,
şu andaki veya gelecekteki bir haz alma hesabını, kısacası her türlü içeriksel hesabı
dışta bırakıyorsa ve her türlü rastlantısal ve özel eğilimlerden arınmış olarak -tek
başına bir belirleme nedeni olabilen- bir yasanın genelliği altında yönlenebiliyorsa, o
eylem ‘ödeve uygun’ bir eylemdir. Kant şöyle der: ‘Ödevden (görevden) dolayı
yapılan bir eylem, ahlaksal değerini, onunla ulaşılacak amaçta bulmaz, onu yapmaya
karar verdiren maksimde (eylemde) bulur; dolayısıyla bu değer, eylemin nesnesinin
gerçekleşmesine değil, arzulama yetisinin bütün nesneleri ne olursa olsun, eylemi
oluşturan istemenin (istencin) yalnızca ilkesine bağlıdır. Yukarıda söylediklerimden
açıktır ki, eylemde bulunurken yöneldiğimiz amaçlar ve istememizin amaçları ve
güdüleri olarak eylemin etkileri, ona koşulsuz ve ahlaksal bir değer sağlayamaz. Bu
değer, eylemden beklenen etkiyle ilgisi bakımından istemede bulunmuyorsa, nerede
bulunabilir? İstemenin ilkesinden başka bir yerde bulunamaz, böyle bir eylemle
gerçekleşebilecek amaçlar ne olursa olsun. Çünkü isteme, biçimsel olan a priori
ilkesi ile içerikli olan a posteriori güdüleri arasında, tam ortasında, sanki bir yol
ağzında durur; ve orada bir şey tarafından belirlenmesi bir içerikli ilke
bulunmadığından, genel olarak istemenin bilimsel ilkesi tarafından belirleniyor
demektir.’ ”41 Bir eylemin kendi başına iyi olması o eylemin herhangi bir eğilimden
değil, ödevden gelmesidir.
Ödev de bir eylemin, zorunlu olarak, yasa karşısındaki saygıdan doğmasıdır.
Bir eylem, bir yasaya uygun olarak doğru olduğu için isteniyorsa ‘iyi’dir. Böylelikle
Kant’a göre, ahlaksal eylemi belirleyen ölçüt, bir eğilimden çok, yasa karşısındaki
saygı duygusudur. Kant’a göre, saygı duygusu insanın düşünen ben’inden çıkan, her
eğilimin üstünde olan bir duygudur. Bizler, çoğunlukla eğilimlerimize dayanarak
eylemlerde bulunuruz. Ancak zihnimizde de bir taraftan yasalar karşısındaki saygıya
öncelik tanımamız gerektiği bilincimizde vardır. Böylelikle Kant, sıradan insanın
aklındaki ahlak bilincini de ortaya koyar: Herkeste ve en geri kalmış kimselerde bile
içgüdüsel olarak bu duygudan söz edebiliriz. “Sıradan insan aklı yalnızca ahlak
yasasına dair bilince değil, onun tamamlayıcıları olan iyi istenç, ödev bilinci ve saygı 41 Cassirer, a.g.e., s.258.
32
duygusuna da sahiptir. Bunlar aynı zamanda sıradan insan aklı düzeyindeki ahlaki
araştırmanın hareket noktasını oluştururlar. Eğer sıradan insan aklı ahlak yasasını
veya kesin buyruğu (kategorik imperativ) içermemiş olsaydı, ahlak felsefesinin
bilimsel araştırmalarına zemin oluşturacak bir nesnesi kalmazdı. Bu nedenle
herşeyden önce istencin bu en üstün yasası, yani kesin buyruk ‘kaynağının saflığına
uygun olarak, ilk önce bu sıradan aklın yargısında bile doğrulanmalı ve haklı
çıkarılmalıdır.’ En sıradan insan bile özel bir eğitim almaksızın ahlaki sorumluluklar
hakkında bir bilince sahiptir. Bir başka deyişle, sıradan insan aklı herhangi bir
yardımcı araca gerek duymadan neyin iyi neyin kötü olduğunu bilecek
durumdadır.”42 Ancak Kant’a göre bu iyi ve kötü yargıları ya da onun deyimiyle
pratik akılla yapacağımız şeyler, mutluluğumuzu artırmaktan çok iyi istencin
gerçekleştirilmesine yönelik olmalıdır. Mutluluk da önemlidir elbette, ona ulaşmak
için çaba da göstermeliyiz. Ama vicdanımız öncelikle iyiyi istemelidir. Çünkü iyiyi
isteme, başka bir şeye bağlı değildir. İnsan ancak eğilimlerin yönlendirmesine göre
hareket eden mutlulukla değil, salt akıla göre davrandığında ‘ahlaksal’ bir niteliğe
bürünecektir. İyiyi isteme kavramını daha da aydınlığa eriştirmek isteyen Kant ödev
kavramını da açıklar.
“İstemenin yasaya özgürce ama yine de bütün eğilimlere, -hem de kişinin
kendi aklınca- uygulanan kaçınılmaz bir baskıyla birlikte boyun eğmesinin bilinci,
yasaya duyulan saygıdır. Bu saygıyı talep eden ve esinleyen yasa, görüldüğü gibi,
ahlâk yasasından başka bir yasa değildir (çünkü başka hiçbir yasa, bütün eğilimlerin
istemeyi doğrudan doğruya etkilemesini olanaksız kılmaz). Eğilimden gelen bütün
belirleme nedenlerini olanaksız kılmasıyla, bu yasaya göre nesnel pratik olan eyleme
ödev denir. Ödev, eğilimin belirlemesini olanaksız kıldığı için, kavramı içinde pratik
zorlayıcılık, yani eylemleri -ne kadar istemiye istemiye yapılırsa yapılsın-
belirlemeyi taşır. Bu zorlayıcılığın bilincinden doğan duygu, bir duyu nesnesinin
meydana getirdiği bir duygunun olacağı gibi tutkusal değildir; yalnızca pratiktir. (...)
Demek ki ödev kavramı, nesnel olarak, eylemin yasaya uygunluğunu ister;
öznel olarak, yani maksimleri (ilkeleri) bakımından ise, -istemenin yasayla
belirlenmesinin tek yolu olarak- yasaya saygı ister.
42 Çilingir, a.g.e., s.48.
33
Ödeve uygun eylemde bulunmuş olma ile ödevden dolayı, yani yasaya
saygıdan dolayı eylemde bulunmuş olma bilinci arasındaki fark buna dayanır.”43
Bu düşünceleriyle Kant ödev kavramını açıklar. Ödev, aklın sesidir. Ancak
insan yalnızca aklıyla hareket eden bir varlık değildir. İçgüdüleri ve eğilimleri de
olan doğal bir yönü bulunan varlıktır.
Öyleyse insan, aklının sesi olan ödevle doğal eğilimleri arasında kalıp bir
çatışma yaşayacaktır. “Şimdi aklın sesi olan ödev ile doğal eğilimler karşılaşınca, ya
çatışabilirler, yani ödevin emrettiği ile içgüdülerin istediği arasında bir uyuşmazlık
olur; ya da uyuşabilirler, yani ödev ile eğilim arasında bir uyum kurulmuş olabilir,
her ikisi de aynı şeyi isteyebilir. Kant’a göre, ödev ile eğilimin bu uyuşmalarından
doğan eyleme ‘iyi’ diyemeyiz; bu, ancak bir rastlantıdır; oysa bir eylemin ‘iyi’
olabilmesi için, hiç koşulsuz olarak ödevden çıkmış olması gerekir; ancak ödevin
belirlemiş olduğu bir istenç ‘iyi’dir. Demek, ‘iyi istenç’ kavramının birinci belirtisi,
‘eylemin salt ödevden doğmuş’ olmasıdır. Bu kavramın ikinci belirtisini de Kant
şöyle formüller: ‘Ödevden doğan bir eylemin ahlaki değeri, kendisiyle varılmak
istenen erekte değil, bu eylemin kararını verdiren maximededir (kural, ilke).
Buradaki ‘erek’ yerine, eylemin fenomenler dünyasında bulunan bir
‘sonucu’ gözetmesi de diyebiliriz. İşte Kant’a göre, bir eylem dışarıda bulunan bir
sonuç yüzünden değil, ancak kendisine dayandığı ilke (maxime) yüzünden ‘iyi’ olur;
eylemin iyi olmasının ölçüsü (kriterium), başardığı, gerçekleştirdiği şey olmayıp
dayanağı olan ilkedir. Ancak, bu ilke (maxime), a posteriori ya da a priori olabilir;
kişi, istencini ya a priori bir kurala, ya da doğal motiflere (duygular, itkiler,
sonuçlara) göre belirleyebilir.
Ama, bir eylemin ‘iyi’ olabilmesi için, a priori bir motife göre, yani aklın
buyruğuna, ödeve göre belirlenmiş olması gerekir; dolayısıyla burada sözü geçen
maxim, ödev maximi’dir. Ödev de aklın buyruğu olduğundan, objektif, zorunlu ve
tümel-geçerdir. Kant’ın aradığı, hep bu çeşitten yasa niteliği olan şeylerdir. Nitekim
ödev de, yasaya karşı duyulan saygıdan doğar. Yalnız, Kant’a göre, bu dünyada iki
türlü yasallık vardır: Bir yanda doğa yasaları var. Bunlar, bir zor niteliği taşıyan
yasalardır. Doğa olayları karşısında, ‘şöyle ya da böyle olmaları gerekirdi’ demenin
yeri yoktur; doğa olayları öyle ya da böyle olmak zorundadırlar. Onun için, onların
43 Immanuel Kant, Pratik Aklın Eleştirisi, çev. Ioanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu
Yayınları, Ankara: 1999, s.89.
34
karşısına birtakım buyruklar ile çıkamayız, onlara ‘şöyle olman’, ‘böyle davranman
gerekir’ diyemeyiz. Öbür yandan da ahlak yasaları vardır.
Bunlar, gereklilik yasalarıdır; istenci olan bir kişiye, özgür bir süjeye
seslenirler. Bundan dolayı insana ‘şöyle yapmalısın’, ‘böyle davranmaman gerekir’
gibi birtakım emirlerle yönelebiliyoruz. Bunu yapabiliyoruz, çünkü ahlak
dünyasında, doğa dünyasında olduğu gibi, yalnız cansız bir zorunluluk, kör bir
mekanizm yok; burası büsbütün başka türlü bir yasası olan bir dünyadır.”44
Böylelikle Kant ödevin kaynağının ne olduğuna açıklık getirir. Ona göre
ödevin kaynağı bizim kişiliklerimizdir. Doğanın mekanizminden bağımsız olan,
özgür kişiliğimiz. Hem duyulur dünyaya hem de düşünülür dünyaya ait olan insanın
özü ödevle belirlenmiş olan yasaya saygıda ifadesini bulur. Kant bu noktada bir
başka soruya dikkatini yöneltir. Ahlaksal değeri olan bir eylemin iyi olarak
nitelendirilebilmesi için isteği belirlemesi gereken şey nasıl bir yasa olmalıdır? “Bu
zamana kadar biz güdü veya eğilimlerin yalnızca özgür bir edim neticesinde
maksimlerimize (isteme, eylem) alınabildiğini gördük. Yani onlar istek üzerinde
doğrudan bir etkiye sahip değiller. Kötüye meyil ise temelde güdülerin ahlaki
düzenini tersine çevirmekti. Yine biz, bir eylemin ahlaki değerinin yalnızca onu
belirleyen nedende, yani kendisine göre eylemin yapıldığı maksimde bulunduğunu
bilmekteyiz. Eylem buna göre istemenin öznel nedeniydi. Ancak Kant’ın öznel
maksimin karşısına koyduğu şey, saf pratik aklın nesnel ve genel geçer bir ilkesi
olmalıydı. Her ikisi aslında bir eylemin insan aracılığıyla nasıl gerçeklik kazandığı
ve böylece de öznel ve nesnel ilkeler arasında bir çatışmanın nasıl ortaya çıktığı
sorusuna cevap oluşturuyordu. Canlı bir varlık yalın bir durumda ‘neden ve etki’
ilkesine göre davranır. Neden burada organizmanın bir ihtiyacı veya bir eksikliği dile
getiriyor. Bu hareket nedeni, bir tür güdü olarak, yalın bir “motif” olabilir ve ancak
hayvanlarda rastlanabilir.
İnsan eylemleri yalnızca basit bir güdü aracılığıyla değil, aynı zamanda
nesne ve olayların bağlantısının tasarımıyla gerçeklik kazanır. Kant bu tür bir varlığı,
yalnızca yasalara göre etkide bulunan ama ‘yasaların tasarımına göre etkide’
bulunmayan doğa nesnelerinin karşısına koyar. Buradan hareketle o nesnelerin tek
44 Gökberk, a.g.e., s.407.
35
akıllı bir varlık yasaların tasarımına göre, yani ilkelere göre etkide bulunma
yeteneğine sahiptir. Bu, onun bir istence sahip olduğu anlamına gelir.”45
Buna göre istençte, bir eylemin nedenini oluşturan yeti olarak adlandırılır.
Bu istenç ve pratik akıl ise Kant’a göre özdeş olmalıdır. ‘Eylemlerin yasalardan
türetilmesi aklı gerektirdiğinden, istenç pratik akıldan başka bir şey değildir.’ İlke
kavramı ‘pratik ilkeleri’, bunlar da ‘altına birçok pratik kuralın girdiği genel bir
istenç belirlenimini içerirler.’ Buradan pratik buyurtular ve prensipler genel
olduğunda ‘ilke’ diye adlandırılırlar. Pratik ilkeler ise ya öznel ya da nesnel olurlar.
Nesnel ilkeler bütün akıllı varlıklar için geçerli olmasına karşın, eylemlerimizin
gerçek temeli öznel ilkeler yalnızca tek tek bireyler veya eylemde bulunanlar için bir
geçerliliğe sahiptirler. Bu sonuncuları Kant ‘maksim’ diye nitelendirir ve şöyle
tanımlar: “Maksim istemenin öznel ilkesidir; nesnel ilke ise (yani eğer akıl arzulama
yetisi üzerinde tamamıyla egemen olsaydı, bütün akıllı varlıklar için öznel olarak da
pratik ilke işini görecek bir ilke olan nesnel ilke ise) pratik yasadır. Böyle güdüsü
yalnızca eylemde bulunan birey için geçerli olan ilkeye maksim denir. Buna karşın
ilkenin güdüsü her akıllı varlık için geçerliyse nesnel bir yasadır. İstencin (arzulama
yetisinin) duyumlara bağımlılığı eğilim, bir istencin aklın ilkelerine bağımlılığı da
ilgidir. İnsan eylemleri aklın ilklerine ‘bağımlı’dır, çünkü onlar yalnızca ‘öznel
açıdan’ ‘rastlantısal’ olarak belirlenebilirler. Tanrısal istençte durum değişiktir,
çünkü onun istenci zorunlu bir şekilde yasaya uymaktır. Ama insan istenci de bir
şeye ilgi duyabilir, fakat ilgiden dolayı eylemde bulunmayabilir. Bunlardan ilki
eylemdeki pratik ilgi anlamında, ikincisi ise eylemin nesnesine olan tutkusal
(patolojik) ilgi anlamındadır. İlki istencin, aklı kendi başına ilkelerine bağımlılığına,
ikincisi ise eğilim adına aklın ilkelerine bağımlılığına işaret eder; çünkü ikinci
durumda akıl, eğilimin ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağı konusunda pratik kurallar
verir. Eylemin öznel ilkesi olarak maksimler, aklın öznenin koşullarına (sıkça
bilgisizliğine ya da eğilimlerine) uygun olarak belirlediği pratik kuralı içerir.”46
Bu durumda, ödevden dolayı eylemde bulunduğumuzda yaptığımız iş bir
yasa karakterine bürünür. Çünkü akıl yetisi kullanabilen inan içgüdüsel olarak değil
düşünceleriyle de var olabilen bir güce sahiptir. Hayvanlar ise bunun tersine yalnızca
45 Çilingir, a.g.e., s.48. 46 Çilingir, a.g.e., s.88.
36
bir güdüye sahiptirler, onlar da belli konularda, örneğin açlık dürtüsüyle hareket
ettiklerinde.
Yalnızca akıllı varlıklar ilgilerine göre eylemde bulunabilirler, hayvanlar ise
duyusal güdülerine uyarlar. Bir tek akıllı bir varlık eylem oluşturabilir, böylece
eylem, genel olması nedeniyle, güdüden ayırt edilir. “Bir maksim olarak ben
kendime ait bir evinim olmasını isteyebilirim. O zaman benim maksimim şu olur:
“Eğer kendine ait bir ev satın almak istiyorsam, belli bir miktar para
biriktirmeliyim.” Yani eğer bir eylemi gerçekleştirmek istiyorsam, buna uygun bir
maksimi izlerim. O zaman bu bir güdü olarak değil, tersine her benzer durumda
kullanabileceğim bir ilke olarak eylemime etkide bulunur. Ancak bu bir maksimin
daha başlangıçta ahlaki olarak ortaya konulduğu anlamına gelmez. Maksim olarak bu
eylemin benim için bir anlam taşıması yeterlidir ve bu şekilde o eylemin öznel ilkesi
olur. Ahlaken iyi bir eylemin belirleme nedeni salt bir eğilim olamayacağından,
ahlaki maksimler de salt bir eğilim üzerine bina edilemezler. Eğer maksimler duyusal
eğilimler üzerine dayanırlarsa, o zaman bunlar deneysel maksimler veya a posteriori
maksimler olarak adlandırılırlar; bunlar arzularımızın ürünü olan deneyimden
türerler. Duyusal eğilimlere dayanmayan maksimler a priori maksimlerdir. Bunlar
bizim arzularımızın ürünü deneyimlere dayanmazlar. Deneysel maksimleri bazen
içeriksel, buna karşın a priori maksimleri biçimsel maksimler diye de adlandırırız.47
Buna göre, istencin eylemleri bir ilke aracılığıyla belirlenmek zorundadır, yani istenç
ya içeriksel ya da biçimsel bir maksim tarafından belirlenir. Kant’a göre, ödevden
dolayı olan bir eylem biçimsel bir maksime göre gerçeklik kazanmış bir eylemdir.
Daha önceden bir etkinin oluşmasında güdü veya yalın bir dürtünün bireyin eylemi
üzerinde doğrudan bir rolü olmadığını söylemiştik. Kant bu düşüncesini daha sonraki
yazılarında temellendirir.
“Bu çerçevede o, maksimler ile özgür istence bağlı eylemler arasında var
olan bir ilişkiden söz eder. İstek özgürlüğü, ‘bir eylemin hiçbir güdüsü tarafından
belirlenemeyen, yalnızca insanın onu maksim olarak kabul etmesiyle’ mümkün olan
bir şeydir. Eylemin temelinde yatan güdülere dair bu zamana kadar edindiğimiz
bilgilerden hareketle doğal diyalektiğin neden olduğu meyli değerlendirirsek, onun
yalnızca bir maksim sayesinde bir insanın eylemine etkide bulunabileceği sonucuna
47 Çilingir, a.g.e., ss.89-90.
37
varırız. Ama bu maksim duyusal eğilimlere dayandığından, deneysel veya içeriksel
bir maksim olabilir ancak.
Şimdi ana sorun şudur: Benim eylemlerimin temelinde ‘ödeve uygunluk mu
(biçimsel bir maksim)’ yoksa, ‘eğilime uygunluk mu (içeriksel bir maksim)’
yatmaktadır? Ben bu aşamada eylemlerimi belirleyen maksimin bir ilke olduğunu
biliyorum, ama henüz onun nesnel bir ilke gibi, herkes için genel geçer bir ilke
olduğunu bilmiyorum. Bu noktada Kant bize her durumda yol gösterecek emin bir
ölçüt arıyor. Gerçi maksimler ilkedirler ama nesnel geçerliliğe sahip olmadıklarından
henüz buyruk olarak geçerlilik taşımazlar. Pratik ilkeler buna karşın ‘buyrukturlar’
yani bir eylem için gerekliliği, nesnel bir zorlamayı dile getirirler. Yani insan
eylemleri, doğal eğilimler tarafından belirlenmiş olabileceğinden pratik yasalara
karşı olabilirler. Bu demektir ki, insan istenci doğal yapısı gereği hem akıl hem de
eğilim tarafından belirlenmeye yatkındır.
Gerçi insan için, eğilimlerini, yani maksimlerini aklın nesnel kurallarına tabi
kılma şeklinde bir ‘gereklilik’ söz konusudur, ama insan aynı zamanda bir duyu-
varlığıdır ve bu yönüyle de ihtiyaç ve eğilimlerini doyurmayı istencini belirleyen
neden yapmaya yatkındır. İnsan istenci böylece sürekli olarak nesnel ilkeler
tarafından belirlenmek durumunda değildir, bir başka deyişle ‘akıl istenci tek başına
yeteri ölçüde belirlememektedir’. Demek ki bu istenç ‘zorunlu olarak’ yasa
tarafından belirlenmiyor. O zaman insan istenci zorunluluğun bir başka tarzıyla
belirlenmelidir. Böylece nesnel bakımdan zorunlu olduğu bilinen eylemler, öznel
olarak rastlantısaldır ve böyle bir istencin nesnel yasalara uygun olarak belirlenmesi
zorlamadır; yani, nesnel yasaların bütünüyle iyi olmayan bir istençle bağlantısı, akıl
sahibi bir varlığın istencinin gerçi akıl nedenleriyle belirlenmesi, ama doğal yapısına
göre bu istencin zorunlu olarak uymadığı nedenlerle belirlenmesi olarak tasarımlanır.
İstenci zorladığı oranda nesnel bir ilkenin tasarımına emir (aklın emri), bu
emrin formülüne de buyruk denir. Bu, benim isteğimin saf öznel ilkesi olarak
maksimlerimi nesnel pratik yasalara dönüştüren bir buyruktur. Nesnel yasa buyruk
olarak istemcim üzerinde bir hak talep ediyor. Yani buyruk, sürekli olarak “ödevden
dolayı” hareket etmeyen istencime etkide bulunuyor. Bundan ötürü istencimim
belirlenimi nesnel yasaların “zorlamasına” gerek duyar. Diğer bir deyişle, insan
istenci rastlantısal karakteri, yani yasanın istenç ile uyuşmamasından dolayı buyruk
38
bir “gerekliliği” dile getirir. Bu şekilde istenç şu buyrukla karşı karşıya kalır:
Yapmalısın!”48
Kant’a göre bu buyruğun biçimi koşulsuz’dur. Böylelikle bütün pratik
yasalar (buyruklar) ya koşullu ya da koşulsuz buyruklardır.
Koşullu buyruklar ancak bir koşul altında geçerli olabilirler yani burada
niyetlerimizin bir maksadı ve amacı vardır. “Koşullu buyruklara da uymak bir akıl
buyruğudur, ama bunların geçerliği mutlak değildir, belli bir maksadı göz önünde
bulundururlar, bir koşula bağlıdırlar; bir başka şeye araç olarak olabilir bir eylemin
zorunluluğunu ileri sürerler. Başka deyişle: Bir ahlak eylemi yalnızca bir başka şey
için araç olarak iyi olursa buradaki buyruk koşulludur. Koşullu buyruk da bir akıl
buyruğudur dedik. Çünkü, bir ereğe ulaşmak isteyen kimsenin bunun için zorunlu
olan aracı da istemesi akla uygundur. Öyleyse o da deneyden bağımsız olarak a priori
geçerliği olan bir akıl buyruğudur. Koşullu buyruk karşısına, doğrudan doğruya
ahlaksal iyi olarak gördüğü koşulsuz buyruğu koyuyor Kant. Mutlak olan, hiçbir
koşula bağlı olmayan, başka deyişle: Her koşul altında geçerli olan bir buyruk. Bir
eylemi başka herhangi bir erekle bağlılık kurmadan yalnızca kendisi için, nesnel
zorunlu olarak buyuran bir buyruk.
Demek ki bir eylem kendinde iyi olarak, bundan böyle kendi başına akla
uygun bir istenç için de zorunlu olarak, bu istencin ilkesi olarak göz önünde
tutuluyorsa, buradaki buyruk koşulsuzdur. İşte ahlak yasası olan da böyle bir
kategorik imperatif’tir.”49 Kısacası ahlaksal olan bütün durumlarda kayıtsız koşulsuz
buyurulmuştur. Kesin buyruk, her koşul altında ve her akıllı olan varlık için
geçerlidir ve bu buyruk bütün anlamıyla pratik yasadır.
48 Çilingir, a.g.e., s.91. 49 Akarsu, Immanuel Kant’ın Ahlak Felsefesi, s.103.
39
III. BÖLÜM
KANT’IN AHLAK YARGILARINDAN GÜNÜMÜZE BAKIŞ
III.1. AHLAKIN ŞİMDİLİĞİ
İçinde yaşadığımız dünya, 18. yüzyılda Kant’ın ahlak sistematiğini kurduğu
dönemden çok farklı bir görünüme sahip, bir süreci yaşıyor. Yüzyılların birikimleri,
düşünceleri hâlâ yaşıyor gibi görünüyorsa da bugün dünyanın elinde kalanlar sadece
zihinlerde bulanık bir biçimde yerini alan düşünce tortuları, geçmişte edinilen teorik
ve pratik uygulamalar ve yeniden kendini tekrar etmeler.
Bir toplumun ya da bir kültürün geçmişin süzgecinden geçirerek günümüze
yansıttığı fikirleri uygulamaya koyması, yaşama yerleştirebilmesi uzun zaman
dilimlerine yayılan bir aşamadır. Şayet bu değerler ve görünümler pratik anlamda
kişilerin yaşamlarıyla örtüşmüyorsa o zaman büyük anlamda tutarsızlıklar ve
dalgalanmalar görülecek, böylelikle asıl anlamını ve derinliğini yitirmiş düşünceler
akıl karmaşıklığını ve çözümsüzlüğü getirecektir. Bugün günümüzdeki ahlak
anlayışlarında da bu çözümsüzlüğün izlerini görebilmek mümkündür:
“İçinde yaşadığımız fiili dünyada ahlak dili, doğa bilimlerinin dili ne halde
ise o haldedir; yani ciddi bir karmaşa içindedir. Eğer bu görüş doğru ise, ahlak
alanında günümüzde sahip olduklarımız, belirli bir kavramsal çerçevenin
fragmanlarıdır; kendilerine belirli bir anlam ve önem kazandıran bağlamlarını artık
yitirmiş bulunan bölük pörçük parçalardır; aslında sahip olduğumuz şey ahlakın
kendisi değil suretidir. Açâr ifadelerin birçoğunu hâlâ kullanıyor olmamıza rağmen,
ahlak konusundaki hem teorik hem de pratik kavrayışımızı, büsbütün değilse de
büyük ölçüde, kaybetmiş bulunuyoruz.”50
Maclntyre’nin de belirttiği gibi ahlak alanında elimizde kalanlar belirli bir
çerçevenin öngörüleridir. Bugün çok farklı etik kuramlardan sözediliyor. İnsan
hakları etiği, iletişim etiği, tıbbi biyoetik, bir arada yaşama etiği. Günümüzde hemen
her meslek kendi “etiğini” sorguluyor. Bu çokluklar karşısında etik ne olmalıdır
sorusunu Alan Badiou şöyle açıklıyor:
50 Alasdair Maclntyre, Erdem Peşinde: Ahlak Teorisi Üzerine Bir Çalışma, çev. Muttalip Özcan,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2001, s.15.
40
“Farklılıklara karşı kayıtsız olan tek şey, bir hakikattir. Her devrin sofistleri
kesinliğine gölge düşürmek için azimle uğraşmış olsalar da, her zaman bildiğimiz bir
şeydir bu: Bir hakikat herkes için aynıdır. Tek sahici etik, hakikatlerin etiğidir. Daha
doğrusu tek etik, hakikat süreçlerinin, dünyaya bazı hakikatler getiren emeğin
etiğidir. Etik diye bir şey yoktur. Sadece bir şeyin etiği (siyasetin, aşkın, bilimin,
sanatın etiği) vardır. Aslında tek bir özne yoktur, ne kadar hakikat varsa o kadar
özne, ne kadar hakikat usulü varsa o kadar öznellik tipi vardır. Ben şahsen dört temel
öznellik “tipi” belirliyorum: Siyasi, bilimsel, sanatsal ve aşkî. Felsefe, zamanının
tekil hakikatleri tarafından ifade edilen farklı öznellik tiplerinin bir arada
varolabileceği bir düşünce alanı inşa etmeye çabalar. Ama bu bir arada varoluş bir
birleşme değildir-bu yüzden de bir Etik’ten bahsetmek imkansızdır.”51
Badiou’nun bu görüşleri, etik kavramının yeniden sorgulanmasını içeriyor.
Kant’ın sözünü ettiği kişi ahlakının yerine göreceli alanlar olarak
nitelendirebileceğimiz siyasi, bilimsel, sanatsal ve aşkî öznellikleri koyarak kendisi
de sofist bir söylemden hareket ediyor. Günümüz dünyasının etikle ilişkisini
betimleyen E.M. Cioran’ın tespitleri de ilgi çekicidir:
“İlahiyat, ahlâk, tarih ve her günkü tecrübemiz bize, dengeye ulaşmak için
sonsuz sayıda sır olmadığını öğretirler; tek bir sır vardır: İtaat etmek. ‘Bir
boyunduruğu kabullenin’ diye tekrarlarlar bize, ‘ve mutlu olursunuz; bir şey olun ve
acılarınızdan kurtulursunuz.’ Gerçekten de şu dünyada her şey meslektir: zamanın
profesyonelleri, soluk almanın memurları, ümit etmenin asilzadeleri olan bizleri
doğmadan önce bir makam beklemektedir:
Kariyerlerimiz annelerimizin karnındayken hazırlanır. Resmi bir evrenin
üyeleri olarak, sadece delilerin lehine yumuşayan katı bir karar mekanizmasıyla bir
yer işgal etmek zorundayızdır orada; hiç değilse deliler bir inanç sahibi olmakla, bir
kurumu benimsemekle, bir fikri desteklemekle, bir girişimi sürdürmekle yükümlü
değildirler. Toplum oluştuğundan beri ondan kaçmayı istemiş olanlar zulme
uğramıştır ya da çeneleri kapatılmıştır. Her şeyiniz affedilir, yeter ki bir mesleğiniz,
isminizin bir alt başlığı, yokluğunuzun üzerinde bir damga olsun...”52
Ölümünün üzerinden 200 yıl geçmesine karşılık Kant’ın düşünceleri
günümüzde de güncelliğini korumaya devam ediyor. 51 Alain Badiou, Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. Tuncay Birkan, İstanbul:
Metis Yayınları, 2004, s.41. 52 E.M. Cioran, Çürümenin Kitabı, çev. Haldun Bayri, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s.145.
41
Bugün onun düşünceleri ve düşüncelerine yöneltilen karşı eleştiriler felsefe
tartışmalarının merkezinde yer alıyor.
“Immanuel Kant’ın felsefesine ilişkin saptamalar onun etiği için de geçerli.
Üzerinde yoğun tartışmaların bugün de sürdüğü bir görüş Kant etiği. Farklı anlama
biçimlerinin yan yana varolduğu, ezbere ve toptancı değerlendirmelerin ciddi
değerlendirme ve eleştirilerden çok daha fazla olduğu, bu nedenle de övgülerden
ziyade eleştiri oklarının kendisine yöneldiği bir etik görüşü bu. Öte yandan ona şu ya
da bu biçimde göndermede bulunmayan, onu yürüttüğü tartışmada hiç hesaba
katmayan bir etik yazısına rastlamak da oldukça zor.”53
Kant’ın temel söylemi, dünyada iyi bir iradeden başka hiçbir şey iyi değildir
üzerine kuruluydu. Ahlakın temelini oluştururken yapmak istediği şey, onu ne
doğanın dışında ne de içersinde aramasıdır.
Onun asıl gerçekleştirmek istediği, ahlak ilkelerini doğrudan doğruya salt
akıldan çıkarmaktır. Kant’ın bu düşüncelerine yönelik eleştirileri Howard Selsam
şöyle açıklıyor: “Biz basit birey iradeleri ya da ayrı ayrı insanlar dünyasında
yaşamıyor, gerçekte sonsuz karmaşık karşılıklı ilişkide bulunan en farklı türlerden bir
çok insanların dünyasında yaşıyoruz. Ve Kant’ın bilmezlikten geldiği, bu ‘iyi’
ilişkilerin herhangi ve bütün bireysel kişilerin ‘iyi iradeleri’nden ahlak bakımından
daha da temel birşey olabildiğidir. İnsanlar birbirlerine yardım edecek mi yoksa
birbirini sömürecek, birbiriyle işbirliği yapacak mı yoksa birbirinin açığından
yararlanacak biçimde mi ilişkilidir? İlişkilerinde onlar yalnızca örgütsel karmaşıklar
değil toplumsal yasalar ve ahlak değerleri de oluştururlar. İnsanlar, içinde yaşamın
gereklerini üretmeleri gereken yalnızca bir ya da başka tür bir toplumda
yaşayabilirler. İnsanlar böylece toprağı sürmeli, mallar üretmeli, köyler ve kentler
yaratmalı, kurumları oluşturmalı, savaşmalı, kitaplar yazmalı ve iyi yaşamın ahlak
teorilerini yaratmalıdırlar. Ama bütün bunları, basit bireyler olarak değil, toprağa,
üretim aletlerine ve yaşamın gereklerinin dağıtımına karşı farklı ilişkileri olan grup
ya da sınıfların üyeleri olarak yaparlar.
Kant’ın ihmal ettiği, ürünlerinin-kentler, devletler, uluslar, aile biçimleri,
tarlalarda, madenlerde ya da fabrikalardaki çalışma koşullarının -olduğu kadar
insanların ya da kurumların bu ilişkilerinin, bireylerin ‘iradeleri’ ya da güdüleri
53 Harun Tepe, “Bir Felsefe Dalı Olarak Etik: Etik Kavramı, Tarihçesi ve Günümüzde Etik”, Doğu-
Batı Dergisi, Ankara: Sayı:4, 1998, ss.9-24.
42
derecesinde, ahlak yargılarının konusu olduğudur. Modern kentin gettoları ve
gecekonduları gibi, örneğin, Meksika ve Peru’nun maden ocaklarından altın ve
gümüş çıkarttırmak için İspanyolların Kızılderilileri, içinde bulundurduğu koşullarda
ahlak yargılarının konusudur. Ne denli farklı olursa olsun her ikisi de bir toplumsal
sınıfın bir başka sınıf pahasına yaşadığı süreç içinde olmaktadır. Her ikisi de insan
yaratısıdır ve ‘olmamaları gerekliydi’ diyebileceğimiz koşullardırlar. Eğer insanların
yaşadığı ve çalıştığı durumlar -insanlar tarafından yaratılmış durumlar- insanları
hayvanlaştıracak, insanlıktan uzaklaştıracak ve onları yabancılaştıracak gibiyse,
bunlar ahlak yargılarının konusu olurlar ve ahlaksızlık olarak ilan edilebilirler.”54
Selsam’a göre Kant’ın farkına varamadığı gelişmiş ülkelerin ellerindeki
olanakları yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları ve toplumsal bir
yaşamı paylaşan insanların çoğu zaman gücü elinde bulunduranlar tarafından yok
sayılmasıdır. Böylelikle Kant ahlak ilkelerini ortaya koyarken ‘salt akıl’ sınırlarının
dışına çıkmamakta ve ahlak yargılarını yalnızca akıl pratiğinde görmektedir.
III.2. DEĞİŞEN DÜNYADA AHLAKIN GÖRÜNÜMÜ
Bugün etik kavramı en genel terimiyle, insan haklarıyla ve aşkın bir ifadeyle de canlı
olan bütün varlıkların haklarıyla ilgilidir. Bu yönelimin başlıca başvuru kaynağı ise
Kant’ın düşünceleridir.
Günümüzde yoğun tartışmaların yaşandığı bir görüş Kant’ın ahlakı, öyle ki
pek çok tartışma sonunda bizleri Kant’a götürüyor. Ancak üzerinde bu kadar çok
konuşulmasına karşın halen Kant etiği çerçevesinde oldukça fazla çeşitliliğin ve fikir
ayrılıklarının görülmesi de oldukça dikkat çekici.
“Bu yerine karşın bugün Kant etiği aynı zamanda çok ciddi eleştirilerle de
karşı karşıyadır. Onun taşıdığı ‘metafizik’ yanları nedeniyle köklü bir dönüşüme
gereksinimi olduğunu söyleyenler (K.O. Apel ve J. Habermas) olduğu gibi,
günümüzün küreselleşen etik sorunlarının Kantçı bakışla çözülemeyeceğini, bu
sorunların tümüyle yeni bir etik oluşturulmasını gerektirdiğini söyleyenler (H. Jonas)
de vardır. Bu eleştiriler onun kimi -metafizik sayılan- dayanaklarına yöneldiği gibi,
onun nitelik değiştiren çağın etik sorunlarına karşı çaresiz kaldığı noktasına da
dayanabilmektedir. Kimi zamansa bu ikisi birlikte eleştiri konusu olabilmektedir. 54 Howard Selsam, Etik, çev. Yüksel Demrekler, Ankara: Yaba Yayınları, 1995, ss.23-25.
43
Ama bugün de Kant, gerek onu eleştirenlerce, gerekse onun etiğini etik tarihinin
dönüm noktalarından biri olarak görenlerce, bir başvuru noktası olmayı sürdürmekte.
Hans Jonas ve Karl-Otto Apel’in Kant ve benzeri etik bakışlara yönelttikleri
eleştirilerin başında ise Kant etiği türünden etiklerin çağın etik sorunlarıyla başa
çıkamayacağı savı gelmektedir. İnsan eyleminin yapısının değişmiş olması, bunun
sonucu olarak doğanın da yeni bir sorumluluk kategorisi olarak görülmesi, onları
zihniyet ya da niyet etiğine dayanan ve eylemin sonuçlarını hiç hesaba katmayan
Kant etiği türünden etiklerin, bugünkü dünya sorunları karşısında çaresiz kalacağı
düşüncesine götürmüştür. Zihniyeti ya da iyi niyeti esas alan, kişinin yakın çevresiyle
sınırlı kalan bir ‘mikro ya da meso etiğin’ çağın küreselleşen sorunları karşısında
başarısız kalacağı düşünülmüştür. Küreselleşen sorunlar etiğin de küreselleşmesini,
yani bir küresel ya da makro etiğin geliştirilmesini gerektirmektedir. Bu makro etikse
yalnızca ‘komşunu sev’ olarak genelleştirilen, küçük gruplar arasındaki ilişkileri -aile
ve komşuluk ilişkilerini- düzenleyen geleneksel dinsel ve etik normlara dayanan bir
etik değil, tartışımla ulaşılan ve görüş birliğine dayanan daha genel normları temele
alan bir etik olmak durumundadır.”55
Bugün dünyanın sorunları karşısında, insanlık için düşündüklerimizi dile
getirebilmemiz ve tartışma yoluyla edindiğimiz yeni görüş ve fikirlerin topluma
yansıtılmasını sağlayabilme gücümüz yalnızca küçük gruplarla sınırlanmamalı,
aksine sorunlar karşısında birlikte hareket edebilen çoğul kurumların yaptırımını
artırabilmelidir.
“Güce sahip olanların, konuşma ya da yazma özgürlüğümüzü elimizden
alabilecekleri, ama düşünme özgürlüğümüzü asla elimizden alamayacakları söylenir.
Oysa düşüncelerimizi ilettiğimiz ve düşüncelerini bize ileten kişilerle, bir topluluk
halinde düşünmeseydik, ne kadar ve ne ölçüde doğru düşünebilirdik ki! Öyleyse
insanı, düşüncelerini kamuya açık bir şekilde iletme özgürlüğünden mahrum eden dış
güçlerin düşünme özgürlüğünü de, yani uygar yaşamımızda elimizde kalan ve
mevcut durumun tüm kötülüklerine çare olabilecek tek hazinemizi de elimizden
aldığını, tereddüt etmeden söyleyebiliriz.”56 Hannah Arendt’in de Kant’tan
alıntıladığı gibi gücü elinde bulunduranlar bugün küresel bir işbirliği çerçevesinde
biraraya geliyor, uluslararası etik komisyonları kuruyor, etiğe dönüş müjdeleri
55 Tepe, a.g.m., ss.9-24. 56 Hannah Arendt, “Kant’ın Siyaset Felsefesi Üzerine Notlar”, Cogito Dergisi, Sayı: 41-42, s.340.
44
veriyor olsalar da bugün insanlığın büyük çoğunluğu geleceklerinden güvensiz ve bu
güvensizliğin doğurduğu çeşitli sorunlarla yaşamaya ve problemlerle savaşmaya
devam ediyorlar. Howard Selsam bu görüşü şöyle destekliyor:
“Bu savaşım içinde ahlak değerleri derin değişmelerden geçiyor. Yeni
ahlaksal istemler yapılıyor; eski ahlak kavramları yeniden tanımlanıyor. Asya, Afrika
ve Latin Amerika’daki bütün insanlar, öte yandan Birleşik Devletler’deki zenci halk
ve her yerdeki politik bilinçli örgütlü işçiler yeni anlaksal istemlerde bulunuyorlar ve
yeni bir ahlak teorisinin temellerini kuruyorlar.
Düşünce ve eylemleriyle, şeylerin olması gerektiği gibi olmadığını
söylüyorlar. Bütün insanlar için eşit haklar ve fırsatlar, sağlık hakkı, iyi konut,
yüksek düzeylere dek özgür eğitim istiyorlar. Aynı zamanda hem kendi öz
kültürlerini geliştirme hem de dünyanın birikmiş kültür hazinelerine ortak olma
hakkını istiyorlar. Dünya tarihinde ilk kez geniş halk yığınlarınca daha iyi bir yaşam
için, ahlaksal bir hak, ahlaksal insanlık olarak istemde bulunuluyor.
New York Harlem’inde olsun ya da Mississippi’de, Brezilya’da ve Küba’da,
Afrika’nın tümünde, Hindistan’da ve Güneydoğu Asya’da olsun hak tanınmamış
halklar, modern bilim ve teknolojinin tüm insanlık için olanaklı kıldığı zenginliğe
ortak olma hakkının isteminde bulunuyorlar. Onlar artık “cennet üzerine vaadkâr
tanıtlarla” (Heinrich Heine) oyalanamazlar, burada ve şimdi yeryüzünün iyi
şeylerinin etkin olarak ve yüksek sesle isteminde bulunuyorlar. Tüm dünyada
erkekler ve kadınlar doğa üstü ya da dünyevi biçimleriyle ahlaksal ikiyüzlülüğe son
veriyorlar.”57
Selsam’ın bu görüşleri anlaşılıyor ki tartışmaya açıktır. İnsanlığın değişimi
gibi ahlaksal değerlerin de değişimi elbette söz konusudur.
Dünyanın çeşitli yerlerinde daha iyi bir yaşam ya da gelecek doğrultusunda
işbirliği içerisinde bulunan insanların ortak amaçlar birlikteliğinde bir araya geldiği
de doğrudur. Ancak bu durum temelde derin bir çelişkiyi ortaya koymaktadır. Bu
çelişki ötekinin/başkanın kimliğinde aynileştirme çabalarıdır. “Farklılıklara saygı
elbette! Ama farklı olanın, parlamenter-demokratik, serbest piyasa ekonomisi yanlısı,
ifade özgürlüğü, feminizm, çevre, vb. taraftarı olması koşuluyla. Yani: Farklılıklara
saygı duyuyorum, ama tabii ki ancak farklı olan da tıpkı benim gibi bahsi geçen
farklılıklara saygı gösterdiği sürece. Günümüz etiği ‘kültürel’ farklılıklar etrafında 57 Selsam, a.g.e., ss.39-40.
45
bayağı bir gürültü koparıyor. ‘Öteki’ anlayışı da esasen bu tür farklılıklar tarafından
şekillendirilmiş durumda. Bu etiğin büyük ideali kültürel, dini ve ulusal
‘cemaatlerin’ barış içinde bir arada yaşaması ‘dışlama’nın reddedilmesidir. Felsefi
açıdan, öteki/başka önemli değilse bunun nedeni güçlüğün Aynı’nın tarafından
gelmesidir. Esasında Aynı, olan (yani farklılıkların sonsuz çokluğu değil) olacak
olan’dır. Aynı’nın ancak başka bir şeyle birlikte ortaya çıktığını söylemiş ve bu şeye
bir ad vermiştim: Hakikat.”58
Badiou’ya göre, herkes için bir ve aynı olan yalnızca hakikattir. Buna göre
hakikat etiği genel kanaatlere tümüyle karşıdır. Çünkü kanaatler bizleri sonuçta
yalnızca inandığımız şeyleri yapmaya ve sevmeye zorlar. Kanaatler her türlü
iletişimimizin asıl unsurudur. Yine Badiou’nun satırlarında şunlar dikkati çeker:
“Artık kanaatler toplumsallığın çimentosudur. Hava durumu, son filmler; çocuk
hastalıkları; düşük ücretler, hükümetin kötülüğü; tuttuğumuz futbol takımının
performansı; tatiller; eve çok uzak ya da yakın yerlerde yapılan gaddarlıklar; bir
hardrock grubunun son albümü, kişinin ne denli hassas bir ruhu olduğu, çok fazla
göçmen olup olmadığı; kurumsal başarılar; küçük faydalı reçeteler; en son nelerin
okunduğu; ihtiyacınız olan şeyleri iyi bir fiyata bulduğunuz dükkânlar, arabalar.
Bugün iletişim teriminin sahip olduğu ayrıcalığın hepimiz farkındayız ve
kimilerinin onda demokrasi ve etiğin temelini gördüklerini biliyoruz. Evet, sık sık
önemli olanın “iletişim kurmak” olduğu, her etiğin “iletişimsel etik” olduğu ileri
sürülüyor. İletişim kuralım, iyi güzel de neyi ileteceğiz? Diye soracak olursak cevap
kolaydır. Kanaatleri, bu özel çokluğun, insan-hayvanın, çıkarlarının inatçı belirlenimi
içinde araştırdığı çokluklar alanıyla ilgili kanaatleri.”59
Böylelikle gündelik yaşamın içersinde karşımıza çıkan kanaatler hakikatin
yerini alan çıkarlardan başka birşey değildir. Çünkü kanaatler, hali hazırda var olan
bilgilerin ya da inandığımız, savunduğumuz doğruların artıklarıdır.
Eğer ortada kötü ya da kötülükler, varsa onu ancak ‘iyi’den yola çıkarak
yorumlamamız gerekir. İyi, hakikatin kendisidir ve iyi ya da hakikat hesaba
katılmadığında geriye yalnızca acılar kalacaktır.
“Sonuç olarak, çağdaş ahlaksal yaşantı, paradoksal bir karaktere bürünmüş
bulunuyor. Çünkü, her birimize, kendimizi özerk ahlaksal bir fail olarak görmemiz
58 Badiou, a.g.e., ss.38-40. 59 Badiou, a.g.e., ss.58-59.
46
gerektiği öğretilir; ama aynı zamanda her birimiz, bizleri başkalarıyla güdümleyici
ilişkiler içine girmeye zorlayan, pratik estetik ve bürokratik kiplerce kuşatılmış hale
geliriz.
Paha biçilmez bir biçimde yöneltildiğimiz özerkliği korumak için,
kendimizin başkaları tarafından güdümlenmemesini şiddetle arzularız; buna karşılık,
ilkelerimizi ve dayanak noktamızı pratik alanında canlı tutmak için, başkalarıyla
ilişkilerimizde, bize yöneltildiğinde şiddetle karşı çıktığımız şu güdümleyici ilişki
biçimlerine yönelmekten başka çıkar yolumuz olmadığını görürüz.”60 Gerçekten de
yaşantımızda, ilişkilerimizde herşey önceden tasarlanmıştır. Bir yanıyla toplumsal
biçimlenmeden tamamıyla yalıtılmış, diğer tarafıyla da kendisine ait hiçbir kişisel
tarihi olmayan bireyler kendi alanında egemenliğini sürdürürken, toplumsal kimliğini
ve belirli bir amaca yönetilmiş yaşam amacının geleneksel özelliklerini yitirmiştir.
Bugün iyilik, dürüstlük, dostluk gibi erdemlerin ismi bile anılmıyor. Ve bu
erdemlerden uzaklaşmamız için uzmanlar, terapistler ve bürokratlar tarafından
yükselebilmek, başarılı olabilmek için bunlardan vazgeçmemiz gerektiği bildiriliyor
bizlere.
“Günümüzde birey, her tür zorunlu toplumsal kimliği yitirmiş olarak
tasarlanır, çünkü bir zamanlar severek kullandığı toplumsal kimlik artık elde
edilemez bir şey haline gelmiş, kişilik, ölçüsüzlük olarak kavranılır olmuştur; çünkü
bir zamanlar yargılamasını ve eylemesini kendisine göre gerçekleştirdiği telos türü
artık inanılır görünmemektedir. Yitirilen, ne tür bir kimlik ve ne tür bir telos idi?
Modernlik öncesi birçok geleneksel toplumda, birey kendini ve başkaları
onu, üyesi olduğu değişik toplumsal gruplara göre tanımlardı:
Ben, şunun kardeşiyim, kuzeniyim, oğluyum veya şu ailedenim ya da
falanca köy veya kabiledenim denirdi. Bunlar, insanların kazara sahip oldukları ya da
‘gerçek Ben’i’ keşfedebilmek için istedikleri zaman fırlatıp atabilecekleri nitelikler
değildi. Bunlar, bazen kısmen bazen de tamamen yükümlülüklerimi, ödevlerimi
belirleyen, tözümün bir parçası olan şeylerdi. Bireyler, içiçe geçmiş bir toplumsal
ilişkiler bütünü içinde belirli bir yeri miras alırlar ve bu yerin kaybı onlar için bir-hiç-
oluş, en iyi ihtimalle ise bir yabancı veya serseri oluş anlamına gelirdi.
Ne var ki, kişinin kendisinin bu türden bir toplumsal varlık olduğunu
bilmesi, onun durağan, değişmez bir konumu işgal ettiği anlamına gelmez. Bu kişinin 60 Maclntyre, a.g.e., s.15.
47
kendisini, üzerinde ulaşılacak birtakım amaçlar bulunan bir yolun belirli bir
aşamasında bulmasıdır; yaşamda yol almak, verili bir amaca doğru ilerlemede aşama
kaydetmek -ya da başarısız olmak- demektir. Bu nedenle, tamamlanmış veya
yaşanmış bir yaşam, bir başarıdır ve ölüm, ölenin mutlu ya da mutsuz diye
yargılanabileceği noktadır; eski bir Yunan atasözünün de belirttiği gibi: Ölene kadar,
hiçbir insana mutlu deme.”61
Bu anlamda günümüz bireyi geleneksel toplum anlayışının tersine yaşam
amacının ne olduğu konusunda da kendisini çaresiz hissetmektedir. Değişen şartlara,
her koşulda karşısına çıkan sayısız fikirlere kayıtsız kalamamakta ve ilerleyebilmek
adına -çoğu zaman da ölene kadar- mutluluğunu keşfetmeye çalışmaktadır. Şüphesiz
ki olanaklarını geliştirebilmek, yaşamı değerlendirebilmek, toplumsal kimliğini
keşfedebilmek insanın kendi elindedir. Bu süreci sağlayacak olan ise eğitimdir.
İkiyüz yıl önce bu konuda Kant’ın söyledikleri, bizlere ışık tutuyor.
“İnsan, ancak eğitim sayesinde insan olur. İnsanda önceden mevcut olmayan
bu niteliği eğitim gerçekleştirir; çünkü insanın doğal yeteneklerinin gelişmesi
kendiliğinden olup bitmez; doğa insana hazır yetenekler vermemiştir. Doğa insanı,
sahip olduğu yeteneklerin olanakların çekirdekleriyle donatmış, onları geliştirmeyi
de kendisine bırakmıştır. Doğa insanı dünyaya fırlatmış ve sanki ona şunu
söylemiştir: Eğer sen günün birinde bir başarıya, bir mutluluğa erişirsen, bunu başka
bir kuvvete, bir varlığa değil, yalnız ve yalnız kendine borçlusun; en alt basamakta
kalmanda, en üst basamağa çıkmanda senin kendi eserindir; başka bir varlığın da
sana yardımı dokunmamıştır.”62 Kant’ın günümüzde de geçerliliğini koruyan bu
sözlerinden insanın kendisini yeniden oluşturabileceğini, en zor ve sıkıntılı
problemlerle baş etme yolunda bir güce sahip olduğunu söyleyebiliriz.
61 Maclntyre, a.g.e., ss.59-60. 62 Uluğ Nutku, İnsan Felsefesi Çalışmaları, (Takiyettin Mengüşoğlu çevirisiyle), İstanbul: Bulut
Yayınları, 1998, s.152.
48
III.3. DÜNYA SORUNLARI KARŞISINDA KANT AHLAKI
İkiyüz yıl önce Kant’ın insanın kendi kendisini yeniden oluşturabileceği inancı
bireyin kendisini tanıması ve anlaması yolunda öznel bir karakter içeriyordu.
Şüphesiz ki 18. yüzyıldan günümüze gelinceye kadar öznelliklerin yerini çoğul
yaşamlar ve bu yaşamların ortaya çıkardığı daha büyük boyutlu, çözümlenmesi daha
zor sorunlar almıştır.
Bu sorunlar karşısında ne yapmamız gerektiği büyük bir tartışma
konusudur. “Ahlaki düzenlemenin biçimleri, günümüzde kriz içindedir; bizlere ne
yapmamız gerektiğini söyleyen büyük kurumlara artık güvenmiyoruz. Kiliseler,
siyasi partiler, akademik kurumlar vb. otoritelerini önemli oranda yitirmektedirler.
Bireylerden koparılıp götürülen sorumluluk duygusu geri dönüyor-siz ve ben, kendi
kararlarımızla başbaşayız. Mutlak ve evrensel olmanın tüm görünürlüğüne sahip
ahlaki bir kodumuz yok. Sanki modernite hiç yaşanmamış gibi, yeniden ahlaki
sorunlarla karşı karşıyayız.”63
İnsan, her gün karmaşıklaşan, yeni sorunlara gebe bir dünyada yalnızlığını
daha çok duymaktadır. Güvenebildiği kurumlardan ziyade kendi öz benliğinin
kararlarıyla karşı karşıyadır ve bu benlikte çoğu kez yanlış kararlar almasına ve
davranışlar göstermesine neden olmaktadır.
Çünkü şimdiye kadar gösterdiği eylemlerde otoritelerin buyruklarının dışına
çıkmayan birey, bunlardan sıyrıldığında sorumluluğunun baskısını daha ağır
hissetmektedir.
“Öyleyse kişisel sorumluluk ve ahlak dürüstlüğü için güvenilir ölçüt ne
olabilir? Böyle bir doğru davranış ilkesi ya da kuralı bulmak için sayısız çabalar
gösterilmiştir. Lau-tzu’nun yöntemi, Budha’nın orta yolu, Stoalıların erdemi,
Aristoteles’in ‘altın orta’sı, Epicurus’un sağduyusu, arayanlara her şeyin verileceği,
İsa’nın Cenneti, hepsi de, doğru ahlaksal davranışın evrensel bir kuralını bulmak için
ciddi ilk çabalardır. Altın Kural İsa’nın özel uzanımlandırışı, ‘komşunu kendin gibi
sev’ ile birlikte, eski ahlak usunun damıtılmış bir özü olarak eski Mısır, Çin,
Yunanistan ve İsrail’den zamanımıza gelmiştir. Ancak modern dünyanın genel
deneyimi, bütün bunların, yeniden yorumlanmazlarsa ve yığın eylemi için bir temel
63 Zymunt Bauman, “Modernite, Postmodernite ve Etik”, Doğu-Batı Dergisi, Sayı:19, 2002, s.9.
49
olarak kullanmazlarsa, anlamlı ve güvenilir bir yol gösterici olarak yetersiz
olduklarını kanıtlamıştır.”64
Kant’a göre ‘doğuştan iyiliğe yatkın, iyilik yapma’ potansiyelini içinde
barındıran insan nasıl olur da içinde yaşadığı dünyayı giderek kirleten, bu çevresel
kirlenmenin yanında aynı zamanda ahlaki bir kirliliği de barındıran bir varlık haline
dönüşmüştür? Bu sorunun yanıtı yüzyılımızın etik tartışmaları içersinde verilmeye
çalışılıyor, insanlar arası ilişkilerin ve eylemlerin, dünyanın çok boyutlu sorunları
karşısında biraraya gelebilmesi için asgari müştereklerinde uzlaşma
sağlayabileceğimiz, evrensel ölçekte bir zemine ihtiyacımız var. Bu görev ise etiğe
düşüyor.
III.4. NASIL BİR AHLAK? NASIL BİR DÜNYA?
Kişiye seslenen ve insanın yaptığı eylemlerin ahlaki bir yaptırımı içermesi için belirli
bir ölçüt getiren Kant etiği, günümüz sorunları karşısında, toplumsal ya da siyasal
sorunlar söz konusu olduğunda neden yetersizlik hissini doğurmaktadır? Bu sorunun
cevabı, sorunların tek kişinin çözüm yolu üretemeyecek kadar karmaşık oluşu ve
sorunların çözümünün belli bir uzmanlığı gerektirmesidir. Günümüz koşullarında,
Kant etiğinin çözüm arayışımızda bizlere yeni olanaklar ve cevaplar sunması
açısından yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini Harun Tepe şöyle açıklıyor: “Bir
kişinin ya da bir grup insanın siyasal karar verme konumunda olması ve kararların
sonuçlarından gelecek nesillerin de etkilenmesi, onların eylemlerinin ahlaksallık
ölçütüne vurulmasını neden engellesin? Kendi başlarına ya da danışma veya
tartışımla insanlığın-hatta tüm canlı cansız doğanın-geleceğini etkileyen kararları
verenler de sonuçta tek tek kişilerdir. Bugün küresel ısınmayı yavaşlatmaya yönelik
Kyoto Antlaşması’nı imzalamayanlar da ülkeler değil, o ülkeleri yöneten tek tek
kişilerdir.
Sıradan insanın komşusunu ya da yakın çevresini etkileyen eylemi nasıl
ahlaklı bir eylem olabiliyorsa, aynı şekilde bir ülkeyi ya da dünyayı-dünyadaki süper
güçleri-yöneten insanların siyasal kararları ve eylemleri de ahlaksallık ölçütüne göre
değerlendirilebilir. Hem de eylemin sonucuna değil, bu tür eylemde bulunurken
yöneticilerin dayandıkları öznel ilkelerin niteliklerinden hareketle bu yapılabilir. 64 Selsam, a.g.e., ss.57-58.
50
İstemeyi çıkarların belirlediği, eylemde bulunanın kendisinin ya da içinde
bulunduğu grubun çıkarlarını korumayı isteyen bir eylemin ahlaklı bir eylem
olacağından, insanın değerine zarar vermeyeceğinden kim söz edebilir? Dünyayı
günden güne daha yaşanılmaz yer haline getiren, tüm canlıların yaşamını tehlikeye
atan gelişmeler, çıkara ya da ben sevgisine dayalı kararların ve eylemlerin sonucu
değil midir? Bu tür eylemlerin etkilerinin uzun erimli ve küresel hale gelmesinin bir
sonucu değil midir bugün yaşadığımız çevresel sorunlar? Bu nedenle eylemin
ahlaklılığına ilişkin aşılması güç bir ölçüt getiren Kant etiğine bugün, yeryüzündeki
canlı yaşamının olası sonundan söz edildiği, bunun da insanın eylem olanaklarının
çok gelişmiş olmasına bağlandığı bir dünyada her zamankinden çok daha fazla
gereksinim vardır.”65
Bu anlamıyla Kant etiği her tek durumda doğru değerlendirmeyi yapmayı
sağlayamasa da bizlere bir ölçüt sunmaktadır: Eylemin iyi istemeye dayanması, yani
kişinin kendine ve başkalarına, insan olarak davranmayı amaçlaması.
Şüphesiz ki, insanlar yaptıkları eylemleriyle var olurlar günümüzde de
karşılaştığımız sorunların daha da karmaşık hale gelmesinin nedeni-insan eliyle
yapılan davranışların özünde bencillik duygularını ve çıkar ilişkilerini barındırıyor
olmasıdır. Kant’ın sözünü ettiği, bir eylemin ahlaki değerinin onun ulaştığı sonuçta
değil taşıdığı niyette saklı olması düşüncesi bugünkü sorunlar karşısında ahlaki
tavrın nasıl bir gelecek gösterebileceği konusunda bizlere ışık tutuyor.
“Ahlaki konularda hiç kimse eylemlerini temellendirme yükümlülüğünü
başkasına devrederek kişisel sorumluluktan kurtulamaz.
Aynı şekilde bir kimse kendi ahlaki yetkinliğini şaşmaz bir ahlaki merci gibi
göremez ve kendi taleplerini temellendirmeden başkalarına ne yapması gerektiğini
dikte edemez. Gerek kendi dışındakilerin gerekse de kendisinin ahlaki yetkinliğine
körü körüne inanmak da aynı şekilde bir eylemin ya da tavrın ahlakiliğinin
temellendirilmesi için yeterli değildir.”66
Bugünkü anlayışta karşılaştığımız ahlak tartışmalarının temel noktası bu
düşüncede karşımıza çıkıyor: ‘Bir kimsenin kendi ahlaki yetkinliğini şaşmaz bir
ahlaki merci gibi görememesi.’ Değişebilir doğrulara, göreceli bir alana sahip ahlak
yüzyıllardan beri doğru düşünce ve eylemlerin nasıl olması gerektiği konusunda 65 Tepe, a.g.m., ss.9-24. 66 Annemarie Pieper, Etiğe Giriş, çev. Veysel Atayman-Gönül Sezer, İstanbul: Ayrıntı Yayınları,
1999, s.168.
51
ortak bir noktaya ulaşamıyor. Bunun olmasını da istemeyiz zaten çünkü insanları
bütünüyle mutlu eden, ya da onlara davranışlarında yol gösterebilecek-kesin yaptırım
ve kuralları olan bir ahlak sistemi de mümkün görünmüyor. Ama insanın çabası da
hep bu yönde.
“Bugün, yaşadığımız çevreyi sistemli bir biçimde yok ederek insanlığı
çöküşe götürmek için elimizden gelen her şeyi yaptığımız ve daha fazla maddi
kazanç uğruna seferber ettiğimiz çabalarımızın bedeli üzerinde düşünmemizin
zamanının geldiğini biliyoruz.
Gelecekteki kuşakların da bu dünyada yaşamalarını ve insan onuruna yakışır
şekilde var olmalarını istiyorsak, bugün eylemlerimizin sonuçlarını uzun dönemli bir
geleceğe yönelik olarak tahmin etmek ve çok büyük olasılıkla doğayla birlikte
insanlığın da yok oluşuna neden olacak eylemlerden vazgeçmek zorundayız: Bu,
doğal kaynakların yağma edilmesinin önünü almakla başlayacak ve nüfusu fazla olan
yoksul ülkelerdeki doğum kontrolü uygulamasıyla bitecek bir dert değil. Sonuçları
iyice kestirip gerekli, uygun eylem ve davranış biçimleri üzerinde uzlaşarak geleceği
korumak: bu, yalnızca tarih bilincine sahip ve bu bilinç çerçevesinde sorumluluk
duygusuyla davranan bir varlığın yapabileceği bir şeydir. Yani bu bilinç, bizi bizden
sonra gelecek kuşaklara insan olarak varolmayı olanaklı kılacak koşulları sağlamak
için yapılabilecek her şeyi yapmakla da yükümlü kılıyor.”67
Hatalar yaptığımızda bedellerini fazlasıyla ödeyebileceğimiz bir dönemi
yaşıyoruz. Bencilliklerimiz ve çıkarlarımız doğrultusunda hareket ettiğimizde,
doğayı kendi talep ve isteklerimiz ölçüsünde kirlettiğimizde yalnızca bizleri değil,
gelecek kuşakları da çözümsüz bir kaosa sürükleyecek bir zamandayız şimdi.
Dünyanın sorunlarla kuşatılmış dört bir yanında üzeride ahlak tartışmalarının
yaşandığı da bir dönem bu.
Günümüzde bireyin toplumu tek başına yönlendirebilmesinin yetmediği,
özellikle ahlaki anlamda birlikte hareket edebilen ortak amaçlara sahip kurum ve
kuruluşların önemli bir güce sahip olduğu dile getiriliyorsa da, ahlakın
temellendirilmesi bireyin kendi doğru ve yanlışlarını tartıya vurarak bunlar üzerinde
düşünmesinden geçiyor.
67 Pieper, a.g.e., s.166.
52
Böyle bir temellendirmeden yoksun kalan insanlar neyi yapıp
yapmayacakları konusunda etki altında kalabilir, başkalarının güdümü altında
yaşayabilirler.
Bu anlamda özellikle bizim toplumumuzda gündelik dilde çok yaygın olarak
kullanılan şu sözleri anmadan geçemeyeceğim.
‘Benim hakkımda ne düşünüyorsan Allah sana iki katını versin.’ Cümleyi
incelediğimizde benim için gerek iyilik gerekse kötülük adına her ne düşünüyorsan
senin de-üstelik benim yaşadıklarımdan daha da fazla- başına gelsin anlamı ortaya
çıkmaktadır.
Yani niyetin belirli bir koşula dayandırılması, bu koşul karşılığında da
sonucun iyi ya da kötü bir biçimde gerçekleşmesi söz konusudur. İkiyüz yıl önce
Kant’ın dile getirdiği gibi, bir eylemin ahlaksal değeri başarısında, sonucunda değil,
eylemin arkasındaki düşünüşte olmalıdır. Kant’ın yüzyıllar öncesinden günümüze
taşıdığı ahlak yasası koşullu bir yargıdan değil aksine pratik buyruğa uygun bir
biçimde eylemde bulunuyorsak, yaptıklarımızın bir değeri olacaktır anlamını
içermektedir.
Bu da bir insanın neyi yapması gerektiğinden çok, neyi isteyerek, nasıl
eylemde bulunması gerektiğini ifade eder. İşte burada Kant’ın sözlerini yineleyelim:
“Her tek durumda ve bütün koşullarda kendimizi ve başkalarını yalnız araç olarak
değil, aynı zamanda amaç olarak görerek yaşanabilir.”68
Bu anlamda, içinde yaşadığımız zor koşullarda, çıkarlarımızdan arınmış
gelecek kuşaklara bırakabileceğimiz bir dünyanın gelişimini özlemekten çok bunu
hakikaten istememiz ve bu konuda çaba göstermemiz gerekiyor. Kant’ın da
öngördüğü gibi, ortak evrensel yargılarda, evrensel ahlak yasası çerçevesinde
biraraya gelecek olan insanlığın ortaya çıkışı ancak bilinçsel anlamda erginliğe
ulaşmış bireylerle mümkündür. Bu yönüyle bütün bir insanlıktan sorumlu olan kişi
yalnızca kendi koyduğu yasaya uyarak, herhangi bir dış güce bağımlı olmadan
özgürlüğünü gerçekleştirecektir.
68 Çakmak E. Efe, “Ioanna Kuruçadi’yle Söyleşi, Kant, Etik ve Ahlak Üzerine”, Cogito Dergisi,
Sayı:41-42 (Kış 2005), s.239.
53
SONUÇ
Felsefeye büyük yenilikler getiren büyük çığırlar açan Kant, aynı zamanda
Rönesans’tan beri şekillenen Batı felsefesinin özelliklerini kendisinde toplayan bir
filozoftur. Bu çalışma Kant felsefesinin derinliğine karşılık yalnızca Kant’ın hem
duyulur dünyaya hem de düşünülür dünyaya ait olan insan betimlemesini ve ahlaki
eylemlerde nasıl bir yol izleyebiliriz sorusunu gündeme getiriyor. Filozofun verdiği
yanıtlarla günümüzde yaşanan yanılgıları ve yanlış yorumları tekrar gözden
geçirmemizin gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Bu çalışma konunun derinliğine karşılık
yetersiz gibi görünebilirse de Kant ahlakının evrenselliği ve yeniden yorumlanması
karşısında ileride üzerinde çalışılabilecek olan bir çalışmanın küçük bir denemesi
olarak adlandırılabilir...
54
KAYNAKÇA
AKARSU Bedia: Mutluluk Ahlakı, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1998.
AKARSU Bedia: Immanuel Kant’ın Ahlak Felsefesi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul,
1999.
ARENDT Hannah: Sonsuzluğun Sınırında: Immanuel Kant, Cogito Dergisi, Yapı
Kredi Yayınları, Sayı:41-42, İstanbul, 2005.
ASTER E.V.: İlkçağ ve Ortaçağ Felsefe Tarihi, Çev: Vural Okur, İm Yayın Tasarım,
İstanbul, 2000.
BADIOU Alain. Etik-Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, Çev: Tuncay Birkan,
Metis Yayınları, İstanbul, 2004.
BAUMAN Zymunt: Modernite, Postmodernite ve Etik, Doğu-Batı Dergisi, Sayı:19,
Ankara, 2002.
CASSIRER Ernst: Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi, Çev: Doğan Özlem, İnkılâp Kitabevi,
İstanbul, 1996.
CIORAN E.M.: Çürümenin Kitabı, Çev: Haldun Bayri, Metis Yayınları, İstanbul,
2003.
ÇAKMAK E. Efe: Ioanna Kuçuradiyle Söyleşi, “Kant, Etik ve Ahlak Üzerine”,
Cogito Dergisi, Yapı Kredi Yayınları, Sayı:41-42, İstanbul, 2005.
ÇİLİNGİR Lokman: Pratik Aklın Doğal Diyalektiği, Elis Yayınları, Ankara, 2005.
GÖKBERK Macit: Felsefe Tarihi, (6. Basım), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1990.
GUTHRIE W.K.C.: İlkçağ Felsefesi Tarihi, Gündoğan Yayım, Ankara, 1998.
55
KANT I.: Pratik Aklın Eleştirisi, Çev: Ioanna Kuçuradi, Türkiye Felsefe Kurumu, (3.
Baskı), Ankara, 1999.
MACLNTYRE Alasdair. Erdem Peşinde-Ahlak Teorisi Üzerine Bir Çalışma, Çev:
Muttalip Özcan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.
NUTKU Uluğ: İnsan Felsefesi Çalışmaları, Bulut Yayınları, İstanbul, 1998.
ÖZLEM Doğan: Etik-Ahlak Felsefesi, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2004.
PIEPER Annemarie: Etiğe Giriş, Çev: Veysel Atayman-Gönül Sezer, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul, 1999.
SAGAN Carl: Karanlık Dünyada Bilimin Mum Işığı, Çev: Miyase Göktepeli,
Tübitak Bilim Kitapları, Ankara, 2003.
SELSAM Howard: Etik, Çev: Yüksel Demrekler, Yaba Yayınları, Ankara, 1995.
SENECA: Ahlaki Mektuplar, Çev: Türkan Uzel, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
Ankara, 1999.
TEPE Harun: Bir Felsefe Dalı Olarak Etik, “Etik Kavramı, Tarihçesi ve Günümüzde
Etik”, Doğu-Batı Dergisi, Sayı:4, Ankara, 1998.
TİMUÇİN Afşar: Düşünce Tarihi, (1. cilt), Bulut Yayınları, İstanbul, 2000.
TİMUÇİN Afşar: Düşünce Tarihi (2. cilt), Bulut Yayınları, İstanbul, 2000.