Şehrengiz 16
DESCRIPTION
Şehrengiz 16TRANSCRIPT
öldü
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
merhaba, son kez karşınızdayız sayın okur, çünkü biz öldük.. biliriz, editör yazısını sevmezsiniz, biz sevdiğimizden mi yazıyoruz sanki, otur şöyle.. bu aralar nasılsınız halinizi sormayı unuttuk? burç yorumları hala sizi tatmin etmiyor diye duyduk, çok üzüldük.. borçları kapadınız mı bari? hala zalim mi dünyanız? ya siz?
bizi soracak olursanız (sormadınız ama söyleyelim istedik), -arkana bir minder al öyle devam edelim okur-, bizim dünümüz ve bugünümüz arasındaki fark arpa boyu yol olsa da, yaşamaya yetiyor şükür.. ama buraya ölmeye geldik, çivimizi çıkarıyoruz dünyadan.. bir dergi ölürken kolonya ve meyve alıp ziyaretine de gidilmediği için kimse gelip bize elma soymadı bir şey almadık ölüm hediyesi olarak kendimize almadık.. vedalaşmaları sevmediğimiz için kaçak bir ölüm deniyoruz..
ne yazarsak siz anlamak istediğinizi anlayacaksınız bu yüzden pek rahat değiliz dergi olarak öldük ama hala rahat değiliz.. belki kemiklerimiz çürüyüp toprak olduğunda, harflerimiz ve kelimelerimiz buharlaşıp saydam toz bulutu halinde göğe ağdığında ve adlarımız unutulduğunda huzura kavuşacağız ama şimdi henüz erken diye düşünüyoruz, hazır değiliz rahatlığa.. gitme kal diyenlerin sunduğu parantezler bizi iki yandan sıkıştırmaya, bizi tedirgin etmeye başlamıştı ki kaçtık ölüme..
dostum okur, saçlarını öyle tarama, dilini düğümleme öyle, kalbini parlatalım gel bir de.. ateş almaya mı geldin otur hele.. edebiyat-cafe köşelerinde dumanaltı olmuş evdekalmışlığın, işsizlikten kendini kaybetmiş bunalmışlığın, sülük gibi beynine yapışmış o yalnızlığınla, hep ümitvar olan o tenceredibi kalbinle, paçalarından akan artisliğin, sakallarından parmaklar akıtan devrimciliğin, boğuldukça daha çok boğulmak isteyen âşıklığın, arayışın ve bulamayışınla, dostum kendini beğenmişliğin ve bu yüzden durmadan kendini aşağılayışınla, koyver gitsin diyen rahatlığının taştığı elbette o koca göbeğinle, sevginle aşırı sevginle ve bu yüzden konuşurken yüzümüze yağdırdığın tükürüklerle, sitemlerinle durmadan küsüp yeniden barışmak isteyişin ve durmadan suçlayıp bir ucundan da tutmayışınla, yargılayışınla ama tanışmak da istemeyişinle, hep yeniden ve daha güçlü geleceğimi uman tebessümünle, dokunmak hissetmek sarılmak isteyen ve bu yüzden de kaçan kanguruluğunla, zıplayan tavşanlığın öten keklikliğinle, öfkenle ve dindarlığınla, ahlakın, bekârlığın, uzayan tırnakların, özentilerin ve duyup inanan saflığın, pes etmeyen inatlılığın, kavuran sıcak kalbini tırpanla, az ölümlerle yetinmeyip barış isteyen ve daha çok öldüren umursamazlığın, nazlanan ve durmadan uzatan bir dal sigara uzatır gibi uzatan söz verişinle, bitmeyen öğrenciliğin, odalarda çorabının tekini arayışın, hayatın anlamını sorgulayışınla, hişt hişt..
cenazemize gelirseniz tabuta üç kere tıklayın ve biz anlarız, mezarımıza "seni linç edecek bir tarafı muhakkak bulunur dünyanın" yazısını italik ve belden kemerli bir tarzda yatay yazarsanız.. ölüm vedalaşma istemez.. insanın bir yoldaş bulması elzemdir, derginin de..
ne yazarsak yazalım siz anlamak istediğinizi anlayacaksınız bu yüzden pek rahat değiliz dergi olarak öldük ama hala rahat değiliz.. insanı neyin tatmin edeceğini söylemişlerdi unutmuş olamayız, sonun son olmadığı söylenmişti mazeretimiz olamaz, borcumuzun kime neye olduğunu ve ne vakit ödenmesi gerektiği tebligatlarla bildirilmişti, dünyada kalıcı olmanın imkânsızlığı, ölümün muhakkaklığı, umutsuz olanların elemelerden geçemeyeceği, ben yaptım oldu diyenlerin köprülerden yıkılan köprülerden düşeceği, iki gününü eşitleyenlerin bize uzak olduğu en baştan beri tekrarlanmıştı, ölümün bile eli yüzü düzgün bir ölüm olması gerektiği, kurallara uymanın özgürleştirici yanı ve mutlulaştırıcı yanları, kaçışın kime olacağı belirtilmişti, dostum okur iğneyle kuyu kazdık sonra dedik ki iğneyi biraz da batıralım balonlara patlasın dünya..
ölmek elzemdir, şu tarihte ölünecek diye belirlenmiştir, işte ölüyoruz, siz de öleceğiniz zaman geldiğinde sakın ayak diretmeyin, mızmızlanmayın, ihmal etmeyin, hemen ölün.. bu işler şakaya gelmez..
uzat bakayım, saçların yeni çıkan kitaplar gibi kokuyor.. deli gibi sevmek ruhumuzda var..
öldük, bu da başlangıç yazısı
şehrengiz 16.sayı, son ve en son sayı.. ekim 2015 sayısı..cihat karaman, mustafa kadir çelik, serkan sevinç, ali yaşkın, muhammet çelik, uğur demirkıran..
bu sayıdaki tüm çizimler dilay erdem’e aittir, teşekkür ederiz..
yerler: twitter.com/sehrengizdergi facebook.com/sehrengiz.dergisi sehrengizdergisi.wordpress.com instagram.com/sehrengizdergi [email protected]
(2)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
(3)
emrah karakuş
yol
Şu dönemeçler, şu kavaklar, portakal akşamlarından kalanlar…Hepsi,kayalar arası sessizlik. Evler , sabah sütleri, açık-koyu sarı sayfalar…:Merhaba, yosunlu odunları bırak kollarıma, kan rengi giymişsinkan, bir kök rengi değil ki.-Dur!-Siyahlar da var elbisendeıslak kirpikler rengi…-Dur, daha da var, gitme!-Yumru yumru dökülüyor meyveler Yol sisleri içinde…
*
*Mesela Malatya-Gürün arası…
(4)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
intifada yolu: saat: 17.30taş üniversiteye yağmur yağıyordu karla karışıkhızlandım Afrikalı renklerlekoyulaştı yürümem hızlandımelimde kitaplarımgeriye baksam alev alacaktımkitaplarıma baktım ıslanmışlarsesi yutmayan kaldırımlar ıslanmış
koyulaştı omuzlarımiçinde parmaklar olan soluğumvuruşlar.titreşimler.piyanonun beyaz tuşlarıbronz gözlerimle baktımAfrika parça parçaydıIrak çarşısıŞamsaçlarım %60 kardı%40 sırılsıklam.
kar da Koyulaştısesim ı sl a .ş saçlarım! n m ı kitaplarımayakkablarım…10 parmağımla birden bağırdımses yutulmadıgeriye bakmadım.
emrah karakuş
(5)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
uykusuzlarey deliler topluluğuduvarların arkasındahiç bilmemecesinedünyanın konforunu
ve uykulularhep akıllılarhep çok bilenlerdünyanın ayarınıhiç bilmeyecekgüneşten gelen kuşlarıher sabahyaprakların arasınaşıkır şıkır
benim ellerim mi yokbilirim nedir başparmakyağmurun üstünde giden uçaknefretler gurbetler
ey delilerdavetiye basmayanlarhalbuki en güzel düğünavluda olandıravludaduvarlar arkasında
ve akıllılarher gün davetiye dağıtanlarvitrinde mutluluklarköhne bir bodrumduracıdan sandıklaryemek pişirmeyen annelerher şeyi çok bilen babalarçocuklarının aşkınaçare bulamazlar
hepsi hepsi bir yağmurdubir sahildi oysadelilerinbelki unutmazsınızcanı yanmaz beyler
delilerin canı yanmaz
mehmet sami
saat sabahın yedi buçuğuben, tarık ve cebimizde biletlerimizpendik istasyonundayızsen yoksunhep geç gelenaltıellidokuz treni gelmek üzeredirsoğuk iliklerimize işlemektedirkocaman bir saat, papatya falında'gelecek-gelmeyecek"…kocamış bir kadın tespih elinde'gelecek-gelmeyecek'…saat sekizsakız satan bir çocuk belirdiçocuk erken öğrenmişsahte gülücüklerini pazarlamayıvicdanımdan birkaç kuruş çıkardım'sakız ver, üstü kalsın'saat dokuzonbeştren gelmedi çok üşüdüksen üşümedinistasyonu ateşe verip etrafına toplandıkısındık hem çocuk da ısındıTarık'ı aradı gözlerimTarık olmuş altıellidokuz treniçok işgüzardır kendileriiki tarafında banka reklamlarıyladörtnala geliyor'gördün mü' dedim sakızcı çocuğa'Tarık tren olmuş'Çocuk umursamadı bankayla işi olmazmışTarık soyundu afişleriİnsan gibi sakız çiğnediBen beklemeye devam ederkenadam dolu bir treniTarık'ın ceplerindeçocuk ve kocamış kadınuzaklaştılar istasyondanBen ve kocaman bir saat yalnızpendik istasyonundayızsen yoksunsen olmadan gitmek istemedimüşümeyi seçtimBen gitmedim gidemedim…
altıellidokuz treni
ömer güngören
(6)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
anlatacaklarım var
hüseyin çelik
Ahize konuştu.
- Savcı Bey geldi efendim?
- Al içeri!
Burası bir yetimhane.
Hayır, böyle başlamamalıyım. Burası soğuk, acı,
yabancı. Alt sokağımızda bir kadının çığlığı
dinmiyor. Bunu bilmemeliyim hayır, çünkü
küçük çocukların böyle şeyleri bilmemesi
gerekir. Canım acıyor. Müdür, bilmediğim bir
sebepten dövdü beni. Yumruğunun biri
dudağımdaki uçuğa rast geldi. Kanı durmadı
henüz, çok acı veriyor. Ellerim üşüyor hem.
Çünkü yetimhanenin deposuna hapsedildim.
Küçük bir penceresi var. Soğuk olmasa sevimli
bir yer. Yazmakta zorlanıyorum, yanlış bir şeyler
yazarsam beni bağışlayın lütfen. Beni Tanrı da
bağışlasın. Müdüre söylemeyin ama ben Tanrıya
inanıyorum. Bize her hafta kurabiye getiren yaşlı
teyze var ya, işte o söyledi, inan yavrum dedi.
Müdürümüz o teyzeyi de sevmiyor. Acaba onu
da dövüyor mudur? Bu Cuma gelmedi, yoksa
onu da mı bir yerlere kilitledi?
Korkuyorum. Yalnız kalmaktan değil de...
Mektuplarımı almasaydı… Oyuncaklardan
hoşlanmıyorum diye mi? Müdür, dolabımı
boşalttı, eşyalarımı dağıttı, yastığımın altını,
yeleğimin ceplerini aradı, bütün kâğıtlarımı
defterlerimi bir torbaya doldurup götürdü.
Mektuplarımı alıp götürdü. Almasaydı…
Postaya bırakması için teyzeye verecektim
onları ama teyze gelmedi. Kimim kimsem
olmadığı için… Ellerim uyuşuyor. Önce ezilmiş
eriklerin kokusu gelirdi. Sonra, ıslanan kuruyan
ıslanan kuruyan ıslanan kuruyan ahşap kokusu.
Erik ağacının gövdesine bağlamışlardı Alaş'ı. Size
Alaş'tan bahsetmiştim, halamların ineğiydi,
hatırladınız değil mi? O eziyor erikleri. Ağacın
dibine yatınca karnıyla eziyor dalından
düşenleri. Bir keresinde ağacın tepesine
t ı rmanmış er ik top luyordum. İnmek
istediğimde baktım ki Alaş'ı ağacın kaygan, sert
gövdes ine bağ lamış lar, s in i r l i s in i r l i
homurdanıyor. Bereket versin iki saat sonra
sesimi duyabildi halamın kızı. Çırpılırken dallara
yapraklara takılıp öylece kuruyan kirazlar…
Sultani deriz biz. Şerbetini yapardı… Annemi
hatırlıyorum! Tavukları kümese, kuzuları ağıla
topladığımız bir akşamüstü. Güneş, tepelerin
arkasına yollanırken. Şehirden gelen misafirler
üşümeye başladığında. Annemi anımsıyorum.
Müdür bilmediği için azarladı beni. Annemi
hatırlıyorum! Mektuplarımı almasaydı…
Hayır hayır, bu oyunu daha fazla uzatmayacağım
sevgili insanlar. Sizinle dost olabilirdik. Artık
mümkün değilse bile bir vakitler buna imkân
vardı. Daha önce söylemiştim, insanlar üçe
ayrılır: biz, siz, onlar. İnanmadınız değil mi? Ama
ben size inandım. Size inandım, parmaklarını
hızara kaptırmış bir marangoz çırağının
ürkekliğiyle girdim aranıza; size inandım, kapıya
her seferinde yanlış anahtarı sokan dalgın işçi
yığınlarına karışınca; inandım, yaşamaktan
korktuklarını okuduğu kitaplarda bulan
delikanlılar gibi yalnız kalınca… Peki, siz
(7)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
umursadınız mı? Bizi! Parmak uçları olmayan
marangoz çırağını, o unutkan fabrika işçisini, bir
bavul dolusu kitabını rehin bırakarak aldığı
urganla intihara kalkışan ama beceremeyen
delikanlıyı… Hayır, kim olduğumun bir önemi
yok! Dünyamıza benzeyen yeni gezegenlerin
keşfedildiği, gazetelerin yalan söylemeyi
öğrenmelerinden çok sonraları, komşu
ülkelerden biriyle savaşın eşiğine geldiğimiz
yıllardan birinde, sokağın ve göğün en tenha
olduğu bir saatte, doğrusu en olmayacak bir
zamanda, bana kim olduğumu soran yine siz
değil miydiniz? Ah Tanrım, polisler neden şiir
okumazlar ki? Kelimelerden heyecanlan-
mayanlar, suçluları neresinden tanıyacak?
O çocuğu unutun. Mektuplarını almasaymışım.
Sanırım inandınız. Ben uydurdum hepsini. Erik
ağacıymış! Size, insanların ineğinden daha
mühim şeylerden bahsedeyim mi? Mesela
acılarımdan. Sayın ki öyle bir çocuk hiç olmadı.
Yaptığım onca işkenceye rağmen benden nefret
etmeyen o çocuğu ö ldürdüm. Hay ı r
öldürmedim. Siz, polis miydiniz? Yatağının
altında gizlediği defterleri uykuda olduğu bir
gece yarısı gizlice alıp satır satır okudum. Yalan!
Her sayfası iftira. Baba şefkatiyle saçlarını
okşadığım da. Çoğu zaman yemeğimi onunla
paylaştığım da. Günlerce aç susuz kalmalardan,
d a y a k l a r d a n , t u v a l e t y ı k a m a l a r d a n
bahsetmemiş bile. Kim bilir kaç kişi bu uydurma
mektuplara kanacak, benim sevgili insanlarla
dost olduğuma hükmedecekti. Sizi, sahte bir
sevgi tiyatrosundan kurtarmak zorundaydım.
İşte bu yüzden uydurdum bu mektubu. İlk kez
yenildiniz bana karşı sevgili insanlar. Siz de
inanma zaafını gösterdiniz.
Ayrıca o çocuğu aramızdaki husumeti
y u m u ş a t m a k i ç i n m ü d ü r ü o l d u ğ u m
yetimhaneye yerleştirdiğinizi anlamadım
s a n m a y ı n f a k a t b u t e z g â h a h i ç
değinmeyeceğim. Zamanım kısıtlı. Size
anlatacaklarım var.
Sayın Savcı, durum geçiştirilecek gibi değil.
Gayet vahim bir vak'a ile karşı karşıyayız.
Efendim, arzu ederseniz mes'eleyi en başından
anlatayım. Bu civarlar yerleşime açılınca kenar
mahallelerden göçler başlamış. Önceleri seyrek
olan nüfusa bakarak ihtiyaçları ancak
karşılayacak bir lise inşa etmişler. Bölge giderek
cazip bir muhite dönüşünce, okul binası da talebi
kaldıramaz olmuş ve öğrenciler daha büyük bir
okula nakledilmiş. Bir süre atıl halde bekleyen
bu binayı da içine alan büyük bir hastane
yapılmış daha sonra. Gözlem altına alınan akıl
hastalarını, sınıftan bozma koğuşlara
yerleştirmişler. Yıllardır da durum böyle
malûmuâliniz. Hastaların koğuşlarının
bulunduğu koridorun dökülen boyalarını
yenilerken, duvarda yıllardır kimsenin
ilgilenmediği, açıp bakmadığı dilek kutusunu
yerinden sökmek istediğimizde fark ettik
felaketi. Lebalep dolu olan bu dilek kutusunun
içinde ne olduğunu merak ettik. Aynı el yazısıyla
yazılmış yüzlerce not bulduk.
Beni dinleyin!
Anlatacaklarım var. Bir roman kahramanı olmak
için yaşadım ben. Gerçek olmak bana göre
değildi. Beyaz tenli, dalgalı siyah saçları olan bir
kıza âşık olmak vardı hayallerimde. Yakışıklı
olmalıydım. İyi dövüşmeli, siyah takım elbisenin
altına daima beyaz gömlek giymeli ve daha
güze l o lan başka b i r k ı z taraf ından
sevilmeliydim. Böyle olmasını bekledim. Yıllar
geçiyor ama ben, bir başkası olamıyordum.
Çakılı kalmıştım aynadaki o çirkin yüzün bayağı
sırıtışına. Yavaş yavaş tükeniyordu umutlarım.
En sonunda başkası olmanın çaresini buldum.
Yalan söyleyerek emellerime ulaşabilirdim.
Romanlara kabul edilişim böyle oldu sevgili
insanlar. Ben inandım ve serüven başladı.
İnanmayacağınızı bile bile size de anlatacağım.
“Gelip geçerken iç çekerek baktığı o yüzüğü
aldım, kararlıydım, çiçekçiye uğradım sonra,
kırmızı bir gül aldım, bu rengin anlamı üzerine
kafa yormadım, çiçekler ve renkleri ile aram hiç
iyi olmamıştır, yine geç kalmıştım, gülümsemem
yetti, sarıldık, çiçeği uzattım sevindi, yüzüğü
çıkardım hiç beklemeden, gözlerine inanamadı
galiba, benimle evlenir misin, ağlar gibi oldu,
sarıldı, beni buradan götür dedi, bu sözün
anlamı üzerine kafa yormadım, kadınlar ve
söyledikleri ile aram hiç iyi olmamıştır, elinden
tuttum sıkıca, canlandı, kararlıydım, bir taksi
çevirdim, anahtarı çıkardım ve kapıyı açtım, eli
(8)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
hep elimdeydi, bir yaprak gibi taşıdım onu
elimde eve kadar, uçuyordu, gözlerini kapamış
bir şarkı mırıldanıyordu, salona gittik, onu
kanepeye yatırdım, eşyalardaki tedirginliği fark
etmedi bile, bekle beni dedim ve odama geçtim,
ah kitaplarım, onlara iyi bakın, odanın
ortasındaki sandalyeye çıktım, ilmeği boğazıma
geçirdim ve kendimi astım. Bu esnada hiç
olmayacak bir şey oldu, hayır ip kopmadı, hayır
uyanmadım, biri perdeyi çekti, ışığı söndürdü.”
Efendim, koridordaki dilek kutusundan bu
yazılar çıkınca hemen diğerlerini de incelettim.
Kalem odasına yakın olan dilek kutusundan iki
arzuhal çıktı. Heyecanla okuduk fakat şaşırtıcı
bir netice alamadık. Arzuhalin birinde,
öğrencilerine Nuri Pakdil okutan bir edebiyat
öğretmeni, başka bir öğretmen tarafından ihbar
ediliyordu. Diğeri ise müstahdem tarafından
tartaklanan bir velinin şikâyetiydi.
“Bir gece ayrıldım evden. Vakit yatsıyı henüz
geçiyordu. Bir dostun kapısını çaldım, açmadı.
Dükkânını yeni kilitleyen bir terziye selam
verdim, almadı. Sokaklarda dolaştım,
yokuşlarda soluklandım, çeşmelerden su içtim.
Kayığa bindim. Sessiz ve soğuk tren
vagonlarında körebe oynadım gece bekçileriyle.
Bir zaman içim burkulur gibi olduysa da atlara
hükmettim seyisleri uykudayken, tayları
okşadım, su verdim onlara. Sahibinin pencere
şebekesine sıkıca bağladığı, çocukların, bozuk
para karşılığında omuzlarına çıktıkları demir bir
canavarı andıran bir seyyar dönme dolaba
rastladım, dört numaralı salıncağa binip
bulutlara çıktım indim. Çok sonraları ürpermeye
durdu kalbim, gökyüzünde güneşin doğuşunu
haber veren bir kızıllık vardı. Çocuklar uyanmış,
düğmelerini önce yanlış ilikledikleri önlüklerini
bu kez doğru düğmeyi doğru iliğe geçirerek
ikinci kez giyiyorlardır, ya anneleri, gece
boyunca yalnız başına uyuduğunu hissettiğinde
irkilmiştir, buz gibi olmuştur, telaş etmiştir, tıpır
tıpır düşen gözyaşlarını, avucunda, bana
göstermek üzere tutmuştur, yokluğumu fırsat
bilerek annesinin yanına sokulan ufaklığa da
başı ağrıdığı için ağladığını söylemiştir. Koşmaya
başladım. Durmadan koşuyor ve ağıta benzeyen
bir şarkıyı söküp atamıyordum ağzımdan. Eve
vardığımda kapıda birileri vardı. Aralarından
s ü z ü l d ü m . Ç o c u k l a r ı g ö r e m i y o r
kaygılanıyordum. Yatak odasına girdiğimde,
bacaklarım pelteleşti, eriyiverdi. Oradaydım.
Yatağımda, karımın avuçlarındaki gözyaşlarını
bıraktığı yerde, örtünün altında, orada işte.
Ölmüştüm. Bu, son yalanım oldu.”
Türlü türlü kâğıtlara iliştirilmiş notları bir zarfa
yerleştirip, karşılığı olmayan adreslere
göndermek üzere, dilek kutusuna bırakan bu
adam, eğer bir önlem alınmazsa korkarım
hayallerini hayata geçirecektir. Kutudaki
mektupları ele geçirmiş olabiliriz fakat
yenilerinin çıkmayacağını nereden bilebiliriz.
Hâlâ kiminle boğuştuğumuzu bile tespit
edemedik. Kokarım, şehri nerden geldiği
bilinmeyen mektuplar sebebiyle bir telaş
saracak yakında. Bu çılgının marifetlerini
taşıyamayacak kadar hassas bir konumda
bulunuyoruz efendim.
Şehirlerarası bir otobüs biletinin arka yüzüne
eklenmiş şu satırlara bakınız: “ Yolda bir şey
ölmüş, Şey. Kuş mu? Kedi mi? Kirpi mi?
Bilmiyorum. Veya söylemek istemiyorum. Yolda
ölmüş çünkü. Siz bilir misiniz yolda ölmek ne
kederli bir şeydir? Söylemek istediğim bu? Yolda
ölünür mü hiç; sonra, ne derler adama?”
Tüberküloz teşhisi konan bir hastanın
reçetesindekileri okumaya tahammül bile
edemedim: “Söz, bu sefer acıtmayacak!
İnanmak istiyordum inanamıyordum. Tuhaf ve
bilindik bir durumdu. Bu yargı içine kimleri
almazdı ki? Kaç feylesof, kaç hekim, kaç tüccar,
kaç muâllim yaşamıştı bu ıstırabı. Bir Tanrıya
inanacak olsaydım senin Tanrına inanırdım,
diyor biri, biri için. Hı? Doktor var mı aranızda?
Doktor var mı diyorlar, biri mi bayılmış ne. Su
içsin diyor biri. Söz, uslu durursan o gülü sana
veririm. Bardaktaydı. Nasıl bildi ona baktığımı?
Çiçeklerden alamıyorum gözlerimi, niçin?
Yaşıtlarım gibi oyuncaklar istemiyorum, niçin?
Annemin kolundan tutup bahçe bahçe
dolaştırıyorum. Niçin? Gider sahibinden rica
eder anacığım, koparıp verir bir tane, bir demet,
bir yaprak. Hır hür çıkaran olur, ben ağlarım,
annem mahcup; yine çiçekle döneriz eve. Ben
isteyemezdim, çalamazdım zaten, o nasıl bir
söz? Söz, acıtmayacak bu sefer!”
(9)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Karakış Önce Gelir Zemheri Uzun Sürergelseydin…
yağmurun yağacağını biliyorsan ağlarsınyağmuru, ceviz kurutan kadınlara inat,
bekliyorsan ağlarsın.
bunu diyecektim…
Yoksul talebeler yararına tertiplenen bir kermesin el ilanına, kâğıdı yırtarcasına, kırmızı kalemle çiziktirilmiş bir şiirin ilk...
Sözünü tamamlamamıştı ki telefon yeniden
çaldı. Sekreter, savcı beyin aradığını söyleyince
fark etti odada uzun süredir yalnız olduğunu,
savcı bey çoktan ayrılmıştı, dinlememişti bile.
Telefonda, müfredat dışına çıkan edebiyat
öğretmeni için gerekli işlemlerin başlatılması
için talimat verdiğini söyleyip kapattı. Kâğıtlar
yere saçıldı elinden. Ama sayın savcı, dedi, siz
hadisenin vahametini idrak edemediniz sanırım.
Hâlbuki söyleyeceklerim bitmedi efendim. Şunu
göstermedim size.
Öyle zannediyorum ki başkaları da var sayın
savcı. Bir kartpostalda kaçışa dair bazı işaretler
sezinledik. “Gideceğiz buralardan endişelenme
artık. Bizi bekleyen çocuklar için gideceğiz. Evet,
b i z i b e k l e ye n ç o c u k l a r ı a n l a ta c a ğ ı z
patronlarımıza. İzin istemeyeceğiz. Çekip
gidişimizin ağırlığında ezilsinler diye çekip
gideceğiz. Gelinlik kızların çeyizleri bizi
bekliyormuş diyeceğiz; enbiya kıssalarını,
cenknameleri, menkıbeleri okuyacak kimsesi
kalmayan ihtiyarları da say, gideceğiz gideceğiz;
gelmek için gideceğiz.
Bir yerleri karalanmış, çizilmiş kartvizitlerin,
peçetelerin, teksir kâğıtlarının, koparılmış kitap
sayfalarının, afişlerin, define haritalarının,
p o s t e r l e r i n , f o t o ğ r a f l a r ı n , d ü ğ ü n
davetiyelerinin arasından sıyrılan doktor,
savcının çıkarken açık bıraktığı kapıya yöneldi,
çıktı ve kendisinden bir daha haber alınamadı.
Ve sevgili insanlar, bu hikâyelerin niçin
yazıldığını asla öğrenemediler. Çünkü inanma
zafiyetini gösterenler güçlerini kaybederdi,
onlar da doğrusunu yaptılar, inanmadılar.
(10)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
şiir yazmayı tercih ettim çünkü beni kelimelerle aldattılar sözlerini böğürtüyle soktular beynime tam o sırada sen geldin yaşanabilir bir hayat daha var dedin hadi beni sevmeyi dene gürül gürül bir ırmak akıyordu yüzünden sonra ben bilendim ama çok bilendim hırıltılar gelip toprak çaldı göğsümden
göğsüm ki toprak salardı kevgenlere gök kadar güleçti yüzüm geldim yanınıza oturdum yüzüm palazdı savdım perçemlereşehirde ne aşk ne de bir umut var şimdi taş sedirlerde yayvanlaşırdı kostümler oturup bağdaş kurardık ölümlere
mustafa kadirçelik
''potemkin diye haykırdı gökyüzü,potemkin diye kudurdu deniz,potemkin diyerek sevdim ben seniyarın potemkindi, kış potemkin, güz potemkinpotinlerime misafir gelmiş bir güneşle ilkinbağrımız açık, bağrımız yanık, sancımız potemkin.sebebsiz gülüşlerimiz potemkinlakin ne gelir elimden şimdi, içimde yarının dürtüsü varkenbenim gönlüm olmuş saçlarının etrafında potemkintamam, tamam, kesin sesi kesin,dört tarafı senin yüreğinin, potemkin.eteklerin tutuşmasa bunlar gelmezdi başımızabaşımıza tüm gelenler içinbuyrun diyelim bir daha aşk ile, ah ulan potemkinkimsin, sen nesin, neyin fesisin, kimin püskülühani potemkin kelimesi yerine acı deseydim olurdu.belime inanılmaz hisler yaşatan potemkin.gelecek başımıza yazgısı güzün, gülün, kilin,dedim ben, demedim mi!, içi gözlerinin potemkin.ta içi gözlerinin potemkin.''
potemkin zırhlısızülküf gözcü
(11)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
yeşilin huzuruna eşit turuncu algılarsokrates'ten miras kimi masumiyet ve soyut iyilikböyle gezdim ruhumun diyarlarındakelimelerin sükûnunda yapraklar bana küs gibiydi seyretmedim diye onları gönülden nicediraz gelir diye tirebolu'dan denizin etrafını seyir…
kusmuklu çocukların kokusunu damıttım sonraçantada keklik olmayan vardıçoğu keklik arasındabir mil ötede sanki boğuldum.ip, o kadar söylemişti boncuklarla yüz diyeruhun yükü ağırdı dinlemedim onuve bedenin ipi uzundu...
rüzgârın yamacında hayal denizihalatlar çözük gemiler kalbe dönükhalatlarda isim verilmiş boncuklarkalplerde diri ıssızlıklar...
ses ver kalbimiyi sonsuzluklar…
ses ver kalbimbetül taştekin
şeylerle olan ilişkilerimi ikinci katip seviyesine indiriyorum
kimdir bu hışmı yayan semt pazarındakimdir bu içten pazarlık günlerden pazarkimdir bu yağmur dururken kaçılasıkimdir bu kimkidük aga müthiş filmdioturması harcama parası muhabbetinbeli tutuldu kırmaya ne lüzumbaşlat patırtıyı oracıktasantra yapalım çaldı düdükboğulmasak bari tükürükteyatarız üstüne başla sen
iki gün taklit yap çünküardında yolculuk var göstereceğim sanamukallidin taş gibi imanınıve nefretsahikimdir bu nefret
yaz katipm. emin efe
(12)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
birileri dündük ve birileri insanın artık tabela ve birileri çivilerin alınlara müthiş çakılacağınıinsanın alınıp satılacağını yavrum kopyala ve yapıştır aynısı ve aynısı birilerisevimsiz köle ruhlu adamlar özgür bireyler savaşa hazır ama düşürmeyen barışı dillerindenparan kadar konuş ölüleri dirileri birileri
birileri dünyanın kedi oyuncağı bir yumak ve bir ucundan ipliği tutup evire çevire ve bizi de savurdukları bu rüzgârda nasıl da kahkaha atıp yumuşak şeyler çiğnedikleri ve seslerinin olanca bereketiyle şarkı ve bellerinin olanca kuvvetiyle dans
birileri kelimenin cümlenin noktalı virgülün paragrafın bombaşiirin makalenin kitabın derginin menekşenin sincabın zürafanın bombaaha da ağaç kabuklarının hakiki çiğköftenin alın terinin bacak yorgunluğunun şifalı sularınoy ağaca tırmanmanın konuşmanın serenadın cilvenin nazın ve aşkın ve bütün ılık rüzgârlarınmesela sabah melteminin oh öğle yelinin ve akşamüstü serinliğinin ve gece ayazının yok olacağını ve bütün bunların yerini iki buçuk santimetrelik bir metal bloğa sıkıştırılmış bilgi bankalarının alacağını söyleyedursun yine da başkalaşmış bir umut da olsa şuracıkta papatya
birileri dünyanın koyunlarında bir oyuncak ve öbür dünyanın uyumak sürekli uyumakbize gelince biz eski kafalı ve uslanmayan asla ve bilmem böyle miydi yaşamak
birileri bütün bu satır aralarında yer alan şehvetin kaybolacağını hurilerin çekip gideceğini cennetin cehenneme yutulacağını insanın konuşmayı unutacağını ve sabahtan akşama dek sırtını metal bir sivriye batıracağını kuyuların Yusuflarla dolacağını inci ve boncuk
ve saçma ve sapan ve ikisi de öldürürve öldürür ev aletleribirileri yaşamak için kümülüs bulutları ve araç ve gereçöyle ki burnumu kaşıyamıyorum ve sırtımınerede kaşınma aletleri?
sancılı doğumların tarihe karışıp yerini insan bakkallarının alacağını ve insanın soğuk bir göbek sıkı bir kıl demeti ve sarımsak kokusundan leş yığınından ibaret ve kapı ile döşeme arasına sıkışıp kalmış kaplumbağa
tohumun tam da çatladığı ve işte şimdi patlatıyorum bombayıbirileri dediği zaman insantam da o olacak diyorlarve biz asla
birileri dündük
muhammet çelik
(13)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
birileri insanın konuşmak anlaşmak okumak yazmak sevmek sevilmek savaşmak ve barışmak yerine evet yanlış duymadınız bütün bunlar yerine insanın kıvranmak kaşınmak koklaşmak akmak akışkanlaşmak durulmak kuklalaşmak sağır ve kör ve dilsizleşmek geçidinden geçeceğini sığırlar gibi süt vereceğini öküzler gibi böğüreceğini ve birileri
evet ve birileri insanların artık sürtünüp sevişeceğini sürtünüp sürgüleyip anırıp bunu kutsal metin sayacağını birileri ahırlaşmanın artık başladığını ve bunun şiir sanılacağını kavganın onursuzluğunu bıçak sırtında melâike şarkısız kadınsız erkeksiz çocuksuz yaşlılarınsa hiç olmadığı ve insanınsa bir kırık cam köşesini öperek iletişimin doruğuna ulaştığı ve “o” harfini ne kadar çok sevdiğini
insanın artık pili bitinceye kadar insanbiz öyle demiyoruz ama öyleinsanın artık pili
kilim dokuyan kızlarınsa renklerini ve çiçeklerini ve desenlerini ve şekillerini ve sarkan saçlarınısaklıyorlar kendilerinden bile ve birileri artık bize ve ölümüne çivi çakıcı size
birileri insanın asıl amacını keşfettiğini amaçsızlıkböylece ve dolayısıyla ve artıkbakın ağzım ne kalabalıkdiyerekten insanın türlerine göre kategorizebir de üstelik sınıflandırarak kafatasına pazı kuvvetine ve tüy renginederi sertliğine bağırsak uzunluğuna göre kutulara konularakaltta kalmayana adam diyerek büyük boy posterlerini şehrin her yanına
biz deriz ki bismillah ve eğer çocukların yanağında gül mücahitlerin kollarında metanet yoksaatların özgürce koşacağı yaylalar hanive harapsa yalnızlığın türküsüuykulara katılmıyorsa karasevda ve sabahlanıyorsa saadet aşısıylabiz yoğuz arkadaş toparlanıp gidiyoruz bu diyardaninsan yoksa biz yoğuzbu sıcakta ayran yoksa biz niye ki kola?
ve dediler ki öyle mi hadi siz de gidin ve biz daha da rahat
aramızdan biri çıktı ve dedi ki hımmve dedi ki hımm öyle mi?
hayır gitmiyoruz ve kesinlikle aşk
(14)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
ayşe sevim’le bir söyleşi
ali yaşkın
Selamünaleyküm. Muzip bir soruyla başlayalım isterseniz hocam. Google'da kendinizi ne sıklıkla aratıyorsunuz?
Ve Aleyküm selam, röportaja da selamla başlamak ayrıca keyifliymiş, selam verdiğiniz için teşekkür ederim.
Gelelim muzip sorunuza, Google'da kendimi aratmaktan ziyade aynı ismi paylaştığım kişileri araştırmayı seviyorum. Mesela Ayşe Sevim adında bir öğretmen var. Bir tıp profesörü, birkaç öğrenci vs. Üniversitedeyken burs almak için büyük şehir belediyesine başvurmuştum. Benim zamanımda sonuçlar belediyenin camına asılırdı. Pek çok öğrenci camlara yapışıp kendisine burs çıkıp çıkmadığına bakardı. İlk orada görmüştüm bir sürü Ayşe Sevim'in olduğunu… Aynı şehirde benim gibi öğrenci olan bir sürü Ayşe Sevim vardı. Hepsiyle tanışmayı çok arzuladığımı hatırlıyorum. Kendisine burs çıkmayan Ayşe Sevimleri bulup
onlarla kendi bursumu paylaşmayı bile aklımdan geçirdim. Bizatihi kendimi aradığım da oluyor tabii. Özellikle yeni kitabım çıktığında kendimi google'da aratırım.
Taburcu ve İşlenmemiş Suç adlı iki şiir kitabınız var.''Şiire olan saygının ne olduğu, ne için olduğu bilinmiyorsa, böyle bir ortamda ne şiir kendisinden bekleneni gerçekleştirebilecek, ne de şiir okuyucuları tarafından tanınabilme imkânını bulabilecektir. Şiirin yüzünü hiç kimsenin hatırlamadığı bir dünyada, birinin kalkıp şiirin tanınmaya değer bir yüzü olduğunu, ortalıkta dolaşan renkli ve solgun yüzlerce hayaletin yalnızca maskeler olduğunu söylemesi lâzım.'' İsmet Özel bu haykırışla başlıyor Şiir Okuma Kılavuzu adlı eserine. İşlenilmiş bir suç mu sizce burada sarfedilen düşünceler?
Şiire olan saygının ne olduğu gerçekten bilinmiyor en çok da biz şairler bunu bilmiyoruz. Çoğumuzun şiire olan saygısı kendi şiirimizin çitlerinin olduğu yerde sona eriyor. “Birinin kalkıp şiirin tanınmaya değer bir yüzü olduğunu, ortalıkta dolaşan renkli ve solgun yüzlerce hayaletin yalnızca maskeler olduğunu söylemesi lâzım.'' cümlesini herkes kendi üzerine alıyor. İşlenmemiş Suç'un başında şöyle yazıyor: “Yerçekimi olmasaydı kimin uçtuğunu anlamazdın” Şiir dünyasında yerçekimi ortadan kalkmış durumda, tüm şairler uçabildiğini iddia ediyor.
Çözüm önerimiz yoksa sorundan bahsetmenin pek de anlamı olmadığına inanıyorum. Benim de bu durumla alakalı bir çözüm önerim yok maalesef. Kendi adıma aldığım kimi önlemlerim var. Şiir yazdığım halde şairlerin dünyasına pek girmiyorum.
İnsan ilişkilerinin son derece mekanikleştiği, hayatın bir makine gibi işlediği bir zamanda, insana ait duyguların yok olmaya başladığı bir dönemde yaşamaktayız. Peki böyle bir zamanda iyi şiir yazılabilir mi? Ya da şöyle değiştirerek soralım: Saf duygularını kaybetmiş bir dünya insanı, kirlenmiş bir ruh şiir yazabilir mi? Şair bundan kendini ne derece uzak tutabilir?
(15)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Şair olarak değil insan olarak bundan uzak durmaya çalışmalıyız. Günümüzde ne yazık ki sıfatlar özün önüne geçti: “Anne olarak, iş adamı olarak, şair olarak, hukukçu olarak vs..” diye cümleler kuruyoruz. Kimse insan olarak diye söze başlamıyor. Büyük bir karmaşa var. Bakıyorsunuz şair, şiir yazarken erdemli davranıyor, haktan bahsediyor lakin şair kimliğiyle hareket etmek zorunda kalmadığında ne hakkı bırakıyor ortada ne hukuku.
Sosyal medyaya herkes erdemden bahsediyor. Peki, bunca erdemli insan gerçek hayatta nerede? Yok. Çünkü kişi sosyal medyada janjanlı kimliğine uygun hareket ediyor. Şairliğine, öğrenciliğine, eğitimciliğine göre yazıp çiziyor… İnsan olarak gerçek hayatta aynı hassasiyeti göstermiyor.
Sorunuza gelince, iyi şiirin her zaman yazılacağına inanıyorum. İyi insanlar her zaman -sayıları az da olsa- var olacaktır çünkü. Bizim iyi insanımız Budistlerinki gibi “öfkeden arındırılmış tepkisiz” kişiler değildir. Yahut batının övdüğü “Her şeyi eleştirebilen adam” da değildir. Olaylara karşı doğru hisle hareket eden kişidir. Gerekiyorsa öfke gösterecek gerekiyorsa bağışlayacak… Bu insanlar da hep olacaktır. Zamanın kötü olduğunu söylemek de doğru değil bence. Geçmişte yazılmış metinlere bakın o zamanın insanlarının da aynı şeylerden şikâyet ettiğini görüyoruz. Koca Hz. İsa'ya sadece yedi kişinin inandığı bir dünya burası. Fakat sayının az olması önemli değil. Rabbimiz o yedi kişi için İncili indirdi.
''annemiz televizyon kumandası zannediyor dünyayıbazen onu mikrofon yapıpsesleniyor kendine'' bu mısralar eve gecikmeyinadlı şiirinizde geçiyor. Her şeyi kitle iletişim araçlarından öğrendiğimiz, düşünce, sanat, felsefe vb. hayatın her alanında bizi parselleyen bu araçlardan kurtulabilmek mümkün mü?
Kurtulmak değil doğru kullanmak önemli. Dünyada teknolojiyi reddederek yaşayan topluluklar var. Çok mu mutlular? Çocukken akrabalarımın anlattığı bir anıyı dinlemiştim. Bir kız İstanbul'a gelin olmuş, ailesi ise Trabzon'da yaşıyormuş. Kızcağızın annesi ölmüş ama kız bunu tam dört sene sonra öğrenmiş. Bu hikâye bana o zaman korkunç gelmişti hala da geliyor. Fakat sürekli elimizde telefonla gezmemiz de korkunç. Herkes kendi önlemini alabilir. Mesela ben
telefonumdan sosyal medyayı sildim. Facebook'a yahut tweeter'a girebilmek için tableti açıp bakmam gerekiyor. Televizyon izleme saatleri sınırlı… Bunu yapmak zorundayız.
Şimdi söylediğim şey yanlış anlaşılabilir ama yine de söyleyeceğim. Millet olarak her bir ferdimizin bu kadar siyaset bilmesi gerekli mi gerçekten? Kamuran teyzenin dış politikayı ayrıntıyla bilmesi onun hayatında neyi kolaylaştırıyor? Ya da çocukların bu kadar çok şey bilmesi onlara ne kazandırıyor? Benim oğlum hayatında belki hiç göremeyeceği kıtaların iklimlerini hayvanlarını biliyor fakat yatağını toplamakta zorlanıyor. Bence çuvallar dolusu bilgiyi boşuna zihnimizde taşıyoruz.
Bir de edinilen bu bilgilerin patavatsızca başkalarına satılması söz konusu. Geçen gece çocuğumu acile götürdüm ardından da doktorun verdiği ilaçları almak için eczaneye gittim. Gecenin bir yarısı, insanlar acilden gelmiş ilaç almak için bekleşiyorlar. Adamın biri hükümeti herkese duyuracak şekilde eleştiriyor. Şimdi biz onu orada dinlemek zorunda mıyız? Övse de eleştirse de dinlemek zorunda değiliz. Bu bir usulsüzlüktür.
İnsan bilgi alımını kontrol etmeli. Nasıl tansiyon hastaları tuzlu yemek yemeyip hayatından tuzu çıkarıyorsa bizler de kendimizi hasta olarak kabul etmeliyiz ve kitle iletişim araçlarını kullanmayı azaltmalıyız.
''İdeolojik bir koruma altında olmadan da söylediklerin herhangi bir şey ifade ediyorsa gerçekten bir şey söylüyorsun demektir.'' Edebiyat dünyasına baktığımızda sanki bunun tam tersi bir durumla karşı karşıyayız gibi. Siz nasıl bakıyorsunuz özellikle şiir yazan biri olarak şiir ortamına?
Şairlerin en büyük sorunu benlik algılarıdır bence. “İdeolojik koruma”nın değeri doğru anlaşılmalı. Şair sahip olduğu ideolojinin kendini koruduğunu değil kendinin ideolojiyi koruduğunu kolladığını düşünür.
Şairlerin egosu ise sadece günümüzün problemi değildir. Kuran'ı Kerim'de dahi şairlerin “Başıboş hayallerinden” bahsediliyor. Hikâyeciler de aynı egoyu bulamazsınız mesela. Onlar yazmak için dışarıyı gözlemlemek zorundadırlar, hâlbuki şair
(16)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
içinden beslenir. Güncel bir mesele hakkında yazsa da içinden beslenir. Bu da onda bir kibir oluşturuyor. Bu kibre izin verirseniz sizi ele geçirir. O yüzden şairlerin şiirin dışında bir alanla uğraşması önemli. Ben kendime çocuk edebiyatını uygun gördüm mesela…
Şiir festivalleri, şiir geceleri, şiir okuma günleri tertip ediliyor. Sizce bu gibi etkinlikler şiirin değerini yükseltiyor mu bayağılaştırıyor mu?
Şairler için yararlı olduğunu düşünüyorum. Bizi bir araya getiriyor, ön yargılarımızı kırıyor. Saatlerce konuşmamızı sağlıyor. Şairler takdir edersiniz ki bir şiir hakkında uzun uzun konuşabileceği çok kimseyi çevresinde bulamıyor. Bu gibi etkinlikler şiir konuşmak için imkân sağlıyor. Belki İstanbul'da Ankara'da yaşayanlar için bu o kadar önemli bir şey değildir ama benim gibi Sinop'ta yaşayan bir şair için bu etkinlikler çok değerli. Sinop'ta kimle şiir konuşabilirsiniz?
Yazarlar Ve Aşkları adlı bir kitabınız var. Mahremiyet kavramını önemseyen bir şair-yazar olarak bu kitabı kaleme alıyor oluşunuz ruhunuzda nasıl bir yankı uyandırdı? Kitapta en sevemediğim yazarlar Balzac ve Guy de Maupassant olduğunu söylemeliyim.
Kitapta yazılan her şey bilinen şeylerdi. Ben oradaki hiçbir yazarın gizli bir yönünü ortaya çıkarmadım. Zaten var olan bilgileri kendi üslubumla yeniden yazdım. O sebepten yazarların mahremlerini ortaya dökmüş gibi hissetmiyorum. Fakat şimdi olsa bu kitabı yazar mıydım? Yazardım herhalde ama bazı yazıları kaleme almazdım. Bunlardan biri Kanuni'yle alakalı olan yazı çünkü o yazıda çok fazla tahmin yürüttüm. İnsanların Kanuni portesine yanlış renkler katmış olmaktan korkuyorum. Edebiyatta böyle korkular olmamalı diyenler olabilir. Biz dememeliyiz.
Diğeri de Maupassantla alakalı olan yazı. Ben Maupassantı yazarken: “insan nasıl yaşarsa öyle ölür” fikrini işlemek istemiştim. Fakat kitapla alakalı bir okurumun söylediği söz canımı çok acıttı: “Hz. Peygamberle alakalı kitap yazmış birinin böyle bir yazısını okumak istemezdim”. dedi. Yaptığınız bir iş diğer işle ilişkilendirilebiliyor işte… Bunu hesaba katmadım. Kitabın yeni baskısı olursa bu iki yazıyı oradan çıkarmak istiyorum.
Batılı yazarlar ile Müslüman yazarlar arasındaki
en bariz göze çarpan farklılık nedir? Aşkları açısından bakarsak?
Bir sürü fark var ama en mühimi Batılıların hiçbir şeyi saklamamaları, Müslümanlarınsa bu aziz hatırayı başkalarından kıskanmaları… “O yar benimdir kime ne” demeleri… Sosyal medya batılı icadıdır malum. Sosyal medyayı biz bulsaydık “İlişkisi var” topiğini oraya koymazdık herhalde… Gerçi şimdi mahremiyet açısından onlardan pek farkımız kalmadı.
Feminizm adlı bir eseriniz var. Son dönemde Müslümanlar içerisinde kadınların kendilerini ön plana çıkarma isteklerinin çok fazla olduğunu gözlemliyoruz. Şöyle bir yazıyla karşılaştık Reçel blog adlı sitede: Kendisinin çok iyi eğitim görmüş olduğunu, en iyi üniversitelerden mezun olmuş, doktorasını vs. yapmış bir akademisyen olarak abla, teyze denilmesinden son derece rahatsız bir hanımefendi portresi vardı. Bu bir çeşit yaşadığı toplumu tanıyamamış olma durumu olabilir mi? Siz ne düşünüyorsunuz?
Feminizm isimli çalışmam geniş bir ansiklopedik maddedir. Bir taraftan olayı inceleyen bir çalışma değildir önce onu belirteyim. Sorunuzun diğer kısmına gelince açıkçası ben Müslüman kadınların eleştirilmesinden bıktım. Yani blogta yazan kişi böyle diyor da erkekler çok mu farklı hareket ediyor? Yazan çizen erkeklerin pek çoğu bırakın kendisine amca denilmesini, yaptıklarına hayran bir kadın grubu olmadan yaşayamıyor bile.
II. Mahmut batı tarzı askeri yenilikleri yaptığı zaman adı gâvur padişaha çıkmıştı. II. Mahmut da ne yaptı biliyor musunuz gâvur olmadığını ispatlamak için? Kadınların sokağa çıkma saatlerini sınırlandırdı. Onların giydiği çarşafların renklerini bir iki renge indirdi. Atatürk de ne kadar modern olduğunu batılı devletlere göstermek için bunun tam tersi şeyleri yapmıştı kadınlarla ilgili… Açıkçası bu eleştiriler bana bu tarz örnekleri hatırlatıyor. Müslüman erkekler kadınlar üzerinden toplumsal yorumlar yapmayı bırakmalı… Adım atmak istiyorlarsa doğru adım bu değil.
Bu aralar hangi eserleri ve yazarları okuyorsunuz?Bol bol çocuk kitabı okuyorum. Özellikle okul öncesi. Hazırladığım bir çalışma için şu anda böyle çalışmam gerekli…
(17)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
tan doğan
kış 'ışk'ı
sıcak suydu soluk buz bakır.. kalay.. bronzbuğday başakları rüzgâr ve kuşâh size nasıl anlatsam 'kış'ı insan acıdır
doğduğum ay aynı annemin öldüğüylesırtıma havlu koyan o narin elefeda olacaksa gözlerimin feriey en soğuk koşuşu çocuk ayaklarıma gül gayrigeri geri çıkmasın daha o kül yokuşu
dipsiz dilsiz dinsiz bir kaçış izahı yok bu derdin izanı yok âh yüreği delen ok… boyun kaç karışkana varan can… senin adın neyegâne bir kucak gayri bigâne –bak çocuk kalbim titriyor hâlâ anne
esrik ruhtu eksik ömür taş… toprak… kumyum gözlerini ey yârimyâr yumkömür eller tene mühürâh size nasıl anlatsam 'ışk'ıinsan anıdır
Denge artık pusulanınBoşluğa değdiğiYerçekiminin uzayla kesiştiğiVe gözünün damarlanmış akına inatVirane edildiğin demde
Öfkeden, aldanmışlıktan,erken çiçeklenmekten,susuzluktan, yalnızlıktanburnundan alevler fışkırırken korkudan göğüs bağır yangın yerive sen yanıyorsan çırılçıplak...
alevler burnundanve kendinden kaçmak yerine,Göğsüne bağrına bağırta bağırta doluyorsakavruk dinginliğine...
ve hala soluyorsaninsansın demektir.
dengenihan gencer
(18)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
fazla kelime ve fazla fazla hüzün var buralarda pijamalarımız üstümüzde pijamalar.diyorum ki sevgili emniyet kemeri sen bizi tutarken biz sana niye sürekli bi pislikmiş gibi davranıyoruz (komik)bi tane bu tabela denen şeyi üstümüze asalım diyorum anlaşılmakta sorun olabilir tabi ama geçelim bunu.dikkat kırılır insan denen varlıkinsan çabuk kırılır dünyaya suçu yokken dünyanınkuran okudum kuran okuyor musun bakın ölme vaktimiz geliyornerelerde şu benzinlikbulutlardan söz etmek isterim buralarda ama gerek var mı sence?önce bir adet para değil dur para değilönce bir adet kalp alıyoruz sonra biraz taş alıyoruz ve modernize ve dikenli teller ve dur burada para değil.biraz saz biraz çay biraz güzel insanmesela senmesela oama ben değil! mesela biraz şarjher şey yolunda mı hocalar?gidiyoruz tamam sakin olun toparlanıp gidiyoruz kendimizi temizleyip gelicez karanlık yollardan yürüyüpbi saniye burası yanlış kış.bir saniye şehir ışıkları bi saniye ağrıyor bacakların bir saniye birazcık hüzün buralara ve sesi kıs bir saniye kış biraz buralarda hala ve bi saniye hanimiş o güzel güzel avladıklarımız?geyik görmemiz lazım bi saniye dur her şey karıştı lütfen olmaz lütfen kır benicidden şehir ışıkları gözlerinden daha mı parlakyani neymişharbiden neymişşöyle imiş ki kardeşim ay diye bir şey varmış dünyadan biraz uzakta imiş bir saniye dur özür dilerim allah'ım.
ayı kestik ekmek bıçağı ile ve peynirden değilmiş çukurova çok hızlı dur bir saniyesizden korkuyoruminşallahgidelim.bi saniye gitmeyelim gözlerimizi silelim nerede o temiz sular?siz de mi öleceksiniz?bi saniye orada bir yerde paylaşılması gereken bir acı varallah affetsin hepimizibi saniye dur şuradan biraz kendime arkadaşhani o karanlık geceler?bi saniye yüzümüzü tırmalaması gereken insanlar var hala duruyorumbir saniye her şey birbirine girdi geneher şey birbirine girdiğinde ve her şey daha da hüzün dolduğunda .(atlama burayı)kalbimizi biraz hüzün dolduğunda hatırlarız biz dünyaya gelişi ve zamana karşı bir şiddet dolar içimiz ve biraz euro ve biraz ingilizceçikolata taşıyan tankerler de var çocukların bakıp güldüğübir saniye biraz abiler varbir saniye biraz sizharbiden sizyani nasıl
dantelli dubalar
uğur demirkıran
(19)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
yani şöyleyani bentamam özür dilerim tekrar ve bir dahave fatiha yanında secde etmenin rahatlığıve kim var şu otobüstesen de mi kafanı çarptın koltuklara haberi yokken kimseninve öyle bir kucaklarım ki güneşi içim ısınır sonrave ve ve ve ve babacım bu duvardaki ayetler gerçekten bize gelmişşöyle ki çok enteresan olabilir ama doğru da demiyorum insanlık babacım seni bilmiyor hatta kendimize toplumda yer bulmaya çalışırken güzel kızların yüzüne gülüp diğerlerine kardeşim diye hitap ederken pek de rahat değil içimiz ve ben şahidim ki babacım insanlar çok bencil bir hayat sürüyorlar ve allah var. ve allah'a emanet ol dediğimizde sevdiklerimize güvenli alana geçiş yapmış gibi oluyorum sanki ve kaçan uykularımızı yakalamaya çalışırken babacım binlerce insan secdeye giderken oralarda belki de biz yeterince pişman olmamış olanlarızdır babacım. ve hocalarımız (cepleri çakıl taşıyla dolanlardan ve etten bir kalbe sahip olanlar) yaşıyorlar oralarda bir yerlerde oralar nerelerde? oralar buralarda.
babacım biraz para değil biraz umut babacım.bu tankerler insanları çiğniyor ve birazcık taşları bizde bakıp kahkaha atıyoruz babacım bizi öldürenler oradakiler yani ne kadar mutlular acaba babacım insanlık pardon insanlık tarihi hatta sümerler ve ilk istatistik bilgiler ve babacım siyasetçilerin sokağa diktiği bayraklar ve israf olan onca kâğıt bez ve nicesi ve oy için dağıtılan sabah çorbaları ve bir kaç ses bombası ve kapıdaki adam. unuttum. anlamak için önce düşünmek gerekiyor sanırım anlatmak için de. bazen insan kaybetmeden yaşadığını fark edemiyor babacım ve diyorum ki bazen iyi ki hatalarım var ve evet onlar kazanmış olabilirler babacım fakat biz bir şey kaybetmedik amanın her şey birbirine giriyor gene ve babacım devlet kimliklerimizi alıp bize gönül rahatlığı nedir onu öğretsin artık hatta haddimdir hakkımdır diyorum ki devlet sigorta denen şeyi kaldırsın bizim gönül işlerimize baksın akşam dışarı çıkıp çay içelim mi falan desin ve babacım üzgünüm fakat yani biraz ayıp kucak ama ben onları görmedim ve onlar da beni durdurmadı hepimiz mutluyduk ve unutmadan babacım hepimiz birilerini linç ediyoruz sokakta ve bizi de linç edecek birilerini daima buluyoruz sakalların ne zamandan beri karanfil kokuyor? ve babacım güneş kimleri yakıyor öğle saatlerinde? buraya çalışmak lazım burada de da do çalışmak lazım. kapıları yeşile boyarken ve bir kaç insana naber hoca derken ve derneklerde bize uzatılan ayrana şöyle bir bakıp bi anda kafaya dikerken ve en güzel olmayı dilerken yani sokakta yürürken ve inşa edilmiş onca matbaa onlar falanlar filanlar. çok karıştı ortalık. ve hâlâ bu kadar harfin yan yana gelişinde bir anlam yok. ve babacım mescitler hala 2. saftan ötesine gidemezken bunun utancı belki de yeter ölene kadar. kredi kartı kullananlar el ele tutuşunca dünyayı kaç defa sararlar dememi beklemesin benden kimse. ve aşık olunca söylememizi de istemesinler. ve içimizde el bombaları patlarken belki de sinirden de olabilir bu olanlar çok fazla düşünmeye itiyoruz kendimizi saçma ama şöyle ki çok düşünmeye çalışınca düşünemiyoruz da bir zaman sonra ve diyoruz ki “lanet olsun” ve sonra kendimizi tutamayıp evcilleştirilmeye çalışılan yılkı atlar gibi koşa koşa kendimizi duvardan duvara vuruyoruz kaçmaya çalışırken. bazen kaçarken yani giderken buralardan yaşamak sıkıcı olmuyor yaşamak üzücü oluyor. ve bize faydalı olacak diye düşünürken hiç bir işe yaramayan şeylerle avunuyoruz pek de garip hmmmm. ve imrenirken birilerine. hayat pek basit olan bir şey arkadaşlar seviyorsun sonra bu kadar. ve anneler çoğu kız kahramanı şair abileri büyütürken ve ayrıldıktan sonra yüzünü unutan insanlarla tanışırken biz ve evet yanlış değil kabul edin ki çıkar sağlayamayanlar keserler muhabbeti ve hamd olsun.karşı şeritten gelen otobüsün beni ne zaman ezmediğini hayal edeceğim bilmiyorum.
(20)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Jose Ortega y Gasset, Sevgi Üstüne (Estudios sobre el amor),Çev.Yuldanur Salman, Yky yy. Nisan 2014, 8. Baskı
NOT: Yazıda, talik ile yazdığım ve yay paranteze aldığım ifadeler bana aittir. Bu ifadelerim yine yazarın kastettiği ya da benim anlattıklarından anladığım şeylerdir. Bunları ayrıca yanlarına ismimin ve soy ismimin baş harflerini yazarak belirttim. Yay parantezin içinde tırnağa alınmış ifadeler diğer tüm ifadeler gibi yazarın kendisinindir.
Aşık olmak başlangıçta, dikkatin 'anormal' bir biçimde bir başkasına takılmasıdır. Dikkati, büyülenme takip eder onu da teslim olma… Sevmek yüzdeki çizgileri, bir yanağın rengini görüp heyecanlanmaktan daha ciddi ve daha önemli bir şeydir. Simgesel olarak yüzün, sesin ve el kol hareketlerinin ayrıntısıyla temsil edilen bir insan üzerinde verilen bir karardır. [bedeni ruhtan ayırmak ve soyutlamak çok zordur (ya da gözler yalan söylemez E.K.)]
Dikkat-Büyülenme -Teslim olmaAşık olanların hepsi aynı biçimde aşık olsalar da aynı nedenle aşık olmazlar. Çünkü herkesin mizacı farklıdır. Bana dikkatinin neye çekildiğini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim… Bir benimseme ve yadsıma düzeneği olan kalp (çevirmen yürek diyor E.K) kişiliğimizin temelidir. Bir durumu tamamen tanımadan belli bir yönde belirli değerlere çekildiğimizi görürüz. Dikkat, duyarlılığı gerektirir o ise yapı ile ilgilidir. Hayret etmek hatta 'en açık görünen şeye şaşmak düşünürü düşünür yapan yetidir.' Duyarlılık, sezgisel algılarımızla başkasını tanımamız demektir. Zeka, kendisini en çok bilim ve sanatta değil, burada, yaşam sezgisinde gösterir.
Karar veren karakterimizdir. Yüreğimizin (kalbimizin) çizgileri... Bu 'gizli kaynak', akıl(us) ve özgürlük zarı ile çevrilmiştir ancak kendisi ne özgürdür ne de ussal. İçimizdeki gizli kaynak, içsel (deruni) kişiliğimizin temel çizgileri, dış koşulların meydana çıkmasından önce belirlenmiştir (Bkz. Buhari,Kader,2;Tevhid,54 E.K. ). Bu kişilerin değişmediği anlamına gelmez. Kişilik değişir ama bu değişim derinlerde yatan içsel nedenlerden doğar (kalpteki çizgiler, bunları tam olarak göremeyiz 'göz bebeğinin kendisini görememesi' gibi) ve onların yol göstericiliğinde gerçekleşir.
Sevgi ilişkileri varlığın saklanmış sırlarını ele verebilir çünkü bir insan nasılsa sevgisi de öyledir. Yeğlediğimiz insan tipi yüreğimizin çizgilerini taşıyan kişidir (ya da her şey kendi cinsine meyleder E.K.). Kendini beğenmiş birisi kendini beğenmiş birisini sevecektir (tersi de öyle E.K.). Sözler ve işler dışardan bir etkiyle olmuş olabilirler. Bu yüzden kişiliği göstermezler. Bu kişiliğe, öz bene açılan bir kapı en önemli kapı /'çatlak' da sevgidir. Yani kişi sevdiği zaman belli olur.
Sevgi sevilen şeye doğru bir çekilmedir (cezb E.K.). …Kendimizi ruhi bir devinim içinde bir nesneye doğru yönelmiş ve hiç durmadan iç benliğimizden başka birine doğru akar bulmamız, sevginin ve nefretin temel özelliğidir. Nefretin nedeni olumsuzdur. Yine nesneye gidilir ama ona karşı gidilir. Sevgide ise nesneye (sevginin yöneldiği kişiye/ sevgiliye E.K.) ondan yana olarak gidilir.
aşkın gözü kör değildir!emrah karakuş
(21)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Sevdiğimiz nerede olursa olsun hep onunlayızdır (Aşinayı mürgi dil zülfü perişanındadır/ Kande olsam ey peri gönlüm senin yanındadır' ya da 'Uzak da olsan, ben yanındayım sen yanımdasın' E.K.). Onun yanında olmak (seninle aynı şeyleri/muradı paylaşıyorum senin rızan rızam senin öfken öfkem demektir.E.K.) Bu yakınlaşma isteği aşkın öncü gücüdür.
Sevgi, kör falan değildir, insanın normal etkinliklerinden birinin temel bir yanılgı üzerine oturması olanaksızdır. Normal sevgilerin tümü anlamlıdır, sağlam bir nedene dayanır, logos'a benzer…
Sevgi arzu değildir, içgüdü değildir, tutku değildir [Gasset, Genç Werther gibi intihar eden veya benzeri tepkiler verenleri zayıf kişiler olarak görüyor ve zayıf k iş i ler in gerçek aşık olamayacağını söylüyor E.K. Ona göre 'duygularımız ruhsallıkla ne denli dolu olurlarsa şiddetlerini ve mekanik güçlerini o denli yitirirler.' (Huşu E.K.) ] ve şefkat de değildir çünkü bunlarda büyülenme (coşkuyu gerektirir tıpkı dikkat etmenin yapıyı/mizacı gerektirmesi gibi E.K.) ve teslim olma yoktur. Saplantı(tutku) bir hastalıktır ve kişi saplantısından kurtulmak ister. Oysa aşık olan herkes isteyerek aşık olur. Bu aşık olmayı saplantıdan ayıran farktır. İstemeyen birine hipnoz yapılamaz. (Yazar aşık olma ile hipnoz olma arasında ilişki kurar. Kişinin dikkatinin yoğunlaşmasıyla başlar her iki süreç de. Ve her ikisinde de kadınlar erkeklere göre daha içtenliklidir çünkü tek merkezli bir zihni vardır kadının erkeğin ise çok merkezli bir zihni. Erkek sevgide çoğulcudur diyor. Tarihte çok eşliliğin genellikle erkeklerin bir tutumu olduğu açıktır. Kadın ve erkek beynini kıyaslayan kısa da olsa yaralı bir makale için bkz: Erkek Beyni Kadın Beyni, Bahri Karaçay, Bilim Teknik, Şubat 2013 E.K) Arzular sevgiden doğar ama sevginin kendisi arzu değildir. Arzu, arzu duyulan şeyden doyum sağlar sevgi ise kendisini, sevgili yararına ortaya koyar. Bir şeyi arzu etmek ona sahip olmak için ilerlemek demektir. Bu yüzden arzu doyurulunca söner, sevgi ise sonsuza dek doyumsuz kalır: bir insanın özünden (belki de özlemek bu 'öz'den geliyor?E.K.) kaynayıp taşan sevgi …asla ölmeyecektir… Sevgide ise nesnenin bana gelmesi yerine ben nesneye giderim ve onun parçası olurum. Sevgi bir emilimdir. Sevgili, seveni emer. Arzuda ise arzuyu duyan arzuladığı nesneyi emer. (Arzu edilgen, sevgi etkendir.) Mesela cinsel
arzuyu insan, doyumu sağlayacak kişiyi ya da durumu görmeden önce duyar. Bu yüzden herhangi biri ile bu arzusunu doyurabilir. Böyle bir durumda nesne kişiyi değil kişi nesneyi çekmiş olur. Nesne edilgendir arzuda. Erkek ve kadının birbirlerine duydukları 'gerçek sevinin' hiçbir cinsel yanının olmadığını söylemek bir saçmalıksa sevgiyi cinselliğe eşitlemek de aynı şekilde bir saçmalıktır. Çünkü sevgide nesne sevgili etkendir edilgen değil. Sevgi (sevgiyi ilahi bir olay olarak görüyor ) bazı güçlü koşulların hem nesnede hem de öznede var olmasıyla ortaya çıkar. İç güdü salt iç güdü olduğu müddetçe asla seçim yapamaz.
Yaşam sadece uyum değildir daha da fazlasıyla uyumsuzlukların uyumudur. Kadın ve erkeğin uyumu gibi… Kadın için yaşamak teslim olmak demektir. Erkek içinse yaşamak sahip olmak demektir. Bu yazgı bir uyumu oluşturur. Uyumsuz olanlar erkekleşmiş kadınlar (Salome mesela ) ve kadınlaşmış erkeklerdir. Kadın, avının üzerine atlayan avcı değil avcısının üzerine atlayan avdır.
Gasset, dini metinlerden elbette haberdar olmakla beraber bu eserinde şöyle bir yanılgıya düşüyor, diyor ki, 'erkeği başka cinsel çekimlere karşı belli bir kadına aşkla bağlanması dışında bağışık kılacak bir şey yoktur.' Oysa Yusuf Süresinde görülüyor ki (Hıristiyan VE Yahudi kaynaklar da Yusuf aleyhisselam'ın zinadan kaçındığını belirtir) Gasset'in, sevgiden de daha içsel bir tema olarak gördüğü 'metafizik duygu' 'ya da evren konusunda edindiğimiz temel, son ve önemli izlenim' (Allah'a iman E.K. ) kişiyi o türden cezbelere daha da bağışık kılıyor.
Diğer bir eseri olan, La rebelion de las masas,1930 (Kütlelerin İsyanı, Çev. Nejat Muallimoğlu, Bedir yy.)'da; ırkçılık, millet, seçkinler (umera ve ulema), halk (avam) devlet, yasa, devrim, aydınlar vb. gibi pek çok konuyu ele almaktadır. Gasset, Avrupa merkezli düşünen biri de olsa bu eserde İslam aleminin ve Türkiye'nin güncel ya da kronik diyelim bazı meselelerine yorulacak tespitleri var. Benim, Filistin ve Kürt meselesine yorduğum bir alıntı ile yetineceğim:
Devlet ne kan birliği, ne dil birliği ne toprak birliği ne de meskenlerin yakınlığıdır. Devlet saf dinamizmdir-beraberce bir şey yapma iradesidir- bu sebeple de devletin hiçbir fiziki sınırı yoktur.
(22)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
cabirî,arap baharı
vearap ahlakî aklı
muhammet çelik
Bu yılın Şubat ayında tercümesi bitip yayımlanan Arap Ahlaki Aklı'nın tanıtımına geçmeden önce, bu kitabın da içinde bulunduğu dörtlü araştırma serisini bir gözden geçirelim:
C a b i r i Tü r k i ye ' d e i l g i y l e ta k i p e d i l e n düşünürlerden biri. Arap Aklının Eleştirisi adlı araştırma serisi dört kitaptan oluşuyor. Arap Aklının Oluşumu, Arap Aklının Yapısı, Arap Siyasal Aklı ve Arap Ahlaki Aklı. Geleneği tümden eleştiriye açan yazar, kafasındaki net düşünceye uygun bir biçimde metinleri dikkatle okuyup tırnak içine alınabilecek iktibaslarla, okuru metnin geleneksel okunuşuna değil dikkatten kaçmış altyapısına ve perde arkasındaki asıl niyetine yönlendirerek, bir nevi metinleri yapı bozumuna tabi tutuyor ve Arap-İslam aklının yeniden inşasına yönelik, yönlendirici yorumlarını haklı çıkaracak şekilde, senaryosunu okuruyla birlikte gün yüzüne çıkarmayı başaran bir üslup izliyor. Bu yolculukta belli bir amaca yönelik seçkilerin yanı sıra, yazarın bol miktarda kullandığı tırnak işaretleri ve kalın harflerle yazılmış (bold) kısımlar aracılığıyla okur
daima belli bir senaryonun içinde tutulmaktadır. Cabiri'de kültürler ve değerler çarpışma halindedir ve bu çarpışmadan doğan krizler günümüzde hala aşılamamıştır. Arap-İslam aklını, geçmişindeki cılız rasyonel köklerinden hareketle ve bugün evrensel aklın vardığı noktayı da kabullenerek yeni/modern bir rasyonel temele oturtma niyetinde olan Cabiri, Batı aklının, aydınlanmanın ve modernizmin eleştirisini yapmaz; önerdiği aklî temelin çıkmazları hakkında tartışmaya girmez. Onun inşacı yönü inkâr edilemez, ancak bu yön onda alttan akan bir ırmak gibidir. İnşacı yönünden ziyade eleştirmen yönü daha somut olduğu için de, C a b i r i d ü ş ü n c e s i n i n , m o d e r n B a t ı aydınlanmacılığına taşıyan ve ona eklemleyen bir etkisi olduğu söylenebilir. Ama bunun yanında onun bir Müslüman olarak Kur'ân dışı geleneği eleştirip Kur'ân'ın saf çağrısına ve özüne yönelme çabası da, görmezden gelinmemelidir. Ancak akla ve Kur'ân'a yaslanan yeni bir rönesansın gerçekleşebilmesi için, donup kalmış Arap Aklı ile günümüz Arap toplumunun arasında bir e p i s t e m o l o j i k k o p u ş g e r ç e k l e ş m e s i gerekmektedir.
Cabiri'ye göre Arap Aklı kavramı, "içi boş bir söz, metafizik bir kavram, övgü veya yergiyi hedefleyen ideolojik bir slogan" değildir. Bununla yazarın kastettiği şey, "şu veya bu derece güçlü bir şekilde Arap insanının eşyaya bakışını, bilgiye ulaşmak, onu üretmek ve yeniden üretmek için eşya ile girdiği ilişki tarzını belirleyen kavramlar ve zihinsel aktiviteler bütünüdür." Başka bir ifadeyle Arap Aklı, "Arap-İslam kültürünün kendi mensuplarına bilgiyi elde etmeleri için sunduğu ve onlara bir bilgi sistemi olarak zorunlu kıldığı prensipler ve kurallar bütünü"dür. İslami ilimlerin tedvin edildiği dönem olan Tedvin Asrı, Cabiri'nin kurduğu düşüncede "kritik dönem" olarak ifade edilmiştir. Çünkü tedvin asrı, hem kendinden önceki dönemde olup bitenlerin hem de kendinden sonraki dönemlerde olup bitenlerin inşa edildiği ve Arap aklını yapılandırdığı bir dönemdir. Cabiri, Arap Aklı derken sadece tedvin asrındaki aklı değil, aynı zamanda o günden bugüne kadar devam etmiş olan ve bugün halen varlığını sürdüren aklı da kastetmektedir; çünkü ona göre bugünkü Arap Aklı, tedvin asrında inşa edildiği şekliyle aynen devam etmekte ve hep aynı şekilde yeniden üretilmektedir. İnceleme sahası tedvin asrıdır ama hedeflediği çağ günümüz ve gelecek günlerdir. Çünkü Cabiri'de Arap aklının eleştirisi, bir yeniden yapılanma projesi olarak inşa edilmektedir. Bu
(23)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
yüzden de o, çalışmaları boyunca, Arap-İslam kültürünün yapısında değişmeden kalan unsurların fark edilmesini sağlamaktadır.
Bu kitaplarda Cabiri'nin neden "İslam aklı" yerine "Arap Aklı" ifadesini kullandığı sorula gelmiştir. Emin olun ki eğer "İslam aklı" ifadesini kullansaydı, İslam aklını eleştirdiği için daha ağır bir sorguya çekilecekti. Ancak yazar, bu iki ifade arasında hiçbir fark görmez. Ona göre kendi memleketinde Arap'la Müslüman arasında hiçbir fark yoktur. Bu anlamda Türkiye'deki Türk-İslam özdeşliğini savunan milliyetçiliğin bir benzerini Arap mil l iyetçi l iği şekl inde Cabiri 'de görmek mümkündür. Ayrıca yazar Arapça dışında yazılmış eserleri incelemediği için ve kastettiği aklın salt dinsel bir akıl olmadığının gereğini de yerine getirebilmek için bu kavramı kullanmış olmasının daha doğru olduğunu ifade eder. Ancak İslam tarihi boyunca bütün Müslüman halklar eserlerini Arapça yazmaya gayret etmiş, kendileri Arap olmasa da eserleri Arapça olmuştur; olsun, yine de bu durum Araplık için bir artı değer olacak ve sonucu değiştirmeyecektir. Bu tartışmayı çok büyütmeye niyetli olmadığı anlaşılan Cabiri, serinin ikinci kitabının Türkçe tercümesinde "Arap-İslam" ifadesinin kullanılmasına izin vermiştir. Milliyetçiliğini Cabiri kendi de itiraf eder. Ancak onun milliyetçi yanını ayrı, İslami ilimler alanında yaptığı nitelikli araştırmalarını ayrı düşünmekte fayda var.
Serinin birinci kitabının sonunda İslami ilimlere yeni bir tasnifle yaklaşılmasını öneren Cabiri, bu ilimleri Beyan, İrfan ve Burhan ilimleri şeklinde kategorize eder. İkinci kitap bu tasniften hareketle Beyan, İrfan ve Burhan olmak üzere üç kısma ayrılır. Bunlar aynı zamanda Arap-İslam kültüründeki üç bilgi sistemidir. Gaibin şahide kıyas edilmesine dayalı bilgi sistemi olan beyan kapsamındaki ilimler nahiv, fıkıh, kelam, belagat ve benzeri ilimlerdir. "Keşfe" ve buna benzer sezgisel kaynaklara dayalı bilgi sistemlerinin görüldüğü tasavvuf, Şii düşüncesi, İsmailiyye felsefesi, Kur'ân'ın batıni tefsiri, İşrâki felsefe, kimya, tababet, astroloji, büyü, tılsım ve benzeri ilimler İrfani ilimler kapsamında olup aklı devre dışı bırakmaktadır. Böylece Cabiri'nin "atıl akıl" dediği ve Arap aklının artık kurtulması gerektiğine inandığı bir tür akıl ortaya çıkmaktadır. Bu alan aklî irrasyonel alanıdır. Aklî rasyonalizmin alanı olan Burhan ilimleri ise mantık, matematik, fizik, metafizik gibi ilimlerden oluşur. "Burhan", İslam
dini ile Aristo mantığı özelindeki saf aklın ilişkisinden teşekkül eder. Burada tarihsel süreci değerlendirerek Avrupa ile İslam dünyasının tarihlerini aklın ve bilimin karşısında tahlil eden yazar, modern Avrupa rönesansını Arap rönesansının doğrudan bir uzantısı olarak görür, sonra da "bir araç ve içerik olarak düşüncenin gelişimi dün olduğu gibi bugün de bilimin gelişmesine bağlıdır" der. Tarihsel süreçte Beyanî ilimlerin özgün Arap-İslam kültürüne olan katkısı ancak Aristocu evrensel akılcı felsefe damarının Arap kültürüne gelmesiyle kemale ermiş, böylece akıl layık olduğu yere konmuştur. Doğu Arap kültürüne karşı Mağrip-Endülüs eksenindeki Batı Arap kültürünü öne çıkarıp, İbn Hazm, İbn Bacce ve İbn Rüşd isimlerini gündeme getiren yazar, bu isimlerin özgür ve akılcı düşüncelerinden h a r e ke t l e ç a ğ d a ş A r a p r ö n e s a n s ı n ı n oluşturulabileceğini ima etmektedir.
"Beyanî dünya görüşü; Kur'ân'ın Allah, tabiat ve insan ilişkileri hususunda sunduğu tasavvur biçimine dayanır," nass, icma ve içtihadı temel kaynak otoriteler olarak kabul eder. Beyan ilimlerinin Arap İslam kültüründeki bu özgünlüğü ve yetkinliği, hatta Arap Dili ilimlerinin başlı başına bir "mucize" olarak ortaya çıkması, belli bir noktada gelip tıkanmalarını engelleyemedi. Cabiri'ye göre "Beyan ilimlerinin tümünün üzerinde kurulduğu esaslar kendi potansiyelini ve birikimini tümüyle tüketmişti. Artık Beyan ilimlerinin araştırıcıya kendisinden, yani kendi iç mantığından başka sunabileceği bir şey kalmamıştı." Burada dil-düşünce birlikteliğinin lafızcılık lehine bozulması bir yana, ayrıca "geçmişin/selefin otoritesi" de Beyan ilimlerinin bir başka çıkmazı olarak belirecekti. Yazara göre Kur'ân sadece akıl yürütmeye çağırır, yoksa belli bir akıl yürütme tarzı ortaya koymaz. Bu noktada beyan sahasının bilginlerinin düştüğü hata, Kur'ân'ın bir şeylere dikkat çekmek için kullandığı araç ve yöntemleri akıl yürütme yöntemi olarak almalarıydı. Ancak bunu yaparken de Kur'ân nassını yegane otorite olarak almamışlar, Kur'ân dilinin Arapça oluşundan hareketle saf Arap dili olan "bedevî" dilinin dünyasını yöntem ve araçlarında hakem tayin etmişlerdir. Ardından şu soruyu soruyor yazar: "Kur'ân, içeriği bu dilin beraberinde taşıdığı bedevi dünyasının tutsağı olsun diye mi Arapların diliyle indirilmiştir", yoksa "onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için mi?"
İrfan ise iradeyi akla alternatif yapmaya dayanan
(24)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
ve geçmişte Helenistik döneme hâkim olan bir bilgi sistemidir. Yazar "irfan" derken İslami dönemdeki şu üç yönelimi kastettiğini söylüyor: Birincisi irfani tavrı bir gayret ve çile olarak benimseyen, özellikle hâl ve şatah ehli mutasavvıflar, ikincisi Farabi'nin mutluluk felsefesinde veya İbn Sina'nın İşrâkî felsefesinde açığa çıkan aklî tasavvuf, üçüncüsü mitolojik üslubun hâkim olduğu İsmailî filozoflar ve batıni mutasavvıflardır. Burada "te'vil" kapısı açılmakta ve dini metinler yorumun sonsuz alanına girmektedir. İrfani "hakikat" gerek te'vil gerekse şatah seviyesinde genel ve evrensel bir hakikat değil, kişilere bağlı, doğruluğunu o kişinin karar ve seçiminden alan ferdî ve subjektif bir hakikattir. Farklı bir ayrım da şudur: İrfan'ın imam'a tahsisi, İmamiyye-İsmaili Şii irfaniliğini, Sufi irfandan ayırt eder. Çünkü sufiler, irfanın verasetle değil, mücahede ve riyazetlerle elde edildiğini ileri sürerler. Sonuçta Cabiri, Allah'la bir çeşit birliği/bütünleşmeyi hedefleyen irfan'ın, aklı ortadan kaldırdığı sonucuna varır. Oysa aklın da kendini savunma hakkı vardır ve bunu rasyonel yöntemlerle yapacaktır. Bu noktada Burhan devreye girer.
Tamamen değilse bile temelde Aristo'yu kaynak olarak kabul eden Burhani bilgi sistemi, duyular, deney ve aklî muhakeme gibi insan aklının tabii bilgi kaynaklarına dayanarak, kâinatın bütününün ve parçalarının bilgisini elde etmeye çalışır. Aristocu Burhanî akıl da yazara göre bir yandan Gazâlî ile birlikte "analiz" ve "ispat" görevini yapamaz hale gelmiş, aklî ve ilmi karakterini kaybetmeye başlamış, diğer yandan İbn Sina ile birlikte hem kelamcıların problematiğine dâhil edilmiş ve hem de Hermetik irfanın yani "atıl aklın" ürünlerini benimser hale gelerek felsefî tasavvufu oluşturmuştur. İbn Sina şu dört akımı birleştirerek uzlaştırmak istemiştir: Kelam ilmi, tasavvuf, Aristoteles felsefesi, Hermetik İsmailî felsefe. Hermetizm, aslında yükselen Yunan akılcılığına irrasyonel bir tepki idi ve Yunan felsefesinin çöküşüne neden olmuştu, işte aynı şekilde Cabiri'ye göre İbn Sinacılık da bu tepkiyi İslam kültürü içinde göstermiş ve Aristocu burhani düşünceyi İslam öncesine döndürerek hermetik bir karaktere büründürmüş ve daha sonrasında irfani ve işraki akımlar olan İbn Arabi irfaniliği ve Sühreverdi işrakiliğine yol açmıştır. İşte tam bu noktada bir yeniden yapılandırma projesinden bahseder Cabiri.
Bu projeden önce söylenmesi gereken şudur ki;
yazar her üç sistemi kendi içinde tahlil eder, bu sistemlerin soy kütüklerini çıkarır ve her bir sistemin çıkmaza ya da kendi ifadesiyle krize girdiği dönemleri tespit eder. Tedvin asrının sona ermesiyle, Haris el-Muhasibi ile Beyan ve İrfan, Kindî ile Beyan ve Burhan, İhvan-ı Safa ve İsmailî filozoflar ile de Burhan ve İrfan arasında bir tedâhül dönemi başlar. Daha sonra Gazali ile birlikte her üç sistem arasında bir tedâhül süreci başlamış ve "burhan, bu tedâhülün kurbanı olmuştur." Gazali'nin devri başlangıç noktasını İbn Sina'da bulduğu gibi, İbn Rüşd'ün devri de başlangıç noktasını İbn Hazm'da bulmaktadır. Cabiri şunu da ekliyor: "mesele ister beyan, ister irfan, isterse burhan gibi epistemolojik alanlarla i lg i l i o lsun, Arap Akl ı tedvin devr inin başlangıcından Gazali'ye kadar üretken bir akıldır." Dolayısıyla Gazali'nin derlemeci yönelimiyle birlikte Arap Aklının konumu bütünüyle değişmiştir. Böylece üretim dönemi sona ermiş, aktarım ve lafızcılık dönemi başlamıştır. Artık müteahhirîn ulema ile birlikte aklın etkinliği tefekkür ve istidlal değil ezberlemek ve tekrarlamaktan ibaret hale gelmiştir. Şimdi söz konusu projeye geçebiliriz: Cabiri'nin bahsettiği yeniden yapılandırma projesinde birinci durak İbn Hazm'dır. Çünkü "İbn Hazm'ın Zahirilliğine salt epistemolojik açıdan baktığımızda onun, felsefi boyutları olan, beyanın yeniden yapılanmasını hedefleyen ve irfanı tamamen dışlayarak, beyanın burhanla ilişkilerini düzenleyen fikri bir proje" olduğu görülecektir. Daha sonra İbn Hazm'ın yanına İbn Rüşd, Şâtıbî ve İbn Haldun da eklenerek bu projenin Endülüs ve Mağrip eksenli, yani Batı Arap-İslam kültürünün eksenindeki bir proje olduğunu belirtir ve yazar burada "yeni bir tedvin asrı" hakkında konuşabileceğimiz meselelerin nereden hareket etmesi gerektiğini açıkça ifade etmiş olur. Tabi burada Batı Arap-İslam geleneğinin ille de bir coğrafyayla ilişkili olarak düşünülmesi gerekmediğini aksine bir düşünme biçimi olarak diğerinden temyiz edilebileceğini hemen belirtelim. Cabiri'nin yeniden yapılandırma düşüncesi veya beklenen yeni bir Arap rönesansı şu sorularla başlar: "Aklımızı lafzın ve aslın otoritesinden, selefin, kıyasın ve tecvizin sultasından nasıl kurtarırız? Arap aklını bağımsız, kendi otoritelerini seçen ve onları da aldığı konuya hâkim olmada kullanır hale nasıl getirebiliriz?"
Yaşadığımız çağın krizlerine ve çıkmazlarına hemen kaçamak cevaplar vermekten ve çözüm teorileri sunmaktan kaçınan Cabiri, bu meselenin
(25)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
pratik bir mesele olduğunu ve "yenileşme ve modernleşmenin" uygulamalar şeklinde tedricen meydana gelebileceğini söyler. Ancak şunu da ekler: "hiçbir yenileşme ve modernleşme sıfırdan başlamaz", aksine tarihteki kaynağı üzerine inşa edilir. İşte bu yüzden Cabiri Endülüs'te yaşanmış Arap İslam tecrübesini yeniden gündeme getiriyor ve İbn Rüşd, İbn Hazm, Şâtıbî gibi isimleri ön plana çıkarıyor. Cabiri, asıl meselenin "neyi almalıyız neyi bırakmalıyız" meselesi değil, "nasıl anlamak durumundayız, değişim ve uyanış için nereden başlamalıyız?" meselesi olduğunu belirtiyor.
Hz. Muhammed'in (sav) melik, krallık kurucusu veya iktidara çağıran biri olmadığını ifade eden yazar, ancak bu ifadenin onun bir "devlet kurucusu" olmadığı anlamına gelmediğini de belirtir; hatta Cabiri'ye göre onun daveti, başından beri dini içeriğinin yanı sıra bir tür siyasi tasarı da içermektedir. Bu görüşünü şu önermeyle tekit eder: "Bize göre İslam hem din hem de devlettir." Cabiri, eleştiri serisinin üçüncü kitabı olan Arap Siyasal Aklı'nı şu üç kavramla oluşturuyor: Akide, Kabile, Ganimet. Hz. Peygamber'in (sav) davete başlamasından Medine'de devlet kurmasına ve vefatına kadar olan süreci "davetten devlete: akide", "davetten devlete: kabile", "davetten devlete: ganimet" başlıkları altında inceleyen yazar, Hz. Peygamber'den (sav) sonraki dönemi "riddetten fitneye: kabile", "riddetten fitneye: ganimet" ve "riddetten fitneye: akide" başlıklarıyla inceliyor. Emevi devletiyle birlikte değişen durumu, kabilenin akideye karşı zafer kazanması şeklinde değerlendiriyor. Emeviliği bir saltanat devleti olarak, bazı aşırı Şii hareketlerini de İmamet mitolojisinin siyasallaşması olarak gören Cabiri, Mutezilenin siyasi görüşleri etrafındaki akılcı çıkışı "aydınlanma hareketi" olarak adlandırıyor. Cabiri Emevilerin sonu ile Abbasilerin başında Sultan İdeolojisinin Farslardan alındığını belirttikten sonra aynı paragrafta günümüzdeki duruma da değinerek "Şimdiki çağda ise biz Araplar, bizdeki sınıfların beklentilerini anlatmak üzere, modern ve çağdaş Avrupa'daki sosyal sınıfların ideolojisini (liberalizm, sosyalizm, Marksizm) taşıyoruz" demiş ve hem geçmişin hem günümüzün kaçınılmaz olanla ideal olanı arasındaki uyuşmazlığı ve problemleri irdelemiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, yazarın yeniden inşa düşüncesi, aynı zamanda kültür emperyalizmine karşı özgün bir yapılanmayı da içeriyor. Daha sonra, Arap-İslam tarihindeki temel siyasal bozulmalardan birinin "yürürlükteki
duruma" razı olup, baştakine kayıtsız itaat etme düşüncesinin varlığı olduğunu belirten Cabiri, bir sonraki kitabı olan Arap Ahlaki Aklı'nda bu konuya ağırlık vermiştir.
Arap Siyasal Aklı'ndaki tarih ve literatür tahlili, Cabiri'nin yeniden yapılanma fikriyle birleştiğinde bu durum, istibdada karşılık demokrasinin açık bir şekilde savunulması şeklinde tezahür eder. Modern demokrasi biçimlerini, "bütün insanlığın mirası" şeklinde ifadelendiren yazar, bunu "onların işleri aralarında şûrâ iledir" ayetiyle de ilişkilendirerek İslamileştiriyor. Daha önceki iki kitabında olduğu gibi bu kitabında da Arap-İslam düşüncesinin bugünkü sorunlarını geçmişteki sorunların çözümsüzlüğünde arayan ve her ikisi arasındaki irtibatı kuran Cabiri, siyasal akıl konusunda şunları söylüyor: "Böylelikle kabilecilik, grupçuluk ve dini-akidevi aşırılık geri gelip, Arap dünyasına önceden kimsenin beklemediği biçimde başat oldu. Bastırılmış şey geri geldi, böylece şimdimizi geçmişe döndürdü. (..) "Kabile" siyasetin yönlendiricisi, "rant" iktisadımızın özü oldu. "Akide" ise ya meşrulaştırıcı rantçı, ya da Havaricî oldu." Çözüm ise toplumdaki "kabile" unsurunu kabiledışılığa dönüştürmek, partilerle, sendikalarla, bağımsız dernekler ve anayasa kuruluşlarıyla yeni bir toplumsal örgütlenme oluşturmak; "ganimet"i vergici ve üretici bir ekonomiye çevirerek rant ekonomisinden kurtulmak ve güçlü bir ekonomi için Arap ortak pazarı"nı kurmak; "Akide"yi salt düşünceye çevirmek, mezhepçi karşıtlıklar yerine düşünce özgürlüklerinin geliştirilmesine fırsat tanımak ve hepsinin ötesinde Arap dünyasının birliğinden söz etmek...
Arka planından bahsettiğimize göre şimdi yeni çıkan kitabın tanıtımına geçebiliriz:
Arap Ahlaki Aklı kitabı aslında Arap Siyasal Aklı kitabının bir devamı gibidir. Yunan'dan beri gelen ilimler sınıflandırmasında siyasetle ahlak aynı kategorinin alt dalları olup pratik ilimler başlığı altına girer. Diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da yazar kitabın konusunu yani ahlakı entelektüel literatür üzerinden değerlendiriyor ve tedvin asrını kritik dönem olarak tespit ediyor. Ancak yazar burada ne bir önceki kitapta olduğu gibi "akide-kabile-ganimet" sınıflandırmasını, ne de "beyan-irfan-burhan" tasnifini merkeze alıyor; bunlar dikkate alınmakla birlikte bu kitapta asıl öne çıkarılan kavram "değerler düzeni" kavramıdır
(26)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
ve değerler düzeni de Arap Aklını oluşturan kültürel miraslara göre farklılık arz edeceği için, bu kitapta Arap Ahlaki Aklının yapısı kaynaklarına göre ayrıştırılır. Yazar Arap-İslam medeniyetinin ahlak alanına yönelik tarih ve literatür çalışmalarının yok denecek kadar az ve yetersiz oluşundan yakınarak başlıyor kitaba. Sonra Arap-İslam aklının yapısını ve içeriğini oluşturan malzemeyi geldikleri kaynaklara göre tasnif ederek birbirinden ayırıyor ve bir tür arkeolojik kazı yöntemiyle hepsinin izini sürerek ayrı ayrı ilk kaynaklarına ulaşmaya ve onların soy kütüklerini çıkarmaya çalışıyor. Buna göre Farisi mirastan, Yunan mirasından, Sûfî mirastan, Saf Arap mirasından ve Saf İslam mirasından gelen akımlar, bazen birbiriyle çatışarak, bazen uzlaşarak veya sentezlenerek ve bazen de birbirleriyle karışarak ya da birbirlerine galip gelerek büyük ana akımı oluşturmuş ve bugün hala etkisini devam ettiren belli bir ahlakî aklı meydana getirmiştir, yani Arap Ahlaki Aklı'nı.
Her mirasın kendi içinde bir değerler düzeni vardır ve değerler düzeninin merkezinde bir tane merkezî değer bulunmaktadır; diğer değerler bu merkezî değerin etrafında sıralanırlar. Buna göre Farisî mirasın merkezî değeri "itaat", Yunan mirasının merkezî değeri "mutluluk", Sûfî mirastaki merkezî değer "fenâ", saf Arap mirasındaki merkezî değer "mürüvvet", saf İslam mirası veya Kur'ân ahlakındaki merkezî değer ise "salih amel"dir. Aslında bu kitabın vurgu yaptığı en önemli mesele, halkın sultana itaati öğretisine dayanan "itaat ahlakı"nın kaynağını ve Arap aklındaki hâkim ve baskın gerçekliğini tespit edip, içinde barındırdığı tehlikelere dikkat çekerek günümüzde halen devam eden gücünü sorgulamaktır. İşte halkın devlete ve sultana sorgusuz sualsiz bir şekilde itaat etmesi esasına dayalı bu ahlakın sarsılması ve yıkılmasına yönelik bir çağrıdır aslında bu kitap. Tam da Arap baharının arifesinde yazılan bu kitap, yöneldiği hedef bakımından tek olmasa bile, bilimsel içeriği ve kaynaksal sağlamlığı bakımından tek sayılabilir.
Emeviler son dönemlerine kadar "cebr ideolojisi"ni benimsemişlerdi, bunu kelami tartışmalarda görebiliyoruz, ancak itaat söylemi bambaşka bir şeydir. Onlar halkı kılıç zoruyla kendilerine itaat ettirdikleri için, itaatin toplumsal ve dini bir görev olduğunu savunmadılar. Bir değer olarak itaat, Emevilerin iç ayaklanmalarla sarsılmaya/yıkılmaya başladığı son dönemlerinde
devletin ayakta kalabilmesi için ve bu ihtiyaca binaen Farisi mirastan ödünç alınmış, saray kâtiplerinin tercüme ve telifleriyle, ayrıca bu kâtipler tarafından yazılarak halka açık alanlarda sultan adına okunan mektup ve hutbelerle temellendirilmiş, Halife/Sultan olarak yetiştirilen saltanat çocuklarına Kur'ân'ın yanında bir ders kitabı olarak okutulan Ardeşir Vasiyetnamesi ile nesilden nesile aktarılarak iyice kökleştirilmiş, Abbasi ler döneminde ve daha sonraki dönemlerde hep iktidar tarafından desteklenmiş, bazı İslam âlimlerinin yazdığı ahlak kitapları aracı l ığıyla İs lamileştir i lerek tartışmaya kapatılmış, diğer değerleri etkisi altına alarak üste çıkmış ve böylece günümüze kadar Arap aklının en baskın değerini oluşturmayı başarmış ve Arap-İslam toplumlarının felaketi olmuştur. Bireyin mutluluğu temelinde yükselen Yunan ahlak düşüncesi, mürüvveti esas alan Arap geleneği ve salih amel ile birlikte maslahatı esas alan İslam ahlakı belki de güzel bir bütünlük oluşturarak Arap Ahlakını sağlam temellere oturtacakken, devletlerin ve sultanların desteği ve toplumların b a z ı â l i m l e r v e y a z a r l a r t a r a f ı n d a n düşüncesizleştirilmesi neticesinde, bir yandan Hermetik geleneğe dayanan Sûfî mirasın "fenâ" (yok olma) ahlakıyla her şeyin yok edildiği ve ahlaki değerlerin de fenâ bularak yok olduğu bir ahlak toplumlara süslenerek sunulmuş, müridin şeyhe itaati burada esas alınarak şeyhin saltanat sürmesine imkân verilmiş, diğer yandan Farisi mirasa dayanan itaat ahlakıyla bireyler yok sayılarak "her şey sultan için" anlayışı yaygınlık kazanmıştır. "Araplar ve Müslümanlar henüz uyanıp ayağa kalkamadı, ne İran ne de diğer İslam ülkeleri istenen düzeyde bir diriliş, bir rönesans gerçekleştirebildi. Kanaatimce bunun nedeni, kendi içlerinde babalarını defnedememiş olmalarıdır, babalarını yani Ardeşir'i!" diyen merhum Cabiri (burada oedipus kompleksine atıf var), acaba Arap baharının akıbetini görseydi ve kitabı bugün yeniden yazmaya kalksaydı nasıl yazardı bilmiyoruz ama onun bu kitapta vurgu yaptığı en bariz şeyin itaat ahlakı olması bir yana, günümüzde yeniden yüz yüze geldiğimiz "tekfircilik" ve Haricilik gibi Müslümanların kendi iç krizlerinin tarihteki köklerini de bu kitapta bulmak mümkündür. Kitapta "değerler krizi"nden bahseden kısımda Büyük Fitne'den itibaren başlayan ve vicdanlarda "iman" kavramının bile sorgulanır olmasıyla sonuçlanan krizin izi sürülürken, bu fitne korkusunun halkı despotik yönetimin itaati altına almak isteyen bütün
(27)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
iktidarlar tarafından nasıl kullanıldığını da gösterir. "Ve “ ” gösterilen bu aşırı fitneden sakınmayarağbet, aslında kendisi bir fitne olan zillet ve alçaklık içinde yaşamanın kabullenilmesini haklı göstermiştir!" diyerek otoriteye mutlak itaati mutlak olarak reddeder.
Eserde "ahlak" kavramının Arap-İslam kültürünün bir ürünü olduğu, buna karşılık "edeb" kavramının Farsçadan yapılan tercümeler sonucunda yaygınlaştığını ve bu yüzden "edeb" literatürünün Fars kültüründeki "sultânî âdâb"ın etki alanına girdiği savunulur. Sultânî âdâb, merkezde sultanın yer aldığı bir edepler sistemidir ki, bu sistemdeki bütün edepler sultanın varlığına göre konumlanır; çünkü sultana mutlak itaat bu sistemin esasıdır. Dolayısıyla buradaki "sultan" sadece otorite veya devlet anlamına gelmez, bunları da kapsamakla birlikte ve daha ziyade "tek kişinin varlığı"na bağlı bir sistemin ifadesidir bu. İşte günümüzde hala yürürlükte olan diktatörlük tipi yönetimlerin temelleri bu sistemde bulunmaktadır. Arap-İslam ilimler tarihinde "ahlak"ın bir ilim olarak ele alınışı, ancak Yunan felsefesinin etkisiyle ve diğer ilimlere göre daha sonraki bir dönemde ortaya çıkmış ve "ahlak" kelimesi böylece Arap İslam kültürüyle Yunan felsefesinin karşılaşmasından hareketle bir ilmin adı olmuştur. Edeb ise bir yandan dilin edebi anlamıyla edebiyatın diğer yandan nefsin/ruhun edebi anlamıyla ahlakın adlandırması olarak Fars etkisiyle gelişmiş ve Sultan'a bağlı toplumsal itaat değerinin etrafında şekillenmiştir.
Başlangıçtaki değerler krizi, "iman"ın bile ne olduğunu sorgulamaya varmış ve vicdanlarda derin yaralar açmıştır. "İman" meselesi karısında takınacağınız tavır sizi ya Emevi iktidarının bir destekçisi veya bir Harici konumuna getirebilirdi. Dolayısıyla bu soru şiddet ve terör içerikli bir soru haline gelerek siyasallaşmıştı. Mutezilenin bulmaya çalıştığı çözüm, "ya ondansın ya bundan" şeklinde ifade edilebilecek bu krizi aşmaya yönelikti. Ancak büyüyen ve Kelam ilminin problemleri haline gelen bu meseleler, özgürlük ve sorumluluk gibi konuları da kapsamış olmasına rağmen tarihimizde bir ahlak ilminin oluşmasına yol açamamıştır. Ayrıca Mutezilenin söz konusu çözümü sadece teorik bir çözümdü, oyda ayaklanmalarla sarsılan devlet yıkılmaya yüz tutmuş ve bunu durdurabilmek için pratik/siyasi bir çözüm aramaktaydı. İşte Cabiri'ye göre devleti Fars kültüründen "itaat" ahlakını almaya iten sebep buydu. Alınan bu ahlak, Kisra'ya ait ahlak
veya Kisra'ya ait değerler sisteminden başka bir şey değildi. Tercümeler ve İslamileştirmeler yoluyla Kisracı devlet anlayışı İslam kültüründe yasallaştırıldı.
İtaat ahlakı o denli kök salmıştır ki, Yunan mirasına atfedilen birtakım sahte metinler bile itaat ahlakını savunan bir biçimde yazılmıştır. Bunların sahteliği Yeni-Eflatunculuk dönemine kadar gider. Ancak İslami dönemde eklenen kısımlardır itaat ahlakını savunan metinler. Cabiri'nin öne çıkardığı ve günümüz için de model olabileceğini söylediği metinler ise, ahlak meselesine bilimsel eğilimlerle yaklaşan ve ahlaki bozuklukların giderilmesi için psikolojik yöntemler öneren metinlerdir. Bunun adı "ahlak tıbbı"dır. Sabit b. Sinan, İbnü'l-Heysem, Kindî ve Razî'nin eserleri gibi. Yunan mirasındaki felsefi yönelim ise bir kısmıyla Kisracı değerlere yenik düşerek "Erdemli Şehri" bir Kisra devleti haline getirmeye çalışıyor ki bu Farabi'de somutlaşır. Ve burada "Arap-İslam rüyası ne zaman bu Ardeşir modelinden kurtulup özgürleşecek?" diye sorar yazar. Bir kısmıyla da "bireyin kendini yönetmesi" esasına dayalı İbn Bâcce'nin projesine dönüşür. İbn Rüşd'ün Platon'un eserine yaptığı Muhtasar ile İbn Bacce'nin söz konusu kitabı, Cabiri'nin İslam ahlakının yeniden inşası için önerdiği eserler arasıdnadır. İbn Rüşd'ün kitabı muhtasar olmanın yanında özgün metinler de içerir. İbn Rüşd ve İbn Bacce'nin bu kitapları bizi Ardeşir'in itaat ahlakından ve sûfîlerin pasifleştirici ahlakından kurtaracaktır. Felsefe içinde Âmirî, Miskeveyh ve benzerlerinin derlemeci bir eğilimle yazdıkları ansiklopedik ve iktibas ağırlıklı eserleri ise, itaat ahlakını içinde barındırdığından, hem sistematik değildir ve hem de Cabiri'nin yeniden inşa düşüncesi için olumsuz örneklerdir.
Tasavvuf, Cabiri'nin nezdinde İslam kaynaklı bir oluşum değildir. Ahlak konusunda onun tasavvuf değerlendirmesi "fena" kavramıyla özetlenebilir. Sûfînin nihai amacı olan fenâ yani yok oluş, onun kişilik özelliklerini ve ahlakını da yok ediyor. Sonuçta şatah halinde olduğu gibi bir kuralsızlık ve bir sınırsızlık haline dönüşüyor ahlak, bu da sufilerin başlangıçta benliklerini şeyhe köle olma yolunda kaybetmeleriyle başlayıp sonuçta Allah'la bütünleştikleri esnada tüm benliklerinden ve ahlaktan sıyrılmalarıyla neticeleniyor. Bu sonuçlara ulaşmak için Cabiri'nin yararlandığı kaynaklar tasavvufun birincil kaynaklarından Hücvirî, Kuşeyrî, İbn Arabî, Ebu Talib el-Mekkî ve
(28)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
benzerleridir. Fena ahlakını, tedbirin terki, yani geleceğe yönelik planlama yapmanın terki ve "amelsizlik ahlakı" olarak niteleyen Cabiri, "aslında fenâ ahlakı sadece ahlakın fenâsına değil aynı zamanda milletlerin de fenâsına yol açıyor; modern asırda ortaya çıkan ıslah hareketlerinin tarikatlarla mücadele şeklinde ortaya çıkması da bir tesadüf olmasa gerektir" sözleriyle bitirir bu kısmı.
Saf Arap mirasında mürüvvet ve kerem kavramlarını öne çıkaran Cabiri, Saf İslam Mirası'nda Muhasibi'yi öne çıkarır ve aslında Muhasibi'nin zahitlik yönünün diğer tasavvufi akımlardan farklı olduğunun altını çizer. Başka bir ifadeyle Cabiri'nin tasavvuf adına onaylayabileceği kaynaklar varsa Muhasibi bunların başında gelir ama o da tasavvufun ana akımının dışında olup özgün İslami bir çizgide yer almaktadır. Ona göre "İslam ahlaki düşüncesi" diye adlandırılabilecek projenin ilk çalışmaları Muhasibi'nin eserlerinde yer alır. Ragıb el-İsfahani, Maverdi ve Gazali'nin ahlak çalışmalarında özgünlükten uzak karma bir sistemin mevcudiyeti ve Fars mirasından ve Yunan ahlakından alınan şeylerin İslamileştirilmesi var olduğundan Cabiri bunları da eleştirir. Onun İslam ahlakı hususunda asıl öne çıkarmak ve günümüze ışık tutucu olarak övmek istediği kişiler biraz önce bahsettiğimiz Muhasibi ile birlikte "salih amel" ahlakını öne çıkarıp maslahat kavramını ahlakın ve siyasetin esası yapmak isteyen İzz b Abdüsselam ve bir de İbn Teymiyye'dir.
Bu k i tapta b ir yandan i taat ahlakın ın İslamileştirilmesini eleştiren ve "din ile mülk (devlet) ikiz kardeştir" düşüncesini reddeden Cabiri, diğer taraftan İslam'ın hem dünya ve hem de ahiret dini olduğunu, Muhammedî davetin de bu doğrultuda en başından beri hem dini hem de siyasi bir hedef güttüğünü ve bir devlet inşa ettiğini söyler. Ancak buradaki "mülk" kavramının devlet anlamına gelmekle birlikte içinde saltanat sistemine dayalı despotik bir sultanlık anlamını da içerdiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Ardeşir düşüncesindeki ve itaat ahlakındaki din-devlet birlikteliğinde "din devletin kontrolü altına alınmak istenmektedir." Cabiri'nin itiraz ettiği nokta sadece bu mudur peki? Cabiri'nin Yeniden Yapılanma adlı eserinde laiklik "hayatın kamusal alanının din ve din adamları otoritesine teslim edilmemesi" olarak adlandırılır. Dolayısıyla laiklik din adamları sınıfının olduğu toplumlarda bu sınıfın dışlanmasına yönelik bir tepkidir. Oysa
"İslam, bir grubun tekelinde bulunan manevi otorite ve bir başka grubun tekelinde bulunan siyasi otorite şeklinde parçalanmış bir yapıyı tanımaz." Cabiri'ye göre Arap dünyasında ortaya çıkan "laiklik" kavramı, Osmanlı'nın Türkleştirme siyasetine karşı bir tepki olarak doğan "Arap milliyetçiliğinin" Arapları birleştirmek için kullanmaya başladığı bir kavram olmuştur. Cabiri "laiklik" kavramının Arap-İslam toplumlarına uygun olmadığını söyler ve bunun yerine "demokrasi" ve "akılcılık" kavramlarının kullanılmasını önerir.
(29)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
1
yokluk değildi aramızdaki
sadece iki dilim ekmek
belki çoğalırken milletler
uluslarının dillerinde ve dinlerinde
sen yine de dilini
ve de dîlıni rahat tut sevdiceğim
gavur vursa da alnımız çatılmaz
bu bizim için böyle bir şey
kazak öremezsin hiçbir gökyüzünden
hiçbir bulut ise pamuk ipliğinden ayrılmadı
Yusuf'un kuyusunu el feneri ile aydınlatsam
kendime dert edinirim bakmayı vakurca
susmak pay bırakır çünkü her bakmağa
peynir posasında çocuklar sulanır ağzı
dilim merhem isterken yanar a be canım
üstüm arz eder bilse keyfiyetin nefste olduğunu
tenime manifestodur bu yaptıklarım
2
kimsenin rahatı kaçmasın
ben kendimi kendimle imtihan ederim
huzurunuza çıkarsam bir köle gibi
mesela iki büklüm beş defa beş uzvumla
huzura alır mısın beni rica etsem
annem duasında vuku bulurdu her şey
önce benim sonra senin sonra ve sonra
her şey dediğim annem, ben ve annem
üç dua ile kabul olurdu her şey
Allah'ım sen kabul et bunu Errahmanürrahimin
peynir posası
zeki altın
(30)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Muhafazakâr sanat namında 'piyasa'da dolaşan tiyatro çalışmalarını görmekteyiz. Bunların sadece bakir bir alanı talan etmeye çalıştıklarını ve 'piyasa'nın “ihtiyaçlarına” cevap(!) vermekten öteye geç(e)mediklerini söylemekle başlayalım.
Muhafazakâr Sanat. Bu iki “kelimenin” yan yana gelemeyeceğini söyleyen araştırmacılar, esasen doğru söylüyorlar. Zira muhafazakârların cevap v e re m e d i ğ i c a i z b i r s o r u ya s a h i p l e r : Muhafazakârlar bugüne kadar “ne'yi, kim'i, nasıl” muhafaza edebilmişler? (Ki sanat yapmaya kalkışıyorlar)
Anlatacağımız hikâyelerin “ne”liğine dair fikrimiz olmadığı için basit ve ağlak sırlı olayların arkasına saklanmayı şiar edinmişiz. Birçok mesele henüz teorik olarak kafamızda yer almadığından da anlatacağımız hikâyenin bağlamını (context) şaşırıyoruz.
Elime geçen çok sayıda text oldu ve hemen hemen hepsi context'ini kaybetmiş text idi. Sebebi belliydi bu açığın. 'Ne' söyleyeceğini biliyordu ama 'nasıl' söyleyeceği konusunda en ufak bir 'malumat'a sahip değildi. Text içindeki karakterleri konuşturup bir “meseleyi” “anlatmış” olmuyordunuz. Sadece o karaktere, fikrini söyletme şansı buluyordunuz, o kadar. Evet, tiyatro metni bunu söyler bize. Orada konuşan karakter kendi fikrini söylemektedir, karşısına karşıt fikirli başka bir karakter koyduğunuzda sadece bir “it dalaşı” ortaya çıkacaktır ve bundan sonrası bir okuma metnine dönüp gidecektir. Sahneleme nerede?
“En iyi tiyatro sağırların da anlayabileceği tiyatrodur” denilir. Bu tiyatronun bir gösteri sanatı olduğunu söyleyen en veciz ifadelerden biridir. Bir “gösteri sanatı”. Burada şu soruyu sormak zorundayız:
Hikâye, roman veya şiir yazarak da anlatabileceğim “derdimi/hikâyemi” neden tiyatro ile anlatmayı seçiyorum?
Eğer ben bir anlatım aracı olarak tiyatroyu seçiyorsam, bunun “sahnelenmesini” de istiyorsam o halde kâğıt üstünde duran bir hikâye, roman gibi farklı bir şey ortaya koymam gerekmez mi? Text seviyesinde kalmış her tiyatro metni, sahnelenemeyecekse, bir hikâyeden, bir romandan farksız olmaz mı? Elbette bunu söylerken yekten söylemiyoruz. Her birinin kendi nezdinde bir değeri muhakkak var. Sadece, sahnelenecek bir tiyatro metni (text) bize, sahnelenmesi konusunda da yardım etmelidir (mi?) demeye/sormaya çalışıyoruz.*
Tiyatro ve sinema konusunda genelde dinî, özelde ise tasavvufî alan inanılmaz derecede bakir bir durumda. Ve bu alanı talan etmeye meyyal o kadar çok “muhafazakâr” var ki, yer yer ve zaman zaman fütursuzca saldırmaktan kendilerini alamıyorlar.
Mahsüsatlarının ağırlığı makulâtlarını dumura uğratmış ve ellerinde kala kala sloganları kalmış oluyor.Sezai Karakoç “Yazı kendini yazar” der. Bu 'Ben istediğimi istediğim zaman yazarım' diyenlerin üzerinde ciddi ciddi düşünmesi gereken bir işaret fişeğidir. Binaenaleyh, Mesnevî'den pat diye hikâye alıp lap diye yazıvermekle olsaydı bu işler, nice yazar alırdı diyalogları döşerdi arka arkaya ve bir tiyatro metni(!) çıkardı ortaya. Ama görüyor ve anlıyoruz ki öyle değil. Biz hala tiyatronun bizatihi kendis in i d iya log y ığ ın ı o lmaktan öte gör(e)mediğimiz için herhangi bir Mesnevî hikâyesi yahut bilgelik metinleri bize “göstererek anlatmak” bâbında bir şey söylemiyor. Daha doğrusu söylüyor da, biz izleyecek ve seyredecek başka şeyler bulmuşuz.
kâr-ı muhafaza ve sanat
ali birtan
(31)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
‘Sonucun' şehvetine kapıldığımız için 'sebeplerin' üzerinden atlaya atlaya yol almaya çalışıyoruz. Ve bu bizi 'süreçten' de ediyor. Derdi olmayanın hikâyesi de olmayacak. Derdimi anlatmak için “aracıma/tiyatroya” çok iyi hâkim olmam gerekmez mi?
Bizim “herkese” anlatacak bir hikâyemiz varken, sadece kendi içimizde alışveriş etmek hiç de insaflıca değil. Bir tiyatro koyuyorum sahneye ve sadece “bizimkiler” geliyor izlemeye. Onlar da sipariş edilmiş müşteri zaten. Ve acı olan, içinde bulundukları ahvale rağmen tiyatroyu bir “hidayet aracı” olarak görmeleri. Evet, “istenirse” tiyatro da, sinema da birer “hidayet aracı” olabilir. Fakat bunun için ciddi bir zemin olması, hitap ettiğin kitlenin renkli ve çeşitli olması gerekir. Ben Kütahya tarihi ile ilgili bir oyunu Kütahyalılara en fazla üç ay oynayabilirim. Peki, Trabzonlular ne olacak? İzmirliler, Şırnaklılar, Edirneliler? Onlara “Bana ne Kütahya'dan” dedirtmemem için ne yapmalıyım? Peşinde olmamız gereken şey bu! Sadece coğrafya değil, aynı zaman da tarih de…
Düne kadar “düşmanın silahı” olarak görülen gösteri sanatları, ne oldu da birdenbire “hidayet aracı” haline geldi diye sorabiliriz artık. Şimdilik, “hidayet aracı” terkibi, kendi tembelliğimize büyük idealler yapıştırıp beceriksizliğimizi örtbas etmeye çalışmanın adıdır desem ağır mı konuşmuş olurum? Sözgelimi, Tarkovski sinemayı bir hidayet aracı olarak görüyor, evet, ama neden o Tarkovski'nin deli gibi çalıştığını, okuduğunu, araştırdığını, bir 'derdi' olduğunu konuşmuyoruz.
Konumuz tiyatro olduğu için söyleyeceksek, tiyatroyu kendi sınırı/sınırsızlığı içinde öğrenmeye, anlamaya çabalıyor muyuz? Tiyatrocuya kız verir miyiz?
Hangi muhafazakâr, kim'e ne anlatacak? 'Kendi kültür dünyalarında' eğleşen arkadaşlar acaba kendilerinin dışında da bir “dünya” olduğunu biliyorlar mı? Mesele çok katmanlı bir mesele ve her birini ayıklamak için nitelikli bir çaba, bir gayret gerek…
Ebrunun, minyatürün, hattın altında yatan bir “felsefe” bir “dünya görüşü” var(dı). Ama felsefeye uzak olmaklığımız, felsefeden uzaklaştırılmamız bizi gösteri sanatlarından da, güzel sanatlardan uzaklaştırmış durumda bugün. Çanakkale,
Mehmet Akif, Said Nursi, Mevlâna… Mahşer, kabir, c e n n e t , c e h e n n e m … N e d e n h e p b u isimler/kavramlar etrafında döner (durur) sahne hikâyeleri? Bu isimlerin/kavramların toplumun çok önemli dinamikleri olduğunu söylemeye gerek yok. Ama biz Mehmet Akif'e hayran olduğumuz kadar onun Safahat'ındaki “kahramanları” b i l m e y i z m e s e l a . A n l at ı c ı d a b i l m ez , dinleyici/seyirci de… O zaman “para kazanmak gerçeği”ne sığınıp Safahat'ın içine girmeden yanından geçer gideriz… Bu aynı zamanda sahneyi minber olarak kullanmanın başka bir adı veya bir üst versiyonu olmuyor mu? Seyircisinin “zaten bildiği” bir şeyi anlatan tiyatro oyuncuların, yönetmenin egosunu tatmin etmekten başka bir şey yapmış olmaz… desem?
*Bizim âcizane burada söylemeye çalıştığımız şey meselenin evvela dışarıdaki ve içerideki soru(n)larıyla yüzleşmek etrafında dönüyor. Hali hazırdaki durum bize sağlam bir zemin ve temel kurmadan binayı dikmeye kalkışmamamız gerektiğini söylüyor. Zira, bakir alanı talan ettirmemek için orayı sahiplenecek bir ehliyet de kesbetmek zorundayız. Bu durum militanlığa varmadan hallolmalı.
Müstear isimlerle dinî eksenli oyunlar yöneten “meşhur” oyuncular biliyoruz. Bu minik hadiseden hareketle bir özgüven geliştirmek lazım geldiğini söylemek zorundayız. Ama bu özgüven meselesi de bugün tartışmaya açık bir alan bırakıyor. Bir dervişin kendini geri çekip etkinliğini gizlemesini anlayışla ve severek karşılıyoruz da, bir dindarın müstear isim kullanarak oyun yönetmesine yahut bağıra bağıra “biz buradayız” demesine dudak büküyoruz.
Bizi bize anlatacak olan o dervişin sükûnetidir, evet, aynı zamanda o dervişin derinliğidir… Gürültüye mahal bırakmadan, bağırarak değil konuşarak yürümeyi tercih ediyoruz ki, bunun da adı “gayret” oluyor.
“Tiyatronun işi öteki sanatlarda olduğu gibi insanı eğlendirmektir. Ona saygınlığını kazandıran bu özelliğidir. Tiyatro, ahlaki olanı eğlendirici kılmadığı takdirde derhal seviyesini düşürecektir. Aristoteles'in katharsis'i dahi eğlence amacı ve aracıyla gerçekleştirilen bir arınmayı kapsar. İnsanların/seyircinin tragedyadan bekledikleri
(32)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
halkı eğlendirmekten ne daha fazlası, ne de daha azıdır. Tiyatrodan bundan fazlasını istemek yahut bundan fazlası için tiyatroya izin vermek insanın kendi amacını ucuzlatır.” Tiyatronun içindeki eğlenceyi, yoğurdun, tereyağının içindeki süt gibi değerlendiriyor ve “Seyirci için önem taşıyan tek nokta çelişkilerle dolu bir dünyanın yerine düşlenebilir bir dünyayı geçirebilmektir ve bu da “göstererek” yapılır.” diyor Brecht. Sahne üzerinde uzun uzun konuşarak değil. Oyunu izleyeceğime, kitabını okurum olur biter. Aradaki fark ne? Soru bu!
Bizim 'özel' bir alan olarak tiyatro yapmaya çalışmamızın pek tabi ki kendi içinde 'özel' nedenleri var ve bu durum bazı 'özel' hikâyelere yönelmemizi de gerektiriyor. Bütün bu 'özel' durumlar içerisinde yazar, yönetmen ve seyirci faktörü de farklı bir 'özel'lik kazanıyor. Yeni bir oyun yazılacaksa/yazılmışsa sorulması gereken bazı soruların olduğuna inanıyoruz. En azından zemini ve temeli oturtmak için. Klasik metinlerde de aynı durum geçerli. Bugün bir Shakespeare, Brecht, Shaw vb… oyunlarında dahi, yönetmen kendine sorması gereken soruları yerli yerince ve yeterince sorduktan sonra 'kim'e sesleneceğini anlayabilir, bulabilir.
Peter Brook bu yüzden “Günümüzde sahte tanrılara sahip olmaktan daha feci bir şey yoktur. Ve tiyatroda da metin sahte bir tanrıdır. Shakespeare'i keşfetmek onu unutmaktan geçiyor. Amacım metnin ardındakini, yazarın 'ne söylediğini' (ve 'ne söylemek istediğini') anlamaya çalışmak. Geçmişteki bir şeyi (hikâyeyi, metni vs.) bugün yaşıyor hale getirebilmektir.” diyordu. Bu seyirci faktörü ile yönetmen faktörünün birbiriyle ne kadar sıkı sıkıya bağlı olduğunu gösterir bize.
“Seyirciye hissettirilmesi gereken bir duygudurum varsa o da 'Ben de bu şartlar altında yaşasaydım'dır. Seyirci hikâyeyi yaşanmış bir hikâye olarak değil, hala 'yaşanan' bir durum o l a r a k g ö r e b i l m e l i . O n a b u d u r u m gösterilebilmelidir.”
Dolayısıyla Mesnevî'den bir hikâye, Kur'ân'dan bir kıssa (ç)alıp olduğu gibi text'e yahut sahneye aktarmak, zevk-i selim ve akl-ı selim isek, artık mümkün olmasa gerek. Böylesi çetin hikâyeleri günümüz gerçekliklerin içine giydir(e)medikçe, sahnede anlatılanlar/gösterilenler hep bir hikâye
seviyesinde kalacaktır ve 'gerçeklik'inden de kopacaktır. –ki, kopmuştur da–.
Unutulmaması gereken en önemli faktör, seyirci faktörü. Zira seyirci demek, bugün (el-an) demek. Yazar yüzyıl öncesini veya sonrasını yazabilir fakat sesleneceği insanlar 'el-an' yaşamakta ve yönetmen bugünün insanına seslenmekte.
Mesnevi ve benzeri kadim metinlerin bugüne dair söyleyecekleri bir şeyler olduğu için onları büyük yapmaktadır. Ve bizi ilgilendiren kısım da –zannederim– bu büyük olmalarına sebep teşkil eden kısımdır.
Yani, yol uzun menzil çok. Ya tahammül ya sefer!
(33)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
-aşkın'a mesutyalnızlığıma bir çiçek düşüyor yolumu kaybediyorumayaklarımdan etrafa dağılan şarapnel parçaları çiçekler canlıdır çünkü soluyorlarismimin baş harfinde bulaşıcı bir hastalık isminden dolayı nice esir olmuş olanlar bu dağ dayanamaz yaşanmışlıklaradüşüncelerim sabaha ulaşamaz akıl, acıya kukla olur
bir dost tuttu elimden onun sırtı vardı, sırtında ter- o terde acı ve keder, bir tanışmada ilk iletişim iyi kurulmalı ona bir avuç ezilmişlik duygusu sunulmalı kolonya içilmeli sonraevin en dar köşesinde bir sigara içilmeli lâmba sönmeli içimizdeki büstleri bir bir ortaya dökmeliyalnızlığıma bir çiçek düşüyor yolumu kaybediyorum
akarsuların içimden beslendiğini biliyor musun 'seni kalbinden öpüyorum' dediacıların yıldız olup göğsüme kaydığını görüyor musun terli kelimeleri severim bunu anla aziz dostum kalbimde başka bir kalp taşıyorum, yorgunum, muhtacım aşk denilmiş buna, geldimbu şiiri sana getirdim kokuyu sümbüllerden hüzün mutluluğu aradım sanamutluluk eksik bir hüzün eder bunu yarın'a öğretirim hüzünler hep yarın'dır yalnızlığıma bir çiçek düşüyor yolunu kaybeden ben oluyorum
birkaç güzel sözü dostlukla yıkadığımız olur, biliyorsun iki damla sudan bir şarkı çıkardığımız olur bir şarkıda leylîyi aradığımız dudaklara abandığımızellere sarıldığımız zülüflere çokça asıldığımız oluryalnızlığımıza bir çiçek düşüyor kan ile suluyoruz bunları biliyorsun
var git, diyelim ki- yaprağın salınışındaki ritim bozukluğuna bağlıyız, ezgin'iz diyelim ki kalbimize salt bir mamak atar, lâl tutar filizleniriz var git, bir şiir kanarşiir oturmuş topraklarımıza hasat alamadığımız yerlerden kanar
mutluluk eksik bir hüzün eder
idris selici
(34)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
1
elimden bir şeyin gelmemesi
-benim beceriksiz olduğum anlamına gelmiyor Mary-
sizin başarılı bir cv'niz
ve güzel bir kızınız olabilir!
(benim kızımın bana baba dememesi acı)
hatta beni dört ay sonra bir daha
----------------dünyanın en mutlu
-ileride şüphesiz mutsuz olacağım hissi var-
insanı yapabilirsin- yeni aile ferdine hoşgeldin deyin!
on dokuz yaşımdayken umutlarımın
bilmediğim bir diyarda çocuk tacirleri tarafından
kaçırılması benim suçum değil Mary!
-bu suç yeni dünya düzenini kurmaya çalışanların-
buna inanmanı da şart koşmuyorum
istersen inanmayıp yüzüme gülebilirsin...
sayın yetkililerle yaptığım görüşmeler
beni buna inandırdı artık Mary.
ilk şiirimden sonra
----------uzman bir şair olarak
göreve başlamam
----------ve görevden azledilmem
yorucu bir papazın
----------ah çekmesi kadar trajik
2
baharı bahane etmiyorum ağrıyan yanıma
siz daha iyi bilirsiniz- Mary sen bilmezsin!
çünkü ortak paydası yok
---------------artı bakışlarımızın
terk edilişi konfeti ile
-------------kutlama şenliğinde düzenleyip
geceyi suçluyorum tavan sinemasına
-------------tek celsede!
son olarak Mary
-artık ölü kuşlar görüyorum ellerinde
bunun gidişinle bir bağlantısı olabilir mi?
-----bir düşün diyorum bence...
ölü kuşlar yahut mary
tufan ali
(35)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
bir bomba gibiellerimize bırakılmışcaddelerin yalnız hallerive işlemiş bedenimize.her yanımız boydan aşmışbir düşünceli, bir saygısızinsanlar varedeplibir öpüşüyorlar, bir sevişiyorlartaşınıyorlar yeri her gelmedikçebirbirlerinin vücutlarına.sırlarına asla erişilemeyeceksesler geliyor.çökerse kanlı topraklarıma olur ya bu sesleren dirençli hallerindeve en kirli.uzaktan gelen kimseleri karşılarım, yıllardır beklemişim gibidüşmez olur ya yorgunluk o zamanciğerimin en alt köşesine.
savurgan, bitmeyen böyle bir yürüyüşkuşluk vakitleri; kızıl ve ötesi.ve ben sadece kırıktım;gidemediğim her yoldan,çoğaltarak bıraktım.bunların hiçbirine inanılmamışinanmasınlar, baksınlar sadece öyleinkar eder gibi, yalanlar gibi.
erimeden yananbahadır ozan yaşar
(36)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Kapısına kilit vurulmuş ahşap bir evin kahverengi duvarlarına, iri puntolarla kazınmış bir uyarı levhası asılıydı. Üzerinde de, “Yıkılma tehlikesi vardır, lütfen yanına araç park etmeyiniz.” yazılmıştı. Her iki yanına da yeni binalar çöreklenmişti. Kapısında güvenlik, dünyaya daha geniş gözlerle bakabilmek içinse duvar boyutunda camları vardı. Yanından geçince iç geçirmemek elde değil. Yoksa kim ne yapsın kavrulmuş kabuk rengindeki bir ahşap döküntüyü. Yanından hızlıca geçip yoluma devam ettim. O gün de sıkılmış sokağa atmıştım kendimi. Son birkaç gündür bu alışkanlığı edinmiştim. Yürümek, sokakları arşınlamak, bina girişlerini kaplayan kedileri izlemek… Üstelik şanslıydım. Adını bilmediğim bir sokağın sonuna yaklaşınca, kenarda, çitlerin ardında bir portakal ağacına rastlamıştım. İri iri, kendi renginde, ilkokul resim defterime çizdiğim onlarca yuvarlak nesne karşımda öylece duruyordu. Uzanmak istediysem de, yan binadan bir kadının beni izlediğini fark ettim. Mutfak penceresinden başını uzatmış, sorgular gözlerle beni izliyordu. Sigarasından bir yudum alıp tepesine doğru üfürdü. Ben de yoluma gittim. Karşımda ise dar bir sokak uzanıyordu. Bitiminde araç seslerini işittim. Üşümüştüm ve eve gitmek istiyordum. Yolun sonuna vardığımda yolun diğer tarafında dikkatlice bakıldığında fark edilecek bir kitapçı vardı. Camekânın önünü tamamen kapatan kitaplar yığılmıştı üst üste. Yolun karşısına geçip, içeri daldım. Haki renk bir gocuğun içinde; gözlüklü, elinde bir tabakla kedileri besleyen bir kadınla karşılaştım. Hiçbir şey demeden raflara yöneldim. Aklımda bir isim de yoktu. Kitap almak için çıkmamıştım dışarı. Bir süre daha rafları inceledim. Ardından,
“Sait Faik var mı?” diye sordum.
Kadın, sol eliyle arkamdaki bir rafı işaret etti. Uzanıp hemen aldım. Peşinden Enver Gökçe'yi sordum. Bana şiir kitabını uzattı. Eski basım fakat halen temiz duruyordu. Onu da aldım koltuk altıma. Birkaç isim daha sorduktan sonra kadın,
“Buralarda mı oturuyorsunuz?” diye sordu.
“Evet.” deyip elimle iki sokak ötesini işaret ettim. Kadın tebessüm etti. Sonra şiir kitaplarını sordum. Pek fazla yok dedi. Elinde tabakla, Didem Madak ve Birhan Keskin'den söz etti. Biraz da sitemliydi.
“Eskiden yazılarını, şiirlerini, kitaplarını okuduğumuz yazarların suretini bilmezdik. İmza günleri diye bir şey yoktu. Hiç unutmam daha önce şiir sohbetlerinde uzaktan kendilerini gördüğüm Ece Ayhan ve İlhan Berk'i bir gün okul çıkışında beraber minibüse binerken görmüştük. Aklımız çıkmıştı arkadaşımla. Mutluluktan ağlamışt ık da cesaret edip yanlar ına gidememiştik.” dedi.
Sağlam bir of çekti sonra. Başka şeylerden de konuştuk. Eşinin hafta sonları burada gençlerle siyasi meseleler hakkında toplaştıklarını falan.Dört kitap aldım. Bir de bana hediye etmek istediği bir yazar vardı. Fakat onu bulamamıştı raflarda. Düzensizlikten yakındı biraz.
“Alacağın olsun, unutma sakın” dedi bana.
“Tamam.” dedim tebessüm ederek. “Hoşça kalın.” deyip, çıktım oradan.
Hava daha da kararmıştı. Koltuğumun altında kırmızı bir torbanın içinde dört kitapla eve doğru sallana sallana yürüdüm. Havanın serinliği yüzüme çarpıp yoluna devam ediyordu. Hayatımda ilk kez “alacağın olsun” cümlesini farklı bir maksatla işitmiştim.
alacağın olsunmesut ateş
(37)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Boşluğa düşmenin iyi bir şey olduğunu ancak boşluğu
atlatabilen insanların söylemesi gerçekten de bir şey
ifade eder mi?
Hayata dair bir şey söylemek için o şeyden kurtulmuş
olmak ya da onunla savaşacak güçte bulunmak
zorundalığı kabul edilecek bir yaşam kanunuysa eğer bu
savaşı yürütemeyecek olan masum insanların durumu
ne olacak? Bütün bir insanlığın ya da aynı ideal, aynı
inanç ve aynı düşünceye sahip insanların birbirine
yaptığı bu oyun ve haksızlıkları İnsanların kendi ürettiği
bir davranış ya da yasaklanmış bir fiil olarak kabul
edersek bu durumda boşluğa atılanların isyanı,
tutunamayışları diğer bir ifadeyle onları hayatın
çöplüğüne göndermenin önüne geçilememesi
durumunda karşılık olarak aynı davranışları uygulamak
bir hak olsa da bu neyi değiştirecek? Hayatın dışına
itmek, boşluğa atmak insanoğlunun yaratıcısıyla (Allah)
hesaplaşmak ya da sınırlarını aşmak adına kendi
kendine verdiği bir haksa eğer o masum insanlar bu
savaşa karşı cevap veremeyecek kadar nasıl
duygusallaştı? Kaderin içinde bulunan bu duygusal
bozukluk yine insanların güç elde etmek için kendi
elleriyle diğerlerine yaptığı bir müdahale mi, yoksa
gerçekten de düşman diye tanımlanan birileri
hafızamızın genetik kodlarıyla mı oynuyor?
boşluk ve hafıza
mustafa kadir çelik
(38)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Yine bir okul dönüşü kafamda düşüncelerimle evin yolunu tutmuşum. Hepinizin bildiği üzere öğrenci evlerinin birçok güzel ve kötü yanları vardır. Yemek nö ününüz ise eğer, akşamdan başlarsınız beti gyarı ş önüşü n ne pi irsem derdine. Okul darkadaşlarıma ne pişirsem diye düşünürken kendimi yemeği yaparken bulmuş ve daha sonras ında ne yapacağ ımı düşünmeye başlamıştım. Bulaşık faslı ile başlayan bu düşünce çizgisi toplanması gereken bir oda, yapılacak ödevler, okunması gereken makaleler ve kitaplar, maneviyatım için çekilmesi gereken tespihler, arkadaşlarıma ve aileme ayırmam gereken vakit olarak devam etti. Sırasıyla yapmaya başlamıştım. Bulaşık ve oda toparlaması bitmişti ve telefonum çaldı. Arayan, ilgilendiğim ve aynı zamanda gerçekten kalpten sevdiğim Kazakistanlı arkadaşım Margarita. Biraz ondan bahsedeyim.
Margarita ile Litvanya'ya gittiğim ilk sene, ikinci dönem tanıştım. Kendisi Hıristiyan bir ailede yetişmiş fakat çok da dindar değildi. Margarita birinci sınıf öğrencisiydi ben ise hazırlık sınıfına gidiyordum ama aynı yaştaydık. Ben onunla tanıştığım için heyecanlıydım aynı zamanda onun da heyecanını yüzündeki tebessümünden görebiliyordum. Ee hal böyle olunca hemencecik ısınmıştı kalbim ona. Her gün mesajlaşmaya ve okulda ders aralarında buluşmaya başlamıştık.
Zaman zaman evime davet edip naçizane atıştırmalıklar ile çay hazırlıyordum. Uygun olduğu zamanlar yatılı olarak kalmaya bile geliyordu. Bu durum onunla olan arkadaşlığımızı pekiştiriyor ve samimiyetimizi artırıyordu. Böylelikle kısa sürede arkadaşlığımız çok güzel bir hal almıştı. Tanışmamızın üzerine bir sene geçmişti ve artık kız kardeşim gibi gördüğüm bu kişi hakkında çok rahatlıkla en yakın arkadaşlarımdan birisidir diyebiliyordum. Sanırım yine samimiyetimize dayanarak beni aramıştı o gün. Aradığında mutlu oluyordum ve tebessümle;- Canım! Merhaba nasılsın? diye açtım telefonu-Hilal çok kötüyüm! dedi. Sesindeki titreklik beni endişelendirmişti ve yüzümde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti..-Nasıl yani? Neyin var tatlım ne oldu ? -Müsaitsen konuşabilir miyiz? Seninle konuşmaya ihtiyacım var.-Tabi k i mü ğl ıyorsun? sa i t im! Neden aEndişeleniyorum, neredesin? -Dışarı ım.. Gedimino caddesinde yürüyorum daydedi ve hemen gözüm pencereye ilişti, dışarıya baktım.Saat geç değildi ama hava kararmıştı. Litvanya'nın kışları serttir ve akşamları pek tekin olmaz. Yağmur yağıyordu ve rüzgarlıydı dışarısı. Beni aradığına göre yanında arkadaşları yoktu.-Yanında olmak istiyorum beklersen hemen
öğrenciyim, derdim var
hilal gürpınar
(39)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
hazırlanırı ü üze daha rahat konuşuruz. m, y z ydedim.-Yok, gerek yok yorulmanı istemiyorum, böylede konuşsak yeter, dedi ama hıçkıra hıçkıra ağlıyordu..-O zaman sen bize gel, gelene kadarda telefonda anlatırsın olayı ve geldiğinde de dinleniriz birlikte olmaz mı? dedim. Sanırım takati beni reddetmeye bile kalmamıştı. Çaresiz bir ses tonu ile -Tamam, geliyorum! dedi. Ve anlatmaya başladı.-İşten kovuldum! birden duraksadım. Margarita ailesi tarafından hiçbir şekilde desteklenmeyen ve hayat mücadelesini hep kendini başına vermeye çalışan birisi. Erkek arkadaşı ile birlikte yaşıyorlar fakat birbirlerine destek olmaları gerekiyordu. Bunun için çalışmak onun için okuldan daha da önemliydi. - Sebebi nedir kovulmanın? - İki gün işten izin almıştım, döndüğümde yerime çalışacak birini bulmuşlardı. Ve bana bir açıklama dahi yapmadılar. Tek dedikleri artık sana ihtiyacımız yok! - Sana açıklama yapmaları gerekirdi böyle olması eminim seni çok kırmıştır.-Hilal benim çalışmam lazım ve iş bulmak hiç kolay değil ş de yoğun olduğu bir u an derslerimindönem! Ben ne yapacağım?
Hissettiğim çaresizliği ona da hissettirmemek için sesimi kontrol etmeye çalışıyordum. Ama ben de biliyordum ki zor bir durumda kalmıştı ve haliyle kısa sü ş bulması zor gözüküyordu. Ama hiç rede ibir zaman Allah'ın rahmetinden endişe etmeyip onun kalbinin güzelliğine merhamet edip iş bulmasını kolaylaştıracağından emindim. - Bak.. Biliyorum şu an söylediğim her sözü seni teselli etmek iç ğimi düşüneceksin ve in dedihislerinin pozitif olması zaman alacak. Sana şuan demek istediğim ve bilmeni istediğim tek şey ne olursa olsun yanındayım. Maddi manevi birbirimize her zaman destek olacağız. Ve omuz omuza bu çetin dünya hayatının üstesinden gelmeye çalışacağız. Şimdi sakin olalım ve neler yapabiliriz bunları düşünelim, olur mu?- Çok zor olacak bu süreç benim için, dedi.
Bu süre zarfında eve yaklaştığını söyledi ben de tamam dedim geldiğinde devam edeceğimizi söyledim ve telefonu kapattım. Hemen gidip bir demlik çay koydum, hem içi ısınsın hem de muhabbetimize ortak olsun diye. Odaya bir göz
atayı ğınıksa ayıp olmadan toparlayayım m etraf daderken birde ne göreyim bir yığın ödev beni bekliyor. Yarına sunumu olan, ve elinde hiç bir hazırlığı olmayan ben arkadaşımı eve davet etmiştim. Anlık olarak bunu düşünürken ne olursa olsun arkadaşımla birlikte dertlenmekten daha önemli değil elbette diye düşünmüştüm. Bu sırada kapı çaldı. Hemen eşarbımı düzeltip kapıyı açmaya yönelmiştim. Evet gelen Margaritaydı.. Beyaz teni soğuktan kıpkırmızı olmuş saçları da her zamanki gibi topuz yapılmıştı. Üzerinde fosforlu yeşil renginde bir polar altında siyah bir tayt vardı. Gözleri ağlamaktan kızarmış ve hafifte şişmişti. Elinde mendili ile bana çaresizce bakıyordu..-hoş geldin! -hoşbulduk!
Bir süre sessizlik olmuştu. İçeri davet ettim. O üzerini değiştirirken bende çay bardaklarını h a z ı r l a d ı m . E v d e k i a r k a d a ş l a r ı m ı d a tembihlemiştim. Belki ağladığının görülmesinden hoşlanmayabilir diyerek. Biraz çay yudumlayıp bir şeyler yemeğe başlayınca konuşmaya da başlamıştık. Kovulma hikayesini başa sarıp sarıp anlatıyordu bende aynı endişeyle dinlemeyi yineliyordum.
Biraz mutfakta zaman geçirdikten sonra odama geçtik. Kendini biraz daha normal hissediyordu sanırım daha da iyi hissetmek için bir değişiklik istemiş olmalı ki benden saçını kesmemi istedi. O an şaşırdım fakat bir güven geldi benden istediğine göre yapabilirim diyordum. İnsanların bizlere güvenini hissetmek her zaman bizleri motive eder ve özgüven verir. Kesebilirdim evet belki düz kesim daha kolay olacaktı. Evet evet, düz kesmeliydim mutsuz olmasını istemedim :) Gittim makas ve havlu aldım. İlk güzelce o saçlarını taradım. Sarıdan beyaza yakın saç rengi vardı çok güzeller fakat uçlarından biraz kırılmış ve cansız duruyordu. Litvanya 'da denemediğimiz bir şey kalmadı diyerek kestim saçlarını. O da beğendi saçlarının yeni halini ve biraz daha iyi hissediyordu. Yüzündeki tebessümü görünce 'iyi ki eve çağırmışım' dedim. O kendini huzurlu hissettikçe ben de huzurlu oluyordum. Daha sonra yatağa uzanmış konuşuyorduk, yine kendi ailesinden bir şeyler anlatmaya başlamıştı. Dikkatimi çekmişti gözlerini konuşurken kısıyor olması.- Ne oldu neden gözlerini kısıyorsun ? dedim.-Başım çatlayacak resmen, gözlerime vurdu ağrısı
(40)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
ve bulanık görü üzden kısıyorum, dedi.yorum, o y-'Gel dizime yatta biraz ovalayım, belki masaj iyi gelir' diyerek yardımcı olmak istemiştim. -Çok iyi olur Hilal! dedi.
Bu sırada konuşmaya devam ediyordu, başını dizime yaslamıştı. Anlattıklarını dinlerken bir yandan onun için Ya Şâfî esmasını çekiyordum. Şifa veren yaratıcımızdan şifa istiyordum onun ismi ile zikrederek. Bir ara beni izlediğini farkettim ve dudaklarımı kıpırdatmadan devam edeyim diye kendi kendime düşündüm. Hemen bana sordu:- Ne diyorsun öyle hızlı hızlı? dedi.-'Ya Şâfî, diyorum. Ne kadar çok söylersem Allah sana belki o kadar çabuk yardım eder. Sana sağlık sıhhat versin diye' dedim. - Vay! Benim canım arkadaşım duaların için teşekkür ederim dedi. Anlatmaya devam etmişti, anlattıkça ağlıyordu..
Bir iki saat daha geçmişti ve saat gece 1'i gösteriyordu. O ağladıkça ben de dertlenmiş hissediyordum, kendi sıkıntılarım aklıma düşüyordu. Bir bakmışı ğlıyorum! Onun m ben de aderdi işten kovulmuş olması, benim derdim anne-baba özlemi ve gerç an Litvanya'nın ekten zorlaypsikolojik atmosferi ıl o gece epey ağlaştı. Velhas k. Saatler hızlı hızlı geçmiş ve gece 3 buçuğu gösteriyordu. Ben bir iki saat sonra kalkıp namaz kılmam gerekiyor şimdilik uyuyalım dedim.
- Namaza kalktığımda korkma olur mu? Uyanırsan da aklında bulunsun çok fazla sürmez 5 dakika sonrasında geri uyurum, dedim. Bunu söylerken nasıl uyuyabileceğimi düşünüyordum, ağladığım için başıma çok kötü bir ağrı girmişti. - dedi.Tamam güneşim merak etme sen iyi geceler!
Sabah namazı vakti girmişti. Namaz için kalktığımda uyku haliyle ses çıkardım ve Margarita uyanmıştı.- Çok yorgun gözüküyorsun!, dedi. -Başım çok ağrıyor ondan sanırım, dedim. O da kendisini suçlayıp, insanlara bu kadar kötü enerji vermemesi gerektiğ üşünmüştü. Ben de ona ini dbu davranışın doğru olmadığını, onu koşulsuz sevdiğimi ve başımın ağrısının da yorgunluktan kaynaklandığı söylemiş ı kılıp geri tim. Namazuyumuştum diye düşünürken alarmım çaldı. Anlayacağınız uyumamla uyanmam bir olmuştu. Erken kalktığımı düşünerek harika bir kahvaltı hazırlamıştım. Kahvaltı için uyandırmaya gittim
Margaritayı. Uykusunun nasıl geçtiğini soracaktım ki.. o benden önce davrandı. -Kendini nasıl hissediyorsun, baş ağrın nasıl? dedi-Ay çok şükür ki geceye nazaran daha iyi hissediyorum, dedim. Gözlerinin içi gülerek gözlerime bakıyordu ve -Çünkü bende senin için Ya Şâfî çektim! dedi.
Gözümdeki yaş yanağı ğince kendime geldim ma deçok mutlu olmuştum ona sarıldım ve teşekkür ettim. 'İnsan, hayatı paylaştığı herkesle ve her şeyle alakadardır. Bu alakanın seviyesine göre de mesul iyeti vardır. Mesul iyetini müdrik, başkalarının derdi ile dertlenen kimse gün gelir kendi başı derde girdiğinde, bir gün derdini paylaştığı kimseleri yanı başında bulur. Kimseyi bulamasa da ne gam, o diğ ığıyla öyle Biri ne ergaml 'dost olmuştur ki; O, her zaman onun yanında, ona zahir ve mu indir.' '
Sonrası.. O gün okula ödevsiz gitmeme rağmen tam puan aldım. Ders çalışmadan dersi geçmeye neye mi borçluyum?
(41)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Üşüyorum. Bir başka şeye bırakmıyor yerini
üşümek. Sıcak gelse de bırakmıyor. Kalbimin
kırığından süzülüp gelmiş içeri. Aynı yerden sızıp
duruyor. Kapatmak mümkün değil belki gerekli
bile değil. Kırık yanlarımızdan insan olduğumuz
da akıyor aynı zamanda, belki böyledir. Yaşamak
içimize böyle böyle yüklenir.
Üşüyorum, sonra ölüyorum. Her akşam. Nerde
olduğu önemli değil. Hepimizin ölünecek bir
şeyleri var mutlaka. Ben sadakat gösteriyorum.
Hiç olmazsa olmuş olmanın hatrına. Varlığımı
zıddıyla kaim kılıyorum.
Sonra gün dönüyor. Sabah oluyor. Her seferinde
bu böyle. Pek değişmiyor. Öldükten sonra
dirilmek gerektiğine hüküm veriyorum sonra.
Hükmüm, beni bile bağlamıyor. İçim, yasa kabul
etmiyor. Aykırı değilim. İşler yolunda değil
sadece.
İçimi düzene sokmaya çalışıyorum. Hep böyle
olur. Çabalanır, tam olduğu yerde yeniden yıkılır
başlanır. Ya da bitenin ardından bir yeniye
başlanır. Dünyadan uzaklaşarak başarmıştım
bunu, sanırım yine bir yerlerde içime dünya
kaçtı.
Hevesler. Onlar içimde ve maalesef. Birine
ulaşmak öbürünü yakın kılar hep, bilirsiniz.
Birine ulaşıp öbürüne ayaklarımın parmak
uçlarına yükselerek değiyorum. Sonra elliyorum
ve koparıp alıyorum. Nasıl haz veriyor başarmak
bilseniz. Bir hile, bir tuzak. İçine beni alacak
kadar büyük kapan yapmışlar. Üstünü iltifatlarla
kapatmışlar.
Birden, sonra yeniden ölü olduğumun farkına
varıyorum. Ölü olduğunu hatırlamak çok zor bir
şey. Etrafımda çürümüş etler, parlamış renkler,
yüksek sesler, birbiri ardınca ve hızla yanan,
bakmaya yetişemediğim ışıklar. Uyum
sağlayınca iyi, içimdeki kemirgen ısırmaya
başlayınca kötü. Yüksek topuklarla yukardan
bakarken hatırlayınca kırılıyorlar.
Dirilmek. Söyledim ve düştüm. Yorgunluktan. Bu
kadar çok gülecek şey bulmuş insanların içinde
kaybolduğumdan. Ellerimizin dokunacağı
toprak yok. Samandan bir kağıt gizli avuç
içlerimizde o kadar. Anlamı bir kitapta aşikar.
Kitap da aşikar. Dirilmek gizli.
Sarıyı bir çiçekte görmek istiyorum, yeşil göz
rengi olabilir ya da şehri savunan ağaçlar. Kırmızı
bir akşam kızıllığında, mavi gökyüzünde, beyaz
çiçekte durmalı. Değiştikçe yok oluyoruz
görmüyorlar. Önce yok ediyoruz, sonra yok
ettiklerimizle yeniden ortaya koymaya
çalışıyoruz. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak
biraz da böyle bir şey. Keyfini kaçırmaya akıldan
başlayacaktık, kurdun kuşun sakinliğini
kıskandık.
Gitmiş. Böyle inanmamızı istiyor, böyle
inanıyoruz. Ben de çok gittim hala da giderim.
Yol ve gitmek, adımın yanına iliştirilmiş kader
gibi. Ben gittim, o ise gidiyormuş gibiydi. Olsun,
önemli değil.
Nereye diye sormadım da giderken.
betikmeryem hekimoğlu
(42)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
dertli hikâyeler karalıyorum. sonra dönüp
okuyorum onları ve daralıyorum. biraz
güllük gülistanlık olsun, gül serpelim
şuralara diyorum. tekrar okuyorum bu
sefer bu kadar duyarsız olmamalı insan
diyor içim. tekrar azıcık hüzün olsun, hep
hüzün olsun, biraz tebessüm sonra sevgi
ve sonra insanlar insanları anlasın en az
hayvanların insanları anladığı kadar
diyorum. tekrar okuyorum, işte oldu
diyorum. bir zaman sonra tekrar
okuyorum, olmadı çok havada kaldı,
olmaz, kim bu hayatı yaşıyor ki diyorum
siliyorum. bu kadar zor ve bir bu kadar da
kolay aslında.
*
yıllar sonra dönüp hasretle anlatacağım
hikâyelerim olacak...
cihat karaman
hikâyenin hikâyesi
Elinde ne varsa bu gece gök,Nefesini kesiyor rüzgarın.Elinde ne varsa bir kuş hakkından veriyor,Hakkından veriyor bir kedi patisi ucunda.Dayıyorum alnımı ateş saçan ağzına göğün.Koyundan, kuzudan parçalar semada.Emaneti ödünç alıyorum;Üşüyorum, ateş gibi, annemin elinde.Alnımda bir tüy; doğrultuyorum.Gök, güneş, bulutlar namlumun ucunda.Kan ağıyor artık, hiç bakmadım,Çocuk kokuyor yerler.
abdullah şahin
ateşe dolan ırmak
(43)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Sahip olduğum arkadaş sayısı kadar yalnızım. Yalnızlığımı
arayışlarımla çarpsalar; dünyama bir o kadar daha adam lazım.
Alemde bir küçük zerreymişim falan bunlar büyük meseleler değil.
Sevgi ilaç olduğu kadar zehirmiş de. Aşkın kapısına "ne ararsan bulunur derde devadan gayrı" yazsalardı kalmazdık biçare . Attığım her sevgi tohumu sadece bende büyümüş falan bunlar büyük meseleler değil.
Küçük dünyamın küçük dertleriyle boğuşuyorum. Derdin ne kadar büyük olursa umudun da o kadar büyük oluyor ya gereksiz hüzünlerimin umutsuzluğunu yaşıyorum. Uyanmam için kainat ısrarla konuşuyor, ben üç maymun oynamaya alışmışım falan bunlar büyük meseleler değil.
Hırslı insan kadar âması yoktur alemde. Göz gönülle görüyorsa; hırstır gönlü en iyi karalayan kalem de. Yükselmek için insanların başarısızlıklarını basamak bilmişim falan bunlar büyük meseleler değil.
Benliğimi doyururum başkalarının özgüveninden parçalarla. Ego ki doymak bilmez bir mide. Kendimi yok etmek ona ne güzel bir kelepçe. Açlığıma takmışım kafayı bizde o yürek nerde. Düşündüklerimi asla yaşamaya yeltenmiyormuşum falan bunlar büyük meseleler değil.
Herkesin bir derdi var durur içerisinde. Şarkılara ağlayan ne çok insan var. Acıdan geçmeyen şarkı biraz eksikse umut şarkılarını kim niye yazar? Bu kadar farklı insan aynı şarkıda konuşuyor falan bunlar büyük meseleler değil.
Benim acım, senin acın... Buralarda yaralar yarışıyor, siz en iyisi mi kaçın.
İnsanı insan yapan duyguların olduğu gibi insanlıktan çıkaran duygular da varmış falan,bunlar büyük meseleler değil.
Şu dünya ne meseleler gördü, eminim dargın değildir Kabil'e Habil.
mesele edilmeyen meseleler
elif yılmaz
(44)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Helal gıda hareketi diye bir organizasyon var. Şimdilerde çok yaygın. Ne olabilir tahmin et. Bu sertifikayı almaya hak kazanan ürünü Müslüman birey gönül rahatlığıyla yiyebilir demek değil mi? O kadarını anladık canım, elif'e cee demiyoruz herhalde, başka ne demek peki? Yani bu kalıbın, bu kabın içeresinde başka ne var? Helal gıda sertifikası almayan ürünlerin helal olmadığı anlamı var değil mi. Öyle ya mefhum-ı muhalif diye bir şey var Şafi değilsen. En azından o tür ürünlerin şüpheli olduğuna dair bir bilinçaltı oluşuyor değil mi şuurlu bir tüketicide.
Evvela kendilerinden dinleyelim kendilerini. Bir internet hesabı var bu hareketin. İsmini zikretmeyelim şimdi, helal gıda yazıver çıkar işte. Bi sürü şey var sitede. Sertifika almanın koşulları, güvence sistemi, fıkhi temelleri gibi kulağa hoş gelen şeyler yani. Bi de personelimiz diye gölgelenmiş insanlar var. neden gölgelenmişler belli değil. Veteriner, kimyager, gıda mühendisi filan. Bu on sekiz kişinin içerisinde bir de fıkıh uzmanı var. (ah ulan tanzimat fermanı, fakîh'i uzman yaptın ya sen!) biraz daha kurcaladığında siteyi (site bir metin midir, öyleyse yapısöküm uygulanır mı) ne tür ürünlerde sertifika verdiğini görüyoruz bu şirketimsi derneğin: Et, un, çay, fındık, hindi, su, temizlik malzemesi, diş macunu.. (sen yoksun içerisinde merak etme) biraz hin fikirliysen aklına bazı sorular düşmüyor değil. Şu tür sorular:
Sayfanın sonunda sertifikasını yenilemeyenler, yenilenmeyenler ve iptal edilenler var. Nedir lan bu deyip bakıyorsun yenilenmeyenlere. Bazı firmalar çıkıyor yönlendirilen sayfada. Neden bunların sözleşmesi yenilenmemiş belli değil. Yani bu firmalar kara listede mi şimdi. İptal edilenleri tıklıyorsun bir organik firması. Bu adamlar ne üretiyor belli değil. Ürettikleri hangi ürünün sertifikası iptal edilmiş o da belli değil. Peki neden iptal edilmiş diyesin geliyor. İki sebep sürmüşler sana doğru: birincisi “şirketin adres değ iş ik l iğ inden do lay ı ser t i f i kas ı ask ıya alınmıştır”mış. Diğeri ise ürün çeşitliliğinin fazla olmasından dolayı imiş. Bu ne bilader şimdi. Hangi helallik kriterlerinde adres değişikliği diye bir gerekçe olabilir. Ne yani sen şimdi taşınırsan oturduğun yerden namahremim olmayacak mısın benim. Töbe töbe. Bir de sertifikayı yenilemeyenler var. Örneğin bir piliç markası. Neden yenilememiş bir şey yazmıyor. Sonra yenilememek ne demek yahu kafam karıştı benim. Yani bu şirket sertifika sözleşmesini
yenilemediği tarihe kadar helal gıda üretiyordu da bu tarihten sonra ürettiği ürünler helal değil mi. Bunu mu söylüyorsun yani bize. Ne yapacağız peki helal mı acaba tükettiklerimiz diye senin sayfanı like mı edeceğiz her akşam facebook'ta.
Bi dakka bi dakka şu filmi biraz geri saralım. Şimdi ben bir firmayım. Gayr-i safi milli hasılaya katkım olsun diye bir şeyler üretiyorum diyelim. Ve ürettiklerimin daha çok müşteriye ulaşması için senin firmandan gelip muhtemelen bedeli mukabilinde (öyle ya bi sürü okumuş adam çalıştırıyorsun sen de, ssk'sı var mı ssk'sı?) sertifika talep ediyorum. Sen de aynen bir ekspertiz gibi benim ürünlerimi alıp labarotuvarında inceliyorsun. Peki benim daha sonra senin kriterlerine uyup uymadığımın garantisini nasıl veriyorsun. Hangi sıklıkla gelip benim ürünlerimi denetliyorsun. Peki senin helal gıda sertifikan var mı? sana birileri bu işi yapabilirsin diye helal gıda sertifikası verdi mi? Diyelim ki verdi. Sana bu sertifikayı verenlerin sertifikası var mı?. diyelim ki var.. Ya al sana bir metafizik çıkmaz işte. (Devir miydi bu hocam, yoksa teselsül mü?)
Hepsini bir tarafa bırakalım, “el-aslu fi'l-eşyâi el-ibâha” diye bir kaide vardır fıkıhta. Hıristiyanlığın aksine insanda aslolan zimmetinin suçtan, günahtan beri olmasıdır. Günah i le doğmaz insan. Ontolojisinde günah yoktur insanın nasıl, tıpkı eşya da öyledir işte. Haramlığı sabit olmayan her şey helaldir. Hele ki İslam toplumunda isen hepten öyle. O halde eşyayı tek tek helal diye fişlemek iyimser ihtimalle cahilliktir. İyimser ihtimal dedim bak. Salaklık diyebilirdim. Ya da İsmet Özel gibi yapıp ajanlık. İlla ki bir fişleme yapacaksan haram olanları tespit edebilirsin. Haram gıda hareketi yapabilirsin. (Ama bu işte para yok baştan söyleyeyim.) Helal gıda hareketi hıristiyani bir düşüncenin ürünüdür. İslam toplumunda Müslümanları paranoyak yapar. Topluma fitne sokar. Eziklik psikolojisi servis eder alttan alta. Birileri bu yolla belli ki zengin mi oluyor yoksa.
Ağzınızdaki tat monokrom bir hüznü mü andırıyor bayım. Ah evet bunun için üzgün olmalıyım. Ben de isterdim bin neşeli güvercin eşliğinde size bıldırcın eti ikram edeyim. Gel gör ki sertifikası yok kudret helvamın. Sizler var ya sizler sevgili şirket yöneticileri. Gerçek üstü bir gerçeksiniz. Magrette'nin piposu kadar gerçek!
helal gıda hareketi helal midir?
yusuf yakup çağman
(45)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Muhammed Duman, 1984'te Ordu-Korgan'da doğdu. 05.08.2015'te tedavi gördüğü hastanede aramızdan ayrıldı. Öğrencilerle yaptığı ders, gezi, spor, yarışma ve diğer faaliyetlerde, gençlere İslami bir bilinç vermeyi başardı. İlgilendiği gençlerin aileleriyle de iyi ilişkiler kurarak, Teneffüs Dergisi’nin faaliyetlerini mahallelere ve evlere kadar yaydı. Teneffüs'e gelen gençlerin her türlü sorunlarıyla ilgilendi ve zaman zaman onları arayıp hal-hatır sorarak kardeşlik bağlarını daima canlı tuttu. Böylece gençler onun şahsında Teneffüs'ün sıcak ortamını ve İslam kardeşliği bilincini en güzel şekilde hissettiler. Örnek bir kişiliğe sahipti, sadece sözleriyle değil yaşantısıyla da bir Müslümanın nasıl olması gerektiğini gösteriyordu. İnandığı gibi yaşayan biriydi, imanıyla amelleri birbirinden ayrılmadı, sözleriyle fiilleri bir bütündü, yaşadığına inananlardan değil inandığını yaşayanlardandı, iman ve salih amel onun kalbinde ve hayatında bir güzellik olarak yer aldı hep. Hayatı bir yolculuk olarak gördü ve ölümün de bu dünyadan öbür dünyaya geçişteki aşamalardan biri olduğunu bildi, yaşarken bir Müslüman bilinciyle yaşadı. Daima güler yüzlüydü, ölümü de gülerek karşıladı, sonsuz bir hayatın kısa bir geçiş ânı olarak gördüğü ölüme her zaman hazırlıklıydı zaten. Her zaman öncü oldu, gayret etti, atılgan davrandı, yapılması gerekeni gönüllü olarak yapardı, öncü ve örnek olmayı severdi. Yiğit bir kişiliği vardı, Allah için yapılacak şeylerde korkusuz davranırdı. Müslümanları severdi, gençleri ve çocukları özellikle severdi, sevmek bir ibadet haline gelmişti onda. Dostluk ve arkadaşlık ilişkileri herhangi bir çıkar üzerine dayanmıyordu, yalnız Allah için severdi. Öğrencilerine onları sevdiğini ve özlediğini söylerdi ve gerçekten hem sevdirir hem de özletirdi kendini. İnancını yaşarken ciddiydi, hayatı ciddi bir sorumluluk bilinciyle yaşadı. Hayatı bir ibadet haline getirmişti. Hayatı boyunca Allah'tan gelen hiçbir şeyden şikâyet etmedi, sağlığında da hastalık dönemlerinde de Allah'tan gelen her şeyi gülerek karşıladı. Müminlere karşı şefkatli, İslam düşmanlarına karşı şiddetli idi. Ölümden sonraki hayatı bir an bile unutmadan yaşıyordu ama aynı zamanda bu dünyanın hakkını da veriyordu, hayat doluydu. Önemli olan
yaşamın kendisi değil yaşamın amacıydı onun için. Büyük laflar edenlerden değil, büyük işler yapanlardan, büyük sevgiler bırakıp gidenlerden oldu. Yaşarken bu hayatta örnek alınacak kişilerden biriydi, bizim için örnek bir Müslüman, sıcak bir dosttu. Buralarda bir yerde hissederdik daima gülüşünü, şahsiyetiyle de içimizde olurdu hep. Sanki dokunduğu yere güller dikerdi. Yürümek ona çok yakışırdı, onunla birlikte yürümek de renk katardı hayata. Bütün Bağcılar-Esenler-Güngören sokaklarında yürümüş, öğrencilerinin yürüyüşüne adımlarıyla eşlik etmişti. Sosyal etkinliklerin geç saatte bittiği zamanlarda, yürüyerek öğrencileri tek tek evlerinin önüne kadar bırakır, ailene selam söyle diyerek geri dönerdi. Bir sevda şarkısıydı dudaklarından dökülen, burada bulunmamızın amacını unutmuyordu hiç. Ezgilerle coşar ve coştururdu gençlerin mümin yüreklerini. Güzel bir insandı, hayat bir yolculuksa o da bu yolda yürünebilecek en iyi yoldaşlardan biriydi. Birlikte olmanın hakkını veriyordu, bu dünyanın hakkını veriyordu, iyimser ve umut doluydu, Allah rızası için yaşıyor Allah rızası için seviyordu. Kafasındaki her şey çok netti, yolunu kaybetmezdi onunla yola çıkanlar. Az ama öz yaşadı, yapılması gerekeni yapmakta çok cesurdu. Böyle bir çağda da nasıl yaşanır bilirdi, gösterirdi eylemleriyle, fedakârlık ve cesaret onda sevg iy le buluşur ve taşard ı . Başka lar ın ın dedikodularıyla hiç ilgilenmez, daima kendi işine bakar, kendi işine yoğunlaşırdı. Onun sevgisi İslam'dı, yolu İslam'dı onun. Gözü yüksek makamlarda değildi, makamı gönüllerdi onun. İradesine sahip biriydi. Bir dinginlik, bir ferahlık verirdi sevdiklerine, engin bir deniz veya bir göl kenarı gibiydi. İçi hayat ve imanla doluydu, rengârenk kişiliğiyle ve dava uğruna harcadığı emeği ve mücadelesiyle hayatı cihad gibiydi. Geride güzel bir ahlak bıraktı. Peygamberimizi (sav) ve onun ashabını (ra) örnek alırdı. O buradayken, hem bedenlerimizi hem de kalplerimizi bir araya toplardı. Kararlılık, iman, ihlas, cesaret, güvenirlik gibi erdemlere sahipti, gönül adamıydı, yaptığı işi kaliteli yapar ve içine güzellik katardı. İçimizi umutla doldururdu gülüşleri.
muhammed duman’ın ardından
(46)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Tanpınar, Bursa ile alakalı mülahazalarını dillendirirken, onu tarif ederken, işe o şehrin rakımı alçak olan beşeri yapılarından başlayarak tarif etmeye başlamıştır. Ben ise Ulu olan dağından tahayyüllerimi teşekkül ettirip ya teleferiğinden rüzgar eşliğinde sallana sallana beşeri yapıların ve tarihinin insan koktuğu rakıma doğru ineceğim. Veyahut elime bir kayak alıp bir kış ayında kaya kaya inişimi, tahayyüllerimi katacağım. Eskiler Keşiş Dağı diye nitelendirir Bursa'yı çepeçevre saran o mevcut doğal yapıya. Kışında mevcut klişe olan gelinliğini her zaman ki gibi giyer. İlkbahara doğru coşkun sularını, mevcut gelinliğinden eritip yazın giyeceği elbisenin kararını vermesinin alametlerini göstermeye başlayacaktır. Yaz gelmiştir. Mevcut olan ve günümüzde Uludağ diye nitelendirilen o dağ, artık yeşildir. Evliyaların duası ile beraber kıyamete kadar Bursa eşliğinde o dağda yeşil kalacaktır. İnişim sırasında, ah pardon kayışım sırasında dev bir ağaca rastladım. Hemen yolun solunda. Köklerinin tarih koktuğu bir doğal
yapıdır kendileri. Oluşan yapraklarının yaşının 100 olup, kendisinin yaşının kaç olduğunu siz okurlar bir zahmet merak edip de araştırın. Bir çınardır kendisi. Gövdesini kavramaya yeltenen 15-20 kişi görüyorum. Yazın, Uludağ'ın ormanlarından gelen serinliğin esintisi şayet sizin saçlarınızı dalgalandırıp yüzünüzü okşamaya kalkışıyorsa, yapacağınız iki şey vardır. İlki, canınızın çektiği çayın sahibi olan dayının mekanını, o Çınar'ın altındaki gölgesindeki hengame arasından bulmak olacaktır. İkincisine gelince gönül işleri falan feşmekan. Hele birde konu, yazın tam gezmeye teşvik eden "Bursa" adlı şehir olunca o zaman o çay içen şahıs için hayat bir başka değişik oluyor.
Ardından tahayyüllerimi sallanan teleferiğin içerisinde boş olan koltuğa oturtup tarihi yeşil k o k a n , B u r s a k o k a n ş e h r e i n i ş i m i gerçekleşt ir iyorum. Hayal imin dünyası , Tanpınar'ın Bursa'nın da içerisinde bulunduğu hayalinin dünyasına göre biraz rötarlı. Tarihi
tanpınar'ın bursa'sına benim dünyamdan bir gezinti
murat kaşçıoğlu
(47)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
yapılarının zengin olduğu, kültürel anlatıların bol olduğu Tanpınar'ın gözündeki Bursa'ya göre anlatılarım, biraz fakir ve kısır kalmış olabilir. Bu bir itiraf mı acaba? Yoksa bir iltifat mı? Kime ve Niye'nin de içerisinde bulunduğu Nedenler kafilesinde boğulmaya gerek yok. Herkesin hayalinin dünyası kendine. Bursa, kaydettiği ileri ve mesut merhaleler ne olursa olsun, hangi değişikliğe ve hangi şekle girmeye çalışırsa çalışsın; ilk kuruluş çağının havasını hep saklar. Nereden mi biliyorum? Bu da bir itiraf değil ve ben müneccim de değilim. Tanpınar'ın zihin dünyası işte Ne yaparsın. Evet evet anladın sen onu okur. Bak şimdi tahayyülümde bu sözlerle destekli yeni şeyler depreşti. Ya da yeni kopyalar alıyorum Hababam Sınıfındaki Mahmut Hoca'ya yakalanmadan. Hayır hayır ben Hababam Sınıfı üyesi de değilim. Sadece izleyip de örnek alanların üye üyesiyim. Tıpkı aday adayı misali. Her neyse. Depreşen hususa yol alalım.
Bursa nazlı bir şehir. Kültürel ve tarihi miraslarını gezmeden, okumadan; size kendinden olan şiirlerini sokak aralarındaki ahşap evlerin tahtalarının sizin burnunuza mazhar olma maksatlı kokusunu salmayacaktır. Tophane'de Allah'ın verdiği göz nimetinin imkanlarıyla Bursa'nın genelini izleyip, yüzünüze vuran esintinin verdiği ilhamla şehrin hangi kanadına "hangi tarihi yapıt izleyenlere ne anlatıyor?" muhabbetine yanındaki ile dalıp; farkında olmadan yangın kulesinin yanındaki kafeye tavşan kanı olan çayını yudumlama maksat l ı oturacaksın. Evet farkındayım sürekli işkembe-i Kübra'ma bir çay gönderme amacındayım. Ne yapayım işte tipik şairliğe heveslenme gribine aman pardon tribine kapılmışım. Osman ve Orhan Bey'in türbelerine bir Fatiha çakıp, o bölgedeki mehter ekibinin kulağına verdiği tını ile kalkıp dizili olan topların fitilinin dibine çakmağı veyahut kibriti yaklaştırasın gelecektir. Ama sakinsindir. Çünkü etrafta çoğunluğunun göçmen olduğu sarı saçlı gözlerinin en renklisinden olan çocuklar Tophane'ye hakimdir. Allah muhafaza birine top değer ve saatlerce gözlerinden yaş süzülen o çocuğa "abucugucubucu" diye şirinlikler yapmak zorunda kalırsın. Ya da biraz gerçekçi olma lütfunu gösterme maksatlı o tahtalı olan köyün yolunu tutarken, sen ise vicdan azabının gazı ile mezarına bir Fatiha okumak için gitmek istersin. Fakat yerin hapishanedir.
Bir Türk şehridir diye bahseder Tanpınar. Fakat şu anda olan bir gelenekten bahsedelim ki, yıllardır Bursa'da yaşayıp da Uludağ'a çıkmayan, o zirvenin kokusunu, havasını almayan insana nedense Türk'sün diye hitap etmezler. Uludağ'a çıkıp inen insana "işte şimdi Türk oldun" diye bir diyalog sunarlar şahıslarına. Kim bilir belki Tanpınar'ca da onun zihin dünyasında herkes o dağa çıkmış ve herkes Türk olmuştur. Nedendir bilmem. Tanpınar'ın "Bir Türk Şehri" diye nitelendirdiği o diyalog da tabi ki incelenmesi gereken bir husus. Oradaki Türk kavramı ile şimdi ki halkın Türk kavramı farklı olabilir. Durun. One Minute. O dönemde Türk eşittir Müslüman. 1789 Fransız ihtilali, milliyetçilik.. Of of of of. tamam tamam. Bu kafatasçılık o kafatasçılık değilmiş. Farklı kafaların taslarında düşüncelerini pişirmiş bu adamlar. Her neyse. Anlatacak çok şey var Bursa ile alakalı. Fakat şimdilik bu kadarı kâfi. Gülücük.
(48)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
T u h a f !Henüz 2000 yıllarında ilkokul birinci sınıfı okurken eve gel ir gelmez, önlüğümü çıkarmadan resim dersinden kalan ödevimi yapardım. Matematik hep en sona kalırdı. Türkçe ise en uzun süreli çalıştığım ders idi. Bir tek Türkçe'den zayıf alınca 'ağlardım.’
T u h a f - IHer yıl okul alışverişi yapılırdı. Bu yıl uçlu kalem alacağım, arkada silgisi olanından diye heveslenirdim. Ama ucunu kırarım diye almıyorlardı. Kurşun kalem kullanıyordum. Ama onu da beceremiyordum. Sürekli açacak ile ucu sivri olsun diye, sınıfta çöpün başında toplanıyorduk. Ne kadar sivri olabilirdi ki bir kurşun kalemin tane dili. Yontuldukça kalemin ucu, yazılanlarla hatıralar canlanıyor ve öyle acıyordu kâğıtlar. Şimdi kurşun kalem tutan eller bayağı kirli. Tükeniyor/du, küçücük oluyor/du, kurşun kalemin ucu…
T u h a f - IIİlkokulun basamaklarında ilerlerken okul, -okul-du bizim için. Sınıfta çay yapmışlığımız vardı. Hatta kaloriferin yanmadığı zamanlarda sınıfta küçük elektrikli sobalardan bulundurduğumuz olmuştu. Sınıfımızın dolabı vardı bir de. Kitaplarla doluydu içi. Teneffüs aralarında genelde sınıfta otururdum. Matematik dersi bitsin ister, sabırsızlıkla Türkçe dersini beklerdim. Ama kim sorsa, en sevdiğim dersti Matematik.
T u h a f - IIISaçlarım uzamaya başlıyordu. Artık sık sık kesmiyordu annem. Genç kız oluyorduk. Genç bir delikanlı oluyordu erkekler. Sesleri kalınlaşıyordu. Yine de o çok sevdiğimiz yüksek ebe oyununu oynuyorduk ama. Hala aynı
sıralarda bir şeyler için çabalıyorduk. Aşk değildi bizi oraya götüren. Saçlarımızı salıp gitmezdik de…
T u h a f - IVGünlerle savaşıyorduk. Kazınıyordu bunlar birer birer beynime. 'Artık çocuk değilsin!' deniyordu. Evet, çocuk değildik. Çünkü yalan söylemeye başlamıştık. Kavga etmeye, küfür etmeye, nefret etmeye. Ettiğimizi bulduk. -Ağlamaya başlamıştık…
Mavi önlükler çıkmıştı üzerimizden. Yol pek uzun, gece hep aynı saatte biterdi. Ezan'ı duydu mu gün, güneş selam ederdi. Buradaki tuhaf olan nokta ise; uçlu kalemim olmuştu. Lakin hiç fark etmemiştim. O heves yoktu çünkü içimde.Ve ucu sürekli kırılıyordu…...
T u h a f - 2015Yaşım artıyor… Hayatım sürecinde duyduğum şeyler başıma geliyor. Büyükler, çok büyükler diyordu. 'Bizim zamanımızda böyle miydi?' Biraz büyükler de söylüyor şimdi. –ki katıldığımız bu kervanda ne kadar yakalayabiliriz en geçmişi. İlkokul fişlerinde yer alan Ali ve Işıl hiç el ele tutuşmadılar. Ya ip atladılar. Ya da top oynadılar. Oysa şimdi aşka beğeni gözlerle bakan facebook prensesleri, ojeli tırnaklar, 5'inci sınıfta öpüşmeyi bilen çocuklar(!) konuşmayı bile bilmiyor neredeyse. Doğru öğrenememişler çocukluğu.
-Şimdi merak ediyorum. Biz nasıl kirletmişiz ki bizden önceki çocukluğu, zamanı, güzelliği…-ki şimdilerde bu kadar dolmuş beynimin içi ve şakaklarıma kadar saflığa, güzelliğe, çocukluğa gebeyim?
gökçe üstündağ
a k l ı m d a k i ; -t u h a f / l ı k l a r-
(49)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Sakarya otogarındayım. Ne yapıyorum burada? Kimden kaçıp, kime koşuyorum. Bugün yani Çarşamba günü, İstanbul'dan kalkıp İzmit'e geldim. Ve başladım yürümeye. Gidecek bir yerim yoktu. Yine de Ankara diyordum kendi kendime. Ankara'ya gidiyorum. Ne kadar da anlamsız. Anlam öldü! Elli kilometreye yakın yol yürüdüm. Ayaklarımın altı kızgın demirle dağlanmış gibi yanıyor. Parmaklarım su topladı. Dizlerim ve omuz kaslarım ağrıyor.Yağmura yakalandım. Gün içinde. Koca, iri taneli bir yağmur. Vişne tanesi gibi. Ama renksiz. Bi güzel ıslandım. Pançoyu çıkarıp giyene kadar.Bir saat sürdü yağmur. Sonra vişne mevsimi bitti. Bulutlar güneşin önünden çekildi. Ağladım. Gözlerimden iri taneli vişneler döküldü. Umursamadım. Nasıl olsa yağmur yağıyordu. Koca bir sırt çantası, rahat spor ayakkabılar, bol cepli bir şort, ince pamuk gömlek. Ve hepsinin üstünde lacivert bir panço. Çok aptalca görünüyordum belki dışardan. Belki de çok korkunç.Düşünmedim bunları. Yol kenarına oturdum ve vişnelerin gözümden çıkar çıkmaz iri bir su damlasına dönüşüp, yanağımdan boğazıma ve hatta göğsüme kadar süzülmesine müsaade ettim.Yada şöyle diyeyim. Yağmur yağmıyordu, ben ağlıyordum. Yalana gerek yok! Yağmur yağıyordu, ben hayvan gibi ağlıyordum. En son ne zaman hıçkırarak ağladım? Çok olmadı.Yağmur dindi. Ben bittim. Güzel bir insan çıktı karşıma. Tuncay B. 31 yaşında. Evlenmeyi düşünmüyor. Sebebini hepimiz biliyoruz. Aşk ve kadın. Neyse çay içtik. İki bardak. Az biraz muhabbet ettik. İyi biri. Yol ayrımında sigara, cips ve çikolata aldı. Ben cips yemem.Yolum yanlış. Yanlış yola girdim. Sahi ne zaman saptım ben doğru yoldan! En son ne zaman görüldüm o yolda? Hatırlamıyorum.
Yürümek boşuna olur mu? Boşuna yürüdüm. Gidecek belli bir yerim olmamasına rağmen, yanlış yolda yürüdüm. Yalnız ve uzun bir yürüyüş için yeteri kadar güçlü değilim. Yada çok sulugözüm.İnsan birçok şeyi unutuyor. Bugün hatırladım; büyük hayal kırıklığına uğradım, sinirlendim. Kendimle konuşurken bile kekeledim. Sözler boğazıma yapıştı, dilime varmadı. Ağladım. Yine. Ağladım.Neredeyim, nereye gideceğim, ne yapacağım bilmiyorum. Hep mi böyleydim acaba. Nereye aidim? Arafa mı? Bir yerim var yani. Ne güzel.Minibüse bindim. Tabi öncesinde karanlık bir yolda araçların farlarına bir saatten daha fazla bakakaldım. Bazı kamyon şoförleri uzunları yakınca yol kenarında anlamsızca ve yalnız (gerçekten yalnız) durduğumun farkına varıyordum.Allah'la konuştum. Beklerken. Daha doğrusu yalvardım. Koru beni dedim. Tut ellerimden. En son ne zaman konuştum Allah'la bilmiyorum. Oldu galiba biraz.Nereye gideceğimi bilmiyorum. Gidecek yerim yok. Galiba İstanbul bileti alacağım. Ve belki oradan Ç.'ye İbrahim'in yanına giderim. Niye bilmiyorum. Çok yorgunum. Çok. Uykum var.Umut.Kader. Bekir ile Uğur.Benim ne işim var bu Allah'ın cezası yerde!Ben Bekir olmaya razıyım. Ama bu bile bana fazla görülüyor. Umut öldü. Onu ben öldürdüm. Hem de kendi ellerimle.Bu yüzden inanmıyorum ya öldüğüne!Umut için yarın bir şeyler yazarım ve sonra yazdıklarımı O'na göndereceğim.Umudum olsun yeter.Bir ömür nefes almak için yeterli bir sebep.Didem, sen ne güzel kadınsın. Bilirsiniz O da ölmedi. Gitti sadece. Gitti.
tufan emiroğlu
yolun sonu
(50)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Sen gideli dört yıl, altı ay, on üç gün, beş saat oldu. Ardından dökülen onca yaş kurudu. Açılan yaralar kabuk bağladı. Gidişinin sancısını yüreğimize gömdük. Ama sanma ki seni unuttuk. Unuttum! Özlemin ateşi sıtma gibi tuttu. Söylenecekler birikti. Kalem kâğıda sarıldı.
Sevgili dostum; Senden sonra kızların güçlü duruşlarıyla herkesi şaşırttılar. Acıları sonsuzdu. Anneleri artık yoktu ve bu acıyla yaşamak hiç kolay değildi. Yürekleri avuçlarında, gözyaşları sicim gibi akarken seni anlattılar. Gelen onca insan senin gidişinin hikâyesini dinlediler. Kimi ağlamaklı kimi donuk gözlerle olanları seyrettiler. Hele annen, canından bir parça daha kopuşunu sessizliğine gömülerek karşıladı. Yokluğunla soğumuş bu evin odalarını gezerken her köşenin buz kestiğini hissettim. Artık sen yoktun ama kokun halâ odanda sanki geri dönecekmişsin gibi çok tazeydi.
Kocanın acısı tartışılmazdı. Bütün çekilen acılara ra ğ m e n s e n d e n b a h s e d e r ke n g öz l e r i gülümsüyordu. Alevlenmiş kalbini gözlerinden akan yaşlarla söndürmeye çalışıyordu. Kızların babalarına yoldaş oldular. İnanmayacaksın belki ama senin için bir facebook sayfası bile açtılar. En güzel resimlerini koyup hatıranı canlı tutmaya çalıştılar. Şaşırdın değil mi? Gülümsemek sana yakışıyordu. Belki de tüm bunları hissedip gülümsüyorsundur.
Ah dostum; Yokluğunda neler oldu bilsen. Senin meşakkatli geçirdiğin yıllarını ve neler çektiğini meğer hiç bilememişim. Yanında, yakınında olmak yeterli değilmiş. Her daim yanında olan kocanın ve kızlarının acısını şimdi daha iyi anlıyorum. Yaşadığın hastalığın ne kadar ıstıraplı olduğunu o zamanlar anlayamamışım. Girdiğin
bu kapının başka bir dünyaya açıldığını çok geç fark edebildim. Bu geç kalınmış duygu eksiliğim için bağışlamanı dilerim.
Canım dostum; Ardından ne çok değişiklik oldu. Olanları hissettiğinden eminim. Kızların evlendiler. Mutlu yuvaları ve çocukları oldu. Senin torunlarını görememenin üzüntüsünü yaşıyorlar. Sensizlikle ıssızlaşmış odalarda, daha fazla yaşamayan kocan evini satılığa çıkardı. Evin artık büyük geldiğini söylüyor. Kızların önce çok üzüldüler ama babalarına hak verdiler. Uzaklara taşındılar. Seninle sokaklarında yürüdükleri bu semt onlara acı verdi. Uzaklaşmak yeni bir hayat kurmak kolay olmadı. Birbirlerine sıkıca sarıldılar ve hayatın akışına onlarda kapıldılar.
Kalbi güzel dostum; Olanları bildiğinden eminim. Zamanın insanı yorduğunu sen daha iyi bilirsin. Yalnız yaşamak hiç kolay değil. Anneni ziyarete gittiğim bir gün, hem ağladı hem anlattı. Büyük kızın anneni alıp kendi evine götürmüş. “Birkaç gün biz de kal anneanne” demiş. Annen senden kalan yadigârını kırmamış. Gittiği o akşam kocan yanında bir kadınla gelmiş. Anneni görünce mahcup bir edayla sarılmış elini öpmüş. Kızlar şaşkın, babalarına sonra kadına bakıyorlarmış. “Zor geçen bir akşamdı” dedi annen.
Kocan kadını tanıştırıp konuşmaya başlamış. Artık yeni bir hayat kurmak istediğini söylemiş. “Anneniz de böyle isterdi” deyince kıyamet kopmuş. Feryat edip ağlamışlar. Kadın sessizce oturuyormuş. Kızlar ne kadar olmaz dedilerse de kocan “hep sizinle yaşayamam, sizin bir aileniz var ve ben henüz ihtiyar değilim” deyince büyük kızın susmuş. Öyle uzun susmuş ki kocanın mavi gözleri solmuş. Annen “ben bile korktum” dedi.
gönderilemeyen mektup
gül tanrıverdi
(51)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Sessizliğin ardından büyük kızın “haklısın baba senin de hayatını düzenlemeye hakkın var” deyip kardeşine dönmüş “Annem babamızın mutlu olmasını isterdi. Bırakalım mutlu olsun.” Kocan, annene de sorunca “sen de benim evladımsın mutlu olmayı hak ediyorsun hayırlısı olsun” demiş. Annen bana anlatırken “kızıma çok iyi baktı, onun da mutlu olmasını isterim” dedi.
Sana bu mektubu yazmak istedim. Biriktirdiğim onca şey var ve hepsini anlatamıyorum. Ama sen de biliyorsun ki en acısı seninle vedalaşama-mamdır. Evet, bu yüreğime kazınan en büyük acıdır. Seni son kez görmemenin verdiği sızıyı, her gün satılan evinin önünden geçerken yaşıyorum. Son günlerde seni ihmal edişimin hiçbir mazereti maalesef yoktu. İş güç diyerek kendimi kandırsam da vicdanımı kandıramıyorum. Yıllar geçtikçe ve senin yanına gelme zamanının bilinmezliğiyle yazdığım bu mektup hayatın içine bir kayıttır.
Sana hiçbir zaman postalanamayacak bu mektubu hissedeceğini biliyorum.
Ve can dostum senden bağışlanma diliyorum.
***Mektubu bitirdiğimde duygu yoğunluğundan yorgun düşmüştüm. Gözlerimden düşen damlaları sildim. İçim kaynıyordu. Gidip yatağa uzandım. Gözlerimi kapatıp eski günleri düşündüm. Yaşanmış hatıraların içinde kayboldum. Omuzuma bir el dokunduğunda kendime geldim. İrkilip baktım. Elinde yazdığım mektup vardı. Bana “sus” işareti yaptı. Şaşkınlıktan gözlerimi ovuşturdum. O gelmişti. Koltuğa oturup mektubu okudu. Kalktım karşısında ki koltuğa oturdum. Bana gülümsüyordu. Sonra konuşmaya başladı.
“Bana mektup yazmana çok sevindim. Yazdıklarından haberdar oldum. Benden af dilemene gerek yok. Sana kırgın değilim.”
Konuşmak istememe rağmen dudaklarım kıpırdamıyordu. Onu karşımda görmekten öyle mutluydum ki. “Neden daha önce gelmedin” diyebildim.
“Şimdi gelmem gerekiyordu. Daha öncesi yok. Soru sormayı bırak. Buradayım yanındayım. Beni kadar özlediğini biliyorum, ben de seni çok özledim. Anneme gitmene çok sevindim. Ara sıra
git olur mu? Beni çok özlüyor ona babamı gördüğümü söyle belki acısı hafifler. Evi sattıklarında üzüldüm, ne çok anımız kaldı ardımızda. Bazı geceler gidiyorum, odaları geziyorum. Kızlarımın odasına bakıyorum. Ağlıyorum. Hıçkırık seslerimi evin yeni sahipleri duymasın diye hemen ayrılıyorum.”
Gözlerim ona kilitlenmiş dinliyorum. Susmasın istiyorum. Hep konuşsun ben dinleyeyim. Konuşmaya devam ediyor.
“Kocam artık bana ait değil. Yeni karısıyla çok mutlu. Beni ziyarete beraber geldiler. Onu gördüm. En sevdiğim çiçekleri getirmişler. Kadının gözlerinde ki sevgiyi gördüm. Birbirlerini seviyorlar. Beni unutmadığını biliyorum. Beraber gelmeleri, benim o kadını daha çok sevmeme sebep oldu. Benim için elinden geleni yaptı. Artık kendi hayatını yaşaması hakkı.”
Gözlerinden yaşlar süzülüyor. Anlattıklarına inanıyorum ama hâlâ içinde taşıdığı acıyı hissedebiliyorum. Kalkıp ona sarılıyorum. Kalbim çarpıyor, gidecek diye korkuyorum. Bu anın tadını çıkarıyorum. Ellerimi tutuyor. Vakit hayli geçmiş. Birden ayaklanıyor “artık gitme zamanı" diyor. “Gitme" diyorum. “Anneme gitmeyi unutma, kızlar uzakta ama haber alırsın” diyor. Başımı sallıyorum.
***Gözümü açtığımda sabah olmak üzereydi. İçim geçmiş uykuya dalmışım. Rüya gördüğümü anlamam birkaç dakika sürdü. Gözlerimi kapatıp açtım. Öyle gerçekti ki… Rüya olduğuna inanmak istemiyordum. Yataktan kalkmadım. Uzun süre gözlerimi kapalı tuttum. Çok net hatırladığım rüyayı tekrar tekrar gözümün önüne getirmeye çalıştım. Mektubumun ona ulaştığına emindim. Bana cevap vermek için gelmişti. Bunun için hiç şüphe duymuyordum. Onu ne kadar özlediğimi fark ettim. Yüreğim sızladı. Karşımdaymış, beni görüyormuş gibiydim. Kendi kendime sesli konuştum.
“Rüyamda da olsa geldin. Çok mutluyum. Seni görmek, özlem gidermek… Ne kadar güzeldin hiç değişmemişsin. Çok mutluyum çok…"
Deliler gibi heyecanlandım. Nedenini bilmediğim bir mutluluk yaşıyordum. Kalktım hazırlandım.
(52)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
Tesadüf mü bilmiyorum iş görüşmesi için gideceğim yer onun evinin civarındaydı.
İş görüşmem güzel geçmişti. Binadan çıkıp iki sokak öteye yürüdüm. Cadde kenarında durdum. Apartman tam karşımdaydı. Başımı kaldırıp en üst kata baktım. Pencereden bana el salladığını görür gibi oldum. İç geçirdim.
Balkonda hep çiçekleri olurdu. Yeni gelenlerde çiçek seviyordu belli ki. O günlerin hayaline öyle dalmışım ki yanımda bana seslenen kadını fark etmemişim. Dönüp kadına baktım. Bana:
“Kiralık ev mi arıyorsunuz?” deyince,
“Anlayamadım” dedim
“Ev arıyor gibi haliniz var” dedi kadın.
“Yok, ev aramıyorum. Karşı apartmana bakıyordum. Arkadaşım bir zamanlar orada otuyordu. Geçerken bakayım dedim.”
“AA öylemi hangi kattaydı?
“En üst kat, sağdaki daire onlarındı. Niye şaşırdınız?”
“ Yok, artık bu kadarı gerçekten şaşırtıcı, o daireyi biz satın aldık. Komşular bizden önce oturanları anlattı. Çok acı çekmiş kadıncağız. Demek arkadaştınız?”
“Çok eski arkadaştık. Bu evi çok severek almışlardı.” Kadın düşünceli,
“Bazı geceler hıçkırık sesi duyar gibi oluyorum. Sanki biri ağlıyor. Komşulardan mı geliyor diye kulak kesiliyorum ama yok, anlatması biraz güç. O zamanlar ürküyorum.”
Şaşırmıştım. Kadının sesleri duyduğundan emindim. Sakin bir sesle,
“Belki de evini özleyip geliyordur. Hani derler ya, perşembe akşamları izin veriyorlarmış.” Kadın bir eve bir bana baktı.
“Evet, öyle derler. Ama korkuttunuz beni şimdi. Sanki haber almış gibi konuştunuz.”
Gülümsedim,
“Korkulacak bir şey yok. Beni özlediğinde geliyor. Özlem gideriyoruz.”
Kadının rengi uçtu. Tuhaf olduğuma kanaat getirmiş olmalı ki,
“Anlaşılan siz çok etkilenmişsiniz. Bir doktora gitseniz iyi olur. Nerede görülmüş ölüden haber alındığı.”
Kadına baktım gülümsedim. “Rüyada” dedim.
(53)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
insanlar çok gerizekalı bir hayat yaşayarak tükenmişti kendini ben oraya gittiğimde. ben de çok düşünmeden kaçmak istedim oradan yanlış yön diye bir şey yoktu uzak diye bir şey vardı ve de çok güzeldi
ilk çok düşünmeden yaşayış normaldi benim için. uzağa bir özlem vardı doğu batı kuzey güney diye bir şey yoktu avrupa amerika afrika diye bir şey hiç yoktu uzak vardı nehirler ve kirli sular vardı papatyalar kopartılmadan seviliyordu
düşünmüyor oluşumun cezasını çektim sonra. bir çok gökdelene çimento taşıdım tek söz işitmedenmerdiven kullanmazdımyer suratıma vurmazdı
çocuk her dilde masumdu ben yere düşerken ateşle oynamadı hiç biri taşa takılıp düşeceğim diye korkan azdı genelde burnumdan sinek girer mi diye korkan komşuları vardı gizli firavunlar.taşı severdi çocuklar taş da çocukları çok severdi
taştan evler yaptılar sonra gökdelenlerin yanına. bir meczup vardı onları izleyip gülüyordu hep sessizce bir şey sessiz olunca güzel oluyormeczup çok güzel gülüyordu taştan evlerin gölgelerine sarıldı sonra
bir zaman geçti ve Yer kıpırdamaya başladı. nefes alıyordu toprak bizi düşünüpçocuklar taşların altında kaldılar anneleriyle beraber. babalar para kazanmaya gitmişti o sırada yeni bir ayakkabı ve okul çantası lazımdı kimse bu duruma ağlamadı
yeni bir ayakkabı ve çanta başka bir çocuğa verildi sonra beni şahit tuttular.bir çok belge imzaladım devletin bekası için. sonra devletin bekası için intihar etme dediler bende uzağa gittim uzaklar güzeldi o sıralar .
bu anı bir daha yaşayamazsın dedi bir dilenci bende ne an benim nede yaşamak dedim su ikram etti bana içmedim yürüdüm sonra bir başka ev vardı içinde çok göz yaşı barındırıyordu bu bir ev
sonunda orası da yıkıldı hep beraber altında kaldık molozların
kalın iplikuğur demirkıran
(54)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
hişt hişt !sait faik abasıyanık
(çeviri: ömer özbek)
Ez di meşîyam. Bi meşê re jî ez di vedibûm. Ji malê biacizî derketibûm. Dibe ku ji cûzanê hırs bûbim. Dibe, dibe! Birastî hırsbûnamin ji cûzanê wê be.Keskbûna gîya, şînbûna behrê, sayî bûna ezmên, pirsgirêkeka mezin e. Kî gotîye ne pirsgirêk e? Xêvikîye! Ya baran bi barîya? Ya keskatîya gîya xemrî, ya şînatîya behrê sor bûna? Çê bûna, pirsgirêk hinga çê dibû, ev.Pelekî di rengê çîkolatê, bizineka di rengi behîvê de min dît. Yek ji paş min ve got:- Hişt hişt.Zîvîrîm û mi nihêrt. Li kileka rê, strîmişk û lewenteyên terr hê ku li xwe ne xistî di tama alûçande li min di nihêrtin. Diranêmin qemişîn. Li ser rê kesek tine bu. Banê malekê, du çûkê ji dûr ve difrîyan û behrê ji nav bera pelan de min dît. Dema bi rêya xwe ve ez diçûm got:- Hişt hişt.Min xwest kû bi zîvirim bi nihêrim. Dibe ku ji ber gelek dil hebûnamin ne zîvirîm û min ne nihêrt. Dibe, li ezman çûkek bi hişt e hişt derbas bû be. Li pişt min ve mar, kîso, jîjoyek derbas bû be. Dibe kû kêzikek hebe dibêje hişt hişt.Dîsa got Hişt!Ev car dibe ku ji bêdilî mi mêze kir navbera dirîyan ji min re weke ku yek xwe veşartibû hat.Li qirağa rê rûniştim. Nêzî min kerek di çêrîya. Rengê wî jî alûçî, devê wî diranê wî , guh û stûyê wî çi xweşik e. Diçêre. Gîya bi qirçe qirç dixwe. Dibe ku ev dengê qirçe qirçîyê weke
hişt hişt min bihîstibe. Ji dengê jê kirina giyayê kerê pir cûda dengek got:-Hişt hişt hişt.Kanî cana li ber guhêmede em dengekî pir nas dikin ji nişkave gazî meriv dike. Dibe ne wisa? Kêm caran. Dibe ku dengekî hez dikî, nas dikî di serê we de bêdeng gazî we kiribe. Dibe. Ji nişkê ve mijeka ne wek ewr, ecêp û zer rûyê tavê girt e. Destekî gemarî, ji pişta kera alûçî paçek kişand û rahişt e. Cilê wê yî herdem kevn û gewr, cî cî qedîfê wê weşiyayî lê kir li kerê. Daketime rê. Heta ku jê tê bila bê hişt. Bila dostekî rastî û şelaqî be. Bila hema kesek tunebe, dînekî ku xwe bi xwe ji guhê xwe re dibê hişt hişt bim, ez, guh nadim.Dibe ku çûkek e. Dibe ku kîsoyek e. Dibe ku jîjoyek e. Dibe ku ê badike ji behrekî nêzîk ve masîyek, cinawirek e. Qîtik e. Çûkê mihalakî ye.Ya baş ez bi xwe bêjim hişt hişt. Ew çâğ bi temamî ne wek bakirina hişt hişt û ji bo têkoşîna ne şibandina nûhirandinek min destpê kir.Ji nişka ve, li pêşya xwe zilam û pîrekek min dît. Rêya Kalpazankaya pirsîn. Min got hûn li serine. Weke kû rê hereket kir. Ne meşîyan. Bi du gavilan ji min dûr bûn. Kurê keşe di nav mêşinan de ser devkî xwe dirêj kirî min dît. Li ser rûyê wî mexlûqekî xêvikî, wek dîkê zîwanokî rabû. Girêza devê xwe pakiş kir. Berxikê ji çîmê wê girt. Bi berxikêre ketin erdê. Kurê keşe bi rûyekî nexweşik, xêvikî, destperkî mêze kir. Niha li solînê bû me. Ê kû ji
(55)
şehrengiz 16. sayı / ekim 2015
min re go hişt hişt qey çûk bû. Çûkên wisa hene. Nabên cîk cîk dibêjin hişt hişt. Çûk bû çûk. Zilamek erd mer dıkır. Pê li hesinê merê dikir, binê axeka sorayî neqlî ser dikir. Got:-merhaba hemşerîyêmin. Min got:- Ooo! Merhaba!Dî sa bi îşê xwe ve ket. Min got hişt hişt. Deng nebir xwe. Carekedin min go hişt. Disa deng nebir xwe. Ser hevdî hişt hişt hişt! Got:-Lebê. Min got:-Min tiştek ne got. Tilîya xweyî piçûk xiste guhê xwe. Xurand. Der xist li tilîka xwe nihêrt. Weke destîyê merê pakij bike kir. Min got:-Hişt hişt!Serê xwe bilind kir bi ezmana ve. Li çûka nerî. Behrê nerî. Zîvirî û biguman li min nerî. Min got:- Îsal artîşok çewaye? Got:- Ne başe.- Baqıla winê kengî jêkin? Got:- Hê di xwaze.Wek nefes standinê min got hişt.Dîsa biguman li behrê, biguman ezmên, biguman li min nerî. Min got:- Dibe ku çûkbin. Got:- Xişînîyek tê guhêmin jî ema, ji kû rexî tê? Şi xwe vê pêlê ev guhêmin giran bûye. Min got:- Hewceye were şûştin, êmin jî çûnde giran bûbû.- Te da şûştin?- Min neda şûştin. hewce nebû, ez çûme cem hekîm. Hema hilgirt; pîsîtî bûye. Min pirsî:- Zarok çewane? Got:- Başin. Neh bûn mane heşt. Tu zanî serenca ya nehan lê…Min got: hişe, hişe. Dil di sotî. haydê Emanetî Xwedê be!- Haydê oxur be.Dema hinekî dûrket:- Hişt hişt.Vê cari min zeft kir. Bexçewan bû. Ew bû ew. Min got:- Haydê haydê vê carê min te zeft kir. Got:
- Na welleh, welleh min hê baqil jinekirine, ji te çima veşêrim, ma ne bi perê xwe ye? - Ma ne tûyî ê ku dibê hişt hişt?- Ez jî dengek di bihîzim, ema nabînim ku ji kur tê?Ji kur were bila were, ji çîyê, çûkan, behrê, insanan, gîya, kêzik, çîçekan. Were hema ji kur tê bila were! Ku dengekî hişt neyê xerab e. Piştî ku bê her bijîn çiçek, kêzik û insanan.Hişt hişt!Hişt hişt!Hişt hişt!