sev yayıncılık eğitim ve ticaret a.Ş....sev yayıncılık eğitim ve ticaret a.Ş. nuhkuyusu...
TRANSCRIPT
SEV Yayıncılık Eğitim ve Ticaret A.Ş.Nuhkuyusu Cad., No. 197 Üsküdar İş Merkezi, Kat 3, 34664 Bağlarbaşı, Üsküdar, İstanbul Tel.: (0216) 474 23 43 • Sertifika No. 12603
Zombili Mombili Roman
©2016 SEV Yayıncılık Eğitim ve Ticaret A.Ş.
Yazan: Aytül AkalResimler ve Kapak Tasarımı: Halil Mete Yayın Yönetmeni: S. Baha SönmezEditör: Burcu ÜnsalGrafik Tasarım: Hüseyin Vatan
Birinci Baskı: Mart 2016
ISBN: 978-605-9781-15-2
Telif yasası gereği bu kitabın tüm Türkçe yayın hakları SEV Yayıncılık Eğitim ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. Tanıtım yazıları dışında, yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir biçimde kullanılamaz ve çoğaltılamaz.
Kütüphane Bilgi Kartı (CIP): Akal, AytülZombili Mombili Roman1. Çocuk Edebiyatı 2. Öykü İstanbul, SEV Yayıncılık, 2016, 220 SayfaISBN: 978-605-9781-15-2
Baskı: Elit Ofset Matbaacılık Ambalaj San. ve Tic. A.Ş.İkitelli Organize Sanayi Bölgesi, İpkas Sanayi Sitesi, B Blok, Sokak No. 5-6, 34306 Başakşehir , İstanbul • Tel.: (0212) 549 88 60 • Sertifika No. 15756
Resimleyen:
Halil Mete
5
Bakın, az önce de söyledim ya, aşk romanıyla ilgilenmiyoruz artık.
Gerilim romanı istiyoruz. Okuru şöyle bir ağız tadıyla korkuta-
cak, yerinden hoplatacak şeyler... Bu yıl yayınevimizin sloganı
Okuyorum, Korkuyorum, haberiniz yok mu? Medyadan herkese duyur-
muştuk.”
Kimbilir ne uğraşlarla bukle bukle kıvırdığı bir tutam saçını hızla ge-
riye doğru savurup “Anlaşılmayan bir şey yok, değil mi Özgür Beyciğim?”
dedi. “Korku romanı... Haa bakın, roman değilse, gerilim öyküleri de
olur. İçinizden ne geliyorsa…”
İçimden gelen editöre sövüp saymaktı; ben de sessizce öyle yaptım.
Özgür Beyciğim’ miş! Anlaşılan özgürlük adımda kalmıştı yalnızca…
Sekiz aydır eve kapanıp gece gündüz üzerinde çalıştığım romanıma bak-
madı bile. Hah! Bu plastik ‘Barbie’ler ne anlar ki aşktan, aşk romanın-
dan? Sosyal medyada bin tane arkadaş edinir de gerçek hayatta bir kişi-
ye bile romantik duygularla bağlanmayı beceremezler…
BİRİNCİ BÖLÜM
PAZARTESİ
“
7
B İ R İ N C İ B Ö L Ü M : P A Z A R T E S İZ O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
6
Canım sıkılmıştı. Sessizce başımı sallayıp gitmek üzere sandalyemde
doğruldum. Bir şeyler söylemek için ağzımı açarsam, içimdeki sinirli ca-
navarın, kibarlık zırhımı keskin sözcüklerle parçalayıp ortaya çıkıvere-
ceğinden korkuyordum. Bunu göze alamazdım. Yazıp yazamayacağım,
yazarsam da basılıp basılmayacağı belli olmayan bir kitap yüzünden ya-
yıneviyle aramızda gerginlik olmasını istemezdim.
Düş kırıklığı içinde kapının yanındaki askıdan paltomu alıp giyerken,
ardımdan seslendi:
“Unutmayın, 8-12 yaş için olacak!”
“Ha?”
Paltomun öteki kolunu geçiremeden, bir süre donup öylece kalıvermişim.
Çocuk kitabı mı? Felaket! Kimbilir kaç okurunu, kahramanlarının ya-
şadığı aşk acılarıyla gözyaşlarına boğmuş bir yazardan, küçük çocuklar
için bir kitap istiyorlar ha! Olacak iş değil…
Az önce içimde kıpır kıpır dolanıp çıkacak bir delik arayan öfke cana-
varını güçlükle yatıştırmaya çalışırken, editörün sözlerini yanlış duymuş
olabilirdim. İçimde umut kırıntıları, editörün masasına yaklaşıp nazik
bir ifadeyle sordum:
“Bir şey mi dediniz? Sanki yaşla ilgili bir şey söylediniz gibi geldi de…”
“Evet, çocuk kitabı dedim. 8-12 yaş için...”
Yüzüne tuhaf tuhaf bakmamı, memnuniyet hissi içinde olduğuma
yormuş olmalı ki gülümseyerek, “En kısa zamanda getirirseniz, iyi olur.
Birkaç yazardan daha bekliyoruz. İlk gelen dosyalar, önce basılacak,”
dedi.
Kapıdan nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Paltomun düğmelerini ilik-
lemeyi bile akıl edemeden sokaklarda uzun süre, deli deli yürüdüm. Kar
tek tük serpiştirmeye başlamıştı. Bedenimi cayır cayır yakan öfkem ha-
fifleyince, haliyle soğuğu hissetmeye başladım.
“Brrr… Bu ne ayaz böyle!”
Birkaç saat yürümüş olmalıydım. Bu süre içinde düşünmeye epey fır-
satım olmuş, içimdeki canavarı sakinleştirmekle kalmamış, horul horul
uyutmayı bile başarmıştım. Evet, neden olmasın? Alt tarafı çocuk kita-
bı... Bilgisayarda araştırma yapmaya, not almaya, yazılanların üzerinden
onlarca kez geçmeye gerek bile yoktu. Yaz gitsin, hooop, oldu sana çocuk
kitabı. Korku mu isteniyor? Ondan kolay ne var? Birkaç yerde “Bööö!”
dersin, bütün çocuklar korkudan altlarına kaçırırlar. Vampirler, zombiler,
hayaletler, büyücüler, devler… Daha daha, canavarlar, ejderhalar, cadı-
lar… İşte sana öd patlatmaya hazır dev bir kadro, muhteşem bir yapım.
Konusu belli, kahramanları çoktan hazır olan böyle bir kitabı kısa
zamanda yazıp bitirmek işten bile değildi. Neşem yerine gelmişti ama
bu kez de üşümekten içim tir tir titremeye, dişlerim birbirine çarpmaya
başlamıştı. Bir taksi çevirip eve dönmek istedim. Durdurduğum üç taksi-
nin şoförü de aynı şeyi söyledi: “Değişim saati abi, kusura bakma, yolcu
alamam. Arabayı teslim etmeye gidiyorum.”
Taksiler tazelenmiş şoförleriyle müşteri avına çıkana kadar zaman ge-
çirmek ve ısınmak için sağa sola bakındım. Kaldırımdan iki basamakla
inilen, “Anı Kafe” diye bir yer dikkatimi çekti. Kapıyı itip içeri girdim.
Küçük, şirin bir kafeydi. Duvara asılı geniş rafta sergilenen kırık dö-
kük antikalara bakılacak olursa, ikinci el hediyelik eşya dükkânı ya da
uyduruk bir mini müze olduğu bile söylenebilirdi.
İçeride kimse yoktu. Acaba kafe aslında kapalı da kapısı mı açık
unutulmuş, diye bir düşünce geçti aklımdan. Dışarı çıkmakla beklemek
9
B İ R İ N C İ B Ö L Ü M : P A Z A R T E S İZ O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
8
arasında kısa bir süre kararsız kaldım. Çıkışa yöneleceğim sırada, deniz
dalgalarının sesine benzer bir şırıltı duydum. Etrafa hızlıca göz attım.
Ses, tavandan aşağıya sallanan sıra sıra boncuk dizisinin birbirine çarp-
masından geliyordu. Boncukları eliyle yana çekerek dışarıya çıkan orta
yaşlı tombulca kadın, kafenin çalışanı ya da sahibi olmalıydı.
“Hoş geldiniz. Buyurun, dilediğiniz yere oturun,” dedi.
Etrafıma bakındım. Dilediğim yere oturabilirdim elbette, her yer boştu.
“Ne içerdiniz? Çayı yeni demlemiştim. Kafem çayıyla pek ünlüdür…”
İçimde hafif bir düş kırıklığı oluşmuştu sanki… İlk kez girdiğim bu
kafede, karşıma baş döndürücü güzellikte genç bir kızın çıkacağı beklen-
tisi ve birbirimize ilk bakışta âşık olup hayatımızı romantik bir romana
dönüştürme olasılığı, kadın ortaya çıkıp düşlerimi yerle bir edene kadar,
beton çatlağında yeşeren bir ot gibi direnirmiş meğer…
Vay vay vay… Nasıl ama? Düşüncelerimde bile edebiyatı elden bı-
rakmıyorum. Şu kurduğum cümleyi aynen alıp romanlarımdan birine
koysam, bu derin duygularla özdeşim kuran okurlar, anında gözyaşları
içinde kalırlardı.
Aşk romanları yaza yaza, her an, her yerde bu tür romantik olasılık-
ların arayışı içinde olduğumu kabul etmeliyim. Kendi kendime gülüm-
sedim. Artık bu tür beklentileri bir kenara bırakıp düşüncelerimi sırlarla
dolu, karanlık ve gerilimli bir kurguya yöneltmeliydim. Korkunç canavar-
lara, gizemli yaratıklara, ürkütücü hayaletlere, vampirlere, zombilere…
Kadının yüzünü inceledim. Çekiciliğini yitirmiş sıradan bir yüzün ar-
dında gizlenen acımasız bir cadı ya da dikkatleri çekmemek için kendini
kilolu bir bedene dönüştürmüş korkunç bir büyücü olabilirdi… Belki
boncuklu kapının ardı karanlık bir mezarlıktı ve her gün bu saatte zom-
biler canlanarak çaya geliyorlardı. Birazdan hepsi içeriye gelip sandalye-
lere oturacaktı… Gerçekten çaylarını içecek olsalar, içlerine dolan sıvı
nereye giderdi acaba? Zombilerin boşaltım sistemleri var mıydı? Hoş, ça-
lışan hiçbir sistemleri olamazdı ki, onlar ölüydü işte! Böyle gerçekdışı
konularda akla gelen sorulara verilecek yanıtlar da gerçeklikten uzak
olurdu elbette…
Aklımdan geçirdiklerim, yüzüme eğreti bir gülümseme yapıştırmış
olmalıydı ki kadın, alaycı ifademi üzerine alındı: “Bir deneyin lütfen.
Gerçekten çok özeldir çayım. Bakın, ilk bardaktan para almam. Beğenir-
seniz, ikinciyi ödersiniz.”
Kadıncağız çayına dudak büktüğümü sanmıştı. Yanlış anlaşılmayı or-
tadan kaldırmak için içtenlikle gülümsedim ve en yakındaki sandalyeyi
çekip oturdum.
“Çayınızı çok merak ettim. Fincanda rica edeyim. İki şekerli.”
Gözümün durmadan boncuklu kapıya kayması kadının gözünden kaç-
madı.
“Boncukların sesi hoşuma gidiyor. Dalgaların sahile vurması gibi…
Bazen sırf o sesi duymak için mutfağa girip çıktığım oluyor, ruhumu
dinlendiriyor,” diye açıklayarak merakımı gidermeye çalıştı.
A-ha! Mutfakmış meğer… Tabii ya, kafede başka ne olabilirdi ki, me-
zarlık mı!
Varsın olmasın. Ben ne yapıp edip romana zombileri ya da vampirleri
koymaya niyet etmiştim bir kez. Çocuklar pek seviyordu bu uyduruk,
dehşetengiz yaratıkları. Kendi yeğenlerimden biliyordum. Nilsu sekiz,
Barış on iki yaşındaydı ve bir yetişkini bile yerinden hoplatacak korku
kitaplarını ellerinden düşürmezlerdi. Bunu hatırlayınca, yayınevinin ta-
1 1
B İ R İ N C İ B Ö L Ü M : P A Z A R T E S İZ O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
1 0
lebine hak verdim. Daha önce niye dikkatimi çekmemişti ki? Çocuklar
için yazacağım zombili mombili kitaplarla kolayca çoksatanlar listesine
girerdim.
İleride kitabın film haklarını bile satabilirdim… Kostüm diye kon-
feksiyon atölyelerinden toplanacak işe yaramaz pis bez parçaları, mekân
olarak da kıyıda köşede kalmış, yıkık dökük bir mezarlık yeterliydi. Böy-
lesine ucuz maliyetli bir prodüksiyon, sadece sinema değil, televizyon
yapımcılarının bile iştahını kabartırdı.
Düşüncelerimin keyfine öylesine dalmışım ki kadının çayı masaya bı-
rakmış olduğunu bile fark etmemişim. Tezgâhın arkasından seslenince
hayallerimden sıyrıldım da gördüm.
“Soğuduysa değiştireyim.”
“Yok yok, böyle iyi.”
Şekerleri fincana attım, kaşıkla üzerlerine bastırarak ılınmış olan ça-
yın içinde kolayca parçalanıp erimelerini sağladım. Ardından üst üste
birkaç yudum aldım.
“Buraya pek gelen giden olmuyor galiba,” dedim. “Oysa çayınız ger-
çekten pek lezzetliymiş.”
“Evet, çok az uğrayan olur,” dedi sıkıntılı bir tavırla.
Böyle tezgâh ardında oturup uyuklamakla olmazdı ki bu iş. Tanıtım
için çaba göstermeliydi; kampanyalar, reklamlar, sosyal medyada tanıtım
sayfaları falan… On binlerce beğeni alınabilen paylaşım ağları vardı.
Ohooo, yapılabilecek ne çok şey sayabilirdim.
“Eksiğiniz, tanıtım…” diye hatırlattım. “Caddeden bile zor görünüyor
burası. Ben rastlantıyla girdim.”
Genç birinden akıl alıyor olmaktan rahatsız olmadı. Aksine, “Haklısı-
nız,” dedi. “Böyle giderse yakında burayı kapatmam gerekecek.”
Görüşüme hak vermesi gururumu okşamıştı. Dükkânının iyi iş yapma-
sı için ona birkaç yapıcı öneride bulunabilirdim. Kafeyi dip bucak gözden
geçirdim ve içeriye girdiğimden beri gözümü rahatsız eden eski püskü
eşyaları işaret ettim.
“Örneğin, şu tuhaf şeyler nedir? Öncelikle onlardan kurtulmalısınız.”
Yüzü kederlendi sanki. Olumlar gibi başını salladığını görünce, ken-
dimden emin, devam ettim: “Kafe yeterli iş yapmayınca, ikinci el eşya
satışına yönelmiş olduğunuzu düşünüyorum. Doğru mu?”
Bu kez karşı çıktı. Bana hak verirken kullandığı ses tonunun birkaç
basamak yukarısından, kaba bir ifadeyle konuşuyormuş gibi bir duyguya
kapıldım.
“Keşke satabilseydim... Ama onlar satılık değil!”
Yanlışımı düzeltip yine her şeyi bilen genç rolünü sürdürebilmek için,
bu kez tam hedefi tutturacağımı umduğum yeni bir tahminde bulundum.
“Gözünüzden ayırmak istemediğinize göre, sizde çok güzel anıları
olmalı bu eski parçaların, öyle değil mi?”
“Anılar... Anılar değerlidir. Ama bu eşyaların benim için hiç değeri
yok.”
Yine ıska geçmiştim. Kadının karşısında böyle küçük düşmektense,
bu anlamsız sohbeti bir an önce sonlandırıp çayın parasını ödemeli ve
bu ruh sıkıcı yerden derhal kurtulmalıydım. Bana ne kadının çayından,
kafesinden; kapanırsa kapansın! Niye uğraşıyordum ki?
Cebimden, yarıda bıraktığım çayı ödemeye fazlasıyla yeteceğini düşün-
düğüm birkaç bozukluk çıkardım. Kasaya doğru ilerlerken, raflardaki tozlu
eşyalara takıldı yine gözüm. Ne ararsan vardı: Porselen balerin, tuşları
1 3
B İ R İ N C İ B Ö L Ü M : P A Z A R T E S İZ O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
1 2
eksik daktilo, kar küresi, kol saati, taşlı kutu, paslı tren, akik tespih, an-
tika bir anahtar, ninelerimizin kullandığı türden demir ütü… Sapı kırık
sürahi bile atılmamış, rafa koyulmuştu. İşlemeli hançer, çatlak bir kaval,
yılan başlı altın yüzük, gümüş el aynası da vardı. Her biri diğeriyle ilgisiz
tuhaf nesneler. Tüyleri dökük, kir pas içinde bir peluş tavşan da aralarına
rastlantıyla karışmış gibiydi. Çoğu her eskicide bulunabilecek kırık dökük
eşyalar...
Aralarında duran kar küresi, dikkatimi çekmişti. Çocukken ablama
buna benzer bir küre armağan edilmişti. Kırarım diye ellememe izin ver-
memiş, dip bucak benden saklamıştı. Ne çok özenmiştim bir kez olsun
sallayıp doğaya hükmeder gibi mevsimsiz kar yağdırmaya… Neden para
kazanmaya başladığımda kendime bir tane almayı akıl edememiştim ki?
Elimi uzatıp küreyi aldım, üzerindeki tozu üfleyip sertçe ters yüz
ettim. İçindeki beyaz kırpıntılar havalandı, sonra kar tanecikleri gibi
döne döne aşağıya süzülmeye başladı. Kadının dik dik baktığını görünce
karların tamamı yere inmeden, küreyi raftaki yerine bıraktım. Eşyasını
izinsiz ellediğim için kızdığını düşünüp hemen açıklamaya giriştim.
“Bir kitap yazmam gerekiyor da... Olay mezarlıkta geçecek. Bu küre
aklıma yeni fikirler getirdi. Şöyle ki, zombiler, sonbahar yağmurlarıyla
yumuşayan toprağı kazıp solucanlar gibi kolayca yeryüzüne çıkacak ve
çevreye dehşet saçacaklar. Nasıl? Ürkütücü değil mi? Ama kış gelip kar
yağınca, bedenleri donacak, dokunsan tuzla buz olacak kadar kırılgan
hale gelecek. Böylece kitabın çocuk kahramanı zombilere çelme takıp
yere düşürünce—”
“Çay için bir borcunuz yok,” diye sözümü kesti kadın. Belli ki kita-
bımla, kurgumla falan ilgilendiği yoktu.
Tam da ilham gelmişken kadının düşünce akışımı durdurması biraz
canımı sıktı. Ama çayın parasını almaması daha da can sıkıcıydı. Birine
borçlu kalmaktan hiç hoşlanmazdım. Hele tanımadığım birine...
“Lütfen izin verin, ödeyeyim,” diye ısrar ettim.
Kasaya geçme zahmetine bile katlanmadı. Tezgâhın ardından, kararlı
bir sesle, “İlk çayı ücretsiz ikram edeceğimi söylemiştim. Para almam,”
dedi.
Ne diyeceğimi bilemeden, sıkıntıyla çevreme bakındım. Eğer her giren
çıkana böyle bedava ikramda bulunuyorsa, elbette işi batırırdı. Anlaşı-
lan, ticaretten hiç anlamıyordu.
Gözüm tekrar kar küresine kaydı. Belki onu bana satardı.
“Şunu alabilir miyim?”
En azından bir miktar para ödemiş ve ikramının altında kalmamış
olurdum.
Gülümser gibi oldu sanki...
“Alabilirsiniz. Buyrun…”
Küreyi elimde evirip çevirirken, satın almak için hevesli olduğumu
hissedip fiyatı yükseltmesin diye, umursamaz bir tavır takınarak sordum:
“Kaç para bu?”
“Ücretsiz.”
Şaka mı ediyordu? Elimdekini yine rafa koyar gibi yaptım.
“O zaman alamam,” dedim ama aklım küredeydi ve pekâlâ da alabi-
lirdim.
“Bakın, bu eşyaları bana veren kişi, bir gün birinin gelip hepsini ala-
cağını söylemişti. Ama yıllar geçti, gelen giden olmadı.”
“Ya sahibi çıkagelir de küreyi bulamazsa… Hiç olmazsa ‘sattım’ deyip
1 5
B İ R İ N C İ B Ö L Ü M : P A Z A R T E S İZ O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
1 4
kendisine parasını verirsiniz.”
Kadın ısrar edişime sinirlenmiş gibi hırçın bir tavırla dudaklarını iki
yana gerip bıraktı. Sözcüklerini seçmek için oyalanıyor gibiydi.
“Çok yaşlı bir adamdı. Şimdiye kadar çoktan ölüp gitmiştir. Zaten
hepsi yüzyıllar öncesinden kalma antika şeyler. Sizin işinize yarayacaksa
dilediğinizi alın. Bende yeterince kaldılar. Burada tozlanıp duruyorlar.”
Kalp atışlarım hızlandı. Eşyalara elimde olmadan iştahla baktım. De-
mek eski püskü diye küçümsediğim bu zımbırtıların çoğu antikaydı...
Anlayan biri bunlara kimbilir kaç para değer biçerdi.
“Hepsini tek tek satıp elden çıkarsaydınız ya,” diye mırıldandım.
Aslında tek derdim vicdanımı rahatlatmaktı, yoksa kadına satması
için fikir vermek niyetinde hiç değildim. Mırıltıyla söylemiş olsam da,
sözlerimi duydu… Neyse ki satmakla ilgilenmiyordu.
“Yok, ben satamam. Sizin de bir şey ödemenize gerek yok.”
“Nasıl yani? Hepsini alabilir miyim?”
“Dilediğinizi alın.”
“Para ödemeden… yani bedava mı diyorsunuz?”
“Evet, öyle!”
Eh, benden günah gitmişti. Bedava sirke baldan tatlıdır derler. Küreyi
almakla kalmadım, kadının uzattığı torbalara elime geçeni doldurmaya
başladım. Açgözlülük ediyor gibi görünmemek için de, zor duyulur bir
sesle, bir kez daha sorar gibi yaptım.
“Eminsiniz değil mi? Dilediğimi alabilirim…”
Tatlı tatlı gülümseyerek başını salladı. Raflar boşalınca, çay fincanla-
rını falan oraya yerleştirmeyi düşünüyor olmalıydı.
Benim aklımda ise, hepsini antikacıya gösterip değerlerini öğrenmek
ve iyi para getirecek olanları hemen satmak vardı. Kadın elindekilerin
değerinin farkında olmayabilirdi, ama ben, antika eşyaların paha biçil-
mez olduğunu biliyordum.
Raflarda ne varsa hepsini aldım. Teşekkür etmek için geriye dönüp
baktığımda, kadının, loş aydınlıkta edindiğim ilk izlenimimden çok daha
genç olduğunu fark ettim. Belki de bu yanılgım, tam o sırada batmakta
olan güneşin camdan yansıyan ışığından ya da yüzüne yerleşen içten
gülümsemesindendi. Çok daha genç ve daha güzel görünüyordu… Belki
de tıpkı hayalimdeki gibiydi. Olmasını umduğum gibi…
Kafeden çıktım.
1 6 1 7
İ K İ N C İ B Ö L Ü M : P A S L I T R E N
A nı Kafe’den çıkıp yoldan geçen taksilerden birine işaret etti.
Kürenin ilham verdiği karlı mezarlık kurgusunu unutmadan,
hemen yazıya geçirmek istiyordu. Diğer antika parçalar da
yaratıcılığının üzerinde sihirli bir etki yaratabilirdi. Roman için her
birinden farklı ilhamlar alabilirim, belli mi olur, diye geçirdi içinden
keyifle gülümseyerek. Antikacılar Çarşısı’na daha sonra uğramaya karar
verdi. Değerli eşyalarla dolu torbalarla doğruca eve gitti.
Özenle tozlarını aldı ve çalışma masasının üzerindeki rafı boşal-
tıp hepsini oraya dizdi. Böylece romanı yazarken her zaman gözünün
önünde olacaklardı.
Aklında uçuşan bir sürü fikirle, bilgisayarının başına oturdu. Par-
mağını tuşlardan birine dokundurduğu anda açılması için bilgisayarını
kapatmadan bırakırdı. İlhamın ne zaman geleceği, sözcüklerin birbiri
ardına ne zaman fışkıracağı belli olmazdı. Onları oltaya takılan balıklar
gibi hemen çekip almak gerekirdi, yoksa beynin derin sularında kay-
bolup giderlerdi.
Sabah evden çıktığından beri uyuklayan ekran birden aydınlandı,
açılan küçük kutucuklarda, bekleyen iletilerinin olduğu yazıyordu.
Tıklayıp baktı. Her zaman olduğu gibi çoğu, okurlarından gelmişti.
Uzunca bir zaman yanıtlarla oyalandı. Çoğu okuruna, alçakgönüllü se-
vecen bir yazar izlenimi yaratacak şirin yanıtlar yazdı. Kitaplarını eleş-
tirmeye kalkışanlara ise, iğneleyici sözcüklerle ağızlarının payını verdi.
Kapının zili çaldığında, böyle olur olmaz zamanlarda habersiz dam-
layanın kim olabileceği konusunda neredeyse yüzde yüz emindi.
“Hah, yine işi düştü galiba… Afacanları getirmemiş olsa keşke. Tam
da romanıma başlayacağım...”
Kapıyı açtı. Tahmin ettiği gibiydi…
“Özgürcüğüm, eniştenle biraz işimiz var, çocuklara iki saat göz ku-
lak olur musun?”
Tam, “Yok, olmaz… İşim var,” diyecekti ki ablası bir hamlede ço-
cukları arkalarından itip içeriye soktu, ardından pat diye kapıyı çeki-
verdi. Katta hazır bekleyen asansörün çalışıp aşağıya doğru hareket
ettiği, kapalı kapının ardından bile duyuluyordu. Peşinden koşmanın
bir yararı yoktu. Ablası yine çocukları onun başına sarıp gitmişti. Can
sıkıntısıyla yüzünü buruşturarak yeğenlerine baktı.
“Bizi gördüğüne mutlu olmamış gibisin dayı…” dedi Nilsu şaşkınlıkla.
Yüzündeki isteksiz ifade, aklından geçenleri ele vermiş olmalıydı.
Bebekler bile beden dilinden anlıyorsa, Nilsu haydi haydi fark ederdi.
Sekiz yaşını daha yeni bitirmişti. Gerçi o gün bir arkadaşıyla sinemaya
gitmek üzere sözleştiği için doğum gününe katılamamış, armağanı-
nı daha sonra vereceğini söyleyerek durumu idare etmişti ama… Nil-
su’nun armağan konusunu çoktan unutmuş olmasını diledi içinden.
PASLI TREN
İKİNCİ BÖLÜM
Z O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
1 8 1 9
İ K İ N C İ B Ö L Ü M : P A S L I T R E N
Az önceki tavrının nedenini açıklamak için, “Yok canım, sıkıntım
sizinle ilgili değil. Yeni bir romana başlayacaktım da, ondan…” dedi.
Barış atıldı: “E, sen çalış dayı, biz oyalanacak bir şeyler buluruz.”
Bilgisayarının başına geçti ama çocukları salonda yalnız bıraktığı
için suçluluk duyduğundan mı ne, tek sözcük bile yazamadı. Gidip bir
bakayım ne yapıyorlar, diye düşünerek yerinden kalktı.
Salona girdiğinde gördüğü manzara onu fena halde sinirlendirdi.
Barış, antika trenin paslı vidalarını sökmeye uğraşıyordu. Nilsu ise pis-
lik içindeki tavşanı kucaklamış, kendi kendine şarkı söyleyerek salo-
nun ortasında dans ediyordu. Yaramazlar hangi ara çalışma odasına
dalmış, onları oyuncak sanıp almışlardı ki?
“Ne yapıyorsunuz orada bakayım? Nereden buldunuz onları?”
Nilsu dayısının sesini duyunca sevinçle koşup boynuna atıldı.
“Canım dayıcığııım, çok teşekkür ederiiim. Bana tavşanı mı aldın?
Çok sevdim. Onu eve götürebilirim, değil mi? Ha, alabilir miyim?”
“O tavşan senin için değil,” demek üzereydi ki çocuğun coşkun se-
vincini görünce, “Tamam tamam, al…” dedi. Aslında vermeye hiç ni-
yeti yoktu, sadece huysuzluk etmesin diye geçiştirme yoluna gitmişti.
Eve dönerken tavşanı ondan geri almayı planlıyordu.
Anlayamadığı şey, çocukların ona fark ettirmeden çalışma odasına
nasıl girmiş olduklarıydı. Bilgisayar masasında, arkası kapıya dönük
oturuyordu. İçeriye sessizce girmiş olabilirlerdi, ama gözünün önünde-
ki antikaları nasıl almışlardı, işte bunu bir türlü çözemiyordu.
“Nerden aldın o treni Barış?”
Oğlan, yaptığı işten başını kaldırmadan yanıtladı.
“Salonda masanın üstündeydi.”
“Uydurma Barış!”
Dayanamayıp sert bir ses tonuyla azarlayınca, çocukların ikisi bir-
den dayılarının sinirli haline şaşkınlıkla baktılar.
“Uydurmuyorum dayı, masanın üzerinde duruyordu.”
Özgür, kaşlarını çatıp tane tane vurguladı. “O tavşan da, tren de,
bilgisayar masamın üzerindeki raftaydı Barış.”
Barış meydan okurcasına yanıtladı dayısını.
“Hayır, değildi! Tavşanı bilmem ama tren burada, masanın üzerin-
deydi.”
Utanmadan bir de yalan söylüyordu ha! Özgür, öfkeden burnundan
soluyordu. Sesini iyice yükseltti: “Hayır, Barış Efendi! Tren de tavşan
da çalışma odamdaydılar! Gözümün önünden yürütmüşsünüz…”
Nilsu, Barış’la dayısının arasındaki dozu giderek artan tartışmadan
korkmuş gibiydi. Suçunu itiraf edercesine, “Ben tavşanı şu koltuğun
üstünden aldım dayı, çok özür dilerim,” dedi, ağlamaklı. Dudakları
titriyordu.
Özgür, çocukların ürkmüş hallerini görünce içinde alev alev yanan
öfke canavarını geriye çekti, çıkabileceği delikleri tıkadı, kapakları ka-
padı ve sonunda canavarı susturdu. Ardından sakin bir tavır takınarak
gülümsedi.
Söylediğine inanmasa da, “Önemli değil çocuklar. Ben onları içeriye
koydum sanmıştım. Demek burada bırakmışım,” dedi özür dilercesine.
Barış treni elinden bırakmadan, “Bunun kurma mekanizması çalış-
mıyor,” dedi. “Motoru sarmak için bobin teli gerekiyor. Eve götürüp
tamir edebilirim.”
Barış pek meraklıydı mekanik aletleri kurcalamaya. Evlerindeki her
Z O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
2 0 2 1
İ K İ N C İ B Ö L Ü M : P A S L I T R E N
aletin onun elinden geçmiş olduğu söylenebilirdi. Arada sırada tamir
etmeyi başardıkları da olurdu tabii ama ailede ona boşuna “Aletbozan”
denmiyordu…
Yok yok, olmazdı, belki o tren en değerli parçaydı. Antikacıdan
ederini öğrenmeden, kimseye veremezdi. Hem trenin ona en kusursuz
ilhamı vermeyeceğini kim söyleyebilirdi? Öyle ya, aklına eserse zombi-
leri trene bindirip romanın bir ucundan öteki ucuna kadar dolaştırırdı.
Kitapla işim bitmeden o antikaların hiçbirini elden çıkarmam, diye
geçirdi içinden. Sonra dönüp Barış’a otoriter bir sesle, “O tren bana
gerekli, bırak hemen elinden,” dedi.
Emel gelip de gergin ortamın kokusunu almadan, çocuklarla arasını
yumuşatsa iyi olacaktı, yoksa onun dırdırından kurtulamazdı. Kendi
evinde yalnız başına yaşayabilecek kadar büyümüştü ama her yanlı-
şında ablasından laf işitme korkusundan hâlâ kurtulamamıştı. Emel’in
öğretmen olacağı daha çocukluktan belliydi, diye geçirdi içinden.
İki saat demişti, üç saat oldu. Yerde bağdaş kurup iki yüz parçalık
iki yapboz bitirdiler. Nilsu, bir eliyle yapbozun parçalarını yerleştirir-
ken, kaybetmekten korkarmış gibi koltuğunun altına sıkıca kıstırdığı
tavşanı, hiç yanından ayırmamıştı. Özgür’ün gözü arada bir tavşana
takılıyordu. Hiç de sandığı kadar pis olmadığını düşünmeye başlamıştı.
Hatta neredeyse kar gibi beyaz tüyleriyle, paketinden yeni çıkmış bir
peluş oyuncak gibiydi.
Birkaç kez tavşanın da ona doğru baktığı hissine kapılıp gözlerini
hızla çevirdiğinde, bakışları buluşur gibi olmuştu. Düğme gözleri ışıl
ışıldı, yıllar yılı üzerinde biriken tozu alınınca, böylesine parlayacağı
kimin aklına gelirdi?
Sonunda Emel geldi. Çok trafik varmış da, yanlış yola girmişler de,
park edecek yer bulamamışlar da… Her zamanki bahaneleri.
Özgür, “Tavşanı…” diye söze başlamıştı ki daha o, “Tavşanı bırak,”
diyemeden Nilsu hemen atılıp annesine sevinçle, “Bak anne, dayım
doğum günüm için bana ne almış,” dedi.
“Ah Özgürcüğüm, akıllı kardeşim benim, yeğenlerinin kalbine nasıl
gireceğini biliyorsun. Seni boşuna sevmiyorlar,” dedi Emel, sıcacık bir
gülümsemeyle. Gözlerinde kardeşiyle gurur duyduğunu hissettiren sev-
gi dolu bir ifade vardı.
Bu durum karşısında, tavşanı geri istemesi olanaksız hale gelmişti.
Arkalarından küskün küskün bakıp asansöre binmelerini izlerken, Nil-
su’nun kucağındaki tavşanın ona bıyık altından alayla gülümsediğini
gördüğüne yemin edebilirdi.
Afacanların elinden en azından treni kurtarmıştı ya, buna şükretti.
Treni yerine kaldırmak için yeğeninin az önce oturduğu yere yöneldi.
Koltuğun altına üstüne, yastığın önüne arkasına baktı, salonu karış
karış aradı; tren ortalarda yoktu. Yeğeninin, ona sormadan gizlice alıp
evine götürmüş olabileceği geçti aklından. Sinirlendi. Ama çalışma
odasına girince, şaşkınlıktan neredeyse dengesini kaybediyordu: Tren
rafta, yerinde duruyordu!
Barış getirip yerine mi bırakmıştı? Kendisi treni rafa sığdırmak için
tekerleğin birini dışarı sarkıtmıştı ve şimdi de yine aynı konumda du-
ruyordu. Tavşandan boşalan kocaman yer dururken, o daracık köşeye
sıkıştırmasına gerek yoktu ki, diye geçirdi içinden.
O akşam yazmak için hiç istek yoktu içinde. Televizyonda ardı ar-
dına, seçici kurul üyelerinin hiç de seçkin olmadığı izlenimini veren
birkaç tartışmalı, çokça da atışmalı yarışma programı izleyip yattı. Uzun
Z O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
2 2 2 3
İ K İ N C İ B Ö L Ü M : P A S L I T R E N
süre uyuyamadı. Yatak odası bir anda tuhaf bir buharla dolmuştu sanki.
İs kokulu, yoğun bir duman… Odayı havalandırmak için kalkıp pencereyi
açtı. Dışarıdaki soğuk hava arsızca odaya daldı, is kokusu dağılır gibi oldu.
Birkaç saat uyumuştu ki kulak tırmalayan keskin bir ses onu uyandırdı.
Düt düüüüt!Hava buz gibiydi. Kar tanecikleri, kelebek dokunuşuyla yanakla-
rını okşuyordu. Pencereyi kapamak için yatağında doğruldu. Ayağa
kalkmaya çalışırken, yanından geçen trenin rüzgârıyla bir anda tekrar
yatağa doğru savruldu. Neler oluyordu? Yeniden uyumakla uyanıklık
arasında gidip gelirken, karlı bir istasyonda olduğu izlenimine kapıldı.
Duman kokulu, kar yağışlı garip bir rüya…
Her yanından buhar püskürterek yanından geçen tren, odayı bir
kez daha turladı. Vagonun açık pencerelerinden, yolcuların ona doğru
baktığını görüyordu. Biri oturduğu yerden kalktı, ağır devinimlerle iki
yana sallanarak pencereye yaklaştı. Ruhsuz, donuk yüzü ve paçavralara
sarılı hantal bedeniyle, insandan çok hayalete benziyordu.
Tekerlekleri hareket ettiren pistonlar yavaşladı, yavaşladı… Çelik
tekerlekler tuhaf gıcırtılar çıkararak, peronda durdu.
Tısss tısss tısss…Trenin buharı odayı doldurunca, göz gözü görmez oldu. Nefes alır-
ken genzi yanıyordu. Birkaç kez üst üste boğulurcasına öksürdü. Yastı-
ğını yüzüne bastırarak, dumandan korunmaya çalıştı.
Tren durunca, vagondaki yolcular aynı merkezden komut almışlar
gibi yerlerinden kalkıp ağır ağır çıkışa doğru ilerlemeye başladılar. Basa-
maklardan inenleri gördüğü anda, Özgür’ün beyninde bir şimşek çaktı.
“Zombiler!”
Rüyada olduğundan emindi. Gördüğü, duyduğu her şey yalnızca ha-
yalindeydi. Şansa bak, diye geçirdi içinden. Kendini deniz kıyısında,
sıcacık kumlara serdiği havluya uzanmış güneşleniyorken görseydi ya,
neden zombili mombili bir rüya içine düşmüştü ki!
Her şeyin kötü bir düş, bir kâbus olduğunu kendi kendine tekrarla-
yarak, baş döndürücü bir hızla çarpan kalbini sakinleştirmeye çalıştı.
Zombiler ağır devinimlerle trenden iniyorlardı. Merdivenin son ba-
samağından odanın zeminine ayarsız bir güçle attıkları adımlar adeta
duvarları titretiyor, odadaki eşyaları deprem olmuş gibi zangırdatıyordu.
Güm güm güm!Hiç ara vermeksizin inenlerle birlikte sayıları giderek artıyordu.
Ağır ağır, adım adım, üzerine doğru geliyorlardı. Özgür, geriye çekile-
rek duvar kenarına büzüştü.
Güm güm güm! En öndekiyle arasındaki mesafe kapanmak üzereydi.
“Ne yapmak istiyor bunlar?”
Ürkütücü yollara yönelen düşüncelerini durdurmaya çalışsa da elin-
de değildi. Zombiler neyle beslenirler, diye geçirdi aklından. Yoksa yam-
yamlar gibi insan eti mi yerler?
Yaşadıklarına rüyadaymış gibi seyirci olurken, bir yandan başından
geçen her şeyin gerçek olduğunu fısıldayan iç sesini duymamaya çalı-
şıyordu.
Öndeki zombi kolunu uzattı, onu eşofmanından yakalayıp ağır ağır
kendine doğru çekmeye başladı. Göz göze geldiler… Özgür dehşetle
sarsıldı. Göz oyuğunda, kanını donduran bir karanlıktan başka bir şey
yoktu.
Z O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
2 8 2 9
İ K İ N C İ B Ö L Ü M : P A S L I T R E N
Panik içinde zombiyi itmeye çalıştı. Bu korkunç kâbustan kurtul-
mak için uyanmayı bekleyerek aptallık ettiğini düşündü. Geç kalmış-
tı… diğerleri çevresini sarmıştı bile. İçlerinden biri uzanıp pijamasının
kolunu kavradığı anda, bedeninin dondurucuya girmiş gibi bir anda
buza dönüşmekte olduğunu hissetti. Dehşet içindeydi. Çürümüş par-
makları koparırcasına açmaya uğraşarak, zombinin kıskaca aldığı kolu-
nu kurtarmaya çalıştı. Bezleri çekiştirdikçe, parmaklar kopup dökülü-
yor, zombinin elleri yok oluyordu.
Bu rüyadan ne zaman uyanacaktı? Uyanmak zorundaydı. Hemen.
Derhal!
Zırrrrr zırrrrr…Görünmez, ortak bir güçle çalışıyorlarmış da kapının zilini duyar
duymaz bağlantıları kesilmiş gibi, zombilerin hepsi aynı anda durdu.
Birkaç saniye süren şaşkınlığın ardından, ağır ağır geri çekildiler. Tren
peronda harekete hazır, onları bekliyordu. Son zombi de basamakları
çıkıp vagona girince, tren düdüğünü Özgür’ü selamlarcasına öttürüp
odaya son bir kez daha isli buharını saldı.
Tısss tısss tısss…Odadaki eşyalar yoğun dumanın içinde görünmez oldu. Özgür, yine
boğulurcasına öksürmeye başladı.
Sokak kapısında bekleyenin sabrı taşmış olmalıydı ki zili çalmayı
bırakıp artık kapıyı yumruklamaya başlamıştı.
Güm güm güm…
Çelik tekerlekler gıcırdadı, pistonlar düz bir doğrultu boyunca gidip
gelmeye başladı, tren ağır ağır hareket etti.
Çufff… çufff… çufff…Giderek hızlandı ve bir anda gözden kayboldu.
GÜM GÜM GÜM!Saat gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı. O vakitte kapıyı yum-
ruklayan kim olabilirdi?
Az önceki boğuşma yüzünden ter içindeydi Özgür. Kapıya koşup
gözetleme deliğinden baktı. Yaşadığı korku ve gerilim yüzünden hâlâ
yaprak gibi titriyordu ama gözetleme deliğinden alt komşusuyla yöne-
ticiyi görünce, korkusu ikiye katlandı.
“Amanın, bu saatte kapıma niye dayanmışlar acaba?”
Kapıyı açar açmaz, sinirli bir ses tonuyla birbirlerinin lafını keserek
Özgür’e bağırıp çağırmaya başladılar.
“Uyuyamıyoruz yahu, bu ne gürültü!”
“Yetti be! Bütün komşular şikâyetçi...”
Şaşkınlıkla baktı. Ne gürültüsünden söz ediyorlardı? Az önceki
gürültüler gerçek değildi ki… Onları sadece hayalinde uydurmuştu.
Demek o anda hâlâ rüyadaydı ve yöneticiyle komşuyu da hayalinde
canlandırıyordu.
“Delikanlısın tamam da, sabahlara kadar parti, parti… Olmaz ki!”
Özgür, kapıyı ardına kadar açarak, eliyle içeriyi işaret etti.
“Parti falan yaptığım yok beyler, isterseniz bakın, yalnızım.”
Alt katta oturan komşu fırsatını bulmuşken Özgür’ü iyice fırçalama-
Z O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
3 0 3 1
İ K İ N C İ B Ö L Ü M : P A S L I T R E N
ya girişti: “İster tek başına ister arkadaşlarınla eğlen, bizi ilgilendir-
mez delikanlı… Gürültüyü kes, o kadar! Üstelik bu yaşa gelmişsin...
Büyü biraz!”
Yönetici, biraz ara bulmaya çalışır gibi, biraz da dalga geçercesine,
son sözünü söyledi: “İlle oynamak istiyorsan, gündüz kur oyununu
canım, gece yarısı çuf çuf trenle oyun mu olurmuş?”
Alt komşusu, kapı açıldığından beri onu öldürmek istermiş gibi üze-
rine diktiği delici bakışlarını geri çekip yöneticinin peşi sıra asansöre
yöneldi.
Özgür, bunca heyecana ve gerilime karşın, kendini yatağa bıraktığı
anda derin bir uykuya daldı.
Sabah uyandığında, geceki olayların rüya olduğuna yüzde yüz emindi.
“Yok odamdan tren geçiyormuş da, yok zombiler varmış da, bana
saldırmışlarmış da, hatta komşuyla yönetici kapıma kadar gelmişlermiş
de... Peh! Amma inandırıcı kâbustu… Hiç de korkmadım ama!” diye
söylendi Özgür.
Birazcık psikolojiden anlıyorsa, kâbusun nereden kaynaklandığını
hemen anlayabilirdi. “Romanı kurgulamaya çalışırken ne düşündüysem
rüyama girdi. Gerçi yöneticiden azar işiteceğimi kurgulamamıştım ama
o da ilham perisinin tatsız bir sürprizi oldu herhalde.”
Yaşadıklarının gerçek olmadığını bilse de, zombiler artık eskisi ka-
dar heyecan verici bir roman kahramanı gibi görünmüyordu ona. Neydi
o öyle karanlık göz oyukları, paçavralara sarınmış bedenleri, robot yü-
rüyüşleri… Gerçekten ürkütücüydüler, itiraf etmeliydi ki o bile azıcık
korkmuştu. Nilsu ya da Barış böyle bir rüya görecek olsalar, korkudan
dilleri tutulabilirdi zavallı çocukların. Hele zombili mombili kitabı gece
karanlıkta okumaya kalkışırlarsa… Yok yok, romana başka bir kahra-
man bulmalıydı. Hem korkutucu olmalıydı, hem de merak uyandırıcı…
Kahvaltı niyetine bol peynirli, domatesli bir sandviç hazırladı. Yal-
nız yaşamayı seçtiğinden beri, ev işleri en büyük sıkıntısı olmuştu. Ye-
mekti, bulaşıktı, çamaşırdı… Hiç hoşlanmıyordu ama kendi işini kendi
yapmak zorundaydı artık. O sabah nedense canı yatağını bile toplamak
istemedi. Her şeyi öylece bırakarak çayını, sandviçini alıp çalışma oda-
sına geçti, bilgisayarın karşısına oturdu.
Şöyle büyücülü, sihirbazlı bir roman mı yazmalıydı acaba… Kötü bü-
yücünün lanetine uğrayan çocuk, zamanda kaybolur. Gözünü açtığında
kendini farklı bir zaman diliminde bulur… Anne ve babası daha doğma-
mıştır. Ya da öyle ileri bir tarihe gider ki anne babası ölmüş, kardeşleri
yetişkin olmuştur… Çocuklar için hangisi daha korkutucu olurdu acaba?
Gözü raftaki trene ilişti. Rüyasına giren trenin aynısıydı. Çelik te-
kerlekleri, uzun silindir bacası, lokomotifi, ardındaki gri vagonu… Tu-
haf şey. Yeğeni yerine bıraktığında, ön tekerleği raftan taşıyordu, çok
iyi hatırlıyordu. Oysa şimdi, tavşandan boşalan geniş boşluğa boylama-
sına yerleşmişti.
Şaşkınlıkla treni eline aldı. Tekerleklerini şöyle bir çevirince, çamu-
ra benzer toprak parçaları döküldü masaya. Bir gün önce rafa yerleşti-
rirken tozunu alıp tertemiz yaptığını gayet iyi hatırlıyordu. Elini rafta
gezdirdi. Parmaklarına, her zamanki alışılmış tozdan başka, kurumuş
çamur parçaları bulaştı.
Z O M B İ L İ M O M B İ L İ R O M A N • AY T Ü L A K A L
3 2 3 3
İ K İ N C İ B Ö L Ü M : P A S L I T R E N
Garip bir önseziyle yatak odasına yöneldi, sağa sola bakındı. Önce
fark etmedi. Ama dikkatle bakınca yerdeki çamur izlerini gördü. Sanki…
Yok yok olamaz, mümkün değildi. Mutlaka mantıklı bir açıklama-
sı vardı. Polisiye dizilerindeki dedektiflerin bakış açısıyla düşünmeye
çalıştı. Yayınevinden dönerken epey yol yürümüştü. Farkına varma-
dan çamura basmış, sonra da eve gelince ayakkabısıyla yatak odasına
girmiş olmalıydı. Evet, böyle olmalıydı. İyi bir dedektif bunu kolayca
anlayabilirdi.
İyi ki yanımda annem yok. Ne biçim azar işitirdim, diye içinden ge-
çirdi, yüzünde eğreti bir gülümsemeyle.
Elektrik süpürgesini çıkardı, hortumundan çekip peşi sıra sürükle-
yerek odaya kadar getirdi.
Yatağını darmadağınık görünce, süpürgeyi kapı ağzında bırakıp önce
yatağı toplamaya girişti. Çarşafı gerdi, yastıkları düzeltti. Yorganın bu-
ruşukluğunu açıp yatağa düzgünce serebilmek için iki ucundan tutup
sertçe silkeledi. Havada açılan yorgan, yatağın üzerine doğru inerken
üzerine takılmış birkaç parça kirli çamaşır da silkelenmenin etkisiyle
havalandı ve kurumuş yapraklar gibi süzüle süzüle zemine kondu.
Annesinin sesini yanı başında duyar gibi oldu: “Kirlilerini ortalarda
bırakmaya utanmıyor musun Özgür? Konuklar görür, ayıplarlar!”
Sanki konukları salonda değil de yatak odasında ağırlayacaktı! “Bu-
yurun çayınızı burada için.” “Buyurun yemeğinizi burada yiyin.” “Klo-
zeti yatak odasına koymuştum, buyurun burada görün işinizi…”
Çocukluğundan beri hep aynı nakarat: “Onu topla Özgür, bunu topla
Özgür!” Eşya toplamak çok ama çok sıkıcı bir işti, büyükler bunu ne-
den anlamazdı ki? Hayali annesine yanıt verirken, gülümsedi: “Eşyamı
dilediğim gibi dağıtabilirim artık canım anneciğim, burası benim evim,
tamam mı?”
Yerlere saçılan kirlileri toplayıp çamaşır makinesine tıkmak için
eğildi, birkaçını eline aldı. O da ne! Çürümüş toprak kokan, nemli bez
parçaları… Kulağına ulaştığında kendisine ait olup olmadığından kuş-
ku duyduğu bir çığlık çıktı dudaklarının arasından. İç ürperten bir çığ-
lık... Elinde zehirli bir yılan varmış da onu yeni fark etmiş gibi, bezleri
korkuyla fırlatıp attı.
“Zombiler!”
Baş edemediği soluk kesici bir heyecan dalgasıyla sarsılan Özgür,
dehşet içinde, yere düşen yırtık bez parçalarına bakakaldı.
Rüyasında birkaç zombiyle boğuştuğunu hatırlıyordu. Kimini itme-
ye çalışmış, birkaçının koluna asılıp çekiştirmişti. Nereyi tutsa kop-
muş, çürümüş bez parçaları lime lime dağılmıştı.
Rüyasındaydı her şey. Yoksa değil miydi?
Evde duramazdı artık; dışarıya, açık havaya çıkmalıydı. Biraz yürü-
meli, parkta ağaçların arasında dolaşıp sakinleşmeliydi, yoksa aklına
gelen korkunç düşünceler beynini tamamen ele geçirebilir, mantıklı
düşünme yetisini hepten yitirmesine neden olabilirdi.
Süpürgeyi çalıştırıp çamurları temizledi. Lime lime olmuş bezleri sü-
pürgeyle iteleyerek bir köşeye topladı. Ona zombileri hatırlatacak hiç-
bir iz kalmamalıydı geride. Belki böylelikle bilincini, yaşadığı kâbustan
tamamen arındırabilir, eve döndüğünde sağlıklı bir akılla yeniden ça-
lışmaya başlayabilirdi.
İşi biter bitmez aceleyle giyinip çıktı.