sosyolojİk teorİnİn tİplerİ ve nİtelİklerİ · sosyolojİk teorİnİn Özellİklerİ ve...

155
SOSYOLOJİK TEORİNİN ÖZELLİKLERİ VE TİPLERİ DON MARTINDALE 1981 Klasik Sosyoloji Kuramları Ders Notu Prof.Dr. Aytül Kasapoğlu Ankara-2013

Upload: others

Post on 29-Aug-2019

71 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

SOSYOLOJİK TEORİNİN

ÖZELLİKLERİ VE TİPLERİ

DON MARTINDALE

1981

Klasik Sosyoloji Kuramları Ders Notu

Prof.Dr. Aytül Kasapoğlu

Ankara-2013

170

SUNUŞ

2002 yılında Colorado Üniversitesinde Fulbrigth konuk öğretim üyesi iken tanıştığım Prof.Dr.

Dennis Mileti bana Don Martindale’in “Sosyolojik Teorinin Özellikleri ve Tipleri” (Nature

and Types of Sociological Theory) kitabını hediye ederken Türkiye’ye götürmeğe değecek

tek kitap oluğunu söylediğinde fazla anlam verememiştim. Ancak 2010 yılında Klasik

Sosyoloji Kuramları dersini vermeye başlayınca onu detaylı bir şekilde okuma fırsatı buldum.

Sadece öğrencilerimi değil beni de çok yönlü aydınlatmıştı. Hem bilgilerimi tazeleme hem de

bilmediklerimi öğrenme olanağı buldukça kitaptan vazgeçemez hale gelmiştim. Aslında çok

kapsamlı oluşu yüzünden hem beni hem de öğrencileri oldukça zorlamaktaydı. Olağan ders

saatlerini çok aşan “Klasik Sosyoloji Kuramları” yüksek lisans dersimizde tüm çabalarımıza

rağmen bazı öğrencilerimiz başarısız olmakta ve hatta ikinci alışlarında dersi geçen önemli

sayıda öğrenci bulunmaktaydı. Ders bazıları için adeta kabusa dönüşmüştü diyebilirim.

Öte yandan Halk Sosyolojisi adına Türkiye’de diğer sosyologların da bizim ulaştığımız

bilgilerden haberdar olmalarını sağlayabilmek için dersin ilk açıldığı günden itibaren kısa

notlar hazırlamaya başlamıştık. Elinizdeki bu kapsamlı not işte böyle bir çabanın ürünüdür.

Yurt ve Dünya aracılığıyla daha geniş okuyucuya ulaşacak olan ve Klasik Sosyoloji

derslerinde temel referans olmaya layık Don Martindale özetinin hazırlanmasında yıllar içinde

çok kişinin emeği geçti. İlk yıllarda Aslı Akdoğanbulut, Hasan Kürşat Akcan, Yar.Doç.Dr.

Yonca Odabaş, Ercan Geçgin ve Artum Dinç emek verdiler. Ancak notların yayın için son

şeklini almasında 2012-2013 öğretim yılında dersi alan Selda Adiller ve Güneş Gümüş büyük

çaba gösterdiler. En büyük katkıyı ise, ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz tartışmalar sonucunda

vardığımız sonuçları bölüm sonlarına ekleyerek son redaksiyonu büyük titizlikle yapan

Güneş Gümüş’ün yapmış olduğunu belirtmeliyim.

Sonuç olarak dersi alarak tartışmalara katılan ve notların yayınlanmasında emeği geçen tüm

sosyoloji öğrencilerine teşekkür ediyor ve okuyucunun bu notlarla yetinmeyip kitabın

orijinalini mutlaka okumalarını öneriyorum.

Aytül Kasapoğlu

Ankara Ağustos 2013

171

İÇİNDEKİLER

I. BÖLÜM: BAĞLAM

I. Sosyolojiye Doğru Bir Yol

II. Batı Entelektüelliğinin Hümanist ve Bilimsel Kutupları

III. İdeolojiler, Paradigmalar ve Teoriler

II. BÖLÜM: BİLİMSEL BÜTÜNCÜLÜK

IV. Pozitivist Organizmacılığın Toplumsal ve Felsefi Temelleri

V. Pozitivist Organizmacılığın Klasik Dönemi

VI. Pozitivist Organizmacılığın Dönüşümü ve Parçalanması

VII. Çatışma Teorisinin Temelleri

VIII. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Marksizm

IX. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Sosyal Darwinizm

X. Sosyolojik Çatışma Teorileri

III. BÖLÜM: BİLİMSEL ELEMENTARİZM

XI. Sosyolojik Biçimciliğin Felsefi Temelleri

XII. Sosyolojik Biçimciliğinin Yeni-Kantçı Dalı

XIII. Sosyal Davranışçılığın Kavramsal Temelleri

XIV. Çoğulcu Davranışçılıktan Davranışçı Sosyal Teoriye

XV. Sembolik Etkileşimcilik

XVI. Sembolik Etkileşimcilikteki Diğer Gelişmeler

XVII. Sosyal Davranışçılığın Sosyal Eylem Kolu

XVIII. Sosyal Eylem Teorisinde Diğer Gelişmeler

BÖLÜM IV: HÜMANİST BÜTÜNCÜLÜK

XX. Modern Sosyolojide Makro-İşlevselcilik

XXI. Mikro-İşlevselcilik: Grup Dinamiği

XXII. Eleştirel Teori veya Refleksif Sosyoloji: 20. Yüzyılın Sosyal Bilimlerinde Sol Hegelci Hareket

BÖLÜM V: HÜMANİST ÖĞECİLİK

XXIII. Varoluşçuluk ve Fenomenolojinin Temelleri

XXIV. Fenomenolojik Sosyoloji ve Etnometodoloji

BÖLÜM VI: SONUÇ

XXV. Sosyolojik Teorinin Çelişkileri

172

ÖNSÖZ

1960 yılında kitabın ilk baskısı yapıldığında sosyolojik kurama Yapısal Fonksiyonalizm

hakimdi ve Marksizm Amerikan karşıtı tehlikeli bir felsefe olarak görüldüğünden Çatışmacı

Kuramın ona olası bir alternatif olması genellikle düşünülemezdi. Aynı şekilde Sembolik

Etkileşimcilik de genel bir kuram olması güç ilginç bir sosyal bir psikoloji olarak

düşünülmekteydi. Her ne kadar Max Weber’e çok başvurulsa da onun kuramının da bir

araştırma geleneği oluşturduğu kabul edilmiyordu. Yeni Kantçı Formalizm tarihsel bir merak;

Fenomenoloji de mikro-sosyolojik bir ilgi olarak görülüyordu. Bir bütün olarak kuram alanı

a) Büyük veya Küresel Felsefe ve b) vizyonsuz bir Ampirizm arasında bölünürken orta boy

kurama bu ikisi arasında bir yerde ihtiyaç duyulmaktaydı. Kitabın ilk baskısı beş aktif kuram

ve bunlarla birlikte giden araştırma geleneğini içeren biçimde olup mevcut çalışmaları

yetersiz bularak değiştirmeye yönelikti.

Kitabın ilk baskısı yazarın 1947’de sosyolojik kuram öğretmek üzere görevlendirmesiyle

başlayan çalışmalarına dayanmaktadır. Göreve geldiğinde ilk iş olarak sosyolojik kuramlar

denilen geleneklerin sistematik bir değerlendirmesini yapar. Bu çabası kısa zamanda zora

girer; çünkü 80’den fazla birbiriyle çatışan ve sınıflama ölçütleri belirsiz olan ve durumlara

göre değiştiği için süreklilik göstermeyen bölünmelere tanık olur. Ayrıca Batı entelektüel

geleneklerinin izlerini nadiren taşıyan bu çalışmalar kuru kalabalıktan başka bir şey değildir.

Sosyolojik Kuram haritasının çıkarılmasına şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Kuramların

sınıflanmasındaki kadar onların entelektüel ve sosyal kökenlerini izlemedeki ölçütler de

eskimiş ve hatta demode olmuştu.

Eğer bir sosyolojik kuram sosyal yaşam hakkında araştırma geleneği eşliğinde bir açıklamalar

seti ise, en açık şekilde bunları haritasını çıkarmak üzere sınıflama ölçütleri şunlardır:

i) Sosyal yaşam hakkında kullandıkları “temel kavramlar”

ii) Kuramın çalışılmasına en uygun metot için kabul edilen “sayıltılar”(assumptions)

Böylelikle incelenen kuramlar belirli yerlere yerleşmektedir. Sosyoloji 19. yüzyılda devrim

sonrası kadın ve erkeklerin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya çıkmıştır. Sosyoloji

öncelikle kendisini Aydınlanmanın Rasyonalizmine karşı ve toplumun bir organizma olarak

kendini en iyi doğa bilimlerinde gücünü ispatlamış olan Pozitif Metotlarla ele alabileceğine

173

olan bir inancın ürünüdür. Bu yüzden de Pozitivist Organizmacılık sosyolojik kuramın genel

sistemine ilk en uygun düşen olmuştur. Araştırma geleneği eşliğinde açıklamaların artması ile

Pozitivist Organizmacılık kendi tarihinde yarı bağımsız kültürel bir gelenek olmuştur.

Kuşkusuz bu gelenek taşıdığı iç ve dış etkiler kadar rakip geleneklere karşı görüşlerini de

yansıtmaktadır. Pozitivist Organizmacılığın hemen ardından Çatışmacı kuram da kendini

ortaya koymuştur. Zaman içinde Yeni Kantçı Formalizm, Sosyal Davranışçılık (üç alt formu

ile) ve Yapısal Fonksiyonalizm (iki alt formu ile) tarihsel ayırt edici kaynakları ve öncü

kişileri ile ortaya çıkmıştır. Kuram haritası oluştukça bazı düşünürlerin mesleki

kariyerlerindeki çalışmalarında birden fazla araştırma ve kuram geleneği içinde yer aldıkları

görülmüştür.

Her ne kadar ilk baskıda birçok kuram ve araştırma geleneğini izleri ortaya konmuşsa da 20

yıl sonra 1960 ve 1970’lerde Batı toplumu ve kültürel geleneği deprem, tayfun, volkanik

patlamalar gibi önemli doğa hareketlerini yaşamıştır. Bir kuramcı artık Amerikan karşıtı

olmakla suçlanmaksızın Marksist sosyoloji yapabilir hale gelmiştir. Diğer ifade ile Çatışmacı

Kuram yeniden doğmuştur. Bilimsel ve Pozitivist gelenekler sorgulanmaya başlamış, Batının

Hümanist geleneği keşfedilerek Elementarist gelenek yeniden sağlıklı bir biçimde gelişmeye

başlamıştır. Değerlere yönelik sosyoloji (value-relavent) ve sorunları çözmek için ideoloji

çevreden sosyolojinin merkezine yerleşmiştir. Son olarak da entelektüel kültürü sentezlemek

üzere paradigmalar ortaya atılmaya başlamıştır. Bu durumun beklenen bir sonucu olarak da

birçok yeni ve fakat parçalı karakterdeki görüşler baş göstererek genel resmin

bulanıklaşmasına veya bozulmasına yol açmıştır.

Kitabın ikinci baskısı son 20 yıllık gelişmeler ışığında sosyolojik kuramın yeniden

haritalanması çabasının bir ürünüdür. Birinci baskıdaki önemli bölümler korunarak gerekli

güncellemeler yapılmıştır. Aydınlanma Rasyonalizminin gerisine düşmeye karşı olmak

yerine, sosyolojik kuram artık Batı’nın Hümanist ve Bilimselci geleneğine karşı bir konumda

sunulmaktadır. İdeoloji ve paradigmaların karşılaştırmalı incelenmesi sosyoloji kültürünün

düzenlenmesinde kuram ve araştırma geleneğine alternatif stratejiler sağlamaktadır. Kuram

tiplerini birbirini ayıran kriterler bugün daha genel hale gelmiş ve kesinleşmiştir. En temelde

sabit bir şekilde kuramlar ya Holistik/Bütüncü ya da Elementaristiktir/Parçacı’dır. Onların

araştırma geleneğini belirleyen temel kabulleri açısından ise kuramlar ya Hümanist ya da

Bilimselcidir(scientific). Bu temel ayrımlar göz önünde bulundurduğunda ortaya dört

muhtemel sosyolojik kuram tipi çıkmaktadır.

a) Hümanist Elementarizm

174

b) Hümanist Holizm

c) Bilimsel Elementarizm

d) Bilimsel Holizm

Bu bölümlemelerin altında daha alt kuram kategorilerinin bulunması mümkündür.

Holizm/Bütüncülük ve Elementarizm/Parçacılık birbirine karşıt kutuplar iken; Hümanist ve

Bilimselcilik birbirini izleyen bir ikili ayrımdır ve çoğu zaman birbiri içine geçerek bulanık

bir durum arz eder. Bu yüzden aralarındaki ayrım sonuçta bir derece farkı meselesidir.

Örneğin Sembolik Etkileşimcilik hem Bilimsel Elementarizm hem de Hümanist

Elementarizm içinde yer alan özellikler taşır.

Kitabın birinci ve ikinci baskıları arasındaki kavramsal temeldeki farklar en temelde

kuramların tiplendirmesindeki genelleme, keskinlik ve basitleştirmelerle ortaya konmuştur.

Öncekinde beşli olan sınıflama dörtlüye indirilmişse de son yıllardaki gelişmeler ve bazı

kaymalar/yer değiştirmeler eklenerek mevcut kuramlar zenginleştirilmiştir.

İlk baskı sosyolojik kuramların entegrasyonu konusuyla bitirilmişken bu baskıda sosyolojik

kuramın temel problemlerine de yer verilmiştir. Aslında bu sorunların çözümü bizi sosyolojik

kuramın gerçek bir entegrasyonuna ulaştırabilir. John Dewey’in belirttiği gibi bunların gerçek

olmayan ve dolayısıyla ihmal edilerek göz ardı edilebilir problemler olduğunu da görmek

gerekir.

175

Don Martindale’in Önsözü İçin Notlar:

1. İlk Baskı (1960) ve ikinci baskı (1981) arasında farklar var.

2. Kitap mevcut kuramsal geleneklere ilişkin sınıflama haritasını değiştirme girişimidir.

3. Kuram alanını büyük/küresel felsefe ve vizyonu olmayan ampirizm olarak gören anlayışı

eleştiriyor ve orta boy kuram ihtiyacını vurguluyor.

4. Kuramları sınıflama ölçütleri eskidiğinden yenilerini a) temel kavramlar b) uygulamadaki

sayıltılar/kabuller şeklinde koyar.

5. Kitapta kuramlar tarihsel ortaya çıkış sıralarına göre yer alır. Bu nedenle klasik kuram

kitapları aynı zamanda sosyoloji tarihini öğrenme/öğretme özelliği de taşır. Kitapta ilk olarak

Pozitivist Organizmacılık daha sonra Çatışmacı Kuram ve İdeoloji yer alır. Marksizm ideoloji

olarak ele alınır. Bu onu değersizleştirmek anlamında değildir. Marksizm kuram olursa test

edilebilir önermelere dönüştürülerek devrimciliğini kaybeder görüşündedir.

6. Bazı düşünürlerin birden fazla kuram ve araştırma geleneği içinde yer almaları sorun

oluşturmaktadır. Örneğin T. Parsons hem bilimsel elementarizm hem de hümanist holizm

içinde anlatılmaktadır. Düşünürün çalışmaları zamanla değişebilir.

7. Marks, Durkheim ve Weber sosyal ve ekonomik faktörler üzerinde dururlar; hiçbir zaman

fiziksel çevreyi analize katmazlar. Don Martindale doğal afetlerle sosyolojinin problemleri

arasında bağ kurmaktadır.

8. Marksist olmak, 1950’lilerin cadı avı geride kaldığı için artık doğal karşılanır ve Çatışmayı

kuram yeniden doğar.

9. Pozitivizm ve işlevselcilik muhafazakar bulunarak sorgulanır ve Batı’nın hümanist ve

elementarist geleneği yeniden keşfedilir.

10. İdeoloji merkeze yerleşir. Değerlere yönelik sosyoloji meşrulaşır.

11. Parçalı entelektüel kültürü sentezlemek için paradigmalar ortaya atılır.

12. Batı’nın sadece rasyonalizmi değil, hümanist ve bilimselci araştırma gelenekleri de

eleştirilir.

176

13. Kuramlar Holist ve Elementarist olarak tam birbirinin karşısındadır. Araştırma gelenekleri

ise, sayıltıları/kabulleri açısından birbirine karışabilir.

14. Genelleme, kesinlik ve herkesin anlayacağı ve dolayısıyla doğru sorular sorabileceği

şekilde basitlik iki kitap arasındaki temek farklardır. İkincisi daha anlaşılır kılınmıştır.

Temelde beş yerine dörtlü sınıflamayla yetinilmiştir.

15. Birinci kitapta kuramların entegrasyonu ile uğraşılmış iken ikincisine temel problemler

eklenmiştir. Problemlerin çözümüyle entegrasyona gidileceği kabul edilmiştir:

16. Kitapta çok sayıda tekrar vardır.

17. Kitapta bölüm sonunda özetler vardır.

18. ABD’li kadar çok Avrupalı düşünüre yer verilmiştir.

19. Sosyolojiyi hazırlayan farklı tarih, felsefe, hukuk, psikoloji, eğitim gibi farklı

disiplinlerden gelen çok sayıda kişiden söz edilmiştir.

177

I. BÖLÜM: BAĞLAM

I. Sosyolojiye Doğru Bir Yol

Martindale, sosyolojinin 130 yıllık geçmişini vurgulamakla ilk olarak söze başlar. Süreyi

kesinleştiren vurgusunun altında yatan neden ise yazının ilerleyen paragraflarında açığa çıkar.

Yazar, günümüz kültürü ile önceki toplumların kültürüne değinerek, bugünkü nesillerin sahip

oldukları kültürlerin önceki kuşaklara göre daha üstün olmadığını, sadece bugünkünün daha

geniş bir yapıya büründüğünü belirtir. Buna ilaveten, kültürün sosyolojiden de önce var

olduğunu ve geçen çağlarla birikimi arttığını ifade eder.

Sosyoloji, arındırılmış tek bir olay üzerinden anlatılamaz, bir kişi ya da birkaç kişinin

çalışmasının veya öğretisinin yaratımı da değildir. Sosyolojiye dair yapılabilecek çok çeşit

tanımlar vardır; bunlardan biri, kişinin insanlar arası yaşantısı hakkında düşünce bütünü

şeklinde olabilir ancak tatmin edici değildir. Tatmin edici olmayışına ilaveten halk

bilgeliği/sağduyusu(folk wisdom), büyü ve din için de kullanılabilir bir tanıma tekabül eder.

Bu noktada sosyolojinin yapılabilecek en uygun tanımına yaklaşma adına şu denebilir; kişinin

insanlar arası yaşantısının “bilim”i.

Sosyoloji bugün diğer rakip disiplinlerden arınabilmiş sayılmaz. Tarihsel sosyoloji de sosyal

bilimler çemberi içinde kendine ait bir yer edinebilmek için savaşım vermeyi sürdürmektedir.

Yapılabilecek en tatmin edici tanım tarihin patikalarından geçer. Sosyoloji, Batı medeniyeti

içinde düşünsel bir dönüşümün parçası sayılır. Aynı medeniyet içinde teolojiden bilime geçiş

ise felsefe ile mümkün olmuştur.

Diğer bilimler gibi sosyolojinin kökeni, belli bir zaman ve yerde belli bir toplumun sahip

olduğu ortak duygu ve deneyim ile paylaşılan duygulara denk düşer. Paylaşılan bilgi sosyal

gruba ait bireyin önemli konularda rıza gösteriminde etkilidir. Ancak bilim olma yolunda

karşılaşılan başlıca sorun yine bu ortak duygu olmuştur. Çünkü sosyoloji ortak duygulara

yakın olduğu sürece, başarısız sonuçlarla karşılaşacaktır. Halk bilgeliği, sosyolojik bilgi

kaynağından sadece birisidir. İnsanlar hasta olur, kaza geçirir, sevdiklerini kaybederler. Bu

türdeki olaylar, halk bilgeliği ile tanımlanır. Toplumda ortak duygulara ilaveten karışık

formlar, teolojik ve büyüsel çeşitlilikler de vardır.

Dünyanın ilk profesyonel alimleri, büyücü rahiplerdir. Bunlar gizemin özel uzmanlarıdır. Bu

dönemlerin entelektüel rollerinin alt birimleri de mevcuttur, bunlar “the sage” denilen bilge

178

kişilerdir; bunlar duyu bilgisini savunurlar. Teoloji ise halk bilgeliğinden daha fazla

sosyolojinin tamamlayıcısı sayılmaz. Sosyoloji için ne “sage” ne de “magican-priests”

ikamedir. Sosyoloji arada bir yerdedir. Ortak duyu gibi sosyoloji de her gün ortalama, sıradan

olaylarla ilişkilidir. Ancak sağduyudan farklı olarak belli bir sosyal düzen düşüncesiyle

sınırlanmaz.

Sosyoloji, felsefenin geç ürünlerinden birisidir. Comte, onun adına “pozitif felsefe” der. Erken

dönem Batı felsefesi büyü ve dinden yoksun düşünülmelidir. Din ve büyüden ilk ayrılan

felsefe olur, ardından bilim ve daha sonra sosyoloji gelir. İnsan aklının gelişiminde önemli bir

basamak, teolojiden felsefeye geçiştir. Sokratik yöntem, dinden felsefi düşünceye geçişte bir

izlence formüle eder!

Sokratik yöntem, doğruyu kurmada önemli bir yoldur. Bu yöntem, dinden felsefeye geçişin

önemli bir noktasına değinir; dışsal kurumların kriterleriyle tanımlanan akıldan, düşüncenin

temel kurallarında kurulmuş bir akıla geçişe işaret eder! Yunan felsefesinin Batı düşüncesinin

gelişimi için çok önemli keşfi, rasyonel kanıttır. Ancak bu bilim değildir, bilim için mantıktan

fazlasıdır. Rasyonel kanıtın keşfi bilime doğru atılan önemli bir adımdır.

Proto-Sosyoloji Olarak Yunan Sofizmi

Yunan dünyasında bilim tesadüf haricinde başarılmadıysa sosyal bilim de başarılmadı. Fakat

Batı’daki felsefe daha sonra da özel bilimler (ilk model Aristo mantığı ile şekillenir) içinde

ayrılacak olan düşünce bütününün koruyucu varlığını sürdürdü. Yunan felsefesinde sosyal

bilimlere en yakın yaklaşım Sofistler tarafından geliştirilir. Xeenophones ve Heraclitus felsefi

dikkati din ve dil’e çevirdiler. Pitagorcular etik ve politik tartışma geleneğini başlattılar.

Bunlar, sosyal form ve adetlerin karşılaştırmalı bilgisini felsefeye taşır.

Sofizm; dil, din, sanat ve politika açısından sosyal bir varlık olan insanı çalışan, kısmen bir

uygarlık felsefesi haline gelmiştir. Sofistlerin güçlü ampirik eğilimleri vardır ve onlar tüm

insanlığın yaşamına dair alanlardan olabildiğince bilgiyi biriktirirler. Sofistlerin bilgisi

teorikten öte uygulanabilirdir. Sofistler hayatın kontrolünde sanatın öğretimini amaçlar.

Sosyal bilimlere doğru özgün bir hareket olarak Sofizmin ciddi sınırlılıkları vardır. Objektif

ampirik bilgiden ziyade sistematik ahlaki bilgiye eğilirler!

Sosyoloji ve Tarih

Bilimin oluşumunda halk bilgeliğinden yararlanmak yeterli değildir. Bilim ampirik bilgi ile

var olur!

179

Toplum hakkında yeni gerçekler kurmak ve kriterler oluşturma düşüncesi, filozoflardan çok

Yunan tarihçilerine düşmüştür. Yunan dünyasına ait “gerçekler”in resmini çıkarmak istersek,

Heradot, Thucydides gibi kişilere bakmak gerekir. Yunan düşüncesinde “lotopia” araştırma

anlamına gelir.

Tarih Yazıcılığı ve Ampirik Metodun Gelişimi

Hecataeus coğrafya ve etnoloji ile ilgilidir. Herodot yolculuklarını raporlayarak çalışmalarına

başlar. Halikarnas’ta doğar. Yolculuklarında gördüğü mitleri kaydetmeye, sistematize etmeye

ve kronolojik döküm yapmaya başlar. Ayrıca Pers savaşlarına ait önemli notları derlemeye

başlar. Tyucydidas ise kendi hayatı boyunca meydana gelen olayları yazar. Herodot’un sosyal

olayların teolojik açıklama türünü reddeder! Buna ilaveten Herodot’un sosyal olayları “dışsal”

nedenlere bağlayan düşüncesini reddeder. Ayrıca, önyargılı fikirlerle gözlemi birbirinden

ayırır. Herodot ve Thucydides’in çalışmalarını içeren tarih kavramı, retorikçilerin

çalışmalarında yaygınlık kazanır.

Ortaçağ dünyasında tarih yazıcılığı kavramında dejenerasyon artar! St. Augustin’in “City of

God” çalışmasında, tarih felsefesi yüksek kademede düşünülür ve doğaüstü tarafından

yönlendirilir. Rönesans tarihsel saygı hissinde yenilenme getirir, Konstantin donanmasındaki

Valla’nın atakları gibi. Luther’in ve Protestan dini tarihi yazarları tarafından sunulan

mücadelenin ardından en erken kaynakların birikimi başlar. Bu türdeki çalışmalarla modern

arşiv oluşmuştur. (Ancak St. Augustin’in yaptığı tarzda formülasyonlar, tarihin dogma’ya

boyun eğmesine yol açar.)

Dinle tarihin dışlayıcı bağlantısı ağırdır, geleneksel yazarlar sorgulanır, evrensel tarih kavramı

tahminidir, diğer araçlar, politika ve dini yanında tarihi açıklamada yer alır, “gelişim”

kavramı, tarihsel bir tez olarak düşünülür. Vico, tarihi dönemlerin gelişimine bir bütün olarak

vurgu yapar, her çağın temel değer düşüncesini ifade eder. Herder, aydınlanmanın tarihsel

yolundan romantizme genel değişimi açıklar. Buna ek olarak şunu belirtir: Gelişim prensipleri

“gelişim”den önemli hale geldi. Milliyetçilik ve halk ruhu (folk soul) kavramı, insanlığın

ideali ve evrensel insan doğası alanında birleştirici kavramlar olarak ortaya çıkar.

Tarih Yazıcılığı ve Sosyoloji

Tarihsel düşüncenin gelişiminde iki nokta bulunur: Bunlardan biri dünyanın objektif dünyevi

bilgisinin mümkünlüğü ile tarihsel bilgi oluşu (Yunan dünyasında benzer genel koşulların

altında görülür); bir diğeri günümüz gerçeğinde daha önemli olan şudur ki tarih, insan

180

yaşamına dair çeşitli alanları açığa çıkarır. Aydınlanmadan tarihin romantik içeriklerine doğru

hareket sosyal bilimlerle de ilişkilidir.

Felsefe ve tarih, sosyolojinin doğumunu yönetir, Comte’un çalışmalarında görüldüğü gibi.

Comte, sosyolojiyi geleneksel felsefeye karşıt şiddetli tartışma olarak sunar. Pozitivizmi

zıtlığı vurgulamak için kullanır. Sosyolojiden önce “pozitif felsefe” terimini kullanır. Pozitif

felsefenin görevi, sosyal olaylara ilişkin düzenin yasalarını kurmaktır! Bu olaylar ise Comte’a

göre tarih tarafından yaratılır. Tarihçilerin çalışmaları sosyoloji için temeldir. Comte’un

görüşünün temel noktası felsefeden ayrılır ve bu yeni alan, felsefik hareket olarak düşünülür.

Windelband Dilthey ile birlikte, felsefenin görevi, hayatın anlamını bulmak olduğunu

vurgular. Doğal bilimler nomotetik, tarih ise idiografiktir. Windelband’a göre, psikoloji

nomotetikten ziyade idiografik bir disiplindir. Bütün nomotetik disiplinlerin yöntemleri

birbirine benzerdir ve psikoloji doğa bilimlerine dönmelidir. Dilthey, tarihi kaynakların

psikolojik olabildiğini buldu. Tarihsel bilgi, somutluk ve bireysellik içinde belirli olayların

anlamlarını kavramayla gelişir.

Sanat, Doğa Bilimleri ve Sosyoloji

Halk bilgeliğine benzer sosyoloji, sosyal olaylar hakkında genellemeye taliptir. Ancak halk

bilgeliğinden farklı olarak sosyoloji yerel zaman ve yerin normatif örüntüleri tarafından

sınıflanmayan özet bilgiyi araştırır. Dini düşünce gibi sosyoloji soyut bilgiye yönelir; ancak

dini düşünceden farklı olarak ne metafiziksel olana eğilimlidir, ne de kutsal kurumlara tabidir.

Felsefe gibi sosyoloji doğruluğun dışsal standartlarından çok, içsel dayanaklı bilgi bütününe

heves eder; felsefeden farklı olarak sosyal-etik olmaktan çok ampiriktir. Tarihe benzer olarak

sosyal olayların ampirik bilgisine heves eder; tarihten farklı olarak sosyoloji tekilden ziyade

geneldir.

Sosyoloji hemen geleneksel felsefeden uzaklaşmaz, bu durum zamanla gerçekleşir ve tarih

içinde yaratılmış hazır verinin bütününü bulur. Sosyolojinin felsefeden ayrılması uzun süredir

beklenmektedir. Fiziki bilimin felsefeden ayrışması büyük bir başarıdır. Bağımsız sosyal

bilimlerin kurulmasında önemli bir motivasyon işlevi görür.

Bilime yönelik ilk adım, Yunan felsefesinin rasyonal kanıtın keşfi ile atılır. Aristo mantığı

önemli bir başlangıç olarak sunulur. Dahası ampirik inceleme ruhu, ahlaki ilginin artışıyla

geriler. Düşüncenin mitolojik, dinsel, büyüsel tipleri, yeni felsefenin öz doğrulama gücü

tarafından zayıflatılır. Deney ve matematiğin modern sentezini yapmaya çalışan Arşimet’tir.

Kavramlaştırma ve gözlem arasındaki etkileşimi gözlemden kavramsala atlayışı gösteren

181

prensiplerle tanımlar. Deneye, rasyonel kanıta verdiği önemi göstermedi. Bilimin başarılması

için, deneysel işlemlerin genelleyici genellemeleri ve onun saygın pozisyonunun artması

gerekti.

Sanat, felsefeden bilime geçişte bir aracıdır. Leonardo Da Vinci’nin hayal gücünü ateşleyen

Arşimet’tir. Da Vinci’ye göre, matematik, zihinsel kaynakları içerir, deney ise farklıdır.

Deney, nedenlerin tanımlanma işlemidir. Dünyanın kesin bilgisine ulaşma yoludur. Da Vinci,

zamanların tümüne erişebilmiş biridir, çalışmaları unutulmamıştır.

Sanattan doğa bilimlerine tam geçiş, Galileo’nun çalışmalarında açıktır. Termometrenin

icadını yapar. Matematiksel ve deneysel olarak bilimin dinamiklerini kurar. Örnek bir bilimci

olarak Galileo, bir noktada yeni bilimsel rolü sunar. Sanatsal faaliyetlerde ilk kurulan

deneydir.

Fiziksel dünyaya doğru deneycilik uzantısı ortaya çıkar çünkü zamanla sanat büyü ve din

kontrolü dışındadır. Oysaki bilim fiziksel olaylarla mücadele etmek için bir işlem olarak

kurulur. Fiziksel dünya keşfinin bir yöntemi olarak deneycilik kurulduğunda, gerçek hakkında

bir gizem kalmaz. Leonardo, kutsal kitap ve hayatın doğal kökenine yönelik teorisi arasındaki

potansiyel çatışmayı görür.

182

II. Batı Entelektüelliğinin Hümanist ve Bilimsel Kutupları

Batı’nın düşünsel yaşamı, yine Batı’nın yüz yüze kaldığı tarihi dönemeçlerden geçerek

şekillenir. Bu noktada en önemli dönemeç Ortaçağ adı verilen döneme tekabül eder. Klasik

Batı düşünce ruhu, tam da bu dönemde büyük bir karanlığa gömülür.

Ortaçağ Skolastiği; Martindale, Skolastik’in ne’liğine dair bir başlangıç cümlesi kurmadan

başladığı anlatısına dönemin aydınlarıyla devam eder. Buna göre; klasik dünyanın baskın

aydınları filozoflardır. Bunlar, ruhani olanları teorize etmekle uğraşsalar da bir nevi seküler

aydınlar olarak anılırlar. Seküler aydınların düşünceleri ise fikirlerin rasyonel sentezi için

yapılan savaşlar tarafından yönetilir.

Değişim, Helenistik dönemde yaşanır ve bu dönemde sözcüler ve filozof karşıtları, popüler

mezhep ve gizemli din liderleri arasında yer alırlar. Felsefi konumun mirasçıları veya varisleri

ise akıldışı popüler inançlara yönelmeye ve onların önünde eğilmeye başlarlar. Buna ilaveten

de akli tartışmalar, tasavvufi kurumlara veya farklı türdeki ilhamlara yerini bırakır.

Henry Slesser Katolik birini, Ortaçağ Skolastik filozofunu anlayabilen modern birine benzetir

ve St. Augustin’in sorduğu soruyu sorarak; “Nereden başlamalıyız?” der. Bu noktada yazar

Mardindale, St. Augustin’in Helenistik çağın düşünsel gelişimin sonu olarak

gösterilebileceğine değinir ve St. Augustin’in hayatına dair bilgiler verir. Bu bilgiler

içerisinde St. Augustin’in teoloji sistemi içerisinde Helenistik düşünce unsurları ile Hıristiyan

inançlarını çalıştığı belirtilmektedir.

Yeni Kentli Aydınlarla Skolastiğin Düellosu

Sözü geçen dönem içerisinde okur-yazarlık, dönemin şartları gereği kilisenin elindedir. Yazar,

tam da bu noktaya değinerek, okuma ve yazma ediminin manastıra bağlı olduğunu ve bu

dönemin uzun bir sürece denk geldiği belirtir. Kurulan düzene karşın yeni bir hareketliliğin

kaçınılmazlığını anlatan yeni kent toplulukları, Ortaçağ dünyasında söz sahibi olmaya, sözünü

duyurmaya başlar. Buna bağlı olarak da belli başlı taleplere girişir. Yeni zümre yeni talep ve

beklentileri beraberinde getirdiği için, tam da bu noktada manastır değişen güç dengelerini

yine kendi çevresinde toplayabilmek adına mücadeleye girişir. Kilise hayatına bağlı olanların

başlıca özellikleri fakirliği benimsemeleri, dünyevi ve dini hayatı uzlaştırmaya

yönelmelerinde görülür.

183

12. yüzyılın sonuna doğru ise bir takım bağımsız hareketlenmeler belirir, bazıları bu

hareketlilik içinde bir takım düşünsel heyecanlara kapılır. Bunların başında da yeni kent

toplulukları gelir.

Yeni Kent Topluluğunda Düşünsel Heyecan

Bu topluluk, dönemin düşünsel hareketliliğinde artış yaşanmasında başlıca rolü üstlenirler.

Pirenne’ye göre, bu kentli topluluklar ise prensler tarafından tercih edilmeye başlanır.

Dönemin bir başka aktörleri de tüccarlardır. Tüccarlar, var olan yasaların gözden

geçirilmesini hedeflerler; parasal düzenlemeler, vergisiz ticareti engelleyen kilise tarafından

finanse edilir.

Devrimci birliklerin amacı olan derebeyine bağlı hukukun değiştirilmesi ve özerk bir sivil

yargılama ve hukukun başlaması sağlanır. Bunlar başarıldığında ise bütün yerleşim yeri

sakinlerine eşit hak verilir. Kent, ayrı bir alana dönüşür. Psikoposa karşı devrimci ayaklanma

olarak kentler yükseldiğinde entelektüel ortam için rahiplik dışında sosyal roller oluşuyordu.

Kilise topluluğunda eğitici yeteneğin temeli, okuma ve öğrenmedir, bir de kilise kayıtlarının

saklanmasıdır. Oysa kent yaşantısı okuma etkinliğine yönelik farklı olanaklar sunar.

Yazar, Rashdall’ın yorumuna başvurarak, karanlık çağdaki eğitimi özetlemeyi tercih eder. Bu

yoruma göre, kilise eğitimi, seküler olanın üstündedir. Bu durum 12. yüzyılda değişim

yaşamaya başlar. Bu sefer düşünsel üstünlük, kilise okullarından çıkıp dünyevi olanlara doğru

yönelir. Değişim, üniversiteden bahsedilmesini beraberinde getirir. Üniversitelere, yeni

düşünce ve taleplerle kurumsallaşır. Üniversitenin etkinlik kazanmasıyla kilise adamları bu

sefer bu üstünlüğü kendilerine çekmeye çalışır ancak bunu başaramadıkları gibi toplumun

kontrolünü de ellerinden kaçırırlar.

Yaşanan değişimle beraber, Batı düşünce yapısında köklü dönüşümler görülür, bunların

başında artan üniversiteler gelir. Yazar üniversite artışını farklı bir paragrafta anlatmayı uygun

görür. Ona göre üniversite, 12 yüzyılda İtalya’da Batı’dakine benzer bir nitelikle kurulur. Bu

yeni kurumlarda başta Aristo olmak üzere Öklit, Ptolemy ve Yunan fizikçilerin çalışmalarını

da olduğu yeni bilgiler ortaya çıkar.

Yeni bilgilere ilaveten yeni alanlara değinen Martindale, tıp ve hukuk alanındaki gelişimlere

değinir. Salerno’nun Yunan Tıbbındaki merkezi rolüne gönderme yapması gibi, Bologna’nın

da Yunan Roma Hukukundaki merkezi değerine değinir. Bologna, eğitimin değerli görülmeye

başlandığı dönemlerde olduğu kadar günümüzde de büyük bir öneme sahiptir.

184

Yazar, üniversiteyi en yalın haliyle öğrenci organizasyonu olarak tanımlar. Hocalara verilen

sertifikalara değinir. Bu sertifikalar, erken dönem akademik dereceleri göstermesi sebebiyle

önemlidir. Böylece bu sertifikayı alanlar, eğitim vermeye hak kazanır. Üniversitenin gelişim

doğrudan veya dolaylı yoldan yeni toplulukların oluşumunu beraberinde getirdi. Sağlık

alanındaki gelişimler de zengin ve özel bireyler diye dağılım yarattı.

Klasik Felsefe ve Hıristiyan Teoloji Arasındaki Tartışma

Bu tartışmaya Aristo ve Augustin geleneğinden başlarsak, Aristo geleneği, rasyonel felsefeye

odaklanır, ancak bu odaklanma Augustin geleneğini izleyenlerce şüpheyle karşılanır. Çünkü

rasyonel felsefe onlar için tehlikelidir.

13. yüzyıl dünyasında temel üniversite eğitimi üç alandan sürer. Bunlardan biri felsefe, diğeri

hukuk ve bir diğeri de tıptır. Alanların tamamı dinden yoksundur. İtalya’daki hareket, edebi

eğitimin ve Roma Hukukunun uyanışı ile başlasa da yoğunlaşma, bilimsel ve profesyonel olan

hukuk eğitiminde olur. Yazar, 13.yüzyıl Batı hayatına değinirken eğitime kayar ve Bologna,

Salerno ve Paris’e ikinci defa eğilir. Bu defa Paris, Bologna ve Salerno’nun yüksek kültürün

üç muhteşem evi olarak görev yaptığını belirtir.

Bu yüzyılda Rönesans, Skolastik felsefenin en önemli parçasıdır. Bu dönemde Skolastik zafer

var olsa da geçicidir, hümanist olarak yükselişe geçiş yaşanır. Yazar, Hümanizmi, Batılı

hümanistler üzerinden anlatır. Ona göre, eski ve modern düşünsel alan arasındaki bağ, bu

hümanistler üzerinden gözlemlenebilir.

Bireyselliğin tanımına değinen yazar, feodal yapıda bireyselliğin tanımı bireylerin bağlı

oldukları ırk, topluluk, parti, aile ve birlik üzerinden yapılandığını, oysa şehir hayatında bu

durumun, objektif birliklerindeki değişime paralel kendilerinin farkına varma şeklinde

gerçekleştiğini belirtir.

Yazar, Burckhardt’a değinerek, geleneksel alan içinde despotizmin, kişiliğin belirleniminde

önemli bir özellik taşıdığını ilave eder. En genel haliyle ise kişilik devlet ve kilise arasındaki

çatışma sonucu ortaya çıkan yeni kültür ve zenginlik tarafından belirlenirdi. Bu ise politik

kişiliklerin ortaya çıkmasına yol açar.

Martindale, bireyselliğe ve eğitim kurumlarına eğilirken, eğitilen kişilere yönelir ve bu

kişilerin doğanın tarihine dair veriyi topladığını, eski çağların coğrafi konumlarına erişerek

modern şartlara ulaştığını, kütüphaneler ve müzeler kurduğunu belirtir.

185

Batı hümanistlerine dönen yazar, bunların Batı kentinin resmi safhasındaki düşünsel hayatı

uyandıran taşıyıcı unsurlar olduğunu dile döker. Bu hümanistler arasında ise tüccarları, devlet

adamlarını, sekreterleri, yöneticileri ve şairleri sayar.

Batı hümanistleri, üniversitelerin kontrolü için mücadele eden skolastiklerden ve kiliseden

farklı ayırt edici bir görüş geliştirirler. Bu dönüştürücülerden birisi M. Ficino’dur. Kendisi,

özel okulun bulucusu ve duru Platonizm’in canlandırıcısı olarak erken Batılı hümanisti açığa

çıkarır.

Martindale, hümanizmi, gökkuşağına benzeterek, Batı kenti üzerinde yükseldiğini belirtir.

Çünkü ona göre, hümanizm Batı kentinin düşünsel farkındalığının bir alametidir. Ancak,

hümanizm 13.yüzyılda skolatizmle olan savaşını kaybeder. 16.yüzyılda erken hümanizm

yükselişe geçer. Bu dönemdeki belli başlı güçlü ilişkilerden bahsedilir. Buna örnek olarak da

Protestanlık verilebilir.

Kent kendi elastikiyetini kaybetmeye başladığı yerde artık farklı bir yapılanma ortaya

çıkmaya başlar: Ulus-devlet.

Yazar, bu yapının Eski Çin Krallığı’ndaki yapılanmaya benzemediğini, daha karmaşık bir

özelliğe sahip olduğunu yazar. Buna bağlı olarak da farklı kendine has problemlerin ortaya

çıkmaya başladığını ekler. Böylesi bir safhada ise Batı hümanizmi değişim yaşar. Özellikle

18.yüzyılda Aydınlanma ile bu değişim doruğa çıkar.

Erken hümanistlerin kozmopolit evrenselliğine doğru uyum, Aydınlanma kültürünün

uluslararası karakteridir. Fransızca ve Latince’nin yaygın şekilde kullanımı buna küçük bir

örnek verilebilir. Düşünürler, yavaş yavaş ön plana çıkmaya başlar. Buna örnek, Hume ve A.

Smith’in Paris salonlarında meşhur olması gösterilebilir.

Bu noktada yazar, Voltaire’e, Montesquieu’ya ve Condorcet’e değinir, hümanizmin Batı

liberalizmin genel kaynağı halini aldığını belirtir.

Yaşanan değişimle beraber yazar, Batı Bilimcisi kavramına doğru bir girizgah yapar ve

Batı’nın hümanizme borçlu olduğunu ekler. Martindale, bizim hümanizm çağında değil, bilim

çağında olduğumuzu vurgular, bu iki alanın iki zıt düşünsel etkinlik olduğunu yazar. Bu

etkinliklerin aralarındaki temel farklılık ise normatif ve ampirik disiplin olma özelliklerinden

kaynaklanmaktadır. Yazara göre, hümanizm, bir değerler ve davranış biçimi sistemidir ve

onları korumak üzere de düzenlenmiştir. Bilim ise bilginin tarafsız takibidir. Buna ek olarak,

hümanizm, insan bireyciliğini öz-algıyla dolu olduğunu savunur.

186

Batı bilim adamlarının eski düşünürlerden farklı olarak normatif değerlendirmelere değil,

ampirik bilgiye dayanır. Ampirik bilgi, hayatın kendisi kadar derindir. Ampirik bilgiye özlem

ise insan kültürü kadar eskidir. Mason’un dediği gibi, doğanın hakimiyetindeki temel süreç

icat ve keşiftir.

Yazar, Batı bilimcisinden modern bilime doğru yönelerek, modern bilimdeki başarıları,

deneysel yöntemin kullanılmasına bağlar. Buna ek olarak, modern bilimin gelişiminde asıl

katkı, rasyonel aklın korunması ve keşfedilmesiyle mümkündür, der.

Batı bilimindeki gelişim sürecini detaylandıran Martindale, modern algılayış içindeki bilimini

yükselişini yasaklayan iki kurumdan (ordu ve kölelik) bahseder; köleliğin ise teknolojik

geriliği artırdığını yazar.

Modern dünyanın ve eski dönemin insanına değinen yazar, Yunan dünyası insanı, rasyonel

kanıt ile problemleri çözdüğünü, modern dönemin insanının ise problemleri sistematik

deneyle çözüme kavuşturduğunu belirtir ve deney asla hata vermez, düşüncesini paragrafa

ekler. Yazar, güzel sanatlara değinirken, güzel sanatlara yönelik bir çalışmada da yüksek

düzeyde bilgi gerekliliğine değinir, sanatçının aynı zamanda yaratıcı vasfına odaklanır.

Batı kentinin gelişim döneminde sanat, iki özelliğiyle bilimin gelişimine iliştirilebilir,

bunlardan biri ölçülebilirlik bir diğeri de çalışma yapılan alanların çeşitliliğidir.

16. ve 17. yüzyıla gelindiğinde bilimsel bakış açısında yayılma yaşanır. Bu arada bilimin

bütün bu ortaya çıkış süreci için sistematik gözlem ve deneyin gelişimine ek olarak rasyonel

kanıtın onlara tabi kılınması gerekir.

Bilimin gelişimine yönelik bir başka önemli nokta, yazara göre, Reform hareketidir. Reform

hareketi, Ortaçağ dinsel hiyerarşik tekeli kırar ve kilise tarihinde olduğu gibi Avrupa

kültüründe de yeni bir sayfanın açılmasına vesile olur. Bu arada Reform hareketi, 16.yüzyılda

zirveye ulaşsa da, temelleri Ortaçağ döneminde atılmıştır.

Yazara göre, bir dereceye kadar Reform hareketi, modern kapitalizm ve modern bilimde basit

farklılıklar yarattı. Bu farklılıklardan birine Merton değinir. Merton, Protestanlık ile bilimin

(17. yüzyıl İngiltere’sinde) arasında bir ilişkiye değinir, Weber de Protestanlık ve kapitalizm

arasında paralellik kurar.

Özetle, bilim, Batı’nın ayırt edici düşüncesi olur. 17.yüzyıldan günümüze kadarki süreçte

bilimin kurumsallaşması ise önce modern endüstride, ardından üniversitelerde ve son olarak

bilimsel araştırmaların desteklendiği modern devletlerde mümkün hale gelir!

187

III. İdeolojiler, Paradigmalar ve Teoriler

Martindale, başlıkta geçen her üç kavramı ayrı ayrı analiz etmeye yönelir, bunun öncesinde

Amerikan toplum yapısına ve dönüşümüne değinir.

Yazara göre, 1950’li yıllar, hem Amerikan toplumunda hem de sosyolojisinde uzlaşının

yaşandığı yıllara denk geldiğini yazar. Bu türdeki uzlaşılar, halkta sevinç yaratsa da uzun

sürmez. Ülke içinde yaşanan sosyal, ekonomik ve politik sorunlar, bu sevinci gölgeler.

Toplum içinde yaşanan böylesi sorunlar ve açmazlar, düşünürleri sosyolojinin toplum

teorilerinin gelişimindeki yerini sorgulamaya yöneltir. Varılan sonuca göre de sosyoloji için

yeni bir teoriden ziyade var olan ideoloji ve paradigmaların daha ideal olabileceği fikri ortaya

atılır. Ancak tam da bu noktada bu kavramların aralarındaki farklılığın anlaşılması,

sosyolojideki gelişimi anlamada önemlidir.

Klasik İşlev

Farklı fikir ve düşüncelere rağmen, sosyolojinin görevinin toplumu açıklamaya yönelik kuram

geliştirme şeklinde bir tanım büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Martindale, kuramların

uygulanabilirliği noktasında değerin yerini sorgulamak adına Weber’e yönelir. Weber’e göre;

bilim de dahil olmak üzere hiç kimse önvarsayımlardan bağımsız olamaz.

Yazar, bilimin gerçeği, sosyal fenomenler, gelişimler ve kaynakları anlama noktasında

tarihsel ve kültürel bilimlerin gerçeğidir, der. Tam da bu noktada bilim adamının öznel

gerçeklerine veya değerlerine değinir. Ona göre, bilim adamı kendi öznel değerlerini

çalışmasına kattığı anda gerçeklik ortadan kalkar!

Bilim ile sağduyuya değinen Martindale, bilim ile sağduyu arasındaki temel farkın yorum ve

değerlendirme arasındaki ayrımda ortaya çıktığını belirtir. Öznel duygular, nesnelliğe karşı

koyar! Yazar, gerçeklik noktasında yine Weber’e başvurur, Weber, gerçeklerin kendileri

adına konuşamayacaklarını yazmaktadır. Bilimin nasıl kullanılacağı ise insanlara düşen

önemli bir görevdir.

İdeolojiler

İdeoloji başlığı adlındaki metinde en dikkate değer nokta Gouldner’in belli başlı yorumları,

eleştirileridir. Gouldner, Weber’in görüşlerini, belli bir gruba ait ideolojilerin parçası olmakla

itham eder. Ona göre, Weber, üniversiteyi politikadan korumak adına, üniversiteyi Batı’nın

temel düşünsel geleneğinden uzaklaştırmayı dahi düşünür ve bunun için de gerekeni yapmaya

188

hazırdır. Buna ek olarak Gouldner, Weber’i ve onun takipçilerini, Ortaçağ’daki inanç ve akıl

arasındaki çatışmanın modern hali olarak tanımlar.

İdeoloji noktasına geri dönersek ise sosyoloji geleneği içerisindeki tartışmalar, ideolojinin

sosyolojideki yerini çözümsüzleştirmiştir. Genel tanımlara bakılacak olursa bilimsel kuram

bir genellikler kümesidir; ideoloji ise ikna etmeye yönelik bir dizi savlardır. Bilimsel kuramlar

tanımlamaya ve açıklamaya, dolayısıyla ne olduğuna yönelir; ideoloji ise eyleme yönelir.

Bilimsel kurama ilişkin belki de son ilave şöyle olabilir: Bilimsel kuramın kriteri doğruluk ve

yanlışlık iken, ideolojininki iyi ya da kötü’dür.

Aralarındaki bağlantıya değinecek olursak ise her ikisi de insanın sosyal hayattaki

ihtiyaçlarıyla ilişkilidir. Dolayısıyla bir noktada her ikisi de iç içe geçmiştir. Martindale’ye

göre, kişiler arası eylemlerin ideolojik boyutları sosyal çalışmaların büyük bir bölümünü

kapsar. Yazara göre, bilimsel öznelliğin sağlanabilmesinde en güvenilir tercih, bilimsel

araştırmanın öznel değerlerden bağımsız bireyler tarafından yapılabilmesiyle mümkündür.

Ancak bu türdeki duygu ve değerler dolayısıyla insana ilişkin durumlar, basitçe

çözümlenemez. Bu noktada yazar, şöyle bir örneğe başvurur. Bir çalışma konusunda

araştırma yapılacağı sırada o konunun anlaşılabilirliği o konuya meyilli kişilerce yapılabilir.

Örneğin Ahit materyallerinin çözümlenmesinde dini bağlılığı yüksek olan Protestanlara

danışılması gibi.

İdeolojinin sosyolojideki yeri konusunda yaşanan sorunlar 19. yüzyılda artar, 20. yüzyılda da

tekrarlanır.

Paradigmalar

1960 ve 1970’lerde paradigma kavramı popüler bir içeriğe büründü, manevi ve ahlaki

bağlamlardan alınarak dilin ve kültürün oluşumunun incelenmesinde kullanıldı. Dilbilgisi

açsından paradigmanın tanımı kök, sap olarak tarif bulur. Bu tabirin bir de kalıp ve örnek

olarak da ikincil anlamları bulunur. Merton’un çalışmasında ise “özel anahat” veya “bulgusal

kontrol listeler” olarak anlam edinir.

Merton’a ilaveten, 1962 yılında ise Thomas Kuhn, yeni bir anlam yaratır. Bu anlam bütünlüğü

içinde bir sert bir de yumuşak bilimlerden bahseder. Yumuşak bilimler(sosyal bilimler) ön

paradigma, sert bilimler(doğa bilimleri) ise post-paradigma düzeyindedir. Böylesi bir

tanımlama dikkat çekicidir, çünkü Kuhn, post-paradigma aşamasında olan sert bilimlerin bu

aşamadan sonra normale dönüştüğünü yazar.

189

Böylesi tanım Martindale’a göre, sosyolojinin beklediği paradigma aşamasına geçişi

müjdeler. Bazı sosyologlar ise sosyolojinin ya hala ön-paradigma aşamasında ya da çok

paradigmalı bir aşamada olduğunu düşünür. Kuhn’un çalışmasına eleştiri ise M.

Masterman’dan gelir. Masterman, Kuhn’un çalışmasında 21 farklı paradigma tanımı bulur.

Paradigmanın sosyolojiye uyumunu yapan ise George Ritzer’dir. Ritzer, sosyal gerçekçiliğin,

sosyal tanımlamacılığın ve davranışçılığın sosyolojiyi böldüğünü ve düzenlediğini düşünür.

Son olarak, Masterman’ın paradigmaya atadığı sınırlılıklar ve işlevler, Weber’in ideal tipe

atadıklarının benzeridir.

Kuramlar

Son tartışmalara değinen Martindale, yirmi yıllık tartışmalardan sonra sosyolojiyi düzenleme

adına tekrar kurama dönülmesi fikrinin ortaya çıktığını yazar. Bilimsel teori gündelik

aktivitelerden ve sağduyudan ayrıldığı oranda kendisine ait bir çevre tanımlar ve netleştirir.

Yazar, bilimsel kuramı ideolojiyle değiştirmeye çalışan her türdeki girişimi bilimi yok etmeye

yönelik bir etkinlik olarak görür. Yeni teoriler, genellikle zihnin yeni bir zemine sıçramasıyla

doğar.

Bilimin gelişimine bakacak olursak da, yazara göre, temelinde kazalar ve tesadüfi bulgular

bulunmaktadır. Bu da aslında yazarın baştaki düşüncelerinin açığa vurulmuş haline işarettir.

Çünkü bu türdeki bulgular, belli bir zemin üzerine birikmiş bilgi ve tecrübeyle birleşim

sonucu bilgiye dönüşebilmiştir.

19. yüzyılda sosyal bilimlerin doğuşunun temelleri, 17. ve 18. yüzyılda gerçekleşen sosyal

yaşamın doğallaştırılması olayı, rasyonalist sosyal filozoflar tarafından hesaplanamaz

derecede hızlandırılır. Buna ilaveten, daha önce dini veya geleneksel sebeplerden ötürü

araştırılması mümkün olamamış sosyal ilişkiler incelenmeye ve şaşırtıcı bulgular elde

edilmeye başlanmıştır.

19. yüzyılda sosyolojinin doğumunda başlıca görev alan organizma olarak toplum

metaforu’dur. Bu metafor yeni değildir ama yeni bilimin nasıl çalıştığına dair bilgiyi aktarır.

Bu yeni kuramın kavramsal kaynakları ise Comte, Spencer, Miller ve Ward olmak üzere,

Darwin, Tönnies ve Durkheim’dir. Özellikle Tönnies ve Durkheim, bu yeni bilimin klasik

formülasyonunda önemli isimlerdir.

190

“I. BÖLÜM: BAĞLAM” ANAHATLARI

Sosyoloji felsefeden en son kopan disiplinlerden biri olmuştur.

Sosyolojinin gelişimi Batı’da düşüncenin dinselden felsefiğe ve oradan da bilimsele

doğru gelişimiyle bağlantılıdır.

Sosyoloji çalışmasına belirli bir zaman ve mekanda bir topluma özgü ortak deneyim,

düşünce ve sağduyudan başlar.

Sihir ve din tarafından egemenlik kurulan entelektüel yaşamda akıl kendisine dışsal

gereklilikler tarafından tayin edilir. Akıl yürütme süreçlerindeki değişim, düşüncenin

kendi içsel niteliklerine tabi olması, dini kurumların dışında yaşanmıştır.

Düşüncenin bilimsele doğru ilerleyişinde ilk adım antik Yunan felsefesinde düşünme

sürecinin kendisinin düşüncelerin kabulü için kriter olması fikriyle atılmıştır.

Yunan düşüncesinin ulaştığı iki önemli kazanım, mantığın kurulması ile matematiksel

doğrunun doğasının ortaya konulmasıdır.

Antik Yunan’dan başlayarak tarih yazıcılığının gelişmesi sosyal bilimlerin

gelişmesinin önünü açmıştır; sosyal gerçeklerin incelenmesinde kullanılacak ampirik

bilgiyi genişlettiği ölçüde.

Sosyoloji ile halk bilgeliği, felsefe, tarih ve dinsel düşünce arasında hem benzerlikler

hem de farklılıklar bulunmaktadır.

Sanat felsefeden bilime doğru geçişe aracılık etmiştir. Rönesans sanatçıları deneysel

yöntemi kullanmışlar ve ampirik prosedürlerin yardımıyla bulgularını genelleştirerek

bir ilke düzeyine çıkarılmışlardır.

Sanattan doğa bilimlere tam geçiş Galileo’nun çalışmalarında görülebilir.

Newton’un çalışmaları organize olmuş bilimsel teorinin bir örneği olmuştur.

Orta Çağ’da klasik Batı düşüncesi bir akıl tutulması içine girmiş, metafizikle bilim

kaynaştırılırken felsefe teolojinin tahakkümü altına girmiştir.

Aklın inancın tahakkümüne girmesi skolastizmin temel göstergelerinden biridir.

Yeni kent toplumları Orta Çağ’ın zemininden ortaya çıkmaya başladığında kendi

işleyişini, entelektüellerini ve eğitim kurumlarını zaman içinde yaratmıştır.

191

Yeni kent toplumlarının eski ile girdikleri çatışmada üstün çıkan yeni toplumsal doku

olmuştur.

Bu yeni toplumsal dokunun ihtiyaçlarına uygun eğitimli kişilerin yetişme merkezi

üniversitelerdi. Üniversitelerin yükselişi, klasik felsefe ile Hıristiyan teolojisi arasında

Orta Çağ’da üstü örtülen mücadelenin yeniden açılmasıyla denk düşmüştür.

13. yüzyılda hümanistler kilise ve skolastiklerin dışında ve kısmen de karşısında ayrı

bir bakış açısı oluşturdular. Hümanizm, Batı şehrinin entelektüel uyanışının bir

ifadesiydi.

Hümanist bakış açısı, karşılaştığı sorunların çözümünde kendi yetenek ve bilgisine

dayanan insanın özgüvenli bakışıydı.

Hümanizm Batı liberalizminin esasını temsil etmektedir.

Bilimin tam anlamıyla ortaya çıkışı için sistematik gözlem ve deneyin gelişmesinin

yanı sıra rasyonel kanıtın bu gelişmeye bağlanması gerekir. Bu da matematiğin

fiziksel araştırma aracına dönüştürülmesiyle başarılmıştır.

Bilimin gelişiminde önemli noktalardan biri de Reform hareketi olmuştur.

Sosyolojinin kurucuları, sosyolojinin görevinin toplumu açıklamak için ampirik olarak

yeterli teoriler geliştirmek olduğu fikrinde ortaklaşırlar.

Bilimsel teori, bir olgu demetini açıklamak için oluşturulan genellemeler toplamıdır.

İdeoloji ise ikna amacındaki bir argümanlar toplamına denk düşer.

Bilimsel teori tanımlama ve açıklama odaklı iken ideoloji, eylem odaklıdır.

Sosyolojide ideolojinin yeri konusundaki karışıklık 19. yüzyılda kolektivistlerin ve 20.

yüzyılda onların devamcılarının tartışmalarıyla sürmüştür.

Kuhn’a göre olgun bilim, bütün bir bilimsel topluluğun bir paradigma etrafında

birleşmesiyle ölçülür.

Kuhn açısından sosyal bilimler böyle bir ortaklaşmaya varamadıklarından paradigma

öncesi aşamadadırlar.

Pozitivistler, sosyoloji de dahil olmak üzere bilimin temel amacının açıklamak

olduğunu savunurlar.

192

II. BÖLÜM: BİLİMSEL BÜTÜNCÜLÜK

IV. Pozitivist Organizmacılığın Toplumsal ve Felsefi Temelleri

Martindale, “Pozitivist Organizmacılığın Toplumsal ve Felsefi Temelleri” başlıklı

çalışmasında yeni bir disiplinin ortaya çıkmasında yaşanan süreçleri anlatmaktadır. Buna

göre, yeni disiplin, iki özellik üzerinden oluşumunu tamamlar. Bu aşamalardan biri, belli bir

çevreye bağlılığı ifade eder. Bağlılık ise genellikle düşünsel niteliğe sahip çevrelere duyulur,

bu da disiplinin bir nevi okullaşması anlamına gelir.

Martindale, yeni bir disiplinin, eski, tanınmış ve kanıtlanmış bir disipline bağlı olmak yerine

ortaya çıktığı düşünsel çevreye yönelerek, bu çevreyi dayanak aldığını belirtir. Yazar,

disiplinin oluşum sürecinde fikirler ortaya koyduğunu ve bu fikirlerden sadece bazılarının son

aşamaya varabileceğini ifade eder. Son aşamaya varabilen fikirler ise bu yeni disiplinin temel

felsefesi halini alacağını söyler.

Martindale’ye göre, ilk oluşum aşamasında yeni disiplin, eski prensiplere yeni bir bakış açısı

kazandırır. Dolayısıyla yeni bir disiplin aslında bir öncekinin farklı bir boyutta ele alınışına

işarettir. Tıpkı psikolojinin ilk oluşum aşamasında bilgi felsefesinden faydalanması gibi

ekonomi disiplininin de temellerini ilk çağ felsefesinden, Ortaçağ teolojisinden ve büyük

ölçüde deneysel devletçilikten alması gibi.

Yeni bir disiplinden bahsederken Martindale, bu disiplinin ne olduğuna dair bir açıklama

yapmayıp genelleme yapmayı seçerken, daha sonraki paragraflarda sosyoloji’ye eğilmeye

başlar ve sosyolojinin inşasına değinir. Yazar, sosyolojinin diğer yeni disiplinler gibi eski bir

(veya fazla) disiplin üzerinden oluşumuna anlatmakla başlar ve etkilendiği disiplinin felsefe

olduğunu ancak felsefeye bağlı klasik fikirler arasında yeni bir çıkışı ve farklı bir hareketi

temsil ettiğini ekler. Sosyolojiye dair esaslar ise tarihle birlikte inşa edilir, yenilikçi

politikalardan da kısmen etkilenir.

Martindale, Comte ile Spencer’ın sosyolojiyi felsefi bakış açısıyla ele aldığını belirtir. Hatta

Comte’un sosyoloji terimini kullanmadan önce yaptığı çalışmaya “pozitif felsefe”, Spencer’ın

ise “sentetik felsefe” adını verdiğini yazar.

Yazar, genelleme yaparak aşamalarını anlattığı disiplini, daha sonra sosyoloji olarak açığa

vurur; ardından yine genellemeye yönelerek, bir disiplinin oluşumunun başında neler

yapacağını anlatmaya başlar. Buna göre, yeni bir disiplin, öncelikle bazı standartları

193

belirlemeye, materyal toplamaya ve kendi teorilerini kanıtlamaya çalışır. Yeni disiplin

zamanla kendi kendine yeten bağımsız bir özelliğe bürünür.

Görüleceği üzere, Martindale, bir disiplinin temelde kendinden önceki disiplinlere dolaylı

veya doğrudan bağlı olduğunu zamanla da kendi başına bir disiplin olma yolunda ilerlediğini

anlatır. Yeni bir disiplinin oluşumda ikinci aşama ise yazara göre, disiplin içerisinde ortaya

atılan fikirlerin okullaştırılmasıdır. Martindale’e göre, insan zihninin üretkenliği zamanın

gerektirdiklerinin de ötesine geçmektedir. Ancak fikirsel anlamda üretkenlik bu noktada

yeterli değildir buna ilaveten, fikirlerin oluşumunda kaynak görevi gören ortamın da mevcut

olması gerekir. Dolayısıyla aslında bir disiplinin oluşumu, sadece bir iki etkene bağlı değildir,

bu etkenlere ilaveten bir de toplumun ihtiyaçlarının bu yeni disiplini doğrulaması gerekir.

Yazar, yeni bir disiplinin kabulü noktasında ortaya çıkan farklı düşüncelere de eğilir. Buna

göre, yeni disiplin ilk başta ortaya attığı teorilerde, sorularda, kaynaklarda ve kullandığı

yöntemlerde farklı iddialarla karşılaşır. Disiplinin temel esaslarının farklı

kurgulandırmalarının temel esaslara dayandırılması beklenir.

Yeni disiplin, tamamen olmasa da zamanla kendi kendine yeten bir hale büründüğünde

dolayısıyla olgunluğa ulaştığında, içinde beliren farklı ekolleri de azaltabilme gücüne

ulaşacaktır. Buna örnek olarak fizik teorilerinde farklı okullara rastlama olanağı az iken,

sosyoloji ve psikolojide farklı ekollere rastlamak olasıdır. Nedeni, sosyoloji ve psikolojinin

fizik bilimine nazaran olgunluğunu farklı düzeyde yaşamasından kaynaklanır.

Martindale, yeni sosyolojik teori aşamasının “pozitivist organizmacılık” olarak

adlandırıldığını belirtir, bu durum ise felsefedeki karşıt yaklaşımların birleşimi niteliğindedir.

Tam da bu noktada yazar, şöyle bir ifade ile bireysel düşüncesine açıklık getirir; Ona göre,

yeni bir disiplin, zıt prensiplerin birleşimini kullanmaktan daha mantıklı bir yol seçemez!

Organizmacılık ve Felsefi İdealizm

Martindale, “organizmacılık” ve “pozitivizm”in arasındaki olası çatışmaların kolaylıkla

gözlemlenebildiğini yazar. Organizmacılık, dünyayı bir model üzerinde resmetme fikrine

atıftır. Ayrıca organizmanın organları arasındaki ilişkileri gösterme girişimi olarak da

ifadelendirilebilir. Organizmacılığa karşıt, pozitivizm ise olayların açıklanmasını sadece

olgularla sınırlandıran fikre atıfta bulunur. Martindale, bu iki kavram arasındaki çatışmanın

ise en yalın haliyle yeni ve farklı bir disiplinde duyulan ihtiyacı açığa çıkardığını belirtir.

194

Sosyolojik Organizmacılığın Felsefi İdealizmdeki Temelleri

Organizmacılığa ve pozitivizme ilaveten idealizme değinen Martindale’e göre, idealizm, insan

ilişkilerine karşı hayali tutumlara ayrıca insan zihnini iyimser yanına atıfta bulunur.

Yazar, idealizmi, bir de, daha iyi bir dünyanın hayalini kuran insan üzerinden tanımlar. Ancak

felsefi idealizmi bu tanımdan ayrı tutar. Çünkü felsefi idealizm, gerçekliğin fikirlerin

doğasında ya da herhangi bir şekilde var olduğu görüşüne atıf yapar. İdealizmin genel seyrine

bakılacak olursa idealizm, Batı düşünce hayatında büyük bir rol oynamış; Platon ve

Aristoteles’in felsefelerinde özetlenmiş olan Antik Yunan da bu gelenekle beslenmiş,

bütünleşmiştir. Martindale, Platon’un fikirlerine yer verir, gerçekten var olan tek şeyin fikirler

olduğu düşüncesini ekler.

Yazar, Ortaçağ dünyasının teolojik idealizmin dünya ve cennet arasındaki ayrımı

keskinleştirdiğini belirtir; idealizmin modern şekilleri ise teolojiye eğilimli filozoflarca ortaya

atıldığını ekler.

Aşkın İdealizm ve Öznel İdealizm

İlkçağ idealizmin, ide’yi duyular dünyasının dışında konumlandırdığından “aşkın idealizm”

olarak tanımlandığını belirten Martindale, bunun nedenini, dünyanın ötesinde farklı

dünyaların var olduğu fikrinin benimsenmesine bağlar. Buna karşın, modern idealizm ise

deneyin özündeki fikri savunduğu için öznel olarak adlandırılabilir.

Öznellik ve nesnellik kavramlarına değinen yazar, bu kavramları örneklerle açıklamaya

yönelir. Buna göre, kütle, hacim ve zaman, içinde var olma gibi vasıflar gerçek varlıklara ait

olan özelliklerdir, bunlar da nesnellik olarak yorumlanabilir.

Martindale, tam da bu noktada nesnel idealizmi açıklamaya girişir. Yazara göre, öznel

idealizmin Leibnitz ve Berkeley’in çalışmalarıyla ortaya çıktığını, nesnel idealizmin modern

formu ise Hegel’in çalışmalarında kendini gösterir. Hegel’in buradaki etkisi göz önünde

bulundurulduğundan yazar, Hegel’in teolojiye yönelen halini okura sunar, buna ilaveten de

sıradan farkındalığın giderek spekülatif düşünmeye dönüşeceği fikrini ortaya attığını yazar.

İradi İdealizm

İdealizmin diğer bir formu olarak, 19 yüzyılda ortaya çıkar. Yazar, idealizmin diğer bir formu

dediği iradi idealizmin hala idealizmin temellerinden sıyrılamadığını belirtir. Yani dünya

sürekli bir değişim dönüşüm sürecinden ibarettir. Schopenhauer, dünyayı vücudumuzda

meydana gelen değişikliklere benzetir.

195

İradeye değinen Martindale, iradeyi insanın özü olarak tanımlar. İrade ise dünyanın varoluş

esasını temsil eder ki burada yazarın asıl üzerinde durmaya çalıştığı nokta, dünyayı açıklaması

beklenen düşüncelerin özgür irade olduğu, akılcılık yani rasyonalizm olmadığını

duyurabilmektir.

Özetle, modern idealizm üç bölümden oluşmaktadır. Bunlardan ilki Berkeley’in öznel

idealizmi, bir diğeri Hegel’in nesnel idealizmi ve sonuncusu Schopenhauer’in irrasyonel

idealizmi’dir. Modern dünya ise Henry Bergson’un tanıttığı irrasyonel idealizmin yeni

formlarına tanıklık etmektedir.

Felsefi idealizme dönecek olursak ise felsefi idealizmin bütün formları “organik analoji”

mantığına dayanır. Analojiye başvurma durumunda belli başlı sonuçlar ortaya çıkmaktadır.

Bunlar; doğanın teolojik tasavvuru, toplum, doğa ve tarihin ayrı ayrı incelenmesiyle onların

bir bütünü oluşturan ayrılmaz parçalar olmadığının görülmesi, son olarak da doğanın, tarihin

ve toplumun alt dallarıyla olan ilişkilerinin vücudun organlarının birbirleriyle olan ilişkisine

benzetilmesi görüşüdür.

Pozitivizmin Toplumsal ve Felsefi Geçmişi

Yazar, pozitivizmi tanımlayarak metne başlar; bu tanıma göre pozitivizm dünyayı yalnızca

deneyle yorumlamaya çalışan bir düşünce akımıdır. Bu akımın, pozitivizmin çıkış noktası ise

doğa bilimidir. Pozitivizmin ilkçağ halini anlatmaya yönelen yazar, bu türdeki pozitivizme

yönelenlerin özellikle atomistler ile Sofistlerin olduğunu belirtir. Bu noktada Demokritos’un

çalışmaları, fikirleri önemlidir Martindale’a göre; ancak gözleme dayalı olmaması, bilimsel

doğrulamadan uzaklaşmasına yol açmıştır.

Modern pozitivizme benzeyen düşünce akımı ise Yunan inanışındaki Sofistik akımıdır. Çünkü

bunlar gözlemi göz ardı etmez. Sofistler, gözleme yönelerek metafizik sorgulamaları bir

kenara bırakmışlardır. Yazarın Sofistlere yönelik tanımlamaları bunlarla sınırlı kalmak, ek

olarak tümevarım yöntemini kullandıklarını da ilave eder. Sofistlere yönelik en genel yorum

ise onların öğrencisiz yapamayacaklarıdır.

Sofistler, atomistlerden daha fazla gelecek vaat etseler de modern pozitivizm ile de birebir

uyumlu değildir. Uyum ancak Demokritos’un felsefesi ile sofistlerin felsefelerinin

birleştirilmesinde görülebilir!

Modern pozitivizme yönelik yorumlar veya yakıştırmalar yanında yazar, bu konuya dair bir

başlık atar. Ona göre, ilkçağ sofistlerinin ve atomistlerinin yaklaşımlarını biraraya getirebilme

imkanı ancak günümüz Batı düşüncesi ile mümkün olabilir.

196

Modern dönemde bilime dair yeni metot ve ilkeler geliştirilmeye başlanır. Ruggiero, 17.

yüzyılın başından itibaren pozitivizmden bahseder ve modern dünyada bilimin artan

başarısına atıfta bulunur. Bu arada Bacon’un modern pozitivizme yönelik yaptığı katkıyı da

göz ardı etmemek gerekir.

Erken Dönem Pozitivist Program

Temel pozitivist program Bacon tarafından ortaya konulduğunda somut bir programın çok

defa ampirizm içinde yer aldığını anlatır. Metafizik karşıtı yaklaşımlar ise bilgiyi elde etmede

herhangi bir metafizik etmene yer vermeden sadece deneyin ışığında bilgiyi oluşturmasına

odaklanır. Yazar, ampirist epistemolojiden de bahsedeceğini vurgular.

Yazar, Hume, Locke ve Berkeley sayesinde bilginin deney yoluyla elde edildiğini ifade eder.

Özellikle Berkeley, fiziksel dünyanın deney yoluyla sorgulanabileceğini savunur. Bunlara

ilaveten ise Voltaire, 18. Yüzyılın başında Newton bilimini tanıtmaya yönelir.

Martindale, Fransız Aydınlanması teorisyeni Condillac’a, İngiliz faydacılığında Jeremy

Bentham’a değinir.

Pozitivizm ve Toplumsal Reform

İlkçağ sosyolojisinin ayrılmaz parçası pozitivizmdir. Yazar, 18. yüzyılın son dönemi

Amerikan devriminin başarılarına tanık olduğunu ifade eder. Bu süreçte Fransa’da da

yenilenme girişimleri yaşanmaya başlanır. Reform konusuna dönecek olursak da belki de

toplumsal reform üzerine yazan önemli yazarlardan biri olan Saint Simon’a değinilmelidir.

Toplumsal iyileşmeyi sağlamayı amaçlayan belli başlı toplumsal reformcular olarak da şunları

saymak mümkündür: Etienne Cabet, Charles Fourier, Louis Blanc ve Pierre Joseph Proudhon.

İdealistik Organizmacılık ve Sosyal Muhafazakarlık

Sosyal reformizm ve ütopya oluşturma, 19. yüzyıldaki liberal ve devrimci hareketlerin bir

benzeridir. Diğer bir yandan, olayların gidişatına verilen muhafazakâr tepkiler Burke, de

Maistre ve de Bonald gibi şahsiyetlerde görülebilir. İrlanda’da doğup hukuk eğitimi alan

Edmund Burke (1729–1797), toplum ve devletin bir sözleşme şeklinde bilinçli akıl

tarafından yaratılmadığını, organik bir büyüme şeklinde ortaya çıktıklarını savunur. Gelenek

ve görenekler önemlidir; akıldan daha engindir, din ise sosyal istikrar için gerekli olan bir

temeldir.

Joseph de Maistre (1753–1821) göre, bireyin en üst elementlerinin gelişimi toplumu gerekli

kılar. Dil, bireyler ya da bir grup tarafından icat edilmemiş olup, kutsal kaynaklıdır. Fakat

197

sadece toplumda ortaya çıkabilen bir yetenektir. Sosyal yapı ise değiştirilebilir fakat yaratılıp

yok edilemez.

Louis de Bonald (1754–1840) dilin kökenlerinin toplum hakkında birçok şeyi gün yüzüne

çıkardığına inanır. Kelimeler düşünmenin ve akıl etmenin mümkün olması için gereklidir.

Toplum yasaları en iyi ilksel aydınlanmayı muhafaza etmiş insanlar arasında çalışılabilir.

Toplum zorunlu olarak geleneğe dayanır ve en çok hiyerarşik yapıda olduğunda istikrarlıdır.

Giovanni Battista Vico Sosyolojik Sentezi Öngörür

Vico (1668–1744), doğal hukuk kuramcılarından etkilenmiştir. Onlardan insanoğlunun en

gerekli olanın kültürün yaratılmasına olanak veren bilinç ve akıl olduğu fikrini alır. Ancak

Plato ve Tacitus’a yakın olan, organizmacı toplum modelini aydınlanma kuramcılarının

mekanik nosyonlarına tercih etti.

Vico hümanist perspektiften olduğu kadar gelişmekte olan bilimsel perspektiften de fikirler

seçti ve bir toplum ve kültür bilimi hayal etmesine rağmen, onu doğa bilimlerinden farklı bir

temel üzerine yerleştirdi. Ve şunu öne sürdü: doğayı tanrı yarattı, öyleyse onu en iyi o

anlayabilir; insanoğlu toplumu ve kültürü yarattı, öyleyse onu tam olarak anlamaya oldukça

yeteneklidirler. Vico insanların ilk başta çayırdaki hayvanlar gibi yaşadığını varsayar. Doğal

eğilimleri ve ihtiyaçları onları aile kurmaya yönlendirdi ve şimşek, gök gürültüsü gibi

anlayamadıkları doğal olaylar onları korkutup mağaralara sığınmaya itti, sonuç olarak en eski

kurumlar olan din ve evlilik doğdu. Dolayısıyla Vico’ya göre, insanların kurumlar yaratmak

ve topluluk biçimini almak için bilinçli sebepleri vardı.

Comte’çu Sentez

Auguste Comte (1798–1857), sosyal-muhafazakâr, idealist-organikçi toplum kavramını

benimseyip pozitif metodu ona tabi kılarak, sosyalizme muhafazakâr bir cevap yaratır.

Konunun aynı zamanda hem idealist hem muhafazakâr tanımı sosyal fenomeni ele alışında

açıkça bellidir. Comte’a göre, fikirler dünyayı yönetir ya da onu kaosa sürükler. Comte,

sosyal düzen alanını “sosyal statik” olarak tanımlar. Toplum üç elemente ayrıştırılabilen bir

organizma olarak düşünülür: birey, aile ve toplum.

Toplumun organları kurumlardır. Aile kendine yetebilme potansiyeli olan en küçük birimdir,

en temel sosyal birimdir. Diğer sosyal formlar, ister kabile ister millet olsun, ondan ortaya

çıkar. Aile, düzenli ve disiplinli cinsel tatminden ortaya çıkan bir denetim kurumu olarak

görülebilir.

198

Comte’un sosyolojik analizinin asıl birimi toplumdur. Toplum ona göre, bireysel

organizmadan üstündür. Toplumun özellikleri arasında en önemlileri itaat ve yönetime olan

“doğal” eğilimidir. Modern muhafazakâr-idealist formülün en önemli özelliklerinden biri

gelişim prensibi algısıdır. Gelişim noktasında Comte, endüstri hayatına değinir ve ona göre bu

hayat, aile hayatını da mümkün kılabilmelidir ki burada erkekler hayatın rasyonel yanından,

kadınlar ise hislerden sorumlu olacakladır.

John Stuart Mill: Comteçu Duruşun İngiliz Hali

John Stuart Mill (1806–1873): İngiliz mantıkçı, Britanya’da Comte’un sosyolojisinin hoş

karşılayan ilk entelektüellerindendi. Vico ve Comte gibi, Mill de (aydınlanmacı sosyal

reformcuların aksine) insan doğasında çıkarım yapmanın insanlar arası davranışı açıklamak

için yeterli olmadığına ikna olmuştu.

Mill’in pozitivizmi açık ve nettir. Ona göre, sosyoloji için en iyi model fizikten ve kimyadan

ziyade astronomidir. Sosyoloji astronomiyle aynı kesinliğine ulaşmayı ummasa da, bireysel

psikolojinin sadece deney ve gözlemle oluşabilen yasalarına dayanmalıdır. Mill’e göre, ancak

yaklaşık genellemelerdir. Evrensel yasalar, gözlemler ve deneyle belirlenemeyen fakat

tümdengelimle çalışılması gereken, sosyal karakterin şekillenmesiyle ilgilenir.

Mill, Comte’un ilerleme yasasını Vico’nun “sosyal evrelerin döngüsü” fikrine tercih etmekle

kalmayıp, geriye dönük-tümevarımla şimdiye kadarki en düzgün sosyoloji metodunu

tanımladığını düşündü. Sosyal bilimlerin mantığı değerlendirmesini Comte’çu açıdan şu

şekilde yapar: Her bakımdan insanın ilerleme düzeni insanın entelektüel kanaatinin ilerleyiş

düzeninden çıkarılabilen doğal bir sonuç olacaktır.

Spencer’in Yeniden Formülasyonu

Herbert Spencer (1820–1903): Adam Smith’in ahlak felsefesiyle yetiştirilir. Spencer’ın

pozitivizm ve organikçilik birleşimi, şüphesiz, temelde muhafazakâr bir şekilde işler. Spencer,

zihinsel gelişimin zaman aldığını ileri sürer. Çevre kaynaklı modifikasyonlar adım adım yeni

şekillerin oluşmasına yol açar. Bireyin zihni meselesinde ırkın tecrübesi hesaba katılmalıdır.

Gelenek, zihin yapısı, fikirlerin ilintili olduğu terbiyeler, hislerin ve içgüdülerin gelişim formu

ve kalıtımın her biri önemlidir.

Spencer’a göre toplum, bazı spesifik alanlardaki görece kalıcı düzenlemelerle tanımlanmış

belli birimlerden oluşan bir şeydi. Toplumun çeşitli bölümlerinin düzeni, canlı vücudundaki

parçalarının düzenine benzer. Bir organizmada olduğu gibi toplumunun temel özellikleri

arasında şu olgular vardır: (1) toplum büyüme geçirir, (2) büyüme süresince yapısal

199

farklılaşmalar yaşanır, (3) toplumun işlevleri karşılıklı bağımsızdır, (4) sıradan bir organizma

gibi, toplum birimlerden oluşmuş bir halk olarak görülebilir, (5) parçaların yok edilmesiyle

tüm organizma yok edilebilir. Dolayısıyla bu sıraya göre canlılar gibi, toplumlar da küçük bir

birim olarak başlar, büyük boyuta ulaşır.

Basitten bileşiğe doğru büyümede parçalar arasında farklılıklar artar. Farklılaşma genelden

özele doğru gider. Hayvanların ve toplumların gelişimi organik aynı ilkeye dayanır. Bu

şekilde, her gelişmiş toplumda 3 organ sistemi vardır, en basit topluluklarda bunlardan en az

biri küçük farklılıklara sahiptir. (1) Besleyici/sürdüren sistem, (2) dağıtım sistemi ve (3)

düzenleyici sistem gelir. Spencer, toplumları kompozisyonları bakımından (basit, bileşik, çift

bileşik) ya da baskın sistem türüne (askeri ya da endüstriyel) göre sınıflandırma fikrini öne

sürdü. Savaşçı toplum harici sistemin; endüstriyelse dâhili sistemin hâkim olduğu sistemdir.

Savaşçı toplumda güçlü bir merkezi denetim vardır, savaş ve barış için bir komuta kimliğidir

ve otoritenin hiyerarşik sıralamasıdır. Endüstriyel toplumda ticaret savaştan daha önemlidir.

Serbest politik kurumların gelişimi vardır; özgürlük dini ve endüstriyel yapıları da kapsar.

Ward ve Amerika’da Sosyal Organizmacılığın Tanıtılması

Lester F. Ward (1841–1913), Amerika’daki ilk sistematik sosyologdur. Sosyolojik

fikirlerini, sosyal yapı ve işlevlerin doğuşuyla ilgili olanlar (genesis) ve ilerleme için sosyal

bilimlerin uygulanması anlamında olan sosyal amaçlar ile ilgili olanlar (telesis) şeklinde

ikiye ayırmıştır. Sosyal gelişme “simpodiyal”dir, gelişimi belli bir büyüklüğe ulaşınca yeni

dallar veren bir bitkiye benzetilir.

Hayatın kendisi “zooism” sürecinde kimyasal maddelerin sentezi sonucu oluştu.

“Farkındalık”, acıyı ve keyfi ayırt etme yeteneğine sahip olmasıyla tanımlanan, yeni ve

sadeleştirilemez bir elementti. Aklın dinamik elementleri hissetmek ve arzu, yol gösterici

hassa olan zekâdan daha önce ortaya çıkmıştır. Ward’a göre, sinerji başarılı bir yapının

oluşmasında en önemli prensipti. Sinerjistik gelişim, biyolojik döllenmede olduğu gibi, sosyal

“karyokinez” yoluyla olur. Sosyal karyokinez, farklı sosyal grupların birleşiminde ve

karışımında belirgindir.

Sosyal dinamik, sosyal süreçle ilgilenir. Üç temel prensip etkilidir: potansiyelin, inovasyonun

ve gayretin farkları. Bu süreçteki en temel sosyal kuvvetler; ontogenetik/koruyan,

filogenetik/üretken ve sosyogenetik/ruhsaldır. “Jinekokrasi (kadınlarca yönetilme)” bu tür

kuvvetlerin ayrıcalıklı önceliğini açıklar, çünkü dişil cinsiyet doğada ve insan toplumunda

aslidir.

200

Sosyal telesis, sosyal gelişimin insan aklı tarafından şuurlu olarak denetlenmesi ve

yönlendirilmesi demektir. Doğadaki belirsiz kuvvetlerin işleyişlerinden son derece üstündür.

Devlet, sosyal sürecin bilinçli manipülasyonu için bir araç olarak oluşturuldu. Ancak, temel

bilginin genele yayılması gerçekleşmeden hiçbir şekilde kesinlik içinde işleyemez.

Ward’ın toplum konsepti belirsizdir. Ward, toplumu, sinerji ve denge ilkeleriyle uyumlu

olarak düzenlenmiş bir oluşum olarak farz eder. Ve bu, her grup için geçerliydi. Ward

kurumları, zıt kuvvetlerin yapıcı dengesi olarak düşünür. Kurumlar, sonuçta insanını

arzularının ürünleridir. Sosyal sınıflar üçtür: Üreticiler, üretime yardım edenler ve parazitler.

Son olarak Avrupalı muhafazakâr meslektaşlarının aksine, Ward muhafazakâr sentezi

çözmeye başladı ve liberalizmle 18. yüzyıl rasyonalistlerinin pozitivizminin bileşimini geri

getirdi.

Pozitivist Organizmacılığın Kurucularının Sosyolojilerindeki Pozitivist Öğeler

Auguste Comte, sosyolojiyi metafizik felsefe, geleneksel ortak akıl ve teolojinin yerine

koymuştur. Sosyolojik bilgi prensipte diğer bilimsel bilgi türlerinden farklı değildi ancak daha

karmaşık ve daha az geneldi. Dahası, Comte, daha genel fiziki bilimler bilgisinin, biyolojik

bilginin ve sonuçta sosyolojik bilginin en temel dayanak noktası olduğunu savundu. Comte’a

göre sosyolojinin üç metodu olmalıdır. Bunlardan biri gözlem, diğerleri deney ve

karşılaştırmadır.

Herbert Spencer, Comte’un pozitivizmini paylaşmış, bilimsel bilgiyi mevcut olan bilginin en

üst formu saymıştır. Özgünlüğü metafiziğin iddialarını reddetmesi ve kendini sıkı sıkıya

fenomen yasalarını kanıtlamaya hasretmesiydi.

Bilinmeyen sebepler bilinen etkiler yapar, buna fenomen(olgu) deriz, ve bu fenomenler

arasındaki benzerlikler ve farklılıklar keşfedilebilir. Uzay ve zaman, “bağıntı kipleri”dirler.

Böylelikle her fenomen sınıfında aynı yasalar vardır, her bilim sadece onları belirli bir sahada

tesis eder. Sosyologların bunu sosyal fenomen için gerçekleştirdikleri yol sonuçta

karşılaştırma metodudur: Geçmiş ve şimdiki şahitlerin ima yoluyla bize anlattıkları, sosyal

yapıları ve işlevlerin kaynağı ve gelişimi ile ilgili çıkarım yapmak için veri toplamak

mümkündür: herhangi bir toplum hakkında bu gibi verilerin çözümünden doğan engeller

karşılaştırma metoduyla çoğunlukla aşılabilir.

Lester Ward, Comte ve Spencer’ın dikkatli bir okuyucudur, fiziksel bilimler bağlamında

sosyal bilimler bilgisinin yeri konusunda onlarla hemfikirdir. Kendi çerçevesini karşılaştırma

metodu üzerine oturtur. Ona göre, grupları benzer yasalar altında toplayabilecek ve kesin

201

metotlarla ele alabilecek şekilde, sosyal fenomenlerin sınıflandırılması, sosyal bilimde

metodolojinin işlevidir. Sosyoloji o zaman kesin bir bilim olur. Böyle yaparak, kaostan

kozmosa geçtiğimiz de anlaşılacaktır. İnsan tarihi kaosu gösterir. Saman yolunun tarihini,

belirgin sosyal evrene dönüştürebilen tek bilim sosyolojidir, ve bu uygun metotlar kullanarak

yapılabilir, tüm özel sosyal bilimlerin(psikoloji, biyoloji ve kozmoloji de dâhil edilerek),

sağladığı verileri kullanarak ve bulguları ve bulgu gruplarını birliğe erişene dek genelleyerek

ve koordine ederek yapılabilir.

202

V. Pozitivist Organizmacılığın Klasik Dönemi

Comte, Spencer ve Ward çalışmalarını iyi bir şekilde gerçekleştirince pozitivist

organizmacılık yükselişi yaşar. Toplumun organizmacı teorisi ise idealist felsefenin geçmiş

köklerini taşımaktadır. Bu düşünürlere ilaveten ayrıca Pitirim Sorokin’e de değinilebilir.

Sorokin, organizmacılığı üç türe ayırır; Bunlardan ilki felsefi, diğer psikolojik bir diğeri ise

bioorganizmik olandır. Paul von Lilienfeld(1829-1903), yine aynı noktadan hareketle

toplumla bireyi sinir sistemine benzetmeyi uygun görür. Düşünür, sosyal patoloji kavramını

geliştirmiştir. Bu kavram bireyle toplum arasında yaşanabilecek bir çatışmanın bu sonuca yol

açacağını belirtir. Bir ekonomist olarak düşünülen Albert Schaffle(1831-1903) da bir bio-

organizmacı düşünürdür. Sosyolojik ayrımı sosyal morfoloji, sosyal fizyoloji ve sosyal

psikoloji şeklinde ortaya koyar. Beş ayrı sosyal dokulara değinen Schaffle, sosyal organların

bu sosyal dokulardan oluştuğunu belirtir. Alfred Fouille(1838-1912), Fransız filozoftur.

Sosyal sözleşme ile organizmacılık düşüncesini birleştirmeye çalışır. Ona göre, toplum ve

organizma benzer olarak beş karakteristik özelliğe sahiptir: farklı parçaların birliği, bireylerin

işlevsel katkısı, organik alt parçalar, hareketin kendiliğinden oluşumu ve son olarak küçülme

ve büyümenin özellikleri. Rene Worms(1869-1926), bir başka Fransız düşünürdür. Ona göre,

toplum yaşayan varlıkların dayanıklı bütünüdür. Bunlar gibi birçok bio-organizmacı düşünür

bulunmaktadır. Kapsayıcı haliyle yine genele bakılacak olursa Comte, Spencer ve Ward’a

ilaveten Tönnies ve Durkheim da organizmacı çalışmalara katkı sunmuşlardır.

Ferdinand Tönnies(1855-1936), sosyoloji disiplinini üçe ayırır. Bunlardan ilki doğal

sosyoloji, bir diğeri uygulamalı sosyoloji ve son olarak da ampirik sosyoloji gelmektedir.

Tönnies, Cemaat ve Toplum/Gemeinschaft-Gessellschaft şeklinde bir ikilem geliştirmiştir.

Tönnies’e göre, cemaatin zihinsel temeli kadın ile özdeştir ve duyular aracılığı ile işler.

Toplumun zihinsel temeli ise erkek ile özdeştir ve amaçlar aracılığı ile işler. Tönnies, her

türdeki toplum gerçeğinin ve sosyal ilişkilerin insan iradesinin birer ürünü olduğunu yazar.

Sosyal yaşamın en genel ve basit birimleri ise birer sosyal ilişkidir. İradeye de değinen

Tönnies’e göre, iki çeşit irade vardır; Biri ‘rasyonel irade’, diğeri ‘doğal irade’dir. Rasyonel

iradenin sosyal ilişki biçimini aldığı toplumlar “toplum”, doğal iradenin cisimleştiği yapılar

ise “cemaat” olarak sınıflandırılır.

Emile Durkheim, işbölümü kavramını ortaya atar. Durkheim, toplumun gerekli niteliği

olarak sosyal dayanışmayı alır. Toplumları dayanışma şekline göre de sınıflandırır.

Dayanışma tiplerinden biri mekanik dayanışmadır, bir diğeri ise organik dayanışma. Mekanik

dayanışma, benzerlikten oluşur ve toplum, kolektif bir bilinç tarafından yönlendirilmektedir.

203

Organik dayanışmada ise uzmanlaşma, iş bölümü ve bağımsız olma hali söz konusudur.

Durkheim’a göre ilksel toplumlarda dayanışma mekaniktir. İnsanlar neredeyse birbirinden

farksız ve dış bir güç tarafından birarada bulundurulurlar. Toplum farklılaşmaya başladığında

ise dayanışmada dönüşüm başlar. İnsanlar birbirinden farklılaşır ve bağımsızlaşır. Bu

farklılığı dengeleyen birim hukuktur. Ve hukuk, artık bastırıcı, cezalandırıcı olmaktan çok

yapıcı, iyileştiricidir.

Durkheim’a göre toplum bireyden değil, birey toplumdan doğar. Bu noktada pozitivist

metotları kurtarmak adına yapılan en etkili çalışma, Durkheim’dan gelmiştir denebilir.

Durkheim, doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasında kesin bir çizgi olmasına rağmen, doğa

bilimleri metotlarının sosyal bilimler alanında uygulanabileceğini savunmuştur.

Genel olarak her iki düşünürün kıyaslamasına bakılacak olursa, Durkheim ve Tönnies

çalışmalarında istatistiksel verilere başvurmuştur.

Robert Redfield(1897-1958): Bir antropologdur. Etnografik alan çalışmasını Yucatan ve

Guatemala’da yapmıştır. Şehirleşmeye önem verir. Ona göre, şehirleşme yeni bir insan

yaratmıştır.

204

VI. Pozitivist Organizmacılığın Dönüşümü ve Parçalanması

Başlangıçtan beri pozitivist organizmacılık kendi içinde çatışma yaşar. Toplumun

organizmacı kavranışı pozitivist olmama eğilimi taşırken, pozitivist bakış ise organizmacılık

karşıtıdır. Dolayısıyla pozitivist eğilimle organizmacı eğilim arasında bir hoşnutsuzluk açıktır.

Bu duruma alternatif olarak ise romantikler ve irrasyonel idealistler ortaya çıkmıştır.

İradi Pozitivizm

İdealist felsefenin 19. yüzyıldaki gelişimi içinde irrasyonel pozitivizm çok da önemsiz

sayılmazdı. İrrasyonel pozitivizm, dünyayı, toplumu, tarihi ve uygarlığı insan psikolojisi ile

analoji temelinde tasarımlaması açısından “idealist”tir. İnsan yaşamına dair hislere, onun

dürtülerine ve iradesine verdiği önemden dolayı da “irrasyonel” idi. Bundan dolayı irrasyonel

idealizm, yüzeysel görülür. Bu bakış açısı, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl düşüncesine

önemli etkileri olan Schopenhauer ve Nietzsche tarafından benimsenmiştir.

Gaetano Mosca (1858-1914), pozitivizm ile irrasyonel idealizm arasında bir uzlaşı

sağlamaya çalışır. Toplumları, en ilkselinden en gelişmişine doğru iki sınıfa ayırır: Bunlardan

biri yönetenlerdir bir diğeri de yönetilenler.

Vilfredo Pareto (1848-1923), Mosca gibi pozitivizmi ve irrasyonel idealizmi birleştirmeye

çalışmıştır. Sosyolojinin, gözlem ve deneye dayanan mantıksal-deneysel bir bilim olması

gerekliliği üzerinde durur. Ona göre gözlemlenen gerçekler dışındaki tüm çıkarımlar,

araştırmanın dışında tutulmalıdır. Pareto, sosyolojinin karşılıklı bağlılık, işlevsel ilişki,

düzenlilikler, tek biçimlilik, zaman-mekan korelasyonu, nicel ölçümlere dayanan kavramlarla

çalışması gerektiğini vurgular. Pareto’ya göre sosyolojiyi kurarken eylemlerin en temel

sınıflandırması, mantıksal olan ile mantıksal olmayanlar arasındadır. Ona göre mantıksal-

deneysel sosyolojinin başlangıç noktası, eylemlerin yenilenen özellikleri, tortulardır. Tortu,

duygunun işaretleri ve aynı zamanda dengenin gerçek gücüdür.

Sigmund Freud (1856-1939), temel olarak zihinsel yaşamın, benzer şartlar altında benzer

nedenlere yol açan güçler tarafından yapılandırıldığını belirtir. Günlük hayattaki tüm olayları

gözlemler, rüyaları ise pozitivist bakış açısıyla değerlendirir. Freud, bilinçli, bilinçsiz ve ara

hal diye tanımladığı insan psikolojisine dair açıklamalarını ego, id ve süper-ego olarak

kavramlaştırır. Ona göre birey ve toplum arasında bir çekişme bulunur. Birey, toplumun ona

uyguladığı baskıya direnememe durumunda sinirli hale gelir. Bireye ilaveten Freud, grup

psikolojisine yönelik çalışmalar yaparak bu türdeki psikolojiye açıklık getirmeye çalışmıştır.

205

Pozitivizmden Organizmacılığın Ayrışması

İki farklı yönü birarada barındıran bu disiplinde iki büyük gerçeklik bulunur: Biri, sarsılmaz

bir sosyal muhafazakarlık pozisyonunu devam ettirmek, diğeri bilimselliği korumaktır. İradi

pozitivizm de aynı temel gerekliliklere sahipti. Uygulamada pozitivizm, sadece deneylerin

sunduğu, kanıtlanabilir verilerle çalışmayı öngördü. Buna ek olarak bilimin çizdiği sınırların

ötesine geçmez. Organizmacılık, deney ve araştırmaların sunduğu kanıtlanabilir verilerle

çalışmayı kabul eder ancak pozitivizmin dayattığı sınırları aşmaya yönelimlidir.

Oswald Spengler, ölü formları tanımlamada matematik yasalarını, yaşayan formları

anlamada ‘Analoji’yi kullanmayı salık verir. Ona göre, doğa organik, uygarlık mekaniktir.

Spengler’e göre, kültür ve uygarlık arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır.

Arnold Toynbee (1889-1975), tarihsel çalışma üzerinden gider, toplumu dört tipe ayırır;

Rusya ve Güneydoğu Avrupa’daki Ortodoks Hıristiyan Toplum, Çin Seddi’nin dış

yüzeyinden başlayıp Atlantik’e ve Orta Asya ile Kuzey Afrika’da kadar Müslüman Dünya,

Hindistan’daki Hindu Toplumu ve son olarak Uzakdoğu Toplumları. Bu toplum tiplerine

ilaveten 19 ayrı toplum ile 650 civarında ilksel toplum bulunmaktadır.

Pitirim Sorokin (1889-1968)’in başlıca çalışmalarından biri Society and Cultural Dynamics,

bir diğeri de Society, Culture and Personality’dir. İdealist organizmacılar arasında yer

almaktadır. Sistemler üzerine çalışan Sorokin, grupların ansiklopedik şekilde yaratılmadığını

belirtir. Ona göre, din, ahlak, felsefe, estetik ve hatta matematiksel zihin ile bilimsel

düşüncedeki asıl kavrayışın başlatıcısı, kurumların ürünleri olarak vardırlar.

Organizmacılıktan Pozitivizmin Ayrılması

İki ayrı yönün birarada bulunuşunun sonlanması ile pozitivizm tek başına kendi yoluna

yönelir. Böylesi bir harekete neden ise teknokratlardır. Teknokratlar, mühendislerden,

ekonomistlerden ve bilim öğrencilerinden oluşmaktadır. Onlar için başlıca argüman da sosyal

olgunun ölçülebilir oluşudur. Ölçülebilirlik ise tam da bu noktada böylesi bir ayrışma vesile

olur. George Lunberg (1895-1966), teorisindeki merkezi kategori ‘uyarlanma’dır. Bilimin

kendisini, sosyolojinin konusu gibi uyarlanma tekniğidir. Ona göre, bilimler tarihi, bilimin

akli alanlarından ziyade, doğal ve fiziki alanlara yönelir ve onların gelmesine odaklanır.

Dolayısıyla Lunberg’e göre bilimin verileri, organizmanın deneyimledikleri ve doğaya

yönelik gösterilen tepkilerden oluşmaktadır.

206

“POZİTİVİST ORGANİZMACILIK” ANAHATLARI

Sosyolojik teorinin ilk ekolü bilimsel bütünlükçü bir anlayışı temsil eden pozitivist

organizmacılık olmuştur.

Sosyoloji ilk dönemindeki bilimsel olma gerekliliği ve muhafazakar duruşuna en

uygun düşen pozitivist organizmacılık olmuştur.

Pozitivist organizmacılık başlangıcından itibaren bir içsel gerilimi içinde taşımaktadır.

Çünkü pozitivizm ve organizmacılık birbirleriyle uyuşmaz yanlar taşımaktadır.

Organizmacılık 19. yüzyılda önemli gelişme gösteren biyolojinin sosyoloji içine

uzanan etkilerinin bir yansımasıdır.

Organizmacılık felsefi idealizmle, idealizmin de muhafazakarlıkla bağı vardır.

Pozitivizmin antik çağlardaki ilk temsilcileri Yunanistan’dan atomistler ve Sofistler

arasından çıkmış; ilk modern pozitivist ise Bacon olmuştur.

İlk dönem pozitivist organizmacılığın temsilcileri Vico, Comte, Spencer ve Ward

olmuştur.

Pozitivizm, doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerin sosyal bilimlere aktarılabileceği

fikri üzerine kurulmuştur.

Pozitivizm, sosyolojinin bilgiye ulaşmada bilimsel yöntemleri kullanmasını gerektirir.

Bu yöntemler pozitivizme göre gözlem, deney ve karşılaştırmadır.

Deney nadiren uygulanabilir olduğundan aslen gözlem ve karşılaştırma pozitivist

sosyolojinin temel yöntemleridir.

Pozitivist organizmacılığın klasik dönemi Tönnies, Durkheim ve Redfield ile temsil

olunur.

Pozitivist organizmacılık sosyolojinin ilk çıkış döneminin gereklerine uygun olarak

biraraya getirilmiş olsa da içsel gerilimler biraradalıklarının uzun süreli olmamasına

yol açmıştır.

Yöntemsel sorunlar, gerçekliğe tam yansıtılmaması bu ekolün varlığını sorgulatmıştır.

Pozitivizm ile organizmacılık içsel olarak birbirlerini dışlamaktadır. Pozitivizm,

deneyim düzeyinden bilgi edinmeyi temel alırken organizmacılık gözlenebilir olanın

ötesinde gerçekliğe vurgu yapmaktadır.

207

Organizmacılığın pozitivizmden kopmuş halinin örneklerini Spengler, Toynbee ve

Sorokin vermiştir.

Pozitivizmin organizmacılıkla yollarını ayırmasının örnekleri ise Dodd, Catton ve

Lundberg tarafından sunulmuştur.

208

VII. Çatışma Teorisinin Temelleri

Martindale, başlığa yerleştirdiği konuya, doğrudan bir giriş yapmak yerine, genel bir

açıklamaya yer verir. Çalışmanın başından beri söz ettiği genel gelişim süreci burada da yer

alır. Buna göre, sosyoloji, üzerine dayatılan ideolojik gereksinimler gereği, bir yanda bilimsel

bir yanda da muhafazakar olma yoluna girmiştir. Bu gereksinimleri karşılayan ise

pozitivizmdir. Yazar, pozitivizme ek olarak organizmacılıktan bahseder, organizmacılığa ve

onun yapısına yönelik bir takım sorular sorar. Bir de pozitivist organizmacılığın 19. yüzyılın

ideolojik atmosferine uyduğunu ilave eder.

Yazar, bundan önceki bölümlere kıyasla eski dönem sorunlara veya haksızlıklara bir de

pozitif açıdan bakmaya yönelir. Böylece haksızlıkların ve sorunların bugüne yarar sağlayan

bir takım düşünsel gelişimlerde işe yaradığını ekler. Martindale, eskiden kalma sorunların

önemli bir takım değerleri ayakta tuttuğunu; eski teolojik düşünselliği geliştirdiğini ve buna

ek olarak boş zamanın çok olmasıyla özgür düşünceyi olası kıldığını yazar. Yazar, bundan bir

iki bölüm öncesinde, modern algılayışın gelişiminde engelleyici rol oynayan kurumların ordu

ve kölelik yapısı olduğunu belirtirken, bu bilgilere nazaran bu bölümde, eski savaşların

disiplini öğrettiğini, eski köleliklerin ise gelişimde bir basamak görevi gördüğünü vurgular.

Yazar, bu paragraftaki bu cümle ile aslında bugüne atıf yaparak, bugün yaşanan haksızlıkların

da bir şekilde yarar sağlayacağı fikrinin varlığını okura hatırlatır.

Çalışmanın belki de en önemli noktalarından biri sosyolojinin ideoloji ile ilişkisini anlattığı

paragraftır. Paragrafta okura, sosyolojinin bir ideolojiden ziyade bir bilim olduğu; sosyal

hayatı açıklamaya çalıştığı hatırlatılır. Bilim olarak sosyolojinin pozitivist organizmacılıktan

vazgeçtiğini belirten Martindale, bunun nedenini ise onun ideolojik olarak görülmesine

bağlar. İdeolojik faktörler, araştırmanın yönünü ve formunu biçimlendirebilen nedensel bir

etkiye sahip olabilir; ancak bilimsel düşünce grubunun kabul edilebilirliği bilimsel ölçütler

tarafından belirlenir.

Bilim, yazara göre, kendi kendini düzeltebilen bir girişimdir. Dolayısıyla bilimin nerede

başladığı konusu çok da önemli değildir. Martindale, sosyolojinin ideolojik bağlardan

kurtulabileceği fikrini ortaya atar, çünkü ona göre, sosyoloji ne devrimci ne de tutucuydu,

buna ilaveten ne liberal ne de muhafazakardı. Sosyoloji deneysel bilgiye yönelik nesnel bir

girişim ve aynı zamanda bir bilimdi.

Martindale, yukarıda özet geçtiği organizmacılık ile pozitivizmin biraraya geliş nedenini dış

gereksinimlere bağlar, bu türdeki birleşimin kabul edilebilirliğini ise iç gereksinimlere yükler.

209

Sosyolojik önermelere uygulanan bilimsel standartların görülen ilk sonucu ise düşüncelerdeki

alt üst oluştur. Mantıksal açıklamalar, buna ilaveten yönteme ilişkin uğraşlar, sosyolojide

krizin yaşanmasına yol açar. Uğraşlara bir örnek olarak Tönnies verilir. Buna göre, Tönnies,

sosyolojik kanıtlar oluşturabilmek adına görüşlerini “normal” ve “ideal türler”e dayandırır.

Durkheim ise metoda yönelik bir kitap hazırlar. Ancak mevcut sorunlar aşılamaz.

Pozitivist Organizmacılığın Zaafları

Yazara göre, pozitivist organizmacılığın başlıca zaafı, insanlar arası çatışmayı açıkça

anlatamamasıdır. Dönemin başta gelen düşünürlerinden Comte’u, Spencer’ı ve Tönnies’i ele

alan Martindale, Comte’un sosyal çatışmadan korktuğunu, bu nedenle toplumu otoriter

şekilde kurulmuş bir kaleye benzettiğini; Spencer’in ise endüstriyel toplumların savaşı

imkansız hale çevireceğini düşünerek sosyal çatışmanın ana hatlarını geçmişteki askeri

toplumlara bağladığını yazar. Tönnies’in ise sosyal çatışmaya dair en belirgin formları ortaya

koyduğunu belirtir.

Pozitivist organizmacılık içinde çatışmanın farkına varan yönelim ise iradeci pozitivizmdir.

Pareto’yu örnek verir. Bir başka düşünüre eğilen yazar, Freud açısından, kişiselliğin resminin

duygusal ve sosyal yaşam arasındaki gerilimden oluştuğunu, insanoğlunun ve kültürlerin

görüntüsünün ise gerilimi daha yüksek ve sosyal sahnedeki aktörlerin karanlık eğilimlerini

baz alarak şekillendiğini ifade eder.

İradeciliğin pozitivizm ile biraraya gelmesinde temel neden, çatışmayı açıklamaya

yönelmesinde gizlidir. Ancak iradecilik girişimi, içinde çatışmanın da bulunduğu tipik bir

organizmacılık modeline dönmeye eğilimlidir.

Martindale, çatışmanın gerçeklerine dair tam bir açıklamaya varılamama konusuna değinir.

Ona göre her toplum çatışmaya sahiptir. Bu çatışma ortamında birbirine karşı savaşan bireyler

vardır ve bu bireylerden bazısı bu türdeki çatışmalara daha fazla maruz kalabilmektedir.

Yazar, bu açıklamalardan sonra çatışma teorisinin kavramsal kaynaklarını sunmaya

yönelir. Bu başlık altında çatışma, temelde toplumun esas gerçeği olarak algılanır. Buna ek

olarak her toplum hayatta kalabilmek adına gerçekleşen çatışma hakkında az da olsa belli bir

gerçekçiliğe gereksinim duyar. Belli çatışmaları ele alarak toplumu açıklama veya analiz etme

yeni bir şey olmamakla birlikte, Batı ile de sınırlandırılamaz. Yazar son söylediği bilgiyi

destekler mahiyette Kautilya’nın Arthashastra’sına değinir. Bu çalışmaya ilaveten Çinli Han

Fei Tzu’yu ekleyerek, Tzu’nun topluma dair açıklamasına yer verir. Tzu’ya göre toplumun

özünü güç oluşturur, bireyler ise kendi başlarına korkak ve tembeldir.

210

Klasik Yunanistan’da Heraklitos, değişkenlikten etkilenmiş, her şeyin ters yönde bir değişim

süreci içinde olmasından hareketle çatışmanın varlığını vurgulamıştır. Ona göre, çatışma

dünyanın adaletidir ve savaş her şeyin babası ve kralıdır. Heraklitos, çatışma kavramı

noktasında yalnız değildir, metodolojik anlamda pozitivist olan Sofistler de çatışma teorisi

konusuna eğilmişlerdir. Sofistlerdeki çatışma prensipleri, Epikurus’a aktarılır. Epikurus,

insanoğlunun vahşi durumlarda bir canavar kadar acımasız olabileceğini düşünmüştür.

Yabanıl yaşamdan uygarlığa geçiş ise doğayla mücadele sırasında oluşmaya başlar.

Yazar, çatışmaya dair genel bir giriş yaptıktan sonra, çatışmaya yönelik teoriler üzerine durur.

Bunlardan ilki; Polybius’un çatışma teorisidir.

Çatışma açısından toplumun belki de en uzun yorumlaması, Polybius’tan gelir. Plato gibi

Polybius da büyük bir felaketin insan topluluklarını yok ettiğini ve geriye birkaç kişinin

kaldığını yazar. Düşünür, insan ve hayvan yapısı ve yaşamından hareketle toplum yapısı

içerisindeki rolleri ve konumları anlatır. Buna göre, insanoğlunun zayıflığı, onları toplumlar

oluşturmaya itmiş, güçlü olanları ise lider olmaya yöneltmiştir. Monarşi en güçlünün

hakimiyeti, insanoğlunun ise ilk toplum şeklidir. Monarşiden çıkıp adalet ve yasa otoritesine

dayalı yapıya geçişin adını krallıktır. Krallık, taht varisleri arasında yaşanan gerginliklerle

değişir, despotluk belirir. Despotluk, halkın desteğinde gönüllü ve asil vatandaşlarca kaldırılır,

yerine aristokrasi getirilir. Bununla da yetinilmez, aristokrasi demokrasiye dönüşür.

Demokrasi de kışkırtıcılar aracılığıyla yine monarşiye döner.

Lucretius ve Horace, her şeyin çatışmadan kaynaklandığını savunmuşlar; Lily ise Roma’nın

küçük eyaletleri kendi bünyesine katmada ve gücü merkezileştirerek huzurun ve barışın

sağlanmasında çatışmanın önemli bir göreve sahip olduğunu özgü dolu sözlerle aktarır.

Batı’daki çatışma teorilerine yönelik etkiye değinen yazar, çatışma teorisinin Roma’nın

çöküşüyle değer yitirdiğini belirtir, devlet ve toplumun çatışma teorisinin devam edebildiği

yer olarak da Arap dünyasını gösterir.

İbn-i Haldun’un Çatışma Teorisi: İbn-i Haldun’a göre, toplumlar taklit ve karışım sonucu

insanlar ya da sınıflar aracılığıyla değişir ve gelişir. İbn-i Haldun sosyolojisinin özü, “sosyal

dayanışma” kavramında bulunur. Buna göre insan toplumları ihtiyaçtan kaynaklanır. Kendi

başına kalan bir birey çok zor hayatta kalabilir. Düşünüre göre, sınırlandırmalar, insanların

birbirine saldırmasını engelleyen, güç ve otoriteyi kararlı bir şekilde tutabilen bir hükümdar

tarafından sağlanmalıdır. Düşünür, yaşam şekli ve türü, dayanışma ve dik durabilme

noktasında farklı örneklere yer verir.

211

İbn-i Haldun’a göre, bir devlet sadece zaferin daha bütün ve yoğun gruplarca sağlandığı

çatışmalardan yola çıkılarak kurulabilir; başarı, sosyal dayanışma ile sağlanabilir. Devlet

yapısının ilk kuruluş aşamasında dayanışma önemlidir ancak zamanla zayıflama başlar. Güç

belli kişilerin elinde toplanır, bölünme başlar. Devlete, içten ve dıştan kaynaklı saldırılar

başlar.

Machiavelli’nin Çatışma Teorisi: Düşünüre göre, insanlar açlık ve yoksulluk halinde

çalışkan olur; hukuk insanları iyi hale getirir. Diğer başlıkta olduğu gibi, bireyin toplumlaşma

haline yönelik bilgiler veren Machiavelli, insanların toplu halde yaşamaya yönelmelerinin

temelinde kendilerini diğerlerinden koruma ihtiyacı olduğunu belirtir. Bu ihtiyaç bir lidere

gereksinimi doğurur. Bu ihtiyaçlar zinciri ise yukarıda anlatıldığı gibi yine yeni bir yönetim

şeklini ortaya çıkaracağından aristokrasiye doğru bir yönelişin yaşanacağını, ardından

hükümdarlıktan demokrasiye geçileceğini belirtir.

Bodin’in Çatışma Kuramı: Çatışma teorilerine büyük bir katkı sunar. Düşünür, toplumu

analiz edebilmek için yöntem arayışına girer. Bodin, insanoğlunun sürekli iyi ve kötü için

çalışan ruhsal varlıkların etkisi altında yaşadığını düşünür. Bodin, dönemin Katolik ve

Protestan gibi dini topluluklar arasında yaşanan ayrılıklara karşı monarşiyi destekler,

toplumun temelini ailede bulur. Ona göre, değişmez sosyal bir yapı, içinde çatışmanın da rol

aldığı sürekli çözünme ve yeniden düzenleme süreçlerinden meydana gelir. Çatışmanın

yokluğu ölümcüldür.

Hobbes’in Çatışma Teorisi: Düşünür, toplumun doğası ve devlet ile ilgili problemlere

yönelir. İnsanların eylemlerinin asıl nedenini kendine göre şekillendirir. Ona göre,

insanoğlunun sadece ölümde dinen, dolayısıyla durmak bilmeyen sürekli bir güç arzusu

eğilimindedir. Bu da iki şekilde işler; kral ve halk olarak. Devletler, insanların doğanın savaş

halinden kaçma gibi kendilerini koruma içgüdülerinden meydana gelir. Ahlak ve devletin

ürünleridir; hatta kilise bile devletten sonra gelmelidir.

Çatışma Teorisi Deneysel Bir Esas Kazanır

David Hume: Çatışma teorisinde rasyonellikten deneyselliğe geçiş Hume’un çalışmalarında

görülür. Hume’e göre, güç yönetimin yanındadır, yönetilenin ise fikirlerden başka destekçisi

bulunmamaktadır. Ona göre, tüm hükümetlerde, gizli ya da açık, otorite ve özgürlük arasında

aralıksız bir mücadele bulunur ve bu mücadelede galip gelen birileri olmaz.

Adam Ferguson’un Çatışma Teorisi: Ferguson, Montesque’un deneysel esaslarına

dayanarak, Hume’un kritik prensipleri üzerine çalışma yapmıştır. Martindale’e göre, düşünür,

212

Hume ve Bodin gibi, insanoğlunun hiçbir zaman kendi başına yaşayamadığını, aksine gruplar

halinde yaşadığını belirtmiş, aralarındaki anlaşmazlığın gerçek bir yarar ve gerekli doğal bir

sonuç olduğunu düşünür. Ferguson, kendimizle mücadele etmemişsek, dostlarımızı

anlayamayız, dost olanlarıyla mücadele etmemiş bir birey, insanoğlunun fikirlerinin yarısına

yabancıdır, şeklinde bir düşünceye sahiptir. Ferguson, çatışmanın ve çeşitlerinin siyasette ve

ekonomide göründüğünü belirtir.

Turgot ve Çatışma Teorisi: Montesquieu etkisinde olan Turgot, din bilim üzerine çalışır

ancak finansal ve vergi sorunlarına yönelir. Turgot, bir rasyonalist olarak insanoğlunun her

yerde aynı olduğunu düşünür. Ona göre, göç ve kültür sosyal değişimde rol oynar fakat

savaşın etkileri olmadan ve sabit gelenekleri ortadan kaldırmadan insan ırkı gelişim

gösteremeyecektir. Turgot’a göre çatışma ise bütün gerçek ilerlemelerin kaynağıdır.

Erken Çatışma Teorilerin Önemi

Martindale, çatışma teorisinin tarihsel formlarını basit bir meraktan ziyade bir gelenek olarak

yorumlar. Polybius, Epikurus ve Machiavelli tarafından temsil ve geliştirilmesine değinir.

Ona göre, çatışma teorisi geleneği 17.-18. yüzyılda Machiavelli’den öğrencilerine geçer.

Yazar, Batı ve diğer toplumları burada da vurgulamayı sürdürerek, Çinli kanun yapıcıları ile

Hindistanlı yazarların Batı geleneği dışında kaldığını, bu teoriye yönelik ilginin yine Batı

geleneğinde tanıtılması ile başladığını yazar. Martindale, rasyonel olarak bu teorinin uygun

hale gelmesi sürecinde ise Hobbes’tan, Bodin’den, Hume’dan, Ferguson’dan ve Turgot’tan

bahseder.

Klasik Ekonomi ve Çatışma Teorisinin Evrimi

17.-18. yüzyılın çatışma teorisinin başlıca dayanağı, siyasal bilime dair problemlerdir. 18.

yüzyılda ise çatışma teorisine esas teşkil eden bazı ifadeler ise ekonomiyle uyumlu olmuştur.

Adam Smith’in çalışmasına göre, mülk sahiplerinin ekonomik bağlamda öncelikli rolleri

vardır. Devletin görevi, doğal düzen ile ilgili talimatları yerine getirmek, onu korumak, yol,

köprü ve ekonominin ihtiyaç duyduğu barınağı sağlamaktır. Çatışma teorisine ekonomi

eksenli bakıldığında çatışmanın olumlu etkilerine atıf yapıldığı görülür.

Thomas Maltus, değerler ürettiğinden dolayı rekabete olumlu anlam yükler. Düşünür,

hayatta yiyecek ihtiyacını arttırmak için değişmeyen bir eğilimin varlığına değinir. Nüfus

üzerinde yaptığı çalışmalara ilaveten biyolojiye özellikle Darwin üzerindeki etkisi önemlidir.

213

Çatışma Teorisi Biyolojiden Destek Alır

18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başında biyolojide büyük kazanımlar sağlanır. Hücre teorisi,

Evrim hipotezi John Ray, Georges de Buffon ve Alexander von Humboldt tarafından

geliştirilir ve buna benzer gelişimler yaşanır. Evrim mekanizmasını açıklamaya yönelik

girişimler noktasında ise özellikle klasik ekonomiden alınan çatışma teorisi kullanılır, 19.

yüzyıl biyolojisine teşvik Maltus’tan gelir. Darwin evrim mekanizmasının şekillenmesinde de

Maltus’un etkisi gözlenir. Tam da bu noktada artık çatışma ve hayatta kalma mücadelesi

biyolojik olayın kalbi olarak görünürlüğe bürünür, biyolojik gelişime dair yapılan tüm

teleolojik açıklamalar gereksiz hale gelir.

214

VIII. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Marksizm

19. yüzyılda çatışma kuramının üç türünde bir yükseliş görülür. Bunlardan biri Marksist

sosyalizm ve Sosyal Darwinizmin iki türü. Martindale, Romantik idealizmden Marksist

sosyalizme doğru geçişi bir alt başlık halinde vermeye çalışır.

Pozitivizmin arka planında gözlemlendiği gibi, 19. yüzyıl sosyalizmi, 18. yüzyıl sosyal reform

ve bilimsel metodun kendine has kombinasyonunun doğru varisidir. Bu noktada Marksizmi

farklılaştırmadan önce sosyalizmi tanımlamamız gerekir.

Eğitim, ulaşım olanakları ve iletişim sistemleri toplumsallaşmış servetin türleri arasındadır.

İşsizlik sigortası, yaşlılığa yönelik olanaklar, sosyal güvence vs. ortaya çıkar.

Toplumsallaşmış tıp çoğu zaman talep edilir. İngiltere ve Fransa gibi belli başlı ülkelerde

çalışan grupların ihtiyaçlarına cevap verme girişiminde bulunma durumu ortak sosyalist

düzenlemelere atıftır. Bu zeminde Alman-Marksist sosyalizm farklılaşır. Marksist sosyalizm,

Alman romantizminin arka planına karşı gelişir.

Martindale, rasyonalistler ile romantikler arasındaki farklılıkları sunmaya çalışır. Bunlara göre

rasyonalistler insan doğasının evrensel eşitliğini keşfede dursun, romantikler belli ırkların

dehasını keşfeder. Yine rasyonalistler tarihi aptallığın ve hatanın kaydı olarak tasarlar,

romantikler ise tarihte derinlik bulur.

Hegel ve Romantik İdealizm: Martindale, yine bu noktada da Hegel’in çalışmalarıyla

değişime atıf yapar. Akıl, gerçeğin özünde yer aldığında, değişim, düşünce hareketi içinde

dönüşüm yaşar. Hegel, düşüncenin sabit bir forma sahip olmadığını, onun bir süreç olduğuna

ikna olur. Bu süreç diyalektiktir. İnkar, oluş içerisinde yeni bir bileşim getirir. Hegel’e göre,

insan, yalnızca özgür olmayı arzu etmediği zaman köledir. Özgür olma arzusu öznel ahlakilik

içinde fark edilir.

Hegel’in devlete yönelik açıklamalarında dikkati çeken noktalardan biri, devletin dünyadaki

Tanrı’ın ilerlemesine benzetilmesidir. Burada devlet için üç türdeki gücün önemli olduğu

belirtilir, bunlardan biri yasama, diğeri yönetim ve sonuncusu monarşidir. Martindale,

Hegel’e yönelik açıklamasını Mark’a geçiş için detaylandırır; çünkü Marks, Hegel’in etkisi

altında kalmış bir öğrencidir.

Klasik ekonomi düşüncesine yakın bir noktada Marks ve Engels, hayatta kalmak için malların

üretimini temel sosyal gerçek olarak alır. Yeni ihtiyaçlar yaratılır ve bu yeni ihtiyaçların

yaratılma durumu ilk tarihsel davranıştır.

215

Hegel’in düşüncesine göre, aile, ilk doğal insan ilişkisi olarak farz edilir. İnsan ilişkileri, dil

ve yeni insan bilinci yaratır. Aile içindeki emek gücünün dağılımı, toplumun ayrışması,

kendiliğinden bir katkı yaratır. Emek gücünün ayrışmasına yönelik bilgileri detaylandıran

Martindale, Komünist Manifesto’ya doğru bir başlık atar. Bunun öncesinde sınıflara

değinerek, emek gücünün ayrışmasıyla sınıfların tanımlandığını ilave eder.

Bu çalışmalarında Marks ve Engels, “geçmiş ve gelecek tüm insan toplumlarının tarihi sınıf

mücadeleleri tarihidir” şeklinde bir görüş bildirir. Kölelik ve feodalizm altındaki erken sınıf

çatışmaları, ya çatışan sınıfların yok oluşuyla ya da toplumun yeniden devrimci inşasıyla

sonuçlanır.

Marksizm’in açıklamasına yönelecek olursak, Marksizm, tarihin ekonomik yorumlanması

olarak tanımlanır, diyalektik materyalizm ismini alır. Tarihin özü, sosyal sistemdeki değişim

zinciri olarak algılanır, sınıf ve üretim ilişkileri önemli iki noktayı çağrıştırır. Martindale’in

verdiği bilgiler ışığında Engels, Marksizmin ikinci ayağını oluşturur. Buna ilave olarak

Marksizm zaman içerisinde, politik partinin resmi görüşü halini alır.

Leninizm; Marks ve Engels, Çarlık Rusya’da değer yitirdiği düşünülse de Batı Avrupa’da

sosyal demokrasinin kavranmasında temel bir engel olarak tanımlanır. Marksizmin

Almanya’da Sosyal Demokratik Parti’nin resmi ideoloji hali olarak kurumsallaştığı dönemde,

Lenin Çarlık rejimin Avrupa’nın gelişimini engellediğini gördü. Lenin, resmi olmayan

yollardan gazete basımından dolayı tutuklandığını belirten yazar, yaptığı çalışmalardan ve

hayatından bahseder. 1903 yılında düzenlenen kongreye de değinen yazar, bu kongre sonrası

temel bir ayrımın yaşandığını ve bu ayrımın iki tarafının çoğunluk (Bolşevik) ve azınlık

(Menşevik) olarak isimlendirildiğini yazar. Menşevik düşüncesinde önemli olan, sosyal

değişimin yasalarına uygun çalışmaktır. Bolşevikler ise devrimci elitlerin elinde işçi sınıfının

diktatörlüğü için ihtiyaçları tanımlayan destekçilerdir. Lenin, “Ne Yapmalı” isimli

çalışmasında, işçi sınıfının devrimci görev gereği organize olmasını tartışır.

216

IX. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Sosyal Darwinizm

Martindale’e göre, Marksizm proletarya adına çatışma ideolojisinin bir formunu temsil

ederken, Sosyal Darwinizm ise modern dünyanın işadamları grubu adına gelişen çatışma

ideolojisinin bir türüdür. Darwinizm sosyolojik gelişimin ana düşüncesine yakındır. Yazar,

yine bir tekrar örneği göstererek, çatışmanın işlevinin, Malthus’un demografik verilerindeki

hayatta kalma kavramının içlerinde gizli olduğunu ve Darwinci biyolojiden etkilendiğini

belirtir.

Sosyal Darwinizmi evrelere bölen yazar; Sosyal Darwinizm: 1. Evre içerisinde şu noktalara

vurgu yapar.

Darwin ve Sosyal Darwinizm: Darwin’in temel düşüncesi, tüm canlı varlıklar, hayatta

kalmak için mücadele eder, şeklinde özetlenir. Buna da doğal seçilim yasası denir.

Martindale, Darwin’in insanın hayatta kalmasına yönelik yaptığı açıklamalara değinerek,

hayattaki mücadelesine örnekler verir. Düşünüre göre, doğal seçilim işlemi, üstün bir varlık

üretir. Bu türdeki bir varlık ise kendi biyolojik üstünlüğüne zarar vermeye eğilimli bir toplum

yaratır.

Spencer’in Sosyal Darwinizmi: Spencer, çatışmanın doğal gelişimi konseptini hoş karşılar.

Düşünürün teorisi, belli başlı iş adamları grupları için kabul edilebilirdir, tıpkı Marks’ınkinin

işçiler açısından olduğu gibi. Spencer’in düşüncesinde dullar ve yetimler, doğa tarafından

birinci aşamada elenecekler arasında yerini alır. Sumner ise ilkel toplumlarda ilk olarak

eleneceklerin yaşlılar olduğunu belirtir. Ona göre, eşitliksiz sosyal sınıflar normaldir.

Sosyal Darwinizm-2. Evre: Sosyal Darwinizmin neden Marksizmin eylemciliğini sıkı

benzeri olarak kendi pozitif programı geliştirmediğine yönelik bir neden yoktur. Darwin’in

varlıkların kökenine dair çalışmasında ırkçılığın kaynağı gizlidir.

Bu evredeki düşünürlerden biri olarak Arthur de Gobineau; İnsan ırklarının eşitsizliğine

yönelik bir çalışma yapar. Tarihin anahtarı olarak yine ırkı görür.

H. S. Chaberlain: Chamberlain’in ve Lapouge’un çalışmalarınde, ırkçı duruş Darwinizme

doğru değiştirir. En genel haliyle Chamberlain, Cermenlerin Tacitus’ların Tacitus tarafından

tanımlandığı gibi sadece Cermen kabilesinden oluşmadığını, buna ilaveten Keltler ve

Slavlardan oluştuğunu ekler. Bu gruplar arasındaki kan karışımı, kısırlığı önler. Bu ırk

önderlerini anlar ve bağlılık duyarlar.

217

George Vacher de Lapouge: Irkçılığın türlerinin Darwinist öğelerini keskinleştirir. Irkları

üçe ayırır. Bunlardan biri Avrupalı ve Aryan olanlar, diğeri Homo Alpinus ve son olarak

Homo Contractus veya Mediterranean’dır. Lapouge’a göre, Kuzey Avrupalılar veya Hint

Avrupalılar her türdeki yaratıcı etkinlikte lider konumdadırlar.

Francis Galton: Galton’un kim olduğuna dair bilgi veren yazar, şunları eklemeyi uygun

görür. Galton, Erasmus Darwin’in torunudur ve tıp eğitimi almıştır. Ona göre bireyler,

bedenen ve fiziksel yapı itibariyle birbirinden farklıdır. Eğitimsel gelişimleri de belli

sınırlamalara takılır. Kalıtım, bu sınırlamaları sabitler; beceri ve yetenek kalıtsaldır.

Matematikçi, müzisyen, hakim ve devlet adamı gibi yetenekler birer kalıtsaldır.

Karl Pearson: Galton’un çalışmalarını sürdürür. Matematik eğitimi almıştır. İstatistiki bilime

büyük katkılarının dışında, Sosyal Darwinizmin öjenik kanadını oluşturur. Pearson,

insanoğlunun gelişiminde biyolojik faktörlerin baskın özelliğine inanır! Buna ek olarak

düşünüre göre, hayvanlar gibi, insan gelişimi de doğal seçilime dayanır. Bu seçici ölüm

oranıdır.

Lothrop Stoddard: Irk inşası, Stoddard’da, üstün olanın çoğalması, aşağı olanların

elenmesine veya ırk temizliğine dayanır. Bu süreç, olumlu veya olumsuz bir insan ırkını

iyileştirmedir. Stoddard, ırk temizliğinin aşamalarını anlatmaya çalışır. Öjenikin mükemmel

ırkın yaratılma düşüncesi olduğunu belirtir.

Nazizm: Hitler, Alman politikasının geleceğinin resmini çizer. Milliyetçi politikalar ırkçı

teorilere dayanıyordu. Yahudiler, milli hüsran olarak göz önünde bulundurulur, bu Nazizmin

özü halini alır. 1920 yılının Nazi programına göre, vatandaşlar ve kamu kurumları sadece

Alman kanı taşıyanlara ait olması ve yabancı kanı taşıyanların elimine edilmesi planlanır.

1933’te Hitler’in iktidarı almasıyla, yasalar bu fikirleri yaşama geçirir ve anti-semitist zulüm

başlar. Yahudiler, vatandaşlık hakkından mahrum bırakılır; Yahudilerle Almanların

evlenmeleri yasaklanır. Yahudi çocuklar okullardan atılır. Yahudilerin zorunlu göçü ile ilgili

bilgi veren yazar, ırkçılığın üçüncü Alman Hükümetinin diğer yerlerinde de yayılmaya

başladığını yazar.

218

X. Sosyolojik Çatışma Teorileri

Martindale, Marksizm ile sosyal Darwinizmin belirli toplumsal duruşları savunan ve belli

başlı eylem programlarını destekleyen düşünce tarzları, ideolojiler olduğunu belirterek

çalışmasına başlar. Ona göre sosyolojik çatışma teorilerinin ise, hipotezlerini alanının bilimsel

standartlarına dayandıran bir teori olduğunu vurgular.

Çatışma teorilerinin, 19. yüzyılın sonlarında tek başına, diğer düşünce türlerinin bağlı olduğu

şartlardan arınmış bir dönemde ortaya çıkmadığını belirten yazara göre, bu teorilerin de

pozitivist yapıyı meydana getiren ideolojik çerçeve içerisinde oluşmaya başladığını anlatır.

Yazara göre, sosyolojinin ilksel gereklerini devam ettiren ideolojik çevre, bilimsel bir

metodun ve muhafazakarlığın bir kombinasyonunu gerekli kıldı. Pozitivist organizmacılık her

iki koşula uyum sağlayabildi, ancak bu uyuma rağmen, beklenen sonuçları veremedi.

Beklenen toplumun muhafazakar görüntüsü idi, ayrıca da güvenilir yöntemin varlığı. Ancak

her iki anlamda da beklenen karşılanamadı.

Bütün bunlara rağmen, pozitivist yapı varlığını korumayı sürdürdü. Martindale tam da bu

noktada karşılanamayan gereksinimlere yönelik çatışma teorisinin işlevine değinir. Ona göre,

çatışma teorisi bekleneni karşılayabilir. Çatışmacı teorisyenler ise organizmacı

meslektaşlarından bile daha pozitivistti. Çatışma sosyolojisi, aynı ideolojik gereklilikleri

karşılarken pozitivist organizmacılığı gerçekçilik temelinde düzelterek sosyolojik teorin ikinci

biçimi olarak ortaya çıktı.

Düşünürlerden biri Walter Bagehot’tur. Bagehot, Darwin’in ilgisini çekti. Yaptığı çalışmada

‘doğal tercihin ilkelerinin uygulaması üzerindeki düşünceler’ ve ‘politik topluma miras’ gibi

alt başlıklar, Bagehot’un toplum teorisini nasıl biyolojik ve siyasi düşüncelerin kaynaştığı

topluma dayandırdığının önemli ipuçlarını verir. Bagehot doğal seçimlerin hayvan türlerinin

gelişiminde oynadığı rolün insan toplumunun gelişimindekine eş değer olduğuna ikna

olmuştur.

Bagehot, çatışmanın öneminin askeri sanatın ilerlemesinde apaçık olduğunu söyler. Ona göre,

bugün insanoğlu, kavga etme konusunda büyük bir kapasiteye sahiptir ki tarih boyunca güçlü

milletler zayıf olanları fethetmiştir. Bagehot, ayrıca düşünsel kazanımların savaşla

edinildiğini, fetih ile insana güç kattığını belirtir, dolayısıyla ona göre milletlerin çatışması

gelişmelerinin ana gücüdür.

219

Tarihe değinmişken, konuyu detaylandıran Martindale, Bagehot’un insan tarihini üç aşamaya

ayırdığını yazar. Bunlardan ilki geleneklerin tarih öncesi çağı; ikincisi savaş çağı ve ulus olma

hali, son olarak da bilimin girişimci düşüncelerine öncülük eden, sosyal yapılanmayı

oluşturan tartışma ve bilim çağıdır.

Ludwig Gumplowicz, dönemin çatışma teorisyenleri arasında en etkili olanıdır.

Gumplowicz, şiddetli bir pozitivist yöntem savunucudur. Sosyolojinin temeli, grupların ve

gruplar arasındaki iletişimin incelenmesine dayanır. Düşünür, gruplar arası etkileşime değinir,

dolayısıyla gruplar biraraya geldiklerinde birinin, diğerinin muhakkak bir özelliğini alacağını

ilave eder, bunu bir nevi sürü psikolojisi olarak da tanımlar. Bagehot, toplum dinamiğini

gelenekler üzerinden açıklarken, Gumplowicz ise sürü psikolojisi üzeriden tanımlar.

Gustav Ratzenhofen’a göre sosyal gelişmenin birimi ne grup ne de bireydir; çıkarlardır.

Çıkarlar biyolojik temelde açığa çıkar. Yaşamın biyolojik nitelikleri arasında ise içimizden

gelen istekler kaynaklı hareketler, üreme, yabancı ortamlardan kaçış, bireyselliğe yatkınlık

vesairedir. Sosyal gelişim teorisine yönelik Ratzenhofer’in 18 tane maddesi bulunur. Bu

maddelerin genel özeti şu şekilde yapılabilir: İnsanların korunma ve üremeleri ilişkilerin

temelidir. Bireyin kendini koruma ve seks dürtüleri yaşadığı çevreye göre değişir. Ortaklaşa

korunmanın avantajları vardır. İlk doğal grup, sekse ve akrabalığa dayanır. Farklılaşma, belirli

bireyler tarafından gerçekleşir. Nüfus doğal koşulları zorladığında birey ve gruplar yaşama

savaşı verir. Çatışma sosyal yapıyı kuvvetlendirir. Sosyal yapılar karmaşıklaştıkça savaş ve

şiddet sebepleri azalır. Buna ek olarak, çatışmanın insanları beş ayrı forma sevk ettiğini yazar.

Bu formlar şu şekilde izah edilebilir: sürü ve ırk, ırkı düzenleme, toplumu dışlayan devlet,

dünya kontrolüyle hegemonya, son olarak da birleşme ve güç dengesi.

Çatışma Kuramcısı Sumner: Sumner, sosyal Darwinci olarak tanımlanmasının yanında

çatışma teorisinin bireyselleşmesinin gelişiminde rol almıştır. Çatışma teorisinde etkisi

görülmeye başlanmadan önce organizmacı evrimcilere etki eder. İnsanların hareketine

değinen Sumner’e göre, bunun nedenini ihtiyaçlarını tatminde sıkıntı yaşamalarına bağlar,

ona göre bunlar dört türe ayrılır: açlık, seks, gurur ve hayalet korkusu. Grup alışkanlıklarının

ise özel olanakları bulunur: grubun güçlü üyelerinin hareket ve zihinlerinde ortaya çıkarlar ve

daha sonra başkaları tarafından taklit edilirler. Yaratıcılık ve taklit ise sosyal gelişimin ikinci

ve üçüncü önemli faktörleridir. Folkways’in (geleneğe bürünmüş sorunların çözümü) taklidi

yaratıcılıktır. Sosyal gelişmenin aktörleri bireyler değil gruplardır. Yalnızca güçlü olan hayata

kalır. Sumner, biz-grup ve onlar-grup veya dış-gruplar ile iç-gruplar arasındaki ayrımı önemli

220

bir gösterge olarak görür. Savaşı ise gelişim sürecinin her aşamasıyla karakterize eder.

Bireysel çatışma durumunu geleneksel grup çatışmasıyla bağdaştırır.

Albion Woodbury Small (1854-1926), dengeli bir çatışma kuramcısıdır. Small’un

sosyolojideki etkisi çok çeşitlidir; tarih, siyaset bilimi ve ekonomi alanlarındaki entelektüel

ilgileri sosyoloji alanına getirmiştir. Farklı alanlarla ilgili yaptığı çalışmalar ve yayınları onun

ilgisinin çeşitliliğini göstermesi bakımından önemlidir. ‘Genel Sosyoloji’ eseri mesela,

kuramına çok yönlü bir bakış açısıyla bakar. ‘Adam Smith ve Modern Sosyoloji’ ve

‘Kameralist’ Small’ın ekonomi ile sosyolojiyi birleştirmeye çalıştığına dair bir göstergedir.

Small’in görüşünde yer aldığı haliyle sosyoloji sadece Adam Smith’in ahlak felsefesindeki

analiz programını yürütür. Sosyoloji üç aşama geçirmiştir: Birinci aşama Spencer, ikincisi

Schäffle ve üçüncü olarak da Ratzenhofer tarafından sunulur. Çatışmaya da değinen Small,

çatışmanın sosyal süreç, çevre ve kalıtım tarafından pekiştirileceğine değinir. Farklılaşma

üzerinde duran Small bu süreci açıklamak için birkaç temel kavram üzerinde durur: ruhsal

çevre, temas, farklılıklar, grup, çatışma ve sosyal durum. Sosyal süreç, her biri diğeri için

anlamlı olan olaylar topluluğu anlamına gelir. Small’a göre, sosyal olgular doğa, birey ve

kurumlar arasındaki tepkilerle meydana gelir.

Franz Oppenheimer: Oppenheimer, bireyleri etkilediğinden adaleti önemser. Çünkü ona

göre, her toplumda normlardan sapma olur; bunlar, sosyal, ekonomik ve siyasal nedenlerden

dolayı ortaya çıkar. Oppenheimer’e göre, hakim grup kendi varlığını devam ettirmek için tek

tip kurumsallaşmaya gider. Buna uygun olarak da ilk olarak toprak tekelini ortaya çıkarılır.

Toprak tekelinden, haraç tekeli de gelişir. Oppenheimer, kırsal kesimdeki gruplara değinerek,

göç eden nüfus üzerinde durur. Buna göre, kırsal kesimden göç eden nüfusun miktarı üst

kesimin sahip olduğu toprağın miktarıyla doğru orantılıdır. Nüfus arttıkça endüstriyel

ürünlerdeki kar oranı artarken, tarımsal ürünlerindeki azalır. Buna bağlı olarak kırsal nüfusun

kente göçü artar ve rekabet yoğunlaşacağından endüstriyel ürünlerin fiyatı azalır. Bu şekilde,

proletarya adında bir sınıfın oluşması kolaylaşacaktır.

Devlet oluşma noktasında da belli aşamalardan geçer. İlk önce hırsızlık, cinayet vesaire

olaylara ilaveten, çoban-köylü ayrımı keskinleşir; ikinci aşamada ise mücadele edemediğini

anlayan köylü kaderine kabullenmeye başlar. Üçüncü aşamada, köylü sahip olduğu ürünü

vergi diye çobana vermeye yönelir ve bu gidişat sonuçta içsel bir birliktelikten hareketle

milliyetçiliğin gelişimine yol açar.

221

George Bryan Vold: Vold’a ait en önemli çalışma, ‘Kuramsal Kriminoloji’dir. Çatışma

kuramına suç problemlerini katmıştır. Ona göre, çatışma, sosyal sürecin özü ve temel

kuralından biridir. Yeni ihtiyaçlar ortaya çıktıkça yeni gruplar ortaya çıkar. Aynı şekilde kimi

ihtiyaçlar ortadan kalktıkça da var olan gruplar da ortadan kalkar. Grupların ihtiyaçları

birbirleriyle çatıştıkça aralarında rekabet belirir. Vold’a göre, grup üyeleri için grup

aktivitelerine katılmak ve onun değerleri, bireyi özgüvenli bir kişi haline getirir. Bazı

durumlarda bireyler, grupları uğrunda ölecek hale gelebilirler. Yurtsever hislerin savaş

zamanı açığa çıkması buna bir örnek olarak verilebilir. Sosyal sürece karşın sosyalizasyon

süreci farklı bir noktada yer alır. Sosyalizasyon, grup hayali içinde bireylerin biçimlenmesi,

aralarındaki ilişkidir. Grupta yaşanan bir çatışma ise bir tarafın diğerini yok etmesi veya

aralarında uzlaşı ile son bulur.

Ralf Dahrendorf: Savaş sonrası dönemde çatışma kuramı yeniden gözden geçirilir. Bu

noktada Dahrendorf, Marksizme dayalı yeni bir çatışma kuramı geliştirir. Genel haliyle

Dahrendorf’ta Marksizmin genel bir tekrarı yapılır, belli başlı düşüncelerini kabul eder. Bu

kabul ettiği düşüncelerden biri de çatışmanın sosyal yapılar için gerekli olduğu fikridir.

Dahrendorf, her tür çatışmada bir tarafın saldırı diğer tarafın savunma yaptığını belirtir.

Ancak, Marks’ın aksine, her toplumda sınıf çatışmasının baskın olduğu fikrine ve bu

çatışmanın önlenemez şekilde bir devrimle sonuçlanacağına katılmaz. Ona göre, sosyal yapı,

çatışma ürünüdür. Dahrendolf’a göre, hakimiyet, otorite sahipliği demektir, itaat ise otoriteye

bağlı olma halidir. Bu süreçte ise bireylerin gizil çıkarları bulunur. Dolayısıyla grup çatışması

çıkar grupları arasında yaşanan düşmanlıktan ibarettir.

Marksist Sosyoloji Mümkün Müdür?

1880 ve1890’larda yaşanan bir takım gelişmeler ki bunların arasında Marksizmin bir doktrin

olarak gelişmesi ve Alman Sosyal Demokrat Parti’sinin Marksizmin kuramlarını resmi

ideoloji olarak görmesi Marksist teorileri ön plana taşıdı. Yenileştirme hareketleri baş

gösterdi. Lenin, Marksizmi etkili bir ideoloji olarak yenilemeye çalışır. Martindale’e göre

Marksizmi modern sosyoloji geleneklerine karşı bir alternatif olarak görenler kendilerini er ya

da geç farklı yollara ayrılan bir kavşakta bulurlar; bir yön saf ideolojiye doğru giderken, diğer

yön ise ideolojik unsurların temizlendiği bilime doğru giden yoldur. Yazara göre, sosyolojide

Marks’tan etkilenmiş problemler olmasına rağmen, Marksist sosyoloji olmaz.

222

“ÇATIŞMA TEORİLERİ” ANAHATLARI

Toplumların önemli bir bileşeni çatışmadır.

Sosyolojik teorinin ilk ekolü pozitivist organizmacılık çatışmayı görmezden gelerek

gerçekçiliğini ve bilimselliğini zedeler.

Sosyolojinin ilk dönemlerindeki bilimsellik ve muhafazakarlık bir gereklilik olarak

kendini sürdürmekte; çatışma teorileri bu ihtiyacı karşılamaktadır.

Çatışma teorileri organizmacılıktan daha pozitivisttir.

Çatışma teorileri Antik Yunan’da atomistler ve Sofistlere, Roma’da Polybius’a, Arap

toplumlarında İbn-i Haldun’a, Rönesans’ta Machiavelli, Bodin’e ve oradan da

Hobbes’a uzanan kökenlere sahiptir.

Çatışma teorisinin akılcılıktan çıkarak ampirik bir temel kazanması Hume ile

olmuştur.

Hume’un çağdaşı Ferguson, çatışmaya olumlu anlam yükleyen ilk çatışma kuramcısı

olmuş; açtığı yoldan Turgot da gelmiştir.

Çatışma kuramları 18. yüzyılda ekonomi alanında kendisini göstermiştir.

Adam Smith, Malthus ekonomik alanda çatışmaya olumlu bakarak hayatta kalma

mücadelesinde çatışmanın üretkenliği, yeterliliği artırdığını savunmuştur.

19. yüzyılın başında çatışma teorileri önemli bir desteği de biyoloji alanından görmüş;

Darwin’in evrim teorisi bu açıdan yeni bir alan açmıştır.

Biyoloji alanından gelen bu eğilim en iyinin doğal seçilimi ilkesini insan toplumuna

uyarlamaya çalışmıştır.

19. yüzyılda çatışma kuramları Marksizm ve Sosyal Darwincilik ile farklı bir görüngü

kazanmıştır.

Bilim, gerçeği anlamak ve açıklamak amaçlı iken ideoloji toplumsal kurumların

savunulması ya da sosyal hareketlerin geliştirilmesi odaklı fikirler bütünüdür.

Çatışma kuramları açısından sosyolojik teorilerle ideolojiler arasında ayrım yapılması

gerekliliğinden yola çıkan Martindale açısından Marksizm ve Sosyal Darwincilik

çatışma ideolojisidir.

223

Marksizm, tarihi sınıf çatışması temelinde kavrar. Gelişmenin motoru sınıf

çatışmasıdır.

Sosyal Darwincilik ise ırklar temelli –üstün, geri- bir çatışma temelinde toplumu

algılar. Temsilcileri geri ırkların elimine edilmesini savunmaya kadar gidebilmektedir.

İdeoloji kapsamına girmeyen sosyolojik çatışma teorileri de bulunmaktadır. Bagehot,

Gumplowicz, Ratzenhofer, Sumner, Small, Oppenheimer, Vold ve Dahrendorf bu

ekolün temsilcileridir.

Sosyolojik çatışma teorilerinin çatışma ideolojilerinden farkı gerçeği anlamaya

odaklanması, bu gerçekliği değiştirme merkezli bir amacı önüne koymamasıdır.

Martindale, Marksist bir sosyoloji olmayacağını, Marksizm esinli konuların

sosyolojide incelenebileceğini savunur.

Martindale, Marksist bir sosyoloji olmamasını ideolojinin gerekleri ile bilimin

gerekleri arasındaki gerilime dayanarak açıklar.

224

III. BÖLÜM: BİLİMSEL ELEMENTARİZM

Sosyolojik teorinin ilk okulları, 19. yüzyılda kolektivizm ve muhafazakârlık dalgalarının

kenarına uzanmış, savunucuları ise kendilerini muhafazakâr olarak görmekten ziyade,

toplumu güçlendirmeye yönelen ileri düşünürler olarak tanımlamışlardır. Comte, Fransız

Devrimi ile gelişen Aydınlanma’nın insan gelişiminde metafiziksel bir aşamaya tekabül

ettiğini ancak, diğer düşünürlerle birlikte, genel olarak devrimin itici olduğu fikrini ortaya

atmıştır. Buna karşın çatışma kuramcıları ise güç, savaş, devrim ve şiddet gibi unsurların

oynadıkları rolü tanımlamada organizmacı meslektaşlarına nazaran daha gerçekçidirler.

Martindale, böylesi bir girişe destekleyici bilgiyi sosyoloji üzerinden vermeyi uygun görür;

buna göre, sosyoloji bireylerden ziyade grupların, toplulukların, sınıfların, toplumların ve

insanlığın çalışılması olarak tanımlanmıştır. Büyük ölçüde, orta sınıfın derin düşüncelerinin

ürünü olan sosyoloji, ulus-devletin gerekliliklerine yönelir. Sosyoloji teorisinin ilk ekolü

olarak pozitivist organizmacılığın Fransa, İngiltere ve ABD’de başı çektiğini belirten yazar,

gücü elinde bulunduramayan orta sınıfa sahip bölgeler olarak Almanya ve Doğu Avrupa

ülkelerinde ise bu niteliklerinden dolayı çatışma teorisinin oluşmaya başladığını anlatır.

17. ve 18. yüzyıl düşünürleri, çağın da gereksinimleri doğrultusunda toplumun eleştirisine

yönelen ve bilimi çağdaş insanlığın bir özelliği olarak gören rasyonalist düşünürler, tam

anlamıyla bireycidirler ve bunlar organik olandan çok mekanik olan toplum anlayışını

benimserler. Sosyolojide bir yanda bireyciler ve kolektivistler bir yanda da nominalistler ve

realistler ayrımı da görülür. 19. yüzyılın son çeyreğinde ise sosyolojide realist ve kolektif bir

bakış açısı hakimdir. Düşünürler, 18. yüzyılın geleneklerini yenileyerek problemlere

elementarist bir bakış açısından yaklaşmayı dener. Böylece bireyci ve elementarist sosyoloji

yavaş yavaş önem kazanmaya başlar. Yeni-Kantçılık da tüm bu alanlarda etkili olmaya başlar,

form ve içerik arasındaki ayrıma dayalı yeni analizler ortaya çıkar. Batı düşüncesinde

elementarist akım dört hareket üzerinden anlaşılır. Bu hareketler; Yeni-Kantçı

biçimcilik(formalizm), çoğulcu davranışçılık, sosyal-eylem teorisi ve sembolik

etkileşimcilik’tir.

225

XI. Sosyolojik Biçimciliğin Felsefi Temelleri

Martindale, organizmacı pozitivizm ve çatışma kuramının sosyolojinin iki eski ekol olduğunu

ve bu iki ekolün, toplumun analizinde yeni bir bütünleşme, yeni bir vurgu ve yön

getirdiklerini belirtir. Ona göre, her iki ekol, bilimsel çalışmanın bilinen alanı olarak

sosyolojiyi oluşturmuş; William Sumner ve Albion Small gibi temsilciler ise Kuzey

Amerika’da sosyoloji derslerinin verilmesinde görev almıştır.

Sosyolojinin profesyonelleşmesi ve kurumsallaşma sürecine geçişte bu erken okulların katkısı

büyüktür. Sosyoloji bölümlerinin kolej ve üniversite düzeyinde kurulması sağlanır,

profesyonel dergiler basılır. American Journal of Sociology isimli dergide Small, L’Annee

Sociologique’de ise Durkheim etkin rol oynar. Alanın profesyonelleşmesinde ve

kurumsallaşmasında bununla da yetinilmez; araç-gereçler öğretme amacına uygun şekilde

yapılandırılır; bilginler sosyoloji için daha sistematik şekilde eğitilir, dergiler sosyoloji

düşüncesinin ifadesi için platform niteliğinde hizmete geçer.

Felsefi Rasyonalizmin Eski Formları

Sosyolojik biçimcilik, Batı felsefi rasyonalizmin bazı yönlerinden esinlenerek gelişim

gösterir. Groethuysen, eylem yönelimi ve açıklaması olarak rasyonalizmin ikili özelliğine

dikkat çeker. Rasyonalizm, evreni bütünü ile düşünce bağlamında yorumlamayı amaçlayan

veya mantık ilkeleri yardımıyla uyumlu olarak bireysel ve sosyal yaşamı düzenlemeyi amaç

edinen çeşitli teorik ve pratik eğilimlere uygulanan kapsamlı bir ifadedir. Felsefede

rasyonalizm, mantık ile analiz edilebilir tutarlı bir bütün oluşturan dünya algısına delalet eder;

bilimde, mantıksal ve matematiksel evren kavramını destekler. Rasyonalizmin verili her

biçimi, akıl ve irrasyonal olanla ilişkilidir ancak farklı rasyonalizm formları bulunmaktadır.

Yunan teorik rasyonalizm biçimleri Romalılara pek hitap etmez. Onlar için ilginç olan Stoacı

etiğin ve rasyonalizmin kaynaşmasıdır. Martindale, bu bilgiye istinaden Stoacılığa değinerek;

Stoacılık ise Platon’un dualizmine karşı gelmiş, Heraklitos’un ve atomistlerin monistik

materyalizmini tercih etmiştir. Stoacılık doktrinleri ise Romalılara geçer. Romalılar için

mantık yaşamın kontrol edilebilirliğinde önemli bir araca denk düşer. Ancak Ortaçağ

döneminde bu düşünce pek kabul gören bir niteliğe sahip olamaz.

Modern Rasyonalizm: Rönesansla beraber, kader yeniden açığa çıkar. Bireyler, kendi

hallerine terk edilir. Bu nedenle onlar, hayatın karmaşasından uzaklaşma adına kendi bireysel

226

iradelerinin gelişiminde emniyet ararlar. Bu dönemde bilgi problemi yeniden yapılandırılır;

eski dünya biçimleri, düşünceler ve türlerin hayaliyle yönetilir, yeni dünya ise yasalar ve

fonksiyonlarla ilgilenir. Böylece 17. yüzyılın bilimsel rasyonalizminin temelleri atılır, ideali

Galileo tarafından şekillenir. Bu ise Leibnitz, Spinoza ve Descartes’in felsefi sistemlerinin

merkezinde yer alır.

17. ve 18. yüzyıl rasyonellikleri arasında temel fark, birey etkinliğindeki mantığın yer

değiştirmesi ile zihinsel ve fiziksel birleşimin tek bir birimde birleşmesinin

ilişkilendirilmesinde görülür. Önceleri mantık yukarıdan dayatılan bir güç iken, daha sonraki

dönemde her bireyin eğitim ve aydınlanma ile geliştirilen rasyonel yeteneklerindeki büyüyen

güven duygusu ortaya çıkar. Genel olarak 18. yüzyıla bakıldığında bu yüzyıl üç alanda

bütünleşme önerir: birey ve grup arasında, bireyin zihinsel ve fiziksel alanı arasında ve son

olarak bireyin metodolojisindeki ampirik ve mantıksal olan arasında.

Descartes’in amacı, tüm insanoğlunda bulunan iyi niyet ile sunulan doğrulara varmaktır.

Descartes, sezgiler ile başlayıp, çıkarımlar ile çalışmayı ister. Kendisi, ampirizm veya

rasyonalizmin diğer biçimleri için başlangıç noktası halini alır. Martindale, ampirist olarak

bilinen filozoflar (Locke, Berkeley ve Hume) ile rasyonalist olarak bilinenlerin (Descartes,

Spinoza ve Leibnitz) birbirine benzediklerini belirtir. Ona göre, her iki grup da mantıksal ve

deneysel bilgi arasındaki farkı algılayıp, bilginin bu türdeki biçimini harmanlayabileceklerine

inanmışlardır.

Descartes ve Locke, birinci ve ikinci özelliklerin ayrımı düşüncesinde hem fikirdir. Descartes,

bazı duyu bilgi türlerinin gerçeklik hakkında gerçek bilgi içerdiği fikrindedir. Duyu

özellikleri, birinci ve ikinci diye ikiye ayrılır. Ona göre, duyular, koku veya renk hakkında

insanları kandırabilir ancak ağırlık ve içerik olarak doğrudurlar.

Kant’ın Rasyonalizmi

Kant, ampirik ve mantıksal bilginin birlikteliği düşüncesine sahiptir. Kant, ayrıştırma serisi

aracılığıyla bilimi, Hume’un şüpheciliğinden korunmayı önerir. Bu ayrıştırma serisinden ilki

ise sentetik ve analitik ifadelerden oluşur. Sentetik ifade, dünya hakkında bilgi birikimine

yenisini ekleyen bir düşünce, ayrıca ampirik bir bilgi türüdür; analitik ifade ise gerçeklik

araştırmasını gerektirmez, önceden yapılmış bilgilerden çıkarsanabilir. Hume’da, bilimin

nedensel bilgisi sentetik olup, durum salt a posteriori(önsel) olarak sunulur.

Kant’ta ikinci bir ayrım ise bilginin objesi noktasında ortaya çıkar. Bilindiği üzere,

deneyimlerimiz vardır ve bunlar gerçek hayata atıf yapar. Deneyimlenen bir dünya Kant’ın

227

tabiriyle fenomen, onun içindeki de numen’dir. Kant’a göre, fenomenin bilgisi iki türe ayrılır:

form ve içerik. Formlar, Kant’ın aradığı sentetik a priori’dir. Form ve içerik algının

formlarıdır. Kant’a göre, formun üç grubu vardır: algı formu, anlama formu ve mantık

düşüncesi.

Kant, rasyonalist ve ampirik geleneği birbirine bağdaştırmaya çalışmasından dolayı modern

düşüncenin merkezinde yer alır. Modern dünyaya özgü yeni bir gelişim ise Yeni-Kantçılık

ifadesiyle örneklendirilebilir.

Yeni Kantçılık

Friedrich Albert Lange (1828-1875): Yeni-Kantçı akımın kurucusu olarak, sosyal reformcu

ve materyalizmin önde gelen tarihçisidir. Materyalizmi, fiziksel dünyanın kapsamlı

açıklaması olarak görür. Lange’in çalışması, Kant’ın fiziksel ve ruhsal alanlar ayrımı ile

başlar. Düşünüre göre, şiir, ruh ve fiziksel gerçek aracılığıyla üretilen determinizmi ve

kuşkuculuğu uzlaşmasını sağlar. Lange’in yanında Otto Liebmann ve Alois Riehl de Yeni-

Kantçı ekolün gelişiminde yer alan öğrencilerden ikisidir. Liebmann, zaman ve mekan

arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışır. Ona göre, Kant’ın dualizmi bilgi alanında bir yer edinmiş

durumdadır. Riehl, onu varlık içine yerleştirir ve gerçek dışı düşünceden bilince doğru bir

geçişe yoğunlaşır. Cohen, bilinci referansın ya da gerçekliğin merkezi olarak almaz, aksine

bilinç, yansımanın en saf şekli olarak öğretilir. Doğanın matematiksel bilimi, düşüncenin

bağımsız ürününe örnektir. Düşünce Cohen’e göre, bağımsız bir ürün ve kendi içerisinde bir

gerçekliktir.

Yeni-Kantçı değer felsefesi, bilincin öznelliği ile başlar ve değer kavramı aracılığıyla bilimin

nesnelliğini kurar. Bu ise Windelband ve Rickert’e ait teorilerin esas özelliklerindendir.

Windelbald, mantık, etik ve estetiği birleştirmek üzere değerler teorisini kullanmaya

çalışmıştır. Çalışmalarında temel dualizm, ideal standart ile ampirik varlık arasında görülür.

Rickert, varlığın bilinçli içeriği olarak bulunmasının dışında var olmadığını savunan doğrudan

tecrübe doktrinini kabul eder. Bilinçte içkinlik, temsili olarak doğrudan gerçekliktir. Ancak

bilginin objektifliği formal mantıktan elde edilemez. Rickert, ayrıca aşkınlığa değinerek,

“aşkınlık, bilincin bir içeriği değildir; varlık değildir, O, olması gerekendir” der. Yeni-

Kantçılığın son şekli, tarihin Yeni-Kantçı algılayışında açığa çıkar. Buradaki dualizm ise

ruhsal bir süreç olarak tarih ve bilim arasında görülür.

19. yüzyılın en ilginç olgusu, Kant’ın ötesinde bir akım olsa da Kant’a dönüşüm yaşanıyor

oluşudur. Kant’ın ötesine geçişin nedenleri açıktır; olgusal ve nominal dünya arasındaki

228

ayrım, bilimi, insanoğlunun etik ve dinsel yaşamını kurtarmak amacı ile, Kant tarafından

kullanılmıştır. Bu yüzyılın başında ise Kant tarafından oluşturulan bu düşüncede yeni bir yöne

gidilir. Burada organik idealizm söz konusu olup Johann Gottlieb Fichte’den hareketle

Comte’a doğru gider. Fichte’e göre, bireyin ahlaki kişiliği, olgusal şeyler ile belirlenmeyen

“amaçların krallığı”na ait olan nominal bir gerçekliktir. Benzer fikirlere sahip biri daha vardır,

Friedrich Schelling (1775-1854), bireyin ve insanoğlunun özünün, insan ruhunda yerleşik ve

iki katmanı olduğunu vurgular.

19. ile 20. yüzyılda, sosyal bilimlerde büyük bir hareketlilik yaşanır. Sosyolojinin tek başına,

yeni bir alan olarak (organizmacılık ve pozitivizm) ortaya çıkabildiğine dair fikirler

dillendirilir. Bu alanlardaki gerginlik, sosyolojideki gelişime dair motive edici bir güce

bürünür. Comte’un dünyayı ya yönetme ya da kaosa itme, Durkheim’in kolektif temsilleri,

Tarde’nin düşünceler ve inançları, Cooley’in bir başka insan hayali, Thomas’ın insanların

birbirleri üzerinde kurdukları hayalleri ve Gidding’in türün bilinci gibi konular sosyolojiye

yerleşmeye başlar. Çatışma ise, sosyolojik tartışmaya aklı başa getirici bir realizmi getirir.

Yeni-Kantçılık ise 19. yüzyıl düşüncesindeki genel eğilimlerin yeniden ele alınmasını temsil

eder ve kendi-tetkikinin en doğrudan aracını sunar.

229

XII. Sosyolojik Biçimciliğinin Yeni-Kantçı Dalı

Bir dönem sosyoloji, ideolojik muhafazakârlığın etkisine karşı tepki oluşturacak bağımsız bir

bilim dalı olarak öngörülüp kuruldu. Muhafazakârlık ise yeniden ortaya çıkmaya başladı.

Buna ilaveten çatışma teorileri ise insanları birer koyun olarak göstermeye yöneldi. Dahası

toplumun temel özellikleri istikrar, düzen, dayanışma gibi muhafazakârlığa ait değerler

içerisinde şekillendi. Liberal toplum teorileri ise gruptan ziyade bireyi vurgulamayı seçti,

dayanışmadan çok fırsatı ön plana taşıdı. Bu noktada Kant’ın sloganı halini alan “istikrar

değil özgürlük” ifadesi de önemli bir argüman olarak eklenebilir.

Rudolf Stammler(1856-1938): Eleştiri yöntemi, Kant’ın prosedürlerine göre şekillenmiş

olup, çalışmalarında kuramsal hukuk sistemini, insanın hedeflerine ulaşmada kullandığı

araçları formüle eden kurallar bütünü olarak tanımlar. Düşünür, yasa ve adalet kavramları

arasında bir fark ortaya koyar. Ona göre, düzenin bilinçli olarak uygulandığı iki yol vardır:

Algı ve irade. Algı, kategoriler bağlamında, anlam izlenimleriyle objeleri bir düzen içinde

biçimlendirirken; irade, materyalleri gelecekte başarılması hedeflenen amaçlar doğrultusunda

düzenler.

Stammler’e göre, doğru irade iki şekilde mümkündür. Birincisi araçlar belirli amaçların

başarılmasında önemli bir yere sahiptir; bir diğeri ise evrensel geçerlilik isteği ile adalet

fikrinin ortaya konmasıdır. Adalet, tüm mücadele ve çabaların uyum içinde olmasıyla

mümkündür. Düşünüre göre, bir kural ancak belirli testleri geçerse adil, doğru veya doğal bir

kanun halini alır. Stammler, toplumun gerçek birimlerine değinerek, bu birimlerin bireyler

olduğunu vurgular. Dolayısıyla Martindale’in üzerinde durduğu gibi, Comte’tan farklı bir

noktaya eğilir. Bu bilgiye paralel olarak da toplum bireyler için vardır, onlar toplum için

değil.

Martindale, çatışma teorileri arasında benzerlik ve karşıtlıkların olduğunu ifade eder.

Dolayısıyla bunlar gibi Stammler’in de ahlak ve kanunlar arasındaki karşıtlıklara önem

verdiğini yazar.

Georg Simmel (1858-1918): Mekanik atomist ile organik teoriler, 18. yüzyıl ile 19. yüzyılın

iki büyük toplum teorisidir. Birinci teoride bireyler bağımsız ve kendi kendine yeten birimler

olarak görülürken, toplum bireylerin mekanik birleşimidir. Organizmacı teori ise toplumu

bireyden tamamen farklı ve zıt bir kavram olarak tanıtmaktadır. Bu görüş, Martindale’in

açıklamasına göre, Rousseau tarafından daha önce öne sürülmüş, sistematik olarak da Hegel

230

ve Fichte tarafından geliştirilmiş, 19.yüzyılda ise Lorenz von Stein tarafından sosyolojiye

aktarılmıştır.

Simmel, bağlantı ve işlev kavramlarını göz önünde bulundurarak toplumun doğasına yönelik

problemine yeni bir yaklaşım getirmiştir. Bu yaklaşım, liberaller tarafından eleştiriyle

karşılansa da ona göre toplum, kişilerin aralarındaki dinamik ilişkilerden ve bireysel zihinler

arasındaki etkileşimlerden meydana gelmiş bir işlevdir. Simmel, topluma dair

açıklamalarında, “bir süreç” dediği noktaya değinerek, sadece karşılıklı etkileşimler sonucu

birlik sağlayabilen bireyler arasında ilişki ve eylemlerin gerçekleşebileceğini vurgular. Tam

da bu noktada Simmel, Kant’ın rasyonalizm ile deneyciliğin epistemolojik gereksinimlerini

bağdaştırmayı uygun bulması gibi, organizmacı ve mekanizmacı sosyal teori gereksinimlerini

uzlaştırmaya yönelir.

Celestin Bougle (1870-1940): Sosyolojinin doğası isimli çalışmasında, bizleri küçük bir köyü

hayal etmeye davet eder. Onları tanımak için “bir sosyolog ne bilmeyi ister” şeklinde bir soru

sorar. Simmel gibi, Bougle de sosyolojiyi sosyal formun çalışılması olarak tanımlar.

Bougle, tarihsel görevi ve sosyolojinin tarih felsefesine döndürülmesi amacını reddeder.

Sosyoloji bilim haline gelirken, sadece formların sonuçları ile değil onların nedenleriyle de

ilgili olmalıdır. Sosyoloji bilim olmayı arzular ve bir bilim olarak tarihsel fenomenleri inceler.

Bougle, kast sistemine yönelik bir çalışma kaleme alır. Bougle, Simmel gibi, temel formlarda

sosyolojik bilginin bütünün var etmede yeteneklidir.

Edward Allsworth Ross (1866-1951): Sosyal formların teorisine yönelik herhangi bir katkı

yapmamakla birlikte, Ross, sosyolojik bilginin sistematik sunumu için kullanılan formlar

meselesini bir araç olarak kavrar. Ross, Simmel’in görüşlerini Amerikan toplumuna yaptığı

tercümeler üzerinden tanıtır. Ona göre, sosyal nüfus ve sosyal güçler, toplumun

hammaddelerini temsil eder. Örnek olarak, güdü, ırk ve coğrafi şartlar. Çalışmanın sosyolojik

odaklanışı sosyal süreçlere doğrudur. Sosyal süreçlerin temelleri dört başlık altında ele alınır:

birliktelik, baskı, sömürü ve muhalefet. Simmel gibi Ross da formları çeşitli bağlamlarda

inceler. Baskı örnek olarak ebeveynin çocuk üzerindeki etkisinde görülür veya genç üzerinde

yaşlının, kadın üzerinde kocanın, işçi üzerinde işverenin gibi. Sömürü ise ebeveyn ile

çocukların ilişkilerinde, kadınla erkeğin, zenginle fakirin vs. arasında görülür. Buna ek olarak

bu dört genel sürece ilaveten 32 süreç daha tartışılmaktadır.

Robert E. Park (1864-1944) ve Ernest W. Burgess (1886-1966): Yeni-Kantçı Winderland

ve Simmel’in etkisinde kalırlar. Özellikle James ve Dewey ile Albion Small’la özdeşleşen

231

gelenekçi sosyoloji tarafından etkilenirler. Her iki düşünüre göre, sosyoloji, köklerini tarihten

alır. Tarih, bütün sosyal bilimlerin ana bilimidir. Simmel, toplumu etkileşim olarak tanımlar.

Düşünürlere göre, toplumda birey ve kolektif diye iki unsur vardır. Onlar, nominalist ve

realist sosyoloji arasındaki farkın kabulüne inanırlar, sosyolojinin gelişimini üç döneme

ayırırlar: Comte ve Spencer dönemi, “okullar” dönemi ile araştırma ve inceleme dönemi. Her

ikisi Simmel ve Small gibi sosyolojinin referans nesnesinin yapı olarak toplumda değil, sosyal

gruplarda bulunacağını tartışırlar. Sosyal süreçler grup hayatının içindeki bütün değişimlerin

genel bir adı olarak alınır. Sosyal süreçler için iki yaklaşım geliştirilir: sosyal süreçlerin

katılım derecelerine göre incelenmesi ve çatışma ile işbirliği derecesine göre düzenlemenin

yapılması. Sosyal süreçler dörde ayrılır: rekabet, çatışma, uzlaşma ve asimilasyon. Sonuç

olarak iki düşünür, sosyal formlara ilişkin teoriye yeni bir şey getirmemekle birlikte, erken

Amerikan döneminde sosyolojik bilginin sistematize edilmesinde büyük katkı sağlarlar.

Leopold von Wiese (1876-1969): Wiese’nin sosyolojisinin yeniden inşasında Simmel

önemlidir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman sosyolojisinin yeniden canlandırılmasında

etkilidir. Ona göre, “Sosyoloji, kurallar, araçlar ve amaçlara aracılık etmeden insanlar arası

ilişkilerle mücadele etmeli, farklı soyutlama türleriyle ilişkili olmalıdır.” Buna ek olarak

insanlar arası ilişkinin bilimi olarak sosyolojiyi ikiye ayırır: Hareket örüntüsünün sistematiği

ve sosyal yapı. Simmel’den farklı olarak Wiese’de güçlü bir pozitivizm vardır. Wiese’e göre,

her sosyal süreç, birey davranışın (A) ve durumunun (S) sonucudur. Ona göre, Sociative üçe

ayrılır: ilişkili, ilişkisiz ve karışık. Sosyal yapı da üç temel kategoriye ayrılır: kalabalık, grup

ve soyut kolektifler. İlişkili ve ilişkisiz alt süreçlere ayrılır ve bunlar tekil süreçlere dönenler

sosyal hareketi somutlaştırır.

Hans Kelsen: Modern Yeni-Kantçı hukuk ilminin ilk temsilcisidir. Kant’ın teorisine dair bazı

özelliklerini eleştirse de Kantçı bir yönteme sahiptir. Ona göre, hukuk, zihinsel müdahalenin

ürünüdür ancak doğanın dünyasına ait değildir. Yasal sistemin doğuşu, “hipotetik anayasa”

içinde mümkün olur.

Kelsen’in Kant’a olan itirazı, aşkın metodu, klasik doğal-hukuk doktrinin mükemmel

açıklaması içinde ahlakın metafiziğini yapmak için bırakmasıdır. Kelsen’in düşüncesine göre,

doğal hukuk, geçerli kurallarla birlikte doğal düzenin varsayımını dayanır, çünkü onlar insan

egemenliğiyle yapılmazlar, onlar daha çok Tanrı’nın, doğanın ve aklın ürünleridir. Kant ve

Kelsen’in her ikisi de bireyin gruba kesin itaatine direnmişlerdir. Bireylerin özgürlüğü

sınırlıdır ve bu yapı gruplar tarafından oluşur.

232

Kelsen, Toplum ve Doğa isimli çalışmasında, dualizmi toplum ve doğa arasında ve normatif

düzen ile yeni bir hal içinde nedensel kurallar arasında, insanın doğa ve toplum kavramlarının

gelişimini hesaplamak için kullanır. Ona göre, ilkel toplumlarda rasyonellikten ziyade

duygular ve hisler insan üzerinde baskındır. Dolayısıyla ilkel bireyin doğa kavramı, duygular

tarafından şekillendirilir.

Carl Gustov Jung (1875-1961): Çocukluk çağında bilime (biyoloji, hayvan bilimi,

paleontoloji ve tıp) ve dine (occultism, mistisizm, mitoloji ve geleneksel din) ilgisi başlar.

Bilinçsizlik içindeki düşünce grubu için kompleks kavramını geliştirir. Freud’la etkileşime

geçer. Freud, analitik psikolojiyi geliştirir. Jung, Kuzey ve Batı Afrika’daki ve güneybatı

Amerika’daki ilkel insanlar üzerine, ayrıca Asya kültürleri, Budizm, Konfüçyanizm ve

Hinduizm üzerine çalışır.

Jung, bilinçsizliğin kavramında bireysel ve kolektif yön arasında ayrım koyar. O’nun

yaratıldığı dünyanın şekli sanal bir şekil olarak doğuştan vardır. Ebeveyn, eş, çocuk gibi

doğum ve ölüm, psişik eğilim gibi, sanal bir şekil gibi o’nda yaratılmıştır.

Alexander Goldenweiser (1880-1940): Goldenweiser, 18.yüzyıl rasyonalisti ya da Rönesans

hümanistinin en iyi özelliklerine sahipti. Goldenweiser, hümanist ve rasyonel bireyselci idi.

İnsanı kurumların zihinsel ve fiziksel olsun, her yerde aynı olduğunu ve insanoğlunun az veya

çok benzer olan bir çevreyle karşılaştığı rasyonalizm ve hümanizmin varsayımları üzerinden

tartışır. Düşünür, yayılma teorisini, zihinler ve bedenlerle oluşturulmuş benzer şekilde

alternatif olanaklarla karşılamaktadır ve insanoğlunun uyum sağlayabilir yapısına ve

yaratıcılığına vurgu yapar. Düşünüre göre, kültür, kendini farklı durumlarda bulan bireylerin

yaratımıdır. Goldenweiser’e göre, totemizm olarak nitelenen hiçbir tekil varlık yoktur, ancak

sadece üst üste binen kısmen benzer olgular yığını olabilir.

Levi-Strauss (1908-2009), hukuk ve felsefe eğitimi alır, sosyoloji profesörüdür. Teorik

yaklaşımını yapısalcılık olarak tanımlar. Sadece idrak değil deneyimi teorize eder. Temel

deneyim, nesnelerin fiziksel özellikleri ile birlikte sosyal ilişkileri ve amaçlarını içeren

idraklerini da kapsar. İkinci büyük yapısalcı biçim, eşzamanlı ve yapısal dilci olarak bilinen

Saussure’de görülür. Saussure, dilin eşzamanlı çalışması, dilin tarihi çalışmasıyla karşıttır.

Marcel Mauss, The Gift isimli çalışmasında, hediye alışverişinin sonsuz çeşitlilikte bütün

toplumlar boyunca meydana geldiğini belirtir. Her ne kadar teoride hediyenin önyargısız ve

kendiliğinden gerçekleştiği düşünülse de gerçekte hediyeler yükümlülük getirir.

233

Levi-Strauss’un görüşünde, bütün akrabalık kurumları, gruplar arasında değişim döngüsünde

kurulan üç temel yapı temelinde(bilateral, patrilineal ve matrili) aileler arasında uyumu

geliştiren yöntemlerdir. Düşünür, antropolojik metodun Kantçı karakterini vurgular. Levi-

Strauss, Jung’u reddetmeye çalıştığı gözlenir, ancak Jung, model ve kolektif bilinçsizlikte

ısrarcıdır. Yabanıl zihin dünyayı bütüncül olarak varsayar, bilimsel zihin analitik.

Noam Chomsky (1928-…): Dilde yeni-Kantçı rasyonalist duruşu geliştirir. Yapısal dilbilim

modelleri konusunda etkileyici çalışmalar yapmıştır. Analizler, çeşitli cümle yapıları

arasındaki üretici ilişkilerle uyum sağlayabilmektedir. Yaptığı çalışmalarla yeni dil modeli

geliştirir. Dindeki Yansıma isimli çalışmasında Chomsky, geçişli-üretken dil bilgisinin

rasyonalist teorisini açıklar. Dil, zihnin derindeki ve önemli duygusunun aynasıdır. Her bir dil

bilgisi, dil teorisidir. “Evrensel gramer”i (UG) tanımlamamıza izin verin; UG, kuralların ve

yasaların sistemi olarak, tüm insan dillerinin özellikleri ve elementleridir. Dolayısıyla UG,

insan dilinin özü olarak tanımlanabilir.

Etnoloji ve Sosyobiyoloji

Anti-ampirizm günümüz yeni-Kantçılığın işaretidir veya kendilerini tanımladıkları gibi

yapısalcıdırlar. Varsayma ve sonuç çıkarma yeni-Kantçılığın temel araçlarıdır. Hayvan

davranışlarına ilişkin bilimsel çalışmaların kökeni Darwin’e ve diğer 19. yüzyıl biyologlarına

dayansa da Konrad Z. Lorenz’in modern etoloji çalışmalarına kadar gelişemez. Etolojinin

nesnesi hem ontogenetik hem de filogenetiki açıklamaktır. Etologlar doğal şartlar altındaki

türlerin davranışlarıyla ilgilidirler. Temel yöntemleri, türlerin etnogramıdır. Etologun temel

görevi, davranışın, genetik programlara ve öğrenim süreçlerine rağmen aslını öğrenmektir. 18.

yüzyılın ortalarına doğru içgüdünün olgunlaşması keşfedilmiştir. Etologlar tarafından

geliştirilen yöntemler arasında deneyimden mahrum etme gelir.

Sosyobiyoloji, özel veya sosyal davranışlar içinde öğrenilen gerçekler ve doğuştan gelen

üzerinden yoğun halde bulunan etolojinin özelleştirilmiş halidir. Klasik evrim kavramında,

türlerin gelişimi bireylerin hayatta kalma problemleridir. Bu noktada Van den Berghe şu

görüşü kabul eder, ona göre insanın sosyal kültürel davranışı, biogenetik ve çevresel

faktörlerin karşılıklı etkileşiminin ürünüdür. Yine ona göre, insanoğlu, aile ve din kurmaya

yönelik doğuştan gelen bir eğilime sahiptir ve politik sistem ile baskın hiyerarşi içinde

biyolojik eğilimlerini dönüştürür.

234

“YENİ-KANTÇI SOSYOLOJİK BİÇİMCİLİK” ANAHATLARI

Sosyolojik teorinin ilk okulları olan pozitivist organizmacılar ve çatışma kuramcıları

bütüncül bakış açısında ortaklaşıyordu.

Bu bakışa göre sosyolojinin konusu birey değil gruplar, topluluklar, sınıflar, toplumlar

ya da insanlıktı.

Sosyoloji, 19. yüzyılın son çeyreğinde bireyci ya da öğeci sosyolojinin yükselişine

tanıklık etti.

Elementarist sosyoloji okulunun temel eğilimi Kantçılığın yeniden diriltilmesiydi.

17. yüzyıl rasyonalizmi ile 18. yüzyılınki temel ayrım, aklın bireysel faaliyete yeniden

yerleştirilmesi ve zihinsel ile fizikselin tek bir öğede kaynaştırılmasıydı.

17. yüzyıldan 18. yüzyıla geçerken rasyonalizmin vurgusu genelden özele doğru

kaymış; metodolojik olarak da mantıksal ve ampirik olanın birleştirilmesi

gerçekleşmiştir.

Ampirik ve mantıksal bilginin nihai birliğini paylaşan önemli bir felsefeci Kant’tır.

Modern düşüncede Kant’ın merkezi yeri, iki temel gelenek olan rasyonalizm ve

ampirizm arasında bağlantı kurma çabasıyla büyük ölçüde ilgilidir.

Kant, bireysel özerklik ve özgürlük ile toplumun istikrar ve meşruluğu sorunlarını

uzlaştırmaya çalışmıştır.

Yeni-Kantçılık sadece felsefe alanında etki kazanmamış, 19. yüzyılın sonuna doğru ve

20. yüzyılın başında sosyal bilimlerde de temel hareketlerden biri olmuştur.

Liberal toplum teorisi vurgusunu gruptan çok bireye kaydırır.

Simmel, toplumun doğası konusunda sosyolojideki seleflerine göre farklı bir yaklaşım

geliştirmiştir.

Simmel’e göre toplum, bireyler arasındaki dinamik ilişkilerde ve bireylerin zihnindeki

karşılıklı etkileşimde ifade olan bir işlevdir.

Kelsen, çağdaş Yeni-Kantçı hukuk biliminin ilk temsilcisidir.

Kelsen’in duruşunun merkezi noktası onun doğa-yasası doktriniyle bağını koparmış

olmasıdır.

235

Doğa yasasını reddederek Kelsen, insanın özerkliği ve onurunu doğruladığını düşünür.

Kendilerini yapısalcı olarak niteleyen bazı Yeni-Kantçılarda anti-ampirizm kendini

göstermiştir.

Yapısalcı, Yeni-Kantçılara göre deneyimlerin ampirik incelemesiyle deneyimin

önkoşul ya da biçimine ulaşmak mümkün değildir.

Varsayma ve tümdengelim, Yeni-Kantçıların en çok kullandıkları yöntemler olmuştur.

236

XIII. Sosyal Davranışçılığın Kavramsal Temelleri

Genel olarak, Sosyal Davranışçılık, organik pozitivizm ve çatışma kuramlarının yapısal

tanımlarıyla biçimcilerin ilişkisel tanımlamalarına ters düşer. Herbert Mead’in geliştirdiği bu

kavram, sosyolojinin araştırma konusunun davranış olması gerektiğini vurgular. Okul olarak

düşünüldüğünde Sosyal Davranışçılık, hem daha önceki okulların yöntemsel zayıflıklarından

hem de biçimcilerin anti-ampirik eğilimlerinden kaçınmaya; sosyolojik çalışmaların ampirik

yöntemlerini kullanmaya çalıştı.

Formalizmin Problemi

Sosyolojideki terimlerin kesin ve sınırlandırılmış tanımlarının yapılmasını savunan bir

akımdır. Organizmacı pozitivizm genel bir sosyal bilim, biçimcilik ise özel bir bilim olduğunu

iddia eder. Organizmacı pozitivizme karşın biçimcilik analiz birimi olarak toplum yerine

öznel olarak belirlenmiş biçimlerin olduğunu iddia eder. Her ikisinin kıyaslamasında dikkati

çeker bir nokta daha vardır bu da organizmacı pozitivizm tutucu bir toplum fikri ile pozitivist

yöntemi birleştirmeye çalışırken, biçimcilik liberal toplum fikri ile pozitivist yöntemi

birleştirmeye yönelir. Dolayısıyla biçimciliğin pozitivizm karşıtlığı her zaman gizlenememiş;

bunun açığa çıkması biçimciliğin iç evrimi ve Yeni-Kantçı bir formdan fenomenolojik bir

forma geçiş olarak sayılmıştır. Biçimciliğin çözemediği belli başlı sorunlar vardır; bunlardan

birisi olan biçim ve içeriğin ayrılması yeterince doğru olmaz ve bir diğeri de sosyolojik

biçimcilik ampirik olmayan bir eğilime dönmeye yönelir.

Yeni-İdealizm

Sosyolojinin konusu meselesinin devam eden araştırmasında bazı olasılıklar saf dışı bırakılır.

Yapısal öğelerin kesin analizler sunmada belirsiz oldukları anlaşıldı; biyolojik öğeler, evrimci

görüşün değer yitirmesiyle çekiciliğini yitirir. Sosyolojik ideolojiler ise çelişkili tanımlarla iç

içe geçer.

İdealizmin bazı biçimleri bilim karşıtı bir hal almadan gelişir. Bu gelişimin başında ise

Herman Lotze vardır. Bautzen’de doğan Lotze, felsefe, tıp ile E.H.Weber, Volkmann ve

Fechner’le fizik alanında çalışmıştır. Lotze’a göre, doğal formlar, doğada her yerde

organizmalarda ortaya çıkar. Organik hayat, mekanikten daha üstün değildir ama mekanik

güçlerin işlediği belirli bir yoldur. Lotze, fizyoloji, kültür tarihi, kozmoloji ve din felsefesi ile

harmanlanmış bir psikoloji geliştirmeye çalıştı; ruhaniliğin insanlığın en üst bakış açısı

237

olduğunu belirtti. Lotze için, nedensel ilişki ve karşılıklı hareket bağlamı orijinal bir madde

fikrine veya “nihai ilke” ya da “nihai düşünce” olarak anılan en kapsamlı ilke fikrine yol açar.

Martindale, Lotze’un atomist olsa da farklı bir bakış açısına sahip olduğunu yazar. Yazara

göre Lotze, atomları materyal olarak düşünmemiştir, bunlar ayrıca en ilkel biçimlerdir. Lotze,

mekanik doğa anlayışına sahiptir, ona göre, doğanın mekanik bağlamı sadece elementlerin

ortak ilişkilerini açıklar, onların iç doğalarını değil. Elementlerin iç doğalarına ulaşmak için

bu elementlerin bireyin kendi iç doğalarıyla bir benzeşime bakarak değerlendirmesinin

yapılması gerekir. Lotze, iç doğa dediği içsel durumlara eğilir ve bunların da bir bütünlük

içinde olduğunu vurgular. Genel olarak Lotze, tinsel bir psikoloji geliştirmenin derdindedir.

Gustav Fechner: Bilim ile idealizmin bütünleşmesi sosyoloji de dahil olmak üzere bilimsel

psikoloji alanı için yeni bir yoldur. Bu yolda ilk çalışmalar Lotze’la atılsa da niceliksel

psikolojiye gerçek geçiş Fechner ile atılır. Fecher, fizik profesörüdür, ancak göz

hastalıklarıyla ilgilenmeye başlamasıyla ilgisi felsefeye kayar, profesörlüğü bırakır. Fecher,

zihin ve madde arasında niceliksel bir ilişkiden söz eder; bunun üzerine yaptığı çalışmalar

sonucu deneysel psikoloji veya psikofiziği geliştirir. Psikofiziğe yönelik bir tahayyülden söz

eder. Bu tahayyülde maddesel dünya olayların dışında, ruhani dünya ise olayların içindedir.

Fechner ve Lotze’un teorileri birbirine benzerdir. Buna göre, zihin fenomeni ve canlılık

tamamen mekanik dünyadan gelemeyeceğinden, mekanik ve mekanik olmayan dünya tür

açısından değil ama derece olarak farklılaşma eğilimindedir.

Eduard Von Hartmann: Hartmann, Scopenhauer ve Freud arası bir geçiş gibidir. Askeri bir

kariyere sahip olan Hartmann, müzik, resim ve felsefeye özel ilgi duydu. Lotze ve Fechner’in

bilimselliği temel alan düşüncelerine karşın, Hartmann (ki üçü aynı geleneğin düşünürleridir),

daha çok yeni-romantik akımın temsilciliğine yönelir. Ona göre, doğanın mekanik bağlamıyla

açıklanan sebepler, ruhsal ilkelerle ele alınmalıdır; dolayısıyla ona göre sadece bilimsel

açıklamalar yetersizdir. Hartmann, etik çalışmalarında kötümserlik geliştirir, Hegel’in

“mutlak fikir” ile Schopehnauer’in “irade”sini birleştirerek bu iki filozofun düşüncelerini

bağdaştırmaya yönelir.

Yeni Hegelcilik

Yeni-idealizmin bir şekli olsa da Hegel’e bağlanmasından dolayı bir ayrım yaşanır. İdealizm

ve bilimsel yöntemin birleşimiyle birlikte yeni-idealizmin modern şekli sosyal bilimlere katkı

sağlayacak düzeye ulaşır. Sosyal bilimlere olan ihtiyaç ise insanın bilinçdışı yaşamının çeşitli

felsefelere uydurulmasıyla açığa çıkmış olur; uğraşlar başlar. Yeni-Hegelcilerden sadece

238

Bradley, Royce ve Wundt değil, aynı zamanda Dilthey de sosyologları etkilemiştir. Buna bir

örnek verilecek olursa, Dilthey ve Wundt, Tönnies, Durkheim ve Simmel’i etkilemiştir. Buna

ek olarak Dilthey ve Wundt gibi yeni-Hegelciler, din, mit, etik ve dil gibi kültürel formların

çalışılmasını sağlamıştır.

Francis H. Bradley (1846-1924), önemli bir yeni-Hegelcidir. Ona göre, hakiki gerçeklik

ruhtur ve ruh, kişinin kendisiyle özdeşleşmiştir. Bradley’e göre, deneyim yalnızca bir gösteriş,

bir illüzyon dünyasıdır; sonlu nesnelerle ilgilidir. Sonlu olan ise sadece görünümdür. Bu

noktada Bradley, sonsuz ve fani, mutlak ve belirsiz arasında bir uzlaşının olamayacağını

vurgular. Kişiye uygulandığında ise hiç kimse kendini tamamlayamaz. Bireylerin kendilerini

aşma süreçleri ancak diğerlerine yol gösterirken tamamlanır. Bradley’e göre birey, geniş bir

bütünle bütünleşmesi durumunda ancak gerçek benliğe/geist’e ulaşabilir.

Josiah Royce: Amerika’nın belki de en önemli idealistidir. Yeni-Hegelci olmasına rağmen,

yüksek düzeyde bireyselleşmiş bir tutum geliştirir. Düşüncelerinde Kant, Hegel, romantiklerin

ve Schopenhauer’in etkisi görülür. Royce’nin temel problemi varoluşun doğasıdır. Varoluş

“diğer” bir şeydir ki sonlu fikirler onu arar, tamamen bilinen bir varoluşu arayan fikirler onları

tamamlayacak ve şüpheleri sona erdirecektir. Royce, deneyimin ideal özelliklerinin, belli bir

anlama sahip olduğunu düşünür; fikir oluşturmada ise içsel anlamlar üzerinde durur. Bu

noktada Royce ayrıca benliğe eğilerek, benliğin bilinçli bir yaşamda temsil edilen bir anlam

olduğunu; her birey için ise mutlak kendiliğin Tanrı olduğunu belirtir. Ona göre, insanlar

karşılıklı olarak zıtlaşan yaşam planlarına sahiptir ve bu bireyler başkalarının yaşam planını

tanıyarak kendi görev ve sorumluluklarını yerine getirirler. Royce, Hegel’in somut evren

fikrine karşın bütün’ün (bütün yaşamın) sadece bireyin gelişiminde ifade edilebildiğini

düşünür.

Wilhelm Wundt: Wundt’un belki de en büyük katkısı deneysel psikoloji ve halk psikolojisi

alanlarında görülür. Organik ilişkilere ve özellikle bütünlüğü yönelik vurgusu, pozitivizmden

yeni-Kantçılığa doğru bir geçişe hizmet eder. Wundt, psikolojiye bir disiplinden daha fazla bir

şey olarak bakar; sosyolojik düşüncesi psikolojik sistemi ile yakınlık gösterir. Wundt, doğal

ve psişik doğanın bir ayrıma sahip olduğunu, bu ayrımın temelinde ise açıklama farkının

yattığını belirtir. Buna göre, doğal olgular hipotetik olarak bir tabakada açıklanırken, psişik

olanlar deneyim yoluyla elde edilir. Dolayısıyla deneyimden öte hiçbir tabakanın bir anlamı

yoktur. Wundt’a göre, irade ya da arzu, psişik hayatın birleştirici yanıdır. Birleştirici yan,

kavramada görev alır. Wundt’a göre, sosyal formlar sabit olup, psikolojik motivasyonlar

değişir ayrıca kalıcı formlar yeni amaçlarda kullanılabilir. İnsanın doğaya yönelik tepkisine

239

değinen Wundt, bunlara “mitolojik idrak” olarak tanımlanan sezgisel tepki der. İnsanın içinde

yaşadığı topluma ve kültüre eğilen Wundt, kültürdeki üç öğeden söz eder; bu üç unsur dil, mit

ve görenektir. Wundt, tarihçilerin, dilcilerin, mitolojistlerin karmaşık bir bağlamda çalışmaları

gerektiğini vurgular; kültür tarihindeki kültürel alanlardan bahseder. Bu evreler sırasıyla

şöyledir; ilkel insanın periyodu, totemizm periyodu, tanrılar ve kahramanlar periyodu ve

insanlık periyodu.

Faydacılık/Pragmatizm

James, Dewey ve Ruggerio gibi düşünürler ortaya bir görüş atar: Faydacılık, mantıksal bir

karar olup, ampirizmin absürt bir halidir. James, Dewey ve Schiller birer faydacı olsalar da

aralarında vurgu farkları vardır. Dewey, bilimsel bir görüşe sahiptir, argümanları geniş ölçüde

bilimsel yöntemin uygulanmasından gelir. Russel ve James’e göre, faydacılık, insanları mutlu

ve erdemli yapma eğilimindeki bir doktrini savunmak için hazırlanmıştır. Faydacılık ise

kavram olarak Peirce tarafından belirtilmiş, bir objenin sadece pratik türdeki etkisinin

değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur. James de benzer bir fikri, çalışmasında ortaya kor:

“Sonuçlar yaşamımız için faydalıysa, hiçbir hipotezi reddedemeyiz. Eğer tanrı hipotezi

kavramın doyumunda tatmin edici şekilde işliyorsa doğrudur!” Ancak faydacılık

yandaşlarının kesinlik arz etmemelerine bağlı olarak Horace Kallen bu noktada fikirler

sisteminden ziyade zihin tutumunun önemsenmesi gerektiğini belirtir. Kallen aynı zamanda

faydacıların savunularına yönelerek, bunların doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzellik ve

çirkinlik arasındaki farkları, hayatta kalmak için gösterilen çabayı ve Darwinci bir eş zamanlı

değişim fikrini savunduklarını söyler.

Faydacılık, idealizmin bazı öncüllerini bilimsel yöntemle insan gelişiminin ruhsal ve biyolojik

bağlamıyla bağdaştırmaya yeltenmiş birçok girişimden biridir. Bu girişim özellikle James ve

Dewey’de görülür.

William James (1842-1910): Tıp eğitimi alan James, psikoloji ve biyolojide işlevsel bakış

açısı oluşturmaya girişir, daha sonraki dönemlerinde özgür iradeye yönelir. Özgür iradeye

yönelik çalışmalarında psikofizik ilkeleri kullanılır hale getirir. James’in düşüncesinin teorik

olarak en yüksek noktası, “bilinçlilik var mı?” sorusunda gizlidir. Burada James, özne-nesne

ilişkisinin temel unsur olduğunu inkar eder. James bilinçlilik diye bir şeyin olmadığını

savunur. Bilen, zihin veya ruh olarak düşünülür, nesne ise materyal veya öz veya diğer bir

zihindir. Dolayısıyla özne bilgi sahibi olmak istediği konu hakkında bir fikre sahip değildir.

Bilme konusuna eğilen James, bilmenin iki deneyim görüşü arasındaki ilişki olarak

tanımlanabileceğini, dolayısıyla saf deneyimin önemli olduğunu belirtir, nesne-özne ilişkisi

240

ise ona göre, ikincildir. Özet olarak, James için faydacılık bir noktada idealizm ile bilimin

bağdaştırılmasında bir aracıdır.

John Dewey: İdealizm ve bilimin bağdaştırılma uğraşları Dewey ile sürer. Başlangıç

noktasını Hegel’den alan Dewey, çatışma yaşamadan James’in etkisi altında Alman

idealizminden faydacılığa geçiş yapar. Dewey, bireyi bir gelişim süreci içinde ele alır; ona

göre, birey endüstriyel devrimle temsil edilen sosyal süreçten etkilenir. Aynı birey toplumda

yaşamak için vatandaş olarak çalışmalı, ilişkiler ve etkileşimler içerisinde büyümelidir. Bu

gelişim veya yapı içerisinde eğitime değinen Dewey, bireyin eğitim sayesinde kendi türleri ile

ilgili imajları ve olası gelişimlerin sınırlarını geliştirdiğini vurgular. Biyolojik Hegelcilik türü

Dewey’in görüşlerinde oldukça büyük bir yer kaplar. Ona göre, her şey denge onarım

işleviyle ölçülür.

Davranışçılık

Davranışçılık; faydacılığa paralel olan ve ondan etkilenen çağdaş düşüncede pozitivist ve

natüralist bir harekettir. John Watson davranışçılığı ilk formüle eden kişi olmakla birlikte

Pavlov’un bu konudaki çalışmaları daha uzun süreye yayılır.

Ivan Pavlov (1849-1936): Farmakoloji profesörü olan Pavlov, 60 yıldan fazla bir süre deney

yapmıştır. Pavlov, dikkatini reflekslere yöneltir ve bu yönelişle birlikte reflekslerin ölçülebilir

fiziksel uyaranlardan daha fazlası tarafından kontrol edildiği fikrine ulaşır. Pavlov,

öğrenmenin özü olarak koşullu refleksin oluşturulması davranışını, koşullu refleks

görünümlerinin sonunda ketlenme ve uyarılmanın karmaşık bir sistemi olduğunu varsaydı. Bu

çalışmalar dışında dil konusuna eğilen Pavlov, kelimelerin şartlı uyaran olmalarına rağmen

ikincil bir öneme sahip olduklarını vurgulamıştır.

J. B. Watson (1878-1958): Felsefe üzerine çalışmalar yapar, daha sonra psikolojiye ilgi

duyar. Doktora çalışması hayvan eğitimi üzerinedir. Watson Pavlov gibi, psikolojinin içebakış

yöntemini, çalışma birimi olarak da değer, fikir ve zihinsel durumları bırakması gerektiğini

iddia eder. Ona göre çalışmanın tek birimi davranış olmalıdır. Buna göre, kontrollü bir

uyarana verilen tepkideki davranışın objektif gözlemi kanıtlanmış bir yöntemdir. Dolayısıyla

insan davranışı hayvanlarınkine benzer şeklide laboratuar ortamında çalışılabilir. Watson,

davranışsal alışkanlıkların merkezini koşullanmalar ve refleksler olarak gördü. 1920’lerde

ortaya attığı iddia büyük ilgi görür, bu iddiaya göre; “bana sağlıklı bir bebek verseniz, onu

eğiterek ona her şeyi yaptırabilirim; bir avukat, bir artist veya bir hırsız!”

241

E. C. Tolman (1886-1959), felsefe ve elektrokimya üzerinde çalışmalar yapar. “Amaca

yönelik davranışçılık” diye bir sistem geliştirmeye çalışır. Bu sistemi, Watson’un her şeyi

psikolojiden dışlama fikrine karşı şekillendirmiştir. Fizyolojik olmayan bir davranışçılık

gelişimini amaçlar; güdü, amaç, karar verme eğilimleri ve beğeni gibi davranışsal problemleri

daha kapsamlı olarak ele almaya çalışır; indirgemecilikten kaçınır. Aşırı çevreciliğe ve

davranışsal genetiğe açık deneylere karşı çıkan Tolman, uyarıcı ve tepkileri birarada tutan

kanunların, bilişsel haritalar, beklentiler ve amaçlar gibi aracı değişkenler olduğu fikrini

savunur.

Clark L. Hull: Mühendis olan Hull, başarılı ölçüm alanları geliştirdi, test geçerliği ve hipnoz

çalışmaları yürüttü; davranışçı teorisini formülize etmeye yöneldi. Hull, Watson ve Pavlov’un

davranışçılığa yönelik önermelerini kabul etmekle birlikte kendi öğrenme teorisinde uyarıcı

ve tepki bağlantısını güçlendirmede başarının ve ödülün işlevine değinir. Ona göre öğrenme,

tepki ödüllendirildiğinde oluşur. Alışkanlıklar bir durumda öğrenilir, diğerine genellenir. Hull,

ayırt edici öğrenmeye eğilerek bu durumlarda kişinin, alternatif bir uyaranın olması halinde

alternatife tepki vermeyi öğrendiğini yazar. Sonuç olarak Hull, psikoloji ve sosyolojinin

davranışçı teori temelinde birleşeceğini öngörür.

242

XIV. Çoğulcu Davranışçılıktan Davranışçı Sosyal Teoriye

Davranışçı Sosyal Teoriye geçişte çoğulcu davranışçılık önemli bir aşamadır. Bu okul Gabriel

Tarde’ın çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmıştır. Giddings, bu okula çoğulcu davranışçılık adını

vermiştir.

Gabriel Tarde: Tarde, taklit-telkin kavramlarıyla sosyal psikolojinin kurucusudur. Tarde,

taklit terimini tanıtsa da köken itibariyle bu kavram Hume’a aittir. Taklit, var olan

tanımlamalarından farklı olarak burada, sosyolojik konunun idealist tanımlanması ile

yöntemsel kesinliğin birleştirilmesinde görev alır. Tanım olarak da taklit; keşfin yaygınlık,

kabul ve paylaşılmasıyla sosyalleşme süreci olarak tanımlanır. Tarde’a göre, toplumlar ve

dönemler, kendi taklit kalıplarında farklılaşır. Ona göre, toplum bireyler grubudur; toplumun

inanç, arzu, rekabet, zıtlık ve adaptasyon gibi temel birimleri bulunur. Burada temel kurum

ailedir. Aile, ahlaki zorunluluğun, dilin, sanatın, politik kurumların kaynağıdır. Genel olarak

toplum ise kitle iletişiminin modern aktörlerin bir ürünüdür. Tarde, kolektif davranışlara

eğilerek, “kalabalık”ı duygu, inanç ve hareket tarafından birleştirilen ve verili bir zaman ve

mekanda biraraya gelmiş insan topluluğu olarak tanımlar.

Tarde için, her bir bilim, tekerrür edenler arasındaki çeşitli olgularla ilgilidir. Bilimin görevi,

bu tekerrürleri açıklamak ve izole etmektir. Tarde’a göre, psikoloji basit akıl içindeki

karşılıklı ilişkileri çalışır; sosyoloji ise beyinler arasındaki ilişkileri. Bu çalışmayı yaparken de

arkeoloji ve istatistikten faydalanır. İstatistik benzer olan davranışları numaralandırmadır.

Dolayısıyla inanç ve arzuların dış tezahürleriyle ilgilidir. Bu noktada sosyolojinin çalışması

gereken tezahürler, ruhlar arası kalıplar, arzu ve inançların aktarımıdır. Kalıpları yineleme,

muhalefet ve adaptasyon diye üçe ayıran Tarde, Hegel’in üçlemesini yansıtan bir idealizm

ortaya koyar.

Gustove Le Bon: Tarde da kalabalığa değinse de “kalabalık psikolojisi” üzerine çalışan Le

Bon’dur. Le Bon’a göre kalabalık, insan yaşamında yer tutar ve güçlü bir imha etkisine

sahiptir. Le Bon, kalabalığın heterojen ve homojen olabileceğini ve çeşitli kalabalıkların

bulunabileceğini belirtir. Burada belirtilmesi gereken bir nokta şudur ki kalabalık hareketinin

bir devrimle özdeş olmadığıdır. Le Bon, demokratikleşme faktörleri ile kurumların

kalabalıklar çağını yarattığını belirtir. Modern toplumun başlıca tehlikesi ise bencil

demagoglar tarafından kalabalıkların sömürülmesidir. Le Bon topluma değinerek, toplumun

bir organizma olmayıp, kolektif hareketlerin bir stratejisi olduğunu belirtir. Le Bon,

sosyolojik yorumunda üç unsur üzerine eğilir: temel sosyal süreçler olarak Tarde’ın taklit ve

243

öneri kavramları; Durkheim’in sosyal yaşam içerisindeki grup faktörlerinin önemi ve kolektif

zihniyet kavramları ve son olarak anti-demokratik bir önyargıyla ırksal mistisizm. Le Bon’a

göre, insanların ahlaki ve zihinsel karakterleri, onların ruhlarını biçimlendirir. Ulusal

karakterler ise basit birer psikolojik nedenden ibarettir. Genel olarak karakter, sadece ailelerin

birer taklidi değil, aynı zamanda ırklarının birer ürünüdür. Le Bon, Durkheim ve Tarde’ın

düşüncelerini birleştirmeye yönelerek, insanların düşünce, duygu ve gelenekleri tarafından

yönetildiğini belirtir.

James Mark Baldwin: Baldwin, Tarde’den, Hegelcilerden ve pragmatistlerden etkilenmiştir.

Evrimsel bir doktrinle çalışmalarını yürütür. Baldwin, çocuğun zihinsel gelişiminin

incelemesinde, “telkin”in değişik biçimlerine uzanan merkezi süreçler bulur. Bunu The

Mental Development in the Child and the Race isimli çalışmasında geliştirir. Öneri, “bireyin

davranış ve inançlarını değiştirmeden ima türlerini” vurgular. Telkin, psişik hayatı

şekillendiren bütün süreçleri temsil eder; çeşitli tiplere ayrılır: (1) fizyolojik, (2) bilinçaltı

yetişkin telkin, (3) ezgi telkini, (4) normal oto-telkin, (5) engelleyici telkin, (6) acı veren

telkin, (7) kontrol telkini, (8) zıtlık telkini, (9) hipnotik telkin. Telkin hareketin süreci, taklit

telkine tepkidir. Baldwin’e göre, bireylerin çocukluk deneyimlerinin dört ayrı aşaması vardır:

İlkinde bireyler basit birer nesnedir, ikinci aşamada bireyler çok ilgili, aktiftir. Üçüncü

aşamada çocukların kendi hareketleri onlardan kaynaklanır, taklit yoluyla bir nevi öznellik.

Dördüncü olarak bireysel bilgilerini diğerlerine yansıtır, sosyal akran olur. Baldwin, itaat ve

taklidi, bireysel zihin ve toplum arasında bir bağ kurmada kullanır. Bireyler bireyselliklerini

edinir ve esnekliklerine göre sosyal organizasyonlara yönelir. Toplumun devamı, “sosyal

soyaçekim” veya taklidin süreçlerinde bulunur. Sosyal süreçlerin yenilikçi yönü ‘dahilik’te

bulunur.

Franklin Henry Giddings: Comte’un pozitivizminden etkilenmiştir. Darwin’den Spencer’a,

evrimciliğin natüralizmini; A. Smith’den “simpati”, Durkheim ve Sumner’den “sosyal kısıt”

kavramlarını almıştır. Ancak temel olarak Tarde’den etkilenmiştir. Tarde gibi, insanların

etkileşim içindeyken kişisel davranışlarının küçük-ölçekli yinelenmeleriyle ilgilenmiştir.

Giddings, çoğulcu davranışın uyaranın gücü tarafından belirlendiğini söyler. Bireysel ve

çoğulcu davranışı birbirinden ayıran Giddings’e göre, çoğulcu davranışın kendine özgü

şartları bulunur. Davranış, telkinin düzeyiyle ilişkilidir. Giddings, türün bilincini 5’e ayırır:

(1) organik sempati, (2) benzeşim algısı, (3) yansıtıcı sempati, (4) bağlılık ve (5) arzu. Sosyal

hayatın biçimlendirilmesinde bazı unsurlar vardır: idrak, kullanım, karakterize etme ve

sosyalizasyon. Bunlara ek olarak Giddings’e göre, üç tür sınıf vardır: canlılık sınıfları,

244

bireysel sınıflar ve sosyal sınıflar. Bu sınıflar da kendi içlerinde ayrışırlar. Giddings’e göre,

sosyolojik çalışma, kıyaslama ve tarihsel yöntemlere bağlı olduğu düzeyde uygun bir

çalışmadır. Sosyolojik metodun amacı verili sınıfa ait verili gerçeklerin tanımlanmasıdır, bu

da tarihsel yöntemin ürünüdür. İstatistik, sosyal fenomenin doğruluğunu açığa kor. Sosyal

fenomenler ise ona göre, çeşitli ve kompleks haldedir. Ölçümü veya ölçümün temel

yöntemleri, ortalama, oran, yüzdelik vs. içerir.

E. A. Ross: Tarde’dan etkilenmiştir; karşılaştırmalı yöntem, istatistik ve tarihsel metot

noktasında bu etkiler görünür. Le Bon ve Tarde’ın çalışmalarında ortaya atılan kolektif

davranış çalışması veya Baldwin’le görünür hale gelen kişilik çalışması yanında, Ross’da

sosyolojik çalışmanın farklı bir alanı yer alır. Ross, “doğal toplum” ve “sınıf temelli toplum”

arasında bir ayrım yapar. Doğal toplum, bir müdahale olmadan çalışan insan dürtülerinin

gözlendiği bir sosyal düzendir. Sınıf temelli toplumlar ise belli grupların ilgilerine göre

kurulurlar; sınıf kontrolü vardır. Sosyal kontrol, burada toplumun çıkarları doğrultusunda

düzenlenir. Ancak, bir grubun çıkarları ile belli bir grubun çıkarları arasındaki ilişki sonucu

problem yaşanır. Konusuna göre, kontrolün yeri, kontrolün araçları ve kontrol sistemi

bulunur.

W. F. Ogburn: Ogburn, çoğulcu davranışçı okulun düşüncelerinin gelişimiyle ilgilenir. Bu

okul sosyal olayların açıklanmasında biyolojiden ziyade sosyal etkiye vurgu yapar.

Biyolojiden daha önemli olan insanlığın “sosyal mirası”dır. “Sosyal miras… sadece insan

birliğinin bir ürünü değil, fakat hayatta kalma ürünü üzerinde zamanın çok uzun bir

dönemidir.” Ogburn’a göre, kültür, insan toplumunun ürünleridir. Kültürel değişme ise bu

ürünler içerisindeki değişimdir. Bu değişim içinde en önemli etki, keşif ve yaratıcılıktır.

Sosyal sürecin en temel elementi, kültürel elementlerin uyumu, keşif ve icattır. Ogburn,

maddi kültür ve uyum sağlayan kültür arasında farklılığı ortaya koyar. Ogburn, yaşanan

sosyal değişim kavramıyla uyumsuzluğu gözlemler, artan sorunları kültür ve insan doğası

arasındaki yasaların olmayışına bağlar. İnsan biyolojisinin yavaşça, insan kültürünün hızlıca

değiştiği vurgulanır. İnsanın mutsuzluğu, sinirlilik ve delilik halleri benzer genel nedenlere

iliştirilebilir. Ogburn, ‘kültürel gecikme’ye değinir. Ogburn’e göre, kültürel evrim dört faktöre

sahiptir: icat, birikim, yayılma ve uydurma. İcat, mekanik ve sosyal olabilir; birikim,

elementlerin kültürel dayanaklara eklemlenmesiyle oluşur; düzeltme ise bir icat diğer kültürel

elementlerle etkileşime girdiğinde ortaya çıkar.

Meyer F. Nimkoff: Sosyoloji profesörüdür. Ona göre, teknolojik gelişimin saban gibi teknik

gereçlerle sağlandığı dönemde aile merkezi önemdedir. Ailenin ekonomik önemi, onun

245

eğitimsel, koruyucu ve devlet fonksiyonlarından dolayı esastır. Endüstriyel devrim

fonksiyonları değişime uğratır, aile yapısını etkiler. Ogburn ve Nimkoff’a bakıldığında her

ikisinin de çoğulcu davranışçılar olduğu gözlemlenir; her ikisi de kültürel davranışı,

sosyolojik konulara saldırının temel noktası olarak alırlar. Aralarındaki farklılık, işbirliğinin

verimliliğinde ortaya çıkar. Havacılığın Sosyal Etkileri’nde, sosyal etkiler ve icat arasında bir

sıra vardır. Çoğulcu davranışçılık, kolektif davranışın keşfini sağlar. Ogburn ve Nimkoff,

toplum, kalabalık ve grup içinde uygun sosyal yaşamın analizine odaklanırlar. Kalabalık ve

halk, grubun iki türü olarak ele alınır; rasyonel ve irrasyonel davranışlar tarafından şekillenir.

F. Stuart Chapin: Sosyoloji mezunudur. Çoğulcu davranışçılığın prensiplerinden yoksun

teorinin tamamlayıcı sistemini geliştirdi. Alan Çalışması ve Sosyal Araştırma isimli

çalışmasıyla Amerikan sosyolojisinde sosyolojinin yöntemine ilişkin ilk çalışmayı yapmış

oldu. Ona göre, sosyoloji tümevarımsal bir disiplindir ve bu tümevarımsal metot, dört bölüme

sahiptir: hipotez; toplanan ve kayıt altına alınan gözlenebilir gerçekler; karşılaştırma için

toplanan olguların sınıflandırılması ve ilişkileri açıklayan yasa veya formüllere ulaşmak için

sınıflamalardan genelleştirmeler. Sosyolojik araştırmada Chapin’e göre üç büyük yöntem

vardır: tarihsel metot, alan araştırması ve istatistiki analiz. Chapin niceleştirmeye odaklanır.

Chapin gibi çoğulcu davranışçılar, tümevarımsal sosyoloji kurmada en iyi yol olarak istatistiki

yöntemlerin geliştirilmesindeki inançlarını ortaya attılar; dikkatlerini sosyal verinin ölçekleme

ve kaydı için ölçümünü planlamaya yöneltirler. Teorileri, davranış, değer ve inançlara

odaklanır. Kültürel Değişme’sinde Chapin, çoğulcu davranışçılığın değişim teorisini

Tarde’dan Ogburn’a ve genel forma yayar. Ona göre, toplumsal tepkime kalıbı farklı tiplerde

liderleri gerektirir(üç aşama vardır). Chapin kurumlara yönelerek, onların oluşumları üzerinde

durur. Ona göre, kurumlar, davranış unsurlarının dengelenmesiyle yükselişe geçer; oluşumu

ise (1) ihtiyaçların karşılanması için insanların grup olarak yaşaması, (2) karşılıklı tavır,

gelenek-görenek vs. haline dönüşen davranışlar, (3) kültürel nesnelere sembolik değer

yükleme, (4) kültürel gereçler ve nesnelerin inşa edilmesi, (5) deneyimden elde edilen bilginin

yazılı doküman ve sözlü aktarımla yeni nesillere taşınması ile mümkün olur. Chapin iki türde

kurumdan bahseder: kültürel (dil gibi) ve çekirdekli kurumlar (4 tip). Son olarak Chapin,

Ogburn ve Nimkoff gibi, çoğulcu davranışın klasik sentezini temsil eder.

Davranışçı Sosyoloji

B. F. Skinner: Skinner, davranışı ödül, kaçış, sakınma ve ceza olmak üzere birkaç temel türe

ayırır. Skinner’e göre, dil insanın en önemli yeteneğidir. Herkes topluluk için çalışır ve

kolektiviteye karşı kredi türünde ücret alır. Yemek yapma, hizmet ve tüketim kolektif

246

karışıklık içinde oluşur. Walden Two isimli ütopik romanı kaleme alan Skinner, edimsel

şartlanmaya odaklanır ve buna örnek olarak (genç yaşlarda yapılan ve destek gören) evlilikleri

verir. Skinner’in Walden Two’sunda özgürlüğe, sorumluluğa, asalete ve otonomiye yer

yoktur. (Walden Two, Wood Krutch tarafından yeniden gözden geçirildiğinde ona göre, bu bir

gerçekten ütopyadır. Krutch’un bakış açısında, Skinner ve diğer davranışçılar “şen

mekanistler”dir.) Skinner’e göre modern insanoğlunun temel görevi davranışçı kontrolün

uygun teknolojisine başvurmaktır. İyi ve kötünün kaynağı evrimsel seçimin öğrenilmesidir.

“Şeyler türlerin evrildiği hayatta kalma olasılığından dolayı iyi veya kötüdür.”

George C. Homans: Boston’da doğan Homans, aldığı eğitimle hem sosyolojiye hem de

işlevselci-yapısalcı olarak bilinen sosyoloji okulunun merkezine yerleşmeyi başarır. Buna

uygun olarak da 13. Yüzyılda İngiliz Köylüler isimli çalışması işlevselci bakış açısına dayanır.

Alışveriş olarak Sosyal Davranış isimli makalesi davranışçı safhanın ilk örneğidir. Homans

küçük grupların araştırılması görevini kantitatif alan çalışmasıyla laboratuar deneyimini

bütünleştirme olarak tartışır. Alışveriş teorisi, sosyolojiyi ekonomiye yaklaştırmayı amaçlar.

Homans’a göre, sosyal değişime yönelik topluluk, onu çeşitli değerlere yaklaştırır. Homans,

davranışçı bakış açısıyla sosyal yaşamın 5 temel şartını ortaya koyar, davranışı ödül üzerinden

anlatır. Homans davranışsal psikolojinin ekonomik değişim paradigmasına başvurulabileceği

fikrini geliştirdi. Kurumlar ise sosyal davranıştan ancak temel halde değişiklik gösterir.

Homans’a göre, kurumlar, uygarlaşma ve temel sosyal davranışlarla gerilimi yarattığını

düşünür. Homans, yaptığı çalışmalarda Durkheim’a eleştiri getirir. Bu eleştirisinin başında ise

toplumu sui generis olarak görmesi ve sosyal hayatın tarihsel ve psikolojik anlamlarına

eğilmemesi gelir. Homans’a göre sosyoloji içerisinde dört açıklama türü vardır: diğer

kurumlarla kurumların açıklanması (yapısal açıklama); temel ihtiyaçlar dahilinde açıklama

(işlevsel açıklama); tarihsel gelişimin son ürünü olarak kurumların açıklanması (tarihsel

açıklama) ve insan davranışının karakteristiği tarafından kurumların eleştirisi (psikolojik

açıklama).

Peter M. Blau: Blau’nun düşüncesine göre, bireyler kendilerine özgü ve dışarıdan gelen

ödüller aracılığıyla sosyal yaşama çekilir. Böylesi bir alışverişe dahil olabilmenin yolu ise

davranışların doğrudan değer ve araçlara yönelmesine bağlıdır. Blau’ya göre, kompleks

sosyal sistemin kendi esasları vardır. Bazı gruplar bireyler gibi gelişir. Gruplar sınırlara nüfus

eder. Grup normları alışveriş işlemlerini sınırlar ve düzenler. Blau’nun düşüncesinde,

olanaklar, grupların kendileri, normlar ve hatta ihtiyaç, idealler ve karmaşık toplumun

247

değerleri mikrososyolojik davranışçı alışveriş olarak tanımlanan metaforlarla yükselişe geçer.

Blau’nun işlevselciliği çatışma perspektifi içerisinde şekillenir.

248

“ÇOĞULCU DAVRANIŞÇILIK” ANAHATLARI

Sosyal davranışçılık okulunun felsefi temelleri yeni-idealizmdir ve güçlü bir

metodolojik pozitivizme sahiptir.

Çoğulcu davranışçılık kolektif davranışı keşfetmiştir. Taklit düşüncesi merkezidir.

Sosyal davranışçılık akımlarından biri olan çoğulcu davranışçılığın geliştiricisi Gabriel

Tarde’dır. Avrupa’da etkili olmuştur.

Tarde, taklit-telkin kavramlarıyla sosyal psikolojinin kurucusudur.

Tarde’a göre sosyolojinin araştırma nesnesi, inanç ve arzuların ifade ve aktarımının

biçimlerinin incelenmesidir. Bunun üç yolu vardır: taklit, muhalefet ve uyum.

Tekrar(taklit), sosyal biçimlerin aktarılması, istikrarı ile ilgilir. Taklit bir sosyalleşme

sürecidir ve bu süreç aracılığıyla buluşlar yayılır ve toplumsal olarak kabul edilip

paylaşılır. Üçüncü biçim olan uyum, bütün gelişme ve ilerlemenin son kaynağıdır.

Çoğulcu davranışçılığın diğer temsilcileri olarak Le Bon, Baldwin, Giddings, Ross,

Ogburn, Nimkoff, Chapin sayılabilir.

Ogburn’un katkısı; maddi kültür ile uyumsal kültür arasındaki farka yaptığı vurgudur.

İlerlemeci değişimin gerçek kaynakları maddi buluşlardadır. Uyumsal kültür ise bu

maddi temele uyum gösteren, insan yaşamı ve kurumsal yaşamın geri kalanını ifade

eder.

Ogburn açısından sosyal sorunlar uyum eksikliğinden kaynaklanır.

Ogburn’ün temel argümanı, insan biyolojisinin çok yavaş değişmesine karşılık

kültürün çok hızlı değiştiğidir (kültürel gecikme).

Davranışçı sosyolojinin temsilcileri arasında ise Skinner, Homans, Blau sayılmalıdır.

Taklit-telkin okulu (çoğulcu davranışçılık) yeni-idealist felsefenin etkisi altındaki

psikoloji geleneğinden çıkmıştır.

249

XV. Sembolik Etkileşimcilik

Sosyal etkileşimcilik sosyal davranışçılığın ikinci büyük dalıdır. Taklit-telkin teorisi ile

çoğulcu davranışçı teorisyenlerle paralellik gösterseler de detaylarda farklılıklar ortaya çıkar;

genel olarak “tutum ve anlam”a eğilirler.

William James: Sembolik etkileşimciliğin izlerini taşıyan James, çalışmasında birey ve

toplum arasındaki ilişkiyi inceler. İçgüdü teorisini geliştirerek, alışkanlık kavramını irdeler.

Ona göre, alışkanlıklar esnektir ve bunlar davranışların basitleştirilmesini ifade eder ki bu da

davranışı daha kesin hale getirir ve yorulma düzeyini düşürür. Buna ilave olarak da alışkanlık

bilinçli dikkati azaltır. James’e göre, alışkanlık hem birey hem de toplum için büyük bir

öneme sahiptir. Buna göre, alışkanlık bir birey için yapısal değişimi önlediği gibi, toplum için

de bir dümen olup, koruyucu bir özelliğe sahiptir. James, alışkanlığın dış güçlerle

açıklanmasından ziyade davranışın kendi kavramlarıyla açıklanmasından yanadır.

Alışkanlığa ilaveten, James, bilinçliliğin kavramlaştırılmasıyla da ilgilidir. Ona göre, bilinç

bir süreçtir ve zihin durumları bir süreç içinde anlıktırlar. James’e göre, her bir durum, kişisel

bilinçliliktir ve bu durumlar değişiklik gösterir, bu bilinçlilik hali süreklidir; her bir parçası da

kabuller ve reddetmelerle ilgilidir. Genel haliyle bilinçlilik düşünce seti veya öznel bir

yaşamdır. Bilinçliliğin kendine özgü özelliklerinden biri daima kişinin kendiliğine dair bir

farkındalığını içermesidir. Bu noktada birey, düşüncede kendini iki şekilde gösterir; kısmen

bilen ve kısmen bilinen olarak. Bilinen kısma “me” ya da “ampirik ego” denilirken, diğerine

“I” ya da “süper ego” adı verilir. “Onun” diye nitelendirilen bütün şeylerin toplamı (me),

ampirik kendiliktir. “Me” tipik olarak kendini beğenme duygusunu uyandırır; kendilik arayışı

ve kendini koruma eylemlerine yol açar. Bunların bileşenleri, maddesel ben (kıyafet, aile ve

ev gibi), sosyal ben (birini tanımlama ki James’e göre en ilginç olanıdır) ve ruhsal ben (birini

bilinçlilik durumu ve psişik yetilerinin toplamı)’dir. James, güven kavramına yönelerek,

ampirik egosu olan ve başarılı olan birinin kendinden şüphe etmeyeceğini; kendini aşağılama,

acı ve öfkenin ise ilkel duygular olduğunu düşünür. Ampirik ego, karmaşık yapıda bir özelliğe

sahip olduğu için seçim zorunluluğu yaratır. Bu da farklı benleri yaratmasıyla çatışmaya

sebebiyet verir. Ona göre, bir insan hem yakışıklı hem şişman hem iyi giyinen, hem zeki hem

kadın katili, hem filozof hem kaşif olması basitçe imkansızdır. Üçe ayırdığı ben’leri bir

sıralamaya koyan James, bu sıralamaya göre en üstte ruhsal, en altta da bedensel ben’in

olacağı bunların arasında ise maddesel ben’in yer alacağını belirtir. Ona göre, insanlar ben’ler

250

arasında ayrım yapar; bu ayrıma göre, insan yüz dolar için bir dolardan vazgeçebilir vesaire.

James’e göre, ibadet etmek, ideal dünyaya yakın bulunan standartlara uyma eğilimiyle

oluşmuş, sosyal ben’in bir sonucudur. “I” ya da saf ego ise anlaşılması diğerine göre daha

zordur.

James, düşüncelerin arkasında bir bütünlük olduğu varsayımında bir tutarsızlıktan söz eder.

Ona göre, “Me”nin içindeki “I” tarafından bulunan kimlik, dışarıdan bir gözlemcinin

bulabileceği gerçekler topluluğu gibidir. “Me” objektif olarak bilinen şeylerin ampirik

toplamıdır. “I” ise bunları bir toplam olarak bilmez, patolojik bir amaç için ruh gibi

metafiziksel bir varoluşa ihtiyaç duymaz.

Charles Horton Cooley: Sosyolojideki çağdaşlarıyla kıyaslandığında daha az yazmasına

karşın, dikkatli şekilde yazmış ve kalıcı etkiler yaratmıştır. Cooley’e göre, insanların birbiri

hakkındaki zihinsel tahayyülleri toplumun katı gerçekleridir. Ona göre, toplum zihinsel bir

olgu olup, kişisel fikirler arasındaki bir ilişkidir. Buna ilaveten, toplum bireylerin zihinlerinde

benzer bir grup olarak var olur. Cooley’in benlik fikri, James’in sosyal benlik’ine yakındır.

Cooley’de sosyal benlik “ayna benlik” olarak karşılık bulur ve benlik üç bileşeni içerir: diğer

kişilere nasıl göründüğümüzün imgesi, görünüşümüzün başkasında yarattığı imge ile

aşağılama veya övme gibi benlik hissi çeşitleridir. Cooley’e göre, bireyin doğuştan gelen bir

kendilik hissi bulunur. Bu his ile birlikte işleyen tahayyül sosyal “I” yaratır ve bu, ilgi ve

uğraşın temel nesnesi halini alır. Dolayısıyla tahayyül ve alışkanlık, doğuştan var olan

kendilik hissi üzerinde işlem yaparak sosyal benliği yaratır. Cooley, ayrıca grup teorisine,

“birincil gruplar” kavramını yeniden değerlendirerek hizmet etmiş olur. Burada birincil

gruplar, yüz yüze bir ilişki ve işbirliği ile karakterize olurlar; Bunlar ayrıca, (1) yüz yüze

ilişki, (2) ilişkinin belirsiz doğası, (3) göreceli süreklilik, (4) az sayıda kişi içerme ve (5)

katılımcıların yakınlığından oluşur. Aile, eski tip komşuluklar, çocukların oyun grupları bu

gruplara örnek olabilirken, bu tür gruplarda bireysellik ve grup birleşir. Cooley’e göre bu tür

gruplarda bireyler en temel ve en eski sosyal birlik deneyimlerini edinirler. Cooley, sosyal

sınıflara da vurgu yaparak sınıfların kast ve rekabet olmak üzere iki temelde şekillendiğini

belirtir.

Ona göre sosyal davranışçılığın vurgusu sosyal olayları, dıştan gelen “deus ex machina”larla

değil, içsel yapılarla açıklamak gerekir. Cooley, Ross ve Ogburn’un aksine, sosyal olayları

fiziksel çevre veya kalıtımla, ırkla açıklanamayacağını iddia eder. James ve Cooley gibi

sembolik etkileşimciler, sosyolojideki materyallerin daha kesin tanımını yapmaya çalışır.

Tarde, bunları taklit-telkin üzerinden yapmaya girişir. Cooley, istatistiğe karşı bir duruş

251

sergilemez, ancak herşeyin yoruma dayalı olduğuna vurgu yapar; istatistiğin doğru koşullar

altında daha net olabileceğini belirtir. Ona göre, sosyolojinin temel yöntemi ise “sistematik

otobiyografi” olmalıdır.

W. I. Thomas: Sembolik etkileşimciliğe yeni bir tarz getiren Thomas, insanların aktiviteleri

ile ilgilenir. Üzerinde asıl olarak durduğu kavram ise dikkat’tir. Dikkat, dış dünyadan işaretler

alan ve onu değiştiren bir zihinsel bir tutumdur. Sosyolojinin amacı ise sosyal hayat ve kültür

üzerinde bireyin etkisini; kültürün ve sosyal hayatın birey üzerindeki etkisini ortaya

çıkarmaktadır. Çalışma öznesi ise, tutum ve değerler, nesnel koşullarla belirlenen bilinç

süreçleri, durumların tanımları olmalıdır. Durum tanımının sosyolojinin merkezine yerleştiği

düşüncesini dile döken Thomas, bu tanımın herhangi bir özerk eylemde de var olabildiğini ve

ilginç olayların farklı durum tanımlamalarıyla ortaya çıkabildiğini belirtir. Ona göre, sosyal

teori sosyal yaşamın nesnel kültürel elementlerini ve sosyal grup üyelerinin öznel

karakteristiğini incelemelidir.

Thomas, Rotzenhofer’in tipolojisine benzer bir istekler tipolojisi oluşturur; bu tipolojide yeni

deneyim arzusu, güvenlik arzusu, tepki arzusu ve onaylanma arzusunun olduğunu belirtir.

Yeni bir program geliştirmeye çalışan Thomas, sosyologlara, inanmadıkları bir konu olsa dahi

o olayın veya davranışın altında yatan faktörleri yok saymama gereğini hatırlatır. Thomas,

Znaniecki ile birlikte sembolik etkileşimci bakış açısına katkı sundukları bir çalışmayı kaleme

alır; çalışmada Polonyalı köylü topluluğunun sosyal yaşamı kontrol etmeye yönelik karmaşık

inanç ve kural seti geliştirdikleri vurgulanır. Kişilik ile sosyal düzen arasındaki karşılıklı

ilişkiyi inceleyen Thomas, sosyal uygulamalarda iki temel problemin var olduğunu belirtir:

bireyin sosyal organizasyon ve kültür üzerindeki etkisi ve birey üzerinde kültür ile sosyal

organizasyonun etkisi. Tutum ve değerler üzerine eğilen Thomas’a göre tutum, sosyal

dünyada bireyin gerçek ve olası aktivitesini belirleyen bireysel bilinçlilik süreci iken, değerler

dünyadaki nesnelerdir. Bireylerin objektif görünen tutum ve değerleri bazen pratik

durumlarda somutlaştırılır. Somutlaşan aktiviteler ise üç tip veriyi kapsar: (1) nesnel koşullar,

(2) birey veya grubun var olan tutumları, (3) tutum ve bilinçlilik durumunun açık ifadesi olan

durum tanımları. Bireyler genel istek örüntüleri temelinde tutum ve değer geliştirir: yeni

deneyim arzusu, onaylanma arzusu, üstünlük arzusu ve güvenlik arzusu. Thomas’a göre birey,

etkileşimin ürünleri iken, toplum, bu bireyin eylemlerine, ailesine, evliliğine, kariyerine ve

eğitimine bir çerçeve çizer. Thomas, Znaniecki ile birlikte vaka çalışmaları ve kişisel öyküler

üzerine durur.

252

G. H. Mead (1863-1931): Sembolik etkileşimciliğin içyapısını değiştirmeye ve teorik

çeşitliliği yaratmaya yönelir. Felsefi olarak pragmatist olan Mead, James ve Dewey’in

faydacılığından etkilenir. Mead’in sosyal psikoloji malzemeleri James’in getirdiği bilinçlilik

kavramı dışında doğmuştur; buna ilaveten, benlik ve diğer deneyimlerin iç yapısını açıklamak

için Watson’ın davranışçılığını ve Wundt’un dil mekanizmasını kullanmıştır. Genel olarak da

analizlerine gözlenebilir aktivite, dinamik ve sürekli olan sosyal süreçler ve sosyal eylemlerle

başlamıştır. Mead, Thomas, Znaniecki gibi tutumları analizin merkezine alır. Ona göre,

tutumlar hem içebakış durumlarını hem de eylemin başlangıç noktasını temsil eden bir

karaktere sahiptir. Mead, Wundt’un çalışmalarından belli başlı şeyleri alarak, çalışmalarına

katar. Bunlardan biri de jesttir. Mead, Wundt’u izleyerek, jestleri eylemden dile geçiş, insan

ve insan ötesi yaşamın sürekliliğini sağlayan bir olgu olarak ele aldı. Jest, sosyal aktivite

sürecinde, ben’in doğuşuna izin veren temel mekanizma olarak dile aracılık eder; aynı

zamanda sosyal eylemin bir işaretidir. Ancak sosyal yaşam Mead’e göre, jestlerle değil, dil ile

sürdürülür. Ortak olarak anlaşılan bir jest anlamlı bir semboldür. Mead, bireyle toplumun

iletişim esnasında birbirine nüfuz ettiğini düşünür. Ona göre toplum, dil üzerinden düşünceye

hükmeder; anlam, insan, organizmanın jesti ve bu organizmanın davranışı arasındaki ilişki

alanının içinde doğar ve gelişir. Mead, dönüşlülüğün (yansımanın) zihnin gelişimi için gerekli

bir koşul olduğunu vurgularken, benlik’in anlamlı semboller kullanıldığında var olduğunu;

toplum içerisinde de birçok benliğin mümkün olabileceğini düşünür. Benlik oluşumuna önem

veren Mead’e göre bu süreçte çocukluk çağında kendi deneyimleri (mesela oynaşma)

doğrultusunda bir benlik’i inşa edildiğini ancak bunun da sosyal çevrenin taleplerine bağlı

olarak şekillendiğini yazar. Mead, “genelleştirilmiş başkası” tabiriyle benlik bütünlüğü

sağlayan sosyal gruplardan söz eder; benliğin gelişimini iki aşamada kaydeder: (1) birinin

benliği yönünde diğerlerinin tutumlarını düzenleme, (2) birinin benliği yönünde

genelleştirilmiş diğerinin sosyal tutumlarını düzenleme. Mead, James’in ayrıca “I” ve “me”

kavramlarını kullanır; ona göre benlik, bu iki safha ile süren zorunlu bir süreçtir.

Ernst Cassier (1874-1945): Cassier’in çalışmaları, yeni-Kantçılık ve yeni-idealizmden

bağımsız olup, kısmen sembolik etkileşimcilere yakındır. Cassier’e göre, insan yaşamı

çevreye uyum sırasında kullandığı yöntemlere bağlı olarak çeşitlenir. Ona göre, insan

olgulara, acil ihtiyaç ve arzulara göre yaşamaz, aksine hayali duygulara, ümitlerle korkulara,

düş kırıklığı, fantezi ve rüyalara bağlı bir yaşam sürdürür. Dolayısıyla insan kültürünün bütün

gelişimi sembolik davranışa bağlı olarak var olur. Mead ve Cassier, insanla hayvan

davranışlarının farklılaşmasındaki temel unsuru dil olarak işaretler. İşaretler varlığın fiziksel

253

dünyasına, semboller insanın anlam dünyasına aittir. Cassier, James gibi “saf deneyim”i,

Mead gibi de “devam eden sosyal süreçler”i başlangıç noktası olarak ele alır. Cassier’e göre,

mitsel düşünce, ruha, ben’e (“I”) ve benlik’e dayanan bir matris çeşididir. Ruha da değinen

Cassier, ruhu mitsel düşüncenin başlangıç noktası (ve ben’in kavrandığı ilk mitsel kavram)

sayar ve mitsel kategoriler içerisinde geliştiğini belirtir. Ona göre, ruh, yaşamın kendisidir;

bedenin doğasında vardır. Cassier, insanın bir çeşit terfi sürecinden geçtiğini söyler. Buna

göre insan, büyüden dine, şeytan korkusundan tanrı ibadetine yönelir ancak bu, benliğin

mitsel formlardan bilince geçişini göstermez.

Cassier için insan kültürü, insanlığın benlik özgürlüğü sürecidir ve dil, sanat, din de bu

sürecin çeşitli safhalarıdır.

Jean Piaget: Zooloji üzerine eğitim alıp, psikoloji çalışmaları yapar; zeka testleri ile

çocukların ve öğretmenlerin eğitimi ile ilgilenir. Piaget’in Mead ve Cassier’den doğrudan

etkilendiğine dair bir veriye rastlanmasa da benzer noktalar üzerinden hareket ederler.

Piaget’e göre, sosyal bir gerçeklik yaratan oyun kuralları, dil gibi bir kuşaktan diğerine

aktarılır. Piaget, kuralların farkındalığına bağlı olarak çocuklar incelendiğinde dört aşamanın

var olduğunu belirtir: (1) kurallar farkındalık olmadan alışkanlıkla uygulanır (motor evre), (2)

dış dünyadan kodlanmış kuralları almayla başlar (benmerkezli evre), (3) kurallar hakkındaki

bilgilerde uyuşmazlık olsa da kuralları birleştirme ve ortak kontrol sorusuyla ilgilidir

(kooperatif evre), (4) oyundaki her detaylı prosedüre sabitlenir (kuralların kodlanması). Bir

çocuğun kurallara yönelik bilinçlilik kazanmasında ise Piaget, belli başlı aşamalardan söz

eder: (1) kurallar zorlayıcı olmayıp, bilinçdışı olarak algılanır; (2) kurallar kutsal olarak

görülür, (3) kurallar, karşılıklı izne dayalı olarak görülür. Piaget, oyunu ve çocuğun oyuna

uyumunu araştırmada dikkat edilecek unsurlar arasında çocukların şematize olmuş ve

ritüelleşmiş davranışlarına bakılması gerektiğini belirtir. Piaget, çocukların oyunlarının ahlaki

gelişimle olan bağlantısında Durkheim’ın, Bovet’in ve Baldwin’in teorilerine başvurur ve bu

bağdaştırma sonucunda Piaget, ahlakın birey için toplum tarafından reçetelendirildiğini,

toplumun tek bir şey oymayıp, sosyal ilişkiler bütünü olduğunu belirtir. İlişki çeşitlerini ise

ikiye ayıran Paiget’e göre, baskı ilişkileri ile işbirliği ilişkileri bulunur. Piaget, Mead gibi dil

meselesiyle ilgilenir, sembolik işlev üzerine eğilir; bireysel yaşam süreci ise bütün

açıklamalarının temelinde yer alır. Ona göre, bireysel yaşam sürecinin iki aşaması vardır;

bunlardan biri nesnelerin bireysel aktiviteye asimilasyonu ve bir diğeri de aktivitenin nesne

dünyasına yerleştirilmesidir. Piaget’e göre, bireysel gelişimin ilk safhası duyusal motor

254

ayarlamalarıdır. Burada taklit yerleştirme çabasının sürdürülmesi olup, içselleştirildiğinde

temsil’e dönüşür.

Hans Gerth ve C. Wright Mills: Gerth, sosyal ve siyaset psikologudur. Sosyal tabakalaşma

üzerine eğitim vermiştir. Sosyal tabakalaşma alanında çalışan bir diğer düşünür ise sosyoloji

profesörü Mills’tir. Bu iki psikolog ve sosyologa göre yeterli bir sembolik etkileşim teorisi

için şunlar gerekir: Mead ve Freud’un sistematizasyonu ve bütünleştirilmesi; yeterli bir

motivasyon teorisinin geliştirilmesi ve sosyal psikolojik olarak sosyal yapıyla ilişkili

kavramın geliştirilmesi. Sosyal ve kişilik yapısını birleştirmede her iki düşünür Mead’in rol ve

kurum kavramlarını kullanmışlardır. Onlara göre, insanlık, kişiler olarak, sergiledikleri roller

ve bu rollerin onlara etkisinin birleşimi olup, toplum ise sosyal yapı olarak çeşitli

kombinelerle rollerin oluşturulmasıdır. Karakter kavramını yine Mead ve Freud’un

sistematizasyon ve entegrasyon kavramları üzerinden şekillendiren Gerth ve Mills, karakteri,

psişik bir yapı olarak tanımlar, psişik yapıyı ise algı, duygu ve dürtünün entegrasyonu olarak

ifadelendirirler. Mead’in etkisi, sosyal yapı ile kurumlar kavramında ortaya çıkar; Kurumlar

otoriter bir role sabitlenmiş rol kümeleridir. Bu kurumlar içerisinde kurumsal düzen vardır ki

bu düzeni her iki düşünür de birkaç çeşide böler: politik, ekonomik, askeri, akrabalık ve dini

düzen. Gerth ve Mills’in belki de en önemli (veya orjinal) kavramları “dürtü sözlüğü”dür.

Dürtü, onlar için, organizmanın ruhsal yapısında yatan eylemlerin öznel kökenleri olarak

düşünülür. Sosyolojik olarak bakıldığında, dürtü, davranışın bugün, yarın ve gelecekteki

gerçekleşmeleri için kabul edilebilir gerekçelendirmeler sağlar.

255

XVI. Sembolik Etkileşimcilikteki Diğer Gelişmeler

“Etkileşimcilik nedir?” şeklinde bir sorunun Bernice Fisher ve Anselm Strauss tarafından

sorulduğunu yazan Martindale, soruya verilecek cevabın kesinlik içeremediğini ekler. Soruyla

ilintili olarak etkileşimci olarak anılanların da kesinliği olan bir tanımlamaya sahip

olmadıklarını, kiminin Chicago ekolü veya geleneği, kiminin de sembolik etkileşimcilik

olarak tanımlandıklarını belirtir. Bu akımda, bireyin yaratıcı olduğu ve kolektif eylemin de

etkili olduğu inancı hakimdir. Fisher ve Strauss’un bu alanda yaptıkları açıklamalar da yine

aynı nitelikte olup, belirsizliği içinde barındırır. Bunlardan biri, bu teoriye kimin atfedilip

atfedilmediğinin belirlenmesinde göz önünde bulundurulacak kriterlerin karmaşık olmasısıdır;

bir diğeri ise girişimcilerin amaçları konusundaki kararsızlıktır. Genel olarak bakıldığında ise

bunların etkileşimciliğin esası olarak tanımladıkları şey, aslında, 20. yüzyıl Amerikan

liberalizminin ideolojisidir ve bu ideoloji sembolik etkileşimcilikle sınırlı değildir. Sembolik

etkileşimcilikte Kuhn, iki okuldan söz eder; Iowa ve Chicago. Kuhn’unkine benzer şekilde ise

sembolik etkileşimcilerin görüşlerini yansıtan Nature and Types isimli çalışmada, sembolik

etkileşimcilik, elementarizm (parçacılık) ile karakterize olan bir sosyal teori sistemi olarak

görüldü, çünkü o sosyal etkileşim analizlerinde anlamın merkeziliğini temel alır ve dile, rol

almaya, benliğe ve zihne özel ilgi duyar.

Kennet Burke: Eleştiri üzerine yoğunlaşan Burke, eleştiri kitabı yazmıştır. Counter

Statement da bunlardan biri olup, “kimlik” problemleri üzerine yoğunlaşmış, bir başka

çalışmasında “uyumsuzluk perspektifi” kavramı içerisinde insan ilişkilerine değinmiştir.

Anlam’a bakan Burke, belli bir süre sonra anlamların yıkılmaya meyilli olmasına memnuniyet

duymuş, teoride ve yöntemde bir adım ileri gitmiştir. A Gramer of Motives isimli

çalışmasında görüşünü “dramatizm” olarak adlandırmış; burada yaşamın ve edebiyatın

“nesneler hareket eder, insanlar eylemde bulunur” eşlemesine temellenmesi gerektiğini

vurgulamıştır. Burke, analizin eylemle açığa çıkan ifade döngüsünün çalışılmasıyla

sürdürülebileceğini ve bunların en açık şekilde yapıya ve olay dizisinin eleştirisine merkez

olan (eylem, olay yeri, etkin kişi, aracılık ve amaç şeklindeki) ifadelerde görüldüğünü yazar;

daha sonra “tutum”a yer verir. Ortaya attığı şemaya iki ekleme yapar; (1) insan ilişkilerindeki

gizemin vazgeçilmezliği ile (2) yaşam ve sanatta inancın rolünü değerlendirme ihtiyacına ek

özdeşleşmeye duyulan ihtiyaç. Burke, insan topluluklarındaki kurban etme baskısı ile kurban

etmek için günah keçisine duyulan ihtiyaç üzerine düşünür. Düşünceleri sürekli bir evrim

içinde iken, kendisi de bir elementaristtir. Ona göre, insanlığın deneyiminin altında yatan

temel gerçeklik insanın psikosomatik yapısıdır. Bu tüm tarihsel olayları önceler; dolayısıyla

256

insanlar sadece ruhsal yapıları izin verdiği ölçüde olabilir veya yapabilir. Burke, Comte ve Sir

James Frozer gibi, insanlığın kültürel tarihini birkaç “rasyonelleştirme düzenleri”ne böler:

büyü, din ve bilim. Buna ek olarak da dördüncü bir basamak olarak “şiir”.

Burke’a göre, öğrenmenin temel öğesi ikame etme ya da transferdir ki bu da zorunlu

bağlantıları kurar. Bu türdeki bağlantılar her işi karakterize eder; buna bağlı olarak yaygın

görüş, bir kültürün böylesi bağlantılar üzerine kurulduğudur.

Burke “eylem”i merkezi bir niteliğe büründürür, ona göre, eylem anlamlara temellenen ve

insanlığın özgün karakterinin altında yatan harekettir ve bütünleyici ifadeler evreninin tamamı

bundan türemiştir. Dolayısıyla bir eylemin olabilirliği, olay yerine, eylemi yapan kişiye, aracı

veya bir anlama, bir amaç ve bir tutuma bağlıdır. Dramatizme değinen Burke’a göre,

dramatizm, eylem ve kişinin gerçekten ne olduğunu keşfetmede yardımcıdır. Ona göre,

negatif ve pozitif ifadeler dizini vardır ve bunlar “irade” diye tanımlanabilen bir belirsizlik

alanına denk düşer. İrade fikrinden sırasıyla merhamet fikri ve feda etme fikri türer. Burada

Burke, dramatik analizlere eğilerek, negatif suçluluk ilkesinin nasıl olur da mükemmellik

ilkesiyle birleşmiş bir düzenin doğasında açığa çıktığını göstermeye çalışır. Burke’un

dramatik sosyolojisi, yaşam ve edebiyat arasındaki ayrımı ortadan kaldırır; edebiyat ise

malzemesini daima yaşamdan alır. Sonuç olarak Burke’un sosyolojisi her şeyin sembollerin

etkileşimi ile çözümleneceği üzerine yoğunlaşır.

Herbert Blumer: Sembolik etkileşimciliğin başlıca unsuru olan Mead’e yakın bir duruş

sergileyen Blumer, Meadci teoriyi Berkeley ve Chicago’da önerir. Ona göre, insanlar

anlamlar temelinde hareket eder; anlamlar sosyal etkileşimden ortaya çıkarlar. Dil ise bu

sürece aracılık eder ve bu süreçte bireyler tutumlar edinirler ve diğerlerinin rolünü alırlar.

Blumer’e göre, insan grupları ortak eylemlerdir ve bunlar ister eski isterse de yeni olsun,

önceki eylemin arka planından ortaya çıkmaktadır.

Blumer’ın sembolik etkileşimciliğe yönelik en önemli katkısı metodoloji noktasında ortaya

çıkar. Ona göre tam bir metodolojinin, (1) dünyanın geçmişe ati resmini, (2) problemi, (3)

problematik durumu tanımlamak için gerekli araçları ve verinin keşfini, (4) veriler arasındaki

ilişkinin belirlenmesini, (5) bulguların yorumunu, (6) kavramların kullanımını içermesi

gerekir. Bu yapılanma Dewey’in metodolojisine benzerlik gösterir. Blumer, sosyal yaşamı

çalışmanın tek bir yolu olduğunu ve bunun da insanların bireysel olarak ya da topluluk olarak

ifade ettikleri şeyle ilk elden tanışıklıkla olabileceğini söyler. İlk elden çalışmalar ise iki

aşamada gerçekleşir; keşif ve irdeleme.

257

Blumer’e göre, sembolik etkileşimcilik hem var olan yöntemlerdeki baskın tercihlere hem de

modern teorilere zıt bir niteliktedir. Sosyalizasyon süreci, sembolik etkileşimcilere göre,

başarılı bir şekilde rol alma kapasitesiyle ölçülür; sosyal kontrol benlik kontrolüdür, sosyal

değişim ise sürekli ve doğal bir süreçtir.

Manford Kuhn: Kuhn, sembolik etkileşimcilikteki önemli eğilimleri gözden geçirir, Mead’in

“I” ve “me” ayrımına eğilir. Kuhn’a göre, böylesi bir ayrım, sembolik etkileşimciliğin iki

tipinin gerekli kaynağıdır: kesinliği varsayanlarla belirsizliği varsayanlar arasında. Kuhn,

yapısal terimlerle benliği yeniden kavramlaştırarak sembolik etkileşimciliğe uygulamıştır. O,

Mead’in “I” kavramı gibi ampirik olmayan kavramları bırakıp, benliğin kağıt-kalem

ölçümlerini geliştirmiştir. Kuhn, 1950’lerde sembolik etkileşimciliğin alanını genişletir ve

farklı yapılara bakmaya yönelir; bunların içerisinde benlik ve sosyal yapı arasındaki ilişki

gibi, benlik ve nesne sistemleri, rol alma ve benlik, rol alma ve iletişim sistemleri arasındaki

ilişkiye kadar yayılan alanlar vardır. Buna ilaveten, Hickman’la birlikte ekonomik davranışın

sosyal psikolojisine de eğilen çalışması, piyasa davranışını inceleyen takas teorilerine zıt bir

görüşün ortaya atılmasını getirir. Her ikisi de ekonomi alanındaki problemlere doğrudan

benlik teorisiyle çözüm getirmeye yönelirler.

Hugh Dalziel Duncan: Eğer birisi Kuhn’u sembolik etkileşimciliğin bilimsel solu olarak

tanımlarsa Duncan da onun hümanist sağı olarak betimlenmeyi hak eder. Duncan’da

Burke’un etkisi büyüktür. Çalışmalarından birinde sembollerin sosyal entegrasyonu

yarattığını ve sürdürdüğünü; sembolik eylemin ise sosyal düzen ilkeleriyle özdeşleşmeyle

sosyal olduğunu belirtir. Duncan’a göre dünyadaki izleyici kitle için iki büyük dramatik türün

mücadele içinde olduğunu belirtir; bunlardan biri komünizm, diğeri demokrasidir. Duncan,

Symbols and Society isimli çalışmasıyla teorik bir model formüle etmeye girişir; aksiyomatik

önerme, teorik önerme ve yöntemsel önerme diye üç bölümden oluşur. Genel olarak iletişimin

kurulması ve sosyalleşmeye dair bilgilerin verildiği bu çalışmada 12 aksiyomdan söz edilir.

Bunlar test edilemez, yanlış veya doğru olarak gösterilemezler. Duncan’a göre, yöntemsel

önerme, neyi ve nasıl bildiğimizi göstermek içindir. Onun aksiyomları, teorileri ve yöntemsel

önermeleri arasında pek de fark yoktur. Genel olarak Duncan’ın önemi, Burke’un

düşüncelerini aktarmasıdır.

258

İdeolojik Bir Sembolik Etkileşimciliğe Doğru

Toplumsal yapıda yaşanan durumlar, sosyologların bu duruma yönelik çalışmalarının

istenmesi ve daha sonraki evrelerde başta Amerika olmak üzere ülkelerde yaşanan

dönüşümler, üniversitenin genişlemesine, sosyolojinin de gelişmesine vesile olur. Amerikan

sosyologları yapısal işlevselciliğe büyük katkı sunan bir konuma bürünür. Soğuk Savaş

sonrası dönemde özellikle Kennedy’nin seçim kazanmasıyla birlikte sembolik etkileşimciliğin

gelişiminin kapısı aralanır, yeni bilim insanları kuşağı bu yeni ideolojik durumayanıt vermeye

hazırdırlar.

Erving Goffman: 1922, Kanada doğumlu olan Goffman, antropoloji ve sosyoloji

profesörüdür. Sembolik etkileşimciliğe anarşist bir bireysellik getirir. Burke ve Duncan

tarafından ortaya atılan toplumun dramaturjik modeli fikrini ön plana taşır, sosyal hayatın,

farklı eylem kalıplarının canlandırıldığı performanslardan oluştuğu fikrini geliştirir.

Performanslar ise ön ve arka sahneden gerçekleşir. Ön sahnede canlandırmalara rastlanır.

Burada oyunun kotarılması, şovun bir nevi gizlenmesi gerekir ancak bazı durumlarda

beklenmedik olaylar, kazalar vs. unsurlar şovun başarısızlığa uğramasına sebep olabilir.

Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında Goffman, sosyal yaşamın da bir nevi kolektif hilekarlık ve

yanılsama ilişkisinde olduğunu düşünür. Kişi maske veya birçok karakter arkasında, sade bir

görünüme, karaktere sahiptir. Goffman’a göre, benlik sunumu’nun diyalektiği bulunur. Birey,

bir oyuncu iken ahlak tüccarıdır; eylem ise kendi özünden uzaklaşmış olur.

Presentation of Self’deki analizlerini akıl hastanelerinde kalan kişi ve ayrıca kurumlara

uygular. Kurumların tümü ona göre toplumun özelleşmiş türleridir. Goffman, kurumların

bireyin haysiyet ve değer duygusunu soyup yağmaladığını düşünür. Kendisi, küçük yaşta

evlendirilmiş çiftler, cüceler, körler, eski akıl hastaları ve azınlık grup üyelerini içeren

kişilerin yaptığı benlik sunumlarını; baskı yönetimini inceler. Temel ilgisini; damgalanan,

yabancılaştırılan ve dezavantajlılara yöneltti.

Goffman'ın çerçeve analizindeki temel fikri, öznelerarası deneyimin akışının farklılaşmamış;

fakat katılımcıların paylaşılan tanımları açısından organize ve tanımlanmış olduğudur.

Goffman, bilinçli varlıklar arasındaki ilişkilere “çerçeve” analiziyle yaklaşmaya çalışır.

Çerçeve analizinde, Goffman açısından drama, sosyal yaşamın tek temel modeli olarak

alınmaz. Ona göre çerçeve analizi, “çılgın davranışı genellemek için ve bunun tamamen

çılgınca olmadığını görmek için” uygulanabilir. Goffman son olarak ön ve arka sahne

arasındaki zıtlığa paralel bir analiz düzenlemeye girişir.

259

Harvard S. Becker: 1928’de, Chicago’da doğan Becker, sosyoloji alanında çalışma yürütür.

Toplumun komplo olduğunu düşünen Becker, sapma kavramına eğilir. Ona göre, sapma

toplum tarafından yaratılır ve bireye “sapkın” damgasını vurulur. Becker, kural yoksa sapma

da yoktur demektedir. Kural ise bazı özel grupların yaratımıdır ve kurallar genellikle güçlü

olanın zayıf olana, beyazın siyahi olana gücünü empoze etmesi anlamına gelir. Becker, sapkın

davranışın çeşitlerine yönelik açıklamalar yapar, sapıklık tipinin algısı bakımından davranış

çeşitlerini dörde böler: (1) onaylayanlar, (2) yanlışlıkla kuralları çiğneme davranışıyla

suçlanan “haksız yere cezalandırılan” kişiler, (3) gizli sapkınlar, kuralları çiğnemiş ama

tutuklanmamış olanlar, (4) net sapkınlar, kuralları çiğnemiş ve buna istinaden tutuklanmış

olanlar. Burada insanların çoğu kez, kuralları çiğneme eğiliminde oldukları ancak doğabilecek

sonuçlardan çekinerek bunu yapmadıkları belirtilir. Becker’e göre, bir bireyin bir suçluluk

konusundaki temel dönüm noktası, yakalanması ve sapkın olarak toplumca etiketlenmesidir.

Becker, böylesi bir durumda, bireyin, dünyaya tekrar kazandırılabilmesini önleyen yargı

duvarlarının örüldüğünü, bir tarafta ise sapkın, sahtekâr gibi etiketlemelerle sapık grubuna

resmi ve kalıcı bir giriş yapacağını anlatır.

Thomas Szasz: Szasz, psikiyatri profesörüdür. Genel olarak Mead’in oyun modeli üzerine

temellenen çalışmalar gerçekleşmiştir. Szasz, bireyin büyüme sürecinde yer etmiş taleplerden

bahseder ve bireylerin oyun çevrelerinde ortak girişimler paylaştıklarını yazar. Akıl

hastalıkları Szasz’a göre, birer mittir, bunun başlıca nedeni zayıf yetiştirilme tarzında gizlidir;

psikiyatristler de bu hastalığın tedavisini yapamazlar. Akıl hastalıkları miti, bilimsel olarak

felce uğratan ve ahlaki olarak ayıp, antisosyal tutumlar için utanç kaynağına işaret eden

kişisel sorumlulukların bırakılmasını cesaretlendirir. Szasz “tipik stratejiler”den söz eder ve

bunların yalan söyleme ile hilekârlık olduklarını yazar. Szasz’a göre, insan davranışının oyun

modeli ile açıklanması psikolojinin, sosyolojinin ve etiğin birleştirilmesini sağlar. Szasz,

ayrıca temel yaşam oyunu fikrini sonraki çalışmalarında ilerletir, akıl hastanelerinden

bireylerin toplanıp topluma kazandırılması konusunda yapılan kampanyalara öncü olur.

Enstitüleşmeye Doğru Gidiş

Sembolik etkileşimcilik çerçevesindeki çalışmalar 1930-50 arasında devam etse de sosyal

psikolojik problemlere dair tatmin edici açıklamalar yapılamamıştır. 1960 sonrası Kuhn’un

gözlemleri önemli çalışmalar olarak gösterilebilir. Iowa okulundaki çalışmaları ile Kuhn’un

sembolik etkileşimciliğe yönelik katkıları belirginleşir, ancak Kuhn’un ölümüyle bu okuldaki

düzensizlikler artar ve okul değer kaybeder. Ancak 1960’larda sembolik etkileşimcilik büyük

bir lider olmadan yeniden organize olmaya hazırlanır.

260

Gregory P. Stone: 1921’de doğan Stone, Türk dili alanında sertifika alır. Stone’un sembolik

etkileşim versiyonunun en kapsamlı tamamlanması Appearance and The Self isimli

çalışmasında görülür. Benliği kuran, sürdüren ve iletişim sürecinde ele alan Mead’i

gözlemleyen Stone, buna uygun olarak dört tez ortaya atar; (1) her işlem dış görünüş ve

konuşmanın içinde dağılır, (2) görünüş konuşma kadar önemlidir, (3) görünüş çalışmaları

sembolik etkileşimcilik teorisinin alanını genişletir, (4) görünüş benlik gelişiminin her

aşamasında önemlidir.

Stone, anlam konusuna eğilerek, benlik ve onun işlemlerinin anlamlara bağlı olduğunu ve

bunların da değişken olduklarını, dolayısıyla da bu anlamların garantisinin olması gerektiğini

düşünür. Bir bağlamın anlamlılığın garantisi görünüş tarafından sağlanır. Görünüş; normalde

giyim gibi sözel olmayan ifadelerle iletişim kurduran bir şeydir. Stone’a göre, bireyin kendi

görünüşünü idaresi bir izlencedir, onun diğerleri tarafından yorumu ise bir değerlendirmedir.

İzlence (program) ile değerlendirme birleştiğinde ise anlam ortaya çıkar ve anlam, şunlara

parçalanabilir; belirleme, değer, mod ve tavır. Stone’un görünüş ve giyim konusundaki

çalışmaları değer ve mod durumlarına referans sağlamıştır: (1) zenginlik, itibar ve güç gibi

karşılıklı mutabakata dayalı hedefler, (2) başarı, (3) karşılıklı mutabakata dayalı hedeflerin

takibini düzenleyen kurallar ve normlar, (4) değerli davranışa işaret eden ahlaki kurallar.

Stone, sınıflandırmaları sürdürerek, bir de tepkilerle temsil edilen görünüşü dörde ayırır. Buna

göre, yerleştirme (kimlik), değerlendirme (değer), memnuniyet (duygu durumu) ve beklenti

(tutum). Mead, benliğin oluşumunda oyun öncesi evre, oyun aşaması ve oyunun sahnelenmesi

şeklinde bir sıra izlerken, Stone benliğin oluşumunu konuşmaya ve görünüşle kurulan

iletişime bağlar. Buna ilaveten, spor ve oyun sosyolojisinde bir araştırma programı geliştirir,

problemlerin çözümünde yöntemsel tekniklerle çalışır.

261

SEMBOLİK ETKİLEŞİMCİLİK” ANAHATLARI

Sosyal davranışçılığın ikinci temel koludur ve genel olarak tutum ve anlam üzerine

eğilir.

Sembolik etkileşimcilik ekolünün ilk üyeleri James, Cooley, Thomas, Mead, Cassier,

Piaget, Gerth ve Mills’tir. Daha sonraki temsilcileri arasında Burke, Blumer, Kuhn,

Duncan sayılır.

İdeolojik bir sembolik etkileşim akımının mensupları olarak ise Goffman, Becker ve

Szasz gösterilir.

Taklit-telkin okulu Avrupa’da etkili iken sembolik etkileşimcilik aslen Amerika’da

etki kazanmıştır.

Sembolik etkileşimciliğin gelişiminde pragmatizm etkili olmuştur.

Sembolik etkileşimcilik benlik ve kişiliği merkezine almıştır.

Cooley, toplumun somut gerçeklerinin insanların birbirleri hakkındaki imgelemleri

olduğunu söyler. Cooley’in ünlü “ayna benlik” kavramı bu olguyu ifadelendirir.

Cooley’in sosyal davranışçılığa katkısı ayna benlik kavramı ile sınırlı değildir. Onun

birincil ve ikincil grup ayrımı da önemlidir.

Mead’e göre, benlik sadece sosyal tutumların basit bir toplamından ibaret değildir. O,

sosyal “bana(me)”nın farkında olan “ben(I)”den oluşur.

Rol kavramı, Mead’de merkezi bir pozisyon alır, özellikle de kişilik ile sosyal yapının

kaynaştırılmasında. Bu “rol” kavramı, Simmel’deki “görev” kavramını anımsatır.

Piaget, oyunun benlik ve sosyal düzenin oluşumunda kritik önemde olduğunu söyler.

Piaget’e göre çocukların oyunlarının kuralları, bireylerden bağımsız toplumsal

gerçekliği oluştururlar ve dil gibi nesilden nesile aktarılırlar.

Blumer, sembolik etkileşimcilik kavramının sahibidir. Ona göre insan anlam

temelinde eylemde bulunur; anlam da sosyal etkileşimden çıkar.

Goffman, sosyal yaşamı çeşitli rutinlerin, aktivite modellerinin sahnelendiği

performanslardan oluşan bir unsur olarak kavrar

262

XVII. Sosyal Davranışçılığın Sosyal Eylem Kolu

Sosyal-eylem teorisi, sosyal davranışçılığın üçüncü dalıdır. Sosyal davranışçılığın diğer iki

okulu olan çoğulcular ile sembolik etkileşimciler bir noktada kesişmekle birlikte çoğulcu

davranışçılar, kişilik, sosyal yapı ve kolektif davranış analizlerinde, türün bilinçliliği, yenilik

çatışması, yayılma, önerme, taklit gibi kavramları başlangıç noktası olarak; sembolik

etkileşimciler ise tutum, ortak beklenti, dil ve sosyal rolleri temel alırlar. Sosyal-eylem teorisi

ise analiz birimine anlamlı sosyal eylemleri yerleştirdi. Bu teorinin en önemli ismi Max

Weber’dir.

Max Weber (1864-1920): Hukuk alanında çalışır, ekonomi profesörü olur. Weber,

Almanya’da Kantçı ve yeni-Kantçı, idealist ve yeni-idealist geleneği sentezlemeye çalışır.

Yeni-idealist Dilthey ve Yeni-Kantçı Rickert’in ortaya attıkları problemler üzerinde çalıştı.

Fiziki ve kültürel bilimler arasındaki ayrımı keskinleştiren Weber’e göre, fiziki bilimler

gerçeklerle, kültürel bilimler anlamlarla uğraşır. Buna göre, düşünce fiziki bilimlerde

açıklama ile kültürel bilimlerde ise anlamayla şekillenir. Açıklama; nedensel kanunlarla

yapılırken, nesnesi dışsaldır. Anlama ise anlamlarla bağlantılı olup, nesnesi sezgidir. Weber

aynı zamanda iki alan arasında yöntem farkını da ortaya koymaya yönelir; buna göre, doğa

bilimlerinde açıklama yöntemi deney; kültür bilimlerinde anlama yöntemi anlam

konfigürasyonları ve yorumlardır.

Rickert ve Dilthey’in düşüncelerine eğilen Martindale, ikisinin kıyaslamasını bir tablo halinde

yapmaya yönelir:

Dilthey (Yeni-idealist) Rickert (Yeni-Kantçı)

Disiplin Uygun Bilgi Tipi Disiplin Uygun Bilgi Tipi

Kültürel bilim Sezgi, anlam Tarih Değerlere göre

özgün belirleme

Doğa bilimi Nedensel-yasa

açıklamaları Bilim

Nedensel-yasa

açıklamaları

Aralarındaki belirgin farka bakılacak olursa, Dilthey, kültürel ve sosyal bilimlerin farklılaşmış

bir içeriğe sahip olduğunu düşünür. Rickert’e göre, bilim çok ayrışmayan fenomenlerden

oluşur. Genel olarak yeni-idealistler dünyayı eylem için bir alan olarak görürken, yeni-

Kantçılar aynı dünyayı bilgi nesnesi olarak görürler. Weber bu düşüncelerden etkilenir.

263

Sosyal değişim, tarih ve bilimin her ikisiyle anlaşılabilecek bir süreçtir. Bilim, tüm açıklama

gücünü, tercihlerden bağımsız ve değer yansız olarak elde eder.

Weber’e göre, gerçeklik bir kanunlar sistemine indirgenemez. Hiçbir yasalar bütünü kültür

bilimini tüketemez. Özgün kavrayış için değerlerle ilişki vazgeçilmezdir. Weber’e göre,

tarihin amacı asla evrensel bir değer sisteminde bulunamaz. Tarihsel değişim, daima yeni

aktivitelere izin veren ve yeni tinsel olasılıkları açığa çıkaran bilinmeyen bir sona doğru

hareket eder.

Yeni-Kantçılık, Weber tarafından yeniden gözden geçirilmiştir. Weber, kültür bilimlerin

rolünün anlamları kavramak olduğunu savunur. Anlamlı ilişkiler, güdüler ve hareketler;

anlamlar ve sonlar arasında bulunur. Bunlar bizim davranışlarımızda görülür ve yorumlayıcı

sosyoloji bunu kendimizin ve başkalarını davranışlarında kavramalıdır. Dolayısıyla tam da bu

noktada Weber’in bakış açısı Durkheim’inkinden farklıdır. Durkheim, sosyal gerçeklerin

şeyler olarak işlenmesinden yanadır. Yorumlayıcı sosyoloji tarihsel dünyayı nesne topluluğu

olarak değil, insan yaşamının gelişim süreci olarak inceler.

Yeni-Kançılıktan sonra yeni-idealizmde de değişim yaşanır. Weber, bilimin doğal ve kültürel

bilimlerde ilkede farklılaşmadığını belirtir. Sezgi, doğal ve kültürel bilimlerde aynı role

sahiptir. Yeni-kançılara göre kültürel veri alanında bilimin rolü sadece nedensel bağlantılar

kurmaktır.

Weber’in Olası Disiplinler Şeması

Disiplin Çalışılan veri türü Açıklama türü Ortaya çıkan

açıklamanın doğası

Kültürel tarih Anlamlar, gerçek

koşullar

Anlamlı yorumlar,

nedensel açıklama

Kültürel gelişimin

özgün dizileri

Kültürel bilim Anlamlar, gerçek

koşullar

Anlamlı yorumlar,

nedensel

açıklamalar

Kültürel fenomenin

nedensel yasaları

Doğal bilim

Gerçekler,

anlamlarla

keşfedilen

Nedensel

açıklamalar

Doğal fenomenin

yasaları

Doğal tarih

Gerçekler,

anlamlarla

keşfedilen

Anlamlı yorumlar,

nedensel açıklama

Fiziklsel gelişimin

özgün dizileri

Weber’in Yöntemi: Weber, teorik ve felsefi konular dışında kendi yöntemini geliştirmez.

Weber, erken dönem sosyolojinin yöntemsel problemleriyle yüzleşme durumunda kalır ki bu

problem sosyolojinin merkezindeki malzemenin ölçümüyle ilişkilidir. Sosyologların pek

264

çoğu, bilimin yöntem olarak laboratuvar deneylerini kullanması gerektiğini söylemesine

rağmen, nasıl yapılacağına dair kesin bilgi sunmaması, sosyolojik yöntemin tek mümkün

halinin tarihsel veriye dayanan karşılaştırmalı yöntem olduğu fikrinin ortaya çıkmasını sağlar.

Daha sonraları tarihsel veri, etnograflar tarafından kullanılır. Karşılaştırmalı yöntemin

suistimali iki noktada ortaya çıkar; bunlardan biri zaten ulaşılmış sonuçları göstermek için

tarihsel ve etnografik malzemelerin kullanılması, diğeri ise standart yokluğudur.

Karşılaştırmalı yöntemin problemi, gerçekten karşılaştırılabilir vakalar bulmaktı. Weber, buna

çözüm için “ideal tip” kavramlaştırmasını ortaya atmıştır. İdeal tip, bireyi hipotetik olarak

somutlaştırır; kıyaslama için belirgin yapılar kullanılır (örnek olarak, Protestanlığın doğuşunu

analizde öğrencilere yardım eden dinsel elementler kilise ve mezheptir). Protestanlık ve

Hıristiyanlık ideal tiplerdir. İdeal tipler genel veya özel bağlamlar değildir; hipotetik bireyler

olarak gerçeklikte ortaya çıkan malzemenin bir seçimini içerir. Ayrıca sadece niceliksel

analizlere uygun aritmetik hesaplarla bulunan ortalamalar da değillerdir. İdeal tip ampirik

araştırmalarda bir strateji görevi görür, dolayısıyla ampirik dünyayı anlama çabasına denk

düşer; araştırmacıya çalışmasında ve anlama çabasında bir çerçeve sunar. Böylesi bir tipi

yapılandırmada iki kriter önemlidir: nesnel olasılık ve yeterli nedensellik. İdeal tipin içerdiği

bir malzeme sadece var olan bilimsel bilgiyi bozmuyorsa kabul edilebilirdir. İdeal tip formüle

edildiğinde, kesin olarak çeşitli durumların karşılaştırılmasına olanak tanımalı, aksi halde,

ideal tip terk edilmelidir.

Weber’in Uygulamalı Sosyolojisi: Weber’in çalışmalarının bir bölümünü uygulamalı

sosyoloji oluşturur. Weber’e göre, Batı kapitalist uygarlığı kendine özgüdür; malzemeleri

diğer medeniyetlerden kopyalanmamıştır, dolayısıyla Batı’daki bilim, en rasyonel düşünce

moduna denk düşer. Weber, Hindistan, Çin, Babil ve Mısır’da da kesin bilgi oluşsa da

eksikleri olduğuna; gelişmiş tarihsel bilginliğin ise sadece Batı’da geliştiğine inanır. Bu aynı

zamanda müzik, sanat ve mimaride de barizdir. Kapitalizm, sürekli, rasyonel, kapitalist

girişimiyle Batı’ya özgüdür ve kar beklentisi dayanan bir ekonomik eylemdir. Genel olarak da

Weber’in uygulamalı sosyoloji çalışmaları; eski dünyanın tarımsal tarihini, geniş ölçekli

endüstrilerdeki işçi koşullarını, orta çağdaki ticari şirketleri, eski dünyanın çöküşünü, Batı

Almanya’nın tarımsal problemlerini, Protestan etiğini, kapitalizm psikolojisini, müziğin

sosyal ve rasyonel temellerini içermektedir.

Weber’in Saf ya da Teorik Sosyolojisi: Teorik sosyolojisi için de yeni-Kantçı ve yeni-

idealistik fikirleri kullanır; her ikisinden hareketle bir oluşuma yönelir. İlkinden, bilimsel bir

disiplin olarak sosyolojinin kesin formülasyonlara ihtiyaç duyduğu fikrini, yeni-idealistlerden

265

de şekilden ziyade içerik bakımından tanımlanması gerektiği fikrini alır. Weber, yeni-

Kantçılardan ayrı olarak, sosyolojinin sırf şekille değil sosyal eylemle çalışması gerektiği

fikrini ortaya atar ve araştırma birimi olarak da bütün bilimlerde aynı yöntemle çalışılan bir

öznenin olması gerektiğini savunur. Weber, bir eylemde bulunan öznel anlamların kendi

içlerinde nedensel içeriğini barındırdığını varsayar. Buna göre, sosyoloji sadece eylemler

anlamlara sahip olana kadar eylemle ilgilidir; anlamlar ise (1) somut bir durumda gerçekten

olan anlam ve (2) teorik olarak kavranan saf tipin hipotetik aktörlere dayandırılmasıyla

olanlar olarak ikiye ayrılır.

Weber, davranışın bir ölçüde rasyonel olduğunu ve anlaşılabileceğini belirtir. Empatik

anlayış, davranışın geriye kalanını açıklamada yardımcıdır. Dolayısıyla bu anlayış türü hem

yeni-idealistler hem de kültürel bilim için gerçek yönteme denk düşer. Weber’e göre bu

yönteme Verstehen (başkasının davranışını anlamak için, bireyin kendini, o kişinin yerine

koyma davranışı) yöntemi denir. Böylesi bir yöntem Weber’e göre ikincildir, birincil olan

karşılaştırmalı çalışmalarla ilgili olanıdır. Weber, anlamdan yoksun bir yaşamın

olamayacağını düşünür. Anlamdan yoksun bir gerçeklik kategorisi tükenmişlik, mutluluk,

alışkanlık gibi psikofizik fenomenleri açıklamak için önemlidir. Doğrudan bir tipin

anlaşılması, 2+2=4 önermesi gibi duyar duymaz anlaşılmasına benzer. Anlamın önemli ve

çeşitli olabileceğini söyleyen Weber, güdülere eğilir. Weber, psikoloji ve sosyoloji arasındaki

ayrıma değinir, hayvan ve insan davranışın arasındaki ayrımı vurgulayanın sosyoloji

olduğunu vurgular.

Weber, sosyal-eylem teorisinden, genel sosyal yaşam fikrine geçiş yaparken, eylem

tipolojisini bir aracı olarak kullanır. Eylem, bilinç bileşenlerinin düzenlenmesi bakımından da

4 tipe ayrılır: Eylem, çoğul anlamlarla bir duruma işaret ettiğinde ve aktörler kendi

anlamlarını seçmekte özgür olduğunda (rasyonel olarak amaçlı) “zwekrational”; eylem,

yararları için seçildiğinde ve sonuçlar sabitlendiğinde (değerler bakımından rasyonel)

“wertrational”; eylemin amacını ve eylemin bitinişi duygusal faktörler belirlediğinde

“duygusa”l; eylemin amacı ve sonuçları gelenek tarafından sabitlendiğinde “geleneksel”dir.

Weber’in eylem tipolojisi bazı nedenlerden dolayı büyük bir öneme sahiptir. Ona göre, sadece

bireyler ve birey eylemleri vardır.

Martindale’e göre, Weber’in sosyolojisinde sosyal ilişki tanımı önemlidir. Bu, bireysel

eylemden davranış paternlerine geçiş yapmak için temel bir görüşü içerir. Sosyal ilişki

kavramı, bir aktörün davranışını, kendi anlamlı içeriği içinde ele almak için kullanılır. Sosyal

ilişkiler, sosyal eylemin bir yönü olabilir. Buna uygun olarak da Weber, sosyal eylemin

266

yeniden oluşumuna neden olan sosyal ilişki kavramına ihtiyaç duyar (A ve B ilişkisi örneği).

Weber, sosyal ilişki kavramından sosyal pratikteki benzerlik kategorilerine döner ki bunlar

sosyal ilişkinin ampirik olarak gözlenen kategorileridir: kullanım, gelenek, rasyonel kullanım,

moda, teamül, yasa.

Weber, geleneksel ve yasal düzenle ilgili sosyal ilişkiler konusunda gelişme sağladıktan sonra

çatşıma ve dayanışma, açık ve kapalı ilişkiler gibi sosyal ilişkilerin özel konularına yönelir;

çatışmalı ilişkilerde kanlı veya barışçıl türler vardır. Weber, çatışmalı, birlik içinde olan, açık

ve kapalı ilişki ile yasal düzen arasında açıkça bir ayrıma gitmemiştir. Bu dört tip ilişki yasal

düzenin işleyişini öngörür. Denetim, gelenekler veya yasal düzenle sağlanır. Tüzel gruplara

da değinen Weber, bu türdeki gruplarda var olan düzenin yönetimsel veya düzenleyici

olabileceğini; güç ve zorunlu kontrol organizasyonları olduğunu belirtir.

Weber’de “calling” veya “vocation” rol kavramını temsil eder; kişilik yapısı ve sosyal yapı

arasındaki bağlantıya vurgu yapar. Weber’in analizleri kolayca sosyal yapı alanına yayılır.

Çalışmaları üç büyük alt disipline katkı sağlar: din sosyolojisi, siyaset sosyoloji, hukuk

sosyolojisi. Weber, yönetim konusuyla da ilgili olup özellikle bürokrasiye odaklanır.

Bürokratik yönetim tipi geniş ölçekli sosyal yapının bütün tipleri için önemlidir: modern

devlet, dini enstitüler, büyük bankalar, diğer büyük girişimler, büyük hastaneler.

Weber sınıf, statü grupları gibi kavramlara eğilir. Ona göre sınıf, ortak yaşam bileşenlerine

sahip topluluktur. Sınıf ve statü gruplarına zıt olarak ise partiler daima toplum örgütlenmesi

peşindedir. Parti eylemleri planlı bir tavırla bir hedef doğrultusunda yapılır. Gündelik ve

sürekli yapıları temsil ederler. Güç kazanma yöntemleri değişir, oy için rüşvet ve reklam

kullanabilirler. Weber, aynı zamanda sosyal değişim kavramına yönelir ki ona göre, sosyal

değişim 3 genel ilkeye göre temellenir: gelenekselcilik, rasyonellik ve karizma. İnsanın sosyal

yapısının evriminin büyük kısmı gelenekselcilik ve rasyonalizasyonun yıkıcı etkileri arasında

tükenmiştir. Fakat bu iki ilke genelde karizmatiklik ilkesi ile olan gerilimde açığa çıkar.

Karizma, kişisel doğasıyla, eğer hareket ve yapılar yok olmamak için yapılıyorsa geleneksel

ve rasyonel bir forma dönüştürülebilir.

Özet olarak, Weber pek çok sosyolog için 20. yüzyılın ilk yarısının en önemli sosyal

bilimcisidir. Pek çok sosyologu etkileyen Weber, yeni yönelimlere oldukça fazla veri sağladı;

çağdaş bilimciler tarafından da yeni çalışmaların yapılabilmesine katkı sundu. Bunların

arasında, tabakalaşma teorisi, bürokrasi çalışması, geniş ölçekli organizasyonlar, yasal otorite

çalışması, hukuk sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, din sosyolojisi ve müzik sosyolojisi yer alır.

267

Thorstein Veblen (1857-1929): Sosyal-eylem teorisinin bazı noktalarında gelişim sağlar.

Genel olarak düşünceleri, evrimsel hipotezlerle şekillenir. Spencer’dan etkilendiği

düşünülmekle birlikte Spencer’dan ayrı olarak bugünkü ekonomik aktiviteye odaklanır;

ekonomi sisteminin kurumsal eleştirisi ile evrimsel sunumunu yapar. Veblen, insanın pratik

bir etkinliği olan içgüdü ve birine özenme ve onu geçmeye dair tutkusuyla hareket ettiğini

varsayar. Analiz birimi olarak bireylerarası eylemlere yönelen Veblen, yıkıcı ve yapıcı diye

iki temel tip’ten bahseder. Weber’inki kadar zengin bir niteliğe sahip olmasa da Veblen’in de

bir sosyal eylem bağlamı bulunur. Weber’in Batı yaşamındaki rasyonelliğine karşın, Veblen,

bilimsel rasyonellikle ilgilenir. Genel olarak ise her iki düşünür soyut şeyleri somutlaştırma

eğiliminde, değerden özgürleşmiş bir bilim oluşturma derdindedir.

Veblen’e göre insan doğası, seçici gerekliliklerle gelişmiştir. İnsan dürtüsel teleolojik eylemin

merkezidir. Eylem, bir çeşit işe yararlılık, erdem ya da yeterlilik hissi ile yönlendirilir. Böylesi

bir eğilim ise ‘işçilik içgüdüsü’ olarak adlandırılır. Veblen’in işçilik içgüdüsü tanımı,

Weber’in önerdiği sosyal eylemin rasyonel amaçlı (zweckrational) tipiyle ilişkilidir. Weber,

eylemin rasyonel, geleneksel ve duygusal tipleri arasındaki gerilime yer verirken, Veblen

işçilik içgüdüsü ve agresif içgüdü arasındakine yer vermiştir.

Veblen’e göre aylak sınıfın ortaya çıkması mülkiyet ile ilişkilidir. Mülkiyetin ilk biçimi, ilksel

toplumlarda kadın köle kriziyle başlar; kadınların mülkiyeti, endüstrideki ürünlerin

mülkiyetine, nesnelerin mülkiyetine uzanır. Mülkiyet ise bir ekmek kapısından haksızlığa

dönüşür ve zenginlik de gücü temsil eder hale dönüşür. Dolayısıyla güç ve zenginlik paralel

bağlamda kanıtlanmaya çalışılır, saygınlığı kazandırır. Zenginliğin ve gücün kanıtlanabilmesi

ise işsizliğin teşhiri ile mümkün olur. Teoride aylak sınıfın yıkıcı kültürün başlangıcından beri

var olduğu belirtilir; buna ilaveten görünmez işsiz sınıfı ortaya çıkar. Bunlar çok fakir olup,

riskli bir yaşama sahiplerdir. Buradaki aylak kavramı, zamanın üretici olmadan tüketimini

ifade eder; bu sınıfı hatırlatan kavramlar ise şunlardır: hatıralar, aşamalı sistem, başlıklar,

dereceler, rütbe, madalya, onursal nişan. Bu sınıf için önemli olanlar; ölü dillerin bilgisi; gizli

bilim; doğru heceleme; sözdizimi kuralları; yerel müzik şekilleri, oyun, spor ekipmanlarıydı.

Evrimsel bir bakış açısı içerisinde Veblen, aylak sınıfın, tüketimin değişik biçimlerinde

kendini gösterdiğini belirtir; buna ek olarak, yaşam içerisindeki değişimi ortaya koyar. Ona

göre artık güzel olan şeyler pahalı değilse güzel sayılmaz hale gelmiştir. Para kazanma

noktasındaki görüşleri, Veblen’in düşüncesinin başlangıç noktasına denk gelir. Bu süreç, ham

maddenin üretimi, kullanışlı mallara dönüştürülmesi ve dağıtımı ile gerçekleşir; insanlar da

kendileri için başkalarından ürün aramaya yönelirler. Veblen’e göre işçilik içgüdüsü,

268

yıkmaktan çok üretmek içindir. Teknolojinin gelişimiyle modern makine endüstrisine

geçilmiş; teknoloji işçilik içgüdüsünü ortaya koymuştur.

20. yüzyıl Amerika’sında üretici ve yaratıcı fikirli bir düşünür olarak tanımlanan Veblen,

ekonomistlere göre bir sosyolog; sosyologlara göreyse bir ekonomisttir. Genel olarak

teorisinin ekonomik olmaktan çok sosyolojik olduğunu belirten Martindale, Veblen’in ortaya

attığı fikirlerin sosyal-eylem teorisini geliştirdiğini ve bu teorinin, Weber aracılığıyla

Almanya’da, Veblen’le Amerika’da devam ettiğini yazar.

John R. Commons (1862-1945): En genel haliyle Commons’un çalışmaları, değer, dağılım,

ekonomik düşünce tarihi, halk yararı, göç, barınma, işgücü kanunu, sosyal sigorta, ticaret

birliği, tekel fiyatları, index numaraları, iş döngüsü, gümrük tarifeleri, sivil servis ve yönetim,

kentsel hükümet ve oransal temsil üzerinedir. Amerikan işgücü tarihi konusunda Richard T.

Ely ile birlikte çalışmalar yürütür.

Commons’ın ekonomik kurumları “bireysel eylemin kontrolünde kolektif eylem” olarak

tanımlaması onun şeyleştirmeye karşı olduğunu gösterir. Ona göre, insanların çalışması

kapitalist yapının kuruluşu kadar önemlidir. Commons, sosyal yaşamı kişilerin eylemleri ve

yargıları temelinde ele alır ve sosyal olayların bireysel veya kolektif olarak insan iradesinde

yattığını belirtir. Ona göre, ekonomi bir organizma veya mekanizmadan çok sosyal bir

organizasyondur ve tam da burada Commons’a göre, örgütlenme eylemin istikrarı ve

düzenliliği ile sağlanır. Görüleceği üzere bireylere de değinen Commons, bireylerin belli bir

durumdan diğerine geçişinde “kontrol, özgürlük ve birey eylemlerinin yayılmasında kolektif

eylem” fikrini ortaya atar. Commons, kazaya ilişkin yasalara, suç davalarına eğilir, kanun

noktasında yaptığı çalışmalar ise Weber’inkiyle paralellik gösterir. Bütün görüşleri içerisinde

ise “işlem” görüşü merkezi hale gelmeye başlar. İşlemi, konu itibariyle üçe ayırır: pazarlık

yapıp uzlaşma, oranlama ve yönetim. Commons’un fiyat kontrolleri konusu gibi, bir çok

tanımı da Weber’inkine benzerlik gösterir. Commons iradeye vurgu yapar; Weber’in sosyal

eylem tipolojisine benzer bir işlem tipolojisi geliştirir.

Commons için işlem, isteklerin ve eylemlerin iki yönlü ilişkisidir. Bu meseleler, aynı

zamanda çalışma kurallarına göre gösterilen bir performans ile ilgilidir. Commons’ın

kurumlar görüşü, Weber’in ilişki kavramı ile paraleldir. Bir kurum, birey eyleminin yayılımı,

özgürlüğü ve kontrolünde kolektif eylemdir. Ona göre devlet kurumu, politikacıların kolektif

eylemidir. 20. yüzyılda kolektif eylemin 3 baskın türü (ki bunlar modern insanlığın kaderinde

etkilidir) rastlanır: kurumlar, işçi sendikaları ve siyasi partiler.

269

Robert Morison MacIver (1882-1970): Amerika’da çağdaş sosyal-eylem teorisyenlerinden

biri olan MacIver’ın temel çalışma noktası, insan eylemleridir. MacIver; ”Her ne zaman

yaşama olgusu diğerleriyle olan iradeli ilişkilerle sürdürülse orada toplum başlar.”

demektedir. Bütün iradeli ilişkilerin birincil sosyal gerçekler olduğunu belirten MacIver, bu

ilişkilerin sonuçlarının da ikincil sosyal gerçekler olduğunu yazar. Ona göre, sosyal gerçekler

iki gruba ayrılır: isteklerin etkileşimini temsil eden sosyal ilişkiler ve böyle ilişkilerin genel

biçimleri olan sosyal kurumlar. MacIver’e göre sosyoloji, bilim olarak görevi yasaların

keşfedilmesi ve formülize edilmesidir. Sosyal yasalar evrende kendine özgüdür. Yaşam

gerçeklerinin yasası değişken, göreceli ve değiştirilebilir iken cansız dünyanın kanunları

değişmez bir sıra izler.

MacIver sosyal araştırmalar için kullanılan istatistiki değerlere eleştirel yaklaşarak,

toplumların ortalamalar olarak istatistiki açıdan incelenmesine eleştiri getirir; ayrıca ona göre

sosyolojik veriyi nicel hale getirmek de zordur. Macver’ın yöntemi karşılaştırmalı yöntemin

bir formu olan farazi yeniden yapılandırmadır. Genel olarak bakış açısını sosyal yaşamda

öznel yorumun esas rolünden esinlenerek oluşturmuştur; buna göre sosyal yapı tablosu

şöyledir:

A

Gruplaşmalar veya Örgütlenmeler

(ilişkilerdeki kişiler)

B

Formlar veya Sistemler

(kişilerarası ilişkilerin durumu)

I. Kapsamlı bölgesel birimler

Genel tip: Topluluk

Özgün tipler: Kabile, millet, komşuluk,

köy, şehir

I. Adetler ve Fazlası

Özgün tipler: Görenek, merasim, ritüel,

öğreti, moda

II. Belirli örgütlenme olmayan çıkar-

bilinçli birimler

Genel tip (a) :sosyal sınıf

Özgün tipler: kast, elit, rekabetçi sınıf,

birleşmiş sınıf

Genel tip (b): kalabalık

Özgün tipler: Beğeni-çıkar kalabalığı,

ortak-çıkar kalabalığı

II. Kurumlar

Genel tip (a): Sosyal ilişki koşullarını

kuranlar (mülk)

Genel tip (b): Sosyal ilişki tarzlarını

kurulanlar (evlilik)

Özgün tipler (a ve b altında): Siyasi,

ekonomik, dini, ailesel, eğitimsel

Not: B1 ve B2’nin altındakiler karşılıklı

dışlayıcı olmak zorunda değildir.

III. Belirli örgütlenmelerle çıkar-bilinçli

birimler

Genel tip: Kurum

Özgün tip (a): Birincil grup

Çeşitleri: Aile, oyun grubu, kulüp

Özgün tip (b): Geniş ölçekli ortaklık

Çeşitleri: Devlet, kilise, ekonomik kurum

III. İşlevsel sistemler

Genel tip (a): Kurumsal kompleks

Genel tip (b): Çıkar kompleksi

Not: 3B altında, kültür ve medeniyetin iki

büyük düzenini içeririz. Bunlar parçalar

olarak değil, sosyal yapının temelleri olarak

alınmalıdır.

270

MacIver, sosyal-eylem teorisine, teorik bir öz kazandırır. Ona göre, bütün bilimlerin (fizik ve

sosyal bilimler) görevi, nedenleri belirlemektir. MacIver, nedensel olanla olmayan analizlere

eğilir, niçin sorusuyla problemleri şöyle ayırır: (1) Değişken olmayan bir düzenin nedeni

fiziksel bağlarla yönetilmesidir. Bu evrensel nedenselliği temsil eder. (2) Organik işlevlerin

nedeni biyolojik bağlarla yönetilmesi ve organik varoluşun nedenselliğini temsil etmesidir. (3)

Psikolojik davranışın nedeni psikolojik bağlar ile yönetilmesi ve bilinçli varoluşun

nedenselliğini temsil etmesidir. (4) Sosyal varsayımın nedeni sosyal bağlarla yönetilmesi ve

aynı zamanda bilinçli varoluşun nedenselliğinin bir şekli olmasıdır. (5) Çıkarsamanın nedeni

nedensel olmayan tip olması ve mantıksal bağları yönetmesidir. (6) Yükümlülüğün nedeni

nedensel olmayan bir bağ olması ve normatif bağları yöneltilmesidir.

Maciver, bilimsel çalışmanın, sorgulayarak olguyu nedensel düzeyini tanımlama ile

karşılaştırmalı çalışma yapma şeklinde iki adımda gerçekleştiğini belirtir. Ona göre, sosyal

nedensellik zinciri varolmak için zihne ihtiyaç duyar. Nedensellik tanımının ardından

Maciver’e göre, doğrulama süreci gelir. Sosyologun görevine değinen MacIver, bu görevi,

bilinçli oluşum alanı içerisinde nedensel kanunlar kurmakla sınırlandırır. Ona göre, sosyal

bilimci bir şeyi kendi özel nedensel bağlarına göre izlediğinde varoluş düzenine ait bütün

nedensel faktörleri keşfetmiş olur ve burada sosyologlar, sürekli farklı dinamik düzenlere ait

faktörlerle yüz yüze gelmiş, bilimsel olarak zorlu şeylerle yüzleşmişlerdir.

Biyoloji ve psikoloji gibi alanlara da değinen Maciver, sosyologların sosyal gerçekler ile

ilgilenmesine yönelir ve bu gerçeklerin 3 ana tipi doğurduğunu yazar: dağılımsal olgu,

kolektif olgu ve konjenktürel olgu. Maciver’e göre bu sosyal gerçek, bireyin anlamları ve

kararlarıyla temsil edilir. MacIver’in kendi formülleştirmesinde, bilinçli bir eylem çeşitli

sistemlerin belirli yönlerinin dinamik ilişkisini geliştirir ve bunlar şöyle özetlenebilir:

(1) Bir dizi nesne belirli bir kültürel kompleks içinde doğar ve dinamik bir

değerlendirme sürecinde belirli bir ifade bulur.

(2) Bir dizi teknik, uygarlığın ürünüdür ve belirli nesnelere uygulanır.

(3) Bir dizi sosyal ilişki, belirli nesnelere göre düzenlenir, eğer bir eylem hedefi

yoksa faili oluşturur.

(4) Bir dizi biyofiziksel koşul belirli eylemlerle ilişkilidir.

271

XVIII. Sosyal Eylem Teorisinde Diğer Gelişmeler

Max Weber’in geleneği, Karl Mannheim’in çalışmaları üzerinden devam eder. Mannheim

(1893-1947), Marksizmden oldukça, ayrıca yeni-Kantçılıktan, fenomenolojiden ve son olarak

Weber’den etkilenmiştir. Weber geleneğinin ilk entelektüel mirasçısı olan Mannheim, bilgi

sosyolojisinin gelişimine katkıda bulunmuş bir profesördür. Avrupa’nın sosyal tarih

problemlerine yönelik çözüm ve teşhise yönelir; görüşleri Man and Society in an Age of

Reconstruction ve Diagnosis of Our Time isimli çalışmalarda gün yüzüne çıkar. Mannheim’in

sosyal eylem teorisindeki konumu oldukça büyüktür; o, birleşik yeni türler içerisinde çalışır,

dolayısıyla da sosyal eylem teorisinin gelişimine katkı sağlar. Mannheim, sosyal gerçekliğin

organizmacı, çatışmacı ve resmi tanımlamalarına karşı çıkmasından dolayı, sosyal

davranışçılığın kategorilerine yerleşir. Weber gibi, o da toplumu, bireysel hareketlerin anlamlı

bir bağı olarak tanımlar; Weber gibi kişiler arasında gerçekleşen eylemleri inceleyerek

geleneksellik ve rasyonalizm gibi zıt kavramlar üzerine çalışır. Buna ek olarak Marksistler

gibi sınıf temelli eylemlerin modern zamanlarda en önemli eylemler arasında yer bulduklarını

düşünür. Adından söz ettirmesi ise Weber’in Protestan Ahlakı’nı konu aldığı çalışmasıyla

gerçekleşir. Ona göre, modern insanın sosyal çevresi çeşitli sınıflara göre örgütlenir. Buna

bağlı olarak da tarihin en önemli durumu, çeşitli sınıfların politik ve ekonomik güç için

yarışlarıdır. Mannheim için, bilimsel standartlara dayanan teorik bilgi haricindeki bilgilerin

tamamı (popüler, geleneksel, dini, felsefik ve kantitatif bilimsel) sınıf temellidir. Mannheim,

duruşunu, görecelikten çok ilişkisel olarak tanımlar. Mannheim, modern tarihin ekonomi ve

politik sınıfa dair bir ideolojik bakış açısını karakterize eder. İdeoloji, çıkarların savunulması

ve desteklenmesi işlevine sahip düşünceler bütünüdür ve bunlar, Marks’ın tanımıyla yanlış

bilinç olarak da tanımlanabilir. Mannheim, ütopyadan bahsettiği çalışmasında ütopyaları

dörde ayırır: (1) Anabatistlerin sefahatçi binyılcılığı, (2) liberal-insancıl düşünce, (3)

muhafazakar düşünce ve (4) sosyalist-komünist ütopya.

Mannheim, çağımızın artan sorununun, plansız, laissez-faire demokrasi ve toplumun totaliter

örgütlenmesi arasında sosyal yaşam için çözüm bulmak olduğunu belirtir. Tarih, ona göre, üç

aşama izler; (1) göçebe dayanışmacı aşamadaki insan, (2) bireysel rekabetteki insan ve (3)

bireylerüstü grup daşanışması aşamasındaki insan. Sosyal dünyada düzeni getirme görevi,

toplumun elitlerindedir. Mannheim’e göre, modern demoktarik-liberal toplumlar hala ikinci

tarihsel aşamada bulunmaktadırlar. Toplumdaki elitleri ayıran Mannheim, bunları politik,

272

düzenleyici, entelektüel, sanatçı, ahlaki ve dini olarak isimlendirir. Mannheim’in

düşüncesinde, liberal-demokratik toplumun sorunu, o toplum içindeki elitlere yöneltilen yıkıcı

eleştirilerdir. Bu eleştiriler veya güçler birkaç çeşittir. Bunlardan bazıları seçkin grubun sayıca

artmasını ve güçlerini azaltma eğilimi; elit gruplarının ayrıcalıklarını yitirmeleri; elitlerin

seçiminde kullanılan ilkelerin değişiklik göstermesi ve elitlerin içsel yapılanmalarındaki

değişimdir. Burada temel görev, seçkinlerin önemlerinin yeniden yükseltilmesi ve planlı bir

sosyal düzen yaratmadır. Planlama ise Weber’le ortak görüşe sahip olduklarını gösterircesine,

rasyonel bürokratik örgütlenmenin hayatın yeni yönlerine yayılması ile mümkündür.

Destekçiler

Sosyal-eylem teorisine üç kişiden katkı gelir; Florian Znaniecki, Talcott Parsons ve Robert K.

Merton.

Florian Znaniecki (1882-1958): Polonyalı bir aileden gelir. Felsefe profesörü olup, Polonya

dilinde sosyolojik çalışmalar yapmıştır. Daha sonra davet üzerine gittiği Amerika’da

Colombia Üniversitesinde sosyoloji profesörü olur. 1955, Amerikan sosyolojisinin temsilcili

halini alır. Znaniecki, The Polish Peasent (Polonyalı Köylü) çalışması, sosyal davranışçılığın

sembolik etkileşimcilik branşının gelişiminde katkı sunmuş; sosyal-eylem teorisine de katkı

sağlamıştır. Znaniecki, sosyal ve kültürel hayatın analizi için temel birimler olarak sosyal

eyleme yönelir ancak erken çalışmalarında, sosyal eylemin unsurlarının eşsiz analizini

geliştirir.

Sosyal eylemin nesneleri “değerlerdir”. Böylesi değerler pozitif ve negatif öneme sahiptir.

Değerlerin çoğu, kültürel sistemler içerisinde yönlendirilir ve aktif eğilimler tarafından

korunur. Aktif olmayınca gizil olur –bir davranış-. Eylem; (1) insancıl işbirliği (anlam), (2)

temel sosyal değer veya sosyal nesne (insan), (3) ikincil sosyal değer (şeyler), (4) yöntem ve

(5) sosyal sonuç ve tepki olarak bölünür. Yöntem, sosyal aletlerin kullanımını sağlar. Sosyal

tepki, sosyal nesnenin eylemidir (ör, babanın, oğluna kötü davranışlardan sakınmasını

tembihlemesi). Böylesi bir hareket, insani katkıdır. Baba, sosyal temsildir. Çocuk temel sosyal

değer veya sosyal nesnedir. Nesneler ve ödüller, baba ve çocuk arasındaki sosyal ilişki

tarafından uygun hale gelir. Babanın oğlunu disipline etmesinde ise, örneğin, sosyal araç

olarak ve baskıya başvurmak için elini kullanması çocuğun heyecanlanma merkezidir.

Znaniecki’ye göre, herhangi bir kültürel aktivitede bireysel uzmanlaşma toplumsal olarak

belirlenmiştir. Birey, psikososyal veya organik bir varlık veya “öz” olarak tanımlanır. Ona

göre, bir kadın veya erkek, insanın türleridir. Sosyal döngü içerisinde bireyin bir statüsü, role

bağlı hakları ve rol gereklilikleriyle bağlantılı sosyal işlevi vardır. Teknolojik danışmanlık

273

rolü, teorik ve pratik gereklilik içinde uzmanlaşır. Görevleri teşhistir. İlkel ve modern döneme

eğilen Znaniecki, özellikle modern dönemde teknolojik uzmanın sosyal rolünde devamlı bir

gelişme yaşandığını belirtir; Onlar teknik lider rolünden ayrılırlar.

Talcott Parsons (1902-1979): London School of Economics’te okuyan Parsons, Hobhouse,

Ginsberg ve Malinowski’den eğitim alır. Sosyoloji profesörüdür. 1949’da Amerikan

Sosyoloji Toplumu’nun başkanı olur. Parsons, Weber sosyolojisini Amerikalı takipçilere

tanıtır. İlk çalışması Sosyal Eylemin Yapısı/The Structure of Social Action, sosyal-eylem

teorisine dayanır. Genel olarak Persons, “sosyal teorinin çalışılmasına yönelir, teorilerin

tamamına değil!” Amacı, sistematik teorik nedenlerin tek bir bütününü sunmaktır. Teori

bütünü, sosyal hareketin teorisi, basit bir kavramlar grubu değildi; onların ötesindeki bazı

şeylere atıf yapan ampirik bilim kavramlarının teorisidir. Parsons’un birinci çalışma evresi,

eylemin pozitif teorisi olarak Persons’un tanımlanmasının sunumudur. Eylemin pozitif

teorisine yönelik ilkesel özellikler Parsons tarafından özetlenir: (1) rasyonaliteye vurgu, (2)

modern bilimin prosedürlerinin rasyonalizmle özdeşleştirilmesi, (3) birim hareketlerin

“atomizm”ine göre öğelerin analizi, (4) amaçların verili olarak ele alınması; (5) bilgi

eksikliğinin irrasyonalite olarak ele alınması. Parsons’un ikinci çalışma evresinin ana

düşüncesi, pozitif gelenekten eylemin iradeci teorisini geliştirmektir. Burada Durkheim,

Pareto ve Marshall’ın çalışmalarını inceler. Üçüncü evresi, idealist gelenekten eylemin iradeci

teorisinin ortaya çıkması olarak tanımlanabilir. Burada Weber’in düşüncelerinin bazı

özellikleri analiz edilir. Dördüncü evrede, Parsons “eylemin iradei teorisi”ni geliştirir.

Parsons’a göre, modern eylem teorisinin başlangıç noktası, eylemin yapısal rasyonelitesi

fikridir. Eylem, “amaç”, “araç” ve “durum” içerir. Parsons, iki pozitif durumun (rasyonel olan

ve olmayan) eylemdeki rasyonelitenin konumunu değiştirme eğiliminde olduğunu belirtir.

Biri amaç, araç ve durum arasındaki farkı gidermeye çalışır; diğeri mantıksal olanı büsbütün

elemeye çalışır.

Parsons’a göre, Marshall, eylemin pozitivist teorisinden bir adım ötedir. Pareto’nun katkısına

değinerek, onun iradecilikteki merkezi katkısının “artık” ve “rasyonel olmayan eylem”

kavramları olduğunu yazar. Durkheim’in katkısı ise eylemin doğal olmayan kuralcı

anlayışının sunumudur. Parsons’un argümanı ise bu dört yazardan hareketle eylemin yeni

teorisi için temel unsurlar geliştirmektir. Yeni teorisi için de dört unsur gerekir: (1) eylemin

nihai koşulu olarak çevre ve kalıtım; (2) amaç ve araç, (3) nihai değerler ve (4) gayret veya

“efor”. Durkheim ve Pareto’nun organizmacı görüşle ilgili olmaları gibi, Parsons da sosyal-

274

eylem okuluna kendini yakın hisseder. O, sosyal yaşamın nihai öğelerinin anlamlı sosyal

eylemler olduğu fikrini, ayrıca Weber’in nominalizmini kabul eder.

Robert K. Merton (1910-2003): Philadelphia’da doğmuştur. Sosyoloji alanında eğitim alıp,

Harvard’da asistan olur. Merton’un sosyal-eylem teorisiyle olan yakınlığı ilk eseri olan

Science, Technology and Society in Seventeenth Century England isimli kitabında görünür.

Sosyal-eylem çalışmasını Weber’den (Protestan etiği analizi dahil) alır. Merton, sosyal-eylem

branşı gibi sosyal davranışçığın diğer branşlarına açık biri olduğu Thomas’ın tanımlamasına

yaptığı yorumda görülür. Thomas, William James ve Charles Peirce’in takipçisidir.

Thomas’ın formülleştirmesinde, durum tanımlaması sosyal eylemin temel gerçeği olur.

Merton’un yeniden kavramlaştırmasında durum tanımlamaları, kendini doğrulayan kehanet

(self-fulfilling prophecy) olarak tanım bulur. Bunlar ırk ve etnik çatışmanın açıklanmasına

karşı gelir. Merton’un sosyal davranışçılık branşından bir diğerine olan ilgisi, teknik büyüme,

danışma ve bürokrat gibi ve “referans grup” kavramı içinde Mead’in “genelleştirilmiş öteki”

kavramını genişleterek çeşitli sosyal rolleri açığa koyar.

Yeni Üyeler

William H. Whyte Jr. (1917-1999): Fortune dergisi yazarı olan Whyte, Benjamin Franklin

ödülünü kazanmış olup, en önemli çalışması The Organization Man’dir. Bu çalışma,

ideolojinin, sosyal ahlaki yapının, yeni orta sınıfın çalışmasıdır. Whyte tarafından çalışılan

problemler, sosyal-eylem teorisyenlerinin odağına yükseldi. İlki, hayatın her alanında

bürokratik rasyonalizme karşı modern bir eğilim ve kapitalizmin gelişiminde Protestan etiği

besleyen bir çalışma yapan Weber’dir. Whyte’e göre, Amerika’da en önemli eğilim, politik ve

ticari alandaki büyük organizasyonların gelişimidir. Kurumların kuralları, Whyte tarafından

sosyal etik olarak tanımlanır. Başlıca öneriler Whyte’la üçe indirgenir: grubun yaratıcılık

kaynağı olduğu inanç, bireysel temel ihtiyaç olarak aitlik inancı ve böylesi bir aitliğe

ulaşmada bilime başvurma inancı.

Whyte tarafından tanımlanan sosyal etik, modern insan için benzersiz muhafazakar bir türdür.

Protestan etiğin düşüşü, üçlü düşüncenin –bilimsellik, aitlik ve birliktelik- yükselişi kritik

düşüncelerdir. The Organization Man isimli çalışması sosyal bilimlerin kabul görmüş

kitaplarından birisidir.

David Riesman (1909-2002): Sosyal-eylem okulunun ikinci etkili ismidir. Hukuk

profesörüdür. Bir delil olmasa da Weber tarafından etkilenmiş kişilerle benzerlik gösterir. The

Lonely Crowd ve Faces in the Crowd isimli çalışmaları önemlidir. Weber sosyal hareketi

275

rasyonel, etkili ve geleneksellik içerisinde analiz eder. Ona göre karakter yapısı ve sosyal

yapının her ikisi bu tipoloji içerisinde analiz edilebilme imkanına sahiptir. Eylemin verili türü

tekil bir rol veya bireysellik içinde idare edilebilir. Riesman, Weber’le kıyaslanır; Weber, iç-

dünyasal olarak asketizmin kapitalizmin gelişiminde; Riesmen ise bilimin gelişiminde önemli

olduğunu düşünür. Riesman’ın “içe-dönük/iner-directed” bireysellikleri vardır. Burada ayrıca

iki diğer tip bireysellik vardır; gelenek-odaklı ve diğerine yönelen. Gelenek-odaklı toplumda

(Tönnies’in cemaati/gemeinschaft) sosyal değişim azdır. İtaat; klan, yaş ve cinsiyet grubu

tarafından düzenlenir. “İçe-dönük” toplumda özümsenen kontrol gözlenir. Bu tür toplumda

birey, işe, kendisine, boş zamana ve tarihe yönelik özel bir davranışa sahiptir. “Başkasına-

yönelen” kişilikler ise yeni orta sınıfın yükselişi ve endüstri toplumunun bir sonucu ve

nedenidir. Gelenek-odaklı toplum ilksel bir durumdur, Redfield’in “halk toplumu”na mal

edilir. Reisman’ın tipolojisi Whyte tarafından yapılan Protestan etik ve sosyal etik arasındaki

çelişkili tanımlamaya eş değerdir. Onların amaçları, Amerikan toplum ve kültürünün eleştirel

incelemesidir.

Wright Mills (1916-1962): Weber geleneği içinde eğitilir. Kitapları, White Collar/Beyaz

Yakalılar ve The Power Elite/İktidar Seçkinleri’dir. Mills'in sosyal-eylem teorisini kullanımı,

Weber’in teorisinin az veya çok genişlemesini ifade eder. Mills, sınıf analizi aracılığıyla

konulara hücum eder.

Eski hiyerarşilere kıyasla yeni beyaz yakalılar piramidi genç ve kadınsı bürokrasilerdir.

Bunların gücü ofisleri ile sınırlıdır. Bütün ilişkileri, kişisel olmayan, resmi ve hiyerarşiktir.

Endüstrileşme, kurumsallık ve bürokrasi gibi otomatları yaratan olgu Mills’e göre, eski sosyal

sınıfları içine katar. Tıbbi okul aracılığıyla bir kere, genç doktorlar hastane ile karşılaşır. Genç

mezun avukatlar, hukuk fabrikasında bürokratik şirketlerle yüzyüze gelir. Onların en büyük

umutları kendi adlarına iş adamları olmaktır. Bilginin profesyonelleşmesi, bireysel profesör

anlayışını daraltır. Gerçekte, “dükkancıdan çok ambalajlı ilaç satan bir eczacı gibi, meslekten

olmayan bir kişiye nazaran bir ambalajlı bilgiyi satan profesör daha etkilidir. O markete

böylesi bir saygınlık üniversitedeki pozisyon aracığıyla getirilir.” Mills, aydın kişi üzerinde

teknisyenin zaferini görür. Daha küçük hiyerarşiler, daha geniş olanın içine uydurulur. Beyaz

yakalılar Frankenstein canavarını yaratır, dolayısıyla aslında White Collar’ın amacı, objektif

sosyolojik bir resim geliştirmekten ziyade, yermektir. White Collar’ın sınırlılıkları The Power

Elite’i yaratmıştır. Politik kurumların analizinde, Weber, sınıfın, statü gruplarının ve politik

partilerin teorisini geliştirmiştir. Mills’in tezine göre, Amerikan toplum yapısının tepesinde

güç seçkinleri bulunur. Bu seçkinler, büyük hiyerarşilerin veya organizasyonların (büyük

276

şirketler, devlet, askeri yapılanma) yetkisine sahip olan insanlardır. Büyük ulusal güç, Mills’e

göre, ekonomik, politik ve askeri mülke dayanır. Ekonomi, bugün iki veya üç yüz dev kuruluş

tarafından yönetilmektedir. Profesyonel ünlü (kadın veya erkek), yıldız sistemin ürünüdür.

Tüzel zengin, savaş lordları, politik müdürlük, tüm bunlar kitle toplumunun tepesinde yer alır.

Halkın, kitleye dönüşmesiyle birlikte (1) daha az insan fikir sunar, (2) iletişimdeki

yapılanmada bireysel bir geri bildirime yer kalmaz, (3) fikirler, iletişim kanallarını

yönetenlerce denetlenir, (4) kitlenin fikir geliştirmek için kurumları olmaz. Kitle toplumunda,

iletişimin baskın türü olan resmi medya ile halk, medya market olur.

Yüksek ahlaksızlık, Amerikan elitlerinin sistematik özeliğidir ve genel kabul kitle

toplumunun temel özelliğidir. Sonuçta The Power Elite çalışması, günümüzün önemli

çalışmalarından biridir.

Sosyal-Eylem Teorisinin Sağlamlaşması ve Genişlemesi

Nature and Types’ın ilk düzenlemesi sırasında sosyal-eylem bakış açısının genişlemesinde

Hans Gerth ve Wright Mills katkı sağlar.

Stuart Hughes (1916-…): New York’ta doğar. Tarih profesörüdür. Ona göre tarihin özü

değişimdir. Mantıksal tarihte tehlikeler ve olanaklar bulunur. Tarihçiler, yaratıcılarının bakış

açılarından malzemelerin anlaşılması için araştırma yapmaları gerekir. Tehlikelerden sakınma

ve “zamanın ruhunu” karakterize etmekle görevlerinin en önemli ödülü keşfedilmiş olur.

Bireyler, tarihsel çalışmanın birimleridir. Fikir, düşüncenin “eğilimi”, “hareketleri” veya

“akımı” gibi, insan yapımıdır. Bireyi insan tarihinin ve toplumun temel birimi olarak ele alma,

18. yüzyıl Aydınlanma düşünürlerinde tipikti ve Hugesh şöyle der: “düşüncenin ‘akılcı’

yoluna düştüm.”

Consciousness and Society, 1890’dan 1930’a Avrupalı sosyal düşünüş içindeki dönüşüm

çalışmasıdır. Burada sosyal-eylem bakış açısı merkezi yerdedir. Hughes’a göre, 1890’ların en

önemli entelektüel olayı, pozitivizme karşın yapılan başkaldırı ve Marksizmin eleştirisidir.

Hughes, Weber’i, böylesi bir gelişimde merkezi bir figüran ve pozitivizm ile idealistik eğilimi

geçici de olsa dengede ve birarada tutan olarak görür. Genel olarak Hughes, çalışmasında

sadece sosyal-eylem bakış açısından günümüz sosyal düşünce tarihini değil aynı zamanda

sanatla bilim arasında vurgu yapmaya yönelik kendi tarzını oluşturur.

John Kenneth Galbraith (1908-…): Erken 20. yüzyılın kurumsal ekonomistti ve

sosyologudur. Kanada doğumludur. John F. Kennedy (ayrıca McCarthy’nin) için aktif olarak

kampanya hareketine katılır ve onun konuşmalarını hazırlar. Diğer birçok sosyal-eylem

277

teorisyeni gibi Galbraith da asketik Protestanizmin havasında yetiştirilir. Gambs’ın gözlemi

şöyle olur; “Calvinci takipçilerin hiç biri daha ağır çalışmaz.” Galbraith, deneyime karşı test

edilen düşünce ve düşünceye karşı deneyim içinde yeteneklerini geliştirmeye başlar.

Galbraith’in politik ve romantiklerden tutun, yolculuk kitaplarına, sanat tarihi ve kültürü gibi

alanlara kadar uzanan çalışmaları vardır.

Galbraith, var olan ekonomik teoriye, ortaya çıkma eğilimnde yeni bir dengeleyici güç çeşidi

ekler. A Theory of Price Control’da American Capitalism’de olduğu gibi, Galbraith, bir tür

tekellerin ücretlerinin, fiyat ve ücret düzenleme ile kontrolünün daha kolay olduğunu tartışır.

Economics and the Art of Controversy’de ekonomik reformun psikolojisiyle mücadele eder.

The Affluent Society’de yeni sınıfın yaratılışının haberini verir. Bir başka çalışmasında

ekonominin piyasa sektörünü getirme amacını duyurur. Aynı çalışmada, ekonomik sistemin

açıklanmasına yönelir, bu sistemi ikiye böler: planlama sistemi ve piyasa sistemi. Galbraith,

modern emek birliğini planlama sistemine (ücret ve maaş, emek gücü tarafından kazanılır)

hapseder, az sayıdaki emek birliğinin de piyasa sistemi içinde ortaya çıktığını beliritir. Her iki

sistem, devletin farklı branşlarıyla mücadele eder. Galbraith, aynı eserde planlama sisteminin

yükselişinin ürünü olarak kadının dönüşümünü keşfeder.

Ekonomik sistemin analizleri genelinde Galbraith genel bir reform teorisi geliştirir, bu da üç

temel öneri içerir: (1) vergi sisteminin dönüşümü, (2) devletin domokratikleşmesine karşı

hareket, (3) piyasa sisteminin bazı alanlarının doğru sosyalleşmesine yönelen hareket.

278

“SOSYAL EYLEM TEORİSİ” ANAHATLARI

Sosyal eylem teorisi, sosyal davranışçılığın üçüncü önemli koludur.

Bu yaklaşımın en önde gelen temsilcileri Weber,Veblen, Commons ve MacIver’dır.

Bu isimlerin yanı sıra Mannheim, Znaniecki, Parsons, Merton, Whyte, Reisman,

Mills, Hughes ve Galbraith’in isimleri de bu ekolle anılır.

Weber’e göre sosyolojinin inceleme konusu sosyal eylemler olmalıdır. Sosyal eylem,

başkalarının davranışına yönelmiş eylemdir.

Weber açısından sosyoloji, gidişat ve etkilerinin nedensel açıklamasına ulaşabilmek

için sosyal eylemin yorumlayıcı anlamasına ulaşmaya çalışan bir bilimdir.

Weber sosyolojinin yöntemsel kesinliği geliştirmek için ideal tipleri geliştirmiştir.

Veblen, karşılıklı insan eylemleri üzerine çalışmıştır. Bu eylemler amaçlar, niyetler ve

hedefler ihtiva eder.

Veblen’e göre eylem, fazilet, yararlılık ya da etkinlik ve faydasızlık, yetersizlik

tarafından yönlendirilir. Veblen bu tutuma işçilik içgüdüsü der.

Veblen’in sosyolojisinin önemli bir kavramı “aylak sınıf” tanımlamasıdır. Veblen’e

göre, aylak sınıfın ortaya çıkışı mülkiyetin başlamasıyla birlikte olmuştur.

Mannheim, bilginin insanların çevrelerine uyum göstermeleri işlevine sahip olduğunu

söyler. Her bireyin çevresi aynı olmadığından bilgi de dolayısıyla aynı olmayacaktır.

Bilgiye sınıf temelli bir açıdan yaklaşmanın Mannheim için yarattığı iki sorun

olmuştur. Bunlar bilginin doğru olup olmadığıyla, sadece göreceli olup olmadığıdır.

Bu sorular bağlamda Mannheim, bilimin kriterlerine dayanan ve sınıf perspektifiyle

bağlantılı olmayan bir tür teorik bilginin olduğunu savunur. Ancak bu bilgi sınırlı ve

özeldir. Geri kalan bütün bilgi ise sınıf temellidir ve tamamen pratik geçerliliğe

sahiptir.

Mannheim açısından sosyal dünyaya düzen getirme görevi sosyal elitlerin üzerindedir.

Ancak bu durum tehlike altındadır. Çünkü, liberal-demokratik toplum, hem gerçekliği

hem de elit grupların saygınlığın zedeleyen güçlerin varlığı altında kriz içerisindedir.

279

BÖLÜM IV: HÜMANİST BÜTÜNCÜLÜK

XX. Modern Sosyolojide Makro-İşlevselcilik

Sosyolojik işlevselciliğin iki büyük okulu bulunmaktadır: makro-işlevselcilik ve mikro

işlevselcilik. Aralarındaki farka bakılacak olursa; makro-işlevselcilik, geniş ölçekli

sistemlerin varlığını, mikro-işlevselcilik ise küçük ölçekli sistemlerin varlığını varsayar.

İşlevselciliğin birinci dalı temel olarak sosyolojik organizmacılıktan; ikinci dal ise Gestalt

psikolojisinden beslenir.

Teorik olarak, işlevselcilikteki ilgi, bazı özel “işlevsel yöntem”e değil, onun karakteristik

düşüncelerine bağlanır. Genel olarak işlevselcilik, teori inşa programı iken; pozitivist

organizmacılık eylem programıdır. Pozitivist organizmacılık (yapı, sosyal düzen, sosyal

organizma, yapıyı da içine alan) kavramların bir bütün olarak kalıtımıyla işlevselcilikten

ayrılır.

Vilfredo Pareto (1848-1923): Pareto, iradi organizmacı olup aynı zamanda, organizmacılık

ile sosyal işlevselcilik arasında bir geçiş figürü olarak tanımlanabilir. Sistem kavramına

yönelik temel formülleştirmeleri vermeye yönelir. Ona göre toplum, ona göre hareket eden

öğelerin tarafından belirlenir ki toplum da dolayısıyla onlara göre hareket eder. Karşılıklı

belirlenim toprak, hava, bitki örtüsü, hayvan varlığı; coğrafi, madeni ve diğer benzeri şartlar

gibi unsurlar arasında artar; buna ek olarak diğer toplumların etkileri gibi dışsal unsurlarla;

ırk, eğilim, çıkar, gözlem ve düşünceye eğilim gibi içsel unsurlar da bu noktada sayılabilir.

Pareto’ya göre, gerçek bir sistem türü, kendi şartları içerisinde tanım bulur. “Denge” kavramı

üzerine eğilen Pareto, ekonomik ve sosyal sistemin tanımına yönelir; Ona göre, ekonomik

sistem, belli başlı molekülerin yapımına dayanırken, sosyal sistem ise çok daha karmaşık bir

yapıya sahip olup; hata yapmadan tanımlanabilmesi kolay değildir. Pareto, toplumun mantık-

öncesi bir olgu olduğunu; bireylerin ise sosyal sistemin molekülleri olarak kalıtımlar

aracılığıyla belirlenen belli hislere sahip olduklarını ve böylesi hislerin ise sosyal yaşam

biçimlerini tanımladığını belirtir. Pareto, organizmacılar tarafından ima edilen toplum

kavramına sadık kalmakla birlikte denge kavramının formülleştirilmesinde işlevselciliğe

doğru bir yöneliş görülür.

George C. Homans (1910-1989): İşlevselci damar içerisindeki teori inşa dalgası, Merton’un

çalışması ile gün yüzüne çıkar: The Human Group. Çalışması işlevselci teori inşasına büyük

280

bir örnektir. Erken dönemlerinde teorik inşaya yönelik kurallar oluşturan Homans, kitabıyla

(1) Sosyolojide genelleştirilmiş işlevselci teorinin geliştirilmesi ve (2) teorinin tanımlanması

gibi iki temel görevi yerine getirmeye yönelir.

İşlevselci analizin ayırt edici özelliği temel sosyolojik analizin bazı kavramlarının

kullanımıdır. Homans, analize odaklanarak, kavranabilir bir analizin ilk gerekliliğinin

varsayılan sistemin açık şekilde tanımlanması olduğunu belirtir. Burada bir kere sistem ayırt

edilir, ardından gelecek görev, bileşenlerinin tanımlanmasıdır. Bileşenler tanımlanır,

bileşenler arasındaki ilişki temel hale bürünür. Martindale, Merton’un işlevselciliğin bütün bir

toplumdan ziyade birimlerle (sistemler) daha zor çalışabildiğinde ısrarcı olduğunu belirtir.

Buradaki sistem ise tahmini olarak Amerikan toplumudur ve buradaki elementler, amaçların

başarılması ile başarı için kurumsal araçlardır. Homans sistemin analizi noktasında

elementleri şöyle sıralar: (1) eylem, (2) etkileşim, (3) duygu ve (4) kurallar. Sistemin biçimi

konusunda Homans, Pareto tarafından yapılan ayrımı (iç ve dış sistem) göz eder. Grup,

etkileşim içerisindeki insan topluluğu olarak tanımlanır. Üyelerin eylem, etkileşim ve hisleri

ise sosyal sistemi oluşturur. Sosyal bir sistem olarak grup, ilk halde dışsal bir sistem olup;

çevre şartlarına ve grubun ihtiyaçlara göre tanımlanır. Çevre; fiziksel, teknik ve sosyal diye

üçe ayrılır.

Homans sadece sistem birimleri hakkında açık olmakla kalmaz ki sistemlerin çalışılmasında

analiz birimi açısından da açıktır. Onun açısından aynı zamanda dış sistemin elementleri

arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkileri serisi olduğu açıktır. Homans, his ile eylem ve eylem

ile etkileşim arasındaki ilişkiye eğilir, piramit biçimi dediği konuya grup aktivitesi

içerisindeki değişim içinde değinir. Böylesi düşünceleri gelişim modelini, modern fabrikalar

üzerinden anlatan Homans, uzmanlaşmış grup çalışmasını örnek verir. Homans, ilkel aile

örneğinden hareketle, bu tür bir ailede dış çevre ile olan ilişkiyi karmaşık ve elastik olarak

niteler. “Dış sistem”, bir grubun davranışını temsil eder; davranış “özel bir çevre içerisinde bir

grup nasıl olur da hayatta kalır?” gibi bir soruya cevabı sunar. “İç sistem” ise diğer sistemin

zıttı, grup davranışını eleme yönünde bir çağrışımdır ve doğrudan çevreyle bir etkileşimde

değildir. Sosyal bir sistem olarak grubun çeşitli unsurları arasındaki ilişki (a) sosyal bir

sisteme uyum ve (b) alt-bileşenlerin farklılaşması gibi iki genel süreci yaratmada etkilidir.

Homans, karşılıklı ilişkilere eğilir ve bunları birkaç alt başlık halinde ele alır; karşılıklı ilişki

ve hislerin karşılıklı bağımlılığıyla başladığı sınıflamasını iki veya daha fazla bireyin dahil

oldukları etkileşimin sıklığına ve diğerine olan ilgiye yönelerek sürdürür. Bireyin bireysel

duygularına yönelik açıklamalara da yer veren Homans, birinin diğer birine karşı sevgi

281

yönünde bir duygu beslemesi durumunda bu duygunun davranışa da yansıyacağını belirtir.

Buna ek olarak da etkileşimin bir ürünü olarak standartlaşmaya değinir.

Sosyal (iç) sisteme uyum, sosyal sistemlerin, normların şemasındaki yeni öğelerin

görünüşünde bellidir. Norm, verili şartlar altında ne yapılması gerektiği ile ilgili grup

üyelerinin aklındaki düşüncedir. Aynı zamanda grup kültürünün önemli bir parçası

konumundadır.

Etkileşimin sosyal ürününe entegrasyon ve standart şekilde bütünleşmiş bir şemanın oluşumu,

iç sistemin ortaya çıkmasının ilk ayırt edici sürecidir; ikinci olarak ise grup içi farklılıklar

gelir. Homans tarafından nihai bir sonuç üretilir; bu sonuç içerisinde de his ve etkileşimini

ortak bağımlılığına, his ve eyleme, son olarak eylem ve etkileşime atıfta bulunur. Homans

aynı zamanda iç ve dış sistem yanında geri bildirim kavramını tanıtmaya yönelir. Homans,

sosyal sistemde, ayırt edici bir özelliğin, iç sistemin dış sisteme geri bildirimi olduğunu

belirtir.

İşlevselciliğin organizmacılıkla bağını, organik sistem tanımlaması kanıtlamaktadır.

Homans’ın bakış açısından uygarlık, küçük grupların temelleri üzerinden oluşmuştur. Bu

noktada Martindale, Homans’ın Toynbee’ye atıf yaptığı paragrafına yer vererek, eski

uygarlıklarla (Eski Mısır ve Mezopotamya ile) bugünün Batı uygarlığındaki benzerliğe ve de

her birinin sahip olduğu değer ve inançlar setine değinir.

İç ve dış sistemin devamına eğilen Homans, iç sistemin dışsal olanla devam ettiği sürece,

toplum içerisindeki grupların aralarındaki iletişimin rahatsız edici hale gelip, olumsuz

anlamda sarmal bir azalışın başlangıcına yol açacaktır, demektedir. Seçkinlerin dolaşımı ve

etkili liderlerin artışı ilişkilidir. Küçük gruplar, yolundan sapmaktan korkan bireyleri kontrol

eder.

Homans’ın çalışmaları boyunca, toplumun sistemler içerisinde yönetildiği varsayıldı; ancak

bunlar küçük basit toplumlar değildi. Bunlar daha çok büyük gruplar, topluluklar, toplumlar

veya bütün uygarlıklar. Her bir sistemin iki alt-sistemi bulunur: dış ve iç. Sonuçta Homans’ın

çalışması, ileriye atılmış önemli bir adımdır.

282

XXI. Mikro-İşlevselcilik: Grup Dinamiği

Mikro-işlevselcilik, işlevselciliğin ikinci ayağını oluşturur. Genel olarak işlevselcilik, sistemin

önceliği kavramıyla karakterize edilmiştir. Tarihsel olarak bakıldığında, makro-işlevselcilerin

selefleri pozitif organizmacılardır ve onlar için toplum, temel analiz birimidir. Zaman

içerisinde böylesi bir bakış açısında daralma eğilimi görülür. Özellikle antropologlarından

geniş ölçekli sistem çalışmalarına yöneltilen eleştirileri etkili olur. Diğer tarafta mikro-

işlevselciler ise Gestalt psikoloji (insan psikolojisinde teleolojik açıklamaların yeniden ileri

sürülmesinden temellenir) üzerinden temellenmeye yönelirler. Yönelişin başlangıç noktası

Christian Von Ehrenfels’in çalışmalarıyla başlar. Ehrenfels, Gestaltqualitat kavramını öne

sürerek fenomenin açıklanmasına yönelir; Burada böylesi bir kavramın formülleştirilmesinde

bir takım kaideler ortaya atar: alanın uygunluğu kuralı, şartlarla ilişkili eylemin kuralı (sistem

içerisinde birine ait hareket, bir bütün olarak sistem tarafından tanımlanır); farklılıklar kuralı

(yapısal olarak parçaların farklılaşması üzerinden büyüme), birimsel gelişim kuralı (değişim

eklemlenen bir süreç değil), en küçük hareket kuralı (sistem içerisinde enerjinin yeniden

dağıtımı), maksimum iş kuralı (enerji sistemi dengedeyken, maksimum enerji, potansiyel bir

enerji olarak alan içerisinde dağıtılır) ve karşılıklı birimsel etkileşim kuramı (bütünleşik

unsurların tamamlanmış ve uyumlu sistem içinde olması). Bu noktada karizmatik lider olarak

Kurt Lewin gösterilir.

283

XXII. Eleştirel Teori veya Refleksif Sosyoloji: 20. Yüzyılın Sosyal Bilimlerinde

Sol Hegelci Hareket

Ortodoks Marksizmin gelişimi, Marks hala hayattayken, Marks’ın onayıyla Engels tarafından

başlatılır. Sosyolojinin yaptığı gibi, Marksizm sosyal değişimin evrimci teorisini onaylar.

Sosyal bilimciler, Marksizmin önermelerine test edilmesi gereken hipotezler gibi

davranmaları konusunda teşvik edilir. Martindale, bu noktada Lenin’in uyarlamasına yönelir

ve onun devrimci Marksizminin daha başarılı olduğunu belirtir. Bu noktada, Martindale,

Marksizmin pozitif bilime dönmesinden kurtulma çabalarında üç önemli isime dikkat çeker;

Karl Korsch, Antonio Gramsci ve Georg Lukacs.

Alman felsefe profesörü olan Karl Korcsh, komünist parti üyesidir. Marks’ın ilk

formülasyonlarının Hegel’in etkisi altında olduğunu savunur. Üzerinde ısrarla durduğu konu

ise Marksizmin toplum ve doğa arasındaki değişen ilişkiler açısından sosyal yaşamın

analizine dayanan ekonomik ve politik dönüşüm için bir hareket olarak sınıflandırılması

gerektiğidir. 1933 sonrası fikirlerinde değişim gözlenir ve Marksizmi işçi sınıfı hareketinin

felsefesi olarak değerlendirir. Korsch’in erken dönem çalışmaları Hegelci Marksizmin

yeniden değerlenmesine destek olmuştur.

Antonio Gramsci, Sardunya’da doğan orta-sınıf bir ailenin oğludur. Editör ve yazar olarak

sol-kanat dergilerde çalışır. İtalyan tarihinin sorgulaması ve Croce’un (ilk burjuva-halkçı

teorisyen) teorisinin incelenmesi Gramsci’yi ideolojinin (Weltanschauung) sosyal değişim ve

sosyal düzen için anahtar olduğuna ikna eder. Croce, Marksist doktrinin evrimci ve pozitivist

veya mekanik versiyonuna eleştiri getirir. Gramsci açısından görev, yeni bir proleter

Weltanschauung yaratmak olduğunu yazar.

Georg Lukacs, Budapeşte doğumludur. Weber ve Simmel’den etkilenir. Yeni-Kantçılık ve

fenomenoloji okuluna yönelik ilgisi gelişir; (Avrupa) edebiyatı ile ilgilenir. Daha sonraki

dönemde Hegel’i keşfetme imkanı bulur. Viyana’ya geçen Lukacs, daha sonra Macaristan

Komünist Partisi ile anlaşmazlığa düşer. Daha sonraki dönemlerinde dogmatik ve kuramcı

olur. Nietzsche’nin bir öğrencisi olarak Lukacs, Batı burjuva uygarlığının çöküş yaşadığına

inanır. Lukacs, Lenin’in Marksizmin pratik özünü geliştirdiğini yazar. Lukacs’ın düşüncesine

göre, Marks, Hegelci yöntemin ilerici kısmına uyum sağlamıştır; amaç, toplumu bir bütün

284

olarak anlamaktır. Lukacs’a History and Social Consciousness’ten cayması yönünde baskı

yapılmış olsa da formülleştirmesi Karl Mannheim’in sosyolojisi ve Frankfurt Okulu ile Sosyal

Araştırmalar Enstitüsü sosyologları için büyük önem arz etmiştir.

Frankfurt Okulu ve Sosyal Araştırma Enstitüsü

Martindale, 1920’lerin Soğuk Savaş Almanya’sında ortaya atılan birçok farklı akımlarla sol-

kanat entelektüellerin bir kısmının dış baskıdan ayrı araştırma ve teorik bakış açılarını

geliştirme hayaline kapılmalarının mümkün olduğundan bahseder. Felix J. Weil’e atıf

yaparak, Weil’in radikal girişimleri desteklemek adına, aile servetini kullanmayı göze aldığını

belirtir; bu girişimlerin başında ise Frankfurt Okulu gelir. Okulun finansal ve entelektüel

anlamda desteklenmesiyle belli bir özgürlüğe erişerek resmi olarak kurulması Eğitim

Bakanlığı’nın emriyle mümkün olur. Belli başlı yayınlara ev sahipliği yapar; genel olarak

radikal düşüncelerin merkezi halini alır.

Kurumun finansal ve yönetimsel işleriyle uğraşan Kurt Weil, kurumun ilk yöneticisi olarak

Kurt A. Gerlach’ı önermeye çalışsa da Gerlach’ın ani ölümüyle böyle bir şey gerçekleşemez;

(emek hareketiyle ilgilinen) Carl Grünberg hizmete başlar. 1930’da Max Horkheimer

kurumun müdürlüğünü üstlenir. Horkheimer’in yöneticiliği boyunca, Almanya’daki sol-kanat

çalışmaları için ortamın daha kötüye doğru bir seyir izlediği açık hale gelir. 1933 yılında

Nazilerin iktidara gelmeleriyle Enstitü kapanır. Horkheimer ile birlikte diğer enstitü üyeleri

Nazizm altında işlerini kaybeden ilk Alman profesörleridir. Horkheimer, bu süreçte yer

değişikliği yapma durumunda kalır ki ilk adres Cenevre’dir ve Cenevre enstitü için uygun bir

yer değildir. Horkheimer’in Amerika’ya (Columbia Üniversitesi) gider ve Enstitü burada

çalışmalarına başlar. Zeitschrift’in sayfaları belli başlı Amerikan aydınlarına açılır: Margaret

Mead, Charles Beard, Horald Lasswell. Ancak buna rağmen, Amerikan entelektüel camiası

böylesi bir kurumun varlığından haberdar olmaz. Enstitü, Ferdinand Tönnies gibi eski üyeler

kadar yeni üyelere de (maddi) yardıma yönelir. Bundan sonraki aşamada Martindale,

enstitünün yeniden yapılanmasını ve Horkheimer’in başkanlığında yeniden düzenlenmesini

anlatır.

Max Horkheimer (1895-1975): Yahudi aileden gelen Horkheimer temel olarak Gestalt

psikolojiyle ilgilidir. Hegel ve Kant’a yönelik ilk çalışmasını kaleme alır; 1920’lerde Enstitü

üyeleriyle yakın bir ilişkiye girer. 1920 ve 1930’larda yaşanan olaylara bağlı olarak

Horkheimer ve onun ardılları (veya arkadaşları) devrimci Marksizmden radikal Hegelcilik

lehine uzaklaşır.

285

Horkheimer, modern Batı dünyasının en büyük miti, adil bir toplumun gerçekleşebilmesinde

ana araç olarak bilimin görülmesi ve kültürel ve sosyal olguları şeyler olarak ele alınmasına

dayanan pozitivizmin sosyal konulara yaklaşımda kullanılması olduğunu savunur.

Martindale, genel olarak bilimin ve hatta geleneksel anlamda teorinin oluşturulmasında

Descartes’ten ve ardından oluşan bilimsel çabadan bahseder. Batı’nın bilime yönelik

yaklaşımı Martindale’e göre, günlük yaşamın amaçlarına yönelik uygun bir sonuç yaratır

ancak büyük problemlerle baş etme noktasında yetersizdir. Bu da toplumu bir bütün olarak

değerlendiren teorilerden sakınma sonucunu getirir.

Horkheimer, sosyal gerçeklik kavramını tartışmaya açarak, sosyal gerçekliğin bir yapıya sahip

olduğunu belirtir. Dolayısıyla olayların basitçe kaydedilmesi kolayca mümkün olmayabilir.

Bu noktada eski-moda öngörülerin bulunduğu felsefenin ve metafiziğin iyileştirilmesi

gerekliliği ortaya çıkar. Materyalizm ve idealizmin kıyaslanması noktasında idealistlerin

statükonun sözcülüğünün yapıldığı; bugün için ise çatışmaya uygun olan teorinin materyalizm

olduğu belirtilir. Eleştirel teorinin görevi nedir sorusuna verilen cevap ise adaletsizliğin

olmadığı bir toplumun gelişimini hızlandırmaktır; bu teorinin her parçası var olan düzene

eleştiri getirmeye odaklıdır. Kendi tarihsel varlıklarının üreticileri olarak insanlar ise bu

noktada teorinin nesnesi olur.

Horkheimer ve onun aracılığıyla Enstitü, işçi sınıflara yönelik çalışmalara destek olur.

Martindale, Horkheimer’in yaşadığı döneme yönelerek, aile kavramına ve otoriteye eğilir;

Aile, burjuva kültürü içinde adeta bir “başlangıç hücresi”dir.

Theodor W. Adorno (1903-1969): Frankfurt doğumlu, Yahudi bir ailenin çocuğudur.

Horkheimer ile arkadaşlık yapar, her ikisi de Gestalt psikolojisi ile felsefeyle ilgilendikleri

kadar ilgilenirler. Genel olarak estetik ve müzik üzerine çalışmalarla meşgul olur. 1936

yılında Horkheimer’in etkisiyle, Enstitünün üyesi olur. Adorno, genel olarak müzik üzerine

eğilmiş ve yazılarının büyük kısmını müzik işgal etmiştir; müzik ile ilgili yazılarında; Hegelci

bakış açısına, kültürel seçkinciliğe, sanatın, toplum düzeyini yansıttığı düşüncesine, yaratıcı

sanatçının insanın ruhsal potansiyelini tamamiyle gerçekleştirmesine yönelik olarak

uğraşması gerektiği gibi bir tasarıma rastlanır. Martindale, bu noktada Weber’e atıf yapar,

müzik ve Batı gelişim düzeyine değinir; Adorno’nun müziğin günlük hayatın ritüeli ve ritmi

içerisinde yapılandığına inandığını ilave eder. Müziğin sınıfla ilişkisinin irdelendiği

paragraflarda Martindale, Adorno’nun Schönber’in ve Sravinsky’in müziğine ve müziğin

sınıfla bağlantısı noktasında modern öncesi ilksel ritimlerle olan bağına eğildiğini yazar.

Adorno, bir sentez içinde müziğe dair teori geliştirmenin yanında, Horkheimer’le birlikte

286

Enstitü'nün ikinci büyük çalışmasında (The Authoritarian Personality) rol alır. Temel kavramı

otoriter kişilik olan çalışmada; bireylerin politik, ekonomik ve sosyal davranış ve bireysel

inançları, yine bireysel kişilikleri içinde derin eğilimlerinin etkileyici örüntüsünü

biçimlendirir şeklinde de genel bir hipoteze rastlanır. Düşüncelerin, değerlerin ve toplum ile

insanoğluyla ilişkili fikirlerin bütünü ideolojiyi oluşturur. Bireysellik ve bireysel ideoloji

arasındaki bağlantının araştırılmasında olgusal sorular, ideolojik eğilimlerin nicel tahmininde

fikir-tutum ölçekleri, mülakat ve test gibi anket ve klinik teknikler yöntem olarak kullanılır.

Bu da Amerikan nicel tekniklerin kullanım alanının genişlemesini sağlar.

Adorno, kişilik tipleri ile faşist olma potansiyeli arasındaki bağa eğilir; faşist potansiyelin

değişmesi için bireyin kendini onlar olarak görme ve onlar olma kapasitesinde artış

yaşanmalıdır. Dialectic of Enlightmenment isimli çalışmada Horkheimer ve Adorno, dünyayı

Aydınlanma’nın ihaneti ve ürünü olarak hayal eder, süreç içinde yeni formlara; ayrıca

mitolojiye, ardından kültür endüstrisine yer verirler. Kültür endüstrisi (bunun içinde anti-

semitizm örneğine de yer verir) ise güçlü bir şekilde üretici, disipline edici ve yıldırıcı şekilde

tüketicinin ihtiyaçlarına cevap vermeye yönelir. Böylesi bir toplum yapısı içerisinde bireysel

deneyimlerin kaybolması süreci ve Yahudi karşıtlığıyla ilişkilendirilen “etiket/kalıp düşünce”

kavramı ortaya atılır.

Erich W. Fromm (1900-1980): Frankfurt doğumludur. Psiko-analitik üzerine Berlin

Psikoanalitik Enstitüsü’nde eğitim gördü. Marks’tan etkilenen Fromm, klinik deneyim ve

psikanaliz üzerine çalışmalar yürütür. Fromm, toplum içindeki anaerkil aşamanın teorisini

yeniden yayınlama konusunda heveslidir ki tam da bu konuyla ilgili olarak Fromm, Robert

Briffault’un The Mother isimli çalışmasından etkilenmiştir. Fromm’un belli başlı çalışmaları,

eleştirel teori içinde önemli rol oynar; dolayısıyla eleştirel teoriye yakın durur.

Fromm, kişilik üzerine eğilerek, bireyin kişilik sahibi olma noktasına eğilir; yaratıcılık

noktasında bir çıkış yol bulamaması halinde özgürlüğüne zarar verecek dahi olsa, güvenlik

açısından arayışa girme eğiliminde olacağını belirtir. Aynı zamanda kapitalist topluma eğilen

Fromm, acizlik duygusundan kaçınmak için üç büyük mekanizma olduğunu belirtir:

otoriterlik (buna ek olarak sado-mazoşizm Alman toplumundaki alt-orta sınıfta güçlüdür ve

bu da Nazi hareketine güdüleyici bir öz sağlar), yıkıcılık ve otomat bir uyum. Fromm, Escape

From Freedom’un ekinde, sosyal sürecin değerlendirilmesindeki ayırt edici özelliğin sosyal

karakter –bireyin özü- kavramında bulunacağını savunur. Burada, Freud’un “psikolojizm”i ile

Marksistlerin “ekonomizm”i ve Weber’in “idealizm”inden farklı bir görüşü ortaya koyar. Ona

göre, bu, ne sadece psikolojik güçler, ne sadece ekonomik güçler ya da ne sadece idealler ve

287

kültürel geleneklerdir; bunların etkileşimidir. Son olarak Escape From Freedom’dan sonra

Fromm, kendini eleştirel kuramdan ayrı tutmaya başlar; insan doğası üzerine vurgusunu

pekiştirir.

Franz Neumann (1900-1954): Alman-Yahudi bir aileden gelir. Nazi döneminde tutuklanır; iş

hukuku üzerine çalışır. Londra’ya kaçan Neumann daha sonra Amerika’ya göç ederek, orada

Sosyal Araştırma Enstitüsü’ne dâhil olur. Faşizmin sorunları üzerine çalışmaya başlar; 1954

yılında trafik kazasında öldürülür.

Neumann, Almanya’daki faşizmin yükselişine dair analizler yapar; Weimar Cumhuriyetinin

faşizmin içine düşmesini sorgular. Martindale, Neumann’ın içinde bulunduğu durumu,

bulunduğu ülkenin siyasi ve toplumsal yapısına değinerek anlatmaya çalışır. Buna göre, I.

Dünya Savaşı’na ek olarak, emperyalist Almanya’nın amaçları vardır. Bu süreçte savaşı

kaybetmesiyle devlet geri çekilmek durumunda kalır ve yayılmacı politikalar gözden geçirilir.

Sonuçta, ülke yabancı yardımlarla yeniden inşa edilebilir ancak bu reddedilir. Yeni dönemde

ülke, sosyalist aşamaya dönüş için olgunlaşamaz. Martindale, tam da bu noktada milliyetçi

sosyalizme yönelik Neumann’ın görüşüne yer verir; ona göre, milliyetçi sosyalizm, toplum

teorisine sahip değildir. Neumann aynı zamanda hukuka değinerek, hukukun olmadığını,

Almanya’nın devletten ziyade, dört alt-bağımsız güce sahip olduğunu belirtir.

Milliyetçi sosyalizm sadece toplum biçimini temsil etmez, aynı zamanda egemen sınıflar

arasında derin husumetleri de barındırır; ortak bir bağımlılıktan söz edilemez. Son olarak

Neumann, sistem içindeki çatlak ve kırıklar ile endüstri, resmi hizmet ve ordu içindeki bir çok

hiyerarşilerin parçalara ayrıldığına inanır.

Herbert Marcuse (1898-1979): Berlin doğumlu Yahudi olan Marcuse, eleştirel kurama

yakındır. Amerika’daki eleştirel kuramın en büyük temsilcisidir. Erken dönemde Husserl’in

ve Heidegger’in fenomenolojisine ilgi duymuştur; onlarla birlikte çalışmalar yürütür. 1933

yılında Sosyal Araştırma Enstitüsü’ne katılan Marcuse’un Reason and Revolution isimli

çalışması Enstitü tarafından İngilizce basılan ilk kitaptır.

1930’lu yıllardaki çalışmaları, eleştirel teorinin başlıca konularına yönelir; faşizmi,

liberalizmin sonucu olarak görür ve tüm problemlere sol veya radikal Hegelci bakış açısından

yaklaşır. Marksizmin kapitalizm eleştirisini kabul eder. Marcuse, Hegelci yorumdan hareketle

felsefi bilgiyi (ki insan varlığıyla temellenen bir gerçeklik barındırır) tanımlarken, (Hegel

dahil) insanoğlunun dünyasını ise aklın dünyası olarak resmeder. Bu noktada felsefi sisteme

eğilen Marcuse, diyalektiğin en doğru felsefi yöntem olduğunu belirtir. Marcuse’a göre,

288

zıtlığın bütünleşmesi serilerinde insan dünyası gelişir; ilk aşamada özne ve onun nesnesi

bilinçli bir form alır (ki burada dil aracıdır), ikinci aşamada, diğer bireylerle çatışma içinde bir

kişilik olarak ortaya çıkarlar ve son olarak da bir ulus olarak görünür hale gelirler.

Marcuse, toplumun yükselişinde emeğin rolüne dair doktrininde, emek süreci, kapitalizmin

Marksçı analizinde en önemli nokta olduğunu vurgular; Marks’ın açıklamalarına, dünyayı

değiştirmeye amaçlayan teorik açıklamalarına odaklanır. Marcuse, Reason and Revolution

isimli çalışmasında pozitivizmin eleştirisine ve faşizmin analizine döner; eleştirel teoriye

yönelik belli başlı konular ortaya atar. Eros and Civilization’da Freud psikolojisine (talep ve

içgüdü/Eros ve Thanatos örneği) yönelik benzer görevleri ele alır; baskı gücünün

incelenmesine yönelir. Martindale, Marcuse’un öğrenci isyancıların gözünde bir kahraman

olarak görülmesine değinerek, bu süreç içerisinde tartışmalarının, “savaşma, seviş” şeklinde

bir politik slogan içerisinde dönüşüme uğradığını belirtir.

Marcuse’un gözden geçirip eleştirel teori ile bütünleştirdiği üçüncü kitabı Tek Boyutlu

İnsan’da baskı gücü olarak kitle kültürünün yükselişi problemine ve pozitivist etkinin

zayıflatılmasına yönelir. Burada teknolojik rasyonelliğin sosyal baskı noktasındaki etkisi

üzerinde durur. Ona göre, insanlar kendilerini onlara ait eşyalar üzerinden fark eder,

otomobilleri içerisinde kendi ruhlarını bulurlar.

Yeni Üyeler

Martindale, eleştirel teorinin, ilişkili olduğu çevreye bağlı olarak şekillendiğini söyler;

Weimar Cumhuriyeti’nin içinde olduğu dönemi, faşizmin yükseliş evresini ve Nazi ile savaş

yıllarını örnek olarak sunar.

Jürgen Habermas (1929-…): İlk çalışması Theory and Practice’dir. Habermas, sistematik

şekilde her temel bilginin ve eleştirel kuram içindeki probleminin tarihsel kaynağına dönmeye

yönelir. Pozitivizmle eleştirel kuramın eski çatışması yeni bir hal alır. Martindale, Adorno ve

Dahrendorf’un üzerinde tartıştıkları noktalar olduğu bilgisini verirken, çatışma teorisi ile

pozitivizm arasındaki çatışmanınsa Almanya’daki felsefi ve sosyal bilimsel tartışmanın

merkezine yerleştiğini yazar. Martindale, Habermas ve Hans Albert, eleştirel teorinin ve

pozitivizmin en büyük aktarıcıları olduklarını belirtir. Lichtheim’e göre, Habermas “Batı

Almanya’daki filozofların en yeni nesli ve temeli”dir.

Habermas, teori ve pratik üzerine yazdığı çalışmasının dördündü baskısında, yeni bir girizgah

ekler. Ona göre, bu çalışmanın gayesi; “toplum teorisi olarak tarihsel materyalizmi, modern

sosyal felsefe ile geleneksel politikadaki zayıflıktan sakınan pratik amaçlarla kavramak”;

289

pratiğe atıfta bulunarak teorik yapıyla bilimsel karakteri birleştirmektir. Bunu daha açık hale

getirebilmede ise ampirik, epistemolojik ve metodolojik yönler ortaya atılır. Ancak buna

ilişkin olarak belli başlı sorunlar da ortaya çıkar. Habermas’a dair söylenebilecek belki de en

son nokta, onun orijinal teorik düşünceleri arasında tarihsel materyalizmin felsefesi için dilsel

kaynağın biçimlenmesi ve sol Hegelci ve Marksist gelenek içinde araçsal neden ile emek

probleminin yeniden analizi yer almaktadır.

Alvin Gouldner (1953-…): İlk eseri Patterns of Industrial Bureaucracy’dir. Gouldner,

sosyolojideki geleneksel pozitivizme eleştiri getirir. Gouldner, Amerikan sosyolojisine eleştiri

getirir: “sosyoloji disiplini, defolu toplumun defolu ürünü şeklinde görülmedikçe sosyoloji

eleştirisi yüzeysel kalacaktır.” Gouldner, genel olarak Amerikan sosyolojisini ortadan

kaldırmaya yönelik çaba içerisindedir. Bu çabası, The Coming Crisis’de de görülebilir.

Gouldner; bilim olarak sosyolojiye veya onun yönteminden ziyade toplum ve insan

hakkındaki varsayımlar noktasına odaklanır. Ona göre, her teori açık formülleştirme ve arka

plan varsayımları gibi iki temel unsuru içinde barındırır; ayrıca her teorinin bir grup

tarafından üretildiği söylenebilir. Bu arada bilimsel metodolojilerin temel işlevi ise

sosyologların ne çalıştıkları ile kişisel gerçeklikleri arasındaki boşluğun genişletilmesidir.

Gouldner, yönteme ek olarak sosyologun çalışma ilgisine yönelerek, kanıtlayamamakla

birlikte güçlü olarak hissettiği izlenimi ortaya kor ve şöyle der; sosyologların çalışma

ilgilerini, problemlerini ve tarzlarını değiştirmeleri, kendi eşlerini değiştirmelerine benzer.

Gouldner, Batı sosyolojisinin krize sürüklendiğini düşünür; bunun da (1) Marksizm ile

işlevselcilik arasındaki uzlaşmaya yönelik harekette, (2) genç sosyologların işlevselciliğe

yabancılaşmasında, (3) bireysel yabancılaşmanın grup ya da kolektif biçimi alan eğiliminde,

(4) işlevselciliğin artan teknik eleştirisinde; (5) Goffman, Garfinke ve Homans gibi şahıslarca

işlevselciliğe alternatiflerin geliştirilmesinde ve son olarak (6) özgürlük ve eşitlik noktasında

orta-ölçekli ve problem araştırması görünmesinde ifade olduğunu belirtir.

Gouldner, eleştirel teorinin kendi versiyonunu, refleksif sosyoloji olarak tanımlar. Refleksif

sosyolojisinin pozitif içeriğinin biçimlenmesi, sol Hegelciliğin biçimidir. Refleksif

sosyolojinin tarihsel görevi, modern liberalizmin karakteristik eleştirel farkındalığını

beslemektir. Sosyolojinin niteliği, politik pratikten etkilenir, dahası sosyolojinin gelişebilmesi,

liberalizmin politik pratiğinden kurtulmasını gerektirir. Gouldner, toplumun devam eden

gelişimi için ideolojik bileşime başvurmak için eleştirel teoriye bakar; böylesi bir gelişimi The

Future of the Intellectuals and the rise of the New Class isimli çalışmasında Hegelciliğe doğru

sürdürür.

290

“ELEŞTİREL TEORİ” ANAHATLARI

Frankfurt Okulu, 1922 yılında Felix Weil tarafından sol entelektüellerin bağımsız

araştırmalar yapabilmesi adına kurulmuş bir enstitüdür.

Nazilerin iktidara gelmesiyle Almanya’da barınma şansı kalmayan Enstitü en sonunda

ABD’de faaliyetlerine devam eder.

SSCB’deki rejimin giderek bürokratik bir egemenliğe dönüşmesi, Batı’da devrimlerin

başarısızlığa uğraması ve dolayısıyla işçi sınıfının devrimci potansiyellerine karşı

gelişen güvensizlik, İtalya ve Almanya’da parlamenter rejimlerin ortadan kalkışı ve

faşist iktidarların kuruluşu; Frankfurt Okulu’nu oluşturan entelektüelleri yeni bir

barbarlık çağı ile karşı karşıya olunduğu konusunda ikna etmiştir.

Devrimci Marksizmden sol Hegelci bir kopuşu ifade ederler.

Aydınlanma, kültür endüstrisi, faşizm, otoriter kişilik üzerine çalışmalar

gerçekleştirmişlerdir.

En önemli temsilcileri Horkheimer, Adorno, Marcuse, Fromm ve Neumann’dır. Daha

sonra Habermas ve Gouldner da buokul içinde anılmıştır.

Bu okula göre Aydınlanmanın yarattığı mitler giderek insan üzerinde hakimiyet

kurmuştur.

Modern Batı dünyasının en büyük miti, adil bir toplumun gerçekleşebilmesinde ana

araç olarak bilimin görülmesi ve kültürel ve sosyal olguları şeyler olarak ele

alınmasına dayanan pozitivizmin sosyal konulara yaklaşımda kullanılmasıdır.

Eleştirel teorinin temel vurgusu her türlü pozitivizme karşıtlıktır.

291

IV. BÖLÜM: HÜMANİST ÖĞECİLİK

XXIII. Varoluşçuluk ve Fenomenolojinin Temelleri

Pozitivist organizmacılık (ki sosyolojik teori okullarının ilkidir), organizmacı toplum teorisine

bilimsel yöntem açısından bağlıdır. Ekolün kurucuları, Rönesans ve Reform’dan beri

Hıristiyanlığın Batı toplumundaki sorgulanamaz gücünü kaybettiklerinin farkında olup, aynı

kurucular, aydınlanma düşünürlerinin dinin günlük davranışlardaki geleneksel rolünü

azalttığını görürler. Bu dönemin bazı zamanlarında Hegelci felsefeyi, sosyolojinin antitezi

olarak görmek mümkündü zira Hegelci felsefe, bütüncül ve rasyonalistti.

Akılcılık ile bilimsellik arasındaki uyumdan kaynaklı olarak bütüncülük önemli bir takım

problemleri çözme kapasitesinden dolayı ilgi çekicidir. Böylesi bir kombinasyon ise gerçek ve

değer arasındaki boşluğun üstesinden gelmiş gibidir. Ancak değerin kişilerarası

deneyimindeki rolü noktasında çalışmalar sonlanmamıştır. Bu arada Fransa’da (Comte’çu

felsefenin merkezi), sosyologlar ve bilimsel sosyalistler arasında anlaşmazlık doğmuş;

Almanya’da (Hegelci felsefesinin merkezi), sağ ve sol Hegelciler, sonra da nesnel idealistler

ve Marksçılar arasında bölünme yaşanmıştır. Hem felsefi hem de pratik olarak, bireyselci

(veya elemantarist) pozisyona dönme girişimleri devrim sonrası dünyada yeni bir şekle yol

açmıştır.

Ulus Devletler Dünyasında Bireycilik

Modern felsefeye anlaşılır bir giriş yapan düşünür olarak tanınan Descartes, bireyci ve

akılcıdır. Toplumu rasyonel bireyler topluluğu görmekle birlikte, insanlığı ve onun dünyasını

açıklamaya girişir, sistemler oluşturur. Descartes, matematiksel ifade kesinliğiyle, insanlığı,

dünyayı ve Tanrı’yı yorumlamaya çalışır, açık nedenlere ulaşıncaya kadar her şeye şüpheyle

yaklaşmayı seçer ve “düşünüyorum, öyle ise varım” önermesini geliştirir.

Kant, bilimsel bilginin, ilke olarak fenomenin ötesine geçemeyeceği sonucuna varır. Ona

göre, olgusal dünyada her şey zorunlu kanunlara itaat eder; birey, kendine özgü çözümler

yaratır, buna bağlı olarak da bir davranış karşısında birey sorumlu tutulur (cinayetten dolayı

cezalandırma).

Hegel, bütüncül teorisini, Kant’ın bilimsel keşif teorisi ile kendisinin ahlaki davranış teorisi

arasındaki çelişkiyi giderebilmek için geliştirir. Bu süreçte, Hegel, toplumu ve sosyal grupları

sosyal gerçeklik birimleri olarak tanımlar ve mantığı, kolektif zihniyete değinerek anlamaya

292

çalışır; ancak birey, belirsizliğini korur. Bu türdeki çalışmalar Hegel’in ilgi toplamasına yol

açar, 19.yüzyılın en popüler filozofu halini alır.

Arthur Schopenhauer (1788- 1860): Danzig’de doğan Schopenhauer, 1813’te doktora

derecesi alır. World As Will and Idea isimli çalışmasında Schopenhauer, Kant’ın

(deneyimlenen) fenomen dünyası ile numen dünyası arasında yaptığı ayrımı kabul ederek,

bireyci bakış açısını korur. Buna karşın Hegel’in yaptığı gibi kolektif aklı kabul ederek bu

ayrımı aşmaya çalışmaz. Ona göre fenomen, fikirlerdir; fikirlere sahip olan özne (numen)

duygusal ve tutkuludur.

Ona göre, geleceğe dair umutlar aldatıcıdır. Arzuya değinen Schopenhauer, bu arzunun

sönmesi halinde bireyin, içinde bulunduğu durumdan kurtulabileceğini belirtir.

Schopenhauer genel olarak, parçası bir sosyal yaşam yorumunu korumayı tercih etmiş ancak

18. yüzyıl rasyonalistlerinden farklı bir noktayı vurgulamada diretmiştir. Dolayısıyla ona

göre, insan doğası temel olarak kötülükle yaratılmıştır ve insanlık, tutkuları ile temsil edilir.

Sören Kierkegaard (1813- 1855): Danimarka’da doğan Kiekegaard, (babasına tepki olarak)

teoloji çalışmayı seçer. Bulunduğu bölge (Kopenhag) itibariyle ise zaman içerisinde dine

yönelik şüpheleri artar; sanat, estetik ve felsefeyle ilgilenmeye başlar.

Kierkegaard’ın yaşadığı olaylar onu, kiliseye gidip, Hıristiyanlığı sorgulamadan yaşamaya ve

popüler Hegelci soyut bütüncü teolojisini kabule karşı durarak bireyciliğe iter. Kierkegaard,

özellikle de sorgusuz sualsiz kiliseye gidip, bu yapıya uyum sağlayan ve hatta bireyselliğini

bir kenara bırakanlara eleştiri getirir. Martindale, Kierkegaard’ın bireyselliğe yönelip,

kolektiviteden uzak durduğunu vurgular; Kierkegaard’a göre, kalabalıkla ilgili kavramlar

gerçek olmayıp aynı zamanda lanetlidirler.

Jacob Burckhardt (1818-1897): Burckhardt, Basel’de doğar; babasının başkanı olduğu bir

katedralde büyür. Diğer birçokları gibi, Burckhardt da dönemin şartları içerisinde (19.

yüzyılda) Hıristiyanlık duygularında gerileme yaşar. Hegelci bütüncülüğü, dine uygun bulmaz

ki bu noktada Hegel’in tarih felsefesine eğilir. Burckhardt, Kierkegaard gibi kolektiflikten

ziyade bireyciliğe yönelir ve bu yönelimini Scopenhauer’den sonra belli bir modele oturtur.

Burckhardt, çalışmaya, şu an ve her zaman olacağı gibi acı çeken, çaba gösteren ve yapan

insandan başlanması gerektiği fikrini ortaya atar ki burada Martindale, özellikle şu noktaya

değinmeyi uygun bulur; bireyler tarih yapar ve sadece onlar, yeni biçimler icat eder.

Burckhardt, tarihsel güçlerle yüzleşmede çağdaş bireylerin kendilerini, çaresiz ve savunmacı

esaretine düşmüş gibi hissettiklerini belirtir.

293

Burckhardt Scopenhauer’in öğrencisi olarak zamana karşı sadece iki tutumun mümkün

olabileceğini düşünür; bunlardan ilki, bir fikir ve sanatsal bir düşünce objesi olarak onun

içinde ama ona ait olmadan yaşayarak dünyayı ele almak; bir diğeri ise nirvana’yı araştırmak

için sonsuz işkencelerle yıkıma uğramış olarak dünyayı ele almaktır. Kendi yaşamında ve

teorisinde Burckhardt ilk tutuma yönelir.

Burckhardt, bir çağın anlamlarına ulaşma noktasında, tarihsel kaynaklardan ziyade yazarlara,

şairlere ve artistlere yönelmeyi seçer. Tarihin büyük güçlerini devlet, din ve kültür olarak

görür. Ona göre, bu güçler medeniyetin sentezlenmesinde önemli rollere sahiptirler.

Burckhardt, devlet gücünün büyümesinin sivil özgürlüğün gerilemesi anlamını taşıdığını

düşünür. Politik ve ekonomik devrimin sanatta, bilimde ve eğitimdeki etkilerinin büyük

olacağına inanan Burckhardt, yüksek kültüre yönelik yapılan (veya yaratılan) sosyal

temellerin yeni bir tür cahillik yaratacağını söyler.

Friedrich Nietzsche (1844-1900): Protestan bir papazın oğlu olan Nietzsche, kendisini

Luthercilikten soyutlayarak, bütün yaşamı boyunca yaşamın anlamını bulmaya yönelik

araştırmalar yapar. 1889 yılında akıl sağlığını kaybeder, yaşamının son yıllarını akıl

hastanesinde geçirir.

Nietzsche belli başlı analiz aşamalarından söz eder; Wagnerci aşama (1869- 1876), diğerleri

ise sırasıyla entelektüel evrim aşaması (1876-1881), lirik tasdik aşaması (1882- 1885);

kültürel çöküş ve canlandırmada yansıtma aşaması (1885- 1888) gelir. Nietzsche filozof, aziz,

yaratıcı artistlerin kültürde açığa çıkan 3 tip insanı temsil ettiğine inandı. Bu noktada bilim ise

ona göre, kahramanlar, dâhiler ve azizlerdeki inancı yıkmış; yeni evrimcilik ise bireysel ve

toplumsal ahlakın biyolojik ve evrimsel temellerini yaratmıştır. Nietzsche’ye göre güven,

özgür ruhlu bir toplumun yaratılmasında gereklidir. Devlete, ulusçu burjuvaya değinen

Nietzsche, aşamaları tek tek anlatır ki son aşamayı, dine yönelik sadakatin azalmasına paralel

değişen kavramlara (Tanrı’nın ölümü gibi), demokrasi etiğinin analizine, geleneksel

Hıristiyanlık yorumunun, demokratik ve sosyalist toplumda oluşan kızgınlık rollerinin

analizine ayırır.

Nietzsche, sarışın canavar ırkın, Batı toplumunda yenilikçi olan hareketi kurduğunu düşünür.

Nietzsche’nin düşüncesindeki sentetik ve analitik fazların temel teması bireylerin, onları yok

etmeye eğilimli bütün güçlere karşı yeni bir alan geliştirme inancıdır. Bu noktada Nietzsche,

yeni ve daha pozitif bir bireyci temelin ortaya atılması gerektiği fikrini paylaşır.

294

Sezgicilik ve Fenomenoloji

Martindale, Nature and Type isimli çalışmanın ilk baskısından bahsettiği paragrafta, bütüncül

geleneklerin, pozitivist organizmacılığın ve çatışma teorisinin eleştirmenlere uyduklarını

belirtir; dönemin bütüncül eğilim ve felsefedeki düşünürlerin yönelişlerini detaylandırır.

Yazar, Kant’ın etik ve metafizik noktasındaki yönelişini ve yorumlamanın merkezine The

Critique of Pure Reason’u yerleştirdiğini yazar. Bu çalışma, öğeci bakış açısından etik ve

ahlak problemi sistemleştirmiştir.

Martindale, bazı bilginlerin yeni-Kantçıların rasyonalist-bilimsel önyargıları ve önem

açısından gölgede kalmış formları araştırma ile ilişkiyi kesmelerinin kaçınılmaz olacağını

yazar (bu sonuncusu yeni-idealizmin gelişiminde önemli bir bileşendir); buna bağlı olarak da

psikolojinin çeşitli formlarındaki fenomenoloji ve sezgiciliğe yol açan yeni-Kantçı

yöntemlerin değişimini bir düzen halinde verir.

Charles Renouvier (1815-1903): Renouvier, Kant’ın çalışmalarına dayanan ve fenomenoloji

veya yeni-eleştirelcilik olarak bilinen teoriyi bulmuştur. Ona göre gerçeklik, bilinçlilik ve

bilinçlilik durumları arasındaki ilişkiler sistemidir. Renouvier, numen'i elimine etmeye

yönelir. Çünkü ona göre, en genel ilişkiler zaten fenomende mevcuttur. Renouvier fenomenal

ilişkiler temelinde saf aklın karşıtlıklarını çözmeye yeltenir. Örneğin sonlu ve sonsuzun

zıtlığına gerçek bir sonsuzluğun imkansız olduğu bakış açısından yaklaşır. Bu noktada dünya,

sonsuz olarak ölçülebilir bir boyutla sonludur. Ancak o, ilişkileri bütünden daha az incelediği

için, onun parçası olan bir oluşla ölçülemez. İlişkiler diğer ilişkileri destekler.

Renouvier, fenomenolizmi gitgide terk eder. Organik formlar ona git gide özgün bireysellikler

olarak görülür ve kişilik çalışmalarında, bireyin kendisinin reddettiği birleştirici bir gücün var

olduğunu fark eder (ki bireyi, doğallığın merkezine yerleştirir). Ona göre, iradeli eylemler ve

kişilikler arasında bir bağlantı vardır; Bu da benliğin biraraya gelmiş duyumlar olarak

görülmesini imkansız kılar.

Franz Brentano (1838- 1917): Bir rahip olarak eğitilen Brentano, Herbert Spiegelberg

tarafından fenomenolojinin öncüsü olarak görülür. Eğitimi skolastikler ve Aristo temellidir.

Bacon’dan Leibnitz, Locke ve Descartes’e doğru Batı felsefesinde bir seyir izler.

Stuart Mill ile iletişimde olan Brentano, Comte’un ateist olmasına ilgi duyar. Descartes’in ruh

kavramı üzerinde çalışan Brentano, analizlerin ampirik ilişkileri açığa çıkaracağını düşünür.

Psikolojiyi betimleyici ve genetik olarak iki ayırmakla birlikte; betimleyici psikolojinin,

genetik psikolojiye mantıksal olarak öncül olduğunu ve ondan bağımsız olarak tanımlanan

295

yapısal veya yaygın ilişkiler kurmak için fenomenin sezgisel olarak incelenmesine

dayandığını belirtir.

Psikolojik olgulara değinen Brentano, bu olguların içerdiği eylemleri üçe ayırır: temsiller,

yargılar, duygular. Burada temsil birincildir, yargılar ve duygular için temel sağlar. Birisi,

yargılar ve sevgi olmadan, sadece temsillerle donanmış olarak varoluşu kavrayabilir ama tersi

kavranamaz. Brentano, son olarak, fenomenin neyi temsil ettiğine değinerek problemi

çözmeye çalışır; teorik ve etik yargılamalara değinir.

Carl Stumpf (1848- 1936): Bir pozitivist ve Brentano’nun öğrencilerinden olan Stumpf,

bilimsel bir disiplin olarak psikolojiyi kurmaya yönelmiş; fenomenolojik yöntemin

psikolojide tanıtılmasında büyük başarı sağlamıştır. Stumpf’a göre, fenomenoloji birincil ve

ikincil fenomenin çalışılmasından oluşur: duyulara hemen gönderilen deneyimin içerikleri

birincil, hafızadaki görüntüleri ise ikincildir. Fenomen zihin tarafından şekillendirilen kavram,

değer veya yapılar gibi zihinsel içerikleri içermez. Aynı zamanda fenomenin çalışılması nötral

olup, hiçbir kavram fenomen tarafından uygulanan materyal olmadan inşa edilemez. Stumpf,

fenomenolojik tasvir yapılmasının deneysel tekniklerin kullanımında önemli değeri olduğuna

inanır. Deneyimin bağımlı ve bağımsız taraflarını ayırırken, fenomenolojik analizin hem

bağlantıları hem de his durumlarını açığa çıkardığını söyler.

Henri Bergson (1859- 1941): Paris’te doğan Bergson, 19. yüzyıl bütüncülüğüne ve sistem

inşasına gösterilen öğeci tepkide kendine bir yer edinir. Onun amacı; değerlerin, özgürlüğün

ve yaratıcılığın bireysel deneyimin merkezi karakteristikleri olduğu ve bunların sosyal

yaşamının merkezi gerçekliği olduğu inancını ortaya koymaktır. Brentano ve Stumpf’a zıt

olarak Bergson, Kant’ın formülleştirmesinden hareketle çalışır. Schopenhauer gibi Bergson,

Critique of Pure Reason ve Critique of Practical Reason arasındaki Kant’çı ayrımla

çalışmalarına başlar, ancak problemi farklı şekilde kurgular. Dolaysız deneyimi birincil

gerçeklilik olarak değerlendirir. Ona göre, kavramlar, mantık ve bilim dünyasının sabit

formları olup, boyutlar ve niceliklerden biri olarak görülürler.

Bergson pratik ve saf mantık arasında bir ayrım ortaya koyar. Kant için algının uzay ve zaman

diye iki temel formu bulunurken; Bergson aynı düşünceyi paylaşmaz. Ona göre, dolaysız

deneyimde zaman, sezgi içinde kavranır. Bergsonun formülasyonunda güçlü bir anti-pozitivist

bileşen vardır. Martindale son olarak Bergson’un, insana dair sosyal yaşamdaki en gerekli

bileşenin, bütün hareket ve değişimin temelinde yatan kendiliğinden yaratıcılık olduğuna

inandığını ekler.

296

Edmund Husserl (1859- 1938): Renouiver’in fenomenolizmini Kant’tan hareketle alır.

Husserl, formüleştirmesini geliştirdiğinde zihninde Kant var gibi görünür. Ancak

Renouvier’in yaptığı gibi bütün gerçekliği fenomene indirgemek yerine, fenomenin sezgisini

gerçekliğin bütün formları yolunda temel olarak almaya yönelir.

Husserl, bilinebilen gerçek bir dış dünya olduğunu varsayar. Ona göre, bu dünyaya ulaşmak

için bakılması gereken deneyim, hem nesneleri hem de zorunlu nesneleri veya özleri içerir.

Bir nesnenin niteliği ise onun özlerinden meydana gelir. Buna karşılık gelen bilişsel

ilişkilerdir. Husserl’ın epistemolojisindeki merkezi problem, içsel kontrolle bilinen objelerin,

bunların saf bilinçliliğin bir parçası olduğunda nasıl araştırıldığıdır. Onun yöntemi

fenomenolojik indirgemecilik; amacı, metafizikten arınmış bilinçliliğin gerekliliğine dair bir

teori oluşturmaktır. Bu arada doğal ve özsel (eidetic) diye iki tür deneyimden söz eder.

Husserl’e göre, Kant’ın temel hatası, sadece deneyim ve bilişlerin nesnelerinin hassas bir

karakteri olduğu varsayımıdır. Bunun yerine Husserl, birçok türde deneyim olduğunu

düşünür. Fenomen, Kant için olduğu gibi, bilinçliliğin yapıları değildir; onlar saf bilinçliliğin

içeriğini şekillendiren özlere denk düşer.

Doğal ve fenomenolojik tutum arasında fark bulunur. Husserl, doğa ve olaylar dünyasında

bireylerin kendilerinin ve diğerlerinin farkında olduğunu; fenomenolojik yöntemin ise bir tür

deneyim analizine dayandığını belirtir. Dolayısıyla onun nihai amacı, saf bilinçlilik ve özsel

(eidetic) varlığın korelatif alanının araştırılmasını sağlamaktı. Böylesi bir yöntemin

kullanılabilirliği ise öncelikle doğal ile eidetik olanın, daha sonra da var olanla metafiziksel

olanın öz itibariyle ayrıştırılmasını sağlamaktır.

George Santayana (1863- 1952): Husserl’ın analizine benzeyen bir analiz geliştiren

Santayana, varoluşun karmaşık dünyasının çıkarsanabilir öğeleri olduğunu savundu. Husserl

ve Santayana tamamen birbirine benzer değildir. Husserl’a göre, bilinen her fenomen için

ilişkili bir öz vardır, Santayana’ya göre, varlık özden imgelem sıçrayışı aracılığıyla doğar. Bu

sıçrayış, özün varlığı kabul edildiğinde, kişi onu ilişkilerine yerleştirdiğinde olur. Şeylerin

varlığı ve birinin benliği mantıkta değil ama eylemlerde bulunur. Her öz, onu diğerlerinden

ayıran bir karaktere sahiptir. O, özü evrensel hale getiren bir bireyselliğe sahiptir. Ancak öz,

var olmaz. Sorun alanı varlığın ikinci alanıdır. Bu eylemin alanıdır. Zorunlu olarak

dinamiktir. Bu alanın varlığı içgüdüsel inanç konusudur. Varlığın üçüncü alanı ise gerçeklik

alanıdır; sonsuzluk formu altında görünen şeylerin alanıdır. Bunun ötesinde ruhun alanıdır.

297

Senteze Doğru

19. yüzyıl dünyasında bütüncülüğe belli başlı eleştiriler yöneltilmeye başlar; eleştirilere bağlı

olarak da toplumda bireyin yeri ve önemi yeniden kavramlaştırılma çabaları artar. Bu da var

olan yöntemin sorgulanması demektir. Bireye yönelim, onun aynı zamanda irrasyonel ve

olumsuz duygularının eksik bırakılmışlığının keşfini sağlar, bu da bireye yeni bir vurgu

başlatır. Böylece, psikolojiden bütün hümanist ve davranışsal çalışmalara, yeni bir ampirizm

ve fenomenolojik analiz vasıtasıyla sezgiciliğe doğru çeşitleme belirir. Bu da varoluşçuluk

olarak tasarlanan bireyin yeni sabit teorilerinin, fenomenolojiyi merkez alan yöntemsel

prosedürler serisine katılması gerekliliğini kaçınılmaz kılar. Bu arada hem varoluşçuluk hem

de fenomenolojide neyin içerildiği ya da içerilmediği konusunda bir belirsizlik vardır.

Varoluşçuluk, anlamlar arayan bir din olarak tanımlanır. Varoluşçuluk ve fenomenoloji hem

her birinde kimin içerilip içerilmediği hem de hangi üyenin onların çakışma alanlarına

seçileceği konusundaki karışıklıkların açığa kavuşması için merkezi karakteristiklerin açıkça

tanımlanmasına ihtiyaç duyar. İkisinin arasındaki başlıca fark, varoluşçuluğun birey doğasının

sabit problemleri ve onların çıkmazları ile ilgilenmesi; fenomenolojinin ise yöntemsel

problemlerle uğraşmasıdır. Martindale, burada Spielberg’in her ikisinin birbirine uygun

olabileceğini belirten cümlesine yer verir. Burada her iki alan, göçlerini birleştirerek, bir teori

ve araştırma geleneği geliştirme ihtimali yaratır. Geleneklerin birbirine uygulanması

Jasper’in, Heidegger’in ve Sartre’nin çalışmalarında görülebilir.

Karl Jaspers (1893- 1969): Oldenberg’te dünyaya gelen Jaspers, hukukla başladığı çalışma

ilgisini, tıpta sürdürür. Bir süre psikiyatri kliniklerinde asistan olarak çalışır, daha sonra

felsefeye yönelir. Genel olarak varoluşçuluğun önemli konularını formüle eder (bu, özellikle,

Way to Wisdom’da görülebilir). Jaspers, birçok eserinde görüldüğü gibi, Kantçı bir eğilimle

düşüncelerini şekillendirir. Temel olarak bilim, fenomen dünyası ve kendisinde şeyler dünyası

arasındaki Kantçı ayırımı kabul eder. Ona göre, görgül varlık, bilimin bir tabakasıdır. Jaspers,

Way to Wisdom isimli eserinde dünya gerçekliğine değinerek bu gerçekliği ampirik varlığın

fenomenalitesi olarak tanımlanabileceğini; bu fenomenalitenin ise Kant tarafından açıklığa

kavuşturulduğunu yazar. Burada, varlık ve metafizik olarak sınırı çizilen fenomenal dünya,

tam bir aydınlanmış düşünce tabakasıdır. Bilimi bir düşman olarak görenlerin safında yer

almayan Jaspers’e göre bilim, öğretme duygusunun belirsizliğine kapılmış bir adam misali,

bariyer inşa eder; birey yeni bir tutukluluk haline girer. Jaspers, bilimi her tür bilginin normu

sayanlarla felsefeye kesin bilimsel temel vermeye çalışanlara karşı çıkar. Modern bilim ile

felsefenin özdeşleştirilmesini felaket olarak gören Jaspers; bilimde felaketi yaratanın,

298

değerlere egemen olmaya çalışan çaba olduğunu belirtir. Kant gibi, Jasper bilimi saf haliyele

tutmayı ancak uygun bir alanla sınırlamayı seçer. Jaspers’a göre, felsefe için güdüler, meraktır

(Plato ifadesiyle), şüphedir (Descartes ifadesiyle), vazgeçilmişliktir (Epicurus ve Stoics

ifadesiyle).

Martin Heidegger (1889-1976): Heidegeer, genel olarak yeni-Kantçı gelenekten etkilenir;

Brentano’nun On the Manifold Meaning of Being isimli çalışmasında geçen varlık problemine

ilgi duyar. Çalışmaları ilgi uyandırır ancak (inkar etse de) Nazilerin destekçisi olduğu

gerekçesiyle gölgede kalır. 1945’te Nazilere olan sempatisinden dolayı görevinden

uzaklaştırıldı. Heidegger, Husserl ile benzer tarzda analizlere girişir. Heidegeer, doğal

davranışa dikkat çeker ve Batı düşünürlerinin ampirik analizlerde uyguladığı geleneksel

prosedürleri eleştirir. Ona göre, analizlerde 2 birim vardır: zihin ve davranış, özne ve nesne.

Her ikisi de gözlem ve eylem arasında bir ayrım belirler. Heidegger’e göre, insan varlığının

karakteristiği, dünyada oluş, diğerlerine karşılık vermek ve diğerleri tarafından yanıtlanmak,

yani onlarla ilgili olmak anlamına gelir. Otantik veya otantik olmayan şeylerle ilgili 3 görüş

vardır. Otantik ilginin 3 görüşü dünyada zaten var olan benliğin keşfi (Befindlichkeit),

anlaşılması (Verstehen) ve bundan bahsedilmesidir (Rede); otantik olmayan formlara yanıt

verme, belirsizlik (Zeideutigkeit), meraklılık (Neugier) ve boş konuşmadır (Gerede).

Analizinde, insan varlığının temel tarzlarını gelecekte, beklenti içinde yaşamak ve suçluluk

duygusu, yabancılaşma duygusu ve asılsız kaygı ile şekillenen ‘özen’ ile karakterize olduğunu

ortaya koyar. Heidegger yolunu Tanrı’ya çevirdiği gibi, bilimi onun yolundaki büyük

engellerden biri olarak gördü. Ona göre, bilimin farklı görünen iki kavramından biri diğeriyle

mücadele ediyor gibi görünmesine rağmen, her ikisi de aynı yanlış yorum ve ruhun

zayıflamasıyla hareket etmektedir.

Jean Paul Sartre (1905- 1980): Paris’te doğan Sartre, felsefe profesörlüğü yapar. Sartre

Husserl’den fenomenolojik yöntemi öğrenir. İlk romanı La Nausse’da yabancılaşma, dehşete

düşme ve anlamı kaybetme duygusu inceler. Sartre algı fenomenolojisi, özgürlük doğası ve

düşünce, hafıza ve sanat problemlerini keşfeder. La Nausse ile çağdaşlarına hitap eder, önemli

bir çağdaş filozof olur.

Being and Nothingness, aşk, nefret, cinsellik, ızdırap, kötü inanç ve varlığın orijinal seçimleri

gibi problemleri içeren insanlık hallerini çalışan Sartre, Descartes’ın bilinçli şüphenin varlık

hakkındaki düşüncenin ön koşulu olduğu fikrinin yanlış olduğunu düşünür. Sartre

bilinçsizliğin varlığında bilinç varlığının malzemeleri olduğunu, bunların bilince doğru

hareketi olduğunu tespit eder. Ona göre, insanlar, olmadığı şey olan ve olduğu şey olmayan

299

varlıklardır. Sartre, hiçlik kavramına da eğilir, varoluşun takibi üzerine düşünür. Sartre, oluş

halleri üzerinde çalışmalara odaklanır; özgürlüğümüzü kaybetmeden nasıl kendiliğindenin

ortasında oluruz tartışmasıyla bağlantılı olarak Sartre, hakikat ve özgürlük düşüncesini

geliştirmiştir. Bir bireyin varoluşla temel ilişkisi hem sahiplik ve eylem vasıtasıyla onu

sahiplenmek hem de onunla bir olmak arzusuyla bulunur; her şey bireyin varoluşunun orijinal

seçimlerine, hatta bir seçim yapmamayı seçmesine bağlıdır. Sartre, Being and Nothingness

isimli çalışmasında kendisi için kavramına eğilerek, bu kavramın hiçbir şey olmadığını ancak

kendiliğindenin de yok sayılması anlamına geldiğini yazar. Martindale, bu noktada Iris

Murdoch’un Sartre’a yönelik sarf ettiği sözlere yer verir; Murdoch, Sartre’nin kendini bilen

çağdan biri olduğunu ve post-Hegelci hareketin üç yolundan da gidebildiğini belirtir. Sartre’ın

varoluşçu tarzı ise bazı çağdaşlarca eleştiriye uğrar; odaklandığı noktanın tiksindirici bir etki

yarattığı vurgulanır. Bu eleştirilerde Sartre’ın (ateistik) bireyciliğe vurgusu da yerini alır.

Sartre’a göre, Ateistik varoluşculuk, “Tanrı yoksa, en azından varlığın özden üstün olduğu bir

varoluş vardır, herhangi bir kavramla tanımlanamadan önce var olan bir oluştur, ve bu oluş da

insandır.” Sartre, Gabriel Marcel ve Jaspers’ı dinsel; kendisi ve Heidegger’i ateist

varoluşçular olarak sınıflandırır. Sartre’nin bütüncülüğü reddedişi, sadece tarihçi formları

(Hegelci ve Marksist) değil ayrıca insanlığın sonu hakkındaki dini görüşleri ve klasik

sosyoloji ile faşizmi de içerir.

Fenomenolojik Yöntem

Spielberg, yönteminin gerekliliklerini ortaya koyar; bunu da indirgemeciliğe karşı bir protesto

olarak düşünür. Bu noktada fenomenoloji, kabul edilen teoriler ve felsefelerin temeli olarak

görülen bütün felsefeye karşı bir devrim olarak görülür. Fenomenolojik soyutlamalar,

basitleştirmeyle başlayan ve bilimsel kavram kelimelerini en aza indirmeyle sonlanan modern

bilimdeki eğilime karşı bir isyandır. Fenomenoloji sadece çalışmak için bütün bir gerçeklik

tablosuna değil aynı zamanda duyularla çalışan pozitivist veriye de karşı çıkar. Husserl’in

etkisiyle gelişen fenomenolojik program 7 adımı kapsar: (1) Belirli fenomeni araştırma, (2)

Genel niteliği araştırma (özü), (3) Özler arasındaki zorunlu ilişkileri kavrama, (4) Görünür

durumlar izleme, (5) Bilinçlilikteki fenomenin yapısını izleme, (6) Fenomenin varlığındaki

inancı askıya alma ve (7) Fenomenin anlamın yorumlama.

Belirli fenomeni araştırma, üç işlemi içeren fenomenolojik tanımlamayı gerektirir: fenomenin

sezgisel kavranması; onların analitik incelemeleri ve tanımlamaları. Fenomenolojik analiz,

“fenomenolojik yapıların yakın fenomenle olan bağlantısı ve onunla ilişkisini keşfetmeyi

ayrıca fenomenin bileşenlerini ayırmayı içerir.” Betimleme bazı seçicilikler içerir ve böylece

300

özlere dikkat edilmiş olur. Buna ek olarak fenomenolojik yöntem, genel özleri araştırmadır.

Bir diğer aşama ise özler arasındaki ilişkileri ve bağlantıları kavramaktır. Bunun iki türde

olduğu söylenir: tek bir özün içindeki ilişkiler ve birkaç özün arasındaki ilişkiler. Dördüncü

basamak hem görünen şey hem de onun ortaya çıkma yolunu keşfetmeyi içerir. Daha sonra

ise fenomenin yapısının zihinde nasıl şekillendiği noktası gelir. Bu kendiliğinden oluşabilir ya

da ilişkisiz fenomenlerin bütünleştirilmesi yoluyla olabilir ve yapısal kanuna dayanır. Altıncı

basamak Spielberg’ün azaltma veya askıya alma kavramlarına benzer. Husserl matematiksel

askıya alma işlemleri ile orijinal anlamların azaltılmasını birleştirir. Yedinci basamak olan

yorumlamalar, kesin fenomenin duyumunun yorumlanması için uğraşır. Yorumlayıcı

fenomenolojinin hedefi, kısaca sezgilerimizi ortaya koymayan anlamları analiz etmek ve

betimlemektir.

301

XXIV. Fenomenolojik Sosyoloji ve Etnometodoloji

Kantçı kaynaklarda, biçimcilik iki ayrıma tabidir; (1) fenomeni şeyden ayıran ve (2)

fenomenin içeriği ile biçimi arasındaki farktan hareketle ayrım yapan. Fenomenoloji için

şeyler farklıdır. İki yaklaşımın işleyişi de farklıdır. Kant için, bilimsel bilginin objektif

yönlerinin analizlerindeki ayrılış noktası, a priori’nin mümkün olabilirliği üzerinden

şekillenir. Simmel, yeni-Kantçı sosyoloji içerisinden şu soruyla bu konuya yorum getirir:

toplumu mümkün kılan a priori şartlar nelerdir? Kantçı yönelimin buradaki tek mümkün

cevabı biçim’dir. Husserl Kant’ın fenomeni, deneyim ile idrakin verilerine aracı nesne

saydığını hatırlar. Oysa Husserl, fenomeni öz olarak saf bilincin içeriği sayar. Her nesne,

sonuçta deneyim türünün olası nesnesidir. Deneyimin iki alt ayrımı ise doğal ve öze yönelik

olandır ki Husserl, burada ikinci olanla ilgilenmiştir.

Fenomenolojik sosyolojinin yükselişinde ilk aşama, sosyal hayatın genel bileşenlerini

tanımlayan fenomenolojik dilin uğraşısı tarafından tanımlanmış; biçim ve içerik ile numen ve

fenomen arasındaki Kantçı ayrımdan sakınılmıştır. İkinci aşama ise fenomenolojik

sosyolojinin varoluşçuluk ile fenomenolojiyi birleştirmeye çalışan bireyleri takiple

oluşmuştur. Gündelik hayatın fenomenolojisinin yükselişi ise fenomenolojik sosyolojinin iki

aşamasıyla temsil edilir. 1970’ler, fenomenolojik sosyolojinin kurumsallaşması yıllarıdır.

Biçimciliğe Fenomenolojik Alternatifler

Fenomenolojik sosyolojinin geliştirilmesinde üç isimden bahsedilebilir: Alfred Vierkandt,

Max Scheler ve Georges Gurvitch.

Alfred Vierkandt (1867-1953): Etnoloji ve kültür tarihi ile kültürel değişme çalışmalarıyla

adını duyuran Vierkandt, ilk çalışmalarında Clark Vissler’in “kültür alanı” ve Ogburn’un

“kültürel gecikme” kavramlarını öngörür. Erken dönemlerinde sosyolojiyi tarihsel ve

etnolojik maddesel genelleme olarak kavramlaştırırdı. Ancak sosyolojinin özel bir bilim

olarak yapılandırılmasında sosyolojik probleme tarihsel bir yaklaşım ve tarihsel maddeciliğin

kullanımını reddeder, ayrıca Gesellschaftslehre isimli çalışmasında da sosyolojik biçimciliğin

bir türünü önerir. Vierkandt’ın iddiasına göre, çalışmasının nesnesi, biçimleri, gücü veya

baskıyı, ve sosyal yaşamın gerçeklerini incelemedir. Böylesi bir amaç ise Simmel ve Tönnies

tarafından yapılandırılmıştır.

302

Vierkandt, insan grupları ve onların yaşamı, kültürü, üretimi, tinsel aktivitesine başvuran

disiplinlerin her türüyle karakterize edilen sosyoloji kavramının inceliklerinden yoksun

olmayı reddeder. Simmel gibi o da, sosyal etkileşim ve onun ürünlerinin teorisi ile grup

özelliklerini çalışan sosyoloji kavramını sınırlamayı diler. İnsanoğlu, kültürel ve biyolojik

dünyada olduğu kadar, sosyal ilişkiler dünyasında yaşar. Bütün bu özellikler ise zihinsel

aşamalardır ve bunlar, birlikte yaşama süreci içerisinde oluşur. Burada, etkileşimin

çalışılmasında sırasında biçimsel sosyoloji davranışçı değildir. Vierkandt’ın

Gesellschaftslehre isimli çalışmasında, biçimsel sosyolojinin kültür bilimleri ve pratik hayatın

ilişkisi, matematik ve fizik veya teknoloji arasındaki ilişkinin benzeridir. Onun düşüncesine

göre, sosyal fenomenin sistemleştirilmesi, sosyolojinin birincil görevi olmalıdır. Vietkandt,

Simmel’in bazı konularda hataya düştüğünü düşünür. Otoriteye değinen Vierkandt, onun

sosyal bir biçim olduğunu ancak her otoritedeki somut işaretinin tarihsel olduğunu belirtir.

Simmel bu noktayı korusa da saf biçim veya aşamaların doğru teorisi içinde bir sosyolojinin

gelişimine uğraşmaz. Böylesi bir görev Vierkandt’a göre sadece gelişmiş fenomenolojik

yöntem aracılığıyla mümkün olmuştur. Böylesi bir yönteme başvurulabilir oluşu ise sosyal

yaşamın zihinsel bir yaşam olarak deneyimin içinde verili oluşuyla bağlantılıdır.

Fenomenolojik yöntem, farkında olma sürecinin kontrol edilebilir deneyimi noktasındaki

vurguya ek olarak bilinçli deneyimin yönlerine odaklanmayı da gerektirir. Bu aynı zamanda

“içken yansı”yı sunar. Fenomenolojik yöntem, temel belli başlı sosyal eğilimlerin üstünü

eşmeye yönelir. Martindale, burada utanma örneğine yer vererek, arzu edilmeyen ani bir

sonucun korkusundan farklılık içerdiğini yazar; Simmel’in yöntemine atıf yapmayı sürdürür.

Fenomenolojik analiz örnekleri, öz-saygı eğilimi içerisinde bulunur. İtaatin fenomenolojik

çalışması, korku veya diğer güdülerden korkuyu değil ayrıca gönüllü içsel feragati da ima

eder. Böylesi bir kavram aynı zamanda ürkeklik, şaşkınlık ve daha üst bir karakterle iletişime

geçme ihtiyacı gibi psikolojik aşamalarla da ilişkilidir. Karakteristik davranışlar ise tapınma,

sadakat ve saygı ile alakalıdır.

Vierkandt’ın savunduğu sosyolojide belli başlı konular vardır; (1) insanın zihinsel yaşamının

tarihsel özelliği, (2) toplum doğası, (3) çevre gücü, (4) sosyolojik düşüncenin temel

kategorileri olarak ilişkiler ve (5) sosyal bütün kavramı. İnsan doğasına ve topluma eğilen

Vierkandt, insan doğasının evrensel olmadığını; toplum tanımının ise kolayca yapılabildiğini

dile getirirken; sosyal ilişkilere de eğilir. Sosyal hayat karşılıklılığın en düşük düzeydeki

halini ima ederken; topluluk ise onun ideal biçimidir. Topluma dair açıklamalar içerisinde

hiçbir olayda toplumun bir organizma olarak varsayılmadığı belirtilir. Vierkandt dikkatini,

303

temel sosyal ilişkilere doğru yöneltir. Çalışmasının bu aşaması için genel çözüm, Tönnies’in

cemaat ve toplum tipolojisi aracılığıyla sağlanmış olur ve çalışmasını, ahlak, kolektif bilinç ve

grup öz-bilinç gibi grubun kolektif fenomenin deneyimlenmesi ile tamamlar.

Sosyal ilişkilerin fenomenolojik çalışması zihinsel sürece veya içsel yaşama yoğunlaşır. Tüm

sosyal ilişkiler bireylerin içsel yaşamlarını etkiler. Bu arada hakimiyet ilişkisi, ikili tanıma ve

çatışma da içsel tatmin sunar. Martindale, içsel ilişkiye değinerek karşılıklı kuralları tanımayı

vurgulayan yanından söz eder; düzenlemenin ise grup isteğinden kaynaklandığını yazar.

Vierkandt grup kavramına eğilerek, yeni olanakları kendi grup üyeleri içerisinde

geliştireceğine inanır. Grubun uygun açıklaması için, yeni bir sosyal bütünlük teorisine ihtiyaç

vardır ve bu noktada Gestaltçı teori, bu yeni teoriye bir örnektir. Dışsal baskıdan söz eden

Martindale, grubun bir gün aktörler ve izleyiciler diye ikiye ayrılacağı; izleyicilerin aktörlerin

davranışlarını kontrol ve izleyeceklerini yazar. Grup gerçekte bir izleyicidir. Grubun iradesi,

onların (grup üyelerinin) iradesidir. Grup ruhu, herkes tarafından paylaşılan düşünce, tutum

ve değerler içerir. Dolayısıyla fenomenolojik yöntem, saf sosyolojinin yöntemi, toplumun

özünü, sosyal davranışı ve sosyal ilişkileri keşfeder.

Max Scheler (1874-1928): Modern sosyoloji için Scheler’in önemi, bilgi sosyolojisinin

popülerleşmesindedir. Teorik olarak sosyolojik biçimciliğin fenomenolojik branşına bağlı

olan Scheler, Dilthey ve Simmel’in öğrencisi olup; Cologne Üniversitesinde felsefe ve

sosyoloji alanında profesör olur. Scheler’in düşüncelerinin bütününün temeli, gerçek değer

alanı ile varoluşsal gerçek alanı arasındaki fenomenologların ayırt edici niteliğidir. Böylesi bir

metafiziksel ayrım kültürel sosyoloji ile gerçek etkenlerin sosyolojisi arasında zıtlığın özüdür.

Kültürel veri -ki bunlar aynı zamanda ideal amaçlar aracılığıyla da tanımlanırlar- “ideal”,

düşünce ve değer alanında var olandır. Gerçek etkenler ise zaman içerisindeki değişen olaylar

parçasıdır. Gerçek veri, cinsellik, açlık ve güç için çabalamak gibi şeyler etrafında dürtü

yapısını biçimlendirir. Scheler için tarihsel bilgiye dair mesele, nasıl oluyor da bu iki alan

ortaklaşa etkinlik içinde olduğudur. Kültürel sosyolojinin amacı ise idealin kaygısıdır ve

kültürel sosyoloji, din, felsefe, bilimsel düşünce ve sanat çalışmaları yapar. Martindale,

burada gerçek etkenlere yönelik bilgi verir. Gerçek etkenler ideal değerlerin keşfini destekler

veya desteklemez. Oysa buradaki temel görev, gerçek veya ideal olan gerçeklerin

etkileşimdeki yollarını keşfetmektir.

Martindale, The Nature of Sympathy isimli çalışmadan bahsederken, sempati kavramını

tanımlamaya yönelir; Sempati, hissi bir halin türü veya duygusal birlik, başkalarıyla benzer

duyguların paylaşımında aracı olarak tanımlanır. Mimpathy veya duygusal taklit (Nachfühlen)

304

ise bundan ayrı olup bunlara ilaveten propathy veya duygusal katılım (Mitgefühl) gelir ki bu,

katılımcının bir başkasının duygusal alanında olması halindeki olaylarda ortaya çıkar. Ancak

bunlar duygusal salgın gibi otomatik değil bilinçlidir. Martindale, duygusal olarak başka bir

şey zannetme ya da empati ile duygusal tanımlama ya da unipathy’den farklılaşabilir

olduğunu yazar. Bütün bunlar biçimciliğin türlerine denk düşer. Martindale, burada Scheler’in

düşüncelerindeki başlıca eğilimler üzerine dururken, tarih yorumuna yer verir. Tarih, toplum

liderlerinin ve onların kültürel yapılarının sürdürülür yapılarını üretimidir. Normatif ve

dirimsel olayların etkileşimi bir seçkin aracılık eder.

Martindale, ideal ile gerçek etkenlere tekrardan değinir. Buna göre ideal etkenler, kültürel

gelişimde bir etkiye sahiptir. Düşünce iklimini biçimlendiren bilgi biçimlerinin sayıları vardır.

Dolayısıyla tam da bu noktada bilgi sosyolojisinin temel görevi, temel tahminleri ve onların

dönüşümlerini izole etmektir. Bir kere, bu temel görev başarılır; bilgi sosyolojisi de teknolojik

enformasyon, bilimsel ve matematiksel bilgi, felsefik bilgi, gizemli bilgi, dini bilgi, halkın

sağduyusu ve efsanevi bilgi gibi bilgi türlerini analize yönelir. Scheler’e göre, bilgi türlerinin

sosyolojik karakterleri, sorgulanamaz niteliktedir. Ancak ne içerik ne de bilginin geçerli

nesnel hali sosyal yapı tarafından tanımlanmaz. Bilgi, kendiliğinden şekilde öz alanı içerir.

Burada bilgi türlerine –ki bu türler belli başlı grup türlerine bağlıdır-, ayrıca sosyal hareket

türlerine değinilirken, Plato’nun düşünceler teorisine yer verilir. Düşünce nominalist olandan

ziyade realisttir ve onun kategorileri organizmacıdır. Scheler’in düşüncesinde, düşünceler ve

kurumsal biçimler arasında ise seçici bir ilişki mevcuttur.

Georges Gurvitch (1894-1965): Rus sosyolog olup, Sorbonne’da sosyoloji profesörlüğüne

getirilir. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Centre d’Etudes Sociologiques’in ilk

yöneticisidir. Gurvitch üzerinde Scheler’in fenomolojisi ve sosyometri etkili olur.

Gurvitch’in görüşüne göre, Comte’un sosyolojik pozitivizmi iki temel özelliğe sahiptir; sosyal

gerçeklerin pozitif bilimini ve bilimlerin bilimi veya tam bir bilim olarak sosyoloji kavramını

inşa etmeye yeltenmek. Burada yalnızca organizmacılık (Spencer ve Schaffle) sosyal düzen

problemini ele alır. Organizmacılığa ilaveten sosyal psikolojiye ki burada Lester Ward ve

Tarde örnek gösterilerek mekanik doğacılık’a karşı bir etki oluştururken; sosyolojik

biçimcilik ile Amerikan davranışçılığı (burada Simmel ve von Wiese) sosyolojiyi saf

biçimlerin çalışılmasını sınırlamaktadır, demektedir. Bu noktada Cooley’in toplumun

analizine yönelik çalışmasına ilaveten sosyolojik gelişime katkısı dokunan Weber’e de yer

verilirken, Durkheim’in sosyal gerçekliğin ayrımında izlediği aşamalardan da bahsedilir.

Sosyal morfoloji, sosyal fizyoloji, kolektif psikoloji ve genel sosyoloji gibi sosyolojinin

305

değişik branşlarının ayırt edildiği böylesi bir ayrım temeldir. Tinsel maddelerin sosyolojisi

noktasında Wilhelm Dilthey, Scheler ve Mannheim; sosyal semboller ve akli faaliyetle ilgili

(noetic) kolektif anlayışın tartışması noktasında Ernst Cassirer, Levy-Bruhl, George H. Mead;

son olarak da sosyal gerçeklik ve tinsel anlamlar arasındaki ilişkiye odaklanan Elijah Jordan,

Pitirim Sorokin, Robert MacIver gibi isimler gelmektedir.

Sosyolojinin özünün akli faaliyetle ilgili olanın veya insan ruhunun çalışılması olduğunu

belirtir. Sosyal gerçekliğin değişik aşamaları Durkheim’a bağlanan kısımlara uymaktadır; (1)

sosyal gerçekliğin yüzeyi bireyler ve şeyler tarafından yapılandırılır –toplumun demografik ve

coğrafi gerçekleri gibi-, (2) ikinci aşama, organizasyonlar, üstyapılar veya kolektif

yönetimlerle yapılanır, (3) kolektif yönetimler ve standartlaşmış görünümler örüntüsüyle

ilişkili bir aşamadır, (4) böylesi örüntülerin altları organize olmamış kolektif yönetimlere

uzanır, (5) bunların altları, sosyal sembollerle yönetilen sosyal gerçekliğin katmanlarıdır;

bunlar olmadan organizasyon, kültürel örüntüler ve kolektif yönetimler mümkün olamaz, (6)

sembollerin alt düzeyi kolektif davranışlardır; eski örüntüleri zedeler ve yenilerini yaratır, (7)

yaratıcı ve beklenmeyen sosyal hareket kolektif düşünceler ve değerlerlin gerçek düzeyleridir,

(8) sosyal devirler ile yapı örneklerle ayrıntılandırılan tinsel değerler ile düşünceler, tutulmalı,

test edilebilmeli ve deneyimlenebilmelidir. İnsan ruhu veya zihninin çalışılması kültürel

örüntü çalışmasıdır; yalnızca sosyolojik yöntem içsel anlamların veya verstehen’in

yorumlanabilmesi, bu türdeki bir çalışmaya uygundur. Gurvitch fenomenolojik bakış açsına

eğilen Martindale, zihnin sosyolojisine yönelik sorunsala dair Sociology of Law isimli

çalışmasında yaptığı açıklamaya atıfta bulunur; analizini, Bergson ve Husserl’in

kavramlarından hareketle açığa koymaya çalışır. Gurvitch, Fransa dönüşünde bütüncül bakış

açısı için öğeci olanı terk eder; Böylece sosyoloji, tüm sosyal fenomenin çalışılması halini

alır. Onun tüm sosyolojisi ise Sorokin’inkine benzerdir.

Günlük Yaşamın Fenomenolojisi ve Etnometodolojisi

Erken girişimlerden oluşan fenomenolojik sosyolojinin öncüleri yeni-Kantçı sosyoloji ile

artan problemlerin çözümü için yeni yöntemler geliştirir. Yaklaşımı öğeci; sosyolojinin özsel

konusu ise anlamlı etkileşimlerdir. Fenomenoloji ve varoluşçuluğun birleşmesi görevini ilk

üstlenenler 1920’li yıllarda Jaspers –çalışmasında, anlama ve açıklama (Verstehende ve

Erklarende) psikopatolojisi arasında ayrımı yapar- ve Heidegger’dir. Jaspers’in

sınıflandırması noktasında anlama psikolojisi etkileşimini anlamaya, açıklama psikolojisi ise

nedensel açıklamalar sağlamaya çalışır. General Psichpathology’da Jaspers, keşfin en önemli

aracı olarak tanımlayıcı fenomenolojiyi işler. Jaspers bu çalışmaya ilaveten Psychology of

306

World-Views isimli ikinci kitabını hazırlar; burada dünya-görüşünün özünü kavramaya

yönelir. Man in the Modern World’da da zamanın teşhisini koymaya çalışır.

Jaspers ve Heidegger tarafından fenomenoloji ve varoluşçuluğun arasındaki kurulan bağlantı,

Husserl’in analizine hücumu korumakla kalmamış, merkezi bir düzeyi ele geçirmiştir.

Martindale, Spiegelberg’in sözlerinden hareketle Husserl’inin, metafizik benliğin diğer

benlikleri yönlendirme durumunu ortaya koyduğu soruya işaret eder. Dahası, The Crisis of the

European Sciences and Transcendental Phenomenology isimli bir başka eserinde insan

topluluğu için fenomenolojik bir kaynak kurmaktan ziyade, bilim ve pozitivizm ve bireylerin

tatsız durumlarıyla ilişkili yeni bağlantılarla gelişen hayal kırıklığına fenomenolojiyi

alıştırmak istediğini belirtir. Burada günlük yaşam-dünya’ya doğru bir dönüşün yaşandığı

vurgusu vardır. Husserl, daha sonraları, bütün bilimlerin günlük hayatın öznel alanlarında tüm

özel alanların kökenlerini bulur. Onun yorumunda ise Kantçı bir sesin izine rastlanır. Joseph

Kockelmans’ın özetiyle; Husserl’in varsayımı Kantçılığın derinleşmesi olarak görülür.

Martindale, Husserl’in yaptıklarıyla, öğrencisi Heidegger dahil varoluşçuların yaptıkları

arasında benzerlik olduğu fikrine yer verir. Varoluşçuların amacı insanoğlunu ve onun

dünyasını açıklamaktır. Sonuçta, yukarıda da görüleceği üzere, Husserl yaşam-dünya

kavramını kullanmayı tercih etmiştir.

Alfred Schutz (1899-1959): Viyana doğumlu olan Schutz, sosyal bilimler ve hukuk alanında

eğitim görür. Öğrenciliği sırasında Husserl’in ve Weber’in çalışmalarıyla ilgilidir. Husserl’le

yakın arkadaş olan Schutz, Nazi döneminde Paris’e göçer, ardından Amerika’ya. Husserl’in

öğrencisi Marvin Farber ile International Phenomenological Society’yi kurar.

Schutz, günlük hayat sorunu üzerine odaklanan fenomenolojik sosyolojinin yeniden keşfinde

önemli bir mimardır adeta. İlk çalışmasında, Husserl’in fenomenolojisinin anlamları

aracılığıyla, burada birçok düşünürün yardımıyla, Weber’in düşüncelerini arıtmayı üstlenir.

Schutz, Weber sosyolojinin gündelik hayatın dünyasınını doğal davranışlarını analiz ile

başladığına inanır. İnsanın içine doğduğu böylesi bir gündelik hayatın dünyasında ise bireyler,

teorik değil pratik çıkarlara sahiptir. Schutz, mitlere eğilerek, bunları, insanların birer ürünü

olarak tanımlar; Weber’in açıklamalarıyla ilişkilendirir. Burada bireysel deneyim –ki

deneyimin fiili dünyası, baştan özgün olandır- içinde bilgi parçacıklarının türediği

belirtilirken, bireylerin çevreyle nasıl bir ilişki içinde olduklarını düşündükleri aktarılır;

yorum ve anlatım tasarısı olarak dilin ise sembol ve sözdizimi kurallarını içermediği anlatılır.

307

Sosyologların “sistem”, “konum”, “rol beklentisi”, “durum” ve “kurum” tipikleşen ağ olarak

bireyler tarafından deneyimlenir. Tipikleşmenin bilgisi ve uygun şekilde kullanımı,

sosyokültürel aktarımın ayrılmaz unsurudur. Schutz, Weber’in sosyal eylem sorunsalı üzerine

yoğunlaşır; Husserl’in bencilik probleminden sakınır hale gelir. Sosyal eylem kavramına

eğilmekle birlikte deneyimi de ön planda tutan Schutz, bireylerin doğal dünyada, dünyayı

kendi deneyimlerini yorumlayarak anlamlandırdıklarını belirtir. Yüz-yüze iletişim konusunda

ise bireylerin birbirinden haberdar olma şartı üzerinden biz-ilişkisinin kurulduğu anlatılır;

Burada bir de başkalarından bahseder ki onlar-odaklı kavramıyla açıklık getirmeye yönelir.

Modern dünya içinde insan yaşamının en temel özelliği eşlerin uzatmalı karşılıklı

anonimlikleridir. Schutz, bilgi stokuna ulaşmada üç ideal türü ortaya koyar; uzmanınki,

yoldaki insanınki ve iyi eğitimli vatandaşınki şeklinde. Schutz’a göre, sosyoloji ve diğer

sosyal bilimler yaşam-dünya ile birlikte başlar; temel hipotezlerin geliştirilmesiyle de

gelişirler.

Berger and Luckmann: Berger, Viyana’da doğup, Amerika’ya yerleşir. New School for

Social Research’da sosyoloji alanında doktora derecesi alır. Her iki düşünüre göre, bilgi

sosyolojisi, toplum içerisinde “bilgi”nin geçtiği her şeyle ilişkili olmalıdır. Bu anlayış

Schutz’un “nasıl oluyor da öznel anlamlar nesnel özellikler halini alıyor” sorusuyla

bağlantılandırılır. Gündelik yaşamın gerçekliği, belli başlı rutinleriyle “özneler arası dünya”

olarak varsayılır. “Saat ve takvim” beni, “zamanın adamı” yapar. Yaşamın gerçekliği yüz-

yüze durumlarda diğerleriyle paylaşılır; böylesi durumlarda da diğerleri tamamıyla gerçektir.

Ancak bireyin kendini algılayabilmesi için durup dikkatini, kendi geçmişe döndürmelidir.

Tipikleştirme kavramı üzerinden, diğerinin algılanmasına yönelik açıklamalara, gündelik

yaşamın sosyal gerçekliğinin “tipikleştirme süreci içinde” anlamlandırıldığı bilgisi eklenir.

Sosyal yapı ise böylesi tipikleştirmelerin tamamı olup, onlar tarafından kurulan etkileşimin

yinelenen örüntüleridir.

Gözlemlerinden hareketle, Berger ve Luckmann, Gündelik Yaşam İçinde Bilginin Kaynağı

başlığı altında iki konuyu sunarlar: “Nesnel Gerçeklik Olarak Toplum” ve “Öznel Gerçeklik

Olarak Toplum”. Kurumsallaşmayı bir süreç olarak görmekle birlikte; karşılıklı

tipikleştirmenin olduğu her yerde ortaya çıktığı, cisimleştirildiği ve şeyler olarak görülebildiği

belirtilir. Meşrulaştırma ise belli bir süreç olarak anlamın nesneleşmesinde “ikinci-düzen” gibi

en iyi şekilde tanımlanır; meşrulaştırmanın bir görevi ise yeni anlamlar üretebilmesidir.

Burada sosyal kurumlarla teoriler arasında diyalektik bir ilişkinin olduğu da söylenebilir.

Berger ve Luckmann, sadece teoride yeni bir arayışı iddia etmek değil, bilgi sosyolojisinin

308

sorunsalına orijinal bir çözüm aramaktadır. Dolayısıyla bu noktada her ikisinin başlıca

katkıları, basmakalıp jargon içinde fenomenolojik dilin kodlanmasında görülür.

Harold Garfinkel: New Jersey’de doğan Garfinkel –etnometodoloji terimini bulan-,

California Üniversitesinde profesörlüğünü alır. Etkilendiği isimler arasında Talcott Parsons,

Alfred Schutz, Edmund Husserl ve Aron Gurwitsch vardır ancak en büyük etki Schutz’dan

gelmektedir. Garfinkel, etnometodoloji terimi için ortaya attığı düşünceyi, Yale’de etnobotani,

etnofizyoloji ve etnofizik gibi kısımlardan hareketle kültür aşırı alanlarda yaptığı çalışmalar

sırasında edindiğini iddia eder. Garfinkel bazen sosyal düzen sorunsalının tanımlanma

meselesine eğilir; ona göre, etnometodoloji sosyal düzenin çalışılmasını görünür kılar.

Schutz’dan gövdesini alan fenomenolojik geleneğin birincil nesnesi sosyal yaşamın doğrudan

incelenmesidir. Garfinkel’in başlıca katkısı “deneyimsel” marifet ilavesi olmuştur.

Garfinkel’in etnometodolojisi, Gouldner’in eleştirisini çağrıştırır. Gouldner Schutz’un

fenomenolojik geleneği içinde Garfinkel’in çalışmasına yönelik yorumunda, Garfinkel’in

eleştirel olaylardan ziyade gündelik hayata odaklandığını; bütün bireyleri pratik teorisyenler

olarak saydığını dile getirir.

Garfinkel, diğer etnometodologlar gibi günlük aktivitelerin analizini sosyolojik çalışmanın

birincil alanı olarak ele alır.

Robert Nisbet: Kendini diğerinin düşüncelerini sunmaya adayan Nisbet, entelektüel tarihçi

olarak tanımlanır. The Sociological Tradition isimli çalışmada, 1830 ve 1890 yılları

arasındaki süreci küçük altın çağ olarak tanımlar. Tocqueville ile Weber arasındaki döneme

eğilen Nisbet, bizimle ilgili sosyal dünyayı görmeye eğilir. Düşüncelerin modern

muhafazakarlığın özünü biçimlendirdiğini ve bunların “Fransız devrimi ile endüstri

devriminin çocukları” olduğunu ortaya koyar. Bunlar ise topluluk, otorite, statü, gizem ve

yabancılaştırma içerir. Nisbet, sosyolojinin merkezi fikirlerinin ahlaki buluşlara uzanan

artistik buluşlar olduğu inancını belirtir: “Büyük sosyologlar ahlaki filozoflar ve artist

olmaktan asla vazgeçmemelidir.”

Nisbet, bilim ve sanatın kimliğini tartışmaya açar; Bu tartışmaya göre, sanatla bilim sadece

yön ve ilginin vurgulanması noktasında farklılık yaşar: “Sanatçının ilgisi tarz ve biçime; bilim

insanının ilgisi yapı ve türe yöneliktir.” Nisbet’in antagonizmi sistematik teori ile pozitivist

metodolojinin her türüne yayılır. Sanat ve bilim noktasına tekrar yönelen Martindale, burada

Nisbet’in iki alan arasındaki ortak aramasının “gerçeği anlama”ya yönelik olduğunu belirtir.

Nisbet, Thomas Kuhn’un paradigm kavramıyla kendi duruşunu tanımlar. Burada sosyolojiye

dair açıklamalar yer alır ve bu açıklamalara göre, sosyoloji, temelde birey, özgürlük ve

309

değişim gibi sosyal bilimlerle ilgili konuları paylaşır. Dahası sosyoloji, topluluk, otorite, statü,

gizem ve yabancılaşma gibi ek konulara da sahiptir. Sosyolojik alanlara değinen Nisbet,

bunları kitleler, güç, fabrika ürününün harabeliği ve büyük şehrin anonimliği olarak; daha

önemli olanlar olarak ise burjuva, işçi, bürokrasi ve aydın diye sıralar. Sosyolojinin ardından

sosyologlara değinen Nisbet, sosyologları, panorama ile dioramaların her ikisini içeren

kavramların temsilini –tıpkı kapitalizm (Marks), demokrasi (Tocqueville) ve rasyonalizasyon

(Weber)- bağlamakla görevlendirir. Görüleceği üzere, Nisbet, fenomenolojik sosyolojinin

bireyci taraftarı, antipozitivist, elitist ve muhafazakârdır.

Amerikan Sosyolojisinde Fenomenolojinin Kurumsallaşması

Martindale, bu noktadaki kilometre taşının 1971 George Psathas’ın William Sewell’i

yazmasıyla atılmış olduğunu belirtir. Psathas’ın önerisi, sosyal bilimler filozofunun,

fenomenolojik geleneğe aşina olan sosyologlarca yorumlanan temel konuları tanıtması

şeklindedir. Martindale, Psathas’a ilave, Richard Zaner, Kurt Wolff, Helmut Wager gibi

isimlerden ve genel olarak fenomenolojik sosyolojiye katkılarından söz eder. 1970’lerdeki

döneme yeniden bakınca da Martindale, Myrtle Korenbaum’dan fenomenolojik mektubun

kurulmasının başlatıcısı olarak söz eder. The Annals of Phenomenological Sociology, yeni

dönem sosyolojik yayındır. 1971’de ise ASA’da Phenomenological Sociology yayınlanır.

Phenomenological Sociology editörünün kitabın amacına yönelik giriş açıklamasına rağmen

ki burada okuyucuya fenomenoloji içerisinde sofistike olmayan bir giriş sunar,

“fenomenolojiyi felsefe, yöntem ve yaklaşım” şeklinde betimler. Buna göre de fenomenoloji

kolayca yorumlanamaz. Ona göre böylesi bir hareket sosyoloji, psikoloji ve psikiyatride etki

yaratan Husserl’den beslenmiştir. Editör, Schutz’un katkısı noktasında bir özet çıkaramaz

ancak açık bir şekilde Scuhtz’un fenomenolojik sosyolojinin temel görevi olarak gündelik

hayatın anlaşılmasını sağladığını varsayar. Martindale, editörün açıklamalarına yer vermeyi

sürdürerek, fenomenolojik tanımlama, açıklama ve gündelik yaşamla ilişkili şeylerin türlerini

açıkladığını belirtir. Hümanist ve filozof Richard Zaner ise Gouldner’in toplum ve çağdaş

sosyolojinin kriz içinde olduğu fikrini kabul eder. Gouldner, etnometodologları toplum

krizine katkı sağlamalarından dolayı acımasızlıkla suçlar; Zaner aynı fikri savunmaz. Ona

göre, fenomenolojik sosyoloji eleştirel veya refleksif sosyolojidir.

Husserl’in fenomolojisi, öznel bireysel bir girişim olarak ortaya çıkar. Daha sonraki

çalışmalarında bunu doğrulamaya yönelir. Schuzt –Husserl’in fenomolojisi ile Weber’in

eylem teorisini sentezlemeye çalışır- Husserl’in çözümünden memnun değildir. Ona göre

sosyoloji mikro düzeyde öznel bir analizle ilişkili bir girişimdir. Bir başka çalışma ise

310

fenomenolojik sosyolojinin karşılaştığı başlıca görev, analitik kurallara başvurmadır.

Fenomenolojik sosyolojinin özel konusu ise John O’Neil’in kaleme aldığı On Simmel’s

‘Sociological Apriorities’ isimli makalesinde görülür. Yeni-Kantçı olarak Simmel, Kant’ın

doğaya ilişkin bilindik sorusuna benzer şekilde topluma yaklaşabilir mi sorusunu yükseltir.

Kant’ın cevabına karşın Simmel, deneyimi özellikle sosyal deneyimi metafizik konuların

varlığına bağlar. Martindale, Kantçı soruya karşılık Kantçı bir cevabın geleceğini belirtir.

Bittner’e de değinen Martindale, Bittner’in nesnelliğin pozitif düşüncesinin terki için üç

pozitif nedenden söz ettiğini; belli bir Marksist kesimle aynı fikre sahip olduğunu yazar.

Bittner, sembolik etkileşimci okulun üyelerinin (Goffman gibi) pozitivizmden ve nesnellikten

ayrı sosyoloji geliştirmeye çabaladıklarını gözlemler. Son bir çalışmadan söz edilecek olursa,

bu da Fred R. Dallmayr’a aittir. Phenomenology and Marxism’da Dallmayr, Marksizm ile

fenomenoloji arasında tarihsel bir ilişkiyi araştırır. 20. yüzyılın Marksist ve yeni-

Hegelcilerinde, Lukacs’tan Habermas’a ve Gouldner’a fenomenolojiye muhalif bir eğilim

gözlenir ki örnek olarak Lukacs, fenomenoloji ile varoluşçu düşünceyi burjuva kültürünün

dağılma işareti olarak görür. Eleştirel teorisyenler –Marcuse gibi- Marksizm ile

fenomenolojiyi eritip birbiriyle kaynaştırmayı hayal ederler ancak bu durum Horkheimer ve

Adorno tarafından uygun görülmez. Bir başka açıdan bakıldığında ise Fransız

fenomenologlar, Marksizm ile fenomenolojiyi birbirini içinde kaynaştıran bir okul

geliştirirler.

Dallmayr, muhalefetin Enzo Paci’nin çalışmasıyla değişikliğe uğradığını yazarken; Paci,

diyalektik materyalizme doğru ilgisi yönlendirir. Dallmayr’ın bireysel çözümünde

fenomenoloji Marksizm ile temelde ayrılır; fenomenoloji, özel konular üzerine yoğunlaşır.

Her iki düşüncenin bir noktada kaynaştırılması fikri ise Tiryakian’ın erken dönem önerilerini

çağrıştırır. Sosyologism’in (Durkheim’in sosyolojisi) eleştirisinden ve (Kierkegaard,

Nietzsche gibilerin) varoluşçuluğundan sonra Tiryakian, “ortak bir sevgi, sosyologizmi ve

varoluşçuluğu diriltir” şeklinde bir sonuca varır.

311

“FENOMENOLOJİK SOSYOLOJİ VE ETNOMETODOLOJİ” ANAHATLARI

Fenomenolojik sosyolojinin gelişiminde büyük katkıları olan üç isimden

bahsedilebilir: Alfred Vierkandt, Max Scheler ve Georges Gurvitch.

Vierkandt açısından sosyolojinin birinci görevi sosyal olgunun sistemizasyonudur. Bu

da sosyal olgunun nihai önsel (a priori) biçimlerine indirgenmesiyle mümkün olur.

Vierkand’a göre bu görev ancak yeni geliştirilen fenomenolojik yöntemle

mümkündür.

Gurvitch’e göre, sosyoloji açısından sadece fenomenolojik yöntem –Husserl’in

indirgemesi ya da Bergson’un tersinme yöntemi- uygundur. Gerekli olan, deneyimin

sosyal gerçeklik olarak en doğrudan deneyimlenen neyse ona doğru başarılı

aşamalarla içkin indirgenmesidir.

Schutz, gündelik yaşamın problemlerine odaklanan fenomenolojik sosyolojinin

yeniden kurulmasının en önemli mimarıdır.

Garfinkel, etnometodoloji kavramının yaratıcısıdır. Etnometodoloji kavramı günlük

yaşamın fenomenolojisini dizayn etmek için oluşturulmuştur.

Garfinkel etnometodolojinin temel ilgisinin sosyal düzen çalışılması olduğunu

savunmuştur.

Schutz’dan başlamak üzere fenomenolojinin temel nesnesi süre giden toplumsal

yaşamın birinci elden çalışılması ya da doğrudan incelemesidir.

Metodolojik prosedürler katılımcı gözlem ve sosyal olayların içeriden çalışılmasına

doğru yönelmiştir.

312

BÖLÜM VI: SONUÇ

XXV. Sosyolojik Teorinin Çelişkileri

Martindale, insanlığın evriminde bir ironinin olduğunu söyleyerek söze başlar; nedenini insan

atasının hayatta kalma ve gelişme yeteneğiyle ilişkilendirir. Diğer gelişmiş yaratıklarda

olduğu gibi zekası ve adaptasyonu arttıkça biyolojik olarak programlanmış yanıtları zayıflar.

İnsan, evriminin son aşamasını ifade eden dilin kültürel geleneği ve alet yapımı geliştirmeye

kadar varmıştır.

Toplum olma ihtiyacı; hastalık, ölüm vs. nedenlere bağlı olarak sosyalizasyona bağlılık

gelişmiştir. Bu noktada da sosyal kontrol etme problemi görünür hale gelmiştir.

Bütüncül ve Parçacı Ayrımı

Her toplumun temsilcileri, kaçınılmaz olarak bireye sunulan özgürlük ile toplumun

gereksinimleri arasında denge arar. Bu bağlamda anarşizm ve otoriter mutlakiyetçilik ise

pratikte nadiren uygulanır. Kolektivitenin kontrolü sürdürme konusunda mücadele gücü

kalmadığında ise üyeler üzerine kısıtlamalar belirir, yasaklar konulur; başarısızlık halinde ise

devrim veya anarşizm kaçınılmaz olur.

İnsanın toplumsal yaşamının öğrencileri tarafından, bireye ve topluma verilen karşılaştırmalı

önemden daha temel, ancak çok az karar bulunur. Burada, bireyi birincil gerçeklik ve sosyal

yaşamı da birlikte yaptıkları şey olarak değerlendirip değerlendirmedikleri konusunda fark

ortaya çıkar. Dolayısıyla aslında çatışmanın başladığı zamandan beri bütüncül ile öğeciler

arasında çekişmeler yaşandı. Ancak çatışmalar bu ayrımlarla da son bulmadı; bütüncüller

arasında da farklılıklar belirdi. Auguste Comte ve sosyal teori ekolünün diğer üyeleri,

insanlığa organizmacı bakış açısıyla yaklaştılar. Bütüncüllerin tamamı sosyokültürel bütünü

düzenin anahtarı olarak görmezler. Bazıları, devrimci bütüncüllüğün değişimin ve insanın

daha iyi oluşu açısından birincil ümit olarak görürler. Martindale, burada Hegel’den

bahsederken, Marks’ın fikirlerini benimseyen sol Hegelcilerden de bahseder. Marks, sol

Hegelciliği Fransız bilimsel sosyalistlerin gelenekleriyle harmanladı ki bunlar Comteçu

muhafazakar geleneğe zıt olarak Saint-Simon’dan gelen radikal geleneği temsil ediyorlardı.

İlerlemenin devrimci ajanı olarak görülen sınıflar ise yorumun merkezinde yer alır. Ortodoks

Marksizm ve devrimcilerin pozitivist eğilimlerine tepki içeren Frankfurt Okulu’nun çatışma

313

teorisyenleri devrimci Marksizm geleneğini alıp, onu bir kere daha sol Hegelciliğe

taşıdıklarında, devrimci sınıf yeniden insanın daha iyi oluşu ümidi için araç halini alır.

Bu şekildeki 19. ve 20. yüzyıl bütüncülüğe zıt olarak, Descartes’dan Kant’a Batı

felsefesindeki baskın eğilimler öğecidir ve insan, sosyal yaşamında bireyin birincil gerçeklik

olduğunu varsayar. Bu gelenek aynı zamanda rasyonalisttir; mantığı en önemli insan

kabiliyeti ve insanı diğer yaratıklardan ayıran özellik olarak görürler. Sosyolojik döngüde

bütüncülüğe karşı tepki oluştuğunda, rasyonalist bireycilik kullanışlıdır. Önemli öğeci

teorilerden davranışçılık, sosyolojik biçimcilik, sosyal-eylem teorisi ve sembolik

etkileşimcilik, temel olarak öğeci rasyonalizmin çeşitleridir. Ancak insanlığa dair rasyonalist

kavramların reddedilmesi de yaşanır. Buna bağlı olarak insanların duyguları incelenmeye

başlandı; irrasyonellik, inanç ve yaratıcılık kapasiteleri analizlerin merkezi oldu.

Fenomenolojik sosyoloji ve davranışsal sosyoloji rasyonalist olmayan öğeciliğin en iyi

biçimleri olarak ele alınır. Ancak zamanla sosyolojide bütüncülük ve öğecilik arasındaki

çatışma, başka bir çatışmaya, zihin-beden problemine dönüşür.

Zihin-Beden Probleminin Sosyolojik Yansımaları

İnsanlar tepkilerini dünyaya yansıtmaya başladıklarında, kendilerini yaşayan ve yaşamayan

şeyler arasında buldular. Yaşayan şeylerin genel özelliği, Aristo’ya göre, kendilerini hareket

ettirebilmeleriydi ki burada insan, kendini hareket ettirebilenlerin en önemlisiydi. İlkel

dönemlerdeki insanlar bile, öldüklerinde kendilerinden ayrılan bir ruhun ve içsel bir şeyin

olduğunu varsaydılar. Buna uygun cenaze törenleri yapmaya, ritüeller geliştirmeye başladılar.

İnsanların iç gözlem yapması, yeni kavramlar keşfetmelerini sağladı: algı, his, tutkular,

fikirler ve bilinç. İnsanlar bir şeyi algıları, arzuları ve bedenlerine ait olan bir kavram olarak

anlamlandıramadıklarında, bunun, vücudun işleyişine etki eden ruha ait olduğuna inandılar.

Alan White, Plato’nun teorisini eski çağlar, Descartes’inkini modern felsefe kapsamında,

Freud’unkini de 20. yüzyıldaki zihin teorisini etkileyen formlar olarak ele alır. The Republic

and Phaedo’da Plato zihnin, bilgi elde etme kapasitesi ve bedenden ayrı görünmez bir

bütünlük olduğunu yazar. Plato’nun zihin teorisi, ruha dair Hıristiyan bakış açısı üzerinde

büyük etki yaratır. 17. yüzyılda ise Descartes, zihin hakkındaki bu eski fikirleri dönüşüme

uğratır. Descartes içimizdeki ruha katkı sağlayan herhangi bir şeyin bedene ait olarak

görülemeyeceğini dile getirir; zihin için benzetme olarak fiziksel süreçleri kullanır. Böylece

Descartes’tan beri zihin resmi başarılı bir şekilde fizik, kimya, fizyoloji ve sibernetikte

modellendi. Freudçu zihin teorisi ise 19.-20. yüzyılda gelişir.

314

Freud’un id’i haz üzerine temellenir, bu da Plato’nun arzu elementine benzer. Ego ve

süperego Plato’nun ruh kavramına ve zihnin kural koyucu elementlerine benzer. Martindale,

burada ayrıca düalizme eğilerek; birinin zihinden veya maddeden başlamasına bağlı olarak,

bir şeyi atlanma eğiliminde olduğu ve düalizmin idealist veya materyalist monizme

dönüşmesinin olası olabildiğini belirtir. Zihin bedeni etkileyebilir ve tam tersi bu farklı sonsuz

kullanımları bir diğerine dönebilir. Zihin ve beden fikri gibi, zihin-beden problemini

çözebilen yardımcılar bağımsız haldedir. Locke, Berkeley ve Hume’a kadar giden ampirik

gelenekte ise düalizmin başarılı şekilde kırılması, Kant’ın rasyonalist ve ampirik geleneği

biraraya getirme girişiminde önemlidir. Ancak Kant bilim, ahlak ve estetik problemlerini

ayırmayı uygun görür.

19. yüzyıl bütüncülüğünün önemli bir özelliği, onun dünyayı sistematik olarak açıklama

çabasıdır. Comte, metafizik ve felsefi soruşturmanın sonunu duyurur. Bu dönemde Vico –

bütüncü, kolektivist düşünceyle ilgilidir- önem kazanmaya başlar ki kendisi toplum bilimini

bulmaya çalışır. Vico’ya göre, doğa Tanrı tarafından yaratılsa da bütün sosyal ve kültürel

olaylar insan tarafından yapılmıştır. Vico’nun düşünceleri ise bazı çevrelerce eleştirilir.

Pozitivist organizmacılıktan söz eden Martindale, Fransa, İngiltere ve Amerika’da özgün bir

sosyal bilim gelişmeye başladığını yazar; Comte’un çalışmalarına değinir. Comte gibi Stuart

Mill, kanunlar oluşturarak, doğa bilimlerinin yöntemini sosyal bilimlere uygulama noktasında

aynı düşünceyi paylaşır. Thomas Buckle ise tarih yazılarına pozitivist yöntemi uygulamaya

girişir. Droysen, doğa ve tarih bilimleri arasında ayrımı keskinleştirmeye çalışır; ona göre,

tarih, istatistikten ve nedensel çalışmadan sıyrılmış ahlaki yargılarla ilişkilidir. İstatistik ve

nedensel yöntemler şeylerin çalışılması için uygundur. Ondan hareketle Dilthey doğa ve insan

bilimlerinin yöntemleri arasındaki ayrımı çalışmayı sürdürür. Doğa bilimleri açıklar, insan

bilimi anlar. Buna göre, açıklama dışsal, anlama içseldir. Görüleceği üzere Dilthey -

fenomenologları ve eleştirel teorisyenleri etkiler-, zihin-beden ayrımını düzenler; zihin ve

beden etkileşiminde neler olduğu konusunu anlamaya çalışır.

Davranışçı sosyologlar, ikincil derece olay olarak anlam problemini ele alırlar. Sosyal eylem

teorisyenleri ve sembolik etkileşimciler ise aklın işlevsel teorisi olarak isimlendirilen şeye

dahil olurlar. Martindale, burada klasik dünyaya dönerek, bir bilim adamı olarak Aristo’ya ve

bir metafizikçi olarak Plato’ya eğilir; aralarındaki farka değinir: Aristo her şeyi şekil ve

içeriğe bölünür biçimde görmüştür. Dolayısıyla ona göre şekil, amaç ve işlev tarafından

sağlanır; onun özünü ve kimliğini oluşturur. L. Büchner, Force and Matter’da yaşam ve

ruhun mekanik kanunlarla açıklanabilen doğal fenomenler olduğunu savunmuştur. Karl

315

Vought, Physiological Epistles’da beyin salgılarının, akciğer salgıları gibi olduğunu

söylemiştir. Quetelet, insan aktivitesinin, cinayet gibi, birçok insan için zor olan istatistiki

düzenle oluştuğunu savunur. Darwinci evrim teorisi ise bütün türlerin geliştiğini söylerken,

diğer yaşayan türlerden farklı olarak insan konusunda farklı bir yaklaşım getirir.

Öğeci sosyal teori biçimleri arasında sosyal eylem teorisi ve sembolik etkileşimcilik teorisi,

kurucuları tarafından aklın işlevsel bir teorisi olarak kabul edilmiştir. Burada Weber –

nominalist ve bir ölçüde şüphecidir-, bilimin amacının, fenomeni nedensel olarak açıklamak

olduğuna ve insan davranışının bilimsel çalışmanın resmi objesi olduğuna inanmıştır ancak

beden-zihin problemini ele almaktan kaçınmıştır. Alfred Schutz fenomenolojik

sosyolojisinde, Weber’in ve pragmatistlerin yaptığı gibi zihin-beden problemini düşünmemeyi

amaçlar ve sadece günlük etkileşimin göstergesi olarak, bunların altta yatan varlıkları gösterip

göstermediği konusunda endişelenmeden beden ve zihin fenomenini ele aldı. Schutz aynı

zamanda, Weber ve pragmatistleri izleyerek, birinin diğerini doğrudan tanıyabileceği ve

benliğe sadece ikincil olarak ulaşılabileceği sonucuna varır.

Gilbert Ryle, The Concept of Mind’da aklın işlevsel teorisini geliştirmiştir. Ona göre, günlük

yaşamda, zihinsel kavramlarla söylenen şeyin ne anlama gelebileceğinin bilinebilir. Burada,

varlıkların düşüncelere, hislere, değerlere cevap veren bir şey olarak varsayılması bir hatadır.

Dolayısıyla zekâdan söz edildiğinde insan davranışı tanımlanır, bir varlık ismi değil. Sonuçta

bir insanın bir işi nasıl yapacağını bilmesi durumuyla bir varlık değil bir karakter betimlenir.

Sosyal eylem, sembolik etkileşimcilik ve fenomenolojik sosyolojinin kurucuları –Weber,

Mead ve Schutz gibi-, beden-zihin probleminden uzaklaşmaya yönelseler de takipçileri bu

konuları yeniden yorumlamaya girişirler.

Yöntemsel Anlaşmazlıklar

Sosyolojiye dair sorunlar aynı zamanda yöntemsel çelişkiler düzeyinde de görülür. Burada

pozitivizm bir doktrindir; Bacon’dan Hume’a uzanan bir gelenekten söz edilir. Comte,

pozitivizm noktasında belli başlı ilkeleri ve programları uygulamayı amaçlar; Spencer ve

Huxley bu amacı destekler. Mill ise parçaları inceleyerek bütünü, şeyleri inceleyerek soyut

terimleri ve bireyleri inceleyerek sınıfları çalışan ‘detay yöntemi’ni geliştirir.

19. yüzyıldan 20. yüzyıl pozitivizmine geçişte birçok gelişim yaşanır. Bazı doğal bilimciler,

dikkatlerini bilimsel prosedürün mantığı problemine yöneltmeye başlarlar ki bunlar, Ernest

Mach, Karl Pearson, Henri Poincare ve Pierre Duhem’dir. Pozitivizmin yeniden

düzenlenmesinde rol oynayan diğer bir gelişme ise Leibniz’in mantık ve bilimi birleştirmeyi

316

amaçlayan programıdır. Bu program, hem tek bir sistemde matematik ve mantığı birleştiren

hem de pozitivizmin dilini uygulayan bir sembolik mantık sistemi geliştirdi. Ludwig

Wittgenstein, hem mantıksal pozitivizmi etkileyen hem de 20. yüzyıl felsefesindeki diğer

gelişmelerin çoğunu etkileyen bir formda mantıksal atomizmi çalışır.

Martindale, bu noktada Viyana camiasından söz eder ki 1930’larda faşizmin doğuşuyla,

Viyana ve Almanya camiasının üyeleri göçe zorlanmıştır. Bunlar, 1920’de matematiksel

kesinliğin, nasıl deneyime dayanan anlamlı önermelere olan ampirik inançla

uzlaştırılabileceğiyle ilgilenirler. Wittgenstein’ın Taractatus’unun yorumunu rehber olarak

kullanan pozitivistler, deneyime temellenen bütün anlaşılır önermeleri temel alırlar. Grubun

lideri Carnap, sistem oluşturucu ve biçimciydi; fikirlerini sistematik olarak mantıksal

sembolik terimlerde var etmek için büyük çaba gösterdi. Sonuçta Viyana camiasının bir üyesi

Kurt Gödel biçimciliğin, gerçek olmasına rağmen bu biçimcilikte doğru olarak

kanıtlanamayan ifadelerin aritmetik formülleştirmesine izin verecek kadar zengin olduğunu

kanıtladı. Kısaca, doğrulama ilkesi herhangi bir şey olarak ama belirsiz olarak gösterilir; Teori

ve gerçek arasındaki çizgiler bulanıklaşır. Analitik ve sentetik ifadeler arasındaki ayrım ise

daha az keskin hale gelir.

Bir pozitivist olmasa da Popper, pozitivist programı düzeltmeye veya onların bakış açısına

alternatif bulmaya çalışır. Biz basit gözlemlerden genellemelere doğru çalışmayız, bütün

genelleme türleri ile düşünmeye başlarız. Bilim genellemeleri sunan kritik davranışların

tanıtımıyla başlar; genel hipotez ise tümevarımla kurulmaz. Burada, yanlışlanabiliyorsa

reddedilebilir. Popper bilimin gelişiminin gerçeğin aşamalı birikimi yoluyla değil, teorilerin,

daha iyi teorilerle yer değiştirmesiyle oluştuğunu savunur.

Hemple ve Oppenheim’a göre bilimsel açıklama tümdengelimsel-nomolojiktir. Bilim,

kanunların uygulandığı belirli durumlar hakkındaki bilgi ve genel kanunların bir

kombinasyonunda yatar. Açıklama, bu iki tip durumun kombinasyonundan yola çıkılarak

varılan bir tümdengelimdir ki mantıksal olarak tutarlı olmalıdır. Açıklama ve hüküm, sadece

ilgi yönünden farklılaşır. Sosyal bilimler ve tarihteki açıklamalar, doğa bilimlerde olduğu gibi

aynı biçime sahiptir.

Açıklama noktasında Martindale, Nagel’e değinerek, bütün bilimler için bilimsel açıklama

ilkeleri aynıdır, şeklindeki düşüncesini paylaşır. Buna göre, açıklama kanunların ve belirli

durumların kombinasyonuna temellenir. Gözlemin ve teorinin dili kuralların uyuşması için

aracılık eder. Sosyal bilimlerde yapılmaya çalışılan teleolojik veya işlevsel açıklamalar aynı

317

zamanda gözlemsel kanıt ve kanunları gerektirir. Ancak sosyal bilimlerdeki genellemelerin

çoğu istatistikseldir.

Sosyolojide Pozitivizmin Etkisi: Sosyoloji bir bilim olarak düşünülüyorsa, kesin bir dile

sahip olmalı; mantıksal ve matematiksel araçlarla test edilebilir hipotezler geliştirmelidir.

Mantıksal pozitivistler teori kurmayla ilgilenen bazı sosyologlara ilham olurlar. Hans

Zetterberg On Theory and Verification in Sociology’de doğrudan mantıksal ampirik olan

Carnap’ın versiyonundan ilham alır; Hans Zetterberg, sosyolojide hiç genelleme eksikliği

olmadığına inanır ve Lundberg gibi eski pozitivistlerin ileri sürdüğü programın tamamlanması

gibi görevler üstlenir. Teori yapılandırma programlarını ise sonuçta, kısıtlı yöntemsel

rasyonalizmi ortaya koymuştur. Bu sırada pozitivizm, analitik yöntemi tercih etmesiyle,

bütüncülük probleminde bir bileşen olmuş ve nesnelliğe olan ilgisiyle anlamlılık probleminde

bir bileşen yaratmıştır.

Pozitivizm ve Bütüncülük: Denis Phillips, Holistic Thought in Social Science isimli

çalışmasında, pozitivist yöntem taraftarları ile bütüncüler arasındaki çatışmayı irdeler; bunun

için gözlem yapar. Philips bütüncülüğü 1, 2, 3 diye sınıflandırır, ama bunun birçok versiyonu

vardır. Bütüncülük 1, organik bütünle ilişkili olan fikirler setini içerir; (1) bu analitik yöntem

biyolojik organizmaları, toplumu, hatta gerçekliği çalışmak için uygun değildir; (2) bütün,

onun parçalarından daha fazlasıdır; (3) bütün, parçalarının doğasına karar verir; (4) parçalar

bütünden izole edilirse anlaşılamaz; (5) parçalar, dinamik olarak ilişkisiz veya bağımsız

değildir. Bütüncülük 2, bütüncülük 1’i kabul eder ve bütün çalışıldıktan sonra bile onun

parçalarında açıklanamayan şeylerin olacağını ekler. Bütüncülük 3, bilimin bütüne ve onun

parçalarına atıfta bulunan özel terimlere sahip olduğunda ilerlemiş olacağını söyler.

Yöntemsel bireyciler, kendi yöntemlerinin sadece bütünü anlamaya elverişli olduğunu; ilişki

içindeki şeylerin, sıklıkla, onları ayrı ayrı incelemeden öngörülemeyeceğini söylerler.

Bireyciler, “bütün, parçaların toplamından daha fazladır” ifadesinin anlaşılmaz olduğunu ve

analitik yöntemin yanlış anlaşılmasından doğduğunu; bütünün parçaları anlaşılsa bile,

parçalar bakımından bütünün hala açıklanamayacağı fikrinin doğru olmadığını dile getirirler.

Philips, Hempel ve Nagel hiçbir bilim adamının -bütüncüler bile- analitik yöntemi, pratiğe

uygulamaktan kaçınamayacağı savunmuşlardır.

Pozitivizm ve Sosyokültürel Olgunun Anlamlılığı: Nagel, anlamlar bakımından

açıklamanın hipotetik tümdengelimci bir modele indirgenemezliğini düşünür. Sosyal

bilimcilerin ilgilendiği birçok problem günlük yaşama yakındır. Onlar genelde evrensel

kanunlardan ziyade, bireyin davranışlarına etki eden şeylerin yorumuyla ve sonuçlarla

318

ilgilenirler. Weber gibi Nagel, sosyal bilimcilerin sosyal olgunun yeterli ve gerekli

koşullarının her ikisinden ziyade sadece gerekli koşulun keşfiyle ilgilendiklerini düşünür; bu

noktada komşu örneğini verir. Buna göre, komşunun hırsızlık yapmasının açıklanabilmesi için

psikolojik yasalara ve davranışa yol açan koşullara bakılmalıdır. Dolayısıyla Nagel’e göre

açıklama, kanunlardan ve başlangıç koşullarından yola çıkılarak yapılan bir tümdengelim

formundadır.

Alman Sosyolojisinde Pozitivist İtilaf: Max Horkheimer ve Theodor Adorno Frankfurt’a

dönüp savaş öncesi Alman sosyolojik geleneğini yeniden düzenleme adına davet

edildiklerinde, Alman sosyolojisinin kurulumunda önemli bir teori ortaya atılmıştır. Popper

daima pozitivizmi eleştiren biri olarak, kendini pozitivist olarak değerlendirmemiştir. Popper

ve Adorno karşıt noktalardadır. Biri diğerine saygı duymayı bıraktığında ve pozitivizmi

kınadığında bir dans sergisinin ürünleri ortaya çıkmıştır. Anlaşmazlık, 1963’ten sonra

Habermas ve Albert tarafından devam ettirildiğinde daha ciddi bir boyut alır. 1969’da The

Pozitivist Dispute in German Sociology Almanya’da yayınlanır. Buna karşın, Logic of the

Social Sciences’daki yazısında Popper bilimin doğası üzerine bir özet hazırlar. Bilimler

arasında ise sosyoloji, kendisini psikolojiden bağımsızlaştırabilir ve bağımsızlaştırmalıdır;

Buna ilaveten de objektif bir yönteme sahip olmalıdır.

Popper’in hazırladığı sunumun üzerine eleştiriler sürer. Frankfurt filozoflarının bakış

açısından Popper pozitivistti, çünkü diğer bilimlerle aynı yönteme sahipti ve bilimsel

anlamları anlamsızlardan ayırma girişimi metafiziğin reddini içeriyordu; onun yöntemi

diyalektik olmaktan ziyade analitiktir. Burada Habermas, Popper’e yönelik belli başlı

açıklamalar yapmaya girişir; gerici desteği suçlamakta gecikmez. Ancak tartışmalarda kesin

bir çözüm sağlanamaz.

Sosyolojik Teorinin Sosyolojisi

Sosyoloji içerisinde sürüp giden tartışmalar hem konu hem de yöntemsel anlaşmazlık

noktasında aynıdır. Nominalistler mizaç olarak şüpheci görünürler, sadece gördükleri veya

dokundukları şeyi kabul etme eğilimindedirler; realistler gerçek olarak evreni kucaklarlar.

İngiltere’de Rönesans zamanlarında, analitik, nominalist ve ampirik tercihler baskındır; diğer

yandan Almanya’da aynı süreç içinde, çok sayıda realist ve bütüncül düşünce sistemi

geliştirilir.

Sosyolojik teori, modern Batı’nın bütüncü bilimsel yöntemi ve sosyal gerçekliğin öğeci

yorumu ile şekillenmiştir. Batı medeniyeti ulus devletin ve şehrin gelişiminde gerekli

319

karakteri koruduğu sürece birinin sosyokültürel olayları tanımlayabilmesi için yönergeler

ortaya atmıştır. İlk önemli sosyolojik teori pozitivist organizmacılıktır; sosyolojinin en son

biçimi olan fenomenolojik sosyoloji ise öğecilik ve anti rasyonel hümanizmi birleştirmiştir.

Bilimsel gelişimin önünde olan engeller ve yükselişi, Kuhn’un –paradigma kavramına

yoğunlaşır- bilim devrimi kavramı ile keşfedilmiştir ki Kuhn’da bu kavram, biçimsiz bir

resimdir. Bilim bazen bir çemberde gelişir, her zaman değil. Çemberin karakteristikleri olan

teorilerin, kanunların, yöntemlerin ve teknolojilerin düzenlenmesi, onun bileşenlerinin ortak

bilimsel kültüre asimile edilmesi gibi dağıtılmış olabilir. Günlük yaşam problemleri bilimsel

çalışmayı başlatır ve bilimsel kültür, bilimin gelişen tarafı olarak tanımlanan araştırmalar için

fikir kaynağı haline gelir.

17. ve 18. yüzyılda, bireylerin en önemli malzemesi hissetmeleridir. 19. ve 20. yüzyılda

duygusal yaşamları, sadakat kapasiteleri, yaratıcılıkları ve sezgileri olur. 19. ve 20. yüzyılın

teorisyenlerinin bütüncü doktrinleri bütünün eleştirel niteliğininsaptanmasıyla ayrılır.

Bütüncülük içinde sağ ve sol diye iki kanat tanımlanır. Sosyolojik teorinin temel tipleri Batı

kültürü ile sınırlıdır ve bunlar, bütüncü bireyci ve bütüncü bilimsel geleneklerin olası

birleşimin kesişme noktasında doğar.

Hümanizm ve Bilim Arasında ve Kendi İçlerindeki Gerilimler: Martindale, Batı düşünce

hayatına, dönemin şartları üzerinden değinmeyi seçer. Buna uygun olarak da bir yol izler.

Martindale’e göre, birkaçı dışındaki çoğu şehir, Ortaçağın belli dönemlerinde küçülür. Bu

dönemde Avrupa’nın baskın toplulukları ise köyler, malikaneler ve manastırlardır.

Dolayısıyla halkın üzerindeki hakimiyet de buna göre bir yapıya bürünmüş durumdadır ancak

şehirdekiler belli bir süre sonra lordlara ve alanlarında hakim olanlara başkaldırıya geçer.

Buna göre, toplum yeniden bir şekillenmeye başlar; geniş bir kent sınıfı ortaya çıkar ve

bunların papaz ve şövalyelerden farklı bilgi ve becerilere ihtiyaçları vardır.

Böylece sanatçılar, zanaatkârlar, mühendisler kendi becerilerini geliştirmek için yeni bir alan

oluştururlar. İşte bunlar, onların bilimsel düşünce yolunun geliştiği camiaları meydana getirir.

Üst-orta sınıf çevresinde, yeni bir dünya görüşü, kentsel yaşam ve bu dünyanın problemlerine

odaklanarak şekil alır ki bu görüş hümanisttir. Hümanist görüş iyimserdir ve bireyleri

öğrenme, kendilerini kanıtlama ve potansiyellerinin farkına varma kapasiteleri ile

tanımlıyordu; din görüşü ise kötümserdi. Din, yeni kent topluluğunu değiştiriyordu. Laik din

adamları şehirdeki sıradan insanın ihtiyaçlarına hizmet ediyordu ve değişimin odağı halini

alıyordu.

320

Sosyolojik Teorilerin Hümanist-Bilimsel ve Bireyci-Kolektivist Bileşenleri

Sosyal Gerçekliğin Temel Kavramı

Elementarizm (Öğecilik) Holizm (Bütüncülük)

Yöntemsel

Yönelim Rasyonalizm İrrasyonalizm Sol-kanat Sağ-kanat

Hümanizm 4. Sosyal-

Eylem Teorisi

5. Sembolik

Etkileşimcilik

12.Fenomenolojik

Sosyoloji

10. Eleştirel

Teori

Geleneksel

Hıristiyan Sosyal

Teorisi,

Mutlak İdealizm,

Hegelcilik

8.Yapısal-

İşlevselcilik,

Makro-İşlevselcilik

Bilim 3. Yeni-Kantçı

Sosyoloji

(Biçimcilik)

6. Çoğulcu

Davranışçılık

11. Davranışçı

Sosyoloji

7. Marksçı

Sosyoloji

1.Pozitivist

Organizmacılık,

2. Çatışma Teorisi,

9.Yapısal-

İşlevselcilik:

Mikro-İşlevselcilik

Şehirlerde kilise inşa etme çağı başlar ve katedraller hızlıca kırsal bölgelerdeki manastırlardan

daha baskın hale gelir. Hıristiyanlığın kent insanının ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğu

oluşur, çünkü amaçları kent insanını kazanıp geleneksel kilise kültürünü oluşturmaktı.

Hümanistler tarafından değeri yükseltilen eski edebi kültürün iyileştirilmesi yeni manastıra ait

düzenin üyeleri tarafından gerçekleştirildi. Oluşturulan yeni proje, eski felsefenin (kısmen

Aristo felsefesi) Hıristiyan teoloji ile birleşimiydi. En başarılı sentez Thomas Aquinas

tarafından gerçekleştirildi. Thomism şehrin doğuşuna tepki olarak Batı entelektüel görüşünün

önemli bir revizyonu olarak ortaya çıkar; bilim, entelektüel bir macera olarak şekillenmeye

başlar.

321

15. yüzyıl civarında Avrupa şehirleri özerk hale geldiklerinde ve kent zihniyeti hümanistler ve

rahipler olarak kutuplaştığında, yeni bir gelişim yaşanır. Şehirler ve kırsal bölgeler gücü

artmış olan monarşiyle yeniden organize edilmektedir. Bilimin kapsamını genişleten monarşik

devletin ortaya çıkmasıyla ise güçlerin çoğu serbest bırakılır; Batı düşüncesindeki ayrımlar

yeniden şekillenir. Hümanizm ve teoloji arasındaki kutuplaşma yıkılır: din hümanist geleneğe

hapsedilir. Bu arada bilimin kapsamı da genişlemektedir ki bu dönemde aydınlanmacı

rasyonalizm önemli bir niteliğe bürünür. Rasyonalistler –ateist ve deisttir-, monarkların yerini

alan devrimcilerin ideolojisini uygulamaya koyulurlar ve ulus devletteki gücün yeniden

sağlamlaştırılması sürecini başlatırlar.

Saint-Simon, Hıristiyanlığın artık Batı insanlığının etkin ideolojisini desteklemede yetersiz

olduğunu fark eder; yeni bir Hıristiyanlık tasarlamaya yönelir. Saint-Simon ve Hegel, devrim

sonrası dünyanın farkına varmışlar; ulusun sağlamlaştırılmasının gerekli olduğunu

savunmuşlardır. Hegel, Hıristiyanlığı revize etmeye yönelmiş, Tanrı’yı aklın ruhu olarak

yeniden kavramlaştırmıştır. Bu arada Hıristiyanlık, Batı zihniyetinde değer kaybederken ve

sosyolojinin kurucuları yeni disiplinlerine ideolojik bir misyon yüklemeye girişirler.

Sosyologların hümanist bütüncülükten pozitivist davranışa uzanan çeşitli eski

formülasyonlara bakarak sosyal yorumlamalar yapmalarıyla, umutsuz bir durumla yüz yüze

kalırlar. Ancak, olası alternatifleri keşfetme sürecinde sosyolojik kültür devamlı olarak

zenginleşmiştir. Pozitivist organizmacılar, sosyolojinin temel alanları olarak sosyal değişim

teorisini, kurumlar teorisini ve sosyal yapı teorisini kurdular. Çatışma teorisyenleri ise sosyal

tabaka sosyolojisini, güç teorisini eklediler. Marksçı sosyologlar ekonomik yaşam

sosyolojisini zenginleştirdiler ve fenomenolojistlerle birlikte bilgi sosyolojisinin kurucusu

oldular. İşlevselciler sosyal organizasyon teorisini zenginleştirdiler. Frankfurt ekolünün

eleştirel teorisyenleri sanat, edebiyat ve müzik sosyolojisini zenginleştirdiler. Fenomenolojik

sosyologlar, mikro sosyolojinin çoğu evresini aydınlattılar.

Ulus-Ötesi, Endüstri-Ötesi ve Pozivist-Ötesi Çağda Sosyoloji: Sosyolojik teorinin

çeşitliliği, ulus-devletin ihtiyaçlarına tepkiden doğan gerçeğin ürünüdür; farklı ülkelerde farklı

zamanlardaki kitleler tarafından geliştirilir. Comte’un organizmacılık ve pozitivizmi

birleştirmesi Fransız çevrenin ihtiyaçlarına; Hegel’in bütüncü ve hümanizmi kaynaştırması

Almanya'nınkilere uyarlanmıştır. Marksist teori, 1830-1848’de, Alman toplumundaki ve

Fransa’daki problemlere yöneldi. Yeni-Kantçı sosyoloji ve sosyal davranışçılığın bazı

biçimleri, bireysel bir tepki olarak doğdu. Sembolik etkileşimcilik Amerikan çevresine ve

Amerikan pragmatizmine uyarlandı. Yapısal-işlevselcilik, Amerika’nın sosyolojik

322

bütüncülüğün ilk yerli biçimi, savaştan sonra dünya gücü haline gelen Amerika’nın ulusal

coşkusuna açıkça bir tepkidir.

Sosyolojik teorilerdeki bu çeşitlilik, bu teorilerin hitap ettiği farklı ulus devletlerdeki koşullara

bağlıdır. Ancak burada bir değişim yaşanmaya başlar, artık önemli savaşlar sadece devletlerle

değil, güç bloklarıyla yapılır hale gelmiştir. Çokuluslu yapılanmalar, küçük devletlere göre

daha fazla güce gereksinim duymaktadır. Bu tarz politik ve ekonomik gelişimler, dünya

nüfusunun gelişimine katkı sağlamakla birlikte, fosil yakıt tüketimi, atom bombası ve

enerjisinin geliştirilmesi, ulus-ötesi ve endüstri-ötesi toplumlara yol açmaktadır.

20. yüzyıl felsefesi, sonraki on yıl içindeki yeni teorileri etkileyebilir. Felsefedeki gelişimin

sosyolojide görülmesi 10 yıldan 15 yıla kadar zaman alır. Mantıksal pozitivizm, 1920’ler ve

1930’larda en hızlı yayılan teoridir. 19. ve 20. yüzyıl pozitivizmindeki ortak tartışma ise

bilimsel düşüncenin insanın en iyi özelliği olduğu ve bilimin düşüncenin bütün biçimlerini

ölçmek için standart sağladığıdır. Wittgenstein, mantıksal pozitivizmden sıradan dil

felsefesine geçişte önemli bir isimdir. Örneklerini bilimden daha fazla, kanunların, ahlakın,

dinin ve estetiğin dilinden seçer.

Bilim-karşıtı, pozitivizm-karşıtı, öğecilerin rasyonalist biçimleri ve bütüncüllükle yaşanılan

hayal kırıklığı, olgu ve değer arasındaki ayrımı yok etme eğilimi gibi unsurlar -çağdaş sosyal

teorideki eğilimler- bağlantı yerlerinde kopmaların görülmesine yol açacaktır. Martindale,

burada 1970 ve 1980’lerde doğrudan sosyolojik teoriye yönelik bir hareketliliğin

yaşanmadığının vurgusunu yapmayı uygun bulur; ASA’nın mesleği kontrol etmeye yönelik

girişimin eleştirisine yönelir. Bu noktada profesyonelleşen sosyolojiden söz eden Martindale,

bunun ideolojik ihtiyaçlara yanıt veren bir oluşum olmadığını ve olmaması gerektiğini dile

getirir. 1980’lere gelindiğinde ise alanda umut vaat eden girişimler gözlenir; Bu da eski

yöntemlerin bütünleştirilme girişimidir ki bununla birlikte sosyoloji artık, kendi orijinal

bağlantılarını kurarak bir arınmaya yönelmiştir. Sosyal bilimciye düşen görev ise bilimsel

bulguları kodlamak ve bunları sıradan insanın anlayabileceği biçimlere dönüştürmektir.

Sosyoloji ilk defa, bilime dayalı bir kültürde hiçbir mitolojinin bilimden daha aydınlatıcı

olmadığının farkına varılmasıyla doğmuştur. İlk sosyologların, dünyanın kolektif olarak

birarada tutulmasını sağlamak için sosyal birliği sürdürme yolu bulmaya kendilerini

odaklamaları suçlanmıştır. Gündelik yaşam sosyolojisindeki ilgilerin yenilenmesi, doğru yöne

doğru bir harekettir.

323

Not: Mit

Mitoloji çağında, bazı rahipler, şamanlar, hikmet sahibi kişiler veya doğa filozofları şunu

gözlemleyebilir: başlangıçta Plazma vardı. Evren, Plazmanın bir ifadesidir; 20 milyar yıl önce

bir patlamayla doğmuştur. Patlamaya devam ediyor: onun parçacıkları diğer parçalar

tarafından hızla temizleniyor. Önceleri Plazma, bazı küçük birimlerin özerkliği yönünde içsel

bir baskıyla kitlenin içine hapsedildi…

Patlama sırasında ayrışma ve sentez güçleri işlemeye devam etti. Plazma patladığında, gazlar

sıvıları soğuttu, sıvılar katı oldu. Maddenin parçalanması ve birleşmesiyle ortaya çıkan enerji

nasıl açıklanabilir. Evrenin yeniden doğuşu için bu kara deliklerin içindeki Plazmanın tekrar

yumurta benzeri yapılanmalar oluşturmaması mümkün müdür?

Yaşam, güçlerin çatışmasıyla oluştu, denebilir mi? Birey yaşamın bir biçimin değilse nedir?

Topluluk, bir gücün ürünü değilse nedir? Ve zihin, bilinç, tutku, hırs, kıskançlık, aşk,

bireycilik ve toplum için birleşik güçlerin etkinliğinden başka nedir? Ve Plazma var mıdır?