theodor w. adorno ve m�chel foucault�da hakikat ve �ktidar �li�kisi � metin becermen.pdf
TRANSCRIPT
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe Anabilim Dalı
THEODOR W. ADORNO VE MICHEL FOUCAULT’DA
HAKİKAT VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
Metin Becermen
Doktora Tezi
Ankara, 2009
THEODOR W. ADORNO VE MICHEL FOUCAULT’DA HAKİKAT VE İKTİDAR
İLİŞKİSİ
Metin Becermen
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı
Doktora Tezi
Ankara, 2009
i
KABUL VE ONAY
Metin Becermen tarafından hazırlanan “Theodor W. Adorno ve Michel Foucault’da
Hakikat ve İktidar İlişkisi” başlıklı bu çalışma 11.06.2009 tarihinde yapılan savunma
sınavı sonucunda başarılı bulunarak jürimiz tarafından Doktora Tezi olarak kabul
edilmiştir.
Prof. Dr. Kurtuluş DİNÇER (Başkan-Danışman)
Prof. Dr. Harun TEPE
Doç. Dr. Cemal GÜZEL
Doç. Dr. İsmail H. DEMİRDÖVEN
Yrd. Doç. Dr. Ertuğrul R. TURAN
Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım.
Prof. Dr. İrfan ÇAKIN
Enstitü Müdürü
ii
BİLDİRİM
Hazırladığım tezin/raporun tamamen kendi çalışmam olduğunu ve her alıntıya kaynak
gösterdiğimi taahhüt eder, tezimin/raporumun kağıt ve elektronik kopyalarının
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü arşivlerinde aşağıda belirttiğim
koşullarda saklanmasına izin verdiğimi onaylarım:
� Tezimin tamamı her yerden erişime açılabilir.
� Tezim sadece Hacettepe Üniversitesi yerleşkelerinden erişime açılabilir.
� Tezimin ……yıl süreyle erişime açılmasını istemiyorum. Bu sürenin sonunda
uzatma için başvuruda bulunmadığım takdirde, tezimin/raporumun tamamı her
yerden erişime açılabilir.
11.06.2009
Metin BECERMEN
iii
TEŞEKKÜR
Bu çalışmada danışmanlığımı üstlenip çalışmamın her düzeyinde yol gösterici
tutumunu, desteğini ve yardımlarını esirgemeyen danışman hocam Sayın Prof. Dr.
Kurtuluş Dinçer’e; öneri ve uyarılarından dolayı tez savunma jüri üyeleri hocalarım
Sayın Prof. Dr. Harun Tepe’ye, Sayın Doç. Dr. Cemal Güzel’e, Sayın Doç. Dr. İsmail
H. Demirdöven’e ve Sayın Yrd. Doç. Dr. Ertuğrul R. Turan’a teşekkür ederim. Ayrıca
gerek tezin yazımıyla ilgili gerekse tez dışındaki yardımlarından dolayı ağabeyim
Cengiz Becermen’e, Arş. Gör. Taylan Akal’a; Erasmus bursu ile Almanya’da
bulunduğum süre içinde bana yardımcı olan Prof. Dr. Wulf Kellerwessel’a, Prof. Dr.
Wilfried Hinsch’e ve Dipl.-Kulturwiss. Tanja Munk’a içten teşekkürlerimi sunarım.
iv
ÖZET
Metin BECERMEN, Theodor W. Adorno ve Michel Foucault’da Hakikat ve İktidar
İlişkisi, Doktora Tezi, Ankara, 2009.
Bu çalışmada, Adorno’nun tümel olanın/toplumsalın ve akılsallık temelindeki bir
hakikat düşüncesinin iktidarına karşı, bir kendini ifade etme ve özgürleşme biçimi
olarak önerdiği sanatsal alanda tikelliğimizi ortaya koyma düşüncesi ile Foucault’nun
tikelliğimizi, kendiliğimizi başkalarıyla bir arada, diyalog içinde gerçekleştirip hakikat
söylemiyle birlikte yürüyen iktidara direnebileceğimizi, iktidar ilişkilerinin dışında bir
yaşam biçimi geliştirebileceğimizi dile getirmesinin, birbirleriyle ortak yanları olmasına
karşın, oldukça farklı sonuçları olduğu ortaya konacaktır. Foucault’nun söylediklerini,
Adorno’nun söyledikleriyle karşılaştırarak, birlikte yaşanabilir bir dünyanın ancak
başka kişilerle diyalog içerisinde olabileceği gösterilmeye çalışılacaktır.
Bu nedenle, çalışmanın ilk bölümünde, ortaya koydukları düşünceler bakımından
Adorno ve Foucault’ya temel olan Hegel, Marx, Nietzsche ve Freud’un düşüncelerine
yer verilecektir. Ancak onlardan önce hem tümel-tikel ilişkisi bağlamında önemli bir
yere sahip olan hem de bu filozof ve düşünürlerin ona gerek karşı çıkışlarıyla gerekse
bağlılıklarıyla Aydınlanma ele alınmaktadır. Burada hakikat ve iktidar ilişkisi
bağlamında nasıl bir söylemin ya da birbiriyle kesişen söylemlerin ortaya çıktığı
gösterilmektedir.
İkinci bölümde, öncelikle, Adorno’nun “negatif diyalektik” görüşü çerçevesinde
özdeşlik ve ideoloji eleştirisi üzerinde durulmaktadır. Daha sonra, onun, Aydınlanma ve
özdeşlik eleştirisine bağlı olarak “kültür endüstrisi” tespiti ve çözümlemesi
incelenmektedir. Daha sonra da, hakikatin kuşatıcılığı ve tümelin tikel üzerindeki
iktidarıyla ilgili düşünceleri, onun “Estetik Kuramı” ve sanat görüşü -kültür üzerine
söyledikleri de- hesaba katılarak ele alınmaktadır.
Üçüncü bölümde, Foucault’nun hakikat, iktidar ve iktidar ilişkileri üzerine söyledikleri
geniş bir şekilde incelenmekte ve onun iktidara direniş bağlamında dile getirdiği farklı
v
yaşama biçimlerinin olabileceği önerisi, özgürlük ve diyalog görüşleri bağlamında ele
alınmaktadır.
Sonuç bölümünde ise, hakikat ve iktidar konusunda Adorno ve Foucault’nun görüşleri
karşılaştırmalı olarak ele alınıp değerlendirilmektedir.
Anahtar Sözcükler: Aydınlanma, Başkası, Deneyim, Direniş, Diyalog, Hakikat, İktidar,
Söylem, Tikel, Tümel.
vi
ABSTRACT
Metin BECERMEN, The Truth and Power Relationship in Theodor W. Adorno and
Michel Foucault, PhD Thesis, Ankara, 2009.
In this study, it will be pointed out that although Adorno’s thought indicating the need
of purporting our particularity in domain of arts which is a form of self expression and
liberation as opposed to the power of truth idea based on which is universal/social has
some common points with the idea of Foucault stating that we can resist against the
power which goes hand in hand with the truth discourse by realizing ourselves and our
particularity with others and through communication, and we can develop a formation
of life out of power relationships, has very diverse outcomes. The aim is to show that a
common world in which a common life is only possible by providing the dialogue with
the others by comparing the statements of Foucault and Adorno.
Thus, in the first chapter of the study, the thinking of Hegel, Marx, Nietzsche and Freud
who have served as a base for Adorno and Foucault ideologically will take place. But
before that “Enlightening” which has an important place in terms of universal-particular
relationship, and its being both objected and defended by those philosophers and
thinkers has been evaluated. At that point, what kind of a discourse or discourses
intersecting at some point occurs in the context of truth and power relationship is
shown.
In the second part, firstly, identity and ideology criticism of Adorno in terms of
“negative dialectics” thought is examined. Then, “culture industry” specification and
investigation is inspected related with his criticism of Enlightening and identity. After
that, his ideas on the surrounding effect of truth, the power of universal on particular,
“aesthetics theory” and thought of arts is studied by taking into consideration his
utterances on culture.
In the third section, the ideas of Foucault on truth, power and power relations have been
examined widely and his proposal indicating that there can be different life styles in the
vii
context of resistance against the sovereign has been analyzed in terms of liberty and the
thoughts of dialogue.
In the conclusion section, the ideas of Adorno and Foucault on truth and power have
been evaluated in a comparative manner.
Key Words: Enlightenment, the Other, Experience, Resistance, Dialogue, Truth, Power,
Discourse, Particular, Universal.
viii
İÇİNDEKİLER
Sayfa No:
KABUL VE ONAY …………………………………………………………… i
BİLDİRİM ……………………………………………………….. …………... ii
TEŞEKKÜR……………………………………………………………………. iii
ÖZET ………………………………………………………………………....... iv
ABSTRACT …………………………………………………………………… vi
İÇİNDEKİLER ………………………………………………………………… viii
GİRİŞ…………………………………………………………………………... 1
I.BÖLÜM: BİLGİ-GÜÇ/İKTİDAR İLİŞKİSİNDE BÜYÜK DÖNÜŞÜM:
“MODERN” DÜŞÜNCE BAĞLAMINDA AKILCILIĞIN GELİŞİMİ
VE ELEŞTİRİSİ ……………………………………....................................... 13
I.1. İKTİDARIN KENDİNİ ÜRETİMİNDE AKLIN ROLÜ: AYDINLANMA
DÜŞÜNCESİ ………………………………………………………………... 13
I.2. HEGEL VE MARX’IN TARİHSEL VE TOPLUMSAL ELEŞTİRİLERİ … 17
I.2.1. Hegel’in Tarihselliğe Vurgusu: Kılık Değiştiren Akıl …………… 17
I.2.2. Marx’ın Praksise Vurgusu ve Toplumun Yeniden Kuruluşu ya da
Hakikatin Yeniden Üretimi ……………………………………………... 23
I.3. AKIL TEHDİT ALTINDA: NIETZSCHE VE FREUD …………………. 27
1.3.1. Nietzsche: Güç/İktidar Sorununun Getirdiği Çözüm: Hakikat İstemi
Olarak Güç/ İktidar İstemi………………………………………………. 27
1.3.2. Freud’un Çalışmaları: Bilince Karşı Bilinçdışının Keşfinde
Rüyaların Rolü ve Cinsellikle İlişkisi ……………………………….. 32
I.4. BİR DEĞERLENDİRME …………………………………………………. 36
II.BÖLÜM: ADORNO’NUN HAKİKAT VE İKTİDAR GÖRÜŞÜ ……….. 45
II.1. ADORNO’NUN FELSEFEYİ KAVRAYIŞI ………………………………. 46
II.1.1. Felsefeyi Yeniden Konumlama Denemesi ……………………… 46
II.1.2. Özdeşlik ve İdeoloji Eleştirisi ……………..………….................... 50
ix
II.2. NEGATİF DİYALEKTİK AÇISINDAN HEGEL VE MARX ELEŞTİRİSİ 53
II.2.1. Hegelci Diyalektiğe Karşı Negatif Diyalektik …………………. 53
II.2.2. Marx Eleştirisine Kısa Bir Bakış ………………………………... 62
II.2.3. Hegel ve Marx’ın Tarih Kavrayışlarının Eleştirisi ……………… 69
II.3. AYDINLANMADAN KÜLTÜR ENDÜSTRİSİNE İKTİDARIN
DÖNÜŞÜMÜ …………………………………………………………………… 74
II.3.1. Aklın Araçsallaşması: Aydınlanma Eleştirisi ……………………. 74
II.3.2. Kültür Endüstrisi Eleştirisi ………………………………………. 80
II.3.3. Kültür Endüstrisi İle İlişkisinde Freud’un Düşüncelerine Bakış ... 91
II.4. HAKİKATİN ESTETİK YARATIMI YA DA İKTİDARIN AŞILMASINDA
SANATIN ROLÜ ………………………………………………………………. 97
II.4.1. Kültür Endüstrisinde Sanat Eserlerinin Bir Metaya Dönüşmesi… 97
II.4.2. Sanatın İtirazı ya da Estetik Deneyim ………………………….. 101
II.4.2.1. Sanat Eseri ve Estetik Deneyim ……………………………… 102
II.4.3. Sanatın Hakikati ve İktidarın Sanatsal Dönüşümü …………… 107
II.4.3.1. Müziksel İtiraz ………………………………………………. 107
II.4.3.2. Sanatın Özerkliği ve Sanatsal Direniş ……………………… 110
II.5. BİR DEĞERLENDİRME ………………………………………. 117
III.BÖLÜM: FOUCAULT’NUN İKTİDAR ÇÖZÜMLEMESİ……………… 121
III1. ARKEOLOJİDEN SOYKÜTÜĞÜNE …………………………………….. 124
III.1.1. İfade, Arşiv, Arkeoloji ve Söylemsel Oluşum …………………. 124
III.1.2. Arkeolojik Çözümleme ve Kelimeler İle Şeyler Arasındaki İlişki
Üzerine ………………………………………………………….......... 130
III.1.3. Söylem, Bilgi/Hakikat ve İktidar İlişkisi Üzeri.…………………. 133
III.2. İKTİDARIN BİOPSİKOLOJİK ÇÖZÜMLEMESİ ………………………… 140
III.2.1. Kapatma Pratikleri Işığında İktidar Analizleri …………………. 142
III.2.1.1. Delilik ve Klinik Kapatılma …………………………………. 142
III.2.1.2. Hapishanede Kapatılma Üzerine ……………………………… 146
III.2.1.3. İktidar İlişkilerinin İşleyiş Biçimi Üzerine …………………. 151
III.2.1.4. Foucault’nun Devlet ve İktidar İlişkisine Bakışı …………… 152
x
III.2.2. Bir Bio-İktidar Biçimi Olarak Pastoral İktidar Üzerine ………… 156
III.2.2.1. Pastoral İktidar Bağlamında İktidar ve Cinsellik Arasındaki
İlişki Üzerine …………………………………………………………… 160
III.2.2.2. Cinsellik ve Psikanaliz İlişkisi Üzerine …………………… 163
III.2.3. Foucault’nun İktidar Görüşüne Getirilen Eleştirilerin
İncelenmesi ……………………………………………………………. 163
III.3. AYDINLANMADAN MARX VE NIETZSCHE’YE …………………… 170
III.3.1. Aydınlanma ………………………………………………… 170
III.3.2. Marx(izm) Eleştirisi …………………………………………. 173
III.3.3. Nietzsche’nin Etkisi …………………………………………… 175
III.4. İKTİDARIN AŞILMASINDA “DİYALOG”UN ROLÜ ………………… 179
III.4.1. Yorumdan Deneyime ………………………………………… 179
III.4.2. İktidar ve Direniş İmkanı ……………………………………. 183
III.4.2.1. İktidar Her Yerdeyse Direniş de Her Yerdedir …………… 183
III.4.2.2. Özneleşme Pratikleri ……………………………………… 186
III.4.3. Direnişten Diyaloğa: İktidarın Kırılma Noktalarında Hayat Bulan
Başkalık ……………………………………………………………….. 190
III.5. BİR DEĞERLENDİRME ………………………………………………… 192
SONUÇ .………………………………………………………………………….. 196
KAYNAKÇA.......................................................................................................... 208
1
GİRİŞ
İnsanların birbirleriyle ilişkilerinde ve doğaya karşı tutumlarında, sürekli olarak, güce
dayalı bir olgu görülmektedir. İnsanın doğayla ilişkisinde bu güç olgusu doğa üzerinde
egemenlik kurma mücadelesi şeklinde görünürken, insanlar arası ilişkide bir iktidar
ilişkisi şeklinde her çağa damgasını vurmuştur.
Öte yandan, ben’in öteki’yle/başkası’yla ilişkisindeki tutumu, ötekini/başkasını, kendini
tanımada, kendini gerçekleştirmede ve kendini bilmede bir araç olarak görmesi
biçimindedir. Benin bu çabası her zaman öteki/başkası üzerinden gerçekleşir. Belki de
bu kaçınılmaz gibi görünmektedir. Ancak ben’in bu tutumu, ötekinin/başkasının bir
araca dönüştürülmesine ve benin öteki/başkası üzerinde bir güç oluşturmasına ve bir
iktidar kurmasına neden olur. Ben ve öteki/başkası arasındaki bu ilişkinin bir benzeri de
devletin ve kurumların gelişmesinde görülmektedir. Her iktidar, bir hakikat söylemi
çerçevesinde kendine zemin oluşturur. Burada, kurumların yapılanması ve insanlar
üzerinde denetimin sağlanması sürecinde, kişilerin bir araca dönüştürülmesi söz konusu
olmaktadır. İktidar kendi hakikatini hayata geçirir. Başka bir deyişle, iktidar ilişkileri bir
hakikat söylemiyle birlikte işler.
Gerek kişiler arası ilişkilerde gerek insanın doğayla ilişkisinde gerekse kurumların
gelişmesinde görülen iktidar ilişkisi, bir hakikat söylemi bağlamında, ben’in
ötekini/başkasını anlamlandırmasına, ona bir anlam yüklemesine dayanmaktadır. Bu
bakış açısından, akıl, ben’i/özneyi temsil eden ve hakikatin teminatı olan şey olarak
görülmüştür. Ancak bu “modern” akıl, tümel olan içinde tikel olanın kaybolmasını da
beraberinde getirmiştir.
Antikçağdan -özellikle, Platon’un, görünen ve algılanan dünyanın karşısına düşünülen
ve değişmez bir dünyayı koyarak, hakikati, akılsal olana bağlı kılmasından- beri felsefe,
hep kesin, değişmez bilgiler/hakikatler peşinde koşmuştur. Bu bilgiler/hakikatler de
teorik düşünmeye bağlı olarak akılsal olmak zorundadır. Bu bilgilerin/hakikatlerin
Antikçağda elde edilebileceği alanlar ise teoloji, kozmoloji ve metafizikken, Modern
Çağ’da kesinlik doğa bilimlerinden beklenir. Bu andan itibaren algılanan şeyin önemi
2
ön plana çıkar. Bilgi de artık algılama ve algıları düzenleyen zihinsel yetilerin birlikte
çalışmalarının bir ürünüdür. Algıların ötesinde bir “mutlak hakikat” düşüncesi artık
tartışmalıdır. Böylece, hakikat, deneyimi de hesaba katan epistemolojik bir özne
tarafından ortaya konacaktır.
Modern düşüncenin kendisi ile başladığı filozof olarak Descartes, “cogito ergo sum”
önermesiyle Tanrı-özne düşüncesini alaşağı eder. Burada ontoloji temelli Tanrı-özne
düşüncesinin yerini epistemoloji temelli insan-özne, ontolojinin yerini de epistemoloji
alır. Böylelikle epistemoloji, artık temel disiplin olmaktadır. Aydınlanma düşünürleri
ise metafiziği ve teolojiyi reddediyor ve bunları tehlikeli düşünme şekilleri olarak
görüyorlardı. Bu bakış açısından insan, dünyayı bilebilir ve kendi geleceğini
belirleyebilirdi. Bunu sağlayacak yegane kılavuz da insanın kendi aklıydı.
Akıl ve rasyonaliteyle ilgili düşünceler Bacon, Machiavelli, Hobbes ve Descartes
tarafından bir dönüşüme uğratılır. Bacon doğanın insanlar tarafından
dönüştürülebileceğini ileri sürer. İnsan, bilgisiyle doğaya egemen olabilir ve bu
bilgisiyle geleceğe dair öndeyide bulunabilir. Böylece insanın doğa üzerindeki gücü,
egemenliği arttığı ölçüde bilgisi de artar; çünkü, bilgi güçtür. Bu bilgi de, pratik olanla
ilgisinde, bilimsel ya da “teknolojik” bilgidir. Bu noktada önem kazanan bilim adamı
da, Platon’un filozof-kralının yerine geçer. Descartes için ise, akıl hakikate ve gerçek
bilgiye ulaşma olanağı veren yegane yetidir. Descartes, Galileo’dan aldığı, matematiksel
kesinlik düşüncesiyle hareket ederek, nesnelliğin ölçütünü burada arar. Algıların,
yorumların ve değerlerin hakikati, nesnel gerçekliği vermediğini belirten Descartes için
nesnel, kesin ve değişmez bilgi matematikteki gibi olmalıdır. Dolayısıyla nesnel bilgiye
ve hakikate ancak matematiksel kesinlikle ulaşılabilir. Bu noktada yöntem düşüncesi
hakikatin teminatı olur. Gerek deneyciler gerekse rasyonalistler bu yöntem
düşüncesinden vazgeçemezler. Hobbes başta olmak üzere birçok deneyci için akıl
sonuçta bilginin güvencesi olmaktadır; bu şekilde nesnellik, bilgi, hakikat ve yöntem
birbiriyle iç içe geçer. Bunların dışında kalan her şey de öznel ve kuşkulu olarak
görülür. Öte yandan, olgular ile idea ilişkileri birbirinden ayrılır. Buna göre, değerler
alanında idea ilişkilerindeki gibi bir kesinlik aramak yanlış olur. Bu bağlamda
nesnelliğin ölçütü olarak akıldan başka güvenilecek bir merci bulunamaz.
3
Tanrı-merkezli toplum anlayışının parçalanmasıyla birlikte yeni bir toplumsal yapı
ortaya çıkmıştır. Bacon’da da gördüğümüz gibi, kendini sürekli yetkin kılmak isteyen
dünyasal bir güç anlayışı hakimdir. Machiavelli, kilisenin dışlanmaya çalışıldığı
dünyasal bir alanda, hükümdarın kendi tarihini yapması konusunda görüşler bildirir.
Burada söz sahibi hükümdardır; insanlar adına o konuşur. Artık tarihin insan tarafından
yazıldığı bir yöneten-yönetilen ilişkisi söz konusudur. Tanrısal birliğin yerini alan
siyasal bir birlik, ortaya çıkan bu güç ilişkisi tarafından sağlanır. Aslında, değişikliğe
uğramış siyasal iktidarın yapısının Machiavelli’den önce de sonra da aynı olduğu
söylenebilir. Yöneticinin hayatı, kendi çıkarları, özellikleri ve amaçlarıyla birleşir.
Machiavelli, hükümdarın, soyluların yardımı yerine halkın yardımını alması gerektiğini
söyler. Soyluların yardımıyla hükümdar olan kişi, kendi iktidarını sınırlayan rakipler
arasında kendisini bulur. Çünkü onlar kendilerini hükümdara eşit sayacaklar ve
dilediğine emir vermesini engelleyeceklerdir. Buna karşılık, halka dayanan hükümdar
tek başınadır ve mutlak bir güce sahiptir. Çünkü, soyluların azınlık olmasına karşın,
halk bir çoğunluğa sahiptir. Bu nedenle halkın desteğini alan hükümdar, soylulara ve
onların çıkarlarına karşı kendini koruyabilir. Bununla birlikte, halk siyasi güçten pay
istemez. Bu nedenle hükümdar, soylulara karşı halktan destek alıp, siyasi iktidarı elde
edecektir. Burada eşit olmayan bir güç ilişkisi kurulur. Hükümdar soylulara karşı halka
dayanırken, halk da soyluların baskısından kurtulmak için hükümdara dayanır. Bu
ilişkide halk, siyasi birliği soyluların baskısından kurtulmak için ister; hükümdar da
mutlak gücünü koruduğu sürece, halkın bu isteği onun gücünü pekiştirir ve kendi
isteğiyle örtüşür. Halkın siyasi bir amacı yoktur. Siyasi gücün varlık nedeni ve amacı
kendisinden kaynaklanır. Siyasi güç sorunu hükümdara bağlıdır ve halk bu gücü
sağlamlaştırmak için sadece bir destek görevi görür. Machiavelli’ye göre, siyasi gücün
ele geçirilmesinde ve kullanılmasında tek belirleyici hükümdardır. Hükümdarı
sınırlayan hiçbir şey yoktur; o istediği yöntemi seçmekte ve uygulamakta özgürdür
(Akal 2003: 55-6).
Hobbes, savaş olgusunu iktidar ilişkisinin temeline oturtan kişi olarak görünür. O,
düzenin temelinde, yasanın altında, devleti doğuran ve hükümdarı yaratan büyük
4
oluşumun ortaya çıkışında “herkesin herkese karşı savaşı”nı görür. Bununla birlikte
savaşın devletin ortaya çıkmasından sonra sona erdiğini ifade etmez. Savaş, devletlerin
sınırlarını korumak ve genişletmek çabası içinde ve toplumsal yaşam içerisinde hep
vardır. Savaş, belirgin bir fark olmaması sonucunda olur. Eğer farklar belirgin olsaydı,
güçler arasındaki dengesizlik çok olsaydı savaş olmazdı. Çünkü burada, güçlü ve
güçsüz arasındaki savaş sonucunda, ya güçlü güçsüze boyun eğdirecektir ya da güçsüz
güçlüye en başından boyun eğecektir. Böylece, Hobbes, farklılığın barış getirdiğini
söyler. Bu nedenle biraz zayıf olan her zaman güçlü olmak için çaba gösterir. Güçlü de
her zaman tetikte olmak durumundadır. Bu şekilde, bir savaş durumu her zaman
varolur. Güçsüz savaşa hayır demezken, güçlü savaştan kaçınmaya çalışacaktır. Ancak,
güçlü olan, savaştan kaçınmaya çalışırken, her zaman savaşmaya hazır olduğunu da
göstermelidir (Hobbes 1992: 92-96).
Öte yandan, bu ilişki içinde insanlar, yaşamı ölüme tercih etme güdüsüyle hareket
ederler. Bunun sonucunda da hükümranlık hem kurumsal olarak hem karşılıklı
anlaşmaya dayalı olarak, hem de yasal ve hukuksal bir temelde kendisini kuracak
zemini bulur. Bu süreçte insanlar, hükümranlık rejimine ve mutlak iktidarın hukuksal
yaptırımlarına boyun eğerler. Dolayısıyla hükümranlığın kuruluşu savaş nedeniyle
olmaz. Savaş olsun ya da olmasın hükümranlık bu şekilde oluşur (Foucault 2002b: 104-
7).
Hem düşünsel hem de toplumsal alanda elde ettiği başarı, insanın, tarihin öznesi
olduğunun farkına varmasını sağlamıştır. İnsan, böylece, tarihe bir yön verebilecektir.
Bu düşüncelerin doruğa çıktığı yüzyıl Aydınlanma yüzyılıdır. Aydınlanma, özne (insan,
birey/kişi) ile doğayı birbirinden kesin çizgilerle ayırmıştır. Mit(os), insanı doğaya tabi
kılarken, aydınlanma doğayı insana tabi kılmıştır. Bu mutlak ayrım insanın içinde
varolduğu doğayı kendisine tamamen dışsal bir öğe olarak algılamasına yol açmış, bu
da doğanın insan için şeyleşmesine neden olmuştur. Bir yandan Aydınlanmanın ötesine
uzanan, diğer yandan aydınlanmayı içine alan modern dönemde insan, bilim ve
teknoloji aracılığıyla doğa üzerinde bir egemenlik kurmuştur. Doğa, Bacon’dan
başlayan bir sürecin geldiği noktada, yalnızca, üzerinde egemenlik kurmak için
hakkında bilgi edinilecek bir nesneye dönüşmüştür. İnsanın doğa üzerindeki bu
5
egemenliği ise, içinde yaşadığı doğanın yazgısını paylaşmak durumunda olduğu için,
insanın kendisinin üzerinde de bir egemenlik yaratmıştır. Sonuç olarak, modern
düşüncenin temeli olan ve insanı yücelten aşkın özne konumlandırması, insanın
çöküşünü de beraberinde getirmiştir. Her iktidar ilişkisinde görülebileceği üzere,
iktidarın öznesi, nesnenin kaderini paylaşmak durumunda kalmaktadır (Dellaloğlu
2003a: 21).
Bununla birlikte, Machiavelli ve Hobbes’un sözünü ettikleri durum, yani yöneten ile
yönetilen ve güçlü ile güçsüz arasındaki ilişki, başka bir şekilde Hegel’de de görülür.
Hegel’in köle-efendi diyalektiğinde, efendi ile köle arasındaki ilişki nesne aracılığıyla
olmaktadır. Nesne üzerindeki iz, her ne kadar köleye ait gibi görünse de, köle bu
nesneyi efendiye verdiğinde o artık köleye değil efendiye aittir. Efendi kendisi-için-
varlık konumundayken, köle başkası-için-varlık konumundadır. Kölelik için öz olan
efendilik, kendisini kölenin bilincinde korku, ölüm korkusu olarak gösterir. Köle mutlak
efendi korkusunu duyar ve içten yıkılır. Köle, saf kendi-için-varlık olmasına karşın,
kendisi, efendi korkusunun da etkisiyle, bunu bilemez. Yani kölenin emeğine ve
emeğinin ürününe efendi tarafından el konulabilir. Kölenin etkinliğinin mutlak sahibi
efendidir. Bu da kölenin bedeninin her zaman efendinin tahakkümü altında olduğu
anlamına gelir; böylece bedenin sahipliği başka bir efendiye geçebilir. Bütün bunlardan
dolayı köle, efendinin iktidarını kabul eder.
Öte yandan Hegel, “gerçek olanın akılsal, akılsal olanın da gerçek” olduğunu dile
getirmekle, hakikati akla ve akılsal olana tabi kılmıştır. O da aklın -Aydınlanmanın dile
getirdiği tümel aklın- iktidarını tanır. Aydınlanma bu aklı insan-özne olarak
düşünürken, Hegel insan-öznenin üstünde bir Tin (Tanrısal Logos) olarak düşünür. Öyle
ki, Tin kendini tarihte gerçekleştirirken başka halkların ya da kişilerin tinlerini -onlar
bunun farkında olmasalar ve özgürce eylediklerini düşünseler de- araç olarak kullanır.
Hegel bunu “aklın hilesi” olarak ifade eder. Bu, Hegel’in -her ne kadar inkar etse de-
Aydınlanma düşüncesine bağlandığı noktadır. Çünkü, Aydınlanmanın insan-özneye tabi
kıldığı akıl da bu insan-özneyi aşar.
6
Politik iktisadın gelişimiyle, ekonomik yapılanmayı oldukça sert bir biçimde
eleştirmekle birlikte Aydınlanma düşüncesinden etkilenen bir diğer düşünür de
Marx’tır. Marx, yabancılaşma sorununu ele aldığı metinlerinde, emeğin yabancılaşması
bağlamında, işçinin emeğinin nesnesine ve buna bağlı olarak kendine yabancılaştığını
söyler. Yabancılaşan emek, daha sonra, insanın türsel varlığını insanın dışında bir varlık
olan bireysel varoluşunun bir aracına dönüştürür. Böylece insan kendi kendine de
yabancılaşır. Bunun sonucunda varılacak nokta, insanın insana yabancılaşmasıdır. Bu
şekilde sermayenin emek üzerinde, dolayısıyla sermaye sahibinin de işçi üzerindeki
egemenliği ve iktidarı perçinlenir. Ancak işçinin bu iktidarı yıkması ancak bilinçlenerek
olur. Yani işçi kendi durumunun farkına vararak, sermayenin iktidarını alaşağı
edecektir. İşçi sınıfının kendi çabasıyla bilinçlenmesi gerektiğine dair bu inanç,
Aydınlanma düşünürlerinin, insanların kendi akılları sayesinde aydınlanacağına
duydukları inançla aynı çerçevede ele alınabilir. Ancak bu bilinçlenme de sonuçta başka
bir iktidarın oluşmasına zemin hazırlayacaktır. Bu da proletaryanın iktidarıdır; yani işçi
sınıfının en kötü koşullarda yaşayan ama en bilinçli kesiminin önderliğinde bütün
emekçilerin iktidarı. Ancak bu özlem pratikte bekleneni vermemiş ve proletaryanın
iktidarı işçi sınıfının ve halkın kendisine dönmüştür. Bunun da, uzun erimde,
Aydınlanma aklının bir iktidar ve tahakküm aracına dönüşmesinden farkı yoktur.
Öte yandan, aklın yüceltilmesi bağlamında bilinç kavramının önem kazandığı görülür.
Kişi kendinin ve içinde bulunduğu durumun farkına vararak bir bilinçlenme süreci
yaşayacaktır ve bu durumunu aşmaya çalışacaktır. Freud’a gelinceye kadar bu
bilinçlenme düşüncesi ve bilinç kavramı ciddi bir şekilde ele alınmamıştır. Freud’un en
önemli yanı bilince karşı bilinçaltının önemini vurgulamasıdır. Bilinç fenomenlerinin
bütün ruhsal olguları içermesi anlayışı Descartes’a kadar götürülebilir. Çünkü
Descartes, ruhun özniteliği olarak düşünmeyi ve düşünmeyi de bilinçli eylemlerin
temeli olarak görüyordu. Freud ise, tersine, eylemlerimizin temelinde bilinçaltının, yani
geçmişte yaşadıklarımızın da etkisinin olduğunu belirtir. Nietzsche’nin insanın
eylemlerinin görünürdeki soylu amaçlarının altında “iktidar istenci”nin olduğunu
söylemesi gibi, Freud da, insanın eylemde bulunurken bilincin yanında bilinçaltının
etkisiyle hareket ettiğini söyler. Bilinçaltına yapılan bu vurgu bilincin egemenliğini ve
iktidarını sarsmıştır. Bilincin iktidarının sarsılması, Aydınlanmanın yücelttiği aklın
7
iktidarının ve aynı zamanda, bilinç bağlamında üretilen hakikat söyleminin de
sarsılması demektir.
Frankfurt Okulu düşünürlerine göre Aydınlanma, sonunda, kendi kendini imha etmeye
kadar varır. Aydınlanmanın aklı getirdiği nokta ise, bireyin ortadan yok olmasıdır.
Aklın yalnızca amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlarla tanımlanır olması tümelin -
akıl yoluyla- tikel üzerinde egemenliğini yaratmıştır. Bu da, tümelin bireyin aklını işgal
etmesi demektir. Böylelikle birey, kendi varlığını tümelin kendisi için öngördüğü
rollerin dışında tanımlayamaz olmuştur.
Bununla birlikte, Aydınlanmanın ileri sürdüğü gibi, akıl sadece ilerleme, özgürleşme
değildir. Akıl aynı zamanda iktidar, egemenliktir. Modern özne de, modernliğin öznesi
olduğu için modern olmaz; o, modernliğin ürettiği özne olduğu için modern olur.
Adorno ve Horkheimer’a göre, egemenlik bireylerin karşısına tümel olanla ilişkisinde
gerçeklikteki akıl olarak çıkar. Bu şekilde tümelin tikel olan, yani birey üzerinde bir
egemenliği görülür ve bu egemenlik zamanla totaliter bir yapıya dönüşür. Çağımız
bütün bu olup bitenlere tanıklık etmiştir. Bu nedenle, Marx’ın aksine -ki onun diyalektik
metodu gerçek tarihsel ilerlemenin olanağıyla çakışır- Horkheimer ve Adorno
Aydınlanma sürecinin kendisini ona karşıt diyalektik bir zıtlıkta meydana gelen bir
yenilenme olarak kavrarlar (Bubner 1997: 155).
Aydınlanmaya yönelik olarak yapılan bu akıl eleştirisi, bireyin kendisinin tümel akıl,
yani “Aydınlanma aklı” tarafından geri plana itilmesini de beraberinde getirmiştir.
İnsanın ötekisi/başkası olan doğa üzerindeki egemenliği, şimdi, kişilerin birbirleri
üzerindeki, iktidara sahip olanların ondan yoksun olanlar üzerindeki egemenliğine
dönüşmüştür (Bernstein 2003: 227). Oysa, bizim ötekini/başkasını algılayışımız, ona
bakışımız, o geri bakabildiği, bizi kendi algısal ufkuna yerleştirebildiği için, onu
tüketmemekte, aksine ötekiyle/başkasıyla gerçekleştirilebilecek başka ufuklar, başka
pratikler açmaktadır.
Bu türden bir Aydınlanma eleştirisini benimseyen Adorno’ya göre, felsefenin kuşatıcı
olma ve diğer disiplinlere egemen olma düşüncesini bir tarafa bırakıp, mutlak bilgi ve
8
mutlak hakikat düşüncelerine şüpheyle yaklaşması gerekir. Bu şekilde felsefe, kendine
yeni bir yol bulacak, yeni ve başka bir ufuk geliştirecektir. Bu bağlamda da kavramlarla
şeyler arasındaki ilişki “doğru” bir şekilde kurulabilecek ve hakikat kavramının
kendisini de doğru bir zemine oturtabilecektir (Adorno 2003b: 186). Görüldüğü üzere,
Adorno, her şeye rağmen, hakikatten vazgeçmemek gerektiğini söylüyor. Ancak, bu
hakikat, artık o eski hakikat olmayacaktır. Bu, daha çok, Nietzsche’nin perspektifli
hakikat dediği şey bağlamında düşünülmesi gereken bir hakikat görüşüne daha yakındır.
Öyle ki, Nietzsche’ye göre hakikat, varolan ve bulunacak, keşfedilecek bir şey değil,
yaratılacak bir şeydir; oluşan bir şeye, dahası, aslında sonu olmayan bir fethetmeyi
istemeye ad sağlayan şeydir. Onun dediği gibi, “sonu olmayan bir süreç”tir (Nietzsche
1968: 297; 387). Bilgi denen her şey de, sayılabilen, tartılabilen, ölçülebilen şeylerin
alanıyla, yani bizim “hakikatlerimiz”le, bizim olan perspektifli “hakikatler”le, sonuna
kadar “bilinemeyecek hakikatler”le, sonuç olarak insandan bağımsız olmayan
hakikatlerle ilgilidir. Hakikatin anlam kazanacağı alan olarak sanatı gören Adorno,
sanatsal etkinliği de ötekinin/başkasının benle ilişkisinin doğru bir rotada ilerlediği,
ötekinin/başkasının bir nesneye dönüştürülmediği alan olarak görür. Bu bağlamda,
sanatsal güzellik, nesnel anlamda bir imgede baskılanan, aynı zamanda nesnelliği
sayesinde bu baskınlığa aşkın olan güzelliktir. Bu nedenle, sanat eserleri, bizim doğaya
karşı tutunduğumuz estetik tavrı benimseyerek ve onu, maddi işgücünden ilham alıp,
üretime yönelik bir işgücüne dönüştürerek, kendilerini iktidardan bağımsız kılarlar
(Adorno 1970: 120).
Bununla birlikte, sanat toplumsallıktan uzaklaştığı, tümelin baskısından kurtulduğu ve
kendi tekilliğini ortaya koyduğu anda, kendisinin de bir iktidar alanı yarattığını görür.
Ancak, bu iktidar alanı yaratıcı etkinliğin de alanıdır. Ancak, sanat iktidarını ilan ettiği
anda, bu iktidarı hemen iade etmekten başka seçeneği olamaz. Sanatın burada elde ettiği
iktidar, toplumsal gerçeklik bağlamında yapılan iktidar kavramlaştırmalarının tümüyle
dışındadır (Zeytinoğlu 2005: 248).
Nietzsche de, farklı bir yönden, hakikatin etkisinin ve baskısının altında bir direniş
imkanı olarak sanatı görür. Ona göre, hakikatin karşısında yitip gitmememiz (nicht an
der Wahrheit zu Grunde gehn) için sanat vardır (Nietzsche 1968: 435; 564). Öyle ki,
9
Nietzsche için sanat, hayatı mümkün kılan, hayat hesabına ayartan, hayatı kışkırtan
şeydir (Nietzsche 1968: 452; 587).
Öte yandan Aydınlanmanın akıl anlayışının toplumsal yaşamda ve kişiler üzerinde
oluşturduğu iktidarı eleştiren Foucault ise, çok açık bir biçimde, iktidarın tam anlamıyla
gerçekte şeyler üzerinde değil, başkaları üzerinde olduğunu belirtir. O, iktidarın, sırf
fiziksel şiddet biçiminde bedenlerimize değil, davranışlarımıza etkide bulunduğunu
büyük bir özenle vurgular (J.G.Merquior 1986: 144).
Son dönemlerinde Foucault iktidarı, “bir kişinin bir başka kişinin eylemini etkileyecek
bir tarzda edimde bulunması anlamında kişiler arasındaki bir ilişki” olarak görür. İktidar
ilişkileri, rızaya ya da şiddete dayalı ilişkilerden ayırt edilmelidir. Böylece iktidar bir
kişinin, bir başkasının başka türlü yapmayacak olduğu bir şeyi yapmasını
sağlayabileceği ilişkileri tanımlar. İktidar, yalnızca özgür özneler üzerinde ve özgür
oldukları sürece uygulanır. İktidar, zorlamak ya da söz konusu kişiler için açık olan bir
dizi eylem yönünün var olduğu alanlarda eyleme yön vermek için işler. Hakikat ise, bu
dünyaya ait bir şey olarak iktidarın düzenli etkilerini yönlendirir. Ancak, iktidar ile
söylem arasında bağ kuran Foucault, iktidarın söylemin anlamı olmadığını, söylemin,
genel iktidar mekanizması içinde işleyen bir dizi unsurdan oluştuğunu belirtir (Foucault
2005a: 182).
Bu bağlamda Foucault, iktidarın, artık, ona sahip olan ya da onu uygulayan bir kişiyle
maddi olarak özdeş tutulmaması gerektiğini vurgular. İktidar, yasal sahibi hiçkimse olan
bir makineler bütünü haline gelmiştir; ancak bu makinede kimse aynı yeri işgal etmez;
bazı yerler ağır basar ve üstünlük etkileri üretmeyi sağlar (Foucault 2003: 96). Bununla
birlikte Foucault, iktidarın tahakküm ile ilişki içerisinde anlaşılmasına karşı çıkar. Ona
göre, iktidarla özgürlük ve direniş arasında sıkı bir bağ vardır. Bir iktidar alanı
tıkandığında, yani yönetim ve yapılandırma ilişkisi tek yönlü, sabit ve tersine
çevrilemez hale geldiğinde, artık, yalnızca tahakküm vardır ve tahakkümün olduğu
yerde iktidar ilişkisi olamaz. “Dolayısıyla, iktidar ve özgürlük birbirini dışlayan bir
çatışma ilişkisi içinde değil; çok daha karmaşık bir ilişki içinde yer alırlar. Bu ilişkide
özgürlük, iktidarın işlemesinin koşulu, hatta önkoşuludur. Böylelikle iktidar ile
10
özgürlüğün direnişi birbirinden ayrılamaz.” Çünkü iktidarın olduğu her yerde bir direniş
imkanı da vardır (Keskin 2005: 21).
Bentham’ın “panoptikon” örneğinden hareketle, iktidara karşı bir direniş imkanının
varolduğunu göstermeye çalışan Foucault’ya göre, panoptiğe karşı direnişlerin tümünü
taktik ve strateji terimleriyle analiz etmek gerekir (Foucault 2003: 104).
Öte yandan Foucault, kimin mücadele içinde olduğunun, ne için mücadele ettiğinin,
mücadelenin nerede, hangi araçlarla ve hangi rasyonaliteye göre gerçekleştiğinin tek tek
her bir durum için somut olarak saptanması durumunda, bu mücadele temasının
işlevsellik kazanacağını belirtir. Başka bir deyişle, mücadelenin iktidar ilişkilerinin
göbeğinde olduğu önermesinin ciddiye alınması isteniyorsa, “çelişki mantığı”nın gerçek
süreçlerinin açıklamaya yetmediği anlaşılmalıdır. “Dolayısıyla, iktidar ilişkilerinin her
yerde olması, iktidar sahiplerinin bütün gücü ellerinde bulundurdukları anlamına
gelmez. İktidar ilişkilerinin çokluğu, kesişmeleri, kırılganlıkları ve tersine
çevrilebilirlikleri tüm davranış alanlarını tıkayan ve tek yanlı olarak yönlendiren bir
iktidarın olmadığı anlamına gelir” (Keskin 2005: 21-2).
Tümel olanın tikel/tekil olan, tümel aklın bireysel akıl üzerindeki iktidarını aşmanın
yolu olarak Adorno, sanatı ve sanatsal çabayı görür. Sanatsal etkinlik aracılığıyla, tikel
olanın kendini ifade etmesi sonucu, tümel olanın iktidarı, toplumsallığın birey
üzerindeki egemenliği aşılacaktır. Foucault’ya göre ise iktidarla mücadele etmenin ve
iktidarı aşmanın yolu, direniş ve bu direnişi gerçekleştirmenin yolu da öteki/başka
kişilerle diyalog içerisine girmektir. Bu da öteki/başka kişileri
ötekiliklerinde/başkalıklarında kabul etmekle olur.
Öte yandan, Adorno, mutlak bir hakikat fikrine, felsefenin bu hakikat üzerindeki
egemenliğine karşı çıkmakla birlikte, hakikat düşüncesinden vazgeçmez. Foucault ise,
iktidarın kendisine bir hakikat söylemi ürettiğini, iktidarın bu hakikat söylemiyle
işlediğini belirtir. Dolayısıyla Foucault açısından hakikatle ilişkisinde iktidarı aşmanın
yolu, direnişe bağlı olarak gerçekleştirilecek olan özgürlüktür.
11
Adorno’nun, dünyayı “kötü bir dünya” olarak görmesi sonucunda, tümelin, toplumsalın
baskısından ve iktidarından kurtulmanın yolu olarak sanatı belirlemesi ve sanatsal alanı
ve yüksek kültürü bir direniş ve eleştiri mevzii olarak görmesi iktidarı aşmada veya
geriletmede ve iktidar ilişkilerini çözmede bizim için yeterli bir dayanak olamaz. Çünkü
sanat, insan yaşantısının sadece bir parçasıdır ve yaşamın tümünü kuşatmaz ve buna
bağlı olarak da bir yüksek kültür tasarımı da “realite”den kopuk bir ideal olarak kalır.
İktidar ise -farklı şekillerde- yaşamın her alanında kendini gösterir. Bu bağlamda, acaba,
biz iktidarı tanıyıp, sanatın ve sanatsal olanın alanına çekilip kendi tekilliğimizi ifade
edecek ve özgürlüğümüzü burada mı yaşayacağız; yoksa hayatın içinde, başka kişilerle
diyalog içerisinde -sanatsal alanı da bu diyalog içerisine katarak- mi bu sorunu aşmaya
çalışacağız ve özgürlüğümüzü ve “kendiliğimizi” yaşayacağız?
Tümel olanın/toplumsalın iktidarını aşmanın ve kendi tekilliğimizi ve özgürlüğümüzü
yaşamanın yolu olarak sanatsal etkinliği seçebiliriz. Bu bir tercihtir. Ancak, bu, iktidarı
ve iktidar ilişkilerini aşma ve iktidarın etkinliğini ve baskısını azaltma konusunda bize
pek yardımcı olmaz. Bu noktada, Foucault’nun söylediklerinden hareketle kendimize
sağlam bir zemin oluşturabiliriz. Çünkü biz, sürekli olarak, başka insanlarla diyalog
içerisindeyiz -en azından başkalarıyla diyaloğa girme olanağına sahibiz. Dolayısıyla
başkalarıyla girdiğimiz bu diyalog çerçevesinde biz, iktidara direnebilir, onu aşabilir ve
-küçük de olsa- “özgürlük adacıkları” yaratabiliriz.
Bu çalışmada, Adorno’nun tümel olanın/toplumsalın ve akılla bağlantısı içinde hakikat
düşüncesinin iktidarına karşı, bir yaşama ve kendini ifade etme biçimi olarak önerdiği
sanatsal alanda tikelliğimizi ortaya koyma düşüncesi ile Foucault’nun tikelliğimizi
başkalarıyla bir arada, diyalog içinde gerçekleştirip, hakikat söylemiyle birlikte yürüyen
iktidara direnebileceğimizi, iktidar ilişkilerini kırabileceğimizi, özgürlüğümüzü ve
“hakikatimizi” yaşayabileceğimizi dile getirmesinin, birbirleriyle ortak yanları olmasına
karşın, oldukça farklı sonuçları olduğu gösterilecektir. Foucault’nun söylediklerini,
Adorno’nun söyledikleriyle karşılaştırarak, birlikte yaşanabilir bir dünyanın ancak
başka kişilerle bir arada ve onlarla diyalog içerisinde olabileceği gösterilmeye
çalışılacaktır.
12
Çalışmanın ilk bölümünde, ortaya koydukları düşünceler bakımından Adorno ve
Foucault’ya temel olan Hegel, Marx, Nietzsche ve Freud’un düşüncelerine yer
verilecektir. Ancak onlardan önce hem tümel-tikel ilişkisi bağlamında önemli bir yere
sahip plan hem de bu filozof ve düşünürlerin ona gerek karşı çıkışlarıyla gerekse
bağlılıklarıyla Aydınlanma ele alınacaktır. Burada hakikat ve iktidar ilişkisi bağlamında
nasıl bir söylemin ya da birbiriyle kesişen söylemlerin ortaya çıktığı gösterilecektir.
İkinci bölümde, Adorno’nun hakikatin kuşatıcılığı ve tümelin tikel üzerindeki
iktidarıyla ilgili düşünceleri, onun “Estetik Kuramı” ve sanat görüşü -kültür üzerine
söyledikleri de- hesaba katılarak ele alınacaktır. Üçüncü bölümde, Foucault’nun
hakikat, iktidar ve iktidar ilişkileri üzerine söyledikleri, onun direniş, özgürlük ve
diyalog görüşleri bağlamında ele alınacaktır. Sonuç kısmında ise, hakikat ve iktidar
konusunda Adorno ve Foucault’nun görüşleri karşılaştırmalı olarak ele alınıp
değerlendirilecektir.
13
I. BÖLÜM: BİLGİ-GÜÇ/İKTİDAR İLİŞKİSİNDE BÜYÜK
DÖNÜŞÜM: “MODERN” DÜŞÜNCE BAĞLAMINDA
AKILCILIĞIN GELİŞİMİ VE ELEŞTİRİSİ
I.1. İKTİDARIN KENDİNİ ÜRETİMİNDE AKLIN ROLÜ: AYDINLANMA
DÜŞÜNCESİ
Bilindiği üzere, Descartes, modern düşüncenin “kurucu babası” olarak kabul
edilmektedir. Bu kabulden hareketle, modern düşünceyi, Descartes’ın zihin/düşünme ile
beden/yer kaplama ikiliğinden ve “ben”e yaptığı vurgu çerçevesinde ele almak uygun
görünüyor. Öncelikle, Descartes’ın düşüncelerinin olgunlaşmasında, Kopernik’in dünya
merkezli evren anlayışını dönüşüme uğratan güneş merkezli evren anlayışı oldukça
etkili olmuştur. Evren anlayışındaki bu anlayış farklılığı düşünsel ve toplumsal
yaşayışta da bir dönüşümün yaşanmasına yol açmıştır. Ancak bu bir anda
gerçekleşmemiştir. Eski düşünsel geleneğe kuşkuyla yaklaşılması toplumsal yaşayışta
bir kaosun yaşanmasına neden olmuştur. Engizisyon, bu dönemde, hiç olmadığı kadar,
toplumsal yaşayışa müdahale etmeye başlamıştır. İşte bu noktada Descartes, olan-
bitene, hakikate, kesin bilginin olabilirliğine duyulan kuşkuya karşı, kesin bir bilginin
olabileceğini ve bu kesinliğin garantisinin ise insanın kendisi olduğunu söylemiştir.
İnsan, kendisinin bilgisine dolaysızca sahip olabilme imkanına sahiptir. Bu bilgi de
cogito ergo sum önermesinde ifadesini bulur.
Descartes’ın, cogito ergo sum önermesi bağlamında dile getirdiği düşünen ben kavramı
modern bilgi kuramındaki düşünen şey olarak zihin ile yer kaplayan şey olarak beden
arasındaki bir ikilik üzerine kurulur. Descartes’a göre “ben” bütün bilinçli edimlerin
birliği olarak düşünen bir varlıktır. Buna göre, bilinçli özneler olarak bize ait olan tüm
edimler bize içkindir. Bu şekilde, düşünen şey olarak kendimizi ben’de bulunan bu
edimler aracılığıyla tanımlarız. Dış dünya hiçbir zaman düşünmenin iç edimlerinin
doğrudan verilmişliğini taşımadığı için, görülen/algılanan şey daima kuşkuludur ve
onun bir yanılsama olduğu ifade edilebilir. Ancak benim gören, duyan, isteyen, bilen
14
özne oluşum, özne olarak varlığımdan -hiçbir koşulda- kuşku duyulamaz. (Dinçer 2005:
239-40).
Descartes’ın cogito’ya yaptığı bu vurgu ile özne kavrayışı da dönüşüme uğradı. Bundan
sonra artık Tanrı merkezli bir bakışın yerini insan merkezli bir bakış aldı; Ortaçağın
Tanrı-özne’si de yerini insan-özne’ye bıraktı. Böylece insan, artık, bilginin kesinliğinin
garantisini kendi düşünme gücünde bulmaktaydı; bu şekilde matematiğin de yardımıyla
kesin olan şeyleri kavrayabilecek, tasarlayabilecek ve kurabilecekti. Öte yandan, insan-
özne’nin kesin zaferi, Locke’la birlikte gerçekleşecekti. O, insan zihnine ilişkin yaptığı
çözümlemelerle, nihaî olarak, bilgiyi meydana getirenin insan ve insan zihni olduğunu
belirtti. İnsan, Tanrının ve tanrısal olanın kesin bilgisine de kendi zihniyle ulaşabilirdi.
Böylece ontoloji epistemolojiye, yani varlıkbilim bilgi kuramına tabi kılınmaktaydı. Bu
da, önemli sorunlarla birlikte on yedinci yüzyıldan Aydınlanmaya ve daha sonrasına
yayılacak bir doğa ve toplum anlayışını belirleyecekti.
Aydınlanma yüzyılının önemli düşünürlerinden Locke1, dış duyumların, dış dünya
hakkında nesnel bilgiler ilettiğine inanıyordu; ve ona göre, düşüncenin soyut, evrensel
bir niteliği vardı. Locke için, insan davranışının temelinde zevke yönelme ve acıdan
kaçma güdüsünün yattığı varsayımı önemli bir sorun olarak görülmüyordu. Bu ilke,
Tanrı’nın koyduğu bir yasa olduğu için, doğru uygulandığı takdirde mutlaka ahlâken
doğru davranışlara götürecekti (Hampson 1991: 75). Bu doğru davranış da
Hıristiyanlığın değerlerine göre eylemde bulunmaktır. Hampson’a göre, Newton, nasıl
ve ne yapacağı belli olmayan ve çoğunlukla habis doğal güçlerin yerine akılcı bir doğa
kanunu koyduysa, Locke da insan zihninin işleyişinin bilimsel kanunlarını bulmuş gibi
görünüyordu. Bu işleyiş sayesinde, daha mutlu ve daha akılcı bir toplum yaratmak
olanağı ortaya çıkıyordu (Hampson 1991: 33).
Bununla birlikte Aydınlanma düşünürleri ve filozofları aklı bilgilerin, ilkelerin,
doğrulukların sarsılmaz dayanağı olarak değil, ancak pratikteki etkisiyle kavranabilen
bir güç olarak görmekteydiler. Cassirer, onların aklın ne olduğuna ve neye gücünün
1 Bacon ve Descartes ile başlayan insanın kesin bilgiye kendi aklı vasıtasıyla ulaşabileceği fikri Locke’la birlikte sağlam bir zemine oturmuştur. Locke’un iç deney ve dış deney ayrımı insan zihninin kesin bilginin nihai güvencesi olduğunu dile getirir.
15
yettiğine bakarken, onun en önemli işlevinin, her şeyi kendi gücüyle birbirine
bağlamasında ve ayırmasında gördüklerini söyler. Akıl, onlara göre, dine, geleneğe ve
otoriteye dayanılarak inanılan her şeyi eleştirme gücüne sahiptir ve inanılan, doğru
sayılan her şeyi en basit öğelerine kadar çözümlemeden rahat edemez. Ancak bu
çözümleme ya da parçalama işinden sonra, bir de inşa etme süreci başlar. Akıl, yeni ve
bütünü gözeten bir yapıyı kendinden hareketle ve kendi gücüyle kurabilir. O, kendi
belirlediği bir kurala göre parçaları bütüne bağlayabilmekte, fenomenlerin yapısını da
açıkça görülebilir hale getirmektedir. Akıl, bu yapıyı anlar; çünkü o tekil öğelerin bir
düzenli sırası ve totalitesi olarak, bu yapıyı konstruktif yoldan yeniden inşa etme
imkanına sahip olduğu için, ayırma ve birleştirmede kendini gösteren bu iki yönlü
düşünme hareketi, “akıl” kavramının kendisini en mükemmel şekilde açığa çıkarır. Bu
nedenle akıl, varlığa değil eyleme ilişkin olarak kullanılmalıdır (Cassirer 1994: 93;
2007: 13).
Cassirer, on yedinci yüzyılda, tek, biricik doğru açıklamanın kesin ve sistematik bir
tümdengelim içinde mümkün olabildiğini söyler. Aydınlanma düşünürleri ise,
tümdengelimin sistematik bir çıkarım ve temellendirme aracı olarak kullanılmasından
vazgeçerek sistematik kesinlik ve sistematik yetkinliğe itibar etmez (Cassirer: 1994: 88;
2007: 5-6). On yedinci yüzyıl düşünürleri, düzeni ve yasalılığı, biçim almamış bir
madde dünyası, bağlantısız bir tekillikler yığını olarak gördükleri olgusal dünyada
ararken, Aydınlanma düşünürleri düzen ve yasalılığa olgusal dünyada zaten biçim
kazandıklarını düşünüyorlardı. Dolayısıyla burada sözü edilen biçim, olgunun
matematikselliğinde ve sayılabilirliğinde, yani hesaplanabilirliğinde verilidir. Burada
tutarlılık kavramlar içinde değil olguda gösterilmek zorundaydı. Bu şekilde kavram ve
ilkelerden fenomenlere değil, fenomenlerden kavram ve ilkelere doğru bir yol izlenir
(Casirer1994: 89; 2007: 7). Böylece, düzen ve yasalılığın fenomenlerin kendisinde,
olgular dünyasında olduğu düşüncesi hakim olur. Akıl burada, kapalı bir sistem formu
içinde anlaşılmamakta, olgulara dair adım adım ilerleyen bilgilerimizden çıkmakta ve
giderek daha mükemmel bir biçim almaktadır.
Ancak burada her türlü tarihselliğin reddedildiği görülür. Bilgi burada sadece yalın
parçaların bilgisine indirgenir ve doğrusal bir nedensellik anlayışı benimsenir. Düzen
16
kavramı, düzenin mutlak üstünlüğü söz konusudur. Nesne çevresinden, içinde
bulunduğu ortamdan yalıtılmalı ve onu kavrayan özneden mutlak olarak ayrılmalıdır.
Burada, bir özne-nesne ikiliği bağlamında, özneyi nesne karşısında tanrılaştırma söz
konusudur. Bilgiye dair bütün özne problemleri, öznenin sorunsal bir kavram olduğu
yok sayılır. Çünkü özne bir bakış açısını, bir perspektifi dile getirir; ancak akıl
evrenselse bir bakış açısı, bir perspektif yoktur. Bununla birlikte nicelleştirme ve
biçimselleştirme yoluyla varlık ve varoluş ortadan kaldırılır ve kuramların içsel
doğruluğu, tutarlılığı sadece mantığa dayanılarak gösterilir. Bu dönemde ortaya çıkan
her çelişki mutlaka hata olarak görülür; yani çelişki hatayla aynı şey diye kabul edilir
(Dinçer 2005: 249-50).
Öte yandan, Aydınlanma akılcılığı, insanın özgürlüğünün aklın utkusunda ve inançların
yıkımında olduğunu söyleyerek, insanı doğaya hapseder ve insanın bütünlüğüne ilişkin
her tür ilkeyi zorunlu olarak terk ederek ‘ben’i sadece bir yanılsamaya ve sahte bir
bilince indirger (Touraine 2000: 63). Aydınlanma düşünürleri, doğa biliminde ve
doğayla ilgili yapılan bütün araştırmalarda ilerleme ideallerinin gerçekleşeceğine
inanırlar. Buna göre, Aydınlanma çözümleyici düşünme biçimini izler ve doğadaki,
fenomenler çokluğunu tek bir evrensel ilkede birleştireceğini düşünür. “İlerlemeden
ilkelin basitliğinden uygarlığın karmaşıklığına, doğaya bağımlılıktan özgürlüğe,
yokluktan zenginliğe geçişi anlayan Aydınlanmanın tarih kavrayışında tarih, bir doğru
çizgi boyunca ilerleyen ve kötü diye nitelenen şeylerin veya olumsuz bir durumun
kendisini yavaş yavaş, ama tümden terk ettiği, her aşamada biraz daha pürüzsüz ve daha
mükemmel hale gelen bir süreç olarak görülür” (Cevizci 2002: 14).
Ancak Aydınlanmanın bu bilimci ve ilerlemeci anlayışına en büyük tepkilerden biri,
yine bir Aydınlanma düşünürü olan Rousseau’dan gelmiştir. O, Bilimler ve Sanatlar
Üstüne Konuşma adlı kitabında bilimlerdeki ve sanatlardaki gelişmenin ahlâksal
yaşamda ve toplumsal düzende bir gelişmeyi ve ilerlemeyi sağlayacağı görüşünü
eleştirir (Rousseau 2007: 17, 20-21, 31). Buna karşın Rousseau, yine de, bu eleştirilerini
“Aydınlanma adına yapar. Düzenin, uyumun, yani aklın mekanı olan doğaya çağrıda
bulunur. İnsanı, toplumsal örgütlenmesinin yarattığı bulanıklık ve kaostan çıkararak, bu
düzenin içine yerleştirmek ister” (Touraine 2000: 36).
17
Aydınlanma dönemi, her şeyden önce, bir akıl eleştirisi çağı, aklın kendi kendini
eleştirisinin çağıdır. Tanrının kendisine verdiği kavramlarla doğayı bilebilen insan,
varlığın her türünü bu şekilde bilebileceği iddiasındadır. Dünyanın akla dayalı bir
düzeni vardır ve bundan ötürü de akla dayalı olarak mutlak bir şekilde bilinebilir.
Sonunda akıl kendini gerçeğin yerine koyup delirir. Bir yol gösterici olarak ortaya çıkan
akıl kendini Tanrı olarak ilan eder. Bunda on sekizinci yüzyıldaki matematiksel fiziğin
büyük başarısının elbette çok büyük bir payı vardır (Dinçer 2005: 246-7). Bu nedenle,
Aydınlanma düşünürleri, doğaya dair bazı kestirimlerde bulundukları gibi, toplumsal
gelişmeler de kestirilebilir, toplumsal yaşam da düzenlenebilir mi diye düşünmeye
başladılar. Doğadaki ölçülebilirliği topluma da uygulamaya çalıştılar. Çünkü doğada
bulunan akılsallığın toplumsal yaşamda da olduğunu düşünüyorlardı. Bütün bunlar
toplumun, toplumsal yaşamın akılsal bir temele oturtulması yönünde uygun bir zemin
oluşturma çabalarıydı.
I.2. HEGEL VE MARX’IN TARİHSEL VE TOPLUMSAL ELEŞTİRİLERİ
I.2.1. Hegel’in Tarihselliğe Vurgusu: Kılık Değiştiren Akıl
Hukuk Felsefesinin İlkeleri kitabının önsözünde Hegel, filozofun işinin hakikatleri
keşfetmek, hakikatleri söylemek, geçerliği olan hakikatlerin ve kavramların
yaygınlaşmasını sağlamak olduğunu söyler. Felsefe, bununla birlikte, akılsal olanın
temeli olduğu için, şimdinin ve gerçeğin anlaşılmasıdır. Dolayısıyla da “akılsal olan
gerçek, gerçek olan da akılsaldır.” Böylece varolan akıl olduğu için, varolanı kavramak
felsefenin işi olur.
Öte yandan, hiçbir felsefi düşünce kendi zamanının üzerine çıkamaz, yani kendi
zamanını aşamaz. Felsefe daha çok gerçeklikle tamamlandığı zaman ortaya çıkar ve bu
gerçeklik üzerine konuşur.
18
“Kavramın öğrettiğini, tarih zorunlulukla gösterir: ancak varlıkların olgunluk çağındadır ki, ideal, reel’in karşısında boy gösterir ve aynı dünyayı tözü içinde kavradıktan sonra, onu fikirler âlemi şeklinde yeniden inşa eder. Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın bir tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle o gençleştirilemez, sadece bilinebilir. Minerva’nın baykuşu uçuşuna, ancak, çöken alacakaranlıkla başlar” (Hegel 1991a: 31; 1986b: 28).
Burada Hegel’in hayatın bir tezahürü dediği şey tarihin kendisidir. Felsefe ise tarihi
yeniden canlandıramaz; ancak Minerva’nın (yani Athena’nın) baykuşuyla simgelenen
felsefe, (bu) tarihi olup bittikten, gerçekleştikten sonra anlayabilir, kavrayabilir ve
dolayısıyla onu bilebilir. Yani tarih olup bittikten, gerçekleştikten sonra felsefe bu tarih
üzerine konuşur, onun ne olduğunu sorgular. Hegel’in söz ettiği tarih de ide’nin tarihte
kendini açmasıdır. Burada kavram ile gerçeklik bir ve aynı şey olur. Hakikat de
kavramla tarihin birbirleriyle örtüşmesidir; akılsal olanın, aklın tarihte gerçekleşmesidir.
Hegel’in burada bir hakikat kuramı geliştirmeye çalışmadığı görülmektedir. Ancak,
Hegel’in sisteminde hakikat, hakiki olan oldukça önemli bir yere sahiptir. Çünkü,
Hegel, içinde hakikatin varolduğu, varolacağı hakiki yapıyı kurmaya çalışır ve felsefeyi
bilime yaklaştırmayı, “yükseltme”yi ve onu bu bilimselliğe göre yeniden kurmayı
amaçlar. Böyle bir kurma işi de, sonuçta, hakikati ortaya koymak ve tinin tarih içindeki
zorunlu hareketini göstermektir. Hegel’e göre, tinin bu hareketinin zorunluluğunu
gösterecek olan felsefenin hakikatinin diğer bilgi alanlarının hakikatinden farklı olması
gerekir. “Felsefe hakiki olmayan bir belirlenimle ilgilenmez; aksine hakiki olan, kendini
ortaya koyan ve kendinde yaşayan, kendi kavramında varolan, felsefenin öğesidir. Bu,
kendi öğelerini ortaya koyan ve sürekli ilerleyen bir süreçtir; tüm bu hareket de gerçek
olanı ve onun hakikatini meydana getirir” (Tepe 1995: 46). Hegel bütünün hakiki olanın
bütünü olduğunu, bu bütünün ise kendini kendi gelişimi ile tamamladığını söyler. Tinin
zorunlu ilerleyişini ortaya koyan hakikat bütünün (bu) hakikatidir.
Görüldüğü üzere Hegel’in hakikatle dile getirdiği varolana ilişkin bir nitelemedir ya da
bu hakiki olan kendini serimlemektedir. “Hegel, hakikatten, her şeyden önce, bir şeyin
nasıl olduğunu bilmenin anlaşılması gerektiğini belirtir” (Kuçuradi 1981: 126). Hegel,
ortaya koyduğu kendi varlıksal hakikat görüşüyle, Ortaçağla başlayan bilgisel ve
varlıksal hakikati birbirine karıştırmanın günümüze kadar taşınmasında etkili olur.
19
Burada özne ile onun konu edindiği şey olan varolan şey arasındaki asli ayrım göz ardı
edilmekte, bunun yerine özne ve nesnenin birliği konmaktadır. “Böyle olunca
Descartes’la gözardı edilmeye başlanan bilgi nesnesi unutulur. Hegel’de ‘nesne’
önceden varolan bir şey değil, öznenin kurduğu, ancak onunla varlığa gelen bir
oluşumdur. Belirleyici olan öznedir, ağırlık varolandan, nesneden özneye kaymıştır”
(Tepe 1995: 49-50). (Bu önemlidir, zira Adorno da bu noktayı eleştirir.)
Öte yandan, Hegel, “ben neyim?” şeklindeki bir soruya, Descartesçı bir karşılık olarak
“düşünen bir varlığım” diye bir yanıt vermenin yetersiz olduğunu görür. Düşünen bir
varlık olarak ben, kendimle ilgili çok az şey elde ederim. Hegel’e göre ben düşünen bir
varlık olmamın ötesinde mutlak bilmenin de taşıyıcısıyım ve bu bilme de düşündüğüm
şu anda bende cisimleşir.2 Hegel, zamansal ve mekansal olarak bütünsellik elde etmiş
bu dünyayı açıklamak gerektiğini söyler. Bu açıklama sonucunda dünyanın bütününe
dair mutlak bir bilgiye ulaşılabilir. Mutlak bilme3 öznel olarak tek bir kişide, içinde
yaşadığı dünyayı kendiyle birlikte kavradığında gerçekleşir.
Hegel’e göre tarihin ne olduğunu bilmek için tarihi yapan insanın ne olduğunu bilmek
gerekir. İnsan da bir binayı oluşturan tuğla, taş parçası ya da çimento gibi ele alınamaz.
Çünkü insan, sadece, bu yapının kurulmasında kullanılan bir malzeme değil, aynı
2 Kızıltan’a göre, “Mantık ve ontolojinin Hegel’de tümüyle örtüşmesi dolayısıyla hakikat aynı zamanda bir özne, yaşayan bir töz olarak belirlenir. Bu bakımdan Hegel Mutlak’ı, yaşama yer açmak, varlığın tecrübesine ulaşmak amacıyla felsefesinin temeline yerleştirmiştir” (Kızıltan 1986: 18). 3 Hegel’de mutlak ayrımda-özdeşlik olarak görünür; sonsuz ve sonlunun, Bir’in ve Çok’un ayrımda- özdeiliği (Copleston 1985: 26-7, 52). Öte yandan, Hyppolite Mutlak Bilme’nin Fenomenoloji’de problemli kaldığını belirtir (Hyppolite 1969: 170). Bununla birlikte Hegel Kavram ve Nesne arasında bir ayrım görmez. Hyppolite’in dile getirdiği gibi: “Hegel’in gözlemlediği gibi, bir Kavram ile Nesne olarak dile getirilen şey arasında ayrım yoktur. Çünkü, bu, birinin, öncelikle, sonuçta, göreli ve geçici görünen ben’den bağımsız bir Mutlak olarak konumlanmış olduğu iniş çıkışlar aracılığıyla geliştiği ölçüde, bütün insan deneyimini oluşturan bir fenomen olan diğerinin ölçüsünü elde etmesi sorunudur. Bu ayrım, bilincin, nesnenin kendisinin bir kavram ve kavramın bir nesne ya da Varlık’ın kendisinin bir kavram ve kavramın bir nesne veya Anlam’ın Varlık olması kadar Varlık’ın kendisinin anlam olduğunun keşfiyle (Mutlak Bilgi’nin kendini açığa vurduğu tarihsel bir keşif) başlangıç noktasıyla tekrar birleşmesi yoluyla kendini aştığı anda, kendini daima yeniden üretir. Bu, insanlık, Hegelci Mantık’ın mümkün kıldığı bilince ulaştığında olur ve kesinlik ve hakikat, özne ve nesne arasındaki ayrım, daha esaslı bir birliğin, yani temel bir özdeşliği önvarsayan tamamen saf bir bilginin ve ayrımların aşkınlığı olarak asıl hareket noktasıyla yeniden bir araya gelen ve bu hareket noktasını geçerli kılan en esaslı mutlak bilginin ardalanına karşı geçerli kılınır” (Hyppolite 1969: 171). Öte yandan, “Hegel’deki Varlık ve Kavram arasındaki ayrım, Kavram olarak Varlık ve Varlık olarak Kavram olan, birinden kendi-refleksiyonunu oluşturan diğerine sürekli değişen dolayımla çözülür. Varlık’tan Öz’e (yani dile getirmeye, refleksiyona) geçiş ve refleksiyonun, refleksiyonun refleksiyonu aracılığıyla anlam olarak dolayımsızlığa dönüşü, çağdaş fenomenolojik düşünceyi anımsatır/andırır” (Hyppolite 1969: 183).
20
zamanda bu yapıyı kuran, yani tarihi yapan bir öğedir. Bununla birlikte, insan, tarihi
yaparken kendisi de bir dönüşüme uğrar. Her tek insan tarihin bütününün
gerçekleşmesine katılan bir öğedir. Bu bağlamda, Hegel, tarihte akılsal bir zeminde
genel bir erek aranması gerektiğini belirtir. Dünya tarihi kendini tikel öğe olarak
halkların tarihinde sergiler ve tarihin tözünü oluşturur. Hegel’in ünlü sözüyle, “Dünyaya
akıl gözüyle bakana dünya da akıl gözüyle bakar” (Hegel 1991b: 34).
Hegel doğa ile tarihin farklı şeyler olduğunu belirterek, tarihe doğadan hareketle
yaklaşmaz. Ona göre doğanın bir tarihi yoktur; çünkü doğadaki süreçler döngüseldir,
her şey tekrar edip durur. Burada her yüksek aşamada olanın aşağı aşamadakine bağlı
olduğu görülür. Tarihte ise yinelemelere bağlı bir döngüsel hareket yerine sarmal bir
hareket vardır. Her yeni aşama önceki aşamada olana yeni bir şey katarak ilerler
(Collingwood 1990: 124).
Öte yandan, Hegel’e göre insan her zaman bilinip tanınmak ister. Kendisine ait olan
tekilliğinin, herkes tarafından bilinip tanınmasını da ister. Yani, ancak, “her bir insanın
tam anlamıyla tikel değerinin, yani tekilliğinin devletle bütünleşmiş olan tümellik
tarafından bilinip-tanındığı ve devletin tümel değerinin, tikel olarak tikel tarafından,
bütün tek tekler tarafından bilinip-tanındığı ve gerçekleştirildiği yerde, insan gerçekten
doyuma ulaşmış ve Tarih sonuna ermiş olur” (Kojève 2000: 65). Tikelliğin ve
tümelliğin bireysellikteki sentezi, ancak, Efendiliğin ve Köleliğin bir senteziyle
gerçekleşebilir; bu da insanı doyuma ulaştıracak gerçek bir sentez olarak karşımıza
çıkar. Dolayısıyla böyle bir sentez, ancak, ölümlü olan ve böyle olduğunu bilen bir
insan tarafından gerçekleştirilebilir. Yani, Hıristiyan sentezinin, öte dünyada değil, bu
dünyada gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu da, tikeli bilip tanıyan aşkın tümel olan
Tanrının yerine, dünyevi bir tümelin geçmesi demektir. Bu nedenle, Hegel’e göre, bu
içkin tümel de ancak devlet olabilir. “Tanrı tarafından Cennet krallığında gerçekleşeceği
söylenen şeyin, Devlette ve Devletle dünyasal krallıkta gerçekleşmesi gerekir. Ve Hegel
bundan ötürü, göz önünde tuttuğu “mutlak” Devletin (Napolèon’un İmparatorluğunun),
Hıristiyan cennet krallığının gerçekleşmesi olduğunu söyler” (Kojève 2000: 75).
Hegel’in buradaki teolojik göndermeleri teolojiyi meşrulaştırmaya çalıştığı anlamına
gelmemelidir. Hegel, daha çok, teolojidekine benzer bir bütünsellik fikrini felsefede
21
geliştirmeye çalışmaktadır. Bunu da özgürlük cenneti olarak tasarladığı devlet fikriyle
pekiştirmeye çalışır. Burada söylenenlere benzer bir söylem Marx’ta da karşımıza
çıkacaktır. Marx da cennet krallığının bu dünyada gerçekleşebileceğini söyler.
Hegel, aklın, Kant’taki gibi aşkın konuma yerleştirilmesine karşı çıkar ve onu tarihsel
gelişimi içerisinde ele alır. Buna göre, her tek insan başka tek insanlarla karşılıklı
etkileşimi içerisinde kendini gerçekleştirir. İnsan, Hegel için, Tanrı’nın planının tarih
içerisindeki gerçekleştiricisidir. Bu nedenle, Tin’in, daha doğru bir ifadeyle, Tanrı’nın
kendini tarihte açması ve gerçekleştirmesi, aynı zamanda insanın kendini açması ve
gerçekleştirmesidir. İnsan, aslında, Tanrı’nın kendi planını gerçekleştirmekte kullandığı
bir araçtır; ancak o bunu bilmez ve kendi amaçlarını gerçekleştirmekte olduğunu sanır.
Hegel buna “aklın hilesi”4 adını verir. İnsan, tarihin öznesinin kendisi olduğunu
sanmaktadır; oysa o Tanrı’nın planının bir gerçekleştiricisi olmaktan başka bir şey
değildir. İnsan, ancak “tarihin sonu”nda, mutlak özgürlük anında, araç olmaktan çıkıp
tanrısal öze katılacaktır.
Hegel’e göre, insan tin olarak kendi üzerine dönen bir varlıktır, o eylemle kendini
yaptığı şeydir; tin ise kendi kendisinin sonucudur. Bunun en güzel örneği Tanrının
doğasıdır. Hıristiyanlıkta Tanrı kendini tin olarak açar. Burada Baba (Tanrı) soyut bir
genelliktir. Baba’nın kendi nesnesi, kendinden başka ve kendi ikiliği olan ise Oğul’dur
(İsa’dır). Bunların birlikteliğinden, kendini bilme ve kendini görme olarak Kutsal Ruh,
yani Tin meydana gelir (Hegel 1991b: 62). Öyleyse tin, Baba ve Oğul’un bir sentezi
olarak Kutsal Ruh’u da temsil eder.
Öte yandan, Hegel tinin özünün özgürlük olduğunu belirterek tinin tarih sürecindeki
ereğinin öznenin özgürlüğü olduğunu söyler. “Ancak tinin güneşiyle her şey değişir”
diyor Hegel, çünkü onun devinimi bir yinelenme değil, bir ilerlemedir. Varlığın bilgisi,
4 Collingwood’a göre, “aklın hilesi anlayışı, eyleyicilerinin kişiliğinde tutkuları oyuna getiren akıl anlayışı, Hegel’in kuramının ünlü bir güçlüğüdür. Hegel aklı insan yaşamının dışındaki bir şey içerisinde, kör ve tutkulu insanların kendilerinin değil, aklın amaçları olan amaçları aracılığıyla ortaya çıkan ir şey içerisinde kişileştiriyor gibi. … Tarihte planların uygulanmasının nedeni, Hegel’e göre, ne soyut bir doğal akıl ne de aşkın bir tanrısal akıldır; insan aklı sonlu kişilerin aklıdır. Akıl ile tutku arasında bulunduğunu ileri sürdüğü ilişkiyse, Tanrı ya da akıllı doğa ile tutkulu insan arasındaki ilişki değil, insan aklı ile insan tutkusu arasındaki ilişkidir. Hegel’in görüşünün akılcı bir görüş olduğu söylenirken bu unutulmamalıdır; onun akılcılığı çok ilginç türden bir akılcılıktır, çünkü akıl dışı öğeleri aklın kendisinin özünde diye tasarlar” (Collingwood 1990: 126).
22
düşünsel yolla kavranılışı yeni bir oluşumun kaynağı ve doğum yeridir. Bu yeni oluşum
da aynı zamanda daha yüksek bir oluşumdur. 5
Hegel’e göre, sürekliliği bulunan şey erektir, devlettir. Devlet bireyin özgürlüğe sahip
olup onun tadını çıkardığı gerçekliktir. Devlette özgürlük nesneleşir ve olumlu olarak
gerçekleşir. Hegel için tek kişinin keyfe kalmış davranışları özgürlük değildir; bu
nedenle insan, yalnızca devlette akılsal varlığına kavuşur. Devletin bireylerde
yaşamasına törellik diyen Hegel’e göre devletin yasaları ve düzenlemeleri bireyin
yasaları ve düzenlemeleridir. Bu bağlamda Anayasanın getirdiği şey, devletin akla
uygun, politik bir varlığa dönüştürülmesi, kavramdaki öğelerin özgürce ortaya
konmasıdır. Böylece tek tek güçler ayrışacak, tamamlanacak, özgürlük içinde bir ereğe
katkıda bulunacak ve o erekte birleşip organik bir bütünü oluşturacaktır. Bunun sonucu
olarak devlet, akılsal, kendini nesnel olarak bilen ve kendi için varolan özgürlükle aynı
şey olacaktır. Çünkü bu özgürlüğün nesnelliği, tam olarak öğelerinin salt düşüncede
kalmaması, pratikte gerçekleşmesidir. Hegel, toplumsal pratikler olmadan, bireylerin,
yani, bu toplumsal pratikleri öğrenen, onlara katılan, onları sürdüren ve kendi değişim,
amaç ve koşullarına göre değiştiren toplumsal uygulayıcılar olmadan toplumsal
pratikler olamayacağını belirtir (Westphal 1996: 296).
Öte yandan Hegel, dönemin Almanya’sında (Prusya’sında) bireylerin özgür bireyler
olarak, toplumu ve devleti oluşturacaklarını düşünür. Bu düşüncesi Aydınlanmanın
özgürleşen birey ya da bireyin özgürleşmesi idealine sıkı sıkıya bağlıdır. Çünkü Kant,
“Aydınlanma nedir? sorusuna yanıt” yazısında, Aydınlanmanın bireyin/kişinin ergin
olmama durumundan kurtulması olduğunu söyler (Kant 1984: 213). Bu kurtulma, Hegel
için, insanlık tarihinin ve dolayısıyla dönemin Alman toplumunun geldiği son noktaya
5 Bu bağlamda, Hegel’in Fenomenoloji’de Mutlak Bilgi konusunu ele alırken söyledikleri ile tarih
konusunda söyledikleri arasında bir bağ kuran Hyppolite şöyle demektedir: “Hegelci tarih felsefesini (ki o tam olarak bir insan tarihi felsefesidir) Mantık’taki Mutlak Bilgi kavramıyla uzlaştırmak mümkün müdür? Belki, sadece tarihi Mutlak Bilgi hazırlığı ya da başka bir deyişle refleksif bir felsefe mantığı olarak düşündüğümüz Fenomenoloji’deki öneriyi benimseyeceğiz. Fakat bu, onu bildiğimiz kadarıyla, tarihte sanki bir son, ya da en azından, tamamıyla yeni bir insan tarihi evresinin görünüşünü ima eder. Mutlak Bilgi, aynı zamanda, kendi-bilinci sadece Varlık’ın serüvenini açıkladığı için, hümanizmi ve bir Mutlak felsefesi olarak bütün tarihi aşacaktır. Anlam ve Varlık (ya da Tanrı’nın ölümü) arasında koyutlanan Özdeşlik, onunla tarih kavramının artık uygun olamayacağı yeni bir ayrılışı başlatacaktır” (Hyppolite 1969: 183).
23
tekabül eder. Bunun yanında, Kant’ın felsefesinde kutsanan özerkliğin Hegel’in bakış
açısından reddedilmediği, fakat onun organik bütünlüğün ve cemaatin değerleriyle
uzlaştırıldığı vurgulanmaya değer bir husustur. Hem birey ve hem de toplum için yıkıcı
olmayan hakiki özgürlük, bir toplumun etik hayatında temellenmiş olmalıdır (West
1998: 56-7).
1.2.2. Marx’ın Praksise Vurgusu ve Toplumun Yeniden Kuruluşu ya da Hakikatin
Yeniden Üretimi
Marx, Feuerbach üzerine o çok bilinen tezlerinde, nesnel hakikatin insan düşüncesine
atfedilip atfedilemeyeceği sorununun, bir teori sorunu değil, ancak bir pratik sorun
olduğunu belirtir. Buna göre, insan, düşüncesinin gerçekliği ve gücü, yani bu dünyaya
ait olması demek olan hakikati pratikte kanıtlamalıdır. Pratik ise, koşulların insanlar
tarafından değiştirilmesidir. Koşulların değişmesiyle insan faaliyetinin ya da insanın
kendisinin değişmesinin akılsal olarak anlaşılabilmesi için, devrimci pratik biçiminde
kavranması gerektiğini söyleyen Marx, her toplumsal yaşamın özünde pratik olduğunu
belirtir. Bütün gizemli teoriler de, akılsal çözümlerini insan pratiğinde ve bu pratiğin
kavranmasında bulur (Marx 2004: 22-3).
Öte yandan, Marx, gençlik dönemi boyunca -oldukça sert eleştirilere tabi tuttuğu-
Hegel’in toplum ve devlet kavrayışının etkisindedir. Bu dönemde ortaya koyduğu
“yabancılaşma” kuramı, Hegel’in etkisini taşımaktadır. Bununla birlikte tarihe getirdiği
açıklamalar ve tarihe –komünist bir toplumla ifadesini bulacak olan- bir son nokta
koyma düşüncesi de –kendisi gerçek bir tarihin o zaman başlayacağını iddia etmesine
karşın- Hegel’den izler taşımaktadır. Ancak bu, Marx’ın özgün bir düşünür ve filozof
olmadığı anlamına gelmez. O, kendi özgünlüğünü, kapitalist üretim biçimini incelerken
ve toplum ve devlet üzerine konuşurken ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte, Marx’a göre, insanların kendileri hakkında yanlış bir tasarımı vardır.
Bu bağlamda Marx, yaşamın bilinci değil, bilincin yaşamı belirlediğini söyler. “Birinci
durumda, sanki canlı bireymiş gibi bilinçten yola çıkılmaktadır; gerçek yaşama tekabül
24
eden ikinci durumda ise, gerçek yaşayan bireyin kendisinden yola çıkılır ve bilince de o
bireyin bilinci olarak bakılır” (Marx 2004: 46).
Marx her belli toplum sisteminin kendini ortadan kaldırmak zorunda olduğunu; çünkü
ister istemez geleceğin devrimi yaratacak güçleri yaratacağını söyler. Ona göre, işçi ne
kadar çok servet üretirse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artarsa, kendisi de o
kadar yoksullaşır ve ne kadar çok meta yaratırsa kendisi de bir meta olarak o kadar
ucuzlar. Emeğin yalnızca meta üretmediğini, kendini ve bir meta olarak işçiyi de
ürettiğini söyleyen Marx, bunu da meta ürettiği oranda gerçekleştirdiğini belirtir. Bu da
emeğin ürettiği nesnenin, yani emeğin ürününün, emeğin karşısına yabancı bir şey,
kendini üretenden bağımsız bir güç olarak dikilmesi demektir. (Marx 2000: 75).
Öte yandan, işçinin kendi emeğinin ürünüyle ilişkisi, yabancı bir nesneyle olan bir ilişki
gibidir. Bu da, işçinin kendisini ne kadar harcarsa harcasın, karşısında yarattığı yabancı,
nesnel dünyanın da o derece güçlenmesi demektir. İşçi hayatını nesneye koymaktadır,
ancak artık hayatı kendine değil, nesneye aittir. İşçinin nesneye aktardığı değer, yabancı
ve düşman bir şey olarak kendi karşısına çıkar (Marx 2000: 76; 1999: 359). İşçi
çalışırken kendine değil başkasına ait olduğundan, çalışma işçi için dışsal özellik
gösterir.6
İnsanın kendi emeğinin ürününe, hayat-etkinliğine ve türsel varlığına yabancılaşmasının
dolaysız bir sonucu da, insanın insana yabancılaşmasıdır. İnsan kendi kendisiyle karşı
karşıya geldiği gibi, başka insanlarla da karşı karşıya gelmektedir. İnsanın işiyle,
emeğinin ürünüyle ve kendisiyle ilişkisi için geçerli olan, insanın başka insanla başka
insanların emeği ve emeklerinin nesnesi için de geçerlidir. Aslında, insanın türsel
özelliğinin kendisine yabancılaştırıldığı önermesi, bir insanın bir başkasına ve her
birinin insanın öz doğasına yabancılaştırıldığı anlamına gelir. 7
6 Marx’ın yabancılaşma bağlamında burada söyledikleri ile Kapital’de metaların fetişizmini ele alırken söyledikleri arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kapital’de konu “sermaye birikiminin tahlili” çerçevesinde daha farklı ve geniş bir bağlama oturtulur (Bak. Marx 1997: 81-93). 7 “Marx’ın insan düşüncesi, herhangi başka bir toplum eleştirmeninin düşüncesinden daha spekülatif değildir, ama ampirik olarak kabul edilmiş de değildir. Bu düşüncenin dayandığı ve Marx’ın da inanmış olduğu gerçeklik, tarihsel gelişim eğiliminde bulunan toplumun sorunudur. Ve bu gerçeklik, gerçekliği ele geçirmeye çalışan düşünce’den ziyade düşüncenin kendisine neden olur” (Löwith 1999: 165).
25
Marx’a göre, işçilerin kurtuluşu insanlığın kurtuluşunu içerir, çünkü işçinin üretimle
ilişkisinde insanın köleliğinin bütünü bulunmaktadır ve köleliğin her ilişkisi bu ilişkinin
sadece biraz değişik bir şekli ve sonucudur. Marx, kendi tarih anlayışını idealist olarak
adlandırdığı tarih anlayışının karşısına koyarak, tarihin işçilerin kurtuluşuyla nasıl bir
gelişim seyri izleyeceğini açıklamaya çalışır. Tarihin böyle kavranışıyla ortaya çıkan bir
tarih anlayışı, idealist tarih anlayışı gibi, her dönemde bir kategori aramak
zorunluluğunda değildir; tersine, daima tarihin gerçek zeminine basar. Pratiği fikirlere
göre açıklamaz, fikirlerinin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar. Bu yüzden de, bütün
bilinç biçimlerinin ve ürünlerinin zihinsel eleştirisi sayesinde, özbilince indirgemeyle
çözümlenemeyecekleri, ama bu idealist saçmalıkları doğuran somut toplumsal ilişkilerin
pratik olarak devrilmesiyle yok olabilecekleri sonucuna varır. Burada eleştirilen
özellikle Hegel’in tarih anlayışıdır. Marx’a göre, tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki
teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir. Bu tarih anlayışı, tarihin sonunun,
“tinin tini” olarak “özbilinç”te erimek olmadığını, ama her evrede, maddi bir sonucun
bulunduğunu gösterir (Marx 2004: 68).
Dinçer’e göre, Marx’ın tarih anlayışında toplumsal değişmeler üretim ilişkilerinde
ortaya çıkan değişmelerle açıklanır ve bu ilişkilerin değişmesindeki etken olarak da,
sınıflar arasındaki savaş gösterilir (Dinçer 1991: 36). Marx egemen düşüncelerin bir
sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerin ifadesi olduğunu belirtir. Egemen sınıfı meydana
getiren bireyler, başka şeyler yanında, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak
düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün
genişliğince belirledikçe, elbette ki, sınıflarının bütününe egemendirler ve onların
düşünceleri, çağlarının egemen düşünceleridir (Marx 2004: 75). Löwith’e göre, Marx’ın
istediği şey, Hegel’in tersine, devletin mutlak örgütlenmesindeki çelişkiyi korumak
değil, hiç bir biçimde çelişmeyen bir toplumda çelişkilerin varolmadığını göstermektir
(Löwith 1999: 121).
Bununla birlikte, Marx yabancılaşmanın Proleter bir devrimle başlayıp komünist bir
toplumla son bulacak bir süreçten sonra tam anlamıyla aşılabileceğini düşünür (Kızıltan
1986: 35). Ancak bu yabancılaşmayı sadece emek sermaye çelişkisi bağlamında
düşünmekten kaynaklanıyor. Oysa çağımız yabancılaşmanın sadece bu boyutuyla
26
düşünülemeyeceğini, bu sorunun çözülmesi halinde de yabancılaşmanın süreceğini bize
göstermiştir.8
Öte yandan, Marx, kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim
koşullarını incelediğini söyler. İngiltere bu koşulların zemin bulduğu yer olmuştur.
Marx’a sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan ülkeye ancak
kendi geleceğinin imgesini gösterebilir (Marx 1997: 16-17). Marx, işçilerin vatanı
olmadığını burjuvazinin gelişmesiyle halklar arasındaki ulusal farkın gittikçe azaldığını
söyler. Proleteryanın egemenliğinde ise bu farklar büyük bir hızla yok olacaktır. Bir
bireyin sömürülmesine son verildiği ölçüde bir ulusun başka bir ulusu sömürmesine de
son verilecektir (Marx 1998: 135).
Marx, kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrimci bir
dönüşümün yer aldığı bir dönemden söz eder; “bu dönemde devlet, proleteryanın
devrimci diktatörlüğünden başka bir biçim alamaz” (Marx 2002:39). Bu bağlamda,
sosyalizm, Marx’a göre, insanın olumlu şekilde kendi bilincine varışıdır; komünizm ise,
olumsuzlamanın olumsuzlaması –yani bir olumlama- olarak insanın kurtuluşu ve
iyileşmesi sürecinde tarihi gelişmenin bir sonraki aşaması için zorunlu olan evredir.
(Marx 1998: 142). Bu noktada Marx, komünizmin, tarihin çözülmüş bilmecesi
olduğunu söyler. Ona göre, özel mülkiyetin olumlu şekilde aşılması, yani insani öze,
insani hayata, nesnel insana ve insan başarılarına, insan tarafından ve insan için duyusal
şekilde sahip çıkılması, dolaysız ve tek yanlı bir doyum olarak anlaşılmamalıdır. Söz
konusu olan sadece sahip olma değildir. Burada insan tümel özüne tümel bir tarzda,
yani, bütün bir insan(lık) olarak sahip çıkar (Marx 2000: 112-115). Marx, komünist
devrimle birlikte geleneksel mülkiyet ilişkilerinden radikal bir kopuşun
gerçekleşeceğini iddia eder.9 Ona göre, herkesin, bir işte çalışmaya olanak tanımayan
bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin hoşuna giden çalışma alanında kendini
geliştirdiği komünist toplumda, toplum genel üretimi düzenler ve isteyen istediği işte
çalışma imkanına sahip olur (Marx 2004: 60). Bu bağlamda, Marx, “özgürlük
8 Bu konuda yapılmış ayrıntılı bir çalışma için bakınız; Güven Savaş Kızıltan, Çağımızda Yabancılaşma
Sorunu, Metis Yayınları, İstanbul 1986. 9 Marx ileriki dönemlerde proleter bir devrimin olanaklı olduğu görüşünden vazgeçmiş değildir. Bu bağlamda görüşlerinde tam bir tutarlık vardır. Özellikle Kapital’e farklı bir gözle bakanların Manifesto ve 1844 Elyazmaları ile arasındaki sürekliliği gözden kaçırmamaları gerekir.
27
cenneti”nin ancak zorunluluk olduğunu ve dış amaçların zoruyla yürütülen angaryanın
sona erdiği yerde başladığını; bundan dolayı da, maddi üretim alanının dışında kaldığını
söyler (Marx 1990: 720).
I.3. AKIL TEHDİT ALTINDA: NIETZSCHE VE FREUD
1.3.1. Nietzsche’nin Güç/İktidar Sorununa Getirdiği Çözüm: Hakikat İstemi
Olarak Güç/İktidar İstemi
Nietzsche’nin çağında -tabii ki Avrupa’da- hakim olan değerlendirme tarzı Hıristiyan
ahlâkının değerlendirme tarzıdır. Bu nedenle, Nietzsche, Hıristiyan ahlâkını ve bu
ahlâkın değerlendirme tarzını eleştirir. Ama buradan yanlış bir sonuca varılıp
Nietzsche’nin sadece Hıristiyan ahlâkını eleştirdiği düşünülmemelidir. Dünyada varolan
çeşitli ahlâklar arasında birçok farklılıklar olmakla birlikte, Nietzsche, bunların
hepsinde ortak yönler de görmektedir. Nitekim onun Budist ahlâka yönelttiği eleştiriler
de çok anlamlıdır. Çünkü belirli ayrımları olsa da, bu ahlâklar ve onlara dayanarak
yapılan değerlendirmeler hemen her yerde görülür ve bazı ortak özellikler sergilerler.
Aslında o, Hıristiyan ahlâkı örneğinde, belirli nitelikleri taşıyan her türlü ahlâkı eleştirir.
Bu bağlamda, çağının bir “değer”i olarak dinin yerini alan çağındaki bilim anlayışını da
eleştirir. Çünkü, sanıldığının aksine, bilimde de bir başka ahlâksal değerlendirme söz
konusudur. Ahlâksal değerlendirme ise bir yorumlama yoludur. Ona göre ahlâka dayalı
değerlendirme, yani ahlâksal yorum bir çözülme içerisindedir.
Nietzsche, “amaç” (Zweck), “birlik” (Einheit) veya “hakikat” (Wahrheit) kavramlarıyla,
dünyanın artık daha fazla yorumlanamadığının görülmesinden sonra, onun bizim için
değersiz olmaya başladığını kabul ettiğimizi söyler (Nietzsche 1968: 13; 20)10. Ancak
bu kavramları, kategorileri bir yana bırakabilir miyiz? Nietzsche’nin bu soruya yanıtı
olumsuz olacaktır. Öyleyse bu kategorileri, özellikle de “hakikat”i, doğru bir zemine
oturtmak gerekmektedir.
10 Yararlanılan Almanca basımda baskı tarihi verilmediği için -sık sık başvurulan- İngilizce çevirisinin basım tarihi ve ayrıca her iki kitabın da -önce İngilizce çevirisinin sonra Almanca basımın olmak üzere- sayfa numaraları verilmiştir.
28
Nietzsche’ye göre, ahlâklılığın bakış açısından bu dünya yanılgıdır ve ahlâkçının
dayandığı şey artık ahlâksal içgüdüler yerine çöküntü içgüdüleridir. Bu şekilde, çöküntü
içgüdüleri (Instinkte der décadence), ahlâkçılar aracılığıyla, güçlü soylar ve çağların
içgüdüsel ahlâklılığına egemen olmak ister (Nietzsche 1968: 228; 298). Ahlâkın yaptığı
şey, psikolojik sorunlarda büyük bir yıkıma yol açan bu hakiki güdüleri inkar etmekti.
Bu nedenle kendini aşmanın bir yolu olarak, ahlâkın, yani Hıristiyan ahlâkının yıkılması
gerekmektedir (Nietzsche 2001: 27).
Bu bağlamda Nietzsche, ahlâksal yorumu “hakikat” kavramıyla bağlantısı içerisinde ele
alır. Ahlâka dayalı hakikat görüşü, kendisini hakikat konusunda mutlak ve tek otorite
olarak gördüğünden, Nietzsche, ahlâka dayalı bu hakikat görüşüne karşı, kendisi başka
bir hakikat görüşü ortaya koyar; bu da “perspektifli hakikat”tir. Mutlak hakikat görüşü
ise, Nietzsche’nin kabul edemeyeceği bir şeydir. “Hakikat, algılanan şeylerin/
duyumların çeşitliliğine (das Vielerlei der Sensationen) egemen olmayı istemektir:-
fenomenleri kategorilere dizmektir” (Nietzsche 1968: 280; 363). Kuçuradi’ye göre bu,
sonuçta bir insan başarısı olan, olup bitene ilişkin bir bilgi, bir hakikat oluşturmak
demektir (Kuçuradi 1995: 118). Nietzsche, hakikat isteminin, ahlâka dayalı mutlak
hakikat görüşünü aşmayı da beraberinde getireceğini söyler. Böylece ahlâka dayalı
değerlendirmeler ve bu değerlendirmelere bağlı olan mutlak hakikat görüşü ortadan
kalkacaktır.
Nietzsche’ye göre, bütün değerlendirmeler, bir kişiyi, bir topluluğu, bir rejimi, bir ulusu,
bir inancı, bir kültürü korumak için, belirli bir perspektiften yapılır. Bu nedenle, akla
sonsuz güvenin ve özne, öznitelik gibi ebedi akıl hakikatlerine inanmanın, aslında,
şeylerin kendisine dair bir bilgi veremeyeceği ortaya çıkar. Ona göre, “akılsal düşünme
(das vernünftige Denken) kurtulamadığımız bir şemaya göre yorumlamadır” (Nietzsche
1968: 283; 367).
Öte yandan, Nietzsche, aklın kategorilerini ve mantığı, hakikati ya da realiteyi
yargılamanın temeli olarak görmekle büyük bir yanılgı içerisine düşüldüğünü söyler.
Ona göre, değişmeyen ve bizden bağımsız olarak varolan olgular yoktur; her şey sürekli
29
değişim içindedir, bu nedenle kavranamaz, ele geçirilemezdir. Olgular üzerine yapılan
değerlendirmeler de bizim yorumlarımızdır. Pozitivist olan biri her şeyin öznel
olduğunu söylese de, Nietzsche bunun da bir yorum olduğunu belirtir. Bu bağlamda,
özne de verili bir şey değildir; orada olanın arkasına saklanmış, “icat edilmiş”,
tasarlanmış, özellikle uydurulmuş bir şeydir. Sonuç olarak, yorumun arkasında bir
yorum konumlamak, aslında, bir kurgulama, bir “icat etme”dir (Nietzsche 1968: 267;
345-6). Bu nedenle, dünyanın, mevcut yorumlarından başka türlü yorumları da
yapılabilir. Dünyanın arkasında tek değil, fakat sayısız anlam vardır. O buna
“perspektivizm” der (Nietzsche 1968: 481; 346). Biz, dünyayı ihtiyaçlarımıza göre
yorumlarız; ve bu ihtiyaçlarımıza bağlı olan anlamı destekleriz ya da ona karşı çıkarız.
Dolayısıyla, yapılan bu yorumlara bağlı olarak, dünya hakkında bir bilgi oluştururuz.
Nietzsche, “bilgi” sözcüğünün herhangi bir anlama sahip olması ölçüsünde, dünyanın
bilinebileceğini söyler.
Nietzsche için “gerçek/hakiki dünya”ya inanmak, insanın tamamen görünüş ya da
yanılsama olarak kabul ettiği bu dünyadan başka bir dünyaya ait “hakiki/gerçek varlık”a
inanmak demektir (Clark 2001: 71). Öyleyse bu “hakiki/gerçek dünya” düşüncesi
aşılmalıdır; çünkü bir işe yaramamaktadır. Böylece biz, gerçek dünyayı yıktığımızda
görünen dünyayı da yok ederiz. Görünen dünya, bizim yorumumuza göre seçilen bir
dünyadır. Bu yüzden, görünüşün karakterini de perspektif belirler; perspektif yok
olduktan sonra da geride bir dünya kalmaz. “Her güç merkezi (Kraftcentrum) kendinin
dışında kalan her şeye yönelik bir perspektife sahiptir, yani onun kendi tümüyle belirli
bir değerlendirmeye (Werthung), eylem tarzına ve direnme tarzına sahiptir. “Görünen
dünya” (“scheinbare Welt”), bu yüzden, bir merkezden kaynaklanan, dünyadaki özel bir
eylem tarzına indirgenir” (Nietzsche 1968: 305; 396). Nietzsche, gerçek ve görünen
dünya ayrımının saf bir kurgudan oluştuğunu iddia eder. Clark’a göre, Nietzsche’nin
kalıcı bir şeyin olduğunu söylemenin gerçekliği yanlışladığı fikrini öne sürmesinin
altında yatan en temel varsayım, onun duyumun çokluğuyla gerçekliği
özdeşleştirmesidir (Clark 2001: 82). Bu nedenle görünüş ve gerçek olan birbirinden ayrı
ele alınmamalıdır.
30
Bununla birlikte, Nietzsche’ye göre, olan biteni olduğu gibi aktaran değil, olan biteni
yorumlayan filozof eksiktir. (Marx ise olan biteni yorumlayan değil, dönüşüme uğratan
kişinin/filozofun eksik olduğunu söylemekteydi.) Yapılanı dar bir perspektiften
yorumlayan ahlâksal değerlendirmeler belirli psikolojik koşulların belirtisi olan
yorumlamalardır (Nietzsche 1968: 148; 190). Nietzsche, ahlâka dayalı yorumların bir
kabulü olarak gördüğü ahlâksal fenomenlerin olduğuna yönelik görüşü eleştirir ve şöyle
der: “Ahlâki olgular diye bir şey yoktur. Ahlâki yargı da dinsel yargı gibi aslında
olmayan gerçekliklere dayanıyor. Ahlâk yalnızca belirli fenomenlerin bir yorumudur,
daha kesin konuşmak gerekirse, yanlış bir yorumudur” (Nietzsche 2000: 47). Yani olan
bitene değer veren ve olan biteni değerlendiren ve yorumlayan insandır. Nietzsche için
yorumdan ve öznellikten bağımsız bir varoluşa sahip şeylerin olduğu savı yararsızdır.
Yorumdan ve öznellikten bağımsız bir varoluşa sahip şeylerin olduğu görüşü, yorum ve
öznelliğin zorunlu olmadığını, bütün ilişkilerden bağımsız bir şeyin yine de olacağını
varsayar. Bu nedenle o, “olaylar hakkında iyi şeyler düşünebilmem için uzak
perspektiflere ihtiyacım var” (Nietzsche 1997: 485) der.
Nietzsche’nin, yorumların ya da bilginin perspektifliliği hakkında konuştuğu zaman
verdiği örnekler ve yaptığı analojiler birbirinden oldukça farklıdır; ve bunlar çoğunlukla
da iki türlüdür: Açıkça uzaya ait olanın, görsel olanın, algının perspektifli yapısı; ve
ilgileri, değerlendirmeleri ya da duygusal ilişkileri farklı bir şekilde adlandırmayla ilgili
perspektifli dünya (Poellner 2001: 87). Böylece, perspektiflikle dünyanın perspektifli
yapısı arasında bir ilgi kurulur. Dünyanın değeri ise yorumlarımızda yatar; bu yorumlar,
yaşamda, yani güç isteminde, güç istemi için, sağlam kalabildiğimiz perspektifli
değerlendirmelerle olur. İnsanın her yükselişi daha sığ yorumların üstesinden gelmeye
götürür; her güçlenme ve gücün yükselişi yeni perspektifler açar, bu da yeni ufuklara
inanmak demektir.
Öte yandan, Nietzsche’nin mutlak hakikat düşüncesine temel itirazı, bu düşüncenin,
büyük kişilerin gelişmesi üzerinde, ortalama insanın, sürü insanının ilgilerini
yükseltmeye hizmet etmesidir (Gemes 2001: 49). Nietzsche’ye göre, bütün
değerlendirmeler sadece bir kişinin istemesine hizmet eden sonuçlar ve dar
31
perspektiflerdir. Değerlendirmenin kendisi ise, sadece bir güç istemidir (Nietzsche
1968: 356; 462).
Bilginin bir güç aracı işlevini gördüğünü belirten Nietzsche, bilgi arzusunun ölçüsünün,
güç isteminin bir türdeki büyüme ölçüsüne bağlı olduğunu ifade eder. Bu tür, gerçeklik
üzerinde hakimiyet kurabilmek için, gerçekliğin belirli bir miktarını ele geçirir. O,
bilginin güç aracı olduğunu göremeyenlere, ve hakikatle realitenin, hakikatle bilginin
farklı şeyler olduğunu savunan görüşlere de şiddetle karşı çıkar.
“Nietzsche için bilgiyle hakikat ve hakikatle realite aynı anlama gelen sözlerdir. Hakikatle bilginin aynı şey olduğu anlayışı, ‘kendi başına varlığı kabul edenlere’ karşı; hakikatin realiteyle aynı şey olarak görülmesi pozitivistlere karşı; bilginin insan hayatı için taşıdığı değer bakımından kavranılışı ise, bilgi teoricilerine karşı bilginin yeni bir değerlendirilmesidir” (Kuçuradi 1995: 117).
Nietzsche, eğer bir düşünce bir kimse için doğruysa her zaman herkes için doğrudur
şeklindeki bir mutlak hakikat kavrayışına karşı çıkar (Gemes 2001: 48). O, hakikatin, o
olmaksızın insanın yaşayamayacağı bir çeşit yanılgı olduğunu söyler. Ona göre,
hakikat, yeni bir şey söyleninceye kadar kabul edilen şeydir. “Hakikati istemek,
sağlamlaşmaktır (Fest-machen), hakiki ve sağlam olmaktır (Wahr-Dauerhaft-machen),
şeylerin yanlış karekterine son vermektir, varolanların (Seiende) yeniden yorumudur”
(Nietzsche 1968: 298; 387). Nietzsche’ye göre, hakikat, varolan ve bulunacak,
keşfedilecek bir şey değil, yaratılacak bir şeydir, bu da sonu olmayan bir süreçtir.
Bununla birlikte, hakikat “güç istemi”nin dile getirilmesidir. Ama bu güç istemi,
hakikatin kendisinin bir güç olduğu anlamına gelmez. Hakikatin ise güce gereksinimi
vardır. Hakikatin kendisi, her ne kadar aydınlanma düşünürleri bunun tersini söyleseler
de, Nietzsche için, aslında, hiçbir şekilde güç değildir. Daha çok gücü yanına çekmek ya
da kendisi gücün yanına geçmek zorundadır; yoksa tekrar tekrar yok olur. Bilmek ise,
kişinin kendisinin bir şey kurması demektir, yani kendimizin bir şeyle bağlanmış
olmamız ve aynı şekilde bizim o şeyi bağlamamız demektir. Bilmek, aynı zamanda, bir
tespit etme, kurulan bağların farkına varmaktır. Bu nedenle, Nietzsche’ye göre, bilgi,
yorumlama (Auslegung) ve anlam ile doldurmadır. O hiçbir zaman bir “açıklama”
(Erklärung) değildir. Artık bir şey ifade etmeyen eski bir yorumlama üstüne bir
32
yorumlamadır. (Nietzsche 1968:327; 424) Dolayısıyla hakikat de bir şekilde anlam ile
doldurmadır.
Nietzsche, perspektiflikle herkesin her şeyi istediği gibi söyleyebileceği bir zemini
tasarımlar. Onun yapmak istediği, daha çok, varolana, dünyaya, hayata, ilişkin farklı
bakış açılarının olabileceğini ve bu bakış açılarının da realitenin, olan-bitenin kendisini
doğru bir şekilde yansıtması gerektiğini; yani realiteye, olan-bitene ilişkin yanlış
yorumlar olabildiği kadar doğru/sağlam yorumların da olabileceğini göstermektir. Bu
bağlamda perspektifli bilgi ya da perspektifli hakikat de, realitenin, olan-bitenin
kendisinin bağlantısal bir yorumunu yapmak; realiteyi, olan-biteni bağlantısal bir
şekilde kavramak demektir. Ancak bu kavrayışın kendisi de belli bir perspektiften
yapılır. Bu, “doğru/sağlam” yorumların da her zaman bir “hata payı”nı kendisinde
taşıdığı anlamına gelir.
1.3.2. Freud’un Çalışmaları: Bilince Karşı Bilinçdışının Keşfinde Rüyaların Rolü
ve Cinsellikle İlişkisi
Rüyaları yorumlarken, cinsellik ile bilinçdışı arasındaki ilişkiyi inceleyen Freud,
rüyaların temelde bir isteği doyurma işlevi gördüğünü söyler. Ona göre, tüm rüyaların
bir anlamı vardır ve tuhaflıkları anlamlarının dışavurumunda yapılmış olan çarpıtmalara
bağlıdır. Uyandıktan sonra anımsadığımız biçimiyle rüyayı onun görünür içeriği olarak
tanımlayan Freud, yorumlama sürecinde, görünür içeriğin ardında saklı yatan ve onun
tarafından temsil edilen gizli rüya düşüncelerine ulaşıldığını belirtir. Gizli rüya
düşüncelerini rüyanın görünür içeriğine dönüştüren süreç ise rüya-işlemidir; bu rüya-
işlemi, rüya düşüncelerini düşün içeriğinde tanınmaz kılan çarpıtmayı meydana getirir
(Freud 1996b: 36). Rüya-işlemi’nin görevi, yalnızca uykuyu sürdürmektir. Bu nedenle,
rüyalardaki düşünce akışları kendi başlarına çok çeşitli zihinsel işlevlerin amaçlarına
hizmet edebilirler. Rüya-işlemi, rüyalardaki düşünce akışlarından doğan bir isteği
gerçekte olmuş gibi varsayarak görevini yerine getirir.
33
Öte yandan, bir rüyayı yorumladığımız zaman yalnızca belli bir düşünce içeriğini, yani
gizli rüya düşüncelerini, rüyaların dilinden bizim uyanıklık dilimize çevirmiş oluruz.
Rüyalar büyük oranda çocukluk yaşantılarının izlerini taşırlar. Rüya-dilinin özelliği,
rüya görenin çağrışımlarına başvurmadan rüya içeriğini bir ölçüye kadar çevirmemize
olanak sağlayan, aşırı sıklıkta simge kullanılmasıdır. Bu simgeler, resimlerdeki
benzerlikler gibi, açık benzerliklere dayalı genellikler ve benzeşmelerdir. Dolayısıyla,
bu simgesel anlatımların yorumlanması ve açık kılınması gerekmektedir. Rüyalarda
doğrudan değil de simgesel olarak temsil edilenler, öncelikli olarak, cinsel organlar ve
cinsel etkinliklerdir (Freud 1996a: 12). Rüya işleminin incelenmesi bize bilinçdışındaki
süreçlerin önemli olduğu kadar dikkat çekici de olan başka özelliklerinin olduğunu da
gösterir. Gizli rüya düşüncesini görünür rüya içeriğine dönüştüren ve rüya işlemi olarak
bilinen bir sürecin incelenmesi bilinçdışı zihinsel yaşama ilişkin olarak bilinenlerin
önemli bir kısmını ortaya koymuştur.
Felsefecilerin bilinçdışı bir zihni saçmalık, kendi içinde bir çelişki olarak gördüklerini
belirten Freud, onların ruhsal bir şeyin bilinçdışı olmasını ve bilinçdışı bir zihni kabul
etmemelerini ciddiye almanın zor olduğunu belirtir. Freud’a göre, tartışmayı ileri
götürmeye ve ondan kişinin kendi gizli süreçlerinin gerçekte ikinci bir “bilince” ait
olduğu sonucunu çıkarmaya çalışan herkes, kişinin hakkında hiçbir şey bilmediği bir
“bilinçdışı bilinç” kavramıyla karşılaşacaktır (Freud 2000: 211-2). Bu nedenle,
Freud’un bilinçdışında bir ayrım yaparak onu bilinçöncesi ve asıl bilinçdışı olarak ikiye
ayırmasını açıklamak gerekmektedir. Bunun, malzemenin ele alınışını kolaylaştırmak
üzere planlanan savlarla deneyimin doğrudan ifadesi olan kuramları tamamlamak için
elverişli bir yol ortaya çıkardığı belirtilmelidir. Bu noktada bilinçdışı ile cinsellik
arasında nasıl bir bağ kurulduğunu görmek konunun ele alınışı bakımından uygun
olacaktır.
Öte yandan, Freud, insanın ruhsal yapısının bilgisine insanoğlunun bireysel
gelişimlerinin incelenerek ulaşıldığını belirtir. Bu ruhsal yapı ya da öğelerin en eskisine
İd adını veren Freud, İd’in kalıtım yoluyla elde edilmiş, doğumda var olan, yapıda
gizlenmiş olan her şeyi, dolayısıyla, her şeyin ötesinde, bedensel örgütlenmeden doğan
ve ruhsal ifadesini bilmediğimiz kalıpların, İd’de bulunan içgüdüleri içerdiğini belirtir.
34
Dış dünyanın etkisiyle İd’in bir kesimi özel bir gelişimden geçer. Başlangıçta uyaranlar
alacak organlar ve uyaranlara karşı koruyucu bir kalkan olarak davranmak üzere
düzenlenen bu katmandan İd ile dış dünya arasında bir arabulucu olarak iş gören özel
bir örgütlenme doğar. Freud, aklın bu bölgesine, yani bu örgütlenmeye Ego adını verir.
Kendini koruma görevi Ego’ya aittir. Ego’nun etkinliği sırasında uyaranlar tarafından
üretilen gerilimlerin içeride mi yoksa dışarıdan mı geldiğinin değerlendirilmesi yapılır.
Bu gerilimlerin yükselmesi genelde hazsızlık, azalması ise haz olarak duyumsanır.
Ancak, Freud’a göre, haz ya da hazsızlık olarak duyumsanan şeyin bu gerilimin mutlak
ölçeği yerine ondaki değişimlerin ritmindeki bir şey olması da olasıdır.
Bununla birlikte, insanın anne ve babasına bağımlı olarak yaşadığı uzun çocukluk
dönemi boyunca bir tortu olarak Ego’sunda ebeveyn etkinin uzatıldığı özel bir öğe
oluşumu vardır. Bu öğeye Süper-ego adını veren Freud, onun, Ego’dan ayrıldığı ya da
ona karşı koyduğu sürece, Ego’nun hesaba katması gereken üçüncü bir gücü
oluşturduğunu ifade eder. Tüm temel farklılıklarına karşın İd ve Süper-ego’nun ortak
bir şeye sahip olduğu gözlenir. Ego temelde bireyin rastlantısal ve güncel olaylara
dayalı olan kendi deneyimiyle belirlenmişken, İd kalıtımın etkisini, Süper-ego da
özellikle diğer insanlardan alınmış etkileri temsil etmektedir (Freud 2000: 370). İd’in
gereksinimlerinin oluşturduğu gerilimlerin ardında varolduğunu varsaydığımız güçler
içgüdüler olarak adlandırılır ve aklın üzerindeki bedensel istemleri temsil ederler.
İçgüdüler, yer değiştirmeyle amaçlarını değiştirebilirler ve birbirlerinin yerlerini alırlar.
İki temel içgüdünün varlığını kabul eden Freud bunlara “Eros” ve “yıkıcı içgüdü” der
(Freud 2002: 366-8). Freud bu temel içgüdüleri aklın herhangi bir kısmıyla sınırlı
tutmaz; onlarla aklın her kısmında karşılaşmak mümkündür. Yıkıcı içgüdüdeki enerjiyi,
Libido gibi bir terimle adlandırmak olanaksızdır. Freud Libidonun İd ve Süper-ego’daki
tutumu hakkında bir şey söylemenin güç olduğunu dile getirir (Freud 2000: 374). Freud
cinsel içgüdülerin enerjisine libido adını verir. Zihinsel yaşamda önemli bir rol oynayan
bir nesneye ulaşma süreci libido örgütlenmesiyle yan yana gerçekleşir (Freud 2000:
215-7).
Öte yandan, Freud’a göre, bilinç olarak adlandırılan şey felsefecilerin ve güncel görüşün
bilinçlilik anlayışıyla aynı şeydir. Ruhsal olan bir diğeri ise “bilinçdışı”dır. Ancak Freud
35
daha sonra bu bilinçdışında önemli bir ayrım daha yapar. Bazı süreçler kolaylıkla
bilinçli hale gelmektedir. Bunlar daha sonra bilinçli olmaya son verebilirler, ama bir kez
daha kolaylıkla bilinçli hale gelebilir, yeniden canlandırılabilir ya da anımsanabilirler.
Bu şekilde bilinçdışı durumu kolaylıkla bilinçli olanla değiştirebilen bilinçdışı bir şeyi
Freud genellikle bilinçli hale gelmeye yatkın ya da bilinçöncesi olarak adlandırır. Öte
yandan, bilinçli hale gelmeye kolayca erişemeyen ama çıkarılması, tanınması ve bilinçli
şekle çevrilmesi gereken başka ruhsal süreçler ve ruhsal malzemeler vardır. Bu tür
malzemelere Freud gerçek bilinçdışı der (Freud 2002: 339-40). Böylece ruhsal
süreçlerin bilinçli, bilinçöncesi ya da bilinçdışı olmak üzere üç niteliği olduğu görülür.
Ancak bu üç malzeme sınıfı arasında yapılan ayrım ne mutlak ne de kalıcıdır.
Bilinçöncesi hiçbir yardımımız olmadan bilinçli hale gelebilir, bilinçdışı olan
çabalarımızla bilinçli kılınabilir ve sıklıkla son derece güçlü dirençleri aşıyor
olduğumuz duygusuna kapılabilir. Genellikle bilinçdışı olan bir malzeme kendisini
bilinçöncesi malzemeye dönüştürebilir ve sonra bilinçli hale gelebilir. Bundan belli iç
dirençlerin sürdürülmesinin normalliğin bir olmazsa olmazı olduğu anlaşılır. (Freud
2000:343; 2002:384)
Her şeyden çok düşünce süreçlerini içeren Ego’nun içinin bilinçöncesi olma niteliği
olduğunu söyleyen Freud’a göre, bu, Ego’nun özelliğidir ve yalnızca ona aittir. Buna
karşılık İd’deki tek belirgin nitelik bilinçdışı olmaktır. İd ile bilinçdışı, Ego ile
bilinçöncesi kadar yakından ilişkilidir. Bireyin gelişimsel tarihine ve ruhsal aygıtına
bakılırsa İd’de olan önemli bir fark görülebilir. Buna göre başlangıçta her şey İd’dir ve
Ego dış dünyanın sürekli etkisiyle İd’den gelişmiştir. Bu gelişim sırasında İd’in belli
içerikleri, bilinçöncesi duruma dönüştürülmüş ve böylece Ego’ya alınmıştır. Bunların
dışında kalan içerikler onun güçlükle erişilebilir çekirdeği olarak, değişmemiş biçimde
İd’de kalır. Ancak, bu gelişim sırasında genç ve güçsüz kalan Ego, içine almış olduğu
malzemenin bir kısmını tekrar bilinçdışı duruma soktuğu ve onları terk ettiği için,
bunlar yalnızca İd’de bir iz bırakırlar. İd’in içeriklerinin bu iki sınıfı arasındaki ayrım,
doğuştan var olan ile Ego’nun gelişimi sırasında edinilmiş olan arasındaki ayrım olarak
ifade edilir (Freud 2000: 386). Bununla birlikte, rüyaların değişmez bir biçimde
36
çatışmanın ürünü ve bir tür uzlaşma yapıları oldukları unutulmamalıdır. Buna göre, İd
için doyurucu olan şey tam da bu nedenle Ego için bir kaygı nedeni olabilir. 11
I.1.3. BİR DEĞERLENDİRME
On yedinci yüzyılda cogito bağlamında akla yapılan vurgu Locke’un zihin araştırması
ile insan-özne’nin zaferini getirmiştir. İnsan artık kendi aklı sayesinde varolan her şeyi
kavrayabilir ve bilebilirdi. Bunda kendisine yardımcı olacak şey, sayılabilirlik ve
hesaplanabilirlik bağlamında matematik ve matematik-fizik’ti. İnsan, böylece, kendi
aklıyla doğaya ait hakikatleri keşfedebilirdi. Tanrısal olanla akılsal olan arasında bir
aykırılık yoktu ve doğanın dili -Tanrı tarafından- matematikle yazılmıştı. Bu dili bilen
hakikatlere de ulaşabilirdi. Aydınlanma döneminde akla duyulan güven zirveye
çıkmıştır. Nasıl ki bilimsel gelişmede bir ilerlemeden söz ediliyordu, aynı şey toplumsal
süreçte de vardı. Bu süreç de daha güzel ve iyi olana doğru gitmekte, insanın
özgürleşeceği ve akılsal olanın egemen olacağı bir aşamaya doğru ilerlemekteydi.
Böylece, insan aklına duyulan güven bağlamında insanlığın özgürleşeceği ve her türlü
hurafeden kurtulacağı bir aşamaya doğru bir ilerleme söyleminin etkisi altında bir
bilgisel etkinlik gerçekleşmiş ve eski bilgisel faaliyet bağlamında gerçekleşen bir iktidar
yapısının yerine başka bir iktidar yapısı hayata geçirilmiştir. Bu da aklın ve akılsal olan
bağlamında bir ilerlemenin gerçekleşeceği söyleminin doğurduğu iktidardır –ve
iktidarın bu bağlamda geliştirdiği bir söylem.
Aydınlanma filozoflarının, doğa üzerine söylenenlerden ve matematik ve fizikteki
gelişmelere bağlı olarak doğanın ölçülebilirliğinden hareketle toplumsal yaşama dair bir
çıkarımda bulunmaları ve toplumsal yaşamın düzenlenebilirliğinin, hesaplanabilirliğinin
yanında devlet örgütlenmesinin de planlanabilirliği düşüncesi, daha sonra, bir toplum
mühendisliği fikrini doğurmuştur. Ancak bu düşünce, sonraki dönemlerde oldukça
şiddetli bir şekilde eleştirilmiştir. Çünkü Aydınlanma filozofları, bilimsel ve teknolojik
gelişmelerdeki ilerlemenin toplumsal yaşamda da bir gelişmeye ve ilerlemeye neden
11 Burada araştırma konumuz bağlamında Süperego üzerinde pek durulmamıştır. Tura’ya göre, Süperego, “temelleri “anal dönemde” atılmak ile birlikte, esas olarak Oidipus döneminin mirasçısıdır.” (Tura 1996: 46)
37
olacağını ve insansal yaşamı gizlerden, efsanelerden ve dinin karanlık noktalarından
kurtaracağını düşünüyorlardı. Bu nokta, Rousseau tarafından daha o dönemde
eleştirilmişti. Ancak, ikinci bölümde de görüleceği gibi, bu konudaki en ciddi
eleştirilerden biri Frankfurt Okulu düşünürlerinden, özellikle de Horkheimer ve
Adorno’dan gelmiştir. Onlara göre Aydınlanma insanları mitoslardan ve karanlıktan
kurtaracak ve özgürleştirecekti; ne var ki daha sonraki süreçte kendisi bir mitosa
dönüştü. Ancak bu konudaki bir diğer önemli eleştiri de Bauman’dan gelir. Bauman,
insanlığın büyüden kurtulma süreci içinde, doğaya egemen olma arzusunun bir ölçüde
koşullandırdığı Aydınlanma projesinin aşırı akılcı biçimde düzenlenen ve kendine
yeterli olan bir toplumsal sürecin gelişmesini olanaklı kıldığını belirtir. Bu da akılcı bir
toplumun oluşması yönünde özgürleşme kadar faşizme de hizmet etmiştir. Bu, tam da
Aydınlanmanın söz ettiği bireyin özgürleşmesi değil, aksine toplumsal yapı içerisinde
tamamen kaybolup gitmesi demektir (Docherty 1995: 35). Bununla birlikte Aydınlanma
düşüncesi ve Aydınlanmanın özgürleşme ideali sonraki dönemler ve filozoflar üzerinde
önemli etkilerde bulunmuştur. İnsanın özgürleşmesi düşüncesi, filozofların ve
düşünürlerin tümel olarak insanlığın özgürleşeceği bir toplumsal yaşam ve devlet -ya da
devletin olmadığı bir toplumsal yaşam- fikrine ulaşmalarında önemli etkiler yapmıştır.
Çünkü bu filozof ve düşünürler, ancak özgürleşmeyle dinsel ve “metafizik” söylemlerin
etkisinden kurtulunacağını ve kişilerin/bireylerin özgür bir üye(si) olarak toplumsal
yaşama katılacaklarını düşünmekteydiler. Onlar tarihte bir “son” olabileceğini, yani
özgürleşmeyle birlikte bambaşka bir döneme geçileceğini ve tarihin de -bir bakıma-
sona ereceğini düşündüler. Bu düşünürlerin en önemlileri Hegel ve Marx’tır.
Hegel, gerek efendi köle çatışması bağlamında ele aldığı Ben’in kendinin bilincine
varması, gerekse bu bilinç(lilik) aracılığıyla kavramsal olanın kendini tarihte açması ve
tarihle örtüşmesi düşüncesi çerçevesinde, modern bilgi kuramının ve Aydınlanmanın
bakış açısının etkisi altındadır. Sonuçta Ben’in kendini, başkasıyla girdiği amansız
mücadeleyle gerçekleştirmesi bir sorun olarak kendini göstermektedir. Her ne kadar,
Hegel’in bir özgür-yurttaşlar-topluluğunun gerçekleşmesini beklediği/istediği bilinse de,
yine de bunun gerçekleşmesinin mümkün olmadığı ortadadır.12 Çünkü Hegel, tarihe bir
12 Hegel kavramla gerçekliğin örtüştüğünü düşünmektedir; ya da daha doğru bir ifadeyle Kavram’ın Mantık’ta ortaya konması gibi, Akıl da kendini tarihte açar. Yani düşüncede olanla gerçeklikte olan birbiriyle örtüşür.
38
“son” nokta koyarak onu anlamaya çalışmıştır. Oysa kendi döneminde yaşananları,
sermayenin yükselişini ve ülkeler arasındaki rekabetin tarihe nasıl bir yön vereceğini
sezememiştir. Yani tarihi bir içerikle birlikte ele almaya çalışsa da sonuç olarak bu
içerik, bazı şeyleri dışarıda bırakmasıyla -ki bu da doğal görünüyor- biçimsel bir
çerçevede kalmıştır. Kurgusal olanla gerçeklik arasındaki kopukluk ihmal edilmiş ve
gerçeklik kavramsal olana indirgenmiştir. Sonuçta tarih sadece bir Avrupa tarihi, dünya
tarihi de Avrupa’nın tarihi demek değildir. Eğer bütüne ilişkin bir çözümleme
yapıyorsanız (ki bu bütün de, bütün bir insanlık tarihidir) her zaman yanılma payını da
hesaba katmalısınız. Çünkü bütün henüz tamamlanmamıştır. Şu andan hareketle tarihin
bütününe ilişkin konuşmak (ki belki bu felsefecinin kaçamadığı yazgısıdır) büyük bir
yarığın da üzerinde olduğumuzun farkında olmak demektir. Dolayısıyla bu yarık da
şimdidir; şimdinin ontolojisini yapmak da, tarihe, felsefi düşünce tarihine düşülen bir
nottan –ama önemli bir nottan- başka bir şey değildir. Aslında Hegel, felsefeye atfettiği
“minervanın baykuşu” nitelemesiyle felsefenin zaten mutlak’ı bir bütün olarak
kavrayamayacağını örtük olarak kabul etmektedir. Çünkü tarih, sadece geçmişin tarihi
değildir; o, geleceğe yazgılıdır. Tarihi kavramaya çalışmak, bu nedenle, onu anlamaktan
ve yorumlamaktan öteye geçemez. Tarihin ilkeleri diye bir şeyden söz etmek de bir
kabulden başka bir şey olamaz. Çünkü, tarihi anlamaya çalışan ve onun üzerine konuşan
felsefeci (tarih felsefecisi), tarihe getirdiği açıklamalardan başka açıklamaların da
olabileceğinin farkında olarak, tarihte sadece tek bir kavrayışın, mutlak bir bilginin
olamayacağını bilmelidir. Her zaman başka kavrayışlar ve bu başka kavrayışların da
birer “hakikat” olduğu görülecektir.
Bununla birlikte, Hegel, hakikate ve tarihe ilişkin söyledikleriyle, kendinden önceki
hakikat ve tarih kavrayışlarını eleştiriye tabi tutsa ve bu hakikat ve tarih görüşleri
çerçevesinde şekillenen söylemler bağlamında iş gören bir iktidarı dönüşüme uğratsa
da, başka bir iktidar yapısına zemin hazırlamakta ve -kendisi bunu istemese de- sonuç
olarak tikel olanı tümel içerisinde eritmektedir. Oysa önemli olan şey, bu tikel öğelerin,
kendi tekilliklerini koruyarak, bütünle -bu bütün de her ne demekse- bir ilişkiye
girmeleridir –yoksa bütünde kaybolmaları değil. Kısacası tarihi tarih yapan bu
39
tikelliklerdir. Bu nedenle tarihi bu tikellikler üzerinden anlamak gerekir. 13 Bu noktada,
Marx, sıkıntıyı fark etse de, başka sorunlarla yüz yüze kalmıştır.
Marx, meşhur Feuerbach üzerine onbirinci tezinde, “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik
biçimlerde yorumladılar,14 sorun onu değiştirmektir” (Marx 2004: 24). demekte ve
bütün praksis düşüncesini de buradan hareketle ortaya koymaktadır. Oysa, filozofların
dünyayı ne ölçüde değiştirdiğine bakmak için Descartes ve Nietzsche’yi düşünmek
yeterli olacaktır. Filozofların “dünyayı” -insan dünyası ve tarih de dahil olmak üzere
dünyayı- yorumladıkları doğrudur. Ancak bu yorumlama basit bir yorumlama etkinliği
değildir. Filozoflar, aynı zamanda, dünyanın, toplumsal yaşamın üzerine inşa edildikleri
değerleri de yorumlar, eleştirir ve dönüşüme uğratırlar.
Öte yandan, Marx, tarihte bir ilerlemenin var olduğu ve bu ilerlemenin de proleter bir
devrim aracılığıyla gerçekleştirilecek komünist bir topluma varacağını söylemekle,
Aydınlanma düşünürlerinin savunduğu ilerleme görüşlerinin etkisindedir.
Aydınlanmanın etkisinde kaldığı bir başka şey de özgürleşmeye, insanın
özgürleşmesine duyduğu derin inançtır (ki bu inanç Hegel’de de vardı ve Marx bu
inancı beslerken Hegel’in etkisindedir).
Edgar Morin’e göre, Aydınlanma filozofları, bir yandan efsaneleri ve boş inançları
yıkan eleştirel bir etkinlikte bulunurken, diğer yandan çağdaş toplumların ideolojilerini
ve efsanelerini geliştirmek gibi ikili bir görev üstelenmişlerdir. Bu şekilde aklın kendisi
13 Bu konu, Adorno ve Foucault’nun düşünceleri incelenirken daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 14 Lukacs Tarih ve Sınıf Bilinci kitabında “at gözlü empirizm olarak” nitelediği görüşü eleştirirken onun her olguda kendince önemli bir şeyler bulduğunu söyler. Ancak Lukacs’a göre o “şunu gözden kaçırır: ne kadar basit de olsa “olguları” sayımlamak, onları yorumlamaksızın yan yana dizmek bile bir “yorumlama”dır. Olgular, daha bu aşamada bile bir teoriye, bir yönteme göre seçilip ona göre kavranmakta; … önce kendi başlarına yaşadıkları ilişkiler bağlamından koparılmakta … ve bir teorinin … bağlamı içine sokulup itilmektedir. Geniş kültürlü oportünistler –her türlü teoriye karşı duydukları derin ve içgüdüsel tiksinmeye rağmen- bu durumu hiç red etmezlik etmiyorlar; ama başvurdukları yöntem doğabilimlerinin yöntemi; yani bilimin, olguların gözlem, soyutlama ve deney v.b. yoluyla damıtma, “damıtık” … olarak saptama ve aralarındaki ilişkileri bu damıtık ve amaç-yoksunu durumlara dayandırma yöntemi! Onlar diyalektik yöntemin zorlama kurgularına karşı işte bu modeli bilginin modeli olarak çıkarıyorlar” (Lukacs 1998: 59). Lukacs’ın burada dile getirdiği diyalektik Hegel’in diyalektiğidir. O buna karşı Marx’ın diyalektiğini savunur. Buna göre diyalektik olguların iç dinamiğini ve birliğini ortaya koyar ve gerçekliğin somut bütününü kavrar -dolayısıyla bu somut bütünün ardındaki yasaları da. Buradaki kavrayış ekonomi temelli bir kavrayıştır (Lukacs 1998: 59-63). Ancak bunun bu şekilde olduğunu söylemek de olguları, gerçekliği yorumlamak olmuyor mu? Çünkü Marx da tarihi politik ekonomi bağlamında yorumluyor. Dolayısıyla her bağlamsal değerlendirme bir perspektiften bakmaktır. Bu da sonuçta –Nietzsche’in dile getirdiği- perspektifli bir yorumdur.
40
efsaneleşmiş ve tanrılaşmıştır. Aydınlanma sonrası aklın yetersizliklerini eleştiren
romantiklere göre insanla doğa arasında organik bir ilişki vardı. Bu şekilde aydınların
hiç durmadan eski efsaneleri çürütüp yerlerine yenilerini yarattıkları bir süreç işlemeye
başlamıştır. Morin’e göre Marx bu durumun en iyi örneklerinden birisi olarak, çağdaş
dünyanın hem en eleştirel hem de en büyük efsanesini yaratmıştır (Morin 1995: 127).
Bu da proleter devrimle insanlığın özgürleşebileceğine duyulan derin inançtır.
Varolan iktidar yapısını, yani kapitalizmin hüküm sürdüğü ve burjuvazinin
egemenliğindeki iktidar yapısını eleştirerek, onu dönüşüme uğratacak bir kuram ortaya
koyan Marx, iktidarı, dikey bir iktidar ilişkisi bağlamında ele alır. Dolayısıyla
proletarya aracılığıyla gerçekleştirilecek devrimle burjuvazinin iktidarı alaşağı edilecek
ve “daha insani” bir yapı kurulacaktır. Ancak bu yapı da herkesin özgür bir şekilde
yaşayacağı bir toplumda ortadan kalkacaktır. Ancak olanlar hiç de böyle olmamış ve
kapitalizm kendini, sürekli olarak mevcut koşullara uydurmuş ve yenilemiştir –ki Marx
kendi çağında da bunun böyle olduğunu görmekteydi.15 Yapılan devrimler -Max’ın
öngördüğü şekilde İngiltere’de değil de başka yerlerde gerçekleşen devrimler- de büyük
oranda bir çözülme yaşamışlardır. Devrimin kılıcı her zaman olduğu gibi devrimin
kendisine dönmüştür. İnsanın yabancılaşması da giderilememiş ve başka bir boyut
kazanarak ve derinleşerek devam etmiştir. Marx bunların gerçekleşmesini istemiyordu
belki, ama insanlar farklı beklentilere sahiptirler ve ilgileri de farklıdır; bu nedenle her
bir insan tekinin her şeyin farkında olarak eylemesi beklenemez. Böylece, kurulacak
iktidar yapıları, ister istemez, birilerinin başkalarının “iyiliği” için, onlar adına karar alıp
hayata geçirecekleri bir yapı olacaktır. İktidarı, sadece, siyasal iktidar bağlamında dikey
olarak şekillenen bir ekonomik ve kurumsal ilişkiler bütünü olarak ele almak, bunun
için, sorunu/sorunları çözmüyor. Sonuçta, bir hakikat söylemi ile ilişkisinde oluşturulan
iktidar yapısı yerini başka bir hakikat söylemi ile ilişkili olan iktidar yapısına bırakıyor.
Nietzsche, Descartes’tan başlayıp Aydınlanma üzerinden Hegel ve Marx’a kadar uzanan
ve akılsallık temelinde işleyen bir bilgi/“hakikat” görüşüne çok ciddi eleştiriler yöneltir.
Ebedi doğruluk, evrensellik, akılsallık, Nietzsche’ye göre, hep uydurulmuş şeyler olarak
varolmuştur. Bunların yanına -bunlarla birlikte düşünülen- mutlak hakikat sayıltısını da
15 Marx, daha o dönemde kapitalizmin krizlerle beslendiğini görüyor ve söylüyordu.
41
koymak gerekir. Nietzsche bunların hep bir güç isteminin kendisini göstermesi
olduğunu söyler. Dolayısıyla hakikatin, hakikat söyleminin kendisi bir güç istemidir.
Çünkü hakikati istemek, beraberinde hakikat çevresinde iş gören ve bir iktidar zemini
oluşturan bir söylemi de getirir. Bu söylem çerçevesinde her şey akılsallaştırılır ve
insanlara ve insan dünyasına nüfuz eder. Hayatın bütün alanlarında görülen güç istemi,
insansal yaşamda bir hakikat istemi ve buna bağlı olarak bir iktidar istemi şeklinde
kendini gösterir.
Öte yandan, modern kavrayışın ve modern politikanın, evrensel uyum ve adaletin
yeryüzünde hayata geçirilebileceği üzerine temellendiğini belirten Nietzsche, “insan
topluluğunu modern politik araçlarla iyileştirmeye yönelik tüm girişimleri beyhude
çabalar olarak görür” (Ansell-Pearson 1998: 90). Bu görüşlerin hepsi de Aydınlanma
düşünürlerinin ilerlemeye duydukları inanç bağlamında şekillenmişti. Nietzsche’ye göre
gerçek bir ilerleme ancak sanatın ve sanatsal yaratının hakim olduğu -Eski Yunan’da
hayat bulmuş- bir kültürel aşamada olabilirdi (Nietzsche 2003b: 24).
Bu bağlamda, değerlerin -özellikle, çağında hakim olan Hıristiyan değerlerin- yeniden
değerlendirilmesi gerektiği bağlamında Nietzsche, mevcut yapıyı yoğun bir eleştiriye
tabi tutar. Bu bağlamda, o, “çekiçle felsefe yapma” ifadesini kullanır. Bu ifadeyle dile
getirdiği şey, Hıristiyan değerleriyle şekillenen ve bu değerlerin her noktasına nüfuz
ettiği Avrupa toplumunun yaşayış biçiminin yeniden gözden geçirilmesi ve dönüşüme
uğratılmasıdır. Bu da, değerlerin yeniden değerlendirilmesiyle, bu işi yapacak kişilerin -
filozofların- çabasıyla gerçekleşecektir. Çekiçle varolan putları parçalayarak yeni
değerler ortaya koymak; bu değerleri ortaya koyarken de mevcut hakikat söylemlerini
ve bu söylemler bağlamında şekillenen iktidar yapılarını yıkmak gerekir. Mutlak
hakikat söylemini eleştirip perspektifli hakikat görüşünü geliştiren Nietzsche,
perspektifi yorumla bağlantısı içerisinde ele alır. Her hakikat söylemi bir yorumu dile
getirir ve başka yorumların da varolabileceğini ima eder.
42
Eğer hakikat istemi bir güç/iktidar istemiyse,16 o zaman güçlü olmak gerekir; bu da,
mevcut bakışlardan başka bir bakış geliştirerek, değer diye sunulan şeyleri yeniden
değerlendirerek olur. Bu değerlendirme etkinliği perspektif sahibi kişiler, yani
filozoflar, yaratıcı insanlar tarafından sürekli olarak yapılmıştır ve yapılacaktır. Bu
bağlamda Nietzsche, yeni değerler levhası yaratmaktan söz eder (Nietzsche 2005: 752).
Ancak değerler levhasını yaratacak ve farklı bir bakış açısı geliştirecek kişilerin ortaya
çıkması sanıldığı kadar kolay değildir. Böyle bir çabayı cinsellik konusunu ele alırken
Freud’da görmekteyiz.
Başlangıçta hastalarını tedavi ederken hipnotizma yöntemini kullanan Freud, daha sonra
bu yöntemi bırakarak, serbest çağrışım yöntemini benimsemiştir. Fancher, serbest
çağrışım yönteminin histeri tedavisinde hipnotizmadan daha etkili olduğunu gördüğü
için Freud’un bu sağaltım yöntemini benimsediğini dile getirmektedir (Fancher 1990:
182). Balogh, Freud’un amacının, bu şekilde, eleştirmenleri tarafından sadece
hastalarıyla konuşmalarına dayanarak bazı sonuçlara ulaştığı suçlamasından kendini
kurtarmak olduğunu söyler (Balogh 1986: 59). Ancak Freud’a göre cinsel duygular
baskılandığı zaman hasta histerik kalıyor ve dolayısıyla bir sağaltım/tedavi söz konusu
olamıyordu. Bu nedenle bu baskılanmanın nedenleri ortaya konmalıydı. Bu konuda
serbest çağrışım yöntemi oldukça kullanışlı görünüyordu (Fancher 1990: 184-5).
Burada hastalardan, ne kadar aptalca olursa olsun, ne kadar müstehcen, yersiz ya da
konuyla ilgisiz görünürse görünsün, akıllarına gelen her şeyi söylemeleri istenir. Bu
önemsiz görünen ipuçları izlenerek hastayı rahatsız eden ruhsal sorunlar ortaya çıkarılır.
Ancak hekim/doktor, her ne kadar, konuşmayla hastaların sorunlarını çözmeye çalışsa
da, yine de, hastanın bazı şeyleri bilmesini istemez. Bu da hasta karşısında hekime özel
bir konum kazandırır (Viereck 1996: 65). Hekimin/Doktorun bu konumu ona hasta
karşısında ve hastanın her zaman kabul ettiği bir iktidar kazandırır. Çünkü hastanın
sağlığıyla ilgili bütün hakikati o bilmektedir. Bu, aynı zamanda, insana dair bir hakikate
de sahip olduğu anlamına gelir. Çünkü doktor hasta ya da hastalar üzerine yaptığı
araştırmalardan hareketle insana dair ipuçları yakaladığını düşünür ve –cinsel gelişme,
bilinç ile bilinçdışı ilişkisi bağlamında- insan hakkında çıkarımlarda bulunur.
16 Nitzsche, bu bağlamda, Deccal’de “güç isteminin eksik olduğu yerde, düşüş vardır” der (Deccal, s.16-7).
43
Öte yandan, Freud, cinselliği, genel olarak anlaşıldığı üzere, cinsel ilişki bağlamında ele
almaz. O, cinselliği –doğumdan ölünceye kadar- yaşamın bütününe yayar. Freud, her ne
kadar, bilince ve cinselliğe yönelik görüşleri sarsıntıya uğratmış olsa da, yine de,
çocukluktan hareketle insanın bütününe ilişkin bir açıklamaya girişmesiyle, insan
dünyasına ve doğasına yönelik bir hakikat, tümel/evrensel bir açıklayıcı bilgi
arayışındadır. Klinik araştırmaları sırasında tekil vakıalar/olgular üzerinde durmasına
rağmen, bu tekil örneklerden -ama özellikle de kendisinden, kendi yaşadıklarından-
hareketle bütün insan dünyasına yayılan bir açıklama yapmaya çalışmıştır. Bu
çalışmasıyla o, çocukluk yıllarında yaşananların insanın daha sonraki süreçlerini
belirlediğini iddia eder. Burada determinist17 bir bakış göze çarpmaktadır. Bu
determinist bakışıyla o, bir bütün olarak insanı çözdüğünü ve anladığını düşünmektedir.
Kendisiyle yapılan bir söyleşide, Freud, yaşamın bitmez tükenmez dertlerinin sona
ereceğini bilmekten hoşnut olduğunu, yaşamımızın bir dizi uzlaşmadan, Ego ve çevresi
arasındaki sonu gelmez bir mücadeleden oluştuğunu söyler (Viereck 1996: 63). Bütün
Ego (Ben) incelemesi ve her şeyi Ego’nun (Ben’in) çevresine yerleştirmesi ve cinselliği
de bu bağlamda ele alması bunu göstermektedir. Freud bütün düşüncesini/kuramını Ben
üzerine oturtur. Amacı, İd ve Süper-ego’dan söz ederken Ben’i yani Ego’yu
temellendirmek ve her şeyi bu Ben’de, Ego’da eritmeye çalışmaktır. Aslında, o, mevcut
bilinç görüşleri bağlamında geliştirilen bir hakikat görüşünü ve bu görüş çerçevesinde
ve doktor-hasta ilişkisi bağlamında oluşturulan iktidar yapısını sarsıntıya uğratırken,
kendi görüşleri bağlamında başka bir hakikati dile getirdiğini iddia etmektedir. Bu
hakikat de beraberinde başka bir söylemin hakimiyetini kurar ve bu söylem bağlamında
başka bir bilimsel/bilgisel faaliyet gerçekleştirilir. Bu da başka bir söylemin iktidarını
kurmaktan başka bir şey değildir. Oysa insanlar oldukça şaşırtıcı davranabilirler. Bu
yüzden, her tek kişiyi kendi özelinde/tekilliğinde ele almak gerekmektedir. Elbette ki bu
tümele ilişkin konuşulamaz demek değildir. Ancak bu konuşmalar her zaman
hata/yanılgı payının/paylarının olabileceğini de göz önünde tutmalıdır.
17 E. H. Carr’a göre, determinizm “… olmuş olan her şeyin neden ya da nedenleri bulunduğu ve neden ya da nedenler değişik olmadıkça farklı (bir şeyin) olamayacağı inancı”dır. Carr şöyle devam ediyor: “Determinizm, tarihin değil bütün insan davranışının bir sorunudur. Eylemlerinin nedeni olmayan ve bu yüzden de belirlenmiş olmayan insan, … toplum dışındaki birey kadar bir soyutlamadır.” (Carr 1993: 110) Böylece Carr tarafından determinizmin sadece tarihte görülmediği, bütün insan yaşantısına ve davranışlarına yayıldığının altı çiziliyor. Freud’u da bu bağlamda ele alabiliriz; zira Freud determinizmi bütün insan davranışlarına yaymaktadır.
44
Bir diğer önemli nokta da, Freud’un, cinsellik kavramı bağlamında, fallus merkezli bir
bakışa sahip olduğudur. Freud, cinsellik kuramını, erkeğin cinsel organı olan fallus’tan
hareketle kurar; dolayısıyla kız çocukların cinsellik gelişimi de bu fallus’un yoksunluğu
çerçevesinde ele alınır. Yani burada cinsellik fallus’a sahip olma ve ondan yoksun olma
bağlamında ele alınmaktadır. Freud’un bu bakışı, zamanının cinselliğe bakışını
sarsıntıya uğratsa da, daha sonraki dönemlerde -özellikle feminist çevrelerden gelecek
olan- yoğun eleştirilere tabi tutulacaktır. Burada, Freud’un, fallus merkezli bir hakikat
görüşüne bağlı olarak bir söylem geliştirdiği söylenmekte ve bunun da bir iktidar
söylemine dönüştüğü vurgulanmaktadır. Üçüncü bölümde görüleceği üzere Foucault, bu
sorunu başkalık deneyimi bağlamında aşmaya çalışmaktadır.
45
II.BÖLÜM: ADORNO’NUN HAKİKAT VE İKTİDAR GÖRÜŞÜ
Mutlak bilinç bilinçsizliktir.
Negativ Dialektik, s. 180, 181 Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.
Minima Moralia, s. 41, 43 Sanat, hakiki olma yalanından kurtarılmış sihirdir.
Minima Moralia, s. 230, 254
Frankfurt Okulu’nun en önemli filozoflarından birisi olan Adorno, bütün bir felsefi
serüveni boyunca, somut ve biricik olanın, tikel olanın peşinde olmuştur. Amacı
tamamen özgül bir yapıya sahip olan bireyi, tikeli tümelin baskısına ve egemenliğine
karşı savunmaktır. Bu konudaki yegane dayanağı, tikel olanın hiçbir standarda
sığmaması ve genellemeye direnmesidir. Bu direnç Adorno’ya umut verir. Adorno’ya
göre, “somut ve özgül olanı koruyan şey onun yinelenemez oluşudur” (Adorno 2003d:
89; 2005: 82). Bu yinelenemezliktir ki tikel olanı genel olanın baskısına karşı dirençli
kılar. Reijen’e göre, Adorno, her şey gerçekte olduğundan farklı olmaya zorlandığından,
varolan her şeyi düşüncenin standartlarıyla ölçmenin çelişkili olduğunu belirtir. (Reijen
1999: 34). Adorno’ya göre düşünme mutlağın standartlarını kendi içerisinden
çıkarabileceğine inandığı için gelişir. Bu bağlamda Adorno, yeni resimler düzeninden
söz eder. Burada hiçbir öğenin diğerlerine önceliği ve onlar üzerinde bir denetimi
yoktur. Adorno -Eleştirel Teori’nin genel kabulü bağlamında-, hakikatin toplumun
dışında değil, onun savunduğu yargıların ve kendisine temel aldığı değerlerin içinde
aranması gerektiğini savunmaktadır.
Adorno’ya göre, bir yanda olguların hakikatinin, öte yanda ise kavramların hakikatinin
bulunduğunu söylemek, hakikat kavramının kendisini çökertmek ve düşünceyi
lekelemektir. Bu bağlamda pozitivizmi eleştiren Adorno’ya göre, pozitivizm karşısında
alınacak tavır ne kendini haklılaştırmak ne de seçkinlik ve farklılık havalarına
bürünmek olmalıdır. Yapılması gereken şey, bilginin eleştirisi yoluyla, bir yanda
46
kavramla öte yanda onu karşılayan şey arasında tam bir örtüşmenin imkânsız olduğunu
göstermektir (Adorno 2003d: 144-5; 2005: 131). Adorno’daki toplumsal eleştiri, aynı
anda bir bilgi teorisi olarak felsefenin eleştirisidir ve bilgi teorisinin eleştirisi de aynı
nedenden ötürü, varolan toplumsal şartların eleştirisidir (Reijen 1999: 66-7). Öte
yandan, felsefi bilginin dili, kavramların ve mantıksal biçimlerin dilidir. Bilgi bir araç
ya da alet olarak dili kullanır (Tiedemann 1997: 130).
Adorno, kavramları bir kez, anlamları gereği ait oldukları teoriden söküp çıkardığımızda
ve sağduyu denen bir düzeye indirgediğimizde, anlamlarını yitirdikleri gibi, önceden
gördükleri işlevleri de göremez olacaklarını belirtir. Bu nedenle kavramlarla gerçeklik
arasındaki yarığı kapatma çabaları boşunadır. Başka şekilde söylersek, kavramların
gerçeklik üzerindeki egemenliğine son vermek gerekir. Bu, kavramlarla iş görmekten
vazgeçmek demek değildir. Söylenmek istenen, kavramların gerçekliği tam anlamıyla
kuşatamayacağı ve gerçekliğin daima tümüyle ele geç(iril)mekten kaçacağıdır. Adorno
daha çok modellerle düşünmekten, gerçekliği resimsel olarak kavramaktan söz eder.
Ancak bu kavrayışın kendisi de gerçeklikle tam örtüşmez; daha çok gerçeklikte olana
karşılık düşmeye çabalar. Kavramlarla gerçeklik arasındaki bu uçurum, ancak sanat
alanında, estetik kavrayış bağlamında, sanat eserlerinin üretiminde görülür. Burada
sanat eseri ile kavram bir bütün olacakmış gibi görünür.
II.1. ADORNO’NUN FELSEFEYİ KAVRAYIŞI
II.1.1. Felsefeyi Yeniden Konumlama Denemesi
İçinde yaşadığımız dünyanın şeyleşmesi ve doğayla insanın bağının kopmasıyla birlikte,
doğaya ait tasarımların, doğaya ve dünyaya ait gerçek deneyimler olarak kabul
edildiğini söyleyen Adorno, felsefenin her şeyi kapsayan bir sistem olma iddiası
gütmemesi gerektiğini belirtir. Bunu yapmakla felsefe, “çılgınca bir aldanmalar dizisine
dönüşme riskine” girer. Bu nedenle, felsefe (ve elbette ki filozoflar) her şeyi bilme
iddiasını terk etmeli ve bütün gerçeği kendi içinde kristalleştirebileceği düşüncesinden
vazgeçmelidir(ler). Adorno, felsefenin, geleneğinden gelen bütün yükü sırtından
47
atabilmeyi, ancak bu şekilde başaracağını belirtir. Ona göre, felsefe, içine düştüğü
aldatmacanın yerine gerçekliği koyabilmeli ve kavramların gerçekliğin yerine
konmasından kendini kurtarmalıdır; gerçeklikle aklın bağını kurabilmesi için,
felsefenin, bir şekilde, bu bedeli ödemesi gerekmektedir. Bunu yapmakla,
“ispatlara dayanan doğrulayıcı tutumdan, kendine yeterli ve tutarlı bir yapı olma niteliğinden kurtulacaktır. Felsefe her şeye yönelik bir sorumluluk duygusu tarafından yönlendirilmemeli, artık Mutlak üzerinde bir hakimiyet kurma iddiasında olmamalıdır, bu tür kavramların hepsinden vazgeçmelidir, aksi takdirde sorumluluk duyduğu şeylere ihanet edecektir; ancak bu arada hakikat kavramının kendisini de kurban etmemelidir. Felsefenin etkinlik alanı bunlar vb çelişkilerdir. Bu çelişkiler ona negatif bir karakter verir” (Adorno 2003b: 186-7).
Bu negatiflik fikri Adorno’nun düşüncesinin temel dayanaklarından birini
oluşturmaktadır.
Öte yandan, Adorno için felsefe bilim olmayı istediği ve bilimi kendi düzeyine çıkardığı
anda, bilimi aydınlatma işini gerçekleştirecekken, felsefi olma özelliğini kaybetmiştir.
Adorno’ya göre, felsefedeki bu bilim olma isteği ve kesinlik arayışı pozitivist bir tutum
olarak görünür. Bu ise olguları şeyleştirme eğilimi bağlamında bütün insani kazanımları
değersizleştirir. “Olguların şeyleştirilmiş maskesine duyduğu takıntılı hayranlıkla,
pozitivizmin kendisi şeyleşme eğilimi göstermektedir. Mitolojiye karşı duyduğu tüm o
düşmanlıkla, pozitivizm mitoloji karşıtı felsefi itkilerini ele verir, insan yapımı tüm
kazanımları değersiz kılar ve bunların değerini kendi insan kaynaklı ölçütlerine
indirger” (Adorno2003b: 191).
Adorno, olgusal olanla kavramsal olanın ontolojide yapay olarak birbirine karıştığını
belirtir; böylece varlık gizlice mutlaklık kazanmıştır. Bu ise, şeyleştirilmiş bilincin bir
ürünü olarak ortaya çıkar;
“çünkü en yukarı taşıdığı kavramlardaki insani unsuru bastırır ve onları birer idol haline getirir. Diyalektikse, dolaysız gibi görünenin “dolayımı” üzerinde durur; dolaysız olanla dolayımlama süreçlerine gereksinim duyanlar arasında her düzeyde bir karşılıklılık bulunması gerektiğinde ısrar eder. Diyalektik üçüncü bir yaklaşım değildir, ama içkin eleştiri yoluyla, felsefi bakış açılarını, kendilerinin ve türdeş bakış açılarının despotizminin üzerinde bir yere taşımaya yönelik bir çabayı temsil eder” (Adorno2003b: 192-3).
48
Felsefenin ödevinin, apaçık gibi görünenle, anlaşılmaz gibi görüneni birbirinden
ayırmak olduğunu ifade eden Adorno’ya göre, işlevi mevcut durumu eleştirmek olan
felsefeyi, kaçınılmazcasına ebedi kılmaya çalışan pratik politikanın yerine koymaya
çalışmamak gerekir.
“Politikanın hedefi, yanlışlığı ortada olan sistemin bütünlüklü bir irdelemesini yapabilecek bir kuruma sahip olmadığı sürece bir lanetin etkisi altında kalmaya devam edecek mantıklı ve olgun bir insanlığın oluşumunu sağlamaktır. Bunun idealizmin ısıtılıp yeniden önümüze getirilmesi anlamına gelmediğini, kişinin toplumsal ve politik gerçeklikler içindeki olguları ve bunların göreli ağırlıklarını kabul etmesi demek olduğunu ayrıca söylemeye gerek duymuyorum” (Adorno 2003b: 195).
Bir kez mutlak gibi görünen felsefenin gerçekleştiği anda kaybolduğu için yaşamaya
devam ettiğini -ki bu onun negatif karakterinden kaynaklanır- söyleyen Adorno, özet
yargının onun sadece dünyayı yorumladığı şeklinde olduğunu, gerçekliğin karşısındaki
çekilmenin de onu kendinde sakat bırakacağını belirtir. Bu nedenle, boşa çıkmış
dünyayı değiştirme teşebbüsünden sonra felsefe aklın bir bozgunculuğu olur. “Belki, o,
pratiğe geçmeyi vaat eden uygun bir yorumdur” (Adorno 1973b: 3; 1975a: 15). Adorno
burada -örtük olarak- Marx’ın Feuerbach üzerine on birinci tezde dile getirdiklerini
eleştirir ve Marx’ın yorum ile pratik ve felsefe ile politika arasındaki bağı ve farkı ihmal
ettiğini belirtir. Bu bağlamda Adorno, bilim idesinin “felsefi yorum olan inceleme”
olduğunu ifade eder. Bunun yanında şu büyük, belki hiç bitmeyen paradoks kalır:
Felsefe sürekli olarak hakikat üzerindeki hakla, her defasında yorumun kesin bir
anahtarına sahip olmaksızın, yorumlama yaparak ilerlemelidir. Hakiki felsefi yorum
sorunun arkasında hazır bulunan ve ısrar eden bir anlamla ilgilenmez, aksine o, “ani ve
bir anlık aydınlatır ve onu aynı anda tüketir” (Adorno 1973a: 334-5).
Jay’e göre, Adorno “Özne-Nesne” metninde çağdaş epistemolojinin kendine özgü -
yanlışının, Descartes’tan bu yana Batı düşüncesinin temel varsayımı olan özne ile
nesnenin radikal bir biçimde ayrı tutulmasından kaynaklandığını belirtir. Bununla
birlikte, özne ile nesneyi birbirinden ayrı görmenin hem gerçek, hem de aldatıcı yanları
vardır. Bilişsel alanda gerçek bir ayrılığı ifade ettiği için gerçektir. Bu, insanın içinde
bulunduğu ikiliği, zordan kaynaklanan bugünkü gelişmeyi dile getirmektedir. Sonuç
olarak, ortaya çıkan bu ayrılık esas durum sayılmadığı ve sihirli bir biçimde, bir
49
değişmezlik biçimine sokulamadığı için aldatıcıdır (Jay 2001: 76-7).
Felsefe için tehlikeden arındırılmış güvenli bir yol olmadığını belirten Adorno,
felsefenin bir sigorta şirketi olmadığını ifade eder –ki bu dile getiriş bazı felsefeciler
tarafından da benimsenir. Adorno’ya göre, somut felsefe yapmada inandırıcılığı elde
etmek için soyutlamanın buz-çölünün içinden geçilmelidir. Negatif bir diyalektik böyle
bir yolu retrospektif olarak gösterir (Adorno 1975a: 9). Felsefe, içeriğinin üstüne
yatmadıkça ve onu zorla kabul ettirmeye kalkmadıkça diyalektik niteliği kendisinde
bulundurur. Aksi halde felsefe mitselleşir. Bu durumdan kurtulmak, yine felsefenin
elindedir. “Felsefenin panzehiri, kavramın büyüsünün bozulmasıdır. Bu, felsefenin
urunun büyümesini, yani felsefenin kendini mutlak yapmasını önler” (Adorno 1975a:
24). Bundan vazgeçmekle felsefe yaşamın kendisini elde eder. Bu, felsefenin karşı
kıyıya, yaşamın alanına geçmesi demektir.
Adorno’ya göre, şimdiye kadar modern çağ baskın felsefi geleneksel düşünme
uğraklarını elemeyi istemiştir. Bu, düşünce bağlamlarını tarihsizleştirmek ve tarihi özel,
olgu toplayıcı bir bilim olarak ele almaktır. Bundan sonra bilginin temeli varsayımsal
olarak dolaysız öznel verileri araştırmak olmuştur. Modern düşünürler, onun tarihsel
boyutunu atmaya çabalarlar. İmgesel, tek boyutlu şimdi bütün içsel anlamın bilişsel
temeli olur. Descartes’ın metodunun kaynakları üzerine otobiyografik ifadeleri ile
Bacon’un idol teorisi arasında bir anlaşma söz konusu olduğunu söyleyen Adorno,
nesnelleşmiş bir mantığın zamansızlığını önemsemek yerine, düşüncede tarihsel olanın
boş inançla eşit sayıldığını belirtir. Ancak bilgi, sağlamlaşan bir nesneleşme yoluyla
kurcalanmaya başlar başlamaz nesneleri tahrif edecektir (Adorno 1973b: 53-4; 1975a:
63).
Öte yandan, Adorno için bilgi teorisi bir köken bulmaya çalışan felsefenin bilimsel
biçimiydi. Bilgi teorisi, mutlak’ı, mutlak ilki özne üzerine refleksiyondan çıkarmak
istedi; fakat, Adorno’ya göre, hiç kimse onu ilkin kendi kavramından çıkaramaz.
Bununla birlikte, bu gibi bir refleksiyon aynı zamanda özdeşliğin zorunluluğunu
sağlamlaştırır (Adorno 1971: 30). Bu bağlamda Adorno, Husserl’i ve Husserl’in
mantığını eleştirir. Adorno’ya göre, Husserlci mantığın çelişkisi doğrudan bir yanılgı
50
olmasıdır. O, kökensel ve kalıtımsal bir idealizmdir (Adorno 1971: 214). Husserlci
mantıktaki ben sınırlanır ve bu şekilde kendini ifade eder; çünkü o doğrudan kendine ait
değildir. Adorno, bilginin ufuk açması için, tikelde uzun süre kalarak benin
yalıtılmışlığını gidermesi gerektiğinden söz eder. Bu ise genelle bir ilişki kurmak
demektir; burada söz konusu olan, bir kapsama ilişkisi değildir. Diyalektik
dolayımlama, daha soyut olana başvurmak anlamına değil, somutun kendi içinde açılıp
çözülmesi anlamına gelir (Adorno 2003d: 82-3; 2005:76-7).
Özdeşlik düşüncesine saldıran Adorno’ya göre, varlık idesi boş bir biçimsel ilkeden
daha fazlası değildir. Ne gerçeğin çokluğu, totalite olarak, varlık (sein) idesinin altına
konabilir; ne de varolan (seiende) idesi gerçekliğin öğelerinden meydana gelir.
“Buradan, felsefe tarihi kendi karnesini çıkarır. İdealizmin bunalımı, hemen felsefi
totalite haklarının bir bunalımını getirir. Otonom ratio/akıl -ki o bütün idealist
sistemlerin teziydi- gerçeklik kavramını ve bütün gerçekliği kendinden hareketle
geliştirmeye yetenekliydi” (Adorno 1973a: 326). Adorno’ya göre, idealizmin
savunduğu bu tez artık geçerliliğini yitirmiştir.
Felsefe, Adorno için, Schönberg’in geleneksel müzikolojide bildirdiği bir deneyimi teyit
etmeye hizmet eder; insan gerçekte ondan bir hareketin nasıl başladığını ve nasıl sona
erdiğini öğrenir, hareketin kendisi ve akışı hakkındaki bir şeyi değil. Analojik olarak
kategorilere indirgenen felsefenin yerine, insan ona, bir anlamda, eldekileri birleştirerek
sahip olacaktır. Onun akışı durmadan bir kendini yenileme olmalıdır (Adorno 1973b:
33; 1975a: 44). Bu yüzden, Adorno için felsefe, zorunlu olarak açıklanamazdır. Eğer bir
açıklama olursa, bu yüzeysel bir açıklama olacaktır.
II.1.2. Özdeşlik ve İdeoloji Eleştirisi
Adorno’nun -Horkheimer ile birlikte- açıkça söylediği gibi, doğa, kendi başına ne iyidir,
ne de kötü. Doğa ile tam bir özdeşleşme ise, sadece dolayımsız bir duruma doğru
gerileme anlamına gelecektir (Jay 1989: 386). Adorno özelinde Eleştirel Teori’nin
ısrarla savunduğu şey, özne ile nesnenin birbirine indirgenemeyeceğidir. Jay’e göre,
51
Frankfurt Okulunun üyeleri arasında ontolojiye ve özdeşlik teorisine karşı belki de en
tutarlı eleştirileri yönelten ve bunlara en şiddetli bir biçimde karşı çıkan Adorno
olmuştur (Jay 1989: 109). Adorno’ya göre, nesneye ilişkin bilgi edinme isteği, öznenin
nesneyi kuşatan örtüyü kaldırıp atma eylemidir. Özne bunu, korkmadan, kendisini kendi
deneyimlerine dayanarak yapabilir. Böylece, özne nesnenin oluşturucusu konumundan
çıkmaktadır. Bu da teori ile pratik arasındaki ilişkiler açısından önemli sonuçlar ortaya
çıkarmaktadır.
Adorno, özdeş belirlenimlerin totalitesinin, geleneksel felsefenin yapmayı istediği
resme, yani a priori yapıya ve onun arkaik formu olan ontolojiye uyduğunu söyler.
Adorno’ya göre, bu yapı, en yalın ifadeyle negatiftir. (Adorno 1973b: 145; 1975a: 148).
Ancak, Adorno, negatifliğin gücünün bugün de gerçek etkisini koruduğunu belirtir.
Öte yandan, Adorno’ya göre, negatif diyalektik, çıkış noktası olarak, özdeşlik
felsefesinin uç kategorilerine bağlanır. Bu nedenle, o, kavradığına karşı bir şey olarak
kalır (Adorno 1973b: 147; 1975a: 150). Adorno, dünyanın yabancı ve öteki/başka
olduğunun altını çizer ve hakimiyet altına alınmak için çok dağınık ve yabancı olan bir
dünyada “öfke olarak idealizm”den söz eder. Ona göre idealizm, insanın egemen aklı
tarafından tutsak edilmeyi reddeden doğal dünyanın saf öfkesine karşı bir öfkedir
(Alford 2004: 132).
Adorno’ya göre, idealizmde, yüksek derecede özdeşlik ilkesi doğrulayıcı bir tözdü.
Özdeşlikte kopula “bu böyledir, başka türlü değil” der. Kopula’nın kendisi için olduğu
sentez eylemi onun başka türlü olamayacağını gösterir –yani başka bir edim yerine
getirilemez. Adorno, istemenin her bir sentezde özdeş olmaya çalıştığını belirtir.
“Düşünmenin a priori bir görevi, düşüncede içkin bir görev olarak özdeşlik pozitif ve
arzu edilebilir gibi görünür: bu nedenle, sentezin substrate’si, Ben ile uzlaşmış olmayı
… savunur” (Adorno 1973b: 147-8; 1975a: 151). Adorno’ya göre, diyalektik çelişki
sadece “dir” değildir; buradaki “dir” söylenmek istenenin dışında konuşulamayacağını
dile getirir. Ancak, diyalektik farklı olmaya çalışır. Felsefenin kendi eleştirisi olarak bu,
diyalektik hareketin felsefi olduğunu söylemektir.
52
Husserl’in verili-olanı şeyselleştirme eğilimi, Adorno’ya göre, gelişkin burjuva
toplumunun Erfahrung’u, yani özgün ve bellek oluşturan yaşam-deneyimini tahrip
etmesi ve, onun yerine, yönetim altına alınmış, cansız kavramların konulmuş olması ile
bağlantılı bir olguydu. Jay’e göre, Adorno, bu bağlamda, fenomenoloji ile faşizm
arasında gizli bir bağlantı olduğunu ileri sürmekte ve faşizm ile fenomenolojinin
burjuva toplumda varılmış nihai bunalımın dışa vurumu olduğu görüşünü
savunmaktadır (Jay 1989: 109).
Adorno, özdeşliğin ideolojinin ilkel biçimi olduğunu söyler. Biz onu, şeye uygun olarak
zaptetmekten zevk alırız; uygunluk daima başat niyetlere ve bu bağlamda bu niyetlerin
çelişkilerine bağımlıdır. Adorno’ya göre, ideoloji, Aydınlanmaya direncinin gücünü
özdeşlik düşüncesiyle suç ortaklığına borçludur. Düşüncenin ideolojik yanı, onun
sürekli Ben olmayanın sonuçta Ben olduğu istemini yerine getirme başarısızlığını
gösterir. “Özne, kendi aklına karşı aklı görmektir” diyor Adorno. İdeoloji eleştirisi bu
nedenle çevresel ve bilim içinde bir şey, nesnel zihinle ve öznel zihnin üretimleriyle
sınırlanmış bir şey değildir. “Felsefi olarak o merkezsizdir; kurucu bilmenin kendisinin
bir eleştirisidir” (Adorno 1973b: 148; 1975a: 151). Bununla birlikte Adorno, özdeşlik
varsayımının gerçekte saf düşüncenin ideolojik öğesi olduğunu fakat onda gizli kalanın
da orada çelişkinin yok olacağı ideolojinin hakiki momenti olduğunu belirtir. Basit
özdeşlik yargısında pragmatist, doğayı kontrol eden öğe şimdiden ütopyacı bir öğeye
bağlanır (Adorno 1973b: 149-50; 1975a: 153).
Öte yandan, Adorno, özne ile nesne arasındaki hakiki bir ilişkinin insanlar arasında
barışın gerçekleştirilmesine bağlı olduğunu belirtir.18 Barış, Adorno için, tahakkümün
olmadığı bir farklı olabilme durumunu, farklı olabilme olanağı bulmuş olanların
birbirlerine katılabilme durumunu ifade eder.
18 Alford, Adorno’nun nesnenin çok yönlü gerçekliğini daima tahrif ederek onu, şu veya bu kavramın altında gruplandırmaya çalışmaktan dolayı nesneden özür dilenmesi gerektiğinden söz ettiğini belirtir (Alford 2004: 132).
53
II.2. NEGATİF DİYALEKTİK AÇISINDAN HEGEL VE MARX ELEŞTİRİSİ
II.2.1. Hegelci Diyalektiğe Karşı Negatif Diyalektik
Adorno’ya göre, Hegel’in olumsuzlama düşüncesi sonuçta bir özdeşliğe varacaktır. Bu
özdeşlik düşüncesi de sonuç olarak bir mutlak arayışına götürecektir. Böyle bir mutlak
arayışı da en sonunda tümelin tikel üzerindeki egemenliğini beraberinde getirecektir.
Hegel’in, Schelling’in doğa felsefesinin dogmatik uğraklarına, Fichte’nin ve Kant’ın
bilgi teorilerinin içtepisi sayesinde karşı koyduğunu söyleyen Adorno, Tinin
Fenomenolojisi’nin dinamiğinin, bilgi teorisini (ortadan) kaldırdığını, Hegelci dille
‘soyut bilgi teorisi’ni parçaladığını belirtir (Adorno 1971: 252-3). Adorno, nesnel
olarak, diyalektiğin, özdeşliği elde etmeye bir son vermek olduğunu belirtir. Ona göre,
Hegel’de bu anlam Hegel üzerine kısmi bir zafer kazanır. Çünkü kavram, özdeş
olmayan olarak, içeriye doğru hareket halindeki deneyimdir, o artık saf olarak
kendisidir. Hegel’in terminolojisinde o, bu ötekiliği özümsemeksizin ötekiliğine
kılavuzluk eder; kendisi olarak o, sadece kendisi değildir. Adorno’ya göre, Hegel,
Mantık’ında, üçlemenin ilk sentezi olan Oluş’la iş gördüğünde, Varlık ve Hiçlik
kavramlarını -dilsel anlamları mutlak olarak zıt olmasına karşın- bütünüyle boş ve
belirlenmemiş olarak eşit sayar. Başka bir deyişle, Hegel, oluş aracılığıyla onları özdeş
kılmak istemektedir. “Bu, onların özdeşliğinin istemini; bu huzursuzluğu, bu iç
ürpermesini ele geçirir, ki onu Hegel Oluş olarak adlandırır” (Adorno 1973b: 157;
1975a: 160). Ancak, oluş onların sentezi olsa bile, bu onların birbirleri ile özdeş
olduğunu söylemek değildir; çünkü onların hareketleri birbirinden farklıdır.
Adorno için, diyalektik sürekli özdeş olmama anlamına gelir. O bir hareket-noktası
kabul ederek başlamaz (Adorno 1973b: 5; 1975a: 17). Yani Hegel’deki gibi Varlık’tan
ya da Ben’den başlamaz. Adorno’nun burada sözünü ettiği diyalektik “negatif
diyalektik”tir. Negatif diyalektik bir başlangıç noktası kabul etmez; o her zaman vardı
54
ve daima var olacaktır.
Adorno, Hegel’in Fenomenoloji’de olumsuzlamanın öneminin farkında olduğunu,
ancak Mantık’ta bu önemden bir vazgeçiş sergilediğini belirtir. Ancak, Hegel, daha
sonra, olumsuzlamayı olumlamaya feda eder. Bu bağlamda, Adorno, Hegelci diyalektiği
pozitif bir diyalektik olarak adlandırır (Adorno 2007: 27). Nasıl ki matematikte eksinin
olumsuzlaması, yani eksi ile eksinin çarpımı artı ederse, sonuç olarak Hegel’in
olumsuzlamayı olumsuzlaması da bir olumlamaya götürür.19 Bu nedenle, negatif bir
diyalektikte çelişki kavramı merkezi bir rol oynar; her şey bu çelişik olan mantıktan
çıkarılmış olandır ve özdeşleştirmeye uygun düşmez (Adorno 2007: 19). Böylece,
negatif diyalektikte çelişki kavramının temelde olduğu görülür.
Öte yandan, bütün açık öznelliği seren Hegelci diyalektiğin nesnelliğinde kendi
gölgeleri üzerine atlamak için öznelerin istemlerinden birkaçının koyulduğunu söyleyen
Adorno’ya göre, Hegelci Özne-Nesne Özne’dir. Bu, Hegel’deki bütün tutarlılığın
çelişkiyi çözemediğini açıklar (Adorno 1971: 261). Eğer kavramların kavramsal
iktidarları, deneyimleri kavramların tarihiyle örtüştürüyorsa, bir kavramın serimlenişi,
bu iktidarların gerçekte bir kavramla aynı şey olduğu yanlışlanmaksızın sunulamaz.
Diyalektik, bir kavramın mantıksal iktidar(lar)ını meydana çıkarmak için “maddiliği”ni
-deneyimini, nesnesini, uygulamasını ve bağımsız tarihini- açık kılan başka bir tarza
gönderme yapar (Bernstein 2004: 43).
Adorno’ya göre, Hegel’in özcü/temelci felsefesinin temeli ya da sonucu öznenin
önceliğidir; ya da “Mantık’ına Giriş’teki ünlü deyimle” diyor Adorno, “özdeşliğin
özdeşliği ve özdeş-olmayışı”dır (Adorno 1973b: 8; 1975a: 19). Hegel, zihin tarafından
belirlenebilen belirli bir tikeli savunmuştur; çünkü onun içkin belirlenimi hiçbir şey
olarak değil fakat zihin olarak vardı. Hegel’e göre bu varsayım olmaksızın felsefenin
herhangi tözsel ya da özsel bir şeyi bilme yeteneği olamazdı. Adorno’ya göre, idealist
olarak, Hegel’in vurgusuna zıt deneyimleri, idealist çarktan bağımsız deneyimleri
19 Hegel bir şeyin aynı zamanda hem kendisi hem de başka olabileceğini belirtir. Bunun biçimsel olarak “A aynı zamanda A olmayandır da” şeklinde ifade eder. Ancak, Adorno’ya göre, Hegel bunu göstermelik olarak kabul eder. Aslında, Hegel’in yapmak istediği şey Ben’i, bu şekilde, meşrulaştırmaktır. Başka olan, Ben’in kendisini gerçekleştirebilmesi için bir “araca” dönüştürülür.
55
barındıran diyalektik kavramı elde edilmedikçe, “felsefe, kaçınılmaz olarak, tözsel
kavrayış veya sezgi olmaksızın, kendisini adlandıracak, bilimsel metodolojiye
hapsedecek ve aslında kendini silecektir (durchstreicht)” (Adorno 1973b: 8: 1975a: 19).
Öte yandan, Adorno, felsefi sistemlerin baştan çelişkili olduğunu söyler. Onların
organları kendi olanaksızlıklarıyla birbirine dolanmıştır; bu, kesinlikle, her biri
sonrakinin elinde imha olmaya mahkum olan modern sistemlerin tarihinin başlangıcına
varır. Bir sistem olarak egemen olacak akıl, gönderme yaptığı bütün niteliksel
belirlenimleri hakikatte eler; “bu yüzden onu kavramayı iddia ederek ırza geçen (Gewalt
antat) nesnellikle bağdaştırılamaz (unversöhnlich) bir mücadeleye girer” (Adorno
1973b: 21; 1975a: 32). Akıl nesnellikten hareket eder; dahası, aksiyomlara (ve sonuçta
bir özdeşlik aksiyomuna) bağlı olan nesnellikten hareket eder.
Adorno diyalektiğin içeriğe meylettiğini belirtir. Çünkü içerik kapalı değildir; bir çatı
tarafından önceden belirlenmemiştir; bu, “mitolojiye karşı bir protesto”dur. Çünkü,
mitsel olan asla değişmez. Bu nedenle, kavrayışta özü istemek bir ütopyayı istemektir
Adorno için. Bu noktada, Adorno, diyalektikle ilişkisinde felsefeye atıfta bulunarak
şöyle der: “Söndürülemez renk varlık olmayandan gelir. Düşünme onun hizmetindedir,
varoluşun bir parçasını -buna karşın negatif olarak- bir varolmayana yayar. En büyük
mesafelere tek başına yakın olacaktır; felsefe içinde renklerini yakaladığı prizmadır”
(Adorno 1973b: 57; 1975a: 66). Diyalektik kavrayışın görevi, Adorno’ya göre, Hegel’in
mantığı bu modayla işlemesine rağmen, çelişkileri yorumlamak, onları çözerek
ilerlemek değildir (Adorno 1973b: 153; 1975a: 156). Özdeş olandan geçen bir özdeş
olmama anlayışı olarak diyalektik, Adorno için, sadece ilerleyen bir süreç değildir,
geriye doğru giden bir süreçtir de aynı zamanda. “Bu genişleyen döngünün resmini
doğru bir şekilde belirlemektir. Kavramın açılışı varılan bir geridir de, sentez kavramda
can veren, ‘gözden kaybolan’ ayrımın belirlenmesidir -neredeyse Hölderlin’in takdir
edilmiş doğallığı anımsaması gibi” (Adorno 1973b: 157; 1975a: 159). Hegel,
Adorno’ya göre, Kant’ın aksine, sentezin önceliğini sınırlandırır. Kant’a göre Çokluk ve
Birlik zaten yan yana giden kategorilerdir. Bununla birlikte, Hegel, geç Platonik
diyalogların modelini izleyerek, onları, her biri ötekisiz olmayan iki hareket olarak
kabul etmiştir.
56
Bu bağlamda, Adorno, Kant ve Platon’u içeren bütün felsefi gelenek gibi, Hegel’in de
bir birlik partizanı olduğunu söyler. Soyut bir birlik reddi her iki düşünceye de uygun
düşmez. Çokluk’u doğrudan savunmayı kabul etme yanılsaması, Birlik’i düşünmek
gibi, mitolojiye dağınıklığın dehşetiyle geri çekilme gibi, mimetik bir geri çekilme
olacaktır. Çokluk’u bastırarak kör doğanın taklidi, mitsel hakimiyetteki zıt kutupta son
bulur.
“Aydınlanmanın kendi refleksiyonu onun feshidir; o sadece bugünün bir statüquo’su uğruna feshi bozar. Hatta teslise inanmayanın düşüncesinin kendi eleştirel dönüşü kavramlara, donmuş sentezlere bağlıdır. Sentezleşen edimin eğilimi onları Çok yapan üzerine refleksiyonla ters yüz edilir. Birlik sadece birliği aşar. Bu, benzerlikle yaşama hakkını kabul eden birliktir, ki o ilerleyen birlikle geri itilmiştir ve şimdi onda kış uykusuna yatmış, kabul edilmezlik noktasıyla sekülarize olmuştur” (Adorno 1973b: 158; 1975a: 160-1).
Hegel’in mantığının can damarını bozan olumsuzlamanın pozitif olumsuzlamasını
eleştiren itiraz -ki onlar artık herhangi bir diyalektik harekete izin vermeyecektir-
yetkeye bir inancı gösterir; oysa bu hareket Hegel’in kendi anlama yetisiyle
sınırlanmıştı. Onun sisteminin yapısı kuşku duyulamaz bir şekilde olumsuzlamanın
olumsuzlamasının olumlama olduğu ilkesi olmaksızın çökecekti, fakat diyalektiğin
empirik özü ötekiliği özdeşliğe vermeye direnmedir. Adorno’ya göre, bu, diyalektiğin
gücüdür. “Gerçek kuralı zıtlıklardan ileri getirildiği için Özne diyalektikte saklıdır, fakat
zıtlıklar nesneyle süzülür. Eğer diyalektiği sadece çelişkiden çelişkiyi çıkaran özneye
atfedersek, adeta, onu bir totaliteye genişleterek diyalektiği de ortadan kaldırırız. Sistem
Hegel’in diyalektiğinin kaynağıydı, ölçüsü değil” (Adorno 1973b: 161; 1975a: 163). Bu
nedenle, Adorno’ya göre, Hegel’in diyalektiği çıktığı yere döner. Hegel, özdeş olmayan
ile özdeşin diyalektiğini saf bir benzerliğe indirgemektedir. Burada, söz konusu özdeşlik
özdeş olmayanı yener. Adorno, diyalektiğin, bağlam üzerine eleştirel düşünme (besinnt)
olduğunu iddia eder. Diyalektik, kendi hareketi üzerine bükülür. Bu tür bir diyalektik
negatiftir. Dolayısıyla, onun ideası Hegel’dekinden farklı bir ad alır. Hegel’de özdeşlik
ve pozitifliğin rastlantısallığı söz konusudur (Adorno 1973b: 141; 1975a: 145).
Adorno, Hegel’in, süreç henüz kendinde olan olarak şeyi gösterdiğinde, öznenin saf bir
şekilde, tamamen nesneye, kendinde şeye boyun eğdiğini önvarsaydığını söyler. Bir
57
özne önvarsayımını ise “kabaca” idealist olarak adlandırır Adorno. Fakat bu, idealizme
karşı öznenin bilişsel davranış tarzı hakkında bir hakikati not eder. Çünkü özne “nesneyi
oluşturmaz, o gerçekte ‘bakar/seyreder’ (zusehen); ve bilginin maksimi bu sürece
yardım eder. Öznenin koyutlanmış pasifliğinin ölçüsü nesnenin nesnel belirlenimidir”
(Adorno 1973b: 188: 1975a: 189). Adorno, kategorilerine yeni bir biçim vermekle,
geleneksel felsefenin, ona benzeyeni büyülediğini belirtir. Ancak, ne özne ne de nesne,
Hegel’in söylediği tarzda, sadece “konumlanmıştır”. Bu, felsefeyi “özne” ile “nesne”
sözcükleriyle kaplayan antagonizmin neden bütünüyle olguların ilkel bir ifadesi olarak
yorumlanamayacağını açıklar. Eğer o böyle yorumlanabilirse, zihin bedenin -onun içkin
bedensel yanıyla çelişen- açık ötekiliğine geri döner (Adorno 1973b: 192-4; 1975a: 193-
4). Ona göre, eski özne anlayışı tarihsel olarak bitmiş, mahkum olmuştur. “Hâlâ kendi
içindir, ama artık kendinde değildir. Özne hala kendi özerkliğinden emindir, ama
toplama kamplarının özneye açıkça gösterdiği hiçleşme şimdi öznellik biçiminin
kendisini de etkisi altına almaya başlamıştır” (Adorno 2005: 14).
Adorno, Hegel için, birey kategorisinin, çoğu kez indirgenemez bir veri olduğunu ifade
eder. Bu, Hegel’in, “tam da bilgi teorisinde çözdüğü, ayrıştırdığı şey”dir. Ancak,
Adorno için bireyci bir toplumda geçerli olan, genelin kendini tikellerin karşılıklı
etkileşimi aracılığıyla gerçekleştirmesinden ibaret değildir; birey de özünde toplumdan
oluşmuştur (Adorno 2005: 15). Yani birey tikel-tümel ilişkisi bağlamında aslen
toplumun kendisini de temsil eder. Ancak toplumun kendisini öne çıkarıp, bireyi arka
planda bırakmak da kabul edilecek bir şey değil. Adorno’ya göre, bugün bireyin sahip
olduğu deneyim zenginliği, farklılığı ve canlılığı, Hegel’deki ataerkil ve küçümseyici
ilgiye sığamayacak kadar büyüktür. Toplumun toplumsallaşmasının bireyi zayıflatmış
olduğu doğrudur; ancak bu zayıflatmayla birlikte bireydeki zenginlik ve canlılık da o
kadar artmıştır. Adorno, burada, özellikle, toplumsallaşma bağlamında farklılığın
silinmesini eleştirir. Ancak bu farklılığı silme çabaları karşısında tepki olarak
bireyselleşme yönünde bir çaba, bir mücadele de görülür.
Öte yandan, Adorno, diyalektiği temsil etmenin yolunun sınırlılık ve temkinlilik
olamayacağını söyler. Aksine, diyalektik, aşırılıklar aracılığıyla ilerler. Düşünceyi
sınırlandırmak yerine, gözükara bir tutarlılıkla kendi karşıtına dönüştüğü uç noktaya
58
götürerek ilerler (Adorno 2005: 88). Bernstein’a göre diyalektik, kavramın temsil edilen
maddi momentini kabul eden kavramsal farkındalık biçimidir (Bernstein 2004: 45).
Adorno’ya göre, birey, “kendi kavramıyla ölçüldüğünde”, Hegel’in düşünüş biçimine
bağlı olarak “boş ve geçersiz bir konuma düşmüştür”. Ancak bunların yanında bireyin
olumsal bir yapıya sahip olduğu da ortada duran bir gerçektir. Ona göre, dünya
“sistematikleştirilmiş dehşettir; ama bu yüzden dünyayı bütünüyle bir sistem olarak düşünmek de ona fazla değer biçmek olur; çünkü birleştirici ilkesi nifaktır ve genelle tikelin uzlaşmazlığını olduğu gibi koruyarak sağlıyordur uzlaşmayı. Canavarlıktır dünyanın özü; ama görünüşü, sürüp gitmesini sağlayan yalan, bugün için hakikatin vekilidir” (Adorno 2005: 116).
Buraya kadar Adorno’nun Hegel’in diyalektiğini eleştirisi bakımından Adorno’nun
“negatif diyalektik” görüşü üzerinde duruldu. Buna göre, Adorno, diyalektiğin
görevinin çelişkileri çözerek ilerlemek olmadığını söyler. Kavramın açılışı, serimlenişi
sadece ileriye doğru giden bir hareket değil, aynı zamanda geriye doğru giden bir
harekettir. (Tarihteki ilerlemede aynı şekilde sadece ileriye doğru giden bir hareket
değil, geriye doğru giden bir harekettir de.) Bu noktada Adorno, Hegel’in, tıpkı
geleneksel felsefede olduğu gibi, birlik peşinde koştuğunu söyler. Öte yandan,
Adorno’ya göre, Hegel’in diyalektiği pozitif bir diyalektiktir. Çünkü, Hegel’de
olumsuzlama sonuçta bir olumlama yapmak için araç olarak kullanılır. Ancak negatif
diyalektik bu şekilde iş görmez. O, sürekli olumsuzlama demektir. Öte yandan Hegel’in
diyalektiği özdeşlik mantığına bağlı kalır; ama Adorno özdeşlik düşüncesine karşı çıkar.
Ona göre, özdeşlik -kendisi de düşünülmüş bir şey olarak- düşünmenin önüne set
çekmektir. Negatif diyalektik için özdeşlik sadece düşünülebilir bir şeydir, ama bir
amaç değildir. Negatif diyalektik ne bir özdeşlikten hareket eder, ne de bir özdeşliğe
varır. O, Hegel’deki gibi bir sentez düşüncesiyle kendini bağlamaz; onun ucu açıktır.
Hegel’de diyalektik tikeli tümele feda eder. Negatif diyalektik ise tikeli tümele feda
etmez; onun için asıl olan şey tikeldir, somut bireydir. Adorno, Hegelci mantığın
sonuçta varacağı yerin olarak toplama kamplarındaki eşitlenmiş bireyler olacağını
söyler. Oysa, negatif diyalektik, tikele, somut bireye vurgu yaptığı için, bu tür bir
eşitlemenin olmasına engel olur. Şimdi de bu görüşe yapılan genel eleştirileri Mustafa
Cemal’in değerlendirmesi bağlamında gözden geçirelim.
59
Cemal’e göre, Hegel Mantık’ta özdeşliği, özdeşliğin ve farklılığın birliği olarak dile
getirir. Buradaki birlik, evrensel ve tikelin bireyselde gerçekleşen bir birliğidir. Tikeller
farklılıkları ile birlikte kaotik görünürler. Onları kavrayacak “içsel bir standart ilke” yok
gibidir. Bu nedenle çeşitlilik, birlikten yoksun farklılık olarak ele alınır. Oysa, evrensel
olanın görünümü öncesiz ve sonrasız zorunluluktur; tikellerin özü de evrensel olarak
görünür. Cemal’e göre, Adorno da dahil, Hegel’e yöneltilen eleştiri genellikle budur.
Oysa, Hegel’de evrenselin ve tikelin özdeşliği, farklılıklarının korunmasına dayalıdır.
Yani özdeşlik, farklılığın korunarak aşılmasıdır (aufheben) (Cemal 1999: 104).
Cemal, Adorno’nun, diyalektik materyalist bir felsefe kurabilmenin, tikeli, bireyseli
evrenselin egemenliğinden kurtarabilmekle mümkün olduğunu düşündüğünü ifade eder.
Ancak, tikeli kendine özdeş kabul etmediğinden dolayı, ilk anda sanılacağı gibi,
nominalizmi de savunmamaktadır. Böylece tikel, kendi olanaklı tikelliklerini dolaysızca
kendinde taşıdığı için evrensel de onun kendi evrenseli oluyor (Cemal 1999: 107).
Cemal, Hegel’de tikel ile evrenselin hem düşünce hem de gerçek olduğunu söyleyerek,
kavramın dünyayla örtüşmesinin ya da özneyle nesnenin birliğinin önermeler düzeyinde
olmadığını belirtir. “Hegel’de şeyin kavramı ya da hakikat ancak sistem içerisinde
ortaya konulabilir, sistem tamamlanana kadar eleştiriye bir düzeyde kapalıdır. …
Kavramlar formel mantıkta evrenseller olarak, Adorno’nun dediği gibi zamansızdırlar.
Hegel’de ise, kendinde çelişkisiz kalamamasının, başka bir anlamda
özdeşleşememesinin sonucu olarak, her kavram kendini açarak devinir.” (Cemal
1999:112) Bu nedenle zamanın bir bakıma mantıkta dolaysızca içerildiği söylenebilir.
Hegel’de bütün olarak görünen, onun momentlerine göre somut, karşıtıyla kuracağı yeni
bütüne göre ise soyuttur. Düşünce, bu şekilde, “kavramların hareketiyle giderek daha
karmaşık sisteme doğru gelişir. İlk kavramın anlam içeriği, formel mantığın tersine,
sonraki kavramlar yoluyla doldurulur. Adorno’nun olumsuz diyalektiğinde ise karşıtlar
birlik oluşturamadan dövüşür dururlar; birliğe ulaşmanın yolu yoktur; kavramların
anlam içerikleri bulanık kalmaya mahkumdur” (Cemal 1999: 112).
Devam etmeden şunu söylemek gerekiyor: Özdeşlik sorununu ele alırken, Adorno’nun
60
tikel ile tümelin özdeşliğini eleştirdiğini gördük; ki bu konuda Hegel de çok farklı şeyler
söylememektedir. Ama, Adorno birlik düşüncesini, böyle bir birliğin altında bir ilerleme
olduğu için eleştirmektedir. Kavramsal ya da tarihsel süreç sadece ileriye doğru bir
açılma, bir genişleme değildir Adorno için. Bu bağlamda, Adorno, Hegel’de var
olduğunu iddia ettiği, kavramla gerçekliğin örtüşmesine karşı çıkar. Kavramla gerçeklik
-biz ne kadar aksini iddia etsek de- birbirleriyle asla “tam olarak” örtüşmezler.
Öte yandan, tikelin kavrama gelmezliğinin kaçınılmaz bir şekilde dünyayı anlamaya,
yorum öğesi kattığını söyleyen Cemal’e göre,
Adorno Hegel’i dilsiz olmakla suçlar, çünkü yaşayan dilde sözcükler anlam bulanıklığından, bağlama bağımlı olmaktan kurtulamazlar. Ama bu anlam çoğulluğu dolaysızca bağlamın çoğulluğundan gelir, belirli bir bağlam birden çok anlama gebedir ve belirli bir anlam etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkar. Anlamı teke indirgemek toplumsal dolayımın ürünüdür diyor Adorno. Faşist ideolojiye benzetiyor. Anlam çoğulluğuna, kavramlar takımıyla yaklaşılabileceğini söylüyor (Cemal 1999: 113).
Cemal devamla Adorno’nun sistem kavramından kendine kapalı, genişleyen ama
kendini koruyan bir yapıyı anladığını belirtiyor. Ona göre, Adorno eleştirilerini bu
şekilde kendini dayatan bir sistem anlayışına yöneltir; en azından Hegel’in sistemini
böyle ifade etmektedir. “Oysa” diyor Cemal, “hiçbir sistem tam değildir, hep kendini
koruma halinde olduğu denli, bir ve aynı anda dağılma parçalanma, örgütsüzleşme
halindedir: sistemi evrime götüren dolaysızca kendi iç çelişkisidir, Adorno’nun
deyişiyle, kendiyle özdeşmezliğidir. Bu anlamda özdeşmezlik, ne dünyada ne
düşüncede sistemi yasaklamaz. Adorno’nun öfkeli ifadelerinin gözden yitirdiği budur”
(Cemal 1999: 113-4). Cemal’e göre, Adorno’nun itiraf ettiği gibi, özdeşlik olmadan
düşünemediğimiz gibi sistem kurmadan da düşünmemiz mümkün değildir.
Burada sistemin Cemal tarafından algılanışı ve bu algılanışın Adorno’ya mal edilişi
hatalıdır. Hatalıdır, çünkü Cemal, sistemin bir bütünlük, bir birlik kabulü üzerine
kurulduğunu ihmal ediyor. Evet, sistem -Cemal’in dile getirdiği sistem- kendi iç
çelişkileri ile evrilmektedir. Ancak bu evrilme, bir bütünlüğü, bir birliği varsayan bir
evrilmedir. Amaç bütünü, mutlak’ı elde etmektir. Adorno’nun itirazı da böyle bir şeyin
asla gerçekleşemeyeceğidir. Çünkü Adorno, tümel ile tikelin birliğinin sonuçta tikelin
61
tikelliğinin feda edilmesiyle sonuçlanacağını ve sistemin farklılıkları kendinde
eriteceğini, homojen bir yapıya dönüşeceğini belirtir. Bununla birlikte, sistem kurmadan
düşünemeyeceğimiz dile getirişi de bir iddia -ama Hegel’i aklamaya çalışan ve birçok
fanatiğinin savunduğu bir iddia- olarak görülebilir. Çünkü bunu çürütecek birçok örnek
var: Nietzsche, Derrida, Deleuze ve tabii ki Adorno gibi. Galiba, Cemal, ilkin, sistem
kurma ile sistematik düşünmeyi birbirine karıştırıyor -ki sistematik düşünmek bile bir
problematiği içinde barındırmaktadır. İkinci olarak, her sistem düşüncesi, Hegel’in
kavradığı anlamda bir sistem olmak zorunda değildir. Bu konudaki en iyi örnek
Foucault’dur. O da bir sistemden söz eder, ama farklı bir bağlamda. (Bu konu
Foucault’nun düşünceleri ele alınırken daha açık olarak görülecektir.)
Öte yandan, Adorno’nun özdeşlikten kaçış olmadığını söylediği doğrudur; ancak
buradaki özdeşlik onu, sadece, düşünmek anlamında bir özdeşliktir: Bir anda olan ve
aynı anda ondan vazgeçilen/kurtulunan bir özdeşlik. Özdeşliğin gerçeklikteki görünümü
de budur sadece.
Cemal’e göre, sistemlilik,
“mümkün her mantığın zorunlu özelliği olduğundan, eğer eldeki mantık, bir düzeyde de olsa dünyayı anlamakta bir fırsat veriyorsa, dünyanın belli sistemli ilişkiler içermesi gerekir. Diğer yandan, özgürlüğü, olumsallığı, kendinde barındıran her sistem, kendiyle çelişkilidir. Eğer bu kavramlar diyalektik bir ilişkiyle sisteme dahil edilebiliyorlarsa, o zaman ortaya konulan sistem, kaotik, örgütsüz, düzensiz ilişkiler içeren dünyaya tekabül edebilecektir. Hegel’in sistemi böyle bir sistemdir; çelişkiye dayanan bir sistem. Birden fazla olanak varsa, olanaklardan ancak teki aktüel olabileceğinden, olumsallık söz konusu olur. Olumsallık, Hegel’e göre olanaklı ile aktüelin birliğidir. Dolayısıyla, sistemi, tekte çoğulluğu içerir. Bu anlamda, tam da Adorno’nun dediği gibi, Hegel’in sistemi kendiyle özdeşmezdir (Cemal 1999: 114-5).
Sonuç olarak Cemal Adorno’un her türlü mantığı dinamitlediğini iddia ediyor ve
mantıklı olmanın, zorunlulukla mantığa ya da mantıksal kurguya tapınmayı
gerektirmediğini belirtiyor (Cemal 1999: 116).
Yukarıdaki değerlendirmelere ek olarak şöyle söylenebilir: Adorno, Hegel’in çelişki
konusunda söylediklerine katılmakla birlikte, Hegel’de çelişkinin, en sonunda,
özdeşliğe feda edileceğini ifade eder. Bir başka nokta da, mantıksal olarak dile
62
getirilenlerin gerçeklikte de sanki öyle olacakmış gibi algılanması yanılgısıdır.
Adorno’nun eleştirdiği nokta tam da burasıdır. Çünkü, tarihsel süreç hiç de Hegel’in
Mantık’ında -ve Tarih Felsefesi ve Hukuk Felsefesinin İlkeleri’nde- söylediği gibi
gerçekleşmemiştir. Hollocaust olmuş ve insanlar kültür endüstrisinin boyunduruğu
altına girmiştir. Mantık’taki özdeşlik düşüncesi hayatın her alanında kendini göstermeye
başlamış ve tikel (olan) başka tikellerle değiştirilebilir bir mala/metaya dönüşmüştür.20
II.2.2. Adorno’nun Marx Eleştirisine Kısa Bir Bakış
Adorno’ya göre, tarihsel yaşamın nesnelliği doğa tarihinin nesnelliğidir. Marx bunu
Hegel’e karşın bilmekteydi (Adorno 1975a: 347). Collingwood’a bakılacak olursa,
Marx’ın Hegel’de ters duran diyalektiğin ayakları üzerinde durmasını sağladığı yollu
iddiasının altındaki düşünüş, aslında, Hegel’de düşüncenin doğadan önce gelmesine ve
doğanın tinin ürünü olmasına bir itirazı dile getirir. Marx’ın söylediklerinde önemli
olan, Hegel’de mantık doğadan önce geldiğinden, tarihin üzerinde işleyeceği örüntüyü
belirlemek mantığın, içerisinde işleyeceği ortamı belirlemek ancak doğanın işiyken,
Marx için, doğanın tarih ortamından daha fazla bir şey, tarihin örüntülerinin türetildiği
kaynak olmasıydı (Collingwood 1990: 133).
Adorno, kendini yeniden üreten bir sistem olarak toplumu inceleyebilme olanağını
reddederken, Marx, toplumların gelişimini determinist bir tarzda ele almıştır. Ancak,
Asya Tipi Üretim Tarzı üzerine tezlerinde ve ömrünün sonlarına doğru Vera Zasulich’le
mektuplaşmalarında Marx’ın bu determinizmin farkına vardığı görülmektedir (Cemal
1999: 115). Adorno’nun Marx’tan ayrı durduğu bir diğer önemli nokta da hakikat
peşinde koşmanın zorunlulukla güç peşinde koşmak demek olmadığını, aksine güç
peşinde koşanların hakikati kendi tekellerine almak, hakikat olmayanı da hakikat diye
yutturmak zorunda olduklarını ifade etmesinde görülür (Cemal 1999: 116). Adorno’ya
göre, saf dolayımsızlık ve fetişizm, eşit derecede, hakikat-olmayan şeylerdir.
20 Öte yandan Whitebook’a göre, Adorno ateşli bir şekilde anti-Hegelci’dir. O, yüzyılın en tam Hegelci düşünürlerinden biridir de. O, felsefi düşüncedeki final/son kapanmaya -uzlaşma ya da Aufhebung- karşı olduğu ölçüde Hegelci’ydi. Onun itirazı, kavramın insani (var)oluşu diye adlandırabilmemize ilişkin teorik ve antropolojik düşünürlerin birleştirilmesi üzerine temellenir. Adorno, kavramsal düşünmenin adaptasyon -içsel ve dışsal doğaya hakim olma- ihtiyaçları dışına çıkar (Whitebook 51: 2004).
63
Bottomore, Adorno’nun sınıf teorisi üzerine Nazi egemenliği sırasında yazdığı erken bir
denemeye atıfta bulunur. Adorno, burada ezilenlerin kaderlerini artık bir sınıf olarak
hissetmediklerini iddia etmektedir. Adorno’ya göre kitle toplumu ya da kendi ifadesiyle
kültür endüstrisi sınıflı toplumun açık doğasını gizemleştirmekte ve Marx’ın teorisinin
aksine, proletarya, toplumsal olarak iktidarsız hale getirilmektedir. “Bu bakış açısından,
sınıf çatışması tarihin önceki dönemlerinin herhangi bir düzeyinde tarihin yönlendirici
gücü olamaz ve sınıf çatışması her ne kılıkta olursa olsun ‘kitle toplumu’nun varlığına
girdiği şekliyle aranmalıdır” (Bottomore 1997: 40). Dolayısıyla, toplumun
rasyonelleştirilmesi bağlamında herhangi bir sınıfsal direniş imkanının önü
tıkanmaktadır. Günümüz toplumlarında kültür endüstrisinin etkisi altında insanların
özgürleşebilmeleri ve proleter bir dönüşümün yaşanması olanaksızdır.
Öte yandan, Adorno, burjuvazinin insanları oldukları gibi sevdiğini söyler; çünkü
onların olabileceklerinden nefret etmektedir (Adorno 2003d: 26; 2005: 25). Adorno’ya
göre, insanları daha da köşeye sıkıştırıp yok etmek amacıyla işkence yaparak onların
ağzından laf alan bir toplum, hakikat üzerinde hak iddia edemez. Bu şekilde tümel
hakikatsizlik tikel hakikat üzerinde ısrar ettiğinde, onu kendi karşıtına dönüştürmüş olur
(Adorno 2003d: 32; 2005: 31). Burada, tikel çıkarlara inatçı bağlılığa şimdi bir öfkenin
karıştığı görülür. Bu da, daha farklı, daha iyi bir dünyayı artık tasarlayamamanın
öfkesidir (Adorno 2003d: 37; 2005: 35).
Bottomore, Adorno’nun 1968 Alman Sosyoloji Konferansı’nın açış bildirisinde
söylediklerine atıfla, onun modern toplumların geç kapitalizm ya da endüstri toplumu
olarak nitelendirilmesi gerektiğini ifade ettiğini söyler. Burada sınıflar hâlâ mevcut
olmakla birlikte işçi sınıfı bilinci ya da bunun karşılığı olarak dile getirilebilecek
proletaryanın yokluğu gözlenir.21 Bottomore’a göre, Adorno, Marx’ın artı değer,
üretici güçlerin üretim ilişkileri üzerinde etkisini sorgulamayı sürdürerek, “sistem”in,
yönlendiren konumunda olanlar da dahil olmak üzere, teknolojik rasyonalitenin kişisel
olmayan güçleri tarafından yöneltilen toplumun bütün üyelerinden bağımsızlaştığı
sonucuna varan bir tez geliştirmiştir (Bottomore 1997: 40-41). Adorno, Marx’ın 21 Adorno, burada, Marx’taki proletaryanın sınıf bilincine sahip işçi sınıfı olarak politik karşılığına gönderme yapmaktadır.
64
eleştiriciliğinin bir üretimi olarak nesnenin üstünlüğü ve onun hâlâ varolan karikatürü
olan şeysel karakteriyle arasındaki ayrımı vurgular. Bir süreç olarak mübadele gerçek
nesnelliğe sahiptir ve aynı zamanda kendi ilkesine, eşitlik ilkesine karşı gelirken nesnel
olarak uydurmadır. Bu nedenle o, zorunluluk hakkında yanlış bir bilinç yaratacaktır. O
bunu pazar idolleri olarak adlandırır. Fakat şeyselleştirmenin kendisi yanlış nesnelliğin
refleksif biçimidir; teori bir bilinç durumu olan şeyselleştirme etrafında merkezileşirken,
eleştirel teori idealist olarak saltanat süren bilince ve kolektif bilinçsizliğe ulaşabilir
(Adorno 1975a: 190-1). Adorno’ya göre bu, Marx’ın, Kapital’e zıt bir ayrımla, popüler
olan erken yazılarında, özellikle “teolojik” olanlarda vardı. Dellaloğlu’na göre, Marx’ın
toplumsal eleştirisinin en önemli yönlerinden biri, altyapı ile üstyapı arasında kurduğu
ilişkidir. Bir başka deyişle Marx, ekonomik ilişkilerin, üretim ilişkilerinin diğer
toplumsal alanları belirleme gücünün altını çizmekteydi.
“Ancak Adorno özellikle Aydınlanmanın Diyalektiği’nden sonra Marx’ın düşüncesinden farklılaşmaya, uzaklaşmaya başlar. Adorno ile birlikte ya da o kitapla birlikte, çağdaş toplum ya da onun deyimiyle ileri kapitalizm, geç kapitalizm ya da idare edilen toplum, daha az iktisadi, daha çok kültürel bir toplum olmaya başlar. Dolayısıyla egemenlik ya da iktidar, emek-sermaye ilişkisi üzerinden ya da iktisadi ilişkiler üzerinden değil daha çok kültürel alandaki ilişkiler üzerinden okunabilir hale gelir” (Dellaloğlu 2003b: 44-5).
Öte yandan, Marx, romantik gelenekten -özellikle de Hegel’den- etkilenerek -başka
birçok ortak özellikler göstermesine karşın- Aydınlanmaya karşı bir tutum geliştirir.
Ancak bu tutum ile genel olarak Frankfurt Okulu’nun, özel olarak da Adorno’nun -ve
Horkheimer’ın- tutumunda bazı temel farklılıklar bulunmaktadır. Adorno’nun -ve
Horkheimer’ın- Aydınlanma eleştirisinde, Marx’ın karşı tutumundaki temel şey olan
toplumsal gerçeklikten, realiteden hareket edilmemiş olmasını göremeyiz.22 Onlar, bu
bağlamda, Marx’tan uzaklaşırlar, fakat onu göz ardı etmezler (Soykan 2003: 45).
Ancak Marx’ı ele alırken göstermeye çalışıldığı gibi, o birçok bakımdan Aydınlanmaya
karşı çıksa da, aslında, Aydınlanmanın temel düsturlarını kabul etmektedir. Daha iyi bir
dünyanın gelmekte olduğunu o da kabul ediyor. Bu dünyayı kurma ya da dünyayı
değiştirme görevini proleterya’ya verse de yine de ilerlemeye sonsuz inanç
beslemektedir; ve tabii ki ilerlemeyle birlikte bilime güvenmekte ve teknolojik
22 Soykan, burada, Adorno ve Horkheimer’ın yaşanan pratikleri, süreci göz önüne alarak Aydınlanmayı eleştirdiklerini, Ancak Marx’ın bu süreci -kendi içinde bulunduğu koşullar nedeniyle- yeterince iyi gözleyemediğini dile getirmektedir.
65
gelişmeyi desteklemektedir.
Bununla birlikte, Adorno için, maddi üretimin toplumda işleyen -temel olarak onun
teorik oluşumundan farklı- öznel algısı çözülmemiş kısmı, öznelere ulaşamamış
kısmıdır. Onların kendi aklı, aşkın özne gibi bilinçsiz ve mübadeleyle/trampayla
kurulan özdeşlik, onu aynı paydaya indirgeyen öznelerle ölçülemez kalır: öznenin
düşmanı olarak özne. Önceki genellik, Adorno’ya göre, hem doğru hem de yanlıştır;
Hegel’in tin olarak adlandırdığı “ether”e biçim verdiği için doğru; onun aklı şimdi akıl
olmayan, tümelliği tikel ilgilerin üretimi olduğu için yanlıştır. Bu, felsefi bir özdeşlik
eleştirisinin felsefeyi açması içindir. Fakat, ütopya gerçekleşmesinin yeminli
düşmanlarına kadar yayılır. Somut ütopyanın olanaklılığına dair diyalektik, şeylerin
yanlış durumunun ontolojisidir (Adorno 1973b: 11; 1975a: 22).
Jay’e göre, Adorno, öznenin nesne üzerindeki tahakkümünü yineleyen, kaba
Marxistlerin üretime ayrıcalıklı bir konum tanıma anlayışlarına karşı çıkar (Jay
2001:86). Adorno nesnenin baskınlığını kabul etmeyen bir diyalektiğin materyalist
olabileceğini söyler. Özdeş olmamanın pozitif ifadesi olan nesne, terminolojik bir
maskedir ona göre. Bir kere nesne, Husserl’in fenomenolojisinde açık bir şekilde dile
getirildiği gibi, bir bilincin nesnesi olur. Özne ve nesne kategorisi bilgi eleştirisinde
çözülemeyen iki kategoridir (Adorno 1973b: 192-4; 1975a: 193-4). Genel olarak özne-
nesne ilişkisinde özneye bir ayrıcalık tanınmaktadır. Materyalist teori, sadece estetik
olarak kusurlu değil, burjuva bilincinin boş yüceliğine karşı olarak hakiki olmayandır
da. Adorno’ya göre bu, teorik olarak tespit edilebilir. 23
Tasarımsal düşünmenin refleksiyonsuz olabileceği diyalektik olmayan bir celişkidir
Adorno için; çünkü refleksiyonsuz teori yoktur. Adorno, materyalist isteğin karşıdakini
hedefleyen şeyi kavramayı çok istediğini belirtir; ancak bu sadece bütün nesnenin
kavranabileceği imgelerin eksikliğidir. Bu tür eksiklik imgeler üzerine teolojik aforoz
etme ile elbirliği eder. Materyalizm onu pozitif olarak resmedilmiş olan Ütopya’ya izin
23 Adorno için, Marx materyalist düşüncenin bağlarına birçok yönden itiraz eder. Ancak materyalizm düşünmenin bir kurtuluş türü ya da varolan politik düzenlerin bir eleştirisi olmayı hiçbir suretle garanti etmez (Jarvis 2004: 81).
66
vermemekle seküler biçime sokar; bu onun negatifliğinin özüdür (1975a: 207).
Adorno’ya göre en materyalist biçiminde materyalizm teolojiyle uyuşur. Onun en büyük
arzusu, idealizme tamamen yabancı bir arzu olan, bedenin yeniden canlanmasıdır; bu da
mutlak tinin alanıdır.
Adorno, on yedinci yüzyıldan beri özgürlüğün bütün büyük felsefelerin en özel ilgi
alanı olarak belirdiğini ifade eder. Ona göre, felsefe özgürlük adına şeffaf temeller
bulmak için Burjuvazi’den ifade edilmemiş bir emirname almıştır. Fakat bu ilgi
kendinde agnostiktir. Eski baskıya ve kurumlara karşı yeni olanlara, rasyonellik
ilkesinde gizlenmiş olanlara yönelir. İnsan, özgürlük ve baskıdan kurtulmak için ortak
bir formül arar. Bu ise ilerlemeci bilimselleştirmeye de gönderme yapar. Burjuva sınıfı,
üretimi teşvik ettiği ölçüde onunla birleşir; fakat o, şimdi içselliğine boyun eğen,
bilimsel ilerleme özgürlüğünün olduğu inancıyla çatışır çatışmaz korkmalıdır (Adorno
1973b: 214; 1975a: 213-4). Özgürlük ve belirlenimcilik üzerine refleksiyonların eski
olduğunu belirtir Adorno. Özgürlük ise gerçekleştirilmeksizin kullanılamaz; bu ise
herhangi bir yazgının kabul edilemeyeceği demektir. Bu yazgılar ise ancak direnme ile
açıklığa kavuşturulabilir. Ancak özgürlük ideasının insanlar üzerindeki gücü zamanla
kaybolmuştur. Bunun ise yaşananlarla doğrudan bir bağı vardır.
Bununla birlikte, Adorno’ya göre, burjuva toplumunun ortasında, özgürlük bireyselliğin
kendisinden daha az hayali kalır. Determinizmin olduğu kadar, özgür istemenin bir
eleştirisi bu hayalin eleştirisidir. Marx’a göre onlar, yasanın istemsiz icracıları olarak
özgür değildirler. Özgürlüğün tam kavrayış biçimiyle alınan toplumsal antagonizmin
gelişimi ne kadar yüksekse o oranda özgür olamama söz konusudur. Bireysel
bağımsızlığı geliştirme süreci mübadele toplumunun bir fonksiyonudur ve bireyin
entegrasyon aracılığıyla ortadan kaldırılmasıyla sona erer. Burada söz konusu olan
üretilmiş özgürlük de özgür olmamaya geri çekilmeyi talep eder. Birey ekonomik olarak
aktif bir burjuva öznesi olarak özgürdü -ekonomik sistemin onu işlemek için otonom
olmasını istediği kadar özgür. Onun otonomisi bu nedenle potansiyel olarak kaynağında
olumsuzlanmıştı; ki, Hegel’in ilk kez ifade ettiği gibi onun özgürlüğü negatif yana sahip
olmakla özgündü. Adorno için bu, her bireyin toplumsal yazgısının olumlamasının bir
ifadesi olan hakiki özgürlüğün alaya alınmasıydı. Oysa, ona göre, gerçek zorunluluk
67
ultraliberal ideolojinin övdüğü özgürlük türünde içerilir; burada özgürlük, total
toplumsal zorunluluğun üzerini örtmek için tasarlanmış bir imgeden ibarettir (Adorno
1973b: 262; 1975a: 259). Bu yüzden, kavramlar değişmezliği tarihsel olarak
kanıtlamaya çalıştığı için, görünen yeterince soyuttur. Bir örnek olarak yaşama kavramı
verilebilir. Özgürlük, Adorno’ya göre, gerçekte -sadece dışarıdan değil fakat kendinde
de- toplum tarafından sınırlanmıştır. Biz onu kullandığımızı söyler söylemez
özgürlüğümüz artar; daha iyi şeylerin vekili daima kötü şeylerin suç ortağıdır da. Hatta
insanların en uygun şekilde toplumdan bağımsız olduklarını hissettikleri yerlerde,
egolarının (Ichs) gücüyle onlar aynı zamanda toplumun temsilcileridirler. Ego ilkesi
(Ichprinzip), onlara toplum tarafından aşılanır, ve toplum, onu frenlemesine rağmen, bu
ilkeyi ödüllendirir. Adorno’ya göre, Kant’ın etiği henüz bu açmazın farkında değildir
(Adorno 1973b: 297; 1975a: 292).
Öte yandan, Adorno için, yaşamı yeniden-üretmenin, ona egemen olmanın ve onu yok
etmenin mekanizmaları birdir ve bu yüzden sanayi, devlet ve reklamcılık iç içe
geçmiştir (Adorno 2003d: 59; 2005: 55). Adorno bunun bir zamanlar abartma
sayıldığını, ancak bugün savaşın bir ticaret olduğunu dile getiren liberal kuşkucuların
haklı çıktığını ifade eder. Devlet, artık kâr dünyasının tikel çıkarlarından görünüşte bile
bağımsız değildir. Aslında devlet her zaman onların hizmetindeydi; şimdi ideolojik
olarak da bu kâr dünyasının çıkarları arasına yerleşmiştir.
Reijen, Adorno’nun eşit karşıtlar kavramının Marx’ın diyalektik kavrayışından farklı
olduğunu belirtir. Ona göre, Marx, iki karşıt kuvvetten birini diğerine üstün kılar.
Sermaye ve emek ilişkisinde emek sermayenin parazit gibi beslendiği kaynaktır.
Gerçeklikteki bu yanlış görünüş, sermayeyi aslında bağımlı olduğu halde daha kuvvetli
gösterir. “Tarihsel gerçekliğin diyalektik ilerleyişi, sermayenin görünüşteki üstünlüğünü
düzeltecek ve dolayısıyla sermaye ve emek arasındaki yanlış anlaşılan güç dengesini
ortadan kaldıracaktır” (Reijen 1999: 71). Öte yandan kapitalist sistemde egemenlik, özel
mülkiyet olmaksızın sahip olunamaz. Adorno için, Marx’ın düşüncesinin nihai motifi
daima görünüşe göre liberal sosyal düzenlemeler içinde ayakta kalan arkaik tekel ve
egemenliğin keşfi olmuştu (Jarvis 2004: 93).
68
Bu bağlamda, Krahl’a göre, Negatif Diyalektik’te praksis kavramı artık burjuva ilişkileri
ve proleter örgütlenme biçimleri terimleriyle sorgulanmamaktadır. Bu bağlamda, o,
Adorno’nun düşüncesinden sınıf mücadelesinin çekilmiş olmasının, eleştirel kuramına
da materyalist tarih anlayışının yozlaşması biçiminde yansıdığını iddia eder (Krahl
1999: 133). Ancak bu iddia Adorno’yu bunları düşünmeye iten kültür endüstrisi
çözümlemesinin güçlü argümanlarını ıskalamaktadır.
Jay, bugünkü kültürün temel öğelerinden birinin, Marx’ın açıkça ortaya koyduğu gibi,
yabancılaşmış kapitalist kültürün, insanın kendi ürünlerine, kendisinin yabancısı
şeylermiş gibi körü körüne bağlanması olan fetişleştirme olduğunu söyler. Adorno’ya
göre fetişleştirme, sadece psikolojik bir kategori değildir; “fetişleştirme ve fetişleşme,
kullanım değerinden çok, değişim değerinin tahakkümü altına girmiş bir toplumun meta
anlayışından kaynaklanan ekonomik bir kategoridir” (Adorno’dan alıntılayan Jay 1989:
274). Adorno, burada dile getirmese de, Marx’ın yabancılaşma kuramıyla malın fetiş
karakteri üzerine söyledikleri arasındaki bağın farkındadır.
Adorno Marx ve Engels’in onu gerçekleştirmeyi düşündükleri için Ütopyanın düşmanı
olduklarını söyler. Onların devrim imgesi, Ütopyanın damgasını önceki dünyanın
imgesi üzerine vurur; kapitalizmdeki ekonomik çelişkilerin ezici ağırlığı onun tarihsel
olarak biriken nesnelliğini gerektiriyor görünür. Ekonomik koşullar başarılan devrimin
başarısızlığında görüleceği gibi, önceden tahmin edilemezdi (Adorno 1973b: 322;
1975a: 316).
Öte yandan, Feuerbach özerine on birinci teze gönderme yapan Adorno’ya göre,
dünyanın yorumlanması dönemi bittiğinde ve dünya değiştirilmek zorunda kalındığında,
felsefe ve eleştiri gereksizleşirken, felsefe elveda demekte ve böyle yapmakla da
kavramlar durulmakta ve resimlere dönüşmektedir (Reijen 1999: 39). Adorno’nun,
burada Marx ile aynı zeminde olduğu düşünülebilir. Ancak, Adorno, daha çok,
kavramlarla dünyaya bakmak yerine resimsel bakmayı önerir. Çünkü kavramlarla realite
tam olarak örtüşmez; bu nedenle realiteyi resimsel bir bakışla kavramak gerekir. Yoksa,
Adorno yorumdan tümden vazgeçmeyi önermez. Çünkü yorum, onsuz olunamayacak
bir öğedir. Yorum öğesi olmadan felsefe “kısır” kalacaktır.
69
II.2.3. Hegel ve Marx’ın Tarih Kavrayışlarının Eleştirisi
Adorno sadece pozitivizmden değil, fakat pozitivizmin antitezi olan Hegelci
Marxizm’den de uzak durmaya çalışmıştır. “Hegel ve Marx olumsuzu, tarihin ve asıl
olarak her hareket ve gelişmenin zorunlu bileşeni olarak görürler. Ama, tarihin bir sonu
olduğunu düşündüklerinden (Hegel burjuva toplumunun devlette, Marx özgürlük
ülkesinde yok olacağını düşünür), olumsuzu bir noktada askıya alırlar; bu nihai olarak
olumsuzun yok olacağı anlamına gelir” (Reijen1999: 63-4).
Diyalektik, Adorno’ya göre, dünya görüşüne dayalı bir oyun sanatı değildir (Adorno
1975a: 295). Dünya tini kavramıyla ilahi mutlak kudret ilkesi, birliği konumlayan
ilkeyle ve dünya planının acımasızlığıyla sekülerleştirilir. Dünya tinine kişiliğinden ve
öngörüsü ile inayetinin bütün niteliklerinden mahrum olmuş bir tanrı gibi tapılır. Bu,
Aydınlanmanın diyalektiğinin bir parçasının uygulanmasıdır: büyüsü bozulmuş ve
muhafaza edilmiş tin bir mit biçimi alır ve boyun eğip niteliklerinden yoksun bir şekilde
yeniden eski haline döner. Yazgının içkinliği gibi, dünya tini ıstırap ve yanılabilirlikle
damla damla akar. Total içkinlik olarak o, zorunlulukla, tesadüfi bir değersiz şey olan
dünyanın olumsuzlanmasıyla havaya uçurulur. Şimdi, bir bütün olarak dünya tinini
deneyimlemek, onun negatifliğini/olumsuzlamasını deneyimlemek demektir (Adorno
1973b: 305; 1975a: 300).
Öte yandan, Adorno’ya göre, kendinde varlık ideasının ideolojisi çok güçlüdür, çünkü o
hakikattir, fakat bu negatif bir hakikattir; onu ideoloji yapan onun doğrulayıcı zıtlığıdır.
Bir defa, insanlar evrenselliğin üstünlüğü hakkında bir şeyler öğrenmişlerdir. Fakat onu,
öfkelerini yatıştırmaları gereken daha büyük bir varlık olarak, bir tine dönüştürdükleri
için bu evrensellik kaçınılmaz olmuştur. Baskı, burada, onlar için anlam kazanır.
Baskıya başvuran bütünün soyut evrenselliği için düşüncenin evrenselliğiyle, tinle
akrabadır. Ve bu, sırayla, tinin, onun taşıyıcısı içinde, sanki onun içinde gerçekleşmiş
gibi, sanki onun kendi gerçekliği kendisi içinmiş gibi, bu evrensellik üzerine yeniden
70
kurulmuş olmasına izin verir. Tinde, evrenselin oybirliği bir özne olmuştur Adorno’ya
göre. Toplumdaki evrensellik, sadece tin vasıtasıyla, tam gerçeklikte yerine getirdiği
soyutlanan etki vasıtasıyla sürmektedir (Adorno 1973b: 316; 1975a: 310).
Adorno’ya göre, dünya tiniyle uyumlu, bireysel olandan daha özsel bir mutluluk
dönemleri, üretici güçlerin çözülmesiyle birleşme eğilimi gösterir. Bununla birlikte, bu
şema çok basittir ve yükselen burjuvazinin bu konuda konuşması da sığdır. Üretici
güçlerin yayılması ve çözülmesi değişen aşamaları tayin etmiş olması anlamında antitez
değildir; onlar daha çok diyalektiktirler. Doğayı kontrol eden tinin bir eylemi olan
üretici güçlerin çözülüşü, doğanın zorlu egemenliğine bir benzerliğe sahiptir. Adorno’ya
göre, bu egemenlik geçici olarak geri çekilebilir, fakat üretici güç kavramı onsuz
düşünülemez, ve hatta bu üretici güçlerin bir çözülüşüdür. (Adorno 1973b: 307; 1975a:
301-2).
Adorno’ya göre, teknolojik üretici güçlerin, henüz sosyal olarak sekte vurulurken,
karışık üretim koşullarını bu koşullar üzerine çoğu etkiyi kullanmaksızın dahil ettiği
zamanlar vardır. Güçlerin çözülüşü, süren insan ilişkilerinden ayrılır ayrılmaz
düzenlerin fetişleştirildiği kadar olur. Adorno, çözülmenin diyalektiğin büyülü formülü
olmadığını, aksine bir öğesi olduğunu ifade eder. Dünya tininin bu tür aşamalarında,
tikelliğin totalitesi, onu ortadan kaldıran bir aşamaya geçer. “Bütün işaretler bizi
aldatmadıkça, bu çağımızın imzasıdır” diyor Adorno (Adorno 1973b: 307; 1975a: 302).
Öte yandan, bu periyotlarda yasama üretici güçlerin ilerlemesine ihtiyaç duyar ve en
azından gözle görülür bir şekilde bu güçler tarafından tehlikeye sokulmaz. Bunların
hepsinde öznel tin, tarihsel bir kategori, gelişen bir şey, bir değişme, aslında geçici bir
şey olarak da kalır. İlkel toplumların durgun bireyselleşmemiş kabilesel ruhu
planlanmıştır ve birey sonrası kollektivizmle serbest kalacaktır; nesnel tin böylece
yüzsüzleşmiş bir dolandırıcılık olarak boyun eğdirecektir.
Adorno, geçerliliği Kantçı felsefeye ilham veren matematiğin ve doğa bilimlerine
benzer bir şekilde Hegelci felsefeye ilham veren evrensel tarih kavramının sorunlu
olduğunu iddia eder. Çünkü, pozitif olarak ilerleyen tarihsel bilim totalite kavrayışını ve
kesilmeyen sürekliliği yarıp parçalarına ayırır. Adorno’ya göre, Hegel, evrensel tarihin
71
sadece zıtlıklardan oluştuğunu düşünür. Diyalektikteki materyalist geriye dönüş, tin ve
kavramın herhangi bir birliğiyle korunamayan kesintililiğe vurgu yapar. Bu nedenle,
Adorno, süreksizlik ve evrensel tarihin birlikte düşünülmesi gerektiğini belirtir.
Adorno’nun buraya kadarki eleştirileri ve aşağıda Hegel’e atfen söyledikleri Marx için
de geçerlidir. Çünkü Marx da Hegel’in dile getirdiklerinin büyük bir kısmını kabul
etmekteydi.
“Evrensel tarih oluşturmak ve yadsımak içindir. Olan felaketlerden sonra, ve gelen felaketlerden dolayı, daha iyi bir dünya için bir planın tarihte bildirildiği ve onu birleştirdiğini söylemek kinik olacaktır. Bununla birlikte, bu, tarihin momentlerini ve aşamalarını karmakarışık olarak yarıp uzun parçalara ayıran dolaysızlığın pekiştirdiği birliği inkar etmek demek değildir -insan üzerine ve sonuçta insanın içsel doğası üzerine kural koymaya giden doğanın kontrolünün birliği. Yabanıllıktan insaniliğe giden evrensel bir tarih yoktur, fakat sapanlardan megaton bombalara giden bir tarih vardır.24 Bu, organize olmuş insanlığın, süreksizliğin somut örneğinde, organize olmuş insanları ortaya çıkardığı total tehditle sonuçlanır. Bu, Hegel’in onayladığı ve onun başının üzerinde duran dehşettir. Eğer, Hegel, tarihsel acı çekmenin totalitesini kendini gerçekleştiren Mutlakın, Birin, -tesadüfe bağlı nefes alma dönemleriyle- bugüne gelen, muhafaza edilen Bütünün pozitifliğine dönüştürürse, bu, teleolojik olarak acı çekmenin mutlağı olacaktır. Tarih süreklilik ve süreksizliğin birliğidir. Toplum, onun antagonizmasına rağmen değil, fakat onun yardımıyla hayatta kalır; kâr ilgisi ve bu yüzden sınıf ilişkisi, bütün insanların hayatının askıda kaldığı ve onun ilkelliğinin hepsinin ölümündeki gözden kaybolan noktaya sahip olduğu üretici güçlerin nesnel motorunu kurar. Bu, bağdaşmaz olanın bağdaşır yanını içermek de demektir; başka hiçbir şey insanın yaşamasına izin vermediğinden, değişen bir yaşam da onsuz mümkün olmayacaktır. Tarihsel olarak bunu yapmak olanaklılığı onu yok edebilir de. Değerli bir belirleme nesnesi/Bir değeri belirleme nesnesi olan Dünya tini, sürekli felaket olarak belirlenmiş olacaktır. Bütün boyun eğdirmeler altında özdeşlik ilkesi, her ne özdeşliğe girmiyorsa, her ne amaçlar alanındaki rasyonel plandan kurtuluyorsa, özdeşliğin özdeş olmayana neden olduğu felaket için korkutan intikama dönüşür. Tarihi felsefi olarak bir ideayla büyülenmeksizin yorumlayan başka bir yol hemen hemen [hiç] yoktur (Adorno 1973b: 320; 1975a: 314-5).
Hegel’in tümelsiz hep yinelenen bir tarzda sonuçlandırdığı tikel hiçbir şeydir Adorno
için. “İnsan tininin -ve sadece bu değil- modern tarihi Sissyphos’un apologetik
çabasıdır” (Adorno 1973b: 327; 1975a: 321). Aynı çaba Marx’ta da vardır.
Öte yandan, Hegel için zaman ve geçiciliğin diyalektiği mantıksal olarak kendinde
zamanın diyalektiğine döner. Bu, pozitivistlerin tercih edilen saldırı noktasını sunar.
Aslında, bu, eğer diyalektik, her geçici içeriğin ayıklanmasıyla, biçimsel zaman
24 Cümlenin Almancası şöyle: “Keine Üniversalgeschichte führt vom Wilden zur Humanität, sehr wohl eine von Steinschleuder zur Megabombe.”
72
kavramına atfedilirse kötü skolastisizm olmuş olacaktır. Bununla birlikte, eleştirel
refleksiyonda zaman içsel olarak biçim ve içeriğin dolayımlı birliği olarak
diyalektikleştirilir (Adorno 1973b: 332; 1975a: 325). Hatta, sonunda, Hegel’e göre,
öznellik evrenseldir ve total özdeşliktir. O bunu belirler. Fakat o, aksine, başarır da:
kendini-bildiren bir nesnellik olarak özneye dair kavrayış. O, sadece, ideolojik olarak,
mutlak öznenin özgür bir edimini talep eden nesneyi yanlışlamaz; öznedeki kendini-
temsil eden bir nesnelliği, bu yüzden anti-ideolojik olarak sınırlanmış özneyi de kabul
eder (Adorno 1973b: 350; 1975a: 343).
Hegel’deki evrensellik ve özdeşlik düşüncesini eleştiren ve bu düşünce ile nazi
soykırımı arasında bir bağ kuran Adorno için, nazi kamplarında ölüm aracılığıyla
insanların eşitlenmesi söz konusudur. En sonunda, en fakir mülkiyetler kamulaştırılmış
ve bireylere de bu kamulaştırılmış en fakir mülkiyet kalır. Bu, Adorno’ya göre, artık,
toplama kamplarında bir numuneye dönüşen ölü bireydir. “Soykırım mutlak
bütünleştirmedir. … Auschwitz ölüm olarak saf özdeşlik felsefesini onaylar” (Adorno
1973b: 362; 1975b: 355) diyor Adorno ve devam ediyor, “Yeni bir kategorik imperatif
Hitler tarafından özgür olmayan insanlığa empoze edildi: onların düşüncelerini ve
eylemlerini düzenlemek, öyle ki benzeri olmayan bir şey olarak Auschwitz’in tekrarı
olmayacak” (Adorno 1973b: 365; 1975a: 358).
Adorno dünyayı radikal anlamda kötü bir yer olarak görmektedir. Çünkü Holocaust
denen bir pratik yaşanmıştır ve insanlar hala öldürülmeye devam etmektedir. Bu
bağlamda, kötülüğün dünyanın özünde olduğu söylenebilir. Öte yandan, kötülük
kapitalist üretim tarzından kaynaklanır. Adorno, bu nedenle, aklın araçsallaşması
bağlamında kapitalist üretim tarzını eleştirir. Adorno ve Frankfurt Okulu’nun diğer
üyeleri “kapitalizmi kendisi için eleştirmiyorlar, araçsal aklın gemi azıya almış bir hali
olduğu için eleştiriyorlar. Bu anlamda Kapitalizm aydınlanmanın bir parçası zaten”
(Keskin 2003: 50). Adorno dünyanın hem cehennemden daha kötü olduğunu hem de
daha iyi olduğunu söylüyor.
O kötüdür, çünkü hiççilik bile, sonuçta Schopenhauer’ın Nirvana’sıyla uzlaşır göründüğü kadarıyla bu mutlak olamayacaktır. İçkinlik bağlamını kapatmanın dışında yol yoktur; bu, kötü bir şeytanın rüyası olarak onu gören Hindu filozoflar tarafından ona uydurulan anlam ölçüsünde dünyayı inkar etmektir.
73
Schopenhauer’ın düşüncesindeki yanlış kendi büyüsü altındaki içkinliği muhafaza eden yasa, içkinliğin engellediği öz olarak doğrudan söylenir. … Fakat dünya, cehennemden daha iyidir, çünkü Schopenhauer’ın dünyanın aşkın alanına atfettiği mutlak kesinlik idealist sistemden ödünç alınır. Bu, saf bir özdeşlik ilkesidir ve herhangi bir özdeşlik ilkesi kadar aldatıcıdır. Kafka’nın yazılarındaki gibi, dünyanın bozulmuş ve hasara uğramış akışı, onun bütün anlamsızlığı ve sağgörüsüzlüğü anlamıyla da ölçülemezdir; biz onların ilkesine uyarak gergin bir şekilde anlam veremeyiz. O ilke, bir mutlak olarak umutsuzluğu konumlayarak umutsuz bir bilincin bütün teşebbüslerine direnir. Dünyanın akışı mutlak olarak kesin değildir, ne de mutlak umutsuzluktur; daha ziyade umutsuzluk kesinliktir. Bununla birlikte onda her ötekilik izi/kalıntısı terk edilir, bununla birlikte bütün mutluluk(ların çoğu) iptal edilebilirlikle birleşir: çatlaklardaki bu çelişen özdeşlik, mevcudiyet yine de bu ötekiliğin güvencesinin her bozulmasıyla istila edilir. Fakat bütün mutluluk insanların inkar edildiği ve kendileri tarafından inkar edilen tam mutluluğun bir fragmanı olur. İnsani olarak tarihin vaat edilmiş ötekiliği olan yakınsama (onunla) ontolojinin şaşmaz bir şekilde gayri meşru olarak tarihten önceye yerleştiğini ya da tarihten muaf tutulduğunu gösterir. Kavram, ontolojik argümanın ona sahip olduğu kadar gerçek değildir, fakat eğer biz maddi bir şeyle onu kavramaya zorlamazsak o kavranamayacaktır (Adorno 1973: 403-4; 1975a: 395-6).
Sanat da onun en yüksek doruğundaki görünüştür Adorno’ya göre. Fakat onun
görünüşü, onun karşı konulmaz parçası, görünüş olmayan tarafından verilmiştir. Ancak,
Adorno, aşkınlık olmadan insanların ve şeylerin üzerine düşen bir ışığın olmayacağını
iddia eder. “Hakim mübadele dünyasına direnç, dünyanın renklerinin solmasını
istemeyen gözün direncidir. Görünüş, görünüş olmayanın vaadidir” (Adorno 1973b:
404-5; 1975a: 396-7).
Adorno’ya göre, özdeşlik tezi olmaksızın, diyalektik bütün olamaz. “Negatif
diyalektiğin, bir bütün olacakmış gibi, kendini kendinde dindirmek istememesi onun
belirleniminde bulunur; bu onun umut biçimidir” (Adorno 1973b: 406; 1975a: 398).
Ancak bu umudun gerçekleşmesi demek diyalektiğin de son bulması demektir.
Dolayısıyla bu bir umut olarak kalacaktır. Bu nedenle, Adorno, havaya uçan ilerleme
eğiliminin sadece basit ilerleyen doğaya hakim olma hareketinin olumsuzlamasının
aksine aklın doğaya hakim olmayla açılması şeklinde kendini gösterdiğini belirtir.
Diyalektik, en katı metafizik olmayan anlamda, ilerleme demekti; o, ilerleme için bir
organondu (Adorno 1977b: 627-8). Bunun için, Marx gibi, Hegel de tanıklık ettiği
tarihsel ilerlemenin diyalektik görünüşüne ihtiyaç duyar (Adorno 1977b: 637). Öte
yandan, ilerlemenin fetişleştirilmesi, teknikle sınırlı olan fetişleştirmeyi destekler.
Ancak, ilerleme, sonuçta bir yerde duran kategori değildir. “İlerleme bütün
74
aşamalarında bir direnmedir, aşamalarda bırakma (Überlassen) değil” (Adorno 1977b:
638).
II.3. AYDINLANMA’DAN KÜLTÜR ENDÜSTRİSİNE İKTİDARIN
DÖNÜŞÜMÜ
II.3.1. Aklın Araçsallaşması: Aydınlanma Eleştirisi
Adorno’ya göre, her defasında bir sona kendini yayan doğa hakimiyeti olarak görünen
egemenlik ilkesi, daha sonra (kendini) insanın insan üzerindeki egemenliğinde devam
ettirir (Adorno 2007: 21). Aydınlanma’da genel kavramların otoritesi bağlamında
insanların doğaya egemen olma istekleri vardır. Ancak bu egemen olma kötü ruhlardan
duyulan korkuyu gizemli ritüellerle bertaraf etme çabasına benzemeyecekti. Artık
maddeye egemen olma gizli ya da içkin hükmeden güçler yanılsamasına kapılmadan
gerçekleştirilebilecekti. Adorno, hesaplanabilir olmanın ve yararlılık ölçülerine
uymayan her şeyin Aydınlanmanın gözünde kuşkulu olduğunu söyler. Bu nedenle,
“Aydınlanma totaliterdir” (Adorno 1995: 22; 2004a: 12). Adorno’ya -ve Horkheimer’a-
göre, mitosa dayanan bir imgeleme karşılık olarak Aydınlanmanın savunduğu ilke, her
bir geçmiş olayı bir yinelenme olarak açıklamanın ilkesi mitosun kendi ilkesidir
(Adorno 1995: 28-9; 2004a: 18).
Adorno, doğal baskıyı (Naturzwang) kırmak için girişilen, ama doğanın bozulmasına
neden olan her denemenin doğal baskının daha da artmasıyla sonuçlandığını iddia eder
(Adorno 1995: 30; 2004a: 19). Ona göre, bütün bir Avrupa uygarlığı bu yolu izlemiştir.
Adorno’ya göre, egemenlik, bireyin, tikel olanın karşısına genel olan olarak,
gerçeklikteki akıl olarak çıkmaktadır. Kendileri için başka bir çıkış yolu olmayan
toplum üyeleri bütünü yeniden gerçekleştirmek üzere üstlerine yüklenen işbölümü
aracılığıyla bütün güçlerini kullanarak rasyonelliği meydana getirirler. Burada bireyin
çoğunluk tarafından ezilmesi söz konusudur. Toplumun baskı altında tutuluşu aynı
zamanda bir kolektif tarafından uygulanan baskının özelliklerini taşır. Bu, kolektiflik ile
75
egemenliğin birliğidir, yoksa düşünce biçiminde görülen dolayımsız toplumsal genellik,
dayanışma değil (Adorno 1995: 39; 2004a: 28).
Adorno bu noktada Odysseus’un Sirenler’le olan ilişkisine değinir. Odysseus’un
Sirenlere karşı gemisinde aldırdığı önlemler, Adorno için, Aydınlanmanın
diyalektiğinin sezgi dolu alegorisidir. Temsil edilebilirlik (Vertertbarkeit), egemenliğin
ölçüsü ve kendini kurumlarda herkesten çok temsil ettirebilen bir kimse iktidar sahibi
sayıldığı oranda, hem ilerlemenin hem de gerilemenin aracı da sayılmaktadır (Adorno
1995: 53; 2004a: 41). Mevcut koşullarda çalışma sürecinin dışında bulunmak işsizler
için olduğu kadar toplumsal karşıt kutup için de sakat bırakılma anlamına gelmektedir.
Üst katmanlar artık ilişki kurma gereğini duymadıkları varoluş biçimini yalnızca bir
dayanak olarak görürler ve emreden ben haline gelerek duygusuzlaşırlar.
Adorno -ve Horkheimer- Odysseus’un, çalışma alanında temsil edildiğini söyler. O,
kendinden vazgeçişin çekiciliğine boyun eğmediği gibi, sonuçta bir mülk sahibi olarak
çalışma sürecine, hatta bu sürecin yönlendirilmesi ve yönetilmesine de katılmaktan
yoksun kalırken, yol arkadaşları, çalışma süreci baskı altında, umutsuzca ve duyuları
zorla körleştirilmiş bir şekilde gerçekleştiği için, şeylere çok yakın olmalarına karşın,
çalışmanın tadına varamazlar. Burada, kölenin bedeni ve ruhu boyunduruk altındadır,
efendi ise geri çekilir. Hiçbir egemenlik bu bedeli pazarlıkla indirmeyi başaramamıştır.
Öte yandan, işbölümüyle birlikte becerisi ve bilgisi farklılaşan insanlık, egemenliğin
süresi, varoluşun teknik kolaylıklarına karşın, içgüdülerin daha güçlü şekilde
bastırılarak sabitleştirilmesine bağlı olduğundan, antropolojik açıdan daha ilkel bir
aşamaya geri dönmek için zorlanır. Burada imgelem hasara uğrar.
“Felaketin nedeni, bireylerin güya toplumun gerisinde ya da toplumsal maddi üretimin gerisinde kalmış olmaları değildir. Makinelerin gelişmesi egemenlik mekanizmasının gelişmesine dönüştüğü, böylece birbiri içine geçmiş teknik ve toplumsal yönseme insanları etkisiz kapsama noktasına yaklaştığı zaman, geride kalanlar sırf gerçeklik dışını, doğru olmayanı temsil etmezler. Buna karşılık ilerlemenin iktidarına uyum sağlayış iktidarın ilerlemesini içerir, her defasında kendi karşıtının başarısız kalanını değil, başarıyla gerçekleşen ilerleyişini kanıtlayan yeni bir gerilemeyi içerir. Önlenmesi mümkün olmayan ilerlemenin ilenci önlenmesi mümkün olmayan gerilemedir” (Adorno 1995: 54; 2004a: 42).
Adorno, uygarlığın ilerleyişinin egemenlikle beraber, egemenliği yatıştırma
76
perspektiflerini de yenilediğini söyler. Ancak reel tarihte imha araçlarının artışıyla
orantılı bir şekilde yaşanan acılar da artmış ve perspektifleri gerçekleştirme işi kavrama
bırakılmıştır. Aydınlanma, asla, özgürlük ile kendini koruma eyleminin birbirine
karıştırılmasından bağışık olmamıştır. Adorno için, uzun zamandan beridir hakikate
karşı gizlice birleşmiş olan ilerleme ile kültürden hangisinin adına gerçekleşirse
gerçekleşsin, kavramın ertelenişi meydanı yalana bırakmıştır (Adorno 1995: 59-60;
2004a: 47).
Öte yandan, Adorno’ya göre, insanların makine, örgüt gibi şeylerle kendini unutup
şeyleşmesini sağlamakla düşünme başıboş kalmış ve böylece Aydınlanma kendini
gerçekleştirmekten vazgeçmiştir. Bu bağlamda insan, bireyleri disiplin altına alarak
şeyler üzerindeki egemenlik biçiminde kendi varlığına ve bilincine karşı duran
özgürlüğü ise bütüne bırakmaktadır (Adorno 1995: 61; 2004a: 47-8).
Adorno, insanların Tanrıya planlı bir şekilde kurban edildiği her törenin Tanrıyı
aldattığını, onu insani amaçların önceliğine bağımlı kıldığını, iktidarını elinden aldığını
söyler. Bu aldatılma da hiç kesintiye uğramadan dindar cemaatin inançsız rahipleri
tarafından aldatılmaya varır. Adorno’ya göre, Odysseus hem kurban hem de rahip
işlevini görmektedir. Girdiği bahsi hesaplayarak iktidarın, bu bahse yol açan yadsınışını
etkiler (Adorno 1995: 69; 2004a: 57). Öte yandan Adorno, kurbanın, kurbandaki
rasyonelliği tamamen yadsıyan büyülü kolektif yorumunun kurbanın
rasyonelleştirilmesi olduğunu ancak bugün ideoloji olanın bir zamanlar hakikat yerine
geçmiş olabileceğini söyler. Yeni ideolojiler ise, tıpkı doğup gelişen sınıflı toplumun
evvelce kabul görmüş ideolojilerdeki yalanı ortaya çıkarması gibi, kendilerinden
öncekilere aynı şekilde başvuran eski ideolojilerin yinelenmesidir (Adorno 1995: 71;
2004a: 59-60).
Mitoloji, Adorno’ya göre, aklı, sadece doğanın derinliklerinde gizlenmiş akıl olarak,
doğal güç olarak tanır. Mitolojiye göre insanın iç dünyasındaki devinimler, dış güçler
olarak Tanrı ya da başka güçlere dayanan canlı güçlerdir. Aydınlanma ise bağlamı,
anlamı, yaşamı öznelliğe geri götürür; ancak öznellik de ilk defa bu geri götürüşte
oluşur. Akıl öznelliğin kimyasal etkenidir Adorno için; ve bu etken şeylerin kendi
77
tözünü soğurur ve aklın yalınkat özerkliğini ortadan kaldırır. Doğadan duyulan boş
inanca dayalı korkudan kaçmak için akıl kendi dışındaki etkenleri etkisizleştirmiş ve
özne düşünce gereği tamamen tek mutlak, anlamsız bir otorite haline gelene kadar
insani aşamalar üzerinde bu etkenlerin etkisini kölelik olarak görmüştür. Doğanın bütün
güçleri, öznenin soyut iktidarı için aralarında fark bulunmayan, saf birer direnç
durumuna girmiştir (Adorno 1995: 108; 2004a: 96-7). Burada akıl, artık, hesaplamanın,
planlamanın organı olmuştur; hedeflere karşı tarafsızdır ve öğesi de koordinasyondur.
Öte yandan, Burjuvazi’yi iktidara getiren aygıt olan güçlerin serbest bırakılışı, genel
özgürlük, özerklik, kısacası Aydınlanma, egemenlik sistemi olarak baskıda bulunmaya
zorlanır zorlanmaz burjuvaziye karşı cephe almıştır. Ancak Aydınlanma, “kendi ilkesi
gereği”, eski ideolojiler gibi egemenliğe güven verici hizmetlerde bulunmayarak inancı
akılsallaştırmaktadır. Aydınlanmanın akıl kavramı konusunda sözü geçen ütopya ile
gizlice iletişim kurmaya olan anti-otoriter eğilimi, kendisini, tıpkı kısa süre önce ittifak
kurduğu aristokrasi gibi, burjuvaziye düşman hale getirmiştir. Burada, anti-otoriter ilke
sonuçta kendi karşıtına dönüşerek akla karşı bir konum almıştır. Bu bağlamda, otorite
ile hiyerarşinin Aydınlanma bağlamında felsefede de erdem olarak kutsandığı
görülmektedir. Ancak Aydınlanmanın bu türden sapmalara karşı elinde hiçbir dayanağı
yoktur; çünkü kendisi için pratik bir yararı yoksa saf hakikat hasara uğrama karşısında,
rasyonelleştirme de ratio karşısında hiçbir ayrıcalıktan yararlanmaz. Bu şekilde, baskıcı
duruma gelmiş olan düzeni temelsiz bırakmaya çalışan ve egemen üretim tarzına bağlı
olan Aydınlanma kendi kendini ortadan kaldırmaktadır (Adorno 1995: 111-2; 2004a:
100-1).
Adorno, Nietzsche’nin iktidar sahiplerini kendilerine ait olamayan her şeye dönük
acımasızlıkları bağlamında sinsice övdüğünü ifade eder. Ona göre, Nietzsche’de,
güzellik etkiden, önemden ileri gelir. Nietzsche, tüm Tanrıların Alacakaranlığı’nın
ortasında, emperyalist yağmaları tarihsel misyonlar haline getirmeyi arzu eden küçük
hırsızın asıldığını görme konusundaki idealist alışkanlığı terk edemez Adorno’ya göre.
Öte yandan, Alman faşizmi güce tapmayı tarihsel öğreti düzeyine çıkararak onu aynı
zamanda kendine özgü bir saçmalığa vardırmıştır. Adorno, Efendi ahlâkının uygarlığa
itiraz ederken yanlışlıkla ezilenleri savunduğunu iddia eder. Ona göre, körleşmiş
78
içgüdülere duyulan nefret, terbiye edicinin yalnızca kurbanlarında ortaya çıkan hakiki
doğasını ele vermektedir (Adorno 1995: 119; 2004a: 108). Adorno bu bağlamda
Nietzsche’nin dile getirdiklerinin Alman faşizmine hizmet ettiğini ve onunla
örtüştüğünü iddia eder. Ancak, Nietzsche’ye yapılan klasik bir suçlamadır bu. Oysa
Nietzsche’yi iyi okuduğumuzda onun hiç de bunu söylemek istemediğini, aksine
söylediklerinin Adorno’nun genel düşünsel yapısıyla örtüştüğünü görürüz; özellikle
tikellik ve sanat konusunda. Schweppenhäuser’a göre Adorno’nun Nietzsche’nin
ahlâklılık eleştirisini eleştirmesinin merkezi argümanı, Nietzsche’nin kendi kölelik
ahlâkı tanımının kurbanı olmaya denk düşmesi ve iktidarın toplumsal koşullarının
yanlış görünüşüyle kavranır. Nietzsche’nin güç isteminin bildirimi olarak yaşamsal
terimlerle çizdiği, onun öz olarak kavradığı, hipotezleştirdiği şey, daha çok, bir kez daha
gizemden kurtarılmış ve zorunlu bir yanılsama olarak görünür (Schweppenhäuser 2004:
335).
Habermas’a göre, modern ve rasyonelleşmiş dünya yalnızca görünüşte büyüyü
bozmuştur; ancak şeytanca bir şeyleşmenin, ölümcül bir yalnızlığın laneti hâlâ onun
üzerinde bulunmaktadır.25 Ona göre, ilkel güçlerin, özgürleşmek zorunda olup da
kaçmayı başaramayanlardan aldıkları intikamı ifade eden şey yararsız bir özgürleşmenin
felç edici etkileridir. Doğa üzerinde rasyonel egemenlik kurma arzusu, salt korunma
uğruna özneyi üretken güçleri sınır tanımaksızın artıran, ama salt korunmayı aşacak
uzlaşma güçlerini de körelmeye bırakan bir oluşum süreci içine sokmaktadır.
Aydınlanmanın en kalıcı belirtisi nesneleştirilmiş dışsal doğa ve bastırılmış içsel doğa
üzerinde kurulan egemenlik olarak görünür26 (Habermas 2003: 89).
Habermas, Adorno’nun savunduğu bir ideoloji eleştirisinin, anlam bağlamı ile gerçeklik
bağlamı arasındaki zorlu ayrımın kurucu olduğu bir düzlem içinde, bu içsel ve dışsal
25 Bu bağlamda Schweppenhäuser’a göre Adorno bir modernite eleştirmeniydi, hem öznel hem de iyeliğin nesnel anlamında. Onun diyalektik modernite eleştirisi, moderniteye ait olan ve onun nesnelliklerini terk etmek istemeyen fakat daha çok bu nesnelliklerin, kaçınılmaz olarak, onların kendi bozulmasına nasıl götürdüğünü göstermek isteyen bir filozofun eleştirisidir (Schweppenhäuser 2004: 335).
26 Öte yandan, Adorno’nun tarihle ilişkisi, farklı şekilde konumlanmasına rağmen, Nietzsche’ninki kadar agnostiktir. Nietzsche gibi Adorno da akılcılığın otoritesini ve onun kırtasiyeciliğini yapan gerçekliği meşrulaştırma konusunda ihtiyatlıdır (Liatsos 2001: 144).
79
ilişkilerin birbirine nasıl karıştığını göstermeye çalıştığını belirtir. Habermas, bu ideoloji
eleştirisinin kendi başına başka bir kuramla rekabet halinde olan bir kuram olmadığını
yalnızca belli kuramsal kabullerden faydalandığını belirtir. Bu kabullerle donanmış
olarak, şüphe edilen kuramın doğruluğunu, yanlışlığını açığa çıkararak reddeder
(Habermas 2003: 94).
Habermas’a göre, Horkheimer ile Adorno ideoloji eleştirisinin temellerini parçalanmış
saymalarına karşın Aydınlanmanın ana figürüne tutunmak istemektedirler. Bu da,
aydınlanmanın mite yaptığı şeyi bir bütün olarak Aydınlanma süreci üzerine uygulamak
istiyorlar demektir. Eleştiri, geçerliliğinin temeli olan akla karşı döndüğünde bir bütün
haline gelir. Habermas’a göre, akıl araçsal olduğunda iktidar tarafından sindirilir ve
eleştirel gücünden yoksun kalır. Eleştirel kapasitenin kendisini yok edişinin bu şekilde
betimlenmesi ise, betimlemenin yapıldığı anda bile, yok olduğu ilan edilen eleştiriden
yararlanılması gerektiğinden, Habermas’a paradoksal görünür. Burada, Aydınlanmanın
kendi araçlarıyla hareket ederek onun (Aydınlanmanın) totaliterleştiği gösterilmektedir.
Ancak, Habermas, Adorno’nun bütünlük kazanmış bir eleştirinin içindeki bu
gerçekleştirici çelişkinin farkında olduğunu ekler (Habermas 2003: 97).
Liassos, Aydınlanma’nın başarısızlığının, ütopik bir koşulu başarma adına, onun radikal
karşıtı olan doğayı açgözlü bir şekilde egemenlik altına alma arzusunda temellendiğini
dile getirir. Bu teleolojik vizyon, Aydınlanmanın kendi-yıkımı, onun totaliter ve bu
nedenle insafsız temayülü olur (Liassos 2001: 146).
Jay ise, Aydınlanmanın, iki temel nedenden dolayı, tam da kendisinin tersi bir durumun
ortaya çıkmasına yol açmış olduğunu belirtir. İlki, araçsal aklın evrensel alış-verişin
hizmetinde oluşu ve her şeyin bir başka şeyin soyut eşdeğerine indirgendiği değişim
ilkesiyle yakından bağlantılıydı. Yani niteliksel olarak farklı ve özdeş-olmayan
tikellikler, zorla, nicel bir özdeşliğe sürüklenmiş bulunmaktaydı. Bu olgunun
kurbanlarının en önemlisi ise, burjuvazinin yükselmesindeki heroic dönemde oluşmuş
bulunan tikel birey’di (Jay 2001: 40).
Buna karşılık, Keskin, Aydınlanmanın üç şeyi denetim altına almaya çalıştığını, ancak
80
üçünü de denetim altına almaya çalışırken tahrip ettiğini ifade eder. Bunların ilki
doğadır. Araçsal akıl doğayı denetim altına almaya çalışırken tahrip etmiştir. İkincisi
olan toplum üzerinde egemenlik kurabilmek için, toplumdaki çeşitlilik ortadan
kaldırılmış ve dolayısıyla totaliter bir toplum modeli ortaya çıkmıştır. Aydınlanma,
üçüncü olarak, kendimizi ve kendimizi oluşturan çokluğun getirdiği bilinemezliği bilinir
kılmaya çalışmış ve dolayısıyla kendimizi tam bir denetim altına almıştır. Batıdaki bu
gelişmeler insanın o zengin çeşitliliğini ortadan kaldırmıştır. Sonunda totaliter bir
kimlik, totaliter bir kendilik ortaya çıkmış ve bu da insanın kendisini tahrip etmesini
beraberinde getirmiştir (Keskin 2003: 51-2).
Dellaloğlu ise, modern dönemde aklın, öznenin toplumsal olanı dönüştürmesinin değil,
daha çok toplumsal olanın özneyi inşa etmesinin bir aracı olduğunu söyler. Yani akıl,
artık özgürleşmenin değil denetimin uşağıdır (Dellaloğlu 2003b: 44).
II.3.2. Kültür Endüstrisi Eleştirisi
Adorno’nun temel çabasının genelin tikel üzerindeki egemenliğini kırmaya çalışmak
olduğu söylenebilir –ki bu çaba Horkheimer ve Marcuse’de de görülür. Tikelin bütünün
egemenliğine direnerek onun içinde yaşaması onun özerkliğine bağlıdır. Burada, tikelin,
bireyin karşısında genel olarak dile getirilen toplumsal yapı ya da “totalite”dir. Aslında
tikel olarak anlatılmak istenen şey, bütünün parçası veya parçaları olarak birey ya da
sınıf gibi bir öznelliği içermektedir. Tikel olanın genelin içinde varolmaktan başka şansı
yoktur. Ancak, söz konusu özerkliği sayesinde tikel, genel içinde olmasına karşılık, ona
teslim olmadan kendi varlığını koruyabilir ve geneli de kendi tercihleri yönünde
değişime zorlayabilir (Dellaloğlu 2003a: 18).
Adorno’ya göre, kültür endüstrisi müşterilerinin tepkilerine uyarlanmaktan çok, onları
kalpazanca imal eder ve kendisi de onlardan biriymiş gibi davranarak onların tavırlarını
biçimlendirir. Burada yapılanların hepsi aslında bir ideolojidir. İnsanlar, toplumsal
eşitsizlik bağlamında, iktidardan pay aldıkları ölçüde, eşitliği çarpıtarak başkalarına ve
toplumsal bütüne uyarlanmaya istekli davranırlar. Adorno, kültür endüstrisini döndüren
81
çarkın bastırılmış taklit dürtülerinin istismarına ayarlı olduğunu söyler. Kültür
endüstrisinin yöntemi ise, izleyicinin kendisini taklit edişini öngörmek ve böylece
yaratmak istediği anlaşmayı zaten varmış gibi göstermektir (Adorno 2003d: 228; 2005:
207).
Öte yandan, kültürle kültür eleştirisinin güçlüğü eleştirmenlerin saf tavrında durmaz.
Kültür eleştirisi, kültürü (kendi) nesnesi için kurarak, onu bir daha somutlaştıracaktır.
Ancak onun kendi anlamı, somutlaşmanın işten el çektirilmesi olarak görünür (Adorno
1977a: 15). Adorno’ya göre, kültür eleştirisinin kültürle suç ortaklığı, eleştirmenin
sadece zihniyetinde yatan bir şeyden çok, ele aldığı şeyle olan ilişkisi tarafından
dayatılır. Eleştiri, kültürü kendi nesnesi yaparak, onu bir kez daha nesneleştirir. Oysa
kültürün anlamı, bunun tam tersi olan, nesneleştirmenin askıya alınmasıdır (Adorno
2004b: 163).
Adorno, kültür eleştirisinin, sadece ideoloji eleştirisinden ibaret kaldığı sürece bu
eleştirinin kendisinin de bir ideoloji olacağına dikkat çeker. Kültür eleştirisinin ideolojik
işlevi ise onun asıl hakikati olan ideolojiye karşı direnişine gem vurur. “Kültür ancak,
yozlaşıp kendi karşıtına dönüşmüş olan bir pratikten, yani durmadan hep aynı şeylerin
üretilmesi pratiğinden, kendisi de manipülasyoncuya hizmet eden tüketiciye hizmet
vermekten uzaklaştığı oranda ve dolayısıyla insandan uzaklaştığı oranda insana sadık
kalabilir” (Adorno 2004b: 165).
Öte yandan, Adorno, kültürü bir bütün olarak görmenin onun kendi hakikatinin mayası
olan yadsımayı çekip almak demek olduğunu ifade ederek, kültür dostu olmanın savaş
resimleriyle ve askeri müzikle uyumlu bir tavır olduğunu belirtir. Bu noktada diyalektik
eleştiri, kültürü eleştirmeyi kültürün yadsınarak aşılıp tamamlanmasına kadar
vardırması nedeniyle kültür eleştirisinden ayrılır. (Adorno 2004b:171-2) Bu bağlamda,
Adorno, önemli olanın dünyayı değiştirmek olduğunun, dünyayı yorumlamanın ise laf
ebeliği sayılması gerektiğinin ileri düzeydeki bütün ekonomi ve siyaset toplantılarında
büyük kabul görmesi nedeniyle, Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezler’inden
yararlanmanın o kadar kolay olmadığını söyler. “Diyalektik”, diyor Adorno, “eylem ile
tefekkür arasındaki ilişkiyi de kapsar” (Adorno 2004b: 173).
82
Adorno’ya göre, kültür, nesnel tinin öznel biçimde imal edilmiş görünümleri olarak, en
çok da özel yaşam alanı olarak, ideolojik hale gelmiştir. Toplumsal süreç bağlamında
yaşam şeyleşmenin ideolojisine “yani bir ölü maskesine” dönüşmektedir. Bu nedenle
eleştiriye düşen görev kültürel fenomenlerin karşılık düştüğü belli çıkar konumlarını
saptayıp açığa vurmaktan çok, bu fenomenlerin ifade ettiği toplumsal eğilimleri ve
hangi güçlü çıkarların gerçekleşmesini sağladığını ortaya çıkarmak olmalıdır. Bütün ise,
öğelerden ne kadar arınır, ne kadar toplumsal dolayımdan geçer, filtre edilir ve ne kadar
“bilinç” olursa, o kadar “kültür” haline gelir (Adorno 2004b: 174). Toplum da ne kadar
bütün hale gelirse, tinin şeyleşmesi o kadar artar ve bu şeyleşmeden kaçınmak da o
oranda güçleşir. Adorno bu noktada o meşhur vecizesini dile getirir. Buna göre;
“Kültür eleştirisi kültür ve barbarlık diyalektiğinin son basamağıyla karşı karşıyadır: Ausschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarlıktır ve üstelik bu, şiir yazmanın bugün neden imkânsız hale geldiğine ilişkin bilgiyi de kemirmektedir. Eleştirel ruh kendinden memnun tefekkürle sınırlı kaldığı sürece, geçmişte tinin ilerleyişini kendi unsurlarından biri olarak varsaymış olan ve onu artık tümüyle yutmaya hazırlanan mutlak şeyleşme karşısında çaresizdir” (Adorno 2004b: 179).
Adorno’ya göre tekel koşullarında bütün bir kitle kültürü kendi içinde özdeştir ve bu
kültürün tekel tarafından imal edilen kavramsal ana hatları ortaya çıkmaya başlamıştır.
Adorno için, günümüzdeki teknik akılsallık egemenliğin akılsallığıdır; bu da kendine
yabancılaşmış toplumun zorlayıcı karakteridir (Adorno 2008a: 49). Duyusal çeşitliliği
önceden temel kavramlara bağlama işi olarak Kantçı şematizmin öznelerden beklediği
katkı, Adorno’ya göre, onların elinden kültür endüstrisi tarafından alınmıştır. Böylece
kültür endüstrisi, şematizmi birincil bir müşteri hizmeti olarak yürütür. Adorno, Kant’ın
insan ruhunda, dolaysız verileri saf aklın sistemine oturacak biçimde önceden
hazırlayan gizli bir düzeneği kabul ettiğini belirtir. Bu düzenek, tüm akılsallaştırma
çabalarına karşın akıl dışılığını sürdüren toplum iktidarı tarafından endüstriye
dayatılmaktadır. İş dünyasını temsil edenler, bu kaçınılmaz dayatmayı kendi amaçlarına
uygun biçimde işleyerek iplerin kendi ellerinde olduğu şeklinde yapay bir izlenim
yaratırlar (Adorno 2008a: 53). Her şey bizzat üretimin şematizmi tarafından önceden
sınıflandırıldığından, tüketiciye sınıflandırabileceği hiçbir şey kalmaz. Kitleler için olan,
düşlerden yoksun bir sanat, Adorno’ya göre, eleştirel idealizmin gözünde fazla ileri
giden o düşsel idealizmi gerçekleştirmektedir. Kültür endüstrisinde, neyin nasıl
83
söyleneceği, tıpkı mantıksal pozitivizmde olduğu gibi, gündelik dil aracılığıyla
denetlenebilir olmalıdır. Film yapımcıları bu işi ustaca yaparlar (Adorno 2008a: 58-9).
Kültür endüstrisinin her dışavurumu, kaçınılmaz olarak, insanları bütünün onları
dönüştürdüğü biçimde yeniden üretmektedir (Adorno 2008a: 56).
Adorno’ya göre, bütün dünya kültür endüstrisinin süzgecinden geçirilmektedir. “Film,
gündelik algı dünyasının aynısını yaratmayı amaçladığı için dışarıdaki sokakları az önce
izlediği filmin devamı olarak algılayan sinema izleyicisinin bu bildik deneyimi,
yapımcıların esas aldıkları kural haline gelmiştir” (Adorno 2008a: 55). Film,
barındırdığı teknikler bağlamında, yaşananların filmin bir devamı olduğu yanılsamasını
yaratmaktadır. Bir de, sesli filmin ani bir biçimde devreye girmesi mekanik çoğaltımın
tamamen bu hedefe hizmet etmesini sağlamıştır. Böylece, yaşamın sesli filmlerden ayırt
edilmemesi söz konusu olmuştur. Sesli film, izleyicisine, kontrolü elinden bırakmadan,
film yapıtının çerçeveleri içinde ama onun sunduğu kesin olgular tarafından
denetlenmeden dolaşabileceği ve uzaklaşabileceği hayal gücüne ve düşüncelere boyut
bırakmaz (Adorno 2008a: 55). Kültür endüstrisi, uyguladığı yasaklar sayesinde
sözdiziminden sözcük dağarına kadar, pozitif olarak kendi dilini oluşturur ve dayatır
(Adorno 2008a: 57).
Öte yandan, Adorno, kültür endüstrisinin kendi işleyiş tarzını olumsuzlayarak, genel ile
tikelin, kurallar ile konunun özgül gereklerinin uzlaştırılmasını bir hiç haline getirdiğini
belirtir Çünkü, bu işleyişe içerik kazandıran tek şey olan bu uzlaşının sağlanması
engellendiğinde, kutuplar arasında bir gerilimin oluşmasının olanağı baştan ortadan
kaldırılmış olur. Aşırı görünen uçlar, birbirleriyle ilişkilerinde belirgin bir özdeşlik
kazanırlar ve genel tikelin tikel de genelin yerine geçebilir hale gelir.
Adorno, kültür endüstrisinde uyum sağlamaya direnen herkesin ekonomik yoksunluğa
mahkum edildiğini ve bunun da olağan bir şey olarak görüldüğünü belirtir. İnsanları
yetersiz görerek sistemin dışına atmak oldukça kolaydır. Maddi üretim alanında
dağılmaya yüz tutan bir arz-talep mekanizması, üstyapıda egemenlerin yararına işleyen
bir denetim mekanizması olarak iş görmeye devam etmektedir. Öte yandan, kültür
endüstrisinde tüketicileri, işçiler, memurlar, çiftçiler ve küçük burjuvalar
84
oluşturmaktadır. Kapitalist üretim biçimi de, onların bedenlerini ve ruhlarını önlerine
konan her şeyi hiçbir direniş göstermeden kabul etmek zorunda kalacakları bir şekilde
her yönden kuşatmıştır. “Hükmedilenlerin, hükmedenlere dayatılan ahlâkı onlardan
fazla ciddiye alması gibi, günümüzün aldatılan kitleleri de başarı mitine gerçekten
başarılı olmuş kişilerden çok daha fazla kapılırlar. Kitlelerin kendilerine göre istekleri
vardır. Onları köleleştiren ideolojide şaşmaz biçimde ısrar ederler” (Adorno 2008a: 64).
Halkın kendilerine yapılan kötülülüklere karşı, egemenlerin bile beklemediği bir sevgi
besledikleri görülür. Buna bağlı olarak, kültür endüstrisinin işleyiş biçimi insani
olmaktan ne kadar uzaklaşırsa, o kadar başarılı olur. Kültür endüstrisi, ikiyüzlü bir
şekilde önüne geçtiği mutluluktan insanları uzaklaştırmak için aldatıcı bir memnuniyet
duygusunu devreye sokar ve dünyanın tam da kültür endüstrisinin istediği gibi olduğu
fikriyle bir refah havası yaratır. Doğa üstünde gittikçe artan teknik egemenlik olarak
Aydınlanma, kitleleri aldatma haline geldiğinden, kültür endüstrisi tarafından bilinci
zincire vurmak için kullanılmaktadır. Kendi başlarına bilinçli olarak karar veren ve
eylemde bulunan özerk, bağımsız bireylerin gelişimi önündeki engel budur. Çünkü bu
bireyler, güçlenmek ve gelişmek için olgun insanlara ihtiyaç duyan demokratik
toplumun olmazsa olmaz bir önkoşuludur (Adorno 2003a:83).
Adorno’ya göre, kültür endüstrisine ait yeniliklerin sadece kitlesel üretimin yetkin bir
hale getirilmesi, sistemin içinden gelen bir şeydir. Sayısız tüketicinin ilgisini yinelenip
duran, içi boşalmış içerikten çok teknik çekmektedir. İzleyicilerin tapındığı toplumsal
iktidar, kendini geçici içeriklerin desteklediği bayatlamış ideolojilerden çok, tekniğin
dayatmasıyla her yerde karşılaşılan tekdüzeliklerde gösterir. Kültür endüstrisinin gücü,
tüketicide bir gereksinim yaratmış olmasına bağlıdır. Kültür endüstrisinin gücü bu
gereksinimlerle basit bir karşıtlık -bu karşıtlık mutlak iktidar ile tabi olanlar arasında
olsa da- ilişkisine girmekle oluşmaz. Eğlence, geç kapitalizmin mantığına bağlıdır.
İnsanlar mekanikleştirilmiş emek süreciyle baş edebilmek için eğlenceyi bir araç olarak
kullanırlar. Ancak mekanikleştirme öyle etkilidir ki, eğlence metalarının üretimini
temelden belirler ve insanlara boş zamanlarında sadece emek süreçlerinin bir kopyasını
yaşatır. Burada, içerik diye sunulan şey, sadece soluk bir ön plandan ibarettir; zihne
kazınanlar ise, normlaştırılmış işlemlerin kendi kendine devinen ardışıklığıdır. Çalışma
yerlerindeki emek sürecinden kaçabilmek, ancak insanlar kendilerini boş zamanlarında
85
bu emek sürecine göre ayarlarlarsa mümkün olur. Adorno, tüm eğlence biçimlerinin bu
iflah olmaz hastalığa kapılmış olduklarını iddia eder (Adorno 2008a: 68-9). Kültür
endüstrisinde eğlenmek bir şey düşünmemek ve her yerde acıyı unutmak anlamına gelir.
Bunun temelinde yatan şey ise güçsüzlüktür (Adorno 2008a: 79). Burada gerçeklikten
bir kaçış söz konusudur. Ancak, Adorno’ya göre, bu, eğlencenin iddia ettiği türden basit
bir gerçeklikten değil, gerçekliğin kendisinde bulunan bir direnişe ait herhangi bir
düşünceden kaçıştır. Adorno bu noktada eğlence söz konusu olduğunda gülmenin her
zaman korkunun geçip gittiği anlara eşlik ettiğini söyler. Gülme edimi, burada, fiziksel
tehlikelerden bir kurtuluşu gösterir. Bu bağlamda, rahatlamadan kaynaklanan gülmede,
iktidarın elinden kurtulmuş olmanın sevinci yankılanır (Adorno 2008b: 73). Öte yandan,
korkuya dayanan kötü gülme biçiminde insan korkulması gereken şeylerin safına geçip
korkunun ortadan kalkmasını sağlar. Burada söz konusu olan şey, iktidarın elinden
kurtulmanın olanaksızlığını dile getirmektir. Adorno kültürün mübadele dünyasında bir
metaya dönüşmesini eleştirir (Adorno 2006: 46).
Adorno günümüzde beyaz perdedeki mutlu insanların, izleyicilerle aynı türün örnekleri
olarak göründüklerini söyler. Ancak buradaki eşitlikte, insana ait öğeler arasında
aşılmaz bir ayrım bulunmaktadır. Söz konusu olan kusursuz benzerlik düşüncesi mutlak
ayrımın kendisidir. Türün özdeşliği de, tek tek varolanların özdeşliğini yasaklar. Kültür
endüstrisi, insanı bir tür varlığı olarak gerçekleştirmektedir (Adorno 2008a: 80). Kültür
endüstrisinde herkes bir başkasının yerine geçebilecek özelliklere sahiptir; bu bağlamda
herkes türün örneği olarak bir yedektir. Herkesin yeri kesinlikle doldurulabilirdir; bu
haliyle de salt bir hiçliktir. Haklarının ve emeklerinin öneminin olmadığı bir durumda,
kişiler, iktidar sahiplerinin cennetlerine alıp sonra oradan kovdukları bir malzemeden
başka bir şey değildirler. Kültür endüstrisinin insanla ilişkisi sade bir müşteri ve çalışan
ilişkisidir. İnsanlara çalışanlar olarak akılsal örgütlenmenin gerekli olduğu hatırlatılır ve
insanlar, sağduyu yardımıyla bu sisteme uyum gösterebilmeleri için teşvik
edilmektedirler (Adorno 2008a: 82). Adorno’ya göre, kültür endüstrisi, müşterileri
olarak insanlara, basında ve beyaz perdede, çeşitli anektodlar geliştirerek seçme
özgürlüğü ve sisteme dahil olmamanın çekiciliğini benimsetir. Ancak her durumda,
insanlar birer nesne olarak ele alınırlar..
86
Adorno’ya göre, sistemin, kendisini ayakta tutan insanları hemen yok etmek yerine
yeniden üretmeye devam etmesi, sisteme anlam kazandırmakta ve yararlıymış gibi
görünmesine neden olmaktadır.27 Yaşam kalitesindeki nispi yükselme sistemin körü
körüne sürüp gitmesine ve değiştirilemezliğine haklı bir neden oluşturur. Kültür
endüstrisinde her şey sürekli tekrarlanır ve bu da sağlıklı görülür. Dergilerde hep aynı
bebekler sırıtmakta ve caz müziği gürültülü bir şekilde çalmaya devam etmektedir
(Adorno 2008a: 83). Adorno, kültür endüstrisinden yaşam döngülerinden, her şeye
rağmen annelerin çocuk doğurmalarına ve çarkların durmamasına duyulan hayretten
beslendiğini belirtir. Bu sayede mevcut koşulların değişmeyeceği fikri yerleşir ve
sabitleşir.
Adorno, liberalizm koşullarında yoksullara tembel gözüyle bakılırken, günümüzde
otomatik olarak kuşkuyla bakıldığını iddia eder. Kimsenin bakımını üstlenmediği
insanlar ya toplama kamplarına gönderilmeli ya da en aşağılık işlerde çalıştırılarak
teneke ve kartondan evlerde yaşamaya mahkum edilmelidir. Kültür endüstrisi, öte
yandan, yönetilenler için duyulan olumlu ve olumsuz kaygıyı, namuslu insanların
dünyasında var olan doğrudan dayanışma olarak yansıtır (Adorno 2008a: 86). İşletme
uzmanları tarafından üretimi artırmak için fabrikalarda araç olarak kullanılan arkadaşlık
bağları, kişisel dürtünün son izlerini bile toplumsal denetime tabi kılar ve üretim
sırasında doğan insan ilişkileri dolaysız bir görünüm altında tekrar kişisel alana çekilir
(Adorno 2008a: 87). Buradaki manevi uzlaştırıcı öğeler, fabrikalardan topluma
yayılmadan önce, film ve radyo yayınlarında yaygın bir tema olarak işlenir.
Endüstrileşmiş kültür, Adorno’ya göre, bu acımasız yaşamın hangi koşullarda
sürdürülebilmesi gerektiğini zihinlere kazır. Birey, bıkkınlığını itici güç olarak
kullanarak kendini bıktığı kolektif güce bırakır. Bireyi günlük yaşamda bezdiren o sonu
gelmez çaresizlik anlarının filmde aynen yinelenmesi de bireyin varoluşunu
sürdürebileceği vaadine dönüşür (Adorno 2008a: 89). Kişiler kendilerinin bir hiç
olduğunu anlayarak yenilgilerini kabul ettiklerinde artık işin içinde olurlar. Bu şekilde,
umutsuz insanlardan oluşan toplum dolandırıcıların avı olur. Adorno, radyodaki
ağlamaklı şarkıcıların hadım edilenleri andıran sesi, mirasa konmaya çalışan yakışıklı
sevgilinin smokiniyle yüzme havuzuna düşmesi, vb.’nin, tepeden tırnağa teslim olmak
27 Bu kouda Foucault da benzer şeyler söylemektedir.
87
ve mutluluk talebinden vazgeçmek koşuluyla, sistemin insanlara boyun eğdirmek için
dönüşmek zorunda oldukları şeye birer örnek oluşturduklarını belirtir. Toplum bireyin
zayıflığında kendi gücünü fark ederek o gücün bir kısmını ona geri verir. Bireyler
burada direnme gücünden yoksun olduklarından sadık birer emir eri olarak görülürler.
Bir zamanlar trajik olanın tözünü meydana getiren bireyle toplumun karşıtlığının artık
unutulmasına bağlı olarak trajik de yok edilmektedir. Böylece, “trajik olan, toplumun
ve bireyin o yanlış özdeşliğinin hiçliğinde eriyip gitti. Yine de toplumun ve bireyin
korkuları trajik olanın anlamsız görüntüsünde belli belirsiz seçilebilir. Bununla birlikte
bu bütünleşme mucizesi, yani yönetenlerin dirençsiz olanları aralarına almak için
kullandıkları, dik kafalılıklarını ezen yardımseverlik, faşizme işaret eder” (Adorno
2008a: 91).
Adorno’ya göre, kitle kültürü, bulanık bir genel ile tikel uyumu yaratmış olmakla
övünerek, bireyin burjuva çağı boyunca sergilediği o kurgusal niteliği açığa
vurmaktadır. Bu nedenle, baştan beridir çelişkilerle dolu olan bireysellik ilkesi
yüzünden bireyselleşme asla gerçekten başarılamamıştır.
Öte yandan, iktidar, o anda varolan iktidar ilişkilerine dayanarak boyun eğdirdiklerinin
onayını ister. Burjuva toplumu da gelişmesini sürdürürken bireyin gelişmesine ön ayak
olmuştur. Teknik gelişme kendisini yönlendirenlerin idaresine karşın insanları çocuk
olmaktan çıkarıp birer kişi haline getirmiştir. Ama bu şekilde bir bireyselleşme
sürecinde kaydedilen ve bireysellik adına gerçekleştirilen her ilerleme, bireysellikten
ödün verilmesine ve sonunda herkesin kendi amacı dışında hiçbir şey görmemesine yol
açar (Adorno 2008a: 93). Adorno’ya göre, kültür metalarının alınması sırasında ortaya
çıkan ve kullanım değeri diye adlandırılabilecek değer, değişim değeriyle
değiştirilirken, her şey, olduğu şey olduğundan değil, değiştirilebilir olduğundan
değerlidir. Sanatın varlığına tekabül eden onun kullanım değeri, tüketicinin gözünde bir
fetiş haline gelirken, asıl fetiş niteliğine sahip olan sanat yapıtlarına toplumsal olarak
biçilen ve üstelik düzeyleriyle karıştırılan prestij değerleriyse, sanat yapıtlarının tek
kullanım değeri, tüketicinin keyif aldığı tek nitelik haline gelir. Sanat tam olarak
kendini gerçekleştirdiğinde meta niteliği de dağılır. Sanat, kültür endüstrisinde,
tüketime uygun biçimde hazırlanmış, kayda alınmış endüstri üretimine uyarlanmış,
88
pazarlanabilir ve değiştirilebilir bir meta üründür. Sanat, satılmak için varolan, fakat
satılık olmayan bir meta türü olan sanat için ticaret bir amaç olmaktan çıkıp tek ilke
haline geldiği zaman, artık sanat olmaktan bütünüyle çıkıp artık satılamaz bir hal alır
(Adorno 2008a: 96-7).
Adorno’ya göre bir propaganda aracı olarak radyo, faşizmde, Führer’in “evrensel
çenesine” dönüşür ve onun sokak hoparlörlerinden duyulan sesi, modern
propagandadan ayırt edilmesi zaten güç olan ve panik yaratan siren sesleriyle birleşir ve
aynı derecede etki yapar (Adorno 2008a: 97). Nasyonal Sosyalistler, matbaanın reform
hareketindeki işlevine benzer bir şekilde, radyo yayınının öneminin kendi davalarını
biçimlendirdiğinin farkındaydılar.
Bununla birlikte, Adorno, kültürün, değiş-tokuş yasasına bağlı olan değiştirilemez,
çelişkili bir meta olduğunu dile getirir. Ancak, kültür içi boşaltılarak tüketildiğinden,
reklamla kaynaşıp kaybolur. Reklam, tekel koşullarında anlamsız bir görünüm aldıkça,
kültür mutlak bir güç kazanmaktadır. Buradaki etkenler belirgin olarak ekonomik bir
özellik taşırlar (Adorno 2008a: 100). Yaşam, kültür endüstrisi tüketicide çok fazla
doygunluk ve ilgisizlik yaratmasına karşın, yine de devam eder. Reklam, kültür
endüstrisinin kendisini devam ettirmesinin biricik ilkesi, onun “yaşam iksiri”
olduğundan, bu duruma karşı herhangi bir şey yapmaz. “Seçilmiş belirli sözcüklerin
körü körüne ve hızla yaygınlaşarak yinelenmesi, reklam ile totaliter parolaların ortak
yönüdür. Sözcükleri, onları kullanan insanlara ait kılan deneyim katmanı yok oldu ve
sözcüklerin bir anda birilerine mal edilmeleri, dilde şimdiye dek yalnızca reklam
sütunlarında ve gazete ilanlarında görülen bir soğukluk yarattı” (Adorno 2008a: 105-6).
Adorno dilin kültür endüstrisindeki önemi üzerinde de durur. Kültür endüstrisinde, dil
iletişimle eksiksiz olarak örtüştüğü, sözcükler tözsel anlam taşıyıcılarından niteliksiz
göstergelere dönüştüğü ve söylenmek isteneni saf ve saydam biçimde iletebildiği ölçüde
nüfuz edilemez olur (Adorno 2008a: 103). Aydınlanma sürecinin önemli bir unsuru olan
dilin mitten arındırılma çabası sonuçta büyüye geri götürür. Büyüde söz ve içerik
birbirinden ayrıdır, ancak birbirinden kopmayacak şekilde bir aradadır. Sözün yapısı
hüzün, tarih, yaşam gibi kavramları aynı anda hem kurmakta hem de yansıtmaktaydı.
89
Adorno’ya göre, sözün akışını rastlantısal, söz ile nesne ilişkisini de keyfi diye
açıklayarak yapılan keskin ayrım, söz ile nesneyi kaynaştıran batıl inanca son verir.
Belirli bir harf dizisiyle oluşturulup gösterilen olayla bağıntısını aşan her şey belirsiz ve
söze dayalı metafiziksel bir düşünce diye yasaklanır (Adorno 2008a: 104). Ancak söz
anlam taşımasına değil de göstermesine izin verilen nesneye saplanıp kaldığından
taşlaşmış bir formül olarak kalır. Bu durum hem dili hem de söz konusu nesneyi aynı
ölçüde etkiler.
Öte yandan, kültür endüstrisinde, insanların bütün tepkileri, hatta en mahrem olanları
bile o kadar şeyleşmiş ve kanıksanmıştır ki, kendine özgü olma düşüncesi, sadece uç
noktadaki bir soyutluk biçiminde varlığını sürdürmektedir. Kişilik, Adorno için, parlak
beyaz dişlere sahip olmanın, duygulardan ve ter kokusundan kurtulmanın ötesinde pek
anlam taşımamaktadır. Bu, reklamın kültür endüstrisindeki zaferidir. Burada,
tüketicinin, sahte olduklarını gördüğü halde, bastırılması zor bir istekle kültür metalarını
almaya ve kullanmaya devam etmesi söz konusu olmaktadır (Adorno 2008a: 107).
Adorno’ya göre, felsefe ve din, bilim ve sanat, yaşam tarzları ve töreler gibi birbirinden
farklı bu kadar çok şeyin ve ayrıca bir çağın nesnel tininin tek bir “kültür” sözcüğüyle
özetlenmesi, en başından, tüm bunları yukarıdan bakarak bir araya toplayan,
düzenleyen, ölçüp biçen, bir yönetim mekanizmasının olduğunu varsaymaktır (Adorno
2008b: 121).
Ancak, kültür, planlanıp yönetildiği zaman, Adorno’ya göre zarar görmektedir; ama
kendi haline bırakıldığında, kültürel olan her şey etkisi ile birlikte varlığını da
yitirmektedir. Adorno, kültüre özgü olanın yaşamın çıplak zorunluluklarından azade
olan olduğunu söyler. Öte yandan, yönetim, kültürü, eskiden beri işlediği kendini bir
temsil unsuruna, bir çalışma sahasına ve nihayet kitleleri işleme, propaganda ve turizm
aracına dönüştürme suçunu yineler (Adorno 2008b: 142).
Sonuçta, tin rasyonalizmden büyük bir tehdit alır. Bu tehdit, bize, bütünün
irrasyonelliğinin hiç değişmeden devam ettiğine ve her tikel rasyonelleştirmenin, kör ve
uzlaşmaz bir genelin tikel olan üzerindeki baskısını güçlendirerek, bir irrasyonelliğin
90
işine yaradığını gösterir (Adorno 2008: 143-4). Adorno’ya göre, kültürü yönetme
araçlarından ve kurumlardan eleştirel bir bilinçle yararlanan kesimlerin
gerçekleştirdikleri sadece yönetilen kültürden başka bir şey değildir. Onlara açık olan
hep aynı kalanlar karşısında kendini gösteren bütündeki küçük farklardır; “umut farkın
kendisinde -sapmada- yoğunlaşmıştır” (Adorno 2008b: 149).
Soykan’a göre, önümüzde duran dünya, bize ilkin karmaşık görünür. Ancak bu karmaşa
kendi kendinde olan bir karmaşa değildir. “Bu nedenle onun ilkesini yüreklice çiğneyen
birey, ancak onu elde tutar. Bireyin dünyasını kaotik kılan iktidarlar, kaosun yeniden
örgenlenişini ele geçirirler. Çünkü onların dünyası kaostur” (Adorno’dan aktaran
Soykan 1991: 49). Doğaya egemen olmaya duyulan aşırı istek insana egemen olmada da
başarılı teknikler geliştirir. Baskıcı iktidarların panzehiri, onların kendi içlerinde
bulunur. Çünkü onlar, sürekli baskıcı kalamazlar; bir şekilde değişmek zorundadırlar.
Adorno bilgi eleştirisi ile toplum eleştirisinin bir ve aynı şey olduğunda ısrar eder. Söz
konusu bilgi toplumun bilgisi olduğu için bu böyledir. Bunun için toplumun doğru
eleştirisi toplumun doğru olarak kavranmış olması demektir. Adorno, toplumun tek tek
kişileri çepeçevre kuşatan, onların her biri için bir yazgı olan bir şey olmadığını
savunur. Ona göre, toplum, nesnellik tarafından kuşatılmış, sevk ve idare edilmiş ve
biçimlenmiş insanların her şeye rağmen ona tepkide bulunduğu bir toplumsal süreçtir.
Bu ise, toplumsal sürecin diyalektik olarak işlediğini gösterir (Soykan1991: 60).
Adorno’ya göre, kültür endüstrisinde ilerleme olarak gösterilen, sürekli yeni diye
yüceltilen her şey, başsız-sonsuz bir aynılığı gizler; burada değişimler, kültüre ilk
egemen olduğu günden beri kâr güdüsünün değiştiği oranda değişmiş olan bir iskeleti
maskelemektedir (Adorno 2003a: 78). Öte yandan, Menke’ye göre, Adorno’nun
eleştirel teorisi, “bireysel bir etiğin projesi olan” Nietzsche’nin soykütüğüyle ortaktır.
Nietzsche’nin soykütüğü gibi, Adorno’nun kültürel eleştiriciliği, başlangıçtan, birsinin
moral eşitlik ilkesi tarafından tüketilen ve fakat daha çok birinin ondan eşitlik ilkesini
yargılayan normatif bir standarda gönderme yapar. Adorno’nun “insanlık” olarak
adlandırdığı başkalarına karşı davranış biçimlerinin başarısını içerir, kendisine karşı, ki
o başkalarına karşı dayanışma ve dirayeti ile kendisiyle, birisinin kendi doğasıyla
91
ilişkisinde özgürlük ve ifayı içeren eşitliğin ölçüsüyle yapılamaz (Menke 2004: 308).
II.3.3. Kültür Endüstrisi İle İlişkisinde Freud’un Düşüncelerine Bakış
Adorno, Hegel’de “hakikatin doğal toprağı” olarak öz-bilincin, kendi benliğinden emin
olmanın hakikati olduğunu belirtir. Bugün ise öz-bilincin tek anlamı, ona göre, ego
üzerinde düşünmenin mahcubiyeti ve iktidarsızlığının fark edilmesidir. Bu da, kendinin
bir hiç olduğunu bilmektir (Adorno 2006: 52). Bu bağlamda, Adorno, Freud’un işin
politik yanı ile pek ilgilenmemiş olmasına karşın, faşist kitle hareketlerinin ortaya çıkışı
ve doğasını, önceden açıkça salt psikolojik kategorilerde gördüğünü ifade eder.
Adorno, Freud’un, bireylerin kitle durumuna dönüşmesi sürecini hangi kuvvetlerin
belirlediğini saptamaya çalıştığını belirtir. Bireyler, onları birbirlerine bağlayan bir
şeyler olduğu için, kitle içinde bir bütün halinde birbirleriyle bağ kurmuşlardır. Adorno,
bunları araştırmanın, faşistlerin ayak oyunlarındaki temel sorunu keşfetmekten daha
önemsiz bir şey olmadığını söyler. Ferud’un bağ’a vurgusu Adorno tarafından çok
önemsenmektedir. “Çünkü milyonlarca insanın desteğini, ama onların rasyonel
çıkarlarıyla bağdaşmayan amacı uğrunda kazanmak zorunda olan faşist demagog bunu
ancak, Freud’un araştırdığı “bağ maddesi”ni yapay olarak yaratmakla becerebiliyor”
(Adorno 2006: 30). Bu bağlamda, Adorno, Freud’a göre kitleye özgü olan şeyin yeni bir
nitelik değil, tam tersine aslında önceden var olup örtülü duran bir takım özelliklerin
belirtisi olduğunu ifade eder.
Adorno’ya göre, faşist saldırıyı harekete geçiren güçleri sadece yaşanan toplumsal
düzenin baskısını yıkan yoğun bilinç-altı içgüdüler olarak belirlemek yetmez. Aksine bu
saldırı, enerjisini kısmen de bilinç-altına hizmet etmeye zorlanan başka psikolojik
aşamalardan alır. Kitleyi oluşturan insanlar arasındaki libido bağları pervasız bir cinsel
bağ olmadığı için, kitleyi bir arada tutan duygusal bağların ve birincil cinsel enerjiyi
dönüştüren psikolojik mekanizmaların neler olduğu araştırılmalıdır. Freud’un yanıtı,
Adorno’ya göre, telkin ve telkin-edilebilirlik kavramları altında toplanabilen olayları
çözümlemek gerektiği şeklindedir. Freud, burada, telkini, ardında bir sevgi ilişkisinin
92
saklı olduğu bir paravan olarak görmektedir. Ancak, Adorno, bu düşüncede önemli
olanın telkinin ardında saklanan bu sevgi ilişkisinin bilinç-altında kalması olduğunu
belirtir. Adorno’ya göre, Freud, kilise ve ordu gibi örgütlü kitlelerde, kitle üyeleri
arasında sevgiden hiç konuşulmadığı ya da sevginin dolaylı ve yüceltme biçiminde
ifade edildiği olgusuna sıkı sıkıya sarılmaktadır. Günümüzde yapay olarak bir araya
gelen faşist kitlelerde sevginin adının hemen hiç anılmaması dikkate değer bir şey
olarak görünür diyen Adorno’ya göre, Hitler, sevgili baba rolüne başvurmaktan kaçarak
tehdit edici otoriteye özgü olumsuz bir rolü seçer. Sevgi kavramının yerini de
“Almanya” gibi soyut bir tasarım almıştır. Adorno, sevginin, içinde düşmanlık ve
saldırganlık taşımayanlara karşı düşmanlık ve saldırganlığın sesi demek olduğunu ifade
eder. Ona göre, birincil libido enerjisini, siyasal amaçlara uygun bir tarzda
yönlendirmek üzere bilinçaltı düzeyde tutmak faşist önderliğin temel ilkesidir (Adorno
2006: 32-3). Bu nedenle Adorno, faşist ideolojinin içinde sevgi duyulabilecek pek az
şey barındırdığını belirtir.
Adorno, Freud’ta kitlenin önderinin hep kendisinden korkulan ata olduğunu söyler.
Kitle aşırı derecede otorite düşkünü olduğundan kendisine her zaman sınırsız bir güçle
egemen olunmasını ister. Ata ise, kitlenin idealidir. Burada kitlenin kendini Ata ile
özdeşleştirmesi söz konusu olur. Adorno’ya göre, bireyin babasını aşan ve bu nedenle
Ben ile kitleyi bütünleştiren bir yüceltmeye uygun düşen otoriter bir baba imgesini
oluşturmak, insanın iradesini yitirmek zorunda kaldığı pasif mazoşist tavrı yaymak için
tek yoldur. Babanın yakın faşist çevresinden istenen, bu tavırla, beklenen siyasal
davranışın, kişi olarak kendi rasyonel çıkarlarıyla ve kitlenin ya da gerçekten ait
oldukları sınıfın çıkarlarıyla bağdaşmaz hale gelmesidir. Bu nedenle, faşist önderin
kitlenin gerçeği algılamaya ve düşünmeye değil, erotik bağlara dayanarak
inandırılmasına ihtiyacı olduğundan, kendisini izleyenlerde yeniden uyandırılan
irrasyonellik oldukça rasyoneldir (Adorno 2006: 35).
Öte yandan, Adorno, libidonun, önder ile önderi izleyenler arasında ve izleyenlerin
kendi aralarında bir bağa dönüştürüldüğü mekanizmanın özdeşleştirme mekanizması
olduğunu belirtir. Freud’un, özellikle özdeşleştirme ile içe-yansıtma arasında yaptığı
ayrıntılı kuramsal ayrımlar vardır. Freud’daki, özdeşleştirmede yatan, karşıtlıklarla dolu
93
ve iç içe geçmiş anlamlarla yüklü niteliklere ilişkin görüş, libidonun oluşumundaki oral
dönemin bir ürünü diye kabul edilebilir (Adorno 2006:36).
Adorno, modern önderin, bugünün toplumlarındaki rolünün öznenin sonraki çocukluk
evrelerinde belki de azalmış olan bir baba imgesinden, hatta kendisinin kolektif bir
izdüşümü olan kendi kişiliğinin büyütülmüş bir imgesine oranla daha zayıf bir baba
imgesi olarak görünmesi, özdeşleştirmenin sevilen nesnenin bedene sokulması
şeklindeki bir özümseme biçimindeki ilkel narsist görüşle bağlantılı olduğunu iddia
eder. O, narsizmin, Freud’un idealleştirme teorisinin faşist kitlelerin oluşmasında etkili
olan özdeşleştirme açısından oynadığı önemli rol üzerinde durur. Şöyle demektedir
Freud:
“İnsanın nesneye kendi Ben’i gibi davrandığını görüyoruz, yani aşık-olma durumunda nesneye büyük ölçüde bir narsist libido akıp geçiyor. Sevişmenin kimi biçimlerinde nesnenin, insanın kendisinin ulaşamadığı Ben-İdeali yerine geçmeye yaradığı açıkça belli oluyor. Nesne kendi Ben’i açısından ulaşılmak istenen mükemmelliğinden dolayı seviliyor. Bu öyle bir mükemmellik ki, insan ona kendi narsizmini dolaylı olarak tatmin yoluyla ulaşmak istiyor” (Freud’den Aktaran Adorno 2006: 37).
Faşist önderin, bu şekilde kendisini idealleştirmeyi kendini izleyenlerde aradığını ve
önderin ideolojisinin de bu idealleştirmeye hizmet ettiğini belirten Adorno, önderi kendi
ideali durumuna getirmekle insanın, aslında, kendisinden edindiği empirik imgeyi bozan
başarısızlık ve tatminsizlik belirtilerini saf dışı ederek kendini sevmiş olduğunu söyler.
Bu özdeşleştirme, kolektif olarak, çok sayıda insanda benzeri türden karakter
yetenekleri ve libido eğilimleriyle kendini gösterir; ve önderiyle kendisi arasındaki bir
dayanışma şeklinde görünen idealleştirme yoluyla yapılır. Ona göre, Freud, narsist
özdeşleştirmeyi sağlamak için, önderin ilkin kendisinin mutlak bir narsist olarak
görünmesi gerektiği görüşünden hareketle, Hitler’in kendisine de aynen uyan “sürünün
atası”nı tarif eder (Adorno 2006: 38-9)
Adorno, iyice rasyonelleşen ve nicelleşen bir sanayi toplumunun yapısında hiyerarşinin
hoş karşılanmaması gibi, faşistlerin de birtakım yapay hiyerarşileri, psikoteknik
nedenlere bağlı olarak hiçbir dayanak olmaksızın ortaya attıklarını söyler. Ancak bu
durum, burada rol oynayan söz konusu libido kaynağı olarak görülmez. Bununla
94
birlikte, varolan hiyerarşik yapılar sadomazoşist bir karakterin istekleriyle tam
anlamıyla uyum halindedir. Şöyle diyor Adorno: “Hitler’in ünlü formülü neydi:
‘Aşağıya doğru otorite, yukarıya doğru sorumluluk.’ Bu, Alman halkının ‘bisiklet
sporcusu’ diye ağzına doladığı karakterin kaypaklığını en keskin biçimde
rasyonelleştiren ifadedir” (Adorno 2006: 42).
Adorno’ya göre, Freud’un teorisi ait olunan ve benimsenen kendi grubuyla karşı-çıkılan
yabancı grup arasında yapılan ve her şeye yansıyan ayrımcılığa ışık tutar. Bu düşünme
ve eylem biçimi günümüz kültüründe çok açık bir şekilde görülür. Bu nedenle,
insanların kendi gibilerini neden sevdiği ve böyle olmayanlardan da niçin nefret ettiğini
sorgulamak ender karşılaşılan bir durumdur (Adorno 2006: 42). Freud’a göre,
uygarlığın ilerlemesi, yabancı gruplara karşı uygulanan barbarlığın otomatik olarak
gitgide hoş görülmesi sorununu da beraberinde getirir.
Öte yandan, faşist propaganda, kendi hedeflerini gerçekleştirmek için sadece yaşanan
mevcut ruhsal çerçeveyi yeniden-üretme ihtiyacı duyar. Temel özelliklerinden biri olan
zorunlu tekrarlama ilkesi bu aralıksız yeniden-üretme zorunluluğuna denk düşer. Bu
propaganda modern toplumun irrasyonel momentlerini benimseyen otorite-bağımlısı
yapıya ve onun tikel yansımalarına güvenir. Yaşanan koşullar bağlamında irrasyonel
olan faşist propaganda insanın ekonomik güdülerine bağlı olarak rasyonel olur. Çünkü
mevcut durumun olduğu gibi kabul edildiği bir durumda olan-bitene boyun eğmek ve
kendini yaşanan durumla özdeşleştirip az da olsa haz duymaya çalışmak yerine, onun
özünü anlamaya çalışmak çok daha fazla çaba gerektirmektedir. Bu nedenle, aşırı-
tepkisel kitle hareketlerinin, daha çok kitlelere güvenen hareketler yerine kitlelerin
psikolojisi ile iş görmeye çalışmalarının nedeni bu olabilir. Rasyonel içeriği körü
körüne bir iktidar politikasına dönüşerek koflaştığında en ilerici siyasal hareketi bile,
kendini “kitle psikolojisi” ve onun manipülasyon düzeyine indirgeyebilir (Adorno 2006:
51). Bununla birlikte, faşizm, kitleleri rasyonel yoldan kazanmak elinde olmadığı için
propagandasını akla dayalı düşünceden uzaklaştırarak psikolojik temellere dayandırır.
Bu şekilde rasyonel, bilinçaltına bağlı geriye yönelik süreçleri seferber etmeye çalışır.
Adorno, Hegel’le birlikte bireyin psikolojisinin özünü yitirdiğini söyler. Freud’un en
95
büyük başarısı ise, belki de, Adorno için, birey psikolojisinin alanlarıyla sınırlı kalarak
dışardan sosyolojik faktörlerin sokulmasından çekinmiş olsa bile, psikolojinin elini
eteğini çektiği noktaya varmış bulunmasıdır. Adorno, Freud’ta, kendini nesneye teslim
ederek onu en önemli öğesi durumuna sokan öznenin, yani Süperego’nun psikolojik
olarak yoksullaşmış olduğunu belirtir. Bu yoksullaşma teorisi ise, faşist kitlelerin,
bireysellikten kopmuş atomsal yapılarını çok açık bir biçimde çok önceden ortaya
koyar. Öte yandan, kitleleri oluşturacak psikolojik dinamik de, kanatlarını bu toplumsal
atomların üstüne gerer, ama orada da bir gerçeklik olmaktan çıkar (Adorno 2006: 53-4).
Adorno, Freud’un bir yanda bastırılmış olanın apaçık özgürleşme isteğiyle öte yanda
apaçık bastırmaya mazeret arayan bir tavır arasında ikircikli bir konum aldığını söyler.
Freud için akıl sade bir üst yapıdır, ama bunun nedeni Freud’un akıl denen araca makul
olma imkânını verebilecek olan amacı reddetmesidir. Bu amaç ise, anlamın uzağında,
aklın nüfuz edemediği bir yerde duran hazdır. “Ama hazzın doğa hizmetkârlığını aşan
yönü bir kez unutulduğunda ve böylece küçümsenerek türün devamını sağlayan oyunlar
repertuarına dahil edilip kendisi de aklın bir hilesi28 olarak sunulduğunda ratio da
bayağılaşarak rasyonalizasyon durumuna düşer” (Adorno 2005: 63). Adorno, burada,
hakikatin göreceliğe, insanların ise iktidara teslim edilmiş olduğunun altını çizer.
Ancak, Adorno için, ütopyayı nihai amacı tatmin ettiği ölçüde kendisi amaçsız olan kör
bedensel hazda konumlandırabilen kişinin hakikat hakkında sağlam ve geçerli bir fikri
olabilir.
Adorno, Protagoras’tan beri, her türlü psikolojinin, insanı her şeyin ölçüsü yaparak
yüceltmiş olduğunu, ancak bu şekilde onu baştan beri bir nesne olarak, bir tahlil
malzemesi olarak ele almış ve bir kez aralarına kattıktan sonra şeylerin cansızlık ve
boşluğunu ona da aktarmış olduğunu ifade eder. Burada, özne adına nesnel hakikat
yadsınarak özne de inkâr edilir. Her şeyin ölçüsü için ortada hiçbir şey kalmaz ve
olumsallığa düşen özne hakikatsizlik haline gelir (Adorno2006: 65). Burada toplumun
gerçek yaşam sürecine işaret edilmektedir. Psikoloji, mutlaklaşıp mutlak nesne haline
gelen insan üzerinde hakimiyet kuran insan egemenliği ilkesini benimsemiştir.
28 Adorno, burada, örtülü olarak Hegel’e gönderme yapmaktadır.
96
“Psikoloji, bir mübadele toplumunda öznenin aslında özne değil de bir toplumsal nesne olduğu geçeğine müracaat etmekle, topluma bunun böyle olmasını ve öyle kalmasını sağlayan silahları da hediye etmiştir. Yetilerine ayrıştırılmış insan, işbölümü olgusunun kendi sözde öznelerine de yansıtılmış halidir ve bu da onları daha kârlı biçimde kullanma ve çekip çevirme çabasının ayrılmaz bir parçasıdır” (Adorno 2006: 66).
Adorno’ya göre, Freud, hipnozu iki kişi arasındaki bir olay olarak tanımlamakla, hipnoz
ile kitle psikolojisi arasında bir ayrım gözetmekteydi. Öte yandan, önderlerin, kitle
psikolojisine özgü bir tekniği mükemmelleştirerek hipnozun büyüsünü kolektife
genelleştirecek hale getirdiklerine işaret eden Adorno, büyüyü kolektifleştirip
kurumsallaştırmanın, toplum üzerindeki genellemeyi giderek çok daha dolaylı ve
sallantılı bir duruma soktuğunu belirtir. Böylece, kendini önderle coşkulu bir biçimde
özdeş tutmanın ve kitle psikolojisinin tüm geleneksel dinamiğinin yapaylığı korkunç
derecede gelişmiştir. Adorno toplumsallaştırılmış Hipnoz’un, geri-dönüşlerin uzaktan
güdümlü olarak hortlamasını ortadan silip götürecek kuvvetleri ve artık uyumasalar bile,
gözlerini kapamış olanları da sonunda uyandıracak olan güçleri içinde geliştirdiğini
belirtir (Adorno 2006: 55).
Bottomore’a göre, Adorno ile Marcuse modern toplumdaki bireyin konumuna ilişkin
aynı ümitsiz görüşe sahiptiler, ancak bu duruma çeşitli biçimlerde karşılık vermişlerdir.
Marcuse toplumun içerisinden yeni devrimci güçlerin çıkacağına ilişkin eski bir ümidi
tekrarlayıp, Freud’u felsefi olarak yeniden yorumlayışında, ileri endüstri toplumlarında
maddi kıtlığın ortadan kaldırılmasıyla birlikte, bütün toplumsal ilişkileri etkileyen
kapsayıcı bir özgürleşme temeli olarak algılanan “haz ilkesi”nin üstünlüğü ve cinsel
özgürlükle insanların mutluluk amacına erişecekleri şartların sağlanmış olacağını
savunurken, Adorno bireyi egemenlikten kurtarma ihtimalini ne yeni karşıt gruplarda ne
de cinsel özgürlükte, fakat olabileceğin dokunuşlarıyla verili gerçekliği karşılayan
“özgün” sanatçının yapıtında görmüştür. Adorno’ya göre, hakiki sanat ve sanat eseri
yıkıcı bir potansiyele sahiptir (Bottomore 1997: 50). Adorno, sanatı, geleceğin ufkunu
kendinde barındıran -varolana dair- bir hakikat arayışı olarak görür.
Öte yandan, Lohman’a göre, Freud, şehveti, cinselliği ve duyarlılığı serbestleştirme
konusunda bir ilkti. Freud, “İd”i “Ego” yapmıştır. “Adorno’nun Estetik Teori’si, toplum
tarafından koşullandırılışını ve kendi sınırlarını gördüğü aklın bu anlamasına katılır.
97
Estetik Teori ne ikinci doğayı birinci doğayla karıştıran meslekten duyarlığa geçiş
sağlar, ne de varolan aklı onaylayanları haklı çıkarıp ödün verir” (Lohman 1999: 94).
Estetik Teori hakikati elinde tuttuğu iddiasını reddettiği için cesurdur. Problem de
buradan kaynaklanır.
II.3.HAKİKATİN ESTETİK YARATIMI YA DA İKTİDARIN AŞILMASINDA
SANATIN ROLÜ
II.3.1. Kültür Endüstrisinde Sanat Eserlerinin Bir Metaya Dönüşmesi
Adorno kültür endüstrisinin en çok aldatıcı olan yanını eleştirmektedir. Bu eleştirinin
temelinde de Marx’ın meta fetişizmi çözümlemesi bulunur. Adorno’ya göre, kültür
endüstrisinin ürettikleri metalaşan sanat yapıtları değil, daha en başından “pazar” için
üretilmiş olan metalardır (Dellaloğlu 2003a: 23). Kültür çöp(lük)tür Adorno’ya göre;
fakat kültürün sektörlerinden biri olan sanat hakikatin göründüğü yerdir aynı zamanda.
Adorno, bunun fetişizmin ikili karakterinde yattığını iddia eder (Adorno 1970: 459).
Adorno, kültür endüstrisinin eskiden çoğunlukla hantalca gerçekleşen bir süreci, sanatın
tüketim alanına dönüşümünü kararlı bir içimde gerçekleştirmiş ve bu dönüşümü ilke
düzeyine yükseltmiş ve eğlenceyi sıkı naifliğinden arındırıp metaların niteliklerini
geliştirmiş olmakla övünebileceğini söyler (Adorno 2008a: 66). Zincirlerinden
boşanmış eğlencenin, sadece sanatın karşıtı olmakla kalmayacağını, aynı zamanda
sanatı öven aşırı bir uç olduğunu belirten Adorno, bu bağlamda, aklın, sanatın en alt
düzeyinde bile anlamsızlığı kökten yok ettiği gibi, en üst düzeyinde de anlamı yok
ettiğini söyler. Adorno, bir şenlik, bir sanat festivali fikrinin bir defalık, yeri
doldurulamayan coşkulu bir an olduğu iddiasına dayandığını belirtir. Şenlikler de ortaya
çıktıkları şekilde kutlanmalıdırlar. Bu nedenle, onları planlamak ve örtüşmelerini
önlemek gerekmez. Onları ele geçiren ve rasyonelleştiren yönetici akıl, bu şekilde
onların şenlikli oluşunu ortadan kaldırır (Adorno 2008b: 134).
Öte yandan, modern düşüncenin hareket noktası öncelikle özne ile nesneyi kategorik
98
olarak birbirinden ayırmak olmuştur. Bugün ise modern toplumda özne ile nesneyi, her
ikisi de birbirinin yerine geçebildiği için ayırmak anlamsızdır. (Dellaloğlu 2003a:28)
Adorno’ya göre, kültür endüstrisi, efektlerin, belirgin rötuşların ve teknik ayrıntıların
sanat yapıtına baskın çıkmasıyla birlikte gelişmiştir. Eskiden bir ideayı ifade eden sanat
yapıtı, artık, onunla birlikte tasfiye edilmiştir (Adorno 2008a: 54).
Adorno kültür endüstrisinin eski olanla bilindik olanı başka ve yeni bir nitelikte
birleştirdiğini ifade eder. Kitlelerin tüketimine göre düzenlenen ve büyük ölçüde o
tüketimin yapısını belirleyen ürünler, tüm sektörlerde az çok bir plana göre
üretilmektedir. Tüm sektörler yapısal olarak benzerdir Adorno’ya göre; onlar
birbirlerinin açıklarını kapatarak açık vermeyen bir sistem oluştururlar. Bu, sadece
çağdaş teknik olanaklar sayesinde değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetsel
yoğunlaşma yüzünden de olanaklı kılınmaktadır. Kültür endüstrisi bilinçli bir şekilde
tüketicileri kendisine uydurmaktadır. Uzun zamandan beridir ayrı duran yüksek ve
düşük sanat düzeylerini, her ikisinin de zararına bir araya gelmeye zorlar. Adorno,
yüksek sanatın öneminin, yararı konusundaki spekülasyonlarla yok edilirken, düşük
sanatın öneminin de, içinde barındırdığı isyancı direniş özelliğine dayanan uygar
sınırlamalarla yok edildiğini iddia eder. Bu şekilde, kültür endüstrisi milyonların
bilincini ve bilinçaltını yönlendirmesine rağmen, kitleler ikincil role düşer ve
hesaplanabilir nesneler, makinenin yedek parçaları olurlar. Tüketici, burada, nesne
konumundadır. Adorno’ya göre, özellikle kültür endüstrisi için biçimlendirilmiş olan
kitle iletişim araçları terimi, vurguyu nispeten zararsız bir alana kaydırmakta çok işe
yaramıştır. Gerçekte, kültür endüstrisinin, kitlelerle ya da iletişim tekniklerinin
gelişimiyle bir ilgisi yoktur; aksine onları dolduran ruhla, sahiplerinin sesiyle ilişkisi
vardır. Adorno, kültür endüstrisinin kitlelerle ilişkisini kötüye kullanarak, verili ve
değişmez sayılan bir zihniyeti çoğaltmaya ve güçlendirmeye çalıştığını ifade eder. Bu
bağlamda, kültür endüstrisi kitlelere uyum sağlamadan varolamayacak olsa bile, kitleler
onun ölçütü değil ideolojisidir (Adorno 2003a: 76-7).
Adorno, kültür endüstrisindeki teknik kavramının sanat eserlerindeki teknikle sadece ad
bakımından benzeştiğini dile getirir. Sanat eserlerinde tekniğin, bizzat nesnenin özgün
içsel mantığıyla örgütlenmesiyle ilgili olduğunu ve bu yüzden daima nesnesine dışsal
99
kaldığını söyleyen Adorno, olayların gelişiminin, mümkün olduğunca, bütünün
ideasından değil, hemen öncelerinde var olan durumdan doğması gerektiğini ifade eder.
Burada, hiçbir olay örgüsü sahnenin hakkını vermek için hırsla çalışan bir ekibin
gayretine direnemez. “Sadece anlamsızlığın kabul edildiği bir ortamda, anlamlı bir
bağlam oluşturan şemalara tehlikeli gözüyle bakılır. Bu bağlamda, Adorno’ya göre,
çizgi filmler, bir zamanlar, akıllı olmanın karşısında yer alan hayal gücünün
temsilcisiyken ve teknikleri sayesinde, elektrik vererek sakat bıraktıkları hayvanlara ve
nesnelere, hakkın yerini bulması için ikinci bir yaşam bağışlarlarken, bugün sadece
teknolojik aklın hakikat üzerindeki zaferini onaylamaktadırlar (Adorno 2008a: 69-70).
Öte yandan, Adorno, estetik yüceltmenin sırrının doyumu yerine getirilmemiş bir vaat
olarak temsil etmesinde yattığını ifade eder. Oysa, kültür endüstrisi yüceltmemekte,
aksine baskılamaktadır. Şöyle diyor Adorno: “Arzunun nesnesini, kazağın içindeki
göğüsleri ya da atletik kahramanın çıplak gövdesini belirgin hale getirerek, yalnızca,
doyumun esirgenmesine alışık olduğu için çoktandır mazoşist bir hazza indirgenen
yüceltilmemiş ön hazzı kamçılar” (Adorno 2008a: 72).
Sinema, gerekli olan yatırım maliyetlerinin çapının büyüklüğü yüzünden, geniş çaplı bir
planlamaya ihtiyaç duymaktadır. Adorno, sinemanın saçmalığının bireysel
başarısızlıktan çok bu çelişkiden kaynaklandığını belirtir. Sinemanın ilkesi, planlayan,
izleyiciyi de hesaba katan niyettir; bu da uyumu bozar (Adorno 2008b: 138). Bununla
birlikte, sanat yapıtlarının çileci ve utanmaz yanına dikkat çeken Adorno, kültür
endüstrisinin cinsellikle yüklü olduğunu belirtir. Bu şekilde kültür endüstrisi aşkı sadece
bir aşk macerasına indirgemektedir. Öte yandan, cinselliğin seri üretimi de cinselliği
otomatik olarak baskı altına alır. Bu bağlamda, Adorno, insanı aşık etmesi düşünülen
film yıldızlarının, her an her yerde insanın karşısına çıktıklarından, daha baştan kendi
kendilerinin kopyaları haline geldiklerine dikkati çeker (Adorno 2008a: 73).
Adorno için, insanlara dayatılan nesnel ve bağlayıcı bir düzen düşüncesi içi boş
olduğundan, bir içerik kazandırılıp insanlar karşısında kendini kanıtlamalıdır. Ancak
kültür endüstrisinin insanların beynine sokmaya çalıştığı düzene ait kavramlar hep
mevcut duruma ait kavramlar olmuştur. Bu kavramlar, onları kabul edenlerin gözünde
100
hiçbir anlamları kalmasa bile, sorgulanmaz, çözümlenmez, diyalektik olmayan bir
şekilde varsayılmış olarak kaldıklarını söyleyen Adorno’ya göre, Kantçı buyruğun
aksine, kültür endüstrisinin kategorik buyruğu artık özgürlükle hiçbir ortak yana sahip
değildir. Kültür endüstrisinin kategorik buyruğu, neye uyacağınız belirtilmemiş olsa bile
uymanız gerektiği, gücüne ve her an her yerde olmasına bir refleks olarak, herkesin,
öyle veya böyle düşündüğü şeye, öyle veya böyle varolana uyum sağlamak zorunda
olduğunuz şeklindedir (Adorno 2008a: 81). Kültür endüstrisinin ideolojisi çok güçlü
olduğundan bilincin yerini mevcut koşullara uyma almıştır.
Adorno’ya göre, sanat yapıtının gerçekliği aşmasını sağlayan itici gücü, onun stilinden
koparılamaz. Öte yandan, bu güç, biçim ile içerik, içsellik ile dışsallık, birey ile toplum
arasındaki kuşkulu birlik şeklindeki bir uyumda değil, özdeşlik uğruna harcanan tutkulu
çabanın zorunlu başarısızlığı olarak görünen uyumsuzlukta aranmalıdır (Adorno 2008a:
60-61). Bununla birlikte, Adorno, hafif sanatın ciddi sanatın toplumsal vicdan azabı
olduğunu söyler.
Adorno, öznenin kendini denetim altına alması ve dolayısıyla nesneleştirmesi anlamına
gelen sanatın hareket yasasının sanatın çöküşü demek olduğunu vurgular. Bu bağlamda,
“sinemanın sanat düşmanlığının kaynağı yine sanatta, içsel doğa üzerinde gittikçe
güçlenen egemenliktedir. Modern sanatçıların çok alkışlanan pozculuğu, teşhircilikleri,
kendilerini pazara mal olarak sunmalarını sağlayan jesttir” (Adorno 2003d: 245; 2005:
222).
Adorno, sanat yapıtını onaylanmış, geçerli bir şey olarak görmenin ve yaşamanın ve
ayrıca yapıt aracılığıyla, onu daha önce görmüş olanların bütün tepkilerine katılmanın
gelenek içinde olmanın anlamını oluşturduğunu ifade eder. Ancak bu bir kez
yıkıldığında yapıt da bütün çıplaklığı ve yanılabilirliğiyle ortaya çıkar. Burada, olay
örgüsü bir ritüelken budalalığa, müzik bir anlamlı figürler kanonu olmaktan çıkıp
yavanlaşarak bayat bir ezgiye dönüşür. O, artık o kadar güzel görünmez. Adorno, kitle
kültürünün uyarlama hakkını buradan almış olduğunu söyler (Adorno 2003d: 255;
2005: 231).
101
Öte yandan, Adorno, ütopyanın yok olduğunu, çünkü onun gerçekleştiğini ifade
etmektedir. Teknoloji eliyle tahrip edilen toplumsal doğa ile teknolojik standartlaşma
eliyle düzenlenen artık doğa olmaktan çıkmış toplumsal ve fiziksel mekan yani ütopya
şimdi göz önünde durmaktadır. Her yer aynı seviyededir ve hiçbir özgünlük yoktur
(Soykan 1991: 62). Adorno’ya göre özgünlükle dile getirilen de heterojen olanı bir çatı
altında toplamaktır. Ütopyanın gerçekleştiği yerde, onu içinde taşıyan sanatlar da batar.
Sanatların yolundan sapması ise onların bir yanlış batışıdır. Onun onsuz olunmaz
görüntü-karakteri, ekonomik ve politik gerçekliğin bir üstün gücü yüzünden rezalet
olur. Bu gerçeklik estetik görünüşü ide olarak alaya dönüştürür: “Estetik icra, bir abra
kadabra sistemince spor haline getirilir” (Adorno’dan aktaran Soykan 1991: 64).
II.3.2. Sanatın İtirazı ve Estetik Deneyim
Adorno’ya göre, yeni olan, subjektif bir kategori değildir, aksine heteronom olandan
ayrılmış kendisi için kendinden başka türlü olmayan şeyi zorla elde etmektir. Yeninin
üzerinde kendisini gerçekleştirmek için yeniye ihtiyaç duyan eskinin gücü ısrarlıdır.
Dolayımsız sanatsal pratik, özellikle yeniyi gerçekleştirerek kendini ortaya koyuşuyla
birlikte şüpheli kalır; dolayımsız sanatsal pratikteki bu eskiyi korumanın kendi özgül
ayrımını inkar eder. Bununla birlikte, estetik refleksiyon, eski ve yeninin bir arada
olmasına karşı kayıtsız değildir (Adorno 1970: 40). Adorno sanatın otonomisini
kurduğunu iddia etmesine rağmen, daima, aslında teorik ilgilere sahiptir. Bu yolla
estetik tamamen heteronomiye hizmet eder. Evrensel gizemleştirme anlayışıyla
başlayan ve sanat ile gerçekliğin birbirine taban tabana zıt olduğu dogması vasıtasıyla
genişleyen argümantasyon biçimi sanatı eleştirel teorinin ilgilerinin bir temsili
konumuna dönüştürür (Bubner 1997: 172). Bununla birlikte Adorno’ya göre, estetik
deneyimin önemi, estetik yaşam deneyiminin gizli bir materyalist anlayışla özneye
oranla nesnenin önceliğini kabul etmiş bulunmasından kaynaklanmaktadır (Jay 2001:
99).
Sanatın tarihsel ortaya çıkışını, ontolojik olarak, bir takım yüksek ilkeler altına koyma
girişimleri de, kaçınılmaz biçimde, bir ayrıntı yığını içinde kaybolacaktır. Teorik olarak
102
konuyla ilgili elde edilebilecek biricik kavrayış, sanatlar diye adlandırılan şeyin
çoğulluğu yüzünden, bütün sanatları bir araya getirebilecek bir tümel sanat kavramının
bile mevcut görünmediği yolunda bir kavrayıştır. Sanatın tanımı, aslında, sanatın bir
zamanlar ne olduğuna bağlıdır; ancak tanım, aynı zamanda onun ne olmakta olduğunu
ve gelecekte ne olabileceğini de hesaba katması gerekir (Adorno 1996: 41; 1970: 11).
Öte yandan, sanat kavramı, tarihsel olarak değişen bir uğraklar kümesi olduğundan
tanımlanmaya gelmez. Sanatın doğası, sağlam bir dayanak bulmak için kökenine gitmek
suretiyle de araştırılamaz. Kökene dair tarihsel olayları elde etmek zor olduğundan bu
sorun çözülemez (Adorno 1996: 40-41; 1970: 11). Adorno’ya göre, sanat, ancak kendini
dinden ve dinin kurtarıcı hakikatlerinden ayırdığında gelişebilmiştir. Ancak, bir kere
laikleşince, sanat, başka bir alternatif olmadığı için, mevcut dünyaya, özerk sanatın
silkip atmak istediği ayak bağlarını pekiştiren bir teselli türü sunmaya mahkum edildi
(Adorno 1996: 40; 1970: 10). Soykan’a göre, sanat türlerinin birbiriyle bağıntıları, hem
onların karşısında kendini oluşturmuş olan sanat hem de içkin olarak sahip oldukları
nesnel gerçeklik dolayısıyladır (Soykan 1991: 68).
II.3.2.1. Sanat Eseri ve Estetik Deneyim
Sanat eseri ile canlılık arasındaki bağa değinen Adorno, önceden kestirilemeyen şeyin
sadece etki olmadığını, aksine onun nesnel yanı da olduğunu ifade eder. Bu, yeni
niteliğe aktarılmıştır. Çünkü, sadece canlılık olarak uygun olan sanat eserinin deneyimi
gören ve görülenin ilişkisi üzerine estetik algılama ilkesi olarak psikolojik Kathexis
üzerine bir şeyden daha fazlasını söyler (Adorno 1970: 262). Adorno için canlılık,
nesnenin estetik deneyimidir.
Öte yandan, sanat eseri bağdaşmaz, özdeş olmayan, birbirine değen Moment’i sentezler;
o, özdeşin ve süreçsel özdeş olmanın özdeşliğinin hakiki araştırmasıdır; ancak bütün
için sihirli formül değildir (Adorno 1970: 263). Sanat eserlerinde kinist olan, sanat
eserini bir araya getirmek için çaba sarf eden antagonistik monmentin “sürtünme
sesi”dir. Adorno’ya göre, hem sürecin sonucu hem de sürecin kendi duraklama anındaki
103
(Stillstand) şey sanat eseridir. “Dünya ilkesi olarak en yüksek (aşamada) rasyonel
metafiziği ilan eden sanat eseri, monad’dır: güç merkezi ve şey birbirindedir (in eins)”
(Adorno 1970: 268). Sanat eserleri29 birbirlerine karşı kapalı ve kördür; onlar dışarıya
kapalılıklarında anlam taşırlar ve kendilerini takdim ederler. Adorno’ya göre, tarihsel
moment sanat eserlerinin tutucu olmasıdır; otantiklik zamanının tarihsel maddi içeriğine
çekincesiz olmak ve böylece “küstahça olmayan” bir varolma için yanıt vermektir
(Adorno1970: 272). Güçlük, sanatın ilerlemesi üzerine genel yargı veren, sanat tarihinin
yapısında vardır. Bu ise, varolan bir toplumsal baskı altında kesintiye uğrayan dizileri
biçimlendiren bir homojen olmama durumudur. Bununla birlikte, kesintisiz sanatsal
gelişme, bugüne kadar, göreli olarak sabit sosyal koşullara ihtiyaç duymuştur (Adorno
1970: 310).
Bernstein, Estetik Teori’nin projesini anlamamızın tek yolunun, onun spekülatif
diyalektik kavrayışının Hegel’in kavrayışından hangi yönlerden ayrıldığını ortaya
koymak olduğunun altını çizer.
“Hegel’in spekülatif felsefesi, ayrılma/bölünme deneyimi (Erfahrung), tikel ve tümelin, kesinlik ile doğruluğun birbirinden kopması deneyimi –sözgelimi, Tanrı’yı tümel olarak gören, dolayısıyla Tanrı’nın bu tümellik niteliğiyle kendi gerçek özünü temsil ettiğini düşünen mutsuz bilincin deneyimi- üzerine düşünür. (Hegel: Fen:54-6) Hegel’in fenomenolojisi burada mutsuz bilincin deneyiminin adım adım açığa çıkışının izini sürer, mutsuz bilinç kendine ilişkin hakikat olarak gördüğü zamansız, değişmez Öteki’ni, ondan ayrılığını ve onunla birlikteliğini anlamaya, açımlamaya çalışırken. Bilinç ile nesne arasında değişen ilişki; bilincin, kendi Öteki’si ile özdeşlik ve farklılığını dile getirmeye çalışmasının bir sonucu olarak, kendisinin ve kendi nesnesinin ne olduğunu yeniden tanımlama tarzı… Hegel’in deneyim (Erfahrung) kavramıyla anladığı kabaca budur. Bu deneyim olabilmektir, çünkü (i) bilinç ile nesne arasında içsel, yönelimsel [intentional] bir ilişki vardır; (ii) “nesne”, her ne ise, özbilinç açısından elzem olarak yorumlanmakta ya da öyle yaşanmaktadır ve (iii) bilincin kendi öteki’sini tanıyışı her zaman eşzamanlı olarak bir yanlış tanımadır. Bu yüzden, mutsuz bilinç söz konusu olduğunda, “onun [mutsuz bilincin] bilmediği şudur: Temel olarak bir birey biçiminde (yani, İsa olarak) bildiği bu kendi nesnesi –Değişmez Olan- kendi benliğidir, bilincin bireyliğinin ta kendisidir.” (Fen.131) Dolayısıyla, mutsuz bilincin, tümel ve değişmez olanı, kendi tikel maddi yaşamını ona feda ederek olumlama girişimi, zorunlu olarak kendi kendini baltalamadır. Bilincin, kendine yönelik bedensel aşağılamanın neden olduğu acı aracılığıyla yaşadığı çileci ve mazoşist haz, bedensel varoluşu dikkatin odağında tutmakla kalmaz; böyle bir
29 “Sanat eserleri, bizim doğaya karşı tutunduğumuz estetik tavrı benimseyerek ve onu, maddi işgücünden feyz alarak, üretime yönelik bir işgücüne dönüştürerek, kendilerini iktidardan bağımsız kılarlar. Tıpkı insanların, hem baskıya maruz kalan, hem de uzlaşım sağlamış dilleri gibi, sanat, doğanın dilinde insanlar için geçişsiz, nüfuz edilemez hale geleni diriltmeye çalışır” (Adorno’dan alıntılayan Huhn 2003: 265).
104
vazgeçme, sonunda, tinsel aşkınlık arayışının bütünleyici bir parçası olarak tensel doyumun ortadan kaldırılamazlığını açığa vurur. (Değişmez) tümel ile (değişebilir) tikelin iç içe geçişine ilişkin bu aydınlanmanın adım adım varlık kazanması, Hegelci deneyimdir” (Bernstein2003: 204).
Öte yandan, Bernstein, Hegel’in spekülatif söyleminin temel aracı olan deneyimin en
eksiksiz nesnelliğine, deneyimlere bellekte uygun bir anlatısal düzen verdiğinde
ulaştığını belirtir. Bernstein’a göre, Adorno, bunun Proust’un “yöntemi” olduğunu
söylüyor. “Böyle bir nesnelliğin ölçüsü, yinelenen sınamalar yoluyla açıklamaların
doğrulanması değil; daha çok, umut ve düş kırıklığı yoluyla ulaşılan bireysel insani
deneyimdir. Bu deneyim, anımsama sürecinde, onaylama ya da yadsıma yoluyla
gözlemlerini belirgin kılar” (Adorno’dan aktaran Bernstein 2003: 205). Öte yandan
Huhn’a göre, Adorno sanatsal güzelliğin, doğal güzelliğin elde edemeyeceği bir
nesnellik elde ettiğini kast etmektedir. Adorno, temelde, bütünsel bir öznelliğe
indirgenme aracılığıyla elde edilecek bir nesnellikte ısrar ederek, Hegel’in bütünüyle
öznelleşmiş bir sanatsal güzellik uğruna doğal güzelliği yok etme çabasına karşı
çıkmaktadır. Adorno’ya göre, olanaklı her tür nesnellik pahasına evrensel öznellik
arayan Kantçı eleştiri anlık da olsa evrensel bir nesnelliğin kurulmasıyla
tamamlanmıştır. Huhn, Adorno’nun Estetik Kuramı’nda bizi sıkça nesneye, sanat
eserine dönmeye çağırmasını bu bilginin ışığında anlamanın mümkün olduğunu iddia
eder (Huhn 2003: 266).
Bernstein’a göre, deneyimin tükenmesi iki temel özelliği gerektirmektedir. İlki,
potansiyel olarak tek tek yaşamları oluşturan tümellerin artık içkin olarak o yaşamları
oluşturamamasıdır; bunun bir sonucu olarak, bireysel yaşamlarda örnek bir umut ve düş
kırıklığı süreci kendini göstermez. En yüce değerler bizim için kendilerini
değersizleştirmişlerdir. İkincisi, bir doğruluk ya da tümellik iddiasıyla karşılaşıldığında,
bu iddianın nesnelliğinin ilke olarak bireysel deneyimden bağımsız görülmesidir.
Deneyime ilişkin iddialar da, deney ve kanıtın kişisellikten yoksun ve yinelenebilir
süreçlerine indirgenmektedir (Bernstein 2003: 206). Deneyim estetikle randevulaşır:
deneyim, sanat eserinde karışmış tutarsız olanı, tekil eserdeki yetersiz olanı çekmek
için, tutarlılık ve bilinci yükseltir. Bu görünüş altında “Düsünceler”in idealist olmayan
estetiği harekete geçer (Adorno 1970: 393). Estetik deneyim ayrı eserlerde kristalize
olur. Bununla beraber o ayırmak için değildir; deneyimleyen bilinçlerin sürekliliğinden
105
bağımsız değildir (Adorno 1970:400). Öte yandan, doğanın estetik deneyimi çağdaş bir
sanat eserinde duyumsanabilir. Her ikisi, rasyonalite ve söylemi özdeşleştirmeyi boşa
çıkarır. Modern versiyondaki rasyonalite onlar üzerine kural koymak için özdeşleştirme
süreci yoluyla bütün şeyleri ele geçirmeyi varsayar. Fakat sanat eserleri, doğal güzellik
gibi, varlığın vaadinin rasyonel olduğunu iddia eder -her ikisi de rasyonel söylemden
kurtulma yeteneğine sahip olsa bile (Paetzold 1997: 220).
Adorno Kant’ın tümel-tikel ayrılığı hakkındaki değerlendirmeye katılır. Bernstein,
Kant’ın, zihinsel olanın duyumsal olandan, ahlâksal iyiliklerin ahlâki olmayan
iyiliklerden ayrılığı sorununu bir ayrılık/bölünme olarak, dolayısıyla ahlaksal eylemin
anlaşılabilirliğini doğrudan etkileyen bir şey olarak algıladığını iddia eder. Bernstein’a
göre, Adorno, birçok kez Kant’ın düşünülür bir dünya kurgusunu harekete geçiren şeyi,
“umutsuzluğun düşünülemezliği” olarak ifade etmiştir.
“Dar, tümelci bir yorumla, ahlâksal mücadele ve ahlâksal başarı, insan mutluluğunun başarılmasından bütünüyle bağımsız olsaydı; imdi, olayların doğal akışının, bu yaşamda kötülüğün üstün gelmesini sağlayacak bir nitelik gösterdiğine ve iyilikle kötülüğü ayrım gözetmeksizin yutan geniş bir mezarın nihai son olduğuna inanmak için çok önemli nedenler bulunsaydı; bu, çaresiz ve koşulsuz bir umutsuzluğa yol açardı” (Bernstein 2003: 214).
Kant’ın Tanrının varlığını ve ruhun ölümsüzlüğünü, en yüksek iyi idesini olanaklı kılan
rasyonel “araçlar” olarak koyutlamasının nedeni budur. Bernstein’a göre, buradaki
temel nokta, ahlâksal değer ile insan mutluluğu arasında bulunan bağlantısızlıktır.
Düşünülür bir dünya koyutlama zorunluluğu, Bernstein’a göre, empirik varoluşun
kendisi, anlama yetisinin, onun içerdiğini tasarladığından daha fazlasını içerdiğinden,
empirik varoluşla ilgili olarak zihnin onayladığı bütünlük iddiasını ortadan kaldırır.
Adorno ise, Kant’ın koyutlamasının açıklarını ortaya koymaktadır. Buna göre, bu,
duyumsal olan ile düşünülür olanın ötedeki bir aşkınlık içinde bağdaşmasını zorunlu
kılan şeyin anlama yetisinin kendi mantığı, özdeşlik düşüncesi olduğunu göstererek,
duyumsal olan ile düşünülür olan arasında a priori bir bağlantısızlık varsayan bir
saflıktır. Öyleyse, sorun, Kant’ın ifade ettiği gibi, anlama yetisine teolojik bir eklenti
yapma sorununun aksine, anlama yetisinin olanaklı deneyim alanına ait şeyler
üzerindeki egemenlik iddiasını ortadan kaldırma sorunudur (Bernstein 2003: 217-8).
106
Öte yandan, sanat eserleri deneyim sağlayan duyumsal tikeller olduğundan, nesnel
gerçekler olarak görünürler. Empirik yaşamın üretime dönük amaçlarından
uzaklaştıkları için de, deneyim vaatlerini gerçekleştirme güçlerinden yoksundurlar.
Çünkü vaatleri içkinlik bağlamını aşmaktadır; bu nedenle sanat eserleri metafizik bir
yapıya sahiptirler. Böylece sanat yapıtları tikelliğin rasyonellikten, yani tikelin tümelden
ayrılığı deneyimi sunarlar. Sanat yapıları, kategorisel ayrılık deneyimini sunmakla da
felsefi düşünceyi ortaya çıkartırlar. Bernstein bu felsefi düşüncenin, Hegel’deki,
anlamıyla spekülatif olduğunu belirtir. Buradaki iddialardan da anlaşılacağı üzere,
Bernstein, Adorno’nun felsefesinin spekülatif bir özellik taşıdığını dile getirir. Ona
göre, Adorno’nun araştırdığı temel ayrılık, gündelik yaşamdan değil, gündelik yaşamın
düşünsel biçimlerinden alınır; bu ayrılık da sanat ve felsefe arasındaki ayrılıktır. Bu
bağlamda, sanatın deneyim yokluğunu bir deneyime dönüştürme yetisi, felsefi
rasyonelliğin dile getirdiği egemen tümele karşı onun duyumsal tikellik adına
kategorisel iddiasını güvence altına almaktadır. Estetik Teori, Bernstein’ın iddiasıyla,
sanatın felsefeyle özdeş-olmamasından yararlanan ve bu bağımlılık ilişkisini kabul eden
felsefedir ve felsefenin, yani özbilincin kendini tanımasını modernist sanatın mutlak
ötekiliğinde sınar (Bernstein 2003: 224). Felsefe ile sanat arasındaki bu kurgusal ilişki,
empirik yaşamda tümel ile tikel arasındaki bir ayrılığı dile getirir.
Adorno’nun Kant’ın düşünülür dünyaya ilişkin kavrayışını ele alışı, tümel ile tikelin
spekülatif özdeşliğini ve farklılığını meydana çıkarmanın amacının dünyaya ilişkin
ahlâksal bir imgeye ulaşmak olduğu görüşünü ifade eder. Bu imgenin kendisi de, etik
tutumun rasyonelliğinin gerçeklik koşullarını sağlar. Bu da, estetik deneyimin
kendisinin, maddeci anlamda, dünyaya ilişkin, Kant’ın ahlak ilahiyatının gereklerini
yerine getiren ahlaksal imgeyi sağlayacak olduğunu söylemektir. Bernstein, devamla,
estetik deneyimle ilgili olarak şunları söyler:
“Bir şeyi yaşantılamak, konuşma dilindeki kullanıma uygun olarak, bir ‘deneyim’ yaşamış olmak demektir. Bir deneyim yaşamak, bir şeyden geçmek, bir şeye katlanmak ve bunu, onun aracılığıyla değişecek tarzda yapmak demektir. Yaşantılanan, kişinin öngörmediği ya da kestirmediği bir şeydir, beklentilere rağmen meydana gelen bir şeydir. Daha önce yaşanmamış bir şeyle beklenmedik biçimde karşılaşma, deneyimlere ‘maruz kalma’yı getirdiğinden, ‘deneyim’ edilgenlik, hatta denetimi yitirme fikirlerini çağrıştırır. Deneyim, ‘acı çekme’
107
yoluyla öğrendiğimiz alandır” (Bernstein 2003: 225).
Öte yandan, deneyim, her zaman bireylerin yaşantıladıkları şey karşısında hazır
olmalarına bağlıdır ve deneyimin bir sonucu olan dönüşüm, birey ile nesne ya da olay
arasındaki bir ilişki olarak kalır. Bernstein deneyimin, ilişkili olduğu somut olaylara
bağlı olduğunu, bu nedenle onun dile getirilmesi anlatıya dayalı bir anımsama ile
gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtir. Ayrıca, bir deneyim geçirmek, bireyin
dönüşümünün yanında bilinç için yeni bir nesne alanının ortaya çıkışı demektir.
Bununla birlikte, deneyimsiz bir yaşam imgesi sonuç olarak tarihsiz bir yaşam
imgesinden ibarettir. Bu yüzden, deneyim olmaksızın tarihsel yaşam da olamaz.
Tarihsel olan şey deneyim yoluyla dile getirilmiş yaşamlardır.
Estetik deneyimde, metafizik, aşkınlığa ve ötekiliğe ilişkin bir deneyimin eğiliminde
olduğunu belirten Bernstein, bu deneyimin, bir ayrılık deneyimi olduğunu ifade eder.
Bunu, yapıtta görünen bir görünüş olduğundan, yapıtın kendisinin yönelimsel
nesnesinden ayrı oluşumuz deneyimi olarak dile getirebiliriz. Sadece, yönelimsel
nesneye benzemeyen şey kendini gösterdiği için, yapıtın yönelimsel nesnesinin kendisi,
görünmeme yoluyla görünür.30 Bu ise, bir sanat yapıtının aurasını yaşantılamak,
deneyim olanağını en güçlü anlamıyla yaşantılamak demektir (Bernstein 2003: 230-1).
Bu olanağı yaşantılamak da, daha önce söylendiği üzere, dünyaya ilişkin bir ahlâksal
imgeye sahip olmak demektir.
II.3.3. Sanatın Hakikati ve İktidarın Sanatsal Dönüşümü
Sanatsal olarak en büyük şiirlerde ve resimlerde estetik sınırları aşan, biçimin özerkliği
içinde erimeyen bir konu öğesi bulunduğunu belirten Adorno, bir estetik teorisinin ne
kadar derin ve önemliyse, on dokuzuncu yüzyılın büyük romanları türünden sanat
yapıtlarının da o teori içinde anlamlandırılmasının o kadar zorlaşmakta olduğunu söyler
(Adorno 2005: 230). Adorno Hegel’in, Kant’a karşı polemiğinde bunu kendisi için bir
30 Bu bağlamda, Adorno için bir doğal güzellik teorisinin bir sanatsal güzellik teorisiyle mutabık olması gerektiğini vurgulamak gerekir. Sanat teorisi ve doğal güzellik teorisi bağlantılıdırlar. Doğal güzelliğin uyandırdığı imgeler açık bir şekilde modern sanat eserlerinin temin ettiği imgelerle doludur (Paetzold 1997: 220).
108
avantaja çevirmiş olduğunu iddia eder. Bu bağlamda, Adorno sanatın kesin ve saf
kavramının belki sadece müzik için geçerli olacağını ifade eder.
II.3.3.1. Müziksel İtiraz
Adorno’ya göre, sanat türlerinin içerik bakımından asıl ayrımı, en açık biçimde müzikte
görülmektedir. Müzik öteki sanat türleriyle kurduğu içeriksel ve biçimsel bağıntılar
bakımından ayrıcalıklı bir yere sahiptir. O, diğer sanat türlerinden farklı olarak onlarla,
onlar üzerinde egemenlik kuracak bir şekilde bir ilişki kurmaz. Bu da ona özel bir
konum sağlar. İşte bundan dolayı, Adorno müziğe özel bir yer ayırır. Bu özel yerinden
ötürü müzik, egemen olmaz ve öteki sanatlar kendi özerkliklerini yitirmezler (Soykan
1991: 69).
Adorno, bu bağlamda caz müziğini eleştirir. Çünkü caz, müziği müzik olmaktan
uzaklaştırır ve insanın yabancılaşmasını arttırır. Caz, daha çok müziksel kaliteyi
bayağılaştırır ve kültür endüstrisine hizmet eder. Adorno’ya göre, sanat, kendisi her
uyarlamanın bir parçası olarak ortaya çıkar, ki bu, onun kendi ilkesiyle çelişir. Oradan
Caz’ın hareket ettiği kimi tuhaf eğilimler üzerine ışık düşürecektir. Adorno, müziğin
varlıklıları, maddi durumu iyi olanları inceltmeyeceğini belirtir (Adorno 1977a: 136).
Aksine müzik seçkin dinleyicilere, müzikteki tinselliği hissedecek ruhlara ihtiyaç duyar.
Bu ise, sanatçı hissiyatına sahip kişilerde olabilir ancak.
Bununla birlikte, Adorno, Caz’ın özgürlüğü savunduğu iddialarını bütünüyle
reddetmektedir. Adorno’ya göre, Caz’ın temel işlevi, yabancılaşma içindeki insan ile
onun olumlamacı kültürü arasındaki mesafeyi azaltmaktır; ancak bunu völkisch
ideolojinin baskı altına alıcı anlayış ve yöntemi içinde yapmaktadır. Öte yandan, aynı
anda caz, asılsız bir biçimde, Doğa’ya dönülüyormuş duygusu veren caz, aslında
bütünüyle toplumsal bir üründür. Jay’e göre, Adorno’nun burada incelediği Caz,
çoğunlukla, Tin Pan Alley’in sulandırılmış tecimsel cazı idi; onun kadar popüler
olmayan ve zenci kültüründen kaynaklanan caz değildi. Jay için, Adorno’nın yanılgısı,
bu iki caz arasındaki farklılığı görme olanağı bulamayışından ileri gelmekteydi (Jay
109
1989: 269-70).
Adorno’ya göre, bugün müzik geleneksel zaman düzenine karşı isyan eder; bu bir yana
müziksel zamanın davranışı çeşitli çözümlere yer bırakır. Böylece, müziğin varyantsız
zamanı yerinden etme yeteneğinin olup olmadığı kuşkulu kalır (Adorno 1970: 42).
Adorno, bugün müzik felsefesinin ancak yeni müzik felsefesi olarak olanaklı
olabileceğini belirtir. Ona göre, müzikle dünya baştan sona yaratılabilir. Soykan,
dünyayı anlamsızlaştıran her şeyin, müziğin anlamsızlık çağında sergilenen şey
olduğunu belirtir. Bu şekilde dünyadaki tekdüzelik ve mekaniklik müzikte karşılığını
bulmaktadır. Bunun böyle olmasında müziğin hiçbir suçu yoktur. Müzik, dünyadan
ezici bir baskı gelmezse, dünyayı ve kendini, kendi suçu olmayan bu durumdan kurtarır.
İşte bu Adorno’nun “yeni müzik” olarak adlandırdığı şeydir (Soykan 1991: 13-4).
Soykan, yeni müziğin dünyanın tüm karanlığına ve suçuna kollarını açarak başkalarının
günahlarıyla yüzleştiğini belirtir. Öte yandan, yeni müzik, mutluluğa kendi
mutsuzluğunu bilerek ulaşır. Onun tüm güzelliği, güzellik görüntüsünden kendini
yoksun bırakmasıdır. O, işitilmez, yankısız bir yapıya sahiptir. “Yeni müzik, mekanik
müziğin her an işlediği bu son deneyim üstüne yükselir. Yeni müzik, hakiki S.O.S.
şişesidir” (Adorno 1975: 126; Soykan 1991: 14).
Bu bağlamda, müzik ile yabancılaşma arasındaki bağa değinen Oskay’a göre,
Adorno’da, müziğin, diğer sanatlarda olduğu gibi, yabancılaşma sorununu fark etmesi,
bu sorunun çözümünü kendisi için bir sorun edinmiş olduğunu göstermeyebilir.
Yabancılaşma sorunu, toplumsal olarak oluşmuş bir sorun olduğu için, müziğin içinde
değil, toplumsal bütünün içinde ele alınmalıdır. Çünkü yabancılaşma bu bütünlüğün
değiştirilmesi ile çözümlenebilir; bu iş de, müziği aşar. Bu nedenle, müziğin, kendi
yabancılaşma durumunu sona erdirmek ve onu aşabilmek için toplumsal sürecin
değiştirilmesine müzik olarak müdahale etmesi gerekmektedir (Oskay 1982: 72-5). Öte
yandan, Adorno’ya göre, yabancılaşma, sadece müzik aracılığı ile aşılabilecek bir
toplumsal durum değildir (Oskay 1982: 93).
Bununla birlikte, Adorno’da müziğin olanağının ne olduğu sorusu ile dünyanın
olanağının ne olduğu sorusu birbirlerine karşılık gelir. Ancak, her iki soruda yanıtsız
110
kalır. Çünkü böylesi olanak, bir “bilinç”in karşısında durmak zorunda olacaktı. Soykan,
müzikte nesneleşen toplumun artık müziğin hakikati olduğunu, toplumsal hakikat
olmadığını belirtir. Ancak müzik, bu kendi hakikatini topluma geri verir (Soykan1991:
76). Burada dile getirilen hakikat ile müzik arasındaki ilişki bağlamında, Nietzsche’de
de müzik hakikatin ele geçirildiği yegane alan olarak görülür.
Öte yandan Adorno, müzik ile dil arasında bir ilişki kurar. Ancak müziğin aracılık
biçimiyle yönelimsel dilin aracılık biçimi, bir karşılıklı bağımlı anlamlar sistemi olarak
değil, her tekil olayda çiğnediği anlamların bedelini kendi başına ödemeye yazgılı, bir
bağlantılar sistemine ölümcül bir dönüşüm olarak farklı yasalara göre ortaya
çıkmaktadır. Müzikle yönelimler kırılıp parçalanmakta, kendi kuvvetlerinin etkisiyle
dört bir yana dağılmakta ve Ad’ın düzenlenişinde yeniden bir araya gelmektedir
(Adorno 2003c: 323). Adorno’ya göre, teolojik bir boyuta sahip ve idesi, şekil verilmiş
tanrısal Ad olan müziğin dili, söylemesi gerekeni, eşzamanlı olarak açığa vurur ve
gizler. O, mitten arındırılmış, etkili büyüden kurtulmuş dua ve anlamları iletmeye değil,
Ad’ı adlandırmaya yönelik -her zamanki gibi başarısızlığa yazgılı- insani çabadır
(Adorno 2003c: 321).
Öte yandan, “müziğin tüm akılsallığı, onun tüm düzenleyimidir. Kurtarıcı müzik,
düzenleyimle, yitirilmiş bütünü, yitirilmiş gücü ve Beethoven’in yükümlülüğünü
yeniden ortaya koymak ister” (Adorno’dan aktaran Soykan 1991: 78).
3.3.2. Sanatın Özerkliği ve Sanatsal Direniş
Adorno, geleneksel sanatta toplumsallığın fazla olanaklı olmadığını bunun için de bütün
hakikatin yitirilmediğini belirtir. Tarihsel bir taşlaşmış hal alan bu görüntü içinde,
başkalarının yaşayan bilinçler olarak olumsuzlanmasından daha fazlası elde edilemez.
Ama bu görünüş olmadan da sanatın değeri düşer (Adorno 1970: 383). Acı, Adorno
için, özgür olmamayı pozitifliğe saptıran insani içeriktir. Gelecekteki sanatın onurunun
yeniden olumlamayı istediğini ifade eden Adorno, olumsuzlamanın devam etmesinin
kuşkulu olacağını belirtir; bu anlamda kuşku, daima keder verir (Adorno 1970: 387).
111
Adorno’ya göre, olanaklılığının sarsıntısı üzerine yükselen sanatın bunalımı, her iki
kutba aynı şekilde etki eder (affiziert). Bu ise, onun anlamı ve tarihsel içeriğiyle ifade
edilen mimetik momenttir. Her ikisi birbirlerine bağlı olur: anlam ve tinselliğin ortamı
olmaksızın ifade olmaz, mimetik moment olmaksızın da anlam olmaz. (Adorno 1970:
413). Adorno, sanat eserinin tininin nesneleşen mimetik tavır olduğunu söyler.
Adorno, hakikatle işleyen sanatın dolayımsız olmadığını belirtir; bu bakımdan sanat
içeriğinin hakikatidir. Bilgi, onun hakikatle ilişkisi aracılığıyla meydana gelir; sanatın
kendisi hakikati tanır, hakikat sanatta belirir (Adorno 1970: 419). Bununla birlikte, bir
sanat eserinin bütün momentleri ve birliği olan form yasası, onun kendi özgül niteliğine
göre organize olmalıdır. Adorno’ya göre, sanat eseri birçok çeşitliliğin birliği değildir,
aksine belirlenimleriyle aynı zamana rastlamayan bir’in ve çok’un belirlenmiş birliğidir
(Adorno 1970: 455).
Adorno, sanata yeniden toplumsal bir rol vermekle, sanatın önündeki kuşkuları -bizzat
sanatta ifadesini bulan kuşkulardır bunlar- yatıştırmaya çalışmanın hiçbir anlamı
olmadığını belirtir. Ona göre, bu tür çabalar boşunadır; ve bugün, özerk sanat, körleşme
belirtileri göstermektedir. Her zaman varolan sanatın ayırt edici bir niteliği olan
özgürlüğe kavuşma çağındaki körlük, Hegel’in kavramış olduğu gibi, sanat artık sanat
olmasa da ve olmadığı için, ağır basan bir özellik haline gelmiştir. Bugün ise sanatsal
titizlik kendisini, farklı ve çok daha güçlü türden bir naiflik ile kaynaştırmaktadır, bu
ise, sanatın amacı ve süregelen varoluş koşulları hakkındaki belirsizliktir (Adorno 1996:
40). Adorno, sanatın dışsal amaçlardan tam bağımsızlığını kazandığında kendi temelini
kaybetmemiş olup olmadığı şeklindeki soruların estetiğin tarihsel öz doğasına ait
olmadıklarını söyler.
Özerklik ilkesi kendi adına kendini kuşatan bir bütünsellik ortaya koyabilme iddiasında
bulunmakla, ister istemez dış dünyanın da bu tür bir bütünselliği olduğu şeklinde yanlış
bir izlenimi yaratır. Sanat, kendi içsel yasasına bağlı olarak gerçekliktekini reddetmekle
üstünlüğünü onaylar (sanktioniert sie deren Vormacht) (Adorno 1970: 10). Adorno
hakiki sanatın, kendi özüne meydan okuduğu ve bu bağlamda da sanatçıda ikamet eden
112
belirsizlik duygusunu yükselttiği düşüncesindedir. Sanat, değiştiği için, onun
gerçeklikten farklılığı da değişir. Sanat, değişen bir etkinlik alanına sahip olduğundan,
neyin onun içine girdiğini ve neyin onun dışında kaldığını kesin olarak tanımlamaya
çalışmamıza gerek yoktur (Adorno 1996: 41; 1970: 12). Soykan’a göre, sanat yapıtını
anlama, o hangi yetilerimize hitap ediyorsa, bu yetilerle ve bu yetilerde onu yeniden
yaratma olarak zor bir iştir (Soykan 1991: 70).
Adorno’nun yapıtı bir madalyona benzetildiğinde, onun bir yüzünün kültür endüstrisi
eleştirisi diğerinin ise sanata yaptığı vurgu olduğunu söyleyen Dellaloğlu, sanat ve
toplumu, mutlak bir sentez peşinde olmayan, özdeşlik amacını gütmeyen türden bir
diyalektiğin, negatif bir diyalektiğin iki zıt kutbuna yerleştirmenin uygun olduğunu
ifade eder. Adorno sanat ile toplumu birbirine karşıt iki konuma yerleştirir ve sanatı,
verili olana teslim olmayan, hep bir “başkası”nın düşünü kuran yanıyla görmeye çalışır.
Bunun yanında, toplum ise kendisini oluşturan parçaları kuşatan, denetleyen, belirleyen
görkemli gücünü tüm boyutlarıyla ortaya sermekten kaçınmamaktadır. Adorno sanatın
tikele (kısmi) bir özerklik sağlayabileceğini düşünmektedir. O, sanatı, insanın
umudunun yeşerdiği alan olarak görür. Bu umudun gerçekleşmesi genelin, tümelin tikel
üzerindeki egemenliğinin kırılmasını temsil etmesinde yatar. Dellaloğlu’na göre,
Adorno, sanatın, insanın “yanlış bütün”e karşı en güçlü olduğu alan olduğunu belirtir.
Sanat, salt sanat olduğu için değil, bu gücünden dolayı bu kadar önemlidir (Dellaloğlu
2003a: 28-9).
Jay ise, Adorno ve Frankfurt Okulu için gerçek sanatın, insanlığın bugünkü toplumun
ötesindeki “diğer” topluma duyduğu özlemin varlığını koruyabileceği son sığınak
olduğunu belirtir (Jay 1989: 259).
Öte yandan, kapitalizmin gelişmesi ve sanat yapıtlarının piyasa koşullarında diğer
metalar gibi değişime girmesiyle birlikte sanatın özerkliğinden söz edilir. Kapitalizmin
gelişmemiş olduğu toplumlarda sanatçının sanat eseri üretebilmesi bazı kesimlerin
ekonomik desteğine bağlı olarak gerçekleşir. Kapitalist toplumda ise bu bağımlılık
ilişkisi piyasa dolayımıyla gerçekleştiğinden sanatın ve sanatçının özerkliğinden söz
etmek mümkündür. Adorno sanatın özerkliğinin ve toplumsallığının vazgeçilmez iki
113
özelliği olduğunu vurgular. Bunlar birbirlerine karşıt gibi görünmelerine karşın, zorunlu
olarak birlikte varolurlar. Yani sanatın toplumsallığı, özerkliğine ve özerkliği de
toplumsallığına bağlıdır. Biri olmadan diğerinin de varolması söz konusu değildir
(Dellaoğlu 2003a: 29-30). Bu yüzden, Adorno, sanatın bu iki yanına aynı önemle vurgu
yapmayanlara daima karşı çıkmıştır.
Bernstein’a göre, Adorno’nun, Negatif Diyalektik’te, göstermeye çalıştığı şey, kavrama
ilişkin büyüsü bozulmuş kavrayışın, kavramla nesne arasında geçersiz bir bölünmeyi
getirdiğidir. Kavramlar kendine yeterli ve kavramı oldukları şeylerden bağımsız
olamazlar; “tıpkı” diyor Baernstein, “dilsel anlamın toplumsal ve tarihsel kullanımdan
(praksis) bağımsız olarak bütünüyle belirgin (dolayısıyla saydam bir temsil aracı)
kılınamayacağı gibi” (Bernstein. 2003: 203). Adorno, Estetik Teori’de, büyüsü
bozulmuş tikelin bakış açısından tümelin tikelden ayrılması konusunu işler. Adorno’nun
burada üzerinde durduğu şey sanat eserleridir; çünkü sanat yapıtları, ilk bakışta, dikkati
çeken, bir başka deyişle anlam (Sinn) ve töz (Gehalt) aktaran tikellerdir; sanat
eserlerinin, tek bir kavram ya da kurama sığdırılmaları mümkün değildir. (Bernstein
2003: 203).
Adorno’da kavramlar, ilişkin oldukları nesnelere bağlı oldukları için, akla dayanan
kavramın bakış açısından, bütün anlam ve bütün önem nesnesinden gelir. Bu nedenle,
Bernstein’a göre, tikel “sezgiler” kavramların altında yer almakta ve olaylar kuramların
doğruluğuna ilişkin kanıtlar sağlamaktadırlar. Öte yandan piyasa, kullanım değerlerini
değişim değerleri çerçevesinde değerlendirir ve eylemlere ilişkin ilkeler de ancak
tümelci yordamsal bir biçimcilik aracılığıyla geçerli hale gelirler. Bu bağlamda her
kavramsallaştırmada, her bilme ediminde, biliş ile rasyonellik bütünüyle tümelin
yanında yer alır; çünkü tikel, özdeşleşmeden kaçındığı için önemli bir parçadan yoksun
kalır. Bununla birlikte, anlamın özdeşleştirici düşünce bakımından oluşturulduğu iddiası
şüpheli görünmektedir. Bu yüzden tümeli de tikeli de hesaba katmak gerekir. Tümel ile
tikel arasındaki bağ sanat eserinde kurularak aralarındaki karşıtlık aşılmaya çalışılır.
Adorno’ya göre tikel ile tümel arasındaki bu ayrılık tarihsel ve olumsaldır. Çünkü,
mevcut toplumun sahip olduğu tümellik, toplumdaki bireysel, sınıfsal ve ulusal
çatışmalar aracılığıyla varlığını sürdürdüğü gerçeğini gizlemektedir. Barış içinde bir
114
görünüm arz eden bütün, çatışmalardan meydana gelen bir bütündür ve bu nedenle
kendi tümelliğini sağlamak için bireyleri kullanır ve onları feda eder. Bu açıdan
bakıldığında, bütün çelişkili ya da yanlış olabilir. Ancak, içkinlik bağlamını oluşturan
da bu yanlışlıktır (Bernstein 2003: 212-3). Alford, bu noktada, Adorno ve Frankfurt
Okulu’na göre sanatın, hem bilimin hem de felsefenin içine düştüğü Aydınlanma’nın
diyalektiğinden kaçınan bir bilme yolu olduğunu söyler. Sanatın Adorno’da kavramsal
olmadığına vurgu yapan Alford, görsel sanatın ikonik olduğunu ve bu yüzden özdeşlik
düşüncesinin bir kipi olmadığını belirtir. Adorno için sanat, tikeli evrensele göre
sınıflandırmak yerine, tikeldeki evrenseli temsil eder (Alford 2004: 141).
Adorno, estetik görünüşün mantıksal, epistemik ve nedensel kipliklerle ilgili gelişkin
anlama çabalarımıza ters düştüğünü belirtir. Adorno’ya göre, geçici yaşam dışında bir
köken olmadığından, metafiziğin maddeci yeniden yorumunda bir zamanlar tümel ve
zamandışı olana uygun görülen saygınlık şimdi olumsal olana, yoksun tikele
aktarılıyorsa, bu şaşırtıcı olarak karşılanmamalıdır (Bernstein 2003: 219). Öte yandan,
sanat yapıtları, tikellerin tümel benzerliğinin ortadan kaldırıldığı bir dünya fikriyle
örülmüş bir mutluluk vaadi sergilerken, ruhun ölümsüzlüğü fikri de, bu yolla, duyumsal
olan ile ruhsal olanın ayrılmaz bir biçimde iç içe geçtiği farklı bir bedene bürünme
düzeni umudu haline gelir (Bernstein 2003: 222).
Bernstein, sanatın toplumsal yeniden üretimin maddi süreçlerinden soyutlama yaparak
iş gördüğü için, sanat yapıtlarının araçsal bir amacı olmadığını belirtir. Bu bağlamda
sanatın ülküselleştirildiği suçlamasına hiçbir zaman tam olarak karşı çıkılamaz. Ancak,
yapıtların nesnelliğinin ya da özneler arası geçerliliğinin kendisi araçsal rasyonelliğin
varsaydığı koşula bağlı amaçların kötü sonsuzluğunun parantez içine alınmasını
gerektirir. Sonuç olarak, sanatın vaadi kırılgan ve belirsizdir. Bu, Bernstein’a göre,
Adorno’nun tekelci maddeciliğinin doğrudan sonuçları olarak yorumlanmalıdır
(Bernstein 2003: 224). Öte yandan, sanat yapıtları gerçekten daha fazlasını vaat etmesi
onların tikel yerine tümel olması anlamına gelir. Bu da, aşkınlık iddialarının eleştirel ya
da düşünsel değil, aşkın olması demektir.
Bu bağlamda, Lohman’a göre, hakikat ya da hakikate yaklaşım olarak değil, hakikatin
115
“bir özeti” olarak sanat, daha yüksek düzeyde bir hakikat sağlamaktadır (Lohman 1999:
92-3). Hakiki sanat eseri oluşturulmuş uydurmanın acizliğidir; şimdi paradoksal bir
biçimde onun ifadesi Görünüş (Schein) olarak kalır (Hammer 2000: 94). Adorno’ya
göre, estetik hakikat bu aşkın yanılsama boyutunu içerir; ki bu yanılsama boyutu içinde
yanılsama kendini aşar.
Bernstein, sanatın mutluluk vaadinin, mutluluk ile erdemin uzlaştırılabileceği
değiştirilmiş bir dünyaya ilişkin bir vaat olduğunu belirtir. Ancak, bu vaat ve onun
rehberliği olmaksızın, etik tutum ya kinizme, umutsuzluğa, ya da kötülüğe dönüşecektir;
kötülük ise, elbette, umutsuzluğun bir eseridir (Bernstein 2003: 231).
Adorno kendi düşüncesinin delilik olarak algılanmasına karşı deliliğin, insanların
sarsıldığı biçimiyle hakikat olduğunu, çünkü hakikat dışılığın ortasında insanların
hakikatin kendini göstermesine izin vermeyeceklerini söyler. Adorno devamla şöyle
der:
“Sanat en yüksek doruklarında bile görünüştür; ama sanatın görünüşü, onun karşı konulmaz parçası, sanata görünüş olmayan tarafından verilir. Sanatın, özellikle nihilist diye yerilen sanatın, kesin yargılardan kaçınarak söylediği, her şeyin yalnızca hiçbir şey olmadığıdır. Öyle olsa, olan, soluk, renksiz, ilgisiz olurdu. İnsanlar ve şeyler üzerine düşen hiçbir ışık yoktur ki, aşkınlığı yansıtmasın. Değişimin benzer dünyasına dirençten silinemeyecek olan yön, dünyanın renklerinin solmasını istemeyen gözün direncidir. Görünüş, görünüş olmayanın vaadidir” (Adorno 1966: 396-7; Bernstein 2003: 231).
Öte yandan, sanatın, pratik iktidar alanı ile hesaplaşma yetisi, ona toplumun pratik
alanda yitirdiği erdemi ansızın geri vermez. Aslında, sanatın erdemlilik ile alış-verişi
yoktur; onun yapabildiği, iktidarı elde ettiği anda kendi gerçekliğini geçersiz kılmaktır.
Zeytinoğlu, sanatın, bu yolla, boş vaatler üzerine kurulmuş iktidar alanının tüm
yalanlarından arınabileceğini ve kendisini yalan söyleme suçunun dışına atabileceğini,
ancak bu kez de iktidarı iade ettiği anda, şiddetle karşı çıktığı “şey” ile derin bir “suç
ortaklığı”na yönelmekten geri duramayacağını belirtir. Buna göre, sanat, hem karşı
çıktığı şey ile derin bir uzlaşma durumu yaratarak, hem de o uzlaşmayı bir yanılsamaya
uğratarak toplumda bir gerçekliğe sahip olur. Öte yandan metalaşmış bir dünya,
alternatif bir ideoloji bağlamında sadece bir yanılsama olarak onaylanabiliyorsa, sanatın
116
buradaki işlevi, toplumsal pratikteki yanılsamayı da bir yanılsama içine sokmaktan
ibarettir. Bu bağlamda Adorno’da sanat, üretim biçimi açısından, toplumun tüm işleyiş
koşullarına bağımlı olsa da, tikele yönelik tavrıyla ondan ayrılmaktadır. O, artık bir
metadır ve meta dünyasının denetim alanından kendini kurtarması olanaksızdır. Ancak
yapısal olarak içinde taşıdığı yanılsama yaratma yetisi aracılığıyla, meta alanını
yanılsamaya uğratabilir. Meta alanını yanılsamaya uğratmış olan sanatın, bu şekilde
kendi “meta olma durumu”nu da yanılsamaya uğratmış olacağına dikkati çeken
Zeytinoğlu, tikelin özerkleşmesinin başka bir şekilde mümkün olamayacağını ifade
eder. Öte yandan, saf bir özerklik düşüncesi de özneyi idealize etmek anlamına gelir
(Zeytinoğlu 2003: 249).
Adorno, sanatı topluma karşı toplumsal protesto olarak görmektedir. Sanatçı kendi
tikelliğini ortaya koyarken bu protestosunu da açığa vurur. Buradaki tikellik de tümel
olanla birlikte olan bir tikelliktir. Bu bağlamda, sanat ve protesto, kendilerine sürekli
karşı olacak ya da kendilerini sürekli olumsuzlayan kendi işleyiş mantıklarını
birbirlerine yükleyeceklerdir. Yani sanatın ve protestonun yan yana gelebilmesi yalnızca
sanatın sanatla ve protestonun da protesto ile çarpıştığı yerde mümkündür (Zeytinoğlu
2003: 254). Öte yandan, Adorno’ya göre, felsefe ile sanat müttefiktir. Sanat, şimdiye
kadar, kavramların ortasında, onlardan kovulan mimesis’i kurtarmak istemiştir. Bu
şekilde, o, kavramı kullanır ve sonra onu aşmak ister (Adorno 1971: 354). Bu bağlamda,
Adorno’da, büyük sanat eserlerinde ve felsefe metinlerinde yaşayan yok-edilemeyenin
ışığının, yıkımlara lanet ve tövbe eden eski, ebedi ışıktan çok, geleceğin ışığı olduğu
görülür. Tinsel olan her şeyin kendi hakikatini bu ruhun içinde ışıyan ütopyanın
gücünde bulduğunu söyleyen Adorno’ya göre, insanlık ayakta kalmak için artık
ütopyayı yasaklamadığında ve sağ çıkmanın bugün bir duyarlığın ütopyasını
gerçekleştirmek demek olduğunu içinde koruduğunda, akıldaki ruhun katılığı da
eriyecektir (Adorno 2006: 80). Öte yandan, Adorno’nun estetiğe geri çekilmesi politik
bir niteliğe sahipti. Jay’e göre, ona bu niteliği kazandıran şey, kendisinin, gerçek sanatın
içinde gelecekteki siyasal ve toplumsal transformasyonu işaret eden ütopyacı bir
momentin saklı olduğuna inanmakta oluşuydu (Jay 2001: 216). Bununla birlikte,
Adorno sanatı doğanın doğrudan bir mimesis’i olarak da saymış görünmez. Sanatın
benzeri olduğu doğal güzellik, insani çabayla biçim verilen bir güzelliktir. Güzellik
117
formun bir türevi olduğu için de, sanat, aynı zamanda, organize edilmiş bir kurgu-
yapıntı olur. Sanat, toplumsal dünyanın rasyonalizasyonu ile bağlantılı bir biçimde,
öznelliğin nesnelleştirilmesidir (Jay 2001: 219).
Bu bağlamda, Adorno ve Nietzsche’nin sanat görüşlerini karşılaştıran Liastos’a göre,
sanat, Adorno için, ıstırap üzerine ihtiyatı gerçekleştirme sayesinde temel ortam olur
(Liatsos 2001: 138). Nietzsche için ise, sanat, ebedi güzelliğin mitsel boyutuna hafifçe
dokunma zorunlu niteliğine dayanan, onaylanan yaşam için en etkili ortamlardan biri
olmuştur. Sanatçının seçimi, akla uygun hale getirilmiş meşrulaştırılma duvarları
için(d)e hapsedilmiş olmanın yerine, sanatın derin düşünmesinin talebini izlemektir
(Liatsos 2001: 137).
Varolanların ve varolmayanların bir araya gelmesi sanatın ütopik figürüdür Adorno için.
O mutlak negatiflik üzerinde ısrar ettiğinde, bu, derin mutlak negatiflik olmayan başka
bir negatifliktir (Adorno 1970: 347). Ütopyanın olanaklı olan olduğunu belirten
Adorno’ya göre, ütopya, dünyanın erekselliğinin ötesindedir. Bu ise, onun özgür bir
ruha sahip olması demektir. Ancak ütopya, kendine ait olanı mevcut olandan, yani
varolan dünyadan almak zorunda olduğundan güçsüzleşir. Bu bağlamda, ütopya,
özdeşlik ile ayrımın birlikteliği olarak çelişik görünür.
Adorno, Almanya örneğinde öznenin siyasal bir özne olmaktan çıkarak sadece bir
iktidara gelme ve pay koparma peşinde koşmaya başladığını ifade eder. Oysa ona göre,
öznenin, yalnızca toplumsal gücün öznesi olduğu tasarımı yalan ve gerçekdışıdır
(Adorno 2006: 81). Bu anlamda, özne, bir iktidar olmaktan çok, iktidarı kırabilmenin,
kendi tekilliğini ortaya koyabilmenin, özgürlüğün olanağıdır. Bu da ancak sanatsal
alanda ve sanatla mümkündür.
II.4. BİR DEĞERLENDİRME
Adorno’nun temel itirazı tikel ile tümelin özdeşliği fikridir. Bu özdeşlik fikri mantıksal
bağlamda, Hegel’de bulunduğunu iddia ettiği ve Wittgenstein’a değinirken dile
118
getirdiği, kavram ile gerçekliğin örtüştüğü varsayımına dayanır. Ancak, gerçekliğin tam
olarak kavrama gelmemesi ve ona direnmesi, nesnenin onu kavramaya çalışan özneye
direnmesi demektir. Öte yandan kültür endüstrisinin hakim olduğu geç kapitalist
toplumlarda tikel olan tümele, yani birey topluma ya da devlete feda edilmektedir.
Kültür endüstrisi çağında bütün tikel olanlar, bireyler bir mal/meta olarak
görülebilmekte ve bu bağlamda birbirleri ile değiştirilebilmektedir. Bu ise özerkliğin
kaybolması ve özgürlüğün yitirilmesi demektir. Ancak, sanat bize hem özerk bir alan
sağlar hem de özgürlüğün ufku olur. Sanat aynı zamanda yitirilmiş hakikati yeniden ele
geçirebileceğimiz bir zemin sağlar bize. Adorno’ya göre, bilgi nesnesini bütünüyle
içermez; bilgi bir bütünün görüntüsünü donattığını varsaymaz. “Bu yüzden sanat
eserlerinin felsefi bir yorumunun amacı, onların kavramla özdeşliği, kavramda yitip
gitmesi (aufzuzehren) olmayacaktır” (Adorno 1975a: 25) Negatif diyalektiğin
belirlemeye giriştiği nesnel hakikat fikri, mutlaklaştırılmış kendini koruma mantığının
nesnelere olduğu kadar öznelere de dayattığı özdeşlik ihtiyacının ötesine uzanmaktadır
(Scheifelbein 1999: 79). Adorno’nun iddia ettiği gibi, Negatif Diyalektik’te yardıma
çağrılan metafizik deneyim ve Estetik Teori tarafından belirlendiği kadarıyla hakiki
estetik deneyim arasındaki bağ(lantı) yüksek sanat eserinin sanki gerçek ve bu nedenle
deneysel anlaşılırlığın ufkunun görünüşünün değişmesini istediği kadar bir benzer
tikelle bize sunulduğu iddiasında içerilir. Metafizik arzu nesnesi -adeta onun yönelimsel
nesnesi- bu nedenle bulunmayış olarak sunulur. Onun vaadi “olanaksızlığıyla vaat
edildiği kadar olanaklının deneyimi” olur; o, mevcut olmanın ve mevcut olmamanın
tarifsiz oyunu olarak (onun) kendi geri çekilmesinde görünür (Hammer 2000: 93).
Adorno kendince, başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi
aptallaştırmasına izin vermemek gibi imkansız olan bir görev belirler (Adorno 2003d:
63; 2005: 59). Bu bağlamda, Adorno’ya göre, hakikat olanağıyla buluşmak için
düşüncenin kendi eksikliklerini bilmesi zorunludur. Felsefi betimleme, içerisindeki
hakikat içeriğini dönüştürüp alıkoymak için, felsefi geleneği eleştiren devasa bir iş
üstlenir. Bu da düşüncenin mutluluğa erişmesi, yanlış olan her şeyin olumsuzlanmasıdır.
Olumsuzlamayı bireyler düzeyinde düşündüğümüzde her bir birey tikeldir ve bir
başkasıyla özdeş olamaz. Tikelliğin, bir bütünü temsil eden insan olarak görünmesi her
bireyin bir başkasıyla aynı olduğu anlamına gelmez. Dolayısıyla her tek olan, her birey
119
kendine ait özelliklere sahiptir. Aynılaştırma çabası, ya da daha doğru bir deyişle
özdeşleştirme çabası -ki aynı ile özdeş kavramları ayrı şeylere tekabül ederler- türün,
tümelin, toplumun birey üzerinde, tikel olan üzerinde bir hakimiyetiyle sonuçlanır. Öte
yandan tikel ile bütün arasında varolan anlam ilişkisi, bütünün tikeli yönlendirebilme
gücünün de bir göstergesidir. Bu bağlamda, özne, piyasa içinde olmasına karşın
piyasaya karşı bir bakış açısı geliştirip özgürleşebilir. Ancak, bunu yapabilse de,
varoluşu bakımından hep piyasa mantığına bağımlı kalır. Bu nedenle, egemen bir
sistemin işleyiş mantığı içinde, ona “evet” ya da “hayır” demenin pek bir farkı yoktur
(Zeytinoğlu 2003: 247).
Öte yandan, sanatın olumsuzlama olması onun toplumsallığının kökenini oluşturur.
Sanat, içinde varolduğu toplumun toplumsal antitezi olarak görünür. Sanatın
toplumsallığı, üretildiği sürecin erdeminden ya da içeriğinin toplumsal kökenlerinden
kaynaklanmaz. Sanat içinde bulunduğu topluma muhalif bir konumda olduğu için
toplumsaldır (Dellaloğlu 2003: 29). Sanatın bu konumu kazanabilmesi ancak özerk
olmasıyla mümkün olur. Adorno’ya göre, sanat, bu nedenle, topluma karşı toplumsal bir
antitezdir (Adorno 1970: 19). Sanat, toplumu kendi içinde ve kendi tarzında barındırdığı
için bu böyledir.
Adorno, umutsuzluk karşısında sorumlu bir biçimde sürdürülebilecek bir felsefenin
dünyayı yerinden eden, onu bütün çatlakları, kırışıklıkları, yara izleriyle birlikte bir gün
mesihin ışığında görüneceği gibi sefalet ve çarpıklığıyla gösteren perspektifler
oluşturmak gerektiğini belirtir (Adorno 2003d: 283; 2005: 257). Bu perspektiflere
keyfiliğe ya da cebre kaymadan, sadece nesnelerle temas kurularak ulaşılabilir.
Adorno’nun düşünceye yüklediği görev budur.
Adorno genel olarak son dönemlerinde olan-bitenin değişebileceğine yönelik umutsuz
görünse de aslında içten içe bir umudu da besler. Sanat bu umudun gerçekleşebileceği
yegane yer olarak görünür. Ancak sanatın toplumsallığı bağlamında bu umudun
toplumsal alanda da karşılık bulabileceği söylenebilir. Dolayısıyla dünyayı, her şeye
karşın, değiştirmek bir umut olarak kalsa bile mümkündür. Adorno bu umudunu şöyle
dile getiriyor:
120
Şunu belirtmeliyim ki, Avrupa’da zamanı gelmiş de olsa, burada yalnız ülke sınırlarının kaldırılmasını düşlüyor değilim. İnsanların daha çok ve özellikle aklın ruhunu31 kendilerine bu düzende meslek ve ayrıcalık edinmiş olanları, ayrıcalıklarından yollarını şaşırmaları gerekirdi. İnsanlar şunu görüp anlamalı ki, bugün insanları artık tepelerinin üstünde oluşan süreçlerin nesneleri olarak belirlemeye kalkmayan bir dünya durumu geniş ölçüde mümkündür. Bugün kendi kaderlerini birleşerek belirleyecekleri ve böylece gerçekten ilk kez özne olabilecekleri bir durum olanaklıdır. Akıldaki ruhun yansıttığı donukluk, doğanın ve yazgının boyun eğip teslim olunacak bir gücü değildir, insanların yarattığı bir durumdur. Bu, tarihsel bir sürecin son durumudur, öyle ki bu süreçte insan insanı en gözle görünmez mekanizmaların uydusu haline getiriyor. Mekanizmanın içini okumak, insanlık-dışı görüntünün insan ilişkilerini gizlediğini bilmek, karşıt bir sürecin, sağlığa kavuşmanın aşamalarıdır. Donukluğun toplumsal nedeninin bir görüntüden başka bir şey olmadığı ortaya çıkacak olursa, donukluğun kendisi de ortadan kalkabilir. Aklın ruhu artık kendi kendine katılaşıp donmadığı, tam tersine dünyanın katılaşmasına karşı direndiği anda canlı kalacaktır (Adorno 2006: 81-2).
31 Burada kastedilen terim/kavram Geist’tır.
121
III.BÖLÜM: FOUCAULT’NUN İKTİDAR ÇÖZÜMLEMESİ
Yirminci yüzyılın en önemli felsefecilerinden birisi olan Foucault, son dönemlerde
hakkında en çok yazılıp-çizilen kişilerin başında gelir. Ancak bu yazılanların çoğunda
Foucault’nun yapmak istediği ve ortaya koymaya çalıştığı şey tam anlamıyla
görülememekte, göz ardı edilmektedir. Oysa Foucault söylemek istediklerini ve
yapmaya çalıştığı şeyi yazılarında oldukça açık bir şekilde ifade etmektedir. Dikkatli bir
okuma onun niyetini ortaya koyacaktır.
Foucault, her şeyden önce, kendini değiştirmek, aynı şekilde düşünmeye devam
etmemek için yazdığını ifade eder (Foucault 2004a: 49). Buradan hareketle o, adım
adım ilerleyerek kitap yazdığını söyler. İlki ikincisinin üzerinde yol alacağı kimi
sorunları ortada bırakmakta, ikincisi, üçüncüsüne duyulan gereksinimi hazırlamaktadır.
Bu ise, çizgisel bir tarzda, süreklilik gösteren bir yönde olmamakta, aynı metinler üst
üste gelerek bir diğeriyle kesişen, çapraz çizgiler oluşturmaktadır (Foucault 2004b:
111). Foucault, kitaplarında değişimleri çözümlemeye çalıştığını belirtir. Bunu da bu
değişimlerin maddi nedenlerini bulmak için değil, etkileşim halindeki tüm faktörleri ve
insanların tüm refleksiyonlarını göstermek için yaptığını ekler (Foucault 1999a: 8).
Öte yandan, Foucault, kendi rolünün hakiki sorular sormak, insanlara, kendilerini
hissettiklerinden daha özgür olduklarını, onların bir hakikat, bir kanıt olarak kabul ettiği
tarihin belirli bir anında oluşturulmuş olan bazı temaların ve sözde kanıtların
eleştirilebileceğini, yıkılabileceğini göstermek ve kafalarındaki bir şeyi, yani bir
entelektüelin rolünü değiştirmek olduğunu söyler. Bu noktada, hedeflerinden birinin de,
bizleri kuşatan manzaranın bir parçası olan, insanların evrensel olduğunu sandığı bir çok
şeyin, belirli bazı tarihsel değişimlerin sonucu olduğunu göstermek olduğunu belirtir
(Foucault 1999a: 3-4). Bu noktada Bernauer, Foucault’nun bilinmeyenin bizi
ilgilendirmediğini varsayan ya da mevcut sorgulama çizgilerinin bilgisizliğimizi
gidermeye yettiğini kabul eden entelektüel tiranlığa karşı savaş açan bir üslubu
benimsemiş olduğunu belirtir (Bernauer 2005: 27).
122
Bununla birlikte, Foucault, hedefinin, toplumsal pratiklerin sadece yeni nesneler, yeni
kavramlar, yeni teknikler ortaya çıkarmakla kalmayıp nasıl tamamen yeni özne ve bilgi
öznesi biçimleri de doğuran bilgi (savoir) alanları meydana getirebildiklerini göstermek
olduğunu söyler. Ona göre, bilgi öznesinin kendi tarihi, öznenin nesneyle ilişkisinin,
yani hakikatin kendisinin bir tarihi vardır (Foucault 2005b: 164). Bu bağlamda
Foucault, araştırmalarının genel temasının iktidar değil, özne olduğunu belirtir.
Bernauer’a göre, Foucault’daki kendini oluşturma nosyonu, daima, tarihsel bir konumda
yürütülen bir özgürlük mücadelesi bağlamında sunulmaktadır. Bu nedenle, Foucault için
özne, üzerimizde işleyen bilgi, iktidar ve özelleştirmelere karşı bir “agonizm
(çekişme)”, bir “sürekli kışkırtma”dır (Bernauer 2005: 313). Bunun için, Foucault’nun
projesi tarihsel ve kültürel bir gerçeklik olarak modern öznenin soykütüğü yoluyla özne
felsefesinden çıkma girişimi olarak görünmektedir. Foucault, açık bir alternatif “Özne”
tanımı vermeyerek, farklı varoluş biçimleri altında farklı şekillerde yeniden biçimlenen
“Ben”i, “kendilik”i koymaktadır. Bu bağlamda Foucault bize, ben ile ilgili yazılarında
teorik bir “alet-çantası” da vermiyor görünür. Bunun yerine, yalnızca modern toplumda
insan varoluşunu keşfetmek için sayısız yol(lar) sunar (Tekelioğlu 1999a: 183-4).
Bir başka yerde Foucault, üzerinde çalıştığı üç geleneksel sorun olduğunu belirtir.
Bunlar: “1- Bilimsel bilgi aracılığıyla gerçekle, uygarlık için bu kadar önemli olan ve
hepimizin öznesi ve nesnesi olduğumuz şu “gerçek oyunlar”la ilişkilerimiz nedir? 2- Şu
garip stratejiler ve iktidar ilişkileri aracılığıyla ötekilerle olan ilişkilerimiz nedir? 3-
Gerçek, iktidar ve benlik arasındaki ilişkiler nedir?” sorularıdır (Foucault 1999a: 10).
Foucault’ya göre, bütünlüğü düşünmeyi hedefleyen felsefe, felsefenin mümkün
biçimlerinden yalnızca biri olabilir (Foucault 2004: 95). Hegel’den önce felsefenin bu
bütünlük tutkusuna sahip olmadığını söyleyen Foucault, insanların gerçek düşünme
tarzının, mantığın evrensel kategorileriyle tam olarak çözümlenemeyeceğini ileri sürer
(Foucault 1999a: 2). O, bu bağlamda, Bilginin Arkeolojisi’nin bir yöntembilim kitabı
olmadığını ve farklı alanlara aynı biçimde uygulayabileceği yöntemi bulunmadığını
belirtir (Foucault 2003: 173).
123
Dreyfus ve Rabinow’a göre, Foucault, arkeolojiden sonra, keskin bir şekilde bir söylem
teorisi geliştirme teşebbüsünden vazgeçer; ve hakikat, teori, değerler ile anlamın içinde
göründüğü sosyal kurumlar ve pratikler arasındaki ilişkiyi göstermeye olanak verecek
bir metot geliştirmek için başlama noktası olarak Nietzsche’nin soykütüğünü kullanır.
Bununla birlikte arkeolojik metot reddedilmez. Bir teknik olarak arkeoloji soykütüğüne
hizmet eder (Dreyfus-Rabinow 1986a: XIX). Bu bağlamda, Keskin’in de ifade ettiği
gibi, dikkatli bir okumayla Foucault’nun yapıtlarında, iki farklı yöntem yerine, amaç ve
kaygı bakımından sistematik bir bütünlük ve bu bütünlüğün arkasında yöntembilimsel
bir süreklilik olduğu görülebilir (Keskin 1999: 16). Altmışlı yılların sonu ve yetmişli
yılların başından itibaren Foucault’nun düşüncesinde, “soykütüğü” “arkeoloji”nin
yerine geçmekten çok, onun sınırlarını genişletmiştir (Urhan 2000: 11). Buna göre,
Foucault, 1970’lerde artık “yorumlayıcı bir iktidar, hakikat ve beden analitiği” kurmaya
çabalayan “modern bireye dair bir soykütüğü” çıkarma işine dönmüştür (Megill 1998:
350). Bununla birlikte Foucault’nun son dönemlerinde özneleşme pratikleri bağlamında
ilgi alanını oluşturan etik, Davidson’a göre, soykütüğünün ve arkeolojinin yerini almaz
ve onlara önemlerinden bir şey de kaybettirmez, fakat onların en son yöntemsel
sonuçlarını değişikliğe uğratır (Davidson 1986: 230).
Foucault, felsefe kaynağın anımsanması ya da geri dönüşü ise, yaptığı şeyin, hiçbir
durumda, felsefe olarak düşünülemeyeceğini ve düşüncenin tarihi de yarı yarıya
silinmiş biçimlere yeniden hayat vermekten ibaret ise, tarih de olamayacağını belirtir
(Foucault 1999b: 263). O, kendi yaptığı işi “düşüncenin eleştirel tarihi” olarak
adlandırır. Düşüncenin eleştirel tarihi de, hakikatin elde edilmesinin veya gizlenmesinin
tarihi değil, hakikat oyunlarının ortaya çıkışının tarihidir (Foucault 2004: 352-3).
Foucault, artan rasyonelleşme, organizasyon, modern çağlardaki toplumun
homojenleştirilmesi şeklinde görünen ve “normalleştirme” süreci olarak adlandırdığı
tabloyla ilgilenir (Hoy 1986: 131).
124
III.1. ARKEOLOJİDEN SOYKÜTÜĞÜNE
III.1.1. İfade, Arşiv, Arkeoloji ve Söylemsel Oluşum
Foucault, edebiyatın, siyasetin ve felsefe ile bilimlerin, on sekizinci yüzyılda söylemin
alanına, on dokuzuncu yüzyılda eklemlendikleri gibi eklemlenmediklerini ifade eder.
Bu alanlar, daima düşünsel kategorilerin, sınıflandırma ilkelerinin, normatif kuralların,
kurumsallaşmış tiplerin kendileridir; bunlar, aynı zamanda, çözümlenmeye değer olan
söylem olgularıdır. Onların birbirleriyle olan karmaşık ilişkileri asli, yerleşik ve
evrensel olarak bilinebilir karakterler değildir (Foucault 1999b: 35; 1972: 22).
Foucault’ya göre, bir dilbilimsel sistem, ancak bir ifadeler birliği ya da bir söylem
olguları koleksiyonu kullanmak suretiyle gerçekleştirilebilir; bir dil ise daima mümkün
ifadeler için bir sistem oluşturmaktadır. Ancak birbirinden kopuk olaylar alanı da, dile
getirilmiş olan tek tek dilbilimsel ayrımların her zaman için sonlu ve aktüel olarak
sınırlı birliğidir (Foucault 1999b: 41; 1972: 27). Foucault, bir ifadenin daima dilin de
anlamın da sonuna dek kullanamayacağı bir olay olduğunu söyler. Olay, ilkin, bir
yandan bir yazının jestine ya da bir sözün telaffuzuna bağlıdır; ikinci olarak, her olay
gibi bir tektir, ama tekrara, dönüşmeye, yeniden aktifleşmeye açıktır. Olay, onu teşvik
eden koşullara, ve onun teşvik ettiği sonuçlara değil, kendisinden önce gelen ve
kendisini izleyen ifadelere de bağlıdır (Foucault 1999b: 43; 1972: 28). Bu bağlamda,
Chartier, Foucault’nun olayı oldukça çelişik bir biçimde tanımladığını belirtir; çünkü
Foucault, rastlantının, bireylerin seçimlerinde olmadığını, tarihçilere en az rastlantısal
ve en kesin görünen tahakküm ilişkilerinin dönüşümleri içinde bulunduğunu
söylemektedir (Chartier 1998: 124).
Foucault’ya göre, söylem, belli bir düzeyde, dilbilimsel olguların ve bir başka düzeyde
polemik ve stratejik olguların düzenli bir toplamıdır. O, söylemin stratejik ve polemik
oyun olarak bu analizinin ikinci bir araştırma ekseni olduğunu düşünür (Foucault
2005b: 165). Öte yandan, Foucault, söylemi kaynağın oldukça uzak varlığına geri
götürerek onu varolma direncinin oyunu içinde incelemek gerektiğini belirtir (Foucault
1999b: 39; 1972: 25). Söylemler işaretlerden oluşmuş olmakla birlikte, daha çok, şeyleri
125
göstermek için bu işaretleri kullanırlar. Burada şeyleri dile ve söze indirgenemez kılan
da, gösterilmesi ve betimlenmesi gereken de işte bu daha çok sözcüğüdür (Foucault
1999b: 68-9; 1972: 49). Öte yandan, söylemsel ilişkiler, söylemi sınırlar ve ona bazı
biçimler empoze ederler. Bu ilişkiler, söylemin kullandığı dili ve gelişip ortaya çıktığı
koşulları değil, fakat bir pratik olarak söylemin kendisini belirginleştirirler (Foucault
1999b: 64; 1972: 46).
Nesnelerin, ifade kiplerinin, kavramların, teorik seçimlerin oluşum kurallarını her
defasında tanımlamak gerektiğini belirten Foucault, Deliliğin Tarihi’nde, teorik seçim
noktaları işaret edilmesi oldukça kolay olan, kavramsal sistemleri göreli olarak az
sayıda ve anlaşılır olan, nihayet ifade rejimi oldukça tekdüze ve monoton olan
söylemsel oluşumla ilgilendiğini belirtir. Kliniğin Doğuşu’ndaki temel araştırma
noktası, on sekizinci yüzyılın sonunda ve on dokuzuncu yüzyılın başında, doğal
söylemin ifade biçimlerinin değiştirilme şeklidir. Kelimeler ve Şeyler’deki, inceleme ise,
Genel Dilbilgisinde, Doğa Tarihinde ve Zenginliklerin Çözümlenmesinde işaret
edilebildiği kadar, kavram ağlarına ve onların birbirinin aynı ya da birbirinden farklı
oluşum kurallarına dayanıyordu (Foucault 1999b: 87; 1972: 65). Örneğin, klinik
söylemde eğer, doktor sırayla en büyük ve dolaysız soru soran, bakan göz, dokunan
parmak, işaretleri çözen organ, önceden yapılmış betimlemelerin birleşme noktası,
laboratuar teknisyeni ise, bu, bütün bir ilişkiler demetinin oyuna sokulmuş bulunması
demektir (Foucault 1999b: 73; 1972: 53).
Foucault ifade etmenin çeşitli kiplerini bir öznenin birliğine bağlamadığını ifade eder -
ki burada söz konusu olan özne sentezin empirik fonksiyonu olarak alınmış öznedir
(Foucault 1999b: 75; 1972: 54). Ona göre, mantıksal çözümlemede, ifade, önermenin
yapısı elde edildiği ve tanımlandığı zaman “kalıcı olan” şeydir; dilbilgisel çözümleme
açısından ise, o, bir cümlenin biçimini, kendisinde kabul edebildiğimiz ya da
edemediğimiz dilbilimsel elemanların serisidir (Foucault 1999b: 110; 1972: 84).
Foucault’nun ifadeyi, bize onun ne olmadığını söyleyerek, negatif olarak tanımladığı
görülür. Bu bağlamda, söylemin çekirdeğini oluşturan ifadeler ne mantığın önermeleri,
ne dilbilgisinin cümleleri, ne de sözün edimleridir (Urhan 2000: 43). Ona göre, genel,
126
nötr veya bağımsız bir ifade yoktur; aksine, daima bir serinin ya da bir bütünün üyesi
olan, başka ifadeler arasında bir rolü olan, bu ifadelere dayanan ve onlardan ayrılan bir
ifade vardır. İfade, anlamlı bütünlerin belirgin hale gelme ilkesi olmaktan uzakta, bu
bütünlerin içinde biriktikleri ve çoğaldıkları bir uzamda anlamlı birlikler oluşturan
şeydir (Foucault 1999b: 129-30; 1972: 99-100). Bununla birlikte, ifade, dilbilgisi ya da
mantık tarafından betimlenmiş birliklere eklenebilecek veya onlarla birleşebilecek olan
basit bir birlik değildir (Foucault 1999b: 140; 1972: 108). Foucault, ifadelerin
çözümlenmesinin bir cogito’ya göndermede bulunmaksızın gerçekleştiğini savunur.
İfade, gerçekte, “söylenilen”in düzeyinde kurulur, ve bununla onda gözlemlenebilen
söylenmiş şeylerin toplamını, ilişkileri, düzenleri ve dönüşümleri, anlamak gerekir.
Burada konuşan “herhangi bir kişi”dir. Her ifade belirli bir düzenin taşıyıcısıdır ve
düzenden ayrı bir durumda bulunmaz (Foucault 1999b: 184; 1972: 144).
Bu bağlamda Foucault, ifadenin eşiğinden söz eder. Ona göre, ifadenin eşiği işaretlerin
varoluşunun eşiğidir (Foucault 1999b: 111; 1972: 85). Bir işaretler serisi de ancak
kendisini ilgilendiren özel bir ilişkiye sahip olması koşuluyla, ifade olabilir (Foucault
1999b: 115; 1972: 89). Öte yandan ifadenin öznesinin apaçık bir biçimde bir ifade etme
niyeti içinde ifadenin farklı öğelerini meydana getiren özne olması gerekmektedir
(Foucault 1999b: 120). Bununla birlikte, Foucault dilin, ortaya çıktığı ve varoluşu
şekillendiği anda, ifade olduğunu, böylece de onun aşkınsal ya da antropolojik olan bir
betimlemeden doğmadığını dile getirir (Foucault 1999b: 147; 1972: 113). Buradan
söylem sorununu tekrar ele alan ve söylem ile söylemsel oluşum konularını araştırmaya
geçen Foucault’ya göre, söylem bir uyumsuzluktan bir başka uyumsuzluğa giden bir
yoldur. Söylemi çözümlemek de, bu uyumsuzlukların söylemde oynadıkları oyunu
ortaya koymak ve söylemin onları nasıl ifade edebildiğini, onlara nasıl varlık
verebildiğini, ya da onlara nasıl geçici bir görünüş kazandırabildiğini göstermektir
(Foucault 1999b: 192-3; 1972: 151).
Foucault’ya göre, “söylemsel oluşum” olarak tanımlanmış olan şey ise ifadelerin özel
seviyesinde söylenmiş bulunan şeylerin genel planına vurgu yapar. Foucault, söylemsel
oluşumu kendilerine çözümlediğimiz dört yön olan nesnelerin oluşumunun, özel
durumların oluşumunun, kavramların oluşumunun ve stratejik seçimlerin oluşumunun
127
ifade fonksiyonunun işlev gördüğü dört alana uygun düştüğünü ifade eder. (Foucault
1999b: 150-1; 1972: 115-6). Söylemsel bir oluşum zamansal süreçlere özgü bir
düzenliliği belirler ve bir söylemsel olaylar serisi ile başka olay, dönüşüm, değişim ve
süreç serileri arasındaki eklemleme ilkesini ortaya koyar (Foucault 1999b: 100; 1972:
74).
Öte yandan, söylemsel bir oluşum ile ifade ve pozitiflikler arasında doğrudan bir ilişki
vardır. Söylemsel bir oluşumu çözümlemek, ifadelerin ve bu ifadeleri belirginleştiren
pozitiflik biçiminin düzeyinde, bir sözsel edimler bütününü incelemek veya bir
söylemin pozitiflik biçimini tanımlamaktır. Bu pozitiflik biçimi de, biçimsel
aynılıkların, sürekliliklerin, kavram nakillerinin, polemik oyunların kendisinde ortaya
çıkabildikleri bir alanı tanımlar. Böylece pozitiflik bir tarihsel a priori adı verilebilecek
şeyin rolünü oynar (Foucault 1999b: 163-5). Pozitifliklerin a priorisi sadece zamansal
bir dağılım sistemi değildir; o, aynı zamanda, dönüşebilir bir bütünün kendisidir
(Foucault 1999b: 166; 1972: 127). Söylem, en azından arkeoloji tarafından
çözümlendiği şekliyle, yani pozitifliği düzeyinde, projesini dilin dış biçiminin içine
yerleştirmeye gelen bir bilinç değildir; söylem bir dil, artı bu dili konuşacak bir özne
değildir. Bu, kendine özgü birbirini izleyiş ve ard arda geliş biçimleri olan bir
uygulamadı. (Foucault 1999b: 215; 1972: 169). Foucault’ya göre, pozitiflikler arası bir
görünüş, sadece birbirine yakın bir disiplinler grubu veya birçok söylemin genel ilişkisi
değil, onların iletişimlerinin yasasıdır (Foucault 1999b: 205; 1972: 161-2).
Bu bağlamda arşiv konusunu araştırmaya geçen Foucault, arşivin, öncelikle,
söylenebilen şeyin ilkesi, ifadelerin bireysel olarak ortaya çıkışını yöneten sistem
olduğunu söyler. Arşiv ifadelerin hem varolma hem de düzenli bir biçimde değişme
olanağını veren bir uygulamasının kurallarını gösterir. Foucault bunun, “ifadelerin
oluşumunun ve dönüşümünün genel sistemi” olduğunu söyler (Foucault 1999b: 169;
1972: 130).
Öte yandan arşiv ve arkeoloji arasında doğrudan bir bağ bulunmaktadır. Arkeoloji
söylemlerin içinde gizlenen ya da apaçık görünen düşünceleri, temsilleri, imajları,
temaları, saplantıları değil, bu söylemlerin kendilerini, kurallara uyan pratikler olarak bu
128
söylemlerin kendilerini tanımlamaya çalışır. Bununla birlikte, arkeoloji eserin egemen
biçiminde düzenlenmez ve eserin egemen biçiminin genel görüş alanından kurtulduğu
anı yakalamaya çalışmaz. Arkeoloji bireyselin ve toplumsalın birbirine geçtiği belirsiz
yeri keşfetmek istemez. O ne psikoloji, ne de sosyolojidir; bir eserin varlık nedeni ve
onun birliğinin ilkesi olarak, yaratıcı öznenin davası ona yabancı durur (Foucault
1999b: 178-9; 1972: 139). Bununla birlikte, arkeolojik betimleme sadece ifadelerin bir
düzenini gerçekleştirmeye çalışır. Arkeoloji, Bernauer’a göre, dışsal alanda hareket
eden, tarihsel olarak inşa edilmiş düşünce sınırlarını açığa vuran ve bunları tam da
düşünerek ihlal eden bir düşünme biçimidir. Dolayısıyla arkeoloji bir “dışarıdan
düşünme”dir (Bernauer 2005: 118-9). Arkeolojinin kendisine başvurduğu görüş alanı o
halde bir bilim, bir akılsallık, bir zihinsellik ya da bir kültür alanı değil, sınırları ve
gelişme noktaları hemen tespit edilemeyen birbirleriyle ilişkili pozitifliklerin bir
karışımıdır. Arkeoloji, söylemlerin çeşitliliğini ortadan kaldırmaya ve onları bir araya
toplaması gereken birliği göstermeye çalışmayan, ama onların çeşitliliğini farklı
biçimlerin içine dağıtmaya çalışan karşılaştırmalı bir çözümlemedir. Arkeolojinin
serbestlik kazandırmak istediği şey, öncelikle bir benzerlikler ve farklılıklar oyunudur
(Foucault 1999b: 203-4; 1972: 160). Bu nedenle, arkeoloji bir ifadeler bütününün
oluşum kurallarını belirlemektedir. Öte yandan, arkeolojinin betimlemeye çalıştığı şey,
özel yapısı içindeki bilim değil, bilginin çok değişik bir alanıdır. Pozitiflikler alanının
ortaya çıkabilmesi, bilimlerin, onların tarihlerinin, tuhaf birliklerinin, dağılımlarının ve
kopukluklarının incelenmesi yoluyla olur. Bu bağlamda söylemsel oluşumlar oyununun
yakalanabilmesi bilimsel söylemlerin küçük aralığı içinde gerçekleşir (Foucault 1999b:
250-1; 1972: 195). Foucault arkeolojinin geçmiş ile bugün arasındaki benzerlik
ilişkilerine değil, daha ziyade, süreklilik ilişkilerine ve mücadele stratejisinin taktik
hedeflerini günümüzde tanımlama imkânı üzerinde -özellikle buna göre- temellenen
tarihsel-siyasi bir teşebbüs olduğunu ifade eder (Foucault 2005b: 276-7). Bu bağlamda,
Foucault, kapatılmanın tıp biliminin arkeolojik ilkesi olduğunu ifade etmektedir
(Blanchot 2005: 81). Buna göre, klasik çağda, psikiyatriyle kıyaslanabilir olan hiçbir
belirli disiplinin kendilerine uymadığı, mükemmel bir biçimde betimlenmeye elverişli
bir söylemsel oluşum, bir pozitiflik bulunmaktadır (Foucault 1999b: 229; 1972: 179).
Foucault’ya göre, bir söylemsel uygulamanın kendisinden hareketle bireyselleştiği ve
otonomisini kazandığı, sonuç olarak ifadelerin bir ve aynı oluşum sisteminin kullanılış
129
bulunduğu ya da bu söylemin dönüştüğü ana pozitiflik eşiği adı verilebilir (Foucault
1999b: 238-9; 1972: 186). Foucault, ifadesel düzenlemelerin pozitiflikler olarak
kavramların, oluşum, arkeolojik türeme, tarihsel a priori kurallarının kavramları olarak
oyuna sokuluşu olduğunu söyler (Foucault 1999b: 264: 1972: 206). Ona göre, oyun,
sonunda ne olacağını bilmediğimiz zaman oynamaya değerdir (Foucault 1999a: 2).
Bernauer, insanı, akıl ile akıl-olmayan arasındaki trajik bölünme deneyimine yeniden
kazandırmanın yolunu arayan Foucault’nun delilik ile akıl arasındaki diyaloğun yerini
alan sessizliğin arkeolojisini yapmaya çalıştığını söyler. Bu sessizliğin büyümesi
üzerine Foucault’nun yazdığı tarih de “bir yabancılaşmanın arkeolojisi”dir (Bernauer
2005: 95).
Foucault, arkeolojiden sonra episteme kavramını araştırmaya geçer. Episteme, her türlü
bilimin ötesine geçer; bu nedenle bir öznenin, bir aklın ya da bir çağın en yüksek
birliğini gösterecek olan bir bilgi biçimi veya bir rasyonellik tipi değil, söylemsel
düzenlerin seviyesinde çözümlendikleri zaman, bilimlerin arasında, belirli bir çağ için
keşfedilebilecek olan bir ilişkiler bütünüdür (Foucault 1999b: 245; 1972: 191).
Foucault’ya göre, episteme, açıkça görülmeyen bir tür büyük teori değildir, dağılma
uzamıdır, açık ve son derece tanımlanabilir ilişkiler alanıdır. Bununla birlikte, episteme,
tüm bilimlere ortak bir tarih bilimi değildir; spesifik varlık sürdürme ısrarlarının
(rémanence) eşzamanlı bir oyunudur. Episteme, ayrıca, aklın genel bir evresi değildir;
ardarda gelen zamansal uyumsuzlukların karmaşık bir ilişkisidir (Foucault 2004: 116-
7). Episteme daha çok Foucault’nun bir “dönüşümler demeti” olarak ifade ettiği şeyi
tasvir eder; ona göre bunlar “bütünleyici bir tarihin konuları yerine ayrımlaşmış
tahlilleri” ikame etmeyi mümkün kılarlar (Young 2000: 128). Foucault, Klasik dönemle
Modern dönemi farklı epistemelere bağlar ve böylece bunları birbirinden kopuk olarak
düşünür. Öte yandan Foucault, farklı pozitiflik alanlarına ait olan bazı kavramların her
iki dönemde de bulunabileceğini, onların farklı dönemlerde farklı dağılım sistemlerine
ait olabilecekleri gibi farklı oluşum yasalarına da bağlanabileceklerini iddia eder (Urhan
2000: 176).
Foucault, gerçek bir bilim ile sahte bir bilim arasındaki farkın gerçek bir bilimin, kendi
130
tarihini saldırıya uğramışlık duygusuna kapılmadan kabul etmesi olduğunu belirtir.
Ancak, bir psikiyatriste, çalıştığı hastanenin cüzamevinden geldiği söylendiğinde, çok
öfkelenir (Foucault 1999a: 5).
Öte yandan, Foucault, bilgi (savoir) ile bir bilgiyi (connaissance) farklı anlamda
kullanır. Savoir, öznenin bilmek için gösterdiği çaba aracılığıyla değişime uğradığı
süreç ve öznenin değişimine, nesnenin kuruluşuna olanak veren şeydir. “Connaissance
ise, araştırmayı yapan özne hiç değişmezken bilinebilir nesnelerin çoğalmasına, gitgide
daha fazla anlaşılır kılınmasına, onların rasyonalitesinin yorumlanmasına olanak tanıyan
süreçtir” (Foucault 2004b: 87). Foucault bunu “Bilginin Arkeolojisi” yaklaşımını daha
iyi açıklayabilmek için önerdiğini söyler. Bu bir bilginin (connaissance) belirli bir özne
ile belirli bir nesneler alanı arasındaki ilişkinin oluşumunun yeniden yorumlanması,
tarihsel kaynağında, onu mümkün kılan “bilginin (savoir) ilerleyişi” içerisinde
kavranması sorunudur. Foucault, Batı toplumlarında insanların, belirli, somut bir şeyler
kümesini öğrenme sürecinde kullanılan, aynı zamanda onların saptanmış, belirli
koşullar altında kendilerini özneler olarak kurdukları deneyimleri nasıl edindikleriyle
ilgilendiğini belirtir.
“Örneğin, rasyonel bir özne olarak kurulmak yoluyla deliliği bilmek; çalışan bir özne olarak kurulmak yoluyla ekonomiyi bilmek; ya da hukukla ilişkisi olan, suç işleme kapasitesi olan bir özne olarak kurulmak yoluyla hukuku bilmek. Birinin bu şekilde devreye girişi, üstlenişi, daima onun kendi “bilgisi” (savoir) doğrultusunda gerçekleşir. Özellikle bunun farkında olarak (connaissance), insanı kimi sınır-deneyimlerini nasıl bilgi (savoir) nesnelerine (delilik, ölüm, suç) indirgediğini anlamak için çaba gösterdim” (Foucault 2004b: 88).
III.1.2. Arkeolojik Çözümleme ve Kelimeler İle Şeyler Arasındaki İlişki Üzerine
Işık, Foucault’nun, Kelimeler ve Şeyler’in32 önsözünde, deliliğin tarihini “Başka”nın/
“Öteki”nin tarihi olarak ortaya koyarken, şeylerin düzeninin tarihini de “Aynı”nın
32 Hacking’e göre, Kelimeler ve Şeyler dört dönemden söz eder. Dönemleştirme zaten benzerdir. Rönesans diye adlandırdığımız önceki çağ ve ardından Descartes’tan Devrim’e akıl çağı; zamanımıza kadar tarihselci bir on dokuzuncu yüzyıl; sonuçta şimdi başlayan bir gelecek vardır (Hacking 1986: 31).
131
tarihini yazmak olarak ifade ettiğini belirtir (Işık 2004: 66). Kelimeler ve Şeyler’de bir
“bilgi” (savoir) nesnesinin nasıl oluşabildiğini ve belli bir söylem türünün nasıl işlemiş
olduğunu görmeye çalıştığını belirten Foucault’ya göre, on yedinci yüzyıldan beri
insanın dile getirdiği bilimsel söylemlerde, on sekizinci yüzyıl boyunca yeni bir nesne
ortaya çıkmıştır. Bu da “insan”dır. İnsanla birlikte insan bilimlerini inşa etme olanağı
doğmuş ve insan her türden bilginin kaynak noktasına radikal bir biçimde
yerleştirilmiştir (Foucault 2004a: 90-1). Bu bağlamda, Foucault için hümanist hareketin
tarihi on dokuzuncu yüzyıl sonunda başlar. On altıncı, on yedinci ve on sekizinci
yüzyılların kültürlerine biraz yakından bakıldığında, bu kültürlerde kelimenin gerçek
anlamıyla insanın hiç yerinin olmadığı fark edilir. Bu dönemde kültür, Tanrı’yla,
dünyayla, şeylerin benzerliğiyle, uzayın yasalarıyla, bedenle, tutkularla, imgelemle
meşgulken, insanın kendisi kesinlikle ortada görünmez. İnsanı, bilimsel olarak tanıma
fikri, insan varlığına dair ahlâki bir kaygı olduğu için doğmamıştır; aksine, insan varlığı
mümkün bir bilginin nesnesi olarak inşa edildikten sonra, çağdaş hümanizmanın tüm
ahlâki temaları gösterilmiştir (Foucault 2004a: 32). Foucault’ya göre, insan problem
olarak görülmeden hümanizmin ortaya çıkması mümkün değildi. Ancak akıl da
hümanizmin ortaya çıkmasıyla birlikte kendisini ona mahkum etmiştir. Bu
mahkumiyetin merkezinde insan figürü bulunmaktaydı. Foucault’ya göre, bu insan
figürü artık problemli görünüyordu. Çünkü, Nietzsche’nin Tanrının öldüğünü ilanıyla
birlikte, artık insan da ölmeliydi; bu noktada, Foucault, insanın ölümünü ilan
etmektedir. Ona göre, bizim insan anlayışımız geçici bir yapıya sahiptir. Foucault’yu
hümanizm konusunda kaygılandıran nokta, bu kavramın ahlâkımızın belirli bir biçimini
her tür özgürlüğün evrensel modeli olarak sunmasıdır. Oysa, Foucault, gelecekte, çok
başka gizlerin, çok başka özgürlüklerin, çok başka buluşların mümkün olacağını
düşünmektedir (Foucault 1999a: 9).
Munslow Foucault’yla birlikte, dilin temsil yetkisinin sorgulanır hale geldiğine dikkat
çeker. Dil, artık, şeyler dünyasında bir şey olmuştur ve onun içinde gerçekliğe giden bir
yol yoktur. Öte yandan, dilin tarihçiler tarafından kullanılması, tüm öteki şeylerin kesin
ve doğru temsil edileceğinin garantisini vermez. Dilin yapabileceği tek şey
öyküleştirmek yani anlatmak ve bu sayede belli türden bir anlayış, yani bilme
yaratmaktır (Munslow 2000: 199).
132
Bu bağlamda, klasik çağda düşüncenin işi şeylerin düzenini temsil etmekken, klasik
bilgide insanın yerine, söyleme ait olan ve şeylerin düzenini temsil eden bir iktidar
bulunmaktaydı (Bernauer 2005: 137-8). Genel gramer, doğal tarih ve servet analizi,
aralarında birçok özgül farklılık olmasına rağmen, düşüncenin bir “şeyler düzeni” inşa
etmesine aracılık etmekteydi (Bernauer 2005: 143). Foucault’ya göre tarih, sözcüklerle
şeyler arasında toplumsal olarak keyfi bir biçimde kurulmuş ilişkilerin bir dil sistemi
olarak varolmaktaydı (Munslow 2000: 198).
Öte yandan Pierre’in öyküsüne atıfta bulunan Bernauer’e göre, Pierre’in anıları, bu
anılar, psikiyatrinin bilimsellik statüsüne göz dikmeye başladığı bir dönemde psikiyatrik
yorumlamanın savaş alanı olduğu için, bu dönem açısından çok büyük anlamlar
taşımaktaydı. Buna göre, Pierre’in yargılanması sürecine tıp uzmanlarının katılması ve
anılarının doğru-yanlış çerçevesinde analiz edilmesi, bilimsellik iddiasında bulunan
söylemler için yeni bir iktidar alanını göstermekteydi (Bernauer 2005: 264). Sarup
Pierre’in sonuçta, tıp ya da psikiyatri gibi özel bir bilgi alanının gerçekte nasıl
biçimlendiği konusunda bir fikir verdiğini dile getirir. Foucault’nun kitaptaki belgelerin,
bize içlerinde söylemin ortaya çıktığı ve işlevini yerine getirdiği iktidar, egemenlik ve
çatışkı ilişkilerinin bir anahtarını verdiğini söyleyen Sarup, bu sayede onun, hem
taktiksel hem de siyasal olabilen ve bundan dolayı da stratejik olan olası bir söylem
çözümlenmesine malzeme sağladığını ortaya koyduğunu belirtir (Sarup 1995: 83). Bu
bağlamda, Kliniğin Doğuşu’nda on sekizinci yüzyılda, bedenin ancak etrafını saran
çevreyle birlikte sağlığa ve hastalığa iliştirilen huyların ve uyumun karmaşık uzamından
ayrıldığı zaman tıbbi gözlem ve pratik için bir nesne haline geldiği ileri sürülmektedir
(Tekelioğlu 1999a: 29).
Bu noktada Foucault, Giritli Epimenides’e atfen “Konuşuyorum”un tüm modern
kurguyu sınamadan geçirdiğini belirtir. Çünkü burada söz konusu olan konuşan özne ile
sözü edilenin aynı olmasıdır. Konuştuğumu söylerken konuştuğumun sarsılmaz bir
doğru olduğu görülür (Foucault 2006: 190). Bu bağlamda Foucault, dilin yeri yalnızca
“konuşuyorum”un ıssız egemenliğinde ise, hitap ettiği, dile getirdiği şeyin hakikatinin,
kullandığı değerlerin ya da temsili sistemlerin dili sınırlandıramayacağını söyler.
133
Burada, konuşan özne artık söylemi sürdüren, ileri süren ve onunla yargılayan, bu
amaçla düzenlenmiş dilbilgisel bir biçim altında kimi zaman kendini temsil eden değil,
boşluğunda dilin sınırsız iç döküşünü aralıksız sürdürdüğü varoluşsuzluktan ibarettir
(Foucault 2006: 154). Foucault, “düşünüyorum”un, aslında, Ben’in kuşku duyulamaz
pekinliğine götürdüğünü, “konuşuyorum”un ise bu varlığı gerilettiğini, dağıttığını,
sildiğini söyler. Bu nedenle, Batılı düşünce uzunca bir süre dilin varlığını düşünmekte
tereddüt etmiş ve sanki dilin çıplak deneyimi “Varım”ın apaçıklığını maruz bırakacağı
tehlikeyi önceden sezmiştir. Foucault’ya göre, dil, bütün varoluşu içinde, hakikat,
zaman, ezeliyet ve de insan demek değildir; dil, “dışarı”nın sürekli bozulan biçimidir.
Foucault için dilin varlığı Orpheus’un ölümcül unutkanlığı, zincire bağlı Odysseus’un
bekleyişidir (Foucault 2006: 214).
Öte yandan Bernauer, Foucault’nun bir negatif teoloji geliştirdiğini söyler. Foucault’nun
bu negatif teolojisi, Tanrı için kullanılan kavramsallaştırmalara değil, modernlikteki
geçici, kimliğiyle insanoğlunun özünü yakaladığı iddia edilen insan figürüne yönelttiği
bir eleştiridir. Foucault, modern insan kimliğinin ve hümanist bilgi kaynaklarının
yerleştirildiği tarihsel gerçekliği mitlerden arındırmaya çalışır. (Bernauer 2005:309-10)
Dolayısıyla, modernlik projesi, insanın mutlaklaştırılması projesi olarak görünür. Bu
bağlamda, Foucault, modern insanın, akla dayalı bir yaşam süren, etkin bir biçimde
çalışan ve anlaşılır bir dille konuşan bir varlığa dönüştürülmüş olduğunu iddia eder. Bu
şekilde, modern öznenin yaşamı modern bilginin hem öznesi hem de nesnesi olarak
görünür (Tekelioğlu 1999a: 17).
III.1.3. Söylem, Bilgi/Hakikat ve İktidar İlişkisi Üzerine
Foucault, Eski Yunan’dan beri doğruluk istencinin olduğunu belirtir. Ona göre,
Hesiodos ile Platon’un arasına, doğru söylemle yanlış söylemi ayıran belli bir paylaşım
yerleşmiştir ve bundan böyle doğru söylem artık değerli ve arzulanan söylem olmaktan
çıkmıştır. Çünkü, artık iktidarın işleyişine bağlı olan söylem değildir (Foucault 1993b:
13). On altıncı yüzyılın sonlarıyla on yedinci yüzyılın başlarında, özellikle İngiltere’de,
gözlemlenebilir, ölçülebilir, sınıflandırılabilir nesnelerin tasarımlarını çizen bir bilme
134
istenci ortaya çıkmıştır. Bu, bilen özneyi belli bir duruma, belli bir bakışa ve okumak
yerine görmek, yorumlamak yerine doğrulamak gibi belli bir işleve zorlayan bir bilme
istencidir. Foucault’ya göre, her şey, sanki, Platoncu büyük ayırımdan itibaren,
doğruluk istencinin, kendine özgü bir tarihi varmışçasına olmaktadır. Burada söz
konusu olan bilinecek nesnelerin tasarımlarının tarihi, bilen öznenin işlevlerinin ve tavır
alışlarının tarihi, bilginin maddi, teknik, araçsal yaratımlarının tarihidir (Foucault
1993b: 14). Bu bağlamda, Foucault sorununun, her zaman hakikat, doğruyu söylemek
(wahr-sagen) ve doğruyu söylemek ile kendiliğin kendiliğindelik üzerine dönüşlülüğü
biçimindeki dönüşlülük ilişkileri olmaya devam ettiğini söyler (Foucault 2004a: 336).
Bu bağlamda, Foucault’nun söylemi kavrayışında tek bir evrensel hakikatten söz etmek
yerine hakikatlerden söz etmek daha doğru olacaktır. Foucault’da, hakikat söylemle ve
söylem içinde inşa edilen bir şeydir. Her söylem bir hakikat inşası olduğu için
söylemlere tekabül eden hakikatlerden söz edilebilmektedir (Sözen 1999: 12). Bu
bağlamda, söylem dil pratiğinin açığa çıkarılmadığı anda da bir söylem olarak kabul
edilir. Buluşlar, kültürel yenilikler, yeni davranış biçimleri, yeni düşünce biçimleri
zamana aykırılıkla reddedilse bile, uzunca bir süre sessizce yaşamaya devam eder
(Sözen 1999: 13). Bununla birlikte, söylemsel pratikler gündelik yaşamın konuşma
edimlerinden ayrılır (Dreyfus-Rabinow 1986a: XX).
Sözen’e göre, yüzyılımızda objektif bilgi iddiasının kendisi de, varolan söylemler
arasında bir söylemdir. Bununla birlikte, bilimsel bilgi de toplumdaki diğer söylemlerin
inşa ettiği bilgiden bağımsız olamaz. O, toplumun bir söylemler hiyerarşisi olduğunu
söyler. Bu hiyerarşiler de, söylemlerin inşa ettiği hiyerarşilerdir. Ona göre, sosyal
hiyerarşiler, hiyerarşik söylem yapılarına, söylem hiyerarşileri ise, cümle, konuşma
veya metinler düzeyindeki hiyerarşilere dayanmaktadır (Sözen 1999: 15). Bütün bunlara
bağlı olarak, Foucault’da daha geçerli, daha nesnel ve evrensel söylemler yoktur.
Çünkü, mutlak iktidar mutlak söylemlerin iktidarı, evrensel söylem ise evrensel iktidar
demektir (Sözen 1999: 17). Ancak Foucault, bir söylem içinde, bir önerme düzeyinde
yer alan doğru ve yanlış arasındaki paylaşımın keyfi, değiştirilebilir, kurumsal
olmadığını ve şiddete dayanmadığını belirtir (Foucault 1993b: 13).
135
Öte yandan söylemin tüm alanları aynı şekilde açık ve girilebilir değildir; bazı alanlar
sıkı sıkıya yasaklanmışken, diğerleri hemen her etkiye açık görünmekte ve önceden
belirlenmiş hiçbir kısıtlama olmaksızın her konuşan öznenin kullanımına açılmaktadır
(Foucault 1993b: 22). Bu bağlamda Foucault söylemin, hem bir kurucu özne felsefesi,
hem bir ilk deneyim felsefesi hem de bir evrensel arabuluculuk felsefesi içinde, ilk
durumda yazı, ikinci durumda okuma, üçüncü durumda da değiş-tokuş olan bir oyundan
daha fazla bir şey olamayacağını ve bu değiş-tokuşun, bu okumanın, bu yazının hiçbir
zaman işaretlerden başka bir şeyi devreye sokmadığını ileri sürer. Böylece söylem,
kendi gerçekliği içinde, kendini onu anlamlandıran şeyin buyruğuna bırakarak iptal
eder. Ona göre, söylemler, birbirini kesen, bazen birbirine eklemlenen, aynı zamanda
birbirlerinden habersiz veya birbirlerini dışlayan, kesintili uygulamalar gibi ele
alınmalıdırlar. Söylemi, bizim nesnelere karşı gösterdiğimiz bir şiddet, sürekli olarak
onlara zorla kabul ettirdiğimiz bir uygulama gibi algılamak gerekir ve söylemin
olagelişleri bu uygulamanın içinde kendi düzenliliklerinin ilkesini bulurlar (Foucault
1993b: 27-8).
Bununla birlikte, Foucault’nun toplumsallık bağlamında dile getirdiği özne tamamen
söylemseldir. Özne, söylemlerdeki taktiklerin, stratejilerin ve programlarının öznesidir.
Dolayısıyla, Foucault’nun öznesi, kurucu bir unsur değil, söylemler aracılığıyla
kurulmanın bir unsuru olarak sadece söylemlerde varolur (Tekelioğlu 1999a: 84). Bu
bağlamda, bilgiyi bilginin öznesi olarak insanda temellendirmek de, “insan”ı kendi
bilgisinin bir nesnesi haline getirmek olur (West 1998: 234).
Foucault, söylem bütünlüklerini sırasıyla incelediğini, onları karakterize ettiğini,
kuralların, dönüşümlerin, eşiklerin, varlığı sürdürme ısrarlarının oyun kurallarını
tanımladığını, bunları kendi aralarında birleştirdiğini, ilişkiler demetlerini betimlediğini
söyler. Böylece o, gerekli olduğunu düşündüğü her yerde sistemlerin çoğalmasını
sağlamıştır (Foucault 2004: 117). Foucault, analiziyle söylemlerin pozitifliğinin, varlık
koşullarının ortaya çıkışlarını, işleyişlerini ve dönüşümlerini yöneten kuralların siyasi
pratiği nasıl ilgilendirdiğini göstermeyi istediğini belirtir (Foucault 2004: 134).
136
Öte yandan Foucault, söylemle ilgilendiğinde tarihi reddetmemektedir; o, aksine, hem
öc almayı bekleyen hem de düşünceyi ebediyen kuşkulu kılarak onu karanlık bir şekilde
işleyen, hiçbir şekilde evrensel olmayan, tam tersine yerel olan süreksizlikleri ve
ayrılıkları ayırt etmektedir (Blanchot 2005: 73).
Bu noktada, Foucault, bilme-iktidar ilişkilerinin belirli bir dönüşüm biçimleri
olmadığını, “dönüşüm kalıpları” olduğunu söyler. On dokuzuncu yüzyılda anne, baba,
eğitmen, doktor vs. tarafından çocuğun ve cinselliğinin çevresinde oluşturulan bütün
dönüşümler, sürekli yer değiştirmelere zemin oluşturmuştur. Başlangıçta, çocuğun
cinselliği doktorla anne ve babalar arasında öğüt, çocuğu gözetleme düşüncesi, geleceğe
ilişkin tehdit biçimleri olarak doğrudan kurulan bir ilişki çerçevesinde
sorunsallaşmışken, daha sonra yetişkinlerin kendi cinsellikleri, psikiyatristle çocuk
arasındaki bir ilişki sorgulanır (Foucault 1993a: 105).
Foucault’ya göre, iktidar ve bilme tam da söylem içinde eklemlenirler. O, söylemin, bir
yandan iktidarı harekete geçirdiğini, ürettiğini, güçlendirdiğini, öbür yandan
yıprattığını, zayıflattığını ve silinmesini sağladığını belirtir. Aynı biçimde, suskunluk ve
giz de iktidarı korumakta, yasaklarını sabitleştirmekte, ama aynı zamanda çatışmalarını
yumuşatmakta ve az ya da çok karanlık hoşgörülere yer açmaktadır. Foucault bir yanda
iktidar söylemi, karşısında da ona karşı çıkan bir söylem olmadığını belirterek,
söylemlerin güç dengeleri alanında birer öğe ya da birer taktik blok oluşturduklarını
ifade eder. Bununla birlikte, Foucault, aynı strateji içinde farklı hatta karşıt ya da tersine
karşıt stratejiler içinde hiç biçim değiştirmeksizin devinebilen söylemler olabileceğini
belirtir (Foucault 1993a: 106-7).
Öte yandan Foucault için bütün bilgi iddiaları kaçınılmaz biçimde iktidarla bağlantılıdır.
O “nesnel” bilgiyi kabul etmez ve bütün nesnel bilgi iddialarının bir iktidar uygulama
girişiminden ibaret olduğunu düşünür. Bundan çıkan sonuç da, teorinin teori olarak
hiçbir statüye sahip olmadığı, aksine pratikten ibaret bir şey olduğudur. (Megill 1998:
296). Foucault, iktidarın bilgi ürettiğini ve iktidar ile bilginin birbirlerini doğrudan
içerdiklerini söyler. Böylece bağlantılı bir bilgi alanı oluşturmadan iktidar ilişkisi
olamayacağı ve iktidar ilişkilerini varsaymayan ve oluşturmayan bir bilginin ve bilgi
137
alanının olamayacağı kabul edilir (Foucault 1992: 33-4). Bu bağlamda, bilgi olmadan
iktidarın uygulanması ve bilginin iktidara yol açmadan varolması olanaksızdır (Sarup
1995: 93). Öte yandan, bilgi, toplumsal kontrol için gerekli temellerden çıkar ve aynı
zamanda bu temelleri sağlar. Toplumsal her belirli biçim bilginin belirli bir biçimine
dayanır ve onu olanaklı kılar. Aynı zamanda, ceza sistemi hem rasyonel hem de zihinsel
hapishane sistemi yapısını sağlar. Disiplin kullanımı yoktur, en azından disiplinli bilgi
olmaksızın organize olan disiplin yoktur (Walzer 1986: 64). Foucault’da bilginin iktidar
olduğu açıktır. Disipliner nesneler olarak yeni bir insan anlayışı insanlarla yeni bir şey
yapmak demektir. Herhangi bir kimse için “bilmek” şimdi sağlam inanç olarak
adlandırdığımızdan fazlası değildir (Hacking 1986: 33). Foucault’ya göre, disiplin,
söylemin üretimindeki bir denetim ilkesidir ve kuralların sürekli olarak yeniden
güncelleştirilmesi şeklindeki bir kimliğin yardımıyla söylemin sınırlarını sağlar
(Foucault 1993b: 21).
Foucault’nun anlam ilişkilerinden ziyade, iktidar ilişkilerine ilgisi, bizi, dil üzerine bir
tespitten çıkan, konuşma hakkındaki kurtuluşçu metaforlardan uzağa götürür (Hacking
1986: 37). Bu bağlamda dile getirilen “hakikat rejimleri” fikri ve onların egemenlik
sistemleriyle örtük iç içeliği son derece Nietzscheci’dir. Bu ilişkide Foucault hakikati
iktidara bağımlı olarak görür (Taylor 1986: 93). Rorty’ye göre, Foucault bir yandan, bir
bilgi teorisinin “olanaksızlık sistemini” kurmuş olan bütün geleneksel kavramlardan
vazgeçmeyi ister. Diğer yandan, onun çok iyi yaptığı bir şey olan, bize onun nasıl
varlığa geldiğini gösteren bilgi kuramının bir soykütüğünü vermekten çok, bilgi
kuramına benzer bir şeyi yapmayı ister (Rorty 1986: 43).
Öte yandan, entelektüellerin, Aydınlanmanın özel bir tarih olduğu ve doğruluk
iddialarıyla birlikte varolan değerlerin modern düşünceler tarihinde geçici bir döneme
karşılık geldiğini ifade eden Foucault’ya göre, bütün doğruluk iddialarını dilin,
söylemin ya da temsilin olduğu her yerde varolan iktidar istencinin ürünlerine bağlı
olarak ele almak gerekir (Sarup 1995: 94). Bu konuda o, Nietzscheci bir soykütüksel
bakış açısını izler.
138
Bu bağlamda Jenkins de bilginin iktidarla ilişkisine değinir. Buna göre toplumsal
oluşumlarda en fazla güce sahip olanlar bilgiyi dağıtmakta ve ellerinden geldiğince
çıkarlarına göre meşrulaştırmaktadırlar. Jenkins kuramsal olarak görecilikten çıkış
yolunu iktidarı pratikte çözümlemekte görür. Bu nedenle göreci bir bakış açısı,
çaresizliğe ve umutsuzluğa değil, aksine işlerin ve şeylerin nasıl işlediklerini genel
olarak anlamaya götürür. Jenkins’e göre bu, özgürleştiricidir (Jenkins 1997: 37). Öte
yandan, yeni iktidar teknolojisi herhangi bir tanımlanabilir kişi ya da gruptan
kaynaklanmaz (Hacking 1986: 35).
Bununla birlikte, Foucault’ya göre, iktidar, ne söylemin dışındadır, ne onun kaynağı ne
de kökenidir. “İktidar, söylem boyunca işleyen bir şeydir; çünkü söylemin kendisi
iktidar ilişkilerinin stratejik dispositifinin bir unsurudur” (Foucault 2005a: 182).
Dolayısıyla iktidar söylemin anlamı değildir. Söylemin genel iktidar mekanizması
içinde işleyen bir dizi unsur olduğunu söyleyen Foucault, söylemi bir olaylar dizisi
olarak, siyasi olaylar olarak kabul etmek gerektiğini belirtir; bu olaylar dolayımıyla da
iktidar iletilir ve yönlendirilir. Bu bağlamda, Foucault’nun eleştirilerinin hedefi olan
hapishane, insanın kendi modern kimliği olarak görülebilir. “Bu kimlik, hem insani
gerçekliğe ilişkin özel bir anlayışa, hem de insani gelişimin teknolojisine işaret eden
hümanizmin merkezidir: İktidar olan bir hakikat ve kendisini hakikat olarak pazarlayan
bir iktidar” (Bernauer 2005: 34).
Foucault’ya göre, hakikat, sözcelerin üretimi, düzenlenmesi, dağılımı, dolaşımı ve
işleyişi için düzenlenmiş bir prosedürler bütünü olarak anlaşılmalıdır. Öte yandan,
hakikat, kendisini üreten ve destekleyen iktidar sistemleriyle ve kendisinin meydana
getirdiği ve kendisini yayan iktidar etkileriyle döngüsel bir ilişki içindedir. Foucault
buna “hakikat rejimi” der. Bu rejim yalnızca ideolojik ya da üstyapısal değildir;
kapitalizmin oluşum ve gelişmesinin bir koşuludur (Foucault 2005a: 52). Bununla
birlikte, “Hakikate neden ihtiyaç duyuyoruz?” sorusuna yanıtının onsuz nesnellik, öz,
özsel, yansız vs. gibi şeyleri belirleyen ve örten kesinlikçi kavramların güçsüz
kalacağını söylemek olacağını ifade eder (Jenkins 1997: 40). Ona göre, bir şeyin
söylenmesini engelleyen ve sadece belli şeylerin anlatılmasına izin veren şey, nihai
139
olarak, iktidardır. Bu bağlamda, hakikat de, onu doğru kılacak güce sahip birilerine
bağlıdır (Jenkins 1997: 43).
Foucault, bilginin oluşumunun, dolaşımının ve kullanımının temel bir şey olduğu
toplumsal bir dünyada yaşadığımızı düşünür. Ona göre, içerisinde yaşadığımız
toplumun temel niteliklerinden biri olması nedeniyle, bilgi birikiminin sermaye
birikiminden kalır yanı yoktur. Bu nedenle bilginin uygulanması, üretimi, birikimi
iktidar mekanizmalarından ayrı düşünülemez. Ona göre, burada, analiz edilmesi gereken
karmaşık ilişkiler söz konusudur (Foucault 2004b: 167-8). Foucault tam olarak bir bilgi
veya iktidar ilişkileri ağının dışında kalan bir hakikat fikrine itiraz eder. Onun itirazının
alanı, bu yüzden, egemenliğin ne olduğunu meydana çıkaran ve o suretle ona toptan
direnmeyi mümkün kılan ve teşvik eden iktidarla hakikate dair konuşacak eleştirel bir
bilginin olanaklılığını da kuşatır (Rouse 1994: 99).
Foucault’ya göre, hakikat bu dünyaya ait olan bir şeydir ve çok sayıda zorlama
sayesinde ortaya çıkar. Öte yandan, her toplumun kendi hakikat rejimi, kendi genel
hakikat siyaseti vardır. Bu nedenle, “her toplumun doğru kabul ettiği ve doğru olarak
işlerliğe soktuğu söylem türleri; doğru sözceleri yanlış sözcelerden ayırt etmeye yarayan
mekanizmalar ve merciler ile doğru ve yanlışın teyit edilme yolları, hakikatin
edinilmesinde tercih edilen teknikler ile prosedürler; doğru kabul edilenleri söylemekle
yükümlü olanların statüsü” vardır (Foucault 2005a: 50-1). Ona göre hakikat çok sayıda
baskılamalar aracılığıyla üretilir ve iktidarın dışında değildir. Öte yandan hakikat onu
üreten ve sürdüren iktidar sistemleriyle bağlantılı olan bir “hakikat rejimi”dir. Foucault
için, baskıcı hipotezler, iktidarın sadece yanlışlığı değildir, aynı zamanda hakikati de
mümkün kılan Nietzscheci hipotezleri gözden kaçırmaktadırlar. Bilgi olmadığı için bir
iktidar ağının parçası olarak tarif de edilemez, ideoloji kavramı iktidar
mücadelelerinden serbest kalan ideolojik olmayan bir bilgiye karşı/doğru hipotezleşen
ilerleyişte yanıltıcıdır (Hoy 1986: 138).
Bu bağlamda, Foucault için hakikatin üretilen bir şey olduğu görülmektedir. Bu hakikat
üretimleri de iktidardan ve iktidar mekanizmalarından ayrı düşünülemez; çünkü hem
hakikat üretimlerini mümkün kılan şey bu iktidar mekanizmalarıdır, hem de bu hakikat
140
üretimlerini kendinde bizi bağlayan, birleştiren iktidar etkileri vardır. Foucault kendisini
ilgilendiren şeyin, hakikat/iktidar, bilgi/iktidar ilişkileri olduğunu belirtir (Foucault
2003: 173). Bununla birlikte, o, hakikatten anladığı şeyin, bir tür genel norm, bir dizi
önerme olmadığını, “doğru kabul edilecek sözceleri her an ve herkesin dile getirmesini
sağlayan prosedürler bütünü” olduğunu belirtir (Foucault 2003: 177). Foucault, bilgiyi,
yani doğru söylemin oluşumunu belirleyen kuralları araştırmanın söylemsel olmayan bir
dizi öğeyi içeren iktidar ilişkilerini de kapsaması gerektiğini söyleyerek iktidar
ilişkilerinin iktidarla döngüsel bir ilişki içinde olan bilgi ekseni olmadan
anlaşılamayacağını ifade eder (Keskin 1999: 22).
Öte yandan, iktidar ile bilgi/hakikat ilişkisine değinen Megill, bir örnek olarak
eşcinsellik konusuna değinir. Buna göre, hakim söylemde eşcinsellik dışlanırken,
Foucault stratejisini, bu dışlamanın tamamen keyfi olduğunu gösterecek biçimde
tasarlar. Yıkıcı bir söylem gücünü, karşı çıkmaya çalıştığı şeyi tamamen söylemsel bir
şey olarak tanımlamasıyla artırır. Elbette, mevcut düzen yıkılıp yıkıcı söylem egemen
olunca, o da söylemsel saldırıya açık olacaktır. Megill, Foucault’nun istediğinin tam da
bu olduğunu ve onun bir kriz düşünürü olarak, üstü kapalı bir biçimde, hakim düzenin
rezil bir düzen olduğu anlayışına bağlı kaldığını iddia eder. Örneğin, eşcinsellik söylemi
hakim duruma geldiğinde onun bu söyleme de karşı çıkacağını düşünmek gerekir;
çünkü hakim duruma gelmeyi amaçlayan bu tür bütün teşebbüsler, yeni bir yüzyıla yol
göstermek şöyle dursun, yeni dışlama sistemleri kurmaya vesile olmaktan başka bir işe
yaramazlar (Megill 1998: 353-4).
III.2. İKTİDARIN BİOPSİKOLOJİK ÇÖZÜMLEMESİ
Foucault, iki tür kitap yazdığını ifade eder. Biri, Kelimeler ve Şeyler gibi yalnızca
bilimsel düşünceye; diğeri, Hapishanenin Doğuşu gibi toplumsal ilke ve kurumlara
dairdir. Ona göre bilim tarihi, toplumsal duyarlılıkla aynı şekilde gelişmez. Düşüncenin,
bilimsel bir söylem olarak kabul edilmesi için, belirli ölçütlere uyması gerekir.
Hapishanenin Doğuşunda, metinler, uygulamalar ve insanlar birbirlerine karşı mücadele
etmektedir (Foucault 1999a: 8).
141
Bernauer, Foucault’da üç tür kapatılmadan söz eder. Bunlar felsefi, siyasi ve etik
kapatılmadır. Buna göre, felsefi kapatılma ben merkezli bir yanılsamaya
dayanmaktaydı. Burada insan tarihsel olmayan bir doğa, özel bir düşünme nesnesi
olarak görünmekte ve insanın egosu da her türlü düşünce ve anlamın özerk kaynağı
olmaktaydı. Bununla birlikte, siyasal kapatılma, kitlelerin hem daha faydalı hem de
daha uysal kılınmaları amacı doğrultusunda kalabalık nüfusları yönetme projesine
hizmet eden bir bireyselliğin inşasını içeriyordu. Burada hümanizm kendinden
kaynaklanan iyiliğinin örtüsü altında, kendi temellerini meydana getiren hümanist
gerekçelerin gerçek yüzlerini saklayan hapishane gibi kurumlar ortaya çıkardı. Etik
kapatılma ise, modern bilgi-iktidar ilişkilerince üretilen pozitif insan figürüyle
özdeşleşme arzusunu körükleyen, kendilikle özel bir ilişki kurma kipinin
tanımlanmasına dayanmaktaydı. Burada, kendini-oluşturma, kendini-tabi-kılma
görevine indirgenmekteydi (Bernauer 2005: 35).
Öte yandan Bernauer’e göre, Bilginin Arkeolojisi’nde ortaya konan arkeolojik şema ile
hapishanenin ve biyosiyasetin doğuşuna ilişkin çalışmalar arasında tam bir örtüşmenin
olduğu söylenemez. Ancak, arkeolojide görülen söylemsel formasyonların görece
özerkliklerine yapılan vurgu, hem hapishane tartışmalarındaki reformcu söylemin hem
de biyosiyasetteki cinsel bilimin ayrımsanmasında karşımıza çıkar (Bernauer 2005:
251). Bernauer’a göre, Foucault’nun Bilginin Arkeolojisi’nden sonraki en önemli
yöntembilimsel yenilik olan dispositif kavramı, bu iki düzlemin birbirleriyle oldukça
yakından bağlantılı olduğunu görmemizi sağlar. Dispositif kavramı, Foucault’nun
düşüncesinin izlediği stratejik düşünce modelinden doğar. Yani, dispositif,
söylemlerden, kurumlardan, mimari düzenlemelerden, idari prosedürlerden vb. oluşan
bütünsel bir yapıdır. Buna göre, her ne kadar oldukça soyut bir ifade olsa da,
disposotofin ortaya koymaya çalıştığı somut ilişkiler ilk olarak hapishaneyi incelerken
görülür. Ceza alanı çok farklı öğelerden oluşan bu alan sadece siyasi devrimcilerin,
psikologların, yargıçların, yasa koyucuların ve doktorların söylemlerini değil, aynı
zamanda hapishanelerin mimari biçimleriyle birlikte hapishanelerde uygulanan gündelik
düzen ve disiplin sistemlerini de içermektedir. Öte yandan, dispositifin kullanılmasıyla
daha önce geliştirilen arkeolojik araçların rafa kaldırılması gerekmiyor; çünkü, arkeoloji
142
için, kendi kapasitelerini genişleten tamamlayıcı yeni kuralların geliştirilmesi eski
kavramların yeniden eklemlenmesinden daha önemlidir. Yukarıda görüldüğü üzere,
bilgi ve iktidar söylemde bir araya gelmekte ve söylem de, daima, tarihsel
konuşlanmanın parçası olarak işlemektedir. Bununla birlikte, iktidarın işleyişine dair
ortaya atılan hukuki ve baskıcı modelin hükmü de sona ermektedir (Bernauer 2005:
254-6). Bu bağlamda, Foucault, bedenin şiddet kullanmada kuşatılıp tabi ve uysal
kılınmasını sağlayacak bu yeni ve ince tekniklerin aldığı biçimlere dispositif adını
vermektedir. Bu şekilde, dispositiflerin söylemler, bilimsel önermeler, felsefi, ahlâki
önermelerden oluşan bilgi ekseni ile kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar,
yasalar, idari tasarruflardan oluşan iktidar ekseninin bir araya geldiği söylemsel ve
söylemsel olmayan pratik yumakları olduğu söylenebilir (Keskin 1999: 21).
Foucault kurucu özneden vazgeçerek, öznenin bizzat kendisinden kurtulmanın, yani
öznenin tarihsel bir örgü içerisinde kurulmasına açıklık getirebilecek bir analize
ulaşmanın gerektiğini söyler. Bu analiz de soykütüğüdür.
III.2.1. Kapatma Pratikleri Işığında İktidar Analizleri
III.2.1.1 Delilik ve Klinik Kapatılma
On yedinci yüzyıldan itibaren akıl bozukluğunun kişisi, gerçek bir toplumsal dünyadan
alınan, üyesi olduğu toplum tarafından yargılanan ve mahkum edilen somut bir kişidir.
Buradaki temel nokta, deliliğin aniden toplumsal bir dünyanın içine konulmasıdır
(Foucault 1995: 158-9). Rönesans düşüncesinde aklın göbeğinde fazlasıyla içsel bir
benzerliğin yakın ve tehlikeli mevcudiyetini temsil eden delilik, şimdi, dışlanmış ve
çifte bir güvenlikle kaygı verici olma durumundan çıkartılmıştır, “çünkü başkalarının
dışsallığı içinde Başka’nın farkını temsil etmektedir” (Foucault 1995: 261-2). On
yedinci yüzyılın kendine tanıdığı deli algılamasında, “en pozitif olanla en negatif olan
birbirlerine çözülemez bir şekilde karışmışlardır. Pozitif olan, sapkın bir çehre takınsa
bile, aklın kendinden başka bir şey değildir; negatif olana gelince, bu da deliliğin en
fazlasından aklın beyhude bir taklidi olması olgusudur” (Foucault 1995: 265).
143
Burada söz konusu olan akıl bozukluğudur. Foucault, aklın kendini deliliğin içeriği,
doğası, söylemi ve aklı olarak tanıdığını ve bunu yaparken de aklı delinin aklından
ayıran aşılamaz mesafeyi ölçtüğünü belirtir. Bu şekilde deli, aklın içinde gizlice ikamet
ettiği için akıl tarafından tamamen kuşatılabilir, onun egemenliğine tabi hale gelebilir,
ama akıl deliyi her zaman kendi dışında tutmakta ve onu dışarıdan, bir nesne olarak
kavramaktadır. Bu nesne durumu, içeriğin “rasyonelliği”nin, dışavurumunda “akla
uygun olmayan”ın ifşa edildiği hareketin içinde tanınmasıdır (Foucault 1995: 266).
Foucault’ya göre, Ortaçağda deliliğin kutsal görünmesinin dayanağı sefaletin karanlık
güçlerini en iyi temsil eden unsurlardan biri olmasıdır. Oysa Klasik dönemde aylak,
suçlu ve sefalet içinde yaşayanlardan farksız bir görüntüye sahip bir delilikle karşılaşılır.
Ortaçağda alışkın olunan bir unsur olarak görünen delilik bir anda asayiş sorununa
dönüşmüştür (Işık 2004: 70).
Foucault, klasik deneydeki delilik bilincinin zorunlu olarak bir hakikat bilincini
getirdiğini ve deliliğin en mükemmel hata olarak hakikatin mutlak kaybı olduğunu ifade
eder. Ona göre, deli, kapatma uygulamasının ilk ve en masum kurbanı değildir, ama en
karanlık ve en göze görünür, kapatan gücün simgelerinin en ısrarlı taşıyıcısı olan
kurbandır (Foucault 1995: 540). Foucault için, tımarhaneye egemen olacak olan adalet
artık cezalandırma adaleti değil, özgürlüklerin ve kısıtlamaların kullanımındaki belli bir
kesinlik, zorlamanın özgürlüğün yabancılaşmasına mümkün olabildiğince uygunluğu
biçimindeki gerçeğin adaleti olacaktır. Bu adaletin somut biçimi, göze görünür simgesi
de deli gömleğinde (camisole’de) yer alacaktır. Deliliğin içinde artık akıl ile akıl
bozukluğu arasındaki mutlak bir çarpışmanın değil, daha ziyade özgürlüğün ve
sınırlarının her zaman göreli, her zaman hareketli bir deneyinin yapıldığını gösteren
bütün bir deli gömleği kavramsal çıkarsaması söz konusudur (Foucault 1995: 592). Öte
yandan, tımarhane artık delinin suçluluğunun yaptırımı değil, onu düzenleyendir;
deliliği deli için kendinin bilinci olarak ve gardiyanla karşılıklı-olmayan ilişki ve aklı
başında insan için başka’nın bilinci ve delinin varoluşuna tedavisel müdahale olarak
düzenlemektedir (Foucault 1995: 651). Tımarhanelerdeki zihin hastalıkları bilimi,
diyaloğun yer almadığı bir gözlem ve sınıflandırma düzleminde kalacaktır. Ancak
psikanaliz on dokuzuncu yüzyıl tımarhanesinin özünü oluşturan bu bakışı kovduğunda
144
ve onun sessiz büyüsünün yerini dilin güçlerini geçirdiğinde diyalog haline
gelebilecektir (Foucault 1995: 654). Bu bağlamda Foucault, akıl ile deliliğin Rönesans
dönemindeki kesintisiz diyaloğuyla karşılaştırıldığında, klasik kapatma uygulamasının
bir sahneye koyma olduğunu, ancak bunun toptan bir sahneleme olmadığını söyler.
Burada söz konusu olan şey her türden kapatmanın ve azap çektirmelerin akıl ile akıl
bozukluğu arasında sessiz bir diyalog şeklindeki bir mücadeledir. Ancak Foucault,
şimdi bu diyaloğun çözüldüğünü; artık delilik ile akıl arasında ortak bir dilin
bulunmadığını ve hezeyanın akılla olan diyaloğun bir parçası olmadığını söyler. Ona
göre ortak bir dil, kabul edilen suçluluğun dili olduğu ölçüde mümkün hale
gelebilecektir (Foucault 1995: 667).
Foucault, psikolojinin yabancılaşmanın dilini konuşabildiği için, insanın eleştirisi veya
kendi kendinin eleştirisi içinde mümkün olduğunu belirtir. Ona göre psikolojinin her
zaman yol kavşağında olması onun doğası gereğidir. Yani
“insanın negatifliğini aşk ile ölümün, gece ile gündüzün, şeylerin zaman dışı tekrarı ile koşuşturan mevsimlerin acelesinin birbirlerine paylaşmaz bir şekilde ait oldukları uç noktaya kadar derinleştirmek -ve çekiç darbeleriyle felsefe yaparak bitirmek-.Veya bitmez tükenmez yeniden ele alışlar; özne ile nesnenin, iç ile dışın, yaşanmış ile bilginin uyarlanması oyununa hazırlanmak” (Foucault 1995: 707-8).
Foucault on sekizinci yüzyılda yeni bir yapının ortaya çıktığını söyler. Burada, hekimle
hastanın diyaloğunu, kendine özgü bir biçimde başlatan “Neyiniz var?”sorusunun
yerini, klinik oyununu ve tüm söyleminin ilkesini bulduğumuz “Nereniz ağrıyor?”
sorusu” almıştır. Ona göre, klinik, gerçek önemini, yalnızca tıbbi bilgilerin değil,
hastalık üzerine bir söylem olanağının farklı ve derin bir organizasyonu olmasına
borçludur. Burada görüleni ve konuşulanı ayıran ve birleştiren ortak bir yapı söz
konusudu. (Foucault 2002a: 17). Hastane, sürekli bir gözetimin gerçekleştirildiği sayısız
tıp merciinin bulunduğu bir oluşumdur. Hastalığın doğal yeri olarak görülen aileye,
artık başka bir mekan eklenir. Bu mekanda, hekiminin bakışı altında, hastalıklar, özlerin
asıl dağılımını yapan rasyonelleştirilmiş bir alanda sınıflara, cinslere ve türlere göre
kümelenirler (Foucault 2002a: 61). Foucault’ya göre, biz hastalıkta yaşamın kendisini
buluruz; çünkü hastalık bilgisini yaratan, yaşamın kuralıdır (Foucault 2002a: 25). Ama
on dokuzuncu yüzyılda Rönesans’taki ölüm algısı değişiklik gösterir. Foucault, artık,
145
ölümünün evrensel hareketiyle kaderin, şansın ve koşul farklılıklarının ortadan kalkmış
olduğunu; ölümün, yanılmadan, yazgıyı telafi ettiğini ileri sürer. Ona göre, ölüm,
insanın, monoton yaşamlardan, eşitleştirmelerden kaçarak kavuştuğu şeydir. Ölüm, aynı
zamanda, varoluşun ölümün boşluğunda güçten düşüp tükenmesi anlamında olduğu
kadar, orada, benzerliklere, alışkanlıklara ve zorunluluklara indirgenemez tuhaf hacmini
alması anlamında hastalıklı olan yaşamın seyrekleşmiş biçimidir (Foucault 2002a: 201).
Foucault, hastalığın ruhsal alanlarının kısır döngü olmaksızın bağımsızca
gözlenemeyeceğini belirtir (Foucault 2000: 122).
Bu bağlamda o, deliliğin psikolojik boyutlarının onlara dışsal olan bir açıklama ya da
indirme ilkesince geri itilemeyeceklerini söyler. Aksine bunların neredeyse iki yüzyıl
önce Avrupa insanının kendisine yönelik olarak ürettiği genel bir ilişki içinde
düşünülmesi gerekir. Bu ilişki, farklı bir tarzda ortaya konan bir psikolojidir (Foucault
2000: 124).
Foucault, Deliliğin Tarhi’nde, deliliği, onu anlayan özneyle birlikte bir nesne olarak
kuran bu deneyimin, ancak belirli, iyi bilinen tarihsel süreçlere sıkı bir biçimde eğilerek
tam olarak anlaşılabileceğini göstermeye çalıştığını ifade eder.
“Kapatılma pratikleriyle bağlantılı belli bir normalleştirme toplumunun doğuşu; yeri geldiğinde, kentleşme evresine ve kapitalizmin gelişimine karşılık gelen ekonomik ve toplumsal bir durumla bağlantılandırılan kapatılma pratikleri; ekonominin ve devletin ihtiyaçlarıyla uyuşmazlık gösteren inişli çıkışlı, dağınık bir nüfus. Böylece, bilginin, yeni bir nesnellik ilişkisinin, ‘delilik hakikati’ olarak tanımlayabileceğim şeyin mümkün olan en akla yatkın tarihini ortaya çıkarmayı denedim. Bu tarz bir ‘bilgi’ aracılığıyla, deliliği kendi gerçekliği içerisinde, etkili bir biçimde çözümleyebilen bir ölçüt geliştirildiği anlamına gelmiyor elbette bu. Daha ziyade, oluşturulan bir deneyimdir ‘delilik hakikati’. Öznenin nesnel kavrayışını ve iki taraflı kuruluşunu mümkün kılan bir deneyim” (Foucault 2004b: 84 5).
Öte yandan, Foucault, Deliliğin Tarihi’nde söz konusu olan baskı nosyonundan en
azından örtük biçimde yararlandığını söyler. Burada, iktidar mekanizmalarının ve
psikiyatrinin baskı altına alıp suskunluğa ittiği söylenen bir tür canlı, konuşkan ve
endişeli delilik halinin varlığını ortaya koymaya gayret etmektedir. Ancak şimdi, baskı
nosyonunun iktidarın tam da üretken olan yanını yakalamak açısından hiç uygun
olmadığını belirtir. Foucault, iktidarın etkili bir güç olarak geçerliliğini korumasını,
146
iktidarı kabul etmemizi sağlayan etmenin, zevk yaratması, bilgi oluşturması ve bizzat
söylem üretmesi olduğunu ileri sürer. Buna bağlı olarak, Hapishanenin Doğuşu’nda
göstermek istediği şeyin on yedinci ve on sekizinci yüzyıllardan itibaren, iktidarın
üretkenliğinde elle tutulur bir teknolojik açılmanın gözlenmesi olduğunu belirtir
(Foucault 2005a: 69-70). Foucault’da hapishane ve hastane gözüken yerlerdir;
“bunlar birer ışık rejiminin parıltısında ortaya çıkar. Bunlardan örnek olarak Hapishaneyi aldığımızda önümüze bir ışık rejiminin bulantılı görüntüsünde madde halinde bir yapı belirir. Bu ışık rejimi, bu alanda, İktidara bağlıdır. Çünkü o binanın içinde mahkumlar görmeden görünürler, gardiyanlar ise görülmeden görürler. Bu bir ışık rejimi sayesinde gerçekleşebilir. Görülmesi ışık sayesinde mümkün olan hapishane, aslında, taşlardan ve diğer bina kurmaya yarayan malzemelerden oluşmaktadır; işte bu malzemeler ışık rejimi sayesinde güncelleşir” (Akay 1995: 39).
III.2.1.2. Hapishanede Kapatılma Üzerine
Foucault, Hapishanenin Doğuşu kitabının başında Damiens adlı bir mahkumun
cezasının infazını ayrıntılı olarak anlatır. Mahkumun, suçunu herkesin önünde itiraf
etmesi gerekmektedir. Mahkuma uygulanan işkence ayrıntılı bir şekilde tasvir edilir
(Foucault 1992: 3). Burada, mahkuma yapılan işkenceyi izleyenler, kendilerini,
seyretmenin zevkine varırlarken, mahkum sadece Tanrıya yakarmaktadır. Kral, Kanlı
bir gösteri halini alan bu durumda mahkumun bedeni üzerinde uygulanacak şiddet
aracılığıyla iktidarını orada bulunan herkese gösterir. “İşkence edilerek sorgulanan
beden, suçun uygulama noktası ve aynı zamanda hakikatin çekilip çıkarıldığı yerdir”
(Foucault 1992: 52). Foucault’ya göre, adli işkence siyasal ve ayinsel çerçeve olarak da
anlaşılmalıdır. İşkence, iktidarın kendini dışa vurduğu törenler arasında yer almaktadır.
Acı çektirme adaleti yerine getirmekte ve iktidarı yeniden işler kılmaktadır. Bu törensel
uygulamayla, yasaya iktidarını veren güç ilişkisi ortaya çıkar. Foucault’ya göre, halkın
önünde gerçekleştirilen bu infazda iki güç vardır. Bunlardan biri mücadele diğeri ise
zaferdir. Buradaki törensel uygulamada suçluyla kral arasında sonu önceden belli olan
bir savaş son bulur. Hükümdar bu şekilde güçsüz duruma düşürdükleri üzerinden kendi
iktidarını açığa vurur (Foucault 1992: 62). Bunu yapması gerekir, yoksa iktidarını
ayakta tutamaz. Burada göze çarpan en önemli şey güçler arasında varolan
147
dengesizliktir. Güçlü güçsüz kıldığı kişinin bedeni üzerinde mutlak hakimiyete ve
sonsuz tasarruf hakkına sahiptir. Foucault, kralın adaletinin kendini silahlı bir adalet
olarak gösterdiğini belirterek, suçluyu cezalandıran kılıcın aynı zamanda düşmanları
yok eden kılıç olduğunu söyler (Foucault 1992: 61). Burada kılıçla ifade edilen kralın
adaleti, aynı zamanda onun sonsuz iktidarıdır. Cezanın uygulayıcısı olan cellat da,
yalnızca yasayı uygulayan kişi değil, aynı zamanda gücü sergileyen kişidir. O,
mahkuma uygulanan şiddetin aktörü konumundadır.
Foucault’nun anlatımında tutuklunun kırbaçlanması ve parçalanıp dörde bölünmesi en
ufak ayrıntısına kadar ürpertici bir biçimde anlatılır. Burada, kan ve fiziksel vahşetten
alınan hazzı hissetmek mümkündür. İnsanların yaşananları bilmeleri yetmez, kendi
gözleriyle görmeleri, tanık olmaları gerekir; bu şekilde onlar kralın iktidarından
korkarlar. Foucault’nun kurguladığı sahne bize, eskiden doğrudan bir biçimde ve kabaca
icra edilen toplumsal gözetimin aslında on sekizinci yüzyıldan itibaren daha ölçülü bir
hale getirilmediğini söylemektedir. Aslında bu denetimin, okul, hastane ve
hapishanelerde genel olarak psikolojik disiplin araçları aracılığıyla daha yaygın ve daha
sinsi bir hal aldığı görülür. Bu yeni gözetim, eskisinden çok daha kötüdür ama bunun
sebebi iktidarı daimileştirmesi ya da bir gruptan ziyade bir diğer grup tarafından icra
edilmesi değil, beden üzerinde çıplak gözle görülebilecek izler bırakmaktansa, ruhun
derinliklerine işlemesidir (Lilla 2004: 132).
Öte yandan, kapatma, hapsetme eylemiyle birlikte yeni bir kurumun ortaya çıktığı
görülmektedir. Bu kurum da hapishane(ler)dir. Bernauer’e göre, ceza teorilerinin
tartışıldığı bir ortamda disiplinci bir iktidarın hüküm sürmesi, hapishanelerin doğuşuna
zemin hazırlamıştır (Bernauer 2005: 233). Bununla birlikte, modern bir kapatılma
kurumu olan hapishane çok hızlı bir şekilde gelişmiş, çok çeşitli modellerle geliştirilmiş
ve kapatma oldukça kapsamlı bir hal almıştır. Hapishane, Ortaçağdaki hücrelerden ve
hapishane benzeri kapatma yerlerinden çok farklıdır. Çünkü hücrelerde ve diğer
kapatma yerlerinde mahkum, cezası infaz edilinceye ya da fidyesi ödenip serbest
bırakılıncaya kadar kalırken, modern hapishanede mahkumun disipline edilmesi ve
ıslahı görülür. Foucault hapishanenin on dokuzuncu yüzyılın başında ortaya çıktığını
belirtir. Foucault, bu dönemde, artık yeni bir bilgi türünün ve buna bağlı olarak yeni bir
148
iktidar biçiminin ortaya çıktığını belirtir. Ortaçağda düzenlenmiş olan adalete devletin el
koyması biçimindeki bir soruşturma biçimine karşıt olarak, tamamen farklı türde yeni
bir bilgi, bireylerin yaşamları boyunca denetlenmesi yoluyla norm etrafında düzenlenen
bir gözetleme, inceleme bilgisi söz konusudur. Foucault bunun iktidarın temeli
olduğunu söyler. Örneğin soruşturmada olduğu gibi, gözlemenin büyük bilimlerine
değil, onun “insan bilimleri” diye adlandırdığı psikiyatriye, psikolojiye, sosyolojiye vs.
yer verecek bilgi-iktidar biçimidir (Foucault 2005b: 225). Bununla birlikte,
hapishanelerde iktidarın gizlenmediği, kendini maskelemediği, en küçük ayrıntılara
kadar vardırılmış bir zorbalık görülür.
Foucault süreç içerisinde değişim geçiren modern hapishane sisteminin geldiği son
nokta olarak Bentham’ın Panoptikon’unu gösterir. Ona göre, Bentham’ın düşü olan ve
bir kişinin herkesi gözetleyebileceği Panoptikon, özünde, burjuvazinin düşü ya da
düşlerinden biridir. Bununla birlikte burjuvazi bu düşü, belki Bentham’ın önerdiği
mimari yapı biçiminde olmasa da, gerçekleştirmiştir. Bentham’ın Panoptikon’u mimari
bir biçim olmakla birlikte, özellikle bir yönetim biçimi olarak ortaya çıkmaktadır.
Bentham’a göre, Panoptikon, “zihin için zihin üzerinde iktidar uygulama biçimidir.”
Foucault, Bentham’ın Panoptikon ile iktidarın uygulama biçimlerinin bir tanımını
verdiğini düşünmektedir (Foucault 2005b: 135; 2003: 86-7).
Öte yandan, Panoptikon’la birlikte soruşturmanın yerini, artık gözetleme ve inceleme
almıştır. Şimdi, temel özelliği bir şeyin olup olmadığını belirlemek değil; bireyin
gerektiği gibi davranıp davranmadığını, kurala uygun olup olmadığını, gelişme gösterip
göstermediğini belirlemek olan bir bilgi söz konusudur. Bu yeni bilginin etrafında
düzenlendiği sorular, “Bu oldu mu? Kim yaptı?” değildir. Bu yeni bilgi, artık,
mevcudiyet ya da mevcut olmama, varlık ya da yokluk terimleriyle düzenlenmez; norm
etrafında, normal olanla olmayan, doğru olanla olamayan, yapılması gerekenle
gerekmeyen terimleriyle düzenlenir (Foucault 2005b: 225).
Foucault, günümüzde, fabrika, hastane, hapishane gibi kurumların amacının, bireyleri
dışlamak değil, sabitleyerek sisteme dahil etmek olduğunu belirtir. Örneğin, fabrika
bireyleri dışlamamakta, onları bir üretim aygıtına bağlamaktadır. Okul ise, bireyleri,
149
kapatırken bile dışlamamakta, onları bir bilgi aktarım aygıtına bağlamaktadır. Hastane
(ve tımarhane), bireyleri dışlamamakta, onları bir ıslah aygıtına, bireyleri
normalleştirme aygıtına bağlamaktadır. Islahevi veya hapishane de bu tür bir yapıya
sahiptir. Foucault’ya göre, bu kurumların oluşturulmasının sonuçları bireylerin
dışlanması olsa da, ilk amaçları bireyleri bir normalleştirme aygıtına bağlamaktır.
Fabrika, okul, hapishane ya da hastaneler bireyi bir üretim sürecine, bir üretici
oluşturma ya da ıslah etme sürecine bağlayarak, belirli bir norm çerçevesinde üretimi ya
da üreticileri garanti eder (Foucault 2005b: 246). Bu şekilde, bireyleri toplumsal
çerçeveden dışlayan on sekizinci yüzyıl tecridinin karşısına, bireyleri üreticilerin üretim,
formasyon ya da ıslah aygıtlarına bağlama işlevi olan ve on dokuzuncu yüzyılda ortaya
çıkan tecrit konmaktadır. Burada, dışlama yoluyla bir içerme söz konusudur.
Foucault’ya göre, “panoptizm”, yaşadığımız toplumun belirgin özelliklerinden biridir.
Burada, kişisel ve sürekli bir gözetim biçimi vardır. Uygulanan denetim, cezalandırma,
ödüllendirme ve ıslah biçimi, yani bireylerin bazı kurallara göre dönüştürülmesi ve
şekillendirilmesi biçimi altında bireylere uygulanan bir iktidar biçimi söz konusudur
(Foucault 2005b: 237; 2003: 94-8).
Bu bağlamda, Foucault’ya göre, La Mettrie’nin makine-insan’ı hem ruhun maddeci bir
indirgenişi, hem de genel bir terbiye etme teorisiydi; bunların merkezinde,
çözümlenebilir bedene, yoğrulabilir bedeni ekleyen “itaatkarlık” kavramı hüküm sürer.
Foucault, tabi kılınabilen, kullanılabilen ve geliştirilebilen bir bedenin itaatkar bir beden
olduğuna dikkati çeker (Foucault 1992: 169). Foucault için disiplin, bedenin iktidarını
çözmektedir. O bedenin yeni iktidar mekanizmalarının hedefi haline gelirken, kendini
yeni bilgi biçimlerine sunduğunu göstermeye çalışır (Foucault 1992: 192). Disiplinlerin
hiyerarşik hale getirilmiş olan gözetimi içindeki iktidar, bir nesne gibi elde tutulmakta,
bir mülkiyet gibi aktarılmakta; bir makineler bütünü gibi de çalışmaktadır (Foucault
1992: 222). Foucault, disiplinin bireyi ürettiğini söyler. Disiplin, bireyleri kendine hem
nesne olarak, hem de icraatının aracı olarak veren iktidara özgü bir teknik olarak
görünür (Foucault 1992: 214). Öte yandan, disipline dayalı iktidarın başarısı, hiyerarşik
bir bakış, normalleştirici bir yaptırım, bunların birleşmesi ve bu birleşmenin hayat
bulmasıdır. Bu bağlamda Foucault, hiyerarşik gözlemevlerinin askeri bir kampa
benzediğini söyler. Disipline dayalı bir aygıt, tek bir bakışla her şeyi sürekli olarak
150
görmeye olanak verecektir. “Merkezi bir nokta aynı anda hem her şeyi aydınlatan
ışıkların kaynağı, hem de bilinmesi gereken her şeyin yoğunlaşma yeri olacaktır”
(Foucault 1992: 218). Yukarıda değinildiği üzere, Foucault’da hastane ve hapishane bir
ışık rejiminin parıltısında ortaya çıkmaktadır.
Foucault’ya göre gerçek ve bedensel disiplinler, biçimsel ve hukuki özgürlüklerin
temelini meydana getirmişlerdir. Burada sözleşme hukuk ile siyasal iktidarın ideal
temeli olarak düşünülmesine karşın, panopticon tarzı baskı altına almanın teknik
usulünü meydana getirmekteydi ve toplumun hukuki yapılarını derinlemesine işlemeye
ara vermeden devam etmekteydi. “Özgürlükleri keşfeden “Aydınlanma Çağı”,
disiplinleri de keşfetmiştir” diyor Foucault (Foucault 1992: 279).
Foucault için hapishanenin fabrikalara, okullara, kışlalara ve bunların hepsinin de
hapishaneye benzemesinde şaşılacak bir şey yoktur. (Foucault 1992:285) Bu bağlamda,
o, hapishane takımadasının, hapishanenin cezai adalet içinde, cezalandırma usullerini
ceza evi tekniği haline dönüştürmesini toplumsal bünyenin tümüne taşıdığını ifade eder.
Bu yeni iktidar ekonomisiyle birlikte, onun temel aleti olan hapishane sistemi bir
yasallık ve doğa, hüküm ve anayasa ile norm karışımı bağlamında yeni bir “yasa”
biçimini geçerli kılmaktadır (Foucault 1992: 389).
Öte yandan, Bernauer’e göre, hayatı yönetmeyi ve iyileştirmeyi hedefleyen biyosiyaset
projesi tam da (Atom) Bomba(sı)nın üretilmesiyle tamamlanmıştır33 (Bernauer 2005:
249).
33 Bernauer’in Foucault’ya atfen söyledikleri ile Adorno’nun Hegelci anlamda bir ilerleme düşüncesini eleştirirken söyledikleri arasında bir benzerlik vardır. Çünkü Adorno da, ilkelden uygar olana doğru bir ilerlemeyi reddederken, aslında, sapandan megaton bombalara doğru bir ilerlemenin olduğunu söylüyordu. Öte yandan Aydınlanma’nın geliştirdiği ilerleme düşüncesinin gerçekleşimi ile Foucault’nun dile getirdiği hayatın yönetilmesine ve iyileştirilmesine yönelik biyosiyaset anlayışı arasında da ortaklıklar vardır. Yani Foucault’nun, modern döneme ilişkin “olumlu” bakışının sonucunda, gelinen noktaya dair söyledikleri tam da bu dönemde yaşanan problemleri dile getiriyor. Olumlu bir bakışa sahip olunsa da izlenen politikaların getirdiği nokta, bir yandan denetim toplumuysa eğer, diğer yandan -Adorno’nun da dediği gibi- Hollocaust’tur.
151
III.2.1.3. İktidar İlişkilerinin İşleyiş Biçimi Üzerine
Tekelioğlu’na göre, Foucault, modern iktidar stratejisinin, titiz bir şekilde düzenlenmiş
disipliner bir strateji yoluyla beden üzerinde çalıştığını belirtir. İktidar, bireylerin
bedenlerine, etkinliklerine, davranışlarına ve gündelik davranış kalıplarına ulaşabilmek
için çeşitli normalleştirme tekniklerini kullanır. Burada çocuk bedenlerini karmaşık bir
manipülasyon ve şartlandırma sisteminin nesnesi yapmada okul disiplininin
başarısından söz edilebilir (Tekelioğlu: 147) Foucault, iktidarın olduğu her yerde iktidar
uygulandığını ve hiçkimsenin bu iktidarın sahibi olmadığını belirtir. İktidar, bir
tarafında birileri ve diğer tarafında başkaları olmak üzere, her zaman belirli bir yönde
uygulanmaktadır. Bu durumda kimin iktidara sahip olduğu bilinmemekte ancak kimin
sahip olmadığı bilinmektedir (Foucault 2005a: 35-6). Yani iktidarın bir merkezi yoktur;
iktidar merkezsizdir.
Bununla birlikte, Foucault’ya göre arzu, iktidar ve çıkar arasındaki ilişkiler
sanıldığından çok daha karmaşıktır. İktidarı uygulayanların onu uygulamaktan çıkarları
olanlar olması gerekmez. Hatta Foucault, iktidarı uygulamaktan çıkarı olanların iktidar
uygulamadığını, iktidar arzusunun iktidar ile çıkar arasında hâlâ tekilliğini koruyan bir
oyun oynadığını söyler (Foucault 2005a: 39). Örneğin faşizmde, iktidar kitleler üzerinde
ve onların zararına, ölümlerine, kurban edilmelerine, katledilmelerine varıncaya kadar
uygulanmasına karşın, kitleler bu iktidarın uygulanmasını arzular. Focault, arzu, iktidar
ve çıkar arasındaki bu oyunun henüz yeterince bilinmediğini iddia eder.
Bu bağlamda, Foucault, ele geçiren ve belirleyen tarihte, anlam ilişkilerinin değil,
iktidar ilişkilerinin hakim olduğunu söyler. Ona göre, tarihin “anlam”ı yoktur; ancak bu,
tarihin saçma ya da tutarsız olduğunu göstermez. Aksine, tarih anlaşılabilir bir şeydir ve
en küçük ayrıntılarına kadar analiz edilebilir; ancak bu analiz, mücadelelerin, strateji ve
taktiklerin anlaşılabilirliği doğrultusunda yapılmalıdır. Buradaki çatışmaların doğasına
ne çelişki mantığı olarak diyalektik ne de iletişim yapısı olarak göstergebilim açıklık
getirebilir (Foucault 2005a: 65). Bu çatışmalar ancak anlaşılabilirlik zemininde bir
152
araştırmayla açıklanabilir. Foucault bunu yapmaya çalıştığını vurgular. Jenkins ise,
tarihsel malzemelerin seçimine tarihçinin bakış açısının ve eğilimlerinin şekil verdiğini
ve bunlardan çıkartılacak anlamı da bizim kendi kişisel anlam yapılarımızın
belirlediğini ileri sürer. Ona göre, bildiğimiz anlamıyla bir geçmiş, her zaman
olumsaldır; kendi görüşlerimize, şimdimize bağlıdır. Bizler nasıl geçmişin ürünüysek,
bilinen geçmiş, yani tarih de bizim yapıntımızdır.34 “Geçmişi modern kavramlara
tercüme ederken ve belki de o zamana dek varolmayan bilgileri kullanırken, tarihçi hem
geçmiş hakkında unutulanları ortaya çıkartır hem de daha önce bir araya getirilmemiş
şeyleri bir araya getirir” (Jenkins 1997: 25). Öte yandan Jenkins’e göre, tarih, bir
söylem, bir dil oyunudur. Tarihteki ‘hakikat’ ve benzeri ifadeler ise, yorumlar açmanın,
düzenlemenin ve kapamanın araçlarıdır (Jenkins 1997: 44). Bununla birlikte, Jenkins,
bütün tarihin, geçmişte yaşamış olan insanların tarihi olmaktan çok, tarihçilerin
akıllarının tarihi olduğunu ileri sürer (Jenkins 1997: 59). Bu noktada, Munslow,
Foucault’da olayların tarihe hükmetmediğini tarihin olaylara hükmettiğini belirtir. Bu
da radikal bir kavrayıştır ve Foucault’nun geçmişe bir epistemik dayatma üzerine pratik
kavrayışını göstermektedir (Munslow 2000: 186). Bu bağlamda Foucault yapmak
istediği şeyin, sanata bağlı olacak bir şey ya da bir disiplin değil; daha çok, bir faaliyet
türü olarak tarihsel ve siyasal bir faaliyet olduğunu iddia eder. Ona göre tarih siyasete
sadece modeller ya da örnekler sağlayarak değil başka türlü de hizmet edebilir. Bununla
birlikte, tarihçinin ya da daha doğrusu arkeologun görevi davranıştaki, koşullanmadaki,
varoluş koşullarındaki, iktidar ilişkilerindeki, vs. temelleri, süreklilikleri keşfetmek
olduğu ölçüde siyasi faaliyet de tarihe hizmet edecektir. Foucault bu temellerin belirli
bir anda oluştuğunu başka temellerin yerine geçtiğini, başka üretimlerin altında
kaldığını, bedenimizin, varoluşumuzun parçası olarak gizli kaldıklarını belirtir
(Foucault 2005b: 276).
34 Jenkins tarihin kuram, kuramın ideolojik ve ideolojinin de maddi çıkarlar olduğunu söyler. “İdeoloji, toplumsal formasyonumuzda esas olarak bu amaçla kurulmuş kurumlarda -özellikle üniversitelerde- tarih yapmanın günlük pratikleri dahil, tarihin her köşe bucağına sızar” (Jenkins 1997: 31-2).
153
III.2.1.4. Foucault’nun Devlet ve İktidar İlişkisine Bakışı
Foucault, “modern devlet”i bireylerin üstünde, onların ne olduğunu hatta varlıklarını
görmezden gelerek gelişmiş bir şey olarak değil, aksine, bireylerin, bireyselliğe yeni
biçim verilmesi ve bir dizi çok spesifik örüntüye tabi kılınması koşuluyla dahil
edilebileceği çok gelişkin bir yapı olarak görür. Bu bakımdan, devleti modern bir
bireyselleştirme zemini ya da pastoral iktidarın yeni bir biçimi olarak görmek
mümkündür (Foucault 2005c: 66). Bu bağlamda Foucault, günümüzün siyasi, etik,
toplumsal ve felsefi sorununun, bireyi devletten ve devletin kurumlarından kurtarmaya
çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bir
bireyselleştirmeden kurtarmak olduğunu belirtir (Foucault 2005c: 68).
Aslında ceza hukukunda yapılan reform, Foucault’ya göre, cezalandıran iktidarı daha
sistematik, daha etkili, daha kalıcı hale getirmek için hazırlanmış bir stratejidir. Keskin,
cezanın müdahale amacının artık suçun hakikatini ortaya çıkarmak değil, itaatkar,
kurallara, düzene ve kendini kuşatan otoriteye boyun eğmiş ve bu otoriteyi
içselleştirmiş bir birey yaratmak olduğunu ifade eder. Olumsuz ve sınırlayıcı olan eski
iktidar biçimlerinin tersine, bu yeni iktidar biçimi olumlu, üretken ve yaşamın
desteklenmesine yönelik olduğu için, Foucault buradaki yeni iktidar teknikleri ve
mekanizmalarına bio-iktidar adını vermektedir. Böylece, son üç yüzyıl içindeki
uygulama modern çağın bireyini üreten bu disiplinci iktidarın itaat ettirme biçimi olarak
karşımıza çıkar Bu nedenle modern insan kavramını anlamak, iktidarın mikrofiziğini
anlamayı gerektirir. Foucault için insan, bu yeni iktidar biçiminin cezalandırılanlar,
denetlenenler, ıslah edilenler, deliler, çocuklar, hastalar, işçiler üzerindeki işleyişinin bir
ürününden ibarettir (Keskin 1996: 119-21). Öte yandan bio-iktidar, kapitalizmin
bedenin üretim sürecine denetimli bir şekilde girmesini ve nüfusun ekonomik süreçlere
uygun kılınmasını gerektirdiği için, kapitalizmin gelişmesinde vazgeçilmez bir
unsurdur.
Foucault’ya göre, bio-iktidarın gelişmesinin bir başka sonucu, norm oyununun,
hukuksal yasa sisteminin zararına kazandığı önemdir. Buna göre, yasa, silahsız kalamaz
ve en uygun silahı, ölümdür; kendisine karşı çıkanlara, en azından son aşamada bu
154
mutlak tehditle karşılık verir. Yasa, sürekli kutsal adalet ile birlikte düşünülür. Ancak,
yaşam sorumluluğunu yüklenmiş olan bir iktidar, her zaman, düzenleyici ve düzeltici
mekanizmalara ihtiyaç duyacaktır. Burada, egemenlik alanında, ölümü öne sürmek
değil, değer ve yararlılık alanında yaşam dağıtmak söz konusudur. Foucault, yasanın
gitgide daha fazla bir norm biçiminde işlediğini ve adalet kurumunun işlevlerinin
özellikle düzenleyici olan tıbbi, yönetimsel, vs. bir aygıtlar evreniyle gittikçe daha çok
bütünleştiğini belirtmek istediğini söyler. Buna göre normalleştirici bir toplum, yaşamı
merkez alan bir iktidar teknolojisinin tarihsel sonudur (Foucault 1993a: 147-8).
İktidar ilişkileri ilkin, devlet, kendi aygıtlarının sahip olduğu mutlak güce rağmen,
bütün fiili iktidar ilişkileri alanını işgal edebilecek güçten yoksun olduğu için; ikinci
olarak, devlet ancak başka, yani zaten var olan iktidar ilişkileri temelinde işleyebildiği
için, devletin sınırlarını aşar.
Devlet, bedeni, cinselliği, aileyi, akrabalığı, bilgiyi, teknolojiyi, vb. kuşatan bir dizi iktidar ağı karşısında üstyapısal konumdadır ve bu iktidar ağları, özünde belli büyük yasaklama işlevleri etrafında yapılanan bir “meta-iktidar”la koşullandıran-koşullanan ilişkisi içinde yer alır. Ama, yasaklar getiren bu meta-iktidar, ancak büyük negatif iktidar biçimlerinin zorunlu temelini sağlayan çok çeşitli ve belirsiz iktidar ilişkilerinde kök saldığı ölçüde yerleşebilir ve kendine sağlam bir zemin bulabilir (Foucault 2005a: 73).
Foucault için devlet kendi işlerliğini olanaklı kılan çok sayıda iktidar ilişkisinin
kodlanmasından meydana gelir; devrim ise aynı ilişkilerin değişik türde bir kodlanması
olarak görünür. Bu ise, iktidar ilişkilerinin yeniden kodlanabilme sayısı kadar devrim
türü olduğunu ve devletin işleyişine temel oluşturan iktidar ilişkilerini özünde olduğu
gibi bırakan devrimlerin de düşünülebileceği demektir.
Foucault, düzenli ve meşru iktidar biçimlerini merkezlerinde, genel mekanizmaları ya
da toplu etkileri olabilecek şeyler bakımından analiz etmek değil; aksine iktidarı
aşırılıklarında, uç çizgilerinde, kılcallaştığı yerde kavramak gerektiğini belirtir. Başka
bir ifadeyle, bu, iktidarı gitgide daha az hukuksal olan uç noktalarında kavramaktır.
Bununla birlikte, iktidarı kütlesel ve homojen bir tahakküm fenomeni olarak, bir
bireyin, bir grubun veya bir sınıfın başkaları üstündeki tahakkümü olarak görmemek de
gerekir (Foucault 2005a: 105-6). Biosiyasetle bağlantılı olarak kavranması gereken
155
yönetme ve yönetimsellik ile nüfus ve sağlık sorunları örtüşmekte ve devletin rasyonel
teknik ya da araçlarının gelişimine olanak sağlamaktaydı. Bununla birlikte, hastanede
bireyselleşmiş bedeni gözetleyen yapı, nüfusun bütünsel sağlığına dönük pratikleri de
inşa eder (Işık 2004: 82).
Öte yandan iktidar ilişkileri, devlet aygıtlarının bireyler üzerinde uygulandığı, ama aynı
zamanda aile babasının karısı ve çocukları üzerinde uyguladığı ilişkilerdir; ayrıca
doktorun uyguladığı iktidar, eşraftan kişilerin uyguladığı iktidar, patronun fabrikasında
işçileri üzerinde uyguladığı iktidardır. Dolayısıyla burada toplumsal bir sınıfın bir diğeri
üzerindeki, bir grubun bir diğeri üzerindeki tahakkümünü bütün olarak olanaklı kılan
iktidar ilişkileri iç içe geçmiştir (Foucault 2003: 162).
Foucault, modern devletin, bilinenin aksine, bireylere yönelik dikkatinin şaşırtıcı
olduğunu dile getirir. Burada, birey hiçbir biçimde iktidardan, gözetimden, denetimden,
uysallaştırmadan, ıslahtan, yola getirmeden kaçmasın diye birçok teknik yerleştirilmiş
ve geliştirilmiştir.
“Bütün büyük disipline edici makineler -kışlalar, okullar, atölyeler ve hapishaneler- bireyi kuşatmayı, kim olduğunu, ne yaptığını, onunla ne yapabileceğini, onu nereye yerleştirmek gerektiğini bilmeyi sağlayan makinelerdir. İnsan bilimleri de bireylerin kim olduklarını, kimin normal olduğunu kimin olmadığını, kimin aklı başında olduğunu kimin olmadığını, kimin neye yeteneği olduğunu ve ne yapabileceğini, bireylerin öngörülebilir davranışlarının neler olduğunu, hangi davranışların ortadan kaldırılması gerektiğini tanımayı sağlayan bilgilerdir” (Foucault 2005a: 213-4).
On sekizinci yüzyıl boyunca ekonomik bir rasyonelleştirmeyle birlikte siyasi
tekniklerin, iktidar tekniklerinin ve tahakküm tekniklerinin rasyonelleştirilmesi de
gerçekleşmiştir. Çok sıkı düğümlü, sürekli ve hiyerarşik gözetleme sistemleri olarak
disiplin, “siyasi teknolojinin büyük ve önemli bir keşfi”dir (Foucault 2005a: 173). Bu
bağlamda, Foucault, Batı’nın tarihinde, aşırı derecede rasyonel tahakküm sistemleri icat
edilmiş olduğunu söyler. Okulda, orduda, fabrikada bu aşırı rasyonel tahakküm
sistemlerine dayalı bir disiplin hüküm sürmektedir. Disiplinin hedefi bedeni daha fazla
uysallaştıran süreçler sayesinde bedenden en yüksek verimi almaktır. Burada iktidar
tarafından gerçekleştirilen bedenin siyasi anatomisi, bedeni daha da itaatkarlaştırarak
156
onun gücünü artırmaya, onu daha faydalı kılmaya, fakat aynı zamanda, onun siyasi
gücünü azaltmaya çalışmaktadır (Bernauer 2005: 232). Bununla birlikte “kanlı
tahakküm kipiyle sömürgecilik, iyice düşünülmüş, kesinlikle istenmiş, bilinçli ve
rasyonel bir tekniktir. Aklın iktidarı kanlı bir iktidardır” (Foucault 2005a: 176). Bu
bağlamda, Almanca’daki Vernunft’un Fransızca’daki “akıl”dan daha geniş bir anlamı
olduğunu söyleyen Foucault Almanca’daki akıl kavramının etik bir boyutu olduğunu
Fransızca’da ise akla araçsal, teknolojik bir boyut verildiğini vurgular. Dolayısıyla
Fransızca’da işkence akıl demektir. Ancak Almanca’da işkence’nin akıl olamayacağı
anlaşılır bir şeydir Foucault için (Foucault 2005a: 177).
Foucault’ya göre, kapitalist sistem suçluluğa karşı savaşma iddiasındadır. Hapishane
tarafından yaratılan suçlu manipüle edilebilir ve sürekli olarak ekonomik ve siyasi bir
baskıya maruz kaldığı için ona her zaman şantaj yapılabilir olduğundan sistem için
yararlıdır. Foucault, suça eğilimlilerin fahişeliği örgütlemek için en kolay
kullanılabilecek kişiler olduğunu söyler. Onlar, bu şekilde, pezevenk ya da ne olduğu
belli olmayan faşist siyasetçilerin maşaları olurlar (Foucault 2005a: 174).
Öte yandan Foucault, egemen “hakikat rejimi”nin, hakikatin döngüsel olarak bağlı
olduğu iktidar ilişkilerinin daima bir bilgi alanı oluşturduğunu, bu bilginin de iktidarın
işleyişini mümkün kıldığını dile getirerek, bilgi ve iktidar arasındaki temel bağlantının
izini sürmektedir. Ona göre, bir güç ilişkileri çokluğu olan iktidar her toplumsal ilişkide
üretilir ve her yerde vardır. Foucault, devlet aygıtının, yasaların ya da diğer hegemonik
biçimlerin, iktidarı tanımlayan stratejilerin kristalize olarak aldığı biçimlerden
oluştuğuna dikkati çeker. Bu bağlamda, iktidar ancak işlediği zaman varolduğu için,
onun işleyişinin analizini yapmak, hangi durumlarda egemenlik biçimlerine
büründüğünü saptamak gerekir (Foucault 2004b: 10-11). Foucault denetleme
iktidarlarının çoğalarak gizlendiği disiplinli bir toplumdan söz eder (Blanchot 2005: 85).
Foucault’ya göre, bedenin siyasal olarak kuşatılması ve iktidarın mikrofiziğinin
çözümlenmesi, şiddet-ideoloji zıtlığından, bilgi modelinden ve öznenin önceliğinden
vazgeçilmesini gerektirir (Foucault 1992: 34).
157
III.2.2. Bir Bio-İktidar Biçimi Olarak Pastoral İktidar Üzerine
Foucault’ya göre, on sekizinci yüzyılın sonunda, toplum insanları dışlamak yerine
herkesin yerinin belirlendiği, gece gündüz gözetlendiği, kendi kimliğine sıkı sıkıya
bağlandığı bir sistemin içine dahil eden bir iktidar biçimi inşa etmiştir (Foucault 2005a:
183). Foucault’ya göre, on sekizinci yüzyıldan itibaren, kapitalist ve sanayi toplumları
kadar onlara eşlik eden ve onları destekleyen modern devlet biçimleri de, paradoksal bir
biçimde, dinsel pastoralliğin uygulamaya koyduğu birleştirici yöntemlere,
mekanizmalara, özellikle prosedürlere ihtiyaç duymuşlardır (Foucault 2005a: 213).
Foucault Ortaçağdan beri Batı’da var olan, tam olarak ne siyasi, hukuksal ve ekonomik
bir iktidar biçimi olan ne de bir etnik tahakküm iktidarı olan; ama buna rağmen
toplumlarımızın yapılanmasında büyük etkilere sahip bir iktidarı hedefleyen
mücadelelerden söz ettiğini söyler. Buradaki iktidar insanların varlığını ayrıntılarıyla ve
doğumlarından ölümlerine kadar gelişimleri içinde üstlenmek isteyen ve bunu, onları
belli bir biçimde davranmaya, dua etmeye zorlamak için yapan dinsel kökenli bir
iktidardır (Foucault 2005a: 211). Foucault buna “pastoral iktidar” der. Pastoral iktidar,
çobanın sürüsü üzerinde uyguladığı iktidardır ve bu iktidar türü Hıristiyanlıkta ortaya
çıkar. Hıristiyanlıkta, kilisenin kuruluşu ve toprak temelli hiyerarşik bir örgütlenmeyle
ve ahireti, günahı, selameti, liyakat düzenini içeren inançlar, papazın rolünün tanımıyla
birlikte Hıristiyanların bir sürü oluşturduğu düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bu sürünün
üzerinde de özel bir statüden yararlanan belli insanların pastoral yükümlülükler
uygulama hakkı ve görevi bulunmaktadır.
Pastoral iktidar, esas olarak bir toprakla ilgili olmadığından, alışılmış siyasi iktidara
karşıt olduğu söylenebilir. Pastoral iktidarda, çoban, bir toprak üzerinde değil, çok
sayıda birey üzerinde hüküm sürer ve koyunlara, öküzlere ve başka hayvanlara egemen
olur ve yer değiştiren bir sürü üzerinde hüküm sürer. Çobanı niteleyen şey işte bu yer
değiştiren bir çokluk üzerinde hüküm sürmesidir. Pastoral iktidarın temel işlevi, bir
toprakla ilgili olmadığından zafer sağlamak değildir. Bu iktidarın esas belirtisi fetih
veya savaştan getirilebilecek zenginlik ya da köle miktarı değildir. Dolayısıyla, pastoral
iktidarın temel işlevi düşmanlara kötülük yapmak değil, göz kulak olduklarına iyilik
158
yapmaktır. Esas itibariyle, boyun eğdirdikleri üzerindeki zaferiyle kendini gösteren
geleneksel iktidardan farklı olan pastoral iktidar hem bireylerin hem de grubun geçimini
sağlayan bir iktidardır. Bu muzaffer değil, yardımsever bir iktidardır (Foucault 2005a:
226-7). Sonuç olarak, pastoral iktidarın bireyci bir iktidar olduğu söylenebilir.
Foucault, Batı toplumlarında, kapitalizmle birlikte, bireylerin davranışlarını, tavırlarını,
bir şey yapma tarzlarını, bulundukları yerleri, meskenleri, yeteneklerini sorumluluğu
altına alacak, gözetleyecek, denetleyecek bir dizi prosedürün, bir dizi tekniğin
geliştiğinin görüldüğünü, ancak bu mekanizmaların temel görevinin yasaklamak
olmadığını söyler. Foucault, bu mekanizmaların özünde yasaklayıcı bir mekanizma
değil, tersine, üretim, yaygınlaştırma, çoğaltma mekanizmaları olduğunu belirtir. Bu
bağlamda Foucault, Batı’nın cinselliği dışlamadığını, cinsellikten yola çıkarak
bireyselliğin oluşumunun, öznelliğin, kısacası, bizim davranış tarzımızın, kendimizin
bilincine varışımızın sorun edildiği tüm bir karmaşık dispositifi düzenlediğini iddia
eder. Yani Batı’da, insanlar, bazı prosedürler sayesinde bireyselleşirler ve böylece
cinsellik, bireyin kendi dışına attığı bir unsurundan çok, insanların öznellik biçimi
altında kimlikleriyle oluşturmaya zorlandıkları bağı kurar (Foucault 2005a: 236).
Foucault, iktidarın, her şeyi açıklayacak şey olduğunu asla iddia etmediğini belirtir. O,
sorununun ekonomiye dayalı bir açıklamanın yerine iktidara dayalı bir açıklamayı
koymak olmadığını, aksine, iktidar konusunda yapmış olduğu farklı analizleri, bir
anlamda hâlâ karanlık olarak gördüğü empirik yanlarını ellerinden almadan koordine
etmeyi, sistemleştirmeyi denemek olduğunu söyler.
“On altıncı yüzyıldan itibaren bilginin biçim ve içeriklerinin gelişiminin insanlık için en önemli özgürlük güvencelerinden biri olduğu her zaman kabul edilmişti. Bu, tüm dünyada evrenselleşmiş uygarlığımızın büyük ölçütlerinden biridir. Oysa, büyük bilgi sistemlerinin aynı zamanda kölelik ve tahakküm etkileri ve işlevleri olduğu Frankfurt Okulu tarafından önceden saptanmış bir olgudur. Bu da bilginin gelişiminin bir özgürlük güvencesi oluşturduğu şeklindeki ölçütü tamamen yeniden gözden geçirmeye yol açar” (Foucault 2005a: 311).
Foucault, burjuvazinin kapatılma işlevini terk etmediğini, başka araçlarla aynı etkileri
elde etmeyi başardığını belirtir. Örneğin, işçinin borçlandırılması, taksitli satış, tasarruf
sandıkları sistemi, emekli sandıkları ve yardım sandıkları, işçi siteleri kurulması
159
şeklinde işçi sınıfını daha esnek, daha zekice, daha incelikli denetlemenin ve
kapatmanın farklı biçimleri keşfedilmişti (Foucault 2005b: 139).
Foucault’ya göre, Batı felsefesi, iki veya üç yüzyıl önce, açık veya örtük şekilde, özneyi
temel olarak, tüm bilginin merkez çekirdeği olarak, özgürlüğün kendini gösterdiği ve
kendine çıkış noktası olarak aldığı, hakikatin ortaya çıktığı şey olarak ileri sürmekteydi.
Foucault, psikanalizin, öznenin bu mutlak konumunu ısrarlı bir şekilde sorguladığını
belirtir. Ancak, ona göre, eğer psikanaliz bunu, bilgi teorisi diye adlandırılabilecek bir
alanda, epistemolojinin alanında, bilim tarihi alanında veya dahası fikir tarihi alanında
yapmışsa, özne teorisi “hâlâ çok felsefi, çok Descartesçı ve Kantçı” kalmıştır (Foucault
2005b: 165-6). Bu bağlamda, Foucault, kendisini konumlandırdığı genellikler
düzeyinde Descartesçı fikirlerle Kantçı fikirler arasında ayrım yapmadığını söyler.
Foucault Hıristiyanlık’ın, bir Kilise şeklinde örgütlenmiş tek din olduğuna vurgu yapar.
Bu haliyle Hıristiyanlık, ilke olarak bazı bireylerin, dinsel vasıflarıyla, başkalarına
prens, yargıç, peygamber, falcı, hayırsever, eğitimci, vb. olarak değil papaz olarak
hizmet edebilmesini önerir. Siyasi iktidarın aksine bu iktidar biçimi selamete yöneliktir:
“Hükümranlık ilkesine zıt olarak kendini adayıcıdır, hukuksal iktidara zıt olarak
bireyselleştiricidir, yaşamla süreklilik taşır ve bireyin kendisi hakkındaki bir hakikat
üretimiyle bağlantılıdır” (Foucault 2005c: 65-6).
Foucault bugün, iktidarın etkisinin yaşam üzerine ve bu yaşam sürdükçe kurulduğunu,
ölümün bunun sınırı, iktidarın elinden kaçan uğrak, bu şekilde ölümün varoluşun en
gizli, en “özel” noktası olduğunu ifade eder. Bu bağlamda “intihar, yaşam üzerinde
etkisini gösteren iktidarın sınırlarının ve çizgilerinin ötesinde kişisel ve özel ölme
hakkını ortaya çıkarıyordu” (Foucault 1993a: 142-3).
“Yaşam ve ölüm” hakkı diye dile getirilen, “ öldürme ya da yaşamasına izin verme”
hakkının simgesinin kutsal adalet olduğunu söyleyen Foucault, iktidarın, bu bağlamda,
her şeyden önce bir “alma hakkı” olduğunu ifade eder. Ona göre, eşyalar, zaman,
bedenler ve yaşam üzerinde kullanılan bir alma hakkı söz konusuydu; ve bu hak,
yaşamı, ortadan kaldırmak için ele geçirme ayrıcalığıyla yücelmekteydi. Burada her
160
zaman, üretmeye, eğmek ya da yok etmek yerine, güçlendirmeye ve düzenlemeye
yönelik bir iktidar olma eğilimi söz konusudur (Foucault 1993a: 140).
Foucault, iktidara, bedene kadar yaklaşma hakkını verenin, ölümle tehditten çok, yaşam
sorumluluğunu yüklenmesi olduğunu belirtir. O, yaşam hareketleriyle tarihin
süreçlerinin birbirleriyle bağlaşmak için başvurdukları baskıların “bio-tarih” olarak
adlandırıldığında, yaşam ve yaşam mekanizmalarını açık hesaplar alanına sokan ve
bilme-iktidarını insan yaşamının dönüşümünün bir etkenine dönüştüren olaydan da bio-
siyaset diye söz etmenin gerekeceğini iddia eder (Foucault 1993a: 146-7).
Klasikçağ boyunca hızla okullar, kolejler, kışlalar, atölyeler gibi farklı disiplinlerin
geliştiğini ve aynı zamanda siyasal uygulamalar ve iktisadi gözlemler alanında
doğurganlık, uzun yaşama, kamu sağlığı, konut, göç sorunlarının belirdiğini söyleyen
Foucault’ya göre, böylece bir “bio-iktidar” dönemi başlamıştır. Foucault için, bio-
iktidar kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir öğesidir; çünkü o kapitalizmin,
bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının
ekonomik süreçlere göre ayarlanmasıyla oluştuğunu düşünür (Foucault 1993a: 144).
III.2.2.1. Pastoral İktidar Bağlamında İktidar ve Cinsellik Arasındaki İlişki
Üzerine
Pastoral iktidarın cinsellik bağlamında nasıl bir dönüşüm yarattığını araştıran Foucault,
on sekizinci yüzyılda cinsellikten gittikçe daha çok konuşulması için kurumsal bir
teşvik söz konusuyken on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın bir çoğaltma çağı olduğunu
iddia eder. Burada cinselliklerin dağılması, uyumsuz biçimlerinin güçlenmesi,
sapkınlıkların çoğul biçimde yerleşmesi söz konusudur (Foucault 1993a: 43). Artık,
hoşgörü düzeyi ya da baskı miktarından ziyade iktidarın biçimi önemlidir. Foucault,
iktidarın cezbederek göz-kulak olduğu tuhaflıkları çekip çıkardığı hazzı
sağlamlaştırdığını iddia eder. Burada, bir yanda sorgulayan, gözetleyen, izleyen,
karıştıran, yoklayan, gün ışığına çıkaran bir iktidarı kullanmanın hazzı; diğer yanda, bu
iktidardan kaçmak, “onu atlatmak” ya da kılığını değiştirmek zorunda olmanın
161
doğurduğu haz vardır. Bu hazzın kendini elde etmesine ses çıkarmayan iktidarın
karşısında, kendini gösterme, skandal yaratma ya da karşı koymanın verdiği hazla
kimliğini bulan iktidar bulunur (Foucault 1993a: 52). Foucault, ana babalar ve
çocukların, yetişkinler ve gençlerin, eğitmenler ve öğrencilerin, doktorlar ve hastaların,
sapkınlıklarıyla psikiyatristlerin, on dokuzuncu yüzyıldan bu yana hiç durmaksızın bu
oyunu sürdürdüklerini dile getirir. Bu, toplumun beden ve cinsellik üzerinde kurduğu
bir iktidar türüdür. Öte yandan, bu iktidar bir yasa biçimine sahip değildir ve yasağın
yol açtığı sonuçları doğurmaz. O, cinselliği dışlamamakta aksine kişileri tikelleştirme
kipi olarak bedenlere dahil etmektedir. Başından savmaya çalışmamakta, azami
doygunluk zeminleri oluşturmakta ve cinsel uyumsuzluğu üretmekte ve saptamaktadır.
Foucault modern toplumun bütünüyle sapkın olduğunu söyler. Bununla birlikte, ona
göre, haz ve iktidarın birbirine karşı olduğu da söylenemez. Onlar, karmaşık ve olumsal
uyarma ve kışkırtma mekanizmalarıyla birbirine bağlanarak birbirlerini izler,
birbirlerine karışır ve birbirlerini kışkırtırlar. Burada hiç olmadığı kadar çok iktidar
merkezi, açık ve uzun uzadıya bir dikkat, bundan fazla döngüsel ilişki ve bağ, hazların
güçlülüğü ile iktidarların inadının, daha sonra dağılmak üzere, içinde alevlendiği bu
denli odak varolmamıştır (Foucault 1993a: 54-6).
Bununla birlikte Foucault, dikkatle üzerinde durulması gerekenin, yeni bir ussallık eşiği
değil, on dokuzuncu yüzyılın bize miras bırakmış olduğu bu “gerçek ve cinsellik”
oyununun artarak oluşumu ve geçirdiği değişimler olduğunu söyler (Foucault 1993a:
62-3). Foucault’ya göre, cinselliğe ilişkin doğru söylemler üretmeyi amaçlayan bir
tertibat, günümüzde, yüz elli yıldır yerleşmiş durumdadır. Bir özne bilimi tasarısı,
cinsellik sorusunun çevresinde, gitgide daha yaklaşan çemberler halinde dönmeye
başlamıştır (Foucault 1993a: 77)
Foucault, gerçeğin itirafının35, iktidar yoluyla kişileştirme yöntemlerinin merkezine
yerleştiğini söyler. İtiraf, etkilerini, adalete, tıbba, eğitimbilime, aile ilişkilerine, aşk
ilişkilerine, en gündelik düzene ve en şatafatlı törenlere kadar yayar. Burada suçlar,
günahlar, düşünceler, istekler, hastalıklar ve dertler ana babaya, eğitmenlere, doktorlara,
sevilenlere itiraf edilir ve söylenecek en güç şeyi en kesin biçimiyle söylemeye çaba
35 İtiraf konusu özneleşme sorunu bağlamında tekrar ve daha geniş bir şekilde ele alınacaktır.
162
gösterilir (Foucault 1993a: 64-5). Foucault’da iktidar baskı altına almaktan çok, biçim
vermekte, şekillendirmektedir. Burada, susmak değil, insanların konuşması söz
konusudur. İktidar, saklı olanı açığa çıkarır ve disiplin altında tutar. İtiraf sürecinde
iktidar insanları konuşturarak iktidarını yeniden üretir (Akay 1995: 26).
Foucault, iktidar ilişkilerinde cinselliğin en sağır öğe olmadığını, en büyük araçsallığa
sahip öğelerden biri olduğunu belirtir. Ona göre cinsellik, bedenlerin uyarılmasının,
hazların yoğunlaştırılmasının, söyleme kışkırtmanın, bilgilerin oluşumunun, denetim ve
direnmelerin güçlenmesinin birkaç önemli bilme ve iktidar stratejisine göre birbirine
eklendiği geniş bir yüzey şebekesinden ibarettir. Buradaki cinsellik bağıntıları her
toplumda evlenmeyi, akrabalıkların sabitleşmesini ve gelişmesini, isimlerin ve malların
aktarımını sağlayan bir bağ tertibatı’na yol açar. On sekizinci yüzyıldan itibaren Batılı
modern devletler, bu tertibatla çakışan, ancak onu yok etmeden önemini azaltan bir
başka tertibat oluşturmuşlardır. Foucault buna cinsellik tertibatı der. Burada, bağ
tertibatı izin verilenle yasaklananı, öğütlenenle kural dışı olanı tanımlayan bir kurallar
sistemi çerçevesinde yapılanırken, cinsellik tertibatı, hareketli, çok biçimli ve
konjonktürel iktidar tekniklerine göre işlemektedir. Bağ tertibatı için statüleri
belirlenmiş eşler arasındaki bağ önemliyken, cinsellik tertibatı için bedenin duyumları,
hazların niteliği ve ne denli zayıf ve belli belirsiz olurlarsa olsunlar, izlenimlerin doğası
önemlidir. Bağ tertibatının, hukukla olan ayrıcalıklı bağı ayakta tutmakla yükümlü
olduğu bir toplumsal bünye dengesine göre düzenlenmiş olmasıdır. Bu nedenle, onun
için can alıcı nokta “üreme”dir. Bununla birlikte, cinsellik tertibatı kendini yeniden
üretmek değil, bollaştırmak, yenilemek, eklemek, icat etmek; bedenlere giderek daha
ayrıntılı biçimde sokulmak ve nüfusları gitgide daha bütünsel biçimde denetleyerek
varolur (Foucault 1993a: 111-3). Ancak, burada, cinsellik tertibatının bağ tertibatının
yerini aldığı söylenemez. Foucault bunun bir gün belki mümkün olabileceğini söyler.
Ona göre cinsellik tertibatı, tarihsel olarak, bağ tertibatından yola çıkarak ve onun
çevresinde yerleşmiştir. Bu bağlamda, Foucault ailenin rolüne değinir. Aile cinsellikle
bağı değiş tokuş eden kurumdur. Aile, hem yasa ve hukuksallığın boyutunu cinsellik
tertibatına ulaştırmakta hem de haz ekonomisiyle duyumların yoğunluğunu bağ
düzenine taşımaktadır. Ona göre, aile, cinsellik tertibatı içinde bir kristal olarak gerçekte
yansıttığı ve kırdığı bir cinselliği yayar. Dış etkilere ve dışa yansıtmaya açıklığı
163
nedeniyle aile, cinsellik tertibatı için en değerli taktik öğelerden birini oluşturur
(Foucault 1993a: 116). Foucault, bu noktada, burjuvazinin “kendiliğinden felsefesi”nin
sanıldığı gibi idealist ve hadım edici olmadığının altını çizer. Burjuvazinin ilk işinin bir
beden ve bir cinsellik edinmek, kendisine güç, ölümsüzlük ve bir cinsellik tertibatı
düzenleme yoluyla bu bedenin yüz yıllık çoğalmasını sağlamak olduğunu ifade eder
(Foucault 1993a: 130).
III.2.2.2. Cinsellik ve Psikanaliz İlişkisi Üzerine
Foucault, Klasikçağ’dan beri geliştiği şekliyle cinsellik tertibatının tarihinin,
psikanalizin arkeolojisi olarak değerlendirilebileceğini belirtir. Ona göre, psikanaliz,
cinselliğin bağ sistemine iliştirilme mekanizmasıdır (Foucault 1993a: 135).
Foucault, Freud’dan önce, cinselliğin cinsel organ ve onun üreme işlevleri ile sınırlı
tutulduğunu söyler. Oysa, cinsiyetin, iktidarın bedenlerin ve onların güçleri, enerjileri,
duyumları ve hazları üzerindeki etkileri çerçevesinde düzene soktuğu en spekülatif, en
ideal ve en içsel öğeleri olduğunu söyleyen Foucault’ya göre, cinsiyete evet demekle
iktidara hayır denmez. İktidar bağlamında bir cinselliğin etkilerinden kurtulmak ve
cinsellik tertibatına karşı-saldırıda bulunmak isteniyorsa eğer, dayanak noktası istek-
cinsiyet olarak ifade edilen şey değil, bedenler ve hazlar olmalıdır (Foucault 1993a:
160-1).
Foucault’ya göre Freud, deliliği dilsel bağlamıyla yeniden ele almakta ve pozitivizm
tarafından sessiz kılınmış bir deneyin esas unsurlarından birini yeniden
oluşturmaktaydı. O tıbbi düşüncenin içinde akıl bozukluğuyla bir diyaloğun
olabileceğini düşünmekteydi (Foucault 1995: 464). Foucault psikanalizde söz konusu
olan şeyin psikolojinin modern dünyada maskeleme görevine sahip olduğu bir akıl
bozukluğu deneyi olduğunu söyler.
Hutton Foucault’nun çalışmasının, Freud’un dile getirilmeyen varlığıyla yüklü
olduğunu ve özellikle “akıl”a yaklaşım yöntemlerinin taban tabana zıt olması
164
bakımından, Foucault’nun yazarlığının Freud’a bir yanıt gibi yorumlanabileceğini ileri
sürer. Freud, ruhsal yapının işleyişini araştıran bir yöntem sunarken Foucault bu
yöntemin yüzyıllardan beri zihni dışsal olarak biçimlendiren çok eskilere dayalı bir öz-
biçimlendirme tekniği olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır (Hutton 1999: 103).
Öte yandan Foucault bir kan toplumundan söz eder. Buna göre kan toplumu ile iktidar
arasında bir bağ vardır. Ona göre kan, uzun süre, iktidarın mekanizmaları, dışavurumları
ve törenleri için önemli bir öğe olarak kalmıştır. Kan toplumumda iktidar, savaşın onuru
ve salgın korkusu, ölümün zaferi, kılıcıyla hükümdar, cellatlar ve işkenceler
çerçevesinde kan aracılığıyla konuşur. Burada kan, “simgesel işlevli bir gerçekliktir”
(Foucault 1993a: 151). Ancak Foucault şu an bir cinsellik toplumundan söz etmek
gerektiğini belirtir. Burada, iktidar mekanizmaları bedene, yaşama, yaşamı çoğaltana,
insan türünü, bu türün gücü ve egemen olma yeteneğini ya da yararlanılır olma
yeteneğini güçlendirene seslenir. Sağlık konusundaki gelişmelerle cinsellik üzerine bir
konuşma oluşur. Cinsellik bir gösterge değil, “nesne ve hedeftir” ve normun, bilmenin,
yaşamın, duyunun, disiplinlerin ve düzenlemelerin yanındadır. İktidar cinselliği ortaya
çıkarır, şekillendirir. Görüldüğü üzere yasanın, ölümün, karşı çıkmanın, simgeselin ve
hükümdarlığın yanında olan bir şey varsa o da kandır (Foucault 1993a: 152).
Foucault’ya göre cinsellik tertibatı, çağdaş olan iktidar tekniklerinden yola çıkılarak ele
alınmalıdır.
Öte yandan Foucault, ıslah edici cezalandırma aygıtında cezanın uygulanma noktasının
temsil değil, beden, zaman, gündelik hareketler ve faaliyetler ve aynı zamanda ruh
olduğunu dile getirmektedir. Oluşturulmak istenilen şey de, toplumsal antlaşmanın
genel ilgi alanının içine alınmış olan hukuk öznesinden ziyade, boyun eğen,
alışkanlıklara, kurallara, emirlere, etrafında ve üzerinde inşa edilen ve kendinde
otomatik olarak işlemesine izin vermek zorunda olduğu bir otoriteye tabi kılınmış olan
bireydir, öznedir (Foucault 1992: 160-1).
165
III.2.3. Foucault’nun İktidar Görüşüne Getirilen Eleştirilerinin İncelenmesi
Sarup, Poulantzas’ın Foucault eleştirilerine değinir. Buna göre, Foucault modern
devlette varolan disipliner tekniklerin önemi üstünde gereksiz yere fazlasıyla
oyalanmaktadır. Bu nedenle de genel olarak şiddet, yasal baskı ve genel yasanın
süregelen önemini ihmal etmektedir. Poulantzas ise yasa ve devletin olumsuz ve olumlu
değerlerin her biriyle eşit derecede nitelendiğini ileri sürmekte ve yasanın yalnızca
bastırmayı organize etmek anlamına gelmediğini, aynı zamanda yeniden üretim için de
temel olduğunu dile getirmektedir. Ayrıca, devlet yalnızca bastırmada ve polis
ölçütlerinde kendini göstermekle kalmaz, toplumsal ilişkilerin oluşumu ve kitlenin
desteğini kazanma sürecinde de bir hayli etkindir. Poulantzas, Foucault’nun yalnızca
yasanın baskıcı ve yasaklayıcı, iktidarın, yani devletin ise olumlu ve üretken yanıyla
ilgilenmekte olduğunu, bu yüzden de, disipliner normalleştirme içerisinde kazanılan
içselleşmiş baskıya vurgu yaptığını iddia etmektedir. Ona göre, Foucault, disipliner ağı
ve ideolojik düzenekleri sağlamlaştırmada dolaysız bir rol oynayan baskı konusunun ve
bunun yanı sıra devletin etkinliklerinde yer alan şiddet konusunun devam eden önemini
gözardı etmektedir (Sarup 1995: 104). Oysa Foucault hem devlete ilişkin konuşurken
hem de kan toplumundan, faşizmden söz ederken bu noktaları ele almakta ve şiddet
konusunu göz ardı etmemektedir. Ancak Foucault, dikkatleri başka tarafa, iktidar
ilişkilerine çekmektedir. Bu ilişkiler de sadece şiddete dayalı bir ilişki bağlamında
kurulmuyor. Bunun tersine burada bireylerin üretilmesi söz konusudur. İktidar,
üzerinden kendisini meşrulaştırdığı insanları yok etmektense onları üretmeyi seçer.
Foucault, ayrıca, baskının her dönemde var olduğunu söyler. Ancak hep baskı ve şiddet
perspektifinden bakarak iktidar anlaşılamaz. Aksi takdirde faşizmin ve benzer yapıların
kabul görmesini anlamak mümkün olmaz; yani sırf şiddet ve terör perspektifinden bunu
anlamak mümkün değildir. Bu nedenle -ve başka birçok nedenden dolayı- Foucault’nun
söyledikleri önemlidir.
Öte yandan, Braidotti bu dünyanın erkek için ve erkeğe dayalı bir dünya olduğuna
dikkat çekmektedir. Ona göre bütün felsefe tarihi miras aldığımız erkeklik, erillik ve
yiğitlik kipine yaslanır. Bradotti Foucault’nun felsefi söylemin büyük ölçüde cinsel
roller doğrultusunda belirlendiğini ortaya koyan erkek bir filozof olduğunu söyler. O,
166
evrensel olması bir yana, felsefenin özünde eril cinselliğinin öncelliğini toplumsal ve
siyasal iktidarın beşiği sayan özgül cinsiyet öncüllerinde temellendiğini belirtir.
“Foucault’nun son çalışmalarında fallus merkezli söylem, özgül bir siyasal ve libidonal
ekonomidir. Bu anlamda Foucault, cinslerin belirgin rollerini dişilliğin zararına tayin
eden ve işleten bir kimsedir” (Sarup 1995: 109). Bu konuda çok şey söylemeye gerek
yok. Çünkü dikkatli bir okumayla bu tür bir vurgunun olmadığı görülebilir. Foucault’da
böyle bir malzeme bulmak için biraz “art niyetli” olmak gerekiyor. Çünkü o cinsiyete
vurgu yapmak bir yana cinsiyetçi tavırlara karşı cephe alır. Foucault, daha çok,
cinsellikle ilgilenir; bu bağlamda da cinsellik ve iktidar ilişkisi üzerinde durur.
Öte yandan Deveci, iktidar ilişkileriyle siyasal iktidar arasındaki bağların ve kopma
noktalarının yalnızca söylemsel ya da pratiklere ilişkin bir sorunsal olduğunun
söylenemeyeceğini belirtir. “Çünkü iktidar ilişkilerinin siyasallaşması süreci aynı
zamanda meşruiyet ilkesiyle, hukuk sistemiyle ve özellikle söylemsel boyuta
indirgenemeyecek olgular olan şiddetin tekeli ve teritoryalite ile de ilintilidir. Modern
devletlerin bu dört özelliğinin hepsi Foucault’nun iktidar analizinde ya göz ardı
edilmekte ya da iktidar ilişkilerine indirgenmektedir” (Deveci 1999: 37). Deveci’ye
göre, Foucault meşruiyet sorununu bir boyun eğme mantığı içinde ele alır ve toplumsal
hatta kitlesel rızayı disiplin, cinsiyet ve yönetim zihniyeti gibi evcilleştirici
teknolojilerle açıklamaya yönelir. Ancak Deveci modern toplumlardaki yaygın rızayı
açıklamada bu teknolojilerin yetersiz kaldığını ve bir yasanın yalnızca legal normları
değil aynı zamanda rızaya temel oluşturan moral normları da barındırdığını görmezden
geldiğini söyler. Ona göre, özellikle ceza hukukunun toplumda genel kabul gördüğü
varsayılan moral normlar legal norma taşınarak oluşturulur. Öte yandan, Deveci,
Foucault’nun norm olgusunu doğrudan normalizasyona kaçınılmaz olarak da iktidara
bağladığı için, bu tür taşımaların meşruluğunu tartışmadığını, çünkü ona göre egemenlik
gibi meşruiyetin de siyasal kuramın bir kurgusu olduğunu iddia eder. Deveci, siyasal
iktidarın ayrışmasının olgusal bir durum değil, meşruiyete ilişkin en önemli ilke
olduğunun görülmesi gerektiğini düşünür. Deveci’ye göre, genel olarak iktidar
ilişkilerinin hep değişken doğası birlikte yaşamayı olanaksız hale getirebilir; ya da
kurulu hakimiyet ilişkileri tahammül edilmez yoğunluklara ulaşabilir. Böylece, bu gibi
durumlarda, ayrışmış bir siyasal iktidarın süregiden iktidar ilişkilerine müdahalesi belki
167
de toplumun çok büyük bir kesimi tarafından tamamıyla meşru görülecektir. Ancak,
Deveci asimetrik ve keyfi yollardan genelde iktidar ilişkilerinin dinamiğine sürekli
maruz kalan bir siyasal iktidarın bu istikrarsızlığı uzun süre barındıramayacağının,
meşruiyetini yitireceğinin açık olduğunu söyler. Ona göre, ister yapısal etkilerden
kaynaklansın, ister tesadüflerden olsun belli kümelerin sürekli dışlanması bu kümeler
için siyasal iktidarı genelde iktidar ilişkilerinin bir parçası olarak görmesine yol açabilir.
O, Foucault’da görülemeyen şeyin belki de modern hukuk geleneğinin zaman içinde bu
türden karışma olasılıklarına karşı pek çok kurumsal ve yasal mekanizma geliştirmiş
olması olduğunu ifade eder (Deveci 1999: 38). Deveci devamla şöyle der:
“Öyleyse, modern siyasal iktidar kopma sürecinin yanı sıra kendisi sınırı geçerek, genelde iktidar ilişkilerine müdahale edebilecek ve stratejik bir tavırla kendinden uzaklaşan kümeleri kendine yaklaştırmaya, kendine çok yaklaşan kümeleri ise, az da olsa sınırın uzağına ittirmeye yönelik kararlar almak ve siyasalar uygulamak zorundadır. Aslında, siyasal faaliyet dediğimiz devingenlik Foucault’nun genelde iktidar ilişkilerinin çoğulluğunda dağılmış olduğunu ileri sürdüğü eylemlerden farklı olarak, bu sınır üzerinde, sınır arkasında, sınır önünde yürütülen faaliyetlerdir. Egemenlik bir meşruiyet kaynağı olmaktan çıkmış olabilir ama günümüzde modern devletlerin meşruluğu kopma ilkesinde, ama aynı zamanda genel iktidar ilişkilerine müdahale kapasitesinde de aranabilir” (Deveci 1999: 39).
Foucault, norm toplumunu yasanın iktidarının gerilemekte değil, çok daha genel bir
iktidara dahil olmakta olduğu bir toplum türü olarak görür. Bu toplum, çok daha başka
gözetleme ve kontrol sistemi gerektirmektedir. Burada, bitip tükenmeyen bir
görünürlük, bireylerin sürekli sınıflandırılması, hiyerarşikleştirme, nitelendirme,
sınırların oluşturulması, teşhis koyma söz konusudur. Norm, bireyleri bölümlere
ayırmanın ölçütü halini almaktadır. Öte yandan, oluşmakta olan toplum bir norm
toplumu olduğu anda, normalin ve patolojik olanın en üstün bilimi olan tıp, bilimlerin
kraliçesi olacaktır (Foucault 2003: 77-8). Bununla birlikte, Foucault’ya göre, iktidar
sorunu yalnızca yasama ya da Anayasa terimleriyle veya devlet ve devlet aygıtları
terimleriyle ortaya konulduğunda sorun önemini yitirir. O, iktidarın, yasalar bütününden
ya da bir devlet aygıtından daha farklı bir biçimde karmaşık, yoğun ve yaygın olduğunu
iddia eder (Foucault 2003: 98). Ona göre, iktidar mekanizmaları basit hukuksal, yasal
aygıttan çok daha geniştir ve iktidar çok daha fazla sayıdaki tahakküm prosedürleriyle
uygulanır (Foucault 2003: 161).
168
Öte yandan yetmişli yıllara kadar iktidardan hiç söz etmediğini söyleyenlere Foucault,
Deliliğin Tarihi’nde ya da Kliniğin Doğuşu’nda sözünü ettiği şeyin iktidar değilse ne
olduğunu sorarak itiraz eder. Bununla birlikte, iktidar sözcüğünü neredeyse hiç
kullanmadığının ve o zaman önünde kesinlikle böyle bir analiz alanı bulunmadığının
tamamen farkında olduğunu belirtir. Bunun da içinde bulunulan siyasi ortamla bağlantılı
bir eksiklik olduğunu söyler (Foucault 2005a: 66).
Bununla birlikte devlet bütün bir iktidar ilişkilerini kuşatan ve yönlendiren bir yapıya
sahiptir. Bu bağlamda Foucault siyasal iktidarı genelde iktidar ilişkilerine tabi kılmayı
istemez ve iktidar ilişkilerini siyasal iktidara tabi kılmaya karşı çıkar. Ancak Deveci,
modern siyasal iktidara vurgu yaparak iktidar ilişkilerini siyasal iktidara tabi kılmaya
çalışmaktadır. Oysa Foucault, iktidar sorununun iktidar ilişkileri terimleriyle
konulduğunda bireyler arasında, bir kalabalıkta, çok karmaşık bir ilişkiler ağında
“yönetimsellik” ilişkilerinin varlığı kabul edildiğinde, kelimenin dar anlamıyla iktidarın
-siyasi iktidar, ideolojik iktidar, vs.- büyük biçimleri ister istemez bu ilişki türleri içinde,
yani insanlar arasında oluşabilecek yönetim, yönlendirme ilişkileri içinde yer alır
demektedir. Çünkü Foucault için, bu türden ilişkiler yoksa başka türlü büyük siyasi
yapılanmalar da olmaz (Foucault 2005a: 324).
Foucault’ya göre, iktidar, bir kurumun işlevi değildir; tersine kurum, iktidarın bir işlevi
ya da bir sonucudur. Bu bağlamda, iktidar kurumlardan doğmaz, onlar aracılığıyla akar.
Kurum, sadece çeşitli iktidar ilişkilerinin bir toplanışı olarak görünür. Bu toplanış da,
iktidar ilişkilerinin kendileri istikrarsız olduğu ve kolaylıkla onları kontrol eden kuruma
karşı dönebildiğinden, istikrarsız bir toplanıştan ibarettir. Bununla birlikte, iktidar
ilişkileri tahakküm ilişkileri haline geldiği zaman, iktidar akışları engellenip
katılaştırılabilir. Bu tahakküm ilişkileri de, devlet gibi kurumların temelini oluşturur
(Newman 2006: 133). Foucault’ya göre haklar ve değerler belirsizdir. Onlar özünde
iktidarın tarafında ya da direnişin tarafında değildirler. Haklar mücadelede kullanılacak
silahlar olduğu için, onları yorumlamak bireylere kalmıştır (Newman 2006: 150).
Bununla birlikte, Davidson, hem bireyin kendi haklarını kullanmak suretiyle mutlak
iktidara sınırlar koyduğu, yüce olanın ve onun öznelerinin hukuksal modelinin hem de
169
alt ve üst yapıyı öne süren ve sonuç olarak ekonominin önceliğini ilke olarak ortaya
atan Marksist modelin, Foucault için, modern toplumlardaki iktidarın işleyişi hakkında
tam bir bilgi vermediğini ifade eder. Bu iki model de sürekli kölelik düzeyinde iktidarın
işlevini gözden kaçıran ya da kaçırtan iktidarın incelenmesi için bazı direktifler içerir.
Soykütüğü doğruluk sistemlerini ve iktidar biçimlerini birbirine bağlar (Davidson 1986:
226).
Son olarak Baudrillard’ın eleştirilerine değinmek gerekmektedir. Baudrillard’a göre,
Foucault, iktidarı tersine çevrilmesi olanaksız bir örgütlenme ilkesi olarak görür. İktidar
gerçeği üretirken, her zaman daha fazlasını üretmek zorundadır. Öte yandan iktidar
hiçbir yerde ortadan kaldırılamamaktadır. Bu da iktidarı uyulması gereken bir kurala
dönüştürmektedir; iktidar herhangi bir şeye indirgenemeyen son terimdir. Baudrillard
Foucault’nun böyle bir iktidar tuzağı sunduğunu söyler. Oysa, Baudrillard’a göre
Foucault iktidarın kesinlikle ortadan kaybolduğunu görmez (Baudrillard 1998: 54-5).
Öte yandan, Baudrillard, iktidardan bu kadar çok söz edilen yerde, iktidarın olmasının
mümkün olmadığını söyler (Baudrillard 1998: 78). Ona göre, iktidar bir simülakr’dır ve
göstergeler aracılığıyla dönüştürülebilir (Baudrillard 1998: 54-5). Aslında Baudrillard
burada kendini ele verir. Çünkü o böyle düşünmekle, yani iktidarın bir simülakr
olduğunu söylemekle aslında simülakr dediği şeyi bir simülakr’a dönüştürüyor gibi
görünüyor. Bu bağlamda, Baudrillard’ın Foucault’yu “doğru bir şekilde” anlamadığı
açıktır; yani o Foucault’yu kendi düşünsel perspektifi içine hapsetmeye çalışır. Oysa
Foucault, (bir sonraki bölümde görüleceği gibi) iktidarın her yerde olduğunu ve
iktidarın olduğu her yerde de bir direniş imkanının varolduğunu belirtir. Bu direniş de
yeni bir iktidar ve iktidar ilişkisi şekillendirmek değil, tam da iktidarın kendi
söyleminin, kendi oyununun dışında bir söylem ve oyun ortaya koymaktır; iktidarın
söylemini ve oyununu reddetmektir. Aksi takdirde bir iktidar oyununun öznelerinden
başka bir iktidar oyununun öznelerine dönüşmekten başka bir şey gerçekleşmez.36
Öte yandan Foucault, günümüzde entelektüelin rolününün yasalar koymak, çözümler
36 Aslında Foucault’ya yapılan eleştiriler için Deleuze’ün şu sözleri çok uygun düşmektedir: “yanlış anlaşılmalar, çoğu zaman kin dolu budalaca tepkilerden oluşur. Bu şekilde, bazıları büyük bir düşünürde “çelişmeler” keşfettiklerinde kendilerini akıllı hissederler” (Deleuze 2006: 104).
170
önermek, kehanette bulunmak olmadığını belirtir. Çünkü böyle yaptığında, sadece
belirli bir iktidar durumunun işleyişine katkıda bulunmuş olur (Foucault 2004b: 162).
Foucault bu durumu eleştirir ve amacının, ekonomiyi temel alan bir açıklamanın yerine
iktidarı temel alan bir açıklamayı koymak olmadığını belirtir. O, iktidar sorunu etrafında
biçimlendirilen farklı analizleri ve yaklaşımları düzenlemeyi ve sistemleştirmeyi
denediğini söyler. Kendisi için de iktidarın tam anlamıyla kendini dayatan, genel, soyut
bir ilke olduğu ve iktidarı açıklayamadığı şeklindeki iddiaları anlayamadığını belirtir.
Açıkça şunu söyler: “Benim onu açıklayamadığımı söylüyorlar. Açıkladığını söyleyen
olmadı ki zaten!” (Foucault 2004b: 156-7).
III.3. AYDINLANMA’DAN MARX VE NIETZSCHE’YE
III.3.1. Aydınlanma
Foucault, modern felsefenin, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl felsefesinin, büyük
bölümüyle Kantçı “Aydınlanma nedir?” sorusundan türediğinin söylenebileceğini, yani
aklın ergin olma olarak ortaya çıkabildiği, bu aklın özerklik kazandığı tarihsel anın ne
olduğu üzerine sorgulamaya bağlı olarak, aklın tarihinin ne anlama geldiğini ve aklın
bilimsel düşünce, teknik aygıtlar ve siyasi örgütlenmenin üç büyük biçimi aracılığıyla
modern dünyada kurduğu tahakküme ne değer vermek gerektiğini kendine sormak
olduğunu ileri sürer (Foucault 2004a: 328).
Foucault, burada post-Hegelci düşüncenin bir biçimine, belki de en zararlı
alışkanlıklarından birine dokunduğunu söyler. Şu anın, özellikle tarihin içindeki bir
kopma, bir zirve anı olarak ya da gerçekleşmenin ya da geri gelen şafağın analizi olarak
bir analiz söz konusudur. Felsefi bir söylemi sürdüren herkesin kendi anını görkemli bir
şekilde düşünmesi manidardır. Bu Nietzsche’de de görülmektedir. Foucault kendimize
ciddi bir şekilde “bugün nedir?” diye sormamız gerektiğini belirtir. Felsefenin amacının,
bugünün ve “bugün biz”in ne olduğunu söylemek olduğunu söyleyerek, belki Kantçı
“Was ist Aufklärung?” sorusundan bu yana felsefi düşüncenin büyük rollerinden birini
belirleyebiliriz. Ancak, içinde bulunduğumuz şu anın, “gecenin durgunluğundaki en
171
büyük yitmenin anı olduğunu ya da gün ağarırken güneşin galebe çaldığı an olduğunu,
vs. ileri sürmenin biraz dramatik ve teatral kolaylığına sığınmamalıyız.” Foucault, bu
günün asla tam anlamıyla diğerleri gibi olmayan bir gün olduğunu ifade eder (Foucault
2004a: 339-40). Foucault, bugünün ne olduğu hakkında teşhis koymanın işlevinin
yalnızca bizim ne olduğumuzu karakterize etmekten ibaret olmadığını, fakat bugünün
kırılganlık çizgilerini izleyerek, olanın nasıl böyle olduğunu ve nasıl böyle
olmayabileceğini kavrayabilmek olduğunu dile getirir.
Öte yandan, Foucault’ya göre, çeşitli rasyonalite biçimlerinin kendi zorunlu varolanları
olarak gösterdikleri şeyin tarihi mükemmel bir biçimde yapılabilir ve bu tarihin ortaya
çıktığı olumsallık ağları bulunabilse de, bu rasyonalite biçimlerinin irrasyonel oldukları
söylenemez. Bu biçimler insan pratiğinin ve tarihinin temeline dayanırlar ve nasıl
meydana geldikleri bilinirse ortadan kaldırılabilirler (Foucault 2004a: 341).
Foucault’ya göre, Kant’tan beri felsefenin rolü, modern devletin ve toplumun siyasi
düzlemde yönetilmesinin gelişmesinden itibaren, bir yandan aklın, deneyimde verilmiş
olanın sınırlarını aşmasını önlenmek, öte yandan siyasi rasyonalitenin aşırı güçlerini
gözetim altında tutmaktır (Foucault 2005c: 60). Foucault bunun oldukça yüksek bir
beklenti olduğunu belirtir. O, modern kültüre özgü görünen ve kökü Aydınlanmada olan
rasyonalizm türünü Frankfurt Okulu’nun sorguladığını, kendisinin ise rasyonelleşme ve
iktidar arsındaki bağları araştırmanın başka bir yolunu önerdiğini belirtir.37
Aklın rasyonalitenin verili biçimlerinden hiçbiri olmadığını söyleyen Foucault’ya göre,
çoğul dönüşümler vardır ve başka rasyonalite biçimleri hiç durmaksızın yaratılmaktadır.
Foucault, aklın artık sona ermiş uzun bir anlatı olduğunu, şimdi ise başka bir anlatının
başladığını ileri süren önermenin anlamlı görünmediğini ifade eder (Foucault 2004a:
339).
Foucault’ya göre, Aydınlanma döneminin bıraktığı miras derinlemesine sorunsallaşmış
37 Bu bağlamda Foucault, “Frankfurt Okulu’nu zamanında tanıyabilseydim, birçok çalışmama gerek kalmazdı, Frankfurt Okulu yolları açmışken, ben küçük biri olarak kendi yolumu izlemeye çalışırken söylediğim birçok saçmalığı söylemez, bin dereden su getirmezdim” demektedir (Foucault 2004a: 329-30).
172
ve siyasal kararlar, ilerlemiş teknik rasyonalitenin tutsağı haline gelmiş görünüyordu.
Sömürgecilik çağının bitmesiyle konuşma özgürlüklerine kavuşan Batı dışı kültürlerin
meydan okumaları, bu rasyonalitenin yücelttiği evrensel geçerliğe sahip Aklı kuşku
alanına çekmiştir. Öte yandan, Foucault, aydınlanmış bir ethosun, Aydınlanma
döneminin öğretisel unsurlarına körü körüne iman etmekten değil, yaşadığımız çağı
sürekli biçimde eleştirme arzusuna bağlılıktan doğduğunu dile getirmekteydi (Bernauer
2005: 33). Bu krizlere açık ve cesaretle karşı koyma yeteneği olan bu modern ethos,
henüz Foucault’nun olgunluk olarak adlandırdığı şey değildir. Olgunluk sadece
cesaretle değil Foucault’nun ironik bir duruş olarak ifade ettiği kişinin şimdiki
durumuna bağlı bulunur (Dreyfus-Rabinow 1986b: 117).
Öte yandan modernite özgün bir tarihsel olay değildir, fakat yine de farklı biçim ve
içerikle tarihimizde muhtelif zamanlarda olan tarihselci bir konjonktürdür: örneğin
Sokrates ve Aristophanes’in zamanında Atina’daki geleneksel erdemlerin bozulması,
Helenistik dünyanın çöküşü, Kant’ın döneminde metafiziğin sonu. Bu bozulma, öznel
bir durumdan onu ayırarak Foucault’nun bir ethos olarak adlandırdığı gerçekliğe doğru
özgün bir tavırla sonuçlanır (Dreyfus-Rabinow 1986b: 117).
Foucault bizi tehdit eden, ancak aynı zamanda işimize yarayan şeyin, akıldan çok
akılsallığın çeşitli biçimleri, akılsal düzeneklerin hızlandırılmış birikimi, ceza
sisteminde olduğu kadar hastane sisteminde, hatta okul sisteminde de iş başında olan ve
kullanılan akılsallaştırmanın mantıksal bir baş döndürücülüğü olduğunu söyler
(Blanchot 2005: 79-80). Tekelioğlu, Foucault’nun her zaman tekil bilinçlilik hallerine
muhalif olduğunu ileri sürer. Tekil olan, bütünleşmiş bir yapıya, aklın katıksız
egemenliğine karşıdır (Tekelioğlu 1999b: 44).
Foucault’ya göre ahlâk, hakikat ve bilgi, iktidar tarafından kirletilmemiş saf bölgeler
değil, iktidarın sonuçlarıdır. Buna göre, onlar, iktidar tarafından üretilirler ve iktidarın
onları üretmesine izin verirler. Bu nedenle Foucault, zorbalığa karşı mücadelede bu
idealleri destekleyen Aydınlanma’nın siyasal aklına karşı çıkar. Aydınlanma ahlâkı, aklı
ve hakikati ahlâksızlık, akıldışılık ve mutlak iktidarın çarpıtması karşısında panzehir
olarak görmüştür (Newman 2006: 141-2).
173
III.3.2. Marx(izm) Eleştirisi
Foucault “diyalektik” sözcüğü dile getirildiği anda, Hegelci38 tez ve antitez şemasının
kabul edilmeye başlandığını ve böylece hiç de uygun olmayan bir mantık biçiminin
ortaya çıktığını söyler. Foucault’ya göre, karşılıklı bir ilişki diyalektik bir ilişki değildir
(Foucault 2005a: 188). Örneğin, biyolojide önemli miktarda karşılıklı çatışkı süreci
bulunması, çelişkinin var olduğu anlamına gelmez. Çatışkı sürecinin bir yanında pozitif
bir taraf ve diğer yanında negatif bir taraf olması gerekmez. Foucault, mücadelenin,
çatışkı süreçlerinin, diyalektik bakış açısının varsaydığı gibi, terimin mantık anlamıyla
bir çelişki yaratmadıklarını anlamanın çok önemli olduğunu düşünmektedir. Ona göre,
doğada diyalektik yoktur. Foucault şöyle der: “Engels’le hemfikir olmama hakkını talep
ediyorum, ama doğada -Darwin bunu gayet iyi göstermişti- diyalektik olmayan çok
sayıda çatışkılı süreç vardır” (Foucault 2005a: 189). Foucault, bu tür Hegelci bir
formülasyonun elle tutulur bir yanının olmadığını belirtir. Mücadele, savaş, çatışkılı
mekanizmalar gibi süreçlerin var olduğunu bu süreçlerle gerçeklikte karşılaşıldığı için
sürekli olarak tekrarladığını söyler. Çünkü bunlar diyalektik süreçler değillerdir.
Nietzsche’nin bu sorunlardan çok söz ettiğini söyleyen Foucault, onun bu çatışkıları
diyalektik ilişkilere hiçbir gönderme yapmadan tanımladığını ileri sürer.39
38 Foucault Hegel ile arasına mesafe koyduğunu belirtir. “Hegelci felsefe, kendimizi içerisinde bulduğumuz dünyanın total reddi gereksinimini kesinlikle karşılamıyordu. Diğer yandan, tamamen farklı bir şeyin şekillenmekte olduğu ya da zaten var olduğu yere, yani komünizme giden entelektüel yolların aranışı söz konusuydu. Böylelikle, Marx’ı çok iyi bilmeksizin, Hegelciliği reddederek ve sınırlılıkları nedeniyle varoluşçulukla tatmin olmayarak, Fransız Komünist partisine katılmaya karar verdim. 1950 yılıydı. Nietzscheci bir komünist! Yaşama becerisinin sınırında bir şey gerçekten. Oldukça saçma bir şey olduğunu da söyleyebilirsiniz; bana öyle gelmişti sonradan.” (Foucault 2004b:72) Öte yandan, Hegelci tutumla Nitzscheci tutum arasında fark olduğunu belirten Rorty’ye göre, Hegelci, tarihi, bilgi teorisi ve genellikle felsefi teorilerin yerine koymayı isterken, bir Nietzscheci herhangi bir teorinin yerine geçmeyi istemez. O, tam “teori” fikrinin düşüncede doğru bir şekilde tamamlanmış bir şeyin varolduğu kavrayışıyla bozulmuş olarak görür (Rorty 1986: 47). 39 Bu bağlamda, Hardt ve Negri kendi başına ne farklılık, melezlik ve hareketliliğin ne de hakikat, arılık ve durağanlığın özgürlükçü olduğunu ifade ederler. Onlar gerçek devrimci pratiğin üretim düzeyine baktığını iddia etmektedirler. Bu bağlamda hakikat bizi özgür yapmayacak, ancak üretimin kontrolünü ele geçirmek yapacaktır. “Hareketlilik ve melezlik özgürlükçü değildir; ama hareketlilik ve durağanlık, arılık ve karışıklık üretimin kontrolünü ele geçirmek öyledir. İmparatorluğun gerçek hakikat komisyonları çokluğun kurucu meclisleri, hakikat üretimlerinin toplumsal fabrikaları olacaktır” (Hardt-Negri 2001: 173-4). Öte yandan, Hardt ve Negri’nin Foucault’nun iktidar görüşünden etkilendikleri şu ifadelerde açıkça görülmektedir: “İktidar, kendilerini ağlar içinde düzenleyen ve yönlendiren, bir dizi iktidarlar toplamı tarafından kurulabilir. Egemenlik, birliğini yoksamadan egemenliği alt birimlere bölen ve onu sürekli olarak çokluğun yaratıcı hareketine tabi kılan, çok geniş bir eylemlilik alanı içinde uygulanabilir” (Hardt-Negri 2001: 178). Ancak onlar yine de devrimci bir dönüşüm yaşanabileceği umudundan vazgeçmemektedirler. Gerçekleştirilecek bu dönüşümün iktidarı ortadan kaldırmayacağını ve fakat onu
174
Foucault’ya göre, marksizm, bir bilim ya da en azından bilimin bilimselliğinin genel bir
kuramı, bilimi ideolojiden ayırt etmemizi sağlayacak bir tür yargı erki olma
iddiasındaydı (Foucault 2004b: 79). Bu bağlamda, Megill’e göre, Marx nesnel bilim
anlayışına bağlıyken, Foucault nesnel bilim diye bir şey olmadığını ileri sürmektedir.
“Foucault’nun bakış açısına göre, her türlü “bilim”, belli bir sınıfın çıkarlarının yansıması olma şeklindeki katı anlamında değilse de onulmaz biçimde iktidar ilişkileriyle hemhal olma şeklindeki geniş anlamında bir “ideoloji”dir. … Marx’ın konumu böyle değildir: Marx toplumsal gerçekliğe ilişkin nesnel bir görüşün gerçekten de mümkün olduğunda ısrarlıdır. Marx yaptığı kapitalizm analizinin bilimsel olduğunda ısrar ederken, Foucault kendi soykütüklerinin “anti-bilimler” olduğunu ilan eder” (Megill 1998: 368).
Öte yandan Foucault, Marx’ın, şimdi ortadan yok olacağı kabul edilse bile, bir gün
yeniden ortaya çıkacağını belirtir. Foucault dileğinin çarpıtmanın düzeltilmesi, hakiki
bir Marx’ın eski haline getirilmesi olmadığını, ancak Marx’ı bu kadar uzun süre
kapatmış, iletmiş ve tehdit aracı olarak kullanmış parti dogmatizmi karşısında onu
hafifletme, serbest bırakma olduğunu söyler. Foucault, “Marx öldü!” ifadesine
konjonktürel bir anlam verilebileceğini, bunun görece olarak doğru iddia
edilebileceğini, fakat Marx’ın böylece yok olacağının söylenemeyeceğini vurgular
(Foucault 2004a: 350).
Foucault, üretici güçlerin gelişiminin anlaşılamayacağını, sadece sanayide, toplumda ve
üretici güçlerin içinde kullanılmakta olan özel bir veya birkaç iktidar türünün
saptanabileceğini ifade eder. İnsan bedeninin de bir üretici güç olduğunun bilindiğini
belirten Foucault, bedenin biyolojik bir nesne veya bir malzeme olarak var
olamayacağını düşünür. Ona göre, insan bedeni siyasi bir sistemin içinde ve onun
dolayımında var olur. Siyasi iktidar bireye hareket edebileceği, özel bir beden duruşunu
benimseyebileceği ve belli bir biçimde oluşturabileceği, sürekli olarak çalışabileceği
belli bir alan verir. Marx’ın, emeğin insanın somut özünü oluşturduğunu düşündüğünü
farklı bir zeminde yeniden hayatın içinde tutacağını unutarak: “Öznelliğin üretilmesi ve düzenlenmesi alanında ve politik tebaayla ekonomik öznenin birbirinden kopmasıyla, görünen o ki, güçler arasındaki bütün kuruluş ve denge oyunlarının yeniden başlayacağı gerçek bir mücadele zemini -somut ve uygun bir kriz ve belki de sonunda devrim durumu- tespit edebiliriz” (Hardt-Negri 2001: 331).
175
ve yazdığını iddia eden Foucault, bunun tipik bir Hegelci düşünce olduğunu savunur.
Ona göre, emek, insanın somut özü değildir Eğer insan çalışıyorsa, bu onun siyasi
güçler tarafından kuşatılması ve iktidar mekanizmalarının içine alınmış olması
yüzündendir (Foucault 2005a: 187-8).
Newman, Foucault’nun, marksizmin, anarşistler gibi, yalnızca iktidarın yerini yeniden
onayladığına inandığını ileri sürer. Ona göre, devlet iktidarının özerkliğini ekonomik
analize indirgeyerek ihmal eden Marksist bir devrimci siyaset bu iktidarı kalıcılaştırır.40
Çünkü devlet iktidarı kendiliğinden ortadan kalkmaz (Newman 2006: 131).
III.3.3. Nietzsche’nin Etkisi
Foucault, Nietzsche’de kendisini en çok etkileyen şeyin, onun, bilimin rasyonelliğini,
bir deneyimi ya da bir söylemi üretmek konumunda olduğu hakikatle ölçmemesidir.
Bunun tersine, hakikatin kendisi söylemin tarihine katılır; hakikat bir söylemin ya da bir
deneyimin üzerinde, bir biçimde içsel bir etkiye sahiptir (Foucault 2004b: 81).
Deleuze, Foucault ve Nietzsche arasındaki asıl bağın, “hakiki” bir söylemin gerektirdiği
ve bu söylemin gizlemekten başka bir şey yapamayacağı hakikat istencinin ne olduğu
sorusuna bağlı bir hakikat eleştirisi olduğunu ileri sürer. Bu bağlamda, hakikat, bazı
yollar, prosedürler ve süreçler gerektirir. Biz hakikatlere, her zaman, sahip olduğumuz
bilgi yollarına, iktidar prosedürlerine, özneleşme ya da bireyleşme süreçlerine bağlı
olarak sahip oluruz (Deleuze 2006: 132).
Foucault, Nietzsche’de, filozofların uydurması denen, ideal bir derinliğin, bilinç
derinliğinin eleştirisinin olduğunu söyler. Bu derinlik, “hakikatin katışıksız ve içeriden”
araştırılmasıdır. Nietzsche bunun boyun eğmeyi, ikiyüzlülüğü, maskeyi nasıl içerdiğini
40 Öte yandan, Walzer ‘a göre, Foucault, sürecin nasıl işlediğini açıklayamayan ve daha basmakalıp olan bir Marxist teori içinde olabilenden farklı bir sınıfsal mücadele geliştiren görüşlere karşı çok da katı olmamıştır. Ona göre, işlevselci Marksizmin bir türü, yine de, Foucault’nun iktidar varsayımına az da olsa bir temel sağlar. Foucault, hem politik pozisyon aldığı hem de almadığı yorumlarından birinde, sınıf mücadelesinin, onların “zihinselliğinin garantisi” olarak, lokal iktidar mücadeleleri olmaya devam ettiğini söylemektedir (Walzer 1986: 57).
176
göstermektedir. Bu şekilde, yorumcu, göstergeleri gözler önüne sermek için aralarında
dolaştığında, düşey çizgi boyunca inmek ve bu içerinin derinliğinin gerçekte söylediği
şeyden farklı olduğunu göstermek zorunda kalır. Sonuç olarak, yorumcu Nietzsche’nin
deyişiyle, “iyi bir çukur araştırıcısı” olmalıdır (Foucault 2004a: 50).
Foucault, diyalektik olmayan kültürün Nietzsche’yle birlikte başladığını ileri sürer.
Nietzsche Tanrı’nın ölümünün insanın yok oluşu olduğunu ve Tanrı öldüğüne göre
insanın da aynı zamanda ardında korkunç bir yaratık bırakarak ortadan kaybolmaktan
başka bir şey yapamayacağını ifade eder (Foucault 2004a: 34). Foucault, diyalektik
olmayan bu düşüncenin kendine özgü ve kesinlikle çağdaş biçimini keşfetmeyi
denemek gerektiğini düşünür. Ona göre, şu an oluşmakta olan diyalektik-olmayan
düşünce de doğayı ya da varlığı değil, bilginin ne olduğunu işin içine katmaktadır; ve
asıl nesnesi bilgidir (Foucault 2004a: 35).
Nietzsche’nin filozofu düşüncenin durumuna teşhis koyan kişi olarak gördüğünü ifade
eden Foucault, Heidegger gibi düşünceye yeni yollar açanlar ile bir anlamda arkeolog
rolü oynayanlar, düşüncenin içinde açıldığı uzamı ve bu düşüncenin koşullarını, oluşum
kiplerini inceleyenler olmak üzere, iki tür filozof düşünülebileceğini iddia eder
(Foucault 2004a: 45). Bu bağlamda o, Nietzsche ve Bataille’ın kendisine gösterdikleri
şeyin, her şeyden önce, özne kategorisinin, onun önceliğinin, kaynaklık etme işlevinin
sorgulanması olduğunu söyler. Foucault’ya göre, öznenin sorgulanması, onun gerçekten
yok olmasıyla, ayrışmasıyla, büsbütün başka bir şeye dönüşmesiyle sonuçlanacak bir
deneyimin içerisinde yaşanması anlamına gelmektedir (Foucault 2004b: 68).
“Nietzsche’de, bir bilgi öznesinin önvarlığını asla kabul etmeden bizzat öznenin oluşumunun tarihsel analizini, belli bir bilgi (savoir) türünün doğuşunun tarihsel analizini yapan bir söylem tipi bulunur. Benim şimdi önerdiğim şey, Nietzsche’nin eserlerinde söz konusu analizler için bize model olarak hizmet edebilecek taslak çizgileri izlemektir” (Foucault 2005b:168).
Foucault, Nietzsche’nin, zamanın belirli bir noktasında ve evrenin belirli bir yerinde
zeki hayvanların bilgiyi icat41 (Erfindung) ettiğini ileri sürdüğünü söyler. Ona göre,
41 Nietzsche’ye göre icat, bir yandan bir kopmadır, diğer yandan aşağı, değersiz, itiraf edilemeyecek küçük bir başlangıca sahip bir şeydir (Foucault 2005b: 170).
177
Nietzsche’nin, icattan söz ederken, kafasında her zaman “icat”a karşıt olan bir kelime
vardır. Bu da “köken” (Ursprung) kelimesidir (Foucault 2005b: 169). Bu bağlamda
Foucault, soykütüğüin, tarihe karşıt olmadığını, aksine, ideal anlamlara ve tanımsız
erekselliklerin tarih ötesi açılımına veya bir “köken” arayışına karşıt olduğunu belirtir
(Foucault 2004a: 231). Ona göre, köken, her zaman yeryüzüne düşüşten, bedenden,
dünyadan ve zamandan öncedir. Öte yandan kökenin yeri tanrıların tarafındadır ve
kökeni anlatmak da her zaman bir tanrıdoğum ezgisi söylemektir (Foucault 2004a: 233).
Foucault için, Nietzsche’de bilgi bir icat etmedir. Bilginin bir icat etme olduğunu
söylemek de, Foucault’ya göre, kökeni olmadığını, daha kesin olarak da, ne kadar
paradoksal olsa da, bilginin kesinlikle insan doğasına kazınmış olmadığını söylemektir.
Bilgi, insanın en eski içgüdüsü değildir. Nietzsche, bilginin içgüdülerle bir ilişkisi
olduğunu, fakat onlarda var olmadığı gibi içgüdüler arasında bir içgüdü de olmadığını
söyler. Bilgi, sadece içgüdüler arasındaki oyunun, karşı karşıya gelmenin, birleşmenin,
mücadele ve uzlaşmanın sonucudur. Foucault, Nietzsche’de bilginin içgüdülerle aynı
doğaya sahip olmadığını belirtir. İçgüdüler bilginin temeli, tabanı ve çıkış noktasıdır.
Ancak bunlar çatışma içindeki içgüdülerdir ve bilgi sadece bunların yüzeydeki bir
sonucudur. Bu bağlamda bilgi, içgüdüsel değil, içgüdü karşıtıdır (Foucault 2005b: 171-
2).
Foucault, bilgi ile bilinen şeyler arasındaki ilişki keyfi ve bir iktidar ve şiddet ilişkisi
ise, bilgi sisteminin merkezinde Tanrı’nın varlığının artık zorunlu olmadığını düşünür.
Buna göre, bilgi teorisinin teolojiden kopuşu Nietzsche’nin yaptığı türden bir analizle
kesin olarak başlar. Öte yandan, Foucault, bilgi ile içgüdüler -insan hayvanı oluşturan,
dokuyan her şey- arasında sadece kopma, tahakküm ve kölelik ilişkileri, iktidar ilişkileri
olduğu doğruysa, o zaman artık Tanrı’nın değil; birliği ve egemenliği içindeki öznenin
yok olduğunu söyler (Foucault 2005b: 173).
Bu bağlamda Foucault, bilgide nesneye bir upuygunluk, bir kendine katma ilişkisi değil,
bir mesafe ve tahakküm ilişkisi, mutluluk ve aşk gibi bir şey değil, kin ve düşmanlık,
birleşme değil, geçici iktidar sistemi olduğunu belirtir. Descartes’tan daha ötelere
Platon’a kadar gidilebilen Batı felsefesi bilgiyi her zaman logosmerkezcilikle,
178
benzerlikle, upuygunlukla, öte dünya mutluluğuyla birlikte nitelemiştir. Foucault bütün
bu büyük temaların şimdi sorgulanmakta olduğunu belirtir. Nietzsche, bilginin kökünde,
kin, mücadele, iktidar ilişkisi gibi bir şeyi merkeze koymuştur. Nietzsche’ye göre
filozof bilgiyi her zaman upuygunluk, aşk, birlik, barışçıllık olarak düşündüğü için,
bilginin doğası hakkında en kolay yanılan kimsedir. Oysa, bilgi gerçekten bilinmek,
kökü, oluşumu içinde kavranmak isteniyorsa filozoflardan ziyade siyasetçilere
yaklaşmak, mücadele ve iktidar ilişkilerinin neler olduklarını anlamak gerekmektedir.
Böylece, bilginin ne olduğu bir mücadele ve iktidar ilişkisinde, şeylerin ve insanların
birbirleriyle mücadele etme, birbirleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışma, birbirleri
üzerine iktidar uygulamayı isteme biçimleriyle anlaşılabilir (Foucault 2005b: 175-6).
Nietzscehe’nin, Güç İstenci’nde kendinde bilginin olmadığı gibi kendinde varlığın da
olmadığını ileri sürdüğünü belirten Foucault, bilginin, gerçekte, etkinlik olarak
değerlendirilebilecek bir olay olduğunu söyler. Bilgi bir yetenek ya da evrensel bir yapı
değildir. Evrensel olarak kabul edilebilen belli unsurları kullandığında bile bilgi sadece
sonuç, olay, etki niteliği taşır (Foucault 2005b: 177).
Öte yandan Foucault, Nietzsche’nin, bilginin perspektif karakterinden söz ettiğinde,
bilginin sadece kendi aralarında farklı ve özlerinde çoğul belli edimler biçimi altında var
olduğunu belirtmek istediğini söyler. Bunlar, insan varlığının belli şeyleri şiddetle ele
geçirdiği, belli durumlara tepki gösterdiği, onlara güç ilişkileri dayattığı edimlerdir.
Buna göre bilgi her zaman insanın kendini içinde bulduğu belli bir stratejik ilişkidir. Bu
ilişki bilgi etkisini tanımlar ve doğası gereği taraflı, dolaylı, perspektif karaktere sahip
olmayan bir bilgi hayal etmek de bütünüyle çelişkilidir. Bununla birlikte, bilginin
perspektif karakteri insan doğasından değil, her zaman bilginin polemik ve stratejik
karakterinden türediğini ileri süren Foucault, mücadele olduğu için ve bilgi bu
mücadelenin bir etkisi olduğu için bilginin perspektif karakterinden söz edilebildiğini
ifade eder. Buna göre, bilgi farklılıkları göz ardı ettiği, şeyleri birbirine indirgediği ve
bunu da hakikatte hiçbir temeli olmadan yaptığı için her zaman bir bilmemedir.
“İnsan ile bildiği şey arasında özel bir mücadele, bir kafa kafaya gelme, bir çatışma gibi bir şey oluştuğu, hazırlandığı ölçüde bilgi vardır. Bilgide her zaman çatışma niteliği taşıyan ve bilgiyi her zaman tekil yapan bir şey vardır. Bu, görünürde karşıtlık içerisinde olan Nietzsche metinlerinde tanımlandığı şekliyle bir çelişkili özelliğidir: Genelleştirici ve her zaman tekil. İşte, Nietzsche metinleri üzerinden
179
genel bir bilgi teorisi değil, fakat bu konferansların konusunu –toplumdaki güç ilişkileri ve siyasi ilişkilerden yola çıkarak belli bilgi (savoir) alanlarının oluşumu sorunu- ele almayı sağlayan bir model böyle oluşturulabilir” (Foucault 2005b: 178).
Foucault belirli türdeki bilgi öznelerinin, hakikat düzenlerinin, bilgi alanlarının ancak
öznenin, bilgi alanlarının ve hakikatle ilişkilerin oluştuğu yer olan siyasi koşullardan
yola çıkarak var olabileceğini iddia eder (Foucault 2005b: 179). Bu bağlamda o,
kendisini ilgilendiren şeyin güncellik, çevremizde olup bitenler, bizim ne olduğumuz
olduğunu belirtir. Foucault, bu işi bir gazetecilik olarak görür. Ona göre, felsefenin,
Nietzsche’ye kadar, varlık nedeni ebediyetken Nietzsche, bugünü, güncelliği felsefenin
alanına dahil etmiştir. Bu nedenle Foucault, onu ilk “filozof-gazeteci” olarak görür
(Foucault 2005b: 131).
III.4. İKTİDARIN AŞILMASINDA “DİYALOG”UN ROLÜ
III.4.1. Yorumdan Deneyime
Foucault’ya göre, diyalektik insan pratiğinin, yabancılaşmanın ve uzlaşmanın felsefesi
olduğu için bir tarih felsefesidir. Tüm bu nedenlerle ve özünde her zaman bir kendine
dönüş felsefesi olduğundan, diyalektik, insana sahici ve hakiki bir insan olacağını vaat
etmektedir. Diyalektik, insana insanı vaat etmekte ve bu ölçü içerisinde, hümanist bir
ahlâktan ayrı olması mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda, Foucault, çağdaş
hümanizmanın büyük sorumlularının Hegel ve Marx olduğunu iddia eder (Foucault
2004a: 33).
Öte yandan Foucault, yorumcunun bir araştırmacı gibi dibe kadar gittiğinde, yorum
hareketinin, dışa doğru giderek yükselen bir çıkıntının, derinliğin giderek daha görünür
olacak şekilde üstünde uzanmasına her zaman izin veren bir çıkıntının hareketi
olduğunu belirtir (Foucault 2004a: 51). Foucault, özellikle Nietzsche ve Freud’da, daha
az ölçüde de Marx’ta, modern yorumbilgisi için çok önemli olduğunu düşündüğü bir
deneyimin ortaya çıktığını belirtir. Yorumlamada uzağa gidildikçe o ölçüde tehlikeli bir
bölgeye yaklaşılır. Burada yorumlama, yorumlama olarak ortadan kalkar ve belki de
180
yorumcunun yok olmasına yol açar. “Yorumlamanın mutlak noktasının giderek
yakınlaşan varlığı aynı zamanda bir kopma noktasının giderek yakınlaşan varlığıdır”
(Foucault 2004a: 52). Nietzsche’de de yorumlamanın hiçbir zaman tamamlanmadığı
görülür.
Bu bağlamda Foucault yorumlamanın asla tamamlanmamasının nedeninin,
yorumlayacak hiçbir şey olmaması olduğunu söyler. Ona göre, aslında zaten her şey
yorum olduğu için, yorumlamanın tam anlamıyla başlangıcı olabilecek hiçbir şey
yoktur; çünkü her gösterge kendi içinde başka göstergelerin yorumudur.
“Interpretans [yorumlayan] olmayan interpretandum [yorumlanan] asla yoktur diyebiliriz, öyle ki yorumlamada aydınlatıcı bir ilişki kadar şiddet ilişkisi de oluşur. Gerçekten de, yorumlama, kendini edilgine sunan, yorumlanacak bir maddeyi aydınlatmaz; zaten orada olan bir yorumu, tersyüz etmesi, tersine çevirmesi, çekiç darbeleriyle paramparça etmesi gereken bir yorumu ele geçirebilir yalnızca -hem de şiddetle” (Foucault 2004a: 54).
Öte yandan Freud, Düşlerin Yorumu’nda, kendi düşlerini analiz ediyordu ve analizi
yarıda bırakmak için kişisel bir sırrı açığa vurmama ya da utanç gibi nedenlere
başvurmaktaydı. Freud’a daha yakından bakıldığında, onun deneyiminin, aslında,
Nietzsche’ninkine oldukça benzer olduğu görülebilir. Foucault’ya göre, yorumlamanın
imkansızlaştığı bir noktaya doğru bu yönelmesinde tartışma konusu edilen şey, delilik
deneyimine benzer bir şey olabilir (Foucault 2004a: 52-3). Foucault bunun Marx’ın
üretim ilişkileri tarihini değil, kendini zaten yorum olarak sunan bir ilişkiyi
yorumlamasında görülebileceğini söyler. Aynı şekilde, Freud’da da göstergeleri değil,
yorumları yorumlama görülür. Freud, hastalarının anlattıkları üzerinden bir yorum
yapar; dolayısıyla onun yorumu bir yorumun yorumundan başka bir şey değildir.
Nietzsche’ye göre sözcükler bir gösterilen belirtmezler, bir yorum dayatırlar. Öte
yandan Nietzsche’de yorumcu, “hakikati dile getiren”dir; o, her hakikatin gizlemeye
çalıştığı yorumu dile getirdiği için “hakiki”dir. Foucault’ya göre, belki, yorumun
göstergeler karşısındaki bu önceliği, modern yorumbilgisinde belirleyici olan şey
olmaktadır. Bu bağlamda Foucault göstergelerin kendilerini doğrulamayı deneyen
yorumlar olduklarını söyler. Folucault’ya göre, Freud’dan, Marx’tan ve Nietzsche’den
itibaren, göstergede kötülük isteğinin ve “kötü yürekli olma”nın muğlak ve az çok
181
karanlık bir biçimi vardır. Ve gösterge, kendini yorum olarak sunmayan bir yorum
olduğu ölçüde bu böyledir (Foucault 2004a: 55). Foucault’ya göre, Marx’ın Politik
Ekonominin Eleştirisi’nde ve özellikle Kapital’in birinci cildinde tanımladığı paranın
işlevi budur. Marx’taki “diyalektiği ayakları üzerine yeniden yerleştirmek” ifadesi
diyalektiğin, sonuçta, pozitif bir anlam vererek işleyişini durdurmuş olduğu tüm bir
negatiflik oyununu, gerçek içerikten ve uzlaşmadan yoksun bu uzama yerleştirmiş
olmak demektir (Foucault 2004a: 56). (Bu bağlamda Adorno ile bağ kurulabilir. Adorno
Hegel’i eleştirirken bu pozitiflik düşüncesine değinir; ancak Marx’ın da olumsuzlamayı
olumlamadan yapamadığı görülür.)
Foucault’ya göre, yorum, kendini sonsuza dek yorumlama, kendine her zaman yeniden
kavuşma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Böylece, yorum her zaman “kim?”in
yorumlanması olacaktır; gösterilen içindeki şey değil, yorumu yapmış olan yorumlanır.
Bu nedenle yorum ilkesi yorumcudan başka bir şey olamaz. Foucault için bu, belki de,
Nietzsche’nin “psikoloji” sözcüğüne verdiği anlamdır. Öte yandan,
“yorum her zaman kendini yorumlamak zorundadır ve kendine geri dönmeyi ihmal edemez. Bir sürenin zamanı olan gösterge zamanına karşıt olarak ve –her şeye rağmen doğrusal olan- diyalektiğin zamanına karşıt olarak, değirmi bir yorum zamanı vardır. Bu zaman, önceden geçtiği yerden yeniden geçmek zorundadır, bunun sonu, kısacası, yorumun gerçekten peşinde koştuğu tehlike, -ama bu aşırı bir tehlikedir-, paradoksal biçimde, o nu peşinden koşturan göstergelerdir. Yorumun ölümü, göstergelerin varlığına inanmaktır; birinci olarak, ilksel olarak, gerçekten, bağdaşık, anlamlı ve sistematik işaretler olarak göstergelerin var olduğuna inanmaktır” (Foucault 2004a: 56).
Foucault çağdaşlarımızın çoğunun unuttuğu yorumbilgisiyle göstergebilimin iki
amansız düşman olduğunu iyi anlamak gerektiğini ifade eder. Ona göre, göstergebilime
geri çekilen bir yorumbilgisi göstergelerin mutlak varlığına inanarak, yorumların
şiddetini, tamamlanmamışlığını, sonsuzluğunu terk eder, belirticinin (indice) terörünü
egemen kılar ve dilden kuşkulandırır (Foucault 2004: 57). Foucault buranın
Nietzsche’yle karşılaşılan yer olduğunu belirtir.
Bu bağlamda Foucault, Marx ya da Freud’dan “söylemselliğin kurucusu” olarak söz
eder; böylece onlar belirli farklılıkları da mümkün kılmaktadırlar. Onlar, kendilerinden
farklı olan ama yine de onların kurdukları şeye ait olana yer açmışlardır. Freud’un
182
psikanalizi kurduğunu söylemek, Foucault’ya göre, libido kavramının ya da Melanie
Klein’ın düşlerini analiz etme tekniğinin Freud’da bulunduğunu söylemekten çok, hepsi
de psikanalitik söylemden kaynaklanan kendi metinleri, kendi kavramları, kendi
varsayımları karşısında belli farklılıkları mümkün kıldığını söylemektir (Foucault 2006:
242).
Öte yandan Foucault’ya göre, söylemlerin dolaşım, değerleme, atıf, sahiplenme kipleri
her kültürle birlikte değişir ve her birinin içinde dönüşüm geçirir.42 Foucault geçmişteki
söylemi, onu yeniden canlandıracak bir “yorum”un teması olarak değil, kendi niteliği
içinde betimlenecek bir “anıt” olarak ele almak; söylemin içinde, yapısalcı yöntemlerin
yaptığı gibi yapılış yasalarını değil, varoluş koşullarını aramak; söylemi, onu doğurmuş
olabilecek düşünceye, tine ya da özneye değil, içinde açılım gösterdiği pratik alana
göndermek gerektiğini düşünür (Foucault 2004a: 123-4). Bununla birlikte, bazı
tarihçilerin anlatılarının, diğerlerinin yorumlarına göre daha “doğru” olduğundan söz
ettiğimiz zamanlar olur. Oysa bize diğer bütün anlatımları kendisine göre ölçmemize
olanak verecek, derinlemesine, gerçek bir tarih, gerçek bir anlatı, diğer yorumların salt
çeşitlemelerinden ibaret olacağı, temelden doğru bir metin yoktur (Jenkins 1997: 23-4).
Jenkins sorunun, tarih söz konusu olduğunda, -kendisinin yaptığı gibi- tarihin ne
olduğunu bildiği iddiasında bulunanların her zaman zaten bir yorum ediminde
bulunmaları olduğunu söyler (Jenkins 1997: 80).
Foucault, yorumlamanın, tanım olarak, gösterilenin gösteren üzerindeki fazlalığını, dilin
gölgede bıraktığı düşüncenin mutlaka dile getirmediği bir kalıntıyı, sınırın dışına itilmiş,
özün kendisi olan artığı kabul etmek olduğunu belirtir. Ona göre, her zaman geride
kalan ve söz verilmesi gereken bir gösterilen vardır; gösteren ise, her zaman, bize
rağmen ne demek istediğiyle ilgili olarak bizi sorgulayan bir zenginlikte ortaya
çıkmaktadır. Foucault için, geleneksel anlamda, başkalarının düşünceleri üzerine
konuşmak, söylediklerini söylemeye çalışmak, gösterilenin bir analizini yapmaktır
(Foucault 2002: 14-5).
42 Bu bağlamda Foucault kültürel ürünün de tarihsel dokunun bir parçası olduğunu ifade eder (Foucault 2004b: 137).
183
Deleuze düşünmenin, her zaman, yorumlamak değil, deneylemek olduğunu belirtir.
Buna göre, deneylemek ve deneyim, her zaman aktüel olan, doğmakta olan, yeni ve
olmakta olandır. Bu nedenle tarih deneyim değil, yalnızca (tarihin) gözünden kaçan bir
şeyin deneyimini mümkün kılan olumsuz koşulların bütünüdür. Tarih olmadan,
deneyim belirlenmemiş, koşullanmamış olarak kalacaktır. Ona göre deneyim tarihsel
değil, felsefidir (Deleuze 2006: 120). Öte yandan, Deleuze, arkeolojinin, bir yazma
yüzeyinin oluşturulması olduğunu ifade eder. Bu bağlamda, bir yazma yüzeyi
oluşturulamazsa, saklı olmayan görünür olmayan olarak kalacaktır. Öte yandan, yüzey
derinliğin değil, yorumlamanın karşıtıdır. Ona göre, Foucault’nun yöntemi her zaman
yorumlama yöntemlerinin karşıtı olmuş ve deneyime vurgu yapmıştır. Foucault’daki
son derece önemli kıvrım üstüne kıvrım teması deriye (tene) göndermede
bulunmaktadır (Deleuze 2006: 101).
Foucault’ya göre, bir deneyim ne gerçektir ne de sahte; o kurulan, tasarlanan bir şeydir.
Deneyim, kurulmadan önce varolmayan, sadece kurulduktan sonra varolan, gerçek
olmayan, ama gerçekleştirilen bir şeydir (Foucault 2004b: 58). Bu bağlamda Foucault
Hapishanenin Doğuşu kitabının kendisi için bir “hakikat”, bir “açıklama kitabı”nın
karşısında yer alan bir “deneyim kitabı” olduğunu söyler (Foucault 2004b: 62).
III.4.2. İktidar ve Direniş İmkanı
III.4.2.1. İktidar Her Yerdeyse Direniş de Her Yerdedir
Foucault’ya göre, iktidar her yerdedir; bu ise, iktidarın her şeyi kaplamasından değil,
her yerden gelmesinden dolayı böyledir. Bu bağlamda iktidar, bir kurum, bir yapı ya da
bazılarının baştan sahip olduğu belirli bir güç değil, belli bir toplumda karmaşık bir
stratejik duruma verilen addır. Öte yandan, iktidar elde edilen ya da elden kaçırılan bir
şey değil, sayısız noktalardan çıkarak, eşitsiz ve hareketli bağıntılar içinde işleyen bir
yapıdır. Bu bağıntılar ise, basit bir yasaklama ya da sürdürme rolü olan üstyapı
konumunda değildirler; varoldukları yerde doğrudan üretici bir rol oynarlar (Foucault
1993a: 99-100).
184
Eğer iktidar her yerdeyse, “o zaman Foucault’nun yaptığı gibi modern disiplin
toplumunun soykütüğünü yazmak nasıl mümkün olabilir?” diye soruyor Callinicos
(Callinicos 2001: 132). (Buna “şimdiye kadar söylediği şekilde” demek istiyor insan,
ama sanırım bu uygun olmaz.) Foucault iktidarı iktidar ilişkileri çerçevesinde ele
aldığını söylüyor. Bunun ise iktidarı tümden çözümlemek olmadığı ortadadır -ki bunu
iddia etmediğini yukarıda söylemişti zaten. O, hastanede, hapishanede vs. bu ilişkilerin
nasıl geliştiğini araştırır. Buradaki aykırılıkları, kesişmeleri, benzerlikleri, örtüşmeleri
ve iktidarın benzer şekilde okulda, fabrikada, orduda nasıl işlediğini ortaya koymaya
çalışır.
Foucault için, mücadelenin genelliğini oluşturan şey iktidar sisteminin kendisi, iktidarın
bütün işleme ve uygulanma biçimidir. Ona göre, iktidar aşağıdan gelir; bu demektir ki
iktidar bağıntılarının ilkesi egemen olanlarla onlara bağımlı olanlar arasında, yukarıdan
aşağıya ve toplumsal bünyenin derinliklerine değin gitgide daha kısıtlı gruplar üzerinde
etkisini gösteren bir ikilik yoktur (Foucault 1993a: 100).
Öte yandan, iktidarın olduğu her yerde direnme de vardır; bu nedenle, direnme hiçbir
zaman iktidara oranla dışsal bir konumda değildir. Bununla birlikte, iktidar ilişkileri,
“direnme noktalarının çoğulluğuna oranla varolabilirler; bu noktalar, iktidar
bağıntılarında, rakip, hedef, destek, bir kavga için atılım rolü oynarlar. Bu direnme
noktaları, iktidar şebekesinin her yanında mevcuttur” (Foucault 1993a: 101). Bu
direnmeler de, iktidar bağıntıları içinde yok edilemez karşıtlıklardır.43
“Tıpkı, iktidar bağıntıları şebekesinin, sonunda, tam anlamıyla içlerinde yer etmeksizin aygıt ve kurumlara giren kalın bir doku oluşturması gibi direnme noktalarının göç etmesi de toplumsal kademeleşmelerin ve kişisel birliklerin içinden geçer. Ve nasıl ki, devlet iktidar bağıntılarının kurumsal bütünleşmesine dayanıyorsa, bu devrimi olanaklı kılan da, bu direnme noktalarının stratejik olarak kodlanmasıdır” (Foucault 1993a: 102).
43 “Örneğin, yaşam iktidarın hedefidir; ne var ki yaşam aynı zamanda iktidarın görünmeyen yüzüdür, sınırlarını açığa çıkararak iktidara direnir. Yaşam, Foucault’ya göre, iktidarın sınırıdır: insanlar direnmek için ölmeye hazır olduklarında “yaşam artık kendisini takas etmediğinde,” o zamana iktidar kendi sınırına ulaşmıştır. Belki bu sınır, saf açıklık ve olanak anlamında bir tür Dışarı’dır” (Newman 2006: 153).
185
Dolayısıyla iktidar mekanizmaları, bu güç dengeleri alanında çözümlenmelidir. Bu
şekilde uzun süre siyasal düşüncenin gözünü kamaştıran Yasa-Hükümdar sisteminden
kurtulmak mümkün olabilir.
Foucault siyasi düşüncenin ve siyasi mücadelenin öncelikli görevinin iktidarın en zayıf
ve direnişin de en verimli olduğu yeri keşfetmek bağlamında stratejik olduğunu ileri
sürmektedir. (Bernauer 274) Bu bağlamda Foucault’ya göre, “bizi neyin tehdit ettiğini
bilmek iyidir; ama kendimizi nasıl savunacağımızı bilmek de iyidir” (Foucault 2005a:
102).
İktidar sahip olunan ya da güce/iktidara sahip kişilerin kullandığı bir şey değildir, çünkü
o bunlar (bu kişiler) tarafından meydana getirilmiştir, ki onlar onu desteklerler ve ona
direnirler. O, kurallarını bütün bu yönettiklerine zorla kabul ettiren bir egemenlik
sistemi değildir, çünkü bu tür herhangi bir kural daima söz konusu olan süren
mücadelelerdir (Rouse 1994: 109).
Foucault, iktidar ilişkilerinin kaçınılmaz olarak direnişe yol açtığını, her an bir direniş
çağrısı yaptığını, direnişe imkân tanıdığı ve gerçek direniş olduğu için, tahakküm
uygulayan iktidara karşı çok daha fazla güçle direnir. Bu bağlamda Foucault, ortaya
çıkarmaya çalıştığı şeyin, tektipleştirici bir aygıtın donuk ve istikrarlı tahakkümünden
çok, sürekli ve çok biçimli mücadele olduğunu söyler (Foucault 2003: 176-7). Öte
yandan hayır demenin direnişin asgari biçimi olduğunu söyleyen Foucault, bu hayırı
kesin bir direniş biçimi haline getirmenin gerekliliğini vurgular (Foucault 2003: 284).
Öte yandan Foucault, iktidarın bireylerin yalnızca dolaşıma girmekle kalmadığı, aynı
zamanda ona boyun eğmek ve onu uygulamak durumunda oldukları bir ağ biçiminde
işlediğini belirtir. Bu nedenle, bireyler hiçbir zaman iktidarın atıl ve onaylayıcı hedefleri
değil, tam tersine her zaman iktidarın aracısıdır. Yani iktidar bireyleri geçiş yolu olarak
kullanır, bireylere uygulanmaz. Bu nedenle birey iktidarın onun üzerine uygulandığı
temel bir çekirdek, ilkel bir atom değildir.
“Aslında bir bedenin, hareketlerin, söylemlerin, arzuların bireyler olarak tanımlanması ve kurulması tam olarak iktidarın birincil etkilerinden biridir. Yani
186
birey iktidarın dışında ve karşısındaki şey değil, bence iktidarın birincil etkilerinden biridir. Birey iktidarın bir etkisi ve aynı zamanda, bir etkisi olduğu ölçüde de bir aracıdır: İktidar, kurduğu birey üzerinden işler” (Foucault 2005a: 107).
Foucault, bireyselleştirmenin iktidara karşı durduğunu sanmadığını, tersine
bireyselliğimizin, her birimizin zorunlu kimliğinin iktidarın bir sonucu ve bir aracı
olduğu kanısında olduğunu ifade eder. İktidarın en çok korktuğu şey de, grupların güç
ve şiddetidir. (Foucault 2005b:282) Bu bağlamda Young, Foucault’nun direniş
olasılığını ortadan kaldırdığını iddia edenlerin sorunun özünü ıskaladıklarını söyler; ve
Foucault’nun önemini azalttığı tek şeyin egemen fail olarak bireysel öznede
merkezlenmiş bir direniş teorisi olduğunu belirtir. Young’a göre, dolambaçsız bir
karşıtlıkçı direniş tipi iddiası ayrıca, “geleneksel siyasetin hakim içeri-dışarı modeline
göre, öznelerin iktidarın işlemlerinin dışında bir konumdan direnebileceklerini
varsayar” (Young 2000: 144).
III.4.2.2. Özneleşme Pratikleri
Foucault, Platon’un Alkibiades’ine ilişkin üç temel temaya değinmektedir: İlki, kendine
ve siyasal yaşama gösterilen dikkat arasındaki ilişki; ikincisi, benliğe yönelik özen ile
kusurlu eğitim arasındaki ilişki; üçüncüsü ise kişinin kendine dikkat etmesi ile kendini
tanıması arasındaki ilişkidir (Foucault 1999a: 47). “Platon’a göre, kişi kendi içindeki
gerçeği keşfetmek zorundadır. Stoacılara göre, gerçek, kişinin kendi içinde değil,
“logoi”de, yani öğreticilerin öğretisindedir. Kişi işittiğini beller, işittiği anlatımları
hareket tarzını yönetecek kurallara dönüştürür” (Foucault 1999a: 54). Bu noktada
Foucault itiraf tekniğine değinir. Ona göre itiraf, konuşan öznenin anlatılanın öznesiyle
çakıştığı bir söylem geleneğidir; bu, aynı zamanda bir iktidar ilişkisi çerçevesinde
gerçekleşen bir gelenektir. Çünkü Foucault insanın, yalnızca hitap edilen değil, aynı
zamanda itirafı dayatan, değerlendiren ve yargılamak, cezalandırmak, avutmak ya da
uzlaştırmak için müdahale eden merci olduğunu iddia eder (Foucault 1993a: 68).
Foucault’ya göre, “ben”in doğması için, “ben” ile “ben-olmayan” arasında bir ayrım
yapılması gerekmektedir. Benliğin sınırları, benliğin ötesinde bulunan ve benlik
187
olmayan her şeyden onu ayıran çizgilerdir. Dolayısıyla benliğin oluşumunda ilk ve en
temel adım, bölünme olarak görünür (Gutman 1999: 87).
Gutman Rousseau’daki bölünme/bölme edimine değinerek onunla Foucault arasında
bağlantı kurmaya çalışır. Rousseau’da bölünme, onun kendi varoluşunun izlediği
güzergahın açıklanması olarak verdiği sayısız çözümlemedeki temel adımdır. Rousseau,
kafa ile yüreği, mantık ile duyguyu, doğa ile toplumu, benlik ile toplumu, ülke ile kenti
ve benlik ile doğayı birbirine karşıt olarak görür ve ayırır. Rousseau’nun yaşadığı
dönemde, beyin ile beden birbirinden ayrılmış durumdaydı. Çünkü bu dönem bir “Akıl
Çağı”ydı (Gutman 1999: 87-8). Rousseau duyguların taleplerini ön plana çıkartarak,
akla gereğinden fazla değer verilmesine itiraz eder. Bu bağlamda o, İtiraflar’da görülen,
bir özne olarak benliğin oluşturulmasında çeşitli hayati teknikleri icat eder. Bunlar: 1.
Bir gözlemleme ve betimleme konusu olarak benzersiz, bireyleşmiş benliğin doğuşu. 2.
İnsani deneyimin benlik ve öteki, ben ve ben-olmayan, birey ve toplum olarak
bölünmesi. 3. Foucault’nun “öz inceleme-öz sorgulama” dediği başkası’nın, kamunun
bakış nesnesi olarak benliğin doğuşu. 4. Benliği yazıya dökmek yoluyla, (laik) itirafa
dayanan benlik oluşumu tarzının gelişmesi. 5. Bu dört teknik ve sonuçlarının yarattığı
hayal kırıklığıyla düşsel olanın yüceltilmesi. Rousseau, modern özneyi oluşturan bu
tekniklerin yaratılmasına ve meşrulaştırılıp kullanıma girmesine yardımcı olur. Sivrilen,
ortaya çıkan benlik, Gutman’a göre, Foucault’nun izini sürdüğü iktidar teknolojisinin
içinde ve onun aracılığıyla kendini geliştirip icat edeceği bir kaynak haline gelir
(Gutman 1999: 99-100).
Gutman, Rousseau’nun, konuşan özneyi dilde nesneleştirmek, onu donanımlı okurun
bakışına sunmak suretiyle, benliği özne olarak oluşturduğunu ileri sürer. Bölümleme
aracılığıyla, özneyi nesneleştirir ve benliğin, kendisini özne ve nesne olarak tanıyacağı
yazılı itiraf şeklinde bir teknik geliştirir. Bu itiraf tekniğiyle Rousseau, henüz iktidar
tarafından aşılmamış olmakla birlikte, kısa zamanda modern iktidarın hazırlanmasında
birincil araca dönüşecek olan bir benlik teknolojisi geliştirmiştir. Ancak Rousseau,
iktidar teknolojisinin hazırlanmasında farkında olmadan aracı olmuşsa bile, ironik bir
biçimde, aynı zamanda hüküm süren iktidara yeni ve güçlü bir muhalefetinin
doğuşunun asli hazırlayıcısı da olmuştur. Burada, kendi benliğini yaratmanın benliğin
188
yok edilmesine yol açan bir etken olması gibi, iktidarın mikrofiziğine tabi olan bir
kamusal benliğin yaratılması da, tam anlamıyla egemen iktidara muhalefet edecek bir
karşıt gücün doğmasına neden olur (Gutman 1999: 100). “İtiraflar”ın her yerinde bu
yoksunluk durumu ile karşılaşılır. Hem Katolik günah çıkartma hücresi hem de Freudçu
psikanaliz, yorumlama pratiğinin, kendilerinin otorite ve düzene tabi kılınışlarında
sorumluluk almaya hazırlanmış çağdaş öznelerin ortaya çıkışında önemli roller
oynamışlardır (West 1998: 235).
“Kişinin kendi hakikatini arama kaygısı, kendini bulma ilgisi, gövdesine ve ruhuna gösterdiği ihtimam, zevkle ve acıyla olan ilişkileri tam da kendilik teknolojisinin faal olduğu alandır. Bu sürekli değişen, katlanan, bazen tekilleşip bazen çoğalan anlam alanında etik yan, buradaki anlamıyla kişinin sosyal dünyadaki yerini tarif kaygısı, bir sürek avına, kişinin kendi hakikatinin peşine düşme ve sonunda kişiye özel bir dizi ‘düşünce-davranışları’ oluşturmasına neden oluyor” (Tekelioğlu 1999: 45).
Bu bağlamda Deleuze Foucault’da özneye44 dönüş olmadığını belirtir. Ona göre,
Foucault’nun, başta yadsıdığı öznelliği yeniden keşfettiğini, yeniden bulduğunu
düşünmek, “insanın ölümü” kadar büyük bir yanlış anlamadır. Öyle ki, özneleşmenin
özneyle çok az ilgili olduğu görünür. Söz konusu olan kişiler ya da kimlikler değil, daha
çok bir elektrik alanı ya da manyetik bir alan, yeğinliklerle iş gören bir bireyleşme,
bireyleştirilmiş alanlardır. Bu, Foucault’nun bazı yerlerde tutku adını verdiği şeydir
(Deleuze 2006: 107).
Öte yandan Bernauer’e göre, Foucault’nun özne ve özneleşme bağlamında ele aldığı
etiği, esrik bir düşünme ya da dünyevi bir mistisizm olarak betimlenebilecek entelektüel
bir özgürlük pratiğidir (Bernauer 2005: 307). Foucault’nun son kitaplarında ve
yaşamında bize gösterdiği gibi, birinin din, hukuk, bilim ya da felsefi temellendirmeye
göre eylemesinin temellendirilmesine güçlü bir şekilde karşı çıkmasında, yine de,
imgelem, açıklık, mizah, disiplinci düşünme ve pratik aklın ön planının yapıldığı yeni
bir etik yaşam biçimi üretmeyi araştıran bir etik ve entelektüel bütünlük türü vardır
(Dreyfus-Rabinow 1986b: 121).
44 Hemen belirtelim ki, Foucault’ya göre mutlak özne yoktur (Foucault 2006: 256).
189
Bu bağlamda Foucault, son dönemlerinde, öznellik sözcüğünden öznenin, kendisiyle
ilişki içine girdiği bir hakikat oyunu içinde kendini deneyimleme tarzının anlaşılması
koşuluyla, öznellik tarihini incelediğini ifade eder (Foucault 2004a: 353). O, tıpkı Hegel
gibi, özneyi bilen, isteyen, özerk, kendini eleştirebilen ya da Kantçı söylemde olduğu
üzere, “aşkın” bir özne olarak görmememiz gerektiğini açıkça vurgular (Sarup 1995:
93). Bu nedenle özneyi çok yönlü, dağınık ve belli bir merkezden yönetilemeyecek
söylemlerin beşiği olarak anlamak doğru olur. Foucault’ya göre, akıl hastalığı, suça
eğilimlilik veya cinsellik söylemleri, öznenin sadece çok özel bir hakikat oyununda ne
olduğunu söyler. Ancak bu oyunlar özneye, zorunlu bir nedenselliğe veya yapısal
belirlenimlere göre dışarıdan dayatılmaz. Özne ve nesne ancak eşzamanlı ve belirli
koşullar altında birbirlerini kurarlar; ama aynı zamanda birbirlerini ve bu deneyim
alanının kendisini de değiştirdikleri bir deneyim alanı açarlar (Foucault 2004a: 355).
Özne sorunu ile eser ve yazar arasında bir ilgi kuran Foucault için, bir eserin sınırlarını
çizmek, onu bir yazara atfetmek ve bundan bir yorum çıkarmak gibi işlemler yansız
değildir. “Bu işlemler söylemleri sınıflayarak, düzenleyerek ve bölüştürerek kontrol
eden ‘kısıtlayıcı ve zorlayıcı’ bir işleve sahiptirler” (Chartier 1998: 121). Ancak,
Foucault, eserin, yazarın, yaratıcı birliğin yok olduğunu söylemekle özneyi ortadan
kaldırmaz. Sorgulanan şey, öznenin aşırı belirlenmiş birliğidir (Blanchot 2005: 76-7).
Öte yandan günümüzde fikir tarihi, bilgi tarihi veya sade tarih gibi, tarih yapılırken
bilgiyi mümkün kılan ve hakikatin ortaya çıktığı köken noktası olarak bu temsil
öznesiyle yetinilir. Foucault’ya göre, kesin anlamda verili, hakikatin tarihe varmak için
yola çıktığı şey olmayan, bizzat tarihin içinde oluşan ve her an tarih tarafından
oluşturulan ve yeniden oluşturulan bir öznenin oluşumunun, tarih boyunca, nasıl
meydana geldiğini görmeye çalışmak gerekmektedir (Foucault 2005b: 166). Bu
bağlamda, Foucault, Marksizmin üniversiteli veya akademik belli bir geleneğinin bu
geleneksel felsefi özne kavramıyla henüz hesaplaşmadığını, oysa toplumsal pratiklerin
parçası olan bir stratejiler toplamı olarak ele alınan bir söylem dolayımıyla bir bilgi
öznesinin tarihsel olarak kurulmasının gösterilmesi gerektiğini söyler.
190
III.4.3. Direnişten Diyaloğa: İktidarın Kırılma Noktalarında Hayat Bulan Başkalık
Foucault, Habermas’ın Kantçı ideal diyalog anlayışının,45 evrensel normlara vurgu
yaptığını, taraflı ve başkasına düşmanca tutumuyla birlikte, açıkça, başkasını ve direnişi
baskı altına alan bir tahakküm rejimi kurulmasına yardım etme olasılığını içerdiğini
savunur (Falzon 1998:87; 2001: 135).
Öte yandan, biz, hoşlansak da hoşlanmasak da, her zaman bir diyaloğun içindeyizdir.
Bu, başkasıyla sürekli karşı karşıya geldiğimiz, onu etkilediğimiz, onun üzerin(d)e
güç/iktidar uyguladığımız ve aynı zamanda ondan etkilendiğimiz anlamına gelmektedir.
Başkası, geçici olarak sesinin kesildiği tahakküm durumlarında bile, sürekli diyalog
içindedir ve bu süreçte dönüşüme uğrar. Başkası, “kontrolümüzden kaçan, kesin bir
biçimde organize edemediğimiz, evcilleştiremediğimiz şeydir. O, yeni ve beklenmedik
olan, bizi şoka sokan, bizim için sürpriz yapan, bizi hayrete düşüren, inançlarımıza
meydan okuyan ve bizi dönüşümle tehdit eden şeydir” (Falzon 1998:89; 2001: 139-40).
Onunla zaten gizli bir biçimde evcilleştirdiğimiz bir karşı karşıya gelişte başkası, bize
bir “güvenli şok” yaşama imkanı veren ve bizi meydan okunmamış başlangıç
noktamızda bırakan bir “sahte-başka” olacaktır. Bunun açık bir örneği, Hegel’in
başkasını ele alış tarzıdır. Hegel farklılığı ve başkalığı yalnızca kabul eder gibi
görünmektedir. O, başlangıç noktası durumundaki Mutlak Özne’ye tabi kıldığı için
risksiz veya meydan okumasız bir biçimde başkası üzerinde kafa yorar. Bu bağlamda,
başkası ben’in uygun bir zamanda tekrar içselleştirilecek kendi kendisine yabancı hale
gelmesinden başka bir şey değildir (Falzon 1998: 90; 2001: 141).
Bununla birlikte, başka yaşam biçimlerine ve kültürel formlara yönelik eleştiri ve
sorgulamalarımızın bir meşruiyeti yoktur. Bunu yapmak, bu başka yaşam biçimlerine
yabancı öğeleri empoze etmek ve onların kendi yaşam biçimlerini ihlâl etmektir (Falzon
1998: 93; 2001: 145). Bir diyalog durumunda, başkasına kategoriler empoze etmek,
başkasının nihai kavranışı değil, aksine, “yalnızca açık-uçlu bir sürecin başlangıcıdır.”
45 Habermes İletişimsel Eylem Kuramı kitabında iletişimsel bir rasyonelliğin ancak ideal bir tartışma ortamında olabileceğini temellendirmeye çalışır (Habermas 2001: 38-46). Oysa Foucault için bu türden idealleştirmeler realiteden kopuk değerlendirmelerdir ve patrikte pek önemleri yoktur.
191
Başkası yalnızca oluşturduğumuz, olmasını istediğimiz şey değildir. O aynı zamanda
yorumumuza direnen, yakasını onu yorumlamamızdan kurtaran, hakkındaki
yorumumuzu aşan ve daha sonra bizi etkileyebilen şeydir (Falzon 1998: 94; 2001: 147).
Öte yandan, biz dünyaya daima, onu kendisinden yola çıkarak yorumladığımız ve
organize ettiğimiz, belirli bir perspektiften bakmaktayızdır. Ancak bu perspektif(ler),
başka perspektiflerle karşı karşıya gelebilen, onlarla uyum halinde dönüşebilen bir
yapıya sahiptir. Burada, yorumların, rekabet eden başkasını yorumlama ve organize
etme tarzlarının sürekli diyalog içerikli bir mücadelesi söz konusudur. Buna göre,
birbiriyle rekabet halinde birçok hakikatten söz etmek mümkündür (Falzon 1998: 94-5;
2001: 147-8)
Direniş biçimlerinin, tahakküm biçimlerine karşı güçlü bir cephe açmalarını, sosyal
değişmenin gerçekleşmesinde etkili olmalarını sağlayacak bir dereceye kadar birlik ve
organizasyona ihtiyaç duymaları ölçüsünde, başkasına açıklık talebinin de o oranda, bu
direniş formlarının bir özelliği olması gerekir (Falzon 1998: 98; 2001: 153).
Bu bağlamda, başkasıyla gerçek diyalog, yalnızca yeni, farklı başka seslerin ortaya
çıkışına değil, aynı zamanda bu seslerin, onların gerçek güce/iktidara sahip olduğu
anlamına gelen, kültürde gerçek etkiye sahip olabilmesini de ima eder. Böyle
anlaşıldığında diyalog, “muhtemelen tehlikeli”, açık ve riskli bir iştir. Diyalog, başkası,
yani yeni ve yenileştirici mevcut hayat tarzları üzerinde meydan okuyucu, yıkıcı ve
dönüştürücü bir etkiye sahip olduğu ölçüde mevcut sosyal düzen formlarının ve
istikrarın sorgulanmasına yol açar (Falzon 1998: 98; 2001: 153).
Foucault, GIP (Hapishaneler Üzerine Araştırma Grubu) ve GIS (Sağlık Haberleşme
Grubu)’teki çalışmalarının sonucunda, bu grupların benimsemiş olduğu özgün ve
sınırları belli mücadelelerin başarıya ulaşmasında katkıları olduklarını görmüştür.
Ancak bu sınırlı eleştiriler siyasi partiler ve işçi sendikaları tarafından manipüle
edilebilmeye açıktı. Bununla birlikte, mahkumların, kendilerine hapishane dışından
verilen siyasi desteği bilmelerinin etkilediği bir gelişme olan büyük hapishane
ayaklanmalarının ortaya çıkması ve yerleşik psikiyatri bilgisi ve otoritesinin temelinden
192
sorgulanması ona cesaret vermişti (Bernauer 2005: 271). İşte bunlar iktidarın etkisinin
pratikte kırılma noktalarını oluşturmaktaydı. Bu kırılma noktaları zorlanarak iktidara
“darbeler” indirilebilir ve bambaşka yaşam pratikleri, iktidarın bize sunduğu yaşam
olanaklarında başka yaşam olanakları hayata geçirilebilir. Bunlar birer özgürlük
alanıdır.
Öte yandan, Foucault, iktidar ilişkilerinden bir çırpıda, tümden bir tür kurtuluşun
tasarlanmaması gerektiğini belirtir. Ona göre, iktidar ilişkileriyle de oynanır. Bunlar,
taktik ve strateji, kural ve rastlantı, koz ve hedef terimleriyle incelenmesi gereken
iktidar oyunlarıdır. Foucault bu iktidar oyunlarının birçok açıdan ele alınabileceğini
belirtir. Devletin yurttaşlarla veya diğer devletlerle oynadığı büyük oyunu incelemek
yerine, Foucault, çok daha sınırlı, çok daha mütevazı ve felsefede büyük sorunların
sahip olduğu bilinen soylu statüye sahip olmayan iktidar oyunlarıyla ilgilenmeyi tercih
eder. Bunlar, delilik, tıp, hastalık veya hasta beden, ceza usulü ve hapishane etrafındaki
iktidar oyunlarıdır. Foucault, şimdi, temel olarak, kendi özgürlüğüne ve haklarına en iyi
şekilde saygı gösterilmesini sağlamak için bu iktidar oyunlarında taraf olmanın söz
konusu olmadığını, bunların artık açıkça istenmeyen oyunlar olduklarını söyler. Ona
göre, oyun içi çatışmalar değil, oyuna direniş ve oyunun kendisinin reddi söz konusudur
(Foucault 2005a: 204-6). Ancak bu reddedişle birlikte “gerçek” bir özgürlüğün
yaşanması mümkün olur. Bu oldukça zor bir şey gibi görünse de, Foucault bize bunun
mümkün olabileceğini gösteriyor.
III.5. BİR DEĞERLENDİRME
Bernauer’e göre, hakikat-cinsellik-öznellik üçlüsüne dayanan arzunun yorumbilgisini
irdeleyen Foucault, bu yorumbilgisinin bir hayalet üzerine bina edildiğini
göstermektedir. Bu hayalet de insani varoluşun bir hayat-ölüm, eros-thanatos kavgası
olarak anlaşılmasından ibarettir. Hapishanenin Doğuşu’nda felsefi düşüncenin, insani
ruh ve varoluşu bir mekanizmaya dönüştüren iktidar-bilgi ilişkileriyle mücadele etmesi
gerekirken, Cinselliğin Tarihi’nde etiğin görevi, kendiliklerimizi, Foucault’nun “bios”
olarak ifade ettiği insani varoluşu biyolojik hayata, yani “zoe”ye tabi kılan güçlerin
193
elinden kurtarmaktır. Foucault’da, “varoluşun estetiği” bir “hayat bilimi”ne karşı bir
direniş imkanının gerçekleştirilmesi olarak görünür. Bu bağlamda, “Foucault’nun
varoluş estetiğinin hedefi de entelektüel ve ahlâki değerlerin yerini almak değil, sanatın
tekeline terk edilmiş olan özgün yaratıcılığı hem düşüncenin hem de eylemin merkezine
yerleştirmektir” (Bernauer 2005: 315).
Deleuze ise, özne sorununa gönderme yaparak, Foucault’nun özneyi asla yeniden dahil
etmediğini ve yapıtının ona dayattığından başka zorunluluğu asla olmadığını söyler
(Deleuze 2006: 124). Foucault’nun sözünü ettiği deneyim, fenomenolojik bir deneyim
değildir. Foucault’da “her zaman hem sınırlarını hem de yok oluşlarını Dışarının
çizgisinde bulan bilgiler ve iktidarlar vardı” (Deleuze 2006: 127). Deleuze, Foucault
için önemli olanın, özneleşmenin her tür ahlâktan, her tür ahlâksal koddan ayrılması
olduğunu ifade eder. Ona göre, özneleşme, bilgi ve iktidar şeklinde ortaya çıkan bir
yapının aksine, etik ve estetik bir yapıdadır (Deleuze 2006: 129). Foucault’daki
özneleşme, varoluş tarzlarının ya da yaşam stillerinin üretilmesinden ibarettir (Deleuze
2006: 130).
Öte yandan, Bernauer’a göre, Foucault, bizlere, kendine özgü üslubuyla, şeylerin
düzenini sorgulamayı ve bu sorgulamayı neden yapmamız gerektiğini göstermiş ve bir
alanın doğru ve yanlış çerçevesinde tanımlanmasının, kutsal ve dünyevi, kutsanmış ve
lanetli, iyi ve kötü söylemlerinden daha masum ya da yararsız olmadığı gerçeğini
öğretmiştir (Bernauer 2005: 317).
Foucaultcu iktidar nosyonu sadece onun anlamı için bağıntılı hakikat ve özgürlük
kavramlarını elde etmez, fakat hakikat ve özgürlüğün koşulunu elde ettiği, onlar
arasındaki standart bağı da elde eder (Taylor 1986: 93). Öte yandan Foucault’nun
sistemi reddetmesi ile anarşistlerin reddetmesi arasındaki farka değinen Megill, onun
yapıtında hiçbir doğal düzenin ve hiçbir olası uyumun olmadığının altını çizer (Megill
1998: 376).
Foucault ile ilgili bir sonuca giderken Deleuze’ün onun için söylediklerine değinmekte
fayda var; çünkü birçok kişinin Foucault’yu bırakın filozofu, felsefeci olarak dahi
194
görmediği noktada o çok çarpıcı bir şekilde Foucault’nun filozofluğuna dikkati çeker.
Deleuze’e göre, Foucault yirminci yüzyılın en tam anlamıyla filozof olan filozofu, belki
de tek filozofudur, çünkü on dokuzuncu yüzyıldan tamamen kopmuş ve bu nedenle
ondan bu derece iyi söz edebilmiştir. Bu bağlamda Foucault yaşamını düşüncesinin
içine sokmaktaydı. Foucault’nun iktidarla ve kendisiyle kurduğu ilişki, yeni bir yaşam
ya da ölüm, delilik ya da akıl sorunuydu. “Foucault için özneleşme özneye kuramsal bir
dönüş değil, başka bir yaşam tarzının, yeni bir stilin pratik araştırması olmuştur”
(Deleuze 2006: 120).
Bu bağlamda, anlamanın ve yorumlamanın ötesine geçerek deneyimin öneminin farkına
varmak gerekir. Hakikatler olmadan yaşamak olanaklı mıdır? Bunun zor olduğu
ortadadır. Ancak hakikatlerin mutlaklaştırılmayıp düşüncenin kendine kapanması
engellenmelidir. Düşünce başka düşüncelerle etkileşime girerek gelişir. Yani
düşünmenin ucu her zaman açıktır. Ancak aynı üzerine düşünmek, düşünme edimini
“bozuk bir plağın aynı yerde takılıp söyleneni tekrarlaması gibi” yavanlaştırır. Oysa
düşünmenin gerçekleşebilmesi için düşüncenin üzerin(d)e şekilleneceği bir şeyin olması
gerekir. Fakat hakikatin değil de hakikatlerin olabileceğinin bilgisine sahip olmak, bu
farkındalıkla eylemek, artık anlamanın ve yorumlamanın ötesine geçip farklı bir ilişki
gerçekleştirmek, başkasına açık olmak demektir. Foucault’nun bize söylemek istediği
şey başkası’yla şimdinin ufkunda bir arada bir deneyimi yaşamak gerektiği; bir başka
deyişle, başkası’nı deneyimlemekten korkmamak gerektiğidir. Foucault’nun
söylediklerini bir motto’ya dönüştürürsek eğer, bize şöyle hitap ettiğini görürüz: “Kendi
başına deneyimleme/eyleme cesaretini göster.”
Son olarak Foucault’nun, felsefenin iktidar karşısındaki durumu konusunda
söylediklerine bakalım. Şöyle diyor Foucault:
“Felsefenin, iktidar karşısında, iktidarın kurucusu veya sürdürücüsü rolü dışında bir rol oynaması için belli bir imkânın hâlâ var olduğu düşünülebilir. Belki felsefe hâlâ karşı-iktidarın yanında bir rol oynayabilir; yeter ki felsefe iktidar karşısında kendi yasasını övmesin, yeter ki felsefe kendini peygamber olarak görmeye son versin, yeter ki felsefe kendini pedagoji veya hukuk olarak görmeye son versin ve iktidar etrafında olup biten mücadeleleri, iktidar ilişkileri içindeki hasımların stratejilerini, kullanılan taktikleri ve direniş odaklarını analiz etmeyi, açıklamayı, görünür kılmayı ve yaygınlaştırmayı görev olarak üstlensin, kısacası, koşul olarak felsefe
195
iktidar sorununu iyi veya kötü terimleriyle değil, varoluş terimleriyle ortaya atsın” (Foucault 2005a: 202-3).
196
SONUÇ
Çalışma boyunca görüldü ki, Aydınlanmada, hatta Aydınlanmanın da öncesinde hakikat
hep aklı ve akılsallığı temel alan bir söylemle birlikte gitmekte ve aklın, bilinçliliğin
ötesindeki her şeyi dışarıda bırakmaktadır. Burada, hareket noktası olarak alınan -öncesi
ve sonrasıyla- Aydınlanmada akıl, ilerleme ve özgürleşme bağlamında bir söylemin
geliştiği -ama farklı ve karşı söylemlere rağmen geliştiği- görülmektedir. Bütün
düşünsel yapı ve buna bağlı olarak kurumsal yapılar hep bu söylem çerçevesinde bir
yere konmaya çalışılır. Buna göre, Aydınlanma sayesinde insanlar kendi başlarına
hakikatlere ulaşabilecek, Tanrı’dan, kiliseden, dolayısıyla dinsel düşünceden kopacak
ve özgürleşecektir. Bu özgürlük bireyle sınırlı kalmaz, toplumsal bir kurtuluşa,
toplumsal bir özgürlüğe yayılır. Hegel ve Marx, Aydınlanmanın aşkın özne kavrayışına
itiraz ederlerken, özneyi tarihselliğinde ele alırlar. Ancak her iki filozof da
Aydınlanmanın özgürlük ve ilerleme idealine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Tabii ki, bu
özgürleşmenin faili/öznesi olarak Hegel “köle”yi, modern bireyi görürken, Marx
proletaryayı görür. Bu bağlamda, Hegel Anayasa’yı ve Devlet’i yüceltirken, Marx da
gerçek insanı, somut bireyi tarihin başlangıcı olarak görür.
Aydınlanma bağlamında gelişen söyleme ilk ciddi itiraz Nietzsche’den gelmiştir. O,
öznenin kendisinin bir icat olduğunu belirtir; hatta sadece özne değil bilgi de bir icattır.
Nietzsche bilgi ile güç/iktidar arasında bir bağ olduğunu söyler; ona göre bilgi istemi ve
buna bağlı olarak hakikat istemi bir iktidar istemidir. Dolayısıyla hakikat ile güç/iktidar
arasında böyle bir bağın olduğunun keşfi hakim söylemin dışında bir kavrayıştır.
Böylece akıl/akılsallık ve akla dayalı dünya görüşü büyük darbe almıştır. Aslında
Nietzsche’nin derdi doğrudan aklın kendisi değil, daha çok Aydınlanma bağlamında
gündeme gelen “akılcılık”, akılsallık ve akılcılığın akıl kavrayışıdır. Öte yandan,
Nietzsche’nin perspektifli bakış ve perspektiflilik bağlamında söyledikleri de oldukça
önemlidir. O, hakikatin perspektif(ler)e bağlı olduğunu ve bu bağlamda sadece
yorumların olabileceğini söylemekle Foucault üzerinde –ve tabii ki başka birçok filozof
ve düşünür üzerinde- çok önemli etkiler yapmıştır.
197
Aydınlanmanın akıl kavrayışına ve bu çerçevede şekillenen bilinç ve bilinçliliğe bir
başka itiraz Freud’dan gelmiştir. Freud, Descartes’tan beri modern söyleme yerleşmiş
olan akıl ile akıl-olmayan kavrayışını alt-üst etmiştir. Onun bu bağlamda geliştirdiği
kavram bilinç-dışı’dır. Ancak son tahlilde o da bilinçdışını aklın içine sokar. Elbette ki
bu modern düşünce bağlamında gelişen ve Aydınlanmada doruğuna çıkan akıl
kavrayışından farklıdır. Freud, her ne kadar, determinist bir bakışa sahip olsa da
cinsellik bağlamında şekillenen söylemi de alt-üst etmiştir. Ancak onun doktor/hekim
ile hasta ilişkisindeki hakikati elinde bulunduran doktora/hekime ayrıcalıklı bir konum
kazandırması sonucu başka bir söylem gelişmiştir. Bu da doktorun/hekimin bilgisi
doğrultusunda gelişen bir hakikat söylemidir; yani hekim/doktor sahip olduğu iktidar
bağlamında bir söylem geliştirir ve geliştirdiği söylem kendi iktidarını pekiştirir.
Öte yandan Freud, bilince ve cinselliğe yönelik görüşleri dönüşüme uğratmasına karşın,
çocukluktan hareketle insana ilişkin bir çözümlemeye girişmesiyle, insan dünyasına
ilişkin tümel bir hakikatin peşindedir. Çünkü o, tekil olgulardan ve örneklerden
hareketle bütün insan dünyasına yayılan bir açıklama yapmaya çalışır. Bu çabasıyla o,
determinist bir bakışı benimsemektedir. Bununla birlikte Freud, her şeyi Ego’nun
(Ben’in) çevresine yerleştirmiş ve cinselliği de bu bağlamda ele almıştır. Dolayısıyla
Ego (Ben) Freud’da merkezi konumdadır.
Freud ile Nietzsche’yi buluşturan ortak nokta ikisinin de içgüdüye -farklı adlandırmalar
ve bağlamlarla da olsa- önem vermeleridir. Her ikisi de içgüdülerin yaşamsal öneminin,
yaşama katkılarının ihmal edildiğini söyleyerek, içgüdünün insanın yaşam enerjisi
olduğunu belirtirler.
Bu çerçevede her dönemin kendi hakikat anlayışını inşa ettiği, buna bağlı bir söylem
geliştirdiği görülmektedir; yani hakikat söylemden ayrı düşünülemez. Öte yandan tek
hakim söylem yoktur (örneğin Aydınlanma içinde Rousseau’nun dile getirdikleri;
Aydınlanma bağlamında geliştirilen söylemle kilisenin söyleminin birlikte gitmesi ve bu
noktada filozofların -örneğin Hegel’in- kendi düşüncelerine dinsel söylemi de katmaları
vb.); aksine birbirini kesen, birbirleriyle yan yana giden, birbirleriyle örtüşen söylemler
(örneğin Hegel ve Marx’ın dile getirdiklerinin kimi noktalarda Aydınlanma ile
198
örtüşmesi) vardır. Bununla birlikte, bilgi/hakikat ile iktidar arasında doğrudan bir bağ
vardır. Toplumsal yapı içerisinde en fazla güce sahip olanların bilgiyi dağıtmakta ve
çıkarlarına göre meşrulaştırmakta oldukları görülmektedir. Bu nedenle iktidar toplumsal
yapı içinde her yere yayılır ve her noktaya nüfuz ettiği görülür. Burada bireyin toplusal
olan tarafından biçimlendirilmesi söz konusudur.
Bu noktada, Adorno’nun temel itirazının tikel ile tümelin özdeşliği düşüncesine olduğu
görülür. Bu özdeşlik düşüncesi kavram ile gerçekliğin örtüştüğü fikrini dillendirir.
Oysa, gerçeklik tam olarak kavrama gelmez ve ona direnir; bu da nesnenin özneye
direnmesi anlamına gelir. Adorno’ya göre, kültür endüstrisi bu özdeşlik fikriyle işler;
burada tikel olan tümele, birey topluma veya devlete feda edilir. Kültür endüstrisinde
her şey bir metaya/mala dönüşür ve birbiriyle değiş-tokuş edilebilir hale gelir. Bu da,
Adorno için, özerkliğin ve özgürlüğün yitip gitmesi demektir. Bu bağlamda Adorno,
sanatın bize özerk bir alan sağladığını ve özgürlüğün zemini olduğunu söyler. Sanat
hakikati ele geçirebileceğimiz yegane alandır. (Bu ise, Adorno’nun Nietzsche ile ortak
noktasıdır.) Adorno’ya göre, sanat toplumsal bir bağlama sahiptir; onun bu özelliği
topluma karşı bir antitez oluşturmakta ve içinde bulunduğu topluma muhalif bir konum
sağlamaktadır. Adorno, olan bitenin değişebileceğine ya da başka türlü de olabileceğine
yönelik umutsuz görünse de, bu umudun gerçekleşebileceği yegane alan olarak sanatı
görür.
Foucault’ya göre iktidar söylem boyunca işleyen şeydir. Ancak Foucault, iktidarın
söylemin anlamı olmadığını ve söylemin genel iktidar mekanizması içinde işleyen bir
dizi unsur olduğunu belirtir. Öte yandan söylem de bir siyasi olaylar dizisi dolayımı
olduğundan, iktidar, bu dolayım ile iletilir ve yönlendirilir. Foucault hakikatin, kendisini
üreten ve destekleyen iktidar sistemleriyle döngüsel bir ilişki içinde olduğunu dile
getirir. İşte Foucault buna “hakikat rejimi” demektedir. Bu “hakikat rejimi” de ideolojik
ya da üstyapısal olmaktan çok kapitalizmin oluşum ve gelişmesinin bir koşulundan
ibarettir. Foucault’ya göre, hakikat üretilen bir şeydir; hakikat üretimlerini mümkün
kılan şey de iktidar mekanizmaları olduğundan, hakikati iktidardan ve iktidar
mekanizmalarından ayrı düşünmek mümkün değildir. Foucault kendisinin
199
hakikat/iktidar, bilgi/iktidar ilişkileri ile ilgilendiğini belirterek, iktidar ve bilmenin tam
da söylem içinde eklemlendiğini söyler.
Öte yandan Foucault etik deneyim bağlamında özneleşmeden söz eder. Foucault
özneden çok özneleşmeden söz etmekte ve bu bağlamda deneyime vurgu yapmaktadır.
Foucault’da özneleşme, bilgi ve iktidar bağlamındaki bir ahlâkın aksine, etik ve estetik
bir yapıya sahiptir. Özneleşme, burada, yaşam biçimlerinin üretilmesi anlamına
gelmektedir.
Adorno, Hegel’in diyalektik görüşünü eleştirerek onun diyalektiğini pozitif olarak,
kendi diyalektiğini de negatif olarak niteler. Adorno’nun temelde karşı çıktığı şey
özdeşlik düşüncesidir. O, negatif diyalektiğin özdeşlik düşüncesine karşı olduğunu, bu
nedenle tümel ile tikelin özdeşliğine itiraz ettiğini söyler. Ancak, Adorno Hegel’in
diyalektiğine karşı çıksa da, kendisi de başka bir diyalektik görüşünü benimser; yani
Adorno diyalektikten ve diyalektik düşünmeden vazgeçmez. Oysa, Foucault için,
zıtlıkların ya da çelişkinin sadece diyalektik yöntemle çözülmesi veya aşılması
gerekmez; hatta böyle bir çabaya girmeye bile gerek yoktur. Söz konusu olan tarih
olunca -ki doğa için de aynı şey geçerlidir- diyalektik bir süreçten söz etmek mümkün
görünmez. Çünkü tarihte böyle bir diyalektik açılma söz konusu değildir. Adorno tarihte
bir ilerleme olduğu görüşünü eleştirir. Ona göre hakiki bir ilerleme -tıpkı Nietzsche’de
olduğu gibi- ancak sanatta mümkündür. Foucault ise ilerleme düşüncesini çok fazla
gündemine almaz.
Bu bağlamda, Dellaloğlu Aydınlanmanın Diyalektiği’nde söylenenlerle Foucault’nun
düşünceleri arasında bir bağ olduğunu belirtir. Aydınlanmanın Diyalektiği’nde
egemenliğin belirsizliği, merkezsizliği iması dile getirilmektedir. Burada bizim aklımızı
kullandıkça denetim altına girmemiz ve rasyonelleştikçe özgürleşmek yerine toplumsal
olana tabi olmamız söz konusudur. Dellaloğluna göre, Foucault’nun iktidar analizi de
aynı noktaya vurgu yapar (Dellaloğlu 2003b: 44-5). Foucault da rasyonelleşme
aracılığıyla iktidarın kurumsal yapılara nüfuz ettiğini söyler. Buna göre, iktidar,
akılsallık söylemine bağlı olarak insan yaşamının her alanına yayılmıştır. İktidar, her
yerde, her ilişkide farklı biçimlerde karşımıza çıkmaktadır.
200
Adorno’nun burada eleştirdiği akıl, Aydınlanma ile şekillenen araçsal akıldır; bu akıl
teknolojik tahakküm tarafından beslenir. Bu bağlı olarak, Adorno, insanlar arasında
meydana gelen etkileşimlerin birer iktidar ilişkisi olarak algılanabileceğini belirtir. Akıl
kendini tahrip ettiği için dünya çekilmez bir hal almıştır. Adorno’nun burada
söyledikleri Foucault’nun iktidar analiziyle benzerlik sunar. Ama, söylendiği üzere,
Foucault, Adorno kadar karamsar değildir. Foucault, bu çekilmezliğin ortadan
kalkabileceğine duyduğu umudunu sadece düşünmede bırakmaz ve sanatın alanına
sıkıştırmaz; o, bu umudu, gerçekleştirmeye çalışır. Umut etmek eylemenin önüne set
çekmez. Foucault için umut, deneyimin, eylemin imkanını oluşturur. Aslında Foucault
umut konusunda fazla konuşmaz; daha çok düşünülenin, görülenin gerçekleştirilme
koşullarını araştırır. Bu koşullar deneyimde hayat bulur. Foucault için deneyimlemek
bir varolma koşuludur.
Adorno, Aydınlanmayı eleştirirken, onun mitosa karşı çıkarken ve mitostan kurtulmaya
çalışırken, bir başka mitosa, sayı ve nicelik mitosuna dönüştüğünü söyler. Adorno
dünyaya egemen olma çabasının, sonuç olarak dünyaya yabancılaşmayı doğurduğunu
belirtir. Buna göre, insanlar güçleri arttıkça, üzerinde güç uyguladıkları şeye
yabancılaşırlar. Adorno, bu noktada, Aydınlanmanın nesnelerle bağlantısının diktatörün
insanlarla bağlantısı gibi olduğunu söyler. Diktatör, insanları onlara egemen olduğu,
onları denetleyebildiği kadarıyla tanırken, bilim adamı da nesneleri kurabildiği,
oluşturabildiği kadarıyla bilmektedir. Bu nedenle özne de nesne de kendilerine yönelik
yapılan bütün tanımlama çabalarına direnirler. Foucault, özne-nesne konusundaki
epistemolojik bakışa kuşkuyla yaklaşsa da, bu kavramların içeriğinin her dönemde, her
söylemde farklı şekilde doldurulmaya çalışıldığını belirtir. Bu noktada, Adorno ile
uyumlu olarak, kavramların tarihsel içeriğinin tarihsel koşullara bağlı olarak
doldurulduğunu savunur. Ancak, Adorno için bilgi eleştirisi, aynı zamanda toplumun
eleştirisidir. O, bilginin toplumun bilgisi olduğu için bunun böyle olduğunu söyler.
Toplum, her ne kadar nesnellik tarafından kuşatılmış olsa da, toplumsal olan tarafından
biçimlendirilmiş insanlar tarafından eleştiriye tabi tutulabilir. Adorno toplumsal sürecin
diyalektik işleyişinde bunun mevcut olduğunu söyler. Foucault ise, toplumsallığa
değinmeden, sorunu ikidar ilişkileri ve iktidarın kurumsallaşması çerçevesinde ele alır.
201
Ona göre, eleştiri ve eleştiriye bağlı olarak gösterilen bir tepkiden ziyade, iktidara karşı,
iktidarın görüldüğü her ilişkide bir direniş gerçekleştirilmelidir. Foucault sorunun
başkası ve başkasıyla diyalog sorunu olduğunu ve bunun da yaşanan an içinde
çözülebileceğini ifade eder. Toplumsal yaşamda başka insanlarla ilişki içindeyiz;
dolayısıyla onlarla ilişkide olduğumuz için iktidara karşı bir direnişi de onlarla
kuracağımız ilişkilerle gerçekleştirebiliriz. Şu soruyu hep gündemde tutmalıyız: Şu anda
neler olup-bitmektedir ve ben bu olup-bitene karşı neler yapabilirim? Denetimin üst
düzeye çıktığı çağımızda böyle bir direnişin gerçekleştirilebilmesi zor görünebilir.
Ancak, yine de, bunun denenmesi, en azından bu çaba içinde olunması vazgeçilmez gibi
görünüyor.
Adorno özne-nesne ilişkisini ele alırken, nesnenin özneye tabi kılındığını ve verili
olanın nesneleştirildiğini belirtir. Bu şekilde nesne tahrip edilmekte ve onun yerine
kavramlar konmaktadır. Bu da özdeşlik düşüncesinin vardığı bir noktadır. Ancak,
Adorno, bu özdeşlik düşüncesini eleştirir ve nesnenin tam olarak kavrama
gelemeyeceğini iddia eder. Bununla nesneye bir özgürlük alanı açılır. Bunun toplumsal
alandaki görünümü ise tikel olanın somut bireyin kendi kavramından fazla bir şey
olması demektir. Ancak birey kendi tekliğinden, tikelliğinden dolayı kavramın
büyüsünü, tümelin oyununu bozar. Bu şekilde hareket etmesi ona kendinin farkına
varmasını sağlar. Ama bu farkındalık, kültür endüstrisi çağında, bireysel olanın
toplumsal olan tarafından tahrip edildiği, bütün bireylerin eşitlendiği bir çağda hayata
geçirilemez. Daha önce de söylendiği gibi, Adorno, bu farkındalığın hayata
geçirilebileceği ve bireyin gerçek anlamda bir özgürlüğe kavuşacağı yer olarak sanatı
gösterir.
Foucault, Adorno’dan farklı olarak, modern öznenin iktidar aracılığıyla kurulduğunu,
meydana getirildiğini söyler. Nietzsche’den hareketle, öznenin kendisinin bir icat
olduğunu söyleyen Foucault’ya göre, özne olan-biteni açıklama konusunda bilgi
kuramında ortaya çıkan sorunlardan dolayı icat edilmiştir.
Öte yandan, Foucault’ya göre, Frankfurt Okulu’nun “özne” kavramını ele alışı, ana
çizgileriyle geleneksel felsefenin benimsediği yöndedir. Onlar, ayrıca, Marksist
202
hümanizmden de etkilenmişlerdir (Foucault 2004b: 131). İnsanın deneyimler yaşayan
varlık olduğunu ifade eden Foucault, bir nesneler alanını tanımlarken, aynı zamanda
kendisini değiştirdiğini, bozduğunu, dönüştürdüğünü ve bir özne olarak
biçimlendirdiğini belirtir. O, “insanın ölümü”nden söz ederken, basitçe bunları dile
getirmek istediğini söyleyerek, bu kavramların etrafında dolaşırken Frankfurt Okulu ile
uyuşmadığının apaçık ortada olduğuna vurgu yapar (Foucault 2004b: 133).
Foucault’nun kendi iktidar konfigürasyonları çalışmalarının önemini kavramlaştırması,
öyleyse, Frankfurt Okulu’nun iktidar bilgi ilişkisini geleneksel kavramlaştırmasına bir
alternatif sağlamakta yetersiz olduğunu da gösterir. Birçok yanlış bilinç ve ideoloji
eleştirisi fikri, ideolojik olmayan düşünme ve “doğru” bilinci içerir. İdeoloji, hakim
sınıf tarafından baskıcı iktidara uygulanmasıyla (içeri) sokulan çarpıtmaların sonucudur.
Ancak bu tür çarpıtmaların farkına varılır ve baskı yok edilirse doğru bilinç olanaklı
olabilir. Foucault, ideoloji kavramının, bu yüzden, bilginin tarafsız olması gerektiği,
sadece çarpıtılan/değiştirilen iktidar ilişkilerinin yokluğunda araştırılabildiği geleneksel
görüş içerdiğini düşünür. Elbette o, bu iktidar ve bilginin bağımsızlığı görüşünü bütün
Eleştirel Teorisyenler’e atfetmekle yanılmış olabilir. Örneğin, Adorno, projesini, negatif
diyalektik olarak adlandırır ve varolması gereken hakkındaki pozitif taleplerden sakınır
(Hoy 1986: 131). Adorno, toplumsal yapıdaki olumsuzluklardan ve yirminci yüzyılda
yaşananlardan hareketle olan-bitene karşı olumsuz düşüncelere sahiptir. Bireyin
toplumun baskısını kırabileceği konusunda ise umutsuz ve karamsar bir tablo çizer. Bu
nedenle toplumsal anlamda bir özgürlüğün gerçekleşebileceğine dair oldukça az bir
umut beslemektedir. O, bu umudun gerçekleşebileceği, somut bireyin özgürleşebileceği
yer olarak sanatı, sanatsal pratiği görmektedir. Sanat tikel olana, somut bireye bir
özgürlük ufku açar; başka olanın farkına da burada varılabilir.
Adorno, kültür endüstrisi çağında, bireylerin birer meta olarak görüldüğünü, bu şekilde,
bir meta olarak değerlerinin piyasa koşulları tarafından belirlendiğini söyler. Burada,
bireylerin mevcut yerleri her zaman başkaları tarafından doldurulabilir. Buna göre,
Adorno, bu aynılaş(tır)ma sürecine bağlı olarak, toplumsal olanın bireysel olan üzerinde
bir egemenlik kurduğunu, dolayısıyla bireyin toplumsala tabi kılındığını belirtir; bu,
toplumun birey üzerinde bir iktidara sahip olduğu anlamına gelir. Bu süreç
Aydınlanmadan beri hızla devam etmektedir. Adorno’nun Aydınlanmaya yönelttiği
203
eleştirilere benzer bir çözümleme Foucault tarafından da yapılır. Foucault da iktidar
konsunu ele alırken on sekizinci yüzyılın belirleyici bir özelliğe sahip olduğunu belirtir.
Bu dönemde kurumsal yapılarda farklı bir dönüşümün yaşandığı görülür. Bu dönüşüme
bağlı olarak iktidar da bir dönüşüme uğrar. Birey ve bireyleşme iktidarın kendini farklı
ilişkiler aracılığıyla gerçekleştirmesinde önemli bir yere sahiptir. Foucault, modern
öznenin bu dönüşümle ortaya çıktığını söyler. Bu nedenle, Foucault, iktidarın “olumlu”
bir şekilde işlediğini ve bireyleşmeye katkı sağladığını belirtir. Bu katkı hem hapishane,
hastane gibi kapatılma pratiklerinde hem de aile yaşamında görülür. Çünkü böyle bir
söylemin benimsenmesi iktidar açısından daha “faydalı” ve daha “tasarruflu” görünür.
İktidar bireylere ihtiyaç duyar; bu nedenle onlara özen gösterir. Ama bu her şeyin
yolunda gittiği ve iktidarın baskı ve şiddet araçlarını hiç kullanmadığı anlamına gelmez.
İktidar kendi meşruiyeti tehlikeye düştüğünde şiddet araçlarını kullanır. Ancak şiddet
iktidarın asli unsuru, sürekli kullandığı bir araç değildir. Aksine, iktidar bütün bunlardan
uzak durmaya çalışır. Çünkü kendini ayakta tutmak, sağlam kılmak için “sağlıklı”
bireylere ihtiyaç duyar. Adorno, Auschwitz gibi örneklerden hareketle umutsuz bir
tutum sergileyip toplumsal ilişkiler açısından bir çıkış yolu bulamamaktadır. Toplumsal
olan içinde bireyleşme de birey de ortadan kalkmakta ve iktidara tabi olmaktadır. Oysa
Foucault, bireyleşme sayesinde iktidara tabi olmaktan söz etmektedir. Yani iktidar
bireyi, bireyin ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların karşılanmasını ön plana çıkararak
kendisini sağlama alır.
Öte yandan, Adorno, toplumsalın baskısından kurtulup bireyleşmenin
gerçekleştirilebileceği yegane yer olarak sanatı ve sanatsal alanı gösterir. Burada birey
gerçek anlamda kendini ortaya koyabilir ve tümelin, toplumsal olanın baskısını kırabilir.
Sanat aracılığıyla tümel ile tikel arasında hakiki bir uzlaşma ve barış sağlanabilir. Ama
bu uzlaşma ve barış baskıya dayalı bir sürecin sonunda olmaz, aksine bu sanatın
doğasında olan bir şeydir. Sanat başka olanın kendini gösterdiği ve bu başkalığın
farkına varıldığı yerdir. Sanat bize bir başkalık alanı sunar; bu başkalığa bağlı olarak bir
özgürlük alanı da açılır. Foucault ise, sanatı önemli bir insani çaba olarak görmesine
karşın, kişinin kendisini ifade edebileceği, bir kişi olarak kendisi olabileceği yer olarak
bizatihi içinde yaşadığımız toplumsal yapıyı gösterir; her ne olacaksa burada olacaktır.
Foucault, gerçek bir özgürleşmenin de, özneleşme ya da kendilik pratikleri olarak ifade
204
ettiği bir çaba sayesinde gerçekleşeceğini söyler. İktidar her yerde olabilir; ama iktidar
her yerde ise, bu iktidara görüldüğü her yerde, her ilişkide direnme olanağı da vardır.
Önemli olan iktidarın söylemine karşı farklı bir söylem geliştirme çabası içinde
olmaktır. Adorno böyle bir söylemin geliştirilebileceği konusunda umutsuz olsa da,
Foucault -kendi yaşamında da yapmaya çalıştığı gibi- bunun olabileceğini, böyle bir
söylemin hayata geçirilebileceğini gösterir. Ama, Foucault, benimsediğimiz söylemin
hakim söylem olmaması konusunda bizi uyarır. Yoksa, varolan iktidar oyunu içerisinde
oluruz; ama yapılması gereken şey bu oyunun dışında başka bir oyunu hayata
geçirmektir. Eğer bunu yapamıyorsak, en azından denemeliyiz. Aksi takdirde kendini
gerçekleştirmekten ve hakiki bir özgürlükten söz etmek mümkün olmaz. Özgürleşme
her tek durumda, her ilişkide kendini ortaya koymakla mümkün olur.
Foucault, Adorno’dan farklı olarak, başkası sorununu sanatın içine sıkıştırmaz ve tam
da Adorno’nun olumsuz yaklaştığı toplumsal olan içinde ele alır başkası sorununu.
Foucault’ya göre, bu sorunun çözüleceği yer insanların birbirleriyle ilişkide oldukları
gündelik hayattır. Çünkü biz başkası/başkaları ile günlük yaşantımızı sürdürürken
karşılaşırız. Bizden başka olanların, başkalarının yaşam biçimlerini beğenmesek de
onlar oradadır; bizden önce de vardılar bizden sonra da var olacaklar. Dolayısıyla
başkası sorununun ele alınması gereken yer de burasıdır. Bu sorun, aynı zamanda,
iktidar sorunuyla bağlantılıdır. Çünkü biz başkalarıyla kurduğumuz ilişki sayesinde
ancak mevcut söyleme, iktidar ilişkilerine direnebilir ve başka bir söylem biçimini
hayata geçirebiliriz. Başkası bizim biçimlendirdiğimiz, bize göre olan, bizim
tanımladığımız bir şey değil, aksine bizim bakışımıza karşılık veren, bize karşı koyan
bir niteliğe sahiptir. Biz bu başkalıkla, başkasıyla diyalog içindeyiz. Yani başkası
bizden başka olandır; bu başka olma özelliğiyle bizim diyalog içinde olduğumuz
“kişi”dir.
Bir başka konu farkındalık sorunudur. Adorno farkındalığı sanatta görürken, Foucault
farkındalığın gündelik yaşantıda(n) elde edilebileceğini belirtir. Biz her zaman bir
şimdide yaşarız. Yaşam bir kereliktir ve tekrarlanamaz (Adorno da bu dünyanın telafisi
olmadığını söylüyordu.); bu nedenle yaşadıklarımızı yaşanan an içinde yaşamaktayız.
Her an tekil durumlarla ve tekil olaylarla karşı karşıyayızdır; zaten olay kavramı tek
205
olana gönderme yapar. Bu şekilde, yaşanan anın farkında olmak gerekir; kendimizin
farkında olmak bu yinelenemezliğin farkında olmaktır. Dolayısıyla, her neye karar
vereceksek, her ne yapacaksak şu an içinde karar verip yapmamız gerekir. Bu ise bize
bir özgürlük ufku, bir özgürlük alanı açar. Bu özgürlük de, Adorno’nun söylediği gibi,
sanatın alanına, sanatsal deneyime sıkışıp kalmaz; başkalarıyla birlikte
gerçekleştirebileceğimiz bir deneyim alanına yayılır -başka olanın, başkasının deneyim
alanına. Bu noktada Foucault, anlamanın ve yorumlamanın ötesinde olan deneyimin
önemine vurgu yapar. Tarihten söz edildiğinde anlamanın ve yorumlamanın ötesinde
pek bir şey yoktur. Ama, söz konusu olan yaşamın kendisi olunca, burada, anlama ve
yorumlama yetersiz kalır. Yaşam için söz konusu olan şey deneyimdir. Foucault’nun
söz ettiği deneyim şimdinin ufkunda başkası ile birlikte yaşanan bir deneyimdir.
Öte yandan, Adorno hakikatin sanatla ve sanatsal yaratımla ortaya çıkacağını belirtir.
Sanat hakikatin kendisini gösterdiği bir alandır. Bu nedenle Adorno, hakikat konusunda,
felsefe söz konusu olduğunda mutlağa ve mutlak hakikat düşüncesine olumsuz
yaklaşırken, sanatla ilişkisinde olumlu bir bakış sergiler. Foucault ise, hakikatin
söylemle birlikte gittiğini söyler. Ayrıca hakikat ile iktidar arasında da bir ilişki söz
konusudur. Yani hakikat, söylem ve iktidar birlikte işler. Ancak, Adorno’nun hakikat ile
sanat ilişkisi bağlamında iktidara olumlu bir bakışı olduğunu da eklemek gerekir. Ama
sanatın iktidarı toplumsal iktidar gibi değildir; sanat iktidarını insani yaratıcılığa olanak
sağlamak ve insanın özgürleşmesinin önünü açmak için kullanır. Öte yandan, Foucault,
belirli bir hakikatin değil, hakikatlerin olabileceğinden söz eder; bu da Nietzscheci bir
tezdir. Hakikat bir kişi ya da grubun tekelinde olan bir şey değildir. Farklı bakışlar ve
farklı söylemlere bağlı olarak farklı hakikatlerden söz edilebilir.
Bununla birlikte, Adorno sanatsal etkinliği tümelin/toplumsalın tikel/birey üzerindeki
iktidarını aşmanın yolu ve sanatı da iktidardan uzak ve büyük hakikat söylemlerinin ve
bu söylemlerin egemenliğinin aşıldığı yegane alan olarak görür; Foucault ise iktidar ve
iktidar ilişkilerini aşmanın yolu olarak direniş odaklarını genişletmeyi önerir. Bu
bağlamda başkalarıyla ilişki içerisinde kişinin bir özgürlük pratiği yaşaması söz konusu
olur. Ona göre, sanatsal etkinlik insan yaşamının bir parçasıdır. Bu bağlamda diyalog -
Foucault’nun anladığı anlamda diyalog- iktidarla mücadelede ve iktidar ilişkilerini
206
aşmada vazgeçilmez bir eylem biçimidir. İçinde yaşadığımız bu dünya -“iyisi”yle
“kötü”süyle elimizdeki tek dünya- sanatsal pratik de dahil olmak üzere, bütün yaşantı ve
direniş olanaklarını içinde barındırmaktadır; dolayısıyla iktidara dair bütün sorunların
çözümünü de.
Foucault’da her an karşımıza çıkan şey deneyimdir. Bu deneyim, bizden başka olanla,
başkasıyla birlikte, tam da yaşamın içinde, şu anda gerçekleştirilen bir deneyimdir.
Foucault, yılmadan farklı yaşam pratiklerinin, başka yaşam deneyimlerinin önemine
vurgu yapar. Egemen bakış açılarına ya da tek egemen güç olmak isteyen kişi ve
gruplara karşı hep farklılığa, başka olana vurgu yapar. Ancak bu farklılık vurgusu yanlış
anlaşılmamalıdır. Çünkü, farklı olana vurgu yapmak bir arada yaşamaktan vazgeçmek
demek değildir. Aksine, bir arada yaşamanın en önemli paydası, farklı olana, başkasına
“katlanmak”, onun bizden farklı, bizden başka olduğunun farkına varmaktır. Bu bizi,
bizden başka olanla, başkasıyla diyaloğa sokar, onunla bir arada yaşamamız için bir
imkan sunar –ama eğer biz bunu istiyorsak. Bu bağlamda Foucault, sanatı yaşamdan
kopuk bir şey olarak ya da sığınılacak bir yer gibi görmez; o, yaşama sanatından söz
eder ve yaşamın estetize edilmesini gündeme getirir.
Öte yandan, gerek Adorno’nun gerekse Foucault’nun felsefeye dair söyledikleri
bakımından bazı noktalarda bir örtüşmenin söz konusu olduğu söylenebilir. Her iki
felsefeci de felsefenin kendisini yüceltmesine ve mutlak konusunda güvence vermesine
eleştirel yaklaşırlar ve felsefenin bu yönünden uzak durmak gerektiği uyarısında
bulunurlar.
Bitirirken şunları söylemek gerekir: Tarihte öyle zamanlar vardır ki düşünme kendisine
bir yol bulamaz, bocalar durur. Düşünmenin ilerleyebileceği bir patika gerekir böyle
durumlarda -ve tabii ki bu patikayı bulacak, inşa edecek kişiler, düşünürler, filozoflar.
Zamanla patikalar genişler ve bir yol olur, kişinin kendisi -ve başkaları- için. İşte
Adorno ve Foucault böyle patikalarda ilerleyip yeni yollara varan iki düşünür, iki
filozoftur. Hem “eski” felsefi geleneği izleyen, bu bağlamda araştırma yapan, hem de
gelenekten kopmaya çalışarak felsefede yeni bir bakış oluşturan, yeni bir yol inşa eden
bu iki isim, bize, insani yaşama ve olan-bitene dair alışılagelmişin dışında, farklı şeyler
207
söylerler. Onların söyledikleri bize hakikat ve iktidar konusuna bakmada oldukça farklı
fırsatlar sunmaktadır. Başkalarıyla birlikte olma yazgısına sahip olan bizler, eğer onlar
üzerinde bir tasarrufa sahip olmak ve bu şekilde iktidar oyunu içinde kalmak
istemiyorsak, onlarla diyaloğa girmekten başka bir yol olmadığını görmeliyiz. Bu
konuda, Adorno’ya, ama özellikle Foucault’ya önem vermek ve onun söyledikleri
üzerinde bir kez daha düşünmek yararlı olabilir.
208
KAYNAKÇA
ADORNO, Theodor W., Äesthetische Theorie, Erste Auflage, Suhrkamp verlag
Frankfurt am Main 1970.
Zur Metakritik der Erkenntnistheorie und Drei Studien zu Hegel, Erste Auflage,
Suhrkamp verlag Frankfurt am Main 1971.
Philosophische Frühschriften, Erste Auflage Suhrkamp verlag Frankfurt am Main
1973a.
Negative Dialectics, (Trans: E. B. Ashton), The Continuum Pulishing Company,
New York: 1973b.
Negative Dialektik, Erste Auflage, Suhrkamp Verlag Frankfurt am Main 1975a.
Philosophie der neuen Musik, Erste Auflage, Suhrkamp verlag Frankfurt am Main
1975b.
Kulturkritik und Gesellschaft I, Erste Auflage, Suhrkamp verlag Frankfurt am
Main 1977a.
Kulturkritik und Gesellschaft II, Erste Auflage, Suhrkamp verlag Frankfurt am
Main 1977b.
“Sanat, Toplum, Estetik”, (Çev: Taylan Altuğ), Felsefe Tartışmaları 20. Kitap,
Panorama, İstanbul: 1996.
“Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünürken”, (Çev.: Bülent O. Doğan), Cogito, sayı
36, ss 76-83, YKY, İstanbul: 2003a.
“Neden Hâlâ Felsefe”, (Çev.: Ali Kaftan), Cogito, sayı 36, ss.184-199, YKY
2003b.
Müzik ve Dil (Çev.:Bülent O. Doğan), Cogito Sayı 36, ss. 320-4, YKY, İstanbul:
2003c.
Minima Moralia, Suhrkamp Verlag Frankfurt am Main 2003d.
Dialektik der Aufklärung, Fischer Verlag Frankfurt am Main 2004a.
Edebiyat Yazıları, (Çev.: Sabir Yücesoy-Orhan Koçak), Metis Yayınları, İstanbul:
2004b.
Minima Moralia, (Çev.: Orhan Koçak-Ahmet Doğukan), Metis Yayınları,
İstanbul: 2005 (Dördüncü Basım).
Eleştiri Toplum Üzerine Yazılar, (Çev.:Yılmaz Öner), Belge Yayınları, İstanbul:
209
2006 (2. Baskı).
Vorlesung über Negative Dialektik, Erste Auflage, Suhrkamp verlag Frankfurt am
Main 2007.
“Kültür Endüstrisi: Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma”, (Çev.: Nihat Ünler),
Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi, ss. 45-108, İletişim Yayınları, İstanbul: 2008a.
(3. Baskı)
“Kültür ve Yönetim”, (Çev.: Mustafa Tüzel), Kültür Endüstrisi Kültür Yönetimi,
ss. 121-149, İletişim Yayınları, İstanbul: 2008b. (3.Baskı)
AKAL, Cemal Bali. İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara: 2003 (2.
Baskı).
AKAY, Ali. Michel Foucault İktidar ve Direnme Odakları, Bağlam Yayınları, İstanbul:
1995.
ALFORD, C. Fred. “Totalitenin Karşıtı: Levinas ve Frankfurt Okulu” (Çev.: H. Emre,
Bağçe) İdeolojiler 1, ss. 129-54, Doğu-Batı Yayınları Sayı 28, İstanbul: 2004.
ANSELL-PEARSON, Keith. Kusursuz Nihilist, (Çev.: Cem Soydemir), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul: 1998.
BALOGH, Penelope. Freud Üzerine, (Çev.: M. Sağman Kayatekin), V Yayınları,
Ankara: 1986.
BERNAUER, James. W. Foucault’nun Özgürlük Serüveni, (Çev.: İsmail Türkmen),
Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2005.
BERNSTEIN, J. M. “Görünüşü Kurtarmak Niye? Metafizik Deneyim ve Etiğin
Olabilirliği”, (Çev.: Kemal Atakay), Cogito, sayı 36, ss. 201-233, YKY, İstanbul:
2003.
210
“Negative Dialectic as Fate: Adorno and Hegel”, The Cambridge Companion to
Adorno, (Edit.: Gary Gutting), ss. 19-50, Cambridge University Press, New York:
2004.
BLANCHOT, Maurice. “Hayalimdeki Michel Foucault”, (Çev.: Ayşe Meral), Dışarının
Düşüncesi Michel Foucault-Hayalimdeki Michel Foucault Maurice Blanchot, ss.
59-104, KabalcıYayınevi, İstanbul: 2005.
BOUDRILLARD, Jean. Foucault’yu Unutmak, (Çev.: Oğuz Adanır), Dokuz Eylül
Yayınları, İzmir: 1998.
BUBNER, Rudiger. “Concerning the Central Idea of Adorno’s Philosophy”, The
Semblance of Subjectivity Essays in Adorno’s Aesthetic Theory (Edit.: Tom Huhn
and Lambert Zuidervaart), ss.147-75, Massachusetts Institute of Technology 1997.
CALLINICOS, Alex. Postmodernizme Hayır, (Çev.: Şebnem Pala), Ayraç Yayınevi,
Ankara: 2001.
CARR, E. H., Tarih Nedir, (Çev.: Misket Gizem Gürtürk), İletişim Yayınları, İstanbul:
1993.
CASSIRER, Ernst. “Aydınlanma Çağının Düşünce Biçimi”, (Çev.: Doğan Özlem),
Felsefe Tartışmaları 15. Kitap, ss. 85-102, İstanbul: 1994.
Die Philosophie der Aufklärung, Felix Meiner Verlag GmbH, Hamburg: 2007.
CEMAL, Mustafa. “Hegel’in Diyalektiği ve Olumsuz Diyalektik”, Adorno Bir Giriş,
(Çev.: Mustafa Cemal), ss. 95-116, Belge Yayınları, İstanbul: 1999.
CEVİZCİ, Ahmet. Aydınlanma Felsefesi, Ezgi Kitabevi Yayınları, Bursa: 2002.
CHARTIER, Roger. Yeniden Geçmiş, (Çev.: Lale Arslan), Dost Kitabevi Yayınları,
Ankara: 1998.
211
CLARK, Maudemarie. “The Development of Nietzsche’s Later Position on Truth”,
Nietzsche, (Ed. John Richardson and Brian Leiter), ss. 59-84, Oxford University
Press, Oxford: 2001.
COLLINGWOOD, R.G. Tarih Tasarımı, (Çev.: Kurtuluş Dinçer), Ara Yayıncılık,
İstanbul: 1990.
COPLESTON, Frederick. Hegel, (Çev.: Aziz Yardımlı), İdea Yayınları, İstanbul: 1985.
DAVIDSON, Arnold. I. “Archaeology, Genealogy, Ethics”, Foucault: A Critical
Reader içinde ss.221-33, Basil Blackwell, New York: 1986.
DELEUZE, Gilles. Müzakereler, (Çev: İnci Uysal), Norgunk Yayıncılık, İstanbul: 2006.
DELLALOĞLU, Besim F. “Bir Giriş: Adorno Yüz Yaşında”, Cogito, sayı 36, ss. 13-36,
YKY, İstanbul: 2003a.
“Adorno ve Yapıtı”, Cogito, sayı 36, ss. 37-64, YKY, İstanbul: 2003b.
DEVECİ, Cem. “Foucault’nun İktidar Kavramsallaştırmasında Siyasal Boyutun
Ayrıştırılamazlığı”, Doğu Batı sayı 9, ss. 23-39, Ankara: 1999.
DİNÇER, Kurtuluş. Tarihte Açıklama Sorunu, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara:
1991.
“Modern Epistemolojinin Çıkmazı”, Ankara Barosu Felsefe Kulübü VI. Toplantı,
ss. 233-55. Ankara Barosu Yayınları, Ankara: 2005.
DOCHERTY, Thomas D. “Postmodernizm: Bir Giriş” (Çev.: Yavuz Alagon),
Postmodernist Burjuva Liberalizmi, Sarmal Yayınevi, İstanbul: 1995.
DREYFUS Hubert L.-RABINOW Paul. Beyond Structuralism and Hermeneutics, The
Harvester Pres 1986a. (2. Baskı)
212
“What Is Maturity? Habermes and Foucault on ‘What Is Enlightenment?’,
Foucault: A Critical Reader, (Edited by David Couzens Hoy), ss. 109-121, Basil
Blackwell, New York: 1986b.
FALZON, Cristopher. Foucault and Social Dialogue, London: Routledge, 1998.
Foucault ve Sosyal Diyalog, (Çev.: Hüsamettin Arslan), Paradigma Yayınları,
İstanbul: 2001.
FANCHER, Raymond E. Ruhbilimin Öncüleri, (Çev.: Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi,
İstanbul: 1990.
FOUCAULT, Michel. The Archeology of Knowledge (Çev.: A. M. Sheridan Smith),
Pantheon Books, New York: 1972.
Hapishanenin Doğuşu (Çev.: Mehmet Ali Kılıçbay), İmge Kitabevi Yayınları,
Ankara: 1992.
Cinselliğin Tarihi I (Çev.: Hülya Tufan), Afa Yayınları, İstanbul: 1993a (2.
Basım).
Ders Özetleri (Çev.: Selahattin Hilav), YKY, İstanbul: 1993b (3. Basım).
Kelimeler ve Şeyler (Çev.: Mehmet Ali Kılıçbay), İmge Kitabevi Yayınları,
Ankara: 1994.
Deliliğin Tarihi (Çev.: Mehmet Ali Kılıçbay), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara:
1995 (2. Basım).
Kendini Bilmek, (Çev.: Gül Çağalı Güven), Om Yayınevi, İstanbul 1999a. (2.
Baskı)
Bilginin Arkeolojisi (Çev.: Veli Urhan), Birey Yayıncılık, İstanbul: 1999b.
Psikoloji ve Ruhsal Hastalık, (Çev.:Muhsin Hesapçıoğlu), Birey Yayıncılık,
İstanbul: 2000.
Kliniğin Doğuşu, (Çev.: İnci Malak Uysal), Epos Yayınları, Ankara: 2002a.
Toplumu Savunmak Gerekir (Çev.: Şehsuvar Aktaş), YKY, İstanbul: 2002b.
İktidarın Gözü Seçme Eserler 4(Çev.: Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul:
2003.
Felsefe Sahnesi Seçme Eserler 5 (Çev.: Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları, İstanbul:
213
2004a.
Marx’tan Sonra, (Çev.: Gökhan Aksay), Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul: 2004b.
Entelektüelin Siyasi İşlevi Seçme Eserler 1(Çev.: Işık Ergüden-Osma Akınhay-
Ferda Keskin), Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2005a (2.Basım).
Büyük Kapatılma Seçme Eserler 3 (Çev.: Işık Ergüden-Ferda Keskin), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul: 2005b (2. Basım).
Özne ve İktidar Seçme Eserler 2 (Çev.: Işık Ergüden-Osman Akınhay), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul: 2005c (2. Basım).
The Order of Things, Routledge, London and New York: 2005d.
Sonsuza Giden Dil Seçme Eserler 6 (Çev.: Işık Ergüden), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul: 2006.
FREUD, Sigmund. Düşlerin Yorumu, (Çev.: Emre Kapkın), Payel Yayınevi, İstanbul:
1996a (2. Basım).
“Psikanalizin Yararı” (Çev.: Alp Tümertekin), Cogito, Sayı 9, ss. 33-47, İstanbul:
1996b.
Ruhçözümlemesinin Tarihi, (Çev.: Emre Kapkın-Ayşe Tekşen Kapkın), Payel
Yayınevi, İstanbul: 2000.
Metapsikoloji, (Çev.:Emre Kapkın-Ayşen Tekşen Kapkın), Payel Yayınevi,
İstanbul: 2002.
GEMES, Ken. “Nietzsche’s Critique of Truth”, Nietzsche, (Ed. John Richardson and
Brian Leiter), ss. 40-58, Oxford University Press, Oxford: 2001.
GUTMAN, Huck. “Rousseau’nun İtirafları”, (Çev.: Gül Çağalı Güven), Kendini
Bilmek, ss. 76-101, Om Yayınevi, İstanbul: 1999 (2. Baskı).
HABERMAS, Jürgen. İletişimsel Eylem Kuramı, (Çev.: Mustafa Tüzel), Kabalcı
Yayınevi, İstanbul: 2001.
“Mitle Aydınlanmanın Kördüğümü: Max Horkheimer ve Theodor Adorno”,
(Çev.: Bülent O. Doğan), Cogito, sayı 36, ss.85-108, YKY, İstanbul: 2003.
214
HACKING, Ian. “The Archaelogy of Foucault”, Foucault: A Critical Reader, (Edit.:
David Couzens Hoy), ss. 27-40, Basil Blackwell, New York: 1986.
HAMMER, “The Touch of Art: Adorno and the Sublime”, Sats-Nordic Journal of
Philosophy, Vol. 1, No. 2, ss. 91-105, Philosophia Press 2000.
HAMPSON Norman. Aydınlanma Çağı, (Çev.: Jale Parla), Hürriyet Vakfı Yayınları,
İstanbul: 1991.
HARDT, Michael-NEGRI, Antonio. İmparatorluk, (Çev.: Abdullah Yılmaz), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul: 2001 (3. Basım).
HEGEL, G.W.F. Phänomenologie des Geistes, Suhrkamp Verlag Frankfurt am Main,
Erste Auflage 1986a.
Grundlinien der Philosophie des Rechts, Suhrkamp Verlag Frankfurt am Main,
Erste Auflage 1986b.
Hukuk Felsefesinin Prensipleri, (Çev.: Cenap Karakaya), Sosyal Yayınları,
İstanbul: 1991a.
Tarhte Akıl, (Çev.: Önay Sözer), Ara Yayıncılık, İstanbul: 1991b.
HOBBES, Thomas. Leviathan, (Çev.: Semih Lim), YKY, İstanbul: 1992.
HORKHEIMER, Max.-ADORNO, Theodor W. Aydınlanmanın Diyalektiği I, (Çev.:
Oğuz Özügül), Kabalcı Yayınları, İstanbul: 1995.
HOY, David Couzens. “Power, Repression, Progress: Foucault, Lukes and Frankfurt
School”, Foucault: A Critical Reader, (Edit.: David Couzens Hoy), ss. 123-47,
Basil Blackwell, New York: 1986.
HUHN, Tom. “Kant, Adorno ve Estetiğin Toplumsal Geçişsizliği”, (Çev.: E. Efe
Çakmak), Cogito Sayı 36, ss. 256- 75, YKY, İstanbul: 2003.
215
HUTTON, Patrick H. “Foucault, Freud ve Benlik Teknolojileri”, (Çev.: Gül Çağalı
Güven), Kendini Bilmek, ss.102-129, Om Yayınevi, İstanbul: 1999 (2. Baskı).
HYPPOLITE, Jean. Studies on Marx and Hegel, (Trans.: John O’Neill), Basic Boks,
New York 1969.
IŞIK, İ. Emre. Gen-Politik, Bağlam Yayınları, İstanbul: 2004.
JARVİS, Simon. “Adorno, Marx, Materialism”, The Cambridge Companion to Adorno,
(Edited by Gary Gutting), ss.79-100, Cambridge University Press, New York:
2004.
JAY, Martin. Diyalektik İmgelem, (Çev.: Ünsal Oskay), Ara Yayıncılık, İstanbul 1989.
Adorno, (Çev.: Ünsal Oskay), Der Yayınları, İstanbul: 2001.
JENKINS, Keith. Tarihi Yeniden Düşünmek, (Çev.: Bahadır Sina Şener), Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara: 1997.
KANT, İmmanuel. “Aydınlanma nedir? Sorusuna Yanıt” (Çev.: Nejat Bozkurt),
Seçilmiş Yazılar, ss. 213-21, Remzi Kitabevi, İstanbul: 1984.
KESKİN, Ferda. “Foucault’da Şiddet ve İktidar”, Cogito Sayı 6-7, ss. 117-122, İstanbul:
1996.
“Söylem, Arkeoloji ve İktidar”, Doğu Batı sayı 9, ss.15-22, Ankara: 1999.
“Adorno ve Yapıtı”, Cogito, sayı 36, ss.37-64, YKY, İstanbul: 2003.
“Özne ve İktidar”, Özne ve İktidar Seçme Eserler 2, ss. 11-24, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul: 2005 (2. Basım).
KIZILTAN, Güven Savaş. Çağımızda Yabancılaşma Sorunu, Metis Yayınlar, İstanbul:
1986.
216
KOJÈVE, Alexandre. Hegel Felsefesine Giriş, (Çev.: Selahattin Hilav), YKY, İstanbul:
2000.
KRAHL, Hans-Jürgen. “Adorno’nun Siyasi Çelişkisi” (Çev.: Müge Gürsoy Sökmen),
Defter Sayı 37, ss. 131-4, İstanbul: 1999.
KUÇURADİ, İoanna. Çağın Olayları Arasında, Şiir-Tiyatro Yayınları, Ankara: 1981.
Nietzsche ve İnsan, TFK Yayınları, Ankara: 1995.
LIATSOS, Yianna. “An Artist’s Choice, an Artist’s Commitment: Reconciling Myth
and Modern History in Nietzsche and Adorno”, Dialectical Anthropology 26, ss.
137-158, Kluwer Academic Publishers, Printed in the Netherlands 2001.
LOHMAN, Hans-Martin. “Adorno’nun Estetik Teorisi”, Adorno Bir Giriş, (Çev.:
Mustafa Cemal), ss. 85-94, Belge Yayınları, İstanbul: 1999.
LÖWITH, Karl. Max Weber ve Karl Marx, (Çev.: Nilüfer Yılmaz), Doruk Yayımcılık,
Ankara: 1999.
LUKACS, György. Tarih ve Sınıf Bilinci, (Çev.: Yılmaz Öner), Belge Yayınları,
İstanbul: 1998.
MARX, Karl. Kapital Cilt III, (Çev.: Alaattin Bilgi), Sol Yayınları, Ankara: 1990.
Kapital Cilt I, (Çev.: Alaattin Bilgi), Sol Yayınları, Ankara: 1997.
Grundrisse I, (Çev.: Arif Gelen), Sol Yayınları, Ankara: 1999.
1844 EL Yazmaları, (Çev.: Murat Belge), Birikim Yayınları, İstanbul: 2000.
Alman İdeolojisi, (Çev.: Sevim Belli-Ahmet Kardam), Sol Yayınları, Ankara:
2004.
MARX, Karl.-ENGELS, Friedrich., Komünist Manifesto, (Çev.: Muzaffer Erdost), Sol
Yayınları, Ankara: 1998.
217
Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, (Çev.: Barışta Erdost), Sol Yayınları,
Ankara: 2002.
MEGIL, Allan. Aşırılığın Peygamberleri (Çev.: Tuncay Birkan), Bilim ve Sanat
Yayınları, Ankara: 1998.
MENKE, Christoph “Genealogy and Critique: Two Forms of Ethical Questioning of
Morality”, The Cambridge Companion to Adorno, (Edited by Gary Gutting),
ss.302-27, Cambridge University Press, New York: 2004.
MERQUIER, J. G. Foucault (Çev.: Nurettin Elhüsrevi), Afa Yayınları, İstanbul: 1986.
MORIN, Edgar. Avrupa’yı Düşünmek, (Çev.: Şirin Tekeli), AFA Yayıncılık, İstanbul:
1995.
MUNSLOW, Alan. Tarihin Yapısökümü, (Çev.: Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul: 2000.
NEWMAN, Saul. Bakuninden Lacan’a Anti-Otorieteryanizm ve İktidarın Altüst Oluşu,
(Çev.: Kürşad Kızıltuğ), Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2006.
NIETZSCHE, Friedrich. Beyond Good and Evil, (Trans.: Walter Kaufman), Vintage
Books, New York: 1966.
The Will to Power, (Trans.: Walter Kaufman and R. J. Hollingdale), Vintage
Books, New York: 1968.
Tan Kızıllığı, (Çev.: Hüseyin Salihoğlu-Ümit Özdağ), İmge Yayınevi, Ankara:
1997.
Putların Alacakaranlığı, (Çev.: Hüseyin Kaytan), Tümzamanlar Yayıncılık,
İstanbul: 2000.
Ahlakın Soykütüğü Üstüne, (Çev.: Ahmet İnam), Yorum Yayınevi, İstanbul: 2001.
Şen Bilim, (Çev.: Levent Özşar), Asa Kitabevi, Bursa: 2003a.
İnsanca Pek İnsanca 1, (Çev.: Mustafa Tüzel), İthaki Yayınları, İstanbul: 2003b.
218
Ecce Homo, (Çev.: Can Alkor), İthaki Yayınları, İstanbul: 2003c.
Gesammelte Werke, Gondorm Verlag GmbH, Bindlach: 2005.
Der Wille zur Macht, Voltmedia GmbH, Paderorn (Tarihsiz).
OSKAY, Ünsal. Müzik ve Yabancılaşma, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara: 1982.
PAETZOLD, Heinz. “Adorno’s Notion of Natural Beautz: A Reconsideration”, The
Semblance of Subjectivity Essays in Adorno’s Aesthetic Theory (Edit.: Tom Huhn
and Lambert Zuidervaart), ss.213-35, Massachusetts Institute of Technology 1997.
POELLNER, Peter. “Perspectival Truth”, Nietzsche, (Ed.John Richardson and Brian
Leiter), ss. 85-117, Oxford University Press, Oxford: 2001.
RORTY, Richard. “Foucault and Epistemology”, Foucault: A Critical Reader, (Edit.:
David Couzens Hoy), ss. 41-49, Basil Blackwell New York: 1986.
ROUSE, Joseph. “Power/Knowledge”, The Cambridge Companion to Foucault, (Edit.:
Gary Gutting), ss.92-114, Cambridge University Press, New York: 1994.
ROUSSEAU, J. J., Bilimler ve Sanatlar Üstüne Söylev, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, (Çev.: Sabahattin Eyüboğlu), İstanbul: 2007.
SARUP, Madan. Postyapısalcılık ve Postmodernizm, (Çev.: A. Baki Güçlü), Ark
Yayınevi, Ankara 1995.
SCHEIFELBEIN, Peter. “Adorno’nun Olumsuz Diyalektiği”, Adorno Bir Giriş, (Çev.:
Mustafa Cemal), ss. 73-84, Belge Yayınları, İstanbul: 1999.
SCHWEPPENHÄUSER, Gerhard. “Adorno’s Negative Moral Philosophy”, The
Cambridge Companion to Adorno, (Edit.: Gary Gutting), ss.328-53 Cambridge
University Press, New York: 2004.
219
SOYKAN, Ö. Naci. Müziksel Dünya Ütopyasında Adorno İle Bir Yolculuk, Ara
Yayıncılık, İstanbul: 1991.
Soykan, Ö. Naci. “Adorno ve Yapıtı”, Cogito, sayı 36, ss. 37-64, YKY, İstanbul:
2003.
SÖZEN, Edibe. Söylem, Paradigma Yayınları, İstanbul: 1999.
TAYLOR, Charles. “Foucault on Freedom and Truth”, Foucault: A Critical Reader,
(Edited by David Couzens Hoy), ss. 69-102, Basil Blackwell, New York: 1986.
TEKELİOĞLU, Orhan. Michel Foucault ve Sosyolojisi, Bağlam Yayınları, İstanbul:
1999a.
“Moderniteye sıkışan Özgürlük: Foucault’nun “Kendilik Teknolojileri”ne Bir
Bakış”, Doğu Batı sayı 9, ss. 41-50, Ankara: 1999b.
TEPE, Harun. Platon’dan Habermas’a Felsefede Doğruluk Hakikat, Ark Yayınevi,
Ankara: 1995.
TIEDEMANN, Rolf. “Concept, Image, Name: On Adorno’s Utopia of Knowledge”,
The Semblance of Subjectivity Essays in Adorno’s Aesthetic Theory (Edit.: Tom
Huhn and Lambert Zuidervaart), ss.123-45, Massachusetts Institute of Technology
1997.
TOURAINE, Alain. Modernliğin Eleştirisi, (Çev.: Hülya Tufan), YKY, İstanbul: 2000.
TURA, Saffet Murat. Freud’dan Lacan’a Psikanaliz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 1996.
URHAN, Veli. Michel Foucault ve Arkeolojik Çözümleme, Paradigma Yayınları,
İstanbul: 2000.
Van REIJEN, Willem. Adorno Bir Giriş, (Çev.: Mustafa Cemal), Belge Yayınları,
İstanbul: 1999.
220
VERMOREL, Madeleine-Vermorel, Henri “Jung’la Yazışmalarının Işığında Freud’un,
Döneminin Psikanaliziyle Olan İlişkilerinin Bir Dönemi” (Çev.: İsmail Yerguz)
Cogito, Sayı 9, ss. 83-91, İstanbul: 2006.
VIERECK, G. Sylvester. “Sigmund Freud’la Görüşme” (Çev.: Doğan Şahiner), Cogito,
Sayı 9, ss. 61-69, İstanbul: 2006.
WALZER, Michael. “The Politics of Michel Foucault”, Foucault: A Critical Reader,
(Edit.: David Couzens Hoy), ss. 51-68, Basil Blackwell New York: 1986.
WEST, David. Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, (Çev.:Ahmet Cevizci), Paradigma
Yayınları, İstanbul: 1998.
WESTPHAL, Kenneth. “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Temel Bağlam ve Yapısı”, (Çev.:
Doğan Şahiner), Cogito, Sayı 9, ss. 294-316, İstanbul: 1996
WHITEBOOK, Joel. “Weighty Objekts: On Adorno’s Kant-Freud Interpretation”, The
Cambridge Companion to Adorno, (Edit.: Gary Gutting), ss.51-78, Cambridge
University Press, New York: 2004.
YOUNG, Robert. Beyaz Mitolojiler, (Çev.: Can Yıldız), Bağlam Yayınları, İstanbul:
2000.
ZEYTİNOĞLU, Emre. “Theodor Adorno’nun Sanat Tanımı ve Protesto”, Cogito, sayı
36, ss. 244-54, YKY, İstanbul: 2003.