yabancı gözüyle türk minyatürleri (1) osmanlı döneminde İran … · 2017-08-16 · yabancı...
TRANSCRIPT
Yabancı gözüyle Türk minyatürleri (1)Osmanlı döneminde İran etkisinden kurtulan Türk minyatürleri Yeniçağa özgü kişilik kazandı
Türk minyatürleri öteden beri batıda hayranlıkla izlenmektedir. Fahir Aksoy ’un Sanat Dergisi'nde tanıttığı (14 ocak 1977) minyatür sanatçısı Matrakçı Nasuh'u konu a- lan belgesel filmin geçen ay çeşitli Avrupa ülkelerinde geniş ilgi görmesi, bunun son örneğidir. B ir “yabancT'nm gözüyle Türk minyatürlerinin incelendiği aşağıdaki yazı, bu konudaki bir kitaba Richard Ettinghausen'in yazdığı önsözün 1962'de Sabahattin Eyuboğlu tarafından yapılmış çevirisidir. Ettinghausen'in önsözünün gelecek hafta sunacağımız ikinci bölümünde Osmanlı minyatür sanatı çeşitli açılardan inceleniyor.
Orta ve Yakın Doğu İs lâm diinyasmda gelişmiş resim okullarından en az bilineni Türk okuludur. İran minyatürleri, Hint Moğol resimleri, hatta Arap resmi üstüne epeyce kitap yayımlanmış olmasına karşılık Türklerin resim alanında yaptıklarına pek az doku- nulmuştur. Bugüne kadar elimizde bu konu üstüne yalnız genel bakışlarla birlikte sunulan birçok resim, cılız ve yanlış bilgiler veren tek tük kitaplar vardır.
Türkiye’nin tarihte oynadığı rol, mimarlıkta, dokumada, seramik ve çinicilikte iyi bilinen ve dünyaca beğenilen parlak eserleri düşünülünce, Batının, Türk sa
natının resim yanım bu kadar ihmal etmesi nasıl açıklanabilir? Bunun başhca nedenlerinden biri, Avrupa müze ve kitaplıklarının da uzun süre, hatta bugün bile yüksek değerli ve kaynakları iyi bilinen resim örneklerine kavuşmamış olmasıdır. Amerika'nın payına düşen örneklerse daha da
yoksuldur. Resimlerin büyük çoğunluğu Türkiye’de kalmıştır. Müslüman Yakın Doğu’nun resim sanatım inceleyen büyük eserlerin yazılmaya başlandığı sıralarda Türk resimleri sarayların kitaplıklarında bulunuyor ve kimseye kolay kolay gösterilmiyordu. Cumhuriyetten sonra, Atatürk
döneminde el yazmalarını ve resimleri görmek daha kolay oldu; ama bu ölçüde zengin bir koleksiyonun bilimsel bir düzene sokulabilmesi için ilgili kimi uzmanların uzun yıllar çalışmaları gerekti. Şimdi artık bir küme Türk uzmanının değişik Türk resimlerinin renkli baskılarını vermeye başladıklarını görmek sevinilecek bir şeydir. K A Y N A K L A R SORUNU
Türk resmine tam hakkını vermek gerekince, kaynaklar sorunu yeni bir zorluk yarattı. İlk Türk resimleri uzay kavrayışında, doğayı ve inşam resme sokuş- ta İran sanatının etkisi altında kaldığı için Türk res-
(Sayfayı çeviriniz)
İlk minyatürlerden biri. X IV . yy.'m ikinci yansı, TSM; Halkuvaad'm fe th i Sahname-i Selim Han (TSM, A .3595)
mi genel olarak İran'ın bir taşra sanatı sayılır oldu. Türklerin XV. yüzyıl başındaki savaşlar sırasında Iran sanatçılarını alıp Osmanlı sarayına bağlamış ve bazılarının kendiliklerinden gelmiş olmaları da bu görüşü güçlendirdi. Bununla birlikte, en eski Osmanlı resimlerinde bile özel bir üslup görülür. Bu resimlerde doğa da insanlar da bir başka türlü çizilm ekte, renkler bir başka türlü bir- leştirilmekte, üstelik de temalar ortaya konmaktadır. Bu özelliklerin birkaçı Türk resim tarihinde az çok sürekli olarak hep görülmekte ve Iran’ınkinden açıkça ayrılan eğilimler, kendindelik- ler göstermektedir.
Türk resmini yalnız Iran minyatürü açısından görmekle, Japon sanatım Çin sanatının bir bölümü görmek kadar haksızlık etmiş olursunuz. Gerçekte Iran sanatı Türk resminin kaynaklarından biridir yalnızca. Türk resmi sözlüğünün birçok öğesini de Avrupa’dan ve Uzak Doğu’dan almıştır; ama bu alışta da öğeler Türklere özgü bir biçime sokulmuştur. Bazı uzmanlar, en çok da Türkler, Türk sanatındaki yabancı öğelerden küçültücü bir şeymiş gibi yakınırlar. Bütün sanatların, en çok özden, en yaratıcı sayılanların bile başlangıçta kendilerinden önce yaşamış, benimsenmiş sanat anlayışlarına ve üsluplarına var güçleriyle bağlanmış olmaları bir yana, Türk sanatı konusunda bu doğuş akrabalığı, Türkiye’nin coğrafya durumuna da bağlıdır ve Türklerin her zaman yabancı düşün ve sanat dürtülerine ne kadar açık olduklarım gösterir. Bu açıklık Osmanlı sarayının özelliğiydi, ondan önce de Gaznelilerin (X I. yüzyıl) ve Rum sultanlarının özelliği (X III. yy.). Belki daha önemli olarak bir de şu var ki, katıklı ve değişik varlığıyla Türk resmi bir imparatorluk sanatı damgasını taşır. Büyük bir politika gücü olan Türkiye, nice zenginlikleri bir araya getirmiştir. Bütün bunların
yankısı sanatında görülecekti elbet, başka nice imparatorlukların sanatında da görüldüğü gibi.
Türk resmi incelemelerini zorlaştıran bir başka şey de, Orta Doğu resminde Türkiye’nin payını sınırlandırmaktaki zorluktur. OsmanlI dönemi için kimsenin bir diyeceği olamaz. Ama Türk ulusunun Orta Doğu tarihindeki iş payı bu dönemin sınırlarını çok aşar; 1326’da ölen ve yalnız Anadolu sınırları içinde kalan ilk Os- manlı sultanı I. Osman’ı başlangıç say sanız bile.
Islâm dünyasında Türkler, IX . yüzyıldan bu yana en yüksek politika güçlerini ellerinde tutmaya başladılar; önce Bağdat halifeliğinde, sonra daha uzak bölgelerde, hem halifenin bağımlıları, hem de aslında bağımsız olarak. IX . yüzyılda Mısır’ın ilk hanedanı Tulun Oğulları Türktü.
İran’ın doğusu, bugün A fganistan denen yerler ve Hindistan’ın kuzeyi 999 yılından sonra bir süre, bir Türk sultan soyunun yönetimi altında yaşadı. 1308’- den 1157’ye kadar egemen olan ve Iran, Irak, Anadolu ve Suriye’nin Selçuk Türk- leri yerine Atabey Türkleri geçti ve geniş ülkelere baş oldular. Timur ve oğulları XV. yüzyılda Iran’m başın- daydılar. Iran daha sonra iki küçük Türk hanedanı daha tanıdı. Mısır bir OsmanlI ili olmadan önce uzun bir süre (1169 - 1517) bir Fars - Türk yönetimi altında yaşadı. Hindistan’da, 1526’dan 1857’ye kadar egemen olan Moğol imparatorları Timur’dan, yani bir Türkden türemişlerdi.
TÜRK ETKÎSI
Islâm dünyasında sanatı koruma yalnız sultanların, ulu kişilerin harcı olduğu
için, bunca güçlü insanlar m sanatlarına bir Türk rengi katması doğaldı. Bu ‘me- sen’lerin kendi beğenileri ister istemez işe kanşacaktı. Ayrıca Türk sanatçılarını yeğlemeleri olasılığı da vardı. Gerçekten böyle olduğunu gösteren bazı belirtiler de yok değil, özünde Arap ve Fars olan bir çevrede, sözgelimi Arap halifelerinin Samarra saraylarında, Türk etkisinin açıkça görüldüğü oluyor: Burada Türk ordusunun süsleri, silahları, g iyim ve kuşamları süsleme üslubunda köklü bir değişmeye yo! açıyor. Ne ölçüde olduğu bilinmemekle birlikte, İran’ın Moğol sultanlarının hizmetindeki Türk - Uygur yazıcı ve yöneticilerin Orta Asya’dan bazı sanat ilkeleri getirdikleri ve bunların X III . ve XIV. yüzyıllarda İran’a yayıldıkları kabul ediliyor.
insan güzelliği için Arap
Akare’de savaş; Şahname-i Selim Han (TSM , A. 3595); Şehinşah-name'den (İst. Üniversite Kitaplığı, F.1404)anlayışından Türk anlayışına geçilmesinde Türk etkisi daha açık görülüyor. Bu gelişme X II. yüzyıldan bu yana Iran sanatmda besbellidir: insan yüzleri o tarihten sonra doğu özelliklerine bürünmeye başlıyor. Sonraki yüzyıllarda Türk güzelliğinin dillere destan olduğunu Sadi’nin Farsça şiirlerinde, ondan da çok Hafız’ın şiirlerinde görebilirsiniz. Hafız ünlü bir şiirinde şöyle diyor:
“O Şirazlı Türk güzeli yüreğimi alırsa eline/Se- merkand’ı, Buhara’yı veririm yüzündeki Hint beni- ne./Bu sevinç ve fitne saçan Çingeneler/imdat, dostlar: Bu sevinç ve/ Türkler gibi yağma ettiler yüreğimin ra- hatını/Bizim zavallı sevgimiz dostun nesine gerek/ Güzel yüze allık, süs püs ne gerek.”
Osmanlı döneminden çok önce bu türlü etkilerin varlığı su götürmez ama, bu etkilerin özellik ve genişlik sı
nırlarını göstermek de zordur. Bu konuda aşırılığa düşmekten de sakınmalı. Bir Türk sultanının ya da yöneticisinin, bulunduğu yerdeki sanatı kendi anayurdunun sanatından daha çok sevdiği ve tuttuğu da oluyor. XV. yüzyılda Iran kaynaklı öyle el yazmaları var ki, Türkiye dillerinden biriyle yazılmış, hatta bir Türkün elinden çıkmış olduğu halde, o dönemdeki Iran eserlerinden hiç ayır- dedilemez, hatta Iran üslubunun kendine özgü gelişmesi içinde yer alırlar. En eski dönemlere gelince, Gazneliler zamanındaki A fganistan'da, Selçuklular zamanındaki İran'da, Memluklar zamanındaki Mısır’ da yapılmış bir resmin ne dereceye kadar Fars, Arap ya da Türk olduğu kestirilemez. Bu belgeler karşısında, Türk uzmanlar daha o- lumlu bir davranış gösteriyorlar. Batılı uzmanlarsa burada bir sorun olduğunu
kabul etmekle birlikte, yeni araştırmalar ve buluşların durumu açıklayacağı güne kadar bu sorunu askıda bırakmayı daha uygun görüyorlar: çok kez de bu türlü etkileri yok sayarak eski eserleri yapıldıkları ülkenin sanat malı bilmekte diretiyorlar.
Bazı Türk yayınlarının son yıllarda tanıtmış olduğu XV. yüzyılın ortasından ve son yarısından kalma resimlerse, bu eski eserlerle Osmanlı eserleri arasında yer alırlar. Bu resimler genel olarak insanları ya da eccinileri, bazen atları eşekleri gösteriyor, ama çevrelerindeki doğayı ihmal ediyorlar. Çoğu gölgelendirilmiş düz renklerle ya da bir çeşit noktalamayla yapılmış. Her iki durumda da renkler sönük kalıyor, daha çok kurşun ve kahve rengi- j ne kayıyorlar. Bu resimler j XV. yüzyıl İran minyatürlerine hiç yaklaşmıyor ve az çok Çin etkisinde oldukları
belliyse de, hiç de Uzak Doğu'da yapılmışa benzemiyorlar.
İnsanların ırk özelliklerine ve göçebe yaşayışlarına bakılacak olursa, bunlara sakınmadan Türk tipi eserler diyebiliriz: Türkistan ya da Transoıcian’da yapılmış olabilirler. Doğu Horasan’dan (Herat) da gelebilirler. Daha çok asık yüzlü, bodur, ağır hareketli ve ağır giyimli insanlar, acı gülüşlü ecinnilerin, dişlerini gösteren devlerin giriştikleri garip dövüşler ve oyunlar, bütün bunlar şaşırtıcı bir ustalıkla verilmiş. Karanlık bir esrar havası esiyor bu resimlerde. Bu oldukça ilkel çevre sanatçılarının bıkmadan çizdikleri doğa üstü varlıklar, azgınlık sahneleri, acayip duruşlu insanlar, cüretli kestirmelerle gösterilen hayvanlar insana bir çeşit saplantı duygusu veriyor.
(Sayfayı çeviriniz)
©
3u sanatçılar üstünde posj, beneklerinin, giysi kıvrımlarının ve ayak deseninin de garip bir büyüsü var. Bütün bu resimler, acaiplikle-
■ rine karşın, belki de bu acaiplikleriyle insanda güç-
1 lü bir izlenim bırakıyor. Yakın Doğu resminde eşsiz olan bu eserlerin dünya sanat tarihinde önemli bir yer tutacakları su götürmez.
OSM ANLIM İN YATÜ R LE R İ
OsmanlIların iyice gelişmiş sanatıyla elbet tarihin apaydın bir alanına çıkıyoruz. Burada sanatçıları yüksek ölçüde düzenli, politika ve askerlikçe güçlü ve atılgan bir imparatorluğun ortasında çalışır görüyoruz. Bununla birlikte resim bütün İslâm ülkelerinde bir peçe altında yaşıyor sanki. Din, ona putperestlik damgasını basmış bir kere. Kur'an’da resim açıkça yasak edilmiş olmadığı halde,
| İslâmlığın ilk yüzyılı so- i nunda benzetmeci resim ı dine aykırı sayılıyor.
X V III. yüzyılda yaşamış olan Türk gezgini Evliya Çelebi ’nin anlattığına
I göre, bütün meslek ve loncaların, aslan bekçilerinin, güreşçilerin ve cellatların bile birer piri olduğu halde, insan resmi yapan sanatçıların pirleri yokmuş; çünkü bunların çalışmaları açıkça yasaya aykırı sayılıyormuş. Bununla birlikte uzun bir tarih gelişimi içinde resim sanatı İslâm dünyasında ister istemez tutundu. Dinsel yazarların benzetmelerinde bile sözü geçiyordu: Ünlü mutasavvıf Mevlânâ Celâleddin’de olduğu gibi (X III. yy.). Böylece, OsmanlI Imparatorluğu'nun göbeğinde, resmî dayatışa karşın birçok resmin, kitap ve levha nakışlarının yapıldığını, hepsinin iç ve dış yapılarında da bir Türk üslubu bulunduğunu görüyoruz. Bu resim okulu
X V III. yüzyıl sonlarına kadar yaşadı ve o tarihten sonra Avrupa resminin g ittikçe artan etkisi karşısında tutunamaz oldu. Portre ressamlığı bile OsmanlIlarda hatırı sayılır bir yer almıştı. Moğol Hindistan dışında hiç bir Islâm ülkesinde Türkiye'deki kadar padişah portresi yapılmamıştır. Resmin bir başka kolu daha var ki, Osmanlı Türkiye’sinde o zamanki İran’dan çok daha fazla geçerlik kazandı, hem de bu kolun ilkelerine taban tabana zıt olduğu halde: Muhammed'- in yaşamını da içine almak üzere kutsal kitapları ve ilk Islâm tarihini anlatan resimleri söylemek istiyoruz.
Bu bağımsızlık belirtileri karşısında, Türkiye'de resim sanatının gürbüz bir dirilik göstermiş ve öteki İslâm ülkelerindekinden daha uzun bir süre yaratıcı kalmış olmasına şaşılmaz. X V I I I . yüzyılda Moğol Hindistan sanatçıları eski
motifleri tekrarlayıp süslemekle yetiniyor, (ran minyatürleriyse Avrupa’dan ve Rusya’dan gelen etkilerle yol değiştiriyordu.
özellikle Osmanlı döneminde, tarihi belli en eski kitabın yazıldığı 1499 y ılından sonra Türk resminin kendi değeri ve özdenliği nelerdir? Kuşkusuz, bazı dış özellikler onu en yakın akrabası olan Iran resminden hemen ayırdetmemize yardım eder: Giyim, üniforma, mimarlık başkalıkları gibi. Renkler de bir başka türlüdür: Çeşit azlığı hemen göze çarpar. Fars minyatürlerinde çok görülen o küçük renk lekelerine, o ince giyim, mimarlık ve iç süsleme motiflerine daha az rastlanır. Osmanlı resminde renkler daha saf oluyor, bu da daha koyu, ama daha gözüpek bir düzene götürüyor, çiğ tonlardan, sert çatışmalardan kaçmayan bir düzene. Iran minyatürlerinin belli belirsiz hafif lekelerinden epeyce uzaklaşmış bulunuyoruz. Türk resmini o çağın Iran resminden ayıran bir şey de OsmanlIların sık sık kullandıkları al, kızıl ve ergun renkleridir.
KONU SEÇİMİ
Bu iki resim en çok konu seçiminde birbirinden ayrılır. Gerçi birçok süslü, yaldızlı el yazması Türkiye’de yapıldığı halde Fars metinlerini olduğu gibi alıp resimlemekte, ya da asılları İran’da yazılmış eserlerin Türkçelerini süslemektedirler. Bununla birlikte iki ülke arasında bambaşka duygular, konular daha ağır basıyor.
İran’da ressamlar, karanlık bir ulusal geçmişteki kahramanların çatışmalarını, zaferlerini, ya da bahtsız bir aşkın romantik masallarını resimliyorlar. Türk eserleriyse, bu yüceltilmiş kahramanlık ve aşk hikâyeleri yerine, Osmanlı devletinin yakın geçmişinden alınan, devletin başındaki
sultanın çevresinde dönen konulara el atıyorlar. Hü- nemameler, Şehinşahname- ler, büyük padişahların, en çok da Kanunî Sultan Sü- eyman’ın hayatını, savaşlarını anlatır: Sultan, bu resimlerde hemen hiç bir zaman tek başına savaşmaz. O, artık büyük bir ordunun komutanıdır. Bu ordunun özü olan yeniçeriler aylıklı askerlerdir. İran kahramanlarının süslü giysilerini değil, basit üniformalar giyerler. Osmanlı İmparatorluğu ’nun askerlik gücü azalmaya başlayınca başlıca resimler Surname- lerde, düğün kitaplarında görülmeye başlar ve bunlar sultanı büyük halk şenliklerinin ortasında gösterirler. Şenliknamelerin amacı, halka sultanın babaca sağladığı barış ve güvenliği kutlamaktı. Ülkenin ekonomik örgüsünü kuran loncalar artık Ortaçağda olduğu gibi demirciliğin, dokumacılığın, camcılığın simgeleriyle değil, somut olarak, işçileri, araçları, marifetleriyle gösteriliyordu. Ortaçağın büyülü kahramanlık dünyası bitmiş, insanların önüne kitlelerin savaş ve toplumsal barış sorunlarını getiren Yeniçağ başlamıştı.
Ressamın dünya görüşü de değişmişti. İran'da ressam bize, inceden inceye süslü, ama hafif yapılı şah köşkünün göz kamaştırıcı dünyasını, çiçekli ağaçlar, şirin bir dere, renk renk çardakla donanmış bir doğa gösterir. Bu çiçekler, çimenler Türk sanatçısını pek o kadar coşturmuyor. Bunları resmine koysa bile daha soyut, daha geometrik bir biçimde ve sanki sa.’at geleneğine ister istemez uymak için koyuyor. Çünkü sanatçı artık bir kent adam olmuştur: Minyatürlerinde en çok rastlanan süs zeminleri yollar boyunca, alanlar çevresince sıralanmış kent yapıları, hatta bazen büyük bir kent görüntüsüdür. Ya-
(Devamı 20. sayfada)
Paris M ektubu: BizanslI Hafız Burhan " \
Fransa radyolarının düzenlediği bir konsere gittim geçenlerde. Dünyaca ünlü filarmoni orkestralarının, sahnenin dışına taşan kalabalık koroların o görkemli salonundan yükselen yapayalnız bir sesi dinlemek için. Tarihin derinliklerinden gelen, insanı önce yavaştan sonra birdenbire sararak alıp götüren -geleneksel kilise müziğinin do- ğaötesel erincinden çok, bu dünyanın gerçeğine, günlük yaşama götüren- davudi bir sesti bu. Ağır akan su gibi anlamlı, güzel. Gözü- pek sıçramalar, uzun, dirençli adımlar, kimi zaman da soluklanıp durmalarla bitip tükenmek bilmeyen bir yokuşu çıkıyor sanırdınız. O denli sabırlı, inanmış. Yanık bir kaval gibi de içten. Theodor Vassilikos'un üç kişi eşliğinde söylediği kilise şarkılarından söz etmek istiyorum. Müzik, hele Ortodoks kilise müziği gibi uzmanı olmadığım bir konuda “ ahkâm kesmek" değil amacım. Bu işi müzik eleştirmenlerine bırakmak daha doğru olur. Ne var ki, ilk
kez dinlememe karşın bana hiç de yabancı gelmeyen bu litürjik müzik bazı soru işaretleri uyandırdı kafamda. Çocukluğumun mevlûtları- nı, Atatürk devrimlerini benimsemiş bir yargıç olmakla birlikte İslâm düşüncesinden. özellikle de inancından bütünüyle kopamayan dedemin sık sık dinlediği Hafız Burhanı anımsadım. Bizans yalnızca klasik saray müziğimizi değil, Süleyman Çelebi'nin 15. yüzyılda yazdığı "M ev- lût"un söyleniş biçimini de etkilemiş anlaşılan. Bunu, “ Mevlût“ a duyduğu kulak yakınlığından başka dinsel müzikle hiç bir ilişkisi olmayan ben bile sezdim. Sezmek şöyle dursun. Bizans "Psalmodi” siyle, Hafız Burhan ın sesinde somutlaşan “ M evlût" arasındaki koşutluğu düpedüz gördüm desem yeri. Theodor Vassilikos'un sekiz ayrı makamda sunduğu örneklerin benzerlerini İtri. Dede F,fendi, ya da I II . Selimin bestelerinde, hatta Münir Nureddin Selçukun bazı şarkılarında bulsay-
dım bunca şaşırmazdım. Ama bugün hâlâ halkımızın kültür geleneğinin ayrılmaz bir parçası olan "Mevlût "un o büyüleyici ezgisinden -kim ne derse desin nesnel bir gerçek bu!- eski çağlardan kopup gelen bir Bizans ritmini algılayacağımı ummuyordum doğrusu.
Kültürümüzün kökenlerini Orta Asya ya da İslâm’ da arayan gerici görüşlerin egemen olduğu günümüz Türkiye’sinde her şeyin Islâmla başlamadığını, Anadolu kültürünün elbet İslâm’ın da katkısıyla - çağlar boyu süregelen bir bütün oluşturduğunu öne sürmem yadırganabilir. Ama Anadolu'da yaşamış halkların sanılanın tersine hiç de bağdaşık olmayan kültür yapıları ortaya koydukları bu yapıların bütünüyle çözülmeden günümüze dek gelebildiği bilinen bir gerçek artık. Çağımız koşullarında gerçekleştirilmesi, daha doğru bir deyişle yeniden üretilmesi öngörülen, Cumhuriyetten bu yana çeşitli ideolojilerin ı- şığında ele alınmış ulusal kültür bileşimi sorununun sınıfsal bir temele oturtulmasından yana olduğumu hemen belirteyim.
Theodor Vassilikos'un sesinde önce pagan, sonra Hıristiyan, en sonunda da Müslüman olan Anadolu halkı dile geliyordu sanki. Bu gerçek karşısında duyduğum şaşkınlığı gizlemeyeceğim . M evlân â ’nın, “Gel. gel, kim olursan ol, gel/Kâfirol, ateşe tap, puta tap, yine gel/Bu bizim dergâh umutsuzların yeri de- ğil/Yüz. kere bozmuşsan da tövbeni, yine ge l!" diyebilen 13. yü zy ıl Ana- dolusu'nun hoşgörü ışığı Mevlânâ'nın Arap harfleriyle yazdığı Yunanca şiirler de çok şaşırtmıştı beni. Sonra Prof. Robert Man- tan'ın yayımladığı bir belgeden. Sultan Veled in de aynı tarzda şiirler yazdığını öğrendim. Bugün birbiriyle savaşan, daha doğrusu birbirine kırdırılan halkların yüzyıllar boyu aynı coğ- rafvada kardeşçe yaşadıklarım. şarkılarının, inanç ve düşüncelerinin kaynaşıp aynı hamurda yoğrulduğu
nu bir kez daha anladım. Mercan U stayla Barba Stanco'nun, arabacı Bay- ram’la meyhaneci Pana- yot’un, Aleksandra, Tü- nel'deki çocuk, papaz efendilerin aynı denizde oynaşan balıklar gibi hep birlikte yaşadıkları Sait Faik’in o güzelim öyküleri, Sotiryu'nun “ Benden Selâm Söyle Anadolu’ya ” adlı romanındaki insancıl, sıcak özlem geldi aklıma.
Theodor Vassilikos’un gerçek bir yetkinlikle söylediği dinsel ezgiler arasında
Sık eski olanlar da vardı.rneğin, çarmıha gerilme
den önce, Romalı askerlerin İsa'nın giysilerini parçalayışlarını betimleyen 6. yüzyıldan kalma bir şiir.
Kendimi Bizans kilise müziğine, konser salonunu dolduran Fransız dinleyicilerden daha yakın bulduğumu söylemeliyim. Oysa onlar Hıristiyan değerleri üzerine kurulmuş bir uygarlığın ürünüydüler, bense İs lâm geleneğini sürdüren bir toplumun. Burjuva devri- minin evrensel kıldığı lâyik ilkelerde birleşsek de, benim Theodor Vassilikos'la Hâfız Burhan arasında kurduğum ilişki tümüyle yabancıydı onlara. Bizans kilise müziğini Paris’e dek getirerek, herhangi bir salgı eşliğinde gerek duymadan koskoca salonu bir anda dolduruveren bu güzelim insan sesinde, çocukluğumun derinliklerinde kalmış bir Hâfız Burhan çağrışımı duyduğum için m utluydum. V ass ilikos ’un Tanrı esiniyle bestelenmiş ezgileri gökyüzüne değil de yaşadığımız dünyanın gerçeğine daha çok yaklaştırdı beni. Akdeniz halklarının kardeşliğine, duygu ve kültür ortaklığına bir kez daha inandım. İçimi Nâzım Hikmet'in "H ep bir ağızdan türkü söyleyip/Hep beraber sulardan çekmek ağı/Dem iri oya gibi işleyip hep beraber/Hep beraber sürebilmek toprağı" dizelerinde dile getirdiği kardeşçe yaşayıp birlikte çalışmanın, gerektiğinde ortak düşmana karşı birlikte savaşmanın o güzel özlemi doldurdu.
NEDİM GÜRSEL, Paris >
keleri de kuramsal olarak etkiler.
“ A Ç ILM A VE G EN İŞLEM E”
Sovyet plastik sanatçıları, yakın tarihe kadar - bir ölçüde fanatik sayılsalar bile- gerekli ve yararlı gördüklerini halka hizmet anlayışıyla ve görev sayarak yaparlar.
Hedeflerine vardıktan sonra içlerinden “ Unofficial” diye tanımlanan bir grup, Londra’daki sergide görüldüğü üzere sanatlarına yeni bir soluk verme amacıyla “ açılma ve genişleme” , “ fantastik gerçekçiliğe yönelm e” gereksinmesiyle bir Heneye girişirler. Batı’dan etkilenmeden, ama Batı düzeyinde yapıtlar vermeye başlamaları amaç ve zaman yönünden yerinde bir eylem sayılır. Bunu “ patlama diye de niteleyebiliriz.
Öte yandan, bunların Batılı eleştiricilerin “ slogancr ressamlar” , “ Ikon dönemi dinsel sanatını sosyalist ideoloji sanatı haline getirerek zoraki bir bağımlılığı sürdüren sanatçılar” g ibi sert ve alaycı yakıştırmalarına bir tepki olarak soyut sanata kaymış oldukları da düşünülebilir.
Ama Batıyı kopya etmedikleri, Batılı sanatçıları caklide başvurmadıkları
noktasında herkes birleşmektedir.
Devrimin halka malolma- sı uğrunda devrimden önce ve devrimden sonra 70 yıllık bir savaş veren Sovyet sanatçılarının artık kendi
kendilerini yenileme, aşma gereksinmesi duymaları hiç de yadırganacak bir şey değil. Bu, uzun süreli ve d is ip lin li ça lışm an ın bitiminde, yeni güç toplama, enerji birikimi sağlama
gibi nedenlerle başıboşluğa, dağ bayır demeden çocuklar gibi koşmaya, normal zamanda . saçma görünen kayıtsız şartsız davranışlara, oyunlara yönelmeye benzer. Bunu çokça hak etmişlerdir zaten.
Ön yıla varmadan, bu sanatçıların, çevreleriyle kültür kaynaklarının vereceği esinle her uğraştaki insanları içine alan yepyeni bir üslup oluşturmayı başaracaklarını söyleyebiliriz. Üstelik bu girişimler, Sovyet halkının yaşamına girmiş olan plastik sanatlar çemberini genişletmeyi, onların heyecanlarını ayakta tutabilmeyi, sanatı daha da sevdirmeyi sağlayacak yeni estetik aşamalara da ulaşacaktır.
Sergide en çok Edward Zelenin'in, Vladimir’in, Yu- ri Zharkikh’in, Antoli Cve- rev’in, Oleg Tselkov’un, Vasili Sitnikov’un, Boris Svshnikov’un, Lydia Mas- terkova’nın, Vladimir Ne- mukhin'in, D im itri Pla- risky’nin resimleriyle Emst Neizvestni’nin heykelleri ilgi çekiyor.
Sovyet devrimine katkılarda bulunan ve işlevselliği estetikle aynı potada eriterek yapıtlarına anıtsal bir anlam kazandıran sanatçılar da elbette müzelerdeki yerlerini almışlardır.
FAHİR AKSOY
TÜRK MİNYATÜRLERİ(Devam)
pılar çok yerde oturaklı, sağlam ve İran yapılarının renk renk çinilerinden, zengin iç süslemelerinden soyunmuştur. Süslere, renklere bürünmüş ince duvarlı İran camileriyle taş yapılı, sert ve görkemli Osmanlı camileri arasındaki ayrılık resimde de kendini gösterir.
tç DEĞERLER
Türk resminin iç değerlerine gelince, bunları daha
çok diriliğinde, her şeyi doğrudan doğruya anlatma gücünde aramalı. Osmanlı sultanlarından birçoğunun şair ve sanat meraklısı olmasına karşın, ressamlar genel olarak İran sanatının romantizmini, ince oyunlarını, dolambaçlı güzelliklerini aramıyorlar; askerlik duygularına uyarak resimlerinin daha çok fizik bir güçle yüklü olmasını ve yaşanan bir gerçeği vermesini istiyorlar. Bu Özellikler XVI. yüzyılın büyük el yazmalarında açıkça görülüyor: Hepsinin anlattığı, genişlemekte olan bir imparatorluğun dinamik ama dizginli gücüdür. Silahtan
diken diken ordular, fethedilecek topraklar üstünden silindir gibi geçmeyi beklemekte ya da kuşatılacak bir kalenin önünde dizili durmaktadır. Hareket halinde gösterilen bu ordular, Türk fatihi Timur ordularının torunlarıdır: O orduları da ressam Behzat, Timur hanedanından ve Türk şairi Hüseyin Baykara için yaptığı resimlerde göstermişti. Hem kararlı hem de ustaca soğukkanlı Osmanlı ordularını gösteren minyatürlerde, aynı tarihte Moğol imparatoru Akbar için yapılan Hint minyatürlerinde ya da X IX . yüzyıl Avrupa’sının büyük tarihî resimle
rindeki karmakarışık savaş sahneleri yoktur. Burada, eğitim görmüş, disiplinli bir ordunun gücünü duyuyor insan. Dinlenen ordularda bile için için bir güç seziliyor. Bu resimler bize Kutsal Roma İmparatorluğunun elçisi Augier Chis- lain de Busbecq’in gözlemlerini anımsatıyor. Bu Flaman elçi, İmparator Birinci Ferdinand döneminde bir Türk ordugâhında birkaç ay geçirmiş ve Türk askerlerinin “ yenilmez gücüne, silah kullanmadaki ustalığına, zafere güvenine, dayanıklılığına, disiplinine, alçakgö- nüllüğüne ve uyanıklığına” hayran kalmış.
Taha Toros Arşivi
* 0 0 1 6 A 1 3 8 6 0 1 0 *