yuşka 2. sayı

16
yuşkafanzin yU ŞKA ÖYKÜ.ŞİİR.FİKİR Mustafa Eroğlu│ Zahrad │Anıl Alacaoğlu│Hikmet Zekai│Deniz Aslan İsmail Alacaoğlu│Fırat GÜL│Ersin Tuncay nisan-mayıs. ikibinondört. izmir Yıl: 1 Sayı:2

Upload: firat-guel

Post on 21-Jul-2016

231 views

Category:

Documents


2 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

•yuşkafanzin•

yUŞKA ÖYKÜ.ŞİİR.FİKİR

Mustafa Eroğlu│ Zahrad │Anıl Alacaoğlu│Hikmet Zekai│Deniz Aslan

İsmail Alacaoğlu│Fırat GÜL│Ersin Tuncay

nisan-mayıs. ikibinondört. izmir

Yıl: 1 Sayı:2

•yuşkafanzin•

YERÇEKİMLİ SAYI Yeniden merhaba dostlar! Edebiyat insanın insana ses vermesi, temas etmesidir. Yaşar Kemal röportajlarıyla çocukların hikâyelerini dinleyip onları ölümsüzleştirmişken, birinin yaşantısını dinlemek ona ortak olmak, duygusunu paylaşmak iken bizler her gün kirli bir iktidarın ses kasetleriyle güne başlıyoruz. Bu iki dinleme arasındaki ayrımda durmalıyız uzun uzadıya. İnsanı, onun güzelliklerini, çelişkilerini, acısını, kahkahasını kayda alıp kâğıda döken edebiyatın insanca yaklaşımıyla kendine müslüman bir neslin ince hesapları. İnsan zihni nasıl da yanılgılarla dolup taşabiliyor! Memleket akıl tutulması ve çürümüşlük içerisinde debelenir, umut ile umutsuzluk, karamsarlık ile iyimserlik arasında salınıp dururken, hayatın asıl derdini, sevmeyi, tutkuyu, insan olmanın garipliğini, yani edebiyatı, şiiri, öyküyü, belki varlıktaki sazı sözü unutmamak ad ına yuşka ikinci sayısıyla yanınızda. Gezi isyanı ile birlikte filizlenip 2013’ün sonunda emeklemeye başlayan yuşka’nın ikinci sayısını hazırlarken Berkin Elvan’ın hayatını kaybedişi, ardından başlayan anmalar, eylemlilikler, gezi duygusunun ‘ben hala burdayım’ dediğini duyurdu. Yaşanılan hiçbir insani tecrübenin kaybolmadığını, gezi süreciyle her şeyin bugünden yarına dönüşmesinin mümkün olmadığını, ancak gezi deneyiminin insanları değiştirdiğini, bir eşiğin aşılıp başka türlü bir teması, ortaklığı kurmanın pek de zor olmadığı ve insanı iyi eylediği anlaşıldı. Fanzine katkı sunmak, kolektifin ortağı olmak isteyen herkes görüşlerini, ürünlerini [email protected] adresine gönderebilir. İkinci sayımız Berkin Elvan’ın anısına... Hikmet ZEKAİ

Fikir KARADA YAŞAYAN İSTİRİDYE – Deniz Aslan Öykü SESSİZLİKTE BELİREN HARFLER – Anıl Alacaoğlu Şiir ŞİİRİMİZ ZAR KÜLHANİDİR ÜSTAT – Mustafa Eroğlu

Şiir ÖZGEÇMİŞ – Zahrad Şiir İÇ AĞITI – Fırat Gül

Fikir GEZİNTİ NOTLAR (II) - Fırat Gül Fikir BİR MUCİZE – Ersin Tuncay

Fotoğraflar - İsmail Alacaoğlu Kapaktaki Fotoğraf – Sebastiao Salgado

Yuşka’nın misafir olduğu kitapevleri Yakın, Pan, Palme, Konak Kitapsan (İzmir), İmge, Dost

(Ankara), Mephisto (İstanbul), Kafka (Amed/Diyarbakır)

https://twitter.com/fanzinizmir

•yuşkafanzin•

KARADA YAŞAYAN İSTİRİDYE: SEBASTİAO SALGADO | Deniz ASLAN

(I) Sebastiao Salgado’dan başka, elindeki fotoğraf makinesini fırça ve tuvale çevirebilen bir kimse var mıdır bilmiyorum; ama onun fotoğraflarına her baktığımda bir süreden sonra bir fotoğrafı mı yoksa resmi mi incelediğimi ayrımsayamıyorum. Fotoğraflarında görmemizi istediği estetik öneriye daldığımda, sanki büyük bir ressamın resminde kaybolduğumu düşünüyorum. Salgado’nun ışık ve gölgeyi; bir ressamın inceliği, zarafeti ve ustalığıyla kullanma kabiliyeti belki böyle düşünmeme sebep olan. Şimdiye kadar yüzlerce fotoğrafını gördüm. Siyah beyaz olmayan tek fotoğrafına rastlamadım. Ama Salgado’nun, sanatsal anlatısının siyah beyazlı tek tipli gösterisinde, hayatın bütün renklerini tüm canlılığıyla sezdiğini; siyah beyazın o basmakalıp kısırlığına ve insanı usandıran sıkıcı duygusuna rağmen yaşamın olanca çeşitliliğini görülebilir kıldığına inanıyorum. Onun farkını ortaya çıkaran yaratıcı bilincin estetik doğrultusu, siyah beyazlın altına gizlenmiş bütün bir hayatın, özellikle de ezilen insanın hayatının olanca zenginliğiyle seçilebilir hale getiren nesnel gerçekçi yaklaşımı ve samimi estetik duyarlılığı kanımca. Şunu kesinlikle atlamamak gerekiyor ama, kuşkusuz Salgado’nun sanatının kurucu ilkesi olarak siyah beyaz tekniği tercihi, gerçekte temasının oluşturan sömürülen ve ezilenlerin ölümle aşılanmış azaplı dünyasının güçlüğünü, zahmetini anlatma işlevi ve rolüdür. Ezilen insanın dehşetli ıstırap ve çilesini en çarpıcı biçimde anlatabilecek atmosferi, siyah beyaz tekniğinin sağladığı estetik olanakla elde ediyor Salgado. Onun fotoğraflarında, insanın kanını donduracak denli irkilten kadrajın vurucu etkisi, ancak siyah beyazın dramatik hatta travmatik etkisiyle yansıtılabilirdi hiç kuşkusuz. Biri çıkıp haklı olarak o halde nasıl olur da, insanın ruhunu üşütecek kadar iç karartıcı bu fotoğrafların anlatısında, yaşamın tüm renklerini görebildiğimi sorgulayıp bunun kaçıkça bir fikir olduğunu iddia edebilir tabi. Öyle ya! Azraillin bile, ancak gözlerine siyah bant çekerek yanlarına sokulabildiği, bu mutsuz, bedbaht insanların fotoğraflarında, renklerin çeşitliliği ve zenginliğinden bahseden kişinin aklından zoru olmalı. Ben, tüm bu yadırganma olasılığını göze alarak, Salgado’nun sanatsal imgeleminin alt akıntısında bir tarafıyla yaşamın sonsuz canlılığı, renkliliği ve güzelliğini de anlatmayı başardığını düşünüyorum. Çünkü o, estetik gözünü ezilenlerin dünyasına çevirirken, orada, başka bir yerde rastlanmayacak türden çıkarsız, mülkiyetsiz bir hayatın resmini de çeker. Biz onun fotoğraflarında ‘ezilenlerin inceliği olan dayanışmanın’ en kıymetli değer olduğunu bilmenin yüzlerdeki vefa duygusunu, kendi emeğiyle geçinmenin haklı ve meşru kıvancını, tüm güçlüklere rağmen saf sevginin güzelliğiyle birbirlerine dört elle sarılan insanların direnci sabrı ve kararlılığını eşsiz bir duyarlılıkla yansıttığını görürüz. Ki benim inancıma göre hayatın olanca renkli çeşitliliği ve yüceliği bu değerlerin kendisinde saklıdır zaten. Çektiği çoğu can sıkıcı, ürkünç karelerin yanında Salgado’nun, hayatın bu iyimser tarafını es geçmediği görülmekte. Bütün renkler ışıktan doğar ve ışıkla var olma hakkı kazanırlar. Salgado’nun bütün fotoğraflarında da engellenemez türden bir güçle, mütemadiyen ışık sızar dört bir yandan. Salgado’nun estetik bilincinin konusu olan her şey, o ışığın duruluğunda yıkanır adeta. Yansıladığı o ölü dünyanın üstüne, cehennemi andıran perişan hayatlara; kaynağı belirsiz bir yerden hiç tükenmemecesine bereketli bir ışık sızar sabırla. Bu korkunç ve cehennemi tabloda ışık, canlı yaşamın kendisine dönüşür ve Salgado’nun ince duyuşu ve kıvrak zekâsıyla temasını oluşturan sefalet, yoksulluk, ezilmişlik ve sömürüyle derin bir zıtlık oluşturarak umudun kapısını aralar. Henüz tanrı tarafından ölüm emri çıkarılmamış olmasına rağmen Tanrının Azrail’ini yanlarından eksik etmediği ezilenin dünyasında ışık, karamsarlığı dağıtan ve umudu

•yuşkafanzin• muştulayan diyalektik bir doğurganlıktır. Ümüğü sıkılan baldırı çıplakların, yaşama tırnaklarını geçirip sıkıca tutundukları ve pes etmedikleri yaşamın kendisidir. Damarda dolaşan kandır ışık.

Kuşkusuz fotoğraf, ışığın kâğıda izini düşmesidir. Hatta fotoğraf ışıkla yazı yazma sanatıdır tespiti oldukça çarpıcı bir tespittir. Fotoğrafın teknik olarak temel enstrümanı ışıktır zaten. Burada yeni söylenen ne var denilebilir haklı olarak. Benim gördüğüm kadarıyla Salgado’nun, ışığı fotoğraflarında bu denli yoğun, etkili kullanmasının önemli, başkaca bir nedeni daha var. Işığı dolaysız bir biçimde öyküsel bir temaya dönüştürerek anlatının merkezine koyuyor. Şöyle ki: Salgado fotoğraflarında daha çok ışığı, özel mülkiyetçi dünyanın şanlı şöhretli parıltısının altında perdelenen gerçeği, yani korkunç sefaleti, horlanmış ruhlarının çaresizliğini, sömürülmekten bitap düşmüş ezilenlerin ıstıraplı yüzlerini bir kadrajın içine sıkıştırıp sarsıcı bir biçimde gün yüzüne çıkarmak için kullanır. Bu bir yüzleştirme çabası değildir hiçbir şekilde; çünkü Salgado’nun ezenlere, sömürenlere söyleyeceği sözü, vereceği dersi yoktur. O zulmedenleri iyi tanıyor zira. Yılana avlanırken dişlerine gizlenmiş zehri kullanma demek, nasıl abeste iştigalse, burjuvaziden de aman dilemenin, insaf beklemenin ve vicdan ummanın aynı şekilde mümkün olmayacağını bilir. Salgado’nun ışığı kullanarak görünür kıldığı o kahredici duygunun ağırlığı, ezilenlere, kapitalizmin bin bir türlü yalanla üzerini sıvadığı kendi gerçeklerini, sefaletin kahrediciliğini görme imkânını sağlamaktır. Kapitalizmin gösterişle, tantanalı vaaz ve hileyle gerçeğin üstüne çektiği uyduruk, sahte cilayı dökmek; ezilenlerin hayatlarını, gerçeğin estetik bilinciyle yansıtarak güneşin balçıkla sıvanamayacağını göstermektir.

Salgado da ışık soyundurur, ama bu soyundurma klasik resmin gotik ve barok dönemlerindeki gibi erkeğin eyleminin cinsel nesnesi haline gelen kadının çıplaklaştırılması biçiminde değildir hiçbir zaman. Onun fotoğraflarında ışığın rolü, doğrudan özel mülkiyetçi dünyanın kepazeliğini ve insanlık dışı suçlarını deşifre etmenin ilanıdır. Işık onun gözünde, yalnızca perspektif derinliği yaratan, mekânı genişletip fotoğrafın anlatısına canlı bir hareketlilik sağlayan basit teknik bir araç değildir. Işık onda daha çok, Gerçeği arayan bir kazı aracıdır, durmadan derine doğru çalışır ve sömürüyü, buna bağlı yoksulluğu, ezilmişliği en açık haliyle gösterene kadar hakikati kovalar. Bu haliyle açık gönüllülükle Salgado’nun resimde Caravaggio’nun başlattığı geleneği devam ettirdiğini söyleyebilirim. 16. Yüzyılda, Caravaggio, resimde ışığı ve gölgeyi o güne kadar hiç olmadığı biçimiyle kullanarak tanrılar dünyasının maskesini düşürmüş, kiliseye pabucunu ters giydirmişti. Gerçi bedelini de ağır ödemişti bunun. Kilise tarafından mahkûm edilip kovulmuştu diyar diyar; Ama Caravaggio hiçbir zaman gericiliğin amansız saldırılarına karşı pes etmedi. Lanetlenme pahasına Caravaggio, insanın kendi eliyle yaratmadığı ona bahşedilmiş hiçbir kutsalın ve yüceliğin olamayacağını ilk defa resme tema olarak kattı. Caravaggio insanın, inancın ateşli örsünde döverek kendi içlerinden birilerini ayrıştırıp kutsadığı, üstün ilan ettiği aziz, melaike, Meryem, İsa diye göğe çıkardığı seçilmişleri, yine bir insanın eliyle, dahi bir ressamın cüretiyle tüm ayrıcalıklarına son verip, yeryüzüne ayakları basan insana dönüştürdü. O, ışığın gücüyle gerçeğin üzerini örten inancın sır ve sis perdesini araladı. İnsanın yükselse yükselse en fazla yine insan olabileceğini, başkaca da bir şey olamayacağını gösterdi. Bundan dolayı dün Caravaggio’nun fırçasında döllenen ezilen insanın estetik öyküsü bugün Salgado’nun deklanşöründe miras olarak varlığını devam ettiriyor. Caravaggio ve Salgado da ışık çıplaklaştırır, soyundurup arındırır. Fakat ışıkla çıplaklaştırma ve soyundurma yukarıda belirttiğim gibi klasik resmin nü çalışmalarındaki gibi bir amaç gütmez hiçbir zaman. Gotik, barok ve daha sonraki

•yuşkafanzin• resmin parlak dönemlerinde kadının sanatsal nesne olarak seçildiği çoğu resimde kullanılan tanrısal ya da kutsal ışık, gerçekte erkeğin gözünün feridir. Bu resimlerde ışığın kaynağı, erkeğin gözüdür. Işık erkekten doğar ve yine erkeğin eyleminin nesnesi olan kadına doğrudan yönelir. Böylece erkeğin baktığı her yerde, kadını çıplaklaştıran, soyup soğana çeviren zampara bir ışık dolanıp durur bu resimlerde. Bu durum, kaba ve daha yalın haliyle aslında modern erkeğin bir fantezisine benziyor. Ergen erkeklik muhabbetlerinin vazgeçilmez klişelerinden biridir. Teknolojinin yardımıyla baktığı her kadının içini gösteren bir gözlüğün yapılması... Dün toplumsal erkeklik, ışığın desteğiyle bu arzu ve fantezisini, yeteneğini de kullanarak resimde ideal güzeli soyundurarak yapıyordu. Bugünün modern erkekliği ise, resimde çıplaklaştırmayla yetinmeyecek kadar zıvanadan çıkmış durumda, her kadının bedenine sızmak için pervasız hevesler güdüyor. Estetik aramıyor, arzusunu kamçılayacağı dişi bir bedeni tarıyor gözleri sadece. Çıplak ete fit yani… Oysa ne Caravaggio ne de Salgado’da ışık, cinsiyetçi değildir, erkek değildir. O peçe düşürücüdür yalnızca, kadının bedenindeki peçeyi değil; gerçeği karartan, perdeleyen peçeyi düşürmektir tüm gayesi. Gerçeğin ayaklarına vurulmuş prangayı parçalamaktır onlarda ışıkla murat edilen.

Şimdi yukarıda anlattıklarımızı şöyle kısaca özetleyecek olursak Salgado da ilk planda ışığın temel iki işlevi vardır. Bir taraftan ışık, çaresiz, tükenmiş insanların iç burkutucu hayatlarını, anne rahmi gibi plasentanın içinde bir kozaya sarar. Işık hem doğuran hem koruyandır. Kutsal ya da tanrısal değildir. O, olsa olsa annedir. Diğer tarafıyla da sömürünün teşhir tahtasıdır ışık. Biz onun fotoğraf makinesiyle, bir avuç zenginin ayrıcalığını sürdürmek için bin bir madrabazlıkla sakladığı pisliği, rezilliği görürüz. Büyük acı ve dramları görürüz. (yeri değil ama birden tanrı bu manzara karşısında acaba ne düşünüyordur diye bir soru takılıyor aklıma, ama hemen, bu sorunun oldukça saçma olduğunu düşünerek vazgeçiyorum. Öyle ya! Tanrı bir cehennem sahibiydi. O değil mi hem cehennemi yaratan? Ancak bir cehennemi olanın, midesi kalkmadan bu dehşet verici tabloya usanmadan seyretmeye devam edebilir, sanırım tanrı kulunun acısını izlemeyi seviyor!) Ama şunu da belirtmeden geçmeyeyim; acı, Salgado da asla kutsallaştırılmaz, sofu çileciliğiyle yüceltilip içeriği boşaltılmaz. Acı tüm berbatlığı, keskinliği ve katlanılmazlığıyla acı olarak ortada duruverir. Fotoğraflarında estetik olan acının kendisi değildir, o acıya rağmen hayatın durdurulamaz akışı, emeğin saflığı ve yüceliğidir.

Salgado’nun gözü istiridyenin midesi gibi çalışır. Malum, denizin en dip yerinde yaşar istiridye. Çamur ve balçıktan beslenir. İstiridyenin insanı hayrete düşürüp göz kamaştıran büyüsü, çamur ve balçığı mide salgılarıyla kimyasal bir başkalaşıma uğratarak yeryüzünün en kıymetli madenlerinden biri olan inciye dönüştürmesidir. Çamurdan inci çıkartan istiridyenin o harikulade marifetiyle, toplumun en dibinde yaşayan insanların sefaletini, fotoğraf sanatının estetik değeri en yüksek ürününe çeviren Sebastiao Salgado’nun yaratıcı duyarlılığı eş değerdir. Salgado’nun baktığı yerde de insanların hayatları, çamurdan farksız değildir. Salgado bu çamuru alır, yaratıcı estetik bilincin süzgecinden geçirir, ışıkla malzemesini başkalaşıma uğratarak, ortaya fotoğraf sanatının incisi sayılabilecek ürünler çıkartır. Denizde istiridyenin işini, karada Salgado fotoğraf makinesiyle sürdürür. Bu yüzden o karada yaşayan istiridyenin kendisidir.

(II)

Fotoğraflarına ilk baktığınızda her şey koyu bir kasvetle kuşatılmış gibidir. Bu dünyada; işçi, kadın, çocuk, topraksız köylü ve yoksul olmanın ne menem bir

•yuşkafanzin•

kefaretinin olduğunu vesikasıdır anlatısı. Baktıkça varoluşsal bir ürperti sarar ruhunuzu. Azrail ile karşılaşmış gibi tatsız bir iç sıkıntısı, kederli bir telaş sabırsızca sokulur yüreğinize. Bir süre sonra dayanamayıp gözlerinizi kaçırmak isteyebilirsiniz, ama Yaşamak için değil, insan olmak için bir kalp taşıyorsanız hala, ne yapsanız da o görüntülerin hafızanıza saplanmasına mani olamazsınız. Hal böyle olunca, esaslı bir bunaltının pençesine

düşmüşsünüz demektir; çünkü hayatın helalliğine zeval verecek türdendir söylemi. Darlanırsınız. Nefes aldırmayacak kadar saldırgandır bazen kadrajın etkisi. Biraz mahcup, biraz eyvah eyvah çekerek yazıklanırsınız gördüklerinize. İki ayrı duygudur belki şu an sizi kuşatan. Bir taraftan yansıtılan acının sizden uzak olmasıyla kısmı bir ferahlama yaşarsınız, nihayetinde sizin böylesine felaket denilecek türde feci bir hayatınız yoktur henüz. Evet, sizin de canınızı oldukça sıkan sorunlar olsa da bu hayatta; şimdilik manzara sizin için o kadar kötü, berbat ve ürkütücü değildir. Diğer taraftan elinizde olmadan bastırılması güç bir suçluluk da duyarsınız yüreğinizde. Lanetler okuyup, ‘ne olacak bu dünyanın sonu böyle’ diye duygusal bir başkaldırıyla köpürür, hiddetlenirsiniz. İnsani bir görev olan üzüntü duymanın duygusal başkaldırısıyla, vicdani bir özür olan suçluluk duygusu aynı anda birbirine karışır. Neyse ki siz hala üzülebiliyor, yazıklanıp, uğursuz olana öfkenizi ve nefretinizi sakınmıyorsunuz. Başkasına üzülmenin de hazzı vardır, yoksa böylesine korkunç veballerin ve suçların yaşandığı bir dünyada, kendimize insan diyerek nasıl yaşayabilirdik, aynalara nasıl bakabilirdik? Hiç değilse üzülüyoruz işte onlara. Bu duygunun yarattığı miskin rahatlık ve ruhsal sağaltım, belki az sonra gündelik yaşamımıza kaldığımız yerden devam etmemizi sağlayan temel yaşam becerisidir. Belki, alışkanlık denen şey tam da bu beceriyi öğrenmenin kendisidir, belki insanın soyu, bunca acıya rağmen sırf bu yüzden kuruyup gitmedi. Belki hala, bu dünyanın yangınında ilk kurtarılacaklar arasında vicdanımız vardır. Andrey Platanov’un Can romanı geliyor aklıma hemen. Platanov’un eşsiz anlatısıyla okuduklarım arasında bana göre 20. Yüzyılın en güçlü romanlarından biri… Sanki Salgado, fotoğraflarını, Platanov’un can romanında anlattığı dünyada çekmiş gibidir. Kitabın içine girmiş de her bir karakteri fotoğrafla kayıt altına almış hani. Sanırsınız ki Can’ da ki her bir karakter Salgado’nun fotoğraf makinesinden kendine bir yüz uydurmuş ve gerçek olmuş. Bu fotoğraflarda Çagateyev’i, Sufyan’ı, Çagateyev’in annesini, derin bir kedere gömülmüş kaplumbağayı, var olmaktan öylesine usanmış ki ölmeye bile artık mecali kalmayan ve sır bu yüzden yaşamaya devam eden aç deveyi kolaylıkla seçebilirsiniz. Sanki Platanov’un yüreğinde beliren tekinsiz hayat, Salgado’nun gözünde görüntüye somut maddi bir ize, belgeye dönüşmüş.

•yuşkafanzin• Salgado’nun fotoğrafları üzerine çok şey söylenebilir elbette; ama bendeki genel duygusunu bir tek cümlede özetlemek istersem şunu söyleyebilirim: Salgado’nun fotoğrafları yüz karasıdır. Fakat bu yüz karalığı, sömürülmekten benzi bendi atmış, güneşin kavurucu sıcaklığı altında gün boyu çalışmış emekçinin esmerleşmiş solgun yüzünün değil, şatafatlı ve zengin hayatlarını, emekçilerin üzerinden bu fotoğraflardaki korkunç tabloyu yaratarak elde edenlerin yüz karasıdır.

Salgado’nun fotoğraflarını benzersiz kılan ve beni de ona hayran bıraktıran esas öz: Daha önce hiç kimse, donmuş yoksul insan yüzlerinden bir silah yapmayı başaramamıştı.

(Fotoğraflar: Sebastiao Salgado)

•yuşkafanzin•

SESSİZLİKTE BELİREN HARFLER | Anıl ALACAOĞLU

Ölümü yalnızlığını arttırmadı. Her gün yıkanması ve taranması gereken uzun saçlarından kurtulmuş bir baş kadar hafifledi hatta. Ani bir kafa hareketiyle birine yöneltilen bir bakışa, amacından farklı bir anlam, yersiz bir estetik katan saçları olmayınca duyguları şeffaflaştı bir de. Ne alıngan, anlamlar çıkarmaya ne de meraklıydı. Oysa gerçekte olup biteni anlamaya yaklaştığını hissettiği an hızlı adımlarla uzaklaşan da o olurdu hep. Yeterince tanışmışlardı şimdiye değin, yeni bir bilgi ya da ufak bir değişiklik yabancılaşmaya yol açabilirdi. Bu yüzden susmayı, susturmayı seçti onu, ta ki düne, ölene dek. Susturdu susturmasına ama yazmasını engelleyemedi bir. Şimdi kel kalmış kafasında yüzlerce bit, binlerce deri döküğüyle yazdı durdu oda, ta ki düne, o ölene dek. Ama şimdi susturan yoksa yazmaya ne gerek vardı. Sahi yazmak, sırf susturuluşa bir tepki miydi?

Evlilik yıldönümleri kocası tarafından henüz üç kez bile unutulmamıştı ki, aptallık ve dalgınlığa gerek duymadan sadece tehlikede oluşun bu denli kanıksanması sonucu gerçekleşen bir kazayla kocasının kollarından biri önce kırılmış, sonra kesilmişti. Sıvacıydı adam. Kibrit çöplerinden yapılmış gibi uyduruk duran ama üzerindekilerin yerde yürür gibi rahatlıkla yürüdüğü bir iskelenin neredeyse en üstünde, bir binanın dış cephesini sıvıyordu. Her günleri birbirinin aynı olan, işe gidip sürekli aynı hareketi bir makine gibi tekrar eden insanların, hayatın değişkenliğini bilmemelerinden olacak rüzgârın bir anda kuvvetle esme ihtimali bile hesaplanmamıştı. İskelenin tepesinden ne bir yaprak kadar zarif ne de kuru bir dal kadar yavaş düştü yere adam. Verandasında bitki çayı içen site sakini teyzeleri ferahlatan aynı rüzgârdı üstelik. Belki de asıl mesele, rüzgârın gücü değil, estiğinin güçsüzlüğüydü. Şöyle bir bakıp bu kol ihya olmaz diyen işinin ehli doktorlarsa rüzgârdan daha fenasını yapıp kestiler adamın kolunu. Her şey bittikten sonra eve dönüp karısıyla karşılıklı oturduklarında başladı sessizlik ve devamındaki yıllar boyunca da devam etti.

Başlarda, evde her şey ağır aksak ilerliyordu. Her sabah kahvaltı hazırlayıp işe uğurladığı adam, kahvaltıdan sonra birkaç bardak daha demli çay içip bir koltukta sessizce öğle yemeğini beklemeye başlayınca, günlük rutinlerinin değiştiğini anladı kadın. Televizyonda birlikte izleyebilecekleri bir şey bulmak yeterince güç değilmiş gibi bir de bulduklarında sıkılıveriyorlar, biri inleyip diğeri ofladığında kanal değiştiriyorlardı. Kafa yoracak bir şey yoktu ya da hakkında konuşacak. Evliliklerinin üçüncü yıldönümü geldiğinde unutulmasına gerek kalmadı, hatırlandı ama yok sayıldı ikisi tarafından da. Adam konuşmaya çekiniyor, konu çalışamayışına, karısının mutsuzluğuna, adamın kolsuzluğuna gelecek diye korkuyordu. Kadın bir şey demeye çekiniyor, soruları gelecek endişesini, kaderini beğenmeyişini, bir mucize

(Fotoğraf: İsmail Alacaoğlu)

•yuşkafanzin•

bekleyişini ele verecek diye korkuyordu. Yazla bitmeyen kışlar gibiydi hayatları. Peş peşe geliyorlar, şöyle sere serpe bir uzanışa müsaade etmiyorlardı.

Sonra bir ara bahar gelir gibi oldu. Her banyoya girişinde yoklaya yoklaya tamamen bir çöpe dönüştüğünü sandığı bedeninden sadece ama sadece bir kolun eksildiğini anlaması neden oldu buna. Bacaklarının gücünü azaltan bir şey olmamıştı ya da düşünmesini engelleyen. Vücudu hala dinç, erkekliği hala yerindeydi. Bu güvenle, bahtsız insanların üzerini kaplayıveren miskinliğinden sıyrılma çabasıyla evin içinde sürekli bir şeyler yapmaya, çarşıya çıkmaya, insanlarla yeniden sohbet etmeye başladı, karısı hariç. Kadın da kendi arkadaşlarıyla buluşuyor, güya sohbet ediyorlardı. Aman ne sohbet, herkes kendi acısından bahsediyor, kimse oğlunun başarısından, kocasının artan maaşından söz etmiyordu. Tamamen acımadan kaynaklanan bir sakınmayla her cümle kesilip biçiliyor, her neşenin ucu, mutsuz olana batmasın diye şöyle bir törpüleniyordu.

Kadın, insanları izlemeyi, gözlerinde söylemediklerini görmeyi oldu olası severdi, şimdiyse hiç olmadığı kadar çok malzeme veriyordu insanlar. Nasıl seviştiklerini, bir çocuk yapıp yapmayacaklarını, kadının bir gün kocasını aldatmak ya da terk etmek gibi bir işe kalkışıp kalkışmayacağını, ailelerinin ikisi de çalışmayan bir çifte, geçinmeleri için daha ne kadar destek olacaklarını, desteğin kesildiği anda –ki bu fiil asla kullanılmamalıydı, ne hale düşeceklerini merak ediyorlar ama elbette soramıyorlardı. Sonra kadın, bu arkadaş buluşmalarından sıkıldı, kocasındansa çoktan sıkılmıştı. Sıkıldıkça susuyor, sustukça gözünde harfler beliriyordu. Bunlar, kelimeler oluşturup korkutucu birer hayali arkadaşa dönüştüklerinde paniğe kapılmayıp onları sevmesi gerektiğini hissetti. Kendine ait bir odası olmayan her kadın gibi de mutfakta ya da salonda, her neresi boşsa orada, oturup onları yazmaya, onlarla yaşamaya başladı. Kısa, uzun bir metnin kesilmiş bir parçası gibi duran, kadının hayatını bilmeksizin kişilerin ve olayların anlamlandırılması zor, karamsarlığıyla insanın canını sıkan öykülerdi yazdıkları. Aslında öykülerinde sürekli farklı isimlerle beliren mutsuz kadınlar, ona o kadar çok benziyorlardı ki, öykü değil günlük yazsa daha dürüst davranmış olmazdı. Bir süre bununla mutlu olmayı başardı kadın. Yemek yaparken ya da evi temizlerken ilk fırsatta yazacağı öyküyü düşünür, kişileri kurgular, sonunu hayal eder, sonra oturup bir çırpıda yazardı.

(Fotoğraf: İsmail Alacaoğlu)

Kocasıysa tek kolla yapabilecekleri konusunda zamanla o kadar uzmanlaşmıştı ki, hareketlerini izleyen biri, tek kolun bir eksiklik değil, iki kolun bir fazlalık olduğunu

•yuşkafanzin•

düşünürdü. Ama bu iç huzuru, insanları değil, yalnızca kendini dinleyerek bulmuştu. Ne var ki, bir gün karısının henüz saklama gereği duymadığı için uluorta bir yerlerde bırakıverdiği birkaç öyküsünü okuyup dünyanın en mutsuz kadınlarıyla tanışınca kaybetti bütün güvenini. Evet, onu kırmamak adına tek bir yanlış kelime bile kullanmamıştı kadın, en azından sözlü olarak. Ama bu öyküler, bu mutsuz kadınlar ve onların kusurlu kocaları, söylenemeyen gerçekliklerin kurgusal ifadesiydi. Öykülerin içeriğini boş verse, kendisine takılıyordu bu sefer de. Daha en başında bu evliliği, imkânsız bulmasına neden olan tek şey, şimdi karşısında duruyordu. Bu kadın, ondan çok daha akıllı, eğitimli biriydi. Kadının yalnızca liseyi bitirmiş, üniversiteye girmeye teşebbüs etmiş olması bile, çıtayı adam için hayli yükseğe kaldırıyordu. Bir de bununla kalsa iyi, sürekli kitap okuyor, adamın, anlamını bilmediği bir sürü kelimeyi, doğru yerde kullanıp kullanmadığını tespit etme imkânı olmasa da öyle emin söylüyordu ki muhtemelen doğru kullanıyordu. Sadece bedeniyle değil, her şeyiyle daha sağlam, daha tamdı kadın ve adam bununla nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Bir an için, tüm ima ve sakınmalardan duyduğu yılgınlıkla açık konuşabilecek gücü buldu kendinde adam ve kadına özetle tek kelime etti: ‘Yazma!’

Önce küstü kadın, özgürce yapabildiği tek işin kısıtlanmasına, hatta tümden yasaklanmasına içerledi ama sonra yalnızlığının altında ezilmektense yazmaya devam etti. Tuvalette yazdı kadın, adam uyurken gecenin bir vakti kalkıp sessiz sessiz yazdı. Adam hissetti aslında ama ses çıkaramadı. Etrafına bir baktı, para yollayıp duran babasından, sırtını sıvazlayıp duran birkaç arkadaşından başka nesi vardı ki karısından başka. Bir kolu değildi ki tek eksiği.

Evdeki görünür tek mücadele, kadının tozlarla, adamın televizyon kanallarıyla mücadelesiydi. Ne masanın, dolabın, sehpanın tozu bitiyordu silmekle ne de televizyonda hayata dair bir şey bulunuyordu kanalları değiştirmekle. Günde üç öğün yemeği, yine de aksatmadan pişirip yiyip bazen sevişip hatta bazen sarılıp öyle uyudular. Aslında çok farklı değildi hayatları, sadece renkleri ve yükseklikleri birbirinden farklılık gösteren komşu evlerde yaşayan komşularınınkiyle. Sadece o evlerdeki adamların iki kolu vardı ve kadınlar yazı yazmıyordu. Yıllar hepsi için hızla geçti. Komşunun yaramaz çocuğu büyüyüp üniversiteye gittiğinde o yazdığı ilk öyküleri kaybetmişti bile. Sonuçta ikisi de doğurduğu şeyden uzaktı şimdi. Neyse ki bedenin yaşlılığından bağımsız bir doğurganlıktı kadının sahip olduğu. Şimdi kocası ölmüş, sessizlikten azat edilmiş, tuvalette yazmaya mecbur bırakılmış olmasa da yazacak elbet. Kim bilir belki de bundan böyle, öykülerindeki her kadın belki dul ama mutsuz olmayacak.

•yuşkafanzin•

İÇ AĞITI | Fırat GÜL

tutup bir fotoğrafın alnından öpüyorum

ansızın bir Ortaçağ söylencesi beliriyor gözümde bıçak ekmek için meyve için dal uğruna

nereden çıktı boyun koparmak, çığlık içinde

insan çocukluğunda ne gördüyse mesela dünya öyledir biraz, ev büyüktür sığılır tüm yataklara

uzattığımız eller oyun içindir şenlik uğruna nereden çıktı nefes kesmek, can kafes içinde

tutup bir fotoğrafın içine uzatıyorum parmaklarımı öpüyorum dizleri üzerinde, saçı kazılı bir adamı

kanlı gözbağı kanlı gözbağı! söyle nereye saklandığımızı dudaklarım sızlıyor kemirmekten, kan içimde

bir yerde biter şiir sözcükler kurur kıyısına varınca annem mutfakta babam u yumakta içeride hepimiz ev içindeyiz sığınağımız odalarda

kesik bir başı emziriyorum durmadan kilidim elimde.

14 Eylül 2013

(Fotoğraf, ismi belirtilmeyen bir Time muhabiri tarafından Suriye’de çekildi)

•yuşkafanzin•

ÖZGEÇMİŞ | ZAHRAD

A Nişantaşı’nda Hacı Levon’un evinde 1924’ün 10 Mayıs’ında Bir Cumartesi günü dünyaya geldim -gündüzdü- Kuşkusuz sezdim Nasıl bir hayatın beklediğini Reddettim yaşamayı -nefes almadım Oradaydı büyük teyzem Verkinia Bir sıcak bir soğuk suya Soktu beni -(sıcak soğuk nedir Doğar doğmaz bildim)- İki üç yıl sonra babam öldü veremden B Bir merhaba diyemedik birbirimize Bir çift laf edemedik karşılıklı Babamla ben- Ne bilebildim nasıl biriydi o Ne o bilebildi nasıl biri oldum ben Şimdi ondan yaşça daha büyük Bazen anımsarım onu şefkatle Ağabeyi gibi C Bana miras Zayıf bir beden bıraktı Ve bir de Günün birinde Veremden ölme korkusunu Ölmedim-fakat geç D Unutayım diye yetimliğimi Her akşam Eve geldiğinde oyuncak getirirdi bana Hac ı Levon her akşam koşardım kapıya -acaba- diye sorar gibi Sonra elini yıkamaya giderdi Ben havluyu tutardım ona- Annemin babasıydı Hacı Levon Güzel dükkancı Papaz torunu Semt kilisesinde mütevelli -samatya bir zamanlar

küçük Pras’ken-

E Ben geceleri yatağımı ıslatırdım- Çocukluk anılarımda bir bu var- Bir de Bir de biçimsiz bir boşluk Uzayıp giden Bazen hayretle sorar ım kendime Neydi damgasını vurabilen Daha çocuk ben Ne vardı yaşayan bu boşluğa karşın Ki bana ait Ve içinde ben Başarmışım yaşamayı Geceleri ıslatmadan yatağımı F Bana okulda ‘tilki’ derlerdi Sadece kitaptan tanırdım tilkiyi Bilirdim Kurnazdı o- Kapardı peyniri karganın ağzından Ya da –kürk olur Boynuna sarılırdı şık hanımların Ben okulda ‘tilki’ derlerdi Oysa ben Ne peynir çalardım- ne de Kadın düşlerdim o sıralar G Fakültede Neşter atardık kadavraya İnceden inceye sinir sıyırdık damar ayıkladık ve lime lime kas ve kemik ayrıştırdık

fakat – ben insanı tam tanıyamadım ki

-çaktın- dediler sınav sonras ı

H (Önsöz Yerine)

Ne yazıyorsam burada şimdi Ne yazdıysam başka başka yerlerde Ve daha da ne yazabilirsem Tektir Gerçekte-ayrışmaz bir bir Yaşam ki benimdir- biraz da sizin Sizindir-aynı günü yaşarız madem Birlikte-aynını- hiç yok farkı

•yuşkafanzin•

ŞİİRİMİZ ZAR KÜLHANİDİR ÜSTAT | Mustafa EROĞLU

Ece Ayhan’ın aziz anısına Cumartesinin yaslı annesi, kuzey duvarlarında harap köşeli. Yani ki, çocuklarını boğmuştur ay yıldızlı bir kapının kini. İşte orada, bir kaldırım uzakta, bir kamucu konuşur telaşlı; Engerekçe, tıslayarak Erken rütbeli imam. -Çocuklarınızın boynundaki ilmekten, bizim keyfimiz damlar; Dağılmazsanız, hepinizin hayatından bir ölüm çıkar.- Bütün bunlar olurken, buhur kokulu Müslüman bir çarşıda, Sırp uçaklarını beklemiştir bir sair-i cüzam. İşte nasıl harami! Çünkü bir tarikat selamı, hırsız liralar biriktirmiştir duasında. Üstat! Şimdilerde, zar külhanidir şiirimiz. Babıali’de, yasak bir elmanın yarım asırlık yarasında, tüccarlık yapar. Etiketli kapıların sağır zamanında, şaiirlerden haraç toplar. Yani ki, vakur olsaydık için; Çünkü çok şey istemedik. İyi gelinlerin şarkısı, bir serçenin yuvasını doğursundu soframıza. Bir türküde, iki satır gibi; Bir Ankara kışlası, kovboyların çizmesiyle aşk yapmasın diye… Üstat sen gideli, bir yavuz hırsızın yurtluğunda kakafonidir şiirimiz. Sincan’da, zina dolu bir odaya çürük anahtar, Geniş adımlı kızların koynunda, çok günahkar. Çünkü nasıl laternacı! Esmer bir şairliğin önünde, imdat duvarları yükselirken… Yosmalarının döşeğinden, bir suikast yeri gibi girdiler evlerimize. Üstat! Şimdilerde, piç bir cumhuriyettir şiirimiz. Nasıl harami oyuncaklı! Ama nasıl! İzmir’de, çolak bir timsahın yumurtasında, haram kadınların keyfine bakar. Üniversiteli ‘’asil’’ bir kürsüde, emperyal süslü şarkılar yazar.

•yuşkafanzin•

GEZİNTİ NOTLAR (II) | Fırat GÜL

- Tülin Bumin bir yazısında1 Spinoza ile olan kader ortaklıkları, benzerlikleri nedeniyle Spinozacıları okumanın çok zevkli olduğunu yazdıktan sonra şu soruyu soruyor: “Ama Spinoza’nın bugün bir politika olarak demokrasinin karşı karşıya olduğu sorunları düşünmekte kendisine başvurulan başlıca düşünür olması Spinoza düşüncesinin derinliğine ve cazibesine olduğu kadar bizim politik tahayyülümüzün çaresizliğine de işaret etmiyor mu?” Hem evet hem hayır. Politika felsefesinin bir çıkmaz içinde olduğu aşikâr. Diğer yandan her şeyin göreliliğe, öznenin edimlerinin meşruluğuna terk edildiği bir ethos içerisinde ahlak felsefesinin de işin içinden çıkması kolay görünmemekte. Ancak zamanla alanı daralan felsefeye tam da böyle yolun şaştığı zamanlarda daha çok ihtiyacımız var demektir, güneşli değil, puslu bir vakitte. - Gezi direnişinin bu toprakların insanlarında bir heyecan yarattığını, birbirine olan inancı arttırdığını, toplumsal dikey ilişkilerin rafa kalkabildiğini, sermaye birikimini tek amaç belirleyip sadece maddi kazanç odaklı bir ilişki kurmanın ötesinde bir toplumsallığı mümkün kıldığını söyleyebiliriz. Siyasal imkânlarının yanında Gezi tecrübesi, bir siyasal araç olarak mizah, hiciv, ironi ve karnavalı da devreye sokmuştur. Baskı araçlarına sahip otoritenin her söylemi bir gerçeklik kurmaya çabalarken, gezide görülen bilgece bir kahkaha, hakikati içinde barından keskin bir mizah iktidarın sözünü gülünç duruma düşürmeye yetmiştir. Mihail Bahtin, Rabelais2 incelemesinde şöyle yazar: “Bu eski otorite ve hakikat, mutlaklaşmış, zamanötesi bir önem taşırmış gibi yapar. O nedenle temsilcileri (asla gülmeyenler) kasvetli bir şekilde ciddidir”. Kaşları çatık, ciddi, sert devlet erkekleri bir anda duvardaki yazıyla, capsle, başıtaçlının! şerefine içilen alkolle, tomaların maket versiyonlarının su dağıtmasıyla, demir yığını araçların karşısına gülümseyerek çıkan kadınlarla, polise okunan kitaplarla başka bir alana sürüklenir. Orası tam da tebaanın uyması buyrulan kurallarının berhava edildiği yerdir. Gezi soyut idealara, uhrevi bir âlemin inancına inat tam da bu dünyanın ısrarı, şenliği, baş dönmesidir. Bahtin, şenliklerde “kadehler kaldırılır, oyunlar oynanır, maskeli balolar yapılır, gülünür, şaka yapılır, dans edilir” dedikten sonra şenliğin ütopik bir dünyaya yapılan geçici bir geçiş olduğunu da vurgular. Bu şenlik neden kalıcı olmasın ki! - En başa dönecek olursak: Bumin’in işaret ettiği politik tahayyül çıkmazı Spinoza’ya dönüştür, şimdinin problemini filozofta aşmaya çalışmaktır. Dönüşün kendisi bir arayışa tekabül etmekle birlikte, Spinoza’nın cevherinden de kaynaklanmaktadır. Altı yüz yıl önce değil altmış yıl önce de olsa onunla karşılaşmak heyecan verici olurdu. Ezcümle, Natura bir şekilde akış, oluş halindedir. Hiçbir canlı varlık kendisini keder duygusunda uzun süre tutacak bir siyasal, toplumsal iklime dayanamaz. Suskunluk bir tercih olduğunda katlanılır, diğer türlüsü ancak cansız nesnenin özelliğidir. Yasakların, bir panik haliyle arka arkaya geldiği şu vakitlerde Kuşların! neşeyle ötüşmeye devam edeceklerini bir kenara not ederken yine de Deleuze’den3 emanet elzem bir soruyla bitirelim: “Nasıl oluyor da iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olursa olsun, bizi üzgün kılacak şekilde duygulandırmaya ihtiyaç duyuyorlar?”

1 Spinoza Günleri, Teolojik Politik İnceleme Etrafında içerisinde. Bilgi Üniversitesi Yay. 2 Bahtin, Mihail. Rabelais ve Dünyası, Ayrıntı Yayınları. 3 Deleuze, Gilles. Spinoza Üzerine Onbir Ders. Kabalcı Yayınevi.

•yuşkafanzin•

BİR MUCİZE | Ersin TUNCAY Ne, neden, niçin sebebi belli olmayan bir kuşkudan veyahut en doğru kesinlikle, mutlak bir gerçeklikle, belirsizlikler yumağında küçük bir adımla, kapı aralanmakta gıcırdayan bir tınıyla. Her yer zifiri karanlık, sağa sola dokunarak ilerlemekte bir gölge nereye gittiğini bilmeksizin. Karanlık belki bir ortaçağ karanlığı belki de ay ışığını hiç olmadığı bulutlu bir gecenin gökyüzü ürperti endişe korku almış başını hiç kıpırdamadan bir o kadarda beyni sallayarak inletmekte insan iç dünyasını. Karanlık daha nasıl berbat tarif edilirse işte öyle bir an. Adımların sesi duyulmakta bir de nefes alışverişleri. Kapana sıkılmış sağa sola koşmakta adım bile atmadan. Bir sebep ya da bir iz bilmediği ya da ummadığı bir ışık beklemekte, içindeki korkuya inat elleri aramakta bir şeyleri. Bir ara gıcırdatarak içeri girdiği kapı umut olmuştu ama nafile iş işten geçmişti geri dönüşü çok zordu. İç dünyası karışık bir hal almış ne hissettiğini unutmuştu o an ki bir ses duydu, o ses içindeki karanlığa da bir virgül atmış belki de yeni bir paragraf açmıştı. Önce ses ile birlikte küçük bir ışık belirdi o an düşmekte olduğu çukuru gördü, sonra yanan bir mum ve pat! diye bütün oda küçük bir mumun zarafeti haykırışı ile aydınlanmıştı. İşte bu bir mucize kesinlikle bu bir mucize… Neden mi çünkü mucizeler bir anda beliren ve insan iç dünyasına ummadığı bir ağırlık etkisi yaratan bir olay bir olgudur. Mum basit bir nesne kibrit yıllardır var olan bir günde belki de onlarca kez gördüğü bir şey. Oysa karanlık ve karanlığın verdiği acı korku endişe umutsuzluk bunu tarif edemezsiniz. Ondan dolayı boş bir oda da yanan ve odayı aniden pat diye aydınlatan mumdur mucize. Günler, geceler, toprak, su, aşk, çiçek gördüğünde hissel bir arzu yaratan her şey bir mucizedir. Dünyanın yirmi dört saatlik dönüşünü ister coğrafya ister astronomi isterse din tanımlasın bir çocuğun beklediği oyuncak için oyuncağa kavuştuğu sonraki gün, mucizedir. Bir gece yürüyüşünde yıldızlara bakıp sevgiliye söylenen sözler gecenin ruhumuza kattığı, mucizedir. Âşık Veysel’e sadakat ile bağlı olan şey yalnız ve yalnızca toprağın mucizesidir. Afrika’da sadece içme suyunu karşılamak için kırk iki kilometre boyunca yürüyen kadınların adımlarıdır suya mucizelik katan. Gün ışığını biriktirip gece yıldızlara kavuşturan, toprağın dansı ile suya kadeh kaldıran çiçektir mucize. Görebildiğimiz her nesneye duyabildiğimiz her sese konuşabildiğimiz her tümceye anlam katan değer veren değil midir aşk dediğimiz mucize. İçimizde biriktirdiğim umutlarımızdır aslında işin sihri. Önce dışavurumcu bir şekilde sahneler- sonra bir anda sahnede kaybederiz. Final bölümüdür asıl olan bunun için de içimizde birçok mucizeler biriktiririz.

•yuşkafanzin•

“Oğlu, sevdiği yemeğini bitirsin diye, ölüsünün yanında sessizce bekleyen annenin hikâyesini anlattığınızda bir arkadaşınıza, onun hiç tepki vermeden ağladığını görmüşseniz ya da bugünlerde, ağzınıza götürdüğünüz her lokma boğazınızdan bir türlü geçmiyor ve yutkunuyorsanız sürekli ve oğullarını birer birer toprağa veren annelerin ülkesinde, kendi oğlunu koklamaktan hicap duymaya başlamışsınız eğer, birbirinizin hayatlarını da fark etmeye başlamışsınız demektir. Bu da iyi bir şeydir. Şimdilik… ” *

* Ercan Kesal, Peri Gazozu. (İletişim)