150 - somuncu baba dergisi · 2017. 1. 5. · ,cotton textile industry, crafts and some other...

47
AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ NİSAN 2013 150 150 Dergisi Hediyesi... NİSAN 2013 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Güzellerin En Güzeli 46 18 Tokat Bir Bağ İçinde!

Upload: others

Post on 08-Feb-2021

0 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • AY

    LIK

    İLİM

    - KÜ

    LT

    ÜR

    VE

    ED

    EB

    İYA

    T D

    ER

    GİSİ

    NİSA

    N 2013

    150

    150

    Dergisi Hediyesi...

    N İ S A N 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

    GüzellerinEn Güzeli4618 Tokat Bir Bağ İçinde!

  • Başyazı Sebahaddin ATEŞ

    YEŞİLLİKLER YURDU: TOKAT

    As Evliya Chelebi (an Ottoman Turkish traveler) mentioned in detail in his book: “Vineyards, orchards and plains of Tokat have become the staging area and food storehouse of the Ottoman Army. Coppersmith, sericulture ,cotton textile industry, crafts and some other industries have developed. The commercial buildings and the bazaars have become as good as the ones in Bağdat, Bursa and Halep.” The districts Almus, Artova, Başçiflik, Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, and Zile are like a necklace and seen as the jewels of Tokat. The university named as Gazi Osman Paşa, which also perpetuates the name of the commander Gazi Osman Paşa, remarkably contributes to the cultural identity of the city. In recent years, the president of the board of trustee H. Hamidettin Ateş Efendi visited Niksar in Tokat and also visited the tomb of one of the spiritual leaders Hacı Ahmet Niksari. There, he had a project and technical assistance team for the landscaping of the tomb and its environment organized. As a result of the negotiations, lanscaping works have been being done by Niksar Municipality and via the support of our foundation.

    HOME OF THE GREENS: TOKAT

    Yeşillikleriyle ünlü ilimiz Tokat; geniş ve sulak vadilerle bunlar arasındaki geçitlerden oluşan bere-

    ketli alanların orta yerinde bulunmaktadır. Selçuklu Türklerinin Anadolu’da kurduğu, özü güzellik ve

    sabır olan bu uygarlığın kültür, sanat, mimarlık, bayındırlık eserleri ile Tokat’ta hemen yüz yüze geli-

    nir. 14. yüzyıl sonunda Osmanlı egemenliğine giren Tokat, yükselme döneminde bölgenin tarım ve sa-

    nayi merkezlerinden biri olmuştur. Evliya Çelebi’nin uzun uzun anlattığı gibi “Tokat’ın bağ, bahçe ve

    ovaları Osmanlı Ordularının konaklama ve gıda ambarı olmuş, bakırcılık, ipekçilik, pamuklu dokuma

    ile çeşitli sanayi ve el sanatları gelişmiş, iş hanları ve çarşıları Bağdat, Bursa ve Halep’tekiler ile kıyas-

    lanır olmuştur.” ifadeleri bunun kanıtıdır.

    Yüzyıllardır bozulmadan günümüze ulaşan gelenek ve görenekleri, yemek ve giyim kültürü, folklo-

    rik değerleri, bakırcılık, yazmacılık, halı kilim ve kumaş dokumacılığı günümüzde de aynı disiplin ve

    aynı hevesle yapıla gelmektedir. Günümüzde yeni bir teknoloji ve şehir kültürünün hızla gelişmiş oldu-

    ğu çağımızda, ilimizde hala Orta Asya kültürünün gelenek ve göreneklerinin bozulmadan devam edi-

    yor olması önemli bir olgudur. Düğün geleneği, oda oyunları, maniler, orta oyunları, batıl inançlar, sos-

    yal ve toplumsal dirliğin ayakta kalmasını sağlayan ahlakî ve insanî âdetler hala sosyal hayatımıza yön

    vermektedir.

    Almus, Artova, Başçiflik, Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, Zile ilçeleri

    bir gerdanlık gibi Tokat’ın güzellikler ziynetidir. Gazi Osman Paşa’nın ismini yaşatan üniversite şeh-

    rin kültürel kimliğine fevkalade büyük bir katkıdır. Geçtiğimiz yıllarda Tokat iline ve özellikle Niksar

    ilçesine bir ziyarette bununa Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız. H. Hamidettin Ateş Efendi, Niksar’da

    bulanan maneviyat önderlerinden Hacı Ahmet Niksarî Hazretlerinin kabri şerifinin ve çevre düzenle-

    mesinin yapılması için proje ve teknik yardım ekibi hazırlatmıştır. Görüşmeler neticesinde Niksar Be-

    lediyesince bu ihya hizmeti vakfımızın destekleriyle gerçekleşmektedir.

    Kıymetli Dostlar! Yolunuz bir gün Tokat’a düşerse; nefes darlığı çekenlere bir şifa kaynağı olan

    Ballıca Mağarasını gitmeden, Gökmedrese, Latifoğlu Konağı, Taşhan, Ali Paşa Camii ve Hamamını,

    Meydan Camiini, Hıdırlık Köprüsünü görmeden, tahta baskı yazma almadan, Tokat yemeklerinden,

    özellikle Tokat kebabından yemeden, Vakfımızın Kurucusu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin çok

    beğendiği ve içilmesini tavsiye ettiği dünyaca ünlü Niksar Ayvaz Suyunu kaynağından içmeden, dön-

    meyin. Somuncu Baba’ya gönül veren dostlara selâm ile…

  • 3

    24

    40 50 62

    PEYGAMBERİMİ SEVERİM - Bekir OĞUZBAŞARAN (9)

    EHL-İ AŞKIN YOL HARİTASI - Hüseyin ALPSOY (10)

    MUHYÎ VE MÜMÎT - Ramazan ALTINTAŞ (14)

    SUDAKİ AY GİBİ GÖNLÜME DÜŞTÜN - Mürsel GÜNDOĞDU (17)

    KUTLU BİR GÜN - Bilal KEMİKLİ (22)

    PENCERE - Celalettin KURT (29)

    SOHBET YOLUNDA - Musa TEKTAŞ (30)

    NEYLEYİM? - Mustafa AKGÜN (35)

    PEYGAMBERİMİZ VE GENÇLER - Mehmet DERE (36)

    GÜZELLERİN EN GÜZELİ – Cihan OKUYUCU (46)

    GÜRÜLTÜ ve PSİKOHİJYEN - Rukiye KARAKÖSE (54)

    MEDENİYETİMİZİN NURU MUKADDES GELENEKLER - İsmail ÇOLAK (58)

    BİLAL B. RABÂH (r.a) - Bünyamin ERUL (61)

    HİLYE-İ HÂKÂNÎ - Vedat Ali TOK (66)

    DURUP O’NA DÖNMELİYİM - Hatice EĞİLMEZ KAYA (69)

    SULTAN ABDÜLAZİZ - Resul KESENCELİ (70)

    ASHAB-I BEDİR - Muharrem AKIN (74)

    ÜMMET BİLİNCİ - Enbiya YILDIRIM (76)

    TOKAT GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (79)

    SİVİLCE HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR - Akın DİNDAR (84)

    DEREOTU - Şifalı Bitkiler (86)

    GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)

    HAYATI DA ÖLÜMÜ DE GÜZEL PEYGAMBER!

    MUSTAFA HAKİ EFENDİ (K.S.)

    İSLÂM MİRAS HUKUKUNDA KADIN

    20. YÜZYILDA

    ‘VAHDET’ NEŞVESİYLE PARLAYAN BİR SİLSİLE

    TOKAT BİR BAĞ İÇİNDE!

    NEFSİ KINAMA GELENEĞİ OLARAK

    MELÂMET

    06Allah güzeldir, güzel olanı sever.”1 diyen bir peygamberimiz var. Gerçekten O, iyi ve güzel olan, iyilik ve güzellik yapanları seven Rabbimizin kulu ve seçkin peygamberi olarak hep iyi oldu, iyilikler yaptı, iyi insanlar yetiştirdi.

    Şiranlı (ikamet yerine nispetle Çorumlu) Şeyh Hacı Mustafa (k.s.) Hazretlerinin halîfesi olan Mustafa Hakî Tokadî1, Nakşıbendî silsilemizde otuzdördüncüdür. Yüz yılın müceddidi olup bu kitabı tertip eden âcizin pederidir.

    İslâm’dan önce Araplar kız çocuklarına mirastan hisse vermezlerdi. Miras erkek çocuklara kalırdı. Bunun dışında birisine veya başka bir yakınına mal bırakmak istenen kimseler vasiyette bulunurlardı.

    ‘Varlığın birliği’ şeklinde anlaşılan ‘Vahdet-i Vücûd’ düşüncesi Anadolu’da meşhur sûfî İbnü’l-Arabî ve talebesi Sadreddin Konevî ile büyük yankı bulmuş bir düşünce sistemidir.

    Etrafı dağlarla çevrili Tokat, eteklerini toplayıp gül bahçesine oturan bir güzeller güzelidir Karadeniz yollarında. Dağlar ve tepeler uzaktan uzağa şehrin üzerine gülümser...

    Zühd hayatı Müslümanlar arasında ortaya çıkıp yayıldıktan sonra bazı davranış biçimleri ve şekilleri de beraberinde geldi. Tasavvuf tarihinde buna “âdâb ve erkân” adı verilmektedir.

    18Ali AKPINAR

    H. İbrahim ŞİMŞEK Fatih ÇINAR

    Meryem Aybike SİNANKadir ÖZKÖSE

    Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 505 921 18 06İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 535 518 47 23

    Karabük 0 542 240 67 63Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 222 48 46Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74

    Abdullah KAHRAMAN

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

    KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

    Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

    Yıl: 19 Sayı: 150 Nisan 2013Basım Tarihi: 01 Nisan 2013

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

    Sebahaddin ATEŞ

    Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA

    Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR

    Musa TEKTAŞ

    Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

    Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

    Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

    Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

    Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

    Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

    YapımARTWORKS

    www.artworks-tr.com

    Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

    Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

    Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

    Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

    Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

    Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

    Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

    Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

    Kurum Abone : 140

    Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

    Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

    Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

    Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.

    /SomuncuBabaDergisi

  • 55Nisan 20134

    Âfitâb-ı hüsnüne hayrân olan gönlüm şehâ Âfitâb-ı pertev-i hüsnünle oldu âfitâb

    Zülfünü yüzden götür esrâr-ı hattı zâhir etÂyet-i hüsnünü uşşâka okut çekme nikâb

    Gamzene gaddâr demiş cevre tahammül kılmayanCevr odur kim tîğ-ı gamzenden cüdâ çeke azâb

    Mest midir la’lden öz lebine şarâbın mestleri Mest-i gül-fâm-i lebinden özgeden içmez şarâb

    Mest ü ser-gerdânlığım sanma şarâb-ı gayr ileNergis-i mest gözlerin kıldı beni mest-i harâb

    Ey Hulûsî ol melâhat mülkünün mahbûbuna Bağlanan görmez yarın haşr u neşir Yevmü’l-Hesâb

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

    Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî

  • 7Nisan 20136 7

    İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

    HAYATI DA ÖLÜMÜ DE

    PEYGAMBER!GÜZEL

    Allah güzeldir, güzel olanı se-ver.”1 diyen bir peygamberimiz var. Gerçek-

    ten O, iyi ve güzel olan, iyilik ve güzellik yapanları seven Rabbi-

    mizin kulu ve seçkin peygamberi

    olarak hep iyi oldu, iyilikler yap-

    tı, iyi insanlar yetiştirdi. Yaratı-

    lış itibarı ile dünya güzeli olan

    Hz. Muhammed (s.a.v.), fizikî

    güzelliğini hep korudu. Beslen-

    mesine dikkat etti, vücudunun

    hakkını gözetti, asla kilo almadı,

    güzelliğinden hiçbir şey kaybet-

    medi. Vefatında yakın dostu Hz.

    Ebu Bekir’in dediği gibi “O, ha-

    yatında da güzeldi, ölümünde de

    güzeldi.”2

    O iki dünyaya birden talip ol-

    duğu gibi, iki güzelliğe birden

    talipti. Sürekli okuduğu duala-

    rında O, “Rabbimiz, bize dün-

    yada iyilik güzellikler ihsan et;

    ahrette de bize iyilik güzellikler

    ihsan et.”3 derdi. Aynı şekilde o, aynaya bakarken okuduğu dua-

    larında şöyle derdi:

    “Elhamdülillâh. Allâhümme

    kemâ hassente halkî fe hassin

    hulukî. / Hamdolsun Allah’a,

    Allah’ım yaradılışımı güzel kıldı-

    ğın gibi ahlâkımı da güzelleştir.”4

    O’nun bu dualarında maddî

    güzellikle birlikte manevî güzelli-

    ğe de önem verdiğini görmekteyiz.

    O’nun bu özlü duasında şu husus-

    lar dikkatimizi çekmektedir:

    İslâm gösteriş ve şekilci bir

    din değildir. Ne var ki O, şekil ve

    görüntülerin güzel olmasına da

    özen göstermiştir. Peygamberi-

    miz bir hadislerinde bu konuya

    şöyle açıklık getirmiştir: “Allah

    kullarının mallarına, dış görü-

    nüş ve şekillerine değil; onların

    kalplerine, iç dünyalarına, ni-

    yetlerine ve amellerine bakar.”5

    Ancak bu anlayış, asla Müslü-

    manın dış görünüşüne özen gös-

    termeyen plansız, pasaklı, kir-

    li ve düzensiz olduğu anlamına

    gelmez. Zira Allah güzeldir, gü-

    zeli sever. Zaten dış görünüş, iç

    dünyanın aynasıdır. Onun için

    kişinin fikri, zikrine, zikri de fik-

    rine yansır. Bunun için “Dervi-

    şin fikri neyse zikri de odur.” de-

    nilmiştir. Bu söz, iç dünyanın

    dış dünyaya yansıdığını ifade et-

    mektedir.

    Cihadda ve namazda kenet-

    lenmiş bir yapı gibi saf bağla-

    mak6, namazda her rüknü yerli

    yerince şeklen de güzel yapmak

    (=ta’dil-i erkân), kıyafetin te-

    miz ve intizamlı olması, saç sa-

    kalın bakımını yapıp taramak,

    hayırlı-güzel işlere sağdan baş-

    lamak, hayırlı yerlere sağ ayak-

    la girip sol ayakla çıkmak,

    sağından giyinip solundan çı-

    karmak, sağ elle yemek, sol elle

    sümkürmek ve taharetlenmek,

    hacda hervele-ızdıba-remle

    yapmak7, kabri kıbleye yöne-

    lik ve düzgün kazmak vb. şey-

    ler İslâm’ın üzerinde durduğu

    şekil disiplini cümlesinden-

    dir. Bizim ilmihâl kitaplarımız

    özellikle bu şekil düzgünlüğü-

    nü sağlayan esaslar/rukünler

    üzerinde ayrıntılı dururlar. El-

    bette bunlara takılıp kalmak,

    bunlarla uğraşırken ibadetin

    ruhunu ihmal etmek istenen

    bir şey değildir. Ancak bu şeklî

    kurallar, ruha ermenin bir aşa-

    masıdır.

    Aynanın karşısında durmak

    da şekil ve görüntü güzelliği-

    ni sağlamaya yöneliktir. Ayna-

    ya bakarken Rabbimizin bize

    lutfettiği bir büyük nimetle kar-

    şı karşıya kalırız: Her şeyi yer-

    li yerince monte edilmiş, birbi-

    riyle uyumlu ve düzenli çalışan

    vücut nimeti. Gözümüz kaşı-

    mız, saçımız sakalımız, ağzımız

    burnumuz ve diğer güzellikleri-

    miz… Tüm özellik ve güzellikle-

    riyle bize bakan bu nimeti görüp

    sahibini hatırlamamak, O’na te-

    şekkür etmemek ne mümkün!

    İşte dua ederken bu vesile ile O

    nimet sahibi yüce kudreti hatır-

    lıyor, şükrümüzü O›na has kılı-

    yor; saçımızı, başımızı düzelte-

    rek şeklî düzensizliklerimize bir

    son veriyoruz. Ama şeklî güzel-

    liklerin yeterli olmadığını, şeklî

    güzelliğin ahlâkî güzellikle bü-

    tünleştiğinde bir anlam ifade

    ettiğini düşünüyor ve duamızı

    okuyoruz. Rabbimizden yaratılış

    güzelliği yanında ahlâkî güzel-

    liği de istiyoruz. Tabi ki O’ndan

    istediğimiz ahlâkî güzellik ve

    Kur’ânî hayat. Örnek insan Pey-

    gamber (s.a.v.)’in ahlâkı olan

    Kur’ân ahlâkı. Yoksa doğruluk-

    dürüstlük gibi bir kaç kelime ile

    sınırlanmış, yalnızca vicdan gü-

    zelliği değil muradımız. Doğuş-

    tan irade dışı olarak getirdik-

    lerimizi değiştirmek mümkün

    olmayabilir, ama huyumuzu de-

    ğiştirebilir, ıslah edebiliriz. Bu-

    nun için gayret etmeliyiz.

    Aynada gördüğümüz şeklî

    düzensizlikler gibi, Kur’ân ayna-

    sına bakıp ahlâkî düzensizlikle-

    ri de tespit edip, düzeltmek için

    seferber olduğumuz an en güze-

    li yakalamış olacağız ancak. Gü-

    Beki

    r SAR

    I

  • Nisan 20138

    zel ve yakışıklı olma konusun-

    daki titizliğimizi, iman ve amelî

    güzellikler için de gösterdiğimiz

    zaman Yüce Allah’ın sevdiği gü-

    zel insanlardan olabiliriz.

    Elbette Peygamberimizin

    güzellikleri fizikî güzellikler-

    den ibaret değildi ve O yalnızca

    fizikî güzelliklere özen göster-

    mezdi. Ancak fizikî güzellikler

    sahibini manevî güzelliklere ta-

    şır, onlara hazırlar. İki güzellik,

    birbirini tamamlayarak kemale

    ulaştırır. Bu yüzden diyoruz ki

    Hz. Peygamber (s.a.v.), son de-

    rece düzenli ve disiplinli bir ha-

    yatın adamı idi. O’nun izlediği

    ve bizlere örnek sunduğu di-

    siplin ve düzen, asla yapmacık

    ve zorlama değildi. Son dere-

    ce tabiî ve fıtrî idi. O’nun yeme-

    si, içmesi, giyim kuşamı, hal ve

    hareketleri belli bir düzen içe-

    risindeydi. Rasgele ve başıboş,

    anlamsız ve gayesiz davranışlar

    O’nun hayatında yoktu.

    Sözgelimi O, sağından giyi-

    nirdi. Gömleğini giyerken önce

    sağ kolunu, sonra sol kolunu

    giyerdi. Çıkarırken önce solu-

    nu çıkarır, sonra sağını çıkarır-

    dı. Sağ eliyle yer içerdi. Evine,

    mescidine sağ adımıyla girer,

    sol adımı ile çıkardı. Abdest

    alırken önce sağ kolunu sonra

    sol kolunu yıkardı. Ayaklarını

    yıkamaya da sağından başlar-

    dı. Namazda önce sağ tarafına

    sonra sol tarafına selam verirdi.

    O’nun davranışlarında devam-

    lılık ve düzen vardı. Ve O, bu di-

    siplin ve prensipli anlayışını hiç

    bozmadan sürdürdü.8 Günlük

    beş vakit namazı, gece namazı

    ve diğer mutad kıldığı nafile na-

    mazları ve ibadetleri hep O’nun

    ne kadar nizam insanı olduğu-

    nun açık göstergesidirler. Ce-

    maatle namaz kılarken safla-

    rın düzenine büyük önem verir,

    “Saflarınızı düzeltin ki kalple-

    riniz düzelsin.” buyururdu. O, bu sözleriyle şeklî düzen ve gü-

    zelliğin, manevî düzen ve güzel-

    liği sağlayacağını söylüyordu.

    Gerçekten de dış görünüşünü

    düzeltemeyen kişilerin, iç dün-

    yalarını düzeltmeleri çok daha

    zor olacaktı.

    Oğlu İbrahim, küçük yaşta

    vefat etmiş, onu Medine kab-

    ristanına defnederken, kabrin-

    de küçük bir delik gördüğün-

    de, o deliğin toprakla kapatılıp

    düzeltilmesini istemişti. Ora-

    da bulunanlar, sonuçta bura-

    sı bir mezar, cesedi koyup üze-

    rine toprak örtüp gideceğiz ey

    Allah’ın Rasûlü, diyenlere şöy-

    le diyerek her konuda esteti-

    ğe önem verdiğini açıklıyordu:

    “Sizden biriniz, bir iş yaptığı-

    nız zaman, onu içe sinecek bi-

    çimde yapsın! Çünkü öyle yap-

    mak, musibete uğrayanın içini

    yatıştırır. Gerçi, bunun ölüye

    ne zararı, ne yaran olur; fa-

    kat bu, dirinin gözünü aydın-

    latır!”9 Nitekim O, “Allah sana-

    tını en güzel şekilde icra eden

    kulunu sever.”10 derken de aynı

    noktaya temas ediyordu.

    O, getirdiği din ile sesi, yü-

    rüyüşü ölçülü ve düzenli kul-

    lanmayı emrediyordu. Sesin

    frekansını değil, kalitesini yük-

    seltmeyi istiyor; Müslümanın

    onurlu duruşu ve vakarlı yü-

    rüyüşü ile örnek olmasını isti-

    yordu. O’nun nizamında ikti-

    sat/ölçülü olma yalnızca mâlî

    harcamalarda değil, her alan-

    da ölçülü/dengeli olmak esastı

    ve O’nun şiarıydı. Şu ayetlerde

    bunu görmemiz mümkündür:

    “Yürüyüşünde tabii ol; sesi-

    ni kıs. Seslerin en çirkini şüp-

    hesiz merkeplerin sesidir.”11

    “Yeryüzünde böbürlenerek

    yürüme, çünkü sen ne yeri de-

    lebilir ve ne de boyca dağlara

    ulaşabilirsin.”12

    “Rahman’ın kulları yeryü-

    zünde mütevazı yürürler.”13

    O halde ona yaraşır ümmet

    olabilmek için, Rahman’ın has

    kullarından olabilmek için içi-

    miz ve dışımızla, özümüz ve sö-

    zümüzle, duruşumuz ve yürü-

    yüşümüzle intizamlı olmalı, bu

    düzenliliği sürekli olarak ve ha-

    yatımızın her alanına yansıta-

    rak sürdürmeliyiz. Tüm güzel-

    liklerin temsilcisi, denge insanı

    Müslüman, Yüce Allah’ın rıza-

    sını kazanma adına sergileye-

    ceği güzelliklerle herkese örnek

    olan insandır.

    9

    1 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 264.2 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 285-286.3 2/Bakara, 201.4 En-Nevevi, el-Ezkar, s, 270.5 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 395.6 “Doğrusu Allah, kendi uğrunda, kenetlenmiş bir duvar

    gibi, sıra halinde savaşanları sever.” 61/Saf, 4.7 Tavafta ihramlı iken sağ omuzu açık bırakıp ilk üç

    şavtta erkeklerin koşarak ve omuzlarını silkerek yürümeleri, sa’y yaparken ilk üç şavtta yeşil direk-ler arasında koşarak ilerlemek hep şeklî/sembolik şeylerdir. Haccın pek çok rüknü de semboliktir.

    8 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 440-443.9 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 489-491 (İbn Sa’d, I,

    142)10 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 355.11 31/ Lokman, 19.12 17/İsra, 37.13 25/Furkân, 63.

    *Prof. Dr.

    Dipnot

    PEYGAMBERİMİ SEVERİM İçim dışım birdir benimPeygamberimi severimSamimiyettir madenimPeygamberimi severim

    İster erkek, ister dişiSevdiği iledir kişiRengine boyanmak işiPeygamberimi severim

    O’na lâyık olmasam daSünnetiyle dolmasam daİbâdetle solmasam daPeygamberimi severim

    O’na varır bütün yollarO’na muhtaç bütün kullarÖksüzler, yetimler, dullarPeygamberimi severim

    Dağda, yaylada, ormandaYeryüzünde, âsumandaHer mekânda, her zamandaPeygamberimi severim

    Madde ile, mânâ ileCâhil ile dânâ ileHer dem gül-i rânâ ilePeygamberimi severim

    Ateş ve su, hava, toprakÇiçek çiçek, yaprak yaprakTâ yürekten haykırarakPeygamberimi severim

    Seven kalbim O’nu araDoğduğun günden mezaraEllerim boş, yüzüm karaPeygamberimi severim

    Tüm rûhunu O’na bağlaKalbini aşkıyla dağlaŞefâate kadar ağlaPeygamberimi severim

    Oruç ile, namaz ileDuâ ile, niyaz ileSiyah ile, beyaz ilePeygamberimi severim

    O, Allah’ın Sevgilisiİlmi Hak’tan vergilisiKâinâtın övgülüsüPeygamberimi severim

    Varlıklar O’nun yüzündenHikmet fışkırır sözündenRabbim ayırma izindenPeygamberimi severim

    Oğuz, gönlü Habîb’e verO’nu en çok Allah severYüce Kitâbı’nda överPeygamberimi severim…

    Bekir OĞUZBAŞARAN

  • 11Nisan 201310 11

    Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY

    YOL HARİTASI

    EHL-İ

    AŞKIN

    “Tasavvuf edebiyatında; harâbât tekkeyi, şarab

    irfan ve Allah aşkını, sâkî ise mürşidi temsil

    etmektedir. Beyite bu penceren bakınca anlam

    bir öncekinden tamamen farklı bir noktaya

    gelmektedir.”

    Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin gönül iklimi, rahmet yüklü bulutlar gibi şiir yüklüdür. Tasavvufu, düşünce dünyasından ötede hâl dünyasında da yaşamış ve

    hissettiği Rahmet tecellilerini ‘doğuş’ adıyla se-

    venleriyle paylaşmıştır. Hulûsi Efendi’nin ilham

    kaynaklı sözleri şiir olmaktan öte irşad vazifesi de

    gören birer ders niteliğindedir. Çünkü mutasav-

    vıf şaire göre şiir, duygu hâlinden öte, insana va-

    roluşunu sorgulamasını ve kendi varlığının farkı-

    na varmasını öğütleyen “Mutlak Hakikati” arama

    işidir. Seçmiş olduğumuz şiir, Hulûsi Efendi’nin

    kalbine yansımış olan hakîkat tecellilerinden bir

    numunedir.

    Senin şem’-i cemâlin olmasa pervânen olmazdımSenin “Ve’l-Leyl” zülfün olmasa dîvânen olmazdım

    (Senin cemâlinin mumu olmasaydı pervâne ol-

    mazdım (ve) senin vel’leyl (gibi olan siyah) saçın

    olmasaydı dîvâne olmazdım.)

    Mum Sevgili Pervâne İse Âşıktır

    Birinci mısrada geçen şem ve pervâne kelime-

    leri Dîvân edebiyatı geleneğinde birlikte kullanı-

    lan kavramlardır. Bu iki kavram birlikte kullanıl-

    dığı zamanlarda sevgili ve âşık kastedilmektedir.

    Zira mum sevgili pervâne ise âşıktır. Eski zaman-

    larda meclislerde mum yakılırdı. Gece karanlığın-

    da bu mumun etrafında pervâneler bulunurdu.

    Pervâne mum ışığında döner döner ve öyle bir an

    gelir ki kendini ateşe atarak yakar. Bu hayâli, şa-

    irler sevgilinin etrafında pervâne olmak ifadesiyle

    kullanmışlardır. Ancak bu hayal mutasavvıf şair-

    lerin dünyasında başka mânâlar ifade etmektedir.

    Sâlik’in aşkı beyitte şem’-i cemâl şeklinde ifade

    edilmiştir. Çünkü onun için cemâl sahibi tek zât

    Allah’tır. Âlemde cemâlden gayrı bir şey yoktur.

    Çünkü Allah, âlemi kendi sûretinden başka bir

    sûrette yaratmamıştır. O güzeldir, o hâlde âlem

    bütünüyle güzeldir. Âşığın pervâne olması bu eşiz

    güzelliği müşahede etmesi anlamına gelmektedir.

    Tasavvufta cemal müşahedesi, kalblere nurların,

    sırların, lezzetli sözlerin, dostane ifadelerin tecel-

    li etmesi ve Allah’a yakınlık durumudur. Cemâl,

    ilâhî rahmet cinsinden lütuf ve merhamet vasıfla-

    rıdır. Hâl böyle olunca pervâne misali âşığın ken-

    dini ateşe atması ise bu ilâhi kaynağa yani vahde-

    te erişmesidir.

    İkinci mısrada âşıklığın bir başka hâli anlatıl-

    mıştır. Sevgilinin saçı, gece ve karanlık gibi simsi-

    yahtır. Bu nedenle sevgilinin saçı kara siyah anla-

    mına gelen Kur’an-ı Kerim’in doksan ikinci sûresi

    olan ‘Ve’l-leyl’ tâbiriyle ifade edilmiştir. Âşıkların

    gönlü her daim sevgilinin saçına bağlıdır. Saçla-

    rı tarafından adeta zincire vurulmuştur. Eski za-

    manlarda akıldan âzâde dîvâne kişileri zincire

    vurarak tedavi ederlermiş. Bu nedenle âşık kendi-

    ni, sevgilinin saçları tarafından zincire vurulmuş

    dîvâne olarak nitelendirmektedir. Aynı zamanda

    sevgilinin saçının kokusu ve rengi de aşığın aklı-

    nı başından almaktadır.Tasavvufta zülf, hiç kim-

    senin ulaşamadığı gaybî hüviyeti temsil eder. Zülf,

    Hakk’ın zâtı ve künhüdür. Sâlik vecd halinde iken

    akıl ve hislerle izah edemediği bazı gaybî halle-

    re şahit olur. Bu nedenle Hulûsi Efendi kendini

    dîvâne olarak nitelendirmektedir.

    Karârın gönlümün ger almasaydı hüsn-i tâbânın

    Şarâb-ı la’lininûş eyleyip mestânen olmazdım

  • Nisan 201312 13

    (Eğer parlak güzelliğin gönlümün kararını al-

    masaydı, dudağının şarabını içip sarhoş olmaz-

    dım.)

    Hüsn-i tâbân ile yalnız Hakk’ın zâtında bulu-

    nan kemâl ifade edilmek istenmiştir. Âlemdeki

    bütün güzellikler, O’nun güzelliğindendir. Beyit-

    te ifade edilen Hüsn, ilâhî güzelliktir.Bu güzelli-

    ğin gönlün kararını alması ise tasavvuftaki hâl

    mertebelerinden olan vecde işarettir. Zira vecd

    mertebesi ezeli nurun parıltısının kalbe yansıdı-

    ğı ve hakiki cezbenin ruhu uyandırdığı makamdır.

    Hakk’ın vechinin ve ezeli zatının nurunun parıltı-

    sıyla meydana gelen vecd, akıl veya his ile kavra-

    nabilecek bir hal değildir.

    İkinci mısrada, Hulûsi Efendi (k.s.) vecd

    hâlinden hayret makamına geçişini bazı sembol-

    lerle anlatmıştır. Âşığın temel gayesi aşk şarabı

    içmektir. Ancak bu şarap öylesine bir şarap de-

    ğil sevgilinin la’l gibi kırmızı dudağının şarabı-

    dır. Tasavvuf edebiyatında; içki, dudak, yanak,

    şarap, kâse, sâkî gibi mecazlı kullanımlar, tama-

    men sûfinin geçirdiği, yaşadığı hâllerin veya bazı

    tâbirlerin sembolüdür. Mısrada la’l ile ifade edi-

    len dudak ise tasavvufta vahdeti simgeler. Gönül

    aşk şarabıyla sarhoş olmuş ve hayret makamına

    ermiştir.

    Harâbât Tekke, Sâkî İse Mürşiddir

    Bi-hamdi’llâh düşürdün râhımı semt-i harâbâta

    Velî yoksa ne mümkün sâlik-i mey-hânen olmazdım

    (Hamd olsun yolumu meyhânelerin semtine

    düşürdün, yoksa ne mümkün mey-hânenin sâliki

    olmazdım.)

    Eski zamanlarda meyhânelerin bulunduğu

    semtlere semt-i hârâbat adı verilirdi. Yolu bu semt-

    lere düşenler ise hiç şüphesiz o meyhânelerden bi-

    rinin müdâvimi olur ve kendi de o harâb-hâneler

    gibi harâb olurdu.

    Ancak Hulûsi Efendi’nin hârâbâtdan ve

    meyhâneden kastının bu olmadığı bilinmektedir.

    Çünkü mutasavvıf bir şair için, bir önceki beyit ve-

    silesiylede izah ettiğimiz gibi, semboller hâlini an-

    latmakta yardımcı unsurlardır. Tasavvuf edebiya-

    tında; harâbât tekkeyi, şarab irfan ve Allah aşkını,

    sâkî ise mürşidi temsil etmektedir. Beyite bu pen-

    ceren bakınca anlam bir öncekinden tamamen

    farklı bir noktaya gelmektedir.

    Ancak beyitte anlatılmak istenen bir üçüncü an-

    lam daha vardır. Hârâbat tabiri, sûfinin, maddî ve

    nefsî dediğimiz yönünü yıkması ve kendisinde dün-

    yalık bir şey kalmaması anlamında kullanılmıştır.

    Meyhâne kelimesi de aynı mânâyı ifade için kalla-

    nılır. Hak âşığı sâliklerin dünyalarını harap etme-

    leri, ahireti imâr içindir. Zira âyetlerde, dünyanın

    bir oyun yeri olduğu, ahiretin dünyadan daha ha-

    yırlı bulunduğu anlatılmaktadır. Harabelik, yıkık

    yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarılırsa ona-

    rılsın, bir türlü mamur hâle gelmeyen, bir çeşit sar-

    hoş olup sonunda yıkılıp giden, yok olan şu dünya-

    dır. Zira Allah›ın vechinin haricinde olan her şey

    fânidir, yok olucudur, helak olucudur. (55/Rah-

    man, 26-27) Hulûsi Efendi (k.s.) Rabbine bu hali

    kendisine ihsan ettiği için hamd etmektedir. Çün-

    kü Allah’ın ihsânı ve keremi olmasa kulun doğru

    yolu bulması mümkün değildir.

    O günde rûhumuvaslın demiyle etmesen sîr-âb

    Bugün bezm-i gamında tâlib-i peymânen olmazdım

    (O gün, ruhumu vuslat şarabıyla doyurmasay-

    dın, bu gün gam meclisinde kadehinin tâlibi ol-

    mazdım.)

    Beytin genel anlamına bakıldığında Hulûsi

    Efendi (k.s.)’nin ‘O gün’ ifadesi ile ‘Bezm-i Elest’i

    ifade ettiğini anlarız. Bezm-i Elest, Farsça ve Arap-

    ça iki kelimeden oluşmuş “Elest Toplantısı” anla-

    mında bir tabir. A’raf Suresi’nin 172. âyetinde Allah

    ruhlara “Elestübi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz

    değil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar “Belâ”

    (Evet) dediler. İşte bu toplantı, ruhlar bedene gir-

    meden yapılmış, Allah ile ruhlar arasında “misak”

    (sözleşme) vuku bulmuştu. Orada verilen sözün

    doğruluğunun sınanması için, Allah, ruhları bu

    imtihan dünyasına gönderdi. İşte Allah ile ruhlar

    arasındaki sözleşmenin meydana geldiği bu top-

    lantıya, ayete telmihte bulunularak ‘Bezm-i Elest’

    denmiştir. Bezm-i Elest, Dîvân edebiyatında şair-

    lerin sıklıkla başvurdukları bir ifadedir. Zira şair-

    ler âşıklıklarını bezm-i eleste dayandırmaktadırlar.

    Ve ‘Evet’ anlamına gelen ‘Belâ’ ifadesiyle cinas ya-

    parak, alınlarına belâ yazıldığını ve aşkın belâsına

    düştüklerini ifade ederler.

    İlk mısrada Hulûsi Efendi şarab kadehinin tâlibi

    olmasını birinci mısrada ruhunun vuslat şarabına

    doyurulmasıyla ifade etmiştir. İlk mısradaki ‘vaslın

    demi’ ifadesini kavuşma anı olarakda düşünülme-

    melidir. Çünkü ardından gelen ‘Sîr-âb (suya doy-

    muş, kanmış)’ ifadesi ‘dem’in şarap anlamında kul-

    lanıldığını göstermektedir. Zaten ikinci mısradaki

    ‘tâlib-i peymâne’ ifadesi de bu anlamı kuvvetlendir-

    mektedir.

    Hakk’ın Kapısının Eşiğine Yüz Sürmek

    Hulûsi Efendi dünyayı gam meclisi olarak adlan-

    dırmaktadır.Dünya ehl-i kalb için bir gam meclisi-

    dir. Ancak bu mecliste huzur tâlib-i peymâne olmak

    ile bulunabilir. Çünkü aşk şarabına kavuşmanın ilk

    mertebesi kadehe tâlib olmaktır. Zira tasavvufta he-

    defe ulaşmak için dört mertebe vardır. Bunlar; tâlib,

    mürid, sâlik, vâsıldır. Diğer makamlara ulaşmak ve

    murada vasıl olmak için önce tâlib olmak gerekir. Bu

    sebeple, «Men talebe ve cedde vecede» (İsteyen ve

    bu isteğinde ciddî olan hedefe ulaşır.) denmiştir.

    Hulûsîkemteri dergâha lutfun etmese bende

    Koyup yüz âsitâna âşık-ı ferzânen olmazdım

    (Eğer lütfun kemter Hulûsi’yi dergâha kul,

    köle etmese, eşiğine yüz koyup nefsinden sıyrıl-

    mış âşık olamazdım.)

    Bir önceki beyitlerde ifade edilen doğru yolun

    lütuf ile mümkün olması bu beyitde de tekrar edil-

    miştir. Zira kul sahip olduğu hasenâtı Allah’tan,

    işlediği seyyiâtı nefsinden bilmelidir. Bu kâideye

    binâen Hulûsi Efendi de Allah’ın lütfunu çokça

    ifade etmektedir. Bu lütuf sayesinde Hulûsi Efen-

    di Hakk’ın kapısının eşiğine yüz sürerek nefsinden

    sıyrılmış bir âşık olma imkânı bulmuştur.

    İkinci mısrada ifade edilen eşiğe yüz sürmek

    ve nefsinden sıyrılmak tabirleri beytin anlamı-

    nı tam kavramak açısından önemlidir. Doğu top-

    lumlarında eşik kutsal sayılmış ve yüce kişilere

    saygının ifadesi olarak eşiklerine yüz sürülmüş-

    tür. Beyitte bu durum ‘âsitân (yüz koymak eşi-

    ğe secde etmek)’ kelimesiyle anlatılmıştır. Divan

    edebiyatında sevgilinin eşiği âşığın secdegâhıdır.

    Eşik tasavvufta ise mahviyeti simgeler. Mürid

    şeyhinin kapısının eşiğini öpmesi, eşiğe yüz sür-

    mek olarak ifade edilir. Eşiğe baş koymak bağlılı-

    ğı ifade eder. Dergâhın eşiği müridi zahirden ba-

    tına, mecazdan hakikate götüren kapının parçası

    olması sebebiyle kutsal sayılmıştır. Ayrıca âsitan

    kelimesinin dergâh ve tekke anlamına gelmesi an-

    lamı daha da derinleştirmektedir.

    Görüldüğü üzere her şiirinde bizlere aşk bah-

    çesinin farklı farklı güzelliklerini gösteren Hulûsi

    Efendi, bu gazelinde de bize gönlünde duydu-

    ğu tecelli yansımalarını ifade etmiştir. Gazel ilk

    beyitten itibaren adeta aşk yolunda aşılması ge-

    reken vadileri ve hâlleri bizlere göstermektedir.

    Vecd halinden hayret makamına, vuslatdan mah-

    viyete kadar ehl-i aşkın yol haritasını çizmektedir.

    Ele aldığımız gazel, gerçek makamın sahibi olmak

    için çok yol katetmek zorunda olan sâlikler için

    özet bir tarif niteliği taşımaktadır.

  • Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

    15

    Yaşatan, hayat veren ve canlının hayatına son veren:

    MUHYÎ VE MÜMÎT“Din ve ölüm gerçeği, tarih boyunca bütün insanlığı meşgul etmiş bir konudur.

    İşte bu açıdan “ölüm ötesi” hayatın kelam, psikoloji ve felsefe disiplinleri

    yönünden ele alınıp değerlendirilmesi, günümüzün çağdaş toplumları açısından

    da büyük önem taşımaktadır.”

    Nisan 201314

    Muhyî, “diri, canlı ol-mak ve ya-şamak” anlamındaki ‘hayat’ kö-

    künden türemiş bir sıfat olup

    “yaşatan ve dirilten” demektir.

    “Ölmek” manasına gelen ‘mevt’

    kökünden türeyen “mümît” ise,

    “canlının hayatına son veren,

    ölümünü gerçekleştiren” anla-

    mını taşır.1 Her iki isim de Yüce

    Allah’ın güzel isimleri arasında

    yer alır.

    Muhyî, yoktan bir şeyi îcâd

    etmek, yaratmaktır. Eğer var kı-

    lınan şey, can verme ise, o zaman

    îcâd işini yapan kimsenin bu ey-

    lemine ihyâ/diriltme; eğer mey-

    dana getirilen ölümse, bu işi ya-

    panın bu fiiline, imâte/öldürme

    denir. Ölümü de dirimi de yara-

    tan Yüce Allah’tır. O’ndan baş-

    ka öldüren ve dirilten yoktur. Bu

    konuda Kur’an-ı Kerim’de bir-

    çok âyet vardır: “O, hanginizin

    daha güzel amel yapacağını sı-

    namak için ölümü ve hayatı ya-

    ratandır. O, mutlak güç sahibi-

    dir, çok bağışlayandır.”2

    Görüldüğü gibi bu âyette,

    Allah’ın kudret ve tasarrufunu

    en açık bir şekilde gösteren delil-

    ler anlatılmakta, kimlerin O’nun

    emir ve yasaklarına uyarak daha

    güzel işler yapacağını ortaya çı-

    karmak için hayatı ve ölümü ya-

    rattığı bildirilmektedir. Aynı

    âyette geçen, Allah’ın imâte ve

    ihyâ/öldürme ve diriltme fiille-

    rine dikkatleri çekmenin ötesin-

    de, önce ölümü, sonra da hayatı

    yarattığının vurgulanmış olması

    anlamlıdır. Ölümün önce zikre-

    dilmesinin mânâsı, dünya haya-

    tından âhiret hayatına geçiş hali,

    hayattan maksatsa, âhiret haya-

    tıdır. Bir başka açıdan, ölümle,

    dünya hayatından âhiret hayatı-

    na geçiş, hayatla da dünya haya-

    tı kastedilmektedir. Zira hayat

    da ölüm de imtihan için yara-

    tılmıştır; imtihan yeri ise âhiret

    değil, dünyadır. Çünkü dün-

    ya, teklifler yurdu, âhiret ise,

    ödül ve cezâ yeridir. Her ikisi-

    nin de bu dünyada olması amaca

    daha uygun görünmektedir. Ha-

    yat, ölümden önce olduğu halde

    âyette sonra gelmesi bize, eşya-

    da asıl olanın yokluk olduğunu,

    varlık ve hayatın sonradan veril-

    diğini hatırlatmaktadır.

    Ölüm, Ciddi Bir Uyarıcıdır

    Bizim kanaatimize göre ölüm

    olgusu, âyette, insanlara hayatın

    sorumluluğunu hatırlattığı, on-

    ları iyi işler yapmaya teşvik etti-

    ği ve bir uyarıcı olduğu, nihâyet

    insan hayatında “imtihan” so-

    rumluluğunu daha canlı tuttu-

    ğu için önce zikredilmiştir. Bir

    Müslüman için dünya hayatı ha-

    yırlı faaliyetler alanı, ölüm ise bu

    faaliyetlerin karşılığının verile-

    ceği ebedî varlık sahnesine geçişi

    sağlayan dönüm noktasıdır. Hz.

    Peygamber (s.a.v.)’in de belirtti-

    ği gibi ölüm, ciddi bir uyarıcıdır.

    Din ve ölüm gerçeği, tarih bo-

    yunca bütün insanlığı meşgul et-

    miş bir konudur. İşte bu açıdan

    “ölüm ötesi” hayatın kelam, psi-

    koloji ve felsefe disiplinleri yö-

    nünden ele alınıp değerlendi-

    rilmesi, günümüzün çağdaş

    toplumları açısından da büyük

    önem taşımaktadır. Çünkü ölüm

    sonrası yaşam, ölüm kaygı-

    sı ve dindarlık düzeyleri arasın-

    daki ilişki, egzistansiyel bir de-

    ğer ifade etmektedir. Bu sebeple

    Kur’an’da önce ölümün sonra da

    hayatın zikredilmesi anlamlıdır.

    Niçin Önce Hayat Değil de Ölüm Başa

    Alınmıştır?

    Aslında hayata anlam ka-

    tan, hayatı yaşanılır kılan

    ölüm duygusudur. Ölüm ol-

    gusunu içselleştiren bir birey,

    hayatını disipline eder, amaç-

    lı yaşar. Ölüm, insan hayatına

    anlam katar, insanda sorum-

    luluk duygusunu canlı tutmak

    suretiyle ahlâkî gelişime büyük

    katkı sağlar. Dolayısıyla ölüm

    olgusuna tasavvuf geleneği-

    mizde; sevgiliye kavuşma, ten

    kafesinden kurtuluş, mekân

    değiştirme, sırlanma gibi an-

    lamların yüklenmiş olması,

    ölüm korkusunu yenmekle kal-

    maz, ölüm düşüncesinin insan

    psikolojisi üzerinde yıkıcı etki-

    sini de asgari düzeye indirir.

  • SUDAKİ AY GİBİ GÖNLÜME DÜŞTÜN

    Sudaki ay gibi gönlüme düştün Senden başkasına bakmayacağım. Karanlık ruhuma bir ışık saçtın Gayrı hüzünleri takmayacağım. Elinde mahkûma dönse de canım Azapla hicranla dolsa her yanım Gözümden süzülüp aksa da kanım Ben seni sevmekten bıkmayacağım. Sevda yağmurları yağsa üstüme Gökteki yıldızlar kaysa gözüme Sel olsa dağların karı gönlüme Artık yüreğinden akmayacağım.

    Gönlüm susuzluktan yanıp kavrulsaBin bir çeşit iksir bana yoğrulsaBütün zalim oklar gönle doğrulsa Senden başkasını sokmayacağım İçimdeki dertler şavkınla dindi Kararan geceler mehtaba döndü Seninle kalbimin hicranı söndü Bir daha gönlümü yakmayacağım.

    Mürsel GÜNDOĞDU

    17Nisan 201316

    Diğer taraftan âhiret inan-

    cı ve ölüm duygusu, ‘Allah’a

    rağmenliği’ besleyen duygu-

    ların etkisinde gelişen negatif

    dünyevîleşmeyi aşmada, insana

    yardımcı olur. Ebedîlik düşün-

    cesinin buraya, şimdi’ye değil,

    “öte”ye ait olduğunu insan bilin-

    cinde sürekli yaşatır. Bu inanç,

    insan yaşamını altüst edecek acı

    ve ıstırapları, gönül huzuruna

    çevirir, insanı kendisiyle, çevre-

    si ve toplumuyla barışık hale ge-

    tirir. Güçlü âhiret inancı ve ölüm

    duygusu, yüce hedeflere ulaşma-

    yı arzu eden insana, yaşama se-

    vinci kazandırmakla kalmaz, ha-

    yatında karşılaşabileceği tüm

    olumsuzluklara karşı, direnme

    gücüne kuvvet katar.

    Yaşadığımız modern zaman-

    larda her türlü ahlâkî ilkeleri

    ve toplumsal kuralları bir bari-

    yer olarak algılayan; çalışmayan,

    üretmeyen sadece eğlenceye ve

    cinsel yaşama odaklanan hedo-

    nist yaşam tarzları, felsefî bir

    anlayış olarak “ölümden kaçış”

    üzerine kuruludur. İnsan neden

    maddî hazza bu kadar müptelâ

    olur da insânî değerleri hiçe sa-

    yar? Çünkü ölüm olgusu, onun

    hayatına yapıcı bir kuvvet ola-

    rak girememektedir. Zaten Batı

    uygarlığının temel kabullerin-

    den biri de budur. Batı medeni-

    yeti ölümün inkârı üzerine kuru-

    ludur. Eğer bu hayata ölüm ışık

    tutmuyorsa, bu hayatı aydınlat-

    mıyorsa, bu hayat neyle aydınla-

    tılır?

    Zafer İçin Sefer

    Aslında pek çok şey, haya-

    ta bakış açımızla alâkalıdır. Siz

    hayatın içinde saklı olan küçük

    mucizeleri, detayları, sürprizle-

    ri görmeye ayarlamışsanız bi-

    lincinizi, size bir çiçeğin açışı,

    bir bebeğin yürüyüşü, bir kuşun

    ötüşü, bir kar taneciği, mevsim-

    lerin değişmesi, gecenin gündü-

    ze inkılâp etmesi… Bütün bun-

    lar, mânevî hazlar verir. Önemli

    olan, insanın aşkınlığı yakalaya-

    bilmesidir. Bu da ancak insanın

    “kendini aşma”sıyla gerçekle-

    şebilir. Kendini aşma, kendi

    benliğinin üstünde anlamlara

    yönelebilmek, öteyi aramak de-

    mektir. Bu kişiler için hayat bi-

    raz da “zafer” değil, “sefer”dir.

    İnsan özgür iradeye dayalı yara-

    tılış gereği, bir yerden daha iyi

    bir yere yolculuk edebilen bir

    varlıktır. Zaferi önemseyen in-

    sanlar, maddî olanın peşinde

    koşarlar. Seferi önemseyen in-

    sanlar, mânevî olanın, mânevî

    hazzın, oluş ve tekâmülün pe-

    şinde koşarlar. İnsanı insan kı-

    lan şey, yolda olduğunun bi-

    lincinde olması, hayatı bir

    bütünlük duygusuyla yaşama-

    sı, maddî olanı bütünüyle elinin

    tersiyle itmemesi, ama asıl ola-

    nın ruhun arayışı olduğunu fark

    etmesidir.3

    “Öldüren ve dirilten

    Allah’tır.”4 Kur’an’da “ihyâ” fiili-

    nin geçtiği birçok âyette “imâte”

    fiili de geçer. Genel anlamda di-

    riltme ve öldürme fiillerinin

    Allah’a nispet edildiği alanda;

    can verme, öldükten sonra di-

    riltme, tabiattaki bütün canlıla-

    ra kendisinin koyduğu kurallar

    çerçevesinde hayat verip yaşat-

    ma mânâsı mevcuttur.5 Ayrıca

    Kur’an’da mecâzî anlamda ihyâ,

    hidâyet verme; imâte de kâfir

    olma mânâsında kullanılır:

    “Ölüden diriyi çıkarırsın, diri-

    den ölüyü çıkarırsın.”6 Nitekim

    bu âyeti ünlü Kur’an yorumcusu

    İbn Kesir; “Kâfirden mü’mini;

    mü’minden kâfiri çıkarmak”

    olarak yorumlamıştır.7 Gerçek-

    ten de öyledir. Tarihe baktığı-

    mız zaman ve hatta günümüzde

    nice hidâyet öykülerinde, küfür-

    de iken ihtida edenler, imanda

    iken irtidâd edenler vardır. Hat-

    ta kâfir olan nice babaların ço-

    cukları Müslüman, az da olsa,

    nice babaları Müslüman olanla-

    rın çocukları da din değiştirmiş

    ve tanrıtanımaz olmuşlardır.

    Sonuç olarak, varlık alanın-

    da, ihyâ/diriltme ve imâte/öl-

    dürme, her şeyde kendisini

    gösterir. Bu konuda her türlü

    tasarruf yetkisi Allah’a aittir. O,

    nice bedenleri ruhla, nice ruh-

    ları gaybî yardımlarıyla diriltir.

    İnsan, Allah’ı ne kadar çok zik-

    rederse, kalbi o kadar diri olur,

    ne kadar Allah’ı zikirden kaçar-

    sa, kalbi o kadar ölür. Onun için

    insan, varlığın başlangıç ve so-

    nucunu iyi düşünmeli, hayat-

    tan sonra ölümü asla aklından

    çıkarmamalıdır. “Gerçek ârifler

    ölmez, ölenler hayvan imiş.” de-

    diği gibi Yûnus’un, daima iman

    üzere olmak ve o şekilde Allah’a

    kavuşmak O’nun ihya isminden

    hisselenmek mânâsına gelir.

    1 El-İsfehani, el-Müfredât, s. 197-98.2 67/Mülk, 2. 3 Ömer Baldık, Dr. Kemal Sayar’la “Hazcılık” Üze-

    rine Bir Söyleşi”, Zafer Dergisi, Ağustos, 2006. 4 2/Bakara, 28. 5 Bkz. 57/Hadîd, 17; 21/Enbyâ, 30; 41/Fussilet, 39; 6/

    En’âm, 122. 6 3/Âl-i İmrân, 27. 7 Krş. İbn Kesîr, M. Tefsir, tahk. M. Ali es-Sâbûnî,

    Beyrut, 1981, I, 275

    *Prof. Dr.

    Dipnot

  • 19Nisan 201318 19

    BİR BAĞ İçinde!

    TOKAT Sivas’tan öteye Tokat vardır!Etrafı dağlarla çevrili Tokat, eteklerini toplayıp gül bahçesine oturan bir güzeller güzelidir Karadeniz yol-larında. Dağlar ve tepeler uzaktan uzağa şehrin üzerine gülümser gibidir müstehzi nazarlarla. Yeşilin bin tür-

    lüsünü kuşanmış Tokat, bahçelerin serinliği ve derinli-

    ği içinde kadim düşüncelere dalmış, bir efsunlu desta-

    nı düşlemektedir!

    Mustafa Hâkî Efendi ve Niksarlı Hacı Ahmet

    Efendi’nin maneviyat yurdunda bir erenler faslına yo-

    lunuz düşmüş gibidir…

    Yürüdüğünüz yollar dervişane fısıldarlar kulağınıza:

    Amasya’dan öteye Tokat’a gidilir!

    Tokat’tan mı geliyon da/Kız sen Almuslu’musun

    Ben sana varacağım da/Söyle namuslu musun?

    Namus duygusuna vurgu yapan bu türküsü düşüyor

    hatıralarıma. Mihrican Bahar söylerdi, Tokat’ı o zaman

    bildik. Şehrin ruhunu bu türküyle anladık, tanıdık. To-

    kat bize türkülerle geldi, efsunlu bir iklimin içinden sü-

    züldü, tertemiz olarak ruhumuza misafir oldu.

    Dağlarının Ardından Yine Dağlar Olsa da

    Tokat bir meyve bahçesi, bir huzur durağı ve bir gü-

    zellikler geçididir. Her ilçesi en az Tokat kadar özel ve

    güzeldir. Dağlarının ardından yine dağlar olsa da sanki

    her dağın ardını aştığımızda bizi bir büyülü tevafuk kar-

    şılayacakmış kabilinden bir heyecanın girdabına düşer

    mahrem-i esrarımız.

    Tokat ruh hanemize minare minare düşen bir beş

    vakit duraktır.

    Tokat, Horasan erenlerinin bağdaş kurup oturdu-

    Şehir Güzellemesi

    Meryem Aybike SİNAN

  • Nisan 201320 21

    ğu bir sümbüllü bağdır ıtır kokulu. Kültürden ir-

    fana yürüyüşü her anlamda sürdüren desen desen

    Türkistan ve Horosan’ı anımsatan bir destansı yü-

    rüyüştür yola revan olduğumuz. Dünden bugüne

    gelen, her adım toprağında geçmişin fısıltılı gü-

    zelliğini bulduğunuz, duyduğunuz, hatırladığınız

    bir Hacı Bektaş kehanetinin hikâyesidir dinleme-

    ye doymadığınız.

    Zile, Reşadiye, Erbaa, Turhal, Niksar gibi il-

    çeleriyle zaman, durak bilmeden dünden bugüne

    tarihî serüvenini an be an hatırlatan Tokat, aman-

    sız mücadelelerin yiğit adresidir!

    Tokat’tan Öteye Yozgat Ses Verir!

    Tokat akarsular geçidir Karadeniz’e yol veren!

    Tokat, Allah vergisi güzelliğini gelene geçe-

    ne sunan bir cömert eldir tuttuğumuz. Bir yayla-

    lar cennetidir göklere yükselen. Duman duman

    yaylalara yürüyen aklımız, buldukları, gördükle-

    ri ve yaşadıkları karşısında sessiz kalır! Batman-

    laş Yaylası, Akbelen Yaylası, Selemen Yaylası, Du-

    manlı Yaylası, Çamiçi Yaylası sıcak yaz aylarının

    serin duraklarıdır geleni geçeni buyur eden.

    Göller, irili ufaklı göller Tokat ovasını, bağ ve

    bahçelerini doyasıya sular, emzirir, büyütür. Zi-

    nav Gölü, Düden Gölü, Kaz Gölü, Göllüköy Gölü

    Tokat’ın kıymetlileridir paha biçilmez.

    Gıj Gıj tepesine serinlemek için çıkılır

    Tokat’ta.

    Tokat’ın dağları vardır çimenli. Dumanlı

    Dağları, Çamlıbel, Boğalı Dağı, Akdağ, Deveci,

    Yaylacık, Mamu Dağı zirvesi dumanlı sarp ge-

    çitler olsa da Tokat’ı çepeçevre kuşatmış ve ko-

    rumaya almışlardır Akıncı misali.

    Tokat dört dağ içinde olsa da çıkış Samsun’a-

    dır.

    Tokat bir mutfak zenginidir her geleni buyur

    eden. Ayran aşı çorbası, keş, oğmaç çorbası, helle

    çorbası, bütün çorba, püşürük çorba, kelem çor-

    bası, keşbo çorba, kamalı çorba, bacaklı çorba,

    meşhur Tokat Keşkeği, bat, basta, büryan, karı-

    şık yahni, etli bakla dolması, ferfene, dolma köf-

    te, Tokat kebabı, coştu yemeği, baldıran, madı-

    mak, bakla dolması, nivik, pakali, ısırgan yağlı aşı,

    gelinparmağı Bişi, papa, siron, kulak, cadı, şipsi,

    tülü köfte, kavlak börek, mısır böreği, pırasa bö-

    reği, yaş börek, hamba, Almus böreği, taş ekmeği,

    çarşaf böreği, hasuda, sini, kumak, güdül...

    Geçmişin Mührü Kalbinde

    Tokat tarihî eserleriyle geçmişin mührünü

    kalbinde taşır gibidir.

    Tokat’ın manevî süsü olan, Ali Paşa Camii,

    Takyeciler Camii, Ulu Camii, Çöreğibüyük Ca-

    mii, Silahtar Ömer Paşa Camii, Elbaşoğlu, Ha-

    tuniye, Meydan Camiidir. Çukur Medrese, Gök-

    medrese, Mevlevihane gibi eserlerle kadim

    zamanlara sefere çıkarsınız!

    Tokat bir ipeksi bedastan gibidir. İçerisinde

    çeşitli dükkânlar ve kafeteryalar bulunan Taş-

    han, Bedestenler Hanı, Yazmacılar Hanı ve yaz

    kış yerel Tokat yemeklerini tadabileceğiniz Mah-

    peri Hatun Kervansarayı hala ağır ağır misafir

    ağırlamaktadır.

    “Hey On beşli, Niksar’ın fidanları, Tokat

    yaylası” türküleriyle Tokat türkülerin diliyle

    geçmişe uzanmakta ve kadim kültürün çırasını

    yakmaktadır ruhumuzda. Tokat dil hanemizin

    gül bahçesidir, tarihi çehresi ve uhrevi lehçesi-

    dir. Tokat’tan öteye sonsuzluk vardır…

  • 23Nisan 201322

    Efendim, kutlu bir gündeyiz… Söze bu kutlu

    günü destanlaştıran bir büyük ruhun dizeleriyle

    başlamak lazım…

    Allah adın zikredelim evvela

    Vâcib oldur cümle işte har kula

    Bugün, “Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim.”

    buyuran Kerem Denizinin veladet günü; kerem

    günü, cömertlik günü. Bugün, Mevlid Günü, di-

    riliş günü, kendimize geliş ve kendimiz oluş günü;

    içimizdeki Kisra Saraylarının çöküş günü, içi-

    mizdeki Sâve Göllerinin kuruduğu gün, gönül

    Kâbe’mizi işgal eden putların birer birer devrildi-

    ği gün.

    Bugün, Muhammedî doğuş günü; Mustafa oluş

    günü, Ahmed’e eriş günü. Bugün, tevhid günü;

    Kur’an günü… Kur’an’la buluşma günü. Bugün

    Muhammed yolunun toprağı olma günü. Topra-

    ğa eriş günü.

    Bu gün, “Işık saçan bir kandil”e eriş günü. Ay-

    dınlanma, nur olma günü. Bugün, muhabbet

    günü. Bugün Muhammed günü.

    Yâ Nebiyyallah Cenab-ı Hak seni kılmış Habîb

    Ol sebepten bağ-ı vahdette sen oldun andelib

    Ketencizade Mehmed Rüşti

    Hz. Peygamber (s.a.v.), vahdet bağının bülbü-

    lüdür. O, bülbülün tulu’ ettiği gün… O sese aşina

    olma günü. Bugün, rahmete eriş günü.

    Bir tanedir

    Bir sümbül bir tanedir

    Peygamberler içinde

    Muhammed bir tanedir

    Anonim mani

    Biricik, bir tanecik olan Hz. Fahr-i kâinatın do-

    ğuş günü.

    Kudûmun rahmet u zevk u safâdır ya

    Rasûlallah!

    Zuhurun derd-i âşıka devâdır ya Rasûlallah!

    Hudâî

    Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rah-

    mettir, zevktir, safadır. Nebi olarak, mübelliğ olarak

    risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.

    Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,

    Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,

    Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,

    Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,

    Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.

    Bugün, kurban olma, yakın, daha da yakın olma

    günü. Bugün, İbrahim nesline, insanlığa Allah’ın

    ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten ve onla-

    rı tezkiye eden el-Muallim’in, el-Beşîr’in, el-Emîn’in,

    es-Sâdık ve el-Mübelliğ’in doğuş günü. Efendim, bu

    kutlu güne erdiren Rabb’e şükür! *. Prof. Dr.

    Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,

    Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,

    Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,

    Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,

    Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.

    EdebiyatBilal KEMİKLİ*

    “Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rahmettir, zevktir, safadır. Nebi olarak,

    mübelliğ olarak risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.”

  • 25

    NEFSİ KINAMA GELENEĞİ OLARAK

    MELÂMET Nisan 201324

    Zühd hayatı Müs-lümanlar arasın-da ortaya çıkıp ya-yıldıktan sonra bazı davranış

    biçimleri ve şekilleri de bera-

    berinde geldi. Tasavvuf tarihin-

    de buna “âdâb ve erkân” adı ve-

    rilmektedir. Zâhidlere has bir

    kıyâfet, sûfîlere has ibadet ve zi-

    kir çeşitleri, onlara ait yapılar

    ve dergâhlar gibi unsurların za-

    manla çoğalması ve bünyeleş-

    mesi neticesinde çıkış itibariy-

    le ruhânî ve mânevî bir hüviyete

    sahip olan tasavvuf cereyanı hız-

    la müesseseleşmeye doğru kay-

    maya başladı. Taç ve hırka gibi

    kıyâfetlerin yanında âdâb ve

    erkân başlığı altında seyr u sülûk

    için pek çok kâide ve prensip

    ortaya çıktı ve tasavvufî hayat

    bunlarla yürür hâle geldi. Dışa

    vuran bu şekil ve davranışlar gi-

    derek riya ve gösteriş için müsa-

    it bir zemin hazırladı. Diğer ta-

    raftan sonu gelmeyen halvet ve

    uzlet hayatı insanları cemiye-

    tin dışına itmeye, hatta dilene-

    rek geçinmeye sürükledi, pek

    çok insan da çalışmadan tekke

    ve zaviyelerin gelirleriyle haya-

    tını devam ettirme yollarını ara-

    maya başladı. Bütün bunlarla

    beraber “kerâmet göstermek”te

    odaklaşan bir rol ve gösteri ha-

    reketi de tekke muhitlerini de-

    rinden etkilemeye başlamıştı.

    İşte bu tarz tavır ve fikirlere kar-

    şı, yine tasavvufî muhitin için-

    den doğan alternatif harekete

    melâmetiyye adı verilmektedir.1

    Bu yol sûfîlerin taçlarına, hır-

    kalarına, iktidara satılıp vakıf-

    tan geçinmelerine, büyüklerden

    saygı görmelerine, halka büyük

    görünmelerine karşı tasavvu-

    fun içinden patlayan bir reak-

    siyondur. Tasavvuf ehlinin pîri

    kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî;

    “Tasavvuf ehli geçip gitti; tasav-

    vuf, tesbih, hırka, seccade, ba-

    ğırıp çağırmak olup çıktı.”2 di-

    yerek zamanın tasavvuf ehlini

    kınamıştır.

    Kınamak, ayıplamak, azar-

    lamak, serzenişte bulunmak,

    korkmak, rüsvaylık anlamına

    gelen melâmet mastar bir ke-

    lime olup, melâmetî ise kınan-

    maya konu olan; ululuktan, da-

    vadan, kendini göstermekten,

    halkın sevgi ve saygısını ka-

    zanmak kaydından geçen; ken-

    dini herkesten aşağı, herkesi

    kendinden üstün gören; giyim

    kuşam özelliğiyle, tekkeyle, va-

    kıftan hazır yemekle, zikirle, ba-

    ğırıp çağırmayla kendisini gös-

    termeye çalışmayan, halktan

    hiçbir suretle ayrılmayan, ken-

    di kazancıyla geçinen, iç yüzden

    Hak’la, dış yüzden halkla bera-

    ber olan, hatta halkın saygısını,

    sevgisini bir kayıt bildiğinden

    farz ibadetlerini bile gizleyen,

    halka kendisini kötü gösteren

    kişi, demektir. Melâmîler, dini

    Allah’tan başka hiç kimsenin

    hatta bizzat kendilerinin bile

    muttali olamayacağı bir sır ola-

    rak görmektedir. Ayrıca onların

    meşrebine göre insanın, yaptık-

    larını görmesi, (bir şey yaptı-

    ğını düşünmesi) bu fiilleri iptal

    eder. Melâmîler, insanlara ha-

    yırlı yanlarını göstermez ve ita-

    atleri bulunduğunu iddia etmez-

    ler. Bu sebepledir ki, melâmîler

    birçok öğretileri ve âdetleri ba-

    kımından diğer sûfîlerden farklı

    olmuşlardır. Mesleâ sûfî hırkası

    giymemiş, semâ’ meclislerinde

    bulunmamış; müritlerine vecde

    gelmeyi; cezbeye tutulmuş ola-

    rak görülmeyi ya da daha genel

    bir tabir ile iddia kokan, şöhre-

    te sebebiyet veren hiçbir tavır ve

    görünümü mübah görmemişler-

    dir. Bunun temelinde hallerini

    gizleme kaygısı bulunmaktadır.3

    Birinci kuşak

    melâmetîlerinden Ebû Hafs

    Ömer b. Mesleme el Haddâd’ın

    ifadesiyle melâmîlik; “Hak Teâlâ

    ile beraber olmak için sırrını giz-

    lemek, yakınlık ve kulluk adına

    kendini kınamak, halka yalnız

    kusur ve kabahatlerini gösterip

    iyiliklerini gizlemek suretiyle kı-

    namasını celbetmektir.”4

    Gösteriş Olur Endişesiyle Gizlemek

    Melâmet; kişinin yaptığı iyi-

    likleri gösteriş olur endişesiyle

    gizlemek, kötülükleri ve işledi-

    ği günahları ise nefsiyle müca-

    dele etmek için açığa vurmak-

    tır. Bu tanımdan da anlaşılacağı

    gibi, melâmetin temel vasfı ri-

    yadan kaçınmak amacıyla giz-

    lilik ve şöhretten sakınma ola-

    rak tezâhür etmektir.5 Yapılan

    melâmet tanımlarında, kelime-

    lerin literal anlamı korunarak,

    iddia sahibi olmama, riyadan

    sakınma, şöhretten uzak durma,

    nefsi itham ederek onun ayıpla-

    rı ile meşgul olma, amelleri gör-

    meme, şeklinde ifade edilmiş

    ve bu hareket, anılan anlamları

    kasten “Melâmetîlik” veya kuru-

    cusu Hamdun Kassâr’a nispetle

    “Kassârîlik” şeklinde isimlendi-

    rilmiştir. Melâmetîlik, dış görü-

    nüşlerinden iç hallerine intikal

    edilmeyecek hal, fiil, davranış ve

    sözleri seçerek avam ile avam,

    Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

  • Nisan 201326 27

    havas ile havas olmuşlar: ger-

    çek durumlarını sezdirmeme-

    yi, toplum içerisinde kıyâfet ve

    görünüşte ayırt edilmemeyi an-

    layışlarının esası olarak belirle-

    mişler, sırlarının açığa çıkma-

    sından korktukları ve insanların

    övmelerine sebebiyet verecek

    bir hal ortaya çıkınca nefisleri-

    nin gururlanmasından çekin-

    dikleri için bir taraftan bu hal-

    leri gizlemeye çalışmışlar, diğer

    taraftan nefislerini kırmak için

    halkın öfke ve tepkisini çekecek,

    hatta zaman zaman kınama ve

    azarlamalarına neden olacak fi-

    iller işlemişlerdir.6

    Gerçekte melâmîlik, İslâm

    tasavvufundaki özel bir eğili-

    mi ve bakışı temsil etmektedir.

    Bu bakış, beşerî nefse, nefsin

    amellerine, bu amellerin değer-

    lendirmesine, zühd ve zühdün

    tezâhürlerine dairdir. Sülemî,

    ister melâmîlerin ya da başka-

    larının bir ifadesi, ister bir âyet

    veya bir hadis olsun, bu eğilimin

    esası olmaya uygun olan her şeyi

    melâmîliğin bir esası zikretmiş-

    tir. 7

    Muhabbetin hâlis olmasın-

    da melâmetin büyük bir tesiri

    ve tam bir meşrebi mevcuttur.

    Allah (c.c.), mü’minlerin sıfat-

    larından bahsederken, “Onlar,

    kınayanların kınamalarından

    korkmazlar. Bu Allah’ın bir lüt-

    füdür ki, onu dilediğine verir.

    Allah her şeyi kuşatandır, bili-

    cidir.”8 buyurmuştur.

    Bir melâmînin uzak durma-

    sı gereken özellikler, bezenme-

    si gerekenlerden, terk etmekle

    mesul olduğu fiiller, yerine ge-

    tirmesi istenilen fiillerden daha

    fazladır. Melâmîlerin müritle-

    ri için şart koştuğu öğretiler,

    neredeyse şu veya bu şeyin ke-

    rih görülmesi veya yasaklanma-

    sı veya bir şeyin reddedilmesi-

    ne dair bir yasaklar silsilesini

    taşımaz. Meselâ melâmî, ibade-

    tini, takvasını, zühdünü, ilmini

    veya halini izhar etmemekle so-

    rumludur. Bir melâmî, ihlâsın

    zıddı olan riyadan bahsettiği

    kadar, ihlasın kendisinden bah-

    setmez; nefsin âfetleri, ayıpları

    ve kirlerinden bahsettiği kadar,

    fazîletlerinden ve olgunlukların-

    dan bahsetmez. Nefsi suçlamak,

    küçümsemek ve bütün istek ve

    arzularında onu hesaba çekmek

    gibi kendisine farz kıldığı şeyler

    kadar, nefsi güçlendiren ve süs-

    leyen şeylerle kendisini sorumlu

    tutmaz.

    Noksanlıklarından Bahsedilmesini Sever

    Melâmî, amellerinin noksan-

    lıklarından ve günahlarından

    bahsetmeyi, güzelliklerinden ve

    övgülerinden bahsetmeye ter-

    cih eder.9 Dünyanın kınanma-

    sı, melâmîliğin sisteminde hiç-

    bir şekilde yer almaz, çünkü

    onların öğretilerinde dünya-

    nın zemmi yasaktır. Ebu Hafs

    en-Nişaburî; “Gizlemen gere-

    ken şeyi izhar ettin, artık bizim-

    le oturma ve arkadaşlık etme!”10

    diyerek iddiada bulunmaktan

    kaçmayı öğütlemektedir. Çün-

    kü melâmîler, nefisleri ile mut-

    main olmazlar. Melâmî Allah

    ile arasında gerçekleşen ilişkiyi

    sır olarak düşünür, başkasının

    bu ilişkiyi bilmesini istemez. Bu

    durum onların diliyle şu şekil-

    de dile getirilmiştir: “Melâmîler,

    halk için birtakım kötü fiilleri,

    amelleri ve tabiatın neticesi olan

    huyları işlemişlerdi. Hak için

    ise, onun gizli emanetlerini yeri-

    ne getirmişlerdir.”11

    Sülemî’ye göre sûfî ile

    melâmî arasındaki temel fark

    şudur: Sûfînin zâhiri, bâtınını

    anlatır ve sırlarının nuru fiil ve

    sözlerinde zâhir olur. Bunun

    için sûfî, Hallâc ve benzerlerinin

    yaptığı gibi, iddialarda bulun-

    maktan veya Allah’ın kendisi-

    ne keşfettiği gaybî sırları açıkla-

    maktan veya Allah’ın onun eliyle

    gerçekleştirdiği kerâmetleri in-

    sanlara göstermekten çekin-

    mez. Melâmî ise, Allah’ın sırrı-

    nın emînidir; kendisiyle Rabbi

    arasındaki hali kendisine sak-

    lar. Ayrıca melâmî, hiçbir id-

    dia sahibi değildir; çünkü ona

    göre iddia, bir çeşit câhillik ve

    münâsebetsizlikten ibarettir ve

    eksiklikten kurtulamayışın de-

    lilidir. Melâmî kerâmet göster-

    mez; bu kerâmetle Allah’ın nefis

    gururunu ve kendisini beğen-

    mesini imtihan etmesinden, in-

    sanların bu kerâmetle fitneye

    düşmesinden korkar.12 Bununla

    birlikte sûfî ile melâmî arasında

    mukayesede bulunan Ebu Hafs

    Ömer es-Sühreverdî, sûfîleri

    daha üstün görmekte ve mânevî

    hayatta sûfîleri melâmîlerin üs-

    tünde bir mertebeye yerleştir-

    mektedir.13

    İbnü’l-Arabi ise melâmîleri,

    bütün zaman ve mekânlarda ya-

    şayan, kendilerine özgü nite-

    likleri olan ve ortaya çıktıkları

    vaktin durumuna göre sayıla-

    rı artan veya eksilen ehlullahtan

    bir grup şeklinde tanıtır. İbnü’l-

    Arabî’nin ifadesi ile onların va-

    tanları, ne Horasan ve ne de

    Nişabur’dur. Pîrleri ne Ham-

    dun el-Kassâr ne Ebû Hafs el-

    Haddâd ne de Ebû Osman el

    Hîrî’dir. İbnü’l-Arabî, bu ma-

    kama ulaşanlar arasında, fark-

    lı tabaka ve bölgelere mensup

    Ebû Said el-Harrâz, Abdülkadir

    Geylânî, Ebû Yezid el-Bistâmî,

    Ebussuûd b. Şiblî gibi isim-

    ler yanında, başta Hamdun el-

    Kassâr olmak üzere Nişabur

    pîrlerinden melâmîlik makamı-

    na ulaşmış kimseleri de zikret-

    miştir. İbnü’l-Arabî sâlikleri üç

    kısma ayırır:

    Birincisi, âbidlerdir. Bunlar-

    da zühd hâli, iyi fiiller ve nef-

    si kötü amellerden temizlemek

    gibi davranışlar hâkimdir. Bu

    insanların hâller, makamlar,

    ledünnî ilimler ve sırlar hak-

    kında hiçbir bilgileri yoktur.

    Bunlardan birisi bir şey oku-

    maya kalksa, okuyacağı şey

    Muhâsibî’nin er-Riâye’si veya

    onun yerine geçecek bir eserdir.

    İkinci sınıf ise, bütün fiille-

    rin Allah’a ait olduğunu ve ken-

    dilerinin hiçbir şekilde fiil sahi-

    bi olmadığını müşahede eden

    sûfîlerdir. Bu insanlar takvâda,

    zühdde ve tevekkülde âbidler

    gibi ahlâk ve fütüvvet mensup-

    larıdırlar. İnsanlara nâil olduk-

    ları kerâmet ve hârikaları gös-

    terir, onların Allah katındaki

    derecelerini bilmelerine sebep

    olacak herhangi bir şeyi izhâr

    etmekten çekinmezler. Çünkü

    onlar Allah’tan başkasını gör-

    mezler. Bunlar melâmîlere nis-

    petle, nefis ve arzu sahipleridir.

    Üçüncü sınıf ise melâmîlerdir.

    Bunlar, Allah’ın kendisine yö-

    nelttiği bir sınıftır. Allah, on-

    ları kendilerine bir göz ilişir

    de, kendilerinden alıkoyar kıs-

    kançlığıyla muhafaza etmiştir.

    İbnü’l–Arabî melâmîlerin sa-

    hip olduğu özellikleri şu şekil-

    de sırlamaktadır: Melâmîler,

    Allah’ın emirlerini yerine ge-

    tiren diğer mü’minlerden faz-

    ladan bildikleri bir hâlden do-

    layı ayrılmazlar. Onlar, farz

    namazlara sadece nâfileleri ila-

    ve eder, sokaklarda yürür, in-

    sanlarla konuşur; farzları in-

    sanlarla beraber îfâ eder, her

    beldeye o beldenin insanla-

    rının kıyâfetleri ile girerler.

    Melâmîlerden hiçbirisi, mes-

    cidi mesken edinmez; insanlar

    arasında kaybolmak için Cuma

    namazının kılındığı mescitler-

    deki mekânları değişiktir. Ko-

    nuştukları zaman, kelamların-

    da Allah’ı murâkabe ederler.

    Kimse onları fark etmesin diye

    komşularının dışındaki insan-

    larla fazla haşir ve neşir olmaz-

    lar. Her türlü ihtiyaçlarını ken-

    dileri karşılarlar. Allah’ın râzı

    olacağı şekilde çoluk çocukla-

    rı ile şakalaşır ve sadece ger-

    çeği söylerler.14 İbnü’l-Arabî

    melâmet ehlini, bu vasıfların-

    dan dolayı “ümenâ” olarak ni-

    telendirdikten sonra, “Onlar

    bâtınlarında olanı zâhirlerine

    yansıtmayan, sûfîlerin en üst

    tabakasında bulunan kimseler-

    dir.”15 demektedir.

    İnsanın en büyük düşma-

    “Bir melâmînin uzak

    durması gereken

    özellikler, bezenmesi

    gerekenlerden, terk

    etmekle mesul olduğu

    fiiller, yerine getirmesi

    istenilen fiillerden

    daha fazladır.”

  • Nisan 201328

    PENCERE

    Boynunu büken gülün Susuzluğu var dilimde Ah! Yanmışım yalaz yalaz Sahralara dönmüşüm Düşmüşüm hasretine Bir katre sevda suyunun Oy yürek yakanım Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim Bir damla suya hasret Göklere uzattığım ellerim Bu mevsim çok aykırı Bu mevsim bahtıbaranlar bile yok Bilmem ki neyleyeceğim bu mevsim Ayrılığın elinden

    İstemem senden Gün solgunu, gün çalgını ışıklar Üstüme saçacaksan Gül sürgünü saç ışıklar Diyorsan ki açarım Gel bahtımın dehlizlerine Küçük küçük pencereler aç Seni ne çok sevmişim meğer Tarifi var mı bunun Ama böyle geçmez Ki aşkın vardiyası Ağıtlı, acılı, pür-matem De haydi yürek yakanım Bu aşka bir dermân buyur

    Derman buyurmazsan İçim kandır dışım kan Çağır gözlerinin Büyüsüne kapılayım Ekileyim toprağına Ihlamur fidanlarınca Oy yürek yakanım Gülüm, gülşenim Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim

    Celalettin KURT

    29

    nı olan nefis ile mücadeleleri

    uğrunda melâmîler, riyâya yo-

    rumlanabilecek her türlü tavra

    karşı çıkmışlardır: Meselâ hem

    kendilerine hem de tâbîlerine

    sûfîlerin alâmet-i fârikası ve fa-

    kirin nişânesi olan yamalı elbise

    giymeyi yasaklamışlardır. Zira

    onlara göre yamalı elbise giy-

    mek, sûfînin kendini ispatlama-

    sının göstergesidir. Aynı şekilde

    verâ’, takvâ ve îsâr gibi görün-

    tülerle ortalıkta dolaşmayı ken-

    di kendilerine yasaklamışlar-

    dır. Başka bir ifadeyle, bu ekol

    sahipleri amel, hal ve ilim bo-

    yutunda riyâyı yasaklamış, bü-

    tün bunlarda nefsin kınanma-

    sı gerektiğini savunmuş ve itâat

    adına nefisten sadır olan her ey-

    lemde kusur arama yoluna git-

    mişlerdir.16 Melâmîler, halkın

    kendilerini hor ve hakir görme

    yolu ile nefislerini edeplendir-

    mişlerdir. Bu zümrenin geçir-

    dikleri en hoş zaman, nefisleri-

    ni belâ ve zillet içinde buldukları

    vakittir. Bu durumun örneği İb-

    rahim b. Edhem’dir. İbrahim

    b. Edhem’e; “Nefsinin mura-

    dına nâil olduğunu hiç gördün

    mü?” diye sorulunca, şu ceva-

    bı vermiştir: “Evet bunu iki defa

    gördüm. Bir kere bir gemiye

    binmiştim. Oradakilerden hiç-

    biri beni tanımıyordu. Üzerim-

    de eski bir elbise vardı. Saçlarım

    da uzamıştı. Gemideki ahalinin

    benimle alay etmeye ve dalga

    geçmeye müsait bir hâlde idim.

    Gemide yolcuların yanında

    maskaralık yapan biri vardı. Bu

    kişi her zaman bana gelir, saçla-

    rımı çeker, sakalımı yolar ve dal-

    ga geçmek için beni hafife alır-

    dı. İşte o an nefsimi murâdına

    nâil olmuş bir hâlde bulur, nef-

    simin zillet içinde olmasına se-

    vinirdim. Nihayet günün birin-

    de maskaralık yapan kişi kalkıp

    üzerime bevledince sevincim

    son haddine ulaşmış oldu. Baş-

    ka bir seferinde, bardaktan bo-

    şanırcasına yağan yağmur altın-

    da bir kasabaya varmıştım. Kışın

    soğuğu iliklerime kadar işlemiş-

    ti. Üzerimdeki abâ ıslanmıştı.

    Mescide vardım fakat içeri gir-

    meme müsaade edilmedi. İkin-

    ci, üçüncü mescide vardım, yine

    aynı durumla karşılaştım. Ni-

    hayet âciz kaldım. Soğuk vücu-

    duma iyice tesir etmişti. Gittim

    bir hamamın külhanına girdim.

    Abamı ateşin karşısına serdim.

    Altımdan çıkan duman elbise-

    mi ve yüzümü simsiyah hâle ge-

    tirmişti. Bir de o gece muradıma

    nâil olmuştum.”17

    Özetle onlar toplum içinde ârif

    bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine,

    sıradan bir insan gibi davranma-

    yı tercih ederler. Gösterişten ka-

    çındıkları için kerâmetlerini giz-

    lerler. Sema meclislerinde vecde

    gelip raksetmekten, yüksek sesle

    (cehrî) zikir yapmaktan, tarikat

    mensubu olduklarını gösterecek

    özel bir kıyâfet giymekten, hatta

    tekke kurmaktan kaçınırlar. Ta-

    rikat merasimlerine önem ver-

    mezler, görkemli türbeler yap-

    maz ve kendilerine yapılmasını

    istemezler. Fütüvvet neş’esinde

    fedakâr ve cömert insanlardır.

    El emeği ile çalışıp kazanmaya

    önem verirler.18

    1 Kara, Mustafa, Dervişin Hayatı, Sûfînin Kelâmı Hal Tercümeleri-Tarikatlar-Istılahlar, s. 97-98, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005.

    2 El-Kuşeyrî, Ebü’l-Kâsım Abdülkerim, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdulhamid Baltacı, s. 314, Darü’l-Hayr, Beyrut 1993.

    3 Afîfî, Ebü’l-Alâ, Tasavvuf İslam’da Manevi Devrim, ter. H.İbrahim Kaçar-Murat Sülün, s. 138, Risale Yayınları, İstanbul 1996.

    4 Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, s, 113, TTK. Yay., An-kara, 1999.

    5 Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı, Gö-rüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.

    Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.6 Bolat, Ali, Melâmetîlik, s. 15-16, İnsan Yay., İstanbul

    2004. 7 Afîfî, Ebü’l-Alâ, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler,

    s. 159, ter. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.

    8 5/Mâide, 54.9 Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 138.10 Afifî, age., s. 140.11 Afifî, age., s. 140-141.12 Afifî, age., s. 144.13 Afifî, age., s. 146.14 Afifî, age., s. 144-146.15 Addas, Claude, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, Sufi Kitap

    Yay., İstanbul 2010, s. 81-82.16 Afifi, Tasavvuf, s. 311-313.17 Hucvirî, Ali b. Osman, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bil-

    gisi), s. 151, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1996, II. Baskı, Dergâh Yayınları.

    18 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.

    *Prof. Dr.

    Dipnot

    “Onlar toplum içinde ârif bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine, sıradan bir insan gibi davranmayı tercih ederler. Gösterişten kaçındıkları için kerâmetlerini gizlerler. Sema meclislerinde vecde gelip raksetmekten, yüksek sesle (cehrî) zikir yapmaktan, tarikat mensubu olduklarını gösterecek özel bir kıyâfet giymekten, hatta tekke kurmaktan kaçınırlar.”

  • 31Nisan 201330

    yolunda

    sohbet

    Çok mütevazı bir ha-yat yaşayan Hâce Bahâeddîn Şah-ı Nakşbend Hazretleri haram-

    lardan titizlikle sakınır, ruh-

    sat yolundan çok, azimet

    yolunu seçerdi. Misafirlere ik-

    ramdan hoşlanır, hediyeye he-

    diye ile mukabele etmeye çalı-

    şırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat

    nazarıyla bakardı.1 Misafirleri-

    ne çok saygı gösterir, ona uymak

    maksadı ile gerekirse (farz ol-

    mayan bir) orucu bozmanın bile

    caiz olacağını söylerdi.2

    Şah-ı Nakşbend Hazretleri-

    nin yolunu sıkı sıkıya takip eden

    H. Hamidettin Ateş Efendi de

    misafire ikramda fevkalade cö-

    mert davranır, ikramlarda bulu-

    nur. Bir sohbetlerinde misafirle

    ilgili şöyle buyurmuştur:

    “İman sahibi her mü’min mi-

    safirine ikram etmelidir. Ahiret-

    te kendine verilen malın ve diğer

    imkânların hesabını kolay vere-

    bilmek maksadıyla Allah rıza-

    sı için paylaşmayı, mü’min kar-

    deşlerine ikram etmeyi severek

    yapması gerekir. Yakınlarıyla

    ilişkilerinde kardeşine iyi duy-

    gularla davranmalı, iyiliklerde

    bulunmalıdır. Yine inanan insan

    ağzından çıkana dikkat etmeli,

    yararlı bir kelam edip etmedi-

    ğini kontrol etmelidir. Çoğu za-

    man susmak konuşmaktan daha

    faydalıdır. Çünkü sükût kalp hu-

    zurunu, kalp huzuru da toplum

    huzurunu oluşturur.

    Misafir evin bereketi, gönlü-

    müzün sürurudur. Misafir gir-

    meyen hanede bereket, huzur

    yoktur, o hanede oturanlar mut-

    suzdurlar.

    Allah misafirleri geldiği za-

    man Es-Seyyid Osman Hulûsi

    Efendi Hazretleri kapıda karşı-

    lar, onları evimizin en güzel kö-

    şelerinden birine oturtur, ye-

    mek yesinler veya yemesinler,

    mutlaka onlara ikramda bulu-

    nur, tüm ihtiyaçlarını karşılar,

    öylece onları huzurlu bir şekilde

    yolcu ederdi. Misafir ağırlamak

    devlethanede, bir itina, bir ge-

    lenek, geçmişten gelen bir coş-

    ku ve bir kültür idi. Bizim ha-

    nemizde misafirsiz günümüz geçmezdi, misafir olmadığı gün-

    ler komşu ve yoldan geçenler

    davet edilirdi, herhalde Efen-

    di Hazretlerinin misafire verdi-

    ği önemin bir göstergesi olsa ge-

    rektir. Bu davranış Peygamberî

    emre mûti olabilmek için onun

    sünnetine uygun bir davranıştır.

    Gönüller de, Allah ve

    Rasûlü ile onların dostları-

    nın mekânıdır. Bu müstesna

    mekâna başka şeyleri sokma-

    mak, eğlememek gerekir. Kişi

    gönlünü neye hasrettiğini iyi bil-

    meli, iyilerle beraber olmalıdır.

    Aşk ve muhabbetle yüreği çar-

    panlar sevdikleri misafir geldi-

    ği zaman kurban keserler. Hatta

    öyle ileri derecede sevda ehilleri

    vardır ki, onlar canlarından bile

    geçerler.”3

    Hulûsi Efendi (k.s.)’nin

    Misafirperverliği

    Hulûsi Efendi Hazretleri,

    Müftü Vekili olduğu bir sırada

    ziyaretine gelen aynı zaman-

    da görevli imam olan Musta-

    fa Kaygusuz ile öğle namazı-

    nı kılmak için Şeyh Hamid-i

    Velî Camii’ne gelirler. Namaz

    çıkışında yemek için Mustafa

    Hoca’yı Osman Hulûsi Efendi

    eve davet eder. Mustafa Hoca

    gönlünden; “Efendi Hazretleri

    yeni benimle müftülükten gel-

    di. Eve misafir olduğunu ha-

    ber vermedi. Belki yemek ha-

    zırlığı olmaz da mahcup olur.”

    diye düşünür. O hiç bir şey

    söylemeden, Hulûsi Efendi;

    “Bizim söylediğimiz şeyde Al-

    lah bizi reddetmez.” yukarı çı-

    kalım buyurur. Yukarı çıkılır

    ki, sofra hazırlanmış ve kurul-

    muş, bu defa o mahcup olur.

    Onun sofrası herkese açıktı

    ve her zaman misafir gelir gi-

    derdi. Allah’ın bu kapıya lüt-

    fu hâlen aynı şekilde devam et-

    mektedir.

    EdebiyatMusa TEKTAŞ

  • 33Nisan 201332

    Hulûsi Efendi (k.s.)’ye göre;

    insanlar için bu kapı, yalnızca

    tarikat kapısı değil, Hakk misa-

    firi olarak kabul edilip, yardım,

    sulh, arabuluculuk temin ede-

    cekleri bir kapıdır. Bir kısım in-

    sanlar için ise, onun ilmi ve ışı-

    ğıyla aydınlanacakları bir okul

    ve kalp hastalıklarından kurtu-

    lacakları bir şifahanedir.

    Şah-ı Nakşbend Hazretle-

    ri müridlerine dinî kaidelere

    uymayı, takvayı ısrarla tavsiye

    eder ve velîlik derecelerine bu

    şekilde ulaşılabileceklerini söy-

    lerdi. Tarikatını, Hz. Peygam-

    ber (s.a.v.)’in sünnetine ve asha-

    bının sözlerine tâbî olmak diye

    özetleyen Şâh-ı Nakşbend, ilme

    ve âlimlere karşı son derece say-

    gılıydı. Bu yüzden birçok âlim

    kendisine intisap etmişti. Ken-

    disi de iyi bir hadis eğitimi gör-

    düğü için sohbetlerinde bazen

    hadisleri izah eder, tasavvufî

    şerhler yapardı.

    İleri Ufuklara Bakmak

    O, ileri ufuklara bakma-

    yı, daima yükselmeyi öğütle-

    yen bir mânâ sultanıydı. Mü-

    ridlerine, “Eğer himmetinizi

    yüksek tutmaz, oyununuzu bü-

    yük oynamazsanız, size hakkımı

    helâl etmem. Üstün himmetle

    öyle olmalısınız ki, ayaklarınız-

    la başıma basmalısınız. Yani si-

    zin mânevî dereceniz, benden

    daha yukarılara ulaşmalı.”4 diye

    öğüt verirdi. Diğer yandan Şâh-ı

    Nakşbend (k.s.)’e göre, müridin

    üzerinde meydana gelen tüm sı-

    fat ve güzellikler, aslında şeyhin,

    lütuf merdivenleri sayesinde

    gerçekleşmektedir. Çünkü mür-

    şidin himmeti, müridin himmet

    burağına bindirilmiş hâli gibi-

    dir.5

    Şah-ı Nakşbend Hazretleri

    fütüvvet neşesine sahip olduğu

    için çok cömerttir. Fütüvvet ne-

    şesinin gereği olarak el emeği ile

    çalışıp kazanmaya çok önem ve-

    rir, işsiz insanları müridliğe ka-

    bul etmez. Kendisi de arpa, bur-

    çak ve kayısı yetiştirerek ziraatla

    geçimini temin etmektedir. Bu

    konuda: “Tevekkül sahibi nef-

    sini görmemeli ve tevekkülünü

    çalışarak gizlemelidir.” buyur-

    muştur. Onun prensibi, dünyevî

    işlerde çalışıp kazanmak ve kim-

    seye yük olmamak, ancak çalı-

    şırken de Hak Teâlâ’dan da ga-

    fil olmamaktır. Hacca gittiğinde

    Mekke’de biri himmet ve kalbî

    ilgileri bakımından düşük, diğe-

    ri ise gayet yüksek iki kişi gör-

    müştür. Himmeti düşük olan kişi

    Kâbe kapısının halkasına yapış-

    mış dünyalık istemektedir. Yük-

    sek olan kişi ise çarşı ve pazar-

    da (Mina Pazarı’nda) dolaşıp

    ticaret yapmakta, binlerce altın-

    lık mal satın almasına rağmen

    bir an bile Hak Teâlâ’dan gafil

    bulunmamaktadır. Bu manza-

    rayı gören Nakşbend Hazretleri,

    himmeti yüksek olan karşısında

    duygulandığını ve yüreğini kan

    bastığını söyler.6

    “Yolumuz Sohbet Yoludur”

    Şah-ı Nakşbend Hazretleri ta-

    rikatını sohbet esası üzerine kur-

    muştur. Abdulhalik Gucdevânî

    Hazretleri’nin “Halvet der en-

    cümen” yani halk içinde Hak ile

    olmak prensibini esas alır. Piri-

    miz sohbet hususunda şöyle bu-

    yurur:

    “Yolumuz sohbet yoludur,

    halvette şöhret, şöhrette de âfet

    vardır. Hayır cemiyettedir. Ce-

    miyet de dostların birbirini

    nefy şartıyla sohbettedir. ‘Geli-

    niz bir an iman edelim.’ sözü-

    nün anlamı şudur: ‘Eğer bu ta-

    rikatın taliplerinden bir cemaat

    sohbet ederlerse hayır ve bere-

    ket çokça olur. Buna devam ve

    ısrar ise hakiki imana ulaşma-

    ya vesile olabilir.’ Bizim tarika-

    tımız urve-i vüska/kopmayan

    kulptur. Peygamberimizin ete-

    ğine sarılmaktır. Sahabe-i kira-

    mın sözlerine uymaktır. Bu ta-

    rikatta az amel ile çok fetihler

    hâsıl olur. Fakat sünnete uyup

    onu gözetmek büyük bir iştir.

    Hak dostlarından biriyle soh-

    bet eden sâlike düşen, kendi

    hâline vakıf olmak, sohbet za-

    manı ile önceki zamanı muka-

    yese etmek, arada fark bulursa

    ‘İsabet ettin, sakın bundan ay-

    rılma.’ hükmüyle o şeyhin soh-

    betini ganimet bilmektir.”7 di-

    yen Bahâeddîn Nakşbend (k.s.),

    sohbeti genel anlamda ve hal-

    vetin zıttı olarak kullanmıştır.

    Bahâeddîn Nakşbend’in bu ko-

    nuda şöyle söylediği nakledilir:

    “Bizim sohbetimize gelen-

    lerin bazısının gönlünde mu-

    habbet tohumu vardır, dünyevî

    alâkaların dikenleri arsasında

    bu tohum gelişememiştir. Bu

    durumda bizim vazifemiz o di-

    kenleri temizlemektir. Bazıları-

    nın gönlünde ise muhabbet to-

    humu yoktur. Burada vazifemiz

    tohum oluşturmaktır.”8

    Sohbet ve Zikir Meclisleri

    H. Hamidettin Ateş Efendi

    sohbetin önemine işaretle şöyle

    buyurmuşlardır:

    “Hulûsi Efendi Hazretleri bir

    sohbetlerinde: ‘Bizim sohbetle-

    rimize nefis iştirak edemez.’ de-

    miştir. Samimi gönüllü muhib-

    banın manevî eğitimi sohbet vesilesiyle gelişmektedir. İn-

    sanlar sohbetlere iştirak etmek-

    le, kötülüklerden uzaklaştır,

    ruhunu güçlendirir, mü’min

    kardeşleriyle kalpleri birbiri-

    ne yakınlaşır. Gafletten uzak-

    laşarak zikrullah aydınlığına

    kavuşur. Dünyalık bir beklen-

    ti olmaksızın Allah rızası için,

    sohbet, muhabbet maksadıy-

    la bir yerde toplanan insanların

    meclisine, meleklerin de iştirak

    ettiklerini tasavvuf büyükleri

    çeşitli sohbetlerinde beyan bu-

    yurmuşlardır.

    Sohbetlerde çoğunlukla hal

    eğitimi ve manevî yansıma ol-

    makla birlikte, zaman zaman

    sözlü eğitim ve öğretim de ya-

    pılmaktadır. Mürşid-i kâmil na-

    zarıyla birlikte, gönüllere hitap

    eden ilahîlerin sözleri can ku-

    lağıyla dinlenmektedir. Ayet ve

    hadislerin yanı sıra, büyüklerin

    menkıbelerinin anlatılmasına

    önem verilir. Böylece muhab-

    bet artar, ibret alınır ve anlatı-

    lanlar güzel örnekler olarak ha-

    tırda kalır. Sohbet vesilesiyle

    cemaat birbirinden görerek, ya-

    şayarak, edep, erkân öğrenir.

    Dinî nezaket, sevgi, şefkat, hiz-

    met, fedakârlık gibi olgun ahlâkî

    özellikleri içine sindirir. Kar-

    deşlik duygusu bizzat yaşanarak

    pekiştirilir. Sohbet ve zikir mec-

    lisleri, ilâhî rahmet ve sek