78-a'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09...

385
0

Upload: others

Post on 07-Jun-2020

1 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

0

Page 2: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

1

GÖNÜLDEN ESİNTİLER.

A’YÂN-I SÂBİTE

KAZÂ VE KADER

NECDET ARDIÇ TERZİ BABA

NECDET ARDIÇ İRFAN SOFRASI

TASAVVUF SERİSİ (78)

Page 3: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

2

İÇİNDEKİLER………………………………………………………………………Sahife no: Ön söz:………………………………………………………………………………………….(5) A’yân-ı sâbite kazâ ve kader:……………………………………………………….(6) Mevlânâ şöyle rivayet eder ki:……………………………………………………..(7) (17/05/2007/Perşembe) Akşamı – İzmir Kazâ ve kader bahsi:….(9) 06.05.2011, Cuma Bugünkü sohbetimizin konusu benlik:……….(12) Kayıttaki sohbetin ikinci bölümü:……………………………………………….(18) “A’yân-ı sâbite mec’ul değildir.” (Fü-Hi-Mu) kazâ ve kader:…….(19) Beşince vasıl kazâ ve kader:………………………………………………………(21) Bu bölüm a’yân-ı sâbite hakkında:…………………………………………….(26) Üçüncü bölüm istidad-ı gayr-ı mec’ul ve kabiliyet:………………….(32) Mesnevi Tercüme:………………………………………………………………………(34) Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606. dan devam edelim:……………………………………………………………………………(36) Mesnevi 616. Beyt’ten devam:…………………………………………………..(46) Mesnevi 626. Beyt’ten devam:…………………………………………………..(61) Ehli sünnet vel cemaat’ın Kaza ve Kader hakkındaki yorum:…..(68) İrâde nedir:…………………………………………………………………………………(70) Külli irade:…………………………………………………………………………………..(70) Halk yaratma kesb ilişkisi:………………………………………………………….(71) kader:………………………………………………………………………………………….(71) kazâ:……………………………………………………………………………………………(71) Diğer taraftan başka bir internetten gene kader:…………………….(73) Buyurun bu konuda bir hadis-i Kudsi:……………………………………….(74) Küçük bir yorum:………………………………………………………………………..(76) Bu akşam 12 Mayıs 2011 Perşembe, kader hakkında hadisler:.(79) Şöyle bir hikâye anlatılır:……………………………………………………………(83) Kadere inanmamak hakkında:……………………………………………………(88) Kaza ve Kader mevzuunda bazı âyet-i kerîmeler:…………………….(89) A’yân-i sâbite mec’ul değildir:……………………………………………………(91) A’yân-ı sâbite suver-i ilmiye-i esmaiyyeden ibaret olduklarından vücud-u haricileri yoktur:…………………………………………………………..(93) Misal: Bir insanda gülme ve ağlama:…………………………………………(94) Dikkat çok mühim bir not=:……………………………………………………….(96) Üçüncü Vasl: İstidad-ı Gayri Me’cul ve Kabiliyet:………………………(96) Mesnevî-i Şerifte şöyle diyor:……………………………………………………..(99) Cümleten hoş geldiniz:……………………………………………………………..(102) Dördüncü Vasl: İlim Ma’lûma Tâbidir:………………………………………(108) Kaldığımız yerdebn devam edelim, Fusûs’ul Hiken Cilt 1. Mukaddime sayfa 21 Kazâ ve Kader bölümü:………………………….(112) Kazayı mübreme misal:…………………………………………………………….(117) Kazayı muallaka misal:……………………………………………………………..(118) Mesneviden beyit: Tercüme:…………………………………………………….(118) Misal: Hayvan cinsinin açlığı kazâdır:………………………………………(119) Dokuzuncu fasıl: Mertebe-i ervah:……………………………………………(121) Bu hususta Hz Mevlânâ dahi buyururlar:…………………………………(124) Hakikat-ı Melâike-i Kiram:……………………………………………………….(130)

Page 4: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

3

Kaldığımız yerden devam edelim:…………………………………………..(133) Cebrail (a.s):…………………………………………………………………………….(136) Mikail (a.s.):……………………………………………………………………………..(137) Azrail (a.s.):……………………………………………………………………………..(137) İsrafil (as):………………………………………………………………………………..(138) İkinci vasl. Hakikat-ı İblis:………………………………………………………..(138) Üçüncü Vasl: Hakikat-i Âdem ve Havva:………………………………….(144) Fusus-ul Hikem 3. Cilt 81. Sayfa Fass-ı Kelime-i Üzeyride Mündemiç olan Hikmet-i kaderiyye beyanındadır:………………….(150) İlm-i İlâhide nefisleri ile ma’dum:……………………………………………(155) İmdi kazâ-yi ilâhî:…………………………………………………………………….(156) Fusus’l hikem cilt 3 sayfa Üzeyir fassı 83:………………………………(160) İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sabittir:………………………………….(162) Ehl-i ikâb: Yâ Rab!:…………………………………………………………………..(165) Dinleyici sorusu:………………………………………………………………………..(168) Kaldığımız yerden devam edelim, bu kaza kader bölümü Üzeyir fassı sayfa 84:…………………………………………………………………………..(169) İsti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl:…………………………………………………………….(171) Böyle olunca hâkim:………………………………………………………………….(174) İmdi hâkim, kim olursa olsun:………………………………………………….(175) Bu akşam 25/10/2011 kazâ ve kader devam:…………………………(175) Rabb-ı Has:……………………………………………………………………………….(185) Misâl: "Akıl" dediğimiz şey:………………………………………………………(185) Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattatlık:…………………………………….(189) Bu akşam 27/10/2011 Perşembe:…………………………………………..(195) Misâl: Bir çekirdeğin içinde:……………………………………………………..(195) Bu akşam 28/10/2011 Cuma akşamı:……………………………………..(203) Kaza ve Kader bahsi, İsmail Fassı devam:………………………………(214) Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim Hud fassı başlangıcı, Kaza ve kader…………………………………………………………………………..(229) bir ressam hikâyesi:………………………………………………………………….(236) Kaldığımız yerden devam edelim inşeallah:…………………………….(245) Rûmîlerle Çinlilerin nakkaşlık ve ressamlık-tasvir, san’atında iddiaya girişmeleri:…………………………………………………………………..(253) Bugün 31/05/2012 Perşembe günü:……………………………………….(254) Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2):……………………………………………………………………………….(267) Bu gün 02/06/2012 Cumartesi Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 269 kaldığımız yerden devam edelim:…………………………………………….(270) 19.04.2012, Perşembe, Umresinden küçük bir aktarma:……….(301) 04.06.2013 Salı. Ene ve ente/ben ve sen sohbeti:………………….(303) 16.03.2014 Pazar Günü kazâ ve kader:…………………………………..(307) İnsan-ı Kâmil şerhinde geçen. Kaza kader:…………………………….(318) (89) Merkez dosyasından aktarma:………………………………………….(324) NOT= İlgisi dolayısıyla İrfan mektebi kitabımızın sekizinci bölümün den küçük bir aktarma yapalım:………………………………………………(333) Merkez hikâyesine devam edelim:…………………………………………..(335) Kazâ-i muâllâk, değişebilen kazâ:……………………………………………(345)

Page 5: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

4

Kendini arayan kişi:………………………………………………………………….(346) Kazâ kader, ve â’yân-ı sabite:………………………………………………….(346) Muallâk kaderin bu âlemde düzenlediği hakkında bilgi:………….(349) Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha) Annemizin tavsiyesi:………..(351) 3/54-Mekr yaptılar:…………………………………………………………………..(353) Cennet ve Cehennem:………………………………………………………………(354) (27) Genç ve elmas dosyasından: Sayfa (34)…………………………(356) (1) Sultan-Hükümdar- Padişâh:……………………………………………….(360) (2) Sultan-Hükümdar- Padişâh: ın sarayı:……………………………….(361) (3) Birinci vezir:………………………………………………………………………..(362) (4) İkinci vezir:………………………………………………………………………….(363) (5) Ordu kumandanı:………………………………………………………………..(364) (6) Genç:……………………………………………………………………………………(365) (7) Elmas:………………………………………………………………………………….(366) (8) Çekiç:…………………………………………………………………………………..(370) (9) Elması kırma veya kırmama, fiileri:……………………………………(374) Başka bir elmas hikâyesi:…………………………………………………………(378) Terzi Baba kitapları sıra listesi:………………………………………………..(380)

Page 6: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

5

ÖN SÖZ Bismillâhirrahmânirrahîm.

Muhterem okuyucularım, uzun zamandır, başlangıcı (17/05/ 2007/Perşembe) den bu günlere kadar, gerek sohbetlerle gerek el yazmaları ile oluşumuna çalıştığmız, bizleri en çok ilgilendiren, anlaşılması oldukça da güç olan, a’yân-ı sâbite kazâ ve kader, mevzuunu nihayet neticelendirmiş bulunuyoruz. Bu arada sohbet-lerin çok büyük bir bölümünü, ses kayıtlarından yazı kayıtlarına, büyük bir gayretle, bıkmadan yorulmadan çalışarak aktaran, sayın Hulusi Korucu kardeşimize, yaptığı bu büyük hizmetten dolayı çok teşekkür ederiz, ayrıca diğer sohbet yazılarını da yazan, kardeş ve evlâtlarımızada çok teşekkür ederiz. Ve ayrıca her hangi bir şekilde hizmeti geçmiş ve geçebilecek olanlara da, çok teşekkür ederiz Cenâb-ı Hakk hepsinin dünya ahret işlerini kolay getirsin.

Bilindiği gibi yüce dinimizin “âmentü”sü olan imân bahsinin altı şartından biri “kadere” inanmaktır. Kader denince onunla birlikte kazâ hükmüde akla gelmektedir. Bu mevzu, “kazâ ve kader” çok merak edilen, oldukça zor bir konudur. Bu sahaya bizimde bir katkımız olsun, düşüncesi ile epey uzun zamandır, üzerinde gerek sözlü gerek yazılı, çalıştığımız bu çalışma bölümlerini, toplayarak bir bütün halinde, içinde birçok sorularınıza cevap bulabileceğiniz bu çalışmayı, karşılığında hiç bir şey beklemeden, kendi sahasında gönüllerinize sunmakla, sizlere faydalı olmaya çalışıyorum. Cenâb-ı Hakk azami derecede faydalandırsın inşeallah.

Sevgili okuyucum, bu kitabın yazılışında, düzenlenişinde, tüm oluşumunda emeği ve hizmeti geçenleri saygı ile yadet, geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları açsın. Yarabbi; bu kitaptan meydana gelecek ma’nevi hasılayı, evvelâ acizane, efendimiz Muhammed Mustafa, (s.a.v.) in ve Ehl-i Beyt Hazaratı’nın rûhlarına, emeği geçen kardeşlerimizinde geçmişlerinin ruhlarına hediye eyledim kabul eyle, haberdar eyle, ya Rabbi.

Muhterem okuyucularım; yine bu kitabı da okumaya başlarken, nefs’in hevasından, zan ve hayelden, gafletten soyunmaya çalışarak, saf bir gönül ve Besmele ile okumaya başlamanızı tavsiye edeceğim; çünkü kafamız ve gönlümüz, vehim ve hayalin tesiri altında iken gerçek mânâ da bu ve benzeri kitaplardan yararlanmamız mümkün olamayacaktır.

Gayret bizden muvaffakiyyet Hakk’tandır.

Terzi Baba NECDET ARDIÇ Tekirdağ:

Page 7: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

6

A’YÂN-I SÂBİTE

KAZÂ VE KADER

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Muhterem okuyucularım, İnsan sınıfından olan bizleri ençok ilgilendiren bir konu olan a’yân-ı sâbite kazâ ve kader mevzuu hakkında çok yazılar yazılmış, bir çok konuşmalar yapılmıştır, bizde bu hususta bir araştıma yapalım dedik, zaman zaman bu hususta yapılan sohbetlerle ve yazılarla neticede, uzunca sayılabilecek bir zamanda ve muhteviyatıda oldukça geniş olan, bu kitabımız ortaya çıkmış oldu. Cenâb-ı Hakk, sıkılmadan okuma fırsatı bulabilenlerin, idrak ve irfaniyetlerini açsın İnşeallah.

Bu mevzuun daha kolay ve daha iyi anlaşılabilmesi için kişinin kendisi hakkında bazı şeyleri bilmesi gerekmektedir. A’yân-ı sâbite kazâ ve kader ilminin ve yaşantısının kişiler hakkında, kişilerin içinde bulunduğu, yaşam mertebelerine göre, değerlen-dirildiği bilinmelidir. İleriki sahifelerde bu hususlar geniş olarak görülecektir.

Kur’ân-ı Kerîm de bir çok yerde insandan bahsedilirken “men/kim” hitabı kullanılmaktadır. Bu ifade ve tarif görüntüde, insan olmamız dolayısı ile her birerlerimizi kapsamaktadır. Acaba hiç kendimize, içimize dönüpte gerçek bir tarafsızlık ile “ben kimim” sorusunu kendimize sordukmu? veya hiç düşündükmü? İşte düşünülmesi gereken ilk ve en mühim husus budur. Çünkü ne yazıkki, yaşadığımız devirde, çok büyük bir İlâh-i kimlik kaybı vardır ki, buda bizlerin ebedi hayatı olan geleceğimizi zora ve tehlikeye sokmaktadır.

Şimdi yavaş yavaş kendimizi tanıma yolculuğuna çıkmaya başlayalım. Ancak bu yolculuğa çıkmak için, üzerimizde ne kadar beşeri ve dünyevi, ağırlıklar varsa onları sırtımızdan atıp, daha hafifleyerek yola çıkmamız bizlerin yorulmadan daha çok yol katetmemizi sağlayacaktır. Yolumuzda mevzu ile ilgili, veya dolaylı ilgili, bir çok duraklar vardır, bazı yerlerde o duraklara birkaç defa, oğramak vardır, ancak oğranılan bu duraklarda, her oğrandığı zaman başka manzalar ile karşılaşılacaktır. Bu yüzden bunlar tekrar edilmektedir, bir mevzu birkaç kere sohbet konusu olsada, her konuşmada başka bir tarafı açıldığından, zarar değil kazanç olmaktadırki kişinin aynı mevzu hakkında değişik görüş ve bilişleri oluşmaktadır. Şimdi bir hadîs-i şerîf ile akıl arabamızı çalıştırıp yolumuza çıkalım ve herkese gece gündüz bu yolda hayırlı yolculuklar dileyelim.

Page 8: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

7

Mevlânâ şöyle rivayet eder ki:

“Cenâb-ı Hakk, kendi nurundan aklı yarattı, sonra ona gel dedi, o da geldi, git dedi, o da gitti, sen kimsin, ben kimim? diye sordu, akıl, sen benim rabb-i rahîmimsin, ben ise senin aciz kulunum dedi. Cenâb-ı Hakk buyurdu, ey akıl, senden daha aziz bir mahlûk yaratmadım.”

“Sonra ateşten nefsi yarattı, ona gel dedi, nefis icabet etmedi, Cenâb-ı Hakk ben kimim, sen kimsin? Dedi, nefis ben benim, sen sensin cevabını verdi, Cenâb-ı Hakk onu ateşe attı, azap verdi, yine sordu, nefis yine ben benim sende sensin dedi. Cenâb-ı Hakk bu defa nefsi aç bıraktı, ben kimim sen kimsin? Diye sorduğunda, nefis, sen benim rabb-i rahimimsin, bende senin aciz kulunum cevabını verdi.” (Hadîs-i kudsi)

(bkz: tâcü’l arûs el hâvîli tehzîb’in nüfûs)“internet”ten.

-------------------

Görüldüğü gibi (Hadîs-i kudsi) de iki önemli husus belirti-liyor. Birincisi aklın halkedilmesi, ikincisi ise nefsin halkedilmesir. Akıl hemen itaat etmiş nefs ise belirli yaptırımlar neticesinde çaresiz olarak itaat etmiştir, ancak fırsat bulduğunda hemen isyanını sürdürmek için beklemektedir.

Bahsedilen akıl, akl-ı küldür ve nefs, nefsi küldür, ve her ikiside bütün âlemleri kaplamışlardır. Bizdeki olan akıl aklı cüz, ve nefsi cüz ise, bunların bize ait olan bölümleridir ve bizimde beden mülkümüzü, her ikisi de kaplamışlardır. Eğer aklımız ruhumuz ile birlikte olursa, o beden salâh bulur, eğer nefs ile olur, onun hükmü altına girerse yoldan çıkmış olur, çünkü “nefsi emmâre kötülüğü emreder.” (12/53) halife Âdem en geniş ma’nâ da iki isimle anılır, bunların biri “nefs”tir, Kur’ân da (294) yerde geçmektedir. Diğeride bilindiği gibi “İnsan”dır, o da (311) defa geçmektedir. Görüldüğü gibi birbirine yakın sayılarda’dırlar.

“Akıl bilici ve nefs tadıcıdır.” Ve beden üzerindeki yerleri ise, akıl başta, nefs ise sadır/göğüstedir. Ancak her ikisininde bütün beden üzerinde tesirleri vardır. İnsan dört asli halden oluşmuştur. Sırasıyla bunlar.

Akıl, ruh, nefs, ve beden’dir. Ruh ile bedenin izdivacından nefsin mahalli ortaya çıkmış olur, kendinde her yöne uyabilecek kabiliyet vardır, “sonra da ona hem kötülüğü, hem (ondan) sakınmayı ilham edene ki,” (91/8) Böylece kendinde iki zıt bir araya getirilmiştir, ancak kendi içindeki mücadelesi sonun da Hakk’ın emrine uyması istenmiştir. Ancak o daha ziyade kötülüğü emretmektedir.

“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”

Page 9: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

8

(50/16) demek sureti ile kendisinin nefislerimize ne kadar yakın, hattâ onunla birlikte olduğu açık olarak bildirilmektedir. İşte böylece İnsan binası ve mekânı, akıl, ruh, ve nefse, mahâl, mekân olmuşlardır, akıl ve nefs bu mekâna sahip olmak isterler, eğer akıl aklı selim olursa, nefsi hükmü altına alır kontrolunda tutar eğitir, nefsi sâfiye olarak/hakk’ın “gel cennetime gir” (89/28) hitabına mazhar olur. Eğer akıl eğitimsiz kalırda kendini kullanamazsa o zaman akıl nefsin hükmü altına girer ki, ondan sonra nefs onu kullanarak her türlü kötülüğü o bedene emreder ve bedende onun isteklerini yerine getirmek zorunda kalır, ve her türlü nefsi tadışlarını onunla yapar ve sonunda ölümüde böylece nefs, tadacaktır. Çünkü bedenimiz bizim bineğimizdir, aslımız değildir. Aslımız, aslında aklımızdır, ona hayat veren ruhtur, ve nefsimizde bu hayatı tadandır.

Ölümü tattıktan sonra nefs hayatına berzah âleminde devam edecektir, bedeni kendisinden ayrıldığında, elinden tadış ve kullanım aracı alınmış olduğundan, bundan sonraki tadışı, o bedeni kullanamayışı sebebi ile, çok büyük bir azab olacaktır. İşte özetle bütün bunlar kulun kulluk mertebesinde mutlak var olduğunu bize açık olarak belli etmektedir. Böyle olunca da kulun kulluk mükellefiyetleri olacağıda açıktır. Ve bu kula yaşayacağı ömür süresi boyunca bir program lâzım gelecektir, bu programın ismine de (kazâ ve kader) denmiştir.

Bu kısa izahlardan sonra artık kazâ ve kader bahsimize girebiliriz, kâh sohbetlerimizden kâh yazılarımızdan meydana getirdiğimiz bu kitabımızdan okuyucularımız umarım azami faydayı sağlarlar, oldukça geniş bir muhtevaya/iç hacmine sâhip olan bu sahada yola çıkılırken, kendimiz ile ilgili bazı gerçekleride değişik mertebeleri ile görmüş olacağız.

Gerçekten ben varmıyım yokmuyum? Sorusunun cevaplarını da, değişik mertebelerinden görmüş olacağız. Cenâb-ı Hakk bu yolculumuzda gönül ve idraklerimizi açarak en geniş ma’nâda fayda sağlayanlardan olmamızı nasib etsin İnşeallah. Çalışmak ve gayret bizden, yardım ve lütuf Hakk’tandır. T.B.

-------------------

Page 10: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

9

بسم الله الرمحن الرحيم (17/05/2007/Perşembe) Akşamı – İzmir

Kazâ ve kader bahsi, dinimizin konuları arasında en çok ihtilâflı olan mevzulardan bir tanesidir, hatta başında gelmektedir, ehli sünnet vel cemaat olarak, o gurubun anlayışı, yani bizim de içinde bulunduğumuz, ehli sünnet vel cemaat, akidesinin anladığı kaza ve kader, hükmü;

cenâb-ı Hakk ezelde kullarının hepsinin bir kazası ve kaderi vardır. Kazasına hükmeder ömrünün sonuna kadar ne yapacağını bildiğinden öylece de yazar, ancak sen benim dediğim gibi mutlak hareket edeceksin demez, peki neden yazar, kulunun ne yapacağını daha evvelden bildiği için onun kazasını yani hükmünü yazar, bu kaza hüküm ma’nâsına, program ma’nâsı’nadır, dünyaya geldiğinden itibaren her gün birer bölüm, kader olarak hayatını sürdürür.

Yani insanın programının toplu haline “kazâ” denmekte, bu programın açığa çıkmasına da “kader” denmektedir. Kader miktar demektir, bölüm bölüm zuhura çıkması demektir. Her birerlerimizin böyle bir kazâ’mız vardır, biz şu anda dahi şu kazâ’nın kaderini yaşamaktayız. Sadece şu an değil, her an, yani yaşadığımız saatlerin dakikaların saniyelerin bir tık, tık geçişi bir kaderdir. İşte ehli sünnet vel cemaat akidesi Cenâb-ı Hakk kişinin kaderini yazar, bu kader de iki türlüdür, birisi kazâ-ı mübrem de denilen kazâ-ı mutlak, diğeri de kazâ-ı muallâk, yani boşta olan hüküm kesin olmayan hüküm diye belirtilmektedir. Kesin olan hükümler den sorumluluğumuz yoktur, ama muallâk olan, boşta olan kader yani bölümlerden sorumluluğumuz vardır.

İşte bizi insan yapan ve mes’uliyet sahibi yapan bu bölümlerdir. Bir başka mahlûkatta, hayvanlarda bitkiler de madenlerde, göklerde semâlarda böyle bir sorumluluk yoktur. Çünkü onların kaderlerinin her bölümü, yani yaşam sahalarının her bölümleri kazayı mutlaktır, onların kazayı muallâkları yoktur. Yani ne yapacaklarsa yapacaklardır. Şimdi şu teypler içindeki kasetler çalışıyor, bu kazayı mutlaktır, bunun dışına çıkamazlar, bozulması, cereyanının kesilmesi, ayrı konudur. Kendiliğinden kendini değiştiremez. O salâhiyet onlarda yoktur, ama insanda böyle bir selâhiyet vardır. Kendi fikriyle yeni bir şeyler üretme hususiyeti vardır. Bu da kendisine tanınan hürriyet bölümündedir.

Bunun dışında “mutezile” diye bir gurup vardır, kazâ kader hakkında onların anlayışları şöyledir; Allah insan hakkında ezelde bir şey yazmamıştır, kul fiilini halk eder, yani yaşadığı sürede kul kendi fiilini halk eder diye anlatmaktadırlar ve böyle inanmaktadırlar. Sabah kalktım, kahvaltı yaptım, işe gittim diye

Page 11: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

10

bunları ben kendim halk ettim, kendi fiilim diye kabul ederler, Allah ezelde insana bir şey yazmamıştır derler. Bunun tam karşıtı, zıddı olan bir gurubun anlayışı da “cebriye” dir. Cebriyeler de derler ki, biz fiilimizi yapmaya mecburuz, Allah ezelde bizim için bir kazâ yani bir hüküm takdir etti, bu hüküm bizim üzerimizden geçecek biz bunu yapmaya mecburuz derler.

Dolayısıyla biri kulun varlığını kaldırmakta, diğeri de Hakk’ın hükmünü kaldırmaktadır. Mutezile kulun üzerindeki Hakk’ın hükmünü kaldırmakta, kul kendi fiilini halk eder, onlara göre anlayışı ile, cebriye de kulu kaldırmakta, kul fiilinde mecburdur der, mecbur olunca o zaman kişinin kendi kimliği ortadan kalkmış olur. Bir dördüncüsü de yine ehl-i sünnet vel cemaatin batını ile birlikte yaşanmasıdır, işte en güzel en dengeli ve büyük irfan ehli kişilerin, büyüklerimizin pirlerimizin bildirdikleri en güzel anlaşılan ve kaderin ve kazânın hakikati olan anlayıştır. Ayrıca daha bir çok kaderi ma’nâda topluluklar vardır, meselâ bazıları hurufiye diyor, bazıları kaderiye fırkası diyorlar, ama en önemlisi bu üç veya dört şeklinde olan fırkadır.

Birincisi ehl-i sünnet vel cemaatın dediği gibi Cenab-ı Allah kazâsını kaderini yazar, neden yazar kulunun ne yapacağını bildiği için. Şimdi bir mühendis bir makine icat etti o makine saatte 100 Km gidiyor, bu saat bir de kalkacak beşte hedefine gidecek daha ne giden var nede gelen var, programı ona göre yapılıyor, o mühendis ona o saatte gidecek diye hükmetmiyor, ama makinenin kabiliyetini bildiğinden daha önceden bilmiş oluyor. Yoksa böyle yap diye âmir bir hüküm ile onu belirtmiyor. Cenâb-ı Hakk’ın insanlar üzerindeki kazâ-ı mutlak hali, kazâ-ı mübrem de dedikleri o hali değiştirme imkanımız yoktur.

Değiştiremediğimiz için, ve o filler bizden zuhur ettiği için Cenâb-ı Hakk bizden bunları sorumlu tutmuyor. Aradaki fark odur. Yani biz kazâ-ı mutlaktan sorumlu değiliz, çünkü Hakk’ın isteği istikametinde onları yapıyoruz. Ama kazâ-ı muallaktan sorumluyuz, meselâ şu kazâdan aşağı doğru inen kader bahsi var, ortada bir çizgi sağ tarafta nurani sol tarafta zulmani haller var, Cenâb-ı Hakk emr-i teklifi ile bu programı bize yapmış, bize teklif ediyor, şöyle, şöyle hayatını sürdür, şöyle sürdürürsen böyle olur, bu tarafa sürdürürsen ehl-i cehennem olursun, şu tarafa sürdürürsen cennet ehli olursun diyor. Yani oradaki iradeyi, irade-i cüzziyeyi Cenâb-ı Hakk. Bizim kullanımımıza bırakmıştır.

Eğer biz gayret eder de, nefsimizle mücadele eder de, söylenenleri yaparsak boşta olan o hükmü, yani o enerjiyi o zaman süresini nura döndürmüş oluruz, nura döndürdüğümüz zaman da o kazâ-ı mutlak hükmüne geçer. Çünkü iş tahakkuk etmiştir, tahakkuk ettiğinde de, mutlakıyet ortaya çıkar. Ama yarınki işlerimiz bakın tahakkuk etmiş değildir, o zaman mutlağa dönüşmüş değildir, yarınki kader-i muallâktadır. Cenâb-ı Hakk bize

Page 12: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

11

camiye gidin demişse, bizde meyhaneye gitmişsek veya eksi bir tarafa gitmişsek, o kader-i muallâkı getirmişiz eksi ma’nâ da kader-i mutlak hale dönüştürmüşüz, yani faaliyete getirmişiz, kayda geçirmişiz ve böylece mutlakıyet kazanmıştır.

İşte burada onun mutlakıyet kazanması bizi mes’uliyete götürmesi, diğer tarafta Hakk’ın istikametin de kullanmamız da bizi mükâfata götürmektedir, nur âlemine ilhak etmektedir. Bu basit misalle anlayabildik mi, nerede sorumluyuz, nerede sorumlu değiliz diye. Bu şekilde kendimizi eleştirdiğimiz zaman veya araştırdı-ğımız zaman hayatımızın seyrini gayet güzel değiştirebiliriz, biz irade ile değiştirebiliriz, o iradeyi de Cenâb-ı Hakk insana vermiştir. Eğer insanın öyle bir gayreti iradesi olmasa Cenâb-ı Hakk bu kader-i muallak kısmını boşta bırakmaz hepsini mutlakiyete döndürür, kendi âmir hükmü ile yaptırır, o zaman da biz halife olamayız, insan olamayız, diğer varlıklardan farklı olarak bir değerimiz de olmazdı.

Allah’ın muradı ise insanı halife olarak halk etmek ve öyle yaşatmaktır, halifenin de sorumlulukları olacaktır. Sınırlı da olsa sorumlulukları da olacaktır. Bunun daha geniş anlamdaki hali, dördüncü mertebedeki hali, yani ehl-i sünnet vel cematin kazâ ve kader anlayışının hali, bâtını ile birlikte yaşandığı zaman bu hakikat çok daha geniş kapsamlı ve doyurucu bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü tevhid akidesi sahaya geldiği zaman onun da kendine göre bağlantıları olmaktadır, hiçbir boşluk kalmadan kazâ ve kader hükmü ortaya çıkmakta ve yaşanmakta öyle çok güzel olmaktadır.

Bir bakıma mutezilenin söylediği bir yönüyle doğrudur, “kul kendi fiilini halk eder” dediği, ama bir mertebe de doğrudur, doğrular bütün mertebeyi kapsadığı zaman gerçek doğru olmaktadır, hakikati ile olmaktadır, ama tek mertebeden bakıldığında yanlış kalmaktadır, diğer mertebelere cevap verememektedir. Kul kendi fiilini nasıl halk eder? ne zaman ki kul kendindeki rabbani hakikatleri idrak etmiş olur ve rabbıyla birlikte yaşar, işte o zaman kul kendi fiilini kendi halk eder. O zaman da halk eden kul değil, Allah’tır, rabtır, kuldan kendi fiilini işleyerek ortaya getirir. Ama bu çok ileri derecede bir düşünce halidir. Eğer önümüze gelen bizler, dersek ki kul fiilini halk eder, bu batıl bir söz olur, şeriat mertebesinde batıl bir söz olur.

Diğerine gelelim; cebriyeye gelelim, cebriye de der ki “ben fiilimi işlemeye mecburum” yani benim başka çarem yoktur, şimdi anahtarı açtı şu lâmba yanıyor bu lâmba ben yanmaya mecburum, emri öyle aldım derse doğru söylemiş olur, çünkü onun kendine ait bir iradesi yoktur, lâmba ben şu anda yanmak istemiyorum diyemez, çünkü bütün âlem insanlara insanın emrindedir onlara musahhar kılınmıştır. İşte bu şekliyle bazı tefekkür ehli o yönde düşünenler âleme bakıyorlar ki kulun bir varlığı yoktur, zaten de

Page 13: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

12

yoktu, yokluk âleminden geldi bir varlık gösterecek yine yokluğa gidiyor, o halde kul denen bir şey yoktur, kula yapılan bir program vardır, bu programı işlemeye mecburdur, kul fiilini işlemeye mecburdur diyor o da bu yönden gidiyor.

Yani birinde kul kaldırılmış oluyor, birinde de Hakk kaldırılmış oluyor, zahir itibariyle. Şimdi kul fiilini yapmakta mecbur, ne zaman hangi mertebede mecbur, İseviyet mertebesinde mecburdur, kul varlığında fani olduğu zaman, yani fenafillâh mertebesinde Hakk ile Hakk olduğu zaman, bütün yaptığı fiiller kendinden değil Hak’tandır. Dolayısı ile zâhir anlayışı itibariyle kul o fiilini yapmak mecburiyetindedir sözü zâhiren geçerli gibi oluyorsa da hükümsüzdür. Neden, cebir ve cabbariyet ikilik gerektirir, yani bir cebreden olacak, bir de onu da yapan olacaktır. Fenâfillâh mertebesinde böyle bir husus olmadığından orada da gene Hakk kendi fiilini kendi işlemektedir. İkinci bir kişi yok ki cebir etmiş olsun.

Dolayısı ile cebriyecilerin de ifadeleri çürük olmuş oluyor. İşte bütün bunları bir araya getirip toplayan tevhid ilmi Arifler, irfan ehli olan kimseler kazâ ve kader hükümlerini birlikte zâhiri ve bâtını ile birlikte yaşayarak mutlak ma’nâ da kader ve kazâ hakikatini ortaya çıkarıp en güzel şekilde izah edenler olmaktadır. Diğerlerinin hepsinin boşlukları vardır, ve mutlak isabetleri olmamaktadır.

-------------------

Şimdi burada biz varmıyız yokmuyuz hükmünü anlamamız lâzım gelecektir. Bu husutaki bir sohbetimizi faydalı olur düşüncesi ile ilâve edelim. T.b.

-------------------

06.05.2011, Cuma

Bugünkü sohbetimizin konusu benlik yâni kimlik yâni insan, beşeri varlığı. İnsan gerçekten var mı, yok mu? Var ise nasıl var, yok ise nasıl yok! Bunun aslı hangisi, yâni insan varlık üzerine mi halk edilmiş, yoksa yokluk üzerine mi? halk edilmiş, veyâ her ikisi üzere mi halk edilmiş ve, varlık ve yokluk onun üzerinde birer mertebelerden mi ibârettir? Hangisidir?

Bu âlemde insanoğluna lâzım olan ilimlerin başta geleni kendini bilmesi, tanımasıdır. Kişi kendisini bilmiyor ise eğer, öğrendikleri ve bildikleri şeyler onun hayâl hânesine yazılır, aslî hânesine yazılmaz. Çünkü kendini bilip, tanımadığından dolayı kendini hayâli bir varlık olarak zannettiği için, bütün bilgisi hayâl hânesine yazılır, ve o bu dünyâdan ayrıldıktan sonra da, hayâl zâten aslı olmayan bir şey kendi, olmadığından boşta kalır, gider. Kendisine âit aslî tarafı için de bir şey üretemediği için, bu âlemden hayâl olarak geçer gider ve bunun da mes’uliyeti, üzerine yüklenmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk (c.c) bizleri bu âlemlere hayâli birer varlıklar

Page 14: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

13

olarak gelelim, ve öteki tarafa intikal edelim, diye değil, aslî birer varlık olarak, gelelim ve hakîkatimizi idrak edelim, ve ona göre Rabb’ımızı değerlendirelim ve ona göre âhiret halimiz oluşsun diye gönderdi.

Genel olarak kendimizi tanımaya çalıştığımızda bize denilecektir ki, her ne kadar sen bir tek varlık olarak gözüküyorsan da, sende üç aşamalı bir yaşam yâni üç türlü benlik vardır. Bunların birincisi nefsî benliktir, ikincisi izâfi benliktir, üçüncüsü ise İlâh-î benliktir.

İşte bunlar bizim varlık sebebimiz ve ilmî mânâ da açılışlarımız ve mertebelerimizdir. Bizler bu mertebeleri idrak edemez isek yaşamımızın hangi döneminde olduğumuzu tespit edemeyiz. Nüfus kâğıdımıza göre yaşımızı bilebiliriz, ancak bu bilmek sadece bizim beden dediğimiz aracımızın yaşıdır. Bu aracı tanımanın üç aşamasından bir tanesi ilk olarak nefsî benliğimizi şuur etmek, daha sonra bu nefsî benliğin kendisine âit bir varlığı olmadığı, ve izâfi olduğunu anlamamız gerekmektedir. Bunları da geçerek peygamberlerin ve evliyaların öğrettikleri ile ne zaman ki gerçek İlâh-î varlığımızı idrak edersek, gerçek anlamda İlâh-î hakîkatler ile yaşayan ve var olan kişiler oluruz. İşte bu zamanda insan oluruz. İlk iki aşamada daha henüz insanlık vasfına ulaşılmış değildir.

Nefsî benlik, kişilerin üzerinde ana rahminden dünyâya geldikten sonra oluşmaya başlayan yaşantıdır. Burada en büyük etken ilk olarak aile etkenidir. Bunun yanı sıra içerisinde bulunulan coğrafya, iklim gibi koşullar nefsî benliğin oluşmasında etkendir. Daha sonra okul ve arkadaş çevresi, daha sonrada genel olarak içerisinde bulunduğu toplum etkendir.

Kişiler bu etkenler ile birlikte ve kendisine verilen isim ile birim olarak kabûl görmektedirler. Nefsî varlık çocukluktan başlayarak buluğ çağına kadar gelinen süreçte oluşmaktadır. Bunun sonucun da o kimsede bir idrak ve hayata bakış anlayışı da oluşmaktadır. İnkârcı, tasdikçi, îmân ehli, küfür ehli olabilmektedir ve hayatını kazanmak için edindiği mesleği ile beraber bu benlik kişide iyice yerleşmektedir. Eğer kişi araştırmaları ile bu işin bu kadar olmadığını ve bunun üzerinde başka özellikler olduğunu anlamaya başlarsa, artık “Ben neyim ?” diyerek kendini sorgulamaya başlar. Ve kişinin kendi kendine yapacağı en büyük rahmet dahi budur. Bu da Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın vermiş olduğu bir hak ve rahmettir ve bunları bize bildiren peygamber Efendimiz (s.a.v)’in şefaati de daha burada başlamaktadır. En büyük şefaatte budur, çünkü kendimizi tanıma yolunu bize Efendimiz (s.a.v) açmıştır ve onun risâleti ile bizler bunları öğrenmişizdir. Allah’ın huzuruna giderek direkt bir şeyler alma imkânı zâten yoktur, aksi halde herkes peygamber olurdu.

Var zannettiğimiz ve gaflet içerisinde yaşadığımız hayatımızın

Page 15: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

14

bölümü nefsî benliktir. Burada “ben” diye düşündüğümüz bir varlık vardır, ancak hiç düşünmeden ve bunu kim verdi de “ben” diye sahipleniyorum, gibi sorular sormadan bunu kabûllenmişizdir. Kişi bunları kendi çabası olmadan, elde ettiğini görüp, sorgulamaya başlayınca, adalet yerine gelmeye başlar, çünkü bu varlık sahibine aktarıldığı zaman ancak adaletli hareket edilmiş olunmaktadır. Aksi halde hiçbir karşılık ödemeden Allah’ ın malına sahip çıkmış olmaktayız. Ben bunun için, yâni karşılığında ibâdet ediyorum, diyen kişi de kendisi için ibâdet etmektedir, yoksa bunun için değil, yâni sonuçta yine cennete gitmek amacıyla nefsîne pay çıkarmaktadır.

Dünyâda cennet beklentisi, veya cehennem korkusu, ile yaşananlar nefsî benliğimizin içerisinde olan şeylerdir. Eğitim ve araştırmalar sonucu, yavaş yavaş nefsî zevklerin de, kesilmesiyle birlikte, eski düşünce şekli değil, yâni ben “emmâre” yönümle yapıyorum değil, izâfi benlik yâni, isimlendirilmiş benlik yönüyle bu oluşumları idrak etmeye başlıyorum olur. Bu durumda ilk başlangıçta olan ve var zannettiğimiz nefsî benliğin hükmü biter ve “ben” iddiasında bulunan bu varlık bu şekilde yok olur ve izâfi benliğe geçiş olur. İzâfi benlik ara benliktir. Tabiki bu iş bir anda bıçakla kesilir gibi olacak bir iş değildir, yavaş yavaş olmaktadır ve bir hayli zaman ister. İnsanların şartlanmış oldukları bir yaşam tarzları vardır, bundan kurtulmak kolay bir şey değildir ancak olmayacak bir şey de değildir, eğer bu iş olmayacak bir iş olsa idi şimdiye kadar kimse yapamazdı.

Daha önce bu işleri yapanlar var ki, bizlere bunları yâni çalışmaları ve eğitimleri emanet etmişlerdir. Hazır kurulu sistemler olarak bizlere bırakmışlardır ve bizlerde o sistemi kullanmaya çalışıyoruz. Geçmişte kimin bu yollarda hizmeti var ise hepsine şükrederiz, hepsinden Allah razı olsun ve her zaman onları yâd etmek dahi bizim görevimizdir. Hangi yoldan olursa olsun hepsi bizim önderlerimizdir ki, hakîkatte ise zâten ayrı tarikat sözkonusu değildir. Yolların hepsi Allah’a gider ve hepsi orada bir menzil tutmuştur. Bizim yapmamız gereken hedeften ayrılmamaktır, yolda bir mertebe de takılı kalır isek orada mûkim oluruz, ve yolumuz eksik olur. Hedefimiz Hakk ise ve bu yolda nasıl yaşamak lâzım gelirse, hangi bilgileri almak lâzım gelirse, ve o bilgilerin tatbikatı nasıl olacaksa, bunları yapmamız gerekmektedir ki, mi’raca ulaşabilelim, aksi halde bunları hayâlen yapmış olur ve izâfi benlikte kalmış oluruz. Beşeri veya izâfi benlik ile olsun, yapılan bütün ibâdetlerin mükâfatı vardır tabiki âhirette. Bu âlemde de huzuru vardır.

Bu aşamadan sonra kendimize baktığımızda “lâ fâile illallah” hükmü ile bizim zannettiğimiz fiillerin bizim olmadığını anlarız. Daha sonra “lâ mevcûde illallah” hükmü ile de bizim dediğimiz varlığımızın bizim olmadığını anlarız. Bunların hepsi yolda gidiyor

Page 16: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

15

iken, yolun üzerinde birer mertebedir. Bu mertebelerin hiçbiri mutlak ve her tarafı kapsayan mertebeler değildir. Kişinin kendi bulunduğu mertebesi, mutlak kendi mertebesidir, ancak Allah’a giden yolda sadece bu mertebe vardır, ve bunun dışında bir mertebe yoktur, denilirse hata edilmiş olur ve Allah’ın ilmini sınırlamış oluruz ki, böyle bir şeyde söz konusu değildir. Her mertebe kendi düzeyinde geçerlidir. Fusûsu’l-Hikem’de Muhiddîni Arabî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Vücûd birdir ancak metre-belere riâyet şarttır.” Bu şekilde her mertebenin hükümleri başka başkadır ve bu hükümlere uymak gereklidir ki, uyulmaması zındıklıktır.

İşte hakîkati Muhammediyye’nin bizlere bahşettiği güzellik budur, Âdem (a.s.)’dan beri gelen bütün peygamberler risâlet mertebelerini ve İlâh-î mertebelerin hepsini bize paket bir program olarak getirmiştir ki, en büyük şefaati de zâten budur. Bizden evvelki ümmetlerin böyle bir şansları yok idi. Bu nedenle kişinin kendini tanıması dînimizin getirdiği hakîkatleri bilmesi, bakımın dan çok mühim bir hadisedir. Şu anda tevhid ehlinin irfâni olarak konuştuğu meseleleri beni İsrâil peygam-berleri bilmiyorlar idi. Bu ifade yanlış anlaşılmasın sakın, peygamberliğin üstünde bir mertebe mevzû bais değildir burada, çünkü peygamberlik Allah’ın verdiği bir mertebe dir ve hiçbir insan çalışarak oraya erişemez, ancak Beyâzıdı Bestâmi’nin dediği gibi “Bizler öyle bir deryânın sâhiline ulaştık ki beni İsrâil peygamberleri o deryaya ulaşamadı.”

BU ifade peygamber hazaratının zâtını küçültmez ancak İlâh-î mertebelerde bizler ümmeti Muhammed olarak onların bilgilerinden daha üstün bilgilere sahibiz çünkü bu bilgiler Efendimiz (s.a.v)’in getirdiği bilgilerdir. Efendimiz (s.a.v) ise bütün peygamberlerin üzerindedir. Ve bu da’vâ peygamberlik da’vâsı değil, ilim ve irfâniyet meselesidir. En son peygamberin getirdiği bilgiler, kendisinden önceki peygamberlerin getirdiği bilgilerden üstündür, aksi halde peygamber olarak gelmesine gerek kalmazdı.

Kişi bu şekilde bakış ile kendisinin sahibi olduğu hiçbir şeyin olmadığını ve bütün bunların kendisine verilmiş isimden ibaret olduğunu, yâni izafet olduğunu anlar. Sonradan olma olarak yaptığımız değerlendirmelerin, izâfi olduğunu yâni geçici olduğunu anladığımız zaman, bir şeyimizin olmadığını anlıyor, ve bir adım daha atarak kendimizi gerçek mânâda tanımaya yaklaşmış oluyoruz.

Âyet-i Kerîme’lerde ve hadîs-i şeriflerde belirtildiği gibi, üçüncü aşamaya geliriz ki, bu da İlâh-î benliktir. İşte kim ki gerçek mâ’nâ da bu İlâh-î benliği idrak etti, Allah’a ulaşan o oldu. Ehlullah denilen kimseler İlâh-î benliği içerisinde hakîkati idrak edip Allah’ın varlığına ulaşanlardır. Kişinin kendisinde mevcut olan İlâh-î benliği ezelde a’yân-ı sâbitesine, Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın koyduğu kulun

Page 17: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

16

Hakk tarafıdır. Bununda daha sonraki aşamalarında, kul Hakk olarak halk ismi ile ilmî mâ’nâ da yeniden doğarak varlık içerisinde yaşar. Yine aynı varlığı içerisindedir ancak artık nefsî benliği ile değil İlâh-î benliği iledir.

Şimdi, kul birinci aşamada nefsî mâ’nâ da vardır, ancak bu hayâli bir benliktir, ve zandadır. Eğer kişi burada kalırsa şirk ehlidir, ve ilelebet Allah’a ulaşması mümkün değildir. Çünkü kendisini nefsî benlik olarak, ayrı bir varlık olarak, kabûl etmiştir. Tevhîd ehli yâni eğitim alarak kendisini tanımaya çalışan kimsenin ise ilk yapacağı şey bu anlayıştan kurtulmaktır, çünkü bu anlayış insanın üzerinde prangadır, ve çizilmiş bir çemberdir ki, dışına çıkamaz. İşte cengâverlik, bu çerçeveyi ilmi mâ’nâ da kırıp, dışarıya açılmaktır. Bizlerin içerisindeki genişlik İlâh-î kimliktir. Nefsî emmâremizin saltanatından kurtulduğumuz anda, bizlere bu denli geniş ufuk açılmış olur. Bunun en güzel örneği ise kişisel olarak kullanılan bir bilgisayarın sadece kendi hard diskindeki bilgileri kullanmasıdır, oysa internete bağlı olan bir bilgisayarın, nerede ise sonsuz denilebilecek genişlikteki bilgileri kullanabilme-sidir. İşte akl-ı cüz’imiz bizim kişisel olarak kullandığımız bilgisayar gibi iken, akl-ı küll internete bağlanmış bir bilgisayar gibidir. Nefsî benlik içerisinde yaşadığımız sürece, akl-ı küllden haberimiz olmaz.

İşte belirtildiği üzere kişinin kendisine âit bir varlığı olmadığını idrak etmesine fenâ-fillah yânî Hakk’ta fâni olmak denmektedir. Ancak iş bununla da bitmemektedir, burası câzibe yâni meczubların yeridir. Meczub derken, yollarda üstü başı perîşan kendi kendine bağırıp çağıran kişiler, değildir kastedilen. O tür kişiler halkın meczubları dır. Meczûb Hakk’ın câzibesine kapılmıştır, ve kendileri olmayıp sadece Hakk vardır.

İlk mertebede de kul aslında yoktur, ancak kendisini var zan-netmektedir ki, işin bütün zorluğu bu, kendini var zannetmekten kurtulabilmektir. Bu beden kutrundan çıkabilmek ise ancak sultan güç (55/33) ile mümkün dür. Bu şekilde hürriyetimizi kazandık-tan sonra, artık dervişin ufku çok açıktır. İşte bu yapılan sohbetler dahi “sultan” hükmünde olan sohbetlerdir, bu kuturlar sadece sohbetler ile aşılabilir, yoksa fiili ibâdetler ve fıkıh ilmi, bu kutru açamaz, çünkü yeri değildir. Bu ifadeler o ilimleri inkâr etmek için değildir, onların yerleri başka yerlerdir, çünkü hepsi Allah’ın ilmi ve şerîat-ı Muhammediyye’dir.

Bunların hepsi kendi başlarına birer ilaçtırlar, ancak hangi ilaç nerede kullanılacaktır, bunun iyi bilinmesi gereklidir. Hakk yoluna gitmek için hangi bilgiyi nerede kullanacağımızı, ve hangi programı nerede tatbik edece-ğimizi, bilmemiz gerekmektedir. Bu nefsî emmâre kutru aşılmadıktan sonra, kişi âbid de olsa, zâhid de olsa, sevab kazanır, ancak Allah’ı kazanamaz, kendini kazanamaz. Cennet ehli olur tabî, cennete gitmek isteyen de buyursun gitsin, bizim talebimiz ise “bana Seni gerek Seni” olmalıdır ki gerçek

Page 18: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

17

olan talep dahi budur. Diğerleri farkında olmadan, şuur altında nefsî taleplerdir. Bunların hepsi iyi niyet ile yapılır ayrı konudur; ancak iyi niyet başka şeydir gerçekler başka şeydir.

İşte bu şekilde kendi hakîkatimizi idrak etmeye çalıştıkça, bizde cennet arzusu da düşer, cehennem korkusu da düşer. Bu ikisinden, nefsî benliğe bağlı olan şeyler olduğu için kurtulur. Nefsî benliğin hükmü ortadan kalktıktan sonra, zâten üzerimizde bunların muhatabı kalmaz. Hedefimiz Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın ne cennetidir ne de cehennemidir, hedefimiz Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın zâtıdır. Cennet ve cehhennem Cenâb-ı Hakk (c.c)’ın isimleri ve sıfatlarıdır, oysa bizler gerçek mâ’nâ da insanlık hakîkatini taşıyor isek, bize zâtı lâzımdır.

İşte fenâfillâh mertebesinde Hakk’ın cezbelenmesi içerisinde, hayatını sürdüren kişinin, kendine âit bir varlığı kalmaz. İddiası da kalmaz, çünkü iddia, kendine âit bir varlığı olduğunu kabûl edendedir, yok olanın ise, ne varlığından ne de yokluğundan haberi olmaz. Onda bütün fiilleri işleyen Hakk’tır. Buraya ulaşmak için ise bir hayli çalışma, ibâdetler, zikirler yâni nafile hükmünde olan çalışmalar gereklidir, yoksa sadece farzları yerine getirmek, buraya ulaşmaya yetmez. Farzlar tabi ki çok yüksek hallerdir, ancak des-teklenmesi gerekmektedir. Buna da (kurb’u nevâfil) denilmek-tedir, kişinin kendi iç bünyesinde oluşan, velâyet mertebesidir ki, dışa dönük değildir.

Meselâ Hızır (a.s.) bu şekilde velâyete sahip idi, ancak ne zaman Mûsâ (a.s.) ile ilgilenmeye başladı, onun velâyeti velâyet-i zâhireye dönüştü. Mûsâ (a.s.) ise orada bâkâya geçmiş oldu ki, onun orada anlatılan üç hikâye hali, nübüvvet halidir, risâlet hali değildir, beraber geçirdikleri haller ise her ikisinin de nübüvvet halleridir. Hızır (a.s:)’dan Mûsâ (a.s.) ile bulunduğu zaman, ancak haber alıyoruz, diğer hallerinden bize haber yoktur, dikkat edersek. Hızır (a.s.) bu hâdiseler ile bize haber verdiğinden kendisi haber verici anlamında (Nebî)dir, bunun dışındaki yaşantılarında ise (velî) dir. Kendi halinde Hakk’ta fâni olarak yaşadığı hallerde, kendisi olmadığından dolayı, bir haber çıkmaz. Hızır zâten hâzır demektir yâni “Allah’ın binbir ismi vardır, bir ismi Hızır, Allah’ı nerede çağırır isen orada hâzır” demek sûretiyle Hızır’da var olan Hakk’ın kendisidir.

Efendimiz (s.a.v) Hakk’ta fâni olan bir kimsenin halini belirtmek için hadîs-i kûds-î de şöyle buyurmuşlardır, “(Farzlardan sonra) Kulum bana nafile ibâdetlerle durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim. Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.” İşte burada artık kul yoktur, kul olarak gözüken bir varlık vardır, ancak onun bütün fiillerini yapan Cenâb-ı Hakk (c.c)’tır. İşte bu şekilde kurbu nevâfil, kulun üzerinde Allah’ın faaliyeti olmaktadır.

Page 19: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

18

Nefsî ve izâfi benliğini bilemeyen kişilerin burada belirtilen mertebeye gelmeleri mümkün değildir. Burası bir mertebedir ve Cenâb-ı Hakk (c.c.) dilerse onu orada bırakır. Bu şekilde kalanlar sürekli bu hal içerisinde kendi âlemlerinde yaşarlar ve bir kenara çekilerek, halk içinden fazla dolaşmadan, dünyâ ile fazla meşgul olmazlar. Bu mertebede olan kişilerin bâzıları zaman zaman ibâdetlerinden âciz kalırlar, yapamazlar çünkü ortada kendileri olmadığı için irâdeleri de kalmadığından yapamazlar, oysa onu dışarıdan gören halk onları ibâdeti terk etti zanneder. Ancak burada “Dur! Rabb’ın namazda!” hükmü gereğince Rabb’ları onların vekilleri olmakta ve onların bütün görevlerini kendisi almaktadır. Bu nedenle görevlerini yerine getiremeseler dahi, günah yazılmaz. Îsâ (a.s) şu anda göğe çekilmiş halde bu mertebededir ve dünyâdaki ömrü henüz bitmiş değildir, dünyâya geri döndükten sonra bâkâbillah olarak gelecek ve ömrünü dünyâ da tamamlayıp vefât edecektir.

Bir de Cenâb-ı Hakk (c.c) dilerse bu mertebeye ulaşmış kişilerden bâzılarını, kendi zâtında mevcut olan İlâh-î hakîkatleri ortaya çıkarmak sûretiyle ve yeni bir teçhizât ile ve kurgu ile tekrar halkın arasına gönderir. Bu haldeki kişiyi tanımak da mümkün olmaz çünkü aynen işin başındaki şerîat mertebesinde yaşadığı gibi o kişi yaşar. Sûreten bu şekilde olan kişinin artık iç düşüncesi bambaşkadır, ve bu hale bürünme denir. Bunun sebebi de halkın onu kendisinden zannederek vereceği nasihatları kabûl etmeleri içindir.

-------------------

Kayıttaki sohbetin ikinci bölümü.

Şimdi üçüncü aşama olan İlâh-î benlikten bahsedelim. Bizim İlâh-î ma’nâdaki gerçek kimliğimizin-hakîkatimizin aslı a’yânı sâbite olarak belirtilen, kazâ ve kader hükmü ile de ifâde edilen kimliktir. Bilindiği gibi a’yânı sâbite denilen, ve kazâ yönüyle de toplu olarak belirtilen programımızın, iki yönü vardır. Birincisi mutlak kazâ yani değiştirilmez olan hükümlerdir, diğeri ise muallak kazâ ve kader olarak bize bırakılan sahadır. Âhirette “Kitabını oku!” (17/14) hükmüyle bize verilecek olanlarda bu şekilde yapraklarını doldurduklarımız olacak ve “Bugün de bunların karşılığını göreceksiniz” denilecektir. Bu ifâdelere göre a’yânı sâbite ne demektir, şimdi ona bakalım. A’yânı sâbite, sâbit olan gerçek kimlik bilgisi, yani kişinin programı demektir. Diğer bir ifâde ile “ayn” kaynak ma’nâsına alındığında, saf, berrâk ilk kaynak demektir. A’yân, kişinin açık olarak beyân edilmiş, olan net programı demektir. İşte Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın bize ilk verdiği program bu programdır ve bu program ezeli bir programdır. Bu şekilde her birerlerimizin (a’yân-ı sâbite) denilen programı Allah’ın ilm-i İlâhîyyesinde ezeli olarak vardır. Çünkü hiçbir varlık rastgele halk edilmiş değildir.

Page 20: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

19

“A’yân-ı sâbite mec’ul değildir.” (Fü-Hi-Mu)

İşte belirtilen bu ibâre insanın kendisini tanıması ve yüceliğini idrâk etmesi açısından, Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın o kulum ve habîbim dediği insan, ve İnsân-ı kâmile verdiği değeri göstermesi bakımın dan muazzam bir ibâredir. İşte her birerlerimiz bu değerdeyiz, Allah’ın indinde ırk ve cinsiyyet yoktur, sadece ilim yönüyle O’na yaklaşmak ve idrâk etmek vardır. Bu şekilde kişi varlığı gerçek sahibine aktardıktan sonra O’nun da tekrar kulum, habîbim dediği mertebesine vereceği hakîkatler vardır. “A’yân-ı sâbite, isimle-rin ilmi sûretlerinden ibâret olduklarından, hâricî vücutları yoktur” (Fü-Hi-Mu)

Yâni daha zûhura gelmemişlerdir. Bu hal her birimizin kendi beyninde olan ve kimsenin bilmediği hale benzer. Bizim kendi beynimizde olan program henüz zuhûra çıkmadığı için, hâriçte vücûdu yoktur, ve zâtımızın ta kendisidir. Ve bu ifâde üzere a’yân-ı sâbite halk edilmemiş olup Hakk olarak vardır.

“Oysa “ca’l” tesir edicinin te’sîrinden ibârettir.” (Fü-Hi-Mu)

Yâni bir şeyin sûret bulması için ona bir te’sir yani yaptırıcı bir güç gereklidir. “Bunlar ise te’sir ve etkiyi kabul mahalli olmadık-larından mec’uliyetleri söz konusu olamaz; yanî bunlar “yapılarak” vücûda getirilmiş şeyler değildir.” Bunlar ancak zuhûra geldiği zaman mahlûk hükümünü alırlar. Allah’ın zâtında olduklarından Hâlik hükmündedirler. Herbirerlerimizin a’yân-ı sâbiteleri bizleri halk ederek sûretlerimizi mahlûk etmektedirler. Bu nedenle işte “insan hakîkat-i İlâh-îyye üzere mahlûktur” denilmektedir.

İlâh-î benlik denilen yer burasıdır ve izâfi ve nefsi benlik bundan sonra meydana gelmektedir. Bizler ise cehlimizden dolayı, hakîkatimizi idrâk edemediğimizden kendimizi beşer olarak zannediyoruz ve İlâh-î varlığımız bizde “gizli hazine” olarak kalıyor. Ve a’yân-ı sâbite sonradan bir takım bilgiler ile yapılmış şeyler olmayıp kendi özüdür.

“Çünkü zâti şuunattan ibârettirler. Ve bu işler zât’ın gerektirmesidir, ve zât ile berâber kadîmdir; ve zâti şuunat bir yapıcının yapması ile yapılarak mevcût olmadıkları gibi, bir te’sir edicinin te’sîri altında da değildirler. Mademki vücûdun zât’ı mevcûttur, elbette onlar da O’nunla berâber mevcûttur.”

Yani zât mertebesinde zâtı ile mevcutturlar.

“Örnek: İnsanda gülme ve ağlama gibi bir çok işler vardır. İnsan gülmediği ve ağlamadığı zamanlar, bu şe’nler bi’l-kuvve olarak mevcût ve bi’l-fiil yoktur. Ağlaması ve gülmesi, fiilen zuhûr ettiği zaman bu zuhûr, irâdesi ve yapılışı ve te’sîri ile olmaz; belki zâti gereklilik olarak iradesiz ve yapılmaksızın ve te’sîrsiz

Page 21: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

20

gerçekleşir. Yanî insân, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel, gülmeğe ve ağlamaya hazırlanmaz ve gülme ve ağlama işler olmaları itibârıyla insâni mânâda birlikte iseler de, zuhûrda bir dîğerinden ayrılırlar. Çünkü gülme, ağlamanın aynı değildir. Şimdi bunlar, insânın şahsında mevcût ve fiilen yok iken, bu yok olan şe’nlerin mevcût şahıs üzerinde te’sîrleri görülür.

Bundan dolayı mevcût şahıs bunların te’sîri ile gözüktüğünde, yanî güldüğünde ve ağladığında, bu şe’nler de, fiilen mevcût olurlar; ve onların mevcudiyyetleri mevcût şahısa bağlı olarak olur. Ve mâdemki insânın şahsı mevcûttur, elbette bu şe’nler de onunla berâber bi’l-kuvve olarak mevcûtturlar; ve bir sebep altında da zâtî gereklilik olarak, iradesiz ve yapılmadan ve te’sîrsiz, fiilen zâhir olurlar. İşte bunun gibi hakîkî mevcut olan ulûhiyyet zât’ında fiilen yok olan şuunatın te’sîri ile, Allah’ın zâtı bu şe’nleri dolayısıyla tecelli eder. Çünkü a’yân-ı sâbite zuhûrun illeti yâni sebebi ve Allah’ın zâtı ise, onların ma’lûlu yâni sonucudur. Ve illetin ma’lûl üzerinde te’sîrini reddetmek ve kabul etmemek mümkün değildir.

Bu te’sîr ve te’sîr alan ve illiyet yânî sebep oluş ve ma’lûliyyet yânî sonuç oluş meseleleri, vâhid yâni bir olan Hakk’ın vücudunun zâti bağıntılarından ibâret olup meydanda bir başkası bulunmadı-ğından, ulûhiyyet şanına yakışmayacak bir hüküm türü olarak anlaşılamaz.” (Fü-Hi-Mu)

İşte her birerlerimizin yaşı, Âdem a.s ile başlamaktadır, hatta ilm-i İlâhîyye de daha ezeli de vardır ancak zuhûr hâlimiz Âdem a.s iledir. Sûretimiz i’tibâriyle ise her birerlerimiz dünyâya gelip yaşadığı tarihler arasında zuhûrdadır. Bu zuhûr ise sadece bedeni-mizin sûret zuhûr süresidir. Ancak âhiretteki ceza ve mükâfatlan-dırma buradaki yaşamda yaptığımız ameller üzerine binâ edilmek-tedir. A’yân-ı sâbitemize bir yönden bakıldığında (emr-i iradi) hükmündedir, yani Allah’ın iradesinin işidir. (Emr-i teklifi) bölümü ise bize bırakılan sahadır. Peygamberler yoluyla bildirilen emir ve yasakları bize verilen program dahilinde uygulayabiliyor isek cennet ehli ve Hakk ehli olmaktayız, eğer uygulayamaz isek cehennem ehli, ve gayr hükmü ile, hayatımızı sürdürüp, âhirette karşılığını almış olmaktayız.

-------------------

Genelde böyle bir girişten sonra, kazâ ve kaderin oluşumu yani, cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerinde kurduğu, bu sistemin özelliğine ve hakikatine geçelim. Bundan daha evvel okunması gereken a’yân-ı sâbite hakikatleridir ama mevzu biraz ağır olduğundan biz onların bir aşama sonrası kaza ve kadere bakalım, vaktimiz kalırsa a’yân-ı sâbitenin mahluk mu halik mi? yani var edilmiş mi yoksa asalati ile var mı? özelliğine geçeriz inşeallah. Fusus-ul Hikem tercüme şerhi Ahmed Avni Konuk’un ve Marmara Üniversitesindeki hocaların

Page 22: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

21

yaptıkları çeviri mukaddimede 21. Sayfada beşinci vasıl kaza ve kader.

-------------------

“A’yân-ı sâbite, iktiza-i zâtileri olan isti’dad ve kabiliyetleri dairesinde Hak’tan zuhuru taleb ederler. Bu taleb lafzi değil, halidir.”

Şimdi kazâ ve Kader dediğimiz ilmin daha açılmamış haline “kazâ” denmiş, kadı ve kazâ, âmir hüküm, şimdiki hâkim dedikleridir. Hâkim olan âmir hüküm manâsınadır. Oda bir programdır, ayrıca bir ilimdir. Bu kazâ denilen programın ismine a’yân-ı sâbite diyorlar. Yani açık olan program, sabit ve açık olan program demektir. Ayrı bir ifade ile aynı olan program yani kişinin kişiliğinin aynısı veya aynası olan program, veya programının toplu halde bulunduğu bir özelliktir. Yani ilim manzümesi program yani diğer şekliyle kanundur.

A’yân-ı sâbite, iktiza-i zâtileri olan, yani a’yân-ı sâbitenin zât-i gerekliliği olan istidat ve kabiliyetleridir. Şimdi Cenâb-ı Hakk bir kişi için bir program uyguladı, düzenledi bu program faaliyet sahasına çıkmaya hazırlanan bir varlığın programıdır. Nasıl ki Japonlar bir robot yapmışlardı, insan benzeri onun evvelâ bir programı var, bir beyni var işte o beyinde o robotun kabiliyetleri programlandı. O kabiliyet ve istidatları olmasa o robot yürüyemez, konuşamaz hesap yapamaz, hiçbir şey yapamaz. İşte bu teknolo-jinin getirdiği televizyonlar, sadece kalıp halinde ruhsuzdur, ne zaman cereyan veriliyor, hayatiyet buluyor, hayatiyet bulduğunda da, bize istidat ve kabiliyetlerini gösteriyor. Ondan daha fazla bir şey beklemek mümkün değildir. Siyah beyaz tv lerin kabiliyeti ile renkli tv lerin kabiliyetleri farklıdır, ayrıca LCD ve HD ve 4K tv lerin istidat ve kabiliyetleri daha farklıdır.

İşte her kazânın programın, bir istidat ve kabiliyeti vardır. İşte bu istidat ve kabiliyeti dairesinde Hakk’tan zuıhur taleb ederler. Şimdi program yapıldı, o program kendi istidatı üzerine bu kabiliyetini faaliyete geçirecek, onda o enerji var onda o program da var, peki bu faaliyeti ortaya getirmek için, Hakk’tan zuhurlarını taleb etmektedirler. O program diyor ki “ya rabbi madem ki beni böyle kurguladın, o zaman beni zuhura çıkar, kendimi bâtın âleminde gösteremiyorum der,” zuhur taleb ederler, bu talep lâfzi değil halidir. Daha henüz orada beden varlığı beden makinesi Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelam, Semi, Basar subuti sıfatları faaliyete geçmediğinden fiziki beşeri yani zuhur lisanıyla değil özünde bulunan hal lisanıyla bunu taleb eder.

Bir müdür var diyelim genel müdür, baktılar ki işler artış gösteriyor, başka yerlere de şubeler açalım der aynı şirket, önce bunun araştırmasını yapıp programını yapıyorlar, yerlerini tesbit ediyorlar, neler koyacaklarını tesbit ediyorlar. İşte o tesbit o bilgi

Page 23: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

22

onların a’yân-ı sâbiteleridir. Yani zuhur bekleyen kaderleridir. Ama henüz daha program olaraktır, gizlidir, açığa çıkmış değildir. Bu programa birer de müdür tayin ediyorlardır, yani hangi şehire ne yapacaklarsa, oraya da bir müdür tayin ediyorlar, bu müdür bir müddet bekliyor, istihkak olmadığı için bir şey yapamıyor, sonra merkeze telefon ediyor, yahut haber gönderiyor, diyor ki; bana bu görevi verdiniz ama bu görevi yapmak için evvela bir arsa lâzım, bina lâzım araba lazım, bilgisayar lâzım, malzeme lâzım her şey lâzım, diye özelliğine göre, yani bu onların istidadıdır, bana bunu verin diye taleb ediyor, bu onun hakkıdır, bunlar verilmezse görev yapamayacak, eğer bir program varsa, uygulanacaksa, o progra-mın gereği olan ekipmanı o müdüre tabii olarak verilmesi gerekiyor, işte o müdür onu kendiliğinden istemiyor, kendisine verilen görevin gereği olarak istiyor, nefsinden istemiyor. Olması lâzım geldiği için istiyor.

Cenâb-ı Hakk o kadar güzel şeyler ortaya getirmiş ki, işte büyüklerimiz Allah onlardan razı olsun, bunu o kadar güzel izah etmişler ki, sanki adeta bizleri de yaşatıyorlar, hayali olarak değil, yani yukarıda Allah var şunu bana ver onu bana ver değil zâten din bu değildir. Kabiliyetleri dairesinde Hakk’tan zuhuru taleb ederler. Yani o müdür diyor ki ben fabrika kuracağım, beni sen görevlen-dirdin o halde bana malzememi ver diyor. İşte bunu istemek kendinden değildir, görevi dolayısıyla bunu istiyor ve bu istemesi onun hakkıdır, işte bunlar da Hakk’tan zuhurlarını taleb ederler yani a’yân-ı sâbite istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkarabilmek için zuhur taleb ederler. Yani varlık taleb ederler. Buradaki varlık benlik ma’nâsına değil, kendindeki Esmâ-ı İlâhiyeyi zuhura getirme ma’nâsındadır, işte bu talebleri de lâfzi değil halidir. Çünkü orada daha henüz lâfız mertebesi yoktur hal mertebesi vardır.

Mesneviden tercüme: “Biz yok idik ve bizim takâzâmız dahi yok idi senin lütfun bizim nâ-güftemizi işitir idi.”

Biz yok idik, bakın Mevlânâ Hzleri, bizden kasıt varlıklar, yani program dahilinde olan kazâ hükmü a’yân-ı sâbite hükmünde olan bizler yok idik ve bizim takazamız dahi yok idi. Yani biz alacaklı dahi değildik. Hakk’tan alacaklı değildik. Senin lütfun bizim söylediklerimizi işitir idi. Söylemediklerimizi de işitir idi. Bakın ne kadar kibar söylüyor. Şimdi a’yân-ı sâbitenin programı, Hakk’ın indinde sükunet ile duruyor. Her ne kadar duruyor gibi görünüyorsa da program gereği a’yân-ı sâbite Hakk’tan talebini istiyor. İşte bu sessiz sözsüz, sözlerimizi sen işitiyordun diyor, konuşmadığı halde işitiyordu, neden çünkü o programı yapan zâten O talebi de veren O, O hali de geliştiren O’dur. Bu talep lâfzi değil halidir. Biz yok idik ve bizden alacaklı dahi yok idi, yani senden alacaklı kimse dahi yok idi. Senin lütfun bizim söylemediklerimizi işitir idi.

Page 24: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

23

Bu talep yaşamak için bakın balığın vücudu su ve insanın vücudu, güzel havayı talep etmek gibidir. Cenâb-ı Hakk balığı halk etmişse, yaşayabilmesi için lâzım olan su, en azından belirli bir derinliği, belirli bir genişliği haliyle talep etmektedir, ya rabbi sen beni zuhura getirdin ama, ben toprak üstünde yaşayamam, hal diliyle bana su ver, ver diyor, yaşayabilmesi için. Lisanen bunu söylemiyor hal diliyle söylüyor. İşte insanın varlığı, insanın vücudu da ya rabbi sen beni halk ettin ama, yaşamam için havaya ihtiyacım var, bana hava ver, talebinde bulunuyor, ama biz farkında olmadan bu talepte bulunuyoruz, daha doğrusu. Bunun daha açık ifadesi ağzımızı burnumuzu teneffüs yollarımızı azıcık kapatalım, Cenâb-ı Hakk’tan istediğimiz acilen, en acil en zaruri olarak ne istiyoruz, hava istiyoruz.

Ama bunu “yarabbi hava ver” diye söylemiyoruz, ama en şiddetli istediğimiz hayat vesilemiz olan havayı taleb ediyoruz, ne ile hal lisanımız ile. Bakın başımızdan öyle hadiseler geçiyor ki nelerin ne olduğunun farkında bile olmadan, tam ilâhi hakikatleri tasavvuf halini yaşıyoruz, ama dile getiremiyoruz. Bu talep yaşamak için balığın vücûdu su, ve insanın vücûdu temiz havayı talep etmek gibidir, zira onların istidat ve kabiliyetleri vücûdiyeleri böyledir. Yani balığın istidadı suda yüzmek, insanın istidadı da havada yüzmektir. Balık yatay olarak yüzer, bizler de dikey olarak yüzmekteyiz, çünkü etrafımızı kuşatan havanın aslı zâten sudur. Ama balığın kullandığı su yoğunlaşmış koyu bir su, bizim kullandı-ğımız daha lâtif buhar hükmünde olan bir su (hava) dır.

İşte her bir ayn Zat-ı Uluhiyetten böyle iktiza-i zatiyesine göre tecelli talebinde bulundu, işte her bir a’yân-ı sâbite yani kazâ, hüküm, program uluhiyetten yani Allah’lık mertebesinden böyle iktiza-ı zatiyesine göre zâtının gerektirdiği şekilde yani her a’yân-ı sâbitenin zâtının gerektirdiği, yani hususiyetinin gerektirdiği şekline göre tecelli talebinde bulundu, yani balık, balık şeklinde ve su içinde su talebinde, su içinde zuhura çıkma talebinde bulundu, insan bu beden varlığında atmosfer denilen, hava deryasının içinde çıkmayı diledi, onların istidat ve kabiliyetleri malum-u ilâhi olduğundan taleplerini yerine getirme maluliyetleri dairesinde tekvinlerini murad eyledi. Yani kendi programları özelliği içerisinde yani o dairede var olmalarını murad eyledi.

Yani Cenâb-ı Hakk bir program halk etti, o program hangi tabiat ortamında hayatiyet bulacaksa özünden o programın hayat bulacağı mahalli talep etti ki yaşayabilsin ortaya çıkabilsin ve kendindeki istidat ve kabiliyetlerini zuhura çıkarabilsin diye. Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ilmi de malum olan ayan-ı sabiteye tabi oldu. Balığın zuhura getirilmesi için bir irade gerekmektedir, ama iradenin tecelli etmesi için bir ilim gerekmektedir ki o ilim o irade ile zuhura gelsin, sadece irade olmuş program yoksa ne çıkacak, sadece ilim olsa irade yoksa o ilim nasıl tahakkuk edecek,

Page 25: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

24

o halde Hakk’ın iradesi ilmine tabi oldu, ilmi de malum olan a’yân-ı sâbiteye tabi oldu. A’yân-ı sâbite program olduğunda malum oldu yani bilinen şey oldu, program olarak bilinen şey oldu, ama programın muhtevasını bilmiyoruz. A’yân-ı sâbitenin bir program olduğunu biliyoruz, ama her kişinin a’yân-ı sâbitesinin programının içindeki mahiyetini bilemiyoruz.

Peki nasıl biliyoruz, zuhura çıktığı zaman tahakkuk, ettiği zaman. İşte her bir günümüz bizim hatta kısaltalım her saatimiz, hatta dakikamız ve saniyemiz, o a’yân-ı sâbite programı içerisinde, kader hükmü ile, peyder pey zuhura çıkmaktadır. Şu anda görün-tülerin hepsi, görüntülerimizin hepsi, a’yân-ı sâbitelerimizin gereği olduğundan, görüntüden geriye dönerek a’yân-ı sâbitelerimizi müşahede etmiş oluyoruz. Yani gizlide olan a’yân-ı sâbite programlarımız, bizi böylece programladığını, hepimiz aynı asli program üzere olmakla birlikte, her birerlerimizin ayrı birer özelliği olmasından, hiçbir program birbirine benzememektedir. Asli olarak sistem olarak ayni, ama zuhur tecelli itibariyle bütün programlar birbirinden ayrıdır. Kişi aynaya baktığı zaman kendi a’yân-ı sâbitesinin kendi hali olduğu, olduğunu kolayca görmektedir, nereye kadar yaşadığı ana kadar, ama bir saniye sonrasının a’yân-ı sâbitesini kaderinin o bölümünü bilememektedir.

Bildiğimiz şey, a’yân-ı sâbitemizin sistem olarak, bizi program-ladığı şekilde, zuhura çıkmamız, ama bunun safahatı yaşanan süreler içerisinde, son nefesimizi verdiğimiz ana kadar, bizim a’yân-ı sâbitemiz devam etmektedir. Bakın dünyada bir a’yân-ı sâbitemiz var o a’yân-ı sâbitemizdeki program safhaları yani kader, miktar miktar sona geldiği zaman öldü diyoruz, dünya bitti diyoruz. İşte ahiret yaşantımızın da bir a’yân-ı sabitesi var, mutlak bir genişliği var, orada da kaza var orada da kader var ama dünyadaki gibi değildir. Kader burada miktar, orada da yaşanacak süreler vardır, bu süre de sona gelip tükendiğinde, o kapanmış oluyor. Ama bu süre çok uzun bir süre olduğundan, zâhir ehline kolay anlaşılması için, orası ebedi diye ifadesi kullanılıyor.

Böylece Hakk’ın iradesi ilmine ve ilmi de malum olan a’yân-ı sâbiteye tabi oldu. Şimdi onların bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Yani ilâhi hüküm, ilâhi kazadır. İşte kazanın tasavvufi ma’nâ da en güzel izahı bu şekildedir. Yani kazâ o varlıkların yani zuhura gelecek varlıkların bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarına Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Bu kaza hükmü külli icmalidir. Yani toplu bir hüküm içerisindedir. Bu kazâ yani bu program hükm-ü külli icmali, cem olan bir hüküm külli bir hükümdür. İktizat-i zatileri üzerine Zeyd’in ilmine ve sadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm idi. Fakat bu hükümde cebir yoktur. Çünkü cebir ikilik gerektirir. Bir cabir olacak bir de onu yapmak için mecbur olacak.

Page 26: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

25

Zeyd’in ilmine ve saadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm gibi fakat bu hükümde cebir yoktur, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermiştir. Şimdi a’yân-ı sâbite “ceal” mi değil mi yani halk edilmiş mi halk edilmemiş mi diye bir mevzu vardı. Şimdi özetle söyleyelim a’yân-ı sâbiteler yani kazâ yönüyle hüküm Allah’ın Zât’ında var olduğundan, yani Zât’i hususiyet olduğundan Zât’i gereklilik olduğundan “mec’ul “ değildir. Yani a’yân-ı sâbiteler sonradan var olmuş değillerdir. Allah’ın varlığı ile vardırlar, her birerlerimizin programları böyledir. Ceal edilmemiş-lerdir, “ceal” dilemek, kılmak, zuhura getirmek sonradan var olma gibi hükümler ile bilinmektedir. Ama tefsirlere baktığımız zaman bunu “yaratma” olarak basitçe kolayca ifade ederler ama çok yanlış bir ma’nâdır.

Her zaman dediğimiz gibi, şeriat ve tarikat mertebesinde bu kullanılabilir, mazur görülebilir, çünkü orada ikilik vardır, ama Hakikat ve Marifet mertebesinde olanlar bu “yaratma” kelimesini kullanamazlar. Yani a’yân-ı sâbiteler; halk edilmiş programlar değildir. Allah’ın Zât’ında Zât’ıyla birlikte olan programlardır. O halde bakın, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermişlerdir. Yani Zeyd’in ilmine ve saadetine, Amr’ın cehline ve şekavetine, yani Zeyd’in âlim olmasına, Amr’ın da câhil olmasına a’yân-ı sâbite, kendi kendi üzerine bu hükmü vermiştir. Bu hükmü Allah vermemiştir, burası çok ince bir konudur, anlaşılması da biraz zordur, olsun biz yine belirtelim de, sonra kişiler tefekkür etmek suretiyle kendi kendilerine bunun yorumunu yaparlar.

Böylece daha önce de söylendiği gibi bu hususta cebir yoktur, yani a’yân-ı sâbite hakikat-ı ilâhiyeye dayandığından, hakikat-ı ilâhiye de mahluk olmadığından, yani var edilmemiş olduğundan, bunlar program olarak Allah’ın varlığında var olan bir programdır. Bu hüküm a’yân-ı sâbiteleri kendileri üzerine vermişlerdir. Yani Zeyd’in âlim olması Amr’ın câhil olmasını Allah vermemiş, kendi programlarının böyle olması taleb etmiştir, yani kendi programları bunu taleb etmiştir. Yani Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı sâbiteleri mahluk değildir, Hakk’ın indinde, Hakk’ın Zât’ında olan bir programdır, dolayısıyla mahluk değildir. Zeyd’in ve Amr’ın a’yân-ı sâbitesi hâlik, halk edici, o halde birisi “Mudil” isminin zuhuru, birisi “Hâdi” isminin zuhuru ise, Allah bunlara sen Mudil olacaksın sen Hâdi olacaksın dememiştir, a’yân-ı sâbitenin programı ne ise program neyi taleb etmişse, yani Amr kendi, kendi üzerine mudil-liği istemiştir. Zeyd de kendi kendi üzerine Arifliği irfaniyeti iste-miştir, Allah vermiş değildir. Burası çok hassas bir konu ama bilemiyorum anlaşılabiliyor mu?

Bu konu oldukça zor bir konudur, işte zor olduğundan, gerçi izah edildiğinde kolaylaşıyor, ama gene de anlaşılması zor olduğundan, bu kader bahsinden ihtilâflar meydana geliyor, bu hakikati her gurup bilemediği, sadece dışarıdan baktığındandır.

Page 27: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

26

Yani alttan beşer aklıyla akl-ı cüz ile baktığından, akl-ı kül ile kurgulanan bir şeyi ihata etmesi anlaması zor olmaktadır. Anlaşılabilmesi için akl-ı külden anlatılması, lâzım ki o açıklığı ile anlaşılabilsin.

Tekrar edersek, her birerlerimizin bir programlarımız vardır, bunun ismine kazâ diyorlar ilmi mahiyette ama hakikati itibariyle diğer ismi de a’yân-ı sâbite yani sâbit olan bizim programla-rımızdır. İşte bu sâbit olan programlarımız Cenâb-ı Hakk’ın zât’ında var olduğundan mahluk değildir. Yani Hakk’ın varlığından ayrı bir program değildir, dolayısıyla bu programlar, belirli isimlerle donan-mışlar, o isimler de Hakk’ın isimleri her bir isme göre her bir a’yân-ı sâbite bir istidat kazanmış, dünyaya zuhura geldiği zaman da, bu istidadını kabiliyete dönüştürerek, istidadını zuhura çıkarmaya başlıyor. İşte o zaman Amr’ın istidadı, ilâhi mertebedeki istidadı Mudil ismi ağırlıklı olduğundan, Mudil’i kendisi talep etmektedir, Allah onu Mudil etmemektedir. Ama diğerinin istidat ve kabiliyeti programı, kazâsı yani hükmü “Hâdi” ismi ağırlıklı kurulduğundan onun hidayeti talep etmesi Allah’tan değil yine kendindendir. Yani sorumluluk kulun kendinden, zuhurun mahallinin kendinden zuhura çıkmaktadır.

Onun için Allah Cebbar değildir, mutlaka sen Hâdi olacaksın, sen Mudil olacaksın diye bir emri yoktur. Program vardır, bu program da ceal edilmiş değildir, Allah’ın varlığında zât’ında olan bir programdır, o programın gereği ne ise o program istidadı ve kabiliyeti itibariyle o özelliği talep etmektedir. İşte balık yaşaması için suyu talep ediyor, semender de ateşi talep ediyor, ateş böceği ışığı talep ediyor, özünde olanları talep ediyorlar yoksa Allah onlara böyle olacaksın demiyor. A’yân-ı sâbitedeki kurgusu ne ise onu talep ediyor, onu yapması da onun ibadeti oluyor, kulluğu oluyor. Tabi bunu söyleyince bir sürü sorular gelir aklımıza, cennet nerede, cehennem nerede diye, onlar da ayrı konudur. Sadece bilelim geçelim.

Yani a’yân-ı sâbite kendileri, kendi üzerlerine hüküm vermişlerdir. Zeyd’in a’yân-ı sâbitesi ne ise, Hakk’tan onu taleb etmiş, Amr’ın a’yân-ı sâbitesi ne ise Hakk’tan onu talep etmiştir. Hakk da onları vermiştir, kendi talepleri istikametinde, Allah dememiştir, bunları böyle yapacaksınız diye. Hakk bidayeten mahkum-un aleyhdir. Yani her bir a’yân-ı sâbitede kendi kabiliyet-i zâtiyesini gösterip Hakk’a demiştir ki “ey zîatâ benim hakkımda hükm-ü saadeti ver ve beni bu hüküm dairesinde izhar et.

بسم الله الرمحن الرحيم Bu bölüm a’yân-ı sâbite hakkında yine Fusus-ül Hikem’in

Mukaddimesinden sayfa 17 den devam ediyor.

Page 28: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

27

A’yân-ı sâbite suver-i ilmiye-i esmaiyeden ibaret olduklarında vücud-u haricileri yoktur. Yani Allah’ın isimlerinin, Esma-ı İlâhiyesinin ilmi suretleri olduğundan maddi ma’nâda bir sureti şekli olmadığından yani zuhura çıkmadığından vücud-u haricileri yoktur, yani hariçte bir varlıkları yoktur. Halbuki ceal müessirin tesirinden ibarettir. Bakın bu cümleyi yazarsanız iyi olur. Bu hoş bir açıklamadır, yerli yerince bir açıklamadır. Yani a’yân-ı sâbite mec’ul değildir demişti ya, ceal kelimesi genel tefsirlere bakıldığında “yaratma hükmüyle belirtilir, halbuki bu yaratma değil zuhur ve tecelli” ma’nâ’sına olmaktadır. Ceal müessirin tesirinden ibarettir. Yani kazmayı çapayı yere vuran kişinin nasıl o toprağın parçasını oradan koparmışsa, onun orada bir tesiri vardır. Yani vurma çapalama, kopartma orayı açma, eşeleme ile orada bir tesir vardır.

İşte bu çapalamayı yapmak için de, bir program bir düşüncesi bir muradı vardır, bir isteği vardır. İşte “ceal “ bu demektir. Yani bir yerde bir oluşumu meydana getirmek için düşünülen arzu edilen şeyin tatbikatı “ceal” dir, yani zuhura çıkarmaktır. İşte bu iş müessirin tesirinden ibarettir, çapayı vuran kişi orada çapalayarak oraya bir tesir vermektedir, yani orayı hükmü altına almaktadır, işte orasını ne için çapalıyor,? ya fidan dikecek, ya toprağı yeşerte-cek, veya orada istenmeyen otlar varsa, onları temizleyecek yani o fiili yapmakta bir program var, bir murad var, o fiili yapacak olan kişi müessir, yani tesir edici hâkim unsurdur, ayrıca müessirin oradaki tesiridir.

Bunlar ise mahalli tesir ve infial olmadıklarından mec’uliyetleri mevzubais değildir. Yani a’yân-ı sâbitelerimiz üzerinde böyle bir tesir vâki olmadığından a’yân-ı sâbiteler daha henüz zuhura çıkmış değildirler. Yani Allah’ın varlığında Allah’ın varlığı ile var olan programlardır. İşte her birerlerimizin aslı, bakın Allah’ın varlığın-daki varlıklarımıza dayanmaktadır. Yani her birerlerimizin biraz daha ileriye giderek söyleyelim ama yerimizi de bilelim, bir bakıma insan oğlu Allah’ın indinde, Uluhiyet mertebesinde programı vardır, bir bakıma da en aşağıda, zuhurda abdiyet mertebesi vardır. Yani insan en edna, en düşük mertebe ile, en yüksek mertebeyi bünyesinde bulundurmaktadır. O geniş imkânlarla a’yân-ı sâbitesi, programı kurulmuş olan, her birerlerimiz bir insanız.

İşte bu hakikatleri ne kadar idrak edersek, kendimizi o kadar güzel ve rabbımızı da o şekilde iyi olarak tanımış değerlendirmiş oluruz, ancak Allah’ın yanındaki yerimize bakarak, sadece kendimi-zi çok yukarılarda görmeyip, ama aşağıdaki süfli yerimize bakarak da, kendimizi çok aşağılarda, basit işe yaramaz varlıklar olarak da görmemek, her ikisini birlikte yaşayarak, gerektiğinde en düşük basit bir insan olarak, ama gerektiğinde en âlâ en asil bir insan olarak, hayatımızı sürdürmeliyiz, tevhid yaşamının aslı yani gerçek hali budur. Hani tevhid birleme diyorlar ya, işte insan oğlu kendisindeki o süfli nefsaniyeti ile birlikte ilâhi hakikatlerini birlikte

Page 29: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

28

yaşaması tevhit etmesi olmaktadır. Yani yeri geldiğinde Hakikat-ı İlahiyede, olan mertebesini idrak etmesi yeri geldiğinde âlemin dünyanın en bayağı insanı, olduğunu da bilebilmesi kadar da, acziyesini anlaması gerekmektedir. Bunu tefekkür edelim, düşüne-lim inşeallah.

İşte a’yân-ı sâbiteler, daha henüz üzerinde faaliyet ceal edilmediğinden, ve bu her hangi bir müessir tarafından kendine tesir edilmediğinden, zuhura çıkmış değil, sadece birer program olarak Allah’ın ilm-i ilâhisinde mevcuttur. Yani bunlar yapılarak vücuda getirilmiş şeyler değildir. Yani her hangi bir varlığın işte toprak aldık çanak yaptı, işte meyve aldı reçel yaptı gibi, her hangi bir tesirle meydana gelmiş şeyler değildir, “zira şuunat-ı Zatiyeden ibarettir,” yani Allah’ın Zât’ının hakikatleri özellikleridir, daha zuhura çıkmamıştır “ve şuunat Zat’ın iktizasıdır,” yani Zât’ın gereğidir ve Zât ile beraber kadimdir.

Yani a’yân-ı sâbiteler Allah’ın şuunatı gereği, yani özellikleri hususiyeti gereği, ve “Allah’ın Zat’ıyla birlikte kadimdir, a’yân-ı sâbitelerimiz ve şuunât-ı Zât’iye bir cealin cealiyle mec’ulen mevcut olmadıkları gibi” yani herhangi bir yapım ile bir program ile yapılmadıkları gibi, bir müessirin tesiri altında da değildirler, yani a’yân-ı sâbiteye tesir edecek hiçbir varlıkta yoktur. Madem ki Zât-ı vücut mevcuttur, elbette onlar da onunla beraber mevcuttur, madem ki Allah’ın Zât’i vücud-u mutlak mevcuttur, Allah’ın mevcudiyetiyle bizim a’yân-ı sâbitelerimiz de mevcuttur. Yani her birerlerimizin ayn’ları, yani hakikatleri Allah’ın indinde ezeli olarak mevcuttur.

Misal: insanda gülme ve ağlama gibi bir çok şeenler vardır her birerlerimizde, zaman geliyor gülüyoruz, zaman geliyor ağlıyoruz, insan gülmediği ve ağlamadığı zaman bu şeenler bil kuvve mevcut kendisinde. Her birerlerimizde bu hususiyetler vardır. Gerektiğinde hepimiz ağlayabiliyoruz ve gülebiliyoruz da. Ama bazılarımız müba-lâğalı olarak, bazılarımız mübalâğasız, ama hepimiz bu hükmün altındayız, bunlar insani hususiyetimizin bir gereğidir. Bunlar kuvvede olarak mevcutken, fiili olarak da batındadır yani yoktur. Ağlaması ve gülmesi fiilen zuhur ettiği vakit, yani o insan ağladığı ve güldüğü vakit kendisinde, batında olan a’demde/geçici yoklukta olan bu hususiyetler, zuhura çıkmakta, zuhurat iradesiyle ceal ve tesiriyle vaki olmaz. Fiilen zuhur ettiği vakit bu zuhurat iradesi, ve ceal tesiriyle vaki olmaz, belki iktizâ-ı zâtisi olarak, yani Zâti gerekliliği olarak, bila meşiyet ve bila ceal tesir vaki olur. Yani cealsiz ve tesirsiz o ağlama zuhura gelir.

Yani insan, henüz gülmeden ve ağlamadan evvel gülmeye ve ağlamaya hazırlanmaz, yani insan isteği ile kendi kendine gülmez, kendi kendine de ağlamaz, yani durup dururken bu olmaz, onu belirtiyor. Gülme ve ağlama şe’niye itibariyle ma’nâyı insaniyede, bir iseler de, yani batında gülme ve ağlama birliktedirler, zuhurda

Page 30: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

29

diğerinden ayrılırlar. Yani batınımızda gülmek ile ağlamak içimizde birliktedir, ama zuhura çıktığında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Çünkü aynı anda hem gülme hem de ağlama olmaz. Ağlama gittiği zaman gülme gelir, gülme gittiği zaman da ağlama gelir, yani ikisi bir arada olmaz. Çünkü gülme ağlamanın aynı değildir, başka şeklidir. Ama bazen çocuklarda ağlarken, bakarsın bir hediye verirsiniz, aynı anda güler, ama o aynı anda değildir, ağlama biter ardında gülme başlar. Birbirine çok yakın olduğundan gülme zannederiz.

Çünkü hem ağlamak hem de gülmek bunları birleştirmek mümkün değildir. Yani gece ile gündüzü birleştirmek mümkün olmadığı gibi, aynı anda gece aynı anda gündüz olmaz. Olmuş gibi olur ama, olmaz bulut gelir, ay tutulması olur, gece gibi karanlık olur ama mutlak değildir, geçicidir.

Şimdi bunlar insanın şahsında mevcut, yani varlığında mevcut bilfiil ma’dum yani batında a’demde yoklukta gizlide iken o ma’dum olan şeylerin yani gizlide, batında olan şeylerin şahs-ı mevcut üzerinde tesirleri görülür. Bakın bu gülme ve ağlama batında iken batında olduğu halde de hiçbir hükümleri yok iken, ama her hangi bir sebeple gülme fiili ortaya çıktığında o gülme fiili gülen kişiye hâkim olmaktadır. Gülme fiili hâkim olduğundan o kişi gülmeye başlamaktadır. Tam tersi ağlama fiili kişide âmir yani hükmü olduğundan ağlama ya başlamaktadır. Yoksa kendinden ağlama değildir. Böylece şahs-ı mevcut bunların tesiri ile zâhir olduğunda yani güldüğünde ve ağladığında, bu şeenler de fiilen mevcut olurlar. Yani batında mevcut olan ağlama ve gülme, iki ayrı fiil birbirinin aynı olmakla birlikte batında, özde ama zuhura çıktığında birbirlerinin tamamen tersi olmaktadır. Ağlama ve gülme fiili o kişiyi hükmü altına almaktadır. Neden, çünkü a’yân-ı sâbitesinde vardır. Ezeli halinde vardır. Âmir hüküm olarak programında vardır. İşte o program o vücutta hakimiyetini sürdürerek onu ağlatıyor ve güldürüyor, program gereği biz ağlıyoruz gülüyoruz, yoksa ağlama bizden çıkmıyor. Yani ağlamanın kaynağı biz değiliz. Ağlamanın kaynağı ağlamanın kendisidir. Biz de onu zuhura çıkaran varlık-larız.

Yani gülündüğünde, ve ağlandığında bu şeenler fiilen mevcut olurlar, daha önce bâtında iken gülme ve ağlama insanda kızma fiili de vardır, muhabbet fiili de vardır, ama bunların hepsi batındadır, bir aradadır, ne zaman fiile çıkıyor, o fiile çıktığı anda kendi varlıklarıyla bâtında olan varlığı fiile dönüşmüş oluyor. Onların mevcudiyetleri şahs-ı mevcude muzafen vâki olur,” yani falan kişi ağladı diye izafe edilerek, zuhura çıkar. Kişi ağladı diye, halbuki kişiyi ağlatan ağlama fiilidir, ama ağlayan kişiye isnad edilerek falan kişi ağladı falan kişi güldü diye kişiye isnad edilir. Bu fevkalâde bir izah tarzıdır Allah onların hepsinden razı olsun. Onlar bizlere bu gün bu bilgileri bırakmasaydı, biz neleri konuşacaktık,

Page 31: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

30

neleri bilecektik,? işte her zaman bu büyüklerimizin yolunda olup, ona göre hayatımızı sürdürmeliyiz inşeallah. Onların birer benzerleri olup, daha doğrusu kopyaları olmaya çalışarak olmamız da mümkün değil de. İnşeallah öyle oluruz.

“Madem ki şahsi insani mevcuttur,” yani madem ki insan şahsı mevcuttur, “elbette bu şeenler dahi onunla beraber bil kuvve mevcutturlar.” Bu misalleri neden vermeye çalıştı, nasıl ki Allah’ın Zât’ında a’yân-ı sâbiteler Allah’ın varlığı ile mevcuttular, ilâhi hakikatler olarak gaybda, aynı bu özellikler insanın varlığında da mevcutturlar, uygun bir zaman zemin, olduğunda faaliyete çıkmaktadırlar. Bir sebep altında iktizâ-i zâti olarak yani Zât’ının gerekliliği olarak, bilâ meşiyet, bilâ ceal tesir, fiilen zâhir olurlar. Yani her hangi bir oluşum onlara tesir etmeden fiilen zâhir olurlar. “İşte bunun gibi mevcud-u hakiki olan Zât-ı uluhiyette fiilen ma’dum olan şuunatın tesiriyle Zâtullah bu şuunatı hasebiyle tecelli eder.”

Şimdi olduğumuz yerde duralım, bizden her hangi bir fiil çıkmadı, ama içimizde bir çok hususiyetler, özellikler var, bir çok esma ve o esmaların zuhur yaşam halleri var, işte Cenâb-ı Hakk da kendi Zât’ında bu şekilde bütün özellikleri ile birlikte mevcut, bu kendindeki a’demde olan yani batınında olan özellikler, belirli suretler şekiller suretiyle, zuhura çıktığında bunların özellikleri de meydana gelmiş olur. Bizdeki gülme ağlama fiili mevcut olduğu halde, ama ağlayıp gülmediğimiz zamanlar, bâtınımızda ise bütün bu âlemlerde de Cenâb-ı Hakk’ın şuunat-ı ilâhiyeleri, kendi varlığında gizli, ve onu zuhura çıkardığında onun hususiyetleri ortaya çıkmaktadır.

“Zira a’yân-ı sâbite zuhurun illeti, sebebi ve Zatullah ise onların ma’luludur,” a’yân-ı sâbite programları olmasa zuhur olmaz, yani mühendisin kafasında bir binâ projesi olmazsa o bina yapılamaz. İşte her birerlerimizin projeleri olan, bu a’yân-ı sâbiteler, zuhurun sebebi o programa göre bir akış içerisinde çıkmakta, aksi halde bu âlem karma karışık olur, kimse kimseyi tanımaz, annesini babasını bilmez ve karma karışık olur, Zâtullah ise onların ma’luludur.” Yani var oluş sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. Yani a’yân-ı sâbitelerin zuhura çıkma sebebi de Allah’ın Zât’ıdır. O zuhur Allah’ın iradesi dışında her hangi bir şey yapamaz, ben böyle çıkmayacağım ben böyle yapmayacağım diyemez. Nitekim “illiyet ve maluliyet meselesi misal-i kevni iradi ile yukarıda izah olundu.”

“Bu tesir ve teessür illiyet ve maluliyet meseleleri vücud-u vahidi Hakk’ın niseb-i Zat’iyesinden ibaret olup meydanda bir gayr bulunmadığından şan-ı uluhiyete yakışmayacak bir hüküm kabilinden telâkki olunamaz.” Yani illiyet sebep, maluliyet de o illiyeti kabul etme meselesi, bir kevniyet misâli ile yukarıda izah olundu. Bu tesir ve teessür yani tesir ettikten sonra, müessir olması yani ondan tesir almış olması, müessir sadece üzüntü

Page 32: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

31

ma’nâ’sına değildir, tesir edilen her yerde müessiriyet vardır, yani tesir olunmuşluk vardır. Mesela bahçıvanın bahçeyi sulaması bir tesirdir, toprağın da suyu alarak kabarması müessir oluyor, tesir edilmiş oluyor. Tabi toprak o suyu almakla müteessir olmuyor, ama bahçıvanın, hükmü altına girmiş oluyor. İlliyet ve maluliyet, yani illet eden sebep, ve sebebi kabul eden bu meseleler, “vücud-u vahid-i Hakk’ın niseb-i zâtiyesinden ibaret olur.” Yani bütün bu âlemde Hakk’ın gayri bir varlık olmadığından, tesir eden ve edilenin Hakk’ın aynı olduğundan, yani bir ismi ile bir yere tesir ediyor, diğer bir ismi ile de o tesiri aldığından müessir oluyor, ama gayrı bir vücut olmadığından bunların hepsi Hakk’a nisbet edilen Zât’i oluşumlardan ibaret olduğundan, meydanda da bir gayr bulunma-dığından, yani âlemde Hakk’ın gayrinden başka bir varlık olmadı-ğından, bütün bu tesir ve müessirlerde şân-ı Uluhiyete yakışmaya-cak bir hüküm kabilinden telâkki olunamaz.

Yani gördüğümüz her türlü fiil, bize ters de gelse Hakk’a yani Allah’ın Uluhiyetine yakışmayacak bir hüküm bir fiil değildir, bunu böyle kabul etmemiz gerekir diye burada küçük bir izah yapıyor. Meselâ; bir zelzele oldu, Cenâb-ı Hakk bir şehri ortadan kaldırdı, burada bir tesir edici var müessir, bir de tesiri alan müessirin ileyh/tesir alan vardır. Şimdi düşünürüz ki; orada öldüler, binalar yıkıldı, insanlar altında kaldı, o anda Allah’a yakışmayacak bir hüküm isnad edebiliriz. Bunun sırası mı idi şimdi, bu kadar can gitti, yazık değil mi? gibilerinden, dediğimiz anda, Hakk’ın işine karışmış oluyoruz. Bu durumda farkında olmadan Hakk’a suç isnad etmiş oluruz. Ama bu ifadeye göredir, gerçek ifadeye göre ise, Allah’ın mülkünde kendinin gayrı olmadığından tesir eden de kendisidir, tesir alan da kendisidir, o halde eksi ters bir şey yoktur.

Nefsimize göre eksi gelir, kayıplarımız olmuştur, ama o nefsimize göre görecelidir. Cenab-ı Hakk bir ismi ile “Kahhar” ismiyle kahreder, sonra “Rahman” ismiyle besler yeniden yaptırır. Kendi kendinde olan bir oluşum olduğundan burada Hakk’a suç isnadı, insanlara yakışmaz, nedendi niçindi denmez, çünkü mülk de kendinin melekut da kendinin mülkün içindeki bireyler de varlıklar da hepsi kendinindir, ama biz kendi kendimizi ilâh edindiğimizden, bizim malımız, bizim ettiğimiz, bizim yaptığımız sattığımız, dediği-mizden ve O’nun malına mülküne her şeyine sahip çıktığımızdan, ve o sahip çıktığımız mallara, biraz zarar geldiğinde hemen canımız sıkılmaya ve feryada başlamaktayız. Neden, kendimizi Hakk’ın dışında gördüğümüz dendir.

Ehlullahtan birine sormuşlar; “Hakk’a suç isnadından nasıl kurtuldun” O da demiş ki, “mülkünde gayrıyı komayarak” eğer mülkünde Cenâb-ı Hakk’ın gayrı olmuş olsa, o zaman iki ilâh gereklidir, ikilik gereklidir, o zaman bir tarafta bir Allah var, öteki Allah’ın kullarına eziyet etti hükmü çıksın. Bir insan kendi kendine iken koluna vurdu bir darbe etti, diyelim kimi suçlayacaksın, vuran

Page 33: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

32

kol da kendinin vurulan kol da kendinindir. Kimi kime suçlayacak-sın ki. İşte bu hakikatı idrak eden O büyük zat sorduklarında “Allah’a suç isnadından nasıl kurtuldun” Mülkünde gayrıyı komayarak demiştir. Şimdi suç isnadı, iki varlık arasında olur, suçu işleyen ve suçu işlenen olmak üzere iki varlık gerekir, ama Allah’ın varlığı tek olduğundan suç nerede, işleyen nerede, işlenen nerede? yani suç nerede sevap nerede daha doğrusu.

NOT= Bu hususta ileriki sayfalarda, (genç ve elmas dosyası)ndan, küçük bir aktarım olacaktır orada daha geniş bilgi bulunmaktadır.

Ama bizler aciz aklımızla, kendi nefsimize uygun şekilde hadiselere baktığımızda, yani nefsimizin isteği üzere, o nun anlayışı üzere, hadiselere baktığımızda o kadar çok Allah’a da, kullara da, bir çok varlıklara, suç isnad etmekteyiz ki, onun sonu gelmiyor. Yağmur ne kadar çok yağdı, her yer çamur oldu, bu kadar yağmur hep üstümden geçti, dediğimizde Hakk’a suç isnat etmiş oluruz. Yağmuru yağdıran Hakk’tır, fazla yağdırdı her taraf sel oldu, deriz hâşâ, biz sanki O’nun ortağı mışız gibi. Veya hava çok sıcak veya çok soğuk dediğimiz zaman, Allah’a ısıyı artırdın bizi de yakıyorsun ma’nâ’sına farkında olmadan suç isnad etmiş oluyoruz. Ama bu şu şekilde söylenirse suç teşkil etmez, aman ya rabbi zayıfız fakiriz üşüdüm gibilerden, yani suçlamadan acziyetini ifade ederek söylerse, bir suç teşkil etmez. Ama biraz âmir hükmünde “ya şimdi bunun zamanımıydı tam ısınmıştık tekrar havalar soğudu üşüdük gittik “dediğimiz de Hakk’a suç isnad etmiş olmaktayız.

Üçüncü bölüm istidad-ı gayr-ı mec’ul ve kabiliyyet.

Yani var edilmemiş olan istidadlar ve kabiliyetler, var edilmemiş derken yok hükmünde olan değil, Allah’ın Zât’ıyla mevcut, bir başka şekilde var edilmemiş ezeli varlık ezeli istidat ve kabiliyet, “iktiza-i Zâti olan a’yân-ı sâbitede her bir aynın yani her bir a’yan-ı sabitenin bir istidatı ve kabiliyeti mahsusası vardır.” Yani kendine mahsus bir istidat ve kabiliyeti vardır. Burası da çok mühim bir mevzudur, konular biraz ağır ama ne yapalım, bu kısa süreler içerisinde, mümkün olduğu kadar, yoğun bir çalışma yapmamız gerekiyor. Akıl ve idrak seviyelerimizi mümkün olduğu kadar yukarıya çekmeye çalışıyoruz, kim ne kadar anlarsa o kadar kâr olur, en azından bir hedef olur ki, ileride biz böyle bir şeyler dinlemiştik deriz, ufkumuzu ona göre açalım, gayretimiz ile oralara ulaşmaya çalışalım. Şu anda ulaşamamış isek bile, ama bunlar şuur altı bile de olsa, bellek altı da olsa azar azar da olsa, kayıda geçmekte, yani akıllarımızın bir tarafında hafif hafif silik de olsa kalmaktadır, en azından böyle bir mevzu var düşüncesi ile, işte bu tür mevzular kişilerin önünde kendilerine ufuk açmakta o ufka kadar kim nereye kadar gidebilirse, gitmesi kendi menfaatine olmaktadır.

Page 34: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

33

Ama kişi önündeki ufku bilmezse yani önündeki yol açık değilse o zaman dönmeye başlar. Günleri bir gününün hep aynı olur. O zaman ilerleme olmaz sevap kazanmış olur. Tabi ki hiçbir şey yapmamaktansa sevap kazanmak da, güzel bir şeydir ama sevap yerine Allah’ı kazanmak, daha güzel bir şeydir. Sevap kazanırsa cennet ehli olur, Rabbını kazanırsa da Allah ehli olur. Yani ehlullah olur. Allah ehli ne demektir, ehlullah demek ev halkı demektir, yani Allah’ın yakınında mücaviri yani çok yakınında olmaktır. Allah’ın yakınında olan cehennem de olsa ne olur, onu cehennem yakar mı, İbrâhîm (as) ehlullahtandı, yani Allah’ın ehli olduğundan, onu ne ateş yaktı ne de başka bir şey.

Yusuf (a.s.) Allah ehli olduğundan gittiği zindan 12 sene ona cennet oldu. Orada hiç sıkılmadı ki, orada daha rahattı. Hapisaha-neye giderken de, sarayda böyle yaşamaktansa hapishaneyi tercih ederim, dedi ve öyle gitti hapishaneye. Onun için dışarıdaki hale bakılmaz, içerideki hale bakıp ona göre değerlendirmek daha gerçekçi olur. İşte bu gayri mec’ul istidat ve kabiliyet kâza ve kader bahsinin bunlar özel halleridir, yani kaynak meseleleridir, işte kolayca diyoruz kaderim buymuş, kazaymış böyleymiş diye, bunların sadece lâfını yapıyoruz ama herbirerlerinin birer hakikati vardır, bizler de o hakikatlere ne kadar nüfuz edebilirsek ahiretteki veya daha dünyadaki ilmi kariyerimiz veya ilmi idrak ve anlayışımız ilmi ulaştığımız yer oraları olacaktır.

Mademki mirac peygamberinin ümmetleriyiz, biz de bu miracı kabiliyetimizin, yani imkânlarımızın yettiği kadar, sonuna kadar kullanmak, bizim dünya ve ahiret kazancımız olacaktır, başka kimsenin olmayacaktır. Hani basitçe, derler ya “her koyun kendi ayağından asılır” diye, işte her kes de kendi ameliyle yükselmekte kendi amelinin neticesini görmektedir. “Zât’i gereklilik olan a’yân-ı sâbiteden her bir a’yân’ın bir istidadı ve kabiliyeti mahsusası vardır.” Yani her bir a’yân-ı sâbitenin kendine ait olan hususi bir kabiliyeti ve istidadı vardır. Yani her a’yn-ı saâbitenin istidat ve kabiliyeti başka forumdadır. Bir a’yân-ı sâbite, bir başka ilerleme kayıt ederken diğeri onda ilerleme kayıt etmez, ötekinde geri kalan ötekinde ileri gider, çünkü hepsi de bir olmaz.

“Vücud-u mutlak asla biri diğerine benzemez. Vücud-u mutlak, vücud-u mutlak-ı Hakk, yani Hakk’ın mutlak vücudu a’yân-ı sâbiteden her bir aynın istidadına münasip olarak o aynın sureti ile zahir olur”. Daha evvelki bölümde a’yân-ı sâbitenin hakikatinin ne olduğunu yerinin ne olduğunu belirtti, şimdi de bu a’yân-ı sâbitenin zuhur halini belirtiyor. “Hakk’ın mutlak vücudu a’yân-ı sâbiteden her bir a’yânın” yani diyelim ki 50 milyar a’yân-ı sâbite programı var, bu programların hepsi de birbirinden ayrı programlar, hani bugün de diyorlar ya, cep telefonları paket programlar var kulla-nılıyor, bizim de bir paket programımız var, Hakk’ın indinde bu gayri mec’ul yani halk edilmiş değil Allah’ın varlığı ile mevcut, işte

Page 35: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

34

“mutlak vücutta var olan bu a’yân-ı sâbiteler her bir a’yân-ı sâbite, a’yân-ı sâbitenin istidadına münasip olarak yani istidadına uygun olarak o aynın suretiyle zâhir olur.”

Yani o programın hususiyeti ile zâhir olur, yani o mühendis o programı diyelim ki, beş katlı bir bina kurdu, işte o binayı yapması da zuhura çıkması, evvela kâğıda kağıtlara dökülmesi, sonra arsada betonlarla yukarıya doğru çıkması, o a’yân-ı sâbitenin programına uygun bir şekilde olur. Başka türlü olmaz. Çünkü program odur, böylece meydana gelir. Şimdi, “a’yân-ı sâbite mec’ul olmayınca yani var edilmiş olmayınca onların istidat ve kabiliyeti dahi mec’ul olmaz.” Yani yaratılmış olmaz. A’yân-ı sâbite yaratılmış olmadığı gibi, onların istidat ve kabiliyetleri dahi yaratılmış olmaz. Yani sonradan meydana gelmiş olmaz. “Şu kadar ki bu istidat ve kabiliyet a’yân-ı sâbitenin ve ayan-ı sabite dahi Zat’ın gereği bulunduğu ve bunların illeti ancak vücud-u Zatullah bulunduğu ve illetin malule tesiri tabi olacağı cihette bu istidat ve kabiliyetin müessiri dahi ancak vücud-u Zâtullahtır.”

“Bu istidat ve kabiliyet yani programdaki istidat ve kabiliyet, a’yân-ı sâbitenin ve a’yân-ı sâbite dahi Zât’ın gereği bulunduğu yani a’yân-ı sâbite de Zât’a bağlı olmasından ve bunların illeti yani sebebi de vücud-u Zatullah bulunduğundan yani a’yân-ı sâbiteler de Allah’ın vücudu olduğundan ve illetin malule tesiri yani sebebin sebebi alana tesiri tabi olacağı cihetle bu istidat ve kabiliyetin müessiri dahi ancak vücud-u Zatullah’tır.” Yani bu istidat ve kabiliyetlere tesir ederek de ortaya çıkaran Allah’ın vücududur demek istiyor, yani onlar da kendi kendilerine zuhura çıkmış değillerdir. İşte bu hakikate işareten Cenâb-ı Mevlânâ Mesnevi-i şeriflerinde şöyle buyururlar:

Mesnevi Tercüme: “o kalb-i kasinin çaresi bir mübdilin atasıdır; onun atası için kabiliyet şart değildir. Belki kabiliyetin şartı onun atasıdır. Zira ata iç ve kabiliyet kabuktur.”

“Zira a’yân-ı sâbiteye vücud-u ilmi bahş eden atayı zâtiyedir. Yani atayı zatiyeye ilmi bir vücut veren Zât’i ita yani Zât’i lütuf, Zât’i veriştir ve bu Zât-ı ilâhi olması için hiçbir suret mertebe-i ilimde peyda olmaz.” Yani Hakk’ın bu lütfu olmazsa hiçbir suret mertebe-i ilimde peyda olmaz. Yani Allah’ın bu hükmü olmazsa bu vericiliği olmazsa hiçbir suret mertebe-i ilimde meydana gelmez. A’yân-ı sâbitelerin özellikleri evvelâ ilmi suretler olarak meydana gelmekte işte Allah’ın itası, verişi itası olmasa bunlar meydana gelmez, ve onların istidat ve kabiliyeti dahi mevzu bahis olamaz.

“Böylece atayı zâti, istidat-ı ilâhi iç, istidat ve kabiliyet kabuk mesabesindedir.” Yani Zât’i veriş lutf-u ilâhi iç, yani a’yân-ı sâbitenin içi, a’yân-ı sâbitenin istidat ve kabiliyeti de kabuk hükmündedir. Çünkü istidat ve kabiliyet ile onlar ortaya çıkmaktadır. “Şimdi burası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette

Page 36: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

35

cebir yoktur. Atayı Zâti ve tecelli-i İlâhi ve nefes-i Rahmâni alet seviye vakidir, tenfis-i Rahmani mütekip her bir ayn kendi istidadına ve kabiliyeti zatiyesine göre müteayyin olmuştur, böylece her bir ayn kendi kendine cebir etmiştir.” Demek suretiyle çok büyük bir ilmi hakikati ortaya çıkarmaktadır. Tekrar geriye dönelim; şimdi şurası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir yoktur.

Şimdi istidat ve kabiliyet o kişide faal olarak zuhura çıkmakta, yani kişinin örgü örmesi gibi, işte bazılarının feza ilimlerine merakı olması gibi, bazılarının deniz dibi araştırmalarına merakı olması gibi. Bunları yapmayı sevmesi istidadı, yapabilmesi de kabiliyetidir. Çünkü istidat yani arzu olmazsa hiçbir şey meydana çıkmayacak, yani yapma ihtiyacını duymayacaktır. İşte onun arzu, yani programında olan hususiyet onu arzu edip oraya yönelmesi, yöneldiği şey de kabiliyeti arttı derler, çalıştığı sürede kendini daha geliştirdi, işte kabiliyeti ile de, bu zuhura çıkmaktadır. O halde kabiliyette cebir yoktur.

Bazıları daha evvelki sohbetlerimizde dört ana fikir üzerinde ortaya sürülen Kaza ve kader bahsi olduğu konuşulmuştu, sıra buraya gelince özet olarak kısaca bahsedelim şöyle ki, evvelâ kazâ ve kader hükmü en kapsamlı dengeli şekliyle ehl-i sünnet vel cematın vaaz ettiği kazâ ve kader hükmüdür, işte bu okuduklarımız hep onun içerisindedir. Bir gurup var bunlara “Mutezile” diyorlar bu Mutezilenin kanaati kul fiilini halk eder, Allah ezelde kazâ kader diye bir şey yazmaz, kul yaşadığı sürede fiilini halk eder anlayışı ile kazâ kader anlayına bakmaktalar. Bunun karşısında diğer bir gurup ise kul fiilini yapmak mecburiyetindedir, hükmüyle kader bahsine bakarlar. Bunun bir üstü olan dördüncü gerçektir. Bu sahada, kaderiye var, hurufiye var, kader hakkında bir sürü fırkalar vardır ama burada bu fırkaları inceleyecek durumda değiliz, biz sadece kaderin ana hatlarıyla ehl-i sünnet vel cemat hakikatleri içerisinde ne vaaz ediyor onu anlamaya çalışıyoruz. Dördüncü sıraya koyduğumuz da ehl-i sünnet vel cemat kader anlayışının bâtınıyla birlikte oluşmasıdır, işte bu anlatılanlar ehl-i sünnet vel cemat kader anlayışının batınıyla birlikteki kabullenişi ve faaliyet sahasında oluşu en kemalli ehl-i sünnet kazâ- kader anlayışı budur. İşte burada istidat ve kabiliyette cebir yoktur.

Şimdi cebir gurubu yani, “ben fiilimi işlemeye mecburum” diyor. Allah benim kaderimi yazmış ne yazmışsa onu işleyeceğim, diyor yani ben fiilimi yapmakta mecburum, bu görüşte olanlara da cebriye diyorlar. İşte o da bunu red ediyor, aslında bu kelimelerle bu satırlarla, şurası iyi anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir yoktur, atayı Zât’i ve tecelli-i İlâhidir. Yani kişilere verilmiş olan istidat Allah’ın atasıdır, yani lütfudur, tecell-i i ilâhidir nefes-i rahmani ilk olarak alemlere nefh edilen nefes-i Rahmâni alet seviye vakidir. Yani bütün varlıklarda aynı şekilde bütün âlemde, aynı

Page 37: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

36

seviye aynı düzende, bütün âlemde vakidir nefes-i Rahmani, Rahman, nefes-i rahmanını bütün âleme yaydıktan sonra her bir ayn her bir a’yân-ı sâbite kendi istidadına ve kabiliyeti zâtisine göre müteayin oldu.

Yani “Errahman” da bahsedilen Rahman, hakikat-ı ilâhiye nefes-i rahmanisini bütün âleme aynı miktarda yaydı, yani birine fazla birine az, diğerine bulut gibi, diğerine yağmur gibi, bütün âleme nefes-i rahmaniyesini aynı şekilde yaydı, tenfis eyledi, nefh etti, burada her bir ayn kendi istidat ve kabiliyetine göre müteayin oldu. Meydana geldi. Nefes-i rahmani yer yüzüne bütün âlemlere yayıldıktan sonra o nefes-i rahmanideki Rahmaniyet hakikatleri, bölük bölük, gurup gurup, bütün âlemdeki o gezegenleri galâksileri galâksilerin ana mayası olan “sehab-ı muzi” denilen parlak bulutsuları ortaya getirdi, işte onlardan sonra da üzerinde yaşayan varlıkları ortaya getirdi, bunlar hep o varlıklar a’yân-ı sabiteleri istikametinde programını oluşturdular ve zuhura çıktılar.

Böylece müteayin oldu, yani zuhura geldi, tayin edilmiş yani görüntüye gelmiş oldu, böylece her bir ayn kendi kendine cebr etmiştir. Alemde ikinci bir varlık yok ki o varlık o varlığa tesir ederek, silah zoruyla galâkside, ben bu galâksiyi burada istemiyorum, sen daha ileriye git, dediği zaman cebir olur. Ama bütün bu galâksiler, kendi programları içerisinde, kendi oluşları ile nefes-i rahmani ile, ortaya çıktıklarından şekillerini de kendi programlarından aldıklarından, kimse onlara cebir etmiş değil kendi programları ile kendi kendilerine meydana gelmişlerdir.

Şimdi diyelim ki bir buğday tanesi, yahut bir elma çekirdeğini toprağa diktik, o çekirdek kendi özünde kendi programı, a’yân-ı sâbitesi, bir bakıma zuhura gelmiş programı, toprağa ekince nefes-i Rahmâni aldı, yani ihtiyacı olan gıdayı aldı, filizlenmeye başladı, nihayet işte kök oldu, sap oldu, derken gövde oldu, yapraklar oluştu, veya bir ısırgan tohumundan ısırgan otu, veya bir diken tohumundan bir diken bitkisi ortaya çıktı, veya zehirli bir ot çıktı, diğer taraftan meyva çekirdeğinden, meyva ağacı çıktı ortaya, işte dikenin diken olarak çıkmasında meyvenin meyve olarak çıkmasın da cebir yoktur. Yani kimse buna müdahele etmemiştir. Kendi bünyesinde a’yân-ı sâbitesinde ne varsa onun istikametinde zuhura çıktı. o halde hiç bir varlıkta âlemde cebir yoktur diye aynı zamanda cebriyecilerin de tezini böylece çürütmüş olmaktadır.

-------------------

Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606. dan devam edelim.

Kazâ ve kader hükmünde tesiri olan ve kişinin gerçekten varlığı, veya yokluğu, hakk’ında malûmatlar veren, bir bölüm burası, vaktimizin yettiği kadar, bu sahada da, tefekkürlerimizi açmaya çalışalım.

Page 38: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

37

Cenâb-ı Hakk’tan her zaman olduğu gibi ricamız, murad-ı ilâhisi ne ise, Yani İslâm dini olarak bizlere göndermiş olduğu bu dinin gerçeği, murad-ı ilâhi olarak, neyi anlatmak istiyorsa bizim o şekilde anlamamızı nasib etsin. Yani bizim beşeriyetimiz ile dinimizi anlamak değil, onun bize öğretmeyi istediği şekliyle muradıyla bizlere o sahaları açsın inşeallah, biz de o yollardan giderek, mümkün olan en geniş ma’nâ da, islâm dinini anlamaya çalışalım, nasıl? genel hatlarıyla, genel kısımlar, değişik mertebeleri ile. Bilindiği gibi İslâm dininde dört ana mertebe vardır, birincisi genelde kullandığımız şeriat mertebesi, ikincisi tarikat mertebesi, üçüncüsü hakikat mertebesi, dördüncüsü de Marifet mertebesidir.

Aslında bunların tamamının aldığı isim şeriat mertebesidir. Çünkü bunların hepsini (s.a.v.) Efendimiz bize bir kanunlar manzumesi, bir bütün olarak getirdiğinden bunların hepsi şeriat mertebesi ismi ile o sistem içerisinde bulunmaktadır. Ancak mertebelerin açığa kavuşması için hepsi, şerhi hukuk hüküm ve hepsi birdir, (s.a.v.) Efendimiz dört ayrı hüküm getirmedi, hepsi bir hükmün değişik yönleridir. Bazı kardeşlerimiz, ilim adamlarımız, yazarlarımız, ayrıca tv lerde de, ne yazık ki, çıktığı gibi efendim tarikat mertebesi, hakikat mertebesi, yoktur sadece islâmda bir mertebe vardır, şeriat vardır, bunun dışında bir şeye gerek yoktur, şeriat mertebesinin vaaz ettiği kurallar da bellidir, yani imânın şartları, islâmın şartları gibi, tabi bu kadarı ile de insan Müslüman olur, ancak bunun mümkün olduğu kadar genişliği vardır, ama bir de islâmiyetin helezon şekliyle de miracı yükselmesi vardır.

İşte yükselmeyi murad edersek, veya kendi içimize doğru olan yolculuğumuzu murad edersek, biraz daha araştırmacı olmamız gerekiyor, hangi sahada, islâmiyet in derinliği özü sahasında, peki bunları nasıl araştıracağız, daha evvelce o yollardan geçmiş olan büyüklerimizin izlerini sürerek, başka türlü de bulunmaz. Çünkü onlar bu yolları bizlere muhkem olarak bulmuşlar, kurmuşlar ve bırakmışlar zaten, bize sadece geçmek kalıyor, o yolları bulup sonra da geçmek kalıyor, işte Mevlânâ Hz leri de bu büyükle-rimizden bir tanesidir, bize bırakmış olduğu en büyük miraslardan bir tanesi de Mesnevi-i Şerif’tir, Mesnevi-i Şerif’in bir çok mertebe-lerden vaazı vardır, zuhuru vardır, ifadesi vardır, çok tutulmasının sebebi de her gurup tarafından sevilmesinin tutulmasının sebebi de içerisinde şeriat, tarikat, Hakikat, Marifet mertebelerinin hepsinden mevzular olduğundan, ve her yöne tesiri bulunduğundan, hayret edilecek şekilde, ayrıca meselelere sâhip olduğundan, ve onları da çok güzel misallerle bizlere vermiş olduğundan, bu şekliyle en çok tutulan, istifade edilen islâmi değer, kitaplardan birisi olmuştur.

Ayrıca eskiler bilindiği gibi mesnevi-i şerif okutmasını icazata bağlamışlardır. Yani hususi bir tahsil gören kişi ancak mesnevi han olabiliyordu. Şu anda herkes bu kitapları alır okur kimse mâni değildir, ama bunu güzel anlayıp güzel anlatabilmek için onun bir

Page 39: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

38

eğitimi gerekiyor, eski mesnevi şârihleri böyle yetişmişler ve icazatla, yani birisi çıkıpda ben Mesnevi okutacağım diye bunu yapamazmış. İşte bizim Rahmetullah-ı aleyh benim ilk şeyhim, Hazmi Babamız Mesnevihan idi, Süleymaniye kütüphanesinin de müdürü idi, kendisi Mesnevi şerh eder, Bayazit Camiinde de ikindi namazın dan sonra Cumartesi günleri Mesnevi okuturdu. Dolayısıyla az da olsa kenarından köşesinden bize de bu verese olarak intikal etti. Yani Mesnevi okutabilme selâhiyeti diyelim.

Bizim sohbetlerimizde dört ana mevzumuzdan bir tanesi de Mesnevi-i Şerif idi. Bir tanesi Kur’an’da Yolculuk, Kur’an’ın bazı yönleri ile ilgili, mealleri ile birlikte okuyarak, diğeri Ahmed Avni Konuğun Fusus’ul Hikem’i dört ciltlik müthiş bir eser hayran kalmamak elde değildir, diğeri İnsan-ı Kamil Abdülkerim Cili’nin eseri, o da çok müthiş bir eserdir, diğeri de Mesnevi-i Şeriftir. Mesnevi-i Şerif’in de en derli toplu tevhide ve tasavvufa yakın izahı yine Ahmed Avni Konuk tarafından yapılmıştır, gerçekten içindeki ma’nâlara ulaşmak oldukça zordur, ama güzel izahlarla anlayabile-ceğimiz şekle dönüştürmüşler, işte biz de bunları okuyorken her birerlerimiz okuyorken mümkün olduğu kadar meseleleri anlamaya çalışarak, onlara baktığımızda ve tatbik ettiğimizde, biz de mümkün olan kabiliyetlerimiz içerisin de, en yoğun en faydalı hali almaya çalışmamız, dünya hayatında iken, bizim menfaatimize olacaktır. Çünkü bir daha bunların tahsili âhirette yoktur. Ancak âhirette de bazı sahalarda, bazı kişiler için idrakler devam edecek, yani gelişme devam edecek, ama bu zor bir hadisedir, burada idrak seviyesi açılmış olan kimseler, tevhid hakikati ile kendi hakikatlerini, idrak etmiş olan kimselerin tasavvurları, orada da devam edecek, yani açılımları müşahedeleri, orada da devam edecek, çünkü Alah’ın müşahedesinin sonu yoktur, sonu olsaydı kıyamet ile Allah’ın sonu demek olurdu, böyle bir şey de söz konusu değildir. Ancak Cennetin bir bölümü var ki, oraya ibadetleri ile gitmiş olanların, sevapları ile gitmiş olanların, bir daha ilerlemesi yoktur.

Efendimiz de buyuruyorlar ya hani insanlar ne şekilde yaşamışlarsa o şekilde ölürler, ne şekilde ölmüşlerse o şekilde kalkarlar hükmü içerisinde, cennet ehli “halidine fiha ebeda” (4/57) hükmüyle de bulundukları mertebelerinde ebedi kalacaklardır. Yani bir alt kattan üst kata geçme imkânları yoktur. Üsttekiler belki alttakileri ziyarete gidecekler, ama aşağıdan yukarıya gitme yoktur. Bunun sebebi de orada, artık gelişme yoktur. Yani akıl, beyin, idrak tasavvur, hal dünyadaki kanaati en üst kanaati kendisi hakkında Hakk hakkında ve âlemler hakkında nasıl bir değer yapısı oluşturmuşsa, o mertebesi ile gidecek, bir daha gelişmesi de yoktur. Ama ariflerin, irfan ehli olanın gelişmesi, orada da devam edecektir. Bu da tabi ayrı bir konudur.

Page 40: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

39

Şimdi tasavvuf ehli olarak, kişiler bazı guruplara bölünmüşler, bu guruplardan bir kısmı, Allah var kul yok, demektedir. Yani bütün âlemde “lâilâhe illâllah” hükmüyle, Allah var, Allah’tan başka hiçbir varlık yok, yani kul da yok hükmündedir. Diğerleri ise kul var, var ama Hakk’tan ayrı, Allah yukarılarda, kul aşağıda, ona ibadet etmekte, diye böyle düşünülmektedir. Tabi bunun dışında da, daha birçok, başka anlayışlar da vardır, Mutezile anlayışı var, Cebriye anlayışı var, o görüştüğümüz arkadaş, o arkadaşın kendi aldığı eğitim itibariyle, kulun yokluğu hakkında, yani bütün fiilleri Allah’ın yaptığı, ve kulun yokluğu hakkında, kanaati vardır. Tabi ki kul genel ma’nâ da yoktur, ama kulluk diye bir mertebe de vardır. İşte bu kulluk mertebesi ile, uluhiyet mertebesi, nerede açığa çıkmakta,? hangi mertebede kul var,? hangi mertebede kul yok,? hangi mertebede uluhiyet mutlak ma’nâ da geçerlidir,? hangi ma’nâ da kulun fiilleri geçerli, ona göre ceza veya mükâfat alsın, işte bu bölümde bu hususlara ait bilgiler vardır. Şimdi onu okuyarak anlamaya çalışalım.

-------------------

Mesnevi-i Şerif A.A. konuk. Birinci cilt sayfa 230 beyt, 606. dan devam edelim.

(606) Biz çenk gibiyiz ve sen mızrap vurursun. Nâle bizden değildir sen nâle ettirirsin.

---------

Bu hitâb Hak Teâlâ’yadır, vücûd-i mahlükat “çeng” denilen çalgıya ve esmâ ve sıfat-ı ilâhiyyeye de mızrâba ve mahlûkâtta zahir olan akvâl ve ef’âl dahi nâleye teşbîh buyurulmuştur.

---------

yani biz çalgı gibiyiz sen de mızrab vurursun. Yani mızrabı vuranın Hakk olduğunu, mızrab vurulduğu zaman çıkan nâmeler inlemeler bizden değildir, sen nâle (nâme) ettirirsin. Kısaca izahı: bu hitap Hakk Teâlâ’yadır, yani Mevlânâ Hz leri öyle bir cuş-u huruş içerisinde kendi varlığının yokluğunu ve varlığında var olanın Hakk olduğunu yani kendisini bir çalgı gibi, yani müdahele edilen bir varlık gibi olduğunu, müdahele edenin de Hakk olduğunu sen bizi inletirsin, hitabeti Hakk Teâlâyadır, vücûd-u mahlûkât çenk denilen çalgıya ve esma ve Sıfat-ı İlâhiye de mızraba yani Esma-ı ilâhiye sıfat-ı İlâhiye’de mızraba benzetiliyor. Mahlûkatta zâhir olan ahval yani kaviller sözler ve ef’âl, fiiller, dahi nâleye teşbih buyurulmuştur. Yani inleme ile misal getirilmiştir.

---------

(607) Biz ney gibiyiz bizden olan neva sendendir. Biz dağ gibiyiz, bizdeki sada sendendir.

---------

Page 41: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

40

Görüldüğü gibi bu beyitler “fenâfillah” mertebesinden söylenmiştir, neyzenin elinde bir ney vardır ancak onu söyleten ve nâğmelendiren neyzendir, eğer o ney nefsin elinde olsa idi o zaman oradan ilâhi değil, nefsani sesler çıkacaktıki, bu el iblisin eli olacaktı. Dağ gibi olan insan-ın bedeni lâtifleşmezse kendisine nasıl seda gelmişse onu yansıtır eğer lâtifleşmiş ise onu yansıtmaz içine alır. T.B.

---------

(608) Biz bürt ve matla satranç gibiyiz. Ey sıfatları güzel olan bizim bürt ve matımız sendendir.

---------

Satranç ma’lûm olan bir oyunun adıdır, bürt galip ve mat mağlûp ma’nâ’sına olarak bu oyunun ıstılahındandır,

yani ey, sıfatları güzel olan Allah’ımız,, heyet-i mecmuası bir satranç tahtası gibi olan bu âlemin üstündeki biz insanların arasında galibiyet ve mağlûbiyet nisbetleri hep senin esmanın ve sıfatının eserleridir.

---------

(609) Ey sen ki, bizim canımızın canısın, biz kim oluyoruz ki ortada senin ile biz olalım.

---------

Ey Zat-ı Azimmüşan, bizim canımızın diriliği yani varlığı sendendir, bir avuç topraktan ibaret olan bizler, varlık noktayı nazarında kim oluyoruz ki senin varlığına karşı bizliğimizi ortaya koyup vücutta sana ortak olalım.

---------

(610) Biz yoklarız, bizim varlıklarımız da yoktur, sen fani gösterici bir vücud-u mutlaksın.

---------

Cenâb-ı Mevlânâ Hakk Teâlâ Hz lerinin Zat-ı Azimmüşanına vücud-u mutlak demek hususunda Şeyh-i Ekber M. Arabi Hzleri ile müttehiddir,

yani aynı görüştedir. Cenâb-ı Mevlânâ Hakk Teâlâ Hz lerinin Zat-ı Azimmüşanına vücud-u mutlak bakın bu iki kelime cenâb-ı Hakk’ı tanımamıza çok büyük bir izah tarzıdır. Zat-ı Azimmüşan yani şanı yüce olanın vücud-u mutlak demek hususunda Şeyh Ekber M. Arabi Hz leri de aynı ifadeyi kullnıyor Allah’ın Zat’ı hakkında vücud-u mutlak diye bu ifadeyi kullanıyor.

Esasen vücut yani varlık hususunda üç itibar vardır, yani bu alemde vücud diye varlık hakkında üç itibar vardır. Birincisi fani

Page 42: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

41

olan vücud-u mukayyededir. Yani “kevn” dediğimiz bu madde alemi ki bu vücut eşyayı kevniyenin vücududur. Şey’iyyet dediğimiz kevn dediğimiz sonradan olan dediğimiz ve denilen bu kevniyet vücud-u mukayyettir. Yani kayıtlı bir vücuttur. Önü vardır, sonu vardır, evveli vardır, ölçüleri vardır, bu vücut eşyayı kevniyenin vücududur. Bunun ıstılah-ı ilmisi şartsız şeydir, ikincisi keza fani olan vücud-u camidir. Bu da vücudat-ı kevniyenin menşe-i olup bir suretle mukayyet olmayan vücuttur.

Şimdi bir vücut var ki suret ile mukayyettir. Yani kevn alemi olan bu alem, bir vücut var ki fani olan vücudu camidir, yani fani olan vücudu kapsamına almıştır. Yani fani vücudun kaynağıdır. Bu da vücudad-ı kevniyenin menşe-i olup yani kevni vücudun kaynağı vücuda getiricisi olup bir suretle mukayyet olmayan vücuttur. Yani lâtif vücuttur. Âlem-i sıfatın lâtif olan vücudu ve varlığı bu kabildendir. Yani sıfat âleminin ve esma âleminin vücudu bu kavildendir. Bunun ıstılah-ı ilmisi ise bi şart-ı la şeydir. Üçüncüsü sıfatın sahibi olup bakayı ezeli ve ebedi ile baki olan bir varlıktır ki eltaf-ı lâtif olduğundan künhü ne manen ne de maddeten idrak olunamaz. Bu hususta akıllar ve zekâlar hayrettedir. İşte buna vücud-u mutlak demişlerdir.

Istılah-ı ilmisi yani ilmi terimi lâ bi şart-ı şey’indir. Bu vücut Zât-ı Hakk’ın künhü olup tarife ve tavsife sığmaz.

Şimdi Zât-ı İlâhiyeye gerek Muhiddin-i ibn-i Arabi gerek se Mevlânâ Celâlettin-i Rumi ve diğer büyük tevhid ve tasavvuf bilginleri arifler Allah’ın mutlak vücuduna “Mutlak vücut” demişlerdir. Bu vücudu da üç kısımda ayırmışlardır. Birincisi kevn olan şu gördüğümüz müşahede ettiğimiz vücuttur yani madde vücuttur. Yani kayıda giren vücuttur. İkinci vücut ise bu vücudu meydana getiren nurani ve ruhani vücuttur. Yani alemlerin meydana gelmesine kaynak olan nur ve ruhtan meydana gelmiş bir vücuttur. Ama bu vücut şekli bir vücut değildir, güç olan enerji olan bir vücuttur, bu ikincisidir.

Yani kevn âlemini ortaya getiren kaynak olan bir vücuttur. Diğer vücut ise mutlak vücut diye belirtilen Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı-nın vücudu, ama vücutsuz vücuttur. Vücut dendiği zaman mevcut zannedilmekte, mevcut da madde ma’nâsında oluşmaktadır. Birincisinin izahı gayet kolay yani anlaşımı gayet kolay, işte bu bir vücut yani mevcut, bunu meydana getiren lâtif vücut, onu da anlamak mümkün, yani anlaşılmasa bile en azından idrak etmek mümkündür, ama Vücud-u Mutlağı idrak etmeye insanın aklı ve havsalasının ermesi mümkün değildir. İşte Cenâb-ı Hakk a’maiyette iken a’maiyetten ilk tecellisi, Ahadiyet mertebesine ulaştığında işte bu vücud-u Mutlak ifadesi buraya verilmektedir.

Sıfat ve esma mertebesine intikal ettiğinde Vücud-ı Lâtif olarak belirtilmekte oradan da ef’al mertebesine tecelliye zuhur ettiğinde

Page 43: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

42

buna da vucud-u kesif denmektedir. Yani üçüncü vücut kevn vücudu, varlık olarak bu varlığın ismini almaktadır. Böyle kısaca bir ifade ile Cenâb-ı Hakk’a olan yaklaşabilmemiz herhalde daha kolay olacaktır, O’nu tanımadaki halimiz. Tabi bu vücut zuhurlarının altı, yedi zuhuru, bazıları beş zuhuru bazıları yedi zuhuru diye belirtmişler, tabi o vücut mertebelerinde bunlar teferruata geldiğinde bunlar bakılacak şeylerdir. İşte burada o kaydı Ahmed Avni Konuk bu şekilde açıklıyor, Hz Mevlânâ ve Şeyh-i Ekber Muhiddin-i Arabi Hz leri bu tarifte müttefiktirler yani ikisi de bu tarifi yapmaktadırlar diye bize bir ön bilgi vermiştir.

Lâ bi şart-ı şeydir, bu vücud-u Zat-ı Hakk’ın künhü olup yani özü hakikati olup tarif ve tavsife sığmaz.

Sadece bir terim olarak ıstılah olarak bu konuşulmaktadır, bu şekilde varlığı ifade edilmektedir, ama mahiyetinin ne olduğunu insan aklı beşer aklı ile bilmemiz mümkün değildir, tarife sığmaz.

Şimdi vücud-u ammın menşeyi Zattır, yani umumi vücudun aslı hakikati Zatt’tır.

Fani olan vücudad-ı mukayyedenin menşeyi de vücud-u ammdır yani umumi vücuttur ve alem-i sıfattır, vücud-u ammın mukayyet vücud-u mutlakın izafatındandır.

Yani onun isimlendirilmişlerindendir.

Hakk Teâlâ Hz lerine vücud-u mutlak denilmesinden dolayı bir takım zevatın itirazı vardır.

Bakın bu Hazretler böyle kabul etmekle birlikte bazıları da Cenâb-ı Hakk’a vücud-u mutlak tabirinden ve isimlendirmeden dolayı itirazları vardır.

Fakat bunların itirazatı vücud-u mutlakı vücud-u umumi anlamalarından meydana gelir.

Yani vücud-u umumi yani bu gördüğünüz kevn vücudu vücud-u mutlak olarak anlamalarındandır. İşte o arkadaşın dediği gibi âlem her şey Allahtır diyor. İşte o zaman orada kargaşaya düşüyor, vücud-u kevni vücud-u mutlak zannetmesinden kaynaklanıyor.

Böylece itiraz anlayışa aittir, yoksa hakikat Hz pirin Cenab-ı Şeyh Ekberin buyurdukları gibidir. Vücud-u Mutlak tabiri hakkında Futuat-ı Mekkiyenin 2. Ve 6. Bablarında Şeyh Ekber Hz lerinin izahatı ita buyurmuşlardır, yani bu hususta izahat vermişlerdir.

Şimdi tekrar devam ediyoruz.

---------

(611) biz hep arslanlarız fakat bayrak arslanı onların hamleleri vakit vakit rüzgardan olur.

---------

Page 44: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

43

biz bayrakların bezlerine yapılmış arslan resimlerine benzeriz. Bu resimlerin hamleleri ve hareketleri arasıra rüzgar estikçe vaki olur, ilâhi bizim hareketimiz dahi yani sakinliğimiz ve hareketli-liğimiz dahi senin esma ve sıfat rüzgarlarının tesiri iledir.

---------

Burada İran bayrağındaki arslan resminin misali vardır, rüzgar bayrağa vurdukça arslan harekete geçmiş oluyor, işte koşuyor, kılıcı sallıyor gibi.

Bakın bu giriş kulun yokluğu hakkındadır. Belirli bir safhalara geldiği zaman kul kendi mutlak yokluğunu idrak etmesi gerekmektedir. Başka türlü de şirkten kurtulamaz, ikilikten kurtulamaz. Burası İseviyet mertebesidir, iseviyet mertebesindeki fenafillâhtır.

Peygamber hazaratı nasıl bir fiil sürmüşlerse Kur’an’i bilgiler içerisinde genelde biz de miraç etmemiz için seyiri kendi bünyemizde, yani bireysel şümul olarak kendi bünyemizde, idrak ederek sürdürmemiz gerekmektedir. Ama diğer tarafta bütün peygamberan hazaratı bir insanlık ömrü müddetine bunlar yayılarak yaşanmıştır. Ama bizler bu seyiri belirli bir ömrümüz içerisine sığdırıp bunun hakikatlerini yaşamamız gerekiyor. Mutlak ma’nâ da mı, değil ama kişi bunu kendine mutlak görevim diye, kendi kendine bu görevi üstüne alırsa, orası mutlak olur, ve de çok iyi bir iş yapmış olur. Eğer sadece cennete girmek bana yeter derse, tabi o zaman yapacak bir şey yoktur o yeter.

---------

(612) Onların hamleleri zâhirdir ve rüzgar zâhir değildir. O zâhir olmaya asla eksik olmasın.

---------

O rüzgar ile hareket eden arslan resimlerinin hamleleri his gözüyle görünür, fakat rüzgar kesif bir madde olmadığından zahir gözüyle görülmez. Bunun gibi ilahi bizim kesif olan cisimlerimiz görünür, yani şu kesif olan kevn vücutlarımız görünür, fakat senin latif olan esma ve sıfatın zahir gözü ile görülmez. Neden, çünkü latif olduğundan. O hissen görülmeyen sıfat ve esma-ı ilâhiyyenin tecelliyetı bizim üzerimizden asla münkati olmasın.

---------

Şimdi bayrak direği üstünde bayrak sallanmakta, hangi resim ve hangi renk olursa olsun, ama arslanı almış kendisi de oralardan geldiğinden onu misal vermiş, bayrağı rüzgar dalgalandırdığı zaman fiil olarak his olarak dalgalanma görünüyor, ama rüzgar görünmüyor. Tabi ki biz dışarıda isek rüzgar eserek bize vuruyor ise o zaman rüzgarı da hissediyoruz ama kapalı bir yerden bayrağa

Page 45: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

44

bakıyor isek rüzgarı göremiyoruz, ama rüzgarın ortaya getirdiği fiili his gözü ile görüyoruz.

Yani senin tecellin bizim üzerimizde devamlı olsun. Diye niyaz etmektedir. Aslında bu zaten devamlı da biz farkında olmuyoruz.

(613) Bizim rüzgarımız ve vücudumuz senin ihsanındır, varlığımız hep senin icadındır.

---------

(614) Yoksa varlık lezzetini gösterdin yoku kendinin aşıkı etmiş idin.

---------

İlâhi biz senin ilminde sabit kıldığın esma ve sıfat-ı ilâhiyenin suretleri idik ve henüz bu suretleri temsil etmekte olan bu vücud-u kesif âlemine gelmemiş idik. Bunların cümlesi şuunat-ı Zât’iyyen olmak itibariyle vücud-u müstakil sahibi olmadıklarından senin zâtının varlığı önünde yok idiler. İşte sen bu yoklara varlık lezzetini gösterdin ve onları kendi Zat’ına aşık etmiş idin zira şuunat-ı Zât’iyyen Zât’ından ayrı değildir. İşte bu aşı ezelidir, bu âlem-i kesifte süver-i ilmiyelerimizi ilmi suretlerimizi temsil eden vücudat-ı unsiriyelerimiz yani bu unsur olan vücutlarımız da zâhir oldu.

---------

Biz yoktuk sen bizi var ettin ve bu yok olan vücud-u varlıkı kendine aşık ettin.

İlâhi diye o muhabbetle rabbına seslenmekte, biz senin ilminde sabit kıldığın esma ve sıfat-ı İlâhiyenin suretleri idik, işte bu kazâ ve kader hükmünde her birerlerimiz bir a’yân-ı sâbitelerimiz vardır, yani ezelde Cenâb-ı Hakk kendi Zât’ında bütün âlemin a’yân-ı sabiteleri vardır, ayrı programları vardır, buna “kazâ” da deniyor, o programlar olmamış olsa bizler zuhur edemeyiz. Herhangi bir şeyin oluşması bir programa bağlıdır bir plân projeye programa bağlıdır. Bir mühendis bir ressam bir heykeltraş ne yapacaksa evvela onun programını aklında yapıyor, yani onun aklında olması o kişinin zâtıyla bir durumda olmaktadır. Yani kişinin zâtına bağlı zâti hakikati olmaktadır proje halinde iken program halinde iken.

A’yân-ı sâbiteleri böyle, a’yanları itibariyle Hakk’tan ayrı bir şeyler değiller, yani öz kaynak programlarımız, işte biz senin ilminde sâbit kıldığın esma ve Sıfat-ı İlâhinin suretleri idik, yani isimlerinin ve sıfatlarının yani isimlerinden ve sıfatlarından meydana gelen bir proje idik burada suretleri demesi maddi ma’nâda bir suret değildir, ilmi ma’nâda program ma’nâsında bu suretten bahsediyor. Henüz bu suretleri temsil etmekte olan henüz daha bu suretleri meydana getirecek bir vücud-u kesif âlemine gelmemiş idik. Yani ruhlar âlemindeki halimizi belirtiyor bu safhada. Bunların cümlesi şuunat-ı Zâtiyyen olmak itibariyle

Page 46: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

45

vücud-u müstakil sahibi de değillerdi. Yani Cenâb-ı Hakk kendi Zât’ında bizlerin programını yapmış olduğunda biz Hakk’tan gayri bir şey değildik.

Bu programların cümlesi senin şuunat-ı zâtiyen olmak üzere yani senin Zati şeenlerin zâti özellik zâti hususiyetlerin olmak itibariyle vücud-u müstakil sahibi değildik. Her ne kadar bunlar bizim programlarımız idi ise de, o halde iken, ama biz daha henüz müstakil bir varlık değildik. Yani sende vardık sen olarak sen de vardık. Yani işte o mühendisin kafasındaki proje gibi. Vücud-u müstakil sahibi olmadıklarından yani bizler o programlar müstakil istiklâlleri olmadıklarından senin zâtının varlığı önünde yok idiler. Yani birey olarak yok idiler. Ne olarak vardılar, Hakk ile şuunat-ı İlahi olarak var idiler.

İşte sen bu yoklara varlık lezzetini gösterdin yani program olarak bu a’yân-ı sâbitelere zuhura getirmek suretiyle varlık lezzetini gösterdin ve onları kendi zâtına aşık etmiş idin. Aslında kendi zâtına aşık etmiş demek, bir yönüyle Hakk kendi Zât’ına aşık etmiş çünkü kaynağı Hakk, olduğundan oraya yönelmiş, bir bakıma da bireyin kendini kendi zâtına aşık etmiş, zâten işin aslı da bir değişik yönden öyledir, biz farkında olmadan yani sistem içerisinde vücudumuza aşık varlıklarız. Yani nefsimiz bedenimize aşıktır ama biz bunun farkında değiliz. İşte gayemiz hep nefsimize güzel şeyler yedirmek onu güzel yerlerde gezdirmek gibi düşünceler hep o ana kaynaktan gelmekte yani nefs-i emmaremiz bizim bu vücut varlığımızın aşıkıdır. O yüzden kabir de de ayrılamaz nefsimiz, ruhumuz ayrılır da nefsimiz ayrılamaz.

Çünkü bir ömür boyu bu beden ile birliktelik yaşamış kendi olarak kabullenmiş bedeni kendi olarak kabullenmiş, beden orada kıtır kıtır yense de oradan ayrılamamakta ve o ızdırabı duymaktadır günahkar olan nefsler. İşte bu aşkı ezelidir, bu kesif âlemde yani yoğun, madde âleminde ilmi suretlerimizi temsil eden vücudat-ı unsiriyemiz böylece zâhir oldu. Cenâb-ı Hakk evvelâ a’yân-ı sâbite olarak bütün âlemdeki varlıkların programını yaptı, ana programını yaptı bunlara insan da dahildir, tabi insanın programıyla diğer varlıkların programı arasında çok büyük farklar vardır. Ne yönüyle farklar var, çünkü insanın bir de gayrı mec’ul tarafı vardır, diğer varlıkları gayrı mec’uliyeti yoktur ama insanın gayrı mec’uliyeti vardır. Dolayısı ile insanın programı çok daha değişik bir biri içinde çok hususiyetleri olan bir programdır. İşte bu programla birlikte, bu program ilmi olarak yapıldı sonra ruhlar alemine nakledildi, lâtif bir suret verildi, o lâtif suretlerde unsur vücutlarda zâhir oldular. Âlemdeki bizlerin ana kaynak özet olarak gelişimiz böyledir. Buralarda ifade edilmek istenen şey biz yokuz, ya rabbi sen varsın biz seninle var olduk, ana teması burada işlenmektedir. Yani iki ana hususiyetin bir yönü işlenmektedir.

---------

Page 47: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

46

(615) İn’amın lezzetini esirgeme, mezeni ve içkini ve kadehini esirgeme.

---------

İlâhi bu vücud-u kesif aleminde de bizden ihsanını kesme. O aşkı ezelinin mezesini ve şarabını ve kadehini bizden esirgeme.

---------

Gene Mevlânâ H.z. bir yerde bir tarif yapar, diyor ki; irfan ehli Allah’ın kadehleridir, yani arifler, Allah’ın kadehleridir. Tabi ki şarap kadehi değildir. ne kadehi, irfaniyet kadehidir. Yani o kadehlerden muhabbet-i ilâhiye tahsil edilmekte diğer bir ifadeyle. Tabi ki bunlar birer teşbihtir. İn’amın lezzetini esirgeme, mezeni, içkini ve kadehini esirgeme hani Kur’an-ı Kerim’de geçiyor ya, İnsan suresi 21. Ayette... Rableri onlara şarab'en tahura (temiz şarap)

içirmiştir. م ش بـه م ر سقيه او ور ا طه اب ر

Tabi bunların da bir çok yönlerden izahları vardır.

İlâhi bu vücud-u kesif âleminde de bizden ihsanını kesme. Nasıl ki ma’nâ âleminde bize bir ma’nâ verdi sonra onu vücuda döndürdü ve burada yaşamaya başladık, o ezelde daha evvelce vermiş olduğu ilâhi lütfunu bedenleştikten sonra da bizde devam ettir, diyor. O aşk-ı ezelinin mezesini ve şarabını ver kadehini bizden esirgeme. İşte bunlar hep teşbihtir, misaldir. Tasvvufta bunlar çok işlenmiştir, gül, bülbül, şarap, kadeh, meyhane gibi, ama onlar zâhirde bildiklerimiz değildir.

---------

Mesnevi 616. Beyt’ten devam

(616) Eğer esirger isen kim cüstü cu edebilir, nakış, nakkaşa nasıl mukabele edebilir.

---------

ilâhi sen aşk ve muhabbet-i ilahiyeyi bizden esirgeme, eğer kesersen onu tahsil edebilmek kimin haddinedir. Sen suver-i mahlukatı nakş etmekte bir nakkaş-ı hakimsin, kudretsiz olan nakşın kudret sahibi olan nakkaşa mukabele imkanı varmıdır.

---------

Yani ilâhi sen aşk ve muhabbet-i ilâhiyeyi bizden esirgeme, bu muhabbeti kesme, devam ettir, eğer kesersen onu tahsil edebilmek kimin haddinedir. Yani sen tecellini kesersen onu devam ettirmek kimin elindedir, kim yapabilir. Sen suver-i mahlukatı nakş etmekte bir nakkaş-ı hakimsin, kudretsiz olan nakşın kudret sahibi olan nakkaşa mukabele imkanı varmıdır. Yani ey yarabbel alemîn, sen aşk ve muhabbet-i ilâhiyyeyi bizden esirgeme, yani ma’nâ

Page 48: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

47

âleminde verdiğin gibi dünya aleminde de devam ettir. Onu tahsil edebilmek kimin haddidir. Eğer sen vermezsen ilâhi hakikatleri kim tahsil edebilir. Yani bize akıl fikir, gönül, muhabbet, gayret kuvvet, vermezsen bu ruhu vermezsen kim verebilir, bunu bulmak kimin haddinedir.

Sen suver-i mahlukatı yani mahlukatın suretlerini nakş etmekte bir nakkaş-ı hakimsin. Yani âlemdeki bütün suretleri nakş eden hakim bir nakışçısın, yani ressamsın. Yani sen bütün bu âlemin varlık vücutlarını ortaya getirensin.

Yani şunu demek istiyor; bir ressam tuvali aldı resmi nakşetmeye başladı, yani nakkaş nakış işlemeye başladı. Onu bahsediyor, nakşın nakkaş önünde sözü olabilir mi? Diyor. Şimdi bakın fırçayı almış eline onunla işlemeye başlamış, yahut bir hattat yazıyı yazmaya başlamış, veya bir ressam resmini yapmaya başlamış, şimdi o resim diyebilir mi ki, beni resmetme, yahut kırmızı yap başımı, kanatlarımı sarı yap, yani nakış nakkaşın hükmü altındadır. İşte biz de senin elinde yani kudret elinde nakış gibi sen nakkaşsın bizim sana her hangi bir şekilde şunu etme bunu etme diyecek halimiz mi vardır.

Ama bu değişik bir mertebeden ifadesini vermekte yani buraları, bu izahlar ve anlayışlar, aslında fenâfillâh mertebesinin tahakkuk yerleridir, yaşam yerleridir.

---------

NOT= Bu husuta daha geniş bilgi kitabımızın sonların da bulunan (61-Bir ressam hikâyesi) isimli kitabımızdan küçük bir bölüm aktarımında görülecektir. T.B.

---------

(617) Bize bakma bize nazar etme, sen kendi ikram ve sehavetine bak,

---------

Yani cömertliğine bak,

---------

(618) biz yok idik ve takazamız da yok idi, senin lütfun bizim söylenmemişimizi işitir idi.

---------

Biz cesed-i unsurimiz ile taayyün etmiş değil idik ve lisan-ı zâhir ile taleplerimiz de vâki değildi. Fakat senin esma-ı ilâhiyene olan lütfun ve rahmetin bizim a’yân-ı sâbitemizin lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan lisan-ı istidatları ile vâki taleplerini işitir idi. Yani bizim ezelde suver-i ilmiyemiz mashar oldukları ismin gereği ne ise

Page 49: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

48

hal ve istidat ve kabiliyet diliyle onları senden talep etmiş ve sen de onları işitmiş idin.

---------

Şimdi bizlerin cesed-i unsurimiz, yani unsur olan mâden olan, et kemik olan, bu yani taş toprak olan bu unsur bedenimiz ile biz taayyün etmiş değiliz. Yani ezelde biz daha henüz zuhura gelmiş değildik ve lisan-ı zâhir ile yani kelâmlarımız ile zâhir sözlerimiz ile taleplerimiz vâki değildi. Yani daha henüz birey varlık olmamıştık ve taleplerimizi de sana ulaştıramamıştık. Yani bir talebimiz olma-mıştı neden? çünkü varlığımız yok lisanımız yok ki, taleplerimiz olsun.

Ancak öyle bir hususiyetle anlatıyor ki, senin esma-ı ilâhiyene olan lütfun ve rahmetin yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi isimlerine ve sıfatlarına olan lütuf ve rahmeti bizim a’yân-ı sâbitemizin, yani ezelde cenâb-ı Hakk’ın kendi varlığında kurgulamış olduğu bizim a’yân-ı sâbitelerimizi, yani lâtif programlarımızı ilmi mahiyetteki programlarımızı, lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan lisan-ı istidatları ile vâki taleplerini işitir idi. Şimdi Cenâb-ı Hakk bizim a’yân-ı sâbitelerimizi programladı, bu programlar ölü boş içleri boş programlar değildir. İlmi mahiyette olan bu programları Cenâb-ı hakk lâtif suretler olarak varlıklarını halk etti. Ama daha henüz madde vücutlar haline getirmedi. Lâtif varlıklar olarak suretlerimizi halk etti. Ne şekilde, esma-ı ilâhiye ve sıfat-ı ilâhiye olarak.

İşte senin bu esma-ı İlâhiye ve sıfat-ı İlâhiyene olan lütfun ve rahmetin yani kendi isimlerine olan lütfu ve rahmeti a’yân-ı sâbitelerimizin yani bizdeki bu programın sözcüleri oldular diyor. ama bizim birey olarak daha vücud-u kevniyemiz ortaya gelmemişti. Lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan yani madde âlemine gelmediğimiz için kelâm olarak, şimdi konuştuğumuz gibi kelâm olarak zuhura gelmemiş idi. Söylenmemiş olan lisan-ı istidatlarıyla vâki taleplerini işitir idi. Sessiz ve sözsüz esma-ı ilâhiyye ve sıfat-ı ilâhiyelerin sözlerini işitir idi. Yani ezelde bizim suver-i ilmiyemiz yani ilmi suretlerimiz mazhar oldukları ismin gereği ne ise yani Cenâb-ı hakk bizim a’yân-ı sâbitemizi programımızı yaptı bu programın içerisine bütün esma-ı ilâhiyeden sıfat-ı ilâhiyeden miktar, miktar terkip var, işte bu terkipler her ne kadar daha zuhura çıkmamış iseler de ama her bir esma-ı ilâhiyenin kendi bâtınında kendi hakikati olduğundan, o yaşantısı ve hakikati itibariyle istidat ve kabiliyetine göre, o fiili ortaya çıkarma gücünü istedi, faaliyet sahasını istedi.

Ama orada henüz biliş şuuru olmadığından, Hakk kendi namına, isimleri ve sıfatları namına, Zât’ından isimleri ve sıfatları Hakk’ın namına istedi. İstidat ve kabiliyet diliyle, yani o halin istidadı ve kabiliyeti diliyle onları senden talep etmiş ve sen de onları işitmiş idin. Bu söz aynı zamanda dünya âlemine gelmeden ruhlar

Page 50: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

49

âleminde olan bir hâdiseyi yani “elestü birabbiküm” (7/172) sözünün bir başka türlü izahıdır.

---------

(619) Nakış ana karnında çocuk gibi nakkaşın ve kalemin önünde aciz ve mukayyettir.

---------

Yani nakış, ana karnındaki çocuk gibidir. Ana karnındaki çocuk ne yapabilir ki, nakkaşın ve kalemin önünde aciz ve mukayyettir, kayıtlıdır. Yani şurada bir resim yapılmış, bu resmi yapan ressamın elinde bu kayıtlıdır. Ressamın emriyle, düşüncesiyle tasavvuru ile kayıtlıdır. Ressamın düşüncesi ne ise bu nakış onun dışına çıkamamaktadır. İşte nakşı bizlere nakkaşı da Hakk’a benzetiyor.

---------

(620) Bârigâhın bütün halkı kudretin önünde iğnenin önündeki gergef gibi acizdirler.

---------

Bârigâh-ı âlem gergef gibi dediği Allah’ın var edici ve üzerindeki halkın cümlesi gergef üzerindeki nakışlar gibi ve kudret-i ilâhiye dahi gergef üzerindeki nakış işleyen iğne gibidir, nakkaş Hakk Teâlâ Hz leridir. Gergef nakış yapmak için bir çember vardır, o iç içe geçmiş iki çemberdir, bezi o iki çember arasına gererler, bu gergin haldeki çember ve kumaşa gergef derler. İşte bu âlem bu gergefe benzemektedir, üzerindeki nakışlar da Hakk’ın iğnesi ile işlediğinden o nakışlar işleyene diyemez ki beni sarı iplikle yap, kırmızı iplikle yap diye. Nakkaşın hükmü ne ise nakışta olan geçerli olan da odur.

Yani nakşın kendine ait bir varlığı yoktur, oradaki varlık nakkâşın ta kendisi veya kendisine ait bir hususiyettir.

---------

(621) O bazen şeytan ve bazen Âdem nakşeder. Bazen sürur bazen gam nakşeder.

---------

(622) El yoktur ki, el defe kımıldasın. Nutuk yoktur ki, zarar ve fâide hakkında söylesin.

---------

Hakk’ın kudretinin tasarrufuna muhalif bir el yoktur ki, o tasarrufu def etmek için hareket edebilsin; ve söz söyleyecek bir ağız yoktur ki, kudret-i Hakk’ın tasarrufâtının zararı ve faidesi hakkında söz söyleyebilsin.

---------

Page 51: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

50

Yani kişiye ait bir el yoktur ki def etmek için kımıldasın. Yani nakkaşın yaptığı şeyleri aman onu yapma bunu yapma diyebilsin.

Daha önce mesnevide okunmuştu; pehlivanın bir tanesi pehlivanlığını göstermek için sırtına bir aslan nakşı yaptırmaya gitmiş, nakkaş yani dövmeci sırtını aç yapacağız demiş, iğneleri kızdırmışlar cız, cız, cız bastırmaya başlamışlar, yani dövme yapmaya başlamışlar, pehlivan demiş ki dur, dur, şu anda aslanın neresini yapıyorsun demiş, kuyruğunu yapıyorum demiş, sen kuyruğunu bırak başka yerini yap demiş. Bu sefer baş kısmını yapmaya başlamış, pehlivan gene bağırmaya başlamış durun diye neresini yapıyorsun, başından yapıyorum demiş sen başını da bırak başka yerini yap demiş. Tekrar başlamış karnını yapmaya adam gene bağırmaya başlamış acıdı diye onu da bırak demiş, başka yerini yap demiş. Dövmeci; ya kardeşim buraya geldin bir pehlivan gibi kuyruğu olmayan, kafası olmayan, karnı olmayan aslan olur mu demiş, git sen istediğin gibi pehlivanlığını sürdür başka şekilde demiş.

Şimdi yukarıdaki ifade ile, buradaki ifade değişiktir. Cenâb-ı Hakk’ın nakşını alan bu âlem o nakşı kabul etmek zorundadır. Nakış, nakş edilen yer diyemiyor ki, bana bunu yapma diye. Ama diğer misalde aman bana yapma diye, bakın söz sahibi oluyor. İşte bu kişideki benliğin ifadesi oluyor bir başka ifade ile. Yani kişinin canı acıdığı zaman her şeyden vaz geçiyor, pehlivanlıktan da kavga etmekten de. Tabi bu değişik konular ama yani birisi elini kaldıramıyor, eli yok ki kaldırsın, kendisine yapılan nakşı yapan nakkaşa müdahele edebilsin, diğeri ise varlık âleminde olduğundan varlık gösterdiğinden, nakkaşa müdahele ediyor, ama orada nakkaş kendisi gibi bir zuhur mahalidir, ama diğerinde nakkaş Hakk’ın ta kendisidir. Aradaki fark o oluyor.

---------

(623) Sen beyitin tefsirini Kur’an’dan açık oku ki hüda ا م وت ي م ذ ر ت ا ي م ر Enfal /17 âyetinde buyurdu.

---------

yukarıdaki bir beyitte biz rüzgarlardan hareket eden bayraklar üzerindeki arslan resimleriyiz, demiş ve onu takip eden beyitlerde bunu misaller ile izah etmiş idik. Bu ma’nâ Kur’ân-ı Kerîm’de Enfal

suresi 17. Âyette zikredilmiş olan şu كن الله ل ت و ي م ذ ر ت ا ي م ا ر م وى م ر yani “Ey peygamberim attığın vakit sen atmadın, velâkin Allah

attı” âyet-i celîlesinde açık surette beyan buyurulmaktadır. Bu

Page 52: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

51

beyân-ı âlîde Hak Teâlâ senin attığın oku sen atmadın Allah Teâlâ attı demekle, ef’âli kullarından nef ediyor ve suret-i beşeriyyeyi Hakk Teâlâ Hazretleri kendi ef’âlinin âleti olarak gösteriyor.

---------

Yani yukarıdaki beytin tefsirini Kur’ân’dan al sen diyor ve çok mühim olan bir hadiseye yöneltiyor. Yani yukarıdaki bir beyitte biz rüzgârlardan hareket eden bayraklar üzerindeki arslan resimleriyiz, demiş ve onu takip eden beyitlerde bunu misaller ile izah etmiş idik diyor Mevlânâ Hz leri. Hani arslan resmini aldı sonra da başka misaller vererek kulun yokluğu hakkında ifadelerde bulundu. Yani o mertebeyi açığa çıkarma hususunda kelâm edildi.

Şimdi âyetin ifadesine bakalım; “Ey peygamberim, attığın vakit sen atmadın velâkin Allah attı” (8/17) buradaki ilâh-i ibâreyi belirten hangi mertebedir.? Hz Peygamberin lisanından çıkmış olsa, Hz peygamber atış fiilini yapan, “ey peygamberim attığın zaman sen atmadın” diye peygambere hitap ediliyor. “attığım zaman ben attım”, “Allah attı ben atmadım” dese söz lisan-ı Muhammedi mertebesinden çıkmış olacak. Burada Allah’ın Zât’i lisanından başlayarak çıkıyor, “Attığın zaman sen atmadın velâkin Allah attı” diye bir başka mertebe, Allah, Ulûhiyet ve nübüvvet mertebelerini ifade ediyor. “Ey peygamberim attığın vakit sen atmadın” Allah kelâmı diye belirtelim, tabi ki hepsi Allah kelâmı, mertebe olarak Uluhiyet mertebesi, yani Allahlık mertebesinden söylenmiş bir kelâm, peygamberine diyor ki, görüntüde vücud-u Muhammedi idi, Hz Muhammed ismini alan vücut attı oku, görüntüde O idi, ama attığın zaman sen atmadın sendeki fiili yapan bendim yahut Allah’dı, diyor ikinci bölümünde. “Velâkin Allah attı” bu âyet-i kerîmenin bu bölümünün tamamını anlatan bir başka mertebe vardır. Yani uluhiyet ve risâlet mertebesini birlikte izah eden, anlatan bir başka mertebe vardır. Şimdi bakın peygamber geçiyor, Allah geçiyor, peygamberin ve Allah’ın ikisini birlikte bu fiili yapan birisi olduğu, yani üçüncü bir lisan üçüncü bir kimlik olduğu anlaşılıyor, çünkü eğer peygamber “attığım zaman ben atmadım Allah attı” dese o zaman gayet açıktır, diğer şekliyle yani “ey peygamberim attığın vakit sen atmadın Allah attı Allah bunu diyorsa o zaman ikisinden birisini değişik söylemesi lâzımdır.

“yani attığın vakit sen atmadın Allah attı” yukarıdaki ifade ey peygamberim attığın zaman sen atmadın sözünü Allah söylemiş olsa yani Uluhiyet mertebesinden söylemiş olsa ikinci bölümü “velakin Allah attı” sözünü de “senden ben attım” şekliyle söylemesi lâzımdır. Tabi bunlar bütün Kur’an’ın mertebeleri, kendine ait değişik mertebeleri gizli anlayışları vardır, anlatılışları vardır, ancak bu mutlaka her okuyan tarafından bu şekilde anlaşılacak demek değildir. tercümelerde ve meallerde karşılığı ne ise o şekilde anlayarak, o şekilde tatbik ederek iyi niyetle kişi buna inandığı ve böyle kabul ettiği zaman, mü’min olarak âyet-i

Page 53: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

52

kerîmeye inanmıştır ve kendi onu okuduğu ile sevabına ermiştir. Ama gerçek ma’nâda tevhid ehli olmaya çalışıyor isek ayrıca araştırıcı isek, bunlar bizlere verilmiş birer hediyedir, bizlerden kastım ümmet-i Muhammed olan her birerlerimize, hatta insanlık âlemine sunulmuş birer sırlı hediyelerdir, çünkü herkesin bunları anlamasın da bazı problemler çıkarabilir.

Yanlış anlaşılması suretiyle tefsirlerde birbirlerine zıt hükümler çıkabilir, onun için çok hususide kişiler kendi bünyelerinde bunları tatbik etmek üzere yaşamak üzere bilgilerini kendilerine ait almaları gereklidir, genele ait değildir. Veya küçük topluluklar halinde fikir birliği olan kişilerin anlayacağı şekilde enfüsi olarak tatbikatları yapılmalıdır. Aksi halde geneli ilgilendiren âyetler değildir. genele bir bilgi vermekte, böyle bir özelliğin hususiyetin olduğunu Cenâb-ı Hakk bizlere açmakta yani kullarına açmakta, kim bu tür âyet-i kerîmelerin ne kadar derinliğine nüfuz edebilirse alacağı payın o derinlikte o genişlikte olacağı açıktır.

İşte Kur’ân’da yolculuk ifadesiyle demeye çalıştığımız yolculuk bunlardır. Derinliğine doğru genişliğine doğru yüceliğine doğru yolculuk etmektir, sadece Kur’ân’ın aynı yerinde durup çevresinde dolaşmak değildir. tabi o da çok güzel bir şeydir, bilgisi olmayan Kur’ân’ın çevresine gelemeyen kimselerle Kur’an’la birlikte yaşamak, çevresinde de olsa çok güzeldir. Ama derinliğin derinliği, yüceliğin yüceliği, olması dolayısıyla biz de ne kadar ileriye gidebilirsek bu sahada veya kendimize dönük kendi derinliğimize ne kadar ileriye gidersek! çünkü “nefsini bilen rabbını bilir” hükmüyle rabbımızı o kadar tanımış olma yolu bizlere açılmış olur.

Aksi halde kendimizde var ettiğimiz, yani kendimizde kurguladığımız bir Allah’ın önünde secdeye kapanmış oluruz ki, insanın iyi niyeti ile olunca bu da geçerlidir, çünkü Cenâb-ı Hakk “Ben kulumun zannı gibiyim” demektedir. Dolayısıyla her türlü iman ve itikadı ehl-i sünnet vel cemaat sistemi içerisinde Cenâb-ı Hakk kabul etmektedir. Ama İlâhi sistem o kadar olmayıp sonsuz ufukları da olduğunu bilirsek ve o ufuklara da gidebildiğimiz kadar gidersek âhirette bizim için çok yararlı, faydalı olur. Sadece ahirette değil bu dünyada da faydalı olur.

Tekrar ederek yolumuza devam edelim, herkes Enfal suresi (8/17) âyet-i hatırınızda kalırsa tefsirlerde bunun araştırmasını yaparsınız, yani birey çalışma olarak daha faydalı olur. Böylece daha güçlendirilmiş olur buradaki ifade. “Ey peygamberim” bakın şimdi bu peygamberim sözüyle ifade Uluhiyet mertebesinin sözü olduğu yani gizli uluhiyet açık olarak değil “Ey peygamberim attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı” neden başta Allah kelâmını söylemedi, “ey peygamberim” yani “ey Allah’ın peygamberi attığın zaman sen atmadın ben attım (Allah olarak)” diyebilirdi. “sen atmadın Allah attı” diye bir başka hedef gösteriliyor.

Page 54: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

53

Bu ifade Ahadiyet mertebesinden veriliyor. Çünkü Uluhiyet mertebesinin üstünde ahadiyet mertebesi vardır. Ahadiyet mertebesi diyor ki “ey peygamberim” çünkü O’nun peygamberi, “attığın zaman sen atmadın ancak Allah” yani uluhiyet mertebesinden işlendi bu hadise. Çünkü Ahadiyet mertebesinde işlem yoktur, faaliyet yoktur. Ama şuur vardır, kurgu vardır, Ahadiyet mertebesi itibariyle “ey peygamberim” diyor, “attığın zaman sen atmadın Allah attı” onu ilâhlık mertebesi attı sende fiili meydana getiren Allah’tı diyor.

Şimdi burada atan Uluhiyet, atılma mahali yani elden çıkan risalet, ama bir yere atılıyor, atılan yer de abdi HU. Bu beyan-ı ilâhide Hakk Teâlâ “senin attığın oku sen atmadın Allah teala attı” demekle ef’âli yani o fiili kullarından nehy ediyor, kullarından alıyor, suret-i beşeriyeyi Hakk Teâlâ Hzleri kendi fiilinin âleti olarak gösteriyor. yani Muhammed ismi ile zuhura gelen o fiili, Cenâb-ı hakk’ın Allahü Teâlâ Hz leri kendi ef’âlini âleti olarak Hz peygamberin vücudunu kullanıyor. Kendi fiilinin âleti olarak onu kullanıyor. Atıldığı yerde abdiyet mertebesi yani en son mahal atıldığı yerdir.

---------

(624) Eğer biz okları atar isek bizden değildir, biz yayız, onun ok atıcısı hüdadır.

---------

(625) Bu cebir değildir, bu ma’nâyı cebbâriyettir. Cebbarlığın zikri tazarru/yalvarma, içindir.

---------

Bu beyt-i şerîf yukarıdaki beyitlere karşı vâki' olacak bir suâl-i mukadderin cevâbıdır. Ya'nî birisi çıkıp diyebilir ki, mâdemki bizim ef’âl ve akvâlimiz Hakk'ındır ve bizler Hakk'ın âleti mesâbesindeyiz; şu halde biz akvâlimizde ve ef’âlimizde mecbûruz ve bizim irâdemizin ve ihtiyârımızın hiç hükmü yoktur. Bu suâlin cevâbını tavzîh için bir mukaddimeye ihtiyâç vardır.

Ma'lûm olsun ki, varlık dünyâda ve âhirette hep Hakk'ın varlığıdır. Bu vücûd-ı hakîkînin sıfâtı ve esmâsı vardır, zuhûr isterler. Zuhûr için de mutlaka keserât âleminin vücûdu lâzımdır. Halbuki nâmütenâhî olan vücûd-ı vâhid-i Hakk'ın muvâcehesinde, vücûdât-ı kesîrenin bi'l-istiklâl isbâtı kabil değildir. Binâenaleyh bu vücûd-ı vâhid-i hakîkî, mertebe-i letâfetden merâtib-i kesâfete tenezzül etmedikçe, âlem-i keserât tekevvün etmez. Nitekim bu hâle işâreten Ebu’l-Hasan Gûrî hazretleri, ya'ni "Tenzîh ederim o Zât-ı Ecell ve A'lâyı ki, Zât'ını latîf kıldı, ona Hak tesmiye etti; ve nefsini ve Zâtını kesîf kıldı, ona da halk dedi" buyurur. Ve Cenâb-ı Şeyh-i Ekber ya'ni "Tenzîh ederim o Zât-ı ecell ve a'lâyı ki, eşyâyı izhâr etti; halbuki o Zât-ı Ecell, eşyânın "ayn"ıdır" buyurur.

Page 55: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

54

İmdi, vücûd-ı vâhid-i hakîkî evvelen suver-i ilmiyyesinin mertebesine tenezzül etti ve bu mertebede sıfât ve esmâsının sûretleri sâbit oldu. Esmâ-i ilâhiyye ise, Hâdî ve Mudill ve Dârr ve Nâfi' gibi mütekâbildir; ve Hâdî isminin iktizâsı hidâyet olup, bu ismin mezâhiri mü'minlerdir. Mudill isminin iktizâsı da dalâlet olup, onun mezâhiri de kâfirler, fâsıklardır.

Bu suver-i ilmiyyeye "a'yân-ı sâbite" derler. Bunların bu mertebede vücûd-ı kesîf-i hâricîleri olmadığından Zât-ı Hak’dan ayrı olarak bir zuhûrları yoktur. Bundan sonra o vücûd-ı hakîkî, bu "a'yân-ı sâbite" hasebiyle gayriyyet libâsına bürünerek, mertebe-i ervâha tenezzül etti. Ondan sonra yine bu suver-i ilmiyye hasebiyle "mertebe-i misâl"e ve ondan sonra da "esfel-i sâfilîn" olan "âlem-i şehâdet"e tenezzül eyledi; ve "âlem-i şehâdet"de zâhir olan her bir vücûd-ı kesîf bir ism-i ilâhînin iktizâsına tâbi’ olup, onlardan bu ismin ahkâm ve âsârı gâliben zuhûr etti; ve insan ise sûret-i ilâhiyye üzerine mahlûk olduğundan cüz'î ve küllî bilcümle esmânın mazharı oldu. Fakat mazhar olduğu esmâ-i külliyyeden birisi onun "Rabb-i hâss"ıdır ve onu terbiye eder. Meselâ "Rabb-i hâss"ı "Mudill" ismi ise, cümle mevâtında onda gâliben bu ismin ahkâmı zâhir olur ve "Rabb-i hâss"ı "Hâdî" ismi ise, kezâlik onda gâliben, bu ismin ahkâm ve âsârı zuhûr eder.

İmdi Tekvîn Kelâm'a ve Kelâm Kudret'e ve Kudret İrâde'ye ve İrâde İlm'e ve İlim, malûma tâ'bîdir ve ma'lûm "a'yân-ı sâbite"dir. Ya'nî Hak ilm-i ilâhîsinde sâbit olmayan "şey'in zuhûrunu irâde etmez ve irâde etmediği "şey"e de kudreti taalluk etmez; ve kudreti taalluk etmeyen "şey", dahi mevcûd olmaz.

Vaktâki efrâd-ı insâniyye bu âlem-i kesîfde tekevvün etti, sûretleri i'tibâriyle hepsi insan olduğundan, meydanda bir mîzân olmadıkça hakîkatlerini ve ma'nâlarını yekdîğerinden ayırmak mümkin olmadı. Bu maksadın husûlü için peygamberleri vâsıtasıyla Hak Teâlâ "emr-i teklîfi"sini teblîğ etti. Binâenaleyh emir iki nevi' oldu. Birisi "emr-i iradî" ve diğeri "emr-i teklîfî"dir. "Emr-i irâdî", Hakk'ın ilmine müsteniden vâki' olan irâdesi, ya'nî suver-i ilmiyye mertebesinde Hak'dan lisân-ı isti'dâd ile, kendilerinin "Hâdî" veyâ "Mudill" isimlerinden birisine mazhariyyetini taleb edenler hakkında, o sûretle sübûtuna Hakk'ın irâdesinin taallukudur. Diğeri de "emr-i teklîfî"dir ki, bu âlem-i kesîfde her ferdin isti'dâd ve kâbiliyyeti temeyyüz etmek için, peygamberler vasıtasıyla vâki' olan teklîfât-ı şer'iyyedir. Bu hakâyıka nazaran kul, ezelde lisân-ı isti'dâd ile ne taleb etmiş ise, Hak onu vermiş ve bu âlem-i kesîfte de kezâ kul, irâde ve ihtiyârın, bu isti'dâdının sevkı ile fiilen isti'mâl edip, yine onu taleb etmiş ve Hak dahi kezâlik onu vermiştir. Binâenaleyh Hak tarafından cebir yoktur. Cebir ancak her mazharın kendi hakîkatinden kendisine vâki' olur. Bunların hey'et-i mecmûasını Hakk'ın cebbâriyyeti ihata etmiştir; zîrâ vücûd-ı hakîkî Hakk'ındır ve kulun vücûdu bu vücûda muzâf olan bir vücûddur. O

Page 56: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

55

halde dâimâ Hakk'ın cebbâriyyeti altında zebûndur; ve mahlûkâtın Hakk'ın cebbâriyyeti altında zebûn olmasının hikmeti de, gayriyyet libâsıyla zâhir olan İnsanların mevhûm olan varlıklarını, vücûd-ı hakîkî muvâcehesinde ifnâ için, kemâl-i zilletle tazarru' ve niyâzları lâzım gelmiş olmasındandır.

---------

Hani bazı guruplar var ya cebriyeci olarak “ben fiilimi yapmak zorundayım mecburum” diyor, bu görüşü savunanlara da cebriyeci diyorlar. Bunlar kulu ortadan kaldırıyorlar, Mutezile de ne diyor, kul fiilini halk eder demek suretiyle Hakk’ın programını kaldırıyor, ayan-ı sabite hükmünü kaldırıyor ortadan bakın ikisi bir birine zıttır. ama ehl-i sünnet vel cemaat hem kulun bir şeyler yapması gerektiğini hem de Allah’ın mutlak hâkim olduğunu belirten bir sistem içerisinde kader sırrını hakikatini ortaya getiriyor, en geniş şekilde bunun da en güzeli ehl-i sünnet vel cemaat anlayışını hem zâhiren hem de bâtınen yaşamak bütün bunlar bâtın’ın içerisinde o zaman en kemalli kader anlayışı ehl-i sünnet vel cemaatinin zahiri ve batını ile birlikte oluşturulan anlayış olmaktadır.

Ama bu kadar tafsilâtla bilinmese de ehli sünnet vel cematin kazâ ve kader anlayışı bütün anlayışların içerisinde en kemalli olandır. Zâhiren de olsa en kemalli olandır. Bu beyt-i şerif yukarıdaki beytlere karşı vaki olacak bir sual düşünür ki, eğer benim fiilim ben kendimden bu fiili yapmıyorsam, yani o bayraktaki aslanı sallayan birisi varsa bakın şimdi topladı topladı getirdi, şüphe ve tereddüt olacak karşı sual sorulacak muhtemel sorulacak suali cevaplamaya çalışıyor. O zaman bayrak mecbur değil mi o rüzgarın etkisinde sallanmaya, rüzgar esti rüzgarı estiren Hakk rüzgar estikçe, o bayrakta resmedilmiş aslan, yuvarlak hale geldiği zaman kılıcı vurdu, vurdu gibi gözüktü, kah ayaklarını salladı gibi gözüktü, yani hareketlendi.

İşte bu hareketi yapmağa ben mecburum dediği zaman arslan ne dersin diye yani böyle bir sual vâki olursa o zaman bütün âlem ne diyordu, “attığın zaman sen atmadın atan Allahtı” orada da cebriyet yok mudur diyor. Peygamber onu kendi kendine atmadı ki o fiilini yapmaya mecburdu. Mâdem Allah attı o fiili yapmaya mecburdu. İşte vaki olacak bu yanlış anlayışı gidermek için onun cevaplarını vermeye çalışıyor. Bu cebir değildir, eğer biz okları atar isek bizden değildir, biz yayız, onun ok atıcısı hüdâdır. Yani her bir varlığı yay olarak kabul edilmiş, o yayı kullanan yani bu bedenleri de kullanan Hüda Hakk olduğunu, o halde bu cebir değil midir diye bir soru sorulabilir diyor.

Ona cevap olarak bu cebir değildir, bu ma’nâ-ı cebbâriyettir, yani cebir değil cebirin ma’nâsıdır diyor. bu nasıl oluyor, cebbârlığın zikri yalvarma içindir. Bu beyt-i şerif yukarıdaki beyitlere karşı vaki olacak bir sual-i mukadderin cevabıdır, yani

Page 57: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

56

sorulabilecek bir sualin cevabıdır, yani birisi çıkıp diyebilir ki madem ki bizim ef’al ve ahvalimiz yani fiillerimiz ve sözlerimiz Hakk’ındır, bizler de Hakk’ın âleti düzeyindeyiz, şu halde biz ahvalimizde ve ef’âlimizde, yani konuşmalarımızda ve fiilimizde mecburuz, ve bizim irademizin de ihtiyarımızın da hiç hükmü yoktur. Aynen cebriye sorusu gibi, madem ki kul fiilini yapmaya mecburdur, o zaman ihtiyarı yoktur demek suretiyle, kulun mes’uliyetini ortadan kaldırmaya çalışmaktır altında gizli olan. Bu sualin cevabını açıklamak için bir mukaddemeye ihtiyaç vardır.

Ma’lûm olsun ki varlık dünyada ve âhirette hepsi Hakk’ın varlığıdır. Bu vücud-u hakikinin sıfatı ve esması vardır, zuhur isterler, zuhur için de mutlaka kesarat âleminin vücudu lâzımdır. Yani Cenâb-ı hakk’ın isimleri sıfatları vardır bunlar Cenâb-ı Hakk’tan zuhur isterler, bu zuhur için de kesret/çokluk âleminin vücudu lâzımdır yani bu âlemin, vücudu lâzımdır. Halbuki na mütenahi olan vücud-ı vâhid-i Hakk’ın yüzeyinde vücudat-ı kesirenin bil istiklâl ispatı kabil değildir. böylece bu vücud-u vahid-i hakiki mertebe-i letâfetten mertebe-i kesâfete tenezzül etmedikçe vücud-u mutlak, vücud-u izafi oradan da kevniye tenezzül etmedikçe âlem-i keserat yani kesret âlemi meydana gelmez.

Nitekim bu hale işareten ebul Hasan Gûrî şöyle demiştir; yani tenzih ederim O zat-ı âlâyı ki zât’ını lâtif kıldı, ona Hakk tesmiye etti. Yani Hakk ismini verdi. Nefsini ve Zât’ını kesif kıldı, ona da halk dedi. Cenâb-ı şey ekber “tenzih ederim o Zat-ı âlâyı ki eşyayı ızhar etti halbuki o Zat’ı ezel eşyanın aynı buyurur, kevniyet mertebesi itibariyle. Şimdi vücud-u vâhid-i Hakiki yani tek olan hakiki vücut, evvelen suver-i ilmiyesini yani ilmi suretlerinin mertebesine tenezzül etti. Yani a’yân-ı sâbiteler programını yaptıktan sonra Ahadiyet mertebesinden Vahidiyet mertebesine yani sıfat mertebesine oradan yani Vahidiyet Rahmaniyet mertebesinden oradan da rububiyet mertebesine zuhur etti ve esmasının suretleri zuhur etti. Yani ruhlar alemi denilen yerde isimlerin suretleri lâtif suretleri meydana geldi.

Esma-ı İlâhiye ise Hâdi ve Mudil ve Dâr ve Nâfi mütekabildir. Yani zıt isimlerden meydana gelmiştir esma-ı İlâhiye. Hâdi isminin iktizası yani gereği hususiyeti hidayet olup, bu ismin mezahiri de mü’minlerdir. Mudil isminin gereği yani iktizası dalâlet olup onun masharı da kâfirler fasıklardır. Bu suver-i ilmiyeye yani bu ilmi suretlere a’yân-ı sâbite derler, bunların bu mertebede vücud-u kesif-i haricileri olmadığından yani a’yân-ı sâbitelerin dışa dönük kesif vücutları olmadığından Zât-ı Hakk’tan ayrı olarak bir zuhurları yoktur. Yani a’yân-ı sâbiteler Hakk’ın varlığı ile vardır. Diğer ifade ile a’yân-ı sâbite varlık kokusu almamıştır diye ifade edilmiştir. Zât-ı Hakk’tan ayrı olan bir zuhurları yoktur, bundan sonra o vücud-u hakiki bu a’yân-ı sâbitesi hasebiyle gayriyet libasına bürünerek mertebe-i ervaha tenezzül etti.

Page 58: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

57

İşte ilk mahlûkluk özelliği ulûhiyetten Vahidiyete, Vahidiyetten de Rahmaniyete oradan da rububiyete yani sıfat ve esma mertebelerine geçerken mahlûkiyet başlamakta yani halk edilmişlik başlamaktadır. Ondan evvelki mertebede bu esma-ı ilâhiye ilâhi Zât’ın varlığında olduğundan orada mahlûkiyet elbisesi ve hükmü yoktur, Allah’ın Zât’ıyla vardırlar. Ne zaman ki, sıfat ve esma mertebelerinde lâtif varlıklar olarak suretlendiklerinde, o zaman mahlûkiyet başlamaktadır. Rahmaniyette başlıyor, gayriyet libâsına bürünerek daha evvelce a’yân-ı sâbite, yani hakkın aynları iken, sonra gayrları olmaya başlıyorlar. Yani bu âlemin iki özelliği var, birisi ayniyeti biri de gayriyetidir. Gayriyeti itibariyle kulluğu meydana geliyor, ayniyeti itibariyle de a’yân-ı sâbitesi dolayısıyla Hakk’taki olan Zât’i hakikati belirlenmiş oluyor.

Gayriyet elbisesine bürünerek mertebe-i ervaha tenezzül edip, ondan sonra yine bu suver-i ilmiye hasebiyle ilmi suretler hasebiyle mertebe-i misâle, yani rububiyet, rablık mertebesine oradan sonra da esfel-i sâfilin olan âlem-i şehadete tenezzül eyledi. âlem-i şehâdette zâhir olan her bir vücud-u kesif, bir ism-i ilâhisinin iktizasına tabi olur, yani onun ahlâkına özelliğine hususiyetine tâbi olup, onlardan bu ismin ahkam ve asarı galiben zuhur etti. Yani Cenâb-ı Hakk her birerlerimizin programlarını yaparken muhtelif esma-ı İlâhiyelerden, bir terkip üzere oluşturdu. Kendimize bir baktığımız zaman, bizde cabbariyet de var Rahmaniyet de vardır. Bizde merhamet de var, gadap da vardır. Bizde gülme de var ağlama da vardır. Yani zıt isimler hepimizde her birimizde bu zıt isimler 99 veya sonsuz isimlerin hepsinden bir terkip olacak şekilde a’yân-ı sabitelerimizde var a’yân-ı sâbitelerimizin hususiyeti budur.

Nasıl ilaçları hazırlarken değişik maddelerden değişik miktarlar da bir terkip yapıyorlar, bakıyorsunuz bu terkip baş ağrısına iyi geliyor, işte bu esma-ı ilâhiyenin içerisinde hangi esmaların, gurup esmaların ağırlığı varsa, o vücuttan o ahlak zuhur ediyor. Ne yönüyle, a’yân-ı sâbite yönüyle, programı yönüyle. Tabi bu, bu kadar değildir, öyle olursa kulun hiç mi dahli yok kendi kendini düzenlemekte o da ayrıdır. Cenâb-ı Hakk diyelim ki Kahhar esmasından 10 verdi, Rahman Esmasından 9 verdi, eğer biz gaflet halinde olursak Kahhar esması bizde 10, 11 diye artışa geçer. Yani aşırılığa gider. Rahman esması azalır, yani perdelenmiş olur. Ama eğer biz gayret eder rahmân esması yönünde fiiliyat gösterirsek Rahmân esması bizde artışa geçer o arttığı kadar da Kahhar esması bizde azalır. İşte bizim mesuliyetimiz buralarda oluşmaktadır. Tabi bu saha ayrı bir konudur.

Mertebe-i misale oradan da esfel-i sâfilin olan bu âlem-i şehâdete tenezzül eyledi, âlem-i şehâdette zâhir olan her bir vücud-u kesif bir ism-i ilâhinin istidadına tabi olup onlardan bu ismin ahkam ve asarı galiben zuhur etti, buna ne diyorlar, rabb-ı has diyorlar. Kişinin üzerinde ağırlıklı olan esma-ı İlahiye kişi veya

Page 59: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

58

varlıkların rabb-ı hassı’dır. İşte bu rabb-ı hasları tanımak suretiyle Rabb-ul Erbab’a ulaştırılması kişinin rabb-ul hastan Rabb-ul Erbab’a yani esma-ı İlahiyenin hepsini kapsamına alan Allah ismine ulaşması gerekmektedir. Hakk’ı bulmak bu yolla mümkündür. Yoksa her birerlerimiz Hakk’a ibadet etmekteyiz ancak rububiyet mertebesi itibariyle Hakk’a ibadet etmekteyiz. Yani hangi ismin kapsamında isek evvelâ o esmaya yönelmekteyiz o esma da eğer

gayretimiz varsa oradan Hakka, çünkü yolu odur. İşte وا ال اول ااب denilen her bir esma-ı ilahiye bir kapı olduğundan ehlullah االلب

da bu kapılardan Hakk’ın Zât’ına yol olduğundan o yoldan

götürdüğünden ehlullah’ın bir ismine de, اب ب وا االل .denir اول

Ancak tefsirlere baktığımız اب وا االلب zaman kâmil akıl sahipleri اول

diye ifade edilir ki zâten kâmil İnsanlardır.

İnsan ise suret-i İlâhiye üzerine mahluk olduğundan, bakın bu çok müthiş bir ifadedir, günlerce kişi kendi bünyesinde bu terim ve terkibi alsın da, müşahadesini yapsın hazzını duysun, şu şekilde ki Cenâb-ı Hakk’ın insan suretine ne kadar bir değer verdiğini düşünsün, ve kendi hakikatini idrak etsin, sadece bu âlemin esfel-i safilin olmadığını, aynı zamanda müşahede âlemi, aynı zamanda buluşma müşahede, âlemi olduğunu anlasın. O kadar güzel bir tabir ki, “insan ise suret-i ilâhiye üzerine mahluktur.” Bütün varlıklar suret üzere mahlukturlar. Ama insan suret-i ilâhiye üzere mahluktur, hadis-i kudside buyurulduğu gibi “Allah Âdem’i kendi sureti üzere halk etti”, “halakal Âdeme alâ suretihi” tabi tefsirlerde fıkıh kitaplarında bu ifade daha değişik olarak ifade edilirsede şöyle derler; “Allah Âdemi kendi Âdemlik sureti üzere halk etti” diye geçer ama aslı ise “Allah Âdemi kendi suretinde halk etti” dir ama Allah Âdem suretinde mi? o ma’nâda değildir.

İsim ve sıfatlarıyla teçhiz edildiğinden Cenâb-ı Hakk da isim ve sıfatlarıyla zuhurda faaliyette olduğundan Âdem de isim ve

sıfatlarıyla zuhurda olduğundan ve kendisine ilk öğretilen علم ادما كله اء hükmüyle isimler kendisine verildiğinden işte bu 2/31 االمس

isimler ve sıfatlar dolayısıyla suret-i ilâhiye üzere mahluktur. Suret-i ilâhiye üzere hâlik değil, a’yân-ı sâbitesi ve iç bünyesindeki hakikatleri itibariyle yani bâtın âlemi itibariyle Allah’ın varlığında olan bir varlık ama hulk halk edilince, zuhura geldiği zaman suret-i ilâhiye üzere olan bir mahluk, sureti, suret olarak sadece bir mahluk değil, yani hayvanlardaki madenlerdeki nebatlardaki gibi

Page 60: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

59

mahluk değil. Ancak sureti ilâhiye üzere mahluk olduğundan cüzi ve külli bil cümle esmanın masharı oldu. Fakat mazhar olduğu esma-ı külliden birisi onun rabb-ı hasıdır ve onu terbiye eder. Mesela rabb-ı hassı Mudil ismi ise cümle mevatında onda galiben bu yaşantısında ismin ahkamı zâhir olur ve rabb-ı hassı Hâdi ismi ise böylece onda galiben bu isim ahkam ve asarı yani hükümleri ve eserleri zuhur eder.

Şimdi tekvin kelâma, kelâm kudrete, kudret iradeye, ve irade de ilme, ve ilim de maluma tabidir. Malum da a’yân-ı sâbitedir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kurmuş olduğu malum bilinen a’yân-ı sâbitedir. Yani Hakk ilm-i ilâhisinde sâbit olmayan fiilini irade etmez. Yani ilm-i ilâhide mevcut olmayan bir şeyin oluşumunu irade etmez. Evvela programı olacak, yani Hakk ilm-i ilâhisinde sabit olmayan şeyin zuhurunu irade etmez, ve irade etmediği şeye de kudreti taalluk etmez. Yani kudreti onu zuhura getirmez, yani ilgilenmez. Kudreti taalluk etmeyen şey dahi mevcut olmaz.

Vakta ki efrad-ı insaniye yani insan fertleri bu âlem-i kesifte tekevvün etti, yani yoğun âlemde meydana geldi, suretleri itibariyle hepsi insan olduğundan meydanda bir mizan yani ölçü olmadıkça ve ma’nâlarını yek diğerinden ayırmak mümkün olmadı. Yani bir kimsenin içerisinde Hâdi esması var, bunu zuhura çıkarmadığı zaman, diğerinde de mudil esması var, onu da zuhura çıkarmadığı zaman, içlerinde ne olduğu bilinmez demek istiyor. Yani bir teklif olmadığı zaman bunları ayırmak mümkün olmadı. Bu maksadın husuli için peygamberleri vasıtasıyla Hakk Teâlâ “emr-i teklifisini” tebliğ etti. Böylece emir iki nevi oldu biri “emr-i iradi,” diğeri de “emr-i teklifi.”

“Emr-i iradi” demek a’yân-ı sâbitenin programı, “emr-i teklifi” de peygamberler vasıtasıyla insanlara emredilen yani insanlara tavsiye edilen yaşam sistemi oldu. “Emr-i iradi” Hakk’ın ilmine müsteniden vâki olan iradi, yani ilmi suretleri mertebesinden Hakk'ta’ lisan-ı istidadıyla kendilerinin Hâdi veya Mudil isimlerinden birisine mashariyetini taleb ederler. Yani emri iradi olarak a’yân-ı sâbitesi, hangi isim üzerine kurulmuşsa, kevn âleminde yani bu âlemde ya rabbi bana daha evvel de bahsedildi ya, sessiz ve sözsüz sen bizim sözlerimizi işitir idin, bizim daha suretlerimiz yok iken a’yân-ı sâbitedeki batın talebi, işte emr-i iradi olarak mudil esması Mudillik talebini ister. Ama Hadi esması da hidayet talebini ister.

Bunlar bir faaliyet olmadıkça ortaya çıkmazlar. Şimdi iki kişi yan yana oturalım, biri ehl-i küfür, birisi ehl-i iman ama, içlerinde bunlar, faaliyetleri zuhura çıkmadığı için bunları anlamak mümkün değildir. O suretle sübutuna Hakk’ın iradesini taallukudur. Yani emr-i iradi dediği şey batınından o esmanın zuhurunu talep eder. Neden? çünkü o esma hasebiyle programlandığından o esmanın ahlâkını sever ve o ahlâkını çıkarmak ister kul. Bu emr-i iradi

Page 61: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

60

yönüyledir. Yani kişinin programı yönüyle o programı ortaya çıkarmak ister, artı veya eksi olarak. Kulun a’yân-ı sâbitesinden çıkıyor ki kuldan yani bireyden çıkmaktadır. İşte buraları anlamak çok zordur.

Hak’tan lisân-ı istidat ile kendilerinin Hâdi ve Mudil isimlerinden birisinin mashariyetini talep eder yani özelliğini taleb eder. Taleb edenler hakkında o suretle sübutuna yani o şekilde sabit zuhura gelmesine Hakk’ın iradesinin taallukudur diyor, emr-i iradi tarif ediyor. Diğeri ise emr-i teklifidir ki bu âlem-i kesifede her ferdin istidat ve kabiliyetleri temeyyüz ettiği için yani istidat ve kabiliy-yetlerin ortaya çıkması için emr-i teklifi vardır. Yani peygamberler vasıtasıyla vaki olan teklifat-ı şer’iyedir, şer’i tekliftir. Yani namaz şöyle kılınacak iman edilecek işte Allah var peygamber var, bunlara emr-i teklifi, teklif edilen görevler ma’nâsınadır. Ama biz kabul ederiz etmeyiz burada “dinde zorlama yoktur” hükmüne göre ne baskı yapılabilir, ne de her hangi bir cebir zorlama yapılabilir.

İşte bizim sorumlu olduğumuz nokta bu emr-i teklifi noktasın-dadır. A’yân-ı sâbitemizin bir bölümü kader-i mutlak, mübrem kader bir bölümü de kader-i muâllâk, işte kader-i muâllâk olan bölümlerden sorumluyuz, onlar da emr-i teklifi hükmü içinde olan bölümlerdir. Bu hakayıka nazaran kul ezelde lisan-ı istidat ile ne talep etmiş ise Hakk onu vermiş ve bu âlem-i kesifte kul irade ve ihtiyarın bu istidadının fevkiyle fiilen onu kullanıp yine onu taleb etmiş ve Hakk da onu vermiştir. Böylece Hakk tarafından cebir yoktur, cebir ancak bir masharın kendi hakikatinden kendine vaki olur. Yani bir fiil eksi ma’nâda ortaya çıkmışsa veya artı ma’nâda ortaya çıkmışsa Cenâb-ı Hakk onu yaptırmış cebir yoktur, peki ne vardır, a’yân-ı sâbitesi itibariyle kişi Hakk’tan o fiili kendisi talep etmiştir. Ve bu âlemde onu zuhura getirmektedir.

Dolayısıyla ikilik yok, cebir de yoktur, cebir ikilik olduğu yerde olur. Yani bir cebir eden olacak bir de cebir edilen olacak orada ikilik yoktur ki cebir olsun. Kul kendi fiilini kendi talep etmiştir. A’yân-ı sâbitesinin terkibi itibariyle demek istiyor. Cebir ancak bir mazharın kendi hakikatinden kendine vaki olur bunların heyet-i mecmuasını Hakk’ın cebbariyeti ihata etmiştir. Zira vücud-u hakiki Hakk’ındır ve kulun vücudu bu vücuda muzaf olan bir vücuttur. Yani izafe edilen, kılıf olan bir vücuttur, o halde daima Hakk’ın cebbariyeti altındadır ve zebundur ve mahlukatın Hakk’ın cebbariy-yeti altında zebun olmasının hikmeti de gayriyet libasıyla zâhir olan insanların, mevhum olan varlıklarını vücud-u hakiki düzeyinde ifna için, kemali zilletle tazarru ve niyazları lâzım gelmiş olmasındandır. Hakk’ın vücudu insana izafe edilen bir vücuttur, daima Hakk’ın Cebbar hükmünün altındadır.

İşte bu mahlûkatın Hakk’ın Cebbariyeti altında zebun olması hikmeti de gayriyet libasıyla yani ayrı, Hakk’ın varlığından ayrılmış hükmüyle zâhir olan insanların mevhum olan varlıklarını yani

Page 62: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

61

zanda ve hayelde var zannedilen mevhum olan varlıklarını vücud-u hakiki muvacesinde, yani istikametinde ifna etmek için kemâl-i illet ile niyazları lâzım gelmesi olmasındandır. Yani Rablarına yönelme-leri bakımından cenâb-ı Hakk bütün kullarını cebbariyeti ile ihata etmiştir. cebbarlık hususiyeti çıksa da "aman yarabbi” desinler diye niyaz etsinler diye o yoldan da kendilerini temizlesinler diye ifade edilmektedir. “Lâ ilâhe illâllah “ dediğimizin özü budur. “Lâ faile illâllah” ın özü de budur. Bu mutlak vücudu anlamak için “lâ fâile illâllah” sistemini idrak etmek lâzımdır. Ondan sonra “Lâ mevcuda illâllah” ondan sonra “Lâ mevsufe illâllah” ondan sonra da “Lâ mabude illâllah” ve onun diğeri olan “Lâ ilâhe illâllah”ı ancak burada söyleyebiliyor, insan oğlu gerçek ma’nâ da diğerleri benzeri kelime-i tevhit olarak söylenmektedir.

---------

Mesnevi 626. Beyt’ten devam.

---------

(626) Tazarru’umuz ıztırarın delili oldu; utanmamız da ihtiyârın delîli oldu

---------

Ya'nî aczimiz ve tazarru'umuz, ihtiyârımızın olmadığına alâmettir;

ve bir kötülüğü yaptıktan sonra utanmamız ve vicdanı-mızda azâb duyarak pişmân olmamız, irâde ve ihtiyârımız olduğuna alâmettir.

Binâenaleyh hakîkatimiz nokta-i nazarından Hakk'ın cebbâriyyeti altındayız ve isti'dâdımızın mecbûruyuz;

fakat şerîat ve zâhirimiz nokta-i nazarından fiilimizde muhtârız. Biz, tavla oyuncuları gibiyiz. Hakikatte zara tâbîyiz; fakat oyunculuktaki mahâretimiz ve ihtiyârımız da inkâr olunamaz.

---------

Utanmamız da ihtiyarın delili oldu, hani yukarıda gerçek ma’nâsıyla biz var mıyız, yok muyuz? daha evvelki beyitlerde bahsedildiği gibi işte bayrak arslanlarıyız bizi hareketlendiren rüzgardır, attığın zaman sen atmadın, ancak Allah attı, gibi kulun iradesinin bir mertebede olmadığı hakkındaki bilgilendirmeler idi, ancak mutlak ma’nâda bu böyle miydi, değil miydi, diye bir vâki sual sorulduğunda daha evvelki o suali görmüştük o sualin cevabı olarak izahları böylece gelmekte.

Utanmamızda ihtiyarın delili oldu, yani aczimiz ve tazarrumuz, yalvarmamız çaresizliğimiz ihtiyarımız olduğuna âlemettir. Yani ihtiyarı olanın da varlığı vardır. Bir kötülüğü yaptıktan sonra

Page 63: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

62

utanmamız ve vicdanımızda azab duyarak pişman olmamız irade ve ihtiyarımız olduğuna âlemettir. Evvelki beyitlerde yokluğumuz itibariyle meseleyi ortaya getirdi, şimdi de varlığımız itibariyle getirdi. Böylece hakikatimiz noktayı nazarından Hakk’ın Cebbariyeti altındayız ve istidadımızın mecburuyuz, fakat şeriat ve zahirimiz noktayı nazarından fiilimizde muhtarız.

Biz tavla oyuncuları gibi hakikatte zara tabiyiz, fakat oyunculuktaki maharetimiz ve ihtiyarımız da inkâr olunamaz.

---------

(627) Eğer ihtiyarımız olmasa idi bu utanma nedir ve bu teessüf eseflenme üzülme ve kacelet ve teeddüt nedir, edeplenme nedir,

---------

(628) Üstatların çırakları men etmesi ne içindir? Hâtırı tedbirlerden çevirmek niçindir,

---------

Ya'nî insanın ihtiyâr sâhibi olduğunun alâmetlerinden birisi üstadların çıraklarını ve muallimlerin talebeyi ve mürşidlerin mürîdleri fenâ hareketlerinden men' etmesidir. Diğer bir alâmet dahi budur ki, meselâ insanın hâtırına bir iş hakkında bir tarz-ı hareket vârid olur; fakat düşünür, muhâkeme eder, bu tedbîri fenâ bulup icrâdan vazgeçer. İnsanda ihtiyâr ve irâde olmasa, bunlar olmazdı.

---------

(629) Eğer sen o cebirden gafildir Hakk’ın ayı onun bulutunda gizlenmiştir dersen

---------

yani eğer sen kendisinde zâhiren ihtiyar ve irade gören o kimse cebr-i hakikiden gafildir çünkü Hakk’ın ay gibi açık olan sıfat-ı Cebbariyesini onun bulut gibi olan vucud-ı kesif-i zâhirisi örtmüştür dersen atideki/gelecek, cevabı veririm.

---------

(630) Buna güzel bir cevap vardır eğer dinlersen küfürden geçersin.

---------

625 numaradaki beytin şerhini zevkan anladın ise. Hz pirin âtideki/gelecek, cevaplarını da zevkan anlarsın. O vakit irade-i cüz’iyye yi inkârdan vaz geçersin ve emirler ve nehiylerden ibaret olan dinin lüzumunu tasdik edersin. Zira din irade-i cüzziyeyi ispat ediyor.

---------

Page 64: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

63

İrade-i cüz’iyye olmasa din gelmezdi, ne olurdu, herkes kendi a’yân-ı sâbiteleri istikametinde hareket eder, ne âhiret olurdu ne cennet ne de cehennem olurdu.

---------

(631) Hastalık içinde olan nedâmet ve tazarrudur ki vakt-i maraz bütün uyanıklıktır.

---------

Yani irâde-i cüzziyenin delili hastalık içindeki nedamet ve tazarrudur, zira hastalık vakti insana uyanıklık verir

---------

Yani hastalık vakti bütün uyanıklıktır,. Bir tarafın ağrıyorken, sıkıntıda iken nasıl uyursun.

---------

(632) Sen hasta olduğun zaman günahtan istiğfar ediyorsun

---------

(633) Sana günahın çirkinliği görünür yola rücu edeyim diye niyet edersin

---------

(634) Aht-ı feyman edersin ki bundan sonra taattan başka iş ihtiyar etmeyeyim.

---------

(635) Şimdi bu mukarrer oldu ki hastalık sana akıl ve intibah/uyanma, bahşediyor.

---------

Ya'nî, ey cebir mezhebine sâlik olan kimse, sen, bende bir şey yoktur; her neyi Hak murâd ederse, o olur; binâenaleyh ben ef’âl ve harekâtımda ma'zûrum dersin. Fakat bilfarz içkinin veyâ diğer bir fiil-i nâ-meşrû'un te'sîriyle hasta olduğun vakit, aklın başına gelir de cebrini unutur; ve eğer iyi olursam bir daha bu fiili yapmıyacağım diye nedâmet ve hasret izhâr edersin. Bu nedâmet ve hasret bir meyl-i tabîîdir ki, mezhebine muhâlif olarak sana, sende bir irâde bulunduğunu ihtâr eder; ve bu meyl-i tabîî senin mezhebini tekzîb eder.

---------

Yani bir uyanıklık bahşediyor ve kendine dönüş bahşediyor.

Yani halin sende bir irade olduğunu ortaya koyar. Sen istediğin kadar ben fiilimi yapmaya mecburum de.

---------

Page 65: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

64

(636) Böylece ey aslı arayan bu aslı bil ki her kimin derdi varsa o koku almıştır.

---------

Yani ey asıl olan sırr-ı kaderi nazar-ı itibara alan ve bu surette kendini ef’âlinde mecbur addeden kimse şu aslı dahi nazar-ı itibare al ki Allah Teaâlâ kazâ ve kader hükmünü kullarından gizlemiştir. Bu gizlilik insanda bir dert ve elem peyda eder, böylece her kimin derdi varsa o kimse cebr-i hakikiden koku almış olur. Yani cebbariyetten koku almış olur.

Nitekim (s.a.v.) Efendimiz “ben sizin en ziyade Allah’ı bileninizim ve ben sizin en ziyade Allah’tan korkanınızım” buyurdu.

---------

(637)Her kim ziyade vakıf ise yani hakikatlere vakıf ise yüzü ziyade sarıdır.

---------

Bakın fiziki ma’nâda bir hadis-i şerifin hakikatleri nerelere dayanmaktadır. Her kim ziyade uyanık ise ziyade dertlidir, her kim ziyade vakıfsa yüzü ziyade sarıdır. Yani her kim ziyade uyanıksa yani çok uyanık ise uyanıktan kasıt uykusuz yatıyor manasına değil, akılda fikirde uyanık ise ileriyi görüyor istikbalin ne olacağını düşünüyor ise ziyade dertlidir yani hüzünlüdür ne yaparım ne ederim, ne olacak diye,

---------

(638) Eğer O’nun cebrinden agâh isen hani senin tasarrufun hani sana cebbariyet zincirinin görüşü.

---------

Sırr-ı kaderin vücûdundan âgâh isen, "Aman Allâh'ım" diye yalvarman nerede? Boynunda cebbâriyet zinciri takılı olduğunu, eğer nazar-ı hakîkatle görüyor isen, kendini âciz görürsün. Muâmelâtında "Ben böyle yapıyorum; böyle yaparım; şöyle yaparım" diyemezsin, insaf et ey cebrî, sen böyle misin?

Resûl-i Ekrem Efendimiz ekserî zamanda Ya'ni "Ey kalbleri ve basarları döndüren Allâh'ım, bizim kalblerimizi dînin üzerinde tesbît et!" diye yalvarırdı. Hz. Enes dedi ki: "Ey Allâh'ın Peygamberi, biz sana ve senin getirdiğin şeye inandık. Sen bundan sonra da bizim üzerimize korkar mısın?" Resûl-i Ekrem Efendimiz buyurdular: "Evet, muhakkaktır ki kalbler Rahmân'ın parmaklarından iki parmak arasındadır; onları istediği gibi çevirir."

---------

(639) Zincirde bağlı olan nasıl şadi eder, bahsin esiri olan ne vakit hürlük eder.

Page 66: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

65

---------

Sen mecburiyet davasında bulunduğun halde yani ben cebriyeyim fiilimi yapmakta mecburum, davasında bulunduğun halde, hayat-ı dünyeviyende keyifli bir halde imar-ı evkad ediyorsun. Yani vakitleri keyfinle imar ediyorsun. Yani vakitleri keyfine göre geçiriyorsun, muamelâtında da tasarrufa kıyam ediyorsun. Yani muamelelerinde de tasarruf etmeye kalkıyorsun. Madem ki cebri hakiki altında bulunduğunu iddia ediyorsun niçin hür bir şekilde hareket ediyorsun. Fiilin kavlini tekzib etmiyor mu.

---------

(640) Eğer sen ayağını bağladıklarını senin üzerine padişah çavuşları oturduklarını görüyor isen.

---------

(641) O halde sen acizlere çavuşluk etme zira acizin tab’ı ve huyu değildir.

---------

Ayak bağından murad ilm-i ilâhîde abdin lisân-ı isti'dâd ile, talebi üzerine vâki olan hükm-ü ilâhidir ki bu kazâdır. Padişahdan murad, Hakk Teâlâ Hz leri, çavuşlardan murad, gerek surette gerek ma’nâda kazâ-ı ilâhi infaza memur olanlardır. Kur’ân-ı

Kerîm’de bunlara ا ر ات ام دبـر âyetinde buyurur. Bir iş 79/5 فالم

çevirenler âyet-i kerîmesinde buyurulur. Yani ey cebri bu esasata hakikatan imanın varsa, hem kendinin hem de başkalarının, aciz olduğunu bilirsin, ve herkesin üzerinde acizlerin şanından olmayan, tasarrufa kıyâm edemezsin. Zira sen âciz isen başkalarının üzerinde hüküm ve tasarruf etmek bir âcizin tab-ı ve huyu değildir.

---------

(642) Mademki onun cebrini görmüyorsun söyleme. Eğer görüyor isen hani görmenin alâmeti.

---------

Yani sen Hakk’ın cebrini zevkan ve hâlen görmüyor isen, artık mecbur olduğundan bahsetme, eğer görüyor isen görmenin alâmeti kendini ve başkalarını âciz bilmektir, hani sende görmenin alâmeti varmıdır.

---------

(643) Meylin olan her bir işte kendi kudretini açık görürsün.

---------

(644) Meylinin matlubu olmayan bir işte yani talebin olmayan bir işte bu Hakk’tandır diye cebri olursun.

Page 67: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

66

---------

Yani nefsine hoş gelen menhiyatı icraya koşar, ve kudretini sarf eder, fakat nefsine hoş gelmeyen evamir-i ilahiyeyi, terk edip yani ilâhi emirleri terk edip “ne yapayım, bu benim için mukadderdir” dersin.

Şu hale nazaran senin bir ihtiyarın olduğu ve senin bu ihtiyarının senin üzerine kazâ-ı ilâhiyi celp eylediği meydandadır.

---------

(645) Peygamberler dünya işinde cebridirler. Kâfirler de âhiret işinde cebridirler.

---------

(646) Peygamberler için âhiret işi ihtiyaridir, câhiller için dünya işi ihtiyaridir.

---------

Peygamberler ve peygamberlere tâbi olanlar dünya işlerini zor ile istemeyerek yaparlar. Çünkü yemede ve içmede ve nikâhta mevtın-ı dünya ahkâmına tebâiyet zaruridir. Yani dünya yaşantısında tabi olmak zaruridir. Ahiretin işlerini seve seve yaparlar. kâfirler ise, hayatı ancak hayat-ı dünya olarak bildiklerinden, dünya işlerini seve seve icra ederler. Ahiret işlerine asla yanaşmazlar.

Din ve âhiret sözlerini hurafeler addedip asla dinlemek istemezler. Böylece âhiret işi peygamberler ve onlara tâbi olan mü’minler için ihtiyaridir, ve kâfirler onların isrine/yoluna tâbi olanlar, yani onların yolları üzerine tâbi olanlar câhiller içinde ihtiyâri olmuş olur. Yani kendi istekleri ile olmuş olur.

---------

(647) Zira her bir kuş kendi cinsi tarafındadır, o geriye ve can ileri ileri uçar.

---------

Yani her bir kuş kendi cins tarafına uçtuğu gibi, kesif ten ahkâmına tâbi olan küffâr, örtücüler küfür ehli ve cühelâ câhiller, Zât’ı Hakk’tan uzak ve geri olan âlem-i kesif-i dünya tarafına uçar, ve ruh-u lâtif ahkâmına tâbi olan, enbiya ve mü’minler ise, Zât-ı Hakk’a yakın ve mertebe-i şehâdet ve misâl âlemlerinden ileri olan âlem-i lâtif olan ruhâniyet tarafını uçarlar. Lâtif olan ruhâni âlem tarafına uçarlar.

---------

(648) Kâfirler siccin cinsi geldiklerinden dünya zindanı içinde hoş âyîn geldiler.

Page 68: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

67

---------

“Siccin” tabiat ve kesâfetiye unsuriyye âlemidir, “siccin” cehennemde bir tabaka derler, tabiat ve kesafet-i unsuriye yani unsur âlemidir, tabiat âlemi kesif âlem bu âlem, yani anâsır-ı erbaa diyorlar yani dört unsur, kâfirlerdeki ruh dahi hayvaniyet mertebe-sinden ileri geçemediği, böylece âlem-i kesafet cinsinden bulunduğu cihetle zulmâni bir zindan olan dünya için, güzel âdet olarak geldiler. Kâfirlerin dünyaya güzel rüsum, yani resim ve âdet olmaları dünyayı imâr ile meşguliyetleri dünyanın her bir hazzını ve zevkini yerine getirmeleri hasebiyledir. Dünyanın ma’muriyeti ise dünya için bir hoş ayindir.

İmdi küffar Hakk’tan ve âlem-i illiyyinden gafil olarak dünyayı şenlendirirler.

---------

(649) Peygamberler illiyyin cinsi olduklarından yani yücelikler cinsi olduklarından illiyyin tarafının canı ve kalbi oldular.

---------

Yani peygamberler ve onların tâbiinleri âlem-i kesâfet ahkâmında müstağrak olmayıp yani orayla gark olmayıp oraya dalmayıp, yani kesâfet âlemine dalmayıp, âlem-i latif, ervâh ile münasebetkar olduklarından bu ruhaniyet âleminin canı ve kalbi oldular ve bu âlemi şenlendirdiler.

---------

(650) Bu sözün nihayeti yoktur, fakat biz gene o kıssanın tamamını söyleyelim,

---------

Yani a’yân-ı sâbite âleminden itibaren her ferdin dünyadaki ve berzahtaki ve cennet ve cehennemi cismanideki ahvalini beyan etmeye başlarsak bunun nihayeti gelmez zira bunu söylemek tecelliyat-ı esmaıye-i ilâhiyeyi söylemektir, tecelliyat-ı esma-ı ilâhiyenin de nihayeti yoktur, böylece kıssaya rücü edip bu mevzuyu bitirelim.

---------

Buradan vezirin halveti terk etmekten müritleri bölümüne geçiyor.

---------

Bir İsevi veziri varmış aslında Musevi imiş ama İsevi gibi gözüküyor, o günkü İsevileri bozmak için türlü türlü oyunlar kurmuş onun özelliklerinden bahsediyor.

Page 69: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

68

Mevzumuz ayan-ı sabitelerin hakikati ve bizler gerçek ma’nâda varmıyız, yokmuyuz diye konumuz buydu. Bir bakıma hakikatle-rimiz itibariyle bizler yokuz, a’yân-ı sâbitelerimiz tarafından baktığımızda yokuz, yani fenâfillah mertebesine kadar olan seyrimizde Âdemiyet mertebesindeki varlığımızdan Âdemiyetimizi idrak etmek suretiyle var oluşumuzdan nihâyet İbrâhîmiyet Museviyet, İseviyet, mertebelerine geldiğimiz yolda da İseviyetin hakikati yani fenâfillâh’ın hakikati itibariyle de yoklarız. Orada yok olmamız gerekiyor. Ama Muhammedi hakikatler itibariyle de var olmamız gerekmektedir.

Ne şekilde, Hakikat-ı İlâhiye Bakâbillah hükmü üzere var olmamız gerekmektedir. Yalnız bu var oluş daha evvelce terk etmiş olduğumuz beşeri bireysel irade-i cüzziye ile değil, bakın burası çok mühim, hakikat-ı ilâhiyenin yani İlm-i ilâhiyenin bünyesinde İlâhi birer cüzziyet ama kül ile birlikte bir cüzziyet olarak tekrar hakiki varlığımızın ortaya çıkması ile var olduğumuz, böylece bilinmesi gerekiyor ki, kişilik varlıklarımızın kemâli böyle oluşmaktadır. Yani bir mertebe itibariyle ayniyiz, bir mertebe itibariyle de gayriyiz. Ayniyetimiz de var gayriyetimiz de vardır. Zaman zaman gayriyetimiz ile yaşamaktayız, zaman zaman da, ayniyetimiz ile yaşamaktayız.

İşte kim ki bu iki mertebeyi birlikte yaşamakta onlar bu dünya da kemâl ehli, ehl-i kemâl olarak yaşamaktadırlar. Yani tek bir yönde ağırlık vermeden bazıları dediler ki tenzih mertebesi itibariyle Allah yukarılardadır, kulu Hakk’tan ayırdılar, bâzıları dediler ki kul hiç yoktur Hakk vardır sadece bazıları dediler ki evet bütün âlemde Hakk’ın zuhurundan başka bir zuhur yoktur, ancak insan denen varlık “suret-i ilâhiye üzere mahlûk olduğundan” hakikatleri itibariyle, nefisleri itibariyle değil, emmâreliği itibariyle değil, hakikatleri itibariyle vardırlar, işin hakikati de budur. İşte bu oluşturulmaya çalışılan mevzudur, hangi yönümüz ile yokuz, hangi yönümüzle varız, onu belirtmektedir, Cenâb-ı Hakk cümlemize bunlar ve bunlar gibi bilgilerin en geniş ma’nâda idraklerimize yazdırması, sığdırması ve yaşatması düşünce arzu ve isteğiyle inşeallah bu akşamki sohbetimize de son verelim.

-------------------

Ehli sünnet vel cemaat’ın Kaza ve Kader hakkındaki genel yorum ve anlayışını internetten indirdiğimiz sayfalardan okuyalım, daha sonra başka kaynaklardan yolumuza devam edelim.

-------------------

ن الرحيم بسم الله الرمح

Page 70: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

69

Kazâ ve kader meselesi sadece islâmiyetin var oluşundan bu yana insanların zihinlerini yoran bir mesele değildir. Yani Kazâ ve Kader hükmü islâmiyetle başlamış bir hüküm değildir. Nedir, insanlık ile başlayan bir meseledir. Bilâkis bu konu islâmiyetin varlığından önce de sonra da bütün ilim ve fikir ehlinin zihinlerini meşgul eden son derece önemli, bir o kadar da karmaşık bir mesele olmaya devam etmiştir. İşte peygamber efendimiz kader hakkında konuşan bazı sahabe-i kiramı gördüklerinde soruyor ne konuşuyordunuz diye kazâ ve kader hakkında dedikleri zaman efendimizin yüzü kırmızılaşıyor. Yani biraz sertleşir gibi oluyor, bu hususta münakaşa etmeyin bu konuda konuşmayın diyor.

Çünkü gerçekten de guruplaşmaların yani mesheplerin kaza ve kader anlayışı üzerinde daha ziyade yoğunlaştığı anlaşılıyor. Diğer hususlarda fazla teferruat olmadığından fazla bir ayrışma olmuyor ama, esas ayrışmalar düşünce ve tavırların değişmesi kazâ ve kader hakkında oluşmaktadır. Bu konu açıldıkça derine inildikçe her bir konunun birbirini düşündürdüğü bir mevzu. İslâm mütefek-kirleri arasında uzun uzadıya giden anlaşmasızlıklara ve tartışmalara sebep olan, “bakın islâm alimleri arasında mütefek-kirleri arasında” uzun uzadıya giden anlaşmazlıklara ve tartışma-lara sebep olan çözülmesi güç anlaşılması zor bir mesele haline gelmiştir.

-------------------

İşte kaza ve kader hükmünün anlaşılması için en lüzumlu olan mesnet yani ölçü mertebeleri bilmektir. İlâhi mertebeleri bilemez isek kazâ ve kader hükmünü tamamen çözebilmemiz mümkün değildir. İşte bu mertebelerin varlığıdır ki, her bir gurup kendi bulunduğu anlayışı içindeki mertebeyi o mertebenin kader anlayışını genel kader anlayışı olarak kabul ettiklerinden diğer bölümleri inkâr etmektedirler. Bulundukları mahalde haklıdırlar, ancak tüm olarak haklı değillerdir. Yani herkesin kader hakkında fikir yürütmüş olan her meshebin kendine ait mertebelerde haklılıkları vardır ama, bir mertebededir, ancak onlar bu bir mertebeyi, bütün mertebelere, yani kazâ ve kaderin tamamı budur, dediklerinde yanılmalar olmaktadır, kendi bulundukları yerin aşağısında ve yukarısında olan sorulara da cevap bulamadıkları için, çünkü tek mertebeden bakılınca bütün mertebelere cevap verilemez. Bu cevabı da bulamadıklarından gene kargaşa hüküm sürmektedir. Ama o gurup kendilerine ait bildikleri, bir bilim sistemini çaresiz olarak, Yani bu kader anlayışı böyledir diye. kabullenmektedirler.T.B.

-------------------

Kader meselesi güç anlaşılır bir mesele haline gelmiştir bu konu hakkında sadece bizi ilgilendiren ve bilmemiz gereken kadarı o kadar da uzun ve zor değildir.

Page 71: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

70

-------------------

İşte aynı burada toparlamış bizim aklımız yettiği kadar olanı bize yeter bize daha fazlası da gerekli değil, bunu anlamak da çok zor değildir deniyor. T.B.

-------------------

Peygamber efendimiz bazı meşhur hadislerinde kazâ ve kadere imanı imanın bir esası olarak açıklamıştır. Cibril hadisi olarak bilinen bir hadis-i şerifte Cebrail (a.s.) insan şekline bürünerek ashabı ile beraber oturmakta olan Rasulullah’ın yanına gelmiş ve “İman nedir” diye sormuş, O da Allah’a meleklerine ahiret gününe hayır ve şerriyle kaza ve kaderin Allah’tan olduğuna inanmandır demiştir.

kader ve Kazâ alıştığımız tabiriyle Kazâ ve Kader aslında birbirinden ayrılmayan iki mefhumdur.

-------------------

Şimdi birinde kader ve kazâ bahsetti, alıştığımız tabiriyle Kaza ve kader. Yani bir tabirde kader ve kaza diğer tabirde kaza ve kader. Yani isimlerin yerlerini değiştirerek. Ama bunun hangisi acaba geçerli olanı ayrıca gerçek olanıdır. T.B.

-------------------

Aslında birbirinden ayrılmayan iki mevhumdur, yani kaza ve kader, fakat kaza ve kaderi anlatmadan önce bu meselenin temeli olan irade nedir, külli ve cüzzi irade ne demektir, halk kesb ilişkisi nasıl olur, sorularına cevap vermek gerekir. Halk etmek ve kesb etmek yani kazanmak irade-i külli ve irade-i cüzzi ne demektir.

İrâde nedir; insanın iki tip fiili vardır, birisi kendi istemesi ile ilgili yaptığı fiillerdir, buna ihtiyari iradeli isteyerek ve bilerek yapılan fiiller denir. Bunlar kitap okumak yazı yazmak oturup kalkmak gibi işlerdir, bu fiillerin karşılığında sevap almaya veya azap görmeye hak kazanırız, diğeri ise insanın irade istemesinin dışında meydana gelen zaruri fiillerdir. Bunlara refleks hareketleri ve nefes alma gibi fiiller örnek gösterilebilir. Bir davranışı yapabilme tercih edip gerçekleştirebilme yapılabilecek iki şeyden birini diğerinden ayırıp o şeyi gerçekleştirmeye irade denir. Kelâm alimlerince insanda bulunan irade iki kısma ayrılmıştır, külli irade cüzzi irade.

Külli irade; bu irade insanda mevcut olan bir yetenektir fiilen ortaya çıkmadığı veya bir şey ile fiilen ilgisi olmadığı müddetçe buna külli irade denilir. Bu irade insanın bir işi yapmasına veya yapmamasına vasıtadır. Cüzzi irade külli iradenin potansiyel hareket edebilme ve yapabilme kabiliyetinin bir işi yapmak için o tarafa eğilmesi demektir. İnsanlar kendi istek ve iradeleri ile bir şeyi yapmak veya yapmamak gücündedirler, cüzzi irade bir işin iki

Page 72: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

71

yönünden birini tercih edip seçebilir. Sevaba veya azaba müstehak olmaları belirli şeylerle sorumlu tutulmaları işte bu cüzzi irade bir başka deyişle hür iradeleri sebebiyledir.

İnsan hür bir iradeye cüzzi bir iradeye sahiptir bu irade onun fiillerinin meydana gelmesine tesir eder, fakat fiillerin gerçek halk

edicisi AllahTealadır. Bu husus Allah her şeyi halk edendir اللهء ق كل شى خال 39/62 ayetinde buyurur. 4/78 ayetinde “Sizi ve

yaptıklarınızı halk eden Allah’tır.” Gibi bir çok ayet ile sabitlenmiştir. Allah Teala kullarının iradeli kasıtlı hür fiillerini onların irade ve seçimlerine uygun olarak irade eder ve halk eder. Çünkü mutlak halk eden odur, işte cüzzi iradenin bu manada kavranması gerekir.

Halk yaratma kesb ilişkisi

İfade ettiğimiz üzere Allah (cc) kullarının cüzzi kasıtlı, hür iradelerinden meydana gelen fiilleri onların kendi irade ve seçimlerine uygun olarak irade eder ve halk eder. Bunun bu şekilde olması Allah’ın kullarının fiillerini yaratmaya mecbur olmasından değil, adetullah’ın ve sünnetullah’ın bu şekilde gerektirdiğindendir. O halde fiili bir işi seçmek tercih etmek kazanmak kesb, kuldan kulun seçtiği tercih ettiği ve kazandığı şey ile uygun olarak yaratma, halk Allah’tandır. Kul kasip, kazanan elde eden işinin o şekilde olmasını isteyen Allah’ta halıktır, kulunun dilediği ve kazandığı şekliyle yaratandır. Kul iki yoldan birini seçer. İradesini bu iki yönden hangisine kullanırsa onu o şekliyle yaratır.

Bu ileride anlatılacak olan kader mefhumuna ters bir şey değildir, zira Allah kulun cüzzi hür, kasıtlı, serbes iradesi ile işleyeceği şeyleri ezelde bilmektedir. Aksinin düşünülmesi O’nun ilim sıfatının inkarını gerektirir, bu anlatılanlar doğrultusunda kazâ ve kaderi kısaca açıklayacak olursak;

Kader: Allah Teala tarafından var olan her şeyin bütün mahlukatın ve bütün olayların yaratılmadan önce ezelde yanında korunmakta olan Levh-i Mahfuz adlı kitapta durumları nitelikleri sebepleri şartları ve zamanı gelince sahip olacakları güçleri yetenekleri yapıları yerleri zamanları ile birlikte belirlenmesi düzenlenmesi ve yazılı olması demektir. İşte bu belirleme işine kader denilir. Takdir edilip belirlenen şeylere de mukadder, takdir olunan denilir.

Kazâ: Allah Teala tarafından takdir edilen şeyin varlık madde aleminde ortaya çıkması yaratılıp meydana gelmesi demektir. Kader-Kazâ ilişkisi bu anlamda öncelik ve sonralık göstermektedir, zira önce Kader, Kazâ ise sonradır. Yani önce bir varlık hakkında Allah Teala nın takdiri olur, daha sonra kazası gerçekleşir. Bu varlık

Page 73: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

72

madde alemindeki gerçekleşen her olay hem kader, hem de kazadır. Şayet Allah’ın bildiği bir hikmet sebebiyle gerçekleşme-diyse bu kaderdir. Bu iki tarifte geçen her şeyin kaderinin Allah’ın ezeli ilminde olmasının anlamına gelince insanların cüzzi kasıtlı hür serbest iradeleri ile yapmak istedikleri bir şeyi Allah’ın (cc) o kulun bu işi nerede ne zaman nasıl kiminle ve ne şekilde seçeceklerini bilmesi bu bilgisine göre irade etmesi ve zamanı gelince de kulun tercihine göre yaratması demektir. Bu bizim astronomi ilminin vasıtasıyla gelecek sene Ramazan hilalinin veya Ay tutulmasının hangi tarihe olacağını bilmemiz ve zamanı gelince de o olaya şahit olmamıza benzemektedir. Kaza ve kader hakkında bu kadar malumata değindikten sonra velilerin bazı salih insanların bu konudaki görüşlerine yer vermek gerekir.

“Şeyh Muhammed Ziyaettin Hz leri babasının halifesi ayrıca katibi Bitlis’li Mustafa’ya bu konuda bir mektup yazmıştır. Mektubundaki kazâ ve kader ile ilgili bölümleri özetle aktarıyoruz.“

”Ey doğru ve şefkatli efendim, bu konu geniş olarak izah edilmesi gereken bir meseledir, Şafi, Hanefi meshebine mensub alimleri ile diğer bütün meshep alimleri bu konudan söz etmiş hatta bu konu bazı alimlerin helâk olmasına bazılarının da kurtuluşuna sebep olmuştur.” Muhammed Ziyaettin Hz leri mektubuna devamla kazâ ve kader kuldan cüzzi kasıtlı hür serbest iradesini kaldırmaz. Çünkü Allah Teala kulun kendi cüzzi iradesi ile o işi yapacağına ve yapmayacağına hükmetmiştir. Ezeli ilmi ile bilmektedir.

Bu konuya Alaattin Attar da işaret ederek şöyle buyurmuşlardır, müridin zahirde Allah’ın yoluna sımsıkı sarılması kalbini de Allah’a bağlaması demektir. Yani onu saadete kavuşturacak zahiri sebepleri düşünüp emir olunduğu üzere çok çalışıp kendini kötülüklerden koruyacaktır. Hülasa kul zahirde dış sebeplere bağlanıp hakikate Allah’a tevekkül edecektir. Şöyle ki korktuğu şeylerden dolayı vaktinde kapısını kapatıp atını bağlayacak yemeğini yiyecek fakat hakiki koruyan ve doyuranın Allah (cc) olduğunu bilecektir. Ayrıca bu konuda Mevlâna Halid’in bir risale niteliğinde kendisinde Kazâ-Kader, irade-i cüzziye kesb konularının ehl-i sünnet vel cemaat alimlerinin görüşlerinin bulunduğu bir mektup yazmıştır, bu mektuba El ikdul Cevheri farkı beyne kesbeyyil Maturidi ismini vermiştir.

Şeyh Mahmut Ziyaettin Hz leri Bitlisli Mustafa’ya yazdığı Kaza ve Kader konusunu işleyen mektubun sonlarında şunları söylemiştir. Kader konusuna dalma hakkında inceden inceye soru sormak uygun bir şey olmayıp hatta bidad bile denmiştr. Gerçek şudur ki kaderin mahiyeti bir sırdır, Allah Teala’dan başkası bu sırrı kesin olarak bilemez.

-------------------

Page 74: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

73

Görüldüğü gibi buradaki bakış tamamen ehl-i zâhir hükmüyle belirtilen ana hatları ile olan bir kader ve kazâ anlayışıdır, ayrıca kazâ ve kaderin de yerleri değişik olarak ifade edilmektedir. Aslında Kazâ; kader ondan sonra gelir. Çünkü kazâ toplu halde hüküm demektir, kader ise bu toplu halde olan hükmün yani hukukun seneler ve süreler içerisinde miktar, miktar, ayrılmasına zuhura çıkmasına kader denir. Kader miktar demek, kazâ bir bütün hüküm demektir. Yani daha baştan bakış açısı üzerinde durulması lazımdır. T.B.

-------------------

Diğer taraftan başka bir internetten gene kader hakkında indirdiğimiz bilgiye bakalım;

-------------------

Kader konusu islâm dininin en girift konulardan birisidir. Kader konusunda söylenecek her söze dikkat etmek gerekir. Çünkü imanın şartlarından biri kadere imandır. Kader konusunda yanlış düşünmeleri yüzünden yoldan çıkıp sapıklığa düşen bir çok tarikat olmuştur, kaderiyye tarikatı da bunlardan biridir. Kader nedir? Aslında bu sorunun kısa bir cevabı yoktur, lügat anlamı açısından kader, ölçü, miktar, plan program takdir biçim ve şekil verme demektir.

Dini açıdan Cenâb-ı hakk’ın kainatı ve içindekileri zamanı kıyameti, ahiret alemetlerini yani bütün mükevvenatı yaratmadan önce bir ölçü ve programa göre takdir etmesidir. Levh-i Mahfuz denen ilahi deftere yani bilgisayara kayıt etmesidir diyebiliriz. Özet olarak kul kendi iradesi ile yolunu çizer ve yaptıklarının neticesine katlanır, şeklinde özetleyebileceğimiz görüşü savunanlara kaderiyeciler denmiştir ki bunlar hakkında ümmetimin Mecusileridir kaderiyeciler şeklinde bir hüküm gelmiştir. Kader mevzuunda, birisi olan kaderiyeciler peygamber efendimizde “Bunlar ümmetimin Mecusileridir” demiştir.

Kaderiyeciler “kul kendi kaderini kendi yazar görüşünde olanlar dır, bunun diğer ismi de yani kaderiyecilerin diğer ismi de Mutezilecilerdir. Allah’ da ötelerden bir yerde veya başka bir boyutta oturup bu boyutta yapılanları seyir eden bir varlığın adıdır. Esasen Kur’ân-ı Kerîm baştan sona bu görüşü iptal için sayısız hükümler serdeder.

Allah’ın azameti yüceliği sonsuz varlığı yanında insanın yeri iradesi ve kudreti sahip olduğu şeyler nelerdir, kısaca “Allah” ismi ile işaret edilen indinde insan neleri yapacak güce ve iradeye sahiptir. Yüz milyarlarca güneşin birbirlerinden çok büyük uzaklıklarla içinde yüzmekte oldukları kainatın var edicisi katında insanın yeri nedir.?

Page 75: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

74

Buyurun bu konuda bir hadis-i Kudsi: Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu, Allah (c.c.) şöyle diyor;

Ey kullarım, hepiniz delâlettesiniz ancak benim hidayet ettiklerim hariçtir. Benden isteyiniz ki sizi hidayete erdireyim, hepiniz fakirsiniz ancak benim zengin ettiğim hariçtir, benden isteyiniz ki size rızık ihsan edeyim, hepiniz günahkarsınız, ancak benim mağfiretle verdiklerim müstesnadır. İçinizden her kim benim bağışlayıcı olduğumu bilir de benden mağfiret dilerse günahlarının büyüklüğüne aldırış etmeden bağışlarım. Sizin evveliniz ve ahiriniz diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz kullarımdan en takvalısı kalbi gibi olsalar bu durum benim mülkümde bir sivrisineğin kanadı kadar artış meydana getirmez. Sizin evveliniz ve ahiriniz diriniz ve ölünüz yaşınız ve kurunuz en şaki kulun kalbi gibi olsalar yani hepsi inkarda olsalar bu durum benim mülkümden bir sivrisineğin kanadı kadar eksiltmez.

Sizin evveliniz ve ahiriniz, diriniz ve ölünüz, yaşınız ve kurunuz, bir sahada toplansa ve içindekilerden her insan ümmetleri istediği kadar istese her isteyenin istediklerini veririm ve bu benim mülkümden hiçbir şey eksiltmez. Öyle ki içinizden biri denize uğrayıp iğneyi suya daldırıp alsa kesinlikle bilin ki ben sınırsız ihsan ediciyim. Varlığın sâhibiyim, yüceyim. Dilediğimi yaparım, bağışım bir sözdür, azabım bir sözdür, bir şeyin olmasını istersem emrederim “Ol” derim, o şey olur,

nasıl bir şeyler anlatabiliyor mu bizim yerimiz haddimiz gücümüz irademiz kudretimiz hakkında bu hadisi kudsi.

Kainatta dünyadan bir milyon küsür defa büyük güneşin yeri iğne ucu ile gösterilemezken gururundan kendine biçtiği payeden yanına yaklaşılmayan insanın yeri acaba daha iyi anlaşılabiliyor mu bu satırlarda. Bizde Allah’a rağmen bir iş yapabilecek potansiyel mevcut mu,

احدة ال و نا ا ر ا ام م صر و ب ح بال م hiç şüphesiz, biz her şeyi كل

kader ile yarattık bizim emrimiz bir göz kırpma gibi yalnızca bir keredir, 54/50 Kader: Allah’ın geçmiş ve gelecek tüm olayları tek bir an olarak bilmesidir. İnsanların önemli bir bölümü Allah’ın henüz yaşanmamış olayları önceden nasıl bildiğini sorarlar ve kaderin gerçekliğini anlayamazlar. Oysa yaşanmamış olaylar bizim için yaşanmamış olaylardır. Allah ise zamana ve mekâna bağımlı değildir, zaten bunları yaratan kendisidir, Allah katında zaman diye bir kavram yoktur, bu nedenle Allah için geçmiş gelecek ve şu an hepsi birdir ve hepsi olup bitmiştir.

Bu toplumda yaygın olan çarpık bir kader anlayışıdır. Örneğin ölümden dönen bir hasta için kaderini yendi gibi cahilce ifadeler kullanılır oysa kimse kaderini değiştiremez, ölümden dönen kişi

Page 76: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

75

kaderinde ölümden dönme yazılı olduğu için ölmemiştir. Kaderimi yendim diye kendilerini anlatanların bu cümleyi söylemeleri ve o psikolojiye girmeleri de yine kaderlerindendir. Çünkü kader Allah’ın ilmidir, tüm zamanı aynı anda bilen ve tüm zamana ve mekana hakim olan Allah için her şey kaderde yazılmış ve bitmiştir. Allah için zamanın tek olduğunu Kur’an’da kullanılan üsluptan da anlarız. Bizim için ölümümüzden sonra bazı yaşanacak olaylar Kur’an’da çoktan olup bitmiş olaylar olarak anlatılır. Allah bizim bağlı olduğumuz izafi zaman boyutuna bağlı değildir. Allah tüm olayları zamansızlıkta dilemiş insanlar bunları yapmış tüm bu olaylar yaşanmış sonuçlanmıştır.

İslâmda kader inancı ile ilgili değişik anlayışlar olmasına rağmen ehl-i sünnet dediğimiz çoğunluğun orta yol islam anlayışına uygun olarak Maturidilik ve Eşarilik adı altında iki meshebin görüşleri yaygınlık kazanmıştır. Bunlara karşı Mutezile ve Cebriye mesheblerinin görüşü islam düşünce tarihinde azınlıkta kalmış fazla yaygınlık kazanamamıştır. Türk toplumunda ağırlıklı olarak ehl-i sünnetin kader anlayışı hakimdir. Ehl-i sünnet mesheplerinden Maturidiliğe göre yüce Allah’ın ezelden ebede kadar olacak bütün şeyleri zaman ve yerini özellik ve niteliklerini ezeli ilmi ile bilip sınırlaması ve takdir etmesi demektir. Allah’ın ezelde irade ettiği ve takdir buyurduğu şeyleri zamanı gelince meydana getirmesi ve yaratmasına da Kaza denir.

Eş’âriliğe göre tanımların aynı olmasına rağmen Maturidinin “Kader” dediğine “Kazâ” , kazâ dediğine de kader denilmektedir. Dünyada meydana gelmiş ve gelecek olan her şey Allah’ın ilmi, dilemesi, takdiri, ve yaratması ile olur, yani her şeyin bir kaderi vardır, bunun anlamı ise insanların hür iradeleriyle seçecekleri şeylerin nerede ve ne şekilde seçileceğini Allah’ın ezeli zamanla sınırlı olmayan mutlak ilmiyle bilmesi ve bilgisine göre dilemesi ve buna göre takdir buyurup kulun seçimine göre yaratmasıdır, bu durumda Allah’ın ilmi kulun seçimine bağlı olup Allah’ın ezeli anlamda bir şeyi bilmesinin kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.

Aslında insanlar yüce Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu bilgiden habersizdirler, pratik hayatta bu bilginin etkisi altında olmaksızın kendi iradeleri ile davranmaktadırlar. Kader ve kazaya inanmak farz olmakla beraber insanlar kaderi bahane ederek kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan Allah böyle yazmış bu şekilde takdir etmiş deyip hata yapamayacağı gibi yanlışlık yaptıktan sonra da ben ne yapayım Allah’ın takdiri böyleymiş alın yazım buymuş diyerek kendini suçsuz ve kaderi mazeret olarak gösteremez.

Çünkü bu fiiller insanlar böyle tercih ettikleri için bu seçime uygun biçimde Allah tarafından yaratılmıştır, bu nedenle kazâ ve kadere güvenip çalışmayı bırakmak olumlu sonucun sağlanması ya

Page 77: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

76

da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak islami anlayış ile bağdaşmaz. Bununla ilgili tevekkül kavramı vardır, tevekkül insanın bütün işlerinde Allah'a daya’nıp güvenmesi O’nun iradesine boyun eğerek işin sonunu O’na bırakması anlamına gelir. Tevekkülde bir taraftan meşru hedefe ulaşabilmek için gerekli tüm çabayı gösterirken bir taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu ondan beklemektir.

Hareket ve faaliyeti bırakmak şeklinde anlaşılan bir tevekkül anlayışı islam ile bağdaşmaz. Tevekkül uyuşukluk ve hareketsizlik ve tedbirsizliğin bir mazereti değil bütün güçlüklere rağmen işlerimizi başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Allah’a samimi güven ve ümidimizdir. Bu sebeple “eşeğini bağla sonra Allah’a tevekkül et” denilmiştir.

Kader inancı konusunda ehl-i sünnet anlayışına uymayan Cebriye ve Mutezile mesheplerine ait iki görüş daha vardır, bunlardan Cebriyeye göre insanda irade hürriyeti seçme imkanı ve fiili yapma gücü yoktur. Bu itibarla insan özgür değil aksine robot gibi Allah (cc) tarafından önceden belirlenmiş işleri yapmak zorundadır. Başka bir ifade ile insan tıpkı rüzgarın önünde oraya buraya sürüklenen bir yaprak gibidir anlayışına sahip olan cebriye anlayışı ehl-i sünnet bilginlerince eleştirilmiştir. Buna rağmen kader ve tevvekkül anlayışını tam anlamamış bazı kişilerin bu görüşleri benimsemiş olduğu görülmektedir. Halbuki bu görüşün benimsen-mesi durumunda bazı konuların açıklanması mümkün değildir. Bunların başında da kişinin nasıl sorumlu tutulacağı günah ve sevap kavramlarının ne anlamlara geldiğinin açıklanması gelmektedir.

-------------------

Küçük bir yorum.

Şimdi bu her iki kazâ ve kader hakkında yazılan yazılarda, yazılara baktığımız zaman ittifakla görüyoruz ki, ikisi de “yaratma” dan bahsediyor. İşin aslında daha burada çözümsüzlüğe gittiği açık olarak görülmektedir, çünkü bu âlemde hakikati itibariyle “yaratma” diye bir şey yoktur, sadece zuhur ve tecelli vardır. Ancak şeriat ve tarikat mertebesinde olan kimseler bu kelimeyi kullanmakta mazurdurlar, çünkü o mertebede, tenzih ağırlıklı, yani ötelerde olan bir Allah anlayışı olduğundan, ötelerde olan Allah, burada olan varlıkları, çok dar bir anlayış içerisinde yaratmış, yani yoktan var etmiş hükmü ile, çıkarıldıklarından bu âlemler hadis, Allah’ın varlığı da bâki olarak düşünülmektedir. Yani bütün bu âlemdekiler, sonradan var edilmiş varlıklar olarak, yoktan var edilmiş varlıklar olarak düşünülmektedir. Böyle bakıldığında zâten âyet-i kerimelerde belirtilen Zât’i hakikatlerin anlaşılması kesinlikle mümkün olamamaktadır. Bu iki tebliğde de iki bildirgede de

Page 78: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

77

beşeriyet mertebesinden yani ef’al mertebesinden kader mevzuunu izah etmeye çalışmadır.

Bu kader mevzuu Allah’ın Zât’ına ait bir mevzu olduğundan ef’âli mertebede ef’ali ifadelerle bunun tamamen mutmain olarak anlaşılması zaten mümkün değildir. Ancak yukarıda da ifade edildiği gibi kader anlayışı hakkında üç ana fikir ortaya çıkmak-tadır, bunun birincisi “Kaderiyye” de dedikleri Mutezile anlayışıdır, diğeri “Cebriye” anlayışı diğeri de “Ehl-i sünnet vel cemaat” anlayışıdır ki bizim de içinde bulunduğumuz zahiren, o hükümdür, Mutezilede bu ikinci bölümün sonlarında bahsedildiği gibi Allah’ı ortadan kaldırmakta yani Allah’ın insan üzerindeki hükmünü ortadan kaldırmakta insanın bütün fiillerinin hâliki onların ifadesine göre yaratıcısı kendi olduğu hükmüne varılmaktadır.

Yani kul kendi fiilini halk eder diye tabir edilmektedir. Mutezile anlayışı böyle. Kul kendi fiilini halk eder. Diğeri ise Cebriye hükmünde olan kul hiçbir şey yapmaz, kul fiilini işlemekte mecburdur, der. Yani kulun hiçbir hükmü yoktur, kula ne program verilmişse Cenâb-ı Hakk ne âmir hüküm olarak, sen şunu yapacaksın, bunu yapacaksın demişse onun dışında hiçbir şey yapamaz dolayısıyla kul fiilini yapmakta mecburdur. Yani kul memurdur. Memur ise mes’ul değildir.

Şimdi bu ikisi birbirinin tam zıddıdır, biri Allah’ın kudretini ortadan kaldırmakta diğeri ise kulun mesuliyetini ortadan kaldırmaktadır. Biri diyor ki “kul bütün fiilini kendi ortaya getirir”, demekle Hakk’ı dışlamış olmakta, diğeri ise “kul fiilini yapmak mecburiyetindedir” demek suretiyle kulluğun iradesini devre dışı bırakmaktadır. İşte bunların ikisi de belli bir yerde doğrudur, ama genelde yanlıştır. Kul fenafillâh mertebesine geldiği zaman kendine ait bir varlığı olmadığından onun üzerinde Cenab-ı Hakk işlemek-tedir, o zaman Cebriyeyi düşünebiliriz. Ancak gene yanlış olur, çünkü cebir iki varlık arasında olur. Cebreden ve cebir edilen, âlemde böyle bir husus olmadığından yani âlemde ikilik olmadığın dan Cenâb-ı Hakk kendi kendisiyle meşgul olduğundan o zaman ikinci bir varlık olmadığından cebir diye zâten bir şey söz konusu olamaz.

Şimdi bir insan kendi saçını kesiyorken saçına cebretmiş mi olur, olmaz çünkü kendi saçıdır. Ama bir insan makası alsa da başka birinin saçını o istemediği halde zorla kestirse, kesse o zaman cebir olur, ki o da haksızlık olur. İşte bütün bu ve diğer teferruat olan kaza ve kader bahsini kendi bünyesinde ve mutedil olarak birleyen ehl-i sünnet vel cemaat Maturidiye ve Eşariye imamlarının ki Maturidi bizim imamımız, İmâm-ı Azam Ebu Hanifi’nin, bakın ilimdeki önderi Maturidiyyedir. İmâm-ı Azam Ebu Hanife fiildeki önderimizdir. Düşüncedeki tefekkürdeki önderimiz Maturiyedir, İmam-ı Maturiye, yalnız zâhir olarak, bizim gerçek önderlerimiz, bâtıni önderlerimiz ayrıdır. Ehlullah, Ârif kimselerdir,

Page 79: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

78

bunlar ise suret olarak uymamız lâzım gelen islâmın şeriat hüküm-leridir.

İmâm-ı Azam Ebu Hanife fiili imamımızdır, yani onun koymuş olduğu Kur’ân-ı Kerim’den ve hadis-i şeriflerden tarayarak, ayırarak aldıkları hüküm üzerine fıkhi ilim olarak bizlere bildirdikleri namaz, haç oruç, zekât bunlar nasıl yapılır farzı sünneti nelerdir, diye bize bildirdikleri İmam-ı Azam Ebu Hanifi Hz leridir. Düşüncede, idrakte itikattaki önderimiz de, Allah nedir, nicedir, gibi İmâm-ı Maturidi dir. Diğerlerinin de Şafi, İmam-ı Şafinin çevresinde olanların itikattaki imamı da İmâm-ı Eş’ari dir.

Ehlullahtan birine sormuşlar “Hangi meshebdensin” diye “Hüda meshebindenim” demiş. İşte tevhid ehli olmaya çalışan bizler de Hüda meshebindeyiz. Nerede, aşkta muhabbette, irafniyette Hüda meshebindeyiz. Ama fiiliyatta yani namaz hac oruç zekat hüküm-lerin de İmâm-ı Azam Ebu Hanifi meshebindeyiz. Varlığımız ayrı, yani beden varlığımızın hukuku hükümleri ayrı, gönül âleminin ve marifet âlemimizin hukuku hükümü ve önderleri ayrıdır. Bunları birbirine karıştırmamamız lâzımdır. Hepsi kendi mertebesinde gerçektir, sahihtir ve doğrudur. İşte zâhiren içinde bulunduğumuz ehl-i sünnet vel cemaat kazâ ve kader anlayışı genelde kitaplarda kader ve kazâ diye geçer ama aslı Kazâ ve kaderdir. Yani evvelâ kazâ hükmü sonra kaderdir.

Cenâb-ı Hakk’ın bizim üzerimizde kendi programladığı bir sahamız vardır, buna kazâ-ı mutlak veya kazâ-ı mübrem denmektedir. Bunu değiştiremiyoruz. Ama bir bölümümüz var ki, buna da kazâ-ı muallak, denmekte boşta olan, işte bu sahayı Cenâb-ı Hakk bize bırakmıştır, oralarını biz doldururuz. Gerçi Cenâb-ı Hakk ezelden bilir, bizim oraları nasıl dolduracağımızı, ama böyle yapın diye yazmaz. Bizim ne yapacağımızı, o boşlukları nasıl dolduracağımızı, bildiği için bizim kitabımız yazılmıştır. Ama o sayfa bize boş olarak verilir. Biz burada onları doldururuz. Ama Cenâb-ı Hak o dolduracağımız yerleri daha evvelden bildiğinden zâten doldurmuştur. Ama böyle yapın diye değildir. Bizim ne yapacağı-mızı bildiği içindir ama bize verilen kaderde boştur.

İşte bu da ehl-i sünnet vel cemaatın, daha itidalli daha mantıklı, hem Allah’a hüküm veren, yani Allah’ın kulun üstündeki hükmünü belirten, hem de kulun hürriyeti olan, bir sahasının olduğunu belirten anlayıştır, bu anlayış. Ancak bütün bu anlatılanlar dahi ehl-i sünnet vel cemaat Kazâ ve kader anlayışının zahiridir. İşte gerçek ma’nâ da kazâ ve kader hakkında hakikatini anlamak için, Ehl-i sünnet vel cemaat anlayışının batını ile birlikte, zahirini yaşayıp idrak ettiğimiz zaman, işte en dengeli, en mükemmel kader anlayışına, bu şekilde ulaşılmış olunmaktadır. Aksi halde ehl-i sünnet vel cemaatin zâhir olarak ifade ettiği bölümler diğerlerine göre çok dengeli olmakla birlikte ama çok araştırmaya kalktığınız zaman, onun içerisinde de bir sürü boşluklar bulunmakta, neden

Page 80: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

79

kaza ve kader anlayışının gerçeğinde boşluklar olmamakla birlikte, ama anlayanlar bakış açılarını, fiil mertebesine göre değerlen-dirdikleri için, fiil mertebesi de daha ötelerdeki mertebeleri kapsamına alamadığı için, ötelerde olan kazâ ve kader hükümle-rinin anlaşılması mümkün olamamaktadır.

İşte bunu anlatacak yaşatacak yaşayacak, yaşanacak tek yol vardır o da seyr-i sülûk yolu, irfaniyet yolu ehlullah’ın yolu, evliyanın yoludur, işte böyle seyr-i sülûk yapıldıkça ancak bu şekilde kişi, her mertebede geldiği her mertebede kader anlayışını o mertebenin oluşumu hakikati istikametinde idrak ettikçe, kader anlayışına ve yaşantısına geçmiş olabilmektedir. Yani kader, ilmi diğer herhangi bir fıkıh ilmi gibi kitaptan okunarak ezberlenecek bir şey değil, bizatihi kişinin kendi hayatını ilgilendirdiğinden ve bir ömür boyu kapsamına aldığından her ulaştığı yerde, ve o yerin kaderini anlamakta, o yerin hakikatini anlamakta, ve o yerin hakikatine göre kadere bakmaktadır, işte bu da, ef’âl âleminden başlayarak ef’âli kader, esmai kader, sıfati kader, Zâti kader mertebesi olarak, kendisinde bunlar açılmış olacaktır. Belki biraz sıkıcı oldu ama Zâhiren genel bir bilgi olması bakımından bunları da söylememiz gerekiyordu. Şimdi burada sahih hadislerden meydana gelmiş olan, Kütüb-i sitte deki kitaplardan Sünen-i Trimizi isimli kitaplardan, kader bölümü olarak bazı hadis-i şerifler vardır ikinci bölümde inşeallah onlara bakalım.

-------------------

بسم الله الرمحن الرحيم Bu akşam 12 Mayıs 2011 Perşembe akşamı sohbet

mevzumuz kader hakkında idi, daha evvelce ona başlamıştık bu akşam da Sünen-i Tirmizi isimli hadis kitabından kader bahsine devam edelim, Kader babları;

-------------------

Bab-1: Mevzu kader bahsinin derinliklerine dalmanın sert hükmü hakkındadır. 2216. Hadis-i şerif o kitabın içerisinde Ebu Hüreyre (r.a.) rivayet edilmiştir dedi ki Kader mevzuunda bir birimizle çekişmekte iken Rasulullah (s.a.v.) üzerimize çıka geldi. O kadar kızdı ki yüzü kırmızılaştı hatta yanaklarına sanki nar sıkılmıştı, sonra şöyle buyurdu, size bu kader mevzuunda münazaa mı emredildi ve ya ben size bununla mı gönderildim. Sizden önceki milletler bu meselede çekiştikleri için helâk oldular, artık bu mevzuda münazaa etmemenizi sizden ciddi olarak istiyorum. Bu babda ömer, aişe ve enes (r.a.) den hadis rivayet edilmiştir.

Bu hadis gariptir, onu yalnız bu vecihten Salih el Murri’nin rivayetinden bilmekteyiz. Bu zatın münferiden tek başına rivayet ettiği garip hadisleri de vardır. Belirtildiği gibi bir gün peygamber

Page 81: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

80

efendimiz bir topluluğun üzerine gelmiş veyahut oradan geçiyormuş, bu topluluk kader bahsi üzerine karşılıklı istişare ediyorlarmış, konuşuyorlarmış ama biraz çekişme gibi olmuş aralarında, Peygamber efendimiz de bu hadiseyi görünce biraz kızıyor, bu babda konuşmayın bu tehlikeli bir mevzudur diye, daha evvelki kavimler de bu yüzden helak olmuştur, gibi ikazda bulunmuş böyle bir hadis vardır.

Bab-2: Âdem ile Musa’nın delilli münakaşası hakkındadır, 2217. Hadis, Ebu Hüreyre (ra) dan rivayet edilmiştir, Rasulullah (sav) buyurdu ki Âdem ile Musa delil göstererek münakaşa ettiler ma’nâ âleminde. Musa; “Ya Âdem sen o kişisin ki Allah seni kudret eliyle halk edip ruhundan sana ruh üfledi, ve sen insanları ayarttın onların cennetten çıkarılmalarına sebep oldun.” Dedi. Musa (a.s.) Âdem (a.s.) a böyle bir söz söyledi ma’nâ âleminde. Âdem dedi ki; “sen de Allah’ın konuşmak için seçtiği Musa’sın, gökleri ve yeri halk etmeden önce Allah’ın bana yazdığı mukadder kıldığı bir işi işledim diye beni ne hak ile kınıyorsun” dedi. Rasulü Ekrem; “Âdem Musa’ya delil kuvveti ile galip geldi buyurdu.” dedi

Bab-3: Mevzuu: saadet, mutluluk ve şekavet, bedbahtlık hakkındadır. Abdullah bin ömer (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki Ömer (r.a.) “Ya rasulallah” dedi, “yapmakta olduğumuz işin yeni peyda olan bir iş veya bir başlangıç mı, olduğu yoksa önceden tamamlanan Allah tarafından takdir edilen bir işte mi çalıştığımız kanatindesin” Rasul-u Ekrem şöyle buyurdu; “Ey Hattab’ın oğlu önceden tamamlanan kati olarak tayin ve tesbit edilen bir işte herkes kendine takdir edilen işi kolaylıkla başaracaktır, ne var ki mutluluk ehlinden olan şüphesiz mutluluk için çalışacak ve behbahtlık ehlinden olan da şüphesiz behbatlık için çalışacaktır.

Bu babda Ali Hüzeyfe’den bin esid ve İmran dan bin husayn (r.a.) dan hadis rivayet edilmiştir, bu hadis hasen sahihtir. Bu hadisin üzerinde çok durulması lazım gelmekte üç husus var, dikkatimizi çektiyse eğer, birincisi önceden tamamlanan işte herkes kolaylıkla başaracaktır, ikinci bölümü, ne var ki mutluluk ehlinden olan şüphesiz mutluluk için çalışacak ve behbadlık ehlinden olan da şüphesiz onun için çalışacaktır diye üç mertebeden haber veriyor.

Ali Kerremallahüveche’den rivayet edilmiş tir, dedi ki Rasulullah (sav) ile beraber bulunduğumuz bir sırada ve kendisi toprağı elindeki çalı ile eşelerken birden başını göğe kaldırdı ve sonra şöyle buyurdu; “içinizden hiçbir fert yoktur ki onun cehennemden oturma yeri veya cennetten oturma yeri bilinmemiş olsun.” Yani takdir edilmemiş olsun. Ashab “Ya rasulullah o halde tevekkülü terk edelim mi, “ Rasul-u ekrem şöyle buyurdu; “Hayır çalışın ve herkes yaratıldığı işi kolaylıkla başaracaktır.

Bab-4: Mevzu: Amellerin Hatimelerle Bağlı Olduğu Hakkında

Page 82: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

81

2220. Hadis, Abdullah bin Mesud (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki; Rasulullah (sav) ki sadık ve mastuktur, bize şöyle anlattı; “Sizden her birinizin yaratılış maddesi annesinin karnında 40 günde bir araya getiriliyor, sonra bu kadar zamanda alaka, pıhtılaşmış kan haline geliyor, sonra da bir o kadar zamanda mudge, et parçası haline geliyor, sonra Allah ona bir melek gönderiyor, melek ona ruh üfler ve bu meleğe dört şey emredilir. Rızkını, ecelini, amelini ve şaki veya said olduğunu yazar. Kendisinden başka mabud-i hakiki bulunmayan Allah’a yemin ederim ki sizden biriniz cennet ehlinin amelini işleyecek ve kendisi ile cennet arasında yalnız bir arşın kalınca behbatlık yazısı galip gelerek cehennem ehlinin ameli ile son bulacak ve dolayısı ile cehenneme girecektir.

---------

Bu sizden biriniz de cehennem ehlinin amelini işleyecek, kendisi ile cehennem arasında yalnız bir arşın kalınca mutluluk yazısı galip gelerek cennet ehlinin ameli ile kapatılacak dolayısıyla cennete girecektir. Bu da değişik yönden bakış açısı olan hadis-i şeriftir, bunun üzerinde durulduğu zaman veya düşünüldüğü zaman biraz acabalar hatıra getirmektedir, o zaman neden bir ömür boyu kişi amel-i sâlih işlesin ki! madem cehenneme gidecek ise cennete bir arşın kala cehenneme gidecekse neden işlesin, diğeri de bütün bir ömür boyu kötülük işler de cehenneme bir arşın kala sonra cennete götürülür, bunların üzerinde durulması lazımdır.

Bunu şöyle düşünebiliriz, bir insan sureten ibadet etmektedir, beni görsünler bana şöyle desinler, yapsınlar diye ibadet etmekte-dir, işte bu o farkında olmadan bu yaptığı ibadetlerle zanneder ki ben cennete giderim, o niyetle yola çıkar, ama oraya yaklaştırılınca asli hali galip gelir, yani içindeki inkâr hali galip gelir, cehenneme gider. Diğer yönüyle de bir insan, kötü kötü, kendi kendini levm eder ben kötüyüm bir işe yaramam ben cehenneme gideceğim diye o niyetle düşünür, ama safiyeti ile iyi niyetlidir, Cenâb-ı Hakk onun iç bünyesine bakar suret olarak cehenneme gideceği yerde siret olarak Cennet ehli olur. Bunun böyle bir açıklaması vardır.

---------

2221. Hadis: Muhammedden bin Beşşar Yahya bin Said tarikiyle el Ameş’ten Zeyb bin Veheb’den Abdullah bin Mesut’tan bize rivayet etmiştir, Abdullah bin Mesut Rasulullah (s.a.v.) bize şöyle anlattı, dedi ve bu geçen hadisin benzerini zikretti. Bu babda Ebu Hureyre ve Enes (r.a.) dan rivayet edilmiştir. Ahmed bin El Hasan’dan işittim; Bu hadis hasen sahihtir,

2222. Muhammed bin El Â’la, Veki tarikiyle El ameşten Zeyd’den ve geçen hadisin eşini bize tahdis rivayet etti.

Bab-5: Mevzu: Her Çocuğun Fıtrat Üzere Müslümanlık üzere din-i İslam üzere doğduğu hakkında.

Page 83: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

82

Ebu Hüreyre (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki “Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu her çocuk islâm milleti dini üzere doğar ve sonra anne ve babası onu Yahudi ve hıristiyan veya müşrik kılarlar. Bunun üzerine ya rasulullah dedi ya bundan Yahudi ve Hıristiyan veya müşrik yapılmadan önce ölenler, Rasul-u Ekrem, onların yaşamış olsalardı ne yapacak olduklarını ancak Allah bilir buyurdu.

---------

Burada da çok mühim meseleler vardır, şöyle diyelim bu hadis Peygamberimiz söylediği için Peygamberimizden sonra gelen, yani Hakikat-ı Muhammedi üzere peygamberimiz 40 yaşından sonra dünyaya gelen bütün insanların hepsi islâm fıtratı üzere doğar. Yani fıtri ve tabi olarak ümmet-i Muhammed’den olmaktadırlar.

Peygamber Efendimize peygamberlik geldikten sonra doğan bütün çocuklar islâm fıtratı üzere, islâm fıtratı üzere dediği, Muhammedi ümmet olarak doğarlar. Neden, çünkü geçmiş peygamberlerin ümmetleri nesilleri nesih olmuştur kaldırılmıştır. Peygamber Efendimiz gelmezden evvel İsâ (a.s.) a peygamberlik geldiği süreden Hz Peygambere Peygamberlik geldiği süreye kadar doğan çocuklar iseviyet fıtratı üzerine idi. Ondan evvel doğanlar Museviyet fıtratı üzere idiler çünkü en üst mertebede onlar vardı. Ama Museviyet ve İseviyet peygamber Efendimizle nesh/kaldırma, edildikten/kaldırıldıktan sonra peygamberimizden sonra gelen bütün çocuklar islâm fıtratı üzere yani mü’min olarak, sonra annesi babası onu hıristiyan yapar, putperest yapar, diye belirtilmektedir. Bu da mühim bir mevzudur.

Şu anda iki tür ümmet vardır, birisi ümmet-i davet birisi ümmet-i icabettir. Yani Müslüman olanlar ümmet-i icabet, yani davete icabet etmiş olanlar, içinde bulunmakla şeref duyduğumuz bizler, davete icabet etmeyenler davet edilenler kıyamete kadar davet edilecek olanlar işte diğer insanlar.

2224. Hadis: Ebu Hüreyre (r.a.) dan rivayet edilmiştir, Rasulullah (s.a.v.) den bu geçen hadisin manaca benzerini rivayet etti ve fıtrat dini olan Müslümanlık üzere doğar dedi. Bu hasen hadis sahihtir.

Bab-6: Mevzu, kaderi yalnız duanın çevirdiği hakkında.

2225. hadis: Selman (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, “Kazayı ancak dua önler ve ömrü yalnız iyilik arttırır” Bu babda ebu Üseyd (r.a.) dahi rivayet edilmiştir, bu hadis garibdir onu yalnız Yahya bin Dureys’in rivayetinden bilmekteyiz. Ebu Mevdud iki kişinin künyesidir birinin adına Fıdda öbürünün adına Abdülaziz bin Ebu Süleyman denmektedir, birisi basralı, öbürü Medine’lidir, her ikisi de aynı asırda yaşamışlardır, bu hadisi rivayet eden ebu Mevdud, Basra’lıdır, adı da Fıdda’dır.

Page 84: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

83

---------

Kazayı ancak dua önler, ömrü yalnız iyilik arttırır. Bu da çok mühim bir hadistir. Bunu şöyle tarif ediyorlar, “kaza kaza ile red olunur.” Kaza demek bilindiği gibi bir hükümdür, yani bir hüküm yeni bir hüküm ile değiştirilir. Demek ki kazâ ve kader üzerinde oynama ve değiştirme mümkün olabiliyor. Ancak bu hangisi, kazâyı mübrem, kazâyı mutlak olan değildir, kazâyı muallâk tarafıdır. Değiştirilebilen orasıdır. Aslında değiştirilme konusu da incelenmesi gereken bir şeydir, bir şeyin değiştirilmesi için tesbit edilmesi lâzımdır. Tesbit edilecek ki o değiştirilsin. Tesbit edilme-miş bir şeyin nesi değiştirilecektir.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın bizim insiyatifimize bıraktığı bizim şahsımıza ve irademize bıraktığı bize ait hayatımızın parçaları, bölümleri vardır. İşte burada varlığımızda mevcut olan Esma-ı İlâhiyelerden birisinin Mudil esmasının bir kısmını eksi yazdırması mümkündür. Çünkü muallâk olan bizim kaderimiz bölümüne diyelim ki şöyle iki sütun halinde kader sayfamız birisi kader-i mutlak, yani mübrem, değiştiremeyeceğimiz tarafı, burası bizim fiiliyatlarımızla doldurulmaktadır. Ancak bizde her türlü esma-ı ilâhiye olduğundan eksi ve artı, kahhar esması ile birilerine vurduk günah işledik, Cabbar esmasıyla birilerinin tarlasına girdik, yanlış işler yaptık, gaflet esmasıyla gaflette kaldık, Mudil esmasıyla delâlette kaldık, derken yoldan kalma ihtimalimiz oldu, işte bu ihtimaller hep buraya yazılmış hükmündedir. Tam yazılı değil ama yazılacak ihtimalindedir.

İşte biz bunların yerine hadi esmasını, Vehhab esmasını, Lâtif esmasını Rezzak esmasını koyarsak yazdırırsak bakın o işte bir kaza başka bir kaza ile değişmiş olur. Yani yerlerini kendi lehimize değiştirmiş olmaktayız. “Kazâ kazâ ile red olunur” dediği odur, yani bir hüküm yeni bir hüküm ile değiştirilir, hani Abdül Kadir Geylâni Hz. leri için söylerler, Kazayı değiştirir diye söylerler bu tarihte, görülmüş şeylerdendir. Ama kazâyı mübremin değişmesi mümkün değildir, bunu ayıralım. Kazâyı muallâk olanın tarafının değişmesi mümkündür.

Şöyle bir hikâye anlatılır misâl olsun diye aklıma geldi, bir gün Geylân kasabasından, Bağdat civarından umreye gitmeye niyetleniyor, dervişin bir tanesi, şeyhine gidiyor efendim ben bir seyahata çıkmak istiyorum deve katarları da var belkide bir ticaret işi, o zaman da yol güvenliği yok eşkıyalar da var, acaba bir gönül eder misiniz bu yolda benim için bir tehlike varmıdır yok mudur gibilerden. Şeyhi ma’nâ âlemine yöneliyor, diyor ki oğlum sen bu yola çıkma senin için tehlike vardır diyor, o da peki efendim diyor, evine geliyor, düşünüyor, düşünüyor bir türlü işin içinden çıkamıyor, yani gitse tehlike var diye bir haber aldı, gitmese evi rızık bekliyor, o malları almış satması lâzım, oradan da aldığı malları kendi memleketinde satması lâzım, sıkıntı içerisinde ne

Page 85: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

84

yapayım diye düşünürken bir de Abdül Kâdir Geylâni’ye gideyim diyor.

Gidiyor Abdül Kâdir Geylâni Hz. lerine alıyorlar içeriye oturuyor ve efendim bir maruzatım var, size arz edebilir miyim diyor, O da buyur oğlum diyor, işte ben kervan sahibiyim kervan ile yola çıkmam için şeyhim ile istişare ettim bana yola çıkmamamı tavsiye etti siz ne dersiniz diye soruyor. Abdül Kâdir Geylâni Hz leri biraz murakabaya vardıktan sonra hadi oğlum yolun açık olsun sen çık ticaretini yap diyor, git mal sat mal al güle güle git güle güle gel diyor. Adamcağız seviniyor, kendisine biraz daha güven geliyor, hazırlıklarını yaptıktan sonra yola çıkıyor, nihayet menzile çıkıyor satacaklarını satıyor, alacaklarını alıyor, bütün mallarını satmış bir şey de almamış paralarını toplamış cebine koymuş, geri dönüyor iken bir ikindi üzeri yolu bir kasabaya düşüyor, kasabadan geçerken bakıyor ki bahçe yeşillik güzel cami de var sular da var şadırvan da var, şurada bir abdes alayım ve ikindi namaını kılıp yola öyle devam edeyim diyor.

Namazı kıldıktan sonra yorgun olduğu için bir ağaç gölgesinde biraz dinleneyim diyor. ceketini de toparlayıp o ağacın yukarıdaki bir dalı arasına sıkıştırıyor yani gizliyor. Uykusu arasında haramiler gelmişler baskın yapmışlar parasını malını almışlar hepsini ne varsa ve boğazından da kesmişler. Bu rüyada olan bir hadisedir. O can havliyle bir uyanıyor, bakıyor ki hakikaten boğazından ince bir çizgi var kan damlamaya başlıyor, hemen ceketine bakıyor, ceket yerinde duruyor, ceketini alıyor hiç durmadan yoluna devam ediyor. nihayet yolları bittikten sonra hemen kendi kasabasına gelince Abdül Kâdir Geylâni Hz lerini ziyarete gidiyor. Heyecanlı bir şekilde bu işin sırrı neydi, rüyada gördü, ama kan var, boğazında hadise rüyada olmuş olsaydı kan olmazdı, sadece bu olay hayalinde olurdu.

Abdül Kâdir Geylâni Hz leri soruyor ne oldu gittin geldin mi diye, efendim gittim geldim ama bir hadise oldu rüya gördüm çözemedim bu hadiseyi, nedir diye anlat bakalım diyor neymiş hadise, işte başından geçenleri anlatıyor, ben diyor mallarımı sattım paramı da aldım bir kasabadan geçerken ikindi namazını kıldım, biraz dinlenmek için ağacın altına uzanmıştım paramı da yukarı koymuştum, rüya görmeye başladım rüyada 40 haramiler geldiler beni soydular paramı aldılar, boğazımı kestiler gittiler ben de can havliyle uyandım, baktım ki boğazımdan ince ince kanlar akmaktadır. Abdül kâdir Geylâni Hz leri gülüyor, oğlum diyor biz bu hadiseyi biliyorduk yani şeyhin sana doğru söylemişti çıkma sen oraya senin için tehlike var demişti.

Ama, biz sana bu kaderi rüyada yaşattık diyor. Bakın kaderin değiştirilebilir hükmü olduğunu bu hikâye bu hadise ile ama neresidir, kader-i muallâk bölümü kader-i mutlak değildir. Eğer onun mutlak ma’nâda orada katledileceği bildirilseydi o ne şeyhine

Page 86: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

85

giderdi ne de Abdül Kâdir Geylâni Hz lerine giderdi. Kendisi yola çıkardı ve başına o hadise gelirdi. Hiçbir yardım da almazdı. İşte bilinmesi lâzım gelen şey kaderin değişebilen tarafı muallâk olan tarafıdır ve o kaderin o yönünü biz oluşturmaktayız.

---------

Bab-7: Kalplerin Rahmanın iki Parmağı Arasında Olduğu Hakkındadır.

2226. Hadis, Enes (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir, dedi ki Rasulullah (s.a.v.) sık, sık “Ey kalpleri değiştiren kalbimi dinim üzere sabit kıl “ derdi. Efendimiz böyle dua edermiş. Ya rasulallah dedim, sana ve getirdiğin şeriata inandık, bu durumda bizim için korkuyor musun? Hâlâ bizim için korkuyor musun, buyurdu ki “Evet çünkü kalpler Allah’ın iki parmağı arasındadır, onları dilediği şekilde çevirir” diyor. Cenâb-ı Hakk’ın iki parmağı Celâl ve Cemâl dir, kâh Celâl’e çevirir, kâh Cemâl’e çevirir diye izah edelim. Bu hadis hasen sahihtir, birden çok kişi bu hadisi böylece el Ameş’ten, Ebu Süfyandan, Enes’ten rivayet ettiler.

Bab-8: Mevzu Allah’ın Cennete ve Cehenneme girecekleri önceden Tayin Ettiği Hakkındadır.

Abdullah bin Amr (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki Rasulullah (s.a.v.) elinde iki kitap olduğu halde bir gün üstümüze çıkageldi, bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz buyurdu, hayır ya rasulullah ancak bize bildirirsen biliriz dedik! bunun üzerine sağ elindeki kitap için bu âlemlerin rabbinden bir kitaptır, cennete gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin isimleri bu kitapta mevcuttur, orada son kişilere kadar icmalen yazılmıştır ki, artık onların sayısı zinhar arttırılmayacak ve eksiltilmeyecektir.

Sonra sol elindeki kitap için de bu da âlemlerin rabbından bir kitaptır, cehenneme gireceklerin adları, baba ve kabilelerinin isimleri bu kitapta mevcuttur, orada son kişilerine kadar icmalen yazılmıştır, artık onların sayısı arttırılmayacak ve eksiltilmeyecektir. Buyurdu. Rasul-u Ekrem’in ashabı Ya rasûlallah dediler, durum önceden tamamlanmış takdir edilmiş ise o halde amel neye yarar, rasûl-u Ekrem şöyle buyuruldu, doğru olun ve mutedil davranın çünkü cennete girecek kişi her ne amel işlemiş olursa olsun, onun ameli cennet ehlinin ameli ile son bulacaktır.

Cehenneme girecek kişi de her ne amel işlemiş olursa olsun, onun ameli Cehennem ehlinin ameli ile nihayet bulacaktır. Buna mütakip Rasulullah (s.a.v.) iki eli ile işaret ederek onları attı, ve sonra şöyle buyurdu, “Rabbınız kulların kaderini tayin etmiştir, bir bölük cennete bir bölük cehennemedir. Hani o Mutezile ve Cebriye alimlerinin kader hakkındaki kanati var ya onlar da belirli hadisler den alarak yola çıkarak bunları hüküm haline getirmekteler, biz de tek tek bu hadis-i şerifleri ele alır isek sadece o hadisin belirttiği

Page 87: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

86

yönden kader anlayışını anlamaya çalışırsak biz de çok isabetli olmayız.

Çünkü Peygamber Efendimiz kader mevzularını değişik mertebelerden bildirmiş, her hadis-i şerifi bir başka mertebeden bildirmiştir. Onun için bunların bütün özetini çıkararak her hadisin de hakkını vererek kader anlayışına ulaşmak gerekiyor. İlâveleri var; Allah bir kuluna hayır murad ederse onu kullanır, Ya Rasulullah o kulunu nasıl kullanır, Rasûl-u Ekrem; ölümünden önce ona salih amel işlemeyi muvaffak kılar buyurdu.

Bab-9: Mevzu: Adve hame ve Safer itikadının batıl olduğu hakkında.

2230. hadis; İbn-i Mesud (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki Rasulullah (s.a.v.) bize hutbe irad ederek hiçbir şey hiçbir şeye hastalığını bulaştıramaz buyurdu, bunun üzerine Arabi bedevidir, ya rasulullah haşefesi uyuzlu erkek deveyi ağıla alıyoruz ve sonra bütün develeri uyuz yapıyor, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, o halde birinci deveyi uyuz yapan kimdir, hani deve diğerlerini uyuz yaptı dediler ya birinci deveyi uyuz yapan kimdir, adve ve safer yoktur, Allah her canlıyı yaratmış onun hayatını rızkını ve nusubetlerini takdir etmiştir.

Bab-10: Mevzu; hayrı ve şerri ile kadere iman hakkındadır.

2231. Hadis: Cabir bin abdullah’dan rivayet edilmiştir, dedi ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, bir kul hayırı ve şerri ile kadere iman etmedikçe kendisine isabet eden hayır ve şerrin ondan şaşmasına kendisini atlayan hayır veya şerrin ona isabet etmesine zinhar imkân olmadığında bilmedikçe mü’min olamaz.

2232. Hadis: Ali (k.a.v) den rivayet edilmiştir dedi ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, kul şu dört esasa iman etmedikçe mü’min olamaz. Allah’tan başka mabudi hakiki olmadığına ve benim Allah’ın rasulü oldup beni Hakk ile gönderdiğine şahadet edecek ölüme inanacak ölümden sonra dirilmeye inanacak ve kadere iman edecektir.

Bab-11: mevzu her canlının takdir edilen yerde öleceği hakkında.

2235. Hadis: Matar bin Yukamis (r.a.) dan rivayet edilmiştir, dedi ki Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, Allah bir kulun muayyen bir yerde ölmesini takdir ettiği vakitte onun işini oraya düşürür, yani onu oraya gönderir, orada canını alır.

---------

Bu hususta şöyle bir bilgi vardır, belki duymuşsunuzdur, bir gün Hz Süleymanın huzurunda bir toplantı yapılıyormuş görevliler de büyükler de oraya gelmişler, o görevlilerin içinden birisi varmış o toplantıya gelenlerden birisi o kişiye şöyle bir bakmış, biraz şiddetli

Page 88: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

87

bakmış, o bakılan kişi bakanın bakışından rahatsız olarak toplantı bittikten sonra hemen Süleyman (a.s.) a gitmiş, ya Süleyman ben korktum, yani o kişiden korktum, beni Hindistana Çin’e gönder diyor, Süleyman (a.s.) kendisinde bulunan güçlerle yani kullandığı o üç harflilerle o adamı anında Hindistan’a gönderiyor. Bakıyor Hindistanda Pazar içinde dolaşmaya başlıyor, kendisini Pazar yerinde buluyor. Pazar yerinde dolaşırken aynen Hz süleymanın Huzurunda ki kişiyi Pazar yerinde de görüyor. Ve o kişinin orada canını alıyor.

Meğerse o gördüğü Azrail (a.s.) imiş, sonra Hz Süleyman ile görüştüğünde neden bunu korkuttun dediğinde ben diyor hayrete düştüm elimdeki listede o kişinin canını Hindistanda alacaksın diye yazıyordu, ama ben onu senin huzurunda gördüğüm için onun canını nasıl Hindistanda alacağım diyor, işte o da bundan korktu ve Hindistana gitti diyor. Demek ki program doğruymuş. İşte oradaki mevzu da canını nerede alacaksa oraya gönderir.

---------

Bab-12: Mevzu; Efsun; okunma ve ilaçların hiçbir surette Allah’ın kaderini önlemediği Hakkındadır.

2238. Hadis: Ebu Hüreyre (r,a) dan rivayet edilmiştir, bir adam Rasul (s.a.v.) e gelerek, yaptırdığımız efsun, yanı okuma, okunmaların tedavide kullandığımız ilaçların ve tuttuğumuz perhizlerin Allah’ın kaderinden her hangi bir şeyi önleyeceği görüşünde misiniz, diye sordu, Rasul-u Ekrem; “Onlar da Allah’ın kaderindendir” buyurdu. Bu hadisi yalnız Ezühri’nin rivayetinden bilmekteyiz, birden çok kişi bu hadisi süfyan tarikiyle Zühriden Ebu Huzame’den babasından rivayet etmişler dir. Bu rivayet daha sağlamdır.

Bab-13: Mevzu; Kaderiye mezhebi hakkında.

İbn-i Abbas (r.a.) dan rivayet edilmiştir, Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu, ümmetimden iki sınıf vardır ki onların islâmdan nasibi yoktur. Mürcie ve kaderiye fırkalarıdır.

Bab-14: Mevzu insan oğlunun çevresinin 99 ölüm tehlikesiyle kuşatıldığı hakkında.

Abdullah bin Eşşıhır (r.a.) tarafından rivayet edilmiştir Rasulullah (s.a.v.) buyurdu ki “Adem oğlu yanı başında 99 ölüm tehlikesi olduğu halde tasvir edilmiş yaratılmıştır. Şayet bu ölüm tehlikelerini atlatırsa ihtiyarlığa düşer ve neticede tabi ölüm ile ölür.

---------

Bu da çok üzerinde durulması lâzım gelen şeydir, nedir bu 99 ölüm, her bir Esma-ı İlâhiyenin onun üzerindeki ölümüdür. Diğer bir ifade ile Esma-ı İlâhiyenin ölümü değil, Esma-ı İlahiyenin kendi

Page 89: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

88

nefsinde olan kendinin sahiplendiği Esma-ı ilâhiyyenin onlar o zaman onun nefsine ait yani nefsine sahip çıkmasıyla nefsinin sahip çıkmasıyla Allah’ın isimlerine sahip olmakta, işte bunların hepsinin ölmesi nefsinden ölmesi demek, Cenâb-ı Hakk’a iade etmesi demektir. Yani Esma-ı İlâhiyeyi gerçek ma’nâda kullanması mevzuunda dır.

Kadere inanmamak hakkında:

2243. Hadis. Nafiden rivayet edilmiştir Abdullan bin Ömer (r.a) ya bir adam gelerek falanın sana selâmı var dedi, bunun üzerine Abdullah bin Ömer şöyle konuştu, bana ulaştığına göre o şahıs dine bidad sokmuş kaderi inkâr etmiştir. Şayet gerçekten dine bidad sokmuş ise, ona benden selâm söyleme, çünkü ben Rasulullah (s.a.v) den bu ümmette veya ümmetimde şek kendisinden gelmektedir, kaderciler yüzünden mutlaka yere batma veya şekil değiştirme veya taşlanma olacaktır buyurduğunu işittim diye ilâve etmiştir.

Abdül Vahid bin Süleyman’dan rivayet edilmiştir, dedi ki Mekke’ye geldim Ve Ata bin Ebi Rabah ile karşılaştığımda kendisine Ya eba Muhammed dedim, Basra’lılar kaderi inkar ediyorlar, bana evlatçığım Kur’an okuyor musun dedi, evet dedim o halde ez Zuhr suresini oku, ben de ayetlerini okudum, Ümm’ül Kitap nedir bilirmisin, dedi Allah ve Rasulu bilir dedim, O göğü yaratmadan ve yeryüzünü yaratmadan önce Allah’ın yazmış takdir etmiş olduğu bir kitaptır, ki firavunun Cehennem ehlinden olduğu onda mevcuttur.

Übade bin es Samidden oğlu Velid ile karşılaştım ve kendisine ölümüne yakın babasının sana vasiyetin ne idi diye sordum, dedi ki beni yanına çağırdı şöyle dedi, “Ey evlatçığım Allah’ın gazabını mucib hareketlerden sakın bilmiş ol ki Allah’a inanmadıkça ve bütün kadere, hayrına ve şerrine iman etmedikçe, Allah’tan ittika etmiş olmazsın, şayet bundan başka itikad üzere ölürsen, cehenneme girersin, çünkü ben Rasulullah (sav) den şöyle buyurduğunu işittim, “Allah en önce kalemi halk etti, ona yaz buyurdu, kalem ne yazayım dedi, Allah kaderi, olanı, ve ebediyete kadar olacağı yaz buyurdu.

2245. Hadis: Rivayet edilmiştir diyor ki Rasul (s.a.v.) den şöyle buyurduğunu işittim, “Gökleri ve yerleri yaratmadan 50 bin sene önce Allah ölçüleri takdir etmiştir.

Ebu Hüreyre (r.a) dan rivayet edilmiştir dedi ki; Kureyş müşrikleri kader mevzuunda dava görmek üzere Rasulullah (sav) a geldiler bunun üzerine 54/47-48-49 ayetleri nazil oldu,

------------------- ان الرجيم ط ن الشي وذ بالله م اع

Page 90: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

89

﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١﴿ Kaza ve Kader mevzuunda Hadis-i Şeriflerden bazı bölümler okumuştuk şimdi de âyet-i kerimelerden bir kaç ayet okuyalım. Bakara Suresi 216. Ayette buyurur;

بسم الله الرمحن الرحيم ا ٢١٦﴿ ئ هوا شي عسى ان تكر كم و ه ل هو كر ال و ت كم الق ي ب عل ﴾ كت

هو شر ا و ئ بوا شي عسى ان حت كم و ر ل هو خيـ تم و انـ م و ل ع يـ الله كم و لون م ل ال تـع2/216-Cihad hoşunuza gitmediği halde üzerinize farz kılındı bazen bir şeyden hoşlanmazsınız halbuki o şey sizin için bir hayırdır, ve bazen de bir şeyi de seversiniz halbuki o şey sizin için bir şerdir. AllahTeala bilir siz bilmezsiniz.

---------

Âyet-i Kerîmede öyle belirtiliyor, karşımıza gelen bazı şeyler bizim için şer gibi gözükür, ama arkasından hayır gelir, bazı şeyler vardır da, baştan hayır gibi görünse de, arkasından şer çıkar, onun için başımıza gelen her hangi bir şey hakkında, ön yargılı olmamalıyız. Bu nerden geldi başıma, niçin oldu bunlar şimdi zamanı mıydı, ben ne yaptım ki, bunlar geldi başıma? diye hiç bunlardan yerinmemek lâzımdır, hani Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz leri der ya “Bak sonunu sabreyle, görelim mevlâm neyler, neylerse güzel eyler”

---------

Yunus Suresi 61. Ayette buyurur;

ن ٦١﴿ ون م ل م التـع ان و ر ن قـ م ه ن وا م ل تـ ا تـ م ن و ا تكون ىف شاء م ﴾ وم يه و يضون ف ذ تف ودا ا كم شه ي ال كنا عل ل ا ن عم بك م زب عن ر ع ا يـ

ال ر ا ال اكبـ ك و ل ن ذ ال اصغر م اء و م ال ىف الس ض و رة ىف االر قال ذ ثـ مني ب اب م ت ىف ك

10/61 ve sen bir işte bulunmazsın ve Kur’an’dan bir şey okumazsın ve sizlerde amelden bir şey yapmazsınız ki illa biz sizin üzerinize o işe daldığınız zaman şahidleriz ve rabbinden ne yerde

Page 91: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

90

ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey gaip bulunmaz ve ondan ne daha küçük ve ne de daha büyük bir şey yoktur ki illa apaçık olan bir kitapta yazılıdır.

---------

Yani siz en küçücük ne yaparsanız yapın bunların hepsi yazılmıştır deniyor.

---------

Neml Suresi 75. Âyetinde buyurur; ني ٧٥﴿ ب اب م ت ال ىف ك ض ا االر اء و م ة ىف الس ب ن غائ ا م م ﴾ و

27/75- Gökte ve yerde bir gaip bir gizlenmiş şey yoktur ki apaçık bir kitapta yazılmış olmasın

---------

Enam Suresi 59. Ayette buyurur;

ر ٥٩﴿ بـ ا ىف ال م م ل ع يـ ال هو و ا ا ه م ل ع ب ال يـ ي ح الغ فات م ده عن ﴾ وات االر م ل ال حبة ىف ظ ا و ه م ل ع ال يـ قة ا ر ن و ا تسقط م م حر و الب ض و

ني ب اب م ت ال ىف ك ابس ا ال ي طب و ال ر و6/59-Gaybın anahtarları onun Cenab-ı hakkın yanındadır, onları ancak başkası bilemez ve karada ve denizde ne varsa bilir, bir yaprak düşmez ve yerin karanlıkları içinde bir dane de bulunmaz ki illa onu bilir. Ve bir yaş ve bir kuru da yoktur ki illa apaçık kitaptadır.

---------

Tevbe Suresi 51. Âyette buyurur

ى الله ٥١﴿ عل ا و ين ل و ا هو م ن ل ا كتب الله ال م ا ا ن صيبـ ن ي ﴾ قل لنون م وء ل الم وك تـ لي فـ

9/51-De ki bize Allah Teala’nın yazmış olduğu şeyden başkası isabet etmez, o bizim mevlamızdır mü’min olanlar artık Allah Teala’ya tevekkül etsinler.

---------

Kamer Suresi 49. Âyette buyurur

Page 92: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

91

بقدر ٤٩﴿ اه قن ء خل نا كل شى ﴾ ا 49-Muhakkak ki biz her şeyi bir kader, muayyen bir ölçü ile halk ettik.

---------

Kamer Suresi 52. Ayette buyurur:

ر ٥٢﴿ ىف الزب وه ل ء فـع ﴾ وكل شى 52- Ve her neyi yapmışlar ise defterlere kayıtlıdır.

---------

Hadid Suresi 22. Ayette buyurur,

ة ىف اال ٢٢﴿ صيب ن م ا اصاب م ال ىف ﴾ م ال ىف انـفسكم ا ض و ر سري ى الله ي ك عل ل ن ذ اها ا ر بـ ل ان نـ ب ن قـ اب م ت ك

22- Ne yerde ve ne de kendi nefislerinizde nusibetten bir şey isabet etmez ki illa o onu yaratmamızdan evvel bir kitapta yazılmıştır. Şüphe yok ki bu Allah’a göre pek kolaydır.

-------------------

Şimdi gelelim işin daha mühim ve biraz zor tarafına, gerçi zor darken, hiçbir bilinen şeyin zorluğu olmaz, ama anlayışlar bakımından biraz teknik terimler olduğundan, belki bu yönden zorlanabiliriz. Fusus’l hikem 1. Cild mukaddime bölümü sayfa 17 de İkinci Vasl:

A’yân-i sâbite mec’ul değildir

A’yân-ı sâbite mec’ul değildir, sözünden biz ne anlıyoruz,? evvelâ a’yân-ı sâbite nedir, a’yân-ı sâbite; sâbit olan ayn, sabit olan hakikatlerimiz, Hakk’ın indinde sâbit olan kayıda geçmiş olan bizim ilm-i ilâhideki programlarımız, yani bütün âlemde ne varsa, başta insan olmak itibariyle, her birerlerimizin programları Hakk’ın indinde mevcuttur. Yani bizim göz rengimizden tutalım da, saçımızdan, başımızdan, boyumuzdan, kilomuzdan, neyimiz varsa bunların hepsi programlanmış vaziyettedir. Ama biz biraz çok yeriz, bunu daha sonraki süre içerisinde genişletiriz, hücre yapımızı arttırırız, ama az yeriz biraz daraltırız, o yazılmış da hiç değişmez hükmünde değildir. Ana varlığı itibariyle Cenâb-ı Hakk, bizim bütün fıtri yapımızın, programını gerek fiziksel, gerek tıp olarak, gerek ilmi olarak, gerek ruhi gerek nuri gerek bedeni olarak, bütün kayıtlarımız programlarımız Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ilâhisinde mevcuttur, toplu olarak mevcuttur.

Page 93: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

92

Nasıl ki bir arabanın bütün parçalarının programları bir bir gramına kadar kaç diş olacağına kadar bir vidanın büyüklüğü ölçüleri işte bir vida arıyorsunuz 2 mm ye 5 mm diyor, ölçülerini veriyor. Bir demir parçasının insanlar tarafından hesapları tutuluyor ise, Allah’ın mutlak kuvveti kudreti ilmi içerisinde halk etmiş olduğu bütün âlemini bilhassa insanını programsız başı boş bırakır mı? Ayet-i Kerime’de zâten belirtiliyor, 26/146

ن ١٤٦﴿ ا ام ن ا هه ركون ىف م تـ ني ﴾ اتـ 26/146- sizler böyle başı boş bırakılacağınızı mı zannediyor-

sunuz?

Yani Cenâb-ı Hakk bizi dünya meydanına gönderdi, biz zannediyoruz ki bizimle kimse ilgilenmiyor, ben istediğim gibi yaşıyorum, gidiyorum, yiyorum, içiyorum, çalışıyorum geziyorum, dolaşıyorum, yatıyorum uyuyorum, gibi mi zannediyorsunuz acaba siz? hayır, bizim her anımız kontrol altındadır, bu a’yân-ı sâbite programı içerisinde, kazâ ve kader hükümleri içerisinde, bize ayrılan sürelerimiz vardır, Cenâb-ı Hakk’ın âmir hükmü ile üstümüzde ki hükümleri vardır, O’nun âmir hükümleri vardır, böylece biz hayatımızı sürdürüyoruz. İşte a’yân-ı sâbiteyi tarif ederken, kabaca bizim programımız, ama nasıl oluyor, program şimdi ona bakalım.

Daha evvelce dinleyenler belki var ama tekrarında yarar vardır, kaç defa okursak, dinlersek, meratip olduğu için bu yazıların içerisinde, her okuyuş dinleyişte, bir başka açılımı olur. Bir başka yaklaşımı olur, çünkü bu tür bilgiler sadece nakli ve rivayet bilgiler değil yaşam ve tatbikat bilgileridir. Yani kişinin kendi bünyesine intikal ettireceği, ve kendi bünyesinde bizzat, bizâtihi tatbik edeceği insani bilgilerdir. Tabiat bilgisi, gök yüzü bilgisi astroloji astronomi bilgisi, deniz altı bilgisi, fizik kimya bilgisi değildir, onlar nakil olarak öğrenilir, ama bunlar nakil olarak aktarılır. Yani, sonra bizâtihi kişi kendi tadışıyla kendi yaşayışıyla bilinecek, öğrenilecek, asli bilgilerdir, ana bilgilerdir, ana programlardır.

İşte insanın kendi gerçek halini bilebilmesi için cem olarak da olsa, yani mücmel toplu olarak da olsa, bu a’yân-ı sâbite bilgisine mutlak surette ihtiyacımız vardır. Çünkü bizim aslımızı, asli programımızı burası meydana getiriyor. Biz aslımızı neslimizi bilmezsek, kendi birey olarak yaşasak ne olacak, yaşamasak ne olacak, gaflet içerisinde yaşasak ne olacaktır.

Bu âyet-i kerîme de, insanın varlığını sorumlu olduğunu ve hesaba çekileceğini, açık olarak ifade etmektedir. T.B.

-------------------

Şimdi metinden devam edelim;

Page 94: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

93

Ayan-ı sabite suver-i ilmiye-i esmaiyyeden ibaret olduklarından vücud-u haricileri yoktur. Bunlar kendi tabiri ile anlatılan cümlelerdir, yani tam Türkçe dediğimiz metne dönüştürülemiyor. Dönüştürüldüğü zaman ma’nâ yapısı, ve yoğunluğunu kayıp ediyor, biraz daha hafiflemiş oluyor. ama yine de daha hafifletmeye çalışarak okuduğumuzda, a’yân-ı sâbite esma-ı ilâhiyenin ilmi suretlerinden ibarettir ve bunların bir toplamıdır. Yani her bir a’yân-ı sâbitede bütün esma-ı İlâhiyenin ilmi olarak özellikleri vardır. Çünkü daha orası ilim mertebesi olduğundan dışarıya çıkış yoktur Allah’ın Zât’ındaki ilmidir.

Vücud-u haricileri yoktur, şimdi bizim bir düşüncemiz var, diyoruz ki, yarın şuraya gidelim, veya mekanik bir sistem tasavvur ediyoruz aklımızdan, daha öyle bir sistem zuhura gelmiş değil, yapılmış değil mucitlerin icat ettiği şeyler gibi, o zihinde, bakın ilmi olarak zihindeki bir suret, yani kişinin Zat’ında olan bir surettir. Daha henüz harici vücutları yoktur, yani dışarıya çıkmış bir görüntüleri yoktur, ne zaman ki o mucit, o kafasında düşündüğü şeyi, mekanik olarak dışarıya çıkartıyor, o zaman o aklındaki harici vücuda geçmiş oluyor, hariçte görüntüye gelmiş oluyor. İşte a’yân-ı sâbitelerin böyle hariçte bir vücutları yoktur. halbuki “Ceal” yani a’yân-ı sâbite mec’ul değildir, halbuki ceal müessirin tesirinden ibarettir. Şimdi şuradaki bardağı ben tuttum kaldırdım, nasıl kalktı bu, müessir yani tesir edicinin tesiri ile kalktı yani bir muharrik gerekti. Kaldırdım ve yere indirdim, burada bir kaldırma, bir indirme, tesiri ile oldu.

İşte ceal etmek yani bir şeyi meydana getirmek bu demektir, yani bir tesir ile oluşmaktadır yani bir şeyin vücudunun olması, ve hareket etmesi, ama a’yân-ı sâbite ceal edilmemiştir, yani daha herhangi bir tesir ona tesir etmediği için, zuhura faaliyete çıkma-mıştır, İlm-i İlâhiyede mevcuttur. Kişinin beyninde mevcuttur. Peki o beyninden dışarıya çıkması nasıl olmaktadır, işte bir tesir ile olmaktadır. Bizdeki irade ve kudret ve kuvvet onu ortaya çıkar-makta, kesmekte, parçalamakta malzeme almakta doğramakta müessirin tesir etmesi ile, bir varlık ortaya çıkmaktadır.

Ceal işte bu değildir, mec’ul olan. Ceal faaliyette olandır, bu faaliyet olmadığı için o a’yân-ı sâbite henüz mec’ul değil, yani halk edilmiş değildir. Bunlar ise mahal-i tesir ve infial olmadıklarından mec’uliyet-leri mevzubahis olamaz. Yani İlm-i İlâhiyede mevcut olan a’yân-ı sâbitelerin ceal edilmiş olmaları mümkün olmaz. Yani halk edilmemişlerdir. Zuhura çıkmamışlardır, vardır ama ilm-i ilâhide mevcuttur a’yân-ı sâbitelerimiz. Yani bunlar yapılarak bakın fiille yapılarak vücuda getirilmiş şeyler değildir neler, a’yân-ı sâbiteler. Bunlar yapılmış, sonradan olmuş şeyler değildir, zira şuunat-ı Zat’iyeden ibarettir. Yani Allah’ın dilemesinden şe’ninden Allah’ın özelliklerinden ibarettir.

Page 95: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

94

Bizim Cenâb-ı hakk’ın ilm-i İlâhisinde olan programlarımız sonradan meydana getirilmiş bir tesir ile ceal edilmiş zuhura çıkmış şeyler değildir. Cenâb-ı Hakk’ın bizim üzerimizdeki tasarrufu programları budur. Şuunat Zat’ın iktizatıdır, yani buradaki şuunat Zat’ın gerekliliğidir. Zat’ın özelliği hususiyetidir ve Zat ile beraber kadimdir. Bakın şu cümleye çok dikkat çekelim, a’yân-ı sâbite Zat ile beraber kadimdir. Bakın şu kelimeyi anlayarak yaşayabilmemiz bizim Allah’ın indindeki değerimizin, ne kadar yüksek olduğunu bize açık olarak göstermektedir.

A’yân-ı sâbitelerimiz mec’ul değil, yani sonradan var edilmiş değil, Allah’ın Zat’ıyla beraber kadim yani ezelidir, insanoğlunun a’yân-ı sâbiteleri. Ama efendim ben 1900 senesinin şu zamanında bu zamanında dünyaya geldim, nereden ezeli oldum, o tarihte dünyaya gelen bizi ceal edilmiş, yani halk edilmiş vücutlarımızdır, elbiselerimizdir, biz değiliz bizim eğer bir yaş vermemiz gerekirse belki mübalâğalı gibi olacak ama yaş belirtmek gerekirse hepimizin yaşı dedemizin yaşı olan Âdem (a.s.) ın yaşıdır bizim hepimizin yaşı.

Dünyaya gelme yaşımızı ceal olarak düşünürsek, var edilmiş olarak hepimizin yaşı Âdem (a.s.) ile başlar suri yaşlar, ama biz ondan on bin yıl sonra gelmişizdir, o ayrı konudur, dünyaya indirilişimiz onunla beraberdir. Ancak bu yine zuhurda olan ceal tarafımızdır. A’yân-ı sâbite hakikatimiz olarak ne yaşımız belli ne başımız belli, ezeli Allah’ın varlığında mec’ul olmadığından yani onlar var edilmediğinden, Zât’ının gereği olarak o programlar Allah’ta mevcudiyetimiz dolayısıyle de ezeliyiz. İnsandan başka hiçbir varlığın, böyle bir ezel ve ebed hususiyeti yaşantısı yok, olamaz da.

Ve şuunat Zat’ın iktizatı yani gereğidir, Zat ile beraber, kadimdir ve şuunat-ı Zat’iye bir cealin ceali ile mec’ulen mevcut olmadıkları gibi bir müessirin tesiri altında da değildirler. Yani a’yân-ı sâbiteler herhangi bir ceal ile yani bir kılma bir dileme ile bir faaliyet ile, ve bir tesir ile mevcut olmadıkları gibi, yani her hangi bir tesirden, müteessir olmadıkları gibi bunlar onun hükmü altında da değildirler. Mademki zat-ı vücut mevcuttur, yani Allah’ın vücudu mevcuttur, elbette onlarda onunla beraber mevcuttur. Yani a’yân-ı sâbite Allah’ın mevcut vücuduyla, vücut dediğimiz zaman, bu âlemler mevcudattaki vücut değildir. İlm-i ilâhide Allah’ın bâtın âlemdeki varlığı, mutlak vücut buna deniyor. Vücut dendiği zaman bir varlık zannederiz öyle bir varlık değildir.

Misal: Bir insanda gülme ve ağlama gibi bir çok şe’nler vardır, insan gülmediği ve ağlamadığı vakitle, bu şe’nler bil kuvve mevcut ve bil fiil madumdur. Şimdi her birerlerimizde az da olsa çok da olsa gülme ve ağlama hususiyetlerimiz vardır. Ama şu anda bakın kimse ne ağlıyor, ne de gülüyor. Nerede mevcuttur, ilimde mevcut, kuvvede mevcut fiilde mevcut değil. Ne zaman ki her

Page 96: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

95

hangi bir tesir ile ya gülünecek bir şey oluyor ya da ağlanacak bir şey oluyor o zaman bunlar yine tabii olarak zuhura geliyor. İşte a’yân-ı sâbiteler de bizim Hakk’ın varlığında mevcut ama ceal edilerek, daha sonra oradaki gülme ağlama gibi fiiller bizde zuhura geliyor.

Bil kuvve mevcut, ve bil fiil madumdur, yani ademdedir, fiilde yoktur. Ağlaması ve gülmesi fiilen zuhur ettiği vakit zuhurat iradesi ve ceal ile tesir ile vaki olmaz, belki iktizai zâtisi olarak bila meşiyet bila ceal tesir vaki olur. Yani her ne kadar bir sebep ile ağlama gülme oluyorsa da, ama aslında bizde mevcut olduğundan onlar gene o sebeplerle değil mevcut olduğundan çıkıyor, eğer onlar bizde mevcut olmasaydı 50 bin tane güldürücü kimse gelse takla atsa biz yine gülmeyiz, gülemeyiz, 50 bin tane hüzünlü hadise olsa bizde ağlama hususiyeti aslımızda olmasa biz ağlayamayız. İnsan henüz gülmeden ve ağlamadan evvel gülmeye ve ağlamaya hazırlanmaz.

Gülme ve ağlama şe’niyeti itibariyle ma’nâ-ı insaniyede müttehit iseler de, yani ağlama ve gülme insanda birlikte iseler de, bakın iki zıt şey bizim varlığımızda mevcut, ama kardeş kardeş oturuyorlar, ağlama ile gülme birbirinin tam zıttıdır, biri geldiği zaman biri gidiyor, diğeri geldiği zaman öteki gidiyor. Ama bunlar batında iken ikisi birlikte duruyor. Tabi diğer bütün zıtlar da böyledir. Bunlar insanın varlığında birlikte iseler de zuhurda yek diğerinden ayrılırlar çünkü gülme ağlamanın aynı değildir. Şimdi bunlar insanın şahsında mevcut, ve bil fiil ma’dum iken, yani şahsında varlar ama, fiilde gizli iken yok iken bu ma’dum olan şe’nlerin yani gizlide olan şe’nlerin şahsı mevcut üzerinde yani o kişinin üzerinde tesirleri görülür.

Böylece şahs-ı mevcut bunların tesiri ile zahir oldukda, yani güldüğünde ve ağladığında, bu şe’nler dahi fiilen mevcut olurlar. Yani daha evvel kuvvede mevcut olanlar sonra fiile çıkar ve ağlama ve gülme özelliği görülmüş olur. Onların mevcudiyetleri şahsı mevcuda muzafen vaki olur. O mevcut şahsa izafe olarak o kişi güldü, o kişi ağladı diye ortaya çıkar. Madem ki şahsi insani mevcuttur, elbette bu şe’nler dahi onunla beraber bil kuvve mevcutturlar. Bir sebep tahtında da iktiza-i Zâti olarak bilâ meşiyet ve bilâ ceal tesir fiilen zâhir olurlar. yani herhangi bir tesir ve istekle zuhura gelirler.

İşte bunun gibi mevcud-u hakiki olan Zat-ı Uluhiyette yani hakiki varlık olan Allah’ın Zat’ında fiilen ma’dum olan şuunatın yani fiilen yok olan, a’demde olan yani gayride olan fiiliyatın şuunatın tesiriyle, Zatullah bu şuunatı hasebiyle tecelli eder. Yani bu özellikleri ile tecelli eder zira a’yân-ı sabite zuhurun illeti ve Zatullah ise onların malulüdür. İlletin malul üzerinde tesiri gayri kabil-i ret ve cerhdir. Yani bir kişi bir şeyi bir sebep ile yaptığı zaman o eşya diyemez ki bunu benim üstümde yapma diye, işte

Page 97: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

96

onu diyor, Allah bir şeyi murad etmişse, kendisinde ma’dum/gizli olan, batınında olan şeyleri her hangi bir tesir ve şe’n dilemesiyle, ortaya çıkarır ve ortaya çıkarılan şeyler de buna mani olamaz, beni neden ortaya çıkardın diyemez.

Nitekim illiyet ve maluliyet meselesi misal-i kevni iradi ile bâlâda zikir olundu. Yani daha evvelce kevnde halkediliş mevzularında bunlardan bahsedildi.

-------------------

Dikkat çok mühim bir not= Bilindiği gibi kitabımızın, geldiğimiz bu bölümlerinde (Fusûs’l hikem 1. Cild mukaddime bölümü sayfa 17 de İkinci Vasl: ve diğerleri) özetle aslı ve sohbet şerhleri bir aradadır. Yukarıda görüldüğü gibi altları çizili olan satırlar metnin aslı, çizgisiz olanlarda küçük izahlarıdır.

Niyetim bütün sohbetleri böylece, metin ve sohbet olmak üzere, ayırarak belirlemek idi. Ancak metin ve sohbetler, okadar birbirinin içindeki, onları ayırmak için yukarıdaki bölümde denedim, fakat gerçekten çok uzun bir masâ-i gerktiryordu, bu yüzden, bundan sonraki sayfaları vakit yetersizliğnden, ayırma imkânım olamayacağından, sadece bütün olarak sayfa düzenlemelerini yaparak devam edeceğim. Bu yüzden okuyan herkesten ve yazarlarından özür dilerim, gayem kimsenin malına sahip çıkmak değildir, gerçekten çok güzel konular olduğundan ve buda Allah’ın Zât-i ilimlerinden olduğundan daha geniş kitlelerinde bu eserlerden faydalanmaları için böyle bir çalışmaya girdim. Lütfen sakın kimse bunlara sahipleniyoruz zannetmesinler, bizler sadece aktarıcılarız gayemiz mümkün olduğu kadar çok aktarma yapmaktır, uzun zamandır üzerinde mesâ-i yürüttüğümüz bu çalışmamızda bunlar dan biridir. Cenâb-ı Hakk gerçek ve samimi, Zâtının yolunda olanlara akıl ve gönül genişliği nasib etsin, asli metinlerde de hizmeti ve emeği geçen herkeside rahmeti Rahmâniyesine dahil eylesin. Âmiin. T.B.

-------------------

Üçüncü Vasl: İstidad-ı Gayri Me’cul ve Kabiliyet

İktizayı Zâti olan a’yân-ı sâbiteden her bir ayn bir istidatı ve kabiliyeti mahsusası vardır, asla biri diğerine benzemez. Vücud-u mutlak-ı Hakk a’yân-ı sâbiteden her bir aynın istidadına münasib olarak o aynın sureti ile zâhir olur. İmdi a’yân-ı sâbite mec’ul olmayınca onların istidat ve kabiliyetleri dahi mec’ul olmaz. Şu kadar ki bu istidat ve kabiliyet a’yân-ı sâbitenin, ve a’yân-ı sâbite dahi Zât’ın iktizatı bulunduğu bunların illeti ancak vücud-u Zâtullah bulunduğu ve illetin malule tesiri tabi olacağı cihetle bu istidat ve kabiliyetin müessiri dahi ancak vücud-u zatullahtır. İşte bu hakikate işareten Cenab-ı Mevlânâ Mesnevi şeriflerinde şöyle buyururlar; oraya geçmeden tekrar geriye dönelim.

Page 98: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

97

---------

Şimdi bu cümleleri paragrafları, birer birer yavaş yavaş, tekrar incelemeye çalışalım, çünkü bir hayli yoğun kelimeler geçti. İktiza-ı Zâti olan a’yân-ı sâbite, yani Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının gereği olan bizim a’yân-ı sâbitelerimiz, yani kendi Zât’ında var olan a’yân-ı sâbitelerimiz. Her bir ayn’ın bir istidat-ı kabiliyeti mahsusası vardır. Yani her bir a’yân-ı sâbitenin kendine ait bir kabiliyeti ve istidat-ı mahsusası yani kendine mahsus bir istidadı ve kabiliyeti vardır. Yani bizim programlarımızın sadece ilimden ibaret bir program olmadığı bu programın içerisinde istidat ve kabiliyetlerin de bulunduğu varlığını belirtmektedir. Eğer bizdeki bu istidat ve kabiliyetleri miz olmamış olsa idi, hiç birerlerimiz bu gün ne ev işi yapabilirdik, ne meslek edinebilirdik ne her hangi bir şeye sahip olabilirdik, bilgi olarak işte bunlar istidat ve kabiliyetlerimizle meydana gelmekte ve a’yân-ı sâbitelerimizin içinde ezelden yazıl-mış olan ve oraya bu hassalar konmuş olan programımız vardır.

Ancak bunların çalıştırılması, yani bu programların çalıştırılması, faaliyete geçirilmesi, hakkında bizim mes’uliyetimiz vardır. Yani gerektiği gibi çalışarak, veya çalışmayarak, bu programları faaliye-te geçiremez isek gene mesulü biziz. Yoksa programın eksikliği değildir.

Her ayn’ın, a’yân-ı sâbitenin, kendine mahsus bir istidat ve kabiliyeti vardır ve asla biri diğerine benzemez. Onun için her birerlerimizin her türlü hususiyetleri hepimiz de ayrı vaziyettedir. Kimsenin kabiliyeti, biri birine benzememektedir. Bazı insanın kabiliyeti bir başka yönde ileri derecede, diğerinin kabiliyeti o yönden geride ama, o kişinin de bir başka yönden kabiliyeti ileri derecededir. İşte onun için ihtisaslar ve mesleklerdeki farklılıklar, kabiliyetlerimizin farklılığından oluşuyor. Eğer bu kabiliyetlerimiz olmasaydı biz bu ilimleri ezberleseydik bile, gene elimizden bir şey gelmezdi, yani bir şey üretemez yapamazdık.

Vücud-u mutlak-ı Hakk, yani mutlak Hakk’ın vücudu, a’yân-ı sâbiteden her bir ayn’ın, istidadına münasib olarak o ayn’ın suretiyle zâhir olur. Vucud-u mutlak-ı Hakk, a’yân-ı sâbitemize uygun olarak zahir olur. İşte bizim vücutlarımızdan zâhir olan surete, meydana gelmiş olan Hakk’ın mutlak Zât’ından başkası değildir. Onun için bizler kendimizi öyle, 70-80 Kg lık et parçası kemik yığını olarak bilmeyelim, bakın şu okuduğumuz şeyler, biraz ağır yoğun bir lisan ile belki anlatılıyor ama, gerçekten insanı bu kadar değerlendiren, insana değer veren zâten değerli olan, ama değerini anlatan başka bir cümle yoğunluğuna, başka bir izaha başka yerlerde rastlamak mümkün değildir.

Çünkü bunlar Zâtiyyun, yani Zât’i ilimler sistemi içerisinde olan ilimlerdir. Sıfati, Esma-i, Ef’ali, fıkhi ilimler içerisinde değildir, Allah’ın Zât’ının yolu Zât’ından gelen, Zât’ına giden, ve Zât’ının

Page 99: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

98

hakikatlerini bildiren Hakikat ilimleridir. O yüzden belki bazılarımıza uzak gibi gelebilir, bazılarımıza duyulmamış şeyler gibi gelebilir, ama duyulan bilinen şeyler, zâten çarşıda pazarda satılıyor, cilt cilt ciltler dolusu, onları oradan alıp okumak mümkündür, ama bunları yalnız başımıza okumamız pek mümkün değildir. Mutlaka birlikte aşılması incelenmesi izah edilmesi hafifleştirilmesi, lâzım gelen bilgilerdir.

Tekrar o cümleyi okuyorum, bir sefer iki sefer değil, yüzlerce defa, bu cümleleri okumamız lâzım geliyor ki, her okuyuşta, biraz daha, biraz daha, onun hakikatine doğru intikal etmeye çalışalım. Vücud-ı Mutlak-ı Hakk a’yân-ı sâbiteden, her ayn’ın istidadına münasib olarak o aynın suretiyle zahir olur. İşte her birerlerimiz bu cümlenin içerisindeyiz. Vücud-u Mutlak-ı Hakk; Hakk’ın mutlak vücudu, her birerlerimizin a’yân-ı sâbitedeki programları istikametinde zuhur eder, zâhir olur diyor. İşte bu vücutlarımız, bize ait bir vücut değil, bu bütün vücutlarımız, Allah’ın “Zâhir” ismi ile ifade ettiğimiz zuhura getirdiği, ceal ettiği, kıldığı, yani biz her birerlerimiz kendi isim ve sıfatlarının, suret almış şekilleriyiz.

Bu pazar öyle bir pazar ki, burada can alınır can satılır. Birkaç rekat namaz kılmakla, hacca umreye gitmekle, birkaç oruç tutmak ile, biz sadece âbid veya zâhit oluruz, ama arif olamayız. İşte bunlar irfaniyet yolunun bilgileridir, yaşantıları ve tatbikatlarıdır.

Şimdi a’yân-ı sâbite mec’ul olmayınca, yani a’yân-ı sâbite sonradan halk edilmiş olmayınca, bakın buraya çok dikkat edelim; a’yân-ı sâbite, yani bizim öz programlarımız, halk edilmiş, sonradan uygulanmış, sonradan yapılmış şeyler değildir, bizim vücutlarımız ezeli olan a’yân-ı sâbitelerin görüntü yeri faaliyet yeridir vücutlarımız. Biz bunlar değiliz. Bunu iyi bilelim, bunlar bizim bineğimiz, arabamız, bunlar bizim vasıtamız, veya bir evimiz diyelim. Hani “Zünnun” var ya hani balığın karnına girmişti ya Yunus (a.s.) ın bir ismi de “Zünnun” dur, balık sahibi ma’nâsınadır, işte bu bedenlerimiz bizim o balık gibidir, yani bu beden içinde olan gerçek kimliğimiz o Yunus peygamber, bu bedenimiz de Yunus balığıdır. İşte bu balıktan dışarı çıkmamız lâzımdır.

Nasıl Yunus peygamberi balık hazm edemedi de dışarıya çıkarttı, belirli bir süre sonra orada hürriyetine kavuştu, işte üzerimizde o kadar çok kılıflar var, o kadar çok perdeler var ki, bunları aşıp ta gerçek hürriyetimize kavuşmamız gerekiyor, ne yazık ki biz, işte bu nefis kuturu içinde, nefis hapishanesi içinde kafes hapishanesi derler ya, hapishanesi içerisinde Yunus balığı hapishanesi içerisinde Yusuf (a.s.) ın hapishanesi içerisinde dönüp durmaktayız. Biz de kendimizi hür insanlar zannediyoruz. İşte bizi hür edecek, tutukluluktan kurtaracak bu tevhit ilimleridir, başka türlü de bu tutkunluktan kurtulmamız mümkün değildir. Yani nefis hapishanelerinden kurtulmamız mümkün değildir.

Page 100: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

99

A’yân-ı sâbite mec’ul olmayınca, yani sonradan halk edilmiş olmayınca, ezeli olduğundan onların istidat ve kabiliyetleri dahi mec’ul olmaz. Yani a’yân-ı sâbitenin istidat ve kabiliyeti, asılda özelde mec’ul değildir, kabiliyetler dahi ilâhidir. Ancak kabiliyetler zuhura çıktığı zaman, faaliyete geçtiği zaman mec’uldür. Yani o zaman halk edilmiştir. Her birerlerimizdeki kabiliyet ve istidat, sonradan olma, yaratılma diye belirtilen şey değildir, kabiliyetle-rimiz de ezelidir. Kabiliyetlerimizin faaliyetleri mec’uldür. Madde âleminde faaliyete çıktığı zaman o zaman ceal edilmiş oluyorlar. Ama asılları özleri programları itibariyle, onlar da mec’ul değildir.

Şu kadar ki bu isnad ve kabiliyet a’yân-ı sâbitenin, a’yân-ı sâbite dahi, Zât’ın gereği bulunduğu, ve bunların illeti sebebi ancak, vücud-u Zâtullah bulunduğu ve illetin malule tesiri, tabi olacağı cihetle, bu istidat ve kabiliyetin müessiri dahi, ancak vücu-u Zâtullah’tır. Bakın mertebe itibariyle dönüyor faaliyete geçiyor, faaliyete geçtiği zaman dahi Allah’ın Zât’ı ile faaliyete geçiyor. Allah’ın Zat’ından başka bu âlemde bir varlık yok ki, bir başka varlık faaliyete geçsin. Ama biz kendimizi hakikatimizi idrak edemediğimizden, kendimizi şartlanmaların içerisinde, mahluk yaratılmış yaratıklar, diye kabul ettiğimizden, kabul gördüğümüz den, Cenâb-ı Hakk’ı yukarılara attığımızdan, o tenzihtedir yücelerdedir işte arşındadır, tahtında oturmaktadır, nurdandır, dediğimiz zaman, biz Hakk’tan kendimizi ayırmış koparmış, ve yeryüzünde zavallı varlıklar, haline düşürmüş oluyoruz.

Halbuki Cenâb-ı Hakk ezelde olduğu gibi, bugün de her birerlerimizde mevcut, diğer ifade ile biz onunla mevcuduz, bu âlemde bizim bize ait hiçbir varlığımız yoktur.

Mesnevî-i Şerifte şöyle diyor:

Tercüme: O kalbi kasinin çaresi bir mübdilin atasıdır, onun atası için kabiliyet şart değildir, belki kabiliyetin şartı onun atasıdır, zira ata iç ve kabiliyet de kabuktur.

Tabi bunlarında çok izahı lâzımdır, aslında Farsçadan okumak lâzım bu beyitleri ki, tam daha anlaşılmış olsun.

Zira a’yân-ı sâbiteye vücud-u ilmi bahşeden atayı Zâtiyedir. Yani a’yân-ı sâbitelere ilmi bir vücut veren Zât’ın atasıdır, Zat’ın lütfudur. Yani Allah’ın Zât’ının lütfudur. Ve bu luf-u İlâhi olmasa hiçbir suret mertebe-i ilimde peyda olmaz. Yani Allah’ın atası, vergisi vermesi olmasa idi, bizim a’yân-ı sâbitelerimizin hiç biri ilm-i ilâhide mevcut olmazdı, bu Allah’ın lütfudur ve dilemesidir. Onların istidat ve kabiliyeti dahi mevzubahis olmaz idi. Kimlikleri olmasa idi istidat ve kabiliyetleri dahi bahis mevzu olmazdı.

Böylece atayı Zâti, Zâti lütuf ve Zâtı veriş iç ve istidat ve kabiliyet kabuk mesabesindedir. Atayı Zâti ve istidad-ı ilâhi iç, istidat ve kabiliyet bunun kabuğu düzeyindedir. Şimdi burası iyi

Page 101: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

100

anlaşılsın ki istidat ve kabiliyette cebir yoktur. Hani Cebriye taifesinin düşündüğü gibi “ben ne yapayım ben fiilimi işlemek mecburundayım Allah bana bunu yaptırdı ben bunu yapmakta mecburum” diye kaytarmaya çalışırız. Üstümüzden yükü sorumluluğu atmak için, halbuki bu çok yanlış bir anlayıştır, burada da diyor işte, istidat ve kabiliyette cebir yoktur.

Atayı Zâti ve tecelli-i İlâhi, ve nefes-i Rahmani, Zâti veriş ve Zâti tecelli, ve nefes-i Rahmani, alesseviye vakidir. Yani hiç kesilmeden, devamlı bu devam etmektedir. Tenfis-i Rahmani yani nefes-i Rahmani mütakip her bir ayn kendi istidatına ve kabiliyet-i Zâtiyesine göre müteayin olmuştur. Böylece her bir ayn kendi kendine cebir etmiştir. Yani Tenfis-i Rahmaniye mütakip, şimdi Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemleri halk etmezden evvel, kendi ahadiyetinde iken Ahadiyetinden bir tecelli ile, vahidiyetine intikal etti, Vahidiyeti bir sahadır, Vahidiyette İlâh, Uluhiyet, Allahlık meydana geldi, ki bütün bu âlemlerin programı Allah’tadır, O’na verilmiştir, Ahad tarafından Zât-ı Mutlak tarafından, Cenâb-ı Hakk’ın da en büyük sıfatlarından birisi Rahmaniyet, olduğundan bütün bu sonsuz, fezayı namütenahi boş iken, Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemlerin olmasını murad ettiğinde, Rahmaniyet nefesi ile, nefhası ile ruhaniyeti ile buna “Nefes-i Rahmani” deniyor, bütün âlemlere bu nefes-i Rahmanisini yaydı.

Bu nefesin içerisinde, Esma-ı İlâhiye Sıfat-ı İlâhiyenin tamamı mevcut idi. O gün yayıldı, ve bu yayılma bu gün de devam ediyor, kıyamete kadar da devam edecek, eğer bu nefes-i Rahmani bir an inkıtaya/kesilmeye uğramış olsa, ortada bu âlem diye hiçbir şey kalmaz. Nasıl bu elektrik lâmbası ışık verirken, anahtarı çevirdiğimizde, elektriğin kesilmesiyle, ortada ışık kalmaz, onun gibi bütün alemler, bir anda yok olur. “Hu” nun devamı yani nefes-i Rahmaninin devamı, olmasa her an yeni yeni tecelliler olmaz, şu anda biz ölüp dirilmekteyiz, o kısa süre içerisinde, her an da bu yaşanmaktadır. Sadece şu an değil, bütün anlarda, o ceryanın kesik kesik gelmesi, sanki kesintisiz bir akım gibi gözüküyor, zaten nefeslerimizden de bellidir, biz kesik kesik hep bir nefes veriyoruz, bir alıyoruz bir veriyoruz bir alıyoruz. Yani bir ölüyoruz bir diriliyoruz. Bu yüzden devamlı yaşıyoruz zannediyoruz.

Ama bu en küçük zaman parçası içerisinde, ayrıca müthiş bir serilikle oluyor. Nefes almamızı sayabiliyoruz, nabzımızı sayabiliyoruz, ama ondan daha çok seri olan ölüp dirilmek, kevn ve fesad deniyor, her an bir ölüm bir dirilme vardır bu âlemde. Ancak ölüm anında beynimiz kayıtta olmadığı için hayat tarafını yazdığı için biz hep yaşıyoruz zannediyoruz. Halbuki 60 yıllık ömrümüzün yarısı ölü olarak geçmektedir. Ama işte bu ölü ve diri hayatın devamını sağlıyor. Ölü olarak kaldığımızda zâten kopmuş gitmiş oluyoruz, arkası gelmiyor.

Page 102: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

101

İşte bu tenfis-i Rahmaniye, mütakip nefes-i Rahmani verildiğinde, her bir ayn o ilm-i ilâhide, olan o ayn yani a’yân-ı sâbite programlar, bütün âlemin programları insanların programları, her bir ayn (a’yân-ı sâbite) kendi istidadına ve kabiliyet-i Zâtisine göre, yani zâti kabiliyetine göre, kişinin kendi Zâtının kabiliyetine göre, Allah’ın verdiği programdaki, kişinin zâtının kabiliyetine göre mütayin olmuştur, yani meydana çıkmıştır, görüntüye gelmiştir. İşte bütün âlemdeki varlıkların, bizler dahil, görünme faliyete geçme, fiile gelme halimiz, bu nefes-i Rahmani’nin, bütün âleme yayılması, ve onun devamı ile olmakta, bu yayılma ve açılma da, bizim zâti olan a’yân-ı sâbitelerimizin programı, ve bizim bu suretlerimizi ortaya getirmektir, meydana getirmektedir.

Yani özümüz Hakk’ın ta kendisi, zuhurumuz Hakk’ın “Zahera” Zâhir ismi ile zuhura, gelmesinden başka bir şey değildir. Çünkü “Lâ ilâhe illâllah” dediğimiz zaman zaten biz o şu, bu diye bir şey bu âlemde, “Lâ fâile illâllah” dediğimiz zaman, Hakk’tan başka fâil yok, “Lâ mevcude “dediğimiz zaman Hakktan başka mevcut yok, bu âlmde. Ama biz kendimizi, hayel ve vehim ile bir var, vehmetmişiz, hiçbir zaman, hani Mirat-ul İrfan’da Muhiddin –i Arabi Hz leri “sen hiçbir zaman var olmadın, olamazsın da zaten, sen yoksun sen diye bir şey yok ki bu alemde var olasın” diyor, sana bir isim verdiler, sen kendini bu isimle var zannettin diyor, bu senin zannın aslında ne sen diye bir şey var, ne ben diye bir şey var, Ama O yüce zât’ın “ENE” dediği zaman “ENE” yi anlayacak karşı tarafta bir “ENTE” olması lâzım geldiğinden, sana, bana, bize, hayali olarak bir “ENTE” sen denildi lütfetti, işte o “ENTE” dediği de bizim a’yân-ı sâbitelerimiz, a’yân-ı sâbitelerimize “ENTE” sen dedi. O da zâten kendi varlığında mevcut olan a’yân-ı sabitedir.

Bu arada biz ne oluyoruz ki, kendimizi ortaya sokuyoruz, ben yaptım ben ettim, kırarım dökerim ha, gibilerden, işte bunların hepsi, hayel şeyler, ve de ne kadar büyük gaflette olduğumuzu, hayelde yaşadığımızı, gösteren açık emarelerdir.

Kabiliyeti ve zâtiyesine göre, istidat ve kabiliyeti zâti kabiliyet ve istidadına göre, müteayyin olmuştur. Yani meydana gelmiştir, böylece her bir ayn kendi kendine cebri kabul etmiştir. Yani her bir a’yân-ı sâbite kendi kendine cebretmiştir. Yalnız burada cebirden kasıt, zorlama kırma dökme, mecbur etme değil, kişi kendi kendine söz verir ya, ben şu işi yapacağım diye, şimdi burada cebir var mı? zorlama var? mı yok, cebir iki şey arasında olur, yani şu kâğıttır ben buna cebir edeceğim, cart curt yırttım, ben buna cebrettim, ama bu benim elimi koparırsam, buna cebir denmez, bir kopma yırtma var ama, kendi kendimde buna cebir tabir edilmez, dileme tabir edilir, ben böyle diledim ayağımın kopmasını diledim gibi.

İşte cebriyenin aldandığı yerlerden birisi de bu hadise bu konu bunlar zannediyorlar ki, Allah yukarıda kullar aşağıda, Allah

Page 103: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

102

kullarınını mecbur ediyor, sen bunu yapacaksın, bunu yapacaksın diye, Allah’ın buna ihtiyacı yok ki, herkesin kalbi Allah’ın iki parmağı arasında, çeviriverir, o anda küfür ehli iken iman ehli yapabilir neye cebir etsin ki. İşte daha sonra gelecek, Cebir her bir ayn’ın kendi kendine cebir etmesidir. Buna da cebir denmez dileme denir. Yani bu âlemde cebir diye bir şey söz konusu değildir. ama varlıkları ayrı görürsek, zıt isimlerden meydana gelen, bu zıtlıkları görürsek, o ona cebretti, buna zulmetti, diye düşünebiliriz, ama bu bizim düşündüğümüz, veya öyle kanaatimiz, asli bir kanaat değil zorlama hayali bir kanaattir. Bu bölümde süremiz doldu, bilmem bir şeyler anlaşılabildi mi? her ne kadar zor da olsa, yavaş yavaş anlamaya çalışacağız, daha sonra kaldığımız yerden devam ederiz inşeallah Cenâb-ı Hakk hazmını versin anlayışımızı genişletsin.

ان الرجيم ط ن الشي وذ بالله م اع﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١﴿

Cümleten hoş geldiniz Cenâb-ı Hakk her birerlerimize idrak ve anlayış nasip etsin, bu hakikatleri olabildiğince en iyi şekilde anlamaya çalışalım, gayret bizden muvaffakiyet, yardım Hakk’tan olsun inşeallah. Bilindiği gibi devam etmekte olan, Kazâ ve kader bahsini önceki bölümde kaldığımız yerden devam edelim inşeallah. Cenâb-ı Hakk’ın ilminden zerreler olarak, bunları biz de hep birlikte öğrenmeye çalışalım. Mevzu bir hayli derin ve uzun olmasından dolayı, mümkün olduğu kadar kısa ve anlaşılır bir şekilde, izah etmeye çalışalım, anlamaya çalışalım, çok fazla üzerinde durursak, zamanlarımız yetmez, mümkün olduğu kadar hızlı geçerek, ama hakkını da bir yönde, vererek yolumuza devam edelim, daha sonra başka yerlerden yine buna devam edeceğiz.

Geçen sohbetlerde belirtildiği gibi, tenfis-i rahmani diye, nefes-i Rahmani diye, bir terkip terim geçmişti, Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i İlâhide, ezeli halinde bu âlemlerin ilk var oluşu, sürecinde Rahmaniyet mertebesinin bütün varlığa, kendinde mevcut olan ilâhi isim ve sıfatlarını yaymasına, nefes-i Rahmani denmektedir. Bu bir misal olmaktadır, yani nasıl bizlerin içimizde olan, özümüzde olan bir nefes, hayat bizim varlığımız diye yayıyor isek, buna misal olarak, nefes-i Rahmani, Rahman’ın nefesi, yani Rahmaniyet, Cenâb-ı Hakk’ın, Zât’i sıfatlarındandır ve Vahidiyet mertebesinden, faaliyete geçtiğinden bütün âlemlere bu nefes-i Rahmani ve içindeki ilim, irfan, ruh ve nur bütün âlemlere yayılmaktadır.

Hani bilindiği gibi, bu fezayı na mütenahi, sonsuz fezanın ilk dokusu ne idi, ilk dokusu muhabbet hub, sevgi, ondan sonraki dokusu ana muharrik hareket olanı ve programlayıcısı da, Ariflik

Page 104: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

103

irfaniyet bilgisi, yani Zât’i bilgi, Zât’i ilim, onun sonrası ruhaniyet, onun sonrası nuraniyet, ondan sonrasını da soğukluk, karanlık, ve zaman, olarak fezanın dokusu. Yukarıdakilere ulaştıkları zaman zâhir ilim adamları, o zaman tam bir zaman dokusunu ortaya koymuş olacaklar, şimdi daha nur ve yukarısından pek haberleri yoktur.

Madde olarak, o atomda parçalanmasında buldukları şey, nura doğru bir geçiş, ama nuru tesbit edemeyeceğinden, insan elindeki cihazlar, daha henüz belki ileriye doğru Cenâb-ı Hakk’ın bildirdiği ilhamlarla, çalışanlar belki onda tesbit edeceklerdir. Onu tesbit ettikleri zaman da, ilim üzerindeki anlayışlarda, inkılap olacak tamamen değişecektir. İşte bu fezayı namütenahi, sonsuz fezaya aslında bir şeye daha dokunalım; Peygamberimiz bir hadis-i şerif buyuruyorlar “Kânellahu lem yekün mau şey’e” yani “Allah var idi onunla birlikte hiçbir şey yok idi.” Yani A’mâiyetten Ahadiyete, Ahadiyetten Vahidiyete tenezzül edildiği zaman ki hali belirten, bakın Allah var idi dediği zaman.

Ahadiyette daha Uluhiyet oluşmuş değil, orada bu söz söylenemez. Ama Vahidiyette, Uluhiyetin oluştuğu zamanın hakikati, bu hadis-i kudsi, Hz Ali (k.a.v.) efendimize bu iletildiği zaman şöyle bir düşünüyor, “el an kemakan” yani “bugünde öyledir” diyor. gene Allah var başka hiçbir şey yoktur. Peki görülenler nedir,? eğer biz görülenleri mahluk gözü ile görüyor isek, bize göre mahluk, yani halk edilmiş, sonradan olmuş hadis, meydana gelmiş, ama tevhid gözü ile bakıyor isek, bütün bu görünenler, Hakk’ın isim ve sıfatlarının suret ve şekil almış zuhurları, olduğunu düşündüğümüzde yine Allah var, onunla birlikte hiçbir şey yoktur.

İşte feza-i na mütenahi sonsuz feza var idi, daha evvelce de, Allah var idi dediği, feza var idi, nefes-i Rahmani bu fezanın içine üfledi, eğer feza olmasaydı nereye üfleyecekti. Şu ev olmasa daha baştan bu eşyalar, bizler nereye sığacaktık. Allah var idi, işte bu hususu o hadis-i kudside açık olarak belirtiyor, Allah var idi, yani bu sonsuz feza var idi, nefes-i Rahmani oraya üflendi. İşte big-beng dedikleri onun içinde patladı, aslında bu patlama değil zuhura çıkmadır.

İşte bu hususu küçük bir misal ile bize belirtiyorlar. Yani bu hususa misal, nefes-i Rahmaninin açılmasına, yayılmasına, ve oluşumuna, küçük bir misal, insan varlığından veriliyor. Bir kimse zemheride/kışta, yani kışın en soğuk zamanında, nefesini kesmeden bir camın üzerine verebildiği kadar, verse camın üzerine kışın en soğuk zamanlarında, camın üzerine üflese, bu bilinen bir şeydir, camın üzerine nefesini gönderse üflese, sureti olmayan bu nefes, cam üzerine değdiği zaman yayılır, şiddetli soğuk sebebiyle, bu nefes cam üzerinde tekasüf ederek/yoğunlaşarak buzlandığı vakit maddeleştiği vakit, türlü şekiller zâhir olur.

Page 105: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

104

Hep görmüşüzdür soğuk havalarda bunu müşahede etmişizdir. Soğuk havalarda cama baktığımız zaman, buz kristallerinin oluştuğunu görürdük, o cam üzerine hemen üflediğimizde, aynı şeyi görürdük, eski yıllarda havaların çok soğuk geçtiği kış aylarında. Cam üzerinde türlü türlü zâhir olan şekillerin hiç birisi, ne uzunluk olarak ne de genişlik yükseklik olarak, o şekillerin hiç biri, birbirine benzemez. Kar taneleri de nasıl düşüyor, hepsi değişik değişiktir. Bu şekillerin her birisi, suretsiz olan o nefesin içinde mevcut idi, bütün bu şekiller suretler. Ama veriliyor iken suretsiz idi, nefes ne zaman ki, o cama geldi ve soğuk da onun arkasından vurdu, o zaman o nefesin içerisinde olan, her türlü hususiyet özellik görünür hale geldi.

Kesifleşerek, buzlaşarak meydana çıktılar, bu suretle kendi istidat ve kabiliyetlerini ortaya çıkardılar. İstidad-ı ezeli dedikleri programında olan her türlü özelliğidir. Bu suretle kendi istidat ve kabiliyetlerini icra ettiler, yani ortaya çıkardılar. Bu istidat ve kabiliyetlere asla müteneffisin/nefes verenin icbarı yoktur. Yani o nefesin içerisinde programında, o zuhura çıkacak olan varlığın nasıl bir yapısı varsa o onun istidadıdır. Yani asli özdeki programıdır. İşte bu asli nefesin içerisinde üflenen o asli programlara, nefesi üfleyenin dahli yoktur. Nefes kişiden çıkıyor, şekiller kendi istidatları üzere, biz diyoruz ki, onlar kendi kendilerine oldular, halbuki yok öyle şey. Ezelde olan istidadı ne ise, o nefesin içerisinde o ortaya çıkmaktadır. Nefesi veren oraya icbar etmemektedir, mecbur etmemektedir, sen şu kalınlıkta şu genişlikte, veyahut şu şekillerde altıgen, sekizgen yıldız olacaksın, diye nefesi veren. hiçbir şekilde oraya müdahele etmemektedir.

Bu istidat ve kabiliyetlere asla müteneffisin icbarı yoktur. Yani nefes verenin onu mecbur etmesi yoktur. Belki aynı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini yine kendileri icat ederler. Ne müthiş ifadeler bunlar. Bunlar biraz ağır mevzular ama bilmem anlaşılabiliyor mu? Ama bunları bilmemiz gerekiyor, gerçek ilimler bunlar yoksa sadece nakil yapmak ve menkıbe anlatmak din dersleri de değil, din sohbetleri de değil, onlar iyi ahlâk sohbetleridir. Onlar da kötü değildir ama ilmi sohbetler arıyorsak işte bunlar. Allah’ın varlığını ve Allah’ın bu alemdeki tasarrufunu ve diğer hususiyetlerini ve bu âlemle ne kadar iç içe olduğunu bildiren ilimlerdir ki gerçek Zâti ilim olanlardır.

Belki aynı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini kendileri icat ettiler. Oraya müdahele eden hiçbir varlık yok o program kendisi kendisini ortaya getiriyor, neden özünde o program var çünkü. Nasıl çiçek tohum atıldığı zaman yere, tohumu ekenin icbarı var mı o tohum üzerinde,? sen yeşil çıkacaksın yanındakine mavi çıkacaksın aynı tohuma icbar edebiliyor mu? Etse edemez zâten, peki bu icbar nereden oluyor, mecburiyet, icbar o tohumun kendinden kendine oluyor, bakın cebir diye bu âlemde

Page 106: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

105

hiçbir şey yoktur. İşte Cebriyecilerin anlayamadığı yer burasıdır, burada sıkışıp kalıyorlar. Allah cebretmiştir bazılarını şöyle yapmıştır bazılarını böyle yapmıştır, diye cebir kullanmıştır ben diyor fiilimi yapmaya mecburum, Allah beni böyle programladı, ben de bunu böyle yapmak mecburiyetindeyim dolayısıyla mazurum demek istiyor. O biraz kolaycılık oluyor.

Belki ayn’ı nefeste onlar istidat ve kabiliyetlerine göre kendilerini yine kendileri icat ettiler. Bir erik, ağacında oluyorken dışarıdan gelen birisi bir şey yapıyor mu? hadi sen yeşil ol, sen kırmızı ol sen böyle kal burada diğerleri kemâle ererken tatlılaşırken kimse bir şey demiyor. Peki bunlar neden oluyor,? o zaman kendi özünden kendi kendilerini icat ediyorlar, ama bunların kendileri Allah mı? değil, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği programın kendilerinde tatbiki yönüyle, kendi kendileriyle meşgul oluyorlar, ve kendilerini üretiyorlar. Tabi Allah’ın mülkün de O’nun programı içerisinde, Hakk’ın gayri olarak bir iş yapılamaz.

Ancak müteneffisin vücudu onların illet-i ısharı oldu. Nefhayı verenin vücudu onların zuhura gelme sebebi oldu. Izhar sebebi zuhur sebebi oldu. Yani o buzlanmayı anlatıyor. Ve onlar ma’lul oldular, o sebebe tabî olarak meydana geldiler, şimdi bu eşkâl içinden birisi çıkıp da yani o buzlanma suretlerini şekillerinin içerisinden birisi çıkıp da bil farz müteneffise hitaben yani nefhayı huu diye üfleyene cam üzerine nefesini üfleyene “sen beni niçin yanımda mütekevvin olan şu güzel çiçek gibi tersim etmedin” yani sen beni niçin yanımdaki bu çiçek gibi resimlemedin. Yani o buzlanmanın üzerinde böyle upuzun bir şekilde kaldım sualini soramaz.

Diyelim ki o camın üstünde bir şekil var ince upuzun kaldı, yanında da bir başka şekil var, daha güzel uyumlu diyelim işte o uzun olan resim sen beni neden yanımdaki gibi daha hoş gözüken surette meydana getirmedin sualini soramaz. Neden, çünkü müteneffis yani nefes veren onların hiç birine herhangi bir cebir uygulamadı, hepsine adaletle davrandı, hangi yönden üflemesi yönünden. Ama onların kendilerinde olan programları a’yân-ı sâbiteleri yüzünden, onlar o şekilde kendi kendilerini icat ettiler. Sorsa müteneffis ona cevaben der ki, bu şekilde hudusün/meydana gelmen, için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir cebir vaki olmadı. Yani bu şekilde meydana gelmen için hadis için yani sonradan zuhura gelme, için bu şekilde meydana gelmen için benim tarafımdan senin üzerine hiçbir vakit cebir olmadı.

Ben ancak seni tenfis ettim, yani senin cam üzerine ulaşmanı sağladım, içimde batınımda iken zuhura gelmeni sağladım, buna sebep oldum. Ama sen kendi kendini programın dolayısıyla kendin icat ettin. O zaman sivri olmak senin programın imiş, ötekinin yuvarlak olma programı imiş, ben bir şey yapmadım diyor. Hiçbir cebir vaki olmadı, ben ancak seni tenfis ettim, sen bil kuvve

Page 107: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

106

mevcut iken, yani nefesi içeride kuvvede mevcut iken, daha sonra bil fiil ma’dum olan kabiliyet ve istidadın hasebiyle, öyle tekevvün ettin. Yani daha evvelce sen o nefesin içerisinde kuvvede mevcut iken, sadece daha sonra kuvvede mevcut bil fiil ma’dum, fiil olarak ma’dum iken, yani fiil olarak daha henüz zuhura çıkmamış iken, yani ademde iken, yani yoklukta iken, olan bu kabiliyet ve istidadın hasebiyle, dolayısıyla böyle tekevvün ettin. Cebir ancak senden sana vaki oldu, niçin bana tevcihi hitap ediyorsun, yani niye beni böyle suçluyorsun, olan hadise senden sanadır, benim sana yaptığım bir cebir yoktur. Diye cevaplıyor.

Şimdi bu misali verdikten sonra nefes-i Rahmani’nin hin-i tenfisinde her bir ayn (a’yân-ı sabite) o nefeste kün emrine imtisalen, kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde, kendi kendini tekvin etmiş, onu o surette tekevvün için cebir vaki olmamış olduğundan, Hal “lâ yüs’elü ammâ yefaldir.” (21/23) Senden sana vaki oldu, diyor o müteneffis, niçin bana tevcih hitap ediyorsun, yani bu soruyu niye bana yöneltiyorsun, ben senin üzerinde hiçbir ferman uygulamadım, sadece nefesimi dışarıya çıkardım, bu nefes içinde de siz mevcut idiniz.

Şimdi nefes-i Rahmani’nin nefesini verdiği zamanda nefha-i ilâhiye bütün âleme yayıldığı zamanda her bir ayn yani a’yân-ı sâbitei sabit program yani her varlığın kendi programı, kendi sistemi, nasıl her şeyin bir sistemi var, bilgisayarın sistemi var, bu telefonların sistemi var, hepsinin kendilerine ait bir sistemleri vardır. İşte bu sistemler onların aynlarıdır. Aynıları, hakikatleri, varlıkları ma’nâsına a’yân-ı sâbite, her insanın da programı olduğundan bizim de aynımız odur sabit olan programımız ma’nâsınadır. Her bir ayn o nefeste nefes-i Rahmani bütün aleme yayıldığı zaman “Kün” emrinin dolayısıyla “Kün” emrine bağlı olarak kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde, bakın Big-beng teorisinin sistemli başlangıcını anlatan mevzulardır, ilmi bilgilerdir.

“Kün” emrine bağlı olarak kendi istidat ve kabiliyeti dairesinde kendi kendini tekvin etmiş, yani bütün varlıklar, kendi kendilerini üretmiş olmaktadırlar. Ama nasıl, denildiği gibi kendilerine verilmiş olan program otomatik olarak açılmaya başlıyor, yani dışarıdan birileri gelip de cebir etmiyor, müdahale etmiyor. Eğer böyle bir şey olsaydı alem karma karışık olurdu. Ancak aklımıza şu gelebilir, şimdi genlerle oynuyorlar, ama bu da bir program dahilinde olmakta ve bunlar bu âlemde, birer imtihandır. Hiç boş yere abes ile iştikal olmaz, genlerle oynayanların sorumluluğu vardır, o hususta çünkü nesli karıştırmaktalar dır, erik neslini, ayva neslini neyse insan neslini her bir nesli tabii kuruluşunun dışında bazı daha çok menfaat temin etmek için, üretmek için, üretimini çoğaltmak için, nefsi menfaat temini için, bunlar ile oynamaktalardır. Ama neticeleri ne olur, gelecekte görülecektir.

Page 108: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

107

Zâten orada gene kendi kendinden olmaktadır, yalnız bir uygulama yapılmakta, şimdi o genler ile oynayan kimse, geni halk edemiyor ki, bir başka yapıdan halk edilmiş a’yân-ı sâbite olan, o programı alıyor bir başka program ile karıştırıyor. Geni halk etmiyor, halk edemiyor geni, zâten ona da kadir değildir, o hayat vermek Allah’a ait bir şeydir. İstidat ve kabiliyeti dairesinde kendi kendini tekvin etmiş, ve ona o surette tekevvünü için cebir vaki olmamıştır. Her varlık kendi kendini zuhura getirdiğinden a’yân-ı sâbite programı üzere bu program da Hakk tarafından verildiğinden kimse kimseye cebir etmemiştir.

İşte bu hususta âyet-i Kerimede Enbiya 21 Suresi 23. Ayette buyuru.

ون ٢٣﴿ ل سئـ هم ي و ل فع ا يـ سئل عم ﴾ ال ي Hak “lâ yüs’elü amma yefal”dir, yani Hakk “O’ndan sual

edilmez,” yani Allah’a fiilinden sual olunmaz. “vehüm yüs’elün” ancak “onlara sorulur onlar yaptıklarından mes’uldürler,” bu Allah’ın amirliği yönünden ulaşılamadığı yönünden sual olunmaz değildir, hikmetinin gereği sual olmasına gerek yok, sual olunamaz, padişaha sual olmaz sorarsan pat diye vurur öldürür, neden soruyorsun diye sual ediyorsun beni eleştiriyorsun diye, işte Allah’a sual olmaz kapısı yok yani böyle bir şey yok neyi soracağız ki, Cenâb-ı hakk’a ne yanlış yapmış ki O’na sual soracağız, bunu demek istiyor, yoksa Allah padişahtır, ona ulaşılmaz O’na kimse soru soramaz, soranı da cezalandırır, gibi değildir burası. Sorulamaz neyi soracağız, her şey o kadar mükemmel halk edilmiş ki hani tebareke-i Şerifte 4. Ayette buyurur;

﴿٤ هو حسري ا و صر خاسئ ب ك ال ي ل ب ا قل نـ تـني يـ صر كر ب جع ال ﴾ مث ارbakın gök yüzüne bakalım bir fütür bir çatlak bir yanlışlık bir

eksiklik görebilecek misiniz peki bir eksiklik göremezsek neyi sual edeceğiz. Onun için diyor bir bakıma

سئل O mes’ul değildir ال ي ل فع ا يـ ,yaptığından mes’ul değildir عم

dilediğini dilediği şekilde kemâliyle işler Zâten de bulunamaz, sorulacak bir tarafta bulamayız.

Âyet-i kerîme’nin devamı vardır, sonra gelecek ama “sizler” demek sûreti ile, demek ki, bizim yaptığımız fiiller inişli çıkışlı, kemalli zevalli olduğundan biz fiillerimizden sorumluyuz.

Hakk’ın fiili onları tenfis etmek ve onlara ifaza-i vücut eylemektir. Yani Hakk’ın yaptığı şey, nefes-i Rahmani ile onları yaymaktır, onlara ifaza-ı vücut vermektir. Vücut feyizlerini

Page 109: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

108

vermektir. Yani onlara bir vücut vermektir, Hakk’ın fiili ve bu verdiği vücut da, her mertebede o mertebenin kemali üzere olduğundan, Hakk’a neyi soracağız, nasıl soracağız. Bu ise atayı Zâtidir, bakın ne kadar mühimdir, yani Zât’i lütuftur her birerlerine bütün âlemde, vücut verilmesi Hakk’ın Zât’i lütfu âtisidir, atasıdır, bütün âleme verilen mevcut görülen mahluk ismi ile bildirilen, zuhur ve tecelli olarak bilinen, bütün varlık bizler de dahil olmak üzere, atayı Zât’i, bakın Zat’i lütuftur, bütün bu âlemde gördüklerimiz, hiç atayı Zat’isinden dolayı Hakk’a sual teveccüh edilir mi?

Yani çok büyük lütuf almış olan kişi, aldığı bu lütuftan dolayı sual sorabilir mi? Sorarsa nezaketsizliğin en büyüğünü yapmış olur. Belki sual istidad-ı ali dururken belki sual sorulabilirse ali istidat yani yüce istidat dururken istidad-ı süfliyi beğenip o istidat

dairesinde mütekevvin olanlara teveccüh eder. ون ل سئـ هم ي و

Onlar hakkındadır, yani süfli bir halde olup onu tercih edip. Niye bunu böyle yaptın gibilerden yaşayanlar hakkındadır. Allah’a niye bunu böyle yaptın diye suel sorulmaz, çünkü yaptığı bütün kemâlde dir, buna gerek yoktur. Ama bizler süfli taraflarımızla

yaşayanlar hakkında dır. ون ل سئـ هم ي süfli bir iş yaptığımız zaman و

bize sorgu sorulur, işte âyet-i kerîme’nin devamı, onlar sorumludurlar onlara sorulur. Bu âyet-i kerîme bunlar hakkında’dır.

Zeyd diye bir kimseyi misal veriyor, Amr ve Zeyd olarak, Cenâb-ı hakk Zeyd’i cebren canib-i saadete ve Amr’ı da cebren şekavete sevk etmekten münezzehtir. Yani Allah böyle bir şey yapmaz. Bir kimseyi saadet yoluna bir kimseyi de şekavet yoluna göndermez bundan münezzehtir. Hakk’ın meşiyeti yani dileği, ancak istidat ve kabiliyete taalluk eder, zira Hakk Teala ilminde sabit olan şeyi murad eder, ve murad eylediği şeyi de işler.

Dördüncü Vasl: İlim Ma’lûma Tabidir

Ma’lûm olsun ki ilm-i İlâhide iki itibar vardır. Birisi mertebe-i Vahdette ve Taayyun-u Evvelde Zât-ı Uluhiyetin cemi Sıfat ve esmasına mücmelen ilmidir. Yani ilim iki türlüdür, biri ilm-i İlâhide Zat’i ilmidir, diğeri de zuhura dönük ilmidir. Taayyun-u evvelde Zât-ı Uluhiyetin cem-i Sıfat ve Esmasına mücmelen ilmidir. Yani toplu olarak cem olarak ilmidir bu ilim kendi Zât’ına olan ilimden ibaret olduğundan bu mertebede ilim, âlim, ma’lûm arasında asla fark yoktur. Cümlesi tek şeydir, şey-i Vahid’dir. Yani tek şeydir, “bu ilim ma’lûma tabi olan neviden değildir.” Zira Zât-ı Kadîm ile beraber kadîmdir.

İkincisi mertebe-i Vahidiyete ve taayyün-u sani tenezzülünden sonra, kendisinde mündemiç olan, kendisinde mevcut olan, bil

Page 110: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

109

cümle sıfatın ve esmânın suretleri, yek diğerinden temeyyüz etmiş/ayrılmış olarak, ilm-i ilâhide peyda olduklarından, her birinin iktiza-i zâtileri olan kabiliyet ve istidadı ne ise inkişaf eder, bu kabiliyet ve istidat ba’del inkişaf Hakk’ın tafsilen ma’lûmu olurlar. İşte Hakk’ın bunlara taalluk eden ilmi onların malûmiyetlerinden sonra olduğundan “ilim ma’lûma tabidir” denilmektedir. İlmi Sıfati ve Esmai anlaşılmalıdır, ilmin ma’lûma tabiyeti hakkında delil-i Kur’an’i Muhammed Suresi 47/31

نكم و جاهدين م م الم ل نكم حىت نـع و ل بـ ن ل اركم و ا اخب و ل بـ نـ الصابرين و “Biz sizi imtihan ederiz tâ ki sizden mücahit olanları bilelim”

diye ne kadar muhteşem bir ifade vardır. Bunlar hemen meal ve tefsirlerde geçiliverilir, tek cümle ile ama yaşantısına nüfus edilmeye başlandığında öyle büyük öyle yüksek bir yere ulaşılır ki akıl zor alır.

Şimdi özetle iki tabir geçti; ilim ve ma’lûm arasında iki tür anlayış var, biri “ilim ma’lûma tabi,” diğeri “ma’lûm ilme tabi”dir. Hangisi bunun öncelik, denir ise “ma’lûm ilme tabidir” bir yönüyle, diğer yönüyle de “ilim ma’lûma tabidir.” Bunlar ne demektir. Şimdi şu bir makine, bunların hepsi bir makine, aşağıdan yukarıya doğru baktığımız zaman, biz evvelâ makineyi görüyoruz, cihazı görüyoruz, bu cihazın bir ilim ile meydana geldiğini anlamış oluyoruz. Bu cihaz olmasa o ilim meydana çıkmayacak. İşte bu yönde baktığımızda “ilim ma’lûma tabidir”. Yani ilmin zuhura çıkması için araca ma’lûma ihtiyacı vardır. Bu ma’lûm/bilinen olmasa ilim ortaya çıkmayacaktır.

Şu yazılar, ma’nâları itibariyle ilim, sureti itibariyle ma’lûmdur. Yani zuhura çıkmışlardır. İşte birisi budur. İlim ma’lûma tabidir, yani ilmin ma’lûma/görülene bilinene, ihtiyacı vardır, o ilmin olduğu ispatlansın, ortaya çıksın diye. Bu zuhura dönük tabirdir, ama bir de “malum ilme tabidir”. Yani Allah’ın ezeli ilmi olmasaydı bu ma’lûm hiç olmazdı. Yukarıdan baktığımız zaman ma’lûm, yani bilinen şey ilme tabidir, aşağıdan baktığımız zaman ilim ma’lûma tabidir. İşte ilmin ma’lûma tabi olması her birerlerimizin a’yân-ı sâbitelerinin, bakın faaliyete geçmesi için, ma’lûma dönüşmesi gerekiyor. yani fizik âleme gelip harekete geçmesi gerekiyor. ne zaman ki biz eksi veya artı fiil işliyoruz, bizim yaptığımız şu işler ma’lûm/bilinen oluyor, bakın a’yân-ı sâbitedeki ilmimiz ma’lûma tabi olarak ortaya çıkmış oluyor, böylece fiilimiz zuhura çıktığı için ispatlanmış oluyor.

Yani ayan-ı sabitemizdeki ilim ma’lûm ile anlaşılmış oluyor. Ama yukarıdan baktığımız zaman ilim olmamış olsa ma’lûm hiç meydana gelmeyecektir. Ma’lûmu meydana getiren ilimdir yukarıdan bakılınca, ama zuhura gelindiğinde bu ma’lûm olmasa, yani bilinen şey olmasa ilmi anlamamız mümkün değildir, o zaman

Page 111: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

110

ilim bâtında kalmış oluyor. İşte her birerlerimizin de ilmi varlıklar olarak a’yân-ı sabitelerimiz ma’lûma tabi olunca ortaya çıkmaktadır, yani bizler birer beden alıp, bütün âlemdeki varlıklar birer beden alıp faaliyete geçtiği zaman onun inceliklerini gördüğümüzde ilmi bundan almış oluyoruz.

Yani buna bakıyoruz ki ölçüleri şu kadar şu kadar saat ses kayıt eder, şunu söyler bunu söyler zil çalan programları vardır, bunu görerek biz ancak o ilmi anlamış oluyoruz. İşte cenab-ı Hakk da bizleri halk etti bizim içimizdeki özelliklerimizi ancak biz yaşadığımız zaman ortaya çıkmakta eğer ruhlar aleminde kalsaydık ilim mertebesinde kalsaydık bakın bizim hiçbir fiilimiz olmadığından ne cennet ne cehennem ne bu alemler hiçbirisi olmazdı. İşte dünyaya geldiğimizde nefes-i Rahmani ile ve her birerlerimiz ilmi manada bir elbise giyip her birerlerimiz ayrı bir özellik kazandığımızdan fiillerimizi de istiklal verilerek yapmaya başladığımızdan bizim şaki veya said olduğumuz ortaya çıkmakta işte ayet-i Kerim’e de bunu belirtmektedir. "Biz sizi imtihan ederiz ta ki sizden mücahit olanları bilelim”

Yani çıkardığınız fiiller dolayısıyla mücahit misiniz, inkarcı mısınız, olduğunu bilelim, diyor, işte bu verilen manaya itiraz edenler oluyor, kelam ehlinden.

İlim kavli asla tevil edilemez. Yani Hakkın م ل حىت نـع “ta ki bilelim” kavli asla tevil edilemez. Şimdi Cenâb-ı Hakk

diyorlar ki o kişi fiilini yaptıktan sonra mı ilmi öğreniyor, diyor bakın nereden nereye çıkarıyor âyet-i Kerîmeden, Yani Allah ezelden bunu bilmiyordu, ne zaman ki fiil ortaya çıktı amil olan kişiden fiil ortaya çıktı, gördü de öğrendi, o zaman Allah’ın ilmi ezeli değil sonradan olmadır. Hükmünü çıkartıyorlar buradan. Ne kadar yanlış bir yola gidilmiş oluyor, âyet-i Kerîm’e diyor ki “bilelim” biz diyoruz ki “sen münezzehsin” bu tür bilgiden, hayır sen öyle değilsin, biz âyetin, yerine başka bir şey koyuyoruz. Kur’ân’ı değiştirmiş oluyoruz. Bundan Allah korusun farkında olmadan neler yapılmış oluyor.

İşte ta ki biz bilelim kavli asla tevil edilemez, yani yorum yapılamaz bunun üstünde ezelden biliyordu da, şu oluyordu da, bu oluyordu gibi, bir sürü yorumlar yapılır bunların hepsi yanlış şeydir, aynen olduğu gibidir diyor. Âyet-i Kerîm’e de açık olarak bildirilmektedir, buna ne fazla ne eksik bir şey düşünülemez. Tevil edilemez, buna ancak mütekellimin gibi tenzih-i vehmi sahipleri tevil ederler. Bakın tenzih-i vehmi, vehim tenzihi, şimdi tenzih demek Allah’ı yücelere yukarılara çıkarmak tenzih iki türlü biri tenzih-i vehmi, birisi de tenzih-i kadim yani mutlak tenzihtir.

Page 112: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

111

Tenzih-i vehmi, hayali vehim yani hayelde bir Allah üretiyoruz ve O’nu noksan sıfatlardan tenzih ediyoruz. Allah’ta noksan sıfat olur mu? Allah’ı noksan sıfatlardan nasıl tenzih edeceğiz, işte bu tenzihi vehmidir. Yani kendi kurguladığı bir Allah anlayışı var, onu tenzih ediyor noksan sıfatlardan, peki noksan diye adlandırdığımız sıfatın neresi noksandır. Acaba neresi noksan ve neye göre noksandır. Noksanlık bizdedir, işte gerçek tenzih evvela kişi kendini tenzih edecek, yanlış düşünmekten, eksik düşünmekten, yanlış karar vermekten, evvela kendinimizi temizleyeceğiz, yani tenzih edeceğiz. Ondan sonraki bilgi ile Allah’a bakalım tenzih edebilecek miyiz edemeyecek miyiz? veya eder isek nasıl ve nerede hangi mertebede tenzih edeceğiz.

Öyle derler tenzihi tevhit yarım âlimliktir, teşbihi, benzetme ile ilgili olan kısım da yarım bilgidir, bütünü tenzihi ve teşbihi birlikte birleyip tevhit etmektir ki gerçek ilim diye irfan ehli söyler, ama bunlar sadece lâfzi olarak söylenecek terkipler değil yaşanarak söylenecek terkiplerdir.

Bu ancak mütekellimin gibi yani kelam bilginlerinin söylediği sözlerdir, müşahede ehlinin söylediği sözler bu kavil üzerinde tevil etmezler olduğu gibi alırlar. Neden teşbih mertebesi ile de Hakk’ı tanırlar. Vehmi tenzih sahipleri tevil ederler, onlar vücud-u eşyayı vücud-u Vahid’in gayri gördüklerinden, bakın eşyanın vücudunu Hakk’ın vücudundan gayrı gördüklerinden, Hakk’ı eşyadan tenzih ederler. Hakk’ın ilmi ma’lûma tâbi olsa Hakk ilmini gayırdan alması lâzım gelir diye âyette belirtilir ya ilmin ma’lûma tâbi olması yönden alındığı zaman Allah ilmini gayırdan alıyormuş zannederler bunu tenzih ederler, bu varlığı Allah’ın gayrı gördüklerinden Allah ilmini gayırdan alıyormuş hükmünü çıkarırlar. Halbuki böyle bir şey söz konusu değildir, çünkü o Allah’ın gayrı değildir.

Hak ilmini gayrıdan alıyor lâzım gelir derler, bu da cehil ve acz olduğundan Hakk’a lâyık olmaz zannederler. Halbuki vücut birdir, bu kesarat O’nun suver-i esmasıyenin zılâlidir. Yani görülen bu çokluk vücudun gölgeleridir, ayine-i mün’akis olan, yani aynaya aksetmiş olan gölge şahs-ı muhazinin /hizası, suretinden gayri değildir. Aynanın karşısında olan kişiden suretinden gayri değildir, aynanın içerisinde görünen. Böylece şahs-ı muhazi/hizası, aynaya nazar ettiği vakit gördüğü suretten kendisinde bir ilim peyda oldukta, yani karşısındaki sureti gördüğünde o bu ilmi gayrdan ahz etmiş olmaz. Yani bu bilgiyi görüntüyü başkasından almış olmaz.

Yani aynanın karşısına geçen kimse aynaya baktığı zaman o dışarıdan gayr gibi görünür aslında aynada görünen görenin ta kendisidir. Onu gördüğü zaman bu bilgiyi dışarıdan almaz başkasından. Kendi kendi bilgisini kendi kendinden alır. Başka birisi aynada olması lazım ki o da mümkün değildir, aynanın karşısında olan kişi aynada gözükür, o aynadan çekildiği zaman başka birisi gelir o da aynen aynada kendi ilmini alır. Bu ilmi gayrıdan almış

Page 113: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

112

olmaz böylece mütekellimin tevehhüm ettikleri yani ehl-i kelâmın vehim ve zan ettikleri gayriyet yoktur ki, Hakk’a cehil ve acz isnadı lâzım gelsin bu ayniyet ve gayriyet meselesi mertebe-i şehâdet fassında izah olunacaktır.

بسم الله الرمحن الرحيم Kaldığımız yerdebn devam edelim, Fusûs’ul Hiken Cilt 1.

Mukaddime sayfa 21 Kazâ ve Kader bölümü.

A’yân-ı sâbitenin tarifini yapıyor, özetle a’yân-ı sâbite iktiza-ı Zâtiyeleri olan istidat ve kabiliyetleri dairesinde Hakk’tan zuhuru talep ederler, bu talep lâfzi değil halidir. Çünkü daha o mertebede beşeriyet hasıl olmadığından, yani insan daha halk edilmemiş olduğundan, dolayısı ile lisanları da yok idi. İnsanların olmadığı gibi kelimeleri ve lisanları hiçbir varlığın da kendi lisanından hiçbir şey söz konusu değildi. O zaman bu talep kelâmi, lâfzi değil hali, hal lisanıyla hal diliyle idi, oradaki hal dilinden kasıt ilmi hususiyetleri dolayısıyla ilmî ma’nâ da bir istekti.

A’yân-ı sâbiteler, bakın şimdi iktiza-ı zâtiyeleri, yani Zatlarının gereği olan, yani programlarında yapılmış özellikleri olarak istidat ve kabiliyetleri dairesinde, yani kendi programları ne şekilde yapılmışsa, bu program dahilinde ve dairesinde, Hakk’tan zuhur talep ettiler, a’yân-ı sâbiteler oluştuğu zaman. İşte bu zuhur istemeleri, nefes-i rahmani ile meydana geldi. Yani üflendi bütün âlemlere. Bu talep lâfzi değil halidir. Yani istenilen talep edilen çünkü o programda zâti ma’nâda Zat mertebesi itibariyle hayat vardır. İlmi ma’nâda hayat vardır. İşte o ilmi ma’nâda hayat orada sıkışık vaziyettedir. Yani sınırlı vaziyettedir. Madem ki bu programı yaptın, zatlarından Allah’ın Zât’ına bakın, orada daha kevn zuhura gelme yoktur, ilm-i ilâhide a’yân-ı sâbitenin zatlarından Allah’ın Zât’ına talep, madem ki bizi programladın yani bir terkip yaptın, o zaman bize o terkibi açacak faaliyete geçirecek sahayı ve istihkakı ver diye bunu talep ettiler.

İşte bir bakıma bu âlemlerin halk edilmesi istidat ve kabiliyetle-rimizin, a’yân-ı sabitemizin gereği, taleb edilmesinden sonra, o neticeden sonra, bu âlemler halk edilmeye başladı. Yoksa durup dururken bu âlemler faaliyete geçmedi. Bu âlemlerin kaynağı odur. İstidat, a’yân-ı sâbitelerin istidat ve kabiliyetlerini ortaya koyması için, talepleri kendilerinin yayılmasına, dolayısıyla bu âlemin de oluşmasına sebep oldu. Rastgele o sadece nefes-i Rahmani verildi değildir. Taleb olduğu için, nefes-i Rahmani ile bütün Allah’ın Zât’ında olan, ezeli ilminde programlanmış olan, a’yân-ı sâbiteler orada mahluk değildi. Program ama mahluk değildi, bakın Allah’ın Zât’ında Zât’ı ile birlikte müstakil programlardı.

Page 114: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

113

Müstakil derken tamamen âlemin dışında bir istiklâl değil, gurup gurup bölüm bölüm müstakil varlıklardı. Müstakil programlardı. İşte bunlar dışarıya çıkmayı talep ettiler, bu talepleri neticesinde nefes-i Rahmani onları geniş bir sahaya feza denilen bu sonsuz sahaya yaydı. Bu yayılma isteme lâfzi değil hali idi, yani kendi programları istikametinde bir açılma talebi idi.

Mesnevide Mevlânâ Hz leri iki satırla bunu şöyle belirtmiş, “Biz yok idik yani zuhurdan evvel biz yok idik ve bizim takazamız dahi yok idi.” Yani bizim gürültülerimiz ortaya çıkardığımız faaliyetleri-miz de yok idi. Biz yok isek faaliyetlerimiz de yok olacaktır tabii. Senin lütfun bizim na güftemizi işitir idi. Yani sessiz sözsüz güftemizi namelerimizi isteklerimizi işitir idi. Bakın aynı yeri ne kadar değişik bir şekilde ki bunu aslında çevrilmiş olarak değil de farisinin kendi akıcı lisanından okumak lâzım ki, o lezzeti versin biz şimdi çevirinin çevirisini okuyoruz, ama bu dahi büyük bir lütuftur.

Bu talep yaşamak için balığın vücudu su ve insanın vücudu havayı nesimi talep etmek gibidir. Balık lisanen ya rabbi bana su ver diye bir talepte bulunur mu, bizler bir düşünelim bakalım "ya rabbi bana hava ver” diye bir talebimiz oldu mu, lisanen olmadı, ama fıtri olarak oldu ve oluyor da, meselâ azıcık nefesimizi tutalım, almayalım, ilk istediğimiz şey ya Rabbi bana nefes ver demektir, hal ile. Tepinmeye başlıyoruz işte onu alamadığımızdan. Tepinmemiz var ya, ya rabbi bize nefes ver demektir. Ama lisanen bunu söylemiyoruz, vücut bedenimizin sistemi fiilen bunu talep ediyor, sessiz ve sözsüz olarak.

Zira onların istidat ve kabiliyet-i vücudiyeleri böyledir. Yani balığın ve insanın istidatı ve kabiliyeti vücutlarının yaşama sistemleri böyledir. Sistem bunu ister. Meselâ benzinli motor, motoru çalıştırıyor iken lisanen bana benzin ver, diye söylüyor mu, lisanen söylemiyor, ama hal ile söylüyor. Benzini vermediğin zaman çalışmam diyor. Ver benzini çalışayım diyor. bu kadar açıktır. Hal ile benzin talebinde bulunuyor. İşte her bir ayn zat-ı uluhiyetten böylece iktiza-ı zatiyesine göre tecelli talebinde bulundu. Her bir a’yân-ı sâbite kendi hususiyeti olarak iktiza-i zâtisinin kabiliyeti ile tecelli talebinde bulundu. Yani zuhura çıkma talebinde bulundu sessiz sözsüz. Bâtınından ihtiyacı olduğunu istedi.

Onların istidat ve kabiliyetleri malum-u ilahi olduğundan yani onların istidat ve kabiliyetleri Allah’ın ilminde bilindiğinden Cenâb-ı Hakk da onların taleplerini “is’âfen/kabul etmek” Hakk malumiyet-leri dairesinde tekvinlerini murad etti. Yani kendilerinde olan a’yân-ı sâbite ma’lûm olan hususiyetleri istikametinde onları tekvin eyledi, meydana getirdi. Böylece murad eyledi. Böylece Hakk’ın iradesi ilmine, ilmi de ma’lûm olan a’yân-ı sâbiteye tâbi oldu. Hani bir evvelki sohbette ilim ma’lûma tâbidir, diğerinde ma’lûm ilme tâbidir diye ifade edilmişti, burada onu belirtiyor.

Page 115: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

114

Şimdi onların kâffe-i meratipte, yani bütün o a’yân-ı sâbitelerin bütün mertebelerde yani zuhura çıkıncaya kadar Sıfat mertebesinde, esma mertebesinde, Ef’âl mertebesinde bütün mertebelerde istidat ve kabiliyetleri üzere zuhurlarını Hakk’ın hüküm etmesi kazâ-ı ilâhidir. Bakın gerçek ma’nâda kazâ budur. Yani kitaplarda, kader ve kazâ diye belirtilir, aslında tam tersidir, kazâ ve kaderdir. Çünkü kazâ hüküm ma’nâsınadır, toplu program, kader ise bu programın gün be gün açılması yayılması, miktar, kader miktar miktar açılmasıdır.

İşte bu program kazâ-i ilâhidir. İlâhi kazâ budur. Bu kazâ hükmü külli-i icmalidir, yani bir bütün cem bir hükümdür. İstidat-ı zâtileri üzerine Zeyd’in ilmine ve sadetine ve Amr’ın cehline ve şekavetine hüküm gibi. Fakat bu hükümde cebir yoktur. Zeydin programı kendine göredir, ilm-i ilâhide Amr’ın programı kendine göredir. Burada zorla yapılmış yaptırılmış bir şey yoktur. Cebir yoktur, zira bu hükmü a’yân-ı sâbite kendileri üzerine vermişlerdir. Bakın ne kadar müthiş bir ifadedir. A’yân-ı sâbite bu hükmü kendi üzerine kendi vermiştir, çünkü programı odur. dışarıdan gelen bir zorlama bir icbar yoktur.

Hakk bidayeten mahkümün aleyhdir. Yani Hakk başlangıç olarak mahkümün aleyhdir. Yani her bir a’yân-ı sâbite kendi kabiliyet-i Zatiyesini gösterip Hakk’a demiştir ki ey zî ata, ey ata sahibi olan, benim hakkımda hükm-ü saadeti ver, ve beni bu hüküm dairesinden ıshar et. Yani a’yân-ı sâbite kendi programına göre bunu böyle demiştir. Bu ise o a’yân-ı sâbite tarafından Hakk üzerine bir hükümdür. Şimdi bu halde a’yân-ı sâbite hâkim, Allahü Teâlâ Hz leri mahkûm hükmüne gelmiş olmaktadır. Yalnız yanlış anlaşılmasın haşa Cenâb-ı Hakk suç işledi de mahkûm oldu değildir.

Hani söylenir ya! sözünün mahkûmu oldu diye, bir kimse farkında olmadan bir söz verir, bunu yerine getirmek zordur, o duygusal bir halde olmayacak bir şeye söz vermiştir, kendi kendini mahkûm etmiştir, karşıdaki mahkûm etmemiştir.

Şimdi a’yân-ı sâbite bâtınen ilmi ilâhide “Ya rabbi bunu bana ver” demek suretiyle hâkim hükmündedir. İşte biz dua ettiğimiz zaman bu hale geliyoruz, ya rabbi bana şunu ver bunu ver biz hakim, Allah mahkum tutmuş oluyoruz. Tabi ki bu iyi niyetle yapılan bir şeydir. Ama farkında olmadan hadise bu oluyor. Lâtife lâtif gerek demişler incitici olmamak lâzımdır, yerine göre şaka da gereklidir.

Şimdi Cenâb-ı Hakk ilm-i ilâhide a’yân-ı sâbitelerimizi kendi Zât mertebesinde programlamış olduğundan, a’yân-ı sâbite kendi hakkını istemekte hâkimdir. Bunda eksi yanlış bir şey yoktur. Bu Hakk’ın verdiği bir Hakk’tır. A’yân-ı sâbite diyor ki beni şu şu şu şekilde programladın, hal lisanı ile onu yapacak sahayı ekipmanı

Page 116: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

115

bana ver, işte bu ver demesi hâkim, âmir hükmünde, alacağı yer ise memur, mahkûm hükmünde oluyor. Bunda ters yanlış bir şey yoktur. Mahkûm demekle suç işlemiş de mahkûm olmuş demek değildir. ne yapıyor, kendi programı ile kendini mahkûm etmiş oluyor. Yani o programın hakikatini vermeye, mahkûm etmiş oluyor. Bunu isteyen de hâkim, hükmü yerine getirmek istiyor. Yani bir bakıma âmir oluyor. Yani a’yân-ı sâbite âmir, bu hükmü Allah kendi programladığı için de o programı yapmaya, Hakk memur oluyor. Yani mahkûm dediği odur, yani onu yapmakla kendi kendini görevlendirmiş oluyor.

Yani a’yân-ı sâbite kendi hakkını talep ediyor, haklı olarak bu talebi verecek olan bu talebin karşılanmasına mahkûm edilmiş oluyor. O zaman onu, karşılamaması diye bir şey söz konusu değildir. yani her birerlerimiz özümüzden istediğimiz zaman lâfzi olarak değil ma’nâ âleminde a’yân-ı sâbiteler üzere istediğimiz şeyde biz âmir, Cenâb-ı Hakk memur oluyor, çünkü onu kendi üzerine görev kabul ediyor. Bu hakikat bildirilen bilgiler genel olarak toplanıp ta hepsi yerli yerine konduğu zaman hiçbir açıklık, hiçbir boşluk hiçbir, yanlışlık tereddüt kalmıyor.

Bir hadis-i kudside “kulum bana nafileler ile yaklaşır ben kulumu severim, onun elinde tutan, gözünde gören, ayağında yürüyen kulağında duyan ben olurum” diyor. İşte bakın kul ne oldu, kul âmir oldu, Hakk memur oldu. Yani öyle bir Rabbımız var ki gerektiği yerde âmir, hâkim, mutlak sâhip, gerektiği yerde de her şeyi meydana getiren yüklenen yapan eden, kendisi olmaktadır. Yani hem hâkim, hem de mahkûmdur. Şimdi bir kimse hırsızlık yaptı, veya kâtil oldu birisini öldürdü, mahkemeye gitti hâkim ona 10 sene hapis dedi, şimdi biz ne diyoruz, hâkim onu mahkûm etti diyoruz. Hayır! tâbir yanlış, görüntüde öyle de tâbir yanlıştır. O kâtil kendi kendini mahkûm etti. Hâkim kendisi oldu, yani o fiili işlemek suretiyle kendini o fiilin karşısı olan suça mahkûm etti.

Peki hâkim ne yaptı,? hâkim süresini belirledi. Hâkim hükmetmedi, burada kendisine cebir yapılmadı, mecburiyet diye bir şey yapılmadı, kendi fiilinin karşılığını gördü, işte Cenâb-ı Hakk’a biz Cenâb-ı Hakk’tan a’yân-ı sâbitemiz üzere bir şey taleb ettiğimiz zaman biz taleb ettiğimizde a’yân-ı sâbitemizin miktarı ne ise o miktar üzere taleb ediyoruz. İşte onu miktarlaştırmak bir bilgiye bağlıdır, o bilgi de hâkim olmaya bağlı, hâkimlik de bilgi istemektedir. Ve de biz hâkim O mahkûm, yani biz taleb edici O vericidir.

Bu ise a’yân-ı sâbite tarafından Hakk üzerine bir hükümdür, binaenaleyh o a’yân-ı sâbite hâkim, yani a’yân-ı sâbite hâkim ve sâhib-i ata olan vücud-u Hakk mahkûmun aleyhdir. Yani o hükmün üzerine mahkûmdur. Bakın sâhib-i ata olan yani verici olan lütfedici olan Hakk’ın vücûdu varlığı o hüküm üzerine mahkûmdur.

Page 117: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

116

Badehu Hakk hâkim, a’yân-ı sâbite mahkûmun aleyh olmuştur. Böylece cebir her bir aynın istidat ve kabiliyetinden kendi üzerine vakidir. Bakın dışarıdan bir cebir yoktur. İstidat ve kabiliyetin mec’ul olmadığı yani zuhura gelmediği balâda/yukarıda izah olunmuş idi. İstidat ve kabiliyet ceal edilmemiştir. Yani basit tabir ile halkedilmemiştir, kendi hakikatinde vardır.

İstidat ve kabiliyet Allah’ın Zat’ında var olduğundan sonradan olma bir şey değildir onu demek istiyor. istidat-ı Zâtiye asla tebeddül etmediği gibi yani Zât’i istidat asla değişmediği gibi iki nakisi de cami olmaz. yani İki ters istidat bir yerde olmaz. Meselâ ilm-i İlâhide saadet ile ma’lûm olan bir a’yân-ı sâbite bittebeddül şekavetle ma’lûm olmadığı gibi bir a’yân-ı sâbite an-ı vahitte hem saadet hem de şekavete haiz olamaz. Yani hem saadeti hem de şekaveti aynı yerde bulunduramaz. Zira bunlar yek diğerinin nakızıdır. Yani zıddıdır. Nitekim bir şey bir an içinde hem beyaz ve hem de siyah olamaz.

Kazâ-ı ilâhi biri mübrem diğeri de muallâk olmak üzere iki nevidir. Bakın kazânın mutlak ve muallak olduğunun taraflarına geliyor. Kazâ-ı ilâhi birisi mübrem, yani mutlak kazâ diğeri muallâk olmak üzere iki nevidir. Kazâ-ı mübrem değiştirilemez, önlenemez, olan bilâ kaydı şart infazı lâzım gelen kazâlardır. Şimdi basitçe şöyle düşünelim; şu yazılarda olduğu gibi iki sutun halinde günlük sayfalarımızı a’yân-ı sâbitemizin kazâ ve kader sistemini iki sutun halinde bu sutunda olan kazâ-ı ilahi kaza-ı mübrem olduğundan bu yazılar değişmez, kazayı mübrem mutlaka tahakkuk ediyor.

Kazâyı mübrem bilâ kaydı şart infazı lâzım gelen kazadır. Yani hiçbir şarta bağlı olmadan mutlaka uygulanır. Ne ertelenir ne her hangi bir şey olur, değişmesi mümkün değildir. Bu kazâ ne duayı lâfzi, ne duayı fiili, ile yani tebadi ile mündefi olmaz yani tedbirler almakla def edilemez, yani kaldırılamaz. Kazayı mübremde iki itibar vardır, birisi indallah’ta kazayı muallak ve indel melâike vel kâmilin kazâyı mübrem görünen kazâyı ilâhidir. Bu kazâ dua ve tedbir ile mündefi olur. Yani atlatılmış önlenmiş olur.

Kazâyı muallâk, kaydı şarta tebaen infazı lâzım gelen kazadır, bu kazâ şart-ı indifa’ın tahakkuku halinde nafiz olmaz, müessir olmaz. Şart dahi kazadır, kazâ, kazâ ile red olunur, hadis-i şerifinde bu hakikate işaret buyurulmuştur. Tekrar edelim; kazayı mübremde iki itibar vardır, birisi indallahda kazâyı muallâk ve indel melâike vel kâmilin kazayı mübrem görünen kazâyı ilâhidir. daha önce de dediğimiz gibi bu sayfanın bir tarafı kazayı mutlak mübrem, değişmeyen hiçbir şekilde ne dua ile ne her hangi bir fiil ile karşılanmayan değişmeyen kazâdır, hükümdür mutlak olacaktır. Ama kazâyı muallâk olan taraf değişebilir. İşte peygamberimizin dediği “dua kazaları önler, ömrü uzatır” dediği budur.

Page 118: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

117

Kazâyı mübremde iki itibar vardır, birisi indellahta kazâyı muallak olan ve indel melâike vel kâmilin, melâikenin ve kâmil ehlinin kazâyı mübrem görünen kazâyı ilahidir. Yani dışarıdan öylece bakıldığında zannedildiğinde bir kazâ yani bir hüküm kazâyı mübrem gibi görünür, ama kazâyı muallâk bölümündedir. Bu kazâ dua ve tedbir ile mündefi olur. Yani muallâk tarafta yazılan bir hüküm var ise bu hüküm dua ile değişebilir. İşte kazânın değiştiril-mesi bu bölümde olandır. Kazâyı mübrem, mutlak kazâ hiçbir şekilde değiştirilemez. Bu kazâ dua etmek ve tedbir almak ile atlatılmış önlenmiş olur. Kazâyı muallâk kaydı şartı tebaen infazı lâzım gelen kazadır. Yani değiştirilebilen kazâ kazâyı muallak şartı ile infazı lâzım gelen kaza değiştirilebilir.

Dua edilmezse, tedbir alınmazsa o muallâk kazâ hükmü mutlak kazâya dönüşür, o zaman da o bizim suçumuz olur, tedbirini alma-mamız dolayısı ile ve dua etmememiz, ve ilgilenememiz dolayısıyla, aleyhimize yazılır. Kazâyı muallâk kayd-ı şarta bağlı olarak infazı lâzım gelen kazâdır. Yani kazâ vardır ama bazı şartlar oluşursa bu kazâ yerine gelir şartlar oluşmazsa bundan kurtulun-maz, yani şartlarını yerine getirirsen, yani kazâyı muallakta tedbir alırsan duasını yaparsan bu kazâ kaldırılır,. Bu kazâ şartı indifaın tahakkuku halinde, yani kazâ şartı faaliyete geçeceği tahakkuku halinde nafiz olmaz, müessir olmaz. Yani o kazâ uygulanmaz. Bunun şartı dahi kazâ bir başka kazâ ile red olunur.

Yani bir hüküm bir başka hüküm ile yerinden kaldırılır. Şimdi bir hüküm yapılmıştır, bu hükmün gereği yerine getirilir ya rabbi sen bizi görünmez kazâlardan belâlardan koru, diye dua ediyoruz ya işte bu yaptığımız dualar ve çevreye yaptığımız iyilikler verdiğimiz sadakalar, Allah seni her şeyden korusun, bir fakir dediği zaman işte bu kazâ, bu kazâ ile değiştirilir. Yani o kazâ tahakkuk etmez. Yani bu da bir kazâ ile değiştirilir kendi kendine o değişmez, demek istiyor. işte hadis-i şerifte belirtilen bu kazâdır. “kazâ kazâ ile red olunur” hükmü bu kazâdır.

Kazâyı mübreme misal; yani mutlak kazâya değişmeyecek kazaya misal; tavla oyununu oynayan kimse oyununu iyi oynadığı ve pullarını dahi önüne cem edip refikinden evvel toplamaya başladığı halde öyle bir zar atar ki açık vermeye mecbur kalır, zira başka türlü oynamak mümkün değildir. burada tedbir ve maharetin tesiri yoktur, işte bu kazâyı mübremdir. Yani anlatıldığına göre oynuyorsunuz, oynuyorsunuz, öyle bir oyununuz var ki artık bir şey yapamıyorsunuz karşı taraf oraya patır patır çekip alıyor yani tedbir de etseniz bilginizle ne yaparsanız orada para etmiyor.

Kazâyı muâllâka misal; ma’lûm olduğu üzere tavla oyununda oyuncular zarın hükmüne tabidir, oyuncu oyununu kazanmak için muafık gördüğü zarın gelmesini ister. Çok gelsin ister en kıymetli olan çok gelendir, oynandığı zaman, fakat zarı atınca ekseri muradına muhalif olarak zâhir olur. Yani istediği sayı

Page 119: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

118

gelmez. Oyuncu bunda mecburdur, yani o zarı atmaya mecburdur, çünkü oyunun kuralı odur.

Mutlaka onu oynayacaktır, velâkin gelen zar üzerine birkaç türlü oyun mevcut olduğu takdirde onların en iyisini oynamakta serbestir. Bakın kazayı muallâk olanı kişinin iradesine bağlı oyununa sanatına yaşam sanatına bağlı onların en iyisini oynamakta serbestir. Bu hususta mecbur değildir, yani şu taraftan da zar atabilirim bu taraftan da zar atabilirim buradan da oynayabilirim diye muhtelif imkân vardır. Bunların hiç birini oynamak mecburi değildir. mutlaka iki üç atacaksın o yere konacak diye mecbur değildir. ama öteki oyunda başka oynayacak yer kalmadığı için sonuçta mecburdur.

Her gelen zarda oyununun en iyisini oynarsa oyunu kazanabilir şimdi arzusuna muhalif gelen zara tabiiyet mecburiyeti bir kazâdır yani bir hükümdür. İstediği altı ise ve gelen bir ise bu muhalif gelen zara, yani istediğinin dışında gelen zara, tabiiyet mecburiyeti kazâdır tabi olması bir hükümdür, oyunun hükmüdür, ve kazanmak için oyunun iyisini oynamak dahi bir kazadır. Yani iyi oyun oynamak dahi bir hükümdür. Arzusuna muhalif zar ile oyununu kaybedebilirken iyi oynadığı için kaybetmedi. Yani çalışması neticesinde kaybetmedi, böylece kazayı kaza ile red eyledi. yani oyundaki hükmü bir başka hükmüyle kaldırmış oldu ve oyunu kazanmış oldu. İşte kazayı muallâka da misâl bunu gösteriyor. Bu kaza, kazayı muallâk oldu.

Mesneviden beyit: Tercüme:

Allah Teâlâ cenibinden evliyanın öyle bir kudreti vardır ki, atılmış oku yolundan geri çevirdiler, beyt-i şerifi kazayı mübrem hakkında değil kazayı muallâk hakkındadır.

Abdülkadir Geylâni Hz leri (k.s.a.) ben kazayı mübremi de def ederim buyurmaları indallah kazay-ı muallâk ve indel melâike kazâyı mübrem görünen kazayı ilâhi hakkındadır. Yoksa kazâyı mutlak olan mübrem hiçbir vecih ile kaldırılamaz değiştirilemez.

Kader kazânın tafsilidir, şimdi kazâyı belirtti kadere geliyor, kader; kazânın tafsilidir. Kazâ bir vakit ile mukayyed olmadığı halde, vakit ile kayıtlı olmadığı halde. Kader vakten minel evkat, yani vakit ile vakitten vakite her bir ayn–ı sâbitenin esbab-ı mahsuse tahtında cemi meratibte zuhur edecek ahvalini takdirden ibarettir. Yani a’yân-ı sâbitenin bütün mertebelerde zuhurunu miktar miktar çıkarmaktır kader. Meselâ Zeyd saiddir diye hakkında hukm-ü külli hukukundan sonra Zeydi’in falan vakit âlem-i şehadette zuhuru ve kendisinden falan vakitlerde şu, şu amel-i sâliha zâhir olması ve şu kadar sene muammer olduktan sonra yaşadıktan sonra mü’min olarak berzaha intikal etmesi ve berzahta dahi şu, şu, şu nimetlere nail olması gibi ahval bu kazânın tafsili olduğundan bunlara kader denir.

Page 120: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

119

Yani kazâ ve kader hükmü insanın üstünde ebedi devam etmektedir. Kazâ toplu halde bu insanın programı bakın sadece dünyada geçerli değil, berzahta, mahşerde, cennet ve cehennemde bu kazâ hükmü kader olarak miktar miktar ebediyete kadar devam eden bir husustur. bakın bizim üzerimizde bu programın ne kadar tesiri vardır.

Şimdi kazâ a’yân-ı sâbitenin istidad-ı gayri mec’uline taalluk ettiği gibi, yani halk edilmemiş asli istidada taalluk ettiği gibi kader dahi her bir aynın cemi meratibinde her bir a’yân-ı sâbitenin bütün mertebelerde zuhur edecek istidâd-ı mec’ulüne taalluk eyler, böylece sırrı kader a’yân-ı sâbiteden her bir ayn’ın vücutta Zât’en ve sıfat’en ve fiilen ancak kabiliyet-i asliyesinin yani asli kabiliyetinin ve istidâd-ı zâtisinin hususiyeti miktarınca zuhuru keyfiyetinden ibarettir kader. Sırr-ı kaderin sırrı dahi budur, yani kader sırrının sırrı dahi budur, a’yân-ı sâbite Zat-ı ulûhiyetten gayrı olarak hariçte zâhir olan umurdan değildir. yani a’yân-ı sâbite gayri olarak Allah’ın varlığından gayri olarak hariçte zâhir olan işlerden değildir. belki Hakk Teâlâ Hz lerinin niseb ve şuunat-ı zâtiyesinin suretleridir kader. Hakk Teâlânın niseb ve şuunat-ı Zât’iyesi ise ezelen ve ebeden tagayyür ve tebeddülden münezzehtir. Hakk Teâlâ’nın nisbetleri ve şee’nleri yani zuhura çıkarttıkları şuunat-ı Zat’iyesi ise ezelen ve ebeden tegayyur yani gayrileşmez, değişmez, tebeddül etmez, bir başka hale girmez.

Böylece ayan-ı sabite dahi mümteniul tegayyurdurlar, a’yân-ı sâbiteler dahi değişmezler, nitekim bâlâda/yukarıda izah olundu. Vel hasıl kader kazanın tafsili olup anen ve feanen zâhir ve zâhir oldukça ma’lum, ve ma’lum oldukça da mukadder olurlar.

Misal: Hayvan cinsinin açlığı kazâdır, yani bir hükümdür, aç olacaktır bu bir hükümdür, bu bir hükm-ü külli icmâlidir, yani bütün hayvan cinslerinde bunlar birdir, bu açlık hayvan cinsinin iktizâ-i zâtisidir. Yani Zâti gerekliliğidir hayvan cinsinin. Bedenen biz de aynı cinsteniz. Fizik beden olarak. Et kemik olarak hepsi aynı diğer mahlukatta ne varsa bizde de aynısı vardır, bu halde müşterekiz. Bu hüküm bizim üzerimizde de geçerlidir. Biz de acıkıyoruz, işte bu ilâhi bir kazâdır. Acıkma bir kazâdır, bir hükümdür.

Bu cins bu istidâd-ı zâtiyle kendi üzerine açlık ile hükmetti, vücudun iktizâ-i zâtisi olarak Hicir Suresi 21. Ayet-i kerimesi hükmünce

وم ل ع ال بقدر م ا ه زل نـ ا نـ م و نه ائ دنا خز ال عن ء ا ن شى ن م ا و15/21 - Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim katımızda

olmasın. Biz onu, ancak belli bir miktar ile indiririz.

Page 121: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

120

hazine-i gaybdan anen ve feanen an be an arkası kesilmeden efrad-ı hayvaniyenin zuhuru ve efraddan her birinin yaşadığı müddetçe yani bu hayvan cinsinin fertlerinden her birisinin yaşadığı müddetçe ezmine-i muhtelifede yani muhtelif zamanlarda açlığı kaderdir. Aç olması hüküm olarak kazâ ama süreler içerisinde gün be gün onu yaşaması da kaderdir. İşte böylece onların tokluğu da böylece kazâ ve kaderdir. Yani tokluğu da bir kazâ kaderdir. Çünkü bir müddet tok duruyor ondan sonra acıkıyor. Yani ikisi de kazâ doydukça tekrar tekrar doydukça doyma kaderi, aç kaldıkça da aç olma kaderi üzerimizde sürmektedir.

Şimdi açlık hükmü küllisi tokluk hükmü küllisi icmalisine tekabül eylediği cihetle kazâ kazâ ile red olunur. Yani aç olan bir kimse açlık onun üzerinde bir kazâ iken o kişi doyduğunda, doymada, onun üzerinde bir kazâ olduğundan, bakın açlık kazâsı hükmü tokluk kazâsı hükmüyle kaldırılmaktadır. Kazâ kazâ ile red olunur, burada biz buna kader kader ile red olunur çünkü o açlık tokluk artık zuhura gelen bir hadise oluyor. Bunun gibi soğuk sıcak ile, sıcak soğuk ile ve mekr, mekr ile red olunur. Yani bir hile diğer bir hile ile kaldırılır. Diğer şee’nler de bunlara kıyas olunsun.

---------

Bu hususa biraz daha ilâve yapalım. Kişinin açlığı ilâhi bir hüküm/kazâdır, alış verişe gittiğinde, yiyeceği şeyleri seçmesi kendi hükmü, kendi kazâsı’dır. Bu kazâ sonradan olan kaderin kazâsıdır, işte böylece, kul kendi iradesi ile bir şeye karar verdiği zaman o şeyin karar/kazâsı buradan kaynaklanmaktadır. Ezelden değil, eğer her şey hepsi ezelde karalaştırılmış, kazâ edilmiş olsa idi, insanlar için burada yaşamanın hiç bir hükmü olmaz idi.

Markete giden kişinin ihtiyaçlarını almak istemesi bir hüküm/ kazâ’dır, ancak kendinden müskirata karşı bir istek meyli olması da bir kazâ’dır. Ancak bu meyil ile müskirata yaklaşılmamasının istenmeside bir kazâ’dır. Bu durumda hür kişi kendi iradesiyle bu yasak edilen menhiyatı yer içer kullanırsa, buda onun kader içindeki kendi hükmü/kazâsı’dır. Ve bundan sorumludur, işte imtihan budur.

Bitkiler cinsinden olan tütünün ve üzümün halkedilmesi, ilâh-i bir hüküm/kazâ’dır, ancak bunlardan sigara ve içki yapılarak içilmemesinin istenmesi de, yasak bir hüküm/kazâ’dır. Buna rağmen kişi yaşadığı süre içerisinde bunları kullanır ise! Bu da kişinin yaşadığı süre kader/miktar, içinde kendi ürettiği bir hüküm/kazâ’dır. Eğer bunları kullanmaktan dolayı meydana gelen her hangi bir şekilde hastalanması, o nun kendi kendine vermiş olduğu bir kazâ/hüküm’dür, mes’ulü kendisidir. Hastalığın halkedil-mesi bir ilâh-i kazâdır, o kişinin yasak edilen içkiyi veya sigarayı kullanarak hasta olması kendisinin mes’ulü olduğu kaderin kazâsı’dır. Ve bu halde onun ilâh-i kazasının muallâk bölümüne

Page 122: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

121

kendi aleyhine yazılıp, mahşerde kendi aleyhine olmak üzere kaderi mutlak haline geçmiş olmaktadır.

Eğer kulun, Allah’ın verdiği kendine ait olan nefsi ve geçici beden varlığı olmasa idi, âyet-i kerîmede bahsedilen, “vehüm yüs’elün” (21/23) “onlar mes’ul dürler” hükmü olmazdı. Kazâyı ilâhi ezelde a’yân-ı sâbitede mutlak bölümünde yazılıdır, bura da ise a’yân-ı sâbitenin muallâk bölümüne kulun iradesinden çıkmış kaderin kazâsı yazılmaktadır. Kul yaşadığı sürece, vermiş olduğu kazâ/ hüküm, kararları burada oluşmakta ve bunlar kula bağlı olarak hüküm olunduğundan, “nagleme” (47/31) “bilelim” yani kulda bunları bilsin bizde görüp bilelim ki, daha sonra bunları inkârı mümkün olmasın, kendiside bizde azalarıda ona şahit olsun. T.B.

---------

NOT= Burada bir hususu daha belirtmek gerekmektedir. Kazâ ve kader bahsinde insanlar ile ilgili olan bölümde, eğer bütün insanların, ve insanlarla ilgili konuların hepsi ilâhi âlemde düzenle-nip burada sadece tabikatı yapılıyor ise o zaman bunların hepsinin Kazâyı mutlak/mübrem olması lâzım gelecektir. Ancak kazâ ve kaderin bir bölümüde kazâyı muallâk olduğundan bunların düzenlenmeleride bu âlemde kazâ/hüküm olunmakta belirlenmek-tedir. Yani burada düzenlenmektedir ki işte insân-ı diğer varlıklar dan ayıran ve insan yapan bu hususiyetleridir, ve bu sahadan da sorumludurlar. Ahiret yurtlarındaki yerlerinide kazâyı muâllak bölümlerindeki değerlendirmeleri belirliyecektir.

İleriki sayfalarda yeri geldiğinde bu mevzua delilleri ile değineceğiz inşeallah. T.B.

-------------------

ان الرجيم ﴿ ط ن الشي وذ بالله م الله الرمحن الرحيم ﴾ بسم ١اع Dokuzuncu fasıl: Mertebe-i ervah.

Bu akşam sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim, sohbet mevzuu Fusus-ul Hikem 1. Cilt Mukaddime Kazâ bahsi ile ilgili olarak devam ediyoruz, mertebe-i Ervah yani ruhlar mertebesi, Cenâb-ı Hakk her birerlerimize kolaylıklar ihsan etsin inşeallah kendi indinden ilim versin ilm-i ledünni versin inşeallah. Bu mevzularda belki doğrudan kazâ kader bahsi ile ilgili görülmeye bilir ancak, sohbet mevzuları bu sıra ile gittiğinden bunlarıda ilâve etmeyi uygun buldum, çünkü gerçekten çok güzel ve çok değerli bilgilerdir. Kitabın hacmi genişliyor da olsa, vakti olanlar bunları da okurlar, ismen ve zâhiren bildiğimiz şeylerin hakikatlerinin ne olduğunu ve yaşadığımız âlemin nasıl bir yer olduğunu anlamamız için, belki bir uykudan uyandırma vesilesi olur da, kişi kendi aslını aramaya başlamasına sebeb olur. Gerçektende bu dünya, bizlerin

Page 123: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

122

gelişip kendimizi bulmamız için, yegâne ve tek hayat okuludur. Buraya yatmaya ve nefsi emmâremizin tutsağı olarak yaşamaya gelmedik. Halifelik ve insanlık asâletimizi almaya geldik, bunları almadan gidersek gerçekten bizlere vah vah olur. Allah (c.c.) korusun. Amin.

-------------------

9. Fasıl – Mertebe-i Ervah:

Vücut taayyün-u sâni ve Vahidiyet mertebesinden sonra suver-i ilmiye hasebiyle mertebe-i ervaha tenezzül eder. Cenâb-ı Hakk’ın gerçek ma’nâda kendisini ifade eden bir kelâm vardır buna da Vücud-u Mutlak denmektedir. Vücud-u Mutlak dendiği zaman vücut mevcut, vecede- buldu, var olan bulunan bir şey lügat ma’nâsıyla ifade edildiği halde Cenâb-ı Hakk’ı beyan eden yönüyle Vücud-u Mutlak hiçbir varlıkta zuhuru olmayan ne lâtif, ne kesif, ilm-i İlâhi olarak Allah’ın Zat’ına verilen isimdir İlâhi ilim olarak. Suretsiz ve şekilsiz, vücud denildiği zaman suret ve şekil aklımıza geliyor, ama burada bahsedilen vücut; Vücud-u Mutlaktır.

Daha evvel de bahsedilmişti, üç mertebesi vardı bu vücudun, birincisi Vücûd-u Mutlak, Vücûd-u İzafi, Vücûd-u Şuhudi dediğimiz mevcut olan vücut Vücûd-u şuhudi, müşahede edilen vücuttur. Bunu meydana getiren lâtif vücûd Vücûd-u İzâfi, bütün bunları meydana getiren de Vücûd-u Mutlaktır. İşte bu vücûd-u Mutlak taayyün-u sani itibariyledir. Taayyun-u evvel daha evvel bu terimler geçmişti, taayyün-u sâni yani ikinci zuhur ikinci tayin ikinci programların zuhur yeri taayyün-u sâni ve vahidiyet mertebesiden sonra suvar-i ilmiye hasebiyle yani ilmi suretler dolayısıyla mertebe-i ervaha tenezzül eder. Yani mutlak vücûd yavaş yavaş kesafet kazanarak varlıklar belirginleşmeye başlar mertebe-i ervaha tenezzül eder, bu mertebede suver-i ilmiyeden yani ilim suretlerinden suret burada bir benzetmedir bir varlığı ifade etmektedir yoksa orada daha suret olarak hiçbir şey ortaya çıkmamıştır.

İlmi ma’nâdaki programlar diye biliriz, suver-i ilmiyeden ilmi suretlerden her biri birer cevher-i basit olarak zâhir olurlar. basit bir cevher olarak zâhir olurlar. bu basit cevherden her birinin şekli ve levni rengi olmadığı gibi zaman ve mekân ile de muttasıf değillerdir. Yani bu mertebede renkler kokular hiçbir şey belli olmadığı gibi zaman ile de vasıflandırılmış değildir. çünkü burada zaman yoktur. Zira zaman ve mekân cisme tereddüp eden itibarat-tandır. Yani zaman ve mekân cismi ilgilendiren itibarlardandır. Yani cisimde kullanılır zaman ve mekân, ilimde zaman ve mekan olmaz.

Bunlar ise cisim değildirler cisim olmadıklarından fark ve iltiyam dahi kabul etmezler. Yani oradaki latif ilmi varlıklar parçalanma bölünme yırtılma gibi şeyler kabul edilmez. Orada böyle şeyler olmaz. Bunlar hep madde üzerinde olan yarılma ve parçalanma

Page 124: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

123

gibi şeylerdir. İşaret-i hissiye âlem-i ecsamın icabatından olduğundan hissi işaretler cisim âlemin icaplarından olduğundan bu âleme havas-i zâhire-i insaniye ile işaret etmek mümkün değildir. Yani bunlar his ve işaretler ile anlaşılmayacağından insandaki beş zâhir duygu ile bunlar tesbit edilemez. Lâtif varlıklardır çünkü beş duygumuzda onları tesbit edecek hisler yoktur, idrak ve anlayış yoktur. Bunlarla işaret etmek mümkün değildir.

Bu mertebede her bir ruh, her bir ruh derken, ruhlar parçalan-mış bir sürü ruh ma’nâsına değildir, müstakil ruhlar ma’nâsına değildir, bir ruhun hususiyetleri bölümleridir, kendini ve kendi mislini ve kendi mebdei kendi kaynağı olan olan Hakk Sübhane-i Teâlâ Hz lerini müdriktir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de A’raf Suresi

172. âyetinde ى ل وا بـ بكم قال ست بر Ben sizin rabbınız“ ال

değimliyim?.”

Ki, bunların kendilerine ait bir idrakleri var ki! bu mertebeye ait bu birlikteliği bu yaşantıyı idrak edip cevap verebiliyorlar. Bugün konuşulan “B” kelimesi bakın “B” harfi, bu mevzu ile ilgili daha geniş “B” harfi ile Sure-i Fetih bir başka mevzumuz olan sure-i Fetihte (48/19) bunlar biraz daha geniş olarak bulunmaktadır. “Bismillahirrahmanirrahim” (1/35( derken “B” nin “biismi” bölümünde de bunlar zaten vardır, dileyenler oralara da bakabi-lirler.

Kısaca tekrar edelim insan oğlunun bakın ruhlar âleminden başlayan bireysel serüveni ilk söyledikleri harf “B” harfidir. İnsan oğlunun ruhlar âleminde ma’nâ âleminde ilk konuşmaları, ağızlarını açıp kelâm söylemeleri “B” harfi ile başlamaktadır. Ayrıca Hz Ali Efendimizin Peygamber Efendimiz tarafından belirtildiği özel hali “Bab” yani ben ilim şehriyim Ali “Bab” kapısıdır, demek aynı zamanda “B” harfi bütün ilimlerin de kapısıdır, giriş kaynağıdır, “Bab” yazarken bir “b” ortada “elif” bir “b” de sonda vardır. Yani başta “b” sonda “b” ortada “elif” vardır.

İşte Kur’ân-ı Kerim’in başında lâfızda olan kayıtta olmayan “euzu “ de “elif” ile başlamaktadır, besmele de “B” ile başlamakta o halde “elif” ve “B” bütün ilimlerin anasıdır, atasıdır, ceddidir. “EB” oluşturmakta “EB” de “EBA” baba, ced, dede gibidir, işte bütün harflerin anası babası dedesi atası “elif” ve “B” harfleri “EB” harfleridir. İnsan oğlu ilk defa gerek Kur’an-ı Kerim’i okurken gerek âlem-i ervahta bu harfleri “B” harfini söylemekte, biz de Kur’ân-ı Kerîm’i okurken evvelâ “elif” ile başlamaktayız. “euzu “diye. Onların da orada ifadesi vardır.

Hadis-i Şerifte buyrulur, yani “ervah cünüd-ü mücennededir, onlardan tearüfü olanlar i’tilâf ederler tenakürü olanlar ise ihtilâf eylerler” yani birbirleri ile uygunluğu olanlar birlikte olurlar, ihtilâfı olanlar da birbirinden ayrılırlar, diyor.

Page 125: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

124

Bu hususta Hz Mevlânâ dahi buyururlar,

Tercüme: Libas tenden, ten de candan âgâh değildir. onun dimağında Allah gamından başkası yoktur.

Şimdi bu mertebe ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Yani mertebe-i ervah, âlem-i ervah, bu mertebe ayrılık ve gayriyyetten bir nevi üzerine Zât’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Ve ruh kendi Zât’ıyla kâim olup baka hususunda, yani bâki olma hususunda bedene de muhtaç değildir. Tecerrüd cihetinden mugayir-i bedendir, yani bedenin gayrıdır, fakat tedbir ve tasarruf cihetinden bedene taalluku/alâkası vardır. Tasarruf ve onu kullanma yönünden, bedenle ilgisi vardır.

Beden âlem-i şehadette ruhun sureti ve kemâlinin mazharıdır, yani zuhur mahalidir. Bakın bedenlerimiz neymiş, işte her birerlerimiz şu görüntülerimiz, ruhumuzun şekil almış yani sınırları çizilmiş hâlidir. Şimdi fiziki ma’nâda elimiz kolumuz kesildi, şu veya bu şekilde acaba ruhumuzun eli kesildi mi, ruhta böyle bir şey olmaz. Yani kesilme parçalanma kopma diye bir şey olmaz. Bakın aslımız yine sağlam yani trafik kazası oldu, her hangi bir şekilde ayağımız kesildi, koptu, ama gene de ruhumuz bütündür. Çünkü bizim aslımız bedenimiz değil ruhumuzdur. Hüküm de ruhumuzda, bedende değildir.

Beden arız, arıza gerçek olan ruhumuzdur. İşte ma’nâ âleminde bakın bu silüyet olarak varlıklarımız ilm-i ilâhide evvela a’yân-ı sâbite olarak ilim olarak vardır. Ruhlar âleminde bir bütün silüyet olarak var, lâtif silüyet olarak vardır, cisimler âleminde de görüntüye gelmiş olarak vardır, ama bütün bu mertebelerin hepsinin aslında a’yân-ı sâbitedeki programımız üzere varız.

Nitekim Hakk Teâlâ Hz leri buyurur, İsra Suresi 84. Âyetinde ه ت ل ى شاك عل ل م ع قل كل يـ

Buyurur “her şey kendi şakilesi üzere amel eder” Yani a’yân-ı sâbite programı üzere amel eder. Binaen aleyh ruh bedenden münfek/ayrı olmayıp ızhar için bir bedene ihtiyacı vardır, yani kendisindeki kemâli ortaya çıkarmak için, bir elbiseye muhtaçtır, her birerlerimizin sadece lâtif ruhları olsa şu anda şurada ruh olarak olsak, birbirimizi görmemiz tanımamız toka etmemiz konuşmamız dinlememiz mümkün olmaz. Ruhta bunlar a’yân-ı sâbite olarak, istidat olarak mevcud’tur, bunları kabul edecek bir bedene ihtiyaç vardır, Beden de mevcud ama bunları ortaya çıkarmak içinde kabiliyyet halk edilmiş bunların hiç birisi bize pat diye verilmiyor, çalışmamız gerekiyor,

Eğer bizde aslımızda bâtınımızda duyma hassası olmasa bize ebediyyen kimse bir şey duyuramaz, işte eğer onda konuşma hassası olmasa kimse o çocuğu konuşturamaz,

Page 126: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

125

Çocuk aileden gördü duydu da konuştu, bin senede oğraşılsa o çocuğa konuşma hassası yoksa bir kelime öğretilemez.

Tabi buraya eğitimde girmektedir. a’yân-ı sâbitemizin muallâk tarafındaki yaşantısı buralar ile ilgilidir, eğitilmek veya eğitilmemeklikle ilgilidir.

Ishar-ı kemâl için bedene muhtaçtır, kemalini ortaya koyması için ve eczayı bedene saridir. Yani bedenin cüzlerine saridir, hiçbir hücre yoktur ki insan bedeninde ruh oraya nüfuz etmiş olmasın. Yani orası ruhsuz olsun. İşte onun için iğnenin ucunu bedenimizin hangi mahaline dokundurursak hemen canımız yanmaya başlıyor. İşte onu hisseden beden değil, oradaki ruhtur. Eğer o hissi beden hissetmiş olsa, öldüğü zaman da onu hisseder. Ölen kişiye bir etki yapsanız duymaz çünkü ondan ruh ayrılmıştır, o bedendeki duyma ruha aittir. Konuşma ona aittir, oradaki saltanat ruha aittir o beden onun elbisesidir.

İşte bakın eğer biz kendimizi beşer, elbise olarak kabul edersek yandığımız gündür. Neden yandığımız gündür,? eğer bu bedeni biz kendi varlığımız olarak kabullenmiş isek nefsimiz nefs-i emmare yani tat alan tarafımız, nefis tarafımız “ben” olarak kabul ettiğinde toprak altına girdiğinde o nefis kendini “ben” olarak kabul ettiği için ondan ayrılamaz. İşte kabir cehennemi budur, kabir azabı budur. Orada o böcekler, o bedeni yedikçe orada çürüdükçe, o nefs-i emmâre dünyadaki gibi nasıl bizim bedenimize bir şey verdiği zaman geldiği zaman acı hissediyorsak! o beden tükeninceye kadar nefs-i emare, o acıyı hisseder. Neden,? çünkü, dünya kıyası ile, nefsimiz dünyada öyle şartlanmıştı.

Ama biz nefsimizi terbiye eder de, dersek ki, “ey nefis bu bedenin seninle ilgisi yoktur, bu bedeni bırak gitsin bu senin bineğindir”, bir kişinin arabası çürüğe çıktığı zaman, kendi çürüğe çıkıyor mu,? işte onun gibi. Eğer kendimizi bu dünyada, gerçek ma’nâda idrak edebilir isek, o zaman kabirde bundan kolayca ayrılmış oluruz, biz gideriz kendi alemimize, toprak beden de, toprağa suya havaya kendi ateşine, kendi unsurlarına gider, sen se sağ ben se selâmet ayrılırız. Eğer dünyada bu bedeni/aracımızı, ben olarak kabul etmişsek, o benlik orada devam eder, o şartlanma o anlayış bu bitinceye kadar dünyadaki gibi ızdırap çekeriz.

Çünkü nefis bununla bu bedenle, uzun seneler müşterek yaşadığı için, ve buna aşık olduğu için orada, kabirde bedenden çıktığı halde, bunu bilemez gene bir karış üstünde, orada kabrin içerisindedir. Yani şunu ayıralım, ruh kabire girmez, kabre giren nefistir.

Ruh kendi âlemine gider, ruh her şeyden münezzehtir ve ruhu kabir tutamaz, “ruhu Azrâil çıkarır, Allah da onu alır, çünkü ondandır”

Page 127: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

126

yani lâtif olanı kesif tutabilir mi,? ama nefsimiz kendini kesif olarak kabul ettiğinden, yani bu beden kabul ettiğinden, oradan çıkamaz ayrılamaz. Izdırapta, kabir azabı da, zâten budur.

Eczayı bedene saridir, onun sereyanı bedene hulûl ve beden ile ittihat suretiyle değildir. yani ruhun beden ile olan irtibatı bedene hulûl, yani ona girmek ile ve beden ile ittihad bedenin birleşmesi ile, yani ruh ile bedenin birleşmesi gibi bir şey değildir. belki onun bedene sereyanı, yani bedene olan tesiratı vucûd-u Mutlak-ı Hakk’ın, cemi mevcûdata sereyanı gibidir. Nasıl ki Hakk’ın mutlak vücûdu, yukarıda bahsedilen mutlak vücûdu, bütün bu âlem-i ecsam/cisimler, bütün âlem-i lâtif kesif bütün âlemlerde sâridir, sâridir, yani mevcuttur, işte ruhun bedendeki hâli de böyledir bütün bedende sâridir.

Bu itibare göre ruh ile cisim arasında min küllin vucuh mugayeret yoktur. Her yönden gayrılık yoktur. Nasıl ki Hakk bir cihetten eşyanın aynı ve bir cihetten gayrı ise, ruh dahi bir cihetten bedenin aynı, bir cihetten bedenin gayrıdır. Neden bedenin gayrı, çünkü kendisi bâki, beden ise gelip geçicidir, buradan ayrı ama, bedenle birlikte yaşadığından, bu süre içinde bedenden ayrı değildir.

Nisbahul Hidaye adlı kitabın sahibi buyururlar ki, ruhun marifeti ve onun zirve-i idraki, gayet refi ve meni’dir. Kemend-i ukûl ile ona vüsûl müyesser olmaz. Yani ruhun sonsuz oluşumları vardır, aklı kemende düşmüş, tuzağa düşmüş, yani sıkıntıda olan akıl, kısa olan akıl bunu pek anlayamaz, diye izahat veriyor. Onun keşfini kıskanıp ancak zebân-ı işaret ile beyananatta bulunmuşlardır. Yani ondan işaretlerle haber verilmiştir. Hani 17 /85 ayetinde

ل سئـ ي ال و لم ا ن الع يتم م ا اوت م ىب و ر ر ن ام ونك عن الروح قل الروح ميال قل

“Sana ruhtan soruyorlar de ki ey habibim ruh rabbımın emrin-dendir, size bundan az bir ilim verilmiştir” diye ifade edilmektedir. Ancak burada, soruyu soran Musevi alimleri olduğundan Musevilere bu ilimden az bir şey verilmiştir, diyor efendimiz. Tabi islâm ümmetine peygamberimiz tarafından ruh babında, eski kavimlere göre çok büyük bilgiler verilmiştir.

Bizim ulemâ-ı kirâm, işte âlimlerimiz de, kelâm âlimlerimizde, sanki bu âyet-i kerîme mü’minlere gelmiş gibi, ruhtan size az bir ilim verilmiştir diye o sahaya girmeyin derler, halbuki Yahudilere ruhtan az bir ilim verilmiştir. Çünkü bunu soran Yahudi âlimleridir. Biz bunu kendimize gibi zannediyoruz, ve kendimizi kısıtlıyoruz.

Page 128: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

127

Hz İzzet indinde en şerif bir mevcut ve en yakın bir meş’hut Ruh-u A’zâmdır. Hz izzet dediği Allah’ın yani Aziz olan Allah’ın yanında, en şerefli bir mevcut şerefli bir varlık ve en yakın bir meş’hut en yakın bir şuhut hali Ruh-u A’zâm’dır, zira Hakk Teâlâ

onu “min ruhina 15/29 âyetinde وحى ن ر م ve 21/ 91 beyanı

âlisiyle kendisine izafe buyurdu. İnsana lütfedilen ruhu Cenâb-ı

Hakk iki vecihte bildiriyor. وحى ن ر يه م نـفخت ف و 15/29 yani

“ben ruhumdan üfledim, aynı mertebede “Min ruhina” biz ruhumuzdan üfledik demek suretiyle Zât’ının Sıfatlarının Ef’âlinin mertebelerinde olan, bütün ruh mertebelerinden üfledik ma’nâsındadır. Diğer ifadeyle de, Zât’i sıfatlarının hepsinin hakikatleri üzere üfledik bizden kastı odur. “Ben” den kasıt doğrudan doğruya Zat’ından yani “Zat’ımdan üfledim” demek suretiyle bayan-ı âlisiyle kendisine izafe buyurdu. Yani açık olarak bize, Ruh’un kendine ait olduğunu bildirdi.

İşte biz o kadar yüksek şerefe haiz varlıklarız ki Allah’ın Zât’ının

ruhunu taşımaktayız. Ama bize ilk olarak وحى ن ر يه م نـفخت ف و

ruhi sultani verilmektedir. Ruh-u sultaninin tarifini de evliya-ı kiram şöyle demişler, bakın şurada belirtilen Ruh-u A’zâm, en yüksek ruh mertebesidir ki, en geniş ma’nâda zuhur mahalli efendimiz Muhammed (s.a.v.) dir. “Biz sana emrimizden bir Ruh vahyettik” (42/52) diye belirtilen ayet-i kerime de Ruh’u vahy ettik, gerçi tercümeye bakıldığı zaman Kur’an’ı vahy ettik, diye geçer ama orada Kur’an denmiyor “Ruhu vahy ettik” diyor, ama kelâm ehli bu ruhun ne ma’nâda olduğunu idrak edemeyince, en yüksek lütuf peygamber efendimize indirilen, Kur’ân-ı Kerîm olduğu için, O diye ifade ediliyor. Gerçi Kur’ân-ı Kerîm de, bir başka yönden Ruh-u A’zâm’dır, o da ayrı meseledir.

Yani Ruh-u A’zâm’ın tecellisi, ile Ruh-ul Kuds meydana çıkmaktadır. Ruh-u A’zâm’ın zuhur mahalleri, tecellileri, kudsi tecellileri, Ruh-ul Kuds ismi ile, diğer ifade ile de, İsâ (a.s.) dan da bahsedilen ve orası onun doğduğu mertebedir. Sıfat mertebesi. Ruh-ul A’zâm-ı şöyle tabir ediyorlar, Ruh-ul A’zâm ve Ruh-ul

Kuds’ün mahlûka dönük yüzü وحى ن ر يه م نـفخت ف و dir. Diye

belirtilmektedir. Eğer doğrudan doğruya Âdem (a.s.) a Ruh-ul Kuds üflenmiş olsaydı, İsâ (a.s.)a üflenen, buna Âdem (a.s.) dayanamazdı, ve o mertebeler bize kapalı kalırdı. Beşeriyet mertebeleri kapalı kalırdı, hep kudsi mertebelerden olurduk, ama o mertebeden onları anlamamız mümkün olmazdı. Yani seyr-i sülûk olmazdı.

Page 129: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

128

İşte mahlûka dönük yüzüdür, “Venefahtü” sü. Bu mahlûka dönük “venefahtü” den İlâh’a dönüş mümkün olmaktadır. Çünkü aslı kutsiyetten gelmektedir. Ve bu Ruh ruh-u Sultâni, yapılacak olan seyr-i sülûk’te, ilk şey bu hakikatı idrak etmektir. Yani hayal ve vehim cennetinden beden arzına “venefahtü” yü indirmek, gerçek Âdem’lik o dur. Yoksa Âdem (a.s.) şöyle dua etti böyle etti biz de şu duayı yapalım, gibi şeyler sevap kazandırır, başka hiçbir şey kazandırmaz. Hakikati ancak irfaniyet kazandırır. Tabi bunlar kendi başına ayrı ayrı, konulardır ama özet olarak geçelim.

İmâm-ı Gazali H.z lerine birkaç genç gelmiş, “efendim bize ruhtan biraz malumat verirmisiniz” demişler, İmâm-ı Gazali nin söylediği söz ne kadar hoş bir söz, tabi onların sözlerinin hepsi hoştur, anlatırken diyor ki, “bana birkaç kabiliyetli genç geldi, Ruh’tan sordular, ben de kendilerinde kabiliyet gördüğümden, yani a’yân-ı sâbitelerindeki o hakikati, o taleplerinden bu kabiliyeti istidatları olduğunu taleplerinden anladım talepleri de kabiliyetlerini ortaya çıkartmak için çalıştığı şeydir. Kendilerinde kabiliyet gördüğümden Ruh’u onlara anlatmaya başladım.

Bu arada O’nu bir başka dinleyen de varmış, İmâm-ı Gazali’nin ruh mertebelerini anlatıyorken, onunla münazaa etmeye başlamış. Yani olur mu bu şey, Allah’ın Kudsi Ruh’u insana üflenir, üflenir ama o beşerdir, gibilerden ef’âl mertebesinden kesret çokluk mertebesinden, şirk mertebesinden baktığı için, tevhide dönüştüre-mediğinden anlayamamış, İmâm-ı Gazalinin söylediği sözleri. Ondan dolayı Onunla münazaa ediyormuş, karşılıklı münakaşa türü bir konuşma geçiyormuş, daha sonunda demiş ki “ey münazaa

eden kişi” نـفخت و dahi bir anlatma tarzıdır, mecazdır yani gizli bir

anlatımıdır, daha çok açarak, وحى ن ر يه م نـفخت ف و “ben ona

ruhumdan üfledim” dendiği zaman sanki ayrı gibi, bir başka yere aktarılmış gibi, o bunu daha da açıyor, “ruh onun gayrı mıdır ki” neden münakaşa edip duruyorsun? diye, Allah diyorsa, ben ona ondan verdim, ruh da Allah’ın gayrı değilse, ne demek? kendimden verdim demektir, bunun daha ötesi de yoktur. Yani a’yân-ı sâbite hakikatlerimiz itibariyle, her birerlerimizde Hakk’ın Zât’ından da, Sıfatından da, Esmasından da, Ef’alinden de, Zat-ı Mutlak’ından da, mukayyedinden de, hepsinden ne varsa âlemde hepsi bizde mevcuttur işte bu yüzden insan bu âlemin özüdür.

Hani Muhiddin-i Arabi Hz leri öyle diyor, 18 bin âlemi mümkün olsa da bir havan içine koysanız hepsini dövseniz, ortaya çıkan hülasa İnsân-ı Kâmildir diyor.

Page 130: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

129

Yakıyn bir meşhut Ruh-u Azam’dır, zira Hakk Teâlâ وحى ن ر م

15/29 ve ا وحن ن ر م 21/91 beyan-ı âlisi ile kendisine izafe

buyurdu. Yani ruh benimdir dedi. Âdem-i Kebir bakın halife Âdem, Âdem-i Kebir yani büyük Âdem halife-i ûlâ (yüce halife) yani Âdem (a.s.) ın lâkaplarını söylüyor, tercümân-ı ilâhi, Allah’ın tercümanı Miftah-ı vücut, yani vücûdun anahtarı, bu beden vücûdu değil, âlem mevcudiyetinin anahtarı, ki besmele de odur, kalem-i icat, yani icat eden kalem, Cünd-ü Ervah, ruhlar ordusu, onun evsafındandır. Bakın o venefahtü’nün vasıflarındandır ki o da insana verilmiştir. Bütün bu vasıflar da aynı zamanda insanındır.

Şebeke-i vücûda düşen ilk sayd/av o idi. Meşiyeti kadime onu âlem-i halkta kendi hilâfatına nasb etti. Şebeke-i vücûd; bütün âlem vücûduna düşen ilk av o idi. Diyor bakın ne güzel bir av değil mi. Meşiyet-i kadîme yani ilâhi ezeli dileme onu âlem-i halka kendi hilâfetine nasb etti. Yani İlâhi dilek Allah’ın ezeli dileği bu âlemlere onu halife nasb etti. Esrar-ı vücut hazinelerinin mekâlidini ona tenfiz eyledi. yani anahtarlarını kilitlerini ona verdi, onunla vazifelendirdi. Onu onda tasarrufa mezun kıldı, ve onun üzerine bahri hayattan bir nehr-i azim açtı, hayat denizinden ona geniş büyük bir nehir açtı. Hayat deryasından ona bir nehir açtı aksın diye. Ta ki feyz-i hayat dâimâ ondan istimdat ede. Hayatın feyzi dâimâ o imdat edilene yetişe.

Eczayı kevn üzerine iki âlemin cüzleri üzerine ifaza eyledi, feyiz verdi. Bu suret-i kemâlât-ı ilâhiye makarr-ı cemde yani Zât-ı Mukaddesten muhalli tefrikaya yani kudsi makamdan tefrika fark alemine yani bu âleme yani âlem-i halka bunları eriştire. Ve a’yân-ı tefasilde yani tafsilatlı a’yân-ı icmalden münkeşif oldu. A’yân-ı tefasile yani tafsilatlı a’yân a’yân-ı icmalden toplu olan a’yân’dan tafsilat âlemi münkeşif oldu, inkişaf etti, açıldı. Keramet-i Cenâb-ı İlâhi O’na iki nazar bahşetti, iki yönüyle baktı, biri Celâl-i Kudreti ezeliyetin müşahedesi için ikincisi Cemâl-i Hikmeti ezeliyetin mülâhazası için, anlaşılması için.

Birinci nazar akl-ı fıtrıden ibarettir ki mukbildir, önceliklidir ve onun neticesi muhabbet-i Cenâb-ı İlâhidir. İkinci nazar; akl-ı halki ve müdbürden ibarettir, onun neticesi nefs-i küllidir. Ruh-u izâfinin aynı cemden istimdad eylediği her bir feyzi nefs-i külli kabul eder, onun mahalli tafsili ruh-u izâfi ile nefs-i külli arasında şiil ve infial ve kuvvet ve zaaf hasebiyle zâhir oldu. Onların rabıta-i imtizaç ve vasıta-ı izdivacı ile mütevellidad-ı ekvan mevcut oldular. Yani bütün bu âlemler onların izdivacından meydana geldi.

Binaenaleyh kaffe-i mahlûkat bütün mahlûkat ruh ile nefsin neticesi ve nefis ruhun neticesi ve ruh emrin neticesi oldu. Yani bütün bu mahlûkat ruh ile nefsin neticesidir. Yani ruh ile nurun

Page 131: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

130

izdivacından bu âlemler meydana geldi diye de belirtiliyor burada ruh ile nefsin neticesi ve nefis ruhun neticesi ve ruh emrin neticesi hani ruh "Rabbi“min emrindendir” 17/85 âyetinde belirtildiği gibi.

Zira Hakk Teâlâ ruhu hiçbir sebeple değil ancak Zât’ının Zâtiyetiyle ıshar eyledi. Emir ile işaret olunması o sebepledir, vesaireyi de vasıta-ı ruh ile ıshar etti ki halk ondan ibarettir. Âlem-i şehadette vücud-u Âdem mashar-ı Ruh oldu, Âdem’in vücudu ruhun zuhur mahali oldu. Vücud-u Havva mashar-ı suret-i nefs oldu, suret vücudun sebebi nefsi oldu, beni Âdem’in sureti zükurunun tevellüdü ruh-u külli suretinden müstefattır, yani istifade etmiş meydana gelmiştir, velâkin sıfat-ı nefs ile mümtezicdir, yani nefis sıfatı ile birliktedir ve tevellüdat-ı inas yani insanların doğumları tevellüd etmeleri sıfat-ı ruhun imtizacı ile nefs-i külli suretinden zâhir oldu.

Bu cihetten hiçbir suret-i inasta meb’us olmadı, zira nübüvvet nüfus-u beni Âdem’de tasarruf ve alem-i halkta tesir hususunda zukuret nisbetine haizdir. Vel hasıl ayn-ı vahide olan vücud-u vahidiyet yine ayn-ı vahide olarak mertebe-i ruhiyete tenezzül etmiş ve rütbe-i vahidiyette nasıl ki bil cümle esmanın suver-i ilmiyyeleri yek diğerinden temayüz etmiş ise yani ayrı ayrı belirlenmiş ise mertebe-i ruhiyette dahi onların zilâli olan ervah yani gölgeleri olan ruhlar dahi öylece yek diğerinden temeyyüz etmiştir, yani birbirlerinden ayrılmıştır, böylece bu mertebede dahi Zat’ı itibariyle vahid ve nisebi itibariyle kesirdir.

Yani Ruh denilen şeyler Zât’ı itibariyle tek ama şuunat zuhurları itibariyle de kesirdir, yani çoktur. Her bir ruh ayn-ı vahideden nesebinden biridir. Ve her bir ruh ayn-ı vahidenin yani tek aynın niseblerinden yani suretlerinden biridir.

Hakikat-i Melâike-i kiram Şimdi bakın “Melek” dediğimiz şeylerin hakikati nedir, hani

genelde kanatlı uçuşan lâtif ruhani, nurani varlıklar olarak bilinir. Ma’lum olsun ki vücudun yukarıda tafsil olunan suver-i ilmiye yani hakikat-ı insaniye mertebesinden tenezzülü yine o mertebede sabit olan sıfat-ı kudretin mezahiri yani kuvva ile vâkidir. Zira vücutta kudret ve kuvvet olmayınca irade ettiği bir şeyin icadı mümkün olmaz. Allah Teâlâ Hz leri “zül kuvvetil metin” dir ve Kudret Sıfatı saire gibi vücud-u hakikinin şuunatından bir şe’n olduğu cihetle Zat’ının gayrı değildir.

Böyle olduğu halde maddiyyun onu müstakil bir şey zannedip menşeyi tekvini ki müstakil vücuda istinad ettirdikten sonra birine madde diğerine kuvvet demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm onların vehme müstenid bir zanlarından ibarettir. Tekrar başa geçerek bunları anlamaya çalışalım.

Page 132: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

131

Ma’lum olsun ki, yani şöylece bilelim ki vücudun, mutlak vücut ve bu mertebelerdeki daha evvelki yerlerden okuyamadığımız yerlerde de vücut mertebelerini anlatmakta idi, bu vücud-u mutlakın tafsil olunan suver-i ilmiye, ilmi suretler bölümü yani hakikat-ı insaniye mertebesinden tenezzülü vücud-u mutlakın hakikat-ı insaniye mertebesinden tenezzülü yine o mertebede sabit olan yani o mertebede mevcut olan sıfat-ı kudretin mezahiri yani kudret sıfatının zuhurudur. Yani kuvva ile vakidir. Zira vücutta kudret ve kuvvet olmayınca irade ettiği bir şeyin icadı mümkün olmaz. Yani herhangi bir şey bizler de yapmaya kalksak eğer bizde de İrade ve Kudret olmamış olsa biz hiçbir şey yapamayız. İşte bütün âlemlerde de Cenâb-ı Hakk Allah Teâlâ Hz leri zül kuvvetil metin dir, Esma-ul Hüsnada da geçmekte ya ve kudret sıfatı-ı saire gibi yani diğer sıfatlar gibi vücud-u hakikinin şuunatından bir şuun bir şen bir bölüm olduğu cihetle Zât’ından gayri değildir. Yani Kudret sıfatıdır.

Böyle olduğu halde maddiyun onu müstakil bir şey zanneder. Yani madde âlimleri kudreti, Hakkın Zât’ından ayrı bir şey olarak zannederler böyle karar verirler. Menşe-i tekvini yani zuhura gelişi iki müstakil vücuda istinad ettirirler. Yani zuhura gelen varlıkları iki kuvvete bağlarlar. İki kuvvete istinad ettirdikten sonra birine madde, diğerine de kuvvet demişlerdir. Şüphe yok ki bu hüküm onların vehme dayanan bir zanlarından ibarettir. Yani madde ve kuvvet ayrı şeylerdir demişlerdir. 53/30 ve 10/36 âyetlerinde buyurur.

ن ضل عن ٣٠﴿ م مب بك هو اعل ن ر لم ا ن الع م م غه ل بـ ك م ل ﴾ ذن اهتدى م مب هو اعل ه و يل سب

53/30- Onların bilgiden yana erişebilecekleri işte bu kadardır. Muhakkak ki Rabbin, yolundan sapmış olanı en iyi bilendir. Ve O, hidayete ereni de en iyi bilendir.

ن ٣٦﴿ ا ا ئ ق شي ن احل غىن م ن الظن ال يـ نا ا ال ظ هم ا ر ع اكثـ تب ا يـ م ﴾ وون ل فع ا يـ يم مب عل الله

10/36- Onların birçoğu (kupkuru bir) zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki Allah onların ne yaptıklarını bilir.

Ef’âl kuvvet ile tezahür edeceğinden yani her hangi bir fiil kuvvet ile meydana geleceğinden Ef’âl-i İlâhiye dahi melâike-i Kiram ile zâhir olur. Şimdi burada biraz benzeyiş verdi yani bazı terimleri anlattı, ön bilgi verdi, esas melâike-i kiramın nasıl

Page 133: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

132

meydana geldiğini şu satırlarda anlatmaktadır. Ef’âl yani fiiller kuvvet ile tezahür edeceğinden bakın her birerlerimiz ne iş yaparsak yapalım, bu kuvvet ile meydana gelmektedir. Yürümemiz, kalkmamız, konuşmamız, mesleğimizi yapmamız hep bir kuvvet ile olmaktadır. Ef’âl kuvvet ile tezahür edeceğinden ef’âl-i İlâhiye dahi, Allah’ın fiilleri dahi melâike-i kiram ile zâhir olur. Yani bütün bu âlemde her ne türlü vak’a meydana geliyor ise bir kuvvet ile olur, bunun da ismine melâike-i kiram denmektedir. Kuvva-ı ilâhiyyenin yani İlâhi kuvvetlerin ismi lisân-ı enbiya aleyhimüsselâmda melâikedir. Yani Allah’ın kuvvetinin peygam-berler lisanındaki ismi melâikedir. Cem olarak tek olarak “melek” denmektedir. Öyle hayellerimizde uçuşan kaçışan silüyetler düşünmeyelim, ancak o şekilde olan kuvvetler de vardır, Allah’ın değişik tipte kuvvetleri vardır onlar da onlardan biridir. Ama melek zâten kuvvet demektir.

Tekrar edelim ef’âl-i İlâhiye dahi melâike-i Kiram ile zâhir olur. Kuvayı ilâhiyenin ismi yani ilâhi kuvvetlerin ismi lisân-ı enbiya aleyhimüsselâm da melâikedir, yani peygamberlerin lisanında ilâhi kuvvetlerin ismi melâikedir. Zira melek “kuvvet” ve “ şiddet” ma’nâsınadır. Melâike iki kısımdır birisi tabii, diğeri unsuridir. Melâike-i tabiyyun anasırın bulunmadığı fezada suver-i tabiyeden mütekevvin olan ervah-ı ulviyyedir. Melek kuvvet ve şiddettir, peki burada insan nedir, insan Sultandır, sultan da güç demektir. Melekler kuvvet, insan güçtür. Çünkü kuvvetler güce bağlıdır. Esas olan güçtür, gücün zuhurları da kuvvet ile meydana gelir. Onun için insan bu babda da melâike-i kiramdan yücedir ve onun için Ruh-u Sultani denmiştir. Ve o yüzden melekler kuvvetler güç sahibi olan Âdem (a.s.) a bu yüzden secde emrini almışlardır.

Zira melek kuvvet ve şiddet ma’nâsınadır, melâike iki kısımdır, birisi tabii ama bizim tabiata bağlı tabii ma’nâsına değildir, fıtri olarak tabii her hangi bir sebebe dayanmadan maddeye dayanmadan tabii diğeri unsuridir, anasır yani madde kaynaklı meleklerdir. Nasıl bizde bedenimiz unsurdan anasır, anasır-ı erba dört unsurdan meydana gelmişiz, işte melâike-i kiram da bu âlemde olan melâike-i kiram da unsuridir. Melâike-i tabiiyyun yani tabii melâikeler anasırın bulunmadığı yani bu dört unsurun bulunmadığı fezada yani gökler âleminde suver-i tabiiyyeden yani tabi suretlerden mütekevvin olan ervah-ı ulviyedir. Yani ulvi ruhlardır.

Yüksek ruhlardır, yüksek meleklerdir. Bunlar fezada mütekevvin oldukları yani fezada meydana geldikleri ve anasırdan mürekkep meydana gelmiş olan cisimler ile münesebaddar olmadıkları cihetle Âdem’e secde ve serfuru ile emir olunmadılar. Bakın ne kadar mühim bir bilgi burası. Yani meleklere Âdem’e secde edin denildiği zaman bu tabii melekler, Âdem’e secde ile emir olunmadılar, unsuri melekler Âdem’e secde emir olundular. Yani yeryüzündeki

Page 134: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

133

melekler Âdem’e secde emri aldılar. Yani unsiri olan bu madde âleminden meydana gelenler Âdem-e secde emri aldılar, diğerleri tabii olanlar secde emri almadılar.

بسم الله الرمحن الرحيم Kaldığımız yerden devam edelim Fusus’ul Hikem

Mukaddime sayfa 27 Melaike-i Kiram bölümü:

Âdem’e secde iile serfuru ile emir olunmadılar. Kimlerdi bunlar, Tabii meleklerdi. İkincisi Melâike-i Unsuriyyun dur yani anasır kaynaklı unsur kaynaklı meleklerdir, bunlar anasıra mensup olan ervahtır. Yani toprağa unsurlara su hava ateş toprak bunlara mensub olan yani onlardan var olan ruhlardır ve Âdeme secde ve iteat ile mükelleftirler.

Melâike-i Kiram ihtiyar sahibi olmayıp, ama insan ihtiyar sahibidir, mesuliyeti de o oradandır. Melekler ihtiyar sahibi olmayıp o kuvvanın sahibi olan yani o melek olan o kuvvetin sahibi olan Zât-ı Uluhiyetin iradesine tabi olduklarından haklarında 66/6 âyeti âyetinde buyurulmuştur.

قودها الناس ٦﴿ ا و يكم نار اهل ا انـفسكم و نوا قـو ا الذين ام ا ايـه ﴾ يهم ر ا ام م صون الله ع كة غالظ شداد ال يـ لئ ا م ه يـ ة عل احلجار و

و ا ي ون م ل فع يـ ون و ر م ء 66/6- Ey inananlar! Kendinizi ve çocuğunuzu cehennem

ateşinden koruyun. Onun yakıtı, insanlar ve taşlardır. Görevlileri, Allah’ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine duyurulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir.

Nitekim vücud-u insanideki kuva dahi insanın iradesine tabidir. Az önceki söylediğimiz hadisedir. Vücud-u insanın insandaki kuvvetler dahi insanın iradesine tabidir. Yani elimizi kaldırdığımız zaman bizim irademizle oluşan bir kuvvettir ve bu kuvvet insana tâbidir. İnsan iradesini bir şeye tevcih edince yani insan yapmak istediği şeye yönelince o kuvvet o şeye masruf olur, oraya sarf edilmiş olur ve asla tahalluf etmez. Yani o kuvvet oraya yönlendirilmiş olur ve bu kuvvet hayır ben bunu yapmam diyemez, ihtilâf edemez. İnsanın iradesine karşı gelemez. Melâike-i unsuriyyun avalim-i bi nihaye yani nihayetsiz âlemlerde âlem-i kesifenin tedbirine memurdurlar. Kesif âlemlerdeki tedbire memurdurlar. Yani buranın düzenlenme sine yaşantısına faaliye-tine devamına memurdurlar, melâike-i unsiriyyunlar. Yani sonsuz kesif âlemlerin tedbirine memurdurlar yani buranın faaliyetlerine

Page 135: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

134

memurdurlar. Bunların adadı yani adetler, sayıya ve sınırlandırmaya gelmez. O kadar çoktur. Melâike âlem-i his ve şehadette eşhas-ı kesife gibi görünmezler. Bakın melâike-i kiram âlem-i his ve şehadette yani bu içinde bulunduğumuz his ve şehadet aleminde şahs-ı kesif yani bizler gibi kesif şahıslar olarak görünmezler.

Zira ervahtır, âlem-i hayelde suver-i muhtelife mütemessilen meşhut olurlar. Yani his ve şehadet âleminde melâike-i kiram müşahhas varlıklar olarak oluşmazlar görülmezler. Ancak âlem-i hayelde yani hayel aleminde rüya âlemi gibi hayel âleminde berzah âleminde muhtelifeye mütemessilen yani muhtelif suretleri temsilen muhtelif suretler gibi temsilde meşhud olur, yani görülürler. Lâtif olarak görülürler. Onu da herkes göremez. Bu temsil yani melâike-i kiramın bu temsili görünüşü rainin ahval ve itikadatı ile münesebattır. Yani rüya âleminde lâtif âlemde rainin, yani rüyayı gören kişinin halleri ve itikadı istikametinde görür. Yani idrak ve anlayışı istikametinde melâike-i kiramı nasıl tahayyül ediyorsa o suret ve halde görür.

Hz Cibrilin Cenâb-ı Meryem’e diğer melâike-i kiramın Lut (a.s.) ve sair enbiya-ı aleyhimüsselama ve evliyaya ve sülehaya temessülleri gibi. Cebrâil (a.s.) ı nasıl görmüştü Meryem ana, insan suretinde görmüştü, ama Meryem ana gitseydide farz-ı misal o kişiye elini dokunarak beni koru veyahutta bana yardım et deseydi, elini değdirseydi eliiçinden geçer giderdi. Çünkü onlar lâtif varlıklardır, kesif değildir. ancak karşıdan gördüğü için onu gerçekten insan zannetti. Yani o sınırlar içerisinde insan zannetti ve onun için senden Rahman’a (19/18) sığınırım dedi. Bakın Allah’a sığınırım demedi, rabbıma sığınırım demedi, Rahman’a sığınırım dedi.

Neden, çünkü mertebe-i Rahmaniye bütün âlemlere rahmet dağıtıyor, o yüzden. Onların bu temessülleri yani lâtif olarak görünmeleri esnasında rainin nezdinde hazır olanlar bu melâikeyi müşahede edemezler. Yani melâike-i kiramın lâtif varlıklar olarak temessül ettiğinde onları gören rainin yanında hazır olanlar bu melâikeyi müşahede edemezler. Zira âlem-i hayale dahil olan ancak raidir. Hayel âlemine dalan ancak o gören kimsedir. Mekke-i Mükerreme’de Kâ’be-i Muazzama’nın çevresinde bu tür haller oluşabiliyor, meselâ diyor ki aaa şurada şu var, yanındaki ben bir şey görmüyorum diyor, neden sadece o gören kişiye görünüyor onlar sadece veya o gören kişinin kabiliyeti açılarak onu müşahede ediyor, orada var, diğerleri müşahede edemiyor, neden kesif baktıkları için.

Meğer ki o kişinin çevresinde hazır olanlardan da âlem-i hayele nüfus eden bir kimse varsa o da görür diyor. Bu temessülü bunlar da görebilirler melâikenin vucuh-u tasarrufatı kanatlara teşbih buyurulmuştur, yani melâikenin vecihleri, yönleri kanatlara

Page 136: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

135

benzetilmiştir. 35/1 âyetinde bu kuvvanın semavat ve arzda tesiratı mütenevvia ile kesiresi vardır.

سال اوىل ١﴿ كة ر لئ ض جاعل الم االر ات و و م له فاطر الس د ل م ﴾ احلزيد ىف اع ي ب ر ث و ثـل ثـىن و حة م ى كل اجن عل ن الله ا شاء اي لق م اخل

ء قدير شى 35/1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah’a mahsustur. Yaratmada dilediği kadar artırır. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.

Yani melâike-i kiramın yani bu kuvvetlerin semavat ve arzda değişik değişik nevilerle çok kesiresi vardır. Yani değişik şekilde faaliyet gösterirler. Vücud-u mutlakın meratip ve etvar-ı mutelifisindeki tedbirat bu kuvva vasıtasıyladır. Yani mutlak vücudun meratib ve etvar, yani mertebe ve tavırlarda yani muhtelif mertebe ve tavırlarda tedbiratı tedbir alması yani âlemlere hâkim olması hükmetmesi bu kuvvetlerledir. Bunlar canib-i Uluhiyetten, uluhiyyet canibinden Uluhiyyet merkezinden veya yönünden her bir mertebeye ve her bir tavıra irsal olunurlar. Her bir mertebeye ve her bir oluşuma gönderilirler. Yani bazıları enbiyaya vahy ile bazıları evliyaya ilham ile ve eşhas-ı saireyi insaniyeden her birine ve hayvanat ve nebadata ve cemadata yani hayvanlara ve madenlere vel hasıl bil cümle eşyaya umur-u muhtelife-i kesirenin tasrifi ve tedbiri için irsal olunurlar. Yani bütün alemlerdeki fiillerin oluşumların tasrifi ile sarf edilmesi ve tedbir edilmesi düzenlenmesi için gönderirler.

Her hangi bir meleğin kendisinden müteessir olan şeye bir tesir ile ittisali onun kanatlarıdır. Her hangi bir meleğin yani herhangi bir kuvvetin kendisinden müteessir olan yani kendisine tesir eden o malzemeye o varlığa tesir eden her bir şeye tesir ile ittisali yani oraya ulaşması onun kanadıdır. Böylece her bir cihet-i tesir bir kanat olmuş olur. Yani melâike-i kiram hangi yöne tesir etmişse oraya giden lâtif kuvvet onun kanadı hükmündedir. Melâikenin kanatları yani vucuhu, tesiratı adede münhasır değildir. Melâikenin kanatları adetle sınırlandırılmış değildir. Belki onların tesiratı mütenevvia kesiresi hasebiyle yani değişik değişik tesirleri dolayısıyla kanatları gayri kabili tadattır. Yani kanatların sayılması mümkün değildir.

Onun için (s.a.v.) Efendimiz leyleyi miraçta Cebrâîl (as) ı altı yüz kanatlı olarak müşahede ettiklerini beyan buyurmuşlardır. Bütün ufku kapladığını söylemiştir. Maksad-ı alileri yani bundan yüce maksatları 35/1 âyeti Kerîme’si gereğince vücud-ı tesiratın kesretine işaret buyurmaktır. Yani tesir yönlerinin çokluğuna

Page 137: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

136

işarettir altı yüz kanatlı görmesi. Aslında 600’ün sıfırlarını kaldırdığımız zaman 6 kalmakta ki bu da altı cihete olan tesirini de göstermektedir. Ön, arka, sağ, sol, alt ve üst olmak üzere. Zâten başka da cihet de yoktur. Yani melâike-i kiram bütün bu cihetlerde tesirlidir, faildir ama Hakk’ın emri ile.

Şimdi Uluhiyetin âlem-i anasıra muhit olan dört kuvve-i külliyesi vardır, Uluhiyetin yani Allah’ın âlem-i anasıra muhit olan yani bu unsur âlemine muhit olan kaplamış olan dört kuvve-i külliyesi vardır. Dört külli kuvveti vardır. Kül yani geniş kuvveti vardır ki, onlara lisan-ı şeriatta Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfil ve Azrâîl (a.s) tesmiye olunur. Yani bu isimler verilir şeriat mertebesi lisanında. Bunlara tabi olan melâikenin ise haddi ve hesabı yoktur.

Cebrâîl (a.s.): İlâhi gayb hazinesinde olan gizli ma’nâları âlem-i surete isal ve ifaza eder. Yani oraya ulaştırır ve onu feyizlendirir. Binaenaleyh her bir ferdin kalbine âlem-i gaybdan nazil olan mânii kuvve-i natıka vasıtasıyla harf ve savt ile ısharı ve batınından haber verip ıshar eylemesi vücuh-u cibrilden bir veçhin tesiriyle vaki olur. Yani insanların kalbine gelen ilm-i ilâhi Cebrâîl (a.s.) ın tesirlerinden bir tesir ile olur. Çünkü O ilim getirmektedir. Hz Cibril Hakikat-ı Muhammediye mertebesinden taayyün-u Muhammediye mertebesine kaffeyi vucuhu ile nâzil olduğundan Kur’an-ı Kerim hakkında 6/59 âyetinde buyurur,

ر ٥٩﴿ بـ ا ىف ال م م ل ع يـ ال هو و ا ا ه م ل ع ب ال يـ ي ح الغ فات م ده عن ﴾ ول ع ال يـ قة ا ر ن و ا تسقط م م حر و الب ض و ات االر م ل ال حبة ىف ظ ا و ه م

ني ب اب م ت ال ىف ك ابس ا ال ي طب و ال ر و6/59- Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir.

Karada ve denizde olanları O bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı, kuruyu ancak O bilir ki, bunların hepsi apaçık bir kitap (olan Levh-i Mahfuz) dadır.

Buyurulmuştur, Cebrâîl (a.s.) bu özelliği ile bütün âlemleri kaplamıştır. Cebrâîl dediğimiz zaman sadece bir fert melek değil, işte Hz peygambere geldi gitti diğer peygamberlere geldi gibi bir fert değil, Cebrâîl ismi ile belirtilen nokta zuhur mahalli olarak belirtilen ama bütün âlemlerde sari ve cari olan ve emrinde de sayılamayacak kadar aynı güçten askerleri olan bir kuvvettir. Cebrâîl (a.s.) bu hususiyeti ile bil cümle avamile muhittir, bu vazifenin tafsilatını icraya memur onun tedbiri tahtında sayıalamayacak hesap edilemeyecek çok da melek kuvvetleri de vardır ona bağlı kuvvetler de vardır ve O’na ruh-ul Emin de derler.

Page 138: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

137

Mikâîl (a.s.): Muhtelif mahlukat sınıflarının her birerine mahsus olan erzakın hıfzına veznen tartı ve keylen ölçü ve tartı ve adeden miktaren her bir hakkı zi hakka itaya müvekkel olduğu için bu kuvvete Mikâîl tesmiye olundu. Bu hususta Hz Mikâîl’in dahi her mahlûka bir tesir ile ittisali vardır. Yani bir ulaşması bütünleşmesi vardır. Bu haşyeti ile o dahi avamili muhittir yani bütün âlemleri çevrelemiştir, ve kezalik bu vazifenin tafsili icraya memur onun tahtı idaresi altında nihayetsiz melâike vardır. Hatta sath-ı arza düşen bir katre-i baran yağmur damlası bir kuvvet ile nazil olur.

Yani yağmur damlası dahi bir kuvvet ile yani bir melek ile iner, yeryüzüne nazil olur, yani hiçbir yağmur tanesi kendisine verilen yerden başka bir yere düşmez. Melâike-i kiram aldığı emir ile onu yerine indirir. Bazı yağmurları görürüz, şakuli gelmez, yan yan gelir, rüzgar geldi onları itirdi denir, o o toprağın rızkıdır, ayrıca rüzgar da bir kuvvettir, onu asli yerine indirir ve işi tamamlanmış ölmüş olur. Hatta sen bir şeyi vezn ettiğin tadat ve takdir eylediğin vakit sende vücuh-u mikâîl’den bir veçhin tesiri vaki olur. Rızıklardan sen birisine rızık verdiğin zaman Mikâîl (a.s.) ın veçhinden yani yönünden bir vecih sende faaliyete geçtiği için onu vermiş olursun. Yani o kanaldan vermiş olursun.

Azrâîl (a.s.) : Ma’nâdan ibaret olan ruhu, suretten ibaret olan ebdandan tefrik eder. Ma’nâdan ibaret olan ruhu suretten ibaret olan bedenlerden ayırır. Âlem-i zâhirde mevcut olan her bir suret-i kesife bir ma’nânın ısharı içindir, o ma’nâ o suretin ruhudur. Böylece zerreye varıncaya kadar âlem-i zâhirde vaki olan tefessüt yani bozulma tasarruf-u Azrâîl ile husule gelir. Bakın sadece insanların canlarını almıyor, bütün âlemde kevn ve fesad işte her an Azrâîl (as) kevin fesad yapıyor. Yani bozuyor, öldürüyor her an. Hayy ismi ona yeniden hayat verdiğinden kevn ve fesad olma ve bozulma bu alemin özelliğindendir.

Şimdi Azrâîl (a.s.) dahi bu haysiyeti ile avamili muhittir. Yani bütün âlemleri çevrelemiştir ve onun taht-ı emrinde dahi nihayetsiz melâike mevcuttur. Sen suver-i mevcudadın birini ifsad ettiğin vakit yani mevcudat suretlerinden birini öldürdüğün vakit sen de Azrâilden bir veçhin tesiri vaki olur. Yani sen de her hangi bir şeyi öldürdüğünde, yerden bir ot kopardığında Azrâilliğin bir benzerliğini yapmış oluyorsun. Yani onu öldürmüş olursun. İşte burada dikkat edilecek en mühim meselelerden biridir, kendi varlığımızın Azrâîl’i olmayalım. Kendi hakikatimizi ruhaniyetimizi faaliyete geçiremez isek eğer biz daha dünyada iken kendi Azrailimiz oluruz. Hani birisi diyor “Ben senin Azrâîli’nim” dikkatli ol gibi halbuki kişi ondan evvel kendi Azrâîli’dir.

İsrâfil (a.s.):

Her bir suretin kendi nevine hassı olan hayatı sur’i ile nef eder ve fikrin mukaddematı kazâyı ile intacı yakın etmesi yani neticeye

Page 139: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

138

ulaştırması dahi sende Cenâb-ı İsrâfilin tesiratından bir vecih ile vaki olur. Şimdi nefh-i hayata memur, yani hayat nefhasını vermeye memur, o kadar melâike-i kuvvet vardır ki hesaba ve adede sığmaz, cümlesi Hz İsrâfilin iradesi altındadır. Âlemde hayat sahibi olmayan bir şey yoktur. Nitekim 17/44 âyetinde buyurulur,

ء ٤٤﴿ ن شى ن م ا يهن و ن ف م ض و االر ع و ب ات الس و م الس ه ﴾ تسبح لا ا غفور يم كان حل نه م ا يحه ون تسب فقه كن ال تـ ل ده و م سبح حب ال ي ا

17/44- Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tespih eder. O’nu hamd ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tespihlerini anlamazsınız. Doğrusu O Halim olandır, bağışlayandır.

Hamd ve tesbih ancak hayat sahibi olandan vaki olur, böylece Cenâb-ı İsrafil’in dahi her mahluka bir tesir ile ulaşması bağlantısı vardır, bu haysiyeti ile cemi avalime o da muhittir.

Peygamber Efendimize sormuşlar melâike-i kiram görülmediği için onların ölümü nasıldır diye, Efendimiz “inkıta-i zikir” “zikrin kesilmesi” onun ölümüdür buyurmuştur.

İkinci vasl. Hakikat-ı İblis:

Bu konuda oldukça mühim bir konudur, inşeallah bunları da olabildiğince de anlamaya çalışırız, Cenâb-ı Hakk da bize bunları anlatır, hani İblis, İblis, dediğimiz o varlığın hakikati nedir. Korkulacak bir şey değildir, ama kendini bilmeyen kimse hayalinde bir varlık vehm ettiğinden o vehim ettiği varlıktan da korktuğundan onun hükmü altına girer. Yani kendi icat ettiği iblisten kendisi korkar. Eğer iblisin hakikatini bilmiş olsa böyle bir şey zâten icat etmez, kendisi tasavvur etmez, düşünmez. Bakın ne kadar güzel ifade ediyor.

---------

Ma’lûm olsun ki, yani şöylece bilelim ki, İblis ism-i Mudil’in mazharı etemmi ve ekmeli olan bir ruhtur. Yani Mudil isminin tam kemâlli zuhur mahallidir. İblis her yönden Mudil isminin ekmeli yani en kemâlli tam olan zuhur mahallidir. Ve böyle olan bir ruhtur ve mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Yani Ruhlar mertebesi, ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine, orada ayrılık başlıyor, yani şef’iyyet orada başlıyor, ikilik orada başlıyor. Yani ayn ve gayn orada başlıyor. İşte bu mertebede bütün Esma-ı İlâhiyenin zuhurları tefrik edilmeye başlıyor, burası ikiliğin yani şirkin başladığı yerdir. Tabi burada şuurlu varlıklar daha henüz madde elbiseleri giymediği için, şirkten bahsedilemez, şirk inkardan bahsedilemez ama onun, yani ikiliğin başlangıcı burası olmaktadır.

Page 140: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

139

Mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zat’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Gene Zât’ın zuhurundan ama bir gömlek dıştadır. İşte bu günkü, akşamki sohbette de geçtiği gibi “Elestü birabbiküm” (7/172) ayrılık ve gayrılığın başladığı yerdir. “ben ve sen” bakın ondan evvel tabir ve ifade yoktur. Yani “Ben sizin rabbiniz değilmiyim” dediği yerde ikilik başlamaktadır. Zât’ın mertebe-i Ervah ayrılık ve gayriyetten bir nevi üzerine Zât’ın hariçte zuhurundan ibarettir. Vahidin bakın bir’in, isneyniyet dairesinde rüyeti bu mertebeden başlar. Yani bir olan vahidin ikilik mertebesindeki başlangıcı bu mertebede başlar.

İsneyniyet üzere yani ikilik üzere işte islâmın zâhiri şeriat mertebesi de, isneyniyet üzere bina edilmiş, ikilik üzere. Yani yukarıda Allah var aşağıda kul vardır, zâhir olarak tenzih mertebesi. Cümleyi tekrar okuyorum, isneyniyet dairesinde rüyeti ikilik üzere görüntüsü bu mertebeden başlar, binaenaleyh ismi Mudilin zuhur ahkâmının ibtidası bu mertebedir. Yani Mudil isminin başlangıç mertebesi burasıdır, burada ikilik başlar. işte kendisi Mudil isminin zuhuru olduğundan bozgunculuk olduğundan daha faaliyeti burada başlamaktadır. Yani burada kendini ayırmaya başlamaktadır.

Diğer Esma-ı İlâhiyede buradan ayrılmakta ama diğer esma-ı İlâhiye varlık davasında olmadıkları için böyle bir hükme düşmemektedirler. Binaenaleyh ism-i Mudilin zuhur ahkâmının iptidası, Mudil isminin hükümlerinin başlangıcı bu mertebedir. Dalâl şaşırtmak demektir, bir vücudun yek diğerine mugayir olarak iki görülmesi şirk, ve şirk ise aynı dalâlettir. Ne kadar güzel tabirler yapmışlar, ben hiçbir kitapta, hakikat-ı iblisin, bu kadar güzel, bu kadar açık, ifade edildiğini hiçbir zaman, bir yerde görmedim. Nasıl bahsediliyor, iblis kötüdür, iblis şunu yapar bunu yapar, hep lânetlenme yönüyle ifade edilir. İlmi yönüyle hiç kimse bunu ifade edemez.

Biz onu bu ifadelerle kendine ait bir varlık olarak zannederiz, halbuki Mudil isminin en kemalli zuhurudur. İdlâl şaşırtmak demektir, bir vücudun yek diğerine mugayir olarak yani bir vücudun diğer vücudun gayrı olarak, gayrı gibi görünerek iki görülmesi şirk, ve şirk ise aynen delâlettir. Bu tarz-ı rüyet bu tarz görüş, kuvve-i vehimenin şartıdır. Yani vehim kuvvetinin işidir biri iki görmek, şimdi bu kuvvet mazhar ismi Mudil olup ismi Mudilin zuhur mahali olup hakikati iblistir. İblisin hakikatidir bu anlayış. Zira şanı telbistir. İblis ismi de bundan müştaktır. Yani iblis ismi de telbis isminden kaynaklanmaktadır. İblis bu haysiyetiyle avamili muhittir. Yani bu özelliği ile tüm âlemlerde muhittir. Bir tane orada beş tane orada, üç tane burada, gibi ayrı ayrı değil, diğer melâike-i kiram gibi Cebrâîl, gibi Azrâîl gibi, Mikâîl gibi, İsrâfil gibi İblis de bütün âlemlerde sâri bütün âlemleri kaplamıştır.

Page 141: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

140

Ve onun tahtı tabiiyyetinde ona tabi olanlar onun altında ona tabi olanlar adetlendirilemeyecek, sayılandırılamayacak kadar ruh mevcuttur, yani kuvvet mevcuttur. Bakın bunların cümlesi dalâlete düşürmeye ve bozgunculuk yapmaya memurdurlar, çünkü işi budur, eğer iblis bozgunculuğu yanındaki kuvvetlerde bozguncu-luğu yapmamış olsalar âsi olurlar. Allah’a âsi olmuş olurlar, bu işi yapmamış olsalar. Yani onlar da Mudil ismi istikametinden Hakk’a iteat etmektelerdir. Bunu anlamak biraz zordur, anlarız inşeallah yavaş yavaş.

Bunlar delâlete düşürmeye mecburdurlar ve bunlar âlem-i tabâiyede yani tabiat âleminde cemi eşyaya da saridirler. Yani bütün eşyada mevcutturlar. (s.a.v) Efendimizin “her kimse ile birer şeytan doğar, ve benimle beraber doğan şeytanı islâma getirdim” işte tasavvufta nefis terbiyesi denen şey bu asla dayanmaktadır, biz de Mudil olan şeytanımızı, eğer eğitir isek, islâm yani, teslim almış oluruz bize teslim olur, ondan sonra ancak bizim hem gönül âlemimizde hem beden âlemimizde sulh meydana gelir, biz o zaman bâtınen de islâm oluruz.

Efendimiz (s.a.v.) in böyle buyurmaları nefsi insanideki vehme işarettir, zira kuvve-i vehme asla kendini büyük kibirli görmekten dönmez. Ve şanı bil cümle kuvva üzerine istilâdır. Yani bütün kuvvetlerin üzerine istilâ etmek âmir olmaktır, bazı kimselerin makam mertebe aşkı, isteği, buradan gelmektedir, nefs-i emmâre hep âmir olsun ister. Bütün insanların üstünde âmir olsun hep benim sözüm dinlensin bana sorsunlar, ben önde olayım, ister nefs-i emârenin en büyük hazzı emretme hazzı olduğu belirtilir. Âmir olma emretme hazzı.

Ve vücudundan eser olmayan bir şeyi mevcut ve hattı zâtında mevcut olan şeyi de ma’dum gösterir. Yani olmayan bir şeyi var, var olan bir şeyi de yok gösterir. Yani Allah’ın var olan varlığını yok yok olan hayali de var gibi gösterir. Ehlullahtan birine sormuşlar, bu kemâlâta nasıl ulaştın diye, o da demiş ki, “nefsimin isteğinin tam tersini yaptım, öyle doğruyu buldum çünkü biliyorum ki nefs mudil beni kötü yola sevk ediyor,” onun istediğinin tam zıddı da doğru yol olduğunu tahmin ettim demiştir.

Şimdi kuvve-i mütefekkire aklın hükmüne tabi olursa, ona zâkire-i mütefekkire, eğer vehmin hükmüne tabi olursa ona mütehayyile yani hayel derler. Hakikat-i iblisiye akl-ı kül olan hakikat-ı insaniyeye diğer kuvva-ı Uluhiyet gibi serfuru etmesi

teklifine karşı ر قال انا خيـ ه ن م 7/12 dedi yani “ben ondan

hayırlıyım” dedi, bu cevap kendisini ayrı görmek demektir. “ben ondan” o ve ben demesi kendisini ayrı görmesinin kendi lisanından ispatıdır. Biri iki görmek ise vehimdendir. Yani biri iki görmek vehim kuvvetindendir. İşte İblis, Cami, cemi esma ve Sıfat-ı

Page 142: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

141

İlâhiye olan Akl-ı Kül’e tabi olmayıp davayı teferrüde ve isti’lâya kıyam ettiği ve biri iki ve mevcudu ma’dum yani varı yok, olmayanı da var gördüğü için Zat-ı Uluhiyyet onu kuvvayı saire arasından

7/13 ayetinde اغرين ن الص نك م فاخرج ا hitabı ile yani “İn

oradan tard edilmişlerden olarak” hitabı ile tard eyledi. Zira kuvve-i vehime bil cümle kuvvaya musallat olmakla beraber onlara nazaran kıymetsiz ve küçük bir şey idi aslında. Bakın reklâmı çok olduğundan biz onu büyük gibi görüyoruz. Yani far farası, tan tanası çok olduğundan, biz onu büyük zannediyoruz. Zira şanı hakikat-ı vusulden men etmektir. Yani iblisin şanı, yani yaptığı iş hakikate ulaşmaktan kişiyi men etmektir. Yani Hakka ulaşmaktan men etmektir. İşi de budur.

İblis kendilerine esrar-ı arziyye ve semaviye münkeşif olan ehl-i sülûku idlal için muhayyel olarak arz ve sema suretlerinde zâhir olur, hatta tecelliyat-ı Zâtiyeye karışıp sâliki ıdlâl eyler. Bakın ne kadar derin halleri oluyor, işte onun için derler 70 bin perde nurdan ve zulmetten vardır, nurdan perdelere de karışır, hadi zulmet perdelerini anladık diyelim kesif perdeleri ama nurdan perdelere karışarak oradan da bozar. Yani arkasını sıvazlar, sen ne mübarek adam oldun maşeallah, bir namaz kıldın ki yani sorma, âlemlerde bu namazı kimse kılamaz, aşk olsun sana, yuttuk mu o zokayı, tamam işimiz bitti. Onun için yaptığımız işlerle de fazla öğünmememiz gerekiyor. Çünkü hemen o sahaya giriveririz.

Ve hatta tecelliyat-ı Zât’iyeye de karışıp sâliki idlâl eder, bakın ilâhi tecelliye, Zat tecellisine dahi karışıyor, işte bu gün ve geçtiğimiz günlerde, bilhassa bu günde fenâfillâhta ayağı kayan kimselerin hali, tam ona göre kıvamda olmuş kişilerdir eğer gerçek ma’nâda sağlam olarak ilm-i ledün, yani irfaniyet ilmi ile oraya gelmemiş ise, mutlaka iblis onun ayağını kaydırır. İşte dedikleri açıktır zâten, efendim bizim namazımız kılındı, daha namaz mı kılacağız, al işte iblisin Zat mertebesinden savurup gitmesi süpürüp gitmiş, hepsini katmış önüne nasıl koşturuyor, onlar da Hakk’a koşuyoruz zannediyor, halbuki iblisin kovalamasından kaçıyorlar. Hakk’tan kaçıyorlar, Hakk’ı bulduk diye Hakk’tan kaçıyorlar. Ama bunun farkında değiller ve kendilerini salâh üzere olduklarını zannediyorlar, ne kadar müthiş neticedir Allah etmesin, kendileri-mizi ne zannederken, ne durumda olduğumuz açılınca karşımıza eyvah diyeceğiz, Cenâb-ı Hakk bu durumlara düşürmesin inşeallah.

Ve Hatta tecelliyat-ı Zât’iyeye de karışıp sâliki ıdlâl ederler. Yani bozarlar. Ancak suret-i Muhammediye’de ve onun varisleri olan kâmilin suretlerinde temessül edemezler. Yani pir-i fani şeklinde gözükürler insanlara rüyada, yahut yakaza halinde piri fani olarak gel seni ben Cennet’e götüreceğim, gel bir yere götüreceğim diye çağırır, götürür şirkin tam içine yahut cehennem içine götürür haberleri bile olmaz kişinin. Haberi olduğunda da iş işten geçmiştir.

Page 143: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

142

Zira (s.a.v.) Efendimiz ile, onların varisleri olan kâmiller ism-i hâdinin ve iblis ve tebaisi ism-i mudilin mazharı etemleridir yani mükemmelleridir. Tecelliye-i Zâtiyeye karışması Zât-ı Ulûhiyetin Hâdi ve Mudil isimlerinin, her ikisinde cami olmasındandır. İblisin hakikati ism-i Mudil olduğundan, ve kalb-i hakayık mümkün olmadığından, gerek kendi ve gerek tebayi ism-i hâdinin mazharına temessül edemez. Hakikat-ı iblisiye hakkında söz çoktur, fakat ehl-i irfan ve sekaye bu desatir-i esasiye kafidir. Yani bu esas düsturlar yani bu anlatımlar zâten yeterlidir deniyor.

Şimdi tekrar peygamber efendimizin haline gelip oraya bakalım; zira (s.a.v.) Efendimiz ile onların varisleri olan kâmiller ism-i Hadinin mazharıdırlar. İblis ve ona tabi olanlar ise ism-i Mudil’in masharı dır. Mudil isminin tam masharlarıdır. Ve tecelliyat-ı Zât’iyeye karışması, yani İblisin Zât’i tecelliye nasıl karışır diye bir soru gelirse aklımıza, karışması şu sebeptendir ki, Zât-ı Ulûhiyetin varlığında Hadi ve Mudil isimlerinin her ikisi de cami olmasındandır. Yani cenâb-ı Hakk’ta Hâdi ismi olmakla birlikte, Mudil ismi de bulunduğundan o Mudil isminden o kanaldan girerek Zat tecellisine de karışabilirler diyor. işte tecelli denilen şeylerin, yazıların düşüncelerin vuruntuların, mutlaka bir ehli tarafından kanaldan geçirilmesi lâzımdır.

Yani bir kontroldan geçirilmesi lâzımdır, yani istişare edilmesi lâzımdır, herhangi bir kimseye ilhami gibi bir şeyler geldiği zaman, mutlaka istişare edilmesi lâzımdır. İşte ism-i Mudil mazharı olan iblis telbis yaparak şüphe karıştırarak, düşürerek Hâdi tecellilerin içerisine öyle bir cümle koyar ki, işte o mudil tecellisidir, hâdi olan bilimlerin hepsini karmakarışık yapar, ve ters şekilde tatbikat yapmasına sebep olur. Ancak peygamber Efendimizde ve âriflerde, bilhassa efendimizde, Mudil ismi bulunmadığından, sadece Hâdi, hidayet, Rahmet üzere olduğundan, O’nu görenler O’nun suretine iblis bürünemediği için, peygamber efendimizi, kim hangi surette görürse görsün, O’nun hakikatini görmüş olur. Bu hususta daha geniş bilgi, (18-peygamberimizi rü’ya-da görmek) isimli dosya kitapta mevcuttur, isteyenler oradan bakabilirler.

Ancak her gören de Hz peygamberi görmüş değildir. neden, çünkü (s.a.v.) Efendimizi asli olarak, gerek suret olarak, gerek lâtif olarak görmek zâten mümkün değildir. ancak O’nu sahabe-i kiram o 23 senelik devrede gördüler ve ondan başka O’nu Mekke, Medine’de yaşayan suret-i, hakikati üzere kimsenin görmesi mümkün değildir. Bu şekliyle görmesi mümkün değildir. Ruhani ma’nâda baktığımız zaman da gene görmek mümkün değildir. Peki görülenler nedir, görülenler gören kişinin itikadı üzere, kendi hayalinde, kendi varlığında, tahmin ve kurguladığı, ve kendi ma’nâsından kendisine yansıyan suret-i Muhammedidir. Ancak O da, Hz peygamberden gayri bir şey değildir. Peki nedir, suretlerinden bir surettir. Gerçek ma’nâda Hz peygamberi ne fiilen

Page 144: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

143

ne ruhen görmek mümkün değildir. Bunu böyle bilelim. Ama gördüklerimiz de O’nun gayri değildir. Kişinin idraki muhabbeti ne kadarsa, o anlayış üzere ancak O’nu görebiliriz.

İşte Zât-ı Uluhiyetin Hâdi ve Mudil isimlerinin her ikisi de cami olmasındandır. İblisin hakikati ism-i Mudil olduğundan ve kalb-i hakayıkı mümkün olmadığından, yani onun kalbi hakikatleri idrak etme durumunda olmadığından, Hâdi yönüne gelemez. Gerek kendi ve gerek tevabi, ism-i Hâdi mazharına tevessül edemez. Hakikat-ı iblisiye hakkında söz çoktur, bu kadarı yeterlidir, diye belirtilmiş, ancak bir şey daha söyleyeyim, şimdi (s.a.v.) Efendimi-zin her hangi bir şeyde noksanlığını hiçbir şekilde düşünemeyiz. Çünkü O zâhir ve bâtın evvel ve âhır bu âlemler ve diğer âlemlerin her varlığında kemâl üzeredir, çünkü bu âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Eğer kendisi olmasaydı, bu âlemlerde zâten olmayacaktı. “Eğer sen olmasaydın olmasaydın, bu âlemler halk etmezdim”

Şimdi bu kadar, her mahallin kendisinde zuhuru olduğundan, ve her esma-ı ilâhiye, ve sıfat-ı İlâhiye kendisinde mevcut olduğundan peki, o zaman Mudil ismi kendinde yoksa, o zaman bu bir eksiklik değil midir? Biz de soralım şimdi, bir eksiklik değil midir,? Allah’ta var olan Mudil ismi, Hâdi ismi ile beraber iken, Hz peygamberde Mudil isminin olmaması bir eksiklik değilmidir, hâşâ bir eleştiri olarak değil, aklımıza gelirse, böyle bir düşünce, cevabını bulalım cevabını bilelim, diye söylüyorum. İşte (s.a.v.) Efendimizden de Mudil ismi çıkmakta, ancak kendisinde değil, karşı tarafta, ama kendisinden, kendisi vasıtasıyla çıkmaktadır. Neden, Hâdi ismine davet ettiği zaman, Mudil ismi mazharları tabi olmadığından daveti dolayısıyla Mudil ismini ortaya çıkarmakta. Ondan O’nun vasıtasıyla çıkarmakta, kendisinden çıkma değil, ama kendisi vasıtasıyla karşı taraftaki Mudil esması ortaya çıkmaktadır. Davetten evvel o karşı tarafta Mudil veya diğer esma, hangisi ağırlıklı olduğu bilinmediğin den gizli kalmıştı, ne zaman ki kendisine risâlet verildi, davet başladı, işte o zaman Hâdiler ve Mudiller birbirinden ayrıldı ve Mudil ismi karşı geldi, Hâdi ismi tâbi oldu, işte böylece Mudil ismini o da zuhura getirmiş oldu. Dolayısıyla hiçbir eksiklik kendisine izafe edilememektedir. Cenâb-ı Hakk her birerlerimizi kendisini en iyi şekilde idrak eden kullarından eylesin inşeallah.

-------------------

Ayrıca bu mevzuda, ne kadar kitap varsa, araştırılsın ne kadar çok yazı olursa olsun, hepsinin toplamından şu özet bilgiler çok daha fazladır. Ne kadar çok bu hususta kitap okunursa okunsun şu bilgileri o kitaplar veremezler. Sadece iblisin suri faaliyetlerini anlatırlar, bu bilgiler ise, iblisin hakikatini anlatmaktadır, bizler için de çok değerlidir.

Page 145: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

144

Hiçbir zaman her hangi bir yerde övgü geldiği zaman sevinmemeliyiz, yerme geldiği zaman da üzülmemeliyiz. Övme ve yerme bizim için bir olmalıdır.

-------------------

Üçüncü Vasl: Hakikat-i Âdem ve Havva

16.10.2011 Pazar, İzmir

الرمحن الرحيم بسم الله Ma’lûm olsun ki, vücut hakikat-ı insaniye olan mertebe-i

Vahidiyetten mertebe-i Ruh’a tenezzül ettiği vakit üç marifet hasıl oldu ki birisi marifet-i Nefs, yani kendini zâtını ve hakikatini bilmek, diğeri marifet-i mübdi, yani kendisinin mucidini bilmek üçüncüsü mucidine karşı fakr ve ihtiyacını bilmektir. Bu marifet gayriyet-i mutazammındır. Ve bu Ruh, Ruh-u Muhammedi (s.a.v.) dir. Şimdi tekrar başa gelelim bunları bir daha görelim.

Ma’lûm olsun ki, yani bir çok bilgilerden sonra bu hususa yani Âdem ve Havva hakikati içerisinde şunu da bilelim ki vücut, bakın buradaki vücuttan kasıt gördüğümüz mevcut varlık değil, vucud-u Mutlaktır, peki Mutlak Vücud dendiği zaman neyi anlıyorduk, hani üç vücud tabiri vardı, biri Vücud-u Mutlak, Vücud-u İzafi, Vücud-u Şuhudi. Mevcut Vücud dediğimiz şuhudi Vücud dediğimiz bu âlemlerdir. Şu gördüğümüz kevn Mükevvenattır. İzafi Vücud dediğimiz esma-ı İlâhiyenin bütün varlıktaki tesiratı yani lâtif olan bu âlemin lâtif vücudu ve onun üzerinde olan Mutlak Vücud da Allah’ın İlm-i İlâhisindeki kendi ilmi vücududur.

Yani kendine ait olan Zât’ı ile ilgili Zât’ının mevcudiyeti isim Sıfat, ef’âl mertebelerinden tecrit edilmiş olarak salt saf olarak ilm-i İlâhideki Allah’ın Mutlak Vücududur. Buradaki vücutlar mukayyed vücutlardır, kayıtlı vücutlardır. Ma’lûm olsun ki vücut bu Vücud-u Mutlak hakikat-ı insaniye olan mertebe-i Vahidiyetten, Ahadiyet mertebesinde olan bu Vücud-u Mutlak orada sadece İnniyeti ve hüvviyeti ile ma’lûm olmuş, ortaya çıkmış olan vücud-u Mutlak Hakikat-ı İnsaniye olan Mertebe-i Vahidiyet, yani Vahidiyet Mertebesinin bir ismi de Hakikat-ı İnsaniyedir. Diğer ismi de Hakikat-ı Muhammediye, İnsân-ı Kâmil dedikleri yer burasıdır.

Bütün âlemleri sarmış içten ve dıştan ihata etmiş, Hakikat-ı Muhammediye, Hakikat-ı İnsaniye. İnsanlar içerisinde olan İnsân-ı Kâmil diye tabir edilen yanlıştır, tersten başa kâmil İnsânlardır. İnsân-ı Kâmil diye belirtilen bu mertebedir. Sıfat mertebesi, Vahidiyet mertebesi, Hakikat-ı İnsâniye, bakın ne kadar açık net tariflerdir. Bunları yazmak için bir yere getirmek için bunları çok güzel aynı makamında yaşanması ve mutlaka ilhami olması

Page 146: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

145

lâzımdır başka türlü yazılmaz bunlar. Bunlar beşer bilgileri değildir. Allah hepsinden razı olsun.

Cenâb-ı Hakk razı olmuş ki bunları izin vermiş, Allah bizlere de bunu anlamamız için her birerlerimize birer idrak irfan gönül genişliği gayretkeşlik versin inşeallah. İşte ben bir okudum, anlamadım, dinledim anlamadım, yok okuyacağız, okuyacağız, dinleyeceğiz, dinleyeceğiz, bıkmayacağız, her okuyuşta bir iki kelime açılacak fermuarı açarken nasıl o fermuar hep tek diş olarak açılıyor, biz seri olarak açıveriyoruz ama öyle açılmıyor, tek tek diş olarak açılıyor, kapanırken de tek diş olarak kapanıyor. İşte bunlar da öyle birer diş, birer diş birer harf birer kelime, olmayacak bir şey yoktur.

İşte hakikat-ı İnsâniye olan mertebe-i vahidiyete mertebe-i Ruh’a tenezzül ettiği vakit üç marifet hasıl oldu. Peki bunu daha bir başka yönde düşünürsek nedir, Mertebe-i Rahmaniyet. Mertebe-i Rahmaniyette Ruh faaliyete geçmeye başlıyor. Oradan sonra oradaki Ruh-u A’zâm, daha sonraki Sıfat mertebesinde Ruh-ul Kuds, daha sonraki Esma mertebesinde Âdem (a.s.) a üflenen Ruh-ul Sultanidir. Ruh-ul Sultani yani Âdem (a.s.) a üflenen ruh-u Sultaninin tarifi ise Ruh-u A’zâm ve Ruh-ul Kuds’ün mahlûka dönük yüzü “Venefahtü” dür. Bakın mahlûka dönük yüzüdür. Eğer “Venefahtü” olmasaydı, yani zuhura dönük diğer itibariyle halk edilmiş, zuhura dönük olmasaydı bugün hiç birimiz olmazdık.

Yani o nefha mahlûka dönük olmasaydı, Ruh, Ruh-u A’zâm ve Ruh-ul Kuds olarak kendi makamında kudsiyet makamında kalırdı. İşte Ruh-u Sultani olarak “venefahtü” ismi ile belirtilen mahlûka dönük yüzü üflendiğinde Âdem (a.s.) nesilleri ve bütün bu âlemde zuhura gelmiş oldu, aksi halde bugün hiç birimiz burada olmazdık. Şimdi bu ruhta bu ruha tenezzül ettiği vakit ruhta üç marifet hasıl oldu. Bakın daha evvel ilm-i ilâhiyede Ruh vardı batındaydı, faaliyeti yoktu. Yani Hakk’ın Zât’ında vardı, nuru da vardı hepsi vardı ama faaliyette değildi. İşte onun faaliyete geçmesi Vahidiyet sahasında belirginleşmeye başladı.

Şimdi bir kimse bir yere gönderildiği zaman veya tayin edildiği zaman o işi yapacak olan evvelâ kendisinin o eğitimi alması lâzımdır. Yani işi kim yapacaksa o eğitimi evvelâ kendisi alması lâzımdır. Daha sonra da kendisi eğitim verebilsin. Bakın ne müthiş bir ifade tarzıdır. İşte Rahman suresinde bu hakikati bildiriyor. 55/1-2-3-4 âyetlerinde buyurur

ان ﴿٢﴾ الرمحن ﴿١﴿ قر ق االنسان ﴿٣﴾ علم ال ﴾ ٤﴾ خل ال ه ان علم ي بـ

Page 147: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

146

Bu hadiseyi orada açıklıyor Cenab-ı Hakk. الرمحن Öyle bir

Rahman ki, ان قر علم ال Kur’ân’ı talim etti. Rahman;

Rahmaniyetinin ne olduğunu anlaması için, yani ben Rahman

olarak ne yapacağım bu âlemlerde bunu talim etti öğrendi, م علان قر Kur’an’ı talim etti. Ama tefsirlere bakarsanız “Rahman ال

Kur’an’ı öğretti” derler. O da oldu ama o sonraki hâdisedir. Bir öğretmen Kur’ân okumayı kendisi öğrenmezse bunu nasıl öğretecek. Evvelâ Rahman Kur’ân’dan talim etti, çünkü Kur’ân Zat, Rahman sıfat mertebesidir. Sıfat mertebesi Zat mertebesinden ne yapacağını evvelâ kendi talim etti, burada belirtilen hususta kendisinde üç marifet hasıl oldu. Bakın öğrenmeye başladı, birincisi Marifet-i Nefs, yani kendi Zat’ını ve hakikatini bilmek oldu. İşte bizim de yapmamız gereken ilk iş marifet-i nefs olmalıdır. Yani nefsimizi bilmek, nefsimizi tanımak, “ben neyim” sorusunun cevabını verebilmektir.

Bunu veriyor isek diğerleri daha kolaydır. Ama bunu veremiyorsak, diyorsak ben falan anneden, falan babadan şu senede doğdum, dünyaya geldim, şu burçtanım, boyum şu kadar, enim bu kadar, dersek bunlar kendimizi tanıma değildir. Zâhiren tanıttı tamam o da kendisini öyle biliyor, ona diyecek bir şey yoktur. Ama hakikati itibariyle kendi kendini sorgulamaya başlarsa bende bir akıl var göremiyorum, ruhum var göremiyorum, nurum var bunları göremiyorum, nasıl bunlar nedir acaba beni kim konuşturuyor, kim gözümden gördürüyor, annem babam bana kulak mı takmış, ayak mı takmış, biz bunları satın almadık o halde bu beden de bizim değil, benim dediğin beden de bize ait değildir. Alırken bir karşılık vermedik ki.

İşte kişi bunları düşündüğü zaman kendisinde ilk yapacağı şey marifet-i nefs yani nefsini tanımak, ki onun başlangıcı da emmâre ye gelerek emmâreden yola çıkmaktır. Bunun başka hiç bir yolu da yoktur. İster hayel ve vehimde zâhiren her hangi bir tarikat mensubu olsun, ister okullarda öğretmen olsun, dini okullarda ister şu veya bu şekilde olsun, nefsi ma’nâda bir eğitimi yok ise eğer kendisini tanıması bilmesi mümkün değildir. Çok büyük âlim olabilir, şeriat âlimi olabilir, fıkıh âlimi olabilir, ama orası onlar ayrı konudur, nefs marifeti ayrı konudur. İşte gerçek ma’nâda ehlullahların tamamı bu yoldan, marifet-i nefs yolundan geçmiştir.

Başka türlü de zâten ârif olamazlar. Onun için de Efendimiz buyuruyorlar; “men arefe nefsehu fakat arefe rabbehu” kim ki nefsine ârif oldu, bakın nefsini tanıdı, o rabbını tanıdı. Bakın Allah’ı

Page 148: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

147

tanıdı demiyor, daha Allah’ı tanımış olmuyor. Yani Hakk’ı tanıdı, Rahmanı tanıdı, dediği, rabbını tanıdı, o rab da daha önceki derslerimizde bir çok defalar geçti, rabb-ı hayali, rabb-ı has ve rabb-ı gerçek hangisi rabbım dediği, kendi hayalinde var ettiği rabbına mı yöneldi, o da ayrı işte onun için ne nefsi tanıma yönüyle ne de daha ilerki yollarda kişi yalnız başına ben bunları okurum da tatbik ederim derse o da hayel ve vehmin işidir, daha da tehlikeli olur Allah korusun.

Birinci ma’rifet yani idrak etmek marifet-i nefs; kendini ve zatını hakikatini bilmektir. Diğeri marifet-i Mübdi; yani kendisinin mucidini bilmek, kendisini var eden icat eden ortaya getireni bilmek, üçüncüsü ise mucidine karşı fakr ve ihtiyacını bilmek. Yani ona karşı acziyetini ve onun vermesi devam etmezse kendisinin yaşayamayacağını bilmesidir. Bu marifet gayriyet-i mutazammın dır. Yani bu marifet gayriyeti gerektirir. Yani kendini bilme gayriyeti, gayr olmayı gerektirir. Ve bu Ruh Ruh-u Muhammedi (s.a.v.) dir. Hakikat-i Muhammedi dedikleri Ceberut mertebesi diye de ifade ettikleri ve bir çok daha isimleri olduğu bir mertebedir.

Ama hakikat-i İnsaniye olan mertebe-i Vahidiyet diğer bütün kapsamı olan insanlık hakikatidir. Ama buradaki insan beşeri ma’nâda olan insan değil gerçek ma’nâda insân-ı Kâmildir. Şöyle düşünebiliriz, yüksek bir oranda muhtemeldir ki, belki zaman zaman da mevzu oluyor, bu âlemin tamamını tanımak mümkün olsa, yani gelecekte bir çok daha güçlü araçlar yapılmış olsa, muhtemeldir ki, ben zannediyorum, bütün bu âlemler insan suretinde bir gök yüzü olma ihtimali çok yüksektir. Yani bizim suretimizde bir âlem, bir feza olma ihtimali çok yüksektir. İşte belki “Elif, Lâm, Mim” dedikleri ma’nâ da bu olabilir, bu hurufların âlemlerin koordinatı olduğu da söylenmektedir, bir ilim olarak tahayyül olarak, gerçi Allah’ın sınırı yoktur, yalnız buradaki tahayyül hayel vehmi iblisi bir hayel değildir, ilâhi bir hayeldir.

İyi niyetle yapılan Hakkani bir hayeldir. İşte onun içindir ki bu âlemlere İnsân-ı kâmil, yani kâmil olan büyük insan diye ifade edilmektedir. “evvelu ma halakallahu el kalemi verruhi” bir rivayete göre de “evvela ma halakallahul akli ve nefsi” yani Allah evvelâ benim aklımı ve ruhumu, kalemi ve ruhumu halk etti, diğerinde de aklımı ve nefsimi halk etti. Diğer ervah O’nun ruh-u şerifinin cüzziyatıdır. Şimdi hadis-i şeriflere bakıldığında bir çok öncelik tanınmakta bazı hususlara peygamber efendimiz burada da belirtildiği gibi “Allah evvela kalemi halk etti”, “Allah sonra benim ruhumu halk etti”, “Allah sonra benim Nur’umu halk etti”, “Allah benim nefsimi halk etti” diye halkiyeti ifade eden bir çok birbirinden farklı olarak ön kelimeler vardır.

Acaba en önce halk edilen hangisidir? O zaman o akla geliyor evvelâ, evvelâ diyor ama dört beş tane evvel olduğundan hangisi en evvel, hangisi en evvel diye bir şey söz konusu değildir. neden,

Page 149: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

148

her mertebenin evvelinden bahsedilmektedir. yani Her mertebenin evveli bana aittir diyor. nefis mertebelerinin de evveli benimdir, Ruh mertebelerinin evveli de benimdir, benim ruhumu halk etti dediği o mertebedeki hakimiyetidir. Benim ruhumu halk etti demesi de odur. bunu da böyle hatırımızda tutalım.

Diğer ervah O’nun Ruh-u Şerif’inin cüzziyatıdır. Yani O’nun Ruh’unun bölümleridir. Onun için (s.a.v.) Efendimize Eb-ul Ervah dahi derler. Ruhların babasıdır derler. Şimdi bütün ruhların babası olduğuna göre o zaman bizim de tabi olarak ruhen babamız Hz peygamber (s.a.v.) olmaktadır. Ruh-u külliden ruh-u cüzler olarak zuhura geldiğimizden gerçek babamız dünyadaki babamız değildir. O bizim fiziki babamızdır, dünyadaki babalar dünyanın düzeni içindir, buraya ait babalık analık evlatlık çocukluktur, aslında biz burada her birerlerimiz anne de olsun, baba da olsun çocuk da kız da olsun, Hakk’ın birer zuhurlarıyız, hepimiz aynı haklara sahibiz.

Bir insan baba olmak üzere oğlundan daha büyük hakka sahip değildir, Allah’ın indinde ama, babalık vasfıyla oğluna kızına hizmeti olduğundan büyüktür, o konu ayrıdır, ama o bu dünyanın hukukudur, Allah'ın indinde hiçbir insan bir birinden ayrı değildir. Şimdi Ruh babamız Hz peygamber olduğuna göre, genel olarak cesed babamız kimdir, toprak babamız kimdir? Ruhlar âleminde babamız var, o belli ama bedenler âleminde de bir babamız olması lâzımdır o da Hz Ali (k,a.v.) efendimizdir, çünkü kendisi peygamber efendimizin ismiyle verdiği tasdikle “Ebut Turab” toprak babası, işte gerçek ma’nâda alevi olan ki, bizler onlardanız ama hem de Muhammedi olan, yani sünni ve Alevi, diye gerçek bir Müslüman hem sünni hem alevidir. İkisini bir birinden ayırmadığından tevhid ettiğinden Müslümandır sadece. İşte Hz Ali efendimize sahip çıkmaktalar ya o gruplar, halbuki biz onlardan çok daha fazla sahibiz ve de babamız, toprak babamız, asaleten Hz Ali (r.a.) Efendimiz dir ki peygamberimizin tasdiği ile “Ebut Turab” toprak babamızdır. İşte bedenlerimiz de toprak kaynaklı olduğundan ve onlara olan tabiyetimizden de, tâbi olmamızdan da, biz onlara evlât olmaktayız, evlât olunca da tabi olarak babamız olmaktadır.

Yani Hz Rasulullah (s.a.v.) Ruh babamız, manevi babamız, Hz Ali (r.a.) Efendimiz de bizim toprak babamızdır. Şöyle diyelim şeriat zâhir babamız diğeri de Hakikat manevi babamızdır. İşte böyle iki sağlam babamız varken biz neden korkarız, neden üzülürüz, neden bu dünyanın cefasını ezasını çekeriz? ufak tefek şeyleri oğlum gitti, kızım geldi, bırak nereye giderse gitsin, canı sağ olsun, zâten bizim değil ki neden derdine düşmüş olalım, sahibi ne yaparsa yapsın, neden O daha bizden muhabbetli, kuluna anadan babadan Rabbı daha muhabbetlidir. Neden O zuhur ettiriyor, O’nun isimleri zuhur ettiriyor, tabi ki onu düzenleyecek istediği gibi düzenleyecek, ama dur Allah sen karışma bu benim

Page 150: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

149

oğlum benim istediğim gibi yapacak bunu deyip işte Allah’ın malına sahip çıktık.

Allah bağışlasın her kese Allah üzüntülerini göstermesin yani hepimiz aynı konumdayız, aile dünyanın sistemi budur, tabi canımız biraz yanacaktır, neden o da nefsaniyetimizdendir, nefsaniyetimiz olmasa canımız da yanmaz, ama bu da doğru olmaz. Şimdi bir insanın oğlu kızı var, onlara bir hal geldi bize hiçbir üzüntü gelmedi, o gafletin ta kendisidir, fıtrata uygun değildir, tabi ki biraz üzüleceğiz, sevineceğiz onlar dolayısıyla, ama kendimizi yakacak dökecek kıracak kadar değil, ya rabbi bu senin malın sen verdin sen bunu gerekeni yaparsın bizden daha iyisini bilirsin malın, mülkün sahibi sensin sen bize acılarını gösterme, ya rabbi senin olsun zâten sen verdin sana emanet ediyorum, sen en güzelini yaparsın deyip bıraktık mı inşeallah tahmin ettiğimizden daha iyi neticeler olacaktır. Ama olmadı kötü oldu, işte kader-i mutlak orada devreye girdi, o zaman yapacağımız bir şey yoktur.

Diğer ervah O’nun Ruh-u şerifinin cüzziyatıdır, onun için (s.a.v.) Efendimize Eb-ul Ervah dahi derler, bu Ruh suret-i Akl-ı Kül dür. Bakın bu Ruh aynı zamanda Akl-ı Kül’ün de suretidir, Âdem-i Hakiki dir, Vücut Akl-ı Kül’ün sağ tarafı ve imkân sol tarafıdır . Ve Havva Nefs-i Kül’ün suretidir, Akl-ı Evvel’in dıyl-ı eyserinden yani kaburga kemiğinden mütekevvin oldu, bu taayyunat-ı muhtelifenin zuhuru yani muhtelif varlıkların zuhuru ve suver-i mütenevviyanın tevellüdatı yani türlü türlü neviinden ortada olan bu suretlerin doğması Akl-ı Kül ile Nefs-i Kül’ün izdivacından hasıl oldu. Yani bütün bu âlemde görülen her şey Akl-ı Kül ve Nefs-i Kül’ün iştirakinden zuhur etti.

Âdem Akl-ı Kül-ün zuhuru, Havva ise Nefs-i Kül’ün zuhurudur. Vücudun sağı Akl-ı Kül solu da Nefs-i Kül’dür, bu durum her vücutta aynı şeydir, mevcut olan diğer vücutlarda da aşağıya indikçe sağ tarafından kasıt RUH, sol tarafından kasıt NUR’dur aslında, yani RUH hayat verici, NUR da alıcıdır. Sağ RUH dur, onun için islama sağcılar denir bu yüzden, solcular da batılılardır, işte bu hakikate binaen Mûsâ (a.s.) hangi elini göğsüne koynuna soktu, dendiği zaman zâhiri âlimler, sağ kolunu soktu çünkü sağ ile iyi iş yapılır diye yorumlarlar, ama bu ümmet-i Muhammed’e ait olan hükümdür. Yani sağcılara ait olan hükümdür, Hz peygamber olsaydı sağ elini sokardı. Mûsâ (a.s.) sol elini soktu göğsüne. Sağ tarafa doğru çünkü O’na Tur dağının sağından nida olundu, soldaki Mûsâ’ya sağ tarafa gel diye. İşte RUH ile NUR’un faaliyetinden atomlar meydana geldi, atomlardan da değerlerine göre diğer varlıklar meydana geldi.

-------------------

Kaza ve kader bahsine devam ediyoruz,

Page 151: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

150

Fusus-ul Hikem 3. Cilt 81. Sayfa Fass-ı Kelime-i Üzeyiride Mündemiç olan Hikmet-i kaderiye beyanındadır.

Kader hikmeti beyanındadır kitabın yazarı Muhiddin-i Arabi Hz leri Üzeyir (a.s.) a kaderiye bahsini vermiştir. İşte bunlar dahi çok irfaniyet isteyen her peygamberin üzerinde olan bir esmanın hususiyetlerini bize bildiriyor. İşte bunun Rabb-ı Hassı kaderiyye yani hayatında en tesirli olan hal budur. Hikmet-i Kaderiyye. Bu Fasta kelime-i Üzeyiriyye has olan hikmet-i kaderiye mevzu bahis olur.

Zîrâ cenâb-ı Üzeyr'in muktezâ-yı hakikati bu olup, sırr-ı kaderin ma'rifeti tarafına râğıb olmuştur. Yani Üzeyir (a.s.) kader sırrına doğru yönelmiştir hayatında bunu anlamaya çalışmıştır. Onun için Hikmet-i Kaderiye ile isimlendirilmiştir. İşte kader ile ilgili mevzu olduğu için burada bu açılımlar var, ondan faydalanalım inşeallah. Kaderin irfaniyeti hakikati tarafına ragıp olmuştur. Yani bunu anlamaya rağbet etmiştir, hani Regaip gecesi var ya, hakikatine rağbet etme, dünyaya gelmeye rağbet etme, o da kaderin hakikatini idrak etmeye rağbet etmiştir. Hz. Üzeyr, kudretin makdûra taalluku keyfiyyetinden taaccüb ve Hirbe karyesinin olduğu hâl üzere iadesini istib'âd etmiş uzak görme ve (Bakara, 2/259) ya'nî "Bu hârâbatı bu halden sonra Allah Teâlâ nasıl ihya eder?" demişti.

Hak Teâlâ onun isti'zâm ve istib'âdı sebebiyle yani uzak görmesi sebebiyle suver-i iadenin yani suretlerin iadesinin ve ahkâm-i kudretin envâ'ını meydana çıkardı . Ya'nî onu yüz yıl imâte ve sonra ihya kıldı. yani O’nu yüz yıl ölü bıraktı, sonra tekrar hayat verdi. Binâenaleyh bu hikmet, Üzeyr (a.s.)a mukârin yani onun haline yakin olarak, kılınarak kazâ ve kader hükümleri bu hikmette îrâd olundu. Ve "melk" ve şiddet, yani melek ve şiddet, Hakk'ın ve esmâ-i ilâhiyyenin olup, sırr-ı kadere ıttıla' Hakk'a mahsûs bulunduğundan, bu " kaderiye hikmeti ", "hikmet-i melkiyye"yi ta'kîb etti. Melk sadece yardımcı latif varlıklar değil aynı zamanda şiddet anlamındadır da.

Cebrail (a.s) ın iki ismi var birisi “Cibril” diğeri “Cebrail” dir. Cebrail olan işini cebren yaptırması, kanadını sokup her tarafı alt üst etmesi, hani melek yumuşaktı güzeldi, “Cibril” ise ilmi ma’nâdaki faaliyetidir. Bakın Cibril ve Cebrail kelimelerinin sonunda “il” takısı vardır, bu “elif lâm” takısıdır, Ahadiyetin, Uluhiyetin faaliyeti demektir bu dört büyük melekte de vardır, ayrıca “elif lâm” “ilâ” hükmünde, “Cebril” , “ilâ” yani aslına gidiş, Allah’a gidiş “ilâllahi” deniyor ya Allah’a yöneliş, melk ve şiddet Hakkın ve esma-ı İlâhiyyenin olup sırrı kadere ıttıla yani kader sırrını idrak etmek Hakk’a mahsus buyurduğundan ve bu hikmet-i kaderiyye Hikmet-i melkiyeyi takip etti. Ve bunda, fânî-fillah olup rükn-i şe-did olan Hakk'a iltica eyleyen kimsenin, vücûd-ı hakkâni ile

Page 152: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

151

mevcûd olduktan sonra sırr-ı kadere ve hikmet-i kaderiyyeye muttali' olacağına işaret vardır.

Nitekim Üzeyr (a.s.) imâte ve İhya olunduktan sonra, kader sırrına vâkıf oldu. Bakın işte islâmın içerisinde anlatılan anlaşılan ve yaşanan mevzu kader sırrıdır. Gerçekten Muhiddin-i Arabi Hz leri bu hususları harikulâde anlatıyor, çok da güzel tam bir irfaniyet tam bir hakikati ile anlatıyor. Bunların dışında kader sırrını gerçek ma’nâda idrak edip anlamak çok zordur. Birine bakıyorsunuz bir yönü eksik, birine bakıyorsunuz başka bir yönü eksik, ama burada ve muhtelif yerlerde kaderden bahseden, Muhiddin-i Arabi Hz leri onu da şerh eden, Ahmed Avni Konuk, onlardan Allah hepsinden razı olsun, baskısını yapanlardan da buralara kadar fotokopisini çekenlerden de razı olsun, bu yazılar çoğaltılabiliyor, çoğaltılabildiği kadar da okunabiliyor okunduğu kadar da insanlara faydası oluyor.

Muhiddin-i Arabi Hz leri gene diyor ki, Cenâb-ı Hakk peygamberlerine kader sırrını peygamberliğin evvelinde açmaz. Peygamberlerine kader sırrını bildirmez, açmaz. Eğer kader sırrını bilmiş olsalar, tekliften aciz kalırlar. Hakk’ı tebliğden aciz kalırlar. Tebliğ yapamazlar diyor. nihayet tebliği yaparlar, yaparlar ömürlerinin sonuna doğru kader sırrını onlara açar diyor. İşte burada da Üzeyir (a.s.) Hırbe diye bir kasaba varmış, o kasabaya baktığı zaman o kasaba ya bir istila neticesinde ya bir zelzele neticesinde harab olmuş gitmiş “uruşiha” diye oranın bazı tefsirlerde Kudüs olduğunu da söylerler, arşları yani çatıları harab olmuş, uzak bir yerden bakıyor ki, bu nasıl ihya olacak bu kasaba nasıl tekrardan imar edilecek ihya olacak diye düşünüyor işte o anda Cenâb-ı Hakk O’nun ruhunu kabz ediyor, ölü hükmüne getiriyor, yüz sene öyle yaşıyor, yani bâtında kalıyor, ism-i batına geçmiş oluyor, yüz sene sonra ism-i zâhire geçmiş oluyor. Cenâb-ı Hakk onu tekrar zâhire çıkarıp hayat veriyor. İşte burada onun hakikatinden bahsediliyor. Kazâ ve kader ile ilgili olduğu için biz de bu mevzunun içine aldık faydalı olur inşeallah.

Şimdi Muhiddin-i Arabi Hz lerinin paragraf olarak izahına geçiyor, 1. Paragraf:

Bil ki, "kazâ" Allah'ın eşyada hükmüdür. Bakın kader hükmüdür demiyor, evvelâ kazâ onun tafsili olan kaderdir. Evvela kazâ yani hüküm program, a’yân-ı sâbite kazâ, bunun senelere bölünerek günlere bölünerek yavaş yavaş açılması kader, miktar miktar, meselâ bir senelik 365 günlük yapraklı takvim var, bunlar üst üste duruyor, bunun kapalı bütün hali içerisinde hükümler var, tümü kazâdır, hükümdür, eskiden hâkimlerin yerine kadılar vardı, işte kadı kazi kazâ demek hükmeden demektir. Hüküm yani program ma’nâsına’dır. Kader de, diyelim ki bir kişiye kazâ oldu yani hüküm verildi on sene hapis, bu hapsin bir iki, üç diye günlerin geçmesi kaderdir. Yani hükmün zamana bölünerek tatbik edilmesi kaderdir. İşte bu kader içerisinde küçük küçük oluşumlar meydana getirildiği

Page 153: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

152

zaman ona ayrıca kaza da denmekte ama bu kaza ef’al âleminde fiili ma’nâda “kaderin kazâsı” olan bir tatbikattır, diğeri ise ma’nâ âleminde kazâ olan programdır. Çünkü o kaza da bir hüküm ile meydana geliyor. Şimdi birinci kazâ, kazânın zuhuru kader, kaderin tatbiki kaza, işte onlar kaderin tatbiki olan kazâyı mutlak kazâ zannediyorlar, tersten yukarıya doğru çıkmak ki, böyle bir şey de olmaz. Tabi burada herhangi kimseleri suçlama, yahut çürütme ma’nâsına değil, biz araştırıcıyız, irfan ehli olmaya çalışıyoruz, idiiamız yok onlar başımızın üstündedir, dilediği gibi yaparlar tatbik ederler o ayrı konudur.

Kazâ Allah'ın eşyada hükmü, Allah'ın eşyaya ve eşyada olan ilminin haddi üzeredir. Hududları sınırları üzeredir. Ve Allah'ın eşyada olan ilmi dahi, ma'lûmât nefislerinde ne hâl üzere sâbit idiyseler, o ma'lûmâtın Hakk'a i'tâ ettikleri şeyin haddi üzeredir. Yani Hakk Zât’ı Ahadiyetinden mündemiç olan Ahadiyet Zât’ının içinde mevcut olan bil cümle yani bütün sıfat ve esma-ı İlâhiyesinin kuvveden fiile zuhurunu murâd eyledikde, yani iç bünyedeki oluşumundan zuhura çıkmasını murad eylediğinde, nefesi rahmânî ile, o esmanın mazharlarının suretleri ilm-i ilâhîde peyda ve her birerleri ilmen zâhir olup, birbirinden ayrılmış oldular, belirgin hale geldiler, daha evvel bir bünyede bütün iken sonra ayrıldılar ve belirgin hallere geldiler. Ve esmâ-ı İlâhiyyeden her birinin isti'dâdı ve hususiyeti ne ise, o suretlerin her biri de tâbi olduğu ismin İsti'dâd ve hâssıyyetini hâiz oldu. Yani hangi varlık hangi esmanın kontrolü altında ise o varlık o ismin hususiyeti ile zuhura geldi veya gelmeye başladı.

Ve o eşya, saâdet ve şakâvetten ve îman ve küfürden ve ikbâl ve yükseklikten ve düşmekten ve kemâl ve noksandan ve sâir ahvâl ve levazımından yani sair lüzumlu şeylerinden ilmi ilâhîde ne suret üzerine zâhir oldular ve Hak onları ne suret üzerine bildi ise, onlar hakkında ol vech ile hükm eyledi. yani her esma-ı İlahiyenin hususiyeti ile hüküm etti. Demek ki Hakk'ın eşyâ-yı ma'lûme üzerindeki hükmü, o eşya isti'dâdât-ı zâtiyyeleriyle Hakk'a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi üzeredir. İşte "kazâ" budur; ve bu hükümde tevkît yani vakit yoktur. Yani vakit ile kayıtlı değildir bu hüküm ezeldedir. Zîrâ bu hüküm, zât-ı Hakk'ın aynı olan ilm-i ilâhîde nefisleriyle a’demde yani yoklukta olan eşya üzerinedir. O mertebede ise zaman ve mekân yoktur.

Yani Hakk Zât-ı Ahadiyetinde yani Ahadiyet Zât’ında mündemiç olan Ahadiyet Zât’ının içinde mevcut olan, içinde bulunan bil cümle yani bütün sıfat ve esmaiyesinin, yani isim ve sıfatlarının kuvveden fiile zuhurunu murad eylediğinde, şimdi her birerlerimizin içinde fiile çıkmayan özelliklerimiz vardır. Bu içimizde zuhura çıkmayan özellik ve hakikatlerin ismi kuvvede olanlar deniyor. Yani kuvvelerimiz, bizim kuvvede derken elle tutulur gözle görülür değil hissettiğimiz içimizde var olan kuvvede var olan özelliklerimizin fiile

Page 154: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

153

yani maddeye yani faaliyete geçmesini murad eylediğinde nefes-i Rahmani ile Rahmanın nefesi ile o esmanın mezâhirinin suretleri İlm-i İlâhide peyda ve her birerleri ilmen müteayyin olup birbirinden mümtaz oldular. Yani esma-ı İlâhiyenin her birerleri nefes-i Rahmanide fezayi namütenahiyede Huu diye salındığında, diğer bir ifade ile serbest bırakıldığında bunlar birer, bölüm bölüm sehab-ı muzi, parlak bulut, halinde gezegenlerin kaynaklarını oluşturdular. Onlar da kendi yerlerinde yoğunlaştıkça maddeleştiler ve gezegenler meydana geldi. Yani fezadaki varlıklar meydana geldi.

İşte o esmanın mezâhirinin suretleri, yani zâhirinin suretleri İlm-i İlâhide peyda, ve birbirleri ilmen müteayin olup, her birerleri ilmen ilmi ma’nâda birbirlerinden ayrılmış olup, sınırları her varlığın belirtilmiş olup, bir birinden mümtaz oldular, ayrıldılar. Daha evvelce bir bütün halde iken nefes-i Rahmanide ilmen birbirlerin den ayrıldılar. Esma-i İlâhiyeden yani İlâhi isimlerden her birinin istidadı ve haysiyeti ne ise istidadı, hususiyeti ne ise, yani Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinden her birinin hepsinin de aynı şekilde birlikte istidadı ve hususiyeti ne ise, o suretlerin her biri de tabi olduğu ismin, yani o suretlerin her biri, hangi isme tabi ise, hangi ismin zuhurunu meydana getirecek ise olduğu ismin istidat ve haysiyetine haiz oldu.

Yani o ismin meselâ “Kahhar” isminin istidadı ve hususiyeti orada meydana geldi. Cebbar isminin, Rahman isminin Rahim isminin Veli isminin, Vali isminin ne varsa hangi isim olursa olsun onun istidad yani hakikiyeti ve hususiyetine haiz oldu. Bu nefes-i Rahmaniden çıkan suretler. Ve o eşya nefes-i Rahmani ile meydana gelen eşya saadet ve şekavetten yani iyi halden ve kötü halden ve iman ve küfürden yani tam zıt hallerinden ikbal ve idbardan, yani yücelik ve düşüklükten, ve kemâl ve noksandan ve sair ahval ve levazımından yani sâir hallerin ve lüzumlu hallerinden ilm-i İlâhide ne suret üzerine mütayin oldular, ilm-i İlâhide bu esma-ı ilâhiler hangi suret ile tayin yani programları yapılmış iseler, mütayin oldular ve Hakk onları ne suret üzerine bildi ise, yani Hakk onları ne suret üzerine düzenledi ise, onlar hakkında ol vecihle hüküm eyledi. Yani o yönde hüküm eyledi.

Yani her bir ismin hususiyeti hakkında, onlar böyle olacak, diye üzerinde hükmetti. Demek ki Hakk’ın eşyayı ma’lûme üzerindeki hükmü, yani zuhura gelen ma’lûm olan eşyanın üzerindeki hükmü o eşya istidad-ı zâtiyeleriyle Hakk’a ne vermiş iseler o verdikleri ilmin haddi üzeredirler. Şimdi, Hakk onları ne suret üzerine bildi ise, yani Hakk onları sonradan bildi değil, ne suret üzere hükmeti ise o şekilde olduğunu bildi. Yani sonradan bildi değil, öyle olduğunu zaten biliyordu. Yani hangi kıvamda hangi yönde hangi meyilde hangi büyüklükte küçüklükte hangi ahlâkta, diğer bir ifade ile eşyanın ahlâkında bildi.

Page 155: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

154

Onlar hakkında o vecih ile hüküm eyledi. yani onların hakikat-leri itibariyle hükmetti. Eğer bir şeyi bir başka türlü hükmetseydi, o zaman haksızlık olurdu, yani o esmanın kendi zâtındaki hakikati ne ise öyle bildi. Demek ki Hakk’ın eşyayı ma’lûme üzerindeki hükmü, yani Cenâb-ı Hakk’ın ma’lûm olan eşya üzerindeki hükmü, o eşya istidad-ı zâtileri ile Hakk’a ne vermiş iseler, o verdikleri ilmin haddi üzeredirler. Eşyanın hakikati zuhura çıktığı zaman ne tür bir vasıf göstermişler ise, nasıl bir hal göstermişler iseler ki, onlarda istidad-ı zâtilerine göre o hali ortaya koymaktalar, kendilerinden bir şey yapmış değiller. O eşya istidad-ı zâtiyeleri ile Hakk’a ne vermiş iseler.

Şimdi diyelim ki şurada bir kuş meydana geldi, kuş olmak onun istidad-ı zâtisinde vardı. Yani Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu o ismin zuhurunda o ismin faaliyetinde bir istidadı vardır. O istidadı dolayısı ile kuş olarak zuhura geldi. Yahut karınca olarak zuhura geldi. Bir böcek görüyoruz minicik, insan hayret ediyor bunun kanadı, ayağı nerede diye, ne yer ne içer, midesi iç organları nerede, ne ile uçuyor, işte Cenâb-ı Hakk onun programını evvelâ öyle yaptı sonra o istidadı üzere o şekilde meydana geldi, onun meydana gelişi de Hakk’a nasıl gelmiş olduğunu vermiş oldu, göstermiş oldu.

Demek ki Hakk’ın eşyayı ma’lûme üzerindeki hükmü, o eşya istidad-ı zâtiyeleri Hakk’a ne vermiş iseler zâti istidadları Hakk’a ne vermiş iseler nasıl görünmüş iseler, verdikleri ilmin haddi üzeredir. Yani o böceğin o kuşun o sineğin verdiği şey, hududları üzeredir onu aşamaz daha az da gösteremez fazla da gösteremez. İşte kazâ budur, hüküm budur. Nerede basitçe anlatılan kazâ ve kader hükmü nerede, aslına doğru, aslına kadar çıkarak kaynağına kadar çıkarak, kazânın başlangıcı ve hükmünün olduğu yer nerede. Hakk’a ne vermiş iseler o verdikleri ilmin haddi üzeredir, hududları üzeredir. İşte kazâ, hüküm budur. O böcek orada bu şekilde olacak demek böceğin böcek şeklinde zuhura gelmesi Hakk’a kendisini göstermesi ezeli istidadta onun kabiliyetinin o olduğu hüküm onun böyle olacağı hükmü budur işte bu kazâdır.

Sadece insanlar üzerinde değil bütün âlemdeki varlıklar üzerindeki hüküm böyledir. Bu âlemin bir bütün kazâsı vardır, tümden İlm-i İlâhi ilmi külli olarak, bir de varlıkların nefes-i rahmani ile sonsuz âleme yayıldığı ve birey varlık olarak nefes-i rahmaninin yayılmasından her zuhurun aldığı isim nefs olmasından o nefisler işte böcek te bir nefstir, kuş da bir nefstir, insan da hayvan da bir nefstir. Ama nefs olarak sadece insandan bahsedilmektedir ki nefslerin kemâlidir. Yani zuhurların kemâli olduğundan nefs olarak insandan bahsedilir.

İşte onun programı ne ise o öyle görünmekte, yani istidadı vechiyle zuhura gelmekte, onun öyle gelmesi de onun hükmüdür. Yani kazâsıdır demek isteniyor. İşte kazâ budur, bu hükümde

Page 156: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

155

tevkit yoktur yani vakit yoktur, vakit efâl âleminde meydana gelmektedir. O âlemde lâtif olan bu varlıklar, zamana tabi olmadıklarından kazâ da sadece bir hüküm olduğundan, orada vakit yoktur. Vakit nerede var, vakit kaderde vardır. Kazâda vakit yoktur, vakti evvele alıp vakitsizliği devretmiş oluyor. Yani hükmü altına almış oluyor. Evvelâ kader sonra kazâ dendiği zaman Vakitsizliği vaktin hükmü altına almış oluyor ki, bu mümkün değildir.

Kazâ hüküm, ilm-i İlâhide bunlar lâtif varlıklar, ilim olarak tesbit edilmiş durumdadır, daha zuhura gelmeden bu âlemlere tenezzül etmeden, işte nefes-i Rahmani ile o programlar bu âlemde açılıyor, böcek, böcek olarak kuş, kuş olarak a’yân-ı sâbitesindeki istidad, istidad-ı ezeli hangi miktarsa ne şekilde ise öyle zuhura geliyor. Onun için bunlar sonradan olma değildir. asıldan gelmedir, bütün varlıkların hakikati. O ilmin haddi üzeredir, yani sınırları üzeredir ki kazâ budur, bu hükümde vakit yoktur. Zira bu hüküm Zât-ı Hakk’ın aynı olan yani Hakk’ın Zât’ının aynı olan ilm-i ilâhide, ilâhi ilimde bu hüküm, bu kazâ, nefisleriyle ma’dum/bâtın da olan eşya üzerinedir.

İlm-i İlâhide nefisleri ile ma’dum, yani a’demde olan, yani yoklukta olan zuhura gelmemiş olan, var ama zuhura gelmemiş a’demde olan eşya üzerinedir şurada belirtilen husus. O mertebede ise, zaman ve mekân yoktur. Yani kazâ hükmü daha orada başlamaktadır. Ve "kader", eşyanın "ayn"ında ve nefsinde sabit olduğu şey üzerine, hükmün min-gayri-ziyâdetin tevkilidir (2).

Ya'nî "kader", ilm-i ilâhîde eşyanın "ayn"ı iktizâsınca i'tâ ettiği hükmü ve halleri, vakt-i muayyende ve zamân-ı mukadderde icra edip, izhâr eylemektir. Binâenaleyh kader, a'yân-i ma'lûmeden her birisinin hükümler ve hallerini sebeb-i muayyen ile vakt-i muayyende ta'yin eder; ve o hükümler ve haller o vakitten asla ileri, geri gitmez. Bu suretle kader, kazanın tafsîli olur. Ve "kazâ", ilm-i ilâhî-i zâtî-i ezelîde eşyâ-yı ma'lûme üzerine ne şey hükmetmiş ise, "kader" o şeyi ziyâde ve noksan olmayarak zamanlarına göre takdir eder.

Yani kader İlm-i İlâhide eşya iktizasınca, yani o eşya ne gerektiriyor ise, ita ettiği hükmü, yani o eşyaya verdiği hükmü ve ahvali, yani eşyanın hallerini belirli bir vakitte, ve takdir edilmiş zamanda, artık ef’âl âlemine gelinmiş oluyor, muayyen tayin edilmiş ve takdir edilmiş bir zamanda, icra edip ızhar eylemektir, kader dediği şeyi meydana getirmektir. Yani yukarıda Zât’ın kendi varlığında esma-ı İlâhiyenin özellikleri ne ise, o şekilde program-lanması, bir varlığın, ve vakti gelince de, muayyen bir zamanda zuhura çıkması kaderdir. Yukarıda ilm-i ilâhideki programı kazâ, bu kazânın belirli bir surette, zaman ve mekânda ortaya çıkması da kaderdir.

Page 157: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

156

Binaenaleyh kader a’yân-ı ma’lûmeden, ma’lûm olan a’yandan, yani aslından, programdan her birisinin, ahkâm ve ahvalini, yani hükümlerini ve hallerini, sebeb-i muayyen ile, yani tayin edilen bir sebep ile, muayyen bir sebep ile, vakti muayyende, yani belirli bir zamanda tayin eder, yani onun zuhur edeceği zamanı tayin eder, o ahkâm ve ahval o vakitten asla ileri geri gitmez. Yani Cenâb-ı Hakk herhangi bir varlığın, şu tarihte bu tarihte zuhura çıkması için muayyen bir hüküm verdiğinde, o ne ileri gider, ne geri gider. O tarihte yer yüzünde zuhur eder. Bu suretle kader, kazâ’nın tafsili olur. Kazâ ilm-i ilâhi Zâti ezelide Zâti ve ezeli ilâhi ilimde eşyayı ma’lûme üzerine ne şey hükmetmiş ise, yani o program o eşyanın üzerinde, nasıl bir program hüküm kazâ etmişse, kader o şeyi ziyade ve noksan olmayarak, bakın kazâ hükmedilmiş bir şeyin ziyade ve noksan olmadan, zamanlar ile takdir eder. yani şu zamanda bu zamanda, olacak diye kader takdir eder, o zamandan ne bir ileri ne de bir geri gelmez.

İmdi kazâ-yi ilâhî eşya üzerine ancak eşya ile hükm etti (3).

Ya'nî eşya ilm-i ilâhîde sübûtu hâlinde kendi nefislerinde, "ayn”larının hallerinden ne şey üzere sabit olmuşlarsa, kazâ-yı ilâhî dahî o eşyâ üzerine onların aynlarının verdiği haller ve hükümler ile hükmeder. Binâenaleyh Hak Teâlâ hiçbir ferd üzerine, hariçten birşey ile hükmetmez. Ancak o efradın her birisi, isti'dâd-ı zâtîsi hasebiyle Hakk'a bir hüküm i'tâ eder. Ve Hakk'ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk'ın üzerine hükm eyler.

Yani eşya, ilm-i ilâhide sübutu halinde, ilâhi ilimde sabitleştiril-mesi halinde, programının oluşması ve bu programın oluşması da onun kazâsı, yanı hükmü olduğundan, kendi nefislerinde, yani eşya şey’iyyetin kendi varlıklarında, kendi nefslerinde, aynlarının ahvalinden yani kendi a’yân-ı sâbitesinin hükümlerinden, yani asli programının hükümlerinden ile ayanlarının ahvalinden yani hallerinden, neşey üzere sâbit olmuşsa, yani o program niceliği niteliği, nasıl sâbit olmuşsa aynlarında ilm-i ilâhideki programları, nasıl sâbit olmuşsa kazâyı ilâhi dahi, o eşya üzerine onların aynlarının verdiği ahval ve ahkâm ile hükmeder.

Şimdi, bir nohut tanesinin ayân-ı sâbitesi, yani kendi programı kendi hakikati, tekrardan yeniden o nohutu, yapmak olduğuna göre, işte eşyanın kendi hakikatini vermesi, kendindeki özelliği ortaya çıkarmasıdır, bunun dışına çıkamaz. Ve onun nohut olarak görülmesi, bu ma’nâda kazâyı ilâhide, o eşya üzerine onların aynlarının verdiği ahval ve ahkâm ile hükmeder. Yani ilâhi kazâ, orada bir bostan, bir karpuz, her hangi bir şey, veya misali bir şeyi bu âlemde murad ettiyse, ondan ne olduysa onunla hükmeder, onu değiştirmez. Eğer değiştirirse, o zaman hükümde yanlışlık, ve o varlığa haksızlık edilmiş olur. Şimdi bir araba nasıl faaliyette ise, veya bir başka şey, o kendi programını yapan mühendislerin, oraya

Page 158: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

157

koyduğu şey ile bize görünmektedir. Bunu değiştirmemektedir, biz de onu öyle bilmekteyiz. Eğer biz araba sahibi olarak ona her hangi bir müdahele ettiğimizde o arabayı bozarız. Teknik donanımını bozarız, çok büyük zarar açarız. İşte biz arabanın halini nasıl kabulleniyor isek, Cenâb-ı Hakk da ezelde yapmış olduğu progra-mın, o varlıkta istidadı üzere, zuhura gelmesini kabul etmekte, ve öyle olmaktadır, diye hükmetmektedir. İşte o hüküm o nohutta ortaya çıktığından kazâyı İlâhi dahi o eşya üzerine onların ayınlarının verdiği, Cenâb-ı Hak o aynı önce ona verdi, o aynlarıda faaliyete geçerken, o aynların özelliği ne ise onu vermiş oluyor, dışarıya çıkarmış oluyor.

Nohut, nohutu vermiş oluyor, çünkü ezelde programı a’yânında o vardı, değiştirmedi, işte bakın genlerle oynamak ne kadar tehlikeli bir şeydir, çünkü genlerle oynayan kimsenin gen ilmi, Allah’ın ilmi gibi olmadığından, oraya koyduğu müdahele ettiği yanlış bir şeyin, daha sonra insanlara ne kadar zararlı olduğu meydana çıkar. Müdahele etmek, Hakk’ın işine karışmak olmaktadır. Aslında bir hukuk kurulmalı, nereye kadar müdahele, nereye kadar sınırı var, bunun hukuku kurulmalıdır. Belki bazı ahvalde genlerle oynamanın faydası olabilir, ama daha çoğunluğu ile zararı olması açıktır, çünkü o genleri onun a’yân-ı sâbitesine koyan o ilmi Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir, ne derece ne kadar ne miktarda, müdahele edilecekse onun programını zâten baştan yapıyor, o programı beyenmeyip hâşâ, biz daha akıllıyız güya, ona müdahele ediyoruz, sonra onun a’yanını değiştiriyoruz. Bakın aslında ne kadar cüretli bir iştir.

Onların aynları üzere ahval ve ahkâm ile hükmeder, binaen aleyh Hakk Teâlâ hiçbir fert üzerine, hariçten bir şey ile hükmetmez. Öyle müthiş bir kaynak, bilgi ki, yani herhangi bir birilerimizin a’yân-ı sâbiteleri ezelde nasıl takdir edilmişse yani kazâ edilmişse, bizlerdeki faaliyet de o hüküm ile çıkmakta, Cenâb-ı Hakk buna hariçten bir şey hükmetmez. Şöyle olsun, böyle olsun diye hükmetmez. Programında ne varsa o zuhur eder. Peki programı koyan Hakk ise oradan o çıkmışsa bizim ne suçumuz var diyebiliriz, onu da diyemeyiz, çünkü a’yân-ı sabiteler mahluk değildir, deniyor.

Bu öyle müthiş bir şey ki, bu kazâ ve kader hükmündeki, bu kazâya geçiyor, insanın yüceliği hakkında o kadar büyük bir varlık, bilişim ki a’yân-ı sâbite varlık kokusu almamıştır. Neden ilm-i ilâhide, yani Hakk’ın Zât’ında mevcuttur. A’yân-ı sâbitelerimiz Ulûhiyet mertebesinden kaynaklanmaktadırlar, biraz fazla ileri gidiliyor ama işin aslı budur. Neden, çünkü daha henüz mahlûka dönüşmüş değildir, yani her birerlerimiz bu yönüyle uluhiyyet cüzlerinden bir cüzüz. Beşeriyetimizle biz mahlûkuz, bakın a’yan-ı sabite Allah’ın ilminde Allah’lık içinde Uluhiyet ilmi içinde

Page 159: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

158

olduğundan orada biz hakikatimiz itibari ile mahlûk değiliz. İşte bu program İlahi bir program olarak zuhura gelmektedir.

Bize ait olan programın hakikati ne ise Cenâb-ı Hakk ona müdahele etmiyor, asli üzere çıkıyor, o zaman bizim yani insanların a’yân-ı sabitesi hangi hal ahval üzere kurulmuş ise, İlâhi bu kendi kendini var etmekte, aslı ilm-i ilâhiyyeye dayandığından kendi kendini var etmektedir. Cenâb-ı Hakk buraya herhangi bir müdahelede bulunmamaktadır. Bulunursa cebr etmiş olmaktadır. Hariçten hiçbir şeyle hükmetmez. Yani dışarıdan sonradan hükmetmez, çünkü zâten ilâhi olarak, onun kendinde o mevcuttur.

Ve Esma-ı İlâhiyyesi o program, rabb-ı hassı diyelim, kazâsı onun rabb-ı hassıdır ayrıca, onun içinde ne varsa o esma-ı ilâhiyyenin programının içerisinde ne varsa, kişi kendisi onu rabbından talep etmektedir. Bakın rabbı ona vermemektedir, cenâb-ı Hakk Rahman olduğundan kişinin a’yân-ı sâbitesi istidadı neyi gerektiriyorsa, neyi taleb ediyorsa, kişi kendi taleb ediyor, rabbından o sahayı, o gücü o çalışma halini, ihtiyacını. İşte bunların kimisi saidliği taleb ediyor, kimisi şakiliği taleb ediyor. biz kendimiz taleb ediyoruz Cenâb-ı hakk bizi cebren şâki yapmıyor.

A’yân-ı sâbitelerimiz programı doğrultusunda kendi kendine, mademki bende bu ilim bu vasıf var, görevim benim bu vasfı zuhura çıkarmaktır. Ama eksi ama artı olarak eksi artı zuhurda meydana geliyor, yoksa Allah’ın Zât’ında ilm-i ilâhiyede ne şâkilik vardır ne de saidlik vardır, zıt isimler henüz daha orada yoktur. A’yân-ı sabitedeki program mahlûk olmadığından, o program kendisi Zât-ı İlahiyeden, programını faaliyete geçirmek için istihkak talebinde bulunuyor. İşte Mudil Esması dahi Cenâb-ı hakka ism-i Mudil kanalıyla kul olmuş oluyor. Mudil’in abdi olmuş oluyor o dahi bir yönüyle Hakk’a ibadet etmiş oluyor. Yani Mudil ismi dolayısıyla batınında emr-i irâdide, Hakk’a ittiba etmiş oluyor. Zâhirde ise isyan etmiş oluyor, tabi emr-i teklifide asi olmuş oluyor. Neyse şimdilik fazla karıştırmayalım! Daha sonra konuya devam ederiz.

Hakk Teâlâ hiçbir fert üzerine, hariçten bir şey hükmetmez. Yani bu kulum Mudil olsun, bu kulum hâdi olsun bu kulum Şâki olsun, bu kulum şu olsun, diye dışarıdan herhangi bir şekilde müdahelede bulunmaz. Her varlık kendi istidadının gereği talep ettiği şeyi yapar. A’yân-ı sâbitedeki programı ne ise onu ortaya getirir, ancak o efradın her birisi, o fertlerin her birisi istidad-ı zâtisi sebebiyle, yani a’yân-ı sâbitedeki zât-i istidadı sebebiyle kabiliyet sonradan geliyor, istidat bir şeyin özü kabiliyet o özün yayıldığı sahadır, ortaya çıktığı sahadır, faaliyeti, kabiliyetidir.

İşte bize düşen bir bakıma kulluk diye yap et diye düşen şey o kabiliyeti istidada döndürüp hakikati üzere hareket etmektir. Hakk’a bir hüküm ita eder, o efradın her birisi yani o fertlerin her birisi istidad-ı zâtisi hasebiyle yani zâti istidadı gereği ile Hakk’a bir

Page 160: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

159

hüküm ita eder. Ya rabbi şöyle olacak, böyle olacak, diye bir hüküm vermiş olur. Ve Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini, Hakk’ın üzerine hüküm eyler. Hakk’a bir hüküm ita eder, yani kendi programında yapmayı murad ettiği şeyi yapabilmek için şunu bunu bana ver diye ona bir hüküm bildirir, hüküm ita eder verir, böyle bir talep verir, isteme talebi verir.

Ve Hakk’ın üzerine o hüküm ile yani şunu ver bana bunu ver istiyorum faaliyet sahasını ver diye bir hüküm Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini yani kişinin hakk’tan istediği hüküm ile “Ya rabbi bana böyle hükmet” ben böyle istiyorum diye, kendi üzerine hükmetmesini Hakk’ın üzerine hüküm eder. Ya rabbi ben böyle istiyorum, sen böyle yap demesi bir hükümdür, Hakk’tan benim üzerime a’yân-ı sâbitemin hakikatini faaliyete geçirecek lavazımatı ver, diye Allah’a hükmeder, bana böyle hüküm et, diye hükmeder. Bu hüküm bâtında dır.

Şimdi bir çocuk diyelim, “baba benim şuna şuna ihtiyacım var bana bunları ver bana böyle hükmet” yani benim üzerime hükmünü bu şekilde yap der. Hükmet demesi, benim bu kararımı onayla demektir. Bunlar hep hal diliyle olan şeylerdir. Ma’nâ âleminde hal diliyle söylenen şeylerdir. Bakın o cümleyi bir daha okuyorum; “ve Hakk’ın üzerine o hükümle yani şunu ver bunu ver ihtiyacımı ver diye, bir hüküm ver diye, bir hükümde bulunuyor, Hakk’ın üzerine o hüküm ile kendi üzerine hükmetmesini yani o istediklerini vermesini Hakk’ın üzerine hüküm eyler. Ya rabbi böyle ver, böyle yap diye onun üzerine hüküm eder.

Misâl: Mi'mâr, bir binayı inşâ ettiği sırada, döşeme ve kaplama tahtalarını, o tahtaların isti'dâdına göre seçer. Şimdi döşeme tahtası başkadır, kaplama tahtası başkadır, bunların hepsi tahta ama mimar onların özelliklerine göre kabiliyetlerine göre ayırıyor. Döşeme tahtasından kalıp tahtası yapmıyor. Zaten o tahtanın a’yân-ı sâbitesi beni döşeme tahtası yap, veya yapma, diye mimara söylüyor, mimar kendi tayin ettiğini zannediyor. Onları kendi ayırdığını zannediyor. O tahtalar kendi kendilerini ayırıyorlar zâten, çünkü döşeme tahtası eğer kalıp tahtası yapılırsa ziyan olur hem de çok masraflı olur, dayanmaz da kalıp tahtası daha kalın olacak daha geniş olacak ebatları ona göre olacaktır.

Döşeme tahtası, lisân-ı hâl ile mi'mâra: "Benim binanın kaplamasında kullanılmaya salâhiyyetim yoktur; sen beni, döşeme için kullan!" der. İşte bu tahtanın mi'mâr üzerine, kendi isti'dâdı hasebiyle, bir hükmüdür. Mimar da hükmü, ben verdim zannediyor, halbuki mimara hükmü tahta veriyor, kendi özelliği itibariyle tahta diyor ki, ben bu işi yaparım mimar da bakıyor ki, evet bu işi bu yapar, diye mimar kendi seçtiğini zannediyor. Halbuki tahta kendisini seçtiriyor. Ben bu işi yaparım diye hüküm veriyor. Mi'mâr dahi tahtanın kendi üzerine olan, bu hükmünü kabul ile, onun döşemede İsti'mâline hükm eyler. Mi'mâr bu

Page 161: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

160

hükmü hariçten almadı, belki tahtanın zâtından almış oldu bu hükmü yani tahtanın zâtında bu hususiyet olduğundan tahtanın zâtı dedi ki, ona ben bu işi yaparım, beni burada kullan dedi.

Yani mimar dışarıdan bu hükmü almadı, tahtanın kendisinden aldı, çimentonun, çimentoluk hükmünü dışarıdan almadı çimento-nun kendinden aldı, demirin kendinden aldı, ben bu işi yaparım beni burada kullan diye. Hükmü malzeme verdi, sadece o değil her birerleri öyledir. İşte çarşıya pazara gittiğimizde yaptığımız seçimler hep bu hükmün içindedir. Patates diyor ki ben patates yemeği yaparım, al beni diye bize hükmediyor evvelâ orada görüntüsü itibariyle sessiz ve sözsüz olarak biz de zannediyoruz patatesi pırasayı biz seçtik. Halbuki o bize seçiliyor, benden daha güzel yemek olur diyor. Böylece hükümler kendinden kendine olmaktadır.

وذ بالله م ان الرجيم اع ط ن الشي

﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١ ﴿

Bu akşam 17/10/2011 pazartesi akşamı daha evvelce başlamış olduğumuz, kazâ ve kader hakkında olan sohbetimize bu gece biraz daha devam edelim, Cenâb-ı Hak her birerlerimize, evvelâ âlemin hakikatini, sonra kendimizin hakikatini, sonra rabbımızın hakikatini, Allah’ımızın hakikatini, kazâ ve kaderin gerçek ma’nâda olan hakikatini, bize bildirsin inşeallah. Biz O’nun talibiyiz, yani bu ilmlerin talibiyiz, elimizden geldiği kadar öğrenmeye gayret etmekteyiz, rabbımızdan da ricamız onu bize nasib etsin, gerek lâfsi gerek ilhami olarak, ve aklımızı gönlümüzü açsın da anlama kabiliyetimiz gelişsin, ve kolaylaşsın aksi halde Cenâb-ı Hakk bir işi murad etmez ise, biz hiçbir şey anlayamayız.

بسم الله الرمحن الرحيم Fusus’l hikem cilt 3 Üzeyir fassı Sayfa 83. ve 4.

Paragrafta kalmıştık, oradan devam edelim

Ve bu ayn-ı sırr-ı kaderdir. Buna ıttıla', müşâhid olduğu halde, kalbi olan ve ilkâ-yi sem' eden kimseye mahsûstur, kulağı duyan kimseye mahsustur. (4). Yani ilkâ likâ muttali olmak “kulağı” idrak eden kimseler bunları anlayabilir.

Ya'nî "kazâ"nın yani Cenâb-ı hakk’ın hükmünün eşya üzerine, yine eşya ile hükmetmesi keyfıyyeti, halayık üzerine yani, halkın üzerine hâkim olan a’yân-ı sırr-ı kaderdir; ve bu sırr-ı kadere ıttılâ, yani idrak etmek ancak mazharlarda Hakk'ın nurunu müşahede

Page 162: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

161

edici olduğu halde, mezâhir-i hissiye ve akliyyede Hak ile mütekallib, dönen bir kalbe mâlik bulunan ve îman nuruyla işiten kimseye mahsûstur. Bu vasıflara hâiz olmayan sırr-ı kadere muttali olamaz. Bakın evvela şart açık olarak söylüyor. Yani kazanın eşya üzerine yani Cenâb-ı Hakk’ın hükmünün eşya üzerine bu kazâ hükmü demek, aynı zamanda hakimiyeti demektir, yani Hakk’ın programı dahilinde bu olabiliyor başka bir şekilde değildir.

Eşya üzerine bakın şeyiyet üzerine yine eşya ile hükmetmesi yani eşyanın üzerine yine eşya ile hükmetmesi nasıl o tahta kendi üzerine hükmediyor ki, yani ustasına mühendisine beni döşeme tahtası yap diye, tavan tahtası da beni tavan tahtası yap, benim kabiliyetim o diye kendi söylüyor, ve bu kendine söylediği için kendi hükmünü de kendi vermiş oluyor. Haliyle şekliyle belirtiyor. Ama bunu anlamak için eşya üzerine, yine eşya ile hükmetmesi keyfiyeti halâyık üzerine hâkim olan yani, halkın üzerine hâkim olan aynı sırr-ı kaderdir. Sırr-ı kaderin aynıdır. Yani eşyanın kendini taleb etmesi, yani kendi hakikatini evvelâ Cenâb-ı Hakk’tan taleb ediyor, Cenâb-ı hakk bu eşyayı o program üzerine meydana getiriyor, o meydana gelen hâl diliyle ben buyum diye kendini belirtiyor.

Yani eşya kendini ortaya koyuyor. Eşya ile ortaya çıkıyor. İşte bu üzerine hakim olan aynı sır-ı kaderdir. Sırr-ı kaderin aynıdır. Ve bu sırr-ı kaderi idrak etmek anlamak ancak mezâhirde yani gördüğümüz bu zâhir âlemde, envar-ı Hakk-ı müşahede edici olduğu halde, yani Hakk’ın nurunu müşahede edici olduğu halde, ne diyor şimdi biz onu tahta olarak görüyoruz ya, tahta olarak gördüğümüz süre içerisinde, ona bir vücut vermiş oluyoruz. İşte orada Hakk’ın nurunun varlığını müşahede eden kimseler, yani onu sadece maddi ma’nâda, madde şeklinde bir varlık değil, onun da kendine has bir programı, bir hayatı bir canı, bir varlığı olduğunu ama bu idrak nuruyla ancak anlaşılacak bir şeydir diyor, bakın Ne kadar güzel bir ifade. Yoksa biz onu tahta, tahta, ağaç, ağaç deyip geçiyoruz, onun var edilişi ortada oluşu, sebeb-i hilkati, ne olduğunu fark etmeden çatır çatır kesiyor, parçalıyoruz, çiviliyoruz, işte böylece işimizi gördü diyoruz.

Envar-ı Hakk’ı müşahede edici olduğu halde, yani Hakk’ın nurlarını müşahede edici olduğu halde, mezâhir-i hissiye ve akliyede, yani zâhirdeki his ve akılda, şimdi his ve akıl zâhirde değil ama, zâhirde olan insandaki his ve akılda, yani tefekkürü olan insandaki his ve akılda, akliyede Hakk ile mütekallib halde, bakın Hakk ile dönen bir kalbe malik bulunan, mütekallib dönen bir şeydir, işte kalbin kalb denmesinin o mahalle cenâb-ı Hakk’ın bütün esma-ı İlâhiyyesinin tecellisi olduğu ve her tecellide hangi tecelli istikametinde ise kâlb, oraya döndüğü oraya tecelliyi o şekilde kabul ettiği hükmündedir.

Page 163: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

162

Hani radar, nereye dönerse orada bir varlık varsa, onu yansıtıyor, algılıyor. İşte Cenâb-ı Hakk’ın esma-ı İlâhiyesi kalbimize madde olarak diğer bir ifade ile gönlümüze gelmiş oluyor, bu Hakk ile dönen bir kalbdir. Ne kasd ediyor, yani o kalb Hakk’ın tesirinde hani diyorya “kalpler Alah’ın iki parmağı arasındadır,” Celâl ve Cemâl parmağı arasındadır, dilediği zaman Celâle dilediği zaman Cemâline çevirir. Diye hadisde de belirtilir. Eğer biz o kâlb denilen şeyi yürek ma’nâsına kullanırsak, o maddeden başka bir şey değildir, o etten başka bir şey değildir. bu şekilde baktığımız zaman biz o kâlbi Hakk ile birlikte çalıştırmıyoruz. Sadece beşer anlayışı ile, dar bir çerçevede çalıştırıyoruz.

İşte Hakk ile mütekallib, yani Hakk ile dönen bir kalbe mâlik bulunan ve nur-u iman ile işiten, bakın ne oldu hissiye ve akliye ve nur-u iman his akıl ve iman nuru, işte nur onu aydınlatmaktadır. İşiten kimseye mahsustur, yani bu hadiseleri idrak etmek bu evsafa haiz olmayan kader sırrına muttali olamaz. Ezberler, klâsik ma’nâda bazı bilgilerle belirtilmiş olur, ama aslına ve hakikatine ulaşması mümkün değildir.

İmdi hüccet-i bâliğa Allah için sabittir. (5).

Cezâ gününde, cezâ günü demek bilindiği gibi cehenneme atma günü değildir, cezâ karşılık demektir, yani âhirette mahkeme-i kübra kurulduğu zaman o cezâ günüdür, cezâ karşılık demektir, muhakeme edilecek kişi Hakk’a yönelik olarak hayatını sürdürmüşse onların cezâları cennettir, ama isyan üzere hayatını sürdürmüşse onların cezâları da cehennemdir. Yani cezâ azab değil karşılık demektir. Kim neyi görmüşse karşılığını alacaktır. Hani esnaflarda alış veriş yaparlar da, baştan fiatı konuşulmamışsa bittikten sonra, bu işin cezâsı ne kadardır denir ya, yaptığı işin karşılığı sorulmaktadır, o halde cezâ karşılık demektir. İşte burada ruz-i cezâda yani karşılık, muhakeme gününde hüccet-i baliganın ne olduğu suret-i sübutu gelecekteki suâl ve cevâbdan anlaşılır.

Cenâb-ı Zü'l-Celâl hazretleri: Ey kâfir ve âsî ve câhil kullarım! Ameliniz hasebiyle sizin hakkınızda tertîb ettiğim cezâyı çekiniz! Yani karşılığını görünüz. Amellerinizin karşılığını görünüz. Yalnız bakın burada “ey kâfir âsi ve câhil kullarım” diyor, âsi’siniz, kâfirsiniz, câhilsiniz ama benimsiniz diyor. Ne olursa olsun Cenâb-ı Hakk “kulum “ demişse o yeter. Bu da işin başka tarafıdır. Hani bazı ailelerin evlâtları vardır ya, işte biraz yaramazlık yapıyor, uygunsuz şeyler yapıyorlar, yapıyorlar, yapıyorlar, ama gene anne baba benim evlâdım ne yapalım diyor, yapacak bir şey yok, gibi.

Ehl-i ikâb: yani suçlanan kimseler, yani onlara edilen hitab ki bunlar günahkar ehlidir, Yâ Rab! Küfrü, isyanı ve cehli, ezelde sen bizim üzerimize takdir ettin. Senin takdirin ile bizden sâdır olan a'mâlden dolayı şimdi bizi cezalandırman ve takatimizin hâricinde olan şeyi bizden taleb etmen hakkımızda zulüm olmaz mı?

Page 164: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

163

Cenâb-ı İzzet: yani Cenâb-ı Hakk; Benim kazâ ve takdirim ilmime tâbi'dir; ve ilmim dahi, isti'dâd-ı ma'lûmunuza tâbi'dir. Yani bilinen onlara verilen istidadlarına tabidir, Binâenaleyh siz ezelde bana dediniz ki: "Bizim isti'dâd-ı mahsûsumuz budur; biz senden bu isti'dâdımıza göre hükm isteriz." Ben de öylece hükmettim ve zâtınızda meknûn, gizli olan şey üzerine vücut verip, o şeyi îcâd ve izhâr eyledim. Yani o şey üzerine ifaza-i vücut, vücut feyizi verip o şeyi icad ve ızhar eyledim.

Binâenaleyh sizden sâdır olan küfür ve isyan ve cehil, ancak sizin zâtınızda bil kuvve mevcut olan şeydir, ben yalnız ifaza-ı vücut edip, ben yalnız vücut verip, onları îcâd ve izhâr ettim. İmdi ben size zulmetmedim. Siz ancak kendi nefsinize zulmettiniz. Ve sizin talebinizin hâricinde size bir şey vermedim. Cenâb-ı İzzet: yani Cenâb-ı Hakk; Benim kazâ ve takdirim ilmime tâbi'dir. Şimdi Cenâb-ı Hakk siz böyle diyorsunuz ama benim kazâ ve takdirim yani hükmüm ilmime tabidir, ilmim dahi istidad-ı ma’lûmunuza tabidir. Yani ezelde istidadları ne ise a’yân-ı sâbitedeki programları ne ise, kendilerine verilen odur, ve orası mahlûk olmadığından, kimlikler orada başlı başına kendi hallerindedir.

Yani Cenâb-ı Hakk onlara demiyor, bunu yapacaksın bunu yapacaksın diye, a’yân-ı sâbite programı olarak programda programlanmış insan bir terkiptir. Esmaların bir terkibidir, işte bu programlar halk edilmiş değil, var edilmiş yaradılmış değil, Allah’ın varlığında İlm-i İlâhide mevcutturlar. Yani her bir program başlı başına müstakil bir varlık, program olarak orada varlıktır. Yani kendi hürriyetleri üzere sâbittir ayrıca. Kazâ ve kaderim ilmime tabidir, yani İlm-i İlâhidedir bunun kaynağı Esma mertebesinden, Sıfat mertebesinden başlamamaktadır demek istiyor, Zât’i ilimdedir bunlar. İşte insanın en büyük yüksek hali budur. Allah’ın varlığında kendi Uluhiyet sahası kişinin kendisinin sahası, bunu anlamak biraz zordur. Zor değil de ikilikle şartlanmış, ötelerde ayrı bir Allah, Aşağıda kul olduğu, ile şartlanmış bir varlığın mantığın kafanın bunu kabul etmesi mümkün değildir. Zâten bu mübarekler de onla-ra anlatmıyorlar, taleb edene anlatıyorlar, veya a’yân-ı sâbitesinde olanlara anlatıyorlar.

Kaza ve takdirim ilmime tabidir, ilmim dahi istidad-ı ma’lûmunuza tabidir. Yani o a’yân-ı sâbite programındaki ma’lûm olan istidadına tabidir. yani Oradaki istidadı ne ise o ortaya çıkmaktadır. Ben bir şey üzerinize vermiyorum diyor. Binaen aleyh siz ezelde ilminizle bana dediniz ki, bizim istidad-ı mahsusumuz budur, yani bize mahsus olan bize tahsis edilmiş olan, bizim hususi istidadımız budur. Biz senden hususi istidadımıza göre hüküm isteriz derler. Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı şey onların talebi üzere hükmetmektir. Böyle yap demek değildir. Yap demesine gerek yok, istidadın gereği ne ise onu zâten o varlık kendi kendisi yapıyor.

Page 165: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

164

Bunu haktan da kendisi taleb ediyor. yani Allah burada isyan et demiyor.

Ama a’yân-ı sâbitesi Mudil ismi üzere bina olduğundan ve Mudil ismi de Allah’ın ilminde Zât’ında başlı başına bir varlık olduğundan yani Allah’ın sahasında bir saha olduğundan, işte oradaki sahanın özelliği ne ise a’yân-ı sâbite özünden, Mudil isminin tahakkukunu istiyor. Allah sen Mudil ol demiyor, bakın ne kadar hassas ama gerçek olan bir konudur. Bizim istidad-ı mahsusumuz budur, biz senden bu istidadımıza göre hüküm isteriz. Yani bize böyle hükmet diyorlar. ben de öylece hükmettim, zatınızda gizli olan şey üzere ifaza-ı vücut edip zatınızda olan şey üzere feyizli vücud verdim. Ve o şeyi icad ve ızhar eyledim. Yani sizin özünüzde olan şeyi ben ortaya çıkardım.

Yani sizin istediğiniz talebiniz üzere ben onu ortaya çıkardım. İşte kudret Hakk’a ait olduğundan ilim de a’yân-ı sâbiteye ait olduğundan, ancak a’yân-ı sâbite, bu kendisinde olan hususiyeti kendi kendine, ortaya çıkaramayacağından, Hakk onu ortaya çıkarmaktadır. Ama kulunun istediği üzere ortaya çıkarmaktadır. Hakk kudretini kullanıyor, ama hüküm kula ait oluyor. Bakın a’yân-ı sâbiteye ait oluyor. Binaen aleyh sizden sâdır olan küfür ve isyan ve cehil, yani sizden meydana gelen küfür isyan ve cehil, ancak sizin zâtınızda yani kendi kimliğinizde, a’yân-ı sâbitede bil kuvve mevcut olan şeydir, yani kuvvede olan şeydir. Zuhura çıkan şey değildir, istediğiniz için ben de onu zuhura çıkarıyorum diyor. Ama siz istediğiniz, için onu zuhura çıkartıyorum diyor. Ben size bunu yapın demiyorum diyor. ben yalnız ifaza-i vücut edip onları icat ve ızhar ettim. Onlara vücut verip feyiz verip yani ihtiyaçlarını verip ızhar ettim. Şimdi ben size zulum etmedim, siz ancak kendi nefsinize zulum ettiniz ve sizin talebinizin haricinde size bir şey vermedim demektedir. Hani bir âyet-i kerîme vardır (43/76) âyetinde buyurur;

مني كن كانوا هم الظ ال ل اهم و ن م ل ا ظ م و “Allah onlara zulum etmedi ancak onlar nefslerine zulum

ettiler” diye âyet-i Kerîmede buyrulur. Sizin talebinizin haricinde size bir şey vermedim. Yani size zulum etmedim.

Ehl-i ikâb: Yâ Rab! Bizim zâtımıza o isti'dâdı veren kimdir? Ve ilm-i ilâhînde onu kim îcâd eyledi veya onu vaz' eden kimdir? Şimdi günahı üstünden atmak için soruyor, suçu yüklenmemek için soruyor,

Cenâb-ı İzzet: Ma'lûmât-ı ezeliyyede olan isti'dâd mec’ul, vücuda getirilmiş değildir. Zîrâ benim "ilm"im sıfat-ı zâtiyyemdir. Sıfât-ı ilâhiyyem ise, Zât-ı Celil-i şânımla beraber kadîmdir (evveli , öncesi yoktur). Ve başlangıcı olmayan zamanlarda îcâd mesbûk

Page 166: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

165

(bir şeyin başka bir şeyden önce bulunmuş olması) değildir. Binâenaleyh îcâddan evvel bir şeyin îcâdi mevzû'-i bahs olamaz. Ben yalnız ilm-i ezel-i ilâhîmde olan şeye vücut, feyz verip, onları gayb örtüsünden belirme sâhasına çıkardım. Onlar da ezeldeki halleri ve isti'dâdlan üzere zâhir oldular.

Cenâb-ı İzzet: yani Cenâb-ı Hakk Ma'lûmât-ı ezeliyyede olan isti'dâd mec’ul değildir, yani ezeli ilimde ma’lum olan istidat mec’ul değildir. bunu daha evvelki sohbetlerde görmüştük, a’yân-ı sâbite mec’ul değildir. ceal edilmiş yani sonradan var edilmiş bir şey değildir. ilm-i ezelide mevcuttur. İşte a’yân-ı sâbitelerimiz de ezeli ilimde, yani Allah’ın Zât’i ilminde mevcut olduğundan var edilmiş şey değil, ve orada mahlukluk hususiyeti de, daha henüz yoktur. Yani programlarımız hâlikiyet mertebesindedir. A’yân-ı sâbiteleri-miz istiklâl sâhibidir. İşte bizim en değerli yerimiz orasıdır.

Biz a’yân-ı sâbitenin ilmi kadar, her birerlerimiz halk edicileriz. Bilen ayn bilinen gayr, yani kim bunu biliyorsa bunu yaşıyor ve hak ediyor, bilmiyorsa kendini mahluk zannediyor. Yani ruhlar âleminden sonraki tecelliye ait halini söylüyor. Ruhlar âleminden evvelki ilm-i ilâhideki hâlini bilmediği için söyleyemiyor, ama kaynak isneyniyetten evvelki vahidiyetten başlıyor. Ma’lûmât-ı ezeliyede olan istidat mec’ul değildir, yani sonradan var edilmiş değildir. Yani istidatlarımız ezelidir. Fiziğimiz zamana bağlıdır, işte bu zamana bağlı olması da, kaderin faaliyete geçmesidir. Bu faaliyete geçmeden bizde kader hükmü daha yoktur, kazâ hükmü vardır, kazâ program hükmü vardır, sadece nasıl okullar başlıyor, evvelâ bir program yapılıyor, o yapılan program okullar derse başladığı zaman tatbike geçiyor.

Zira benim ilmim sıfat-ı Zât’iyemdir, şimdi ilim bir sıfattır, ama Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ının sıfatıdır, sıfat-ı Zât’iye sıfatları var esmaiye yani Zat’ından değil de bir başka alt mertebelerden sıfatları vardır. Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelâm, Semi, basar, bunlar Sıfat-ı Subutiye aynı zamanda Zât’ına da bağlıdır, sıfat-ı İlâhiyem ise Zât-ı Celilim şanımla beraber kadimdir. Bakın iki sıfat mertebesi ortaya çıktı, birisi sıfat-ı Zat’iye, Zat’ının sıfatı, diğeri Sıfat-ı İlâhiye, Sıfat-ı İlâhiye Zât-ı Celili şanımla beraber, yani yüce şanımla beraber, sıfat-ı ilâhiye kadim ezelidir. Ama diğeri ilim sıfatı Zât’ından zuhur eden yani bir sonraki aşamadır.

Ve ezeli azelde, yani ezellerin ezelinde icad mesbuk değildir. yani ezellerin ezelinde icat geçmiş değildir, olmuş değildir. ezellerin ezelinde icat yoktur. Sadece İlm-i İlâhi vardır. Binaen aleyh icattan evvel yani vücuda getirmeden evvel, icat vücuda gelmedir, zuhur etme, görüntüye gelmedir, icattan evvel bir şeyin icadı mevzubahis olamaz. Yani herhangi bir şey icat edilmezden evvel icat edilmesi mevzubais olamaz. Ben yalnız ilm-i ezeli ilâhimde olan şeye ifaza-ı vücut edip, onları gizli gaybden bütün gayblerden sahay-ı buruza çıkardım. Yani bariz olma sahasına çıkardım. Görüntü sahasına

Page 167: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

166

çıkardım. Onlar da ezeldeki halleri ve istidatları üzere zâhir oldular a’yân-ı sâbitelerin zuhurları.

Kendi hallerinin gayrisiyle zâhir olmaları için asla cebir ve hüküm etmedim. Yani sizin böyle isyan halinizde olmanızı ben cebretmedim diyor. Sizin özünüzde olan ne varsa ben onu zuhura çıkardım kendimden bir şey koymadım diyor. Yed-i feyyazımda buhl yoktur. Yani feyiz veren elimde cimrilik yoktur, benim elim açıktır diyor. Siz istediniz ben verdim, ben fiilimden mes’ul değilim, mesul olan sizsiniz. Yani cenâb-ı Hakk bir fiil işliyor, ama bu fiili sizin isteğiniz üzere yaptığım için ben mes’ul değilim bu yaptığım işten diyor.

Şimdi gitsen ki bana bir araba ver desen arabayı verdiler şartlar yerine gelince tabi, şimdi onların arabayı verme hükmünü sen verdin, onlar vermediler, talep eden o hükmü onlara verdi, onlar da mecbur oldular sana bunu vermeye çünkü o hükmü yerine getirmekteler, işte sen dedin ki, 2012 model bir araba istedin onlarda verdiler, sonra sen dedin ki ben 2013 model istemiştim, işte ben böyle yapmadım diyor, sen 2012 model istedin ben de onu verdim, ben sana cebir kullanmadım, sen ne istedinse ben onu yaptım sana diyor. Onun için beni suçlama diyor.

Yed-i feyyazımda buhul yoktur, yani benim feyiz elim açıktır, cimrilik yoktur, sen ne istedinse ben onu verdim diyor. siz istediniz ben de verdim ben bu fiilimden mes’ul değilim ben sana arabayı verdim sen beyendin beyenmedin, ben senin istediğini verdim. İşte bundan ben mes’ul değilim beni sorumlu tutamazsın diyor, mesul olan sizsiniz. 21/23 âyetinde buyurur,

ون ل سئـ هم ي و ل فع ا يـ عم سئل ال يO fiilinden mes’ul değildir ama siz fiillerinden mesulsünüz. Bu

âyet-i Kerime’ye de burada işaret ediyor. Bu surette Allah için hüccet-i baliğa sabit oldu. Önceki cümlede bahsettiği “hüccet-i baliğa” yani baliğ olan hüccet, delil, kesin delil yani bu hususta, yani Allah’ın hiçbir kuluna cebr etmediği haksızlık yapmadığı ve kulun talebi ne ise onu icat ettiği onu verdiği hakkında delil “hüccet-i beliğa” bu anlatılandır diyor. hüccet; delil baliğa da kâmil bir delil, yani şüphe bırakmayacak bir şekilde açık bir delildir.

Hüccet-i baliğa sabit olur, çünkü bizim üzerimize onun hükmü ilm-i hikmet-i ilahiyesi mucibince yani ilminin hikmet-i ilâhiyesi gereğince ve Zât’ı iktizasıyladır. Ve eşyanın aynları hal-i a’demde yani yokluk halinde, ne şey üzerine sâbit olmuş idiyse O'nun hükmü ancak o şey üzerinedir. Yani eşyanın hakikati a’demde İlm-i ilâhide hangi şey hangi program üzerine idiyse o program üzerine zuhur eder. Aynları yokluk halinde ne şey üzerine sabit olmuş idiyseler, onun hükmü ancak o şey üzerinedir,

Page 168: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

167

Ve a'yân’ın hâli a’demde o hâl üzere sübûtları, yani a’yân-ı sâbitenin o halleri a’demde yani yokluk halinde yani bâtın âleminde yani ilm-i ilâhide o hal üzerine sübutları, yani kendi programları üzere sabit olmaları, gayr-ı mec'ûl olan isti'dâdâtına dayanır. Yani halk edilmemiş ortaya çıkarılmamış sadece ilmi ma’nâda var olan istidadına müsteniddir. İstidadındaki programa bina edilmiştir. İstinad edilmiştir. Yani sonradan onlara bir şey yapılmış değildir.

ون ل سئـ هم ي و ل فع ا يـ عم سئل ال ي(Enbiyâ, 21/23) âyet-i kerîmesinin yüksek manasını bu

hakikate nazaran etraflıca düşünmek lâzımdır.

Enbiya (21) / 23- Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz. Onlar ise yaptıklarından mes’uldürler. Biz fiili ma’nâda söylüyoruz, halbuki bu mes’uliyet varsa eğer daha ilm-i ilâhideki mes’uliyetten başlıyor. Orada o program var ki burada tahakkuk ediyor. Eğer cenâb-ı Hakk a’yân-ı sâbitedeki programları ortaya getirmeden çıkarmadan nasıl olsa bunlar, bu programda ortaya çıkacak, hadi bakalım siz cennet ehli, siz cehennem ehli diye el koysaydı, cenâb-ı Hakk her bir a’yân-ı sâbite, ben ne yaptım ki cehennemlik oldum, ben ne yaptım ki cennetlik oldum, diye soru sorabilirlerdi. İşte Cenâb-ı Hakk bizi bu âleme getiriyor, bütün eşyayı, bu âlemde kişiler kendi yaptıklarını da müşahede ediyorlar.

Yani program faaliyete geçince kayda alınmış oluyor. Tahakkuk edilmiş oluyor. İşte Cenâb-ı Hakk da o kaydı göstererek, sizin haliniz bu neticesi de budur, diye bildirmiş oluyor. Eğer buraya gelinmemiş olsaydı bunlar bilinmeyecekti, bir başka âyet-i Kerîmede “siz ne türlü işler yapacaksınız bilelim” (47/31) buyu-ruyor. Şimdi irfan ehli bu âyet-i kerimeden çok büyük şeyler çıkartıyor, o zaman Cenâb-ı Hakk ezeli ilminde bilmiyor muydu, da bilelim diye sizi buraya getirdik yani ilim ma’lûma tabi olmuş oluyor. Daha evvel ilm-i İlâhide mevcut olan şeyler zuhura çıktığı zaman zuhurla ma’lûmla ortaya geliyor. A’demde bunlar bilinmiyor iken İlm-i İlâhide program iken yani Cenâb-ı hakk onları bilmiyor muydu da şeriat mertebesinde zuhura çıktığı zaman görelim bilelim diye sizi buraya getirdik hükmünü veriyor, işte Hakk’ın bildirdiği gibi eğer onlar bu âlemde bilinmemiş görülmemiş olsalar yani yaşanmamış olsalar o kul diyecektir ki, benim bir fiilim yok ki beni neden cehenneme atıyorsun.

İşte bilelim kimin ne olduğunu diye onları getirdik. Ama zâhiri ulema, bu o bahsedilen âyeti kabul edemiyor, çünkü tenzihi ma’nâda bir Allah bildiğinden ve Allah’ın her şeyi ezelde bildiğinden yani evvelinde, bildiğinden o zaman sonradan oluşan ile bilelim dediğinden, demek ki, Cenâb-ı Hakk’ın ilmi orada yokmuş da, fiil meydana geldikten sonra, öğreniyormuş gibi zannediyorlar, ve bu

Page 169: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

168

âyeti tenzih ediyorlar. Veya hiç durmadan geçiştiriveriyorlar. Bakın ama ne kadar mühimdir. (yukarıda bu âyetten bahsedilmiş idi)

İşte Muhiddin-i Arabi hz leri, onu açıklarken bilelim, demesinin ilminin ma’lûma tâbi olduğunu, yani ilm-i ilâhide var ama bilinmiyor, şahadeti yok şâhitleri yok, o zaman o kişi inkâr edebilir, ben yapmadım, neden beni cehenneme atıyorsun diye. Ama o fiil işlendikten sonra şâhitleri de var çevrede o zaman inkâr edemiyor, tamam bu benim hâlimdir diye. Burada “bilelim “ ifadesi siz de bilin anlamınadır. Sizde görün şâhit olun ama kendisi hakkında bilelim demesi onun acziyeti değildir, yani her hangi bir ilmi fiil meydana geldikten sonra, Allah’ın öğrenmesi değil bilmesi değil, “bilelim” dediği batında ilm-i ilâhide mevcut olan şeyin ilminin ma’lûma tabi olduğunu da bize bildiriliyor. Yani ilmin ma’lûmla müşahedeye geldiğini söylemiş oluyor. Yoksa bu şehâdet âlemi olmasa bütün bunlar gene aynen olduğu gibi olsa, o zaman insanlar esma âlemin den cennete veya cehenneme gitmiş olurlar, isimler âleminden gitmiş olurlar. dünya olmaz, şehâdet âlemi de olmazdı.

Şehâdet âlemine gelinmemiş olsa, cehennem ehli o zaman biz ne yaptık da cehenneme gidiyoruz deseler, o zaman haklıdırlar. Ama buraya gelip kendileri o fiili işledikleri için inkâr etmeleri mümkün değildir.

Dinleyici sorusu: ilm-i ilâhide a’yân-ı sâbitemizi biz kendimiz mi seçtik, ben bunlara, bunlara talibim diye? Yok şimdi biz meseleye beşeriyetin içinden bakmaya çalışıyoruz. Onun için de ben çıkıyor hep ortaya, orada daha sen diye bir şey yok, bir program var, yani Allah’ın isimlerinden meydana gelen birer ilâhi programlar var. Orada daha henüz ben sen şu bu yok, işte her program bir kimlik hüviyetindedir. Ama Uluhiyetin içinde olan bir programdır. Biraz daha açık söylersem Allah programları ama Allah’ın genişliği ma’nâsında değildir, bu durum beşeri örneklerle verilecek şeyler değil, hissiyat duygu ve kâlp nuruna bağlı bir anlayış oluyor. Yani yüz metre koşan bir insanın, o süre içinde iki bin metre koşmasının gerekliliği, gibi yani imkânsız gibi görünen şey, ama imkânsız değildir.

Yani biraz normalin üstünde bir gayret, alt yapı ve anlayış kabiliyeti gerektiriyor. Bu ufak tefek dünyalık işlerden değil ki, biz onlara bile zor akıl erdirebiliyoruz, bakın bunun en can alıcı tarafı, yani açıklayıcı tarafı, a’yân-ı sâbite mec’ul değildir, demesidir. Şimdi bizler bu âlemde mec’ulüz. Ceal, kılınmışız, tefsirlerde yaratılmışız denilen şeydir. İşte yaratılmış hükmüyle eğer bir şeye bakılırsa, bunları anlamamız hiç mümkün değildir. Bunların hepsini unutup temizleyip yeniden yeni bir anlayışla bu mevzulara bakmak gerekiyor, tevhidi olarak tek olarak, kesret olarak bunlara bakarsak zâten hiçbir şey anlayamayız. Ancak klâsik ma’nâda,

Page 170: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

169

kader ve kazâ diye, âlimlerin kendi anlayışlarına göre, belirttikleri kısacık kazâ kader anlayışları ki, bu dersin başında zâten onları da verdik.

A’yân-ı sâbite mec’ul değildir, çünkü Allah’ın esmaları sonradan mı halk edildi değil, işte program Allah’ın kendi varlığında olan programdır. Allah bu programlara kimlik veriyor. O kimlikler de kendi zat’ından olduğundan, ilâhi kimliklerdir. Ruhlar o programlar dan sonra halk ediliyor, zuhura çıktıklarında, varlıklar kendilerini ayrı olarak gördüklerinden, bütün bu mesele curcuna bayram düğün ortaya çıkıyor, varlıklar kendilerini ayrı görmese hiçbir sorun olmayacaktır. Asılları itibariyle insanlar aynı, zuhurları itibariyle gayrı, olmaktadırlar. Gayrı olduklarından, bu hesap kitap ortaya çıkmıştır. Yoksa ortada hiçbir sorun yoktur. Sorun bizim hayel ve vehmimizdedir. Var zannettiğimizdedir. Aslında yoktur, şimdi biz kendimizi ateşe atsak biz, ben demesek problem olmayacak bizi kim ateşe atıyor diye, feryat etmesek, ateş bizi yakmayacak, İbrahim (a.s.) bunu idrak ettiği için ses çıkarmadı, zâten tevhid-i ef’al; fiillerin birliğidir, eğer ses çıkarsaydı benliğine düşmüş olacaktı, benliğe düşünce de o ateş onu yakıyor. Ateş onun ayrılığını yakıyor, gayrılığını yakıyor.

بسم الله الرمحن الرحيم Kaldığımız yerden devam edelim, kaza kader bölümü Üzeyir fassı sayfa 84

Sual: A'yân, yani a’yân-ı sâbite hem yokluk (a’dem) halinde de bulunuyor ve hem de sâbit oluyorlar. Yani hem yok olan şey, hem sâbit nasıl olur, Hâl-i a’demde bulunan yani yokluk hâlinde bulunan ve yok olan şey, nasıl sâbit olur? Çünkü sübût dediğimiz keyfiyet, mevcudun şanıdır, sabit olan şey varlığa ait özelliğidir.

Cevap: Buradaki "a’dem"den murad, a’dem-i mahz (sade) değildir. Zîra a’dem-i mahz’dan hiçbir şey çıkmaz. İki türlü a’dem, yokluk vardır, biri “a’dem-i mahz” dediği “mutlak yokluk”, varlığın tam tersi, mutlak yokluk, “mutlak yokluk diye de bir şey yok,” olamaz da, sadece bu bir tabirdir, bilinmesi gereken bir tabirdir. Yani bu âlemde ne bir boşluk, vardır ne bir yokluk vardır, mutlak ma’nâda yok diye bir şey yoktur. Peki yokluk tabir edilen şey izâfi yokluktur. Mevcuda göre, şehâdet âlemine göre yoktur, yani maddeleşmiş olmadığı için yok hükmündedir. Ama bâtında mevcuttur. Buna izâfi yokluk deniyor. Yani şimdilik yok. Buradaki yokluktan murad, a’dem-i mahz, sırf yokluk mutlak yokluk değildir, zira a’dem-i mahz dan hiçbir şey çıkmaz. Yani mutlak yokluktan hiçbir şey çıkmaz, meydana gelmez.

Page 171: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

170

Bi'l-kuvve mevcûd olup, yani kuvvede mevcut olup henüz fiile gelmemiş olan şey iç bünyede var olup henüz libas-ı taayyune bürünmemiş olan bir şey dahî hâl-i a’demdedir. Yani yokluk halindedir. Meselâ elimize bir erik çekirdeği aldık. Bunun İçinde dallı budaklı bir erik ağacı olduğunu biliriz; ve bu ilmimizle, içinde böyle bir ağaç olduğuna hükmederiz. Çünkü görüntülerini gördük oluyor, yani çekirdeğin içinde ağaç a’demde ama bu ağacın o çekirdek içinde olduğunu şuhuden biliriz. Tecrübelerle biliriz. Halbuki ağaç meydanda yoktur; henüz hâl-i a’demdedir. Yani yokluk halindedir. Ve bu hâl-i a’demle beraber çekirdeğin içindeki erik ağacı sâbit olmuştur, ya'nî bi'l-kuvve mevcûddur, çekirdek ortada bil fiil var, çekirdek içindeki ağaç da bil kuvvedir, bi'l-fiil hâl-i a’demdedir. Yani fiil olarak yokluktadır, henüz a’dem halindedir.

Henüz zâhir örtüsü iktizâ etmemiştir. İmdi biz bu hükmümüzü, o çekirdeğin hâricinden almadık; onun a’yan-ı sâbitesi odur, kendinden kendine olmaktadır. O çekirdek Cenâb-ı Hakk’a diyor ki; ben buyum bana bunu vereceksin, Cenâb-ı Hakk ona sen erik ağacı ol diye demiyor, erik ağacı kendisi ben erik ağacı olacağım diye, sebepleri halk ediliyor. Şimdi biz bu hükmümüzü o çekirdeğin haricinden almadık, belki hal-i a’demde yani yokluk halinde sübut bulduğu şeyden ahz eyledik. Yani o halinden tuttuk, ahz ettik aldık. Bu keyfiyyet-i sübût dahi, çekirdeğin isti'dâdına müsteniddir. İstidadına dayanmaktadır, Zîrâ bu çekirdek kayısı, üzüm, hurma ve şeftali ve sâir meyvelerin çekirdeği değildir. Erik çekirdeğidir. İsti'dâd-ı zâtîsi ancak erik ağacı çıkmasına müsâiddir. Bi'l-farz bir bahçıvan, bu çekirdeği dikip terbiye etse, ve içinden çıkan erik ağacı, sen niçin benim erik ağacı olduğuma hükmettin dese, bahçıvan, senin hâl-i a’demde sâbit olan yani yokluk halinde sâbit olan "ayn"ın, a’yan-ı sâbiten ne hal üzerine idiyse, bahçıvan ona göre hükmettim cevâbını verir.

İşte eşya hakkındaki hükm-i ilâhî dahî, onların hâl-i a’demde, "ayn"ları ne hâl üzere sâbit olmuş iseler, ona göredir. Sâbit oldukları hal dahi isti’dâdât-ı zâtiyyelerine bağlıdır; ve zâtiye isti’dadatı ise sonradan meydana gelmiş değildir. İmdi bu bahsin daha etraflı bir surette açıklanması için isti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl hakkında tafsîlât i'tâsı münâsib görülür. Yani tafsilat verilmesi uygun görülür. İstidad-ı gayr-ı mec’ul bölümünü bilmek bile başlı başına bir şaheserdir.

İsti'dâd-ı gayr-ı mec'ûl:

Yukarıda da kısmen bahsedilmiş idi.

بسم الله الرمحن الرحيم Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin vücûd-ı mutlakı, bu

gördüğümüz varlık vücud değil, vucud-u mutlak, fiziki ma’nâda

Page 172: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

171

olmayıp ilmi ve hakiki ma’nâda olan ezeldeki mutlak vücuttur. Bunun bir sonrası vücud-u izâfi, bir sonraı vücud-u şuhudi, ki içinde yaşadığımız vücud’tur. İşte vücud-u mutlak evvelâ vücud-u izâfi yani isimlendirilmiş olan ma’nâ âleminde bâtındaki isimleri meydana çıkarmakta, lâtif olan âlemleri meydana çıkarmakta lâtif olan âlemlerden de kesif olan bu âlem meydana gelmektedir, bu âlemin ismide vücud-u şuhudidir. Yani şahit olduğumuz, gördüğümüz vücut, mevcuttır. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin vücûd-ı mutlakı mertebe-i ahadiyyet mertebesinde iken, ve orada a’demde iken Ahadiyet mertebesinde iki hususiyeti ortaya çıktı Zat-ı Mutlak’ın biri hüviyeti biri de inniyetidir.

Bakın a’yan-ı sâbitelerimiz nereye dayanıyor. İşte onun için insan İlâhi bir varlıktır. Bakın, sadece beşeri bir varlık değildir. Sureti ile beşeri, hakikati ile ilâhidir. Bunları anlamak söylemek, okumak, yazmak, irade işidir. Bakın zâhiri âlimler bunu söyleye-mezler, çünkü korkarlar. Hani şiirde şöyle der, “Seni bu hüsn-ü vech ile görenler korktular Allah demeye döndüler insan dediler” İlâhi Zat bu âlemde insan ismi ile perdelenmiştir. Perde derken kapatmış ma’nâsına değildir, kendisini gizlemiştir. İşte bizi insan neslini bu hâle getiren a’yân-ı sabitemizdir. Mertebe-i Ahadiyette iken bütün sıfat ve esmâ-i ilâhi esması, zât-i azîmü'şşânında azametli olan varlığında Zât’ında, bakın orada daha Allah ismi bile konmuş değildir, orada esma-i İlâhiye ve Sıfat-ı İlâhiye gizli ve saklı idi; ve hiç birisi diğerinden üstün değildi. Bütün esma-ı ilâhiye bütün zıtlıkları ile birlikte bakın Kahhar, Cebbar, Rahman, Rahim, Evvel, Ahır, Zâhir, Bâtın Mudil, Hâdi, hiç biri birbirinden üstün değil, orada hepsi aynı şeydir Ahadiyet mertebesinde, ve Hakk’ın indinde hepsi aynı değerdedir.

Üstünlükleri yok gizli ve saklı idi. Hiç birisi bir birinden üstün değildi. İşte "Küntü kenzen mahfiyyen” hadîs-i kudsîsi bu merte-beyi beyân buyurur. Ahadiyet mertebesi, ondan evvelki mertebe Âmaiyet mertebesidir. Diğer ifade ile buna Sevâd-ı A’zam yani büyük karanlık, sonsuz karanlık, a’zam olan yokluk, karanlık, Zat’ul Baht diye, benzeri daha bir çok tabirlerle bu makam işaret ediliyor. Hani Peygamber efendimizin de hadis-i şerifleri var bu hususta; Sahabe-i Kiramdan soruyorlar; “Ya rasulullah Cenâb-ı Hakk bu âlemleri halk etmezden evvel nerede idi,” diye sorulduğu bilinen birşeydir, Efendimiz (sav) de “Ama’da idi ki altında ve üstünde bulut yoktu” diyor. Bulut yoktu derken hava yoktu yani feza daha henüz belirgin halde değildi, a’ma’da idi yoklukta idi dediği bu “küntü kenzen mahfiyyen” dediği bu âlemden bahsediliyor.

Vaktaki esmâ-i lâhîyye lisân-ı halleriyle kendilerinin, âstîn-i gaybdan sâha-i zuhura çıkarılmalarını müsemmâlarından taleb ettiler, yani gayb âleminde, gayb halinde saha-i zuhura zuhur mahaline, zuhur haline çıkmalarını zuhura çıkmalarını müsemmala-rından taleb ettiler. Yani isimler kendi müsemmalarından Hakk’tan

Page 173: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

172

taleb ettiler. Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri kendi zâtı ile, kendi zâtında, kendi zâtına tecellî buyurmakla, çünkü daha henüz başka varlık yok, zuhura açılma bir başka mertebe de yok, o esmanın gölgeleri olan a'yân (aynlar, hakikatler), ilm-i ilâhîde sabit oldular. A’mâiyeti İnsân-ı Kâmil Kitabında Abdül Kerim Cili şöyle tarif ediyor; “Kendi kendinde gizli ama kendine gizli değil.” Şimdi şu oda içerisindeki varlığımızı dışarıdakiler bilmiyor, aslında daha o âlemde dışarısı diye de bir şey yok, şimdi biz bu odada gizliyiz, kendi kendimize gizliyiz, ama kendimize gizli değiliz. Biz kendimiz biliyoruz burada olduğumuzu, işte A’mâiyyet diye ifade edilen hal böyle, yani hiçbir tecellinin olmadığı Zât’ı azimüşşan, Zât-ı İlâhi, henüz daha Allah ismini de almıyor, Allah ismini tecellide alıyor, tecellide varlık olacak ki iki taraf birbirine hitap etsin. İşte hitap edildiği mertebede “Allah” ismini alıyor. Yoksa daha ileride Zat, Zat-ı Mutlak diye belirtiliyor.

Kendi zât’ına tecelli buyurmakla, bakın kendi zâtı ile kendi zât’ında kendi zât’ına tecelli buyurmakla, bir başkası yok, o program burada hazırlanıyor, burada var edilmiş oluyor, kendinde oluyor. O esmanın zilâli olan a’yân-ı İlm-i İlâhide sabit oldular. İsimlerin gölgeleri olan a’yan, a’yân-ı sâbite o a’yan İlm-i İlâhide sâbit oldular. Yani Allah’ın ilminde sâbit oldular. Daha evvel bu saha yoktu, sâbitlik yoktu, hepsi bâtında a’ma’da mevcuttu. İşte buradaki farkı esma-ı İlahiyenin belirginleşmiş olması, sabitleşmiş olması, tanıma geçmiş olması, diye ifade edilir. İşte bu mertebede esma yek diğerinden mümtaz oldu, ayrıldı.

Ahadiyet mertebesinde Onların gölgeleri olan a'yân dahi, o esmanın muktezâları ne ise, yani gerekliliği ne ise o hal üzere sübût buldular, o hal ile belirginleştiler, sabitleştiler. Daha evvel bunlar bir bütündü ayrılmamıştı, ama bu ayrılık ferdi ma’nâda bir ayrılık değildir, Allah’ın Zât’ında bir bütün dışarıya çıkıpta ayrılma değildir, kimlik kazanmaya başlıyorlar. İşte o esmanın muktezaları olan yani o isimlerin gerekleri olan haller, a'yân-ı sabitenin isti'dâdâtı oldu. O esmanın gerekleri olan hususiyetleri özellikleri halleri ahvalleri a’yân-ı sâbitenin istidadatı oldu. Yani her hangi bir ismin özelliği ne ise, o istidat, yani kaynağı oldu. Halbuki esmanın muktezâları olan hallerin hiçbirisi mec’ul olmadığından, onların gölgeleri olan a'yân-ı sabitenin isti'dâdâtı dahî mec’ul değildir. Yani a’yân-ı sâbiteler mec’ul olmadığı gibi a’yân-ı sâbitelerin istidatları dahi mec’ul değildir. İstidadların zuhur mahali olan kabiliyetler mec’uldür. Çünkü onun üzerinde zuhura çıkmaktadır. Burada zaten kabiliyet yoktur, kabiliyet faaliyete geçtiği zaman a’yân-ı sâbiteler tutulmuş oluyor . A’yan-ı sâbitenin istidadı dahi mec’ul değildir.

Meselâ Dârr isminin muktezâsı zarar vermek ve Nâfî' isminin muktezâsı da fayda i'tâ eylemekdir. Yani biri zarar vemek biri fayda vermek iki zıt isim, Ve kezâ Mudili isminin muktezâsı dalâlet ve Hâdî isminin muktezâsı da hidâyettir. Bunların ilm-i ilâhîde sâbit

Page 174: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

173

olan "ayn"ları da, o isimlerin muktezâları olan gerekleri olan zarar ve faydalar ve dalâlet ve hidâyet halleri üzerine olur; ve onların isti'dâdât-ı zâtiyyeleri de bu hallerden ibaret bulunur. İmdi bu âlem-i şehâdetteki eşyanın hakikatleri, işte bu a'yân-ı sabitedir. Yani ilm-i İlâhideki Ahadiyet mertebesindeki programlardır.

Bu a'yân, ilmi ilâhîde ne hâl üzere sâbit olmuş ve isti'dâdları neyi iktizâ eylemişse, Hakk'ın hükmü ona göredir. Yani Hakk sen şunu yapacaksın bunu yapacaksın diye demiyor, hangi program hangi esmanın gölgesi ise hangi esmanın tesiri altında ise onun hususiyeti oradan çıkmakta, Cenâb-ı Hakk sen bunu böyle yapacaksın dememektedir. İstidatları neyi gerektiriyor, eylemişse Hakk’ın hükmü ona göredir. Yani Cenâb-ı Hakk o erikten erik ağacını çıkartıyor, ama sen erik olacaksın diye çıkartmıyor, çıkartmasındaki vesile oluyor, yani kuvvetini kudretini veriyor, suyunu nesi lâzımsa onun tımarını yapıyor.

Ey birader can-berâber! Bu dedikoduların cümlesi tekâbül-i esmadandır. Vücûd-ı hakîkî ise ancak müsemmâ olan Hakk'ındır; yani hakiki vücut isimlenmiş olan Hakk’ındır, halkın vücûdu ortada bir bahanedir. İşte bu vücutlarımız a’yân-ı sâbitelerimizin zuhura çıkması için bir bahanedir, sebeptir ama bu müthiş bir sebeptir aynı zamanda, çok kıymetli değerli bir sebeptir. Neden, a’yân-ı sâbite gibi mutlak ve muazzam bir program ortaya çıkaran beden varlıklarımız, aynı derecede müthiş ve mübarektir. Çünkü bu Hakk’ın işidir, kulun işi değildir. hani Şeyh Gâlip diyordu ya; “Hoşça bir bak zatına ki zübde-i âlemsinsen” yani zâtına bir hoşça bak sen âlemin özüsün, kâinâtın özüsün, diyordu. Halkın vücudu ortada bir bahanedir,

Nitekim Fass-ı Ya'kûbî'nin şerhinde misâl ile tavzih edilmiş idi. Yani bu hal Yakub (a.s.) şerhinde açıklanmıştı. Ve belki halkın vücûdu dahi Hakk'ın olup, suâl ve cevâb kendisinden yine kendisine vâki' olur. Yani biz ne kadar çarpışsak da Hakk kendi yaptığı kendi sattığı, kendi eylediği pazardan başka bir şey değildir bu âlem. Peki ozaman kendi kendine yaptıysa bu işi, o da kendi zevk-i Zât’isidir, zevk derken beşeri ma’nâda zevk değildir, peki neyin zevkidir; kendindeki sanatın kendindeki güzelliklerin ortaya çıkmasından başka bir şey değildir bu âlem. İşte kendi kendine dediği odur, kendinin güzelliklerini ortaya çıkarmasıdır. Yoksa bir insan bir odada oturdu kendi kendine konuştu mırıldandı canı sıkıldı gitti. İşte bu kendindeki şe’nleri, şuunat-ı ilâhiyeyi 55/29

âyetinde buyurur, ن م هو ىف شا و كل يـ âyetinde buyurduğu gibi

kendini seyir etmesidir. Ruyet dediği odur, işte bu âlem Cenâb-ı Hakk’ın uzun bir rüyasıdır, rüyetidir, yani kendini görmesidir. Âlemleri ayna yaptı aynada kendini seyr ediyor. Zât’ını da insan aynasında seyir ediyor, işte insan beşer dediğimiz varlık onun için muhterem, muhteşem ve çok yüce bir varlıktır. Biz kendimizi 60-

Page 175: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

174

70 Kg et kemik yığını zannediyoruz, tabi o da doğrudur, ama bu, bu değildir. onun içindekidir, kaffesi ne diye tutuyorlar içindeki bülbül kuşu olmazsa. Kuş gittiği zaman kafes bir tarafa atılıyor, kafes kuş ile beraber değerlidir. Hemen cenâb-ı Zü'l-Celâl hazretleri (bakın bu hakikatleri idrak ettiğimiz anda ve her zaman) bu fakiri ve taleb eden kaffe-i ihvanı vehm-i enâniyyetten benlik vehminden halâs ve zevk-ı fenâ ile isteğine eriştirsin, huzur buldursun âmin! Bi-hürmetil Seyyidi'l-mürselîn yani Mürsellerin seyidinin hürmetine ya rabbi bunları böyle eyle. Çünkü bütün bunları getiren seyyid-i mürselin olan efendimiz (sav) dir.

Böyle olunca hâkim, hakikatte mes'elenin "ayn"ina tâbi'dir ki, o mes'elenin zâtının iktizâ ettiği şeyle onda hükm eder. imdi mahkûmun-aleyh kendisinde olan şeyle hâkim üzerine hâkimi' dir ki, kendi üzerine bununla hükm eyleye (6).

Ya'nî hâkim-i Hâkîm olan, yani hâkimlerin hâkimi olan Allah Teâlâ hazretlerinin bir şey üzerine kazâsı ve onu takdir eylemesi, kaderi fiiller âleminde onu meydana getirmesi ancak o şeyin muktezâ-yı kâbiliyyetine göredir. Yani Allah’ın her hangi bir şey üzerinde hüküm ve takdiri o şeyin kabiliyetinin gereğine göredir.

Binâenaleyh hâkim hükmünde, hakkında hüküm verilen şeyin taleb-i isti'dâdına tabi'dir. Yani ne taleb etmişse üzerine hükmedilen neyi taleb etmişse hâkim ona göre hüküm verir. Hâkim kendinden hüküm vermez. Zâhirdeki mahkemeler de zâten öyledir,

Ya'nî hakkında hüküm verilenin kâbiliyyet ve isti'dadı hâkime der ki: "Benim kâbiliyyet ve isti'dâdımın muktezası yani gereği budur. Hakkımda bu muktezâya göre senden hüküm isterim". Bakın hal lisanıyla bunu istemektedir. Hâkim dahi ona göre hükmeder. Şimdi bir kâtil bir kimseyi öldürmekle hâkime diyor ki ben kâtilim, bana katillik hükmünü ver, o hükmü baştan kendi vermiş oluyor. Hâkim ne yapıyor bunu onaylıyor. Süresini belirtiyor. Yoksa hâkim sen öldür diye hüküm vermiyor.

İmdi hâkim, kim olursa olsun, her hâkim hükm eylediği şeyle ve hükm eylediği şeyde mahkûmün-aleyhdir yani bu hükmü vermek zorundadır ve kendi üstüne de bununla hükmedilmiştir. Hâkime de böyle hükmedilmiştir. Hâkim de mahkûmdur, o hükmü vermeye mahkûmdur, çünkü mah-kûm olan kimse o hükmü vermiş, hâkime diyor ki ben buyum bana bu hükmü ver. Hâkim de onu veriyor. (7).

Ya'nî hâkim ister Hak olsun, ister halk olsun, bir şeyle ve bir şeyde hükm ettiği vakit, ancak o şeyin zâtının ve hakikatinin muktezâsi, gereği ne ise, ona göre hükmeder. İşte hâkim bu hükm ettiği şeyle bir hükme muhatab olandır. Mahkûm hâkime hükmetmiştir, hâkim hükmünü ona göre yapar. Zîrâ mahkûm,

Page 176: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

175

hâkime der ki: "Benim hâlimin muktezâsı, gereği budur. Sen benim hakkımda şu hükm ile hâkim ol!" Binâenaleyh mahkûm vereceği hüküm ile evvelâ hâkimi hüküme muhatab kılar. Yani hâkimi hüküm vermeye mahkûm kılar. Hâkim hüküm vermeye mahkûm, mahkûm da, kendi hükmünü çekmeye mahkûmdur. İkisi de mahkûmdur. Hâkim a’yân-ı sâbitedir, gerçek hâkim a’yân-ı sâbitedir. Ebu cehil bu cehillik vasfını talep ediyor, bana bunu ver diye, Hakk da bu talebi mahkûm olarak yerine getiriyor.

Cenâb-ı Hakk vermediği zaman, ısrar ediyor ver ver diye, Cenâb-ı Hakk da veriyor. Hâkim dahî bu suretle hâkim, mahkûm olduktan sonra hükmünü verir; ve hakkında bu hüküm lâhık olan dahî daha sonra mahkûmun aleyh olur. Yani hakimi mahkûm etti, bana hükmü ver diye, o zaman mahkûm olan hakim, ilk talebi edenin mahkûm olanın üstüne, bu hükmü verdiği zaman mahkumun aleyh baştan hâkim olan, sonradan mahkumun aleyh, üzerine hükmedilmiş olur. Ama kendi talebi ile üzerine hükmedilmiş olur. Mahkûmun istemesi üzerine mahkûmun aleyh üzerine hükmedilmiş olur. O zaman o suçlu hem hâkim hem de mahkûm olmuş olur. Diğerleri suretin gereği olarak faaliyetin yerine getirilmesi için memur olurlar, âmir gene de mahkûmdur. Ama kendi âmirliği ile mahkûm olmuştur. Hakim onu mahkûm etmemiştir. Hükm-i Hak böyle olduğu gibi, hükm-i enbiyâ ve selâtîn, yani sultanların hükmü ve mahkeme hâkimlerinin hükmü dahi böyledir.

ان الرجيم ط ن الشي وذ بالله م اع

﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١ ﴿

Bu akşam 25/10/2011 Salı akşamı sohbet mevzumuz devam eden Kader hakkında olacaktır Üzeyir Fassı 8. Paragraftan devam edelim. Cenâb-ı Hakk gerçekten kendi Kazâ ve Kaderinin kendi indindeki haliyle, “beşerin indindeki anlayışı ile değil”, aslı itibariyle rabbımızın indindeki, kader hakikati ne ise bize onu anlamamızı nasib etsin inşeallah.

İmdi bu mes'eleyi tahkik et! Zîrâ sırr-ı kader, ancak şid-det-i zuhurundan dolayı meçhul oldu. Yani kader sırrı kade-rin şiddetli zuhurundan dolayı meçhul oldu. Ve enbiyâdan onun hakkında taleb ve İlhâh, üzerine düşme, yani o meseleyi şiddetle arzu ettikleri halde kesretle vâki' olduğu halde, sırr-ı kader bilinmedi, yani genelde bilinmedi. (8).

Sırr-ı kaderin şiddet-i zuhuru budur ki: yani kader sırrının şiddetle zuhur etmesi bu haldir ki, yani şu meseledir ki Hakk'ın

Page 177: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

176

emri ve hükmü olmadıkça, bir şey vâki' olmaz. Ve Hakk'ın hükmü dahi ancak hakkında mahkûmun aleyh/üzerine hükmedilmiş, olan şeyin zâtı ne vech ile hükmetmiş ise, o şey hakkında ona göre belirlenir, tayin olur. Ve bu hakikatin mechul olması ehl-i irfan indindeki mechûliyyettir. Yoksa erbâb-ı cehil ve zulum ve küfürde ileri giden burada kâle bile alınmaz. Yani kader hakkında erbab-ı cehil hiçbir kefeye bile konmaz, mechuliyeti irfan ehli indindedir. Bakın o kadar yüksek bir hadisedir. Yani diğerleri kader hakkında zâten konu bile olmaz, 7/179 ayetinde buyurur

ل هم اضل ام ب ك كاالنـع اولئOnlar (A'râf, 7/179) vasfıyla mevsûf insan suretinde bir sürü

hayvanâttan ibarettir. İşte bunların kader hakkında zâten hiç ilgisi yoktur. Bu üst kademede olan gerçek insanlar hakkındadır bu 7/179 da bahsedilenler hakkında söz konusu değildir. onlar düşünmezler ki kader hakkında bilgileri olsun.

Kader sırrının şiddetle zuhurunun sebebi budur ki Hakk’ın emri ve hükmü olmadıkça bir şey vâki olmaz. Bu bir hükümdür. Ve Hakk’ın hükmü dahi, ancak mahkûmun aleyh olan şey üzerine hükmedilen şey yani şu yapılacak bu yapılacak şu siyaha boyanacak bu kırmızıya boyanacak gibi bir hüküm verilmektedir üstüne, üzerine hüküm olunan şeyin zatı ne vecih ile hükmetmiş ise, hani o tahta meselesi vardı ya ne şekilde hükmetmiş ise o şey hakkında ona göre tayin olunur. Yani varlığın, malzemenin hakikati ne ise ona göre onun üzerine hükmolunur. Başka bir şekilde değil, o zaman terslik olur, zâten olmaz.

İşte hikmet dedikleri iş budur bir bakıma, “hikmet” malzemeyi yerli yerince kullanmaktır. İşte kader sırrı da bir hikmete dayanmaktadır. Zâtı ne vechle hangi yönde hükmetmiş ise o şey hakkında ona göre tayin olunur. Ve bu hakikatin mechul olması ehl-i irfan indindeki mechuliyetidir. Kader tefekkür indinde oluşacak bir hadisedir bilgi bölümü. Yoksa erbab-ı cehil ve tuğyan

burada kâle bile alınmaz. Onlar 7/179 vasfıyla ل ام ب ك كاالنـع اولئهم اضل mevsuf insanlar suretinde vasıflanmış insan suretinde bir

sürü hayvanattan ibarettir. Onların kader bilgisi ile hiçbir ilgisi yoktur. Ve bu sırrı Kader hakkında enbiyâdan onun ıttıla-ı na kesretle taleb ve ilhâhın sebebi budur ki Yani çokça taleb edilmesinin sebebi budur ki, yani umuma da'vete me'mûr olan enbiyâ, halkları ba'zılarının hidâyete kâbiliyyeti olup, ba'zılarının olmadığını bildiklerinden, hidâyete ehliyeti olanları görüp da'vet etmek, ve ehliyeti olmayanlar hakkında, beyhude zahmet ve

Page 178: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

177

meşakkat çekmemek için, sırr-ı kadere ıttıla'ı taleb ederler. Yani kader sırrını idrak etmeyi taleb ederler.

Velâkin kullarının suçlarına verilen cezâ , onların a'mâllerine ve enbiyâya itaat ve isyanlarına, ve îman ve küfürlerine mukabil carî olduğundan; ve bu iki fırkanın birbirinden ayrılması ve zâtında saadete kâbiliyyeti olan kimselerin, da'vet-i enbiyâya icabeti sebebiyle, saadeti zahir olarak mesrur olacak şeyle cezâ olunması; ve zâtında şekâveti muzmer olan kimselerin, enbiyâya inkârları hasebiyle, bâtınlarındaki şekâvetleri zâhir olarak nahoş şeyle mücâzât kılınması muktezî bulunduğundan, kendilerine emr-i da'vette fütur, gevşeklik, bezginlik gelmemek için, enbiyâ (a.s.) da'vet ettiğinde kader sırrından perdeli oldular. Yani kaderi anlat-ma ya çalıştıkları vakit perdelendiler. Yani Cenâb-ı Hakk onlara kader sırrını perdeledi.

Şimdi tekrar geriye dönelim, bu sırr-ı kader hakkında enbiyadan onun ıttılaına kesretle talep ve ilhahın sebebi budur ki, yani enbiya (a.s.) lar, kader sırrını öğrenmeyi taleb etmişler şiddetle, yani bilelim bu kader sırrını, ve çevremizdeki insanlara bu şekilde davette bulunalım diye taleb etmişler kesretle yani çoklukla talep ve ilhahın sebebi budur ki, umuma davete memur olan enbiya, yani bütün insanlara birlikte davete memur olan enbiya, belirli zümrelere değil de, genele davete memur olan enbiya, halktan bazılarının, hidayete kabiliyetli olup, yani Hadi isminin zuhuru olanların hidayete kabiliyetli olup, bazılarının olmadığını bildiklerinden, hidayete ehliyeti olanları görüp, davet etmek ve ehliyeti olmayanlar hakkında, beyhude zahmet ve meşakkat çekmemek için, kader sırrına ıttılaı taleb ederler.

Şimdi bilse ki bir peygamber falan kişi daveti kabul edecek filan kişi etmeyecek diye, daveti kabul edecekleri sadece davet eder, diğerlerine etmez, eğer kader sırrını keşf etmiş bilmiş olsa. Velâkin mucizat-ı ibad, onların amellerine ve enbiyaya iteat ve isyanlarına, ve iman ve küfürlerine mukabil, cari olduğundan mucizat-ı ibad yani kulların cezaları, karşılıkları ahirette karşılaşacakları karşılıkları yaptıkları işlerin karşılıkları, onların amellerine ve enbiyanın iteat ve isyanlarına bakıp kulların ahiretteki karşılığı onların amellerine enbiyanın iteat ve isyanlarına ve iman ve küfürlerine mukabil cari oldu.

Yani ahiretteki mücezat cezâ, yani mükafat ta cezâdır, cezâ karşılıktır onu diyor, kulların ahiretteki cezalarına kendilerinin amellerine ve enbiyaya ait, ve iteat ve isyanlarına iman ve küfürlerine mukabil cari olduğundan, yani kullardan çıkan fiillere göre karşılık göreceğinden ve bu iki fırkanın bir birinden ayrılması ve zâtında saadete kabiliyetli olan kimselerin, davet-i embiyaya icabet sebebiyle saadeti zâhir olarak, mesrur olacak, şeyle ceza olunması, yani huzur bulacak şeyle, hoşlanacak şeyle, karşılık bulması ve Zât’ında şekaveti müzmer olan yani zamiri şekâvet olan

Page 179: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

178

kimselerin, enbiyayı inkârları sebebiyle, bâtınlarındaki şekâvetleri zâhir olarak, nahoş şeyle mücâzat kılınması, yani istemedikleri şey ile cezâlanması muktezi bulunduğundan, yani böyle olması gerektiğinden kendilerine emr-i davette fütur gevşeklik bezginlik gelmemek için.

Şimdi bir peygamber bilse ki, falan kişi kabul edecek, falan kişi etmeyecek, zâten onlarda zuhur edecek budur diye baştan bilse kendisine gevşeklik gelir. Yani görevini yapamaz hâle gelir idi. İşte hiç birinin bilinmemesi lâzım ki, o peygamber defaatle, gayretle onlara tebliğde bulunsun. İşte bunun içindir gevşeklik ve bezginlik gelmemek için, enbiya (a.s.) hin-i davette yani peygamberler davet anında, yahut kendisinin davetli olduğu sürede, kader sırrından perdeli oldular. Cenâb-ı Hakk kader sırrını onlara açmadı. Eğer açmış olsaydı, görev yapamazdı, veya gevşeklik olurdu.

Ma'Iûm olsun ki, rusül (salavâtullâhi aleyhim), evliya ve arifin oldukları haysiyyetle değil, rusül oldukları haysiyet-le, ümmetlerinin bulundukları hal merâtibi üzeredir. Binâen aleyh rusül indinde, irsal olundukları ilimden, ancak ümmet-lerinin bilâ-ziyâde ve lâ-noksan muhtâc oldukları şey kadar vardır (9).

Ya'nî resullerin, resul oldukları cihetten, ilm-i irsaldeki mertebeleri, ümmetlerinin merâtibi ve îmân ve i'tikâdâtı ve ilim ve maârif ve isti'dâdâtı üzeredir. Binâenaleyh her birisinin ümmeti, ulûmdan ne mikdâra muhtâc ise, ilm-i risâlete müteallik olarak onların indindeki şey dahî, o mikdârdan zâid ve nakıs değildir. İmdi ma'lûm olsun ki rusül (a.s.) için üç cihet vardır: Birincisi cihet-i risâlet olup, bu cihetle ümmetlerinin uhrevi emirler, ve dünyeviyyelerinin salâhını mûcib olan ilâhi hükümleri deruhte ederek onlara tebliğ ederler. Ve bu hükümler ümmetlerinin ihtiyâcından! ziyâde ve noksan değildir.

İkincisi ciheti velâyet olup, onların sıfât-ı Hak'ta sıfatlarıyla ve zât-ı Hak'ta zâtlarıyla fânî olmaları ve esma ve sıfât-ı ilâhiyyenin kemâlâtı isti'dâd-ı zatîleri, ve kâbiliyyât-ı külliyyeleri sebebiyle onlarda zâhir olması için, o rusülün fenâ-fillah mertebesidir. Rusül-i kiram bu cihetten ümmetlerinin hakikatleri mertebesi üzerine değildir.

Üçüncüsü cihet-i nübüvvet olup enbiyâdan her birisi isti'dâd-ı aslîsi ve kâbiliyyet-i zatîsi hasebiyle, ma'rifet-i ilâhiyyeden merzûk olduğu kadar. Allah Teâlâ'dan ihbardır. Ve bu cihet, cihet-i velâyetin zâhiri ve cihet-i velâyet bunun bâtınıdır. Şimdi bunlara tekrar bakalım: şimdi rasullerin rasul olduğu cihetten yani Rasul biliyorsunuz kitap getirenlerdir, Nebi de kendinden evvelki peygamberin sünnetine tabi olan ve onu genişleten demektir. Rasul oldukları cihetten ilm-i risaletteki mertebeleri, risalet

Page 180: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

179

ilmindeki mertebeleri, ümmetlerinin meratibi iman ve itikadı ve ilim ve maarif ve istidadı üzeredir.

Bakın hangi ümmete hangi rasul gelmişse ümmetinin kemâlâtı üzerine gelmiştir. Yani ümmetin de bunları idrak edebilecek halde gelmiştir. Yoksa idrak edemeyecek olsalar o rasul o bilgi ile gelmez. Diyelim ki üniversite son sınıftaki bir kişi oraya kadar gelmiş o dersi alabilecek kabiliyettedir. Ama üniversite birde’kine üniversite beşin dersi verilse oraya hazır olmadığından bu yanlış bir iş olur. İşte hangi rasul hangi ümmete gönderilmişse o ümmette o kabiliyet vardır. Ve o ümmete göre de o rasul ilmi ile gönderilmiştir. Böylece her birinin ümmeti ulumdan ne miktara muhtaç ise, ilimden ne kadarına muhtaç ise, ilm-i risalete müteallik olarak onların indindeki şey dahi o miktardan zait ve nakıs değildir. yani peygambere verilen ilimden fazla ve eksik değildir. Zâten fazla olamaz, ama eksik de değildir. yani ümmeti bunları kabul edecek kabiliyettedir.

Malum olsun ki rasul (a.s.) için üç cihet vardır, Rasul (a.s.) dediği bizim peygamberimiz olacaktır. Bu hususta üç cihet vardır, peygamberin üç yönü vardır, birincisi cihet-i raisâlet olup yani rasullük yönü olup bu cihetle yani bu yönden ümmetlerinin umur-u uhreviye ve dünyeviyelirin salahına mucib olan ahkam-ı ilahiyeyi deruhte ederek onlara tebliğ ederler. Yani ahiret ve dünya bilgilerini onlara tebliğ ederler, risaleti yönünden. Bu ahkâm ümmetlerinden ziyade ve noksan değildir.

İkinci ciheti velâyet olup, yani risaletin ikinci ciheti velâyet olup onların sıfatı Hakk’ta, sıfatlarıyla ve zat-ı Hakk’ta, zatlarıyla fani olmaları, ve esma ve sıfat-ı İlâhiyenin kemâlâtı istidat-ı zâtileri ve istidad-ı külliyeleri sebebiyle onlarda zâhir olması için o rasulün fenâ fillâh meratibidir. Rasul-ü Kiram bu cihetten ümmetlerinin hakayıkı meratibi üzerine değildir. Şimdi burası çok mühimdir, yukarıdaki geneli ifade etmekle birlikte risaleti özelliği hususiyı ifade etmektedir. Yani hususi tarafını ifade etmektedir. Risaletin ikinci özelliği velâyet yönüdür. Velilik yönüdür. Zâten bir peygamber nebi veya rasul olması için mutlak kendisinde velâyeti vardır velâyet olmazsa rasul ve nebi zâten olamaz.

Her peygamber mutlaka velidir, ama her veli mutlaka rasul ve nebi değildir. Velâyet olup onların sıfatı, sıfat-ı Hakk’ta sıfatlarıyla, ve Zât-ı Hakk’ta Zât’larıyla fâni olmaları yani Hakk’ın sıfatında kendi sıfatlarıyla ve Zât-ı Hakk’ta Zât’larıyla yani Hakk’ın Zât’ında kendi Zâtlarıyla fâni olmaları ve esma ve sıfat-ı İlâhiyenin kemâlâtı istidad-ı zâtileri yani zâti istidat ve kabiliyet-i külliyeleri sebebiyle külli kabiliyetleri sebebiyle onlarda zâhir olması için, bakın risalet mertebesinin hakikatleri, o rasulün fenâfillâh meratibidir. Yani Hakk’ta fani olmasıdır. Velâyet Hakk’ta fâni olmaktır. Rasul-u Kirâm bu cihetten ümmetlerinin hakayıkı meratibi üzerine değildir. yani onlardan daha üstündür. Risâlet ve tebliğde ümmetinin

Page 181: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

180

kabiliyetleridir yaptığı tebliğler, ancak velâyet onların kabiliyetleri ile bağlı değildir. Demek istiyor, daha yukarıdadır demek istiyor.

Üçüncüsü cihet-i nübüvvet; yani birincisi risâlet, ikincisi velâyet, üçüncüsü de nübüvvettir. Üçüncüsü nübüvvet olup enbiyadan her birisi isdidad-ı aslisi, asli istidadı, ve kabiliyeti zatisi hasebiyle, marifet-i ilâhiyeden merzuk olduğu kadar yani, ilâhi marifetten rızıklandığı kadar, Allah Teâlâ’dan ihbardır. Allah Teâlâ’dan haberdardır. Kendi zât-i istidat ve kabiliyetleri kadar, Allah Teâlâ’dan haberdardır. Onun için nübüvvetler işte böyle mertebe mertebe Âdem (a.s.) dan beri gelen peygamberlerin mertebeleri bu yüzden, birbirlerinden farklıdır. Allah Teâlâdan ihbardır, ve bu cihet, cihet-i velâyetin zâhiri yani Allah teâlâ’dan haber vermeleri kendi mertebeleri kadar cihet-i Velâyetin zâhiri yani velâyet yönünün dışı, ve cihet-i velâyet bunun bâtınıdır. Bu cihet velâyet yönünün zâhiri ve cihet-i velâyet de bunun bâtınıdır. Yukarıda ne demişti bunlar irfan ehline ait bilgilerdir diyor, bu ariflerin ilgi sahasıdır kader sırrı diyor. onlar için bile mechuldür diyor.

Halbuki ümmetler mütefâzıledir. Ba'zısı ba'zısı üzerine ziya de olur. Rusül (a.s.) dahî ümmetlerinin tefâzulu hasebiyle, ilm-i irsalde mütefâzıle olur. O tefâzul da Hak

Teâlâ'nın عض ى بـ م عل ضه ع ا بـ فضلن لك الرسل (Bakara, 2/253) ت

kavlindeki tefâzuldur. Burada rasullerin bir biri üzerine faziletini, Ve kezâ rusül, ulûm ve ahkâmdan zâtlarına râci' olan şeyde istidâdları hasebiyle mütefâzıldırlar. O tefâzul

dahi Hak Teâlâ nın عض ى بـ عل ني ض النب ع ا بـ قد فضلن ل ,İsrâ) و

17/55) kavlindeki tefâzuldur, burada da nebilerin birbir üzerine faziletini veriyor bu ne kadar da muhkem ayetini de veriyor bunu inkar etmek şüphede bulunmak mümkün değildir. (10).

Ya'nî ümmetler, ilimler ve marifetler-bilgiler ve akâid (itikada dair hakikatler) ve isti'dâdâtta ve kabulde yek-dîğerinden farklıdır. Ba'zılarının ba'zılarına üstünlüğü ve fazlı (ihsan) vardır. Ve her bir resul ancak ümmetinin kâbiliyyeti ve isti'dâdlarının talebi üzerine irsal olundu. Binâenaleyh resulün onlara teklifi ancak kendilerinin vüs'at-ı isti'dâdları derecesinde vâki' olur. Ve bir ümmetin istidâdâtta ümem-i şâire üzerine fazlı ne kadar ise, o ümmete irsal olunan resul (a.s.)ın rusül-i sâire üzerine ilm-i risaledeki fazlı da o

kadardır. Hak Teâlâ hazretleri bu fazlı م ضه ع ا بـ فضلن لك الرس ل تعض ى بـ kavliyle beyan buyurmuştur. Ve keza (Bakara, 2/253) عل

Page 182: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

181

enbiyâ, merâtib-i nübüvvette, a'yân-ı sabitelerinin isti'dâdâtı muktezâsınca ilimler ve hükümler ve bilgilerde yekdiğeri üzerine tefazzul ederler.

Çünkü nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan, onların nübüvvetteki üstün olmaları, velâyetteki üstün olmaları hasebiyledir. Ve onların velâyetteki üstün olmaları ise, ilm-i ilâhîde, mazhar oldukları esma hasebiyle a'yân-ı sabitelerinin vüs'at ve şümulüne göredir. Bu üstün olma, evvelki üstün olmadan

başka olup, Hak Teâlâ hazretleri bunu ى عل ني ض النب ع ا بـ قد فضلن ل وعض kavliyle beyan buyurmuştur. Binâenaleyh bu (İsrâ, 17/55) بـ

üstün olma, onların isti'dâdât-ı gayr-ı mec'ûllerine râci' olup, velâyetleri cihetiyle olan üstünlüktür. 10. Paragrafa baştan bakalım;

Yani ümem ulum ve marif ve akaid ve istidadta kabulde yek diğerinden farklıdır. Yani ümmetler ilimleri ve marifetleri ve akaideleri akaid ve istidadatta bunları istidadlarında kabulde yek diğerinden farklıdırlar. Yani ümmetler kendilerine gönderilen peygamberleri vasıtasıyla bildirilen bilgilerde akaidde marifte ulûmda bir birlerinden farklıdırlar. Eğer bu farklılık olmamış olsa idi Âdem (a.s.) a gönderilen suhuflar, bu günlere kadar gelir, yeterli olurdu. Eğer bu farklılıklar olmasaydı, kemâlât da olmazdı. Yani yükselme de olmazdı. Farklılık aşağıya doğru değildir, yukarıya doğrudur, neden çünkü cenâb-ı Hakk “Nüzül” ismiyle ve tecelli ifadesiyle bildirdiği kendi varlığının açılımlarını her mertebede o mertebenin gereği olarak başka başka açılımlar olarak ef’al mertebesinde yani en yoğun madde mertebesine kadar açılımlarını yapmıştır ve her mertebenin tefasulu fazileti bir birinin üstündedir.

İşte bunun bir geriye dönüşü de peygamberlerimiz vasıtasıyla bizlere bildirilmiş, ve her bir peygamber kendine düşen mertebenin faziletini bize anlatmıştır. Her mertebenin fazileti başka olduğundan ve bu bizlere bir rahmet olduğundan eğer bir yerde kalmış olsaydı, tefazul, fazilet fazlalaşma olmasaydı nereye kadar gelinmişse o mertebeye kadar Cenâb-ı hakk’ın tecellisi bilinecekti işte bunlar yukarıya doğru çıktıkça nihayet (s.a.v.) Efendimizde mirac hadisesine kadar yani insanlığın Allah’a ulaşma mertebesine kadar, faziletler sürmektedir, ve bunlar da birer mertebedir. İşte kabulde yek diğerinden farklıdır.

Hangi peygamber hangi ümmete gelmişse onun ümmeti bir evvelki ümmetten daha faziletli daha bir üst ilme sahiptir, eğer böyle olmasa zâten yükselme olmazdı. Bazılarının bazılarına ruçhanı ve fazlı vardır. Bazılarının ruçhanı yani ellerine verilen açık fazilet ve üstünlükler vardır, her bir rasul ancak ümmetinin kabiliyeti ve istidatlarının talebi üzerine irsal olundu. Bakın bu da

Page 183: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

182

ayrı bir konudur. Şimdi her bir ümmetin alıcılığı, bir başka ama kendi a’yân-ı sâbiteleri üzerinde istidatlarına göre bu alıcılıkları oluştu, ve o istidatlarındaki kabiliyeti talep ettiler kendilerine gelen peygamberlerinden.

Ama bu talep kelâmi bir talep değldi, özlerinden istenen bir talepti. Cenâb-ı Hakk da o peygamberleri onların talebine cevap verecek bir şekilde ilim ile techiz edecek şeklde gönderdi. Onların iç bünyelerindeki taleplerine göre bilgiyi ortaya koydu. O zaman tasdik edilmiş oldu. Aynı zaman da peygamberin bilgisi ümmeti tarafından kabiliyetli olanlar tarafından tasdik edilmiş oldu ve kabul görmüş oldu. Binaenaleyh rasulün onlara teklifi ancak kendilerinin kavrama kabiliyetindeki genişliği istidatları derecesinde vaki olur. Bir ümmetin istidadatta ümemi sair üzerine fazlı ne kadar ise yani bir ümmetin istidatları diğer bir ümmet üzerine fazlı ne kadar ise o ümmete irsal olan rasul (a.s.) ın rasulü saire üzerine ilm-i risâletteki fazlı o kadardır.

Yani ümmetlerin birbirleri üzerine olan faziletleri ne kadarsa kendilerine gönderilen rasulün de diğer kendinden evvelki gelen rasullere göre üstünlüğü fazileti o derecedir. Hak Teâlâ Hz leri bu

fazlı لك الرسل ا işte böylece rasulleri 2/253 ت ,biz tafdil ettik فضلن

yükselttik, birbirlerinin üzerine yükselttik, nasıl م ضه ع bazılarını بـ

bazılarını üzerine tafdil ettik. Bakın âyet-i kerîme ne kadar açıktır

Hadi bakalım bunun yorumu şimdi yapılsın şu yorumu yapmak bulmak müthiş bir şey, bu üstünlüğü anlaşılıyor ama ne yönden hangi şekilde üstün. hangi mertebe üstün, burada risalet belirtil-mektedir ve kezâ böylece meratibi nübüvvette, yani nebilik mertebelerinde, yukarıda risâlet mertebelerini söyledi burada da nebilik mertebelerinde a’yân-ı sâbitelerin istidad-ı muktezasınca yani a’yân-ı sâbitelerin iktizası gereği, yani kendilerinin hakikati gereğince ulûm ve ahkâm ve maarifte yek diğeri üzerine tefazul ederler yani fazilet gösterirler. Daha faziletlidirler. Gerçi bir başka âyette biz peygamberlik arasında tefrik yapmayız.

ه سل ن ر ني احد م biz peygamberler hakkında 2/285 ال نـفرق بـ

bir tefrik yapmayız, ayırma yapmayız. Burada da, ayırırız diyor. Şimdi ne olacak, Peygamberlik vasfı ve şerefi olarak hepsi peygamberdir bu yönde ayırmayız diyor yani diyelimki vâli bunların hepsi vâlidir, vâlilik vasfı olarak biz bunları bir birerlerinden ayırmayız, ama her vâlinin özelliği olduğundan o zaman ayırırız. Faziletler çalışmalarına bağlıdır. Zâhir olarak, İşte bunlar bilinmezse açıklanamaz marifette biri diğerinden üstündür.

Page 184: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

183

Ve kezâ enbiya meratib-i nübüvvete a’yân-ı sâbitelerin iktizadadı muktezatınca ulum ahkâm ve marifte diğerinin üzerine tefazul ederler, çünkü nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan işte peygamber efendimize “abduhu ve rasuluhu” dendiğinde “abduhu” onun velâyetidir, “rasuluhu” da O’nun risâletidir. Velâyet olmasa risâlet olmaz zâten. Nübüvvet velâyetin zâhiri ve velâyet nübüvvetin bâtını olduğundan onların nübüvvetteki tefazulları velâyetteki tefazulları sebebiyledir. Batındaki fazileti yönündedir. Eğer batındaki fazileti olmasa zâhire çıkmaz. Batındaki fazileti ayan-ı sabitedeki programına göredir, onun kazasıdır.

Velâyetteki tefazulları sebebiyledir, onların velâyetteki tefazulları ise ilm-i ilâhide mashar oldukları esma sebebiyle a’yân-ı sâbitelerinin vüs’at ve şümulüne göredir. A’yân-ı sâbitelerinin genişliği ve kapsamına göredir tefazulları yani faziletleri üstünlük-leri. Bu tefazul yani bu fazilet, evvelki tefazuldan başka olup Hakk Teala Hz leri bunu yani birinci tefazul, fazilet risaletteki tefazul, bu nübüvvetteki tefazul, fazileti anlatıyor biraz başkadır bu öteki

tefazuldan. Hakkteâlâ Hz leri bunu ى عل ني ض النب ع ا بـ قد فضلن ل وعض And olsun ki biz yücelttik üstün kıldık, nebilerin“ 17/55 بـ

bazılarını diğer birinin üzerine faziletli kıldık” kavliyle beyan buyurulur. Binaen bu tefazul onların istidad-ı gayri mec’ullerine yani mec’ul olmayan istidadlarına göre raci olup yani oraya dayanıp oraya dönük olup velâyetleri cihetiyle olan tefazul, fazilettir. Yani velilikleri yönüyle olan faziletleridir.

-------------------

İLÂVE Üzeyir Fass-ı devam. Şimdi vakitlendirme asılda "ma'lûm ya’ni bilinen" içindir. Ve ilim ve irâde ve meşiyyet ya’ni üst irâde kadere tâbi'dir (13).

Ya'nî ilâhi ilimde eşyânın "ayn"larında olan şeyin belirli vakit ile vakitlendirilmesi, asılda ve hakîkatte isti'dâdıyla o vakitlendir-meyi talep eden bilinen sâbit ayn içindir. Çünkü her bir sâbit ayn’ın kendi hallerinden her bir hâlin belirli vakitte ve kendisine mahsûs zamanda taayyününü talep etmesi, onun zâti gereklerindendir.

Bundan dolayı kazâ ve kader ve irâde ve meşiyyet ya’ni üst irâde, ilâhi ilme; ve ilâhi ilim de "bilinen kader" olan sâbit ayn’a tâbi'dir. Örneğin yetmiş sene ömrü olan bir kimsenin doğduğu günden vefâtına kadar olan yediği yemekler kendisine bir def’ada gelmemiş, belki belirli vakitlerde azar azar gelmiştir. Ve aynı şekilde ondan çıkan güzel ve çirkin fiillerin tamamı da birden bire açığa çıkmayıp vakit vakit çıkmıştır. Ve aynı şekilde, ondaki ilim ve

Page 185: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

184

ilâhi bilgi de bir def’ada inmeyip günden güne ve an be an dereceli bir şekilde yavaş yavaş peydâ olmuştur.

Sonuç olarak, vefât ânına kadar sûrî ve ma'nevî rızıklardan her ne vakit ne kadar gelmiş ise, hep ezelde Hakk’ın ilminde bilinmiş olan sâbit ayn’ının isti'dâd lisânıyla talep ettiği vakit ve miktâra göre inmiştir. Rubâî :

Tercüme:

"Aynın ki senin oldu kitâb-ı evvel

Şerh edilmiştir o kitapta esrâr-ı ezel

Kader hükümleri çünkü yazılmış onda

İşte o kitâbın ile Hak etti amel"

Böyle olunca kader sırrı ilimlerin en üstün ve en büyüklerindendir. Ve Allah Teâlâ, onu ancak tam bir ma'rifete eriştirdiği kimseye bildirir. Kader sırrını bilmek, onu bilen kimseye tam bir râhatlık verir. Ve yine onu bilen kimseye elîm azâbı verir. Şu halde, kader ilmi sâhibine iki karşıtı verir (14).

Kader sırrı ilminin sâhibine tam bir râhatlık vermesinin sebebi budur ki: Böyle bir kimse kendisine gelen şeyin, ancak ilâhi ilimde sâbit ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise, geçmiş kazâda Hakk'ın takdîr buyurduğu şey olduğunu ve ezelen kendisinin hakîkatinin, sâbit ayn’ı Hakk'a ne vermiş ise ona uygunsuz olamayacağını ve ebeden değişmeyeceğini bilir. Bundan dolayı kendisi için takdîr edilmiş olan şeyin arkasında koşmak zahmetinden kurtulur ve takdîr edilmeyen şeyin ne kadar arkasında koşulursa koşulsun boş olduğunu bilerek, onu talepten vazgeçer.

Ve eğer oluşması takdîr edilmiş olan şeyin kendisinin talep etmesi şartıyla takdîr olunduğunu bilirse, talebini kısa keser, külfet etmez. Örneğin çekirdeği dikip sulamadan ağaç çıkıp meyve bitmeyeceğini bildiği için, bunları yapar. Çünkü ağacın meyve vermesi talepte bulunma şartıyla takdîr buyurulmuştur. Fakat bu icrââtında külfet etmez; eğer takdîr edilmiş ise, bu kadar talep ile ağaç çıkıp meyve verir; eğer değilse, çekirdek mahvolur. Ve sâhibi bu sırra vâkıf olduğundan "Niçin olmadı?" diye elem çekmez. Câhiller ise böyle değildir. Bir emelin gerçekleşmesi için, bin türlü sebebe teşebbüs ederler; hiçbirisi netîce vermez. Sonuçta bu talebin eziyetiyle ölür gider. Bunun her gün binlerce nümûnesi görüldüğü halde, yine uyanmazlar.

Kader sırrını bilmek, sâhibine bu şekilde tam bir râhat verdiği gibi, bu ilim, râhatın karşıtı olan elîm azâbı da verir. Bunun sebebi de budur ki: Bu ilmin sâhibi, ba'zı ayn’ların isti'dâdında mükemmeliyyet müşâhede edip bu isti'dâdlarıyla dünyâda ve âhirette birçok fazîletlere ve kemâlâta ehliyetleri olduğunu ve oysa

Page 186: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

185

her insânî ve ilâhî kemâlin zuhûruna kendisinde zâtî isti'dâd olmadığı için, ubûdiyyet ya’ni kul olmanın ve zuhur yeri olmanın kemâlinde noksan olduğunu bilir. İşte bu ilmi sebebiyle zâtî isti'dâdının noksânından elem duyar ve bu kemâlâta hasret çeker. Ve ba'zen yerine getirilmesine isti'dâdı olmadığı bir şeyle emrolduğunu görüp ıztırâba düşer. Bununla berâber bu kimsenin hâli, kader sırrından örtülü olan kimseden daha iyidir ve Hakk'ın rızâsına daha yakındır. Bu îzâhlardan anlaşılıyor ki, kader sırrına vâkıf olmak, hem râhat ve hem de elem verir.

-------------------

Rabb-ı Has.

Bundan sonra kader bahsinde, mevzumuz Rabb-ı Hass olacak Cenâb-ı Hakk kolaylıklar versin inşeallah.

ان الرجيم ط ن الشي وذ بالله م اع

م الله الرمحن الرحيم ﴾ بس ١ ﴿

Bu akşam 26/10/2011 Çarşamba bu akşamki mevzumuz kazâ ve kader hakkındaki mevzumuzun devamıdır, bu akşamki okuyacağımız yer Fusus’l Hikem cilt 2 İsmail Fassı sayfa 138 den başlıyoruz, Rabb-ı Hass mevzuudur, bunu da ilgisi dolayısıyla Kazâ ve Kader bölümüne ilâve edelim istedik. İkinci paragraftan Misâl diye başlıyor,

بسم الله الرمحن الرحيم Misâl: "Akıl" dediğimiz şey bir ma'nâdır ki, zâtında asla

kesret yoktur; zât ile ahadîdir. Zat ile bütündür, birdir, "Akıl" olabilmek için, nefs-il emirde, asarda mütecellî olmasına lüzum yoktur. Yani akıl olabilmek için yani gerçek akıl şudur ki nefsil emirde, nefsil emir, demek işlerin hakikati ma’nâsınadır. Hakikatin kaynağı, işlerin kaynağı ma’nâsınadır, yani Allah’ın varlığında olan işlerdir. Nefsil emirde, asarda/eserler de, tecelli olmasına lüzüm yoktur. Yani eserlerde zuhura gelmesine lüzum yoktur. Nerede, Ahadiyet mertebesi nefsil emirde aklın zuhura gelmesine gerek yoktur. Zâten orada zuhur yoktur. Akıl bir bütündür demek istiyor.

Eserlerde zâhir olsa da, olmasa da, zâtında yine akıldır. Yani bu aklın eserlerde zuhuru olsa da, olmasa da, akıl gene de akıldır, ve lâtif bir oluşum, varlıktır. Binâenaleyh eserlerden meydana gelme-sinden ganidir, yani ihtiyacı yoktur, bir menfaat beklemeyendir. Akıl gene de akıldır. Fakat onun sonsuz şuunatları özellikleri

Page 187: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

186

zuhurları vardır ki, onları zâtında cem' etmiştir. Yani akıl bütün şuunatındaki çoklukları kendi varlığında zâtında toplamıştır. Devr-i Âdem'den yani Âdem (a.s.) zamanından bu âna kadar zuhur etmiş ve bundan sonra da zuhur edecek olan muhtelif eserleri zuhurları i'tibâriyle o ma'nâ küldür. Bu Akl-ı Kül, İlâhi akıl dır burada bahsedilen. Yukarıda demişti ya “akıl dediği şey bir ma’nâdır” burada da o ma’nâ küldür, bir bütündür.

Her bir mevcûd için, Allâh'dan, hassaten onun Rabb'inin gayrisi yoktur. Onun için kül olması müstahîl olur imkânsız olur. (2).

Ya'nî her bir mevcudun, "ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir "isim"dir; ve o mevcudun Allah'a irtibatı, o isim vâsıtasıyladır; ve o ismin "eser"i, o mevcûd olduğundan, onun sûret-i zâhiresidir. Ve o "isim", o mevcudun bâtınıdır ve hakikatidir. Vakıa her bir mevcûd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'ın mazharıdir. Fakat bu mazhariyyet mevcudattan herbirinin rubûbiyyet-i mutlakadan mazhar olduğu ism-i hâssın rubûbiyyet-i hâssası haysiyetiyledir. Yoksa mertebe-i ulûhiyyetin içine alan olduğu esmanın küllisine mazhariyyet her bir mevcûd için imkânsızdır. Bu mazhariyyet ancak "insân-ı kâmiî"e mahsûstur.

Zîrâ insân-ı kâmil kâffe-i esmâ-i ilâhi esmanın tümünü cami' olan "Allah" isminin mazharıdır; ve insân-ı kâmilden gayrı hiçbir mevcudun bu mazhariyyete isti'dâdı yoktur. Yani her bir mevcudun bakın, görülen âlemde ne varsa, vücut bulmuş varlık Uluhiyet mertebesinden, yani Allah’lık mertebesinden Uluhiyet mertebesin-den aldığı hisse ve nasibi, yani bir bölümü vardır. Ancak bu nasib kendisinin Rabb-ı Hassı olan, yani her hangi bir varlığa bir hisse bir nasib verilmişse, bu onun Rabb-ı Hassı, olan yani o varlığın Rabb-ı Hassı olan, bir isimdir. Kendisinin Rabb-ı Hassı olan bir isimdir yani o isimden almaktadır, o hisseyi. Kendisine tanınan nasibi ve hisseyi o isimden almaktadır.

Ve o mevcudun, yani o varlığın, her hangi bir varlığın Allah’a irtibatı, Allah’a bağlanması, Allah ile ilgisi, o isim vasıtası ile olmaktadır. Yani hangi varlık hangi ismin tesirinde ise, onun Rabb-ı Hassı terbiye edicisi odur, onun vasıtası ile de Hakk’a bağlıdır, ve o isimden nasibini alır. Halkiyetin zuhura çıkmasının ne kadar açık bir şekilde, şüphe edilmeyecek bir şekilde, ve faaliyetin âlemdeki faaliyetin, nasıl müthiş bir sistemle, ve Cenâb-ı Hakk’ın, hiçbir zerrenin boşta olmadığı, ilgisiz olunmadığı, bütün zerre ile ilgili olduğu, böylece belirtilmiş oluyor. O mevcudun Allah’a irtibatı o isim vasıtasıyladır.

Ve o ismin eserinin o mevcut olduğundan yani gördüğümüz her hangi bir mevcut, kendisini meydana getiren ismin eseri olduğun dan, yani ismin kendisinin orada zuhurda olduğundan, onun suret-i

Page 188: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

187

zâhiresidir. İsmin suretinin zâhiridir. Gördüğümüz eşya şey’iyet dediğimiz, hangi ismin tesirinde ise, o ismin zâhiridir o, görüntüsüdür, suretlenmiş halidir. Ve o maddenin o varlığın rabba ulaşması da, kendi rabb-ı hasının, yani kendi isminin vasıtasıyla da, Rabba ulaşmaktadır. İşte denir ya, her varlığın rabba olan yolu kendinden geçer, denilen bu ifadedir. Yani “her hangi bir kimse rabbını dışarıda ararsa bulamaz. Ama kendinde ararsa bulur.” Neden çünkü kendinden gayrı değildir, yolu kendinden geçiyor da ondan. İşte onun için tevhid-i hakiki tasavvuf-u hakiki ilmi ne diyor “kendine dön” diyor, evvelâ kendini tanı, hep yapılmaya çalışılan da odur. kendimizi tanıyalım, onun için “nefsini bilen rabbını bilir” deniyor, işte bu yöndendir. Hangi ismin tesiri altında isek rabbımız odur, o rabbımız, o ismin hakikati ile de Allah’a bağlı olduğundan, bireyin ancak o ismi kanalıyla miracını yapması Hakk’ı idrak etmesi mümkündür.

Eseri o mevcut, olduğundan yani o ismin eseri o mevcut olduğundan, onun suret-i zâhiresidir, o isim o mevcudun bâtınıdır. Yani şu gördüğümüz, bir ismin suretidir, isim de bu suretin bâtınıdır. İşte o isim zâhir ve bâtın, onda zuhura çıkmış oluyor, faaliyete geçmiş olmaktadır. Yani hiçbir şey kendi kendine ne toprak, üstünde ne toprak altında, ne fezada, kendi kendine rastgele olmuyor. ve o isim o mevcudun bâtınıdır, ayrıca hakikatidir. Vakıa her bir mevcut âlemlerin rabbı olan Allah’ın mazharıdır, yani diğer bir yönden isimlerin zuhuru olduğundan, isimler de, Allah’a bağlı olduğundan, sahibi Allah olduğundan, aynı zamanda o ismin mazharı olmakla birikte, Allah’ın da mazharıdır. Yani zuhur yeridir.

Fakat bu mazhariyet, mevcudattan her birinin, rububiyet-i mutlakadan, mazhar olduğu ism-i hassın rububiyeti hassası haysiyyetiyledir. Yani o özelliktedir. Bu mazhariyet mevcudattan, yani Allah’ın o varlıkta, Allah’ın mazharlığı, herhangi bir varlıkta mazhariyet mevcudattan, yani gördüğümüz bütün bu mevcutların her birinin, rububiyet-i mutlakadan, yani mutlak rububiyetten mazhar olduğu, yani zuhura geldiği, ism-i hassın, yani has isminin rububiyet-i hassası haysiyyetiyledir. Yani hangi ismin nasıl bir husiyeti varsa, o hususiyet ve özellik üzere o varlık zâhir olmuştur. Zuhur etmiştir. Yani hiç birinin hususiyeti diğerine benzemez.

Hiçbir ismin suretleri birbirine benzemez. Neden, benzese ayrı olmaz, ayrı isimler de ayrı hususiyetlere sahiptir. Bu mazhariyet mevcudattan her birinin rububiyet-i mutlakadan mazhar olduğu ism-i hassın, rububiyeti hassası haysiyetiyledir. Yani o miktar olan hususiyetinin hususiyetidir. Yoksa mertebe-i uluhiyetten mutazam-mın olduğu, yani içine alan tamamının olduğu, esmanın küllisine mazhariyet, her bir mevcut için müstahildir. Yani imkânsızdır. Şimdi hususiyeti itibariyle aldığı bir mazhariyet vardır ama, bütün uluhiyet hakikatlerinin mazharı olamaz değildir diyor.

Page 189: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

188

Yani her bir varlıkta görülen, hangi ismin sureti orada zuhur ediyorsa, oradaki zuhur o ismin hususiyeti kadardır. Her ne kadar bütün varlık, Allah isminden, Allah’ın Zat’ından, varlığını mevcudi-yetini, mazhariyetini alıyor ise de, ama oradaki tecelli hususi tecellidir. Tamamı değildir, Allah ism-i cami isminin tamamı değildir mevcudatta. Ancak her isimde Allah isminin de mevcudiyeti olması dolayısıyla yine Allah’ın ismi vardır ama bâtındadır, yani ilâhi tecelli vardır ama batındadır, onda zuhura gelen hususi tarafı yani bölüm bölüm, varlıklarda olan kendine has özelliği ile zuhura çıkmasıdır. Ve bir mevcutta bütün tecellinin olması mümkün değildir, demek isteniyor.

Bu mazhariyet, bakın külli mazhariyet, ancak İnsân-ı kâmil’e mahsustur. İşte böylece insanın özelliği ortaya çıkmaktadır. Külli mazhariyet İnsân-ı Kâmil’e mahsustur. Zira İnsân-ı Kâmil, kaffe-i esma-ı İlâhiyeye cami olan, bakın bütün isimlere cami olan Allah isminin mazharıdır. Şimdi burada yine daha evvelce konuşulan, bir mevzu vardı, bütün insanlar bu mazhariyet içindedir, bilen İnsân-ı kâmil olmakta ve bunu yaşamaktadır. Aradaki fark odur. Yoksa Cenâb-ı Hakk bütün insanlarda kendi Zât’i tecellisini ortaya koymuştur, her şeyi ile birlikte, o yüzden ismi İnsandır.

Ama bilen ayn, bunu kim biliyorsa onun ismi, İnsân-ı Kâmil, bilmeyen ise sadece insandır. Allah isminin mazharıdır, İnsân-ı Kâmilden gayrı, hiçbir mevcudun bu mazhariyete isdidadı yoktur. İnsân-ı Kâmil’de bütün esma-ı İlâhiye mevcuttur ve dengelidir, bunun da en üst haldeki yaşam ve tatbikat sahası, peygamber efendimizdir. Her peygamberde, bir ismin özelliği öndedir, bütün esma-ı ilahiye vardır fakat bir ismin hususiyeti öndedir, mazhariye-tine sahiptir, ama peygamber efendimizde, bütün esma-ı İlâhiye, hepsi dengeli ve Hakk’ını almış olarak mevcuttur. İşte ilk İnsân-ı Kâmil, tam kâmil olarak, peygamber efendimizdir, kâmil insân, İnsân-ı Kâmil olarak. Her bir peygamber, İnsân-ı Kâmildir, ama kemâlâtı kendi zamanının mertebesine göredir. O mertebenin İnsân-ı Kâmilidir. Peygamber efendimiz ise bütün zamanların İnsân-ı Kâmilidir. Külli tecelli en kemalli, ve hepsinde dengelidir. Diğer peygamberlerde, kendi ism-i hassı daha üstte olarak zuhur eder, bazılarında görüldüğü gibi, işte ama peygamberimiz de bütün esma-ı İlâhiyye dengeli olarak zuhura çıkar ki, üstünlüğü oradadır.

Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattatlık, ressamlık ve marangozluk ve sâire gibi, birtakım sıfat olan kimse, bu sıfatlarının icâbâtı olan isimler ile zâhir olmak murâd etse; ve meselâ kendisinin ressam olduğunun bilinmesini istese, bir levha tersim edip ortaya atar. Bu levha onun "ressam" isminin mazharı olur. Zîrâ "ressam" isminin taht-ı terbiyesindedir. Ve bu şahsın mütaaddid isimlerinden levhanın nasibi, hassaten "ressam" ismidir. Maahâza o levha, o kimsenin rubûbiyyet-i mutlakası tahtında olmaktan da vareste değildir. Çünkü bu şahıs o levhaya ilmiyle,

Page 190: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

189

iradesiyle, kudretiyle ve sâir sıfatıyla da, mütecellîdir. Şu kadar ki bu rubûbiyet-i mutlakaya o levhanın mazhariyyeti, ressam ism-i hâssının, rubûbiyyet-i hâssası cihetiyle vâki' olmuştur.

Binâenaleyh levhanın mi'mâr, hattat ve marangoz ve sâir isimlerin mazharı olması imkânsızdır. Zîrâ o levha bu isimlerin mahall-i tecellîsi olmak isti'dâdını hâiz değildir. Fakat bu kimse bütün esmasının zuhuruna müstaid olmak üzere, meselâ bir cami' bina etse, bunda mi'mârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar yazsa hattatlığı; ve resimler yapsa ressamlığı; ve kürsüler i'mâr etse marangozluğu meşhûd olur. Ve cami' o kimsenin ne kadar isimleri varsa, cümlesinin mazharı olduğundan, resim levhasına nisbetle, bir mazhar-ı kâmil olur.

Tekrar misale dönelim; kendisinde mimarlık, eğitimini yapmış hattatlık ressamlık ve marangozluk (v.s.) gibi bir takım sıfat olan kimse, bu sıfatların icabatı olan isimler ile zâhir olmak murad etse, yani bu sıfatların hepsiyle kendisinde olan bu sıfatları ortaya çıkarmayı murad etse, istese ve meselâ kendisinin ressam olduğunun bilinmesini istese, yani yukarıdaki hususiyetlerinden birisi olan ressamlığı ortaya çıkarmayı murad etse bir levha tersim edip ortaya atar. Yani ortaya koyar. Yani levhanın üzerine kuş resmi insan resmi manzara resmi, neyse ev resmi bina resmi, her hangi bir şey yapsa bu levha onun ressam isminin mazharı olur. Yani ressam isminin zuhur yeri olur.

İşte o resim ile kendindeki ressamlığını ispat etmiş olur. İşte bir resim zuhura çıkarsa, o resim onun ressamlığının ispatı olur. Kimse bir şey demese, o fiili ve fiziki ispatı olur. Artık lâfzi olarak ben ressamım demesine gerek yoktur. İşte onun rabb-ı hasının Cemâl isminin rabb-ı hasının, orada faaliyette olduğu anlaşılır. Bu levha onun ressam isminin mazharı olur. Zirâ ressam isminin tahtı terbiyesindedir. Yani ressam isminin terbiyesi altındadır, ki o fırçaları öyle vurmuştur. O zanneder ki fırçaları kendi vuruyor, halbuki onun rabb-ı hassı Cemâl ismi güzellik isminin ma’nâsı o fırçaları ona vurduruyor. O kabiliyeti veren odur. o el değildir, o el fırçayı tutan el aslında kendisi fırçadır.

Orada faaliyette olan esas isimdir. Bu âleti sadece bu fırçası tuttuğu fırça neyse, bu eli de o ismin fırçasıdır. Yani bu eli memur makamındadır. Esma eli faaliyete geçiriyor, el de fırçayı faaliyete geçiriyor. Ama biz eli gördüğümüz için, eli ile boyadı diyoruz. Boyayan da yapan da rabb-ı hasdır. Yani o projeyi o içerideki arzuyu itici gücü veren rabb-ı hassıdır. Rabb-ı Hassı da Cemil ismidir, veya Cemâl isminden kaynaklanıyor. İşte bu ismin terbiyesi altındadır ve o resmi öyle yapar. Bu resim benzeri olduğu gibi bütün işler de böyledir.

Hani bakıyorsunuz iki çocuk yan yana, ikisine de aynı resmi yap diyorlar, birisi çok güzel bir resim yapıyor, birisi biraz daha ikinci

Page 191: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

190

durumda yapıyor işte ikisinin de Rabb-ı hassı bir, ve oradaki dereceleri farklıdır. Birinde diyelim o esmadan %30 var, birinde %20 var, %30 olan daha güzel yapıyor, neden içerideki kabiliyeti onu görüntüye getiriyor, fark istidat ve kabiliyette. Bu şahsın mütead-did isimlerden levhanın nasibi hasseten ressam ismidir. Şimdi burada dedi ya mimarlık, hattatlık, ressamlık, marangozluk, işte o muhtelif isimlerden bu şahsın müteaddid isimlerinden levhanın nasibi hasseten Ressam ismidir. Yani resmi yapan ressam ismidir, ama ressam isminin esma-ı ilâhiyedeki karşılığı da Allah’a bağlı olan isimlerden bir tanesidir.

Yani güzellik, Lâtif ismi olabilir, onu yaptıran ama zuhura resim olarak çıktığından, ressam ismi onun rabb-ı hassı hükmündedir. İşte böylece, o levha o kimsenin rububiyet-i mutlakası tahtında, yani mutlak rububiyeti altında, olmaktan da vareste de değildir. yani rububiyet-i mutlakası tahtında, mutlak rububiyet altında olmaktan da ayrı değildir. çünkü bu şahıs o levhaya ilmiyle, bakın şimdi hususide ressam esması ama, o resmi ortaya koymak için de bir sürü yan isimlere ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Bu levhaya ilmiyle, İradesiyle, Kudretiyle ve sâir sıfatıyla da mütecellidir. Yani orada tecelli etmiştir sadece ressam ismi onu yapmış değildir, o resmi yapmak için irade gerekiyor, resmi yapmak için ilim gerekiyor, sanat gerekiyor, kudret gerekiyor ve diğer sıfatları ile de mütecellidir. Yani asılda ana isim olarak ressam ismi ama bunu faaliyete geçirmek için de bir sürü esma-ı ilahiye lâzımdır. Şu kadar ki bu rububiyet-i mutlakaya yani mutlak rububiyete o levhanın mazhariyeti ressam ism-i hassının rububiy-yeti hassası cihetiyle vâki olmuştur. Yani orada belirleyici olan ressam ismidir. Diğerleri yardımcı isimlerdir. O halde belirleyici olan has isim ne ise, o isim verilir ona resim ismi verilir, ama o resimin içinde irade var, kudret var, ilim var, bilgi var, her şey vardır, ama o isim belirleyici resim olduğundan, resim ismi verilir.

Mazhariyeti ressam-ism-i hassının rububiyeti hassası cihetiyle vaki olmuştur, binaen aleyh levhanın mimar, hattat, marangoz ve sâir isimlerin mazharı olması müstahildir. Yani mümkün değildir. yani onun bir çok özelliği var, oradan levhanın mimarlık ile hattatlık ile ve marangozluk ile ve sâir isimlerin mazharı olması mümkün değildir, dolaylı olaraktır, ama asıl ressam isminin mazharıdır. Zira o levha bu isimlerin mahal-i tecellisi olmak istidadına haiz değildir. şimdi o levhanın üstünde marangozluk çalışılabilir mi, yapılabilir mi, yapılamaz o halde marangozluğu zuhura getiremez. Hattatlık aynı resim üstünde yapılır mı, yapılmaz, mimarlık o resimin üstünde yapılır mı yapılmaz, o kişide bu özellikler de var ama, orada resim yaptığı için resmin çıkması onun ism-i hassı resim, ressamlıktır. Diğerleri ise yardımcı isimlerdir.

Page 192: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

191

Fakat bu resmi yapan kimse bütün esmanın zuhuruna müsteid olmak üzere, yani bütün isimleri kendisinde kabiliyet istidat olmak üzere meselâ, bir cami bina etse diyelim ki mimarlık var, hattatlık var, ressamlık var, marangozluk var, bunların hepsinin zuhura çıkacağı bir varlık ortaya getirse, bina ortaya getirse bu kimse bütün esmasının zuhuruna, yani o ressam olan kimse kendisindeki bütün isimlerin zuhuruna müsait olacak zuhura getirecek istidat olmak üzere meselâ, bir cami bina etse bunda mimarlığı görünür, caminin üstünde, ve üzerine güzel yazılar yazsa, hattatlığı ve resimler yapsa ressamlığı da, ve kürsileri imal etse marangozluğu meşhud olur. Yani marangozluğuna şahit olunur.

Bu kimsede, mimarlık var, hattatlık var, ressamlık var, marangozluk var, diye şahit olunur. Cami, o kimsenin ne kadar isimleri varsa, cümlesinin mazharı olduğundan resim levhasına nisbetle, bir mazhar-ı kâmil olur. Bakın İnsân-ı Kâmil’in misalini veriyor,

Velâkin ahadiyyet-i İlâhiyyede kimse için kadem yoktur. Zîrâ biri için ondan bir şey vardır; ve diğeri için de ondan bir şey vardır, denilmez; çünkü O teb'îz, ayrışma kabul etmez. İmdi O'nun ahadiyyeti bi'I-kuvve olan cemî'-i esmanın mecmu'-udur (3).

Cenâb-ı Şeyh (r.a.), yukarıda "Allah" ismi ile müsemmâ olan vücûdun, zât ile ahadî ve esma ile kül olduğunu beyan buyurmuş idi. Yani geçmiş bilgilerde daha evvelki sayfalarda Allah ismi ile müsemma olan, yani Allah ismi ile isimlenmiş olan vücudun buradaki vücut; vücud-u Mutlaktır, bu beşer, madde vücut ma’nâsına değildir, Vücud-u Mutlak denilen bütün varlığın aslı olan gözle görülmeyen fakat mutlak olan vücuttur, bu mutlak vücut, sonra vücud-u izâfi, sonra vücud-u şuhudi, olarak zuhura gelmiştir. Bu vücud-u mutlak Allah’ın Zât’ında olan kendi varlığıdır. Görülmesi, bilinmesi, parçalanması mümkün olmayan mutlak tek bir vücuttur, Allah ismi ile müsemma olan vücudun, şuhut ismiyle değil müşahede edilen vücut, denildiği zaman biz gözle görülür bir şey zannediyoruz, bu öyle değil isim benzerliği vardır, Allah ismiyle isimlenmiş olan vücud, yani Allah’ın Zat’ındaki kendi Zat’i halidir. Onun ne olduğunu bilemiyoruz. İsim olarak böyle bildiriliyor, Vücudun Zat ile ahadi, yani bu vücut zat ile Ahad, yani Zat ile bir, Zat’ında bir, vücut ama parça parça zuhura gelmiş, her ismin bir başka ma’nâda şekil göstermiş hali değildir. hepsi kendi bünyesin-dedir. Mutlak vücud tecelli olmamış ahadi, Ahad mertebesindeki vücuddur. Ne ile, Zat ile Ahadi, Esma ile kül olduğu beyan buyurulmuş idi.

Yani bu vücud Zat ile Ahad, isimleri ile kül, yani ayrı ayrı isimler olmasına rağmen, isimler bir bütün külli bir isim olarak, böyle olduğunu beyan buyurmuş idi, yani şu iki cümle ile daha evvelce Allah ismini, Allah’ın özelliğini daha önce beyan buyurmuş idi.

Page 193: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

192

Burada ise Ahadiyet-i İlâhiye-i Zâtiyede, İlâhi Zâti Ahadiyette kimse için, kadem yani vücut ve sübut olmadığını, kadem ayak demektir, yani kimse için orada bir varlık olmadığını, o sahaya hiçbir ayağın basmadığı, ayağın dahi mevzubahis olmadığı bir mertebeden bahsediliyor.

Şimdi de ahadiyye-i ilâhiyye-i zâtîyyede yani ilâhi ahadiyet Zât’ında kimse için kadem, ya'nî vücûd ve sübût, olmadığını; yani varlık ve sâbitlik, yani kimlik olmadığını, ve meselâ falan suret için falan şey, esma âleminde bunlar meydana geliyor, ve falan suret için dahi falan şey, sabit olmuştur denilemiyeceğini; çünkü orada böyle bir şey yoktur, var ama bâtında vücud-u mutlaktadır ve çünkü ahadiyyet parçalara bölünme kabul etmiyeceğini beyân buyururlar. Ahadiyet mertebesi bir bütün Vücud-u Mutlak sâbit burada herhangi bir ayrışma ayrılma diye bir şey yoktur. İşte orada varlık kademi yoktur, yani şu falan şey için şudur, filan şey için budur diye bir ayırma yoktur.

Ma'lûm olsun ki, ahadiyyet mertebesinde ne isim ve ne de resim yoktur. Bu mertebeye verilen "vücûd-ı mutlak" ismi, zihinlere anlatmak için vaz' olunan bir ıstılâh-ı mahsûstan ibarettir. Yani vehimlere anlatmak için bir isimdir, bu mertebe sadece Ahadiyet mertebesi. Yani vehmin, aklın oraya ulaşması mümkün değildir. yani kişiler hayellerinde böyle mutlak bir vücudun olduğunu, anlamaları içindir deniyor. İşte biz vücud dediğimiz zaman bir şekil bakıyoruz, mevcud arıyoruz, bu vücud-u mutlak denen şey mutlak kendine ait mutlak olan bir şeydir. Ne olduğu zuhurlar tarafından bilinmesi mümkün değildir.

Şimdi şöyle diyelim bu vücud-u Mutlak denen şey, bu sehbanın üstü vücud-u mukayyet, vücud-u izafi, vücud-u şuhudi denilen şey bu sehbanın altıdır. Altta olanın yukarısını anlaması mümkün değildir. yani beşere ait herhangi bir özellik, oraya ulaşması mümkün değildir. Anlatımları var ancak bu anlatımlarla, kişi kendi şuurunda onun varlığını sadece kabul etmekte, ama niceliğini niteliğini hiçbir şekilde ortaya getirememektedir, eğer getiriyor ise, kendi hayalinden kendi varetmiş olur. İşte gerçek tenzih budur,

tenzih-i mutlak işte tenzih mertebesi burada غىن عن ل ن الله امني ال الع 29/6 âyetinde buyurur. “Allah âlemlerden yani

suretlerden ve şekillerden münezzehtir” işte biz bunu hayali ve vehmi olarak, Allah âlemlerden ganidir diye oraya, ötelere atıyoruz, bu âlemlerle hiç ilgisi yoktur diyoruz, bu hiçbir şekilde gerçek ma’nâda islâmi bilgiye ve anlayışa uymayacak bir anlayış tarzıdır. Ama ne yapalım ki zâhirde çok basit olarak, Allah’ın varlığı ötelerde yani en azından bir Allah’ın varlığına inanma yolu olduğu için, yapacak diyecek bir şeyimiz de yoktur.

Page 194: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

193

Burası şuhudi vücud, mutlak vücudun kayıtsız ve şartsız olan vücud-u mutlakın ahadiyet mertebesindeki vücud-u mutlakın suretlenmiş olan şuhudi vücududur bu âlemler. Ama mutlak vücud bu âlemlerle kayıd altına girmiş demek değildir, yani bu âlemlerde göründü de, bu âlemlerin bâtını oldu da, bu âlemlerin içinde sınırlandı ma’nâsına değildir. Ahadiyette Cenâb-ı Hakk diye isim de yoktur, Allah ismi de yoktur, sadece “Ahad” tek ma’nâsınadır, bakın orada “bir” de değildir, tektir, Vahidiyet mertebesi “Vahid” bir, “Ahad” tek demektir. Bir’in birleri olmakta ama tek’in tekleri olmamaktadır. “TEK” bir tanedir, ama “BİR” bir, bir, bir diye tesbih tanelerinde olduğu gibi bir sürü “bir” vardır. İşte Vahid ile Ahad

arasındaki fark budur. Hani احد قل هو الله dediği bu AHAD’dır.

Yoksa bizim anladığımız ma’nâda değildir. İhlas Suresinin en

sonunda ا احد كفو ه كن ل مل ي gene “AHAD” işte eşi olmayan و

“AHAD” tektir. Vahidiyetin ikisi üçü dördü beşi vardır, vahidiyette zâten kesret başlıyor. isneyniyet mertebesi, ikilik, üçlük, beşlik mertebesi orada başlıyor. “Ahad” tek, “Vahid” bir ama oradaki bir bütün birlerin bir olduğu bir birdir. Vahidiyetin de içinde kesret yoktur. Bütün âlem külli olarak. bir birdir. Vahidiyet mertebesinden bakıldığı zaman. Bu mertebeye verilen Vücud-u Mutlak ismi bakın evhama anlatmak için, yani fehim olarak idrake anlatmak için sadece bir ıstılahtır. Vaaz olan bir ıstılah-ı mahsusadan ibarettir, oraya tahsis edilmiş bir ıstılahtır, yani bir isimden ibarettir, din terminelojisinde kullanılan bir kelimedir. Bunu bir başka şekilde de ikinci bir isim veya sıfatla anlatmak mümkün değildir. Zat kendi mertebesine kendine bu ismi vermiştir. “Ben orada AHAD’ım “diyor peki o AHAD’dır, kim söylüyor bunu Kur’an-ı Kerim’de kendisi söylüyor. Yani Uluhiyet mertebesinden Allah’tan kelâm yoluyla sıfatsızlık bize geliyor kelâm sıfatıyla, “Ahad” ismiyle anlatılıyor. Bakın İhlâs suresinin hakikati nerelere gidiyor.

Ahad’dır diyor ama Allah kendini Ahadiyetle vasf ediyor, diğer şekliyle Ahadiyet kendini Uluhiyetle vasf ediyor. vasf edilen vasf edilmişi, gene kendi anlatıyor. Allah vahidiyet, Uluhiyet mertebesinden diyor ki “O Ahad’dır” yani benim hakikatim Ahad’dır diyor, Allah diyor bunu kul demiyor, çünkü kulun o ilmi bilecek hali yoktur. İşte Kur’ân-ı Kerîm o kadar müthiş, ilâhi bilgiler veren bir kitaptır, sadece muamelât bilgisi değildir, yani sosyal yaşam bilgisi değildir, peki ne bilgisidir? mertebeler arası, uluhiyet bilgilendirme klavuzu diyelim, yahut özelliği hassası, bilgisidir diyelim.

Binâenaleyh bu mertebede fiilen sâbit olmuş bir vücûd yoktur Ahadiyet mertebesinde. Ne kadar kesret-i nisebiyye ve vücûdiyye varsa, yani ne kadar nisbi benzer, vücudiye varsa cümlesi O'nda toplu olarak kuvvededir. Yani O’nun batınında özündedir, hakika-tindedir. Orada her şey mevcuttur. “tekbir “diyoruz, tekbir

Page 195: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

194

getirdiğimiz zaman ne diyoruz;? “Allahüekber” diyoruz değil mi, şimdi ilk baktığımızda bir çok Allah’lar var da bizim Allah’ımız en büyük, “Allahüekber” Allah en büyük demektir. O zaman birkaç tane Allah var ki, en üstünü bizim Allahımız olmuş olsun. Tabi ki öyle değildir, hemen bu anlaşılıveriyor. “Allahüekber” Allah Allah’ ise “ekber” demeye gerek yok, çünkü misli yok, misli olanın arasında büyük küçük diye söz konusu bir şey olur, Allah bir ise büyük demeye küçük demeye zâten gerek yoktur, çünkü bir benzeri yok ki aralarında bir ayrım gereksin.

Bir mertebe itibariyle, zuhur mertebeleri itibariyle bütün Esma-ı İlâhiyenin Sıfat-ı İlâhiyenin isimlerinin içinde “Allah” ismi en büyük isimdir. Yoksa başka başka Allah’lar var da O en büyük değildir. Esma-ı İlâhiyenin içinde en büyük isim, yani faaliyet sahasında olan en büyük isimdir, yoksa faaliyetin üstünde olan isim “AHAD” ismidir, Allah isminden daha üstündür bu mertebede. Abdül Kerim Cili İnsân-ı Kâmil kitabında bu bahsi çok güzel ifade etmiş, “Bir mertebede Allah ismi Ahad isminden üstündür” diyor. “bir mertebede de AHAD ismi Allah isminden üstündür”

Şimdi ona bakalım, “Tekbir” diyoruz değil mi, işte “tek’bir” kelimesinin içinde biz bu mertebeleri zâten ifade ediyoruz ama farkında değiliz. “Allahuekber” Ahadiyet mertebesinde TEK, Vahidiyet mertebesinde BİR, oldu “TEK’BİR”. İşte “Allahuekber” dediğimiz zaman duygusal ma’nâda benim Allah’ım büyüktür demek değildir. tabi o da geçerlidir, her mertebede bir başka geçerlisi vardır, ama irfan ehline göre tek bir olan zâten odur, onun için tekbir getiriliyor. Bayram namazlarında şurada burada yapılan tekbirler bu ma’nâdadır. Ahadiyet mertebesinde TEK, Vahadiyet mertebesinde BİR, bunun lâfsi dönüşümü de “Allahüekber”. Şimdi ahadiyet mertebesinin, Uluhiyet mertebesine göre üstünlüğü, Ahadiyet mertebesi bir bütün olarak misal veriyor, bir duvara benzetirsek, duvarın içerisinde boya var, kum var, çimento var, tuğla var, yani malzemenin hepsi içerisinde mevcuttur. Ama batınındadır, içeridedir gözükmüyor. Onun içinde zuhurda olan Allah esması da vardır. İşte bu mertebede bu misalde AHAD ismi Allah isminden üstündür. Ama diğer şekilde ise Ahadiyet isminin zuhuru Allah isminde göründüğünden yani Allah ismi vasıtasıyla Ahadiyette ne varsa zuhura çıktığından, Ahadiyetin zuhura çıkmasına sebep olduğundan “Allah” ismi üstündür.

Eğer Ahadiyetin Uluhiyet ile zuhura çıkması olmamış olsa Ahadiyet bilinmemiş olacaktır. İşte şu konuşmalarımız, Allah esmasının zuhuru altında olan konuşmalar, ve idrak etmeler olduğundan biz bu şekilde Ahadiyeti anlamaya çalıştığımızdan vesile olduğundan daha faydalıdır. Yani üstün de tabiri kullanılır, ama üstünlük altlık diye isimler arası bir çekişme olmasın diye, daha faydalıdır Allah isminin zuhuru, zâten öyle olmasaydı bu âlemler Allah isminin zuhuru olmazdı. Ve esmâ-i ilâhiyye

Page 196: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

195

yekdîğerinden farklı bir halde değildir; yani o mertebede bütün esma-ı ilâhiye birbirinden ayrılmış değildir, zuhura çıktığı zaman birbirinden ayrılıyor, ve hepsi O'nun aynıdır. Ve zât-ı ahadiyyet cüzlere ayrılan olmadığından, orada bir cüz'ü falan, ve bir cüz'ü de falan şey içindir denemez. Binâenaleyh "Allah" ismi ile müsemmâ olan zâtın ahadiyyeti, O'nda kuvvede bulunan kâffe-i esmanın mecmû'udur. Zîrâ yukarıda beyân olunduğu üzere esma ile küldür.

ان الرجيم ا ط ن الشي وذ بالله م ع﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١﴿

Bu akşam 27/10/2011 Perşembe akşamı Hatice annemizin evindeyiz, bu bölümün mevzuu Kazâ ve Kader hakkında idi ona devam ediyoruz, ilgisi olması cihetiyle Fusus’l Hikem cilt 2 İsmâil Fass-ı sayfa 140 2. Paragraftan devam ediyoruz.

Misâl: Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle, meyveleriyle beraber bir ağaç vardır. İncirin içini açtığımızda minicik çekirdekleri var ya işte onun içerisinde ağacı da var, yaprakları da var, dalları da vardır, kendi incir meyvesi de vardır, kendi kendini halk etmektedir, bakın o çekirdek. Yani o çekirdek toprağa ekildiğinde, o çekirdek bozulmaktadır, bir kısmı aşağıya doğru uzayan bir kısmı yukarıya doğru uzayan, dallar budaklar salmakta, büyümekte yaprakları çiçekleri olmakta çiçekleri meyveye dönmekte, bakın başlangıçta o çekirdek bozulduğu halde çatladığı, patladığı halde aynı çekirdek gene kendi aynını imal etmektedir. Nasıl bir ilim ki, kimse de buna müdahele etmemektedir. Kendi kendine olmaktadır. Yapraklarıyla çiçekleriyle meyveleriyle beraber o elimizdeki çekirdek içerisinde bir ağaç vardır.

Fakat bu ağaç kuvvededir, yani iç bünyededir, henüz fiile çıkmamıştır; o ağaç dalları olarak zahiren o çekirdeğin içine sığmaz. Fiziken sığmaz, ama bâtını itibariyle o, o çekirdeğin zâten içindedir. Bakın Cenâb-ı hakk’ın sanatı ne kadar büyük, bir minicik çekirdek içerisinde 40-50m boyu olan genişliği 20-30 m olan ağaçları o çekirdeğin içine sığdırmıştır. Fakat bu ağaç kuvvededir yani çekirdeğin içindedir işte bu çekirdeğin içinde olan orada gözükmeyen ağaç izâfi yokluktadır. Mutlak yoklukta değildir. Elimizde çekirdek var, ağaç yok ama kuvvede, ama o çekirdeğin içerisinde vardır, fakat göremediğimiz için buna izâfi yokluk deniyor. Yani isimlendirilmiş yokluk, şu anda yok ama gelecekte çıkacaktır. İşte mutlak yokluk ile izafi yokluk arasındaki fark budur, bütün âlem bu izafi yokluktan meydana gelmektedir, mutlak yokluktan değildir.

Page 197: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

196

Bu âlemde yaratılma diye de bir şey yoktur. Yaratılma daha evvel olmayan bir şey ve bizim Allah’ımızda olmayan bir şey olması gerekiyor, bir başka Allah olacak, bizim Allah’ımızda olmayan bir şey olacak, ondan emanet alacak, ödünç alacak, kendinden de bazı şeyler koymak suretiyle, kendinde olmayan Allah’ta olmayan bir şeyi ortaya çıkarmış olacak. Yaratma bunu gerektirir. Ama bu âlemde böyle bir şey söz konusu değildir. Yaratma diye bir şey yoktur, yoktan var etme varlıkta “yok” diye bir şey yoktur. Mutlak yok diye bir şey yoktur. Yokluk iki türlü izâfe ediliyor, birisi Mutlak yokluk, birisi de izâfi yokluktur. yani şu anda yok, var ama göremediğimiz için biz ona yok diyoruz. Mutlak yok değildir. bu âlemde mutlak yok diye bir şey de yoktur.

Yani mutlak ma’nâda yokluk diye bir şey yoktur. Sadece isim vardır, mutlak yokluk diye bir isim vardır, ama gerçekte bu yoktur. Fiilen, fiziken, şuhuden, gayben de yoktur. Şimdi yokluğu kabul edersek şu odanın içine yok diye bir saha çizmemiz lâzımdır. Yok diye o sahayı çizdiğimiz zaman o çizgi onun varlığını gösterir. Zâten yok olmadığını gösteriyor. yok diye bir şeyin mümkünü yok, eğer yok diye bir şey kabul etsek bile, yani geçici olarak, o zaman o bizim Allah’ımızın hükmünün dışında olan bir hüküm olacaktır, o yokluğa bir vücut Uluhiyet isnat etmiş olmamız lâzım gelecektir. Yoku var olarak kabul edersek bu mülkün içerisinde ayrı bir Allah olmuş olacak. Öyle bir şey de mümkün olmadığına göre yani mutlak ma’nâda yok diye bir şey yoktur.

İzâfi ma’nâda yok, o da şu anda yok, şimdi yok. Ama gelecekte var olacaktır. İşte Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı kerim’de “Ceal” dediği şey budur. Murad etmesi, yani zuhura gelmesini murad etmesidir, tefsirleri açtığımız zaman, genelde bu kelime hakkında, yarattı ifadesi kullanılıyor. Ne kadar yanlış, her yönüyle yanlıştır. Bu bilgi içerisinde gerçek hakiki bilgiye ualaşmak mümkün değildir, hayalimizde bir Allah var ediyoruz, O Allah şunu yarattı, bunu yaratmadı, diye o kelimeleri de biz hayalimizde uyduruyoruz, bu şekilde de Allah’a ulaşacağımızı zannedyoruz. Gözümüzün önünde olan Rabbımızı ötelere atıyoruz, yokluğa gönderiyoruz, izâfi yokluğa gönderiyoruz.

İşte bu ağaç çekirdekte kuvvededir, çekrdekteki ağaç onun batınındadır, kuvvesindedir, henüz fiile çıkmamıştır ve icmaldedir, yani toplu cem halindedir. Çekirdeğin içinde hepsi cem halinde topludur. Henüz tafsile gelmemiştir. Açılmamıştır, tafsilata gelmemiştir, teferruata geçmemiştir. Ve çekirdek içinde mündemiç olan bu ağaç, o çekirdiğin aynıdır. Ve onun dalları, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri birbirinden üstün değildir. Hatta o çekirdeğin dalları yaprakları meyveleri dahi ağacın dalından yaprağından üstün değildir. hepsi birdir çünkü aynı şeyin özellikleridir.

Çekirdeğin zâtı ahadiyyet üzeredir; çekirdeğin bütün bunları toplu halde tuttuğu bir zâtı vardır, nasıl her varlığın merkezi var

Page 198: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

197

zâtı vardır, işte o çekirdeğin zatı bunları bünyesinde tutan ahadiyet üzeredir. Çekirdeğin içinin yarılmasıyla işte belirli toprak içinde kaldığı süre sonunda rutubetin ısının uygun olması ile aldığı bir uyarı var, çekirdeğin açılma vaktinin geldiğinde aldığı bir uyarı vardır. Hani bahar gelince toprağa cemre düşüyor, evvela havaya sonra suya daha sonra da toprağa düşer cemre, işte cemre dedikleri şey budur. Yani bütün mevcudattaki hayata geçecek olan gerek çekirdek gerek böcekler gibi şeyler onları uyarıyor, o cemre dediği şey, vakti gelince onları cem’an uyandırıyor.

Hepsi de birlikte nüfus ederek onları uyarıyor, nasıl bilgisayar Mouse ını tıkladığımızda bir programı açarız, işte onu uyarıyor açılmasını sağlıyor. İşte cemre denilen şey budur. Düşen şeyi fiziki olarak gören var mı, ama eskiler bunu tesbit etmişler, nereden böyle tasavvufi yoldan tesbit etmişler, tecrübelerle de o günlere denk geldiğini müşahede etmişlerdir. Hersene aynı günlere geldiği için o anda bir uyanıklık olduğu için işte burada madeni ruhun uyanmaya başlamasıdır o cemrelerin düşmesi. Ve o belirli bir ısı ile harekete gelmesi, hepsi birden birlikte, adeta toprak altında sözleşmişler gibi çıkmaya başlıyorlar.

Bakıyorsunuz buğday tarlası bir karış yükselmiş hepsi aynı yükselmiş genelde neden birisi uzun birisi kısa kalmamış, ama yarım cm veya bir cm fark edebiliyor, ama genelde hepsi aynı boydadır. Demek ki aynı anda hepsi uyarılmış hepsi aynı anda faaliyete geçmiştir. Birisi bir ay evvel bir bölümü tarlanın uyarılmış olsa bir bölümü bir ay sonra uyarılmış olsa bir bölümü kısa bir bölümü yüksek olacaktır. Çekirdeğin zâtı ahadiyet üzeredir. Zâtı bir bütün üzeredir, çekirdeğin sıfatlarının açılması var, çekirdeğin üzerinde de bütün bu esma-ı ilâhiye vardır, nisbi ma’nâda azar azar da olsa her şeyde her şey vardır.

Yani bütün varlıkta her zerrede Cenâb-ı hakk’ın bütün esma-ı ilahiyesi mevcuttur. Nasıl bir saltanattır zerreye bütün esma-ı İlâhiye sıfat-ı ilâhiye Zât-ı ahadiye sığmış vaziyettedir. Yani her bir zerre bir ilahi programdır. Eğer öyle olmazsa, şimdi bir bahçe düşünelim 300 m2 bir yere soğan sarımsak ekiyorsunuz, değişik yerlere eksenizde soğan sarımsak her ektiğiniz yerden çıkar. Neden bir tarafında sadece sarımsak diğer tarafından sadece soğan çıkmıyor, nereye neyi ekerseniz hepsi çıkıyor. Karışık ektiğimizde de aynı toprak, aynı su, aynı güneş, ama renklerine bakıyorsunuz farklı farklı oluyor, bunlar bizim gözümüzün önünde, bize hibe edildiği için fazla değer arz etmiyor, ama bir yok olmaya başladığında o zaman kıvranmaya başlıyoruz. İşte seralar gitti patlıcan şu kadar oldu, üzüm bu kadar oldu, nefsimize tesir ettiği zaman yani biraz bizden fazla para çıktığı zaman aa.. eksilmiş diyoruz. Ama fazla olduğu zaman düşünmeden çöpe bile atıyoruz.

Çekirdeğin zâtı ahadiyet üzeredir, sıfatlarıyla ve isimleriyle ve fiil olarak ortaya çıkmaktadır. O’nun her sıfatı her esması her fiili

Page 199: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

198

kendi istikametinde ortaya çıkıp o ağacı oluşturuyor. Zâtında toplu olanlar sıfatları isimleri ile beraber ortaya çıkıyor. Şimdi kökü kahverengi oluyor, taze dallları ve yaprakları yeşil oluyor, meyveleri cinsine göre her renkten alabiliyor, sonra meyveleri ekşi tatlı kendisine göre oluyor. İşte bunları oluşturan hangi esmanın hükmünde iseler kontrolunda iseler bunu o esmalar yapıyor. İlâhi isim ne istikamette ise üretecekse o orada faaliyete geçiyor ve onu üretiyor.

Biz de bakıyoruz ki kirazlar olmuş, çiçek açmış çağla olmuş, kızarmaya başlamış, olgunlaşmış, topla ye, fakat kendisinde bilkuvve olan ağacın ve teferruatının ve bu ağacın meyvelerindeki çekirdeklerden zincirleme nihayeti olmayarak zuhur edecek olan ağaçların ve onların teferruatının tamamının mecmû'udur. Bakın şimdi bir çekirdek böylece de bir defa bir sene ekildi, bir ağaç meydana geldi, o ağacın çekirdeklerinin hepsi toplandı ve bir tek noktaya ekilen çekirdek yüzlerce çekirdeğe dönüştü bir sene içerisinde o yüzlerce çekirdeği yüzlerce yere ekip on binlerce, milyonlarca çekirdeğe ulaşmak mümkündür. Milyonlarca çekirdekleri tekrar toprağa ektiğimizde kısa bir sürede bir tek çekirdek bütün dünyayı kaplayacak kadar üretim meydana getirmektedir.

Ağacın çekirdeğinden müteselsilen, yani onun çekirdeğinden diğer ağacı onun çeklerinden diğerini, böyle böyle sonsuz olarak, nihayetsiz olarak, zuhur edecek olan ağaçların ve onların teferruatının kâffesinin mecmuudur o tek bir çekirdek. Hepsi onun içinde mevcuttur. Diyelim ki bir ceviz çekirdeğinden bir ağaç oldu, o büyüdü binlerce ceviz verdi, binlerce cevizi ektik milyonlarca ceviz verdi, misli misline artarak yani bir tek cevizden bütün dünyayı ceviz ağacı yapmak mümkündür mevsim uygun olsa. İşte o bütün dünyanın ceviz ağaçları bakın başlangıçtaki bir tek çekirdeğin içindedir. İşte bu Allah’ın sanatıdır. İşte bir olan Âdem (as) dan bütün bizler ve kıyamete kadar gelecek olan nesillerde Âdem (a.s.) ın kendi varlığında Âdem çekirdeğinde mevcuttu.

İmdi Cenâb-ı Şeyh (r.a.) yukarıda her bir mevcudun bir Rabb-i hâssı olup, yani âlemde ne varsa her bir mevcut gerek canlı, gerek cansız, insan ve diğer varlık türünde ne varsa her bir mevcudun bir rabb-ı hassı olduğunu bildirmişti. Rabb-ı Has, yani o mevcudun has terbiye edicisidir. Yani öz rabbıdır. Nasıl ki bir çocuğun has rabbı öz, ilk rabb-ı hassı annesi ise ve o çocuk farkında bile olmadan “anne” diye ilk sıkıştığında sarılıyorken, baba da rabbı ama babaya gitmiyor, babaya ikinci tercih olarak anne yönlendirir ise gidiyor. O mevcudun rubûbiyyet-i mutlakadan yani mutlak rablıktan o varlığın nasîbi, ancak o ism-i hâs olduğu kadardır. Yani herhangi bir varlığın ism-i hassı o mevcutta ne kadarsa onun nasibi o kadardır.

Şimdi de mevcudattan her birisinin, kendi Rabb-i hâssı olan isme göre saîd olduğunu ve her bir mevcûddan Rabb-i hâssı râzî

Page 200: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

199

bulunduğunu beyân buyururlar. Ve mevcudatın, kendi Rabb-i hâslarının sırât-ı müstakimi üzerinde nasıl yürüdükleri, Fass-ı Hûdî'de tafsil olunmuştur. Şimdi her bir mevcuttan rabb-ı hassı razı bulunduğunu beyan buyuruyorlar. Varlıkta ne kadar mevcut varsa bu mevcutlar kendilerini rabbı hasları meydana getirdiği için hayat bulma sebebi rabb-ı hasları olduğu için her bir mevcut ne şekilde olursa olsun, zuhura gelmelerine rabb-ı hassı sebep olduğu için her bir mevcut kendi rabb-ı hasından, kendini ortaya getirdiği için. memnun olmaktadır.

Her birisinin kendi rabb-ı hası olan isme göre said olduğunu kendine göre said olduğunu, ama diyelim ki orada Mudil ismi zuhur etti, Mudil, Hâdi ismine göre Mudildir, kendine göre her bir varlık kendini ortaya çıkardığından hepsi said olmaktadır. Yani kendisi itibariyle saadet ehlidir. Neden, zuhura çıktığı için saiddir. Bakın hayat neşesini kazanmış oluyor, bundan büyük saadet olur mu, yani varlık bâtında iken hangi tür varlık eşya olursa olsun zuhura geldiğinden raksetmekte neşe bulmaktadır. Eksi veya artıyı biz meydana getiriyoruz. Burada eksi ve artı hükmüne giriyor.

Ama kendi özü itibariyle her varlık rabb-ı hassı hükmünde saiddir. İsimleri değişik olabilir, zıt isimler olabilir, kendi kemalinin saididir. Eğer oraya bir başka bir şey yapılsa o zaman zulum edilmiş olur. Her bir mevcuttan rabb-ı hası razı bulunduğunu beyan buyururlar. Şimdi bu mevcudu meydana getiren bir rabb-ı has var, işte o rabb-ı hass bu mevcutta zuhura çıktığı için o rabb-ı has o mevcuttan razıdır. Rabbı hası faaliyete bu mevcutla çıktığı için razıdır. Mevcut da kendi rabbından razı çünkü mevcut olmayı meydana çıkardı. O zaman bir bakıma göre rabb-ı has merzi, mevcut da razıdır, yani rabbından razıdır. Bir bakıma rabb-ı has zuhura çıkardığı için merzi, rabb-ı has razıdır.

Yani her iki taraf da değişik şekilde hem razı hem de merzidir. İşte gerçek raziye, merziye mertebesi budur. Yoksa kitaplardaki sadece bir yaklaşımdır. Her mertebenin raziyesi merziyesi vardır. sadece dördüncü dersteki raziye merziye değildir. O bir hakikati belirtmek içindir ve oraya dikkat etmek içindir oradaki raziye merziye mertebesi. Mevcudat ayrıca kendi rabb-ı haslarının sırat-ı müstakıymi üzerindedir, yani onun nasiyesinden tutmuş çekmek-

tedir diye hud suresinde belirtilmektedir, ال هو اخذ بة ا ن دا ام ميم ق ست اط م ى صر ىب عل ن ر ا ا ه ت اصي perçeminden 11/56 بن

tutmuştur, Rabları onu kendi yollarına götürmektedir, bu da onun sırat-ı müstakıymi yani her varlık sırat-ı mustakıym üzerinedir. ancak biz sırat-ı mustakıymi tek taraflı “Hadi” isminin zuhuru olarak sırat-ı mustakıym o mertebede öyledir, ama her varlık kendi sıratının üstündedir. Kendi yolunun üstündedir, eğer bütün sıratlar

Page 201: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

200

tek yöne gitmiş olsalar, zâten bu âlem tek taraflı olurdu, böyle bir şey de olmazdı. Yani sırat-ı mustakıym her varlığın kendine göredir ve her varlığın kendi sıratı da bir başka yöne gitmektedir. Kendi doğrultusunda gitmektedir.

Program olarak rabb-ı has esma-ı ilâhiye isimdir. ama bunun meydana çıkması için amele olan toprakta anasır-ı erbadır. Mevcutların hepsi kendi istikametinde saiddir, ama orada zahire göre görülen ters de olsa kendinin saididir. Yani kendine göre saiddir, karşı tarafa göre düşük de olsa o kişi kendi yolunun saididir. Şimdi bu saksı mavi boyanmış, ötekisi siyah boyanmış, öteki lâcivert öteki mor boyanmış ama bunlar bir birlerine göre farklı, zıt durumdalardır, işte hepsi kendi doğrusu üzeredir. Kendi doğrusu da onun saadetidir. Mavi boyanın mavi olarak çıkması mavinin saidliğidir. Siyahın siyah olması saidliğidir. Beyaza göre kesif, zulmettir siyah, ama kendi saididir. Bunlar bilinmezse gerçek ma’nâda bu âlemde yaşadığımızın bir ma’nâsı olmaz, bu dünyadan ezberle yaşamış gelmiş gitmiş oluruz.

Ve saîd Rabb'i indinde marzî olan kimsedir. Halbuki hazret-i vücûdiyyede, Rabb'i indinde marzî olmayan kimse yoktur. Zîrâ o Rab, onun üzerine rubûbiyyetini ibkâ eder, baki kılar. Böyle olunca o kimse, Rabb'i indinde marzidir. Marzî ise saîddir yani razı olunmuş ise saiddir.(4).

Ya'nî saîd kendisini terbiye eden ism-i hâs indinde marzî olan kimsedir. Bakın ism-i hassın indinde, yanında her hangi bir kimse burada insanlardan bahsediyor, yukarıda eşyadan da bahsetmişti. Said şuna derler ki diyor; kendisini terbiye eden ism-i has indinde merzi olan kimsedir. Yani kendisini terbiye eden ism-i has indinde marzi olan yani razı olunmuş olan kimse saiddir. Yani bir zuhur ortada görülen bir isim bir insan o insan hangi ismin tesiri altında ise o ismin tesirini zuhura çıkarması onun merzisidir, yani isim ondan razıdır. Razı olunan ise saiddir. Zîrâ o ism-i hâs onun nasiyesinden tutup, kendi sırât-ı müstakimi üzerinde yürütür. Burada kendi derken ismin kendisidir. İsim mevcudu nasiyesinden tutmuş kendi istikametinde onu götürür.

Ve merbûbun yani rab olan o isme bağlı olan merbub yani o kişi bu yol üzerinde yürüyüşü cebrîdir. Ama rabb-ı has, a’yân-ı sabite mec’ul olmadığından bu cebriyet kendinden yine kendinedir. Yani ikinci bir varlık yoktur ki cebir olmuş olsun. Cebir ikilik gerektiriyor. Merbubun bu yol üzerinde yürüyüşü cebridir. Şöyle diyelim; bir üzüm fidanı aldık aşıladık, o üzüm fidanının içerisinden geçen öz suyu var, o öz suyunun içinden geçeni onun rabbı hası toprağa emrediyor ki şu sudan buraya vereceksin şu kimyayı karıştıracaksın o çubuk siyah üzüm yapacak, sarı üzüm yapacak beyaz üzüm yapacak, diye rabb-ı hası orada onu tesbit ediyor.

Page 202: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

201

İşte diyor ki kırmızı üzüm çıkacaksa rabb-ı hassı kırmızı üzüm çıkaracak suyu oraya koy diyor, cebir dediği budur, halbuki bu cebir ifadesi ile kullanılan mevcudun mahsulün alınması için lâzım gelme mecburiyetidir. O suyun o kökten geçerken o üzümü o elmayı yapması için o tür eczayı oraya vereceksin demesi rabb-ı hass programı, işte o mecburiyettir. Eğer ona cebretmese elmadan portakal portakaldan elma çıkar. İşte bu da dışarıdan bir cebir değil, kendi programının iradesi manasına bir cebirdir.

Binâenaleyh Rab olan o ism-i hâs merbubundan razıdır. Şimdi orada üzüm meydana geldi ya o rabdaki program da o toprağa havaya suya dediki şu eczayı oraya göndereceksin, oradan neticede üzüm geldiği zaman o rabb-ı has o üzüm olduğundan ondan razıdır. Üzüm merzi, esma razı olmuş oluyor. Şimdi bu esma yönündendir, üzüme baktığımız zaman üzüm kendisini meydana getiren esmadan razı, üzüm merzidir. İşte kul da böyledir.

Bunu idrak etmiş, zannediyorum Hz Ömer (ra) başlamış dönmeye ene razı, ente razı, ben razı , o razı diye raksa başlamış.

Ve mevcudattan her birisi, böylece kendi Rab'leri olan esmâ-i hâssanın indinde merzidirler. Birinden misal vermek suretiyle, bütün varlıklar aynı şekilde olduğundan, her varlık kendi rabb-ı hassından razıdır, ve rabb-ı hass da merzidir, yani razı olunmuştur, neden mevcut rabb-ı hasından razı olduğundan o da razı olunmuş-tur. Bunun tam karşılığı da, rabb-ı hassı kendi bâtınında özünde olan özellikleri, o fiilde o kişide, o varlıkta, ortaya çıkardığından, rabb-ı hassı o varlıktan razı olmuştur. O zaman rabb-ı hassı o varlığın merzisi olmuştur.

Zîrâ o Rab merbubun, yani kendisine bağlı olanın üzerinde ale'd-devâm rubûbiyyeti ile kâim ve bakîdir. Yani daha önce de dediğimiz gibi o buğday oraya ekiliyor, toprak altında 1-2 ay kalıyor, hiç ilgi kesilmiyor o topraktaki tohumdan, o rabb-ı hası itibariyle hiç ilgi kesilmiyor. Ne zaman o ağacın meyvesi olgun hale gelecek o dönem işi o zaman bitiyor. İşte o cemrenin düşmesi rabb-ı hasların ilgilenmeye başladığı, gene ilgileniyor da, yoğun faaliyete başladığı zaman, cemrenin düşme zamanıdır. Aslında çekirdek, çekirdekiği halinde dahi rabb-ı hassı onunla ilgilidir. Ama faaliyet olmadığı, şartlar oluşmadığı için durağan bir ilgidir, eğer onun ilgisi olmasa o kısa bir sürede bozulur gider işe yaramaz hale gelir, içindeki terkip değişir, o çekirdeğin içinde üreticilik vasfının olması sağlam olması, rabb-ı hassının onunla ilgili olduğunun delilidir.

Ama bu ilgi bâtındadır yani faaliyet ağaç olması ile ilgili değil batınında yaşatmak suretiyledir. Eğer merbubdan razı olmasa idi, onun üzerinde terbiyesini dâim ve kâim kılmaz idi. Demek ki o merbub olan rabbın uzantısı tesiri altında eğitimi altında olan o eğitimi alıyor ki rab da onunla meşgul oluyor. Eğitimini kestiği

Page 203: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

202

anda, rab da ilgisini keser, daim ve baki olmaz. İşte okuldaki talebelerin hali aynı ile vakidir.

Ve merbub olan kimse, yani rabba bağlı olan kimse, mademki Rabb-i hâssının rubûbiyyetini kâbiliyyeti ile kabul etmiştir, yani rabb-ı hassın bağlı olduğu merbub ona tabi olanı kabiliyeti ile kabul etmiştir, rabb-ı hassın rububiyetini yani terbiyesini kabiliyeti ile kabul etmiştir, elbette onun indinde kendisinden razı olunmuşdur; ve kendisinden razı olunan kimse ise saîd olur. bir bakıma talebe razı öğretmen merzi, yani razı olunandır, öğretmen yönünden bakıldığı zaman öğretmene göre talebe öğretmeninden razı, öğretmende talebeden razı o zaman talebe merzi öğretmen razıdır. İşte Hakk ile kulu indindeki hal de budur.

Biz yaptığımız işlerle rabbımızı gerçek manada razı ediyor isek biz merziyiz, rabbımız bizden razı biz de merzi razı olunmuş oluyoruz. Rabbımızın bize verdiği lütuflar dan biz ondan razıyız, ona göre de biz merzi, o bizden razı, biz razı O merzidir. Yani mertebeler iki taraflı da böyledir. Bununla beraber diğer isme nazaran şaki olması, başka bir mes'eledir. Her ism-i has zuhura getirdiği yerden razıdır, zuhur da ondan merzidir.

Ve âyet-i kerîmede ه الكفر اد ب ع ضى ل ر ال يـ (Zümer, 39/7) و

Ya'-nî "Hak Teâlâ ibâdının küfrüne razı olmaz" buyrulması bu hakîkata münâfî değildir. yani bu hakikate ters düşmez.

Çünkü Alemlerin rabbı olan Allah Zü'l-Celâl Hazretleri erbab-ı hassanın cümlesinin icabatından râzî değildir. neden çünkü Allah esması diğerleri rab esması rablar da genel olmadığından özel olduğundan ayrı ayrı her rab kendi merbubundan razıdır. Ayrı ayrı birer birer, ama Allah Teâlâ Hz leri hepsinden razı değildir. şeriat-ı ilâhideki hukuku muhafaza ediyor. Yani bâtınen böyle biliniyor, zâhiren de bildirildiği gibi, Allah küfründen razı olur mu ayetinin ifadesini de boşta bırakmamış oluyor. Onun da sebebini söylüyor. Allah zül Celâl hz leri genel şeriat üzere hükmü olduğundan, ve onun emir ve nehiyleri olduklarından, bu âlemdeki varlıkların bazılarından razı, bazılarından razı değildir. Ehli küfrün küfrüne razı olmadığını ifade ediyor.

Şimdi özetle ism-i haslar ayrı ayrı kendilerine bağlı merbublarından hepsi razı ve merzi, ama yukarıdan bakıldığı zaman Allah bunların bazılarından razı, bazılarından değildir. Çünkü Allah rabb-ul alemiyn bütün terbiye edicilerin terbiye edicisi olduğundan genel olarak O’nun bir hükmü olması gerekiyor. Madem ki âlemin mutlak sahibi O’dur, o zaman O’nun hükmü geçerlidir. Tekrar edelim rabb-ul erbab olan Allah zül Celal Hz leri erbab-ı hassanın cümlesinin icabatından razı değildir. Yani has Rabların hepsinin yaptığı işlerden razı değildir, velâkin o isimlerin zuhuru icabatı Zat’ının müktezatındandır yani isimlerinin

Page 204: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

203

zuhurlarının icabı o isimlerin Rabların zatlarının icablarındandır, gerekliliklerindendir.

Velâkin o isimlerin zuhûr-i gerekleri zâtının gereklerindendir. Hani Cenab-ı Hakk bazı fiillerden razıdır bazılarından razı değildir diye de bir hüküm vardır, bu hüküm bu ayet-i Kerime ile belirtiliyorsa da bu hüküm başka bir manadadır, diye orayı izah ediyor.

ان الرجيم ط ن الشي وذ بالله م اع

﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١ ﴿

Bu akşam 28/10/2011 Cuma akşamı bu bölümde devam etmekte olan Fusu’l Hikem 2. Cilt sayfa 141 Rabb-ı Hass ancak ana mevzu Kaza ve kaderdir.

بسم الله الرمحن الرحيم

Ve bunun için Sehl dedi: Her bir "ayn"a hitâb eder. Lev ve zahare üzerine idhâl etti; ve “lev” harf i imtinâ'dır, “lev” eğer manasınadır, imtina' içindir. Eğer şu olursa ben bunu yaparım manasında yani imtina biraz şüphe ile tereddütle meseleye bakmak ve ihtiyatla bakmak. Halbuki o sır zail olmaz. Binâenaleyh rubûbiyyet de bâtıl olmaz (5).

Cenâb-ı Hakk bu gibi zekâ ve gayret gerektiren konularda ufkumuzu açsın O’nun anlayışı ile bize anlatsın yoksa beşeri anlayışımız ile bunları anlamamız mümkün değildir, yani İlâhi aklın, diğer bir ifade ile Akl-ı Küllün bizlerdeki açılmasıyla bunların olması ancak mümkündür, yani Akl-ı İlâhi, Akl-ı Kül bizlerde o yönü açmazsa o açılımları yapmazsa biz gene anlayamayız. Ancak yapmamız lâzım gelen şey elimizden geldiği kadar gayret edip devamlı kapının tokmağını çalmaktır, tâ ki, yeter artık bıktım senden, al şunları vereyim de kurtulayım, deyinceye kadar rabbımızın kapısını çalmamız gerekiyor, inşeallah cenâb-ı Hakk bunları bize idrak ettirsin. Ya'nî her bir ism-i hâssın rubûbiyyeti, merbubu ( rabba bağlı olan yerin) üzerinde bakî olduğu için Sehl b. Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki:

"Muhakkak rubûbiyyet için bir sır vardır; ve o sır dahi sensin; işte rububiyet hakikatlerinin en geniş ma’nâda zuhura çıktığı yer insandır, bütün âlemde rububiyet hakikatleri ortaya çıkmaktadır, ancak diğerleri daha evvelki sayfalarda olduğu gibi, cebri olarak

Page 205: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

204

ortaya çıkmaktadır. Burada ki cebir iki ayrı varlık arasında ortaya çıkan değil, onu yapmak zorunda başka türlü bir seçeneği yok, o insan dışı varlıkların. Yani kendilerini kontrolunda tuttuğu rab hakikati ne ise ondan da o çıkmaktadır. Cebir dediği budur. Yani varlığın seçme hakkı yoktur, ama insan böyle değildir, o sır dahi sensin dediği, ve eğer o sır zail olaydı yok olmuş olsaydı rubûbiyyet bâtıl olur idi. Yani hükümsüz olurdu. Yani rububiyetin tecelli edeceği yer olmasa, zâten rububiyet de olmaz idi. Eğer rububiyet varsa tecelli ettiği yer de vardır, tecelli ettiği yer de rububiyetin varlığının zâten mutlak ispatıdır.

" Hz. Sehl "ente" kavli ile her bir ayn-ı mevcûdeye hitâb eder. Ente bilindiği gibi muhataptır, karşıdaki taraftır, ENE ben demek, ENTE sen demektir, HU da O demektir. Ente kavliyle yani sen kavliyle bütün mevcudadı murad eder. Yani her hangi bir rab kendisindeki özellikleri zuhura getirmeyi murad ettiği yerde veya kendisine düşen hissesini ortaya çıkarmak için ona “ente” demektedir. İşte kontrolunda olan yani Esma-ı İlâhiyenin Rabların her bir esma bir rab, kendi kontrolunda olan rabb-ı hassı meydana getireceği varlığa ente, hepsi ente demekte o halde bütün âlemde ne varsa hepsi ente hükmündedir. “sen “ hükmündedir. Eğer ente hükmü olmayıpta “ene” hükmü olmuş olsaydı sadece bu âlemde o zaman zuhur olmazdı. İşte Elif, Be, Te, de bu sırayla gitmektedir. Elif; Ene, Te; Ente, Ene ile ente arasında “Be” vardır. Yani “be” ile ma’nâsına olup, Elif, Te ile ortaya çıkmaktadır. Yani “Be” ikiliği ortaya getirmektedir. Zâten sayısal değeri de ikidir. Altındaki nokta Uluhiyet noktası, gövdesi de bütün ilâhi hakikatleri kavramış yani gemi gibi, bütün ilâhi hakikatleri kabullenmiş ve üçüncü harfe aktarıyor.

O zaman “Ente” oluyor. Yani bütün bu âlem neyin tesiri altında ise, yani hangi esmanın zuhuru tesiri altında ise eğitimi altında ise, o esmanın ente’si olmaktadır. İşte Allah esmasının ente’si de insandır. İşte onun için diyor “ente” sen. “Ene” ben demek, “Ente” sen demektir. Neden ente diyor? kendindeki hususiyetlerin insanda zâti yönden ortaya çıkmasından sen diyor. “Ente”, sen deyip kendi varlığından ayırıyor, ama ikilik olarak değil, yani kendinden ayırdı da ikinci varlık ortaya çıktı şekliyle değil, Adem (a.s.) dan Havva validemizin ayrılması, ikilik bir varlık olarak değil, Havva valide Âdem (a.s.) dan ayrılmakla iki olmadı, kendindeki birin bir başka bir olarak zuhura çıkmasını sağladı. Yani Havva valide âdem (a.s.) ın ikincisi değil, yani ondan ortaya çıktığında bakıldığı zaman iki varlık gözüküyor, ama değil, neden kendinin bir başka özelliği itibari ile, havva suretiyle görünmesinden başka bir şey değildir.

Eğer Âdem ve Havva mutlak ma’nâda ayrı varlıklar olsaydı, nasıl ki Âdem (a.s.) ın programını yaptı, Cenâb-ı Hakk “Venefahtü” dedi belirtti, o zaman Havva valide için de bir başka şekliyle Havva’yı da halk ettik derdi. İkisi de ayrı kanallardan gelmiş

Page 206: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

205

olurdu, ama böyle bir şey yoktur, tek bir kanaldan geliyor, tek programdan geliyor. Âdem Havva’ya “Ente” dedi, ama sonra ikisine “İnna”dedi “Biz” dedi. Onların ikisi “İnna” dır. “Ene” ve “Ente”

gözükür ama “İnna” dır. İşte ثـر اك الكو ن يـ نا اعط له ve ا نا ل ve ا

اه ن ل نا انـز ve biz indirdik diyor, bunu tasavvufi genelde olana, ama ا

sadece tasavvuf genelinde, şeriat tarikat geneli değildir, onlar ayrı onların zâten bu sahada işleri yoktur, burası tevhid konağı, tevhid pazarı, tevhid mahallesidir, bu mahalde de tevhid geçerlidir, bu pazarda kesret yoktur, ne alınır ne satılır yok ki, nesi alınsın nesi satılsın, bu pazarda can alınır, can satılır . Tevhid alınır tevhid satılır. Nusret babamın bir sözü verdır, hani tavla oyunu vardır ya “herkese şeş beş gelir bize hep yek geliyor“ diyor. İşte orada birinci ma’nâda, yani bâtini olarak birinci ma’nâda “İnna “ biz sıfatları ile birlikte, sıfat-ı Zâtileri ile birlikte, yani baş bakanın bakanları ile birlikte bakanlarını onura etmesi bakımından “Biz yaptık” bakanlar kurulu olarak biz bu faaliyetleri yaptık diye açıklamasıdır.

İstese baş bakan diyebilir ki “ben yaptım” bunları, neticede kendisinin imzası vardır. Ama bakanlar üzülebilirler, yani iç bünyelerinden dışarıya çıkarmasalar da kırılabilirler, “bizim de bu kadar uğraşmamız var”, her bir bakan kendi sahasında başarılı olmuşsa bunun taltif edilmesi de gerekiyor. işte o zaman baş bakan “Biz yaptık” dediğinde onlar kendi seçtiği bakanlar isterse hepsini birden görevinden alıverir, elinde o yetkisi vardır, bakanlar kurulunu iptal eder gider, yeni bir bakanlar kurulu oluşturur. İşte onları onura etmek için “Biz” “İnna” muhakkak ki biz yaptık bu işleri diyor.

Bu tasavvuf Zat ve Sıfat mertebesi itibariyle gene dışa dönük bir anlayıştır, ama bunun daha özde daha birey daha ferdi anlayışı biz demesi “İnsân-ı Kâmil ile birlikte yaptık bu işi” diyor. işte Sehl bin Tüsteri “Ente” dediği, “Ene” ve “Ente” ikisinin birleşmesi “Biz” diyor orada “Ben” diyemiyor artık. Neden çünkü tecelli var artık zuhura çıkmış, Ben derse sadece o tecelliyi yine dışlamış olur. o tecelliyi de ayrı olmayan bir birliktelik içerisinde “Biz” diye ifade ediyor. ama bunu ehl-i zâhir yani şeriat mertebesinde “biz” yaptık deyip geçip gidiyor. Mealini veriyor işte “Kadir gecesinde biz indirdik” diye bire bir ma’nâ verip geçiyor, biz de oh, kadir gecesinde 83 senelik sevap var diye oraya takılıyoruz, orası da bize perde oluyor. Genel ma’nâlarını anlamakta orası perde oluyor. Neden,? çünkü 83 senelik menfaat var da ondan. Bir gecede 83 sene kazanacağım diyoruz, diğer ma’nâlar gitti. Halbuki “İnna” sözünü idrak eden bir kimse için ne 83 ne milyar 83 sene sadece onu idraketmesi onların hepsinin üstünde bir değere sahiptir.

Page 207: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

206

“enzalna, Hu, fi “ işte biz bu anlayışla bu anlayışın içinde “ente” nin gece olduğu sürede “ente” ye indirdik. Yani Fenâfillâhta olan “Ente” ye indirdik bunu. İşte en sonunda da Fecr güneş doğuncaya kadar ruh ve melaike inerler de inerler, dediği o Ruh’un ve meleklerin Esma-ı ilâhiyenin de indiğidir orada melek kuvvet demek, Esma-ı İlahiyenin her biri de kendi bünyesinde kuvvet demektir, rab rububiyet mertebesi itibariyle. Ruh’un inmesi de bunlar, zâhir olarak da bir geniş hali vardır, ama bize lâzım olan bireyi ilgilendiren halidir, işte ruhun inmesi zâten insanda mevcut olan Ruh-ul Sultan “Venefahtü” nün bir ismi “Ruh-ul Sultani” onun üzerine Ruh-ul Kuds yani Kudsi Ruh, iseviyet mertebesi itibariyle fenâfillâh Muhammediyet mertebesi itibariyle de Ruh-u A’zam’ın inmesidir.

Yani O’nun idrakının anlayışının inmesidir, işte bunlar indikten sonra zâten o kişi Bakabillâh olmaktadır. Yani aydınlığa çıkmakta, baka’ya çıkmakta Bakabillâh olmakta, işte o zaman bir başka yönü “İnna” nın bu “İnna” yı söyleyen başta Ulûhiyyet mertebesi yani nazil olurken Uluhiyet mertebesi, “İnna” biz indirdik diyor. İndi biz okuyorken ne olacak “inna” diye okurken sendeki Uluhiyet mertebesi ile “Biz” diyorsun. İşte bunlar kafayı sarsar, kafayı vurdurur. Vay benim kalın kafam diye, içinde neler varmış da benim haberim yokmuş, diye.

Peygamber efendimiz bir gün böyle tevhidi konulardan bahsederlerken “Ya Eba Zer atının dizginlerini çek, fazla koşmaya başladın,” evet biz yolumuza devam edelim,

"Zahera", "zâle" mazi demek, ya'nî "zail oldu" ma'nâsına gelir. Ya'nî Hakk'in "rubûbiyyet" sıfatıyla istisâfı yani sıfatlanması merbubun vücûduna mütevakkıftır. Rububiyet sıfatıyla vasıflanması için merbub olması lâzımdır. Merbub olacak ki o sıfat faaliyete geçmiş olsun. Aksi halde isimden ibaret kalır rububiyet. Merbub olacak ki rububiyet faaliyete geçtiğinde onun sıfatı olsun. Binâenaleyh merbub mevcûd ve bakî oldukça, rubûbiyyet dahi mevcûd ve bakî olur.

merbub zail oldukda rubûbiyyet dahi zail olur. yani rabbın tecelli edecek mahali yoksa rab da geçmiş olur. Şu halde rubûbiyyet için olan sır, senin vücûdundur. Eğer bu vücutlar olmamış olsa o zaman rab da yok demektir. Bu vücutların varlığı rabbın varlığının kesin delilidir. bu vücutlar var ki rab vardır, rab vardır ki bu vücutlar vardır. İkisi de bir birinin kesin ispatıdır. Hiçbir varlık kendi kendine var olmadığına göre, hepsinin bir terbiye edicisi olduğuna göre, ortada bir rab varsa! yani ortada en azından bir makine varsa onun fabrikası da vardır. Makina zâten fabrikanın ispatıdır. Makine olmasa fabrika da yoktur, makina yoksa fabrika da yoktur, birbirlerinin varlığı ikisini de ispatlamaktadır.

Page 208: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

207

İşte ortada insan varsa Allah vardır, Allah var ise insan da vardır. İşte insan Allah’ın varlığının en büyük delilidir. işte senin rububiyet için olan sır senin vücudundur, dediği budur. Eğer senin ayn-ı mevcudun olan o sırr-ı rubûbiyyet zail olacak olsa, rubûbiyyet bâtıl olurdu. Yani hükümsüz olurdu böyle bir şey olmazdı. Halbuki Hak merbub üzerinde rubûbiyyetini bâki kılmakla o sır zail olmaz. İşte Cenâb-ı Hakk merbub üzerinde rububiyetini bâki etmekle o sır zail olmaz, yani üzerinde bâki kıldığı için yani geçerli kıldığı için bu rububiyet zail olmadı.

Ve bi'n-netîce rubûbiyyet de bâtıl olmaz. Bunun için Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretleri "Lev zahera" deyip "zahera" kelimesine harf-i imtina' olan "lev"i idhâl etti. “Zahera” zâhir oldu ma’nâsına dır, eğer zâhir olmasa idi, ma’nâsına, yani varlıkta zâhir olmasa idi, rab iptal olması gerekecekti. Ve bununla sırr-ı rubûbiyyet olan ayn-ı mevcudun zail olması mümteni, yani imkânsız olduğunu murâd eyledi, bildirmiş oldu. Yani bununla sırr-ı rububiyet olan ayn-ı mevcudun yani rububiyetin sırrı olan mevcudun aynının a’yanının zail olması mümteni olduğunu yani imkânsız olduğunu yani merbubun vücudunun yok olmasının imkansız olduğunu belirtmiş oldu.

Zîrâ "ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'ı iledir; "ayn" ise dâima mevcuttur. Binâenaleyh rubûbiyyet de dâima bâtıl olmaz yani yok olmaz.(6).

Ya'nî sırr-ı rubûbiyyet olan vücûd-ı ayn ebeden zail olmaz; ve o geçici olmadıkça, rubûbiyyet dahi zail olmaz.

Zîrâ ayn-ı mevcûdenin vücûdu hâriçte, ancak Rabb'ı iledir. Halbuki "ayn" ilm-i ilâhî mertebesinde, ruhlar âleminde, misal âleminde, şehadet âleminde ve berzah âleminde ve âhiret âleminde, velhâsıl cemî'-i tavırlarda dâima Rabb'i ile mevcûd ve bakîdir.

Bakın ك ك صدر امل نشرح ل (94/1) Biz senin kalbini açmadık

mı? Deniyor, eğer açmamış olsa, biz bunların zerre kadarını bile anlamayız. Halbuki ayn İlm-i ilâhi mertebesinde âlem-i ervahda, âlem-i misalde, âlem-i şehadette, âlem-i berzahta ve âlem-i ahrette, vel hasıl cemi etvarda, yani bütün tavırlarda, yani bütün mertebelerde, daima rabbı ile mevcut ve bakidir. Bakın kabirde her yerde rabbı le birlikte bakidir. Yani rab varsa merbub vardır, merbub varsa rab vardır. O halde rab merbubunu hiçbir mahalde bırakmamaktadır. Ama biz farkındayız veya değiliz o ayrıdır. Tekrar edelim, zira aynı mevcudanın vücud-u hariçte ancak rabbı iledir, yani a’yân-ı sâbitenin mevcudiyeti yani o varlığın programı vücud-u hariçte, şimdi, a’yân-ı sâbite vücud-u bâtında ilmi olarak bâtında a’yân-ı sâbite yani Zat mertebesinde, a’yân-ı mevcudenin vücudu

Page 209: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

208

hariçte ancak rabbı iledir. yani faaliyette olması rabbı iledir, çünkü rabbı ile irtibattadır, rabbı onu hep kontrol etmektedir.

Halbuki ayn ilm-i ilâhi mertebesinde evvelâ a’yân-ı sâbite ilm-i İlâhi mertebesinde mevcut kaynak olarak, Zât’ında mevcut, âlem-i ervahta, âlem-i misalde, âlem-i şehadette, yani içinde bulunduğumuz âlemde ve âlem-i berzahta ve âlem-i ahrette, vel hasıl cemi etvarda, tavırlarda, yani bütün mertebelerde, daima rabbı ile mevcut ve bakidir. A’yân-ı sâbitenin mevcudiyeti vücudu, işte her bir varlığın kendine ait programının aslı, o asıl da Hakk’ın varlığında idi, işte İm-i İlâhide mevcut, sonra yavaş yavaş isneyniyyet olarak mertebeye indikçe, ilm-i ilâhi mertebesinde âlem-i ervahta, isneyniyyete geliyor şimdi, Âlem-i misâlde, bizim üstümüzdeki ruhlar aleminde, melekut aleminde, âlem-i şehadette, yani burada, âlem-i berzahta, yani kabir âleminde, bakın biz öldü gitti diyoruz, bakın rabbı onunla beraber gene oradadır.

Eğer rabbı orada onu bırakmış olsa diyelim o zaman ne rabbı olur ne merbubu olur, o kişi ortada kalmaz. Bakın yaşantılar batın aleminden nasıl takip ediliyor zuhurlar. âlem-i âhirette vel hasıl cemi etvarda, yani bütün tavırlarda, bütün mertebelerde, daima rabbı ile mevcut, ve bâkidir. İşte biz içinde bulunduğumuz şehadet âlemi itibariyle, ancak şu andaki aklımız kadar, bu hakkati aklediyoruz. Daha evvel gene bu bizimle idi onlar yukarıda İlm-i İlâhide, âlem-i ervahta, hani “ben sizin rabbiniz değil miyim” (7/172) dediğinde, Rablarımız bizimle beraberdi, Melekût âleminde yani misal âleminde, bir üst âlemde bizimle beraber, şehâdet âleminde de bizimle müşahedeye çıkmış olmaktadır.

Şu anda biz şu hakikati bilyor isek, biz gerçekten bu âlemde Hakkani, Rabban, Rahmani bir hayat yaşıyoruz demektir, eğer şunu biliyor isek. Bilmiyor isek, o zaten kendi faaliyetini işliyor, o bireyin bilmesi veya bilmemesine, onun da ihtiyacı yoktur. Onun için bilen ayn bilinen gayr diyorlar. Gayr mı olmak istiyoruz, ayn mı olmak istiyoruz. Yani a’yân-ı sâbitelerimizin a’yânı mı, olmak istiyoruz, bakın a’yân-ı sâbitenin a’yânı burada tahakkuk ediyor, bu şehâdet âleminde, ente hükmü mutlak olarak burada geçerlidir. Ve Ene hükmü, İnna hükmü, burada tahakkuk etmektedir. Yoksa bunların hepsi diğer mertebelerde vardır, ama birey olarak faaliyet sahası olmadığı için şâhitlik olmadığı için, yani müşâhede olmadığı için elle tutulur maddi varlık olmadığı ve bir belirli klişe halinde varlığımız ile ortaya çıkmadığımız için bir bütünün üzerinde olan varlıklar olduğumuz için, orada yaşam tahakkuk etmiyor.

Ama oradaki yaşam olmadan burası olmuyor. İşte onun için bu âlem gerçekten her zaman da anlatmaya çalıştığımız gibi âlemlerin en üstünüdür. Yani en son tecelligâh en kemalli yeridir. Ne varsa bu âlemde vardır, bu âlemi idrak ettiğimizde, bu hakikatleri idrak ettiğimizde, bu devam edecek. Bakın kabirde rabbımızın ne olduğunu idrak edeceğiz, orada ve cennet veya cehennem

Page 210: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

209

hangisine gidiyor isek oradada rabbımızı berzahda da diğer âlemde de bu idrakler yaşanmış olacaktır. Veya bu idraklerle yaşamış olacağız. “Nasıl yaşadıysa öyle ölür”, hadis-i şerifte diyor ya, “ Nasıl öldüyse de öyle haşr olunur” öyle kalkar diyor. Öbür dünyada da rabbımızla beraber olacağız çünkü biz onun kontrolundayız. Ancak insanda bir çok rablar olduğundan insanın hususiyeti diğer varlıklardan biraz daha fazladır.

Her varlığın mutlak olarak bir tek Rabb-ı Hassı vardır onun kontrolundadır, ama insanda bir çok Rabb-ı Haslar vardır. Kendi kontrolunda olan biraz daha üst derecede olan Rabb-ı Hası vardır ama ona yakın olan bir çok Rabb-ı Haslar daha vardır. Çünkü insan bütün Esma-ı Hüsnanın zuhur mahalidir. İşte bunların arasında bize seçicilik düşmektedir. Bakın seçemediğimiz an onları biz esma-ı ilâhiye Sıfat-ı İlâhiyeyi nefsani ma’nâda, yani beşeri ma’nâda “Ben” diye kullandığımız bütün bizdeki güçleri isimlerin zuhurlarını kendimize mal ettiğimiz zaman, buna esma-i nefsiye deniyor. Nefsi isimler, işte biz o nefsi isimleri Rab edinmiş oluyoruz kendimize, ama beşeri anlama indirerek o isimlere haksızlık yapmış oluyoruz. Hakkın olan o isimleri, biz kendimize almış oluyoruz. Bunların terbiye edilmesi gerekiyor. Bakın bir söz vardır, biraz ters gibi gelir, ama çok doğrudur, “İnsan esma-ı İlahiyeyi dahi eğitiyor" bakın bu kabiliyete haizdir, zâten de yaptığımız iş o değil midir. Zâten yapmaya çalışıyoruz ama ne yaptığımızın farkında değiliz.

Biz bizdeki nefsîleşmiş isimleri eğitmeye çalışıyoruz, eğitiyoruz da. Nefs-i emmâre şiddetli, ne yapıyoruz sen dur bakalım, tepesine vuruyoruz, “Lâ ilahe illâllah” işte oruçlarla zekâtlarla çalışmalarla, tövbelerle, tasavvufi tevhid çalışmalarıyla, isimleri terbiye ediyoruz, terbiyeli olan isimleri de diğer lâtif isimleri de yani kırıcı dökücü bağırıcı olmayan isimleri de kabiliyetlerini yükseltmiş oluyoruz. Bizdeki isimleri yükseltmiş oluyoruz. Meselâ bu ilimleri okuduğumuz zaman bizdeki “Alim” esmasının ilmini bir kat daha yukarıya çıkarmış oluyoruz. İnsan ne kadar müthiş bir varlık isimleri dahi eğitiyor, kendine ait olan isimleri eğitiyor.

Tabi Allah’ın kendi isimleri ayrı, onlar kendi işlerini biliyorlar ve yapıyorlar, cenâb-ı Hakk’ın bize emanet etmiş olduğu sınırlı olan isimleri, bakın biz eğitmiş oluyoruz, işte onlar bizim cemaatimiz olmuş oluyor. İbrahim (a.s.) mertebesinde oluşan hadise budur.

Âdem (a.s.) a ا كله اء adece isimler bildiriliyor 2/31 علم ادم االمس

ama eğitilmiyor. Varlığı bildiriliyor, Âdem (a.s.) bu isimleri Cennette biraz eksi kullandığı için onu yükseltme babında ikisi bir dua yapıyorlar, zâten onların ikisi bir dir. Yoksa Havva valide ayrı

bir dua yapardı, Âdem (a.s.) ayrı bir dua yapardı. ا ن م ل ا ظ بـن ر

Page 211: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

210

ا فسن .Biz nefsimize zulum ettik, diye birlikte dua yapılıyor 7/23 انـ

İbrahim (a.s.) mertebesine gelindiğinde âyet-i Kerime açık olarak

şunu ifade ediyor ki, ة هيم كان ام ر بـ ن ا İbrahim başlı 16/120 ا

başına tek bir ümmetti, yani İbrahim (a.s.) bir ümmetti. Ümmetin birlikte olması için mutlaka onlara bir imam olması lâzımdır, bir baş lâzımdır, işte İbrahim (a.s.) ın Zât’ı imam, Esma-ı İlâhiyye de onun cemaati ve kavmi olmaktadır. İşte bu hakikati Cenâb-ı Hakk bizlere ilk defa bu yaşantının İbrahim (a.s.) da tahakkuk ettiğini ve kendisinin esma-ı ilâhiyenin imamı olduğunu ve ilk def’a imamlık bu yönde işleyiş itibariyle İbrahim (a.s.) da zuhura geldi. Ondan evvel insanlarda İlâhi olarak imam lâkâbı yoktur. Biz onu imam tayin ettik, imam kabul ettik “câiluke linnasi imame” (2/124) imam tayin ettik, ona bu vasfı verdik, “vettehazellahu İbrahiyme halile” ve onu dost edindik.

İşte İbrahim (a.s.) ın beşer ma’nâsında, dost iki ayrı varlık birbirine olan muhabbeti gibi zannediyoruz. İbrahim (a.s.) ın dostluğu böyle değil, likâ, mülâki, Halil, (4/125)hullet, tahallül, bu hadiseyi gerçekten o bölümünde Muhiddin-i Arabi hz leri şahaser bir şekilde anlatmış, Halil, hullet; tahallül, sevenin sevilende bütün özellikleri ile birlikte tahallul etmesidir. Yani şekerin çayın içindeki tahallülü gibidir. Şimdi su, evvelâ sade su iken kaynatıldığında siyah olan çayın kırmızı olarak geçmesi ve artık sudan ayrılamaz haline gelmesi, çay ile suyun birleşmesi, artık ona su denmiyor, çay deniyor.

Aslında o su+ çay dır. İçinde su da var çay da vardır. Sonra içine atılan şeker işte bu üç ayrı karışım tahallül, bir birinin içine düzenli girmesi budur işte. Halil budur. Yoksa bir elbise giydiripde üstten sarması değildir. İşte onun için evvelâ göklere baktı, yani esma-ı İlâhiyeye baktı, yıldızı gördü, ay’ı gördü, güneşi gördü, baktı ki, bunların hepsi isimden ibaret, yani geçici sönüp gidenlerden rab olmaz, diyerek rab-ul Erbab’a ulaştı bu makamda. İşte onun tahallül etmesi, bütün semavatta ve bütün arz da Hakk’ın bütün bu âlemin içine tahallül ettiğini sadece İbrahim’de değil, bütün varlıkta aynı şeyin olduğunu müşahede etti, ilk tevhidin babası budur, işte bu yüzden o lâkabı alıyor, Kâ’be-i Muazzamada iki makam vardır, birisi Makam-ı İbrahim, birisi Makamullah. Kâ’be-i Muazzama dediğimiz ilâhi Makam, Uluhiyet Makamı İnsân-ı Kâmil’in Makamı, birisi Uluhiyet Makamı, biri Muhabbet Makamı. Birisi Naz Makamı, biri Niyaz Makamıdır. Oraya gittiğimizde biraz sıcak olduğunda ay yandık diyoruz, hemen kaçacak yer arıyoruz, zar zor tavaf yapıyoruz, güneş altında, ama o iki makam kuruldukları günden beri güneş altında, yağmur, altında, çamur altında, soğuk altında, her şey altında hiç şikayetleri yoktur.

Page 212: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

211

Birisi sararmış, aşkından sapsarı olmuş, birisi kararmış, kendini a’mâiyete çekmiş, naz makamına çekmiş, niyaz makamında sararmış solmuş, ikisi birlikte onların hali İlâhi muhabbeti ortaya getiriyorlar. Gelenler de O’nun muhabbetini seyr ediyorlar, ama farkında değiller. Oradaki ilâhi muhabbet kişileri cezbeden ama ne olduğunu bilmedikleri ilâhi muhabbet Makam-ı İbrâhim ile Makam-ı Hakk’ın orada Uluhiyet Makamı’nın birbirlerine ayna olması ve Makam-ı İbrâhim Beytullah’ın kapısının tam karşısında ve ayak izi de içinde orayı gösteriyor. işte “isr” budur orayı gösteriyor. ondan sonra da “esra” o da yukarısını gösteriyor.

Velhasıl insan oğlu o kadar büyük bir mashariyete sahip ki, Cenâb-ı Hakk O’nu bu yüzden vekil tayin etmiş, habib tayin etmiş, halife tayin etmiş, Halife, halfun yani hemen arkasında ma’nâsınadır. Eğer halife arkada ise önde olan kim? Allah’ın kendisidir, o zaman halifeye bakan, evvelâ halifenin önündekini görmesi lâzımdır. Ama halifanin önündeki cam misali, lâtif olduğundan cam görünmüyor, arkasındaki görünüyor. Camdan baktığında evvelâ neyi görüyorsun, dışarıdaki manzarayı mı? hayır evvelâ camı görüyorsun. Ama cam saydam olduğundan camı görmüyoruz, manzarayı görüyoruz. Ağaç gördük kuş gördük diyoruz. Halbuki evvela görülmesi gereken cam vardır.

Cam lâtif olduğundan onu idrak edemeden ötedekileri görüyoruz. Cam görüntünün bize gelmesine mani değildir. İşte İnsan-ı Kâmil’in önünde de, evvelâ Allah’ın cam misali lâtif hali vardır. O olmazsa merbub olmaz, yani Rab önde olmazsa merbub olmaz, onun için diyor, halfe arkadadır. Önde dese nezakete uymaz. İlâhi nezakete uymaz. Öndeki öndedir zaten. Ama görünen halifedir, neden arkada olan görülmektedir.

Halbuki ayn İlm-i İlâhi mertebesinde âlem-i ervahta, âlem-i misalde, âlem-i şehadette, âlem-i berzahta yani ikinci berzahta, birinci berzah âlem-i misal, yani bizden evvelki berzah, ara âlemi bizden sonraki berzah da kabir âlemidir, ve âlem-i âhirette vel hasıl cemi-i etvarda, yani bütün turlarda tavırlarda, daima rabbı ile mevcut ve bakidir. Ve bu "ayn" ile tahakkuk eden rubûbiyyet dahi böylece cemî-i tavırlarda dâima bakî olduğundan ebeden bâtıl olmaz. Yani o varlık öldü gitti diye o Rab bâtıl olmaz ebedi olarak vardır.

Binâenaleyh her hangi bir "ayn", taayyün-i evvel mertebesinde müteayyin olduktan sonra, sıfat mertebesinde taayyün-u evvel yani birinci program mertebesinde programlandıktan sonra hangi makamına, zuhur mahaline gelirse gelsin, intikâl ederse etsin, artık yok olmaz.

Her mevtının icâbına göre bir kisveye bürünur. Yani her maka-ma geldiğinde her mertebeye geldiğinde o mertebenin elbisesine bürünerek zuhur eder. Başka türlü faaliyete geçemez. burası da

Page 213: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

212

anasır mertebesi olduğundan işte buradan da anasırdan bir vücut verilerek toprak kisvesine bürünür. Bu mertebede görüntüye gelir demek istiyor.

Niyazi Mısri: “çar anasır bendine vurdular nur iken ismim niyazi dediler” diyor. yani dört unsur seyrine vurdular üzerine koydular, yani ondan yaptılar, asli ismimiz nur idi burada Niyazi dediler.

İşte Yunus Emre’nin de kısaca belirttiği gibi “Ete kemiğe büründüm Yunus oldum göründüm” işte böyle kolay ve lâtif olan ve biraz da mizaci yönde gelen sözleri biz sadece zâhirine bakıyoruz ama ifade ettiği ma’nâyı hiç düşünmüyoruz. O kadar müthiş ma’nâ vardır. Bu kadar da güzel anlatılır, “Ete kemiğe büründüm, Yunus oldum göründüm” kim diyor bunu acaba aslında bunu söyleyen kimdir, Rabb-ı Hassı yönüyle Rabb-ı Hası da gerçek rabbına bağlı olduğundan Rabb’ın kendisi diyor bakın. “Ben ete kemiğe bürünerek Yunus ismi ile göründüm” diyor biz de zannediyoruz ki Yunus bunu söylüyor. Yunus diye bir varlık olmadı, olmaz da olmayacak da. Öyle bir varlık da yoktur. Ama Yunus var ortada, Yunus ismini alan hakiki Yunus var, batındaki Yunus, işte dışarıda halife gözüküyor, Yunus halife olarak gözüküyor, halifenin önünde olan latif ve cam olan biz göremiyoruz, camın arkasında görüneni görüyoruz, görüneni gerçek zannediyoruz.

Halbuki görünende görünmeyen, gerçek olandır. Yani görüneni ortaya çıkaran görünmeyendir. Ehlullah’tan birisi öyle diyor, Enel Hakk bir dava değildir, hani bir davadır ya Allah’lık davasında bulunuyor, diye Enel Hakk dava değildir diyor, ene batılım demek davadır diyor. Çünkü ben batılım diye bir şey söz konusu değildir. Enel Hakk söz konusudur. Bütün bu âlemdeki varlıkların hepsi cuş-u huruş içinde enel Hakk, enel Hakk, deseler hepsi doğru, hepsi haklıdır, ama çıksalar da, bazıları ben batılım, ben batılım, dese işte bu davadır. çünkü bu âlemde bâtıl diye bir şey yoktur. Muhammediyet hem yukarıda olan tenzihte olan hem zuhurda olan Allah’ı tenzih ve teşbihi birleyip tevhid etmek, ilmin kemâlâtı bu Cenâb-ı Hakk’ı bütün mertebeleri itibariyle de bilmek budur.

Yoksa hepsine birer mertebeden bakmak, ayrı ve eksik kalmaktadır. Tenzih âlimleri bakın ilmi ilâhi hakkında, yarım âlimlerdir. Teşbih âlimleride yarım âlimlerdir, Tenzihi ve Teşbihi birleştirenler bütün âlimlerdir. Burada Mevlânâ’dan bir beyit alınmış,

Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur:

Beyt:

Tercüme: "Eğer benim câm-ı vücûdumu sâkî kırarsa, bundan dolayı gam yemem; zîrâ onun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücûd vardır.” “Ya'nî mevt-i sûrî ile bu vücûd-i cismânî harâb olursa, Hak âlem-i berzaha münâsib diğer bir vücûd verir."

Page 214: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

213

İşte yukarıdaki ifadenin bu bir izahıdır. Hani İlm-i İlâhide âlem-i ervahta âlem-i melekutta, âlem-i misalde âlem-i şehadette âlem-i berzahta ve âlem-i âhirette ayrı ayrı vücutlar olarak o âlemin haline göre yaşayacaklar. Şimdi biz burada bize göre bu âlem zâhir âlem iken berzah Bâtın âlemdir. Şu anda bize göre bâtındır. Sistemimiz ona göre kurgulanmıştır. Ama âhirete intikal ettiğimiz de, berzaha geçtiğimizde burası bâtın olacak çünkü burası ile irtibat kuracak bedenimiz elbisemiz makinemiz olmadığı için burası bize kapalı yani bâtın olmuş olacak.

Orası bizim için şehâdet olacak yani oraya gidenler için, bu gün de öyle yarın da öyledir. Yani şurada bu gün birisi Rahmetlik olmuş olsa o bâtın âleminden buraya göre zâhir âleminden bâtın âlemine alınmaktadır. Buraya göre, ama aslına göre buradaki zâhir âlemden oranın zâhir âlemine gitmektedir. Ruhuna göre orası zâhir olmaktadır. Artık onun yaşantısı oradadır. Orası zâhir yani orayı müşahede edecektir. Şu anda müşahede edemediği bâtın olan âlemi orada müşahede edecektir. O zaman orası zâhir olacaktır. Melekleri görecek onlarla konuşacak, sorular cevaplar, bakın melek gelecek soru soracak, orada meleği görecek, demek ki orası ona göre zâhirdir.

İşte buradan giderken bu âlemde neyi idrak etmişse eksi veya artı olarak eksi yaşamışsa acıyı tadarak gidecek, yani ölüm tadışı acı olacak, ama kendini bilerek gitmişse ölüm tadı, tatlı olacaktır. Yani huzurlu olacaktır. Eğer benim cam vücudumu saki kırarsa yani bu varlığı kırarsa bundan dolayı gam yemem diyor, beni Cenâb-ı Hakk öldürse de, yani bu vücudumu alsa da gam yemem, ne olacak ölmedim ki bana bir şey olmadı ki diyor, zira O’nun koltu-ğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır. Bu vücutlar bir bakıma kadehtir, suyun kaba konduğu gibi ruhumuzun nurumuzun esma-ı İlahiyenin bunun içerisine konmasıdır. Bu vücut kadehtir.

Yani mevt-i suri ile yani zâhiri ölüm ile bu vücud-u cismani harab olursa cismani olan vücut harab olursa, Hakk âlem-i berzaha münasib diğer bir vücut verir ki, zâten herkese veriyor, ama bilen bunun ne olduğunu biliyor, ve kolayca giyiyor, o vücut elbisesini. Bilemeyene ise o elbise zor geliyor. Çünkü elbise olarak bunu bildiği için. Bunu bir türlü çıkaramıyor. Ama irfan ehli vüdud elbisesini, daha burada çıkardığından orada çıkarma diye bir sorun yoktur.

Cenâb-ı hakk idrak edicilerden eylesin inşeallah.

ان الرجيم ط ن الشي وذ بالله م اع

Page 215: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

214

﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١ ﴿

Kaza ve Kader bahsi, Fususu’l Hikem İsmail Fassı cild 2 sayfa 142 ve 7. Paragraftan devam edelim.

Ve her marzî mahbûbdur; ve mahbûbun her işlediği şey mahbûbdur. Zîrâ "ayn" için fiil yoktur; belki fiil, o aynda, onun Rabb'i içindir. Binâenaleyh "ayn", fiil ona izafe olunmaktan mutmain oldu. Şu halde "ayn" Rabb'inin efalinden onda ve ondan zâhir olan şeyle râziyye oldu. Bu efâl marzıyyedir. Zîrâ her bir fâil ve sâni' kendi fiilinden ve san'atından razıdır. Çünkü her fâil ve sâni', kendi fiilini ve san'atını, onun mâhiyyet-i muktezıyyesinin hakkını kâmil

kıldı مث هدى ء خلقه اعطى كل شى (Tâhâ, 20/50) Ya'nî

"Hak Teâlâ her şeye halkını verdi." Ya'nî beyân etti ki, Hak her şeye halkını verdi. Binâenaleyh noksan ve ziyâdeyi kabul etmez (7).

Ya'nî her bir razı olan kimse terbiyesi altında bulunduğu ism-i ilâhînin mahbubudur. Yani razı olunmuş ise bir kimse veya bir varlık o muhabbet ehlidir. Yani zuhura getirdiğine muhabbet etmiştir ki zuhura getirmiştir, zuhura getirmiştir ki ondan razıdır. Bütün âlemdeki varlıklar budur. Bakın ne güzel bir ifadedir, bu ta ezelde “Küntü kenzen mahfiyyen” de “ben gizli bir hazine idim” belirtilen Hu hakikatinin bütün varlıkta bireyler olarak küllide zuhura çıktığını ifade ediyor. Yani her bir merzi razı olunan kimse veya zuhur, terbiyesi altında bulunduğu ism-i İlâhinin mahbubudur.

Ve o kimse mahbub olunca, yani zuhura gelen merbub yani o ismin zuhuru olan Rabbın zuhuru olan merbub o kimse mahbub olunca Rabba bağlı olan merbub Rabbın özelliklerini ortaya çıkardığı zaman Rab merbubdan razıdır. O kimse razı olunca mahbub olmuş olur, yani sevilmiş olur, o ismin îcâbâtından hangi ismin tesiri altında ise onun gereğini yerine getirdiğinden kendisinden sadır olan ef’al ve ahlak ve kelâm vs hep rabbının mahbubudur. Yani onu yöneten rabbının sevdiği şeylerdir ondan ne meydana gelirse. Zîrâ ayn-ı mevcûdenin belli başlı fiili yoktur. Yani ayan-ı mevcudenin bütün hepsinin bir tek fiili yoktur, her rabdan bu meydana gelecektir diye böyle belli başlı fiili yoktur. Çünkü meşhudumuz olan o "ayn"ın bir vücûd-ı müstakıîli yoktur. Yani şahidi olduğumuz ayn-ı vahidenin bir vücud-u müstakili yoktur.

Onun vücudu Rabb'i olan ismin suretidir; a’yân-ı vahidenin zuhura geldiği yerde ayn’ın bir vücud-u müstakili yoktur, neden,

Page 216: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

215

ilmî ma’nâdadır ayn’larımızın hakikatlerimizin müstakil bir vücutları yoktur. Onun vücudu, rabbı olan ismin suretidir. Yani Rabbı hangi ma’nâda ise o ma’nânın suretidir. Yani a’yân-ı sâbitenin vücudu yoktur, onun vücudu Rabb-ı Hass’ının hangi istikamet üzere ise meydana getirdiği zuhurdur onun vücudu. Rabbı olan ismin Rabb-ı hasının suretidir, ve o isim, o suretin bâtını ve ruhudur. Yani o hangi rab ise hangi Esma ise o isim o suretin batını ve ruhudur. Binâenaleyh o "ayn"da zâhir olan fiil, "ayn" ın Rabb'i olan ism-i ilâhînindir.

Bu surette her bir "ayn", kendisinden sâdır olan ef’âlin yani o a’yân-ı sâbitenin kendine izafet olunmayacağından mutmaindir. Yani izafet o ismin suretinedir, kendine değildir, zâtına değildir.

Bu hakikat bilinince, nazar-ı hakikatle bakıldığı vakit, yani meseleye hakikat yönüyle nazarıyla bakıldığı vakit hiçbir ferdin efâline i'tirâz muvafık olmaz. Yani herkes kendi istikametinde kendi doğrusunu yapmaktadır. İrfaniyet gözüyle bakıldığı zaman hiçbir ferdin fiiline itiraz edilemez.

Fakat nazar-ı şerîatle bakıldığı vakit, yani bir ölçüye vurulduğu vakit yani şeriat mertebesi ile bakıldığı vakit, Hadi ismi Mudil isminin efâline i'tirâz eder. Bu görülen şeylerdir, “sen neden namaz kılmıyorsun, sen neden şunu yapmıyorsun, bunu yapmıyorsun, sen şu kötülüğü yaptın işte sen iyi yaptın bunu güzel yaptın,” gibi sözler şeriat mertebesinde geçerlidir. Zîrâ şeriata tabi olan kimse Hadi isminin; ve kâfir ve fâcir olan kimse dahi Mudil isminin terbiyesi altındadır.

Birinin îcâbâtı diğerinin îcâbâtına zıttır. şeriat mertebesinde bu geçerlidir, yukarıdan bakıldığında her fiil a’yân-ı sâbitesinin mahbubudur, ama şeriat mertebesinden bakıldığı zaman böyle değildir, diye iki mertebenin, yani ef’âl mertebesinden şeriat mertebesinden bakış ile, rububiyet mertebesinden bakış ve yaşantıyı, burada çok güzel olarak açıklamaktadır. Ve sırât-i müstakimleri ve bu sıratların en son varacakları yeri başka başkadır. Birinin yolunun en son varacakları yer neş'et-i uhreviy-yede cennet ve diğerininki cehennem dir.

İmdi her bir "ayn", kendi vücûdunda, mürebbîsi olan Rabb-i hâstan zâhir olan şeyle, o Rabb'inin ef’âlinden râzîdir. Bu ef’âl marzıyyedir. Yani Rabbının ef’alinden razıdır. Yani zuhur etmiş olan kendisinde zuhur ettirenden razıdır. Bu ef’âl de merziyedir. Yani Rabbı tarafından o ef’âlde, razı olunmuştur. Yani o fiil varlığı neticeye gelmesi kendisini var edenden yani kendisinin meydana çıkmasından razı olmuştur, razı olunduğu için de Rabbı tarafından Merziyedir. Zîrâ her bir fâil ve sanatını yapan kendi fiilinden ve san'atından razıdır. Eğer razı olmasa onu yapmaz idi.

Ve her fâil ve yapıcı kendi fiilini ve san'atını, o fiilin ve san'atın mâhiyyeti neyi iktizâ ediyorsa, hakkını vermek suretiyle,

Page 217: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

216

mükemmel bir hâle getirdi. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri Kur'ân-ı

Kerim'de: مث هدى ء خلقه اعطى كل شى (Tâhâ, 20/50)

buyurdu. Ma'nâ-yı şerifi budur ki: "Hak teâlâ her şeye halkını, ya'nî isti'dâdının iktizâsı olan hakkını verdi.” Şu âyetin izahını başka hiçbir kitapta bulmak mümkün değildir. Cenâb-ı hakk bütün a’yân-ı sâbitelere bu halkiyyeti verdi, sonra halk edildi de hidayetini de ona verdi. Bakın Hâdi yaptı, yani bütün zuhurların hepsi Hâdi ma’nâsınadır, ama nerede yukarıdaki ifade edilen hakikatler gereğince. Ama şeriat mertebesinde ise gene hepsinin halkını verdi ama bazıları Hâdi bazıları Mudil olarak kabul edildi. Nerede, teşriyede, şeriat mertebesinde. Ma’nâyı şerifi budur ki Hak Teâlâ her şeye halkını yani istidadının iktizası olan yani istidadının gereği olan hakkını verdi.

Ondan sonra da her şeye halkını verdiğini beyân etti." Hakkını verdi, hakkını vermesiyle de halk etmesini verdi, O hakkını vermeseydi halk olmazdı. Yani meydana getirdiğini beyan etti. Binâenaleyh her şey, kendi isti'dâdıyla neyi taleb etmiş ise, ondan noksan ve ziyâdeyi kabûl etmez. Yani zuhura gelen her şey istidadında neyi varsa onu taleb etmiştir, ne noksan ne fazlasını taleb etmez Yani ne noksan zuhur eder ne eksik zuhur eder diye bir çok yönleriyle burada Hakikat-ı İlahiyeyi faaliyet sahasında olan zuhurların özlerini bize bildirmektedir.

İmdi İsmail (a.s.), bizim zikr ettiğimiz şeye usûru sebebiyle gizli olanı bilmesi sebebiyle Rabb'i indinde, marzîdir. Bakın bir hakikati ele alıyor, peygamberlerin hayat hikayeleri değil burada hakikatleri belirtiliyor. Suri yaşadıkların yaşantıları değil özlerinde olan hakikatlerinde a’yân-ı sâbitelerinin gereği anlatılıyor. Ve kezâlik her bir mevcûd Rabb'i indinde marzîdir. Ve her bir mevcûd, beyân ettiğimiz üzere, Rabb'i indinde marzî oldukda, diğer abdin Rabb'i indinde marzî olmak lâzım gelmez. Yani her marzi kendi rabbı indinde marzidir, ama diğer rabbın indinde marzi olması lazım gelmez. Zîrâ rubûbiyyeti, ancak külden aldı; vâhidden almadı. Binâenaleyh ona külden, ancak ona münâsib olan şey müteayyen oldu. O da onun Rabb'idir (8).

Ya'nî İsmail (a.s.) fiil, "ayn" için sabit olmayıp, ancak aynda mütecelli ve zahir olan Rabb-i hâs için sabit olduğuna ve o ayn dahi ancak kendisinden zâhir olan şeyi kabiliyyet ve isti'dâdı ile Rabb'inden taleb eylediğine ıttılâı sebebiyle, Rabb'i hâs indinde merzi razı olunan ve beğenilmiştir. Burada İsmail (a.s) ın anlayışını belirtiyor. İsmail (a.s.) hadisenin böyle olduğuna ıttıla sebebiyle yani ıttıla orayı idrak etmek oraya tulu etmek yahut tabi etmek orasını anlamak ma’nâsındadır, şimdi İsmail (a.s.) fiilin oluşumu ayn için sâbit olmayıp yani fiili a’yân-ı sâbite için fiil sabit değildir, a’yân-ı sâbitede fiil yoktur demek istiyor.

Page 218: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

217

A’yân-ı sâbite dediğimiz şeyde fiil yoktur, ayn için sâbit olmayıp yani fiil ayn için yani hakikati özü bir şey için sabit olamayıp ancak aynda mütecelli ve zâhir olan yani aynda mütecelli ve zâhir olan Rabb-ı Has için sabit olduğuna ve onun aynı dahi ancak kendisinden zâhir olan şeyi kabiliyet ve istidadı ile Rabbından talep ettiğine ıttılayı sebebiyle Yani İsmail (a.s.) anladı ki diyor, ayn için sâbit bir fiil yoktur ancak o aynın Rabb-ı Hassı için sâbit olduğunda Rabb-ı Hasından zuhur eden fiildir. Şimdi a’yân-ı sâbite var, o a’yân-ı sâbitenin programı hangi esma üzere ise o esma onun rabbı olmaktadır. İşte o rabbın hususiyeti itibariyle bir fiil ortaya çıkmaktadır diyor. İsmail (a.s.) bunu anladı diyor.

İstidadı ve rabbından taleb eylediğine ittila sebebiyle yani bunu idrak etmesi sebebiyle Rabb-ı Hass indinde merzidir. İsmail (a.s.) dahi Rabb-ı Hası indinde razı olunmuşlardandır. Yani genel olarak bunu anlattıktan sonra İsmail Fass-ı olduğu için şu hakikatleri anlatmak için bunu anlatıyor, yani daha evvelden mevzunun başından beri gelen özellikleri, yaşam sistemlerini İsmail (a.s.) ın anladığını anlatmak için neyi anladığını anlatmak için bunları anlatmış oluyor. Rabbı hass indinde merzidir ve beğenilmiştir. Zîrâ rabb-i hâssı o mevcudun üzerine yani rabb-ı hasın hususiyeti ile meydana gelmiş üzerine rubûbiyyeti, devamlı kıldı; ve onun isti'dâdı hasebiyle, ona tecellî edip efâlini onda izhâr eyledi.

Bununla beraber her mevcûd, Rabb-i hâssnıın indinde merzi olmakla yine o mevcûd, diğer abdın Rabb'i indinde merzi olmak ve beğenilmek lâzım gelmez. Onun için işte bir çok kimseler bir araya geldiği zaman senin fikrin yanlış benimkisi doğru, ötekisi diyor yok benimkisi doğru, seninkisi yanlış diye yani hiç kimse kimsenin fikrini beyenmek zorunda da değil ama inkâr etmek zorunda da değildir. çünkü hepsi ayrı Rabların zuhuruyla meydana geldiği için görünmeleri faaliyetleri ayrı ayrı olacaktır, ama ayrı ayrı ve birbirlerine zıt olan şeyler kendi Rabları hasları indinde merzidirler ve mahbubdurlar diyor.

Zîrâ mevcudun her birisi rubûbiyyeti, ancak tüm esmadan aldı; yani isimler mertebesinden aldı, vâhid-i muayyenden almadı. Yani tek bir vahid makamdan almadı. İsimlerin cümlesinden aldığından hepsi de ayrı ayrı zuhurlar oldu. Eğer hepsi vahid makamından alsaydı hepsinin tecellileri bir olacaktı. Ve külden onun için zahir olan şey dahi, ancak kendisine münâsib olan şeydir. Yani ism-i külliden yani isimlerin küllünden onun için müteayyin olan şey dahi yani külden o varlık için tayin edilen şey dahi ancak kendisine münasib olan şeydir. Yani kendisinin programı kadar olan şeydir. Ve kendisinin münâsibi olan şey de onun isti'dâdıdır. Yani kendisine göre olan hakikat da kendi istidadıdır. Ve o mevcûd için kendisine münâsib olarak külden zâhir olan şey onun Rabb'idir. Bu bahsi biraz îzâh edelim:

Page 219: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

218

Ma'lûm olsun ki, "ulûhiyet", ya'nî mertebe-i '"vahdet", Vahidiyet, kendisinde isim ve resim olmayan "ahadiyyet" mertebesi ile, esma mertebesi ve sıfat olan "vâhidiyyet" arasında bir mertebe-i mutavassıtadır. Ve bu ulûhiyet mertebesi rubûbiyyet-i mutlakayı îcâb eder. Şimdi deniyor ki Uluhiyet Ahadiyet mertebesi ile yani ilah Uluhiyet, Ahadiyet mertebesi ile vahidiyet mertebesi arasında bir berzahtır. Ayrıca şöyle de denebilir, Ahadiyet kendisinde isim ve resim program hiçbir şey olmadan teklik mertebesi, Vahidiyet ise Uluhiyetin zuhur sahası, mahalidir. Vahidiyet diye bir mertebe tek başına Ahadiyet gibi tek başına bir mertebe değildir. Vahidiyet mertebesi. Uluhiyet mertebesinin açılmasına bir sahadır

Bu sahanın da faaliyete geçtiği yani diğer sahalara açılıma geçtiği Rahmaniyet mertebesidir. O halde Vahidiyet Uluhiyet, Rahmaniyet aynı sahada oluşan üç isimli mertebedir. İşte Vahdet kendisinde isim ve resim olmayan mertebe-i Ahadiyet ile mertebe-i Esma ve Sıfat olan Vahidiyet arasında bir mertebe-i mutavasıtadır. Bakın çok güzel bir tarif bu. Yani Uluhiyet denilen hal Ahadiyet mertebesi ile Vahidiyet mertebesi arasında bir vasıtadır, yani ara bölmedir, Ahadiyet olmasa Uluhiyet olmaz, Uluhiyet olmasa Vahi-diyet olmaz, Uluhiyet Ahadiyetten hakikatini almakta, vahidiyet mertebesinde de bunu zuhura çıkarmaktadır, genişletmektedir, dağıtmaktadır, Rahmaniyeti ile de bütün âleme yaymaktadır.

Bakın Uluhiyeti bu şekilde tarif eden başka bir tarif yoktur. Bir çok tarifleri var da, ama bu kadar açık ve berrak şekilde tarif eden yoktur. Ahadiyet mertebesi ile Esma ve Sıfat mertebesi olan Vahidiyet mertebesinin arasında bakın geçiştir diyor. İkisini birleştirendir. Eğer Uluhiyet mertebesi olmamış olsa Vahidiyet mertebesi hiçbir şekilde faaliyete geçemiyor. Daha ileri geçemiyor. İşte onun için Allah isminin hakikatini tarif ederlerken “Bütün varlıktaki varlıkların yani bütün varlıkta ne varsa eksi ve artı, bütün varlıkların varlıklarını kendi mertebelerinde korumaya verilen addır Uluhiyet” yani bütün varlıkların hakkını kendi mertebelerinde koruyan mertebenin adı Uluhiyettir.

İşte burada Cenâb-ı Hakk Allah Mertebe-i Uluhiyet kafire kafir olduğu için, iman ehline de iman ehli olduğu için rızkını vermez, Uluhiyeti yönüyle verir, güneş açıldığı zaman küfür ehli de olsa inkâr ehli de olsa put perest de olsa ateşperest de olsa hepsine ışığını ve ısısını veriyor. Yağmur için de öyledir, yani Allah hem Müslümanın hem bütün âlemlerin Rabb-ul âlemidir, Rab-ul erbabıdır, yani Uluhiyet mertebesinde bu ayrımlar olmaz, çünkü varlık sebebi Allah’tır hepsinin ama burada imtihan olmamız ve olunması gerektiğinden, şeriat mertebesinde de bahsedildiği gibi dileyen ehl-i küfre yönelir, dileyen ehl-i imana yönelir.

Mertebe-i mutavasıtadır ve bu mertebe-i Uluhiyet Rububiyet-i mutlakayı icab eder. Yani Uluhiyet mertebesi eğer var ise mutlaka

Page 220: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

219

Rububiyet mertebesini de gerekli kılar. Çünkü ilâh var ise, onun meluh-u olacaktır. Uluhiyet mertebesi olmamış olsa bu âlemlerde hiçbir şey olmaz. Bu âlemlerde birşeyler varsa mutlaka Uluhiyet mertebesinin tecellilerindedir zuhurlarındadır. Bu tecelliler de Rab, Esma-ı İlâhiyenin hususiyetleri olan Rablar hükmüyle ortaya çıkmaktadır. Yani esmalar, Rablar derken her bir esma Rab, rab da terbiye edici ma’nâsınadır. Bütün bu âlem terbiyeler silsilesi yani eğitimler silsilesi içerisinde olmaktadır, sadece insan eğitilmiyor, bütün varlık kendi mertebeleri itibariyle eğitilerek kemallerine ermiş oluyorlar, bunları hükmünde tutanlar da onların Rabb-ı Hasları olmaktadır.

İşte böylece Uluhiyet Rububiyet-i Mutlakayı icab eder. Yani Uluhiyet mutlak bir rububiyeti yani terbiyeyi gerektirir, zira meluh olmayınca İlâh kimi terbiye edecektir. Eğer bir yerde Meluh varsa İlâh mutlaka vardır, bir yerde İlâh varsa meluh da mutlaka vardır. Çünkü ikisi bir birinden ayrı olmaz. Ahadiyet mertebesinde Abdül Kerim Cili Hz lerinin bildirdiğine göre İnniyeti ve Hüviyeti vardır sadece ama bunun da ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. toplu olarak “ENE” inniyeti ve Hüviyeti olarak biliyoruz. Zîrâ kul olmayınca "ilâh" kimi terbiye edecektir. Halbuki âlemlerin kaffesi meluhtur. Binâenaleyh Allah Rabbü'l-âlemindir. Yani âlemlerin Rabbıdır.

O'nun âlemler üzerindeki rubûbiyyeti rubûbiyyet-i mutlaka ve umumi mutlak bir rububiyettir. Ve her mevcudun bu "ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı olan bir isimdir. Ve bu ismin rubûbiyyeti rubûbiyyet-i hâssa ve mukayyededir. Kendisine has ve kayıtlı rablıktır, Binâenaleyh her bir mevcûd rubûbiyyetini külden, ya'nî esmanın tümüne cami' olan ulûhiyyet mertebesinden almış olur. Ve bu, aldığı rubûbiyyet-i hâssa dahi onun kabiliyyet ve isti'dâdına muvafık olup, mazhar olduğu ism-i hâssa mahsûs bulunur.

İşte o mevcudun ef’âlinden razı olan ve ondan sudur eden şeyleri beğenen ancak bu ism-i hâstır. Bir başka isim beyenmese de kendinden zuhura geleni o ism-i has kendine hastır beyenir. Meselâ muhtedinin Rabb'i olan Hâdî ism-i hâssı, ona hidâyetle mütecellîdir; ve mühtediden Hâdiden sâdır olan ef’âl ve ahlâktan razıdır. Ve keza dall olan kimsenin Rabb'i dahi, o dalle, dalâletle tecelli edendir. 0 Rab dahi Mudili ism-i hâssıdır ve ondan razıdır Ve keza müntefiin, faydalananın Rabb'i Nâfî'; ve zarar görenin Rabbi Dârr; ve intikam olunan kimsenin Rabb'i Müntakım; ve rahmet edilmişin (merhumun) Rabb'i Rahmân'dır. Merhum Rahmet edilmiş manasınadır. Genelde o hale gelenlerin hepsine “merhum” denilir. Yani şaki de olsa katil de olsa merhum denir.

Yani Rahmaniyetten Rahmet edilmiş ma’nâsınadır. O zaman nasıl oluyor, Rahmet edilmiş yani şaki oluyor da Rahmet nasıl oluyor. İşte buradaki merhum genelde ölmüş ma’nâsına veriliyor

Page 221: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

220

halbu ki kelimenin aslı Rahmet olunmuş Rahmaniyetten kaynaklanıyor merhumun rabbı Rahmandır. İşte bütün âlemdeki esma-ı İlâhiyenin dağılımı Rahmaniyet mertebesinden başlıyor,

böyle olunca da Rahman arşa istiva etti ى و ش استـ ر ى الع الرمحن عل 20/5 hakikati ile de ütün âlemi Rahmaniyet hakikati sarmış oluyor. O halde gadap dahi Rahmanından meydana geliyor. Mudil Rahmandan meydana geliyor. İşte peygamberimizin buyurdukları “rahmetim gadabımı geçmiştir” hükmü buraya dayanıyor. Çünkü Gadab ve Mudil Rahmaniyetten, Rahman asıl bunlar O’nun zuhur mahallidir. Rahman olmasa onlar da olmaz. Yani varlık sebepleri Rahmandır. İşte bütün varlık aynı zamanda merhumdur. Yani Cenâb-ı Hakk’ın bütün varlığa Rahmeti, Rahmaniyetn bütün varlığa Rahmati kendi istidatları üzere olmaktadır. Kendi istidatlarını zuhura getirmiş olan bütün varlıktan da esmaları isimleri razı olmaktadır, varlıklar da kendilerini meydana getirdikleri, hayat sahasına çıkardıkları için isimlerinden razıdır. O zaman merzidir. İsimler merzi razı olunmuş olmaktadır.

Ve diğerleri de de bunlara kıyâs olunur. Birinin indinde razı olunan kimse diğerinin indinde beğenilmez. Ve keza bir isme nazaran saîd olan, diğer isme göre saîd olmaz.

Çünkü a'yân-ı mevcûde mevcut olan ayanları rubûbiyyetlerini kül olan ulûhiyetten ayrı ayrı ism-i hâslar ile aldı; yani bu değişik isimler Uluhiyetten istihkaklarını ayrı ayrı özellikte ayrı hususiyetler olarak aldılar. Çünkü Uluhiyet mertebesinde Rahmaniyet mertebe-sinde bunların hepsi mevcuttur Vahidiyet mertebesinde. Yoksa bir ism-i muayyenden almadı. Yani tek belirli bir isimden almadılar hepsi. Allah isminden aldılar, bu yönüyle tek isimden ama Allah bütün Esma-ı İlahiyeyi kapsam alanına alan Cami ismi olduğundan Allah isminin içinde bütün isimler mevcut olduğundan her bir varlık da kendi Rabb-ı hassının zuhuru olduğundan her ne kadar hepsi tek yerden almış olmalarına rağmen Zat mertebesinde Esma mertebesinde hepsi ayrı ayrı Rabb-ı Haslarından aldılar.

Eğer bir ism-i muayyenden alandı, yani tek bir isimden almış olsaydı, bakın Zat’tan değil Zat ismi olan Alah isminden değil her esma kendi isminden muayyen yani tayin edilmiş bir isimden aldılar.

Eğer bir ismi muayyenden alaydı, mevcudat rubûbiyyette müşterek olur ve cümlesinin efâli, o ism-i muayyen indinde marzî olmakla, hepsi müsâvî surette saîd olurdu. Eğer Esma-ı İlâhiyelerden herhangi birisinden bütün varlık aynı ismi almış olsalardı bütün varlık aynı olarak zuhur ederdi. Said ise said olurdu hepsi. İşte bu hakikati çok daha iyi idrak etmiş olan bizden evvelki ariflerimiz irfani büyüklerimiz onlar dan biri olan Mevlânâ Hz leri bu hakikate dikkat çekerek “Burası çokluk alemidir, burada birlik

Page 222: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

221

olmaz” diye çok açık olarak belirtmektedir. Yani bir çok Esma-ı İlâhiyenin zuhuru olduğundan o zuhurlarda ayrı ayrı istikametler ifade ettiklerinden burada birlik olmaz.

Ahirette bu birlik olacak ne şekliyle iki yönüyle biri Cemali isimler biri Celâli isimler olarak Esma-ı İlâhiye ayrılacak Cemâli isimler Cennette Celâli isimler Cehennemde olacak ve orada ihtilaf olmayacaktır. Orada bu tecelliler de olmayacak. İşte o yüzden burası bakın Cennetten çok ilerde bir yerdir. Cennette belki zevki sefa vardır, ama burada Ariflik vardır, irfaniyet vardır, Marifetullah bilgisi buradan alınıyor, cehennem de buradan alınıyor, Cennet de buradan alınıyor, her ikisinin kapısı burasıdır. Yani burada cenneti seçmek de var Cehennemi seçmek de vardır. İnsan olduğu için Cenab-ı Hakk İnsanları diğer varlıklardan ayırmak suretiyle Uluhiyeti itibariyle bulunan bütün meratib-i İlâhiyeyi insanın varlığına koymuş, bütün zıt isimler insanda mevcuttur, Mudil ismini de koymuş Hadi ismini de koymuş, diğer varlıklarda bunların değişmesi mümkün ama insanın tercih hakkı olduğundan bunları değiştirebilmesi mümkündür.

İşte değiştirmek için de biraz gayret sarf etmek gerekmektedir. O da nefis mücadelesi ismi altında insanlara yapılan eğitimler ile bunlar düzenlenmektedir. İşte şeriat mertebesindeki emir ve nehiyler, bunu düzene sokmak içindir. Yapılmış emirlerdir. Fıtri olarak bütün varlık said olursa o zaman cennete ihtiyaç kalmazdı cehenneme de ihtiyaç kalmazdı neden fıtri olarak saidlik bir mükâfat gerektirmiyor. Çünkü kendi varlığında olanı ortaya koyuyor. Bir üzüm, üzüm olacaksa o üzüm kendi fıtratı üzere olduğundan üzüme mükâfat verilmez. İşte bütün insanlar said olsaydı yani bütün insanların esması tek esma adı isminin zuhuru olsaydı bütün insanların Rabb-ı Hassı Hadi ismi olsaydı fıtri olarak bu fiilleri işleyeceklerinden mükafat hak etmezlerdi. İşte kendi bünyelerinde Hadi’nin karşılığı Mudil de olduğundan ama ism-i cami olan Allah Esması kendisinden zuhur eden varlıkları ikaz ettiğinden burada Mudil de var Hadi de var, seçmeyi de insanlara bıraktığından emir ve nehiylerle ve peygamberlerin getirdiği şeriatlarla ki bunun toplamına emr-i teklifi deniyor, teklif edilen hususlara uymakla kişi mükafat kazanmış oluyor.

Eğer uymazsa da cezası ona göre oluyor. İşte böyle bir bireye ayırım selâhiyeti verilmemiş olsaydı insanlar halife olmazdı ve birey olmazlardı, diğer varlıklar gibi sadece zuhur mahali olurlardı, o zaman da kendilerine ait hiçbir varlıkları da olmazdı. Muayyen indinde marzi olmakla hepsi müsavi surette sait olurdu fakat her bir mevcudun hissesini ve nasibini bir ism-i hassın tavassutu ile külden alması mevcudatın razı ve saadette yek diğerine müsavi olmamalarını netice eyler. Yani böyle olması neticelenir. Binaen aleyh bir ism-i hassa göre sait olan diğer bir ism-i hassa göre şaki olur.

Page 223: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

222

İşte burada zâten bunların zuhura çıkması ve bu âlemde, gerek said ve gerek şaki olanların şehadetinin yapılması için buraya bunlar gelmekteler işte onun için buranın ismi şehadet âlemidir. Yani kim hangi fiili işledi diye müşahede âlemidir. Şehadet, şahitlik âlemidir. Kiramen katibin denilen görevliler dahi bunların şahitleri ve kayıt tutucuları olmaktadır. Onlar bizim şahitlerimiz olacaktır.

Yani amel defterleri verildiği zaman م و يـ فسك ال ك كفى بنـ اب ت ا ك قـر اا ك حسيب ي عل 17/14 sen kendi kitabını oku bu gün sana bu kitap

yeter. Kitabını görenler zâten ilk hükmünü kendileri vereceklerdir. Nereye gideceği daha orada belli olacak ancak bunun mertebeleri

hangi kata gideceği cehennem veya cennete مني اك حكم احل با

Mahşerde mahkeme-i kübra da Hak tarafından belli olacaktır

Ve hiçbir kimse rubûbiyyeti, Hakk'ın ahadiyyeti haysiy-yetiyle ahz etmez; ve bunun için ehlullah, ahadiyyette tecellîyi men' eyledi (9).

Bakın burası da çok büyük bir faniyet ve bilgi hazinesidir.

Ya'nî zâtı ahadiyyet cüzlere ayrılan olmadığı cihetle, falan cüz'ünü filan şey; ve falan cüz'ünü de filan şey elde etti demek mümkün olmadığından; ve binâenaleyh onda ne isim ne de resim bulunmadığından, burada Ahadiyetten bahsediyor, yani Ahadiyet-ten falan varlık şunu aldı filan varlık şunu aldı diye bir şey söz konusu değildir. Hiç bir kimse "rubûbiyyet'i Hakk'ın "ahadiyyet'i haysiyyetiyle elde etmez. Daha önce de belirtildiği gibi Ahadiyette tek kişi bilinmesi vardır, şöyle diyelim, Zat-ı Mutlak amaiyette iken bilinmekliğini istedi ve tecelli etmeye başladı. Yani bir derya coştu, ikinci bir derya orada meydana geldi, birinci derya “küntü kenzen mahfiyyen” yani gizli olan derya, Ahadiyet ismi ile ortaya çıktı, AHAD teklik ismi, burada ne Allah ismi ne başka Rahman rahiym gibi sıfatlar hiçbir şey yoktur. Orası bir bilinmezlik halidir.

Yani ilk sahaya çıkması sahneye çıkma o sahne de ayrı bir sahne olmadığından kendinden kendinin kendi olarak çıkmasıdır. Mahluk olarak çıkması değil, Zât’ı yönünden Zât’ıyla ve Zât’ında olmaktadır. İşte AHAD dedikleri bu mertebedir. İşte dinimizin içerisinde şeriat mertebesi ile yapılan tenzih mertebesi buraya aittir. Yani gerçek ma’nâda dinimizin bildirdiği tenzih Ahadiyet mertebesine aittir. Çünkü orada ne tecelli ne zuhur ne herhangi bir

şey 29/6 ayetinde مني ال ل غىن عن الع ن الله Allah âlemlerden ا

ganidir. Yani bu âlemlere ihtiyacı yoktur, yani o mertebede Ahadiyet mertebesinde daha bu âlemler yoktur. İşte tenzih budur.

Page 224: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

223

Kadim tenzih, Mutlak tenzih budur, yoksa Allah şundan münezzehtir, bundan münezzehtir, derken zâten bir varlık ortaya getirmekteyiz şundan bundan derken. âlemlerden ganidir derken o zaman bu yaptığımız tenzih teşbihi tenzih olmaktadır. Tenzih ederken farkında olmadan teşbih ediyoruz.

Yani şundan bundan ganidir tenzihtedir dediğimiz zaman zaten biz ne tenzih yapıyoruz ne bir şey yapıyoruz. Ama genelde tenzih bu şekilde oluyor, bu tenzihte beşeri tenzih oluyor. İlâhi tenzih değildir. yani beşerin kendi zannında ululaştırıyorum dediği Allah’ı tenzih ediyor ayrıca. Allah tenzih edilmez çünkü zuhurdadır, Zât-ı Mutlak tenzih edilir. Veya Ahadiyet mertebesi itibariyle ki oradaki ismi Ahadiyet mertebesindeki isim Zât-ı Mutlak. Bunun da ne olduğunu beşerin anlaması mümkün değildir. Ama Zat olarak şimdi her birimizin bir Zâtımız vardır, bunu bilip anlıyormuyuz anlamıyoruz işte bizim de zatımız tenzihtedir bakın bu şekilde. Çünkü bu zâtımız a’yân-ı sâbitelerimiz itibariyle Allah’ın Zât’ına dayanmaktadır.

İşte Ahadiyet mertebesinde tecelliyi men etti diyor irfan ehli, yani orayla tecelli bağlantısını sakın düşünmeyin, mümkün değil diye bize büyük bir bilgi veriyor, idrak veriyor ve de o mertebenin hakikatini de bu şekilde bir başka yönüyle anlatmış oluyor. Yani orada bir faaliyetin olmadığını olamayacağını oradan bir şey alınamayacağını söylüyor. İşte orada ehlullahın bildirdiği Zat’ı Mutlak’ın ayrıca Vücud-u Mutlak’ın, vücudsuz Vücud-u Mutlak’ın bir inniyeti bir Hüviyeti olduğunu biliyoruz. Yani en ileri derecede bunu bildiren de bir kişi olmuş o da Abdül Kerim Cili İnsân-ı Kâmil adlı kitabında bildiriyor. Başka bir yerde de bu bilgiyi bulmak mümkün değildir. Yani bu açıklıkta bu güzellikte o mertebeyi anlatan yerler bulmak mümkün değildir.

Bir çok tarikat kitaplarında anlaşılması zor olan yazılarla anlatılmaya çalışılıyor, yani Zat’ı Ahadiyet mütecezzi olmadığı cihetle yani bölünmediği, cüzlere ayrılmadığı cihetle falan cüzün falan şeye ahz eyledi demek mümkün olmadığından, binaen aleyh onda ne isim ne de resim, yani ne isim ne sıfat o mertebede daha henüz bulunmadığından hiçbir kimse rububiyeti Hakk’ın Ahadiyeti yönüyle alamaz. Yani rububiyeti Ahadiyetten alamaz. Çünkü oraya bağlantısı yoktur. Nereden alır, Uluhiyetin rahmaniyetinden alır. Zîrâ "rubûbiyyet" bir sıfattır; ve zât-ı ahadiyyet ise esma ve sıfattan beri kılınmıştır. İşe bu sebebden nâşî ehlullah, mertebe-i ahadiyyette tecellî yoktur, derler. Ahadiyet mertebesinde tecelli yoktur derler.

Zîrâ tecellî için, bir tecellî olunan şey lâzımdır. Tecelli olması için bir zemin olması lazımdır, Halbuki cemî'-i niseb ve izâfât cemi nisbetler ve izafatlar zât-ı ahadiyyette mahv ve müstehlektir. Yani yoktur ve helaktadır. Yani müstehlektir sadece O’nun içindedir, hükümsüzdür faalyette değildir.

Page 225: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

224

İmdi sen O'nunla O'na nazar edersen, O kendi nefsine nazırdır. Böyle olunca O, kendi nefsine, kendi nefsiyle nazır olmaktan zail olmadı (10).

Ya'nî ey ârif, sen makâm-ı fenâda, Hakk'a nefsin ile değil, yine Hak ile nazar edersen, O'na nâzır olan sen olmazsın; O kendi nefsine nâzır olur, yani o kendi nefsine bakar olur. Her ne kadar ortada bir vücut var ise de ama o ayan-ı sabitesi hakikati ile onları idrak etmiş olduğundan kendisinin sadece bir izafetten meydana geldiğini izafetten ibaret olduğunu anladığı zaman Hakk’ta fâni olmuş ama gene de bir şuuru vardır, yani bütün esmasıyla birlikte kendine ait bir şeyin olmadığını kendisinde bir ismin tasarrufta olduğunu idrak edince Rabbından da Rab-ul Erbab’a yolculuğu yapınca Rab-ul Erbab olan Allah’a ulaştığında kişi o zaman Hakk’ta fani olmuş olmaktadır.

İşte fenâfillâh mertebesi burasıdır. İsimlerin rabbının tesirinden kurtulup, ama o rab da Rab-ul Erbab’a bağlı olduğundan rabbı yönüyle Rab-ul Erbaba ulaşması mümkündür. Bakın burası mühimdir, Eğer biz rabbımızı idrak edemezsek Rabb-ı hasımızı idrak edemezsek veya o mertebeyi idrak edemezsek Rabb-ı Hasımız tek olarak hangisidir, dersek o zaman biz yine tek ahlâkta kalmış oluruz. Sadece o rabb-ı hassın hükmü altında diğerlerini bilmemiş oluruz. Rabb-ı hasımız bir olmakla birlikte ama bizde bir çok rabb-ı hassın tesiri olduğunu bilmeliyiz ve o rabb-ı hasların hepsinden, bakınız burası mühim, hepsinden istifade ederek Rabb-ul Erbab’a ulaşmamız mümkün olmaktadır, oradan da sıfatlara ulaşmamız mümkün olmaktadır.

Dolayısıyla kendimizi bir başka mahal bir başka makamda daha geniş manada tanımaktayız, kendimizi tanıdığımız zaman ki ben, biz diye zannettiğimiz bu varlığı Cenâb-ı hakk’ın bir sıfatı sıfatının zuhurları olan Esmaların tecelligâhı tecelli yeri olduğunu anladığımızda biz fenâfillâhız. Uykuda bir insan fânidir, gündüzden fânidir uykuda olan insan, fenâfillâh bu şekilde değildir, şuursuzluk halinde kendini kaybetmek değildir, şuurlu olarak kendinin ne olduğunu bilmek kendinin Hakk’a ait olduğunu bilmek fân-i fillâh, fâni-i Hakk, Hakk’ta fâni olduğunu idrak etmektir.

İşte kişinin fenâfillâhta eli ayağı tutulur herhangi bir fiili olmaz, dendiği bu husustur. Fiili olur ama, kendine ait bir fiili olmaz, fiil Hakk’ın fiilidir. İşte bunu tecrübelerle, yani fenâfillâh’a girmesi fenâfillâh’ta yaşaması ve fenâfillâhın kemâle ermesi ve bakâbillâh olmakta. İşte o fenâfillâh’ın neticesi olan bakâbillâha geldiğinde o kişinin ibadeti ubudet hükmüne gelmektedir. Birey beşeriyeti ile yaptığı rabb-ı hasıyla yaptığı ibadet evvelâ emirlerle ibadet olmakta neden, nefsi ile yaptığı için, kendini ben zanneti, ve Hak’tan ayrı olan, bir varlık olarak ibadet ettiği içini ibadeti abidlik hükmünde oldu. O kimse ibadet etti ona da denmekte. Ama kendindeki isimlerin sıfatlara bağlı, sıfatların da Hakk’a bağlı

Page 226: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

225

olduğunu anladığında fenâfillâh, bunları a’yân-ı sâbitesi itibariyle aslında, fâni denen şeylerin kendinin asli hâli olduğunu a’yân-ı sâbite idrakiyle anladığında kişi Hakk ile bâki olmaktadır.

Bakâbillâh’ın hakikati de budur, a’yân-ı sâbitesi itibariyle kendindeki Hakk’ı idrak edip yaşadığında, işte o mahal ehlullah olmakta, gerçek ma’nâda ve veli olmaktadır. İşte onun yaptığı ibadetler dışarıdan bakıldığında ibadet abdiyettir ama, hakikati itibariyle bakıldığında “Ubudet”, Ubudetin tarifi ise “Ubudet Hakk’ın fiilidir.” Kul görünümünde olan Hakk’ın fiilidir. İbadet ise beşerin fiilidir. Aynı kişidir, vaktiyle yaptığımız ibadetlerimiz çalışmaların neticesinde ubudete çevrilir, ama dışarıdakiler bunu bilmez, seyr-i sülûkta hakk’ın varlığında fâni olmuş bakâbillâh ile tekrar geriye döndürülmüş olan bir kimseyi daha evvel tanıyanlar o kimse zannederler, o kişi zannederler, halbuki o kişi gitmiştir artık, bitmiştir, yenisi gelmiştir, yeni olarak gelmiştir, ama bunu dışarı dan kimse anlayamadığı için ancak bu yollarda olan kimseler Cenâb-ı Hakk anlatırsa anlatır veya anlarlarsa anlarlar, aksi halde herhangi bir kimsenin bu hâli anlaması da mümkün olmaz, çünkü ortada bir nişanı yoktur.

“Eğer ârif isen makâm-ı fenâda Hakk’a nefsin ile değil, yine Hakk ile nazar edersin.” Dediği işte budur. Yani sendeki a’yân-ı sâbiten itibariyle mahluk olmayan tarafını idrak edersin, mahluk olmayan tarafınla yani Hakk ile nazar edersin, yani Allah’ı Allah görür dediği hadise budur, Allah’ı Allah bilir dediği hadise budur. O’na nâzır olan sen olmazsın, yani evvelki beşeriyetinle olan sen olmazsın, hakikatinle var olan sen olursun ki, o da Hakk’tan başka bir şey değildir. O kendi nefsine nazır olur o zaman. Şöyle tarif ederiz; senin gözünle kendi nefsine bakan olur, ama senin dediğin dahi O’nundur. O ise evvel ve âhır bulunduğu halde zail olmadı. Yani uzaklaşmadı değişmedi, daima kendi nefsine kendi nefsi ile nazırdır. İşte tam tevhid de budur. Bir başka varlık yoktur ki, karşılıklı iki varlık olsun ve hiçbir şeye Ahadiyet ile tecellisi yoktur.

Varlıkta tecelli ne kadar yüksek olursa olsun, Uluhiyet tecellisi vardır, Vahidiyet tecellisi vardır, Ahadiyet tecellisi olmaz. Çünkü orası tecelligâh yeri değil, kendi yerinde bir makamdır. Zât-ı Mutlak’ın olduğu bir sahadır. Saha bile bir tarif içindir, saha yoktur ki orada bir saha olsun, sadece bir isim vardır, orada bizim bilebileceğimiz bir hal yoktur, mahiyetini bilemiyeceğimiz bir yaşantıdır. Ahadiyet ile tecellisi yoktur. Zîrâ tecellî, haktan gayrı olan şeyler için inkişâfdan ibârettir. Yani açılma ise Ahadiyette yoktur. Halbuki burada ne haktan gayri olan şeyler ve ne de haktan başkası yoktur. Ve bu mertebe, butûn/bâtın mertebesidir; zuhur mertebesi değildir. Tecellî ise butûn/bâtın değil, zuhurdur.

Mevlânâ’dan Beyt:

Page 227: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

226

“Eğer benim cam vücudumu sâki kırarsa bundan dolayı gam yemem, zira O’nun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır” yani mevt-i suri ile bu vücud-u cismani harab olursa Hakk âlem-i berzaha münasib diğer bir vücut verir. Çok güzel bir tabir, bu neden söz konusu oldu, yukarıda bölümün sonunda bahsettiği-miz şiirin meratib-i ilâhiyede değişiklikler arzettiğini açık olarak burada da bildirmektedir. Reankarnasyoncular bunu da almaktalar, bakın değişik değişik hallerden geçmekte diye kendilerine göre mesned kabul etmektedirler. Burası onların anladığı gibi de değildir. bunlar bir kişinin üstünde oluşan hadiselerdir, onlar bir tek yaşamda olan hadiselerdir.

Onlar bunun her bir bölümünü başka bir yaşamda getirerek 50 sene evvel 500 sene evvel bin sene evvel şöyle yaşadı, işte iki bin sene evvel burada padişahdı kraldı, diye bakın ve hep çocukarın lisanından söyleniyor. O çocuk çocukluğunda diyor ben işte onu görmüştüm yaşamıştım beş yüz sene evvel falan yerin prensesiydim diyor, kralıydım diyor, bunlar hep üç harflerin verdiği hayali imalar, yani bozgunculuk halleridir. İşte bir kimse irfaniyet yolunda bir eğitim almışsa bu hayellere dalmaz bunları ayırır, bunların hepsi vehimdir, ilham değildir. onlar bunları ilham zannederler, hepsi hayalidir. Onların bilgileri onlara kalsın Allah hepsine kolaylıklar versin biz kendi işimize bakalım.

İşte eğer benim cam vücudumu saki kırarsa, bu cam vücudu dediği ilk bakışta beden vücududur. Beden kâsesi, beden kadehi, ama yukarıdan itibaren baktığımız zaman a’yân-ı sâbitenin tecelligâhı olan sıfatlar, sıfatların tecelligahı olan isimler, bakın her bir tecellide kişi, ayrı bir elbise giymiş oluyor. Hangi mertebeye gelirse o mertebenin haliyle halleniyor. Varlığı ile varlık almış oluyor. Başka türlü de zâten olmaz. Esma âleminden isimlerden elbise giyiyor ef’âl âleminde de isimlerin zuhuru olan elbiseyi giyiyor. İşte bu giydiği elbiseler, neticede et kemik olarak son madde şehâdet elbisesi giyiliyor, işte bu elbisenin aldığı eğitimlerle kendi olmadığı, bunun bir elbise olduğu bu elbisenin içerisinde, kendine ait olan bir sahanın olduğunu, bu sahanın da gönül akıl ve idrak olduğunu, aslında bu halin sadece idraktan ibaret olduğunu anladığı zaman, evvelâ bu elbiseden biraz kurtulmuş oluyor. Yani yukarıya doğru hafifleyip çıkmaya başlıyor. Rahman suresinde 33. Ayette buyurur,

فذوا ض فانـ االر ات و و م ار الس ن اقط فذوا م نـ تم ان تـ ع ن استط اان البسلط فذون ا نـ التـ

İşte “hadi çıkın bakalım dünya kuturundan dışına çıkabilecek misiniz illâ bir sultan” diye bahsedilen evvelâ bu beşeriyet kutrundan yani beden kuturundan çıkmamız gerekiyor. İkinci

Page 228: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

227

olarak biraz lâtif olan nefis kuturundan çıkmamız gerekiyor, üçüncü olarak ruh kuturundan çıkmamız gerekiyor, ruh kuturundan derken maddi varlığımızı meydana getiren ruh-u hayvani kutrundan çıkmamız gerekiyor. Bunlardan çıktıktan sonra hür oluyoruz o zaman insani ruhumuz bizde faaliyete geçiyor, işte Esma-ı ilâhiyeleri idrak ederek urucumuz yukarıya doğru devam ediyor ise o mertebelerden aldığımız elbiseleri, madde âleminden esma âlemine çıkarken, madde âlemini burada bırakıyoruz, maddi elbiseyi, ama biz gene bunun içindeyiz, ama şuur olarak bu elbisenin biz olmadığımızı, bunun bir elbise olduğunu anlıyoruz, bunu anladığımız zaman da, zâten bunu çıkarmış oluyoruz.

İllâ ölümle toprağa karışması değildir. bu bizi hafifletiyor, esma mertebesinde nefis elbisesini çıkarıyoruz, nefsi duygular elbisesini çıkarıyoruz, bir elbise ağırlığını daha üstümüzden atmış oluyoruz. Sıfat mertebesinde nur veya Ruh elbisesini çıkarıyoruz, işte her yükselişte bu miraç ve nihayet a’yân-ı sâbite idrakine ulaştığımızda bütün bu elbiselerden fâni olmuş oluyoruz. Fenâ fillâh dedikleri işte İseviyet mertebesi budur. Eğer Cenâb-ı Hakk burada bırakır ise orada o kişi meczub halde hayatını sürdürüyor, artık o mertebede olan kimsenin o mertebesi sürünceye kadar hiçbir mükellefiyeti kalmıyor. Meczub ve Hakkta fani olduğu için yani kendine ait bir varlığı kalmadığından mükellefiyeti de düşmüş oluyor. Mükellefiyet varlığı olanadır, varlığı olmayanın mükellefiyeti de olmaz. Ölmüş olan kimseler artık namazla mükellef değillerdir.

Ancak burası kişinin kendi kendine başaracağı yapacağı bir şey değildir. hemen ayağı kayar artık sözler başlar, ben artık Hakk ile Hakk oldum kime ibadet edeceğiz gibi sözler, eğer sağlam olarak buraya gelmemiş ise mutlaka kaydırır. İşte bazı yollarda görülen sadece sözlerinin söylenipte gerçek ma’nâda yaşanamadığı kaydığı hallerde bunlardır. Kime namaz kılacağım, tekrar biz ilk okula mı gideceğiz, işin başına mı döneceğiz, gibi ben profösör olmuşum alfabe mi okuyacağım denir. Halbuki bilmiyor ki profösör de olsa gene de alfabe ile okuyor, birinci sınıfta okuduğu rakamlarla, sayılarla on a kadar olan sayılarla nereye gelirse gelsin gene onları kullanıyor.

İşte her mertebede o şer’i hükümlerin başka şekilde yaşanması idraki vardır. Eğer bırakılsaydı peygamberimiz bırakırdı ve “Gözümün nuru namaz” demezdi. “Dinin direği namaz” demezdi. “Namaz mü’minin miracıdır” demezdi. İşte öyle diyenler namazı sadece hareketler manzumesi olarak düşünen kimselerin sözleri oluyor. Namazın hakkını anlayamamaktadırlar, Kur’ân-ı Kerîm bize üç mertebeli namazdan bahsediyor, birisi beş vakit namaz, yani sizin üzerinize namaz farz kılındı diye ayette geçiyor. Nisa suresi

77. âyette Namz kıl zekât ver diye emrediyor. اتوا وة و ل وا الص يم اق و

Page 229: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

228

الزكوة ayrıcaسط ى وة الو ل الص و ات و ل ى الص ظوا عل Bakara sûresi حاف

238 de, Ve salatı vustaya devam ediniz diyor, bir de daimi namaza

da devam edin diyor Mearic (70) Suresinde 23. âyette. الذين همون م م دائ ى صال عل Üç mertebede ayrı namaz vardır. Salât-ı

dâimun; kişinin bakâbillâh mertebesinde hakkani varlığı ile hayatını sürdürdüğü devrelerde devamlı Hakk ile beraberdir, namaz Hakk’ın huzurunda olmak değilmidir, kişi de Hakk ile beraber ise, bakın huzurunda demek bile doğru değildir, birlikte Hakk ile işte dâimi namaz dediği o namazdır. Hangi namaz senin indinde makbuldür, denildiğinde Risâle-i Gavsiye’de Cenâb-ı Hakk buyurmakta ki “Ya gavsi içinde kılanın kaybolduğu namazdır” deniyor yani kişinin olmadığı, kişinin beşeri kişiliğinin olmadığı namazdır. İşte Ubudet namazı ve Hakk’ta bâki olan kişinin Hakk olarak kıldığı namazdır, beşer olarak değildir.

Bu namaz terk edilir mi, böyle bir hüküm yok ki, falan yere geldi de kişi namazını terk etti, işte fenâfillah mertebesinde kişi eğer fâni olduğunda âciz kaldığında, işte o zaman diyor “DUR RABBİN NAMAZDA” Yani kişinin vekili kendi rabbı hası olup O’nun namazını O kılıyor. Mi’rac gecesi o perde gösterildi de açılmadı, onun arkasındakini söylüyor, perde açılmıyor ama orada ne olduğundan bahsediliyor. Dur perdeyi açma açmana gerek yok Rabbın namazda deniyor, yoksa rabbın namazda demezdi. Dur orası gizli derdi. Söylenmez derdi, perde var ama arkasında ne olduğunu söylüyor. O zaman perde yok demektir. Peki perde nedir, işte herkesin anlayamayacağı bir tarzda namaz olduğu böylece perdelenmiş oluyor.

İşte bundan dolayı gam yemem, yani sâki cam vücudumu kırarsa yani bunu besleyen sulayan vücudunu hayatını devam ettiren, bu vücudu kırarsa bundan dolayı gam yemem, zira onun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vücut vardır. Yani mevt-i suri ile yani suret ölümü ile bu vücud-u cismâni harab olursa yani bu beden nefsten Ruhtan ayrılırsa Hakk âlem-i berzaha münasib bir vücut verir. Bundan sonraki vücuttan bahsettiği gibi mi’rac olarak yukarıya çıktığımızda peygamberimizin de buyurduğu gibi “yanarsam ben yanarım” hükmü ile Mevlânâ Hz lerinin buna muadil belirttiği “Mustafa’nın koltuğunun altında başka bir elbisesi vardı onu giydi oraya çıktı,” dediği de bu hakikatin uruç esasındaki halini belirtmektedir.

İşte bizlerde bu hakikatleri anlayabildiğimiz kadar Hakk’a yaklaşmış oluruz, yaklaştığımız kadar da kendimizi fâni etmiş oluruz. Cenâb-ı Hakk cümlemizi bu hakikatlerle hakikatlendirsin İnşeallah.

Page 230: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

229

-------------------

بسم الله الرمحن الرحيم Sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim, mevzu aynı

olmakla birlikte bölüm biraz değişiyor, yine Fususu’l Hikem cilt 2 sayfa 267 burası Hud fassı başlangıcı, Kaza ve kaderin Rabb-ı Hass bölümü olduğundan onu da buraya ilâve ediyoruz.

Bu Kelime-i Hûdiyye'de "hikmeti ahadiyye" faâsıhtır (köklü bilgisi olan). “Hud” kelimesi içinde mevcut olan “Hikmet-i Ahadiye” nin yani Ahadiyet hikmetinin beyanında olan fastır, bölümdür. Aslında fas kelimesi fasıl manasına değil yüsüğün orta yeri ma’nâsınadır, “Füsus” dediği faslar, yani yüsüğün taşının takıldığı yer, ma’nâsınadır. Yani o kadar değerlidir, yoksa peygamber hayatlarının fasılalı anlatışı değildir. Fas ile fasıl başka bir şeydir. Burada fassından bahsediyor. Her bir peygamberin kendine ait hususiyeti olduğunu Fususu’l Hikem bize çok açık çok net arifane bir şekilde bildiriyor biz de ondan haberimiz oluyor. Cenâb-ı Hakk Hud peygambere Ahadiyet hikmeti vermiş, bunları tesbit edip bulmak aslında çok büyük bir hadisedir, onun için bunlar nefsi ve beşeri bilgiler değil İlâhi bilgiler Hakk’ın ilhamı ile ancak anlaşılacak bilinecek şeylerdir.

Öğretme ile, öğrenme ile de olacak şeyler değildir. Ancak yolu öğretme ve öğrenmeden geçiyor, kişi belirli bir yere gelip kendinden fâni, daha evvelce de belirtilmiş olduğu gibi fenâfillâh mertebesine geldiğinde, artık onda kendinden tecelli edecek herhangi bir şey olmadığından ki, nefsi olmadığından zâten böyle bir şey söz konusu değildir, orada tecelli eden zuhurda olan o rabb-ı hassın rabbısı kendisi olur, ve onun tasarrufu altına girer. Yani kişinin kişiliği kalkmaz, kalkar ama karşıdan bakan, onu eski kişi gibi görür. Ama o eski kişi çoktan gitmiş, yerine Hakk’ın o isminin kemâl zuhuru gelmiş olur. işte Hud (a.s.) ın hakikatinde de Hikmet-i Ahadiyye olduğu burada da bize beyan ediliyor.

Bu kelime, kelime-i Hudiyede yani “Hud” kelimesinde "hikmeti ahadiyye" raâsıhtır, Ahadiyet hikmeti geniş olarak belirtilmiştir. Vechi budur ki, yani özü hakikati yahut yönelinen hali budur ki : Hûd (a.s.) merbubat-ı kesire mezâhirinde Vâhid'in rubûbiyyetini müşahede eder idi. Bakın ne kadar büyük bir ilim vermektedir, tevhid ilmi, birlik vahdet ilmi irfaniyet ilmi vermekte, bakın Hud (a.s.) şurada doğdu burada gitti. öyle şöyle yaptı kavmini davet etti kabul etmediler, gibi tarihi fiilini anlatan yazılar değil, hakikatini ve özünü anlatan bilgilerdir. Gerçekten çok yüksek bilgilerdir.

Vechi budur ki Hud (a.s.) merbubat-ı kesire mezâhirinde yani çok Rabların zuhurunda, merbubat rablar demektir, yani zâhirde

Page 231: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

230

çok Rabların Vahidin rububiyetini müşahede eder idi. Merbubat-ı kesire mezâhirinde, yani çok Rabların zuhurlarında, hani daha önce bahsedildi ya, her bir isim bir rabdır o ismin suretlenmiş hali de o varlıklardır diye Vahidin rububiyetini müşahede ederdi. Yani bütün bunların Vahid’e ait olduğunu müşahede ederdi. Her ne kadar bunlar dışarıda tek tek ayrı ayrı şeyler gibi görülmüş ise de ama bu Rabların Vahidin kaynağından çıktığını yani yine bir yerde olduklarını müşahede eder idi. Bakın bunu müşahede etmek dahi çok büyük bir ilimdir.

Yani Ahmed Avni Konuk’un dolayısıyla Muhdin-i Arabi Hz lerinin bu hakikatlere dikkat çekmesi, Ahmed Avni Konuk’un da baştaki isim cümlesinin açıklamalarını bizlere bırakması, onların ne kadar bu işlere vakıf olduğunu açık olarak göstermektedir. Bir kimse bunları bilebilir ama kayıda geçiremez. Bilmek başka bir de onu aktarmak başkadır, Vahid’n rububiyetini müşahede eder idi, Hud (a.s.) ın fikir iklimine ulaşmış oluyor. Hud (a.s.) ın bilgisine ulaşmış oluyor, fikrine ulaşmış oluyor. Ne büyük bir hadisedir. Yani Hud (a.s.) ın hakikatini idrak etmiştir. Ama bu yolu açan da Muhidin-i Arabi Hz lerinin müşahedesi, mükâşefesi, keşfidir, bunlar tamamen keşfe ait bilgilerdir, yoksa nefse ait olan bilgiler buralara zâten ulaşamaz.

Nefis sadece beşeriyet alemindeki tekrarları bilir, başka bir şey bilmez. Çünkü yukarıda sahası olmadığı için zâten bilemez. Yukarıdaki saha kşinin hakikati ile ilgili, hakikati insaniyesi ile ilgilidir. Vahid’in rububiyetini müşâhede eder idi, diyor bakın, Hud (a.s.) hakkında hüküm veriyor, aslında, hüküm veriyor da biraz yanlış kelimedir, yani bize orada olduğunu bildiriyor, yani düşündüğü mertebenin, Hud (a.s.) Hudiyet hakikatini müşahede etmiş ve Hudiyet hakikatinde bu vardır, Hud (a.s.) da o kaynaktan olduğu için dolayısıyla bildiği zahirde Hud (a.s.) değil Hudi hakikatleri bilmesidir.

Ya'nî her bir mahlûku terbiye eden, onun tâbi' olduğu bir ism-i hâssıdır. İşte Vahid’in rububiyetini müşahede eder idi dediği bakışı bu, her bir mahluku terbiye eden onun tabi, olduğu bir ism-i hassasıdır. Hani bir evvelki sohbette Rabb-ı Hass mevzuu vardı ya aynı şey burada da tekrar ediliyor, o konu İsmail Fassında idi burada Hud fassında tekrar ediliyor. Her bir mahluku terbiye eden onun tabii olduğu bir ism-i hassıdır, yani kendisine has bir ismidir. Esmâ-i ilâhiyye hesap edilmez ve sayısız olduğundan onların terbiyeleri tahtında bulunan yani bu isimlerin terbiyesi altında bulunan mazharlar, zuhur yerleri dahi öylece sayılabilir değildir.

Binâenaleyh her bir "isim" bir Rab'dir. İşte ر فرقون خيـ تـ اب م ب ارار قه احد ال الو âyetinde buyurur. Yusuf (a.s.) 12/39 ام الله

Page 232: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

231

hapsihaneden çıkarken ki, o hapishaneyi okul yaptı bir kısım mahkum orada gerçeği öğrendi Yusuf (a.s.) irfan ehli nereye giderse o çevresi hemen okul olur. Binâenaleyh her bir "isim" bir Rab'dir. Bu surette merbub dahî kesîr olur. Yani Binâenaleyh her bir "isim" bir Rab'dir dolayısıyla bu Rablara bağlı olan merbub yani onun rabbın da zuhur mahali olan merbub dahi çok olur, İşte Hûd (a.s.) bu merbubatın mazharında yani bu Rabların zuhurunda erbab-ı kesireyi yok edip, bir rubûbiyyet müşahede etmiş idi. Bakın burada kesretten Vahdete geçişi göstermektedir. Lâf olarak Vahdetten kesrete, kesretten vahdete diye bunlar cümle olarak konuşulur, ama bu geçişler nasıldır ve hangi idrakta olması lâzımdır, kişilerin kesrette yaşayan kimse nasıldır, vahdette yaşayan kimse nasıldır, Hud (a.s.) bu merbubatın yani bu Rablara bağlı olan mezâhirinde, yani zâhirlerinde zuhurlarında erbab-ı kesireyi bertaraf edip, yani çokluk varlıklarını bertaraf edip bir tarafa koyup bir rububiyet müşahede etmiş idi.

Yani onların hepsini bir rab’ta toplamış idi ki bunun ismine de Rab-ul Erbab denir. Kur’ân-ı Kerîmde bir çok âyet-i Kerîm’e vardır ki, bahsedildiği yerin lisanındandır. Yukarıda okuduğumuz âyet Kur’ân-ı Kerîm’de Allah kelâmıdır, ama Yusuf (a.s.) ın lisanından çıkmıştır. İşte Cenâb-ı Hakk böyle bazı kullarının sözlerini Kur’ân-ı Kerîm’ine almıştır, bakın Onlara ne kadar büyük değer vermiştir, fikirlerini de kabul ettiğinden Muhkem âyet olarak Muhkem kılmıştır. Yani kıyamete kadar geçerli hükümler haline getirmiştir. Nasıl Lokman Hekim’den, Lokman Suresinde Lokman peygamber den bahsederken O’nun lisanından Lokman şöyle dedi ki diye geçmektedir ve diğer Musa’nın karşıtı Firavunun sözünden kendi

sözü ile ى بكم االعل Nebe /24 âyetinde “ene rabbikumül انا ر

ala” bu firavunun sözü hani Allah kelâmı, işte Allah kelâmı ibret olsun diye, firavunun sözünü numune olarak bize gösteriyor. yoksa onu Allah düzenlemiş değildir. Burada da Hûd (a.s.) ın şu sözlerini Allah düzenlemiş değildir ama, kitabına almıştır, neden çünkü bu âyette İlâhi hakikatlerden bahsetmektedir, tasavvuf kitaplarında çok çok geçer misal olarak verilir, ama yaşantısına gelince sadece nakli yapılır ondan haberdar olunmaz. Çok yerlerde çok defa olunmaz. Hûd suresi 11/56 âyetinde buyurulur,

يم ق ست اط م ى صر ىب عل ن ر ا ا ه ت اصي ال هو اخذ بن ن دابة ا ام مİşte bu Hûd (a.s.) ın lisanından çıkmış, Kur’ân-ı Kerîm’de bunu

peygamberimize bildirmiş böylece Surenin ismi de bu yüzden “HÛD” Suresi olmuştur. 11. sure 56. âyet, yani “Hiçbir zi hayat yoktur, yani hayat sahibi yoktur, illâ ki, Hakk onun nasiyetinden tutmuştur.” Nasiyesi dediği alnından saçının perçeminden tutmuş-tur ve götürmektedir.

Page 233: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

232

Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de ondan naklen beyân buyurur, hayat sahibi yoktur ki Hak onun alnından perçeminden tutmuştur” Benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakîm üzeredir". İmdi "Ahadiyyet" üç mertebe üzerinedir: Hûd (a.s.) benim rabbım diye rabb-ı hasından bahsediyor. Diyor ki benim rabbim diye vasf ettiği mertebe neresidir. Esma mertebesi mi, Sıfat mertebesi mi, yani rab mı, rabb-ül erbabmıdır, yani rab mı yoksa Rabların rabb-ı olan rab-ül erbab mı? Allah mı? Hiçbir hayat sahibi yoktur ki illa ki Hakk onun nasiyesinden ahizdir ve benim rabbım muhakkak sırat-ı mustakıym üzeredir. Hûd (a.s.) ın ulaştığı irfaniyet bu âyet-i kerîme üzerinden bizlere açık olarak bildiriliyor.

Şimdi bunun izahına geliyor ki çok güzel bir bölümüdür, Ahadiyet üç mertebe üzerinedir, hani mündemiç dedi ya bünyesinde mevcut olan hikmet-i Ahadiye yani Hud (a.s.) ın varlığında mevcut olan ahadiyet hikmeti şimdi oraya geliyor, bu kısa bilgiyi verdikten sonra. Ahadiyet üç mertebe üzerinedir,

Birincisi: "Ahadiyyet-i zâtiyye"dir. Bunda asla kesret i'tibârı

yoktur. احد .bu mertebeyi beyân eder (İhiâs, 112/1) قل هو الله

İşte biz ihlas suresini okuduğumuz zaman قل de ki ey habibim, هو Yani Uluhiyet mertebesinden Ahadiyet احد ,o öyle bir Allah ki الله

mertebesi bildirilmektedir. Ahadiyet mertebesinden Uluhiyet mertebesi değil. Ahadiyet mertebesinde Uluhiyet daha henüz yoktur,. İşte o Allah ki Uluhiyet mertebesinin üstünde Ahadiyettir. O’nun hakikati. O’na da Vücud-u Mutlak Zat-ı Mutlak denmektedir. Orada isim, resim hiçbir şey yoktur Ahadiyet mertebesinde. İşte Ahadiyet-i Zatiyedir, bunun burada asla kesret itibarı yoktur.

احد birincisinde ihlas suresi başındaki bu mertebeyi هو الله

beyan eder. Ve bu ahadiyyet-i zâtiyye, Zâti olan Ahadiyet yani Ahadiyetin Zât’ı mutlakıyyeti hasebiyle, Yani O’nun mutlak bir Ahadiyeti var, o mutlak Ahadiyeti itibariyle oraya Vâhid için hiç bir vasfı ve na'tı, övgü sena gibi kabul etmez; belki bu ahadiyyet Vâhid'in aynıdır. İşte bu tevhide "tevhîd-i zât" derler. Hani tevhid-i Ef’âl, Tevhid-i Esma, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Zat diye sıralanır ya İşte gerçek ma’nâda tevhid-i Zât’ın ne olduğu burada belirtiliyor. Vahid için hiçbir vasfı ve natı yani övgüyü ve senayı kabul etmez. Belki bu Ahadiyet Vahidiyetin aynıdır, işte bu tevhide Tevhid-i Zat derler. Ahadiyet mertebesinin ne olduğu burada kısaca izah ediliyor. Ahadiyet üç mertebedir, birincisi bu anlatılan

Page 234: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

233

ikincisi: yani Ahdiyet mertebelerinden ikincisi; Esma ve sıfatın mertebe-i Ahadiyyetidir. Yani Esma ve sıfatın bütünlük mertebesidir. Birincisinde bunlardan hiçbir şey yok, ikincisinde ancak Esma ve Sıfat mevcut, ne kadar esma ve sıfat-ı İlahiye varsa kesret-i na mütenahiyesi yani sonsuz olan kesreti ile, zât ile birdir. Yani sonsuz isim ve sıfatlarının çokluğu vardır, ama Zât’ı ile birlikte yani Ahadiyet Zât’ındadır. O çokluk kesret, kendi kendileri olarak zuhura çıkmış değildir. Yani Zât’ında Zât’ı olarak birdir.

Ve esmanın çokluğu taakkul nisbet i'tibâriyîe sabittir. Yani akılda ve benzer olarak bu itibarla vardır sadece. Ahadiyet mertebesinin bir kendine ait mutlak üzerinde Ahadiyet-i Zâti, üzerinde hiçbir şey olmayan ancak bütün varlığın kaynağı orası olduğundan Zat ile birdir, ve esmanın kesreti akıl ve nisbet itibariyle orada vardır. Yani iç bünyesinde düşünce olarak vardır sadece. Birincisinde yani mutlak Ahad’da Ahadiyette Zât’ı itibariyle hiçbir şey yoktur, ama orada bütün varlık oradan kaynaklandığına göre, onun bâtınında bütün isim ve sıfatlar sonsuz çokluk olarak vardır, ancak bu akıl ve nisbet itibariyle sâbittir. Peki bu akıl hangi akıl, Akl-ı külde zuhur olarak da değil, bakın sadece Akl-ı küllün aklında olan nisbet ve varlıklarıdır.

Bakın ârifler neleri incelemişler, ne kadar güzel bilgiler veriyorlar. Ahadiyetin birinci halinde Zât-ı Mutlak olan Ahadiyet Zât’ı olarak mevcut orada hiçbir taat, naat yani bir çıkış yok, ikincisinde ise Ahadiyetin ikinci mertebesinde ise, Esma ve Sıfat mertebesinin Ahadiyetidir, yani onun tekliğidir, o ise onun kendindeki aklında ve nisbetleri itibariyle sabittir, ki orasını beşer idrak edemez. Ancak işte böyle kenarından köşesinden nisbetlerle, yani kıyaslarla, biz de anlamaya çalışıyoruz. Yoksa Zat-ı Hakk ıtlakı sebebiyle yani Hakk’ın Mutlak Zat’ı hasebiyle bu gibi nisbet ve itibaratı akliyeden münezzehtir. Esmanın kesreti taakul ve nisbet itibariyle sâbittir yoksa Zât’ı Hakk ıtlakı hasebiyle yani mutlak Hakk’ın Zatı yönüyle, bu gibi nisbetler ve itibar-ı akliyeden münezzehtir.

Bu i'tibâra göre Allah Vâhid'dir. Yani isimlerin ve sıfatların

akıldaki itibaratı yönüyle Allah vahiddir. Ve ار قه احد ال الو هو الله

(Zü-mer, 39/4) “O, gücü her şeye yeten tek Allah’tır.” bu mertebeyi beyân eder. Yani bu âyet-i kerime, bu mertebeyi beyan eder. Bakın âyetlerin hangi mertebeler ile ilgili olduğunu anlamamız neticesinde, ancak biz âyet-i kerimeyi yerine oturtur ve ne demek istediğini az da olsa anlamış oluruz, yoksa sadece âyetleri okuyup geçerek ef’âl mertebesi itibariyle şunu yap bunu yapma, işte şunu kıl bunu kılma, gibi ifadelerle âyet-i kerîmeleri değerlendirirsek o zaman biz sadece şeriat mertebesinden âyetleri meal âyet okumuş oluruz. Zîrâ makhûr olmayınca kahhâriyyet

Page 235: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

234

zâhir olmaz. Gerçekten ifade çok muhteşem, هو O öyle bir Allah ki,

احد الو Vahiddir, yani Vahidiyet makamından bahsediyor, yani الله

Uluhiyetin Vahidiyet makamından bahsediyor. “o Allah vahiddir” şeran bakıldığı zaman “Allah birdir” o kadar bitti. Halbuki burada birlik makam

birliğidir. Hani insan için de bahsediliyor ya ن نـفس قكم م خلاحدة و 4/1 biz onu bir nefsten halk ettik. Halbu ki o Vahidiyet

nefsinden halk edilmiş, bakın Uluhiyeti dahi zuhura getiren Uluhiyetin de kaynağı olan yani yayılım açılım sahası olan Vahidiyet mertebesinden siz halk edildiniz. Demek suretiyle insanın kaynağını Zat’a bağlamış oluyor. Yoksa o tek nefsten halk edildi, diye mana çok baside indirilmiş oluyor. Yani indirilmiş de değil törpülenmiş kökünden kesilmiş oluyor. Çok zayıf bir anlamla kalıyor, tek nefis deyince işte Âdem’den Havva oldu, Havva’dan çocuklar oldu, bu geliyor aklımıza halbuki bunu da kapsamına almakla birlikte esas bahsettiği Uluhiyetin Vahidiyet hakikatinde yerimiz olduğunu bize bildiriyor. Vahidiyet nefsi demek odur.

Buradaki “Hüve” O Allah ki “Hu” ve “ve” nin kendilerine ait bir çok ifadeleri vardır ayrı ayrı, buradaki “Hu” hüviyet-i Mutlakayı belirtiyor, Mutlak hüviyeti belirtiyor. Hu” Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ı, O olarak ifade edilmekte, nasıl şahıs zamirleri ben, sen o, burada “O” diye ifade edilen, bütün bunların hepsini kapsamına alan yani ben, sen, o, yu kapsamına alan beni de seni de o’nu da kapsamına alan bütün varlıkların kendi bünyesinde olan O, “Hu” olan Allah. İşte O’nun da hüviyeti O, O’nun hüviyeti hakikati, işte o hüviyetin sahibi olan Allah öyle bir Allah ki “Vahidun” tektir, yani birdir. Bir dediğimiz zaman biz sayısal bir şey aklımıza gelir yani Allah birdir ikincisi yoktur, diye alırız. Ama burada bahsettiği Vahid, buradaki bütün mertebelerin ana kaynağı olan bir mertebeden bahsetmektedir. Bünyesinde de bütün kesretin olduğu birlikten bahsetmektedir.

İşte Vahid olan o Allah’ın ار قه احد ال الو ve Kahhar ismiyle

faaliyeti olan bir Allah’tan bahsediyor. Bakın burada bile üç mertebe vardır. Vahidiyet, Uluhiyet ve Kahhariyet, bir de hüviyet-i mutlaka dört mertebe var, bir âyetin içerisinde. Eğer bunları bilmezsek bu âyeti çözmemiz ezbere olur, o çözmek de olmaz sadece söylemek olur.

Zira makhur olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Makhur, olmayınca, demek kahredilecek bir yer olmayınca Kahhar olmaz.

Page 236: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

235

Yani Kahhar varsa mutlaka onun merbubu olan yani bağlantısı olan makhur da, kahredilen de olacaktır. Ancak bu kahhar ve makhur bizim anladığımız beşeri ma’nâda bir oluşum değildir, biz, sen bana bunu yaptın ya, ben de sana bunu yapayım gör bak, kahrederim ben seni, gibilerde böyle çok basit hadiseler değildir. yani bu beşeri kahhar ve makhurla karıştırmamak lâzımdır. Ama bunu ilk duyan kimse öyle beşeri Kahhar’ın muntakıym ismi olarak alır, sen bana bunu yaptın ben de senden intikam alayım, kırayım kafanı da gör bak kırayım camlarını da gör bak, gibilerde olur.

Zira makhur olmayınca yani kahredlecek yer olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Bakın Kahhar kendi makamında kendi yerinde batınında duruyor iken, ondan kimsenin haberi olmaz. Ama bir yer olur da, o yer kırılırsa Kahhar’ın varlığı o zaman meydana gelir. Yani kırılmakla parçalanmakla Kahhar’ın varlığı o zaman meydana çıkar. Demek ki Cenâb-ı Hakk evvela makhuru ortaya getiriyor, yani kahredilecek sahayı ortaya getiriyor, ki ondan sonra ustasını getirsin de onun üstünde faaliyette olsun diye. Zira makhur olmayınca Kahhariyet zâhir olmaz. Yani Kahhariyet faaliyete geçmez.

Ve makhurun, kahredilmişin vücudu ise nisbî ve i'tibârîdir, kıyasidir, yani varlığı kabul edilir, Ve bu mertebede "vahdet" Vâhid'in natıdır, (sena övgü), "zât"ı değildir. Zira makhur olmayınca kahhariyet zâhir olmaz. Kahhar esmasında böyle olduğu gibi bütün isimlerde de aynıdır. Hâdi isminin zuhuru olmadıkça Hâdi zuhur etmez. Mudil isminin de merbubu olmadıkça o rab orada zuhura gelmez. Yani mudillik zuhura gelmez. Yani Mudillik olmayınca Mudil zuhura gelmez. Hâdilik yani hidayet ehli zuhurda olmadıkça, Hâdi ismi zuhura gelmez. Yani bu âlemde ne kadar faaliyet varsa, o faaliyetlerle o rablar ortaya çıkmaktadır. Ancak Rabların da kendi varlıkları olmasa onların hükmüyle ortaya çıkan merbublar da ortaya gelmez. Yani ortada olan görülen varlığı eğer onun rabb-ı hası meydana çıkarmamış olsa rabb-ı has bilinmez.

Ama meydana çıkmış o varlığı da rabb-ı hası programlamayıp ortaya çıkarmasa o merbub ortaya çıkmaz. Yani her ikisi de bir birine lâzımdır. İşte ehlullahtan birisi biraz naz ehliymiş herhalde ki “Ben olmasaydım sen olmazdın” diyor, ama O’da diyor ki “ben olmasaydım sen de olmazdın” diyor. O halde sana da bana da yani “Ene” ye de “ “ente” ye de ihtiyaç vardır bu âlemde. Bunların özünde de “Hu” vardır. Cenâb-ı Hakk “Ene” siyle, “ente”siyle “Hu” suyla hüviyeti ile bütün bu meratib-i ilâhiyeyi inşeallah en güzel bir biçimde olabildiği kadar güzellikte alabildiğimiz gayretimiz nisbetinde idrakimiz nisbetinde bize en güzel şekliyle versin inşeallah.

NOT= Ahadiyyetin üçüncü hali ileriki sayfalarda gelecektir.

-------------------

Page 237: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

236

بسم الله الرمحن الرحيم

Bu gün 30/05/2012 Çarşamba günü Sohbetimize devam edelim Cenâb-ı Hakk bize izin verdiği yere kadar, sohbet Kazâ ve Kader Hakkında idi, Fususu’l Hikem’den o bölüm ile ilgili yerleri mevzu ediyorduk, bu gün ise yine Kazâ ve kader ile ilgili yeni bitirmiş olduğumuz bir ressam hikâyesi dosyası bu sizlerden de gelen yorumlarla değerlendirmelerle oluşmuş bir dosyadır, aşağı yukarı 230 A-4 büyük sayfa civarında, 78 kişiden cevap geldi, yani yorum geldi, onların hepsi internete yüklendi, elimdekini de size bırakacağım fotokopi ile çoğaltabilirsiniz. O dosyanın 195. Sayfasındayız,

بسم الله الرمحن الرحيم

Bismillâhirrahmânirrahîm

Buraya kadar gelen yazıları düzenledikten sonra, beklenir ümidiyle, bende birkaç satır ilâve ile yorumlara katılmış olayım. Gerçi yazılanlar hikâyeyi gerektiği kadar açıklamışlar geriye yazacak pek bir şeyde kalmamıştır. Gelen cevaplardan ulaşılan idrak halimizinde nerelere geldiği açık olarak görülmektedir. Böylece bizlerde çalışmalarımızın boşuna olmadığını görmekte ve az da olsa bir faydamızın olduğu düşüncesiyle huzurlu olmaktayız. Rabb’ımıza şükrederiz. Gerçekten de bu sistem içi çalışmanın dördüncüsüdür, bir hikâye bir çok yorum, biliyorsunuz bir hikâye gönderiyorum herkes kendi yorumunu kendi düzeyi itibariyle kendi anlayışı kendi idraki itibariyle hikâyeleştirip yahut cevaplandırıp bize gönderiyorlar, ben de onları düzenleyip sırasıyla dosyasına koyuyorum, ilgili dosyasına, işte 78 kişiden böyle cevaplar geldi, bazıları kısa bazıları uzun, bazıları oldukça uzun ama hepsi bir değer, gelen yazlılar işte vaktimiz olursa internetten de gönderdim, onu bir çok kişiye gönderdim, içinizden bazılarına gelmiş olabilir, gelmeyen varsa mail adresini bana atarsa veya gelenlerden istesinler, hemen kopyalayıp gönderilebilir.

Rabbımıza şükrederiz gerçekten biz de emeklerimizin boşa gitmediğini görerek huzurlu oluyoruz. Çünkü gelen cevaplar kişilerin yani çevremizin ulaştıkları idrak yerlerini gösteriyor. Bakıyoruz ki düşünce de bir hayli ilerilere, cemiyet olarak camia olarak çıkmışız. Çünkü bizim takip ettiğimiz sistem Şeriat, Tarikat ve Hakikat ve Marifet de içerisindedir, ancak oralara zaman zaman her zaman gidilecek ulaşılacak şeyler değildir, ama onun içinde mevcuttur. Her gurubun düzeyi itibaryle, yani kendi mertebesi

Page 238: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

237

itibariyle yaptığı fiilleri işleri vardır. Bazı kimseler şeriat mertebesinde ibadet edilir camilere gidilir namaz kılınır, burası şeriat mertebesidir, oruç tutulur Hacca gidilir, tarikat mertebesinde ise belirli guruplar yine belirli yerlere giderler bir farkı zikir yaparlar, birlikte zikr yapılır, çaylar içilir dağılınır.

Ama hakikat mertebesinde bunlarla birlikte yani şeriatıyla tarikatıyla birlikte Hakikate yükselme, ismi üzerinde hakikat mertebesidir. İşte bizim çalışma sahamız, evvela burasıdır, yani şeriat zaten yapılması lâzımdır, tarikat zâten geçilmiş olması lâzımdır, ki ondan sonra Hakikat mertebesinde kişi kendini tanımaya başlasın, yani ben neyim, ben kimim, bu âlemde ne işim var, ne yaptım da geldim buralara, gibi buradan beni alacaklar nereye götürecekler, soruların karşılığını cevabını bulabilmesi lâzımdır.

İşte bunlar Hakikat mertebesinin çalışmalarıdır. Bütün yapılan işler kişiye kişiliğini tanıtmak, ama herkes kendini tanıyor, güya işte evim burası barkım burası, bu çocuğum o eşim bu işim, tanıma bu değildir. bunların hepsi geçicidir. Bunların hepsi geçici ünvanlardır. Padişahlar krallar gelmiş hepsi unutulmuş gitmiş, onların içinden rabbın indinde rabbı onlara bir makam vermişse o makam bâkidir. Yani rabbı kuluna “Ey benim kulum” demişse o kulluk makamı bâkidir. Ama burada beşerlik makamı hepsi geçicidir. İşte bu tür çalışmalar bu yol içerisinde, yahut bu sahada nerelere geldi neler yaptı, kişinin kendisininde müşahedesi ile birlikte müşahedeli bir yaşam, bakın hayali bir yaşam değildir. kendini tanıyarak yürümesi, bir başka hayel ile koşturarak işine koşup gitmesi bir başka şeydir.

Bu vesile ile de gelen cevaplara ilgileri bakımından teşekkür ederim, Cenâb-ı Hakk bütün evlâtlarımızın, hepsinin idrak ufuklarını ve gönüllerini açsın, muhabbetlerini arttırsın, İnşeallah. Yukarıda da belirtildiği gibi dosya da bulunan (78) cevaptan hangileri sizi daha çok düşündürdü ise içlerinden, üç tanesini sıralayarak yazın ve bana gönderin böylece birinci gelen yazıyıda tesbit etmiş oluruz. Ancak şartı kişinin kendi yazısını ve benimkini değerlendirme dışı bırakmaktır. Şimdi konuya mevzu olan küçük hikâyeye geliyoruz, gerçi bunu okuyanlar biliyorlar ama hikâyeyi bilmeyenler için bir hatırlatma babından evvela hikayeyi anlatalım.

-------------------

Bir gün bir yerde yaşayan bir kişi tasvirci-ressam olan diğer bir arkadaşının ziyaretine gitmeye karar vererek yola çıkar nihayet arkadaşının bulunduğu yere gelir ve içeriye girer bir müddet dinlendikten sonra duvarlarda ki ve her yerdeki resimlere bakar, hepsinin belirli bir özelliği olduğunu görür. Bu özellik ise bütün tasvir-resimlerin sadece “hayvân” sûretlerinde olduğudur. Bunun sebebini anlamaya çalışan misafir arkadaşına, (yapılacak başka

Page 239: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

238

resim yokmu! neden hep hayvân resimleri yapıyorsun?) sen ressam, isen bir tane de insan resmi koy şuraya ve ya ev resmi, bina resmi çiz dediğinde, arkadaşının verdiği cevap oldukça düşündürücüdür. (Evet vardır, fakat bu resimleri “yukarıdaki çiziyor”, ben içlerini dolduruyorum) demiştir.

Kısa olmakla beraber oldukça düşündürücü ve tefekkür gerektiren bu hikâyeyi böylece ifade ettikten sonra, ben de sorular halinde faydalı olur düşüncesiyle biraz açmaya çalışarak cevaplarınıza yardımcı olmaya çalışacağım. Şimdi bunun üzerinde açıcı yardımcı kelimeler kullanılmazsa sadece bu cevaptan “yukarıdaki çiziyor” cevabından ve bunu izah etmekte, cevap yazacak olanlar zorlanabilir diye, mevzunun ne ma’nâda olduğunu, nelerden meydana geldiğini, ve neler sorulabilir, bu hususta daha neler olabilir, diye yardımcı olma babında. Sorunun mevzu kazâ ve kader hakkında olduğudur. Yani yukarıdaki çiziyor ben içlerini dolduruyorum,

---------

(1) Kazâ ve Kader mevzuunda olduğudur.

(2) Hangi mertebedendir.

(3) Eğer başka türlü resimler “İnsan veya doğa” olsa idi hangi mertebelerden olurdu? Yani o insan resmi çizebilirdi o hangi mertebeden olurdu, doğa resimleri yapsaydı hangi mertebeden olurdu, yani çözüme yardımcı olmak için de bunları söylüyoruz,

(4) Ressamın resimlerin içini doldururken renk ve düzenleme seçeneği varmı’dır? Yoksa boyamakta da mecburmu’dur? Şimdi sınırları çizilmiş onun dışına çıkılmıyor, içini dolduracak içini doldurmakta da meselâ birinin içini beyaz diğerinin içini sarı diğerini kırmızı doldurur. Yoksa burada bir ruhsatı var mıdır, yani değişiklik yapmak mı, yoksa bunlar da da mecbur mu, doldururken aynı rengi koymakta mecbur mu,?

(5) Ressamın yaptığı işten kendisinin hangi mertebede olduğunu düşünebiliriz? Şimdi ressam bir resim yapıyor bu resimleri hangi mertebeden yapıyor, bu da bir sorudur.

(6) Diğer mertebelerin birinde olan kimseye yukarıdan nasıl ve neler çizgi çizilirdi? Yani bir başka mertebede olan bir kimse olsaydı ressam yukarıdaki ona ne çizebilrdi, ki o da içini o şekilde doldur-sun. Bunlar ve benzeri sorularla sizlerde bazı ilâveler geliştirerek cevaplarınızı zenginleştirebilirsiniz Cenâb-ı Hakk tefekkürlerinizi arttırsın. Yani ben bu kadarını yazdım siz bu kadarla kalmayın daha daha başka şeyler üretebilirsiniz. Çünkü her mevzunun içerisinde br çok hususiyetler, özellikler vardır. Evet hikâye budur anlaşıldı her halde, hikâyenin can damarı hayvan resimlerinin çizilmesi sorulan cevaba karşılık da yukarıdaki kenarlarını çiziyor, ben de içini dolduruyorum diyor, soru ve cevaplar bunun üzerinedir.

Page 240: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

239

---------

Şimdi yavaş, yavaş hikâyeyi tekrar incelemeye başlayalım. Hikâye bir iş yeri veya bir oda, da, biri içeride olan ve biride dışarıdan gelen iki kişi arasında ilginç bir tefekkür yönüyle başlamaktadır. Oda da buluşan iki insânın özellikleri “düşünen” varlıklar olduklarını göstermektedir. Eğer bu iki kişi düşünen varlıklar olmasa, gelen arkadaşı hiçbir şey sormaz, ne güzel yapmışsın der sana bir çay söyleyeyim der, giderler. Hiçbir tefekkür olmaz. Bize de böyle bir hikâye onlardan nakil olmaz. Tefekkür yönüyle başlamaktadır. O halde bu iki kişi gaflet ehli değil, Hakk’ın Zâtından yola çıkarak mecbur oldukları birinci, yer yüzüne iniş-nüzül, seferini yapmış ve aslına doğru dönüş-uruc, seferini yapmasını idrak etmiş bulundukları hâlin bilincinde olan kimselerdir. Yani diğer ifade ile sâlik, derviştirler.

Her kişinin, bilindiği gibi İlmi İlâhide bir programı vardır, burada küçük bilgi veriliyor, nüzul nedir, uruç nedir? Her birerlerimiz bu âleme fıtri ve zaruri olarak geliyoruz, anne babamızdan bir evde dünyada zuhur ediyoruz. Bu zaruridir, yani fıtri yani rabbımızın hükmü ile geliyoruz burada hiç dahlimiz yoktur, hayır ben gelmek istemiyorum diyen var mı, hangimizin elinde böyle bir selâhiyet var mı yok. İşte bu iniş fıtrı ve zaruri olan bir iniştir. Buraya her birerlerimiz bütün insanlar, Âdem babamızdan kıyamete kadar gelecek son insana kadar, hepsi hepimiz bu hükme tabiyiz. Hayır diyecek hiçbir serbestimiz yoktur. İşte yukarıdaki çiziyor biz içini dolduruyoruz, bu işin başka bir yönü yok.

Buna iniş “Nuzul” seferi deniyor, işte bu seferi yapmış ve aslına doğru “Uruç” seferini yapmasını idrak etmiş bulundukları halin bilincinde olan kimseler, onlar gelmişler geldikleri yeri idrak etmişler, bakmışlar ki burası geçici, vatan-ı asli değil, sılayı rahim yapmaları gerekiyor. Yani kesilmiş oldukları sıfat kamışlığından Mevlânâ Hz lerinin buyurduğu gibi tekrar “Ney” inlemesi orada aslından uzak kalmasındandır, tekrar oraya dönmenin yollarını arayan kimseler yani ikinci çıkış “Uruç” seyrinde olan kimseler, şimdi onun küçük bir izahı var.

Her kişinin bilindiği gibi ilm-i ilâhide, yani Allah’ın ezeli İlminde bir programı vardır, bu programın ismine a’yân-ı sâbite, denmekte’dir yani sâbit a’yân, açık program denmektedir ve iki yönü vardır, birinin hükmü “Kazâ-i mutlak,” diğeri ise “Kazâ-i muallâk” diye ifade edilmektedir. “Kazâ-i mutlak,”değişmez, çünkü (emri irâdi)dir ki hükmü kevne dönük değildir. “Kazâ-i muallâk” ise (emri teklifi) yönüyle kevn’e dönüktür. Kevn’e-zuhura dönük olan her şeyde değişebilen bir özelliktedir. A’yân-ı sâbite programında, Zat-ı İlâhinin bütün özellikleri belirli bir oranda mevcuttur. Değişik terkipler olarak bütün insanlara hepsinin ayrı özelliği ile verilmiştir. Bazılarını eksisi, bazılarının artısıdır, hiç biri diğerine benzemez. Yani programlarımızın hiç biri bir diğerine

Page 241: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

240

benzemez. Herbirerlerimizin terkipleri A’yân-ı Sâbite yapılarımız başka başkadır.

Birinci “Nuzul” iniş seferini tamamlayarak fiziki ma’nâda anne rahminden, aslında Cenâb-ı Hakk’ın “Rahim” İsm-i Şerifinden “Zâhir” İsm-i Şerifine geçişi olan muhteşem doğuşun aslında bir ölüm olduğunu bize gene Rabbımız Mülk Suresi 2. Atette buyurur:

زيز : هو الع ال و وكم ايكم احسن عم ل بـ ي وة ل ي احل ت و و ق الم خل الذى فور Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için Ölümü ve“ الغ

dirimi halk eden O’dur, O güçlüdür bağışlayandır.” Diyerek açık olarak bildirmiştir. Ancak biz zâhirdeki yeni gelen çocuğun aslından ayrıldığı için ağlayarak “ınga”, “ınga” diyerek ses çıkararak nefes aldığını görünce onu diri zannediyoruz, fiziken diridir, aslında o çocuk fiziken doğmuş, manen de ölmüştür. İlk çıkardığı “Inga, Inga” sesleri ise geldiği bâtın asli âleminden fizik olarak zuhura geldiği zâhir âleminin yaşantısına nasıl uyacağının endişeleridir. Bu yüzden “Inga, Inga” diye feryadı, aslında “Ayn” ve “Gayn” harflerinin ifade ettiği ma’nâyı dile getirmeye çalışma feryatlarıdır. “Ayn” sesi ve ma’nâsı aynını, zâtını kendisini özünü ifade etmektedir. “Gayn” ise ayrılığı gayrılığı uzaklığı ifade etmektedir. İşte çocuk dediğimiz muhteşem yapı, yani küçük olarak Ana rahminde inşa edilmiş, o âlemin en muhteşem beyti bu vesile ile aslından ayrılmasının bâtını bilinci ile “Inga, Inga” aynımdan gayrıma geldim, feryatlarıdır. Yani ruhumdan aslımdan ayrıldım, madde içine girdim, sınırlandım, sınırsız sonsuz âlemden geldim, o küçücük şeyin içerisine girdim, yani beden ile sınırlandım feryatlarıdır. İşte bu gayriyet olmaktadır. Gayra geçmektedir, aynından yani hakikatinden özünden “Gayr” a geçmektedir. İşte bu gayriyet içinde dünya yaşantısını sürdürecek mahalle geldiğinde çocuk ismi verilen yeni zuhur, hatta o hiç bizim bildiğimiz gibi çocuk değil, biz onun hallerine bakarak çocuk diyoruz, o çocukta öyle bir rabb-ı hassı var ki o çocuğu sanki güya çocuksu hareketler yapıyormuş gibi bize gösteriyor.

Çocuksu hareketlerin bile düzenlenmesi, muhteşem bir aklın neticesinde oluşan bir yaşamdır. Ama çocuğun aklı değil rabb-ı Hassının aklıdır. O zuhur içinde bulunduğu yani zuhur içinde bulunduğu zâhir isminin gereği olan hayat başlamaktır. Bu hayat ise yoğun kesif ağır madde özellikli bir yerdir dünya hayatı. Bu yüzden bir ismi de esfel-i Sâfilin –Aşağıların aşağısı- dır. Bu âlemde yaşayan kimse, doğuşundan itibaren bu âlemin özellikleri içinde, nefes alıp verdiğinden, nefsinin özellikleri üzerinde oldukça ağır bir şekilde etkili olmakta, ve değer yargıları bu oluşumlar içinde nefsi benlik olarak belirlenmektedir. Yani çocukluğundan gençliğine doğru geçerken kişinin nefsaniyetinin belirlenmesi kimlik bulması nefsi kimlik bulması,.

Page 242: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

241

Böylece kişinin kimliği bireysel nefsine dönük olarak şekil alıp değerlendirilmekte, kişi de bu anlayış üzerine hayatını dünya menfeatları üzerine binâ etmektedir, ve sadece düyasını imar etmek için çalışmaktadır. Bunun sebebi de nefsini daha güzel daha zengin bir hayat içinde geçirmesini temin için elinden gelen her şeyi yapmakta böylece farkında olmadan gafletinden (gayr) hük-mün de olan ve neticesi olmayan (ölü) bir hayatın peşinde koş-maktadır. Çaresi gene farkında olmadan bu haller içinde yaşayan kimse, ben kimim, sorularını samimi olarak sormaya başlarsa, araştırmalarında kendisine yardımcı olacak vesileler karşısına çıkacaktır.

Böylece kişinin ikinci yolculuğunun da “uruc-yükselme”kapıları açılmış olacaktır. İşte ressam bu hali idrak etmiş birinci gelişini kendini de bilmiş, gayrdan aynına doğru yolculuğa başlamıştır. Bundan sonrası kendi gayret ve çalışmalarına bağlı olacaktır. Yukarıda bahsedilen Âyet-i Kerîme’nin ifadesi ile yani 67/2 âyeti ile (Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için.) demek ki bize bir saha veriyorlar bir selâhiyet veriyorlar, şunu yap bunu yapma diye programı da veriyorlar, ve biz bu programı istenilen şekilde tatbik etmemiz gerekiyor. İşte yapacağınız fiillerinizi ve yaşantınızı kayda alıyoruz hükmünü, idrakle anlayarak hayatınızı ona göre tanzim etmenin gereği ortada olacaktır.

Hayat hakkında bu kısa genel bilgiyi verdikten sonra, şimdi hikâyedeki iki arkadaşın hâlini daha iyi anlamamız zor olmayacak-tır. Yani kısaca tekrar edelim biz buraya geldiğimiz zaman ölüyo-ruz. Yaşamıyoruz, ama işte nefes alıyor yaşıyoruz, bu bedenin hayatıdır, onlar bineğimizin arızasıdır. İnsan ruhu hastalanır o hastalıkları başkadır, Ruh ve Nur bakın ayrılmaktan bölünmekten parçalanmaktan beşeri hallerden münezzehtir. Arızalanan bu bedendir, bu dünyaya ölü olarak geliyoruz işte “Inga” dediği bakın dünyanın her trafında çocuklar aynı sesi vermektedir. Neden farklılık yok, çünkü hepsinde aynı hakikat vardır, hepsi aynı kaynaktan geliyor, Hikâyede geçen “ressamın bulunduğu mekân” şimdi yorumlara yeni giriyoruz, hani ressam bir oda içinde resimlerini yapıyordu ya, hikâyede geçen ressamın bulunduğu mekân kendinin vücut mülkünden, kendinin bir bölümüdür. Yaptığı işten kendinin bu sûretler hakkında ihtisas sahibi olduğu, ve seyru sülûk üzere olan bir kimse olduğu görülmektedir. Bir çok hayvan resmi yapmasından onların mütehassısı olduğu anlaşılmaktadır. Eğer müteassıs olmasa iki tane üç tane resim yapar o da birbirine zor benzer, bakıldığı zaman içinin doldurulması renklendirilmesi güzel olmaz, tükenir. Ama çok resim yaptığına göre o sahada çok bilgili sanatkâr oduğu görülüyor.

Yaptığı işten bu suretler hakkında ihtisas sahibi olduğu ve syr-i sülûk üzere olduğu görülmektedir. Bu sahne o kişinin “nefs-i emmâre ve nefs-i levvâme” mertebesi itibariyle yaşadığını

Page 243: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

242

göstermektedir. Eğer o kişinin “seyru sülûğu” tamamlanmış ise daha başka sahnelerden de hikâyeler olabilirdi. Ancak sahnemiz budur ve bunun üzerinde konuşabiliriz. Bu kişinin birçok hayvân resimleri çizmesi, bu mertebe hususunda oldukça bilgi sahibi olduğunu ifade etmektedir. Burası onun daha evvelce farkında olmadığı daha sonradan farkına vardığı (içindeki hayvânat bahçesidir.) kusura bakmayın hepimizde bu hayvanat bahçesi vardır. İşte bu bahçeyi temizlememiz gerekiyor. Dışarıdan gelen arkadaşı ise daha evvelce ünsiyyet ettiği halde, farkında bile olmadığı “Esmâül hüsnâ” arkadaşlarından, hattâ kardeşlerinden olan. Alîm isminin özelliklerinden olan “zekâ” bölümünün tasavvur yönüyle, kimlik kazanıp, soruşturarak faaliyyete geçmesidir. Dışarıdan gelmesi aslında kendinde olupta farkında olmadığı için faaliyyet dışı kalmış olan bu özelliğinin faaliyyete geçmesidir. Dışardan gelen arkadaşı ne demek, bunlar hepsi bizim hayatımızda olan yaşantılardır.

Ressam resim, oda diye akıllarımıza bir silüet getiriliyor, bu silüet bir resimdir, bu resim getirilmezse başka türlü hikâye anlatılmaz. Bâtıni olan, fiziği olmayan bir hadise, nasıl anlatılsın. Dışarıdan gelen arkadaşı daha evvelce ünsiyet ettiği halde farkında bile olmadığı, yani daha evvelce kendsinde bulunan, ama farkında bile olmadığı Esma-ul Hüsna arkadaşlarından, şimdi bütün Esma-ül

Hüsna, ا كله اء علم ادم االمس hükmüyle Âdem (a.s.) a 2/31 و

yüklenmiş olan eğitilmiş bildirilmiş, öğretilmiş olan, esma-ul Hüsna her birerlerimizde fıtraten mevcuttur istesek de istemesekde, hepsi mevcuttur. Zaman geliyor birilerine kızıyor muyuz, bu kızma nereden kaynaklanıyor, Celâl isminden, Kahhar isminden eğer bizde celâl, Kahhar, Mütekebbir, gurur kibir isimleri olmasa bunlar bizde olmaz. Ama zaman geliyor cebimizi açıyoruz, birisine bir şeyler veriyoruz, bu da Rahman Rahim isimlerinin bizde olmasındandır. Yoksa bizim bize ait verecek bir şeyimiz yoktur. O isim bizde olmasa hiçbir şey vermeyiz. İşte esma-ul Hüsna bizim arkadaşlarımızdır. Bunların hepsi içimizde mevcuttur.

Allah’ın güzel isimlerinden arkadaşlarından hatta kardeşlerinden olan, yani bu esma-ul Hüsna bizim arkadaşlarımız, ayrıca kardeş-lerimiz hem de öz kardeşlerimizdir. Bütün esma-ı İlâhiye bizim öz varlıklarımız ayrıca kardeşlerimizdir. Eğer öyle olmasaydı cenâb-ı Hakk bizim bünyemize onları koymazdı. Veya iki isim koyardı, biri Rahman biri Hâdi ismini koyardı, o zaman da melek olurduk, insan olmazdık. Melek olmak öyle fazla özenilecek bir şey değildir, çünkü meleklerin mesuliyetleri yok, cennetleri de yoktur, melek sadece bir kuvvettir başka özenilecek bir şey değildir. Allah’ın kuvvetleri güçleridir. “Alim”isminin özelliklerinden olan zekâ bölümüdür. Kişi aynı zamanda kendinin akl-ı küllüdür, akl-ı külün kuvvelerinden olan batınındaki kuvvetlerinden olan “Alim” isminin zekâ bölümü

Page 244: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

243

faaliyete geçiyor ve soruyor, akla soruyor neden hayvan resimleri yapıyorsun diyor.

Neticede aklın yaptığı her şey bütün Esma-ı İlâhiyeyi ilgilendiriyor. Akıl güzel yaparsa Esma-ı İlâhiye ondan fayda sağlıyor. Akıl kötü yaparsa kendisi ile birlikte Esma-ı İlâhiyeler de zora girmiş oluyor içimizdeki bizdekiler. Dışarıdan gelmesi, hikâyede dışarıdan geldi diyor ya, dışarıdan gelmesi aslında kendinde olup ta farkında olmadığı için faaliyet dışı kalmış olan o zaman ne oluyor, dışarıda kalmış oluyor. Bu özelliğinin faaliyete geçmesidir. Aklı o kişinin zatı olan kendi aslına yapılacak başka resim yok mu neden hep hayvan resimleri yapıyorsun diye sormaktadır.

Cevap olarak, (Evet vardır, fakat bu resimleri “yukarıdaki çiziyor”, ben içlerini dolduruyorum) demiştir. “yukarıdaki çiziyor” dan kasıt, İlmi İlâh-î de kişinin A’yân-ı sâbite,sinin “Kazâ-ı mutlak,”değişmez, bölümüdür. Yukarıdan kasıt ilk kaynak olan İlmi İlâh-îdir. Bizim yukarımızda a’yân-ı sâbitelerimiz var, onun da yukarısında İlm-i İlâhi var, ama İlm-i İlâhiye ulaşmadan evvel biz kendimize ulaşmamız lâzımdır ki, o da bizim programımız, a’yân-ı sâbite ve bu kader-i mutlak değişmez bölümüdür. Yani sınırlarının çzilmesi bizim ile ilgili değildir. ama içini doldurmak kader-i muâllâkta bize tanınan o resmi ya çok güzel resmederiz, veya karalar kargacık burgacık bir şeyler yaparız, ki o da resim olmaz, mükâfatı da ona göredir. Yani hayvan resimlerinin sınırlarının çizilmesi kader-i mutlak kazâ bölümü kazâ-ı mutlak da diyebiliriz, değişmez bölümüdür, yukarıdan kasıt ilk kaynak olan İlm-i İlâhidir,

Kişi bunun üzerinde bir tasarrufta bulunamaz. Yukarıdan çizilen sadece bir çerçevedir. Bu mertebede ancak hayvânlık sınırları çizilir. Emmarede ve levvamede A’yân-ı sâbite, de sadece hayvân sûretleri yoktur bütün mertebelerin dış hat tasvirleri vardır. Burada kişinin mertebesi gereği, kendine hayvân sûretleri gönderilip içleri-nin boyanması, yani ahlâklarının belirgin hale gelip kendi üzerinde iyi halleriyle faaliyyet gösterip, kötü hallerinden uzaklaşmak için mücadele edilmesi istenecektir. (ben içlerini dolduruyorum) demesi, İnsân’ın hayvân çerçeveli resimlerinin içini doldurabilmesi, gerçek bir eğitim işidir. Bu resimlerin içlerini doldurmak için “esfel-i sâfilin” olan bu madde âlemine inmesi gerekmektedir. İşte buraya gelen kişi eğer gerçek bir eğitim görüyorsa yukarıda belirtilen haller ve tecrubeleri yaşayacaktır.

İşte bu halde bulunan kimsenin ilmî tarifi, “Hayvân-ı nâtık” olarak ifade edilmektedir. “Hayvân-ı nâtık” “konuşan hayvân” demektir. Eğer bu mertebede kalırsa kendinden haberi olmaz, bu âlemde yaşadığını “zanneder” aslında gerçek mânâ da henüz bu âleme ayak basmamıştır. Ne zaman ki Âdem (a.s.) o kıssada o hadisede bahsedilen, beden arzına yani beden mülküne beden arzına Âdem-i Ma’nânın inmesi yeryüzü arzına kişinin ayak

Page 245: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

244

basmasıdır. Yeryüzüne ayak basmak Âdem-i ma’nânın beden arzına ayak basması, dünya arzına cesedimizin dünya arzına basmasıyla, biz bu âleme gelmiş değiliz, cesedimiz geliyor, yani bineğimiz, arabamız geliyor, şöför nerede şöför yok, araba gelmiş, bir işe yaramaz ki, işte şöförün de arabanın içine binmesi gerekiyor.

Kendisinden haberi olmaz bu âlemde yaşadığını zanneder, bakın biz bu âlemde yaşadığımızı zannediyoruz. Aslında gerçek ma’nâda henüz bu âleme ayak basmamıştır, bu halde kalırsa gaflet ehli olur ve ömrünün sonuna doğru bu seneler nasıl çabucak bir gün gibi geçti diye hayıflanır. Aslında nasıl hayali bir hayat yaşadığını kendi de farkında olmadan itiraf eder. Arkaya baktığımız zaman bu seneler nasıl çabucak geçti deriz. Kişi bu halde iken hedefini dışarıdan içeriye döndürmek ister de gereğini yaparsa, kendisine içini göstermek için bir ayna verirler, yani içindeki hayvanat bahçesini görmek için bir ayna verirler bu ayna ile içini seyretmeye başlar, işte o zaman nasıl bir “nefs-i emmâre” tesirinde olduğunu anlar. “Nefs-i emmâre” kişinin içinde bulunduğu en düşük hâlidir ve hep kötülüğü emreder.

Ehlûllahtan birine (“nefs-i emmâre”den nasıl geçilir) diye sormuşlar. Oda cevaben, evvelâ (“nefs-i emmâre” ye nasıl gelinir,) bunun bilinmesi lâzımdır diye cevap vermiştir. Gerçekten çok isabetli bir tesbittir, çünkü bir yere gelinmeden oradan geçilmesi mümkün değildir. İşte “seyru sülûk” dervişliğin ilk şuurlanması, içindeki hayvânat bahçesindeki hayvânların, “hayvâni ahlâkların” farkında olmaya başlamasıdır.

بسم الله الرمحن الرحيم Kaldığımız yerden devam edelim inşeallah,

Daha evvelce iç bünyede sessiz sedasız olan o ahlâklar “emmârelik” vasıflarıyla, o beden mülkünde salınmış gezerlerken, yavaş, yavaş beden mülküne sahip olmaya çalışan sâliğin genel ibadetleri zikirleri tefekkürleri neticesinde, zâten kendinde bâtının da var olan ve kendinde yeni oluşan yeni güçleri ile de kuvvetle-nerek, “emmâre nefs-i” yavaş yavaş bazı iç bölgelerin de yenmeye başlar. İşte bu halde panikte olan yırtıcı hayvânlar kaba güçleri ile dervişin gece zuhuratında, ortaya çıkıp onu korkutmaya başlarlar, daha evvel de vardılar ama, rahatsız eden olmadığından içeride sessiz sedasız hükmünü yürütüyorlardı. Bakın şu küçücük mevzu çok mühimdir, hayvanlar kaba güçleri ile dervişin gece zuhuratında ortaya çıkıp, onu korkutmaya başlarlar, ve geri adım atmasını isterler. Bu durumlarda insan zorlanır bırakayım mı sohbete gide-yim mi gitmeyeyim mi? gibi bir müddet üç beş ay merakla başlar sonra bakar nefsine zor gelmeye başlar, kaytarmaya başlar, bunlar hep olan şeylerdir, yaşanan şeylerdir. Bu durumda “sâlik’e” verilen

Page 246: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

245

zikir ve tefekkürlerden oluşan kelime-i tevhid ve diğer esmâ okları, silâhları ve kılıçları ile, yırtıcı “emmâre nefs-in” hayvân sûretlerini ortadan kaldırmaya başlar. İşte burası kişinin insânlık yolunda değerli bir aşamasıdır.

Derviş olan ressam-tasvirci, evvelâ yırtıcıları daha sonrada ehli diye ifade edilen hayvânların, kendinde bulunan dış, “fıtri” çizimlerinin içlerini doldurması onların farkına varmasıdır. Nasıl ki okula yeni başlayan veya başlayacak olan çocuklara “boyama kitabı” adı verilen, sadece dışı-sınırları, çizilmiş kitaplar ile resim eğitimine başlanıyor ise, insânlığın da gerçek eğitimi insân’ın içinde bulunan hayvânat bahçesinin fertlerini tanımakla onlardan korunmayı öğrenmekle, ve onların içini çizgileri taşırmadan iyi boyamakla başlamaktadır. Bu çalışmaların neticesinde sâlik’in kendisinde oluşan değişimler neticesin de beşeri hayvânlık merte- besinden, gerçek hayvânlık mertebesine, geçiş yapmaya aday olmuş bir varlık olur. Gerçek hayvânlık mertebesini ve yaşantısını idrak edemeyen, gerçek insânlık vasfına ulaşamaz denmiştir. Hayvân kelimesinin zâhir ve bâtın olmak üzere iki ifadesi vardır. Birisi, beşer lisânında kullanılan bir sınıf mahlûkatın ismi olmakla beraber, genelde tahkir hakaret mahiyetinde kullanılan bir sıfattır. Diğeri ise gerçek mânâda Cenâb-ı Hakk’ın (Hayy-diri) sıfatının ilk hareket halindeki zuhurlarıdır diye ifade edilendir, ve bu halleriyle tahkir vesilesi değil takdirlik hâlidir.

Bu âlemde hayat sahibi olmayan hiçbir varlık yoktur. Mâdenlerde mâdeni, yatay durağan hayat vardır, bitkilerde, bitkisel dikey toprağa bağlı hayat vardır, hayvânlarda ise müstakil hareket edebilme kabiliyetleri olduğundan bu sûretlere (Hayy-diri) sıfatının kâmil zuhur mahalleri olduklarından “hayvân” “hay-ve-an” “her an yaşayan” varlıklar olduğundan, bu isim kendilerine verilmiştir. O mertebeye kadar olan halkıyyet onlarda, o mertebenin kemâlini bulmuştur. İnsân da, bedenen bu mertebenin (Hayy’ı-diri) si dir. Bu mertebedeki ismi “hayvân-ı nâtıktır.” Ancak kendinden gafil

olduğu zaman, bu mertebedende düşüktür. (7/179) ل ام ب كاالنـعهم اضل (Onlar hayvânlar gibidirler. Belki onlardan daha

sapıktırlar. İşte gafil olan onlardır.)

Buradan, buranın halkından, ahlâkından, kurtulmak için nefsini tezkiye-temizlemeye başlaması ile kendindeki gizli değerlerinden biri olan “levvâme nefsini” yaşamaya başladığında kendinde bazı değişikliklerin ortaya çıkması ile, kendi ismi bundan sonra “nefs-i Nâtıka” olacaktır. Buraya ulaşmak için nefsin iki ahlâkını (Emmâre Levvâme) belirten, huylarının ifnâ-yok edilmesi gerekmektedir. Bakara Sûresi (2/67-74) bakara dosyasına da konu olan, bu Âyet-i Kerîmelerde bahsedilen (sarı) inek bu yaşantı ile de ilgilidir. Orada

Page 247: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

246

ineği boyayan doğadır. Ve bu İnek kesilmiştir. Gene Ben-î İsrâîl’in sarı altından buzağı da, yakılıp parçalanmıştır. Onu da o merte-benin “nefs-i emmâre”si olan “Sâmiri” isimli kuyumcu icad etmiştir Ve o buzağa ibadet edenler öldürülmüşlerdir. Daha fazla bilgi için (34-3-Bakara dosyası) na bakılabilir. Bu hususta Mesnevi-i şeriften, Avni Konuk şerhi (cild 4 sayfa da şöyle denmektedir.

-----------

Gayet mâhir bir ressam güzel ve çirkin sûretleri hâvî resim levhaları yapar. Meselâ bir levhaya gayet çirkin üstü başı yırtık pırtık ve gözleri hasta ve beli bükülmüş, saçı sakalı karışmış bir ihtiyar dilenci resmini yapar, ve tasvirde o kadar maharet gösterir ki, cisimlenmiş zannolunur. Zâhirde böyle bir şahsın yanından bile geçmeye nefret eden kimseler, bu levhayı hayretle seyretmeye dalarlar, ve ressamın maharetini seyrederler. Binâan aleyh bu levhada resim ve tasvir güzel ve maharet ve hikmet ve kemâl olur. Fakat sûret çirkin’dir ve bu resimden dolayı ressamı kimse ayıpla-maz, bilâkis kemâlini ve maharetini takdir ederler. Aynı zamanda yine o ressam hûri gibi gayet güzel bir kız resmi de yapar ve resim ve tasvir güzel olduğu gibi sûrette güzel olur.

-----------

(Sahih-i buhari tercümesi cilt 11 s. 133) şöyle bir Hadîs-i şerif vardır.

Rasûlullâh salla’lâhu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: Ebû Saîd-i Hudrî radiya’llâhu anh’den rivâyete göre. Kıyâmet günü (ehli Cennet, Cennet’e, Cehennemlikler de Cehen-nem’e ayrıldıktan sonra) “ölüm” aklı, karalı alaca bir “koyun” sûretinde getirilecek. (Yani nefs-i levvame suretinde getirilecek, insan suretinde diyebilir, kuş suretinde diyebilir, bina yeşil ağaç suretinde diyebilir, ama hayvan suretinde, alacalı bir koyun suretinde buyuruyor, ölüm koyun ile tasvir ediliyor.) Bir dellâl: Ey Cennet halkı, diye bağıracak! Cennet’tekiler hemen boyunlarını uzatıp başlarını kaldıracaklar ve (bulundukları yerden çıkarak) bakacaklar.

Şimdi dellâl: Bunu bilir misiniz? Diye sorar. Ehl-i Cennet’in hepsi onu görerek: Evet biliriz, bu ölümdür, derler. Sonra dellâl: Ey Cehennem halkı, diye yüksek sesle seslenir! Onlar da boyunlarını uzatıp başlarını kaldırırlar. Ve (bulundukları berzahtan çıkıp korku içinde) bakarlar. Dellâl: Bunu biliyor musunuz, diye sorar. Onlarda hepsi, onu görerek: Evet biliriz bu ölümdür derler. Bundan sonra koyun sûretindeki ölüm (Cennet’le Cehennem arasında) boğazlanır. Bundan sonra dellâl: “Ey Cennet halkı! Cennet’te ebedî yaşayacaksınız, artık ölüm, yoktur. (Cehennem halkına da) Ey cehennem’likler sizde karargâhınızda ebedîsiniz, size de ölüm yoktur!” diyecek. Bundan sonra münâdî (Bu

Page 248: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

247

gaflettekiler ehl-i dünyadır.) Âyetini okur. (19/39) م و هم يـ انذر ونون م وء هم ال ي ة و هم ىف غفل ر و ذ قضى االم ة ا سر احل

Yani aslında ölüm diye bir şey yoktur, bir tasvir vardır bir benzetiliş vardır, ve de koyun suretinde olduğundan, o da nefs-i levvameyi ifade ettiğinden, demek ölüm hükmü levvameye kadar vardır, ondan sonra zâten geçip gidiyor, ölüm diye bir şey yok. Ama bu beden gidiyor, nereye gidiyor bu ölüm değildir, ölümü yok olmak diye düşünürsen bu ölüm değildir. bu karargâh değiştir-mektir, yani mekân değiştirmektir, misafir olarak gidilecek yere, bu beden ile gidilemediği için, bedeni alacaklar, çünkü beden buraya aittir, toprak kendine ait olan bu bedeni vermez, başka yere göndermez. İşte bu yüzden ölüm yok olmak değil, sadece tadılacak bir şeydir. (29/57) Tatmak ise haytın ta kendisidir.

-----------

Görüldüğü gibi Hadîs-i şerif bu hususa çok büyük bir açıklık getirmekte’dir. Yukarıda bahsedilen hallerin hakikatini bizlere bildirmektedir. Peygamberimiz (ölüm aklı karalı alaca bir “koyun”sûretinde) getirilecek. Diye buyurarak, ölümü hayvânlık mertebesinden “nefs-i levvâme” sûretinde tasvir etmiştir. O halde ölüm denen mahlûk “nefs-i emmâre ve levvâme” üzerinde geçerlidir. Gerçek insân üzerinde geçerli değildir. Fiziki olan ölüm bir yok oluş değil bir (zâika-tadıştır,) tadış, ise aynı hayattır. “Ölen (hayvân) imiş âşıklar ölmez” diyen Yunus emre ne kadar güzel söylemiş. O halde kişi daha şimdiden kendinde/nefsinde bulunan, ölümlü hâl ve taraflarının farkına varıp, daha bu dünyada iken onları eğiterek yavaş yavaş yok eder, öldürürse daha sonra kendisinde ölüm diye bir tereddüt ve korku kalmaz.

Bu ihtiyari ölümle öldükten sonra, kişinin yeni bir yapı ile ve gerçek varlığı ile, ikinci doğuşunu gerçekleştirmesini ve yeni oluşan bu “veled-i kâlb-gönül evlâdını” bir İnsân-ı Kâmilin nezaretinde en iyi şekilde yetiştirmesi gerekecektir. İşte böylece ikinci sefer olan “uruc” aslına yükselme başlamış, daha bu günden ebedi hayat namzeti olmuş olacaktır. Yukarıda başlangıçta belirtilen hayvân suret ve tasvirlerinin bulunduğu sahneyi bu anlayış içinde değerlendirdiğimiz zaman, ne kadar yüksek bir hâl içinde olduğunu ve bu sahnenin bu haliyle okunması neticesinde (1) Kazâ ve Kader mevzuunda olduğunu ve kendimizi tanımamız yolunda, ise ne kadar büyük bir gerçeği ortaya koyduğunu anlamamız güç olmayacaktır.

Bu sahnede öncelikle seyru sülûk yolunda cem içinde ilklerden-farklardan haber verilmekte, (2) Hangi mertebedendir.? Emmâre ve levvâme mertebesindeki nefsin tatbikatlı gerçek eğitimi

Page 249: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

248

yapılmaktadır. Bu âlemde hayvân türünden başka, madenler, bitkilerde vardır bunlara doğa tabir edilir, arzımızın her tarafı ve her bölümü son derece güzel bir biçimde, dağlar denizler ve bitkiler ile, hiçbir tarafı bir birine benzemeyen çok güzel bir biçimde düzenlenmiştir. Ressam-tasvirciye, (3) Eğer başka türlü resimler “doğa” (çizilmiş) olsa idi hangi mertebe’den olurdu? Zâhirde doğa ismi verilen bu dünya sûretlerinin hepsi Zât-ı Mutlakın Zât-ı mukayyet hükmü ile Esmâ-i İlâhiyyesinin o mertebesi itibariyle bir sûrete bürünerek görünmesinden başka bir şey değildir.

O halde âlem eşittir-Esmâ-i İlâyyenin mânâlarının zuhur yeridir.

Bu âleme ( ه جه ال و ك ا ء هال -penceresinden baktı (88-28 كل شى

ğımızda, “eşya-şey’iyyet ismi verilen her şeyin fâni olduğunu, aslında âlemin tabiat ismi ile görünen her sûretinin bir esmânın sûretlenmiş halinden başka bir şey olmadığını kolayca anlayabiliriz. Eğer ressam doğa resimleri yapmış olsa idi “tevhîd-i esmâ mertebesinden, hakk’ın isimlerinin sûretlerini resmetmiş olacaktı. Resimler “İnsân” olsa idi. Hakikat-i İlâhiyye üzere mahlûk olarak halk edilmiş olan İnsân bu âlemin en mümtaz varlığıdır, ancak kendi mertebesini bilmediğinde ise çok aciz bir duruma düşmektedir. Alacağı güzel bir eğitim ile kendi hakikatini idrak

ettiğinde, üzerinde ( بك ر جه قى و بـ يـ ا فان ﴿٢٧﴾ و ه يـ ن عل كل مام االكر و اجلالل و -Hükmü “tevhîd-i sıfat” mertebe (26/27-55 ذ

sinden olan bir anlayış ile geçerli olacaktır. Beşer İnsân’ın bu mertebede (Celâl) ismi ile beşeriyyet “men” kimliğinin ortadan kaldırılması, yerine rabb’inin vechini ikram etmesi ile hakikat-i insâniyye olan kendi gerçek kimliğine ulaşmış olmasıdır. Daha sonra tevhîd-i zat mertebsinde de, bütün kimlikleri kendi varlığında toplamasıdır. Buralara ulaşan kimse “ikinci uruc-yükseliş seferini” de yapmış olmaktadır. Eğer, Resimler “İnsân” olsa idi! İnsân resimlerinin çizilmesi üç hâl üzeredir.

(1) Cemâl-i Muhammedî’nin zâhir bâtın resmi yapılamaz. Çünkü “Vech-i İlâhî’” dir. (bana bakan Hakk’ı görür) hükmüdür. Hakk ise zât-ı yönünden değil isimleri yönünden kesret üzere olan görünüştür. Demek ki Hakkın efâliyle esmasıyla sıfatıyla zuhur ettiği yerdir, o halde Allah’ın resmini yapmak mümkünmüdür, değildir, işte Cemal-i Muhammediyenin resmi yapılamaz çünkü Veçh-i İlâhidir. Allah’ın veçhidir.

(2) Kâmil İnsân’ın, zâhir resmi haline göre yapılabilir bâtın’ı ise yapılamaz.

Page 250: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

249

(3) Nâkıs-eksi, İnsân’ın zâhir, bâtın resmi yapılır, çünkü her hali maddeleşmiştir. Maddenin de hali yoğun olduğundan görülür, görülen maddeninde resmi yapılabilir.

(4) Ressamın resimlerin içini doldururken renk ve düzenleme seçeneği varmı’dır? (Vardır.) Eğer seçeneği olmamış olsa idi, o değerli bir san’atkâr olamaz hep aynı resimleri çizen robot olurdu.

Robot ise düşünen varlık değil kurgulandığını işleyen ölü bir makine dir. İnsân ise diri bir kimliktir. Bu hususta Efendimizin bir hadisini belirtmek yeterli olacaktır zannediyorum. (Sûre-i Yûsuf s. 110)

---------

Sahîh-i Buhârî /9. cilt. 1385 no.lu hadîs-i şerîf.

“Ebu Hüreyre r.a. den rivâyet olduğuna göre Rasûlüllah (s.a.v.) Efendimizin Yûsuf (a.s.) hakkında aşağıdaki sözlerinde açık olarak görüldüğü gibi bu âlemde kişilere göre “kaderi muallâk” yönünden kişilerin irâdî olarak, birey varlığı ve mes’uliyyeti ve karar yetkileri olduğu görülmektedir. Eğer öyle olmasa idi, Efendimiz “bende olsam aynı şeyi yapardım” derdi. Açık olarak kendisi! “Eğer ben zindanda Yûsuf’un kaldığı gibi uzun zaman mahpus kalsaydım (onu) mahpustan çıkarmaya gelen kişinin o da’vetine hemen icabet ederdim (de: haydi efendine git de tahkikat yapsın!) demezdim)" demiştir" buyurmuştur. Demekki her mertebede kişinin kişilik sorumluluğu vardır ve verdiği kararların neticesinden mes'uldür. Demekki insân hakikat-i insâniyye’si ve a'yân-ı sabite’si yönüyle kendisine tanınan sahahada ki süre içerisinde hilâfeti yönü ile hür bir bireydir. Bu özelliğini idrak eden kimse Âriflerdendir. Ve İlâh-î benliği ile hakk'ta, Hakk olarak yaşayanlardandır.

Efendimizin bu beyanatı açık olarak bu hususu tasdik ederek bizlere bildirmekte’dir. Efendimizin, “Melik’in da’vetine hemen icabet ederdim” Hani melik Yusuf (a.s.) a artık saraya gel bizim yanımızda ol demişti ya, ama Yusuf (a.s.) hayır efendine gitte tahkikat yapsın diyor, yani Yusuf (a.s.) gelen haberciye diyor ki sen efendine git ben buradan çıkmayacağım O tahkikat yapsın eğer ben doğru isem benim doğruluğumu tasdik etsin, eğer ben buradan çıkarsam benim üzerimde bu suçlamalar hep kalacaktır temize çıkamam torpil ile çıktı derler diye hapishaneden çıkma-mıştır. Peygamberimiz de bunu ben demezdim, yani haydi git efendin tahkikat yapsın diye ben söylemezdim diyor. Yusuf (a.s.) böyle diyor Peygamberimiz (s.a.v.) ben bunu demezdim diyor. melikin davetine hemen icabet ederdim diyor.

Bakın iki peygamberin aynı hususta verdikleri cevaplar ne kadar başkadır. Eğer bütün hayatımızı kader-i mutlak veya kazayı mutlak olarak “yukarıdaki/a’yân-ı sâbite” çizmiş olsaydı, peygamberlerimizin de hayatını çizmiş olsaydı, aynı soruya karşı iki

Page 251: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

250

düşünce olmazdı. Bu farklılığı gösteriyor. belki başka bir peygambere sorsalardı, o da bir başka cevap verirdi. Çünkü onun hayata bakışı başkadır, işte bu ve benzeri daha bir çok şeyler var, insanın gerçekten bir yerde, belirli bir sınırlar içinde hürriyetini açık olarak, yani farklı düşüncede karar verebilme özelliğini, ve selahiyetini göstermektedir. Melik’in davetine “hemen icabet ederdim” diyen Efendimiz, yukarıda ise Yusuf (a.s.) “Haydi efendine git de benim hakkımda tahkikat yapsın” dedi, ama peygamber efendimiz “ben öyle demezdim” diyor. bunların ikisi de peygamber, demek ki hadiselere bakışı başkadır. O da bize kimliği gösteriyor, şimdi efendimizin “Melikin davetine hemen icabet ederdim demesi tevhîd-i küllî makamında olmasından”dır.

Melik’in da’vetini “Mâlik’el mülk” olan, Hakk’ın da’veti olarak kabul etmesi dir. Mâlik’el mülk gel diyecek de bir kimse gitmeyecek, bu mümkün değildir. Ama Yûsuf (a.s) onu nasıl gördü, Mısır’ın sâhibi olarak gördü, yani bir beşeri insan olarak gördü, Efendimiz ise Mâlik’el Mülk olan, Hakk’ın daveti olarak kabul etti onu. O sürede Yûsuf (a.s.) da iffet ve temizlik ben’liği olduğundan, bu yönüyle kendisinin, dışarıdan temizlik husûsiyyetinin tasdik edilmesini istemesidir. O mertebede de o haklıdır, ama peygam-berimizin böyle her hangi bir sıkıntısı olmadığından temizlik gibi hiçbir şeyde şartlanması olmadığından, burda da yoktu ve Mâlik’el Mülk olan Allah’ın çağırdığını düşünmesiyle hemen giderdim dedi.

Mertebeleri itibariyle her iki davranış’ta kendileri yönünden doğrudur. Bu halleri idrak etmeden yaşayanlar ise, kendileri nefs-i emmârelerinin benliği yönünden gaflet içinde nefislerinin geçici hürlüğünü kendi hürlükleri zannederek bu dünyanın hayali içinde, ben yaptım ben ettim demektedirler. Bunlarda kendilerini Hakk'tan ayrı, zan ve gaflet içinde ki hayâli benlikleri ve nefisleri ile birlikte nefis kuyusunda mahpus ki, dünyası bu kadardır, ancak kendilerini hür olarak yaşadığını zanneden kimselerdir. Ama kuyu içindeki hürlük gibi. İşte bu yüzden Yûsuf gibi kuyudan çıkıp, Beden Mısır-ı mülküne Sûltan olmak lâzım gelmektedir.

---------

Yoksa boyamakta da mecburmu’dur? (Değildir.) Eğer mecbur olduğunu zannederek resimleri o anlayış ile içlerini doldursa idi, (cebriyye) mezhebi mensubu olurdu, çünkü cebir, cebreden ve cebredilen ikiliğini gerektirir ki buda şirktir. Eğer bir cebir varsa buda kişinin kendi Hakikat-i olan (a’yân-ı sâbitesi) nde ki hakikatlerinin (kazâ-ı mutlak) yönünden kendi kendisinde bulunan kendi iradesi ile zuhura çıkmasıdır. Bu ise “cebir” değil “dilemek” tir, dilemek ise isteyerek, severek ve sonunu baştan kabullenerek olan bir davranıştır.

(5) Ressamın yaptığı işten kendisinin hangi mertebede olduğunu düşünebiliriz? Hikâyede bahsedilen ressamın bu sahnede

Page 252: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

251

sadece “hayvân” resimlerini çizmesi bu mertebesi itibariyle ihtisas sahası olan “emmâre ve levvâme” mertebesinden zuhurda olduğu anlaşılmaktadır. Eğer o ressam, görebildiğimiz bu âlemdeki bütün suretlerin resimlerini çizebiliyorsa (ressam-ı a’zâm) olan “kâmil ressam-kâmil insân”dır, bu makam ise daha evvelce bütün sûretlerin yapıldığı atölyelerde ihtisas gördüğünden her türlü resimleri kolaylıkla çizebilecektir. İşte bu Kâmil ressam karşısına gelen dış haliyle beşer insân görüntüsünde olan nefs-î insân’a seyru sülûkunda hangi mertebeye doğru, yol alıyorsa oranın sûretlerini sâlike çizip gözünden gönlüne aktarmaya çalışmasıdır. Aslında çizilen sûretler-tasvirler, zâten kişinin içinde mevcud olan sahne bülümleridir, iç hâlinin resimlerini böylece kendisine farkında olmadan göstermesi ve sâlikinde zaman içinde aslında bu sûretle-rin kendi iç mertebelerinin aşikâre çıkmasından başka bir şey olmadığını anlamasıdır. Böylece, kâmil ressam bu sûretleri sâlikin gönlüne nakşetmesi ile sâlik’te bu hususta o mertebenin resim-tasvir çalışmalarına başlamış bu hususta eğitilmiş olmaktadır. İşte bir bakıma “Kûrb’ân bayramı” nın hakikati de bu sırra dayanmak-tadır. Kâmil mürşid’in “Kûrb’ân bayramı” hakikatlerini idrak etmiş ehli kemâl bir kimse olması gerekmektedir aksi halde bu faaliyetlerin hiç biri tahakkuk etmez sadece sözde kalmış olur.

“Ramazan bayramı” nın hakikakat-i (halife-i şahsiye) “Kûrb’ân bayramı”nın hakikat-i ise “Halife-i tebliiyye” dir. İşte sâliklerin yola koyulduktan bir müddet sonra, zuhuratlarında öncelikle muhtelif cinsten hayvânları görmeleri, o sâlik’in gönül odasında, ressamın yani “Kâmil İnsân” ın sâlik’in o ahlâklarını ortaya çıkarmaya, ve onları yok etmesi gerektiğini, kendisine bildirmesi’dir. Bir şeyin yokedilmesinin ilk şartı o şeyin tesbit edilmesidir. İşte kûrb’ân bayramının üç gününde kesilen kûrb’ân lar bu hakikatin genel bir tatbikatıdır. Dördüncü gün kûrb’ân kesilmez, çünkü o gün (Zât) günüdür Zât mertebesinde ise zuhur olmadığından herhangi bir fiilinde olması mümkün değildir. İbrâhîm (a.s.) ın oğlu İsmâil’i kûrb’ân etme hadisesi bu hakikatin şer’an bildirilmesidir. Gelen koç’un, ise nefs-i levvâme mertebesi olduğunu zâten biliyoruz. Koç’un gökten gelmesi ise, hikâyede geçen (yukarıdaki çiziyor) hükmü ile içininde dışınında yukarıdaki, yani a’yân-ı sabitelerinde olan (Kazâ-ı mutlak) bölümünden olmasıdır.

(6) Diğer mertebelerin birinde olan kimseye yukarıdan nasıl ve neler çizgi çizilirdi? Her mertebenin özelliği ayrı olması dolayısıyla her mertebe de nasıl faaliyyet varsa o mertebenin özellikleri çizdirilirdi. İşte (Kâmil ressam, tasvirci-Kâmil insân.) Üçüncü Hakk’anî-Hakk olarak iniş-nüzülünü yapmış olduğundan bütün mertebelerin resim ve tasvirlerini, karşısına gelen kişinin mertebe-sinden, ona bir ayna olarak, kendisine yansıtır ve kişi karşıda gördüğünü zan ettiği şeylerin, aslında kendi gönlünde parlayarak açığa çıktınığını, zaman içinde fark eder. (Kâmil ressam, tasvirci-Kâmil insân.) uzun seneler bu resimleri yapa yapa yorulur, daha

Page 253: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

252

sonra bu resimleri yapma yerine, yapılan resimleri yansıtma haline geçer. Ve kendisi pek temiz bir ayna olduğundan, her resmi olduğu gibi yansıtır. O’na bakarak, bazı kimseler o’nu ehli îmân, Bazı kimseler ise onu ehli isyan zannederler. Çünkü o’na bakanlar ancak kendi iç bünyelerindeki, kendi ahlâkî resimlerini gördüklerinin farkında olmadıkları için, kendi hâl ve ahlâklarını o’nun ahlâkı ve hâli sanırlar. Hâlbu ki, aslında o’na bakanın Efendimizin buyurduk-ları gibi, o’nda “Hakk’ı görmesi” lâzımdır, çünkü aslı budur.

---------

Bu husuta Efendimiz hakkında yaşanan bir hâdise anlatılır. Bir gün Efendimiz sahabîsi ile bir yerde bulunuyor iken oradan geçen “ebu cehil” kendisine takılarak bazı yakışmayan tahkir hükmünde sözler sarfetmiş, Efendimizde doğrudur diye sözlerini tasdik etmiş. Daha sonra Hz. Ebubekir (r.a.) gelmiş o’da tam tersi onu son derece yüceltici sözlerle övmüş, Efendimiz o’na da doğru söyledin diyerek sözlerini tasdik etmiş. Bunun üzerine orada bulunan sahabîler, ya Rasûlüllah bu nasıl iştir biri geldi sizi kötüledi diğeri ise sizi tasdik ederek yüceltti siz ikisine de “doğru” dur dediniz bu nasıl oluyor diye sorduklarında Efendimiz! (ben bir aynayım ebu cehil geldi farkında olmadan, bende kendi kötülüğünü gördü, ve onları anlattı, bende doğru söyledin, dedim. Arkadan Ebu Bekir geldi oda bende, kendi güzelliğini gördü ve onları söyledi) diyerek hadiseye açıklık getirmiştir. Böylece bu hususta bizlerede büyük bir bilgi hazinesi bırakmıştır.

---------

Yeri gelmişken faydalı olur düşüncesiyle gene “Mesnevî-i şerif” hazinesinden özet olarak başka bir ressam hikâyesi ile yazımızı bitirmeye çalışalım. (Şerh-i Mesnevi Tahir-ül Mevlevi, cild 5 sayfa 1607)

---------

Rûmîlerle Çinlilerin nakkaşlık ve ressamlık-tasvir, san’a-tında iddiaya girişmeleri.

“Çinliler: Biz daha mâhir nakkâşız dediler. Rûmîlerde: Biz daha Ustayız da’vâsını ettiler.” “Pâdişah dedi ki: Bu bahiste imtihan yapacağım. Bakalım sizden hangi taraf, iddiasında doğru ve üstün çıkacak.” “Rûm diyarından ve Çin ülkesinden olan nakkaşlar bir araya geldiler. Rûmîler bu ilme daha ziyâde vâkıf idiler.” “Çinliler: Bize mahsus olmak üzere bir oda veriniz. Bir oda da sizin olsun dediler.” “Kapıları karşı karşıya iki oda vardı. Bunlardan birini Çinliler, öbürünü Rûmîler aldı.” “Çinliler padişahtan yüz türlü boya istediler. O mes’ûd hükümdar da hazinesini açtırdı.” “Her sabah Çinliler için hazineden müretteb boya ta’yini vardı.”

“Rûmîler dediler ki: Ne nakş ne boya lâzımdır. Bizim san’atimizde pası ve küdûreti def’etmekten başka bir şey işe

Page 254: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

253

yaramaz.” “Kapıyı kapadılar ve duvarları cilâladılar. Felek kubbesi gibi nakşu elvandan-renklerden sade sâfi oldular.” “İkiyüz türlü renkten renksizliğe yol vardır. Reng bulut gibidir, bîrenk-renksizlil ise aydır.” “Bulutta ziya ve nûrdan her ne görürsen onu yıldızdan, güneşten ve aydan bil.” “Çinliler işlerini bitirince sevinçten davullar çaldılar.” “Padişah geldi Çinlilerin boyadığı odaya girdi. Orada öyle nakışlar gördü ki, onların inceliği ve güzelliği aklı ve Fehmi hayran ediyordu.” “Sonra Rûmîler tarafına geldi. Ara yerdeki perdeyi kaldırdılar.” “Çinlilerin yapmış oldukları resimler ve işler, o cilâlanmış ve safvet peyda etmiş duvarlara aksetti.” “Padişah Çinliler tarafında ne gördüyse burada daha iyi ve parlak görünüyor, âdetâ nazarı gözden kapıyordu.” “Rûmîlere gelince ey peder; onlar sôfilerdirki işittiklerini hıfzetmek için tekrarlamaktan ve birçok kitab okumaktan müstağnîdirler. Sûreta hünersiz ve ma’rifetsiz görünürler.” “Lâkin göğüslerini, ya’ni kalblerini zikrullah ile cilâlamışlar, tama, haset, hırs, ve kîn gibi ahlâk-ı rezîleden temizlenmiştir.” “O aynanın sâfî ve mücellâ olması kalbin vasfıdır ki, öyle bir kalb, nihayetsiz sûretlerin in’ikâsına-aksine mahal olur.” “Gönül onunlamıdır, yoksa gönül o mudur? Diye akıl burada susmuş, yâhud sapıtmıştır.” …………………..

---------

İşte Kâmil insân olmak için sâlik, evvelâ “nakkaş-tasvirci-ressam” olmalı, daha sonra da kendisi “ayna” olmalıdır. Ressamlığında hangi mertebenin resimlerini yapıyor ise o mertebe hakkında tecrübesi oluyor demektir. Böylece mertebeleri katettikten sonra, o mertebelerin bütün nakışları bâtınına intikâl etmiş olur. Bundan sonra resme ihtiyacı kalmadığından yeni ressamların resimlerini yansıtıcı-aktarıcı bir ayna olur.

Böylece bu özet yazılar ve gelen yazılarla hamdolsun bu kitabımızda tamamlanmış olmaktadır. Yazı göndererek katkıları olan bütün dostlarımıza ve evlâtlarımıza teşekkür ederiz ve daha nice idraklere ulaşmalırını rabb’ımızdan rica ederiz. Görüldüğü gibi bu çalışmalar, herhangi bir imtihan değil, sadece fikri gelişmelerimizi sağlamak için yapılan çalışmalardır. Belki aralarında birbine ters gibi gelen bazı düşünceler olabilir, ancak bu yazıların hepsi kişilerin kendi özel yaşantıları istikametinde olduklarından, bulundukları hâl itibariyle, başka kişilere ters gelse de, hepsi o kişilerin kendi doğrularıdır.

-------------------

ان الرجيم ط ن الشي وذ بالله م اع

﴾ بسم الله الرمحن الرحيم ١ ﴿

Page 255: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

254

Bugün 31/05/2012 Perşembe günü sohbetimize kaldığımız yerden devam edelim, bilindiği gibi sohbet mevzuu Kazâ ve Kader hakkında, ve onun devamı olan Rabb-ı has lar istikametindedir. Bir evvelki sohbette kelime-i Hud’iyede mevcut olan “Ahad” diye ilk sayfasından başlamıştık, Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 267 den başlamıştık orada Ahadiyet mertebesinin üç halinden bahsediyordu, 1. Sini ve 2. Sini görmüştük 3. Sü ile devam edelim inşeallah, Cenâb-ı Hakk her birerlerimize bu mevzuları idrak edecek aklı bahşetsin. Ve gönül genişliğini nasib etsin, ihtiyacımız olan zekâ ve aklı da versin, ve genişletsin çünkü bu mevzular kevnin mevzuları değildir, mahluk mevzuları değildir, Halıkıyn mevzularıdır, Halıkyn mevzularını anlamak için de özel Halıkıyn aklına ihtiyacımız vardır. Ancak o bizlerde zâten vardır, yeter ki biz onu çalıştıralım mesele odur.

Yeri gelmişken şöyle diyelim, beşeriyet aklı vardır, akl-ı cüzdür, beşeriyet aklı çok sınırlıdır, şunu yapayım, bunu yapayım, onu alayım, bunu alayım, onu yiyeyim bunu giyeyim öyle gideyim diye işte gece şunu yapayım gündüz bunu yapayım diye, tamamen fizik beden üzerine kurgulu bir düşünce tarzıdır. Bu akl-ı cüz çok küçük bir akıldır. Ama ne var ki genelde insanlar bu akl-ı cüz ile yaşa-maktalardır. İşte akl-ı cüzü Akl-ı Kül’e bağlamak gerekiyor, ki İlâhi hakikatleri o kül akıldan alıp, ve ondaki bilgiler ile gelişmemizi sağlamak gereklidir. Bu kısaca günümüzde çok yaygın olan ilmin de bir harikası olan bilgisayar ile de çok güzel anlaşılabiliyor.

Bilgisayarın internet bağlantısı yoksa akl-ı cüz, internet bağlantısı varsa Akl-ı Kül’dür. Eğer internet bağlantısı yoksa o bilgisayara, biz ne yüklemiş isek onu bize veriyor, başka bir şey yok. İşte bu akl-ı cüz, ama internete bağlanmışsa, bütün dünya bilgileri hepsi önümüze sahneye açılıyor. Bütün o bilgilerin bir tek ekranda gözükmesi mümkün değildir, hepsi program olarak içeride internetin iç bünyesinde, ama ne zaman ki hangi bilgiyi açmak istediğimiz zaman, o bilgi ile ilgili adrese mausu tıkladığımız zaman o bilgi bize açılmaktadır. İşte bilgi sahaları da bizde böyledir.

Hangi bilgiye giriyor isek o bilgi bize internetten açılmaktadır. Ancak oraya ulaşma antenlerini biz oluşturmamız lâzımdır. Nefs-i Emmarede Levvamede bunlar yoktur, Mülhimeden sonra bunlar açılmaya başlıyor, yani kişi kendi bünyesinin dışına doğru ulaşmaya çalışıyor, dünya çekiminden nefs çekiminden kurtularak ulaşmaya çalışıyor, ancak orada bir tehlike vardır, anteni dışarıya doğru uzattığında nasıl ki bilgisayara virüs girme tehlikesi varsa, bizim gönlümüze de virüs girme tehlikesi vardır. Nefsin virüsleri de gönül âleminde dolaşıyor, bunları ayıracak ölçüleri eğer oluşturmuş isek, ayrı bir ifade ile, nefs-i emmareyi tanımış isek, o virüsleri gönderen odur, ona mani oluruz. Ama gaflette olduğumuz zaman öyle virüsleri içimize sokuyor ki bizim için temizlenmesi kolay olmuyor. işte bu ve benzeri ilimler internetten alınan yani gökten

Page 256: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

255

alınan bilgiler beşerin ürettiği bilgiler değildir, tamamen vahy ve vahyin açılımı olan ilhami bilgiler ve onun sonrası da firaset ilimleridir. Birde çalışarak müşahede ilimleridir.

Sağlam olan üç ilim vardır, birincisi vahy, ikincisi vahyin açılımını izahını yapan ilham, üçüncüsü de firasettir. Vahy peygamberlere gelmekte, ilham evliyaya gelmekte, firasette “mü’münin firasetinden sakınınız” diye belirtilen hadis-i şerif ile ilgilidir. Bu üç ilim bunlar sağlam ilimlerdir, bunun dışındakilerin hepsi hayali ve vehmidir. İşte bu üzerinde çalıştığımız ilimler evvelâ vahyi ilimler, yani Allah’ın peygamberlerine vahyettiği ilimlerdir. Ondan sonra irfan ehli evliya-ı kiramın da ilhamlarıyla açılmış olan ilim bilgiler, ondan sonra da mü’minlerin firasetleri ile ancak alabilecekleri idrak edebilecekleri bilgilerdir.

Onun için ilk başlarda herhangi bir mevzu duyulduğunda anla-şılmayabilir, veya anlaşılamamış gibi zannedilir, neden, çünkü beşeri kıyasi bilgi olmadıklarından, sahası başka olduğundan ve kişi o sahaya henüz geçememiş ise eğer, tabi biraz yabancı gelecektir, ancak dinleye dinleye, okuya okuya, üzerinde çalışa çalışa, kendisi de o tevhid sahasına, tevhid âlemine geçtiği zaman, bunlar kendi-sine hiç yabancı gelmeyecektir. Başlarda dile getiremese bile, cümleleri toparlayamasa bile, ama bunlar onun iç bünyesine ruh hanesine yazılmakta birer, birer, birer birer ikişer devam edildiği sürece, yavaş yavaş bunlar da zâhire çıkmakta, o zaman kişi ancak kendini tanımakta, oradan da rabbını tanımakta, bu ilâhi ilmin dışında hiçbir şekilde rabbını tanımak, bilmek imkânı yoktur.

Peki bütün insanlar “Allah” diyorlar, biz de diyoruz ya, bu tamamen şekli bir “Allah” demektir ve taklidi bir “Allah” demektir. Bakın açık kalple düşünelim hepimiz, “Allah” dediğimiz zaman ne hissediyoruz, nedir “Allah” denen, her hangi bir isim mi, çocuk, ağaç işte yaz kış gibi, “Allah” o da bir isim ama ne duyuyoruz, eğer kişi “Allah dediği zaman içi titremezse herhangi bir isimden bahsediliyor demektir. O’nun bir azameti vardır ve cami isimdir, bir insan “Allah” dediği zaman bütün esma-ı ilâhiyeyi bilmese bile o zaman okumuş oluyor. Ezberinde olmasa bile, bütün esma-ı ilâhiyye onun içinde mevcut olduğundan, cami isim olduğundan, aynı zamanda biz Allah isminde, bütün isimleri de saymış oluyoruz.

Peygamberimiz diyor “ki kim Esma-ül Hüsnayı güzel isimleri ihsa ederse yani sayarsa cenneti hak eder” bu tabi işin zâhir yönüdür, ama bâtın yönü ile de ilgilidir. Bu girişten sonra Ahadiyet hakikatinin, yani Ahadiyet mertebesinin üçüncü izahı yani üçüncü yönü Ahadiyet-i Ef’âl yani fiiller mertebesindeki Ahad, yani teklik. Ahadiyet-i tesirat ve müessirattır. Ahadiyet-i Ef’âl yani fiillerdeki teklik Ahadiyyet-i tesirat yani Ahadiyyetin tesirleri ve müteessirat ve tesir alanlarıdır. Ve bu mertebede Zât-ı müteâliye, yani yüce zat

Page 257: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

256

cem-i ef’alin mastarıdır. Yani aslı kökü hakikatidir. Ve münfailâtın kâffesinde müessirdir. Ve bu ahadiyyet "ahadiyyet-i rubûbiyye"dir.

İşte Hûd (a.s.)ın hikmeti bu "Ahadiyyet-i rubûbiyye"-ye müsteniddir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem olan yani daha evvel olan Fass-ı Yûsufî'nin âhirinde "ahadiyyet-i zâtiyye" ile "ahadiyyet-i esmâiyye-i ilâhiyye"yi zikr etmiş olduğundan, şimdi de "ahadiyyet-i rubûbiyyet"! mutazammın olan "Hikmet-i Hûdiyye"yi beyân buyurur: belki bir şey anlamadık ama bu metin elimizde hiç olmazsa bugün anlamayız yarın bir daha okuruz, öbür gün bir daha okuruz, ölçü elimizdedir. Şimdi bu konuşulanlar hiç ortada olmasa, yani yazıya kayda dökülmemiş olsa, bunları aklımızla bulmamız mümkün değildir. Ancak evliyaullah’ın biri âlim, ârif bir zâtın da düşündüğü şeyler, Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla yazıya dökmüşler, bakın işte bunlar bu âlemin hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek en büyük miraslarıdır.

Ebedi olarak fayda sağlayacak bir mirasdır. Sadece dünyada ahirette kabirde, cennette cehennemde değil, ebedi olarak bize bırakılan miras-ı ilâhidir. Şimdi tekrar başa gelelim, paragrafın başına gelelim, bazen tekrarlar yapmak gerekiyor, sıkılmayın hep aynı şeyin tekrarı diye, her tekrarda bir başka açılım olmaktadır.

Ahadiyet hakikatlerinin üçüncüsü; Ahadiyeti nasıl biliyoruz, Ahadiyetin kendi hakikatinde, ne nat ne övgü ne resim ne herhangi bir şey hiçbir şey yoktur. Evvela özet olarak Ahad’ın ne olduğunu bilelim, Cenâb-ı Hakk a’mâiyetinde iken daha henüz, Cenâb-ı Hakk, Allah, Vahid, Kahhar diye isimlerin hiç birisi yok iken, Zât-ı Mutlak diye ifade edilen, bakın Uluhiyyetten önce, hani çocuğun birisi bize soru sormuştır, “Necdet amca Allah her şeyi yarattı, Allah’ı kim yarattı” diye sormuştu, demek ki bu gün artık çocuklar bile fıkıh bilgileri ile yetinmiyor, yani namazın sünneti farzı şudur, işte abdes şöyle alınır, dirseğinden dört parmak yukarıya yıka, gibi tabi, bunları da bilmemiz lâzımdır, ama biz ne yapıyoruz, bir ömür boyu bunlar ile uğraşıyoruz.

Peki o zaman kendimizi nasıl tanıyacağız, o bir süreçtir, başlangıç dersleridir, şimdi çocuk elif ba kitabını öğreniyor, elif ba cetvelini ezberliyor, bir ömür boyu o cetveli ezberlemek ile mi geçirecek vaktini, o bir başlangıçtır, sonra dersini yukarıya doğru çıkaracaktır. İşte fıkıh dersleri de daha ilk okul dersleridir, yani İslâmın ilk okul ve fizik bedenin suri hareketlerini münasebetlerini bildiren bir ilimdir. Ama onun üstüne bina edilecek daha çok büyük işler vardır.

İşte Cenâb-ı Hakk bilinmezlik halinde iken ezelde O’na Zât-ul Baht ismini vermişler, bir çok isimleri vardır, diğer ismi ile Zât-ı Mutlak, demişler, diğer ismi ile Sevâd-ı A’zâm, yani büyük karanlık, yani bizlerce mechul, beşerce mechuldür, ve diğer isimlerinden biri de a’mâiyet’tir. Genelde hadis-i kudside Âmaiyet diye belirtiliyor,

Page 258: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

257

sahabe-i kiramdan Raz isminde bir zat soruyorlar; Allah bu alemleri halk etmezden evvel nerede idi? Dediği zaman Efendimiz de “Bir Âma’da idi, altında ve üstünde bulut olmayan bir Âma’da idi” buyururyor. Altında ve üsttünde bulut olmayan dan kasıt semavat ve fezadakilerin olmadığı, kevnin olmadığı mükevvenatın olmadığı “Kün“ emrinin daha faaliyete geçmediği Cenab-ı Hakk kendi kendine kendi Zat’ıyla kendinde olduğu zaman dan bahsediyor.

Diğer bir kudsi hadiste de “ben gizli bir hazine idim” dediği bu Âmaiyet’tir. “bilinmekliğimi istedim bu âlemleri halk ettim” işte Âmaiyet, mertebe itibariyle birinci, Ahadiyet, ondan sonra gelen, Vahidiyet ondan sonra gelen, Vahidiyetin içinde bulunan Ulûhiyet ve Rahmaniyet, ondan sonra Rububiyet, rablık yani terbiye, artık yavaş yavaş hayat başlıyor ve şehadet alemi, âlem-i şehadet ki, içinde bulunduğumuz yerdir, içinde bulunduğumuz şehâdet âlemi bütün bu âlemleri kendi bünyesinde temsil etmektedir. Bakın bütün bu âlemler şehâdet âlemi dediğimiz ve madde zannettiğimiz bu kevn, toprak zannettiğimiz bu âlemin içerisinde, Cenâb-ı Hakk’ın, Zât-ı Mutlak’ın bütün varlıkları mevcuttur. Ef’al âlemi dediğimiz bu şehâdet âlemi Esma âlemine perde olmaktadır.

Bir sonraki bir evvelkini gizlemiş, perdelemiş oluyor. Aslında gizlenen hiçbir şey yoktur, hepsi açıktır. Ama biri batında kalıyor, diğeri zâhire çıkıyor, yani bir tecelli sonraki olan, zâhire çıkıyor, bir evvelki onun bâtınında kalıyor. Ama hepsi birbirinin içinde mevcuttur. Yani ne kadar âlemler var ise, bu âlemde bütün hepsi mevcut, işte o yüzden burası kadar, hiçbir âlemde değerli bir yer yoktur. İnsan kendinin insan olduğunu, ve rabbının Allah olduğunu burada talim ediyor, bunu veren başka hiçbir eğitim yeri yoktur. Buradaki kalış süremiz de kısadır, gerçi yetecek kadar uzun ama âlemlerin sonsuz hayatına göre burası 50-70 sene hiçbir şey değildir. feza zaman ölçülerine göre buradaki yaşantımız bir iğne ucu kadar bile yer tutmaz.

Onu bir hesap etmişler, insan ömrü yeryüzünde üç salise saniye bile değil, doğdu yaşadı öldü, bu kadar. Bize göre biraz ağır çekimle lâstiğin uzatılması gibi uzun gibi geliyor, yaşlandığımız zaman, birçok kimseler ne diyorlar, nasıl geçti bu kadar yıl sanki bir gün gibi, deniyor, neden öyle deniyor, gafletle geçtiği için, habersiz olduğu, için yaşıyor ama kendinden haberi yok, o yaşayan ölülerden bunlar, gerçek ma’nâda dirilmiş değildir insanlar, ama biz buraya dirilmek için geliyoruz, zannediyoruz ki fiziken gezmemiz dolaşmamız ile biz diriyiz, hani doktorların beyin ölümüyle öldü diyorlar ya, işte o ölüm bunun ölümü yani makinenin durması, kişinin aslının durması değildir. Aslının ölmesi diye bir şey söz konusu değildir. ancak biz burada bedenen dirildiğimiz gibi aslımız ile de dirilmemiz gerekiyor. “Hay” Esmasının hakikatini yaşamamız

Page 259: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

258

gerekiyor, çünkü buraya onun için geldik. Bu dirilme de bu beden ile ancak yerine gelmiş oluyor, gerçekleşmiş oluyor.

Bundan evvel de biz vardık ama, âlem-i misalde beden olmadığı için, yani bir su kabının içine girmediği için kimlik alamamıştık. İşte buraya geldik, bizi bu kadehlere bardaklara cam kaselere koydular, biz geldik kâseyi cam bardağı kendimiz zannettik. Halbuki cam bardağın içinde olan, gerçek olan kimliğimiz budur. İşte bu kimliği-mizi peygamberimiz bize açık olarak hangi yollarla bildirecek, ârifler, irfan ehilleri, veliler büyüklerimiz, bunların nasıl yapılacağını bizlere bildirmişlerdir. Bize de kalan hazır yemeği yemektir. Her şey hazır sofra kurulu, Allah’ın ilminin sofrası kurulu, ama ne yapıyoruz? bizim nefsimiz başka lezzetlere kaydığı için, o ilâhi lezzetleri, ilâhi sofrayı bir tarafa bırakıyoruz, gidiyoruz dünya sofrasından, lâhana prasa ile vakit geçiriyoruz.

Tabi o da lâzımdır ama, bizim gerçek gıdamız lâhana prasa değildir, ruhumuzun gıdası, muhabbet ve irfaniyettir. Yani İlâhi bilgiler, Allah bilgileridir, çünkü o bilgilerle biz, ancak kendimizin varlığını bulabiliyoruz. Hadis-i şerifte belirtildiği gibi “nefsini bilen rabbını bilir” diye şartını ve yolunu ortaya koyuyorlar. Nefsini bilen yani kendini tanıyan gerçek ma’nâda hakikati itibariyle kendini tanıyan, kendinden yola çıkarak, ancak rabbını bulması mümkün olur, yoksa ezbere “ya rabbi, aman ya rabbi, ne olur ya rabbi,” demek sadece lisanen söylenen sözdür, hakikati/bâtını olmayan lâfzî bir söz olmaktadır. Kötü mü yok hayır, isyan edeceğine aman ya rabbi desin o da güzeldir, ama o mertebenin güzeli, ama güzelin güzeli, değerlinin de değerlisi varken, insan nediye aslına yönelmek varken teferruat şeylerle uğraşsın. Gerçek “aman yarabb’i” rabb’ını tanıdıktan sonra söylenen dir.

İşte Cenâb-ı hakk Ahadiyet mertebesinde iki özelliği ile bize bildiriliyor, bunu İnsân-ı Kâmil’de abdül Kerim Cîlî bu bilgiyi veriyor, Allah hepsinden razı olsun, Ahadiyette İnniyeti ve hüviyeti Zât-ı Mutlağın belirtilmiş oluyor. İnniyeti ve hüviyeti yani ENEiyeti kimliği, toplu olarak birey olarak değil ve HÜvviyyeti, inniyetinden İnsan ve kur’ân meydana geliyor ki işte, bu yüzden insan ve Kur’ân ikiz kardeştir, Ahadiyet kaynaklı olduğu için ikiz kardeş, yani bir batında doğan ikiz kardeştir, bakın kardeşimiz ne kadar şerefli bir kardeşimiz var. Kur’ân ama Kur’ân’ın da insan gibi şerefli bir kardeşi vardır. Eğer bu ikisi olmasa birisi tek olarak bir işe yaramıyor. İnsan en sonunda kemâle erdiğinde ona ne diyorlar, Kur’ân-ı Nâtık diyorlar.

Bakın konuşan Kur’an, o halde insan ve Kur’ân bir olmuş oluyor, o zaman Kur’ân ama konuşanı olmuş oluyor, yani konuşan Kur’ân olmuş oluyor. Daha evvel insanın aşamaları vardır, onun birincisi, hayvan-ı natık, yani kendini tanımayan kimse bedenini ilâh edinen bedenini kendi zanneden konuşan hayvan, yani bu açık o mertebede, biraz kendini idrak etmeye başladığı zaman, nefs-i

Page 260: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

259

nâtıka, bakın o zaman nefs mertebesine geçmiş oluyor, konuşan nefs olmuş oluyor. Ondan sonra İnsan-ı nâtık, konuşan insan, ondan sonra Kur’ân-ı nâtık, yani konuşan Kur’ân olmuş oluyor.

İşte ârifler, evliyaullahlar, büyüklerimiz peygamberimiz başta olmak üzere, konuşan Kur’andırlar. Peygamberimize ne diyordu

Cenab-ı Hakk; ى نطق عن اهلو ا يـ م و 53/3 “O kendi nefsinden

konuşmaz” وحى حى ي ال و ن هو ا ”O vahy olanı söyler“ 53/4 ا

işte Ahadiyet mertebesinin HÜ viyetinden de, bu âlemler meydana geliyor. Bütün kevn ve kevnin bizim dünyamızda özü olan Beytullah, kâbe-i Muazzama HÜvviyyetinden geliyor, İnsan ve Kur’an da ENE iyyetinden, inniyyetinden geliyor. İşte Ahadiyet’in bir tecellisi Vahidiyet sahasını ortaya getiriyor, Vahidiyet bir isim olmakla beraber, bir faaliyet sahasıdır, nasıl futbol oynarken futbol bir ilim, bilgi bir fiil’dir ama oynanması için bir saha gereklidir, işte vahidiyet mertebesi Vahid, birlik mertebesi denilen yerden, Ahadiyetin bütün tecellileri, oraya aktarılmış oluyor. Ahadiyetin bünyesinde gizli olan, oraya aktarıldığı zaman, ilk orada ortaya çıkan şey, Zât-ı Mutlak’ın kendini Allah ismi ile tanıtmasıdır. Orada ancak, bakın Vahidiyet mertebesinde Uluhiyyet, İlâhlık, Allahlık ortaya çıkıyor. Daha evvelki Ahad Ahadiyet mertebesinde, Teklik mertebesinde, faaliyet olmadığı için, ne isim ne resim ne nat ne herhangi bir şey hiçbir şey orada yoktur.

Vahidiyet mertebesinde Uluhiyet hakikatleri ilmi ma’nâda ortaya çıktıktan sonra bu hakikatlerin faaliyete geçmesi için

rahmaniyet mertebesi zuhura gelmiş oluyor. İşte ﴾الرمحن ﴿٢ق االنسان ﴾ خل ان ﴿٣ قر علم ال 55/1-2-3 dediği yer burasıdır.

İnsanın halk edilişi de buradan kaynaklanıyor. Er Rahman ne yapacağını Zât’ından talim etti, öğrendi, bu âlemde ilk tâlebe Rahmaniyettir. Ne yapacağını bilmezse, Rahman ismini yazalım ne olduğunu bilmezsek, ne olacak ki, yani evvelâ Cenâb-ı Hakk sıfatlarını talim ettirdi eğitti, sonra isimlerini eğitti, ondan sonra onlar Ef’âl mertebesinde onlar eğitici oldular. Kendi yapacakları işi bilmezlerse faaliyetlerini nasıl gösterecekler. İşte Ahadiyet mertebesi Vahidiyette zuhura çıktı, Rahmaniyeti ile Nefs-i Rahmani olarak fezayı nâ mütenahi, sonsuz fezaya yayıldı, oradan da her yerde, hangi galaksi, hangi yıldız, var edilecekse, orada yoğunlaş-maya başladı, neticede dünya da, bu arada oluştu, ve kevn Esma mertebesinden şehadet mertebesi zuhura çıktı, işte bu ahadiyet mertebesinin üçüncü hali Ahadiyet-i ef’âliye deki faaliyetini bildiriyor yani bu ef’âl âleminde bu kevndeki Ahadiyetin bâtını tasarrufunu bildiriyor.

Page 261: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

260

Eğer az önce bahsettiğimiz gibi bu meratib-i ilâhiye burada olmamış olsa bu yaşantı eksik kalır, devam etmez idi.

Ahadiyet-i Ef’âliye yani Ahadiyetin bâtını itibariyle ef’âl âlemindeki tesiratı üçüncüsü başladı. Ahadiyet-i tesirat ve müteessiratdır, yani tesir eden ve edilendir müessir tesir eden tesir alan da tesir aldığı şeyi yapandır, ve bu mertebede Zât-ı Müteâliye yani bu mertebede yüce zat cem-i ef’alin mastarıdır, bakın ne kadar güzel bir açıklama bu merebede Zat-ı müteâli yani yüce zat cem-i ef’âlin mastarıdır. Mastar asıl, kök demektir, özü kökü demektir. Yani yüce olan Zat bu mertebede yani ef’âl mertebesinde cem-i ef’âlin mastarı yani aslı, kökü hakikatidir. Bakın şu cümleyi bilmiş olan bir kimse, bu âlemin hakikatini anlaması zor olmayacaktır.

Sadece kuş uçtu yağmur yağdı Allah rahmet etti klâsik şekliyle anlatmak anlaşılmak değil, klâsik ma’nâda ezber tekrarlamak değildir. bakın Zât-ı İlâhiye, Zat-ı müteâliye yüce Zat cem-i ef’âlin yani bu âlemde olan bütün fiillerin, kuşun kanadının çırpması ağacın yaprağının sallanması, yere dökülmesi, rüzgarın esmesi ne varsa ayırmıyor, iyi işler bir tarafta da, diğer işler, diğer tarafta demiyor, ne varsa ef’âlin mastarıdır. Yani aslıdır, köküdür ve münfeilâtın kâffesinde müessirdir. Yani tesir ettiği yerde her yerde tesir edicidir, oraya hayır ben bunu almam yapmam diyemez, müessirdir yani gücünü her tarafa ulaştırır.

Peki neden gücünü ulaştırır her tarafa? bu cümle bile yanlış ama, söylemek için belirtiliyor, çünkü her taraf diye bir şey yoktur, ayrıca gayrı diye de bir şey yoktur. Yani kendi kendi varlığı üzerinde bir mertebeden tesir edici, yani fâil, bir mertebeden müessir, tesir alıcıdır mef’uldür, eğer bu fâil mef’ul oluşumlar olmasa zâten hayat olmaz. Ve münfeilâtın yani fâillerin kâffesinde müessirdir ve bu Ahadiyet, Ahadiyet-i Rububiyedir. Bakın ne kadar güzel isimler vermişlerdir. Ahadiyet-i Rububiye, yani Ahadiyet’in terbiye ediciliği ve her bir esmaya kendi yapması lâzım gelen bilgiyi gücü kuvveti, aynı zamanda vermesi, Ahadiyet-i rububiye yani terbiye Ahadiyetidir.

İşte Hûd (a.s) ın hikmeti bu Ahadiyet-i rububiyeye müsteniddir, dayanmaktadır, yani Hud (a.s.) bu hakikati idrak etmiştir. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.), bundan mukaddem olan bundan evvel olan Fass-ı Yûsufî'nin âhirinde, sonunda "ahadiyyet-i zâtiyye" ile "ahadiyyet-i esmâiyye-i ilâhiyye"yi zikr etmiş olduğundan, şimdi de "ahadiyyet-i rubûbiyyeti mutazammın olan rububiyet hakikatinin içinde, ona muhit olan "Hikmet-i Hûdiyye"yi beyân buyurur: Hûdiye hikmetini hakikatini beyan buyurur.

Şiir:

Page 262: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

261

Allah'a mahsûs sırât-ı müstakim vardır ki, umûmda zahirdir; hafi değildir (1).

Ya'nî Allah'a mahsus, Allah’a has olan doğru yol, umûmen a’yân-ı kevniyede ve esmâ-i ilâhiyyede aşikârdır; gizli bir şey değildir. yani kevn denilen bütün bu âlemlerin kevniyetin ayninde, hakikatinde, yani programında, aslında ve esma-ı ilâhiyede yani İlâhi isimlerin hepsinde, ve bütün bu âlemin her zerresinde her makamında, her yöresinde, her coğrafyasında, aşikardır. ne aşikardır, Allah'a mahsus olan istikamet üzere olan yol sırat-ı müstakıym, gizli bir şey değildir yani açıktır yani gizlisi yoktur,

Ma' lûm olsun ki, "sırat-ı mustakıym" tarîk-ı vahdettir; yani teklik yoludurki o bizim içinde bulunduğumuz yoldur hani 1/7

âyetin de buyururlur غضوب هم غري الم ي ت عل م اط الذين انـع صرالالضالني هم و ي عل dalâlet yolundan bizi götürme ve bizi sırat-ı

mustakıym üzere götür, diye rabbımızdan dua ediyoruz. Tarik-i vahdettir, yani, teklik yoludur, ve Allah Teâlâ Hazretleri vâhid oldu-ğundan, yani bir olduğundan, bu tarîk-ı vahdet, yani birlik yolu Hakk'a çıkan yolların en yakınıdır en kısasıdır.

Şöyle ki, her bir "isim" için bir "abd" vardır; 0 "isim", o abdin Rabb-i hâssıdır. Yani o ismin zuhura çıkacağı bir mahal vardır, kulu vardır, abd’ı vardır, Ve o abd dahî, o "ism"in abdı olmakla beraber onun mazharıdır. Burada abd dan kasıt insan kast ediliyorsa da bu hayvanlar için bitkiler için ve cemadat için de bu böyledir. Meselâ bir elma için içinde bir çok rabbani isimler varsa da onun asıl rabbı “Rezzak” tır. İşte o gördüğümüz o elma ve armut Rezzak’ın suretlenmiş halidir. O armut da onun abd’ıdır, kuludur. Biz ona elma deriz, görünüşüne kevnine bakarak, halbuki o elma kendi kendine mi oldu, bir çok eğitimden geçmekte güneş almakta o zaman güneş onun bir rabbı olmakta, yağmur almakta yağmur rabbı olmakta, neden çünkü hep onun terbiyecileridir.

Yani bir varlığın mutlak olarak bir tek rabb-ı hassı yoktur, ancak rabb-ı hasın oranı fazla olan onun rabb-ı hassıdır. Her varlıkta bütün esma-ı ilâhiye mevcuttur. Eğer esma-ı ilâhiyenin hepsi olmazsa o varlık eksik olmuş olur, bütün bu âlemlerde Cenâb-ı Hakkın bütün esma ve sıfatlarının hepsi bu âlemde ve her zerrede mevcuttur ayrıca. Belirli beş metre kare on metre karede var değil, her zerrede vardır, bakın görebildiğimiz göremediğimiz mikropta dahi bütün esma-ı ilâhiyenin hepsi DNA larımızda bile bütün esma-ı ilâhiyenin hepsi vardır. Eğer birisi eksik olsa insan eksik olur. ancak terkip olarak hangi esma yüzdesi fazla ise, onun hükmü onun hüviyeti üzerinde ortaya çıkıyor ve o isim ile anılıyor.

Page 263: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

262

O abd dahi o ismin abdi olmakla beraber onun mazharıdır. Yani zuhur yeridir çıkış yeridir. Temsil ettiği yerdir. O halde âlemde baktığımız ne varsa, nefsimize ters gelir, kötü gelir, ekşi gelir tatlı gelir, hepsi Hakk’ın zuhurundan başka bir şey olmadığını anladığımız zaman, ama ciddi olarak lâf olarak değil, ona olan muamelemiz değişecektir. Ve ne yönde olacaktır, hürmet ve sevgi babında olacaktır. Hakkın varlığı olan bir yer sevilmiyor ise, o zaman biz de hiç sevilmeyiz, Cenab-ı hakk o yüzden cehennemine atar. Ama Hakk’ın varlıklarına biz şefkatle rahmetle merhametle muamele edersek, ne olursa olsun isterse karşımızdaki düşman olsun, onun düşmanlığı kendini ilgilendirir, bizi ilgilendiren onun zâtıdır, özüdür, hakikatidir, biz de yaptığımız muameleyi onun fiiline kendi akl-ı cüzüne nefsine değil, hakikatine yöneldiğimiz zaman, bir zaman geçecek ki, o da bize aynı şekilde kendisini yönlendirmeye çalışacaktır.

İşte bütün bu âlemler esma-ı İlâhiyenin zuhur mahalleridir, peki o zaman bu âlemdeki kavga nedir, diye biz kendi açımızdan düşünebiliriz, ama bir de karşımızdan seyrettiklerimizde kavga var, işte bu kavga onların kavgası değil, esma-ı İlâhiyenin kendi saltanatını daha çok ortaya çıkarmasındandır. “Kahhar” diyor ki ben kahharlığımı yapacağım, madem Allah beni Kahhar olarak halk etmiş eğer ben kahretmezsem görevimi yapmamış olurum.

Diğeri de ben rahmet etmezsem, görevimi yapmamış olurum, işte görüyoruz zâten, bir yer yıkılıyor, kırılıyor parçalanıyor o görevini yapıyor, Allah ondan razı kırdığı için razı, kırmak için halk etti, peki sonra ne oluyor, sebepsiz bir şey değil, sonra rahmana diyor ki hadi bakalım kırılanları düzelt, bakıyorsunuz oradan bura dan bir sürü hediyeler gidiyor, işte orada da Rahman rahmet faaliyete geçiyor, işte Cenâb-ı hakk bütün isimlerinin hakkını bu şekilde vermiş oluyor. Ama orada bir sürü insan öldü, şu öldü bu öldü, gene hep kesrete düşüverdik, bakın bu cihanda nice başlar kesilir soran olmaz, çünkü kesen de kendisi halk eden de kendisi yıkan da kendisi, kıran da kendisi bozan da kendisidir.

Kim kime hesap soracak, böyle baktığımız zaman, içimizdeki o kargaşalar düşünceler, düşmanlıklar neden niçin soruları, hepsi kalkar, ve böylece de kişi huzurlu bir hayat yaşar, kimseyi de suçlamadan, kimseye de yanlış bir gözle bakmadan.

Daha sonra bakar ki, bu âlemde dışarı ile uğraşmak maharet değilmiş, ma’rifet içeri ile, kendisi ile uğraşmakmış, diye kendi hakikatini anlamaya çalışır.

بسم الله الرمحن الرحيم Kaldığımız yerden devam edelim, vaktimiz kalırsa sorulara sonra geçelim.

Page 264: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

263

Binâenaleyh abd zâhirdir, cisimdir; Rab ise bâtındır, rûhdur. Ve abd dahi o ismin abdı olmakla beraber onun mazharıdır, zuhur yeridir, böyle olunca abd zâhir olmakta, yani görünen olmaktadır. Cisimdir, zâhirdir, cisim de görünendir. Rab ise bu varlıklarda bulunan bâtındır, ve ruhdur. Yani esma-ı İlâhiyenin ma’nâsı bâtında, sureti, zuhuru mahali de varlıklarda, insan olmakla beraber önde diğer bütün varlıklarda da böyledir. Böyle olunca, mahlûkâtın nefesleri sayısınca Hakk'a yol vardır. Çünkü hepsi bir rabbın tesirinde olduğundan rab da, Allah’ın isimlerinden olduğundan böylece bütün varlıktan Allah'a yol vardır.

Ve her bir mahlûk yani halk edilmiş, bakın yaratık demiyor, her bir mahluk yani halk edilmiş, yaratmak diye bir şey yoktur, bunu zaman zaman bahsediyoruz, Allah yarattı, işte Allah şunu yarattı Allah bunu yarattı, sözleri şeriat ve tarikat mertebesinde geçerlidir. Aslında tarikatta da geçerli değildir ama, lâfzi tarikatta yani zikir tarikatında geçerlidir, çünkü orada henüz tefekkür yoktur, ancak hakikat mertebesinde tefekkür ün olduğu yerde yaratmak yoktur, çünkü yaratmak ikilik gerektirmektedir. Başka bir Allah olacak da, bizim Allah’ımız, o Allah’tan kendinde olmayan bir malzeme alacak, hiç gerçekten yok olan, bir şeyi ortaya getirecek bunu böyle düşündüğümüz zaman, bu gizli şirk olur, biz farkında bile olmayız.

Ancak kasdi olmadığından, Cenâb-ı Hakk ona bu kelime kullanıldığı zaman günah yazmaz, ama kendi bilgisi eksik kalmış olur, irfaniyeti eksik kalmış olur. kim ki mahlûk yerine yaratmayı kullanıyor, o tevhid ehli olmadığı açık olarak anlaşılır. Çünkü yaratmayı kullanan bu hükmün altında olduğu açık olarak görülmektedir. Her bir mahlûk halk edilen bakın yaratılan değil, yaratma yoktan var etmedir, yoktan diye bir yer yoktur zâten bu âlemde yok diye bir yer yoktur, yok bir durumda vardır o da izafi yokluktur, yani isimden ibaret olan bir yokluk vardır, meselâ bir nohut tohumunu elimize alalım, bu tohumun içinde evvela kökleri gövdesi yaprakları çiçeği vardır, sonra tohumun kendisi de vardır. Peki o nohut kendisi nohut iken, bu saydıklarımız kısımları gözüküyor mu, gözükmüyor işte bunun için yok hükmündedir ama içinde kuvve olarak vardır, mutlak yok değildir. O anda göremediğimiz için yok hükmündedir. Mutlak yok değildir, işte buna izâfi yokluk deniyor. İsim olarak yokluk deniyor. Şimdi burada o kardeşimiz burada yok ama, kendisi başka yerde var, burada yok, işte buna izâfi yokluk deniyor.

İşte bu yok denen şey şu anda yoktur. Yarın öbür gün bir ay sonrası var mı şu anda yok, ama şimdiye kadar nasıl o yok, yok olanlar var olduysa, her birerleri o da gelecek bir gün, var olacak ama mutlak yok, diye bir şey değil, ertesi gün yarın gelecek, ama bir gün olacak o da son bulacak, ondan sonra başka âlemler var edilecek, işte her bir mahlûk tabi olduğu ism-i mahsusun muktezası üzerine hareket edip o ismin tarikinde yürür. Ne kadar

Page 265: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

264

sağlam cümleler, bunların üzerinde her hangi bir şüpheye düşecek bir şey yok, bakın burada genelde kimseler övülmüyor, bizimki şöyle diyor, sizinki böyle diyor, bakın kimlikler yok, işte bu marifetullah, Allah bilgisi, Allah bilgisi şey’iyyetle kişilerle uğraşmaz. Sahası irfaniyet, onun iki aktörü vardır, biri Hz Rasulullah biri Hz Allah O’nun dışında kimse yoktur.

Öyle olunca da tefrika yoktur. İşte 72 milleti bir araya getiren necat fırkası bu fırkadır. Yeri gelmişken bunu da bilelim. Bütün fırkaları bünyesinde toplayıp cem eden 73. Fırka Cem fırkası, fırka-ı naciye dedikleri işte budur. Neden, kimse ile bir derdi yok ki, o istediği kadar, orada ben şuyum buyum dese, biliyor onu hevadan söylediğini, onun da bu âlem içinde olduğunu biliyor. O’nun da rabbının mudil olduğunu biliyor, o zaman ona ne diyecek ki, bir şey demeye gerek yoktur. Ancak yakıynen soran söyleyen olursa bu budur diye bildirilir, başka bir şey yapılmaz.

Hayata bakış ne kadar farklı değil mi? her şeyin de hakkını vermek üzere her bir mahlûk tâbi' olduğu ism-i mahsûsun yani kendine tahsis edilmiş ismin muktezâsı üzerine hareket edip o ismin yolunda yürür, işte tarikat budur, gerçek tarikat işte budur, yoksa onun tarikatı, bunun tarikatı, orada on zikir burada 20 zikir, bunların hepsi lafzi hayali şeylerdir. İşte bu tarikat da sırat-ı mustakıym olan efendimizin getirmiş olduğu bildirmiş olduğu yolumuzdur. O yol dahî o "ism"in, o Rabb'in " sırat-ı müstakıy-midir, doğru yoludur.

Meselâ mü'min Hâdî isminin sıratındadır, ve kâfir Mudil isminin sıratındadır, ve zehir Dârr isminden kaynaklanmaktadır ve bal Nâfı' isimlerinin mazharlarıdır. Bunların her birisi taht-ı terbiyesinde bulundukları ismin muktezasına, gereğine tâbi'dirler. Binâenaleyh cümlesi, ism-ı hâslarına nisbetle doğru yol üstünde yürürler. Yani hepsi kendi sıratları üzerinde yürürler.

Fakat bu isimlerin yolları yekdiğerine nisbetle doğru yol değildir. Meselâ Dârr isminin yolu, yani zarar verici ismin yolu Nâfı' isminin yoluna nisbeten doğru olmaz. Hani şuradan çıkacağımız hepimiz başka istikamete gideceğiz, hepimiz tek yoldan aynı yoldan aynı yerden gitmeyeceğiz, o halde bir birine ne kadar zıt yönlere gideceğiz değil mi, ama herkes kendi sırat-ı müstakimine gidecek, kendi doğrusuna gidecek o zaman da kimseye bir şey demek düşmez.

Ve mü'min kâfiri, kâfir dahî mü'mini, eğri yolda görür. Biz kendimizi doğru yoldayız derken kâfir de bize bakıp bunlara bak neler yapıyorlar diyor. hiç işleri yok sabah akşam soğukta abdes alıyorlar, buz gibi olur mu şimdi bu iş diyorlar, başını secdeye koyuyor düşünmüyor secde en mikroplu yerdir, gözleri mikrop içinde hasta olacak olur mu bu, hacca gidenlere de karşı çıkar Araplara para yedirmeye gidiyorsunuz der çünkü kendinin doğru

Page 266: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

265

yolu o değil. O da amerikaya gidiyor onun doğru yolu odur ne yapsın, İmdi ne kadar esmâ-i ilâhiyye varsa, müsemmâsının ahadiyyeti i'tibâriyle yani ismin tekliği itibariyle her isim kendi bünyesinde tektir, bütün bunlar da Ahadiyet’e bağlı olduğundan Ahadiyeti itibariyle kaffesi müsemması müsemmâ-i Allah'a vasıl olur hepsi neden çünkü bütün esma-ı İlâhiye Allah’a ait olduğun dan bu surette cemi esmanın yolları bütün isimlerin yolları yani kendi doğru yolları cami olan yollarıni cami olan sırat-ı mustakıym yani bütün bu yolları bünyesinde toplayan sırat-ı mustakıym ama her birilerinin sıratları Allah ismi ile musamma olan yani Allah diye belirtilen o zat-ı Uluhiyete mahsustur. yani hepsi Allah’ın ilmine vasıl olur.

Bu surette cemî'-i esmanın yollarını cami' olan doğru yol (sırât-ı müstakim), "Allah" ismiyle müsemmâ olan zât-ı ulûhiyyete mahsûstur. Ve yolların tümüne cami' olan tevhid yolu üzere, ancak mazhar-ı ulûhiyyet olana, mazhar-ı Muhammedi suluk eder. Bakın bütün bir bilgi verdi, burada küçük bir yer ile batınımızda oluşacak sorularımızı burası cevaplandırıyor. Madem ki her şey Hakk üzere ve her şey de bütün esma-ı İlâhiyenin zuhuru üzere olduğundan, her esmada kendi sırat-ı mustekıymında olduğundan, o zaman kimi suçlayacağız. Bakın sorusu aklımıza gelir, bu aklımızı karıştırabilir.

Cevabı şurada Allah ismi ile müsemma olan, Zat-ı Uluhiyete mahsustur. Yani bütün bunların neticesi Hakk’a dayanmaktadır. Çünkü bütün Esma-ı İlâhiye zâten Allah’ın isimleridir, dolayısıyla bu âlemde de Allah’a ait yani mertebesi itibariyle ayrı gayri hiçbir şey yoktur, ama böyle baktığımız zaman. İşte bu bakış Allah ismi ile müsemma olan Zât-ı Uluhiyete mahsustur. Şimdi bu cümleye dikkat edelim; tariklerin kaffesine cami olan yani yolların hepsini bünyesinde bulunduran, tarik-i tevhid, diğerleri tarik-i fasıl olarak kalmaktadır. Yani tarik-i tevhidden bakın kendilerini ayrı ayrı bütün bu yolları bir görmeyin. Kendi yolunun ayrı ayrı olduğunu, ve bu yolun doğru olduğunu zannedenler, işte bundan ayrılmış oluyor. Çünkü onlar bu sistemin farkında olmadıkları için kendilerini kendi hallerini kendileri var etmiş zannediyorlar, bunu biz kurduk biz yaptık bunlar bizim şunlar şunun, diye fark âleminde ayrıldıkları için birbirlerine karşı gaflette oldukları için bir birlerini ayrı görüyorlar.

Ama tarik-i tevhid bunların hepsini bünyesinde topluyor ve Hakk’ın Mudil isminin zuhurudur diyor ve başka fikir de yürütmüyor gerek de zâten kalmıyor. Ama o kendini ayrı gördüğünden Hakk’ın varlığından ayrı gördüğünden ve kendine bir şahsiyet verdiğinden işte o kimlik şirk oluyor. Yani suç unsuru orada bu gibi tariklerin. Tariklerin kaffesini bütün yolları az evvel dediğimiz Cami olan tarik-i tevhid işte bu tarik-i tevhid yani birlik yolu hepsini bünyesinde kabul eden yol fırka-ı Naciyedir. Tarik-i tevhid üzere ancak

Page 267: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

266

mazhar-ı Uluhiyet olana bakın tevhid tariki üzere mazhar-ı Uluhiyet yani Uluhiyet zuhuru olana Mazhar-ı Muhammedi suluk eder.

Yani buraya Muhammediye mazhar olanlar ancak gelebilir. Yani bu şekilde düşünen onlardır. Muhammedi zuhurlarıdır, bunlar da zâten âriflerdir. Bakın mazhar-ı Muhammedi suluk eder, yani bu uluhiyet yoluna Mazhar-ı Uluhiyet yoluna, Mazhar-ı Muhammedi suluk eder yani yürür gider. Diğerlerinin hiç birisi ulaşamaz, nerede kalır Esma’da kalır, Zât’ına ulaşamaz.

Ve cemi enbiyâ yani bütün peygamberler ve kümmel-i evliya yani mükemmel evliyalar, o tarik üzeredir. İşte gerçek sırat-ı Mustakıym budur, bütün sıratları, yolları kendi bünyesinde toplayan Muhammedi suluk, Muhammed’in yolu (a.s.) diğerleri ise sadece kendi isimlerinin yoludur, ne kadar isim varsa o kadar nefes var hakka ulaştıran, o kadar da tarik vardır. Bu nerededir, kesret âlemindedir. Kesret âlemine düşüldüğü zaman, her şey orada başlıyor, sen sen, o, bu bu, vıdı vıdı dedi kodu, alıp başını gidiyor. İşte bütün bunları ortadan kaldırmak, Tarik-i Muhammediye o da sırat-ı Musatakıym sonra onun sırat-ı Mustakıym hazarat-ı hamseye gelmeden evvel biraz daha ilâve yapalım, burada hepsi verilmiyor tabi bütün bölüm bölüm veriliyor, yedi nefis mertebesine gelinceye kadar sırat-ı Mustakıym, hazarat mertebeleri başladığı zaman orada da sıratullah başlıyor. Sıratullah miraçtır, sırat-ı mustakıym, bizim kendi kendimizi idare ettiğimiz ve kendi hakikatimize ulaştığımız, gerek fiziki ma’nâda şer’i olarak ibadetlerimizi yapmamız ve kendi sıratımızda, tevhide kadar bizi getiren yolumuz, sırat-ı mustakıymdır. Ondan sonraki de sıratullahtır âyet-i kerimede “Sıratullah” diye bundan bahsediyor.

Cem-i enbiya ve kümmeli evliya yani kâmil evliyalar, bu o tarik üzeredir bu bahsedilen yol üzeredir. Sair bahsedilen muhtelif tarikatlar tarikler bu tarikten ayrılan neden ayrılıyor kendilerini ayrı gördüklerinden ayrılan ayrıldığı için de suç unsuru olan bakın Muhammedi tarikten ayrılanlar Muhammedi tarikden ayrılmayan bu gibi edepsizlikleri yapmaz. Bakın ne kadar açıktır. Ve müteşaibedir yani şaibelenenler şüphelenenler şüpheli olanlardır bunlar. Yani sair turuk-u muhtelife yani sair muhtelif yollar bu tarikten yani bu sırat-ı mustakıymden ama, Muhammedi olan sırat-ı Mustakıymden ayrılan dallanan şüphelenen dışa çıkan tariklerdir yollardır diye belirtiliyor.

Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2).

Ya'nî bu "halk" dediğimiz eşyanın bu âlemde görünen ne varsa ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister emirlere vâkıf olanı olsun, yani ister bu işleri bilen olsun ister olmayanı; yani ister kendinden gafil olsun yani ne olursa olsun hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Efendim orada şu var burada bu var o

Page 268: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

267

da Allah mı, Hakk mı,? burada dediğine göre Hakk, eğer o başkadır dersek nefsimize ters gelen şartlandığımız, hani ilâhi ile süfli şeyler arasında şartlandığımız şeyler diyelim, bir kemik yere atılmış o da Hakk mı şimdi, değil dersen ne olacak şimdi, Hakk değilse kemiği nereye koyacağız, o zaman kemiği İlâh edinmemiz gerekecektir, bakın başka yolu yoktur, eğer Hakk’ın dışında dersek. yani ona kendi kendini halk eden, kendi ile var olan bir varlık olarak kabul etmemiz gerekecektir,

Bakın küçücük bir düşünce bizi nerelere götürüyor, veya insanı

nerelere getiriyor, Hakk’ın tecellisinden başka bir şey değildir. هويم ء عل هو بكل شى اطن و الب الظاهر و االخر و االول و 57/3 “O

evveldir, âhırdır, zâhirdir, bâtındır, ve o her şeyi bilendir.”

O onu öyle yapmaya da kadir, bir başka türlü yapmaya da kadirdir. Bize iyi görünenleri bizim İlâh’ımız yaptı kötü gelen şeyleri başkasının Allah’ı yaptı deme şansımız var mı,? varsa o zaman biz şirk ehliyiz, iki Allah kabul ediyoruz demektir. Kötü gelenleri yapan Allah Mecusilerin dediği gibi zulmet, nur Allah’ın, onlar öyle kabul ediyorlar. Hepsinde Allah’ın aynı zâhir ve Zât’ı ve hüviyeti hâzırdır. Bakın hem zâhir ve hem de hâzırdır.

Ancak, peki o kemik Allah mı? Değilse neden değildir, Uluhiyeti mutlaka yönüyle o Allah değildir, Zât-ı Mutlak yönüyle Zât’ı yönüyle Allah değildir, ama zuhuru ve bir ismi yönüyle teşbih mertebesi itibariyle, benzetme ve kayıtlı hükmüyle, Zât-ı Mutlak değil, Zât-ı Mukayyedin orada görünmesinden başka bir şey değildir. Allah değil, mutlakiyeti yönünden Zât-ı Mutlak yönünden değil, hiçbir şey değil aslında, ne iyisi ne kötüsü, diğer taraftan bakıldığında da, iyi kötü diye bir şey de yoktur, biz nefsimize kötü gelen istemediğimiz şeylere kötü diyoruz nefsimizin istediği şeylere de iyi diyoruz.

Meselâ gübre ile tatlıyı yan yana koyduğumuz zaman, yahut gübre kokusu ile, gül kokusunu yan yana koyduğumuz zaman, nefsimiz bunların birini tercih ediyor, neden çünkü işine öyle geliyor, ama o kötü koku dediğimiz şeyi, ehli alıyor diğer kokulara karıştırıyor herkesin isteyerek kokladığı, kokuyu meydana getiri-yor. Özü cüzlere ayrıldığı zaman işte o kötü kokudan başka bir şey değildir. Ne kadar kötü kokuyor deyip, tiksindiğimizde aslında onun kemâlini tasdik ediyoruz da farkında değiliz. Çünkü o da bir kemâldir. Yani bir şey ne kadar ekşi kokarsa orada o kadar kemaldedir, o gül kokusu ne kadar güzel kokarsa o da gülün kemalidir ama hepsinde bir kemal vardır, neye göre? kendi mertebesi itibariyle kemaldedir.

Page 269: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

268

İşte gerçek ma’nâda tevhid bütün bu zıtları bir arada toplayıp hepsi Hakk’ın bir isminin gereği zuhuru diye bilmektir. Bir ölçü vermişler kendini test etmesi için kişinin kendi bünyesinde ne kadar zıtları birleştirebilirse, tevhidliği o kadardır, tevhid ehli o kadardır. Bu bir ölçüdür. ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister emirlere vâkıf olanı olsun, yani ister bu işleri bilen olsun ister olmayanı; yani ister kendinden gafil olsun yani ne olursa olsun hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Yani Allahın hakikati zâhir meydanda yani Zât’i ve hüviyeti de hazırdır.

Ve nefes-i rahmanisi yani ilk olarak âlemlere Cenâb-ı Hakk evvelâ başlangıçta “Huuu” diye nefesini saldı kişi de kendi “huh” dediği zaman soğuk cam üzerinde bir yoğunlaşma oluyor, onun gibi işte Allah’ın kendi bünyesinde ne varsa Rahmaniyet lisanından yahut kanalından, ağzından “Huuu” diye bütün âlemlere yaydı, bunların hepsi bütün âleme yayıldı, ancak biri bir tarafa gitti, biri bir tarafa gitti biri bir tarafa değil, her tarafa gidende hepsinden vardır. Bir tarafa “Cemal” ler gitti, bir tarafa “Celaller” gitti değil her zerrede hepsinden vardır. Zâten öyle olmazsa aynı toprağın içinde bir tarafta gül bir tarafta meyve olmaz. Bölünseydi gül yetişen yerde meyve olmazdı. Coğrafi özellikler nedeniyle bazı farklılıklar olabilir.

Ve tecellî-i ilâhîsi ile zuhuru eşit surettedir; zîrâ halk-ı Rahmân'da halk edilişte benzerlik yoktur, hepsi değişiktir. Cenâb-ı Hakk bir tecellisini ikinci defa etmez, ebeden etmez, zâhirde baktığımız ne varsa hepsi birbirinin aynı imiş gibi görsek de, hiç biri birbirine benzemez. Bir ağacın bütün yapraklarını üst üste koysak hepsinde farklılık görürüz. Ve her bir zerre ancak onun zâtiyle mevcûddur. Eğer bir zerre varsa yani en küçük parça veya daha büyüğü neyse onu meydana getiren bir varlık olmamış olsa o varlık zâten olmaz. İşte o varlığın olması kendisini meydana getirenin ilk ispatı odur. Bir malzeme onu üretenin fabrikanın en büyük ispatıdır. Mademki bizler varız yer yüzünde o halde bizi var eden bir varlık vardır. İşte bizler Allah’ın varlığının en büyük delilleriyiz. Başka delile gerek yok kendimiz en kuvvetli deliliz.

Allah’a inanmayanlar için o da bir imandır yokluğa iman etmiştir, ama batıl bir imandır geçersizdir. İnanmadığı rab ona ahirette ne yapsın ki. Ve zât-ı Hak onların her birerlerinde birer isim ile mütecellîdir; bu âlemde ne varsa zâhirde ve bâtında, zerreden kürreye kadar ne varsa her birerlerinde birer ismi ile yani o varlığın sırat-ı mustakıymi hali tavırları ne için halk edilmişse, birer isim ile tecellidir, yani o isim ile tecelli etmiştir tecelli demek ayna olmak, meydana getirmek, çıkarmak yansıtmak zuhura getirmektir, ve o isimler, o mazharların ruhları ve idare edicileri-dir. Yani o esma-ı ilâhiye o varlıkların ruhları ma’nâları yani hakikatleri ve müdebbirleri, yani tedbir edicileri yönlendiricileri

Page 270: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

269

ihtiyacını görücüleri, programını takip ettirdikleri melekleri kuvvet-leridir.

İşte biz gece yattığımız zaman rahat rahat yatıp uyuyoruz ama melâike-i kiramın hiç birisi uyumuyor. Hepsi görev başındadır. O toprak içindeki o tanenin etrafında, melaike-i kiram fıldır fıldır dönüyorlar. Bize hizmet ediyorlar, işte müdebbir dediği budur. Hangi eczadan hangisi çekilecek, o toprakta o eczaların tamamı vardır, yani o meyvenin ya da, hububatın yetişmesi için lâzım olan eczayı çekiyorlar topluyorlar, kanala getiriyorlar o kılcal kökler vasıtasıyla ana köke alınıyor, onun içinden de yer çekiminin aksine yukarı doğru hareket ettiriyorlar ve yeni dallar üretiyorlar.

Efendim onu tabiat yaptı, güneş çıktı yağmur yağdı, hava ısındı bu zâten bitki tarafından hep kendi kendine yapılır, diyenler işin batınını bilmeyenler perde ehilleridir. Bakın orada sistem tersine çalışıyor, su genelde yukarıdan aşağıya gider, ama kökte tam tersidir, aşağıdan yukarıya doğru gidiyor, sonra bu olay ağacın her dalında ve yaprağında vardır. Kılcal kökler rutubetli toprağın içine dağılan suyu oradan nasıl ayırıp alıyor sonra, metrelerce yukarı pompalıyor. Sonrada onunla kalmıyor ekşi, tatlı, acı tatlar nasıl meydana geliyor. O renklenmeler nasıl oluyor. Aynı gövdeye aşı yapıldımı birinde sarı diğerinde kırmızı kiraz oluyor.

Ve bu mazharlar da o isimlerin suretleridir. İsimler onların ma’nâları ruhları, görünen madde olan da zuhur, yani mazhar orada zâhir olan da o ismin suretleridir. Yani elma diye gördüğü-müz Rezzak isminin oradaki suretidir. meselâ arıları görüyoruz uçuyorlar, o arılar Rezzak isminin orada uçan ma’nâlarıdır, ayrıca arı diye kendine ait bir şey yoktur, ama biz eşyayı birbirinden ayıralım, karıştırmayalım diye, hepsine uçan Rezzak, duran Rezzak kalkan Rezzak yenen Rezzak içilen Rezzak dersek bunlar karışır onun için bunlara ayrı isimler verilmiştir. Binâenaleyh her bir zerre, tâbi' olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür bu da onun doğru yoludur, hepsinin doğru yolu değildir.

بسم الله الرمحن الرحيم Bu gün 02/06/2012 Cumartesi Fususu’l Hikem Hud Fassı sayfa 269 kaldığımız yerden devam edelim bir evvelki sohbetimizle bağlantısı olması bakımından bir paragraf yukarıdan alalım düz olarak okuyalım Cenâb-ı Hakk her birerlerimize bu hakikatleri anlayabilmek için idrak genişliği versin

لله الرمحن الرحيم بسم ا

Page 271: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

270

Büyükte ve küçükte ve umuru bilende bilmeyende Allah'ın "ayn"ı zâhirdir (2).

Ya'nî bu "halk" dediğimiz eşyanın ister büyüğü olsun, ister küçüğü; ister umura vâkıf olanı olsun, ister olmayanı; hepsinde, Allah'ın "ayn"ı zâhir ve zâtı ve "hüviyyeti hâzırdır. Ve nefes-i rahmanisi ve tecellî-i ilâhîsi ile zuhuru eşit surettedir; zîrâ halk-ı Rahmân'da halk edişinde benzerlik yoktur. Ve her bir zerre ancak onun zâtiyle mevcûddur. Ve zât-ı Hak onların her birerlerinde birer isim ile mütecellîdir; ve o isimler, o mazharların ruhları ve idare edicileri. Ve bu mazharlar da o isimlerin suretleridir. Binâenaleyh her bir zerre, tâbi' olduğu ismin sırât-ı müstakîmi üzerinde yürür.

Bunun için Allah'ın rahmeti, hakir ve azimden her şeye vâsi' oldu (3).

Yani hakir gördüğümüz de yüce gördüğümüz de ne varsa hiç

birini ayırmadan bütün âleme rahmeti vâsi oldu yani kapladı. سع وض االر ات و و م الس سيه كر 2/255 “O nun kürsisi semâvat ve arzı

kaplamıştır” âyetin bir başka açılımıdır bu. O âyet-i kerimeyi bu anlayışla okuduğumuzda âyetin bizdeki açılımı ve hakikati çok daha başka olacaktır. Rahmet iki kısımdır: Allah’ın Rahmeti diye izah etti ya Hakir ve Azimden yani hakir ve yüceden her şeye vasi oldu, işte bu rahmet Allah’ın Rahmeti iki kısımdır. Birisi "rahmet-i zâtiyye", Yani Cenâb-ı Hakk’ın Zât’i rahmeti, diğeri "rahmet-i sıfâtiyye"dir. Yani sıfat yoluyla verdiği rahmetidir. Birisi Zat mertebesinden verdiği Rahmet diğeri ise sıfat mertebesinden verdiği rahmet-i sıfatiyesidir. Ve bunların her birisi dahî iki kısımdır: Yani Rahmet-i Zat’iyye de iki kısımdır, rahmet-i Sıfatiyye de iki kısımdır.

Birisi "rahmet-i âmme", yani umumi rahmet, diğeri "rahmet-i hâssa"dır. Yani hususi rahmettir. yani rahmein birisi umuma verilen rahmet diğeri de özde varlıklara tahsis edilmiş hususi hassadır rahmet-i hassadır. Şu halde rahmet bu dört asıl üzerine bina edilir. Burada her şeyi vasi/kaplama, olduğu beyân buyurulan rahmet, rahmet-i zâtiyye-i âmmedir. Yani Zât’i rahmetin umumi olanıdır. Bu rahmete nail olmak, amel ile değildir. yani kişi ben namaz kıldım ibadet ettim işte zekât verdim şunu yaptım bunu yaptım oruç tuttum da Cenâb-ı hakk’ın Zât’i rahmetine ulaştım değildir. Bu oruç tutana da, tutmayana da, hakir olana da, yüce olana da, gelen bir rahmettir. Allah’ın Zât’ından gelen umumi rahmettir. Rahmet, Rahmet-i Zât’iye-i Umumidir, bu Rahmet’e nail olmak amel ile değildir.

Zîrâ bu a'yâna, yani a’yân-ı sâbite dediğimiz varlığın ilk programlarına, yani özlerine hakikatlerine Hak Teâlâ Hazretleri,

Page 272: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

271

rahmet-i rahmâniyyesi ile vücûd i'tâ buyurdu. Nefes-i Rahmani tüm âlemlere “Huuu” diye saldığı zaman onlara birer kimlik birer vücud verdi. Halbuki bunların bu vücûda nail olmaları, evvelce kendilerinden meydana çıkmış, olmuş bir beyenilen amel karşılığında değildir. Nefes-i Rahmaninin bütün âleme verilişi o varlıkların, daha evvelce yapmış olduğu amel ki, kendileri zâten yok, bu yüzden yapmış olduğu ibadet ve sâlih amele bağlı değildir. Bunların bu vücuda nail olmaları evvelce kendilerinden sadır olmuş meydana gelmiş bir ameli mukabilinde değildir.

Belki Allah’ın yüce bir yoldan nimetidir. İmdi bu a'yânın yani a’yân-ı sâbitelerin vücûdu, vücûd-ı mutlakın, yani mutlak varlığın mutlak vücudun, tenezzülâtından yani bir mertebe tecellisinden açılımından meydana geldiği, husule geldiği ve vücûd-ı Hak eşyanın tümüne sâri olduğu için, yani bütün eşyada mutlak olarak varlığında şüphesiz mevcut olduğundan, bu rahmetten murâd dahî zâhir olmanın başlangıcı olan, vücud-ı mutlaktır. Burada vücud-u Mutlak denmesi bütün âlemlerin kaynağının olmasıdır burada vücud dendiği zaman mevcud olan madde ma’nâsında bir şey aklımıza getirmeyelim.

Vücud üç şekilde belirtilmekte birisi vücud-u şuhudi dediğimiz bu âlemler madde âlemler, diğeri vücud-u izâfi dediğimiz, bunun üstündeki esma âlemi, âlem-i melekût, vücud-u mutlak ise bütün bu âlemleri bünyesinde toplayan ve meydana getiren görüntüde olmayan, bilinmeyen yani ne olduğu bilinmeyen, ancak varlığı mutlak olan, bunu ifade etmek için “Mutlak” diye ifade edilir. Yani bu vücud-u Mutlak bilinen görülen bir şey değildir. Cenâb-ı hakk’ın ezeldeki tarifi vücud-u Mutlak’tır. Zât-ı Mutlak diye belirtilen o hakikatin kendi bünyesindeki ilm-i ilâhisinde hatta daha da yukarısında, Ahadiyetinden bahsedilen mutlak vücuttur. İşte bütün bunlar vücud-u mutlakta A’mâiyette, bâtında iken Cenâb-ı Hakk nefes-i rahmaniyesi ile bunları bütün âleme irsal eyledi, gönderdi. İşte bu rahmetten murad dahi mebde-i taayyunat olan, vücud-u Mutlak, yani bütün bu âlemlerin kaynağı olan mutlak vücuttur.

"Hiç bir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun nâsıyesini tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakim üzeredir. (4).

يم ق ست اط م ى صر ىب عل ن ر ا ا ه ت اصي ال هو اخذ بن ن دابة ا ام م11/56 "Hiç bir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun nâsıyesini tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı müstakim üzeredir.

Hûd (a.s.)ın hikmeti, bu âyet-i kerîmeye bina edilendir. Bu fassın evvelinde Hikmet-i Hudiye diye bahsedilmişti bu da Hkmet-i Hudiyenin Ahadiyet beyanındandır. Yani Ahadiyet teklik beyanın-daydı. Yani Hikmet-i Hudiyeyi ahadiyet hakikati ile bağlamışlardı, burada onun izahına tekrar geçiyor, Hud (a.s.) ın hikmeti her

Page 273: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

272

peygamberin kendine ait bir hikmeti olduğundan Hud (a.s.) ın hikmeti de Ahadiyet hakikatidir. Bu âyet-i kerîmeye müptenidiri yani buna dayanmaktadır. Yani Hud (a.s.) ın hakikati bu âyet-i kerîme ile belirtilmektedir.

Cenâb-ı Hakk her bir peygamberi Kur’ân-ı Kerîm’inde bir veya birkaç veya bir çok âyetleri ile onların hakikatlerini bize bildiriyor. Ama biz sıradan Kur’ân-ı Kerîm okuduğumuz zaman bu hikmetlerin hiç birinden haberimiz olmuyor, sadece sevap günah cetveli yazıyor, okuduğumuz zaman şu kadar sevap var okumadığımız zaman şu kadar sevap yok diye bekliyoruz, ama esas sevap ve güzellik, bu âyet-i kerîmeleri okuduğumuz ve ma’nâlarını idrak ettiğimiz zamandır. Ma’nâlarını idrak etmeden okuduğumuzda, dilimizin ucundan bunları döndürüp, döndürüp söylemiş oluyoruz, ne aklımızda, ne gönlümüzde hiçbir şey yok, dilimizden çıkan bir ses, saft ise bize harfler ve kelimeler adedince melâike-i kiram sevap yazıyor.

Harfleri sayıyor, ama bu harflerin içinde mevcut olan kelimeler, kelimelerin içinde mevcut olan ma’nâlar ne, esas bize o lâzımdır. Harf sayısı, kelime sayısı, tabi onlar da lâzım, onlar sırasız olursa âyet-i kerîmeler bozulur, düzgün okunmaz, sıraları ile okunacak ama, bütün bunlardan gaye, irfan için yani bilinmek için, Kur’ân-ı Kerîm bize sadece sayıları sayısal hesap cetveli olarak gelseydi kim hangimiz, hangi âlim nasıl fetva verecekti, nasıl hüküm verecekti, yani sadece sayılardan ibaret olsaydı Kur’ân-ı Kerîm, bin sayı say işte şu kadar karşılığı var, beş bin tane kelime harf oku şu kadar sevabı var, o zaman dini hükümler nereden çıkacaktı,

İşte dini hükümlerin çıkması, muhabbet ve gönül hükümlerinin çıkması, irfaniyetin çıkması, âyetlerdeki ma’nâlara bağlıdır. Yani bir kısmımız harf sayıları değerince, sevap kazanıyoruz okuduğumuz zaman, bir kısmımız hem harf sayı değeri olarak, sevap kazanıyor, hem de ma’nâsını kazanıyor, yani içindeki hakikatini kazanıyor, hangisi daha güzel, tabi ikisi de güzel, hiç yapılmayana göre, ama güzelin güzeli, iyinin iyisi, kemalin kemali varken, daha aşağılara düşük olarak, her hangi bir fiili yapmak yakışmaz. Tabi olabildiği kadar kişi iyi niyetiyle, ne yaparsa onu yapmış olur, ne yaparsa da kendine yapmış olur. Hud (a.s.) ın hikmeti bu âyet-i kerimeye mübtenidir, yani mevcuttan hiçbir şey yoktur, illâ ki Allah Teâlâ Hüvviyyet-i Zât’iyesi ile onun nasiyesine ahizdir. Yani nasiyesinden tutmuştur. Yani alnından perçeminden tutmuştur götürür. Ve Esması hasebiyle onda tasarruftadır.

Tahkîkan benim Rabb'im doğru yol üzeredir. Bu Hud (a.s.) ın lisanından, daha evvelki İsmâil bölümünde bundan bahsederken Hud (a.s.) ın bu husustaki kemâlâtı da belirtilmişti. Yani bu âyet-i Kerîm’e yahut bu Cümleyi, Hud (a.s.) söylemiş Cenâb-ı Hakk da O’nun sözünü, Hakk olduğu için, doğru isabetli olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’ine almış, işte Hud (a.s.) onun için bu âyetle anılmaktadır.

Page 274: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

273

Rabbım sırat-ı mustakıym üzeredir, Çünkü her bir ismin kendisine mahsûs yolu vardır. Ve bu tarîk-ı mahsûs dahî onun doğru yoludur. Yani ona tahsis edilmiş olan, bu tarik onun sırat-ı mustakıymidir yani onun doğrusudur.

Her bir varlığı Cenâb-ı Hakk nasiyesinden tutmuş, ismi itibariyle alnından tutmuş götürmektedir, ve rabbım muhakkak sırat-ı mustakıym üzeredir. İşte bu hakikati bu âlemde ilk defa idrak eden Hud (a.s.) oldu. Her peygamber yeni bir şey getirmiştir, bu şey denilen de meratib-i ilâhi, yani ilâhi mertebelerdir, her bir peygamber insanlık âlemini bir mertebe yukarıya çıkarmıştır, o yüzden bütün bunları bünyesinde toplayan, tek din sadece islâm dinidir, bu âlemde diğer dinler diye çoğul dinler yoktur, ancak Hıristiyan ve Yahudiler, ırkçılık üzere kendilerini ayırmışlar ve bu ayırmalarının bir başka sebebi de islâmiyeti kabul etmemek için ayırmışlardır. Bizim dinimiz var biz islâmiyeti istemeyiz demişlerdir, halbu ki onların dini diye ayrı bir din yoktur. Yahudi, Musevi diye bir din yoktur, çoğul olarak semavi kitaplar vardır, semavi dinler yoktur.

Bakın bu âlem öyle güzel bir korodor ki, ama biz farkında değiliz bu ahengin, bir tarafta kuşlar korosu, bir tarafta hayvanlar korosu, bir tarafta insanlar, bir tarafta gök yüzü korosu, hepsi bunların içindedir. Şimdi koro diyelim bir beste alıyor eline, hangi enstrüman nereye işaretlenmiş ise, o besteyi orada onlar söylüyorlar diğerleri bırakıyorlar, veya hepsi sıradan okuduklarını düşünelim şimdi birisi “sol” notası geldiği zaman oradaki “mi” ye basarsa ne olur, bütün koroyu bozmuş olur. işte biz de nefsimizden yaptığımız her işte, bu ilâh-i koroyu bozmuş oluyoruz. Ama bunun farkında değiliz. Neden o koroyu dinleyenler de, o koroyu bozuyorlar da ondan. Bozukluk üste çıktığından bozukluk oranı fazla olduğundan bozukluk normal gibi geliyor. “Re” notasına bastığı zaman, Rahmaniyet, “Mi” notasına bastığı zaman Hakikat-i Muhammediye korosu, bunların dışında yapıldığı zaman sistem karma karışık oluyor. İşte burada bir bakıma teşbihan Hud (a.s.) herkesin notasının ayrı bir nota olduğu ve o enstrümanın o notası o sesi veriyor,

Ve bu âyet-i kerîmede "dâbbe"nin, her "şey'-i mevcûd" ile

tefsiri, ده م سبح حب ال ي ء ا ن شى ن م ا âyet-i (İsrâ, 17/44) و

kerîmesine müsteniddir; zîra tesbîh ve hamd etme, hayâta

bağlıdır, يم ق ست اط م ى صر ىب عل ن ر ا ا ه ت اصي ال هو اخذ بن ن دابة ا ام م11/56 burada “dabbe” dediği varlıktır, “dabbe” kelimelere bakıldığı zaman debelenen gibidir, ancak diğer ifadeler ile iki ayak üstünde duran varlık ma’nâsınadır. İnsan denmiyor, burada dabbeden bahsediliyor. Yani İnsân-ı kâmil olmamış insandan bahsediliyor.

Page 275: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

274

İnsân-ı kâmil ise, kendi nasiyesinden kendi tutar. Rabbı tutmaz. Çünkü o o mertebeyi aşmıştır, eğer öyle olsaydı dabbeden insan

diye bahsederdi kelime olarak. ن دابة ام م Öyle bir şey ki bu

anlatılan şey yani dabbeden ne varsa bütün varlıkta ne varsa ال اا ه ت اصي onun alnından tutmuştur. Alnından tutmuştur هو اخذ بن

yerine saçının arkasından tutmuştur deseydi ne olurdu, o zaman doğru olmazdı, doğru olmadığı içinde nasiyesinden alnından diyor. nasiyesinden tutmaktaki gaye zahir olarak tefsirlerde saçından perçeminden tutmuştur çeker yani tutacak yer bulmuştur ordan çeker derler halbuki o değildir, hakikatteki manası, ayan-ı sabitesinden tutmuştur, nasiyesinde, beyninde hakikatinde olan ilm-i ilahiyeden tutmuştur, daha orada aslınada bir varlık bile yok ki olmayan bir varlığın neresinden tutsun. Ayan-ı sabitesinden tutmuştur ki programlayan da kendisidir. Ve bu tarik-i mahsus yani o varlığın kendi yoluna tahsis olunan dahi onun sırat-ı mustakıymidir. Bu ayet-i kerimede dabbenin her şey ile mevcud ile tefsiri yani mevcut olan her şey ile dabbenin tefsiri yani dabbe kelimesinin bir başka yönden izahını isra suresi 44. Ayeti tefsir sdiyor. Yani Kur’an

kendi kendini tefsir ediyor. ء ن شى ن م ا و hiçbir şey yoktur ki ال ا

ancak, س بح onu tesbih eder. Yani bu âlemde hiçbir şey yoktur ي

ki O’nu tesbih etmesin. Peki nasıl tesbih ediyor ده م O’nun حب

hamdı ile tesbih ediyor. bakın burada dabbeden de bahsetmedi, insandan da bahsetmedi, hiç bir varlıktan tahsis olarak özel br

varlıktan bahsetmedi. Peki neden bahsetti, ء ن شى م herhangi bir

şey yoktur ki, bu âlemde şey’iyyet ile ifade edilen hiçbir şey yoktur

ki ده م سبح حب onu tesbih eder nasıl ي ده م onun hamdıyla حب

tesbih eder. Diğer şekliyle bakarsak bakın “zikreder” demiyor, tesbih eder diyor, neden tesbih eder diyor, çünkü zikir iradeli varlığın işidir, tesbih ise bütün varlıkların işidir. Arada o fark vardır.

ون ىف خلق ر فك تـ يـ ى جنوم و عل ودا و قـع ا و ام ي ق ون الله ذكر ي

Page 276: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

275

ا عذاب ن حانك فق اطال سب قت هذا ب اخل ا م بـن ض ر ات و االر و م الس onlar ayakta otururken yanları üzerinde yatarken 3/191 النار

Hakk’ı zikrederler. Ve alemlere ibretle bakarlar sen bu alemleri boşuna halk etmedin diye düşünürler. Zikir düşünen varlıklara aittir. Tesbih ise fıtri olarak bütün varlıklara ait ve bunun dışına çıkması mümkün değildir. İşte şey’iyyet yönüyle bizler tesbihattayız, yaptığımız her iş bir tesbih hükmünde ama düşünen iradeli varlıklar olarak da zikirdeyiz. Zikirile tesbih arasında büyük farklar vardır ancak biz bunları karıştırıyoruz, ne yaptın tesbih çektim diyor. zikir çektim tesbih çektim diyor işte o kelime yanlış

tesbih çekilmez سبح orası tenzihtir, yeri gelmişken küçük bir ي

bilgi daha olsun; namazın iki bölümü var ki tesbih bölümüdür bunlar. Neresi rükü ile secde namazın tesbih bölümüdür. Tahiyyat ve kıyam zikir bölümüdür, ama genel olarak namazın ismi zikir olduğundan zaten zikir tesbihi de kapsamına almaktadır. Ruku da tesbihat, secdede yine tesbihat söylüyoruz, o zikir değil tesbihtir. Ancak bu tesbihleri insan olduğumuz için biz bilinçli yapıyoruz, ama bütün âlemdeki varlıklar tesbihlerini kendilerine göre bilinçli yapıyorlar. Aslında bu fıtri bilinçtir, gene kendi tesbihleri değildir. yani kurgularının neticesinde bir tesbih yapıyorlar, işte tesbihi de zikri de en kemalli yapan insandır. Onun da kemâli İnsân-ı

Kâmil’dir. ده م سبح حب ال ي ء ا ن شى ن م ا و

“Bi hamdihi” burası biraz zor işte, hadi Sübhanâllah, Elhamdülillâh

dedik de bu âyete ulaşamıyoruz ده م Bunun Arapçası ne demek حب

“Onun hamdı ile” burada şart koyuyor, “Onun hamdı ile tesbih edin” diyor. Zâten diğer mahlukat o olduğundan onun hamdı ile çekiyorlar, çünkü kendileri ortada yoktur, ama biz varız, biz ne yapacağız? işte biz de evvelâ hamdın ne olduğunu öğrenmemiz gerekecektir. Sonra onun hamdının ne olduğunu öğrenmemiz gerekecektir. Çünkü şartı o, senin hamdın ile değil O’nun hamdı ile

Rabbın hamdı nedir, zâten devamlı söylüyoruz, له رب د ل م احلمني ال الع 1/1 âyetinde rabbının hamdıdır. Bizim hamdımız değildir.

ama biz onu kendimizin hamdı zannediyoruz. له د ل م Orada احل

Page 277: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

276

“lil” له ne demek “hamd Allah’ın kendine mahsustur” kul hamd ل

edemez. Bakın hamdı ancak Allah yapar, zâhir âlimleri ikilik üzere ma’nâ verdiği için bunu anlayamaz. O halde hamdı Allah yapmaktadır, hamd övgü değil mi? beşeriyetimizle biz rabbımızı övüyoruz, ama O da hakikati ile bizi övüyor, biz işin farkında değiliz, yani ne yüce varlıklarız rabbımız bizi övüyor, kemalli bir zuhur yeri halk ettim, orada en geniş ma’nâda zuhurdayım diye ve bunun da çok açık ifadesi Cuma günleri bir müezzin efendi okuyor, hutbeden inerken imam efendi de, aynı âyeti ikinci defa okuyor

ا ا ا ايـه ى النىب ي صلون عل ي ه كت لئ م و ن الله ه ا ي نوا صلوا عل لذين ام ا يم وا تسل سلم bizlere de bunun yolunu açıyor. “Allah ve 33/56 و

melekleri peygamberi üzerine salat-ı selam getirirler “ bakın hem uluhiyet aleminden hem melekut aleminden peygamberimize dolayısıyla insana selam var, Allah ve melekleri insana selam veriyor, övüyorlar, Allahtan başka hiçbir varlık insanı övemez. Yani ona hamd övgü yapamaz, neden çünkü insanı en güzel bilen kendi var eden Allah’ın kendisidir. Bir makineyi bir mühendisten başka onu icat eden mühendisten başkası övemez. Yani özelliklerini bilemez anlatamaz, işte insan makinesini ve ruhaniyetini cenab-ı Hakk’ın kendisi var ettiğinden en güzel öven O’dur. Yani “ben insanımı şöyle şöyle halk ettim” zâten yapılan da odur. İşte

ده م O’nun hamdıyla etmek şey’iyyet bakımından her şey yani حب

halk edilmiş olan Cenâb-ı Hakk orada, hangi ismi ile zuhurda ise o ismin övgüsüyle, hamdını yapmaktadır. İnsan ise yani, diğer varlıklar, Hakk’ı hamd etmekte övmekte, Hakk ise insanı övmektedir. Bakın bu konuşulanlar zâhir ehline göre hata sayılır, ama o onların sorunudur, neden ikilik üzere bakarlar, çünkü oranın doğrusu odur, orada da bir yanlışlık yoktur, ama Kur’ân-ı Kerîm sadece ikilik üzere değil, teklik üzere ahadiyet birlik vahidiyet üzere gelmiştir, rabbimizin hakikati zâten odur. Ancak genel olan resmi din kabulü vardır, insanlar tarafından kolayca anlaşılan, gökte Allah yerde kul ikilisi içerisindedir, şeriat dini, zâhir dini ama tevhid dini ki, dinimiz tevhid dinidir, zâhirde lisanen tevhid dini söylenir, ama hakikatte ise, bu tevhid dini yaşanır. Teklik dini olduğundan ikiliğe yer olmaz, ikiden birinin kalkması lâzım geldiğinden, hangisi kalkacaktır, kul kalkacak ki hakk bâki kalsın. Kul ben varım derse, Cenâb-ı Allah her şeyin sahibi olarak “Ben varım” diyor, zâten bunu söylemek onun hakkıdır. İşte bizler Hakk’ın indindeki yerimizi öğrendiğimizde veya öğrenmeye çalıştığımızda ne kadar büyük değerlerin içinde olduğumuzu ancak

Page 278: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

277

o zaman idrak ederiz ده م سبح حب ال ي ء ا ن شى ن م ا âyet-i 17/44 و

kerimesine müsteniddir yani bu âyet-i kerîmeye dayanmaktadır yukarıdaki “dabbe” kelimesi. Zira “tesbih” ve “tahmid” bakın tesbih etmek ve hamd etmek hayata mütevakkıftır. Yani tesbihi olan ve hamdı olan hayat sahibidir, ki bu âlemde hayatı olmayan da hiçbir varlık yoktur. Efendim işte dal kurudu da düştü yere, yaprak kurudu da düştü yere öldü yok, bir başka yaşamdan bir başka yaşama geçti, hani tabiatçılar ayırıyorlar ya canlı varlıklar cansız varlıklar diye, bu âlemi, taşlar topraklar şunlar bunlar cansız varlıklar, ağaçlar hayvanlar da canlı varlıklar, o zaman Mevlânâ Hz leri de diyor ki “ey tabiatçı cansız dediğin bu taş toprak canlı olan insanı nasıl meydana getiriyor”

İşte ben gördüğüme bakarım, görmediğime bakmam diyen tabiatçı, böylece fikrinin ne kadar çürük olduğu ortaya çıkmış oluyor. Yani tesbih etmek de hamd etmekte hayata bağlıdır. Ancak zikir etmek idrake bağlıdır. Hayat olacak ve hayatın üstünde bir de idrak bilinç olacak, Ve cemâdat ile nebatat dahî kendilerine mahsûs olan bir hayat ile haydirler; eğer öyle olmasa cenab-ı Hakk’ın “Hayy” sıfatı orada iptal olurdu. Böyle bir şey de söz konusu olmadığından her şey kendi istikametinde kendi hayatiyledir.

Şu kadar ki, insana varıncaya kadar olan hayat mertebeleri, kemâl bakımından, basamaklar üzerinedir. Binâenaleyh nebatat hayatı, cemâdât hayatına; ve hayvanat hayatı, nebatat hayatına; ve insan hayatı hayvanât hayatına kemâlen önde bulunma ve üstünlük eder. Velhâsıl eşya nın tümü, zevk ehli, ve müşahede ehlinin yanında, bütün âlem hayat sahibidir; yani onlar bu sırrı bilirler veya bu yaşantıyı idrak ederler, ve onun ruhu Rabb-ı hassı olan ism-i ilâhî isimlerdir.

بسم الله الرمحن الرحيم

Cenab-ı Hakk her birerlerimize idrak ve şuur nasib etsin inşeallah, yukarıda bahsedilenlerden şöyle bir sual çıkabilir, düşüncesi ile başkaları sormadan Fususu’l Hikem’i tercüme yapan Ahmed Avni Konuk muhtemel suali kendisi soruyor, yani her hangi bir kimse bu hususta böyle bir soru sorabilir. Suâl: Bu âyet-i kerîmede nakledilen, bildirilen Hûd (a.s.)ın kavlinde "Rabb" ancak kendi nefsine izâfe kılınmış ve her şeyin bir rabb-ı hassı bulunduğu açık açık beirtilmemiştir. Yani her varlığın kendine ait bir rabbı hassı olduğu bildirilmemiştir diyor. Cevap: Esmâ nın tümü Esmâ-i ilâhiyye "Allah" ismi tahtında toplanmıştır. Mescid secde edilen yer, cami secde edilen yerlerin

Page 279: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

278

toplu olarak bulunduğu yerdir. Aslında secde edilen yer İseviyet mertebesidir, Cami Muhammediyet mertebesidir. Mescid iseviye mertebesi yani secde fenâfillah, demektir neden mescid deniyor, namazgah denmiyor, ama namazın bütün fiilleri işleniyor, eskiden ordu ile namaza çıkılan açık alanlara namazgah demişler. Binâenaleyh cemî'-i esmanın yolları , "Allah" isminin doğru yolunda (sırât-ı müstakim) tahtında vâki' olur. yani bütün isimler Allah isminin altında kendi yollarında vaki olur.

Ve Allah ism-i câmi'inin mazharı ise, ancak insân-ı kâmildir. Diğer yukarıda bahsedilenler şey’iyyet, ayrı ayrı varlıkların kendilerine has rabb-ı haslarından bahsedilmişti, ama Allah ve cami ismi olan Allah ismi caminin masharı yani O’nun zuhur yeri

ise ancak İnsân-ı Kâmildir. İşte Cenâb-ı hakk’ın ه كت لئ م و ن الله ا

dediği bu insana ait olan bir övgüdür. Az önce oraya gelmiştik unutuldu iki defa Cuma namazında bu âyet-i kerimenin 33/56 okunması cem namazı topluluk namazında, önce müezzinin okuması, halktan Hakk’a olan ilânı, bu âyet-i kerime, imamın okuması ise, Hakk’tan halka olan ilândır. Bakın her iki yönde Allah’ın ve meleklerin İnsân-ı Kâmil’i övdüğü her iki yönden böyle kolayca anlaşılmaktadır. Allah ism-i Caminin masharı ise ancak İnsân-ı Kâmil’dir.

“Yüsallû” (Sahibinin zâtıyla zuhur ettiği mahallin adıdır. Ve bu ism-i cami' insân-ı kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadet-

meâb yani saadetli meab, ilâhi isimlerin tümünün mazharıdır, zuhur yeridir. Onun için peygamberimizin cevâmiul kelîm olması bu yönden olduğunu, açık olarak belirmektedir. Yani bütün isimler kendinde, sıfatlarıyla birlikte her şeyi ile birlikte bunların zuhur yeri olduğundan, kendisi cami isim cevâmiul kelîm her bir isim ve sıfat da birer kelime olduğundan, bütün kelimelere cami, yani sıfat ve isimlerin hepsine camidir. İsm-i cami bu ism-i cami' insân-ı kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadet-meâb yani saadetli meab İnsân-ı kâmil ilâhi isimlerin tümünün mazharıdır, zuhur yeridir.

Ve Hûd (a.s.) ise vaktinin bir şerefli nebisi ve "Allah" ism-i câmi'inin mazharı olan insân-ı kâmil idi. Yalnız O’nun insân-ı Kâmilliği kendi mertebesi itibariyledir, onu da bilmemiz lâzımdır. Eğer bütün kemâlât mertebelerini bünyesinde toplamış olsaydı, kendisinden sonraki peygamberlere ihtiyaç ve gerek kalamzdı, ve peygamber efendimiz de gelmezdi. İnsân-ı Kâmil’in en kâmillisi Kemâllisi peygamberimizdir, İnsân-ı kâmil de sadece O’dur. O’nun dışındakilere de kâmil insân diye teleffuz etmemiz gerekmektedir. İnsân-ı Kâmil bütün bu âlemlerin aldığı isimdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın Sıfat mertebesine tenezzül ettiğinde oranın diğer ismi Hakikat-ı Muhammediye, Ceberut âlemi, Ervah âlemi, gibi isimleri vardır, işte İnsân-ı kâmil odur, asli olan yani bütün âlemleri

Page 280: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

279

bünyesinde temsil eden makam İnsân-ı Kamil bunun zuhur mahali Hz Muhammed’de birey olarak İnsan-ı Kâmildir. Diğerleri kâmil insânlardır. İşte burada bahsedilen İnsân-ı Kâmil, Hud’iyet mertebesi itibariyle Kâmil insândır.

Binâenaleyh, Rabb'i kendi nefsine izafe etmekle, kendinin mazhar olduğu ism-i cami' olan "Allah" isminin sırât-ı müstakîm üzere olduğunu açıkça; ve erbâb-ı esmadan her bir Rabb'in yani isim rabbların rabb-ı hasların kendi sırât-ı müstakimi bulunduğunu dahî zımmen beyân buyurmuştur.

Suâl: Mademki her isim kendi sırât-ı müstakimi üzerinedir; ve o ismin taht-ı terbiyesinde bulunan kimse dahî onun sırât-ı müstakimi üzerinde yürür; şu halde böyle sırât-ı müstakimi üzerinde da'vetten ne fâide hâsıl olur? o zaman neden davet edilsin zaten kendi doğru yolu üzerinde gidiyor hepsi, yani böyle bir sual sorulabilir,

Cevap: Da'vet ism-i Mudıll'den ism-i Hâdî'ye; ve ism-i

Câbir'den ism-i Adl'e; ve ayrı ayrı yollardan يم ق ست اط الم هدنا الصر ا

(Fatiha, 1/5) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan ve bütün yollara cami' bulunan sırât-ı müstakime, ya'nî "tevhîd-i zâtı" ve mazhar-ı Muhammedi tarikınadır. Daha açıkçası tarîk-ı noksandan tarîk-ı kemâle da'vet olunur. Bakın davet ism-i Mudıll'den ism-i Hâdî'ye, peygamberimiz Mekke-i Mükerreme’ye peygamber olmazdan evvel yani kendisine peygamberlik gelmezden evvel herkes kendi sıratında yürüyordu, yani bir dertleri yoktu, ticaret yapıyorlar, alış veriş yapıyorlar Kâbe’ye Hacca gelenler o günün âdetleri üzere putperestlik üzere dualarını ibadetlerini yapıp gidiyorlardı, o zaman hepsi kendi sırat’ları üzere idiler. Yani kendi Rablarının sırat’ları üzere idiler. İşte peygamber efendimizin gelmesiyle Hâdi ve Mudiln hakikatleri ortaya çıktı. bu da davet ile oldu. Davet olmasaydı bu günlere kadar bunlar o yaşantı aynen devam edecekti.

Davet geldiği zaman işler ayrıldı. Daha evvel böylece bir davet yok iken, yani tevhide davet yok iken, herkes kendi âleminde gidiyordu, kimse kimseye de karışmıyordu. Çünkü bu işde bilinmiyordu o zaman tevhid-i hakiki de bilinmiyordu. Peygamber efendimiz tek ve Vahid ve Ahad olan Allah’ın varlığını ortaya getirince, diğer rablar kendi istikametinde giden, diğer Rabları Rabların rabbı olan Allah’a davet etti. Mudil’i de davet etti, Hâdi’yi de davet etti, hepsini davet etti. Davet ism-i Mudil’den İsm-i Hâdi’ye oldu. Yani peygamber efendimiz Mudil isminde olanları, ancak o zaman, kimse Mudilde Hâdide olduğunun da farkında değildi, Hâdi’yi getirdi Efendimiz, yani hidayeti getirdi ve hidayete yöneltti.

Hidayete davet etti. İşte kim ki Hâdi isminin tesirinde olanlar, hemen kabul ettiler, Mudil isminin tesirinde olanlar, kabul

Page 281: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

280

etmediler. Ancak daha sonraları tebliğden seneler sonra, mudilde olanlar da Hâdi’ye geldiler. Bazıları hemen gelmedi. Bazılarında biraz terddüt geçirdiler, bazılarının müşahedeleri gerekti, islâmın iyi bir şey olduğuna dair, onlar görüldükçe mudilde olanlar hadiye geldiler. Peki bu ne demek oldu, biraz mücadele gerekti. İşte bize düşen budur, mücadele, çünkü içerisinde mudil zâhirde olanların bâtınında Hâdi de vardır, kimin ki Hâdi bâtınında idi, onun zâhire çıkması biraz zorladı, ama kimin Hâdisi daha yukarıda idi onlar hemen kabul ettiler. Yani her bir insanda bütün esma-ı İlâhiye mevcut ama kimin hâdisi daha yukarıda idi, onlar hemen kabul ettiler. Yani her bir insanda bütün esma-ı ilâhiye mevcut ancak bazılarında bazı esma-ı ilâhiye daha yukarıda olduğu için onun rabbı o olmakta ve nasiyesinden yani alnından tutup götüren de o olmaktadır.

Ancak insana gelince, diğer varlıkların hepsi böyle, insan da böyle, ancak insanın rab değiştirme şansı vardır. Yani imkânı vardır, sahası vardır. Neden, çünkü emr-i teklifi insana yapılıyor. İşte rab değiştirme imkânı emr-i teklifiye uymasıyla, mümkün oluyor. Bu da gayreti ile mümkün oluyor. İşte insanın mücadelesi buradadır, insanın değeri de buradadır. Kendinde bulunan Mudil Esması O’nu devamlı delâlete çağırıyor, bu kavga da bir türlü bitmiyor, belirli bir yerde bitiyor da, artık Mudil ismi ümidini kesmiş oluyor, biz bunu Hâdiye kaptırdık deyip saha dışına çekiliyor.

Ama öyle bir tetikte beklemekte ki, ilk fırsatta delâlini gene ortaya çıkarıyor. Çünkü işi odur. işte insanın cennet kazanması, yani ahirette iyi bir yer kazanması, bu mücadelesine bağlıdır. Onun için zaman zaman aşamalar yaparız, bakarsınız pat hemen mudil çıkmış, almış direksiyonu eline götürüyor, bu taraflara mecnunun devesi gibi, hani hikâyeyi bilirsiniz.

Mecnunun canı Leylânın tarafına doğru, seyir etmek istemiş, binmiş devenin üstüne, yularlarını sıkmış haydi bakalım istikamet Leylânın köyüne doğru, Mecnun sallana sallana devenin üstünde giderken Leylâ, Leylâ diye kendinden geçmeye başlayınca, devenin yularları gevşemiş deve, hemen geriye dönüyor, Mecnun gözünü bir açıyor, yol değişmiş, deveyi tekrar istikametine döndürüyor, bir müddet gidiyorlar gene Mecnun uyuklamaya başlıyor, devenin yularları boşta kalıyor, deve gene hürriyetine kavuşuyor deve gene geri dönüyor.

Mecnun gene uyunup bakıyor ki, gene eski geldiği yerde, tekrar düzeltiyor, bakıyor ki gene aynı hadise oluyor, iniyor deveden aşağıya “senin gözün arkada benim gözüm önde” diyor. devenin yavrusu varmış, deve yavrusunu düşünüyor, leylâyı düşünür mü? deve. Yani senin yolun başka benim yolum başka, sen yoluna ben yoluma diyor ve yayan olarak yoluna devam ediyor.

Page 282: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

281

İşte bu deve yuları boş bıraktığımız zaman hep nefsinin peşinde koşar. Ama Yuları boş bırakmazsak bizim emrimizde olur, bizim tarafımıza gider. Yani bizim leylâmıza bizim rabbımıza rabb-ı hassımıza oradan rabb-ul erbaba gider.

İşte insanın özelliği diğer varlıklardan özelliği rabb-ı hasını bile irade ile seçme imkânı vardır. Ayrıca başka bir şey daha, bütün esma-ı İlâhiye insanda mevcut ya, işte birey olarak kendine ait isimleri eğitme gücü insanda vardır. Allah’ın isimlerini değil, Allah’ın isimlerinin yansıması olan, ve onlardan bölümler parçalar bize verilmiş olan, hisseler ham olarak düşünelim o esma-ı İlâhiyeyi olgunlaştıran insandır. Yani isimlerin hakikatine asaletine uyacak şekilde kullanılması, Cebbar dahi olsa Kahhar dahi olsa onu bile nezaketen kullanması, diğerleri zâten tam nezaket içerisinde kullanması, böylece de esma-ı İlâhiyenin hakkını vermiş sadece insan olmaktadır.

Diğer varlıklar zâten esma-ı İlâhiyenin hükmü altındadırlar, yani Rablarının hükmü altındadırlar. Ama insanda Allah cami esması olduğundan, bütün isimler onun hükmü altındadır, ve de serbesttir. O halde mes’uliyet, tamamen bize ait oluyor, gaflette kalır isek, olmaması lâzım gelen Mudil ismi bize hâkim oluyor ki, biz onun hâkimi iken ve bizi alıp götürüyor bir tarafa, tabi ki biz bundan mes’ulüz. Cenâb-ı Hakk halifem demiş, habibim demiş, insana müstesna bir varlık, ve en kemalde olan bir zuhur yeri, ve kendinin sırrı olarak halk etmiş, biz süfliyat peşinde nefsimizin istikametinde koşarsak, tabi ki bize çok yazık, gerçekten çok yazık olur. işte Cenâb-ı hakk’ın vermiş olduğu bu ilâhi imkânları kullanma süresi de bellidir, bundan evvel bir şey yapamıyorduk, gene vardık ama ma’nâ âleminde ama, elimiz ayağımız makine olmadığı için motor araba bir yere gidemiyordu. Bu arabayı verdiler, belirli bir şekilde dediler ki, sırat’ın burası yolun sırat-ı mustakıymin Hakikat-ı Muhammediye yolu, ki bu Allah’ın Zât’ına giden yoldur, diğer bütün yollar Zât’ına gitsede kendi mertebesi itibariyle çok uzun yollardan gitmektedir.

Ama sırat-ı Mustakıym olan sırat-ı Muhammedi, oradan da Sıratullah Allah’a giden en kestirme en tereddütsüz bir yoldur. Davet ism-i Mudilden ism-i Hadiye ve İsm-i Cabir’den ism-i Adl’e yani Cebbar isminden Adl ismine ve turuk-u müteferrikadan yani

tefrika olan yollardan يم ق ست م اط ال هدنا الصر -âyet-i kerîme 1/5 ا

sinde beyan buyurulan, ve kaffe-i turukun yani bütün yolları cami bulunan, sırat-ı Mustakıym yani tevhid-i Zat’i, yani Zat tevhidi ve mazhar-ı Muhammedi tarikatıdır. İşte insanın yolu budur, ayrıca şunu belirtelim, insanın yolu budur derken, Âdem (a.s.) dan beri gelen bütün insanların yolu bu değildir. gerçi onların da yolu sırat-ı Mustakıym iken, kendi istikametleri üstünde ancak kendi peygam-berlerinin kemâli kadar bakın bunu çok iyi bilmemiz lâzımdır.

Page 283: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

282

Bu sırat-ı mustakıym ve mazhar-ı Muhammedi yolu, yani Muhammediyet zuhurunun mazharının yolu, ümmet-i Muhammed’e aittir yani bizlere aittir, yani âhır zaman ümmetine aittir. Böyle bir yücelik şeref hiç bir ümmette aslında onlar ümmet değil, hiç bir kavimde yoktur, ümmet sadece ümmet-i Muhammede ait sadece bize aittir. Ümmet demek ana demek “üm” ana demektir. “ümmi” anaya mensub demektir. Yani buradaki ana Allah ism-i camidir O’ndan meydana gelmiştir işte “Ümmet” Allah’ın Zât ismine bağlı olan bir ümmetiz. Diğer kavimler esma-ı İlâhiyeye bağlıdır, bundan dolayı onlara kavim denir, Ama ism-i Zat olan Allah’a bağlı olduğu için “Ümmet” aradaki fark budur. Bu ümmet-i Muhammed, daha açıkçası tarik-i noksandan tarik-i kemâle davet olunur.

İmdi her yürüyen Rabb'in doğru yolu üzerinde yürür. Binâenaleyh bu vecihden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll değildir (5).

Şimdi bir başka yönden meseleye bakıyor, burası da çok mühim bilinmesi lâzım gelen oluşumlardandır. Bazı yerlerde bazı hükümler değişik mertebelerden, değişik makamlardan açıldığı için izah edildiği için, yani bir şeyin bir çok yönleri olduğu için, o yönleri ile birlikte, bazen birbirine ters gibi gelir, ama değildir, mertebeleri itibariyle bize çok geniş bir sahayı anlatıyor. Yani irfaniyetin ger-çekten çok derin geniş ve yüksek sahalarını anlatıyor, belki biraz zorlanıyoruz anlamakta ama, ne anlayabilirsek, ancak böyle bir sahanın olduğunu en azından biliyoruz, onu öğrenmiş oluyoruz, hiç bir şey öğrenmesek de, dinimizin sadece suret ve şekilden ibaret olmadığı, iç bünyemizde hakikatimizde, ne kadar sonsuz bir din olduğunu, ve bu da bize verildiği için, ne kadar rabbımıza şükranda olduğumuzun, bilincinde olmamız gerekiyor en azından bunu biliyoruz.

Sohbetlere devam ettikçe, bunlar çok büyük nimet tekrar tekrar bunlar dinlenildikçe, kişi her dinlediğinde de beş kelime, her dinlediğinde de beş kelime daha arttırsa, zaman içinde alt yapısı oluşmakta ve akıl binasını, muhabbet binasını, irfaniyet binasını, birer tuğla birer tuğla yükseltmiş olur, zâten her büyük bina evvelâ küçük bir tuğla ile başlamaktadır. Yani küçük tuğlaların üst üste konması, yani parçaların birleştirilmesi ile, bütüne ulaşılmaktadır, hiçbir şey bir anda olamıyor, belirli br süre üzerinden geçmesi gerekiyor. bir anda olan şey de zâten bir anda yıkılıveriyor. Yani bir şey ne kadar kolay geliyorsa gitmesi de o kadar kolay oluyor.

Hani Yahudilerin bir alış veriş anlayışları vardır, Yahudiler malı sahibinden almazlar, mirasçılarından alırlar, ilk düşündükleri şey bu mal kimin! yani bir şey alacaklarsa bu mal ilk sahibinin mi yosa miras mı kalmış diye sorarlar. Malı çalışarak kazanmış ise onunla pazarlığa girişmezler, çünkü o malını onların düşündüğü gibi kelepir vermez, mirasçının ise, onunla pazarlık yapar mirasçı da çalışarak kazanmadığı için, ne alırsam kârdır deyip peşin parayı da

Page 284: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

283

gördü mü yarı fiatına elden çıkarır. İşte Yahudi bunu bekler, neden kendine kolay geldi, kendi alın teri ile gelmedi, kendisi sıkıntı çekmeden sahip oldu, yani bu bir gerçektir kolay kazanılan kolay kaybedilir, zor kazanılan da insan kolay kolay elinden bırakmak istemez.

İlimde böyledir biraz zorlanıyoruz ama, ebedi hayatımızı tanzim edecek olan bu ilimlere, ne kadar zaman harcasak gene azdır. Ne kadar çok çalışsak gene bir şey yapmış olamayız. Çünkü burada çalışılacak, belirli sürelerde eğitilen, öğretilen, yahut kazanılan, bu bilgiler, dualar sevaplar, işte Kur’ân okumalar, bir ömür boyu bakın hiçbir iş yapmadan ibadet etsek, en fazla seksen sene diyelim, çocukluğu yaşlılığı çıkar, kalır elli sene uykuları çıkar kalır 25 sene yani bir ömür boyu 25 sene ibadet etsek hiç çalışmasak yani rızkımızı kazanmak için okula gitmesek, meslek sahibi olmasak nihayet 25 sene ibadet etmiş olsak.

Ama bu 25 senelik süre, bakın ebedi bir hayat sayısı rakkamı mevcudu, bilinmesi mümkün olmayan ebedi bir hayat kazandırıyor. O halde bunun bir saniyesi, bir salisesi kaç milyarlarca, seneye tekabül ediyor. Bunu biraz düşünürsek neyimiz varsa veririz. Yani ahiret için neyimiz varsa veririrz. Ama bizden bunu da istemiyorlar, evine bak işini yap, süpür yemeğini yap, her şeyini yap, boş kalan zamanlarında da bunu yap diyorlar, o zaman geriye ne kalıyor, hepsini toplasak, belki bir sene ömrümüz ibadetle geçer, yani uyumadan yatmadan devamlı ibadet etsek bir ömür boyunda belki bir yıl tutar.

Bir yıl karşılığında sayılamayacak kadar ölçülemeyecek kadar hayat bahşediyor, cenâb-ı Hakk bu kadar şeye de değer. Biraz zorlansak da, sıkılsak da, bu tür mevzular aslında şu kısa sürelerde kazanılan çok büyük yol almadır, şeriat mertebesinde bunun yüz misli çalışma yapılsa, yani şu toplandığımız 1-2 saatlik süreler değil de, aylarca aynı sohbette kalsak şu kısacık sürede yapılan feyzi bereketi ilerlemeyi vermez. Neden çünkü diğerleri hep tekrardır, tekrar ise ilerleme değil sayı artışıdır, sevap kazandırır, başka bir şey kazandırmaz. Bu kötü mü hayır, kötülüğü için söylemiyorum kıyas için söylüyorum. İşte herkes kendine göre kendi değerlen-dirmesini yapar. Her yürüyen rabbının doğru yolu üzerinde yürür.

Binâenaleyh bu vecihden onlar mağzûbün-aleyhim ve dâll değildir. Yani Rablarına tabi oldukları için dalâlette değildirler. Çünkü mutî' olsun, âsî olsun, mazharı oldukları isimler, bunları, kendilerine mahsûs olan yolda terbiye eder. Binâenaleyh mutî, itaat eden ve âsî Rabb-i hâssları olan isimlerin gerekleri üzerine yürür. Ve halbuki tabîat gereği üzere yürüyen kimseye gazab olunmak düşünülmüş değildir. Ya'nî tâbi', kendine uyulanın hükmü tahtında yürürse tabi olunan ona gazab etmez. Yani tâbi olduğunun dediğini yaparsa matbu olan ona gazab etmez. Şu halde her bir

Page 285: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

284

isim, kendi mazharından, zuhur yerinden ve onun terbiyesi tahtında olan şeyden râzîdır; ona gazab etmez.

Fakat hükümde Rabb-i hâssına muhalif olan diğer Rabb-i hâssa nazaran, yani Hâdi ismine nazaran Mudil ismi üzerine gazab edilir, ama diğer taraftan da, Mudil ismi Hâdi ismine göre yani Mudile göre hâdi Mudildir. Yani Hâdinin yolu yanlıştır, Mudile göre. o mazhar, "üzerine gazab olunmuş ve dâllin" zümresindendir. Yani dalâlet ve hidâyet kıyasîdir, demek istiyor. Hâdi ismine mensup olan Mudil ismine mensup olana “sen yanlış yapıyorsun” der, ayni şekilde Mudil ismine mensup olan da, Hâdi ismine mensup olana “sen yanlış yapıyorsun” der. Neden ibadet için uğraşıyorsun sen insansın, senin bir şahsiyetin var, yerlere ne diye secde ediyorsun kime tapınıyorsun? Der, böylece ona Mudillik yolunu tavsiye eder.

Onun için bir yerde Hâdi olan, bir başka yere göre aynı Mudil, hükmündedir. O zaman rabb-ı hasları kendilerini götürdüklerinde, Hâdi ismi de Hâdi, Mudil ismi de Hâdi, yani kendinin hadisidir. Yani kendinin doğru yolu üzerinedir. İşte âlemdeki insanlardaki farklılık-lar bu yüzdendir. Kime sorarsanız halinden memnundur, imânından da itikadından da, yaptığından da, yapmadığından da huzurludur, eğer öyle olmazsa zaten yapmaz. Yani hayatını öylece devam ettirmez. Mudil ismi Hâdi’ye göre dalâlettedir, ancak Mudi ismine göre de Hâdi delâlettedir. İşte bu âlem görecelidir, işte bunu böyle bildiğimiz zaman, kızacak kimse karşımızda bulamayız. Her şeye hoş görü ile bakarız, hiçbir şey anlamasak da, bunun bir hikmeti vardır deriz, ve canımızı boş yere dedikodularla, vıdı vıdılarla uğraştırmamış oluruz, kendi işimize bakarız.

Çevrenin işiyle meşgul olurken, kendi işimiz geriye kalmaktadır, kendimizi düşünmüyoruz, ama bize lâzım olan da kendimizdir, bu bencillik değil, yanlış anlaşılmasın, başkasını düşünme kendini düşün, o maddede o şekildedir. Ama ma’nâda, akılda eğer akıllı varlıklar isek, evvelâ kendimizi düşünmemiz lâzımdır. Neden çünkü bu emanet bize verilmiş, emaneti yerine teslim etmemiz gerekiyor, bu da akılla bilinçle oluyor. Meselâ Hâdî isminin hükmü hidâyet; ve Mudili isminin hükmü dahî dalâlettir. Hâdî ismi kendisinin kulu olan mü'minden râzî olduğu gibi, Mudili ismi de kâfir kuldan razıdır. Fakat Hâdî ismine nisbeten kâfir "üzerine azab olunmuş ve dalâlette olan" zümresine dâhildir. Ve keza ism-i Mudili kendisinin sırât-ı müstakimi hâricinde bulunan mü’min kula gazab eder ve onu dalâlette görür; zîra bu iki isim, hükümde yekdiğerine muhaliftir.

Binâenaleyh tüm zuhur yerleri bir vecihden "üzerine azab olunmuş ve dalâlette olan " zümresine dâhildir; ve bir vecihden değildir. Yani göreceli, bir bakıldığı yerden bütün zuhur yerleri bir yönden üzerlerine gazab olunandır, bütün esma-ı ilâhiye üzerine bir yönden gazab olunandır, ama bir yönünden de gazab edilmeyendir. O halde görecelidir.

Page 286: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

285

بسم الله الرمحن الرحيم

Bu konular oldukça ağır, ağır olması bizi ümitsizliğe düşürmesin yani karamsarlığa düşürmesin, bunlar hayatın mutlak ma’nâda bâtıni gerçekleridir. Aslında bâtıni sözü bir izah bakımındandır, hem zâhir hem bâtın gerçekleridir, çünkü farkında olsak veya olmasak da, bu hakikatlerle biz yaşıyoruz. Bâtınımızda yaşıyoruz, bilincine geldiğimizde, zâhirimizde de yaşamış oluyoruz. İşte mühim olan fıtri sadece batında yaşamak değil, fiziki olarak zâhirde de, yaşa-maktır, fiziki olarak, zahirde yaşadığımız zaman, idrakle bunları yaşamış oluyoruz, sadece bâtınımızda kalır ise, onları zuhura çıkaramamış oluyoruz ve ne yazık ki bilgi fakiri oluyoruz.

Bilgi zengini olabilmek için, toprağın içindeki altın madenlerini bakır gümüş ne varsa, petrolü doğal gazı, dışarıya çıkarmamız gerekiyor. Tarlamızın altında binlerce m3 doğal gaz olsun da, bizim haberimiz olmasın çıkaramayalım, işte bu zenginlikte fakir yaşa-mak olur. İlm-i İlâhiyeyi Cenâb-ı Hakk bütün varlığa yaymış vaziyette, ama ne yazık ki, gerçekten bundan en az biz insanlar faydalanıyoruz. Bir bitki bizden daha fazla yararlanıyor. Bir başka tabiat ismini verdiğimiz doğa bizden başka türlü daha çok yararlanıyor ama biz beşeriyet şartları ile şartlandığımız için, evdi işdi, aşdı çoluk çocukdu, bunlar bize perde oluyor, peki bunlar biz de olmayacak mı, tabi ki olacak onların şeriatı başka yani özellikleri başka ilmin özellikleri başka bâtıni yaşamın özellikleri başkadır.

Bir insanın kalde olan yaşantısı hem zâhiriyle hem bâtınıyla yaşamak, çünkü zâhiri bir tarafa bırakalım, bâtın ile yaşayalım, bâtını bir tarafa bırakalım, zâhir ile yaşayalım, sadece bakın her iki isme haksızlık etmiş oluyoruz. Zâhiri terk ettiğimizde yani ben kenara çekileyim, alayım tesbihi sabahtan akşama kadar tesbih çekeyim, dünya işi nasıl olsa olur, nasıl olsa bir lokma ekmek buluruz bir yerden, deyip böyle bir hayat tarzı var, o zaman ne oluyor, “Zahir” esmasına haksızlık yapmış oluyoruz. O’nun hakkını vermemiş oluyoruz. Tam tersi olarak zâhirimizi geliştirelim bâtınımız nasıl olsa olur, yaşlandığımız zaman ibadet ederiz, hacca da gideriz, her şeyi bırakırız, ondan sonra temiz bir Müslüman oluruz, dediğimiz zaman bu halde de, bâtına haksızlık etmiş oluyoruz, yaşadığımız süre içerisinde hem zâhirimiz var hem bâtınımız var, doğduğumuzdan itibaren hatta doğmadan evvel.

İşte yapılacak iş, mümkün olduğu kadar, her iki sahadan da faydalanmak istifade etmektir. İşte zâhirimiz elhamdülillâh Rabbımıza ne kadar şükretsek azdır, şu içinde bulunduğumuz kardeşlerimiz, arkadaşlarımız, evlâtlarımız dostlarımız, hepimiz az çok belirli bir yerlere gelmişiz, rabbımıza şükrederiz zâhir olarak az da olsa ihtiyaç hissetmeyecek kadar yiyecek bir şeylerimiz var, oturacak bir yerlerimiz var, sağlığımız var, yürüyoruz geziyoruz,

Page 287: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

286

konuşuyoruz, o zaman eksik olan bâtın esmasının hakkını vermeye yönelmektir. İşte yaptığımız işler de odur.

Zâhir zâten var faaliyette, bâtınımızı da faaliyete geçirdiğimiz zaman ki, bunların hepsi her sohbette her kitap okuyuşta, her ibadette, bâtın faaliyete geçmiş oluyor. İç bünye, yani ruhani yaşantımız faaliyete geçmiş oluyor. Ancak dünyanın dengesi ve huzuru bu ikisinin birlikte olması ile mümkün olmaktadır. Aksi halde ne kadar çok bâtına yönelirse yönelsin, kişi zâhiri ihmal ettiği zaman zâhir esması ondan hesap sorar, yani hakkını ister. Tam tersi olarak zâhirini yaşadığı zaman bâtınına ilgi göstermediği zaman, bu sefer bâtını ondan hakkını taleb edecektir, mutlaka ahirette sen neden benimle ilgilenmedin, bak işte bu gün benim elimdesin, ahirete geçtiğimiz zaman Bâtın Esmasının kucağına geçmiş olacağız.

O zaman bize diyecek ki, sen hep zâhirde idin benden haberin yoktu, bakalım şimdi ne yaparsın gibilerden. İşte bu bâtın sahasının hali de bir hayli geniştir, bu sahanın bir bölümünde bir sokağında yahut bir caddesinde bu gün yolumuza devam ediyoruz. Rabb-ı Hass caddesinde Kazâ ve Kader şehrinde o caddede yürümeye çalışıyoruz. Bunları bizlere bırakan gerçekten İrfan ehli büyüklerimize sonsuz şükranlarımız var, eğer onlar bu bâtıni mirasları bize bırakmamış olsalardı bizlerin bunları ortaya çıkarması pek kolay olmazdı. Çıkarsak da, belki bu derece güzel çıkaramazdık çıkarılamazdı.

Cenâb-ı Hakk da onları, bu görev için dünyaya göndermiş, rabbımıza da şükrederiz, kendinden bizi haberdar etmesi kendini bize bildirmesi çok büyük bir lütuftur. “Nefsini bilen rabbını bilir” diye belirtilen Efendimiz (s.a.v.) da bize bunun yolunu açıyor, işte yapılan bu sohbetler, kişinin evvelâ kendini tanıması ben neyim ben kimim sorusunun cevabını bulabilmesidir. Oradan da rabbına ulaşmasıdır çünkü büyüklerimiz nefis rububiyet hakikatinden meydana gelmiştir, diye bildirmişler dir. O halde evvelâ nefsimizi bilmek, bulmak, onun hakikati olan, rabbımızı da öylece yola çıkarak bilmektir.

İşte bu mevzularla ilgili herkesin bu âlemde bir rabb-ı hassı var, kendine ait ve kendini kontrol eden, biz uyusak da, o uyumayan biz gaflette olsak da, o gene bizimle beraber olan, yaşadığımız ve uyuduğumuz süre içinde, bizden hiç ayrılmayan, her birimizin bir rabb-ı hası vardır, herkese özel olarak bu rabb-ı has da esma-ı ilâhiyeden birisidir. Kaldığımız yerden devam edelim

İmdi dalâl, nasıl ki arız ise, gazab-ı ilâhî dahî, öylece arızdır. Ve meal, her şeye vâsi'a olan rahmetedir; o da sabıkadır (6).

Ya'nî Mudil isminin tecelli hali olan dalâl, dalâlet arızî olduğundan gazab-ı ilâhî dahî arızîdir. Bakın şimdi de bir başka

Page 288: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

287

yöne girdi, Dalâl yani dalâlette olunan arizi olduğundan yani dalâl sonradan meydana geldiğinden, âraz olduğundan asıl olmadığından gazab-ı İlâhi dahi arızîdir. Yani o dahi geçicidir. Ve meal, (geri dönmek) rahmet-i zâtiyye-i âmmeyedir. Yani yukarıda bahsetmişti ya sohbetin başında, Rahmet-i Zâtiye diye o umumiyedir Ve o rahmet dahî “Rahmetim gadabımı geçmiştir” hadîs-i kudsîsi mucibince sâbıktır; zira her bir Rab kendi abdinin dilemesinden razıdır. Meal diye belirtilen rahmet-i Zât’iye yani geri dönen Rahmet-i zât’iye de umumiyedir. Şimdi bütün bu âlemde asıl olan rahmettir. yani Rahmet-i Rahmaniye, Rahman’ın rahmeti diğer bütün esma-ı ilâhiye bu rahmetten nefes-i Rahmaninin bütün âlemlere yayılmasından sonra, meydana gelen esma-ı İlâhiyenin bakın her türlü hali Rahmetten sonra, yani evvelâ ezelde Cenâb-ı hakk’ın bir rahmeti var ve her şeye vasi, kaplamış olan bir rahmeti vardır.

Daha sonra bu âlemde faaliyet olabilmesi için, ve varlıkların birbirinden ayrılabilmesi için, zıt isimlerle bu sahneye geldiler, biz de öyle geldik. Bu zıt isimlerin bir tanesi Hâdi, bir tanesi de Mudil’dir. O halde Mudil ismi yani Dalâl isminin kaynağı, zuhuru olan Mudil ismi arız sonradan olmadır, asli değildir. Bakın burası çok mühimdir, gerçekten güzel bir bilgidir, işte onun için “Rahmetim gadabımı geçmiştir” rahmetim gadabımı örtmüştür onu kaplamıştır. O halde rahmet ezeli ve bakidir, gadab ise geçicidir. Yani Gadab ve Dalâl ebedi ve kalıcı değildir.

Peki nerede ne kadar sürelidir, işte mahkeme-i kübra görüldükten sonra, Hâdi isminin zuhurları cennete, Mudil isminin zuhurları cehenneme, orada gadab-ı İlâhi onları orada kaplamış oluyor. Süreleri ne kadarsa yaptıkları eksi işlerin süreleri ne kadarsa, herkesin nasıl hapishanede kalış süreleri, başka başka ise cehennemde de kalış süreleri başka başkadır. Ancak mü’min olanlar yani iman ehli olupta cehenneme girenler nasıl hapishanede müebbet hapis olmayanlar, süresi geldiği zaman bunlar oradan çıkıyorlar kendi evlerine gidiyorlar.

Ama müebbet hapiste olanlar ölünceye kadar hapiste kalıyorlar. Ama ölünceye kadar, bakın o dahi bir sonludur. Yani sonsuz bir hapishane hayatı yoktur. Mü’min olanlarla kıyas yapalım mü’min olanların kalış süreleri belirlenmiş olanları, mü’minler diye düşü-nelim, süresiz olanları da, gayri müslimler olarak düşünelim, yani gadab ehli olarak düşünelim. Ama bir ömür boyu dahi hapiste kalmış olsalar gene çıkıyorlar. Yani ölüm denen hâdise ile gene çıkıyorlar hapishaneden. Ama onlar ölmüyorlar, ölüm diye bir şey yok zâten onların hayatları ahirette devam ediyor, ama hapishaneden çıkmış oluyorlar.

İşte verilen ceza ve gadab ve dalâl geçicidir bu yüzden. Rahmet ise vasîdir. Bu Rahmet ezeli ve ebedidir Allah’ın Rahmeti. İşte onun için “Rahmetim gadabımı geçmiştir” dediği budur. Bir gün gelecek

Page 289: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

288

dünyada böyle olduğu gibi Cehennemde olanların da süreleri dolacak, mü’min olanların gayri mü’min, gayri müslim olanların, inkarcı isyancı olanların, dalâl mudil olanların da, görüntüde yine Cehennem gibi olacak, ancak o cehennem uzun süre orada kaldıkları için artık kendilerine tabii fıtratları üzere tabi yaşadıkları bir yere dönecek. Alışkanlık kesbedecek onları oradan çıkarıp Cennete koysalar hayır ben cennete gitmem diyecekler ve cennette zâten yaşayamayacaklar.

Neden, fıtratları başka olduğu için. O semender denilen sürüngen 500 derece santigrad ateşte yaşayabiliyormuş, yanar-dağların yakın çevresindeki sıcaklarda o sıcaklıkta yaşıyormuş. Bu âlemde de birine hayat veren bir hâdise bir yer, bir diğerine ölümünü hazırlamış oluyor. Meselâ kuşların cenneti hava, iken balığın cenneti su oluyor. Balıkların cenneti su iken, bu kuşların cehennemi oluyor. Bu sefer hava balığın cehennemi oluyor. O halde o niye orada, bu neden burada, diye fazla büyütmememiz lâzımdır. Cenâb-ı hakk gazab edici değildir, gerçi bu kelimeler şeriat ehli için indinde konuşulur, Allah’ın intikamı vardır, gazabı vardır, oralarda doğru, ama daha ileriye doğru gidildiği zaman bu gazabın geçici bir gazab olduğunu anlamamız zor olmayacaktır, işte burada da bize bildiriyorlar.

Bir baba evlâdı ne kadar kötülük yaparsa yapsın, ona sonsuz olarak bir gazab beslemez. Belki belirli bir süre için, belki işte bir iki konuşur neden böyle yaptın, yapmasaydın gibilerden ama, gene de gelse, onu kucaklar. Bir baba böyle yapıyorsa, Allah ki Rabbımız ki ne anne şevkati ne baba şevkati O’nun şevkatinin yanında hiçbir şeydir, çünkü bütün bu âlemlerin, işte bilindiği gibi, kaynağı sevgi muhabbettir. “Hub” diye bahsedilir, bu âlemleri gizli hazine idim kendimde olan güzellikleri ortaya çıkarmak için sevdim, diye ayrıca fezanın da ilk dokusu sevgi ve muhabbettir.

Ancak bu sevgi ve muhabbet dendiği zaman, beşeri anlamda nefsani bir sevgi değildir. gerçi o da ondan kaynağını alıyor ama, yönlendirilişi başkadır. Bir gün peygamber efendimize bir hanım geliyor kucağında çocuğu var, ağlayıp duruyor, ya rasulullah size bir şey soracağım diyor, bu benim çocuğum bir yaramazlık yaptı ben ona birkaç tokat attım, ama şimdi çok pişman oldum kadıncağız ağlıyor, oradan bir kıyas yapıyor, peki diyor Allah kullarını nasıl yakacak, ben bir insan olarak attığım tokattan pişman oldum, ben bir insan olarak buna dayanamaz iken Allah nasıl kullarını cehennemde yakacak diye söylediği zaman Peygamber Efendimizin verdiği cevap her zaman olduğu gibi çok güzel çok kemallidir, “O senden daha merhametlidir” buyuruyor.

Yani Cenâb-ı Allah kullarına senin oğluna olandan daha merhametlidir diyor. işte burada Rahmetinin gadabını örttüğünü bize bildirmiş oluyor. Cenâb-ı Hakk her birerlerimize kolaylıklar ihsan etsin. Tabi hepsinden güzeli gadaba sebeb olmayacak şeyleri

Page 290: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

289

yapmaktır. Mudil istikametinde değil de Hâdi istikametinde hayat sürdürmek tabi ki en güzelidir. Zira her bir Rabb kendi abdinin meşiyetinden razıdır. Her bir rab kendi abdinin meşiyetinden yani dilemesinden iradesinden razıdır.

Ve dalâl ancak diğer Rabba nazaran tahakkuk olur. yani değişik ortamlarda yaşayan farklı canlılar vardır, birinin yaşayamadığı ortamda diğeri yaşayabiliyor, toprağın içinde de yaşayabilen canlılar vardır, demek ki toprak onlara hayat veriyor ki yaşaya-biliyorlar. Balığa su ortamı hayat veriyor, kuşa da hava ortamı hayat veriyor kanatlı olduğu için kuşun iki kanadı olduğu için havada uçuyor tek kanadı bile olsa çırpınır uçamaz. İşte başta belirttiğimiz gibi, eğer biz sadece zâhir ismi ile yaşıyorsak tek kanatlıyız, tek kürekliyiz çekeriz çekeriz, aynı yerde döner dururuz.

Eğer sadece bâtın ismi ile yaşıyor isek, zikir tesbih sadece dünyayı bir tarafa bırakmışız, gene tek kanatlı, tek kürekliyiz demektir. İşte kuş nasıl iki kanadı ile uçuyorsa bir insan da kâmil bir insan, faziletli daha yararlı bir insan olması için, hem zâhir küreğini çekecek hem de bâtın küreğini çekecektir. İşte dalâl mudil yani değişik zıt, ancak Rabb-ı ahar’a nazaran mütehakkik olur tahkik edilmiş olur. yani bir rab, diğer bir rabba, göre mudil olur. şimdi bir genel Mudil var, bir de zıt esma-ı İlâhiyenin mütekabil olanları hepsi o onun dalâli o onun dalâlidir. Yalnız bir mutlak delâl esması var bu o değildir.

Şimdi kuşlara göre su ortamı Mudil’dir, balıklara göre hava ortamı Mudildir. Yani onun tersi balıklara hayat vermiyor, balıklar hava ortamında ölüyorlar, o halde birine hidâyet veren Hâdi olan diğerinin ölümünü ortaya getiriyor, o zaman işte bu dalâl olmuş oluyor. Diğerinin dalâli yani zıddı istenmeyeni olmuş oluyor. Bir kuşu suya batırırsak onu istemez, çırpınır sudan çıkmak için, işte su ortamı onun dalâlidir yani Mudili olmuş olur. balığı sudan çıkarıp hava ortamına bıraktıklarında nasıl çırpınır, işte o hava ortamı onun dalâlidir Mudilidir. Burada bahsedilen dalâl Rabb-ı Ahara nazaran yani diğer bir esmaya nazaran mütehakkık olur, yani orada tahakkuk eder. Esma diğer esma, karşısında tahakkuk eder.

Halbuki ilâhi esmanın tümü, zâhiratın başlangıcı olmak i'tibâriyle rahmet-i zâtiyye-i âmmeden ibaret bulunan vücûd-ı mutlakta gark olmuş idiler. Cenâb-ı Hakk insanı halifem, diye belirtmekte o halde biz bu vasıfa lâyık varlıklar olarak hayatımızı sürdürmek, bizim başlıca görevimizdir. Yoksa yattım kalktım yedim iştim, buraya gittim bu herkesin işidir. Her mahluk öyle yapıyor zâten. Ama hayat sadece bu değildir, hayatın gerçek olan bir lâtif tarafı var ki işte insanın letafeti güzelliği hoşluğu da oradan geliyor. Yoksa dinimiz sadece şunları yap, bunları yapma, işte şu kadar namaz kılarsan bu kadar sevap kazanırsın değildir.

Page 291: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

290

O da vardır, o şeriat mertebesindedir, sadece tefekkür ehli olmayan kimselerin fiiller ile bir yerlere gelmeyi arzu etmeleri tabi ki o da çok güzeldir. Ama güzelin de güzeli vardır, bu âlemde en iyisini en güzelini kazanmak, her birerlerimizin hakkıdır, kimse buna mani değildir, yeter ki biz taleb edelim. Hani ne demişler “talebena vecedena” yani “biz taleb ettik ve bulduk” yani biz taleb ettiğimizi bulduk anlamındadır. Yani mevcudu, vücuda gelmiş olarak bulduk, yani taleb ettiğimizi vücuda gelmiş olarak bulduk. Taleb ettiğimiz mevcut olmazsa o hayalimizde kalır, mevcut olacak bir varlık olarak ortada olacak ki, o zaman bulunmuş olacak biz de ondan istifade edeceğiz. İlim de böyledir, kim ki neyi taleb ederse onun peşinden gider.

Bütün Esma-ı ilâhiye ne kadar Cenâb-ı hakk’ın ismi varsa 99 diye belirtilen ama, 99 dan çok fazla olan, sınırı olmayan, Allahın kelimelerine sınır biçmek had biçmek mümkün değildir, gene Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i Kerîmede 31/27 âyetinde buyurur,

ة ع سبـ ده ع ن بـ م ه حر ميد ب ال ة اقالم و ن شجر ض م ا ىف االر و ان م ل و عزيز حكيم ن الله ات الله ا م دت كل ا نف ر م احب

31/27-Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve hatta buna yedi deniz daha eklense, yine Allah’ın sözleri yazmakla tükenmez. Doğrusu Allah üstündür, hikmet sahibidir.

İşte burada bütün esma-ı İlâhiye mebdei taayyunat olmak itibariyle, bu âlemlerin başlangıcı kaynağı olmak itibariyle Rahmat-i zâtiye-i umumiyyeden ibaret bulunan vücud-u mutlakda mustağ-rak idiler. Yani O’nun Mutlak vücudunun varlığında gark olmuşlardı. Yani bâtında idiler, gizlide idiler. Bütün İlâhi isimler 99 olarak, saydığımız ki bu daha çok faaliyette olan isimlerdir, 99 Esma-ı ilâhiye âlemde nekadar varlık ve onların isimleri varsa bunların hepsi Esma-ı İlâhiyedir. Yani Allah’ın güzel isimleridir.

Zâten başka bir varlık yok ki, bu âlemde başkasının ismi olsun. Peki ne olmuş bunlara, kâffe-i esma-ı İlâhiye mebde-i taayyunat olmak itibariyle, yani bütün esma-ı ilâhiye bu âlemin kaynağı başlangıcı olması itibariyle, âlemde ne varsa, gördüğümüz katı yumuşak, katı sıcak soğuk, ne varsa bu âlemde sıcak bunların hepsi bir isim ile ortaya çıkmakta hiçbir şey rast gele kendi kendine ortaya gelmez. Hiçbir şey plânsız programsız ne büyüyebilir, ne küçülebilir, ne de var olabilir. Hadi biz dua edelim şimdi şu tahtanın içinden yeşil bir şey çıksın diye.

Bir milyon sene dua etsek kuru tahtadan yeşillik çıkmaz. Çünkü orada programı yoktur. Ama biz hiç dua etmeyelim orasının biraz

Page 292: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

291

açalım tahtanın içine biraz toprak koyalım biraz gübre su koyalım oradaki tohum, doğası gereği çıkar dua etmeye gerek kalmadan. İşte orada, doğasından kasıt, kendi fıtri halidir. Cenâb-ı hakk’ın iç bünyesine koyduğu program o filizin neyse, tohumun içine beynine koyduğu kendi fıtri programı onun içindeki minicik şey görülmez olan şeyin içerisinde, evvelâ o bir çekirdek ise, evvela şarh ediyor, “elem neşrahlek” göğsünü yarıyor, çekirdek evvelâ kendini feda ediyor, evvelâ aldığı rutubetle nur ve ruh ile topraktaki bulunan yavaş yavaş zâhir hayata dönmeye başlıyor.

Görüntüye gelmeye başlıyor, ama o çekirdeğin içerisinde hepsi zâten vardır, elma çekirdeği ise, diyelim domates çekirdeği ise, o domatesin kökü çekirdeği sapı yaprağı kendisi o çekirdeğin içinde hepsi mevcuttur. Ancak görüntüde değildir, işte su güneş, toprak sebebiyle, o çekirdek açtığı zaman içindeki sırrı ortaya döküyor, o sır onların programlarıdır. O program yaşayacak mutedil ortamı bulduğu zaman hemen çıkmaya başlıyor, kimse zâten durduramaz. Tohumun birini durdursanız, diğeri çimlenir bakınız Cenâb-ı Hakk’ın İlm-i İlâhiyesi ne kadar güçlüdür, bir çuval domates tohumu düşünelim veya buğday tohumu arpa tohumu ne varsa her birinde aynı program vardır. Nasıl ilâhi bir saltanattır.

İlm-i ilâhiyenin programı Cenâb-ı hakk’ın sanatı ve ilmi ne kadar yücedir, sonra o tohumların içerisinde bu programları kim monte ediyor, hangi fabrikada onlar oraya konuyor. Böyle bir fabrika yoktur. Kendi varlıklarından gene kendilerini üretiyorlar. Hiç birisi gidipte eğitim alıyor mu, böyle bir eğitim zâten yoktur. Ama bu işi biliyor nereden biliyor, işte fıtri Cenâb-ı hakk’ın ilmi melâike-i kiram onları kontrol ediyor, biz uyuyoruz onlar uyumuyorlar. 24 saat bütün âlem faaliyettedir. Bakın bütün âlem zerrelerine kadar faaliyettedir. Eğer zerrelerin birisi faaliyet dışı kalsa bu âlem tamamen bozulur. İşte bunun kaynağı da bütün esma-ı İlâhiye yani bütün isimler mebde-i taayyunat olmak üzere, yani bu âlemlerin kaynağı olması itibariyle, Zâtiye-i umumiyeden ibaret olan yani umumi Zât’i Rahmetten ibaret olan vücud-u mutlak yani bu mevcut olan vücut Cenâb-ı Hakk’ın Zât-ı Mutlak tabirinin bir başka vücud-u Mutlak tarifidir.

Vücudsuz bir vücud, yani bizim anladığımız ma’nâda beşeri ma’nâda bir vücud mevcud varlık değil, Cenâb-ı Hakk’ın kendi mutlak vücudu, hiçbir kayıt gözetmeksizin ne lâtif ne kesif, ne ruh ne nur, onlardan da yukarıda olan onları da meydana getirmiş olan vücud-u mutlaktır. Mutlak varlıktır. Zât-ı Mutlak diye de ifade ediliyor. aslında biz de aynı şeylerdeniz. Cenâb-ı Hakk bütün bu âlemde vücud-u Mutlak olarak geniş tek sahasında kendisi vardır, ama bu âlemin varlığında olan bizler dahi kendimize ait bir vücud-u mutlağımız vardır. Her birerlerimizin bâtında böyle mutlak vücudumuz vardır.

Page 293: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

292

İşte o Mutlak vücudumuz olmazsa beşer vücudumuz zâten ortaya gelmez, mutlak vücudumuz bu vücudun kaynağıdır. Bütün esma-ı ilâhiye bize ait olan esma-ı ilahiye, bizdeki mutlak vücuda monte edilmiş yani oraya aktarılmıştır, kopyalanmıştır. İşte bizim de hayatımız o vücuttaki program üzere gelişiyor. Ne kadar yaşayacağız, işte nasıl bir hayat süreceğiz ne cinsiyette olacağız, gibi vücud-u mutlaktaki programın görüntüsüyüz şuhud-u vücudda. Bu şuhud-u vücud yani müşahade edilen vücud, bir de vücud-u izafi dediğimiz ruhsal tarafımız vardır, izafi yani isimlendirilmiş, var ama göremiyoruz, göremiyoruz ama vardır.

Göremiyoruz diye yok diyemeyiz. Meselû şu anda hepimiz düşünüyoruz, hepimiz bir şeyler düşünüyoruz, yani akıl sahibiyiz aklımızı görebiliyor muyuz, aklımızı göremiyoruz ama aklımızın varlığından şüphemiz var mıdır? Yok hep bunda müşterekiz, aklımız var, ve biz bu akla şahit oluyoruz. Ne ile şahit oluyoruz, fizikiyle değil yaptığı işlerle şahitiz. Eğer bu aklımız olmazsa buraya gelip bu adresi bulamayız. Burada bu sözleri dinleyemeyiz. Kendi hayatımızın varlığını bilemeyiz. Aklımız olmasa kendimizi unuturuz. Ben kimim diye sorarız, yanlış işler yaparız başka adrese gideriz, göremediğimiz halde biz aklımızın varlığına şahit oluyoruz. Neden faaliyeti ile şahit oluyoruz.

Nurumuz var, Ruhumuz var, bunlar lâtif şeyler, gözün göreceği şeyler değildir, ama varlığını müşahede ediyoruz şeksiz şüphesiz ruhumuzun olduğuna inanıyoruz. İnanmaktan öte müşahede ediyoruz. Çünkü hayatımız onunla eğer ruhumuz olmazsa bu hayatımız olmayacaktır. Nurumuz var değil mi, nurumuzu görebiliyor muyuz, göremiyoruz, ama biz o nur ile görüyoruz. Nuru göremiyoruz ama biz onunla görüyoruz. Bir nefsimiz var nefsimizin farkında mıyız görülür bir şey değildir, ama var bize her türlü duyguları her türlü kuvveti bizim üzerimizde tasarruf ediyor.

Ancak biz aklımızı eğitip de gerçek ma’nâda irade sahibi olur da, bu vücudun hâkimi olursak o zaman nefsimiz bize bir şey yapamaz, kendi istikametinde bizi yönetemez. Ama nefsimiz aklımız eğer irade sahibi olamamış ise, aklımızı yönetici olarak yapamamış isek, beden mülküne o zaman nefis geliyor, paşa paşa tutuyor onu elinden kolundan, istediği yere götürüyor. Yiyelim içelim gezelim kalkalım, ibadete gelince yaparız, yaparız, biraz yaşlanınca daha sonra yaparız, deyip bizi oyalayabiliyor.

O halde bu dört yönümüz görülmediği halde, ama biz onların varlıklarını müşahede ederek hiç bir şekilde şüpheye düşmeden varlığını kabul ediyoruz. İşte bu izafi vücuttur. Vücud-u Mutlak ise bütün bunları meydana getiren ve kaynağı olan hiçbir şekilde tesbit edilmesi mümkün olmayan bir vücutlarımız vardır. İşte Cenâb-ı Hakk’ın da burada bahsettiği bütün esma-ı İlâhiye mebde-i taayyunat olmak itibariyle, yani bu âlemlerin kaynağı ve başlangıcı olmak itibariyle rahmet-i zâtiye-i umumiyeden ibaret, yani umumi

Page 294: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

293

Zât’i rahmetten ibaret bulunan vücud-u mutlakta, bu bahsettiğimiz görünmeyen bilinmeyen sadece varlık olarak bilinen, ama mevcut varlık olarak değil, ilmi bir varlık olarak bilinen Mutlak Vücutta müstağrak idiler. Yani orada sessiz sedasız orada gark olmuşlardı kaynakta idiler. Bu daha evvelki sohbetlerde Rahmetten bahset-mişti onun izâhını yapıyor, Rahmat-i Zâtiye ve Rahmet-i Sıfatiyye diye Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemlerde iki umumi rahmetinden bahsetmişti, Rahmet-i Zatiyye, Rahmet-i Sıfatiyye bu Rahmetleri de ikişer bölüm olarak yani Rahmeti dört bölüm olarak ayırmıştı, burada ondan bahsediyor.

Vaktaki rahmet-i rahmani olan yani Rahmanın Rahmeti olan nefes-i rahmanî ile tecellî-i ilâhî vâki' oldu; Yani vücud-u Mutlak zuhura çıkmayı murad etti, tecelli-i İlâhi oldu, esmâ suretleri, hazret-i ilmiyyede peyda ve yek dîğerinden farklı oldu. Yani yukarıda bahsedilen isimlerin suretleri hazreti ilmiyede yani Zât-ı Mutlağın ilk zuhura gelme hali ilim mertebesinde ilmi varlıklar olarak fiziki varlıklar olarak değil, ilmi varlıklar olarak hazreti ilmiyede peyda oldu yani meydana geldi. Ve bu meydana geldiği zaman bunlar da yek diğerinden artık bu âlemde ayrılmış oldular.

Yani Zat-ı Mutlak’ta bütün esma-ı İlâhiye bir bütün iken ve orada zıtlıklar yok iken asılları zıt ama faaliyet olmadığı için zıtlıklar yok iken, ne zaman ki Rahmet-i Rahmani, yani Rahmaniyet mertebesinin rahmeti olan nefes-i Rahmani ile tecelli-i İlâhi vaki oldu, orada faaliyete başladı, nefes-i Rahmani dendi bütün bu âlemlere cenâb-ı hakk kendi Zât’ından olan Rahmetini yaydı. İşte gadab ve Mudil bu Rahmetin içindedir, ama rahmet hepsini kapsamına almış vaziyette asıl Rahmet bu âlemde. Gazab Rahmetten sonra meydana gelmektedir. Vaktaki Rahmet-i Rahmani olan nefes-i rahmani ile tecelli-i İlâhi vaki oldu, Allah’ın ilâhi tecellisi meydana geldi suver-i esmaiye yani isimlerin suretleri yani “Kadir” isminin sureti ne olacak “Vehhab” isminin sureti faaliyet sahası ne olacak.

Esma-ul Husna’yı duvarlarımıza asıyoruz, muhabbetimiz var orada her bir isim, isim olarak vardır. İşte bu bahsedilen yer o isimlerin hakikatlerinin suretlenmiş halinin meydana gelmesidir. İlmi ma’nâda suretlenen Esmâ-ı İlâhiyeler programlarını aldıkları görevleri programları ile evvelâ âlem-i misalde lâtif hale bürünmekte, ondan sonra onun yansıması olan aksi olan meydana gelmiş halleri de, hazret-i şehâdette yani bu müşahede âleminde fiziki ve fiili olarak ortaya gelmiş olmaktadır. İşte bu âlemlerin yaşantısı bu şekilde oluşmaktadır, hiçbir şey gördüğümüz gibi o kadar basit değildir.

Her şeyin ilm-i ezeliye dayanan bir serüveni var bir süreci var, biz görüyoruz işte ağaç çiçek açtı, meyve verdi ama o aşamaya gelinceye kadar ne yollar kat edilmiş oluyor ilm-i İlahiyeden sonra.

Page 295: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

294

Hazret-i İlmiyyede bunlar peyda oldu ilim hazretinde ve yek diğerinden mütemeyyiz oldu yani diğerleri birbirinden ayrılmış oldu

Ve Hâdî ismi ism-i Mudıll'den ayrıldı. İmdi bu farklılaşma sonradan olduğundan, dalâl üzerine tertip edilmiş olan gazab dahî sonradan olur; ve rahmet gazabı örtmüş bulunur. Yani Rahmet ondan evvel olmuş olur. ezelde rahmet gazabı geçmiş olduğu gibi gelecek de de gene Rahmet gazabı geçecektir, kaplayacaktır yani örtecektir yani hükümsüz bırakacaktır. O halde ezelde gazab yok gelecekte de gazab yok, gazab görülen orta haldedir, yani belirli bir sürenin içerisindedir.

İşte bir gün diyor ya mü’minlerin gireceği cehennem günahları bittikten sonra çekilecek Rahman ayağını cehennem üzerine basacak cehennem diyecek ki yetti, yetti tamam ve ondan sonra cehennemde kereviz otu bitecek cır cır otu bitecek, yani cehennem yeşillik olacak, ot bitmesi için de sulak arazi olması lâzımdır, o zaman ateşlik hususiyeti tamamen kalkmış olacak neden çünkü arizî gadab ve dalâl arızî ama, Rahmet Rahman ebedi ve ezelidir. Ancak ehl-i küfrün cehennemi yani onlara yapılan gadab biraz daha uzun sürecek ama neticede onlar da artık orada kaldıkları süre içerisinde oraya alışmış olacaklar ve onların gıdaları da ateş olacaktır.

Nasıl ki o tezek içerisinde böcekler vardır, onu yuvarlarlar kışa hazırlık yaparlar, onun cenneti de orasıdır, o koku onun cennetidir. Ama bir başka böcek onun yanına yaklaşmaz. Ama oradakier böceklerin rızkının yanına yaklaşmaz. İşte birine cennet olan diğerine cehennem olmaktadır. Ama ehline hepsi cennettir. Cehennem de ehline cennettir, cennetten kasıt rahat etmek değilmidir, onlar da onun içinde rahat ettikleri için kıyasen diğerine cehennem gibi gözüken onun cenneti olmaktadır. O halde bunlar hep kıyasi olmakta mutlak olarak hiçbir şey yoktur, birinin mutlak olanı diğerinin mutlak olmayanı, olmazsa olmazı ama, aynı şey diğerine göre artı, aynı şey diğerine göre eksi olmakta, yani bu âlem görecelidir. Göreceliye göre iyi doğru işte yüksek alçak gibi şeyler ama tevhid ehline göre bunların hepsinin yeri vardır bunların hiç birisini inkâr etmezler.

Zira ezelin ezelinde bu suretle rahmet asıl olduğu gibi, ebedde dahî sabıktır. Yani geçmişte rahmet ebedi olduğu gibi, gelecekte dahi rahmet asıldır. Yani gelecekde dahi rahmet vardır. Çünkü ya dalâli mûcib olan perdelerin kaldırılması ve bozulması veyahut tevhîd-i zât nurlarının zuhurunda, taayyünât-ı eşyanın zevali ve tecelliyât-ı ilâhiyyenin kendi asıllarına rücû'u sebebi ile meâl (geriye dönme) yine Rahmân'adır.

بسم الله الرمحن الرحيم

Page 296: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

295

Mâsivâ-yı Hakk'ın kâffesi "dâbbe"dir; zîrâ zîrûhtur. Ve- kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; o ancak kendi nefsinin gayriyle hareket eder: Binâenaleyh, o şey, sırât-ı müstakîm üzerine olan şeyin hükmüne tebaiyyetle hareket eyler; zîra sırat, ancak üzerinde yürümekle sırat olur (7),

Ya'nî umumi örfte, yani Hakk’ın sisteminde yaşanan bu âlemde, Hakk'ın gayri dediğimiz şeylerin tamamı aslında Hakk’tan gayri hiçbir şey yoktur, ancak bir şey zuhura çıktığı zaman gayr hükmünü almaktadır. Kendi varlığında mevcut iken “AYN” yani aynı hakikati, ama zuhura çıktığı zaman “GAYRI” olmaktadır. Meselâ bir ressamın ressamlığı kendi ayn’ında iken aynı, yani kendi varlığında iken ressamlığı bilgisi aynı, ama ne zaman ki bir tuvale bir resim yaptı o onun gayri oldu. Yani kendi varlığının dışına çıktı, “GAYR” oldu. Ama aslında o “gayr” denilen şey “ayn” nın aynından başka bir şey değildir.

Zuhura çıktığı için gayr ismini aldı. Ama o resim aslında ressa-mın ta kendisidir, çünkü ressam olmasaydı o resim olmayacaktı. Yani ressamın ayn’ı yani hakikati olmasaydı, o resim zuhura çıkmayacaktı. İşte örf-ü umumide yani umumi anlayışta, insanların genel bakışta Hakk’ın gayrı dediğimiz şeyler, ama aslı öyle mi acaba yani genel ma’nâda anlaşılan, belirtilen şeyler, hakkın gayrı ağaç, toprak, taş, hava, kuş, kanat, dediğimiz şeylerin hepsi yani bütün bunların hepsi, ister madenlerden olsun, ister nebat olsun, bunların hepsinin aldığı isim “DABBE” ma’nâsındadır. Dabbe den, debelenen iki ayak üstü hayat sahibi, olan varlık kasdediliyor.

Kıyamete doğru çıkacak olan Dabbe, Mudil isminin güçlü zuhurlarından olacak bozgunculuk yapacak. İster cemâd olsun, ister nebat "dabbe "dir. Çünkü cümlesi ruh sahibidir; bu ruh onların kendi mertebelerindendir. İnsan ruhu bunların üstünde bir başka yerdedir, ve onların ruhları, esmâ-i ilâhiyyeden birer isimdir; Yani Ruh-u A’zâm’dan değil, esma-ı İlâhiyeye bağlayan hayat türü bir ruhtur. ve Hak o isimler ile onlarda zâhirdir; böyle baktığımız zaman âlemin Hakk’tan ayrı bir şey olmadığı, böylece de anlaşılmış oluyor. Evvelâ örfi olarak o anlayışı veriyor, cemat, nebat, denilen şeyler Hakk’ın gayrı ama, bunlar Dabbe hükmünde olduklarından dabbe de, hayat sahibi olduklarından ve her bir esma-ı İlâhiyenin bir ismini zuhura getirdiklerinden, ve Hakk o isimler ile, isimler de, Hakk’a ait olduklarından, o halde gayr dediğimiz şeyler, Hakk’ın orada, o mertebeden tecelli ve zuhur etmiş olduğu halidir.

Cenâb-ı Hakk âyet-i Kerîm’e de bir çok yerlerde ق الله خلني ن م وء لم ة ل ك الي ل ن ىف ذ ق ا ض باحل االر ات و و م 44/ 29 الس

“semadaki ve yerdekileri Hakk olarak halk etti” bu âlemlerin zâhiri halk, bâtını Hakk tır. Zâhirine bakarsak, yaratılmış olarak görürüz,

Page 297: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

296

hakikatine bakarak düşünürsek Hakk’ın ta kendisi olduğunu biliriz. Bunlar bir yaşam idrak anlayış, meselesidir, ama kim ne şekilde anlarsa anlasın bu âlemlerin hakikati Hakk’tır. Orası değişmiyor. Ve Hakk o isimler ile onlarda zâhirdir. Yani hangi varlığa baksak Hakk’ın bir ismi orada zuhurdadır. ve o şeylerin kıyamı, yani meydana gelişi, varlık oluşu ancak o isimlerin kayyûmiyyetiyledir. Yani o isimlerin o varlıktaki kıyamı iledir. Kayyum yani bakıcılığı yani devamlılık halinde yaşatacağı isimdir. kayyum ismiyledir.

Ve vücûtta kendi nefsiyle hareket eder bir şey yoktur; gördüğümüz mevcut olan şuhudi vücutta kendi kendine hareket eden yoktur. Zîra kendi nefsiyle mevcûd değildir; yani bu âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir. Bir başka muharrik tarafından meydana getirilmiş ise, o zaman da kendine ait de, bir varlığı olmaz. Ama biz baktığımız zaman kendine ait elmayı, kendine ait gibi varlıklar zannediyoruz. Halbuki bu âlemde kendi kendine olmuş hiçbir şey yoktur, ve kendine ait o hiçbir şeyin o şeyliği yoktur. belki kendi nefsinden gayri bir vücûd ile hareket eder gördüğümüz bu âlemdeki varlıklar.

Binâenaleyh o şey, kendisinin mazhar olduğu ve sırât-ı müstakim üzerinde bulunduğu, Rabb-i hâssı olan ismin hükmüne tabi olarak yürür. Daha evvelki sohbetlerde Hud (a.s.) dan

bahsetmişti ا ه ت اصي ال هو اخذ بن ن دابة ا ام Rabları onların 11/56 م

nasiyesinden tutup götürmektedir. Kendilerince bir şeyi yok, bakın kendileri gider demiyor. Yani kendini kontrolünde tutan esma-ı ilâhiye olan ismin hükmüne tabi olarak yürür.

Ve sırat, üzerinde yürünmekle sırat olur, yol olur. Bir yol yapılsa da üzerinde yürünmese ona yol denmez, ama küçücük bir patika olsun, toprak üzerinde yürünsün, işte o asfalt yoldan daha değerlidir. İmdi o şeyin hareketi, yani her hangi bir varlığın hareketi mademki tebaiyyet hükmüyle vâki' olur, yani bir şeye tabi olarak meydana çıkar, o halde onun hareketi zayıf harekettir; zîra hareket-i arızadır, hareket-i zâtiyye değildir. Yani zayıf bir harekettir, çünkü kendine ait değildir, hareketi arizî yani başkası tarafından hareket ettirilmektedir, zâtından olan hareketler değildir, gördüğümüz bütün varlıklardaki oluşumların kaynağı kendinden değildir.

Ve bu hareket ile, o şeyin kabiliyetinde müteayin olan Hak, ona mahsûs olan kemâlin müntehâsına, yani nihayetine çeker ve onunla beraber seyreder. Yani o programda elma olmak varsa o programı kemâline kadar götürür, ve onunla beraber de seyreder. O varlıkla beraber de, o ism-i hass seyr eder. Hani müdebbiridir tedbir edicisidir koruyucusudur, yürütücüsüdür dedi ya, işte o ism-i ilâhiyenin melekeleri onun emrinde, o ismin emrinde kendisine hangi zuhur tahsis edilmişse, hangi zuhurda tasarruf oluyor ise

Page 298: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

297

melâike-i kirâm da orada yapılacak olan her şeyi gece gündüz, salise eksiltmeden, aksatmadan, onun üzerindeki bina, yani yenilenmelerini temin ederler.

Ağacın üstünden elmanın biri olgunlaşır düşer, yavaş yavaş küçükler büyür, ta ki müddeti süresi zamanı gelinceye kadar, havalar soğuğa dönünceye kadar.

Bu surette o şey, kendisinde hiçbir tasarruf olmayan o şey Hak ile Hak'ta hareket eder; işte ne görüyorsak bu âlemde biraz bâtını yönden tefekkürümüz varsa, biraz idrakimiz varsa, o şeyde Hakk’ın bir isminin zuhurda olduğunu, ve Hakk ile o ismin hakikati ile yine de Hakk’ta, neden çünkü Hakk’ın dışında başka bir yer yok ki, nerede olsun, âlem diyelim, gök yüzü diyelim, toprak diyelim, hepsi bunlar Hakk’ın varlığı içindedir, Hakk’ın varlığından ayrı bir mekân mahal tasavvur edersek, o mahal ve mekâna başka bir rab sahib vermemiz lâzım gelecektir. Böyle bir şey mümkün mü, değil bu neye benzer, bir çiftlik sahibinin, yüz dönüm arazisi olsun, bunun içerisinde bir başkası gelsin, bina kursun o çiftlik sahibi onu orada tutar mı, mümkün müdür, mümkün değildir, normalde mümkün değildir, ama celladın biri gelirde zorbalık yaparsa o zaman o cabbarlık olur, o Hakk’ın sistemine de uymaz. O halde bütün âlemde ne varsa her şey Hakk ile Hakk’ta yaşar, yani hareket eder. Eğer Hakk’ın dışında bir varlık var da gene o Hakk’ın dışında yaşıyor dersek, biz çok yanılmış oluruz.

O zaman biz şirk ehli oluruz. Hakk ile Hakk’ta hareket eder, ve bu hareket, Hak'la ve Hak'ta vâki' olunca, sırat ve sırat üstünde yürüyen Hak olur. Yani mahlûk olarak gördüğümüz o şey aslında Hakk’ın ta kendisidir, ancak allah değil, Hakk Hakk ismiyle yani bir Esması itibariyle yürür. Ve Hakk'a tebaiyyet hükmü ile olan hareket dahî, seyr-i billâh olur. yani Hakk’a tabi olarak yapılan hareket dahi bunun ismine “seyr-i billâh” derler. Yani Allah ile seyir derler, Hakk ile seyr derler.

Şiir:

Halk sana münkad olduğu vakit, Hak sana münkad oldu (8).

Ya'ni "halk" dediğimiz süret-i kesif", biz halk dediğimiz zaman evvelâ insanları aklımıza getiriyoruz, ama daha geniş ma’nâda bakıldığı zaman hâlk edilmiş bütün âlem evvelâ topluluklar ma’nâsında insanlar, ondan sonra da bütün âlem ne varsa “halk” tır, hâlk edilmişler diyelim. Halk dediğimiz kesif suretler sana yöneldiği iteat ettiği vakit, muhakkak bil ki, onun mazharında yani o halk denilen şeyin zuhurunda varlığında mazhar, yani zuhur yerinde kendisine ait olan mahalde zâhir olan Hak sana boyun eğmiştir.

Page 299: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

298

Zîra mazhar zahirin aynıdır. Yani zuhur yeri mazhar meydana çıkmışın aynıdır yani mazhar ile zâhir aynıdır. Ve mahlûkâtın suretlerinde her bir suret, esmâ-i ilâhiyyeden bir ismin suretidir; ve o isim, o mahlûkun sureti ruhu ve hüviyyetidir. Yani Esma-ı Hüsnadan hangi ismin tahtı terbiyesinde ise zuhura gelen madde olarak zuhura gelen onun ruhu ve canı o isimdir, hakikati o isimdir. çünkü onun programından meydana geldi.

İmdi rûh o suretin âyîne-i cisminde zâhir ve celidir; yani o ismin ruh o suretin yani o ismin hakikati olan ruh ve ma’nâsı o suretin cisim aynasında yani varlığında zâhir ve aşikardır, parıl parıl görülmektedir. Varlıklara baktığımızda, kedi, kuş, tavuk v.s işte orada görülen şey her ne kadar madde ma’nâsında kuş, kelebek ismini veriyor isek de, işte o kelebek o ismin orada parlamasından yani meydana çıkmasından başka bir şey değildir. Yani o ismin kelebek olarak zuhurundan başka bir şey değildir Hayy esmasının o bölümü. Şu halde suretin teslim olması, meselâ bir kedi geldi sizden bir şeyler bekler, ayaklarınıza dolanır, o inkiyad yani teslimiyet o "isim"in teslim olmasıdır; yani o kedinin boyun eğmesi değil kedide mevcut olan o esma-ı İlahiyenin size yönelmesidir. Ne kadar güzel bir bilgi, işte insan böylece ilm-i İlâhi bilgisi ile yaşadığı zaman gerçekten yaşamış ve bu hayat ona cennet olmuş olur, her münasebette bulunduğu varlığın Hakk’ın o ismi ile zuhuru olduğunu bilir, Hakk’ın varlığını bilen kimse de, zâten cennettedir. Hem de zat cennetindedir. Ef’âl âleminde Zat cennetindedir.

Biz şu anda varlıktayız, ama bir saniye beş saniye yarım saat sonra yok bizim için. Yok ama gelecek izafi yok, mutlak yok değildir. mutlak yok olsa beş dakka sonra âlemde hiçbir şey kalmaz ortada. Yok ama şu anda yok ama akış var, nehir akıyor, nehirin bir Km ilerisindeki su şu anda bizim gördüğümüz su değildir. O, orada daha yok, ama nehir akıyor, onun için demişler bir nehirde iki defa yıkanılmaz, ama birisi demiş ben on defa nehre girip çıkıyorum, aynı nehire yok demiş o senin dediğin gibi değil, aynı nehirde iki defa yıkanılmaz, çünkü nehir akıyor, nasıl yıkanırsın ilk yıkandığın su geçip gitti, nehir aynı ama su başkadır.

İşte bu âlemde de tecelli-i İlâhi hep devam etmekte, hiçbir an bir anın aynısı değil, geçmekte ve gelmektedir, işte biz bu gelen ve geçenin ortasında kalmışız, ne yapacağımızı şaşırmış vaziyetteyiz inşeallah yerimizi idrak ederiz, sağlam basarız da yaşadığımız anları değerlendiririz, aksi halde geçen geçiyor gelecek de belli değildir. Anın kıymetini bilirsek biz hayatımızı tutmuş oluyoruz, anı bilmiyor isek, ya hayelde geçmişte yaşıyoruz, ya mazide yaşıyoruz ya gelecekte hayelde yaşıyoruz, gelecekte ne olacak geçmişte ne olmuş derken anı kaybediyoruz, bu geçmiş gelecek ile an kayıp oluyor ki, bizim tuttuğumuz sadece andır.

Şu halde suretin inkıyadı yani her hangi bir varlığın yönelmesi boyun eğmesi o ismin inkıyadıdır, o ismin boyun eğmesidir. Meselâ

Page 300: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

299

ağacın altından geçiyoruz, elma ağaçları aşağıya doğru sarkıyor, bizim emrimizde bakın bize inkıyad etmişler, yani boyun eğmişler biz oradan onu aldığımızda, yani bize bakın şimdi o elmanın armudun bize sunulması değil, o esma-ı ilâhiyenin yani elmayı elma yapan varlığın boyun eğmesidir. O varlık bize lütuf edilmemiş olsa, esma lütfedilmemiş olsa bizim kullanışımıza kullanmamıza verilmemiş olsa, o elmanın bir tanesine insan elinin ulaşması mümkün değildir.

Ağacın en üst yerlerinde etrafını da dikenlerle kaplardı elimizi uzatarak almamız mümkün olmazdı. Ama nasıl o dalar boyunlarını eğiyorlar ve emrimize amede, yani bize inkıyad, balık tutuyoruz balık diyor mu beni tutma, sen beni tutmaya ne hakkın var diyor mu, kuşları tüfekle vuruyoruz, kimse bir şey diyor mu, toprağı her çeşit makine ile işliyoruz, bir şey diyor mu, diyemiyor çünkü bize inkıyadı vardır da ondan. Bütün âlemin insana boyun eğmesi vardır. Bu da nereden Cenâb-ı Hakk’ın hükmü ile oluyor, çünkü cenâb-ı hakk’ın Zât’ının zuhuru vardır insanda. Âlemdeki varlıkların insana inkıyad etmesi aslında, bizim varlığımızda Hakk’a boyun eğmeleridir.

İşte o ismin boyun eğmesidir çünkü suretin vücudu yani inkıyad eden suretin vücudu kendisinde zâhir olan ismin zuhurudur. Her hangi bir surette her hangi bir varlıkta mevcut olan o ismin hakikatidir, zuhurudur. Ama biz o mahsule bakarak mahsulü ön plâna çıkartıyoruz. Elmaya elmalık vasfını izafi olarak biz veriyoruz. Hakk’ın isminin zuhuru değil, kendine ait bir şey diye bakıyoruz. İşte aldığımız her hangi bir yiyecek, veya başka bir ihtiyacımız verdiğimiz para sadece çalışma parası, üretim taşıma parasıdır, bir Kg elma aldık verdik iki lira zannediyoruz ki elmanın parasını verdik hayır, biz elma parasını değil çünkü veremeyiz, peki nasıl aldık cenâb-ı hakk onları inkıyad ettirdiği için bizim kullanımımıza verdiği için aldık, verdiğimiz hizmet parası sulama, taşıma ilaç çapalama sürme parasıdır, elmayı oluşturan fabrikanın parasını vermedik veremezdik de. Bütün kazancımızla onu almaya çalışsak paramız yetmez.

Üretim için bir güneş lâzım güneş sistemi lâzım dünyanın döndürülmesi lâzım su lâzım, işte bir elma tanesi bu güneş sistemi içinde oluşuyor, sıcaklık ayarı bozulsa, bütün âlem donar hava olmasa yine ölür canlılar, bunlar ne kadar büyük bir denge içinde olmaktadır. İnsanın onları meydana getirmesi mümkün mü, işte bunun ödenmesi sadece ibadet ile mümkündür. O da namaz bahsini ilgilendiren bir konudur.

Şimdi ruh o suretin cisim aynasında biz ayna zannedilinca cam ayna zannediyoruz, o aynanın aynısıdır, yahut aynanın aynasıdır, bütün bu gördüğümüz âlemde vücudlar, mevcud olan varlıklar elmanın vücudu, portakalın vücudu, yani mevcudiyeti onların kendisi asli aynadır. Bakın asıl aynadır, neden esma-ı ilâhiyeyi

Page 301: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

300

ortaya çıkartıyor, hem de üç boyutuyla diğer sunni aynalar ise o aynayı aksettiren aynalardır. Yani asli aynayı aksettiren sun’i aynalardır. Esas ayna bu âlemin varlıkları, insan da olağan üstü bir aynadır. Diğer aynalar normal ayna yani madde ve malzemeyi ortaya çıkarıyorlar ama, insan Allah isminin aynasıdır.

Şu halde suretin inkıyadı yani boyun eğmesi o ismin inkıyadıdır boyun eğmesidir tâbi olmasıdır, çünkü suretin vücûdu, kendisinde zâhir olan ismin ruhudur özüdür hakikatidir.

Ve eğer Hak sana itaat ederse, bazan halk sana itaat ve inkıyâd etmez (9).

Ya'nî senin mazharında zâhir olan Hak sana boyun eğen olduğu vakit, mahlûkların sana teslim olması lâzım gelmez. Zîrâ sana boyun eğen Hak sende zâhir olan Rabb-i hâsstır; ve o da esmadan bir isimdir. Ve sair mahlukta zâhir olup, onlara boyun eğen olan Hak ise, onların Rabb-i hâssları olan esmadır. Binâenaleyh senin Rabb'in sana boyun eğen olmakla, sair Rabb'lerin sana teslimiyeti lâzım gelmez; ve Erbâb-ı Sâire (diğer rablar), sana teslim olan ol-mayınca, onların mazharları olan mahlûkunda teslimiyeti gerek-mez

Meselâ senin Rabb'in ism-i Hâdîdir. Ve senin mazharında tecelli eden olan Hak, bu hususi zâhir olma hükmü ile sana boyun eğmiştir. Ve bir diğerinin Rabb'i dahi ism-i Mudill'dir; Ve onun mazharında tecelli olan Hak dahî, o hususi zâhir olma hükmü ile o kâfire boyun eğen olmuştur. Binâenaleyh Hak böylece ikinize de boyun eğen olmakla, sizin de birbirinize teslim olmanız lâzım gelmez; çünkü her birinizin hususi rabbı olan isim, sizi kendilerine mahsûs olan kemâle sevk eder.

Halbuki birinin kemâli hidâyette, diğerinin dalâlettedir. Burada insan inkıyadından bahsediyor, önceki inkıyat bütün âlemlerdeki varlıkların insana inkıyadı yani tabi olması idi, burada ise bahsettiği inkıyad yani boyun eğme rabb-ı hasları yönünden insanlar arasındaki farkı, meselâ diyor ki, ism-i Hadi’nin mazharı olan bir kimseye Hâdi ismi inkıyad eder, Hadi isminin diğer zuhurları ile birlikte olur, yani onlar birbirleri ile ünsiyet ederler. Ama Mudil isminin hükmü altında olan bir varlık ise o diğer hâdi isminin tesirinde olan mahalle inkıyat etmez boyun eğmez.

Çünkü o da kendi ism-i hassı olan Mudil’e inkıyat eder. Dolayısıyla genel varlıklar bütün insanlara inkıyad etmekle birlikte kafir olsun Mudil olsun hadi olsun, elma hepsine inkıyad eder. Ekmek demez ki, neden bu yapılan gıdalar Rahman ismi hakikatin den âlemlerin hepsine rahmeti vardır. Cenâb-ı Hakk mü’minlere mü’min oldukları içinmi, rızık veriyor yağmur yağdırıyor değil, Müslüman oldukları için yağmur yağdırmış olsa ama aynı yağmur batıya da yağıyor, küfür ehline de yağıyor, ataistlere de yağıyor, işte bu hükümde bütün insanlar inkarcı olsun tasdikçi olsun, neden

Page 302: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

301

Rahmet-i Zât’iyeden gelen Rahmetle, yani Cenâb-ı hakk’ın Zât’ından gelen bir Rahmetle, hiç ehl-i küfür ehl-i iman ayırmadan bütün varlıklar onlara inkıyad etmiş boyun eğmiş yani emrine verilmiş oluyor.

Ama hususiye gelindiği zaman insanların birbirleri ile karşılıklı halde, işte meşreb dedikleri şey budur. Kimler hangi rabbın tesirinde iseler o meşrebtekiler, daha yakın oluyorlar birbirlerine, zıt isimde olanlar da, onlar da birbirlerine yakın oluyorlar. Bunlar birbirlerini kabul etmiyorlar. İşte böylece esma-ul Hüsna arasında, insanlar arasında boyun eğmeler, hususiyette değişik oluyor. Ama asılda ise, genele bakıldığı zaman, bütün Esma-ı ilâhiye insana inkıyad etmektedir, yani boyun eğmektedir. Yani Cenâb-ı Hakk bütün esma-ı İlâhiyenin zuhuru olan bu âlemleri, Zât’ının zuhuru olan insana ve İnsân-ı Kâmil’e boyun eğdiriyor. Ve de onlar severek bu işi yapıyorlar, çünkü mir’ac kanalı insandan geçiyor.

Bütün varlıkların, hakikatleri kendi esma-ı İlâhiye hakikatlerine insanın içinde hercümerç karıştıktan sonra, insanla insan olduktan sonra, bakın bir müddet evvel yediğimiz pastalar börekler çaylar belirli bir süre sonra insan olacaklar varlığımızda bize dönüşecek-ler, işte insan kendisine gelen bütün yediği gıdaları maden olsun, bitki olsun, hayvan olsun, insana döndürüyor. İnsan kemâlâtına ulaştırıyor kendi şahsında, biz de onlardan aldığımız gıdalarla aman yarabbi diye, Elhamdülillâhi, diye hamd ettiğimizde işte biraz evvel lâhana prasa elma olarak yediğimiz, o gıda ruhu itibariyle özü hakikati itibariyle lisana dönüştürülüyor, ma’nâ ve ruh olarak tekrar Hakk’ın huzuruna çıkmış oluyor. Bunu da ancak insan yapıyor, başka hiçbir mahlûkatta bu güzellik bu hususiyet yoktur, işte böyle bir değer sahibiyiz, inşeallah bunları bilir idrak eder ve bu şekilde yaşamımızı sürdürürüz. Süremiz doldu yine cihazı kapatalım.

-------------------

19.04.2012, Perşembe, Umresinden küçük bir aktarma.

Sabah namazına gitmek. Gelip kahvaltı etmek sonra Ka’be’ye gidip üst katta resim çekmek. Orada oturan bir hanımdan bizlerin resmini çekmesini ricâ ettik, daha sonra ismini sorduk, Tahranlı (Ferişteh/Melek) olduğunu söyledi, tefekkür ettik ayrıldık. Daha sonra öğlen namazına çıktık, daha sonra ikindi için hazırlandık, daha sonra arka tarafı dolaştık, sonra akşam, sonra yatsı, sonra gece (111) odada sohbet;

Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Cilt. 2-Hûd Fassı S. 312 (54) bölüm: Mevzu ile ilgisi dolayısı ile ilâve etmeyi uygun gördüm.

“Şimdi işini yarım bırakan, işini tam olarak yapan kimseyi geçemez. Aynı şekilde ecîr kula benzemez. Ve Hak, kul için bir yön ile koruma olduğunda ve kul da, bir yön ile

Page 303: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

302

Hak için koruma olduğunda, sen kevn hakkında ne istersen de! Eğer istersen kevn, halktır dersin ve eğer istersen kevn Hak'tır dersin. Ve eğer istersen, kevn, Hak olan halktır, dersin. Ve eğer istersen, her yönden Hak değildir, dersin. Ve eğer istersen, her yönden halk değildir, dersin. Ve eğer istersen kevn hakkında "hayret" ile kâil olursun (54).”

Yânî "câze; yecûzu" yânî “câiz; câizdir” ve "kâne ve yekûnu" yânî “oldu ve olur” ile ömrünün sonuna kadar uğraşan sarf ve zarf ehli ve eşyânın dış görünüşü ile meşgûl olan ve ellerinden geleni gösteremeyip işlerini yarım bırakanlar, eşyânın özüne nâzır olup kemâlât tahsîlinde elinden geleni gösterip işini tam olarak yapanları geçemez. Ve bir efendinin ücretle tutulmuş hizmetçisi ile kölesi müsâvi değildir. Çünkü birinin nazarı ücrete, diğerininki ubûdiyyetedir. Bundan dolayı câhilin ameli, cehennemden kurtulmak ve cennete nâil olmak içindir. Âlimin ameli ise, bu fikirlerden ârî olarak, katıksız ibâdete müstehak olduğundan dolayı, Hakk'a ibâdet etmiş olmak maksadına dayanmaktadır.

Ve kul, a’demi-yokluksal işlerden olan kendi sıfatına taalluk eden noksanlıkların ve zemm edilmişlerin kendine nisbeti gerektirdiğini bilip, onları kendine nisbet ederek nefsini Hakk'a; ve aynı şekilde vücûdi işler olan Hakk'ın sıfatına taalluk eden medihlerin ve kemâlâtın ona nisbeti gerektirdiğini bilip, kendisinden çıkan medh edilmişleri ve kemâlâtı Hakk'a nisbet ederek Hakk'ı kendi nefsine koruma ve siper edindiğinde; istersen bu kevne ve bu halk âlemine, zâhir ve noksân sıfatların mahalli olması îtibârıyla "halk" dersin.

Ve istersen, bâtın ve Hakk'ın kemâli sıfatlarının zuhûr mahalli olması i’tibâriyle "Hak" dersin. Ve istersen bâtın ve zâhir ve kemâl sıfatları ve noksanları câmi’ olması i’tibâriyle "Hak olan halktır" dersin. Ve istersen "zâhir yönünden Hak değildir, çünkü bu yönle halktır ve bâtın yönünden halk değildir, çünkü bu yönden Hak'tır" dersin. Ve istersen bu kevn hakkında "hayret"te kâil olup cenâb-ı Sıddîk-ı Ekber (r.a.)ın buyurduğu vech ile “aczini idrâk, idrâkın ta kendisidir” dersin. Çünkü kevne bakıp acz sıfatı ile vasıflanmış olduğunu ve kendisinde hâl-i infiâl yâni fâilin fiilini kabûl edici hâl bulunduğunu görür, "Hak" diyemez ve kudret sıfatıyla vasıflanmış olduğunu ve kendisinde fâil oluculuk olduğunu görür, "halktır" diyemez, "hayret"e düşer. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin başlarında buyururlar: Şiir:

Tercüme.

"Rab Hak'tır. Ve hakîkat nazarı ile bakılınca kul da Hak’tır.

Mükellefin kim olduğuna şuûrum ve vâkıf oluşum ola idi ne olurdu!

Page 304: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

303

Eğer kuldur desem, o ölüdür ve yoktur. Ve eğer Hak'tır desem, teklîf olunan nerde?"

NOT= yukarıda ki şiir (hakîkat) mertebesi itibariyle olan bir bakışı ifade etmektedir. Çünkü orası “fenâfillâh” mertebesi olduğundan kula yer yoktur.

-------------------

04.06.2013 Salı. Ene ve ente/ben ve sen sohbeti.

“Ene”nin başlangıcından “ente”ye, “ente/sen”den de bireysel ya’nî beşerî “ente”ye gelmiştik. İşte bu beşerî “ente” dediğimiz beşeriyyet mertebesi i’tibârı ile kişi sorumludur. Gerçi her mertebede belirli bir sahaya kadar sorumluluk vardır, ancak burada kişi kendisini ayrı gördüğünden dolayı, ve bu mertebe ikilik yeri olduğundan, ya’nî inananlar îman ehli, inanmayanlar ise küfür ehlidir, ve ikilik mutlak olarak bu mertebede geçerlidir. Bu mutlak geçerlilik ise genele âit olan bir mutlak geçerliliktir, bu genelin içerisinde olan ve eğitim ile kendi hakîkatine doğru yol almaya başlayanların üzerinde geçerli değildir çünkü bu durumda belirtilen sahanın dışına çıkılmaktadır.

Kişilerde işte bu belirtilen beşerî mertebe i’tibârı ile nefsî “ente” olmaktadır, bunun bir ilerisi izâfî benlik, bunun da hakîkatinde ise ilâhî benlik ya’nî ilâhî “ente/sen” olmaktadır. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın zâtının zâtî tecellîsidir ki, bu hâl seyr ü sülûkta ikinci sefer olarak belirtilmektedir.

Kişi, beşerî kimliği ile “ente”ye geldiğinde hayâtını kendisini Hakk’tan ayrı bir mahlûk gören anlayışla sürdürmeye başlamakta-dır. Zâhiren şerîat mertebesinin hükümleri bu kişilerin üzerlerinde mutlak olarak geçerlidir, ya’nî namazların kılınması, oruçların tutulması, İslâm’ın beş şartının kabûl edilmesi ve bu istikâmette hayâtın sürdürülmesi emr-i teklîfi olarak bu kişilerden istenmek-tedir.

Kişi, eğer sâdece bu mertebe içerisinde hayâtını geçirip sona erdiriyorsa, bu mertebenin onun üzerinde mutlakiyyet kazanması zuhûra gelmiş olur, ya’nî o kişinin artık ebedî olarak ilâhî “ente”ye ulaşması mümkün olmaz. Bu kişi kendi beşerî “ente”siyle ya’nî “ene”siyle ebedî olarak hayâtını sürdürür ve Hakk’tan uzak olur, isterse cennet ehli olsun. Cennet ehli olmak Hakk ehli olmak demek değildir.

İşte “kazâ ve kader” mevzûunda yukarıda belirtilen îzâhlar çok önemlidir. Bu bilgi bilinmez ise ya’nî kişinin eneiyyeti nerede başlıyor, “ente”si nerede başlıyor ve nereye kadar sürüyor, işte bunlar bilinmez ise “kaza ve kader“ hükmünün doyurucu bir şekilde, her mertebesiyle anlaşılıp yaşanması mümkün olmaz. Evvelâ kişi kendisini tanımalı ki hangi mertebelerde vardır, hangi mertebelerde yoktur, hangi mertebelerde hüküm nedir, işte bunları

Page 305: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

304

bilecek ki kendi a’yân-ı sâbitesini ya’nî hayât seyrinin nerelerde hangi hükümlere tâbi’ olacağını bilsin.

Bu sahada ef’âl mertebesinde olan beşerî “ene”ler ve “ente”ler kul olarak hükmen ancak mutlak var kabûl edilmektedir. Bu kabûl ediliş ise belirttiğimiz şekilde hüküm olaraktır, işin aslında kul hiçbir zaman yoktur.

Bu sahadaki beşerî anlayışta varız, peki nasıl varız ya’nî bu beden bizim değil, biz yapmadık; Cenâb-ı Hakk lâtîf olan ilâhî isimlerini ortaya getirecek bir mekân bize verdi, ve biz o mekânı kendimiz zannettik.

O halde biz neyiz?

Tefekkür dediğimiz, düşünce dediğimiz şeyden ibâretiz sâdece. Biz toprağa vurduğumuzda toprak bize “Dur! Vurma bana“ demez, ancak bir insana vurduğumuzda “bana vurma“ diye tepki verir, çünkü akıl baştadır ve onu koruyordur ve o tepkiyi de korumak için veriyordur.

Ve hüküm olarak da var kabûl edilen bizim aklımızdır aslında. Cenâb-ı Hakk hitâbını bizim aklımıza yapmaktadır, bedenimize değil çünkü din akla gelmiştir.

İşte şartlanmış bir bakışla bu bedene bakarak onu “ben” olarak kabûl ediyoruz ve o gördüğümüz maddeyi “ben” zannediyoruz, oysa “ben” dediğimiz bizim aklımız’dır sâdece. O kimliği aklımız alıp düşünebilmektedir. Genel olarak bunu bilmeyen insanlar madde bedeni var kabûl ederek onu “ente/sen” olarak almaktadır ki nefsî benlik budur. Bu şekilde düşünce içerisinde o madde bedene gelen her türlü zarar da o kişiyi incitmektedir çünkü kendisini o kabûl etmiştir. Kabre girdiği zaman dahi o nefs onun bir karış üzerinde ondan ayrılmıyor çünkü bir ömür boyu madde bedeni kendisi zannetti ve ona âşıktı, kabirde de o şekilde zannetti ve orada o madde bedene gelecek her türlü zararında ıztırabını çekti. Bu durum îmânı zayıf olanlar için böyledir, îmân ehli ise açılan bir pencereden cenneti seyretme zevkinden o madde bedenin toprağın altında dağılıp çözülmesinin ve böcekler tarafından yenilmesinin acısını duymadı.

Bu nedenle insan şerîat mertebesinde mutlak olarak vardır ve bütün kendisine düşen görevlerini yapmakla mükelleftir.

Kişi sâdece lafzî olmayan güzel bir eğitimle seyrini yukarıya doğru sürdürmeye başlarsa hayâta bakış ve fikir tamâmen değişmeye başlar. Şerîat mertebesinden “ben varım, sen varsın” derken bu değişimle berâber “sen yoksun” denmeye başlanır. İşte izâfî benlik burada yavaş yavaş devreye girmeye başlar.

“Bu madde beden senin bineğindir, aslın olarak sen ilâhî isimlerden meydana gelmiş bir terkipsin” düşüncesi kişide

Page 306: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

305

yerleştiğinde kişide inkilâp olmuş demektir. İpek böceğinin kozasını delerek uçmaya başlama çabalarının yeri burasıdır. “Ente” ile sonuna kadar sarılan koza açılmadıkça ve “rahâtız hamdolsun” diyerek hayâtımızı sürdürüyorsak eğer, birileri gelir kozanın içinden çıkamayan ipek böceğinin koza ile berâber kaynar suya atıldıktan sonra ondan başkalarının yararlanması gibi bizden yararlanır.

İşte nefsimiz bizi kozamız ile berâber kaynar su cehennemine atmadan, bizim bu kozayı delmemiz gereklidir. Ve her işte olduğu gibi bu iş de ustalarına ihtiyâç göstermektedir. Başka türlü o kozanın delinerek oradan çıkmaya imkân yoktur. Seyr ü sülûk derslerinin başında gösterilen Yûnus (a.s.)’ın balığı o kozanın bir başka hâlidir, yaşantısıdır. Balığın karnında Yûnus (a.s.) duâsı “Bu beden kutrundan nasıl kurtulacağız?” ma’nâsı taşımaktadır. Cevâbı ise Rahmân sûresinde “illâ bi sultân” (55/33) hitâbıyla gelmek-tedir. “Sultân” ya’nî güç olarak ise en kuvvetli güç ilim gücüdür ya’nî ma’rifetullah ilminin gücüdür. Ma’rifetullah ve tevhîd ilminin dışında başka bir ilimle bu kozadan, ve balığın karnından çıkmak mümkün değildir. Bunların dışındaki ilimler sâdece nakil ilimleridir ve geçmişte kalan hâdise olarak olayları anlatırlar. İlm-i ledün de denilen ve yaşayan ve yaşatan bir ilim olarak ma’rifetullah ilmi, Cenâb-ı Hakk’ın zâtî ilmi gereklidir ki bu ilim de çok ender bulunan bir ilim ve sistemdir. Şerîatın içinden çıkan tarîkat ehli azdır, tarîkatın içinden çıkan hakîkat ehli daha da azdır, hakîkatin içinden çıkan ma’rifet ehli ise hepsinden azdır. Bu mertebelerin her biri bir üst mertebeye zemin ve eleman hazırlamaktadır yoksa doğrudan doğruya en alttan en üstte çıkmak mümkün değildir, aradaki aşamaların geçilmesi gereklidir.

Kişi nefsî benlikten izâfî benliğe, doğru yol almaya başlarsa ve izâfî benlik sahasına girdiğini hissederse, ve birazda gayret edese bu sahada tutunabiliyor, çünkü artık bu sahada elle tutulup, gözle görülecek, bir alan fazla kalmıyor. Şerîat sahasında ise zikir, namaz, oruç gibi elle tutulur ameller mevcûttur, bu sahada ise artık ilim takviyesi devreye girmektedir. Şerîat mertebesinden tarîkat mertebesine çıkarken muhabbet gereklidir, çünkü bu muhabbetin verdiği güç ile tarîkat mertebesine geçilmektedir. Tarîkat sahası önderleri olan şeyh efendiler, denilen kimselerin çevresinde bu muhabbet oluşmaktadır. Bu şekilde olmaz ise eğer tarîkat olmaz, bu durumda ise şerîat mertebesinden direkt olarak hakîkate kolay kolay geçilemez.

Bu şekilde esmâ mertebesine geçen kişi yavaş yavaş esmâ-i ilâhiyyenin âlemdeki olsun, kendisindeki olsun, faaliyetlerini idrâk etmeye başlar. Bu şekilde kişi kendisindeki mertebeleri oluşturmaya ve kendini tanımaya başlar. Bu mertebede de “ente” vardır ancak bu “ente” artık latîftir ve nûrânî ve rûhânî yöndendir. Bu mertebedeki kişi fizikî ma’nâda yine şerîat mertebesine bağlıdır.

Page 307: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

306

Buradan yoluna devâm edip ilerlediği zaman, “küllü men aleyha fan” (55/26) hükmünün oluşmasıyla kişi artık ilâhî benliği bulmaya çalışmaktadır. Ve bu mertebede artık beşerî benliği de izâfî benliği de hükümsüz kalmaya başlamaktadır çünkü yukarıdaki bir sonraki aşamanın hükmü hüküm sürmeye başlamaktadır. Kişi burada yer edinip kendisini buldukça fenâ-fillah’tan bakâ-billah’a geçmektedir. Bakâ-billah’ta kişinin kendisine göre yine “ene” hükmü üzerindedir ancak bu “ennallah” hükmüyledir yoksa gayr hükmü ile değildir. Ba’zen “ene” “ente” olmakta ba’zen de “ente” “ene” olmakta ve bu şekilde birbirlerine ayna çıkmaktadırlar.

Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin başlarında buyururlar: Şiir:

Tercüme "Rab Hak'tır. Ve hakîkat bakışıyla bakılınca kul da Hak’tır. Mükellefin kim olduğuna şuûrum ve vâkıf oluşum olsa idi ne olurdu! Eğer kuldur desem, o ölüdür ve yoktur. Ve eğer Hak'tır desem, teklîf olunan nerde?"

İşte ulûhiyyet mertebesinin kopyası basıldığı zaman sıfat mertebesinde zûhura gelen hakîkat-i Muhammediyye genel olarak kuldur. Bu mertebeye tenezzül etmiş olduğu halde yine de Hakk’tan başkası değildir. Burada “ente” denildi ancak kendisine “ente” dedi. Ya’nî o Hakk’tan başkası değildir.

Mâdemki “ente”de Hakk zuhûr etmiştir bu durumda mükellef kimdir? İşte mükellef en başta söylenen beşerî benliktir. Yukarıya çıkılıp beşeriyyet üzerinden gidince kul kalmadığı için mükellef de kalmıyor. Burada kul Hakk’ı temsil ediyor artık. Bu makām ise faaliyet sahasında “sen atmadın, atan ancak Allah idi” hükmü ile belirtilmektedir.

Kul izâfeten kul ismini almıştır, kul da olan Hakk’tır, aslında kul yoktur. İşte bu şekilde kişi “ene” ve “ente” olarak iki rolü de birlikte üstlenmiş olmaktadır. Ancak “ente”de Hakk zuhûr etti diye o kişi “mutlak ma’nâda Hakk oldu Allah oldu” demek de değildir. Allah “Allahlığını” kimseye bırakmaz ki, zayıf bir varlıkta Allah’ın tam olarak haşmetiyle olması mümkün değildir. Kişi kendi varlığında olan Hakk’ı, kendi hâli kadar idrâk ettiği zaman ”Ben Hakk’ım” demektedir. Her varlıkta Allah’ın varlığı vardır, kişi şuurlandığı zaman kendisindeki Hakk’ı idrâk ettiğinde kendisi kadar Hakk olmaktadır. Kesilmiş karpuzdan alınan bir dilim karpuzun “ben karpuzum” demesi doğrudur, ancak “karpuzun tamâmı benim” der ise bu hatâdır.

İşte kişinin de ulûhiyyet mertebesinde kendisini bulması bu şekildedir ya’nî ulûhiyyet hakîkatleri, esmâ-i ilâhiyye içerisinde kendisini bulması ve kendisinin sâdece beşer görüntülü olmadığını, bu beşeriyetin kendisinin zuhûru îcâbı bir elbise olduğunu, kendisinin akıldan ibâret olduğunu, şuurdan ve gönülden ibâret

Page 308: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

307

olduğunu bilmesidir. Bizler Allah’ın özelliklerini müşterek kullanıyoruz, O buna izin vermiş ki bu kadar yüksek varlıklarız.

-------------------

Mevzua kısmen uygunluğu yönünden 16.03.2014 Pazar Günü, kazâ ve kader hakkında yapılan sohbetide ilâve etmeyi uygun buldum faydalı olur İnşeallah. T. B.

------------------- 16.03.2014 Pazar Günü kazâ ve kader.

Bilindiği gibi kazâ ve kader hükmü İslâm hukuku içerisinde anlaşılması en zor bölümlerden bir tanesidir. En zor anlaşılmasının sebebi ezeli ve ebedi içinde barındırması yüzündendir. Hem âlemlerin hem de bireylerin ömürleri süresince geçerli olan ve ömürleri bittikten sonra ahirette dahi devam eden bir saha olmasıdır.

Bunun gerçek ma’nâda anlaşılabilmesi merâtib-i ilâhiyyeye bağlıdır. Ya’nî ilâhî mertebelerin bilinmesine bağlıdır. İlâhî mertebeler bilinmediği sürece kazâ ve kader hükmünün bilinmesi mümkün değildir. Ancak zâhiri ma’nâda şerîat mertebesinde belirtilen o mertebe ilmi kadarıyla kazâ ve kader ezberlenir ve bu böyle imiş diyerek kabûllenilir ama bu kabûlleniş i’tibârı ile de içerisinde cevaplanmamış bir çok sorular kalır. Bu nedenle de bu kazâ ve kader hususunda bir çok mezhebler türemiş ve herbiri kendisine göre bir sistem içerisinde bunu yorumlamaya çalışmıştır.

Bunların başında gelen ve bizlerin de içerisiden yer aldığımız “ehli sünnet ve’l cemâat” grubunun bir kazâ ve kader anlayışı vardır. Mutezile mezhebinin bir kazâ kader anlayışı vardır, bunun yanında Cebriye mezhebinin bir kazâ ve kader anlayışı vardır. Bunlar ise beşeriyet idraki yönünden yapılan izahlar taşımak-tadırlar.

Kazâ hüküm olduğundan ve kader de bu hükmün peyderpey zaman içerisinde zuhûra çıkmasından ibâret olan bir sistem olduğundan bu mevzûyu sadece beşeriyet yönünden anlamak mümkün değildir. Kişi kendisine göre bir sistem içerisinde bu durumu idrâk ettiğini zanneder ve ona da bu yeterli olur. Bizim burada anlatacaklarımız ise gerçekleri hakîkati ile idrak edip anlamaya çalışanlar için olacaktır.

Evvelâ şunu diyelim ki “ehli sünnet ve’l cemâat”in zâhiri ma’nâda ifâde ettiği kazâ ve kader anlayışı bunların içerisinde en mu’tedil ve akla en yatkın olanıdır. Mutezile’ye göre kul fiilini kendisi halk eder, Allah ezelde bir şey yazmaz, kul kendi fiilini kendisi halk eder ve ona görede yazılır. Bu böyle düşünüldüğü zaman Hakk’a bu duruma göre bir varlık tanınmamaktadır, ya’ni kulun üzerinde, Hakk’ın müdâhil olmadığı, ve kulun bütün ömrünce

Page 309: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

308

serbest olup, fiillerini kendisinin halk ettiğini düşünürler. Bunun tam karşıtı olan Cebriye ise ben fiilimi yapmak mecburiyetindeyim, Cenâb-ı Hakk ezelde bana ne yazmış ise, ben onu yapıyorum ve bunu yapmayada mecbûrum, demek sûretiyle onlar da kulu aradan çıkarmaktadırlar. Ya’nî onlara göre kulun kendi hayatı içerisinde hiçbir seçeneği ve şahsiyeti ve irâdesi yoktur, ve Hakk kul üzerinde mutlak yönden tasarruftadır ve kulun yaptığı her fiil yukarıdan verilen hükümle yapılmaktadır.

Bunların içerisinde “ehli sünnet ve’l cemâat”in bâtını ile birlikte düşünülen ve kaydedilen kazâ ve kader anlayışı en sağlam ve en isâbetli olan anlayıştır. Buna göre kulun üzerinde Hakk’ın mutlak tasarrufu kabûl edilir, ancak hayâtının ba’zı bölümlerinin tasarrufu kula bırakılır. İşte bize lâzım olan yer de burasıdır; zâhiri ve bâtını ile ya’nî içi, özü ve hakîkati ile ve dışarıdaki zâhir görünmesiyle, tatbikatı ile kazâ ve kader hükmünü anlamaktır. Kişi bunu idrak ettiği zaman bir bakıma hayâtı da, çözmüş olmaktadır, tabiidir ki çok ince ayrıntılarına kadar inilerek, hayâtın çözülmesi mümkün değildir ancak ana hatları ile, geçilecek yerlerin idrâk edilmesi gerekmektedir. Muhiddîni Arabî hazretleri bu konuda der ki,

“Cenâb-ı Hakk gerçek ma’nâda kazâ ve kader sırrını görevleri sırasında peygamberlerine açmaz, ancak görevlerinin sonlarına doğru açar. Eğer bu sır tebliğ görevleri sırasında açılmış olsaydı da’vetten yana âciz kalırlar idi.”

Çünkü kişi her varlığın, kendi hakîkati istikâmetinde nâsiyesinden çekilip götürülüyor olduğunu bildiğinde, kime neyi tebliğ edecektir. Mâdem ki Rabb-i hassı onu dilediği yere götürmektedir neyi tebliğ edecektir.

Ancak mutlak ma’nâda kazâ ve kader anlayışı bu da değildir çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de kazâ ve kader hakkında o kadar çok değişik mertebelerden âyetler vardır ki, birbirlerini âdeta ortadan kaldırır gibidirler. Hakîkatte ise hiçbiri diğerini ortadan kaldırmayıp hepsi kendi mertebesinde geçerlidir. Ef’âl âleminin hükmü bir başka türlü, esmâ âleminin hükmü bir başka türlü, sıfat âleminin hükmü bir başka türlü, zât âleminin hükmü bir başka türlüdür.

Bunlar birbirlerini ortadan kaldırmayıp, birbirlerinin genişleme-sine yardımcı olarak, ilmî yükselme ma’nâsında birbirlerinin devâmını sağlayan ve netîcede herşeyi Hakk’a bağlayan bir ilim seyrinin netîcesinde anlaşılabilecek bir esâslardır. Ve bunların yanında tevhîd ilminin de bilinmesini gerektirmektedir.

Şimdi zâhire göre, evvelâ kader daha sonra kazâ diye geçer; burada bahsedilen kazâ kaderin kazâsıdır; oysa burada yaşanan kazânın kaderidir, son uçta olup gerçekleşen ancak kaderin kazâsıdır. Burayı iyi anlamak lâzımdır!

Page 310: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

309

Kazâ hüküm demektir, bu hükmün meydana gelmesi için bir süreye ihtiyâc vardır. O hükmün zaman içerisinde peyderpey olan süresi kader demektir ya’nî kazânın açılımı kader demektir. Araba kazâsı vb. gibi uçta görünen kazâlar ise kaderin içindeki kazâlardır ya’nî günlük, yevm içerisinde oluşan ve bireysel olan ve çok küçük bir sahayı ilgilendiren kazâlardır. Esas yaşadığımız ise kazânın kaderidir.

Şimdi, bilindiği üzere kazâ hüküm topluluğudur, hâkim ise hüküm veren ma’nâsınadır. Hâkimin hükmü kazâdır, hükmün infâzı ise kaderdir. İşte bizler dünyâya geldik, bizim programımız kazâ, dünyâda yaşadığımız her vaktimiz ise kaderdir. Ya’nî bu yönüyle kazâ mahlûk değildir, kader ise yaşandığı için, mahlûktur.

Kazânın bir ismi de a’yân-ı sâbitedir, ya’nî kişinin varlığı ile a’yân-ı sâbitesinin ayn olduğu, göz olduğu, kaynak olduğu ve hakîkati olduğu şeklinde tam tekliği ve vahdeti ve kökü, kaynağı bildirmektedir. A’yân-ı sâbite kişinin sâbit olan ve kendisine tanınan süresi hayâtı ve programı ma’nâsındadır. İşte bu programın bitmesi diye birşey yoktur ancak kişinin hayâtının sona ermesiyle yazılımı bitmektedir. Tatbîkatı ebedi olarak cennet veyâ cehennemde ya’nî kişi nereye gidecekse orada devâm etmektedir ve bu program üzere cennet veyâ cehemmedeki yerleri de tespit edilmiş olmaktadır.

Cenâb-ı Hakk ilk tecellîsi olan ahadiyyetine tenezzül ettiğinde bir başkası olmadığı içinde kendisinde iki oluşum bârizleşmektedir ki bunlar inniyyeti ve hüviyyetidir. İnniyyeti’nden ya’ni özündeki benlikten, ene’iyyeti ise zuhûra dönük benliğidir ve “inneni ene Rabbüke” (Tâhâ, 20/12) âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hakk Mûsâ (a.s)’a yaptığı hitap ile bu hakikate işâret etmektedir.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın kendi özündeki ya’nî inniyyetindeki mahiyeti Kur’ân ve insandır ve Efendimiz (s.a.v) “İnsan ve Kur’ân bir batında doğan ikiz kardeştirler” diyerek bunu ifâde buyurmuş-lardır.

Hüviyyeti ise bütün bu âlemlerin zuhûru ve en geniş mahalli de Kâ’be-i Muazzamâ’nın varlığıdır.

İnniyyeti ile hüviyyetinin ayrı ayrı şeyler olmadığını da düşünmemiz lâzımdır. İnniyyetinde de hüviyyeti vardır, hüviyyetinde de inniyyeti vardır. Ancak bölüm olarak belirtirsek inniyyetinden kendi zâtî zuhûru ve kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm ve insan, insân-ı kâmil ki ilk insân-ı kâmil hakîkat-i muhammedî üzeredir. Hakîkat-i muhammedî’nin Hazret-i Muhammed (s.a.v) ile bağlantısı onun nokta zuhûr mahalli oluşundandır. Yoksa sâdece o fizik vücûd olarak bütün bu âlemlerdeki insân-ı kâmil değildir, ancak ferdiyyeti yönüyle hükmen öyledir, pratikte ise fizîken bütün âlemler genişliğinde olması mümkün değildir, ancak temsilcisi odur ki temsilcisi de mülkün aynısıdır. Cumhurbaşkanı dışarıya gittiğinde

Page 311: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

310

nasıl ki bütün ülkeyi temsil ediyorsa da, onları varlığında taşıyor olması mümkün değildir, işte bunun gibidir.

Şimdi bu inniyyetin de bâtınında hakîkat-i muhammedî ile birlikte, onun içerisinde sâdece ilmî olarak bütün varlıkların hepsi mevcûttur, ya’nî burada insânî, insan kaynaklı; hüviyyetinde de kevn kaynaklı her varlık mevcûttur ancak hiç bir şekilde zuhûra çıkmış değildir. Orada Allah ismi de yoktur sâdece zât-ı mutlaktır. Ve bu zâtının içerisinde a’yân-ı sâbiteler mevcûttur ve a’yân-ı sâbite mec’ul ya’nî meydana getirilmiş değildir. İşte bizim bu a’yân-ı sâbitelerimiz buralardan başlamaktadır. Bu şekilde insan denilen varlığın kaynağının neresi olduğu anlaşılmaktadır ve bu kadar yüksekten gelen bir kaynağımız vardır ki orada melekler gibi diğer varlıklar mevcût değildir. Onların da kaynakları vardır ancak daha henüz programa gelmiş değildir ve insanın programı oradadır.

İşte insanın a’yân-ı sâbitesi daha burada ya’nî ilimde de değil ilâhî şuurdadır. Aklımızda bir düşünce vardır şuurdadır, kaleme henüz gelmemiştir, ilme dönmemiştir. İşte buna Ümmü’l Kitab denilmektedir. Ve henüz “Kitab” ismini de almamış bir kitaptır, sadece ta’bir bâbında söylenmektedir.

Bunların buradan vâhidiyyet mertebesine aktarılması ve orada ilk zuhûra gelen sıfât-ı subûtiye ile birlikte rahmâniyyet mertebesinin açılmaya başlaması ile bunlar, kazâ ya’nî hüküm ismini almaktadırlar. Vâhidiyyet mertebesi tek başına bir mertebe değil, bir sahadır. Ya’nî ahadiyyet hakîkatlerinin zuhûra çıkmasına mahal olan bir yerdir. Ve burada en ilk ortaya çıkan ilâh hakîkati olmaktadır ve uluhiyyet mertebesi burada başlamaktadır ve Ümmü’l Kitab’dan Levh-i Mahfûz’a burada intikâl etmektedir. Burası bir bakıma hem zât mertebesi hem de zât mertebesinin zılli, gölgesi ve ilmî ma’nâda zuhûru ve aynı zamanda sıfat mertebesinin faaliyet alanıdır.

Mutlak varlığın kendi şuurunda olan bilgilerin kopyasının işte bu alanda kopyasının insân-ı kâmil dosyasına aktarılması burasıdır. Ve “İlk Delîl” denilen yer burasıdır ya’nî “Allah’ın Habîb”i olması burasıdır. Bütün âlemin varlık zuhûrlarının cüz’lerinin teferruatı ile ilmî ma’nâda açığa çıktığı yer uluhiyyet mertebesi ve aynı zamanda sıfat mertebesi ve rahmâniyyet mertebesidir; işte bütün bunlar vahidiyyet mertebesi üzerinde ortaya çıkmaktadır. İşte burada a’yân-ı sâbiteler de ilmî ma’nâda ortaya çıkmış vaziyettedir ya’nî zât-ı mutlak’ın zât-ı mukayyed olarak ilmî ma’nâda kayda girmesi, sıfat mertebesi, insân-ı kâmil mertebesi, hakîkat-i insâniyye mertebesi denilen yerdir. Vahidiyyet ya’nî birlerin çoğalması yeri burasıdır. Ahadiyyet mertebesi ise teklik mertebesidir, ahad tek demektir. Bu ahad oluşu sayısal bir birlik değildir, tekildir ve bir ikincisi yoktur. Birin ikincisi olup, birer birer sonsuza kadar gidebilir ancak tekin bir ikincisi yoktur. Burada bütün, küll olan bir tek vardır, işte bizler tek-bir aldığımız zaman “Allahu Ekber” diyoruz ki

Page 312: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

311

bu “Allahu Ekber” bu makâmın en büyük ifâdesidir. “Tek ve bir” ya’nî ahadiyyet ve vâhidiyyet mertebesini biz “Allahu Ekber” demekle ifâde etmiş oluyoruz. Ya’nî “Allah” demekle ahadiyyet mertebesini, “Ekber” demekle de vâhidiyyet mertebesini ifâde etmiş oluyoruz. Ve buradaki “Ekber” ifâdesi bir yöne ile kudsiyyetinin büyüklüğünü ifâde etmektedir, diğer yön ile ise esmâ-i hüsnâ içerisinde “Allah” ismi, ism-i A’zâm olduğundan dolayı en büyük isimdir.

Vâhidiyyet mertebesinde “Allahu Ekber” ism-i A’zâm, ef’âl mertebesinde “Muhammed” ismi, ism-i A’zâm, ahadiyyet mertebesinde ise hüviyyeti ile “Hu” ismi, ism-i A’zâm’dır, çünkü burada hüviyyetin yanında olan “vâv” harfi ile birlikte, “vâv” velâyettir, “he” ise hüviyyet-i mutlakadır ki risâlet diye düşünülebilir.

Şimdi bu bilgilerden sonra herbirerlerimizin a’yân-ı sâbitelerinin ifâdesi olan kazâ bölümüne gelirsek; Kazâ sisteminin iki yönü olduğu bildirilmektedir, bu iki bölümden birisi kazâyı mutlaktır ve değişmez. Burası kulun üzerinde Hakk’ın kendi düzenlemesidir. Burada cebir olarak değil de kulunun husûsiyetine has olarak Hakk tarafından yapılan düzenleme vardır. Ve bu ahadiyyet mertebe-sinde iç bünyede olduğundan burada herhangi bir başka makâm tarafından programın yapılması gibi bir şey sözkonusu değildir. Ya’nî bu uluhiyyet mertebesinde düzenlenmiş birşey değildir, uluhiyyet mertebesine iç bünyede düzenlenmiş olarak gelmektedir. İşte bu nedenle ceal edilmiş ya’nî yapılmış değildir, eğer uluhiyyet mertebesinden sonra zuhûra çıkmış olsaydı ceal edilmiş olurdu.

Burası çok mühimdir, ya’nî bizim kaynağımız ulûhiyyet mertebesi gibi ahadiyyet mertebesinde programlanıp vâhidiyyet mertebesinde ortaya çıktığı gibi, a’yân-ı sâbitelerimiz de aynı şekilde ortaya çıkmaktadır. Eğer bunu bir başka türlü düşünürsek bu durumda bunları Allah programladı deriz ki, bu da cebriyyeye girer ve bu durumda “ceal” edilmiş olurlar ya’nî sonradan halk edilmiş olur bizim a’yân-ı sâbitelerimiz, ya’nî uluhiyyet devresinden sonra halk edilmiş olur ki cealdir ve bu da cebir olur bu durumda. İşte görüldüğü gibi a’yân-ı sâbitelerimiz ne kadar hassas bir sahadadır.

Ve insan formunda halk edilmiş olan her birerlerimizde bu ulûhiyyet hakîkati vardır. Onun için insan Allah’a halîfedir, onun için Allah’ın aynası, onun için en kemâlli zuhûr yeri olmaktadır. Aksi halde bunlar olamaz, ya’nî uluhiyyet mertebesinden sonra sıfat mertebesinden, esmâ mertebesinden halk edilmiş olsa bir varlık Allah’ın aynası olamaz, uluhiyyet karşılığı olamaz, eşdeğer gibi olamaz. Cenâb-ı Hakka insanı kendisiyle eşdeğerde tutmaktadır adeta, kendisinde olan bütün husûsiyetleri insan üzerinde ortaya çıkartmıştır. “Ona ruhûmdan üfledim” (15/29)diyerek bunu açık olarak söylemektedir. Bu gibi âyet-i kerîmelere ef’âl mertebesinden

Page 313: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

312

bakılınca tam olarak değerlendirmek mümkün olmamaktadır. Bu âyetleri tam olarak değerlendirmek için, âyetin kendi mertebesin den bakmak lâzım gelmekte ve bu nedenle de merâtib-i ilâhiyyeyi biraz bilmek gereklidir. Kur’ân-ı Kerîm’in zâtî âyetlerinden başka, sıfâtî, esmâî, ve ef’âlî, âyetleri de vardır ve her mertebeden bahsedilmektedir.

A’yân-ı sâbite içerisinde iki bölüm vardır vebir bölümünün değiştirilmesi söz konusu değildir ya’nî kazâ-i mutlak’ın değiştirilmesi söz konusu değildir. Ehlûllah’ın kaderi değiştireceği olarak bahsedilen bölüm ise muallak olan kısımdır. Bu muâllâk olan kısım daha kesinleşmiş ve kayda girmiş değildir. Bir sayfa düşünelim ve ortadan iki sütun halinde bölelim ve birine kazâyı mutlak, diğerine kazâyı muâllâk diyelim. Kazâyı mutlak denilen bölümde bizim bir dahlimiz de yoktur, sorumluluğumuz da yoktur. Ne zaman doğacağız, ne zaman öleceğiz, cinsiyetimiz ne olacak gibi fiili ma’nâda olan ve genel formumuzu çizen husûslardır.

Bunun kazâyı muâllâk olan ve boşta olan yerlerini bizim ellerimizle doldurmamız gerekmektedir, ve bizler yaşadığımız bir ömür boyunca bunları doldurmaktayız, bunu bilsek de bilmesek de. “Kirâmen Kâtibin” melekleri sürekli omuzlarımızda, önümüzde arkamızda da Hafaza melekleri olup sürekli olarak kayıtlarını tutmaktadırlar. Bizler hergün bilmesek dahi bize ait olan o kazâyı muâllâk tarafını işlediğimiz fiilleri onlar kaydetmek sûretiyle doldurmaktadırlar. Bu durumda bu melekler yaptığımız fiillerin sâdece dış görünümünü değerlendirmektedirler, ve o fiillerin iç bünyelerinde olandan haberleri olmamaktadır ki hadîs-i şerîflerde bu durum ifâde edilmiştir. Ve bu yazıcılar doğru ve güvenilir yazıcılardır.

Cenâb-ı Hakk’ın ayrıca bizler için, ahadiyyet mertebesinin bize ifâde ettiği ve bizim hakkımızda emr-i irâdî olarak isimlendirilen hükmü vardır. İrâdeli emir ya’nî Hakk’ın irâdesinin emri, işte bir bakıma kazâyı mutlak dediğimiz kısım bu emr-i irâdî içerisindedir, ancak bu emr-i irâdî muâllâk kazâ tarafında da vardır. Muâllâk tarafındaki emr-i irâdî muâllâk olan emr-i irâdidir. İşte buradaki emr-i irâdî zâten Hakk’ın kendi irâdesi istikâmetinden olduğundan dolayı burada bir sorun yoktur.

Şimdi emr-i irâdî, kazâyı mutlak ve kazâyı muâllâkta te’sîr hükmünü icrâ etmektedir, ancak bu te’sîr mutlak olsun diye değildir. Bu durum o sahadaki faaliyetin cereyan etmesine yardımcı olmaktadır. Kazânın hükmü de şöyledir:

“Ne var âlemde, o var âdemde” hükmü ile Cenâb-ı Hakk’ın bütün esmâ-i ilâhiyyesi, kişinin a’yân-ı sâbitesinde mevcûttur ya’nî ulûhiyette sonsuz olarak neler varsa hepsi kısım kısım birey insanın varlığında ondan nasipler olarak vardır. Bu terkiblerin hiçbiri bir diğerine uymamaktadır, eğer uysaydı onun aynısından iki tâne

Page 314: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

313

olurdu ki bu da Hâlık ismine yakışmaz. Ya’nî başka yapamıyordu da aynısından bir tane daha yaptı gibi bir durum olur ki, Cenâb-ı Hakk’ta, bir şeyden iki tane yapmaz, kendi tekliği gibi.

Cenâb-ı Hakk bu esmâ-i ilâhiyyeyi bütün a’yân-ı sâbitelere aktarıyor ve bu a’yân-ı sâbitelerin faaliyete geçmesi içinde program hükmünde kazâsı olarak ve bu kazânın da fizik âleminde zuhûr yeri olan beyne aktarmaktadır. Zuhûr yeri olan o çocuk dünyâya gelmeye başladığı zaman daha henüz bu kazâ programı zuhûrda değil ama, bâtında çalışmaya başlıyor. Bu çalışma emir ve nehiy hükmünde değil çocuğun meydana gelmesinde faaliyettetir. Ve çocuk ya’nî birey beşeri olarak buluğa erdiği zaman a’yân-ı sâbite artık hükmen onun üzerinde çalışmaya başlamaktadır.

Şimdi buraya gelindiği zaman ve birey mükellef olduğu zaman emr-i teklîfi ile muhatab olmaktadır. Sen artık mükellef bir varlık oldun, kendi başına düşünen bir varlık oldun ve Allah’ın emir ve yasakları bunlardır artık bunlara uymak zorundasın, hitâbı ile muhatab olmaktadır. Bu tekliflere cebren zorla uyacaksın denilse idi o mükellef değil ancak me’mur olurdu ki, bu durumda da ne cennet ne de cehennemi olurdu. Buraya gelindiği zaman artık üzerindeki kazâ yazılımının açılımı olan kader hükmünü yürütmeye başlamaktadır ya’nî kader sistemi çalışmaya başlamaktadır, yoksa kader onun üzerinde hüküm yürütmeye başlamamaktadır.

Daha evvelinde sâdece a’yân-ı sâbitesi vardı, kazâsı vardı kapalı hüküm olarak ama çocuk bulûğa erince kader tarafı gün gün onun üzerinde faaliyete geçiyor, ve o kişi o günden sonra mükellef olmaktadır, ya’nî yaptığından sorumlu olmaktadır. Bu arada yaşadığı süre içerisinde başına gelen hâdiseler kazâyı mutlaktan ise onun bir sorumluluğu yoktur, o kısım normal kaydında yürümektedir, ancak kazâyı muâllâk tarafında kişi istenmeyen birşey yaptı ise melâikeyi kirâm onu yazıyor ve yazıldığında da bu kazâyı mutlaka girmektedir. Çünkü artık olmuş oluyor ve mutlak demek oldu ma’nâsınadır, ya’nî sonradan hayâtımız boyunca muâllâkta olan saha, hayat alanı biz fiilimizi işlediğimiz zaman, bu fiil ama lehimizde, ama aleyhimizde, artık mutlak kısma girmiş olmaktadır. Ancak melâikeyi kirâm ikindi namazlarından sonra nöbet değiştirmektedirler ve bu nedenle ikindi namazına kadar olan sürelerde ve özellikle ikindi namazı sırasında bu yüzden çok istiğfar çekilmesinde fayda vardır.

Şimdi kişi bir iyilik yaptığı zaman kirâmen katîbîn onu hemen ana deftere yazmaktadır, ancak eksi bir iş yapıyorsa onu yirmi dört saat bekletiyorlar, Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti olarak ve ikindi namazı sonrası birbirlerine devir teslim yapılırken eğer hâlâ o eksi işten dolayı istiğfar edilmemiş ise, aynen olduğu gibi kayda geçmektedir ve mutlakiyete girmiş olmaktadır, eğer istiğfâr edilmiş ise o eksi işten onu kayda almamaktadırlar ki, bizim ne kadar büyük bir Rabb’ımız vardır.

Page 315: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

314

Hakîkat mertebesinden olan bakışla kulu ortadan kaldırıyor isek de, çünkü ba’zı kimselere ba’zı hakîkatleri anlatmak için “Bütün âlemde Allah’ın zuhûru vardır, insanda da şöyle şöyle zuhûru vardır” gibi anlatımlarla beşeriyet sorumluluğunu ortadan kaldırıyor gibi isek de, bizler bu dünyâ âlemine geliyor ve yaşıyor isek bütün bunlar da üzerimizde geçerli olmaktadır, eğer böyle olmaz ise Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyetlerinde kulunu muhatab olarak almakta ve “Ey îmân edenler” gibi çeşitli hitâblar ile açık olarak bunları belirtiyor ve “yâ eyyetühen nefsül mutmainne” (89/27) gibi hitâblar ile bireye hitâb etmektedir. İşte o zaman bireyin varlığını kaldırmamız mümkün değildir.

İçinde bulunduğumuz âlem şehâdet mertebesidir, ve şehâdet mertebesinde kulun sorumluluğu vardır ve kul vardır. Eğer böyle olmasaydı Cenâb-ı Hakk’ın hitâbı bir başka türlü olurdu ve o zaman cennet ve cehennem diye birşey olmazdı. Bu durumda da bu âleme sâdece rolümüzü oynamak için gelen me’mûrlar olmuş olurduk ve âmir olamazdık. İşte bu bakış bir bakıma şerîat mertebesinin zâhiri ve mutlak bakışıdır. Hakîkat mertebesine gelindiğinde ise oraya gelen kişi için bu bakış açısı ona göre geçmez, çünkü buraya gelen kişi artık kul göremez.

Şerîat ve tarîkat mertebesinde gaflette de olunsa, uyanık da olunsa zâten kul vardır, hakîkat mertebesinde kul yoktur Hakk vardır ve bu durum o kişiye göredir ki, burasının iyi anlaşılması lâzımdır çünkü o mertebeye gelen kişinin kendi idrâkine göre kul yoktur, eğer orada hep kul olursa bu sefer kendini bulamaz, ama kul yine kuldur, onu dışarıdan gören yine kul olarak görür ki bu mertebeyi idrâk eden de milyarlarca insanın acaba kaçta kaçıdır; ancak bir avuç insandır bunlar ki, onlar için orada kul yoktur, ancak bu yolda eğitim alanların içerisine de baksak “benim” diyerek hepsi kendi benliğini savunanlar ile doludur.

Kişi fenâfillahta ya’nî bütün varlıkta, varlık görmekten çekinip Hakk’ı görür, ancak bu hal bir sekr hâlidir, bir sarhoşluk hâlidir, bu sarhoşluktan kasıt ise, ilmî ma’nâda ya’nî hakîkati i’tibârı ile ilmî mahviyyet içerisinde olmak ve mahlûk görememek hâlidir, ancak bu durum da ârızadır, ya’nî mutlak değildir. Çünkü burada mükellefiyet gitmektedir bu nedenle kişiler burada çok tutulmazlar, tehlikeli bir yerdir, ba’zen ne namaz ne de diğer hiçbirşey kalmaz ortada. Tehlikeli oluşunun nedeni ise nefsin bu hâli kapmasıdır, nefs bunu kapınca kişi ilâhî ma’nâda ben bu amelleri yapamadım zanneder. Ve buraya gelerek ayakları kayan birçok kişiler vardır, çünkü nefs mertebelerini tam olarak kendi bünyelerinde oturtamadıkları için ve tevhîd mertebelerini hayâl binâsının üzerine kurdukları için gelen bir rüzgâr bütün varlıklarını alır götürür.

Gerçek ârifler olarak bu tatbîkat yapıldığında, tabii ki bu fenâfillah’ta o kişi abdiyyetinden ulûhiyyetine ya’nî kendinden kendine olarak bu ibâdeti yapacağını bilir. Aynı şekilde Kâ’be’de bu

Page 316: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

315

hakîkat geçerlidir, ya’nî Ka’be’yi ortadan kaldırdığımızı düşündüğü-müzde, secde edenler kullukları ile karşılarındakinin ulûhiyyetine secde etmektedirler. Aynı şey karşısındaki için de geçerli olunca denge olmaktadır. Ve bunların hepsi de bir idrâk ve neş’e mes’elesidir.

“Dur! Rabb’ın namazda” denilen hakîkat de bu hakîkattir. Eğer bir kişi bir ömür boyu namaz kılmış, ve bu makâma gelince âciz kalıp kılamadı ise, onun Rabb-ı hassı onun vekîli olur, ve o namaz yine kılınır, ancak bu durum gerçek irfân ehlinde olur yoksa sâdece lâfzî olarak bu işler olmaz.

İşte bu halden sonra bu kişi tekrar halka dönerek yaşamaya başladığında, Hakk ile halk arasında, ama halkvârî yaşayan kimse hükmüne girmektedir. Ve bunların dışarıdan tanınması da mümkün değildir, bunlar tamâmen dışarıdan kulluk elbisesindedirler, bu elbisenin içine de Rabb’lık elbisesi, ulûhiyyet elbisesi giyilmiştir ve dışarıdan bakıldığı zaman kul ve o kulluğun mutlak olarak üzerinde herşeyi geçerlidir. Bunlar çevreye örnek olmaları adına farzlar ile mükelleftirler. Aynı zamanda bütün kazâ ve kader bahsi onların üzerlerinde geçerlidir ya’nî bir mertebede kulluk hükmü kalkmakta ama diğer iki mertebede, beşeriyet mertebesinde ve insân-ı kâmillik mertebesine dönüldüğü zaman kulluk bertebesi mutlaka vardır. Ve kul da sorumludur diyerek emr-i teklîfi istikâmetinde hayâtlarını sürdürmeleri lâzım gelmektedir.

Şimdi bir kimsenin a’yân-ı sâbitesi yönüyle kazâsında, ya’nî hükmünde diyelim ki, Mudill esmâsı bir puan fazla olsun, ve Hâdî esmâsı bir puan geri olsun, o kişi ilk zamanlarında eğitim almaz bunları araştırmaz ise, ki insanın birinci vasfı araştırıcı olmasıdır, ve görevi de budur. Peygamberler herşeyi ortaya koydular, tatbîkini de kendileri yaptılar, bizlerden de bu tatbîkleri doğru bir şekilde işlememizi beklemektedirler, Cenâb-ı Hakk ile birlikte. Eğer bir kimse de bu şekilde kendisinde Mudill esmâsı fazla diyerek devâmlı olarak bu fiilleri işliyor ise, o işlediğini Allah yaptı diyemeyiz, ya’ni hiçbir şekilde Allah’a bağlayamayız, bu durum o kula bağlanır. Çünkü Cenâb-ı Hakk ona bir kimlik vermiştir, “ente/sen” demiştir ve bir kimlik vermiştir, bu kimliği tanımıştır, bunun yanında hürriyet de vermiştir ve sahasını çizerek neyin nasıl yapılacağını göstermiştir, sonra da ona halîfelik kabiliyetini vermiştir, yoksa mutlak olarak halîfe etmiş değildir. Cenâb-ı Hakk insanı halîfelik techizatı ile donatmış ve bu âleme, imtihan için göndermiştir. Onun içindeki ateşi de alevlendirmiş ve de “bak sonun burası veyâ burası bu yerlerden birini seç” demiştir.

Kulun yaşadığı mertebede kul kuldur, Allah Allah’tır, burada izâfî ma’nâda dahi olsa ikilik vardır çünkü ikilik olmaz ise Allah’ın zuhûru olmaz. Ya’nî “Ene” sâdece “Ene/ben” olarak kalsaydı ondan kimin haberi olacaktı; işte “ente” olacak ki “ene” bilinsin.

Page 317: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

316

İşte kişi bunun hakîkatini anladığı zaman “ene” ve “ente” birbirinin aynası olmaktadırlar; ama bu bu makâmda geçerlidir. Diğer mertebede olanın ise bundan haberi yoktur o kendisini “ente” olarak bilmektedir, “ene”yi bilmemektedir. Alt mertebedeki bu kişilerin “ene”yi bilişleri kendilerini “ente” kabûl ederek, olarak bilişleridir, ya’nî bir Cenâb-ı Hakk “ene” olarak bir de kendisi “ente” olarak var bilmektedir.

Hakîkat mertebesine gelen kişi, aslının hakk’ın zuhûrundan başka birşey olmadığını bilmektedir. Kulun kendisine âit ve kendisini halk edebileceği bir gücü yoktur ki; ancak Cenâb-ı Hakk ona o gücü vermiştir ve kabûl etmiştir.

Allah’ın ahlakı ile olan ahlaklanmada “acıma” yoktur; bu acıma ancak “Muhammed (s.a.v)’in ahlâkı ile ahlâklânanız” da vardır, aradaki fark da budur. Çünkü eğer hâkimin acıması olsa bu sefer doğru karar veremez. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ise “rahmeten lil âlemîn” olduğu için hep rahmet yönüyle ya’nî affedici ve hoşgörülü olan yönüyledir.

İşte böylece a’yân-ı sâbitelerimizin zuhûr yeri olan kazâlarımı-zın, ikinci bölümünde olan ya’nî muâllâkta olan kısmını sol tarafa çeker ve orada sâbitleştirirsek bizim kaderimizin muâllâk bölümünde “sol” olarak yazar ve bundan sonra da Kazâ-ı mutlaka geçer ve artık fiil ortaya çıkmış olduğu için değiştirilemez, bu durumda inşaat ustalarının şaküllerini yukarıdan sallamalarına benzer; o şakülenin tam dikey durduğu yer onun işâretidir, ama aşağıdan onu sağa sola ve diğer yönlere oynatmak mümkündür, ancak yukarısı sâbittir. Biz bu şaküleyi sola çeker ve orada sâbitleştirirsek bizim kaderimizin muâllâk bölümünde sol olarak yazılır ve bundan sonra da mutlak kısma geçer ki, âhirette de ortaya çıkacak olan bu programdır. Ya’nî kısaca kul mes’uldür, ve kul vardır.

Âyet-i kerîmede de belirtildiği üzere “Allah yaptığından mes’ul değildir, ancak siz yaptıklarınızdan mes’ulsünüz” (21/23) denilmesi kulun kimliğinin kabûl edilmesidir. İşte gerçi tam olarak kimse ne olduğunu bilmese de, eksi isimler bizim a’yân-ı sâbitemizde daha fazlaydı diyebilir kişi, ancak Cenâb-ı Hakk adâletsizlik yapmaz ya’nî kazâ hükmünde eksiklik veyâ fazlalık olmaz. Esmâ-i ilâhiyyenin birinin eksikliği olabilir, ama benzer bir başka esmâ-i ilâhiyyeden fazlalık da vardır. Burçlar denilen sistem gereği her burcun birdiğerine göre eksi yönleri ve artı yönleri vardır. Hepsi bir olsa adâletsizlik olur. Bir diğerlerine göre eksilerin ve artıların olması işte bir şekilde hepsinde adâletin olması demektir.

Kazâ programına göre bizim sorumluluklarımız vardır, ve cennetteki veyâ cehennemdeki yerimizi de burası ayarlamakta, ve hükme getirmektedir. Son âna kadar ya’nî rûh boğaza gelinceye kadar îmân yolu açıktır. Rûh boğaza geldikten sonra öteki âlem

Page 318: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

317

artık kendisine açılmaktadır, işte bu nedenle de bizden görerek îmân değil, gaybî îmân istenmektedir. Ömrümüzün sonuna kadar bizler için istiğfar etme imkânı vardır. Bu nedenle de bu zamânı kaçırmamak gerekmektedir. İşte bunların hepsi bize bildirilmiştir ve hiçbir şekilde kimsenin bu âlemde bir mâzereti yoktur.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kişi de Mudill ismi fazla olabilir ve kişi bunun gereği olarak yaşantısını sürdürüyor olabilir, ancak Cenâb-ı Hakk örneğin Kudret’inden ona biraz daha fazla vermiş olabilir ki, bu Kudreti kullanılarak o Mudill’in gücü eksiltilebilir. Bunun sonrasında seçimlerini yapmak sûretiyle de Hâdî ismini arttırabilir.

Bizde Kahhar esmâsı da vardır, ama Kahhar esmâsını başkasına zarar verecek şekilde değil de, müdâfaada kullanırız. Eğer Cenâb-ı Hakk bize Kahhar ismini vermese ve hep Latîf ismini verse, bu durumda kendimizi koruyamayız. Bizler aslında Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i ilâhiyyesini korumaktayız.

İşte İblîs’in olması da bunun içindir, bizlerin Mudill’iği bilmesi ve tadması içindir, eğer içimizde Mudill olmaz ise ne ile savaş edeceğiz. Mudill olmaz ise kişi melek olur ki, melekler için de cennet ve ahiret yoktur.

İşte bizim cennet veyâ cehennemdeki durumumuzu belirleyen muâllâk kazâdaki bölümlerdir ki bizler sürekli çalışmak sûretiyle ve yirmi dört saatlik bölümler hâlinde bunun tatbîkatını yapmak sûreti ile bu zaman sürelerimizi kaderi mutlak’a çevirmekteyiz.

Şöyle de düşünülebilir; diyelim ki elimizde altmış metrelik bir halı olsun ve her metresi bir sene olsun, işte bizler o halının üzerinde yatıyoruz ve o halıyı sürekli dokuyoruz, biz onu dokudukça dokuduklarımız arkada kalarak kesinleşmekte, ya’nî kaderi mutlak olmaktadır, önümüzdeki kalan hayat vaktimiz de, kaderi muallâk, dokuyacağımız geriye kalan halı olmaktadır.

Cenâb-ı Hakk aklımızı yerinde tutsun, dünyâda yaşıyor iken en fazla olarak dünyâyı değerlendirenlerden eylesin inşallah. Bizden evvelkiler çok güzel değerlendirmişlerdir, inşallah bizler de öyle oluruz. Bu işleri idrâk etmemiz Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük lütfudur. Kadr suresinde Cenâb-ı Hakk bundan bahsederek “O gece nasıl bir gecedir, sen idrâk ettin mi?” (97/2) buyurmaktadır.

Ahadiyyeteki feyz-i akdes, bir halin sayısal çokluğunu değil de faziletli yüksekliğini belirtmektedir. Bir şey çok olabilir ancak fazileti olmayabilir. İşte bu feyzin aktarılması hali de feyz-i mukaddes olmaktadır. Ahadiyyetteki feyz-i akdes “lâ-taayyün”dür, feyz-i mukaddes ya’nî vahidiyyet mertebesi ise “taayyünü evvel” ya’nî “birinci taayyün”, esmâ mertebesi ise “taayyünü sânî” ya’nî “ikinci taayyün”dür. Ef’âl âlemi ya’nî içinde bulunduğumuz âlem ise “üçüncü taayyün” dür.

Page 319: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

318

Feyz-i akdes zât-ı mutlaktır, feyz-i mukaddes ise hakîkat-i muhammediyye’dir çünkü oraya akmaktadır. Ki bu da ulûhiyyetin tam karşılığı kopyası olan ya’nî sûreti olandır. Ancak sûret açıldığı zaman orada ilâhî tasdîk ile “aslının aynıdır” denilmektedir.

Bunların hepsi ef’âl âleminde de vardır ancak biri birine perde olmaktadır. Eğer o perdelilik olmasa o makâm bu sefer ortaya çıkmaz ve onun tanımı ve ifâdesi olmazdı. Yoksa ef’âl âleminde ahadiyyet âlemi olmamış olsa ef’âl âlemi zâten olmaz ya’nî ortaya çıkamazdı.

-------------------

İnsan-ı Kâmil “Tezi Baba” şerhinde geçen. Kaza kader bölümünüde ilâve edelim. Belki gene bir tekrar olacak ama sıkınılmadan okunursa belki bunun da, daha başka yönlerden faydalı olabileceği mümkündür. T.B.

---------

…………………………. Bu ma’nâlarla ilgili kader hakkında biraz izah yapmaya çalışalım. Ehl-i sünnet vel cemaat akidesinde, kader hakkında ne diyordu, kaderi ikiye ayırıyordu. Kader-i mutlak kader-i muâllâk, diye. Bunun bazı kısımlarını, yani kişinin hayatının bazı kısımlarını kontrolünü kendisine bırakıyor, yani kula kişiye bırakıyor. Bazı kısımlarını da kader-i mutlak olarak Cenâb-ı Hakk'ın kurduğu, plânladığı şekilde olmasını istiyor diye böyle bir izahı vardır.

Cenâb-ı Hakk, daha evvelce kişinin ne yapacağını bildiği için kaderini baştan sonuna kadar yazıyor diyor. Yalnız burada, yani mutlaka böyle olacaktır, diye bir cebir yoktur. Cenâb-ı Hakk, bir kulunun ana rahmine düştüğü andan itibaren kabre girinceye kadar geçireceği bütün safahatı yazıyor ama bu böyle olsun diye yazmıyor, böyle olacaktır diye yazmıyor. O kulun kendisine de bırakılan zaman birimlerinde ne yapacağını daha önceden bildiği için yazıyor ama onu yapsın diye yazmıyor. Bazı yerlerini kader-i mutlak olan yerlerini yazsın diye bırakıyor, yani kendisi öyle yapacak kendisi karar veriyor.

Nerede doğdu, hangi aileden dünyaya gelecek, işte ne kadar yaşayacak, nerede ölecek... diye büyük oluşumları Cenâb-ı Hakk kendi kararlıyor, öyle yazdırıyor ama hayatının bazı boşlukta olan yerlerini kulunun iradesine bırakıyor. Fakat kulunun ne yapacağını o daha baştan bildiği için kul o fiili işlemeden yazıyor onu böyle olacaktır diye, ama böyle olsun diye yazmıyor. Yani hareket sahası sana bağlı, teraziyi kullanma sana bağlı. Bu diyelim ömrünün 3'te 1 kısmı, ömrünün 3'te 2'lik kısmını Cenâb-ı Hakk zâten yazmış ondanda sorumlu tutmuyor. Bizim sorumlu tutulduğumuz yer Cenâb-ı Hakk'ın bize bırakmış olduğu zaman birimleri. Cenâb-ı Hakk'ın kendisinin tayin ettiği şeyler, bizim hakkımızda, zat

Page 320: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

319

mertebesinde kurgulanan bir ilim. İşte kaderin değişmez olan yönü burası. Zat mertebesi itibariyle Cenâb-ı Hakk diyor, bu kulum şunları, şunları... yapacak diğerlerini de boşta bıraktım. Yani hayatının 3'te 2 kısmını ben düzenledim, bunun değişmesi mümkün değil. İşte kader değişmez denilen şey budur.

Birde Allah'ın kaderi değişmez deniliyor ya, birde dua ve sadaka kaderi değiştirir deniyor. Cenâb-ı Hakk zat mertebesinden bu hükmünü verdi tamam, o iş bitti orada değişiklik yok. Zat metre-besinden, Cumhurbaşkanından geldi, artık o kesin onun değişmesi yok. Şimdi Cumhurbaşkanı, o bulunduğu yerdeki genel müdürüne dedi ki, bizim şurada bir vatandaşımız var, onun üzerinde sorumlu sensin, dikkat et dedi. Yani Ya Rabbi dediğimiz bölüm. Allah dediğimiz yukarıdaki bölüm. Artık bizim kader-i muâllâk ile ilgimizi buraya göndermiş oluyor, yani bizi tesirinde tutan esma-i ilahiyeye o görevi vermiş oluyor, işte bizimde Rab dediğimiz o yerdir.

Biz şöyle veya böyle hayatımızı sürdürdük. O esmanın elinde bir program var. Bize onu teslim etti, işte bizim artık ilgimiz onunla direk gelen şeyler zâten zattan bunlar değişmiyor ama aradaki boşluklardaki kontrol bizim esmamızın elinde. Bizi kontrolünde tutan esma-i ilâhiye bunların arasında, biz ibreyi Hakk'a doğru yani esmanın gerektirdiği şekilde kullanabiliyorsak veya Cenâb-ı Hakk'ın bize verdiği şekilde kullanabiliyorsak, işte o esma-i ilâhiye sende eksi yöne gitmekte olan şeyi değiştiriyor, artı yöne çekiyor, artı yöne yazıyor yani bunu esma-i ilâhiye yapıyor. Sana ait olan esma-i ilâhiye yapıyor. Ya Rabbi dediğimiz zamanda ona yönelmiş oluyoruz. Bizi tesirinde, terbiyesinde tutan esmaya yönelmiş oluyoruz hangisi ise.

İşte bir derviş yavaş yavaş bu halden kurtulmaya çalışırsa yani ilâhi varlığa ulaşmaya çalışırsa, "Nefsini bilen Rabbini bilir" hükmü ile evvelâ kendi nefsini tanıyor. Oradan kendini kontrolünde tutan esmaların olduğunu idrak ediyor. Bakıyor esmanın ötesinde sıfatlar var, bu sefer sıfatlara yöneliyor. Onu da aşarsa Allah'a yöneliyor. Artık ondan sonra zâten onun eksisi, artısı diye birşey söz konusu olmuyor. Mizanı, terazisi diye bir şey söz konusu olmuyor. Çünkü nasıl zâttan gelen oluşumlar yahut program onun aleyhinde bir delil olmuyorsa yani oradan gelen, doğrudan doğruya ondan sorumlu olmuyorsa, ona ulaştığı zaman artık kendinden yapılan fiillerden de sorumlu olmuyor. Çünkü doğrudan doğruya zâta ulaştırmış oluyor yani esmasından kurtulmuş oluyor. Rabbından yükseklere gitmiş oluyor. "Dur, Rabbın namazda" dediği yeri aşmış oluyor. Cenâb-ı Hakk, kulunun üstünde iki türlü tesirdedir, birisi bi-zâtihi direk olarak tesirdedir, bunlarda hiç bir şekilde değişiklik olmuyor, diğeride Rabb'ı yönüyle tesirdedir, faaliyette işte o Rabb'ının istediği istikamette hayatını sürdürebiliyorsa artı tarafları yazılıyor, cehennemden kurtuluyor, Rabb'ı da yine Allah'tan aldığı sistem üzere onu kontrol ediyor, kontrolünde tutuyor. İşte Allah'a

Page 321: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

320

ulaşmak zor ama Rabb'ına ulaşması daha kolaydır. Bütün âlem ona teslim edilmiştir. Hangi varlık hangi esmanın tesirindeyse o onun Rabb'ı ve o onunla ilgilidir, Allah zâtı itibariyle bütün âlemde ki teferruatlarla uğraşmaz. Kişide negatif ismin karşılığı da esma olduğundan çalışmalarıyla o negatiften kurtulup, pozitif isme yönelip onu Rabb edinmesi gerekiyor. Çünkü bütün bu esma-i ilâhiye o kişi daha evvelce kendisine ait değilse bile onun tarafına geçtiği zaman onun kontrolüne giriyor.

Diyelim ki, bir kişi üzerinde tesirli olan on tane esma-i ilâhiye var. Kişi bunların hangisinin yapısına uygun hale doğru giderse Rabb'ını o seçmiş olur. Esmaları değiştirmekle kaderini değiştirmiş oluyor. Yani kaderin değişen bölümleri rububiyet mertebesinde yukarıdakiler değişmiyor ama sen rububiyetten kurtulupta Hakk esmasına oradan da Rahim, Rahman, Uluhiyet esmasına geçtiğin zaman bu esmaların sende yani o Rabların tesiri kalmıyor, Rabbül Erbaba geçtiğin zaman zâten bunlar söz konusu olmadığından sen cennet ehli oluyorsun. Diğer esmalar senin üstünde hiç bir tesiri olmadığından doğrudan doğruya o kader-i mutlaktaki gibi zâta bağlandıktan sonra senin bütün hayatın zat ile ilgili geçmiş oluyor. İşte bunun neticesinde de zat cennetine ulaşmış oluyorsun. Esma cennetinden kurtulup, zat cennetine ulaşmış oluyorsun. İşte bu da ehli sünnet vel cemaatinin hakikati bâtınıyla idrak edildiği zaman ancak gerçek kaderi bilme imkânı ortaya çıkımış olmaktadır.

Yani ehli sünnet vel cemaat zâhirde belirttiği verdiği kader bilgisi yerli yerince geçerli ama zâhir yönden bakıldığında yani bireysellik yönünden bakıldığında izahı güç, biraz boşluklar var, zorluklar var içerisinde. Çünkü binaya sadece dışarıdan bakıyorsun. Efendimiz (s.a.v.) kader hakkında konuşmayınız diyor, çünkü o kadar derin bir ma’nâ ki, konuşmayın yani sizin içinizde bulundu-ğunuz akıl düzeyi ile bu anlaşılmaz. Buradan bizde ne kadar yanılgıya düşüyoruz, zannediyoruz ki bütün ümmeti Muhammede söylendi bu kader hakkında konuşmayınız diye. Orada ki cemaate söylendi o, o gruba söylendi, o gruba diyor ki, siz kader hakkında fazla konuşmayın çünkü aklınız daha fazlasına yetmez. Bizde zannediyoruz ki, bütün ümmete bunu söyledi. Sizin kapasiteniz bunu anlayacak durumda değil, eğitiminiz yok hayali konuşuyor-sunuz gibi, biraz kızıyor gibi oluyor, Efendimiz (s.a.v.). Birisi soruyor, işte kader hakkında ne dersiniz, Efendimiz (s.a.v.) konuşmayınız dedi, bu konuşulmaz, işte öylece kabul edilir geçer. Tamam iş bitti, ne ilim, ne bir şey, kaderi nasıl anlayacaksın, nasıl anlatacaksın sonra, kendin anlamadıktan sonra diğer insanlara islâmın kader anlayışını nasıl anlatacaksın.

Evvela kaza olarak insanın programı yapılıyor. Genel çerçevesi içerisinde Cenâb-ı Hakk bunun zat mertebesi itibariyle, çünkü her varlığın zatta bir yeri vardır. Bir varlık varsa onun bir zuhuru olacak, zuhurununda bir programı olacak, programsız hiç bir şey

Page 322: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

321

olmaz. İşte bu programın aldığı isim kaza yani hüküm. Kelime ma’nâsı olarak kazâ, hüküm demektir. Hükümet, hüküm eden yer, yani kazâ yeri. Eskiden mahkemelerde kadılar varmış, kadılar da hüküm ediyor. İşte hükümet dediğimiz zaman hüküm eden yer yani hükmeden yer, sözünün geçtiği yer. Herkes ona uymak zorunda, kanunlar çerçevesi içerisinde. Namazı kazâ ediyoruz, yani ikinci bir hükümle onu yerine getirmek demek. Yani yeni bir hükümle vakti geçti ama o da bir hüküm. Aslında namazı kazâ ediyorum demek değil, bu saatte hükmediyorum demektir. Hangi namazı, hangi zamanda kazâ edeceksen o da bir hükümdür, kafandan düşünüyorsun öğlen namazının arkasından bir kazâ namazı kılayım diye, işte o hükümdür. Öğleni kazâ ettim demek, öğleni hükmettim demektir ama biz kazâ dediğimiz zaman geçmişteki bir hadisenin tekrarını yapmışız gibi aklımıza geliyor. Sen her şeyi kazâ edebilirsin. Kelimelerin hakiki ma’nâsını yani ifadelerinin hakikatini anlayarak ancak, bu ibareleri çözmek mümkündür, yoksa başka türlü şartlanmış kelimelerle bu olmaz.

Cenâb-ı Hakk ma’nâ âleminde kişinin varlığını a’yân-ı sâbitesi üzere hükmetti. Bireyler böyle olduğu gibi, bütün âleminde kazasını hükmetti yani kazâ etti, kazası oldu. Bâtın âlemde, ma’nâ âleminde a’mâiyetten ahadiyete, ahadiyetten vahidiyete geçtiği zaman bütün bu âlemlerin uluhiyet mertebesinde kazâları yapıldı yani hükümleri yapıldı yani kaderleri yapıldı. İşte bu kaderin aslı yani hakikati dayandığı nokta kazâ, hüküm. Önce kazâ yani hüküm. Burada zaman ve mekân yoktur, ama bu kazânın zuhura çıkması için zaman ve mekâna ihtiyaç vardır. İşte zaman ve mekânın oluşumunu sağlayan bu âlemler var edildikten sonra, bu âlemlerde yaşayacak olan hangi tür varlık varsa, o varlığın programının zaman süresi içerisinde hükmünü icra etme süresi onun kaderidir.

Kader, miktar demektir. Meselâ bir kişinin ömrü 30 sene olsun. Bunu toplu olarak bu 30 senenin bilinmesi kazâ, ama bunu yaşayarak faaliyete geçirmek kader, miktar yani kısım kısım... bunu ortaya çıkarmaktır. İki türlü kazâ vardır, bunu birbirinden ayıralım. Bunu dışarıdan anlamak mümkün değildir, başımıza gelen fiili kazâ ilâhi takdir neticesinde mi oluştu, yoksa bizim gafletimiz den mi oluştu. Her iki halde ki kazada da eğer biz tedbir almazsak o suç bize yükleniyor. İşte onun için, "Deveni bağla ondan sonra Hakk'a tevekkül et" dediği o. Tedbirinizi alacaksınız, tedbir almadığı zaman kişi, o kaza tedbir alsa da olacak, çünkü yukarıda yazılan kazâ tedbir alsa da olacak, çünkü Allah'ın emri o, ama tedbir aldığı zaman kaza olursa kul bundan mes'ul değildir. Allah'ın kazâsı, kul mes'ul değildir, ama yine Allah'ın kazâsı, kul bunun tedbirini almamışsa bu sefer suç kulun tedbir almadığı için. Yani kazanın oluşumunda suçun kulun bir dahli yok, yani o olacak yani tedbirini alsa da o olacak ama tedbir almadığı için suç ona yükleniyor.

Page 323: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

322

Şöyle bir hikâye vardır kader ile ilgili, Bir gün dervişin bir tanesi kervanla yola çıkmaya niyetleniyor, kendi şeyhine gidiyor. Efendim diyor, müsaade ederseniz ben kervanla yola çıkmak istiyorum. Şeyh efendi şöyle bir gönlüne bakıyor, oğlum diyor yol tehlikeli senin için, sen gitme, yola çıkma diyor. Derviş peki efendim diyor. Düşünceye dalıyor, gitmekte istiyor, ne yapsam derken birde Abdülkadir Geylâni hazretlerine gideyim diyor, bir de ona sorayım. Gidiyor Abdülkadir Geylâni hazretlerine, efendim benim böyle böyle bir durumum var diyor, ama şeyhimde bana gitme dedi diyor. Abdülkadir Geylâni hazretleri de, hadi oğlum Allah selâmet versin kervanla yola çık, ticaretini yap, gel diyor. Ona daha çok tabi itimat ettiği için gidiyor. Kervanla yola çıkıyor, bezirgânlık yapıyor ticareti ona bağlı. İşte kervanla yola çıkacak ki, rızkını kazansın.

Nihayet mallarının hepsini satıyor, parasını alıp dönüşe geçiyor. Dönüşe geçtiği zaman bir gün bir ikindi vakti bir kasabaya gelmiş. Bakmış ki güzel yeşillik bir yer, su akıyor, cami de var. İkindi vakti oldu, ikindiyi kılayım da yola öyle devam ederim diyor. Abdestini alırken, ceketini ağaca gizliyor, kimse görmesin diye. Abdestini alıyor, ikindi namazını kılıyor. Biraz da yorgun bakıyor serin güzel bir ağaç altı. Biraz şurada dinleneyim diye uykuya dalıyor. Bir müddet uyuduktan sonra rüyasında, kırk haremiler geliyorlar basıyorlar orasını, onu yakalıyorlar boğazını kılıçla kesiyorlar, nesi varsa alıp götürüyorlar. Hemen o heyecanla uyanıyor, bir bakıyor ki boğazı kesik kan akıyor boğazından. Boğazı çizilmiş ama kanlar akıyor, bir bakıyor üstüne başına ne para var, ne başka bir şey, sonra aklına geliyor. Ağaca sakladığı elbisesi, bir bakıyor ki orada duruyor. Hemen paralarını da alıp daha hızlı olarak geri dönüşüne devam ediyor.

Nihayet şehre varıyor, ilk işi Abdülkadir Geylâni hazretlerini ziyaret etmek oluyor. Efendim ben bu işi anlayamadım diyor. Ne oldu oğlum diyor. İşte efendim ben şeyhime gitmiştim, o bana gitme dedi, sizde git dediniz. Peki yolda ne oldu oğlum demiş. İşte hepsini sattım, biraz para topladım. Nihayet bir ikindi vakti, bir yerde durdum, ceketimi çıkardım ağacın kovuğuna koydum. Kendimde namazımı kıldım, uykuya daldım, uykuda böyle böyle bir rüya gördüm diyor. Kırk haramiler basmışlar boğazımı kesmişler, paralarımı almışlar diye. O zaman Abdülkadir Geylani hazretleri diyor ki, oğlum senin şeyhin sana doğru söylemişti. Çünkü senin kaderinde orada yolda eşkiyaların seni karşılayıp, boğazından kesmesi vardı, ama biz bu kaderi sana rüyanda geçirttik. Çünkü o kader-i muâllâk idi. Yani esma-i ilahiye ile ilgili döndürülecek kaderdi. Eğer kader-i mutlak olsa o onu zaten değiştirmeyecekti. Onu anladığı için Abdülkadir Geylâni hazretleri onunda o yolculuğa ihtiyacını bildiği için onu rüyada geçirtti. Bazı kadiriler, Abdülkadir Geylani hazretleri hakkında o kader-i mutlakayı da değiştirirdi diye söylüyorlar ama o da şöyle olabilir. Belirli bir zaman Abdülkadir Geylâni hazretleri mutlak kadiriyet hükmüyle ortaya çıkarsa yani

Page 324: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

323

kendinde Allah'ın kudretiyle ortaya çıkarsa o zaman onu da değiştirir, o da mümkündür. Burada esas konu kader-i muâllâk olan kaderin değişebileceğidir. Buradan meseleyi kendimize aktaralım, bize de zâten o lâzımdır. Cenâb-ı Hakk'ın bize bırakmış olduğu zaman bölümlerini en güzel şekilde değerlendirmeliyiz ki, kaderin en üst noktasına ulaşabilelim. Yani bize verilen miktarların artmasını sağlayalım, Hâdi esması cihetinden, Rahim, Rahman, Hakk, Cemâl esması cihetinden bu miktarları arttıralım. Yani kaderimizi arttıralım bu şekilde. Kader, miktar demektir. Yani bize ayrılan zaman sürelerini çoğaltalım, bereketlendirelim.

Ömrümüzü böylece uzatmış olalım, "Bir gece 83 sene 3 aydan daha hayırlı" oluyor. Ömrümüzü uzatmış oluyoruz ama fiilen değil, ma’nen. Meselâ bize 50 senelik süre tanınmışsa bunu düz gidersek bu 50 senedir ama biz bunu yükselterek gidersek daha daha yükselterek gidersek o binlerce seneye varmış olur. İşte asıl cambazlık buradadır. Bütün iş zamanı verimli kullanmaktadır, zamanı verimli kullanmakta ehil olursan bu dünya fevkalade bir yerdir, bundan daha ilerisi zâten yoktur. Yani bütün âlemleri bir seyyah olupta gezmeye kalksak, bu dünya kadar güzel bir yer bulamayız. Belki güzelliği, şıklığı cennetten güzel değildir ama ma’nâ bakımından getirisi bakımından bu dünya kadar güzel hiç bir yer yoktur. Cennete gittikleri zaman insanlar bakara suresinde ve daha başka yerlerde de geçiyor, Cennetteki insanlar, cennette yedikleri meyveleri gördükleri zaman "biz bunları ve bunların benzerlerini dünyada da yemiştik diyecekler." (2/25) Dünyada görmediği şeyle orada onu benzetme yapamaz.

İlâhi tecellileri yani esma meyvelerini vahdet sofralarında biz burada oturmuştuk diyecekler. Meyveden kasıt ilâhi bilgidir. İşte cennette de bu tecelliler olacak ama bu tecellileri dünyada idrak etmiş olan kimseler orada ki tecellinin hakikatini anlayabilecekler. Yoksa burada bu tecellileri idrak etmemiş olanlar, orada o meyveleri herkesin yediği gibi, ne kadar suluymuş, ne kadar tatlıymış diye öyle yiyecekler, yani nefislerine yiyecekler. Burada ki meyvenin hakikati, ilâhi yani irfaniyet özelliğiyle Cenâb-ı Hakk'ın esma-i ilâhiyesinin feyizlerini idrak etmek, bu dünyada bunları yemek yani bu tecelliler cennette de olacak ama, burada tanıdık ise bu tecellileri orada daha çoğunu, daha lezzetini bulacağız. "Gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, dillerin tatmadığı rızıklar" (Buhari-1720) olacak cennette, meyveler olacaktır diyor. O da o âlemin özelliği olduğundan burada da onlar olmadığından, onları gidebilenler orada görecektir ama, bütün bunların oluşması buradan kaynaklanıyor, buradan kazanılıyor, cenneti burada kazanamazsak oradaki o yiyecekleri, meyveleri bulmamız mümkün değildir. İşte bunlar vahdet meyveleri, bunlarda ancak burada toplanıp yeniyor.

-------------------

Page 325: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

324

(89) Merkez dosyasından aktarma.

Mevzu ile ilgisi olması bakımından, (89 nolu bir hikâye birçok yorum merkez dosyası.) isimli kitabımızdanda bir bölüm ilâve edelim, inşeallah faydalı olur. Tamamını okumak isteyen olursa “Terzi Baba” internet sitemizden indirebilirler. T.B.

---------

“Merkez hikâyesi” Terzi Baba yorumu

Bismillâhirrahmânirrahîm.

“Merkez hikâyesi” hakkında internetten, kardeş ve evlâtlarımızdan gelen (90) adedi bulmuş olan bu yazılar bir dosyada toplanarak birleştirilmiş oldu. Sonuna bende bir yorum yapıp böylece dosyayı tamamlamış olalım, İnşeallah. T. B.

-------------------

Oldukça uzun bir çalışma ile baştan sona bütün yazılar bir yazı formatına dönüştürüldü, gene bütün yazılar, harf kelime ve cümleler itibariyle hepsi tek, tek kontroldan geçirilerek, daha düzgün anlatış ve anlayış haline yaklaştırılarak, nokta ve virgüller dahi, gerekli yerlerine konarak, epey bir zaman üzerinde çalışılması sûretiyle, nihayet bu duruma getirilebildi. Aslında içerisinde düzeltilmesi gereken bir çok husus olduğu halde, buna da benim vaktimin olmaması, ve yazıların genelde aslına sadık kalıp, ancak kitap yazılımına uyum sağlayacak şekilde düzenlemeye çalıştım, İnşeallah hepsi anlaşılır duruma gelmiş, olmuşlardır.

Eğer vaktim olsa idi her yazıyı ayrı ayrı değerlendirip yorumlarını yapmak isterdim, ancak buna ayıracak vaktim olmadığından, mümkün olamadı, sağlık olsun, herkes nasıl olsa kendi yazısını tanır, diğer yazılarıda okuduğunda kendi yazısı ile karşılaştırıp, yeni bir değerlendirmeye gidebilir. Böylece kişinin ufku da son derece genişlemiş olur. Cenâb-ı Hakk her birerlerimize idrak genişliği nasib etsin İnşeallah.

Yazı gönderen bütün kardeş ve evlâtlarımızı çalışmalarından dolayı teşekkür ve tebrik ederim. Gerçekten her bir yazı kendi bünyelerinde bir değer ifade etmektedirler. Bu vesile ile bende, çalışmalarımızın boşa gitmediğini görerek, memnun olmaktayım, belki dünyada böyle bir çalışmanın benzeri yoktur.

Bu ve benzeri diğer hikâye çalışmalarımız ile gurubumuzun bu sahada ne kadar güzel bir yol aldığı ve idrak sahibi olunduğu görülmektedir. Üzerinde çalışılan ve emek verilen, her yazı kendi

Page 326: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

325

bünyesinde, yazarının idraki itibariyle kendi merkezindedir. Bu hususları tesbit edip üzerinde ciddi ma’nâ da ilgilenip yazı yazmak bile bir irade oluşumunun tescilidir. Tekrar memnuniyetimizi bildiririz. Ancak bazı yazılarda, taleb edilmeyen mevzularda, ”çiçek” gibi, ilâve edilmiştir. O bölümler fazladandır, onlarada bir zaman ayrılmış olduğundan onlarıda aynen geldiği gibi dosyada ki yerlerinde ayırmadan kayda aldım.

Gelen yazıların tamamı okunduktan ve biraz üzerlerinde düşünüldükten sonra, yazıların genellikle Hakikat mertebesi itibariyle yazıldığı anlaşılmaktadır, ve genelde o mertebenin idrak ve anlayışı ağırlıklı cümlelerle ifade edilmeye çalışılmıştır. Ancak meselenin diğer mertebeleri itibariyle de izahları vardır. Birkaç yazıda, bunlarada temas edilmiş ancak tam bir açıklığa ulaşılama-mıştır.

Bu yüzden gurubumuzun genelde “Hakikat/fenâfillâh” mertebesinde yaşadığı ve bu anlayışla hayata baktığı anlaşılmaktır, ve bu husus oldukça güzel bir oluşumdur. Bu anlayışlar içerisinde şimdi gurubumuzu bir mertebe daha ileriye, “Marifet/ bakabillâh” anlayışına götürmek üzere yola çıkarmamız lâzım gelecektir. Bazı kardeş ve evlâtlarımız her nekadar bu sefere hazır değiller ise de böyle bir seferin olduğunu ve varlığını ilmen dahi olsa bilmeleri, kendilerini geleceğe hazırlamakta büyük faydası olacaktır. Daha eski olan kardeş ve evlâtlarımızada vakti gelmiş olduğundan yeni ve tatbikatlı bir saha açılmış olacaktır. Zâten bu makam ve idrak de son makamdır. Ancak Hakk’ın sonsuzluğunda son makam diye bir şey söz konusu değildir.

Bu ifadeler tarif babındadır. Kişi daha sonra bunları kendi idrakinde istidad, kabiliyyet ve çalışması, nispetinde geliştire-cektir. Şimdi bu ön bilgilerden sonra, yavaş, yavaş konuya girmeye çalışalım. Ve konuya internetten indirildiği şekilde sırası ile özet olarak cevaplayıp daha sonra nedenleri ile birlikte izahına çalışalım. T. B.

-------------------

! Âlemi siz yaratmış olsaydınız nasıl yaratırdınız? (Soru)

“her şeyi merkezinde bırakırdım!” (Cevap)

-------------------

Şimdi gelelim bu hikâyede ki, soruya. “her şeyi merkezinde bırakırdım!” sözlerini “Eğer siz olsa idiniz o soru hakkında kendi hayat anlayışınız içinde bu cümleyi nasıl düzenler-diniz.?”

Sizde aynı şekilde mi cevaplardınız yoksa kendi geliştirece-ğiniz bazı yeni kelimelerle mi! ifade etmeye çalışırdınız.? Bende

Page 327: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

326

size biraz yön gösterici olarak bu hususta birkaç soru oluşturayım. T. B.

------------------- Eğer soru sorulan kişi ben olsa idim bu soru hakkında evvelâ mertebe tesbitini yapardım ve ona göre değerlendirme yönüne giderdim. (a) Evvelâ sorudaki (yaratma) kelimesinin üzerinde dururdum.

Not= Bu hususa, gelen dosyalarda bir iki yazıda temas edilmiştir.

(b) daha sonra sorunun sadece, âlemin “her şey” yani şey’iyyet yönünü kapsadığını ve bu husus üzerinde sadece merkezinde olduğunu diğer zuhurlarda, “men/kim” kimlikler üzerinde olamaycağını düşünürdüm. Not= Bu hususa da, gelen dosyalarda bir iki yazıda temas edilmiştir. Anlaşılan, bu hikâyenin sonradan kaleme alınıp düzenlendiğidir. Ve o düzenleyen kişinin tevhidî ma’nâ da bilgi sahibi olmayan bir yazar olduğu, sadece aktarıcı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bilindiği gibi “Kâmusu aşktan/büyük aşk lügatı” “Yaratma” kelimesi irfan ehli, tarafından çıkartılmış yerine, “zuhur ve tecelli” ifadesi konulmuştur. Çünkü “yaratma” ikilik üzere olan bir kelimedir ve gerçekte de sıfat ve zat merteelerinde geçerli bir terim ve hüküm değildir. Ancak şeriat ve zâhiri tarikat mertebelerinde kullanılır, bu mertebelerde kullananlarda mazurdur. Zâten her hangi bir şeyin o mertebelerde aslı pek aranmaz örf ve genel kabul görmüş klâsik kelime ve anlayışları geçerlidir. “Zuhur ve tecelli” ise hakikat ve marifet mertebelerinde geçerlidir ve tekliğin ifadesidir. “Merkezinde bırakırdım” sözü ise sıfat/hakikat mertebesinin sözü ve hükmüdür. O halde soruda geçen “yaratma” ifadesi, sorunun “Ef’âl/şeriat ve zâhiri tarikat” mertebesi itibariyle sorulduğu izlenimini vermektedir. Ancak sorunun aslî yeri “hakikat” mertebesidir. Ve soruya “her şeyi merkezinde bırakırdım!” diye verilen cevap. Sadece Hakikat mertebesi itibariyle doğrudur. Şimdi soruları özetle cevaplayıp sonra izahlarına çalışırız.

------------------- (1) Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey ayırmaksızın bütün “ef’âl âlemi içinde” her yönden geçerlimi’dir? (1) El cevab “hayır” geçerli değildir. ------------------- (2) Zelzele, toprak kayması, fırtına, yağmur, yıldırım çarpması, yangın, açlık, savaşlar, ırk ayrımcılığı, yoksulluk v.b. bütün bunlar, “merkezindemi” dir?

Page 328: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

327

(2) El cevab, İnsan eli ve tesiri olmadan hakk’ın eli ile olanlar “merkezinde” insan eli ile olanlar ve sıkıntı veren hadiseler “merkezinde” değildir. ------------------- (3) Gene, Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey ayırmaksızın bütün “enfüsi beden âlemi içinde” de her yönden geçerlimi’dir? (3) El cevab, Hakk’ın iki eliyle halkettiği enfüs, beden âlemimizin her yönü “merkezindedir” ancak kendi kullanış eksikliğimizden dolayı onu “merkezinden” çıkardığımızdan o yönleri ile merkezinde değildir. ------------------- (4) Karşımıza çıkan her türlü eksi ve artı diye ifade edilen hadiselerin hepsi için onlarda merkezinde’dir diyebilirmiyiz? (4) El cevab, Bu husus görecelidir, hadisenin seyrine göre merkezdedir veya değildir kararı o zaman verilir. ------------------- (5) karşımıza çıkan her türlü artı-iyi hadiseye merkezinde’dir, diyebilirmiyiz.? karşımıza çıkan her türlü eksi-kötü hadiseye merkezinde’dir, diyebilirmiyiz.? (5) El cevab, 4 ün cevabı gibidir, Bu husus görecelidir, hadisenin seyrine göre merkezdedir veya değildir kararı o zaman verilir. ------------------- (6) Merkez ne demektir. (6) El cevab, gelen yazılarda tarifi yapılmıştı. Bende şöyle dedim. “Merkez varlığının içinde huzur bulduğu yerdir. Orada aslını bulup kendini tamamlamış olur.” -------------------

(7) “merkezinde bırakırdım!” sözü sizce hangi mertebenin sözü olabilir. (7) El cevab. Fenâfillâh/sıfat/hakikat, mertebesinin sözüdür. ------------------- Bütün bunlara verilecek cevapların altında gerekçeleri de bulunacaktır. Yani “yeni cümlelerin düzenlendikten sonra ne tür bir anlayış ve yaşam ölçüsü içinde yazıldığının belirtilmesi” gerekecektir.

Page 329: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

328

------------------- Şimdi bu soruları özet olarak cevapladıktan sonra tekrar geri dönüp nedenleri ile de birlikte incelemeye çalışrız. -------------------

(1) Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey ayırmaksızın bütün “ef’âl âlemi içinde” her yönden geçerlimi’dir? (1) El cevab “hayır” geçerli değildir. -------------------

Bu özet açıklamalardan sonra izahlarına gelelim. Evvelâ yukarıda belirttiğim, bulunduğumuz yerden bir mertebe daha ileriye gitmek ve “bakabillâh” hakikatiyle halka yani, “gerçek beşeriyet/şeriat-ı Muhammediyye” ye dönmek olacaktır. Şeriat mertebesine bakış iki türlüdür.

Birincisi: Kendini tanımadan varlığını ayrı bir varlık olarak görmek ve Hakk’ı yukarılarda tahayyül ederek tenzihi bir anlayış üzere hayatını devam ettirmesidir. Bu durumda Ef’âl âleminde olan her şey ve kimlikler bu haliyle gerçek, içinde yaşayanlarda gerçek ve muhakkaktır. Kendilerine göre gaflette olsalar dahi bu ef’âl âlemi, Cenâb-ı Hakkın da, tasdikiyle gerçek ve muhakkaktır. Âyet-i Kerîmeler bunu açık olarak belirtmektedir.

İkinci yönü ise: Fenâfillâh da, hakikatini idrak etme yolunda, mesafe katetmiş kendini ve âlemi tanıma yönünde oldukça mesafe almış, ve neticede Hakk’ta fâni olmuş, daha sonra Hakk’la bâki olarak ef’âl şeriat mertebesi/âlemine gönderilmiş olan bakabillâh ehlinin anlayışıdır.

Bu anlayış ise, bu sefer, bütün gerçekliği ve hakikati ile, ef’âl/şeriat mertebesinin mutlak bir mertebe olduğunu idrak etmiş olması ve yeni hayatını bu iki ef’âl/şeriat mertebesi anlayışı içinde yaşamasıdır. Bu anlayışta ef’âl/şeriat mertebesi kendine asâleten mutlaktır, ve her bir fert kendi aslı üzere gerçektir ve bütün mertebelerde geçerlidir. Kâfir kâfirdir, Mü’min Mü’mindir ve kendi hakikatleri üzere gerçektirler. Hüküm, kişilerden çıkan fiillerin karşılığı, bu mertebenin vaz ettiği kurallara göre uygulanmaktadır.

Ef’âl âlemine esmâ ve sıfat mertebesinden bakıldığında her nekadar, orasının isimlerin ve sıfatların bir zuhur mahalli, ve her bir ismin o görüntü halinde zuhura çıktığı idrak ve anlayışı var isede, bu anlayış o mertebenin anlayışına göredir ve mertebe lâtif bir mertebedir. Ef’âl âlemi ise kesif bir mertebe olduğundan esmâ ve sıfat mertebesi bakış ve idraki sadece, idraki bir irfaniyyet anlayışıdır. İrfan ehlinin bu anlayışı şeriat/Ef’âl âlemindeki hükümleri hükümsüz kılmaz. Orada sait ve şaki vardır ve ayrıdır, göreceği muamelede ayrıdır. Çünkü oranın ehli olan birinci bölümdekiler kendilerinin farkında olmadan kendilerini var kabul

Page 330: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

329

etmişlerdir. Bu kabulleri kendilerince bir hüküm olduğundan emir ve nehiylerin üzerlerinde ki hükmü de işleycektir.

Ef’âl âlemine ikinci bakış içinde olan Ârifler ise, her iki bakışı bünyelerinde toplayıp, gerek hayali ve gerek gerçek üzere olan varlık anlayışlarını, kendi bünyelerinde her iki yöndende kimlikleri kendi hakikatleri üzere var kabul etmişler, muamelelerini ona göre yapmışlardır. Zaman gelmiş karşılarındakini düşman görmüş savaşmış, bazılarını dost görmüş, muhabbet etmiştir. İlmi ve İrfani yönden her ikiside Allah’ın bir ismini ortaya çıkarıyor olsalar bile, bu husus ilmi bir husus olup bu sahada, zeminde fiil âleminde geçerli değildir. Burada geçerli olan “bende ben, sende sendir” ve bu ayrı iki benlik genelde hep çatışmadadır Aslında ilmi olarak bakınca “bende ben, sende ben” dir.

------------------- Diğer insanlara göre yaşam hiçte böyle değildir, kendilerini mutlak ma’nâ da bireysel olarak var zannedenler ve hayata bu açıdan bakanlar. Bu halde şeriat mertebesi, hiç şüphesiz vardır, ve bireyin varlık kabulü üzere mutlak gerçektir. O halde herkes aynı merkezde değildir. Ve kendi merkezleride değişken ve geçicidir. Yani mutlak bir merkezleri yoktur. Dünyaya gelen çocuğun bulûğ çağına kadar merkezi başkadır, Bulûğ çağı ve gençlik merkezi başkadır, orta yaşlılık ve ileri yaşlılık merkezleri başkadır. -------------------

Ancak bu hakikati Yaklaşık yedi milyara yakın insan topluluğundan milyonda kaçı bilmektedir. Rabb’ımıza şükrederizki, bu yüzdenin içinde bizlerde varız. Ve mevzularımız hep tevhid konularından olduğu için, sanki herkese göre bu dünya kâinat anlayışı böyle imiş zannediyoruz. İşin aslı ise genelin hayata bakışı, beşeri benlik yönündendir ve bu da bu mertebede geçerlidir. İşte gerçek tevhid ehli de bu mertebede bu hükümlerin gerçeğini kabul ederek, aynı zaman da hakikat-i itibariylede hayata bakarak yaşamını sürdürmektedir, eğer böyle olmasa insanlarla ünsiyetini sağlayamazdı.

Şeriat ehline göre ef’âl âlemi mutlak vardır, ve kuralları yapılan fiilere göre geçerlidir. Marifet ehline göre ise şeriat/ef’âl âlemi hem hükmen hemde fiilen vardır. Ve kurallarına uymak mutlak lâzımdır.

İçinde bulunduğumuz ef’âl/şeriat mertebesi zıtlıklar üzerine kurulduğundan buranın merkezi “merkezsizlik” üzerine kurulmuştur. Yani burası “merkezsizlik merkezi”dir. “Her şey tek bir merkezde değildir.” Bu mertebede hüküm, görünene göredir, gayba göre değildir.

Mevlânâ Hz. “Burası fark âlemidir burada birlik olmaz” demiştir.

Page 331: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

330

Şimdi bu hususları âyet-i kerîmelerin ifadelerinde açık olarak görmeye çelışalım.

-------------------

(Kalehbitu ba’duküm liba’din aduvv veleküm fil’ardu müstekarrun ve metâun ilâhîn.)

(A’râf-7/24). “Buyurdu ki: Bâzınız bâzınıza düşman olarak -yeryüzüne- ininiz sizin için yerde bir zamana kadar bir ikâmetgâh, bir faydalanma vardır.”

-------------------

(Kulnahbitu minhe cemîan fe immâ ye’ti yenneküm minnî hüden femen tebia hüdaye felâ havfun aleyhim ve lâhum yahzenun.)

(Bakara-2/38.) “Dedik ki: O cennetten hepiniz aşağıya ininiz. Eğer benim tarafımdan size bir hidayet gelir de her kim hidâyetime tâbi olursa artık onlar için bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaktır.

-------------------

Ef’âl şeriat mertebesinde varlıkların ne kadar bariz ve kimliklerinin mutlak olduğu açık olarak bu Âyeti kerîmeler ile hemen anlaşılmaktadır. Ve bunların bu mertebe te’vili olmaz çünkü hüküm Hakkındır. Bâzınız bâzınıza düşman olarak -yeryüzüne- ininiz. İlâhi hükmü ne kadar açıktır, ve yer yüzüne indirilenler, Âdem, Havva, İblis, melekler, olduğu bellidir. O halde burada mutlak sulh olmayacaktır, çünkü düşmanlık kaynakta vardır, o halde zıtların olduğu yerde bir merkez olmaz. O halde hiçbir şey karşı tarafa göre merkezinde değildir, gaye burada bu zıtlıkları bir bünyede toplayıp merkezi oluşturmaya çalışmaktır.

“Cemîan ininiz” hükmü ise, her ne kadar bahsedilen dört varlık isede, ayrıca kıyamete kadar bu zıtlıklar üzere geleceklerdir. O halde bu mertebede kıyamete kadar tek bir merkez olmaya-caktır.

Page 332: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

331

Bu dünyada, fizik olarak balığın merkezi su, bitki, hayvan ve insan’ın merkezi toprak, Cin’in merkezi ateş, meleğin merkezide nur’dur. Melek hariç, diğer varlıkların yardımcı merkezide hava’dır. Böylece fizik bedenlerin merkezi yaşadıkları sürece (anasır-ı Erbaa/dört unsur) “toprak, su, ateş, hava’)dır.

“kim hidâyetime tâbi olursa” Yani gelen hidayetçi/davetçi-lerime tâbi olarak, “emri teklifi” ye uyarsa! “Bu ifade hakkın merkezidir.” Bunun dışına çıkanlar merkezden ayrılmış olurlar.

“artık onlar için bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaktır.” İfadesi ise Hakk’ın merkezine tabi olanlardır.

-------------------

(Ellezi halâkal mevte vel hayate li yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ ve hüvel azizül gafur.)

(Mülk-67/2.) “O ki: Ölümü ve hayatı yarattı, hanginizin amelce daha güzel olduğunuzu imtihan için ve O, hakkıyle galiptir, çok yargılayandır.”

-------------------

“hanginizin amelce daha güzel olduğunuzu imtihan için”

Görüldüğü gibi bu ve benzeri Âyet-i Kerîme’lerin kulun varlığını ve mükellef olduğunu bildirmekte, mükellefinde şeriat mertebesi yönünden sorumlu olduğunun hiç te’vili yoktur. O halde her kul başka başka amel edeceğinden merkezleride başka olacaktır.

-------------------

(Velillezine keferu bi rabbihim azabü cehennem ve bi’sel masîr.)

(Mülk-67/6.) “Ve Rab'lerini inkâr etmiş olanlar için cehennem azabı vardır. Ve ne fenâ dönüş yeri...”

-------------------

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîme de kişinin varlığı hakkında çok açık olarak bir delil teşkil etmektedir. Yani kişi vardır, ve şeriat metebesinin kurallarına uymaz ise gideceği yeri, merkezi bellidir. Bu yönüyle hadiseye bakıldığı zaman kul sadece kendinin zuhur mahallidir ve amellerinden sorumludur.

-------------------

Page 333: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

332

(Vallahu halâkaküm vemâ ta’melûn.)

(Saffât-37/96.) “Halbuki, Allah, sizi ve yaptığınız şeyi “amelleri” yaratmıştır.

-------------------

Bu âyet-i Kerîme’nin hakikat mertebesinden te’vili vardır, fakat oraya göredir. Aslı ise şeriat mertebesinden, amelleri halketmesi, amellerin cinslerini bildirmesi ve bunları uygulayacak güç ve kuvveti vermesidir.

-------------------

(Kul innemâ ene beşerun misliküm yuhâ ileyye ennemâ ilâhüküm ilâhun vâhidün festekîmû ileyhi vestağfiruhu ve veylün lil müşrikîne.)

(Fussilet-41/6) “De ki: şüphe yok ben sizin gibi bir insan/beşerim, bana vahy olunuyor ki: Sizin ilâhınız muhakkak ki, bir tek ilâhtır. Artık O'na yönelin ve ondan mağfiret dileyin ve müşrikler için helâk -kararlaştırılmıştı.”

-------------------

Âyet-i kerîme de Efendimiz hakkında geçen “bende sizin gibi bir beşerim” diye ifade edilen yönünün merkezi, şeriat mertebesidir. “bana vahy olunuyor” tarafının mertebesi/merkezi ise bakâbillâh mertebesidir, bunları birleştirerek yaşamak, her iki merkezinde hakkını vererek yaşamak tam kemâlât merkezidir.

Efendimiz bir bakıma şeriat mertebesi itibariyle “abdühu” beşeriyet kulluğu. Risâleti ise Ulûhiyet kulluğu yani Habibliğidir. Merkezlik bunları birlikte yaşamaktır. İşte yukarıdanberi ifade etmeye çalıştığımız bu mertebeye bu mertebenin iki haliyle birlikte idrak etmeye çalışmaktır. İşte son kemâlât böyle bir yaşamdır.

Yukarıdada bahsedildiği gibi “her şeyi merkezinde bırakırdım!” tarif ve tabiri sadece “Fenâfillâh” mertebesinde ve âlemler mükevvenât hakkında geçerlidir. Burası “şey”iyyet mertebesidir. “Men/kimlikler yani düşünen varlıklar mertebesi değildir.

-------------------

Page 334: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

333

NOT= İlgisi dolayısıyla İrfan mektebi kitabımızın sekizin-ci bölümünden küçük bir aktarma yapalım.

------------------- Kûr’ân-ı Keriym; Fussilet Sûresi (41/53) Âyetinde bu mevzua işaret vardır.

(Senürihim Âyatina fil âfaki vefi enfüsihim hatta yetebeyyene lehüm ennehül Hakk’u)

Meâlen; 53. “Yakında onlara ufuklarda ve kendi nefslerinde olan âyetlerimizi göstereceğiz, tâki, onlar için O'nun hakk olduğu ortaya çıksın.” (Yani merkezinde olduğu ortaya çıksın)

-------------------

Hâli: Bu mertebenin hâli ile hallenmektir. Kûr’ân-ı Keriym; Kasas Sûresi; (28/88) Âyetinde bu hâle işaret vardır.

(Velâ ted’u meallahi ilâhen âharu lâ ilâhe illâ hû Küllü şey’in helikün illâ vechehu lehülhükmü ve ileyhi türcaun.)

Mealen: “Allahla beraber başka ilâh arama ondan başka ilâh yoktur O nun vechinden başka her şey helâk olacaktır. Hüküm onundur. O na döndürüleceksiniz.”

------------------------

Buraya irfani bir şiir ilâve eldim.

Hep kitabı Hak’tır eşya sandığın, Ol okur kim seyru evtan eylemiş. Eşya sandığın bütün bu âlemin hepsi, Hakk’ın bir kitabıdır, Bu kitabı ancak bütün mertebeleri/vatanları seyr etmiş olan okur.

Page 335: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

334

-------------------

Yaşantısı: Nefis mertebelerini bitirip, Tevhid-i Ef’âl-e varan kişinin sıfatı, evvelâ kendi varlığında tevhid-i oluşturmasıdır. Nefs-i Sâfiyede beşeri varlığından tamamen soyunmuş olarak, hiçlik, yokluk, renksizlik halinde iken, burada hakikati yönünden tekrar kendi özel ve Hakkani kimliğine ulaşmasıdır. Eski birimsel varlığının başka bir idrâk ve varlıkla değişmesidir.

Bu seyr tamam olunca kişi çalışmasını dış âleme çevirir ve orada Tevhid idrakini oluşturmaya başlar. Bu makamın anahtarı ve yükselticisi “FETTAH” ismidir. İşaretini ehli bilir. Mürşidinin himmeti irşadıdır. “Hakikat mertebe-si”nin başlangıcıdır.

Bu hususta kısa bilgi sunmağa çalışalım.

Bu mertebede kişi, daha evvelce görmüş olduğu, “ENFÜSİ” yani kendi nefsinde yaşadığı hakikatleri bu defa “AFAKİ” yani dış âlemde yaşamağa başlar.

KÛR’ÂN-I KERÎM’de, bu hakikati ilk def’a idrak edip yaşayan kimsenin İbrâhim (a.s.) olduğu bildirilmiştir.

“Yakında onlara ufuklarlarda ve kendi nefislerinde olan Âyetlerimizi göstereceğiz tâki, onlar için O nun Hakk olduğu ortaya çıksın. (41/53)

Kelâmı İlâhisi bunu çok güzel anlatmaktadır.

Bu mertebeye ulaşan kimse ALLAH’ın Âyetlerinin, yani işaretlerinin Hakk olduğunu müşahede eder. Böylece oluşan bütün fiillerin hakk’ın fiilleri olduğunu YAKÎN bir bilgi ile idrak ederek yaşamaya başlar.

Oldukça zor olan bu yaşam halinde kişinin çok dikkatli olması gerekir. Karşısına çıkan her fiilin, her şeyin, müspet veya menfi ne olursa olsun hepsinin Hakk ve Hakk’tan olduğunu bilmesidir. Ancak..... Bu idrak ediş buraya ulaşanlara has bir hükümdür. Buna çok dikkat edilmelidir.

“O nun vechinden başka her şey, helâk olacaktır, hüküm onundur, O na döndürüleceksiniz.”

(28/88) Kelâmı İlâhisi de, bu mertebede çok açık ifadesini bulmaktadır.

Her ne kadar bu Âyet-i Kerime’nin gelecekte kıyamet hadisesi ile ilgisi var ise de, yaşadığımız günde de geçerliliğini koruyup bu mertebeye ulaşan kişi yaşantısında ve idrakinde fiillerin ve eşyanın her yönüyle Hakk’ın değişik mertebelerden, ayrı ayrı zuhurları olduğunu bilmesi anlamındadır.

Böylece bu günden, kendiliğinden âlemin kıyameti kopmuş, yani zaten, zan ettiğimiz, fakat aslında sadece isimlerden

Page 336: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

335

meydana gelmiş olan eşyanın hakikati ortaya çıkmış olur. Eşyanın hakikatini arayanlar neticede bu mertebenin idrakine ulaşırlar. Bu hüküm de Hakk’ın hükmüdür ve gerçekte görüldüğü gibi her şey O na döndürülmektedir, burada döndürülme kelimesi çok iyi anlaşılmalıdır. Bu mertebe, kişinin kendi İlâhi varlığı, ile ef’âl âleminin birleştiği, bütünleştiği ilk tevhid mertebesidir.

İşte bu yüzden burası dostluk, yani hullet mertebesidir. İbrâhim (a.s.) mın Halil olması bu yüzdendir. Kendinin ve bütün varlıktaki fiillerin Hakk’ın fiilleri olduğunu, dolayısıyle kendi vasıtasıyla Hakk’ın icraatta bulunduğunu idrak etmesidir. Bu mertebenin kemâli (fenâ-i ef’âl) dir. Bu mertebe de kesin olarak bilinmelidir ki; âfakta ve enfüste hiç bir şeyin faaliyeti yoktur, bütün faaliyyet Hakk’a mahsustur.

(LÂFAİLE İLLÂLLAH) dır. İşte bu yüzden her şey merkezindedir sözü burada geçerlidir, çünkü kulun kulluğu kalmamıştırki ayrıca bir değerlendirme yapabilsin. Gerçektende bu mertebede şey’iyyet/mükevvenâtta her şey merkezindedir.

-------------------

Merkez hikâyesine devam edelim.

-------------------

Muhtemeldirki, Mûsâ Muslihiddin efendinin o günlerde yaklaşık olarak bu idrakler içinde yaşamakta olduğunu ifadelerinden anlamamız çok zor olmayacaktır. Allah (c.c.) hepsinden razı olsun.

-------------------

(2) Zelzele, toprak kayması, fırtına, yağmur, yıldırım çarpması, yangın, açlık, savaşlar, ırk ayrımcılığı, yoksulluk v.b. bütün bunlar, “merkezindemi” dir?

(2) El cevab, İnsan eli ve tesiri olmadan hakk’ın eli ile olanlar “merkezinde” insan eli ile olanlar ve sıkıntı veren hadiseler “merkezinde” değildir.

-------------------

İnsan eli ve tesiri olmadan, hakk’ın eli ve kudreti ile olanlar, Zelzele, toprak kayması, fırtına, yağmur, yıldırım çarpması, yangın, açlık, gibi hadiseler hakkında zâhiren “merkezinde” dir, diyebilir isekte! Aslında bu hususta sadece susup ibretle seyretmek daha isabetli bir durum olacaktır.

Çünkü bütün bu hadiselerin içinde yaşayan insanlar var ise, ve bunlarda başlarına gelen, bu felâket ismini alan, olaylardan zarar görüyor ise, o zaman bunlara merkezindedir dediğimizde, “Hakk’a haşa şuur altı merhametsiz” damgası vurulabiliriz. Cenâb-ı Hakkı bu şekilde tanımak ise olmayacak bir iştir. Mülk onun dur ve dilediği gibi tasarruf eder, kimsede hesap soramaz.

Page 337: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

336

Bir an kendimizi bir zelzele veya yangın içinde bulalım ve gerçekten hadisenin sonunda, hiçbir şeyimiz kalmamış olsun, ki, televizyonlarda bunlara şâhit oluyoruz. İşte bu soruyu o halde olana sormalıyız, vereceği cevap tabii aldığı eğitim düzeyine göre olacaktır. Kimileri isyan edecek, o zaman hadise merkezinde olmayacaktır. Kimileri olabildiği kadar tevekkülle karşılayacak onlara görede hadise bu yönüyle merkezinde olacaktır. Bu tür hadiselere edeben Allah’ın fiili olduğundan mülk’de, onun olduğundan mülkünde de dilediği gibi tasarruf edebileceğinden hükmen merkezindedir diyebiliriz.

însan eli ile olanlar ve sıkıntı veren hadiseler “merkezinde” değildir.

Çünkü karşı tarafa zarar vermektedirler, bu ise şeriata ve insanlığa aykırı olduğundan kabullenilecek bir hadise değildir o halde merkezinde değildir.

Evimize giren hırsızı veya ailemize kötülük yapmaya kalkan bir kimseyi hak’tır diye kendi mülkümüzde istediği gibi tasarruf etsin diye meydanı ona bırakıp oradan ayrılıp gidermiyiz? yoksa sonuna kadar canımızı ve malımızı korumak için bütün gücümüzle kavga edermiyiz.?

Allah göstermesin bir savaş halinde karşıdan biri gelmiş ve canımıza kast etmek fiilinde bulunmuş ise, hadi buyur beni vur sen nasıl olsa haksın, deyip boynumuzu uzatırmıyız yoksa bizde onun canına kast edip öldürmeye ve böylece onu durdurmaya çalışırmıyız.?

-------------------

(3) Gene, Yukarıdaki cevap gerçekten hiçbir şey ayırmaksızın bütün “enfüsi beden âlemi içinde” de her yönden geçerlimi’dir?

(3) El cevab, Hakk’ın iki eliyle halkettiği enfüs, beden âlemimizin her yönü “merkezindedir” ancak kendi kullanış eksikliğimizden dolayı onu “merkezinden” çıkardığımızdan o yönleri ile merkezinde değildir.

-------------------

Fıtri yapısı itibariyle, “enfüsi/beden âlemimiz” her yönü ile merkezindedir, içinde bulunan bütün a’zâları birbirleriyle son derece uyumludur.

Ancak bu enfüsi beden mülkünü kullanma kılavuzuna, “Kur’ân ve hadîs” uymadığımız zaman kötü kullanım yüzünden onun halini merkezinden çıkarıp ona haksızlık etmiş oluyoruz ve neticede ağrı ve ızdırabı beden yönüyle gene biz çekmiş oluyoruz, bu yüzdende enfüsümüzü yani beden mülkümüzü tabiî ki mes’ûlü biz olarak, merkezinden çıkarmış oluyoruz.

Page 338: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

337

------------------------

(4) Karşımıza çıkan her türlü eksi ve artı diye ifade edilen hadiselerin hepsi için onlarda merkezinde’dir diyebilirmiyiz?

(4) El cevab, Bu husus görecelidir, hadisenin seyrine göre merkezdedir veya değildir kararı o zaman verilir.

------------------------

Karşımıza çıkan her türlü eksi hadiselerin, sebeb kaynağı eğer biz isek, o zaman biz suçlu olduğumuzdan bu hadiseyi merkezinde olarak kabul emedeyiz.

Eğer elimizde olmayan ve bizim dahlimiz olmayan bir sebeten dolayı başımıza eksi bir hadise gelmişse burada yapılacak davranış edeben susmak, veya,

hoştur bana senden gelen,

ya hil’atü yahud kefen,

diyerek merkezinde görebilme iradesini görterebilmektir.

Ve artı diye ifade edilen hadiselerin hepsi için onlarda merkezinde’dir diyebilirmiyiz? Artı diye ifade edilen husus mühimdir, ve ölçüsü nedir buna bakmak lâzımdır, artı nefsimiz istikametinde ise baştan merkezinde gibi görünür, daha sonraki aşamalarda merkezinden çıkarmış olabilir bu hususa çok dikkat edilmesi lâzım gelmektedir.

-------------------

(5) karşımıza çıkan her türlü artı-iyi hadiseye merkezin-de’dir, diyebilirmiyiz.?

karşımıza çıkan her türlü eksi-kötü hadiseye merkezin-de’dir, diyebilirmiyiz.?

(5) El cevab, 4 ün cevabı gibidir, Bu husus görecelidir, hadisenin seyrine göre merkezdedir veya değildir kararı o zaman verilir.

-------------------

(6) Merkez ne demektir.

(6) El cevab, gelen yazılarda lügat tarifi yapılmıştı.

-------------------

Bizde merkezi üçe bölerek şöyle diyelim.

(1) Merkezi mutlak.

Ulûhiyet mertebesindeki merkezdir. Bütün âlemin tek bir merkezidir. A’mâ’iyyet ve ahadiyettir.

Page 339: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

338

Bunun varlığa/kevn/zuhura, dönük diğer ifadesi ise. “Tüm olarak bu varlığın gerçek yüzleri ile kendi mertebelerinde korumağa Ulûhiyet adı verilir” A.K.C.İ.K.

Her varlığı kendi merkezinde korumaktır.

(2) Merkezi izafi.

İsimlendirilmiş izafe edilmiş merkez.

Aslında bireyin merkezi kendisidir. Bu da iki türlüdür, nefsi bir hayat yaşıyor ise nefs âlemidir. İlâhi bir hayat yaşıyor ise ruh âlemidir.

Kişi nefs âleminde yaşıyor ise, nefsi itibariyle o sürede hangi hadisenin hükmü altında yaşıyor ise merkezi odur. Hadiseler değiştikça merkezide değişir.

Rûh âleminde yaşayan insan içinde öyledir, terakki ederken oda hangi rûh hali/mertebe’sinin içinde yaşıyorsa onun da merkezi odur.

İnsân-ı Kâmilin merkezi ise, evvelâ kendi ente olan aslında enesi, geniş ma’nâ da ise Allah’ın Zât-î tecellisidir. Böylece İnsân-ı Kâmil mahlûkatın merkezidir, böyle olması dolayısıyla sâliki, sâlikin mertebesi itibariyle bir mertebe yukarıdaki mertebeye ulaştırması yönüyle sâlikin mertebesi ve merkezi değişmektedir.

Bazen kulundan Hakk görünür merkez kul olur. Bazende Hakk’dan kulu görünür merkez Hakk olur. Lâm ile Elif gibi bütün âlemde el ele boy gösterip seyran ederler.

(3) Merkezi muallâk.

Boşta olan kesin bir yere bağlı olmayan değişken olan.

Şeriat mertebesinde, merkez kuldur, çünkü emir ve nehiyler ona gelmiştir. Kendisine cennet ve cehennem, varacağı iki merkez olarak sunulmuştur, ve bunların içinde, kendisine cennet amelleri tavsiye edilmiş, cehennem amelleri ise nehyedilmiştir. Bu şekilde kendisi mükellef olduğundan muhatap olunan merkezdir.

Dünyadaki davranışları itibariyle sonunda bu iki merkezden birine gidecektir ve o merkezle/merkezleşecek, özdeşleşecektir. Bu yüzden daha henüz netice belli olmadığından burada merkez muallâk yani her iki yönede kayması muhtemeldir.

-------------------

Page 340: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

339

(Vallahu ahreceküm min butni ümmehatiküm lâ ta’lemune şey’en ve ceale lekümüssem’a vel ebsare vel ef’ideh lealleküm teşkürun.)

(Nahl-16/78.) “Ve Allah sizi analarınızın karınlarından hiçbir şey bilmez olduğunuz halde çıkarır. Ve size tefekkür edesiniz diye kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”

-------------------

Âyet-i Kerîme de kişinin dünyaya geldiği zaman hiçbir şey bilmediğini hayatının gelişmesi için bir eğitim görmesini bunun içinde kendisine gerekli olan azalarının verildiğini, hayatı boyunca hangi tarafı seçerse merkezinin orası olacağını açık olarak bildirmektedir. Bu durumda, merkezi muâllâk’tır.

-------------------

(Veli külli vichetün hüve müvellîhe festebikulhayrat eyne mâ tekünü ye’ti bikümüllahu cemîan innellahe alâ külli şey’in kadîr.)

(Bakara-2/148.) “Her birinin bir kıblesi vardır, o yüzünü o kıbleye döndürür. Artık hayırlı işlere koşunuz. Siz her nerede olursanız olunuz Allah Teâlâ hepinizi bir araya getirir. şüphe yok ki Allah Teâlâ her şeye kadirdir.”

-------------------

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîmede de ifade ne kadar açıktır. Yani insanların her birinin yöneldiği bir yön vardır ve orası onun kıblesi yani merkezidir. O halde şeriat mertebesinde ve zâhir âlemde ne kadar insan varsa o kadar merkez vardır hükmü ortaya çıkmaktadır.

-------------------

Page 341: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

340

(Ve vassa bihe İbrâhîmü benîhi ve ya’kubü ya beniyye innellahestafa lekümüddîne felâ temutünne illâ ve entüm müslimun.)

(Bakara-2/132.) “ Ve bunu -dinini- İbrâhîm de oğullarına vasiyette bulundu, Yakup da. -Her biri dedi ki- Oğullarım; şüphe yok ki Allah Teâlâ sizin için İslâm dinini seçti. Binaenaleyh sakın siz ölmeyiniz, ancak müslüman olduğunuz halde ölünüz.”

-------------------

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerîme de merkez gösterilmiştir. Oğullara hayali merkezlere kapılmasınlar diye, açık olarak gerçek merkez istikameti işaret edilmiştir.

-------------------

Bende şöyle dedim. “Merkez varlığının içinde huzur bulduğu yerdir. Orada aslını bulup kendini tamamlamış olur.” T.B.

-------------------

(7) “merkezinde bırakırdım!” sözü sizce hangi mertebe-nin sözü olabilir.

(7) El cevab. Fenâfillâh/sıfat/hakikat, mertebesinin sözüdür.

-------------------

Yukarıda bahsedilen, Fenâfillâhdan sonra gelinen, baka billâhda, kişi tekrar Ef’âl âlemi şartları içine girer ve tekrar şeriat hükümlerine tabi olur ve merkezi merkezsizlik olur, yani çok merkezli sahaya dönmüş olur. Şeriat tarikat mertebesinde çoklu merkez vardır. Hakikat mertebesinde ise ilim olarak tekli merkez vardır fakat bu âlemde genel tatbikat sahası yoktur, oraya ulaşabilen kişilerin bilinçlerinde ve tevhid zevklerinde vardır.

-------------------

(Rabbî erini ünzur ileyke kâle len terânî)

(A’râf-7/143.) “Ey Rabbim!. Bana varlığını göster sana bakayım. Cenâb'ı Hak da- buyurdu ki: Sen beni katiyyen göremezsin.”

-------------------

Yukarıdaki Âyet-i kerîmede de Mûsâ (a.s.) merkez arayışını görmekteyiz. Ancak merkez yolunun kendine kapalı olduğu belirtilmekte, bizlere ise merkez yolu sonuna kadar açık olduğu

Page 342: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

341

ifade edilmektedir yeterki biz istikametimizi gerçek merkezimize döndürelim.

Ümmeti Muhammedin merkezi (Men reani fekat reel Hakk/bana bakan Hakk’ı görür” hükmü ile evvelâ Efendimiz (s.a.v.) onun varlığında da, varlığında olan Hakk müşahedesine ulaşmaktır. Cenâb-ı Hakk bu çok merkezli yerde asli merkezimizin yolunu şaşırtmasın. Ahirette ise cennet ve cehennem olmak üzere iki merkez olacaktır. Birde az bir gurup olarakta A’raf merkezli olacaktır.

-------------------

Faydası olur düşüncesi ile bazı merkez yazıları ile devam edelim.

Hızır (a.s.) ın merkezi, şer’an geçerli bir merkez değildi sadece bâtında olandı, insanlar üzerinde tatbiki mümkün değildi. Mûsâ (a.s.) şeriat merkezi ise zâhiren bütün halkın uymak zorunda olduğu adalet merkezi idi.

Mûsâ Tenzîh, Hızır teşbîh, İkiside bir birine zıt merkezdir, bunları Tevhîd ile toplamak ise hepsinin merkezidir. Bu da tevhîd-i Muhammed-î İnsân-ı Kâmil makamıdır.

-------------------

Şeriat mertebesi de, şeriat mertebesi yönünden merkezdir, ancak uyulması gereken kurallar mertebesidir, uymayanlar merkezden dışarı çıkar o kadarda ceza yer, cezayı yiyince de merkezine gelir.

-------------------

Çiçek koparılması hakkındada küçük birkaç cümle söyleyelim.

Çiçeğin koparılması da bir makam icabıdır, çünkü o çiçekteki cüzlere ihtiyaç vardır, çiçeğin kendi kendine zikrinden, içindeki ecza sebebiyle bir insan varlığına şifa vermesi için koparılması daha efdal, daha faziletlidir, lokman hekim ve diğerleri bunu yapmışlar, ve yapılıyor, bunların hepsi birer mertebedir. O çiçek koparılmadan sadece seyirlik için duruyorsa bundan gözler bakanın idrakine göre haz duyar, bu hazlar, bazılarınca nefsi bazılarınca duygusaldır.

Eğer o çiçek koparılarak bir ilâç içine şifa olmak üzere içindeki cüzleri alınıyor ve böylece bir insanın derdine deva oluyorsa o çiçek veya bitki, bundan daha çok memnun olacaktır. Çünkü varoluş gayesi insana hizmettir. Bu şekilde koparılan çiçekler veya diğer bitkiler, insana ulaşmak sebebiyle o kanaldan miraclarını yapmış olacaklarından, kendileri için daha efdaldir. Ancak keyfî, koparılan çiçeklere yazık olur, ancak onlarda çayıra çıkmaya imkânı olmayan kimseler, onları seyrettikleri zaman gözlerine nur olurlar.

Page 343: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

342

-------------------

Bâtın âlemi denge üzere zâhir âlemi dengesizlik üzeredir, Mûsânın dengesi kendine göre, Fir’âvn’ın dengesi kendine göredir. Zenginin dengesi zengine göre fakirin dengesi fakire göredir. Ama birirlerine göre denge ve merkez değildirler, hepsinin merkezi başkadır.

-------------------

(Velâ yerda li ibâdihilküfra)

(Zümer-39/7) “Fakat kulları için küfre râzı olmaz.”

-------------------

Küfür merkezinde olmadığından Cenâb-ı Hakk ondan razı değildir. Ve bu kimselerin îmâna yani merkeze gelmesi istenmektedir.

-------------------

Yaşanan hayatın hepsi bir zannediştir. Ve bu zannediş kendi asılları üzere sabit olduğundan, ehli zâhir dünya ahret, kendini kendi ile var zanneder, ve bu yerde geçerli olan bir husustur. İşte bu yüzden hiçbir varlık için kendinden başka merkez yoktur, kendine göre diğerleri merkezde değildir.

İşte bu yüzden, şeriat mertebesinde kısas vardır, kısas yapıldığında adalet yerine gelmiş, böylece o hadisede merkezde yerine gelmiştir.

-------------------

Zât-ı mutlaktan ilk zuhur eden hayat/Rûh’dur, ancak ilk zuhur eden sıfat ilimdir. İlk zuhur eden rûh’dur, ilim onun üzerine vaki olur, ilim ile rûh birleşince, a’yân-ı sâbiteler lâtif varlıklar, olarak ilmi ilâhî de peydah olurlar, ve rûh’da kimlik alırlar. Oradan nur mertebesine intikâl edince her a’yânın özellikleri belirir, buradaki özelliklerine nefs denilir, şerrede hayrada kabiliyetleri vardır.

Nefs mertebesinden beden mertebesine intikâl edince, bu nefisler “nefes” olup hareket haline dönüşürler, ve mükellef olurlar. Bunların ismine de “abd/kul” denir. Ve belirli hükümlerle yaşanması istenir. Uyarsa merkezde olur, uymazsa merkezden çıkmış olur.

-------------------

Ef’âl âlemi merkezler savaşıdır.

Bundan sonra merkez kaç veya merkez kalda yaşayalım.

(02/04/2014/Çarşamba)

Page 344: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

343

-------------------

“Ene misliküm beşer” (Bende sizin gibi beşerim ifadesi ile, beşer merkezini ifade ediyordu.

-------------------

Bilen ayn bilinen gayr olması, bilinen kendi fark merkezinde, bilende kendi cem merkezindedir.

-------------------

Ben acıyı ve azâbı duyarım, aklım başımda iken. Aklım gidince duymam o zamanda ben, ben olmam ben varsam acıda vardır tatlı da, o halde bazı şeyler merkezde bazılarıda değildir.

-------------------

Eğer her şey merkezinde olsaydı, ateşe “İbrâhîm için soğu” denmezdi, ve bu âlemde hiçbir müdahele olmazdı, ozaman insanın birey iradesi de olmazdı.

-------------------

Bütün varlıklar zuhura çıktıklarında kendileri olarak vardırlar. İnsanlarda öyle, hakikatlerinden habersiz olduklarından, bulundukları hâl icâbı kendilerini var zannederler. Ve bu husus kendileri beşeriyetleri yönüyle gerçektir. Bu da onların her biri ayrı olan bireysel merkezleridir.

-------------------

Bu âlem-i şeriat merkezler çatışması, veya bazı yerlerde kısmen bazı gurupların merkezler uyuşmasıdır. Evine giren bir hırsıza, hoş geldin yaptığın hem senin hem benim merkezimdedir, diyerek ses çıkarmadan hırsızlığını ve çaldıklarını alıp götürürken sana göre merkezindedir, deyip al götür diyebilirmiyiz, yoksa kendi merkezimiz olan malımızı koruma yönündemi hareket ederiz.?

Veya aile fertlerinden birine göz dikmiş biri senin evine giripte gözünün önünde kötü muamele etmek isteyen bir kişiye, ne güzel bu da merkezinde, fiiline devam et, nefsin hoşlansın; diyebilir-miyiz? O halde her şey her zaman merkezinde değildir. Ef’âl âlemi merkezsizliği merkezine çekme/getirmeye çalışma yeridir.

Evine biri gelmiş yakıyorken, sende Hak’sın, oh ne güzel yaptığın iş merkezindedir, deyip yakanla birlikte ona yardımcı olabilirmiyiz.

-------------------

Dünyada her kes merkezini bulmaya çalışıyor. Bu gün şu durumda merkezinde olan, yarın bir başka durumda başka merkezde oluyor, çünkü burası fark âlemidir. Burada birlik, ve bir merkez olmaz.

Page 345: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

344

-------------------

Ahiret, Cennet Cehennem, merkezlilik merkezi olarak, iki merkezli kurulmuştur. Bu merkezler de birbirlerine göre zıt olduğundan karşı tarafa göre her iki tarafta merkezinde değildir.

Bu âlemde ise birbirlerine göre hiçbir şey merkezinde değildir, her şey kendi merkezindedir. Ancak zâten gaye merkezsiz olanı genel merkeze getirmeye çalışmaktır. Siyasilerin çatışmalarıda merkezsizliktendir.

-------------------

Bütün bu izâhlardan sonra netice olarak.

Şöyle diyebiliriz. “Şeriat ve tarikat” mertebesinde merkez çoklu ve çeşitlidir.

“Hakikat/fenâfillâh” mertebesinde her şey iki yönden genel merkezindedir.

Birincisi, Cenâb-ı Hakk gerçekten her şeyi hakkıyla halketmiştir. Her şey’iyyet yerli yerincedir.

İkincisi ise “fenâfillâh” durumunda olan kimsenin zâten kendine ait bir tefekkürü olamayacağından herhangi bir şey hakkında değerlendirme yapması o süresi içinde mümkün değildir, ve onun için her şey merkezindedir. Soruya gelen cevaplar genelde bu mertebeden gelmiştir. Ancak bu düşüncenin ef’âl âleminde faaliyet sahası yoktur, ilmi ve zevkidir, belki ahirette ayni olarak karşımıza çıkacaktır. Burada idrak etmeye çalıştığımız her şeyin Hakkın bir zuhuru olması hükmü, bu idrake ulaşanlar içindir, fiili yaşayanlar hakkında ef’âl âlemi hükümlerinde geçerli değildir. Çünkü bu âlemde ceza ve mükâfat fiil sahibine aittir. görülen hâdise nasıl ise hüküm ona göre verilir. Tevhid ehli bunların hepsinin Hakk olduğunu bilsede yapılan eksi bir fiil cezasız kalmaz artı fiilde mükâfatsız kalmaz.

“Ma’rifet/bakabillâh” mertebesinde gene iki yönden her şey, ve men, yani kimlikler merkezinde değildir.

Birincisi zâten şeriat mertebesinde geçerli olan beşeri benlik itibariyle olan hükümdeki çoklu merkez halidir.

İkincisi ise, bakabillâh’dan şeriat mertebesine tenüzzül edip orada bu sefer şeriat mertebesi hakikati üzere yaşadığından, orada her varlığın kendi hakikati üzere, tafsil âleminde yaşadığını tam bir şekilde idrak ettiğinden. Yukarıda bahsedildiği gibi a’yânı sabiteleri gereği her varlığın programı ayrı olduğundan ve her varlıkta, Hakk olarak kendi varlığını yaşadığından, o zaman gene hiç bir varlık tek bir merkezde değildir ve her varlık kendi merkezine göre çoklu merkezlerde yaşanmaktadır.

Page 346: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

345

O halde netice olarak şeriat, tarikat ve marifet mertebelerinde çoklu merkez, hakikat mertebesinde ise tek merkez vardır.

-------------------

Bu dosyamızıda böylece bitirmiş olmaktan dolayı rabbımıza şükrederiz. Herhalde “bir hikâye bir çok yorum” adlı çalışmalarımız bu dosya ile son bulacaktır zâten gayede hasıl olmuştur ulaşılabilecek noktalarda bu vesile belirlenmiştir. Bu tür çalışmalar oldukça çok zamanımı aldığından diğer kitaplarıma fazla zaman ayıramamaktayım, Bu yüzden bunları sonlandırmak yerinde olacaktır zâten netice hasıl olmuştur. Cenâb-ı Hakk okuyanlara idrak ve gönül genişliği nasib etsin İnşeallah.

-------------------

Allah hakk söyler Hakk’ı söyler.

Gayret bizden muvaffakiyet Hakk’tan dır.

Terzi Baba Necdet Ardıç.

-------------------

Tekrar kaza kader bölümü ile yolumuza devam edelim.

---------

Kazâ-i muallâk’ın değişebilen kazâ’nın kader bölümünün, bu âlemde kişiler tarfından düzenlendiği hakkında bazı deliller verelim.

----------------

Not=Kişinin mutlak varlığı hakkında yukarıda (36-61) sayfalar da mesnevi-i şeriften bir bölüm verilmiş idi.

---------

Ben kimim? Bizler kimleriz? Sen kimsin? Sizler kimlersiniz? O kimdir? Onlar kimdir?

30.09.2004 MEKKE

-------------------

Kendini arayan kişi. Esmâ-i ilâhiler. İsimler zuhura çıkınca birer elbise giyerek kendilerini müstakil bir varlık gördüklerinde, farkında olmadan kendilerini ilâh zannettiler, ve kendi anlayışlarını üstün görmeye çalıştılar. Bu zan kendilerine göre asaleten mutlakan, Hakk’a göre ise, hayaletendir. Ancak Hakk onların hayaleten olan düşüncelerini a’yân-ı sabiteleri gereği asaleten olarak görüp böylece ahirette hükmeder.

-------------------

Page 347: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

346

(Hârûne ahî.)

(Tâ-Hâ, 20/30) “Kardeşim Hârûn.”

-------------------

Kardeşim Hârûn’dan kasıt, bir bakıma kendisinde olan güçlerden, en kuvvetli olanların faaliyete geçmesidir. Örneğin Rûhun ona yardım edecek en güçlü tarafı olan akıl gibi.

Bu talepte gerçekten ince bir hakikat vardır, Daha evvelce Hârun’un bu işlerle hiç tecrubesi ve İlâh-î bir işareti olmadığı halde Mûsânın talebinin, bâzı işlerin bu âlemde de düzenlendiği hakikatine bir ışık tutmaktadır. Yani bütün her şeyin hiç eksiksiz Esmâ âleminde düzenlenmeyip yeri geldiğinde ihtiyaç halinde bu âlemde de oluşturulup faaliyyete geçirildiğide ifade edilmektedir. Mûsâ, Hakk tarafından bâtında, Hârun ise Mûsâ tarafından zâhirde seçilmiştir. Bu da gösteriyor ki, “Kader” sadece bâtın âleminde oluşturulmuyor bu âlemin de kaderin oluşmasında tesirinin varlığı gerçektir. Eğer kişinin yaptığı ve yapacağı bütün fiilleri bâtın âleminde düzenlenmiş oluyor ise bu “cebriyedir” kişi bütün fiilerini sadece kendi uluşturuyor ise buda mutezile’dir.

Dengelisi ise ehli sünnet’tir. Bu hususta Efendimizin de bir talebi vardır. İslâmiyetin başlarında (Yarabb’i beni Ömer veya ebulhakem ile destekle) demiştir. Ebulhakem daha sonra Ebu cehil olmuştur, demekki burada seçim ve seçme konusu vardır. Neticede bu seçim Ömer (r.a.) isabet etmiştir.

-------------------

Kazâ kader, ve â’yân-ı sabite hakkında bazı düşünceler.

-------------------

Â’yân-ı sabite mahlûk olmadığına göre her â’yan kendi saltanatında kendi sahasında Rabb mertebesinden İlâh’tır, o halde hepsinin bu mertebesi itibariyle geçici de olsa istiklâlleri vardır. Ve yaptıklarından Ulûhiyyet olan Rabb’ül erbabab’a karşı sorumlu-durlar. (25/08/2012)

--------------

Sedef hastalığı, balıkların hastalık yemesi onların gıdası, başkalarının ise hastalık sebebi. Kerih olan bir şeyi yemekle hastalığın şifası ve ilacı olmaktalar.

--------------

Maymunlar su aygırının dışkısını karıştırıp içlerinden yedikleri yiyeceklerin içindeki tohumları yerler.

--------------

Page 348: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

347

Tezek böceği tezeğin kendisini yer fazla bulduğunu yuvarlar sonraya saklar. Onun gıdası da odur.

--------------

Ardıç kuşu da Ardıç ağacının tohumlarını yer midesinde yumuşatır sonra dışkısı ile onları dağ başlarına bırakır oradan böylece Ardıç ağacı oluşur.

--------------

Benim olmayan benliğimin benimle ben olarak var olduğunu anladım.

--------------

Beşeri kader zannı galip üzeredir. Bu zan geçerlidir ef’âl âleminde, (03/04/Nisan/2013)

--------------

Şeriatte. Kişi kendini hayali varlık kabulünde.

Tarikatte, Kişi kendini hayali-duygusal, varlık kabulünde.

Hakikatte, Kişi kendini hayalen yok kabul etmekte Fenâfillâh.

Marifette, Kişi kendini bütün mertebeleri ile var kabul etmekte Baka billâh. (04/06/2013)

--------------

A’yân-ı sâbitenin muallâk bölümünün kısmen dünya da düzenlendiği bir gerçektir.

Berat gecesinde bir senelik oluşumlara karar verilir hükmü ile, sene içinde yapılacaklar belirlenir. Her şey tümüyle ezelde gökte, hazırlanıp yere sunulmaz.

Kûr’ân’ın derlenmesi.

Kûr’ân’ın harekelenmesi.

Ezân-ı Muham-med-î’nin düzenlenmesi. Burada olmuştur.

Ve imtihana giren talebelerin istediği tercihleri değil de çok başka dalların kendilerine çıkması gibi. A’yân-ı sâbitesine göre meylettiği bir mesleğin kendine çıkmaması gibi.

(7/A’râf/155) (70) kişi seçildiler, öldüler ve Mûsâ’nın duası üzerine dirildiler. Mûsâ, kardeşini vekil olarak istemesi ve kabul edilmesi.

--------------

Yukarıda da belirtildiği gibi, Yûsuf Sûresinde “Ben olsaydım zindandan çıkardım” Peygamberimizin sözüdür.

--------------

Page 349: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

348

Kûr’ân-ın harekelenmesi, ve bu günkü sıraya konması, nüzül sırası değil, düzenleme sırası, burada olmuştur ve düzenleme sırasına göre okunmaktadır.

--------------

Ezan-ı Muhammed-î burada düzenlenmiştir.

--------------

Mûsâ (a.s.) Tur dağına çıkarken (70) kişi öldü Mûsâ (a.s.) ın duasıyla tekrar dirildiler.(A’raf/155)

--------------

Mûsâ (a.s.) kardeşini vekil olarak istemesi ve böylece Hârun (a.s.) ın onun isteği üzerine buradan gelen bir taleple Peygamber olduğu açıktır.

--------------

Peygamberimizin Yûsuf Sûresinde, “ben olsaydım hemen zin-dandan çıkardım” demesi aynı hadise hakkında iki değişik Peygamber tarafından değişik hüküm yürütülmesi v.s. Bunların dünya mülkündeki hilâfeti ve böylece varlık kimliğini göstermesi bakımından mühimdir.

(05/06/2013)

--------------

Uhud savaşı istişâre ile yapılmış. Ashâb-ı kirâmın kararı ile Uhud’da oldu.

28.06.2013 Cuma, Mekke-Ka’be

--------------

Eskiden kan aldırmak veyâ şifâ bulmak için insanların ba’zı yerlerinden sülüklere kan aldırırlardı, o eskimiş ve kıvâmı bozulmuş kan o sülüklerin gıdâsıdır. Bir başka cana göre kerih olan şey onun meşrebine göre hasen-güzeldir.

--------------

(3/159) - Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah'tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.

--------------

Bedir savaşı, karargâh yerinin değiştirilmesi.

--------------

Page 350: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

349

Kader bahsi Peygamberimizin halife seçmemesi,

--------------

“Sevvelet leküm enfüseküm emra” “bu işi size nefisleriniz yaptırdı, demekle” (12/18) kişiye ait bir nefsin olduğu anlaşılıyor.

--------------

Bunun üzerine Yûsuf (a.s.) nefsi emmâre kötülüğü emreder. (12/53) diyerek nefse kimlik vermiştir.

--------------

Ayrıca, insan hayrada, şerrede dua etmektedir. İsra 11 (18/11/2014) kader bahsine de konacak, aklı cüz vardır ve sorunludur..

--------------

A’yân-ı sâbite mec’ul değilse, o zaman Vahidiyyet zatı ile Ulûhiyyette Ulûhiyyet ile birlikte ilmi aynlar olarak Ahadiyyet ilminde kendi zatları olarak var olmuşlardır, hepsi emri iradileri yönleriyle kendileri kendileri hakkında irade etmişler hayatlarının bir bölümlerini de emri teklifiye bırakmışlardır, kaderi muâllâktır. (21/12/2014) Pazar.

--------------

Hakikat-i İnsâniyye sıfat mertebesi, insanların a’yân-ı sabitelerinin program halindeki yeri, Rahmâniyyet halketme yeri, Ulûhiyet istihkak verme yeri, ceberut ismi bütün varlığı cebren ortaya çıkarması bütün bu programların aldığı isim hakikat-i Muhammed-î.

--------------

Muallâk kaderin bu âlemde düzenlediği hakkında bilgi veren âyet-i kerîmelrin bazılarının meallerini vererek yolumuza devam edelim.

--------------

(50/16) - Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.

--------------

küllüküm rain ve küllüküm mes’üle an raıyyeti. hepiniz çobansınız güttüklerinizden mes’ulsünüz. hadisi serif...

--------------

(21/23) - O, yaptığından dolayı sorgulanamaz fakat onlar sorgulanırlar.

Page 351: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

350

--------------

(9/128) - Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü'minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.

--------------

(3/103) - Hep birlikte Allah'ın ipine (Kur'an'a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. --------------

(53/39) - İnsan için ancak çalıştığı vardır.

Görüntüde kendinden ne çıkmış ise değerlendirme ona göredir. --------------

(28/56) - Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi doğru yola iletemez-sin. Fakat Allah, dilediği kimseyi doğru yola eriştirir. O, doğru yola gelecekleri daha iyi bilir.

--------------

(8/17) - (Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü'minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüp-hesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

--------------

Ben sadece bir düşünceden ibaretim, bedenim ben olarak bana verilmiş bir vasıtadır, ancak her zerresinde bana verilen bir can vardır. Âlemdir, benim âlemimdir, ancak hasta olur düzeltemem. Üzerindeki idarem iki yönlü olur biri aklımla, biri nefsim ve duygularımladır. Nefsimden de iki türlü gelir hayrada şerrede meyyaldir. Çünkü bunların karşılığı olan isimlerin hepsi iç bünyemde mevcuttur.

Aklımla ise eğer aklımı aklı külle bağlamış ve hükümlerini tatbik ediyor isem o zaman emri İlâhi düşüncemde ne gerektiyor ise onu yaparım.

--------------

Vasılı ilâ Allah. Bâtını billâh/fillâh, Allah de geç.

Netice ulaşılacak yerde ne kaza vardır ne kader hepsi Hakk’tır Hakk’tan’dır, Hakk’la’dır, kendi kendinedir, kendinde’dir, diğer yönlerin hepsi kendi mertebelerinde geçerlidir, ancak diğer mertebelere göre yanlıştır, herkes bulunduğu yerden sorumludur.

Page 352: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

351

Zât-ı Hakk’ı anla zatındır senin. Hem sıfatı hep sıfatındır senin, Sen seni bilmek necatındır senin, Sende iste sende bul.

Ulûhiyyet hakikatiyle rabb-ı hasının ilâh-ı olarak yaşayanlar ve ayrıca cami ismi Allah ile yaşayanlara benim cennetime gir denmektedir.

--------------

Rasulüllah’ın beşerliği “beşeri beşerlik” değil “mübeşşirin beşerliğidir.” Dışarıdan bakınca beşeri beşerlik zannedilir. (15/04/2015/Çarşamba)

--------------

http://www.muminem.net/ornek-musluman-kadinlar

Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha) Annemiz, hicretin 6. yılında umre yapmak için Mekke’ye hareket eden Müslümanlarla beraber Rasul-ullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in yanında bulunuyordu. Bu seferde müşrik Kureyşliler, onların Mekke’ye girmelerine izin vermediler ve sonunda Hudeybiye anlaşması yapıldı. Bu olayda Ümmü Seleme’nin İslâm tarihi açısından çok önemli bir rolü olmuştur.

Hudeybiye anlaşmasının şartları sahâbeye ağır gelmişti. Görünüşe göre bu bir zafer değil, müşriklere boyun eğiş idi. Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) anlaşmanın yazım ve imzasını bitirdiğinde sahâbesine:

“Haydi, artık kalkın, kurbanlarınızı kesip başlarınızı tıraş edin” buyurdu. Sahâbeden bir kişi bile kalkmadı. Hatta Rasu-lullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu emrini üç kere tekrarladı. Buna rağmen kimse kalkmayınca Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ’in üzgün ve kızgın olarak zevcesi Ümmü Seleme (Radiyallahu Anha)’nın yanına girdi ve sahâbîlerinden gördüğü kayıtsızlığı ona anlattı.

Ümmü Seleme:

−“Ey Allah’ın Nebisi! Sen bu emri yerine getirmek istiyorsan şimdi dışarı çık, kimseyle bir kelime konuşmadan kurbanlığını kes ve berberini çağırarak başını tıraş ettir” dedi.

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) onun görüşüne uyarak çadırından çıktı, kurbanını kesti ve tıraş oldu. Sahâbîler de onu bu halde görünce hemen kalkarak kurbanlarını kesmeye ve tıraş olmaya başladılar. Buhari: 2570

Page 353: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

352

Müslümanlar bir an hislerine mağlup olmuş ve Nebilerinin sözünü dinlememişler ancak gerçeği çabuk görerek hatalarından dönmüş ve Allah’a tevbe etmişlerdir. Nitekim Ömer (Radiyallahu Anh) o olaylar esnasındaki tepkisinden dolayı kefaret olarak birçok iyilikler yaptığını haber vermektedir. Buhari: 2569

-------------

Diyanet Meali: (20/44) - "Ona yumuşak söz söyleyin. Belki öğüt alır, yahut korkar." --------------

Diyanet Meali: (47/31) - Andolsun, içinizden, cihad edenleri ve sabredenleri belirleyinceye ve durumlarınızı ortaya koyuncaya kadar sizi deneyeceğiz.

--------------

Diyanet Meali: (20/40) - "Hani kız kardeşin (Firavun ailesine) gidiyor ve "size onun bakımını üstlenecek kimseyi göstereyim mi?" diyordu. Derken, gözü aydın olsun, üzülmesin diye seni annene döndürdük. (Sana baktı, büyüdün) ve (kazara) bir cana kıydın da biz seni kederden kurtardık, seni sıkı bir denemeden geçirdik (ve kaçıp Medyen'e gittin). Medyen halkı içinde yıllarca kaldın, sonra (peygamber olman için) takdir edilmiş bir zamanda (Tûr'a) geldin ey Mûsâ!"

--------------

Diyanet Meali: (7/142) - Mûsâ'ya otuz gece süre belirledik, buna on (gece) daha kattık. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kırk geceye tamamlandı. Mûsâ, kardeşi Hârûn'a, "Kavmim arasında benim yerime geç ve yapıcı ol. Sakın bozguncuların yoluna uyma" dedi. --------------

Diyanet Meali: (7/143) - Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr'a) gelip Rabbi de ona konuşunca, "Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım" dedi. Allah da, "Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin." dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın düştü. Ayılınca, "Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah'ım! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim" dedi.

-------------- Diyanet Meali: (20/46) - Allah, şöyle dedi: "Korkmayın, çünkü ben sizinle

Page 354: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

353

beraberim. İşitirim ve görürüm." --------------

Görüldüğü gibi bunlar hep benlik işaretleridir

Burada kişi tenzihi ma’nâ da vardır Hakk göklerdedir ve kul yerdedir. Ancak Hakk yönünden kulu ile beraberdir burası teşbih mertebesidir.

-------------- Diyanet Meali: (10/44) - Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez; fakat insanlar kendilerine zulmederler.

--------------

Diyanet Meali: (39/7) - Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir.

-------------- Diyanet Meali: 87.14 - (14-15) Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer.

--------------

Hani, Al-i İmrân suresi 54. Âyette geçiyor.

رين اك ر الم خيـ الله و كر الله م وا و كر م و3/54-Mekr yaptılar ve karşılığını Allah'tan mekr ile aldılar. Allah mekr yapanların en hayırlısıdır

İşte onların yaptıkları hile onlara göre bir hükümdür, surete faaliyete geçtiği zaman kazâ hükmüdür, ama surete geçtiğinden kader olmaktadır, işte buna göre Cenâb-ı Hakk da bir kazâ yani bir hüküm ezelide belirtmekte onların hilelerine karşı hile yapmakta ve o hile faaliyete çıktığı zaman da kadere dönüşmekte ancak Cenâb-ı hakk’ın yaptığı, bireylerin yaptığı zarar verici hile değil rahmet

olucu hiledir. رين اك ر الم خيـ الله وAllah hile yapanların hayırlısıdır, yaptığı hile de hayırlıdır. Hile

gibi gözükür ama orda bir adalet vardır. Cenâb-ı Hakk böylece ikaz eder, ikaz babındadır, ikaz ise çok güzel bir şeydir böylece adalette yerini bulmuş olur,

Page 355: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

354

Cenâb-ı Hakk her birerlerimizi bu hakikatleri gerçek ma’nâ da anlayanlardan eylesin, idraklerimizi açsın genişletsin mâdemki Zât-i hükmü ile bunları hükmetmiştir şu anda az evvelki şeyi gündeme getirelim o halde yapılan izahları biz âmir olalım rabbı’ımızı memur ve mahkûm etmiş olalım inşeallah bu ilimleri en geniş şekilde anlama özelliğini versin tabi burada rica ile söyleyelim tabi gene de edebimizi takınmış olalım

Rabbımız her birerlerimizi insan olarak bu dünya ya getirdiği için gerçekten çok müteşekkiriz ve yapmış olduğu a’yân-ı sâbite’lerimizi ilmi ezelisinde ve zâtında programlamış olduğu a’yân-ı sâbite’lerimizi hakkıyla yerine getirmek üzere bu dünyadan ayrılmamızı nasib etsin İnşeallah.

--------------

Yeri gelmişken Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Cilt.1-Mukaddime 20. fasıl, Cennet ve Cehennem, bölümünüde aktara-lım inşeallah faydalı olur. T.B.

--------------

Cennet ve Cehennem.

Cennet lügatta, “çok ağaçlı bahçe, fidanlık olan bir zemîn” den ibârettir ki, ağaçların çokluğundan dolayı gölgeleri toprağın üstünü örter. Ve cennet “setr-örtü” mâ’nâsına gelen “cenne” sözünden çıkmış olup, bu kelimenin masdar-ı binâ-i merresidir (bu terim Arap dili kurallarındandır).

Zâhir ulemâsı ıstılâhında, âhiret yurdunun nezih makâmları ve iyi ve güzel makâmlarıdır. Ve bu makam, “güzel fiillerin ve sâlih amellerin cennetidir.” Fiillerin ve amellerin azlığı ve çokluğu i’tibâriyle bu cennetin çeşitli ve farklı dereceleri vardır.

Ârifler derler ki, bu fiiller ve ameller cennetinden başka da cennetler vardır. Onlara “sıfât cennetleri” derler. Ve o abdin İlâh-î kemâl sıfatı ile vasıflanması ve İlâh-î ahlâk ile ahlâklanmasıdır. Bu cennet dahi, kemâl ehlinin mertebeleri dolayısıyla çeşitlidir.

Ve bunlardan başka cennetler dahi vardır ki, onlara “zât cennetleri” derler. O da hâs kullarına, Rabbü’l-erbâb olan Allah zü’l-Celâl Hazretlerinin ve her birinin erbâb-ı müteferrikadan kendisine âit olan Rabb’in tecellî-i zât ile zuhûrundan ve kulun zâtta, kendi zâtının mahvı ile o cennetlerde örtülmesi-perdelenmesinden ibârettir. Hak Teâlâ Hazretlerinin zâtı için dahi üç cennet vardır ki: “ved hulî cenneti” yâni “Cennetime gir) (Fecr, 89/30) kavl-i şerîfinden istifâdedir. Hak Teâlâ, bu cennetleri kendi zâtına izâfe buyurur.

Page 356: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

355

Birisi; “a’yân-ı sâbite cenneti”dir ki, Hak Teâlâ onunla örtülü olmuş ve kendi zâtını, kendi zâtı ile a’yân-ı sâbite arkasından müşâhede buyurmuştur.

İkincisi “ruhlar cenneti”dir ki, Hak Teâlâ o ruhlarda öyle örtünüp, gizlenmiştir ki, ne melek ve ne de beşer ona muttali’-farkında değildir.

Üçüncüsü; “âlem-i şehâdet ve mükevvenât”tır ki, Hak Teâlâ o perdeler arkasında, öyle örtünmüştür ki, ağyârdan hiçbir kimse muttali’-farkında olamaz .

Cennet-i cismânî ni’met yeridir. Bu mertebeye vâsıl oluncaya kadar kulun hiçbir mertebede râhatı ve hâlis nimetlenmesi yoktur. Ve cennet-i cismânî, a’yân-ı sâbite-i süadânın sülûk işinde yolunun nihâyetidir. Kemâllerinin hâsılası ancak bu mertebede vâki olur. Ve cennet ehli bu ni’met içinde kalıcı ve ebediyyet üzeredir. Bunların a’yânına aslâ fenâ gelmez; ve cümlesi seyr-i fillâhdır. Zîrâ seyr-i fillâhın nihâyeti yoktur.

Cehennem ehli, birisi geçici ve diğeri müebbet olmak üzere iki kısımdır: Geçici olanlar isti’dâd-ı ezelîleri mağfireti iktizâ etmeyen âsi mü’minlerdir. Bunlar Müntakım tecellîsinden sonra cennete dâhil olunurlar. Müebbet olanlar şirk ve küfür ve nifâk ehli olup, aslâ cehennemden çıkmazlar. Çünkü isti’dâd-ı ezelîlerinin gereği budur. Onlar Hakk’ı ancak cehennemde zikrederler; ve cehennem onların ma’bedidir. Fakat uzun bir devreden sonra cehennemin ateşi soğuyup, harâreti gider ve: “Rahmetim gadâbımın üzerine geçmiştir” sırrının zuhûruna binâen bu hâl cehennem ehli hakkında bir ni’met olur. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Fî nebâti fîha şeceretü’l-circir-i buyurulmuştur. “Circîr” gâyet sulak mahalde biten bir nebattır Ve Kur’ân-ı Kerîm’de “lâ bisîne fîhâ ahkâbâ” yâni “(Onlar) orada uzun zamanlar boyunca kalacak olanlardır” (Nebe’, 78/23) âyet-i kerîmesi ile azâbın sonlanacağına işâret buyurulur. Zîrâ “hukub” seksen yıl ma’nâsına gelir. Ve “ahkab” “hukub”un cem’i olup uzun müddetten bahsetmekle, nihâyet ma’nâsını ifâde eder.

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye’lerinde, cehennemin havâ-yı nârîden yânî sıcak havadan ibâret olup, içinde ateş olmadığını ve onun kor ateşlerinin mücrimler olduğunu ve cehennem ehlinin bu sıcak hava içinde yanmakta olmakla berâber “küllemâ nedicet cülûdühüm beddelnâhüm cülûden gayrahâ li yezükûl azâb” yânî “Onların derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları(derilerini) başka deriler ile değiştireceğiz.” (Nisâ, 4/56) âyet-i kerîmesi hükmünce, mahvolmayarak bu şiddetli yanmaya tahammül edebilecek bir vücûda sâhip olacaklarını beyân buyururlar.

Bu yüksek beyânlara bakarak, cehennemin, güneş maddesinden ibâret küre bir cisim olacağı anlaşılıyor. Halbûki fenni

Page 357: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

356

delillere nazaran bu gibi sıcak buhâr hâlinde bulunan kürelerin milyonlarca sene sonra fezâda soğumaları ve katılaşmaları vâriddir. Şu hal ise cehennem ehli hakkında tabi’ki ziyâde bir ni’met olur. Fakat cennet ehlinin ni’meti gibi, hâlis ni’met değildir. Cehennem-i cismânî dahi, şekâvet ehlinin a’yân-ı sâbitesinin, emr-i sülûkte yolunun sonudur. Ve onların husûl-i kemâlleri ancak bu mertebede vâki’ olur.

Şimdi ehl-i cehennemin ni’meti, ehl-i cennetin ni’metine karşılıktır. Velâkin lezzet ve ni’metlenmede her ikisi müsâvîdir. Çünkü ehl-i cennete nisbeten, cennetin ni’metleri ne ise, ehl-i cehenneme nisbeten dahi azâb-ı cehennem odur. Zîrâ tabîatlarına mülâyim olan ni’metler bunlardır. Ehl-i cennet, cehennemden nasıl kaçarsa, ehl-i cehennem dahi ehl-i cennetten öylece kaçar. Bunun bu âlemde benzeri pek çoktur. Meselâ insan necâsetten nasıl nefret eder kaçar ve gül kokusundan hoşlanırsa, necâset böceği dahi gülden öylece nefret edip, kaçar ve necâsetten haz duyar. Velâkin bu iki ni’met arasında çok büyük bir uzaklık ve ayrılık vardır. Emr-i vücûdda temiz ve pis bir dîğerinden ayrılmış olduğundan, ehl-i cennetin ni’meti temiz ve ehl-i cehennemin ni’meti de habîsât cinsindendir. Ehl-i cennetin ni’meti karışıksız mutmainnilik ile “Rahmânü’r-Rahîm” hazretinden ve ehl-i cehennemin ni’meti ise Müntakım tecellîsinden ve elîm azâbtan sonra “Erhamü’r-râhimîn”in rahmetinden zâhir olur. Ve cehennem ateşinin zevâlinden sonra, ehl-i cehennemin bu soğumuş küre üzerindeki maîşetleri gâyet süflî ve hâkir ve sâir azâblar dâiresindedir ve ebediyyen oradan çıkmazlar. “Hâlidîne fîhâ mâ dâmetis semâvâtu vel'ardu illâ mâ şâe rabbuk” yânî “Onlar, semâlar ve yeryüzü durdukça orada ebedî kalıcılardır.” (Hûd, 11/107)

-------------------

(27) Genç ve elmas dosyasından. Sayfa (34)

Yüksek müsadelerinizle , kıssa da yer alan âdil hükümdarın irade buyurarak kırılmasını istediği ELMAS ‘tan yola çıkarak yoruma başlamak istiyorum.

ELMAS kelimesindeki harflerle Türkçe alfabesi ile “SELÂM” yazmamız mümkündür, aynı şekilde Arabça alfabesi ile “ELMAS” yazılırken Elif-Lâm-Mim-Elif-Sin harfleri kullanılmaktadır ki İSLAM yazılırken de (Elif-Sin-Lam-Elif-Mim) aynı harfler kullanılmaktadır ve ebced hesabı ile rakamsal karşılığı (132)’dir. (13) (2) (132=12x11)

Elmas saf karbondur, karbon atomlarının yüksek ısı ve basınç altında saflaşmasıdır ki Aziz, Cebbar esmâları’nın tecelli ettiği mahaldir. Bidayette yakılacak kömür evsafında iken C.Hakkın Aziz ve Cebbar esmalarının yoğun tecellileriyle Sultanların Haremi mesabesinde olan hazine dairesindeki diğer kıymetli şeyler gibi, bir

Page 358: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

357

de ustasının elinde işlendiğinde Sultan’ın Tâcında değerli bir mücevher hükmü ile amaç ve anlamlılık kazanmaktadır.

Kimya biliminde karbon (C) simgesi ile ifade edilir ve atom numarası (12) dir. Meratibi İlâhiyye de 12 nci mertebe bilindiği gibi İnsân-ı Kâmil mertebesidir.

Ayrıca (C) simgesi bilindiği gibi Arabça alfabesinde CİM harfidir ve büyük ebced hesabına göre rakamsal değeri ise (53) tür. Bu tevafuku Gönüllerinize sunuyorum.

(Bir hikâye bir çok yorum)

(27) Genç ve elmas dosyasından.

Selâmün aleyküm sevgili arkadaşlarımız, dostlarımız, muhip-lerimiz ve evlâtlarımız.

(Bir hikâye bir çok yorum) isimli istişare-tefekkür değerlendirmesi olan çalışmalarımızın birincisi, (köle ve incir) dosyası hamdolsun neticeye erdi. İlgilenen ve fikir yürüterek cevap gönderen her kese teşekkür ederiz.

Şimdi bu çalışmanın ikincisine geçelim yine sizlere küçük bir hikâye anlatıp değerlendirilmesini isteyeceğim. Değerlendirmek isteyenlerden vakit buldukça düşünerek makul bir süre içinde cevaplarını bekliyorum. Daha evvelce de belirttiğimiz gibi bu bir imtihan değil sadece düşünce yeteneğimizi geliştirme yolunda bir değerlendirmedir. Ne tür cevap olursa olsun hepsi makbulumuz dur. Gayemiz birer şahsi kimlik oluşturup ben “neyim-kimim” sorularına cevap bulmağa çalışmaktır. Şimdi gelelim ikinci hikâyemize.

Bu hikâyenin şöhretli bir sultan devrinde geçtiği söylenir ama, biz kimler tarafından yaşandığı hususuna değil sadece hikâyede geçen oluşumlara bakacağız ve özetle anlatmaya çalışacağız.

Bir zamanlar memleketin birinde şöhretli zengin Adil ve akıllı bir hükümdar yaşarmış. Çevresinde hep doğru insanlar olsun istermiş ancak ihtiyatı elden bırakmaz onlara da pek güvenemezmiş kendine bir can dostu ararmış. Adamları vasıtasıyla böyle güvenebileceği ve akıllı kimseleri araştırılmasını istermiş. Günün birinde böyle doğru sağlam karakter yapılı bir genci bulmuşlar ve saraya getirmişler. Padişah o genci görünce kanı ısınmış ve sarayda kalmasına izin vermiş. Zaman içinde o gence sarayda küçük görevler vermeğe başlamışlar ve genç kendisine verilen görevleri lâyıkı ile başarıyor imiş kısa sürede sultanın yakın teveccühünü kazanan bu genç hakkında saray erkânı, aleyhine dedikodulara başlamış. Bu hale oldukça üzülen Sultan, vezirlerine

Page 359: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

358

ertesi gün bir divan toplantısı hazırlanmasını ve görevli herkesin orada hazır bulunmasını istemiş.

Nihayet divan erkânı herkes orada hazır imiş bu vesile ile de o gençte en arka sıralarda bir yerde imiş, divan hazır olunca Sultana haber vermişler, Sultan da salona gelmiş ve hazinedarına, hazinedeki en büyük elması getirmesini söylemiş hazinedar gidip elması getirmiş Sultan birde çekiç istemiş onu da getirmişler, Sultan elmas ile çekici yan yana bir masanın üstüne koydurduktan sonra, en büyük vezirini ortaya masanın önüne çağırıp çekiç ile masa üstünde duran elması kırmasını istemiş.

Bu teklif ile baş vezir (aman efendim bu elmasa yazık olur, onu satıp fakır fıkarayı kurtaralım daha iyi olur) demiş. Bunun üzerine çok güzel düşündün vezirim sağ olasın diyerek kendisini bir kaftan ile ödüllendirmiş.

Daha sonra Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını söylemiş. O vezirde aman efendim onu kırmayalım (yapılacak çok yollarımız var onları yapsak’ta halkımız daha güzel gideceği yerlere ulaşsın) demiş.

Sultan ona da bir kaftan hediye ederek ödüllendirmiş. Daha sonra Sultan ordu kumandanına aynı teklifi yapmış. O da (efendim ordumuzun bir çok techizata ihtiyacı var kıracağımıza satıp orduyu güçlendirelim düşmanlarımızda çok kuvvetli) demiş.

Bunun üzerine ordu kumandanına da bir kaftan verip o nu da böylece mükâfatlandırdıktan sonra, sırasıyla bütün saray erkânı na aynı teklifi yapmış ve hepsi ile benzer konuşmaları olmuş.

Nihayet sıra en sonlarda olan o gence gelmiş ve Sultan tarafından yine elmasın kırılması ondan da istenmiş idi, acaba o genç ne yaptı,?………………….

İşte şimdi bura da sorumuz başlıyor. Acabâ o genç te aynı onlar gibimi davrandı, yoksa onların tam tersimi! Yâni elması kırdımı? Eğer kırdı derseniz makul geçerli sebebi ne idi. Eğer kırmadı derseniz makul geçerli sebebi ne idi! Gerekçesi ile yazmanızı bekliyoruz. Ve başarılar diliyoruz.

NOT= Selâmün aleyküm. Her kese hayırlı günler. Bir müddet evvel gönderdiğim ikinci hikâyenin soru bölümünde küçük bir eksiklik olmuş orasını ilâve ediyorum bu şekliyle cevaplamaya çalışılırsa daha iyi olacağını düşünüyorum. Şimdi aşağıdaki soruyu buraya alıp ilâvesi ile birlikte tekrar gönderiyorum. Bazı cevaplar geldi fakat çok kısa idiler bunların biraz daha izahlı ve gerekçeli olmaları daha düşündürücü ve faydalı olacaktır diye düşünüyorum. Cenâb-ı Hakk düşünce ve tefekkür kolaylığı versin. Şimdi sorunun tamamını aşağıya tekrar yazıyorum.

Page 360: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

359

İşte şimdi bura da sorumuz başlıyor. Acabâ o genç te aynı onlar gibimi davrandı, yoksa onların tam tersimi! Yâni elması kırdımı?

Eğer kırdı derseniz makul geçerli sebebi ne idi. Eğer kırmadı derseniz makul geçerli sebebi ne idi! Gerekçesi ile yazmanızı bekliyoruz. Ve başarılar diliyoruz.

Sorunun ilâvesi şöyledir. (1) (Eğer genç elması kırdı ise, "bu kırma fiili" gence mi, aittir, yoksa Sultana mı aittir?) (2) Elması genç kırmadı ise kırmayanların düşünceleri de kendilerine mi aittir yoksa Sultana mı aittir?)

Bu hikâyeyi ilâveleri ve gerekçeleri ile birlikte tekrar gözden geçirip öylece cevaplamanızı rica ediyorum. Tekrar başarılar dilerim her kese selâmlar, hoşça kalın.

-------------------

İşte böyle bir çalışma yapıldıktan sonra, nihayet bu dosya meydana çıkmış oldu, hamdederiz. Bizlere böyle güzel dost, arkadaş ve evlâtlar nasib eden Rabb’ımıza da şükrederiz.

Bu alanda son olarak bizde özet bir yorum yaparak bu mevzuu ve dosyamızı kapatmış olalım. Aslında ilâve edlecek pek bir şey de kalmamıştır, yukarıda görüldüğü gibi çok güzel hususlara temas edilmiştir, genel kanaat oluşmuştur ama belki merak edilir düşüncesiyle birkaç kelime de biz ilâve edelim İnşeallah.

Hikâye yukarıda zaten var olduğundan, burada tekrarına lüzum görülmediğinden hemen yorumlamaya geçelim. Ve evvelâ sahne de görülen kimlikleri saymaya başlayalım.

(1) Sultan-Hükümdar- Padişâh:

(2) Sultan-Hükümdar- Padişâh: ın sarayı:

(3) Birinci vezir:

(4) İkinci vezir:

(5) Ordu kumandanı:

(6) Genç;

(7) Elmas:

(8) Çekiç:

(9) Ve fiiler:

Bunlar ifade edilenler hikâyenin temel direklerini oluşturmak-tadırlar. Yukarılar’da da değişik şekiller de bahsedildiği gibi, bu mevzu ve yorumu şeriat mertebesinden, tarikat mertebesinden, hakikat mertebesinden ve mâ’rifet mertebesinden, değişik şekiller de ifade edilebilir ve her ifade de, kendi mertebesi itbariyle geçerlidir. İşte irfâniyyet ilminin güzelliği ve genişliği burada dır.

Page 361: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

360

Bir hâdise’nin sadece görülen yüzüne göre karar verirsek onun hakikatine ulaşamadığımızdan o mevzu bizim için sadece sûret ve şekilde kalır ki, bu da bizlere en büyük perdeyi oluşturur. Şartlanmış bir ön yargı ve kesin bir hüküm ile değerlendirdiğimiz hâdise ve olayların hakikatine nüfuz edemiyeceğimizden neleri kaybettiğimizi, ve neleri kaçırdığımızı ne yazık ki, vaktinde fark edemiyeceğizdir, fark ettiğimizde ise o şeyi çoktan kaybetmiş olduğumuzu anlamamız zor olmayacaktır. Ancak vakit çoktan geçmiş ve sadece bir hüsran ve eyvâhhh kalmıştır. Bu kötü akıbete düşmeden evvel kendimizi fikri yönden biraz daha geliştirerek hâdiselerin gerçek yüzlerini anlamaya çalışarak, samimi olarak idrak etmeyi murad edersek İnşeallah kayıplarımız en aza incektir, diye düşünüyorum.

Bu kısa girişten sonra hikâyemize geçelim.

(1) Sultan-Hükümdar- Padişâh:

Şeriat mertebesi itibariyle baktığımız da, hikâye de geçen Sultan-Hükümdar- Padişâh, aynı zâhiri, mânâ da olduğu gibidir. Hükümdar- Padişâh, idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Tarikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh, aynı anlayışın biraz daha muhabbete dönük yönüyle olan devamı’dır. Arada ki, fark hikâye ye biraz duygu karışması ile, biraz daha yoğunluk kazanması’dır, ancak anlayış aynıdır. Ve hâdise’ye dışarıdan bakma devam eder. Zâten burası “menkıbe anlatma” yeridir. “menkıbe anlama” yeri değildir. Buranın’da idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, her şahsı vâhîd’in vücûd mülkünde bulunan, (Rûh-u Sultan-î) si dir. Bura da idrak inkılâb-ı başladığından kendini tanımaya dönük ilim ve fiillere öncelik vermeğe başlar ve bu yolda büyük bir çaba sarfeder, aksi halde yukarı da bahsedilen yaşantılar onun da normal yaşantısı olarak kendinden gaflet ile, hayatını sürdürmeye devam eder. İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Bütün âlemlerin zâhir ve bâtın, “Sultan’ı-Hükümdar’ı-Padişâh’ı” olan, Hakikat-i Muhammediyye ve onun nokta zuhur mahalli (Eb’ul ervâh) olan, (Hz.) Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’dir. Ancak sadece “Mekke ve Medine” de yaşamış, sûret-i yönünden görüldüğü gibi, bir beşer olarak değil, bütün “âlemlere rahmet” olarak gönderilmiş, “Allah ve meleklerin” kendisine (Salât) ettiği “Rûh-u A’zam” ın kendisinde zuhur ettiği. (Hz.) Muhammed (s.a.v.) Efendimiz’dir. Diğer ifade ile gerçek mânâ da İnsân-ı Kâmildir ki, (İnsân-ı Kâmil, sûret-i İlâhiyye üzere mahlûktur) Yâni beşeri mahlûk değil, İlâh-î bir mahlûk’tur. Burada ki mahlûk kavramı İlâh-î olduğundan aynı zaman da Hâlıklık vasfı olan, mahlûktur ki, bu ifade de aslında o nu

Page 362: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

361

korumak için perde hükmünde olan bir ifade dir. İdrak binâ’sı “teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.

Ancak şu pragrafı okumak bunları anlamak değildir. Belki böyle bir şeylerin varlığından haberdar olmaktır, bunları gerçek mânâ’da bilmek, ve anlamak evvelâ hakikat mertebesi itibariyle kişinin çok iyi olarak kendisini bilmesine bağlıdır. Ondan sonraki samimi çalışmaları ile de bu anlayış kapılarının kendisine de açılacağı ümid edilir. (illâ bi Sultan) bu Sultan güce erişilmeyince de hiçbir kapının açılamayacağı da malümdur. Sultan güçtür, melek ise kuvvettir ve güce bağlıdır. Cenâb-ı Hakk taliplilerine kendi hakikatlerini ve Hakk’ın hakikatlerini idrak ettirsin İnşeallah.

(2) Sultan-Hükümdar- Padişâh: ın sarayı:

Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın sarayı. Gene aynen bilinen taş, tahta ve tuğla gibi malzemeler den yapılan fiziki bir yapı ve hâdisenin geçtiği yer, o yapının bir büyük salonu’dur. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın sarayı. Gene aynen bilinen taş, tahta ve tuğla gibi malzemeler den yapılan fiziki bir yapı ve hâdisenin geçtiği yer, o yapının bir büyük salonu’dur. Aradaki fark yine duygusallıkta olacaktır ve hâdiseye biraz daha yakın olarak, hikâye tarzı ile bakılacaktır. Yine idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın sarayı. Zâhiren (anasır-ı Erbaa) “dört unsur” (toprak, su, ateş, hava) dan meydana getirilen, Vücûd’u Âdemdir. Salonu ise Âdem’in gönlü’dür. İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın sarayı. Bütün bu âlemler’dir. Salonu ise, (Mescid-el haram) dır. O nun, sahip olmadığı ve zuhur etmediği hiçbir zerre yoktur. Çünkü, “evvel, âhır, zâhir, bâtın, O dur. (Şerefi mekân, bil mekîn) “mekânın şerefi içinde oturanla’dır” denmiştir. İşte bu yüzden, gerek Vücûd’u Âdem, gerekse, bütün âlemler, sonsuz şereflidir’ler.

(Risâle-i gavsiyye) de! “Yâ rabb’î senin mekânın varmıdır,?” dendiğin de, cevap olarak, “ Yâ Rabb’ı gavs, ben mekânların mekânıyım” denmiştir. Aslında mekân da O dur, mekîn de. Bu mertebenin de, idrak binâ’sı “teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.

(3) Birinci vezir:

Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Birinci vezir: Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, aynen zâhir de olduğu gibi başbakanı danışmanı en yakını, oldukça güvendiği bir kimsedir.

Page 363: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

362

Kendisine kırılması teklif edilen “elmas’ı” kırmayıp, Bu teklif üzerine baş vezir! (aman efendim bu elmasa yazık olur, onu satıp fakır fıkarayı kurtaralım daha iyi olur) demiş. Bunun üzerine çok güzel düşündün vezirim sağ olasın diyerek kendisini bir kaftan ile ödüllendirmiş. Bu mertebe de geçerli olan da budur. Çünkü baş vezir, Sultan’ın tebasını zâhiren rızıklandırmakla görevlidir, ve aynı zaman da bir danışmandır. Elmas’ın kırılmasıyla o değerin zayi olacağını düşünerek daha faydalı olur düşüncesiyle böyle hareket etmiştir. Kaftan ile ödüllendirilmesi de yerli yerincedir. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Birinci vezir: Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, aynen zâhir de olduğu gibi başbakanı danışmanı en yakını, oldukça güvendiği bir kimsedir. Arada ki fark ise ilgi ve muhabbetin biraz daha fazla olmasıdır. Kaftan ile ödüllendirilmesi de gene yerli yerincedir. idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh, Vücûd’u’ Âdem’dir. Birinci vezir: Âdem’in varlığında mevcud olan (Vene fahtü) ile hakk’a dönük aklı’dır. Sırr’ı Âdem’in açığa çıkmasını istemediği için kırma taraftarı olmamıştır. Bu yüzden bir bütün olarak satılmasını istemiştir. Çünkü o elmas, ancak gene zengin bir Sultan tarafından satın alınabilecektir ve bu sefer, onu alan Sultan’ın hazinesinde yeni bir korunmaya alınacaktır. Böylece de kırılmaktan kurtulmuş olacaktır. Yâni sırrı Âdem, korunmuş olacaktır.

Satışından elde edilecek gelir ile de, (fakır fıkara’yı kurtaralım daha iyi olur) demesi. Bura da bahsi geçen fakır fıkara, dünyalıktan yoksun olanlar değil, gerçek mânâ da “idrak ve irfan” fakirleridir. Onların içinden kabiliyetli olanların yetiştirilmeleri için bu satıştan elde edilecek gelirin bu yolda kullanılmasını istemiştir. İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Sultan-Hükümdar- Padişâh’ “Mâlikel mülk” Allah (c.c.) hü dür. Birinci veziri: Hz. Muhammed (s.a.v.) dir, çünkü Hakikat-i Muhammed-î yönüyle âlemlere rahmet olarak, mutlak bir salâhiyet ile gönderilmiştir. Kendinden konuşmaz konuştuğu vahy’dir, attığı zaman o atmaz, Ondan veya, Onunla atan Allahtır. Elmas’ın satışından elde edilecek gelir ile de, (fakır fıkara’yı kurtaralım daha iyi olur) demesi. Bura da bahsi geçen fakır fıkara, “yukarı da da bahsedildiği gibi” dünyalıktan yoksun olanlar değil, gerçek mânâ da “idrak ve irfan” fakirleridir. Onların içinden kabiliyetli olanların yetiştirilmeleri için bu satıştan elde edilecek gelirin bu yolda kullanılmasını istemiştir.

Page 364: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

363

Ancak bu mertebe de diğerlerinden farklı olarak bir şeye daha dikkat çekmemiz gerekmektedir ki, o da “Risâlet ve Nübüvvet”tir. Risâlet ve Nübüvvet ise şeriat hükümleriyle gelmiştir, Şeriat ise bütün mertebeleri kapsamına aldığından elmas’tan elde edilen gelirin bütün mertebelere eşit oranda dağıtılması gerekecektir. İdrak binâ’sı Batında, “teklik” Ahadiyyet, zâhir de ise, “ikilik” üzere kuruludur.

(4) İkinci vezir:

Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Daha sonra Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını söylemiş. O vezirde aman efendim onu kırmayalım (yapılacak çok yollarımız var onları yapsak’ta halkımız daha güzel gideceği yerlere ulaşsın) demiş. Bunun üzerine çok güzel düşündün vezirim sağ olasın diyerek kendisini bir kaftan ile ödüllendirmiş. Bu mertebe de geçerli olan da budur. Çünkü Sultan’ın tebasının, Bir yerden bir yere emniyetle gitmeleri ve ticari mallarının kısa sürede nakli için güzel ve düzgün yollara öncelikle ihtiyaç vardır. İşte bu yüzden ulaştırma bakanı, ikinci vezir, ihtiyacı olan bu parayı Elmas’ın satışından elde etmeyi düşündüğünden, onun kırılması yerine satılmasını teklif etmiştir ve kendine göre çok doğru olan bu anlayışta gene bir kaftan ile ödüllendirilmiştir. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Gene yukarıda da bahsedildiği gibi hadise aynen olduğu gibidir aradaki fark sadece hadiseye bakış açısının mehabbet yönünden biraz daha fazla olmasıdır. idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Bu mertebe de ulaştırma bakanı, gerçek “Âlimler, Ârifler ve Mürşitler” dir. Daha sonra Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını söylemiş. O vezirde aman efendim onu kırmayalım (yapılacak çok yollarımız var onları yapsak’ta halkımız daha güzel gideceği yerlere ulaşsın) demiş. Bu mertebe de bahsedilen yollar, Allah’a giden, “seyr-u sülûk” yolunda (sırât-ı müstakîm) üzere olan doğru yoldur. İşte bu yollar ilim çalışmalarıyla gönüllerde açılan, Muhabbet, aşk, sevgi, fedakârlık, yollarıdır, her sistemin kendine göre gönül yolu inşaa’ları vardır. Bunlar için de gene nakde ihtiyaç vardır. Bu yüzden de elmas’ın satılması gerekmektedir.

İkinci vezir: ulaştırma bakanı, olan gerçek “Âlimler, Ârifler ve Mürşitler” de yukarıda da bahsedildiği gibi, sırr’ı Âdem’in ve Zat yolunun açığa çıkmasını istemedikleri için kırma taraftarı olmamışlardır. Bu yüzden bir bütün olarak satılmasını istemişlerdir. Çünkü o elmas, ancak gene zengin bir Sultan tarafından satın

Page 365: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

364

alınabilecektir ve bu sefer, onu alan Sultan’ın hazinesinde yeni bir korunmaya alınacaktır. Böylece de kırılmaktan kurtulmuş olacaktır. Yâni sırrı Âdem ve Zat yolu korunmuş olacaktır. İdrak binâ’sı “birik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, İkinci veziri, ulaştırma bakanı’dır. Bu mertebe de ulaştırma bakanı, gerçek “Ârifi billâh” lardır. Daha sonra Sultan ikinci vezire de aynı şeyi yapmasını söylemiş. O vezirde aman efendim onu kırmayalım (yapılacak çok yollarımız var onları yapsak’ta halkımız daha güzel gideceği yerlere ulaşsın) demiş. Bu mertebe de bahsedilen yollar, Allah’a giden, “seyr-u sülûk” yolunda (sırât-ı müstakîm) üzere olan doğru yoldur. Ve onun daha ilerisi olan (Sıratullah) tır, bu ise Zât’ının yoludur. İşte bu yollar ilim ve irfaniyyet çalışmalarıyla gönüllerde açılan, Muhabbet, aşk, sevgi, fedakârlık, ve bilhassa irfaniyyet yollarıdır, her sistemin kendine göre gönül yolu inşaa’ları vardır. Bunlar için de gene nakde ihtiyaç vardır. Bu yüzden de elmas’ın satılması kırılmaması gerekmektedir. Ayrıca elmas kırıldığında (Sıratullah) sırrı meydana çıkıp ortalığa yayılacaktır ki, buna mâni olmak gerekir. İdrak binâ’sı “teklik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

(5) Ordu kumandanı:

Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, Ordu kumandanı: Aynen hikâyenin zâhirinde olduğu gibidir. Sultan ordu kumandanına aynı teklifi yapmış. O da (efendim ordumuzun bir çok techizata ihtiyacı var kıracağımıza satıp orduyu güçlendirelim düşmanlarımızda çok kuvvetli) demiş. Bunun üzerine ordu kumandanına da bir kaftan verip o nu da böylece mükâfatlandırdıktan sonra, sırasıyla bütün saray erkânı na aynı teklifi yapmış ve hepsi ile benzer konuşmaları olmuş.

Yukarıda da benzeri şekilde kıyası olduğundan daha fazla uzatmamak için özetle belirtiyorum. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, Ordu kumandanı: Aynen hikâyenin zâhirinde olduğu gibidir. Yukarıda da benzeri şekilde kıyası olduğundan daha fazla uzatmamak için özetle belirtiyorum. Aradaki fark sadece hadiseye bakış açısının mehabbet yönünden biraz daha fazla olmasıdır. idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, Ordu kumandanı: İrâde ve Kudret, Esmâları’dır. Mülkü üzerinde ki tasarrufunu bu Esmâ’ları vasıtasıyla yürütmektedir. Elmas’ın kırılmayışı bu hakikatin ortaya çıkmaması içindir. Sultan ona da bir kaftan hediye ederek ödüllendirmiş. Kaftan verilmesi bu sırrın örtülüp, gizlenmesi içindir. Burada ki

Page 366: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

365

kaftan fiziki değil mecâzi’dir, irâde ve kudret’inin sarması’dır. Bireysel olarak, bura da ki yollar, sâlik’in hakikat mertebesi yollarında ki, gayretli çalışmaları’dır. İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, Ordu kumandanı: Rahmân’iyyettir. (Errahmân allemel Kûr’ân-55-1-2-) “Rahmân’ın Kûr’ân-ı talim-öğrenmesi’nden sonra, (Nefesi Rahmân-î) ile bütün varlıkları kendi mertebeleri itibariyle âlem sahnesine göndermesidir. Kaftan verilmesi gene bu sırrın örtülüp, gizlenmesi içindir. Burada ki kaftan fiziki değil mecâzi’dir, Rahmâniyyet-i yönünden bütün âlemleri sarmıştır. Bireysel olarak, bura da ki yollar, sâlik’in mâ’rifet mertebesi yollarında ki, gayretli çalışmaları’dır. İdrak binâ’sı “teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.

(6) Genç; (Fetâ)

Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, sarayında, o genç te, aynen hikâye de olduğu gibidir. Bu mertebe ve düzeyde olan bir genç te elmas’ı kıramaz diğerlerinin benzerini yapar idrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, sarayında, o genç te, aynen hikâye de olduğu gibidir. Arada ki fark, yukarıda da ifade edildiği gibi, hikâye biraz daha ciddiye alınmakta muhabbet ve sevgi üzere değerlendirilmektedir. Bu mertebe ve düzeyde olan bir genç te elmas’ı kıramaz diğerlerinin benzerini yapar. İdrak binâ’sı “ikilik” üzere kuruludur.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, sarayında, o genç, sadık bir derviştir. Ve hedefi hakk’ın Zâtı’dır, kader icabı yolu saraya düşmüştür, aslında onun için saray da birdir, herhangi bir mekân da, hüküm onu buraya getirmiştir, gelişi kendi isteği ile değildr, seçilmiştir. Gelecekte kendisinden güzel şeyler beklenmektedir. Bu mertebe ve düzeyde olan bir genç te elmas’ı kıramaz çünkü daha o idrak ve anlayışa gelmemiştir, diğerlerinin benzerini yapar. İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Sultan-Hükümdar- Padişâh’ın, sarayında, o genç, mertebe-i (fetâ) ı temsil etmektedir.

(Fetâ) Lügat mânâları itibariyle aşağıda olduğu gibidir.

(1) C: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı.

(2) Cömert.

(Fetâ) C. Delikanlılar, yiğitler, bahadırlar, gençler, mert’ler.

(Fetâ) C. Gençler. Genç yiğitler.

Page 367: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

366

Genç; (Fetâ) Gerçek’te ise, Velâyet ve Kâmil İnsân, namzetidir.

(Fetâ) Ebced hesabıyla baktığımız da! () şekliyle’dir.

() “fe” (80) () “te” (400) () “10”toplarsak,

(80+400+10=490) tekrar toplarsak, (4+9=13) eder ki, bağlı olduğu yer, Hakikat-i Muhammed-î! aynı zamanda hedefi olan yerdir.

Kûr’ân-ı Kerîm, Kehf Sûresi (18) Âyet (60) ta şöyle geçmektedir.

(Ve iz kâle Mûsâ li fetâhu lâ ebrahu hattâ eblûga mecmeal-bahreyni ev emdıye hükuben.)

18/60. Mealen. “Ve hatırla, o vakit ki, Mûsâ, yiğit genç, arkadaşına demişti: Ben iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar durmayacağım, yahut uzun bir müddet geçireceğim.”

Bu Âyet-i Kerîme hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak isteyenler meal ve tefsirlerden araştırarak bulabilirler, Aslında bende, bu araştırmayı teşfik ederim bilinen hikâyedir ama tazelenmekte de yarar vardır. Bu Âyet-i Kerîme, Mûsâ-hızır, (a.s.) ların arasında geçen çok ibretli üç hikâyenin başlangıcıdır. Bizim sohbetlerimizde de birkaç defa tekrarlanmıştır.

Mûsâ (a.s.) bütün bir kavmin içinden kendine sır arkadaşı olarak bu yiğit genci seçmiştir. Buluştukları yer (mecmeal-bahreynî-iki denizin birleştiği yer) idi. Bu denizlerin zâhir bâtın bir çok yorumları vardır, özetle bizde şöyle diyelim. Mânâ âleminden zâhir âleme doğru “Rûh ve Nûr” olarak akmaktadırlar, genelde birleştikleri yer âlemdir, özelde ise “arz-ı Âdem” yâni beden toprağı olan Âdem’in sûreti’dir. Durmadan buraya akmaktadırlar. Ve aynı yerde üç mertebeyi temsilen de “Mûsâ, Hızır, Fetâ-genç) olmak üzere üç kişi vardı. Mûsâ Risâlet, Hızır Velâyet, Fetâ- genç ise, Velâyet ve Kâmil İnsân, namzetidir. Böylece buluşulan bu yer de beş mertebe cem olmuştur.

İdrak binâ’sı “teklik” Ahadiyyet üzere kuruludur.

Bu mevzua tekrar değinmek üzere biz gene yolumuza devam edelim.

(7) Elmas:

Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, aynen zâhir anlayışta olduğu gibidir. Ve mâden olarak çok değerlidir. Elmas hakkında yukarıda belirli bilgiler verilmiş olduğundan burada tekrarına lüzum görülmemiştir.

Page 368: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

367

Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da da, durum fazla değişmez, ancak bu mertebe de “ittikâ-sakınma” olduğundan zâhir ehli kadar “elmas”a değer verilmez, ama genede değerli bir mâdendir.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, görüş ve değerlendirmemiz daha başka olacaktır. Hakikat mertebesi itibariyle bir kardeşimizin yukarıda tamamı bulunan yazısından izniyle birkaç satır aktarmakta yarar olacaktır.

-------------------

ELMAS kelimesindeki harflerle Türkçe alfabesi ile “SELÂM” yazmamız mümkündür, aynı şekilde Arabça alfabesi ile “ELMAS” yazılırken Elif-Lâm-Mim-Elif-Sin harfleri kullanılmaktadır ki İSLÂM yazılırken de (Elif-Sin-Lâm-Elif-Mim) aynı harfler kullanılmaktadır ve ebced hesabı ile rakamsal karşılığı (132)’dir. (13) (2) (132=12x11)

Kimya biliminde karbon (C) simgesi ile ifade edilir ve atom numarası (12) dir. Meratibi İlâhiyye de 12 nci mertebe bilindiği gibi İnsân-ı Kâmil mertebesidir.

Ayrıca (C) simgesi bilindiği gibi Arabça alfabesinde CİM harfidir ve büyük ebced hesabına göre rakamsal değeri ise (53) tür. Bu tevafuku Gönüllerinize sunuyorum.

Kıssa ile ilgili arzımı Al-i İmrân (3) Sûresi (132) nci Âyeti kerime meali ile bitirmek istiyorum.

“Allah’a ve Rasûlüne itaat edin ki rahmete erdirilesiniz.”

-------------------

Yukarıda da dikkat çekildiği üzere, elmas’ın sayı değeri (132) Âyet-i Kerîme’nin de sayı değeri (132) dir, ve itaatten bahsetmektedir. Ayrıca (132) nin (2) sini ayırdığımız zaman geriye (13) kalır ve böylece, elmasın içinde bulunduğu sayısal değerler, sırasıyla (2) (12) (13) (53) tür. Ve bunların neler olduğu da malûm’dur.

-------------------

Gene yukarıda ki yazısında tamamı olan, bir kardeşimizden de ilgili mevzu hakkında teknik bilgi bakımından, elmas hakkında, izniyle, birkaç satır aktararak ilâve edelim.

-------------------

- Elmas, Bilinen en sert maddelerden biri ve değerli bir taştır.

Mineralojide kullanılan mohs sertlik göstergesinde en yüksek rakamla (10) gösterilir.

Bu, diğer bütün mineralleri çizebilmesi demektir.

Page 369: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

368

Sertliğinden dolayı endüstriyel aletlerde kullanılması büyük önem kazanmıştır.

Keza dayanıklılığından ve ışığı çok iyi kırmasından dolayı kıymetli bir ziynet eşyâsıdır

- Erime noktası, 3500°C’dir. (3 + 5) = 8

– Yoğunluğu, yaklaşık 3,5 gr/cm3 tür. (3 + 5) = 8

- Havada 850°C’de yanar (8 + 5) = 13

- Havasız ortamda 1500°C’de grafite dönüşür. (1 + 5) = 6

Not: Sertlik derecesinin en yüksek rakamla (10) olması (1 + 0)=1

İfade edilen bu rakkamlar remz-î ifadeleri itibariyle çok enterasan !……..

ELMAS

- yerkabuğunun derinliklerinde (mağma tabakasına en yakın yerden) doğar

- oluşmasında aşırı yüksek sıcaklık ve basınç gerekir

- doğal olarak varolan maddelerin en sertlerinden, en katıksızı olanıdır,

- ışık için en saydam olanı, doğada en az bulunanıdır,

- pırlantanın ham yani işlenmemiş maden hâlidir

- billurlaşmış arı karbon olup içinde sadece

6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran karbon atomu ise tam bir mucizedir, elmas saf karbondur.

Not : (6 + 6 + 6) = (3 * 6) = 18. Âyrıca (6) ciheti de ifade etmektedir.

Ve yine bu rakamlar remz-i ifadeleri itibariyle çok enterasan !……..

Elmas - PIRLANTANIN ham, yani işlenmemiş maden halidir.

Elmasın 57 fasetli özel kesilmiş haline pırlanta denir.

Not : (5 + 7) = 12

Ve yine bu rakamlar remz-i ifadeleri itibariyle çok enterasan !……..

Görüldüğü gibi

ELMAS, Oluşumu itibariyle mağma tabakasına en yakın yerinden yani yüksek derecedeki ısı ve basınçtan meydana geliyor.

Maddi olarak son derece değerli bir madde, hem sanayide hem de ziynet olarak kullanılıyor.

Page 370: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

369

Ancak ziynet olarak ondan daha kıymetli olan PIRLANTA’nın ham maddesi, ancak büyük bir sanat ve ustalık işleminden sonra ehil bir el den bu hüvviyyet’i ortaya çıkıyor.

Bir fikir olsun diyerek;

(6 proton, 6 nötron ve 6 elektron bulunduran karbon atomu) sayısal değerleri itibariyle

(6 + 6 + 6) = (3 × 6) = 18 İlmel - aynel - hakkel yakıyn’lik 6 yevm üzere meydana gelişine remiz olabilir… (6) ciheti de ifade etmektedir.

(18) de, 18 bin âlemdeki muhteviyata işarettir denebilir…

Diğer sayılar da aynı şekilde mânâlandırılabilir.

-------------------

Yukarıda belirtilen (10) sayısına Ârifler (aşere-i kâmile-on kemâl sayısı) demişler, çünkü içinde tek ve çift sayıların bunduğu, teklerin bittiği ve çiftlerin başladığı sayı değeridir. On (10) da ki, sıfır’ı kaldırdığımız zaman geriye bir kalır ki, zâten o bir (Ahad) olan her şeyin kaynağıdır. Sıfır kendi başına hiçbir şey değildir, ancak bir’e ayna olduğu zaman bir’in yansımasıyla pırlanta gibi çok, yani on, yüz, misli gözükür. Sıfırlar arttıkça da o nispette çokluk, kesret, artar.

Netice itibariyle, bu mertebe de “elmas” genel de, bütün varlıktır. Özel de ise “vücûd’u Âdem” dir. Bu mertebenin, İdrak binâ’sı “birlik” Vâhidiyyet üzere kuruludur.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Bu mertebe de (elmas) “vücûd’u Âdem”dir, “vücûd’u Âdem” in hakikati ve özü olan İlâh-î kimliği (a’yân-ı sâbite) si, ise (pırlanta) dır.

“A’yân-ı sâbite” kişinin özü hakikati ve ilâh-î kimliğidir. Bunlar İlâh-î isimlerin birer terkibidir. A’yan-ı sâbite, varlık kokusu almamıştır. Ve a’yân-ı sâbite, mahlûk değildir, denmiştir. Çünkü o mertebe henüz daha zuhur mertebesi değil Hakk’ın zâtıyla ve kendi Zâtında ve ilminde olan programı dır. Zât mertebesinden, sıfat mertebesine doğru olan yolculukta Rûhân-î lâtif mahlûkiyyet, başlamaktadır. Oradan Esmâ Nûr mertebesine indirilen a’yân-ı sabite programı’na ef’âl âleminde anâsır-ı erbaa’dan bir elbise giydirilerek hayat sahnesinde “vücûd’u Âdem” olarak ve beşer lâkabıyla faaliyyet’e geçmektedir. İşte sûreta beşer ismi ile anılan “vücûd’u Âdem” in varlığında bütün âlemlerden hisse vardır. İşte bu yüzden de (ne var âlemde o var Âdem de) denmiştir. Âdem sûreti itibariyle mahlûk özü ve hakikat-i ve a’yân-ı sâbite’si itibariyle Hakk’tır. Ancak tabiat âleminde zuhura geldiğinden, bunun gereği olan tabiatıyla kayıtlanıp nafsân-î ve beşeriyyet

Page 371: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

370

yönünün daha evvel faaliyyete geçmesiyle kendinde bulunan Hakk’an-î tarafı olan özü perdelenmiş olmaktadır. Yâni tabiatın içinde meçhul bir mâden “elmas” olarak kalmakta ve zâyi olmakta’dır.

Bu elmasın bulunması için bir mâden araştırmacısına mutlaka ihiyaç vardır elmas (genç-feta) bulunduktan sonra da, o elması işleyecek kâmil bir kuyumcuya ihtiyaç olacaktır. İşte bu kuyumcu, gerçek mânâ da tevhid ehli olan, (Sultan-Kâmil İnsân) dır. Ancak bu eğitim ve çalışma sonrasında (pırlanta) olan (a’yân-ı sâbite) kimliği ortaya çıkarak kişi aslı olan Hakk’a kendi varlığında ulaşmış olacaktır. Buradan kıyasla bütün âlemdeki varlığın Hakk’ın varlığından başka bir şey olmadığı anlayışının da yolu ve idraki kendisine açılmış olacaktır. Böylece kişi “zuhur” hâlini (elmas) “kadîm” hâline (pırlanta) dönüştürmüş olacaktır ki aslında velâyette budur.

Velâyetin özetle tarifini, (velâyet, zuhur halini kadim haline dönüştürmektir) şekliyle yapabiliriz.

Bunun dışında ehil olmayan kimselerin eline elmas mâdeni geçse bile onu yontup pırlanta haline getiremeyecekler ve yazık edeceklerdir.

(8) Çekiç:

Şeriat mertebesi itibariyle, baktığımız da, aynen zâhir anlayışta olduğu gibidir. Çivi çakmak bazı şeyleri darbelerle yerine oturtmak, kırmak, ve benzeri işler için kullanılan bir âletin ismidir.

Tarikat mertebesi itibariyle, baktığımız da aynen zâhir anlayışta olduğu gibidir. Çivi çakmak bazı şeyleri darbelerle yerine oturtmak, kırmak, ve benzeri işler için kullanılan bir âletin ismi’dir.

Hakikat mertebesi itibariyle baktığımız da, zâhir anlayış itibariyle gene aynı durumda dır. Ancak bâtın-î anlamda baktığımızda, çekiç’in sâlik’in elindeki tesbih, ve dilinde ki zikr, olduğunu anlamamız zor olma-yacaktır. Çekilen her bir tesbîh tanesi, nefsimizin kötü huylarına indirilmiş birer çekiç darbeleridir. Dilimizle söylediğimiz zikr ve dualar ise, hayal ve vehmimizin hakikatine dönüşmesi için lisânen vurduğumuz çekiç darbeleridir, bu darbeler ne kadar bilinçli ve ustaca vurulmuş ise üzerimizde ki nefs kalıntıları aslına zarar vermeden zamanla ve sabırla kırılıp dökülecekler ve geriye özümüz kalacaktır. İşte bu yüzden zikrin sayısal olarak çokluğu değil az olmakla birlikte bilinçli olarak yapılanı daha değerlidir. Diyebiliriz.

Mâ’rifet mertebesi itibariyle de baktığımız da. Anlayış biraz daha değişmektedir.

Beden: Elmas:

A’yân-ı sâbite: Kazâ-İlâh-î hüküm, program, pırlanta:

Page 372: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

371

Çekiç ise: Yevm-gün’dür: Diyebiliriz.

Kişi sûret-i Âdem olarak yer yüzüne ayak basıp bulûğa erdikten sonra, a’yân-ı sâbitesinin-kazâ-hükmü gereği bir mükellef olarak, kader-miktar, miktar, her gün ve her an hayatını yaşamaya başlar. Eğer kişi İlâh-î hükümleri yerine getirerek hayatını sürdürüyor ise, her gelen gün yapmış olduğu ibadetleri yönüyle nafsinin başına inen ve idrakinin eliyle onu her gün biraz daha ufalayarak azaltan çekiç darbeleridir.

İşte bu çekiç darbelerinin sırasıyla nerelere ve ne kuvvette vurulacağı, bilinemez ise kişinin kendi kendisine farkında olmadan bilinçsiz olarak vurduğu darbelerin zararı olabilir. İşte bu yüzden bir elmas ustasının atölyesine girip epey uzun bir süre bunun eğitimini alması gerekmektedir.

Eğer kişi yaşadığı hayatını nefsinin istikameti yönünde kullanıyor ise o zaman her gelen gün nefsaniyyetini arttırdığından özünün ve hakikatinin üstüne bir perde daha ilâve ediliyor demektir, işte bu durumda yevm-gün, çekici her gün üretilen nefsi halleri kişinin sûretine çekiçle çiviliyor demektir. Bu perde ve çivilemeler ne kadar artarsa özü ve hakikat-i o kadar derinde kalacağından bunlardan tekrar çözülüp soyunmak o kadar zor olacaktır. Eğer vaktiyle bu üst, üste yığılan ve çivilenen katmanlar dünya da iken temizlenmez ise, bunlar ancak cehennem ateşinde uzun süreler de temizlenir ki, nasıl zor bir akıbet olduğunu bu günden anlamak mümkün değildir.

Bu özet bilgilerden sonra gelelim, sarayda ki, Sûltan’ın “çekiç” ile “kır” emrine.

Yukarıda bu hususların değişik kişilere göre değişik metrtebelerden izâhları yapıldı. Biz şimdi hayalen o günlere gidip bu hadiseye salonun bir köşesinden seyirci olarak müdahil olup hadiseyi (aynel yakîn) mertebesinden izlemeye çalışalım.

Salon ve saray erkânı hazırdır, sultan da gelir, elmasın ve çekicin getirilmesini ister, onlar da getirilir. Nihayet Sultan birinci vezirine elmas ını kırmasını söylemektedir, her kes heyacan içinde baş vezirin ne yapacağını merak etmektedir. Bu teklif üzerine baş vezir! (aman efendim bu elmasa yazık olur, onu satıp fakır fıkarayı kurtaralım daha iyi olur) demektedir. Bunun üzerine çok güzel düşündün vezirim sağ olasın diyerek kendisi bir kaftan ile ödüllendirildiğini görmekteyiz. Bu olanları not alıp bulunduğuz yede kısaca değerlendirmeye çalışalım.

Birinci vezir’in hayat tecrübesi vardı fakat irfaniyyet-i yoktu, elmasın kırılmaması ve satılması yönünde fikir yürütmesi, bu yüzden değerlendirmesi, zâhir üzere oldu, ve elmas’ın içindeki pırlanta açığa çıkmadan gene elmas isimli elbisesiyle perdeli kaldı. İşte bunun farkında olan Sultan ona “örtünme-perde” hükmünde

Page 373: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

372

olan bir hil’at-kaftan hediye ederek kendi hükmüyle kendini perdeliliğe mahkûm eden, vezirin kendi hükmüyle mukabele ederek vezirine adalet ile mukabele eyledi.

Kendisine verilen kaftan, vezir düşüncesinde, kendini perdelediğinden, kendisine zâhirde örtünme ve övünme vesilesi olan kaftan, bâtında ise en büyük perdesi oldu. İşte bu hadise bizlere de zâhir ve bâtın değer yargılarının ne kadar faklı olduğunu göstermekte ve yaşantılarımızı nefs-î değerlere göre değil İlâhi değerlere göre düzenlememiz gerektiği uyarısını da yapmaktadır, diye düşündük.

Bunun üzerine Sultan’ın, sesi tekrar yükselerek aynı teklifi ikinci vezirine de yaptığını duymaktayız. Gene hepimiz bu sefer, ikinci vezirin ne yapacağını merakla beklemekteyiz. Evet ikinci vezir de masanın başına geldi o da kırılmaması yönünde karar verdi ve yukarıda bilindiği üzere aynı sözlerini söyledi. Daha fazla zaman kaybı olmasın diye bilinen-i tekrar etmeyelim.

Sultan o na da birinci vezirine yaptığı davranışı yukarıda belirtildiği üzere, aynı şekliyle yapmakta olduğunu gördük,

Ve sıra ordu kumandanına geldi onunla muameleside aynı yukarıda belirtildiği gibi geçti. O da kendi hükmüyle kendini perdeliliğe mahkûm etmiş olduğundan o nun da bir örtü-perdeyle mükûfatladırıldığını gördük

Sonra, sırasıyla bütün saray erkânı na da aynı teklif yapıldı ve hepsi ile de benzer konuşmaları oldu ve hepside, kendi düşündükleri fikirlerine uygun düşen hediyelerini aldılar ve hayatlarından memnun görünüyorlar. Çünkü onların hepsinin genel kanaatları bu yönde, “ikilik üzere” olduğu görülmekte idi.

-------------------

Nihayet sıra en sonlarda olan o gence gelmiş ve Sultan tarafından yine elmasın kırılması ondan da istenmiş idi, acaba o genç ne yaptı,?………………….

İşte şimdi bura da sorumuz başlıyor. Acabâ o genç te aynı onlar gibimi davrandı, yoksa onların tam tersimi! Yâni elması kırdımı? Eğer kırdı derseniz makul geçerli sebebi ne idi. Eğer kırmadı derseniz makul geçerli sebebi ne idi! Gerekçesi ile yazmanızı bekliyoruz. Ve başarılar diliyoruz.

---------------------

Evet biz bulunduğumuz yerden görünmezler olarak gene etrafta olan biteni seyretmekteyiz. Bütün saray erkânı düşüncelerini söyleyip ödüllerini de aldıktan sonra, hepimizin gözleri en sona kalan gence takıldı o yine bulunduğu köşede sâkin durmaktadır. Fakat bütün gözler Sultan’a ve o gence takılmakta; acaba?... Fısıltıları yükselmektedir.

Page 374: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

373

İşte tam bu sırada Sultanın gür sesi o genci de masa başına davet ederek ondan da elmasın kırılmasını istedi. Salonda büyük bir heyecan ve sessizlik vardı, genç emri alınca sâkin adımlarla masanın başına gelerek çekici aldı ve havaya kaldırıp elmasa, başkalarının farkında olmadığı nazik bir darbe vurdu ve durdu. Bu arada uzaktan elmasın kırıldığını zanneden vezirler ve saray halkı yerlerinden fırlayarak gencin üzerine doğru hücüm etmeye başladılar.

O esna da gene Sultan’ın gür sesiyle (durun) diye bağırması neticesinde bütün salonda bulunanlar durdular ve etraf sakinleşti, işte o zaman Sultan! salonda olan bütün kişilere dönerek, “gencin üstüne yürümeniz yerine, neden bu harekette bulunduğunu sormanız daha adaletli olmazmı idi”? diye sorunca hepsi evet yanlış yaptık dediler. Ve bu sefer Sultan gence dönerek, oğlum kimsenin kırmaya kalkışmadığı bu elması neden kırmaya kalktın sorusunu yöneltti.

Bunun üzerine genç bulunduğu yerden çekici gene kaldırdığında altta kalan elmasın zaten kırılmadığı görüldü, bunun üzerine saray erkânı da birer ohh çektiler ve rahatladılar. Gerçek mânâ da olan bitenden işin hakikatinden haberleri olmadan dağılıp gittiler.

Geride Sultan ve genç-fetâ kalmıştı, bizde görünmez kişiler olarak orada idik ve gerçek mânâ da neticenin ne olacağını merak etmekte idik. Aradan bir müddet geçipte onlarda sakinleşince Sultan genç’ten neden böyle davrandığını sormaya, bizde dinlemeye başladık.

Sultan, “oğlum neden elması kırar gibi yaptında kırmadın” dedi.

Genç, “Efendim saray halkının gözden kaçırdığı bir şey oldu, eğer o çekiçle hepsi elması kırmaya kalksalardı gene hiç biri kıramazdı, çünkü o elmas bu tür aletlerle zaten kırılmaz, çünkü bütün madenlerden daha serttir”. Dedi,

Sultan, “pekî; sen bunu nereden biliyorsun”? dedi.

Genç, “bir zamanlar bir elmasçının yanıda çalışmıştım, oradan biliyorum,” dedi.

Sultan,”madem elmasın o çekiçle kırılamayacağını biliyordun, peki sen niye kırmak için çekici elmasın üstüne verdun“ dedi. Bunun üzerine.

Genç, ”efendim elmasın üstüne vurduğum o darbe kırmak için değil, evvelâ (kır-yani-vur) Sultanımın emrini yerine getirmek içindi. Eğer o fiili işlememiş olsaydım emrinize asî olmuş olacaktım. Diğer sebebi ise, elmasın içindeki özü olan pırlantayı çıkarmak için’di” dedi. Bunun üzerine Sultan o genci daha büyük bir muhabbetle bağrına bastı. Bizde bu sahnelere görünmez kimseler olarak şahit olduk ve onlarla birlikte oradan ayrıldık.

Page 375: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

374

Biz yine hayal dünyamızdan ayrılıp gerçek dünyamıza ve mevzuumuza kaldığımız yerden devam etmeye gelelim.

(9) Elması kırma veya kırmama, fiileri:

(1) (Eğer genç elması kırdı ise, "bu kırma fiili" gence mi, aittir, yoksa Sultana mı aittir?)

(2) Elması genç kırmadı ise kırmayanların düşünceleri de kendilerine mi aittir yoksa Sultana mı aittir?)

Yukarı da özetle bahsedildiği üzere, (elmas)ın “vücûd’u Âdem” (pırlanta)nın ise, “vücûd’u Âdem”in özü olan “a’yân-ı sâbite”si olduğunu belirtmiş idik. A’yân-ı sâbite, Hakk’a ait ve lâtif olduğundan herhangi maddî bir araçla zaten kırılması söz konusu değildir. İşte vezirler ve saray halkı bu hakikatin bilincinde olmadıklarından, görünürde olan beden gibi elmasın kırılıp paçalanacağını ve değerinin zâyi olacağını zannettikleri için elması kırma fiilini işlemediler. Burası ve bu anlayış şeriat ve ikili görüş mertebesi olduğundan “kul ve Hakk” anlayışı ayrı olduğundan vezirlerin ve saray halkının, kendi hayali varlıklarını kendileri yönünden gerçek zan ve kabul etmeleri dolayısıyla, “elması kırmama fiili kendilerine ait olmuştur.” Ve yukarıda ifade edildiği üzere zâhiren bu iyi niyetlerinden dolayı mükâfatlarını almışlar, ancak bâtınen aynı mükâfatla tekrar perdelenmişlerdir.

Gene özetle yukarıda da belirtildiği gibi “genç-fetâ” elmasın kırılmayacağını biliyor idi ve çekici elmasın içindeki pırlantanın zuhura çıkmasına yardımcı olması için bilinçli olarak vurdu. Bu anlayışla vuruş, emri ve fiili âmir hükmünde olan kendinden idi. Ancak diğer yönden, Sultan’ın emriyle yaptığı vuruş ise kendi memur hükmüyle vurduğundan bu vuruş bu yönüyle de Sultandan idi.

Bu yaşadığımız hayatta bir çok yönlü vuruşlar ve fiiller vardır, aslında bunların izahları oldukça zordur, izah edilebilmeleri için bazı mezheplerin kader bahsinde ki, itikadlarına bir göz atmak lâzım gelmektedir. Özetle bakarsak.

Ehli sünnet vel cemeat, kader bahsini zâhir itibariyle en güzel biçimde izah etmiştir. Ancak onun da kemâli bâtını ile birlikte idrak edilmesidir. Hepsinden kemallisi budur ancak bu da büyük bir eğitim ve tatbikat gerektirir. Zâhiren ehli sünnet vel cemeatin kaza ve kader anlayışı. Özetle şöyledir. Bilindiği gibi (kaza-a’yân-ı sâbite-hüküm-program,)dır, (kader) ise bu programın miktar, miktar zaman’a yayılarak kişinin ömrü müddetince uygulanıp tamamlanmasıdır.

Bu program iki bölümlüdür, bir blümüne, (kazâ’ı mübrem-mutlak) diğer bölümün ise, (kazâ’ı muâllâk) denir. Kazâ’ı mübrem hiçbir şekilde değişmez hakk’ın kulu üzerindeki mutlak hükmüdür, ancak kul bu bülümden sorumlu da tutulmaz. Kazâ’ı muallâk

Page 376: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

375

bölümünden ise kul sorumludur, kendi iradesine bırakılmış, o zaman bölümlerini nasıl kullandığı kendisine sorulacaktır, ve bu zaman dilimlerinden mes’uldür.

Mutezîle fırkası. Kul kendi fiilini halkeder ona daha evvelden bir şey yazılmaz der. (Fiilin fâili kuldur.) Kul bütün fiillerini kendi iradesiyle yapmaktadır, anlayışındadırlar.

Cebriyye fırkası. İse tam tersi, kul fiilini işlemek mecburiyyetindedir der. Kendisine ne verilmişse onu yapmağa mecburdur, anlayışındadırlar. Bunların dışında daha bir çok benzeri fırkalar vardır, konumuz o olmadığı için bu kadarı ile yetinelim ve bize lâzım olanı almaya ve anlamaya çalışalım.

Bu anlayışlara baktığımızda, Mutezîle, kuldan çıkan bütün fiilleri kula bağlamak sûreti ile hakk’ın kulun üstündeki irade ve tasarrufunu tamamen kaldırarak hükümsüz hâle getirmektedir.

Cebriyye, ise “kul fiilini işlemek mecburiyetinde dir,” demek sûreti ile, kulluğu hükümsüz bırakarak, kulun kendi üzerindeki irade ve tasarrufunu kaldırmak sûreti ile hükümsüz hâle getirmektedir.

Ehli sünnet vel cemeat, ise kulun hayatındaki fiillerinde ve yaşamında hem kula hem Hakk’a irade ve tasarruf hükmü tanımaktadır ki, gerçek ve hakikat olanı da budur. İşte bu sistem içerisinde kul seyr’ine başlayıp yola çıktığı zaman mertebesi ve o mertebenin hakikat-i üzere değişik hallere ve o hallerin değişik idrak ve yaşamlarının geçici tesiri altına girer, ancak orada kalıp o anlayış ile kayıtlanmak kendi seyrinin sonu olmaktadır. Aslında oralardan da geçip (Ehli sünnet vel cemeat) anlayışını zâhir ve bâtın tatbik ederek nerede ne yapılması lâzım geliyorsa orada öyle davranıp bu hakikatleri kemâl üzere yaşamak, gerçek bir kemâlât olacaktır.

Bu özet bilgileri neden verdim derseniz, bunlar bilinmeden, gerek saray erkânın gerek genç-fetâ’nın elması kırma veya kırmama fiillerinin hangi asla dayandığı hakkında bâriz bir idrak ve anlayışımız oluşamazdı da onun içindir. İnşeallah sıkılmamışsı-nızdır.

Şimdi tekrar (Genç-fetâ)nın elmas’ı kırma veya kırmama fiiline gelelim. Yukarıdan küçük bir bölümü tekrar inceleyerek devam edelim.

-------------------

Burası ve bu anlayış şeriat ve ikili görüş mertebesi olduğundan “kul ve Hakk” anlayışı ayrı olduğundan vezirlerin ve saray halkının, kendi hayali varlıklarını kendileri yönünden gerçek zan ve kabul etmeleri dolayısıyla, “elması kırmama fiili kendilerine ait olmuştur.”

Page 377: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

376

Gene özetle yukarıda da belirtildiği gibi “genç-fetâ” elmasın kırılmayacağını biliyor idi ve çekici elmasın içindeki pırlantanın zuhura çıkmasına yardımcı olması için bilinçli olarak vurdu. Bu anlayışla vuruş, emri ve fiili âmir hükmünde olan kendinden idi. Ancak diğer yönden, Sultan’ın emriyle yaptığı vuruş ise kendi memur hükmüyle vurduğundan bu vuruş bu yönüyle, Sultandan idi.

-------------------

Görüldüğü gibi üç tür vuruş ortaya çıkmaktadır.

Birincisi: Vezirlerin beşeriyyetleri ve gafletleri üzere olan iradeleri ile elmas’a vurmayışları. Kendilerine, nefislerine aittir. Burası “fenâfil nefs” karşılığı nefsinde fâni olması, yani nefsinin hükmü altına girmesidir.

İkincisi: “Genç-fetâ”nın, bir yönüyle elmas’a vuruşu ilmî yönden bilgisi istikametinden nefs-î benliğinden değil, izâfî benliğinden bir asla dayanarak vurmasıdır. Bu vuruşu izâfî benliğine aittir. Burası kendine dönmeye başlaması hakikatine ve hakikatini anlamaya doğru yola çıkmaya başlamasıdır.

Üçüncüsü: “Genç-fetâ”nın, diğer bakış ve anlayışa göre vuruşu. İzâfî benliğinin Sultan’ın iradesinde ifnâ-fânî-yok, olduğundan Sultan’a aittir. Görüntüde olan “Genç-fetâ”nın, sûreti, ve o sûrette tasarrufta olan ise “Kün” emri ile Sutan’ın kendisi’dir. Burası “fenâfil Sultandır,” Karşılığı, “Fenâ fillâh”tır.

Dördüncüsü: Bu hikâye de yoktur yeri gelmişken özetle biz ilâve etmeye çalışalım. Yukarıda da bahsedildiği gibi “Genç-fetâ” henüz Velâyet ve Kâmil İnsân, namzetidir. Daha sonraki çalışmaları ile Velâyet ve Kâmil İnsân, olacak o zaman da “baka billâh” “Allah’da ve Allah’la bâkî” olacaktır. O zaman gene mutlak mânâ da kendi fiilini kendi icra edecektir ancak bu sefer izafiyyetiyle değil İlâhiyyat ve hakikatiyle icra edecektir. Bu hususta daha bir çok anlayış ve tatbikler vardır herhalde bu kadarıyla, fiillerin kimlere ve hangi mertebelere ait olduğu hakkında az da olsa bir fikir verilmiştir zannediyorum.

Yukarılarda da bahsedildiği üzere bu mertebelere ait bir çok Âyet-i Kerîme’ler vardır, tekrar olmasın diye buraya da almıyorum, sizler zâten hangi makamdan hangileri olduklarını bilirsiniz. Yeri geldikçe başka yerlerde de zâten onlardan da bahsedilmektedir.

Son olarak “vurmak”la ilgili birkaç hadiseye de göz atmakta yarar olacağını düşünüyoum.

İbrâhîm (a.s.) oğlu İsmâîl’in boynuna bıçağı acaba hangi mertebeler’den vurdu; diye düşünürsek, genç ve elmas mevzuu bize bir kıyas olabilecektir. Yukarıdaki ifadelerden bunu bulmamız zor olmayacaktır.

Page 378: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

377

Bu İlâh-î kıssa da, Sultan yerine gerçek âlemlerin Sultan’ı olan Allah (c.c.) vardır. “Genç-fetâ”nın, yerine daha kemâllisi, Hakk’ta fânî bir Peygamber vardır. Elmas’ın yerine ise, a’yan-ı sâbiteli, bir Peygamber namzeti vardır. İbrâhîm (a.s.) o bıçağı İsmâîl’in boynuna vurdu bıçak kesmedi çünkü o boynun yukarısında a’yan-ı sâbitesi vardır ve a’yan-ı sabite de Hakk ve lâtif olduğu için zâten o boynun hiçbir bıçakla kesilmesi mümkün değil idi. Ayrıca “farzı muhal-olmayacak iş” ama bir bakıma kesildiğini düşünelim. İşte bu kesme fiilini işleyen görünürde İbrâhîm (a.s.) olmakla birlikte, İbrâhîm (a.s.) da Hakk tahallül ettiğinden yani bütün varlığında Hakk’ın zuhuru olduğundan kesme fiili Hakk’a ait olmuş olur bu durumda İbrâhîm (a.s.) da zâten suçlu konumunda olmazdı. Çünkü o kesme fiili zamanında İbrâhim’in sûreti, Hakk’ın elinde onun âleti hükmünde idi. Bir kimseye veya mala zarar veren bıçak veya tabancaya ceza verilmez ceza onu kullanana verilir.

Mûsâ, (a.s.) kavmiyle çölde susuz kalınca Hakk’ın emriyle asasıyla taşa on iki defa vurunca taş kırıldı ve içinden on iki kaynak çıktı. Çünkü taş kolaylıkla kırılabilir cinstendir ki içindekini fazla zorlanmadan ihtiyacı olanlar alabilsinlerdi. Bura da da fâil Hakk Mûsâ (a.s.) âlet yani “fenâfillâh” idi. Diğer ifade ile Hakk zâhir, Mûsâ bâtın, idi.

Gene Mûsâ, (a.s.) Fir’âvn’dan kurtulmak için Hakk’ın emriyle asasıyla kızıl denize on iki yerden vurdu ve on iki yol açıldı. Bura da da fâil Hakk Mûsâ (a.s.) âlet idi. Diğer ifade ile Hakk zâhir, Mûsâ bâtın, idi.

Hazret-i Peygamber hakkında. (Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı) “Enfal 8/17” Bu Âyet-i Kerîme’nin üzerinde çok, çok durulması lâzımdır ancak yeri olmadığı için kısaca değinelim. Bu mertebe de fenâfillâh mertebesi’dir, gene fâil Hakk, Muhammed (s.a.v.) âlet idi. Diğer ifade ile Hakk zâhir, Muhammed (s.a.v. bâtın, idi.

Ve (şakk’ı kamer- ayın ikiye bölünmesi) “Kamer 54/1” hazret-i Peygamber (s.a.v.) parmağını aya doğru kaldırıp vurur gibi işaret eyledi ve oradakiler, “ay-kamer”in ikiye bölündüğüne şahit oldular. Bu hadise diğerlerinden farklıdır. “Bakâbillâh-Hakk’ta- Hakk olarak bâkî olmak.” Bu fiili “Hakk olan Muhammed’in kendi işlediği fiilidir ona aittir.” Ve Muhammed (s.a.v.) zâhir, Allah (c.c.) ise bâtındır.

Bütün bu ifadelerden, az da olsa her halde bazı gerçekler daha iyi anlaşılır bir hâle gelmiştir zannediyorum, en azından herhangi bir hadiseye ön yargılı şartlanmış bir anlayışla bakmayıp başka yönlerinin de olabileceğini düşünmemize yardımcı olacaktır diye düşünüyorum.

Yazı, ve bu yazılarıyla aynı zaman da fikir üretimi gönderen arkadaş, dost, kardeş ve evlâtlarımızın hepsine tekrar teşekkür ederek, Cenâb-ı Hakk’tan muhabbet, gayret, ve irfaniyyetlerinin

Page 379: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

378

artmasını niyaz ederim. Kitabın sonuna bir elmas hikâyesi ilâve ederek bitirmek istiyorum. Cenâb-ı Hakk cümlemizi kendine yakışır İrfan ehli olanlardan eylesin. Âmînnnn. İnşeallah.

Başka bir elmas hikâyesi

Memleketin birinde olan mâden ocağın da çok nâdide bir elmas parçası bulunur, fakat yöre de onu işleyecek ve içindeki pırlantayı ortaya çıkarabilecek ehil bir usta yoktur. Araştırmaların neticesinde anlaşılır ki bu elmas ancak İsviçre de işlenebilecektir. Elmas sahipleri uygun bir zamanda bahsedilen yere giderler ve bu işlerle ilgili firmaları bulup görüşmelere başlarlar. Buldukları birinci firmaya gidip isteklerini söylediklerinde, firma sahibi bu elmesı işleyemeyeceklerini bildirir. Daha sonra başka bir firmaya giderler o da elmas’a bakar ve aynı şeyi söyler. Birkaç fimadan daha bu yanıtı alınca elmas hakkında endişelenmeye başlarlar. Nihayet bir firma daha bulurlar ve son bir ümitle isteklerini bildirirler. Firma sahibi elması gördükten sonra peki deyip belirli bir süre verdikten sonra elması gelip alabileceklerini söyler. Onlar da izin alıp firmadan ayrılırlar. Ancak merak ve tereddütleri de artmıştır.

Oldukça sıkıntılı bir zaman sonra verilen süre dolduğundan ertesi gün merak ve heyecanla firmanın yolunu tutarlar, ve geldiklerinde elması yontulmuş ve çok nâdîde bir pırlantaya dönüşmüş olduğunu görürler ve bu işin nasıl olduğunu merak ederek firma sahibine baştan beri gelişen hâdiseyi anlatırlar.

Bunun izerine firma sâhibi, “o ilk götürdüğünüz firmaları tanırım hepsi işlerinin ehlidirler ancak gelen elmas çok değerli bir elmas olduğundan işçilik ve yontma esnasında bir zarar oluşursa bu zararı karşılamağa güçleri yetmeyeceğinden bu yüzden korkarak rizke girmemişlerdir,” diye izahatta bulunmuş. Bunun üzerine, elmas sahibi “peki siz niçin alabildiniz diye” sorunca, firma sahibi izahat vermeye başlamış.

Efendim, “benim genç ve çok kabiliyyetli bir elmanım vardır, bu elemanım daha henüz bu elmasın gerçek değerini bilmediği için onu işlerken herhangi sıradan bir taş gibi işleyeceğini düşünerek ve ona güvenerek bu işi kabul ettim. Ben de bu elması işleyemezdim çünkü yüksek değerini bildiğimden işçilik ânın da ellerim titrer, bu ara da bir hata yapabilirdim, o yüzden bende genç elemanıma güvenerek bu işi aldım” demiştir.

Bilindiği gibi genelde gençler de cesaret vardır, bilgi ve tecrübe azdır yaşlılarda bilgi ve tecrübe vardır fakat hayat boyu başlarına gelen zorluklar onları ihtiyata yöneltmiştir. İşte asıl olan gençlik, güç kuvveti ile, güngörmüş yaşlıların tecrübelerini birleştirerek verilen kararlar ve yapılan işler daha faydalı olmaktadır. Bilindiği gibi araba kazalarının büyük çoğunluğu sonunu düşünmediği câhil cesaretinden olmaktadır.

Page 380: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

379

İşte her iki hikâye de de geçen “Genç-fetâ”lar hem cesaretli ve hem de akıllı kimselerdir.

-------------------

Netice olarak bir çok mertebelerden izâhına çalışmış olduğumuz a’yân-ı sâbite, kazâ kader, bahsi hakkında bazı değişik yönlerden tekrarlar olmuşsa da, umarım epey bilginiz olmuştur. Ancak bu mertebelere hakikatleri ile bakarak yaşamak hemen mümkün olmayabilir. Ama bu bilgilerin sadece bilim olarak bilinmesi dahi, kişiyi oldukça ileri derece de bir yaşantıya götürmektedir. Rabbımızdan bu yaşantıları bizlere hakikatleri üzerede yaşatmasını niyaz ederiz.

-------------------

Elhamdülillâh bu kitabımızı da bura da bitirmiş oluyoruz, vermiş olduğu zaman ve imkândan dolayı rabb’imize teşekkür ederiz. Hepimiz den hepinize selâmlar, ömür boyu başarılar dilerim. T.B.

(Allah Hakk söyler, Hakk’ı şöyler.)

Necdet Ardıç. Terzi Baba. Tekirdağ. (10/07/2015) Cuma.

-------------------

Terzi Baba kitapları sıra listesi

KAYNAKÇA 1. KÛR’ÂN VE HADîS : 2. VEHB : Hakk’ın hibe yoluyla verdiği ilim. 3. KESB : Çalışılarak kazanılan ilim. 4. NAKİL : Muhtelif eserlerden, Mesnevi’i şerif, İnsân-ı Kâmil, Fusûsu’l Hikem ve sohbetlemizden müşahede ile toplanan ilim.

“DAHA EVVELCE ÇIKAN KİTAPLARIMIZ”

Page 381: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

380

(Gönülden Esintiler)

1. Necdet Divanı: 2. Hacc Divanı: 3. İrfan Mektebi, Hakk Yolu’nun Seyr defteri: 4. Lübb’ül Lübb Özün Özü, (Osmanlıca’dan çeviri): 5. Salât- Namaz ve Ezan-ı muhammedi’de Bazı hakikatler: “İngilizce, İspanyolca” 6. İslâm’da Mübarek Geceler, bayramlar ve Hakikatleri: (Fransızca) 7. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i): 8. Tuhfetu’l Uşşâkiyye, (Osmanlıca’dan çeviri): 9. Sûre-i Rahmân ve Rahmâniyyet: 10. Kelime-i Tevhid, değişik yönleriyle: 11. Vâhy ve Cebrâil: 12. Terzi Baba (1) ve Necm Sûresi: 13. (13) On üç ve Hakikat-i İlâhiyye: 14. İrfan mektebi, “Hakk yolu”nun seyr defteri ve şerhi 15. 6 Pey- (1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 16. Divân (3) 17. Kevkeb. Kayan yıldızlar. 18. Peygamberimizi rû’ya-da görmek. 19. Sûre-i Feth ve fethin hakikat-i. 20. Terzi Baba Umre (2009) 21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.) 22. Sûre-i Yûsuf ve dervişlik: 23. Değmez dosyası: 24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.) 25. -1-Köle ve incir dosyası: 26. Bir zuhûrât’ın düşündürdükleri: 27. -2-Genç ve elmas dosyası: 28. Kûr’ân’da Tesbîh ve Zikr: 29. Karınca, Neml Sûresi: 30. Meryem Sûresi: 31. Kehf Sûresi: 32. 3-Terzi Baba İstişare dosyası: 33. Terzi Baba Umre dosyası: (2010) 34. -3-Bakara dosyası: 35. Fâtiha Sûresi: 36. Bakara Sûresi: 37. Necm Sûresi: 38. İsrâ Sûresi: 39. Terzi Baba: (2) 40. Âl-i İmrân Sûresi:

Page 382: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

381

41. İnci tezgâhı: 42. 4-Nisâ Sûresi: 43. 5-Mâide Sûresi: 44. 7-A’raf Sûresi: 45. 14-İbrâhîm Sûresi: 46. İngilizce, Salât-Namaz: 47. İspanyolca, Salât-Namaz: 48. Fransızca İrfan mektebi: 49. 36-Yâ’sîn, Sûresi: 50. 76-İnsân, Sûresi: 51. 81-Tekvir, Sûresi: 52. 89-Fecr, Sûresi: 53. Hazmi Tura: 54. 95-Beled-Tîn, Sûresi: 55. 28- Kasas, Sûresi: 56. İrfan-Mek-Şer-Fransızca-Baba: 57. 20-TÂ HÂ Sûresi: 58. Mirat-ül-İrfan-ve-şerhi: 59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.) 61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.) 62. -4-Bir ressam hikâyesi: 63. İnci mercan tezgâhı 64. Ölüm hakkında: 65. Reşehatt’an bölümler: 66. Risâle-i Gavsiyye: 67. 067-Mülk Sûresi: 68. 1-Namaz Sûrereleri: 69. 2-Namaz Sûrereleri: 70. Yahova Şahitleri: 71. Mü-Geceler-Fran-les-nuits: 72. Îman bahsi: 73. Celâl Cemâl Celâl: 74. 2012 Umre dosyası: 75. Gülşen-i Râz şerhi: 76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi: 77. Aşk ve muhabbet yolu: 78. A’yân-ı sâbite. Kazâ ve kader: 79- Terzi Baba-(4) İstişare dosyası. 80- Terzi Baba-(5) İstişare dosyası. 81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları: 82- Mektuplarda yolculuk-M.Nusret-Tura. 83- 2013 Umre dosyası. 84- Nusret Tura-Vecizeler ve ata sözleri. 85- Nusret Tura-Tasavvufta aşk ve gönül. 86- Terzi Baba-(6) İstişare dosyası. 87- Terzi Baba-İlâhiler derleme. 88- Nusret Tura-Divanı.

Page 383: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

382

89- 6-Her şey merkezinde hikâyesi. 90- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (1) şerhi. 91- Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13) 92- İnsân-ı Kâmil A.K.C. Cild (2) şerhi. 93- 7. İngilizce. İslâm, İmân, İhsân, İkân, (Cibril Hadîs’i): 94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara. 95- Terzi Baba-(8) (19/53) 96- 41-Fussilet Sûresi. 97- 2015 Umre dosyası. 98- Solan bahçenin kuruyan gülleri. 99- Terzi Baba-(9) İstişare dosyası. 100-14-İrfan mektebi ve şerhi-İspanyolca. 101- Bosna Hersek dosyası. 102- 14-İrfan mektebi ve şerhi-İngilizce. ------------------------- Altı peygamber serisi: 15. 6 Pey-(1) Hz. Âdem Safiyyullah (a.s.) 21. 6 Pey-(2) Hz. Nûh Neciyyullah: (a.s.) 24. 6 Pey-(3) Hz. İbrâhîm Halîlûllah: (a.s.) 59. 6 Pey-(4) Hz. Mûsâ Kelîlmullah: (a.s.) 60. 6 Pey-(5) Hz. Îsâ Rûhullah: (a.s.) 61. 6 Pey-(6) Hz. Muhammed: (s.a.v.) ------------------------- Terzi Baba kitapları serisi: 12- 1-Terzi Baba-(1) 39- 2-Terzi Baba-(2) 32- 3-Terzi Baba-(3) İstişare dosyası. 79- 4-Terzi Baba-(4) İstişare dosyası. 80- 5-Terzi Baba-(5) İstişare dosyası. 86- 6-Terzi Baba-(6) İstişare dosyası. 91- 7-Terzi Baba (7) Biismi has “Selâm” (13) 95- 8-Terzi Baba-(8) (19/53) İstişare dosyası. 99- 9-Terzi Baba-(9) İstişare dosyası. ------------------------- Bir hikâye birçok yorum serisi. 25. -1-Köle ve incir dosyası: 27. -2-Genç ve elmas dosyası: 34. -3-Bakara dosyası: 61. -4-Bir ressam hikâyesi: 76. -5-Doğdular, yaşadılar hikâyesi: 89. -6-Her şey merkezinde hikâyesi. ------------------------- Dîvanlar serisi:

Page 384: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

383

1. Necdet Divanı: 2. Hacc Divanı: 16. Divân (3) 87- Terzi Baba-İlâhiler derleme. 88- Nusret Tura-Divanı. ------------------------- İbretlik dosyalar serisi: 17. Kevkeb. Kayan yıldızlar. 23. Değmez dosyası: 73. Celâl Cemâl Celâl: 81- Hayal vâdîsi’nin çıkmaz sokakları: 94- Mescid-i Dırarr-Kubbet-ul Kara. 98- Solan bahçenin kuruyan gülleri. ------------------------ Mektuplar ve zuhuratlar serisi: Terzi Baba İnternet dosyaları: ------------------------ Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 1-2- 3-4-5- 6-7- 8- 9- 10- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 11- 12- 13- 14- 15- 16-17- 18- 19-20- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 21- 22-23- 24-25- 26-27- 28-29-30- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 31-32-33- 34-35- 36- 37- 38- 39-40- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 41- 42-43- 44-45- 46-47-48- 49-50- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 51-52- 53-54-55- 56-57- 58-59- 60- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 61- 62-63-65-66- 67-68- 69-70- Terzi-Baba-Mektuplar ve zuhuratlar serisi. 71-72-73-74-75-76-77-78- Kitaplar devam ediyor şu an Yekün= (102/78=180)

Page 385: 78-A'yân-ı sâbite-kazâ ve kader-Kontrol-asıl › wp-content › uploads › 2014 › 09 › 78_Ayân-ı-… · geçmişlerine de hayır dua et, ALLAH (c.c.) gönlünde feyz kapıları

384

NECDET ARDIÇ Büro : Ertuğrul mah. Hüseyin Pehlivan caddesi no. 29/4 Servet Apt. 59 100 Tekirdağ. Ev : 100 yıl Mahallesi uğur Mumcu Cad. Ata Kent sitesi A Blok kat 3 D. 13. 59 100 Tekirdağ Tel (ev) : (0282) 261 43 18 Cep : (0533) 774 39 37 Veb sayfası: Amerika: <http:// necdetardic. org/ Veb sayfası: Amerika: <www.necdetardic.info> Veb sayfası: Almanya: <www.terzibaba.com> Radyo adresi (form): <terzibaba13.com> İnternet, MSN Adresi: Necdet Ardıç <[email protected]> ------------------------------------------------------------------