•jgr-i - turuz · 2019. 5. 25. · •jgr-i m. devrİm okumalari e. h. carr Çeviren: elif...

81
m -' •jgr-i m

Upload: others

Post on 31-Jan-2021

4 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • m - '

    •jgr-i

    m

  • DEVRİM OKUMALARI

    E. H. Carr

    Çeviren: Elif Gazioğlu

    dakty

  • Siyasi Tarih Dizisi N o: 1 1. Baskı Ekim 2008, İstanbul

    ISBN: 9 7 8 -6 0 5 -5 9 6 8 -1 1 -3

    Bu k ita b ın T ü rk ç e ’de y a y ım h ak k ı, D a k ty lo s B asım Yayın D a ğ ıtım P azarlam a T ic a re t l.td . Ş ti.'n e

    aittir. F ik ir ve San at E se rle r i y asası u y a rın ca k ayn ak g ö sterilm ed en a lın tı y a p ıla m a z . Y ay ım cın ın

    y azılı izn i a lın m a d a n k ita b ın tam am ı ya da b ö lü m leri b a sıla m a z , d isk e t, videt), fo to k o p i vb . ile

    çoğ altılam az .

    © 1950, Macmillan & Co.

    Devrim Okum aları Studies in Revolution

    E. H. Carr

    Çeviren: Elif Gazioğlu Y ayım a H azırlay an ; D oğan E rg ü n

    K ap ak R esm i: M u rat I’u ran

    Baskı: Eflatun M atbaa

    Yeşilce M ah . Çelik Sok. N o:69 ab c S eyrantep e, 4.1event/İST A N B U L

    Tel: 0 2 1 2 278 2 8 03

    D A K T Y L O S YA YIN EV İ

    Ş eh it M u htar M ah allesi Süslü Saksı Sokak N o: 17 Kat 4, B eyoğlu-Îstanbul

    Tel/Faks: 0 2 1 2 -2 4 4 1 0 8 8 w w w .d ak tylosyn yn u 'vi.i()n ı bilgi("’daklyl()syiiyin('vi.r(iııı

    İçindekiler

    Önsöz 5

    1. Saint-Simon: Öncü (1949) 7

    2. Komünist Manifesto (1947) 17

    3. Proudhon: Sosyalizmin Robinson Crusoe'su (1947) 31

    4. Herzen; Entelektüel Bir Devrimci (1947) 43

    5. Lassaile Bismarck'la Buluşuyor (1946) 53

    6. On Dokuzuncu Yüzyılın Kimi Rus Düşünürleri (1947) 63

    7. Plehanov: Rus Marksizminin Babası (1948) 75

    8. Bolşevizmin Beşiği (1948) 85

    9. Lenin: Baş Mimar (1947) 95

    10. Sorel: Sendikalizmin Filozofu (1947) 107

    11. Gallacher Ve Büyük Britanya Komünist Partisi (1949) 117

    12. Başarısızlığa Uğrayan Devrim (1949) 127

    13. Stalin: (1) İktidar Yolu (1946) 139

    14. Stalin: (2) Stalinizmin Diyalektiği (1949) 147

  • Önsöz 5

    ONSOZ

    Bu kitaptaki makaleler, "Literary Supplement of The rim es"da da yayınlanmıştı ve ben, onları tekrar yayımlamak için gösterdiği nezaketten dolayı "Supplement"in editörüne minnettarım. "The Kevolution that Failed (Başarısızlığa Uğrayan Devrim)"de ise BBC'nin üçüncü programında sunulan bir konuşmadan bazı bölümleri bir araya getirdim. Konularla ilgili kimi referanslar düzeltildi, birkaç çakışma ortadan kaldırıldı; gelen genel ve özel eleştiriler üzerinden kimi düzeltmeler yapıldı. Makaleler bunun dışında ilk halleriyle sunuldu; ilk yayın yılları içindekiler bölümünde belirtildi. Kitabın sonunda Stalin üzerine yazılmış iki makale bulunmaktadır; birincisi, yazacağım derleme kitabın ilk; İkincisiyse son bölümüdür.

    E.H. CARR

  • Saint-Sim on: Öncü 7

    SAINT-SIMON: ONCU

    HENRİ DE SAİNİ'-SİMON aykırı bir entekîktüeldir. Soyu, Fransız Devrimi'nde Kont unvanlarını dramatik bir uzlaşıyla yitiren bir aileye dayanmaktaydı. Hayatının büyük bölümünü sefalet içinde geçirdi. Bir rasyonalist ve ahlakçıydı. Bir yazın adamıydı, ama yazma konusunda asla başarı sağlayamadığı gibi ardında düşüncelerini bütünlüklü olarak ifade ettiği bir eser de bırakamadı. Ölümünden sonra, kendi adıyla anılan ve öğretisinin propagandasını yapmaya adanmış bir ekolün babasına dönüştü. Öğretisi Avrupa çapında ün kazandı. Saint-Simon büyük adamlara özgü geleneksel özelliklerin pek çoğundan yok.sundu. Kendi öğrettikleriyle; kendi ismi etrafında örülen, kimi zaman dâhiyane kimi zamansa ahmaklıktan öteye gidemeyen, ancak yine Saint-Simon'un kendisine göre daha tutarlı olan öğretiyi birbirlerinden ayırmak hiç de kolay değildir. Kesin olan şu ki, takipçileri yeniden okudukları kimi aforizmalanna kendisinden daha büyük bir anlam ve önem yüklemişlerdir. Ancak Saint-Simon'un çalışmalarında ileri sürdüğü şey genellikle; Büyük Fransız Devrimi'nin, önderlerine ilham veren ve tüm dünyaya yayılan düşüncelerle yetinmeyeceğini, geleceğe yeni düşüncelerin to- humkırmı taşıyacağını ve bunların da gelecek yüzyılın toplumsal ve siyasi devrimlerinin temel öznesi olacağını ileri sürmekteydi.

    Bu düşünceleri ile Saint-Simon bir çığır açmış oldu. Onun hakkında yazan hiç kimse bir "öncü" olduğunu görmezden gelemez. O, sosyalizmin öncüsüdür, reknokratlann öncüsüdür; totaliterliğin öncüsüdür. Bütün bu tanımlamalar bire bir olmasa da ona uymaktadır. Üstelik dönemin farklılığı ve ilk kez formüle edilen düşüncelerinin özgünlüğü dikkate alındığında bu uygunluk şaşırtıcı düzeydedir. Saint-Simon altmış beş yaşında öldüğünde sene 1825'ti. Bu dönem, emsalsiz bir maddi ilerlemenin, altüst edici toplumsal ve siyasi değişimin hemen arifesidir. Yazılarında gelecek yüzyıl için gizemli bir öngörüyü sürekli olarak yeniden keşfederiz. Heyecan

  • yüklüdür, kafası karışıktır, olup biteni tam kavrayamamıştır. Ancak gördüğü birbirinden kopuk parçaları anlamlandırmayı amaçlamıştır. Büyük bir tarih yapıcısı olmasa da büyük bir tarih yansıtıcısıdır.

    Saint-Simon'un toplum içerisindeki insan olgusuna yaklaşımı daha o zamandan modernliğin özelliklerine sahiptir. 1783'te yirmi üç yaşındayken hayatının amacını ifade etmişti; "Faire un travail scientifique utile â l'hum anite"’ . Saint-Simon on sekizinci yüzyılın tümdengelimse] rasyonalizminden on dokuzuncu yüzyılın tüme- varımsal rasyonalizmine- metafizikten bilime - geçişi simgeliyordu. Bilim ve bilimsel yöntem kültünü doğuruyordu. Din bilimcilerin "ilahi düzenini" de. Adam Smith ve fizyokratların "doğal düzenini" de eşit derecede) reddediyordu. Lettres d ‘un habitant de Geneve (Bir Cenova Sakininden Mektuplar) ismiyle yayımlanan ilk makalesinde, "toplumsal ilişkilerin fizyolojik bir olgu olarak düşünülmesi gerektiği" ilkesini dillendirir. Ya da, aynı şekilde, "Başka herhangi bir bilimsel sorunu nasıl ele alıyorsak toplumsal örgütlülük sorununu da aynen öyle ele almalıyız." "Sosyoloji" terimi, bir zamanlar Saint-Simon'un kâtipliğini de yapan, en ünlü öğrencisi Auguste Comte'nin buluşudur. Ancak bu fikir bizzat ustanın kendisinden gelmiştir ve felsefesinin özünü oluşturmaktadır.

    Saint-Simon'un bir diğer öğrencisi, Augustin Thierry ünlü bir tarihçidir. Saint-Simon'da yalnızca sosyolojinin değil, tarih teorisinin de temelleriyle karşılaşırız; bu tarih teorisiyle BuckIe'den Spengler'i kadar tüm bir ekolün habercisi olmuştur. Tarih insan gelişimini belirleyen bilimsel yasalara ilişkin bir çalışma alanıdır; "epoques organiques"^ ve "epoques critiques"^ olarak ikiye ayrılır ve geçmiş, şimdi ve geleceğin süreğenliği açıkça ifade edilmiştir. "Tarih, toplumsal fiziktir." On dokuzuncu yüzyıl sonu tarih teorilerinin Saint-Simon'dan çok Hegel'den etkilendiği kuşku götürmez. Ancak en güçlü etki kaynağı; Hegel'in metafizik tarihseldliği ile Saint-Simon'un sosyolojik faydacılığını birleştiren Kari M arx'tır.

    Ne var ki, Saint-Simon'un en özgün kavrayışı bireyin yeniden toplumun belirlenimine gireceğini görmesinde yatar - Fransız Devrimi'nin, üç asırlık bir mücadeleden sonra, bireyin özgürlüğünü kutsadığı ve bireyi tahta yerleştirdiği bir dönem için oldukça

    \ fr . İnsanlık için bilimsel çalışma yapmak2 fr . Organikler çağı3 fi: Eleştiri 1er çağı

    8 Devrim Okumaları Saint-Sim on: Öncü 9

    özgün bir bakış açısıdır bu. Özü itibariyle, hiçbir zaman devrimin partizanlığına soyunmasa da (bir defasında diktatörlüğün devrimden daha iyi olduğunu açıkça söylemiştir) devrimin ancien regime'i devirmesi nedeniyle hissettikleri asla değişmemiştir. "La féodalité" her daim düşmandır. Ne tesadüf ki, belki de Saint-Simon'un doğrudan veya dolaylı etkisiyle Marx da burjuva öncesi toplumsal düzeni feodalizm olarak niteler. Benzer biçimde, Saint-Simon'un tüm çağdaşları ve en azından sonraki iki kuşağın pek çok Batık düşünürü liberalizmin, "feodalizm in" doğal antitezi ve dolayısıyla mukadder varisi olduğunu benimsediler. Saint-Simon'unsa bu varsayımı kabul etmek için bir nedeni yoktu. Şüphesiz bir gerici değildi; hatta muhafazakâr bile değildi. Ancak liberal olduğu da söylenemezdi. Onun derdi başkaydı - ve yeniydi.

    Saint-Simon için De.scartes ve Kant'tan, Rousseau ve İnsan Hakları Beyannamesi'nden sonra bireysel özgürlük ve kendi içinde bir amaç olarak insan kültünün daha öteye taşınması mümkün değildi. İlki 1816 tarihli makalelerden oluşan, L'Industrie başlıklı derlemesinde şaşırtıcı düzeyde modern hnılara rastlarız:

    Toplumsal özgürlük sorununun çözümü olarak sunulan İnsan Haklan Beyannamesi, aslında sorunun ifade edilmesinden başka bir şey değildi.

    Saint-Simon'un birkaç yıl sonra yeni bir tarihsel perspektif oluşturmak için kaleme aldığı Du systeme industriel'd en bir bölümün tamamıyla aimtılanması faydalı olacaktır:

    Feodal ve teolojik sistem hâlâ biraz güce sahipken, dikkatimizi asıl olarak özgürlüğün sağlanmasına yöneltmemiz gerekiyordu; çünkü o zamanlar özgürlük, ciddi ve sürekli saldırılara maruz kalmaktaydı. Ancak bugün sınaî ve bilimsel sistem içerisinde aynı kaygıları duymak mümkün değil, çünkü söz konusu sistem, bu meseleyle doğrudan ilişkisi olmaksızın, maddi ve toplumsal alanda azami özgürlüğü sağlamıştır.

    Başka ve daha kesin bir biçimde belirtirsek:Bugün dolaşımda olan, belirsiz ve metafizik özgürlük düşüncesi,

    politik öğretilerin temeli olmayı sürdürdüğü takdirde, her şeyden önce, kitlenin birey üzerindeki etkisini zedeleyecektir. Bu açıdan bakarsak, uygarlığın gelişimine ve de tarafların bütüne sıkı sıkıya bağlı ve bağımlı olmasını gerektiren düzenli bir sistemin örgütlenmesine karşıtlık doğuracaktır.

    Saint-Simon'un bir başka eserinde belirttiği gibi, birey "kitleye" bağımlıdır. İşte üzerinde durulması ve örgütlenmesi gereken, her bir bireyin, "etkinliğini sürekli koruyup genişleyen bu belirle-

  • yiı'i kille" ilo ilişkileridir. Yukarıdaki iki bölümde alıntılanan "özgürlük" sözcüğünün bile "toplumsal" sıfatıyla tamamlandığı görülmektedir. İnsan türüyle ilgili doğru düzgün bir çalışma için artık esas olan insan değil kitlelerdir.

    Özetle, Saint-Simon "feodalite"den sanayi uygarlığına geçiş noktasında durmaktadır. Geçişin yapısını çağdaşlarından daha iyi kavramış ve etkilerini çözümlemede daha ileri gitmiştir. Bilimin sanayiye pratik uygulanışını ne denli öngördüğü saptanamamaktadır. Kimi öğrencileri demiryolları binasını neredeyse ilahi bir coşkuyla selamlarken (burada Lenin'in sosyalizm eşittir "Sovyetler artı elektrik" şeklindeki tanımı akla geliyor); diğer bazı öğrencileri isel840'larda Société d'Ètudes du Canal de Suez (Süveyş Kanalı Çalışma 'ropluluğu)'i kuruyordu. Ancak Saint-Simon sanayi üretiminin bundan böyle toplumun temel işlevi olduğunda ısrarcıydı -bu iddia giderek tüm yazdıklarının temel izleğini oluşturmuştur. Saint- Simon terminolojisinin temel sözcükleri "sanayi”, "üretim ", ve "örgütlülüktür."

    Bundan ötürü, Saint-Simon'un on dokuzuncu yüzyılın çalışma kültünün kurucularından olduğunu söylemek için yeterince mantıkh gerekçemiz var. Sürecin başında Rousseau ve Babaeuf durmaktadır; ancak bu düşünceyi sisteminin tam merkezine yerieş- dren Saint-Simon'dur. İnsanoğlunun en yüce değerleri olarak boş zaman ve düşünme, ortaçağ düzeninin son izleriyle birlikte silinmiştir. Saint-Simon pek çok düşüncesinin ilk ve en yalın halini içeren Bir Cenova Sakininden Mektuplar isimli eserinde "Bütün insanlar çalışacak," diye yazar. "Kişisel gücünü sürekli olarak topluma yararlı biçimde kullanmak her insanın yükümlülüğüdür." Aslında, ileri tarihli bir İlkeler Bildirgesi'nde, toplumu "kendilerini yararlı işe adamış insanların genel toplamı ve birliği" olarak tanımlamıştır. Çalışma artık bir gereklilik değil erdemdir. Yeni ahlaki ilke "insan çalışmalıdır" olmuştur ve artık "en muUu ulus en az işsizi olandır." Saint-Simon, kendisiyle eşzamanlı olarak İngiltere’de Ricardo'nun da üzerinde durduğu emek değer teorisinin ahlaki temelini oluşturmuştur. Ayrıca, yüzyıl önceden Sovyetlerin ilk zaman şiarını da dillendirmiştir; "Çalışmayana ekmek yok."

    Saint-Simon'u izleyen kuşak sayısız ütopya yarattı ve sistematik olarak ifade etmemiş olsa da toplumun ve devletin örgütlenmesine dair fikirieri, O 'nun en popüler kurguları arasındadır. Fransa'daki öncüsü Adam Smith'in öğrencisi J.B. Say olan liberal

    10 D evrim O kım ıalan Saint-Sim on: Öncü II

    siyasi ve iktisadi görüşün, "siyasetin üretim bilimi olduğunu" öne süren Saint-Simon'a karşı doğduğunu söylemek bile gereksiz. Saint- Simon'un tanımının temelinde, iktisadın siyasete değil; siyasetin iktisada tabiiyeti durmaktadır. Bu gayet mantıklıdır, çünkü "toplum tamamıyla sanayiye bağlıdır. Sanayi ise, tüm zenginlerin ve zenginliğin yegâne kaynağıdır." Düşüncesini şöyle geliştirir: "Tam da bu nedenle, sanayi açısından en avantajlı konumda olan toplum açı- .sından da en avantajlı konumdadır." Hükümet eski anlamıyla gerekli bir canavardır; Tek amacı insanların çalışmasını sağlamak ve .sürdürmektir, çünkü ne yazık ki “faineanl'\ar, yani hırsızlar" vardır. Ancak bu ikincil ve alt bir işlevdir. Yüksek otorite, sırasıyla buluş, inceleme ve uygulama ile ilgili üç komisyondan oluşan bir " ekonomi parlamentosu olacaktır" (yüzyıb aşkın zaman geçse de etkilerini günümüzde bile koruyan bir düşünce).

    Fakat Saint-Simon'un, gelecek tasarımında daha ilgi çekici unsurlar da vardır. Görevler ayrılığı ke.sindir. Sanatçılar işçinin hayal gücünü ateşleyecek ve gerekli tutkuları harekete geçirecektir. Bilgili insanlar, "toplum.sal bedenin esenliğine ilişkin yasaları oluşturacaktir." (Bu hükümler, devlet hizmetinde sanal ve bilim ayrımının yeni olmadığı gibi, Avrupa'nın bir bölümüne özgü de olmadığını göstermektedir.) "Sanayici"ler (Saint-Simon bu terimle her tür üreticiyi ve hatta tacirleri kast etmektedir) idari emirleri yasayacak ve yayımlayacaktır. Son olarak "yürütme" -bu beklenmedik bir çıkıştı- bankerlerden oluşmaktadır. O çağ büyük özel bankaların çağıdır; hükümet işlerinde ve ticarette kredinin gücü yavaş yavaş etkinlik kazanmaktadır. Yaklaşık yüzyıl sonra T.enin'in yapacağı tespitiere paralel olarak, Saint-Simon için de bankalar üretim çarklarını döndüren gizli eldir. Burjuvazinin boğucu hâkimiyetini yıkmak için bankaların kamulaştırılmasının temel bir adım olduğunu kabul eden Lenin gibi, Saint-Simon da bankalara idari yapılanmada merkezi bir rol verir. Ancak asıl ilginç nokta, bankaların idari alandaki merkezi rolü üzerinden Saint-Simon'da planlama felsefesini rüşeym halde bulmamızdır:

    İktisadi ilişkilerin bir örnek düzenlemeler olmaksızm geliştirilmesi anlamımı gelen mevcut üretim anarşisi, yerini üretimin örgütlenmesine bırakmalıdır. Üretim birbirlerinden kopuk ve toplumun ihtiyaçlarından habersiz girişimciler tarafından yönlendirilemez; bu görev belirli bir toplumsal kuruma devredilmelidir. Toplumsal ekonominin geniş alanına üst bir noktadan bakabilecek bir merkezi idare komitesi ekonomiyi tüm halka

  • faydalı biçimde düzenleyecek, üretim araçlarını bu amaç doğrultusunda dağıtacak ve de üretim ile talep arasında sürekli bir uyum sağlamakla özel olarak ilgilenecektir, işlevleri arasında ekonomik yaşamı belirli bir düzeye kadar organize etmek de bulunan kurumlar vardır: bankalar.

    Bu bölümü ikinci elden ahnlılayan ve Marx'i öncelemesini belki biraz da kıskanan Lenin, bu durumu "dâhiyane bir tahmin, ama yine de tahmin" olarak nitelemiştir.

    Saint-Simon'un uzak bir geleceğe dair bu görüşlerine göre daha dolaysız yararları olan, onun devletle ilgili yazılarında, "hüküm et"le "idare" işlevi arasında ayrım yaratan kavrayışıydı. Bu kavrayış pek çok biçimde kendini ortaya koymaktadır. Önceden var olan manevi ve maddi "güçler"in yerini bugün bilimsel ve sınaî "yetenekler" almaktadır. Mutlak bir hükümet olan iktidar, insanın insana uyguladığı baskıcı bir kuvvettir "insanın insan üzerine eylemi, kendi başına, daima insan soyu için zararlı olagelmiştir." Diğer taraftan, "insan tarafından tatbik edilen tek yararlı eylem insanın nesneler üzerindeki eylemidir." Bu "idare"dir ve "aydınlanmış bir toplum sadece idareye gereksinim duyar." Toplum, " pozitif bilimlerde ve sanayide yeterli ilerlemelerin yapılmasıyla, hükümetse! ve askeri bir rejimden İdarî ve sınaî bir rejime geçmeye mahkumdur." Saint-Simon, Engels gibi, devletin ortadan kalkacağını söylemez. Engels'in "insana hükmetmenin yerini şeylerin idare edilmesi alacaktır" sözleri dahi kelimesi kelimesine Saint-Simon ve öğrencilerinin eserlerinden alınmamıştır. Ancak düşünce doğrudan doğruya ondan ödünç alınmıştır. Saint-Simon'un, hükümet politikalarım aşağılaması ve Proudhon ve Fransız sendikacılığının gelişimi üzerindeki etkisi de oldukça önemlidir.Saint-Simon'un sosyalizmin öncüsü olarak değil de "sosyalist" olarak görülebilmesi ne kadar gerçekçidir? Sosyalizm sözcüğü, açık ki, onun yaşadığı dönemde içinde türetilmemiştir. Sözcüğün kökleri, İngiltere'de Owenci bir yayında ilk kez göründüğü 1827'den daha gerilerde bulunamaz. Fransızcada kayıtlara giren ilk kullanımı 1832 yılında, Saint-Simon'un ölümünün ardından onun öğrencileri tarafından yayımlanan bir gazete olan Le Globe'daki bir makalededir. Makale/'A/oMs ne voulons pas sacrifier la personnalité au socialisme, pas plus que ce dernier à la personnalité”'' noktasına dikkat çeker. Birey- lerden ziyade topluma yapılan bu vurgu açısından Saint-Simon bir

    4 /r . Kişiselliği sosyalizme feda etmek istemiyonız, sosyalizmi kişiselliğe feda etmek istemediğimiz gibi.

    12 Devrim Okumaları Saint-Sim on: Öncü 13

    sosyalistti. Fakat daha modern siyasal anlamda şüpheli bir durum söz konusudur. Saint-Simon'un kendi siyasi görüşlerine bir etiket takhğı tek an, kendisinin Muhafazakar Parti'den ya da Liberal Parti'den değil parti industrieVden yana olduğunu söylediği andır; İndustriel "endüstriyel" olarak çevrildiğinde aldatıcı olabilir, "sosyalist", hatta "işçi sınıfı" anlamına çekmek de oldukça güçtür. Saint- Simon'un industriels yasaması ve bankacılar yürütmesi, yardımsever teknokratlar despotizmine ya da daha ileri bir dönemin kurgusu olan işletme toplumuna (managerial society) daha yakındır.

    Diğer taraftan, Saint-Simon sürekli olarak, sık alıntılanan sözünde geçen "la classe la plus nombreuse et la plus paııvre” ̂ olarak adlandırdığı kişilerin refahının derdindedir. Her ne kadar yeteneklerin ödüllendirilmesini destekleme talebiyle uyuşmasa da, bölüşüm eşitliğini ilkesel olarak destekledi ("lüks, bütün toplum ondan yararlandığı zaman, faydalı ve ahlaklı olacaktır"). "Toplumun varlığının mülkiyet hakkının korunmasına bağlı olduğuna" inanıyordu. Fakat her toplumun, kendisi için nelerin özel mülkiyet nesnesi olabileceğine ve bunlara hangi koşullarda sahip olunabileceğine karar vermesi gerektiğini de ekliyordu; zira, "kişisel mülkiyet edinme hakkı, yalnızca, bu hakkın kullanılmasında genel ve bütüncül bir fayda olmasıyla temellendirilebilir -bu fayda, dönemden döneme farklılaşabilir." Böylelikle, yalnızca, kişisel taleplere nazaran toplumsal taleplerin açık bir önceliği olması sağlanmış olmuyor, tarihsel görelilik fikri de herhangi bir mutlak hakkın (absolute right) engellenmesinde devreye sokuluyordu. Toplumun dayandığı bir mutlak hak olarak feodal mülkiyet kavramının reddi Saint-Simon'un düşüncesinde esastır. Geleceğin toplumu mülk sahiplerinin toplumu değil üreticilerin toplumu olacaktır.

    Saint-Simon'un ölümünün ardından öğrencileri, onun diğer meselelerde olduğu gibi bu meselede de henüz ham ve bulanık çıkışlarını sistematik bir hale getirdi ve yeni oluşturulan fikirler onun belli belirsiz ortaya koyduğu hat boyunca ilerlediler. Le Globe, her sayısının başında ustanın öğretisini özetlediğini düşündüğü bir dizi aforizmaya yer verdi:

    Bütün sosyal kurumlar, en kalabalık ve en fakir sınıfın ahlaki, entelektüel ve fiziksel gelişimini kendi hedefleri olarak benimsemelidirler.

    Doğuştan kazanılmış bütün imtiyazlar istisnasız ortadan kaldırı- hr____________5 fr. En kalabalık ve fakir smıf

  • Herkesten yeteneğine göre, her yeteneğe emeği kadar.Komünist Manifesto, Saint-Simon'u, Fourier ve Owen ile

    birlikte, var olan topluma doğru bir zeminde saldıran ancak çare olarak ütopik çözümler ortaya koyan "Hleştirel-Ütopik Sosyalistler" olarak tanımlar. Daha somut olarak, sınıf mücadelesinde proletaryanın rolünü anlamadıkları ya da kurulu düzenin değişmesi için zora dayanan yöntemleri desteklemedikleri için suçlandılar. Yine de, yaklaşık otuz yıl sonra Engels'in dile getirdiği cömert övgüleri -gerçi Saint-Simon "bilimsel" düşünürlerin dışında tutulmaktan hoşlanmazdı ya...- hatırlamak yerinde olacaktır:

    Alman teorik Sosyalizmi; öğretilerinde her ne kadar gerçekdışı ve Utopyacı olsalar da, bütün zamanların en büyük dehaları olan ve sezgisel bir yetenekle artık bilimsel olarak kanıtladığımız sayısız gerçeği öngören üç düşünür Saint-Simon, Fourier ve Oıven'ın omuzlan üzerinde durduğunu asla unutmayacaktır.

    liayatınm sonlarında, başarısız bir intihar girişiminin ardından Saint-Simon, on dokuzuncu yüzyılda, Hıristiyan etiğini temel alan seküler bir din yaratma girişimlerinden ilki olan Le Nouveau Christianisme başlıklı bir kitap yazdı. Çahşma hayahmn ilk aşamasında Tann'ya inancı açıklarken, " l'ann fikri doğa bilimlerinde (Saint-Simon için sosyal bilimler de buna dahildi) kullanılamaz" iddiasında bulunuyor, fakat, biraz gizemli bir biçimde, "yüksek yasama kararlarını hayata geçirmek için şu ana kadar bulunmuş en iyi yöntemdir" diye de ekliyordu. Bu pragmatik öz, her ne kadar, insanların kardeşliği ve evrensel çalışma yükümlülüğü gibi kimi ahlaki mutlak doğruların ifadesi gibi görünse de, Le Nouveau Christianisme'de eksik bırakılmamıştır. Saint-Simon'un keşfettiği "Katolik sistem, bilim ve modern sanayi sistemi ile çelişiyordu." Çöküşü kaçınılmazdı. Saint-Simon'un hedefi onun yerini ikame edecek bir sistem bulmak dışında bir şey olamazdı.

    Yine de daha sonra Saint-Simon cemaatinin onun adına yeltendiği bütün absürtlükleri Saint-Simon'un hanesine yazmak pek adil olmayacaktır. Öğretilerinin yayımlanarak çoğaltılması üstadın sahte bir kutsal hale kuşanmasına yol açmış; bundan bir adım sonrası, Paris'in kenar mahallelerinden biri olan Menilmontant'la rahiplik kurumu ve ritüelleriyle birlikte seküler bir maniislınn kurulması olmuştur. Bu manastırda kırk mümin bir nndi\ in/ivaya çekilmiştir. Tarikatın başı olan rahip Enfantin, yn/.ılan dini ilkeler içinde kabul edilmiş ancak otoritelerce ortodoks olııiiiyan lıılkıılarının

    14 Devrim Okumaları Saint-Sim on: Öncü f5

    tarikatı dağıttığı düşünülen renkli ve usta bir kişilikü. Hapis cezasının ardından Enfantin Mısır'a sürüldü. Fakat tarikat, her ne kadar İngiltere'de Comte ve Pozitivistlerin daha ciddi ve itibarlı ritüelleri nedeniyle parıltısı erken sönse de, 30-40 yıl boyunca Fransa'da ve kimi yabancı ülkelerde daha varlığını devam ettirdi. Seküler bir toplum bilimi kurmak konusunda azimle çalışan birinin, ölümünden sonra ilahlaştırılması da tarihin garip bir ironisidir.

  • Kom ünist M anifesto 17

    KOMÜNİST m a n if e s t o

    1847-48'in kışı (yüzüncü yıl kutlamaları için daha kesin bir tarih tespit etmek zordur) on dokuzuncu yüzyılın en önemli eserinin doğumuna şahit oldu - Komünist Manifesto. 1847 yazında, esas olarak Alman işçilerinden oluşan bir grup tarafından Londra'da yeni kurulan "Komünistler Birliği"nm birinci kongresi yapıldı. O sıralar Brüksel'de yaşayan Marx ile bir süredir temas halindeydiler ve Birlik için bir program taslağı hazırlanmasının gelecekteki bir kongreye ertelenmesiyle sona eren bu Kongre'ye Engels de katılmıştı. Bu ihtimalden esinlenen Engels, büyük bir gayretle, yirmi beş sorudan oluşan bir soru-cevap kitapçığı hazırladı. Engels ve Marx bu metni. Birliğin Kasım sonunda Londra'da düzenlenen ikinci kongresine taşıdılar. Bunun üzerine Kongre onları, hazırladıkları programı kendileri için düzenlemek üzere görevlendirdi; [Metin] bir manifesto biçimini alacaktı. Marx Brüksel'de Aralık ve Ocak ayları boyunca çalıştı. "Komünist Parti Manifestosu" Paris'te devrimin patlak vermesinden birkaç gün önce, 1848'in Şubat ayında Londra'da Almanca olarak yayımlandı.

    Komünist Manifesto, dört bölüme ayrılır. Kitabın ilk bölümü, burjuvazi tarafından yerle bir edilen feodal mülkiyet ilişkileri, devlet yönetimi ve ahlak sisteminin yıkınhları üzerinde burjuvazinin yükselişini ele alır; burjuvazinin kendisi tarafından yaratılan "güçlü ve devasa üretici güçlerin" burjuva mülkiyet ilişkileri ve egemenliği ile artık bağdaşamayacakları bir noktaya nasıl ulaştıklarını gösterir ve nihayet modern sanayi güçlerine önderlik edip, insanın insan tarafından sömürülmesine son verecek proletaryanın yeni devrimci sınıf olduğunu ortaya koyar. İkinci bölüm, "tüm ülkelerdeki işçi sınıfının en ilerici ve kararlı kesimi" olarak Komünist Parti'nin politikasını, burjuva iktidarını yıkacak proleter devrimi ilerletmek ve "proletaryayı egemen sınıf konumuna yükseltmek" olarak ilan eder. Üçüncü bölüm, diğer geçmiş ve yaşayan sosyalizm ekollerini inceleyip mahkum eder; dördüncü bölüm ise, komünistlerin diğer

  • sol akım lar ile ilişkilerine dair taktiksel ve özet bir dipnot niteliğindedir.

    Komünist Manifesto gibi tarihi bir metin, hem öncesinde gelişen olaylar hem de sonuçları açısmdan incelemeye davetiye çıkarıyor. Öncesi bahsinde. Manifesto, önceki kuşaklara ve çağdaşlarma öylesine çok şey borçludur ki en çok onların hakkı verilmelidir ve en kötüsü, M arx'in önceki kuşaklara ve çağdaşlarına dönük ayrım gözetmeyen suçlamaları kimi durumlarda bu borcun gerçek niteliğini gizlemektedir. Kendi bildirgesini de bir "m anifesto" olarak adlandıran Babeuf, zengin ve fakir arasındaki nihai kavganın, "küçük bir azmlık" ile "büyük bir çoğunluk" arasındaki kavga olduğunu ilan ediyordu. Blanqui sınıfsal tarih yorumunu ve proletarya diktatörlüğü fikrini (bu terim Marx tarafından 1850'ye kadar kullanılmamıştır) önceden sezmişti, l.orenz von Stein, özgürlük, toplum ve siyasal düzen tarihinin esasen iktisadi ürünlerin, nüfu.su oluşturan sınıflar arasındaki bölüşümüne bağlı olduğunu yazmıştı. Proudhon da "siyasal ekonominin yasalarının tarihin yasaları olduğunu" biliyor, toplumun ilerlemesini "sanayinin gelişmesi ve sanayi araçlarının mükemmelleşmesi" ile ölçüyordu. Pecqueur, ticaretin yayılmasıyla, "her insan bir dünya vatandaşı haline gelene dek uluslar arasındaki duvarların yıkılacağını" öngörüyordu. Marx kalemi eline aldığında bu fikirler önemli çevrelerde hali hazırda mevcuttu. Fakat ne bu tür alıntılar, ne de Marx'in Hegel'in muazzam sentezine karşı o çok önemli ve hakkını ödemediği borcu. Komünist Manifesto ile dünyaya sunulan kavrayışm gücüne gölge düşürebilir.

    Bugün ünlü manifestoyu, gelecek kuşaklar üzerindeki yüzyıllık etkisinin ışığında irdelemek daha doğrudur. Manifesto, Marx henüz otuz yaşındayken (Engels de ondan iki yaş küçüktür) yazılmış olmasına rağmen Marksizmin özünü içerir. Geniş bir tarihsel genelleme ile başlayıp ("şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir"), tüm ülkelerin işçilerine "hâlihazırdaki tüm toplumsal düzenleri zor yoluyla devirmek" üzere birleşmeleri yönünde kışkırtıcı bir davetle sona eren Manifesto, Marksist metodolojinin gelişkin bir biçimini -aynı zamanda bir harekete geçiş çağrısı olan bir tarih yorumunu- sunar. Marx’in kimi yazılarında, özellikle 1848 ve 1871 devrimci krizlerindeki yazılarında, devrimci hareketin kendinde iyi b ir şey olarak övüldüğü görülür. Daha önceki ve sonraki kimi yazılarında ise insan iradesine pek az alan bırakacak bir şekilde tarihsel gelişmenin demir yasasına bağlı kal-

    18 Devrim Okumaları Kom ünist M anifesto 19

    dığj görülmektedir. Fakat bu anlık vurgu farklılıklarının; yorum ve eylemin, önbelirlenim ve özgür iradenin, devrimci teori ve devrimci pratiğin, başlan dik bir şekilde kol kola yürüdükleri Komünist Manifesto'da kurulan ikili ortodoksiyi zayıflatacağı düşünülemez. Manifesto'da bir tarih felsefesi; inancın inananda kendiliğinden bir eylemlilik halini alacağı bir devrim dogması ortaya konmaktadır.

    Bu açıdan Komünist Manifesto, tanıtım ilanı veya seçimler için hazırlanmış bir metin değildi. Marx -ve Marksist olmayan birçokları- duygu ve akıl arasında keskin bir ayrıma olanak tanıyan herhangi bir görüşü reddedecektir; fakat popüler bir dille söylersek, Manifesto başat olarak duygulardan ziyade akla hitap etmektedir. Okuyucunun zihninde bıraktığı en büyük izlenim, devrimin arzu edilir olmaktan çok, (aynı. Das Kapital'de kapitalizmin adaletsizliğinin tartışma kabul etmez bir veri olarak alınması gibi) devrimin kaçınılmaz olduğudur. Sonraki Marksist ku.şaklar için Manifesto bir devrim yakarışı değil -buna ihtiyaçları da yoktu - devrimin kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşeceği yola dair bir öngörü ile devrimcilere bunu gerçekleştirmeleri için gerekli bir eylem reçetesinin birleşimiydi. Mesele üzerine yüzyıllık anlaşmazlıklar, M arx'in aslında ne söylediği ya da kastettiği ile söylediklerinin, onun yaşadığı dönemden ve mekandan oldukça farklılaşan koşullara nasıl uygulanabileceği sorulan etrafında şekillendi. Yalnızca fazla cüretkar olanlar açıkça Marx'i "revize" etmeyi önerirken, basiretli olanlar onu yorumladılar. Komünist Manifesto yaşayan bir metin olarak varlığını sürdürdü. Aksi halde. Komünist Manifesto'nun yüzüncü yılı, onun ete kemiğe kavuşmasının son noktası olan Rus devriminin ışığında, ve gölgesinde, kutlanamazdı.

    Komünist Manifesto tutarlı bir devrim örgüsü ortaya koyar. "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir." Marx modern dönemde bu türden iki mücadele olduğunu saptar - muzaffer burjuva devrimi ile sonuçlanan feodalizm ile burjuvazi arasındaki mücadele ile muzaffer bir proleter devrim ile sonuçlanması öngörülen burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadele. İlkinde, yeni gelişmeye başlayan proletarya, burjuva amaçların savunulması için burjuvazi tarafından harekete geçirilmişti, ancak kendi bağımsız amaçlarının peşinden koşma yetisinden yoksundu: "elde edilen her zafer, burjuvazinin bir zaferi olur." ikinci mücadelede, Marx, burjuvazi ile proletarya arasında gidip gelen bir konumu olan alt orta sınıfın -"küçük imalatçı, perakendeci, zanaatkar.

  • köylü"- ve "kendisini gerici güçlere satma" eğiliminde olan "lüm pen proletarya"nm varlığınm farkmdadır. Yine de bu karmaşıklık, devrimin ana örgüsünde tarifli sadeliğe ciddi bir zarar verici etkide bulunmaz.

    Bu örgünün çerçevesi, Marx'm modern İngiliz ve Fransız tarihi ve Fransız ve İngiliz iktisatçılarının çalışmalarına dönük okumaları ile Engels'in İngiltere'deki fabrika koşulları hakkında yaptığı incelemeler ışığında çizilmiştir. On yedinci yüzyılda zafere ulaşan İngiliz burjuva devrimi, 1832 itibariyle kendi gücünü bütünüyle pekiştirmişti. 1789'un ardından daha ani ve dramatik bir başarı kazanan Fransız burjuva devrimi ise gericiliğe direnemeyip geri çekilmiş ancak 1830'da yeniden dirilmişti. Fler iki ülkede de, modern çağın ilk devrimci mücadelesi, feodalizm ve burjuvazi arasındaki mücadele fiilen neredeyse sona ermişti; ikinci mücadele için, yani burjuvazi ve proletarya arasındaki mücadele için koşullar hazırdı.

    1848'de Manifesto'nun peşi sıra meydana gelen olaylar, onun tanılarını asla çürütmüyor, aksine, fazlasıyla doğruluyordu. İngiltere'de Çartizmin yıküışı geri bir eşik olmakla birlikte, yine de sınıf bilincine sahip işçi hareketinin gücünün pekişmesinde bir aşamaya işaret ediyordu. Fransa'da Şubat 1848'de proletarya, Manifesto'da da söylendiği gibi, burjuva devriminin gücünü pekiştirip ilerletmek hedefiyle burjuvazi ile omuz omuza yürümüştü. Fakat bir kere proletarya kendi bayrağını, yani toplumsal devrim bayrağını yükselttiğinde haddini aşmış oluyordu. Burjuva devrim tamamlanıp sağlama alınana kadar müttefik olan burjuvazi ve proletarya, proleter devrim çağrısıyla şimdi barikatların iki yanında bölünmüş durumdaydılar. Birinci devrimci mücadele öyle ya da böyle sona ermiş: İkincisine ramak kalmıştı. Paris'te, 1848'in Haziran günlerinde Cavaignac, sınıf bilincine sahip işçilere dönük katliamlar, ölüm cezaları ve sürgünlerle burjuvaziyi kurtarmış, proleter devrimi savuşturmuştu. [Olaylar] Komünist Manifesto'daki örgüyü harfi harfine takip eder şekilde gelişiyordu. Marksist olmayan Prof. Namier'in belirttiği gibi; "fitili ateşleyen emekçi sınıflardı, kazançlı çıkan orta sınıflar olmuştu."

    Haziran devrimi ile [Marx'ın o zaman yazdığı gibi -y .n .l tüm toplum ilk defa iki düşman kampa -Doğu ve Batı Paris- bölünmüştü. Şubat devriminin yarattığı birlik artık yoktu. Şubat savaşçıları şimdi birbirlerine karşı savaşıyorlardı - bu daha önce hiç olmamış bir şeydi; önceki kayıtsızlık tarihe karışmış, e li silah tutan herkes barikatların iki tarafından birinde

    20 Devrim OicumalarıKom ünist M anifesto 21

    savaşmaktaydı.1848 Şubat ve Haziranı'ndaki olaylar burjuva ve proleter

    devrimleri arasındaki sabit uçurumun klasik bir örneğini sunuyordu.

    İngiltere ve Fransa örgüsü, -neredeyse sonradan akla gelen bir fikir olarak- Manifesto'nun sonuç bölümünde kabul edildiği gibi, daha doğuya tam olarak uymuyordu.

    Almanya'da burjuva devrimi henüz başlamamıştı. Alman burjuvazisi, İngiliz burjuvazisinin 1689'da, Fransız burjuvazisinin ise yüz yıl önce elde ettiği temel siyasi haklan henüz kazanamamıştı. Bu nedenle Alman proletaryasının görevi hâlâ, burjuvaziyi feodalizme karşı verdiği birincil devrimci mücadelede desteklemekti; Almanya'da, Manifesto'nun sözleriyle, "Komünist Parti, mutlakiyetçi monarşiye, feodal toprak mülkiyetine ve küçük mülk sahipliğine karşı burjuvazinin attığı her devrimci adımda, onunla birlikte mücadele veriyor." Ancak Almanya'nın daha büyük ya da küçük bir zaman farkı ile tümüyle İngiltere ve Fransa'nın yolunu izleyeceği iddia edilemez. Alman devrimi "Avrupa uygarlığının çok daha ileri koşullan altında" gerçekleşecekti, ki bu ona özel karakter veriyordu. Marx, proletaryanın halihazırda çok ileri olduğu bir yerde burjuva devrimi "olsa olsa bir proletarya devriminin doğrudan 'giriş sahnesi' olabilir" diye düşünüyordu.

    Marx Manifesto'nun, Komünist Parti'nin taktilerine ayrılmış kısa sonuç bölümünde, Almanya'da, burjuva iktidarının müdahaleci dönemi olmaksızın, burjuva devriminden proleter devrime ani bir geçiş ihtimalinin olduğunu ilan ettiğinde, kendi teorik analizlerinin geçerliliğini zayıflatmak pahasına keskin bir tarih anlayışı sergiliyordu. 1848'de Almanca konuşulan ülkelerde yaşanan olaylar Marx'in, yerleşik burjuva hakimiytîtinin güçlü bir damga vurduğu İngiliz ya da Fransız tarihiyle mukayese edilebilecek bir dönemin Almanya'da yaşanmasının imkanız olduğuna ilişkin sezgilerini doğruladı. Bu imkansızlık. Alman proletaryasının, belki de Marx'in abarttığı gücüyle değil. Alman burjuvazisinin zayıflığıyla ilgiliydi. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Almanya'da, nihayet gerçekleşecek bir proleter devrimin başarı şansı ne olursa olsun, İngiltere ve Fransa'da çok önceleri elde edilen burjuva devriminin maddi zeminin olmadığı açıktı. Ashnda, kendisi için iktidar talebinde bulunmaktan uzak duran burjuvazi feodalizmin ayakta kalan unsurlarıyla proleter tehdidine direnmek üzere ittifak kurmaya açık ve net

  • bir şekilde hazırdı. Aynı bulguların daha da belirgin bir biçimde, yarım yüzyıldan daha uzun bir süre sonra Rusya'da da nüksettiğini eklemeye hiç gerek yok.

    Bu yüzden, 1848'de Almanya'nın, Komünist Manifesto'nun yazarlarının karşısına çıkardığı sorun, günün birinde Rusya'nın Rus Devrimi'nin teorisyenlerinin karşısına çıkaracağı sorunla aynıydı. Komünist Manifesto'nun devrim örgüsüne göre, burjuvazinin işlevi, devrimci mücadelenin proletaryanın imza atacağı son aşamasında, kendisi de ortadan kaldırılmadan önce feodal toplumu berhava etmekti. Peki, ya burjuvazi zayıflık veya ödleklikten ötürü -ya da belki de kendi .sonu hakkındaki zamansız önsezilerinden ötürü - kendi asli işlevini yerine getirmeye kabil veya istekli olmazsa? Marx bu soruya asla kategorik bir cevap ortaya koymamıştır. Ancak onu cevabı Komünistler Birliği'nde 1850'de yaptığı bir konuşmada ileri sürdüğü "sürekli devrim" öğretisinde saklıdır:

    Demokrat küçük burjuvazi devrimi mümkün olduğunca çabuk sonlandırmak isterken... azya da çok mülk sahibi bütün sınıflar iktidardan uzaklaştmiıncaya, proletarya devlet gücünü elde edene kadar devrimi sürekli kılmak bizim çıkarımızadır ve görevimizdir.

    Demek ki, burjuvazinin başaramadığı feodalizmi tasfiye etme görevini tamamlamak proletaryaya verilmiştir.

    Proletarya kendisini etkili ve bağımsız bir burjuvazinin olmadığı bir durumda feodal toplumla karşı kaşıya bulduğunda, bu tasfiyenin nasıl bir biçim alacağı tümüyle açıklanmış değildi. Fakat birisi, "partimiz ancak demokratik cumhuriyet gibi bir [yönetim] biçiminde iktidara gelebilir" demekle ısrar ederse -ki Marx bunu açıkça yapmıştır, Engels de ömrünün sonuna dek bu ısrarı sürdürmüştür- o zaman varılacak sonuç, proletaryanın güncel hedefini yalnızca proleter toplumsal devrim için gerekli bir sıçrama tahtası olacak siyasal demokrasinin kurulması ile sınırlandırmaktır. Ama bu -hem Alman hem de Rus devrimleri deneyimlerinin gösterdiği gibi- pratikte gerçekleştirilmesi mümkün görünmeyen teorik bir tasarımdı. M arx'in devrim tahlili, burjuvazinin kendi devrimini gerçekleştiremediği ülkelere asla uymamışhr; burjuva ve proleter devrimleri arasındaki ilişkiye dair bu acı ihtilaf Rus devrimcilerinin on yıllar boyunca bölünmesine sebep olmuştur.

    Varılan bu noktanın doğal iktisadi sonucu yine de oldukça şaşırtıcıdır. Siyasal demokrasinin kurulması, proleter devrim için olduğu kadar, kapitalizmin tam gelişmesi için de bir önkoşuldu; ka

    22 Devrim Okumaları Kom ünist M anifesto 23

    pitalizm için burjuva toplumun temel kendini ifade etme biçimiydi ve ondan ayrı düşünülemezdi. Marx, Ekonomi Politiğin Eleşürisi'ne önsöz yazdığı 1859 gibi geç bir tarihe kadar kesinlikle bu görüşe sahipti. "Hiçbir toplumsal formasyon barındırdığı bütün üretici güçler gelişmeden yok olmaz." Dolayısıyla, oldukça paradoksal bir biçimde, geri kalmış ülkelerde yeni doğan proletaryanın bedelini yine kendisi ödeyeceği çıkarları, kapitalizmin ve kapitalist sömürünün tez elden gelişmesini desteklemekti.

    Bunlar 1905'e -hatta belki de 1917'ye- kadar Bolşevik ve Menşevik Rus Marksistleri tarafından ciddiyetle ileri sürülen görüşlerdi. Fakat bu sırada, 1905'in baharında Lenin'in pratik zekası proletaryanın köylülükle birleşerek iktidarı alacağı ve işçilerin ve köylülerin "demokratik diktatörlüğünü" yaratacakları yeni bir model ortaya koydu ve bu [model] Ekim Devrimi'nin resmi öğretisi haline geldi. Silahına sarılan Menşevikler, onlardan sağ kalanlar ve ardılları bugün Rus devriminin eksikliklerini, sosyalizmin kazanılmasına giden yolda burjuva-demokratik ve burjuva-kapitalist aşamadan geçmemiş olmasına bağlıyorlar. Konu, bu noktadaki tutarsızlığından dolayı aklanması çok zor olan Marx'a gönderme yapılarak çözüme kavuşturulamaz. Dahası, Marx Komünist Manifesto'nun son bölümünde Almanya'nın derhal burjuva devriminden proleter devrime geçmesini önermekle ya da bu yeni kavrayışı Manifesto'nun önceki bölümlerindeki devrim örgüsüne uydurmamakla da hata yapmıştı. Marx, Komünist Manifesto'nun ulusçulukla ilgili İngiliz ve Fransız deneyimlerine dayanan genellemelerini Orta ve Doğu Avrupa'ya uygulamak konusunda da benzer zorluklarla karşı karşıya kalmıştır. Marx'in ulusal duyguları göz ardı ettiği ya da küçümsediği yönünde sıkça yapılan suçlamalar gerçekte bir yanlış anlamaya dayanmaktadır. ünlü "işçilerin anayurdu yoktur" sözünün, bağlamı içinde okunduğunda, bir övgü ya da izlenecek yol olmadığı görülür; uzun bir süredir sosyalist yazarlar arasında beylik bir lafa dönüşse de, bu bir yakınmadır. Babeuf "toplumda yalnızca tek bir düşman gören" yığınların "bir ülkeye sahip olma imkanını dahi elinden kaçıracağını" ilan eder. Weitling ise ülke fikriyle mülk fikri arasında bir bağlantı kurmaktadır:

    Yalnızca mülk sahibi ya da böyle bir özgürlüğe ve bunun araç^ lavına az veya çok sahip olan kişi bir ülkeye sahip olahilir. Bunlara sahip olmayanın ülkesi de yoktur.

    Bu koşullan düzeltmek için (bir kez daha Manifesto'dan alıntı yaparsak) "proletarya önce, siyasal egemenliği ele geçirmek.

  • ulusa yön veren sınıf konumuna yükselmek, ulus ölçeğinde yapılanmak zorundayken, hiçbir şekilde burjuvazinin anladığı anlamda olmasa da, henüz ukısaldır."

    Manifesto'nun bu cümlelerin yer aldığı bölümü belirsizliklerden arınmış değildir. Fakat arkasında yatan düşünce oldukça açıktır. M arx'in görüşüne göre, ki bu görüş İngiliz ve Fransız tarihinin gerçeklerine tekabül eder, ulusçuluk burjuvazinin devrimci ve ilerici bir güç olduğu bir dönemde burjuva toplumuna özgü bir kavram olarak gelişti. Burjuvazi hem İngiltere hem de Fransa'da, tikelci ve kozmopolit feodalizmi yıkmak için ulusal duygulara başvurarak asırlar süren bir dönem boyunca ulusal temelde merkezi "devlet" i inşa etmişti. Fakat kapitalizmin ilerleyişi, ulusları şimdiden metruk kılıyordu.

    Halklar arasındaki ulusal ayrım çizgileri ve karşıtlıklar, burjuva-' zinin gelişmesiyle, ticaret özgürlüğüyle, dünya pazarıyla, standart sınaî üretimle ve ona denk düşen yaşam koşullarıyla, zaten gitgide kayıplara ka rışmaktadır.

    Proletaryanın egemenliği bunları büsbütün kayıplara karıştıracaktır... Ulus içerisinde sınıflar karşıtlığının son bulmasıyla, ulusların birbirine karşı düşmanca konumu da sona erer.

    Her ülkedeki proletarya için atılacak ilk adım "kendi burjuvazisinin defterini dürmek"tir. Gerçek uluslararası komünist düzene giden yol ancak bundan sonra açılabilir. Mazzini ve diğer on dokuzuncu yüzyıl düşünürleri gibi Marx da ulusçuluğu enternasyonalizm için doğal bir sıçrama tahtası olarak gömüştür.

    Maalesef Manifesto'nun evrensel olmaktan uzak ulusal örgüsü, tasarlandığı mekanın (Batı Avrupa) ve zamanın (Cobden çağı’) dar sınırlarım aşmakta zorlandığı açıktır. Batı Avrupa'dan ötede, güçlü bir burjuvazinin yükselişini engelleyen aynı koşullar derli toplu bir burjuva ulusçuluğunun gelişmesini de engellemiştir. Rusya'da olduğu gibi Orta Avrupa'da da (Hapsburg İmparatorluğu, Prusya) merkezî devlet, ulusal duygulara kayıtız feodal dere- beylerin askeri gereksinimlerinin basıncı altında yaratılmıştır. On

    1 Cobden Çağı adını, İngiliz fabrikatör ve devlet adamı Richard Cobden’den alır. Richard Cobden, Alexander Hamilton ve Friedrich I^ist gibi İngiliz iktisatçılarının

    savundukları korumacılık (protectioni.sm) benzeri yaklaşımların karşısındadır.

    Fikirleri 19. yüzyılın ilk yansında etkisini bir hayli göstermiştir. Cobden çağı,

    sonraları “bırakınız yapsınlar” sözleriyle özdeşleşen fikirlerin etkisini gösterdiği

    bu döneme verilen addır, (y.h.n)

    2 4 Devrim Okumaları Kom ünist M anifesto 25

    dokuzuncu yüzyılda Fransız Devrimi'nin şiddetiyle ulusçuluk Orta ve Doğu Avrupa'da ilk kez dikkate alınması gereken bir güç haline geldiğinde, -İngiltere ve Fransa'dakinin aksine- devlete özgü ve onu tamamlayan bir kavram olarak değil, var olan herhangi bir devlet örgütlenmesinden bağımsız bir duygu olarak görünüyordu.

    Dahası, ulusun devletle ilişkisi kendisini farklı şekillerde otaya koymakla kalmadı, bazı durumlarda aynı ulusal grup birbi- riyle tutarsız tavırlar içine girebildi. Bu Hapsburg İmparatorluğu için kısmen geçerlidir. Alman-Avusturya burjuvazisinin yükselen ulusal bilinci, onun emperyal birliğe verdiği desteği azaltmadı; [imparatorluğu] oluşturan diğer ulusal grupların burjuvazileri bu birliği ortadan kaldırmaya ya da en azından bir federasyona dönüştürerek çözmeye çalıştı. Macarlar Alman-Avusturya uluslarına karşı Macar ulusunun haklarım savunup, Hırvatların ve Slovakların haklarını inkar ediyorlardı.

    Bu şartlar altında, Marx ve Engels'in, kendi dönem ve kuşakları için bile olsa, Avrupa genelinde geçerliliği olan tutarlı bir ulusçuluk teorisi geliştirmeyi asla başaramamaları çok da şaşırtıcı olmamalı, l.ehlerin ulusal bağımsızlık taleplerini destekliyorlardı; bu ne devrimci ne de liberal bir yönelimdi, on dokuzuncu yüzyılda bunun aksi de yapılabilirdi. Fakat Engels'in, Poles Riga ve Mitau'yu, Danzig ve Elbing ile değiş-tokuş öııerisini hesaba katarak, bu talebin [Leh bağımsızlık talebi] Prusya'dan ziyade -öyle ya da böyle- Rusya'nın aleyhine gerçekleşeceğine dikkat çektiği anlaşılıyordu; zira, Marx'a yazdığı kişisel bir mektubunda öfkeli ve samimi sözlerle Lehlerden "tine nation foutue’, ancak Rusya kendi başına bir tarım devrimine girişene kadar hizmet görebilecek bir araç" olarak söz ediyordu. Aynı ruh içerisinde, Hapsburg İmparatorluğu'ndaki Slavların ulusal emellerini de reddediyor, onların zaferinin, "uygar Batı'nın, barbar Doğu karşısında" boyun eğmesi anlamına geleceğini düşünüyordu.

    Bu değerlendirmeleri Marx'in onaylamadığına ilişkin bir bilgimiz bulunmuyor; Engels'in ise, ulusal önyargılardan ve kısmen de, devrin en gerici gücü olan Rusya'ya karşı duyduğu nefretten dolayı etkilendiğinden kuşkumuz yok. Ancak o, aynı zamanda, tarım temelli ekonomileri olan Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki ulusçu akımların. Komünist Manifesto'da Marx ile birlikte dikkate aldıkları burjuva ulusçuluğu ile bir ilgisi olmadığının da farkındaydı. Bu

    1 fr. Bitik bir ulus

  • tek başına "uygar Balı" ve "barbar Doğu" ile ilgili değil bir sorun değil; aynı zamanda, "kentin, kırsal; ticaret, manifaktür ve bilginin, Slavvari serflerin ilkel tarımı" tarafından zapt edilmesi ile ilgili bir sorundu. Manifesto'nun varsayımlarına göre ister istemez geri bir adımdı. M arx ve Engels'in "tarıma dayalı" ulusçuluğu hesaba almamaları, Manifesto'nun bir başka büyük boşluğu olan köylü sorununun bir parçasıydı.

    Komünist Manifesto'da sözü edilen ulusçuluk teorisi. Batı Avrupa'dan Orta ve Doğu Avrupa'ya taşınamadığı ölçüde, zaman testinden de geçemedi. Gerçekten de Manifesto, "bir ulusun bir başka ulus tarafından sömürülmesine" atıfta bulunur ve bir yanıyla totoloji, bir yanıyla da konuyla ilgisiz bir ifade olsa da, kişinin bir başka kişi üzerindeki sömürüsü sona erdiğinde, ulus sömürüsünün de sona ereceğini söyler.

    Aslında M arx'in sömürge sorunuyla ilgili olarak çok az şey söylemişti (Manifesto'da neredeyse hiç değinmemişti), konuyu sadece İrlanda meselesinde ayrıntısıyla ele aldı; burada da dikkat çeken nokta, 1848'de İrlandalılan, aynı Avusturya Slavlarını yaptığı gibi gözden çıkarmaya hazırken, 1869'a gelindiğinde "İrlanda ile hali hazırda var olan birliğin bozulmasının İngiliz işçi .sınıfının mutlak çıkarına" olduğuna ikna olmuştu. Ancak Marx, sürecin sonunda kapitalizmin yarattığı çelişkilerin kurbanı olan büyük ulusların, kendilerini ve kapitalist sistemi kurtarmak adına tüm dünyayı kendi boyundurukları altına alabilmek için birbirlerine karşı giriştikleri mücadeleyi görecek kadar yaşamadı. Lenin, daha .sonra bu süreci Imperialism as thc Uighest Stage o f Cnpitalism (Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm) başlıklı ünlü çalışmasında analiz edecek ve o da, Avusturya Slavlarının habercisi oldukları, "tarihsel olmayan" sayısız ulusun, ulusal bilinçlerinin yükselmekte olduğunu öngöremeyecekti. Sovyetler'in hem sömürge sorunu, hem de küçük uluslarla ilgili ulus teorisi. Komünist Manifesto'nun uzak erimli ve basit formülasyonundan çok daha sönük ve tereddütlü idi. Ancak Marx'in ya da Bolşeviklerin ulus teorisine getirilen eleşüriler, burjuva düşünürlerin ve devlet adamlarının da tutarlı bir ulusal haklar öğretisi veya uygulaması geliştiremediklerini gösteriyor.

    A.slında Marx'in, sorunun kökenine ili.şkin tutumu daha ciddi bir eleştiriye açıktır; bu meselede de, bugün yaşanan taraf- laşmaların koku.sunu almak mümkün. Lenin kendi açısından haklı olarak, Menşevikleri ve Trcçki'yi köylülüğü "küçümsemek" le suç

    2 6 Devrim Okumaları Kom ünist M anifesto 27

    luyordu ve bu konuda da yaşanan sıkıntı, başlıca teorileri esasen Batı'nın koşullarına uygun bir çerçeve sunan Marx ile ilgiliydi. Komünist Manifesto burjuvaziyi, kurduğu fabrikalar ve kasabalarla, "nüfusun büyük bölümünü, taşra hayatının budalalığından çekip çıkardığı"-^ için övüyordu. Manifesto, köylüleri veya mülk sahibi köylüleri, zanaatkarlar, küçük tüccarlar ve esnafla aynı kefeye koyup, hepsine birden "küçük burjuvazi" diyor; küçük burjuvaziyi de büyük burjuvaziyle devrim hedefi için değil, kendi konumunu muhafaza etmek için mücadele ettiğinden istikrarsız ve gerici bir sınıf olarak tanımlıyordu. Manifesto, İngiltere, Fransa (bu ülkenin devrimci çevreler için somutlandığı yer genelde Paris'ti) ve Almanya için, burjuvazi ve proletaryanın itici güç olduğu ve köylülüğe bağımsız bir yer ayırmayan, esnemez bir devrim örgüsü öne sürüyordu.

    Bu örgüdeki büyük boşluk kısa zamanda Batı Avrupa'da bile görünür hale gelecekti. Fransız köylüleri, 1848 Haziranında Paris'in devrimci işçilerinin burjuvazi temsilcileri tarafından öldürülmeleri üzerine kıllarını bile kıpırdatmayacaklardı. Dahası oylarını Luis Napoleon'un diktatörlüğü lehine kullanacaklardı. Aslında tam da Komünist Manifesto'nun tarif ettiği yönde hareket etmişlerdi (ve bu onları, Marx'in The Eighteenth Brumaire ofl.ouis Napoleon'da -Louis Bonaparte'm 18 Brumaire'i- sıraladığı en ağır hakaretlerin hedefi haline getirecekti), ve böylelikle, Fransız proletaryasının yeni bir Fransız Devrimi yapmak için gidecek daha çok yolu olduğunu göstermiş oluyorlardı.

    Prusya'da ve bütünüyle Almanya'da, 1848 devrimi, tıpkı Marx gibi, köylüleri fazla umursamayan aydınların elindeydi; köylüler de hareketsiz kaldılar. Avusturya'da köylüler harekete geçti. Galiçya'da toprak sahiplerine karşı ayaklandılar. Doğru önderlikle, başka yerlerde de ayaklanabilirlerdi. Yeni demokratik Reichstag'ta

    3 Bu bölümdeki M anifesto pasajları genel olarak G. Doğan G örsev’ in yayıma

    hazırladığı “Komünist Manifest” isimli çalışmadan alınmıştır. Bu kısa pasaja

    ilişkin. Görsev ile E.H. C arr’ın yorumunun farklı olduğu anlaşılıyor. Komünist

    Manifesto'nun Almanca aslında olan Idiotismus terimi İngilizce çeviriye -ve C arr’ın eserine- “idiocy” olarak geçmiştir. Görsev’ in yorumuna göre “budalalık”

    anlammda kullanılan “idiocy”, orijinal metinde yazarların tercih ettiği bir kavram

    değildir. Görsev “idiotismus” kelimesini çalışmasına “(geri kalmış) ifade fark

    lılığı” anlamıyla taşıınıştır. (Bkz. Görsev, G. Doğan (2 0 0 8 ) Komünist Manifest.

    İstanbul: Daktylos Yayınevi.)

  • gerıiş ve ses getiren bir grup kurdular. Ancak köylülerin talepleri burjuvazi tarafından husumetle, şehirli işçiler tarafından da kayıt- sızhkla karşılandı. Köylü ve işçilerin ortak noktası, onları birleştirecek bir önderlerinin ve programlarının olmamasıydı. 1848'de Orta Avrupa'daki en kesin kural, hiçbir devrimin köylüyü kazanmadan ve onun taleplerine gereken önemi vermeden gerçekleştirilemeyeceği idi.

    Bu durum. Doğu Avrupa'da çok daha belirgindi. Polonya örneğinde. Komünist Manifesto bile, "Komünistler, bir toprak devrimini ulusal kurtuluşun koşulu olarak gören partiyi, 1846'nm Krakow Ayaklanmasını başlatmış olan partiyi destekliyorlar" diye çağrıda bulunuyordu. Ancak, taktikler bölümünde yer alan bu cümle, Manifesto'nun Doğu Avrupa'ya ilişkin olarak yaptığı ve toprak devrimine aüfta bulunan tek çağrıydı. Bu çağrıda bulunurken bile, toprak devrimini, proletarya devriminin değil, "ulusal kurtuluş"a taşıyacak bir burjuva devriminin müttefiki olarak görüyordu.

    Ömrünün geri kalan yıllarını, ne köylülerin ve ne de tarım sorununun olduğu İngiltere'de geçiren Marx, Komünist Manifesto'daki söz konusu büyük boşluğu doldurmayı hiçbir zaman gerekli görmedi. 1856 yılında, Almanya'nın 1848 başarısızlığından çıkardığı sonuçları sıralarken. Alman proleter devrimi için gereken desteğin "ikinci bir Köylü Savaşı" ile sağlanabileceğini söyleyecekti. Burada bile köylülere biçilen, yardımcı bir roldü. Hayatının sonlarına doğru Marx, uzaklardan, Rusya'dan, bir anlaşmazlığa dair çözüm önermesi için çağrılıyordu. Önde gelen Rus devrimcileri Narodnikler, Rus köylü komününün ortak toprak sisteminin, gelecekteki Rus sosyalist düzeninin tohumu olduğunu öne sürüyorlardı. Diğer taraftan ilk Rus Marksistleri, Rusya'da sosyalizmin ancak kapitalizmin ve proletaryanın gelişmesiyle mümkün olduğunu savunmaya başlamışlardı bile.

    Marx ve Engels bu hassas konunun üzerine dört defa gittiler. 1874'te Engels, henüz Rus Marksistlerinin fikirleri netleşmeye başlamadan önce, komün sisteminin doğrudan dönüşümüne uygun koşullarda, "bireysel burjuva mülkiyet düzeni aşamasının üzerinden atlam a"nın mümkün olduğunu kabul etmişti. 1877'de bir Rus gazetesinde aleyhinde çıkan bir yazıya Marx, Rusya'nın, "tarihin, kapitalist düzenin iniş-çıkışlarını yaşamak zorunda bırakmadığı tek ulus olma şansına" sahip olduğunu söyleyerek, şüphe götürür bir yanıt verdi. 1881 yılında Marx, Vera Zasuliç'in kişisel talebi üzerine.

    2 8 Devrim OkumalarıKom ünist M anifesto 29

    daha olumlu bir yanıt verecekti. Ertesi yıl. Komünist Manifesto'nun, her iki yazarının da imzasını taşıyan son ve en buyurgan önsözü, Rusça tercümede yerini alacaktı:

    Rus devrimi, Batı'da bir proletarya devriminin işareti olur da, her ikisi birbirini tamamlarsa, Rusya'da şimdiki ortak toprak mülkiyeti, komünizme yönelik bir gelişmenin çıkış noktası hizmetini görebilir.

    Bir sonraki neslin Rus sosyal demokratları, hem Bolşevikler hem de Menşevikler, bu Narodnikvari sapmaya şüpheyle yaklaştılar ve gözlerini tekrar Manifesto'da açıkça tarif edilen teorik örgüye ve burjuva ve proletarya devrimleri arasındaki diyalektik ilişkiye gözlerini çevirdiler. Lenin'in kendisi de, Menşeviklerden hiç de aşağı kalır yanı olmayan bir şekilde, Rusya'da toplumsal devrime giden yolun ancak kapitalizmin gelişmesinden geçtiği şeklindeki paradoksa sıkı sıkıya sarılmaktaydı. Bununla birlikte, l.enin de tıpkı Marx gibi Doğu Avrupa'da köylüyü ve taleplerini hesaba katmadan devrim yapılamayacağım sonradan kabul edecekti. 1905'ten sonra -ve 1917'den hem önce hem de sonra- Bolşevikler, Komünist M anifesto'nun sunduğu Batı tipi devrim formülasyonuna, Rus köylüsünü dahil edebilmek için çok emek harcamak, çok mücadele etmek zorunda kalacaklardı.

    Marx'in en iyi ve en sempatik biyografi Franz Mehring, tarihsel sürecin. Komünist Manifesto'nun yazarlarının öngördüğünden "daha farklı ve asıl önemlisi, çok daha yavaş ilerlediğini" söyler. Manifesto'yu kaleme alan iki genç adam için, bu söylenen doğrudur. Ancak bu öngörüler günün koşullarına ne derecede uyarlanmıştı? Bir kere Marx, hayatının sonraki yıllarında, 1848 devrimi için geçerli olan bir heyecanın sürdüğüne dair inancını yitirmişti. Yine de Manifesto, ihtiyatla kaleme alınmış paragraflarından birinde, zafere ulaşılmadan önce, işçiler arasındaki "büyüyen birlikteliğin"', kısa süreli başarıların ardından geri dönüşler ve ivme kayıpları yaşayacağını tahmin ediyordu. Marx ilerleyen senelerde, proletaryanın devrimci ilkelere dair uzun dönemli bir eğitimden geçmesi gerektiğine inanmaya başlayacaktı. 1870'lerde yaphğı konuşmalardan birinde, belli başlı gelişmiş ülkelerde proletaryanın devrimci şiddete başvurmadan zafere ulaşabileceği yönündeki ünlü kanaatini dile getirmekteydi.

    Tarihsel gelişim söz konusu olduğunda, sorunu teorik olarak ortaya koyan ve en yetkili ağız olan Marx'in, Komünist Manifesto'da

  • ön e sürdüğü katı devrim analizlerinden geri adım almış olduğunu ispatlamak oldukça zordur. Ancak o saf bir teorisyen de değildi. Öyle veya böyle, siyasi bir partinin önderiydi ve bu konumu onu bazen, kendi ilkelerinden ödün verir görünmesi pahasına öngörülerde ve çağrılarda bulunmaya zorluyordu. Manifesto'da, Almanya'da burjuva devrimini, proleter devrimin "giriş sahnesi" olarak öngörüyor, dolayısıyla burjuva egemenliği evresini es geçiyordu. Sonraki birkaç yılda, ulusal soruna dair kimi zorlama tavizlere ve tutarsızlıklara dalıyor, hayatının sonlarına doğru da, Rusya gibi ağırlıklı olarak köylü olan bir ülkenin, burjuva kapitalist evreden geçmeden doğrudan toplumsal devrimi gerçekleştirmesinin mümkün olduğunu kabule mecbur kalıyordu. Böylece Manifesto'daki devrimci analizleri tamamen yenilemiş olmamakla birlikte, ana hattı izleyen bir yan yoldan ilerlemiş oluyordu.

    M arx'in düşüncesindeki canlılık açısından esas merak konusu ve dikkate değer olan, bu evrimin Rus Sosyal Demokrat Partisi'nce ne kadar doğru bir şekilde anlaşılıp izlendiğidir. Partinin ilk liderleri -Plehanov, Axelrod, Lenin ve Martov- Komünist Manifesto'nun sunduğu şemayı, sorgusuz sualsiz kabul etmişlerdi. 1903'ten kendi önceki tutumlarına ve Marksist şemaya sadık kalan Menşeviklerin politikalarının iflasının sebebi, teoriyi Rusya'nın içinde bulunduğu koşullara uyarlamanın bir yolunu bulamamış olmalarıdır. Lenin ise, söz konusu şemayı esneterek, içinde bulunduğu koşullara uyarlamış ve bu uyarlama, son yıllarında Marx'in da belirteceği gibi, teorinin temel prensiplerine bağlı kalmıştır. Yaptığı işin hakkını vermek gerekir. Marx'in dünyaya sunduğu, asla değiştirilemez bir öğreü değildi. Marx bir keresinde Marksist olmadığını itiraf etmişti. Öğretisinin, değişen koşullara uyarlanarak, sürekli yenilenmesi Marksizmin kanunuydu.

    Bu minvalde Rus devriminin. Komünist Manifesto'nun meşru çocuğu olduğu iddiası geçerli bir iddiadır. Manifesto, burjuva toplumuna meydan okumuş, burjuva değerlerinin sorgulanmasının zamanının geldiğini haber vermiştir, lü m sapmaları, Rusya koşullarına özgü uyarlamaları ve özgün teorinin uzağına düşen tüm bulaşıklıklarıyla da olsa, Bolşevik devrimi, bu sorgulamanın gerekliliğini akıllara sokmuştur. Kaderi hala sallantıda olan burjuva toplumu, son yüz yıldır sürekli savunmada kalmıştır. Bu kaderin hesabı kesilinceye, yeni sentezler yaratılmcaya kadar Manifesto, son sözünü söylemiş olmayacaktır.

    3 0 Devrim Okumaları Proudhon: Sosyalizm in Robinson C m so e’su 31

    .PROUDHON; s o s y a l iz m in ROBINSON CRUSOE'SU

    Proudhon, günümüze kadar ulaşan ilk mektuplarından birinde, kişiliğine ve tarzına özgü o meydan okuyan ve muhalif tavrıyla kendisini "paradoksların adamı" olarak tanımlar. Boş bir böbürlenme de değildir bu. Tanrıyı şeytan ilan eden ve "Hıristiyanhkta ahlak yoktur; olamaz da" diyen, ancak ateizmin tanrıya imandan daha mantıksız olduğunu ve Katolikliğin "ahlakın yegâne koruyucusu ve vicdanın yol göstericisi" olduğunu söyleyen de aynı kişidir. Oyunu, 1848 anayasasının aleyhinde kullandığını ancak bunu, iyi ya da kötü bir anayasa olduğu için değil, bir anayasa olduğu için yaptığını söyleyen, ama aynı zamanda 1814-45 Viyana sözleşmesine "Avrupa'da anayasal devrin başlangıç noktası" olduğu gerekçesiyle methiye düzen de O'dur. Savaşın, ekonomik sorunları çözemediği için gereksiz olduğunu söyler, ancak insanın "her şeyden önce savaşçı bir hayvan" olduğunu ve savaş sayesinde "üstün doğasının ortaya çıktığı"nı söyleyen de yine kendisidir.

    Proudhon'un eserlerine giriş, hem tutarsızlıkları hem de olabildiğine geniş kapsamları nedeniyle oldukça zordur. Çalışmalarının çok büyük bir bölümünün basımı henüz tamamlanmamış olsa da, iyi niyetli editörler ve yayıncılar sayesinde temel çalışmalarına ulaşabilmek mümkün. Yazışmalarının, henüz basım için tamamlanmamış olan on dört cildi, sıradan okuyucu için uygun bir şekilde kısalhlarak tek ciltlik bir seçki’ haline getirildi. Bununla birlikte, yayımlanan çahşmalanna, arkadaşı Rolland'a hayatının son yıllarında gönderdiği, önemli ve özgün mektuplarından yeni ilaveler de yapıldı.

    Proudhoun'un yurttaşları için, düşünce sistemindeki farklı tutum ve nitelikler nedeniyle, cazibesini hala koruduğuna dair bir-

    1 P. J. Proudhon, Lettres choisies et annotées, par Daniel Halévy et Louis Guillo-

    ux.

  • çok kanıt var. Proudhon üzerine en tatmin edici eleştirmenlerderı biri olan Bougie, Proudhoun'u hoş ama eksik bir biçimde, devrimin toplumsal güçlerinin çözümleyicisi ilan etmişti. Bugün, Péguy'dan pasajların metin içine yedirildiği ve başlığın bulunduğu sayfanm General de Gaulle'den bir alıntıyla süslendiği, [Proudhon'un] ese- lerinden özenle seçilmiş özetler halindeki çalışma;- aslında kapitalizm, demokrasi ve sosyalizm zehirlerine karşı bir panzehir olarak ve dine çağrının sembolü olarak "Proudhon'a dönüş" çağrısıdır. Bu metinlere ek olarak, marifetli bir Amerikalı profesör. Alman işgali altındaki Fransa'nın işbirlikçi basınında Proudhon'u öven yazılardan ilham alarak, Proudhon'u yetenekli ve mantıklı bir figür olarak betimlemiş ve Hitlerizmin atalarından saymıştır. Bunlardan daha objektif bir inceleme. Mile. Amoudruz tarafından, bilimsel bir monografi^ biçiminde yapıldı. Bu inceleme Proudhon'un siyasi ilkelerine değinmekle birlikte, temelde uluslararası ilişkilere dair düşünceleriyle sınırhydı.

    Proudhon'daki tutarsızhk, büyük ölçüde insan doğasından kaynaklı bir tutarsızlıktır aslında. O, çelişkiye tutkuyla bağlıydı ve başkalarıyla olduğu kadar, kendisiyle de çelişki içerisindeydi. Özellikle mektuplarını okuyanlar, kimi zaman şaka yapıyor olduğundan şüphelenebilirler. Amerikan İç Savaşı'nda, Kuzey'e duyduğu öfkeyi "sözde liberal ve demokratik eyaletler" diyerek dile getirdiğinde, (bu tavrının temel sebebi Kuzey'i anti-liberal ya da anti-demokratik bulması olmasa da) muhtemelen büyük oranda ciddiydi, "j'ai en horreur la liberté'"* diye eklediğinde, aslında hem kendisiyle hem de karşısındakiyle dalga geçiyordu. Ancak Proudhon'un içinde, fakirliğe ve ezilmişliğe karşı duyduğu kini açığa vurduğu anlarda dile getirdiği devrimci fikirlerle, kendini eğitmiş bir köylünün burjuva itibarına tutkusu arasında çok derin ve çözümsüz bir çelişki vardı. Teoride, kilise ve devleti, otorite ve mülkiyeti reddediyor olabilirdi. Ancak, ailenin kutsallığına zarar verecek her şey öfkesini uyandırıyordu. Bu, iç çelişkisinin en grotesk hali ve uç noktasıydı. Kariyerini (ve ününü) mülkiyet hırsızhktır diyerek başlatmış olan bu adam, miras içinde yer alan mülkiyeti devlete aktarmak suretiyle aile birliğine zarar verdiği gerekçesiyle miras üzerindeki vergiyi kınayarak sonlandırdı kariyerini.

    2 Proudhon, Textes choisis, par Alexandre Marc.

    3 M adeleine Amoudruz, Proudhon et l’Europe.

    4 Özgürlükten korkuyorum. - ç.n.

    3 2 Devrim Okumaları Proudhon: Sosyalizm in Robinson C n isoe’su 33

    Hegel'in tez-antitez öğretisinin Proudhon'un fikirleri üzerindeki etkisi, sıkça tartışma konusu olmuştur. Döneminin hiçbir düşünürü Flegel'den kaçamamıştır. Bakunin'in Hegel diyalektiğinin esrarını, sönmek üzere olan ateşin korlarına nazır, bütün bir gece boyunca Proudhon'a nasıl anlattığına dair hoş bir hikâye anlatır Herzen. Hatta Proudhon, en güvenilir iktisadi ilkelerin dahi, nihayetinde eşitlik amacına ulaşılmasını sağlayacak olsalar da, en kötü sonuçlara gebe olduklarını gösterdiği Système des contradictions économiques ou philosophie de la misère (İktisadi Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi) başlığıyla, uzun ve karmaşık bir çalışma kaleme almıştır. Ancak bu kitaba La Misère de la philosophie (Felsefenin Sefaleti) başlığıyla öfkeli bir tonda yanıt veren Marx, Proudhon'un Hegel'i hiç anlamadığını iddia ederken muhtemelen haklıydı. Diyalektiğe bu yüzeysel dalış Proudhon'a, paradoks tutkusunun üzerini örtmek için bir nevi saygınlık pelerini sağlamıştı sadece; daha fazlasını değil.

    Bununla birlikte, Proudhon'un iç çelişkisinde, onu, içinde yaşadığı dönemin getirdiği hızlı değişimin karşısına yerleştirmiş olan editörlerin ve eleştirmenlerin, maalesef büyük bir çoğunluğunun, gözden kaçırdıkları bir başka nokta daha vardır. "Yirmi beş yıllık bir sürenin sonunda hala önceki yazdıklarıyla tutarlıymış gibi davranan yazara güvenmem" diye yazmıştı Proudhon, ve bu iddia, tarihin kırılma noktası olan 1848'den itibaren kariyeri sönümlenen nesil (Proudhon 1809-1865 arasında yaşamıştır) için de tartışmasız olarak geçerliydi. Bir yazar olarak ilk üretken çağını, 1840'ların cömert devrimci heyecanının içinde geçirdi- bugün ciddiye almanın zor göründüğü çok basit, çok asil ve çok ütopik fikirlerin üretildiği bir çağ idi bu; yüzyılın geri kalanını şekillendirecek siyasal düşüncelerin tohumlarının ekildiği bir çağ. Proudhon'un düşüncesinde yıkıcı ve radikal ne varsa bu verimli tarlada yeşerdi. "Desrtuam et Aedificabo" ilk çalışmalarından birinin girişine yazdığı sloganıydı. O da Bakunin gibi, "yıkma tutkusu aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur" sözlerine sahip çıkmış olsaydı, onun söz konusu dönemdeki tutumunu da betimleyen bir anlatım olurdu bu.

    1840'ların hayalperestleri için 1848, acı bir düş kırıklığı oldu. Toplumsal eşitlik çağının ve tüm insanlığın kardeşliğine giden yolun öncüsü kabul edilen ve Fransız Devrimi'nin yarım bıraktığı işi tamamlaması beklenen o muazzam ayaklanma, kendi halinden memnun burjuvazinin ve onun temsilcisi meclisin onayıyla hareket

  • eden Cavaignac'nm işçileri vurmasıyla, devrimin başkentinde sona ermişti. Orta sınıfla işçiler, burjuva demokrasisiyle "sosyal demokrasi", namı diğer komünizm, arasında koca bir yarık oluşmuştu. Bu, 1848'den çıkarılacak dersü. Marx, kaçınılmaz sonuçların altını çizerek "proletarya diktatörlüğü" ile "sürekli devrim" tezlerini geliştirdi. Proletarya arlık meseleyi tümden eline almalı ve burjuvazinin eksik bıraktığı devrimi nihayete erdirmeliydi. Bu tarihten itibaren burjuvazi, devrimcilerin en kötü hakaretlerinin hedefi haline geldi. Burjuva demokrasisine karşı yapılan ayaklanma, 1848 ve sonrasında gerçekleşen hayal kırıklığına bağlı olarak, Fransız sendikalisi hareketinin siyaset karşıtı eğilimini elli yıl sonra dahi beslemeye devam edecekti.

    1848'e karşı tepkisi, gençlik yıllarındaki ütopyacı idealizmi ile iç içe geçerek Proudhon'un sonraki tüm olumsuz görüşlerini yönlendirdi. Marx gibi O da, şiddetle burjuva demokrasisine karşı bir duruş geliştirdi ve burjuva demokrasisi liderlerinin -l,o- uis Blanc, Ledru-Rollin ve diğerlerinin - sürgüne gönderilmesi için var gücüyle uğraştı. "Demokrasi" diye yazar La Solution du problème social (Toplumsal Sorunun Çözümü -çn) adlı çalışmasında, "kendi yönetici sınıfını (son patricial) vasatlardan oluşturur." Daha sonraki yazılarında sayfalarca, "insanlara yalan söyletmenin en kesin yolu" olarak tanımladığı evrensel oy hakkına karşı tezlere- ya da katıksız küfürlere - rastlamak mümkündür. Les Confessions d'un révolutionnaire’à e n (Bir Devrimcinin İürafları-çn) bir alıntı, Proudhon'un bildiğimiz Marksist tezi tekrarladığını göstermekle;

    İnsanlar, eşitlikçi olmayan bir düzende, birinin diğerine tabi olduğu sınıflara bölünmüşken ve köleliğe ya da nefrete oy vermeleri beklenirken, iktidar tarafından baskı altında tutulan bu insanlar, fikirlerini ifade edebilmekten acizken ve sahip oldukları tek hak da üç ya da dört yılda bir başkanlannı ve vergi koyucularını seçmekten ibaret bir hak iken; nasıl olur da evrensel seçme hakkının insanların gerçek düşüncelerim yansıtması beklenir?

    Tüm bunlara rağmen Marx, Proudhon'u küçük burjuva olarak tanımlarken haklıydı; gerçekten de küçük burjuvazinin proletaryaya karşı duyduğu korku ve hor görme onda vardı (burada, Nasyonal Sosyalizmin ideolojik temellerini hatırlamak önemli görünüyor). Saint Simon'un "la classe la plus nombreuse et la plus pauvre" 5formülasyonunu alarak, söz konusu sınıfı, "içinde bulunduğu yok-

    5 En kalabalık ve yoksul sınıf-çn.

    34 Devrim Okumaları Proudhon: Sosyalizm in Robinson C n ıso e’su 35

    sulluk yüzünden, en nankör, en kıskanç, en ahlaksız ve en korkak" sınıf ilan etti; daha sonra da proletaryanın, hükümdannın göbeğini ve şanım büyütmekten başka bir işe yaramayan işlerde çalışmaktan, aç kalmaktan ve sürekli hizmet etmekten duyduğu hoşnutluğun ne kadar aptalca olduğundan bah.sedecekti.

    Bu yüzden 1848'in ardından Proudhon, Marx'in sahip ol- duğu proletaryanın devrimin taşıyıcısı olacağı yönündeki ideolojiye geçiş şansına sahip olamadı. Proudhon; partisi, sınıfı, inancı olmayan bir devrimci, hatta Troçki'nin ona verdiği isimle "Sosyalizmin Robinson Crusoe'su" haline geldi ve bu durum mizacındaki tutarsız bireyciliği daha da yoğunlaştırdı. Proudhoun'un geçirdiği türden bir gelişim en iyi Rus devrimcileri Herzen ve Bakunin'de takip edilebilir. 1850'lerde Herzen'e yazdığı ilginç mektuplarda bu durum gözlenir. Onun gibi. Herzen de proletaryaya yönelik bir güven geliştirmeksizin, Bah demokrasisine olan inancını yitirmişti ve 1855'ten sonra umutlarını - ki, aslında kısa vadeli umutlardı bunlar- genç Çar II. Alexander'ın liberal özlemlerine bağlamışh. Bu arada Bakunin, bir Rus hapishanesinden, I. Nicholas'a ünlü İtiraflar'mı yazmış ve Sibirya'da, vali Muraviev'in şahsında gerçekleşecek aydınlanmış bir despotizm olasılığı üzerine kafa yormaya başlamıştı. Proudhon'un da aynı yolu izlemiş olmasının tamamen bir tesadüf olması çok düşük bir ihtimaldir. Yeni yayımlanan Rolland'a yazdığı mektuplarından birinde uzun uzadıya bahsettiği. Meşruiyetçilerle kurduğu bir temas bu duruma ilişkin adil ve masum bir açıklamaya olanak veriyor. Yalnız 2 Aralık 1851 darbesini, bir toplumsal devrim olarak görüp, oldukça içten bir heyecanla karşılaması, Başkan- Prens'in yeniden canlandırılması için cumhuriyetçilere ve sosyalistlere başvurması ve sonrasında İkinci İmparatorluk'la flört etmeye başlaması -- ki bu son durum Proudhon'un ahşılmış ağzı bozuk dönemlerinden biriyle noktalanacaktır - kolayca göz ardı eilebilecek türden değildi. Daha güzel bir dünya hayaliyle yaşarken, hem o güzel dünyaya nasıl dâhil olacaklarıyla hem de o dünyanın muhtemel sakinleriyle ilgili düşlerinden 1848'de uyanan 1840'ların bu siyasi romanükleri, hayallerine yeniden ulaşma yolunda sürüden ayrılıp tuhaf yollara saphlar.

    Anarşizm gibi eksik bırakılmış bir şeyin dahi bir öğreti olduğu -bir program değil, bir toplum eleştirisi olduğu söylenir genelde* ve Proudhon gibi en fazla pul kırıcı bir radikalin bir öğreti geliştirebileceği kabul edilirse, o zaman denilebilir ki Proudhon, siyasal

  • bir doktrin olarak anarşizmi işte bu şartlar altında geliştirmiştir. Anarşizm teorisinde Proudhon'un atası William Godwin'dir; pratikte ise Proudhon'a, kendisinden sadece birkaç yaş büyük olan ve misyonerlik kariyerine çok küçük bir yaşta başlamış Magdeburg'lu gezgin terzi Wilhelm Weitling öncülük etmiştir. Ancak anarşizmi, sahip olduğu yere kavuşturan ve onun 19. yüzyıl düşüncesine etki etmesini ilk sağlayan Proudhon oldu; kuruculardan biri olarak sayabileceğimiz Bakunin de önceliği centilmence Proudhon'a vermişti zaten. Proudhon ve Bakunin devrime 'kendinde iyi' (vurgu çevirmene ait) olarak bakan kişiler olarak yan yana durmaktaydılar (bununla birlikte Proudhon, her şeye yaklaşımında olduğu gibi, kimi zaman devrimi de itham etmiştir) ve belki de kendilerini yetersiz hissettiklerinden, amaçlarına kesin bir tanımlama getirmediler. Bu bağlamda öğreti işinin, devrimci güçlere ilham olacak ve onları hareketlendirecek (doğru ya da yanlış) uygun bir mit bulmak olduğunu söyleyen sendikalist Sorel, bu ikilinin halefi sayılabilir.

    Proudhon'un kendisiyle olan çelişkilerine, çalışmalarının köklerinin dayandığı memnuniyetsizliğe ve hayal kırıklıklarına dair söylenen onca şeye rağmen - ki söylenenlerin çoğu doğrudur- kendi çağdaşlan ve gelecek nesiller üzerinde yarattığı büyük etki, düşüncelerindeki canlılığı ve samimiyeti kanıtlıyor. O, 19. yüzyıl siyasi düşünürlerine ve siyasi program yazarlarına, hırsla bitirip tükettikleri ve acilen ihtiyaç duydukları bir şey verdi. Proudhon'un, tüm o bilindik inatçılığı ve kendisinde ender görülen bir tutarlılıkla tekrar tekrar dönüp üzerinde çalışüğı iki sabit konu vardır. Şeytani prensiplerin sonucu olduklarına inandığı için reddettiği devlet ve siyasal iktidar ile toplumsal ve ulusal gruplar için ortak bir örgütlenme şekli olarak (tam olarak neyi kastettiği bilinmemekle birlikte) "federalizm" savunusu.

    Siyasal iktidar kavramının şeytani bir unsur olarak tanımı, insanın günahkâr doğasının Hıristiyan geleneğindeki köklerine kadar gider; devletin kurulmasından önce ilkel bir mutluluk çağının yaşanmış olduğuna dair duyulan inanç, Rousseau'dan Engels'e kadar birçok düşünür arasında yaygındır. Ancak, ilk olarak Proudhon tarafından içerik kazandırılan 19. yüzyıl anarşizmi, geçmiş ya da gelecekteki bir altın çağ hayalinden ibaret değildir. Devlet karşıtı, gerekirse onu zor yoluyla yok etmeyi amaçlayan bir ayaklanmaya duyulan güvendir anarşizm. Proudhon 1847'de 'İa République,

    3 6 Devrim OkumalarıProudhon: Sosyalizmin Robinson C nısoe’su 37

    anarchie positive"^ talebinde bulunur ve hayatının son yılında anarşiyi daha çok, tüm özgürlüklerin garanti altına alınması için ve düzenin devamlıhğının sağlanması için gelişmiş bir bilim ve adalet duygusunun şekillendireceği kişisel vicdan ve kamu vicdanının yeterli olacağı, polis kurumlannın, baskı araçlarının, bürokrasinin, vergilendirmenin ve benzeri her şeyin görüntüden ibaret kalacağı bir yönetim şekli ya da yapı olarak tanımlar.

    Proudhon'un bu tarihlerde kaleme aldığı çalışmalar devlete yönelik suçlamalarla doludur. "İnsanların anayasayla susturulması, kendi dıAşüncelerine ve inisiyatiflerine yasal olarak yabancılaşmalarıdır." "İçinde zekâ barındırmayan, tutku barındırmayan, ahlak barındırmayan, hayali bir varlıktır devlet" ve "beni yönetmek için ellerini üzerime koyan her kimse gaspçıdır, tirandır." Proudhon, tüm bu"ölüm cül derecede güçlü devlet teori"lerini toptan reddeder. Peki ya devletin geçersiz kılındığı alana, onun yerine ne konulacaktır? Proudhon'un bu soruya iki yanıh vardır. İlki, tuhaf bir dahi olan Saint-Simon'dan aldığı ilhamla verdiği cevaptır. Bu, anarşist olmayan ancak devlet kontrolünün (üretim ve dağıtım sürecini kastederek) "les industriels" ile gerçekleştirilebileceğine inanan, ekonomik güçle siyasi iktidarin elde edilebileceğini ve "hüküm et"in yerini "yönetim "in alacağını öngören - eski moda tabirle- bir teknokrattır. Saint-Simon'un kendisi tarafından dile getirilmiş olmasa da, takipçileri devletin "işçi birliği" haline geleceğini öngörürler. August Comte'un, 14.000 bankacı tarafından yönetileceğini öngördüğü, sürrealist "insan gezegeni" gibi, bu görüş de devletin nihai tasfiyesini öngörür, ki bu fikir hem Proudhon hem Engels, hem sendika- listler ve hem de Bolşevikler tarafından kabul edilmiştir. Proudhon, "karşılıklılık" esası üzerine kurulacak, ücret talep etmeyen türden bir kredi bankası programı geliştirerek yeni umutlar yeşertmeye çalışmıştı ama bu çalışma ne çağdaşları ne de sonraki takipçileri tarafından ciddiye alındı. Ancak Proudhon'un, bu çalışmasıyla ilk mali reformistlerden biri olduğu gerçeğinin hakkı teslim edilmeli.

    Proudhon'un ikinci yanıtı, kendisi hayattayken yayımlanan Dm principe fédérateur et de la nécessité de reconstituer le parti de la Révolution (Birleştirici İlke ve Devrimci Parti'nin Yeniden İnşasının Gerekliliği) adını verdiği son çalışmasında yazdığı üzere, egemenliğin "komün" de olacağıydı - "kom ün"; Proudhon'un gözünde, aile gibi doğal bir temele sahip yerel bir birlikti- . Bu birlik, kendisini

    6 Cumhuriyet, pozitif anarşi-çn.

  • yönetecek, kendisi vergi koyacak ve hatta kendi yasasını kendisi yapacaktı. Eğer Dr. Thomson, Fransa'da Demokrasi adh kitabında, Fransa'nın politik ülküsünü "anarşizme eşit değerde bir aşırı bireycilikten, bireylerin iradelerinin toplamından başka bir şey olmayan küçük ve güçlü insan topluluklarına riayet etmeye kadar geniş bir yelpaze" olarak betimlerken haklı ise, Proudhon Fransız siyasi ülküsünün somutlaşmış haliydi.

    Paris Komünü, Proudhon'un fikirlerine ve terminolojisine yansıdı ve anarşistler de küçük topluluk geleneğine bağlı kaldılar. Bakunin, Rusya köylü devrimi bağlamında, Kropotkin ise Ortaçağ'ın köy toplulukları çerçevesinde kurdu anarşizmi. Böylece anarşizm, endüstriyel çağın kitle medeniyetlerine karşı protesto olarak gelişti. Gücünü, büyük ölçekli endüstrinin henüz yutamadığı taşra zanaatkarlarından aldı -İtalya'da, Fransa'da, hepsinden önce İspanya'da böyleydi bu. Birinci Enternasyonal'de Latin ülkelerinden gelen Proudhoncu ya da Bakuninci delegeler vardı, bir de Marx'm tarafında olan çıkıntılar. Bütüne bakıldığında Marx ve Marksistler anarşizmi ve "anarko-sendikalizmi" aşağılık bir küçük burjuva etiketi olarak damgalamakta haklıydılar.

    Eğer komün, Proudhon'un merkezi devlete karşı geliştirdiği itirazın ağırlığına dayanabilirse, bu aynı zamanda onun diğer ilkesine, federalizme giden yolun kapılarını da açar, diye öngörülmekteydi. Proudhon, 20. yüzyılın federasyonların çağı olacağını düşünüyordu. Federasyonla tam olarak neyi kastettiği hala belirsizdir. Bakunin "komünlerin özgür federasyonu" nu siyasal bir örgütün yasal şekli olarak ele alır örneğin. Proudhon, o bildik tutarsızlığıyla, dönemin mevcut devletini başlangıç noktası olarak almış ve konuya, dönemin uluslararası ilişkileri açısından yaklaşmıştır. Ancak zorluklardan birinin, mevcut devletler arasındaki eşitsizlik olduğunu fark etmiş ve bunun da federalizm prensibiyle, yani "egemenlik ve yöneümin yetkisinin tek bir devlet elinde toplanması yerine sınırlar içinde bölünmesi" ile aşılabileceğini düşünmüştür. Ona göre federalizm, her iki anlamda da, politikasının "başlangıcı ve sonu"dur.Burada, Proudhon'un şiddetli tartışmalara konu olan ulus ve ulusçuluk konularına bakışı üzerine bir iki şey söylemek gerekli. Erken yaşlarında Michelet'nin ateşli vatanseverliğinden etkilenmişti. Ancak sonradan hem Michelet'nin kendisine hem de çalışmalarına karşı güçlü bir tepki geliştirdi ve dönemin moda savunusu olan

    3 8 Devrim Okumaları Proudhon: Sosyalizm in Robinson C rusoe’su 39

    ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve ulusların birlik ve bağımsızlık haklarını reddetti. "Ulusal birliklerin yeniden yapılanmasıyla ilgili çok konuşanlar" diye yazar keskin bir dille "bireysel haklara dair çok az şey bilirler." Amerikan İç Savaşı sırasında Kuzey'in karşısında Güney'i destekledi çünkü Güneyliler federalistlerdi ve diğerlerinden ayrılıp kendi içlerinde bir Birlik kurmanın yollarını arıyorlardı. Proudhon'un, Polonya'nın özgürlüğüne ve İtalyan birliğinin oluşturulmasına karşı olumsuz tavrı onu dönemin önde gelen düşünürlerinden ayırıyordu. Polonya her zaman "aristokrasilerin en yozlaşmışı ve devletlerin en disiplinsiziydi" idi; ihtiyacı olan şey ise "devletle birlikte ulusun tüm ayrıcalıklarını, tekrar oluşma koşullarıyla birlikte, ortadan kaldıracak radikal bir devrim"di. "İtalya'nın Cavourlar, Victor-Emmanueller, Bonapartlar, Saint-Simonlar, Yahu- diler, Garibaldiler ve Mazziniler tarafından gerçekleştirilen kurtuluşu" gibi, bu da "çirkin bir mistifika.syon"dan başka bir şey değildir (tipik bir Proudhon aforozu daha). Proudhon 1861'de kaleme aldığı yazısında, Herzen'le şu konuda köprüleri atar:

    Hem aşağılık heriflerin hem de dürüst adamların bu kadar çok saçmalamasına neden olan ulusallık kavramına karşı hissettiğim bu güvensizlik ve küçümsemenin, Fransız egoizmine sahip olmamdan, özgürlüğe karşı düşmanlık beslememden ya da PolonyalIlarla İtalyanları küçük görmemden kaynaklandığım mı sanıyorsun? Tanrı aşkına sevgili Bell ("Çan"; Herzen'in yayımladığı bültenin adı), bu kadar hassas olma. Aksi halde, altı ay önce arkadaşın Garibaldi’ye söylediğimi sana da söylemek zorunda kalacağım: büyük bir kalbin var ama aklın yok... Gerileme evresinin en dibindeki ulusçuluğun yeniden yapılandırılmasından bahsetmekten vazgeç artık. Zaten ıdusçuluğun şu anki durumu da dalavereci partilerin, dikkatleri toplumsal devrimden uzaklaştırmak için kullandıklan bir oyuncak olmaktan öteye gidememekte.

    Aslında Herzen'in yönelttiği "Fransız egoizmi" suçlamasını toptan reddetmek çok da kolay değil. İlkelerin kendileri değilse de Proudhon'un bu ilkeleri tatbiki sürekli değişmekteydi ve dolayısıyla federalizm ilkesiyle neyi kastettiği de oldukça şüpheliydi. Proudhon'un vatanseverliği birçok Fransızınki kadar büyüktü; yaşamının son anlarına kadar hep bir "Franc-Com te"li olduğunu anımsamak ve bunu tüm dünyaya anımsatmak istedi. Ancak Proudhon'un, Fransa'nın egemenliğini federal bir yapıya uygun olarak bölüştürme gibi bir önerisi hiç olmadı. Tersine bazen - Brüksel'de sürgündeyken kaldığı evin Belçikalı sahibi de dâhil ol

  • mak üzere- yabancıları rahatsı/, odi'cvk tioıvccde özgür bir biçimde, Fransa ile çevresindeki küçük komşuları ¡ırasında kurulacak bir federasyonun avantajlarından söz ederdi. İtnlynn birliğinin korunması ve Avusturya-Macaristan'da bir federasyon kurulması yönündeki arzuları, Fransa'nın ulusal çıkarlarıyla ve kendi tezinin objektifliğine duyduğu aşırı güvene ilham veren ulusçu Fransız önyargılarıyla tam bir uyum içindeydi.

    Polonya meselesi biraz daha karmaşıktır. Bir kere Proudhon'un, bağımsız bir Polonya'nın olası toplumsal bir devrimi engelleyeceğine samimiyetle inandığından şüphe etmek adil olmaz. "Polonya'nın, Katolikliğinden ve aristokrasisinden başka dünyaya önerecek bir şeyi yoktur." Alman birliğinin tehdit altında olduğunu göremeden öldüğü için, Rusya'nın gelecekte Fransa'nın müttefiki rolüne gireceğini öngörmesi de düşük bir ihtimaldi. Ancak Rusya'ya, muhtemelen otokrasiye meyilli oluşundan ya da demokratik liberalizme karşı hissettiği düşmanlıkla açıklanabilecek, anlamsız bir sempati besliyordu.

    Proudhon'un savaşa methiye düzdüğü, federalizm ilkesini anlatırken kendini zorla dayatan ulusçuluğu sürekli okuyucunun karşısına çıkardığı La Guerre et la paix (Savaş ve Barış -çn) adlı çalışması bir delilik hali ya da kafa karışıklığı ürünü olarak mazur gösterilmek istenebilir. Teoride, sadakati kendi Franche-Comte'u ile sınırlı olması gereken bir devlet düşmanı olarak bile Proudhon, iyi bir Fransız vatanseveriydi. 'Süreklileşmiş enternasyonal sosyalist [politikanın] (vurgu çevirmene ait) imkânsız olduğunu gösterecek. Batı Avrupa'daki ilk sosyalistlerden biriydi. Marx, I. Enternasyonal'de İngiliz sendikacıların ulusçu önyargılarından ve Fransız Proudhon- culardan dert yanıyordu; Lassalle ise Almanya'da, Alman nasyonal sosyalizminin temellerini çoktan atmıştı. "Özgürlüğe ve Vatana (la Patrie)" diye yazmıştı Proudhon "tüm sadakatim, umudum ve tutkumla bağlıyım"; "la patrie, patrie française, patrie de la liberté" adında, çeviriye kurban edilmemesi gereken bir şarkısı vardır ki, Proudhon'un nasıl olur da, Fransa'nın hem aşırı sağından hem de aşın solundan hayranlar edindiğini açıklamaya yeter:

    Commence ta nouvelle vie, ô la première des immortalles; montre-toi dans ta beauté, Vénus Uranie; répands tes parfums, fleur de l'humanité!

    Et l ’humanité sera rajeunie, et son unité sera créée par toi: car l'unité du genre humain, c ’est l ’unité de ma patrie; comme l’esprit du genre

    4 0 Devrim Okıımalnn

    humain n'est que l'esprit de ma patrie.Bu sözlerin Louis Napoleon'un İkinci Cumhuriyet'i ortadan

    kaldırdığı hükümet darbesini kutlamak için yazıldığı fikri oldukça mantıkhdır.

    Proudhon'un ne kadar etkili olduğunu tayin edebilmek, en az düşüncesinin içeriğini betimleyebilmek kadar zor. Sürekli düşünce üretti, çoğu özgündü; kimisi aptalcaydı, kimisi inanılmaz derecede