150 - somuncu baba dergisi · 2017. 1. 5. · ,cotton textile industry, crafts and some other...
Post on 08-Feb-2021
0 Views
Preview:
TRANSCRIPT
-
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
NİSA
N 2013
150
150
Dergisi Hediyesi...
N İ S A N 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
GüzellerinEn Güzeli4618 Tokat Bir Bağ İçinde!
-
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
YEŞİLLİKLER YURDU: TOKAT
As Evliya Chelebi (an Ottoman Turkish traveler) mentioned in detail in his book: “Vineyards, orchards and plains of Tokat have become the staging area and food storehouse of the Ottoman Army. Coppersmith, sericulture ,cotton textile industry, crafts and some other industries have developed. The commercial buildings and the bazaars have become as good as the ones in Bağdat, Bursa and Halep.” The districts Almus, Artova, Başçiflik, Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, and Zile are like a necklace and seen as the jewels of Tokat. The university named as Gazi Osman Paşa, which also perpetuates the name of the commander Gazi Osman Paşa, remarkably contributes to the cultural identity of the city. In recent years, the president of the board of trustee H. Hamidettin Ateş Efendi visited Niksar in Tokat and also visited the tomb of one of the spiritual leaders Hacı Ahmet Niksari. There, he had a project and technical assistance team for the landscaping of the tomb and its environment organized. As a result of the negotiations, lanscaping works have been being done by Niksar Municipality and via the support of our foundation.
HOME OF THE GREENS: TOKAT
Yeşillikleriyle ünlü ilimiz Tokat; geniş ve sulak vadilerle bunlar arasındaki geçitlerden oluşan bere-
ketli alanların orta yerinde bulunmaktadır. Selçuklu Türklerinin Anadolu’da kurduğu, özü güzellik ve
sabır olan bu uygarlığın kültür, sanat, mimarlık, bayındırlık eserleri ile Tokat’ta hemen yüz yüze geli-
nir. 14. yüzyıl sonunda Osmanlı egemenliğine giren Tokat, yükselme döneminde bölgenin tarım ve sa-
nayi merkezlerinden biri olmuştur. Evliya Çelebi’nin uzun uzun anlattığı gibi “Tokat’ın bağ, bahçe ve
ovaları Osmanlı Ordularının konaklama ve gıda ambarı olmuş, bakırcılık, ipekçilik, pamuklu dokuma
ile çeşitli sanayi ve el sanatları gelişmiş, iş hanları ve çarşıları Bağdat, Bursa ve Halep’tekiler ile kıyas-
lanır olmuştur.” ifadeleri bunun kanıtıdır.
Yüzyıllardır bozulmadan günümüze ulaşan gelenek ve görenekleri, yemek ve giyim kültürü, folklo-
rik değerleri, bakırcılık, yazmacılık, halı kilim ve kumaş dokumacılığı günümüzde de aynı disiplin ve
aynı hevesle yapıla gelmektedir. Günümüzde yeni bir teknoloji ve şehir kültürünün hızla gelişmiş oldu-
ğu çağımızda, ilimizde hala Orta Asya kültürünün gelenek ve göreneklerinin bozulmadan devam edi-
yor olması önemli bir olgudur. Düğün geleneği, oda oyunları, maniler, orta oyunları, batıl inançlar, sos-
yal ve toplumsal dirliğin ayakta kalmasını sağlayan ahlakî ve insanî âdetler hala sosyal hayatımıza yön
vermektedir.
Almus, Artova, Başçiflik, Erbaa, Niksar, Pazar, Reşadiye, Sulusaray, Turhal, Yeşilyurt, Zile ilçeleri
bir gerdanlık gibi Tokat’ın güzellikler ziynetidir. Gazi Osman Paşa’nın ismini yaşatan üniversite şeh-
rin kültürel kimliğine fevkalade büyük bir katkıdır. Geçtiğimiz yıllarda Tokat iline ve özellikle Niksar
ilçesine bir ziyarette bununa Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız. H. Hamidettin Ateş Efendi, Niksar’da
bulanan maneviyat önderlerinden Hacı Ahmet Niksarî Hazretlerinin kabri şerifinin ve çevre düzenle-
mesinin yapılması için proje ve teknik yardım ekibi hazırlatmıştır. Görüşmeler neticesinde Niksar Be-
lediyesince bu ihya hizmeti vakfımızın destekleriyle gerçekleşmektedir.
Kıymetli Dostlar! Yolunuz bir gün Tokat’a düşerse; nefes darlığı çekenlere bir şifa kaynağı olan
Ballıca Mağarasını gitmeden, Gökmedrese, Latifoğlu Konağı, Taşhan, Ali Paşa Camii ve Hamamını,
Meydan Camiini, Hıdırlık Köprüsünü görmeden, tahta baskı yazma almadan, Tokat yemeklerinden,
özellikle Tokat kebabından yemeden, Vakfımızın Kurucusu Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin çok
beğendiği ve içilmesini tavsiye ettiği dünyaca ünlü Niksar Ayvaz Suyunu kaynağından içmeden, dön-
meyin. Somuncu Baba’ya gönül veren dostlara selâm ile…
-
3
24
40 50 62
PEYGAMBERİMİ SEVERİM - Bekir OĞUZBAŞARAN (9)
EHL-İ AŞKIN YOL HARİTASI - Hüseyin ALPSOY (10)
MUHYÎ VE MÜMÎT - Ramazan ALTINTAŞ (14)
SUDAKİ AY GİBİ GÖNLÜME DÜŞTÜN - Mürsel GÜNDOĞDU (17)
KUTLU BİR GÜN - Bilal KEMİKLİ (22)
PENCERE - Celalettin KURT (29)
SOHBET YOLUNDA - Musa TEKTAŞ (30)
NEYLEYİM? - Mustafa AKGÜN (35)
PEYGAMBERİMİZ VE GENÇLER - Mehmet DERE (36)
GÜZELLERİN EN GÜZELİ – Cihan OKUYUCU (46)
GÜRÜLTÜ ve PSİKOHİJYEN - Rukiye KARAKÖSE (54)
MEDENİYETİMİZİN NURU MUKADDES GELENEKLER - İsmail ÇOLAK (58)
BİLAL B. RABÂH (r.a) - Bünyamin ERUL (61)
HİLYE-İ HÂKÂNÎ - Vedat Ali TOK (66)
DURUP O’NA DÖNMELİYİM - Hatice EĞİLMEZ KAYA (69)
SULTAN ABDÜLAZİZ - Resul KESENCELİ (70)
ASHAB-I BEDİR - Muharrem AKIN (74)
ÜMMET BİLİNCİ - Enbiya YILDIRIM (76)
TOKAT GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (79)
SİVİLCE HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR - Akın DİNDAR (84)
DEREOTU - Şifalı Bitkiler (86)
GÖNÜLDEN İKRAMLAR - Mesude SARI (87)
HAYATI DA ÖLÜMÜ DE GÜZEL PEYGAMBER!
MUSTAFA HAKİ EFENDİ (K.S.)
İSLÂM MİRAS HUKUKUNDA KADIN
20. YÜZYILDA
‘VAHDET’ NEŞVESİYLE PARLAYAN BİR SİLSİLE
TOKAT BİR BAĞ İÇİNDE!
NEFSİ KINAMA GELENEĞİ OLARAK
MELÂMET
06Allah güzeldir, güzel olanı sever.”1 diyen bir peygamberimiz var. Gerçekten O, iyi ve güzel olan, iyilik ve güzellik yapanları seven Rabbimizin kulu ve seçkin peygamberi olarak hep iyi oldu, iyilikler yaptı, iyi insanlar yetiştirdi.
Şiranlı (ikamet yerine nispetle Çorumlu) Şeyh Hacı Mustafa (k.s.) Hazretlerinin halîfesi olan Mustafa Hakî Tokadî1, Nakşıbendî silsilemizde otuzdördüncüdür. Yüz yılın müceddidi olup bu kitabı tertip eden âcizin pederidir.
İslâm’dan önce Araplar kız çocuklarına mirastan hisse vermezlerdi. Miras erkek çocuklara kalırdı. Bunun dışında birisine veya başka bir yakınına mal bırakmak istenen kimseler vasiyette bulunurlardı.
‘Varlığın birliği’ şeklinde anlaşılan ‘Vahdet-i Vücûd’ düşüncesi Anadolu’da meşhur sûfî İbnü’l-Arabî ve talebesi Sadreddin Konevî ile büyük yankı bulmuş bir düşünce sistemidir.
Etrafı dağlarla çevrili Tokat, eteklerini toplayıp gül bahçesine oturan bir güzeller güzelidir Karadeniz yollarında. Dağlar ve tepeler uzaktan uzağa şehrin üzerine gülümser...
Zühd hayatı Müslümanlar arasında ortaya çıkıp yayıldıktan sonra bazı davranış biçimleri ve şekilleri de beraberinde geldi. Tasavvuf tarihinde buna “âdâb ve erkân” adı verilmektedir.
18Ali AKPINAR
H. İbrahim ŞİMŞEK Fatih ÇINAR
Meryem Aybike SİNANKadir ÖZKÖSE
Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 505 921 18 06İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 535 518 47 23
Karabük 0 542 240 67 63Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 222 48 46Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74
Abdullah KAHRAMAN
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 150 Nisan 2013Basım Tarihi: 01 Nisan 2013
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - bilgi@somuncubaba.net
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
-
55Nisan 20134
Âfitâb-ı hüsnüne hayrân olan gönlüm şehâ Âfitâb-ı pertev-i hüsnünle oldu âfitâb
Zülfünü yüzden götür esrâr-ı hattı zâhir etÂyet-i hüsnünü uşşâka okut çekme nikâb
Gamzene gaddâr demiş cevre tahammül kılmayanCevr odur kim tîğ-ı gamzenden cüdâ çeke azâb
Mest midir la’lden öz lebine şarâbın mestleri Mest-i gül-fâm-i lebinden özgeden içmez şarâb
Mest ü ser-gerdânlığım sanma şarâb-ı gayr ileNergis-i mest gözlerin kıldı beni mest-i harâb
Ey Hulûsî ol melâhat mülkünün mahbûbuna Bağlanan görmez yarın haşr u neşir Yevmü’l-Hesâb
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
-
7Nisan 20136 7
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
HAYATI DA ÖLÜMÜ DE
PEYGAMBER!GÜZEL
Allah güzeldir, güzel olanı se-ver.”1 diyen bir peygamberimiz var. Gerçek-
ten O, iyi ve güzel olan, iyilik ve güzellik yapanları seven Rabbi-
mizin kulu ve seçkin peygamberi
olarak hep iyi oldu, iyilikler yap-
tı, iyi insanlar yetiştirdi. Yaratı-
lış itibarı ile dünya güzeli olan
Hz. Muhammed (s.a.v.), fizikî
güzelliğini hep korudu. Beslen-
mesine dikkat etti, vücudunun
hakkını gözetti, asla kilo almadı,
güzelliğinden hiçbir şey kaybet-
medi. Vefatında yakın dostu Hz.
Ebu Bekir’in dediği gibi “O, ha-
yatında da güzeldi, ölümünde de
güzeldi.”2
O iki dünyaya birden talip ol-
duğu gibi, iki güzelliğe birden
talipti. Sürekli okuduğu duala-
rında O, “Rabbimiz, bize dün-
yada iyilik güzellikler ihsan et;
ahrette de bize iyilik güzellikler
ihsan et.”3 derdi. Aynı şekilde o, aynaya bakarken okuduğu dua-
larında şöyle derdi:
“Elhamdülillâh. Allâhümme
kemâ hassente halkî fe hassin
hulukî. / Hamdolsun Allah’a,
Allah’ım yaradılışımı güzel kıldı-
ğın gibi ahlâkımı da güzelleştir.”4
O’nun bu dualarında maddî
güzellikle birlikte manevî güzelli-
ğe de önem verdiğini görmekteyiz.
O’nun bu özlü duasında şu husus-
lar dikkatimizi çekmektedir:
İslâm gösteriş ve şekilci bir
din değildir. Ne var ki O, şekil ve
görüntülerin güzel olmasına da
özen göstermiştir. Peygamberi-
miz bir hadislerinde bu konuya
şöyle açıklık getirmiştir: “Allah
kullarının mallarına, dış görü-
nüş ve şekillerine değil; onların
kalplerine, iç dünyalarına, ni-
yetlerine ve amellerine bakar.”5
Ancak bu anlayış, asla Müslü-
manın dış görünüşüne özen gös-
termeyen plansız, pasaklı, kir-
li ve düzensiz olduğu anlamına
gelmez. Zira Allah güzeldir, gü-
zeli sever. Zaten dış görünüş, iç
dünyanın aynasıdır. Onun için
kişinin fikri, zikrine, zikri de fik-
rine yansır. Bunun için “Dervi-
şin fikri neyse zikri de odur.” de-
nilmiştir. Bu söz, iç dünyanın
dış dünyaya yansıdığını ifade et-
mektedir.
Cihadda ve namazda kenet-
lenmiş bir yapı gibi saf bağla-
mak6, namazda her rüknü yerli
yerince şeklen de güzel yapmak
(=ta’dil-i erkân), kıyafetin te-
miz ve intizamlı olması, saç sa-
kalın bakımını yapıp taramak,
hayırlı-güzel işlere sağdan baş-
lamak, hayırlı yerlere sağ ayak-
la girip sol ayakla çıkmak,
sağından giyinip solundan çı-
karmak, sağ elle yemek, sol elle
sümkürmek ve taharetlenmek,
hacda hervele-ızdıba-remle
yapmak7, kabri kıbleye yöne-
lik ve düzgün kazmak vb. şey-
ler İslâm’ın üzerinde durduğu
şekil disiplini cümlesinden-
dir. Bizim ilmihâl kitaplarımız
özellikle bu şekil düzgünlüğü-
nü sağlayan esaslar/rukünler
üzerinde ayrıntılı dururlar. El-
bette bunlara takılıp kalmak,
bunlarla uğraşırken ibadetin
ruhunu ihmal etmek istenen
bir şey değildir. Ancak bu şeklî
kurallar, ruha ermenin bir aşa-
masıdır.
Aynanın karşısında durmak
da şekil ve görüntü güzelliği-
ni sağlamaya yöneliktir. Ayna-
ya bakarken Rabbimizin bize
lutfettiği bir büyük nimetle kar-
şı karşıya kalırız: Her şeyi yer-
li yerince monte edilmiş, birbi-
riyle uyumlu ve düzenli çalışan
vücut nimeti. Gözümüz kaşı-
mız, saçımız sakalımız, ağzımız
burnumuz ve diğer güzellikleri-
miz… Tüm özellik ve güzellikle-
riyle bize bakan bu nimeti görüp
sahibini hatırlamamak, O’na te-
şekkür etmemek ne mümkün!
İşte dua ederken bu vesile ile O
nimet sahibi yüce kudreti hatır-
lıyor, şükrümüzü O›na has kılı-
yor; saçımızı, başımızı düzelte-
rek şeklî düzensizliklerimize bir
son veriyoruz. Ama şeklî güzel-
liklerin yeterli olmadığını, şeklî
güzelliğin ahlâkî güzellikle bü-
tünleştiğinde bir anlam ifade
ettiğini düşünüyor ve duamızı
okuyoruz. Rabbimizden yaratılış
güzelliği yanında ahlâkî güzel-
liği de istiyoruz. Tabi ki O’ndan
istediğimiz ahlâkî güzellik ve
Kur’ânî hayat. Örnek insan Pey-
gamber (s.a.v.)’in ahlâkı olan
Kur’ân ahlâkı. Yoksa doğruluk-
dürüstlük gibi bir kaç kelime ile
sınırlanmış, yalnızca vicdan gü-
zelliği değil muradımız. Doğuş-
tan irade dışı olarak getirdik-
lerimizi değiştirmek mümkün
olmayabilir, ama huyumuzu de-
ğiştirebilir, ıslah edebiliriz. Bu-
nun için gayret etmeliyiz.
Aynada gördüğümüz şeklî
düzensizlikler gibi, Kur’ân ayna-
sına bakıp ahlâkî düzensizlikle-
ri de tespit edip, düzeltmek için
seferber olduğumuz an en güze-
li yakalamış olacağız ancak. Gü-
Beki
r SAR
I
-
Nisan 20138
zel ve yakışıklı olma konusun-
daki titizliğimizi, iman ve amelî
güzellikler için de gösterdiğimiz
zaman Yüce Allah’ın sevdiği gü-
zel insanlardan olabiliriz.
Elbette Peygamberimizin
güzellikleri fizikî güzellikler-
den ibaret değildi ve O yalnızca
fizikî güzelliklere özen göster-
mezdi. Ancak fizikî güzellikler
sahibini manevî güzelliklere ta-
şır, onlara hazırlar. İki güzellik,
birbirini tamamlayarak kemale
ulaştırır. Bu yüzden diyoruz ki
Hz. Peygamber (s.a.v.), son de-
rece düzenli ve disiplinli bir ha-
yatın adamı idi. O’nun izlediği
ve bizlere örnek sunduğu di-
siplin ve düzen, asla yapmacık
ve zorlama değildi. Son dere-
ce tabiî ve fıtrî idi. O’nun yeme-
si, içmesi, giyim kuşamı, hal ve
hareketleri belli bir düzen içe-
risindeydi. Rasgele ve başıboş,
anlamsız ve gayesiz davranışlar
O’nun hayatında yoktu.
Sözgelimi O, sağından giyi-
nirdi. Gömleğini giyerken önce
sağ kolunu, sonra sol kolunu
giyerdi. Çıkarırken önce solu-
nu çıkarır, sonra sağını çıkarır-
dı. Sağ eliyle yer içerdi. Evine,
mescidine sağ adımıyla girer,
sol adımı ile çıkardı. Abdest
alırken önce sağ kolunu sonra
sol kolunu yıkardı. Ayaklarını
yıkamaya da sağından başlar-
dı. Namazda önce sağ tarafına
sonra sol tarafına selam verirdi.
O’nun davranışlarında devam-
lılık ve düzen vardı. Ve O, bu di-
siplin ve prensipli anlayışını hiç
bozmadan sürdürdü.8 Günlük
beş vakit namazı, gece namazı
ve diğer mutad kıldığı nafile na-
mazları ve ibadetleri hep O’nun
ne kadar nizam insanı olduğu-
nun açık göstergesidirler. Ce-
maatle namaz kılarken safla-
rın düzenine büyük önem verir,
“Saflarınızı düzeltin ki kalple-
riniz düzelsin.” buyururdu. O, bu sözleriyle şeklî düzen ve gü-
zelliğin, manevî düzen ve güzel-
liği sağlayacağını söylüyordu.
Gerçekten de dış görünüşünü
düzeltemeyen kişilerin, iç dün-
yalarını düzeltmeleri çok daha
zor olacaktı.
Oğlu İbrahim, küçük yaşta
vefat etmiş, onu Medine kab-
ristanına defnederken, kabrin-
de küçük bir delik gördüğün-
de, o deliğin toprakla kapatılıp
düzeltilmesini istemişti. Ora-
da bulunanlar, sonuçta bura-
sı bir mezar, cesedi koyup üze-
rine toprak örtüp gideceğiz ey
Allah’ın Rasûlü, diyenlere şöy-
le diyerek her konuda esteti-
ğe önem verdiğini açıklıyordu:
“Sizden biriniz, bir iş yaptığı-
nız zaman, onu içe sinecek bi-
çimde yapsın! Çünkü öyle yap-
mak, musibete uğrayanın içini
yatıştırır. Gerçi, bunun ölüye
ne zararı, ne yaran olur; fa-
kat bu, dirinin gözünü aydın-
latır!”9 Nitekim O, “Allah sana-
tını en güzel şekilde icra eden
kulunu sever.”10 derken de aynı
noktaya temas ediyordu.
O, getirdiği din ile sesi, yü-
rüyüşü ölçülü ve düzenli kul-
lanmayı emrediyordu. Sesin
frekansını değil, kalitesini yük-
seltmeyi istiyor; Müslümanın
onurlu duruşu ve vakarlı yü-
rüyüşü ile örnek olmasını isti-
yordu. O’nun nizamında ikti-
sat/ölçülü olma yalnızca mâlî
harcamalarda değil, her alan-
da ölçülü/dengeli olmak esastı
ve O’nun şiarıydı. Şu ayetlerde
bunu görmemiz mümkündür:
“Yürüyüşünde tabii ol; sesi-
ni kıs. Seslerin en çirkini şüp-
hesiz merkeplerin sesidir.”11
“Yeryüzünde böbürlenerek
yürüme, çünkü sen ne yeri de-
lebilir ve ne de boyca dağlara
ulaşabilirsin.”12
“Rahman’ın kulları yeryü-
zünde mütevazı yürürler.”13
O halde ona yaraşır ümmet
olabilmek için, Rahman’ın has
kullarından olabilmek için içi-
miz ve dışımızla, özümüz ve sö-
zümüzle, duruşumuz ve yürü-
yüşümüzle intizamlı olmalı, bu
düzenliliği sürekli olarak ve ha-
yatımızın her alanına yansıta-
rak sürdürmeliyiz. Tüm güzel-
liklerin temsilcisi, denge insanı
Müslüman, Yüce Allah’ın rıza-
sını kazanma adına sergileye-
ceği güzelliklerle herkese örnek
olan insandır.
9
1 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 264.2 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 285-286.3 2/Bakara, 201.4 En-Nevevi, el-Ezkar, s, 270.5 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 395.6 “Doğrusu Allah, kendi uğrunda, kenetlenmiş bir duvar
gibi, sıra halinde savaşanları sever.” 61/Saf, 4.7 Tavafta ihramlı iken sağ omuzu açık bırakıp ilk üç
şavtta erkeklerin koşarak ve omuzlarını silkerek yürümeleri, sa’y yaparken ilk üç şavtta yeşil direk-ler arasında koşarak ilerlemek hep şeklî/sembolik şeylerdir. Haccın pek çok rüknü de semboliktir.
8 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VIII, 440-443.9 Asım Köksal, İslâm Tarihi, VII, 489-491 (İbn Sa’d, I,
142)10 Münavî, Feyzu’l-Kadîr, V, 355.11 31/ Lokman, 19.12 17/İsra, 37.13 25/Furkân, 63.
*Prof. Dr.
Dipnot
PEYGAMBERİMİ SEVERİM İçim dışım birdir benimPeygamberimi severimSamimiyettir madenimPeygamberimi severim
İster erkek, ister dişiSevdiği iledir kişiRengine boyanmak işiPeygamberimi severim
O’na lâyık olmasam daSünnetiyle dolmasam daİbâdetle solmasam daPeygamberimi severim
O’na varır bütün yollarO’na muhtaç bütün kullarÖksüzler, yetimler, dullarPeygamberimi severim
Dağda, yaylada, ormandaYeryüzünde, âsumandaHer mekânda, her zamandaPeygamberimi severim
Madde ile, mânâ ileCâhil ile dânâ ileHer dem gül-i rânâ ilePeygamberimi severim
Ateş ve su, hava, toprakÇiçek çiçek, yaprak yaprakTâ yürekten haykırarakPeygamberimi severim
Seven kalbim O’nu araDoğduğun günden mezaraEllerim boş, yüzüm karaPeygamberimi severim
Tüm rûhunu O’na bağlaKalbini aşkıyla dağlaŞefâate kadar ağlaPeygamberimi severim
Oruç ile, namaz ileDuâ ile, niyaz ileSiyah ile, beyaz ilePeygamberimi severim
O, Allah’ın Sevgilisiİlmi Hak’tan vergilisiKâinâtın övgülüsüPeygamberimi severim
Varlıklar O’nun yüzündenHikmet fışkırır sözündenRabbim ayırma izindenPeygamberimi severim
Oğuz, gönlü Habîb’e verO’nu en çok Allah severYüce Kitâbı’nda överPeygamberimi severim…
Bekir OĞUZBAŞARAN
-
11Nisan 201310 11
Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY
YOL HARİTASI
EHL-İ
AŞKIN
“Tasavvuf edebiyatında; harâbât tekkeyi, şarab
irfan ve Allah aşkını, sâkî ise mürşidi temsil
etmektedir. Beyite bu penceren bakınca anlam
bir öncekinden tamamen farklı bir noktaya
gelmektedir.”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin gönül iklimi, rahmet yüklü bulutlar gibi şiir yüklüdür. Tasavvufu, düşünce dünyasından ötede hâl dünyasında da yaşamış ve
hissettiği Rahmet tecellilerini ‘doğuş’ adıyla se-
venleriyle paylaşmıştır. Hulûsi Efendi’nin ilham
kaynaklı sözleri şiir olmaktan öte irşad vazifesi de
gören birer ders niteliğindedir. Çünkü mutasav-
vıf şaire göre şiir, duygu hâlinden öte, insana va-
roluşunu sorgulamasını ve kendi varlığının farkı-
na varmasını öğütleyen “Mutlak Hakikati” arama
işidir. Seçmiş olduğumuz şiir, Hulûsi Efendi’nin
kalbine yansımış olan hakîkat tecellilerinden bir
numunedir.
Senin şem’-i cemâlin olmasa pervânen olmazdımSenin “Ve’l-Leyl” zülfün olmasa dîvânen olmazdım
(Senin cemâlinin mumu olmasaydı pervâne ol-
mazdım (ve) senin vel’leyl (gibi olan siyah) saçın
olmasaydı dîvâne olmazdım.)
Mum Sevgili Pervâne İse Âşıktır
Birinci mısrada geçen şem ve pervâne kelime-
leri Dîvân edebiyatı geleneğinde birlikte kullanı-
lan kavramlardır. Bu iki kavram birlikte kullanıl-
dığı zamanlarda sevgili ve âşık kastedilmektedir.
Zira mum sevgili pervâne ise âşıktır. Eski zaman-
larda meclislerde mum yakılırdı. Gece karanlığın-
da bu mumun etrafında pervâneler bulunurdu.
Pervâne mum ışığında döner döner ve öyle bir an
gelir ki kendini ateşe atarak yakar. Bu hayâli, şa-
irler sevgilinin etrafında pervâne olmak ifadesiyle
kullanmışlardır. Ancak bu hayal mutasavvıf şair-
lerin dünyasında başka mânâlar ifade etmektedir.
Sâlik’in aşkı beyitte şem’-i cemâl şeklinde ifade
edilmiştir. Çünkü onun için cemâl sahibi tek zât
Allah’tır. Âlemde cemâlden gayrı bir şey yoktur.
Çünkü Allah, âlemi kendi sûretinden başka bir
sûrette yaratmamıştır. O güzeldir, o hâlde âlem
bütünüyle güzeldir. Âşığın pervâne olması bu eşiz
güzelliği müşahede etmesi anlamına gelmektedir.
Tasavvufta cemal müşahedesi, kalblere nurların,
sırların, lezzetli sözlerin, dostane ifadelerin tecel-
li etmesi ve Allah’a yakınlık durumudur. Cemâl,
ilâhî rahmet cinsinden lütuf ve merhamet vasıfla-
rıdır. Hâl böyle olunca pervâne misali âşığın ken-
dini ateşe atması ise bu ilâhi kaynağa yani vahde-
te erişmesidir.
İkinci mısrada âşıklığın bir başka hâli anlatıl-
mıştır. Sevgilinin saçı, gece ve karanlık gibi simsi-
yahtır. Bu nedenle sevgilinin saçı kara siyah anla-
mına gelen Kur’an-ı Kerim’in doksan ikinci sûresi
olan ‘Ve’l-leyl’ tâbiriyle ifade edilmiştir. Âşıkların
gönlü her daim sevgilinin saçına bağlıdır. Saçla-
rı tarafından adeta zincire vurulmuştur. Eski za-
manlarda akıldan âzâde dîvâne kişileri zincire
vurarak tedavi ederlermiş. Bu nedenle âşık kendi-
ni, sevgilinin saçları tarafından zincire vurulmuş
dîvâne olarak nitelendirmektedir. Aynı zamanda
sevgilinin saçının kokusu ve rengi de aşığın aklı-
nı başından almaktadır.Tasavvufta zülf, hiç kim-
senin ulaşamadığı gaybî hüviyeti temsil eder. Zülf,
Hakk’ın zâtı ve künhüdür. Sâlik vecd halinde iken
akıl ve hislerle izah edemediği bazı gaybî halle-
re şahit olur. Bu nedenle Hulûsi Efendi kendini
dîvâne olarak nitelendirmektedir.
Karârın gönlümün ger almasaydı hüsn-i tâbânın
Şarâb-ı la’lininûş eyleyip mestânen olmazdım
-
Nisan 201312 13
(Eğer parlak güzelliğin gönlümün kararını al-
masaydı, dudağının şarabını içip sarhoş olmaz-
dım.)
Hüsn-i tâbân ile yalnız Hakk’ın zâtında bulu-
nan kemâl ifade edilmek istenmiştir. Âlemdeki
bütün güzellikler, O’nun güzelliğindendir. Beyit-
te ifade edilen Hüsn, ilâhî güzelliktir.Bu güzelli-
ğin gönlün kararını alması ise tasavvuftaki hâl
mertebelerinden olan vecde işarettir. Zira vecd
mertebesi ezeli nurun parıltısının kalbe yansıdı-
ğı ve hakiki cezbenin ruhu uyandırdığı makamdır.
Hakk’ın vechinin ve ezeli zatının nurunun parıltı-
sıyla meydana gelen vecd, akıl veya his ile kavra-
nabilecek bir hal değildir.
İkinci mısrada, Hulûsi Efendi (k.s.) vecd
hâlinden hayret makamına geçişini bazı sembol-
lerle anlatmıştır. Âşığın temel gayesi aşk şarabı
içmektir. Ancak bu şarap öylesine bir şarap de-
ğil sevgilinin la’l gibi kırmızı dudağının şarabı-
dır. Tasavvuf edebiyatında; içki, dudak, yanak,
şarap, kâse, sâkî gibi mecazlı kullanımlar, tama-
men sûfinin geçirdiği, yaşadığı hâllerin veya bazı
tâbirlerin sembolüdür. Mısrada la’l ile ifade edi-
len dudak ise tasavvufta vahdeti simgeler. Gönül
aşk şarabıyla sarhoş olmuş ve hayret makamına
ermiştir.
Harâbât Tekke, Sâkî İse Mürşiddir
Bi-hamdi’llâh düşürdün râhımı semt-i harâbâta
Velî yoksa ne mümkün sâlik-i mey-hânen olmazdım
(Hamd olsun yolumu meyhânelerin semtine
düşürdün, yoksa ne mümkün mey-hânenin sâliki
olmazdım.)
Eski zamanlarda meyhânelerin bulunduğu
semtlere semt-i hârâbat adı verilirdi. Yolu bu semt-
lere düşenler ise hiç şüphesiz o meyhânelerden bi-
rinin müdâvimi olur ve kendi de o harâb-hâneler
gibi harâb olurdu.
Ancak Hulûsi Efendi’nin hârâbâtdan ve
meyhâneden kastının bu olmadığı bilinmektedir.
Çünkü mutasavvıf bir şair için, bir önceki beyit ve-
silesiylede izah ettiğimiz gibi, semboller hâlini an-
latmakta yardımcı unsurlardır. Tasavvuf edebiya-
tında; harâbât tekkeyi, şarab irfan ve Allah aşkını,
sâkî ise mürşidi temsil etmektedir. Beyite bu pen-
ceren bakınca anlam bir öncekinden tamamen
farklı bir noktaya gelmektedir.
Ancak beyitte anlatılmak istenen bir üçüncü an-
lam daha vardır. Hârâbat tabiri, sûfinin, maddî ve
nefsî dediğimiz yönünü yıkması ve kendisinde dün-
yalık bir şey kalmaması anlamında kullanılmıştır.
Meyhâne kelimesi de aynı mânâyı ifade için kalla-
nılır. Hak âşığı sâliklerin dünyalarını harap etme-
leri, ahireti imâr içindir. Zira âyetlerde, dünyanın
bir oyun yeri olduğu, ahiretin dünyadan daha ha-
yırlı bulunduğu anlatılmaktadır. Harabelik, yıkık
yer, kimseye mal olmayan, ne kadar onarılırsa ona-
rılsın, bir türlü mamur hâle gelmeyen, bir çeşit sar-
hoş olup sonunda yıkılıp giden, yok olan şu dünya-
dır. Zira Allah›ın vechinin haricinde olan her şey
fânidir, yok olucudur, helak olucudur. (55/Rah-
man, 26-27) Hulûsi Efendi (k.s.) Rabbine bu hali
kendisine ihsan ettiği için hamd etmektedir. Çün-
kü Allah’ın ihsânı ve keremi olmasa kulun doğru
yolu bulması mümkün değildir.
O günde rûhumuvaslın demiyle etmesen sîr-âb
Bugün bezm-i gamında tâlib-i peymânen olmazdım
(O gün, ruhumu vuslat şarabıyla doyurmasay-
dın, bu gün gam meclisinde kadehinin tâlibi ol-
mazdım.)
Beytin genel anlamına bakıldığında Hulûsi
Efendi (k.s.)’nin ‘O gün’ ifadesi ile ‘Bezm-i Elest’i
ifade ettiğini anlarız. Bezm-i Elest, Farsça ve Arap-
ça iki kelimeden oluşmuş “Elest Toplantısı” anla-
mında bir tabir. A’raf Suresi’nin 172. âyetinde Allah
ruhlara “Elestübi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz
değil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar “Belâ”
(Evet) dediler. İşte bu toplantı, ruhlar bedene gir-
meden yapılmış, Allah ile ruhlar arasında “misak”
(sözleşme) vuku bulmuştu. Orada verilen sözün
doğruluğunun sınanması için, Allah, ruhları bu
imtihan dünyasına gönderdi. İşte Allah ile ruhlar
arasındaki sözleşmenin meydana geldiği bu top-
lantıya, ayete telmihte bulunularak ‘Bezm-i Elest’
denmiştir. Bezm-i Elest, Dîvân edebiyatında şair-
lerin sıklıkla başvurdukları bir ifadedir. Zira şair-
ler âşıklıklarını bezm-i eleste dayandırmaktadırlar.
Ve ‘Evet’ anlamına gelen ‘Belâ’ ifadesiyle cinas ya-
parak, alınlarına belâ yazıldığını ve aşkın belâsına
düştüklerini ifade ederler.
İlk mısrada Hulûsi Efendi şarab kadehinin tâlibi
olmasını birinci mısrada ruhunun vuslat şarabına
doyurulmasıyla ifade etmiştir. İlk mısradaki ‘vaslın
demi’ ifadesini kavuşma anı olarakda düşünülme-
melidir. Çünkü ardından gelen ‘Sîr-âb (suya doy-
muş, kanmış)’ ifadesi ‘dem’in şarap anlamında kul-
lanıldığını göstermektedir. Zaten ikinci mısradaki
‘tâlib-i peymâne’ ifadesi de bu anlamı kuvvetlendir-
mektedir.
Hakk’ın Kapısının Eşiğine Yüz Sürmek
Hulûsi Efendi dünyayı gam meclisi olarak adlan-
dırmaktadır.Dünya ehl-i kalb için bir gam meclisi-
dir. Ancak bu mecliste huzur tâlib-i peymâne olmak
ile bulunabilir. Çünkü aşk şarabına kavuşmanın ilk
mertebesi kadehe tâlib olmaktır. Zira tasavvufta he-
defe ulaşmak için dört mertebe vardır. Bunlar; tâlib,
mürid, sâlik, vâsıldır. Diğer makamlara ulaşmak ve
murada vasıl olmak için önce tâlib olmak gerekir. Bu
sebeple, «Men talebe ve cedde vecede» (İsteyen ve
bu isteğinde ciddî olan hedefe ulaşır.) denmiştir.
Hulûsîkemteri dergâha lutfun etmese bende
Koyup yüz âsitâna âşık-ı ferzânen olmazdım
(Eğer lütfun kemter Hulûsi’yi dergâha kul,
köle etmese, eşiğine yüz koyup nefsinden sıyrıl-
mış âşık olamazdım.)
Bir önceki beyitlerde ifade edilen doğru yolun
lütuf ile mümkün olması bu beyitde de tekrar edil-
miştir. Zira kul sahip olduğu hasenâtı Allah’tan,
işlediği seyyiâtı nefsinden bilmelidir. Bu kâideye
binâen Hulûsi Efendi de Allah’ın lütfunu çokça
ifade etmektedir. Bu lütuf sayesinde Hulûsi Efen-
di Hakk’ın kapısının eşiğine yüz sürerek nefsinden
sıyrılmış bir âşık olma imkânı bulmuştur.
İkinci mısrada ifade edilen eşiğe yüz sürmek
ve nefsinden sıyrılmak tabirleri beytin anlamı-
nı tam kavramak açısından önemlidir. Doğu top-
lumlarında eşik kutsal sayılmış ve yüce kişilere
saygının ifadesi olarak eşiklerine yüz sürülmüş-
tür. Beyitte bu durum ‘âsitân (yüz koymak eşi-
ğe secde etmek)’ kelimesiyle anlatılmıştır. Divan
edebiyatında sevgilinin eşiği âşığın secdegâhıdır.
Eşik tasavvufta ise mahviyeti simgeler. Mürid
şeyhinin kapısının eşiğini öpmesi, eşiğe yüz sür-
mek olarak ifade edilir. Eşiğe baş koymak bağlılı-
ğı ifade eder. Dergâhın eşiği müridi zahirden ba-
tına, mecazdan hakikate götüren kapının parçası
olması sebebiyle kutsal sayılmıştır. Ayrıca âsitan
kelimesinin dergâh ve tekke anlamına gelmesi an-
lamı daha da derinleştirmektedir.
Görüldüğü üzere her şiirinde bizlere aşk bah-
çesinin farklı farklı güzelliklerini gösteren Hulûsi
Efendi, bu gazelinde de bize gönlünde duydu-
ğu tecelli yansımalarını ifade etmiştir. Gazel ilk
beyitten itibaren adeta aşk yolunda aşılması ge-
reken vadileri ve hâlleri bizlere göstermektedir.
Vecd halinden hayret makamına, vuslatdan mah-
viyete kadar ehl-i aşkın yol haritasını çizmektedir.
Ele aldığımız gazel, gerçek makamın sahibi olmak
için çok yol katetmek zorunda olan sâlikler için
özet bir tarif niteliği taşımaktadır.
-
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
15
Yaşatan, hayat veren ve canlının hayatına son veren:
MUHYÎ VE MÜMÎT“Din ve ölüm gerçeği, tarih boyunca bütün insanlığı meşgul etmiş bir konudur.
İşte bu açıdan “ölüm ötesi” hayatın kelam, psikoloji ve felsefe disiplinleri
yönünden ele alınıp değerlendirilmesi, günümüzün çağdaş toplumları açısından
da büyük önem taşımaktadır.”
Nisan 201314
Muhyî, “diri, canlı ol-mak ve ya-şamak” anlamındaki ‘hayat’ kö-
künden türemiş bir sıfat olup
“yaşatan ve dirilten” demektir.
“Ölmek” manasına gelen ‘mevt’
kökünden türeyen “mümît” ise,
“canlının hayatına son veren,
ölümünü gerçekleştiren” anla-
mını taşır.1 Her iki isim de Yüce
Allah’ın güzel isimleri arasında
yer alır.
Muhyî, yoktan bir şeyi îcâd
etmek, yaratmaktır. Eğer var kı-
lınan şey, can verme ise, o zaman
îcâd işini yapan kimsenin bu ey-
lemine ihyâ/diriltme; eğer mey-
dana getirilen ölümse, bu işi ya-
panın bu fiiline, imâte/öldürme
denir. Ölümü de dirimi de yara-
tan Yüce Allah’tır. O’ndan baş-
ka öldüren ve dirilten yoktur. Bu
konuda Kur’an-ı Kerim’de bir-
çok âyet vardır: “O, hanginizin
daha güzel amel yapacağını sı-
namak için ölümü ve hayatı ya-
ratandır. O, mutlak güç sahibi-
dir, çok bağışlayandır.”2
Görüldüğü gibi bu âyette,
Allah’ın kudret ve tasarrufunu
en açık bir şekilde gösteren delil-
ler anlatılmakta, kimlerin O’nun
emir ve yasaklarına uyarak daha
güzel işler yapacağını ortaya çı-
karmak için hayatı ve ölümü ya-
rattığı bildirilmektedir. Aynı
âyette geçen, Allah’ın imâte ve
ihyâ/öldürme ve diriltme fiille-
rine dikkatleri çekmenin ötesin-
de, önce ölümü, sonra da hayatı
yarattığının vurgulanmış olması
anlamlıdır. Ölümün önce zikre-
dilmesinin mânâsı, dünya haya-
tından âhiret hayatına geçiş hali,
hayattan maksatsa, âhiret haya-
tıdır. Bir başka açıdan, ölümle,
dünya hayatından âhiret hayatı-
na geçiş, hayatla da dünya haya-
tı kastedilmektedir. Zira hayat
da ölüm de imtihan için yara-
tılmıştır; imtihan yeri ise âhiret
değil, dünyadır. Çünkü dün-
ya, teklifler yurdu, âhiret ise,
ödül ve cezâ yeridir. Her ikisi-
nin de bu dünyada olması amaca
daha uygun görünmektedir. Ha-
yat, ölümden önce olduğu halde
âyette sonra gelmesi bize, eşya-
da asıl olanın yokluk olduğunu,
varlık ve hayatın sonradan veril-
diğini hatırlatmaktadır.
Ölüm, Ciddi Bir Uyarıcıdır
Bizim kanaatimize göre ölüm
olgusu, âyette, insanlara hayatın
sorumluluğunu hatırlattığı, on-
ları iyi işler yapmaya teşvik etti-
ği ve bir uyarıcı olduğu, nihâyet
insan hayatında “imtihan” so-
rumluluğunu daha canlı tuttu-
ğu için önce zikredilmiştir. Bir
Müslüman için dünya hayatı ha-
yırlı faaliyetler alanı, ölüm ise bu
faaliyetlerin karşılığının verile-
ceği ebedî varlık sahnesine geçişi
sağlayan dönüm noktasıdır. Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in de belirtti-
ği gibi ölüm, ciddi bir uyarıcıdır.
Din ve ölüm gerçeği, tarih bo-
yunca bütün insanlığı meşgul et-
miş bir konudur. İşte bu açıdan
“ölüm ötesi” hayatın kelam, psi-
koloji ve felsefe disiplinleri yö-
nünden ele alınıp değerlendi-
rilmesi, günümüzün çağdaş
toplumları açısından da büyük
önem taşımaktadır. Çünkü ölüm
sonrası yaşam, ölüm kaygı-
sı ve dindarlık düzeyleri arasın-
daki ilişki, egzistansiyel bir de-
ğer ifade etmektedir. Bu sebeple
Kur’an’da önce ölümün sonra da
hayatın zikredilmesi anlamlıdır.
Niçin Önce Hayat Değil de Ölüm Başa
Alınmıştır?
Aslında hayata anlam ka-
tan, hayatı yaşanılır kılan
ölüm duygusudur. Ölüm ol-
gusunu içselleştiren bir birey,
hayatını disipline eder, amaç-
lı yaşar. Ölüm, insan hayatına
anlam katar, insanda sorum-
luluk duygusunu canlı tutmak
suretiyle ahlâkî gelişime büyük
katkı sağlar. Dolayısıyla ölüm
olgusuna tasavvuf geleneği-
mizde; sevgiliye kavuşma, ten
kafesinden kurtuluş, mekân
değiştirme, sırlanma gibi an-
lamların yüklenmiş olması,
ölüm korkusunu yenmekle kal-
maz, ölüm düşüncesinin insan
psikolojisi üzerinde yıkıcı etki-
sini de asgari düzeye indirir.
-
SUDAKİ AY GİBİ GÖNLÜME DÜŞTÜN
Sudaki ay gibi gönlüme düştün Senden başkasına bakmayacağım. Karanlık ruhuma bir ışık saçtın Gayrı hüzünleri takmayacağım. Elinde mahkûma dönse de canım Azapla hicranla dolsa her yanım Gözümden süzülüp aksa da kanım Ben seni sevmekten bıkmayacağım. Sevda yağmurları yağsa üstüme Gökteki yıldızlar kaysa gözüme Sel olsa dağların karı gönlüme Artık yüreğinden akmayacağım.
Gönlüm susuzluktan yanıp kavrulsaBin bir çeşit iksir bana yoğrulsaBütün zalim oklar gönle doğrulsa Senden başkasını sokmayacağım İçimdeki dertler şavkınla dindi Kararan geceler mehtaba döndü Seninle kalbimin hicranı söndü Bir daha gönlümü yakmayacağım.
Mürsel GÜNDOĞDU
17Nisan 201316
Diğer taraftan âhiret inan-
cı ve ölüm duygusu, ‘Allah’a
rağmenliği’ besleyen duygu-
ların etkisinde gelişen negatif
dünyevîleşmeyi aşmada, insana
yardımcı olur. Ebedîlik düşün-
cesinin buraya, şimdi’ye değil,
“öte”ye ait olduğunu insan bilin-
cinde sürekli yaşatır. Bu inanç,
insan yaşamını altüst edecek acı
ve ıstırapları, gönül huzuruna
çevirir, insanı kendisiyle, çevre-
si ve toplumuyla barışık hale ge-
tirir. Güçlü âhiret inancı ve ölüm
duygusu, yüce hedeflere ulaşma-
yı arzu eden insana, yaşama se-
vinci kazandırmakla kalmaz, ha-
yatında karşılaşabileceği tüm
olumsuzluklara karşı, direnme
gücüne kuvvet katar.
Yaşadığımız modern zaman-
larda her türlü ahlâkî ilkeleri
ve toplumsal kuralları bir bari-
yer olarak algılayan; çalışmayan,
üretmeyen sadece eğlenceye ve
cinsel yaşama odaklanan hedo-
nist yaşam tarzları, felsefî bir
anlayış olarak “ölümden kaçış”
üzerine kuruludur. İnsan neden
maddî hazza bu kadar müptelâ
olur da insânî değerleri hiçe sa-
yar? Çünkü ölüm olgusu, onun
hayatına yapıcı bir kuvvet ola-
rak girememektedir. Zaten Batı
uygarlığının temel kabullerin-
den biri de budur. Batı medeni-
yeti ölümün inkârı üzerine kuru-
ludur. Eğer bu hayata ölüm ışık
tutmuyorsa, bu hayatı aydınlat-
mıyorsa, bu hayat neyle aydınla-
tılır?
Zafer İçin Sefer
Aslında pek çok şey, haya-
ta bakış açımızla alâkalıdır. Siz
hayatın içinde saklı olan küçük
mucizeleri, detayları, sürprizle-
ri görmeye ayarlamışsanız bi-
lincinizi, size bir çiçeğin açışı,
bir bebeğin yürüyüşü, bir kuşun
ötüşü, bir kar taneciği, mevsim-
lerin değişmesi, gecenin gündü-
ze inkılâp etmesi… Bütün bun-
lar, mânevî hazlar verir. Önemli
olan, insanın aşkınlığı yakalaya-
bilmesidir. Bu da ancak insanın
“kendini aşma”sıyla gerçekle-
şebilir. Kendini aşma, kendi
benliğinin üstünde anlamlara
yönelebilmek, öteyi aramak de-
mektir. Bu kişiler için hayat bi-
raz da “zafer” değil, “sefer”dir.
İnsan özgür iradeye dayalı yara-
tılış gereği, bir yerden daha iyi
bir yere yolculuk edebilen bir
varlıktır. Zaferi önemseyen in-
sanlar, maddî olanın peşinde
koşarlar. Seferi önemseyen in-
sanlar, mânevî olanın, mânevî
hazzın, oluş ve tekâmülün pe-
şinde koşarlar. İnsanı insan kı-
lan şey, yolda olduğunun bi-
lincinde olması, hayatı bir
bütünlük duygusuyla yaşama-
sı, maddî olanı bütünüyle elinin
tersiyle itmemesi, ama asıl ola-
nın ruhun arayışı olduğunu fark
etmesidir.3
“Öldüren ve dirilten
Allah’tır.”4 Kur’an’da “ihyâ” fiili-
nin geçtiği birçok âyette “imâte”
fiili de geçer. Genel anlamda di-
riltme ve öldürme fiillerinin
Allah’a nispet edildiği alanda;
can verme, öldükten sonra di-
riltme, tabiattaki bütün canlıla-
ra kendisinin koyduğu kurallar
çerçevesinde hayat verip yaşat-
ma mânâsı mevcuttur.5 Ayrıca
Kur’an’da mecâzî anlamda ihyâ,
hidâyet verme; imâte de kâfir
olma mânâsında kullanılır:
“Ölüden diriyi çıkarırsın, diri-
den ölüyü çıkarırsın.”6 Nitekim
bu âyeti ünlü Kur’an yorumcusu
İbn Kesir; “Kâfirden mü’mini;
mü’minden kâfiri çıkarmak”
olarak yorumlamıştır.7 Gerçek-
ten de öyledir. Tarihe baktığı-
mız zaman ve hatta günümüzde
nice hidâyet öykülerinde, küfür-
de iken ihtida edenler, imanda
iken irtidâd edenler vardır. Hat-
ta kâfir olan nice babaların ço-
cukları Müslüman, az da olsa,
nice babaları Müslüman olanla-
rın çocukları da din değiştirmiş
ve tanrıtanımaz olmuşlardır.
Sonuç olarak, varlık alanın-
da, ihyâ/diriltme ve imâte/öl-
dürme, her şeyde kendisini
gösterir. Bu konuda her türlü
tasarruf yetkisi Allah’a aittir. O,
nice bedenleri ruhla, nice ruh-
ları gaybî yardımlarıyla diriltir.
İnsan, Allah’ı ne kadar çok zik-
rederse, kalbi o kadar diri olur,
ne kadar Allah’ı zikirden kaçar-
sa, kalbi o kadar ölür. Onun için
insan, varlığın başlangıç ve so-
nucunu iyi düşünmeli, hayat-
tan sonra ölümü asla aklından
çıkarmamalıdır. “Gerçek ârifler
ölmez, ölenler hayvan imiş.” de-
diği gibi Yûnus’un, daima iman
üzere olmak ve o şekilde Allah’a
kavuşmak O’nun ihya isminden
hisselenmek mânâsına gelir.
1 El-İsfehani, el-Müfredât, s. 197-98.2 67/Mülk, 2. 3 Ömer Baldık, Dr. Kemal Sayar’la “Hazcılık” Üze-
rine Bir Söyleşi”, Zafer Dergisi, Ağustos, 2006. 4 2/Bakara, 28. 5 Bkz. 57/Hadîd, 17; 21/Enbyâ, 30; 41/Fussilet, 39; 6/
En’âm, 122. 6 3/Âl-i İmrân, 27. 7 Krş. İbn Kesîr, M. Tefsir, tahk. M. Ali es-Sâbûnî,
Beyrut, 1981, I, 275
*Prof. Dr.
Dipnot
-
19Nisan 201318 19
BİR BAĞ İçinde!
TOKAT Sivas’tan öteye Tokat vardır!Etrafı dağlarla çevrili Tokat, eteklerini toplayıp gül bahçesine oturan bir güzeller güzelidir Karadeniz yol-larında. Dağlar ve tepeler uzaktan uzağa şehrin üzerine gülümser gibidir müstehzi nazarlarla. Yeşilin bin tür-
lüsünü kuşanmış Tokat, bahçelerin serinliği ve derinli-
ği içinde kadim düşüncelere dalmış, bir efsunlu desta-
nı düşlemektedir!
Mustafa Hâkî Efendi ve Niksarlı Hacı Ahmet
Efendi’nin maneviyat yurdunda bir erenler faslına yo-
lunuz düşmüş gibidir…
Yürüdüğünüz yollar dervişane fısıldarlar kulağınıza:
Amasya’dan öteye Tokat’a gidilir!
Tokat’tan mı geliyon da/Kız sen Almuslu’musun
Ben sana varacağım da/Söyle namuslu musun?
Namus duygusuna vurgu yapan bu türküsü düşüyor
hatıralarıma. Mihrican Bahar söylerdi, Tokat’ı o zaman
bildik. Şehrin ruhunu bu türküyle anladık, tanıdık. To-
kat bize türkülerle geldi, efsunlu bir iklimin içinden sü-
züldü, tertemiz olarak ruhumuza misafir oldu.
Dağlarının Ardından Yine Dağlar Olsa da
Tokat bir meyve bahçesi, bir huzur durağı ve bir gü-
zellikler geçididir. Her ilçesi en az Tokat kadar özel ve
güzeldir. Dağlarının ardından yine dağlar olsa da sanki
her dağın ardını aştığımızda bizi bir büyülü tevafuk kar-
şılayacakmış kabilinden bir heyecanın girdabına düşer
mahrem-i esrarımız.
Tokat ruh hanemize minare minare düşen bir beş
vakit duraktır.
Tokat, Horasan erenlerinin bağdaş kurup oturdu-
Şehir Güzellemesi
Meryem Aybike SİNAN
-
Nisan 201320 21
ğu bir sümbüllü bağdır ıtır kokulu. Kültürden ir-
fana yürüyüşü her anlamda sürdüren desen desen
Türkistan ve Horosan’ı anımsatan bir destansı yü-
rüyüştür yola revan olduğumuz. Dünden bugüne
gelen, her adım toprağında geçmişin fısıltılı gü-
zelliğini bulduğunuz, duyduğunuz, hatırladığınız
bir Hacı Bektaş kehanetinin hikâyesidir dinleme-
ye doymadığınız.
Zile, Reşadiye, Erbaa, Turhal, Niksar gibi il-
çeleriyle zaman, durak bilmeden dünden bugüne
tarihî serüvenini an be an hatırlatan Tokat, aman-
sız mücadelelerin yiğit adresidir!
Tokat’tan Öteye Yozgat Ses Verir!
Tokat akarsular geçidir Karadeniz’e yol veren!
Tokat, Allah vergisi güzelliğini gelene geçe-
ne sunan bir cömert eldir tuttuğumuz. Bir yayla-
lar cennetidir göklere yükselen. Duman duman
yaylalara yürüyen aklımız, buldukları, gördükle-
ri ve yaşadıkları karşısında sessiz kalır! Batman-
laş Yaylası, Akbelen Yaylası, Selemen Yaylası, Du-
manlı Yaylası, Çamiçi Yaylası sıcak yaz aylarının
serin duraklarıdır geleni geçeni buyur eden.
Göller, irili ufaklı göller Tokat ovasını, bağ ve
bahçelerini doyasıya sular, emzirir, büyütür. Zi-
nav Gölü, Düden Gölü, Kaz Gölü, Göllüköy Gölü
Tokat’ın kıymetlileridir paha biçilmez.
Gıj Gıj tepesine serinlemek için çıkılır
Tokat’ta.
Tokat’ın dağları vardır çimenli. Dumanlı
Dağları, Çamlıbel, Boğalı Dağı, Akdağ, Deveci,
Yaylacık, Mamu Dağı zirvesi dumanlı sarp ge-
çitler olsa da Tokat’ı çepeçevre kuşatmış ve ko-
rumaya almışlardır Akıncı misali.
Tokat dört dağ içinde olsa da çıkış Samsun’a-
dır.
Tokat bir mutfak zenginidir her geleni buyur
eden. Ayran aşı çorbası, keş, oğmaç çorbası, helle
çorbası, bütün çorba, püşürük çorba, kelem çor-
bası, keşbo çorba, kamalı çorba, bacaklı çorba,
meşhur Tokat Keşkeği, bat, basta, büryan, karı-
şık yahni, etli bakla dolması, ferfene, dolma köf-
te, Tokat kebabı, coştu yemeği, baldıran, madı-
mak, bakla dolması, nivik, pakali, ısırgan yağlı aşı,
gelinparmağı Bişi, papa, siron, kulak, cadı, şipsi,
tülü köfte, kavlak börek, mısır böreği, pırasa bö-
reği, yaş börek, hamba, Almus böreği, taş ekmeği,
çarşaf böreği, hasuda, sini, kumak, güdül...
Geçmişin Mührü Kalbinde
Tokat tarihî eserleriyle geçmişin mührünü
kalbinde taşır gibidir.
Tokat’ın manevî süsü olan, Ali Paşa Camii,
Takyeciler Camii, Ulu Camii, Çöreğibüyük Ca-
mii, Silahtar Ömer Paşa Camii, Elbaşoğlu, Ha-
tuniye, Meydan Camiidir. Çukur Medrese, Gök-
medrese, Mevlevihane gibi eserlerle kadim
zamanlara sefere çıkarsınız!
Tokat bir ipeksi bedastan gibidir. İçerisinde
çeşitli dükkânlar ve kafeteryalar bulunan Taş-
han, Bedestenler Hanı, Yazmacılar Hanı ve yaz
kış yerel Tokat yemeklerini tadabileceğiniz Mah-
peri Hatun Kervansarayı hala ağır ağır misafir
ağırlamaktadır.
“Hey On beşli, Niksar’ın fidanları, Tokat
yaylası” türküleriyle Tokat türkülerin diliyle
geçmişe uzanmakta ve kadim kültürün çırasını
yakmaktadır ruhumuzda. Tokat dil hanemizin
gül bahçesidir, tarihi çehresi ve uhrevi lehçesi-
dir. Tokat’tan öteye sonsuzluk vardır…
-
23Nisan 201322
Efendim, kutlu bir gündeyiz… Söze bu kutlu
günü destanlaştıran bir büyük ruhun dizeleriyle
başlamak lazım…
Allah adın zikredelim evvela
Vâcib oldur cümle işte har kula
Bugün, “Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim.”
buyuran Kerem Denizinin veladet günü; kerem
günü, cömertlik günü. Bugün, Mevlid Günü, di-
riliş günü, kendimize geliş ve kendimiz oluş günü;
içimizdeki Kisra Saraylarının çöküş günü, içi-
mizdeki Sâve Göllerinin kuruduğu gün, gönül
Kâbe’mizi işgal eden putların birer birer devrildi-
ği gün.
Bugün, Muhammedî doğuş günü; Mustafa oluş
günü, Ahmed’e eriş günü. Bugün, tevhid günü;
Kur’an günü… Kur’an’la buluşma günü. Bugün
Muhammed yolunun toprağı olma günü. Topra-
ğa eriş günü.
Bu gün, “Işık saçan bir kandil”e eriş günü. Ay-
dınlanma, nur olma günü. Bugün, muhabbet
günü. Bugün Muhammed günü.
Yâ Nebiyyallah Cenab-ı Hak seni kılmış Habîb
Ol sebepten bağ-ı vahdette sen oldun andelib
Ketencizade Mehmed Rüşti
Hz. Peygamber (s.a.v.), vahdet bağının bülbü-
lüdür. O, bülbülün tulu’ ettiği gün… O sese aşina
olma günü. Bugün, rahmete eriş günü.
Bir tanedir
Bir sümbül bir tanedir
Peygamberler içinde
Muhammed bir tanedir
Anonim mani
Biricik, bir tanecik olan Hz. Fahr-i kâinatın do-
ğuş günü.
Kudûmun rahmet u zevk u safâdır ya
Rasûlallah!
Zuhurun derd-i âşıka devâdır ya Rasûlallah!
Hudâî
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rah-
mettir, zevktir, safadır. Nebi olarak, mübelliğ olarak
risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.
Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,
Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.
Bugün, kurban olma, yakın, daha da yakın olma
günü. Bugün, İbrahim nesline, insanlığa Allah’ın
ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten ve onla-
rı tezkiye eden el-Muallim’in, el-Beşîr’in, el-Emîn’in,
es-Sâdık ve el-Mübelliğ’in doğuş günü. Efendim, bu
kutlu güne erdiren Rabb’e şükür! *. Prof. Dr.
Ol cihanın fahrının sırrına kurban olayım,
Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,
Kabe kavseyni ev-ednâ’sına kurban olayım,
Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,
Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.
EdebiyatBilal KEMİKLİ*
“Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu dünyayı teşrifi, rahmettir, zevktir, safadır. Nebi olarak,
mübelliğ olarak risaletle görevlendirilmesi ise, dertlere devadır.”
-
25
NEFSİ KINAMA GELENEĞİ OLARAK
MELÂMET Nisan 201324
Zühd hayatı Müs-lümanlar arasın-da ortaya çıkıp ya-yıldıktan sonra bazı davranış
biçimleri ve şekilleri de bera-
berinde geldi. Tasavvuf tarihin-
de buna “âdâb ve erkân” adı ve-
rilmektedir. Zâhidlere has bir
kıyâfet, sûfîlere has ibadet ve zi-
kir çeşitleri, onlara ait yapılar
ve dergâhlar gibi unsurların za-
manla çoğalması ve bünyeleş-
mesi neticesinde çıkış itibariy-
le ruhânî ve mânevî bir hüviyete
sahip olan tasavvuf cereyanı hız-
la müesseseleşmeye doğru kay-
maya başladı. Taç ve hırka gibi
kıyâfetlerin yanında âdâb ve
erkân başlığı altında seyr u sülûk
için pek çok kâide ve prensip
ortaya çıktı ve tasavvufî hayat
bunlarla yürür hâle geldi. Dışa
vuran bu şekil ve davranışlar gi-
derek riya ve gösteriş için müsa-
it bir zemin hazırladı. Diğer ta-
raftan sonu gelmeyen halvet ve
uzlet hayatı insanları cemiye-
tin dışına itmeye, hatta dilene-
rek geçinmeye sürükledi, pek
çok insan da çalışmadan tekke
ve zaviyelerin gelirleriyle haya-
tını devam ettirme yollarını ara-
maya başladı. Bütün bunlarla
beraber “kerâmet göstermek”te
odaklaşan bir rol ve gösteri ha-
reketi de tekke muhitlerini de-
rinden etkilemeye başlamıştı.
İşte bu tarz tavır ve fikirlere kar-
şı, yine tasavvufî muhitin için-
den doğan alternatif harekete
melâmetiyye adı verilmektedir.1
Bu yol sûfîlerin taçlarına, hır-
kalarına, iktidara satılıp vakıf-
tan geçinmelerine, büyüklerden
saygı görmelerine, halka büyük
görünmelerine karşı tasavvu-
fun içinden patlayan bir reak-
siyondur. Tasavvuf ehlinin pîri
kabul edilen Cüneyd-i Bağdâdî;
“Tasavvuf ehli geçip gitti; tasav-
vuf, tesbih, hırka, seccade, ba-
ğırıp çağırmak olup çıktı.”2 di-
yerek zamanın tasavvuf ehlini
kınamıştır.
Kınamak, ayıplamak, azar-
lamak, serzenişte bulunmak,
korkmak, rüsvaylık anlamına
gelen melâmet mastar bir ke-
lime olup, melâmetî ise kınan-
maya konu olan; ululuktan, da-
vadan, kendini göstermekten,
halkın sevgi ve saygısını ka-
zanmak kaydından geçen; ken-
dini herkesten aşağı, herkesi
kendinden üstün gören; giyim
kuşam özelliğiyle, tekkeyle, va-
kıftan hazır yemekle, zikirle, ba-
ğırıp çağırmayla kendisini gös-
termeye çalışmayan, halktan
hiçbir suretle ayrılmayan, ken-
di kazancıyla geçinen, iç yüzden
Hak’la, dış yüzden halkla bera-
ber olan, hatta halkın saygısını,
sevgisini bir kayıt bildiğinden
farz ibadetlerini bile gizleyen,
halka kendisini kötü gösteren
kişi, demektir. Melâmîler, dini
Allah’tan başka hiç kimsenin
hatta bizzat kendilerinin bile
muttali olamayacağı bir sır ola-
rak görmektedir. Ayrıca onların
meşrebine göre insanın, yaptık-
larını görmesi, (bir şey yaptı-
ğını düşünmesi) bu fiilleri iptal
eder. Melâmîler, insanlara ha-
yırlı yanlarını göstermez ve ita-
atleri bulunduğunu iddia etmez-
ler. Bu sebepledir ki, melâmîler
birçok öğretileri ve âdetleri ba-
kımından diğer sûfîlerden farklı
olmuşlardır. Mesleâ sûfî hırkası
giymemiş, semâ’ meclislerinde
bulunmamış; müritlerine vecde
gelmeyi; cezbeye tutulmuş ola-
rak görülmeyi ya da daha genel
bir tabir ile iddia kokan, şöhre-
te sebebiyet veren hiçbir tavır ve
görünümü mübah görmemişler-
dir. Bunun temelinde hallerini
gizleme kaygısı bulunmaktadır.3
Birinci kuşak
melâmetîlerinden Ebû Hafs
Ömer b. Mesleme el Haddâd’ın
ifadesiyle melâmîlik; “Hak Teâlâ
ile beraber olmak için sırrını giz-
lemek, yakınlık ve kulluk adına
kendini kınamak, halka yalnız
kusur ve kabahatlerini gösterip
iyiliklerini gizlemek suretiyle kı-
namasını celbetmektir.”4
Gösteriş Olur Endişesiyle Gizlemek
Melâmet; kişinin yaptığı iyi-
likleri gösteriş olur endişesiyle
gizlemek, kötülükleri ve işledi-
ği günahları ise nefsiyle müca-
dele etmek için açığa vurmak-
tır. Bu tanımdan da anlaşılacağı
gibi, melâmetin temel vasfı ri-
yadan kaçınmak amacıyla giz-
lilik ve şöhretten sakınma ola-
rak tezâhür etmektir.5 Yapılan
melâmet tanımlarında, kelime-
lerin literal anlamı korunarak,
iddia sahibi olmama, riyadan
sakınma, şöhretten uzak durma,
nefsi itham ederek onun ayıpla-
rı ile meşgul olma, amelleri gör-
meme, şeklinde ifade edilmiş
ve bu hareket, anılan anlamları
kasten “Melâmetîlik” veya kuru-
cusu Hamdun Kassâr’a nispetle
“Kassârîlik” şeklinde isimlendi-
rilmiştir. Melâmetîlik, dış görü-
nüşlerinden iç hallerine intikal
edilmeyecek hal, fiil, davranış ve
sözleri seçerek avam ile avam,
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
-
Nisan 201326 27
havas ile havas olmuşlar: ger-
çek durumlarını sezdirmeme-
yi, toplum içerisinde kıyâfet ve
görünüşte ayırt edilmemeyi an-
layışlarının esası olarak belirle-
mişler, sırlarının açığa çıkma-
sından korktukları ve insanların
övmelerine sebebiyet verecek
bir hal ortaya çıkınca nefisleri-
nin gururlanmasından çekin-
dikleri için bir taraftan bu hal-
leri gizlemeye çalışmışlar, diğer
taraftan nefislerini kırmak için
halkın öfke ve tepkisini çekecek,
hatta zaman zaman kınama ve
azarlamalarına neden olacak fi-
iller işlemişlerdir.6
Gerçekte melâmîlik, İslâm
tasavvufundaki özel bir eğili-
mi ve bakışı temsil etmektedir.
Bu bakış, beşerî nefse, nefsin
amellerine, bu amellerin değer-
lendirmesine, zühd ve zühdün
tezâhürlerine dairdir. Sülemî,
ister melâmîlerin ya da başka-
larının bir ifadesi, ister bir âyet
veya bir hadis olsun, bu eğilimin
esası olmaya uygun olan her şeyi
melâmîliğin bir esası zikretmiş-
tir. 7
Muhabbetin hâlis olmasın-
da melâmetin büyük bir tesiri
ve tam bir meşrebi mevcuttur.
Allah (c.c.), mü’minlerin sıfat-
larından bahsederken, “Onlar,
kınayanların kınamalarından
korkmazlar. Bu Allah’ın bir lüt-
füdür ki, onu dilediğine verir.
Allah her şeyi kuşatandır, bili-
cidir.”8 buyurmuştur.
Bir melâmînin uzak durma-
sı gereken özellikler, bezenme-
si gerekenlerden, terk etmekle
mesul olduğu fiiller, yerine ge-
tirmesi istenilen fiillerden daha
fazladır. Melâmîlerin müritle-
ri için şart koştuğu öğretiler,
neredeyse şu veya bu şeyin ke-
rih görülmesi veya yasaklanma-
sı veya bir şeyin reddedilmesi-
ne dair bir yasaklar silsilesini
taşımaz. Meselâ melâmî, ibade-
tini, takvasını, zühdünü, ilmini
veya halini izhar etmemekle so-
rumludur. Bir melâmî, ihlâsın
zıddı olan riyadan bahsettiği
kadar, ihlasın kendisinden bah-
setmez; nefsin âfetleri, ayıpları
ve kirlerinden bahsettiği kadar,
fazîletlerinden ve olgunlukların-
dan bahsetmez. Nefsi suçlamak,
küçümsemek ve bütün istek ve
arzularında onu hesaba çekmek
gibi kendisine farz kıldığı şeyler
kadar, nefsi güçlendiren ve süs-
leyen şeylerle kendisini sorumlu
tutmaz.
Noksanlıklarından Bahsedilmesini Sever
Melâmî, amellerinin noksan-
lıklarından ve günahlarından
bahsetmeyi, güzelliklerinden ve
övgülerinden bahsetmeye ter-
cih eder.9 Dünyanın kınanma-
sı, melâmîliğin sisteminde hiç-
bir şekilde yer almaz, çünkü
onların öğretilerinde dünya-
nın zemmi yasaktır. Ebu Hafs
en-Nişaburî; “Gizlemen gere-
ken şeyi izhar ettin, artık bizim-
le oturma ve arkadaşlık etme!”10
diyerek iddiada bulunmaktan
kaçmayı öğütlemektedir. Çün-
kü melâmîler, nefisleri ile mut-
main olmazlar. Melâmî Allah
ile arasında gerçekleşen ilişkiyi
sır olarak düşünür, başkasının
bu ilişkiyi bilmesini istemez. Bu
durum onların diliyle şu şekil-
de dile getirilmiştir: “Melâmîler,
halk için birtakım kötü fiilleri,
amelleri ve tabiatın neticesi olan
huyları işlemişlerdi. Hak için
ise, onun gizli emanetlerini yeri-
ne getirmişlerdir.”11
Sülemî’ye göre sûfî ile
melâmî arasındaki temel fark
şudur: Sûfînin zâhiri, bâtınını
anlatır ve sırlarının nuru fiil ve
sözlerinde zâhir olur. Bunun
için sûfî, Hallâc ve benzerlerinin
yaptığı gibi, iddialarda bulun-
maktan veya Allah’ın kendisi-
ne keşfettiği gaybî sırları açıkla-
maktan veya Allah’ın onun eliyle
gerçekleştirdiği kerâmetleri in-
sanlara göstermekten çekin-
mez. Melâmî ise, Allah’ın sırrı-
nın emînidir; kendisiyle Rabbi
arasındaki hali kendisine sak-
lar. Ayrıca melâmî, hiçbir id-
dia sahibi değildir; çünkü ona
göre iddia, bir çeşit câhillik ve
münâsebetsizlikten ibarettir ve
eksiklikten kurtulamayışın de-
lilidir. Melâmî kerâmet göster-
mez; bu kerâmetle Allah’ın nefis
gururunu ve kendisini beğen-
mesini imtihan etmesinden, in-
sanların bu kerâmetle fitneye
düşmesinden korkar.12 Bununla
birlikte sûfî ile melâmî arasında
mukayesede bulunan Ebu Hafs
Ömer es-Sühreverdî, sûfîleri
daha üstün görmekte ve mânevî
hayatta sûfîleri melâmîlerin üs-
tünde bir mertebeye yerleştir-
mektedir.13
İbnü’l-Arabi ise melâmîleri,
bütün zaman ve mekânlarda ya-
şayan, kendilerine özgü nite-
likleri olan ve ortaya çıktıkları
vaktin durumuna göre sayıla-
rı artan veya eksilen ehlullahtan
bir grup şeklinde tanıtır. İbnü’l-
Arabî’nin ifadesi ile onların va-
tanları, ne Horasan ve ne de
Nişabur’dur. Pîrleri ne Ham-
dun el-Kassâr ne Ebû Hafs el-
Haddâd ne de Ebû Osman el
Hîrî’dir. İbnü’l-Arabî, bu ma-
kama ulaşanlar arasında, fark-
lı tabaka ve bölgelere mensup
Ebû Said el-Harrâz, Abdülkadir
Geylânî, Ebû Yezid el-Bistâmî,
Ebussuûd b. Şiblî gibi isim-
ler yanında, başta Hamdun el-
Kassâr olmak üzere Nişabur
pîrlerinden melâmîlik makamı-
na ulaşmış kimseleri de zikret-
miştir. İbnü’l-Arabî sâlikleri üç
kısma ayırır:
Birincisi, âbidlerdir. Bunlar-
da zühd hâli, iyi fiiller ve nef-
si kötü amellerden temizlemek
gibi davranışlar hâkimdir. Bu
insanların hâller, makamlar,
ledünnî ilimler ve sırlar hak-
kında hiçbir bilgileri yoktur.
Bunlardan birisi bir şey oku-
maya kalksa, okuyacağı şey
Muhâsibî’nin er-Riâye’si veya
onun yerine geçecek bir eserdir.
İkinci sınıf ise, bütün fiille-
rin Allah’a ait olduğunu ve ken-
dilerinin hiçbir şekilde fiil sahi-
bi olmadığını müşahede eden
sûfîlerdir. Bu insanlar takvâda,
zühdde ve tevekkülde âbidler
gibi ahlâk ve fütüvvet mensup-
larıdırlar. İnsanlara nâil olduk-
ları kerâmet ve hârikaları gös-
terir, onların Allah katındaki
derecelerini bilmelerine sebep
olacak herhangi bir şeyi izhâr
etmekten çekinmezler. Çünkü
onlar Allah’tan başkasını gör-
mezler. Bunlar melâmîlere nis-
petle, nefis ve arzu sahipleridir.
Üçüncü sınıf ise melâmîlerdir.
Bunlar, Allah’ın kendisine yö-
nelttiği bir sınıftır. Allah, on-
ları kendilerine bir göz ilişir
de, kendilerinden alıkoyar kıs-
kançlığıyla muhafaza etmiştir.
İbnü’l–Arabî melâmîlerin sa-
hip olduğu özellikleri şu şekil-
de sırlamaktadır: Melâmîler,
Allah’ın emirlerini yerine ge-
tiren diğer mü’minlerden faz-
ladan bildikleri bir hâlden do-
layı ayrılmazlar. Onlar, farz
namazlara sadece nâfileleri ila-
ve eder, sokaklarda yürür, in-
sanlarla konuşur; farzları in-
sanlarla beraber îfâ eder, her
beldeye o beldenin insanla-
rının kıyâfetleri ile girerler.
Melâmîlerden hiçbirisi, mes-
cidi mesken edinmez; insanlar
arasında kaybolmak için Cuma
namazının kılındığı mescitler-
deki mekânları değişiktir. Ko-
nuştukları zaman, kelamların-
da Allah’ı murâkabe ederler.
Kimse onları fark etmesin diye
komşularının dışındaki insan-
larla fazla haşir ve neşir olmaz-
lar. Her türlü ihtiyaçlarını ken-
dileri karşılarlar. Allah’ın râzı
olacağı şekilde çoluk çocukla-
rı ile şakalaşır ve sadece ger-
çeği söylerler.14 İbnü’l-Arabî
melâmet ehlini, bu vasıfların-
dan dolayı “ümenâ” olarak ni-
telendirdikten sonra, “Onlar
bâtınlarında olanı zâhirlerine
yansıtmayan, sûfîlerin en üst
tabakasında bulunan kimseler-
dir.”15 demektedir.
İnsanın en büyük düşma-
“Bir melâmînin uzak
durması gereken
özellikler, bezenmesi
gerekenlerden, terk
etmekle mesul olduğu
fiiller, yerine getirmesi
istenilen fiillerden
daha fazladır.”
-
Nisan 201328
PENCERE
Boynunu büken gülün Susuzluğu var dilimde Ah! Yanmışım yalaz yalaz Sahralara dönmüşüm Düşmüşüm hasretine Bir katre sevda suyunun Oy yürek yakanım Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim Bir damla suya hasret Göklere uzattığım ellerim Bu mevsim çok aykırı Bu mevsim bahtıbaranlar bile yok Bilmem ki neyleyeceğim bu mevsim Ayrılığın elinden
İstemem senden Gün solgunu, gün çalgını ışıklar Üstüme saçacaksan Gül sürgünü saç ışıklar Diyorsan ki açarım Gel bahtımın dehlizlerine Küçük küçük pencereler aç Seni ne çok sevmişim meğer Tarifi var mı bunun Ama böyle geçmez Ki aşkın vardiyası Ağıtlı, acılı, pür-matem De haydi yürek yakanım Bu aşka bir dermân buyur
Derman buyurmazsan İçim kandır dışım kan Çağır gözlerinin Büyüsüne kapılayım Ekileyim toprağına Ihlamur fidanlarınca Oy yürek yakanım Gülüm, gülşenim Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim
Celalettin KURT
29
nı olan nefis ile mücadeleleri
uğrunda melâmîler, riyâya yo-
rumlanabilecek her türlü tavra
karşı çıkmışlardır: Meselâ hem
kendilerine hem de tâbîlerine
sûfîlerin alâmet-i fârikası ve fa-
kirin nişânesi olan yamalı elbise
giymeyi yasaklamışlardır. Zira
onlara göre yamalı elbise giy-
mek, sûfînin kendini ispatlama-
sının göstergesidir. Aynı şekilde
verâ’, takvâ ve îsâr gibi görün-
tülerle ortalıkta dolaşmayı ken-
di kendilerine yasaklamışlar-
dır. Başka bir ifadeyle, bu ekol
sahipleri amel, hal ve ilim bo-
yutunda riyâyı yasaklamış, bü-
tün bunlarda nefsin kınanma-
sı gerektiğini savunmuş ve itâat
adına nefisten sadır olan her ey-
lemde kusur arama yoluna git-
mişlerdir.16 Melâmîler, halkın
kendilerini hor ve hakir görme
yolu ile nefislerini edeplendir-
mişlerdir. Bu zümrenin geçir-
dikleri en hoş zaman, nefisleri-
ni belâ ve zillet içinde buldukları
vakittir. Bu durumun örneği İb-
rahim b. Edhem’dir. İbrahim
b. Edhem’e; “Nefsinin mura-
dına nâil olduğunu hiç gördün
mü?” diye sorulunca, şu ceva-
bı vermiştir: “Evet bunu iki defa
gördüm. Bir kere bir gemiye
binmiştim. Oradakilerden hiç-
biri beni tanımıyordu. Üzerim-
de eski bir elbise vardı. Saçlarım
da uzamıştı. Gemideki ahalinin
benimle alay etmeye ve dalga
geçmeye müsait bir hâlde idim.
Gemide yolcuların yanında
maskaralık yapan biri vardı. Bu
kişi her zaman bana gelir, saçla-
rımı çeker, sakalımı yolar ve dal-
ga geçmek için beni hafife alır-
dı. İşte o an nefsimi murâdına
nâil olmuş bir hâlde bulur, nef-
simin zillet içinde olmasına se-
vinirdim. Nihayet günün birin-
de maskaralık yapan kişi kalkıp
üzerime bevledince sevincim
son haddine ulaşmış oldu. Baş-
ka bir seferinde, bardaktan bo-
şanırcasına yağan yağmur altın-
da bir kasabaya varmıştım. Kışın
soğuğu iliklerime kadar işlemiş-
ti. Üzerimdeki abâ ıslanmıştı.
Mescide vardım fakat içeri gir-
meme müsaade edilmedi. İkin-
ci, üçüncü mescide vardım, yine
aynı durumla karşılaştım. Ni-
hayet âciz kaldım. Soğuk vücu-
duma iyice tesir etmişti. Gittim
bir hamamın külhanına girdim.
Abamı ateşin karşısına serdim.
Altımdan çıkan duman elbise-
mi ve yüzümü simsiyah hâle ge-
tirmişti. Bir de o gece muradıma
nâil olmuştum.”17
Özetle onlar toplum içinde ârif
bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine,
sıradan bir insan gibi davranma-
yı tercih ederler. Gösterişten ka-
çındıkları için kerâmetlerini giz-
lerler. Sema meclislerinde vecde
gelip raksetmekten, yüksek sesle
(cehrî) zikir yapmaktan, tarikat
mensubu olduklarını gösterecek
özel bir kıyâfet giymekten, hatta
tekke kurmaktan kaçınırlar. Ta-
rikat merasimlerine önem ver-
mezler, görkemli türbeler yap-
maz ve kendilerine yapılmasını
istemezler. Fütüvvet neş’esinde
fedakâr ve cömert insanlardır.
El emeği ile çalışıp kazanmaya
önem verirler.18
1 Kara, Mustafa, Dervişin Hayatı, Sûfînin Kelâmı Hal Tercümeleri-Tarikatlar-Istılahlar, s. 97-98, Dergâh Yayınları, İstanbul 2005.
2 El-Kuşeyrî, Ebü’l-Kâsım Abdülkerim, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz. Ma’ruf Zerrik ve Ali Abdulhamid Baltacı, s. 314, Darü’l-Hayr, Beyrut 1993.
3 Afîfî, Ebü’l-Alâ, Tasavvuf İslam’da Manevi Devrim, ter. H.İbrahim Kaçar-Murat Sülün, s. 138, Risale Yayınları, İstanbul 1996.
4 Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik: Kalenderîler, s, 113, TTK. Yay., An-kara, 1999.
5 Tosun, Necdet, Bahâeddîn Nakşbend –Hayatı, Gö-rüşleri, Tarikatı-, İnsan Yayınları, İstanbul 2002.
Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.6 Bolat, Ali, Melâmetîlik, s. 15-16, İnsan Yay., İstanbul
2004. 7 Afîfî, Ebü’l-Alâ, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler,
s. 159, ter. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000.
8 5/Mâide, 54.9 Afifî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 138.10 Afifî, age., s. 140.11 Afifî, age., s. 140-141.12 Afifî, age., s. 144.13 Afifî, age., s. 146.14 Afifî, age., s. 144-146.15 Addas, Claude, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, Sufi Kitap
Yay., İstanbul 2010, s. 81-82.16 Afifi, Tasavvuf, s. 311-313.17 Hucvirî, Ali b. Osman, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bil-
gisi), s. 151, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1996, II. Baskı, Dergâh Yayınları.
18 Tosun, Bahâeddîn Nakşbend, s. 346.
*Prof. Dr.
Dipnot
“Onlar toplum içinde ârif bir sûfî edasıyla dolaşmak yerine, sıradan bir insan gibi davranmayı tercih ederler. Gösterişten kaçındıkları için kerâmetlerini gizlerler. Sema meclislerinde vecde gelip raksetmekten, yüksek sesle (cehrî) zikir yapmaktan, tarikat mensubu olduklarını gösterecek özel bir kıyâfet giymekten, hatta tekke kurmaktan kaçınırlar.”
-
31Nisan 201330
yolunda
sohbet
Çok mütevazı bir ha-yat yaşayan Hâce Bahâeddîn Şah-ı Nakşbend Hazretleri haram-
lardan titizlikle sakınır, ruh-
sat yolundan çok, azimet
yolunu seçerdi. Misafirlere ik-
ramdan hoşlanır, hediyeye he-
diye ile mukabele etmeye çalı-
şırdı. Mahlûkatın tümüne şefkat
nazarıyla bakardı.1 Misafirleri-
ne çok saygı gösterir, ona uymak
maksadı ile gerekirse (farz ol-
mayan bir) orucu bozmanın bile
caiz olacağını söylerdi.2
Şah-ı Nakşbend Hazretleri-
nin yolunu sıkı sıkıya takip eden
H. Hamidettin Ateş Efendi de
misafire ikramda fevkalade cö-
mert davranır, ikramlarda bulu-
nur. Bir sohbetlerinde misafirle
ilgili şöyle buyurmuştur:
“İman sahibi her mü’min mi-
safirine ikram etmelidir. Ahiret-
te kendine verilen malın ve diğer
imkânların hesabını kolay vere-
bilmek maksadıyla Allah rıza-
sı için paylaşmayı, mü’min kar-
deşlerine ikram etmeyi severek
yapması gerekir. Yakınlarıyla
ilişkilerinde kardeşine iyi duy-
gularla davranmalı, iyiliklerde
bulunmalıdır. Yine inanan insan
ağzından çıkana dikkat etmeli,
yararlı bir kelam edip etmedi-
ğini kontrol etmelidir. Çoğu za-
man susmak konuşmaktan daha
faydalıdır. Çünkü sükût kalp hu-
zurunu, kalp huzuru da toplum
huzurunu oluşturur.
Misafir evin bereketi, gönlü-
müzün sürurudur. Misafir gir-
meyen hanede bereket, huzur
yoktur, o hanede oturanlar mut-
suzdurlar.
Allah misafirleri geldiği za-
man Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi Hazretleri kapıda karşı-
lar, onları evimizin en güzel kö-
şelerinden birine oturtur, ye-
mek yesinler veya yemesinler,
mutlaka onlara ikramda bulu-
nur, tüm ihtiyaçlarını karşılar,
öylece onları huzurlu bir şekilde
yolcu ederdi. Misafir ağırlamak
devlethanede, bir itina, bir ge-
lenek, geçmişten gelen bir coş-
ku ve bir kültür idi. Bizim ha-
nemizde misafirsiz günümüz geçmezdi, misafir olmadığı gün-
ler komşu ve yoldan geçenler
davet edilirdi, herhalde Efen-
di Hazretlerinin misafire verdi-
ği önemin bir göstergesi olsa ge-
rektir. Bu davranış Peygamberî
emre mûti olabilmek için onun
sünnetine uygun bir davranıştır.
Gönüller de, Allah ve
Rasûlü ile onların dostları-
nın mekânıdır. Bu müstesna
mekâna başka şeyleri sokma-
mak, eğlememek gerekir. Kişi
gönlünü neye hasrettiğini iyi bil-
meli, iyilerle beraber olmalıdır.
Aşk ve muhabbetle yüreği çar-
panlar sevdikleri misafir geldi-
ği zaman kurban keserler. Hatta
öyle ileri derecede sevda ehilleri
vardır ki, onlar canlarından bile
geçerler.”3
Hulûsi Efendi (k.s.)’nin
Misafirperverliği
Hulûsi Efendi Hazretleri,
Müftü Vekili olduğu bir sırada
ziyaretine gelen aynı zaman-
da görevli imam olan Musta-
fa Kaygusuz ile öğle namazı-
nı kılmak için Şeyh Hamid-i
Velî Camii’ne gelirler. Namaz
çıkışında yemek için Mustafa
Hoca’yı Osman Hulûsi Efendi
eve davet eder. Mustafa Hoca
gönlünden; “Efendi Hazretleri
yeni benimle müftülükten gel-
di. Eve misafir olduğunu ha-
ber vermedi. Belki yemek ha-
zırlığı olmaz da mahcup olur.”
diye düşünür. O hiç bir şey
söylemeden, Hulûsi Efendi;
“Bizim söylediğimiz şeyde Al-
lah bizi reddetmez.” yukarı çı-
kalım buyurur. Yukarı çıkılır
ki, sofra hazırlanmış ve kurul-
muş, bu defa o mahcup olur.
Onun sofrası herkese açıktı
ve her zaman misafir gelir gi-
derdi. Allah’ın bu kapıya lüt-
fu hâlen aynı şekilde devam et-
mektedir.
EdebiyatMusa TEKTAŞ
-
33Nisan 201332
Hulûsi Efendi (k.s.)’ye göre;
insanlar için bu kapı, yalnızca
tarikat kapısı değil, Hakk misa-
firi olarak kabul edilip, yardım,
sulh, arabuluculuk temin ede-
cekleri bir kapıdır. Bir kısım in-
sanlar için ise, onun ilmi ve ışı-
ğıyla aydınlanacakları bir okul
ve kalp hastalıklarından kurtu-
lacakları bir şifahanedir.
Şah-ı Nakşbend Hazretle-
ri müridlerine dinî kaidelere
uymayı, takvayı ısrarla tavsiye
eder ve velîlik derecelerine bu
şekilde ulaşılabileceklerini söy-
lerdi. Tarikatını, Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in sünnetine ve asha-
bının sözlerine tâbî olmak diye
özetleyen Şâh-ı Nakşbend, ilme
ve âlimlere karşı son derece say-
gılıydı. Bu yüzden birçok âlim
kendisine intisap etmişti. Ken-
disi de iyi bir hadis eğitimi gör-
düğü için sohbetlerinde bazen
hadisleri izah eder, tasavvufî
şerhler yapardı.
İleri Ufuklara Bakmak
O, ileri ufuklara bakma-
yı, daima yükselmeyi öğütle-
yen bir mânâ sultanıydı. Mü-
ridlerine, “Eğer himmetinizi
yüksek tutmaz, oyununuzu bü-
yük oynamazsanız, size hakkımı
helâl etmem. Üstün himmetle
öyle olmalısınız ki, ayaklarınız-
la başıma basmalısınız. Yani si-
zin mânevî dereceniz, benden
daha yukarılara ulaşmalı.”4 diye
öğüt verirdi. Diğer yandan Şâh-ı
Nakşbend (k.s.)’e göre, müridin
üzerinde meydana gelen tüm sı-
fat ve güzellikler, aslında şeyhin,
lütuf merdivenleri sayesinde
gerçekleşmektedir. Çünkü mür-
şidin himmeti, müridin himmet
burağına bindirilmiş hâli gibi-
dir.5
Şah-ı Nakşbend Hazretleri
fütüvvet neşesine sahip olduğu
için çok cömerttir. Fütüvvet ne-
şesinin gereği olarak el emeği ile
çalışıp kazanmaya çok önem ve-
rir, işsiz insanları müridliğe ka-
bul etmez. Kendisi de arpa, bur-
çak ve kayısı yetiştirerek ziraatla
geçimini temin etmektedir. Bu
konuda: “Tevekkül sahibi nef-
sini görmemeli ve tevekkülünü
çalışarak gizlemelidir.” buyur-
muştur. Onun prensibi, dünyevî
işlerde çalışıp kazanmak ve kim-
seye yük olmamak, ancak çalı-
şırken de Hak Teâlâ’dan da ga-
fil olmamaktır. Hacca gittiğinde
Mekke’de biri himmet ve kalbî
ilgileri bakımından düşük, diğe-
ri ise gayet yüksek iki kişi gör-
müştür. Himmeti düşük olan kişi
Kâbe kapısının halkasına yapış-
mış dünyalık istemektedir. Yük-
sek olan kişi ise çarşı ve pazar-
da (Mina Pazarı’nda) dolaşıp
ticaret yapmakta, binlerce altın-
lık mal satın almasına rağmen
bir an bile Hak Teâlâ’dan gafil
bulunmamaktadır. Bu manza-
rayı gören Nakşbend Hazretleri,
himmeti yüksek olan karşısında
duygulandığını ve yüreğini kan
bastığını söyler.6
“Yolumuz Sohbet Yoludur”
Şah-ı Nakşbend Hazretleri ta-
rikatını sohbet esası üzerine kur-
muştur. Abdulhalik Gucdevânî
Hazretleri’nin “Halvet der en-
cümen” yani halk içinde Hak ile
olmak prensibini esas alır. Piri-
miz sohbet hususunda şöyle bu-
yurur:
“Yolumuz sohbet yoludur,
halvette şöhret, şöhrette de âfet
vardır. Hayır cemiyettedir. Ce-
miyet de dostların birbirini
nefy şartıyla sohbettedir. ‘Geli-
niz bir an iman edelim.’ sözü-
nün anlamı şudur: ‘Eğer bu ta-
rikatın taliplerinden bir cemaat
sohbet ederlerse hayır ve bere-
ket çokça olur. Buna devam ve
ısrar ise hakiki imana ulaşma-
ya vesile olabilir.’ Bizim tarika-
tımız urve-i vüska/kopmayan
kulptur. Peygamberimizin ete-
ğine sarılmaktır. Sahabe-i kira-
mın sözlerine uymaktır. Bu ta-
rikatta az amel ile çok fetihler
hâsıl olur. Fakat sünnete uyup
onu gözetmek büyük bir iştir.
Hak dostlarından biriyle soh-
bet eden sâlike düşen, kendi
hâline vakıf olmak, sohbet za-
manı ile önceki zamanı muka-
yese etmek, arada fark bulursa
‘İsabet ettin, sakın bundan ay-
rılma.’ hükmüyle o şeyhin soh-
betini ganimet bilmektir.”7 di-
yen Bahâeddîn Nakşbend (k.s.),
sohbeti genel anlamda ve hal-
vetin zıttı olarak kullanmıştır.
Bahâeddîn Nakşbend’in bu ko-
nuda şöyle söylediği nakledilir:
“Bizim sohbetimize gelen-
lerin bazısının gönlünde mu-
habbet tohumu vardır, dünyevî
alâkaların dikenleri arsasında
bu tohum gelişememiştir. Bu
durumda bizim vazifemiz o di-
kenleri temizlemektir. Bazıları-
nın gönlünde ise muhabbet to-
humu yoktur. Burada vazifemiz
tohum oluşturmaktır.”8
Sohbet ve Zikir Meclisleri
H. Hamidettin Ateş Efendi
sohbetin önemine işaretle şöyle
buyurmuşlardır:
“Hulûsi Efendi Hazretleri bir
sohbetlerinde: ‘Bizim sohbetle-
rimize nefis iştirak edemez.’ de-
miştir. Samimi gönüllü muhib-
banın manevî eğitimi sohbet vesilesiyle gelişmektedir. İn-
sanlar sohbetlere iştirak etmek-
le, kötülüklerden uzaklaştır,
ruhunu güçlendirir, mü’min
kardeşleriyle kalpleri birbiri-
ne yakınlaşır. Gafletten uzak-
laşarak zikrullah aydınlığına
kavuşur. Dünyalık bir beklen-
ti olmaksızın Allah rızası için,
sohbet, muhabbet maksadıy-
la bir yerde toplanan insanların
meclisine, meleklerin de iştirak
ettiklerini tasavvuf büyükleri
çeşitli sohbetlerinde beyan bu-
yurmuşlardır.
Sohbetlerde çoğunlukla hal
eğitimi ve manevî yansıma ol-
makla birlikte, zaman zaman
sözlü eğitim ve öğretim de ya-
pılmaktadır. Mürşid-i kâmil na-
zarıyla birlikte, gönüllere hitap
eden ilahîlerin sözleri can ku-
lağıyla dinlenmektedir. Ayet ve
hadislerin yanı sıra, büyüklerin
menkıbelerinin anlatılmasına
önem verilir. Böylece muhab-
bet artar, ibret alınır ve anlatı-
lanlar güzel örnekler olarak ha-
tırda kalır. Sohbet vesilesiyle
cemaat birbirinden görerek, ya-
şayarak, edep, erkân öğrenir.
Dinî nezaket, sevgi, şefkat, hiz-
met, fedakârlık gibi olgun ahlâkî
özellikleri içine sindirir. Kar-
deşlik duygusu bizzat yaşanarak
pekiştirilir. Sohbet ve zikir mec-
lisleri, ilâhî rahmet ve sek
top related