yol Şubat 2000 sayı 7
Post on 27-Jul-2016
250 Views
Preview:
DESCRIPTION
TRANSCRIPT
D üşünce ve D avranış B irbirinden Ayrılmaz
po litik durum değerlendirm esi
"yeniden yapılanm a" cum huriyet tarihinde
'ye n i b ir d ön ü m noktası
Mehmet Yılmazer
küreselleşm e ve restorasyon
bağlam ında türkiye ekonom isi
M. Sinan
ru s-çe çe n savaşı, seçim ler
ve p u tin d ö n e m i
Ayşe Tansever
sendikal harekette y o i ayrımı
(avrupa deneyim i üzerine notlar)
“Ölüm kendi belgeleriyle birlikte geldi.- M ilcadeleyi
Yeniden ele alacağızYeniden başlayacağızYeniden hep birlikte başlayacağız.D ünyanın büyü k yen ilg isine karşıAsla tükenm eyen küçük yo ldaşlaYa da hafızadaAteş gibi yananlaBir daha veBir daha veBir d a h a ...”
O
Juarı Gelma
em peryalist egem enlik ilişkileri ve o rta d o ğu
Ömer Demir
dünya g ü çle r d engesi içind e kosovaolaylarının anlamı
Ayşe Tansever
kıyam et gününe h oşgeid iniz
John Berger
Ö m er /açiner marks İzm 'i nasıl altüst ed iyo r?
M. Akyol Hasan Oğuz
3
Alaz Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti. Sahibi ve Sorumlu Yazılşleri Müdürü
İbrahim Kızıldeli Direniş Şubat 2000 Özel sayısı No:1
Izcariye Çeşmesi Sok. No: 57 / 59 D:6 Çemberlltaş / İSTANBUL
Tel: (0212) 516 37 85 Faks: (0212)517 00 20
E-Posta: direnls9@hotmail.com
ÜÇ AYDA BİR ÇIKAR
Yurtdışı Satış Fiyatı Almanya 10 DMİsviçre 10 SF
politik durum değerlendirmesiI. şenel bir bakışII. kürt hareketfnde stratejik dönüşve gelişmeler karşısındaki tavnmız 12
III. türkiye devrimcihareketinin durumu 28
mehmet yılmazer“yeniden yapılanma” cumhuriyet tarihindeyeni bir dönüm noktası 35
m. sinanküreselleşme ve restorasyon bağlamında türkiye ekonomisi 71
ö. demiremperyalist egemenlik ilişkileri ve ortadoğu 90
ayşe tansever rus-çeçen savaşı, seçimler ve putin dönemi 106
ayşe tanseverdünya güçler dengesi içindekosova olaylarının anlamı 124
john bergerkıyamet gününe hoşgeldinlz 141
mete akyolsendikal harekette yol ayrımı(avrupa deneyimi üzerine notlar) 146
haşan oğuzÖmer laçiner markslzm’inasıl altüst ediyor? 150
BaskıÖzdemir Matbaası (0212) 565 17 74
POLITIK DURUM DEĞERLENDİRMESİ
I. G E N E L BİR BA KIŞ
1. U LU S LA R A R A S I B O Y U T
Emperyalist Yeniden Paylaşımİki dünya savaşı ve irili ufaklı sayısız
bölgesel savaşları kışkırtan emperyalist paylaşım; 21. yüzyılın başında bir kez daha bütün ağırlığıyla insanlığın gündemindedir.
Emperyalizmin karakteristiği; dünyanın pazar, hammadde, siyasi egemenlik ve toprak bakımından bir kez ele geçirilmesi değil, tekrar tekrar ele geçirilmesidir. Bu gerçeklik; ekonomik ve siyasi bunalımların uluslararası egemenlik ilişkilerini her bozuşunda yeniden kanıtlanmaktadır.
Bugünün yeniden paylaşıma damgasını vuran ayırt edici yanların başında; sermayenin hiç olmadığı kadar üretim dışına çıkması gelmektedir. "Reel olarak yatırımlar 1914 seviyesinin gerisindedir. 20 yıl önce toplam sermayenin % 20 si spekülatif alana yönelikti şimdi % 95' i" (U N C T A D 94 raporu). Dünya Ticaret Örgütü’nün 1996 açıklamasına göre 1991 'de dünya üzerinde mayın gibi dolaşan spekülatif sermaye 8 trilyon dolar civarındaydı, 96’da ise 34 trilyon dolara çıktı. Üretim temelini giderek yitiren sermayenin yol açtığı sonuçların başında; hareket serbestisi için hiç bir ulusal hak, yasal ve insani engele takılmadan en kısa yoldan en yüksek karın peşinde koşması, dolayısıyla emperyalist
saldırganlığı artırması geliyor. Yine bu eğilimin yarattığı önemli sonuç; kumarhane zincirine dönüşen borsalarda patlamaya hazır kriz bombaları yaratmasıdır. Son Asya krizinde, örneğin Filipinler’de G SM H ’nın % 8 ’ine denk gelen 5 milyar dolar borsada üç saat içinde havaya uçtu. Bu kriz Güneydoğu Asya ülkelerini kırıp geçirdiği gibi Japonya ve Rusya gibi emperyaslit güçleri de etkisi altına aldı. Ekonomik bunalımlar, yarattığı tehdit ve boşluklarla emperyalist rekabeti azdıran en önemli katalizör durumundadır.
Diğer önemli gelişme; iki kutuplu dünya gerçeğiyle sınırlanan emperyalistler arası teknik, ekonomik, askeri rekabetin; Rusya'nın da bir emperyalist güç olarak sürece katılmasıyla son kırk beş yılın en üst noktasına çıkmış olmasıdır.
Yeniden paylaşımın üçüncü ayağında ise; emperyalizm lehine değişen güç dengelerine dayanarak; hem Sovyet- ler’in dağılmasının ardından ortaya çıkan iktidar boşluklarının ele geçirilmesi, hem de yirminci yüz yıl boyunca halkların devrimler ve sınıf mücadeleleri yoluyla elde ettiği kazanımların geri alınması amacı durmaktadır.
Her yeniden paylaşım, 20. yüzyılda olduğu gibi dünya savaşlarına dönüşmeyebilir, ama Lenin'in söylediği gibi "paylaşım güce dayandığı ölçüde savaşlar kaçınılmazdır".
Son on yıl, 21. yüzyılın dünyaya neler
3
— yol
getireceğine kanıt olmaktadır.Yeniden Paylaşım KuşağıBolşevik Devrimi ve onun etkisiyle
gerçekleşen devrimlerle emperyalist paylaşımın dışına çekilen alanlar, Sovyetler’in dağılmasının ardından şiddeti ve kapsamı giderek artan bir yeniden paylaşımın konusu haline geldi.
Doğu Avrupa'da kısmen ekonomik metotlarla gerçekleşen paylaşım; Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’da çatışmaya dönüşme biçimleri birbirinden farklı olmakla birlikte tümden silaha dayalı olarak yürütülmektedir. Baltık Denizi’nden başlayıp, Doğu Avrupa, Balkanlar, Kıbrıs üzerinden Filistin, Irak, Kürdistan, Kafkaslar, İç Asya ve Afganistan'a kadar uzanan Yeniden Paylaşım Kuşağı; geçtiği kimi ülkelerin haritalarını ve stratejik konum- lanışlarını değiştirdiği gibi, iç siyasetlerini de ağır deformasyona uğratmaktadır. Aşırı silahlanma, askeri ittifaklar, darbeler, etnik çatışmalar ve savaşlar sözü edilen kuşağın giderek derinleşen karakteristiğidir.
Bölgede ortaya çıkan tek tek olaylar, satranç hamlelerinin anlaşılabilmesinin oyunun bütününe bakıldığında mümkün olması gibi bu yeniden paylaşım gerçekliğinde anlaşılır olmaktadır. Hiç bir sorun yerel değildir ve emperyalistler arası güç hiyerarşisi oturana dek hiç bir yerel sorun burjuva anlamda dahi bir çözüme ulaşamaz. Aksine yerel çatışmaların bölgesel savaşlara dönüşme ihtimali çok daha fazladır.
Paylaşımın başını İngiliz ittifaklı ABD ve Avrupa Birliği ittifaklı Almanya çekiyor. Sürece yeni bir emperyalist güç olarak katılan Rusya'nın Doğu Avrupa1-
__ 4
dan püskürtülmesinde bu iki irade yakın durdular. Fakat Balkanlar, Kıbrıs, Ortadoğu (özelde Kürdistan) ve Kafkas- lar’a doğru gidildikçe hem Rusya'nın hayati alanlarına daha çok girilmektedir hem de AB ve ABD'nin çıkarlarındaki açı farkı da büyümektedir. Bu açı farkı; A B D ’nin askeri üstünlüğünün sağladığı rant ve daha önemlisi paylaşımın artan oranda zora dayanması nedenleriyle; Avrupa Birliği’ni de ekonomik zorunu askeri zorla pekiştirmeye yöneltmektedir. Nitekim son süreçte gündemleştiği gibi A B ’de kendi Avrupa ordusunu ve müdahale gücünü oluşturma girişi- mindedir. Rusya'nın ise paylaşımda ayırt edici yanı ekonomik geriliği nedeniyle rekabeti sürekli zor zeminine çekmesi ve şiddetlendirmesidir.
Emperyalist yeniden paylaşımın bölgedeki alanlarına bakılırsa;
Irak, Yeni Dünya Düzeni'nin ilk icraatıydı. Uluslararası kurumların "hukuki" desteğinde, en gelişkin teknolojiler kullanılarak Irak halkı kırıma uğratıldı. Ülke fiilen üçe bölündü. Sistemli bombalamalar, ambargo ve iç muhalefetin örgütlenmesine varan saldırı emperyalizmin dünya halklarına gövde gösterisiydi.
Balkanlar’a getirdiği felaket Irak'tan daha geri olmadı. Yugoslavya etnik olarak atomizasyona uğratıldı. Almanya, Slovenya ve Hırvatistan'ı 92’de "Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını Tanıma" adı altında kapattı. Bosna etnik yapısı gereği üç emperyalist gücün de kesişme noktasıydı. Bu durum yaşanan iç savaşı uzattığı gibi yıkımını da büyüttü. Ardından gündemleşen Kosova da ise paylaşım çığırından çıktı ve açık askeri işgale sıçradı. Sırbistan'ın etkisizleşti-
rilmesi doğal ittifakı olan Rusya'nın Balkanlar’da etkisizleştirilmesiydi. Henüz paylaşım bitmemiştir; Voyvodina, Montenegro (Karadağ) ve Sancak bölgesi emperyalist müdahalenin hedef tah- tasındadır.
Doğu Akdeniz'e hakim jeostratejik konumuyla Kıbrıs, Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sorunmuş gibi görünse de, özde A B ve A BD arasındaki gerilimin şiddetle yaşandığı, yeniden paylaşımın önemli gündemlerinden birisidir. Rusya, tarihsel Ortodoks akrabalığı olan Yunanistan üzerinden konuya yakınlığını korumaya çalışırken İsrail daha illegal yöntemlerle gelişmelere müdahaleci olmaya çalışıyor.
Kilit coğrafyalardan birisi olan Kürdistan; Kuzey’deki haklı direniş devrimci karakteri nedeniyle emperyalist güçlerin iç çelişkilerine rağmen elbirliğiyle darbelenirken, Güney’de doğrudan askeri yöntemle Irak sömürgeciliğinden koparılan alanda ABD eliyle fiili bir devletleşme yaratıldı.
O rta Asya’ya açılan kapı olarak Kafkasya çok daha şiddetli bir paylaşımın coğrafyasıdır. Hala petrolün ve doğal gazın dünya enerji ihtiyacı içinde payı % 60'ın üzerindedir. Bölgenin taşıdığı trilyonlarca dolar değerindeki zenginlik, bunun yaratacağı pazar ve daha önemlisi; bu kaynaklar üzerinde kurulacak hakimiyetin sağlayacağı rekabet üstünlüğü, emperyalist güçleri şiddetle karşı karşıya getirmektedir. Bu alandaki mücadele belki de Balkanlar’- dakinden çok daha kanlı geçecektir. Rusya Kafkasya'da inisiyatifi kaybetmesinin bedelini emperyalist konumdan sömürge konumuna düşerek ödeyeceğinin
farkındadır. Bunun için dezavantajlı olduğu ekonomik metodlara karşı tek dayanağı, çatışma ve savaşı sürekli gündemde tutmaktır.
Sırbistan'ın elinden parça parça Yugoslavya'nın kemirilmesi gibi Rusya'nın elinden de Kafkasya kemirilmeye çalışılıyor. Ama bunun aynı kolaylıkla olmayacağı olası savaşların uzun süreceği ya da bölge çapını çok aşabileceği açıktır. Her hangi bir Batı karşıtı iktidarın gelmesinin dünyayı hızla nükleer bir savaşın eşiğine getireceği tehlikesi hala emperyalizmin tepesinde sallanmaktadır. Sadece nükleer tehdit değil, Rusya’da ortaya çıkacak her önemli gelişme yeniden paylaşım kuşağının tümünde dengeleri altüst edebilecek sonuçlar doğuracak niteliktedir. Bunun için AB ve A BD emperyalizmi bir yandan mafyacı Yeltsin kliğinin iktidarını kollarken, diğer yandan bölgenin paylaşımında ellerini çabuk tutmaktadırlar.
Emperyalizmin yeniden paylaşımının önemli yanlarından birisi de; bu kuşaktaki ülkelerin askeri bombardımandan önce ideolojik bombardımana tabi tutulmasıdır. Sözü edilen bölgelerin tamamındaki ülkelerde şu ya da bu biçimde çok ulusluluk ve çok dinlilik hakimdir. Özellikle kapitalist-emperyalist çemberin dışında kalan, Balkanlar ve Kafkas- lar’daki ülkelerde en küçük azınlıkların bile varlıklarını sürdürebildikleri kozmopolit bir yapı vardır. Sosyalist ya da demokratik cumhuriyetler zamanında bu durum kaynaşmaya hizmet ediyordu. Bugün ise aynı etnik zenginlik emperyalizmin "insan hakları, demokrasi, azınlık hakları" kavramlarıyla ucundan tutup, ülke çeperlerini dağıttığı ve bir atomi- zasyon politikasına hizmet etmektedir.
____politik durum değerlendirmesi___
--------------------------------------------- 5 —
— yol
Yugoslavya bu uygulamaların pilot bölgesi oldu. Bu kavramların mızrak ucu işlevi görebilmesi için, bugüne kadar sözde yüksekte tutulan içişlerine karışmama prensibi açıkça bir kenara atılıyor. Sonuçta "demokrasi, insan hakları" lafları iç gerilimleri artırmanın ve içişlerine müdahalenin kılıfı oluyor.
Emperyalist müdahale etnik çatışmaları kışkırtıyor, etnik çatışmalar iç savaşları. Meşrulaştırılmış emperyalist müdahale ile paylaşım gerçekleştiriliyor. Üstelik emperyalizm etnik çatışmaları kışkırtmakla sadece müdahalelerini gerekçelendirmiş olmuyor, aynı zamanda bu ülkelerdeki anti-kapitalist tepkileri, milliyetçiliğe kanalize ederek boşa düşürmeyi de başarıyor.
2. T C 'N İN S T R A T E JİKK O N U M LA N IŞI
İki kutuplu dünyada Türkiye'nin uluslararası (stratejik) konumlanışı; sosyalizme karşı kapitalizmin uç karakolluk konumuydu. NATO'nun Güneydoğu kanadının en önemli ülkesi olarak bölgedeki her türden sosyalist ve anti-emperyalist gelişmeye karşı kalkan rolü üstlenildi. Zaten kuruluş itibarıyla demokratik bir nitelik taşımayan Türk Devleti; emperyalizmin bölgesel çıkarlarının gerektirdiği anti-komünist, anti-demokratik perspektifi; iç siyasetine de kolaylıkla yansıttı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalizmin uluslararası siyaseti bölgede çeşitli iniş çıkışlar yaşasa da stratejik işbölümünde Türkiye'ye biçilen statik rol neredeyse kırk yıl önemli bir değişikliğe uğramadı. Dolayısıyla Türkiye'nin siyasal kurumsal yapısı da bu statik rolün
__ 6
gerekliliklerine göre biçimlendi.90’da ise; Sovyetler Birliği’nin dağıl
ması, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada sadece bir güç boşluğu oluşturmakla kalmadı, bu güç boşluklarının emperyalist yeniden paylaşıma tabi olması gibi son derece dinamik bir süreci de başlattı.
Bu yeni durum, öncelikle TC'nin bir tarihselliğe dayanan statik konumlanışı- nı tümden boşa düşürdü. İkincisi; geçmişte Sovyetler’e karşı blok tutum alan emperyalist güçler TC'yi yaklaşık aynı vektörel hat üzerinde yönlendiriyordu. Bu günün yeniden paylaşımında ise emperyalistler arasındaki çıkar çatallan- ması TC'yi çok farklı yönlerden baskı altına almaya başladı. Üçüncü önemli gelişme ise; iki kutuplu dünya güç dengeleri ve ideolojisine göre şekillenmiş olan iç siyasal yapının, yeniden paylaşım koşullarında yetmezliğe uğraması ve stratejik konumlanma sorununun beraberinde bir iç siyasal yapılanma sorunu da getirmesidir.
Bu gerçeklikler nedeniyle son on yıldır Türkiye siyasetinin hemen her gündemi, doğrudan yeniden yapılanma sorununa, onun üzerinden de emperyalist yeniden paylaşım konusuna bağlanmaktadır.
Pratik gelişmeler izlendiğinde sözü edilen stratejik konumlanma sorununun hangi evrelerden geçtiği daha net görülebilir.
90’da Körfez Savaşı’nın ardından Türkiye'nin güneyinde A BD eliyle yaratılmış bir iktidar boşluğu doğdu. Bunu bir sonraki yılda Rusya'nın Baltık Ülkeleri ve iç sorunlarıyla uğraşması nedeniyle etkisinin azaldığı Kafkaslar’da pet-
rol ve doğal gaz bakımından son derece zengin yeni devletlerin ortaya çıkışı izledi, Bu önemli bölgesel gelişmelere; Avrupa Birliği’nin genişleme rotasını D oğu A vrupa v e Balkanlar’a doğru değiştirmesi ve Türkiye'nin adaylığını geri plana düşürmesi eklenince; Türk Devleti bir kaç yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak bir stratejik konum belirsizliğine yuvarlandı.
Türk Devleti Sovyetler’e karşı kaybedilmiş görünen jeostratejik rantı yeniden kazanma adına 90 Körfez Savaşı sırasında emperyalist politikaların iştahlı uygulayıcılığına soyundu. Başını Özal'ın çektiği bu eğilim; Güney Kürdistan'da hamilik, Kafkaslar’da ise özellikle Azerbaycan’da iktidara gelişini desteklediği Elçibey üzerinden yayılmacılığı esas aldı.
"Adriyatik'ten Çin Seddi’ne kadar Türkiye" söylemleriyle stratejik hat; neo-Osmanlıcıiık hayalinin arkasına takılmış oldu. Kuzey Kürdistan için "federasyon bile tartışılabilir" ifadesi gelişi güzel söylenmiş bir laf değil, neo- Osmanlıcılık’ın önündeki KUKM engelinin aşılması amacını taşıyordu. Aynı dönemler iç politikadaki yapılanma sorununa dönük başkanlık sistemi, II. Cumhuriyet, vb. tartışmaların gündemleştiği dönemlerdi. Bu gelişmelerin Avrupa Birliği için yeter gerekçe olacağına inanıldığı için karşılıksız olarak AB'ye Gümrük Birliği anlaşması hediye edildi.
Ama elbette ki TC nln stratejik ko- numlanışı kendi tercihine göre değil, bölgedeki yeniden paylaşımın etkilerine göre şekillenecekti.
Rusya yaşam alanı olarak gördüğü Kafkaslar’ı kolaylıkla bırakmayacağını 93 başında ilan ettiği yeni savunma konsep-
tiyle kanıtladı. Ermenistan'ın Karabağ’ı işgalini destekledi, yine Azerbaycan'da örgütlediği darbeyle Elçibey'i indirdi, Çeçenistan'ı işgal etti, Azerbaycan ve Gürcistan’da askeri üs kurdu ve böylelikle T C ’nin bölgedeki girişimlerinin tamamını çok kısa sürede boşa düşürdü. T C ’nin hayallerini yerle bir eden bu gelişmelerin ardından, 93’ün sonbaharıyla birlikte Kürdistan'ın Güneyi ve Kuzeyi’ne kirli savaşla, Kafkaslar’a ise karşı darbeci taktiklerle yönelindi.
A B D ’nin desteğiyle Rusya'nın geri- letilmesi amacını taşıyan bu yöneliş, iç siyasette de benzer izler bırakarak çeşitli evrelerden geçtikten sonra 96 yılında İsrail'le askeri-stratejik işbirliği noktasına sıçradı.
Kirli savaş dönemiyle İsrail anlaşması arasında bir kopukluk değil süreklilik vardır. Türk Devleti İsrail'le ilişkisini 90'ın hemen ardından başlatmıştı, 93 Kasımı’nda ise Hikmet Çetin’in ziyaretiyle diplomatik bir süreç açıldı. Kirli savaş döneminin en yoğun olduğu 94’te İsaril'le ilk kapsamlı anlaşma olan istihbarat değişimi anlaşması imzalanmıştı. 96 yılı boyunca imzalanan askeri eğitim, savunma sanayi işbirliği ve ekonomik ve ticari işbirliği anlaşmaları ile ilişki kabalaştırıldı. Genelkurmay’ın inisiyatifinde imzalanan anlaşmalar zinciri, ortak düşman ve tehdit tespitinden, silah sanayinin geliştirilmesine gümrük birliği oluşturulmasından istihbarat alış verişinekadar altm ıştan fazla anlaşma içeriyor.
Türk Devleti’nin A B D ’nin bölgesel çıkarlarının aktif bir savunucusu olması ve İsrail'le yakınlaşması yeni değildir. Fakat bu stratejik anlaşmanın ayırt edici niteliği; hem bölgedeki yeniden paylaşım
____politik durum değerlendirmesi___
------------------------------- 7 —
— yol
mücadelesinde geliştirilmiş en önemli ittifak olması, hem de askeri ekonomik siyasi yanlarındaki derinliktir.
Stratejik ittifakın hedef alanları son derece geniştir.
* Kıbrıs'la da bağlantılı bir yaklaşımla Doğu Akdeniz'in askeri denetiminin sağlanması. Dünya petrolünün altıda birinin taşındığı ve Bakü-Ceyhan hattıyla önemi daha da artacak bu alan üzerinde Güney Kıbrıs'ta İsrail ajanlarının cirit atması ve A B D ’nin Kıbrıs konusunda "eski koşullara dönülemez" diyerek Türkiye'nin işgalci varlığını desteklemesi ve ek olarak Kıbrıs'ta bir N A T O üssünün inşa edilmesi için Yunanistan’ın sıkıştırılması bu hedefe hizmet eden girişimlerdir.
* Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar ideolojik etkinliğe sahip ve anti- emperyalist radikal dayanaklar geliştirmiş olan İran'ın; Irak'ın yenilgisinden sonra daha da güçlenmesi, A BD ve İsrail için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Ayrıca İran’ın 25 milyona yakın Azeri nüfusuyla Azerbaycan üzerinde etkin olma İhtimali TC'nin Kafkasya'daki çıkarlarına da ters düşmektedir. Yine O rta Asya’da islamiyetin hızla yayılmasının gelecekte getireceği tehditler de bulunmaktadır. Kafkaslar’ın emperyalizm tarafından çözülmesinde ilk engel Rusya'nın varlığı ise İkincisi de İran’ın varlığıdır. Bu nedenle TC-İsrail anlaşmasının ortak tehdit tanımı İran'ı da işaret etmektedir. T C ’nin iç siyasette islami harekete dönük sistemli baskı uygulamasının bu gerçeklikle doğrudan bağlantısı vardır.
* Kuzey Kürdistan’ın zengin su kaynaklarının bir su politik çerçevesinde
__ 8
Arap milliyetçiliğine karşı baskı unsuru olarak kullanılması.
* Güney Kürdistan'da İsrail'in Kürt Sorunu ve Barzani ailesi ile ilişkilerinin derinliği bilinmektedir. TC'nin askeri o- perasyonlarla alandaki siyasi gelişmelerde taraf olduğunu göstermesi ve askeri eğitim verdiği Türkmenler üzerinden nüfuzunu artırma çabaları da biliniyor. T C ’nin Kürtlük’e karşı sömürgeci duyarlılığı nedeniyle İsrail ve A BD ile yaklaşım farkı taşımasına rağmen Kuzey’deki devrimci Kürt hareketini el birliğiyle darbelemelerinin ardındaki politika Güney’de oluşacak siyasi statükoyu denetleme hedefi taşımaktadır.
* Emperyalist paylaşımın en kritik coğrafyası Kafkaslar’dır. A BD eliyle İsrail hattına oturtulan T C ’nin ağırlıklı önemi bu gerçeklikten kaynaklanıyor. Ortadoğu petrol kuyuları açısından İsrail ne ise Kafkas kuyularının başında T C ’de o anlama gelmektedir. İsrail-TC ittifakı kaçınılmaz olarak bölgeselleşecek petrol eksenli savaşlarda bir müdahale gücü niteliğini taşıyor. TC planladığı 150 milyar dolarlık harcamayla, caydırıcı yanı geliştirilmiş dış operasyonlar yapabilen bir bölgesel askeri güç haline gelebilmesi İsrail'in istihbarat gücünü ve silah teknolojisini gerekli kılmaktadır.
* Silah sanayinin ekonomik boyutu da önemlidir. Petrol gelirlerinin silaha dönme düzeyinin ne kadar yüksek olduğu O rta Doğu’dan bilinmektedir. Kafkaslar’da bu oran daha az olmayacaktır. Stratejik işbirliğinin en çok ilerletilmiş yanı silah alımında ve silah sanayisinin geliştirilmesindedir. Anlaşmanın ekonomik boyutları silah sanayiden başka artık ekonomik bir güç haline
gelmiş olan İsrail'in bölgeye ekonomik entegrasyonunun sağlanmasıdır. Bunun için T C ’nin olanakları harekete geçirilmektedir. İsrail'in biyoteknoloji desteğiyle GAP'ta tüm Orta Doğu’ya dönük mega tarım projesinin geliştirilmesi. Yine Mısır'dan, İsrail ve Lübnan üzerinden Avrupa’ya uzanan bir Doğu Akdeniz otoyol projesi ve imzalanan gümrük birliği anlaşmasıyla iki ülke ticaretinin geliştirilmesi ve entegrasyonunun sağlanması hedeflenmektedir.
A B D ’nin TC üzerinde artan inisiyatifinin işaret ettiği ağırlıklı yön İsrail anlaşması üzerinden Ortadoğu ve Kafkas- lar’dır.
Bu gerçekliğe bakılarak dış dinamiklerin TC'nin iç siyasi yapılanmasını etkilemesinden söz edilecekse; globalleşme, demokratikleşme, vs.den çok daha önce, bu stratejik yönelişin belirleyici etkilerinden söz etmek gereklidir. 28 Şubat Kararları’nın bu anlaşmanın iç siyasete yansımalarından birisi olarak görülmesi hatalı değildir. Türk Devleti stratejik yönelişin gerekliliklerine göre daha çevik, daha organize hale getirilmeye, profesyonelleştirilmeye çalışılıyor. Elbette devletle birlikte toplumun da bu yönelişe hazırlanması ve militarize edilmesi gereklidir. Kemalizm etrafında ideolojik bir kemikleştirme sağlamak için; ilgili ilgisiz her ortamda askeri marş okutulmasından; kendi aydınının başınıyiyen p rovokatif su ikastlere kadar heryol denenmektedir. Militarizasyonun bir yolu bu tarz ideolojik kuşatma ise diğer pratik yolu da savaşlar olacaktır.
Bölge gerçeklikleri ve yapılan işbirliği T C ’nin stratejik yönünü doğuya çevirse de; A BD tümden Avrupa Birliği’nden
kopmuş bir TC yükünü taşımak istemiyor. Bunun için her fırsatta Türkiye'nin Avrupa Birliği’ne alınması gerektiğini dillendirmektedir. Aralık ayında yapılacak olan Helsinki zirvesinde bu konuda bir karar verilecektir. Geçen sene yapılan zirvede kesin bir tarzda reddedilen Türkiye'nin bu sene aday kabul edilmesini gerektirecek hangi değişiklikler oldu?.
Dikkate alınabilecek iki öğe vardır. Birincisi T C ’nin A BD eliyle Kosova'ya yerleştirilmesi ve Avrupa Birliği için Balkanlar’da bir ABD uzantısının oluşması, ikinci etken Kafkas petrollerinin Türkiye üzerinden geçmesinin kesinleşmesiyle T C ’nin önemindeki görece artış. Alman Başbakanı Schröder'in "Türkiye'nin kazandığı stratejik önemden dolayı Avrupa Birliği’ne üyeliği kabul edilmelidir" açıklaması da bu yeniliği anlatıyor. Avrupa Birliği, Türkiye üzerindeki ağırlığını yitirmekten ve tümden ABD-israil hattına girmesinden rahatsızdır. Fakat üyeliğe kabulünün yükleri çok daha ağırdır. Bunun için, bağlan koparmayan ve geliştirmeyen bir ara noktada tutma politikası yürütülmektedir.
3. T Ü R K İY E ’N İN İÇD İN A M İK LER İ
Ekonomik durumAsya krizi 98 sonlarına doğru
Türkiye'yi kuşattı. Ekonomiyi Güneydoğu Asya ülkelerindeki gibi yerle bir etmedi, ama tekstil, otomotiv, deri ve imalat sanayinin bir çok sektöründe yüzde 50’lere varan bir kapasite düşüklüğünden, konfeksiyon gibi kimi sektörlerde kapsamlı iflaslara ve bir milyonu aşan işsize maloldu. Krizin en çok etkili
____politik durum değerlendirmesi___
--------------------------------------------- 9 —
olduğu tekstil, inşaat, gıda sektöründe İflaslarla önemli bir servet kısa sürede el değiştirdi .
Krizin karlarını düşürmediği tek sektör bankacılıktı. 99’un ilk üç çeyreğinde İş Bankası 201 trilyon, Akbank 197, Garanti 130, Yapı Kredi 109, Vakıfbank 75 trilyon... gibi yüzde 100’ü aşan karlar elde ettiler. Üretim yapan sermaye krizden iflaslarla çıkarken, tefeciliğe dönük sermaye palazlanarak çıktı.
Tefeci sermayenin üretim yapan sermayeden değer aktarma ilişkisinin bir örneği olan bu vurgunculuk, Türkiye ekonomisinin belirleyici karakteridir. Sanayi odasının son bir kaç yıllık verilerinde; ilk yüz firmanın gelirlerinin %70'- inden, ilk beş yüz firmanın ise % 50'den fazlası faiz ve ranta dayalı olduğu açıklanıyor. Bu oranlar sermayenin üretimden ne kadar koptuğunun ve asalak- laştığının göstergesidir.
Vurgunculuğun diğer ayağı devlet borçlanmalarıdır. Kirli savaşın ve krizinin mali yükleri nedeniyle devlet, yıllardır yüzde 145’lere varan faizlerle borçlanıyor. Bankalar sadece topladıkları mevduatları değil yurt dışından aktardıkları kaynakları da devlet tahviline yöneltiyorlar. İç borçlanma gibi özelleştirmeler de kamu servetinin sermayeye dönüştürülmesinin en önemli kaynaklarından birisidir.
Devlet ağırlaştırılmış vergilerle açıktan, enflasyonla gizliden halkın cebinden çektiği değerleri, dış ve İç finans kapitalin kasalarına aktarma mekanizması gibi işliyor. Tefeciliğin böyle beslenmesi, devletin siyasal uygulamalarına finans kapital saflarından onay olarak geri dönüyor.
— yol-----------------------------------------------
Fakat bu yolda yürünebilecek fazla bir mesafe yoktur. Üretimden böylesine kopmuş ekonomi, son Asya krizinde bir yıkım yaşamadıysa, söylendiği gibi dinamik potansiyelinden değil "narko finans" denilen ve bütçeye denk olduğu iddia edilen uyuşturucu gelirlerinin piyasadaki varlığındandır, Türkiye başta Rus mafyasının olmak üzere uyuşturucu baronlarının revaçtaki ülkesi ve bölgedeki en önemli kara para aklama merkezidir. Emperyalizmin onayıyla bu alanda yuvalanan kara para, siyasal uzantılarıyla son derece etkili bir konumu işgal ediyor.
TC'nin stratejik yöneliminin ekonomiye getirdiği önemli sonuçlar da vardır. Bunların başında yeni bir sermaye birikim kaynağı olarak silah sanayi bulunuyor. Genelkurmay’ın öncülüğünde başta Koç ve Sabancı gibi holdingler bu sektöre yönelmektedir. O Y A K Holding’le, silah sermayelenirken, bu kanalla da sermaye silahlandırılmaktadır.
Bir diğer önemli gelişme Bakü- Ceyhan Hattı şaşalı açıklamalarla ilan edilmeden önce tahkim yasasıyla gelen "kapitülasyon"dur. Başta enerji sektörü ve GAP olmak üzere yapılacak yabancı yatırımlarda anlaşmazlık durumunda mahkemeleri değil, uluslararası tahkim konseyini yetkili kılan bu anlaşma T C ’nin hükümranlık haklarından vazgeçişidir. Hukuki yanının devredilişi gibi gelişme ihtimali olan sektörler yapılan ekonomik anlaşmalarla şimdiden uluslararası finans kapitale devredilmiştir.
Siyasi durumSiyasal alan olağanüstü gerilimli ve
şok gelişmelerle yüklü yaşanıyor. Gelişmeler kimi zaman birbirini tamamlayan bir siyasal rotanın unsurları
10
olurken, kimi zaman da taban tabana zıt yönelişlere işaret etmektedir. Alt üstlüklerin yaşandığı süreçlerin doğal akışı olan bu durumun yanıltıcı görüntülerine kapılmamak için ardındaki temel akışın bilince çıkartılmasını gereklidir.
Türkiye'deki siyasi iktidarın son yirmi yıllık tarihsel gelişimine bakıldığında ilk görülecek şey; merkeziliğin ve anti- demokratikliğin giderek daha fazla derinleşmesidir. Yaşanılan yirmi yıl 12 Eylül faşizmini çözmeye yetmedi. Aksine 80’lerin ikinci yarısında K U K M ’nin çıkışı ve işçi öğrenci eylemleri kimi antidemokratik uygulamaları fiiliyatta boşa düşürdüyse de, 90’ların başından itibaren sansür-sürgün yasaları, ardından kirli savaş konsepti ve son olarak 28 Şubat kararları ile faşizm, darbe dönemini aratmayacak düzeyde pekiştirildi.
M G K ’nın hükümet işleyişine müdahalesi, günlük müdahaleye dönüştü ve geçmişteki parlamento darbe ayrımı silikleşti ve Latin Amerika’daki benzerlerinde olduğu gibi darbe ile parlamento neredeyse iç içe girdi.
Devlet meselesi olarak görülen dış politika zaten Genelkurmay’ın elindeydi, yeni geliştirilen Başbakanlık Kriz Yö netim Merkezi gibi oluşumlarla da; tanımı epey belirsizleşmiş "olağanüstü durumlarda" parlamentonun yetkisini tümden devralacak düzenlemeler yapıldı. İcrayı tek elde toplamayı hedefleyen ve parlamentoyu lağvetme yetkisiyle donatılmış Başkanlık Sistemi arayışları, sözü edilen merkezileşme eğiliminin geleceğe sarkacak yanlarıdır.
Bu düzenlemelerden daha önemlisi; devletin illegal uygulamalarının çarpıcı boyutlarda genişletilmesi ve provokas
yonlarla hükmetme tarzını gündelikleştirmiş olmasıdır.
Siyasi kriz derinleştikçe, devletteki merkezileşme eğiliminin artması politik ortamın ilk karakteristik özelliğidir.
Diğer ayırdedici yanı ise tüm merkezileşme ve illegal uygulamalara rağmen bir siyasal dengenin (stabilizasyon) hakim kılınamayışıdır.
Devlet arkasına aldığı stratejik yönelişin olanaklarıyla İslami Hareket ve Kürt Ulusal Hareketi karşısında belli taktik avantajlar sağlayabildi. Bu "28 Şubat’ın muhalefet güçlerine sınır çekme harekatının belli düzeylerde başarısını gösterir. Ama İslami Hareket dağılmamıştır, aksine kimi pazarlıklarla (tahkim yasası karşılığında Erbakan’ın seçilme yasağının kaldırılması gibi) kaybettikleri mevzileri kazanma çabasındadırlar, Kürt Hareketi ise tüm gerilemelerine rağmen hala sistemin hazmetmekte diğer unsurlara göre çok daha fazla zorlanacağı bir siyasal sorun olarak durmaktadır. Yine polisiye tedbirlerle engellenen işçi-emekçi muhalefeti önemli bir potansiyel tehdit niteliğindedir. Muhalefet güçlerinden başka egemen zümrenin de içinde olduğu rant ve konum kapma mücadeleleri ve uluslararası güçlerin etkili uzantılarıyla siyasal alana müdahaleleri, destabilize edici diğer önemli unsurlardır.
Bölgesel gerçekler de dikkate alındığında; sistemin içinde bulunduğudurum; gelgeç sindirmeler ve iknalarla çözüme kavuşturulamayacak kadar köklü düzenlemeleri dayatıyor, fakat devletin ne restorasyonla diğer iradeleri etkisizleştirebilecek gücü ne de reform yapmaya cesareti vardır.
____politik durum değerlendirmesi___
11 —
— yol
Bundan dolayı sürekli siyasal bunalım üreten bir iç hesaplaşma süre gitmektedir.
Egemen blok içi kapışma ve toplumsal muhalefete dönük saldırılar bir anayasal çerçevede temsil olacak istikrarlı bir güç dengesi yaratmamıştır. Bunun için bir uzlaşma değil, her iradenin kendi çıkarlarını kurumsal ve siyasal güvenceye alacağı bir anayasayı hakim kılmak için iç ve dış ittifaklarını geliştirmeye ve hesaplaşmada kozlarını artırmaya ihtiyacı vardır.
Siyasal alandaki merkezileşme ve çatışma gerçeği, çok dillendirilmesine rağmen her hangi bir demokratikleşmeye yaşam hakkı tanımaz. Stratejik yönelimin emrettiklerinin ise demokratikleşmenin hiç bir unsuruyla alakası yoktur. Bu söylemlerde burjuvazinin çeşitli katmanlarının halkların demokrasi özlemlerini kendilerine siyasi sermaye yapma çabaları gizlidir.
Böylesi alt üstlük dönemlerinin, sürece yanıt üretemeyen her kesimden siyasi iradeyi politik tasfiye girdabına savurduğu veya güçlerden birine yedeklediği yakın dönem örneklerinden biliniyor.
Emperyalist yeniden paylaşım mücadelesinin T C ’yi zorladığı yeni stratejik konumlanma ve K U K M ’nin geldiği noktanın ardından devrimci siyasetin; klasik yaklaşımlarla sürece yanıt üretmesi olası değildir. Devrimci saflarda "milliyetçi" zemine ya da "sosyalist insan haklarıcılığına" sapma belirtileri de bu gerçekliğin ürünüdür. Hareketimiz klasik kolaylıklarını yitirmiş olan devrimciliğin üçüncü dönemde hangi örgütsel yetkinleşmelere zorunlu
__ 12
olduğunu daha önce tespit etmişti. Son süreçte oluşan politik tablo da benzer şekilde yakın dönemin politik duruş kolaylıklarının ortadan kalktığı, ideolojik ve politik yetkinleşmeyi zorunlu kılan yeni bir dönemdir. Üçüncü dönemin önderliği bu pratik ve politik yetkinleşmeler üzerinde şekillenecektir. Sürece sistemli yanıt üretemeyen hiç bir iradenin kendisini dahi koruyamayacağı bir döneme girilmektedir.
II. KÜRT HAREKETİN DE STRATEJİK DÖNÜŞ VE GELİŞMELER KARŞISINDAKİ TAVRIMIZ
I. S O R U N A Y A K LA Ş IM D A K İD U R U Ş N O K T A M IZ
Ulusal Mücadele’deki stratejik dönüşün genel olarak politik ortama ve özel olarak Devrimci Hareket’e önemli etkilerinin olacağı yeterince açıktır. Olay kaba değerlendirmelerle geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. Ne katı, ruhunu yitirmiş dogmatik formüllerle; ne de her yana savrulabilecek pragmatik tavırlarla açıklanabilir. Sosyalist sistemin tarihte eşi görülmedik ölçüde çöküşü, yüz milyonların sosyalizme “ ihanet” edişinden sonra buna benzer kavramların dünkü kadar kolayca kullanılmasının siyasi anlamı kalmamıştır. Yüz milyonları “ ihanete” sürükleyen koşullar çözümlenmedikçe ajitasyon yüklü değerlendirmeler kendi kendine konuşmaya benzer. Bu da bir hastalık halidir.
Devrimci Hareket’in genelde olaya yaklaşımı sığ ajitasyonlardan öteye gidememiştir. “ Biz demiştik” , “ Beklenen bir gelişmeydi” tekerlemeleri en çok duyu-
lanlar. Sosyalizmin çöküşü karsısında da benzeri değerlendirmeler yapılmıştı. Yara şimdilik daha sıcak. Sosyalizmin yıkılışı nasıl yıllar geçtikçe düşünce sistemlerinde büyük delikler açtı ise, Ulusal Mücadele’deki son gelişmeler özellikle pratik devrimci yönelişlerde derin etkilerini ortaya koyacaktır. Öte yandan, bugüne dek hep “ barışçıl” mücadele içinde kalmış olan K. Burkay’da “ Biz demiştik” söylemini tekrarlıyor. Hem kendini radikal zeminde gören siyasetler hem de en geri pasif noktalarda duranlar aynı koroda şarkı söylüyorlar: “ Biz demiştik!” Bu işte bir yanlışlık olmalı? Gerçekten ne denmişti? Ne oldu?
Mücadelenin “ silahla olmayacağını” söyleyen Kürt siyasi eğilimleri bugün neden telaşlılar? Dün silahlı mücadele onların zeminlerini daraltmıştı; bugün siyasal mücadele onları aynı oranda kuşatmaktadır. Kürt sorunu dünyanın ve elbette Türkiye'nin gündemine geri dönüşü olmaksızın oturmuşsa bunun bir tek nedeni vardır: PKK'nin yürüttüğü mücadeledir. Bu teslim edilmedikçe hiçbir ahlaki ve politik adım atılamaz. Ulusal Mücadele’deki stratejik dönüşten siyasal çıkar sağlamak, bu çıkarlar dünyasında, hele günümüz politik fakirlik ortamında pek yadırganmasa da, bunun da güçlü bir mantığı ve kendi içinde bir tutarlılığı olmalıdır. Oysa ortada ne böyle bir mantık ne de bir tutarlılık vardır.
Türkiye Devrimci Hareketi’ne gelince, Ulusal Mücadele’nin hiçbir aşamasında (belki son üç dört yılı dışında tutabiliriz) olumlu bir sınav verememiştir. PKK'nin doğuşuna tam anlamıyla düşmanca bir tavır alınmıştır. Ağustos atılımı ise hemen hiçbir olumlu tepki
almamış, sinsi bir iç güdüyle sanki hareketin kırılması beklenmiştir. O zaman aynı alınyazısı paylaşılacak, bilinçler ve ruhlar bu ortak kaderle avutula- caktı. Ancak Ulusal Mücadele inadına yükselmiş, düzenin bir numaralı hedefi haline gelmiştir. 90'lı yılları geçtikten sonra Kürt Hareketi ile artık kaçınılmaz “zoraki dostluklar” başlamıştır. Kendini bir türlü ayağa kaldıramayan Devrimci Hareket, ister kabul etsin ister etmesin, Kürt gerilla hareketinin yarattığı moral etkiyi soluyarak bu kaynaktan belli ölçülerde beslenmiştir. Ulusal Hareketin başardıkları hiçbir zaman açık yüreklilikle teslim edilmemiş, öte yandan karikatür taklitlerden de geri durulmamıştır. Devrimci Hareket ne siyasal olarak ne de devrimci moral değerler açısından Kürt Hareketi karsısında başarılı bir sınav verememiştir.
Bugün “ Biz demiştik” yaklaşımlarının hiçbir siyasi ve moral değeri yoktur. Çünkü, doğru, kitaplardaki formüllere bakılarak bulunamaz; tarih bilinci ve yaşamın canlı pratiği böyle “ doğrulan” sürekli sınamaktadır. Devrimci Hareket, son yirmi yıldır Ulusal Mücadele karşısında verdiği kötü sınavı, bugün “ biz demiştik” ucuz çığlığı ile örtemez. Sınavdan kastımız sadece “ pratik destek” değildir. Her şeyden önce Ulusal Mücadele karşısındaki siyasal duruş noktası önemlidir. Bu duruş noktası ardından gelen bütün davranışları etkiler. Bugün çiğ bir çığırtkanlıkla olaylara yaklaşanlar, bu sancılı dönemden bayağı pragmatizmle “yararlanmak” isteyenler, bir şey kazanamayacakları gibi, son zerresine kadar tükettikleri moral itibarlarını kazanamamak üzere kaybedeceklerdir. Şu unutulmamalıdır: Bugün sadece Ulusal Müca-
___ politik durum değerlendirmesi___
13 —
— yol
dele kaybetme riskiyle karşı karşıya değildir; döneme yaratıcı bir enerjiyle yaklaşamayan her yapı kaybedecektir. Sosyalizm çöktüğünde kendilerinin “ doğrulandığını” sanıp böbürlenen Troçkist ve anti-Sovyet yapılar bir nebze bile güçlenemediler. Kimse güçlenemedi. Geçici soluk alışlar çabuk söndü. Çünkü sistem herkesin başına yıkılmıştı. Şimdi Kürt Hareketi’ndeki olası bir çöküş ya da zayıflama, süreç miyopluktan öteye kavranırsa, Devrimci Hare- ket’i de içine alan yoğun bir tasfiye anaforuyla yaşanacaktır. Bu gelen tasfiye dalgası, sinsi bir sevinçle “ Biz demiştik” çığlıklarını atanları da süpürecektir. Hatta önce onları süpürecektir.
Hareketimiz Ulusal Mücadele’ye karşı tavrı söz konusu olunca, Türk Solu’ndan belirgin bir şekilde ayrı durdu. Bu nedenle yerli yersiz eleştirilere uğradı. Bizler bu eleştirilerden gocunmak şöyle dursun doğru noktada durduğumuzun bir kanıtı olarak algıladık. Bugün, Ulusal Mücadele’deki stratejik dönüsü değerlendirirken Sol'un içine düştüğü ucuz tavırlarla aramıza kesin bir sınır çekmeliyiz. Bu sınırın birkaç ana noktası vardır.
Önce, Ulusal Mücadele’nin başardıkları hiçbir zaman unutulmamalıdır. PKK'nin doğuş ayrıcalığı, savaşta taktik ustalığı hafızalardan kolay silmmeme- lidir. Hareketimiz bu konuda Ulusal Mücadeleyi yeterince kapsamlı olarak değerlendirmiştir.
İkinci olarak, bugünkü stratejik dönüşün kapsamı, nedenleri derinlemesine değerlendirilmelidir. Fırsatçı, ucuz ajitasyon yöntemimiz olmadı. Bugün bunu lanetlenecek bir günah, ölümcül
bir bulaşıcı hastalık olarak görmeliyiz. Formül tekrarlamaktan, sözde devrimci keskinliklerden en küçük etkilenme şöyle dursun, bunu vücuttan bir an önce kazınacak bir ur olarak algılamalıyız.
Son olarak, Kürt Hareketi’ndeki son derece zaaflı stratejik dönüşün yaratacağı “ fırsatlara” gözlerini dikenlerin, henüz yara sıcakken attıkları keskin çığlıkların yarın yara soğuyup dengelerde kaymalar yaşanınca ve bunların pratik politik sonuçları acı acı kendini gösterince “ bu iş olmaz” çukuruna yuvarlanacaklarını iyi biliyoruz. Fırsatçı gündelik sözde kazançların değil, yükselecek güçlü tasfiye dalgasına karşı köklü bir duruş yaratabilmenin, dönemi aşmakta yaşamsal rol oynayacağı iyi kavran- malıdır. Bu dönem ucuzlukların ve bayağı fırsatçılıkların dönemi değildir. En yaratıcı, derin ve güçlü yaklaşımların sonsuz bir enerjiyle uygulanması gereken bir dönemdir. Günü kurtararak yaşamaların sonuna gelindi. Ortaya çıkabilecek dağınıklık ve anafor, gün kurtarma tiryakilerinin iştahını kabartabilir. Oysa, dün günü kurtarmanın biraz imkanı var idiyse, bunun Kürt gerilla hareketi sayesinde olduğu hatırlanırsa, artık o tabakta yenecek yemek kalmamıştır. Artıklarla da akbabalar yaşar.
Bu dönem geçilirken Kürt Hareke- ti’ne karşı eleştiri ve dostluğun ince, hassas ve ustaca belirlenmiş sınırları iyi çizilmelidir. Dostlarla çok acı da konuşacak olsak, fırsatçılarla konuşacak hiçbir şeyimiz yoktur.
__ 14
2. U L U S A L M Ü C A D E LE D E K İS T R A T E JİK D Ö N Ü ŞÜ NTANIM LANM ASI V E D ERİNLİĞİ
İmralı duruşmalarından hemen sonra “ stratejik dönüş” tespitini yaptığımızda durum belli ölçüde tartışılabilir yanlar taşıyordu. Ancak aradan geçen çok kısa bir sürede olay hızla derinleşti ve tartışılır yanı kalmadı. Stratejik dönüş kesinleşmiştir. Artık yapılması gereken bu dönüşün kapsam alanı ve derinliğinin tespit edilmesidir. Stratejik dönüşten kasıt PKK'nin çıkış amaçlarından, dünya dönem ve bölge değerlendirmelerinden kesin bir kopuş yapmasıdır. Elbette ki stratejiler değişmez tanrı sözleri değildir. Onu yaratan sınıf dengeleri, güçler durumu değiştiğinde kaçınılmaz bir şekilde stratejiler de değişir. Önce dönüşün kapsamını değerlendireceğiz. Sonra bu değişimin “ kaçınılmazlıklarını” irdelemeye çalışacağız.
Stratejik dönüşün başlıca dört ayağı vardır. İlki, devrimler döneminin kapanması ve 21. yüzyılın demokrasi yüzyılı olacağı tespitidir; İkincisi, YDD'den beklentilerle ilgilidir; üçüncüsü, Demokratik Cumhuriyet kavramıdır; son olarak, “ devleti güçlendirme” yaklaşımının anlamıdır. Bu temel yaklaşımların pratik mantık sonuçları olan “gerillanın sınır dışına çekilmesi” , “ silah bırakma” gibi konular ayrıca değerlendirmeyi gerektirmiyor.
Devrimler döneminin kapanması Y e
21.yüzyılda demokrasi: Geride bıraktığımız üç yüzyıl, (18., 19., ve 20. yüzyıl) burjuva ve sosyalist devrimlerin, aynı zamanda ulusal kurtuluş savaşlarının yüzyılı oldu. 20.yüzyılın son on yılına ise
büyük tarihsel olaylar sığdı. Sosyalist sistem inanılmaz bir çabukluk ve “ kolaylıkla” çöktü. Ortaya çıkan dünya tablosunun hangi tarihsel ve politik gelişmelere yol açacağını ön görebilmek başlıca iki temel verinin irdelenmesinden geçiyor. İlki, sağlam ve derin bir tarih bilincidir. “ Tarih tekerrür etmez” ancak geleceğe ait yoğun ip uçları verir. Ayrıca her “ tekerrür” gibi görünen olayın derinliklerinde akan farklılıkları yakalamak gerekir. Burada ikinci temel veriye, günümüz dünyasının özelliklerine geliriz. Kabaca bakıldığında dünyadaki politik durum sanki ilk dünya savaşı öncesine dönmüştür. Ancak benzerlikler bu noktadan öteye geçmemektedir. Benzerliklerin iki yanına kesinlikle vurgu yapmak gerekiyor. Dünya yeniden emperyalist güç merkezleri tarafından paylaşılmaktadır. Y D D denen olgu budur. ABD, Avrupa Birliği ve Japonya bu merkezlerin başında gelmektedir. Elbette şimdilik baş aktör ABD'dir. Gelecek on yıl içinde tarih sahnesine güç olarak Rusya ve Çin de çıkacaktır. Rollerini hangi yönde oynayacaklar? Bugünden net öngörülerde bulunmak oldukça zordur. Ancak tarih sahnesine çıkacakları yeterince kesindir. Benzerliklerin ikinci yanı dünyadaki güç kavramında yatıyor. Bugün güç, hala üç kaynakla tanımlanıyor: sermaye, teknik ve zor. Emperyalist merkezlerin bu alanlarda nefes nefese bir yarışı var. Sermayede yapısal bazı değişiklikler olmasına, tekniğin gelişiminin insanlığın önüne inanılmaz imkanlar çıkartmasına, zorun kullanımında bazı başkalaşımlar yaşanmasına rağmen bu üç temel güç kaynağının paylaşımda esas rolü oynaması bugünün dünyasının da temel özelliğidir. 21. yüzyıla da bu
____politik durum değerlendirmesi___
15 — -
alanlardaki güç dağılımı damgasını vuracaktır. Paylaşım yöntemlerinde, zorun kullanımında elbette kaçınılmaz bazı değişimler yaşanacaktır, ancak bu üç temel güç kaynağına dayanarak yaşanacak bir “ paylaşım savaşı” gerçekliğini değiştirmez. Böyle bir dünya da “ demokrasfnin kapsamı ne olabilir?
Bu noktada emperyalizmin “ insan hakları” savunuculuğuna gelmemiz gerekiyor. Fukuyama, sosyalizm çöktükten sonra liberal demokrasiyi “ tarihin sonu” ilan etmişti. Çok geçmeden yine bir A B D ’li “ düşünür” S. Huntington “ uygarlıklar savaşı” nm yaklaştığını ilan etti. Fukuyama'nın öngörüleri YD D gerçekliği karşısında dağılıp gitti. Belki uygarlıklar savaşı değil, ama dünyanın amansız paylaşım savaşı devam ediyor. Üstelik bu paylaşımın büyük ağırlığı Türkiye denen coğrafya parçasının çevresinde gerçekleşiyor. Ancak bu paylaşımın oldukça garip kafa karıştıran bir ideolojisi var: İnsan hakları! Bu bir gerçeklik mi; yoksa büyük bir iki yüzlülük mü? Toplumsal olaylar kolayca tek renge boyanamaz. Bu olayda da bazı gerçeklikler olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir tarihsel yalan var. Dünyanın yeniden paylaşımının ideolojisi bu nedenle iyi kavranmalıdır. Bu noktada biraz tarih bilincimize dönmek gerekir.
Emperyalizmin ilk paylaşım sürecinde ideolojisi “ vahşi toplumlara uygarlığı götürmek”ti. “ Güneş batmayan imparatorluk" İngiltere'nin paylaşım ideolojisi bu masum cümlede yatıyordu. Bu tümüyle “yalan” da değildi. O dönemin en gelişkin uygarlığı ve toplumsal düzenine İngiltere sahipti. Ancak Hindistan'da tarlalar açlıktan ölen insanların kemikleriyle kaplandıktan sonra bu “ uygarlık gö
— yol----------------------------------------------
__ 16
türme” eyleminin diğer yüzü de gizlenemez hale geldi. Uygarlığın götürüldüğü insanlar ölü kemik yığınlarına dönüşünce eylemin amacının bu olmadığı, kapitalizmin ünlü vahşi üçlüsü: sermayeyi büyütme, kar ve pazar paylaşımı gerçeği insanlığın bilincine çıktı. Böylece emperyalizmin “ uygarlık götürme” parlak ideolojisi onun bayağı çıkarları ile özdeşleşti. Buna insanlığın cevabı proleter dev- rimleri ve ulusal kurtuluş savaşları biçiminde gelişti.
İkinci paylaşım döneminin ideolojisi, bir yanıyla anti-komünizm oldu. Emperyalizm “ demir perde” ördüğü sosyalist ülkelere karşı “ özgür dünya” nın öncüsü rolüne soyundu. Artık “vahşi dünyaya uygarlık götürme” adı altında yaratılan klasik sömürgecilik dönemi kapanmıştı. Yeni sömürgecilik dönemi açılıyordu. Bu dönemde geri ülkeler sözde “ bağımsız devletler” haline geldiler. Emperyalizm bu yeniden paylaşım döneminde anti- komünizmin yanına bir parola daha ilave etti. O da “ kalkınma”ydı. Ünlü Marshal ve Truman yardımları ile Üçüncü Dünya sosyalizmden kopartılacak ve kalkındırı- lacaktı. Böylece ikinci paylaşım döneminin ideolojisi anti-komünizm ve kalkınma ayaklarına oturdu. Ancak yine tarihin akışı emperyalizmin ideolojisinden başka sonuçlar yarattı. Özgür dünyanın savunucusu emperyalizm geri ülkelerde askeri diktatörlükler dönemini açmak zorunda kaldı. Kalkınma denen şeyin ise borçlandırma ve ithalata dayalı ekonomik yapılarla kapitalist merkezlere yoğun bir sermaye akışından başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. Tıpkı klasik sömürgecilik gibi yeni sömürgecilik de tarihi dönemini tamamlamış bir tıkanma noktasına dayanmıştı. “ Kalkınma” ideo-
lojisi de tümüyle yalan değildi. Üçüncü Dünya’da ekonomik yapılar belli ölçülerde oluşmuştu. Ancak on yılda bir vuran döviz sıkıntısı ve sürekli yaşanan sermaye kıtlığı kalkınma denen kavramı sorgulanır hale getirdi. Klasik sömürgecilik ve yeni sömürgecilik yıllarından aktarılan sermayelerle kapitalist anayurtlarda cennet adacıkları ortaya çıkarken Üçüncü Dünya kapitalizmin cehennemi oldu.
İnsan hakları kavramı bilindiği gibi bugünün kavramı değildir. Sosyalizme ünlü uğursuz saldırısını başlatırken Reagan bu silahı kullandı. Kireçlenen sosyalist ülkeler gerçekliği bu saldırıya açık zeminler yaratıyordu. Gorbaçov'la başlayan “açıklık” ve “yeniden yapılanma” sistemin çöküşüyle sonuçlandı. Bugün insan haklarını Rusya'nın açlarında mı, yoksa ünlü Rus mafyasında mı arayıp bulacağız?
Yeni Dünya Düzeni’nin ya da üçüncü büyük paylaşımın ideolojisi insan haklarıdır. Bu yeterince açıktır. İnsanlığa en kanlı savaşları yaşatan emperyalizm bugün nasıl ve hangi cüretle “ insan hakları” kavramına sarılabiliyor? Sömürge valileri “ uygarlaşmanın” ; yeni sömürgecilik yıllarında ise IMF ve Dünya Bankası “ kalkınmanın” yollarını göstermişti! Şimdi geri dünyaya insan hakları öğretilecektir. Bu söylem, emperyalizmin ideolojik tutunma noktası tümüyle bir yalan, kof bir propaganda mıdır? Önceki iki paylaşım dönemine baktığımızda şu gerçeklik ortaya çıkar. Uygar dünyanın yanında “vahşi” bir dünya vardı. Daha doğrusu kapitalizmle henüz hiç tanışmamış bir dünya vardı. Yine yeni sömürgecilik döneminde kapitalizmle bir biçimde tanışmış, ancak onun alt
yapısına sahip olmayan geniş bir dünya vardı. Şimdi rafine bir şekilde insan haklarını yaşayan Batı denen cennet adacığı yanında, “insan haklarından” yoksun
geniş bir dünya vardır. Bu temel nedenden dolayı emperyalizmin insan haklarını yeni paylaşımı için ideolojik dayanak seçmesi tümüyle bir yalan değildir. Sorun nerede yatıyor ya da “ abanın altındaki sopa” nerede duruyor?
Önce emperyalizmin üç yüz yıllık tarihi onun ideolojik söylemlerine karşı kesin bir şüpheyle yaklaşmayı gerektiriyor. Bu yersiz bir şüphecilik değil, tarih bilincinin ortaya koyduğu bir duruş noktasıdır. Emperyalizmin egemenliği ve kendi arasındaki rekabeti sermaye, teknik ve zor gücüne dayanıyor. Ancak bunların çıplak egemenliği hep bir ideolojik tül perdesi ile örtülmüştür. Bu örtülme suni veya uydurma bir durum değil bugüne kadar ki insan bilincinin, insanın doğayı ve maddeyi kavrayışı ile ilgili felsefi bir gerçekliktir. Tanrılar yoktur, gerçek değildir; ancak tanrıları insan düşüncesinin yarattığı bir gerçektir. İnsanın maddeyi kavrayışı ve ona egemen olma savaşı, bilgi teorisi açısından doğrusal yollardan yürümez. Her maddi gerçeklik, kendini içeren moral değerler yaratır. Toplumsal yaşamdaki egemenlik biçimleri de kendine denk düşen, ancak bu egemenliğin çıplak bir kopyası olmayan moral-ahlaki değerler üretir. Emperyalizmin önceki iki paylaşım döneminde ürettiği ideolojik değerler, özünde kendi egemenlik yollarının bir ifadesidir. İnsan hakları söylemine, tarihsel materyalizmi elinde anahtar olarak tutan her kişi bu kavrama önce emperyalist egemenliğin ideolojik biçimi olarak bakması gerekir. Emperyalizm dünyanın
____politik durum değerlendirmesi___
17 —
— yol
yeni koşullarında egemenliğini yeniden tanımlamak zorundaydı. Sosyalizm çökmüştür. Ona karşı egemenlik konumlanmaları ideolojik ve pratik politika olarak anlamını yitirmiştir. Ö te yandan yeni sömürgeciliğin iflas ve tıkanma noktasına gelmesiyle “ kalkınma” da büyüsünü yitirmiştir. Ayrıca Üçüncü Dünya’nın sosyalizme karşı bir koruma kalkanıyla kuşatılmasının bir anlamı kalmamıştır. Bu koşullarda emperyalizm egemenliğini tanımlarken yeni ideolojik zırhlara gerek duymaktadır. Egemenliğin, ezen ve ezilenlerin olduğu dünyada tanrılar yeniden yeniden üretilmelidir.
“ İnsan hakları” konusunda emperyalizmin “ çifte standardından söz etmenin hiçbir anlamı yoktur. Ortada onun açısından bir çifte standart yoktur. Çıkarların tek sağlam standardı vardır. Tanrı nasıl egemenlere ve ezilenlere başka yönleri ile görünüyorsa her moral değer de böyle farklı açılardan kavranır. Çözümlenmesi gereken insan hakları ideolojisinin egemenler tarafından nasıl göründüğüdür. Dünyadaki güçler dengesi, emperyalizmin dünyaya yeni egemen oluş tarzı bunu açıklar. Artık uygarlığın taşıyıcısı sömürge valileri dönemi geçmiştir. Hatta sosyalizm karsısında batı tek iken yürütülen dünyaya egemen olma tarzı da eskimiştir. “ Özgür dünyanın” temsilcileri sosyalizme karşı Üçüncü Dünya’da askeri diktatörlükleri pervasızca kışkırtıp desteklediler. Dünyanın emperyalist merkezler tarafından yeniden paylaşıldığı günümüzde dünya üstünde egemen oluş tarzı değişmek zorundadır. Artık Batı tek değildir, rakip güçlere parçalanmıştır. Bir ülke üzerinde tümüyle (sömürge valiliği biçiminde veya sosyalizme karşı tek bir Batı bloku
__ 18
olarak) egemenlik kurma dönemi geçmiştir. Artık emperyalist merkezler dışında her ülke bu merkezlerin farklı yönlerden ancak eş zamanlı müdahalesi ile yüz yüzedir. Bir Üçüncü Dünya ülkesinin tümüyle bir emperyalist merkeze “ait” olduğu dönem bitmiştir. Bunu Türkiye en açık şekilde yaşıyor. Bu gerçeklikler karşısında ne sömürge valiliği ne askeri diktatörlükler emperyalist paylaşımın yeni egemenlik biçimine denk düşemez. Bir ülke aynı zamanda farklı yönlerden çeşitli merkezler tarafından paylaşılmaktadır. Bu temel gerçeklik paylaşım alanındaki ülkelerde esnek politik yapılanmayı ve esnek iktidarları talep etmektedir. Artık emperyalizm açısından şu da bir gerçektir. Hiçbir emperyalist merkez belli alanlara tek başına egemen olacak kadar güçlü değildir. “ İnsan hakları” , em peryalizm e paylaşma alanlarında esnek davranma ortamları yaratacaktır.
Bu durum emperyalizm için bir risk yaratmıyor mu? Birincisi, bunu emperyalistler arası hızlanan rekabet dayatmaktadır. Bundan kaçınmaları imkansızdır. İkincisi, katı askeri diktatörlükler inanılmaz keyfilik ve çürümelere yol açmıştır. Latin Amerika bunun en belirgin örneğidir. Ve elbette Türkiye de! Bu yönde bir derinleşme sistemin en azından Üçüncü Dünya alanında çöküşünü getirebilir. Bu ise kapitalizm için daha büyük bir risktir. Üçüncüsü, ortada alternatif bir sistem olmadığı müddetçe insan haklarının yaratacağı bazı “ istenmeyen kaymalar” her zaman denetlenebilir. Ancak bu kavramın ezilenler tarafından algılanışı, insanlığın genel bilinç seviyesinde yaratacağı gelişmeler kapitalizm açısından genel riskler doğu-
rabilir. Zaten her egemenlik biçimi bir müddet sonra kendi karşıtını ister istemez yaratır. Gerçek insan haklarını emperyalizmin eline silah olarak bırakmamak, bu silahı onun elinden almak belli bir tarihsel süreci kapsayacak mücadele ile mümkündür. Bu süreç aynı zamanda emperyalizm tarafından şekillendirilen “ insan hakları” kavramının ve ideolojisinin yıpranması süreci olacaktır.
Bugün yersiz hayallere kapılmadan algılanması gereken, insan hakları söylemi, dünya koşullarının dayattığı emperyalizmin yeni egemenlik biçimin ideolojisidir.
Emperyalizmin eliyle de olsa, dünyada insan hakları gelişecekse buna neden itiraz edilsin? Şu basit nedenle; kendi çıkarlarını sermaye, teknik ve silah zoruyla sonuna kadar savunan bir sistem için insan hakları kendi çıkarlarının sınırında biter.
Böyle bir dünya tablosu karşısında devrimlerin durumu ne olabilir? 21. yüzyılın demokrasi yüzyılı olması mümkün müdür? Batı demokrasileri iki temele dayanır. Uzun bir sınıflar mücadelesi dönemi, bunun yarattığı bir “ demokrasi” bilinci ve karşılıklı olarak birbirlerinin konumlarını kabul eden bir sınıflar dengesi en önemli tarihsel temeldir. Bu birikim neredeyse yüz yılda sağlanmıştır. Ancak bu yetmemiş, bu demokrasilerde proletarya deyrimleri yaşanmış; bu devrimlerin başarısızlığının ardından ise faşizm gelmiştir. Batı demokrasisinden çok söz edilirken, faşizmin de bir batı ürünü olduğu unutulmamalıdır. İkinci temel, maddi zenginliktir. Bu ise refah devletleri sürecinde belli bir dayanıklılık kazanmıştır. Refah devletlerini yaratan
koşullar ise artık yoktur. Bugün önceki otuz yıla göre dünya zenginleri ile yoksulları arasındaki uçurum çok büyümüştür. Bu çelişkiler Batı tarzı demokrasiler içinde çözümlenemez. Çözümlenebilmesi için kapitalizmin yapısal bir değişime uğraması gerekir. Kapitalist artı-değer dünya sosyal gelişimine harcanırsa devrimlere gerek kalmayabilir. Ancak böyle bir kapitalizm artık kapitalizm olmaktan çıkar. Oysa kapitalizm hala en fazla silaha yatırım yapmakta, dünya enerji kaynakları üzerinde amansız bir paylaşım savaşı vermektedir. Kapitalizm dünyayı hala zoruyla şekle sokuyor. Pentagon, Kosova Savaşı’na dayanarak sırf hava savaşları ile yenme üzerine strateji geliştiriyor.
Günümüzde iki temel gerçeklik atlanarak hiçbir siyasal çözüme gidilemez. Em peryalist m erkezler tarafından dünya yeniden paylaşılıyor. Bu paylaşım gerçeğinden hareketle otomatikman bir yeni dünya savaşı hayal etmek ne kadar yanlışsa; bu gerçeklik atlanıp barışçıl bir demokrasi yüzyılı hayal etmek çok daha fazla büyük bir siyasal yanılgıdır. Bu tür hayallere yer bırakmayan diğer gerçeklik kapitalizmin iki yüzüdür. Bir yüzü cennet adacığı Batı kapitalist anayurtlarıdır; diğeri kapitalizmin cehennemi Üçüncü Dünya’dır. Bu çelişki ortada durdukça dünyadaki yanıcı maddeler birikmektedir. Kapitalizmin ana stratejisi dünyanın eteklerinden sökülüp gelecek bir yangını kendi sınırlarında tutma üzerine dayanıyor. Emperyalist zor ortadan kalmadıkça devrimin zoru da kendine akış yolları bulacaktır.
Yeni Dünya Düzeni’nden BeklentilerGerillanın sınır dışına çekildiği ve
____politik durum değerlendirmesi___
19 —
silah bırakmaya hazırlandığı koşullarda “ Kürt Sorunu’nun” çözümü için başlıca iki baskı gücü kalmaktadır. İlki ve en önemlisi şüphesiz ki, “ barışçıl” Kürt halk hareketidir. Bu konuya demokratik cumhuriyet başlığında döneceğiz. İkincisi, A BD ve AB'nin “ politik baskılarıdır.” Özellikle Kosova'ya yapılan müdahale, N A T O için yeni bir konsept oluşturmuştur. Ancak benzeri bir “ müdahaleyi” Türkiye için beklemek tümüyle hatalı olur. Bu noktada NATO 'yu gerçekten hiç “ çifte standarda” sapmadan davranacak bir “ insan hakları” savunucusu gibi görmek gerekir. Oysa bu varsayım dünyanın yeniden paylaşıldığı gerçekliğine ve emperyalizmin çıkarlarına denk düşmez. Orta Afrika'da birkaç ay içinde milyonlar “ kabile savaşlarında” , aslında Fransa ve ABD arasındaki yeni egemenlik çekişmesinde katledildi. Batı’nın sesi bile çıkmadı. Türkiye hem N A T O üyesidir hem de emperyalizm için Kafkaslar-Ortadoğu-Balkanlar üçgeninde önemli bir yere sahiptir. Bu gerçeklik Türkiye'ye yapılacak “ baskılara” oldukça önemli sınırlamalar getirir. Bütün bunlar bir yana emperyalizmin yaptığı dünya “ düzenlemeleri” nden ne beklenebilir? Körfez Savaşı, ardından Balkanlardaki savaş emperyalist merkezler arasındaki çıkar çatışmalarının özelliklerini en açık bir şekilde ortaya koymuştur. Emperyalizm doğası gereği her krizi “ çözümlerken” aynı zamanda bu alana mayın döşemektedir. Gerektiğinde patlatmak için! Kürt Halkı’ndan kimse dünya devlerine karşı Don Kişot’luk yapmasını isteyemez ve bekleyemez. Ancak taktik geri çekilmeler ayrıdır, geri çekilmeleri stratejik ve ideolojik noktalara tırmandırmak ayrı
— yol-----------------------------------------------
__ 20 __________________________
konudur. İkincisi yapıldığında Yeni Dünya Düzeni’ne ideolojik olarak tabi olunur. Oysa sorun bu sözde düzenin tüm gerçek yanlarını kavrayıp, ona karşı mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. Bu süreç, yani Yeni Dünya Düzeni’ne karşı halkların mücadelesi daha yeni başlamıştır. ABD'nin “ tek süper güç” olduğu ve dünyanın her köşesinin bu gücün çıkarlarına göre şekilleneceğini düşünmek bugünün özelliklerini kavramamak olur.
Görünüşe bakılırsa emperyalist merkezler dünyanın çatışmak bölgelerindeki sorunları “ çözümlüyorlar” . Olaylara biraz yakından bakılırsa her “ çözümleme” dünyanın çeşitli noktalarına fitili ateşlenmemiş barut fıçıları yerleştirmeye benziyor. Körfez böyledir; Balkanlar böyledir; Kafkaslar ise zaten tutuşm uştur. Yen i D ünya D üzen i’nin birbiriyle çelişir görünen iki özelliği yanıltıcı görüntülere neden olabiliyor. Emperyalist merkezler yeniden paylaşımda sık sık karşı karşıya gelirken; öte yandan dünyanın barut fıçısı Üçüncü Dünya’dan kopup gelebilecek patlamalara karşı ortak denetimi sürdürmeye çalışıyorlar. Ancak bu hassas dengenin sonsuza kadar sürmesi ya da “ süper emperyalizme” varması beklenemez. Halkların aktör olmadığı, ancak figüranlığa değer görüldüğü bu dünya “yeni” değildir. Emperyalizmin yapısal değişime uğradığına dair de ortada hiç bir ikna edici kanıt yoktur. Belki biraz yöntemler değişmiş, söylem de insan hakları öne çıkmıştır, ancak işin özünde bir değişim olmamıştır. Emperyalist egemenliğin dünyanın yeni koşullarında ideolojik ve pratik olarak yeniden tanımlanmasıdır söz konusu olan. Bu oynak ve gerilimli
süreçte sık sık dengelerde değişim olsa da, işin karakterinde bir değişim yoktur.
Kürdistan bu paylaşımın en gerilimli noktalarından birisinde durmaktadır. Büyük merkezlerin iradesi her zaman kendini güçlü bir şekilde gösterecektir. Ancak tarihin gösterdiği gibi böyle gerilimli alanlarda imkanlar da bir o kadar artar. Bunu bizzat Kürt Ulusal Hareketi kendi mücadele pratiğinde yaşamıştır. Oysa son atılan “adımlar” (geri çekilme ve silah bırakma) bütün inisiyatifi Yeni Dünya Düzeni’ne bırakmak anlamına gelir. Ortada verilmiş hangi teminat vardır? Oysa PKK kendi teminatını kendisi ortadan kaldıracak bir sürece girmiştir. O zaman Yeni Dünya Düzeni’nin soruna vereceği “ değerle” sınırlı kalınır.
Dem okratik Cum huriyet İçindeÇözümMevcut cumhuriyetin “ demokratik”
olmadığı yeterince açıktır. O zaman demokratik cumhuriyete nasıl varılacaktır? Bu sorunun cevabı, eğer klasik devrimci literatürle konuşursak, Türkiye'de demokratik devrim adımının tamamlanması anlamına gelir. Bunun iki yolu olabilir: egemen sistemin evrimleşerek Batı burjuva demokrasisinin normlarını yakalaması; ya da halkların devrimci zoruyla iktidarın çalışan kesimlere geçmesiyle demokratikleşme adımı tamamlanabilir. Bugün Türkiye toprakları bir devrimden uzak görünüyor. Hele PKK'nin son adımları bu uzaklığı daha da artırm ıştır. Geriye egemen düzenin demokrasiye evrimleşmesi kalır. Bu konuda hiçbir hayale kapılmadan sağlam bir duruş noktası kazanılması gerekiyor.
Bu topraklarda Tanzimat Fermanı'- ndan beri “ hürriyet” konuşulur. Ancak
OsmanlI’nın değdiği topraklardan hiç birisinde hürriyete ulaşılamamıştır. Cumhuriyet’in uzun yılları sıkıyönetimlerle geçmiştir. Kürdistan için bu süre çok daha dayanılmaz bir baskılar dönemi olmuştur. Ulusal Mücadele, Kürt Halkı’- nda büyük bir “ diriliş” yarattı. Ancak bu siyasal ve sosyal teminatları ile çevrelenmeyince gelişim durabilir.
İnsanlığın yakın tarihinde askeri diktatörlüklerden Batı tipi demokrasilere geçişin örnekleri oldukça sınırlıdır. En çarpıcı örnekler 1970'li yıllarda Yunanistan, İspanya ve Portekiz'de yaşanmıştır. Yunanistan ve İspanya'da yoğun halk hareketleri ile Portekiz'de ise bir devrimle faşizmler süpürülmüştür. Öte yandan, Batı denen coğrafya ve sosyal alanda bulunan sözü geçen ülkelerde bu geçişin çok önemli bir diğer nedeni, dönemin güçler dengesinde sosyalist sistemin etkileridir. Portekiz'de devrimle iktidara gelen Sosyalist Parti’nin lideri Suares, Rus Şubat burjuva devriminden sonra Bolşevikler’in iktidara gelişini kast ederek, "Kerenski olmayacağım" demişti. Olmadı. Ardından Portekiz Komünistleri iktidara gelemedi. Ancak bu Suares'in yetenekleri nedeniyle değil, “ sosyalizm tehlikesine karşı” , başta A lmanya olmak üzere batı sermayesinin bu ülkelere akması nedeniyledir. Sonuç olarak, coğrafyanın bu noktasında, tarih akarken, batı demokrasilerinin iki temel dayanağı yan yana gelebildi. İlki, yoğun ve yaygın sınıflar mücadelesi ile demokrasi bilincinin gelişmesi; diğeri maddi zenginliğin oluşmasıdır. Sosyalist sistemin varlığı ile bu ülke halklarının zoru yan yana gelince batının maddi zenginliği bu ülkelere belli ölçülerde akmak zorunda kalmıştır.
____politik durum değerlendirmesi.___
21
Yaşadığımız topraklarda “ demokratik cumhuriyete” doğru önümüzde nasıl bir yol var?
Eğer bu süreç ağırlıklı olarak devletin inisiyatifi ile gelişirse, olaylar bunu gösteriyor, demokratikleşmenin önünde iki önemli engel durmaktadır. Birisi, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye'nin bölgedeki yeri ve rolü; diğeri egemen sınıfların uzun yıllar etle tırnak gibi kenetlendikleri tarih bilinçleridir.
İlkinden başlarsak, bu konu doğrudan çok sözü edilen devletin yeniden yapılanmasıyla bağlantılıdır. Devletin yeniden yapılanması artık bir zorunluluktur. Egemenler de büyük oranda “ artık böyle gitmez” diyorlar. Ancak nasıl gideceği konusunda ortada kesinleşmiş bir yöneliş yoktur. Tek kesin belge 28 Şubat Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’dir. Türkiye'de yapılacak her siyasi değerlendirmede bu çizilen çerçeveyi hatırlamak zorundadır. Unutulduğunda sahipleri tarafından hatırlatılır. Özellikle liberal sol ortama egemen olan yanılgılı bir düşünce, yeniden yapılanmanın içinde demokratikleşme sürecinin de varsayılmasıdır. Oysa bu büyük bir siyasal yanılgıdır. “Ateş çemberindeki” Türk Devleti kendini yeni koşullara uydurmaya çalışırken hiç de böyle düşünmüyor. “Ateş çemberindeki” yoğun paylaşım gerçekliğinden dolayı Türk Devleti en azından orta vadede sürekli üç büyük gücün baskısı altında politika yapacağını biliyor. ABD , A B ve Rusya arasındaki her gerilim Türkiye'nin dış ve iç politikasına doğrudan yansıyor, yansımaya uzun yıllar devam edecektir. Bu üçlü gerilimin Türkiye'deki siyasal yaşamın kopmaz bir parçası olacağı düşünülürse, devlet kendini yeniden
— yol-----------------------------------------------
__ 22 __________________________
yapılandırırken bu özelliklere göre şekillenecektir. Bugün bu çok bilinmeyenli denklemin henüz bir çözümü yapılamamıştır. Zaten çözüm Türk Devleti’- nin inisiyatifinde değildir. Bu gerçekliklerden hareketle devlet, kendi iç dengelerini çok sıkı kontrol etmek zorunda olduğunu biliyor. Denklemin bilinmeyenleri yanında, bilinen ve oldukça iyi açığa çıkan bir gerçeklik vardır: Dünya ve bölge dengeleri Türk Devleti’- ni daha fazla militarize olmaya zorluyor. Elbette bu militarizasyon eski hantal, yıpranmış biçimlerin bir tekrarı olamaz. Daha kıvrak, etkili ve esnek bir yapıyla bölge dengelerine bir ölçüde cevap verilebilir. Bu yönde bir yeniden yapılanma kaçınılmazdır. Ancak iş kaçınılmaz olduğu kadar kolay değildir. Üstelik bu sürecin “ demokratikleşme” ile bir ilgisi yoktur. Eğer emperyalist merkezlerin “ insan hakları baskısı” kendi gerçekliğinden öteye götürülür, olmadık misyonlar yüklenirse, buradan sadece siyasal bir düş kırıklığı çıkar, ancak demokrasi çıkmaz.
İkinci engele, egemenlerin tarih bilincine geldiğimizde ise durum daha da ümitsizleşir. Türk egemen sınıflarının bilinci yoğun sınıflar mücadelesi gerçekliği ile şekillenmemiş, tam tersine OsmanlI’dan gelen devlet geleneği ile beslenmiştir. Devletin mutlak egemenliğinde sınıflar hiçbir zaman kendi siyasal kimliklerini kazanamamıştır. Sivil siyasetin “ sefil siyasetle” hep eş tutulması bundandır. Egemenler gerektiğinde, uygun görürlerse yukarıdan vermeyi tek yol bilmişler, aşağıdakiler de hep yukardan beklemeye koşullanmıştır.
Bu tarihsel bilinçten bugün ne ölçüde kopulmuştur? Bu tarihsel bilinçten devlet kendiliğinden kopuşmaz. Ancak
böyle bir kopuşmaya zorlanırsa bu mümkündür. Ancak Ulusal Mücadele’- nin bütün zemini “ devleti ikna” etmeye dönüşünce böyle bir kopuşma nasıl gerçekleşecektir? 1960 sonrası yaşananlar elbette bu tarihsel alınyazısından belli kopuşmalar yaratmıştır. 60'lardan sonra gelişen devrimci mücadele, ardından büyük atılımlar yapan Kürt Ulusal Mücadelesi; son olarak devletteki çeteleşmeler ve depremin yarattığı bilinçlenme bu tarihsel alın yazısından bir kopuşma yaratmıştır. Ancak Ulusal Mücadele’nin attığı son adımlar bu kopuşma da tersine bir kırılma yaratmıştır. Sanki bir türlü kınlamayan alın yazısına geri dönülmüştür. “ Kürt aydınlanması” büyük bir kazançtır. Ancak buradan kendiliğinden demokratik cumhuriyete gidilemez. Aydınlanmalar sürekli bilen- mezse kararabilir. Dünyanın kazandığı sosyalizm bilinci beslenemeyince tükendi. Üstelik Türk egemenleri tarihlerinde hemen hiç aydınlanma dönemi yaşamadılar. Dillerden düşmeyen “ Batılılaş- ma” nın yetmiş yıl sonra “şark işi” bir bozulma olduğu acı acı ortaya çıktı. Aydınlanma, kapitalizmin gelişim tarihinde düşüncenin rasyonalleşmesini kapsar. Ancak Türk burjuvazisi kendi tarihinde hiç böyle bir dönem yaşamamıştır. Rasyonel “ Batı aklı” o nedenle bir türlü Türk egemenlerini anlayamıyor. Bütün bu gerçeklerden dolayı Türk burjuvazisinden rasyonel bir davranış beklemek, ölü gözünden yaş beklem eye benzer.
Ulusal Mücadele’nin son stratejik dönüşü ile yeniden yapılanma süreci hemen tamamen devletin inisiyatifine geçmiştir. “ Devleti ikna” temeline dayananların girişimlerinin ardı gelmez. Devlet nasıl ikna olabileceğini Kıvrıkoğlu'nun
ağzından sık sık açıklıyor. Böylece “ demokratikleşme sürecinin” yine tek teminatı devletin kendisidir. Böyle bir demokratikleşmenin sınırları ve ufku Genelkurmay binasının duvarlarının hizasından çok öteye gidemez.
“ Devleti Güçlendirme” nin Barışla İlgisi: Çok fazla spekülasyona açık olan bu yaklaşım, stratejik dönüşün en riskli noktasıdır. Bu devleti, biraz daha demokratik de olsa, “güçlendirme” sözlerinin barışla ne ilgisi olabilir? Sözde “ demokratik” bir Türkiye'nin “ bölgenin en güçlü devleti” olması bölge halklarına ne kazandırabilir? Emperyalist merkezler iki yüz yıldır demokratik rejimlere sahipler, dünyada kendilerinden başka bir demokratik alan yaratabildiler mi? Demokrasi büyülü bir sistem değildir. En sonunda kapitalizmin çıkarlarının rafine edildiği bir düzendir. Önüne, ne zaman ve nasıl olacağı hiç belli olmayan, “ demokratik cumhuriyet” sıfatını ekleyerek, bu “ devleti güçlendirmekten” söz etmek devrimcilik sınırlarını çok zorlayan bir yaklaşımdır. Devrimciliğin ufkunu burjuva demokrasisiyle sınırlamak anlamına gelir.
Sonuç olarak, Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş derinleşmesini sürdürdüğü müddetçe, geriye dönüş şansını tamamen kapatmaktadır. Daha önceleri ilan edilen ateşkesler sırasında çok sık tekrarlanan “savaşa da barışa da hazırız” söyleminin artık son durağına gelinmiştir. Bu stratejik dönüşten sonra,devlet adım atmasa bile mücadeleyi yeniden yükseltme şansı yoktur. Mücadele sürecinde duraksamalar, geri çekilmeler ve hatta derin yenilgiler yaşanabilir, ancak stratejik ve elbette buna bağlı olarak ideolojik duruş nok-
____politik durum değerlendirmesi___
23 —
tasında bir kayma yaşanmadığında koşullarla bağlantılı olarak yeniden yükselişe geçilebilir. Ancak stratejik bir dönüşten ve hele ideolojik kırılmadan sonra bunu yapmak mümkün olmaz. Çünkü artık ortada başkalaşmış bir siyasi yapı, farklı bir siyasal kimlik vardır. Ulusal Mücadele böyle bir yolda hızla derinleşiyor.
3. D Ü N YA VE BÖ LGEDEKİ GELİŞM ELER STRATEJİK DÖNÜŞÜ A LIN YA ZISI H ALİN E GETİRDİ Mİ?
Devletin 92 yılında ilan ettiği “topye- kün savaş” günlerinden bu yana Ulusal Mücadele bir taktik tıkanmaya girmiştir. Bunun kendini en açık ortaya koyduğu moment ise Şemdin Sakık olayının patlak vermesidir. Gerilla savaşı kendini tekrar etmeye başladığı andan itibaren sorun birikmeye başlamıştır. Türk Devleti’nin ilan ettiği “ topyekün savaş” bilindiği gibi Ulusal Mücadele’yi çok yönlü bir kuşatmayı hedefliyordu. Kırda köy boşaltmalar savaşın lojistik ve aynı zamanda politik alanını daraltmayı belli ölçülerde başardı. Güney’e yapılan operasyonlar o bölgede tutunma ve özellikle diğer Kürt örgütleri ile bağlantıları, olası ittifak yollarını kapatmayı amaçlıyordu. Öte yandan, bütün Türkiye'de yükseltilen şovenizm dalgası ile Hareket’in metropol ayakları ve ittifak güçleri inmelendiril- meye çalışıldı. Bu süreç ilerledikçe Ulusal Mücadele’deki taktik tıkanma da belli ölçülerde derinleşti.
Tam bu süreç işlerken Ulusal Mücadele’nin önemli bir tercih yaptığını görüyoruz. Batı ülkeleri ölçüsünde diplomatik mücadeleye ağırlık verildi.
— yol-----------------------------------------------
Böyle bir tercih yapıldığı için de taktik tıkanmayı üç alanda (gerilla sahasında; Güney'de ve metropollerde) aşma çabaları yeterince kararlı ve inatçı yürütülmedi. Suriye krizinde Öcalan'ın Avrupa'ya çıkışı tercih etmesi taktik tıkanmayı diplomasi ile aşma çabasının en önemli adımıydı. Ancak tercihin yeterli altyapı ve birikim olmadan yapıldığı “ Roma sürecinde” ortaya çıktı. Yapıdaki iç gelişmeleri yeterince bilmesek de, burada Öcalan'ın yaptığı bazı açıklamalar hem yeni siyasal yol konusunda hem de Parti ve gerilla ile ilişkileri konusunda oldukça şaşırtıcı ve bir dönüm noktasını işaret eden bütün kanıtları ortaya koymuştu. Sürecin İmralı’da değil, Roma’da bir sıçrama yaptığını ve kesin bir nitelik değişikliğinin eşiğine o momentte gelindiğini söylemek hatalı olmaz.
PKK'deki stratejik dönüşü değerlendirirken, son açıklamaların sadece devrimci kavramlara uygunluğu yönünden kritik etmek ortaçağ softalığından farklı bir anlama gelmez. Bizim elimizde o anlamda bir “ kara kaplı kitap” yoktur. Bize pusula görevi yapan bir düşünce sistemi vardır elimizde. Ancak o yolda nasıl yürüneceği o pusulanın üstünde yazmaz. O nedenle stratejik dönüşe güçler dengesi açısından bakmak zorunludur. Körfez Savaşı Ulusal Mücadele’ye önemli bazı avantajlar sağladı. Ancak daha sonraki yıllarda bölge emperyalist merkezlerin yoğun bir çekişme alanı haline geldi. Türkiye, ABD-İsrail eksenine yerleşerek belli bir tercih yapmış oldu. Fakat bölgede hiçbir denge sabit olmadığı gibi her an değinmeye yatkındır. Bu noktada özellikle gerilla savaşının ve genel olarak Ulusal Mücadele’nin lojistik savaş derinliğinin
__ 24
nasıl bir durumda olduğu sorgulanması gereken bir olgudur. Lojistik derinliğin çok daralması durumunda mücadele sadece “ kahramanlıklarla” yürütülemezdi. Ancak bölge ve dünya gerçekliklerine baktığımızda stratejik derinlikte yaşanan bu ölçüde bir dönüşü alınyazısı haline getirecek bir tükenme yoktur. Bölge, dengelerin en oynak olduğu, belli imkanların daha uzun süre varlığını sürdüreceği bir alandır. “ Bağımsız Kürdistan” ın bir hayal olup olmadığı tartışmasına girmek fazlaca gerekli değildir. Ancak mücadele başlarken bu hedefin çok daha uzaklarda olduğu yeterince açıktır. Emperyalizm ve sosyalizm dengesinde sınırlar çok daha statik ve kalıcı görünüyordu. Oysa günümüzde I. ve II. Dünya Savaşı’nın dengelerinde kurulmuş pek çok sınır kendi arkasındaki güç konumlanmasını yitirmiştir. Buradan oto- matikman “ bağımsız Kürdistan” elbette çıkmaz, ancak gelişmelerin pek çok şeye gebe olduğu da bir gerçekliktir. Koşullar bazı taktik yaklaşımları dayatsa da, bunun ideolojik bir dönüşe varmasını dayatan derin bir. zemin yoktur. Dünya üzerinde “ süper emperyalist” bir egemenliğin kurulduğu günlere değil, egemenlik sisteminin paralize olacağı bir tarihsel döneme girilmiştir. Bu gerçeklik, halkların mücadelesine belli bir lojistik derinlik sağlayabilir. Buradan düz bir mantıkla hemen mücadeleleri yükseltme sonucu çıkmaz; ancak dünyayı böylealgılayış başka bir stratejik konumlanış gerektirir; oysa Ulusal Mücadele’de yaşanan stratejik dönüş Yeni Dünya Düzeni’nin ve ayrıca demokratik cumhuriyetin sınırları içine çekilmeyi öngörüyor. 21. yüzyılı “ barış ve demokrasi yüzyılı” ilan etmek en
hafifinden emperyalist egemenlik sisteminin niteliğinde köklü bir değişimi varsaymak anlamına geliyor. Oysa dünyanın tablosu böyle görünmüyor.
Yaşanan süreç ezilen halklar ve çalışan kitleler için fazla umutlu görünmüyor. Daha doğrusu emperyalizmin “ insan hakları” söyleminden ve dünyanın her köşesine müdahale etme hevesinden dolayı yanlış bilinçler yaratabiliyor, ancak derinlerde duran gerçeklik su üstündeki bu köpüklenmelerden dolayı nitelik değiştirmiyor. Böyle günlerde ideolojik duruşların önemi çok büyüktür. Çünkü geleceğe bu duruş noktasından bakılır ve hazırlıklar bu ideolojik duruşa göre yapılır. Bu noktalardan bakıldığında Ulusal Mücadele’deki stratejik ve ideolojik dönüş, başka gidişi olmayan bir alınyazısı değildir. Yaşananlar belli bir siyasal tercihin sonucudur.
4. İD E O LO JİK K IR ILM A N INBU Ö L Ç Ü D E H IZ L IY A ŞA N M A SIN IN N E D E N LE R İ
PKK tarihi bu noktadan yeniden yazılacaktır. Taktik tıkanmadan bu ölçüde geri ideolojik kırılmaya gelinmesinin, gelecek mücadele sürecinin aydınlatılabilmesi için iyi değerlendirilmesi gerekiyor. Hızlı bir ideolojik kırılmadan söz etsek de, bunun belli bir süreyi kapsayan bir birikimi olduğu açıktır. Bu birikiminbelli detaylarına elbette ki sahip değiliz. O nedenle değerlendirmemiz eldeki bilgiler temelinde sınırlı kalacaktır. Ancak yaşananlardan sonra Ulusal Mücadele’- nin tarihinin yeniden değerlendirilmesi, kişilerin isteğinden öteye, yola devam edebilmek için objektif bir görevdir.
___ politik durum değerlendirmesi___
25 —
— yol
İdeolojik kırılmanın altında yatan önemli bir neden PKK'nin mücadele büyüdükçe kazandığı yanlış tarih bilincidir. Hareket, ulusal boyutlara büyüdükçe aynı zamanda Kürt milliyetçiliği de gelişti. Bu hareketin ideolojik zeminini sürekli zayıflattı. Bu konuda öyle noktalara savrulmalar oldu k!, Türk toplumu yanlış tarih bilinci ile 'yağmacı ve barbar” ilan edildi. Toplumların gelişim sürecinde “ barbarlık” ahlaki bir değer değil, bir gelişim aşamasıdır. Ortadoğu ve Anadolu topraklarında neden tarihin bir döneminde ekonomi “yağma ekono- misiydi” . Yerleşik toplum düzenine geçilmeden önce her topluluğun ekonomisi belli bir ölçüde “ yağmaya” dayandı. Şu ünlü batı demokrasileri Amerika kıtasını keşfettikten sonra insanlık tarihinin en büyük yağmasını yaptılar. Ancak Batı kaynaklı tarihler ve insan bilinci bu büyük yağmayı hala uygarlığın taşınması olarak adlandırıyor. Ve uygarlığın I3.yüzyıldnn beri taşındığı Latin Amerika hala dünyanın en krizli bölgesidir. Toplumsal çürümelerin en yoğun olduğu kıtadır. Türk toplumunu tarihsel gelişim aşamalarını dikkate almadan, “ yağmacı” olarak değerlendirmek, öte yandan Kürt milliyetçiliğini besleyen sonuçlar yarattı. Bu noktada da durulmadı, Türkiye'de siyaset alanı “ bozulmamış topluluklar” , pratikteki karşılığı “ Türkmenler” üzerinden yürütülmeye çalışıldı. Gerilla kaynakları olarak bu topluluklar görülüyordu. Bu yaklaşım Kürt Hareketi’ni kabaca Türkiye'ye taşımak anlamına geliyor; ancak bu noktada kalmıyor sınıf gerçekliğinden derin bir kopuşu ifade ediyordu. PKK hareketi sosyalizm iddiası taşıyan bir hareket olarak bu kopuşla birlikte Kürt
__ 26
orta tabakalarının bilinç ortamına sürüklendi. Bu konuda Parti içinde oldukça yoğun mücadelelerin olduğunu biliyoruz. Ancak ideolojik zemindeki bu kayma engellenemedi. Bugün bu ölçüde hızlı bir ideolojik kırılma yaşanmasının altında böyle köklü bir bilinç kayması yatmaktadır.
İkinci neden, YDD 'nin hareket üzerindeki etkileridir. PKK büyük bir harekettir. Bu nedenle Yeni Dünya Düzeni’nde her gün yaşanan pragmatik pazarlıkların ağırlığını somut olarak üzerinde hissetmektedir. Bir küçük ideolojik grup için fazla sorun olmayan bu konu PK K için somut bir olgudur. Sosyalizmin yıkılmasıyla, insanlığın yaşadığı ufuk kararması, günümüz insanlık bilincini pragmatik değerlere bağlamıştır. Bugün “ prensip duruşunun” bir değeri yoktur. Pragmatizm Yeni Dünya Düzeni’nin yoğun pazarlık ortamında, belki de insanlık tarihinde hiç ulaşmadığı seviyelere tırmanmıştır. Küçümsenmeye gelmez.
Prensip duruşu veya insanlığı yönlendiren değerler düşünürlerin aklından çıkmaz. Tarihsel dönemlerin yarattığı olgulardır. İnsanlığın gelişiminde bir tarihsel dönem kapanıp bir diğerinin açılma sancıları prensipleri yaratır. Prensipler aslında henüz varılmamış geleceğin insanlık düşüncesindeki tasarımıdır. Ancak öyle dönemler olur ki, tarihsel bir geçiş veya çöküş sürecinde, insanlık henüz geleceği prensipler şeklinde olgunlaştıramadığında gündelik akışın anaforunda bir süre akıp gider. Böyle dönemler eski prensiplerin aşındığı, terk edildiği ancak henüz yenilerinin yaratılamadığı süreçlerdir. Avrupa ortaçağının uzun çöküş yılları en çarpıcı
örnektir. En büyük değer ve prensip duruş noktası olarak din, tarikatlara parçalanarak sonunda kendinin inkarına, burjuva hukuk sistemine varmıştır.
Günümüz dünyası en azından on yıldır sosyalizm-kapitalizm dengesi dışında düşünüp davranıyor, insanlığın gelecek tasarımı olarak sosyalizm büyük yaralar aldı. Yeni Dünya Düzeni’nin pragmatizmi her türlü “ eski değer” üzerinde baskı kuruyor. Bu gerçeklik geleceğin yoğunlaşmış tasarımı olarak prensip duruşunu değersizleştiriyor. Bu iradeler dışında bir gerçekliktir. Ancak elimizdeki bütün değerleri yitirmedik. Değerlerimizi yetkinleştirebilmek ve yenilerini yaratabilmek için ilk vazgeçilmez koşul Yeni Dünya Düzeni’nin özünün iyi kavranmasıdır. Onun görüntülerine kapılmak kaçınılmazca düşünce sistemimizi pragmatizme vardırır.
Yeni Dünya Düzeni’nin gerilimlerinin ortasında büyük basınç altında olan Kürt Ulusal Mücadelesi pragmatizm alanına savrulunca ardından ideolojik bir kırılma kaçınılmaz hale gelmiştir. “ Hareketi kırdırmak yerine ideolojik bir kırılma” tercih edilemez mi? Ancak bu taktik bir manevra değil, bugüne kadar “ düşman” olarak tanımlanan güçlerin alanına bir bakıma teçhizatsız girmek demektir. Bu anlamda ortada henüz “ kurtarılan” ve belli ölçüde teminat altına alınan bir kazanım yoktur. Bazen günün kaybı geleceğin kazammını hazırlayabilir ya da günün kazanımı geleceği kaybetti rebi i ir. Günümüz devrimciliği esas yanları ile Paris Komünü günleriyle Yeya Bolşevik Devrimi’nin ya da Çin Devrimi’nin özellikleri ile değil, Yeni Dünya Düzeni’ne karşı duruşun ve mücadelenin imkan ve yolları ile tanımlanmalıdır. Bu da yeniden
paylaşıma karşı en başta ideolojik bir duruş noktası kazanmaktan geçer.
İdeolojik kırılmanın önemli bir diğer nedeni bize, doğu toplumlarına özgü “yüceltme” eyleminde yatar. Her yüceltme belli ölçüde “ dünya gerçeklerinden” bir kopuşmadır. PKK önderliği uzun yıllar verdiği mücadelede haklı olarak yüceltildi. Ancak modern bir savaş örgütünde “yetkin bir kurmay” olmazsa olmaz bir koşuldur. Önderliğin Roma açıklamaları kendi örgüt ve savaş gücünden kopuşma işaretleri veriyordu. PKK'de kendi iç gelişimi açısından “ olağanüstü” günler başlamıştı. Bu olağanüstü süreç, PKK'nin kendisini olağanüstü bir hızla yetkinleştirmesini dayatıyordu. Ancak sanki çizilen alınya- zısında yüründü. Tarih bu süreci yeniden değerlendirecektir.
5. O LA S I G E LİŞM E LE R
PKK “ devleti ikna” adımlarına devam ediyor. Cevaplanması gereken soru devlet bu gelişmelerle ne ölçüde “ ikna” olacaktır?
Ortada somut sonuçlanmış bir “ pazarlık” yoktur. Devletin bu süreci nasıl değerlendirmek istediği, neyi amaçladığı beklenti ve iyi niyetlerden öteye tespit edilmelidir. Devlet, ustaca yollardan giderek bu süreci uzatarak PKK'nin evrimleşmesini son durağına kadar vardırmak istiyor. Hareketin radikal özü iyice eritilerek, PKK'nin en son hangi noktaya kadar gerileyebileceğinin hesabını yapmaktadır. Gereksiz sertliklerle süreci kopartmak yerine beklentiler yaratarak uzatmak eğilimindedir. Evet, politik hava yumuşamıştır.
___ politik durum değerlendirmesi___
27 —
PKK'nin adımları nedeniyle devletin bugüne kadar ileri sürdüğü “ terör” gerekçesi ortadan kalkmaktadır; ancak öte yandan, sürecin inisiyatifi bütünüyle devletin istediği kanallarda akmaya başlamıştır. Hareket son adımları ile kendi içinde ve dışında itibar ve güç kaybına uğramaktadır. Devlet nasıl bir Kürt Ha- reketi’ni kabul edebileceğini belli bir üslupla tekrarlıyor. Geri çekilmeyi yeterli bulmayan Genelkurmay teslim şartını tekrarlayıp duruyor.
Devlet bugünkü “yumuşamaya” elbette bir değer biçmektedir. Ancak Türk Devleti açısından sorun geleceğe yöneliktir. Hareket’in bir kez daha “ kalkışma” olasılığını en aza indirmek için çok yönlü kuşatmasına devam etmektedir. Bu koşullarda elbette bir barış olabilir. Ancak barış tarafların belli bir biçimde varoluşunu gerektirir. Devletin “ barış” kavramında ise “ karşı taraf’ yoktur. Daha doğrusu ciddi bir politik ağırlık taşımayacak ölçüde minimalize edilmesi amaçlanmaktadır.
Yakın gelecekte büyük olasılıkla Kürt Hareketi rolünü legal ve meşru siyasal alanla oynayacaktır. Devlet henüz bu alanda bir düzenleye girişmemiştir. İlk hedef PKK'nin yeterince etkisiz hale getirilmesidir. Ardından siyasal alana müdahaleler gelecektir. Üstelik devletin bu konuda oldukça fazla deneyi vardır.
Sonuç olarak, genel devrimci ve demokrat güçler açısından Eylül sonrası yaşanan en kapsamlı tasfiye süreci işlemeye başlamıştır.
— yol----------------------------------------------
__ 28
6. SON GELİŞM ELER KARŞISINDAPO LİTİK TAVRIMIZ
Bugün Kürt Sorunu “ dil ve kültür özgürlüğü” alanına daralmıştır. Bu yaklaşımla Ulusal Sorun’un bir çözüme ulaşması imkansız görünüyor. O nedenle ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gelecek mücadele yıllarında gündemdeki yerini koruma olasılığı oldukça fazladır. Hangi mücadele biçimleri ile ve hangi yollardan yürüyeceğini bugünden öngörmek oldukça zordur. Ancak sorun çözümlenmediği için gelecek sürecin önünde durmaya devam edecektir. Sorunun ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı seviyesinde ele alınışının zemini varolmaya devam ettiği için bu konudaki prensip duruşunu sürdürmek ve gereklerini yerine getirmek vazgeçilmez bir görevdir.
Öte yandan, Ulusal Hareket’in son stratejik dönüşünün Kürt Halkı’nın demokratik haklarını ne ölçüde geliştireceği büyük kuşkular yaratsa da, demokratik hakların elde edilmesi yolunda her gerçek adımın desteklenmesi; ülkede gerçekten demokratik gelişmelere yol açabilecek; Türk ve Kürt Halkları’nın ittifakını güçlendirecek adımların desteklenmesi ve geliştirilmesi, her somut adım kendi içinde değerlendirildikten sonra kaçımlamaz politik bir görevdir.
III. TÜ RKİYE DEVRİM Cİ H A R E K E T İN İN DURUMU
Hareketimiz’in, “Türkiye Devrimci Hareketi’nin Üçüncü Dönemi” olarak tanımlandırdığı süreç bizimde içinde
bulunduğumuz devrimci hareketlerin, partilerin varlık yokluk mücadelesi verdiği bir dönem olmuştur. Geçmişin önemli siyasetleri daha EylüPün ilk yıllarında III. Dönem’in gerektirdiği ideolojik ve örgütsel yönelişlere ulaşamadıkları için eriyip yokolmuşlardır. 80'li yılların ortalarından sonra gelişen öğrenci ve işçi eylemliliklerinden güç alarak kendini toparlamaya çalışan Türkiye Devrimci Hareketi ise kendiliğinden kitle hareketinin geri çekilmesi ile 90'lı yıllarda sosyalizmin çöküşünün yarattığı etki ve devletin Kürt Devrimci Hareketi’ne karşı ilan ettiği topyekün savaşın yarattığı gerginliğe ve bu savaş seviyesinin Türkiye'deki örgütsel yansımasına karşılık gelecek bir örgütsel seviye yakalayamamıştır. Faşizmin çözemediği yapısal sorunlar T.D.H'ye belli dönemlerde hareket edebileceği alanlar yaratmasına rağmen, esas olarak T.D.M'nın II. Done- mi’ne ait olan alışkanlıklarla hareket ettiği için tasfiye girdabından kendini kur- taramamıştır. Sonuç olarak tarihinde hiçbir zaman bu kadar gündem dışı kalmamıştır.
Yaşadığımız günler, devrimci hareketleri, partileri daha zorlu görevlerle yüz yüze bırakmaktadır. II. Dönem’in gereklerini yerine getirmekte zorlanan, kavramayan, bu anlamıyla tasfiye girdabının içinden çıkamamış, Türkiye Devrimci Hareketi yeni bir tasfiyeci dalga ile karşı karşıyadır. 84 atılımıyla Eylül’ün karanlık günlerinde kendine çıkış imkanı bulan PKK, oldukça zorlu dönemlerden başarıyla geçerek Ortadoğu’nun önemli bir devrimci gücü haline gelmişti. Dünya dengelerindeki aleyhimize olan dönüşümlere rağmen topraklarımızda başarılı devrimci çıkışların olabileceğinin somut
kanıtı olan Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, önderliğinin yakalanmasıyla birlikte stratejik bir dönüş içine girmiştir. Kendini ideolojik olarak İmralı savunmalarında ifade eden, pratikte ise bu ideolojik stratejik yönelişin mantıki sonuçlarına doğru giden PK K ’de tasfiye sürecinin içine girmiştir. Bu durumun T.D .H ’yi etkilemesi kaçınılmazdır.
Henüz yaşananların sıcaklığı ve bölgedeki gerginliklerden, Türkiye'nin içinde bulunduğu yapısal sorunlardan kaynaklı kimi olanaklar PK K ’nin stratejik dönüşünün etkilerini tam olarak ortaya çıkarmamıştır. Sürecin derinleşmesi ve soğumasıyla birlikte PK K ’deki stratejik dönüşün yaratacağı etkinin derinliği daha net olarak görülecektir.
Yaşadığımız günler belleğimizi canlı tutmayı, hazırlıklı olmayı zorunlu kılmaktadır.
Hareketimiz uzun zamandır Türkiye Devrimci Hareketi’nin II. Dönemi’nin kapandığı tespitini yapmaktadır. Bu gerçeklikten yola çıkarak Türkiye Devrimci Hareketi’nin III. Dönemi’nin gerekliliklerine uygun teorik ve pratik yönelişlere girilmiştir. Bu yönelişler Hareketin yeni dönemin gerekliliklerini yerine getirebilmesi, tasfiye girdabından çıkabilmesi için zorunluluktu. Türkiye Devrimci Hareketi’nin III. Dönemi olarak tanımladığımız ortamı bir kez daha yinelemeyi, belleğimizi tazelemeyi gerekli görmekteyiz.
S O S Y A L İS T SİSTEM İN Y IK IL IŞ IN IN E T K İLE R İ
Ufuk kopması olarak tanımladığımız etkinin, esas olarak kendini postmo-
____politik durum değerlendirmesi___
--------------------------------------------- 29 —
— yol--------- ----- -------------------------- _
dernizm olarak ifade ettiğini söylemiştik.İnsanlığı şekillendirecek her türlü
projeye karşı olunulduğu için günü yaşamayı hedef edinen bu düşünce akımı, sosyalizmin çöküşünden sonra güçlenmiştir. "Dünyanın ve Türkiye'nin yeni koşullarına cevap verebilecek bir düşünce ve davranış sistemini geliştirmek" görev olarak önümüzde durmaktadır.
Sosyalizmin ütopyalaşması, sosyalizmin yenilgisi Marx ve Engels'le birlikte bilimselleşmiş, Lenin’le birlikte somutlaşmış bir olguyu tekrar ütopya seviyesine çıkartan düşüncelerin gelişmesine yol açmıştır. Bu düşünce sistemi ise sosyalizmi "ahlaki zeminde kısırlaştırmaya" yol açar demiştik. Marksizm’i bir eylem kılavuzu olarak dövüştürmek, bu konuda gelişebilecek sapmalara karşı gerekli uyanıklığı göstermek yaşadığımızgünlerin zo r görevlerindendir.
Üçüncü olarak, özellikle Sovyetler dağıldıktan sonra yaşanan savaşların dini-etnik savaşlar olarak görülmesi sınıflar savaşının üstünü örtmektedir. Bu görüntü sınıflar savaşı kavramını bulanıklaştı rmaktadır.
Sosyalist sistemin yıkılışı arkasında derin teorik sorunlar bırakmıştır. Ana başlıklarıyla, mülkiyet ilişkileri, merkezi planlama işçi sınıfının üretimdeki yeri, devlet ve parti ilişkisi konuları progra- matik konulardır. Yeni bir sosyalizm ufku için mutlaka yeniden tanımlanması gereken konular olarak durmaktadır.
Sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte, kapitalizm sosyalizm dengesindeki değişiklik, üçüncü paylaşımın başladığı anlamına geliyordu. Yeni Dünya Düzensizliğinin bugünkü gerçekliği çok kutupluluk ve paylaşım üzerine kurulu. İki ku
tuplu dengenin olduğu dönemlerdeki politika yapma tarzıyla, çok kutuplu Yeni Dünya Düzensizliğinde politika yapmak mümkün değildir. Günümüz devrimcileri Üçüncü Dünya Ülkelerindeki devrimlerin gelişim yollarını ezbere formüllere dayanmadan yaratmak, bölgesel devrimler ve ikili iktidarların koşullarını yaratmak göreviyle karşı karşı- yadırlar.
T Ü R K İY E ’DE III. DÖN EM İ H A Z IR L A Y A N K O Ş U L L A R
Türkiye Devrimci Hareketi, Eylül sonrası iki ayrı tasfiye süreci yaşamıştır. Birinci tasfiye döneminin esas etkisi faşizmin çıplak zoruyla gerçekleşti. Faşizmin şiddeti kendisinin de beklemediği kadar çabuk sonuç aldı. Büyük g ö vd e le rin e rağmen Eylül faşizmi devrimci örgütleri ezebilmeyi başardı.
Bu yenilgi siyasi ve ideolojik erimeye doğru ilerledi. İdeolojik olarak eriyen siyasi hareketler, taktiklerinde, Demirel'i gelişecek demokrasi hareketinin önderi olarak görebilecek kadar geriledi.
12 Eylülle başlayan birinci tasfiye sürecinin derinliklerinde 1979’lardaki taktik görevlere yükselemeyiş yatar.
İkinci tasfiye sürecinin ana özellikleriyse zamana yayılmış, sistematik hale getirilmiş devlet zoru. Devrimci hareketle her gün hesaplaşan devletin karşısında her gün hesaplaşmaya uygun örgütsel mekanizmalar yaratamamaktan dolayı önemli mevziler kaybetmiştir.
80’li yılların ortalarında gelişmeye başlayan işçi ve öğrenci hareketleri devrimci hareketlerde geçmişin benzer biçimlerde tekrar edileceği düşüncesini
__ 30
doğurmuştur. Ancak her iki hareketteki geri çekiliş devrimci hareketlerde düş kırıklıklarına yol açmıştır. Kendiliğinden kitle hareketlerinin rolü ya da devletin kitle hareketlerini kontrolde yetkinleşmesi, artık kolaycı yaklaşımların gerçekleşemeyeceğini göstermiştir.
Gelişen Kürt Ulusal Kurtuluş Mücade les in e karşı alınan yanlış tutum lar ikinci tasfiye süreci içinde bulunan örgütlerde sağ eğilimlerin gelişmesine, neden olmuştur.
Diğer yandan gelişen kapitalizmin yarattığı önemli değişimler vardır. Cumhuriyet tarihinin ikinci büyük sıçramasını 80’li yılların ortalarından itibaren yaşayan Türkiye kapitalizmi sınıflar savaşında önemli değişikliklere yol açmıştır. Ancak kapitalizmin sıçramasından kaynaklı değişiklikleri II. Dönom’in düşünüş ve örgütse! tarzıyla karşılayabilmek mümkün olmamıştır.
Yukarıda ana başlıklarıyla anlattığımız Türkiye Devrimci Hareketi’nin III. Dönemi’ne ait özelliklere uyum sağlamakta zorlanan ve bu nedenle marjinalleşmiş örgütler statüsünden çıkamayan Türkiye Devrimci Hareketi yeni bir tasfiye dalgasıyla karşı karşıyadır. Bu yeni süreç Türkiye koşullarında devrimi geliştirmekten hayli uzak noktalarda bulunan ancak devrimci zeminde kalmaya çalışan hareketleri hedef almaktadır.
Bu yeni tasfiye dalgasının devrimci ortamda yaratacağı esas tahribat devrimin gerçekleşebileceğine dair olan inancın kırılması olacaktır. Sosyalist sistemin çöküşü ve yarattığı sorunlar ve başarısızlıklara rağmen devrimci zeminde devleti yıkma ve iktidarı ele geçirme çizgisinde duran siyasi
hareketler açısından P K K ’nin varlığı devletin gündelik zoruna karşı devrimci şiddetin geliştirebileceğinin ve devrimci çizgide başarılı olunabileceğinin somut kanıtıydı. Şimdi bu somutluk ortadan kalkmaktadır. Devleti yıkma, iktidarı ele geçirme çizgisinde insan kazanmak, kazanılmış insanları bir arada tutmak dünkünden daha zordur.
PKK'nin stratejik dönüşü güçler dengesinde devlet lehine önemli değişikliklere yol açacaktır. Her şeyden önce siyasi manevra kabiliyetini güçlendiren devlet, iç politikada ve uluslararası politikada daha rahat hareket etme olanağını yakalayabilir. Bunun devrimci harekete yansımaları olacaktır.
Yeni Dünya Düzensizliği, insan hakları maskesi altında milyarlarca dolarlık ordularını, tekniklerini yeniden paylaşım alanlarına yollamakta, katliamlar gerçekleştirmektedir. Yeni Dünya Düzensizliği, çıkarları doğrultusunda her türlü provokasyon ortamını yaratmaktan çekinmemektedir. Ancak Yeni Dünya Düzensizliği esas zaferini insanı tükettiğinde kazanacağını da bilmektedir. Hiç bir teknik güç direnmeye kararlı bir topluluk karşısında kesin sonuç alamaz. Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir ordu haklılığına inanmış bir halk karşısında nihai zafere ulaşamaz. Bu nedenden dolayı Yeni Dünya Düzensizliği insanlığın direncini kırmak için onu geçmişsiz ve yarınsız bırakmak istemektedir. Sadece bugünü yaşayan insan Yeni Dünya Düzensizliği için aranan insandır.
Günümüz devrimcileri Yeni Dünya Düzensizliğinin çelişkilerinden yola çıkarak bir çok olanak yaratabilir. Bir ayağı yeniden paylaşım olan Yeni Dünya
____ politik durum değerlendirmesi___
31 —
— yol
Düzensizliği kendi içinde birçok devrimci imkan yaratmaktadır. Ancak esas olarak Yeni Dünya Düzensizliği tarafından geçmişsiz bırakılmak istenen insanlığın en önemli direnç noktası tarihsel bilincini güçlendirmesidir. Bu zorlu günlerde belleğimizi canlı tutmak , köklü bir tarihsel bilinç oluşturmak dünkünden daha fazla gereklidir, devrimci görevdir.
Bir yazar insanlığı “ Batı’ya doğru giden geminin içinde Doğu’ya doğru koşan insanlar”a benzetiyor. Çaresiz, umutsuz, güçsüz bir insanlık.
Batı’ya doğru giden gemi içinde Doğu’ya doğru ümitsizce koşan insanların olduğu bir gerçeklik. Bu insanların geminin sonuna geldiklerinde, geminin arkasında bıraktığı köpüklere, geçmişe, artık görülmez olan kıyılara dalgın gözlerle baktıkları başka bir gerçek.
Ancak geminin yolcuları sadece Doğu’ya doğru koşan insanlardan oluşmuyor. Bazı yolcular geminin en güzel kamaralarında, eğlence salonlarında, en iyi mevkilerde Batı’ya doğru giden geminin keyfini çıkartarak yolculuk yapmakta. Kimileri de geminin kazan dairelerinde, makine odalarında, vücutları yağ ter içinde, makine sesinden başka ses işitmeden, görmeden, yukarıdan ve rotadan habersiz kömür atmakta kazanlara, geminin hızla ilerlemesi için.
Gerçekler, Yeni Dünya Düzensizliği’- nin söylediği gibi mi? İnsanlığın ümitsizce Batı’ya doğru giden geminin içinde Doğu’ya doğru koşmaktan başka çaresi yok mu? İnsanlığın aklına gelmez mi kaptan köşküne doğru koşmak....?
Kaptan köşküne.Yeni Dünya Düzensizliği kaptan
köşkünü unutturmak istiyor. Biz unut
__ 32
muyoruz.Tasfiye süreci devrimci zeminde var
lığını sürdürmeye çalışan örgütleri hedef almaktadır. Bu zorlu dönemde tasfiye sürecini birlikte göğüsleyebilmek, bu noktada devrimci örgütler arasında ittifakları güçlendirmek zorunlu bir görevdir.
Bilindiği gibi bir dizi toplantıdan sonra 1998 yılının Haziran ayında sekiz parti ve örgüt tarafından Birleşik Devrimci Güçler Platformu kuruldu. Platform’un kuruluş bildirgesi, Plat- form’a katılan örgütlerin ideolojik ve programatik farklılığını bilen ve bu farklılıklara saygı gösteren, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını vazgeçilmez bir ilke olarak gören ve devrimci mücadeleyi geliştirmeyi öngören, mücadelenin ihtiyaçları temelinde eylem birliğini temel alan ve bu noktada her türden dayatmayı reddeden bir zemindi. Platform, bu koşullarda faaliyete başladı ve daha sonraki aylarda kuruluş aşamasında yer almayan bazı örgütlerin de katılımıyla platform güçlendi.
Bazı sorunlar yaşanmasına rağmen Platform, örgütler arası ilişkinin güçlendirilmesi, özellikle A. Öcalan'ın yakalanması sonrası gelişen eylemliliklerde siper yoldaşlığının güçlendirilmesi konusunda önemli başarılar elde etti. Platform ortak geliştirdiği mücadelenin şehitlerini verdi, onları birlikte sahiplendi.
Birleşik Devrimci Güçler Platfor- mu’nun kurucuları arasında yer almanın nedenleri şunlardı.
I- Devletin 28 Şubat’la çizdiği yönelişe karşı devrimcilerin ortak taktik ve irade yaratma arayışı,
2- Gelişen Kürt Devrimi’ne Türkiye'den yanıt verebilme ihtiyacı.
A. Öcalan'ın yakalanması sonrası yaşanan gelişmeler, PKK'nin stratejik dönüşü, gelişen Kürt Devrimi’yle ilişki kurma arayışını boşa düşürdü. Bununla birlikte Platform içinde aylardır tartışılmak istenmesine rağmen ortak taktik, irade ve disiplin yaratma konusunda platform gerekli kararlılığı ve enerjiyi gösteremedi. Bu noktadan hareketle Birleşik Devrimci Güçler Platformu’nun yarattığı olumlulukların yıpratılmaması için daha uygun koşullarda Platform’un olumlulukları üzerinden yeni ittifak arayışlarına başlayabilmek için Patform’- dan çekilmeyi uygun gördük.
SO N GELİŞM ELERİN "III. DÖNEM" Ü ZER İN D EKİ ETKİLERİ
Son gelişmelerin III. Dönem tespitlerimizi hangi yönlerden etkileyeceği hareketimiz açısından büyük önem taşıyor. Stratejik seviyedeki etkilerine geçmeden önce şu somut gerçekliği vurgulamak gerekiyor. Son gelişmeler genel olarak devrimci moral ortamı önemli ölçüde etkileyeceği için III. Dönem görevlerine sarılışımızı somut olarak etkileyecektir. Üstelik son denge kaymalarının henüz somut etkileri yaşanmaya başlamamıştır. Devletin geliştireceği bazı adımlar, somut etkileri daha belirgin hale getirecektir. O nedenle, dönem, üzerimizde moral bir erozyon yaratabilir. Ancak bunun III. Dönem’le tespitleri ile doğrudan bir bağı olmaktan çok, dönemin görevlerine sarılışta bir etki yaratması olasıdır.
* III. Dönem tespitlerinin omurgası
dünyadaki yeni paylaşım savaşlarının bizim gibi ülkeler üzerinde yaratacağı etkilere ve Türkiye'nin gidiş yönünün özelliklerine oturmaktadır. Merkezler arasındaki paylaşım geriliminin, geri ülkelerde siyasal paralizasyon yaratma etkisi bizdeki son gelişmelerle ortadan kalkmamıştır. Kürt Sorunu’ndaki son gelişmeler belli ölçülerde devlete “ bir nefes” aldırabilir, ancak bu, Kürt Sorunu’nun, bölgede dikkate alınırsa ne çözümü anlamına gelir ne de bölgedeki tek gerilim Kürt Sorunu’ndan ibarettir. Ecevit'in son Moskova gezisi Türk Devleti’nin nasıl bir ip cambazı gibi davranmak zorunda olduğunu ortaya bir kez daha çıkartmıştır. “ Mavi akım” projesine evet de, hayır da diyemeyen Türkiye, nasıl bir dengenin içinde yürüdüğünü görüyor. Bölge ve dünya gerçekliklerinden dolayı ABD , A B ve Rusya'nın bilek güreşinin yapıldığı minder Türkiye'ye serilmiştir. Tribünlerde bir tek taraf için tezahürat yapmak neredeyse imkansızdır.
Esas önemli olan yön, son gelişmelerle Türkiye'nin Latin Amerika tipi bir derinleşme sürecinden kopuşup, İspanya tarzı bir gelişime yönelme olasılığına sahip olup olmadığıdır. İspanya ve Portekiz hem büyük halk hareketleri veya devrimlerle kendi faşizm süreçlerine son verdiler hem de sosyalizm tehdidi nedeniyle batılı sermaye adeta bu ülkelere aktı. Büyük bir koruma operasyonuna girişti. Türkiye için böyle bir şans yoktur. Bu nedenle III. Dönem’- in gerilim alanları var olmaya devam edecektir.
* III. Dönem stratejik tespitlerimizin “ devrime yaklaşım” basamakları ise son gelişmelerden doğrudan etkilenmekte-
__ _ politik durum değerlendirmesi___
--------------------------------------------- 33 —
dir. Büyük olasılıkla yakın gelecekte artık Kürdistan'da bir gerilla hareketi olmayacaktır. Türkiye Devrimi’nin ittifak gücü Kürt Ulusal Hareketi bugünkü tespitleri ile bu zeminden kopuşmak- tadır. Ancak stratejik bir öngörü olarak ulusal sorunun esas olarak çözümlenmemiş olması böyle bir ittifak potansiyelini ayakta tutmaktadır. Fakat bu ittifak gücünün bugün somut karşılığı belli bir belirsizlik içindedir. Yeniden ulusal bir kimlikle mi, yoksa sosyal kurtuluş yanını da öne çıkartan bir biçimde mi mücadele alanında yerini alacaktır, bunu bugünden açıkça söyleyebilmek mümkün değildir. Zaten ittifakların somut biçimlerini hiçbir strateji baştan öngöre- mez. Ulusal Mücadele’nin silahlı varlığı tespitlerimize onu dahil etmeyi kaçınılmaz kılmıştı. Bugün stratejimizin Ulusal Hareket’le ittifak biçimleri ve imkanı belli bir belirsizliğe uğramıştır. Yakın dönem gelişmesi bu konuda bazı ışıklar yakabilir.
Bu gerçeklik Hareketimiz’in devrime yaklaşımının ilk basamağına yüklenmede her hangi bir tereddüt yaratamaz. Tam tersine bu konuda adımlar atıldıkça ittifak güçlerimizin şekillenmesine de belli bir hız verebiliriz. Türkiye'deki sürecin, sık kullandığımız deyimle, İspanya tarzı bir yola girmemesi halinde III. Dönem görevleri tüm kapsamıyla önümüzde durmaktadır.
— yol----------------------------------------------
__ 34
Mehmet Yılmazer
"YENİDEN YAPILANMA"CUMHURİYET TARİHİNDE YENİ BİR DÖNÜM NOKTASI
G İR İŞ
Yeni bir yüzyıla giriyoruz. Kapanan yüzyılın başlarında emperyalist devletler, o günkü deyimiyle “ Düvel-i Muazzama” tarafından Osmanlı İmparator- luğu’nun alınyazısı çiziliyordu. Dünya ilk büyük emperyalist savaşın eşiğindeydi. Emperyalizm kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya yeni bir şekil verecekti. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, kendinden önceki tarihsel süreçle büyük ve keskin bir kopuş yaşanmıştır. I. Emperyalist Savaş, önceki döneme damgasını vuran büyük imparatorlukların çokuşunu getirdi. Alman İmparatorluğu, bir dönem Avrupası’na hükmetmiş Avus- turya-Macaristan İmparatorluğu, Batı’- nın sürekli korkulu rüyası olmuş Rus Çarlığı ve Avrupa dengelerinde bir dönem tartışılmaz söz sahibi Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı ile tarih olmuştur. O dönemin dengelerinde Berlin-Viyana ve Londra-Paris eksenleri arasında yıllarca mekik dokuyan Osmanlı İmparatorluğu parçalanmaktan kurtulamamıştır. Bu dansı en iyi ve en ince şekilde otuz yıl Abdülhamit sürdürmüştür. Ancak manevra alanı daraldıkça “ tara f’ olmak kaçınılmazdı. “ Kızıl Sultan’ı” tasfiye eden İttihat-Terakki kendi ölümünü hazırlayan Berlin-Viyana eksenine kilitlenince imparatorluğun sonu gelmiş oldu.
2 1. yüzyıla girerken emperyalizm
dünyaya yeni bir şekil verme mücade- lesindedir. Ve tarih sanki tekrar ediyor. Yeni bir yüzyılın başında bu kez Cumhuriyet’in alın yazısı yeniden çiziliyor. Şimdilik ortada kanlı bir paylaşım savaşı yok. Ancak yine çeşitli eksenler var. Türkiye ABD-İsrail eksenine oturmakla “ rahata” kavuşmadı. Tam tersine öyle bir bölgede bulunuyor ve öyle bir tarihsel dönemden geçiliyor ki, kolay kolay rahat yüzü görmeyecektir. Dünya emperyalist merkezler tarafından yeniden paylaşılırken bu paylaşım henüz bölgesel savaşlar seviyesinde kalmaktadır. Üstelik bu paylaşım, eğer söylenenlere inanacak olursak, hiç de kanlı bir yüze sahip değildir. Yeniden paylaşımın parolası “ İnsan hakları ve demokrasi” dir. İnsanlığın tarih bilinci olmasa bu güzel rüyaya inanmamak mümkün değil.
Avrupa Birliği’ne (AB) adaylık sanki II. Meşrutiyet şenlikleri gibi kutlandı. Egemenler sevinçli. Nihayet Avrupa kâbesine kabul edilme olasılığı arttı. Halklarımız da sevinçli, eninde sonunda bu topraklara Avrupa sayesinde “ demokrasi” gelecektir! Bu nedenle çoktandır temposu düşen “ değişim” söylentileri yeniden ortalığı kapladı. Bilindiği gibi “ değişim” ya da “ devletin yeniden yapılanması” kavramı Özal’la başlayan dönemden sonra sık sık gündeme geldi. Bu herkesin kendine göre yorumladığı tılsımlı sözcük pratikte bir
35
— yol
karşılık bulmadı. Daha doğrusu Türk devlet ve toplum yapısı Eylül sonrası, özellikle Kürt Ulusal Mücadelesi gündeme girdikten sonra oldukça değişti. Devlet çeteleşti. Ekonomi rantiyeleşti. Toplumda belirgin bir çürüme yaşandı. Devlet eliyle azdırılan şovenizm nedeniyle halklar arasındaki duvarlar yükseldi. Herhalde sözü edilen değişim bu değildi.
Eylül sonrası gerçek değişimin ilk mimarı Özal’dır. Onun ekonomi alanında yaptığı değişimler cumhuriyetin bir dönemini noktaladı. Ancak değişim rüzgarları siyasal alana tırmanamadığı ölçüde burjuva siyaseti tıkandı, yozlaştı ve denizin bittiği noktaya gelip dayandı. Eylül sonrasının değişim söylentileri tarihine bir göz atarsak 1995 yılı beklenti ve söylentilerin en yüksek noktasıdır. Kürt Sorunu’ndan II. Cumhuriyet tartışmalarına kadar uzanan yelpazede Cem Boyner’in başını çektiği bir Demokrasi Hareketi ortaya çıkmıştı. Genç finans kapital sözcüsü oldukça radikal bir söylemle bu dönemde özel bir yer edindi. Ancak yıldız kayması gibi bu parıltılı değişim tartışmaları derin devletin kara gökyüzünde kaybolup gitti.
95’li yılların özelliği neydi? Özal, Eylül sonrası döneme önemli ölçüde damgasını vurmuştur. Ancak bu daha çok ekonomi alanında sınırlı kaldı. Siyasette liberalleşme denemeleri ise onu şüpheli bir ölüme sürükledi. Siyasi alanda iki büyük atağını dış politikayı eski dengeci ve aşırı ihtiyatlı durgunluğundan çıkarması ve Kürt Sorunu’nda “ federasyonu tartışabiliriz” çıkışıyla yaptı. Öcalan’a el altından mesaj yollarken, Güney’deki Kürt liderleri ile doğrudan görüşmeler yapma cesaretini
__ 36
gösterdi. Devletin ağır ve hantal gelenekçi kurumlan bu hızlı çıkışlara ayak uyduramamakla kalmadı; derhal karşı mekanizmalar işlemeye başladı. Körfez Savaşı’nın ilk sonuçları devlette belli bir paniğe yol açtı. Daha da kötüsü Kürt Sorunu’ndaki bu “ pervasızlık” derin devletin çileden çıkmasına yetti. Gelişmelere devletin cevabı “ topyekün savaş” oldu. 95 yılı topyekün savaşın sonuçlarının açıkça ortaya çıktığı bir yıldır. Devletin bütün hışmına rağmen Kürt Hareketi yenilmemiş, tersine yaygınlaşmaya ve uluslararası arenaya taşınmaya başlamıştır. Ö te yandan, egemen merkez sağ siyasi ekseni erimeye başlamış, Siyasal İslam, Cumhuriyet tarihindeki en yüksek noktasına tırmanmıştır. “ Topyekün savaşın” amaçlarına yeterince ulaşamaması, o güne kadar yürünen yolda bir değişim yapılması gereğini ortaya çıkarmıştır. Bu ortamda Cem Boynerler boy göstermiş; “ değişim” şarkıları söylenmeye başlanmış; Sabancı bile bir Kürt raporu hazırlamaya kalkmış, ancak Türkeş tarafından “ Sakıp ağa, sen politikayı kahvehane gırgırı mı sanıyorsun?” biçiminde azarlanınca köşesine çekilivermiştir.
Bu değişim rüzgarının en önemli pratik sonucu Siyasal İslam’ın iktidarın büyük ortağı olmasıdır. Çiller-Erbakan İkilisi 95’lerdeki değişim rüzgarının pratik meyvası oldu. Neye niyet neye kısmet! Derin devlet değişimin böyle- sine fazla katlanamazdı. Kaçınılmaz sonuç 1997 yılı 28 Şubatı’nda bir “ balans ayarı ile” çıkıp geldi. Türk iç siyasetinin eksenleri “ istenmeyen” noktalara kaydığı için yapılan bu “ balans ayarı” sonucunda 98 seçimlerinden bu kez bambaşka bir “ değişim” tablosu ortaya çıktı.
Siyasal İslam küçülürken (sağlı-sollu) milliyetçi-şovenizm çağın gidişiyle alay edercesine Türkiye’yi iki binli yıllara taşımak için öne çıktı. Türk iç siyasetinin parodilerinden biri daha yaşanıyor. Bugüne kadar “ değişim” rüzgarlarına kaşlarını çatarak tepki gösteren şovenizm iktidardadır ve yeniden kabaran değişim dalgasına yön vermek gibi bir görevle yükümlüdür. A B ’ye aday üyeliğin kabulü bu şovenizm kahramanlarına kısmet oldu. Bu çelişkiyi yaratan 15 yıllık savaş boyunca yürütülen derin devlet politikalarıdır. Derin devlet Kürt sorununda ve Siyasal İslam konusunda ipi sonuna kadar gerdi. Sonuç, şovenizmin iktidar olmasıydı. Ancak bu aynı zamanda yürütülen politikaların belli anlamda sonuna gelindiğini de gösteriyordu. Bundan ötesi yoktu. Daha doğrusu ötesi açık askeri diktatörlüktü. Ancak mevcut dünya dengelerinde, ayrıca iç politika dengeleri açısından bu adım kolayca atılamazdı.
Demirel’in geçenlerde açıkladığı gibi daha “ 28 Şubat süreci bitmemiştir” . Kürt Hareketi’nin stratejik değişikliğine AB adaylığı eklenince ortalığı yeniden değişim rüzgarları kapladı. Bir yanda, iktidarda 15 yıllık savaşın yarattığı şovenizm, derin devletin politikayı 28 Şubat ile kuşatması; öte yanda ise yeniden değişim rüzgarları... Bu garip bilmece nasıl çözülecek?
Değişim denince ister istem ez Kürt Sorunu'nda atılacak adımlar öne çıkmaktadır. PK K ’nin stratejik dönüşüne devlet nasıl bir cevap verecektir? Özal’la başlayan değişim rüzgarı 92 topyekün savaşı ile kesildi. 95’lerde kabaran değişim rüzgarının pratik sonucu Erbakan-Çiller İkilisi olunca, ardından 28
Şubat balans ayarı geldi. Şimdi dünden iki önemli farklılık vardır. İlk ve en önemlisi P K K ’nin girdiği stratejik dönüştür. Diğeri AB aday üyeliğidir. Bu şartlarda yeni değişim anaforundan neler çıkabileceğinin ilk önemli ip uçlarını Demirel verdi. Şükrü Elekdağ ile yaptığı röportajda bırakalım Kürt halkına belli siyasal hakların tanınmasını, Kürtçe televizyona bile karşı çıkan Demirel, A G İT belgelerine dayanarak “ azınlıklara mensup kişilerin haklarının grup hakları değil, bireysel haklar olduğunu” ileri sürerek “ kolektif hak ve grup hakkı” nın bulunmadığını kanıtlamaya çalışıyor. Bu gerekçelere dayanarak Demirel, “ Türkçe dışında bir dilde eğitim, TV ve radyo yayını yapılması isabetli olmaz” diyor.1 Ertesi günkü yazısında Şükrü Elekdağ ise Kürtçe TV yayınının bir hak olarak tanınmasını savunuyor. Biri devletin başı, diğeri yılların kıdemli eski Washington büyükelçisi! Aynı çelişki İsmail Cem ile Ecevit’in açıklamaları arasında da vardır. Demek ki bu konularda henüz devletin “ kafası karışıktır” . Değişim rüzgarını nükteli dili ile en iyi Umur Talu açıklamıştır. “ 12 Eylül sabahı şöyle bir formül ortaya çıktı: Piyasanın serbest olması için halkın tutuklu olması gerekir.” Yılların serbest piyasa deneyinin ardından yaygın bir rantiyeleşme ve çeteleşme ortaya çıkınca bu kez IMF reçetesi doğrultusunda: “ Serbest piyasanın istikrarı için halk tutuklu, piyasa gözaltında” .2 “ Gözaltıla- rın” çoğaldığı bir ortamda değişim nasıl ve hangi yönde gerçekleşecek? Bunun için A B ’nin pompaladığı yersiz umutlarla coşmadan önce bu topraklardaki “ değişim tarihine” göz atmalıyız.
_______________ yeniden yapılanma___
37 —
— yol
O SM A N LI7 D AN G Ü N Ü M Ü ZE D EĞ İŞİM İN K ISA A N A LİZ İ VE D EĞİŞM EYEN A LIN Y A Z IS I
Günümüzde sanki yüzyılların alın yazısı bir kez daha hükmünü sürdürüyor. Kendi iç dinamiği ile değişemeyen Türkiye bir kez daha Batı’dan demokrasi için ivme alacaktır. 19. yüzyılın ortalarından beri önce Osmanlı’yı, sonra Cum- huriyet’i “özgürlüğe” zorlayan Batı hala bu hedefine varamamış görünüyor. Soru hemen ardından geliyor. Batı neden sömürü düzenini ihraç ettiği kolaylıkta “ demokratik düzenini” kendi dışındaki ülkelere bir türlü ihraç edememiştir? Sözlere inanacak olsak bu sürecin çoktan tamamlanması gerekiyordu. “ Düvel- i Muazzama” nın gücü mü yetersizdi, yoksa bu toprakların iç dinamiği umut kırıcı ölçüde kısır ve kör müdür? Tarihi unutup, bugün kopartılan şamataya bakarak “ sonunda olacak” diyebilir miyiz?
Osmanlı klasik batı feodalizmini andıran bir yola doğru yeni yeni adımlar atmaya başladığı sıralarda, Batı, kapitalizmin emperyalizm aşamasına tırmanmış, dünyayı paylaşma savaşları ve planları yapmaktaydı. Kapitalizm bir kez dünyanın bir köşesinde gelişmeye başlayınca dünyanın öbür geri parçalarındaki gelişim artık onun müdahalelerinden uzak duramazdı. Devrimlerin ve değişimlerin iç ve dış dinamikleri özellikle kapitalizm sonrası fazlasıyla içiçe girdiler. Kapitalizm ticaret yolları ile Osmanlılık’ın içlerine girdikçe beraberinde kaçınılmaz değişimleri de getirdi. “ Serbest ticaret” kendine göre “ özgürlük” gerektiriyordu. Oysa Osmanlılık’ta hala mutlak egemen Sultan’dı. OsmanlI’nın Batı’dan etkilen
_ 38
mesi onun fetih sınırlarına gelip dayanması ile başlar. Artık Osmanlı savaş tarzıyla fethedilecek toprakların sınırına gelinmiştir. Üstelik Avrupa’da çoktandır burjuva devrimleri yaşanmakta, İngiltere’den doğan kapitalizm Avrupa kıtasına yayılmaktadır. Bu koşullarda 18. yüzyılın başlarından itibaren Saray kendini değiştirme yoluna çıkar. Özellikle Fransız Burjuva Devrimi, düşünce ve pratiği ile Osmanlı’yı etkilemiştir. Bu sancılı yolculuk Osmanlı İmparatorluğu’- nun parçalanıp yok olmasına kadar devam eder.
Osmanlı’daki değişim başlıca iki aşamaya ayrılabilir. Kabaca 18. yüzyılın başlarından Tanzimat Fermanı’na, yani 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar gelen dönem daha çok OsmanlI’nın kendi iç dinamikleri ile değişim sancılarının yaşandığı dönem olarak görülebilir. Sonrası Batı’nm dayatmalarının kesin ağırlık kazandığı dönemdir. 18. yüzyılın başlarından Tanzimat’a kadar gelen dönemde Saray yukarıdan kendini değiştirmeye, bildik deyimi ile Batıiı- laşma’ya çalışıyordu. Ancak bir başka güç de Saray’ın mutlak yetkilerini sınırlandırmaya soyunuyordu.
Saray’ın mutlak egemenliği Osmanlı- lık’ın kendi iç gelişimi ile 19. yüzyıl başında ilk kez pazarlık konusu olmuş ve ortaya bir “ Sened-i İttifak” çıkmıştır. 1808 tarihli Sened-i İttifak Saray’ın yetkisini artık palazlanan derebeyleri, bizdeki orijinal adı ile Ayanlarla paylaşması anlamına geliyordu. Seksen yılı aşkın süren, Anadolu’yu kasıp kavuran Celali İsyanları’mn sonucunda 17. yüzyıldan itibaren Saray’a karşı beyler güçlerini artırmışlardır. Bizdeki en büyük ve en yaygın köylü isyanları sonunda dere-
beyliğin temellerini güçlendirmiştir. Ayanlar’la Saray arasındaki pazarlıklar sonucu bir “ Meşveret” meclisinin toplanmasına karar verilmişse de, II. Mahmut bu girişimleri bir müddet sonra tasfiye etmiş, Sened-i İttifak kağıtta kalmıştır. Miri toprak düzenine dayanan Saray’ın mutlak egemenliği, Sened-i İttifak boşa düşse de, artık tarihsel olarak aşınma ve aşılma sürecine girmişti. Osmanlılık’ın en büyük köylü isyanları olan Celali İsyanları, miri toprak düzeninin bozulması sonucunda Saray’a yeterince gelir akmayınca, yeni düzenleme için elinden toprakları alınan irili ufaklı beylerin öncülük ettiği, köylülüğün ise bu kanlı cümbüşte “ piyade” olmaktan öteye gidemediği, bütün enerjisi ve umutlarını tükettiği bir isyanlar dönemidir. Sonunda, Saray’a karşı derebey- lerini güçlendirmiş, Saray’ın topraktaki mutlak mülkiyet hakkını önemli ölçüde aşındırmıştır. Ancak bu isyanlar İngiltere’de aristokrat düzeni iyice yıpratan ne Güller Savaşı’na( 1455-85) ne de 1640’- lardaki Parlamento ve Kral arasındaki, Kral’ın yenilgisiyle sonuçlanacak savaşa benzer. Bizde isyanlar eninde sonunda merkezi iktidarın bir başka biçimde yeniden yaratılması sonucundan öteye gidememiştir. Celali İsyanları sonrası dönem, toprakta artık Saray’ın mutlak egemenliğinin kırılmaya başladığı bir dönemdir. 1808’deki Sened-i İttifak boşa düşse de, 1839 Tanzimat Fermanı’- ndan sonra gelen 1858 Arazi Kanunna- mesi’nin habercisidir. Bu kanun ile miri topraklar Ayanlar lehine özel mülke dönüştürülmüştür. Böylece Saray ve Ayanlar arasındaki gerilim ortadan kaldırılmış, merkezi iktidar yeni bir zeminde yeniden yükselmiştir.
19. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra OsmanlI’daki her değişim artık onun kendi iç gelişiminden çok dünya dengeleri tarafından yapılan dayatmaların damgasını taşır. Bir yanda altıyüz yıllık İmparatorluk’un kurum ve gelenekleri, öte yanda gittikçe gürbüzleşen modern dünyanın üretim gücü, siyasal-ideolojik etki ve baskıları arasında preslenen Osmanlı artık yeni bir tarihsel yolculuğa çıkıyordu. Hikaye biliniyor. Biz günümüz gelişmelerini de dikkate alarak bu dönemin daha çok düşünce ve siyasal mantığını irdelemeye çalışacağız. Çok gerilerde kalsa da bu mantığın hala yakamızı bırakmadığı bir gerçekliktir.
Saray’ın yetkilerini belli bir ölçüde sınırlayan ve “gayri müslim azınlıklara” imtiyazlar tanıyan 1839 Tanzimat Fermanı’mn ilanından sonraki süreç durgun Osmanlı toplum yapısında fırtınalı bir gidişin yollarını açmış oluyordu. Avrupa hemen hemen bir yüzyıldır devrimlerle ve işçi ayaklanmaları ile birlikte yaşıyordu. Osmanlı “ modernleşme” yoluna çıkarken, Avrupa’da olanlardan nasıl bir ders çıkartmıştı?
Tanzimat’ın uygulayıcılarından Fuat Paşa bu mantığı oldukça veciz bir şekilde sergilemektedir: “ Bir devlette iki kuvvet olur. Biri yukarıdan, biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için pabuççu mustası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvetler de sefaretlerdir.” 3
Türkiye’de “ demokrasi” için şimdi bu “ pabuççu mustası” Avrupa Birliği’dir. Önceki muştalar fazla işe yaramasa da, bugün bu “yandan tesir” yine toplumda
_______________ yeniden yapılanma___
39 —
— yol
belli beklentiler yaratmıştır. Bugünlerin irdelenmesine gelmeden, hikayemize kaldığımız yerden devam edelim. “Aşağıdan bir kuvvet” gelmemesinden yakınan bu Osmanlı paşası elbette Avrupa tarihini değilse bile Osmanlı tarihini iyi biliyordu. Osmanlı eliti gerçekten aşağıdan bir kuvveti özlemiş, istemiş midir? Şimdi Ortadoğu denilen topraklarda insanlık antik medeniyetler döneminde sınıfları tanımadan devleti ve onun silahlı gücünü tanımıştır. Sınıflar devletin kabuğu içinde, kozasını yırtıp uçamayan bir ipek böceği gibi çırpınıp, yozlaşmıştır. Bu Osmanlı için de geçer- lidir. Hatta Cumhuriyet de aynı alın yazısını paylaşmıştır. Bu alın yazısının kırılmaya yüz tuttuğu yıllar 1950’ler sonrasıdır. Özellikle 60’lı yıllar ve sonrası bu yüklü tarihi mirastan kopuşma çırpınışları ile yüklü yaşanmıştır.
Osmanlı’da isyanlar o toplum yapısının mekanizmalarına göre işledi. Önce “ siviller şikayet eder; sonra din adamları bu şikayete haklılık sağlar; en sonunda askerler rejimi değiştirmek için gereken gücü sunar.” 4 Osmanlı “ duraklamaya” başladıktan sonra böyle isyanlar artmıştır. Bunların kırlarda en ünlü ve uzun yıllar süreni Celali İsyanları, payitahtta ise sık sık patlak veren Yeniçeri İsyanları’dır. Paşa bunları aşağıdan bir kuvvet olarak algılamıyor. Haksız da sayılmaz. Çünkü Batı’daki sonuçları doğurmamışlardır. Neden?
Bu isyanlar yeni bir üretim ve toplumsal düzeninin filizlenmesinden hız alan isyanlar değil, daha çok eski düzenin bozulmasına, yozlaşmasına karşı tepkilerdir. Celali İsyanları miri toprak düzenindeki Saray aleyhine bozulmaları düzeltmek için ellerinden toprakları alı
__ 40
nan derebeyleşmeye yüz tutmuş eski dirlikçiler tarafından güdülmüştür. Köylü uzun yıllar süren bu kanlı hesaplaşmada bir taraf değil, daha çok figürdür. Bu isyanların sonucunda Anadolu’da derebeyleşme hızlanmış, köylülerin bir bölümü ise bu kanlı cümbüşten kaçmak için ilk dağ köylerini kurmak zorunda kalmıştır. OsmanlI’da köylü isyanlarının yolunu kesen Celali İsyanları’mn sonuçları ve bu isyanların yarattığı bilinçtir. Saray’dan en küçük taviz koparan eski tımar sahibi “ şefler” isyanı hemen satmışlardır. “ Celali İsyanları, köylü açısından, dirlik düzeninin az çok özgür köylülüğünden kesim düzenindeki derebey seriliğine itilişe karşı bir direniş çığlığıydı. Tımarını yitirmiş dirlikçi açısından, derebeylikten pay almak için bir umuttu. Bu nedenle, köylü sık sık şeflerinin ihanetine uğramıştır. İhanet, zulüm, açlığa itilme sonucunda yüzyıla yakın bir kavganın ardından ise dirlikçi gelenekli köylü, derebeyliğin kulluğuna zorla alıştırılmış; derebeyliğin oturaklaşmasıyla köylü hareketleri de durulmuştur.” 5
Payitahttaki Yeniçeri İsyanları’nın hikayesi I600’!ü yıllara kadar gider. Ancak yeniçeriliğin “ bozulması” OsmanlI’nın fetih sınırlarına dayanması ile, 18. yüzyılda derinleşmeye başlar. Hele 19. yüzyılda yeniçeri artık savaşan bir güçten çok esnaflaşmıştır. Akçe ne zaman zayıflaşa yeniçeri içinde hoşnutsuzluk başlamıştır. Osmanlı’da enflasyona (Züyuf Akçe’ye) iki tür tepki gelir. Yeniçeri İsyanları ve ünlü İstanbul yangınları ve yangınlarla gelen yağmalar. Dolayısı ile Yeniçeri İsyanları sadece “ ayak takımının serkeşliği” değil, aynı zamanda İstanbul esnafının, Saray’ın soy-
gunlarına karşı tepkisidir. Bu nabız atışları 1826’ya kadar sürdü. Yeniçeriliğin tarihten silinmesine Vaka-ı Hayriye denildi. Ne kadar “ hayırlı” olduğunu Namık Kemal 14 Eylül 1868 tarihli Hürriyet Gazetesindeki bir yazısında şöyle dile getirir: “ İnsanları Vaka-ı Hayriye’den beri feryaddan alıkoyan, Haliç’te binlerce yeniçerinin çürüyen cesetlerinin görüntüsüydü. Çünkü yeniçeriler devlet adamlarının baskısına karşı bir güç oluşturuyordu.” 6
Tanzimatçı Fuat Paşa’nın dediği gibi “ aşağıdan gelen bir kuvvet” Osmanlida hiç yok değildi. Elbette bu kuvvetle Batı’daki aşağıdan kuvvetin karakteri çok farklıydı. Batı’da kapitalizm geliştikçe burjuvazi zaman zaman köylülüğü veya işçi sınıfını derebeyliğe karşı harekete geçirebilmiştir. Ancak özellikle işçiler silahlarını burjuvaziye karşı yöneltmeye başladıkları andan itibaren Batı’da da yeni ve eski egemenler sarmaş dolaş olmadan edememişler, devrimler ardından restorasyon dalgaları gelip gitmiştir. Osmanlı Batılılaşmak için reformlara başladığında henüz modern burjuvazi yok denecek kadar azdı. Köylülük, Celali İsyanlarından yorgun, İstanbul esnafı ise “ Haliçte yüzen yeniçeri cesetlerine” baktıkça “ aşağıdan bir kuvvet” olmayı göze alamıyordu.
Osmanlı Babil Kulesi’nin en üstünde Saray duruyordu. Saray’ın dayandığı toprak sistemi ise yıllardır aşınmaktaydı. Altından toprak kayan bina gibi Saray gittikçe konum kaybediyordu. Saray dışında başlıca iki sınıf vardı. Ayanlar (Osmanlı derebeyleri) toprakta özel mülkiyet hakkını elde ettikçe, Saray’la pazarlık güçlerini de artırıyorlardı. Öte
yandan, Osmanlı, ticaret yollarını açıp fethettikçe kendi içinde tefeci-bezirgan sermayeyi büyüttü. Kapitülasyonlar’dan sonra ise bu ticaret yollarında Batı kapitalizminin malları dolaşır oldu. Liman kentlerinde yuvalanan Levantenler ve Anadolu içlerine uzanan ticaret yollarıyla ekonomiyi elinde tutan, ancak Osmanlı toplum düzeninde kul taifesinin de altında tutulan Hıristiyan azınlık, ekonomik konumuyla sosyal konumu uyuşmayan diğer önemli sınıftı. Tanzimat’tan başlayan reformların esas konusu önemli bir ekonomik gücü elinde tutan bu Hıristiyan azınlıktı, ya da tefeci-tüccar sınıfıydı. Saray, iç dengelerde Ayanlar’a imtiyazlarını kaptırmamak; öte yandan, Hıristiyan azınlığa Düvel-i Muazzama’nın zoruyla verilecek imtiyazları mümkün olduğunca sınırlı tutmak için ip cambazlığı yapıyordu.
Dış dengelerde ise, bir yanda Berlin- Viyana ekseni öbür yanda Londra -Paris ekseninin dayatmaları arasında kıvranıyordu. Rusya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Akdeniz’e iniş yolunu kendilerine açmak için Osmanlılık üzerine baskı kuruyordu. Londra-Paris ekseni ise Hint yolu üzerinde çekişirken, Rusya’nın Akdeniz’e inme çabalarının yolunu kesmeye uğraşıyorlardı. İngilizler’in “ desteği” ile Osmanlı Kırım’da Rusya ile savaşa girince, o güne kadar belli ölçülerde yürütülebilen denge politikaları tükenmiş, Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı Sarayı ilk büyük dış borçlanmalarına girmiştir. Bu çember bir kez dönmeye başlayınca hemen andından Osmanlı Bankası’yla Batı finans kapitali İmparatorluk ekonomisine kene gibi yapışmış oluyordu.
OsmanlI’da Tanzimat’la Batı rotasına
----------------------------- 41 —
________________yeniden yapılanma___
— yol
iyice oturan reform dalgası, I. Meşrutiyetin ilanı ve 1876 Anayasası ile tepe noktasına çıkar. İlk Osmanlı meclisi Mart I877’de açılır. Mebuslar kendilerini gerçekten bir mecliste zannedip Saray’ı biraz eleştirmeye kalktıklarında, Meclis Başkanı Ahmet Vefik Paşa tarafından “sus eşşek” azarlamaları ile uslu çocuklar gibi sıralarına dönmek zorunda kalmışlardır. Ve bu politik “ özgürlük” bir yıldan az sürmüş, Şubat I878’de meclis uzun bir tatile girmiştir. Otuz yıl süren Abdülhamit Dönemi, aslında bir restorasyon dönemidir. 1800’lü yılların başlarından beri yükselerek gelen reform dalgalarının Yıldız Sarayı’nm duvarlarına çarpıp durulduğu yıllardır.
Abdülhamit tahta çıktığında, karşısında Abdülaziz’i tahttan indiren “ ittifakı” buldu. “ I) Hürriyetçi fikirleri yayan Yeni Osmanlılar, 2) Bab-ı Ali erkanından bir grup, 3) Askeri kuvvetlerden oluşan bir grup, 4) Din adamlarından oluşan bir grup. Bu ittifak Osmanlı İmparator- luğu’nda seyfiye, kalemiye, ilmiye gibi ana meslek gruplarının bir ittifakından başka bir şey değildi.” 7 Abdülhamit’in restorasyon çabaları elbetteki Osmanlı düzenini eski kanallarına yeniden döndüremedi. Saray zayıfladıkça ve İmparatorluk tehlikeye girdikçe öne çıkan “ Devlet Sınıflarından sivrilen kişileri Abdülhamit binbir entrika ile satın almış ve etkisizleştirmiştir. Kendinden önceki Batılılaşma dalgasına başlıca iki yönden cevap vermiştir. Siyaseti sıkı polis takibine almış, kurduğu gizli polis ağı siyaseti tümüyle yeraltına itmiştir. Öte yandan, Batılı fikirlere karşı İslami akımları öne çıkartmış, aydınların halka iniş yollarını tıkamıştır.
__ 42
Abdülhamit Dönemi kendinden önceki Tanzimat Dönemi’ne hem bir tepki, öte yandan kaçınılmaz bir biçimde yürüyen gelişmelere ayak uydurma yılları olmuştur. Tanzimat’ın ünlü sadrazamlarından Ali Paşa daha Tanzimat günlerinde OsmanlI’nın açmazını acı acı dile getiriyordu. Paşa bir yandan Tanzimat uygulamalarını yaparken bir yandan şöyle diyordu: “ Zaman kazanmak zorundayız... İngiltere’den daha liberal olmamız isteniyor. Bunları kabul etmek, Türkiye’yi parçalamak demektir. Tereddüt gösterince, suiniyet sahibisiniz, diyorlar; intihar etmek istemiyoruz, hepsi o kadar.” 8 Abdülhamit bu “ intiharı” kendi yöntemleri ile durdurmaya çalışmış, ancak bundan kendisi de fazla umutlu olmamıştır. Tarım ve sanayi alanında yaptığı bazı düzenlemeler Osmanlı ekonomisini Batının ne etkisinden ne de iştahlı paylaşma planlarından kurtaramamıştır. Bugüne kadar yaşayan Ziraat Bankası, Abdülhamit devrinde kurulmuş, tarımda bazı önemli gelişmelere de yol açmıştır. Ancak kapitülasyonlar, 1830’lardan beri OsmanlI’yı boğazlayan borçlar çemberi artık bir kez dönmeye başlamıştır.
Abdülhamit’in restorasyon dönemi aynı zamanda yeni düşünce akımlarının ve hatta Saray’a karşı pratik davranışların en yoğunlaştığı yıllar olmuştur. Koyu “ istibdat yılları” genellikle olduğu gibi, edebiyat alanında da gelişmelere kapı açm ıştır. B ir yandan Osm anlı içinde gelişen “ hürriyet” düşünceleri, öte yandan Batı’nın liberalleşme baskıları arasında, Yıldız Sarayı’nın egemenliği nereye kadar sürebilirdi? Sonunda adeta kaçınılmaz son, II. Meşrutiyet ile gelmiştir. Türk siyasal yaşamında bugünlere kadar
gelen pek çok siyasi akımın doğup şekillendiği yıllar II. Meşrutiyet yıllarıdır. Bu kısa “ hürriyet” günlerinin siyasal etkileri hiç de kısa olmamış, kendinden sonraki uzun yıllara taşınmıştır.
Türk burjuvazisinin ilk az çok derli toplu siyasal akımı “Jön Türkler” uzun ve sancılı düşünce döneminden sonra I900’lü yılların başlarında artık davranışa geçmeye hazırlanıyorlardı. Otuz yılı aşkın süren düşünce kuluçka- lanmasından sonra, Saray’a karşı ilk ciddi gizli örgütlenme 1889’da Askeri Tıbbiye öğrencilerinden çıkmıştır. İtti hak Terakki’ye giden yol artık açılmış oluyordu. Türk burjuvazisinin siyasal tarihinde Şubat !902’de Paris’te toplanan ilk Jön Türk Kongresi önemli bir yer tutar. Bu kongrede hala günlük siyasete damgasını vuran iki akım en belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır. Daha doğru söylersek Tanzimat yıllarında şekillenen ancak henüz Osmanlı geleneklerinin ağır etkisini taşıyan akımlar, bir ölçüde olsun, Paris’in havasından olsa gerek, burjuva kavramlarla kendilerini ifadeye başlamışlardır.
Kongre’de iki siyasal görüş şekillenmiştir. İlki Ahmed Rıza’nın başını çektiği “ devletçi-merkeziyetçi” görüştür. İkincisi, Prens Sabahattin’in temsil ettiği liberal çizgidir. İlk görüşten İttihak ve Terakki doğmuştur. İkincisinden, “Teşeb- büs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti” doğmuştur. Ahmed Rıza devle tç i-m erkez iye tç i ve daha fazla bağımsızlık çizgisinde dururken, Prens Sabahattin, yabancıların desteğinde “ şahsi teşebbüsü” geliştirecek reformları savunmaktadır. Bu iki burjuva siyasal çizgi Osmanlılık’ın son yarım yüzyılında olduğu kadar neredeyse bütün Cumhu
riyet tarihinde de çekişmeleri ve çatışmaları ile siyasal yaşama silinmez damgalarını vurmuştur.
1902 ilk Jön Türk Kongresi’nde ko- puşan bu çizgilerin ittifak ettikleri hemen tek nokta ise “ Osmanlı İmpara- torluğu’nun bütünlüğünün ve bölüne- mezliğinin sürdürülmesi” olmuştur. Avrupa devrimler tarihinde de genellikle böyle siyasal kutuplaşmalar yaşanmıştır. Ancak Avrupa’da işçi hareketi ve onların siyasal hareketi güçlendikçe genellikle liberal siyasal eğilimler bir dönem sonra erimiş, geriye “ muhafazakarlar” ve “ sosyal demokratlar” kalmıştır. Muhafazakarlar siyasal ve ekonomik alanda hiç de adları gibi muhafazakar değillerdi. İşçi hareketine ve liberalizmin bazı zaaflarına karşı restorasyonlarla dengeler kurup burjuva devrimlerini en son noktalarına kadar vardırmışlardır.
Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi bambaşka akmıştır. Hiçbir zaman ne işçi hareketi hatta ne de liberalizm yeterince güçlenememiştir. O nedenle tarihi neredeyse “ devletçi-merkeziyetçi” eğilimin çeşitli nüansları yazmıştır. Ancak öte yandan, devletçi ve liberal eğilimlerin çekişmesi de tarih sahnesinden hiç düşmemiştir.
Bu iki burjuva eğilimi yaratan nedenlere bakalım. İlk köklü neden, OsmanlI’daki devlet yapısı ve geleneğidir. Saray’ın mutlak egemenliğini sağlayan sadece onun moral, dini gücü değildir. Bu güç yine İslamlıktan alınan, ancak maddi bir temele oturan çok önemli bir gerçeğe dayanır. O da, Ortaçağ’da egemenliğin ve gücün hemen hemen tek biçimi olan toprak mülkiyetidir. Osmanlılık’ta toprak “ bütün müslümanların ortak
________________yeniden yapılanma.__
--------------------------------------------- 43 —
malıdır” . Saray’ın mutlak gücü buradan gelir. Toprağın sahibi olan Saray’ın gücü sadece bununla da sınırlı değildir. Saray, her türlü servete bir fermanla el koyma hakkına sahiptir. Ve Osmanlı padişahları bu haklarını oldukça sık kullanmışlardır. Bir dönem “ Karunlar gibi zengin” olan bir bey, bir anda eğer kellesini kurtarabilmişse yoksulluğun içine yuvarlanab ild i. Tanzimatçı Ali Paşa, vasiyetnamesinde Saray’a dil döker: “ Mülkiyete hürriyet veriniz. Mülkiyet belirlilik kazanınca, mülk sahibi, malını değerlendirmek için gereken parayı kolaylıkla bulabilecektir.” 9 Kapitalizm kurdu Osmanlı topraklarına girdikten ve “ değişim-reform” sancıları başladıktan sonra üç olay çok önemlidir. İlki, I838’de İngiiizler’le yapılan Ticaret Anlaşması’dır. OsmanlI’nın cılız sanayini silip süpürmüştür. İkincisi, Rusya ile girilen Kırım Savaşı’dır.(l 854-56) Bu savaş sonrası Saray, Batı’dan gelen “ istikraz” (borçlarla) tanışır. Osmanlı’ya Duyun-u Umumiye’yi getiren yol döşenmeye başlanmıştır. Üçüncüsü, 1858 Arazi Kanunnamesi’dir. Bu kanunla toprakta özel mülkiyet hakkı sınırlı bir şekilde de olsa tanınmıştır. Tanzimat ve Abdülha- mit’in restorasyon yıllarında özellikle ekonomik alanda liberal düşünceler Osmanlılık’ta filizlenmeye ve gelişmeye başlamıştır. Batı’da kapitalizmin gelişmesi, “ serbest ticaret” parolasının en yükseklerde tutulduğu günlerde sınırları Batı’nın içlerine kadar uzanan Osmanlı- lık’ın bu gelişmelerden etkilenmemesi düşünülemezdi. Bu dönemde Batılı ekonomistlere parmak ısırtacak ölçüde “ liberal” düşünceler türemiştir. Osman- lılık’ın, Saray’ın mutlak iktidarına kilitlenen alınyazısı artık aşılmalıydı. Oysa
— yol----------------------------------------------
Osmanlı liberalleri “ serbest ekonomi” hayalleri kurarken, Batı’da kapitalizm tekelci aşamasına gelip dayanmıştı. Batı kapitalizminin Osmanlı’ya girişi de bu nedenle hiç de “ serbest” olmadı. Hep tekel imtiyazları ile yürüdü. İlk, Osmanlı kumpanyası “ Şirket-i Hayriye” (Hayırlı Şirket) ekonomi için hiç de hayırlı olmamıştır. Osmanlı’da her liberalleşme çabası, sonunda Batılı tekellere davetiye çıkarılması anlamına gelmiştir.
Osmanlı devletçi geleneğinin ağır gölgesi altında gelişen liberal düşüncelerin hiçbir zaman anlamlı bir etkiye neden olamamasının altında elbette bir diğer önemli gerçeklik yatıyordu. Türk burjuvazisi yok denecek ölçüde cılızdı. Avrupa’da derebeyliğe karşı “ özgürlük” bayrağını burjuvazi taşımıştı. Bu bayrağı yeterince yükseğe kaldıramadığı ölçüde, proletarya ve köylülük bayrağı elinden almaya kalktıkça burjuvazi kendini derebeylikle uzlaşma yaparken bulmuştur. Osmanlı topraklarında derebeyliğe karşı “ özgürlük” bayrağı açacak ölçüde gelişmiş ne bir burjuvazi ne de proletarya yoktu. Cılız burjuvazi için padişaha yakarmak ve “ pabuççu mustası” gibi yabancı sefaretleri Saray’ın karşısına ağırlık olarak sürmek tek yol olarak görünüyordu. Ancak bu manevralar Osmanlı sınırları içinde yaşayan halklar için “ özgürlük” yaratmak şöyle dursun, büyük acıların ve katliamların kapısını açtı. Kapitalist anayurtlar kendi topraklarında henüz sınırlı da olsa bir burjuva demokrasisi kurabilmişlerdi. Ancak onların Osmanlılık için istediği bu değildi. Tıpkı bugünkü gibi o yıllarda da Batı hep OsmanlI’dan “ hak ve özgürlük” talep etti. Talep etmekten öteye, çoğu zaman bu isteklerini açıkça dayattı.
__ 44
Batı’nın Osmaniı’ya dayattığı “ hak ve özgürlükler” somut davranışlarını buldukça, bunun “ Hıristiyan azınlıklara” imtiyazlar tanınması hedefine yönelik olduğu yeterince aydınlandı. Ve Batı’nın bu amacı koyulaştığı ölçüde Türk burjuvazisi büyük katliamlarla birlikle tarihinin belki de ilk en geniş ve en vahşi sermaye birikimine yöneldi. Rum ve Ermeni azınlıkların elindeki sermayeler; 19. yüzyılın son sürecinde başlayan ve 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanan zor alımlarla Türk burjuvazisinin eline geçti. OsmanlI’da modern anlamda kapitalist çok cılızdı. Oysa “ sermayedar” yok değildi. Tanzimatçı Ali Paşa Osmanlı kapitalizminin önündeki bu açmazı şöyle dile getirmiştir: Osmanlı’da kapitalizmingelişmesini hızlandırmak için “ o sırada beliren sakıncaları hesaba katmayarak demiryolu yapımını düşündük. Hükümet böyle bir girişimi üstlenemezdi. Sağduyu, başka devletlerin edinmiş oldukları deneylerden yararlanmamızı emrediyordu. Yerli sermayedarlara başvurmaktan da sakınmalıydık. Derhal sonuç almak isteyen ve büyük karlara alışmış kimseler olduklarından önerilerimizi kabul edecekler miydi? Bu konuda verimlilikleri şüpheliydi.” l0Osmanlı’daki sermayedarlar üretimden kopuk tefeci- bezirgan yapılarından dolayı “ derhal sonuç almak isteyen ve büyük karlara alışmış kimseler” di. Osmanlı liberalizminin ölümlerden ölüm beğenmesi g erek iyo rdu ; ya büyük vurgunlara alışmış tefeci-bezirgan sermaye ile kapitalizmin yoiunu tutacaktı ya da Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma planları içinde olan emperyalist Batı sermayesinin kulu kölesi olarak! Tarih her iki kanaldan da akmadı. Ancak Osmanlı
liberalizminin ufkunda bu iki alınyazısın- dan başka bir seçenek yoktu.
Burada, tarihimizde yaşanan devletçi ve liberal eğilimlerin bitmek bilmeyen çekişmelerinin diğer önemli nedenine gelinir. Bu, dünyayı paylaşma yoluna çıkmış olan emperyalizm gerçekliğidir. Osmanlı kaçınılmaz bir şekilde kapitalizmin yoluna çıkmıştı. Ancak Batı gibi kapitalizme doğru liberal yollardan yürümeye kalksa emperyalizmin kendisini “ paylaşma ve yutma” tehlikesi ile yüzyüzeydi. Öte yandan, devletçi yollardan yürümeye kalksa “ Batı medeniyetine” varamayacağını düşünüyordu. Türk liberalizmi sürekli bu kıskaçta kalmış, ancak alnında hep emperyalizme teslimiyet damgasını taşımıştır. Oysa yanlış tercihleri ile İmparatorluk’u emperyalizme altın tepside sunan devletçi İttihat-Terakki’dir. Ancak İttihat - Terakki’nin hakkını yemeyelim. Çok kısmi ölçülerde de olsa Türk burjuvazisinin bağımsızlık eğilimlerinin ana rahmi hep İttihat-Terakki olmuştur.
Maddi temeli bu ölçüde zayıf olan Türk bujuvazisi için emperyalist paylaşımın yaşandığı bir dünyada önünde sanki lanetli İki alın yazısı duruyordu. Artık rolünü tamamlamış, çürümüş, gelişimin önünde engel olarak duran Osmanlı’dan kalma “ devlet sınıfları” geleneğinin kaftanını giyerek kapitalizm yolunda yürümek ya da yukarıdan gelen bu "ezici ağırlığı yabancı sefaretlerin” baskısı ile hafifleterek liberalizm yolundan kapitalizmi geliştirmek, Türk burjuvazisinin sürekli salındığı iki uç olarak varoldu.
Pratik davranışlar açısından böyle açmazlar üstünde yürüyen Türk burju-
________________yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 45 —
— yol
vazisinin ideolojik zemini nasıldı? İngiliz Burjuva Devrimi ideolojik olarak dinde reformdan öteye gidememiştir. İngiliz Burjuva Devrimi, dinde Protestan Reformu’nu yaratmış, ancak düşünce seviyesi olarak modern siyasal görüşlere varamamıştır. Bunu “ Büyük Fransız Devrimi” başarmıştır. Fransız Burjuva Devrimi dini düşünce çerçevesinden radikal bir şekilde kopuşmuştur. Türk burjuvazisi Jön Türkler ile düşünce alanına adım attığında elbette Fransız Burjuva Devrimi’nin ortaya çıkarttığı siyasal düşüncelerden etkilenmiştir. Ancak düşünceler gökten vahiy olarak gelmediği, sosyal mücadelerin ürünü olduğu için Türk burjuvazisi için bu düşünceler hep hazır elbise kolaylığında benimsenmiş, aynı kolaylıkla da terkedilmiştir. Türk burjuvazisinin siyasal tarihinde, ışığın prizmadan geçerken kırılması gibi, düşüncelerin farklı toplum yapılarında nasıl kırılıp deforme olduğunun en güzel örnekleri vardır. Üstelik böyle örnekleri aynı “zenginliği” ile günümüzde de yaşamaya devam ediyoruz.
Burjuvazi, büyülü “ özgürlük” sözcüğünü siyasal parolalarının en üstüne yazdığında, derebeyliğe karşı arkasına işçi ve köylü yığınlarını almıştı. Cesaretle özgürlük diyebilmesi için kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda böyle bir saflaşmayı yaratabilmesi gerekiyordu. Ardında görmek istediği yığınların kendisinden her kopuşma olasılığında karşı çıktığı derebeylikle uzlaşmalara girmiş, “ özgürlüğü” satmıştır. Daha doğrusu özgürlük denen parolanın kendi çıkarları ile sınırlı olduğunu böyle her kritik dönemde ortaya koymuştur. Demokrasinin ilk beşiği İngiltere, kendinden yüz yıl sonra gelen Fransız Devrimi’ne karşı
çıkmış, hiç de “ dünyada bir demokratik ülke daha şekilleniyor” diye bu devrimi destekleme yoluna girmemiştir. Napolyon, devrimi Avrupa’ya yaymaya çalıştığında karşısında Almanya’yı bulmuş, Paris Komünü günlerinde Fransız burjuvazisi Almanya’yı imdada çağırmaktan geri durmamıştır. En çarpıcı örnek ise A B D ’dir. Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra Fransa’dan ünlü “ özgürlük anıtını” alan ABD , iç savaşı ile güneydeki köleliği yenmiş, gerçekten kapitalist anlamda dünyanın en özgür ülkesi olmuştur. Ancak aradan yüzyıldan fazla zaman geçmesine rağmen kendi arka bahçesi Latin Amerika’da hiçbir ülkeye, sermaye ve teknik ihraç ettiği kolaylıkla, demokrasi ihraç edememiştir. Daha doğrusu etmeyi düşünmemiştir bile!
Bizde cılız Türk burjuvazisi ardında hiçbir siyasal saflaşma yaratma güç ve yeteneğine sahip değildi. Osmanlı Sarayı bütün ağırlığı ile toplumun üzerine çökmüştü. Ayanlar, Saray’la küçük pazarlıklar yapmaktan öteye bir ufka sahip değildi. Her kılığa girebilen, ancak özgürlük denen kavramdan antik medeniyetler kadar uzak olan tefeci-bezirgan sermaye, cılız Türk burjuvazisinin ardına düşemezdi. İmparatorluğun bütün ticaret yollarını elinde tutan Hıristiyan azınlık, batı bağlantılı ticaret sermayesi ise cılız Türk burjuvasini de bir kenara süpürmek için “ özgürlük” istiyordu. Bu koşullarda Türk burjuvazisi nasıl “ özgürlük” isteyebilirdi? Soyutlaştırıldığı ölçüde büyülü hale gelen, somutlaşınca heceleri arasında burjuva sınıf çıkarları sırıtan “özgürlük” , sonunda pratik sınıf gücüne ve hedefine göre tanımlıydı. Türk burjuvazisi bir güç olmadığı için “ özgürlüğünü” ya Saray’dan dilenmek, buradan
__ 46
umudunu kestiğinde Batı bujuvazisini imdada çağırmak zorundaydı. Daha doğrusu Türk burjuvazisi kendini hep bu ikilemin içinde tuttu. Böyle bir burjuvazinin ideolojik duruşu nasıl olabilirdi? Özgürlük, Namık Kemal’in tiyatro sahnesinden pratik yaşamın gerçeklikleri içine inince, Jön Türkler’in bütün romantizmi uçup gitmiş, Batı düşüncelerinin karşılığı İslam’da aranmaya başlanmıştır. Batı modern siyasal düşünceleri içinde hızlı bir yolculuk yapan Türk burjuva ideolojisi sonunda İslam ve Turan zeminine gelip dayanmıştır. Uzak sandığımız tarih bugünlere ne kadar yakın duruyor! Bu dönüşün elbetteki en temel nedeni Türk burjuvazisinin aşırı zayıflığından kaynaklanmaktadır. Burjuva siyasal düşüncesinin dinden kopuşması Batı’da büyük mücadeleleri ve uzun bir zaman dilimini gerektirmiştir. 19. yüzyılın sonlarında böyle bir kopuşma Türk burjuvazisi açısından neredeyse imkansızdır. Öte yandan, OsmanlI’da her özgürlük dalgası, İmparatorluk’un bir parçasını alıp götürmektedir. Balkanlar’dan başlayan ulusal hareketler, Batı’nın da gayreti ile Ermenistan’a kadar uzanmıştır. Böyle bir ortamda Türk bujuvazisinin, “ İmpa- ratorluk’u bir arada tutacak bir düşünceye” ihtiyacı vardı. Bu da önce İslamiyet, ardından da “ Türkçülük” olmuştur.
Jön Türk Kongresi’nde iyice açığa çıkan Türk burjuvazisi içindeki iki eğilimden her zaman baskın çıkmış olanı İttihat-Terakki, Batı burjuvazisinin ardındaki “ yığınlara” imrenerek bakmış, ancak bunun kendi topraklarında imkansız olduğunu düşünmüştür. “ Türkiye’de ‘grande masse’i (büyük kitleyi) kazanmak çok zordur. Bu nedenle herşeyi
elitler yapacaktır.” " Bu temel gerçeklik bu topraklarda “ özgürlüğü” hep yukarıdan lütfedilen, lütfedildiği gibi kolaylıkla da geri alınabilen bir hayale dönüştürmüştür. Bir yanda “ elit” , eski Osmanlı deyimleri ile seyfîye ve ilmiye eliyle özgürlüğe koşan devletçi ve merkeziyetçi burjuva eğilimi; öte yanda Osmanlı Devleti’nin “ kahredici” ağırlığından kurtulmayı “ serbest teşebbüs ve adem-i merkeziyet” te gören, bu yolda yürüyebilmek için Batı sefaretlerini kendine güç kaynağı olarak seçen liberal burjuva eğilimi, bu iki eğilim kısa II. Meşrutiyet yıllarında ilk ve çetin hesaplaşmalarını yaşadılar. Sonuçta ikisi de çökmüştür.
Saray’dan (Vahdettin’den) adım adım kopuşan ve Cumhuriyet yoluna çıkan Türk burjuvazisi elbette bu büyük hesaplaşma ve çöküşten önemli dersler çıkartmıştır. İmparatorluk parçalanınca “ hilafet” ve dolayısı ile “ İslamiyet’in bütünleştirici” rolü önemini yitirmiştir. Buradan hareketle “ Kemalist laik cumhuriyetin temelleri” atılır. Emperyalist eksenlerden birisine ya da ötekine yaslanarak yürütülen politikalar, parçalanmayı engelleyememiştir. Buradan da Tek Parti Dönemi’nin politikaları türemiştir. Meşrutiyet ve Kurtuluş günlerinin çalkantıları içinde ise Levantenler ve bağlantıları (Hıristiyan azınlıklar) fiilen tasfiye edilmiş, Türk burjuvazisi ilk büyük sermaye transferini böylece yapmıştır. İlk büyük sermaye birikimini böyle yapan Türk burjuvazisi, daralan topraklarındaki kapitalizm öncesi sermayenin tasfiyesine girişmek yerine, yapısal özelliği haline gelecek olan devlet eliyle sermaye biriktirme yoluna çıkmıştır.
Bütün bu yaşananlar, Türk burju-
----------------------------- 47 —
________________yeniden yapılanma___
— yol
vazisinin tarih bilincini oluşturmuştur. Adeta değişmez bir alın yazısına dönüşen bu bilinç neleri kapsamaktadır?
a) Türk burjuvazisi, Saray’a ya da daha genel anlamda söylenirse, köklü devlet geleneğine karşı hiçbir zaman radikal bir yöneliş içine girmemiştir. Ortada derebeyliğe karşı maddi temelleri de olan bir sınıf savaşı yoktur. Batı’da derebeyliğe karşı savaş en başta onun maddi temeli olan toprak tekeline ve keyfi gümrüklerine karşı savaş olarak gelişti. Osmanlı’da Saray tüm toprakların mülkiyetine sahip olduğu için bu mülkiyetin Saray’dan zaten palazlanmış Ayanlar’ın (Osmanlı derebeylerinin) eline geçmesi başlıbaşına bir köklü “ reform” sayıldı. Türk burjuvazisi Ayanlar’la Kurtuluş Savaşı sırasında ittifak yapmış, savaş sonrası da onlara pek dokunmamıştır. Türk burjuvazisi, bu derebey artıklarına karşı yılların geleneğini harekete geçirmiş, tasfiye edilemeyen derebey artıklarına karşı ağırlık olarak “ memurin devleti” yaratılmıştır. Daha doğrusu bu eski Osmanlı geleneği Cumhuriyet’in içinde, onun kalıplarına göre yeniden doğmuştur. Batıda burjuva anlamda özgürlüğün kapısını açan derebeyliğe karşı mücadele, Türkiye’de o ölçüde kısır kalmıştır ki özgürlük çiçeği her seferinde açamadan solmuştur.
b) Türk burjuvazisi, kendi ayakları üzerinde duramayacak kadar cılız olduğu için Batı’ya yaslanarak ayakta durmayı adeta kendi varoluş koşulu olarak görmüştür. Oysa kapitalizmin, emperyalizm aşamasına tırmandığı bir dönemde tarih sahnesine çıkmak gibi bir “ talihsizliğe” uğrayan Türk burjuvazisi, yaslanmaya çalıştığı güç tarafından yutul
__ 48
ma tehlikesi ile birlikte yaşamıştır. Bu gerçeklik devlet sınıfları geleneğini ayakta tutmuş, Türk burjuvazisinde şizofren bir bilinç yaratmıştır. Batı’ya aşk ölçüsünde sarılmak, sonra düş kırıklığı ile soğumak, hala bu marazi sevda oyunu Türk burjuvazisinin tiyatro sahnesinde oynanıp duruyor.
c) Devlet sınıflarının ve Türk burjuvazisinin tarih hafızasında “ hürriyet” sözcüğü “ Düvel-i Muazzama” nın baskılarını çağrıştırır; hele “ azınlıklara imtiyaz” sözcükleri “ bölünme” dehşetine düşürür. Ancak devlet sınıfları ve Türk burjuvazisi arasında zaman zaman ıslak barutun puflaması gibi ömürsüz “ hürriyet” kavgaları olagelmiştir. Devletin kelepçesinde bunaldıkça “ hürriyet” çığlığı atan burjuvazi, bu parolayı kitleler ciddiye aldığında gölgesinden korkar- casına yeniden devlet sınıflarının “güvenli” göğsüne yaslanmıştır.
d) Batı demokrasilerinde burjuvazinin sadece “ mülk sahiplerine” tanıdığı özgürlük ve demokrasinin sınırlarını genişleten işçi sınıfı ve onun fırtınalı mücadelesi olmuştur. Uzun bir tarihsel dönemi kapsayan bu mücadeleler Batı burjuvazisinin tarih bilincini oluşturmuştur. Siyasetin saray entrikalarından ve keyfiliğinden farklılaşması, burjuva niteliğine bürünmesi ve rasyonalleşmesi uzun ve dehşetli sınıflar savaşı dönemlerinin ürünüdür. Türk burjuvazisi böyle bir dönem yaşamamıştır. Burjuvazi Batı’da daha kendi düzenini yaratırken, proletaryanın nefesini hep ensesinde hissetmiş, sınıflar gerçekliğinin dayatması sonucu kendi gücünün sınırlarını tanımıştır. Cılız Türk burjuvazisi sürekli olarak halklara ve işçi sınıfına karşı gücünün sınırsız olduğu kuruntusuna
kapılmıştır. Kitleleri OsmanlI’daki reayadan biraz olsun farklı algılayabilmesi için 60’lı yılların sınıflar mücadelesi ortamına gelinmesi gerekmiştir. Ancak 60 sonrası dönemde de, sınıflar gerçekliğinden öğrenmek yerine, önce tümüyle tarih bilincinin reflekslerini harekete geçirmiş, her türlü “ bölünmenin” karşısına dikilmiştir. Saray ve Batılı devletler karşısında inanılmaz esneme yeteneği gösteren burjuvazi, kısır tarihinde kitleler karşısında o ölçüde katı durmayı varoluşunun teminatı olarak algılamıştır. Devlet geleneğinin üstüne Rus Devrimi’nin korkusunu da katan Türk burjuvazisi, siyasette Bizans entrikacılığını ve Osmanlı kıyıcılığını aşamamıştır.
Hala silinmez izler taşıyan tarihin bu bilinç penceresinden bakarak, Cumhu- riyet’in içlerine yürüyelim. Tek Parti yılları burjuvazinin liberal eğiliminin bastırıldığı yıllar oldu. Terakki Perver Fırkası ve ardından “ majestelerinin muhalefeti” tarzında kurulan Serbest Fırka denemeleri uzun sürmedi. II. Emperyalist Savaş yıllarında Türkiye, önceki deneylerinin sonucunda iki eksenden de uzak durmaya çalışmıştır. İngiltere OsmanlI’nın parçalanışını hatırlatıyordu. Almanya ile ittifak ise yenilgi getirmişti. Gittikçe Alman politikasına yaklaşan, savaşta taraf olmayan Türkiye, sonunda Almanya’ya savaş ilan ederek bu dönemden sıyrılabildi. Ancak savaş sonrası artık yeni bir dünya ortaya çıkmıştı. Bir yanda sosyalizm, onun karşısında “ hür dünya” bayrağını sallayan kapitalizm. Türk Devleti bu saflaşma karşısında “ tarafsız” kalamazdı. Cumhuriyet tarihindeki ilk önemli değişim bu yıllardan sonra yaşanır. Tek
Parti yıllarından “ çok partililiğe’ geçiş, II. Meşrutiyet yıllarındaki gibi “ hürriyet” çığlıkları atılarak yaşandı. Bu kez iktidara hep devletçiliğin “ kollama görevi” ile kuşatılmış liberal burjuva eğilimi geliyordu. İçerde kanatlanıp uluslararası sermaye ile çiftleşmek isteyen gürbüzleşmiş finans kapital; dışardan da “ hür dünya” nm baskısı sonucunda devletçiliğin kabuğu 46’lı yıllarda çatladı ve nur topu gibi Demokrat Parti doğdu. Böylece, İttihat Terakki yıllarında yarım kalmış hesaplaşma, başka bir dünya ve Türkiye koşullarında yeniden başlıyordu. Adları “ demokrat” , parolaları “ hürriyet” olan liberal burjuva eğilimi, “ Cumhuriyet’in laik temellerini kemirerek” ve Ordu’ya efelenerek işe koyuldu. Çok geçmeden tarih sahnesinde roller tamamen değişmişti. Sekiz yıl “ demokratlık” fazla gelmişti. Yılların devletçi C H P ’si muhalefette demokratlaşmaya itilirken, İttihat-Terakki yıllarından beri iktidar özleyen liberaller, gücü ellerine alınca Tek Parti Dönemi’nin tek partisinin bütün hastalıkları ile kendilerinin de inmeli olduğunu ortaya koydular. Gerilim ve hesaplaşma had safhaya çıktı.1956’da CH P Genel Sekreteri Kasım Gülek altı ay hapse mahkum oldu. I957’de İşçi Sendikaları Konfederasyonu kapatıldı. Menderes 6 Eylül 1958 Balıkesir söylevinde “ idam sehpalarından söz etti. İki hafta sonra 21 Eylül İzmir konuşmasında ise “ demokrasiye paydos” tehdidini savurdu. 12
“ Çok partili” dönemin ilk on yılı Türk egemenlerinin “ demokrasi” ile ilişkisini en güzel bir şekilde gözler önüne sermiştir. Ne “ hür dünyanın” zorlaması ile ne yüzyılların mirası devletçiliğe karşı “ hürriyet” çığlıkları
________________yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 49 —
— .yol
atmakla demokrasinin gelişmeyeceği anlaşıldı. 27 Mayıs Anayasası kendi amacından öteye, çok sınırlı da olsa, demokratik bir ortam yaratmıştır. Ancak bu anayasanın amacı hiç de “ demokratik” değerleri geliştirmek değildi. Türk burjuvazisi şekillenirken ortaya çıkmış olan iki eğilimin hesaplaşmasından ortaya demokrasi çıkamazdı. DP ne ölçüde demokrat olduğunu on yıla varmadan ortaya koymuştur. 27 Mayıs Anayasası’nın son derece pratik bir hedefi vardı. DP örneğinden hareketle oy çoğunluğu, (tabii bunun doğal sonucu Meclis çoğunluğu) yoluyla ortaya çıkabilecek "diktatörlüklerin” yolunu kesmekti. MGK, İkili Meclis Sistemi (27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylar “ kaydı hayat şartı” ile senatör oldular), bir partinin kolay çoğunluk kuramaması için oldukça demokratik “ nispi temsil seçim sistemi” , bunların hepsi devletçi eğilimin, finans kapitalin yolunu kesmek için düşündüğü barajlardı. Ancak olaylar böyle hesaplara aldırış etmeden kendi yolundan aktı. Cumhuriyet tarihinde gerçekten bir değişimden bahsedilecekse, bu da 60 sonrası yükselen sınıflar mücadelesi ve onun getirdikleridir. 12 Eylül bu sürece devletin verdiği cevap oldu. 27 Mayıs, kendi pratik kaygıları ile de olsa, ne getirdiyse Eylül hepsini geri aldı. Bu dönem neleri ortaya çıkartmıştır?
a) Sınıflar kendi politika ve örgütleri ile toplumsal arenaya çıktılar. Önceki dönemlerde egemen politikalar Tek Parti’nin dehlizleri içinde tutulurdu. Devrimcilik ise çok küçük bir azınlık olarak hep yerin altında kalmıştı. Gerçek burjuva demokrasilerinin en temel kültürü ve bilinci olan sınıflaşma
__ 50
ve sınıflar mücadelesi zorunlu olarak bilinçlere yerleşti. Elbette ki bu henüz bir derinliğe sahip değildir. 12 Eylül bu ortaya çıkan gerçekleri, adeta yeni bir Tek Parti Dönemi özleyerek “toplumu bütünleştirmeye” yöneldi. Ancak ekonomik ve sosyal gelişim, tüpünden çıkan diş macunu gibi, olayların tümüyle eskiye dönüşüne engeldi. Eylül sonrası sınıflar mücadelesi ile oldukça önemli bir başka gerçek daha öne çıktı. 50’li yıllardan sonra sınıflar kopuşması hızlanmış ve kopuşmanın sonucu olarak siyasal ortama burjuva partileri arasındaki gerilim damgasını vurmuştur. Ayrıca işçi sınıfı da tarihinde ilk kez yığınsal bir mücadeleye girişmiş, görmek istemeyen gözlere kendini gücü ile dayatmıştır. Hesaplaşmalar yirmi yılı aşkın sürmüş ve sonunda Eylül günlerine gelinmiştir. Eylül sonrası sınıflar kopuşmasından çok uzlaşma arayışları öne çıkmıştır. Herkes kendi gücünü tanımış ve “ yeni” politikalara yönelmiştir. Bu burjuva partileri arasında olduğu kadar işçi sınıfı açısından da belli ölçüde geçerlidir. Ancak bu sözde “ uzlaşmalar” Avrupa’daki gibi bir “ maddi refah” dönemine değil, tam tersine yoksullaşmanın derinleştiği ve belli ölçüde kitleler açısından “ sosyalizm” veya “ devrim” umutlarının çok zayıfladığı bir döneme denk düştüğü için, hem burjuva politikalarında hem de toplumda yaygın ve derin çürümeler yaşanmıştır. Eylül öncesinin gürbüz ve diri sınıflar mücadelesi dönemi yerini top lum sal çürümelerin arttığı bir sürece bırakmıştır.
b) Sınıflar öne çıkınca Türkiye’nin hep tartışmalı egemen zümresi de belirgin bir şekilde bu dönemde öne çıkmıştır. Tekelci finans kapital bu dönemde bir
yandan Ordu ile ilişkilerinde daha dikkatli olmaya yönelmiş, öte yandan sivil faşizmi sürekli beslemiştir. 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerinin sıkı destekçisi olmuştur.
c) Yine bu dönem Türk siyasal tarihinde kendine özgü bir “ sosyal demokrasinin” çok kısa ömürlü doğuş ve ölümünü yaşadı. 72’li yıllarda uçan “ak güvercin” , 78 azınlık hükümeti sırasında vurulup düştü. Bir daha da ayağa kalkamadı. Hep Batı’dan örnek alındığı için, Avrupa’daki gibi sosyal temele zaten sahip olmayan, eski devletçi kültüründen hiçbir zaman kopuşmamış olan bu parti, yirmi yılı aşkın süren yoğun sınıflar savaşı döneminin sonunda, büyük bir korku ile öne çıkartmaya çalıştığı bütün hedeflerden kopuşarak kısa ömrüne son verdi. Sonraları Kürt Hareketi yükselince tümüyle devletçi-milliyetçi bir çizgiye oturdu.
d) Yine bu dönemin çalkantılı yıllarından sonra Türk siyasal tarihine sürekli damgasını vurmuş olan egemen zümreler arasındaki “ devletçi-liberal” çekişmesi belli bir inişe geçti. Devletçiliğin dünyada itibar yitirdiği, özelleştirmelerin “ mucize” sayıldığı günümüz dünya ve Türkiyesizde bu siyasal gerilim eski gücünü kaybetti. Onun yerini, düzen içi eğilimler olarak, Siyasal İslam-Laik Cumhuriyet çekişmeleri aldı. 28 Şubat sonrası Siyasal İslam oldukça darbe aldıysa da “yeniden yapılanma” sürecinde devletin hala gözünü üzerinden ayırmadığı bir siyasal zemindir.
e) Bu tarihsel dönemin, henüz belli bir olgunluğa varmamış da olsa, en önemli siyasal sonucu yılların devletçi geleneğinden belli bir kopuşma yaşanmasıdır. Gerek 60 sonrasının Devrimci
Hareketi, ardından yükselen ve çok önemli gelişmeler kaydeden Kürt Ulusal Hareketi, savaşın doğurduğu devletteki çeteleşme, toplumda derin kökleri olan, her sosyal hareketin yolunu kesen devlet tabusunun büyük ölçüde hırpalanmasına neden oldu. Son yaşanan deprem felaketi bu gerçekliğin çok acı bir zeminde yeniden sergilenmesi oldu. Yeniden yapılanma söylentilerinin alt zemininde bu temel gerçeklik yatar. Ancak bu kopuşma henüz siyasi olarak ne yeterince derinlik kazanmış ne de kendisine açık bir hedef bulabilmiştir. Bu nedenle, böyle olumlu bir gelişmenin yanında onu gölgeleyecek olumsuz bir gelişim de yaşanmaktadır. Bu da toplumsal çürümedir. Hedef bulamayan öfke kendine yönelmekte, çürüme ve yozlaşma yaratmaktadır.
Yeniden yapılanma söylentilerinin, PKK ’nin yaptığı stratejik dönüş ve AB adaylığının kabulu sürecinden sonra, iyice hız aldığı bir dönemde bu temel gerçeklikleri atlamadan “ değişim” söylentilerinin iç bağlantılarını çözümlemeye çalışalım.
"YEN İD EN YA PILA N M A YI" DAYATAN N ED EN LER VE "D EĞ İŞ İM İN " SIN IR LA R I
İlk olarak şunu vurgulamalıyız, Cumhuriyet’in “yeniden yapılanması” nı dayatan nedenler “yeni” değildir. Bu sürecin düğmesine ilk basan T.Özal’dır. Ancak ardından sürekli oyalanma ve hatta geriye kaymalar yaşanmıştır. Bugün konu dünden daha fazla gündeme geliyorsa bunun bazı önemli nedenleri vardır. Hiç şüphesiz en önemli neden,
yeniden yapılanma__
--------------------------------------------- 51 —
— yol
PK K ’nin yaptığı stratejik dönüştür. Onbeş yıldır süren savaş ortamı bu nedenle belli bir değişime uğramıştır. Ancak hala “ rivayetler muhteliftir” . İkinci önemli neden, Türkiye’nin AB aday üyeliğinin kabulüdür. Bu gelişmeleri hazırlayan bir arka perde vardır. Esas önemli neden de odur. ABD, kendi çıkarları açısından bölgede Türkiye’nin rolünü belli ölçülerde öne çıkartmaya karar vermiştir. A B D ’nin bu karara varmasının tek nedeni “Türkiye’nin coğrafi konumu” değildir. Daha fazla etken olan sosyalizmin yıkılışından beri geçen yıllarda dünya dengelerinde yaşanan belirgin kaymalardır. Rusya’yı “ kuşatma ve destekleme” politikası ile belli bir noktada tutabileceğini düşünen A BD stratejistle- ri en azından son üç yıldır böyle düşünmüyorlar. Rusya çok düşkün durumda da olsa, N A T O ’nun Doğu Avrupa’da genişleme adımları atmaya başlamasından sonra dünyada kendi eksenini yaratma çabalarına girmiştir. A B D ’li strate- jistler son yıllarda yeniden “ bipolar -iki kutuplu- dünya” dan söz ediyorlar. Karşılarında Rusya-Çin-Hindistan saflaşmasını görüyorlar. Daha da önemlisi Rusya “ Kafkaslar’daki egemenliğini” kendi varlık yokluk koşulu olarak ilan etmiştir. “Yeni Rus Çarı” Putin budur.
Bu konuların tek tek içine girmeden yeniden yapılanmanın kapsam alanını irdelemeliyiz.
İlk olarak, devlet ve egemen siyaset alanı öne çıkıyor. İkinci olarak, ekonomideki zorunlu yapısal değişimlerdir. Bu konuda IMF’nin zoruyla şimdiden adımlar atılmaya başlanmıştır. Üçüncüsü, halk güçlerinin yeniden yapılanmadaki yeri ve rolüdür.
__ 52 ______________________________
Yeniden yapılanmada elbette en önemli etkenler, yeni dünya dengelerinden kaynaklanmaktadır. Bölgedeki güçler ilişkisi en belirleyici olanıdır. Onun kadar belirleyici olan diğer bir gelişme de A B adaylığıdır. Türk Devleti’nin eski dış politikacısı Sami Kohen köşesinde bu gerçekliği sakınmadan dile getiriyor. “Yıllar boyunca Türkiye’de politikacıların tekrarladığı bir laf var: Biz gereken değişiklikleri “ onlar” istediği için değil, halkımızın yararına olduğu için yaparız. Fakat açıkçası, çoğu köklü değişiklikler veya reformlar, söylenen bütün hamasi laflara rağmen, ancak “ dış dinamikler” sonucunda gerçekleşmiştir.” 13 Öte yandan, Siyasal İslam’ın önde gelen isimlerinden Abdullah Gül’de açık bir itirafta bulunuyor. “Açıkça itiraf ediyorum. Biz pozisyonumuzu değiştirdik. Türkiye’nin demokratik reformları kendisinin yapamayacağını anladık. İstediğimiz dini özgürlükler ve insan haklarına yalnızca A B ’nin yardımı ile ulaşabileceğimize inanıyoruz.” 14 İlhan Selçuk’un bir yazısında vurguladığı gibi Türkiye’de Meşrutiyet günlerinin havası esiyor. Ancak bu işte bir terslik olmalı. Yüzelli yıldır süren “ Düvel-i Muazzama” nın zorlamalarına rağmen alınan yol umut kırıcı ölçüde kısırdır. Bu durumdan sadece “Türkiye’nin iç dinamiklerini” günahkar ilan edip kurtulmak kolay değildir. Emperyalizm hangi tarihsel momentlerde ne tür reformlar dayatmıştır? Bu soru cevaplanmadan A B ’ye ilan-ı aşk etmek yüzyıldır süren, Batı karşısındaki aşağılık kompleksinin daha da derinleşmesinden başka sonuç yaratmaz.
DEVLET VE EGEM EN SİYASETTE Y EN İD EN YA PILA N M A
Konuya iki tespitle girelim. Devlet eski geleneksel aşırı merkeziyetçi mutlak irade konumunda zorlanıyor. Öte yandan, Türk burjuva siyasetinin egemen eğilimi “ merkez sağ” büyük ölçüde erozyona uğramıştır. Bu gerçekliklerin nedenleri kavranmadan yeniden yapılanmanın zemini, sancıları, yönü ve sınırları kavranamaz.
Konunun ekseninde devlet ve burjuvazinin ilişkisi durmaktadır. Bu ilişki bizim topraklarımızda çok özgül yanlar taşır. Batı’da burjuva devrimlerinin gücü eski devlet yapısını kendi sınıfsal çıkarlarına göre özlendirmiştir. Buna insanlığın gelişme tarihinde “ modernlik” denildi. Bizde devlet, burjuvazi henüz koza halinde bile değilken mutlak egemenliği ile Doğu’nun en tipik örneklerinden birisi olarak varoldu. Burjuvazi bu büyük ve mutlak mabedde büyüdü. Büyütüldü. Türk burjuva devriminin kısırlığı, devleti Batılı anlamda modernleştiremedi. Kendisi olağanüstü cılız, antik tarihin yedi bin yıllık tefeci-bezirgan gelenekleri ile varolmuş sermaye başta kendisi modernleşmekte olağanüstü zorlandığı için devleti moderleştirmesi zaten beklenemezdi. Antik tarihin köklü geleneklerini üstünde taşıyan ve ilk modern sermaye birikimini Hıristiyan azınlıkların sermayelerini yağmalayarak edinen Türk burjuvazisi uzun yıllar antika özelliklerinden kopuşamadı. Hala kopuştuğu söylenemez. Yeniden yapılanma süreci biraz da Türk burjuvazisinin bu yönde bir sınavı olacak. A B ’den kopya çekerek bu sınavı verebilecek mi? Eylül Sonrası süreçte, Türk
finans kapitali uluslararası sermaye ile daha derin kenetlenmek için kendi yapısal konumundaki değişim sancıları ile uğraşırken, Cumhuriyet’in ekonomi ve siyasetinin ortasına bir de Siyasal İslam ve İslam sermayesi düştü. Batı modernliğini yaratan, derebeyliğe karşı oldukça radikal mücadelelerdir. Ancak bu hiçbir şekilde yetmemiş, burjuvazinin proletarya ile başlayan mücadelesi ona ünlü modern çehresini kazandırmıştır. Türk burjuvazisi bu iki alanda da modern bir mücadele tarihine sahip değildir. Tarih bilincinin bu en önemli bölümleri Antika ve Osmanlı gelenekleri ile yüklüdür. Türk burjuvazisi modernliği Latin alfabesi ya da şapka-pantalon olarak kavradı. Bütün bu nedenlerden dolayı bizde burjuvazi hiçbir zaman Batılı anlamda egemen sınıf olamadı. Egemenliği sürekli bir şekilde Osmanlılık’tan gelen tabu devlet anlayışı ile paylaştı. Daha doğru söylenecek olursa, doğrudan egemen olmak yerine kendi sınıf egemenliğini sürekli bir şekilde eski gelenek üzerinden yürüttü, dolaylan- dırdı. Burjuva anlamda modernlik hazır bir elbise değildir. Yoksa Cumhuriyet bütün Batı kanunlarını hemen tercüme etti. Modernlik bir tarihsel mücadele sürecinin yarattığı bir bilinçtir. Şimdi mücadele edilecek bir derebeylik olmadığına göre Türk burjuvazisi nasıl bu adımı atacak? Sistem olarak artık varolmayan derebeylik bilinçlerde, alışkanlıklarda ve en önemlisi Türk burjuvazisi ve devlet (özellikle Ordu) arasındaki ilişkide hala yaşamaktadır. Seksen bin sayfalık A B mevzuatını, Cumhuriyet’in kuruluşunda yapıldığı gibi tercüme etmekle A B ’ye üye olunabilir mi? AB yolunda yürünürken en önemli
_______________ yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 53 —
— yol
engel devlet ve Türk burjuvazisi arasındaki ilişkidir. Batı’da devlet modern burjuva devletidir. Modern burjuva sınıf çıkarlarına göre şekillenmiş, birkaç yüzyıldan beri sınıf çıkarlarının egemen kılınmasında olağanüstü ölçüde rafine olmuştur. Bizde devlet mabeddir. Burjuvazi bu mabedde diz çöküp dileklerinin (çıkarlarının) yerine gelmesi için dua eder. Gerisi tanrının işidir. AB ile Türk Devleti arasındaki en derin ve uzun süreçli kapışma bu konuda olacaktır.
Türk burjuvazisinin tarihinde, bunu 19. yüzyılın sonlarından başlatırsak, sınıflar mücadelesi sürecinde başlıca iki dönem vardır. I960’lı yıllara kadar mücadele daha çok burjuva içi eğilimlerin çekişmesi biçiminde yaşanmıştır. Daha doğrusu dönemlerin olaylarına bu çekişmeler damgasını vurmuştur. Jön Türkler’den başlayan 27 Mayıs Darbesi’- ne kadar gelen süreçte, devletçi- merkeziyetçi gelenekle liberal burjuva eğilimler çekişmiştir. Çalkantılı İttihat- Terakki günleri, Tek Parti Dönemi’nin ilk on yılı, ardından 46’lardan sonra iyice yoğunlaşan bu süreçte egemen eğilimlerin çekişmeleri yaşanmıştır. 60’lardan sonra bu süreç yön değiştirmiştir. Egemenlerin zirvedeki boğuşmalarının yerini, egemenlerle işçi sınıfı-gençlik ve daha sonra da Kürt Ulusal Hareketi arasındaki mücadele almıştır. Bu süreç geleneksel toplum ve devlet yapısını belli ölçülerde değişime zorlarken, öte yandan müthiş bir yan etki yaratmış, devlet iyice irileşmiş, “ derinleşmiş” ve sonunda çeteleşmiştir. Bu azmanlaşmanın son durağına yaklaşıldığı görülüyor. Bunu kendileri de çok sık söylüyorlar: “Ankara değişime ayak uyduramı- yor” muş! İşçi sınıfı ve Kürt Hareketi’ne
__ 54
karşı şişen ve azmanlaşan devlet, geleneksel alışkanlıklarını ve mutlak güç anlayışını gelişebilecek son noktalara kadar tırmandırdı. “ Dönüş” nasıl yapılacaktır? Bütün sorun buradadır.
Tam bu noktada burjuva egemen siyasal eğiliminin büyük ölçüde erozyona uğradığını görüyoruz. Düzen kendi içinde önemli bir dönüşüm konağına itilmiştir, ancak siyasal kurmay çok “ parçalıdır.” Bu parçalanmanın nedenlerine inerek, nasıl bir siyasal kurmay ortaya çıkabileceğini çözümlemeye çalışalım.
Egemen burjuva siyasal eğilimin (merkez sağın) neden Özal sonrası yıldızı sönmeye başlamış, bu düşüşü ne “ baba” nın siyasete dönmesi ne kolejli modern Çiller’in siyasete girmesi ne de ağır başlı Yılmaz’ın A N A P ’ın başına geçmesi durdurabilmiştir. Üstelik bu anaforda Cumhuriyetin tüylerini diken diken eden Siyasal İslam’ın birinci parti olması yaşanmış; bu bela 28 Şubat ile savuşturulurken bu kez de faşizm ikinci büyük parti haline gelmiştir. Bu eksen kaymaları neden yaşanmaktadır?
Dünya ve ülke dengelerine göre şekillenen egemen siyasetin içeriği, bu dönemler kapanınca rolünü tamamlamaktadır. Türk burjuvazisi Cumhuriyet sonrası böyle iki önemli dönem yaşamıştır.
İlki Tek Parti yıllarıdır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında bujuvazinin siyasette en yukarda tuttuğu paro la la r “gericiliğe karşı laiklik” ve parçalanan İmparatorluksan diğer tüm uluslar ayrıldıkları için “ ne mutlu Türk’üm diyene” - dir. Kürt Halkı’na, Kurtuluş Savaşı sırasında verilen sözler Lozan’da unutulmuştur. Türk burjuvazisi hem kendini
yaratmak hem de bir ulus yaratmak zorundaydı. Bu dönem 1926’lara kadar süren çok kısa bir bahar havasından sonra Tek Parti Diktatörlüğü olarak yaşanmıştır. Seçimler, şimdi küçülüp kireçlenen parti merkezlerinde kararlaştırılıyor, o zaman bu biraz daha merkezi işliyordu; herşey Çankaya’da kararlaştırılıyordu. Zayıf Türk burjuvazisi bu dönemde kendini bıçağın sırtında hissettiği için, ülke içindeki “ irticai güçlere” karşı bir memur ordusu yarattı. Bu dönem politikalarında devletin iki konuda eli sürekli tetikteydi. Birisi irtica; diğeri dış kaynaklı kışkırtmalardır. Kürt Halkı ve Komünist Hareket bu politikaların sürekli zılgıtını yemiştir. Osmanlı’nın özellikle son elli yılı bu bilinç ve refleksi yaratmıştı.
Tek Parti Dönemi’nin ekonomi politikası başlıca iki temele dayandı. Önce hızlı sermaye biriktirilecek ve devlet kanalı ile yönlendirilecekti. Abdülhamit Dönemi’nin Ziraat Bankası korundu. Yanına bir de İş Bankası kuruldu. Öte yandan devlet eliyle sınırlı ölçüde bir sanayi geliştirildi. Dönemin ana ekonomi politikası devletçilik üzerine kuruldu. Bu konuda Mustafa Kemal’in son yıllarında, İnönü’nün arka plana itilip Celal Bayar’ın başbakanlık yıllarında bir liberalleşme başladıysa da, bu dönem çok kısa sürdü. Milli Şef-İnönü Dönemi tam bir devletçilik dönemi oldu. Tek Parti Dönemi’nin ekonomide çok özel olan bir yanı kır ilişkilerine dokunmamasıdır. “ Efendi Köylü” kendi haline bırakıldı. Hatta okul yapımları için kırlara ikide bir hükümet salma çıkardı. “ Sınıfsız- imtiyazsız bir toplumuz” anlayışı ve irticaya karşı tavır, kır ilişkilerinin adeta dondurulması sonucunu yaratmıştır.
Tek Parti Dönemi’nin dış politikası İngiliz ve Almanya eksenlerinden aynı uzaklıkta durma üstüne oturmuştur. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının eşiğinde Türk Devleti’nin Osmanlı anıları son derece canlıdır. Hitler’in yükseliş günlerinde Almanya ile belli ilişkiler ge- liştirilse de bu I. Em peryalist Paylaşım Savaşı’nda İttihat ve Terakki’nin Almanya’ya adeta kapılanması biçimine dönüşmemiştir. İnönü bu yıllarda yoğurdu hep üfleyerek yemiştir. Dünyadaki saflaşmaların henüz çok karmaşık olduğu ve yeni paylaşımların yaşandığı dünyada, Türk burjuvazisi kutuplardan uzak durmayı tercih etmiştir.
Bu politikaların ömrü II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan yeni dünya dengeleri ile sona erdi. Dünya ve Türkiye artık yepyeni bir döneme giriyordu.
Sonraki elli yıla damgasını vuran egemen merkez sağ siyaset bu yıllarda doğdu. 46’lı yıllarda doğum yapan bu egemen siyasi eğilim, 90’ların ortalarına kadar hükmünü sürdürdü. Gerek dünya gerekse Türkiye, artık Tek Parti yıllarından çok farklı bir sürece girmişti. Bu büyük değişimler kaçınılmaz bir şekilde egemen siyasete yansımıştır. Hatta yansımaktan öte bu siyaseti şekillendirmiştir.
İç politikada bu egemen siyasi eğilimin parolaları artık oldukça farklıydı. Birinci sıraya anti-komünizm oturdu. Bu iç politika siyasi ekseni 90’lı yılların ortalarına kadar bütün şiddetiyle devam etti. Menderes Dönemi ünlü “ 51 Komünist Tevkifatı” ile başladı. Ancak Menderes Dönemi’nin iç politikada bir diğer yönelişi devletçiliğe karşı başlattığı açık saldırıdır. Tek Parti Dönemi dinle ilgili hangi uygulamaları yaptıysa Menderes
________________yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 55 —
__ yol
hepsini tersine çevirdi. Ezan yeniden Arapça okunmaya başladı. Tarikatlar canlandı. Üstelik Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlandı. Ancak liberal burjuvazinin bu hızlı gidişi fazla sürmedi. Devletçilik, 27 Mayıs’la rövanşını fazlası ile aldı. Ordu normal bir silahlı güç olmaktan çıktı. MGK. ile hükümete, O R K O ve O Y A K ’larla ekonominin içine girdi. Demirel dönemi devletçilikle bir uzlaşma dönemidir. Kozlar paylaşılmış, karşılıklı ağırlıklar belli olmuş, bunlara göre dengeler kurulmuştur.
Ekonomide merkez sağ, Menderes Dönemi’nde özelleştirmeleri ilk programına koyan parti oldu. Çok sınırlı da olsa bazı uygulamalara geçildi. Dış ticarette Tek Parti Dönemi’nin “ tutucu” politikaları tamamen terkedildl. Uluslararası sermaye ile yeniden güçlü bağlar kuruldu. Ve en önemlisi kırlarda kapitalizmin gelişmesine büyük bir hız verildi.
Dış politikada, N A TO politikalarına geçildi. Bu dönem dış politikası, Türkiye ile Arap Ülkeleri’nin bağlarını tamamıyle kopartmıştır. N A TO yanlısı politikalar sonucu, Arap Ülkeleri’nde yaşanan kısmi devrimci gelişmelere karşı Irak’a müdahalenin eşiğine kadar gelinmiştir.
Merkez sağ politikaları yaratan koşullar hem ülke içinde hem de dünyada 90’lı yıllarla birlikte radikal bir altüstlüğe uğramıştır. Bu politikaları yaratan maddi ortam değişince eski merkez sağ politikaların devam etmesi imkansızdı. Ancak bilindiği gibi “ önce eylem vardı” . Söz arkadan gelmiştir. Koşulların değişmesine rağmen merkez sağ eski nakaratları tekrar etmeyi sürdürdüğü ölçüde erozyona uğramak-
_ 56
tan kurtulamadı. Türk egemen siyasetinin erozyona uğramasının sorumluluğunun sadece M.Yılmaz ve Çiller gibi garabetlere yüklenmesi, olayın temel zeminini gözden kaçırmaya yol açar.
Bir elli yıl merkez sağ politikaların iç politika mihveri olan anti-komünizm, işlevini tümüyle yitirmiştir. Demirel kendi döneminde C H P ’sini sürekli olarak “ içlerinde komünistler var” tehdidiyle köşeye sıkıştırmıştır. Zavallı “ sosyal demokratlar” ise bütün gayretlerini aralarında komünistlerin olmadığını kanıtlamaya harcamışlardır. Bir dönem kapanıp yeni bir dönem açıldıktan sonra egemen politikanın iç politika ekseni değişmiş, ortaya Kürt Sorunu ve Siyasal İslam çıkmıştır. Devlet ve egemen siyaset bu kez “ bölücülük” ve “ irticayı” iç politika ekseni haline getirdi. Ancak öncekinden çok farklı sonuçlarla yüzyüze gelince bocaladı. Anti- komünizm politikaları sırasında, Türk egemen siyaseti, komünizme karşı saldırılarında tüm “ hür dünya”yı arkasında gördü. Bunun gücü ve rahatlığı ile davranabildi. N A T O ’nun Sovyetler’e karşı öncü kalesi olan bu ülkede darbe yapan generaller “ hür dünya” tarafından alkışlandı. Yüzbinler işkencelerden geçirilirken “ hür dünya” dan “ insan hakları” gibi parazit sesler yükselmedi. Devlet “ bölücülüğe” karşı da aynı alışkanlık ve güvenle saldırıya geçti. Nasıl olsa “ hür dünya” bu “ stratejik önemi” olan ülkenin sürekli arkasınday- dı. Bir müddet sonra arkasına baktığında şaşkınlıkla “ hür dünya” nın arkasında olmadığını gördü. Eski “ hür dünya” dan destek bulamadığı gibi, PK K ’yi “ destekler görünen” Batı ülkeleri ile yüzyüze geldi. Zaman dönmüş, köprülerin altın-
dan çok sular akmıştı. A rtık anti- komünizm döneminin kolay iç politika günleri kapanmıştı. Eski günler ne kadar da güzeldi! Ne 68’lerdeki ünlü Kanlı Pazar olayından sonra ne 12 Mart içinde Kültür Sarayı yangını nedeniyle ne de en önemlisi Maraş Katliamı’ndan sonra “ hür dünya” dan asap bozan “ araştırma komisyonları” gelmemişti. Oysa komünizmin yıkıldığına sevinemeden Kürt Hareketi’ni karşısında bulan Türk Devleti, bu yetmiyormuş gibi Batı’dan bu konuda destek şöyle dursun hergün çeşitli biçimlerde tehdit alıyordu.
Siyasal İslam konusunda da merkez sağ tam bir açmaza sürüklendi. Yine eski güzel günlerde Siyasal İslam’ı kendi koalisyonlarına takviye olarak alan; Devrimci Hareket’in gelişmesine karşı değerlendiren; biraz da devletçiliğe karşı sürerek politika yapan merkez sağ, 90’lı yıllara gelince atı alanın Üsküdar’ı geçtiğini görerek arkadan yetişmek için çok türban manevraları yaptı ise de sonuç ala- madı.Tepki, “ balans ayarı” ile Ordu’dan geldi. Bu politikaların üstüne oturarak Siyasal İslam’la kapışan merkez sağ iyice eski zemininin ayağının altından kaydığını acı acı gördü. Siyasal İslam artık siyasette belli bir güç olmuş, daha önemlisi kendi ekonomisini yaratmıştı. Parti kapatmakla iş bitmiyordu. Üstelik Türk Devleti’nin tüylerini diken diken eden “ irticaya” karşı en yakın müttefik A B D ’den “ hoşgörü gösterilmesi” sinyalleri geliyordu. Bütün bu gelişmeler iç politika zemininde önemli kaymalar yaratıyordu.
En büyük değişim elbette Türk egemen siyasetinin dış politika alanında yaşandı. Sovyetler’e karşı N A T O ’nun kalesi rolünü pek sevmiş olan egemen
siyaset, çok kısa sürede kendini bir “ ateş çemberi” nin ortasında buldu. Batı artık komünizm-emperyalizm günlerindeki gibi “ tek” değildi. Dünya yeni kutuplaşmalara doğru yol alıyordu. En önemli pazarlıkların yapıldığı bölgede, eski dış politika argümanlarının hepsi boşa çıkmıştı.
Sonuç olarak, II. Dünya Savaşı dengelerine göre şekillenmiş Türk egemen burjuva siyaseti bu dönem kapanınca kendisini yeniden yapılandırmak gibi büyük bir sorunla karşı karşıya buldu. Ancak bu kez denklemler eski günlerdeki kadar basit değildi. Özellikle yaşanan son on yıl egemen güçleri yeni politikalar yaratmaya zorlamıştır. 1950-90 arasının iç ve dış politika koşulları ile 90 sonrasının koşullarında çok köklü değişimler yaşandığı için bir dönemin egemen siyasetinin temel eksenleri artık geçerliliğini yitirmiştir. Bu sancı Türk Devleti’nin politikalarına damgasını vurdu. Epeydir yeniden yapılanma lafları ediliyor. Sivil siyaset egemenleri çok rahatsız edecek ölçüde “ parçalandı” . Bütün bunların nedeni 90 sonrası yaşanan altüstlüklerdir. Burjuvazi iç ve dış politikada yeni temel duruş noktaları yaratmak zorunda. O nedenle bugünlerde her kafadan bir ses çıkıyor. Bunlar yarım yüzyıl süren bir dönemin Türk egemen siyasetine yansıyan kapanış gürültüleridir. Ancak henüz ortada göz doldurucu bir şekillenme yoktur. Sivil politikacıların yapamadığını Ordu yapmış, ortaya 28 Şubat’la bir çerçeve koymuştur. Ancak henüz hiçbir taş yerine oturmamıştır. Yakın tarihimizde böyle bir dönem Tek Parti Dönemi’nden çok partililiğe geçerken yaşanmıştır. Menderes Dönemi, yeni politikalara girişin
__________ ____yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 57 —
— yol
ancak geçiş dönemi oldu. Egemenler arasındaki denge esas olarak 27 Mayıs Darbesi’nden sonra belli ölçülerde şekillenebildi. Şimdi durum çok daha komplekstir. Erozyona uğrayan egemen siyaset epey sancılı bir süreci kaçınılmaz bir şekilde yaşayacaktır.
EK O N O M İD EKİ ZO R U N LU YA PISA L DEĞİŞİM LER
Yeniden yapılanmanın en önemli alanınlarından birisi elbetteki ekonomidir. 1950-80 arasının “ ithal ikamesine” dayalı “ karma ekonomisi” ömrünü doldurmuştur. “ İhracata yönelme” ile bazı sonuçlar alınsa da Türk ekonomisinde uluslararası finans kapitalin dayattığı “ değişim” henüz yaşanmamıştır. Uluslararası finans kapital başlıca iki alanda dayatma yapmaktadır. Birisi özelleştirme; diğeri uluslararası sermayeye daha özgür ve hızlı akışkanlık sağlamak için mali piyasaların (borsadan bankalara kadar) düzenlenmesidir. Türk Devleti henüz bu konularda yeterince adım atmamıştır. Daha da ötesi, Özal’ın yarım yamalak bıraktığı sözde reformlar ve ardından gelen savaşın etkileri ile ekonomide rant alanı “tehlikeli boyutlarda” şişmiştir. Özal Türkiye’ye “ sıcak paranın” akışını kolaylaştıracak bazı tedbirler almaktan öteye gidememiştir. Gelen paranın ekonomide üretkenliği arttıracak şekilde yön lend irilm esinde hemen hiçbir adım atılmamıştır. Sıcak para gelmiş, büyük spekülasyonlar yapmış, sonra istediğinde gitmiştir. Buna güvenen devlet ise savaş nedeniyle artan masraflarını iç borçlanmayla karşılama yolunu seçmiştir. Bu gelişimin sonucu
__ 58
olarak banka sistemi devletin yüksek faizli kağıtları üzerinden yasayan içi boş bir spekülasyon alanına dönüşmüştür. Spekülasyon o ölçüde artmıştır ki, artık Türkiye’nin en büyük holdinglerinin kar payı içinde spekülasyonun (borsa, faiz ve repo gelirlerinin) yeri %70’lere kadar tırmanmıştır. Para üretim alanından büyük bir boyutta koparak, spekülasyon alanına kaymıştır.
Yeni sömürgecilik yıllarının I. ve III. Dünya arasındaki ilişkilerini daha çok devletler arası veya büyük bankalar arası kredi akışları karakterize ediyordu. Bu dönem ana hatları ile tıkanmış ve kapanmıştır. Artık kanser haline gelen bazı III. Dünya borçları yavaş yavaş silinmektedir. Henüz dünya ölçüsünde tam anlamıyla kuralları kesinleşmeyen yeni sömürgecilik sonrası dönemin en temel özelliği uluslararası sermayenin gerekli pazarlara doğrudan akabilmesini sağlamaktır. Özelleştirmeler ve sermaye akışının önündeki her türlü engelin kaldırılması çabaları bu amaca yöneliktir.
Türk ekonomisi bu noktadan çok uzaklardadır. Bunun için iyice irileşen devletin küçültülmesi gerekmektedir. Devletin küçültülmesi günlük politikaya daha çok K İT ’lerin özelleştirilmesi ve şişkin memur kadrolarının azaltılması olarak yansıyor. Oysa ekonomi üzerindeki en büyük baskı Ordu’nun harcamalarıdır. Buradan kısılamadığı ölçüde IMF’nin yapısal değişim için dayattıklarının bütün maliyeti halkların sofrasından çıkartılacaktır. Ekonomide yapısal değişim sonuç olarak Türk ekonomisinin uluslararası finans kapitalin sermaye hareketlerine daha dakik bağlanması demektir. Üretim temeli yeterince güçlü olmayan bir ekonominin bu yola
çıkması ardından büyük sallantılar getirecektir. Ancak Türk ekonomisi rantiyeleşmenin zirvesine çıkarak büyük bir tıkanma noktasına geldiği için kendisine IMF’nin çizdiği yoldan başka bir seçenek bırakmamıştır.
H A LK G Ü Ç LER İN İN YEN İD EN YA PILA N M A D A K İ YERİ VE ROLÜ
Özellikle ilerici kesimde yeniden yapılanma konusunu otomatik olarak “ demokratikleşme” ile bağlayan bir anlayış oldukça egemendir. Konunun iki ayrı taraftan oldukça farklı göründüğü yeterince açık olmalıdır. Devlet konuya tamamen dünya ve Türkiye’nin yeni koşullarında egemenliğini bu koşullara göre yeniden organize etme olarak bakmaktadır. Onun bakış noktasından demokrasi konusu sadece “ bazı zorunlu düzenlemeler” olarak görülmektedir. Oysa halk güçleri noktasından konuya bakılınca yeniden yapılanmanın öne çıkan yanı “ demokratikleşme” olarak görünüyor. Oysa kıyametin kopacağı ya da kopması gereken nokta tam burasıdır. Yeniden yapılanma sancısı içinde olan Cumhuriyet’in egemenlerinin demokrasi ile ilişkileri yeterince biliniyorsa bu konuda hayal kurmak, AB dayatmalarından medet ummak tam bir siyasal saflık olur. Eğer yeniden yapılanma sürecine demokratik gelişmeler dedahil olacaksa bu ©n başta halkların
tutarlı mücadelesi ile olabilir. Düzen yeniden yapılanmada kendine bazı işaret noktaları koymuştur. Bunları atlayarak “ beklentilere” girmek herşeyden önce yürütülmesi gereken mücadelenin enerjisini düşürür. Demirel daha yakında “ 28
Şubat sürecinin bitmediğini” açıkladı. “ 28 Şubat ne ölçüde gerçekleşebilir? Fazla bir gerçekleşme şansı yoktur” türünden yaklaşımlar, Türk egemenlerinin kendilerine çizdikleri yönü unutmak gibi büyük bir yanılgıya düşecekleri için siyasi uyanıklıklarını yitirirler. Yeniden yapılanmanın hangi sonuca varacağı, “ Cumhuriyet’e” nasıl yeni bir şekil vereceği elbette henüz yeterince ortaya çıkmamıştır. Ancak egemenlerin bu yolda kendi çizdikleri sınırlar vardır, bunlar unutulunca politikada yersiz beklentilere girilebilir.
Yeniden yapılanmanın kaçınılmaz bir şekilde kabaca iki kutbu vardır. Egemenler bir kutupta, halklar ve çalışan kitleler diğer kutuptadır. Devlet ve finans kapital açısından yeniden yapılanmanın odak noktasında egemenliklerinin köklü bir şekilde değişen koşullara göre yeniden tanımlanması ve organize edilmesi durmaktadır. Bu konuda devletin “ yüksek katlarında” yoğun tartışmalar olduğu açıktır. Hatta bazı konular bir öngörü ile planlı bir şekilde değil, bizzat pratiğin dayatmaları ile tartışılmaktadır. Bugün sanki her kafadan bir ses çıkmaktadır. Özellikle Kürt Sorunu ile ilgili devletin bizzat tepesinde bazı nüanslar olduğu görülebiliyor. Kendisini yepyeni koşullara politik ve ekonomik olarak henüz ayar edememiş olan egemenlerin arasındaki bu tarz nüanslar bir bakıma bugünlerin karakterinden kaynaklanmaktadır. Ancak şu kadarı da kesindir, derin devlet kendi mekanizmaları ile Türkiye’nin yeni iç ve dış politika önceliklerini, erozyona uğrayan egemen sivil siyasetin ana duruş eksenlerini tartışıp olgunlaştırmaktadır. Bugün yapılan bazı açıkla-
________________yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 59 —
— yol
malardan, zirvede ortaya çıkan bazı nüanslardan beklentilere kapılarak politika yürütmek halk güçleri açısından yanılgılı sonuçlar doğuracaktır. Yeniden yapılanma Cumhuriyet’in ilk yaşadığı bir olay değildir. OsmanlI’dan Cumhuriyet’- e geçiş ve Tek Parti Dönemi, ardından “ çok partili” sürece giriş, Eylül sonrası Özal’ın başlattığı süreç, bütün bu dönemlerde yeni düzenlemeler, önce halk güçleri darbelenerek yapılmıştır. Bugün sürecin farklı akacağının eğer tek kanıtı A B üye adaylığı ise, bu dönemlerde de Batı’nın hep Türkiye’den “ azınlık haklan” talebi olagelmiştir. Sonuç azınlıkların tasfiyesi, halk güçlerinin dar- belenmesidir.
Devletin yeniden yapılanması süreci karşısında halklara düşen yersiz beklentilere kapılmak yerine kendi güçlerini dönemin gerektirdiği biçimde gerçekten yeniden yapılandırmalarıdır. Bu topraklarda ne egemenlerin arasındaki nüans sürtüşmeleri ne de Batı’nın dayatmaları demokrasi yolunu bir türlü açmadı. Bugün halkların oldukça önemli bir avantajı vardır. Elbette güçler dengesine bakıldığında, özellikle PK K ’nin stratejik dönüşünden sonra, halk güçleri avantajlı görünmüyor. Bu acı da olsa gerçektir. Üstelik A B adaylığı denen olgu neredeyse bütün enerjileri emip “ beklenti” odasına yerleştirdi. Ancak 60’lar sonrası başlayan, Eylül sonrası derinleşen, özellikle Kürt Hareketi’nin yükselmesi ile önemli mevziler kazanan, toplumun sanki değişmez alınyazısı gibi görünen devlet tabusundan kopuşma, bu kopuşmanın ortaya çıkarttığı enerji gerçek demokrasi mücadelesi için bir şanstır. Yeniden yapılanma egemen sınıflar açısından aynı zamanda devletin
__ 60
oldukça hırpalanan itibar ve otoritesini onarmaktır. Oysa gerçek demokrasi hareketinin hedefi hücrelere sinmiş bu devlet anlayışından kopuşmayı derinleştirmek olmalıdır. Bugün tablo oldukça umutsuz görünüyor. Ancak halkların kaderini değiştirecek gelişmeler de böyle zorlu süreçlerde mayalanır.
YENİ DÜNYA DENGELERİNİN YENİDEN YAPILANMA ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ YA DA "TÜRKİYE'NİN STRATEJİK ÖNEMİ"
Yeniden yapılanmanın gerçek çerçevesini çizen yeni uluslararası dengelerdir. Ünlü deyimi ile Yeni Dünya Düzeni’dir. Önemli strateji dergilerinden SAIS Review, “ Türkiye’nin 21. yüzyıldaki rolü” nü şöyle değerlendiriyor:
“Türkiye Körfez Savaşı’ndan beri aktif bir dış politika izliyor. Bu en son Suriye’yi tehdit ve Öcalan’ın bu ülkeyi terke zorlanmasıyla kendini gösterdi. Bu aktif dış politika bazı temellere dayanıyor.
“Artan Zenginlik: 1980’lerdeki ana reformlarla ekonomi devletçiliği bıraktı. GSMH üçe katlandı. 58 milyar dolardan 187 milyar dolara çıktı. İhracat dokuza katlandı. 2.9 milyardan 26.8 milyar dolara yükseldi. Ekonomi büyümeye devam ediyor.
“ Askeri Güçte Artış: 1985-1995 arası silah harcamaları ikiye katlandı. Türkiye’nin bu eğilimi devam edecektir. Gelecek sekiz yılda 30 milyar dolar; 2030’a kadar 150 milyar dolar harcama planlanıyor.
“ Komşu Devletlerdeki Gerileme: Irak ve Suriye gerilerken Türkiye yükseliyor. Rusya ile ilişkiler kuruldu,
ticaret gelişiyor. Suriye ve Irak askeri olarak çok geriledi. 1990’ların başında durum tam tersineydi. Sonra süreç Türkiye lehine işlemeye başladı. İran sekiz yıllık savaşta çok yıprandı.
“ Büyüyen Bölgesel Fırsat: Türkiye bölgedeki fırsatları değerlendiriyor, ancak Türki devletlerin lideri olabileceği spekülasyonlarının gerçeklikten uzak olduğu anlaşıldı. Türki cumhuriyetlerde hala Rusya egemen olsa da, Rusça konuşan elitin yerini Türkçe konuşan elit alıyor.” 15
Sosyalizm-emperyalizm dengesinde Sovyetler’in “ yumuşak karnında” oldukça pasif ve durağan bir dış politika izleyen Türkiye artık istese de böyle bir politikayı devam ettiremezdi. Devletin yeniden yapılanmasını dayatan en önemli unsur dünya dengelerindeki değişim sonucu bölgenin olağanüstü kritik hale gelmesidir. Türkiye’nin “ stratejik önemi” üzerine çok şey söylendi. Özellikle Clinton’un A G İT toplantısı öncesi yaptığı açıklamalar konunun genel tekerlemelerden öteye doğru derinleştiğini gösteriyor. Stratejik önem sadece “ coğrafi konuırT’dan kaynaklanmaz. Üstelik “ stratejik önem” sadece avantaj değildir, aynı zamanda dünya güçlerinin kritik kapışmaları sırasında bu kapışmaların kurbanı da olunabilir. OsmanlI’nın başına gelen buydu. Stratejik konuma “ önem” yükleyen esas iki unsur vardır. En başta o ülkenin kendi iç dinamiği ve gücüdür. Yoksa “ stratejik olarak çok önemli bir bölgede” çok bayağı bir piyon rolü ile de yetinilmek zorunda kalınır. Bir ülke kendi önemini dayatacak gücü göstermediği müddetçe “ stratejik önem” genellikle trajedilerin kapısını açar. İkinci önemli unsur,
bölgedeki alternatiflerin dağılımıdır. A.Makovsky’nin dediği gibi, Türkiye “ komşuları gerilerken” yükselmiştir.
Birincisinden başlıyalım. Türkiye’nin “ stratejik önemini” dayatacak gücü ve dinamizmi var mıdır? Bu soruya bugün evet demek oldukça zordur. Ancak Türk Devleti kendini böyle bir role hazırlama gayreti içindedir. Bunun için sadece silah zoru yetmez. Hele silahların alımı ikide bir ekonominin “ iç dengelerini” altüst edecek ölçüde ekonomi zayıfsa, bir dönem İsrail’in başına gelenler Türkiye için kaçınılmaz kader olur. Türkiye’nin yükünü ABD , İsrail’inki kadar kolay taşıyamaz. Ö te yandan, uzun vadeli hedefleri takip edecek kadar siyasal istikrar ve politik zenginlik gerekir. Türk Devleti bu anlamda en zaaflı dönemini yaşıyor. Siyasal istikrar geçici olarak diktatörlüklerle sağlanabilir. Ancak ardından kaçınılmaz baraj taşmaları yaşanır. Gerçek siyasal istikrar önemli ölçüde “ maddi refah” a dayanır. Türkiye kapitalist gelişmesinde Özal’la birlikte ikinci önemli dalgasını yaşamaya başladı. Ancak bu dalga tam anlamıyla rantiye bir ekonomi yarattı, aynı zamanda yoksulluk uçurumunu iyice derinleştirdi. Politik zenginlik ise Türk siyasal tarihinde hiç yaşanmayan bir şeydir. Kemalizmin dar kalıpları, Cumhuriyet’in kurtulamadığı korkuları onu hep donuk silik politikalara mahkum etmiştir. Oysa “ stratejik önem” çoğu zaman riskli politikaları dayatır. Türk Devleti’nde henüz böyle bir manevra yeteneği yoktur. Yeniden yapılanmanın derinliği sadece bu noktadan bakıldığında bile görülebilir. Uzun vadeli hedefler kollayan, risk alabilen politikalar bugün Türk Devleti için “ çok fazla gelir” .
___________ yeniden yapılanma__
--------------------------------------------- 61 —
— yol
Bölgedeki alternatiflerin dağılımına gelince; bugün gelişmeler kesinlikle Türkiye’nin “ stratejik önemini” arttıran yönde ilerliyor. Ancak dünya yeniden paylaşılıyor ve bu paylaşımın henüz başlarındayız. Türkiye’nin bölgede önemini arttıran en önemli gelişme Rusya’nın adım adım Batı ile arasında yükselen gerilimdir. A BD Rusya’yı hem sermaye gücü ile belli ölçülerde yönlendirme hem de aynı zamanda kuşatma politikasını yürüttü. Rusya Batı’nın “ liberal ekonomi mucizesinden yavaş yavaş kopuşuyor. Kremlin bunun Rusya’yı tam bir dağılmaya götüreceğini geç de olsa belli ölçülerde gördü. Özellikle Kafkasiar’daki etkinliğini yitirdiğinde hızlı bir çöküşe gireceğini açıkça ilan ediyor. Her büyük gücün bir “arka bahçesi” var. Clinton’ın A G İT toplantısına gelirken Türkiye üzerine söyledikleri bu anlamda sadece diplomatik yağlama ve boş sözler değildir. Çeçen Savaşı, Batı ile Rusya ilişkilerinde yeni bir dönüm noktasıdır. Bu noktada Türkiye’nin “ önemi” belli ölçülerde artmıştır. Ayrıca özellikle ABD açısından bölgede sadece Rusya değil, Çin de bir sorun oluşturmaktadır. “ Çin’in tek başına Kazakistan’la ticareti Türkiye’nin diğer beş ulusla toplam ticaretini aştı. I994’de Türkmenistan’la demiryolu anlaşması yaptı. Ayrıca doğuya petrol taşımak için 20 milyar dolarlık boru hattı anlaşması imzalandı. Çin gerçekte istikrar için uzun vadede asıl potansiyel tehdittir.” 16 Emperyalist düşünce tankları son yıllarda Çin üstüne yoğunlaşıyorlar. Çin, Batı’nın ünlü “ liberal ekonomi mucizesine” hiç sempatik bakmadı. Üstelik ticari ve politik konularda Batı ile sıkı pazarlıklar yapıyor. Buna ilave olarak
Rusya ve ittifakı gelişirse Türkiye’nin bölgede gerçekten “ stratejik önemi” artar. Ancak devlerin arasında cüce olmaktan ne ölçüde öteye geçebilir? Bu en başta Türk egemenlerinin yeteneklerine bağlıdır. Bu gerilimi yüksek bölgede, bir yüksek gerilim hattına yapışarak çarpılıp kalmak da var. Dolayısı ile Türkiye’nin “ stratejik önemi” üzerine platonik söylevlerin hiçbir anlamı yoktur. Önem arttıkça risk de aynı ölçüde artacaktır. Dünyada yaşanan yeniden paylaşımın kanunu budur. Türk sivil politikacıları değilse bile genelkurmay bu gerçeğin farkındadır. Sivil politika hamasi nutuklardan ne zaman kurtulur? Ya da kurtulabilir mi? Mevcut aşırı yıpranmış politikacı kuşağından bunu beklemek oldukça saflık olur. Türk egemenleri açısından “ stratejik önemf’nin artması ile sevinç çığlıkları atmak hiçbir gelişmeye karşılık gelmez. Devletin yeniden yapılanması, bütün bu risklerin belli ölçülerde karşılanması telaşı ve sancısıdır.
Eğer bölgedeki güç çatışmaları bugün ortaya çıkan yönlerde derinleşirse, gelişmeler bunu gösteriyor, devletin yeniden yapılanmasına esas şekli bu gerilimler verecektir. Buradan çıkan sonuç ise yeterince açıktır. Daha fazla militarize olmuş, ancak öte yandan hantallık ve kabalıklarından kurtulmuş, belli ölçülerde de siyasal bir “ istikrar” kazanmış bir Türkiye’dir bu tablodan ortaya çıkan. Türkiye’de siyasal istikrar hep “güçlü hükümet” kavramı ile birlikte kullanılmıştır. Hükümetler güçlü oldukça da halk güçleri hep zayıf düşürülmüştür.
__ 62
TÜ RKİYE-A V R U PA BİR LİĞ İ İLİŞK İLER İ
A B adaylığı devletteki yeniden yapılanmayı elbette ki önemli ölçüde etkileyecektir. Ancak adaylık sonrası hem devletin tepelerinde hem de ilerici kamuoyunda öyle bir hava oluştu ki, sanki herşey bir çırpıda olup üyelik 5-6 yıl içinde gerçekleşecektir. Kimse A B ’nin kurmayı ve direği Almanya’nın eski iktidar partisinden gelen “ çatlak sesleri” ciddiye almıyor. CDU , ısrarla “gerçekleşmeyecek bir adım” diyerek yeni tezler üretiyor. Oysa Türkiye’de büyük bir kamuoyu, şu yıllardır nazlı gelin gibi bir türlü bu topraklara uğramayan demokrasinin nihayet geleceğinden eminler. Temelsiz beklentileri bir kenara bırakıp, AB adaylığının yeniden yapılanma ile ilişkilerini çözümlemeye çalışalım.
Avrupa ve Türkiye arasında derin bir tarihsel bilinçaltı vardır. Kürt Sorunu yükseldikçe ve Avrupa’dan soruna bazı sahiplenmeler ortaya çıktıkça bu tarihsel bilinçaltı kabarıp yeniden günün bilinci haline gelmiştir. Bugün şovenizm iktidardadır. Daha dün Sevr hortlatılmak isteniyor diye, egemenler bağırıp duruyordu. Bir “ deprem” oldu sanki herşey değişti. Olayların tarihi ve mevcut güçler durumu dikkate alındığında Türkiye’nin bir türlü bitmek bilmeyen Batılılaşma serüveninde yeni bir viraja girildiği söylenebilir. Ancak bu viraj Batı otobanlarına Türkiye’yi bağlayacak mı? Yoksa bir yerlerde yol karışıp yine ara yollardan mı yürünecek?
Türk Devleti’nin tarihsel bilinçaltı neden kabardı? Tanzimat’tan beri Batı’-
dan Türkiye’ye “azınlık hakları” dayatılır. Bu kelimeleri duyan devletin başları otomatik olarak en azından yarım yüzyıl süren ¡mparatorluk’un parçalanma günlerini hatırlarlar. Haksız da sayılmazlar. Batı o dönemde bugünkü gibi Türk halkı için hiç “ demokrasi” filan talep etmemiş, ille de “ azınlıklara hak” talep etmiştir. Bu dayatmaların tarihsel sonuçları bellidir. Bu “ azınlıklar” katliamdan geçirilmiş, onların hamisi pozundakiler bu katliamları diline dolamaktan öteye gitmemiştir. Dünyayı birkaç yüzyıldır yöneten emperyalizm bu konularda inanılmaz deneylere ve bilgi birikimine sahiptir. Vahdettin’i İstanbul’da elinin altında tutan İngiltere, Ankara kendini biraz toparlamaya başlayınca, I920’de Vahddettin’e “ Kuvva-ı Milliyeciler’e yakın” bir hükümet kurmasını tavsiye etmiştir. Emperyalizm olağanüstü kıvraktır. Çıkarının olduğu en ince çatlaklara bile sızar. Öcalan’a uzakta iken en sıcak mesajlar yollayanlar, Roma’da iken iltica hakkını çok gördüler. Öcalan İmralı’da iken ise bu hak verildi. Bunlar basit maskaralıklar değildir; emperyalizm dünyayı yıllardır böyle yönetiyor. Güç elinde olduğu için esneme yeteneği de fazla. Riskten hemen kaçabilmeyi, gerektiğinde risk alabilmeyi becerebiliyor. “ Çifte standardı” ise baş döndürücü ölçüde hızlı değişir.
AB ile Türkiye ilişkilerinin arasında bu tarihsel bilinçaltı sürekli çağlayan bir nehir gibi akm aktadır. Bugünlerde bu nehrin kabarmasının tek nedeni de “ Kürt Sorunu” değildir. Nasıl yüzyıl önce dünya dengeleri altüst olurken Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte üç imparatorluk daha çöküp parçalandı, pek çok yeni ülke sınırı çizildi ise (o
_______________ yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 63 —
— yol
zamanlar bu sınırları genellikle İngiltere çizmiştir) bugün de dünya yeni bir altüstlük içindedir. On yıl geçmeden onlarca ülkenin sınırları değişti. Türkiye’nin sınırları Lozan’da çizildi. II. Dünya Savaşı sonrası ittifakları (N A T O ) ile “güvenlik” altına alındı. O güvenliği sağlayan dengeler bugün yoktur. Sınırları çizen güç dengeleri değişmiş, buna bağlı olarak sınırlar da değişmektedir. Üstelik bütün kaymalar Türkiye’nin üç köşesinde yaşanmaktadır. Tarihsel bilinçaltı ile günümüzün bu gerçeklikleri birleşince Türk Devleti ister istemez Sevr günlerini hatırlamıştır. Bugün yine dünya paylaşılıyor. Ancak şimdilik bambaşka üslup ve araçlarla!
Devletin başı daha geçenlerde, Kürt Sorunu ile ilgili olarak, konunun kişisel haklar ve özgürlükler çerçevesinde ele alınması gerektiğini söyleyerek “ öyle grup şeyi filan olmaz” demiştir. “Azınlık haklan” hala Türk Devleti’nin tüylerini diken diken etmektedir. Bu tarihsel bilinç altından Türk Devleti nasıl kurtulabilir? Yeniden Osmanlı gibi bir İmparatorluk yaratamıyacağına göre, bölgede çekim gücüne sahip bir emperyalist güç olduğu zaman. Bunun hayallerini II. Cumhuriyetçiler, özellikle Özal Döne- mi’nde epeyce kurdular. Binbir ulus ve kültürün ortasında, “ azınlık haklarından” korkmadan yaşayabilmek için, emperyalist dünyanın kuralı budur. Yoksa bu çeşitlilik başka çekim merkezlerine doğru çekilerek “ ülkenin bütünlüğü” bozulabilir. Türkiye açısından bölgede böyle bir güç olabilmek, bütün “stratejik önemine” rağmen orta vadede bile oldukça zordur. Dünya satranç oyununda, paylaşım oyununun şahları, kendi piyonlarını hiçbir zaman vezirlik seviye
__ 64
sine yükseltmezler. Bu piyonlar irileşse bile en fazla hantal filler olmaktan öteye gidemez. Ya da gitme şansları çok zayıftır.
A B ’nin dayatmaları sonucunda, Türk Devleti bu korkularından vazgeçmek şöyle dursun, sürekli bu korkuları ile yaşayacaktır. Ö te yandan, Avrupa’nın da kendi korkuları vardır. Osmanlı İmparatorluğu o günün dünyasında, en önemli ticaret yollarından birisinin üzerinde “ barbar haraç toplayıcıydı. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı, İngiliz-Fransız ekseninden Alman eksenine kayınca bu yollarda Almanlar ilerlemeye başladılar. Bu saf değiştirmenin bedelini İngiliz emperyalizmi Osmanlı’ya çok ağır ödetti. Şimdi de Türkiye bir biçimde Avrupa’ya rağmen bir çekim merkezi olursa, Avrupa’nın eski korkuları canlanacaktır. Avrupa kendi elleriyle, yani Birlik’in kasasından akacak kredilerle Türkiye’yi büyütmeyi göze alabilir mi?
Ne olmuştur da, Lüxemburg’da reddedilen Türkiye çok geçmeden Helsinki’de “ aile fotoğrafının” içine alınmıştır?
“ Reddedilişten bu yana Türkiye’de anlamlı bir değişiklik olmadı, oysa Avrupa’nın perspektifinde açıkça bir değişim oldu.” 17 Avrupa’nın görüşünü değiştiren faktörler nelerdir? Türkiye’nin “aile fotoğrafına” dahil edilmesinde en büyün etken A B D ’dir. Avrupa Birliği içindeki bir Türkiye, A BD açısından daha fazla tercih edilir. Bu yol çok uzun olsa da, emperyalizm uzak hedefler belirleyecek hem güce hem de yeteneğe şimdilik sahiptir. Türkiye A B içine girerse Almanya’dan sonra ikinci büyük ülke olacaktır. Bu A BD politikalarının AB içine İngiltere’den sonra ikinci bir
güç tarafından taşınması demektir. Lüxemburg’da Türkiye’ye AB bu uyarıyı yapmıştı. A BD dış politikasına bu ölçüde bağlı bir ülke A B içinde Almanya-Fransa ekseni açısından sorun olabilirdi. Buna karşılık A B D ’de Avrupa’nın kendi ordusunu kurmasına aktif bir tavır almadı. Elbette bu ordu yakın zamanın işi değildir. Bu konuda Avrupa’nın hiçbir altyapısı yoktur. Üstelik tek başına A B D ’nin silah harcamaları Avrupa’nın toplamından fazladır. Avrupa, teknik yenilenmede A BD ve Japonya’nın arkasından koştururken bu alana ne kadar harcama yapabilecektir? Her şeye rağmen düğmeye basılmıştır. Bu süreç derinleştikçe Avrupa ve ABD arasında pazarlık ve çekişmeler derinleşecektir. Diğer önemli bir neden PK K ’nin yaptığı stratejik dönüştür. “T e rö r” varken Avrupa Kürt Sorunu üzerinden politika yapma şansına sahip değildi. Türk Devleti kestirmeden konuyu kapatıyordu. Şimdi hem Türk Devieti’nin böyle bir gerekçesi kalmamıştır hem de Avrupa açısından zemin politik manevralar için belli ölçüde yumuşama yoluna girmiştir. Bu noktada Avrupa, Türkiye üzerindeki kendi politik etkisini artırmak için aday çengeline Türkiye’yi takmayı tercih etmiştir. Türkiye’nin bölgede artan önemi böyle kısmi bir kuşatmayı gerekli kılmıştır.
Bu uzun yol sırasında Avrupa Türkiye’yi hangi noktalarda zorlayacaktır?
Ekonomi alanında başlıca iki nokta vardır. Birisi mali sistemdir; diğeri tarım sektörüdür. Türkiye eğer A B ’ye ciddi aday olursa en önemli konu Birlik’in bütçesinden alacağı bazı “yardımlardır” . Bu nedenle Türkiye’deki para akışı ve dışarıdan Türkiye’ye akan paranın yön
lendirilmesi büyük önem taşır. Mevcut mali sistem tam bir yozlaşma içindedir. Devletin yüksek faizle borçlanmasının sonucu bütün banka sistemi bayağı tefecilere dönüşmüştür. İkide bir “ bankaların içi boşaltılıyor.” Bankalar birikimlerinin çok üstünde “dostlarına” kredi açıyorlar. Sonrada batarak yıkıntıyı vergi mahkumlarının sırtına bırakıyorlar. Ancak en önemlisi Ziraat Bankası’nın durumudur. Tarım her zaman politika ile çok içiçe giden bir alandır. Ziraat Bankası’da Batı açısından yığınla soru işareti taşımaktadır. Mali sistemin denetimi ve Türkiye para kaynaklarının AB tarafından yönlendirilmesinde diğer çok önemli konu, Ordu’dur. Hükümetin her kapısına dayandığında istediğini alan Ordu, AB üyeliği sürecinde bu kolaylıklarını yitirmekle yüzyüze gelecektir. A B ’yi ve Türk Devleti’ni en çok zorlayacak konu budur. “ Helsinki aile fotoğ- rafı” ndan sonra Financial Times, “ daha Türkler A B ’yi anlayamadılar. Onun kendi egemenlik haklarının bir bölümünden vazgeçmek anlamına geldiğinin farkında değiller” değerlendirmesini yapmıştı. Burada konu gelip O rdu ’nun imtiyazlı konumunun ne olacağına dayanmaktadır. Ve bu konunun bölge dengeleri ve ülke içi dengeler dikkate alındığında kolay bir çözümü yoktur.
İkinci konu, tarım sektörüdür. Şu anda Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısı kırlarda yaşamaktadır. “ Tarım sübvansiyonları” hem Avrupa içinde hem de ABD ile Avrupa arasında büyük bir çekişme konusudur. Cumhuriyet kapitalizmi yetmiş yılda kır nüfusunun ancak %20’sini eritebilmiştir. Ucuz Avrupa tarım ürünleri Türkiye’ye akmaya başlarsa, nasıl bir süreç yaşanacağını
_______________ yeniden yapılanma___
— yol
kestirmek oldukça zordur. Türkiye’deki işsizler ordusu zaten Avrupa’yı ürkütmektedir. Oysa A B sürecinde ilerleyiş bu orduyu kaçınılmazca büyütecektir. Bu büyüme A B ’nin yolunu daha yokuşlu hale getirecektir. Mali sistemin “ reformu” , Ordu kaynaklarının kısılması hariç daha radikal tedbirlerle çözümlenebilir. Bu çözümün sermaye grupları içinde bir dönemin “Anadolu kaplanları” aleyhine olacağı açıktır. Ancak Türkiye kırlarındaki sorunun çözümü uzun yılları gerektiriyor. A B yolu bu anlamda oldukça uzun ve yokuşlu bir yoldur.
A B ’nin iç politikada Türkiye’yi en çok zorlayacağı konu “ demokratik- leşme” dir. Ancak koklayana göre değişen şu “ demokratikleşme” nedir? Türkiye siyasal sisteminin daha liberalleştirilmesi ve O rdu ’nun etkilerininsınırlandırılmasıdır. “Yakın gelecekteki en hassas konu, Türk Ordusu’nun iç ve dış politikaya devamlı müdahalesi olacaktır.” 18 Evet en hassas konu budur. Cılız Türk burjuvazisi devletçiliğin ellerinde semirmiş ve büyümüştür. Neden hala, burjuvazi ve devlet-ordu arasındaki ilişkiler biraz olsun “ batılılaşa- mamıştır” ? Olayın derin tarihi köklerine yeniden değinmeyelim. Bu çerçeve bilinç ve davranışları hala kuşatmaya devam ediyor. Ancak bundan öteye başka nedenler de vardır. Burjuvaziyi büyüten devletçilik en az onun kadar Ordu’yu da büyütmüştür. Ordu, bugün O Y A K ve O R K O ’larıyla dev bir finans ve sanayi kurumudur. Türkiye’de hiçbir zaman özelleştirilemeyecek en iri K İT ’dir. Ordu aynı zamanda dev gibi kendi ekonomisine sahiptir. Bütün bunlardan öteye sivil siyasetin hiçbir zaman beceremediği bilgi toplama (istihbarat),
_ _ 66
bilgiyi sentezleştirme ve strateji kurma yeteneğine sahiptir. Cumhuriyet’in en eski ve tek “ düşünce tankı” Ordu’dur. Bu tekelini kıskançlıkla koruyor. Sivillerin ağzına laf vermiyor. Güçlü istihbaratıyla sivil politikaya amaçlı bilgiler aktararak yönlendirme yapabiliyor. Ordu’nun bu ölçüde imtiyazlı kalmasının diğer bir nedeni elbetteki bölgenin her zaman bir ateş çemberi olmasıdır. Yeni dünya dengelerinde bu çemberde daha çok ateş yanacağına göre A B ’nin bu “ en hassas” konuda işi oldukça zordur. Bu konunun “ demokratikleşme” ile bağlantısı nedir? Türk burjuvazisi ve sivil siyaseti yeterince demokratik de sorun Ordu’nun politikaya müdahalesini sınırlayarak mı çözülebilecektir? Türkiye’de yaşayanlar bunun böyle olmadığını bilirler. Bugünkü batı demokrasisi büyük ölçüde işçi sınıfı ve çalışan kitlelerin burjuvaziye karşı mücadelesinden çıkmıştır. Yoksa burjuvazinin feodalizme karşı verdiği mücadele onun bencil ve dar sınıf çıkarları ile sınırlı kalmıştı. Cumhuriyet topraklarında iki mücadele de derinlik kazanacak ölçüde yaşanmadı. Batı bu söylemleri ile Cumhuriyet topraklarında kendisine bir özgürlük alanı istiyor. Demokratikleşmenin Avrupa’dan görünüşü böyledir. Batı’nın ayaklarına kapanan Doğu Avrupa Ülkeleri ile Türkiye’nin konumu çok farklıdır. Oralarda sosyalizm yıkıldıktan sonra ayakta sağlam hiçbir kurum kalmamıştır. Batı bu ülkelere istediği şekli verme şansına sahiptir. Türkiye’de ise kurumsal gücünü siyaset yaparak büyüten yılların geleneğine sahip bir ordu vardır. Böyle bir ülkede Batı politikaları için bazen yeterli manevra alanı kalmamaktadır. Özetle Batı, Türkiye iç
ve dış politikasına daha dakik müdahale edebilmek için, yani kendisi için özgürlük istiyor. Bunu yüzelli yıldır istiyor. Batı zaman zaman bu ülkede çok özgür de oldu. Ancak bu yoldan bu topraklara özgürlük gelmedi. Gelemez de!
A B ’nin Türkiye’yi en çok zorlayacağı alanlardan birisi şüphesiz ki dış politika alanıdır. Çıkarların doğrudan burun buruna geldiği alandır. Bilinen Kıbrıs, Ege sorunlarına değinmeyelim. Çekişmenin ekseni önemlidir. AB 21. yüzyılın ilk on yılında önemli adımlar atmaya hazırlanıyor. Bunların birisi Avrupa parasıdır, diğeri Avrupa ordusudur. Bu adımlar kaçınılmaz biçimde A B ile ABD arasındaki gerilimi yükseltecektir. Egemen dünya parası olan dolara önemli bir rakip çıkacaktır. Böyle bir gelişim dünya finans ve ticaret yollarını etkileyecektir. Avrupa ordusu aslında belli bir yanı ile Avrupa parasının başarısına bağlıdır. Bu konuda gelişmeler olursa dünyadaki bazı stratejik ağırlıklar değişebilir. Bunların hepsi A B yolundaki Türkiye’yi fazlası ile etkileyecektir. İki kutup arasındaki gerilim arttıkça AB yolculuğu da virajlı yollara sapabilir.
Bu noktada A B ’nin genişleme stratejisine değinmek gerekiyor. Aday üyelerin nüfus toplamı mevcut A B toplam nüfusunun %40’ına varmaktadır. Böyle büyük bir genişleme stratejisi ancak AB çekirdeğini güçlendirerek mümkündür. Oysa bugün çekirdekte İngiltere, henüzpara birliğinin dışındadır. Kosova Savaşı uzayınca Brüksel’de her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştır. Harekatı yürüten N A TO komutanları bu duruma isyan ettiler. Dolayısı ile Türkiye’nin AB üyeliği sadece kendi hızına bağlı değil, aynı zamanda AB çekirdeğinin güçlenme
hızına da bağlıdır. A B D ’nin stratejisi ise bu çekirdeği sürekli yumuşatma yönündedir. Rusya ve Çin’in Batı üzerinde yaratacağı gerilim ise A B ve A BD politikalarındaki nüansların artması yönünde bir etki yapabilir. İki dünya savaşı kıta Avrupa’sında yaşandı. Avrupa, Sovyetler Dönemi’nden beri Doğu’ya hep yumuşak yaklaşmıştır. A B D ’nin bu konudaki manevra alanı daha geniştir.
Türkiye’nin A B adaylığının bugünkü dünya dengelerindeki anlamı yeterince açıktır. AB kendi dış politika çıkarlarına Türkiye’yi adaylık çengeli ile bağlama amacındadır. Adaylık süreci Avrupa için, Türkiye’nin Avrupa politikalarına ters gelen noktalarını törpüleme sürecidir. Bu ABD-Türkiye-İsrail ekseninin etkisizleştirilmesi anlamına geliyor. Ancak bugünkü haliyle buna A B ’nin gücü yetmez. Dolayısı ile bu salıncakta, Türkiye düşmez ya da düşürülmezse, epeyce uzun zaman sallanacaktır. Bütün bunlardan sonra yeniden yapılanma sürecinde A B ’nin etkilerine gelirsek, bu etki Türkiye’de bazı vitrin düzenlemelerinden öteye geçemez. A B ’nin bölge (Kafkaslar ve Ortadoğu) politikalarındaki ağırlığı artarsa Türkiye üzerindeki etkisi de biraz daha derinleşebilir. Ancak Avrupa, hemen yakınındaki Balkanlar’ın altından kalkamadı, Kafkasya ve O rtadoğu’da etkinlik kurabilmesi dünyadaki dengelerin yeni bir altüst oluşu anlamına gelir. Böyle bir gelişme henüz görülmüyor. Bugünün gerçeklerinden baktığımızda, ABD-İsrail-Türkiye ekseni, Avrupa ekseninden daha ağır basıyor. Yeni Dünya Düzeni’nde madem ki güçler konuşuyor, boş beklentiler eninde sonunda bu güçler gerçekliğinin duvarlarına çarpmak zorundadır.
________________yeniden yapılanma___
--------------------------------------------- 67 —
— yol
SONUÇ
Cumhuriyet tarihinde yeni bir döneme giriliyor. Dünyanın ve Türkiye’nin iç dengeleri böyle bir dönüm noktasını yarattı. Ancak Türkiye daha sürecin başındadır. Ve gelişmeler tamamen güçlerin durumuna göre eğrilip şekil alacaktır. Türk Devleti 20. yüzyılın son yılında iki şeye çok sevindi. Yılın başlarında Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi tam bir bayram havası yarattı. Yılın sonunda ise Türkiye AB adaylığına kabul edildi. Bu da Meşrutiyet şenliklerini anımsatan bir heyecan yarattı. Ancak gerçekler insafsızdır. Yeni yüzyılın ilk günlerinde politik hava yeniden gerildi ve Öcalan konusunda geçici bir karar alındı. Bütün bu sallantıları yaratan sorunların derinliğine çözümlenmeme- sidir. Cumhuriyet eski siyasal ve sosyal kalıpları ile devam edemiyor. Cumhuri- yet’in etrafındaki dünya da eski dünya değil. İç politika eksenleri açısından yakın dönem hangi işaretleri vermektedir?
Cumhuriyet’in ilk dönemi bütün sosyal ve sınıfsal ilişkilerin bir potada tutulması oldu. Ardından gelen dönemde bir potada tutulmaya çalışılan sosyal ve sınıfsal gerçeklerin güneşin altındaki yerini aldığı günler yaşandı. Cumhuriyet tarihinde örtülen, hatta yerin yedi kat altına gömüldüğü sanılan tüm gerçekler olayların zoru ile toprağın üstüne çıktı. Artık eski konumlarına geriletilmeleri mümkün değildir. Hesaplar buna göre yapılacak. Sosyalizmin güçlü bir sistem olarak varolduğu günlerde taşan, artık bir kapta durmayan sınıf ilişkileri o günlerin etkileri ile işçi sınıfını devrimci bir mücadeleye çekti. Ardından Kürt Hareketi önemli adımlar
__ 68
atarak, en diplerden en yukarılara tırmandı.
İşçi hareketine düzen faşist darbelerle cevap verdi. Bugün yükselen gelişmelere nasıl cevaplar verilecek? Derin devlet derin derin bunu düşünüyor. Dünyada ve Türkiye’de artık sosyalizm “tehdidi” yok. Politika egemenler ve halklar açısından hangi kulvarlarda akacak? Hangi parolaları yüklenecek? Hangi renklere girecek?
Egemen siyasal eğilim kendini nasıl bir eksene oturtacak? Bunun belli ölçülerde ipuçları ortaya çıkmıştır. Dünyada bir globalizm rüzgarı esiyor. Bazen hızı kesilse de bu rüzgar esmeye devam edecek. Bu kavram, batı kapitalist anayurtları açısından artık sadece malları, tekniği, sermaye akışı ile dünyanın yaban bölgelerini fethetme değil, tüm kültürleri, “farklılıkları koruyalım” ve “ insan hakları” parolaları altında Batı standartlarına uyumlandırma savaşıdır. Dünyanın bu yeni paylaşımında emperyalizm eski yollarını istese de tekrarlayamaz. Silahı ve tekniği elinden bırakmadan, yeni teknik ve üretim biçimleri üzerinden sömürüsünü sürdürebilmesi için geri ülke toplum yapıları bu tekniğin ve onun gerektirdiği üretim ve mali sistemlerle belli bir uyuma girebilmelidir. Globalizm bunu zorluyor. Ö te yandan, bu büyük anafora karşı küçük küçük karşı anaforlar oluşuyor. Dünyada yeni bir milliyetçilik gelişiyor. Globalizmin dünyayı cennete çevirmeyeceği anlaşıldıkça bu akımların güçlenme şansı vardır. Rusya’da Putin, “ kolektif milliyetçilik” parolasını attı. “ Devletin güçlü ve belirleyici” olmasını savunuyor. Fukuyama’- nın hayalleri çoktan yerle bir oldu. Daha da öteye, dünyayı bütünleştirme iddi-
asındaki globalizmin aksine parçalanmaları derinleştiriyor.
21. yüzyıla ve Cumhuriyet’in yeni bir dönemine Türkiye’nin miliyetçi-şoven bir koalisyonla girmesi ne kadar rastlantıdır? Ortam bir yanıyla 20. yüzyıl başlarını hatırlatıyor. Avrupa, hergün Türkiye’ye yeni şartlar öne sürüyor; içeride ise “ dış mihraklı güçler ülkeyi bölmek istiyor.” Sancılı AB süreci bu gerilimi artırmaya aday görünüyor. Hergün Türkiye’nin sınırlarının tartışıldığı bir dünyada, egemen siyasetin yeniden şekillenmesinde milliyetçiliğin “ katkıları” fazlalaşabilir. Politik hamaset biçiminde de olsa, Öcalan konusunda ortalığı yeniden “vatan-millet” çığlıkları kapladı. Koalisyonun üç partisi bir denge bulmaya çalışıyor. DYP ve FP ise işi uç noktalara kadar götürmekten geri durmadılar. Bu partilerin ortamında yeniden yapılanmaya gidilecektir. Belli ki globalizmin tersine anaforları Türk egemen siyasetinde de yaşanacaktır.
Ö te yandan, ilerici kesimlerin önemli bir bölümü bu tablo karşısında tıpkı 20.yüzyıl başlarındaki gibi kötünün iyisini seçme alın yazısından kopuşmuş görünmüyor. Avrupa Birliği hayallerinin en önemli siyasal etkisi düzene karşı tepkileri düzenin derin kanallarına çekmesidir. Halk güçleri böyle bir ortamda kendi bağımsız çizgilerini geliştirdikleri ölçüde büyüme şansına sahip olabilirler. Rüzgarı kendimiz yaratmazsak Avrupa’nın globalizm rüzgarı ile demokrasinin yelkenleri şişmez.
Sözümüzü İnönü-Demirel koalisyonunun yarattığı “ değişim” rüzgarının estiği günlerde yaptığımız bir tesbitle bitirelim.
“ 12 Eylül ekonomik gelişimin mantığı açısından demokratik devrimin alanını daraltırken siyasi olarak devrim güçlerini iyice yaygınlaştırmıştır. Devrim güçlerinin örgütlü ve etkili her darbesi yaygınlaşan sosyal ve sınıfsal gerilimi devrimci bir enerjiye dönüştürebilecektir.
Günümüz gelişmeleri açısından bu genel doğruya eskisinden biraz farklı yaklaşmak durumundayız. Demokratik devrim güçlerinin siyasi olarak yaygınlaşmasına karşılık, Kürdistan dışında güçlü bir örgütlülüğe sahip olmamaları devrimin bazı önemli taleplerinin cansız ve solgun biçimde burjuva partilerinin ellerine düşmesi sonucunu doğurabilir. Böyle bir gelişim mümkündür. Fakat bu hiçbir zaman taleplerin gerçekleşeceği anlamına gelmez.
Böyle bir süreç sınıf mücadelesini aşırıca dolaylandıracağı için toplumsal çürümelere neden olabilir. Sancılı, dolambaçlı yollardan tanınmaz hale getirilecek taleplerle devrim enerjisi emilebilirse mücadelenin önünde bambaşka bir dönem açılacaktır. Çürümelerin zayıf düşüreceği vücudun ayağa kalkması zaman ve yeni yöntemler gerektirecektir.
Yaşadığımız günlerde devrimci güçler, Türkiye’nin böyle bir yol kavşağına geldiğini kavramak, süreci dolaylandırıl- mış değil, doğrudan sınıf mücadelesi zeminine yükseltmenin kelimenin tam anlamıyla tarihi bir görev olduğu bilinciyle davranmalıdır.” 18
______ ________ yeniden yapılanma___
69 —
DİPNOTLAR
1- Milliyet, 26.12.19992- Milliyet, 26.12.1999
3- Sina Akşin, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki”4- Tevfik Çavdar, “ Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”5- K.Yılmaz, “ Köylülük”6- Tevfik Çavdar, a.y.7- Şerif Mardin, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri”
8- Taha Akyol, “ Medine’den Lozan’a”9- Tevfik Çavdar, “ Türkiye’de Liberalizm”10- Tevfik Çavdar, a.y.I2-Tevfik Çavdar, “Türkiye’nin Demokrasi Tarihi”12- lrvin Schick-E.Tonak “ Geçiş Sürecinde Türkiye”13- Milliyet, 7.1.200014- Tom Hundly, “Turkey in Uproar O ver False Sheep-Gut Alarm ”15- Alan Makovsky, “ SAIS Review” , Bahar 9916- William-Kunzweiler, “ Strategic Review” ,Yaz 9817- Tom Hundly, a.y.18- The Washington Post, “ Turkey Pledges To Meet EU Term s”19- M.Yılmazer,Yol, Ağustos 93
— yol------------------------------------------
_ 70
M. Sinan
KÜRESELLEŞME VE RESTORASYON BAĞLAMINDA TÜRKİYE EKONOMİSİ
G İR İŞ
İçinde bulunduğumuz dönemde Türkiye kapitalizmi hangi aşamadan geçiyor? Sosyalizmin yaşadığı yenilginin üzerinden tam on yıl geçti. Türkiye finans kapitalinin 1980’lerde başlattığı sürecin, dünya koşullarındaki yeni gelişmelerle de sentezleşerek ülke altyapısında kimi dönüşümler yarattığı ortadadır. III. Dönem’in hareket tarzını belirleyen en önemli faktörleri bu dönüşümlerde aramak gerekmektedir. Sınıflar arası ilişkiler değişen koşullarla birlikte yeni biçimler kazanmaktadır. Türkiye kapitalizminin dünya emperyalist sistemi içerisindeki rolü, ekonomik anlamda da önemli dönüşümleri dayatmaktadır. Son süreçte, özellikle de 1999 yılında yaşanan gelişmeler Türkiye’nin dünya emperyalist sistemi içerisindeki rolünü daha da belirginleştirmiştir. Sistemin tepesindeki A BD ile kurulan derin siyasal bağlar ve belki de dünyanın en kritik bölgesi olan Kafkasya- Ortadoğu-Balkanlar üçgeninin merkezindeki coğrafi konum Türkiye’yi emperyalist pazarlıkların merkezi noktalarından biri haline getirmektedir.
Bugün ekonomik altyapıyı anlamlan- dırabilmek geçmişe göre çok daha büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü son süreçte yaşanan tartışmalar, özellikle de A B ’ye üyelik, demokrasi, küreselleşme, insan hakları bağlamında olanlar kafaları
inanılmaz oranda bulanıklaştırmıştır. Siyasal söylemler ekonomik altyapıdan bağımsızlaştırıldıkça havada uçuşan trajikomik lafebeliklerine dönüşmektedir. Siyasal gelişmelerin sınırları ise kesinlikle ekonomik altyapının durumu ile çizilmektedir. Türkiye ekonomisinin varolan durumu ise faşizmin finans kapital açısından salt bir siyasal tercih değil -ki zaten böyle birşey mümkün değildir- aynı zamanda hedeflere ulaşabilmek için kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’yi halihazırda temsil eden en belirgin nitelik sınıfsal çelişkilerin gerginliğidir. Varolan politik ortamın bu durumu tam olarak yansıtmıyor oluşu bu gerçeği kesinlikle ortadan kaldırmaz. Ülke açık bir biçimde ikiye bölünmüştür ve bölünme her geçen gün hızlanmakta, toplumda yaşayan her birey bu parçalanmadan nasibini almaktadır. İlk Türkiye ortalama 40.000$ gelir seviyesine sahip ve aşırı tüketen Türkiye’dir. İkinci Türkiye ise sistemin öğüttüğü ve posa olarak bir kenara attığı, yoksul, Afrikalı’laşan Türkiye’dir. Gelecek politik ortam bu iki Türkiye’nin çatışmalarının bir ürünü olacaktır. Sosyal devlet uygulamalarının bir bir ortadan kaldırılması bu gerilimi daha da büyütmektedir.
Liberalizmin “ devlet ekonominin dışına!” propagandası Türkiye tarihinde belki de hiçbir zaman bu oranda alıcı bulmamıştı. Fakat bu süreçte dahi
--------------------------------------------- 71 —
— yol
gelenek bozulmamıştır. Devlet ve ekonomik faaliyetleri, finans kapital açısından hala en önemli sermaye birikim aracı olmaya devam etmektedir. İç borç faizi adı verilen manivela aracılığıyla finans kapitale büyük oranda bir sermaye aktarımı gerçekleştirilmek- tedir. Marx’ın ilkel sermaye birikimini andıran bu yöntemle toplumun geniş emekçi yığınları tam anlamıyla mülksü- zleştirilip yoksullaştırılırken devlet aracılığı ile finans kapitale dev kaynaklar aktarılmaktadır. 2000 bütçesinde, toplanan vergilerin -ki önemli kısmı gelir vergisi ve dolaylı vergiler olarak emekçiler tarafından karşılanmaktadır- %88’inin borç faiz ödemelerine ayrılması öngörülmektedir. Yine son bankalar operasyonu ile sermayeye peşkeş çekilen miktar, IMF’den birkaç yıl içinde alınacak krediden daha büyük bir miktarı tutmaktadır.
Böylesi bir sermaye birikimi ile ne amaçlanmaktadır? Emperyalizmin Türkiye’ye biçtiği misyon ile bu aktarım sürecinin ilişkisi ne düzeydedir? Bu yazıda ülke ekonomisinin önemli kalemlerinde son yıllarda ortaya çıkan gelişmeler incelenirken bu konuda da kimi sonuçlara ulaşılmaya çalışılacaktır.
I. TEM EL SEKTÖ RLER A Ç IS IN D A N EK O N O M İK G ELİŞM ELERİN İN CELEN M ESİ
1.1 TARIM
Türkiye artık 1930’ların, 40’ların tarım ülkesi değildir. Fakat tarım hala Türkiye toplumu açısından en kilit sektörlerden biri olmaya devam etmekte
__ 72
dir. Emperyalist Batı ülkelerinin tersine nüfusun hala önemli bir kısmı -ki yaklaşık %40 seviyesindedir- kırlarda yaşamaya ve tarım-hayvancılık ile uğraşmaya devam etmektedir.
Fakat tarımın ülke ekonomisi içindeki etkinliği önemli oranlarda azalmıştır. Tarımın ülke G SM H ’sindeki oranı I970’de %30.7 iken I980’de %24.2 olmuş, 1996’de ise % 14 .1 ’e kadar gerilemiştir. 1 1998’de ise % I 3.1 olmuştur. Sektörün büyüme hızı da 1980-90 arasında %l.3 iken 1990-97 arasında ise %1.2’ye düşmüştür. Bu oran hem ortalama büyüme hızının hem de nüfus artış hızının altında kalmıştır. Oysa tarım 1980 öncesinde ortalama %3.6 oranında büyüyebiliyordu. 2
Tarım, küreselleşme politikalarının en alçakça vurduğu sektörlerden biridir. Dünya emperyalist m erkezleri arasındaki en şiddetli ticaret savaşlarının alanı olan tarım, sözkonusu azgelişmiş ülkeler olduğunda her türlü serbestleştirmeye maruz kalmaya zorlanıyor. Gen teknolojilerinin ve diğer tarımsal teknolojilerin emperyalist merkezlerde büyük bir hızla gelişmesine koşut olarak bu ülkelerde tarımsal verimlilik büyük bir hızla artarken, artık azgelişmiş ülkeleri kendi gıda ihtiyaçlarını karşılayacakları hammadde üreten ülkeler olarak değil de tarımsal ürün fazlalarına açılacak pazarlar olarak görmek istiyorlar. Bu gelişme azgelişmiş ülke devletlerinin kendi tarım sektörlerine yönelik desteklerini kısmalarına yol açıyor. Ayrıca gümrük duvarları da etkisizleştiriliyor. Böylece azgelişmiş ülkelerin tarımsal altyapısı tarumar ediliyor. Aynen ülkemizde yaşandığı gibi. Bugün Türkiye kimi geleneksel ürünlerinde dahi -buğday,
şeker, pirinç gibi- ithalatçı duruma düşürülmüştür. Kendi kendine yeten ülke olmakla övünen Türkiye, finans kapitalin işbirlikçi politikaları sonucunda açlığın yaygınlaşacağı bir ülke olma durumuna ilerlemektedir. Sanayi Devrimi sonrasında kapitalist merkezlerin, azgelişmiş ülkelerin sanayi altyapılarını ortadan kaldırmaları gibi bugünde genetik devrimi sonrasında yine azgelişmiş ülkelerin tarımsal altyapısı büyük bir tehdit altındadır.
Türkiye tarımında verimlilik inanılmaz oranda düşüktür. Tarımda çalışan başına ortalama katma değer I208$’dan (1979-1981) I 168$’a (1994-96) inmiştir. Oysa aynı değerler Fransa’da I3.700$’dan 30.000$’a çıkmıştır, yani Türkiye’de tarımda kişi başına düşen katma değer Fransa’dakinin %8.8’inden %3.9’una düşmüştür. 3 Tabii bu durumu köylünün suçu olarak görmek büyük bir yanlış olur. Bir kere ülkede ciddi bir tarım reformunun gelişmemiş olması, ülke sanayinin fazla nüfusu emecek oranda istihdam yaratamıyor oluşu tarımdaki küçük topraklı köylülüğün yaygınlığını ortadan kaldıramamaktadır. Kişi başına ekilen alan 0.57 hektardan (19789-81) 0.40 hektara (1994-96) düşmüştür. Tarımsal sanayinin yeteri kadar gelişemiyor oluşu, tarımsal kredilerin yetersizliği ve tefeci zulmü köylüyü kullandığı teknikleri geliştirebilmekten alıkoymaktadır. Tarımsal girdilerin fiyatlarının yüksekliği yeterli kalitede gübre, tohum gibi temel girdilerin kullanılabilmesini engellemektedir.
Finans kapital Türkiye kırlarını ucuz işgücü rezervi olarak görmektedir. Önemli atılım dönemlerinde 1960’larve 1980’ler gibi tarımsal nüfusun bir kısmı
işçileştirilmek üzere şehirlere çekilmekte, bunun dışında tarımsal nüfus unutulmaktadır. Şehirlere gelip işsiz kalarak, varoşlarda patlayıcı madde haline gelebilecek kesimler kırlarda kış uykusunda tutulmaktadır. Kırsal nüfusun politik karakterinin geleneksel olarak muhafazakar ve tepkisiz oluşu finans kapitalin bu tercihinin gerekçelerini güçlendirmektedir.
Fakat Türkiye kırlarındaki sefaletin şiddeti son süreçte önemli oranda artmıştır. Köylü, her geçen gün daha büyük sıkıntıların içine düşmektedir. Özellikle tarım ürünleri ithalatının hızla artması, tarımsal girdi fiyatlarındaki aşırı artışlar ve devletin alım fiyatlarının enflasyon altında arttırılması küçük köylünün ekonomik durumunu son yıllarda önemli oranlarda bozmuştur. Bu durum Türkiye kırlarının geleneksel siyasal tercihi olan merkez sağdan radikal sağa kaymasına yol açmıştır. Merkez sağın kalesi olan Ege’de dahi son seçimlerde hem FP hem de MHP oylarını merkez sağ aleyhine artırmıştır.
Ayrıca kırların durumu önümüzdeki süreçte daha da bozulacak gibi görünmektedir. IMF ile yapılan stand-by anlaşmasının en büyük darbeyi vuracağı kesimlerden birinin de küçük köylülük olacağı muhakkaktır. Bu durum IMF’ye sunulan niyet mektubunda -siz Düyun-u Umumiye anlaşması ya da kölelik sözleşmesi olarak da okuyabilirsiniz- açıkça belirtilmektedir: “ Halihazırda uygulanmakta olan tarımsal destekleme politikaları fakir çiftçilere destek sağlamanın en düşük maliyetli yöntemi değildir” . ABD, GMS kredileri denilen çok düşük faizli, çok uzun vadeli kredilerle ihracatını destekliyor, A B çiftçi başına 6100$
________________türkiye ekonomisi____
------------------------------ 73 —
— yol
mali destek sağlıyorken, Türkiye niyet mektubu ile birlikte IMF’ye tarımsal desteklemeleri tamamen ortadan kaldırmayı taahhüt etmektedir.” Reform programımızın orta vadeli amacı varolan destekleme politikalarını safhalar halinde ortadan kaldırmak....” 4 Yine hazırlanan tarımsal reform aynı sosyal güvenlik reformu gibi-taslağında ise tarımsal desteklemelere bütçeden yapılacak aktarımın, bütçenin %3’ünü aşmayacağı ifade edilmektedir. Oysa 2000 bütçesinin %45’i rahatlıkla birkaç büyük bankaya iç borç faiz ödemesi olarak ayrılabilmektedir. Milyonlarca küçük köylü aleyhine gerçekleştirilen bu siyasal tercih, finans kapitale yönelik gerçekleştirilen sermaye aktarımının kaynaklarından birini ortaya koymaktadır.
Eğer IMF patentli tarım reformu hayata geçirilirse bu kırların yeniden büyük bir dalga halinde kentlere göçe başlayacağı anlamına gelir ki bu da kentlerdeki işsizliğin varolan durumun bile çok çok ötesine ulaşması sonucunu doğurur. Kırlar bu politikalarla neredeyse 3. Türkiye haline dönüştürülmektedir. Türkiye kırları neredeyse 1000 yıllık geleneğini bir yana bırakarak önümüzdeki yıllarda oldukça hareketli bir döneme girebilir. Kürt küçük köylüleri kendilerini tarihin sahnesine kendi yordamlarınca koydular. Türk küçük köylüsünün ise kendisini hangi zeminde ortaya koyacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz. Fakat şurasını kesin olarak söyleyebiliriz ki Türkiye kırlarında yaşanan çelişkiler önümüzdeki süreçte daha da büyüyecektir. Politikleşmenin hangi yöne doğru olacağı birçok farklı etkenin etkileşimi ile belirlenecektir fakat her türlü radikal hareketin Türkiye kırların
__ 74
da güçlenmesi olasılığı geçmiş dönem- lerdekine göre önümüzdeki süreçlerde daha da artacaktır.
1.2 SA N A Y İ
Türkiye sanayileşmiş bir ülke midir? Bu soruya vereceğimiz cevap, sanayileşmeden ne anladığımıza bağlıdır. Eğer bir ülkenin ihracatının büyük kısmının sanayi ürünlerinden oluşması o ülkenin sanayileşmiş olabilmesi için yeterli kabul ediliyorsa o zaman Türkiye sanayileşmiş bir ülke olarak kabul edilebilir. Özal’ın şişine şişine “Türkiye artık bir tarım ülkesi değildir, sanayi ülkesidir, ihracatımızın şu kadarı sanayi mamullerinden oluşuyor” diye yaptığı konuşmalar hala hatırlarımızdadır. Oysa eğer bir ülkenin sanayileşmesini, endüstrisinin kendi imkan ve ihtiyaçlarına göre şekillenmesi, kendi teknolojisini ve üretim araçlarını kendisinin üretebilecek seviyeye ulaşması, dış ülkelere teknolojik bağımlılıktan kurtulabilmesi olarak anlıyorsak o zaman Türkiye sanayileşmemiş bir ülkedir. Zaten varolan emperyalist ilişkiler ağı içerisinde herhangi bir azgelişmiş ülkenin böylesi bir hatta ilerleyebilmesi pek mümkün de değildir. Son yıllarda neredeyse bir efsane haline getirilen Asya Kaplanları da aslında bize benzer ucuz emek cennetleridir. Zaten ne kadar kaplan oldukları da 97 Asya kriziyle ortaya çıkmıştır.
Bu söylenenler azgelişmiş ülkelerin sanayi üretimlerinde herhangi bir değişiklik ortaya çıkmasının imkansız olduğunu söylemek anlamına gelmiyor. Tam tersine emperyalist ilişkilerin kendi mantık çerçevesi içerisinde gelişmiş
ülkelerin kendi eskimiş endüstrilerini azgelişmiş ülkelere aktarmaları ve buraların ucuz emek olanaklarından faydalanmaları sık rastlanan olgulardır. Emperyalist ülkeler üçüncü sanayi ayrımını aşmışken Türkiye gibi yukarı azgelişmiş ülkeler 1870’lerdeki Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkardığı sektörlerde yoğunlaşan bir sanayileşme sürecini yaşamaktadırlar.
Türkiye’de sanayinin GSMH içindeki payı 1970’de % 17.5 iken I980’de %20.5’e I997’de ise %27.6’ya ulaşmıştır. Bu oran uzunca bir süredir sabitlenmiş gözükmektedir. Tarımdaki sürekli azalma, hizmetler sektörünün payındaki artış ile karşılanmaktadır. Bu oran tek başına çok fazla açıklayıcılığa sahip değildir. Acaba Türkiye sanayisinin yapısı nedir?
1.2.1 A lt Sektörlerine Göre Türkiye Sanayisi
Alt sektörlerine göre Türkiye sanayisi incelendiğinde en çok artı değerin kimyasal ve petrol ürünleri sektöründe üretildiği gözlenmektedir. Buna karşılık imalat sanayinde çalışanların yaklaşık
%40’ı dokuma ve giyim eşyası sektörlerinde istihdam edilmektedir. Üretilen katma değer açısından bakıldığında ise bu sektör üçüncü sırada gelmektedir. En yüksek artı değerin üretildiği ikinci sektör ise metal eşya ve makine üretim sektörüdür. En yüksek artı değerin üretildiği ilk iki sektörde çalışan işçilerin sayısı dokuma ve konfeksiyonda çalışan işçilerden daha azdır.
A lt sektörler açısından incelendiğinde Türkiye sanayinin dört temel sektörden oluştuğu gözlenmektedir. Petro-kimya, metal eşya-makine-oto- motiv, dokuma ve konfeksiyon, gıda- içki. İlk iki sektör üretilen artı değer ve verimlilik açısından, ikinci iki sektör ise istihdam edilen işçi sayısı bakımından öne çıkmaktadır.
Dokuma-konfeksiyon ve gıda-içki sanayileri ilkel sanayilerdir. Tam anlamıyla I. Sanayi Devrimi sürecinin ortaya çıkardığı ve birincil hammaddelere bağımlı endüstrilerdir. Bu sektörlerden özellikle dokuma ve giyim ucuz emek cenneti azgelişmiş ülkelerin gözde sektörüdür ve bu ülkelerin ihracat kalemleri
nin büyük kısmı da bu sektör tarafından yaratılmaktadır. Örneğin Türkiye’de 1999 yılında gerçekleştirilen toplam ihracatın%33’ü dokuma ve konfeksiyon sektörü tarafından karşılanmıştır. Bu ilkel sanayi sektörleri toplam imalat
-------- 75 —
_______________ türkiye ekonomisi___
G ıd a , içki ve fütün sanayiA [% )
16B (%)17.3
Dokuma, giyim eşyası ve deri sanayi 16.3 32.8O rm an ürünleri ve mobilya sanayi 1 2Kağıt, kağıt ürünleri ve basım sanayi 3.2 3.6Kimya sanayi, petrol, kömür, kauçuk, plastik 28.6 9.5Taş ve toprağa dayalı sanayi 6.9 6.8Metal ana sanayi 6.8 6.6Metal eşya, makina ve teçhizat, ulaşım aracı 19.9 20.7Diğer im alat sanayi 0.2 0.5
A Sektörde yaratılan artı değer/toplam artı değer B Sektörde çalışan işçi sayısı/toplam istihdam 5
— yol
sanayi istihdamının da %50’sini karşılamaktadır. Demek ki bu iki sektör sanayi üretiminin temel yükünü taşımaktadır.
Sektörler açısından bakıldığında Türkiye sanayi yapısının tipik azgelişmiş ülke özellikleri gösterdiği gözlenmektedir. Modern teknolojiler üretime yansımamıştır. Dokuma ve giyim sektörü incelendiğinde bile eski teknolojili makinelerin oranca fazlalığı göze çarpmaktadır. Emek yoğun üretim yapılan sektörlerin hakimiyeti sözkonusudur. Elektronik alanında herhangi bir üretim altyapısı bulunmamaktadır. Özellikle 1996 yılında girilen Gümrük Birliği sonrasında ihracat patlaması beklentisi ile yine bu emek yoğun sektörlere önemli oranda yatırımlar gerçekleştirilmiştir. Fakat 97 Asya krizinin Doğu Asya Ülkeleri’nde devalüasyona yol açması, bu ülkelerin ihracatta rakibi olan Türkiye’yi dezavantajlı duruma düşürmüş, yine önemli pazarlardan biri olan Rusya’nın çöküşü Türkiye dokuma ve konfeksiyon sanayini önemli bir krizin içerisine sokmuştur. Birçok işletme kapanmıştır.
Türkiye’de imalat sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payı %90’lara yaklaşmıştır, fakat bilgi-teknoloji yoğun malların ihracat içerisindeki payı sadece %3 civarında kalmaktadır. İhracatın yoğunluğu doğal kaynak yoğun mallardan emek yoğun mamullere ve ölçek yoğun sanayi mamullerine kaymıştır. 6
1960’ların montaj sanayi tartışmalarından bu yana değişen çok birşey yoktur. Petrokimya ve otomotiv gibi birkaç istisnai sektörde teknolojik derinleşme sözkonusudur. Otomotiv sektörü bu imkana çektiği dış sermaye
__ 76
ile ulaşmıştır. Türkiye’nin ve çevresindeki ülkelerin geniş pazar olanakları sunması, gelişkin ve düşük maliyet olanakları sağlayan bir otomotiv yan sanayinin bulunması ve yoğun devlet teşvikleri -Ford Otosan’a bedelsiz olarak verilen Seka Fidanlığı ile ilgili tartışmalar sürerken Demirel, “ isterlerse Çankaya’nın bahçesini de veririm” diyebilmişti- gibi olanaklar yabancı sermayeyi çekmiştir. Fakat bu iki sektörde yaşanan gelişmeler genele yansımamak- tadır.
Teknoloji geliştirme perspektifine hizmet eden araştırma geliştirme harcamalarının payı da G SM H ’nin %0.4’ü oranında bulunmaktadır. Bu oran, en düşük olduğu Avrupa ülkesinde bile % l .5 seviyesindedir. ABD , Japonya, Fransa, Almanya gibi ülkelerde İse %2.5- 3 civarındadır. Türkiye’de AR-GE faaliyeti olan büyük şirket sayısı, DİE verilerine göre 200’den azdır. AR-GE’ye en fazla pay ayıran şirket, askeri elektronik ekipman üreten ASELSAN ’dır. Bu ilginç rastlantının anlamı üzerinde ileride de durulacaktır.
Sektörler bazında yapılan bu genel incelemeden Türkiye sanayisinin emek yoğun bir özelliğe sahip bulunduğu, verimliliğin düşük olduğu, teknoloji bağımlılığının artarak devam ettiği sonuçları rahatlıkla çıkarılabilir.
1.2.2 Ö lçek Açısından Türkiye Sanayisi
Türkiye sanayisi ölçek açısından incelendiğinde genel olarak küçük işletmelerin sayısal yaygınlığı belirgin bir biçimde göze çarpmaktadır. İşyeri sayısı/ büyüklüğü oranına baktığımızda 10’dan az işçi çalıştıran işyerlerinin toplam iş-
yeri sayısına oranının %90’dan fazla olduğu gözlenmektedir. “ Esasen çok küçük diye tanımlanan bu tür işyerlerinde -10’dan az işçi çalıştıran- işlendirmenin Türkiye imalat sanayimdeki payının genişliği dikkat çekici boyutlardadır. Toplamın 1988 Ekimi’nde %45.7’si, 1995 yılında ise %43.3’üburalarda işlendirilmektedir. Bu kesimin genişliği kentlerde %(39-46), kırsal alanlarda ise %(48-64) arasında oynamaktadır ve genellikle %50’nin üzerindedir.” 7 Buna karşılık yaratılan artı değer bakımından 100’den fazla işçi çalıştıran büyük işletmelerin ezici bir hakimiyete sahip olduğu görülmektedir. Türkiye’de küçük burjuvazinin geleneksel yaygınlığı imalat sanayi yapısını da bu biçimde etkilemiştir. Özellikle son yıllarda gelişen ölçek küçültme ve taşeronlaştırma faaliyetleri sonrasında fason çalışan işyerlerinin büyük firmalar açısından önemi artmıştır. Küçük firmaların fason üretici olarak kullanımı, tekellerin maliyet azaltma yöntemleri içerisinde en etkili olandır. Binlerce fason üretici tekellerin dağıttığı işleri kapabilmek için yoğun bir maliyet rekabeti içerisindedir. Bu yöntemle tekeller, ucuz emek olanaklarından azami ölçüde faydalanmaktadırlar. Her zaman daha ucuza üretecek bir fason firma bulmak olanaklı olmaktadır. İşçi sınıfının parçalı yapısı böylece pekişmektedir.
Yine 90’lı yıllarda K O B İ’lerin etkinliği ve esnekliği üzerine yoğun bir edebiyat yaratılmıştır. Fakat 1998’den bu yana yaşanan kriz en fazla bu K O B İ’leri vurmuştur. Çorum, Denizli, Afyon, Gaziantep. Kahramanmaraş gibi illerde, özellikle ihracata dayalı konfeksiyon ve deri sektöründe etkinlik gösteren son krizle
birlikte önemli oranda güç yitirmişlerdir. K O B İ’ler siyasal olarak da fınans kapitalin karşısında Siyasal İslam’a destek vermişlerdir. Böylece devletin ekonomik olanaklarından daha fazla yararlanabilme umuluyordu. Hatta TÜ S İA D ’ın karşısında MÜSİAD gibi bir örgütlenme bile gerçekleştirildi. TÜ S İA D ’ın dar ve elit yapısına karşı MÜSİAD, Anadolu’nun dört bir yanındaki K O B İ’lerin sesini dillendirme yoluna gitti. Fakat 28 Şubat sürecinde MÜSİAD önemli oranda kan kaybetti, üyelerin büyük kısmı istifa etti.
İmalat sanayisinin temel gücü tekellerdir. Türkiye, tekelleşme konusunda birçok emperyalist ülkeyi bile geride bırakmaktadır. “Türkiye’de sektörlere göre firma egemenlikleri oldukça yüksek ve bu egemenliklerin kırılması hiç de kolay değil. Birkaç örnek vermek gerekirse, Sabancı kord bezinde, Şişe Cam -İş Bankası okuyun- dökme camda piyasanın tamamına hakim. Otomarsan otobüs piyasasının %95’ine, Koç’un O tokar’ı minibüs piyasasının %90’ına sahip. Akrilik elyafta Dinçkökler, piyasanın %88’ini Aksa ile elde tutuyorlar. Bu ölçüde bir “ yoğunlaşma” yerli firmalara kuşkusuz büyük avantaj sağlıyor.” 8 Ekonomik kriterlere göre 3 firmanın bir piyasanın %50’sine hakim olması tekelleşme sayılırken ülkemizde birkaç sektör dışında üç firma piyasanın en az %90’ına sahip bulunmaktadır. Bu durum devlet eliyle finans kapital yaratma sürecinin bir sonucudur.
Özetlemek gerekirse küçük firmalar sayıca oldukça yaygın olmalarına rağmen üretilen artı değer açısından finans kapitalin imalat sanayisinde ezici bir hakimiyeti sözkonusudur. Tekelleşme
_______________ türkiye ekonomisi____
............................... ............ ............ . 77 —
dünya ölçülerini dahi fersah fersah aşan bir noktadadır.
1.2.3 Yatırım lar ve KarlarAçısından Türkiye Sanayisi
Türkiye imalat sanayinde en göze çarpan özellik karların bileşimidir. Gerçekte yaşanan krizin ve devletin finans kapitale sermaye aktarımının en açık göstergesi olarak karların büyük kısmının faaliyet dışı gelirlerden kaynaklanıyor olmasıdır. 1998 yılı bilançolarına göre ilk 500 büyük firmanın karları incelendiğinde, bunların %88’inin faaliyet dışı gelirlerden kaynaklandığı gözlenmektedir. Daha da çarpıcı olanı ikinci büyük 500 firma incelendiğinde ortaya çıkmaktadır ki bunlar için aynı oran %100’ün üzerine çıkmaktadır. Yani faaliyet dışı gelirleri olmasa bu firmalar zarar edecektir. Son yıllarda %50’lerde gezinen bu oran 1998 krizi ile birlikte böylesi bir seviyeye sıçramıştır. Faaliyet dışı gelirlerin esası yüksek ree! faizli devlet tahvillerinden elde edilen faiz gelirlerinden kaynaklanmaktadır. Yani işi üreterek para kazanmak olan firmalar, neredeyse varlık koşullarını ortadan kaldırarak gelirlerinin neredeyse tamamını faiz gelirinden edinmiştir. Bu Türkiye kapitalizminin bugün ulaştığı asalaklık seviyesini en iyi karakterize eden özelliktir.
Bu çarpıcı gösterge iki noktanın altını çizmektedir. Adı ne olursa olsun devlet aracılığı ile ezilenlerden finans kapitale yönelik müthiş bir sermaye aktarımı sözkonusudur. “ Devlet ekonomiden elini çeksin” söyleminin en sık kullanıldığı bu süreçte devlet finans kapital lehine büyük bir soygunun öznesi durumundadır. Hırsız, emekçilerin toplam
— yol----------------------------------------------
pastadan aldığı payı sürekli azaltırken buradan edindiği kaynakları büyük bir arsızlıkla finans kapitale aktarmaktadır. Büyük bir soygun ve talan sözkonusudur. Bu akıl almaz süreç milyonlarca emekçinin gözleri önünde tıkır tıkır işlemektedir. Bir taraftan da toplumsal işlevi olan K IT ’lerin ve sosyal güvenlik ku- rumlarının açıkları topluma kara delik olarak yutturulmaktadır. Bugün en büyük kara delik finans kapitalin ta kendisidir. Finans kapital iç borç faiz ödemeleri adı altında bütçeden doğrudan kendisine bir transfer kalemi yaratmıştır. Bu sermaye birikim süreci belli bir amaca hizmet etmektedir. Bunu ileride tartışacağız.
İkinci nokta ise ekonomik durgunluğun neredeyse süreklileşmiş olduğudur. Sanayi sermayesinin bu düzeyde spekülasyona yönelmesi varolan alanlara sabit sermaye yatırımının getirisinin reel faizlere nispetle düşük olduğunun da bir göstergesidir. İşsizlik inanılmaz boyutlara çıkmışken, yatırımlar karlar ölçüsünde artmamakta, yeni istihdam olanakları yaratılmamakta, tam bir tefeci bezirgan ekonomisi mantığı ile karlar yeniden spekülasyona yönlendirilmektedir. Özel sermaye gün geçtikçe tefe- cileşmekte, kendisini meşrulaştırmakta kullandığı iş yaratma özelliğini neredeyse tamamıyle yitirmektedir. “ ... bu yayının içerdiği veri kümelerine ve araştırma sonuçlarına dayanarak çözümleme yaptığımızda son yıllarda Türk imalat sanayinin iş yaratma gücünde önemli bir yavaşlamanın ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu tabii çok önemli bir tehlike oluşurmaktadır.” 5 Denebilir ki şu anda Türkiye’nin sanayileşmesinin önündeki en büyük engel
__ 78
finans kapitaldir.Toplumsal kaynakların büyük oranda
finansal piyasalara kaydırılması ile birlikte sanayi üretiminin artışı da önemli oranda yavaşlamıştır. Reel sektörler gün geçtikçe kan kaybetmektedir. “ Sanayideki yıllık büyüme hızı 1980-90 arasında %7.8’den 1990-97 arasında %4.6’ya inerken hizmetler kesiminde daha sınırlı da olsa benzer bir hız kaybı görüldü. İhracatın yıllık artış hızı da aynı kervana katılarak (%16.9’dan %10.9’a) geriledi. Bu tablo I990’lı yılları bir bütün olarak (1998 ve 1999 kriz yılları olduğuna göre) İkinci Dünya Savaşı yılları hariç Cumhuriyet’in en başarısız yılları olduğunu gösterir.” 10 Gerçekten de kriz yılları olan 1998 ve 99’da imalat sanayi önemli oranda küçülmüştür. D İE’den yapılan açıklamaya göre sanayi sektöründe üretim düşüşü 1999 Ağustos’- da % 12.5, Eylül’de %9.3, Ekim’de ise %9.1’e ulaştı. Bu süreçte kapasite kullanım oranlarının da önemli oranda düştüğü gözlenmiştir. Fakat bütün bu göstergelere rağmen devletin kaynak aktarım mekanizmaları sayesinde sanayi sektörü kar etmeye devam etmiştir.
Özetlemek gerekirse bir ülke ekonomisinin candamarı olan sanayi bu süreçte önemli oranda kan kaybetmektedir. Sanayiye yönelmesi gereken yatırımlar, finansal alana akmaktadır. Ülke ekonomisi topyekün tefeci bezirgan laşmaktadır.
1.3 H İZ M E T S E K T Ö R Ü
Hizmet sektörü 1980’li yılların gözde sektörüdür. “ Post” edebiyatı yazarlarının en çok kullandığı temalar hep kapi
talizmin hızla bir hizmet toplumu olma yolunda ilerlediği, hizmet sektörlerinin her ülkede büyüdüğü, yeni açılan istihdam alanlarının daha ziyade hizmet sektörü ile ilgili olduğu üzerinedir. Enformasyon toplumu teorisi bu temaları en fazla yaygınlaştıran yaklaşım olmuştur.
İlk bakışta Türkiye’nin de bu trendin içinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de Türkiye ekonomisine üç temel sektör açısından bakıldığında hizmet sektörünün düzenli olarak büyüdüğü görülebilir. 1998 yılında milli gelirin %59.3’ü hizmetler sektörü tarafından karşılanmaktaydı. Tarımın hem milli gelir hem de istihdam payı düzenli olarak azalırken hizmet sektörü büyümektedir.
Fakat Türkiye’de hizmet sektörünün büyümesini emperyalist ülkelerdeki gelişimin dinamikleriyle açıklayabilmek mümkün değildir. Bu ülkeler sanayi gelişimlerinin yerine bir hizmet ikamesi sürecinde değildirler. Oysa Türkiye’de sanayinin yeterli hızda gelişmeyişi, kırlardan boşalan istihdamı düzenli bir biçimde emememesi, küçük burjuvazinin ve küçük ticari faaliyetlerin geleneksel yaygınlığı hizmet sektörünün gelişimini koşullayan en önemli etkenlerdir.
Hizmet sektörü bağlamında güncel olarak en önemli alan bankalar üzerinde duracağız.
1.3.1 Bankacılık SistemiBankalar son yıllardaki ekonomik
gelişmeleri anlamlandırabilmek için birinci derecede önemli bir noktada durmaktadırlar. Emekçilerin mali politikalar aracılığı ile soyularak finans kapitale ser-
_______________ türkiye ekonomisi__
--------------------------------------------- 79 —
maye aktarımını gerçekleştirme sürecinde bankalar baş rolü oynamaktadırlar.
Devletin siyasal bir tercih sonucu burjuvaziden düşük vergi toplama kararının bir sonucu olarak içine girilen kamu açığı büyüme sürecinin çok yüksek reel faizlerle iç borçlanmayı yarattığını biliyoruz, iç borçlanma batağı, her ne kadar “ ekonomik ve doğal bir zorunluluk” olarak gösterilmeye çalışılsa da açık bir siyasi tercihin ürünüdür. 15 yıl boyunca yürütülen “ Düşük Yoğunluklu Savaş” harcamalarının finanse edilebilmesi, kayıtdışı ekonomi adı verilen ve son kertede finans kapitale yönelik bir sübvansiyon olarak değerlendirilmesi gereken vergisiz ekonomik sektörün neredeyse milli gelir hacmine ulaşması gibi faktörler bu gerçeği ortadan kaldırmaz. 1980’den bu yana finans kapitale yönelik gerçekleştirilen net sermaye aktarımının son bulunan biçimi iç borç faizi ödemeleridir. Bu biçim hayali ihracat, vergi kaçırma vs. gibi yöntemlere göre çok daha legal ve prestijli bir görünüm sergilemektedir.
1994 krizinden bu yana dış kredi- bilitesini bütünüyle yitiren Türkiye, kamu açıklarını aşırı yüksek faizli iç borçlanma tahvillerinin satışından sağladığı kaynaklarla kapatabilmektedir. Memur maaş ödemelerinden önce dahi ihale açılarak borçlanma yapılması neredeyse genel bir kural haline gelmiştir.
Bankalar bu tahvillerin en iyi müşterileri durumundadırlar. Bankaların tahvil satın almakta kullandıkları sermayeyi cemin ettikleri iki kaynak mevcuttur. Birincisi bankaların normal bankacılık yöntemleri ile piyasadan çektikleri mev
— yol----------------------------------------------
_ 8 0 ______________________________
duat, repo vs. gibi bankacılık faaliyetlerinden kaynaklanan sermayedir. Fakat borçlanmanın ulaştığı seviye hatırlanırsa (sadece faiz ödemeleri için 2000 yılı bütçesinin %45’i ayrılmıştır) bankaların bu düzeyde büyük bir sermaye miktarını kendi öz kaynaklarından karşılayamayacakları açıkça ortadadır. Bu noktada yerli bankalar, dünya finans tekellerinden, tabii ki iç faiz seviyelerinden çok daha düşük faizlerle borçlanarak devletin gereksindiği kaynakları sağlarlar. Bugün ABD ve AB ülkelerinde %5-6 reel faiz bile aşırı yüksek bir faiz olarak değerlendirilirken Türkiye 1997-99 sürecinde neredeyse sürekli olarak %40 reel faiz ile borçlanmıştır. Yerel bankalar yaptıkları bu aracılık sayesinde kar patlaması yapmışlardır.
Bugün Türk bankaları karlılıkları ile dünya çapında adlarından sözettirmek- tedirler. Sermaye büyüklüğü açısından kayda değer büyüklükte bir Türk bankası bulunmamasına rağmen Türk bankaları aşırı karlı bankalardır. Örneğin Akbank ve İş Bankası 1998 yılında kar- lılık/öz varlıklar oranı açısından yapılan bir sıralamada dünya çapında I. ve 2. sıraya sahip olmayı başardılar. Yine Doğuş Grubu’nun Garanti Bankası, orta büyüklükteki dünya bankaları arasında yılın bankası seçilmiştir. Bu bile, Türkiye’de bankalar aracılığı ile gerçekleştirilen soygunun eşi ve benzerinin dünyada olmadığının yeterli ifadesi olarak kabul edilebilir. Sabancı’nın bankası olan Akbank’ın I999’un ilk 6 ayı içindeki karı 100 trilyona ulaşmıştı. Asgari ücretin daha yeni 80 milyon olduğu bir ülkede bunlar korkunç rakamlardır.
Sanayide olduğu gibi bankacılık sek-
töründe de aşırı bir tekelleşme ve merkezileşmeden bahsedebiliriz. “ Bankacılık sektörümüzün önemli özelliklerinden bir diğeri de mevduat toplama ve kredi verme faaliyetinin büyük bir bölümünün bir kaç bankada yoğunlaşmasıdır. En büyük 7 banka (4’ü devlet, 3’ü özel) toplam mevduatın %70’ini toplamakta ve toplam kredilerin %65’ini kullandırmaktadır.” 11 Bankalar, ekonomi üzerinde sözsahibi tekellerin denetiminde bulunmaktadır. Son bankalar operasyonu, kurtarılan bankaların sahiplerini zenginleştirdiği gibi -ki aralarında Demirel’in yeğeni de bulunmaktadır- aynı zamanda holding bankalarının büyüme imkanlarını geliştirmiştir. Doğuş Holding (Garanti, Osmanlı, Körfez- bank, Bahrein), Sabancı Holding (Ak- bank, BNP-Akbank), Çukurova Holding (M N G Bank, Çukurova, Yapı Kredi, Pamukbank) ve Koç Holding (Koçbank) bankacılık sektörünün hakimleri olarak görülüyor. Aynı zamanda medya patronlarının da -Aydın Doğan (Dışbank), Dinç Bilgin (Etibank), Uzan (İmarbank, Adabank) ve Erol Aksoy (İktisat Bankası)- banka sahibi olabilme konusunda büyük gayret içerisinde oldukları görülmektedir.
Bankacılık sektörü aynı zamanda kara para aklama süreci açısından da büyük önem taşıyor. Özellikle off-shore bankacılık denilen serbest bölge bankacılığı uygulamaları kara para aklanmasını oldukça kolaylaştırıyor. Kumarhanelerin kapanması ile birlikte bu kurumların önemi daha da artmıştır. Hızla çeteleşen ve mafyalaşan ekonomik sistemin en belirgin sembolleri bu bankalardır. Özellikle ülke dışında açılan şubeler karapara aklama işlemlerinin li
manı olarak kullanılmaktadır. Bir devlet bankası olan Halk Bankası’nın Almanya şubelerinin hesaplarına Alman bankaları tarafından bir süre önce el konulması kara para organizasyonlarının ulaştığı noktayı sergilemesi açısından ilgi çekicidir. Kara para aklama organizasyonlarının en yoğun olarak gerçekleştiği Dublin ve Kuzey Kıbrıs gibi merkezlerde Türk bankalarının dış şubeleri bulunmaktadır. Koç, çok kısa bir süre önce bir Kıbrıs bankasını satın almıştır. Ordu’nun bankası OyakBank’ın da tek yurtdışı şubesi Dublin’de bulunmaktadır. Türkbank’ın özelleştirilmesi sürecinde yaşananlar, kontrgerilla bağlantılı mafya lideri Çakıcı’nın özelleştirme sürecinde etkin rol oynaması, bakanların ve başbakanların devreye girmesi, büyük bir hızla bir medya devi haline gelen Korkmaz Yiğit’in Türkbank ihalesi sonucunda tepetaklak oluşu ve hapise düşüşü bankacılık sektöründe edinilen tatlı karların yarattığı çıkar çatışmalarının ne kadar ciddi sonuçlar verebileceğini göstermesi açısından öğreticidir.
Bankalar aslı faaliyetleri olması gereken küçük sermayeleri bütünleştirmek ve sanayinin bu kaynaklardan yararlanmasını sağlayarak büyümeye hizmet etmek noktasından tamamen uzaklaşmışlardır. “ Bugün bankaların kar zarar tabloları incelendiğinde görülecektir ki karlılık rakamlarının büyük kalemleri esas bankacılık faaliyetlerinden ziyade diğer gelir kalemlerinden oluşmaktadır. Yabancı bankalarda aktiflerin ve öz kaynakların karlılığa oranları Türk bankalarından daha yüksektir.” 12
1996 I Mayısfnda varoşlardan Kadıköy’e akan emekçilerin tepkilerini hiç de anlamsız bir biçimde ortaya koy-
_______________ türkiye ekonomisi___
--------------------------------------------- 81 —
madıkları bu genel değerlendirmeden de rahatlıkla çıkartılabilmektedir. Türkiye’de zenginliğe, özellikle de böylesi bir tefecilik süreci sonucunda kolaylıkla edinilene her türlü tepki sadece makul olmanın ötesinde emekçiler merkezli bir gelecek için mutlaka gereklidir.
II. RESTORASYONUN TÜRKİYE EKONOMİSİNDE GERÇEKLEŞTİRMEYE ÇALIŞTIĞI DÖNÜŞÜMLERİN SINIFSAL ANLAMI
28 Şubat ile sembolize olan restorasyonu salt bir siyasal süreç olarak değerlendirmek yetersizdir. Restorasyonun siyasal anlamını düzenin siyasal güç merkezinin yeniden inşa edilmesi olarak tanımlanabilir. Ekonomik anlamda da restorasyon benzeri bir merkezileştirme ve yoğunlaştırma süreci olarak anlaşılabilir. Siyasal İslam ile merkezi burjuva politik güçler arasındaki çatışmanın arkasında yatan en önemli çelişkinin I980’li yıllarda önemli bir atılım gerçekleştiren tekel-dışı Anadolu Burjuvazisi ile geleneksel finans kapital arasında olduğunu zaten oldukça iyi biliyoruz. Dolayısıyla M GK eliyle gerçekleştirilen yeniden düzenleme organizasyonları ekonomi alanında da belirleyici olmuştur. “ Şeriata destek veren şirketlerden alışveriş etmeyelim” içerikli sivil top lum (l) kampanyaları ile başlayan süreç Asya ve Rusya krizlerinin de yarattığı ortamda Anadolu burjuvazisine vurulan esaslı darbelerle devam ettirilmiştir. 1998’den bu yana etkisini önemli oranda hissettiren kriz, en şiddetli etkisini Anadolu’da göstermiş,
— yol----------------------------------------------
Anadolu kaplanlarının çoğu yere serilmiştir.
Finans kapitalin uzun vadeli tek stratejisinin tekel dışı burjuvaziyi etkisizleştirme olduğunu düşünmek gerçekçi değildir. Esas strateji emperyalizmle girilen yeni ilişki ağı içerisinde şekillenmektedir. 1980’lerde hızlanarak etkisini hissettirmeye başladığını söyleyebileceğimiz II. Küreselleşme süreci bütün azgelişmiş ülkeler üzerinde olduğu gibi Türkiye ve rolü üzerinde de ciddi etkiler yaratmaktadır. Küresel sermayeyi sınırlayan bütün etkenlerin adım adım ortadan kaldırıldığı, çok uluslu şirketlerin devletleri aşan büyüklükte güçier olarak hem ekonomiye hem de siyasete ağırlığını çok daha belirgin bir biçimde koymaya başladığı son 20 yılda emperyalizm olgusunun belirleyiciliği, sosyalizmin yaşanılır bir gerçeklik olduğu yıllara göre çok daha artmıştır. Türkiye’nin de bu gelişmelerden payını almaması beklenemez. Finans kapital kendi önüne koyduğu hedefleri bu doğrultuda değerlendirmektedir.
Emperyalizmin yeni sıçramasının Türkiye’ye etkileri ikili bir karakter taşımaktadır.
2.1 U LU SLA RA RASI FİN AN S K A P İT A LLE İLİŞKİLERİN YEN İD EN YAPILAN DIRILM ASI
Bu etkilerden birincisi uluslararası finans kapitalle ilişkilerin yeniden yapılandırılması eğilimi yönündedir. Küresel sermaye; sosyalizmin yaşanılır bir gerçeklik olmaktan çıkması, dünyada işçi sınıfı hareketlerinin genel güç kaybetmesi gibi siyasal, enformasyon
__ 82
teknolojisinde ortaya çıkan önemli gelişmeler gibi de ekonomik sebepler sayesinde önüne çıkan bütün engelleri yıkan bir sele dönüşmüştür. Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni gibi zihinlerde hegemonya kurmaya yönelik kavramların ideolojik gücü ile de beslenen süreç özellikle azgelişmiş ülkelerin boyunduruğunu daha da sıklaştırmaktadır. Bandung Konferansı ve Bağlantısızlar ruhu artık çok gerilerde kalmış gözükmektedir. Küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğu, bu treni kaçıranın dünya ekonomisinden dışlanacağı ve Irak durumuna düşeceği, dolayısıyla ulusal ekonomilerin hızla küreselleşme süreci ile uyumlu bir hale getirilmesi gerekliliği genel bir doğru olarak tanımlanır hale gelmiştir. I. Küreselleşme nasıl kapitalizmin dünya üzerindeki hakimiyetini hızla büyütmesi anlamına geldiyse -“ 1876-1900 yılları arasında Avrupalı güçlere ait sömürgelerin alanları %79.6 arttı. İngiliz sömürgelerinin alanı 2.5 milyon milkareden 7.7 milyon milkareye yükseldi. Yeni bir sermaye biçimi olarak mali sermaye ortaya çıktı ve dünya pazarında etkin olmaya başladı.” '3- 1980’den sonra belirginleşen II. Küreselleşme de benzer biçimde azgelişmiş ülkelerin emperyalizme bağımlılıklarını arttırmaktadır. MAI, uluslararası finans kapitalin yeniden yapılanan hakimiyet biçiminin anayasası olarak tanımlanabilir. Bilindiği gibi I998’de dünya kamuoyuna deşifre olan MAI, küresel sermayenin hareketinin önündeki sınır, gümrük, yasal düzenleme, ulusal hak, kamunun çıkarları vs. gibi bütün engelleri ortadan kaldırmakta ve bu sürece hukuki bir boyut kazandırmaktadır. MAI ile azgelişmiş ülkeler
bütünüyle küresel sermayenin serbest bölgeleri haline getirilmektedir. Dünya emekçi kamuoyunun tepkisi ve emperyalistler arası kimi anlaşmazlıkların sonucu olarak MAI şimdilik rafa kaldırılmış gibi gözükse de IMF ve DB dayatmaları sonucunda MAl’nin maddeleri azgelişmiş ülke devletlerine birer birer kabul ettirilmektedir. Ulus devletin tüm sosyal yönleri birbir ortadan kaldırılmaktadır. Uluslararası Tahkim’in kabulü sayesinde ulusal yargı sistemleri aracılığı ile yabancı sermayeyi sınırlandıran tüm etkenler ortadan kaldırılmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin tüm ekonomik yapısı emperyalizmin yeni ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirilmektedir.
Türkiye’de üst orta gelir grubunun son basamaklarındaki bir azgelişmiş ülke olarak bu süreçten payına düşeni almaktadır. Özellikle 57. Hükümet’in yarattığı görece istikrar ortamında gerçekleştirilen reformlar(l) tamamıyla MAI çerçevesinde ve IMF dayatmasıyla gerçekleştirilen uygulamalardır. Bankalar Kanunu, Geriye Etkili Tahkim, Mezarda Emeklilik Yasası şimdiye kadar gerçekleştirilen reformlardan birkaçıdır. IMF’ye stand-by anlaşması için sunulan taahhütleri içeren niyet mektubu ise ülke kaynaklarının altın bir tepsi içerisinde uluslararası finans kapitale sunulduğunun açık bir ifadesidir. Ülke ekonomisinin denetimi bütünüyle IMF uzmanlarının denetimi altındadır, Düyun-u Umumiye ve Kapitülasyonlar geri dönmüştür. Kemalizm’e sımsıkı bağlı ordumuzun laik cumhuriyeti kurtarmak için yarattığı restorasyon süreci ve onun ürünü 57. Hükümet’in icraatlarının böylesi sonuçlar yaratması bir paradoks mudur? Evet,
_______________ _ türkiye ekonomisi___
--------------------------------------------- 83 —
— yol
ama ancak iflah olmaz halkçı kemallst, ordu hayranlarımız için.
Uluslararası finans kapitalle ilişkilerin yeniden yapılandırılması başlığı altında bahsetmeden geçmememiz gereken bir önemli gelişme de Ecevit’in A BD ziyareti sonrasında imzalanan serbest ticaret anlaşmasıdır. Anlaşmanın tam ismi “ Türkiye-ABD Ticaret ve Yatırım İlişkilerinin Geliştirilmesi Anlaşması” . Anlaşma ilk etapta 5 yıl süre ile yürürlükte kalacak. Genel olarak MAl’nin ruhuna uygun maddeler içeren anlaşmaya göre iki ülke arasında gerçekleştirilecek yatırımlar tümüyle serbestleştirilecek; ticaret, hizmetler, çalışma yaşamı ve diğer alanlardaki tüm mevzuat engelleri ortadan kaldırılacak, serbest bölgelerin kurulması teşvik edilecek. Yine bir gazeteye göre, anlaşmayı tartışan, onaylayan TBMM komisyonlarının başkan ve üyelerinin bile anlaşma içeriğinden haberleri yoktur. Haber alma özgürlüğümüzün önündeki en büyük engel olan tekelci medyamızın da çabalarıyla emekçi kamuoyunun anlaşma ile ilgili yeterli bilgi sahibi olması engellendi. Öcalan’ın bir CIA-Gladio organizasyonu sonucu yakalanması, Bakü-Ceyhan Boru Hattı ve AB üyeliğinin onaylanması konularında A B D ’nin koyduğu ağırlığın gerekçelerinden biri olarak bu anlaşma oldukça önemlidir. -İngilizler, Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’ya bağlı orduyu Kütahya’da durdurmalarının karşısında Osmanlı ekonomisini bütünüyle esir almalarını sağlayacak serbest ticaret anlaşmasını imzalatmayı başarmışlardı. II. Mahmut bu olay üzerine kahrından ölmüştü- Önümüzdeki günlerde özellikle G A P ve depremden etkilenen
__ 84
Marmara bölgelerinde geniş serbest bölgelerin kurulduğuna, buralara özellikle A BD ve İsrail sermayelerinin önemli oranda akmasına tanık olma ihtimalimiz oldukça yüksektir.
2.2 A LT -E M P E R Y A LİS T LE Ş M E G A Y R E T LE R İ
İkinci etki bütünüyle ilkine bağlıdır. Yani alt emperyalistieşebilmenin yolu uluslararası finans kapitalle kurulan yeni ilişki biçimlerinin olgunlaşabilmesinden geçmektedir. Türkiye’nin bu konuda emperyalizme önemli oranda güven verdiği ortadadır. Uzunca bir süredir etkilerini hissedegeldiğimiz ABD-Israil- Türkiye ittifakının stratejik bir yönelim olduğu artık iyice belirginleşmiştir.
Sosyalizmin yaşadığı yenilgi sonrasında emperyalistlerarası paylaşımın en fazla yoğunlaştığı bölge Avrasya, özel olarak da Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar üçgenidir. Son bir yıla sığan Irak, Yugoslavya ve Çeçenistan savaşları yeniden paylaşım geriliminin kıvılcıma dönüştüğü noktalar olmuştur. Bu bölge bir yandan sahip olduğu enerji kaynakları bir yandan da emperyalizme yarattığı yeni pazar olanakları açısından paylaşım mücadelesinin en sert geçtiği bölgelerdir. A B D ’nin 21. yüzyıl stratejisi Avrasya’ya hakim olmak üzerine kurulmuş durumdadır.
Bölge aynı zamanda emperyalist sistemin zayıf halkaları olan ülkeleri kapsamaktadır. Kapitalist gelişmenin önemli bir seviyeye ulaştığı, işçi sınıfının önemli bir güç olduğu, sosyalizmin nimetlerinden faydalanmış ülkelerdeki geri dönüş isteğinin büyüyebilme olası-
lığı, ülke içi gerilimlerin genelde çok yüksek olması, gelir adaletsizliğinin toplumsal gerilimleri tırmandırması gibi etkenler bu ülkeleri gelecekte olası devrimlerin merkezi haline getirmektedir. Bu sebeple bölgeye kelepçe vurabilmek emperyalist merkezler açısından çok büyük önem taşımaktadır. ABD- Türkiye-İsrail (Ürdün-Mısır) ittifakı O r tadoğu’ya kelepçe vurma girişimidir. Son süreçte gündemde olan Balkan ve Kafkas Paktları da bu sürecin parçaları olarak düşünülmektedir.
Türkiye emperyalizmle girmiş bulunduğu ilişkide alt emperyalistleşme rolüne soyunmuştur. Alt emperyalistleşme kavramından bölgesinde etkili ve belirleyici bir güç olmayı anlıyoruz. Tabii bu etki ve belirleyicilik önemli oranda gerçek emperyalist güç ile girilen ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Finans kapitalin altemperyalistleşme çabasının geleceği ile ilgili ipuçları bulabileceğimiz iki alanı da bu bağlamda inceleyelim:
2.2.1 Finans Kapitalin Yurtdışı Sermaye İhracı
Finans kapitalin yurtdışı yatırımları son yıllarda önemli oranda artmıştır. Finans kapitalin yurtdışına yönelik mali yatırımları aracılığı ile elde ettiği faiz geliri 1980’lerde 300-400 milyon $ seviyesinde iken bu rakam I997’de 1.9 milyar $’a, 1998 yılında ise Kasım itibarıyla 2.2 milyar $’a ulaşmıştır. Türkiye 1997 ve 1998 yıllarında dış borçlarına karşılık sırasıyla 4.6 ve 4.4 milyar $ dış borç faizi ödemiştir. Demek ki finans kapital ödenen yıllık dış borç faizinin neredeyse yarısı kadar yıllık yurtdışı faiz gelirine sahiptir. Toplam yurtdışı mali
yatırımların yaklaşık 50 milyar $ civarında olduğu düşünülmektedir. 14
Yurtdışı yatırımları sadece mali yatırımlarla sınırlı değildir. 1998 yılı başı itibarıyla 700 dolayında Türk firması kırktan fazla ülkeye 1.5 milyar $ tutarında doğrudan yatırım gerçekleştirmiştir. Doğrudan yabancı yatırımların yöneldiği ülkelerin başında İngiltere (%26.2), Almanya(%l8.5), Fiollanda (%7.6) ve Lüksemburg(%5.8) gibi A B ülkeleri gelmektedir. Bilindiği gibi emperyalist ülkelerin yaptıkları dış yatırımların büyük kısmı kendi aralarında gerçekleştirdikleri yatırımlardır. Bu dört ülkeyi Azerbaycan takip etmektedir. Azerbaycan’da 60 milyon $’lık Türk doğrudan yatırımı bulunmaktadır. Görüldüğü gibi Türkiye’nin MİT aracılığı ile Azerbaycan’da darbe girişiminde bulunmasını anlaşılır kılabilecek koşullar mevcuttur. Yine Rusya, Kazakistan ve Romanya finans kapitalin sabit dış yatırımlarından en büyük payı alan ülkelerdendir.
Yatırımların yoğunlaştığı sektörlerin başında bankacılık sektörü gelmektedir. Bu sektör toplam yatırımların %52.2’sini toplamıştır. İmalat sanayine yönelik yabancı sabit yatırımlar ise toplamın %22.5’ine ulaşmıştır. Ticaret (% 19.9) ve inşaat (%3.7) ise yine önemli paylara sahip iki sektör olarak dikkat çekmektedir.
Dış yatırımların böylesl bir seviyeye ulaşmış olması dış politikayı finans kapital için daha da önemli bir alan haline getirmektedir. Özellikle O rta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri’ne yönelik önemli bir yatırım yoğunlaşmasının gerçekleşmesi mümkündür. Türkiye finans kapitali dünyanın en hızlı büyüyen
85 —
türkiye ekonomisi__
— yol
pazarları olan Çin ve Güneydoğu Asya pazarlarından kendi payına düşeni almak isteyecektir.
2.2.2 Askeri Sınai Kompleksin Gelişimi
Türkiye alt emperyalistleşme sürecinde ilerlemeye gayret eden bir ülke olarak askeri sınai kompleksin gelişimi noktasında önemli adımlar atmaktadır. Bu konuda 15 yıldır sürdürülen savaş önemli bir sermaye birikim olanağı sağlamıştır. Türkiye finans kapitalinin gelişme stratejisi içerisinde askeri yatırımların önemli bir yere sahip bulunduğu bilinmektedir. Ordu, önümüzdeki 20 yıl içinde silahların modernizasyonu için 150 milyar S ’lık bir kaynak ayırdığını açıklamış bulunmaktadır. Dünya silah pazarının yıllık 600-700 milyar $ seviyesinde olduğu düşünülürse bu çok önemli bir rakamdır. Bu kaynakların önemli bir kısmı silah ihracatı yoluyla uluslararası silah tekellerine akıtılacaktır. Fakat önemli bir kısmı da yerel askeri sinai kompleksin sermaye birikimi için değerlendirilecektir.
Yine devlet bütçeleri içerisinde Milli Savunma Bakanlığı’nın aldığı pay büyümeye devam etmektedir. Örneğin 2000 yılı bütçesi incelendiğinde Türkiye’nin silahlanmaya, eğitime ve sağlığa ayırdığından daha fazla pay ayırdığı rahatlıkla farkedilecektir. MSB bütçesinin GSMH içindeki payı 1994 yılında %2 iken,1995’te % 1.9, I996’da %2.2, I997’de %2.3, I998’de ise %2.8 olmuştur. 15
Türkiye dünyanın en büyük silah ithalatçılarından biri olmaya devam etmektedir. 1989-1993 döneminde Türkiye toplam 7.73 milyar $’lık silah
__ 86
ithalatı yapmıştır. Bu rakam Ortadoğu’daki tüm komşuların ithalatından daha büyük bir miktara denk düşmektedir. A BD ve Kanada hariç 1993-96 yılları arasında N A T O ülkeleri tarafından verilen silah ihalelerinin %25’i Türkiye kökenlidir.
Türkiye emperyalizm açısından tam bir ateş çemberi olan Balkanlar-Orta- doğu-Kafkaslar bölgesinde N A T O ’nun gerçekleştireceği operasyonların en önemli unsurlarından biri olarak hazır- lanmaktadır. Geliştirilen savaş stratejileri, bölgede gelişebilecek devrimci ve anti-emperyalist kalkışmalara yanıt üretebilmek amacına yöneliktir. Hantal ve ağır yapı, dar fakat profesyonel ve vuruş gücü yüksek bir seviyeye geliştirilmek istenmektedir. Yüksek hareket yeteneği ve kriz bölgesine hızla intikal yine T SK ’nin gelecekteki yapısının stratejik bileşenleridir. N A T O ’nun yeni konsepti dikkate alınırsa Türkiye’nin gelecekteki misyonu daha da anlaşılır bir hale gelmektedir. Bilindiği gibi N ATO , açıkladığı yeni konsepti uyarınca dünyanın istediği ülkesine demokrasi, barış, insan hakları gibi gerekçelerle askeri müdahalede bulunabilecektir. Bu dünya halklarına verilen bir ültimatomdur. “ Sîzler Fukuyama’nın Tarih’in Sonu tezine ikna olmamakta ısrar edip, yine liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin dışına taşma yoluna giderseniz karşınızda serbest piyasanın ve liberal demokrasinin ordusu N A T O ’yu bulacaksınız” . Hatta kimi zaman bu kadar ileri gitmek bile gerekmemektedir. Geçtiğimiz yıl gerçekleştirilen Yugoslavya operasyonu önemli bir ilke imza atmıştır. İlk kez bir ulus devlet, kendi iç sorunları bahane edilerek günlerce
bombalanmıştır. Türkiye bu operasyona bilfiil hava kuvvetleri aracılığı ile katılmıştır. Yine incirlik’ten kalkan uçaklar hergün Irak’ı bombalamaktadır. Türkiye, deprem sürecinde binlerce ton petrolü karşılıksız olarak Yumurtalık’a pompalayan Irak’a şükranlarını bu şekilde iletmektedir.
Türkiye finans kapitalinin savaş üzerine bir gelecek hayal ettiği ortadadır. Türkiye askeri sanayi altyapısına önemli oranda sahiptir. Demir-Çelik üçüncü önemli ihraç maddesi haline gelmiştir. Otomotiv yatırımlarındaki gelişmeler, rahatlıkla silah sanayine dönüşebilecek bir alan yaratmıştır. Son yıllarda doğrudan silah sanayi alanında yatırım yapan firmaların sayısı önemli oranda artmıştır. “ Bu kuruluşlardan TAI insansız hava aracı, eğitim aracı, savaş ve nakliye uçağı; TEI uçak m otoru ; FM C -N uro l paletli zırhlı araç; O T O K A R tekerlekli zırhlı araç; RO KETSA N Stinger füzesi ile çok namlulu roketler, MİKES F-16 uçakları için elektronik harp sistemi, Aselsan elektro optik ve güdüm sistemleri üretmektedir.” 16 Aselsan’ın ürettiği gece görüşlü dürbünler dünya çapında ün kazanmıştır. FNSS şirketi Birleşik Arap Emirlikleri’ne 136 adet zırhlı araç satışına dair bir anlaşma imzalamıştır.
Yine benzeri şekilde son günlerde ortaya çıkan nükleer enerji tartışmalarını da bu başlık altında incelemekmümkündür. Bölgesel bir emperyalist
güç olma gayretindeki Türkiye’nin nükleer silah üretebilen bir ülke olmadan bu noktaya yükselebilme olanağı çok yüksek değildir.
SO N U Ç
Türkiye ekonomisine yönelik genel bir bakış daha henüz doğru dürüst bir sanayi ülkesi bile olamamış bir ülke izlenimi uyandırmaktadır. Tarım hala ekonomi içerisinde, eskisi kadar ağırlıklı olmasa da önemli bir yer tutmaktadır. Sanayi altyapısı zayıftır, verimlilik oldukça düşüktür. Emek yoğun malların üretimi ağırlıktadır. Modern teknolojilerin ekonomiye adaptasyonu düşüktür. AR-GE harcamalarının payı açısından Türkiye ileri emperyalist ülkeler ile kıyaslandığında çok gerilerde kalmaktadır. Sanayi şirketlerinin karlarının büyük bir kısmı faiz gelirlerinden sağlanmaktadır. Kapasite kullanım oranları düşüktür. 97-98 Asya ve Rusya krizlerinin yarattığı etkiler iç pazardaki daralma ile pekişerek sanayiyi yere sermiştir. Sanayi yatırımlarının en fazla yoğunlaştığı bölge olan Marmara’da yaşanan depremler imalat sanayisini de oldukça olumsuz yönde etkilemiştir.
Bankalar gerçek misyonlarından tamamıyla kopmuş ve devletin faiz ödemeleri ile kar patlamaları yapmaktadırlar. Sermaye yapıları son derece yetersiz olan bankalar, borç faiz ödemelerinin bütçe gelirlerinin %88’ini götürdüğü bir süreçte finans kapitale yönelik sermaye aktarımının odağı haline gelmişlerdir.
Türkiye bu altyapısıyla, birbirini besleyen iki süreci bir arada yaşamaktadır. Dünya koşullarındaki değişmeler Türkiye’yi bu ikili sürecin içerisine sokmuştur. Bir taraftan emperyalist sisteme bağımlılığın her yönden gelişmesi, bir taraftan ise emperyalizmin çıkarları ek-
_______________ türkiye ekonomisi____
------------------------------- 87 —
— yol
şeninde bölgesel jandarma rolünün gelişmesi. Finans kapital halklarımızın geleceğini böylesi bir gidişe ipoteklemiş durumdadır. Bu iki süreç kesinlikle birbirini beslemektedir. Özellikle A B D ’nin, İsrail-Türkiye ittifakının pekişmesi ve bu ittifaka kısa vadede zarar verebilecek güç olan Siyasal İslam’ın etkisizleştirilmesi sonrasında Türkiye yönünde koyduğu irade açıkça ortadadır. 1998 Ağustosu’ndan bu yana yaşanan gelişmeler, ki Türkiye’nin Suriye’ye yönelik sıcak savaş tehditini yükseltmesi ile başlamıştır, finans kapital lehine sonuçlar yaratmıştır. Öcalan’ın yakalanması ve Türkiye’ye iadesi, AB adaylığının tescil edilmesi, Türkiye’nin G-20 ülkelerinden biri olarak kabul edilmesi, IMF’nin Türkiye’yle stand-by anlaşması imzalaması finans kapitalin hanesine yazılan gelişmeler olmuştur.
Türkiye’nin gerçek bir bölgesel güç haline gelebilmesi ise sanayisinin “ çağı yakalayabilmesi” ne bağlıdır. Son yıllarda iç borç faiz ödemeleri olarak finans kapitale aktarılan kaynaklar böylesi bir hedefin gerçekleştirilebilmesine yöneliktir. Fakat kaynaklar sabit yatırımlara gerektiği oranda yönelmemiştir. Finans kapital 1980’den bu yana çok ciddi biçimde siyasal olarak -zorla- desteklenmesine rağmen üretim altyapısında ele avuca gelir bir sıçrama gerçekleştirememiştir. Ekonomik büyüme düzenli sabit sermaye yatırımlarına dayanan ve önü açık bir gelişmeye dayanmaktan ziyade, düşük kur-yüksek faiz oyunu aracılığı ile ülkeye giren sıcak paranın ve faiz gelirlerinin yarattığı suni refahın pompaladığı tüketim artışı ile mümkün olabilmiştir. “Yüksek kamu açıkları ve kısa vadeli sermaye girişi ile desteklenen
_ 88
iç talep genişlemesi büyümenin itici gücü olmuştur. İç talep genişlemesi de tüketimden kaynaklanmaktadır. Ekonominin reel üretken yatırım araçlarından çok, tüketim ağırlıklı olarak büyümesi, büyümenin gelecekte gelir artışı yaratma potansiyelinin geliştirilememesi sonucunu doğurmaktadır. Bu yapı yurtiçi kaynakların artırılmasını olumsuz yönde etkileyen bir faktördür.” 17
Bütün bu gelişmeler gelir dağılımı açısından tam bir barut fıçısını andıran bir ülkeyi yaratmıştır. Devletin ekonomideki rolünün yıllardır emme basma tulumba gibi emekçilerden finans kapitale yönelik bir değer aktarımının gerçekleşmesine hizmet ettiği ülkemizde iki Türkiye aynı anda yaşamaktadır ve bu olgu toplumsal yaşamın her noktasına damgasını vurmaktadır. IMF ile imzalanan stand-by anlaşması ve açılan istikrar paketi iki Türkiye arasındaki uçurumu daha da büyütecektir. Ulusal gelirin %54.9’u nüfusun en zengin %20’si tarafından paylaşılırken, en fakir %20 ise %4.7’lik payla yetinmektedir. Bu rakam I994’e aittir, ki o yıldan bugüne adaletsizlik büyümüştür. Açlık seviyesinde yoksulluk varoşlarda sıkça yaşanan bir gerçeklik haline gelmiştir. İşsizlik kentlerde resmi rakamlara göre bile % 19.2 seviyesine ulaşmıştır. Kırlarda gerçekleşecek tarım reformu bu oranı daha da artıracaktır. Sağlık ve eğitime ayrılan kamusal payın sürekli azaltılması, sosyal güvenlik kurumlarının özelleştirilmesi gibi uygulamalar toplumsal sefaleti pekiştirmektedir. Bu ekonomik gerçeklik, bu toplumsal gerilim kaynağı siyasete etkisini türlü biçimlerde koymaktadır. Merkezi siyasal güçlerin her seçimde daha fazla güç kaybetmesi gibi.
türkiye ekonomisi__
Fakat Türkiye Devrimci Hareketi bu süreci kendi yönüne döndürecek gerekli açılımları gerçekleştirebilmiş değildir.
Medya tekellerinin de yarattığı rüzgarla ortama hakimmiş gibi görünen toz pembe atmosferin dağılması için çok zaman geçmeyecek gibi gözüküyor. Finans kapitalin stratejik hedeflerine yürüme gayreti ile emekçilerin toplumsal kaynaklardan daha az yararlandırılmalarına karşı üretecekleri tepkinin çatışması önümüzdeki süreçte iç siyasetin en önemli dinamosu olacaktır. Toplumsal yaşama denge ve istikrar hakim değildir. Bu sebeple gelişmelerin çok büyük bir hızla yön değiştirmesi her zaman olanak dahilindedir. “Türkiye’ye demokrasi gelecek mi?” sorusunun cevabı -ki demokrasinin yanlış kavram- laştırıldığı bir sorudur- A B üyeliği adaylığından çok daha fazla bu gerilim ve çatışmanın sonuçlarına bağlıdır.
D İPN O TLA R
I - Turkey in Statistics 1997, D İE2- Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi, Prof. Dr. Gülten Kazgan, s. 3363- Gülten Kazgan, a.g.e.
4- “ İşte Tarihi N iyet Mektubu”
5- “ 75. Yılında Sayılarla Türkiye Cumhuriyeti” , D İE
6- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 3547- “ İmalat Sanayiinde İşlendirmenin Yapısı ve Temel Büyüklükleri: 1970- 1995” , Hayri Maraşlıoğlu, İmalat Sanayiinde İstihdam içinde, DİE, s. 948- “ 50 Göstergede Türkiye’nin Nabzı Nasıl A tıyor?” , Ekonomik Forum, 15 Şubat 1998, Yıl 5, Sayı 29- “ İmalat Sanayiinde İstihdam” , Prof.Dr. Tuncer Bulutay, DİE, s. X X II10- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 344I i - “ Ulusal ve Uluslararası Bankacılıkta Rekabet” , Turgut Özkan, İktisat Dergisi, Sayı 387, Şubat-Mart 1999, s. 43
12- Turgut Özkan, a.g.y.13- “ Düşbozumlarınm Yüzyılı” , Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 6 Ocak 200014- Gülten Kazgan, a.g.e., s. 36315- “Türkiye Savaş Ekonomisi Koşullarında Yaşıyor” , Suat Parlar, Özgür Üniversite Forumu-Türkiye Nereden Nereye?, Sayı 7-8, Nisan-Eylül 1999, s. 86-10116- Suat Parlar, a.g.y.17- “Türkiye’nin O rta ve Uzun Dönemli Stratejik Hedefleri”, Prof. Dr. Orhan Güvenen-DPT Müsteşarı-
Ö. Demir
EMPERYALİST EGEMENLİK İLİŞKİLERİ VE ORTADOĞU1. BÖLGENİN TANIMLANIŞI
Medeniyetin ilk ortaya çıktığı ve geçmişte dünyanın merkezi olarak kabul edilen bu bölgenin, modern tarihteki isimlendirilmesi; kendisinden kaynaklanan niteliklerle değil, her zaman emperyalizmin bölgeye bakışıyla bağlantılı olmuştur.
Osmanlı zamanında bölge “ Şark” olarak anılır, “ Şark Meselesi” kavramı ise Acem imparatorluklarıyla yaşanan sorunları anlatmak için kullanılırdı. Aynı kavramın 19. yüzyılın sonundan itibaren Batı’nın dilinde ifade ettiği şey; yıkılmakta olan OsmanlI’nın egemenliği altındaki toprakların ele geçirilmesi oldu. “ Şark’- ın” haritası birinci savaş sırasında emperyalist petrol şirketleri tarafından “ kırmızı sınır” olarak çizilmişti.
“ Ortadoğu” ismi ise ilk kez II. Dünya Savaşı sırasında, İngiliz birliklerinin sorumluluk alanlarından birisini tarif ederken kullanılmış ve bu süreçten sonra yaygınlaşmıştı. Emperyalizmin literatüründe “ Şark meselesi” , “ Ortadoğu” olurken, kapsadığı coğrafya da Osmanlı sınırlarından daha ö teye Kuzey A frika ’dan Hindistan’a kadar genişliyordu.
Şimdi Sovyetler’in çözülmesinin ardından Ortadoğu kavramı yerine, özellikle A BD merkezli değerlendirmelerde Kuzey Afrika’dan Balkanlar’ı da içine alarak İç Asya’ya kadar uzanan alanı tarif eden
__ 90 ______________________________
“ Büyük Ortadoğu” (Greatest Middle East) veya “Avrasya” kullanılmaktadır.
Fransız kaynaklı tanımlamalar ise; kendi inisiyatif alanı olarak gördükleri Kuzey Afrika’yı, Mısır dahil dışında tutarak Ortadoğu’yu; Türkiye, Arap Yarımadası ve İran’la sınırlandırıyorlar.
Elbette bir şeyin ismini değiştirmek onun kendisini değiştirmiyor, önemli olan verilen isim değil, o şeyin hangi nitelikleri içerdiğidir.
Bölgenin ismini ve çapını belirleyen birden çok coğrafi, siyasal, dinsel nitelikten söz edilebilir; İslamiyet, Araplık, petrol, hatta su gibi... Fakat 20. yüzyıl boyunca tüm bunlardan daha belirleyici olan öğe, emperyalist güçlerin bölgeyi tekeline alma çabası olmuştur. Burada genel olarak emperyalizmin değil, emperyalist güçlerin bölgeyi ele geçirme çabasından söz ediyoruz. Çünkü O rtadoğu dünyanın diğer bölgelerinden farklı olarak taşıdığı zenginlik, bulunduğu coğrafya nedeniyle emperyalist, hatta bölgesel sömürgeci güçlerin ilk gözünü diktikleri, ele geçirmek veya elde tutanları boşa düşürmek için açık ve gizli savaşların en fazla yürütüldüğü, paylaşım rekabetinin halkların kaderine en çok damgasını vurduğu bölgedir. I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası ele geçirme ve kışkırtmaların en bol örneklerini taşıyordu, iki kutuplu dünya sırasında bu diyalektik farklı biçimlerde işlemeye
devam etti, fakat 90 sonrası bölgenin siyasi haritasının değişmesinin ardından, yüzyılın başında yaşananlardan çok daha fazla, emperyalist güçlerin ve bölgedeki uzantılarının egemenlik kapışmalarına şahit olunacaktır.
2. EMPERYALİST REKABET VE "ŞA R K "D A İN G İL İZ EGEM ENLİĞİ
EM P ER Y A LİST R E K A B ET İN Ö ZÜ
Batılı egemen güçlerin bölgeye müdahalesi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin sömürgecilik tarzına değil, dünyanın toprak bakımından paylaşımının tamamlandığı ve yeniden paylaşımının gündemleştiği emperyalist döneme denk düşer. Bu önemli bir ayrımdır, çünkü sömürgecilik ilişkilerine yeni bir anlam ve boyut katan emperyalizm; sadece nicelik olarak sömürgeciliği hızlandırmakla kalmayacak, nitelik olarak da yeniden paylaşım ilişkisini sürekli hale getirecektir.
Lenin, tekel öncesi kapitalizmin gelişme sınırına 1860-1870 yılları arasında vardığını ve emperyalist çağa geçişle birlikte sömürge fetihleri konusunda olağanüstü bir artış olduğunu söylüyordu. Verilen tarihlere uygun şekilde bölgedeki sömürgeleştirme girişimleri de hız kazanmıştı. İngilizler, Osmanlı egemenliğinde olan; Kıbrıs’ı I878’de anlaşmayla, Mısır’ı I882’de, Berbera’yı 1884’te, Sudan’ı I889’da işgal ederek ve Arabistan Yarımadası’nın güneyindeki Umman (1892), Kuveyt (1899), Katar şeyhliklerini anlaşmaya zorlayarak ele geçirdi. Diğer yandan Fransa; Tunus (1881) ve Cezayir’in bir bölümünü, İtalya; Libya’yı
(1911), Rusya ise Gürcistan’ı, Kuzey Azerbaycan’ı, Ermenistan’ı işgal etti. Bölgede ayrıca 1907 yılında İran’ın kuzeyini Rusya, güneyini ve Afganistan’ı İngiltere nüfuz bölgesi ilan etti.
Klasik sömürge politikasını hızlandırmak emperyalist aşamaya geçişin önemli sonuçlarından birisidir, böylelikle kısa sürede dünyanın toprak bakımından paylaşımı tamamlanacaktır, fakat emperyalizmin ayırdedici karakteristiği tam da bu aşamadan sonra belirginleşir.
“ Dünyanın paylaşılması gerçekleştiği zaman, kaçınılmaz olarak bir sömürge tekeli çağı açılmış,bunun sonucu olarak da dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi yolunda son derece şiddetli bir savaşım başlamıştı.” 1
Dünyanın “ boş” topraklarının fethi süreci bittiğinde, emperyalist güçler eline geçirdiği kadar sömürge ile yetinmedi, aksine tekel çağının zorunlu sonucu olarak, sömürge tekelinin de ele geçirilmesi yönünde kıyasıya bir çatışmayı başlattı. Bu durum emperyalist güçlerin egemenlik arzularının bir sonucu değil, kapitalizmin eşitsiz gelişimi yasası uyarınca güç ilişkilerinin değişimi ve değişen güç ilişkilerine göre paylaşımın yeniden düzenlenmesi zorunluluğundan kaynaklanır. Dolayısıyla yeniden paylaşımın süreklileşmesi ve bunun sonucu olarak savaşlar emperyalist çağın kaçınılmaz sonuçları olmuştur.
“ Kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusu da paylaşmaya katmanların gücünden, bunların genel ekonomik, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılan- ların gücü aynı şekilde değişmemektedir,
_________emperyalizm ve ortadoğu___
--------------------------------------------- 91 —
— yol
çünkü kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişeceği düşünülemez. Almanya, yarım yüz yıl kadar önce kapitalist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle karşılaştırıldığı zaman zavallı önemsiz bir ülkeydi; Rusya ile karşılaştırıldığı zaman Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde emperyalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değişmeden kalacağını söyleyebilir miyiz? Kesinlikle söylenemez.” 1 “ Güçler arasındaki ilişki değişikliğe uğradıktan sonra kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” 3
20. yüzyıl boyunca iki dünya savaşı ve sayısız bölgesel savaşlar bu tespitleri doğrulamıştır. Emperyalist güçler arasında kimi dönem uzlaşmalar da olmaktadır, fakat bunlar Lenin’in söyleyişiyle iki savaş arasındaki mütareke (ateşkes) dönemleridir, daha ileri değil. Bu dönemlerde de emperyalist paylaşım darbeler, bölgesel savaşlar gibi bir çok biçim altında sürdürülmektedir. İkinci savaştan bu yana birden çok yerde, bölgesel savaşlar kesintisizce süregelmiştir. Bu savaşlarda ölenlerin I. Dünya Savaşı’- nda ölenlerden daha çok olduğu bilinmektedir. Unutulmaması gereken emperyalist rekabetin varlığı ve dünyanın ekonomik olarak yeniden ele geçirilmesinin kesintisizliğidir. Sorunun özü budur.
Emperyalist paylaşımın barışçıl mı, savaş yoluyla mı, yoksa bölgesel uzantıları arasında savaşlarla, darbelerle, ambargolarla veya rüşvet yoluyla mı yürütüleceği sorunun biçimsel yanıdır. Bu esas gözden kaçırıldığı zaman emperyalizmin hareket yasası anlaşılamaz olur.
___ 92
İN G İL T E R E ’N İN SÖ M Ü RG E T E K E L İ
Birinci Yeniden Paylaşım Savaşı’nda Almanya, Avusturya-Macaristan ve O smanlI İmparatorluğu’nun oluşturduğu İtilaf Devletleri yenilgiye uğradılar. Henüz savaşın başında Fransa ve İngiltere’nin, Osmanlı topraklarını ayrıntılı olarak bölüştükleri Sykes-Picot gizli anlaşması, I920’de San Remo ve ardı sıra bir dizi anlaşma ile resmileşti. Bölgenin ulusal niteliğine göre değil, petrol kuyularına göre çizilen sınırlarla devletler yaratıldı. Klasik sömürgeciliğin lanetli mirası olan bu temelsiz sınırlar, Kürtler ve Filistinliler gibi bölgenin en eski halklarını ülke- siz bırakmış, İsrail gibi uzantı, Bahreyn, Kuveyt, Katar gibi petrol kuyusu devletleri, hatta Kuveyt ile Suudi Arabistan arasındaki “Yansız Bölge” gibi “ devletsiz ülke” de yaratmıştı. İngiliz Sykes ve Fransız Picot’un Paris’te bir otel lobisinde cetvelle çizdikleri sınırlar, günümüze dek bitmez tükenmez savaş ve iç savaşlarla yeniden yeniden inkar edilecektir.
Sonuçta; daha önceki sömürgelerine ek olarak, Lübnan ve Suriye Fransa’ya, Irak, Ürdün ve Filistin ise İngiltere’ye geçiyordu. Arabistan Yarımadası’nda kalan topraklar bölgedeki Arap şeyhleri Osmanlı’ya karşı ayaklandırılarak süreç içinde İngiltere’nin nüfuzuna girmişti. Diğer önemli gelişme İngiliz mandasında olan Filistin’in Yahudi göçüne açılması ve İsrail’in emperyalizmin uzantısı olarak bölgeye yerleştirilmesiydi.
Birinci savaşın ardından İngiltere genelde sömürge tekelini, bölgede ise bilinen enerji kaynaklarının büyük bölümünü ele geçirmişti. “ Üzerinde güneş
batmayan” imparatorluğun, askeri üstünlüğüne dayanan egemenliği, bugünün A B D ’sinin bölgedeki inisiyatifiyle karşılaştırılamayacak kapsamda ve derinlikteydi. İran (para basma, petrol, tütün, demiryolu vs. tekeliyle) ve Suudi İmparatorluğu (anlaşmayla statüsü belirlenmişti) yarı sömürgeleri; Hindistan, Irak, Ürdün, Filistin, Kıbrıs, Mısır, Sudan ve Suudi Arabistan Yarımadası’nda Yemen ve Umman’ın bulunduğu Aden bölgesi ise sömürgeleriydi. Bölgenin asli ganimeti olan petrol ise ilk olarak İran’da I908’de çıkmış bu alanın işletim tekeli İngiltere’nin eline geçmişti. O tarihlerde bilinen en önemli yataklar olan Musul petrollerinde ise üretim I927’de başlamıştı. Musul’da önce “Türk Petrolleri Şirketi” , daha sonra “ Irak Petrolleri Şirketi” adıyla petrolü işleten konsorsiyumun dörtte üç hissesi İngiltere’ye aitti ve ayrıca “ kırmızı hat” denilen sınırlar içindeki (Osmanlı sınırları ve Arabistan Yarımadası’nın Kuveyt dışında tümü) petrol imtiyazı bu şirketin tekelindeydi.
OsmanlI’dan sonra “ Şark” daki egemen güç İngiliz emperyalizmi oldu.
K A R Ş IT U N S U R LA R
Birinci savaşın ardından İngiliz İmpara- torluğu’nun gücü doruk noktasına ulaştığında klasik sömürgecilik de dünya yüzeyinde en geniş coğrafyayı işgal ediyordu. Fakat aynı dünya gerçekliği; klasik sömürgeciliğin maliyetini olağanüstü artıran ve dolayısıyla İngiliz emperyalizminin bir sömürge tekeli oluşturmasını engelleyen bir çok karşıt unsur da barındırıyordu. Bu unsurlar imparatorluk ve klasik sömürgeciliği ulaştıkları
doruk noktasından itibaren parça parça çözmeye başlayacaktır.
İngiliz İmparatorluğu’nun egemenliğini kabalaştırması karşısındaki birinci engel Bolşevik Devrimi’ydi. Devrim sadece Rusya’yı emperyalist rekabetten çekmekle kalmadı, ezilenlerde yarattığı kurtuluş umuduyla metropollerde sınıf hareketini ve sömürgelerde ulusal hareketleri ateşledi. Daha önemlisi oluşturduğu güç dengesi ve anti-emperyalist mücadeleleri destekleme politikasıyla, kurtuluş savaşlarının en önemli uluslararası dayanağı oldu.
İkinci engel yirmili yıllardan itibaren başlayan ve ikinci savaşın ardından çığ gibi yükselen ulusal kurtuluş hareketleridir. Bölgede ulusçuluk oldukça karmaşık bir nitelik arz etmiştir. Daha sınırlı olmak üzere İslamiyet’in devrimci yorumunu temel alan ulusçuluk ya da baskın olarak Sovyet Devrimi’nin etkisiyle şu veya bu tonda sosyalist renkler taşıyan ulusçuluk (Baas Hareketi, daha sonraları Nasır ve Kaddafi çizgisi) ya da bugün de varlığını gösteren önceleri Osmanlı’ya karşı İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin, daha sonra da emperyalist güçlerin birbirlerine karşı kışkırttıkları, kimi zaman emperyalist güçlerin basit piyonları, kimi zaman da güçler arasında dengede oynayan bir politika yürütmüş ve emperyalist müdahaleye bölgede hareket alanı açan “ ulusçuluk” - tan söz edilebilir. Fakat ulusalcılığın üç türü de farklı açılardan klasik sömürgeciliğin maliyetini artırmaktaydı. Ulusal hareketlerin yükselişi askeri harcamaları artırmaya zorluyor, askeri harcamalardaki artış ise başlangıçta metropol ekonomisinde bir canlılık yaratsa da, giderek daha çok sermayenin üretken
_________emperyalizm ve ortadoğu___
--------------------------------------------- 93 —
— yol
ve geri dönüşü olmayan alanlara kayması gibi önemli bir dezavantaja yol açıyordu.
Üçüncü önemli unsur ise; başta ABD olmak üzere diğer emperyalist güçlerin oluşan statükoya ve sömürge tekeline itirazları ve bu yöndeki girişimleriydi.
A B D ’nin birinci savaş sonrasında sömürgelerin tüm güçlere ekonomik olarak açılması isteği, İngiltere ve Fransa tarafından reddedilmişti. Buna karşılık, Latin Amerika’da geliştirdiği yeni sömürgeci metotların deneyimine sahip olan ABD, bölgedeki İngiliz egemenliğini ve sömürgelerini parça parça kemirmeye başladı. Bir yandan Arap ulusçuluğunu kışkırtarak; Arabistan Yarımadası’nda çıkan iç savaşta İngiltere’nin yönlendirdiği Şerif Hüseyin’e karşı Suud’ları desteklemiş, Suudi Krallığı kurulduğunda(l932) tüm ayrıcalıkları ele geçirmişti. Diğer yandan iktisadi sızma yöntemleriyle; “ kırmızı hat” anlaşmasını tanımayarak İran (1921), Bahreyn ve Suudi Arabistan’la yaptığı anlaşmalarla (1933) bölgedeki emperyalist tekelin en önemli ganimeti olan petrolde payını giderek artırmıştı. “ 1938’den I948’e kadar olan dönemde Ortadoğu’da üretilen petroldeki Amerikan payı % 13,9 dan %55,2’ye çıkmıştı.” 4 Ortadoğu’nun egemenlik haritasında A BD lehine bu tarzdaki bozulmalar ikinci savaşa kadar devam edecektir.
Ö te yandan 1929 dünya bunalımının yıkıcı sonuçları metropollerde devrim- karşı devrim süreçlerini hızlandırmış, emperyalist paylaşımda geride kalan Alman, Japon ve İtalyan finans kapitali, iktidara gelen faşist yönetimler aracılığıyla hızlı bir militarizasyona girişmişlerdi. Çok geçmeden bu güçler İngiliz sö
mürge tekelini askeri yönden ihlal etmeye başladılar. Japonya 1931 ’de Mançur- ya’yı ve 37’de Çin’i, İtalya 1934’te Etiyopya’yı işgal etti. Almanya’nın 38’de Avusturya’yı işgalinin ardından emperyalist paylaşım bir kez daha dünya savaşına sıçradı.
Ortadoğu’da İtalya ve Almanya ittifakı bir yandan Fas, Tunus, Cezayir ve Mısır’ın çeşitli bölgelerini işgal ederken diğer yandan Araplar’ı da kışkırtmaya çalıştılar. Kendisini “ Müslümanlar’ın Hamisi” ilan eden Almanya; İngiltere’ye karşı “ cihad” ilan eden fetvaları radyo aracılığıyla propaganda malzemesi olarak kullanmaktan, kimi ayaklanmaları (Irak 1941 ordu ayaklanması, İngiliz askeri müdahalesiyle başarısızlığa uğrayacaktır.) desteklemeye kadar bir çok girişimde bulundu. Fakat esasta mihver devletlerin Ortadoğu’ya müdahalesi petrolün diğer yatağı olan Kafkaslar’ın ele geçirilmesinin ardından, güneye sarkma biçiminde planlanmıştı. Alman birlikleri, Moskova önlerinde Kızıl Ordu tarafından ezildiğinde bu planlar da boşa düşecektir.
Sonuçta ulusal hareketler ve emperyalist rekabet, İngiliz İmparatorluğu’nun salt askeri üstünlüğe dayanarak sömürge tekelini korumasını imkansızlaştırmıştı. Aynı sorunlar ikinci güç olan Fransa için daha fazla belirleyici olmuş ve klasik sömürgecilik, bu en zayıf halkasından kırılmaya başlamıştı. Lübnan ye Suriye’de 1941 ’de başlayan ayaklanmalar, i 946'da Fransız askerlerinin püskürtülmesiyle bağımsızlıkla sonuçlanacaktı. Gelen yıllarda ise Ortadoğu’yu kurtuluş savaşları yangını saracak ve klasik sömürgecilik ele geçirdiği topraklardan teker teker çekilmek zorunda kalacaktı. 5
__ 94
3. YEN İ G Ü Ç D EN G ELERİ
II. Dünya Savaşı sonrası dünya güç dengeleri çok köklü değişimlere uğradı. Japonya ve Almanya emperyalist rekabetten, İngiltere ise egemen güç olmaktan düştü. Dünya, SSCB ve A BD şahsında sosyalizm ve emperyalizm dengesine oturuyordu. A B D ’nin yükselişine rağmen, “ bir bütün olarak “ emperyalizm, sosyalizm karşısında bir çok cephede yenilgiye ve muazzam bir mevzi kaybına uğramıştı. Gelecek yıllarda emperyalistler arası ilişkinin niteliğini tümüyle bu yenilgi belirleyecektir.
Emperyalist kamp Nazi Almanyasfmn Sovyetler’i dize getireceğini bekliyordu. Tam tersi oldu. Sovyetler, Avrupa’nın yarısını da kapitalizmden kopardı. Kalanı ise sosyalizmin kazandığı itibar ve savaşın yıkıcı etkileri nedeniyle devrim tehdidi altına girmişti. Birinci savaş sonrası yenilen Almanya’nın sosyalizmin kıyısından dönüşü egemenlerin hafızalarından silinmediği için, emperyalizm önce cephe gerisinde savaşmak zorunda kaldı ve ABD tüm olanaklarını Avrupa’da kapitalizmi yaşatmak için seferber etti.
Dünya kapitalizminin dümeni 60’ların ikinci yarısına kadar A B D ’nin elindeydi, kurumlan da (IMF, O EC D ), kuralları da (Bretton W oods) o belirliyordu. Tek başına dünya G SM H ’sının üçte birini gerçekleştiren, eski rakipleri Almanya ve Japonya’nın anayasalarını askerinin gölgesinde yazdıran ABD, “Amerikan çağı” nın başladığına inanmıştı. Fakat Avrupa’yı kendi çıkarları yönünde imar ederken kaçınılmaz olarak egemenliğini alttan alta oyacak dinamikleri, karşıtlarını da üretti.
A B D ’nin, Avrupa kapitalizmine göre çok daha hızlı geliştiği bilinir. Bunun en önemli nedeni; feodal dönemi yaşamaması, yani eski üretim teknikleri ve ilişkilerinin engeline takılmadan yarışa başlamasıdır. Marx’ın söyleyişiyle A B D ’de “geçmiş geleceğin üzerine kabus gibi çökme” miştir. Savaş sonrası Avrupa ve Japonya’nın yıkılmış ekonomileri aynı zamanda geri tekniklerin de ortadan kalkması demek oluyordu. Bu ülkeler sanayilerini inşa etmeye günün en ileri teknikleriyle başladılar ve engellerden sıyrılmış ekonomi A B D ’ye göre çok daha büyük bir hızla gelişti. Savaş büyük bir yıkımdı ve büyük bir yenilenme olanağı da yarattı. 60’lar sonrası yaşanan hızlı ekonomik büyümenin (boom) kökenlerini burada da aramak gereklidir.
Savaş sonrası eşitsiz gelişme yasası bu temelde işleyecek ve 70’lere gelindiğinde emperyalist güç dengelerini bir kez daha değiştirip, A B D ’nin ikinci savaş sonrası koyduğu ekonomik ve siyasi dayatmaları adım adım boşa düşürmeye başlayacaktır.
Savaşın geriden gelen sonuçları dünya haritasını değiştirmeye devam ediyordu. Klasik sömürgecilik dünya nüfusunun en yoğun olduğu bölgelerde peş peşe yıkılıyor ve Çin’de olduğu gibi ulusal kurtuluştan sosyal kurtuluşa yöneliyordu. (47’de Hindistan, 49’da Çin ve Endonezya Devrimleri). Sosyalizm tehlikesi metropollerden sonra sömürgelere sıçramıştı. Bu dalga karşısında sömürge tekelinin askeri yükünü taşıyamayan İngiltere, patronluğu ve aynı zamanda kapitalizmin dünyasal sorunlarıyla boğuşmayı A B D ’ye bırakıyordu. Önce Yunanistan ve T C ’ye dönük taahhütlerinden vazgeçip bunları A B D ’ye devredecekti. Bölge-
_________emperyalizm ve ortadoğu___
--------------------------------------------- 95 —
— yol
nin diğer alanlarında ise devir teslim; sözü edilen tehditler nedeniyle bir yandan Anglo-Amerikan ittifakı biçimini alırken, diğer yandan İngiltere’nin lehine olan sömürge ayrıcalığının A BD lehine “yeniden paylaşımının” çelişkilerini içerecekti.
4. O R TA D O Ğ U 'D A A B D EG EM EN LİĞ İ
S O Ğ U K SA V A Ş DÖNEM İ (1947-1969)
A BD emperyalizmi savaştan üstün çıkmanın verdiği güvenle sömürge tekelini ele geçirmeye soyunuyordu. Bu süreç kimi zaman iki dünya savaşında olduğu gibi silahlı paylaşım tarzında (Kore gibi), kimi zaman askeri işgal yoluyla (Yunanistan, Vietnam, Lübnan gibi) çoğunlukla da Fransa ve İngiltere’ye karşı ulusal hareketleri kışkırtma ve darbeci yöntemlerle hegemonyayı ele geçirme biçiminde işleyecektir.
A B D ’nin sözü edilen iktisadi düzenlemelerini, “ Hür Dünya, Demokrasi, Özgürlük” şiarları etrafında komünizme karşı muazzam bir ideolojik saldırı kampanyası izlemiş ve ardından bunları tamamlayan askeri doktrinler geliştirilmişti. Soğuk Savaş diye de adlandırılan bu dönemde; Truman (1947) ve Eisenhower (1957) doktrinleri ilan edildi.
A B D ’nin Ortadoğu politikası genel hatlarıyla Sovyetler’i alanın dışında tutmak, ulusal kurtuluş mücadelelerinin etkisizleştirilmesi için askeri olarak bölgeye nüfuz etme ve egemenliğinin ganimeti olarak ayrıcalıkları ele geçirme üzerine kuruluydu.
__ 9 6 ______________________________
Truman doktriniyle Sovyetler’i askeri olarak kuşatma (containment) politikası bir taraftan N A T O ’nun kuruluşunu hazırlarken diğer yandan bölgede askeri üsler oluşturmaya girişti. TC ve Yunanistan’a yapılan 400 milyon dolarlık askeri-ekonomik yardımla, her iki ülkeye de Amerikan üsleri yerleştirildi. Aynı program çerçevesinde Suudi Arabistan’- a ve Bahreyn’e de Amerikan üsleri açıldı ve “ Ortadoğu Gücü” (M IDEASTFOR) adıyla yeni bir askeri birlik oluşturuldu. Truman doktrini kapsamındaki temel adımlardan birisi de İngiltere’nin itirazlarına rağmen askerlerinin Filistin’den çekildiği gün (1947), A B D ’nin himayesinde İsrail Devleti’nin ilan edilmesidir. Bu gelişme birinci İsrail-Arap Savaşını başlatmıştı.
Aynı dönemde gerçekleşen İran olayı, hem A B D ’nin Latin Amerika’da uyguladığı darbeci tarzın bölgedeki ilk örneği idi, hem de emperyalist inisiyatifin el değiştirme biçimini gösteriyordu. Mayıs 1951’de Komünist Parti T U D EH ’in de desteklediği ulusalcı Musaddık hükümeti iktidara geldiğinde tamamı İngiltere’ye ait olan Anglo-Pers (geleceğin BP’si) petrol şirketini millileştirecek ve monarşiye son verecekti. Buna karşılık İngiliz donanması alarma geçirildi, fakat sonuç alamadı. Musaddık hükümeti Ağustos 53’de C lA ’nın örgütlediği darbeyle devrildi ve Şah yeniden iktidara getirildi.6 Müdahale, İngiliz şirketinin yerine kurulan konsorsiyumun yüzde 40 hissesiyle birlikte, İran’da inisiyatifin A B D ’ye geçmesini sağladı. İngiliz ayrıcalıklarına A B D ’nin vurduğu önemli darbelerden birisi buydu.
İkincisi ve daha ağırı Süveyş Krizi’nde olacaktır. 26 Temmuz 1956’da Mısır
Devlet Başkanı Nasır, Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıkladı. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, İsrail’i de dahil ederek Mısır üslerini bombalamaya ve Sina Yarımadası’nı kuşatmaya giriştiler. Sov- yetler’in işgale karşı son derece sert tutum alması ve A B D ’nin destek vermeyip, işgale karşı Birleşmiş Milletler’de Sovyetler’le aynı yönde oy kullanması nedeniyle bu girişim başarısızlığa uğrayacak ve Nasır savaştan siyasi zaferle çıkarken İngiltere Başbakanı istifa etmek zorunda kalacaktı. 56 Aralığı’nda Süveyş’ten askerlerinin çekilmesi İngiltere’nin Mısır’da olduğu gibi Ortadoğu’daki egemenliğinin de bitişini göstermekteydi.
Nasır, Batı’yla ilişkisini kesip tümüyle Sovyetler’e yakınlaşmış, Suriye’de 54’te iktidara gelen Baas-Komünist koalisyonu da Sovyetler’le yakın ilişkiler geliştirmişti, Lübnan’da ve Ürdün’de halk ayaklanmaları başlamış, Cezayir, Tunus ve Fas’ta ayaklanmalar iç savaşa dönüşmüştü.
Ayrıntı, ancak bir eğilimin başlangıcı olarak; A BD inisiyatifinde tespit edilmiş olan, petrol işletimi için üretici ülkelere %50 olarak verilen payı; ilk kez İtalyan ENİ 7 şirketi İran’a %75 olarak önerdiğinde, bu haber petrol dünyasını alt üst etmişti. Diğer yandan Japonya da benzer önerileri Suudi Arabistan ve Kuveyt’e yapıyordu. Diğer emperyalist güçler toparlanıyor ve iktisadi yöntemlerle Ortadoğu’ya sızmaya çalışıyorlardı. Bu girişimler bölge p e tro lle rin in dünya pazarındaki payının artmasına ve üretici ülkelerin elinde daha fazla sermaye birikmesine yol açacaktı.
A B D ’nin bölgeye asıl girişi I957’de ilan edilen, Eisenhower doktriniyle olacaktır. Bu doktrin bölgedeki hegemonya
boşluğunu askeri güçle doldurmayı planlıyordu.
Bu plan açıklandığında Sovyetler Birliği, İngiltere, A BD ve Fransa arasında imzalanacak, altı maddelik bir anlaşma önermişti. Hiçbir yankı bulmayacak bu anlaşmaya göre “ bölgedeki sorunların barışçıl çözümü, içişlerine karışmama, Ortadoğu’nun bloklar arası politikaya karıştırılmaması, askeri üslerin kaldırılması ve yabancı kuvvetlerin çekilmesi, silah satılmaması ve egemenliklerini ihlal etmeyen ekonomik yardımlar yapılması.” 8 öneriliyordu. Barış önerisi, durgunluğa girmiş Amerikan ekonomisine yeni bir açılım olarak düşünülen -generallikten gelen Eisenhovver’in ifade ettiği tarzda- “ askeri sınai kompleks” in geliştirilmesine aykırı bir istekti.
Doktrine TC, Pakistan, Lübnan Ye ayaklanma tehdidi altında olan Ürdün hükümeti ilk elden olumlu yanıt verdi. Ardından Irak, Afganistan, Yunanistan, İsrail, Suudi Arabistan, Libya, Tunus, Fas doktrini kabul ettiklerini açıkladılar. Yapılan anlaşmada “ uluslararası komünizmin saldırısı” halinde A B D ’nin müdahale edeceği maddesine, “ dolaylı saldırı” da eklenerek, iç muhalefete karşı da Amerikan müdahalesi yasallaştırıyordu. Bu maddeye dayanılarak 57’de ABD, Ürdün’deki halk ayaklanmasına müdahale için VI. filosunu Beyrut açıklarına getirdi ve 58’de aynı gerekçeyle Lübnan’ı işgal etti. Bu gelişmelere karşılık Mısır ve Suriye Sovyetler’le kapsamlı askeri anlaşmalar imzalayacaktır.'
Sovyetler’le dünyanın bir çok yöresinde süngü süngüye gelse de; A BD ekonomik, askeri ve siyasi egemenliğini kapitalist dünyanın her tarafına yayabileceğine
_________emperyalizm ve ortadoğu___
--------------------------------------------- 97 —
— yol
inancı tamdı. Kore’ye müdahale etmişti, Ürdün’e, Lübnan’a müdahale etti, Latin Amerika zaten sorgusuz girdiği bölgeydi, Japonya’da 50 bin, Almanya da 250 binden fazla askeri bulunuyordu. İngiltere artık rakip olmaktan çıkmıştı. Burnunun ucunda patlayan Küba Devrimi bu inancı sarsmışsa da ortadan kaldırmamıştı. On yıl boyunca dünyanın her tarafında patlak veren kurtuluş hareketleri A B D ’nin dünya egemenliği hayalini sürekli erozyona uğrattı. Fakat metropollerde büyük kitle hareketleriyle gelen Vietnam Devrimi bu hayaline ölümcül darbeyi vuracaktı.
“A M ER İK A N Ç A Ğ I” N IN SO N U
Vietnam yenilgisini “Vietnam sendro- mu” na dönüştüren neden; sadece A B D ’nin on binlerce askerini bataklıklarda bırakıp kaçtığı için değildi. Bu yenilgi, dünyanın en büyük savaş aygıtının acizliğini gösterdiği ve A B D ’nin dünya egemenliği hayalini yerle bir ettiği için, bir sendroma dönüştü.
Vietnam’ın bir dönüm noktası olduğu aynı yıl ilan edilen Nixon doktriniyle kanıtlanıyordu. Buna göre; II. Dünya Savaşı sonrası dönemin bittiği, bundan böyle Amerikan askerinin çatışmalarda kullanılmayacağı, müttefiklerinin kendi savunmalarını üstlenmeleri gerektiği ve ‘gelecek yönetimlerin görevinin, dünyanın neresinde çıkarsa çıksın Vietnam tipi bir savaşın olmasını önlemek’ 9 olduğu söyleniyordu.
ABD, ilk kez Sovyetler’le nükleer silah indirimi anlaşması (SALT) yapmaya razı oldu. Dünya jandarmasının bu keskin dönüşü, elbette barışseverliğinden değil
__ 98
Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu krizle bağlantılıydı.
60’ların ortasına kadar diğer emperyalist güçler ekonomik açıdan A BD ile rekabet edebilecek güçte değildi. Amerikan malları dünya pazarlarını elde tutmaya devam ediyor, ileri teknoloji gerektiren dallarda da A BD egemenliğini sürüyordu. Fakat demir-çelik, dayanıklı tüketim malları, otomotiv gibi standart sektörlerde Avrupa ve Japonya büyük bir hızla gelişti ve giderek Am erikan pazarında etkili olmaya başladılar. Dış ticaret açığı sürekli büyüyen ABD, korumacı önlemler almak, aşırı ithalatı azaltmak amacıyla doların değerini düşürmek zorunda kaldı. İkinci savaş sonrası doları dünya parası haline getiren Bretton W oods Anlaşması’nı (doların altına karşılık olduğuna ABD güvencesi) Japonya ve Almanya’nın itirazlarına rağmen tek yanlı iptal etti. Kanserleşmiş askeri sınai kompleksin harcamalarını sınırlandırarak, standart sanayiler için kaynak yaratmak zorunda kalacaktı. 70’lerin başında dünya ekonomisinin girdiği durgunluğun da etkisiyle ABD; artık dünya ekonomik sistemini belirlemekten çok uzaktı. “Amerikan Çağı” hülyası Vietnam’dan sonra ikinci darbeyi de ekonomik cephede alıyordu.
Nixon doktrininin Ortadoğu’ya yansıması ise, güçlü bölgesel işbirlikçiler yaratılması biçiminde oldu. En fazla “ insan hakları, demokrasi, barış” denildiği dönemde, Üçüncü Dünya’nın faşist ve işbirlikçi devletleri özel olarak desteklenip güçlendirildi.
Hem eldeki silah stoklarının eritilmesi ve standart sanayilere kaynak aktarılması, hem de bölgesel jandarmalar ya-
ratmak amacıyla; bölge ülkelerine uygulanan silah ambargosu kaldırıldı. 65’lere kadar Avrupa, Kanada, Japonya’ya dönük olan Amerikan askeri yardım programı (FMS-silah satın alınmaya bağlanmış krediler), tümüyle Ortadoğu’ya döndü. Başta İsrail, ardından İran ve Suudi Arabistan bu programlar çerçevesinde olağanüstü silahlandırıldı. A B D ’nin bölgedeki uzantısı olarak İsrail’in bu programdaki yeri, diğer işbirlikçilerden her zaman daha ayrıcalıklı olmuştur. 1967’- den bu yana, yılda 2-3 milyardan az olmamak üzere toplam 82 milyar dolarlık bir yardım alan İsrail; yapılan teknoloji transferi nedeniyle de silah ihracatçısı konumuna yükseltildi. Deniz tarafı dışında hukuki sınırı belli olmayan bu ülke, kuruluşundan itibaren bölgedeki silahlanma ve savaşın doğrudan ya da dolaylı katalizörü olacaktır.
Tahtını “ tanrıya ve A B D ’ye” borçlu olduğunu söyleyen Şah, bu programın diğer müşterisiydi. “ 70-78 arasında İran ordusu 161 bin kişiden 413 bin kişiye ulaştı ve Amerika, tarihinde ilk defa bir Üçüncü Dünya Ülkesi’ne istediği kon- vansiyonel silah satışını kabul etti. Petrol fiyatlarının 73’te tırmanması İran’ın silah aliminin da büyümesine yol açtı. 70-74 yılları arasında silah alımına harcanan para 135 milyon dolardan, 4.3 milyar dolara fırlamıştı. Alınan silahların büyük çoğunluğu dönemin en gelişmiş silahları olduğundan, silahların nasıl kullanıldığını göstermek için bu ülkeye gelen Amerikalı danışman sayısı bir kaç yüz kişiden, 78’de otuz bin kişiye ulaşmıştı.” 10 Bu militarizasyon İran’ın iç politikasına; C IA eğitimli SAVAK ajanlarının her türden demokratik istemi işkencehanelerde boğması olarak yansıdı. İşbirlikçileri
A B D ’nin istediğinden daha fazlasını yapıyordu.
P E T R O L E KA R ŞI S İLA H
A B D ’nin yeni yönelimi; Ortadoğu petrolünün dünya pazarındaki payının hızla artmaya başladığı (40’lı yılların başında 500 milyon ton, 60’lı yılların sonunda 2.200 milyon ton) bir döneme denk geliyordu. Bu dönemde emperyalist güçlerin artan petrol ihtiyaçları, aralarındaki rekabetin fiyatları yükseltişi ve özellikle millileştirmeler, üretici ülkelerin elinde giderek daha fazla sermaye birikmesine yol açmıştı. Emperyalist ekonomi açısından petrolün istikrarlı akışını sağlamak ne kadar önemliyse, bu biriken kaynakların uluslararası sermaye hareketine dahil edilebilmeside o kadar önemlidir. Bunu sağlamanın yollarından birisi ekonomik entegrasyon oldu. Özellikle Körfez bölgesindeki altı ‘devlet’in, (Kuveyt, Umman, BAE, Bahreyn, Suudi Arabistan, Katar) emperyalist şirketlerle girdikleri ortaklık ilişkileri ve banka mevduatları aracılığıyla petro- dolarlar geri dönebiliyordu.” 1973-1981 döneminde O PEC ’in elde ettiği tahmini 400 milyar doların %80’i gelişmiş ülkelerin banka ve şirketlerine yatırıldığı tahmin edilmektedir. Yine Arap-Fransız Bankaları Birliği Başkanı’nın ifadesine göre 1989 yılı sonunda Araplar’ın yurt dışı bankalarda kamu ve özel sektör dahil bloke ettikleri miktar 670 milyar doları geçmekteydi.” " Yeri gelmişken bu entegrasyonun, Güneydoğu Asya’nın Japonya ile ya da Avrupa’nın güneyinin kuzeyiyle, hatta Latin Amerika’nın A BD ile olan ekonomik entegrasyonuyla ala-
_________ emperyalizm ve ortadoğu___
--------------------------------------------- 99 —
— yol
kası olmayan, hiç bir gelişime yol açmayan bir ekonomik bütünleşme tarzı olduğunu söylemek gereklidir. Petrol üretici ülkelerin bunca seneden sonra hala ekonomileri; “ BAE’de %60, Irak’da %99, Suudi Arabistan’da %86, Kuveyt’te %88, İran ve Katar’da %91 oranında petrol gelirlerine bağlıdır.” 12
Petrol gelirlerinin emperyalist kasalara aktarımının başat mekanizması ise silahlanma ve bölgesel savaşlardır. “ 1970 ile 1980 yılları arasında Arap ülkeleri petrolden 2 trilyon 400 milyar dolar gelir elde ettiler. Ve bu rakamın 155 milyar doları doğrudan silah alımına I trilyon doları da dolaylı savunma harcamalarına gitti.” 13 Savaş; silahlanma ile açık değer aktarımı sağladığı gibi, bölge ülkelerinin zaten kaynaklarının çok sınırlı bölümüyle geliştirebildikleri alt yapı ve sanayi varlığını sürekli tırpanlayarak; silah dışındaki ihtiyaçlar açısından da emperyalizme değer aktarımını sağlayan bir araç olmuştur. 8 yıl süren İran-lrak Savaşı’nın ardından İran, ülkesinin yeniden ayağa kalkabilmesi için gerekli paranın 300 milyar, Irak ise 50-60 milyar dolar olduğunu açıklamıştı.
Monarşik ve faşist diktatörlüklerin iktidarlarını koruma amaçlı iç çatışmaları, sınır anlaşmazlıkları, suni olarak yaratılan çelişkiler ve hepsinden önemlisi emperyalist rekabet, savaşı bölgenin ayrılmaz parçası, bir iktisadi unsuru haline getirmiştir.
Petrodolarların gerek iktisadi yöntemlerle gerekse silaha karşılık olarak ele geçirilmesinde; ABD dışındaki emperyalist güçler de söz sahibiydi. Petrol ithalinin %80’ini bölgeden karşılayan Almanya “ petrole karşı silah” ilişkisinde yerini
_100
daha 1962’de, 250 uzmandan oluşan bir ekiple Mısır’da füze geliştirme programı yürüterek almıştı. Ortadoğu’daki biyolojik kimyasal silahların çoğu Almanya kökenlidir. 79 Devrimi’nden sonra A B D ’- nin ambargosuna rağmen İran’la yüksek silah teknolojisi aktarımından, petrol yatırımlarına kadar on milyarlarca dolarlık bir ekonomik ilişki geliştirmişti. Yine Japonya özellikle elektronik dalında İran’da kapsamlı yatırımlara sahiptir. Petrol ithalatının %89’unu yine Ortadoğu’dan karşılayan Fransa; A B D ’nin nükleer tekelini reddedip N A T O ’dan ayrıldıktan sonra, bu sektörde A BD ile rekabet eder duruma geldi. İsrail’in nükleer tesislerini kurduğunda sorun çıkmamıştı, ama aynı tesisleri Irak’ta kurunca (1980), A B D ’nin kışkırtmasıyla; çeşitli sabotaj girişimlerinin ardından İsrail Hava Kuvvetleri 8 I yılında Irak’ın nükleer reaktörlerini yerle bir etti. Tabi ki İsrail’in Irak’a bu saldırısı A B D ’nin bölgedeki Fransız girişimlerine saldırısı demek oluyordu. Emperyalist rekabetin 60’lı yılların sonundan itibaren giderek sertleşmesi önce bölge de sonuçlarını gösterdi.
A B D E G EM EN LİĞ İN İN A S K E R İ N İT E L İĞ İ
Nixon ve onu izleyen Carter döneminde uygulanan ekonomik strateji, askeri harcamalardaki kısıntı nedeniyle kısmi bir genişleme yaşadıysa da, istihdam yaratıcı sanayiler beklendiği düzeyde gelişmedi. “ 1955’den 1985’e değin geçen süreçte makine aletleri üretimi %40.5’den % \ 1.54’e, bu alandaki dış satım %25’den %5’lere düşmüştü.” 14 1970’Ierin sonunda enflasyon ve işsizlik
hızla büyürken kar oranları küçülmeye devam etti. Diğer yandan emperyalist rakipleri istikrarlı gelişimlerini sürdürüyordu. 1972’den itibaren Japonya ulusal brüt üretiminin ortalama %17’sini yatırıma dönüştürebilirken A BD ancak % I2 ’- lik bir seviye tutturabilmişti.
Siyasi hegemonya için daha çok savaş sanayisi ile, ekonomik rekabet için daha az askeri harcama ikilemi; 70’den 80’e kadar A BD ekonomisinin temel çelişkisi olmuştur. Bu çelişkiyi o dönemdeki siyasi gelişmeler çözecektir.
79’a gelindiğinde İran, Nikaragua Dev- rimleri ve Sovyetler’in Afganistan’a girişi gibi siyasal gelişmelerin nüfuz alanlarını daraltmasının da etkisiyle, Reagan yönetimi önceki dönemin tersine bütün ağırlığıyla ekonominin militarizasyonuna yöneldi. Askeri sanayi, onun araştırma geliştirme çalışmalarıyla beslenen bilgisayar sektörü ve siyasi hegemonyayla doğrudan bağlantılı petrol sektörü sermaye birikiminin öncü sektörleri kabul edildi.
Reagan döneminde A BD askeri harcamaları; 83’ten sonraki beş yıl için 1.6 trilyon dolar olarak planlanmıştı. O süreçten günümüze dek her yıl ortalama 300 milyar dolar bu sektöre ayrıldı. “ Sivil gereksinimler için harcanan her 100 dolara karşılık 40 dolar, askeri harcamalara gidiyor. Yüzde oranı sivil harcamalardaki 100 rakamına karşı, askeri harcam alarda I 3 olan Almanya’ya g öre
3 kat, I00’e karşı 3 olan Japonya’ya karşı 13 kat daha fazla.” 15 Bu rakamlar Amerikan ekonomisinin ne kadar büyük payının savaş sanayisine yönelik olduğunu gösteriyor. 87 yılına gelindiğinde 2.5 milyonu asker, yaklaşık yedi milyon
kişiyi istihdam eden Amerikan genel kurmayı Pentagon, yüz bin firmayla iş yapıyor hale gelmişti. O dönemde General Electric, Tenneco, General Dynamics, McDonnel Douglas, Rayheon gibi tekeller Pentagon’un siparişleriyle iki yüz milyar doları aşan karlar elde ettiler. Silahlanma aşısı İran-lrak Savaşı’- nın da etkisiyle Amerikan ekonomisinde bir canlanma yarattı. Doların değeri yükseldi, uluslararası piyasadan borsala- ra sermaye akışı hızlandı ve işsizlik oranında düşüş kaydedildi. Yeniden pişirilmiş anti-komünizm ve Rambo filmlerinin eşliğinde Amerikan toplumu yıldız savaşlarına kadar varacak bir militarizas- yon yükünün altına çekildi.
A B D ’nin askeri stratejileri de bu gerçeklikle uyumlandırıldı ve bölgedeki “ iç ayaklanma ve yıkıcı tehditlere” kadar müdahale gerekçesi genişletildi. Bunun için yarım milyon kişilik kadrosu ve yüksek teknolojik donanımıyla anında müdahaleye göre organize edilmiş ve tümüyle Ortadoğu’ya dönük Çevik Kuvvet de denilen C EN T C O M (Central Command) oluşturuldu. Bölgede elde edilmiş yeni askeri üslere yerleştirilen Çevik Kuvvet, A B D ’nin bölgesel sorunlara “ müttefiklerini” beklemeden kendi gücüyle operasyon yapabilmesini esas alıyordu. Bu hareket serbestisini meşrulaştırmak için N A T O ve BM, A G İT gibi uluslararası kurumlarda kendi stratejisi yönünde diplomatik çözümleri ikincilleştirip askeri müdahaleleri meşrulaştıran bir politikaya zorlandı. N A T O ’- nun genişlemesi ve daha ayrıntılı sorunlara müdahalesini sağlayacak yeni kon- septler benimsemesini bu temelde düşünmek gereklidir.
A B D ’nin devleşen askeri sınai komp-
_________emperyalizm ve ortadoğu___
---------------------------------------------101 —
— yol
leksi emperyalist rekabeti sürdürebilmesinin vazgeçilmez unsuru haline gelmiş, ekonomik büyüme askeri hegemonyanın sağladığı ranta bağlanmıştı. Emperyalizmin doğasındaki zora dayalı egemenlik tarzı en gelişkin emperyalist ülkede hükmünü konuşturuyordu.
Reagan dönemindeki ekonomik parlaklık, İran-lrak Savaşı’nın bitişi ve Sovyetler’in çözülmesinin silah pazarında yarattığı önemli daralmalar nedeniyle; 90’a gelirken yükselişi gibi büyük bir hızla gerilemeye başlamıştı; bir kaç yıl içinde A B D ’nin dış ticaret açığı devasa büyüklüklere ulaştı, iflaslar ve işten çıkarmalar çoğaldı. “ 89 yılında Japon ekonomisi, A BD ekonomisinin yarısı kadar olmasına rağmen 549 milyarlık bir yatırımla, A B D ’nin 515 milyarlık yatırımını geride bırakıyordu.” 16 Harlem’de yoksulların marketleri yağmalayışı hatırlanacaktır. “ Boş kalan değirmen taşının kendisini öğütmesi” gibi askeri sınai kompleks A BD ekonomisinin temelini öğütmeye başlamıştı.
Savaş sanayisi kendi pazarını yaratmak zorundaydı. Libya ve Somali denendi, beklenen fırsat Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle gerçekleşti. Bu işgale A B D ’nin çanak tuttuğuna dair fazlasıyla inandırıcı neden ileri sürülmüştü. Krizin henüz başında ABD hiç bir biçimde diplomatik çözüme razı olmayacağını açıklamış ve tek başına askeri operasyon kararı almıştı. Dikkat çekmeyen diğer kanıt ise Körfez Savaşı’- nın bitirilmemesidir. İhtiyaç devam ettiği için on yıldan bu yana Amerikan uçakları sürekli Irak’ı bombalamaya devam ediyor.
Körfez Savaşı’nın 47.5 milyar dolarlık harcamaları (Almanya 6.6 Japonya 10.7,
_102
Kuveyt 15, Suudi Arabistan 16.8, BAE 3 milyar dolar.) A B D ’ye ödendi. Silah stokları paraya dönüştürüldü Gelirler sadece bununla da kalmadı. Kuveyt’in 200 milyar dolarlık altyapı harcamalarının %70’i, Suudi Arabistan’da 250 milyar dolarlık altyapı ihalesi ve muazzam silah siparişleri alındı. Yine petrol üzerinde savaş aracılığıyla kurulan denetim petrol arzını belirleyerek; hem Kafkas petrollerinin ucuza kapatılmasını hem de fiyat düzenlemesiyle Amerikan petrol şirketlerine olağanüstü kazançlar sağladı. Savaştan bu yana A BD ekonomisinin sürekli fazla verdiğini ve en karlı tekellerin silah, petrol ve elektronik sektörlerinden çıktığını tahmin etmek zor değildir.
5. "BÜYÜK ORTADOĞU"
90 sonrası dünya egemenlik haritası radikal bir değişime uğradı. Sovyetler çözüldü ve yerini bir emperyalist güç olarak Rusya’ya bıraktı. Sovyetler’in etki alanlarının tamamı yeniden paylaşım konusu haline geldi. Bölgeye sınırdaş yeni hegemonya boşlukları ve petrol bakımından zengin burjuva devletler ortaya çıktı.
Ortadoğu’nun siyasi coğrafyası; özellikle Amerikan merkezli değerlendirmelerde; C lA ’nın think-tank kuruluşu R A N D ’ın söyleyişiyle “ Büyük Ortadoğu” (Greatest Middle East) ya da “Avrasya” denilerek, Balkanlar ve Kafkas- lar’a doğru genişletildi. Bu bakış açısı; Ortadoğu’daki emperyalist rekabetin daha geniş bir alanda süreceğini gösterdiği kadar, A B D ’nin Ortadoğu politikasının da artık daha geniş bir coğrafyada geçerli olacağını da anlatmaktadır.
Ortadoğu’daki emperyalist rekabet denklemi “ Büyük Ortadoğu’ya” olduğu gibi, üstelik Rusya’nın katılımı nedeniyle daha da sertleşerek yansıdı. Almanya bölgesel hegemonya alanını önce ekonomik (Doğu Almanya) ardından savaş aracılığıyla (Slovenya ve Hırvatistan) genişletti. A B D ’nin, bu yayılmayı engellemesi mümkün değildi, fiili durumu kabul etmek zorunda kaldı. Tıpkı Fransa’nın Kuzey Afrika’da, Japonya’nın Güneydoğu Asya’da kendi bölgesel hegemonya alanlarını yaratmalarını kabul etmiş olması gibi...
Halen dünyasal hegemonya bakımından mevcut tek güç A B D ’dir, ancak bu egemenlik 50’lerden bu yana çok şeyini yitirmiştir. İkinci savaş sonrası dünya G SM H ’sının üçte birini sağlıyordu, 70’- lerde bu oran dörtte bire indi. Amerikan ideologlarından Brzezinski’nin söylediğine göre 2010-20 yıllarında daha da düşerek, yüzde 10-20 seviyesine gerileyecektir. Bu eğilim A B D ’nin bugün olduğu gibi, gelecek on yıllarda da diğer rakiplerinin alanlarını ele geçirmesini olanaksız kılıyor. Bu nedenle; bugünün dünya güç dengeleri bakımından iki nokta A BD için hayati önem taşımaktadır. Birincisi askeri gücünü ekonomik değere dönüştürebildiği hammadde kaynakları üzerindeki kontrolünü korumak, İkincisi; Amerikan yönetiminin yayınladığı Savunma Planlama Rehberi’nde ifade edildiği gibi “Japonya ve Almanya’nın ekonomik güçleri ile orantılı bir askeri ve siyasi konuma ulaşmalarını engellemek” tir. 17
Bu iki stratejik amaç A B D ’nin “ Büyük Ortadoğu” politikasının eksenini oluşturuyor. Bunun için ABD, N A T O ’nun Doğu Avrupa’ya yayılması, Balkanlar’da üs
lenmesi ve Kafkaslar’a yerleşmesi konusunda son derece aktif bir politika yürütmektedir. Ayrıca A B D ’nin geleneksel bölge politikasını terk ederek İsrail ile TC arasında oluşturduğu stratejik ittifakın da “ Büyük Ortadoğu” nun gerçeklerinden kaynaklandığını belirtmek gerekir.
Emperyalist güçler “ Büyük Ortadoğu'yu uzlaşarak paylaşabilir mi? Geçen on yıl buna olumlu yanıt vermeyi olanaksızlaştıracak örneklerle doluydu. Yugoslavya’nın dağılmaması için A BD ve Almanya’nın onayıyla Miloseviç’e bir milyar dolarlık yardım yapılmış ayrılıkçı unsurların “ ödüllendirilmeyeceği” ilan edilmişti. Fakat bu yardımın üzerinden bir kaç ay geçmeden Almanya ters bir çıkışla; Hırvatistan ve Slovenya’nm “ Kendi Kaderini Tayin Hakkını” tanıdı. Bu klasik emperyalist taktik, Balkanlar’ı ateş topuna çevirdi. Bunun ardından Bosna kanlı kıyımlara neden oldu, Kosova’da yaşananlar biliniyor. Ya da Kafkaslar’a bakalım, Ermenistan, Rus inisiyatifinde bir ülke olarak Kafkas kapısının bekçiliğini yapıyor. Ama A B D ’nin içten müdahalesiyle her Batı’ya yanaşmak isteyen hükümet ya darbeyle ya da son parlamento baskını gibi açık eylemle boşa düşürülüyor. Çeçenistan’ı ABD, Türkiye üzerinden destekliyor. Kafkas- lar’da darbe ve suikast girişimlerinin, “ kaynağı belirsiz” bombalı eylemlerin olmadığı gün yoktur. Sovyetler’in yarattığı dengenin ortadan kalkması ve ABD nin sözü edilen eğilimi nedeniyle; emperyalistler arası rekabet giderek daha fazla askeri nitelik taşıyacaktır.
A B D ’nin askeri üstünlüğünün ilelebet sürmeyeceği de bir gerçektir. Tıpkı hakimiyetlerini salt askeri güce dayandırarak sürdürebileceklerine inanan Os-
_________ emperyalizm ve ortadoğu___
---------------------------------------------103 —
manii ve İngiliz İmparatorlukları’nda olduğu gibi. Bu çözülme eğer bir yıkım tarzında gerçekleşmezse, A B D ’nin askeri gücü adım adım diğer emperyalistlere paralı askerleşmeye dönüşecektir. Bu olasılığın Körfez Savaşı’nda ipuçları görüldü ve Amerikan çevrelerinde de dillendiriliyor; “ Bize Hesiyen sıfatını layık görenler, yani para karşılığı her işi yapmaya hazır insanlar olduğumuz suçlamasını yapanlar bulunacaktır. Her kim ne söylerse söylesin bizler yumruklarımızı sıkıp pazarlık masalarına indirmek üzere hazır bulunmalıyız. Avrupa ve Japonya’dan verdiğimiz hizmetin bedelini almalıyız. Tahsilatımızı dolaylı yollardan da gerçekleştirebiliriz, doğrudanda yapabiliriz. Mevcut rolümüzü değiştirmemiz de söz konusu olabilir. Ancak bu değişiklik, dünya ekonomisinin kontrolünü de elimize geçirdiğimiz gün mümkün olabilir.” 18
A B D ’nin askeri üstünlüğüne dayanarak elde ettiği rantı, Avrupa daha fazla ödemek istemeyecektir. Bunun ilk belirtileri; N A T O ’nun 50 yıl toplantısına ortaya çıkmıştı. Avrupa kıtasındaki N A TO güçlerinin A B ülkelerinin komutasına verilmesi isteği Türkiye ve A B D ’nin itirazlarıyla reddedildi. Bu tartışma henüz kapanmadı. Fakat Avrupa Birliği fazla sabretmedi ve N A T O ’dan “ maksimum otonomiye sahip” , Avrupa Güvenliği ve Savunma Kimliği adı altında yeni bir girişim başlattı. İstanbul zirvesinde somut biçim kazanan bu organizasyonun, Ko- sova türü olaylara müdahale amacı taşıyan, 40-60 binlik askeri kapasitesi olan ve 2002’de hazır olacak bir güç olması kararlaştırıldı. AGSK, “Avrupa Birleşik Devletleri” ordusunun nüvesi olarak kabui edilmektedir. Henüz zayıftır, ama
— yol----------------------------------------------
_ 1 0 4 ______________________________
artık bir eğilim olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca Prusya ve Nazi geleneğine sahip Alman Devleti’nin, militarizm yoluna girince hızlı ilerleyeceğine inanmak için yeterince tarihsel örnek vardır.
“ Büyük Ortadoğu” tümüyle emperyalist paylaşımın etkisi altındadır. Bölge ülkelerinin salt siyasetleri ve yapılanmaları değil sınırları da bu gerçekliğe göre yeniden biçimlendirilmektedir.
Emperyalizmin bir kıyasıya rekabet ilişkisi olduğu görülmeden, yüz yıldan fazla emperyalist paylaşımın en önemli ganimeti olmuş olan Ortadoğu’nun gerçeği anlaşılamaz. Ortadoğu, Avrupalı emperyalistlerin işgali altındayken, ABD 50’lerde geldiğinde “ demokrasi ve hürriyet” getireceğine inanılmıştı. Şimdi de A BD işgali altındadır ve Avrupa Birliği’- nin demokrasi getireceği beklenmektedir. Oysa her süreç için emperyalist rekabetin getirdiği bölgesel savaşlar, ambargolar, darbelerdi. “ Büyük Ortadoğu” için de aynı şey geçerli olacaktır.
DİPNOTLAR
1- Emperyalizm, Lenin, s. 150
2- age, s. 144, vurgular Lenin’e ait.
3- age, s. 1164- Ortadoğu, A.Gresh-D.Vidal, s. 465- “ 49 Suriye’de monarşi karşıtı askeri darbe,
5 I İran’da Musaddık hükümetinin şahı devirmesi ve İngiliz petrol şirketini millileştirmesi ,
52 M ısır’da monarşiyi yıkan subay darbesi ve 2 yıl sonra Nasır’ın başa ge- ÇİŞİ.
54 Suriye’de Komünist-BAAS koalisyon hükümeti,
54 Cezayir ayaklanmasının başlaması ve 62’de bağımsızlık,
56 Fas’ın ve Tunus’un bağımsızlığı,
57 Ürdün’de halk ayaklanması,58 Irak devrimi,58 Lübnan’da halk ayaklanması,62 Kuzey Yemen’in bağımsızlığı,67 Güney Yemen’de demokratik
halk iktidarı,67 Filistin’de silahlı mücadelenin
başlaması,
69 Sudan’da Numeyri’nin başa gelişi,
69 Libya’da Kaddafi’nin yeşil devrimi,70 Son İngiliz askerinin bölgeden
çekilişi.”6- “ ‘Petrol bizim kanımız, petrol bizim özgürlüğümüz' diye bağırıyordu milyonlarca İran’lı, II. Dünya Savaşı’ndan galipçıkanların kendilerine yakıştırdığı özgürlük ve adalet ilkelerine inanarak! Ne Londra ne de Washington, hala bu masallara inanan halkların olabileceğine inanabiliyordu. General Norman Schwarzkoph -CIA ajanı- Tahran’a gidiyor. Ülkeyi iyi tanıyor, çünkü 1942-48 yılları arasında da
İran’a giderek Şah polisinin yeniden örgütlenmesi işine yardım etmiş. Şimdi ise Nazi Almanyası’nın işbirlikçisi ve ulusal polisin eski başkanı general Zahadi’nin aracılığıyla ordu ve politika dünyasının kimi şahsiyetlerini satın almaya ve başbakana karşı “ halk gösterileri” örgütlemeye, darbenin koşullarını yaratmaya gidiyor. 37 yıl sonra Suudi Arabistan’daki müthiş Amerikan askeri gücünü bu kez oğlu yönetiyordu.”Ortadoğu, A. Gres-D. Vidal, s. 897- EN l’nin başkanı olan Enrico Mattei 1962 Ağustosu’nda uçağına bomba koyularak öldürüldü.Petrolün Ekonomi Politiği, Halil Nebiler- Suat Parlar, s. 1348- Filistin Meselesi ve Arap İsrail Savaşları, Fatih Armaoğlu, s.2049- Ortadoğu, A. Gres-D. Vidal, s.6810- age, s.69
11- age, s.5012- age, s.5013- Ortadoğu Vaat Edilmiş Topraklar, S. Parlar, s. 18414- Körfezin Kutsal Adakları, O.iyiler, s.9415- S. Parlar, age, s.27216- O. İyiler, age, s.93
17- S. Parlar, age, s.27518- age, s.271
_______ emperyalizm ve ortadoğu___
105 —
RUS-ÇEÇEN SAVAŞI, SEÇİMLER VE PUTİN DÖNEMİ
Ayşe Tansever_____________________________________________
Hemen kuzeydoğumuzda yaklaşık dört aydır süren bir savaş var. Rus orduları ayrılıkçı Çeçen gerillalarını Dağıstan'dan sürdükten sonra yavaş yavaş Çeçenistan'ın başkenti Grozni'ye sıkıştırdılar. 200 binin üstünde Çeçen bölge ülkelerine sığındı. İki tarafın ölü sayısına ilişkin çelişkili açıklamalar var. Ama tahminlere göre birkaç bini geçiyor. Gerek Putin gerekse de askeri yetkililerin “ sıkıştırdık” , bugün yarın Grozni'yi aldık demelerine karşın verilen süreler bitiyor ve savaş uzadıkça uzuyor. Anlaşılan Rusya da savaşın bu kadar uzun ve kanlı olacağını beklemiyordu. Peki savaşın iç ve dış politikadaki amacı nedir? Savaş bu yazıyı kaleme aldığımız Ocak başında amacına ulaşmış mıdır? Bölgede ve Doğu-Batı ilişkilerinde yarattığı değişiklikler nelerdir? Olayların arkasına gizlenen gerçekler nelerdir?
I. BÖLÜMDIŞ POLİTİKADA SIKIŞMALAR
1. K A F K A S L A R ’D A G Ü ÇY İT İR İM İN E T E P K İ
Sosyalizmin yıkılışının üzerinden daha 10 yıl bile geçmeden Rusya eski etki alanlarının çoğunu kaybetti. Eski sistem içindeki ülkeler, Baltık Cumhuriyet- leri’nden başlayarak tek tek Batı’nın etki alanına girdiler. Şimdi Beyaz Rusya dışın
__ 1 0 6 _______________________________
da Rusya'nın batısı güvenlikte değildir. Avrupa Birliği (AB) ve N A T O sınırlarına dayanmıştır.
Kafkaslar'da da durum farklı değildir. En güneyde Ermenistan zaten Batı'nın en eski müttefiklerindendir. 27 Ekim’de parlamento baskınında koyu milliyetçi V. Sarkisiyan öldürüldü. Güç dengesi Batı'- dan yana biraz daha kaydı.
Onun kuzeybatısı Gürcistan'da Gorbaçov döneminin başbakanı E. Şevardnadze zaten hep Batı yanlısı olmuştur. 3 I Ekim’de yapılan seçimleri Rusya'nın desteklediği rakibini yenerek tekrar kazandı. Şevardnadze ülkesindeki iki Rus askeri üssünü kapatmak, 10 bin civarındaki Rus askerini topraklarından çıkarmak ve ülkesini N ATO 'ya sokmak istiyor. Rusya yanlısı Abaza Cumhuriyeti, Rusya'nın Gürcistan üzerinde baskı yapmasına yetmiyor.
Bölgenin önemli üçüncü ülkesi Azerbaycan Hazar petrolünün aslan payını kapmak istiyor. Batılı şirketlerle 17 tane petrol üretme anlaşması imzaladı ve Rusya'nın bunda büyük bir çıkarı yok. İkincisi, petrolün Batı'ya akıtılması Rusya'nın istediği gibi Bakü'den değil, Türkiye üstünden yapılacak. Bütün bu petrol işinden yakın gelecekte Azerbaycan kasasına 60 milyar dolar gireceği hesaplanıyor. Bölgenin önemi giderek artarken, Rusya'nın etkisi giderek azalıyor.
Kafkaslar’da bağımsızlığını ilan etme-
miş Inguseta, Kuzey ve Güney Ossetya, Dağıstan ve Çeçenistan gibi ülkelerde vardır. Savaş başlamadan önce Rusya Dağıstan'daki gücünü de yitirmek üzereydi. Buralardan başlayacak herhangi bir bağımsızlık rüzgarı hemen bölgeyi fırtınaya sokabilir. Zaten Çeçenistan bıçak sırtında duruyordu. 1994-96 yılları arasında uzun bir savaş yaşandı. Özünde savaşı Çeçenistan kazandı. Ama devreye başka çıkar ilişkileri sokularak bazı pazarlıklar sonucu Çeçenistan ilan edilmemiş bir bağımsızlık statüsüne oturtuldu. Hala başbakan olan Aslan Masha- dov'la ilişkiler bu bazda sürüyordu.
Sonunda korkulan başa geldi. Çeçen müslüman gerillalar destekli bazı Dağıstanlı gençler Dağıstan'ın ortasında bir bölgeyi Rusya'dan bağımsız olarak ilan ettiler. Rusya hemen Dağıstan'daki askeri gücünü arttırıp bombardımana başladı ve gerillaları anlaşılmayan bir gerekçeyle Çeçenistan içlerine kovaladı. Sonra I Ekim'de karadan Çeçenistan'a girmeye başladı. Sayılarının 5000 civarında olduğu söylenen gerillalar başkent Grozni'ye sıkıştırıldılar. Burası havadan ve karadan bombalanmaya başlandı. Yaklaşık iki aydırda şiddetli çatışmalar sürüyor. En son haberlerde sıkıştırılan gerilla sayısının 2000 civarında olduğu savunuluyor. Rusya'nın ise iyi donatılmış 100 bin askeri var. Kimyasal silah kullanıldığına ilişkin haberler sızıyor.
Rusya'nın Çeçenistan'da eskilerden, özellikle Afganistan'dan farklı bir savaş taktiği uyguladığı söyleniyor. Savaşın başında Batılı güçlerin Kosova'da yaptığı gibi bölge uzun süre bombalandı. Eskisi gibi tanklarla hızlı bir saldırıya girmiyor, yavaş yavaş, ihtiyatlı, kollayarak savaşıyor. Yani Grozni'de bir gerilla savaşına
karşı dövüşüyor. Hava saldırısı yapamayan gerillaların yakından tek tek tankları uçurmalarını önlemeye çalışıyor. Afganistan'daki gibi çok can kaybı vermemeye özen gösteriyor. İşte bu nedenle de Grozni'ye girişi uzun sürdü. Savaşın düğüm noktası burada verilecek gerilla savaşında yatıyor. Görünen o ki 2000 kaldıkları söylenen Çeçen gerillalar sonuna kadar direnecekler ve savaş uzun bir zaman dilimine yayılacak. Grozni dışında alındığı söylenen bölgelerde de yeniden çatışma haberlerinin gelmesi bu değerlendirmeyi doğruluyor. Son gelen haberlerde evlatlarının ölümünü protesto eden annelerin sesinin daha yükseldiği ve savaşa karşı olanların sayısının arttığı belirtiliyor. Savaş Putin'in seçimleri kazanmasını sağladı, şimdi de başkanlık seçimlerini kaybetmemek için alelacele bir anlaşmada yapılabilir deniyor.
2. Ç E Ç E N G E R İL L A L A R INPER D E A R K A SI
Rusya; saldırısına gerekçe olarak Dağıstan'da kendisinden bağımsız bir bölge ilanını göstermekte ve bunların arkasında Çeçen müslüman gerillaların olduğunu iddia etmektedir. Bu nedenle bilinçlice gerillalar Dağıstan'dan Çeçenistan'a sürülmüş ve oraya saldırılmıştır. Olay Dağıstan sınırlarından dışarıya çekilmiştir.
Çeçenistan Başbakanı Aslan Masha- dov'un da bu gerillalarla anlaşamadığı ve onlara karşı olduğu söylenmektedir. Böylece özünde savaş Çeçenistan resmi yönetimi ile de yapılmamaktadır. Peki öyleyse koskoca Rusya'nın savaştığı bu
_________________ rus-çeçen savaşı___
---------------------------------------------107 —
gerillalar kimdirler ve arkalarında başka güçler var mıdır?
Rus yetkili ağızları bu konuda çeşitli şeyler söylemektedirler. Bazen “ haydutturlar” . Yani bölgedeki yoksulluğa tepki olarak dağlara çıkmış haydutlardır. Karınlarını doyurmak için civar köylere saldırırlar. Haydutluk feodal sistemden doğar. Her ne kadar bu bölgelerin geriliği ve feodal özelliklerin varlığını sürdürdüğü düşünülse bile bugünkü üretim ilişkileri içinde bir anlam taşımaz.
Rusya genel olarak burada müslüman gerillalarla, yani islami bir güçle döğüştüğünü iddia eder. İslamla döğü- şülüyorsa o zaman iş büyümektedir. Bu durumda hangi islami güçler olduğu açıklanmalıdır. İslam dünyası büyüktür ve çeşitli siyasi cepheleri vardır. İran savaşta Rusya'yı desteklediğini açıkladı. İran Dışişleri Bakanı, son Rusya ziyaretinde etkin işbirliği yapabileceklerini söyledi. Rusya İran'ı kendisine stratejik bir dost olarak görmektedir. Yeltsin bu nedenle, “ Düşman imanı ve milliyeti olmayan teröristlerdir” diyerek gerillaların arkasındaki İslam desteğini örtmeye kalktı. (The Economist 9-15 Ekim 99 s.3 I)
Ö te yandan Putin bizzat Clinton'a seslenerek, “ Ortak bir düşmanla, uluslararası terörizmle karşı karşıyayız." dedi, (ay) “ Uluslararası terörist!” Bilindiği gibi uluslararası terörizmin başkanı, ABD 'ye göre kendisinin de bir numaralı düşmanı, Afganistan'da Taliban rejimine sığınmış Osama bin Laden'- dir. ABD'nin iddiasına göre Osama bin Laden 1993 yılında New York Dünya Ticaret Merkezi’nin, 1996'da Suudi Arabistan'da A B D askeri üssünün,
— yol----------------------------------------------
1998'de Kenya ve Tanzanya A BD elçiliklerinin bombalanmasının baş örgüt- leyicisidir. Şimdi de Putin Moskova'da patlayan ve 300’e yakın kişinin ölümüne neden olan bombalamanın sorumlusu olduğunu iddia ettiği Çeçenler’in arkasında da Osama bin Laden'in olduğunu söylemektedir. Osama bin Laden tüm müslümanları sivil asker ne olursa olsun bir Amerikalı öldürmeye çağıran ve bunun sevap olduğunu açıklayan keskin bir anti-Amerikancı görünümündedir. Peki şimdi bir de anti-Rus mu olmuştur? Putin'in iddiası doğru mudur? Çeçen müslümanlarının arkasında gerçekten Osama bin Laden mi vardır? Eğer durum böyleyse neden ABD, Rusya ile aynı safta düşmanına karşı döğüşmemektedir? ABD , neden Rusya'ya yardım etmemektedir? Yoksa Putin yanılmakta mıdır? Çeçenler’in arkasında başkaları mı vardır?
Çeçen gerillaların lideri ve Dağıstan'da Rusya etki alanı dışında bölge ilan eden gerillaların lideri Basayev’dir. Basayev; Çeçen asıllı bir müslümandır. Rus ordusunda eğitim görmüştür. Adını ilk Gürcistan-Abaza Savaşı’nda duyurmuştur. Rusya ordusu neferi olarak Abazalar’ın yanında Gürcüler’e karşı döğüşmüştür. Ama sonra 1994-96 Rus- Çeçen Savaşı’nda Basayev'i birden karşı cephede, bu kez Ruslar’a karşı Çeçen- ler’le birlikte döğüşürken görürüz. Cephe değiştirmesini Basayev Rus askerlerinin zulmü ile açıklamaya çalışır. Karanlık bir kişiliğe sahip olan Basayev islami mezhep olarak Sofi’dir. Zaten bölge halkı çoğunluk olarak bu mezheptendir.
Çeçen gerillaların ikinci lideri ise Hattap'tır. Hattap; Suudi Arabistan'da
108
eğitim görmüş, daha sonra Afganistan'a paralı asker olarak gitmiş, burada Rus askerlerine karsı döğüşmüş bir Arap’tır. Savaş bitince diğer 15 bin asker gibi geldikleri Arap ülkelerine dağılmışlardır.
Sovyetler’in dağılmasından sonra bu paralı askerlerin öne çıkanları bu kez Kafkaslar’daki müslüman halkın arasına yollanırlar. “ Suudi petro-dolarlarıyla finanse edilen bu yeni vaazcılar, islamın biraz sadeleşmiş biçimi Vahabi lik’i buralarda yaymaya başladılar. Suudi Arabistan'da geliştirilen bu mezhebin temel özelliği hoşgörüsüz oluşudur.” (ay) Vahabilik; özellikle Sofi Dağıstan'da örgütlenmeye başlar. Camiler inşa edilir ve gençlere okumaları için burslar bulurlar. Bu mezhep, Rus bürokratlarının ve toplumun çürümüşlüğüne tepki duyan gençler arasında yayılır. Hoşgörüsüzlüğü ile de gençlerdeki öfkeyi kanalize eder. Geleceğine umutla baka- mayan, işsiz ve hayal kırıklığı içindeki gençlere para ve silah verilir. Yaşlı nüfus ise Sofilik’te kalır ve iki kuşak arasında çelişkiler, sürtüşmeler başlar. Gençler iki-üç köyü işgal ederler ve şeriat uygulamaya başlarlar. Dağıstanlı yetkililer de işe silahta karıştığı için Vahabilik’i 97 yılında yasaklarlar. Vahabilik yeraltına çekilir. İşte Hattap bu gurubun lideridir. Ö te yandan Basayev, Vahabilik’i benim- sememekle birlikte pragmatik davranır ve Hattap ile “ işbirliği” yapar.
Şimdi bu kadar ön bilgiden sonra sanırız Çeçen Sayaşı’nın perde arkası biraz daha aydınlanmaktadır. Suudi kaynaklı, Afgan-Rus Savaşı’nda militanlaşmış Hattap ve mezhebi Vahabilik’in bir ucunda Osama bin Laden vardır. Putin bu anlamda teşhisinde haklıdır. Ama Osama bin Laden kimdir? Gerçekten
ABD'nin iddia ettiği gibi ya da Bin Laden'in kendi söylediği gibi ABD 'ye düşman mıdır? Öyleyse neden ABD, Rusya’nın yanında değil, karşı cephededir. Burası biraz karanlıktır. Ve olaylar biraz burada düğümlenmektedir.
Sosyalizmin yıkılışından sonra ABD en büyük düşmanından kurtuldu. Düşmandan kurtulmak bir yanıyla iyiydi, ama bir yanıylada yeni sorunlar getiriyordu. ABD'nin dünyayı sömürürken kullandığı kozda elinden gitmişti. Kapitalist sömürüye karşı ayaklanan halklara karşı elindeki “ komünist parmağı” gerekçesini de kaybetmişti. Hele hele globalizmin gelişeceği, yani dünya halklarının sömürüsünün katmer- leneceği bir dünyada sahte bir düşmana ihtiyacı vardır.
Ö te yandan ABD'nin en önemli çıkar bölgesi hiç şüphesiz Ortadoğu’dur. ABD buralarda yıllardır İsrail eliyle Arap halklarını soyar. Arap halkları da ABD'nin gerçek yüzünü çok iyi bilirler. Bölgede anti-Amerikancı duygular çok yüksektir. İran Devrimi bölgede anti-Amerikancı muhalefeti toparlayıp güçlendiren önemli bir olaydı. Irak'ta ABD 'ye muhalefetle iktidarda durur. A BD destekli rejimler birer birer kaymaktadır. Güçler dengesindeki bu kayışlara karşı ABD önlem almak zorundadır. Artık İsrail yetmemektedir. Komünizm gerekçesi de işlerliğini kaybetmiştir. A B D en uygun şeyi İslam içine girmekte bulur. Ve bölgedeki en sıkı fıkı olduğu ülke Suudi Arabistan'dır. Vahabilik de Suudi Arabistan'da gelişmiş bir mezheptir. Osama bin Laden Suudi Arabistan'lı petrol zenginidir. A BD kendisini bir numaralı düşmanı ilan etmiştir. Bilinenler, görünenler bu kadardır. Konumuza,
_________________ rus-çeçen savaşı___
---------------------------------------------109 —
— yol
Çeçen güçlerine dönersek ne diyeceğiz? Şurası açıktır ki arkalarında Suudi Arabistan vardır. Burada geliştirilen Vahabilik vardır. Osama bin Laden vardır. Ama arkasında ABD 'ye kadar uzanan bağ var mıdır, nasıl kurulmuştur, bilinmez.
Bulanık olan bir şey daha vardır: O da Moskova'da patlayan bombalar. “ Ryazan bölgesinde güvenlik güçleri bir apartman dairesine patlayıcı yerleştirirken yakalandılar. İfadelerinde halkın bu türden patlamalara ne kadar hazırlıklı olduklarını denemek istediklerini iddia ettiler.” (ay) Moskova'da patlayan bombaların arkasında ne kadar Çeçen güçleri ve Osama bin Laden olduğu da karışıktır. Bombalamalar Rus halkını Çeçenistan'da bir savaşa ikna etmek için bizzat iktidar güçlerince mi planlandı? Bilgiler daha çok bu yöndedir. ABD'de İslama karşı döğüşe kendi halkını hazırlamak için mi orada burada bombalar patlatıyor, sonra bunu Osama bin Laden’in üstüne mi atıyor, bilinmez. Eğer böyleyse Rusya, A BD oyunlarını kullanmaya başladı.
Putin, Çeçen müslüman gerillaların arkasında Osama bin Laden'i görerek, A BD ile ortak düşmana karşı döğü- şüldüğünü söylüyor. Peki öyleyse neden A BD Rusya'ya yardım etmiyor. Aksine karşısında duruyor? Bölgede Rusya'nın etkinliğini kaybettiği ortada. Bunun ABD 'ye kaydığı da ortada. Bu noktada A BD çıkarları ile Osama bin Laden destekli güçlerin çıkarları aynılaşıyor. Osama bin Laden bölgede ABD çıkarlarına hizmet ediyor. Bunları nasıl açıklayacağız? Gelecek günlerde kimlerin arkasında kimlerin olduğu elbette ortaya çıkacaktır. Ama biz Çeçenistan'-
_110
da ABD çıkarları ile Rus çıkarlarının döğüştüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz.
Gerçeklik ne olursa olsun Putin, Çeçen gerillaların arkasında ortak bir düşman olduğunu söylerken biraz da ABD'yi bu işten uzaklaştırmaya, onu tehdit etmeye çalışıyor olsa gerektir. Belki de üstü kapalı olarak şunu söylemeye çalışıyordu: Sırbistan'ı, Balkanlar’ı sömürmek için Kosova Savaşı’nı çıkardınız. Bende size elimden geldiği kadar yardım ettim. Ama Kafkaslar’ı soyarken benim payıma fazla müdahale ediyorsunuz. Bana gereğinden az pay kalıyor. Buna karşı var gücümle döğüşürüm. Eğer bana karşı çıkarsanız “ uluslararası terörist” dediğinizin altında kimlerin yattığını ortaya dökerim. Burada daha fazla ileri gitmeyin.
Bölgede iki tane emperyalist güç kendi çıkar ilişkileri için döğüşmektedir. Aynı Kosova'da olduğu gibi bölge halkları da acı çekmektedir. Kosova'daki gibi burada da yüzbinlerce insan evinden, yurdundan oldu. Yaşlı, hasta, çoluk çocuk, genç ihtiyar perişan haldeler. Çadırlar içinde kara kışla, karla yaşam mücadelesi veriyorlar. O çok insan sever görünen Batı'da seyrediyor. Kosova'dakiler insandılar da bunlar değil mi? Avrupa halkı Kosova'ya yardım yaptığı halde neden buraya yapmadığının sorularını sorup cevaplarını araştırıyor mu acaba?
Ancak tüm kapitalist ülkelerin yaptığı gibi Rusya'da bir çıkarını koruyayım derken başka gelecek sorunları arkasına almaktadır. Bu savaş Kafkaslar’da din çatışmasını şiddetlendirebilir ve O rto doks Ruslar’a karşı bir İslam cephesinin gelişmesini sağlayabilir. Tam da ABD'nin
ve de Batı'nın istediği gibi. Ö te yandan Orta Asya'daki müslüman Cumhuriyet- leri’ni de düşünürsek, Rusya'nın Çeçe- nistan'da oynadığı kumarın büyüklüğü ortaya çıkar. Petrol çıkarını, oradaki etki alanını koruyayım derken kendisine duyulan tepkiyi arttırmaktadır.
İş yalnız din ayrımıyla kalmaz. Kafkaslar Balkanlar’dan da karışık bir etnik yapıya sahiptir. Yalnız Dağıstan'da 28 etnik gurup vardır. Zaten Gürcistan, Azerbaycan ile başlayan ayrılma istekleri bu savaşla daha da şiddetlenecektir. Nasıl Balkanlar’da artık halkların eski sosyalizmde olduğu gibi yıllarca bir arada yaşaması mümkün olamayacaksa, Kafkaslar’da da aynı ayrışma başlayacaktır. Hele Rusya'yı güçten düşürmek, onu daha da sömürmek isteyen Batı ülkelerinin buralardaki faaliyetleri de düşünülürse Kafkaslar artık bir cehennem alanıdır. Ve bu Çeçen Savaşı da katalizör işlevi görmüştür.
Rusya, Çeçen Savaşı ile gerçekten büyük bir kumara girmiştir. Büyük bir kumar oynadığını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu, ama gerek dış politikadaki yenilgileri, Kafkaslar’daki güç kaybı ve gerekse iç politikadaki gelişmeler, sıkışmalar onu böyle kısa dönemli çözümler aramaya zorlamaktadır. Şimdi Çeçen Savaşı’nı çıkarmaya zorlayan iç politika nedenlerini görelim.
II. BÖLÜMİÇ POLİTİKADA SIKIŞMALAR
19 Aralık 1999 seçim sonuçları alınıp Kremlin yanlılarının oylarını düşünülenin üstünde arttırdığı görülünce bir gazetede şöyle bir değerlendirme çıktı. “ FSB1-
nin (eski KG B yerine) iç güvenlik hizmetleri başkanı Vladimir Putin'in Ağustos ayında başbakan olarak atanması, Kremlin etrafında çöreklenmiş gölgedeki danışman ve oligarşi uzantılarının, yani 'ailenin' çıkarlarını korumak için oynanan son kumardı. Seçimler bu kumarın kazanıldığını gösteriyor.” (The Financial Times 21.12.99) Rusya'da başbakan, ismini ezberlemeye vakit kalmadan görevden alınır, bir yenisi görevlendirilir. Bu iktidardaki çıkar ilişkilerinin hem keskinliğinin hem de bu ilişkilerin dengesinin değişkenliğinin göstergesidir. Putin gelmeseydi herhalde Kremlin, yani Yeltsin yandaşlarının iktidarda kalması zordu. Putin'in işleri kurtarması bir şans eseridir. Koskoca iktidar bir kumar oynamıştır ve kazanmıştır. Putin, Çeçen Savaşı’nın mimarıdır, onu örgütlemiştir ve belki de sonunu getirecektir. Bu savaştaki başarısının seçimleri kazanmasının baş nedeni olduğu söylenir.
1. RUS T R A G E D Y A S I
Putin'le oynanan kumarı anlatabilmek için eskilere, Gorbaçov dönemine dönmek gerekir. Yani sosyalizmden kapitalizme geri dönülmesinin başlama noktasına gidilmelidir. Foreign Affairs Eylül-Ekim 1999 sayısında Anders Aslund kaleminden çıkmış yazıdan özetleyerek verelim.
Yazar Rusya'da zenginleşmek için üç yol olduğunu savunuyor. Bunlardan birincisi petrol ve maden satışıdır. 1980 sonu ve 1993 arası zengin olmanın en iyi yoluydu diyor. Düşük devlet kontrollü fiyatlarla alıp dünya piyasa fiyatlarıyla satmak müthiş karlıydı. Bir rakamla
__________________rus-çeçen savaşı___
---------------------------------------------111 —
— yol
anlatmaya çalışılırsa, o dönemde Rusya'da bir paket Marlboro sigarası ve bir ton petrolün fiyatı aynı, yani 30 rubleydi. Gorbaçov döneminde yığınla işletme bu yolla servet yaptı. Bir çok devlet işletme yöneticisi biraz rüşvetle yasal şirketler kurdular ve yöneticisi oldukları şirketten bu özel şirketlerine petrol ve maden sattılar. Sonrada bunu dış pazarlara ihraç ederek milyonlarca dolar kazandılar. Bu işe 1989 yılında başlandı ve Çernomirdin'in başbakan olduğu 1992 yılına kadar petrol fiyatı dünya fiyatlarının %1'i kadardı. “ Birkaç devlet işletme yöneticisi, devlet memuru, politikacı tüccarlar bu yıllarda en az 24 milyar dolar ya da Rus GSMH'sının %30'- unu cebe indirdiler. Bu karlar zamanla azaldı ve ancak ondan sonra reformcular meta fiyatlarının serbest bırakılmasını başarabildiler.” (a.g.ç., s.66)
Yine yazara göre, zenginleşmenin ikinci yolu Rus Merkez Bankası’ndan ucuz kredi almaktı. Merkez Bankası Başkanı 92 yılında enflasyon % 2500 iken yılda % 10-25 faizle kredi dağıttı. Merkez Bankası sanki açıkgözlere para bağışlıyordu. Bankanın dağıttığı kredi miktarı GSMH'nın %32'sidir diye ekliyor yazar. Bu sayede bir çok bankacı zengin olmuştur. Biz buna Rusya'da özel bankaların yani Rus finansının kuruluşu diyebiliriz.
Yine yazara göre zengin olmanın üçüncü yolu yiyecek ithal sübvansiyonlarıdır. 91-92 kışında Rusya'da kıtlık olasılığı ve korkusu çok yüksektir. Bir gıda ithalatçısı yurt dışından temel yiyecek maddesi ithal ederken bunun bedelinin % I ’ini devlete ödüyordu ve malı getirtiyordu. Geri kalan döviz devlet kasasından ödeniyordu. İthal
_112
eden malı istediği fiyata satabildiği gibi yaptığı iş için devletten mükafat olarak sübvansiyon alıyordu ve bunları cebe indiriyordu. Bu ithalatlar Batılılar’ın, humaniter ithalat kredileri ile ödeniyor ve Rus devlet borcuna ekleniyordu. “Toplam ithalat sübvansiyonu 1992'de GSMH'nın %17.5'uydu." (ay., s. 67)
Yazıda bu üç parazit yolla elde edilen kazançların 1992 yılında GSMH'nın %79'undan az olmadığı iddia ediliyor. Bu karların çoğu küçük bir gurubun elinde toplanmıştır. Ve de çoğu gerek sübvansiyonlarla, kredilerle yada başka düzenlemelerle devletten elde edilmiştir. Bu kadrolar bugün devletin başında oturanlardır.
Sosyalist ülkeler kapitalizm yoluna çıktıklarında devasa fabrikaların kimin mülkiyetine ve nasıl geçeceği herkesin merak konusuydu. Dikkatler bunların hangi açıkgözlerin elinde kalacağına çevrilmişti. Yazara göre 97 yılında bütün özelleştirilen şirketlerin değeri GSMH içinde ancak %20 kadardı. Ve de büyük payı birkaç tane petrol şirketi Yukus, Sibneft ve Sidanko oluşturuyordu. Rusya'da hiçte beklenildiği gibi büyük bir özelleştirme yaşanmamıştır. Yazarın bu değerlendirmesine de katılmak mümkündür. Eskinin devasa fabrikaları Batı standartları karşısında hiçbir verimliliği olmayan, hantal, kaba birer leşdirler. Bunların büyük bir çoğunluğu alıcı bulamamış, yenilenememiştirler, Elbette askeri araç üreten fabrikaları ve bunların dünya pazarında bir yeri olduğunu unutmamak gerekmektedir.
Bu üç ana yoldan Rus Finans-Kapitali yaratılmıştır. Ve bunlar bizzat şimdi devlet tepesinde oturanlardır. Günümüz
Rus politikası özünde bu zenginlerin servetlerine yenilerini eklemeleri oyunundan başka bir şey değildir. Hepsi de ya eski KP en üst yöneticileri ya da büyük fabrikaların, tarım kombinalarının tepe noktalarındaki kişilerdir. Örneğin Çernomirdin eski Ulusal Gaz Şirketi en üst yöneticiliğinden başbakanlığa atandı. Petrol ve metal satışlarıyla hem kendisini hem de çevresindekileri zengin etti. Şimdi Vatanımız Rusya Partisi ileri gelen- lerindendir. Son seçimde de partisi büyük oy kaybetti. Başka bir partiden de olsa elbette Yelisin çizgisini desteklemektedir.
Putin'den önceki başbakan, Yevgeny Primakov Kosova olayları sırasında görevden alınır alınmaz, Anavatan Partisi Başkanı oluverdi. Şimdi de başkanlık seçimlerinde Putin'e karşı döğüşecek. Aynı partinin ikinci adamı, ünlü Moskova valisi ve Yeltsin’in koltuğuna aday Yuri Luzhkoy ise Moskova dışındaki bölge yöneticileri ve tarım kombinaları şefleriyle sıkı fıkı olduğundan tarım ithalatı yoluyla hem kendisinin hem de bu kişilerin ceplerini tıka basa doldurmuştur. Eski maliye bakanı Federov Sağ Güçler Birliği lideridir. Ucuz kredilerle köşeyi dönmüşlerin başında yer alır. Bunlar sadece gözümüze çarpanların birkaç tanesidir. Rusya'daki herbir parti şöyle ya da böyle zengin olmuş kişilerin partisidir demek yanlış olmaz. Ancak bir de Batı'nın çok sözünü ettiği ve de politikasını yakından izlediği Yablinski'nin Yabloka (elma) adlı partisi vardır. Keskin reformcudurlar ve belki birtek onlar bu kadar zengin değillerdir. Bunlar devletin gene üst bürokratlarından olup, soygunları görüp pay isteyen, ama başaramayan kişilerden oluşurlar.
2. RUS FİNANS KA PİTA LUCUBESİ
Bu anlattıklarımıza belki pek şaşırıl- mayabilinir. Kapitalist ülkelerde de partiler böyle değil mi, herbiri belirli sermaye guruplarının savunucuları değil mi, denebilir. Bir yanıyla doğrudur, ama Rusya'da olanların diğer ülkelerden çarpıcı bir farkı vardır. Rusya'da herşey biraz tepesi taklak gelişmektedir. Kapitalizmin ana yurtlarında sermaye birikimi uzun bir süreç almıştır. Sonra kapital, finans ile birleşmiş, siyasi kadrolarını kurmuş devleti ele geçirmiştir. Ekonomik açıdan doğal diyebileceğimiz bir süreç izlenmiş, serbest pazar kapitalist üretiminden tekelci kapitalist üretim biçimine ancak böyle uzun bir süreç sonunda geçilmiştir.
Bizim gibi Üçüncü Dünya Ülkeleri’- nde kapitalizmin kuruluşu biraz daha farklıdır ve de kapitalizmimizin hala geri kalışının nedenini de içinde taşır. Bizde Batı kapitalizmine özenilmiş ve bizzat devlet eli ile, devlet kredi ve desteğiyle, KIT'lerden sağlanan ucuz hammaddeler ve ara mallarla Koçlar ve Sabancılar yaratılmıştır. Bizde serbest rekabetçi pazar yaşanmamış gibidir ve kapitalizmimiz baştan tekelci olarak kurulmuştur. Finans kapitalimiz 1923'den 1960'- lara kadar geçen süreçte zenginleşmiş, devletçilik içine sığmaz olmuş ve kendi partisini ve partilerini yavaş yavaş kurmuş ve ancak ondan sonra Menderes ile çok partili sisteme geçilmiştir. Ama herşeye rağmen öz tekellerimiz bile ulus sınırları içinde dış tekellere karşı korunmaya çalışılmıştır. İthalat, yavaş yavaş tekellerimiz kendilerini güçlü hissettikçe serbest bırakılmış, gümrük duvarları
__________________rus-çeçen savaşı___
----------------------------------------- 113 —
— yol
kollana kollana indirilmiştir. Bunun en dizginsiz yapılması bile ancak Özal dönemi ile başlamıştır. Ve ayrıca her bir süreç büyük çatışmaların, askeri darbelerin sonucunda gelmiştir. Ve Avrupa pazarına gireceğimiz zaman bile indirmemiz gereken korumacı önlemler daha vardır. Ayrıca bu, kapitalizmin ana yurtlarında da böyledir. O çok serbest rekabetçi olmakla övünen Batı bile yığınla önlemlerle kendi tekellerinin pazar alanını korur.
Oysa Rusya'da kapitalistleşme gördüğümüz gibi farklı şekilde işe başlamıştır. Sosyalist dönemden devralınan sanayide işe yarayanlar bizzat KP'nin devlet kadroları ve sanayi yöneticilerinin cebine inmiştir. Yani bunlar kılık değiştirir gibi kısa sürede finans kapitalist oluvermişlerdir. Yani diğer taraflardaki gibi devleti ele geçirme diye bir süreç yaşanmamış, bizzat devlet kendisi finans kapital haline gelmiştir. Rus petrolü, gazı ve diğer hammaddeleri 70 yıllık sosyalizm döneminde zaten çıkarılır duruma getirilmiştir. Yatırım yapıp çıkarma diye bir eziyet çekme, sermaye, teknoloji arama gibi Üçüncü Dünya Ülkeleri devletçiliğinin önünde duran sorunlar yoktur. Yapılacak iş sadece birkaç açıkgöz tarafından bunların pazarlanmasıdır. Ve bu başarılı bir şekilde yapılmıştır. Ya da tersi, iç pazarda Batı tüketim mallarına müthiş ihtiyaç vardır. Karlı ithalatlarla da cepler doldurulur. Sosyalizmde var olan devlet kadroları bizzat finans kapital haline dönüşür.
İkinci olarak, bunlar yapılırken tek belirleyici bireysel karlar olduğundan bizim ülkelerde ve Batı'da gördüğümüz anlamda ülke sanayini korumak için ciddi bir çaba yoktur. Bildiğimiz gibi__ 114
zaten bu çok zorlu bir savaştır. Batı elinden geldiğince kendi mallarına pazar açmak için bastırır. Rus finans kapitali de bireysel olarak cebini dolduracağı her noktada eğilmiştir. Sanayinin yeniden yapılanması, modernleşmesi başka bir iştir. Bu işe girişmeden Batılı yatırımcı ile ortak olabilecek güçte yerli sermaye yaratmak gerekir. Ayrıca yatırım yapmak uzun dönemli bir iştir. Halkın batı tüketim mallarına iştahını, talebini doyurmak hem karlı hem kestirme hem de birşey yapıyor gibi gözükmenin kısa yoludur. Bütün bu gerekçelerle Rus politikasında sanayi koruma diye bir ilke öne çıkmamıştır. Rus ekonomisi, pazarı boylu boyunca açılmış, Batı ile gülüm balım Rus halkı soyuluvermiştir.
Üçüncü olarak, dünyada genel olarak Finans-Kapital üretim içinden doğar. Sermaye çeşitli faktörleri bir araya getirir ve üretim yapar. Bu onun sağlıklı yanıdır. Sonra finans ile birleşip para oyunları, spekülasyonlar ve tekel haline gelince sağlıklılığını yitirir ve çürür. İşte Rus Finans-Kapital’i de daha baştan böyle çürük yapılıdır ve de işin kötüsü neredeyse tamamen ticaret ve para oyununun üstüne oturur. Üretimle ilgisi sadece petrol, gaz ve bir avuç metalin çıkarımında kalır. Satılabilecek mal bittiği ya da karın azaldığı durumda ne olacaktır? Onun için korkaktır. Ülke içinde kalmayı çok tehlikeli görür. Rusya'nın yarını hiç parlak görünmemektedir. Bu para oyunu ve ticaretle elde edilen sermaye ülkede bırakılıp yatırıma dönüştürülmez. Batılı ülke bankalarına yatırılır. “Yılda Rusya'dan kaçan para miktarının 10-20 milyar dolar arasında değiştiği söyleniyor... Moskova'da Rus Akademi ve Bilimleri’ne bağlı Ekonomi Enstitüsü
Başkanı Leonid Abalkin gizli tasarrufların 30 milyar doları bulduğunu tahmin ediyor. Rus Bankalar Birliği Başkanı Sergey Egorov ise bu rakamın 80 milyar dolar olduğunu öne sürüyor.” (Japan Review of International Affairs, Bahar sayısı 99, s. 44) Dışarı kaçan miktarın çok daha fazla, 100 milyar doların üstünde olduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Rus finans kapitali yapısı gereği elindeki sermayeyi sağlıklı hale getirip yatırım yapmaktan kaçmaktadır. Ülke bir felakete sürüklenir.
3. S E Ç İM LE R
Yukarıda anlatılan soygun ve finans kapitalin oluşması 1993 ya da 1994 yıllarına gelindiğinde ana hatlarıyla tamamlanmıştır. Ondan sonra soygun kaynakları daralmaya başlar, üstündeki çıkar çekişmeleri artar. Daraldıkçada siyasetteki çıkar çatışmaları şiddetlenir. Skandallar, öldürmeler, şantajlar ayyuka çıkar. İlk Çeçen-Rus Savaşı’nın 1994-96 yıllarında yaşandığını bu arada hatırlatalım.
1997 yazında Rus ekonomisi iflas eder. Ekonomi çöker. Ruble korkunç bir devalüasyon yaşar. Ya da Rusya'da Batı tipi bir kapitalizm kurma hayalleri biter. O zamandan beri de Rusya, benzetmesi yanlış olmazsa, serumla idare edilmektedir. Ülke üretimi şimdiye kadar ancak bir kez, o da devalüasyona bağlı olarak 97 yılında %0.8 artış göstermiştir. Onun dışında Rus ekonomisi on yıldan beri sürekli gerilemektedir. Sovyetler döneminin ancak %40'ları dolayındadır. On yıl boyunca devlet ancak iki kez bütçe yapabilmiştir. Rusya tam bir asalak, tüketen toplum yapısın
dadır. Petrol (son yıllarda petrol fiyatlarındaki artış ekonomiyi biraz rahatlatmıştır.), doğalgaz ve birkaç kalem hammadde, silah satılır, borç alınır, bunlarla ithalat yapılır ve günlük yaşanır. IMF reçeteleri ile işler idare edilmeye çalışılır.
İktidar koltuklarındaki çürümenin çeşitli düzeylerde halk arasında da yaşanması doğaldır. Tepedeki çıkar gurupları gibi halkta birbiriyle savaş halindedir. Ekonomi, spekülasyon ve para oyunlarıyla ayakta durunca halkta aynısını yapmaya zorlanır. Ekonomi ne kadar yasadışı yollara kaydıysa aynı şekilde halkta yasadışı yollara kurban olur. Herkes kar peşine düşer. Ahlaki çözülme, çürüme, bencilleşme, insani ilişkilerden kopma korkunç boyutlardadır. Rusya bugün mafyaların, çetelerin ülkesidir. Yaşadığımız kapitalist ülkelerde de insanlar bencildir, sistemin kendisi bireysellik üstüne oturur, ama bu sistem kurumlan çerçevesinde desteklenir. Yoksul halkların yasadışına kayması ülkenin zenginliğine göre elden geldiğince devletin kontrolünde tutulmaya çalışılır. Yani bir hastalık sigorta kurumu, bir işsizlik parasının olması ne olursa olsun batı anayurtlarında halkların güvencesidir, iktidarlar soygun düzenlerini böyle korurlar.
Rus halkının sosyalizmde var olan benzer kurumlan kapitalizme geçişte kuşa çevrilmiştir. Sistemin örgütlenmesi, kurumlan, hatta yasaları bile yapılmadansoygunu tamamlanıvermı'ştir. Bu durumda insanların ahlaki çöküntüsünün anlaşılmayacak bir yanı kalmaz. Rus insanı geleceğine doğru değil, günlük yaşamaktadır. Sevgi, saygı, güven, inanç hiçbir şey kalmamıştır. Rus toplumu
__________________rus-çeçen savaşı___
--------------------------------------------- 115 —
— yol
tamamen bir anarşi içinde yaşamaktadır. Bir yanda sosyalizmin yıkılmasını sağlayan kapitalizmin tüm zengin tüketim mallarını kullanan bir avuç müthiş zengin; diğer yanda da bunları almayı ömür boyu hayal edemeyecek milyonlarca halk. Gelir dağılımındaki korkunç uçurum Latin Amerika ülkelerinde bile görülmedik bir boyuttadır. Bu ortamda Rusya'da yarın neler getirecektir, hiç kestirilemez.
Seçimlerden yine Kremlin yandaşları, yani bu on yıllık tablonun sorumluları karlı çıktı. Şimdiye kadar yürütülen ekonomik reçetelerin bir işe yaramaması, Batı tipi bir kalkınmanın, Batılılaşma modelinin çökmesine, çürümelerin, yolsuzlukların ayyuka çıkmasına karşın neden yine Kremlin taraftarları seçimleri kazanmışlardır? “ Birincisi, Çeçen kampanyası ve seçmenin Sovyet döneminden gelen iktidar partisini destekleme içgüdüsüdür. İkincisi, Birlik (Putin'in desteklediği gurubun adı, bn) düzen ve ulusal onur temalarını işledi. Bu komünizme dönüş değil, ama Rus gelenekçiliğinin yeniden doğuşudur. Bir düşman, güçlü bir devlet ve Batı'ya karşı biraz sert davranabilen güçlü bir lider arayışında kendisini göstermesidir... Üçüncüsü, başarısızlığa uğramış reformlar ve yolsuzluk, skandallarla yıpranmamış Birlik yönetimi halkın aradığı yeni politik yüzlerden oluşuyordu” . (Financial Times, 21 Aralık 99)
Uzunca alıntıyı kendi dilimizle yorumlarsak, Putin'in başarısının birinci nedeni Çeçen Savaşı’nda yatar. Savaş siyasetteki yolsuzlukların, çürümelerin üstünü örtmüştür. Seçim propagandaları yapılırken elbette her bir siyaset, birbirinin çürümüşlüğünü, kirli işlerini
_ 1 1 6
daha çok ortaya atacak ve ortalığı pislik götürecekti. Ortalığı yolsuzluk hikayeleri kaplayacak, işin içinden çıkılmaz bir döğüşe başlanacaktı. Ve ortada elle tutulur bir kişi ve kurum kalmayacaktı. Çeçen Savaşı çıkarılarak bütün bu gelişmeler önlenmiştir. Çeçen Savaşı politikadaki bu çirkinliklerin basının birinci sayfalarından geri sayfalarına düşmesine neden olmuştur. Halkın bilincinden Rusya'nın kötü ekonomik durumu, alınması gerekli önlemler, hangi yolla kal kı n ı lacağı silinmiş, yerine Çeçen konusu konulmuştur. Çeçen Savaşı halkın kendisini unutmasına hizmet etmiştir. Halk milliyetçi bir havaya girmiş, kendisini ulusuyla birleştirmiş, çıkar farklılıkları yerini ulusal bütünlüğe bırakmıştır. Bütün burjuva savaşlarında olduğu gibi.
İkincisi, elbette halk bugünkü durumundan hoşnut değildir. Eskiyi, ekonomik düzeni ve onun verdikleri anlamında aramamaktadır. KP'nin Duma’daki sandalye sayısı 157'den l l l ' e düşmüştür. Ama halk bir düzen, güçlü bir iktidar aramaktadır. Hangi halk bunu aramaz ki? Gazete değerlendirmesindeki halkın eski sovyet, komünist düzen, iktidar partisinin desteklenmesi içgüdülerine katılmıyoruz. Ama halkın hangi sistem olursa olsun düzen araması doğaldır. Çeçen Savaşı’ndaki başarı(!) halka bu iktidarın güçlü olduğu izlenimini vermiştir. Her cephede yenilmekten umutsuzluğa kapılan halk işte bu kadarcık bir başarıya bile umut bağlatılacak duruma gelmiştir.
Üçüncüsü, Putin ve Yeltsin'in Batı'ya karsı sert çıkışlarıdır. Halkın yaşadığı yoksullukların suçlusu sırf Batı’ymış imajı yaratılmış, Kremlin'in başarısızlıkta
bir numaralı suçlu olmasının üstü örtülmüştür. Halkın Batı'ya öfkesi bizzat bu yolun sorumlusu kişilerce de örgüt- lenivermiştir. Halkın çoğunluğu Putin'i ve Birlik’ini dertlerine çare olabilecek güçte görmektedir.
4. B A T I İLE İL İŞ K İL E R
Yılın son gününde Yeltsin'in istifası ile birlikte Rusya'da bir dönem kapanmış, Putin ile yeni bir döneme girilmektedir. Putin çizgisinin daha iyi anlaşılır olabilmesi açısından Batı ile ilişkilerdeki bazı noktaları aydınlatmak gerekir.
Batı Çeçen Savaşı’na karsı çıktığını açıklıyor. Çeçenistan'da teröristlerle birlikte yoksul halkın da bombalandığını söylüyor. Batı komşu ülkelere göç etmek zorunda kalan 200 bin göçmenin barınaksız, aç susuz, çoluk çocuk, yaşlı hasta, kar kış, yağmur altında yollarda sefil olmasının arkasından da timsah gözyaşları döktü. AGİT'lerde, A B toplantılarında, Beyaz Saray’dan, oradan buradan Rusya yönetimine ültimatomlar verdi. Bombalamayı kes dedi. Savaşı bitir dedi. Bütün bunlar Çeçen güçlerinde, Batı'nın Kosova gibi kendilerine de yardıma koşacağı, Milosoviç'e karşı döğüşüldüğü gibi Rusya'ya karşı da savaşılacağı, kredileri durduracağı umutlarını doğurdu.
Sonuç ne oldu? Hiçççç. Hiçbir Batı'lı ülke Rusya ile ilişkilerini kesmedi. Bir yaptırımda bulunmadı. Herşey lafta kaldı.
Rus iktidar koltuğunda oturanların yaptığı yolsuzluklar hergün gazete sayfalarında manşetlere çıkıyor. IMF'ye verilen raporlarda sahtekarlıklar tesbit ediliyor. Bunlar IMF açısından ilişkileri
kesmeye gerekçe olabilecek nedenlerdir. Ö te yandan Rus başsavcısı Yuri Skuratov açıklıyor; “ IMF'nin aktardığı 4.8 milyar dolarlık kredinin 3.9 milyar doları Kremlin tarafından Merkez Bankası eliyle çok yakın ilişkiler içinde olunan 18 ticari bankaya satılmıştır.” (The Economist, 18-24 Eylül 99, s.38) IMF'nin açtığı kredilerin nereye nasıl gittiğini bilmesi için başsavcının açıklamasına ve kaynak göstermesine ihtiyacı mı vardır? Elbette yoktur. IMF neyin nereye gittiğini çok iyi bilmektedir.
Peki ne oluyor? Hiiüç. IMF kredileri vermeye devam ediyor. Sanki birşey yokmuş gibi davranılıyor. Kimileri Batı'nın yanlış yaptığını savunuyor. İşin içinden çıkamıyor.
Rusya'da ortaya çıkarılan yoksuzluk- ların ucu gelip Batı'ya dayanmaktadır. Kah İsviçre bankalarından kah New York bankalarından başgöstermektedir. Yeltsin'in başka isme yatırılmış milyonları, Merkez Bankası şeflerinin gizli hesapları, oradan buradan para yıkamalar üstünde kimse durmamaktadır. Sıradan olaylar gibi yazılıp çiziliyor, sonra unutuluyordun Akıllara şu sorular gelebilir. Neden Yeltsin ve Rus iktidar tepelerinde oturanlara eski Fiiipinler Devlet Başkanı Markos'a yapılanlar yapılmamaktadır? O da Batı yardımlarını IMF kredilerini İsviçre bankalarındaki özel hesabına yatırmamış mıydı? Onun bu banka hesapları dondurulmamış mıydı? Neden aynısı şimdi Rusya'- dakilere yapılmamaktadır? Batı o zamanlar namusluydu, doğru yapıyordu da şimdi mi namussuz olmuştur, yanlışlıklar yapmaktadır? IMF yetkilisi açıklıyor; “ABD , İMF'yi Rusya politikasına utanmadan alet etti.” (The Economist)
__________________ rus-çeçen savaşı___
-------------------------------117 —
— yol
Sorunu anlamak için burjuva politikasının arkasına gizlenen çıkar ilişkilerini görmek gerekir. Rus finans kapitalinin pislikleri ve yolsuzlukları Batı'nın bilmediği bir şey değildir. İşin altında bizzat kendisi vardır. Rusya'daki soygun Rus Finans-Kapitall'nin eliyle Batı'nın bilgisi ve çıkarları çerçevesinde yapılmıştır. Rusya petrolü, hammaddeleri ve halkın tüm birikimleri hem bir avuç Rus Finans-Kapitali hem de Batı işbirlikçileri eliyle soyulmuştur. Örneğin ABD'nin Rusya'ya yardım komitesi vardır. “ Bu komite koordinatörü Clinton'un başyardımcısı, şimdi ABD başkan adayı Al Gore'dan başkası değildir” . (The Econo- mist, 4-10 Eylül 99, s.48) Rus meslektaşı günün Rus başbakanı ile koordinasyon içinde yardımları denetlerler ya da nasıl soyulacağını belirlerler. Batı'nın yardımlarının nerelere gittiğini bilirler. IMF kredilerinin verilip verilmeyeceğine A BD ve işbirlikçileri karar verirler. Yürüten IMF görünür, ama bu kurum onların denetimi altında çalışır. Onların sözünden pek dışarı çıkmaz. Zaten IMF kurumunun kendisi Batı’ya pazar açma görevi ile kurulmuştur. Ayrıca insancıl yardımlar zaten Batı’dan mal alma koşulu ile verilir. Batı, Rusya'daki yolsuzlukları bilerek desteklemiştir. Ayrıca bu kendi çıkarıdır. Kendisine pazar açmıştır. Kendisine benzeyen, çıkarları aynı olan işbirlikçileri doğurmuş, büyütmüştür. Onlarla birlikte Rus pazarını sömürmüştür. Ayrıca bu kirli işlerden elde edilen paralar kendi bankalarına geri dönmüştür.
Rusya'nın Batı açısından en önemli özelliği nükleer bir güç olmasında yatar. Nükleer bir güçle kedinin fareyle oynaması gibi oynanmaz. Çok daha büyük
__ 118
boyutlu, ciddi, güçler dengesinin en hassas bir şekilde değerlendirildiği, temkinli politikalar gerektirir.
Onun içinde Çeçenistan'da ki savaşa karşı çıkıldı. Neden çıkılmasın? Kendi çıkarlarına karşı bir savaştır. Batı'nın kazandığı mevziler elden gitmektedir. Tehdit etti, ültimatom verdi. Ama bir yaptırımda sergileyemedi. Sergilemek işine gelmedi. Biraz da Dimyat'a giderken bulgurdan olmak istemedi. Demek ki Rus iktidarının, kendi işbirlikçilerinin koltuğunda durabilmesi için Çeçen Savaşı’na ihtiyacı vardı diye düşündü. Düşünmesi dayatıldı. Kabullenmek zorunda kaldı. Bu savaş yapılmayıp Kremlin iktidardan düşse daha mı iyiydi? Böyle düşünmek zorunda kaldı. Kremlin, halkına biraz Batı'dan uzak görünme ihtiyacında mıydı? Eh biraz da haklıydılar yani! Öyleyse ortak davranıp onlarda diş göstererek, Kremlin'in ekmeğine yağ sürdüler. Bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeyerek, karşılıklı ilişkiler yeni bir düzeyde, yeni bir dengeye oturtuldu. Ama iki taraf içinde kesin olan şu ki, Çeçen Savaşı ile taraflar arasında bir dönem kapanıp yeni bir döneme girildi. Rus işbirlikçi dostlarının oynadığı kapitalist düzenin kuralı bunu gerektiriyor ve de Batı bunu anlıyor. Kendi çıkarlarını ve ilişkilerini yeni bir dengeye kaydırıyor. Mesele budur. Ve de çok önemlidir.
Artık bundan sonra Rus-Batı ilişkileri yeni bir dengeye oturmuştur. Rusya'nın soygunu eskisi gibi devam etmeyecektir. Ne Rus burjuvazisi ne de Batılı dostlar eskisi gibi gülüm balım anlaşarak Rus pazarını talan etmeyecekler. Rus burjuvazisinin çıkarları başka tür davranmayı gerektiriyor ve bu yeni çıkar perspektif-
leri çerçevesinde daha temkinli, daha dişe diş bir pazarlık dönemi başlıyor. Rusya bu yeni yolda Batı'ya aynen Çeçen Savaşı’nda olduğu gibi daha sert çıkabilecek. Daha çok kendi çıkarlarını koruyacaktır. Dünya güçleri içinde kendine yeni ittifaklar arayacak, çeşitli ülkelerle bu yeni çıkarları doğrultusunda işbirlikleri yapacak anlaşmalar imzalayacak. Dünya olaylarına artık Batı'ya bitişik bir perspektiften bakmaktan vazgeçecek, daha mesafeli olacaktır. Bu yeni dengeye otururken de iki tarafında elinde birbiri ile ilgili kozlar, yaptırım güçleri vardır.
5. V LA D İM İR P U T İN DÖNEM İ
Bu yazıyı kaleme aldığımız Ocak ayı başında Putin'in Mart ayı sonundaki seçimleri kazanıp yeni Rus Devlet Başkanı olmasına kesin gözle bakılıor. Bu tahminin temel nedeni seçimlerde gösterdiği başarıdır. Desteklediği Birlik, Eylül ayı içinde apar topar kurulmuştur, henüz herhangi bir program ve tüzüğü yoktur. Yürüteceği soyso-ekonomik politika bu anlamda belirsizdir. Putin Çeçen Savaşı’nı yürütüş biçimi, korkusuz, enerjik, atak, sert tavrı ile bugüne kadarki meslektaşlarından farklı görünmüş ve öne çıkmıştır. Çeçen Savaşı’nı, skandalları örtme aracı olarak kullanıp Finans-Kapital içindeki çekişmeleri pratikte örterek ulusal birlik, bütünleşme, uzlaşma havası yaratmayı başarmıştır. Ama iktidar olduğunda çeşitli çıkar ilişkileri, ulusun yönelişi, çok ihtiyaç duyulan ekonomik önlemler ne olacaktır? Yıl başında internetin hükümet sayfasında kısa bir program taslağı yayınlandı. Buradan kalkarak Putin
dönemi konusunda kaba bir fikir elde etmek mümkündür. Bizde Batı basınının yaptığı kısa aktarm adan kalkarak ve bunun yaratabileceği aksaklıkları göze alarak bir değerlendirme yapalım.
Aktarılan programa bakınca Putin döneminin Yelisin döneminden farkı, bu farkın seçimleri kazanmada oynadığı rol ve halk açısından anlamı biraz daha anlaşılır olur. Program eklektik ve prag- matiktir. Oradan buradan alınmış, suya sabuna dokunmayan genel kavramlardan oluşur.
Metine Putin Rusya'nın içinde bulunduğu konumu değerlendirmekle başlıyor ve karamsar, bu anlamda gerçekçi bir tablo çiziyor.
“ Ülkenin 300 yıldır ilk kez ikinci, hatta üçüncü sınıf bir global güç olma tehlikesi ile yüzyüze olduğunu iddia ediyor. Rusya'nın GSMH'sı 90'lı yıllarda yarıya düşmüş ve şimdi ABD'nin ancak 10'da biri kadardır. Dahası dünya ekonomik geleceğini belirleyen yoğun teknikli endüstri sektöründe rekabet edemez durumdadır. Yüksek teknikli tüketim maddeleri üretiminde Rusya'nın payı dünyada % l iken ABD'nin %36'dır.” (Financial Times, 5 Ocak 2000)
Putin daha en başta Rusya'nın karşı karşıya olduğu ekonomik güçlüğü çizmeye çalışırken zaman dilimini 300 yıl olarak alıyor. Yani Çarlık Rusyası ve sosyalizm. Böyle yaparakta sosyalizmde, A BD ile başa baş güreşilen bir konuma gelindiğinin üstünü örtüyor. Rusya zaten 300 yıldan beri süper güç olmuştur, sosyalizmin eklediği birşey yoktura getiriyor. Sosyalizmin yaptıkları küçültülüyor. Süper güçlük, Çarlık Rusyası’ndan beri gelen bir özellik gibi anlatılıyor.
rus-çeçen savaşı___
119 —
— yolTabi böyle olunca da 90'lı yıllardaki gerilemesinin korkunçluğunun üstü örtü- lüveriliyor. Hedef yeniden ABD'nin yüksek teknikli tüketim mah üretimi oiarak ortaya konuluyor. Yani son on yıldır geri düşüldü, ama bu amaçtan yani kapitalist tüketim mallarını üretme hedefinden, bir A BD olma hedefinden vazgeçmedik deniliyor. Yani bu anlamda Putin 10 yıl öncesinden farklı bir şey getirmemektedir. Sosyalizm yıkılırken ki Yeltsinci parolalar tekrar edilmektedir.
Peki 90'lı yıllarda iktidarlar hangi politik-ekonomik hataları yapmıştır? Neden geriye gidilmiştir? Neden süper güçlükten üçüncü sınıf bir güçlüğe geri- lenmiştir?
“ Putin bunların sadece ekonomik yanılgılar olmadığını söylüyor. 70 yıllık komünizmin yol açtığı moral ve ruhani krizler, ayrıca son on yıldır Rus topraklarına yabancı liberal fikirlerin sokulmaya çalışılmasıdır. Ülke fabrikaları çürü- mekte, yeni yatırımlar çökmüş durumda, yolsuzluk şahlanmış ve toplum parçalanmış olarak durmaktadır.” (a.g.y.)
Bu kadar gerilemenin nedeni Putin'e göre sadece ekonomik değildir. 70 yıllık komünizm deneyi ve de 10 yıllık Batı’nın yabancı liberal ideolojisinin payı vardır. Komünizm halkın ahlakını çürüttü, moralini yok etti, liberalizmde yabancı, anlayamadık. Ülke bütünlüğünü tehdit eder duruma getirdi. Sanki halk can derdinde ölüm kalım savaşı verirken ahlak aranırmış gibi. Denize düşen yılana sarıimazmış gibi. Sanki tepedekilerin soygununu ahlak belirliyormuş, sistemin özelliği değilmiş gibi. Putin aynı mantığı burada da yeniliyor. 10 yıllık gerilemenin baş nedeni tepedekilerin halkı soymasını
_120
kapitalist düzenin kendisinde arayacağına komünizmin ahlakı bozmasına bağlayıveriyor. Bu ahlaki bozulma BatflTMn VtberaVizmi ile de birleşiverince işte 10 yıl gerilemenin nedeni açık- lanıveriyor. Putin büyük bir ustalıkla 10 yılın pisliklerinin üstünü örtmektedir. Ve bunu yaparkende 10 yıllık yaşanan Yeltsin dönemi ile 70 yıllık sosyalizm deneyi aynı kefeye yerleştirilmektedir. Böylece komünizme duyulan öfke ile 10 yıldır kapitalizm altında yaşananlara duyulan öfke birlikte örgütlenmekte, kendisini yeni bir çizgi olarak ortaya koyma başarısını göstermektedir. Putin seçimleri böyle kazanır. Öfkeyi örgütleyip kendisini bir umut olarak satmayı becermiştir. Ayrıca Putin çizgisi ile ilgili yeni birşey öğreniyoruz. Putin liberal düşüncelere karşıdır!
Putin ülkeyi nasıl kurtaracaktır? Neler önermektedir? Ulusun yeni bir sosyal dayanışmaya, yeni ulusal uzlaşmaya ihtiyacı vardır. Bizim gibi kapitalist ülke çocukları bu sosyal uzlaşma ve dayanışmanın neler olduğunu biliriz. Bunlar burjuvazinin sınıflı toplumdaki proletarya ve burjuva çıkar farklılığının üstünün örtülmesinin laflarıdır. Putin artık Rusya'da farklı sınıfların olduğu ve bunun çıkarlarının farklılaştığı gerçeğini ulusal birlik, bütünlük, uzlaşma perdesi arkasına gizlemektedir.
Putin aynı bizim burjuva liderlerimiz gibi sanki sınıflar üstü davranmaktadır. “ Rusya milliyetçilik duygusunu yeniden kazanmalı; askeri güç yerine ekonomik başarıya dayalı büyük güç olma kavramını yeniden tanımlamalı; devletçilik duygusunu yeniden canlandırmalı; ülkenin tarihi boyunca var olan milliyetçi kolektivist ruhunu yeniden dirilt-
melidir.” Askeri değil ekonomik güç olmaya yönelik Rus milliyetçiliği, devletçilik altından burjuvazi ve halk birleştirilecektir ya da devletçilik denilerek halk burjuva çıkarlarının arkasına alınacaktır. Hedefte eskisi gibi yeniden bir süper güç olmaktır. Ama bu süper güçlük askeri amaca yönelik değildir. Bu anlamda sözüm ona hem komünist dönemden ayrılınmakta hemde Batı'dan gelecek eleştirilere yanıt verilmektedir. Sanki A BD süper güçlüğü askeri üstünlüğe dayanmıyormuş gibi. Sanki biri olmadan diğeri olurmuş gibi.
Putin böylece Yeltsin döneminden farklılığını ortaya koyar. Çıkılacak yeni yolun ip uçlarını verir. Milliyetçilik. 10 yıl önce kapitalizm yoluna çıkılırken batı ile kaynaşma vardı. Rus kimliğinden utanma vardı. Sınırların açılması ve hemen o ülkeler gibi kalkınıverme hayalleri vardı. Hele hele devletçilikten yaka silkiliyordu. 70 yıllık devlet diktası ve devlet yönetimine lanetler yağdırılıyordu. Liberalizm, bireysellik deniyordu. Özgürlük deniyordu. Şimdi bunlardan geri dönmeyi öneriyor Putin. Milliyetçilik. Milliyetçi kolektivizm. Devletçilik. Devletin güçlü olduğu ve herşeyi kontrol ettiği bir düzen isteniyor. “ Ruslar’a pek yabancı olmayan ve mutlaka karşı çıkılması da gerekmeyen, aksine düzenin kaynağı ve garantörü; herhangi bir değişikliğin başlatıcısı ve ana motoru olan güçlü devletçilik" (a.g.y.) Bütün bunların anlamı sudur. Rus finans kapitali, burjuvazisi 10 yıl sonra kendi pazarını istemektedir. Burjuvazi dışarıya papatya gibi açılmaktan vazgeçip kendi pazarına sahip çıkmaya ihtiyaç duymaktadır. Milliyetçiliğin altında bu yatar. Pazarını sömürürken de devletin korumacılığına ihtiyaç
duymaktadır. Burjuvazi halkları sömürürken devlette onları zaptırap altında tutacaktır. 10 yıllık soygundan beslenen burjuvazi artık ülke içine dönecek, birikimlerini becerebildiği kadar yatırımlara dönüştürecek ve pazarında at koşturacaktır. Devlette işte bunun garantörlüğünü yapacaktır.
İlginç birşey daha vardır, milliyetçi kolektivizm. Kolektivizm komünizmin terimidir. Bujuvazi bunun yerine bilindiği gibi bireyselliği koyar. Kolektivizmin karşısında özel girişimi kutsallaştırır. Yasanan 10 yıllık deneyde bireysellik, burjuva bencilliği halk tarafından iyi anlaşılmıştır. Sosyalizmin tüm kolektif örgütlenmeleri dağıtılıp ülke bu sınırsız soygun kapitalizmiyle bire bir karşı karşıya bırakıldı. Halk perişan oldu. Halk eskinin kolektivizmini aramaya başladı. Putin bir yanıyla bu duyguları sömürmektedir. Diğer yanıyla ise Rus burjuvazisi yeni bir yola hazırlanmaktadır. Bu halkların yeniden soygunu demektir. Bunun için halkların biraz daha özveride bulunması istenecektir. Bu özveri talebi- de kolektivizm kavramı arkasına gizlenmektedir. Biz bunu isterseniz ulusal seferberlik olarak okuyalım.
Putin programının en ilginç yanı belki de ekonomiyle ilgili olan kısmıdır. 10 yıllık deneyden sonrada devletçilik ekonomiye de sokulmakta etkin bir karma ekonomi önerilmektedir. “ Her ne kadar devletin asıl görevi suçluların yakasına yapışmak y c özellikle yüksek teknik ve enerji sektörlerini destekleyen aktif endüstri politikası uygulamak olsa da beceremediği alanlardan da çekilme- lidir.” (a.g.y.) Bilindiği gibi sosyalist sistemin en büyük eleştirisi ekonomiye devlet müdahalesi ve merkeziyetçilikti.
__________________ rus-çeçen savaşı___
---------------- 121 —
— yol
Batı’dan geri kalınmanın en temel nedenlerinden biri olarak düşünülüyor ve devletin ekonominin her alanından geri çekilmesi gerektiği savunuluyordu. Tüm devlet kurumlarının özelleştirilmesi hedefleniyordu. Şimdi bu konuda bir geri adımla karşı karşıyayız. Burjuvazi ekonomide devleti istemektedir. Ülke sorunları ve yapılması gerekenleri farkettikçe kendi imkanları ile bunun altından kalkamayacağını görmekte, devletin yardımına ekonomik alanda da ihtiyaç duymaktadır. Özellikle teknik yoğunluklu sektörlerde gücünün yetmeyeceği düşüncesindedir. Devlet buralarda yatırım yapmalıdır.
Ekonomik açıdan Putin'i Yeltsin döneminden ayıran en temel özellik budur. Putin Rus Finans-Kapitali’ne yeni bir yol göstermektedir. Birbirlerini yıpratmak yerine ülkeye yatırım yaparak, üretimle Rus pazarını sömürme yoluna çıkılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Burjuvazi, başka bir hedef etrafında birleştirilmeye çalışılmaktadır. Ülkenin buna ihtiyacı olduğunu söylemektedir. Ya da tersi de doğrudur. Burjuvazi artık buna sıra geldiğini anlatmak istemekte, bunu yapmak istediğini ortaya koymaktadır. Bu durumda da elbette ihtiyaç duyulan güçlü bir devlet kontrolü ve düzendir. Çoğu dışarıya kaçmış olan sermayenin ülke sınırlarına geri gelip yatırıma dönüşebilmesi için emin bir ortam yaratılmalıdır. Şimdilik görünen odur ki tüm çıkar çevreleri bu konuda anlaşmış gibidir. Ulusal seferberlik, halkın milliyetçi kolektivizm ideolojisi ile güçlü devletçilik altında birleştirilip karma bir ekonomi uygulamak. Seçim sırasında Putin'e destek verenler desteklerini sürdürmekte, hatta karşı partilerde istifalar başlamıştır. Elbette köksüz, 10 yıllık
__122
mazisi olan bir burjuvazinin ne yapacağı pek belli olmaz. Her an herşey tepesi taklak gelebilir, ama yine de ekonomide böyle bir yol mantıklı gelmektedir.
Putin programının bizim yabancı basından izlediğimiz bölümlerinde yoksul halklara vaadettiği birşey yoktur. Ne işsizlik, ne enflasyon, ne gelir dağılımındaki farklılıklar, ne sosyal haklardan söz edilmektedir. Burjuvazinin çıkarlarından kopuk bir halk yok gibidir. Programın özünde var mı bilmiyoruz, ama pek sanmıyoruz. Çünkü Rus burjuvazisi henüz sınıflı mücadeleye alışık değildir, kendisi ne de olsa sınıfsız bir toplumdan gelmiştir. Başka bir sınıf olma deneyleri yoktur. Hele hele burjuvazinin halkları ezme deneyine hiç sahip değildir. Şimdiki hali ile komünizme duyulan öfke sömürülmekle yetinilmekte ve halkın tekrar eski düzene dönme isteği ciddiye pek alınmamaktadır. Ya da bunlar milliyetçi kolektivizm gibi birer ideolojik kavram halinde, altında burjuva çıkarları gizli olarak kullanılmakta ve halklar peşten sürüklenmektedir. Nereye kadar giderse. Bakalım bunların bedelini Rus burjuvazisi nasıl ödeyecektir. Bakalım Rus yoksul halkları nasıl ve ne zaman sessizliğini bozup o eski proletarya mücadelesi deneylerini devreye sokacaktır. Gelecek günlerde bunları izleyeceğimizden şüphemiz yoktur.
SO N U Ç
Çeçen Savaşı Rusya'nın şimdiye kadar yürüttüğü iç ve dış politikada önemli değişikler istediğinin ve bunları uygulamaya kararlı olduğunun bir işaretidir. Sosyalizmin yıkılmasından sonra Yeltsin'- le başlayan dönem kapanmıştır. Bu sü-
reç içinde ülkenin temel hammaddeleri soyularak para oyunları ve ithalat sübvansiyonları ile Rus finans kapitali kurulmuştur. Dış politikada Batı’ya neredeyse tamamen yapışık bir politika izlenmiştir. Sonuçta 97 yılında bu çıkılan kapitalist yol tıkanmıştır. İçte tamamen Batı’nın dediğini yapan bir politikanın çözüm olmadığı anlaşılmış ve Rus burjuvazisi yeni yol arayışlarına başlamıştır. Kosova Savaşı ile Batı'ya tamamen yapışık bir dış politikanında ne kadar yararlar sağlayacağı görülmüştür. Rus burjuvazisi şimdi kendi sınırları içinde kendi pazarını sömürmeye yönelik yeni bir ekonomi politikası izleyecektir. Ancak elbette bu politika Batı'dan tamamen bağımsız bir yol değildir. Tuttuğu kapitalist düzen içinde kendi ihtiyaçları ve çıkarlarına uygun düşen daha kişilikli bir politika olacaktır.
Çeçenistan Savaşı bunun dış politikada atılan ilk adımıdır. Rusya Kafkaslar'da Batı'ya kaybettiği etki alanlarını geri almak peşindedir.
Şimdilik üstte görünmektedir. Ama savaşın arkasındaki diğer gücün büyüklüğü düşünüldüğünde bu savaşın öyle kısa süreli bir çatışma olmadığı ortaya çıkar. Ayrıca Rusya'nın daha kişilikli bir politika yürütme yoluna çıktığını da buna eklersek Kafkaslar'ın daha uzun süre Rusya'nın başını ağrıtacağına şüphemiz kalmaz. Tâki Kafkas halklarının kimlerin oyununa geldiğini anlayıp kendi çıkarları etrafında birleşmelerine kadar.
Son olarak şunu da eklemek uygundur; Rusya sıradan bir ülke değildir. Her ne kadar ekonomik güçten düşse de büyük ve zengin bir ülkedir. Rusya burjuvazisi hatırlamak istemese de 70 yıllık sosyalizmin bir takım avantajlarını elinde
tutmaktadır. Bunların en önemlisi vuruş gücüdür. Elinde nükleer silahlar vardır. Batı'ya karşı zor kullanma aracı hazırdır. İkinci olarak 70 yıl boyunca kendi ayakları üstünde durmuş, durabilmiştir. Batının her türden baskısına karşı devreye sokabileceği kaynakları bulunur. Ve bunlar Batı'yla yapacağı pazarlıklarda elinde tuttuğu büyük kozlardır. Önümüzdeki günlerde bunları nasıl kullanacaktır, hep birlikte göreceğiz.
Rus burjuvazisi iç pazarına dönüyor. İç politikadaki sorunları belki de dış politikadan daha zorludur. En başta Rus burjuvazisi köksüzdür. On yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde kapitalizmin serbest rakabetçi ve diğer dönemlerini yaşamadan finans kapital aşamasına gelivermiştir. Üretimle bağlantısı yoktur. Tamamen ticari ve para oyunları, üç kağıtlarla zengin olmuştur. Birinci zoru budur. İkincisi sınıfsız bir toplumdan gelmektedir. Buradan yükselip burjuvalaşmıştır. Sınıflı toplumda iktidar olmak bambaşka bir şeydir. Bu konuda Rus burjuvazisinin hiçbir deneyi yoktur. On yılda kapitalizmin yüzyıllarda vardığı aşamasına vardı. Eh bir on yıl daha geçse nerelere varacağı hiç belli olmaz. Sosyalizm aşılı halk kitaplardan yıllarca kapitalizmin sınıflı toplum belalarını okudu. Ama onun tüketim malları gözünü kamaştırdı. Sosyalizmin yaptığı yanlışlıklar da canına tak etti. Ama acaba halk güçleri, yanlışlıklarından arınmış bir sosyalizm kurma yoluna çıkmak isterse ne yapacaktır Rus burjuvazisi. Göreceğiz. Rusya ve dünyamız epey sıcak ve dünya güçler dengesinin çok kısa bir sürede değişik boyutlar kazanacağı günlere gebedir.
15.01.2000
rus-çeçen savaşı__
123 —
DÜNYA GÜÇLER DENGESİ İÇİNDE KOSOVA OLAYLARI'NIN ANLAMI
Ayşe Tansever______________________________________________________
Eski Yugoslavya'nın Avrupa kıtasının Lübnan'ı olduğu çok öncelerden beri söylenirdi. Balkanlar gerek karışık etnik yapısı, gerekse zengin Kuzey ve Orta Avrupa ve nisbeten yoksul Akdeniz ülkeleri arasında şimdi moda terimi ile hep bir 'fay' alanı olmuştur. Ve de gerilimler birikince buralarda insan yapımı depremler olur.
Kosova'da patlak veren olayların altındaki gerilimler nelerdir? Hangi çıkar ilişkileri bu toprak parçası üzerinde bunca gürültü ve patırtının kopmasına yol açmıştır? Hem de ne gürültü! ABD'sinden Avrupa'nın tümüne, artı Rusya'sından eski sosyalist ülkeler ve bize kadar bütün ülkeler kime karşı, Sırp halkına değil onun demokratik iradesi Miloseviç iktidarına karşı savaştılar.
Dünyanın en gelişkin savaş tekniğini, Avrupa standartlarına göre yoksul bu ülkeye karşı acımasızca kullandıracak gerekçeler nelerdi? Söylenenler, söylen- meyip gizlenenler nelerdi? Ve neler elde edildi? Kim kazandı? Ne kazandı? Kim kaybetti? Ne kaybetti? Kosova'da oynanan oyunun adı neydi ve sonuç nasıl bağlandı?
BATI Y E N İLD İ
1. A S K E R İ A Ç ID A N
Kosova olaylarına girişildiğinde Batı ve özellikle Avrupa Birliği çok cesaretli
__ 1 2 4 _______________________________
ve kendilerine güvenli gözüküyorlardı. Başta görüşmeler sırasında Miloseviç'in dize getirileceği düşünülüyordu. Sonra birkaç bomba ile iş bitiriverilecek sanıldı. Daha sonra bir hafta değil, haftalar geçmeye başlayınca korku başladı. Kara ordusu kullanmayı tartışmaya başladılar. Bazı kaynaklara göre ise daha işe girerken kara kuvvetlerini kullanabileceklerini açıklamışlardı. Ama işin zorluğu, Yugoslavya'nın dağlık yapısı, bu nedenle insan kaybının kabarık olma olasılığının yüksekliği cesaretlerini kırdı. Batı'nın canı pek tatlıydı. Sonuçta A B D bildiğini okumaya başladı ve bombalama Sırp ordusu ve tesislerinden ülkenin ekonomik yapılanmalarına kaydırıldı. Bir süre sonra da anlaşmaya varıldığı açıklandı. Miloseviç 'geri adım atmıştı', şartları kabul etmişti. Öyle dendi. Oysa gerçeklik biraz farklıydı. Aksine barış isteği Batı'nındı.
Rafnbouillet’e kabul ettirilmeye zorlanan maddeler ve bombardıman sonrası imzalanan anlaşmaya baktığımızda ikisinin aynı olmadığını Batı'nın tavizler verdiğini görürüz.
Ö rnek lersek ; baştaki Ram bouille t’e göre Sırp ordusu Kosova'dan çıkmadan bombardımanlar durdurulmayacaktı. Oysa Kosova'dan çıkması için Sırp ordusuna I I gün süre tanındı. Kosova'da derhal seçimlerin yapılması başta şart koşulurken sonrası Kosova'da nasıl bir iktidar olacağına bile değinilmedi. Koso-
va yönetimi açık bir konu olarak kaldı. Bütün Sırbistan BM güçlerinin kontrolüne bırakılacaktı. Oysa BM, Kosova’dan başka bir yere giremedi bile. Miloseviç iktidardan düşecekti. Hala duruyor. Öte yandan Batı tavizler vermeye devam ediyor. Örneğin yakılan, tahrip edilen yerlerin tekrar onarımı (yani pazarın paylaşımının yollarının açılması) için yapılacak insani yardımlardan Yugoslavya'ya hiçbir şey verilmeyecekti. Kasım ayı içinde A BD bundan da vazgeçerek yardımı Miloseviç'in seçim yapma kararı almasına bağladı. Sonuç olarak bu bombardımanlar askeri açıdan Batı'nın savaşı kazanmasına yol açmamıştır.
Bir savaşın kazanımında genel olarak düşman ordusuna büyük kayıplar verdirilir. Oysa Sırp ordusu bu savaşta büyük zarar görmemiştir. Ordunun insan kaybı büyük değildir. N A T O askeri karargahından yapılan son değerlendirmede "93 tank, 153 silahlı askeri personal taşıyıcısı, 339 askeri araç, 389 top ve havan topu tahrip edilmiştir." (Financial Time, 12 Ekim 99). Tüm emperyalist güçlerin bir aylık yoğun hava saldırısının bilançosu budur. Tek bir Sırp uçağı bile tahrip edilememiştir. Tahrip edildiği sanılan çoğu askeri aracın da sahte hedefler olduğu sonradan açıklandı. Batı acı acı şu gerçeği kabul etmek zorunda kaldı. Sırf havadan bombalama askeri açıdan zafer kazanmaya yetmez. Bu kadar masrafa, bu kadar bombardımana rağmen bir halk dize getirilemedi.. Batı askeri açıdan da yenilmiştir. Canı tatlı Batı'nın son tekniği Avrupa ortasındaki küçücük bir ülkeyi bile yenemedi.
2. İD E O LO JİK A Ç ID A N
a)Verilen Sözler TutulamadıSavaşın söylenen gerekçesi insan
haklarını korumaktı. Kosova Arnavutları, bir yandan Sırplar’ın soykırımına uğramakta (jenosid), öte yandan topraklarından göçe zorlanmaktaydılar. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Anlaşması çiğnenmekteydi. N A TO güçleri Arnavutların insan haklarını savunmalıydı. Oradaki insanların yaşamlarını korumalı, yaşam koşullarını iyileştirmeliydi. Bu N A TO ülkelerinin temel göreviydi.
24 Mart'ta Kosova ve Belgrad bombalanmaya başlandı. Savaş başlamadan önce jenositte öldürüldüğü söylenen insan sayısı 2.400 idi. Ancak savaş sırası Mart ve Haziran aylarında ölen insan sayısının 10.000'i geçtiği tahmin ediliyor. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü (AGİT), 4 Aralıkta Kosova'da son durumu özetleyen ayrıntılı 450 sayfa kalınlığında bir rapor yayınladı. Buna göre Temmuz-Ekim arası, yani BM güçlerinin oraya girmesinden sonra öldürülen Sırp sayısı 400 civarındadır. 450 kişinin de kayıp olduğu belirtiliyor. (Neue Zürcher Zeitung, 6 Aralık 99). Demek ki N A TO güçleri verdikleri sözü yerine getirip insan yaşamını koruyamamıştır. Bu konuda da başarısızdır.
Bombalama insan göçünü önleyecekti. Bu daha da büyük bir fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Savaş öncesi 230 bin kişinin yerinden edildiği savunuluyordu. Bombalama sırasında 1.4 milyon insan Kosova'dan ayrılıp komşu ülkeler Montenegro, Arnavutluk ve Makedonya'ya sığınmak zorunda kaldı. (Rakamlar: Foreign Affairs Eylül-Ekim sayısı, sayfa 3)
________ kosova olaylarının anlamı___
---------------------------------------------125 —
— yol
Kimisi de geçici olarak bizim ülkemizden Kanada'ya kadar çeşitli ülkelere dağıtıldılar. BM barış güçlerinin Kosova'- ya yerleşmesinden sonra bu kez Arna- vutlar katliama başladılar. Göç etmek zorunda kalan Sırp sayısının 200 bin olduğu A Ğ IT raporunda açıklandı, (a.g.y.) insanların göçünü önlemek adına başlatılan savaş sonunda 1.6 milyon insanın yerinden olmasına neden olmuştur. N A T O savaşa gerekçe yaptığı insan göçünü önleme sözünü de yerine getirememiş bu konuda da başarısız kalmıştır.
Kosovalılar’ın yaşam koşullarının kötüleşmesi önlenecekti. Bombalama sırasında yaşlı, kadın, çocuk, sakat ve hastaların kar, yağmur altında at arabaları, el arabaları ile nasıl yollarda rezil olduklarını, günlerce aç açık kaldıklarını ya da öldüklerini ekran karşısında izledik. Birbirlerinden ayrılan ailelerin dramlarını gördük. Görmek bir yana hafızalarımıza yazıldı hepsi. BM güçlerinin konumlandırılmasından sonra da yaşam koşulları düzelmedi.
Ö te yandan Sırplar günlerce bombardıman altında hiçte II. Dünya Savaşı’- ndan farklı şeyler yaşamadılar. Kosova, Sırp ordularının yok edilmesi adına harabeye döndürüldü. Miloseviç'in bir türlü dize gelmemesine öfkeler artınca alt yapı tesislerine saldırıya başladılar ve Sırbistan bir cehenneme döndü. Su, elektrik ve akaryakıt kaynakları tahrip edildi. Sütten tutun da, her türlü yiye- cek-giyecek fabrikaları yerle bir edildi. Çalışamaz duruma sokuldu. İnsanlar aç, açık ve işsiz kaldılar. Don Nehri üzerindeki köprüler tahrip edilerek taşımacılık felç edildi. Televizyonundan radyosuna Sırpların haberleşmeleri, bağlantıları
__ 126
kesildi. Bir yoruma göre savaşta Sırbistan ekonomisinin %80'l tahrip olmuş ve ekonomi 1960'lardaki düzeye düşmüştü. Böylece N A TO diğer bir sözünü daha yerine getiremiyor ve ne Kosova'da ne de Sırbistan'da insanların yaşam standartlarını korumak bir yana onları daha kötü duruma sokuyordu. N A T O saldırıya geçerken verdiği bu sözünü de tutamadı. Bu anlamda da yenildi.
Bunca teknik güce, modern silahlara sahip A BD ve Avrupa Birliği güçleri yol açtıkları felaketleri ve kamuoyundaki hoşnutsuzluğu örtmek için hergün N A TO karargahından hiç kayıp vermemekle övünüyorlardı. Yani bölgeyi çoluk çocuk demeden bombardımana tutarken kendi halklarını korkmamaya davet ediyor, kendi askerlerinden hiç birinin burnunun bile kanamadığını açıklıyorlardı. Buna büyük özen gösterdiler. Bombardıman uçakları, Sırp hava savunmasının ulaşamayacağı 5000 feetin üstünde uçuyordu. Bu yükseklikten bomba atmak, bombaların hedefe isabet şansının azalması yani gereksiz yere Kosova insanının ölmesi demekti. Aman kendi canına bir şey olmasın da, gerisi pek önemli değildi. Böylece Batı'nın insan haklarından ne anladığı, çifte standardı olduğu, Balkan insanının başka insan, kendi insanının başka insan olduğu, kendi insanının diğer insanlardan daha değerli olduğu ortaya çıkıyordu. Sonuçta ünlü batı düşünürü Brzezinsky bile, ABD'nin insan haklarındaki çifte standardını deşifre ettiğini kendi kayıplarına karşı aşırı hassas davranırken dışarıdaki 'askeri'(bn) kayıplara karşı kayıtsız kaldığını söyleyerek eleştirmek zorunda kaldı. (The Economist, 12-18 Haziran 99)
Bu başarısızlığın altında yatanlar
araştırılırken çeşitli gerekçeler sayıldı. "Kara kuvvetlerinin kullanılması propagandası ve risk almaktan aşırı kaçınma yanlıştır." dendi. (Foreign Affairs, Eylül- Ekim sayısı, sayfa 49) Silah tekelleri savunucuları ve savaşa kara ordusunun girmesi gerekliliğini savunanlar sonuçta yenilgiyi kara kuvvetlerinin kullanılmamasına getirip dayadılar. Ama askeri güçler Yugoslavya'nın dağlık yapısını gerekçe göstererek, böyle bir girişimin, Avrupa göbeğinde yeni bir Vietnam yaratacağını, Batı'nın bu kez içinden hiç çıkılmaz kötü sonuçlarla yüzyüze geleceğini savundular.
Biz de şunu söyleyebiliriz: Batı'nın bu savaştaki yenilgisinin asıl nedeni başkadır. Balkanlar'da yaşayan insanların hakları Batı'nın hiç ama hiç derdi değildir. Ne Balkanlar’ı ne de dünyanın hiç bir yerindeki insanın hakkını savunmak ona düşmez, çünkü zaten insan haklarının ihlali onun kendi ekonomik, bencil çıkarlarının sonucudur. Onun içinde zora gelince bu yalancılığı çarpıcı bir şekilde ortaya çıkar. O zaman da iki uca savrulur. Kendi insanını fazla abartırken başka insanları hiçe sayıverir. Hadi dünya insanları benim asıl çıkarımı gördü, bari kendi altımdaki destek gücümü kaybetmeyeyim, diye düşünür. Yani çıkarını kendi halklarına küçültür.
b) 'İnsan Haklarım' Savunmanın Nedenleri
İnsan hakları yeni bir konu değildir. BM'in yıllar önce imzaladığı bir İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi vardır. Batı, Ruanda'ya da iki kabilenin birbirini katletmesini önlemek adı altında girdi. Ama sonunda kendi askerlerinin halk tarafından yerlerde sürüklenmesi sonucu
nu alınca bıraktı, kaçtı. Halk orada A BD askerinin amacını hemen anlayıverdi.
Bu nedenle A BD aldığı derslerden kalkarak daha temkinli davrandı. Avrupa Birliği üyelerini de yanına aldı. Ama yine gerekçesi aynıydı: insan hakları. Dikkat edelim yine yeniliyor. Ama bu onu yıldırmayacaktır. Yeniden yeniden utanmadan 'insan hakları'nı savunmaya kalkışacaktır. Bu nedenle bu konu üstünde biraz daha durmak gerekmektedir. Batı'- nın dünya ülkelerine bu tür gerekçelerle müdahalesi onun yeni dünya sömürüsünde kullanacağı bir gerekçedir. Biraz nedenlerini irdeleyelim.
Kapitalizm dünyamızı sömürüyor. Ama sömürürken çeşitli dönemlere göre çeşitli taktik ve stratejiler uyguluyor. Sosyalizm kurulana kadarki dönemde 'medeniyet' götürdüğünü iddia ederek dünyayı sömürdü. Sosyalizmin kurulmasıyla ile birlikte emperyalizm, dünyanın ikinci paylaşım dönemini başlattı. Bu dönemdeki taktiği ülkelere 'demokrasi' götürmekti. Sosyalizm 'işçi sınıfının demokrasisi' deyip burjuvaları ortadan kaldırmaya çalışırken kapitalizm halkların 'demokrasisi' deyip sınıflı toplumdaki burjuva ve isçi çıkarlarının farklılığının üstünü örtüyordu. 'Demokrasi' ve 'özgürlük' diyerek dünyayı sömürdü. Biliyoruz.
Şimdi dünyada batı 'demokrasileri' var. İşte var olduğu kadar. Ya da burjuvaların kendi aralarında var, işçi sınıfları üzerinde de zorları var. Onlara demokrasi filan yok. Artık o nedenle Batı bu demokrasi kavramı ile fazla uğraşmak istemiyor. Bu kavram sömürmek için açıkçası kendine dar geliyor. 'Demokrasi dış politika yürütmeye uygun değildir.'
________ kosova olaylarının anlamı___
---------------------------------------------127 —
— yol
(Forelgn Affairs, a.g.y.) ¡ster inanın, ister inanmayın böyle diyorlar. Demokrasi, III. Dönem sömürü biçimine uygun değildir. Eğer onlar öyle düşünüyorlarsa öyledir. Bunun nedenlerini araştırmak, iki sömürü biçimi arasındaki farkları bulmak gerekir.
A BD kendisine tehlike yaratan ülkeleri listelemiş. A listesinde Sovyetler Birliği varmış. Pratik olarak silindi. Var olan nükleer silah tehlikesi de çeşitli anlaşmalarla şimdilik ortadan kalktı.(!) Çin’de böyledir. B Listesi ise elinde nükleer silah olmayıp geliştirme çabasında olan ülkelerdir. Brezilya, Hindistan vb. gibi ülkeler bu silahı geliştirmekten vazgeçtiler. Ama Kuzey Kore ve Irak hala problemdir. Elinde bomba olan ülkeler ABD'nin A listesindekiler gibi varlığını tehdit edemezler, ama zarar verebilirler. Onun için bunlarla savaşılır. Çeşitli ambargolar, yaptırımlarla bu ülkeler sürekli olarak kontrol altında tutulurlar.
Son liste, C listesi ise ilginçtir. Ve iddia edildiğine göre bu listenin A BD çıkarlarına tehdit olma yeteneği gün be gün artmaktadır. Bunların tehlikesi Sovyetler ya da Irak gibi direkt değil dolaylı olarak vardır. Kim bu ülkeler diyeceksiniz. Kosova, Bosna, Somali, Ruanda, Haiti gibi ülkeler. (Foreign Affairs, Temmuz-Ağustos sayısı, sayfa 22-35) Evet şaka değil, koskoca A BD ve onun ittifakları kendilerine tehditin bu ve bunun gibi yoksul ülkelerden geleceğine inanıyorlar.
Biraz abartma mı denilecek, hadi Rusya çok güçten düştü de, Çin, Hindistan gibi dünya nüfusunun neredeyse l/3'ünü oluşturan ülkeler değilde Kosova, Bosna vs. mi kapitalizme tehlike oluşturuyor?
__ 128
ABD açısından Çin, Hindistan, Rusya hergün döğüştüğü, bir an bile gözünü ayırmadığı ülkelerdir. Bunları çeşitli anlaşmalar ve kurumlarla, kah ödüllendirerek kah insan hakları vs. ile zorlayarak istediği noktada tutmaya çalışır. Dünya Ticaret Örgütü, IMF, silahsızlanma, nükleer denemelerin denetlenmesi gibi anlaşmalar hep bu ülkeleri kendi çıkarları çerçevesinde tutma aracıdır. Ya da isterseniz şöyle düşünelim, bu ülkeler Kosova gibi karışıvermişler. Batı bizim bir vilayetimiz kadar olan bir yerde kendine uygun bir düzen kuramıyor. Buralarda hiçbir şey yapamaz. Bu nedenle zor da olsa bu ülkeleri, onların öz iktidarları kontrolünde sömürmek daha işine gelir. Çünkü dediğimiz gibi bu kadar kalabalık ülkelere yine bir düzen içerisinde girmesi kendi çıkarına daha uygundur. Yoksa kapitalizm koşullarında bu halkların nasıl ve nereden pat- layıvereceğini hem kestiremez hem de sonra kontrol edemez. Ama Kosova, Bosna, Ruanda gibi ülkeler küçüktür.
Dünyamızın III. Paylaşım Dönemi’nin gözler önündeki moda adı globalizmdir. Ulusal sınırlar iniyor, tüm dünya büyük bir ticaret alanı oluyor, yani sermaye ve metalar özgürce dolaşabiliyorlar (elbette insanlar hariç). Bunun anlamı şudur. Uluslararası tekeller ulusal sınırların içine girip herhangi bir ülkeyi diledikleri gibi sömürebilirler. Ulusal çıkarlar ortadan kalkmaktadır. Ulusal iktidarların yetki ve iktidar alanları da bu anlamda daralmıştır.
Bizim açımızdan bu ne demektir? Uluslararası tekellerin ulusal boyuttaki tüm büyük, orta ve küçük işletmeleri iflas ettirmesi yani ulusal burjuvaların soyulması demektir. Uluslararası tekel-
lerin bire bir yerli halkları gerek metası gerekse sermayesi ile soyması demektir. Ulusal tekellerin tüm ulusal değerleri, madeninden turizmine nesi varsa nesi yoksa sömürmesi demektir.
Ulusal sınırların indiği bir ortamda 'sovereignity' yani ulusların bağımsızlığı kavramının içi boşaltılmış, adı kalmıştır. Globalizm koşullarında ülkelerin bağımsızlığı olamaz. Ulusların içişleri olamaz. Herşey gibi uluslarda sınırları ile birlikte dünya toplumu haline gelmiştir. Uluslararası tekellerin at koşturup halkları sömürdüğü kocaman bir dünyadayız.
"Globalleşme'nin, ulusların kendi kaderini tayininin önünde durduğu doğru olsa da, bu türden ulusların kendi kaderini tayini de ilk bakışta göründüğü kadar açık moral bir değer değildir. Yalnızca 200 ülke ve genellikle birbiriyle iç içe girmiş ve de ulusal talepte bulunabilecek binlerce kimliğin olduğu dünyamızda, ulusların kendi kaderini tayin etmesi çok problematik sonuçlar doğu- rabilir."(a.g.y.) Yani bağımsızlığın kalkması ile birlikte ulusların kendi kaderini tayin hakkının da o kadar aşık olunacak bir kavram olmadığı sonucuna varılır. Ve de dünyamız binlerce etnik gruptan oluşan karışık problematik bir insanlar topluluğu olarak ortaya konulur. Batı'nın da istediği zaten böyle karışık durumlar değil midir?
Globalizm koşullarında ülkelerin içişleri, ulusların kendi haklarını tayin gibi sorunlar da yeniden düzenlenmeyi gerektirir. Bütün bu ortamda elle tutulacak bir değer vardır; 'İnsan hakları'. Öyle ya uluslararası tekeller tüm yeryüzü insanlarını ulusal sınırlar koruması olmadan ulusal kimliğinin de ötesinde
sömürecektir. Öyleyse bu ortamda insan haklarını savunmak kapitalizmin sömürüsünü arkasına gizlediği bir kavram olmaya uygundur.
Kosova'da becerildiği kadarıyla!Bazı ideologlara göre bugün Batı
stratejik bir boşluk içindedir. 'İnsan hakları dış politika değil onun ancak önemli bir öğesi olabilir', (a.g.y.) Kosova'da herhalde bunun doğruluğu ispatlandı. Ama kapitalizmin başka bir şey bulamadığı taktirde bunu önümüzdeki günlerde müdahale gerekçesi yapmayı sürdürmesi büyük olasılıktır. Elbette insan haklarının gerçek savunucuları ortaya çıkana kadar.
3. S T R A T E JİK A Ç ID A N
a) Kosova ve Yugoslav HalklarıKosova olaylarının Batı'nın güçler
dengesi üzerindeki etkisi ne olmuştur? Batı bu işe giriştiğinde yalnız Kosova'ya değil tüm bölgeye insan hakları çerçevesinde iyi bir düzen getireceğini vaadedi- yordu. Acaba bunu ne derece başarabilmiştir?
En başta Kosova'nın kendisine baktığımızda orada tam bir kargaşanın sürdüğünü görürüz. Henüz bir iktidar olmadığı gibi o çok övülen U Ç K ne tam anlamda silahsızlandırılabilmiş ne de iktidara girecek bir parti yapılanması içine sokulabilmiştir. Tam bir kargaşa hakimdir. Birbiriyle çıkar sürtüşmesi içinde olan gruplar vardır .
Halkın %60'ı bombardıman öncesi konutlarında ve topraklarında değildir. Ya yıkıldığından ya da başkaları tarafından işgal edildiğinden bu böyledir. Köylü toprağına dönemediği için ekinini eke-
129 —
kosova olaylarının anlam ı.__
— yol
memekte ve bu ileriye dönük olarak halkın kendi geçimini sağlama olanaklarını yok etmektedir. Ortada tam bir orman kanunu sürmekte, BM güçleri de duruma hakim olamamaktadır.
"BM barış gücünün bölgeye girmesinden beri Kosova'da şiddet azalmamış aksine artmıştır. Kosova Arnavutları’nın Sırplar’a ve eski sistemin azınlıklarına karşı giriştiği intikam eylemleri ortaya çıkmıştır. Kosova Arnavutları insanlık dışı davranışlara girmişlerdir" diye yazıyor A G İT raporu. Uluslararası kamuoyunun kararlı yanıtı olmadığından şiddet ve yasadışı olaylar bu arada artmıştır diye eleştiriyor aynı rapor... A G İT olaylardan UÇK'yı sorumlu tutmaktadır.' (Akt. Neue Zürcher Zeitung, 7 Aralık 99)
Batı buraya girdiğinde farklı etnik gruptan insanın barış içinde bir arada yaşamasını sağlama sözü vermişti, ama görüldüğü kadarıyla bunu da başaramamıştır. Bırakalım Kosova'yı bütün bölge bir volkan gibidir. Lavın nereden ve ne zaman fışkıracağı belli değildir. Kosova lavın fışkırdığı yerlerden ancak biridir. Tüm Balkanlar’ı göz önünde tutmak gerekir. Hiçbir etnik grup birbiriyle bir arada kalabilecek durumda değildir. Halkların arasına kan, kin ve nefret girmiştir. Sırp, Hırvat, Sloven, Arnavut, Çingene, Boşnak, Müslüman olanı, Katolik olanı, Protestan olanı o güne kadar bir arada yaşarken bu insanların arasına ayrılık tohumları bilinçlice serpilmiştir. Başlangıçta Hırvatistan ve Slovenya ayrılmış, onları Bosna izlemiş ve son olarak da Kosova olayları ile iş çığırından çıkartılmıştır. Batı Balkanlar’ı tam da istediği gibi bir cadı kazanına çevirmiştir. Şimdi Montenegro'nun Yugoslavya'dan bağımsızlaşması planlanmaktadır. Böyle-
___130
ce Yugoslavya federasyon olmaktan çıkacaktır. Belki adı Sırbistan olur. Sonuçta bir yandan globalizm ile bütün ülkeler birleştirilirken, güneyde bir ülke parçalanmaktadır. İnsanların barış içinde yaşama olanakları ortadan kaldırılmaktadır.
b) Bölge ÜlkeleriKomşu ülkelere geçersek hiç biri
yaşananlardan mutlu değildir. 1.4 milyon Arnavut bombalama sırasında Arnavutluk, Montenegro ve Moldava'ya göçtü. Örneğin Moldava kendi nüfusundan daha fazla göçmen barındırmak zorunda kaldı ve ülkesinin içişlerini yönetemez duruma düştü, ekonomisi sarsıldı. Yardım sözü vermeye giden Clinton buraya da ayrılık tohumları serpti. Başbakan Milo Djukanoviç federasyondan çıkıp bağımsız bir devlet olma sevdasında.
Yunanistan bombalamaya karşı olduğunu açıkça dile getiren tek A B ülkesiydi. Kosova’nın bağımsızlığının büyük A rnavutluk hayallerini canlandıracağını ve kendi ülkesindeki Arnavutlar’ın ayrılmaya kışkırtacağından büyük endişe duymaktadır.
Eski sosyalist ülkeler Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Polonya ve Çek Cumhuriyeti bombalamaya izin verdiler. Macaristan havaalanlarını, Bulgaristan hava sahasını N A T O güçlerine açtı. "Bu olaylardan sonra N ATO 'ya girme isteği halkların %60’ı tarafından destek görürken bombalama sonrası destek %30’lara düşmüştür." (The Economist, 29 Mayıs 99)
Savaş Balkanlar’ı ekonomik açıdan da çok olumsuz etkiledi ve etkileri hala sürüyor. "IMF tahminlerine göre savaştan direkt olarak etkilenen altı ülke (Sırbistan hariç) bu çatışma sonucunda ulu-
sal GSMH'larının %2'sini kaybettiler. Sırbistan ise % 45'ini" (Financial Times, 14 Aralık 99). Bilindiği gibi Tuna nehri boylu boyunca buralardan geçip Karadeniz’- e dökülür. Bölge ticaretinin büyük bir kısmı 2.800 km uzunluğundaki bu nehir üzerinden yapılır. Bombalama sırasında üstündeki köprüler tahrip olduğundan taşımacılık durmuştur.
"En uzun nehir taşımacılığını yapan, Karadeniz ve O rta Avrupa arasındaki taşımacılığın çoğunu üstlenen Doğu Avrupa gemi şirketleri en çok zarar görenler oldu. Tuna su kanalını tıkayan bombalanmış köprüler nedeniyle 250'- nin üstünde Romanya, Bulgar ve Ukrayna gemisi Novi Sad'un Batı kısmında terk edilmiş vaziyette duruyor. Bu ülkelerin savaştan gördükleri zararın 150 milyon dolar olduğu tahmin ediliyor... Taşınan kargo miktarı 1987'deki 100 milyon tondan 35 milyon tona düştü... Bir Romen armatörü savaştan beri ayda I milyon dolar zarar ettiklerini açıklıyor. 3000 işçi çıkarmış. Ukrayna Tuna Gemicilik Şirketi’nin 10.000 işçisi savaştan beri haftada 3 gün çalışıyor. (Financial Times, 8 Aralık 99) îş sırf taşımacılıkla kalsa iyi. Taşınan metalar bu ülkelerin dış ticaretleri anlamına da gelmektedir. Yani Doğu Avrupa Ülkelerl’nin savaştan gördüğü zararın rakamsal hesaplaması henüz yapılabilmiş değildir.
c) Rusya, Doğu Avrupa Ülkeleri ve Çin
Kosova olaylarının en büyük etkisi Rusya ve Çin üzerinde olmuştur. Rus dış politikası Batı kuyrukçuluğundan kopmak zorunda kalmış, içeride anti-Ameri- kancı, milliyetçi güçlerin etkinliği artmıştır. "Çeçen Savaşı Kosova operasyo
nunun direkt sonucudur. Rusya'ya bu tür savaşların 'Batı gibi ve medeni olarak' nasıl yapılabileceğini gösterdi ve Rus politikasındaki dengeyi ordudan yana kaydırdı." (Financial Times, 14 Aralık 99)
Bilindiği gibi eski Doğu Almanya'nın Batı ile birleşmesi ve N ATO 'ya girmesi karşılığında Gorbaçov'a NATO'nun daha fazla Dc-ğu'ya yayılmayacağı sözü verildi. Sonra bu söz bozulup Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan NATO 'ya alınınca Clinton bunu şöyle gerekçe- lendirdi: Birincisi, N A TO genel olarak demokrasiyi güçlendirici büyük politik bir örgüte dönüşüyor. İkincisi, NATO'- daki silahlar tamamen savunmaya yöneliktir. Üçüncüsü, Rusya Avrupa savunma sorunlarına tam olarak katılacaktır. Kosova'da yaşananlar bu üç sözün de tutulmaması anlamına geliyordu. Clinton ve Batı'nın verdiği sözlerin ne derece değeri olduğu ortaya çıktı. Halklar, Batı'nın yüzünü geçte olsa görmeye başladılar.
Ayrıca Kosova olaylarında Rusya eskiye dayanan ve hala süren gerekçelerle Sırplar’ı desteklemek zorundaydı. Ve de bu konuda başarılı oldu. Hatta Kosova'ya yerleştirilecek barış gücünde yer almaması için büyük çaba harcanmasına karşı geri adım atmadı ve Balkanlarda var olduğunu, izni olmadan pek bir şey yapılamayacağını kanıtladı. Batı karşısında daha kişilikli bir politika izleme yoluna girdi. Bu nedenle de AG İT 'te tüm muhalefete rağmen Kosova'yı örnek göstererek Çeçenis- tan'dan taviz vermedi, bildiğini okudu ve okumaya devam ediyor.
Batı ile yürüttüğü kişiliksiz politikada rota değişikliği hissediliyor. Yeltsin,
________ kosova olaylarının anlamı.__
131
— yol
Fransız Devlet Başkanı Chirac ve Alman Başbakanı Schröder'le yapacağı görüşmeleri belirsiz bir tarihe atarak Çin'e yaptığı kısa ziyarette, "Clinton, Rusya'nın atom silahları olan bir ülke olduğunu unutuyor herhalde. Adalelerini göstererek bize ne yapmamız gerektiğini 'dikte' etmeye kalkıyor. Ama buna ne biz ne de Jiang asla izin vermeyeceğiz. Dünya çok kutupludur." (Neue Zürcher Zeitung, 10 Aralık 99, s. I ) Seçim öncesi söylenen bu sözleri ihtiyatla dinlemek uygun olsa da artık Rus dış politikası biraz daha Batı'dan uzak bir rotaya oturmuştur. Ne kadar uzak olacağı konusunda fal açmayalım, ama çoğu yorumculara göre artık dünyamız soğuk barışın içindedir. Yeniden silahlanma başlamıştır. Elbette Rusya ve biraz da Çin'in çıktığı bu yeni yol sırf Kosova olaylarına bağlı değildir, ama orada dönemeç bir daha geri dönülmeyecek şekilde alınm ıştır
Bilindiği gibi Belgrad'a atılan bombalardan bir tanesi Çin büyükelçiliğine düşüp burada üç kişinin ölümüne yol açtı. Çin'de de bu olay anti-Amerikancı ve anti-kapitalist duyguların körüklenmesine ve de Batı'yla pazarlıklarda bunun koz olarak kullanılmasına yol açtı. Çin pazarından yeni tavizler koparılacağı zaman Batı hemen Tiananmen olayları ve insan hakları, hükümete muhalif güçlerin özgürlüğü gibi konuları masaya koyardı. Çin'de şimdi onlara "Kosova'da işiniz neydi?" diye sormaya başladı. Batı hemen arkasından bu kez de Falun- Gong tarikatı üyelerinin tutuklanması ile baskı yapmaya başladı. Şimdi Çin ve Rusya politikaları birbirine daha yakınlaşmıştır. Çeçen Savaşı’nı Batı'ya rağmen destekleyen Çin, kendisinin Tayvan ya da Tibet'e müdahalesine karşılık bekle
__ 132
mekte haklı olmuyor mu?Sonuçta Kosova olayları elinde nük
leer silah bulunduran iki ülkenin dış politikasını -özellikle Batı'ya çok yapışık olduğundan Rusya'nın- Batı doğrultusundan farklı noktalara götürdü. A BD acaba Kosova'yla oynarken bu sonucu hesaplamış mıydı? Kimi düşünürlere göre hesaplamamışti. Kimilerine göre hesaplamıştı. Elde edeceği çıkarları gördükçe belki de göze almak zorunda kalmıştı. Bize kalırsa A BD Rusya'nın tavrını hesaplamıştı. A BD pragmatik politika yürütür. Rusya'nın bugünkü sosyo-ekono- mik durumuna baktığımızda zaten eninde sonunda eski dış politik hattından kopması gerektiğini savunmak mümkündür. Ö te yandan nükleer silahlı bir Rusya'nın A BD silah tekellerinin işine daha çok gelip gelmeyeceğini sormakta mümkündür. Acaba böyle bir Rusya, ABD'nin ekonomik çıkarlarının giderek daha çok sürtüşmelere yol açtığı Avrupa politikası için daha mı hayırlıdır? Bu sorular gelecek günlerde dünya politikasının ısınacağının işaretlerini taşıyor.
Bağlarsak; Kosova Savaşı’nda her zaman olduğu gibi, Batı yapmayı vaadettiği olumlu işlerin tam tersine bölge insanlarına ölüm, sefalet, açlık, yokluk getirmiştir. Saklamak istediği yüzünü bir kez daha deşifre etmiştir. Ö te yandan dünya güçler dengesini daha çok kutupluluğa itmiştir.EM PERYALİZM İN"K A Z A N D IK LA R I"
Elbetteki Batılı askeri uzmanlar ve ideologlar aptal değiller. Kosova'ya karşı girişilecek bir saldırının getirecekleri ve götüreceklerini üç aşağı beş yukarı tah-
min etmişlerdir. İnsan haklarını ne kadar savunabileceklerini, orasını ne hale getireceklerini Hırvat ve Bosna olaylarından, isterseniz daha genişletelim Haiti, Ruandave Körfez savaşlarından bilmeleri gerektir. Ama acaba görünenlerin, söylenenlerin dışında onları bütün bunları göze almaya zorlayan başka çıkarlar mı vardır, varsa nelerdir? Neden böyle bir şeyin içine girmek zorunda kaldılar. Çıkarları açısından ne bekliyorlardı ve sonuç ne oldu biraz da ona değinelim.
1. A V R U P A B İR LİĞ İ A Ç IS IN D A N
a) KazançlarAvrupa Birliği’nin bu savaşla ilgili
niyetini anlamak için sanırız biraz gerilere, emperyalizmin dünyayı II. Paylaşım Dönemi’ne gitmek gerekir. Bilindiği gibi soğuk savaşın olduğu dönemde Avrupa dünyayı A BD gölgesinde sömürmüş, iki süper gücün çıkar dengesine sığınmıştır. Yani Sovyetler Birliği ile A BD arasında bir dengede oynamıştir. Sovyetler'den korktuğunda ABD'nin gücü altına N A TO 'ya girmiş, A BD ile arasında ticari, siyasi bir sürtüşme olduğu zamanda Sovyet kozunu göstermiştir.
Sosyalist sistem yıkıldıktan sonra ise birden aslan payını toplamaya başladı. İlk önce Doğu Almanya'yı topraklarına kattı, daha sonra ise Doğu Avrupa içinde pazarını genişletmeye başladı ve Rusya içlerine daldı. Aynı şekilde sermayesinin yettiğince Asya, Afrika ve birazda Latin Amerika ülkelerine girdi, pazarını genişletti. A BD ise bu işten canı sıkkın 'aldığın ekonomik payın bedelini öde' diye zorluyordu.
ABD 'ye göre AB 'şımarık' çocuktur.
Kendisi kapitalizme karşı, Batı'nın sömürüsüne karşı olan güçleri pasifize eder. Kah zor kullanarak kah ödüllendirerek sömürü alanı açar. Bunları yapmak için bütçesinin büyük bir kısmını askeri harcamalara ayırır. Sonra A B ülkeleri bu açılmış yolda arkasından gelir. Dünya güçler dengesini kapitalizmden yana tutmak için bir şeyler vermeden hep alır, hep meyveleri toplar. A BD bu politikadan onu vazgeçirmeye zorladığında, topluluk içindeki zaafları, 'çıkar' ilişkilerindeki farklılıkları gösterir. Olay gelir topluluğun ortak bir dış politika belirleyip, yürütememesine dayanır. Bu olmayınca da AB neye karşı silahlana- caktır? Zorunu nasıl gösterecektir?
Ancak A BD inatçıdır. Zorlamayı sürdürür. Ruanda'da ilk adım atıldı gerisi gelmedi. Arkasından A B açısından hayati önem taşıyacağını düşündüğü petrol üzerindeki Saddam oyununa davet etti. Ama daha ilk bombalamada A B ittifakın arkasından toz oldu. Hatta muhalefete bile başladı. Eski soğuk savaş dönemindeki gibi iki gücün arasında sürtünme başladı. A BD BM'den ambargoları geçirinceye kadar beli çatladı ve hala çatlıyor. Onlar da delmeye çalışıyorlar.
Avrupa'nın göbeğinde bir olay bulunmalı, A B bu noktadan sıkıştırılmalıdır. İşte Yugoslavya. Gerek etnik yapısı gerekse Milosoviç'in politikası sanki biçilmiş kaftandır. Hırvat olayları başlar. Hırvatistan ve arkasından Slovenya Yugoslavya Federasyonu'ndan kopup bağımsızlık isterler. "Ö te yandan Fransa ve İngiltere iki Almanya'nın birleşmesine şüpheli gözlerle bakıyorlar, Almanlar’ın Hırvatları desteklemesine karşı, A BD ile birlikte Sırplar’ın arkasında duruyorlardı." (The Washington Quarterly, 99
________ kosova olaylarının anlamı___
133 —
sonbahar sayısı, s.72) Doğu Almanya'yı kapan Almanya acaba A B hakimi olmak ister mi? A B ülkeleri kuşkuludur. Kendi aralarındaki birlik ekonomik alanda gelişmektedir, ama dış pazar alanında bir türlü ortak noktaya düşülmemektedir. Birden A BD taktik değiştirir, Sırbistan'ın arkasından çekilip Hırvatlar’ın arkasına, Almanya'nın yanına geçer. ABD , Avrupa'da Almanya'ya karşı olmak yerine arkasında bütün bir Avrupa'yı tercih eder. Güneydoğuda Hırvatistan, Slovenya kurulur. A B sonuçta az çok bir araya gelmekte ya da getirilmektedir.
Haydi devam. Bosna olayları başlar. "Bosna Savaşı’nın başlaması ile birlikte 1992'de yüzbinlerce Boşnak (müslü- man), Sırp güçlerinin hüküm sürdüğü bölgelerden göçe zorlandılar. 1995 bahar ve yaz aylarında Hırvat güçleri Sırp işgali altındaki Kriyina'ya geri döndüklerinde 150-200 bin Sırp Hırvatı Yugoslavya'ya kaçtı. (Burada Sırplar toplu olarak katledildi (bn))" (Neue Zürcher Zeitung, 6 Aralık 99, s.8) Kosova'da insan haklarını korumaya yırtınan Batı nerededir? Avrupa nerededir? Hayır, Avrupa henüz kendine güvenmemektedir.
"Ko s ova Bosna'dan farklıydı. A B Kosova'da Bosna'daki gibi soğuk savaş sonrası oluşan dengeyi bozmama endişesini üstünden atmıştı. Bosna'da şaşkındı. Avrupa oradaki Sırp katliamını önleyemedi. Bosna olayları sırasında daha Avrupa Birliği temellerini yeni yeni sıklaştırıyordu. (Maastricht 93) Ayrıca Doğu'ya açılma mücadelesi veriyor ve Rusya'nın politik hattını test edecek güçte hissetmiyordu kendini." (a.g.y.)
1999 Mart ayı Kosova olaylarına kadar AB'nin geçirdiği evrim ortadadır.
— yol------------- — ----------------------------
Sosyalizmin yıkılışından beri başlayan dönem kapanmıştır. On yıl içinde Doğu Almanya ve Doğu Avrupa, Rusya güdümünden çıkıp iyice Batı'nın güdümüne girmiştir. Rusya ekonomik ve askeri açıdan AB'nin kabusu olmaktan çıkmıştır. AB, engin Doğu pazarına girmiş ve artık birçok açıdan doğusunu ekonomik güdümü altında hissetmektedir. Aynı şekilde şimdi Balkanlar yutulmalıdır.
A B soğuk savaşın bitiminden beri epey semirmiş, serpilmiştir. A BD ile ticari alanda sürtüşmeler giderek artmaktadır. Tarım ürünleri, et ürünleri derken birçok alanda çıkarlar zıtlaşmaktadır. Ö te yandan topluluk kendi içindeki bağları ve güveni daha da sıkılaştırmış hatta ortak para birimi bile devrededir. Artık ABD 'ye karşı tavırda daha ortak davranmak zamanı gelmiştir.
Eksik olan bir şey vardır: Ordu. N A T O güdümünde değil, kendi güdümünde bir ordu. "AB siyasal gücünü jeopolitik etki haline dönüştürme- lidir. Zenginlik silahlı güç ve bu silahlı güç zenginlik doğuracaktır. Askeri girişimi ileri doğru harekete geçirmek, giderek birleşen bir Avrupa için önemli uzun dönemli kazançlar sağlayacaktır." (Foreign Affairs, Eylül Ekim sayısı, s. 19) diye düşünülür.
O zamana kadar ABD'nin Avrupa bürosu gibi davranan İngiltere Başbakanı Tony Blair 1998 Ekimi’nde bir U dönüşü yaparak, Avrupa'nın derhal kendi ordusunu kurması gerektiğini açıklar. Fransa ve İtalya hemen destek verirler, Almanya'da konvoya ardından katılır. Köln toplantısında 2000 yılına kadar bu doğrultuda önemli adımlar atılması karara bağlanır.
__ 134
Fakat gerçekten Avrupa Birliği ülkeleri zor kullanmanın pratiğiyle karşı karşıya kalınca ne yapacaklardır? Verilen sözler tutulabilecek mi? Yoksa çıkarlardaki bazı farklılıklar şimdiye kadar olduğu gibi ortak davranmayı engelleyecek midir? Öyleyse daha baştan, ordu kurma işine girmeden ortak davranma pratiğini göstermelidirler. İşte Kosova bu iş için seçilir. Her ne kadar Kosova'yı patlama kıvamına getiren A BD ise de burada savaşı zorlayanın Avrupa Birliği olduğu söylenmektedir. Savaş ordu kurma girişimlerini şekillendirip, hızlandıracaktır.
"Kosova gerçekte Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin ortak dış ve güvenlik hedeflerinin odak noktası haline geldi." (a.g.y) Ve de savaş süresince Birlik üyeleri ortak davranabildiler. Şimdiye kadar yapamadıkları bir şeyi gerçekleştirip birlik ve dayanışma gösterdiler. Her ne kadar kara ordusu kullanmak ya da Beig- rad'ta altyapı tesislerinin bombalanması gibi konularda farklı görüşlerde oldukları sezilse bile ortak hedeften sapma yapmadılar. Bu anlamda başarılıydılar ve savaş sonrası ortak ordu kurma çalışmaları beklendiği gibi hız kazandı.
AB'nin son Helsinki toplantısında bağımsız bir güvenlik politikasının temelleri belirlendi. NATO'suz kendi askeri operasyonlarını nasıl yürütecekleri üzerinde tartıştılar. Üye ülkeler 2003 yılına kadar 60 gün içinde 60.000 gönüllü askeri nasıl örgütleyeceklerinin çalışmalarına başlayacaklar. Bütün bunlar A B 'nin Kosova deneyinden sonra önüne koyduğu hedeflerdir. Öte yandan çok yakından izlediğimiz gibi topluluk 13 tane daha yeni ülkeyi yakın bir gelecekte içine alma kararı verdi. Ülkemizi bir yana bırakalım irili ufaklı tüm Doğu
Avrupa ülkelerini içine alabilmeye karar vermek, kendini hem askeri hem de siyasi olarak ne kadar güçlü hissettiğinin işaretidir. Bizim gibi kocaman bir ülkeyi içine almaya ise bakalım kendisini ne zaman hazır hissedecek.
Bütün bunlar Avrupa Birliği ülkelerinin Kosova'dan çok sey öğrendiklerinin somut örnekleridir. Bir kez güçlerini tarttılar. Ne yapıp ne yapamayacaklarını, eksiklerini tesbit ettiler. Rusya ve Doğu komşularının politik davranışlarını daha yakından gördüler ve tanıdılar. Yeni Dünya Düzeni içindeki yaptırım güçlerini, yeni ekonomik güçlerini, zor kullanma halinde birbirleriyle ilişkilerini gördüler.
A B ülkeleri halkları, A BD ya da Japon halklarından farklı özellikler taşır. Bu nedenle Avrupa merkezi dış politika alanında bir A BD ya da Japonya'dan farklı şeylere dikkat etmek zorundadır. En belirleyici özellik 70 yıl sosyalizm ile burun buruna yaşamış olmaktır. Kapitalizm sosyal açıdan daha bakımlıdır. Öte yandan bir Hitler faşizmi yaşanmıştır. Yahudi halkını katletmenin bedelleri başta Alman ve Avrupa halklarını daha duyarlı yapmıştır. Avrupalı, babasından kalan Latin Amerika mirasını yiyen bir ABD'liden daha derin, daha bilgili ve daha politik bir halktır. Ve de II. Dünya Savaşı’ndan sonra doğup büyüyen bir nesil şimdi Avrupa'nın yönetici koltuklarında oturmaktadır. Örneğin Almanya Dışişleri Bakanı Fischer Vietnam olayları sırasında anti-Amerikancı gösterilerin liderlerindendi. Yani savaş karşıtı bir nesil Avrupa yönetiminde söz sahibi yerlerdedir. Oysa çoğu Amerikalı daha haritada Avrupa’nın yerini gösteremez. Peki AB aktif bir güç olarak bir
________ kosova olaylarının anlamı___
---------------------------------------------135 —
— yol
savaşa girerse ya da Avrupa ordusu kurmaya kalkarsa halkın tepkisi ne olacaktır? Bu durumla nasıl baş edilecektir? Bunlar basit sorular değildir.
Kosova olayları işte bütün bunların da denek taşı oldu. Halk muhalefeti görülüp yaşandı. Onunla baş edildi. Almanya'da savaş yeşilleri sa.iaştırdı. Son eyalet seçimlerinde iktidar partisi çok güç kaybetti. Bunun Kosova olayları ile ne kadar bağlantılı olduğunu genel seçimlerde göreceğiz.
Birde şu sorun önemlidir: Bir bölgeyi pazarın olarak almak istiyorsun. Bombalıyorsun. İyi de sonra oraya girip pazar oluşturmak farklı bir şeydir. A BD bu konuda çok deneyimlidir. A B ’de bunları öğrenmek zorundadır. Öğreniyor. Hızlı bir şekilde harabenin kalkması çalışmalarına başlandı. Elbette hemen üye ülkeler arasındaki rekabette şiddetlendi. En büyük parsayı olaylarda ön plana çıkan Almanya'nın kaptığı bir gerçeklik. Schröder'in ideologlarından Bodo Hombach görevinden ayrılıp bölge ekonomik yeniden yapılanma sorumlusu olarak işin başına geçti. "İş adamları potansiyel olanakları incelemeye başladılar. 250'nin üstünde İngiliz şirketi Birleşik Krallık hükümetinden Kosova'- ya ilişkin bilgi istediler. Almanya’daki BDI işverenleri örgütü bölgeyi yakından izliyor. Birçoğu Kosova'yı gelecekte Balkanlar’a, özellikle de Sırbistan'a açılmak için bir kapı olarak görüyor... Savaş bütün bölgede yatırım iştahını kabarttı.... İş çevreleri 30 binlik N A T O barış gücünün ihtiyaçlarından umutlu. Kosova'yı kontrol eden İngiltere, ABD , Fransız ve İtalyan askerlerinin savunma bakanlıkları kanalıyla yapacakları ısmarlamaları bekliyorlar... Bazı şirketler bölgeye yatırım
__ 136
yapmak istediklerini açıkladılar. Hollanda ve Yunan haberleşme şirketleri bu hafta Bulgaristan haberleşme şirketi BTC'nin %51'lik hissesi için S 10 milyon dolar ödeme anlaşmasını imzaladılar. Yunan inşaat şirketi ve Türk taşımacılık grubu Balkanlar’a yatırım yapmak istediklerini açıkladılar. A B D şirketi Coca-Cola Güneydoğu Avrupa'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan imkanlarla karşılaştırılabilecek derecede iş imkanları ortaya çıktığını açıkladı." (Financial Times, 13 Temmuz 99) Küçük ülkelerde ekonomik payın çoğunun büyükler tarafından paylaşılmasından yakınmaya başladılar. Rekabet şiddetlendi.
Sonuç olarak Avrupa Birliği'nin Kosova Savaşı’ndan elde ettiği deneyler ve ekonomik çıkarlar az sayılmaz, ama neler kaybetmiştir, eksiklikleri neler olmuştur şimdi onları görelim.
b) KayıplarHemen şunu söyleyelim; Avrupa
Kosova’da askeri açıdan ne kadar geri olduğunu görüp şok olmuştur. 19 Avrupa ülkesi, N A TO komutanlık karargahının dışında bırakıldılar. İçeri alınmadılar. Bombardıman sırasında ne yetki verildi ne de hedef belirlemede söz sahibiydiler. Çünkü "kullanılan 1.100 savaş uçağının, atılan 23.000 bombanın ancak 'A'ü, hedefe kilitlenen bombaların ise hiç biri kendilerinin değildi." (The Washington Quarterly, a.g.y) A BD kendi silahlarını ellerine mi verecekti?
Hatta yukarıda değindiğimiz gibi başta kara ordusunu da kullanabileceklerinin sözünü vermişlerdi. Avrupa kara ordusu ağırlıklıdır. Savaş sırasında bunu göze alamadılar. Ondan geçelim elle-
rindeki son model çeşit çeşit tank savar helikopterlerini bile kullanma cesaretini gösteremediler. A BD son anda savaşın kötüye gittiğini görünce kendi tanksavarı apacheleri devreye sokmak zorunda kaldı. 5000 feet yükseklikten yapılacak bir bombardıman ile savaş kazanılması nerede görülmüştür? Yenilgi ise kapitalizmin tam bir yüz karası olur ve Batı çıkarları açısından bir felaket anlamına gelirdi. Ve savaş, sonunda Avrupa ülkelerinin çekincelerine karşın, ancak Yugoslavya'nın ekonomik yapısının tahribatı ile kazanılır gibi oldu. Açıkçası postu zor kurtardılar.
Avrupalı bir diplomat şöyle diyor: "Kosova bize 2-3 boy büyük geldi." Fischer'de ekliyor; "ABD ağır siklettir. Biz Avrupalılar yavaş yavaş hafif siklete hazırlanıyoruz." (a.g.y., sayfa 82)
Sonuçta, Avrupa Birliği Kosova'da boyunun ölçüsünü aldı. Oradan geçtik Türkiye ve Yunanistan arasında çıkabilecek olası bir krizde ise hiçbir şey yapamayacağını acı acı gördü. A B D ’nin süper güç olduğunu bir kez daha kabul etmek zorunda kaldı. Avrupa savunması konusunda ABD 'ye karşı çıkardığı cırtlak seslerden bir süre daha olsa vazgeçmesi gerekliliğini kabul etti. Hele hele Kosova olayları ile Rusya politikasının bir dönüş yapıp "bende nükleer silah olduğunu unutmayın!" diye uyarabileceğini tahmin ettiğini hiç sanmıyoruz.
2. A B D A Ç IS IN D A N
Elbette A BD bu çok masraflı savaşa sırf süper güç olduğunu bir kez daha kanıtlamak için girmemiştir. Kosova, A BD açısından büyük ekonomik çıkarlar
vadeden bir alan da değildir. Ama 1992 yılından beri Avrupa'ya karşı kendi politikasını dayatabilmek için tuttuğu bir koddur. Buranın karışık etnik yapısı orayı hemen karıştırıp Avrupa'nın burnunun dibinde bir savaş alanı yaratmaya uygun kılar. Onun için de buradaki çeşitli güçlerle çeşitli bağlantıları vardır. Onları işine geldiği gibi zaman zaman fitiller, zaman zaman yatıştırır. Bir satranç ustası becerisiyle onları işine geldiği gibi yoğurmakta ve biçimlendirmektedir. UÇK'da bunun tipik örneğidir.
Geçmişi çok eskilere dayanan bu örgüt aslında Hitler döneminden faşist, Tito döneminden sosyalist özellikler almış amorf bir örgütlenmeydi. "Kosova Arnavutları’ndan oluşan bir çetenin Birleşik Krallık, Almanya, Avusturya, Fransa ve İskandinav ülkelerinde uyuşturucu ticareti yaptığı bir sır değildir. Uyuşturucu dışında silah ticareti de yapan bu çete, UÇK'nın ciddi gelir kaynaklarından biridir.' (Financial Times, 13 Ağustos 99) Ve de savaş sırasında Batılı güçler karanlık işlerle bağlantısı olan bu örgütle temasa geçip, onu kısacık bir sürede, kimilerine göre 10 bin, kimilerine göre 20 binlere varan bir ordu haline getiriverdiler. Başlarındaki lideri eğittiler. Sonrada silahsızlandırdık dediler. Bir oyun oynadılar. Ve de hala bu güçlerle Kosova'yı yönetmeye çalışıyorlar. Ama bu örgüt öylesine amorftur, öylesine karanlık yanları vardır ki sonunda nerelere varacağını göreceğiz. Ama ABD'nin Yeni Dünya Düzeni içinde insan hakları ve ülkelerin içişlerine karışılabilir şiarları açısından önemli bir örnektir. Böyle örgütlenmeleri kolaylıkla ve hızlı bir şekilde kurabilme yeteneği ortadadır.
137 —
kosova olaylarının anlamı__
— yol
ABD'nin Avrupa kıtasındaki stratejisi sosyalizmin yıkılması ile birlikte çökme noktasına gelmiştir. Varşova Paktı’nın olmadığı bir ortamda NATO'nun ne işi vardır? N ATO , Batı'yı Varşova Paktı üyelerine karşı korumak için kurulmamış mıydı? Öyleyse N A T O ’da dağıl- malıdır. Ama NATO'nun A BD açısından başka bir işlevi daha vardı: Avrupa ülkelerini bir arada tutmak. N A TO ittifakı içindeki bir Avrupa, kendi güdümündeki bir Avrupa anlamına gelir. Bu ittifakın dağılması, Avrupa'nın kendi başına davranması, çok merkezli bir dünya içinde süperliğini dayatırken güçlerini boşuna dağıtmak demektir. Kendi güdümünde ve de içine Doğu Avrupa Ülkeleri’ni almış bir N ATO , A BD dış politikasına çok uyar. Gücü toplamına yettiğine ve de gerektiğinde böl-yönet taktiğini uygulama kozlarını elinde tuttuğu müddetçe bu birlik onun zararına değil yararınadır. O dünyayı sömürürken bazı ittifaklara ihtiyaç duymaktadır. Örneğin çeşitli ülkelere uyguladığı ambargoları, yaptırımları ele alalım. Tek başına alınan bir ambargo kararı ne işe yarar, hemen delinir. Ama bu bir BM'- den çıkar ve N A T O ile zor dayatılırsa işe yarar. Onun için çoğu noktada müttefiklere ihtiyacı vardır. O müttefiklerin başını zaten tutacaktır. Bu anlamda NATO'nun varlığı A BD açısından hayati önem taşır. Onun için ABD, on yıldır NATO 'yu allayıp pullayıp cazibeli hale getirmek için kan teri dökmektedir. Ona yeni misyonlar yakıştırmaya çalışmaktadır. Avrupa yer yer karşı çıksa da o tüm Doğu Avrupa Ülkeleri’ni de bu örgüte alma amacındadır.
Oysa AB, sosyalizm yıkılalı beri başından ABD'yi de atma çabasındadır.
__ 1 3 8 _______________________________
Ortak savunmanın artık gereksiz olduğunu düşünür. Avrupa'yı kendisinin yönetebileceğine inanır. Onun için yok Avrupa İşbirliği Savunma Örgütü, yok Avrupa Ortak Güçleri gibi şekillenmeler peşinde koşar. Ama her seferinde ABD bunların N A T O içinde düşünülmesi gerektiği teziyle karşısına çıkar. Yani AB, Doğu pazarına girip yerleştikçe, Rusya'da çöktükçe, ABD'siz bir Avrupa, yani NATO'suz bir Avrupa, AB'nin düşlerini süsler olmuştur. N A T O parçalandı, parçalanmaktadır.
İşte Kosova olayları bu anlamda bir denek taşı olmuştur. Herhangi bir örgütlenmenin en büyük ihtiyacı eylemdir. Hareketsizlik ölüm anlamına gelir. A B D Afrika'da denedi. Sonra Körfez’de denedi, Bosna'da denedi, olmadı. Ama en sonunda Kosova'da tutturdu. N A T O isterse yaralar alsın (yukarıda gördüğümüz gibi insan hakları vs. gibi konularda) bir eylem içinde olmak onu birleştirici bir işlev görmüştür. Diğer ideolojik yenilgiler ABD'nin gücü ve pragmatizmi altında nasıl olsa büyük bir anlam taşımaz. Bunlar dünyayı yönetmek açısından Avrupa'da ittifakı korumak amacından sonra gelir. ABD dünya halklarının 2/3'ünün kendisinin karşısında olduğunu biliyor. Ve de bunu değiştirmenin sosyal gerçekliğe aykırı olduğunu da biliyor ve kendi stratejilerini buna göre hazırlıyor.
Kosova'dan sonra artık Avrupa askeri açıdan N A T O içinde olmanın gerekliliğini kabul etmiştir. Ancak şimdi yukarıda açıkladığımız Avrupa'nın kendi ordusunu kurma girişimlerinin hızlandığını söylemekle bu bir çelişki değil midir? Peki hem N A TO içinde kalmak hem de kendi ordusunu kurmak bir
çelişki midir? Bir çelişki gibi görünse de aslında bazı koşullarda değildir. Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright'a kulak verelim:
"Biz kendi arka bahçesindeki yangını söndürebilme yeteneğine sahip ve ortak çıkarlarımız için ittifak içinde birlikte çalışabileceğimiz modern ve esnek askeri güçlü bir Avrupa istiyoruz. Avrupa savunmasına ilişkin tüm önerileri aklımızda şu basit soru ile inceleyeceğiz: Ortak davranabilme etkinliğimizi artırır mı?" (Foreign Affairs, a.g.y) Kendi güdümünde olduğu sürece ABD, Avrupa'nın silahlanmasından pek kaygı duymaz. Avrupa'nın silahlanmasını ve dünya pazarını paylaşmanın gerektirdiği zora maddi yatırım yapmasını baştan beri savunmuştur.
Askeri harcamalar bir ülke ekonomisine belirli yükler getirir. Baştan beri diğer merkezlerin kendi askeri gücünden yararlandıkları ve kurduğu koruma şemsiyesinden ekonomik çıkarlar elde ettiklerini ve buna destek vermeleri gerektiğini savunmuştur. Hiç bedel ödemeden sömürmenin olamayacağını yer yer de dayatmıştır. İşte bu noktada Ko- sova olayları ABD'nin bu politikasında elde ettiği başarı hanesine yazılmalıdır.
Elbette Avrupa, ABD'nin ne istediğini çok iyi bilmektedir, ama başka yolu da yoktur. O şimdiki gücü ile kendi bölgesini öyle kolay kolay çekip çeviremeye- ceğini anladı. Kendi ordusunu kurmalıdır. Eğer gelecekte ABD'ye rağmen dünyayı sömürecekse bunu başarmalıdır. Bugün yarın, örneğin; Doğu Avrupa ülkelerinde çıkarları A BD ile sürtüştüğünde ne olacaktır? Kesinlikle orduya ihtiyacı vardır. Şimdilik N A TO gölgesi
altında olabilir, ama sonra gereği düşünülecektir. Ve de zaten kurmayı düşündüğü ordunun komutasını NATO 'ya tamamen teslim etmek yerine belli şekillerde kendi güdümünde tutma mücadelesi verecektir.
ABD elbette bir ordu kurmanın öyle bugünden yarına yapılacak bir şey olmadığını çok iyi bilir. Ayrıca Avrupa'nın bu konudaki potansiyeli de ortadadır. Şimdi hepsi savunma harcamalarını arttıracaklardır. "Avrupa Birliği ve ABD ekonomileri kabaca aynı boyutta olsa da (her biri yaklaşık 8 trilyon dolar) A BD yılda savunmaya 290 milyar dolar, AB ise 140 milyar dolar harcar... A BD teknolojik araştırmaya yılda 30 milyar dolar yatırırken A B 10 milyar dolar ayırır. Ayrıca tek tek Avrupa ülkeleri araştırma ve geliştirme sırasında sık sık birbirlerini tekrar ederek fonun israfına yol açarlar."(a.g.y., sayfa 44)
Avrupa'nın işi uzun erimlidir. Üye ülkelerin ekonomileri bir çok yönden birbiriyle kaynaşsa da silah sanayi alanı için bu geçerli değildir ve bunlar belirli kararları beklemektedirler. Her bir ülkenin kendine göre gelişkin olduğu yanlar vardır. Örneğin İngiltere nükleer denizaltı, savaş uçağı konularında iyi araştırma ve geliştirme olanaklarına sahipken Fransa satalit, helikopter ve hava taşımacılığında ileridir. Almanya'nın ise tank ve dizel denizaltılarda ileri tekniği vardır. İşte bütün bunları birbirlerini korkutmadan ortak çıkar altında birleştirmeleri gerekmektedir ve yılların işidir. A BD bütün bunları bilerek davranmaktadır elbette.
Öte yandan sosyalizmin yıkılması silah tekellerinin silah satma gerekçelerine
________ kosova olaylarının anlamı___
139 —
de belirli darbeler vurmuş, her bir ülkenin silah harcaması azalmıştır. Silahlanan bir Avrupa bu eğriyi tekrar eski zemine oturtabilir.
Ayrıca ABD'deki Cumhuriyetçi Parti, Clinton'u Körfez’de Avrupa'yı arkasına almakta yeterince başarılı olmamakla suçluyordu. Kosova olayları Avrupa'nın bırakalım Körfez’i kendi burnunun dibindeki bir yeri bile savunmaya yeterli olmadığını göstererek bu eleştirilere yanıt oldu. Ayrıca da Avrupa silahlanması da bu partinin istediği bir şeydir. Sonuçta, ABD'nin iki partisi birbirine daha yakınlaştı.
SO N U Ç
Kosova halkları üstüne yağdırılan bombalar aslında yalnız Kosova halkının geleceğini değil tüm halkların geleceğini etkiler nitelikteydi. Dünya güçler dengesinde alınan bir dönemecin işaretiydi. Dünyamız iki kutuplu dönemden çok merkezli bir dünyaya doğru çıkmanın sancılarını yaşıyordu. Artık Avrupa Yeni Dünya Düzenine ordusu ile dünya pazarından kendi bileğine paylar kapma yoluna çıkmanın hazırlığını yapıyor, ABD'den bunları öğreniyordu. A BD ise karşı konulmaz bu gelişmelerin ortasında AB'yi kendi güdümünde tutma çırpınışı yaşıyordu. Rusya ise Batı'nın ne olduğunu görüp ondan uzaklaşıyor kendi gücüne göre yeni bir rotaya ve yeni ittifaklara doğru itiliyordu. Bombalar şimdilik durdu. Yeni bir pazar paylaşılıyor. Ta ki tıkanıp yenilerinde çıkarlar çatışana kadar. Ya da ta ki halklar bu dönen oyunlara kanmamayı, kendi insanlık haklarını ancak kendilerinin
---- yol______________________________ :
savunabileceğini ve bunun da bu çıkar düzeninin son bulması ile gerçekleşeceğini öğrenene kadar.
1999 Aralık sonu
John Berger
KIYAMET GÜNÜNE HOŞGELDİNİZ *
Resim tarihinde bazen ilginç kehanetlere tanık olabiliriz: Ressamın pek de ifade etmeyi amaçlamadığı kehanetler. O sadece bir kabusunu anlatmaktadır aslında. Örneğin Breughel’in 1560’da yaptığı ve şu anda Prado Müzesi’nde bulunan Ölümün Zafer Alayı adlı eserinde Nazi katliam kamplarının canlandırılmış olduğunu düşünmek mümkündür.
Bilinen çoğu kehanetler kötü olanla birlikte anılırlar ve tarih süresince her zaman yeni zorbalıklarla karşılarız. Zorbalıkların bir kısmı ortadan kalksa da yeni mutluluklar yoktur, mutluluk hep geçmişi çağrıştırır. Değişen şey, bu mutluluk için verilen mücadelenin biçimleridir.
Breughel’den yarım asır önce Hieronymus Bosch, Binyılın Üç Kanatlı Resmi’- ni yaptı. Sol parça Adem ile Havva’yı cennette göstermektedir, büyük merkezi parça Dünyevi Zevkler Bahçesi’ni anlatmaktadır ve sol parça da cehennemi tasvir etmektedir. Bu cehennem, yüzyılımızın sonunda küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni tarafından dünyamıza dayatılan düşünsel iklimin şaşırtıcı bir kehaneti haline dönüşmüştür.
Nasıl olduğunu açıklamama izin verin. Resme yerleştirilen sembolleştirmenin bu sonuçla çok az ilgisi vardır. Bosch’un sembolleri muhtemelen, eğer şeytan alte- dilebilse cennetin dünyada inşa edilebileceğine inanan 15. yüzyılın bazı bin yıllık mezheplerinin gizli, fakat herkesçe bilinen
141 —* The Guardian, 20 Kasım 1999 Cumartesi sayısından çevrilmiştir.
— yol
ve dinsel dogmaya aykırı dillerinden kaynaklanmaktadır. Çalışmasındaki birçok sembolleştirme ile ilgili birçok makale yazılmıştır. Bosch’un cehenneme bakışı bir kehaneti çağrıştırsa da kehanetin pek de detaylandırıldığı söylenemez.
Orada ufuk yoktur. Hareketler arasında süreklilik yoktur, durmak yoktur, yollar yoktur, kalıplar yoktur, geçmiş ve gelecek de yoktur. Sadece birbirine uymayan bir sürü parçadan oluşan bir şimdi vardır. Heryeri şaşkınlıklar ve duyarlılıklar kaplamıştır, fakat hiçbiri bir sonuca dönüşememektedir. Hiçbirşey akmamaktadır: herşey kesintiye uğramıştır. Bir çeşit uzamsal (spa- tial) hezeyan yaşanmaktadır.
Bu tanımlamayı sıradan bir reklam panosundaki, her zamankine benzer bir C N N haber bültenindeki ya da herhangi bir medya yorumunda görüntülerle karşılaştırın. Uyumsuzluk, farklı farklı heyecanların oluşturduğu kocaman bir arazi ve benzer bir taşkınlığı gözleyebilmek mümkündür.
Bosch’un kehaneti, bugün küreselleşmenin etkisi altında bizlere iletilen dünya fotoğraflarıyla ilgilidir, hiç durmadan satılması ve tüketilmesi gerekli olan bir fotoğraf. İkisi de zavallı parçaları birbirlerini tutmayan bir bulmacaya benzetmektedir.
Bu sonuncusu, Zapatista lideri Subcomandante Marcos’un Yeni Dünya Düzeni ile ilgili yazdığı bir açık mektupta kullandığı ifade ile tıpatıp aynıdır. Meksika Devleti’nde özgürlüklerini alabilmek için savaşan isyancıların yönettiği Chipas’tan, Güneydoğu Meksika’dan yazmaktadır. O bugünkü dünyayı dör-
__ 142
düncü dünya savaşının savaş alanı olarak görmektedir. (Üçüncüsüne biz genelde soğuk savaş deriz.) Savaşçıların hedefi tüm dünyanın pazar aracılığı ile fethidir. Savaş araç gereçleri finansaldır, buna rağmen her an milyonlarca insan sakatlanmakta hatta öldürülmektedir.
Savaşı sürdürenlerin amacı dünyayı yeni sanal güç merkezlerinden, piyasanın megapollerinden yürütmektir ki bu merkezlerde sermayenin mantığından öte hiçbir kontrol bulunmayacaktır.
“ Bilgisayarlara ve teknolojik devrime teşekkürler” diye yazmaktadır Marcos, ofislerde işletebildikleri ve sadece kendilerine cevap veren finansal marketler, yasalarını ve dünya görüşünü tüm gezegene dayatmaktadır. Küreselleşme aslında sadece finans piyasalarının mantığının yaşamın tüm alanlarına toto- lize genişlemesinden başka bir şey değildir. Bu arada gezegendeki kadınların ve erkeklerin onda dokuzu birbirini tutmayan dişli parçalar (jorgged pieces) ile yaşamaya çalışıyor.
“ Burada önümüzde duran bir bulmacada” diye yazan Marcos, “ Bugünün dünyasını anlamaya yönelik bir sonuca ulaşabilmek için parçaları bir araya getirmeye teşebbüs ettiğimizde, parçaların birçoğunun eksik olduğunu farkedi- yorum. Buna rağmen, bunların yedi tanesini kullanarak işe başlayabiliriz, bu uyumsuzluğun insanlığın yokedilişiyle sonuçlanmayacağını umarak tabii ki. Bu küresel bulmacayı çözm eyi denemek için çizilecek, boyanacak, kesilecek ve diğerleriyle bir araya konacak yedi parça....”
Burada anlatılanların Bosch’un resmindeki uyumsuzluğu anımsatmasından
dolayı orada bu yedi parçayı bulabileceğimizi umuyorum.
Marcos’un isimlendirdiği ilk parça dolar işareti şeklinde ve yeşildir. Bu parça küresel zayıflığın giderek daha az ve daha az eldeki yeni yoğunlaşmasından ve umutsuz sefeletin tarif edilemez yaygınlaşmasından oluşmuştur.
İkinci parça bir üçgendir ve bir yalandan ibarettir. Yeni düzen üretimi ve insan emeğini rasyonalize ve modernize ettiğini iddia etmektedir. Gerçekte ise bu endüstri devriminin başlangıcındaki barbarlığa geri dönüştür, fakat önemli bir fark bulunmaktadır. Bugünkü barbarlık hiçbir karşı ahlaksal düşünce ya da ilke ile denetlenmemektedir. Yeni düzen fanatik ve baskıcıdır.
Kendi sistemi içinde rica etme, yalvarma, yakarma yoktur. Baskıcılığı politika içermez, politika küresel para denetimi ile yer değiştirmiştir. Çocukları düşünün, dünya çapında 100 milyonu sokakta yaşamakta, 200 milyonu ise küresel emek gücüne katılmış durumda.
Üçüncü parça kısır döngüyü çağrıştırır biçimde yuvarlaktır. Zorla baskıyla göçü anlatır. Hiçbirşeyi olmayanların daha girişken olanları, yaşayabilmek için göçetmektedir. Oysa yeni düzen günler ve geceler boyunca, üretmeyen, tüketmeyen ve bankaya yatıracak parası olmayanın fazlalık olduğu ilkesine uygun bir biçimde işlemeye devam etmektedir. Bu yüzden göçmenlere, topraksızlara ve evsizlere sistemin artık maddesi olarak muamele yapılır: Yok edilmelidirler.
Dördüncü parça bir ayna gibi dik- dörtgenseldir. Ticari bankalarla dünyanın haraççıları arasında süren değiştoku- şun küreselleşmesinden oluşmaktadır.
kıyamet gününe hoşgeldiniz__
--------------------------------------------- 143 —
Beşinci parça tam bir beşgendir (pentagon). Fiziki baskıdan oluşmaktadır. Yeni düzende ulus devletler ekonomik bağımsızlıklarını, politik inisiyatiflerini ve egemenliklerini yitirdiler. (Birçok politikacının yeni retoriği kendi politik güçsüzlüklerini gizleme çabalarının sonucudur.) Ulus devletlerin yeni görevi, onlardan beklenenleri yerine getirmeleridir, piyasanın dev şirketlerinin çıkarlarını korumak ve hepsinden önemlisi dışlanmışları denetlemek ve zaptetmektir.
Altıncı parça aceleyle çiziktirilmiş gibi gözükmektedir ve kırıklardan oluşmaktadır. Yeni düzen, bir yandan ticaretin ve anlaşmaların anında iletişimiyle, zorunlu serbest ticaret bölgeleriyle (N A FTA gibi), heryere tek bir sorgu- lanamaz piyasa yasasının aynı biçimde dayatılmasıyla sınırları ve uzaklıkları ortadan kaldırmaktadır ve diğer yandan da kendi ulus devletinin zeminini ortadan kaldırarak sınırların parçalanmasını ve çoğalmasını teşvik etmektedir. Örneğin, eski SSCB ve Yugoslavya. “ Kırık aynalardan oluşan bir dünya neo- liberal bulmacanın bir işe yaramayan tekliğini yansıtmaktadır.”
Bulmacanın yedinci parçası ise gedik şeklindedir, dünyanın dört bir yanında yeni düzene karşı gelişen direnişin yarattığı çok çeşitli gediklerden oluşmaktadır. Güneydoğu Meksika’daki Zapatistalar böylesi bir gediktir. Diğerleri, farklı özgünlüklerde, illa da silahlı ayaklanmayı seçmemiş olabilirler. Aynı şekilde bütün bu gedikler ortak bir politik programa da sahip değildir. Kırık bulmacada yaptıkları gibi, nasıl varola- bilmektedirler? Farklılıklar, umut verici birşey bile olabilir. Onları birleştiren
— yol----------------------------------------------
dışlanmışların, yokedilecek olanların savunmasını temsil etmeleri ve dördüncü dünya savaşının bir insanlık suçu olduğu inançlarıdır.
Yedi parça birşeyler anlatacak şekilde yanyana getirilemezler asla. Bu anlam yoksunluğu, bu biçimsizlik, yeni düzene içkindir. Bosch’un cehennem görüntüsünde öngürdüğü gibi, hiçbir ufuk yoktur. Dünya yanmaktadır. Her birey kendi anlık ihtiyaçlarına ve yaşam mücadelesine kilitlenerek yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Claustrophobia (kapalı yerde kalma fobisi), en uç noktasında; bu sonucu aşırı nüfus artışı yaratmamıştır; sebep, bir hareketle onu takip eden arasında bir sürekliliğin bulunmayışıdır. Cehennem olan şey budur. İçinde yaşadığımız kültür büyük olasılıkla varolanların içinde en claustrophobia olandır. Küreselleşme kültüründe, aynen Bosch’un cehenneminde oi- duğu gibi, başka bir yer veya başka türlü yoktur. Verilen bir hapishanedir. Böylesi bir indirgemecilik karşısında, insan zekası açgözlülüğe indirgenmiştir.
Marcos mektubunu şöyle bitirmektedir:
“Yeni bir dünya inşa etmek gerekiyor, birçok dünyayı içermeyi başarabilen bir dünya, bütün dünyaları kap- sayabilen bir dünya” .
Bosch’un resminin bizlere hatırlattığını eğer kehanetleri hatırlatıcı şeyler olarak tanımlayabilirsek; alternatif bir dünya kurabilmenin ilk adımının, zihnimize ekilen dünya resminin suçlar ve açgözlü satm a ihtiyacının meşru- laştırılabilmesi ve idealize edilmesi için kullanılan bütün o boş vaatlerin reddi olduğudur. Farklı bir evren acilen gerek-
144
lidir. İlk olarak bir ufuk keşfedilmelidir.Ve bunun içinde umudu yeniden yaratmalıyız. Yeni düzenin vaat eden gibi görünmeye çalıştığı bütün o yalancı cennetlere karşı.
Bununla birlikte, umut, bir güven meselesidir ve diğer bütünlüklü eylemlerle desteklenmelidir. Örneğin, birbirine yaklaşma eylemi, uzunlukları ölçme ve birbirine doğru yürüme eylemi. Bu, süreksizliği reddeden bütünleşmelere yolaçacaktır. Direnme eylemi, bize sunulan dünya resminin biçimsizliğini kabullenmeyi reddetmek değil onu duyurmaktır. Cehennem, onu cehennem diye ananlar olduğu zaman cehennem olmaya bir son verebilir.
Bugün varolan direniş gediklerinde,Bosch’un üçlüsünün, Adem ve Havva’yı ve Dünyevi Zevkler Bahçesi’ni anlatan diğer iki paneli de karanlıkta el lambasıyla incelenebilir. Onlara ihtiyacımız var.
Bir Arjantinli şair, Juan Gelma ile bitirmek istiyorum:
______________________________________________ kıyamet gününe hoşgeldiniz___
“ Ölüm kendi belgeleriyle birlikte geldi.Mücadeleyi
Yeniden ele alacağız
Yeniden başlayacağızYeniden hep birlikte başlayacağız.Dünyanın büyük yenilgisine karşıAsla tükenmeyen küçük yoldaşlaYa da hafızada
Ateş gibi yananlaBir daha veBir daha veBir daha..."
145 —
Mete Akyol
SENDİKAL HAREKETTE YOL AYRIMI(AVRUPA DENEYİMİ ÜZERİNE NOTLAR)
Kapitalist metropollerde üretim sürecinde Fordizm-Taylorizm’den "yalın üretinV'e geçiş, rakip sosyalist sistemin yıkılışından önce başladı ve bu süreç hala devam ediyor. Gerek politik, gerekse de sendikal tartışmalarda kapitalizme karşı direnişin hangi çerçeve ve içerikte olması gerektiği bu iki aynı zamanlı gelişim, çoğu kez birlikte ele alınmadığından verimli-yol açıcı olmuyor. Bu gelişmelerin üzerinden atlanınca, 80 öncesi bakış açıları ile havanda su dövmekten ileri gidilemiyor.
YEN İ G Ü Ç D EN G ELERİ
89'da Berlin Duvarı'nın yıkılışı, bir bakıma kapitalizmin dünya işçi sınıfı ve halklarına yönelttiği saldırı önündeki son bentin ortadan kalkmasına benzetilebilir. İster beğenelim ister beğenmeyelim, sosyalist sistemin desteğini, A BD emperyalizminin saldırganlığı karşısında Üçüncü Dünya Ülkeleri doğrudan hissettiler . Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfları ise bu desteği biraz dolaylı aldıklarından pek fark edemediler. Bugün artık bu destek ortadan kalktığında, onun yokluğunu acı acı hissetmekte- ler. Ama bunu hala itiraf etmekten çekiniyorlar. Sermayenin bugün işçi sınıfı ve sendikalarına yönelik fütursuz saldırıları, onun birdenbire güçlenmesi ile olmadı. Tersine büyük bir zafer kazanma pozun
__ 146
da olan reel-kapitalizm, her geçen gün daha da sefilleşmekte. Güç dengesini değiştiren ise işçi sınıfının "doğal müttefiki" sosyalist ülkelerin ortadan kaybolması. 89 öncesi kendi özgücü yanısıra güçlü bir müttefikin varlığı ile işverenler karşısına çıkan sendikalar, bu sayede önemli kazanımlar elde ettiler. Kuşkusuz ağırlıkla sosyal haklardan çok ücret zammı gibi maddi yanı ağır basan bu kazanımlarm niteliğinin tartışılması ayrı bir konu (sendikal hareket özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde bu tartışmayı yapmak zorunda). Ama kazammiarın varlığı tartışmasız ortada.
Bugün geçmiş alışkanlıklardan kurtulamayan sendikal hareket hala eskisi gibi arkasında kendi özgücü yanısıra bir "müttefik ordu" varmış gibi davranma alışkanlığından vazgeçmiş değil. Toplu iş sözleşmeleri ve ücret zammı görüşmeleri öncesi, sendikalar, toplumu ayağa kaldırmaktan, "sıcak sonbaharlardan" ve benzerlerinden dem vurmakta. Bu kurusıkı tehditler karşısında işverenler gülümsemekle yetinmekte ve sendikalar birbiri ardından yenilgiler yaşamakta. Ne Fransa'daki tüm toplumu ayağa kaldıran "sıcak Aralık" ne de Almanya'da sendikalar birliği DGB'nin, hükümetin "tasarruf paketini" önlemek için milyonları sokağa dökmesi dişe dokunan bir sonuç aldı. Oysa aynı eylemliliklerle yirmi yıl önce, büyük kazanımlar elde edilmesi işten bile değildi. Kısacası sendikal
hareket eskisinden daha etkin eylemliliklerden, "müttefik ordusu" olmadığından, eskiye nazaran çok az sonuçlar almakta. Bu gerçekliği kavrayıp, bunun gereklerini yerine getirme, yani daha da etkinleşme görevine talip olma yerine, sendikal hareket hala eskiyi tekrarlamaktan öteye gidemiyor.
BİR LİKTEN G Ü Ç MÜ D O Ğ U YO R ?
Bunun yarattığı şaşkınlıkla sendikal hareket çareyi başka yerlerde aramakta. Akıllara ilk gelen de "birlikten kuvvet doğar" söylemi oluyor. Özellikle Batı Avrupa'da sendikal harekette "sendikal birlik" son yıllarda yoğun olarak tartışma gündemine girdi. Almanya, İtalya, Fransa gibi ülkelerde sendikal planda bir birleşme furyası yaşanıyor. Bu birleşme tartışmalarında dikkati çeken iki önemli nokta var. İlki ve herhalde bu tartışmaları belirleyen en önemlisi finansman sorunu, daha netçesi sendika aidatlarının sendika bürokrasisinin maliyetini karşılayamaz hale gelmesi. Üretim sürecindeki değişimler giderek sendikaların geleneksel tabanlarını eritmekte, buna bağlı olarak sendika üye sayıları hızla azalmaktadır. İşverenlerin sendika düşmanı tavırları buna tuz-biber ekmekte, böylece sendika bürokratik yapısını ayakta tutmanın yolu olarak yeni üye bulma, o da olmayınca başka bir sendika ile birleşme gündeme gelmektedir. İşçi sınıfına hizmet için oluşturulan yapı, araç olmaktan çıkarak amaç haline gelmekte, bütün tartışmalar bu sendikal yapı -sendika bürokrasisi- nasıl korunur noktasına indirgenmektedir. İşçi sınıfının, üre-
____ sendikal harekette yol ayrımı _
tim sürecinin değişmesi ile nasıl bir sendikal yapıya ihtiyacı ortaya çıktı tartışması bu anlamda güme gitmektedir.
Bu tartışmalar kendiliğinden ikinci konuyu gündeme getirmekte; hangi sendika hangi işkollarında örgütlenmeli. Yukarda değinilen nedenlerle her sendika daha fazla üye bulmak için başka işkollarına da göz dikmiş durumda. Bu elbette ki üretim sürecinde yaşanan değişikliklerin de bir sonucu. Örneğin "Unilever veya Nestle gibi uluslararası bir tekelin işyerinde hangi sendika yetkilidir?" sorusuna cevap vermek hayli zor. Hem kimya hem de gıda işkolu sayılabilecek bu işyerleri aynı zamanda ticaret işkolunu da bünyesinde barındırmaktadır. Resmi bankaların özelleştirilmesi, postanın bankacılık alanına el atması aynı tartışmayı beraberinde getirmekte. Bu gelişimin doğal sonucu bu alanlardaki sendikaların birleşmesi olması gerekirken, örneğin gıda sendikası, kimya sendikası ile birleşme yerine tekstil sendikası ile birleşmekte veya posta sendikası ile metal sendikası belli alanlarda ortak projeler geliştirme yoluna çıkmaktadır.
Bütün bunlar sendikal birlik tartışmalarının, işçi sınıfının birliğine yönelik tartışmalar olmaktan çok, sendika bürokrasisinin kendini kurtarmak için denedikleri bir yol olduğunu gösteriyor. Tartışmasız olan nokta, sendikal hareketin bu yapı ile bir geleceğinin olmadığı, üretim sürecindeki değişimlerin ortaya çıkardığı yeni bir sendikal yapılanmanın gerekli olduğudur.
YEN İ YA PILA N M A , AM A N A SIL?
Sendikal hareketin 20. yüzyıldaki kronik hastalığı olan sosyal barış, gene 20. yüzyıla damgasını vuran Fordist- Taylorist üretim organizasyonlarının önemli bir ayağıdır. Sosyal barışı olanaklı kılan iki önemli faktör, işyerlerindeki sorunların masa başında çözülme imkanının yaratılması ve Üçüncü Dünya sömürüsünden metropol ülkelerin işçi sınıfına pay verilmesidir. Çoğu kez ikinci faktör ön plana çıkarıldığından "masa başı çözümü" üzerinde pek durulma- maktadır. Oysa işyerindeki üretim süreci dikkate alındığında bu geleneğin nasıl işçi sınıfı içinde etki yarattığı ve bugün gelinen aşamada işçi sınıfının üretimden gelen gücünün nasıl kullanılmaz hale geldiğini görebiliriz.
Serbest rekabetten tekelciliğe geçişin önkoşullarından biri, üretimin kitlesel olarak yapılabilmesidir. Bu gereklilik akar-bant denilen sistemi ortaya çıkardı. Üretim süreci binlerce küçük adıma bölündü. Böylece üretim süreci içinde, akar-bantta her işçi bir veya iki hareketten oluşan üretim bölümünü yapar hale geldi. İşyerinde ortaya çıkan sorunlar -üretimin tekdüzeleşmesinin de etkisi ile- monotonlaştı ve kanıksanır hale geldi. Yaşam düzeyinin de yükselmesi ile daha fazla ücret için mücadele, üretim süreci içinde ortaya çıkan sorunların önüne geçti. Bu süreç içinde oluşan işyeri konseyleri, işyeri içindeki sorunlarla uğraşır hale gelirken, sendikalar ücret politikasında yoğunlaştı.
— yol----------------------------------------------
"İÇSELLEŞM E" N ED EN G EREKLİ?
İlk bakışta son derece doğal bir süreç gibi gözüken bu gelişme, sendikal hareket açısından ölümcül sonuçlar doğurdu; üretim sürecinden kopuş. Böylece sendikal örgütlenme, işyeri açısından "içsel" bir örgütlenme olmaktan çıkıp "dışsal" bir karakter almaya başladı. Bugün sosyal barışın işverenler açısından artık gerekli olmadığının işverenler tarafından açıkça söylendiği bir dönemde, sendikal mücadele en çok bu "dışsallığın" sonucu, etkin bir mücadele geliştirememektedir. Sosyal barış döneminde ki mücadele yöntemleri bu anlamda artık yeterli olmamaktadır.
Buna karşın sendikal mücadele hala bu dönemin mücadele yöntemleri ile işi idare etmeye çalışıyor. Her şeyden önce bu mücadele yöntemleri işyeri içinde olmadığından etkin değil. İşçi sınıfı elbette sokaklara dökülerek de hak mücadelesi yürütebilir. Medya aracılığı ile kamuoyu yaratabilir. Ancak daha önceki yazıda da değinildiği gibi bu yöntemler değinilen nedenlerle artık istenildiği ölçüde sonuç getirmiyor.
Bir yandan da sosyal demokrasi aracılığı ile parlamentoda işçi sınıfının haklarını korumayı denemekte. Oysa giderek işçi sınıfından uzaklaşan sosyal demokrasi, kendini giderek artan ölçüde işçi partisi değil, orta katmanların partisi olarak tanımlıyor. İşçi sınıfının talepleri - ki bunlar eskiden olduğu gibi doğrudan düzene yönelik talepler de değil- bu partilerde pek ilgi görmediği gibi, sosyal demokrasinin de politik sahnede etkinliği zayıflamakta.
Burada yapılması gereken tespit,
__ 148
neden sendikal hareketin, işçi sınıfının üretimden gelen gücünü, örneğin bir politik genel grevle kullanamadığı. Yukarda değinilen işyeri içinde doğrudan örgütlü olmama bunun bir nedenidir. Her ne kadar Eyerlerindeki işyeri konseyleri ve benzeri örgütlenmeler içinde sendika üyeleri çoğunlukta olsalar bile, işyeri yönetiminin etkisinden kur- tulamamaktalar. İşyeri yönetimi çeşitli yöntemlerle bu tür temsilciliklere seçilen işçileri, "aristokratlaştırmakta", işçilerden koparmaktadır. Sendikal hareket bugüne kadar bu süreci önlemek için, bu tür temsilciliklere bir yandan yasal iş garantisi sağladı, bir yandan da onlara gerekli bilgilendirmeyi sağlayarak bu kuruluşların üzerlerine düşen görevleri yapmalarına olanak yaratmaya çalıştı. Eksik kalan, işyeri içinde bu kurumla- rın çalışmalarını denetleyecek, ona yön gösterecek bir işçi örgütlenmesinin olmayışıydı. Bu ise işyeri içindeki fiili sendikal örgütlenmedir. Böylesine bir denetleme ve destekten yoksun olunca bu kurumlar giderek işyeri yönetiminin yörüngesine oturdular.
İşyeri içinde fiili örgütlenme olmayınca, sendikal hareket de üretim sürecinde oluşan değişimleri zamanında tespit edip, gerekli önlemleri alamamaktadır. 70’li yıllarda akar-bant üretim organizasyonundan "yalın üretime" geçiş yaşanırken, sendikal hareket hala akar-bant sisteminin sonuçları üzerinde tartışma yürüttü. Bu geçiş 90'lı yıllarda tamamlanmak üzere iken sendikal hareket yeni yeni "yalın üretimi" fark etmeye başladı, ancak hala da bu konu üzerinde ciddi bir tartışmayı başlatmış bile değil.
Üretim süreci dışına itilen sendikal hareket işçilerin somut sorunlarından
____ sendikal harekette yol ayrımı___
uzaklaştığından, giderek sendikal taleplerde işçilere yabancılaşmakta. Sendikal hareket bugün işsizliğe karşı, çalışma süresinin kısaltılmasını istiyor. Hem sınıfın her zaman gündeminde olan haklı bir talep, hem de daha az çalışılırsa, daha çok işçi çalışma imkanı bulur gerçeğinden hareketle, sendikaların doğru bir yolda olduğu söylenebilir. Oysa işyerinde çalışan bir İşçiye bu talep pek bir şey ifade etmiyor. Her çalışma süresi kısaldığında, işyerinde üretim tekniklerinin geliştirilmesi ile, daha az işçiye ihtiyaç duyulduğunu gören bir işçinin böylesine bir talebe dört elle sarılmasını beklemek hayalcilik olur. Sorun artık yalnızca çalışma süresinin kısalmasını talep etmekle sınırlanamaz. Daha da ileri gidilip üretim sürecinde "yalın üretime" geçişin işyeri içinde nasıl sonuçlar doğurduğunu ve bunlara karşı nasıl bir sendikal tavır veya direnişin geliştirilmesi gerektiğini irdelemektir.
Bunun için ilk şartta sendikal hareketin yeniden işyerlerinde "içselleşmesi", işyeri içinde fiili sendikal örgütlenmelerin yeniden yaratılmasıdır. Bunun önündeki ilk engel de kuşkusuz "sendikal bürokrasidir". Nasıl üretim organizasyonu "esnekleşiyorsa" sendikal harekette kendisini hantallaştıran yüklerden kurtulmak zorundadır.
149 —
ÖMER LAÇİNER MARKSİZM'İ NASIL ALTÜST EDİYOR ?
"Bu tarih anlayışı, idealist tarih anlayışı gibi, her dönemde bir kategori aramak zorunluluğunda değildir, ama o, daima tarihin gerçek toprağına ayak basar; pratiği fikirlere göre açıklamaz, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar... Tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil devrimdir." (Karl Marx, Felsefe İncelemeleri, s.100)
Hasan Oğuz ------------------Konuk Yazar
İşçi sınıfının öncü rolü tartışmasında Öm er Laçiner, eskimiş olan, ancak yeniymiş gibi piyasaya sürülen politik incilerini tekrar gündeme getiriyor. İşçi sınıfının devrimci rolü gibi söylemleri küçümser eda içinde, işçi sınıfının olum- lanacak hiçbir yanının olmadığını vaaz ediyor. Daha da kötüsü, işçi sınıfının devrim ci rolü üzerine var olan olumsuz düşüncelerini Marx’a dayandırmak istiyor. Büyük “ teorisyen” edasıyla Marx’da çelişkiler bulmaya çalışıyor. Önce işe, işçi sınıfının devrimin öznesi olma tespitinin Marx tarafından nasıl yapıldığını çarpıtarak başlıyor. Marx’in 1848’e kadar yazdıklarından, yani sosyalizm veya işçi sınıfı kavramlarından “ büyük ölçüde teorik edinmeyi felsefi olarak bulmuş bir kavram” olarak söz ediyor. 1
“ Bilgiç” Öm er Laçiner daha sonra ise Marx’in “ Kapital” in yazımı sonrasında, daha doğrusu Marx’in ekonomi politika ile ilgilendiği dönemde ise daha farklı değerlendirmeler yaptığını yazıyor. Laçiner “ Kapital” vb. gibi eserlerden “ Bu ekonomi dili ile söylenmiştir. Öbürü ise daha çok felsefe dili içerisinde söylenmiştir.” 1 diyerek atıfta
__ 150
bulunuyor. Böylece Laçiner, sözde Marx’da iki ayrı yaklaşım olduğunu ve bunların birbirinin zıddı olduğunu anıştırıyor. Hatta Laçiner, Althusser’in belirttiklerini dayanak noktası yapıyor (ki sanıyorum yeni teorik incilerini de buradan alıyor). Althusser, bilindiği gibi, Marx’i iki safhaya ayırır. İkinci safhayı olgunluk dönemi olarak belirtir ve birinci dönemde söyledikleriyle ikinci dönemde söyledikleri arasında tam bir kopuş olduğunu iddia eder. Öm er Laçiner de Althusser’in bu iddialarını kabullenerek Marx’in daha önce yazdıklarını Althusser’in “ ...Marksizm öncesi olduğu ve Marx’la da pek bağlantısının kurulamayacağı” tarzındaki iddiasını aktarıyor.3 Sonra da bu ikisi arasında bir süreklilik olduğunu söylüyor! Bu cümlenin anlamını ise sonra açıklıyor; “ aynı iddianın bir düzeyde söylendiğini, sonra bunun başka bir dil içerisinde ifade edildiğini düşünüyorum.” (aynı ^yerde). Önce Marx’m 1848’e kadar yazdıklarını “teorik-felsefi” olarak açıkla, onun bu sözlerinin ekonomi-politik bağlantısını reddet, sonra da Marx’in ekonomi politiği yazdığı dönem değerlendirmelerinden (yani ekonomi-politik bağlantısına
atıf yaparak) kopuk olduğunu belirt. Sonra da ince ve sinsi bir taktikle ikisi arasında süreklilikten bahset! Marksizm düşmanlan her zaman, kelime oyunlarıyla doğru ve sağlam zemin olan Marksizm-Leninizm’e karşı ince taktik oyunlara başvurmuşlardır. Söyleyeceklerini doğrudan söylemek yerine kaçak güreşmişlerdir.
Ömer Laçiner de burada bunu yapıyor.
LA ÇİN ER M ARKSİST EKO N O M İ PO LİTİĞ İ REDDEDİYO R
Önce bu iddianın üzerinde biraz duralım, sonra esas iddiaya geçelim. Ne Marx’in (ayrıca Marx kendi içinde de) ne de Engels’in birbirinden kopuk bir dönemleri olmamıştır. Onlar adeta bir bütünün ifadesiydiler. Yine Marx’in yazdıkları ilk değerlendirmeler ile sonrası arasında temele ilişkin farklı yaklaşımlar da olmadı. Elbette gençlik yılları ile olgunluk yılları arasında farklı değerlendirmeler olduysa da, bunu hem Marx hem de Engels açıkça belirttiler. Kuşkusuz olgunluk dönemlerinde ulaştıkları sonuçlar ile öncesi arasında ortaya çıkan farklılıklar oldukça azdır, belki de yok denecek kadar sınırlıdır. Söylediğim gibi olanlar ise kendileri tarafından açıkça belirtilmiştir. Bu konuda somut bir örnek de verebiliriz. Marx 1850’lerin sonuna doğru “ Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”yı bitirmişti (1859).M arx ’in bu tarihten önce yazdığı bazı yazıları birçok bakımdan 1859’dan sonra yazdıklarıyla farklıdır. Bu konuyla ilgili Engels şöyle yazıyor: “ ...Bundan önceki yazılarında (1859 öncesi, bn) öyle deyimler, hatta başlı başına öyle tümceler
vardır ki, sonraki yapıtlar açısından talihsiz, hatta yanlış görünürler. Şurası açıktır ki, geniş okur yığınları için yapılan sıradan yayınlarda, yazarın zihinsel gelişmesinin bir parçası olarak bu ilk bakış açısının da bir yeri vardır ve yazarın olduğu kadar okurların da bu eski yapıtların değiştirilmeden basılmasını istemek hakları vardır ve benim- de bunların tek sözcüğünü olsun değiştirmeyi aklımın köşesinden bile geçirmemiş olmam gerekirdi.” 4
Dikkat edilirse, burada Engels öze ilişkin tek bir tümce belirtmiyor. Deyimler ve tümcelerin kullanılış biçimlerinin sonraki yapıtlar açısından değerlendirildiğinde yanlış görüntüye yol açabileceğini belirtiyor. Yine de Engels, hele işçileri eğitecek propaganda materyallerinde durumun değişeceğini, bunu Marx’in da isteyeceğini, çünkü Marx doğal olarak böyle bir durumda 1849 öncesi yazılarının bir kısmında görüşlerini doğal olarak yeni bakış açısıyla bağdaştırmak isteyeceğini belirtmektedir. Kuşkusuz öze ilişkin olan farklılıklar olduğunda da bir yazar için bu görüşü terk etmesi kadar doğal olan bir şey de olamaz. Ancak bunlar çok az, hatta istisna denmeyecek kadar küçük noktalardır. Engels burada değişikliğe ilişkin bir örnek de veriyor. O şöyle diyordu: “ Benim yaptığım değişikliklerin tümü, bir tek nokta çevresinde toplanıyor. Özgün metne göre (kastedilen Marx’in “ Ücretli Emek ve Sermaye” sidir, bn) kapitaliste, işçi, ücret karşılığında emeğini satmaktadır; bu metne göre ise, emek gücünü satmaktadır. Bu değişiklik için bir açıklama yapmam gerekir. Bu açıklamayı, bu sorunun basit bir sözcük oyunu değil, tersine bütün ekonomi-politiğin
__________________________tartışm a___
---------------------------------------------151 —
— yol
en önemli noktalarından biri olduğunun görülmesi için yapmam gerekiyor.” 5
Demek ki Marx ve Engels’in bütün yaşamında (ayrıca Marx’in kendi içinde), Çin şeddi ile birbirinden ayrılmış iki ayrı dönemin var olduğu iddiası tamamiyle bir hayal ürünüdür. Oysa bu süreci, birbirini tamamlayan ve giderek kendi düşünce tarzlarını daha da ileriye taşıyan bir süreç olarak görmek gereklidir.
Öm er Laçiner’in daha vahim bir başka iddiası vardır; ona göre 1848’e kadar yazdıklarında Marx, özellikle işçi sınıfının rolü sorununda salt “ teorik-felsefi” bir yaklaşım ifade etmiştir! Bu süreç, ekonomi politik süreçten kopuk ele alınmıştır vb.. Hatta birçok Marksizm döneği de, Marx’da felsefe dili ile ekonomi dilinin iki ayrı dil olarak yansıdığını iddia edebilmişlerdir. Oysa bu saptama hiçbir şekilde gerçeğin bir açıklaması değildir. Marx’in ekonomi politik üzerine yazdığı eserlerin hemen hepsinde sağlam bir ekonomi politik temel vardır. Alman İdeolojisi, Felsefenin Sefaleti, Gotha Programının Eleştirisi, Komünist Manifesto, Kutsal Aile, 1844 Elyazmaları ve daha hatırlayamadığım birçok eserde Marx, toplumsal süreçlerin ve felsefi değerlendirmelerin temelini, ekonomi-politik süreçlerin parlak bir açıklaması ile yapmıştır. Marx’in tarih anlayışına göre, tarihte belirleyici etken, gerçek yaşamın yeniden üretimidir. Marx da bu yaşamın toplumsal yasasını ortaya çıkarmıştır. Ne Marx ne Engels bundan daha fazla ileri bir iddiada bulunmadılar. İktisadi durumun temel olduğunu söyleyen Engels devamla, üstyapı kurumlan olan bütün varyantların hepsi de “ ...tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yaparlar ve birçok durumda ağır
__ 152
basarak onun biçimini belirlerler” 6 Burada adeta Engels, Laçiner’e cevap vererek şunları söylüyor: “ Eğer sonradan herhangi biri, çıkıp da ekonomik etken tek belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur.” 7 Engels bir başka yerde, C. Schmidt’e yazdığı mektupta ise şunları belirtir; “ Hemen hemen yalnızca siyasal savaşımların ve olayların, elbette ki iktisadi koşullara genel bağlılıkları sınırı içinde oynadıkları özel rolü konu edinen Marx’in, “ 18 Brumaire” ne baksın yeter. Ya da “ KapitaF’de örneğin pekala siyasal bir eylem olan yasalar sisteminin köklü bir biçimde etkin olduğu işgünü konusundaki bölüme. (.24 bölüm) Peki öyleyse, siyasal iktidar iktisadi bakımdan güçsüzse, ne diye proletaryanın siyasal diktatörlüğü uğruna savaşım veriyoruz? Z o r (yani devlet iktidarı), o da iktisadi bir güçtür.” 8 Gerçekten Laçiner yukarıdaki bu anlamsız ve boş sözlerle, üstelik de Marx gibi birisini “ ekonomist” olarak suçlamaya kalkışırsa ona verilecek cevap da bu olur herhalde. Oysa Öm er Laçiner daha da ileriye giderek şunları yazabilmiştir; “ ...bir Marksist ekonomi- politik tanımıyorum ben, yoktur öyle bir şey. Marksizm’in sadece ve sadece ekonomi-politiğe eleştirisi vardır.” 9 Laçiner’in gerekçesi şu; ekonomi-politik kapitalizmin öz dilidir. Kuşkusuz buradan çok önemli bir sonuç çıkıyor, o da ‘sosyalizmin ekonomi politik görüşü yoktur’ tezi. Nitekim o şöyle diyor; “ ...ekonomi-politiğin içinde ikinci bir ekonomi-politik, ona alternatif bir ekonomi-politik yaparak, yani ekonomist bir mantık içerisinde sosyalizmin ne düşüncesi kurulabilir ne de o düşün-
cenin içinde yürütülebilecek eylemli bir toplumsal dönüşüm mümkündür.” Hatta Laçiner o kadar ileri gitti ki o şunları bile söyleyebildi; “ Marx, Kapital’de sosyalizme kendi bakışını, kendine özgü tanımlarını falan gösteriyor değildi.” 10 Laçiner devamla “ Kapital” deki dilin Marksizm’in kendi dili olmadığını söyleyecek kadar sapıtmaya ulaştı.
Şimdi bu sapıtmalara tek tek bakalım; kuşkusuz ekonomi-politik bir ideoloji ve bir dünya bakışıdır. Temelini ekonomik süreçler tarafından belirlenen toplumsal süreçlerin açıklanmasından alır. Dolayısıyla “ ekonomi politik, her şeyden önce bir bilim olarak ortaya çıkmıştır.” 11 Peki ama Marksistler ekonomi-politiğe nasıl yaklaşmışlardır? Materyalist tarih anlayışı, bilindiği gibi üretimin ve metaların dolaşımının bütün toplumsal sistemlerin temeli olduğu ilkesinden hareket eder. Marx, zamanının egemen üretim tarzı olan kapitalist üretimi incelemeyle işe başladı. Bunu yaparken insanların kapitalist üretim içinde girdikleri ilişkilerin çözümlenmesi gerekiyordu. İşte bunu inceleyen bilim dalının adı ekonomi-poli- tiktir. Bu bilim dalı Marx’dan önce de söz konusuydu. Özellikle o günün en gelişmiş kapitalist ülkesi olan İngiltere’de Adam Smith (1725-1790) ve David Ricardo (1772-1823) ile en yüksek düzeye ulaşmıştı. Bunlar, emek değer teorisinin temel taşlarını bulmuşlardır. Bu gelişmeye rağmen onlar, birer burjuva ekonomistleri olarak, kapitalist sistemin ebedi ve adaletli sistem olduğunda karar kılmışlardı. Kapitalist sömürünün özünü ortaya çıkarma yeteneğinden uzaktılar. Bu yeteneği Marx ve Engels gösterdi. Kapitalist sömürünün sırrı esas olarak kapsamlı bir şekilde
tartışma__
Kapital’de ortaya çıkarıldı. Marx, belirtmiş olduğumuz gibi onunla da yetinmedi. Aynı zamanda kapitalist üretimin iç hareket yasalarını da ortaya çıkardı. Yani Laçiner’in söylediği gibi, Marx, sadece kapitalist ekonomi-politiği eleştirmedi. Marksizm’in ekonomi politiğinin temellerini de attı.
Ekonomi-politik toplumsal süreçlerin dinamizmi olan emek faktörünün rolünün açıklanmasını gerektirmiştir. Belki de önemli bir çıkış süreci bu faktörün tahlilinden geçmektedir. Bilimsel özelliği de buradan gelir. Bu neden böyledir? Bu böyledir, çünkü ekonomi bütün meta- ların ve emeğin fiyatının da sürekli değişiklik içinde olduğunu, bunların çoğu kez metaların üretimiyle hiçbir ilişkisi olmayan, dolayısıyla fiyatların “ kural olarak salt rastlantı sonucu belirleniyorlarmış gibi göründüğü çok çeşitli koşullar sonucu yükselip düştüğü olgusunu gözlemlemektedir.” (Engels) Bu noktada gerçek olgu şuydu kuşkusuz; görünüşte bir rastlantı gibi duran ama gerçekte bu rastlantının arka planında duran gerçeğin, başka bir deyişle bu rastlantının kendisini belirleyen yasanın araştırılması gerekiyordu. Ekonomi-politik, Engels’in de belirttiği gibi “ Fiyatları düzenleyen yasa olarak metaların değerini, bütün fiyat dalgalanmalarının onunla açıklandığı ve bütün bu dalgalanmaların sonuç olarak gelip dayandığı değeri bulmak için yola, meta fiyatlarından çıktı.” 12
Gerçekten klasik ekonomi-politik, bir metanın değerinin emek ile belirlendiğini belirtti. Üretim sürecinde emeğin rolüne vurgu yapıldı. Ancak sınırları buraya kadardı ve bu sınırları aşamadı (Ricardo ve Smith özgünlüğünde). Ama bu açıklamanın önemli, fakat oldukça
153 —
yetersiz olduğunu Marx ve Engels belirtti. Emeğin değer yaratma özelliğini ilk kez derinliğine Marx yaptı. Marx, “ Kapital” ve “ Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” da bu incelemeyi derinleştirdi. Onun bulduğu şuydu: Bir metanın üretimi için gerekli olan emeğin, bu metaya harcanan emeğin niceliğine uygun düşen büyüklükte bir değer katmadığı gerçeğiydi. Bunu Marx çeşitli eserlerinde geliştirdi. Bu, Öm er Laçiner’in iddia ettiği gibi, Marx’in sadece klasik ekonomiye yönelttiği eleştiri ile sınırlandırılamaz Marx’in yaptığı, Laçiner’in belirttiği “ ekonomi-politiğin içinde ikinci bir ekonomi-politik” ya da “alternatif bir ekonomi-politik” değil de nedir? Görüldüğü gibi Marx, kapitalist ekonomi-poli- tiğe karşı sadece eleştiri ile yetinmemiş, aynı zamanda yeni buluşlarla birlikte alternatif bir ekonomi-politiği de inşa etmiştir. Marx’in yeni olan hangi buluşları sağladığının ayrıntısına girmemekle birlikte aşağıda bazılarını özetleyeceğiz. Ancak Laçiner, bu temelsiz iddiasını sonuca ulaştırdı; alternatif bir ekonomi- politik ile sosyalizm kurulamaz! Bunu da ekonomist mantık olarak açıkladı. Eko- nomizmin ne olduğunu bilemeyecek kadar cahil olmadığını biliyoruz Laçiner’in. Ama yine de bu iddia sözde boyuna bakmadan Marx’i eleştirme cüretini göstereceğini sandı. Ne yazık ki, o, boyundan büyük bir çukura düştüğünün farkında değil. Peki ama Laçiner alternatif bir ekonomi-politik ile sosyalizmin kurulamayacağını belirttiğine göre o halde sosyalizm neye göre ve nasıl kurulacak? Bu konuda tek bir laf edemiyor. Oysa bu onun kapitalizmden başka bir alternatif sistem olmadığının teorisini yapmak anlamına geldiği açık değil mi?
— yoı----------------------------------------
__ 154
O, sözde Marx’in sadece kapitalizmin ekonomi politikasına eleştiride bulunduğunu söylerken kendisi sosyalizmin nasıl bir ekonomi politikaya sahip olacağını es geçiyor. Çamur at izi kalsın!
Marx bu kadar kapsamlı ve yoğunluklu eserlerinden sonra (ki bu ister ekonomi-politik konusunda olsun isterse felsefi veya diğer konularda olsun) bilimsel sosyalizmin öğretisini kurma şerefine ulaşmıştır. Onun maddi temellerini atmıştır. Engels, Karl Marx’in “ Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire” adlı eserine yazdığı önsözde şöyle bir belirleme yapar; “ ...bütün tarihsel savaşımların, aslında toplumsal sınıf savaşımlarının az ya da çok belirgin bir ifadesi olduğuna ilişkin yasayı, karşılık olarak bu sınıfların varlığının, dolayısıyla çarpışmalarının, bu sınıfların ekonomik durumlarının gelişme derecesi ile, bu gelişme derecesinden doğan üretim biçimleri ve değişim biçimleri ile belirlendiğine ilişkin yasayı, ilk Marx ortaya çıkarmıştır. Enerjinin dönüşüm yasası doğa bilimleri için ne kadar önemliyse, tarih için o kadar önemli olan bu yasa...” 13 Hazine değerindeki bu buluşun ve insanlığın kurtuluş ideolojisinin ortaya çıkarılmasında esas unsurun toplumsal süreçlerin temeli olan ekonomi-politik süreçlerin değerlendirilmesi ve yeni sonuçlara ulaşmakla olanaklı hale gelmiştir. Engels, Marx’in mezarı başında yaptığı konuşmada şöyle demişti; “ Nasıl ki Darwin organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marx’da insan tarihinin gelişme yasasını ... buldu” 14 Marx, kapitalist üretim tarzı ve burjuva toplumun hareket yasalarını da yarattı. Bu konuda artı değer yasasının bulunması yeni toplumsal süreçte çığır açtı.
Bilindiği gibi Marx sadece toplumsal sorunlarda yeni buluşlara imza atmadı. O aynı zamanda matematik alanında da özgün olan buluşlara imza attı. Bilim adamlığı ile pratik bir devrimci kişilik onun esas karakterini oluşturan özelliklerdir. Sonuçta Marx, sadece iddia edildiği gibi eleştirilerle kendini sınırlamadı ve belirttiğimiz gibi sayısız konuda yeni buluşların da mucidi oldu. Onun diliyle en parlak sonuç şudur. 5 Mart 1852 yılında Joseph Weydemere yazdığı mektupta Marx şunları ifade etmiştir “ ...Ve bana gelince, modern toplumdaki sınıfların ya da bunlar arasındaki savaşımın varlığını keşfetmiş olma onuru bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini benden çok önce açıklamışlardır. Benim yeni olarak yaptığım; I) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu, 2) Sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını, 3) Bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.” 15
Peki ama Öm er Laçiner ne demişti; “ Marx, Kapital’de, sosyalizme kendi bakışını, kendine özgü tanımlarını falan gösteriyor değildi.” 16 Bu yaklaşıma el insaf demek bile gerekmiyor sanıyorum. Kapital’deki dilin Marksizm’in dili olmadığını iddia eden Laçiner’in, Marx’in yukarda aktarmış olduğumuz bu sonuçlara nasıl ulaşmış olduğunu izah etmesi gerekmiyor mu? Marx, Kapital gibi eserleri yazmasaydı bu sonuçlara nasıl ulaşabilirdi? Oysa bu sonuçlara ulaşmasının esas motor gücü bir derya olan Kapital
tartışma__
ciltlerinde yapıldı. Bunu anlamamak demek ya cahil olmak ya da bilinçli olarak kapitalizmin denizinde yelken açmak dem ektir. Laçiner cahil olmadığına göre, demek ki o, Marksizm’e karşı kapitalizmin saflarında dövüştüğü, anlamı haksız bir ifade mi olur. Döneklerden de bunu beklemek normal karşılanır ve biz hiçte buna şaşırmıyoruz.
LAÇİNER İŞÇİ S IN IFIN IN DEVRİMCİ ROLÜNÜ REDDEDİYOR
Sanıyorum tartışmanın en önemli konusuna geliyoruz. Laçiner’in en önemli iddiası şu; “ ...Marx, proletaryanın kendisini ortadan kaldırarak dünyayı değiştireceğini söyler; bu bir çelişki gibidir. Buradan kısaca çıkartılacak sonuç şudur; Marx, işçi sınıfının potansiyel olarak, nesnel olarak görülebilir yönleriyle herhangi bir olumlu öğe taşımadığını, bilakis görülmeyen tarafıyla, virtüel olarak olumluluk taşıdığını, o olumluluğun üzerinden kendisini dönüştürürken dünyayı dönüştüreceğini söyler. Benim egemen ya da geleneksel Marksizm’in işçi sınıfı kavramıyla temel uzlaşmazlığım ya da farklılığım buradadır. Ben nesnel olarak görülen işçi sınıfının halinde herhangi bir olumluluk görmüyorum. Marx’in bahsettiği, yani ücretli emekle temsil edilir olmanın varoluşun birincil özelliği, toplumla bağlantısının tek özelliği olan bu sınıf, artık insan olan bir sınıf değildir. Dolayısıyla işçi sınıfının insanlaşması, varolan ücretli emeğin kaldırılması dediğimiz şey, onu insanlık dışı duruma iten bir ilişki biçiminin ortadan kaldırılması demektir.” 17
155 —
— yol
Laçiner bu söylediklerini devam ettiriyor; “ Marx, proletaryanın kendisini de ortadan kaldıracak sınıfsız bir toplumu kuracaksa, bu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir teoridir. Zira işçi sınıfı bugünkü durumuyla insanlığın olumsuzlanmasıdır. Durumu olumlayan herhangi bir tarafı yoktur. Durumunu tümden reddetmelidir. Kendisini bütün sonuçlarıyla reddetmelidir.” 18 Laçiner bu son sözlerini Marx’a aitmiş gibi kendini perdeleyici bir tarzda ortaya koyar. O şimdi buradan hareketle sonuca ulaşıyor ve şöyle diyor; “ İşçi sınıfı bu üretim süreci içerisinde kendisine düşen rolü reddetmelidir, çünkü rolün kendisi insana aykırıdır. ...Dolayısıyla işçi sınıfı kendisine bu üretim sisteminde verilen üretici rolün kendisini de reddetmelidir. Birileri diyor ki, üretim araçlarına sahip olanlar var, birde üretim araçları üzerinde özel mülkiyet hakkından yoksun kılınmış proletarya. Dolayısıyla işçi sınıfının üretim ilişkisindeki konumu, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkisi ile tanımlanıyor. Bence böyle değil.” 15
Bu uzun alıntıları okuyucuyu sıkma pahasına anlaşılabilmesi için verdik. Sanıyorum Laçiner’in anlatmak istedikleri anlaşılmıştır. Şimdi bunları söyleyen adam bu ülkede Marksist olarak tanınıyor. Hani Marx ve Engels’in henüz hayattayken benzer Marksist şarlatanlar için söylediği “ Tanrı bizi böyle Mark- sistler’den korusun” demesi nasıl hatırlanmaz ki şimdi. Gerçekten bu ifadelerin tek bir kırıntısında bile Marksizm-Leni- nizm’e ait hiçbir şey yok ve biz bunu tanıtlayacağız. O halde daha fazla uzatmadan işe başlayalım.
Şimdi Laçiner’in söylediklerinden çıkan sonuçları özetleyelim;
__ 156
1) Proletaryanın kendisini de ortadan kaldırarak dünyayı değiştireceği teorisi yanlıştır.
2) Marksizm’in işçi sınıfı kavramını reddediyorum, çünkü işçi sınıfının potansiyel olarak, nesnel olarak hiçbir olumluluğu yoktur.
3) İşçi sınıfının ücretli emekle temsil ediliyor olmasının var oluşunun birinci şartı olsa da o, artık insan olan bir sınıf değildir.
4 ) İşçi sınıfı bugünkü durumuyla insanlığın olumsuzlaşmasıdır. Olumlu olan herhangi bir tarafı olmadığına göre bütün konumunu işçi sınıfı reddetmelidir. Üretim sistemi içerisinde kendisine düşen rol insana aykırıdır ve reddetmelidir. İşçi sınıfının üretici rolü de kabul edilemez.
5) lşçi sınıfının üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkisiyle tanımlanması yanlıştır.
Laçiner’in bu tezlerinin yeni olan hiçbir yanı olmadığını biliyoruz. Bu teoriler yüzyıllar öncesinde de piyasaya sunulmuştu ve üstelik Laçiner’e göre daha “felsefi derinliğe” sahipti. Şimdi olsa olsa bu onların bir karikatürü olabilir. Ancak görünen acı gerçek şu ki, Laçiner sadece Marksizm’den ve sosyalizmden uzaklaşmıyor, o aynı zamanda tümüyle kapitalizmi de kutsuyor. Şimdi bu gerçeğin ışığında iddialarına yanıt vermeye çalışacağız.
Laçiner’in temel tezinin çıkış noktası, işçi sınıfının konumunu tümüyle reddetmesi olgusuna dayanıyor. İşçi sınıfı dün olduğu gibi bugün ve yarın da devrimci bir sınıf değildir ve sınıfsız bir toplumun kuruculuğunu üstlenemez, düşüncesine dayanıyor. Peki ama gerçek böyle midir?
Proletarya sorunu tartışmamızın odağıdır. Gerçekten proletarya neden üretim içindeki konumu nedeniyle devrimci bir sınıftır? Bilindiği gibi, işçi sınıfının kendisi kapitalist ekonomiyle birlikte doğan ve gelişen bir sınıftır. Onun devrimci rolü, ürerim içindeki konumundan gelir. Üretim araçları ve zenginlikler bir avuç burjuvazinin elinde toplanırken, işçi sınıfı bu zenginlikleri üreten bir sınıf olarak bu zenginliklerden yoksundur. Bilindiği gibi kapitalist ekonomi- politikte çıkış noktası olarak bu zenginlik alınır. Kuşkusuz işçi sınıfının bu zenginliklerden yoksun olması ve üretim araçlarına sahip olmaması onun devrimci olması için geçerli bir nedende sayılamaz. Böyle bir yaklaşım Proudhon’un sefalet teorisine düşmek anlamına gelir. Proudhon, özel mülkiyetin hareketi tarafından yaratılan yoksulluktan yola çıkmıştı. Böylece özel mülkiyetin reddine ulaşmıştı. Laçiner’in ise Proudhon’un tersine, özel mülkiyeti kutsayan bir yaklaşım içinde olduğunu geçerken belirtelim. O bu yanıyla Proudhon ile yan yana bile konulamaz ve onun oldukça gerisine düşmüştür. Marx, proletarya ile zenginliğin karşıt kavramlar olduğunu belirtir. Proletarya için, zenginlikler özel mülkiyete ait bir dünyanın sonuçlarıdır. Marx’in söylediği gibi önemli olanın, “ Her birinin bu çelişik içinde hangi belirli yeri kapladığını bilmektir asıl sorun. Bunların, bir bütünün iki yüzü olduklarını söylemek yetmez.” Kapitalizm özel mülkiyete dayanır. Özel mülkiyet zenginlik olarak varlığını sürdürmek zorundadır. Bunun için zorunlu olan bir gerçek vardır; bu da işçi sınıfının varlığıdır. İşçi sınıfı olmadan bu zenginlik yaratılamaz. O nedenle prole
taryanın varlığı özel mülkiyet sisteminin de koşuludur. Demek ki burjuvazi kendi karşıtını yaratarak gelişmiştir. Proletaryanın neden devrimci bir sınıf olduğunu Marx şöyle tanımlar; “ Ö te yandan, proletarya, kendisi de büyük sanayiden doğmuş bir sınıf olarak, üretimi, burjuvazinin sürdürmeye uğraştığı kapitalist nitelikten arındırma eğilimi gösterdiği için, burjuvazi karşısında devrimci bir sınıftır.” 20
Kapitalist toplum sisteminde, bütün metalar gibi emek gücüde bir metadır. Kuşkusuz bu diğer metalara göre özgün bir metadır. Çünkü onun özgünlüğü herhangi bir metadan farklılığı canlı insan emeği olmasıdır. Zira bu emek gücü doğrudan değerin bir sonucu değil, değer yaratan bir meta olmasıdır. Kapitalist üretimin bugünkü durumunda emek gücü, kendisinde toplanmış olan emek gücünün yarattığı değerden daha fazla bir değer yaratma özelliğine sahiptir. Özellikle yeni bilimsel teknik buluşlarla birlikte işçi sınıfı daha fazla bir değer yaratacak yeni bir sürece girer, “ ...günlük üretimin günlük maliyeti aşan bu fazlalığı artar ve dolayısıyla da iş gününün, işçinin günlük ücretini karşılamak için çalıştığı bölümü azalır; öte yandan da, iş gününün işçinin karşılığını almaksızın emeğini kapitaliste armağan etmek zorunda olduğu bölümü artar. İşte bugünkü toplumumuzun tüm iktisadi yapısı budur.” 21
Bu değerleri işçi sınıfı yaratm ıştır. Ancak bu değerler daha öncede belirttiğimiz gibi işçi sınıfına ait değildir. Kapitalist ona el koymuştur. İşçinin bu emeği, görülmemiş bir şekilde artan bir üretkenliğe sahiptir. İşte bu üretkenlik sonuçta kapitalist sistemi ortadan
__________________________tartışm a___
157
— yol
kaldırmak gibi bir çelişkiyi oluşturur. Zenginlikler ve üretimin aşırı artışı ile toplumun giderek bu ürünlerden yoksun kalması ve giderek proleterleşme sürecinin hızlanması... Bu amansız bir çelişkidir ve bu 21. yüzyılda artan oranda gelişerek, çağın temel bir tablosunu oluşturmaktadır. O halde bu çelişkiye bir son vermek gereklidir. Bu çelişkiye son verecek biricik ve kaçınılmaz tek sınıf yine proletarya olacaktır. Proletarya 21. yüzyılda bütün değişim süreçlerine rağmen bileşimini genişleterek sürece müdahale edecek yeteneğe sahip bir konumdan, iddia edildiği gibi uzaklaşmış değildir. Vahşi kapitalizme ve insanlığın bu yıkımına karşı dur diyecek yegane sınıf proletaryadır ve proletarya kendini yenileyerek yeniden devrim sahnesine çıkacak potansiyeli bağrında taşımaktadır. Bu sınıf bileşimi genişleyerek ve yeniden yapılanma sürecini gerçekleştirerek, önümüzdeki yüzyılda kendisiyle birlikte bütün sınıf ayrımcılığına son vererek sınıfsız ve sömürüşüz toplum kuruculuğunu omuzlayacak tek sınıf olduğu bilince çıkarılmalıdır. Engels bu konuda şöyle bir belirleme yapar; “ Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı ve -belki biraz sıkıntılı ama herhalde ahlaki bakımdan çok yararlı, kısa bir geçiş döneminden sonra- toplumun bütün bireylerinin, daha şimdiden zaten varolan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi yoluyla ve herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile, yaşamdan zevk alma, bedenin ve zihnin tüm yeteneklerini geliştirme ve seferber etme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir
__ 158
toplum düzeni olanaklıdır.” 22Buradan da anlaşılacağı gibi, işçi
sınıfının üretici rolü ile devrimin öznesi olmasının temel esprisi de bu yaklaşımda bulunuyor. Ancak Laçiner işçi sınıfının, bu konumunda (biz daha önce teknolojik gelişmenin işçi sınıfı içinde, kafa ve kol emeği anlamındaki bölünmeyi derinleştirdiğini, ancak işçi sınıfının üretim içindeki değer yaratma anlamında konumunu değiştirmediğini, tersine değer artışında ki belirgin yükselişin altını çizmiştik.) bir değişiklik olmadığına göre, başka bir deyişle, üretim içindeki üretici güç anlamında bir konum kaybı olmadığına göre, nasıl oluyor da işçi sınıfı üretici ve devindirici bir sınıf olmaktan çıkıyor? Bunu anlamak mümkün değil. Olsa olsa bu küçük burjuva aydınların nesnel pratikten kopuk bir “fikirsel fantezisi” olabilir. Bu da zaten sınıf mücadelesinde ciddiye alınacak bir özellik göstermez.
Laçiner “ binleri diyor ki...” diye başlayan söyleminde (kuşkusuz Marx ve Engels’i kastediyor) “ Üretim araçlarına sahip olanlar var, bir de üretim araçları üzerinde özel mülkiyet hakkından yoksun kılınmış proletarya... Bence böyle değil.” diyor. Bu yaklaşımıyla Laçiner bu kapitalist sistemi kutsadığı gibi, bilimsel bir gerçek olan olguları da alt üst ediyor. İşçi sınıfının üretim içindeki konumu, üretim araçları üzerindeki mülkiyet ilişkisi ile tanımlanmasını açıkça reddediyor. Ondan sonraki ifadesi tam şarlatanın ruh halini gösteriyor. Açıktan ve doğrudan kapitalist sistem en doğru ve geçerli sistem diyemediği için, (ki bunu doğrudan ifade edecek yüreği taşımıyor) “ Marksist” terimleri kullanarak kapitalizmi aklıyor. Ve ne söylediği anlaşılma-
tartışm a__
yan şu zırvaları yumurtluyor, “ Üretim ilişkisi dediğimiz, eylemin içeriğinde tanımlanır bir şey olmalıdır.” 23 Sanki bu kadar söylenen ve belirtilenler, yani işçi sınıfının üretim eylemi pratikten kopuk bir olguymuş gibi adeta laf salatası yapıyor. Ve sonra da işçiyle patronun karşı karşıya gelişini işin doğal bir sonucu olarak açıklıyor. Bu karşı karşıya gelişin de sınıfsal bir karşı karşıya geliş olduğunu saklayarak bilimsellikten uzaklaşıyor.
Biz yine esas konumuz olan, işçi sınıfının devrimci konumuna ve kendisini de ortadan kaldıracak sınıfsız bir toplum kuruculuğundaki rolüne dönersek şunları ele almamız gerekir;
Marx, proletaryanın kendisini yıkıp yok edeceğini açıklarken, kendi karşıtı olan özel mülkiyeti de yıkıp yok edecek biricik sınıf olduğunu açıklar. Çünkü proletarya çelişkinin olumsuz yanıdır. Bunu Marx, “ çelişkinin yüreğindeki kuşkudur, eriyen ve kendi kendini yok eden özel mülkiyettir.” 24 diyerek açıklamıştır.
Laçiner, Marx’in Alman İdeolojisi’nde- ki işçi sınıfının konumuna ilişkin değerlendirmesinden oldukça yanlış sonuçlar çıkarıyor. Önce Marx, Alman İdeolojisinde ne demişti ona bakalım; “ ...emeğin (işin) başka kişiler arasında yeniden bölüştürülmesi söz konusu olmuştur, buna karşılık komünist devrim, çalışmanın şimdiye kadar ki tarzına karşı yönelmiştir, emeği bir yana kor ve sınıfların kendisi ile birlikte tüm sınıfların egemenliğini ortadan kaldırır, çünkü devrim artık toplumda sınıf diye geçerli olmayan, sınıf olarak tanınmayan şimdiki toplum içinde bütün sınıfları, ulusal toplulukların vb. dağılmasının ifadesi dernek
olan sınıf tarafından gerçekleştirilir.” 25Görüldüğü gibi Marx, burada komü
nist devrim sürecinde işçi sınıfının devrimci rolünü yok saymadan, tersine bu rol sayesinde bütün sınıflan ortadan kaldıracak bir sınıfsız toplum projesini yaratacağını anlatmaktadır. Marx, zenginlikleri elinde bulunduran burjuva sınıfı ile işçi sınıfının, “ aynı insan yabancılaşmasını” temsil ettiğini belirtmektedir. 26 Marx burada burjuvazinin, bu yabancılaşmanın içinde kendisi için bir doğru bulduğunu söylemektedir; “ Bu yabancılaşmada kendi gücünü görmekte ve insani bir varoluşun görüntüsüne kavuşmaktadır.” (aynı yerde) der. Proletarya ise bu yabancılaşma sürecinde kendini yok edilmiş sayar. Marx devam eder; “ ...bu yabancılaşmada, kendi güçsüzlüğünü ve insan dışı bir varoluşun gerçekliğini görür. Hegel’in bir deyimi ile söyleyecek olursak, alçalma içindedir, bu alçalmaya karşı isyan içindedir. Ve insani doğasını hayattaki durumuna (bu doğanın apaçık, kesin, bütüncül olum- suzlaşmasını meydana getiren o duruma) karşıt kılan çelişki, onu bu isyana zorunlu olarak iter.” 27
Marx’in bu açıklaması dahiyane bir açıklama olduğu halde Laçiner bu açıklamayı ya görmezden gelir ya da tümüyle çarpıtarak sunar. Laçiner, Marx’in bu açıklamasını çelişki olarak belirtir.28 Ona göre Marx, işçi sınıfının görünür yanıyla hiçbir olumlu öğe taşımadığını belirterek, işçi sınıfının yeni dünyayı kuracağı düşüncesine katılmadığını söylemekte ve “ Marksizm’in işçi sınıfı kavramıyla temel uzlaşmazlığım ya da farklılığım buradadır.” demektedir, (aynı yerde)
Oysa bu yaklaşıma karşı Marx çok
_ yol
açık bir belirleme yapmaktadır. Bu iki sınıf da; insan olarak içinde bulunduğu toplumsal sistemde yabancılaşmayı yaşamaktadır. Ancak farklı nedenlere dayanan bir yabancılaşmadır. Burjuvazi kendi yabancılaşmasında kendi gücünü görmektedir ve yerini duyumsamaktadır, hatta Marx’in deyişiyle, “ insani bir varlık olarak varoluşun görüntüsüne kavuşmaktadır.” Fakat onun nasıl bir insan olduğunu ise “ insani varoluşun görüntüsüne kavuşmaktadır” derken görüntü kelimesinin altını çizerek ifade etmektedir. Buna karşın proletaryanın da kapitalist toplum içinde bir yabancılaşma içerisinde olduğunu belirtir. Ancak bu yabancılaşmanın argümanları farklıdır. Zira işçi sınıfı, bu yabancılaşmada kendi güçsüzlüğünü görür, insan dışı bir varoluşun gerçekliğini görür. İnsan dışı varoluşa neden olan bu üretim ilişkilerinin yarattığı boyutun tarihsel açıklanmasıdır. Marx, proleterya için “ bu insandışılığın bilinçli insandışılığı” (aynı yerde) olarak açıklarken bilinçli proletaryaya yüklediği önemli bir rolü belirtir, “ ...bu bilinç dolayısıyla kendi kendini aşarak ortadan kaldıran proletarya” demesi boşuna değildir Marx’in.
Marx’in, gelişmiş bir proletaryada her türlü insanlığın, “ hatta insanlık görüntüsünün soyutlaması” anlamında pratik olarak bu süreci tamamlayan bir sınıf olacağını belirtirken kastettiği neydi diye sorulabilir. Bugünkü toplumsal yaşam içinde insanlığın bu kadar düşürülmesinin, işçi sınıfının yaşam koşullarından bağımsız ve ayrık düşünülemeyeceği yeterince açıktır. Hatta Marx, insanlığın bu derece bozulmasını anlatırken bu bozulmanın aynı zamanda “ proletaryanın hayat koşullarında yoğunlaşmış bir
__ 160
halde” bulunduğunu da belirtmiştir. İnsan olarak işçi, bu sistem içinde aynı zamanda kendi kendini yitiren insandır. Fakat bütün sınıflardan ayrı olarak, işçi sınıfı; içinde bulunduğu durumun ideolojik ve politik olarak farkında olan tek sınıftır. Zaten onu ileriye taşıyan ve insanlığın bu olumsuz durumunu da kendisiyle birlikte ortadan kaldıracak sınıf olması, onun devrimci rolünü de açığa çıkarır. Bu temel espri kavranmadan bugüne bakarak teori inşa edenlerin yanılgılarının kaçınılmazlığı bir sır da değildir. İşçi sınıfı hem ekonomik yıkım içindedir hem de politik, kültürel, ahlaki vb. yıkım içinde bulunmaktadır. İşçi sınıfı bu süreçten azad bir sınıf değildir. Bu zorunluluğun pratikte dile getirilişidir aynı zamanda. Buna karşın bir başka zorunluluk daha vardır; bu da, bu kötü gidişe karşı isyan etmesi gerçeğidir. Elbette isyan etme gerçeği bilinçle ilgili bir meseledir. Açık olan bu gerçek karşısında işçi sınıfı, yine zorunlu olarak kendini özgürleştirme sürecine doğru geliştirir ve adımlarını bu doğrultuda atar. Bu özgürleşme süreci Marx’in da deyimi ile “ proletarya, ancak kendi hayat koşullarını yıkarak hürleştirebilir kendi kendini.” İşte o noktadan sonradır ki işçi sınıfı, içinde bulunduğu olumsuz koşulları yıkabilmesi için, toplumun bütün insandışı hayat koşullarını yıkıp ortadan kaldırmaksızın kendi olumsuz koşullarını da yıkıp ortadan kaldıramaz. Zira işçi sınıfı toplumun bir parçası olarak kendi koşullarını toplumun koşullarında bulur ve ondan ayrı değildir. Onun için işçi sınıfı, büyük bir emek okulundan geçerek bu sürece müdahil olur. Bu noktada Marx şöyle der; “ Şu ya da bu proleterin, hatta tüm prole-
tartışm a__
taryanın, şu an için hangi ereği tasarladığını bilmek söz konusu değildir artık burada. Söz konusu olan, proletaryanın ne olduğudur ve bu varlığına uygun olarak, tarihsel bakımdan neyi yapmak zorunda kalacağıdır.” 25
Kapitalizmin ideolojik ve kültürel ablukası içinde bütün sınıflar gibi işçi sınıfı da, alçalma süreci içine girer, ama bu alçalmaya isyan eden tek sınıf yine proletaryadır. Ve Marx burada “ isyan” kelimesinin altını çizerek durumun nesnel boyutunu açıklar. Varolan karşıt çelişki olmazsa bu isyanda olmaz. O halde varolan bu karşıt çelişki nedir? Bu çelişkinin üretim araçlarını elinde bulunduran sınıfın bütün zenginlikleri de ele geçirmesi anlamına geldiği açıktır. Ama işçi sınıfının devrimci rolü, başka bir deyişle yıkıcı olması, yukarıda da açıkladığımız gibi üretim sürecinde üretken bir güç olması ve bütün zenginliklerin kaynağının üretici güç olan proletaryada bulunmasıdır. Laçiner kendine göre olanları alırken Marx’in son verdiğimiz açıklamalarını görmezden gelir. Evet kapitalist sistem içinde bütün insanlık insani varoluşundan uzaklaştırılıyor. Buna işçi sınıfı da dahildir. Ama buna rağmen işçi sınıfının dışında hiçbir sınıf, kapitalist sistem tarafından yaratılmış olan insanın yıkımına karşı, insanın insandışılaşmasına karşı isyan edemez. Bu isyan işçi sınıfının devrimci nesnelliğinden kaynaklanır. Laçiner yukarda belirttiğimiz gibi, işçi sınıfının olumlu hiçbir yanının olmadığını, üretim içindeki rolünün kendisinin insana aykırı olduğunu ve durumunu reddetmesi gerektiğini vaaz ediyordu. O halde bütün bu açıklamadan sonra Laçiner’e şu soruyu sorma hakkımızı kendimizde
görüyoruz; peki ama Laçiner insanlığın bu olumsuz durumundan kurtulmasını istiyorsa, işçi sınıfı da hiçbir olumlu öğe taşımıyorsa, bunu hangi sınıf veya güçlerle yapacaktır? Elbette bu soru cevapsız bırakılıyor ve vereceği hiçbir cevabı olmadığı açıktır. Dolayısıyla o bize, kapitalizme karşı kölece boyun eğmekten başka bir seçenek olmadığını belirtiyor. Burada güzel bir atasözümüzü çağrıştırmak gerekir; “ laf olsun torba dolsun” .
Ama biz yinede bu varolan çelişkiyi açıklamaya çalışalım; Marx’in yukarıda açıkladığı bu çelişkinin bağrında ne vardır? Bunun bağrında kapitalist özel mülkiyet vardır. Gerici ve tutucu tarafta burasıdır. Proletarya ise, “yok edici, yıkıcı taraftır.” Bu konuda Marx şöyle der; “ Çelişkiyi koruyup sürdüren etki, birincisinden; çelişkiyi yok eden etki ise İkincisinden (yani proletaryadan, bn) gelmektedir.” 30 Ancak Laçiner bu çelişkiyi tahlil edecek güce sahip olmadığını böylece göstermiş de oluyor. O işçi sınıfının bugünkü görüntüsüne bakarak sözde teori geliştirmek istiyor, ama ulaştığı sonuç bütünüyle burjuvazinin egemen sistemini aklamaya yarıyor.
Özel mülkiyet sistemine dayanan kapitalist sistem, kendiliğinden bir yok oluş sürecine doğru evrimleştiği gerçeği bugün çok daha anlamlı hale gelmiştir. Soğuk savaş sürecinin bitmesiyle birlikte kapitalizm-emperyalizmin insanlığa verebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Marx, bu kendiliğinden yok oluş sürecinin (kuşkusuz kapitalizmin ekonomik hareketi anlamında) bir evrimsel süreç olduğunu açıklarken, anlaşılması gerekenin bu sistem tarafından yaratılmış işçi sınıfının aracılığıyla yıkılacağı gerçek-
ligidir. Yani devrimsel bir süreç. Çünkü kapitalist ekonominin bu evrimsel süreci zorunlu olarak kendini ortadan kaldıracak sınıfı, proletaryayı yaratmıştır. Böylece kapitalizm zorunlu olarak kendi mezar kazıcısını da yaratmıştır. Burada, Marx’in kapitalizmin kendiliğinden yok oluş sürecinden anlaşılması gereken de budur. Zira onun söylediğinden anlaşılması gereken sistemin zorunlu olarak proletaryayı yaratması gerçeğidir. Kapitalizm proletaryayı yaratmakla zaten kendi ölüm fermanını boynuna asmıştır. Marx bu noktada şu önemli belirlemesini yapar; “ Proletaryayı yaratmakla özel mülkiyetin kendi kendine karşı vermiş olduğu hükmü infaz etmektedir, proletarya bu durumda; ücretli emeğin de başkasının zenginliğini ve kendi sefaletini yaratmakla kendi kendine karşı vermiş olduğu hükmü infaz ettiği gibi tıpkı. Proletarya zaferi kazanacak olursa, bu, proletaryanın toplumun mutlak yanı halini almış olduğu anlamına gelmez katiyen; çünkü proletarya bu zaferi ancak kendi kendini ve kendi kendisiyle birlikte kendi karşıtını da yok ederek kazanmaktadır. Zaferi kazandığı anda da proletarya, kendini içeren karşıtıyla, özel mülkiyetle birlikte ortadan kalkmış olur.” 31
Proletaryanın, hem kendisini ve hem de kendi karşıtını yok edecek tek sınıf olması, onun üretim sürecindeki yerinden ve dolayısıyla üretken bir sınıf olmasından kaynaklandığını belirtmiştik. Şimdi Laçiner burada tam da işçi sınıfının bu rolüne saldırıyor ve o şöyle diyor; “ İşçi sınıfı bu üretim sistemi içerisinde kendisine düşen rolü reddetmelidir, çünkü rolün kendisi insana aykırıdır, ...dolayısıyla işçi sınıfı kendisine bu üretim siste
minde verilen üretici rolün kendisini de reddetmelidir.” (aynı yerde) Görüldüğü gibi o Marx’dan işçi sınıfına da kendi kendini olumsuzlaştırmasını ezberlemiş. Evet tamda bir ezberci kafa. Kuşkusuz niyet kötü değilse ezbercilik bir yere kadar doğal da karşılanabilir. Ama burada Laçiner’in bilinçsiz ve masum olmadığı açık. Zira o Marx’in sınıf tahlilini unutmuş veya gözardı etmiş durumda. Evet işçi sınıfı başkalarıyla birlikte kendisini de olumsuzlaştıran ve giderek ortadan kaldıracak tek sınıftır. Ama yinede varolan sınıf ve bireyler içinde üretici rolünden dolayı gerçek özgürlüğü elde edecek bincik sınıf da işçi sınıfıdır. Ama Laçiner bilinçli bir tarzda işçi sınıfının bu üretici rolüne saldırarak işçi sınıfına öneride bulunuyor; üretici rolünüzü reddediniz! Geriye ne kalacak; dünyayı yöneten 200 Çok Uluslu Şirket ve emperyalist devletler. İnsana aykırı olan sistemin bu olumsuzluğu neden görülmez de işçi sınıfının üretim içindeki rolü insana aykırı olarak açıklanır. Bunun gerçekten neresi emekçiden ve onun bilimi olan sosyalizmden yanadır?
Geçmişte birçok ülkede proletaryanın siyasal iktidarı ele geçirdiğini ve böylece politik bir zafer kazandıklarını biliyoruz. Bu henüz ilk adımı ifade eden ve yanda kalmış bir zaferdi. Oysa Marx, gerçek zaferin ancak proletaryanın, kendisiyle birlikte egemen sömürücü sınıfı da yok edecek bir tarzda gelişmesiyle birlikte olacağını belirtmişti. Demek ki uzun ve acılı bir yol vardır proletaryanın önünde. Bunun ilk temeli de, proletaryanın bu üretici rolünü reddetmeden örgütlü ve bilinçli bir mücadele tarzını geliştirmesine bağlıdır.
Marx gibi sosyalist bütün düşünürler,__ 162
proletaryaya bu tarihsel rolü yüklerlerken, proleterleri tanrılar olarak gözönü- ne almaları değildir.” (Marx). Hatta Marx bu konuya ilişkin açıklamasında olayın tam tersini bile açıklamıştır. Elbette biz burada işçi popülizmi yapacak değiliz. Tersine ülkemiz işçi sınıfı hareketine çok açık ve somut eleştirilerde de bulunduk. Ama sorun işçi sınıfının içinde bulunduğu bugünkü duruma bakarak teoriler üretmek değildir, olamaz da. Öyle olsaydı Engels bir zamanlar İngiltere İşçi Sınıfının Durumu’nda Lenin’e en ağır eleştirileri yapmazdı. Önemli olan işçi sınıfının bu üretim sistemi içinde oynayacağı devrimci rol ve potansiyeldir. Ve biz de bunun nasıl açığa çıkarılacağı üzerinde kafa yoruyoruz. Ama bugün en önemli görev, Marksizm’in döneklerinin proletarya hakkında yaymış oldukları zehirli düşünceleri paramparça etmektir. Biz bugüne kadar yetersiz de olsa, son yılların modası haline gelmiş olan Andre Gorzlar’ın “ Elveda Proletarya” ile uğraşmak zorunda kaldık. Onun takipçileri olanlar (ki Laçiner bunların en sadık takipçilerindendir) ülkemizde de giderek bu zehirli ağularını bizlere içirmek istemektedirler.
Öm er Laçiner, işçi sınıfına ilişkin bu tahlillerini, bugünü baz alarak yapıyor. Bütün açıklamasının kaynağında Marksist ekonomilpolitiğin tanımlarına karşı bir duruş vardır. Her ne kadar bu tanımlarını sözde “ Marksist” terminolojiler üzerine oturtuyor olsa da, bu gerçeği değiştirmiyor. Nitekim bütün Marksizm düşmanlarının tavrı da böyledir ve bunlar bize hiç te yabancı değildir. Gerçekte bütün Marksizm düşmanları, toplumsal ilerleme sorununda, başka bir deyişle
ilerleme-gerileme açıklamalarında, sorunun önünde engel olarak emekçi kitleler ve onun geriliği söz konusu edilmiştir. Gerçek mazeret olarak kitleler ve kitlelerin geriliği öne sürülmüştür. “ Ne yapalım kitleler anlamıyor vb.” gibi gerekçelerle ifade edilmektedir. Laçiner de benzeri gerekçeler ile işçi sınıfını değerlendirerek, proletarya bugünkü durumuyla ilerlemenin değil, gerilemenin bir unsurudur, hatta işçi sınıfının yaratıcı hiç bir özelliği de kalmamıştır, dolayısıyla kendi durumunu tüm sonuçlarıyla reddetmelidir, diyor. 32 Laçiner bu yaklaşımını sözde Marx’a dayandırmak istedi. Ama büyük yanıldı ve sandı ki bu topraklarda Marksizm’i yeniden üretecek beyinler yok.
İlerleme ve gerileme sorununda kitlenin durumu belirttiğimiz gibi sürekli bir tartışma konusu olmuştur. Birçok politikacı veya düşünür kestirme yoldan kitlelerin o günkü durumunu kalkış noktası yaparak eleştirmiş ve bu eleştirilerden yanlış sonuçlara varmışlardır. Daha doğrusu işçi kitlelerine karşı var olan güvensizlik, sonuçları oldukça yanlış olan ideolojik ve politik sonuçlara kadar gidebilen bir konuma kaymasına neden olmuştur. Bunun en belirgin hali 12 Eylül sonrasında ülkemizde görülmüştür. Ancak bu tezlerin ülkemizle sınırlı olmadığı açık olduğu gibi, bu oportünist tezler esas olarak Batı’dan ihraç edilmiştir. Batı’dan başlamak üzere, Sovyet Bloku’nun da yıkılmasıyla birlikte, Yeni Dünya Düzeni denilen yeni bir haçlı seferiyle dünya işçi sınıfına karşı büyük bir ideolojik taarruz başlatılmıştı. Bu ideolojik saldırının kaynağını ise Batı’nın burjuva entelektüelleriyle birlikte burjuvazinin egemenliğine girmiş eski Mark-
__________________________tartışm a___
--------------------------------------------- 163 —
— yol
sist dönekler olduğu biliniyordu. Bu tezler hızla çevrilerek ülkemize aktarıldı ve bu arada “ Marksist” diye bilinen M. Belge, Ö. Laçiner gibiler için bulunmaz bir yeni alan ortaya çıktı. Şimdi Marksizm’e inceltilerek saldırma zamanıydı ve bu zamanı iyi yakaladılar. 12 Eylül faşizminin ağır sonuçlarıyla birlikte bu burjuva oportünist tezlere karşı nesnel bir zeminde oluşmuştu. Cuntaya karşı beklenen tavır sınıftan gelmeyince, ağızlarından proletarya lafını düşürmeyenler birdenbire proletaryaya sırt çevirebildi ve Marksizm’e karşı bir konuma sürüklendi. Küçük burjuva hayalleri çabuk yıkıldı ve bütün kötülükleri işçilerde aramaya dönüştü ve işçi sınıfının adam olmayacağını ifade eden açıklamalar yapıldı. Gerçi Öm er Laçiner bu kategori içinde değildi ve işçi sınıfının örgütlenmesi mücadelesi gibi zor işleri hiçbir zaman seçmedi. O başından itibaren inceltilmiş bir tarzda ve “ Marksist” elbise içinde, işçi sınıfına ve işçi sınıfı bilimine karşı savaşıyordu. Ama aradan onlarca yıl geçmiş olmasına karşın Laçiner gibiler hala “ sosyalizmin pazarında” mal satabilecek konumlarını kaybetmediler. Bu da ülkemiz düşün alanının (elbette Marksist düşün alanı) bir yanıyla ne kadar kuru ve çorak olduğuna işarettir.
Yine esas konumuz olan kitlenin ilerleme ve gerilemede ki durumuna dönecek olursak; Marx’ın “ Kutsal Aile” de Bruna Bauer ve hempalarına karşı mücadelesini hatırlatmadan geçemeyeceğiz. B. Bauer sorunu şu meşhur cümle ile özetlemişti; “ Zihnin gerçek düşmanını başka bir yerde değil, kitlede aramak gerekiyor.” O halde kahrolsun emekçi kitleler! Çünkü onlar zihnin__ 164
gerçek düşmanlarıdır! (Geçerken belirtelim ki Laçiner de B. Bauer’in izinden gidenlerdendir. O da işçi sınıfını düşüncenin önündeki engellerden biri olarak görüyor.) Marx, Bauer’in bu yaklaşımıyla alay ediyor kuşkusuz. Marx şu cevabı veriyor; “ İlerlemenin düşmanları, kitlenin bile isteye alçaltılışının ürünleridir. Kendine özgü bir hayatla donatılmış (verselbständigten) ürünlerdir bunlar; ama düşünceli değil, maddesel, dıştan bir tarzda varolan ürünlerdir.” 33 Marx, B. Bauer için böyle bir yaklaşımın, “ ...bu yolla, örneğin, Eleştirici Eleştiri ile sansür arasında önceden kurulu bir uyum bulunduğunu ve sansür kurumu başka- nının bir polis zorbası (Polizeischerge) değil, tam tersine bir incelik ve ölçülük anıtı olduğunu da ispatlayabiliriz.” 34
Marx, “ Zihnin bütün ilerlemeleri, bugüne değin hep insanlığın kitlesine karşı ilerlemeler olmuş, ama gene de bu kitle, gittikçe daha az insandışı bir durumda bulabilmiştir kendini.” 35 demektedir. Aslında burada tarihsel sürecin (ilerleme ve gerileme anlamında) parlak bir açıklaması vardır. Bugün birçok bilimsel buluşlar bile, özellikle savaş sanayi alanında “ inanlığın kitlesi” aleyhinde geliştirilen zihinsel etkinlikler değil midir? Bu soruna ilişkin sosyalist düşünürlerden (ütopik sosyalistler) Fourier ve Owen, “ ilerleme” nin soyut ve yetersiz olduğunu belirtmişler ve işte bunun içindir ki, bugünkü toplumun gerçek temellerini keskin bir eleştiriden geçirmişlerdir. Bunu bilen ve teslim eden Marx, buradan hareketle aslında bugüne de göndermelerde bulunmuştur. Ve o şöyle diyor, “ Bu komünist eleştiriye pratik alanda denk düşen bir şey vardı; tarihsel gelişimin o ana değin kendisine
tartışm a___
karşı gerçekleştiği büyük kitlenin hareketi. Bu hareketin taşıdığı insanca soyluluk hakkında bir fikir edinebilmek için, Fransız ve İngiliz işçilerinin çalışma özen ve azmini, öğrenme susuzluğunu, manevi enerjisini ve yorulmak bilmez gelişme iç güdüsünü tanımış olmak gerekir.” 36
İşte işçi sınıfı kitlesinin bu büyük hareketi, Laçiner tarafından oturduğu sıcak odasından inkar edilerek bombardımana tutulmaktadır. Ama bu sadece kendisinin söyleyip kendisinin dinlediği bir nameden öteye geçmiyor. O, çıplak ve temelsiz bir zeminde fikir jimnastiği yapıyor ve zihinsel çalışma ana toprağından kopuk olduğu için de cürümü kadar yer yakabiliyor.
Laçiner’e sanıyorum en iyi cevabı Marx veriyor. Marx bu türden şarlatanlar için şöyle diyor; “Akılsızlığı, ruh gevşekliğini, hafifliği, kendinden memnunluk ve yeterlik duygusunu kaynaklarına değin kovalayıp ortadan yok etmek yerine manevi açıdan mahkum etmek ve bunların zihnin ve ilerlemenin karşıtı olduklarını keşfetmiş olmak; işte bu bayların komünist düşünürler karşısında ki köklü üstünlüğü de burada imiş!” (aynı yerde)
LA ÇİN ER SO SYA LİZM İ DE RED D ED İYO R
Laçiner’in bu iddialarından iki temel sonuç çıkıyor; bunlardan birincisi, işçi sınıfı hiçbir olumlu öğe taşımadığı için, işçi sınıfının üretim içinde ki bu rolünden (ki Laçiner’in bu rolde hiçbir olumlu öğe bulmadığını belirtmiştik) politik bir özne, başka bir deyişle, sosyalizm
kuruculuğunda toplumsal ve merkezi bir öncü role sahip olamayacağı sonucuna ulaşmaktadır. İkincisi ise, işçi sınıfına biçtiği bu rolden dolayı onun için sosyalizm sadece gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopyadır. Dolayısıyla Laçiner geçmişteki sosyalist ülkeleri de yok sayarak bu ülkelerin hiçbir zaman sosyalist olmadığını söyleyerek 37 sosyalizmi de reddetmiştir.
Bu konuları diğer yazılarda yeterince işlemiştik. Burada üzerinde kapsamlı durmayacağız. Ancak Laçiner’in çelişkilerini ve çıkmazını göstermekle sınırlayarak bazı olguları tartışmak gerekir kanısındayım. Öncelikle işçi sınıfı neden hem toplumsal hem de politik bir öznedir? İşçi sınıfı üretim içinde ki konumundan dolayı, nesnel olan bu konumundan dolayı sosyalizm kuruculuğunda stratejik bir önceliğe sahiptir. İşçi sınıfı, yukarda belirttiğimiz gibi zenginlikleri üreten, artı değeri yaratan, ama bu zenginliklerden yararlanamayan bir sınıftır. Dolayısıyla üretim araçlarından yoksun bir sınıf olarak işçi sınıfı, özel mülkiyet sisteminin altında varlığını sürdüren; hatta bu sistem tarafından yaratılan bir sınıftır. Sömürüyle birlikte emek ve sermaye çelişkisinde işgal ettiği bir konumu söz konusudur. Daha önce bu çelişkinin kapsamını açıkladık. İşçi sınıfı bu nesnel ilişkiler (üretim ilişkisi) içinde ortak aidiyet unsurları olan bir kimlik edinirler. Bunlar ortak sınıf çıkar ve güdüleridir. Bu ortak güdüler, onların ortak (kolektif) davranmasını, toplumsallık yeteneği, hızlı örgütlenme ve ortak hareket etme, toplum içinde bir güç oluş gibi sayısız özellikler olan bir toplumsal iç güdüler sistemidir. Bu ise bir sınıf kimliğini açığa çıkarmıştır.
— yol
Gerçekten işçi sınıfı, komünist toplum kuruculuğunda, stratejik bir özne oluşunun altında, bu ve bunun gibi, birtakım olgular ve yetenekler yatar. Bu yetenekler olmaksızın merkezi bir öncü role soyunması mümkün değildir.
Gerçekten Laçiner’e göre, işçi sınıfının bu tür özellikleri yoktur. Sınıfı yaratıcı bir sınıf olmaktan çıkaran, dolayısıyla
.üretim içinde ki konumunu olumla- mayan ve insani özelliklerini yitirdiğini söyleyen Laçiner, elbette işçi sınıfının sahip olduğu ortak aidiyet kimliğini de reddedecektir. İşçi sınıfının bu tür özelliklere sahip olmadığı düşüncesine ulaşması elbette doğaldır.
Postmodernistler, işçi sınıfının nesnel konumu ile politik kimliği arasındaki bağlantıyı koparıyorlar. Onlara göre, işçi sınıfının nesnel çıkarı yoktur. Bunlar ancak politik düzeyde olabilir. İşçi sınıfının üretim içindeki konumuyla politik bir bağ kurmak yanlıştır. Bu düşünceler, söylediklerini bir bütün olarak aldığımızda, Laçiner tarafından da kabul edilmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki, bütün sınıflar gibi işçi sınıfı da ortak çıkarlar etrafında politik bir duyarlılığa ulaşır. Bu duyarlılığın temelini, kapitalist sistemin ekonomik yasaları ve ona bağlı siyasal, kültürel, hukuksal vs. gibi üst yapı kurumlan belirler. Politika, sınıfların çıkarından bağımsız bir kuru temenniler toplamı değildir. Onu da belirleyen bu sınıf çıkarlarıdır. Dolayısıyla işçi sınıfının üretim içindeki, nesnel konumu ile politik kimliği arasında doğrudan kopmaz bir bağ olduğu unutulmamalıdır. Her ne kadar Laçiner unutsa bile.
İkinci nokta, Laçiner’in, işçi sınıfının sosyalizm kuruculuğunda merkezi bir
__ 166
öncü rolünü yadsımasıyla birlikte, sosyalizmin gerçekleşebilir bir toplum sistemi olmadığını, başka bir deyişle bunun sadece ütopya olduğunu iddia edecek bir düşünce tarzına sahip olmasıdır. O ’nda sosyalizm sadece ütopyalar bütünüdür. Çünkü sosyalizmi kuracak sınıf, işçi sınıfı olmadığına göre (ki ona göre işçi sınıfı bu yeteneği yitirmiştir), Laçiner’e göre henüz başka bir sınıf da tarih sahnesine gelmediğine göre, sosyalizm henüz gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ütopya olarak kalmaya mahkumdur. Eski sosyalist toplumların, üretimden aldığı payı artırma eğilimi içinde olduğu için (ifadeler Laçiner’e aittir, bkz. age. s.9) ve işçi sınıfı kapitalist toplumlardan ayrı bir eylemliliğe giri- şemediği için, sosyalist olmadıklarını belirtiyor. Bu tartışmayı ayrı bir değerlendirmeye bırakalım, ancak şu belirtilmelidir ki Lenin ve Stalin’in SSCB’- sinde, temel sorun bütün emekçi sınıfların tek tek üretimden aldığı payı artırmak değil, tersine bütün emekçi sınıfların G SM H ’den aldığı payı artırmak ve ülkenin toplumsal kalkınmasını sağlamaktır esas olan. Hatta gidişat bütün zorluk ve engellenmelerine karşın, sınıfların varlığını ortadan kaldıracak bir toplumsal süreci hazırlamak faaliyetidir. Bu bilinen nedenlerle engellenmiş ve sekteye uğratılmış, sonrasında da karşı devrimci Kruşçev hizibi tarafından tümüyle sabote edilmiştir. Bu süreç özel bir incelemeye tabi tutulmadan, sosyalizmin kazanımlarım yok saymak, hatta bu toplumları sosyalist toplumlar olarak görmemek büyük bir tarihi yanılgı olduğu kadar, büyük bir ideolojik sapmayı da ifade eder.
Elbette yeni toplum eski toplumun
tartışm a__
bağrından çıkarak gelişir ve zorunlu olarak eski toplumun şu veya bu şekilde damgasını taşır. O nedenle proletaryanın önünde ağır ve zor sancılı bir yol vardır. Önemli olan proletaryanın bunu başaracak bir güce sahip olup olmadığına ilişkin düşüncelerimizdir.
Bu bölümü Marx’in bir sözü ile bitirelim; “ Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü olan temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir. Tersine kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur. Dolayısıyla iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hala taşıyan bir toplumdur.” 38
Özetle Laçiner’in tezleri kafasında ki kurduğu hayali şato gibidir. Çünkü o, yaşanan pratikleri kafasında oluşturduğu fikirlere göre açıklıyor ve onlara uydurmaya çalışıyor. Oysa gerçek, Marx’in da belirttiği gibi, fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklamaktır.”
“Tarihin, dinin, felsefenin ve öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir.” (Marx)
Öm er Laçiner’e ithaf olunur.8 Şubat 1999
D İPN O TLA R
1- İşçi Sınıfının Öncü Rolü, Toplumsal Araştırmalar Vakfı, Panel Dizisi 1-2, Alan Yayıncılık, s.6
2- age. s.83- age. s.74- Ücretli Emek ve Sermaye, Karl Marx,Engels’in önsözü, Sol yay. s. 165- age. s. 17
6 Felsefe İncelemeleri, s. 185
7 age. s. 1848 age. s. i 929 age. s. 8. (abç)10 age. s.8 (abç)I I Ücretli Emek ve Sermaye, Karl Marx, Engels’in önsözü, Sol yay. s. 18
12 age. s. 1813 age. s. 1214 Seçme Yap ıtlar 3, Sol yay. s. 196-19715 Felsefe İncelemeleri, Sol yay. s. 181-18216 age. s.817 age. s.718 age. s.919 age. s.920 Gotha ve Erfurt Programları’nın Eleştirisi, Sol yay. s.3321 Ücretli Emek ve Sermaye, Karl Marx, Engels’in önsözü, Sol yay. s.2422 age. s.25-2623 age. s.924 Kutsal Aile ya da Eleştirici Eleştirinin Eleştirisi, akt. Lenin, Felsefe Defterleri, Sosyal yay. s. 16-1725 Felsefe incelemeleri, Sol yay. s.9926 Lenin, age. s.1727 Lenin, age. s.17 (Altını çizen Marx’tir.)28 age. s.729 age. s. 1830 age. s.17 3 I age. s. 1732 age. s.9-10
33 age. s.2234 age. s,23
35 age. s.2336 age. s.2337 age. s.938 Gotha ve Erfurt Programları’nın Eleştirisi, Sol yay. s.29
Mehmet Yılmazer
KAPİTALİZMDEN SOSYALİZM E GEÇİŞ ÇAĞ IN A NE OLDU?
Çıkıyor!
“Ostar Panizza’ya Adanmış” Georg Grosz" ' ' » V
"2 ! .yüzyıla girerken emperyalizm dünyayayeni bir şekil verme mücadelesindedir. Ve tarih sanki tekrar ediyor. Yeni bir yüzyılın başında bu kez Cumhuriyet’in alınyazısı yeniden çiziliyor';,vŞİm dilik ortada kanlı bir paylaşım savaşı yok. Ancak yine çeşitli eksönler var. Türkiye ABD-İsrail eksenine oturmakla “ rahata" kavuşmadı. Tam tersine öyle bir bölgede bulunuyor ve öyle bir tarihsel dönemden geçiliyor ki, kolay kolay rahatyüzü görmeyecektir. Dünya emperyalist merkezler tarafından yeniden paylaşılırken bu paylaşım henüz bölgesel savaşlar seviyesinde kalmaktadır. Üstelik bu paylaşım, eğer söylenenlere inanacak olursak, hiç de kanlı bir yüze sahip değildir. Yeniden paylaşımın parolası "İnsan hakları ve demokrasi”dir.”
Mehmet Yılmazer
top related