yol nisan 1997 sayı 6

81
Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz De ki: zaman rüzgar gibi geçiyor. Mutlu günler bekliyor insanlığı! De ki: bir dava için savaşan ölmez Yenilse de her zaman diktir alnı! (Louise Michel. 1871)

Upload: yol-siyasi-dergi

Post on 27-Jul-2016

260 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

TRANSCRIPT

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

De ki:zaman rüzgar

gibi geçiyor. Mutlu günler

bekliyor insanlığı!

De ki:bir dava için savaşan ölmez

Yenilse de her zaman

diktir alnı!(Louise Michel. 1871)

SİYASİ DERGİ

Alaz Basım Yaym Dağıtım Ltd. Şti. Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:

İbrahim Kızıldeli Direniş Gazetesi Özel Sayısı

Adres: İnebey Mah. Küçüklanga Cad.Fuar Saray Apt. No:43/l 1

Aksaray/İst.ı 11 hu I Fiyatı: 300.000 TL., 5 DM, fi SF

Üç Ayda Bir Çıkar. Baskı: Yön Mail»nısı

I Ç I N i i k k İ I jR RG enel G i r i ş ....................................................................... 9 -1 3I. BÖLÜM: TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNİNDÖNEMLERİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ................. 14-19-B irinc i D ö n em ................................................................ 15-16-B irinc i D ö n em in K a p an ış ın ı H az ırlay anD e ğ iş im le r.......................................................................... 16-17-İk in c i D önem i H az ırlay an K o şu lla r...................... 17-18-İk in c i D ö n em ................................................................... 18-19H. BÖLÜM: TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNİN m . DÖNEMİ: İLK İŞARETLER­DEN BELİRGİNLEŞEN ÖZELLİKLERE..................... 2 0 -7 0-III. D ö n em in İlk i ş a re t le r i ......................................... 21 -22-III. D önem i O lg u n la ş tıra n K o şu lla r...................... 2 2 -2 3-III. D ö n em in Ö zellik le ri ve Ç ık a rtılm as ıG erek en İlk S o n u ç la r .................................................... 2 3 -3 41- S o sy a lizm in Y ıkılışı ve Ç ıkan S o n u ç la r ........ 2 4 -2 92- K a p ita lis t A n a y u rtla rd a Son G e lişm e le r....... 29 -323- K ap ita lizm -S o sy a lizm D en g es in in O rtad a nK a lk m a s ın ın Y a ra ttığ ı S o n u ç la r ................................ 3 2 -3 4-T ü rk iy e 'd e Y eni D önem i H az ırlay an K oşu lla rve Ö ze llik le ri.................................................. 3 4 -4 31- K a p ita liz m in G e liş im in in Y a ra ttığ ı Ö nem liD eğ iş im le r.......................................................................... 3 5 -3 82- S ın ıfla r S avaşı O rta m ın d a k i D eğ iş im le r........ 3 8 -4 23- Y eni D önem in S iyasi H ed efle rd e Y a ra ttığ ıK ay m ala r............................................................................ 4 2 -4 3-III. D ö n em in Ö nüm üze K oyduğu T em elY ö n e liş le r ........................................................................... 4 3 -7 0A na Y ö n e liş le r .................................................................. 5 2 -6 4A na T a k tik Y ö n e liş le r................................................... 6 4 -6 7T em el Ö rg ü tse l Y ö n e liş le r........................................... 6 7 -7 0HLBÖLÜM: ÜÇÜNCÜ DÖNEMİN EŞİĞİNDE TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNDE DURUMVE YENİ SAFLAŞMALAR............................................. 7 1 -8 0-L ib era lleşen S o l.............................................................. 7 3 -7 7-K end in i T ek ra rla y an S ol............................................ 7 7 -7 8-Y anlış İn k a r^ A lte rn a t i f '............................................. 7 9 -80

D o stla r , Y o ldaşla r;U zu n b ir a r a d a n s o n ra y e n id e n b irlik tey iz .Y O L 'u m u -

z u n 1 9 3 0 'la rd a b a ş la y a n m ü c a d e le s in in b u g ü n u la ş tığ ı k o n a k ta çok d a h a b ü y ü k b ir c o şk u y la , in a n ç la ve u m u t la k u c a k la r ız h ep in iz i...

YOL, b u n d a n s o n ra 3 a y d a b ir b u lu ş a c a k siz lerle . B u k o n u d a s ö z ü m ü z söz...

B u sa y ıd a M eh m et Y ılm azer Y oldaş ın D ü n y a ve T ü rk iy e D evrim ci H a re k e tle r i n in y en i a ç ıla n 3. D ö n em i ile ilgili u z u n b ir y a z ıs ın ı s u n u y o ru z siz lere .

YOL la b ir a d ım d a h a ile ri...3 a y s o n ra y e n id e n b u lu ş m a k ü z e re !

Y O L

y o l —

YENİDEN ÇIKARKENYOL, u zu n b ir a rad an sonra yeniden yayın yaşam ına geri

dönüyor. 87 de ilk sayısı ç ıkan YOL, Eylül faşizm ine ilk kitlesel tepkilerin başladığı bir dönem de yaym a başlad ı. Doğal o larak Eylül faşizm inden çıkartılabilecek derslerin çözüm lenm esine yöneldi. 80 darbesi kend inden önceki M art 71 d arbesinden o ldukça farklı özellikler taşıyordu. O rdu. 12 M art deneyinden o ldukça önem li dersler çıkartm ış görünüyordu. Önceki k ab a h a ta la rın ı Eylül de tekrarlam adı.

Devrimci H areket açıs ından aynı şeyleri söyleyemeyiz. Özel­likle 87'de kitle hareketin in yükselm esiyle, devrimciler, 12 M art so n ra s ın a benzer b ir gelişm e beklediler. 87-90 a ra sın d ak i k ısa benzerlik hızla akıp gitti. B ahar Eylemleri n in toz dum an ı d u ru ld u ğ u n d a , a ltından Eylül sonrasın ın acım asız gerçeklikleri çıktı. 12 M art sonrasıy la benzerlikler değil, farklılıklar iyice göze b a tm aya başladı.

YOL, ilk yayın dönem inde d ah a çok Eylül faşizm inin yarattığ ı güçlü tasfiyeci etkilerle m ücadele etti. Devrimci H areket yen iden ayağa kalkm aya çalışırken böyle b ir m ücadele gerek­liydi ve kaçınılm azdı. A ncak yıllar ak tıkça tasfiyeci eğilim lerin geçici, h a lk hareketindek i yeni b ir kab arışla sü p ü rü lü p gidecek denli cılız olmadığı ortaya çıktı.

80 'lerin son larına doğru sosyalist s istem in yıkılışı tasfiyeci eğilimleri o ldukça güçlendirdi. YOL, bu yıllarda sosyalizm in so ru n la rın a yöneldi. Y ıkılıştan çıkartılabilecek ilk an a dersleri ortaya koym aya çalıştı. D ünyanın yarım yüzyıldır süregelen

tüm dengeleri köklü b ir şekilde alt ü s t o lm uştu . Dengelerdeki bu köklü değişim d ü şü n ce p lan ında karşılığını bulm alıydı. Bu ko n u la rd a ilk ta s lak d ü şü n ce le r YOL'da yer aldı.

YOL ikinci yayın dönem ine Devrimci H areket’in Krizi üzerine çözüm lem e ile başlıyor. Devrimcilerin önünde 90 'ların b a ş ın d a n beri sadece p ra tik değil, aynı zam anda zorlu teorik so ru n la r da b irikm iştir. G ünüm üz D ünya ve Türkiye'si yepyeni bir sü rece girm iştir. Eski form üllerin basitçe tekrarı H areketi y ü k sek n o k ta la ra çekmiyor. Eski bildik su la rd a değil, tam te r ­sine bilinm edik su la rd a yol almıyor. Bu nedenle teorik öngörü ve cesaretli p ra tik b ü y ü k önem taşıyor.

D ünya Devrimci H areketi, II. E n ternasyonal in çö k ü şü n d en çok d ah a derin b ir kriz ve gerileme dönem ine girm iştir. II. E n te rn asy o n a lin çöküş zem ininde esas o larak em peryalist gelişm enin işçi hareketi üzerindeki etkileri ya tar. P alazlanan işçi a ris tok rasis i savaş y ıllarında devrim ci gelişm elere b üyük b ir darbe vurdu . B ugün em peryalist sistem deki özellikle 70 'lerin son larında başlayan teknik gelişim, üretici güçlerin köklü ve neredeyse sürekli değişimi işçi hareketin i kaçınılm az b ir şekilde etkiliyor. Yeni gelişm eler işçi sınıfını yapısal o larak parçalıyor. Sınıfın topyekün davranış yeteneği zayıflıyor. Dolayısıyla sınıflar savaşın ın k o şu llan o ldukça rad ikal b ir şekilde değişiyor. Devrimcilerin bu değişim leri karşılayacak teorik ve tak tik yönelişleri yarattığ ın ı söylem ek o ldukça zordur. D aha çok el yordam ıyla gidiyoruz. Bu da Hareketleri k ısırlaştırıp yıpratıyor.

YOL, yeni yayın dönem inde gerek d ü nyada ve gerekse Türkiye'de y a şan an köklü değişim lerin çözüm lem elerinin en azından ilk taslak ların ı yapm aya çalışacak. Lenin'in 1900 lerin b aşla rın d a söylediği "devrimci teori olm adan devrim ci p ra tik olmaz" deyişi b u g ü n yakıcı b ir şekilde geçerlidir. E lbette "önce teori so n ra pratik" kavrayışı an cak M arksizm so fta lan n ın işi olabilir. Her yak a lan an yeni ipucuyla pratiğe yük lenm ekten h içbir zam an geri duru lam az. A slında teori de böyle pratik lerle zenginleşir.

"Dönemler çökerken bü tü n eğilim ler özneldir; ö te yandan yen i b ir çağm koşu llan olgunlaşırken, bü tü n eğilim ler n esn eld ir."(Goethe)

Kapitalizm -Sosyalizm denge dönem i çökerken M arksizm , eğilim lerden b ir eğilim haline gelm iştir. Bu an lam da

--------------------------------------------------------------------------------------------------y o l —

öznelleşm iştir. B ugün insanlığ ın d ü şü n ce u fk u n d a bir kopm a yaşanıyor. D ü n ü n neredeyse "tartışılm az hak ikatleri b u gün silikleşm iştir. Öte yandan , bu toz d u m an a ra s ın d a n "yeni çağın koşulları" olgunlaşıyor. Kopuk, p a rça p a rça hale gelmiş düşüncelerle yetinm ek değil, y ak laşan dönem i kucak layacak dü şü n ce sen tezleri gerekiyor. Zorlu b ir görev. Hele hele kafaları eski sistem ler dengesindeki belli odak n o k ta la rın a göre şek il­lenip katılaşm ış b ir dönem in devrimci k u şak la rı için o ldukça yam an bir görev.

D üşünce katılaşm aları d u rg u n denge dönem lerinde o luşur. Son elli yıl bir ölçüde böyle bir dönem di. A ncak g ü nüm üz dünyası nefes nefese değişim lere koşuyor. D urum lar k a tıla şm ad an değişim lere zorlanıyor. Y aklaşan çağın belki de en temel özelliği budur. İnsan lık bu nefes nefese k o ş tu rm ad an y o ru lu r m u? Bu soruyu sorm ak bile in san ı b u g ü n bu çağdaş k o şu n u n hem en d ışına atabilir. Postm odem izm in "geleceği ta sa rlam ak tan vazgeç, g ü n ü n ü yaşa" paro lasına boyun egilmeyecekse. yitirdiğimiz mesafeyi k ap a tm ak için kulvarın önlerine d ah a hızlı koşmalıyız.

İnsan lık ta rih in i a rkadak i nal toplayıcılar değil, önde gidip ipi göğüsleyenler yazıyor.

27 .03 .97M eh m et Y ılm azer

-------------------------------------------------------------------------------------------------- y o l —

TÜRKİYE DEVRİMCİ

HAREKETİNDE KRİZ VE ÜÇÜNCÜ

DÖNEM

Mehmet Yılm azer

y o l —

GENEL GİRİŞTürkiye Devrimci Hareketi nin (TDH) bir dönemi kapanıyor. 1960'lı yıllar­

da başlayan; 1978'leıde gelişiminin tepe noktasına tırmanan; 1980. ^ E y ­lülünde büyük bir darbe yiyen, 1987 sonrası yeni bir diriliş için bir kez daha siyaset arenasına çıkan ve çok geçmeden 1990'lı yıllarla güçlü bir tasfiye ana­foruna giren devrimci hareketin, otuz yılı kapsayan bir dönemi kapanmaktadır, TDH açısından tarih sanki tekrar etmektedir. Çünkü benzer bir dönem kapanışı 1920-50'ler arasında bir kez daha yaşanmıştı. Böyle bir ufuktan tarihimize bakarsak Devrimci Hareket iki büyük dönem yaşamış, bu dönemler kendilerini yaratan koşulların değişmesiyle kapanmıştır.

Türkiye Devrimci Hareketi yeni bir döneme girmektedir. Üçüncü dönem, gerek dünyadaki dıırıım gerekse Türkiye'deki gelişmeler nedeniyle ikinci dö­nemden oldukça farklı koşullarda doğmaktadır. Bu temel farklılıklar kaçınıl­maz bir şekilde Devrimci Hareketin mücadele ufku ve yöntemlerini etkile­mektedir. Çok kaba bir gözlemle bile hiçbirşeyin 12 Mart sonrası gibi geliş­mediği görülebilir. Oysa Devrimci Hareket, Eylül faşizmi sonrası uzun yılla­rını benzer bir çıkış beklentisiyle geçirdi. Yıllar geçtikçe olayların, 12 Mart laşizminden çıkışla, benzerlikten çok, çarpıcı farklılıklar taşıyarak aktığı, en görmek istemeyen gözlere bile batmaya başladı. Bu gerçekliğin kıyısından kösesinden kavranmaya başlandığı yıllar ise. Devrimci Hareket için yoğun bir kriz ve tasfiye süreci oldu.

Türkiye Devrimci Hareketi, Eylül faşizmi sonrası iki büyük tasfiye dalga- Mvla vüz vüze gelmiştir. İlkinin şaşırtıcı, karanlıkta kalan hiçbir vönü voktur

‘ Q

Eylül sonrası Cunta, bütün gücüyle, "bir teröriste beş asker” hesabıyla Dev­rimci Harekete yüklendi. Ordu zoruyla tasfiye etmek istedi. Bu zorun devrim­ci hareketler üzerinde önemli yıkıcı etkileri oldu. Ancak gelişmelerin bu ka­darı sınıflar savaşı açısından bir yenilik içermez. Faşizm şallarında devrimci hareket zor altında sınavdan geçer. Sınavı geçemeyenler kaçınılmaz bir bi­çimde tasfiye olurlar. Bu tasfiye kendini açık teslimiyetten üstüne kılıf giydi­rilmiş örtülü teslimiyete kadar geniş bir yelpazede ortaya koyar. 1990'larda başlayan ikinci tasfiye sürecinin özellikleri ise ilkinden oldukça farklıdır.Hem ortada Cuntanın ilk yılarındaki gibi açık bir devrimci avı yoktu; hem de 1987-90 arasında işçi ve öğrenci hareketinde bir yükselme yaşanmış, fakat bu yükselme serini durgunlaşmaya bıraktığı andan itibaren Devrimci Hareket \enı bir tasfiye sürecine girmiştir. Dolayısıyla bu tasfiye sürecinin temelinde düşmanın doğrudan zoru dışında, başka bir gerçeklik yatıyor olmalıydı. Dev­rimci Harekeli. 1990'larm başlarında içine alan tasfiye sürecinin nedenleri, aynı zamanda Tükiye Devrimci Hareketinin ikinci döneminin kapanış neden­leridir. Düşmanın doğrudan zoruna bağlanamayan tasfiye süreci, farklı siyası çözümlemelerle aydınlatılmak zorundaydı. Devrimci Hareket. 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden on yılı aşkın zaman geçmesine rağmen neden ayağa kal­kamadı? Moda deyimiyle ' marjinalleşti". Bu sorunun cevabı Eylül yenilgi­siyle sınırlı kaldığı ölçüde açıklayıcı olmaktım çıkıp bahane arayışına dön­mektedir.

1987 ile başlayan isçi grevleri ve ardından gelen "bahar eylemleri" eski beklentileri yeniden canlandırdı. 12 Man a benzer bir şekilde Eylül faşizmin­den de çıkıyorduk. Ancak çok geçmeden eski beklentiler düş kırıklığına dö­nüştü ve hiçbir şeyin eski yollardan gitmediği kısa sürede anlaşıldı. 1984- 85'ler sonrası kendini yavaş yavaş ortaya koymaya başlayan yeni dönemin fi­liz halindeki özelliklerini. 1987 sonrası yükselen kendiliğinden işçi eylemleri biiyiik ölçüde örttü. Düşünce ve davranışlar, yeniden eski alışkın oldukları kanallara döndüler. Bu ara işçi sınıfını yeni keşfeden siyasetler oldu. "Haydi işçi sınıfına" çığlıkları atıldı. "Bahar eylemleri" öylesine abartıldı ki, övgüler dalkavukluğa kadar vardı. Bu abartıların ardındım, hareket durgunlaşınca pa­nik ve şaşkınlık geldi. Yükselen dalgaların üzerinde yüzen devrimci hareket, dalga geri çekilip kendi boyutlarıyla karşı karşıya kalınca, aynada cılız gövdesini görüp gözlerine inanamadı. Bu moment, Türkiye Devrimci Hare­keti için önemli bir dönüş noktası oldu. Olaylara artık eski alışılmış mantık ve davranışlarıyla yaklaşılamayacağı çok sancılı da olsa kavranmaya başlanıyor­du.

Bir dönemin kapandığını söylemek, en başta o dönemi yaratan koşulların önemli ölçüde değiştiğini söylemektir. Ardından, o koşulların yarattığı dü­şünce \a davranış yollarının da artık sorgulanması gerektiğini söylemek de­mektir. Ancak dönemlerin değişimi hiçbir zaman keskin hatlarla olmaz. İki dönem arasına geçiş noktaları girer. Bu geçişler her iki dönemin özelliklerim

GENEL GİRİŞ------------------------------------------------------------------------ y o l —

1 0

birlikte taşırlar. Gittikçe yok olan özelliklerle yeni filizlenenler yan yana bu­lunduğu için, geçiş dönemlerinde ayrını yapmak mayınlı tarlada yürümeye benzer. Bazen yeniyi öğrenme pahasına patlayan mayınlarla bacaklar, kollar uçabilir. Önemli olan,bir dönem değişimi tespiti yapmaktır. Bu tespit bir kez yapıldıktan sonra olaylara artık eski alışılmış yollardan yaklaşım ömrünü dol­durur. Yeni, bilinmeyen sularda yol almak çok daha heyecanlıdır, ancak aynı zamanda büyük riskler de taşır. Dünyanın ve Türkiye'nin içinden geçtiği dö­nem tam da böyle bir dönemdir.

Dönem değişimi tespitini yaptıktan sonra, en öne çıkan soru hiç şüphesiz Üçüncü Dönemin özelliklerini tanımlamaktadır. Ancak bu konuda hazır reçe­le beklemek ya da "eksiksiz" tanımlamalar peşinde koşmak daha baştan bilin­meyen sulardaki yolculuğu son derece sıkıcı ve cansız hale dönüştürür, böyle bir yöneliş bizleıi daha baştan canlı yaşamdan koparıp formüller dünyasına çıkartır. Dönemin ana özelliklerini ve ana eğilimlerini eldeki verilerden hare­ketle belli bir seviyede tespit edebiliriz. Dönemin kapsamlı kavranışmı sağla­yacak olan ise. ayrıntılarda gizli olan şeytanı yuvasından dışarı çıkartacak olan günlük pratiktir.

Üçiincii Dönemin özellikleri bu yazının temel konusu. Ancak bu özelliklere gelmeden önce temelli bir adım atmalıyız. Thomas Kuhn'un dediği gibi önce bir paradigma değişikliği gereklidir. Dönemin yeni özelliklerini eski kalıp ve alışkanlıklar arasından bakarak göremeyiz. Düşünce ve davranış alışkanlıkla­rımız genel Marksizm zemini yanında, 1960-80 arasının Dünya ve Türkiye koşulları tarafından şekilendirildi. Oysa günümüzde gerek dünya ve gerekse Türkiye için 1950'Ierden sonra kurulan dengeler köklü bir biçimde değiş­mektedir.

T. Kuhn'un deyimi ise "olağan bilim" günlerinde değiliz. "Olağan bilim" günlerinde bilimin aktığı çerçeve ve kurallar bellidir. Sorunlar bu çerçeve içinde çözümlenir. Ortaya çıkan aykırı sorunlar daima eldeki formüllere in­dirgenmeye çalışılır. "Olağan bilimin sürdürüldüğü dönemlerde bu tür tartış­malar (kural tartışmaları M.Y.) yok denecek kadar azken, bilimsel devrimle- rın hemen öncesinde ya da sonrasında, yani paradigmaların ilk kez saldırılara hedef olduğu ve sonra da değişime tabi tutulduğu dönemlerde, düzenli olarak tekrar baş gösterir. Mesela Newton un görüşlerinden Çuantum Mekaniğine geçiş esnasında, fizik biliminin gerek kendi iç yapısı, gerek kıstasları konu­sunda bir çok tartışma ortaya çıkmış ve bunlardan bazıları günümüze kadar süregelmiştir." 1

Günümüzde devrimci mücadele ve sosyalizmle ilgili pek çok prensip, mo­ral değer, kural saldın altındadır ve tartışma konusudur. Dünün bir bakıma tartışmasız uygulanan prensip ve kuralları bugün mercek altında incelemeye alınmıştır. Devrimcilerin uzun yıllardır düşünce ve davranışlarını belirleyen değerler çerçevesi (paradigması) önemli ölçüde alt üst olmuştur. Türkiye Devrimci Hareketinin yayın organlarına bakılsın. Çok farklı yönlerden yak­

I I 1 Tlınmıc k* ı ı l t n R ı l ı m o » ! F e v r i m l/»ri n V.ınıe- 1 1

GENEL GİRİŞ---------------------------------------------------------------------------- y o l —

bıkılarak da olsa dünün oldukça kesin kabul gören değerleri bugün tartışma konusudur. Sosyalizmin, bilim mi ütopya mı olduğundan başlayan, işçi sınıfı­nın misyonunu sorgulayan ve "Leninist Parti nin" tüm yapısını tartışmaların hedef tahtasına koyan yoğun bir belirsizlik döneminden geçiyoruz. Eski para­digmalar sorgu altındadır. En tartışmasız temel kurallar bugün tartışmaların odak noktasında duruyor.

Böyle bir ortamda sorunlara yaklaşırken, "olağan bilim" günlerindeki gibi davranamayız. Öyle davrandığımız da kaçınılmaz bir şekilde olayları eski for­mül kalıplarına uydurmak için boş yere didinip dururuz. Bu, olayın bir yüzü­dür. Eski formüllerden kopuşacağız. Ancak henüz yenilerinin şekillendiıile- nıediği bir ortamda böyle bir kopuşma dipsiz bir kaos yaratmaz mı? Bu "tutu­cu korku" yersizdir. Önce elimizde esas silahımız durmaktadır. Sınıflı top- lumların yapısını derinlemesine açıklayan Marksizmin temel kılavuzluğu yo­lumuzu aydınlatmaktadır. İkinci olarak, her yeni dönem cılız da olsa kendi özelliklerini filiz halinde ortaya koyar. Sorun bunları yakalayabilmektedir. Dolayısıyla kör bir sis perdesi içinde değiliz. Bazı aralıklardım net bir biçim­de olmasa da geleceğe bakabiliyoruz. Fakat sorun tam da burada başlamakta­dır. Yeni dönemin filizlerine yaklaşırken, eski dönemin bizi çerçeveleyen dü­şünce ve davranış sisteminden köklü bir biçimde kopuşmak gerekiyor. Mark­sizm bir eylem klavuzudur. Bu kılavuz yüzelli yılın mücadelesinde pratik ge­lişmelerle zenginleşti, derinleşti. Her yeni dönemde onu yaratıcı bir tarzda kullanımlar hem teoriyi zenginleştirdi, hem de pratiği daha yüksek noktalara taşıyabildiler.

Marksizmin softaları onun ışığını kendi gözlerine tutarlar. Her yanı olağa­nüstü parlaklıkta görürler, bir imlamda ışıktan kör olurlar. İleriye doğru bir küçük adım bile atamazlar. Onu eylem kılavuzu olarak görenler ışığı yürüye­cekleri yola tutarlar. Elbette yolun her metrekaresi aydınlanmaz. Bazı nokta­lar karanlıkta kalır. Ve bu karanlık noktalara sırf teori ile yaklaşılamaz. Bura­da göziipek pratik gereklidir. Yaşamın ve mücadelenin coşku veren yanı da burasıdır. Bilinmeyen sularda yol alıp bu alanları bilinir kılmaktır.

Marksizm kıta Avrupa'sında doğduğu zaman mücadelenin hedefine "kıtasal devrim"i koydu. Bu, daha sonraları literatüre "dünya devrimi" biçiminde yer­leşti. Bu, biraz da, dünyayı Avrupa olarak gören beyinlerin yarattığı bir dü­şünce sapmasıydı. Komünist Manifesto'dan 1915'lere kadar devrimcilerin alt­mış yıl ufku bu hedefe kilitli kaldı: "Kıtasal Devrim". İlk kez Leııin, 1915 Ağustos unda yazdığı "Birleşik Avrupa Devletleri Sloganı Üzerine" başlıklı topu topu dört sayfalık bir makalede- sosyalizmin tek bir ülkede zafer kaza­nabileceğinden söz etti. Lenin’iıı böyle bir tespit yapmasıyla eski "kıtasal dev­rim" hedefi elbette ki bir anda yok olmadı. Tam tersine uzun yıllar bu konu devrimciler arasında sürekli bir tartışma konusu oldu. Ancak Lenin, 1915 yı­lında altmış yıllık paradigmayı ilk kez sorguya çekmiş ve olaylara bambaşka bir zeminden bakabileceğini ileri sürmüştür. Bu paradigma değişiminin nede­

GENEL GİRİŞ---------------------------------------------------------------------------- y o l —

1 2

ni şüphesiz Lenin'in aniden aklına gelen bir düşünce kıvılcımı değildir. Yaşa­nan yıllar kapitalizmin "eşitsiz geliştiğini" ortaya çıkartmış. Marks döneminin "kıtada kapitalizmin eş zamanlı gelişimi" düşüncesi geçerliliğini yitirmiştir. Hepsinden önemlisi 1910'larda ilk emperyalist savaş başlamış, kapitalist ülke­lerin pazar paylaşımı uğruna birbirlerini nasıl yıkıma götürebileceği teorik de­ğil pratik olarak yaşanmıştır. Düşünceleri "kıtasal devrim "den "tek ülkede devrim’ e sıçratan temel gelişmeler bunlardır.

1955'ler sonrası ise, sosyalizm mücadelesi açısından yeniden bambaşka he- deiler ortaya çıkmıştır. Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin yaşandığı bir dün­yada mücadele verilmektedir. Ve mücadelenin sıcak alanı "üçüncü dünya" ül­keleri olmuştur. En geri ülkeler sosyalizme koşmaktadır.

Günümüzde ise tablo birden değişmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesine mi döndük? Sadece bu soru bile son yetmiş yılın yol gösterici pratiğinin ne ölçü­de köklü bir sorgu altında olduğunu göstermeye yeterlidir.

Türkiye Devrimci Hareketine bakarken, dönemsel değişimin mantıkları­mızda zorladığı köklü dönüşüm ve sıçramaları yaparak olaylara yaklaşmalı­yız. 12 Mart sonrası bir bakıma mücadeleye "kaldığımız yerden" devam et­miştik. Eylül sonrası ise bir türlü kaldığımız noktaya varamadık. Kesinti, mü­cadele sırasındaki bilinen yükseliş ve iniş dalgalarından daha öteye bir derin­lik taşıyordu. Bu gerçeklikler ortaya çıkınca, devrimci hareketin geleceğini sağlam bir zeminde yeniden inşa edebilmek için, tarihine durduğumuz son noktadan yeni bir gözle bakmak gerekiyordu. Cumhuriyetin yaşına eşit olan devrimci hareket pek çok kendine özgü süreç yaşamıştır. Bugünden, bugünün gerçekliklerinden tarihe bakığımzda ise iki ana dönem kendi özgünlükleriyle ortaya çıkıyor. Ve yeni, üçüncü bir dönemin eşiğinde olduğumuzu görebiliyo­ruz. Bu yeni dönemin sorunlarına nasıl bakmalıyız?

Görelilik teorisiyle boğuşurken Einstein'ın dediği gibi: "Yüzyüze olduğu­muz önemli problemler, onları ortaya koyduğumuz zamandaki aynı düşünce seviyesinde kalınarak çözümlenemezler." Üçüncü dönemin tanımı ve sorunla­rına yaklaşırken ikinci dönemin "düşünce seviyesinde" kalarak çözümler üre­tenleyiz.

GENEL GİRİŞ---------------------------------------------------------------------------- y o l —

1 3

----------------------------------------------------------------------------- yol —

BİRİNCİ BÖLÜM:

TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİNİN• • • __ • » • •

DÖNEMLERİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ

Eşiğinde olduğumuz yeni dönemle birlikle Devrimci Hareket başlıca üç dö­neme ayrılabilir. İlk dönem, 1920'lerde Mustafa Suphilerle başlar, 1951 TKP ve 1957 Vatan Partisi tutuklamaları ile kapanır. Devrimci Hareketin "ikinci doğuşunu" 1964-65'leıde başlatırsak arada on yıla yakın bir "boşluk" ya da daha doğru bir deyimle tasfiye ve yeniden doğuş sancılarının yaşandığı bir geçiş süreci vardır, ikinci dönem, 1965'lerde başlar, 12 Mart'te kısa bir kesin­tiye uğradıktan sonra 1978 lerde tepe noktasına çıkar; Eylül faşizmiyle kapa­nış sürecine girer; 1990'ların başlarında otuz yıla yakın bir tarihsel süreci ar­dında bırakarak kapanır. Üçüncü dönem, önümüzdeki süreçtir. Bu dönemin özelliklerinin ilk belirtileri 1984'leıden itibaren kendini ortaya koydu.1990'lar. dönemin özelliklerinin daha belirginleştiği yıllar oldu. Bu yazının esas konusu üçüncü dönemin doğuş ve şekillenişini ana İnatlarıyla irdelemek­tir. Türkiye Devrimci Hareketi nin geleceğinin bu yeni dönemin özelliklerinin hızla kavranıp gerekli pratik uygulamaları yaşama geçirmeye bağlı olduğuna inanıyorum.

Yazının I. bölümünde geçilen iki dönemin özelliklerine kısa bir göz atıla­caktır; II. bölümde, yeni dönemin özellikleri irdelenecektir; III bölümde, Türkiye Devrimci Hareketi nin yeni döneme yaklaşımları değerlendirilecek­tir. Ancak bu konuda henüz verilerin oldukça az olduğunu hemen belirtelim. Yeni doğuş sancılarının sürdüğünü düşünürsek önümüzdeki günlerde bu ko­nuda yoğun değerlendirmelerin yapılacağı açıktır.

Türkiye Devrimci Hareketi nin yaşadığı dönemlere bakınca, bu dönemlerin sadece Türkiye açısından değil, dünyadaki sınıflar mücadelesi açısından da önemli dönüm noktalarına denk düştüğü hemen görülebilir. Her dönem dün­yadaki önemli gelişmelerle birlikte açılmış ya da kapanmıştır. Bu gerçeklik­lerden hareketle dönemlerin kısa değerlendirmesini yaparken, onların içinden aktığı dünya ve Türkiye’deki koşullara özel bir önem vermek gerekiyor. Aksi durumda dönemlerin sınırları son derece keyfi kalabilir. Öte yandan, sözü edilen dönemlerde devrimci örgütlenmelerin iradi yanına, onların sübjektif konumlarına da ayrıca titizlikle yaklaşmak gerekir. Türkiye Devrimci Hareketi'nin yaşanan iki dönemi çeşitli açılardan yaklaşılarak defalarca de­ğerlendirildi. Ancak bu değerlendirmeler dönemlerin kendi içinden yapddı.Bu belli bir ölçüde kaçınılmazdı. Günümüzde ise bu dönemleri biraz dışarı­dan değerlendirmek görevi ile karşı karşıyayız. Tarih sanıldığı gibi pasif ve1 4

durgun bir bilgi yığını değildir. İnsanlığın her geldiği yeni konumdan bakıldı­ğında tarihte belli ölçülerde başka görünür, değişir. Dün bize, devrimci hare­ketin tarihi açısından ana konak noktaları olarak görünen, onar yıllık aralarla gelen askeri darbeler, bugünden baktığımızda aynı ölçüde sivri tepe noktalan olarak görünmüyor.

Bu dünya açısından da böyledir. 1990'lara kadar, insanlığın kapitalizmden sosyalizme geçiş çağım pratik olarak yaşadığını söylüyorduk. Ve Ekim Dev­rimi bu gidişte tam bir zirveydi. Bugün, sosyalizm yıkıldıktan sonra insanlık yeni bir tarihsel sürece girince, eski zirve noktası tarihsel olarak önemini yi­tirmese de. insanlığın bilincindeki yüksekliğini önemli ölçüde kaybetti. Ağla­yıp yakınarak dünün güzel anılarına ağıtlar yakarak, sadece böyle davranarak onu eski yüceliğine çıkartanlayız. Yeni teorik ve pratik yönelişlerle bu yapıl­malıdır. Nasıl ki. Ekim Devrimi bir kez olunca, insanlığın bilincinde Paris Komünü tiden daha yüksek bir noktaya çıktıysa, bugünün devrimcilerinin önünde de benzer bir görev durmaktadır.

Türkiye Devrimci Hareketi nin sorunlarına yaklaşırken onun eski güzel günlerini anmak ya da bugünkü durumdan dolay ı sızlanmak geleceği kurma­ya. mücadeleyi dalıa yüksek noktalara taşımaya çare olamaz. Çürüyen, dökü­len yanlan bir cerrah titizliğiyle kesip atmak, gelecek dönemin ana özellikle­rini kavrayarak inatçı bir hazırlık yapmak ve bu hazırlığı pratiğin akışı içinde sağlamlaştırmak kaçınılmaz bir görevdir. Bugünün devrimcileri, 1960'larla karşılaştırıldığında çok daha zorlu görevlerle yüzyüzedirler. Dün yükselen bir mücadeleye güç vermek durumundaydık, bugün "küllerimiz içinden yeniden doğmak" zorundayız.

BİRİNCİ DÖNEM (1920-1950'LER)

TDH'NİN DÖNEMLERİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ---------------------- y o l —

Bu dönemde dünyadaki en önemli gelişme Ekim Devrimi'niıı zafer kazan­masıdır. Bu olay Tiiriye Devrimci Hareketi nin doğuşunda kesin ve belirgin bir etkiye sahiptir. Ancak olayların gösterdiği gibi Ekim Devrimi'niıı, uzun mücadele yıllarında inşa edilmiş bilincinden çok coşkusu taşınmıştır. Mustafa Suphi’lerin girişimi bunun en acılı kanıtıdır. Sırf coşkunun yetmediği Karade­niz'in karanlık sularında anlaşılmış olmalıdır. Ancak tarihimizin daha sonraki olaylarına baktığımızda bu anlaşmanın yeterli derinlikte olmadığı görülebilir Ekim Devrimi'nin rüzgarının ülkemizde hangi engellere çarparak kırıldığının anlaşılmasının sorunu, o günün devrimcilerini Türkiye'deki sınıflar mücade­lesi koşullarının derinlikli kavranması sorunuyla yüzyüze getiriyordu.

Bu noktada bilinç çarpılması yaratan ikinci önemli dönemsel özelliğe gel i mr. Aynı yıllarda Türkiye, kendi dar boyutlarında da olsa bir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi veriyordu. Bu gerçeklik, devrimci hareketin daha doğuşunda dü­zenden kopuşma utkuna bazı önemli sınırlamalar getirmiştir. Kemalizmin sınırlarıyla devrimcilerin ufku aşırı ölçüde iç içe girmiştir. Bu. kendini TKP

içinde sık yaşanan provokasyon ve tasfiyelerle göstermiştir.Sınırların böylesine bulanık kalışının diğer önemli nedeni, o günlerin Tür­

kiye'sinde kapitalizmin gelişiminin son denece kısır ve yavaş adımlarla git­mesidir. Kemalist iktidarın "sınıfsız-imtiyazsız bir kitleyiz" parolası çok da temelsiz değildi. Sınıfların ayrım çizgileri henüz yeni şekilleniyordu. O dö­nem devrimcilerinin temel hatası sözü edilen koşullarda işçi sınıfım iktidara taşıyamamak değil, gözlerini sürekli Kemalizmin yaptığı uygulama ve "re­formlara" diktikleri için, düzenden bağımsız bir devrimci parti hattını bir tür­lü inşa edememelerindedir. Dönemin Komünist Partisi içinde temelden farklı bu iki yaklaşım arasında sürekli bir mücadele yaşanmıştır. Ancak, bu mücad­eleden, kendini geleceğe taşıyan bir parti yapısı çıkmak yerine sürekli dağıl­ma ve tasfiyeler yaşanmıştır. Sonuç olarak, Kemalizmden kopuşamayanlar, düzen saflarında eriyip yiterken, az sayıda kopuşmuş çekirdek kadro Devrim­ci Hareketin 1960'Iardaki "ikinci doğuş"unda önemli misyonlar yüklenebil- mişlerdir.

TDH'NİN DÖNEMLERİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ----------------------y o l —

Birinci Dönemin Kapanışını Hazırlayan DeğişimlerDış dünyada 1950’lerde önemli değişimler yaşandı. Amerika'nın öncülü­

ğünde emperyalizm, sosyalist sisteme karşı kırk yıl sürecek "soğuk savaş" sü­recini başlattı. Amaç, İkinci Dünya Savaşından çıkan, kapitalizm aleyhine şe­killenen dünya dengelerini kendi yönlerinde aşındırmaktı. Aşındırma diyoruz, çünkü soğuk savaş son derece sinsi adımlarla, Sosyalist Sistemi gündelik ola­rak kemirmeyi amaçlıyordu. Sıcak savaş gibi vuruşu ve yönü açık bir savaş değildi.

Soğuk savaş, "özgür dünyayı güçlendirmek" parolası altında başlatıldı. Sos­yalist sistem "esirler dünyası' ydı. Batı ise "özgür dünya"nın liderliğine soyu­nuyordu. O dönemin gözde parolaları bu nedenle "özgür dünya", "hürriyet" gibi göz ve bilinç kamaştırıcı kılıklara bürünmüştür. Bugünün "insan haklan" yaygaralarına bu tarihsel deneyden bakmak gerekiyor.

Dünyadaki bu önemli dönüş, Türkiye'ye tek parti dönemine son verilerek "çok partili" döneme giriş olarak yansıdı. Türkiye'de de aynı "hürriyet" çığ­lıkları atıldı. DP, bu koşullarda doğdu. Değişim hiç şüphesiz ki sadece siyaset alanında değildi. 1950'lerle birlikte kapitalizmin gelişmesi de büyük bir ivme kazandı. Bugünün güncel pek çok konusu o günlerin de en heyecanlı tartışma konuları oldular. Özelleştirmeden laikliğe kadar uzanan tek partili dönemin tabuları Menderes döneminde sorguya çekilmeye başlandı. Türkiye "küçük Amerika" olacaktı.

Bu siyasi ve ekonomik alt üstlük günlerinde Türkiye Devrimci 1 lureketi tam bir tasfiyeye uğradı. DP'nin "hürriyet" çığlıkları dönemin komünistlerini belli ölçülerde etkiledi. Umutlar ve beklentiler yarattı. Bu beklentilere Men­deres'in cevabı "1951 Komünist tevkifatı" oldu. Partinin önemli kadrolarının 16

İni yük bir bölümü yeni bir hazırlık içindeyken devletin sızmasıyla tutuklandı­lar. Geriye kalanlar Vatan Partisini örgütledi. Ancak onlar da 1957'de aynı akıbete uğradılar. Böylece 1920'lerde başlayan dönem kapanmış oluyordu. O günlerin devrimci litaratürü incelenirse bütün tartışma konulan yeni koşullara nasıl cevap verileceği üzerinde odaklaşır. Pratikte sorunlar çözümlenmeden önce derin bir tasfiye süreci içine girilmiştir. Yeni sorunların ele almışı ve si­yasi sonuçların çıkarıldığı yıllar 1960'lar sonrasına sarkmıştır.

İkinci Dönemi Hazırlayan Koşullar'Hürriyet" çığlıklarının iç yüzü ve "küçük Amerika" olma hayallerinin acı

sonuçları çok geçmeden ortaya çıktı. Hatta DP, kendi düzen içi muhaliflerini, yani CHP'yi tasfiye etmeye girişti.Önce sivil bir cephe kuruldu: Vatan Cep­hesi. Her gün radyolardım cepheye kaplanların isimleri okundu. CHP'niıı mallarına el konuldu. Ekonomide ise on yıl dolmadan tam bir yıkıntı eşiğine gelindi. Devletin kurumu gibi işleyen Türk-îş sendikaları bile kapatılmaya başlandı. Ordunun gücü ile seçimlerde alman oy sayıları kıyaslanarak altı yüz > 11 fık devlet geleneğine acemice meydan okundu. 1950'lerin başlarında esen rüzgarın yönü artık tersine dönmüştü. "Hürriyet" çığlıkları ve "küçük Ameri­ka" olma hayallerinden geriye açık sivil bir diktatörlüğe gidiş kalmıştı. On yıl içinde DP. tek parti döneminin CHP'yi tekrarlamaktan öteye gidememişti.

Devrimci Hareketin birinci ve ikinci dönemi arasındaki yıllar dünya ve Türkiye için önemli değişimlerin yaşandığı yıllar olmuştur. Her köklü deği­şim başlarda kendi boyutlarından öteye beklentiler yaratır. Süreç aktıkça de­ğişimin gerçek karakteri, değişim güçlerinin durumu daha net bir şekilde or- laya çıkar. 1950'lerin başları ile sonları arasında yaşanan tamamen budur.I Jcvrimci Hareket, otuz yıl süren tek parti döneminin koşullarında edindiği mücadele alışkanlıklarından yeni şartlara geçiş yaparken önce kesin bir dağı­lışa uğramıştır. Yeni dönemin özellikleri kendini ortaya koydukça devrimci hareket içinde önce bu koşulları kavrayış amacıyla yoğun bir tartışma süreci başlamış, düşünceler netlik kazandıkça yeni mücadele yollarından yürüyüş oııc geçmiştir. Ancak böyle dönemsel kopuşmalar kolay ve basit yollardan ol­muyor. Devrimci olsak da, eski edinilmiş alışkanlıkları teıketmek özel ve sis­lendi bir savaş gerektiriyor. 1950'lerin ortalarında 1960'ların ortalarına kadar geçen sürede, yeni koşullara göre şekilleııiş'anlamında eskiden kopuşıııa ya- .inmiştir. Şüphesiz her dönem değişimi mutlak olarak aynı yollardan gidile-

ıck yaşanmaz. Devrimci Hareketin böyle dönüş momentlerinde bire dek tasfi­ye olması hiç de mutlak bir kural değildir. Ancak büyük sancıların yaşanması kaçınılmazdır. Sorun, böyle yeniden doğuş sancıları sırasında usta ebelik ya­pabilmektir.

l'GO'lerin öncesi Dünya ve Türkiye'siyle 1960'lar sonrası Dünya ve Türki- \ oklukça farklı özelliklere sahiptir. Bu farklılılaşmaların yarattığı anaforun mali Devrimci Hareketi de girdabına alıp etkilemiştir. Bu anaforlarda yüze-

TDH'NİN DÖNEMLERİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ---------------------- y o l —

bilmek büyük önem taşıyor. Böyle günler dalgalı denizlerden de daha zorlu­dur. Anaforda, önce, güçlerin yönleri hemen kavranamaz. Kavranamadığı öl­çüde dibe vurmak kaçınılmazdır. Anaforun içindeyken, farklılıkların kavran­ması kadar, henüz değişmeyenlerin de kavranması büyük önem taşır. Çünkü, çatışma hep bu sınırda olur. O sınırı en ince detaylarıyla çizip tam da bu sınır­da konumlanarak mücadeleyi yürütebilmek gerekiyor.

İKİNCİ DÖNEM (1965-1990'LAR)

TDH'NİN DÖNEMLERİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ----------------------y o l —

1960'lar sonrası Türkiye Devrimci Hareketi için "ikinci doğuş" yıllarıdır. Önce bu dönemin dünyasına bakalım. 1950'lerde, yani Devrimci Hareketin tasfiyeye uğradığı yıllarda, Emperyalizmin "Hür dünya" çığlıklarıyla soğuk savaşı başlattığını belirtmiştik. 960'ların ortalarına geldiğimizde soğuk sava­şın ilk sonuçları alınıyordu. Batı Avrupa'da Komünist hareketlerde belirgin bir duraklama yaşanırken, "üçüncü dünya" denen kesimde fırtınalı gelişmeler yaşanmaktaydı. Çin devrimi sonuçlanmıştı. Ardından Küba devrimi yaşandı. 60'lann ortalarım biraz geçince Vietnam devrimi kesin bir zafer kazandı. Ve dünyanın her köşesinde ulusal kurtuluş mücadeleleri açık bir yükselişe girdi. Aynı zamanda, Batının kalbi Avrupa'da yoğun işçi ve öğrenci eylemlilikleri başladı. Devrimci Hareketin tarihine 68’ler diye geçen dönem artık bütün yönleriyle açılmıştı. Bu koşullar içinde Türkiye Devrimci Hareketi ikinci dö­nemine giriş yaptı.

Dünyadaki bu gelişmelerin yanışını Türkiye'de de 960'laıda önemli deği­şimler yaşandı. 27 Mayıs 1960’daki askeri darbe ile politik ortamda alışılmı­şın dışında gelişmeler yaşandı. 27 Mayıs, adeta sonrasında başlayıp yoğunla­şarak sınıflar mücadelesinin açılışım yaptı. Bütün bu gelişmelerin alt zemi­ninde ise, hiç şüphesiz kapitalizmin 1950'lerde girdiği hızlı gelişmenin sonuç­ları yatıyordu. 50'lerde, özellikle kırda kapitalizmin hızlı gelişmesi sonucu şe­hirlere yığılan nüfus, sınıflar mücadelesi alanına çok geçmeden büyük bir canlılık getirmiş, bunun siyasi sonuçları kendini en açık biçimde 960'lardan sonra ortaya koymuştur.

Tek parti döneminde "sınıfsız imtiyazsız bir kitle" olan toplum, 960'lar son­rası keskin bir sınıflar kopuşması süreci yaşamıştır. Sınıf ve tabakalar, siyasi parti ve eğilimler olarak mücadele sahnesindeki yerlerini almaya başlamışlar­dır.

Devrimci Hareket, bu koşullarda hızlı bir yükseliş yaşamış; aynı zamanda yeni koşulları kavrama çabasının bir sonucu olarak yoğun bir "strateji tartış­maları" döneminden geçmiştir.

Tek parti döneminin devrimcileri, dar hücre çalışması yapan, sık sık yaşa­nan polis sızmalarından dolayı her olayda bir provokasyon kokusu almaya alışık bir yapıda şekillenmişlerdir. 60 sonrasının devrimcileri ise, gürbüzce yükselen bir halk hareketi içinde yetiştikleri için atak, içinde bulundukları ko-

------------------------------------------------------------------------------ yol —şuiları pek fazla aldırmadan davranan, hatta devrimi oldukça vatın bir gele­cek içinde hayal eden hır tarzda şekillenmişlerdir. Bu yapı farklılığı W) sonra­sı hareket içinde eski ve yem kadroların birbirlerini anlamalarında bazı zor­luklar çıkartmıştır. 70 lere gelindiğinde artık ikinci dönem devrimci hareketin kendi kadroları oldukça yaygın hır biçimde şekillenmişti. 12 Mart faşizmi kadro kayıplarına yol açsa da. bu kayıplar çok kısa bir sürede telafi edilmiş. ılı'Mimci hareket 1975'lerle birlikte yeni bir yükselişe girmiştir.

1978'ler, 60 sonrası gelişen devrimci hareketin en tepe noktası olmuş, aynı /amanda bir dönüm noktasını meydana getirmiştir. 1978. Devrimci Hareket açısından içinde yükselişi ve düşüşü taşımasıyla önemli bir yıl olmuştur. O güne kadar gelen, faşistlerle semtlerdeki mücadele taktiği oldukça yıpranmış sınıflar mücadelesinin bilinçli saflaşmasını bulanıklaştıran bir rol oynamaya başlamıştı. Bu taktik zeminde daha yükseğe çıkabilmek gerekiyordu. Tariş İş gah ve Gültepe barikatları bu taktik değişimin ilk ipuçlarını vermesine rağ­men. Devrimci Hareket yem görevlere kendini yükseltemediği ölçüde düşüşe l'lldl.

12 I ylül faşizmi, Desrımci Hareketin ikinci döneminin kapanışını başlatan bu işaret tası oldu. Ancak süreç kendi özgül yanlarıyla daha somaki yıllarda belirginleşti. Bıı, adam adım gelişmeyi üçüncü dönem başlığı altında irdele- \ vı egi/.

1 9

yol —TDH'NİN III. DÖNEMİ -

İKİNCİ BÖLÜM:

TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİ NİN m. DÖNEMİ: İLK İŞARETLERDEN BELİRGİNLEŞEN ÖZELLİKLERE

Türkiye Devrimci Hareketinin dönemsel bir değişim yaşadığını ileri sürü­yoruz. Sorunun böyle koııuluşu hiç şüphesiz temelli kanıtları gerektirir. Olay­ların kaba gidişinden varılacak sonuçlar gel-geç olur, hazırlıkta yanlış nokta­lara yığınak yapmamız sonucunu doğurur. Böyle bir tespite varabilmek için belli bir süreci yaşamak gerekti. Eylül faşizminden sonra devrimci hareketin sorunlarına yaklaşırken, 960-80 sürecinin kazanılmış alışkanlıklarıyla davran­dığımız için, karşılaştırmaları genellikle 12 Mart sürecinden hareketle yaptık. Düşüncelerimizdeki temel zemin, 12 Mart'tan devrimci hareketin çıkışına benzer özellikleri Eylül sonrası süreçte de arayıp bulmaya yönelikti. Eylüfün ilk yılında, büyük bir darbe yemesi üzerine atılan "Dev-Yol bitti" çığlıkları karşısında, "Türkiye bir küçük burjuva denizidir, radikal küçükburjuvazi ye­niden ortaya çıkacaktır" görüşünü ileri sürdük. Ancak yıllar aktıkça olayların bizi doğrulamadığı ortaya çıktı. Radikal küçükburjuvazi büyük ölçüde libe­ralleşti. 12 Mart sonrası çıkışıyla karşılaştırıldığında adeta buharlaştı, yok ol­du. Sadece Dev-Yol değil, Eylül öncesinin pek çok güçlü örgülü büyük bir erimeye uğradı. Anlaşılıyordu ki, olaylar 12 Mart sonrası gibi akmıyordu.

12 Mart'la benzerlikler değil farklılıklar birikmeye başladıkça, eski düşünce alışkanlıklarımızı teıketmeye zorlandık. Bütün bu gelişmeler, Devrimci Hare­ketin önüne yeni çözümlemeler yapmayı dayatıyordu. Tarihimize baktığımız­da, içinden geçmekte olduğumuz sürecin, 12 Mart'tan çok. Devrimci Hareke- t'iıı bir tasfiyeye uğrayıp sonra yeni bir doğuş yaptığı, 1950-60'lar dönemini andırdığını kavradık. Şüphesiz, koşulların birebir benzemesi anlamında değil, dönemsel bir değişim yaşamakta olduğumuz ve önceki süreçle köklü kopuş- malar yaşamak zorunda olmamız açısından, ortada bir benzerlik vardı. 12 Mart kesintisiyle, 1950-60 arasında yaşanan kopuşma ve yeniden doğuş kar­şılaştırıldığında, Eylül sonrası süreç, gelişen özellikleriyle gittikçe bir dönem­sel değişim karakteri kazanıyordu. En kaba gözlemle, Devrimci Harekelin kendini on yıl geçmesine rağmen toparlayamaması ve gittikçe "marjinalleş­mesi" sorunlara yaklaşımda köklü değişimleri zorluyordu. Yaşadığımız son oııbeş yıla bu gözle bakmaya başladığımızda olaylar daha aydınlık hale gel­meye başladı. Dün üzerinden atladığımız bazı gelişmeler farklı anlamlar ka­zanmaya başladı. Bu nedenle, yeni dönemin açılışına yaklaşırken onu başlıca iki aşamada ele almak gerekiyor. İlki, dün gözden kaçırdığımız ya da değinip geçtiğimiz dönemin ilk işaretlerini veren gelişmeleri irdelemek; sonra da dö- 20

nemi bir bakıma olgunlaştıran koşulları incelemek gerekiyor. Bugün artık pek çok devrimci örgütlenme işlerin eskisi gibi akmadığını teslim etmiş durumda. Ancak "teslim etmek" ve kavramak farklı şeylerdir. Yeni gelişmeler yeterince kavranmadığında karşı hazırlıklar sağlamca yapılamaz. Tam tersine yeni ko­şullara pasifçe tabi olma sonucu doğurur. Yaşanan da genellikle budur.

TDH'NİN m . DÖNEMİ ---------------------------------------------------------------y o l —

m . Dönemin İlk İşaretleriÖnce dünyadan başlayalım. 1980'lerin başlarında, kapitalizm-sosyalizm

dengesinde 1950'lerden beri yükselen ulusal kurtuluş savaşları döneminin ka­panmakta olduğunu tespit etmiştik. O günlerin dengesinde sosyal kurtuluş sa­vaşlarının geri ülkelerde yükselebileceğini öngörmüştük. İlk tespitimiz belli ölçülerde doğrulanırken, İkincisi dünya dengeleri alt üst olunca devreye gire­medi. Ancak olaylar çok sancılı yollardan da olsa bu yönde akıyor. Nikaragua devriminin sonuçları bu konuda işaretler veriyordu. Devrimle ele geçirilen iktidar ilk kez seçimle yitiriliyordu. Bu, dünyada önemli bir değişimin ilk işa­retiydi. Bu, aynı zamanda Sosyalist Sistemde bir yorgunluğa da işaret ediyor­du. Sistem, ulusal kurtuluş savaşlarının yükünü artık taşıyamaz hale gelmişti. Ancak o günlerde olayları bugünkü derinlik ve sonuçlarından görmek müm­kün değildi.

Dünyada diğer önemli gelişim Polonya olayları ile yaşanmıştı. Polonya'da 1982'lerde yaşanan gelişmeleri daha çok Çekoslavakya olayları gibi algıladık. Sistem içindeki bir zaaf noktası, sistemin genel gücüyle aşılabilirdi. Fakat olaylar böyle akmadı. Polonya olayları derinleşti. Ve aslında bu olaylar, yay­gınlığı ve dirençli karakteriyle, daha sonra Sosyalist Sistemde kopacak kıya­metin ilk habercisi oluyordu. O dönemdeki düşünce frekansımız, Polonya olaylarının yaydığı radyo dalgalarını yeteri derinlikte algılayamadı.

Bugünden dönüp geriye baktığımızda, ulusal kurtuluş savaşlarının bir tarih­sel dönem olarak kapanması ve Polonya olaylarının derinliği, dünya ölçüsün­de temelli değişimlerin ilk önemli işaretleri olarak görünüyor. Çünkü bu işa­retlerin devamı geniş ölçüde geldi. Ulusal kurtuluştan sosyal kurtuluşa sıçra- yamayan geri ülkeler, bugün, yeni sömürgeciliğin ağlarında derin bir çürüme sürecine girdiler. Polonya olayları ise, Sosyalist Sistemde bir çöküşle sonuç­landı.

Türkiye'ye gelince, Eylül faşizminin kapsamı ve uygulamaları olayın 12 Mart'tan çok farklı olduğunun işaretlerini veriyordu. Ancak devrimcilerin al- L’ilama gücü aynı ölçüde derinlikli değildi. Hala eski beklentilerle oyalan­maktan kurtulmuş değillerdi. Olayların gelişimi, eski düşünce alışkanlıkları çerçevesinden izleniyordu.

Öte yandan, III. Dönemin ilk önemli işareti 1984 Ağustos atılımı ile PKK tarafından verilmişti. Türkiye Devrimci Hareketi, 27 Mayıs ve 12 Mart alış- kanlıklarıdan dolayı süreçlere girerken "yol açıcılar" ardından yürümüştür.

9.1

Aynı alışkanlıkla Eylül'den çıkış için de hır yol açıcı beklendi, umuldu. Oysa. PKK'nin 1084 Ağustos atılımı, artık yol açıcı bekleme döneminin kapandığı­nı. Jıer devrimci örgütün kendi yolunu bilek gücüyle açınası gerektiğini vur­guluyor. aslında bu yolda devrimci herekete somut bir çağrı yapıyordu. 12 Eylül den. 12 Marta benzer bir biçimde çıkılamayacaktı. Bu tespiti '84 Ağus­tos eylemlerinden hemen sonra yapmıştık. Fakat, ardından gelen '87 kabarışı ve bahar eylemleri" düşünceleri yine eski alışılmış noktalara sürükledi.

Sonuç olarak. III. Dönemin ilk işaretlerinin kimilerini cılız da olsa algıla­mıştık. Fakat sadece algılamıştık. Bunların derinleştirilmesi ve mantık sonuç­larına vardırılmasın! ancak 1990’larda yapabildik. Burada, bu ilk işaretlerin mutlaka ardından gelen gelişmelere yol açmayabileceği itirazı yapılabilir. Böyle bir görüşe mutlak olarak karşı çıkılamaz. Ancak devrimci ustalık böyle özürler bulmakla kazanılamaz. Daha ilk işaretlere tepki üretebilecek yetkinli­ğe ulaşmak, o devrimci örgütlenmeyi her türlü gelişmeye karşı hazırlıklı tu­tar. Oysa ilk işaretlere rağmen eski alışkanlıklarda oyalanmak, insanı geliş­meler karşısında hazırlıksız bırakır. Türkiye Devrimci Hareketi nin başına ge­len de bııdur.

m . Dönemi Olgunlaştıran Koşullar1990'laıa gelindiğinde artık üçüncü dönem belli başlı özellikleriyle kendim

ortaya koymaya başlamıştı. Yine dünyadan başlarsak, en önemli gelişme Sos­yalist Sistemin yıkılışıydı. Bövlece bir tarihsel dönem dünya ölçüsünde kapa­nıyordu. İşçi simli iktidarlarının yenilgiye uğraması, ancak bir Hitler çılgın­ının saldırısıyla değil, daha çok kendi iç tıkanıklıklarının sonucu çözülmesi dünyadaki dengeleri pratik olarak alt üst etmekle kalmadı, insanlığın yüzelli yıldır savunduğu sosyalizm düşüncesini de köklü bir biçimde sorgulanır du­ruma getirdi. Kapitalizm ve sosyalizm biçiminde iki ana akım olarak şekille­nen insan düşüncesinde bir paralizasyona yol açlı. Düşüncelerin odak nokta­ları dağıldı. Bu, insanlık açısından çok önemli bir değişimdi.

Üçüncü Dönemi, Türkiye Devrimci Hareketinin önceki iki döneminden ayıran en önemli özellik dünyadaki bu yaşanan büyük alt üstlüktür. Önceki her iki dönem de dünya komünist hareketinin kesin bir yükseliş sürecinde ya­şanmıştır Oysa şimdi dünya komünist hareketi en zorlu günlerinden geçmek­ledir. 'Kolay" hiçbir şey yoktur. Pek çok düşünce ve pratik yetkin bir şekilde yeniden inşa edilecektir. Dünyadan bir örnek arayacak olursak, bugünlere en yakın örnek II. Enternasyonal in çöküş yıllarıdır. Ancak o günlerde Entarnas- yonal çökmesine rağmen, dünya devrimci hareketi bir yükseliş içindeydi. Oy­sa bugün aynı y ükselişi göremiyoruz. Komünist hareketi yakında kurtaracak bir Ekim Devrimi görünmüyor. Çöküşün en önemli pratik sonucu, bundan sonraki devrimci gelişmeler için, Rus Devrimi'nden Çin Devrimi ne kadar uzanan deneylerin öğretici gücünün zayıflamasıdır. Artık bu devrimler, sade­

TDH'NİN III. DÖNEMİ -------------------------------------------------------------- y o l —

2 2

ce iktidarı almalarıyla değil aynı zamanda onu yitirmeleri yönünden de de­ğerlendirilmek durumunda oldukları için, eski kolaylıkların bugün hiçbirisi yoktur. Devrimci Hareket, 1960-80 arasında, önceki devrim örneklerini ko­layca kopya ettiği için, buglin çok daha zor bir açmazdadır. Bu kolay örnek alma alışkanlığından kurtulamazsa, bugün devrim örnekleri yerine kendine Batı'daki sosyal demokratlaşan partileri örnek alabilir. Büyük ölçüde böyle bir yola girmiştir de. İ

III. Dönemi, Türkiye'de olgunlaştıran koşulara gelirsek, iki önemli gelişme­den söz etmek gerekir. Birincisi ve en önemlisi,’ i985'lerde kapitalizmin 1950'lerden sonra en önemli sıçramasını yapmış olmasıdır. Bu gelişme sosyal ve kültürel alanda oldukça yeni bir atmosfer yaratmıştır. Pek çok eski değer erimiştir. Bütün bu gelişmelerin kaçınılmaz biçimde sınıflar mücadelesi ko- şulkırın* dagnemıi eatilerijolnnıştur. 50'lerden sonra şehirlere en büyük nü­fus yığılması yaşanmış, kutuplaşmalar artarken mücadele ortamında ise tam tersine uzlaşmacı eğilimler ortaya çıkmıştır. Daha da ötesi toplumsal çürüme istisna olmaktan çıkmış, kanser gibi yaşamın pek çok alanını sarmaya başla­mıştır.

İkincisi, pratik mücadele süreci olarak yaşanmıştır. İşçi ve öğrenci 1 lareketi nin 1987-91 arası yükseliş dalgası önce 60 ların düşünce va davranış alışkanlıklarını canlandırmış; durulma ve gerilemenin başlamasıyla birlikte Devrimci Hareket yeni bir tasfiye sürecine girmiştir. Bu kısa süreç, III. Döne­min kavranması açısından büyük öneme sahiptir. Çünkü hiçbir şeyin eskisi gibi gitmediği ancak bu olaylardan sonra en çıplak biçimde ortaya çıkmıştır.

Sonuç olarak, Üçüncü Dönemi olgunlaştıran koşullar 1990 larda kendini bcjiıgiıı bir biçimde ortaya koymuştur. Sosyalizmin yıkılışı; Türkiye'de kapi­talizmin yeni bir sıçramaya girmesi; pratik olarak da 87-91 yükselişinin ar­dından yaşanan tasfiye süreci, Devrimci Hareketin artık yeni bir dönemin eşi­ğinde olduğunu göstermiştir.

m . DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ VE ÇIKARTILMASI GEREKEN İLK SONUÇLARDönemi Türkiye özgülünde irdelemeden önce dünyadaki gelişmelerin ana

özelliklerini ve bunlardan çıkartılması gereken sonuçları değerlendirelim. Bıı değerlendirmeyi başlıca üç yönde yapmak gerekiyor. Sosyalizmin yıkılışının ortaya çıkarttığı sorunlar; kapitalist anayurtlarda son gelişmeler ve Kapita- lizm-Sosyalizm dengesinin ortadan kalkmasının yarattığı sonuçlar. Bu yazıda yukarıda sözü edilen konular yalnızca ana hatlarıyla irdelenecektir. Herbiıi daha detaylı çözümlemeleri gerektiriyor. Bu sorunlara çeşitli yazılarda belli İm seviyede değindik. Mutlaka derinleştirilmesi gerekiyor. Konumuz açısal­lan bıı yazının ihtiyacı ölçüsünde ele alınacaktır.

TDH'NİN III. DÖNEMİ ---------------------------------------------------------------y o l —

2&

TDH'NİN m . DÖNEMİ y o l —

1) Sosyalizmin Yıkılışı ve Çıkan Sonuçlar:İnsanlık, 1990'larda büyük bir düşüşe tanık oldu. 1900'lerin başlarında in­

sanlığın önüne Ekim Devrimi'yle açılan yol, büyük bir toprak kaymasıyla tı­kandı. Artık hazır yürünecek bir yoldan çok üstündeki enkazın temizlenmesi gereken bir yol var önümüzde. Bunun zaman ve güç gerektirdiği açık. Yaşa­dığımız günler bu gücün biriktirildiği günlerdir. Dün, varolan bir Sosyalist Sisteme ulaşmak ve kendi özgül yanlarımızı koruyarak bu sisteme katılmak hedefimizdi. Bugün, yolu yeniden döşemek zorundayız. Türkiye Devrimci Hareketi de bu görevden payına düşeni yerine getirmek durumundadır. Üçün­cü Dönemin eşiğinde, elimizde bilimsel sosyalizmin temel verileri dışında hazır pratik-denenmiş yollar yoktur. Denenen yollardan çıkartılması gereken önemli dersler var şüphesiz. Fakat çıkartılacak en "mükemmel" dersler bile artık uygulama bekleyen, sınanması gereken tezler durumunda olacaktır.

Sosyalizmin yıkılışından iki farklı zeminde ders çıkarmak gerekiyor. Birisi, bugünün günlük mücadele taktikleriyle ilgilidir. Diğeri, iktidar sonrası uygu­lamalarla ilgili olan program seviyesinde sonuçlardır.

Sosyalizmin yıkılışı, günlük mücadelede üç önemli sonuç yaratmıştır: Ufuk kopması; sosyalizmin pratik hedef olmaktan çok, yeniden, ütopya bulutların­ın üstüne çıkartılması; sınıflar savaşının üstünün örtülmesi.

Ufuk kopması, kendini en iyi biçimde post-modernizmle göstermektedir. Post-modernizmin doğuşu şüphesiz ki sosyalizmin yıkılışı ile yaşıt değildir. Daha sosyalizm yıkılmadan "Sovyet tipi sosyalizm "den umutların kesildiği ve "68 devriminin" Batı Avrupa'da hiçbir kalıcı sonuç yaratmadığının anlaşıl­dığı yıllarda, Batılı aydınların düş kırıklığı olarak doğmuştur. Geçmişi ve ge­leceği bir kenara bırakan sadece günü öne çıkartan bir düşünce akımıdır. Sos­yalizmin yıkılışı bu yaklaşımı güçlendirmiştir. Kendisi mantığı gereği "insan­lığı şekillendirecek her türlü projeye" karşı olduğu için organize bir örgütlen­me olarak yaşamıyor. Herşeyi günlük akışa bırakan kendiliğinden bir tarzda yaşıyor. Post-modernistlerin güçlü düşünce akımlarının yarattığı tarzda etki­ler yaratmamaları, iç tutarlılığı olan bir düşünce sistemi ortaya koymamaları onların etkilerinin olmadığı anlamına gelmez. Tam tersine bugün insanlık ge­niş ölçüde post-modern bir iç güdüyle yaşamaktadır. Ve bu gidiş, insanlığın önüne, sadece teorik değil, pratik gücüyle de geleceği tanımlayan bir ana dü- şünsel-siyasi akım konulmadıkça sürecektir. Bu dönem orta çağdaki büyük imparatorlukların güçlerini yitirip, her derebeyin kendi malikanesine çekildi­ği günleri hatırlatmaktadır. Post-modemizm, kapitalizmin yarattığı bireycili­ğin en yüksek ve aynı zamanda artık saçmalaşan bir aşamasıdır.

Ancak post-modernizm bütünüyle saçma ve yersiz de değildir. Gerek kapi­talizmin ve gerekse sosyalizmin hemen herşeyi bir kalıba-standarda dökme çabasının yarattığı kireçlenmelere tepkidir de. Kapitalizm, bencilliği zirveye çıkartarak bireyi çürütürken; sosyalizm, kaba kollektivizmle bireyi silikleştir-2 4

TDH'NİN III. DÖNEMİ yol —iniştir. Bu tıkanma-kireçlemne noktasından post-modernizm çıkmıştır. Bazı haklı çıkış noktalarından hareket etse de, vardığı sonuçlarla karşı olduğu ol­guları değiştirmeyi hedeflemediği için bataklık durgunluğunda çürümeyi yeğ­lemek gibi bir sonuca varmıştır. Onu bu sonuca götüren, olguların sadece yü­zeyinde kalmasıdır.

1800’lerin ortalarından itibaren insanlık iki büyük düşünce va davranış sis­temiyle şekillendi: Bir yanda burjuva ideolojisiyle kapitalizm, karşısında Marksist düşünce temelinde sosyalizm. Günümüzde insalığın ufkunda her iki düşünce ve davranış sistemi de eski itibarını, çekiciliğini yitirmiştir. Düşün­celerdeki ufuk kopmasının altında bu temel zemin yatar. Sosyalizm, kendi ta­rihinde dönem dönem gerilemelere uğramıştır. Bunların en uzunu Paris Ko- münü’nün yenilgisinden sonra yaşanmıştır. 1917'lerden sonra ise sürekli bir gelişmeden söz edilebilir. Gerçi sosyalist sistem 1970'lerin ortalarından itiba­ren tıkanma belirtileri gösteriyordu. Fakat bütün bu tıkanmalara sistemin ken­di iç dinamiği ile aşılacak sorunlar olarak baktık. Bugün gelinen noktada ise, sosyalizmin mücadele tarihinde belki de en önemli gerileyişlerinden birisi­dir. Ancak büyük çıkış ve yeniden hız alışlar da böyle köklü dönüm noktala­rından sonra yaşanır.

Ufuk kopmasını aşmanın kolay ve kestirme bir yolu olmadığı açık. Dünya ve Türkiye'nin yeni koşullarına cevap verebilecek bir düşünce ve davranış sistemini geliştirmekten başka yol görünmüyor. Post-modernistlerin deyimiy­le" insanlık için bütünlüklü bir değişim projesi" tasarlamaktan kaçınmak im­kansızdır. Daha doğrusu sosyalistler için görev "projemizin" eskiyen ve yan­lışlanan yanlarım yetkinleştirmektir. İnsanlık, böyle büyük akımlarla gelişi­mini sağlayabilir. İnsan için, geleceği tasarlamaktan vazgeçmek insanlığından vazgeçmeye eşdeğerdir.

Sosyalizmin yıkılışının yarattığı diğer sonuç, onu yeniden ütopya bulutları­nın üstüne çıkartmak olmuştur. Sosyalizm yenilince işin altından nasıl kalka­cağım bilmeyenler "her insanın ve toplumun ütopyası olmalıdır, bizimki de sosyalizm" diyerek onu bilerek ya da bilmeyerek ulaşılmaz noktalara uzak­laştırmalardır. Oysa, Marks ve Engels'le birlikte sosyalizm "ütopik" olmak - ı.ııı kurtarılmış "bilimsel"leştirilmişti. Yeniden ütopyaya mı döneceğiz? Bu. Marksizmin bilimsel gücüne olan güveni yitirmenin duygu yüklü ifade edi­lişinden başka bir anlama gelmez. Oysa Marksizmin bilimsel gücü yaşadığı­mız sorunları çözebilecek güçtedir. Eğer onu bir tabu, orta çağın "kara kaplı kitabı" gibi algılamaz, "bir eylem kılavuzu" olarak kavrarsak sorunlara yaratı­cı yaklaşımlar mümkündür. Yenilgiden sonra sosyalizmi yeniden bir ütopya olarak algılamak, onu sırf ahlaki bir zeminde kısırlaştırmak olur. Bu ise, ge­rek sosyalizmin 70 yıllık deneyini ve gerekse kapitalizmin gelişim detaylarını bilimsel bir titizlikle sürekli irdelemekten vazgeçmektir. O zaman sosyalist papazlar oluruz. Toplum biçimlerinin değişimi kuramını kaba kavrayışla sos­yalizmi gelecekte hazır ve "kanun gereği" ulaşılacak bir hedef olarak algıla-

TDH'NİN III. DÖNEMİ yol —inak, bir başka kuramı, değişimin güçler savaşından çıkarttığı kuramını unut­mak olur. Bugünlerde karşı güçleri yenilmez görenler -ki önceleri aynı güçle­ri kolay yenilir görüyorlardı- sosyalizmi bir ütopya olarak sunmayı günümü­zün bir yeniliği sanıyorlar. Oysa kafalar, güçlenmiş görünen devrim karşıtı güçlerin nasıl zayıflatılacağında yoğunlaştırılmalıdır.

Sosyalizmin yıkılışının günlük mücadeleye son yansıma biçimi: Sınıflar sa­vaşının üstünün örtülmesidir. Burdan hareketle mücadelenin safları bulaııık- laştırılmaktadır. Günümüzde özellikle eski sosyalist ülkelerde ve genel olarak dünyada yaşanan bazı süreçler olduklarından öte yorumlara uğratılıyorlar. Değişen koşullar sınıflar mücadelesinde bazı önemli değişmeler yaratsa da onun temel zeminini eritmemiştir. Tam tersine, tüm dünyada sınıflar savaşı­nın yeni bir dönemi için koşullar olgunlaşmaktadır. Önemli olan bu koşullar­daki yenilikleri görebilmektir. Sosyalizmin hedefinin darbe almasıyla müca­deleler dini-etnik görüntülere girmiştir. Bu bir gerçektir. Ancak daha bugün­den bu görüntülerin biraz altı kazındığında sınıf gerçekliği ortaya çıkmakta­dır.

Sosyalizmin yıkılışının program hedeflerinde ortaya çıkardığı sonuçlara ge­lince: Bunları başlıca dört başlıkta toplamak mümkün.

- Mülkiyet ilişkileri,- Merkezi planlamanın rolü ve sınırlan,- İşçinin üretimde yaratıcı yer alışı sorunu,- Devlet, parti ve halk örgütlenmelerinin ilişkisi.Bu konular esasında ayrı bir yazı konusudur. İlk temel yaklaşımlarımızı

"Çöküşün Işığında Sosyalizmin Teorik Sorunları" yazısında ortaya koyduk.' Eski sosyalist ülkelerdeki en son gelişmeleri de kapsayan daha derinlikli de­ğerlendirme yapma görevi önümüzde duruyor. Ancak şimdiden temel yakla­şımlar ortaya konmuştur. Bu yazıda, yukarıdaki konulara sınırlı ölçülerde de­ğinilecektir.

Mülkiyet ilişkileri: Bugün dünyada ve eski sosyalist ülkelerde bilindiği gibi "özelleştirme" modadır. Hatırlarız, 1960'lar dünya ve Türkiye'sinde "mil­lileştirmeler" ana eğilimdi. Konu, mülkiyet biçimlerinin tartışılması kılığında yürüyorsa da altında başka daha temel bir üretim gerçeği yatmaktadır: Rasyo- nel-veı imli olmaktan çıkmış devlet ya da ulusal işletmelerin verimli hale geti­rilmesi, sorunun bel kemiğidir. Diinya, bu sorunun çözümüne günümüz ko­şullarında özelleştirme yolundan yaklaşıyor. Dolayısıyla tartışılan sorun sırf ve yalnızca mülkiyet biçimlerinin ne olacağı değil, işletmelerin nasıl hangi yollardan verimli hale getirileceği sorunudur. Sosyalizmin bu konudaki dene­yi parlak değildir. 1950-60’lara kadar önemli başarılar sağlansa da, en sonun­da Sovyet ekonomisi öyle bir yapıya bürünmüştür ki, hemen hemen ekonomi­nin yarısı sübvansiyonla ayakta durur hale gelmiştir. Ekonominin verimli iş­leyen yarısı, verimsiz diğer yarısını besler hale gelmiştir. Toplumsal fonlar

TDH'NİN III. DÖNEMİ yol —buralara akınca teknik yenilenme, hatta gündelik tüketim maddelerinin karşı­lanması büyük bir sorun haline gelmiştir.

Yetmiş yılın deneyinden çıkartılması gereken en önemli sonuç, mülkiyet biçimlerinin iktidar ve kanun zoruyla değiştirilmesi, kendi başına üretim zen­ginliği yaratmıyor. Özellikle işçi sınıfı iktidarı gerçekleştikten sonra henüz küçük üretimin egemen olduğu alanlarda toplumsal mülkiyete geçişte yapay zorlamalar, daha sonraki süreçlerde, üretici güçlerin gelişimini kireçlendiren sonuçlar yaratmaktadır. Süreçlerin götürülmesinde yavaşlık kadar aşırı hız da inanılmaz dirençler yaratabiliyor.

Mülkiyet biçimlerinin birbirine göre üstünlüğü günlük üretim pratiğinin so­nuçlarıyla temellendirilmedikçe, kanunlar onları tek başına değerli kılmıyor. Koca Sovyetlerde, yetmiş yılın sonunda, "devlet mülkiyeti" tam anlamıyla değersizleşmiştir. Özel mülkiyet çok mu itibarlıdır? Hayır. Bu nedenle, sis­tem, tam anlamıyla okyanusta pusulasız bir gemi gibi gidiyor.

İşçi sınıfı iktidarı ilk elden büyük işletmeleri ve sermaye kaynaklarını dev­rileştirebilir. Bundan sonraki gidiş ise tamamen üretimdeki güçlerin durumu­na bağlıdır. Zaten böyle söylüyorduk demiyelim. Herkesin kafasında, Sovyet örneğindeki kısa NEP döneminden sonra, küçük üretimin hızlı bir tasfiyesi yatmaktadır. İşte bu noktadan itibaren yıkılan sosyalizm deneyi önem kazanı­yor. Olaylar, tarihin bu bölümünü tekrarlamamıza izin vermiyor. Bu konuda sosyalizm deneyinden daha detaylı dersler çıkartmalıyız.

Merkezi planlamanın rolü ve sınırları: Sovyet deneyi merkezi planla­manın sınırlarını açıkça göstermiştir. Herşeyin planlanabileceğinin düşünül­düğü bir toplum yapısında sonunda üretici güçler kireçlenmiş, üretime yaban- cılaşılmıştır. Ve ortaya devasa bürokratik bir mekanizma çıkmıştır. İğneden ipliğe herşeyin planlanabileceği bir toplumda, üretimde yaratıcılık ve üretim bilincinin ortalama olarak çok yüksek seviyelere çıkması gerekir. İşçi iktidarı ıız.ıın bir dönem toplumsal kaynakların ana kullanılış yönlerini planlamakla kendini sınırlamalıdır. Bilgisayar çağında teknik olarak lıerşey planlanabilir. Zaten bu yolda çok çaba harcayan Sovyetler, bu temel gerçekten dolayı, bu­gün teorik matematikte dünyanın en gelişkin ülkesidir. Ama öte yandan, bir ayakkabı üretiminde zaafa düşebiliyor. Bu noktada, teknik ve insan bağlantısı unutuluyor. Teknik, insanı yücelttiği ve yetkinleştirdiği ölçüde insanın gö­zünde değer kazanır. Onu kestirme yoldan kalıplara dökmeye çalıştığında ise büyük dirençleri ayaklandırır.

Merkezi planlama, toplumsal sınıf ve tabakaların istek ve özlemleri arasın­daki çelişkileri kısa yoldan sıfırlamayı amaçladığı ölçüde taşınmaz bir hantal­lığa dönüşmüştür. Uzun bir süre, bu çelişkileri bir orkestra şefinin titizliğinde ııyumlandırmayı amaçlayabilir.

işçi sınıfının üretimdeki yeri: Devlet mülkiyetine geçişle, işyerlerinde "fabrika konseyleri" kurarak işçi sınıfının üretimdeki rolü yaratıcı bir katılıma düııüştürülememiştir. Sovyet işçisi de, esas olarak, kendi işyeri ve yaşam ko-

TDH’NİN III. DÖNEMİ yol —şullarından ötesiyle fazlaca ilgilenmemiştir. Bu konu, sosyalizmin ve insanlı­ğın çözmesi gereken en temel sorundur. Çözüm için ise, kestirme ve hazır hiç bir reçete yoktur. Sovyet deneyinde Stakhanov hareketi bir yıldız gibi parla­mış, ancak çok kısa bir sürede kömür gibi kararmıştır. Stakhanov hareketine ise en büyük direnç yine işçi sınıfından gelmiştir.

Deneylerin gösterdiği en temelli ders şudur: Üretimde yaratıcılığın tartışıl­maz ön koşulu güçü bir iş disiplininin inşa edilmesidir. Aksi durumda bütün yaratıcı katılım özlemleri iş tembelliği ile sonuçlanıyor. Bir de bunun, henüz mujiklikten çıkmamış, köylü alışkanlıklarını tümüyle taşıyan Sovyet işçileri­ne uygulandığını düşünün, sonuç: "çalışıyor gibi yapıp ücret almak" olmuş­tur. Ne işin ne de ücretin bir değeri kalmamıştır. Iş disiplinini, kapitalizm, kendi tarihsel gelişimi içinde üç yüz yılda kurdu. Sosyalizm aynı süreyi ge­çirmek için bekleyemezdi. Ancak, tarihsel olarak atlanan basamakların büyük boşluklar yarattığı iyi kavranmalıdır. Bu boşluklar için karşı tedbirler yaratıl­madığında sırf ajitasyon ve iyi niyetle "cehennemin yolları döşeniyor".

Devlet ve parti ilişkisine gelince: Konu basite indirgenip '"çok partili sosyalist demokrasi" yaklaşımına varıldı. Sorun, bu kadar basit değildir. Top­lumsal tabakalar arasındaki çelişkiyi, sistemin gelişmesi için enerjiye dönüş- türebilmektir sorun. Oysa sosyalizm deneyi sürekli bir biçimde bu çelişkiler­den çıkan enerjiyi sönümlendirmek yolunda akmıştır. Sonunda ortaya şizofre- nik, kişilik parçalanmasına uğramış bir toplumsal yapı çıkmıştır. Söylemi bir yönde, uygulaması başka yönde akan bir toplumsal yapı şekillenmiştir. Söz, yani hedefler bütünüyle değerini yitirmiş, uygulama ise hedefsiz kalmıştır. Sistemi yıkan en büyük güç budur. Bu güç, Amerikan emperyalizminden bile daha zorludur. Kitlelerin, 1987'lerden sonra Partinin hiçbir söylediğine kulak aşmazken, en küçük "muhalif ses"in peşinden büyük bir heyecanla koşması­nın nedeni budur.

Bağlarsak, sosyalizmin yıkılışı pek çok detay sûrunla birlikte bu dört ana konuda önümüze önemli dersler sunuyor. Sorunların hepsi sosyalizmin prog­ram konularıdır. Türkiye Devrimci Hareketi, yeni bir mücadele dönemine gi­rerken omuzunda bu büyük yükleri de taşıyarak giriyor.

Sosyalizmin yetmiş yıllık deneyiyle, mülkiyet biçimlerinde yapılan değişi­min ve merkezi planlamanın gücünün sınırlarını gördük. Öte yandan, işçi sı­nıfının üretimdeki etkinliğinin nelere bağlı olduğunu ve Parti nin iktidar gü­cünün sınırlarını kavradık. İktidar olduğumuzda, genel olarak, adeta sonsuz bir gücü elimizde tutacağımızı tasarlıyorduk. Olaylar, her gücün bir sınırı ol­duğunu gösterdi. Tasarımlarımızla olayların çeliştiği nokta, gücümüzün sınır­larını gösteriyor. Yeni bir güç kazanabilmek ise, olaylara göre tasarımlarımızı yetkinleştirmekten geçiyor. Bu noktada inat çöküşü getiriyor. Sosyalizmin deneyinden hangi hataları tekrarlamamamız gerektiği oldukça aydınlık bir şe­kilde açığa çıkıyor. Neler yapmamız gerektiği ise aynı aydınlıkla belirmiyor. Bunların daha yetkince tespiti, teorik öngörülerin yanında, 1990'lar sonrası 28

sınıflar mücadelesinin pratik akışından ortaya çıkacak ilk yeni filizleri erken yakalayabilmekten geçiyor. 1905 devriminin, neredeyse Bolşeviklerin bile gözünden kaçan Sovyet örgütlenmeleri, 1917 devriminin motor gücü olmuş­la. Çevremize, aitık pek çoğu yara almış formül kalıplarından değil, yeni ge­lişmeleri hemen yakalayacak gözlerle bakmalıyız. Örneğin, Meksika'da Za- patistler, silahlı savaşın yanında mücadeleye ölçülü bir duygusallık, hatta şi­irsellik getiriyorlar. Her siyasi manifestoları adeta bir sanat yazını. Demek ki, Azteklerin torunları MeksikalI yerlilerin ruhuna başka türlü girilmiyor. Yeni döneme yaratıcılığın en yücelerine göz koyarak girmeliyiz.

2) Kapitalist Anayurtlar'da Son Gelişmeler:Sosyalizmin yıkılışından sonra sıra Batı'nın ünlü refah devletlerine geldi.

Refah devletleri adım adım eriyor. Bu erimenin nedeni elbetteki sosyalizmin yıkılışı değildir. Yıkılış, erimeye ivme vermiştir. İşçi sınıfı iktidarı korkusu kalmayınca kapitalistlerin elleri biraz daha özgürleşmiştir. Batı işçi sınıfının uzun yıllar süren mücadelesiyle ve aynı zamanda Sosyalist sistemin varlığı­nın etkisiyle elde edilmiş haklar, bugün tek tek geri alınmaktadır.

Refah devletleri iki maddi temelden doğmuştu. İki dünya savaşı sırasında Amerika'nın yaptığı dev sermaye birikiminin savaş sonrası Avrupa'ya akması ve yeni sömürgecilikle üçüncü dünyanın talanı. Emperyalizmin bugün motor gücü yoktur ya da oldukça hırpalanmış, yorgun durumdadır. Yeni sömürge­cilikle üçüncü dünyayı talan etmenin imkanları da gittikçe daralmaktadır.

Bu gelişmeler Batı'da uzun süredir uyuyan işçi sınıfı hareketini canlandıra­bilir. Ayrıca onların üçüncü dünya halklarına karşı olan kayıtsızlığını belli öl­çülerde kırabilir. Bugün bu, geçici olarak tersi yönde işliyor. Avrupa'da ırk­çılığın yükselmesi gibi. Ancak bunlar ilk ilkel tepkilerdir. Batı'ya işçi göçü­nün durmasının tek yolunun artık üçüncü dünyanın "kalkınmasından" geçtiği en kör göze bile batıyor. Refah devletlerinin eriyişi bir yandan işçi hareketini canlandırabilir; öte yandan uluslararası işçi ve halklar dayanışmasına yeni iv­meler verebilir. Bu konuda erken hayallere elbette gerek yok. Ancak sürecin bu yöne bakabileceğini, bunun bizim gibi ülkelerin devrimlerine yapacağı katkıyı da bugünden düşünmek zorundayız. Bu gelişmeler "cephe gerisinde­ki" örgütlenmenin önemini arttırabilir.

Bir diğer gelişme işçi sınıfının yeni, "beyaz yakalı" kesimlerinde yaşanabi­lir. Eğer refah devletlerinin erimesi derinleşirse sınıf mücadelesi alanına be­yaz yakalılar da kendi üsluplarıyla gireceklerdir. Böyle bir gelişme sınıf mü­cadelesi için önemli bir yeni basamak olur. Mücadeleyi zenginleştirir.

Kapitalist anayurtlarda diğer önemli bir süreç daha yaşanmaktadır. Gelişen teknik, üretim sisteminin bazı temelli noktalardan sorgulanmasını gündeme getirmektedir. Yaşam, iki zıt süreci birbirinin içine geçirmektedir. Kapitalist anayurtlarda bir yandan sosyal haklar gerilerken diğer yandan kapitalizm kendi içinde bireyci Anglo-Saxon İngiliz-Amerikan kapitalizmiyle, "toplum-

TDH'NİN III. DÖNEMİ -------------------------------------------------------------- y o l —

2 9

cu" Alman-Japon kapitalizmini karşılaştırarak kendi iç hesaplaşmasına başla­mıştır.

Cambridge Üniversitesi"nden bir araştırmacı "Japon sanayi sistemi Batı'da bilinen anlamıyla bir kapitalizm olarak tanımlanabilir mi?" diye soruyor.

Kapitalist ana merkezler arası bu hesaplaşma şu bir kaç noktada odaklan­maktadır:

I - İşgücüne yaklaşımda yenilikler, üretime katma ve iş garantisi;2- Kitlesel üretim yerine esnek, model değiştirilebilir üretim ve sürekli ye­

nilenme;3- Kısa vadeli yüksek karlar ya da uzun vadeli "stratejik pazar fethi";4- Ticaret ve finans alanında spekülasyon mu, üretimi güçlendirmek için

sermaye akışı mı?Hesaplaşmadaki dört nokta hangi anlamlar taşımaktadır?"Bireyci" İngiliz-Amerikan kapitalizmi işgücüne "bayağı bir meta" gibi

davranmakla kendini eleştiriyor, Japonların işçiyi üretime katan ve ömür bo­yu iş garantisi veren sistemine özeniyor. İşgücünün meta olmaktan çıkarılma­sı sosyalizmin alanına girer. İkincisi, esnek ve sürekli yenilebilir üretim, üre­tici güçlerin aralıksız geliştirilmesi anlamına gelir. Kapitalizm henüz bu yete­neğini yitirmemiş görünse de, tekelci üretim ilişkileri, yapıları gereği bu geli­şime her an engel olabilir. Ayrıca, sermayenin hızla değersizleşmesine karşı, özel mülkiyet koşullarında sermayenin kendisi sonuna kadar direnir. Sosya­lizm, toplumsal sermaye kullanımında yeterince iyi örnekler vermese de, üre­timin sürekli yenilenmesi özel mülkiyet koşullarında güçlü engellere sahiptir. Üçiincüsti, kısa vadeli yüksek karlar yerine, düşük kara dayalı uzun vadeli ge­lişim ancak planlama ile mümkündür. Üretim planlaması da esas olarak sos­yalist üretim ilişkileri içine girer. Son olarak, ticaret ve finans alanında spekü­lasyonun eleştirisi, finans kapitalin çürüyen yanlarının eleştirisi olmaktadır. Ancak finans kapital koşullarında bu spekülasyondan kurtulmak imkansızdır.

Ana hatlarıyla değindiğimiz bu hesaplaşmada kapitalizm kendi sorunlarını çözmek için tartışırken sosyalizmin alanına girmeden edemiyor. Buradan hiç şüphesiz, emperyalizmden sessiz sedasız sosyalizme geçileceği sonucu çıka­maz, ancak atılan bütün "komünizm öldü" çığlıklarına rağmen kapitalist üre­tim biçiminin maddi tıkanma noktalarının kaçınılmaz biçimde sosyalist üre­tim biçimini zorladığı sonucu çıkar.

Kapitalizmin kendi iç hesaplaşmasından çıkarılabilecek diğer sonuçlara ge­lince: İliklerine kadar bireyci İngiliz-Amerikan kapitalizmi ve çılgın tüketim toplumu son sınırlarına yaklaşıyor. Sonuna kadar azdırılan bireycilik ve tüke­tim çılgınlığı, sonunda geleceği olmayan, sırf günü ve kendini düşünen bir toplum yaratmıştır.

Öte yandan, sözde "toplumcu" Japon kapitalizminin "toplumcu" yanının modern sosyalizmden değil, ataerkil geleneklerin korunmasından geldiği çok

TDH'NİN İD. DÖNEMİ -------------------------------------------------------------- y o l —

3 0

TDH'NİN III. DÖNEMİ yol —açıktır. Ve kaçınılmaz olarak Japon kapitalizmi de, "toplumcu" yönünü terke- deıek, batının bireyci yapısına dönüşecektir. Demek ki "toplumcu" kapita­lizm, kapitalizmin bir aşaması değil, ülke özgülünden kaynaklanan gel-geç bir nüanstır. Ancak, bu gel geç nüansın bazı özellikleri, kapitalizmin yapısal zaaflarım açığa vurmada bir misyona sahip olmuştur.

Sosyalizm deneyinde yaşanan kaba kollektivizm ise, sonunda bireyciliği hortlatmıştır. Bağımsız bireylerin kollektif davranışı inşa edilemeyip, kaba toplumculukla birey hiçleştiıilince, o da varoluş hakkını bireyciliği bayraklaş- lırarak ilan etmiştir. Tüm bu deneyler sosyalizmin yeniden, fakat daha ileri bir seviyede inşası için imkanları gözler önüne sermektedir.

Kapitalist anayurtlarda uzun süren kriz sonunda, sorunların odak noktasına, sistemin insan üretici gücüne davranışında yapılması gereken yenilikler otur­muştur. Üretkenliği arttırmada bant sistemlerinin önde olduğu dönem kapan­maktadır. Yeni tekniğin kullanımı işgücünün daha eğitimli olmasını bu ise üretime ilginin artırılmasını gerektirmektedir. Bilimsel teknik devrime kadar olan döneme, tekniğin insanı silikleştirdiği bir dönem olarak bakabiliriz. Fa­kat bilgisayar çağında, düşünce gücünü inanılmaz yetkinlikteki araçlarla ye­dekleyen insan üretici gücü, makinaların arkasında silikleşen konumundan kurtulma yolundadır.

Son teknik bilgilerle donatılan yeni eğitilmiş insan üretici gücüne, artık Taylorizm döneminin kalıplaşmış kurallarıyla davranılamaz. Kapitalizm, bu gerçeklikle büyük ölçüde yüzyüze gelmiştir. Bu nedenle "işçiyi üretime kat­ma", "kalite kontrol çemberleri", ki bunları en yetkin biçimde Japonlar uygu­lamaktadır, gibi kavramlar, bant sistemi, otomatik kontrol sistemi gibi kav­ramların yerini almaktadır. Yeni teknik, işgücünden daha yüksek bir kalite is­temektedir. Bu durum, sınıfla sistem arasındaki ilişkilere yeni bir yapı kazan­dırmaktadır. Yüksek kaliteli işgücü ise, işten zevk almak, işinde yaratıcı ol­mak istemektedir.

Sonuç olarak, kapitalizmin zorladığı değişimler, "komünizm öldü" çığlıkla­rının atıldığı günümüzde, sosyalizmin nasıl daha yetkin bir biçimde yeniden inşa edilebileceğinin bütün ipuçlarını vermektedir.

Özetlersek, yeni dönemde kapitalist anayurtlardaki gelişimler özel bir ilgiyi gerektiriyor. Bir yandan, refah devletleri erirken bunun yalatacağı sınıfsal enerji kendini çeşitli biçimlerde ortaya koyacaktır; öte yandan, yeni tekniğin uygulamaları yaygınlaştıkça, bir yönüyle sınıfın yapısmda bazı önemli deği­şimler yaşanacak, diğer yönüyle sistem bazı temel noktalarında yeni tekniğin yarattığı sonuçları taşımada zorlanacaktır.

Kapitalist anayurtlardaki gelişimler sınıflar mücadelesi tarihinde yeni bir sayfayı açacak güçte görünüyor. "Kapitalizmden Sosyalizme Geçiş Çağma Ne Oldu ?"4 yazısında belirttiğimiz gibi, Batıda "sınıf hareketi yeni dönemde bir kere daha tarih sahnesine girecektir. Bu sefer, sadece üretimde basit örgüt­lü bir kitle olarak değil; üretimi belli bir seviyede örgütlemeye yetenekli bir

**114) M.Yılmazer. Yol Derilisi. Ocak '93

y o l —

kitle olarak mücadele tarihinde ayrı bir dönem açacaktır."3) Kapitalizm-Sosyalizm Dengesinin O rtadan Kalkmasının Y arattığı Sonuçlar:Bu gerçekliğin dünya devrimci sürecini nasıl etkilediğine gelmeden, daha

önceleri yaptığımız bir tespiti hatırlayalım. Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin çözülmesi ile Emperyalizmin üçüncü paylaşım dönemi açılmıştır. Üç güçlü merkezin çekiştiği bu paylaşım dönemi henüz eski bildik yollardan akmıyor. Ancak dünyanın her köşesini patlamaya hazır bir kazan haline getiriyor. Bu­nun en uzun süreni Yugoslav iç savaşı olmuştur. Burada, Almanya ve tabii Avrupa çok kötü bir sınav vermiştir.

Üç merkezin çekişmesi "üçüncü dünyada"gerilimi sürekli tutan bir durum yaratmaktadır. Günler aktıkça, bu güç merkezlerini oldukça zorlayan bir şe­kilde Rusya ve Çin de devreye girmektedir. Rusya ve Çin hem paylaşılacak alanlardır;hem de paylaşımdan pay istemektedirler. Dünya adeta I.Dünya Sa­vaşı öncesine dönmüştür. Elbette tarih tekerrür etmez. Hele ilk iki paylaşım savaşından koca bir sosyalist sistemin çıkması deneyinden sonra kendini tek­rarı çok zordur. Ancak ana güç merkezlerinin dağılmış olması, dünya politi­kasını ve bu politik ortamda sınıf mücadelesi yürütülmesini tam anlamıyla bir çok bilinmeyenli bir denklem haline yükseltmiştir. Eski dengede denklem sa­dece iki bilinmeyenli biçimdeydi. Sosyalizmin yıkılması üçüncü dünya için büyük olumsuzluklar yaratmıştır. Fakat öte yandan, mevcut çok kutupluluk da yeni imkanlar yaratabilir. Bu durumdan üçüncü dünya ülkelerindeki dev­rimler için başlıca iki sonuç çıkartılabilir.

Birincisi, Bölgesel Devrimlerdir. Bu konuyu Sosyalist Sistem çöktüğünde hemen "Değişin Dünya Dengesi ve Devrim Sorunu" yazısında ̂ incelemiştik. Şimdi o yazıya eklenecek fazla bir şey yok. Üçüncü dünyada bir devrim, gü­nümüz dengelerinde ancak bölgeselleştiğinde ayakta kalabilir. Ancak, üçüncü dünyada bile olsa, tek bir ülkede devrim mümkündür. Dünyamız 1910'lardan oldukça farklıdır. Kapitalizmin gelişim seviyesi açısından, kültürel ve sosyal bağlar yönünden bölgesel devrimleri imkanlı kılacak bir parçalı saflaşma or­taya çıkmıştır.

Latin Amerika, böyle bölgelerden belki de en önemlisidir. Ancak bu bölge­nin talihsizliği "tanrıya o kadar uzak ABD'ye bu kadar yakın" olmasındadır. Şu da unutulmamalıdır. Artık ABD, 1940'ların ABD'si değildir. Güç ve dene­timim adım adım yitiriyor. Uzak Doğunun güney ucu da benzer bir bölgedir. Hindistan merkezli olarak Asya'nın güneyi de yine kaynayan ayrı bir bölge­dir. Ortadoğu, bizim de içinde olduğumuz dünyanın en sıcak alanıdır. Üstelik bu bölgede bir Kürdistan devrimi gelişmektedir. Kuzey Afrika, diğer bir böl­gesel devrim alanıdır. Afrika'nın güney ve orta şeridi saydığımız bölgelere göre biraz daha farklı yapıdadır. Özellikle Orta Afrika, henüz sınıflar savaşım tanımadı. Egemenlik mücadeleleri kabile savaşları biçiminde yaşanıyor. 5

TDH'NİN IU. DÖNEMİ -------------------------------------------

( 5 ) M. Yılmazer, Yol Demişi, Temmuz '91 32

Bu tanımlamaların içine eski sosyalist ülkelerin bulunduğu alanlarr da belli bir ihtiyat payıyla dahil edebiliriz. Ancak bu ülkelerde süreçler oldukça başka akıyor.

Bölgesel devrimler yaklaşımı, hiç şüphesiz, bölgesel devrimci örgütlenme­ler yaklaşımını ortaya koyar. Ancak bu konuda henüz olgunlaşma yoktur. Fa­kat bu yaklaşım bölgemiz için çok uzak geleceğin bir hayali değil, belki de yakın tarihin somut pratiğine dönüşebilir, Ufkumuzda bu yaklaşım canlı bir şekilde durmalıdır.

İkincisi, Üçüncü Dünyada Uzun Süreli İkili İktidarlardır. Bugün dün­yada Latin Amerika'nın bazı ülkelerinde, Uzakdoğu'da, Afganistan'da, Orta­doğu'da, Kuzey Afrika'da ve daha pek çok ülkede iktidarsızlıklar yaşanıyor.Ya da ikili üçlü bölge iktidarları sürüyor. Tabi buna belli ölçülerde Türkiye de dahildir. Kiirdistan kısmen egemen iktidar alanı dışındadır.

Bu olgu günümüz dünya devrim süreci için özel bir önem taşıyor. Böyle bir tablonun ortaya çıkmasında, bölgelere ve ülkelere özgü çok özel koşullar dı­şında, bazı temel nedenlere dayanarak sağlam teşhisler koymalıdır. Ve bu alanlardaki her gelişim ve değişimi hemen inceleme merceğimizin altına al­malıyız.

tik temel neden. Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin çözülmesidir. Bu ikili iktidarların bazıları bu denge henüz varken de yaşıyordu. Dengenin çözülme­si bunların durumunu daha kalıcılaştırmıştır. Sorunun özü, üçüncü dünya ege­menlerinin, egemenlik imkanlarının Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin çözül­mesinden sonra önemli ölçüde zayıflamasında yatmaktadır. Dün "komünizm" ya da "emperyalizm tehdidi" nedeniyle egemenler bir sistemden güç alabili­yorlardı. Sosyalizmin, üçüncü dünyada çok az bir alanda etkili olduğu hatırla­nırsa, bu tehdit daha çok yeni sömürgelerdeki egemen iktidarlar için önemli bir güç dayanağı sağlıyordu. Bugün, böyle bir güç imkanı ortadan kalkmıştır, llçüncü dünya egemenleri, önemli ölçüde, kendi güçleriyle başbaşa kalmış­lardır. Bu nedenle, artık ülkelerinin tümünde egemenlik kuramıyorlar. Buna ekonomik ve siyasi güçleri yetmiyor. Bu olguda hiç şüphesiz, emperyalist merkezler arası çekişmelerin de rolü vardır. Fakat bu çekişmede zaten Kapi­tal izm-Sosyalizm dengesinin çözülmesinden sonra canlılık kazanmıştır. Em­peryalist merkezler arasındaki çekişme, üçüncü dünya egemenlerinin önemli bir bölümünde onların güçlerini zayıflatıcı etkiler yaratmaktadır.

Ddnci temel neden, Üçüncü dünya ülkelerinin önemli bir bölümünde, kapi­talist gelişmenin ikinci dalgasının ortaya çıkardığı yeni siyasi güçlerin yarattı­ğı istikrarsızlıktır. Bu dalga, Latin Amerika ülkelerinde 1970’li yılların sonla­rında başlamış, bizde 1980'lerin ortalarında yaşanmıştır. Bu konu üçüncü dünya ülkelerindeki yeni devrimci şekillenişler açısından önemlidir. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin tarihsel olarak kapanmasının maddi temellerinde bu gelişme yatar. Artık devrimin yönü sosyal kurtuluş savaşlarına dönmektedir. Flbette ki, mücadele güçlerinin saflaşmasındaki bu önemli değişimin kendini

TDH'NİN IH. DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

yoı —TDH'NİN m. DÖNEMİsiyaset sahnesine ortaya koyuşu belli bir zaman alacaktır. Yaşadığımız gün­ler, bu yeni saflaşmanın güç biriktirme sürecidir.

Yeni sömürgeciliğin ilk döneminde, üçüncü dünya ülkelerinin az çok geliş­miş olanlarında yoğun bir sınıflar savaşı ve hatta kırlarda gerilla mücadeleleri yaşanmıştır. Mücadeleler devrimle değil, genellikle faşist darbelerle sonuç­landıktan sonraki süreçte, kapitalizmin yeni gelişim dalgasıyla bir dönem için devrimci güçlerin durumunda zayıflamalar ortaya çıkmıştır. Önümüzdeki sü­reç bu zayıflamaların aşılacağı bir dönem olabilir.

Üçüncü temel neden, Kapitalist gelişimin ikinci dalgasının toplumsal yapı­da yarattığı hızlı değişimdir. Üçüncü dünya ülkelerinin, belli bir ölçüde geliş­mişlik gösteren kesiminde kır nüfusu hızlı bir biçimde şehirlere yığılmıştır. Latin Amerika ülkelerinin büyük çoğunluğunda nüfusun %80'i şehirlerdedir. Bu oran Irak, Cezayir, Türkiye gibi ülkelerde %60'ın üstündedir. Şehirlere bu aşırı yığılma, yığılan nüfusun üretime çekilmemesi, sonuçta, kendi sorunları­nı düzenin bilinen yolları dışında "çözümleyerek" yaşayan bir toplum kesimi ve denetimsiz alanlar yaratmıştır. Bu toplum kesimi, düzenlerin normal eko­nomik ve hukuk sistemi dışında yaşamaktadırlar.

Özetlersek, dünya devrimci süreci açısından, üçüncü dünya ülkelerinin sö­zünü ettiğimiz az çok gelişmiş olanlarında, yeni bir mücadele alanı, yeni tip bir ikili iktidar savaşı ortaya çıkmaktadır. Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin çözülmesi sonucu egemenlerin güç kaynaklarının zayıflaması; kapitalizmin ikinci dalgasının yarattığı burjuva güçlerdeki çatallanma; ekonomilerin büyük bir işsiz kitlesi yaratması; şehirlere aşırı nüfus yığılmasının sonucu ortaya çı­kan denetim dışı alanların varlığı, bu ülkelerde şehir ağırlıklı uzun süreli ikili iktidar oluşumlarını yaratabilir.

TÜRKİYE'DE YENİ DÖNEMİ HAZIRLAYAN KOŞULLAR VE ÖZELLİKLERİ

Türkiye Devrimci Hareketi'nin üçüncü dönemini dünyada çevreleyen ko­şullardan sonra, esas önemli olan, ülkedeki ekonomik ve politik ortamdaki yeni özelliklerin değerlendirilmesine geçelim. Ülkede, 12 Eylül'le başlayan süreç bazı önemli değişimler yaratmıştır. Bu değişim sadece faşizmin dev­rimci hareketi ezmesiyle sınırlı değildir. Bununla sınırlı kalıp, diğer değişim­leri yaratamasaydı, Devrimci Hareket, önemli kayıplarına rağmen 12 Mart sonrası gibi hızla ayağa kalkabilirdi. Fakat ayağımızın altındaki zeminde önemli farklılıklar oluşmuştur. Bu yeni zeminde yürüyüp, koşmaya başladığı­mızda ise, eski tempo ve gelişme olanaklarını yakalayamadık. Karşımızdaki düşman yavaş yavaş basit görüntülerinden sıyrıldı. MHP'li faşistler ve faşist cunta, basit hedefler olmaktan çıktı, düşman yeni örtülere büründü. Ayrıca sı­nıflar savaşı ortamındaki saflaşmalar da, 80 öncesinin kalın çizgilerini derece

TDH’NİN m . DÖNEMİ yol —derece kaybettiler. Hedeflerde ve saflaşmalarda yanıltıcı kaymalar yaşandı.

Elbette bu değişimler Eylül faşizminin hemen ertesi gününde yaşanmadı. Süreç Eylül le birlikte başladı, ancak bazı önemli momentlerden geçerek ol­gunlaştı. Bunların ilki hiç şüphesiz ki Eylül'ün kendi karakteriydi. Eylül fi- nans kapitalle tam bir uyum içinde işe başladı. 27 Mayıs'ta, 9 Mart-12 Mart ta yaşanan kimi çelişkiler yaşanmadı. Eylül, düzen açısından 27 Mayısın tam bir rövanşı oldu. Diğer önemli gelişme, siyasi alanda, cuntanın Turgut Sunalp liderliğindeki MDFsine karşı Özal'ın ANAP'mın iktidarı kazanmassıyla ya­şandı. Finans kapital böylece, generallere güçlerinin sınırlarını göstermiş olu­yordu. ANAP'ın ekonomi politikası yeni bir dönem başlattı.

Çok geçmeden Kürdistan'daki mücadelenin başlamasıyla siyasi tablo ve ge­lişmeler, finans kapitalin tasarladığından başka noktalara kaymaya başladı. Cuntanın ve ANAP'ın uygulamalarına karşı işçi ve halk hareketi de yükselin­ce, bu yükseliş dalgasının üsünde "mağdur Demirel" iktidara taşındı. Ve olaylar aktıkça ortam 80 öncesiyle farklılıklarını iyice ortaya koymaya başla­dı. Bunları ana başlıklar altında irdelemeye çalışalım.

1- KAPİTALİZMİN GELİŞİMİNİN YARATTIĞI ÖNEMLİ DEĞİŞİMLERTürkiye'de kapitalizm, cumhuriyet sonrası ilk büyük sıçramasını 1950'lerde

Menderes'le yapmıştır. Bu, kapitalizmin kırlara ilk önemli açılışıydı. Elbete, kırlar, o dönem için Ege, Marmara, Trakya ile sınırlıydı. Kısmen de Adana bölgesinde gelişme olmuştur. Bu sıçramanın sosyal sonuçları ise bütün zen­ginliğiyle 1960'lar sonrası yaşanmıştır. İkinci önemli sıçrama ise, 1985'ler sonrası Özal'la birlikte yaşanmıştır. Bu sıçrama, hem büyük şehirlerin çehre­sini değiştirmiş, hem de kırlara yeni bir dalga olarak yayılmıştır. Son geliş­menin iki yönü vardır. Türkiye finnas kapitali, uluslar arası finans kapitalle eskiye oranla çok daha içıçe girmektedir. Gümrüklerin indirimi, Türk parası­nın "değişebilir" hale getirilmesi, kapıların "sıcak paraya" ardına kadar açıl­ması, borsanm geliştirilmesi hep bu yönde uygulamalardır. Öte yandan, Ana­dolu kapitalizmi finans kapitalin basit bayilikleri olmaktan çıkıp kendi güç ve dinamiğine kavuşmaktadır. Kapitalist üretim ilişkileri Anadolu'da da yaygın­laşmaktadır. Bütün bu gelişmelerin sosyal sonuçları ise henüz tüm boyutları ile yaşanmıyor. Doğal olarak bunun için belli bir zaman gerekli. Ancak daha şimdiden yaşanan çok şey de var. Örneğin değer sistemlerinde önemli bir de­ğişim daha şimdiden devreye girmiştir. Bu temel gerçeklikten hareketle bazı ıcspitler yapabiliriz.

a) Türkiye yol ayrımında: Mevcut gelişmelere baktığımızda, dünyadaki benzer gelişmeleri de dikkate alırsak, Türkiye'nin önünde kapitalizmin gelişi­mi açısından iki ana yol duruyor. Birisi, Latin Amerika benzeri bir gelişimdir. Diğeri, İspanya seviyesinde bir gelişimi yakalama ihtimalidir. Latin Amerika,OC

Amerikan ve diğer uluslararası sermayeye açıldığı ölçüde hızlı ve aşırı kutup­laşmaların alanı haline gelmiştir. Kutupların her ikisi de derin bir çürüme içindedir. Şehirlere nüfus yığılması %80'Ier seviyesindedir. Kıtanın nüfusu­nun ortalama %40'mın -bu oran bazı ülkelerde %70'lere çıkmaktadır- "geçi­mini nasıl sürdürdüğü" bilinmemektedir, "ekonomi dışıdır". Bütün büyük şe­hirler kesin sınırlarla ikiye bölünüştür: "Üst gelirlilerin oturduğu bölgler" ve varoşlar. Sınırlar bir şehir yaşamındaki doğallıkta sanılmasın. Birbirlerinden özel güvenlik sistemleriyle ayrılırlar. Bu sınırları aşmak, her iki taraf için de "düşman bölgesine" girmek anlamına gelir. Düzen ve yaşam, zengin semtle­rinde vardır. Varoşlar, tümüyle düzen ve denetim dışındadır. Gerillaların ege­men olduğu bölgelerden, basit sokak çetelerinin egemen olduğu alanlara ka­dar çeşitlilik gösterir.

Çürüme sadece varoşlarda değildir. Bu ülkelerde hiçbir zaman kapitalizm açısından "istikrarlı" bir düzen kurulamadığı için burjuvazi de lümpen ve çü­rümüştür. Varoşlar nasıl gündelik yaşıyor ve yarınları yoksa, Latin Amerika burjuvazisinin önemli bir bölümü de gündelik vurgunlarla ayakta durmakta­dır.

Türkiye'ye baktığımızda, Kürdistan'daki savaşı da dikkate alırsak, gelişimin Latin Amerikalaşma yolunda olması büyük bir olasılıktır. Ancak İspanya benzeri bir gelişimi yakalama imkanı da mutlak olarak sıfırlanmamıştır. Şüp­hesiz ki, Devrimci Hareket hazırlıklarını ilk olasılığa göre yapmalıdır. Diğeri, boşa hayale yatmak olur. Latin Amerika'da çürüme oldukça derinleştiği için, mücadele önce iyice bir dip noktaya vuracak, ancak ondan sonra bir tırmanışı yakalayabilecektir. Türkiye’de yığınları çürümeye sürükleyen gidişe karşı, devrimci bir iradenin yaratılması için şans oldukça fazladır. Ancak Türkiye'yi şimdiden İspanya benzeri bir rotaya girmiş varsayanlar da oldukça fazladır. Bunun siyasi ortamdaki temsilcisi ÖDP'dir. Bilinç bulanıklığını engellemek için karşı cepheyi güçlendirmek gerekiyor.

b) Kapitalizmin gelişim yolundaki tekleşme: Bizde kapitalizmin ge­lişimi tek parti döneminde devletçilik yolunu izlemiş, ardından gelen süreçte ise devletçilik ve liberalizm yolları arasında sürekli bir sürtünme yaşanmıştır. Arada açıklayalım, bizdeki "liberalizm", Avrupa'nın 1800'lerde yaşadığı bir liberalizm değildir, şüphesiz. Onun ancak bir karikatürüdür. Anlatımda ko­laylık olması açısından bu kavramı kullanıyoruz. Devletçilikten ilk önemli sapma 1950'lerde DP ile başlamıştır. 1960'lar sonrası, AP dönemi, bir bakıma devletçilikle liberalizmin uzlaşması "karma ekonomi” dönemi olmuştur. Bu çekişmenin siyasete yansıması DP-CHP, sonraları AP-CHP çatışması biçi­minde olmuştur. Bu süreç, Eylül sonrası, özellikle ANAP iktidarı döneminde liberalizm lehine dönmeye başlamış, devletçilik henüz ekonomik temelleriyle değilse bile, siyasi olarak önemli geri adımlar atmıştır. Çağımız, malum, "özelleştirme" çağıdır.

Bu sürecin ne kadar sancılı işlediğini Özal sonrası ANAP-DYP çatallanma-

TDH'NİN İD. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

siııda görebiliriz. Ancak, önemli adımlar atıldığı da sözde sosyal demokrat partilerin bile artık eski gücüyle devletçiliği savunamamasmdan anlaşılabilir. Yakında yapılan bir araştırmada, bizde işverenlerin nasıl eski alışkanlıkların­dan kopuşamadıkları görülüyor.

I ürk iş adamlarının kendilerine bakış biçimlerinin en çarpıcı yönlerinden bııi. maddi kazanç amacıyla girişilen faaliyetlerin meşruiyetine ilişkin güven­sizlikleridir". "Aynı güvensizlik, işadamlarının sahip oldukları toplumsal güç lıakkındaki değerlendirmelerinde de kendini gösterir. Otobiyografiler, yoğun biı iktirarsızlık duygusunu yansıtır." 6

Maddi kazanç amacıyla girişilen faaliyetlerin meşrutiyetine ilişkin güven­sizliğin" kaynağında yıllardır devlet fideliğinden beslenmiş olmak yatar. "İk­tidarsızlık duygusunun" kaynağında da aynı gerçeklik durmaktadır. Özal, bu tabloyu değiştirmek için önemli adımlar attı. Hatta Türkiye gerçeğinden biraz ötelere sıçrayarak şu tasviyelerde de bulundu : "21. asır yüksek teknoloji ve bilgi çağıdır... Önümüzde ki asır ferdin asrıdır, bilgi asrıdır. Defalarca ifade ı iliğim gibi, bu asırda fertlerin kitleler halinde değil, daha çok ufak gruplar ve tek tek çalıştıkları bilgisayar, telekominikasyon, nakliye, inşaat, turizm gi­bi ekonomik faaliyetlerden oluşan hizmet sektörü, toplam işgücünün %80'ın- den fazlasını istihdam edecektir." "Türkiye'nin bundan böyle hedefi, binlerce kişinin çalıştığı devasa tesisler değil, bilgi çağının arkasında kalmayacak in­san yetiştirmek olmalıdır." 7

Özal'ın ilk çıkışı bir müddet sonra önemli dirençlerle karşılaşmış ve gide- ıck ilk çıkış hızım yitirmiştir. Özal'dan sonra bu yönelişi siyasi güç olarak de­ğil ama söylem seviyesinde en radikal bir biçimde Cem Boyner ve YDH gün­deme getirmiştir. YDH'nin akıbeti ise bir gerçekliği ortaya koymaktadır:Dev- letçilikten kopuşmak gerekli ama bu kadar hızlı ve radikal bir biçimde değil, hızlı gidilirse bizzat devletin varlığı tehlikeye girebilir. Onu " küçültelim" derken toptan yitirebiliriz. Boyner ve YDH'sine bu cevap verilmiştir. Ancak İniltin dirençlere süreç bu yönde akmaktadır. Bugünden, pratikte değilse bile ayaset söyleminde devletçilik tarihinin en büyük yenilgisini almıştır. Daha

doğrusu, ömrü bir ölçüde dolduğu için, eski misyonunu yitirmiştir. Fakat I m kiye'de en büyük KİT ordu olduğu için, işin pratik yönünde daha epeyce sancılar yaşanacaktır.

Kapitalizmin gelişim yolunun ana yöneliş olarak tekleşmesi siyasette önemli sonuçlar doğurmuştur. RP hariç diğer partilerin ekonomik programları hemen hemen aynılaşmıştır. 80 öncesinin devletçilik liberalizm çekişmesin­den kaynaklanan CHP ve diğer partiler arasındaki sürtünme en alt noktalara inmiştir.

c) Düzen içi sürtünmenin yeni odak noktası:" Sermaye eskiden TİJ- M AD çevresinden üç beş tane işadamının oluşturduğu bir klüptü. Bunlar mil­le! vekili tayin ederlerdi. Şimdi ise Anadolu sanayici ve esnafının oluşturduğu

TDH'NİN ffl. DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

Ih) Ayşe Buğra, Devlet ve İşadamları(7) T.Özal, II.Cumhuriyet Tartışmaları 3 7

TDH'NİN m . DÖNEMİ yol —yeni bir ara sınıf ortaya çıktı. Büyük sanayinin ara girdilerini yapan, bir ara endüstri doğdu Türkiye'de. Yeni bir burjuvazi gelişti.... Son üç yıl içinde 20'ye yakın işadamı derneği kuruldu" 8

Abdurrahman Dilipak, RP'nin maddi temelini çok açık bir biçimde tanımla­mıştır. Dün Ecevit, orta burjuvazinin sermaye gücünü arttırmak için kredi akışını bu yöne çevirmek amacıyla devletçiliği ve kooperatifleşmeyi savunu­yordu; bugün Erbakan, Anadolu burjuvazisini güçlendirmek için " adil düze­ni" savunuyor. Çünkü devletin imkanlarından finans kapital ve Anadolu bur­juvazisi " adil" bir biçimde yararlanamıyor. İbre hep finans kapitalden yana.

Türkiye'de kapitalizmin yeni gelişim dalgasıyla birlikte düzen içi sürtünme noktası: CHP ve diğer partiler çekişmesinden, RP ve diğer partiler konumuna yer değiştirmiştir. Siyasi planda geçmişte Ecevit, finans kapital partileri tara­fından " komünistleri içinde barındırmakla " suçlanırdı. Bugün Erbakan'a " laik cumhuriyeti yıkmayı amaçlamakla" saldırıyorlar. Sahne aynı, dekorlar aynı, hatta oyuncular bile aynı, biraz kıyafetler değişmiştir. Dün Ecevit'i kızıl gören gözler, bugün Erbakan'ın başında fes görüyor.

Burada kısaca, yükselen İslami değerlerin maddi zeminine değinelim. Bu konu, ayrı bir yazı konusudur. Cumhuriyet sonrası kapitalizmin ilk gelişim süreci Batılı değerlerle birlikte yürüdü. Cumhuriyet, Osmanlı döneminden kesin bir kopuşma çabası içindeydi. Çünkü OsmanlI'nın değerleri yıkılan, Batı'nın değerleri yükselen değerlerdi. Türkiye'de kapitalizmin ilk gelişim dalgasının etkilediği alanlar bugün hala bu değerlere bağlıdır. Kapitalizmin ikinci gelişim dalgası Orta Anadolu'yu etkisi altına alıyor. Batının tekelci ya­pısının yanına, bu değerlerin elli altmış yıldır uğradığı aşınmayı da koyarsa­nız, Anadolu'da kapitalizm ancak oranın kendi kültür mirası üzerinde yadır­gatıcı bir yan yoktur. İslam ülkelerinde kapitalizm yeterince gelişmiş olmadı­ğı için İslami değerler, kapitalizmin hızlı gelişimi karşısında Hristiyanlık'ın, Katoliklik'ten Protestanlık'a reforme olması gibi, henüz reforme olmamıştır. Buna bir örnek çıkacaksa, bu şansa en yakın olan Türkiye'dir. Sancılı ve çe­kişmeli yıllardan geçerek İslami değerler bu yönde bir değişime uğrayacaktır. Bu çekişmelerin siyasetin kiremitliğine yansımalarını önümüzdeki günlerde sık sık yaşayacağız.

2- SINIFLAR SAVAŞI ORTAMINDAKİ DEĞİŞİMLERYeni döneme girerken Türkiye'nin temel sınıf yapısında köklü alt üstlükler

yaşanmamıştır. Ancak gerek kapitalizmin ikinci gelişim dalgasının ve gerek­se 1960-80 arası yaşanan yoğun sınıflar savaşından çıkartılan dersler sonucu, sınıfların karşılıklı konumlanmalarında 80 öncesine göre bazı önemli deği­şimler göze çarpmaktadır. Bunların tespiti, yeni döneme hazırlanırken eski stratejik yönelişlerde, taktik ve örgütsel alanda yapılması gereken değişimle­rin sınırlarının belirlenmesi için önemlidir.

(8) Abdurrahman Dilipak, II.Cumhuriyet Tartışmaları 38

a) Sınıflar kopuşmasmdan uzlaşma arayışlarına: Kapitalizmin 1950'lerde hızlanan gelişmesinin sınıflar mücadelesi açısından karşılığı, 1960 sonrası yaygın bir biçimde yaşanan sınıflar kopuşması sürecidir. Tek parti dö­neminin " sınıfsız toplumu' ndan sınıflı bir topluma geçiş sürecidir. Böyle bir dönemin taşıması gereken bütün sancıları, özellikleri 60-80 arası süreçte bu­labiliriz. Her sınıf ve tabaka, yaşamın içine yeni uyanıyormuşcasına kendisi­ni ortaya koydu. Örgütlendi. Gücünü denedi.

80 sonrası süreç ise, daha çok bu yaşanan dönemin sonuçlarının alındığı, belirgin biçimde ortaya çıktığı yıllar oldu. Karşılıklı sınıflar tarafından bazı gerçeklikler görüldü. Kopuşma döneminin coşkusu, atılganlığı yerini daha çok karşılıklı ihtiyatlı yoklamalara bıraktı. Kapitalist anayurtlarda böyle iki dönemin sınır çizgisi 1950'lerde çizilmiştir. 1950'ler sonrası " refah devletleri " ile bir uzlaşma dönemine girilmiştir. Kapitalizmin en gelişkin olduğu üçün­cü dünya ülkeleri grubu olan Latin Amerika'da benzer bir sınır çizgisi 1970'lerin başlarında çizilmiştir. Şili'de, Ailende iktidarının yenilgisi kıtada böyle bir dönemi başlatmıştır.

Kapitalist anayurtlardaki sınıflar uzlaşması döneminin maddi temelleri ile Latin Amerika ve bizim gibi ülkelerdeki uzlaşma arayışlarının temelleri arası­nda büyük farklar olduğunu belirtmeye bile gerek yok. Ancak böyle bir dö­neme girmeden önceki koşullarda büyük benzerlikler olduğu da unutulma­malıdır. 1950'ler öncesi B atı'da , bütün devrim girişimleri korkunç bir fa­şizmle ezilmiştir. Faşizmin yıkımından arda kalan kuşaklara ise ödül olarak " refah devletleri " sunulmuştur. Geri ülkelerde böyle bir maddi temel kesinlik­le yoktur.

Bizde sınıflar kopuşması döneminin coşku ve atılganlığım sönümlendiren başlıca iki gelişimden söz ettik. Birisi, kapitalizmin 80 sonrası ikinci gelişim dalgasıdır. Sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte bu dalganın etkileri daha da art­mıştır. Diğer neden, 60- 80 arası sınıflar savaşının sonunda alman önemli ye­nilgidir. Bütün bu gelişmeler sosyalizme ve devrime yönelişleri ya da bu yö­nelişlerin tüm toplum üstündeki etkilerini büyük ölçüde zayıflatmıştır. Sınıf­lar kopuşması sürecini kapatan temel gelişmeler bunlardır. Ancak bizde uz­laşma arayışları esas olarak batıdaki maddi temellerinin hiçbirisine sahip de­ğildir. Esas olarak sürekli olarak zora dayanır. Ancak sadece zora da değil. Kapitalizmin yeni gelişim dalgası toplumsal değerlerde önemli değişimler ya- ıaitı. Köşeyi dönme, bireycileşme gözde değerler oldular. Batı, işçi sınıfının neredeyse tümünü kendisi ile bir uzlaşma zeminine çekebilmişti. Bizde işçi sınıfının sadece küçük bir çekirdeği bu alana çekilmiştir. Bunun yanında, bir de günün vurgunculuğundan beslenen gözü kara bir rantiye kesimi, orta taba­ka inşa edilmeye çalışılıyor.

Bu yaşananların sınıflar saflaşmasına önemli etkileri olmuştur. 60- 80 ara­sında tekelci sermayeden kısmen kopuşan, CHP'de temsil edilen orta tabaka­lar, sınıflar savaşının 80 öncesi ortaya çıkan sonuçlarından kapıldıkları korku

39

TDH'NİN m . DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

ile finans kapitalle kesin bir uzlaşma zeminine sürüklenmişlerdir. Eylül son­rasının SHP,DSP ve CHP'si bu uzlaşmanın siyasi temsilcileri olmuşlardır.

Öte yandan sınıflar kopuşması sürecinde radikal bir konum alan köylülüğün bir kesimi ve diğer küçiikburjuva tabakalar, Eylül sonrası liberal, düzen içi mevzilere çekilmişlerdir. Köylü kökenli devrimci siyasetlerin ve DEV-YÖL benzeri siyasetlerin Eylül sonrası durumu bunun en açık kanıtıdır. Sonuç ola­rak, sınıflar kopuşması sürecinde, dünya ve Türkiye'deki güçlü rüzgarla dü­zen dışına doğru belli seviyelerde savrulan orta ve küçükburjuva tabakalar , Eylül sonrası, düzen sınırları içine çekilmişlerdir. İşçi sınıfının dar bir çekir­deği de aynı tersine akım yönünde düzenle uzlaşık hale gelmiştir.

b) Yol açıcıların tükenişi: Yukarıdaki genel değişimden sonra bazı özel yönlere geçelim. 1960 sonrası devrimci mücadelenin tarihinde üç önemli ko­nak vardır: 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül. Bunların ilk ikisinde devrimci ha­reket yol açıcıların ardından mücadele sahnesine girmiştir. İlkinde, ordu gençliği, 27 Mayıs ve Harp Okulu isyanı ile yolu açmış; 12 Mart çıkışını ise " umut karaoğlan " yapmıştır. Bunların maddi kaynağı kapitalizmin iki gelişim yolu, devletçilik ve liberalizm arasındaki düzen içi sürtünmeydi. 12 Eylül'den de benzer bir çıkış beklenmiş, ancak bu gerçekleşmemiştir. Bu bekleyiş, dev­rimci hareketin Eylül sonrası mücadele hazırlığı için yanlış noktaya yığınak yapmasını getirmiştir. Yığmağın yanlış noktaya yapıldığı ise 87 yükselişinin sonuçlarından sonra anlaşılmıştır.

Kapitalizmin gelişim yolunun tekleşmesi ve yaşanan sınıflar mücadelesi deneyi ve en önemlisi, 84 Ağustos atılımıyla, düzen içi yol açıcı güçler mis­yonlarını tüketmişlerdir. Yol açmak, devrimci hareketin kendi bilek gücüne kalmıştır. Hazırlık böyle yapılmadığı, beklentilerle oyalanıldığı için , 87 yük­selişinin ardından durulma geldiğinde Devrimci Hareket kendi çıplak gücüyle başbaşa kalınca ikinci tasfiye anaforu başlamıştır.

c) Devletin zorunun gündelikleşmesi: 80 öncesi yaşanan sınıflar mü­cadelesinden devlet önemli dersler çıkarttı. Onlar için de bu dönem tek parti yıllarından çok farklı aktı. Sınıfların yeni konumlanması ve güçleri biraz daha aydınlık olarak ortaya çıktı. Özellikle devrimci akımların gücünü, tek parti yıllarıyla kıyaslanmıyacak yeni boyutlarda kavradılar. Bu kavrayış sırasında devlet, devlet devrimci hareketle adeta on yılda bir hesaplaşma yolunu tut­muştur. Eylül sonrası,düzen güçleri, davranış biçimlerini önemli ölçüde de­ğiştirdi. Hareketin yeni bir güçlenmesine fırsat vermemek için, hergün hesap­laşma yolunu seçtiler. Eylül faşizmi yaşanan yılların deneyinden iki başlıca hedef, " terör kaynağı " olarak gecekonduları ve üniversiteleri seçmişti. Bu alanlara sürekli olarak bir yüklenme yapıldı. Bu alanlara devletin zoru günde­likleşti. Oysa Devrimci Hareket, Eylül öncesinin alışkanlıklarıyla davrandığı ölçüde bu gerçekliği ciddi boyutlarda kavramadı. Öte yandan, " yol açıcı" bekleyişi de aynı alışkanlığın bir devamı olduğu için , Eylül sonrası mücadele dönemine hazırlık son derece sığ ve derme çatma kaldı. Bunun ilk boyutlu40

TDH'NİN III. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

sonuçları 90'larda alınmaya başlandı. Yanlış noktalara yığınak yapılmıştı. Bu gerçeklik ortaya çıktı.

d) Kendiliğinden yığın hareketlerinin rolü: Kendiliğinden yığın ha- ıL-ketlerini mücadele içindeki rolü, Eylül sonrası düzen yapılanmasıyla bir­likle önemli ölçüde değişime uğramıştır. Kendiliğinden yığın hareketleri dev- ııınci harekete, 80 öncesi ölçüsünde güç katmıyor. Oysa 60- 80 arası böyle yığın eylemlilikleri harekete önemli kanallar açar, güç taşırdı. Bu konuda es­kinin her türlü " kolaylığı " artık yoktur.

Bunun nedenlerine inildiğinde başlıca üç tanesi öne çıkartılmalıdır. İlki, kendiliğinden yığın hareketlerinin yolunu açan eski düzen içi devletçilik-libe- nılizm sürtünmesi asgari noktalara inmiştir. Bu sürtünme sınıflar kopuşması sürecinde yığın hareketlerine bir dirilik ve süreklilik kazandırmıştı. Sürtün­menin odak noktası Eylül sonrası erimiştir.İkincisi, devletin Eylül sonrası on yılda bir hesaplaşma yerine devrimci hareketle günlük hesaplaşmayı seçmiş olması, onun yığın içine ve çevresine yeni bariyerler örmesine neden oldu.Bu yolda, Eylül düzeninin en büyük çabası örgütlü devrimcilikle kitleyi birbi­rinden koparma yönünde olmuştur. DİSK'e varıncaya kadar her türlü örgüt­lenme " terörist " umacısıyla damgalandı. Örgütsüz kitlelere gereğinde göz yumulabilirdi, fakat örgütlü devrimcilik büyük bedeller ödemek zorundaydı. Eylül düzeni on yıl boyunca işkencelerle, katliamlarla, pişmanlık yasalarıyla örgütlü devrimciliğe saldırdı. Zor ve medya ile yapılan bu bombardıman belli ölçülerde etki de yarattı. Sonuncusu, devrimci örgütlenmelerin Eylül faşizmi karşısında verdikleri genel sınavdır. Bu sınavdan geçemeyen devrimci hare­kete karşı yığınlarda derin bir güven sarsılması yaşanmıştır. Bunun yeniden inşası eski kolay yollardan gidilerek sağlanamaz. Büyük zorlu emekler ve ya­ratıcı yeni uygulamalar gerektirir.

Devrimci Hareket, '60-80 yılları arasında yükselen halk hareketi dalgaları üzerinde yüzdü. Taktik, davranış, örgüt alışkanlıkları böyle bir zemine göre şekillendi. Bugün, eski alışkanlıklarla yol almak mümkün değildir. Artık dev­rimci hareket kendi iradi gücüyle yükseliş dalgalarını yaratabilmelidır. Bu önemli değişim, devrimci yapılanmalarda büyük yapısal yenilenmeleri zorlu­yor.

e) İşçi sınıfının iki kuşağı arasındaki kopma: 12 Mart yılları ile böy­le kopma yaşanmamıştı. Eylül bunu yarattı. Sınıflar mücadelesinin en yaygın ölçülerde yaşandığı ilk dönem olan 60-80 yıllarının ortamını, 1950'lerdeki ka­pitalist, gelişme hazırlamıştı. Günümüzde mücadeleye giren ve hazırlanan ne­sil ise daha çok 80 sonrası kapitalizminin şehirlere yığdığı kuşaktır. İki kuşak arasındaki kopma başlıca iki yoldan yaratıldı. Birisi, uygulanan Eylül zoru­dur. Sınıfın bu kuşağına pahalı bedeller ödettirildi. Örgütler DİSK'e varınca­ya kadar tasfiye edildi. Diğeri, büyük şehir rantlarından ödenen bir kritik pay­dır. 60'ların varoşlarına "tapu hakkı" verilmesiyle dünün gecekonduları büyük bloklara dönüştü. Bu, yirmi yıllık sınıf mücadelesine karşılık düzenin sınıfın

41

TDH'NİN III. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

ilk kuşağına verdiği bir küçük paydı. Özal, bu kıvraklığı gösterdi. Sırf zorla düzene bağlanamayan sınıfın bu kuşağı kısmen mülk sahibi oldu. Bu uygula­malara rağmen, Eylül faşizmine karşı ilk kıpırdanmalar yine ilk kuşaktan gel­miştir. Eylül ün başlarındaki bağımsız sendikalar girişimi ve 87 direnişlerinin aktörleri yine sınıfın bu ilk kuşağıdır. Ancak süreç aktıkça iki kuşak arasında­ki kopuşma derinleşti. İkinci kuşak, 89 bahar eylemleriyle ve Gazi olaylarıyla sahneye girdi ve yerini aldı. Ancak henüz güçlü bir gelenek ortaya çıkmamış­tır. Yeni kuşak, önümüzdeki günlere hazırlanıyor.

3- YENİ DÖNEMİN SİYASİ HEDEFLERDE YARATTIĞI KAYMALARBu konyu bir sonraki bölümde daha detaylı irdeleyeceğiz. Yazının mantığı

açısından burada belli konulara değinmekle yetinelim.Sosyalizmin yıkılışı ve Eylül faşizminin oluşturduğu koşullar devrimci mü­

cadelenin hedeflerinde bazı önemli kaymalar yaratmıştır. Bu kaymaların tü­münü "devlet ve demokrasi" başlığı altında toplamak mümkündür. Dikkat edilirse görülür -özel bir dikkat gerekli çünkü Özal'm dediği gibi yeni olum­suz koşullara bir bakıma 'alıştık', hergün içiçe yaşadığımız için bize artık di­ken gibi batmıyor- mücadelenin ufkundan sosyalizm, demokratik devrim (çe­şitli biçimlerde yorumlanıyordu) hedefleri önemli ölçüde silinmiş, yerini "devlete karşı demokrasi mücadelesi" almıştır.

Sivil toplumculardan II. Cumhuriyetçilere, Refah Partisi nden Cem Boy- ner'e kadar neredeyse herkesin boy hedefi devlet haline gelmiştir. Hatta fi­nans kapital bile devletinden hoşnutsuzdur. Devletle askerler özdeşleştirilmiş geriye kalan bütün siviller mazlum konumda ağlaşmaya başlaşmıştır. Türki­ye'nin böyle bir orjinalitesi olduğunun, siyasetimiz, derin bir şekilde bilincin­dedir. Ancak son gelinen nokta, tam bir bilinç çarpılması yaratmaktadır. Eyl­ül düzeniyle gücünün zirvesine çıkan devlet, bir de sorunları çözemeyince he­def tahtasına girmiştir. Elbet bu hedefe, herkes kendi mevzisinden ateş edi­yor. Kimse başka bir hayale kapılmasın. Ancak bu genel görüntü pek çok ya­nılgılı beklenti yarattı. Finans kapitalin bile üstüne bir tül perdesi örttü. Kür- distan'daki savaşın bazı sonuçları yanlış yorumlanınca, "asker zalimler ve si­vil mazlumlar" saflaşması gerçek sınıf çizgilerini oldukça bulanıklaştırdı. Devlet, bugüne kadar oluşturduğu zırhlı kalıplarla artık düzeni güdemiyor.Bu açık. Ancak, buradan, sınıf saflaşmasını bulanıklaştıracak ve yersiz bek­lentilere düşülecek bir sonuç çıkmaz. Devletin bu ölçüde tıkanması devrimci harekete yeni imkanlar yaratır. Ancak bu imkanlardan sonuna kadar devrimci tarzda yararlanmak başka; yersiz beklentilerle ufuk daralmasına uğramak başka bir şeydir.

Diğer hedef kayması, birincisine bağlı olarak demokrasi konusundadır. Yazdık. Kısaca geçelim. Demokrasiyi sınıf savaşlarının ürünü, güçler duru-

TDH NİN ffl. DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

imimin en yüksek siyasi yansıması olarak kavramayıp, Batı nın ve tabii insan­lımın -onlar "insan", biz daha olamadık- genel bir normu olarak algılamak ve rıı kötüsü, bunu ikide bir tekrarlayarak ve gözünün ucuyla Batıya bakarak, böyle bir hedefe varılacağını sanmak tam bir siyasi bönlüktür. Hele Türkiye gibi topraklarda tam bir aptallıktır. Düzen sınırları içinde "demokrasi müca­delesi" yersiz midir? Elbette hayır. Ancak bu mücadele yersiz beklentilerle s Harımızı bulanıklaştırıyorsa, ufkumuzu daraltıyorsa, mücadele biçimlerimi­ze gereksiz sınırlandırmalar getiriyorsa, zaten halk güçleri lehine hiçbir sonuç yaratmamakla kalmaz, gerçek demokrasi güçlerinin düzen karşısındaki ko­numlarını zayıflatır.

Bu çerçevede, son günlerde düzen içinde bazı konular tartışma gündemine girmektedir. "Ankara'nın insiyatifinin azaltılması, belediyelere daha fazla yet­ki verilmesi"; "milletvekili dokunulmazlığının kalkması" hatta "vekillerin ge­ri çağrılabilmesi"; "seçimden seçime demokrasinin yetmediği artık 'katılımcı demokrasiye' geçilmesi". Bilinçli devrimciler açısından bu konuların düzen içindeki sınırları açıktır. Ancak geniş halk kitleleri için aynı açıklığın olduğu­nu söyleyemeyiz. Bütün bu göz boyayıcı sözlere karşı en tutarlı cevap, her liirlü halk örgütlenmesinin güçlendirilmesinden geçer. Düzenin her çatlağı, içine sızıp kendi ruh halimizi örgütleyeceğimiz alan demektir. Ancak ufuklar daralınca böyle her tartışma konusu tuzak haline dönüşebiliyor.

İçinde yaşadığınız koşullarda, bir yandan sürekli bir devlet zoru; diğer yan­dan, neyin gerçek olduğunun karmakarışık hale getirildiği ağır medya bom­bardımanı altında, devrimcilerin eski "gerçekleri açıklama kampanyaları" ol­dukça işlevsizleşmiştir. Sözün değersizleştiği yerde pratik çok daha tayin edi­ci role sahiptir. RP'ye bakalım. Bu kadar oyu "adil düzen" propagandasıyla almadı. Kendi alanlarında "adil düzeni" pratikte yaşatıyor da. Düzen içinde iktidar adacıkları mı" kuracağız? Bulunduğumuz mevzi savaşı koşullarında

evet! Aksi durumda, medyanın ağır bombardımanı koşullarında her söz akıp gider. Siyasi hedef kaymasının mücadele biçimi açısından önümüze çıkarttığı görev budur.

m . ÜÇÜNCÜ DÖNEMİN ÖNÜMÜZE KOYDUĞU TEMEL YÖNELİŞLER

Genel Durum: Temel yönelişlere gelmeden devrimci hareketin Eylül sonrası durumuna bakmak, zaafların hangi noktalarda biriktiğini tespit etmek gerekiyor. Devrimci Hareket, Eylül sonrası üç ana yönden tasfiyeye uğramış­tır. Bunlardan ilki, burjuva sosyalizmi olarak isimlendirdiğimiz kesimin uğra­dığı tasfiyedir. Düzenin bunların kof sendikal örgütlenmelerine önemli darbe­ler vurması ve sosyalizmin yıkılışı üst süte gelince, bu siyasetler adeta buhar- laşmaştır. Buharlaşırken, yeni esen güçlü rüzgarlar bu siyasetleri en sağ nok-

43

IDH'NtN ffl. DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

TDH’NİN III. DÖNEMİ yol —lalara kadar savurmuştur. Diğeri, maddi temellerini "köylü ordusu" üzerine kuran siyasetlerin önemli ölçüde tasfiyesi ve güç yitirmesidir. Buna sebep, bir yandan, kapitalizmin ikinci gelişim dalgasıyla kırların seyrekleşmesi ve şehir­lere açık yığılmadır; diğer yandan, onların bir türlü başlaiamadığı "uzun süre­li halk savaşını" Özgürlük Hareketi'nin başlatmasıdır. Başlatmaktan öteye çok güçlü noktalara trmandırmasıdır. Son tasfiye yönü, küçükburjuva radika­lizmini alıp büyük ölçüde süpürmüştür. "Kırlardan şehirleri kuşatacak" olan­lar bu gidişte 12 Mart'la belli bir yön değişikliği yapmışlar, daha çok şehirlere ve kırsal kesim kasaba gençliğine yönelmişlerdir. Eylül yenilgisi ve dünyada devrim dalgasının geri çekilmesi bunlara "kiralın çıpla olduğunu" söyletmiş;89 bahar eylemleri sırasında büyük bir coşkuyla "haydi işçi sınıfına" sloganı m atsalar da sınıfın içine giremedikleri gibi, sınıfta bunlara hiç kucak açma­mıştır. Kamu sendikalarında şekilsiz ve gevşek bir örgütlenme olarak kaldı­lar. Eylül yenilgisi, küçükburjuva radikalizminde derin bir düş kırıklığı yarat­mış, yukarıdan "öncü" örgütlenmeler yerine "aşağıdan" kitle ardçılığına so­yunmuşlardır. Kapitalizmin Eylül sonrası yükselttiği yeni değerler de bu kesi­mi yoğun bir şekilde etkisi altına almıştır.

Eylül un başındaki çıplak zora dayalı; 90'lardaki yeni dönemi kavramayış- tan ya da onun öne çıkarttığı görevlere talip olamayıştan kaynaklanan iki tas­fiye süreci sonunda, iyice güçten düşmüşlerdir.

Bugün Türkiye Devrimci Hareketi üç ana eksende toplanmıştır. İlk eksen- dekilere "devrimci" tanımlaması bile fazla gelir. Bunlar tümüyle yenilginin altında kalıp liberalleşenlerdir. Bugün ÖDP'li oldular. Birbirlerini gördükle­rinde tüyleri diken diken olan siyasetler -eğer hala siyaset iseler- öylesine dü­zen tarafından yumuşatılmışlardır ki, bugün uslu uslu yanyana durabiliyorlar. Bunlar, düzenin ve yenilginin zorlamasıyla devrimci ufuktan tümüyle kopu- şarak, düzen içi bir demokrasi mücadelesine gerilemişlerdir. Onları en iyi ta­nımlayan parola, Murat Belge'nin, "madem ki devrim yapamıyoruz, bari adam gibi bir kapitalizm içinde yaşayalım "dır.

İkinci eksendekiler, radikal ruhlarını taşıyorlar. Onların zaafı yeni dönemin ortaya çıkardığı görevleri sağlamca tanımlamak yerine, daha çok eskinin tek­rarıyla yetinmeleridir. Ancak, pratik, zaman zaman güçlü bir şekilde öğreti­yor. Düzene duydukları öfke ve çürümenin tepe noktala çıkmasına gösterdik­leri tepki ile sırf katılaşıp, kasılmazlarsa kesinlikle kendilerini geleceğe taşı­yabilirler.

Üçüncü eksen, kendini, yeni dönemi ve görevlerini çözümlemeye ve bu yolda davranmaya odaklaştıranlardan oluşuyor. İkinci ve üçüncü eksendeki­ler arasında aşılmaz duvarlar bugün için yoktur. Ancak bunlarla ilk eksende- kıler arasında artık aşılmaz duvarlar örülmüştür.

Ufuk Erimesi: Eylül yenilgisi ve sosyalizmin yıkılışıyla Devrimci Hare­kette ufuk erimesi yaşanmıştır. Bugün açıkça söylensin ya da söylenmesin Devrimci Hareketin ufku, 60 larla karşılaştırıldığında yoğun bir bulanıklık 4 4

içindedir. Eski stratejiler, büyük ölçüde aşınmıştır. Hareket, daha çok günlük yürümektedir.

Devrimci Hareketin I. Döneminde strateji, Demokratik Halk Devrimiydi. Devrime yaklaşım ise Bolşevik ayaklanması yönündeydi. Hareket ikinci do­ğuşunu 60'lar sonrası yaparken, kapitalizmin 50 gelişimi düşüncelerdeki yan­sımasını buldu. Stratejiler, Sosyalist Devrim ve Demokratik Halk Devrimi bi­çiminde iki ana akıma çatallandı. Fakat, sosyalist devrimciler bir ayaklanma hazırlamaktan çok "parlamentoya sosyalizmin bayrağını dikmeye" soyundu­lar. Demokratik Halk Devrimi savunucuları ise, devrime farklı yönlerden yaklaştılar.

Kapitalizmin gelişimini çok geri noktalarda görenler, "uzun süreli halk sa­vaşı" yönünü seçtiler. "Şehirleri emperyalizmin işgali altında" görenler, "kır­lardan şehirlerin kuşatılmasını" savundular. Siyasetimiz, demokratik halk devrimine, şehir ağırlıklı Bolşevik tipi ayaklanma yönünde yaklaştı.

1960-80 arasının sınıflar mücadelesi bu yaklaşımları nasıl sınavdan geçir­di? Ve en az bu kadar önemli olan, 80 sonrasının değişen dünya ve Türkiye koşullan bu stratejileri hangi yönlerden aşındırdı?

İlk söylenmesi gereken, stratejilerdeki "kırların" aslında Kürdistan olduğu­nu en kör gözlere bile batar hale gelmesidir. Bu sömürge ülkede gerilla savaşı büyük adımlar attı. Bir halk savaşı veriliyor. Fakat bu savaşı, benzer strateji­leri kuranlar yürütmüyor. Hatta uzun süre bu savaşı kavrayamadılar. Hala da kavradıkları söylenemez. Kürdistan kendi sınırlarını çizdikten sonra, "uzun süreli halk savaşı" yönelişlerinin zemini iyice daraldı. Kürdistan'ın sömürge ve bir ulusal kurtuluş savaşının gerekli olduğu kavranmayınca "uzun süreli halk savaşının" zemini ve yönü boşlukta kaldı. Öte yandan, "İbrahim Kay- pakkaya, Türkiye'de kapitalizmin egemen olduğunu, feodal kalıntıların ikin­cil planda kaldığını, sınıf çelişkilerinin derinliğini ve proleteryanın konumunu görmek şöyle dursun, düşünmemiştir bile." 9 Bu noktada, devrime "uzun sü­reli halk savaşı" biçiminde yönelişlerin eriyen diğer maddi temeline gelinir. 60'lar Türkiye'sinde kapitalizmin seviyesini kavrayışlara göre yollar çizildi. Daha doğrusu herkes kendi durduğu alandan gördüğü kadarıyla tespit yap­mak hatasına düştü. Türkiye'nin kırlarından bakınca kapitalizmi tüm kapsa­mıyla görmek mümkün değildir. Oysa strateji ülkenin bir bölgesi için çizil­mez. Tüm durum iyice kestirilmelidir. Bugünün Türkiye'sine bakıldığında ar­tık kapitalizmin seviyesi ile ilgili her tartışma boş düşer. Ancak, bu gerçeklik 60'larda görülemeyecek kadar cılız mıydı? Kesinlikle hayır. Köylü kökenin­den devrime yaklaşım ve o günlerdeki dünya örneklerinin itibarı ve çekiciliği böyle bir yöneliş ortaya çıkardı. Bu stratejiler, bugünün gerçeklikleri karşısın­da güneşin altındaki kar gibi eriyorlar. İki ana akım: TKP-ML ve TDKP'nin eriyişinin ve aynı zamanda hat değiştirmeye zorlanmasının altında bu gerçek­ler yatmaktadır.

"Kırlardan şehirlerin kuşatılması" yoluna çıkanlar, önceleri Türkiye’yil l l ı R IvırL' il R ir l .L İ İ 7 ^ r in p

TDH'NİN m. DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

45

"Amerikan emperyalizminin işgali altında" gördüler. Ve yeni bir kurtuluş sa­vaşına giriştiler. 12 Mart deneyi düşmanın hiç de dışarlak olmadığını ve sırf "işbirlikçi" kavramıyla (anımlanamayacağmı ortaya koydu. Bu sefer "oligar­şiye karşı halk savaşı" yoluna çıktılar. Ancak kırlarda "köylü ordusu yöneli­şinden vazgeçemediler. Bu yöneliş, sürekli ertelenerek 12 Eylül e kadar ge­lindi. "Kırlarla", "şehirler" arasında yalpalayıp durdular. Eylül sonrası "haydi işçi sınıfına" dediklerinde, kendileri artık liberal bir yola girdikleri için, bu çağrının da hakkım veremediler. 80 sonrası gelişmeler bu "öncü savaşçıla­rın ı artçı konumlara sürükledi.

Eylül yenilgisi ve sosyalizmin yıkılışı devrimci harekette önemli bir etki yaratmıştır. Bu çok açık. Fakat 60'larda belirlenen hedeflerde, devrime yakla­şım yollarında erime ve aşınma yaratan esas neden, kapitalizmin 80 sonrası bir sıçrama daha yapmasıdır. Kitle yığınağı tartışılmaz biçimde şehirlere kay­dı. Eylül sonrası büyük şehirlerin nüfusu ikiye katlandı. 80 öncesi tartışmalı olan konular pratik gerçekler tarafından devreden çıkarıldı. Eninde sonunda gerçekler görüldü, bu da bir kazançtır denebilir. Ancak bununla avunmak mümkün değildir. Yanlış stratejiler üzerine yüründüğü için, 60 sonrası sınıf­lar mücadelesinin daha başında güçler yanlış noktaya yığılmış oldu. Yığınak­ta yapılan yanlış, savaş sırasında düzeltilemez ve yenilgiyi getirir. Çıkartılma­sı gereken en önemli ders budur. Türkiye devrimci Hareketi nin radikal kana­dının önemli bir bölümü yığınağını yanlış noktaya yapmıştır. Böylece, müca­delenin gerçek alanı düzen güçlerine ve düzenle uzlaşık güçlere bırakılmış oluyordu. "Objektif şartlar" bir kenara, işçi sınıfının 60-80 arası mücadelede neden düzenden daha köklü bir biçimde kopuşamadığının açıklaması, yapılan bu yanlış yığınakta yatar.

Demokratik halk devrimine, şehirlerden Bolşevik ayaklanması yönünden yaklaşan bizler açısından sınav farklı yönlerden verildi. Esas duruş noktaları sağlamdı. Kapitalizmin ülkedeki durumu, işçi sınıfının pratik mücadeledeki yeri açısından bulanık yollara sapılmadı. Ne 12 Mart'ta, ne de 12 Eylül'de ül­ke gerçeklerinin göremediğimiz sürprizleriyle karşılaşmadık. Eylül öncesi mücadelesinde 15-16 Haziran işçi ayaklanması ve Tariş-Gültepe barikatları önemli dönüm noktaları oldu. Biri ardından 12 Martı, diğeri 12 Eylülü getir­di.

60-80 arasının sınıflar mücadelesinden çıkartılması gereken en önemli ders, ülkede sınıflar konumunun tespit edilmesiyle, onun pratik güdümünün çok farklı düzeyler olduğunun kavranması olmalıdır. Şüphesiz, Devrimci Hareke­tin önemli bir bölümü açısından, sınıflar konumu bile doğru zeminlerde tespit edilemedi. O nedenle yığınak yanlış noktalara yapıldı. Burada bir ilave gerek­li. Kırlara yönelik bütün stratejilere rağmen, mücadele, 60-80 arasında ağır­lıklı olarak şehirlerden geçmiştir. Fakat, bütün bu mücadele yıllarında "şehir­lerdeki" mücadeleye hep "geçici bir aşama" olarak bakılmıştır. Sonunda "kır­larda üstlenilecektir." Bu hedef dağınıklığı devrimci hareketin yoğunlaşma

4 6

TDH’NİN III. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

gücünü dağıtmıştır. Buradan ise "şehirlerde tutunulamadığı" sonucu çıkartıl­mıştır. Oysa tutunmak için kararlı bir mücadele verilmedi. İran molla devri­mi, Oıtadoğunun en güçlü ordusunu şehirlerdeki kalkışmasıyla ve ölümüne bıı mücadeleyle tasfiye edebilmiştir. Yoğunlaşma olmayan yerde tutunma da olamaz. Kafası kırlarda olan kurmay, şehirlerdeki mücadeleyi hakkıyla yöne­lemez.

Sınıflar konumunun tespitine ve onun pratik güdümünün seviye farklarına dönelim. Sınıflar konumunun tespitinden çıkan ana çelişkilerin ortaya kon­ması, detaylardaki özgün çelişkiler atlanınca pratik mücadelede fazla yol gös­terici olmaz. Gözlerimizi diktiğimiz Rusya örneğine bakalım. Sınıflar ko­numlanmasının yanında bazı özgün yanlara sahipti. Rusya'da çarlık kabuğu­nun içinde kapitalizmin çok hızlı bir gelişimi yaşanmıştı. Bu gelişim proleter- yayı başlıca iki merkeze yoğun bir şekilde yığdı: St. Petersburg ve Moskova. Özellikle de St. Petersburg'a. Ancak Rus kapitalizminin iki özelliği daha var­dı: Dev işletmeler ve dev işçi blokları. Gecekondu değil, yüksek ve toplu dev işçi blokları. Her bloğun bodrum katı bir hücre yönetim merkeziydi. Ülkenin bir yanında kapitalizm böylesine hızla gelişip bir işçi yoğunlaşması yaratır­ken kırlarda serflik pratik olarak egemendi. Ülke iki kutuplu çelişki arasında yoğun bi gerilim içindeydi. Bir fabrikada olanın hızla diğer fabrika ve işçi semtlerine ulaşması doğal yollarla büyük bir hızla gerçekleşebiliyordu. Ayrı­ca Rusya, 1904 ve 1915'lerde iki savaş yaşamıştı. Özellikle 1915'lerdeki em­peryalist paylaşım savaşı devrime büyük bir ivme verdi.

Lenin'in 1905 devrimi sonrası yaptığı bir tespit çok önemlidir. Ve ayaklan­ma tasarlayan her devrimcinin hafızasına kazınmıştır: "Devrimler hiçbir za­man 'yapıl mazlar. Devrimler objektifçe olgunlaşmış krizlerdEn ve tarihi ko- puşmalardan çıkagelirler."10 Rus proleteryası ve kısmen köylülüğü bu "tarih­sel kopuşları" 1905 devriminde, 1917 Şubat devriminde ve ardından gelen sa­vaş yıllarında yaşadı. Sonuç, Ekim devrimi oldu. Evet,’ 1905 devrimi çıkagel­mişti. 1917 Şubat devrimi de öyle. Ancak 1917 Ekim devrimi belli ölçülerde Bolşevikler tarafından "yapılmıştı". Lenin'in 1917'de "silahlı ayaklanma" önerisine partinin direnmesi, bu direnmenin büyük mücadelelerle aşılması ve en kritik ana gelindiğinde, kışlık sarayın baskını için, "bu iş bu gece yapıla­cak yarını beklemek herşeyi yitirmek olur"11 dayatmasının altında bu gerçek­lik yatar. B izler, devrimlerin "çıkagelmesi" ve "yapılması" arasındaki kritik çizgiye sağlamca basamadık. Bir ucu insanı kaçınılmaz b.ir şekilde kendili­ğinden beklemelere sürükler; diğer bir ucu insanı kaçınılmaz bir şekilde ken­diliğinden beklemelere sürükler; diğer ucu yersiz "devrim zorlamalarına". Türkiye Devrimci Hareketi, 60-80 arası defalarca "devrim durumu" tespiti yapmıştır. Ancak hiç de devrim durumlarının gerektirdiği gibi davranmamış­tır. O zaman, devrim ve ayaklanma bir oyuna dönüşmüştür. Bizim payımıza düşen, "devrim zorlamalarının" ortalığı kapladığı bir ortamda zaman zaman

’IDH'NtN ffl. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

(10) Leniıı, Toplu Eserler, Cilt 21( İ l i l enin Tnnlıı Eserler. Cilt 26 47

y o l —

aşın ihtiyatlı noktalarda kalmak olmuştur.Türkiye'de kapitalizm, Rusya'daki ölçüsünde hızlı gelişmemiş, proleterya-

nın şehirlere yığılması o ölçüde yoğun olmamıştır. 1950'lerle başlayan süreç­te bir yığılma olmuş ve gecekondularda toplulaşma yaşanmıştır. Ancak bu­nun yarattığı gerilim Rusya'yla kıyaslandığında çok alt noktalarda kalmıştır. 60-80 arası "tarihsel kopuşma" denebilecek olaylar, 15-16 Haziran olayları ve Tariş-Gültepe barikatları seviyesinde kalmıştır. Bu iki deneyden ise çıkartıl­ması gerekenin tam tersi yönünde dersler çıkartılmıştır. 15-16 Haziran işçi ayaklanmasının sıkıyönetimle bastırılması "şehirlerin işgali altında" olduğu­nun kanıtı olarak görülerek, kırlara çıkış için hazırlıklar başlatılmıştır. Tariş- Gültepe barikatlarının bütün büyük kentlere taşınması ve mahallelere sıkış­mış faşistlerle çatışma taktiğinden bir üst basamağa sıçramanın momentinin bu olayla gelip çattığını kavranması gerekirken, oyalanmalarla zaman yitiril­miştir. Türkiye proleteryasının "tarihsel kopuşma" momentleri kaçırılmıştır. İşçi sınıfı içindeki burjuva sosyalizmi açısından ise, bunlar, "tarihsel mo­mentler" değil, "goşistlerin provokasyonu"ydu.

Eylül sonrası gelişmeler şehir ağırlıklı mücadele zemininde hangi değişme­leri ortaya çıkartmıştır?

Şehirlere yığılma 80 sonrası bir sıçrama yaptı. 1970'lerde, kentli nüfusun toplam içindeki oranı %38'di. 1995'te bu oran %65'i geçmiştir. Öte yandan kent nüfusu içinde gecekondu nüfusu 1970'lerde %23 civarındaydı. Bugün kentlerin %60'ı varoşlarda oturmaktadır. Bu, hızlı ve çarpıcı bir yığılmadır. Kaçınılmaz gerilimler yaratır. Yaratıyor. Kürdistan'ında mücadeleyle kendi sınırlarını çizdiği düşünülürse, bugün için artık 60'lardaki kır ağırlıklı devri­me yaklaşımların yaşam bulabileceği bir maddi ortam yoktur. Bu temele da­yalı stratejiler kafalarda erirken, siyasetlerde pratikte eriyorlar. Ancak henüz köklü otokritikler ve sağlam yeni yönelişler yapılmamıştır. Günlük olarak idare ediliyor.

1950'lerde hızlanan şehirlere yığılma, 1980 sonrası katlanarak sürüyor. Bu yönde bir derinleşme vardır. Ancak bu yığılmaya rağmen proleterya ve onun öncülüğüne dayalı sınıf mücadelesi aynı hızla gelişmiyor. Kaba karşılaştırma­lar seviyesinde kalınırsa süreç açıklanamaz. Daha kötüsü boş beklentilerle za­man yitirilir. 80 sonrası şehirlerde büyük bir yığılma yaşanırken aynı zaman­da işçi sınıfında da bir parçalanma yaşanmaktadır. Özal, "bu yıllar aynı za­manda kitleler çağının sona erdiği yıllardır" "Türkiye'nin bundan böyle hede­fi, binlerce kişinin çalıştığı devasa tesisler değil, bilgi çağının arkasında kal­mayacak insan yetiştirmek olmalıdır"12 diyerek bazı temel gerçeklikleri gör­düğü için işçi sınıfına pervasızca saldırabilmiş, açıkça "ben fakiri sevmem" diyecek noktalara gitmiştir. Ancak "erken öten horozu keserler". Özal, henüz çok sancılı bir şekilde yaşanmakta olan süreci olduğundan ötelerde görüp,"çağ atladık" diyerek 70 yıldır kökleşen devletçi kökenli direnç noktalarım aşırıca gözardı etmiştir. Aynı hatayı bir kez de Cem Boyner tekrarlamıştır.

48

TDH'NİN IH. DÖNEMİ ----------------------

(12) T.Özal, [I.Cumhuriyet Tartışmaları

IDH'NİN IH. DÖNEMİ y o l —

Ancak süreç bütün sancılarıyla birlikte bu yönde işliyor.Avrupa'da süreç çoktandır işlemektedir ve orada da hala çok sancılı basa­

maklardan geçmektedir. İngiltere'deki "madenciler grevi yeni bir yükselişin başlangıcı değil, aslında eski tarz muhalefetin sonuydu. Bir potansiyele değil, hır geleneğin tükenmesine işaret ediyordu."13 Benzer süreçleri oldukça geri­lerden de olsa Türkiye de yaşamaya başlamıştır. Ve yoğunlaşarak yaşamaya devam edecektir.

Gelelim sınıfın parçalanmasına ve sonuçlarına.İşçi sınıfı 80 öncesi de parçalıydı. Ancak parçalanma sınırları değişikti.

900-80 arası mücadele yıllarında "iş güvenliği " olan KIT'lerde çalışan işçi­lerle, gelişimi 950 sonrası hızlanan "özel sektör" de çalışan işçilerin sınıfsal davranışları oldukça farklı olmuştur. Özel sektörde çalışan işçilerin büyük bir kısmının hayali bir " KIT'e kapağı atmaktı." Ve DİSK, %90 oranında "özel sektör "de örgütlüydü. Türk-İş ise devlet sendikasıydı.

Bugün bu sınırlar önemli ölçüde aşınmaktadır. İşçi sınıfı 80 sonrası başlıca iki yönden önemli farklılaşmalara uğramaktadır. Bir, ücret yönünden, diğeri, yapısal yönden. Ücret yönünden, 80 öncesi ile kıyaslandığında çok daha göze batar bir şekilde, sınıf iki ana bölüğe ayrılmıştır. Ücreti ortalama yaşam ko­şullarını yakalayan bir dar çekirdek oluşmuştur. Bunun çevresinde ise, çok ıliişük ücretli sürekli işten çıkarılan oynak geniş bir halka vardır. Bugün, tıp­kı Latin Amerika gibi bir işte çalışmak neredeyse imtiyazlı bir konum yarat­maktadır. Çünkü, Eylül sonrası şehirlere yığılan nüfusun büyük bir bölümü issizdir ya da " türedi" işlerde çalışmaktadır. İstanbul, seyyar satıcılar diyarı olmuştur. Çeteleşmeler, küçük soygunlarla yaşama biçimleri de giderek yay­gınlaşıyor. Sınıfın dar çekirdeği genellikle hareketsizdir. İşte çalışmanın imti­yaz sayıldığı bir ülkede, hele "iyi bir işte çalışmak" tam anlamıyla imtiyazdır. Yüksek ücretli işçilerin çalıştığı alanlar genellikle ekonominin hassas çekir­değini meydana getirdiği için, grev dalgalarından bu çekirdek fazla etkilen­memektedir. Sınıfın hareketli kesimi iki yönlü basınç altındadır. Yüksek üc­retli dar çekirdeğin hareketsizliği sınıfın topyekün davranış yeteneğini sınırla­maktadır; öte yandan, büyük işsizlik çemberi eylemlerde "sonuna kadar git­me" yönündeki kararlılığı büyük ölçüde etkilemektedir.

Sınıfın yapısal parçalanması: Sınıfın büyük işletmelerdeki etkili ko­numlanması Özal'ın dediği gibi parçalanmaktadır. Bir yandan, özelleştirme­lerle KIT'ler küçültülüyor; öte yandan genel olarak yaşanan " taşeronlaşma" ile büyük işletmeler "rasyonalleşiyor". Taşeronlaşma Türkiye'ye özgü bir ge­lişme değildir. Dünya ölçüsünde yaşanmaktadır. Birkaç nedene bağlanabilir. Sınıflar mücadelesi deneylerinden çıkartılan dersler sonucu işçilerin büyük yoğunluklar halinde bulunmasının engellenmesi. Sosyalizmin yıkılışıyla bu yoldaki uygulamalar cesaretlenmiştir. Yeni teknik gelişmeler dev kitle üreti­mi yerine " esnek üretimi" gündeme getirmiştir. Sonuncusu, dünya ölçüsünde rekabetin 80 sonrası "hızlanan yeni rüzgarı" rasyonelleşmeyi en yüksek nok-

4 9(13) Haluk Yurtsever, Türkiye'nin Dönemeci

talara çıkarmayı dayatıyor. Türkiye de bu genel gidişin dışında değildir. So­nuç olarak, bir yandan işletmeler işçi sayısı açısından küçülürken, taşeronlaş- mayla parçalanmakta, patron sayısı görünüşte artmaktadır. Bu gelişim sendi­kal örgütlenmelere büyük bir darbe vurmaktadır.

Yapısal parçalanmanın diğer yönü, kalite çemberleriyle gelişmektedir. Bu yöndeki gelişim henüz Türkiye'de çok cılızdır. Ancak, büyük holding bünye­lerindeki modern işletmelerde bu yönde uygulamalar artmaktadır. Bu uygula­maların özelliği, işçiyi üretim süreci içinde bant sisteminden farklı olarak bi- | ıaz daha yaratıcı tarzda çekmesidir. Türkiye'den bir örnek: Brisa'da 30 yıldır j çalışan bir işçinin aktarımı: "Yaklaşık iki yıldır bu model uygulanıyor. Model uygulanmadan önce çıkılan grev döneminde yoğun işçi atılması yaşandı. İşçi j sayısında azalma olmasına rağmen üretimde bir düşme olmadı, tersine arttı.İki kuşak işçi var. 12 Eylül öncesi işçi bu modele uymada güçlük çekiyor.Daha doğrusu, belli bir deney, alışkanlık ve birikimle geldiği için direngen- diı. 12 Eylül sonrası işçiler ise daha uyumlu. Bu sistemde işe bağımlılık çok |] artıyor. İşçiye statü veriliyor, biçimsel de olsa değer veriliyor. İşçilerin çoğ­unun arabası, evi ve parasal birikimi var... Yani, toplusözleşme, grev, sosyal hak vs. gibi sorunlarla fazla ilgili değiller."14 İşçi sınıfı içinde böyle bir taba­ka ilk kez doğuyor. Sınıfın klasik tanımında işe yabancılaşma egemen bir un­surdu. Taylorizm, işe yabancılaşmayı tepe noktalarına çıkarmıştır. Kalite çemberleri ise "işe bağımlılık" yaratıyor. Üstelik "işçiye statü veriliyor, bi­çimsel de olsa değer veriliyor." Sınıfın bu kesimiyle diğer kitlesinin sınıflar savaşımına yaklaşımı önemli bir kopuşmaya uğramaktadır. Türkiye'de de git­tikçe gelişecek bu yapısal parçalanmanın etkileri önemli olacaktır.

Yapısarparçalanmanın son önemli alanı, sınıfın kitlesinin "hizmet sektörü­ne" büyük ölçüde akmasından doğmaktadır. Kapitalizmin gelişimi kesin bir şekilde sınıf içinde bu yönde yeni bir parçalanma yaratıyor. Hizmet sektörü­nün önemli bir bölümü üretken sektör değildir. Üretileni sunar. Bankacılıktan turizme kadar bu alana girer. Bu alanda iş koşulları, iş ilişkileri fabrika şartla­rından çok farklıdır. Sınıfın toplu davranış yeteneğini törpüler. Türkiye'de de bu alanlarda çalışanların sayısı her geçen gün hızla artmaktadır. Bu kesim ge­leneksel sınıf davranışlarını genellikle göstermez ya da çok sınırlı ölçüde gös­terir.

Sonuç olarak, işçi sınıfının ücret ve yapısal yönden parçalanması onun top- yekün davranış yeteneğini sınırlıyor. Ya da böyle bir davranış imkanı krizle­rin en dip noktalarında ortaya çıkabiliyor. Kapitalizmin bir gelişim dönemine denk düşen "sanayileşme" ve "ağır sanayiin inşası" yıllarındaki sınıflar müca­delesiyle; sonraki dönemin, bilimsel teknik devrimin ortaya çıkarttığı gelişim yıllarındaki sınıflar mücadelesi oldukça farklı özellikler taşımaktadır. "Eski güzel günleri" özleyerek sınıf savaşı verilemeyeceğine göre, yeni döneme denk düşen hedefler ve mücadele biçimleri yaratılmalıdır.

Bu gerçeklikler karşısında başlıca iki davranış biçimi geliştirilmelidir. Sı-5C

TDH'NİN III. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

(14) Toplumsal Dayanışma. Haziran '93

mİ tâki parçalanma dikkate alınarak -ki bu parçalanma orta vadede derinleşe­rek devam edecektir- bu parçaların özellikleri derinlemesine irdelenerek, ayrı .ıyn yöneliş politikaları belirlenmelidir. Kalite çemberlerinde yer alan işçiler­le, hala bant sisteminde üretim yapan işçilerin tepkileri aynı olmayacaktır. Bu gerçekliklerden hareketle, sınıfın farklı parçalarının farklı yollardan yürüterek aynı hedefe yönlendirmek ustalığını göstermek gerekiyor. Bu yöneliş zemin­lerini orta vadede Parti politikasına kazandırmalıyız.

Kısa vadede ise, sınıfın düzenle en yüksek gerilimi yaşayan kesimlerine yö­nelmeye öncelik vermeliyiz. Sınıfın bu kesiminin özelliklerini önemli ölçüde İnliyoruz. Sınıfla zaten bu noktada temastayız. Taşeronlaştırma, özelleştirme vc her toplu sözleşme sonrası sınıfın bu kesiminde büyük tasfiyeler yaşanır.Bu nedenle, iş yerlerindeki örgütlenmelerde işten çıkartmalarla birlikte sık sık tasfiye olur. İşçi sınıfının bu en hareketli kesiminde sürekli düzenli ve is­tikrarlı örgütlenmeler yaratılamayabilir. Ortamın akışkan ve değişken özellik­lerine biiyük bir dikkat gösterilmeli hiçbir ezbere kalıpla yola çıkılmamalıdır.I Jiizenle sürtünmenin ve gerilimin en yüksek olduğu alanlarda, bu ister işçi sınıfı içinde olsun ister öğrenci gençlik içinde olsun veya başka sosyal kesim­lerde olsun, daima bir akışkanlık ve değişim yaşanır. Düzenle önemli bir geri­lim yaşamayan sosyal kesimlerde ise doğal olarak bir "statüko" vardır. Bu gerçeklik hiç unutulmamalıdır. Hareketimizin başlıca manevra alanı gerili­min en yüksek olduğu alanlar olduğuna göre, buraların baş döndürücü akış­kanlığına ve değişkenliğine, örgüt biçimi olarak, öne çıkartılacak parola ve sloganlar -geçici hedefler- olarak, eylem zenginliği açısından kesinlikle ayak uydurmak gerekir. Daha doğrusu ayak uydurmak değil, bu akışkanlığa ve /enginliğe önderlik edebilmek zorundayız. Varsın bazen olaylar bizi bir müd­det sürüklesin, ne yaptığımızın bilincinde olursak gelişimin bir noktasında olayları yönlendirecek momenti yakalayabiliriz. Kafamızda "ideal" formüller olayların akışının kıyısında kalırsak, gelişimi hiçbir zaman yönlendiremeyiz.

İşçi sınıfının parçalanması ve ortaya çıkan sonuçlardan sonra kısaca gençlik \ e köylülük hakkında da bazı tespitler yapalım.

( iençlik, kapitalizmin ülkemize özgü gelişimi sonucunda işçi sınıfına ben­zi ı bir biçimde parçalanıyor. " Bir zamanlar" üniversitelerde, liselerde hatta .ıskeri okullarda "halk çocukları" okuyabiliyordu. Ordu için bu süreç 1961 I laı p okulu isyanıyla kapanmıştır. 1985 sonrası gelişimlerle üniversitelerde benzer bir süreç derinleşmeye başlamıştır. Eylül faşizminin yarattığı kışla di- .iplini ve ekonomik gelişimler üniversite gençliği üstünde belirgin bir bi­t, ıııule parçalanma yaratmıştır. Devrimci gençlik artık öğrenci kitlesi içinde azınlıktır. Bu gerçeklikten hareketle gençlik politikalarımızda da çeşitli ke- ntılere hitap edebilen farklı programları yaşama geçirmeliyiz. Yollar, önce­

li ıı siyasete oldukça doğrudan akardı. Bugün bazı dolambaçlı yollardan yürü­meyi öğrenmeliyiz.

köylülük neredeyse stratejilerden sessizce kovulmuştur. 1960'ların kutsal*;ı

TDH'NİN III. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

TDH'NİN III. DÖNEMİ y o l -

parolası "işçi-köylü ittifakı" bugünlerde duyulmaz olmuştur. Stratejilerden sessizce kovulan köylülük, Türkiye’den de kovulabilmiş midir? Kürdistan kendi sınırlarını çizdikten ve 80 sonrası nüfus göçünün iyice hızlanmasından sonra devrimde kırların ağırlığı, otuz yıl öncesine göre zayıflamıştır. Bunu ayrıca kanıtlamaya çalışmak bile artık gereksiz bir çaba olur. Ancak köylü Hareketinin tüm maddi temelleri erimemiştir. Bu iyi bilinmelidir. Eylül son­rası Ege köylerinde tefeci bürolarının hedef alındığı eylemlilikler unutulma­malıdır. Kırdaki gerilim, yoksul ve orta köylülükle, tefeci tüccar vurgunun te mas noktalarmda birikmektedir. Bugün o noktalara müdahele edemeyişimiz, onları unutmamızı gerektirmez. Tam tersine, hareketin belli bir seviyesinde değerlendirilmek üzere bilinçlerde sıkı sıkı korunmalıdır.

Dünya ve Türkiye'deki yeni koşullarda Devrimci Hareketin III. Dönemine hazırlanırken olayların ve gerçekliklerin aşındırdığı eski değer ve yönelişleri­mizi başlıca üç alanda hızla onarmak ve yetkinleştirmek zorundayız. Bu alan­lar: Devrime yaklaşım (Devrim stratejisi), Ana taktik yönelişler ve döne­min görevlerini kucaklayacak Örgütsel Yapılar'dır.

Bu konulara girmeden çok önemli bir noktaya değinmek ve açıklık getir­mek zorundayız. Sosyalizmin yıkılışıyla ortaya çıkan ve çözüm bekleyen te­orik sorunlar vardır. Bu sorunların en genel çerçevesini yazının önceki bö­lümlerinde çizdim. Ve ilk taslak düşüncelerim de çeşitli yazılarda açıklandı. Deneylerin ışığında sosyalizm teorik sorunlarının tartışılması ve çözümlen­mesi önümüzdeki günlerin en önemli görevlerindendir. Bu konudaki tezleri­mizin tartışılması, olgunlaşması ve son şeklini alması farklı seviyede ayrı bir çalışma kanalıdır. Hareketimizde bu konuda disiplinli bir tartışma süreci baş­latılmalıdır. Bu tartışma süreci disiplinli ve planlı bir şekilde örgütlenirken, bu çalışma hiçbir şekilde Hareketimizin pratik taktik yönelişleri üzerinde er­teleyici bir rol oynamamalıdır.

DEVRİME YAKLAŞIM: Şehirlerde özgür alanlar yaratma + Kentlerde uzun süreli ikili iktidar mücadelesi

Yaşanan önemli gelişmeler sonucu, Türkiye Devrimci Hareketi'nin 1960'larda çizdiği stratejiler büyük ölçüde aşınmıştır. Aşınmayı yaratan iki büyük gelişme vardır: İlki ve en önemlisi, Kürt halkının ulusal kurtuluş mü­cadelesinin yükselmesiyle, "Türkiye'nin kırlarının" gerçekte Kürdistan oldu­ğu en açık biçimde ve en görmek istemeyen gözlere batarcasına ortaya çık­mıştır. Bu gerçeklik kırlara dayalı stratejileri, Türkiye devrimi açısından bü­yük ölçüde aşındırmıştır. Sorun, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesiyle sağlam stratejik ve taktık ittifaklar kurulması noktasına dönüşmüştür. Dev­lime i Hareketin bazı kesimleri bu konuda hala büyük bir direnç gösteriyorlar.' Ancak olayların gelişimi ve gerçekliklerin inadı onların direncinden daha

ANA YÖNELİŞLER

52 I

l'iıçlü olduğu için boşa güç ve zaman kaybı yaşanmasından, hatta gereksiz >'i-r ilimlerin ortaya çıkmasından başka bir sonuç yaratmıyor. İkinci önemli edişim, Türkiye'de kapitalizmin 80 sonrası yaşanan ikinci yaygınlaşma dal­gısının şehirlerde yarattığı büyük yığılmadır. Bu gerçeklik, devrimin ağırlık merkezini 60'larla kıyaslandığında çok daha fazla ölçüde şehirlere kaydırmış­ın Devrimci Hareket, şehirlerde atacağı büyük adımlarla ve Kürt Halkı ile kuracağı sağlam ittifaklarla devrimin yolunu açabilir.

Öte yandan, 60'larda çizilen stratejilerin diğer yönü şehir ağırlıklı ayaklan­maların örgütlenmesi biçimindeydi. 80'ler sonrası böyle beklentiler de önemli ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Şehirlere büyük yığılma, kendiliğinden devri­mi ayaklanma aşamasına getiremez. 80 sonrası 'sınıflar savaşı ortamındaki değişimler" bölümünde açıkladığımız gerçeklikler, bu yolu belli ölçülerde tı­kamaktadır. "Sınıflar kopuşmasından uzlaşma arayışlarına" yöneliş; "yol açı- ı ılarııı tükenişi"; "devletin zorunun gündelikleşmesi"; "kendiliğinden yığın hareketlerinin rolü"nün zayıflaması; "işçi sınıfının iki kuşağı arasındaki kop­ma" bütün bu gerçeklikler, topyekün bir ayaklanmadan önce bazı adımların al ılınasım zorunlu hale getiriyor.

Bu da ana hatlarıyla: şehirlerde özgür alanların yaratılması adımıdır. Bu yö­nelişin gerekçeleri önceki bölümlerde kısmen açıklandı. Bir kez daha siste- nıutize edelim.

1) Kapitalizm-Sosyalizm dengesinin yok olması ve üç ana emperyalist mer­kez arasında yem bir paylaşım mücadelesinin belirgin hale gelmesi, üçüncü dünyadaki egemen sınıfların iktidar olma gücünde bir zaaf yaratmıştır. He­men hemen hiçbir üçüncü dünya ülkesinde egemen sınıflar ülkelerinin tümü­ne egemen olamıyorlar. "İki kutuplu dünya"nın yarattığı egemenlik avantajla- ıı belli ölçülerde erimektedir. Dünya çok karmaşık bir sürece girmiştir. Eski denge ve denklemler hızla devre dışı kalmaktadır. Karşı kutba endeksli ege­men olma yollarının temel zemini zayıflamıştır. Bu gerçeklik; Türkiye üze- ı inde de etkisini her alanda belirgin bir biçimde göstermektedir. Körfez sava­şının sonuçları bunun en açık kanıtı oldu. "Türkiye'nin çıkarlarının dış dünya­ya karşı savunulması" 601ı yıllara kıyaslanmayacak ölçüde çetrefilli hale gel­miştir. Amerika, Avrupa (Almanya) ve yavaş yavaş devreye giren Rusya kar­ısında Türk egemenleri, hergün sırat köprüsünde yürüyüş yapmak zorunda

kalıyorlar. "Komünizme karşı NATO'nun öncü gücü" Türkiye artık yoktur.Ote yandan, üçüncü dünya ülkelerine akan sermayenin büyük bir bölümü,

yaklaşık %50 kadarı uzak Asya-Pasifik bölgesine akmakta, Latin Amerika, Asya'nın güneyi, Ortadoğu, Kuzey Afrika bu sermaye akışından çok küçük bir pay alabilmektedir. "Komünizme karşı" destek gören ve her türlü uygula­mada elleri serbest olan üçüncü dünya egemenleri şimdi aynı avantaja sahip değillerdir. Değerler ve öncelikler değişmektedir. Bu gerçeklik onların iktidar olma gücünde belirgin zaaflar ve boşluklar yaratmaktadır. Bugün Latin Ame- ııka, Asya'nın güneyi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da üçüncü dünya egemenle-

53

IDH'NİN m . DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

ri, ülkelerinin tümüne egemen olamıyorlar. Bu ülkelerde belirgin iktidar boş­lukları ortaya çıkmaktadır. Bu boşluklar ya büyük şehirlerde çok açık dene­timsizlikler ya da bazı ülkelerde bölgesel gerilla mücadeleleri biçiminde ken­dini ortaya koymaktadır. Türkiye de bu çemberin içindedir. Konum açısından dünyanın en istikrarsız bölgelerinden birisinin tam merkezindedir. Egemenlik denklemi eskiden basit ve tek yönlüydü. Bugün pekçok çelişkinin ortasında her türlü "kolaylık"tan uzak, çok yönlü dengelerin etkilediği bir sırat köprü­südür. Bu gerçeklik, devrimci harekete yeni imkanlar sunabilir. Kendiliğin­den ve kolayca değil, zayıf noktaların iyi seçilmesi ve kararlı bir yüklenişle bu imkanlar devrimci fırsatlara dönüştürülebilir.

2) Kapitalizmin '80'ler sonrası hızlanan ikinci gelişim dalgasının şehirlerde yarattığı büyük yığınak, bu alanları oldukça denetimsiz hale getirmiştir. Gümrük Birliği ne giriş, yakın dönem için bu yığınağın artması yönünde bir etki yaratacaktır. Göçen nüfusun, kapitalizmin kendi mekanizmaları tarafın­dan emilememesi, geniş bir nüfus kitlesinin düzenin bilinen normları içine çekilememesi, şehirlerdeki denetimsizliği arttırmaktadır. Düzen, bu alanlarda sadece zor ile denetim kuramayacağını iyi bildiği için başlıca iki yoldan do­laylı denetim kurma çabasındadır. Ya doğrudan uyuşturucu, fuhuş her türlü değerin silindiği soysuzlaşmayla bu yapılıyor; ya da Refah Partisi nin yolun­dan dini değerler öne çıkartılarak öfke belli kanallarda yatıştırılmaya çalışılı­yor. Ancak bu, iki ucu keskin bir bıçaktır.

3) Kürdistan'daki savaş merkezi iktidarın gücünü önemli ölçüde zayıflat­maktadır. Şovenizm dalgasını yükselterek şehir nüfusunu nötralize etmeyi de­neyen iktidarlar, bu silahlarını da her geçen gün yitirmektedirler. Elbette on­lar açısından bütün yollar bitmiş ve tıkanmış değildir. Ancak, hangi silaha sa­rılırlarsa sarılsınlar, bunun ömrü uzun olamıyor. Savaş gerçekliği kısa sürede her taşın altından çıkıyor. Öte yandan, sadece kapitalizmin gelişimi değil, Kürdistan’daki savaş gerçekliği de şehirlere yığınağı arttırmaktadır. Üstelik radikal bir güç yığınağı yapmaktadır. Kürdistan'daki Özgürlük Hareketi, şe­hirlerde de özgür alanlar yaratmak için önemli imkanlar ortaya çıkartmakta­dır.

4) Şehirlerde yığılma yaşanması, buna karşılık işçi sınıfındaki yapısal par­çalanma gerçekliği varoşlara özel bir rol yüklemektedir. Kürdistan'dan sonra düzenle en yüksek gerilim varoşlarda yaşanmaktadır. Bugün hemen hemen bütün büyük şehirler ikiye bölünmüştür. Daha da ötesi, büyük şehirlerin önemli bir bölümünde özel güvenlik sistemli semtler ortaya çıkmaktadır. Bu bölgelere herkes elini kolunu sallaya sallaya giremez. Bu bölünmenin yarattı­ğı gerilim o kadar açıktır ki, bu tablo kentlerin özel bölümlerinde konumla­nan finans-kapitali oldukça ürkütmektedir. TESEV üyelerinden bir finans ka­pitalist bu ürküntüsünü şöyle dile getirmeden edemiyor: "Eğer barışı sağlaya­mazsak bir gün varoşlarda yaşayan nüfiıs kapımıza dayanıp hepimizin gırtla­ğım kesecek." 15 Burada hem varoş gerçekliği, hem de varoşlar ile Kürdis-

54

TDH'NİN IH. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

/ ı c \ ı « : ı ı : . . <11 m ı o n z

TDH'NİN III. DÖNEMİ yol —tan'daki savaşın bağlantısı biraz da canhıraş bir şekilde dillendirilmiştir. Ege­menler kentlerde özel güvenlik sistemleriyle kendi duvarlarını ördüklerine göre, halka da varoşlarda kendi özgürlük alanlarını yaratmak kalıyor.

Kentlerde özgür alanlar yaratmak için saydığımız gerekçeleri, 7(h80 döne­minin mücadelesini değerlendirerek tamamlayalım. Varoş gerçekliği şüphesiz ki yeni değildir. Devrimci mücadelenin bu alanlarda tutunması ve mevzi edinmesi de yeni değildir. Yapılacak olan kentlerde özgür alanlar yaratılması, eskinin basit bir tekrarı mı olacaktır? Bu soruya açık bir yanıt gerekiyor.

1970-80 dönemiyle karşılaştırıldığında varoş olgusu önemli bir değişim göstermiştir. Aslında hiçbir şey eskinin aynısı değildir. Nicelik olarak varoş­lardaki büyük yığılma, kendini nitelik olarak siyasi ortama dayatan özgün bir karakter kazanmıştır. 1970'ler Türkiye'sinde kentlerde yaşayanların sadece %23'ü varoşlarda otururken, J995 Türkiye'sinde bu rakam 60'a fırlamıştır. Kentlerin çıplak bir biçimde ikiye bölünmesi, 85'ler sonrası Türkiye'sinin bir gerçekliğidir. Latin Amerika'da bütün büyük kentler ikiye bölünmüştür. Bu bölünme sadece sosyal yaşam görüntüsü açısından değil, güvenlik sistemle­riyle örülen duvarlarla perçinlenmiştir. Türkiye'nin kentleri henüz bu noktada değildir. Ancak gelişim kesinlikle bu yöndedir. Güvenlik sistemleriyle bölün­menin ilk belirtileri İstanbul'da çoktandır bir gerçeklik olmuştur. Bu gelişim, varoşlara ayrı bir dinamik kazandırmaktadır. 1970'lerle karşılaştırıldığında, kentlerin bu alanlardaki nüfus yığılımı ve düzene karşı öfke birikimi çok ileri noktalardadır. Ancak bu öfke son derece şekilsiz, hatta hedefsizdir. Ayrıca is­tikrarlı da değildir. Parlayıp sönmektedir. Bütün bu özellikler aynı zamanda varoş gerçekliğinin tanımıdır da. Devrimci mücadele açısından önemli olan, bu alanların düzenle yaşadıkları gerilimdir. Bu gerilimi şekillendirmek, belli bir hedefe yöneltmek, çürümekten kurtarmak mücadelenin ana yönelişlerin­den biri olmalıdır. Sonuç olarak, 80 sonrası kapitalizmin gelişimi ve Küıdis- lan'daki savaş nedeniyle varoş gerçekliği, 70'lerdekinden çok farklı boyutlar kazanmıştır. Bunun yanında, Türkiye kapitalizminin bu nüfus yığılmasını bünyesine kısa zamanda alamayacağı gerçekliğini de göz önüne alırsak, orta­ya 70'lerden farklı kendine özgü bir dinamik çıkmaktadır.

Bu objektif gerçeklikten öteye olaya bir de devrimci mücadele açısından bakarsak, 70-80 arası bu alanlardan bir kısmı, devrimci siyasetler tarafından tutulmuştu. Bu mevzi tutma neden Eylül sonrası sürdürülememiştir? Bu soru­nun cevabı devrimci mücadelenin yönelişlerinde ve taktik tutumlarında yapı­lan hatalarda yatar. 60-80 döneminde, özellikle de 70-80 yılları arasında, pek- çok işçi semtinde devrimciler egemen olmasına rağmen, onların stratejik yö­nelişleri, ana hedef olarak sürekli kırlara dönük olarak kaldı. Şehirlerdeki mü­cadele "geçici" bir aşamaydı. Uygun moment gelince kırlara geçilecekti. Bu leınel mantıktan dolayı kentlerde inatçı bir tutunma savaşı verilmemiştir. En küçük yenilgiden daima "kırlara çekilme'nin gerekçeleri üretilmiştir. Dev- ııınci kurmayların büyük bir bölümünde, stratejik olarak, güçlerin yığılına

noktası kırlardı. Bu mantıkla kentlerde tutunulamazdı. Ya da kentler zaten kolay terkedilecek geçici mücadele alanlarıydı.

Öte yandan, o dönemin mücadelesinde taktik olarak da önemli bir moment kaçırılmıştır. Semtlerdeki mücadele, genellikle faşistlerle çatışmalar seviye­sindeydi. Bu çatışmalarda önemli kazanmalarda sağlandı. Ancak, 1978'lerin sonlarına gelindiğinde bu dar taktik alan artık mücadeleye cevap vermiyordu. İzmir-Gültepe'deki barikatlar, mücadelenin taktik olarak daha yüksek nokta­lara çıkması gerektiğinin ilk önemli işareti oldu. Devrimci Hareket bu taktik dönüşü yapamadı. Eski taktik zeminde, semtlerde faşistlerle mücadele sevi­yesinde kaldı. Semtlerde barikat mücadelesiyle desteklenen genel bir direniş taktiğine sıçranamadı. Devrimci Hareket bu taktik dönüşü yapamayınca Eylül darbesi için en uygun ortam şekillenmiş oldu. Böyle bir taktik dönüş yapıl­masına rağmen de yenilebilirdik. Ancak böyle bir yenilgi, Eylül faşizmine karşı hemen hiçbir varlık gösterilmeden yaşanan yenilgiden çok başka sonuç­lar yaratırdı. Gelecek kuşaklara etkin bir devrimci miras bırakılmış olurdu.

Sonuç olarak, kentlerdeki alanlar tutulurken yapılan temel mantık hatası, bu alanların "geçici" görülmesinin üstüne bir de önemli bir taktik hata yapılınca, ortaya kazanılan mevzilerin önemli ölçüde yitirilmesi sonucu çıkmıştır. So­nuç, "yenilgi aldığımız alanlara" bir kere daha gitmemek yönünde çıkartıla­maz. Yeni donanımlarla ve taktik ustalıkla özgür alanlar yaratmaya yönelir­sek, yenilgi hiç de alın yazısı değildir. Tam tersine başarının yolu açılacaktır.

DEVRİME YAKLAŞIMDA ÜÇ ÖNEMLİ AŞAMA90'lar sonrası dünya ve Türkiye gerçekliğinden hareketle devrime yaklaşı­

mın ana aşamalarını belirleyerek stratejik yönelişimizin çerçevesini tamamla­yalım.

BİRİNCİ AŞAMA: Kentlerde Özgür Alanlar Yaratılması ve Kırlar­da Cephe Gerisi Üstlenmesi.

A) Kentlerde Özgür Alanlar Yaratılması:Bu adıma, kentlerde uzun süreli ikili iktidar mücadelesi de diyebiliriz.

"Uzun" tanımlamasından, belirsiz bir tarih çıkartılmamalıdır. Ancak belirli bir süreden de sözetmek mümkün değildir. Kentlerde özgür alanların yaratıl­ması, topyekün bir halk ayaklanmasının ön hazırlığıdır. Uzunluk sınırı, müca­delenin böyle bir noktaya olgunlaşmasıyla belirlenir. Bu dönem, topyekün bir cephe savaşma hazırlık adımı, mevzi savaş dönemidir.

Kentlerde özgür alanların yaratılması nasıl başarılabilir ve hangi sonuçları doğurur?

1) Varoşların tutulmasında en temel davranış biçimi, bu alanların her türlü sorununa siyasi ve pratik olarak yönelmektir. Bu alanlarda sadece "ilişki çı­kartmak" için bulunmak olaya sıradan yaklaşmak, varoş gerçekliğini kavra­yamamak olur. Bu alanlarda düzenin en sıradan "nimetleri" bile yoktur. En

TDH’NİN İÜ. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

TDH’NİN IH. DÖNEMİ yol —sıradan insan ihtiyaçları varoşlarda neredeyse lükstür. Bu gerçeklik karşısında düzenin tavrı, yeterince denetleyemeyeceği bu alanları çürümeye terketmek biçimindedir. İşsizlikten ve amaçsız boş vakitten doğan bu zamanları düzen en çarpık noktalara sevketmek amacındadır.

Bütün bu çarpıklık ortasında faaliyet gösterecek olan militanlar, kalitece ör­nek bir günlük yaşama sahip olmalıdır. Her türlü değerin hızla deforme oldu­ğu bu alanlarda, devrimci militanların örnek yaşam tarzı, moral bir seviye ya­kalayabilmeleri çok önemlidir. Düzenin çürütme yollarına karşı devrimci bir yaşam adım adım inşa edilmelidir. Amaçsız boş vakit geçirme, kumar v.s. çarpıklıklar inatçı bir savaşımla devrimci bir yaşam tarzına dönüştürülerek te- mizlenmelidir. Bu nedenle varoşlardaki her sorun, hareketin siyasal ve pratik çalışma alanına girmek zorundadır. Büyük medya bombardımanı nedeniyle sözlerin oldukça değer yitirdiği bir siyasi ortamda, pratikte örnek davranış ya­kalanması gereken temel halkadır.

2) Varoşların tutulması, bizleri aynı zamanda işçi sınıfının en hareketli ke­simine taşıyacaktır. İşçi sınıfı içindeki çalışmayla varoşlardaki çalışma canlı bağlantılarla uyumlu hale getirilirse, sınıf içinde adım atma hızımız kesinlikle artacaktır. Sınıfın en canlı ve hareketli kesimlerini önceki bölümde tanımla­dık. Bu işçi kitlesinin büyük bir bölümü varoşlarda yaşamaktadır. Sadece iş­yerlerinde örgütlü kalındığında, bir grev ya da direniş nedeniyle işten atılma­lar yaşanınca, buradaki örgütlenme hızla zayıflamakta hatta yokolmaktadır. Atılan işçilerle ilişkiler ise genellikle kopmaktadır. Varoşlar tutulduğunda ise, işyerlerinden tasfiye edilen öncü işçilerle ilişkiler daha kalıcı hale getirilebi­lir.

Bu noktada, biraz da Hareketimizden kopan sendikacıların gayretiyle başla­tılan, ancak Yapı da belli bir karşılık bulan "varoşlar mı? işçi sınıfı mı?" tar­tışmasına değinelim. Daha sorunun konuluşundan ortada bir çarpıklık olduğu kavranabilir. Boş tartışmalarla oldukça zaman yitirdiğimiz için, sorunu bu tarz ortaya koyuşun altında yatan siyasi zemini bulmaya çalışalım.

80'ler sonrası yaşanan bütün siyasi gelişmeler, kentlerde verilen mücadele­de, varoşların özel bir önem kazandığını açıkça ortaya koymaktadır. Böyle bir tartışmanın altında temelli siyasi gerekçeler olamaz. Tersine, siyasi gerek­çeler ve "objektif durum" varoşları işaret ediyor. Ortaya çıkan direncin iki ne­deni olabilir. Birisi 60'lardan kalan alışkanlıkla düşünmekten kopuşamamak, diğeri, özellikle 87 sonrası yaşanan pratik örgütsel çalışmalardan çıkarılan yanlış sonuçlardır.

İlkinden başlayalım. 60-80 arası mücadeleden bir temelli ders çıkartılmalı­dır. Ülkede sınıflar konumlanmasının tespitiyle, mücadelenin pratik yürütü- ıııü birebir üst üste düşmez. Sınıflar konumlanmasının ortaya koyduğu genel çelişki ve zıtlıkların pratik mücadeledeki karşılığı, her zaman sınıfların dü­zenli ordular gibi karşılıklı çatışması biçiminde yürümez. Günlük pratikteki gerilimler, çok daha canlı ve çeşitlidir. Ve bu gerilimlerin içinden yürünme-

5 7

TDH'NİN III. DÖNEMİ yol —den hiçbir zaman sınıflar mücadelesi yönetilemez. 60'larda önce gençlik so­kağa çıktı, işçi sınıfı değil. Yine 60'larda işçi sınıfının KİT'lerde çalışan kesi­mi genellikle durgundu. Bu nedenle devrimci örgütlenmelerin ilk yöneliş ala­nı içinde olmadı. 80 sonrası gençlik ve işçi sınıfının mücadele seviyesinde ol­dukça önemli değişimler yaşandı. Ayrıca sanki Kürt ulusal mücadelesi ve Alevilerin siyaset sahnesine çıkması sınıflar savaşını gölgeleyen sonuçlar ya­rattı. 60'ların yaklaşımıyla, Kürt'lüğün de, Aleviliğin de, hatta kadın sorunu­nun da çözümü sosyalizmdeydi. Ayrı davranış ve örgütlenişler hiç de olumlu karşılanmazdı. Yine 70'ler sonrasında devrimciler, semtlerde faşistlerle çatış­malarından dolayı eleştirilemez. Taktik olarak tek yanlı kalmalarından ve 1978'lerde, semtlerdeki mücadelenin bir başka basamağa gelip dayandığını kavrayamamaktan dolayı eleştirilebilir. Siyasetimiz ise, semtlerdeki mücade­leye öncü olmadığından eleştirilmelidir. Bu mücadele yaygınlaşınca, Hareke­timiz de kaçınılmaz biçimde bu taktik alanın içinde yer almıştır.

851er sonrası Türkiye'sinde, Kürt hareketinden sonra düzenle sürekli geri­lim noktası varoşlarda odaklaşmaktadır. Bu gerilim alanında yürünmeden sı­nıflar mücadelesi yönetilemez. İşçi sınıfının en canlı kesiminin, Aleviliğin, savaştan dolayı göçen Kürt nüfusunun, işsizliğin ve hatta üniversiteye gire­meyen ya da maddi nedenlerle devam edemeyen kesimin toplu yaşam alanı varoşlardır. Düzenden çok yönlü hoşnutsuzluğun buluşma noktasıdır. Bu ger­çeklikler ortasında "işçi sınıfı mı? varoşlar mı?" sorusunu sormak, sınıfın en canlı kesiminden kopuk olmaktan başka bir anlam taşımaz. Varoşlarda tutun­manın, özgür alanlar yaratmanın bizleri yüzlerce fabrika ve işyerine taşıyaca­ğı, hem de etkili bir biçimde taşıyacağı, açık değil midir? 60-80 arasının alış­kanlıklarıyla düşünmek ve kaba formüller dünyasında kalmak insanı ancak böyle saçma ikilemlerle uğraşmaya iter.

O zaman sorun nerede yatmaktadır? 87 yükselişinden sonra 91lerde bir tı­kanmaya girdiğimizde "kadro sorunu" ve "kadro kalitesi" Yapı'nın gündemin­de ilk sıralara çıktı. "Kadro kalitesinden şikayet" tepe noktalara vardı. Bütün bu olanlarda bir gerçeklik yok muydu? Elbette vardı. Ancak, bu krizden, ge­nellikle olumsuz yönde sonuçlar çıkarıldı. Varoşlardan gelen kadroların "tu­tarsızlığı" çoğumuzu işçi sınıfı içinde "ağır başlı" kadro aramaya itti. Oysa sorun, Yapı nın içine aldığı unsurları dönüştürme ve kazanma iradesindeki zayıflıkta yatıyordu. Bu zaaf aşıldığı sürece, hangi alandan gelirse gelsin her­kes yapı içinde sorun yaratacaktır. Eylülün üstümüzdeki en büyük tahribatı, örgütsel liberalizm aşılmadığı ölçüde kimi kazanırsak kazanalım, Yapının moral ortamında eritilip yeniden şekillendirilmedikçe, her zaman sorun ola­caktır. Varoşlara yönelişe direncin siyasi bir gerekçesi olamaz. Bu ancak si­yasi körlükle mümkündür. Ancak kendi yakın pratiğimizden kaynaklanan, ör­gütsel sorunlardan hatalı sonuçlar çıkartılınca, ortaya bir direnç çıkmaktadır. "Varoşlar mı, işçi sınıfı mı?" sorusunu kendi örgütsel pratiğimize tercüme edersek, "tutarsız, istikrarsız kadrolarla boğuşmak mı, sınıf disiplini almış

Rfi

kadrolar mı?" biçimine girer. Bu, pire için yorgan yakmaya benziyor. Varoş­ları feth edecek kadroları fabrikalardan, üniversitelerden yetiştirmeye engel olan nedir? Bu alanlar düzenin çürümesine terkedilirse ne fabrikalardan, ne de üniversitelerden "kaliteli" kadro kazanmakta büyük zorluklara düşeceği­miz çok açık değil mi? 92 tıkanışından hatalı sonuçlar çıkartılmamalı, hedef sapmasına düşülmemelidir. Bu tıkanışın nedeni varoşlardan kazanılan kadro­lar değildir. Örgütteki sentezleşme zaafı, ya da örgütsel liberalizmdir. Ya- pı’nın dönüştürme gücü ve moral ortamı öyle olmalıdır ki, hangi ortamdan gelirse gelsin her insanı bünyesinde eritebilmelidir.

Sonuç olarak, varoşlar ve işçi sınıfı ikilemi bütünüyle yersiz bir ikilemdir. Tam tersine, bu iki alandaki mücadele birbirine sıkıca bağlanmalıdır. O za­man, hareketin vuruş gücü birkaç kat artacaktır.

3) Varoşlara tutunmak amacıyla yönelmek aynı zamanda kaçınılmaz biçim­de bu alanlarda çöreklenen düzenin çürütücü güçlerine karşı da yönelmek de­mektir. Halkı çürütücü, onları doğrudan ya da dolaylı olarak kıskacına alan yeraltı dünyasıyla, bu varoş "korucuları' yla mücadele, büyük bir önem taşı­yor. Düzenin bu alanlardaki doğrudan ya da dolaylı ayakları, özgür alanlar yaratırken devrimci zorun ilk elden hedefleri olacaktır. Bu güçlerle, eğer de­yim uygun düşerse, "düşük yoğunluklu bir savaş" verilmelidir. Siyasetten ekonomiye kadar varoşları sinsice kuşatan bu güçler, uygun mücadele taktik­leriyle sindirilmelidir. Bu yönde başarılı adımlar atılırsa, gizli kalmış pekçok enerji açığa çıkacak, bunun siyasal ve ekonomik sonuçları olacaktır. "Zor tak­tiğinin" başlıca uygulama alanlarından birisi burasıdır. Ancak uygulamada inat, kararlılık ve süreklilik büyük önem taşıyor. Gerekli olan rastgele çıkışlar değil, planlanan doğrultuda adım adım ilerlemektedir. İnsanın çürütülmesine karşı, bu paçavra unsurlara yönelerek, devrimci yaşam tarzının ve devrimci ahlakın güzel örneklerini inşa etmeliyiz.

4) Varoşlarda devrimci potansiyelin olduğu bölgelerin öncelikli olarak ele alınması ve buralarda az çok güç olunmasıyla birlikte Refah'ın örgütlü olduğu alanlara da sarkılmalıdır. Varoşların bu kesimine yönelmek belirli zorlukları taşıyacaktır. Refahla bu alanlarda mücadele, 70 sonrasında faşistlerle müca­deleden çok daha karmaşık ve zorlu bir mücadele olacaktır. Karşımızda bin yılı aşkın bir gelenek ve düşünce sistemi olacak. Yeterli bilgi, esneklik ve ka­rınca gibi inatçı bir çalışma olmadan adım atılamaz. Ancak mutlaka adım atılmalıdır. Düzenin kendi iç çelişkili, genel politik gidişteki değişimler iyi izlenerek, bu alanlarda adımlar atılabilir. Devlet ve düzen elimizden her gün bir silahımızı alıyor. Bizler de onların silahlarına göz koymalıyız. Yozlaşma­ya karşı dini değerleri; yoksulluğa karşı "İslam dayanışmasını" öne çıkaran Refah'ın bu silahları istikrarlı bir mücadeleyle elinden alınmalıdır. Ayrıca, Refah örgütlenmesinin, dini değerler yanında paraya dayandığı bir sır değil.Bu konuda onlarla yarışmamız şimdilik mümkün görülmeyebilir. Ancak va­roşlarda tutunmanın mutlaka ekonomik bir yanı da olacaktır. Bu alanların ıle-

c;q

TDH'NİN m . DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

rinliklerine girildikçe, pekçok imkanın önümüze çıkacağı kesindir. Yeter ki küçümseyip üstünden atlamayalım. Hatta alanlarda derinleştikçe bu yana özel bir dikkat göstermek gerekir.

Çürümenin açık ve çıplak olanına karşı dövüşmek, aynı olgunun, geleneği­mizde köklü bir yere sahip olan, İslam kültürüyle örtülüp sarmalanmış olanı­na karşı dövüşmekten daha "kolay" olduğu yeterince açıktır. Bu gerçeklikten hareketle kolaya kaçmak ise, yeni dönem devrimciliğini yeterince kavraya­mamak olur. Günümüz koşullarında zor ve incelikli çalışmalara talip olabil­meliyiz. Sosyalizm mücadelesi, genel tarihi kültürümüze yadırgı duran bir yaban gülü olmaktan çıkarılmalı, kendi toprağımızın bir çiçeği haline getiril­melidir. Hareketimizin ideolojik köklerinde bu yönde yeterince malzeme ve birikim vardır. İslam, laiklik sahte silahıyla değil, gerçek devrimci ahlakla kuşatılmalıdır. Siyasileşen İslamın ve para gücüne dayanan yaygınlaşmasının en zayıf yanlarını bulmalı, o noktalardan sızmalar yapmalıyız. Bu yolda adım atabilmek için, İslam kültürüyle ilgili genel bilgilerden çok Refah’ın pratik çalışma yöntemlerini çok iyi gözlemlemek gerekir. Düzenin karşımıza çıkar­dığı engellerin detaylarına binlerce kez daha fazla dikkat!

5) Kentlerde özgür alanlar yaratma mücadelesine düzen seyirci kalmaya­caktır. Bu alanların düzen tarafından ehlileştirilmesi, orta vadede ekonomik iyileşme yoluyla mümkün görünmüyor. Tam tersine kentlerin dar bir çekirde­ğinde patlayan tüketim ekonomisi, varoşlardaki gerilimi artıracaktır. Özlem­leri ve öfkeleri bileyecektir. Yakın süreçte, düzen bu alanlara daha çok zor kullanarak yönelecektir. Şimdiden olduğu gibi, semtlerin giriş çıkışları kont­rol altına alınacaktır. Bu noktada, düzenle ustaca ve esnek bir yıpratma savaşı gerekir. "Düşük yoğunluklu savaş" budur. Varoş kitlelerini yersiz taktik çı­kışlarla yormamak gerekir. Her taktik uygulama, daha fazla kitlenin düzenle karşı karşıya getirilmesi hedefini kollamalıdır. Devrimci öncülerin yersiz tak­tiklerle kitleden kopuşması, özgür alanlar yaratılması mücadelesinin önünü tı­kar. Bu mücadele sırasında kitlelerin nabzının elde tutulması büyük önem ta­şır.

Öte yandan, başarılı taktiklere rağmen düzenin bu alanları yoğun bir şekilde kuşatmasından fazlaca çekinilmemeli, bu gelişmeden hemen olumsuz sonuç­lar çıkartılmamalıdır. Yılda üçbeş kez polis baskınıyla yüzyüze gelen kitle, bu baskınlardan ürker. Başarılı taktiklerle kitlenin nabzı elde tutulurken dev­letin yoğun kuşatması hemen her gün polisle yüzyüze gelen kitlenin ruh ha­linde önemli değişimlere yol açar. Bir ölçüde "korku duvarı" aşılır. Daha doğrusu devrimci öncüler ustaca yürütecekleri mücadele ile böyle bir dönüşü­mü sağlayabilirler. Koşullarda başka türlü değişimler olmadığı takdirde, va­roşlara ekonomik ve sosyal iyileştirmelerin getirilmesi gibi, her zor uygula­masının da bir sınırı olduğu iyi bilinmelidir. Kitleden kopuşmadan zor uygu­lamalarını bu kritik sınıra getirip, bir ölçüde iflas ettirmek için yaratıcı, usta taktikleri her koşula göre devreye sokabilmek gerekir. Türkiye Devrimci Ha-

TDH’NİN İD. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- Yo1 —

TDH’NİN m. DÖNEMİ yol —reketi, erken mevzi terketmeye pek alışıktır. Üstelik mevziyi terkettikten son­ra da "yenilmedik" çığlığını atmayı hiç ihmal etmez. Bugünler geçti. İnat ve kararlılık, yaratıcı taktikler devreye sokulduktan sonra varoşlar, köstebek yu­valarına çevrilerek, oralarda her ne pahasına tutunulabilinir. Bizim koşulları­mızdaki ülkelerde imkanlar tükenmezdir. Yeter ki, bu imkanlar değerlendiril­sin!

Özgür alanlar yaratılması mücadelesinin taktik alanına varoşların tam zıttı koşullarda yaşayan özel güvenlik sistemli kent bölgeleri de girmelidir. Varoş laıda uygulanan her devlet zoruna karşılık bu alanlar uygun taktiklerle taciz edilmelidir. Kimseye olaylara seyirci kalma "hakkı" tanınmamalıdır. Kentin yoksul semtlerindeki gerilim, uygun momentler seçilerek kentin "tuzu kuru" bölgelerine de taşınmalıdır. Bu taktikler iyi uygulandığı takdirde özgür alan­ların düzenle "pazarlık gücünü" artıracaktır. Devrimci hareketin geçmiş de­neylerine bakarak bir kez daha tekrarlamak gerekiyor: Bu tür taktiklerde usta­lık, ustalık, ustalık!

6) Özgür alanlar yaratabilmek için uygulanması gereken mücadele tarzına gelince, önce, klasik, biraz da tek yönlü örgütlenme mantığından köklü bir kopuşma gerekiyor. Varoşlar, pekçok çelişkinin buluşma noktasıdır. Hiçbir şey tekdüze akmaz. Kendiliğinden kıpırtıların oldukça yoğun olduğu, ancak öfkelerin hiçbir belirgin şekle sahip olmadığı alanlardır. Bu alanlarda "istik­rarlı" örgütler yaratmak oldukça zordur. Bu alanlarda bir örgütsel temele da­yanan hareket yaratmak, etki adam yaratmak hedeflenmelidir. Her ilişkiyi mutlaka bilinen klasik örgüt kalıplarına dökmek yorucu ve içinden çıkılmaz sonuçlar yaratır. Buralarda Yapı son derece akışkan, değişebilen özelliklere sahip olmalıdır. Hiç şüphesiz bütün bu kıvraklığı ve akışkanlığı yaratabilmek, belli bir hedefe yönlendirebilmek için vazgeçilmez koşul, her alanda sağlam bir çekirdeğin inşasından geçer. Çekirdek ve yakın halkası dışındaki her türlü örgüt biçimi ve davranışlar hemen hemen her gün değişebilecek kıvraklıkta olmalıdır.

Bölgedeki günlük yaşam sorunlarından, kahve yaşamına, gençlerin özlem­lerinin bir ana yöne kanalize edilmesine -spordan kültüre-, kadın sorunlarına, çürütücü unsurlara karşı uygulamalara ve elbette ki en önemli olan, semtin güvenlik sorununa kadar her alanda olabilmek gerekir. Bölgenin sorunlarının derinliklerine inildikçe, dönem dönem gündemleştirilecek sorunlar ortaya çı­kacak, bunlar için geçici örgüt ve davranış biçimleri yaratılacaktır. Varoşlar­da sadece "ilişki çıkarmak" için dolaşmak, mahalleler arasında "körebe" oy­namaya benzer. İlişkilere yaklaşırsınız ama bir türlü tutamazsınız.

Varoş insanının şekle sokulmasının bir özel-dar, bir de genel yöntemi var­dır. Özel yöntem Yapı'ya kazanılan her kişinin geçmesi gereken eğitim meka­nizmalarıdır. Orada hamura ilk esas şekli verilir. Ancak en az bunun kadar önemli olan, bölgede yaratılan etki alanıdır. Bölgede yarı iktidar olmaya doğ­ru adım atıldıkça, alanda genel bir şekillenme ortaya çıkar. Her davranış, bu

genel etki ve şekillenmenin eleğinden geçer. Eğer bölgede genel bir etki yara­tılırsa, çevre ilişkileri sık sık değişebilir, fakat hemen hiçbir ilişki kaybolmaz. İlişki çemberinin mutlaka şu ya da bu noktasında yer alır. Bir bölgeyi tutma­nın anlamı da budur. Düzenin her günki etkisini zayıflatmak ve sınırlamaktır. Anlaşılıyor, varoşların kurmay kadroları, bilinç, davranış olarak belli bir sevi­yeyi tutturabilecek katılıkta; günlük taktık uygulamalar açısından çok yönlü bir zenginlikte olmalıdır. Esasında çok yönlü esneklik ve kıvraklık, prensip temelinde sağlamlıktan gelebilir. Aksi takdirde, esneklik ve çok yönlülük kendiliğinden gidişe teslim olan bir gündelikçiliğe varır. Sık sık kıvrılıp yön değiştirebiliriz, ancak hedefi ya da bölgede planlanan mevziyi gözden yitir­meden.

Varoşlarda insanları sürekli bir şekilde dönüştürme savaşı verilecek. Ancak sadece birebir ilişkilerde değil, bölgede bir hareket, bir etki alanı yaratarak.

Son olarak, varoşlar, kent medeniyetlerini kuşatan barbarlar gibidir. Çürü­düğünü sezdikleri medeniyeti yıkmaya yönelirler. Medeniyetten oldukça geri noktalarda oldukları için yapmak ufuklarında yoktur. Bu nedenle, yıktıkları medeniyetin bir müddet sonra özünü içerek zehirlenirler. Ve tarih böyle bin­lerce yıl adeta "tekrar eder" durur. Bölgeler tutmak ve özgür alanlar yarat­mak, aynı zamanda bu öfke seline yapmayı öğretmek demektir. Medeniyetin zehrini içip onun bir versiyonuna dönüşmemeleri için!

B) Kırlarda Cephe Gerisi Üslenmesi:Mücadelenin içinde bulunduğumuz aşamasında kırlardaki üslenme daha

çok bir cephe gerisi konumlanması biçiminde olmalıdır. Türkiye kırlarının, Kürdistan'ın değil, en gerilimli alanlarına üslenilmelidir. Bu durum, kırların, devrime yaklaşımın ikinci basamağındaki rolü açısından önemlidir. Kentlerde özgür alanlar yaratılması mücadelesi verilirken, kırlardaki üslenmenin rolü daha çok, eğitim, gizlenme ve devrimin ikinci aşamasına hazırlıkla sınırlı ol­malıdır. Bu üslenmenin pratik adımlarına varoşlarda kazanılan ilişkiler, onla­rın kır bağlantıları önemli katkılarda bulunabilir. Bu yönlü her ilişki dikkatle değerlendirilmelidir.

Bu üslenmenin mantığı iki temele dayanır. Birincisi, kırlardaki üslenme kentlerdeki mücadele için dönem dönem nefes borusu rolünü oynayacaktır. Taktik dengelerdeki değişim, kısmi geri çekilmeleri gerektirebilir. Önemli kadrolar için bu alanlar güvenlik ve yeniden eğitim görevi görür. Ayrıca böy­le özel dönemler yaşanmadan da bu alanlar Yapı için genel bir eğitim alanı rolü oynamalıdır. Yıpranan kadro ve ekiplerin yeniden mücadeleye kazanıl­ması. kapalı alan kadrolarının eğitimi için böyle bir üslenme kesinlikle gerek­lidir. Bu üslenmenin kapalı alanla titiz ve sağlam bağları olmalıdır. Uslenme- ler, ilk aşamada, kesinlikle hareketli tarzda olmalıdır. İkincisi, Türkiye kırları, ancak kentlerde bazı önemli adımlar atıldıktan sonra kıpırdayabilir. Buralarda gerilim, suni zorlamalarla yükseltilemez. Kentlerden esecek rüzgar bu alanla­rı önemli ölçüde etkileyecektir. Kentlerde özgür alanların yaratılması müca-

TDH'NİN IH. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

delesi sırasında kırlardaki muhtemel gerilimli noktalarda iyi üslenmeler ya­pılmalıdır. Kentlerdeki mücadelenin nabız atışları iyi izlenerek kırlarda dalıa sonra bir hareketli savaş başlatılabilir.

İKİNCİ AŞAMA: Kırlarda Hareketli Savaş:Kentlerdeki özgür alanların, mücadele gündeminde belli bir ağırlık kazan­

masıyla birlikte, kırlarda iyi seçilmiş hedeflere yönelik bir hareketli savaş başlatılmalıdır. Kırlardaki enerjiyi açığa çıkartabilmek için ilk yönelinecek hedefler iyi seçilmelidir. Bu günden görüldüğü kadarıyla, bu hedefler kır yoksul köylülüğünü tam anlamıyla pençesine almış, küçük köylünün toprağı­nı ipotek tehdidiyle fiilen gaspetmiş olan tefeci-tüccar kesimidir. Bu hedefle­re vuruş, hem belli bir enerjiyi açığa çıkartacak, hem de devletin müdahelesi- ni köylü yığınların gözünde gayrimeşru kılacaktır.

Kırlardaki mücadeleyi dar bir gerilla savaşı olarak düşünmemek gerekiyor. Bir dönem cumhuriyetin "efendisi" olan köylülük aslında Türkiye'nin en "sa­hipsiz" halk kesimidir. Kentlerdeki mücadelenin etkisi ve kırlarda uygun he­deflere yöneliş beklenmedik enerjileri açığa çıkartabilir. 1986'lardaki, Ege kırlarında tefeci bürolarının tahrip edildiği gösteriler hatırlansın. Kırlardaki hareketli savaş, yaygın bir demokratik köylü hareketi yaratabilir. Siyasi amaç da bu olmalıdır. Köylülük, bugün sorunlarına karşı örgütlü bir mücadeleyle harekete geçmiyor. Çözümü kentlere göçte arıyor. Fakat kırlarda mücadele kıvılcımları yaratılırsa bu enerji mücadeleye akıtılabilir. Böyle bir beklenti hiç de yersiz bir hayal değildir. Bugüne kadar ki didinmesiyle bir türlü baş edemediği "düşmanlarının” tek tek düştüğünü gördükçe kaderci bir boyune- ğişteıı hızla sıyrılabilir. Sınıfsal yapının, kırda kapitalizmin gelişme seviyesi­nin ve son otuz yılın sınıflar savaşının ortaya koyduğu gerçeklik, ancak şehir­lerde etkin bir mücadele ayağa kaldırılabilirse Türkiye kırlarının da hareketle­neceğini gösteriyor. Mücadelenin ikinci aşamasında etkin adımlar atabilmek ilk adımda kentlerde önemli mevzilerin tutulmasına bağlıdır.

Kırlardaki hareketli savaş demokratik bir köylü hareketiyle büyütülürse, bu liirkiye finans-kapitalinin çok yönlü kuşatılması sonucunu doğurur. Bu aşa­manın uzaması kırlardan kentlere yeni bir göç yaratır. Cumhuriyet tarihindeki üçüncü büyük göç belki de böyle bir döneme denk düşecektir. Ancak böyle bir göç mücadede bir zayıflama yaratmaz. Tam tersine kent ve kır ittifakını sağlamlaştıran sonuçlar yaratır. Eğer örgütlenmeler yeterliyse, kurmay usta- laşmışsa bir halk ayaklanmasının eşiğine gelinmiştir.

ÜÇÜNCÜ AŞAMA: Şehir Ağırlıklı Birleşik Savaş ve Topyekün Halk Ayaklanması:

Mücadelenin birinci aşaması, Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi yle do­laylı ittifakların kurulduğu bir süreç olacaktır. Kentlerde özgür alanlar yarat­ma aşamasında, Ulusal Mücadele'yle ile gündelik taktiklerde tam bir paralel­

” 63

TDH'NİN m. DÖNEMİ ------------------------------------------------------------y o l —

TDH'NİN m . DÖNEMİ y o l —

lik olmayabilir. Ya da, daha doğrusu, taktik yönelişlerde düzenli ve sağlam bir koordinasyon kurulamayabilir. Güç durumlarındaki ve mücadele seviye­sindeki farklılık bu uyumsuzluğun temel zeminidir.

Kentlerde özgür alanların yaratılması ve bununla birlikte kırlarda hareketli bir savaşın başlamasıyla, Ulusal Hareketle sağlam ittifak zemini kurulabiliı ve taktık paralellik ortaya çıkabilir. Güçlerin durumu bunu ımkanlı kılar. Mü­cadele bu aşamaya geldiğinde düzen başlıca üç yönden kuşatılmış olacaktır. Kentlerde özgür alanlar, Türkiye kırlarında Köylü Hareketi ve Ulusal Hareket düzenin nefes borularını tıkayabilir. Eğer bölge ve belli ölçülerde dünya ko- şullarıda uygunsa bir halk ayaklanmasının ön günlerine gelinmiş olur. Uç yönlü birleşik savaş, devrim vuruşunu gerçekleştirebilir.

Türkiye Devrimci Hareketi açısından, kentlerde özgür alanlar yaratılması mücadelesi esas olarak öncü örgütlerin halk ayaklanmasına hazırlık dönemi­dir. Kırlarda hareketli savaşın başlaması ve köylü Hareketinin yaratılması ar­tık savaşı topyekün yönetme aşamasıdır.Kent ve kır mücadelesinin aynı hede­fe düzenli vurabileceği bir basamaktır. Bu noktada Ulusal Hareketle her türlü taktık paralellik kurulabilir. Birleşik bir savaşla sonuca ulaşılabilir. Günümüz Türkiye ve dünya koşullarında bu adımlardan geçilmeden, bu hazırlık basa­makları yaşanmadan bir halk ayaklanmasına ulaşmak ve vurucu kalkışmayı başarmak imkansızdır.

Kürdistan'daki savaşta ve bölgede önemli değişimler yaşanırsa bu basamak­lar uzayıp kısalabilir ya da kısmen birbirinin içine girebilir. Yaşam her türlü formülden zengindir. Ancak bir öncü örgüt olarak yeni dönemin koşulların­dan hareketle mutlaka tasarlanmış ana yönelişlere sahip olmalıyız. Aksi du­rumda hedefsiz günlük politikayla tükenmek kaçınılmaz olur.

Devrim için ana yönelişimizin temelinde, 60-80 döneminin sınıflar savaşı dersleri; Kürdistan'da yükselen Ulusal Mücadele ve yarattığı sonuçlar; 901ar sonrası dünya ve Türkiye'sinin yeni koşulları yatmaktadır. 60-80 arasının "kırlardan şehirlerin kuşatılması" ya da "Bolşevik ayaklanma" stratejileri farklı yönlerden aşınmaya uğramıştır.

Devrimci mücadelenin koşullarında yaşanan köklü değişimlerden sonra devrim stratejimiz: Kentlerde özgür alanların yaratılmasından, birleşik savaş­la halk ayaklanmasına olmalıdır.

ANA TAKTİK YÖNELİŞLERAna taktik yönelişler esas olarak devrim stratejimizin ilk basamağını kapsa­

maktadır. Daha ötesini bugünden belirlemek ne mümkündür ne de gereklidir. Yeni dönemin mücadele koşullarında dört ana taktik yöneliş öne çıkmaktadır. Özgür alanların yaratılması sürecini kapsayan ana taktik yönelişler genel dav­ranış yönlerini de belirler.

1) Devrimci Zorun Gündelikleştirilmesi: Bu ana taktık yöneliş yem 64

dönemde belirleyici bir yere sahiptir. Bu taktik başarıyla pratiğe geçirilmeden hemen hiçbir adım atılamaz. Daha doğrusu, atdan adımlar kısa zamanda erir aşınır. Zemin tutmaz. Devletin zorunun gündelikleşmesi, düzenin kitle içinde kuşatıcı güçlerini sağlamlaştırarak, kendiliğinden hareketlerin misyonunu za­yıflatması bu taktiği zorunlu hale getirmektedir. Taktiğin uygulama alanı, ça­lışma yürütülen hemen her ahım kapsamalıdır. İşçi çalışmasından gençlik ça­lışmasına, sendikalarda örgütlenme çalışmalarından grev ve direnişlere, bölge çalışmalarına kadar her alanda güçlü bir şekilde uygulanmalıdır. Zorun sevi­yesinin ve hedeflerinin seçiminin günlük mücadele dengelerine bağlı olduğu yeterince açıktır. Bu taktiğe yol açıcı bir rol yüklenmelidir. Düzenin, Eylülde birlikte sertleşen dokusu başka türlü hırpalanamaz. Geniş yığın hareketleri karşısında zaman zaman esneyen düzen ilk fırsatta hemen esneyerek yitirdiği mevzilere geri dönmektedir. Onun bu sınırlı esneme yeteneği bu taktikle işle­mez hale getirilmelidir. Başlarda düzenin kitleyi içerden kuşatan güçlerine yönelerek adım adım düzen güçlerine tırmandırılarak uygulanması gereken laktik, örgütlenme seviyesi ve etkin olduğumuz kitlenin nabzı elde tutularak yürütülmelidir.

2) Devrimci Zor ile Barışçıl Taktiklerin İçiçe Uygulanması: Dü­zen her davranışıyla devrimci hareketi uç taktiklere zorluyor: Ya hareketleri kuşatarak sokak infazlarıyla katılaştırırak momentinden önce saldırılara itip ezmek için zemin yaratıyor; ya da hareketi liberal taktiklere doğru itiyor. Sa­dece uçlarda gezinen taktiklerin devrimci hareketi zayıflattığını iyi kavrayan düzen, bütün çabasıyla devrimci hareketin bu iki alanda kopuşturmaya çalışı- \or. bililerine hemen "terörist" damgasını vurarak halktan koparmaya uğra­şırken, diğerlerinin liberal taktiklerine göz yumuyor.

Ayrıca sınıflar savaşının yeni koşulları, işçi sınıfının yapısal parçalanması, hatta gençlik Hareketi nin oldukça zayıflaması; öte yandan varoşlardaki şe­kilsiz öfke, devrimcilere taktikte büyük zenginlikler yaratmalarını dayatıyor. Düzenin soktuğu ya da ittiği alanlarda daralmak değil, politik ortamı bütün özellikleriyle kavrayan taktik uygulamalar gerekiyor. Devrimci zorun günde­likleştirilmesinin belirleyiciliği unutulmadan, en sıradan, en barışçıl taktikle­rin de ustaca devreye sokulması gerekiyor.

3) Sosyal Parçalanmalara Uygun Olarak Her Alan İçin Ayrı laktik: Etkin ve belirleyici bir devrimci kabarışın yaşanmadığı günümüzde, ıısielik 80 sonrası ekonomik ve sosyal gelişmelerin sonucu ortaya çıkan sınıf ve halk tabakaları arasında belirginleşen parçalanmalara ayrı taktiklerle karşı­lık vermek zorunlu bir görev olmalıdır. Varoşlarda pek çok farklı çelişkinin buluştuğunu, işçi sınıfının bazı yapısal parçalanmalara uğradığını, gençlik ha- u ketinde bir radikal çekirdek dışında, ilgi alanlarıçeşitli geniş bir halkanın oluştuğunu dikkate alırsak, bu kesimlere tek düze taktiklerle yaklaşmanın bir\ nar sağlamayacağı hemen görülür. Zaman zaman puflayıp durulan Alevili- ı iıı de basmakalıp taktiklerden farklı bir yaklaşım gerektirdiği çok açıktır.

TDH'NİN III. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

TDH'NİN İÜ. DÖNEMİ y o l —

Mevcut durumumuz dikkate alındığında, bir hazırlık sürecinden geçtiğimiz düşünülürse, bu farklı taktik alanlara aynı anda müdahele etmenin imkansızlı­ğı ortaya çıkar. Bugün kaçınılmaz bir şekilde belirli önceliklerimiz olcaktır. Düzene karşı en yüksek gerilimlerin yaşandığı alanlara ve sosyal tabakalara yaklaşım bir öncelik taşıyacaktır. Ancak, diğer alanlara nasıl yaklaşmak ge­rektiğini, hangi taktik farklılıklar gerektirdiğini bugünden tasarlamamız gere­kiyor.

4) Mevzi Savaşı-Diueni Yıpratma Taktiği: Yine yukarıdaki gerek çeyle, yani devrimci bir yükselişin belirgin bir biçimde yaşanmadığı, tersine böyle bir yükselişi devrimci irade ve örgütsel müdahalede hazırlamak zorun­da olduğumuz koşullarda, esas olarak her adımımız düzenin bir kuşatmasıyla cevap bulmaktadır. Bu kuşatmalara karşı uzun soluklu, ustaca planlanmış yıpratma taktiğiyle karşılık verilmelidir. Bir semtin, üniversitenin, bir direni­şin kuşatılmasına karşı mevcut politik dengeler göz önüne alındığında ve Kürdistan'daki savaş bu etkinliğiyle sürdüğü müddetçe, öfkeli çıkışlarla ken­dimizi ezdirmek ya da yükselişi "beklemek" için geri çekilmek yerine, bu kuşatmalar inatçı taktiklerle aşındırılmalıdır. Özellikle özgür alanlar yaratma savaşı, yıpratma taktiğinde çok ustalaşmamızı gerekli kılıyor. Öte yandan, Türkiye Devrimci Hareketi’nin taktik zayıflığını, hatta kofluğunu düşünürsek bu alandaki zorluğumuzun sadece düzenden kaynaklanmıyacağını iyi bilmeli­yiz. Taktik uygulamada, irademizin yetkinliğini hızla kanıtlamak zorundayız. Bu konuda, gücümüze dayanarak inatçı bir tavır ortaya koyabilmeliyiz. Dev­rimci hareketin coşkulu bir yükseliş yaşadığı ve bu yükselişin süregittiği ko­şullarda taktik hataların bedeli genellikle açık bir şekilde ödenemez. Oysa gü­nümüzde düşman bu alanda oldukça ustalaşmıştır. Hemen bedel ödetiyor. Bu nedenle, eskisi ölçüsünde hata yapma ve moment kaçırma lüksümüz kesinlik­le yok. Bütün stratejik görüş farklılıkları bir yana, Türkiye Devrimci Hareke- ti'nin en büyük toyluğu taktik toyluğudur. Bu ise düşmanı ve dolayısıyla ken­dini ve savaşı ciddiye almamaktan kaynaklanır.

5) Öncü Taktikler Yaratmak: Bu konu esasında uzun bir süreci kapsa­yan ana yönelişler içine tam anlamıyla girmiyor. Fakat, yeni bir dönemin eşi­ğinde olunduğu için, yeniden doğuş sancılarıyla adım atıldığından dolayı böyle bir dönemde öncü taktikler yaratmanın özel bir önemi vardır. Bu man­tıkla taktik ana yönelişler içine almak yanlış olmaz. Yeni bir metin yazmak­tan kaçınmak için "taktik önderlik” yazısından ilgili bölümü aynen aktarıyo­rum.

Dönemlerin ve dönem değişikliklerinin iyi kavranışı öncü taktiklerin yara­tılması ve uygulanması açısından önem kazanır. Öncü taktık, döneme uygun ilk uygulamalardır. İlk oldukları için, güçleri ve etkilen kendi çıplak ağırlık­larından daha öteye gider. Eylül ün başındaki bağımsız sendikalar taktiğimiz ve sonraki sendika baskınları taktik vuruşu böyle öncü taktiklerdir. Her ikisi de Yapı'ya hızla yol açmış ve siyasi öncülük sağlamıştır. İyi başlayıp kotu bı-

TDH'NİN m. DÖNEMİ y o l —

t irmek günahımızdan dolayı bu taktiklerden alınması gereken sonuç alınama­mıştır. Tabii bu alanda kaçırdığımız pek çok öncü taktik davranış da vardır.Bir pankart asmanın bu anlama geldiği, küçük bir korsan gösterinin böyle et­ki yarattığı dönemleri Eylül’ün başlarında kaçırdık. Taktikler sıradan uygula­malara dönüşürken ancak harekete geçtik. Böyle bir rol üstlenebilecek "zor taktiği" hala beklemede. 89 yükselişi durulduktan ve 92 sonu 93 başında tek tek işçi direnişlerinin sürekli yenilgiyle sonuçlandığı bir sırada, Araş Kargo işçilerinin "üstümüze gelirseniz kendimizi ve fabrikayı yakarız" çığlığı böyle bir öncü taktik sezgisinin sonucuydu. Yaşam bulamadı. Kadrolar hergünkü olayları iyi izlemeli, yığının ruh halini avucunun sıcaklığı gibi hissetmeli ve böyle taktik çıkışlar yapmalıdır. Bu, şimdiki gücümüzle daha çok bölgesel se­viyelerde kalabilir. Önemli olan taktik mücadelenin bu yönüne de kilitlen­mektir. Çevrenize bakın. Özgürlük Hareketinden diğer bazı siyasetlere kadar bu konuda pek çok ders çıkartılacak örnek vardır. Toplum bir yandan çürü­meye itildiği; diğer yönden kapitalizmin 80 sonrası sıçramasıyla herşeyin ras- yonalize edilmeye çalışıldığı bir ortamda öncü taktikler özel bir önem kazanı­yor. Herşeyin "akılcı" olmaya zorlandığı bir ortamda bazı "akıl dışı" davra­nışlar hiç de şaşırtıcı olmaz. Durgunlaşan aklı ancak böyle "akıl dışı"lıklar harekete geçirip canlandırabilir. 84 atılımı ne kadar "akılcıydı"? Bizzat Kürt Halkı ıçm bile "delilik" olarak görülebilirdi. Ancak bu, düzenin şekillendirdi­ği akıllar için böyledir. Öncü taktik aynı zamanda Yapı'yı o güne kadar alışık oimadığı bir riskin içine sokar. Genellikle yeni mücadele dönemleri öncü tak- ııklerlelaçılır. Bu açılışlar yapılırken belki olayın derinliği ve hatta tarihsellisi yeterince görülemez. Ancak burada önemli olan öncü davranış cesaretidir. Gerisi tarihçilerin işidir.

TEMEL ÖRGÜTSEL YÖNELİŞLERTürkiye Devrimci Hareketi, 60-80 arası dönemde genel olarak yükselen

halk hareketleri ortamında gelişti ve güçlendi. O günlerin devrimci çoşkusu- nu günümüze taşımak nostaljik bir özlem olarak kalmayacaksa -ki bu yaşlıla­rın kahve sohbetlerine varır- yeni dönem koşulları iyi kavranarak, gerekli dö­nüşümler sağlanmalıdır. Bu dönüşümler kısmen stratejik, taktik alanlarda ol­duğu gibi örgütsel alanda da başarılmalıdır. Hatta herşeyin teminatı bu değişi­min örgütsel alanda başarılmasına bağlıdır. Eylül'ün bütün gücüyle "örgütlü devrimciliğe" yüklendiği ve yüklenmeye devam ettiği düşünülürse, konunun önemi kavranabilir.

1- Örgütlü Devrimci İradenin Yükselen Rolü: Eylül yenilgisi ve sosyalizmin yıkılışı, devrimci mücadele alanında büyük bir kirlenme yarat­mıştır. Eskinin bir bakıma elde hazır temel koşulları bugün yoktur. Aşırı bi­çimde yıpranmıştır. Bugününün devrimciliği, hiç değilse bir dönem için, .ıkıntıya kürek çekmek gibi algılanmaktadır. Yüzeyde egemen olan görüntü luıdur. Bir çöküşten yeniden doğuş yaratılacaktır. Bu durum, gel-geç yenilgi-

6 7

TDH'NİN III. DÖNEMİ y o l —

lerle karıştırılmamalıdır. Önceki yazılarımda konuyu çarpıcı bir şekilde akta­rabilmek için günümüz devrimciliğini, yeni bir dinin doğuşundaki öncülerin konumuyla karşılaştırdım. Eski çökmektedir, ancak yem henüz kendim yete­rince ortaya koyamamıştır. Öncülerin görevi az çok hazır bir yöneliş içinde daha ileri noktalara varmak değil, tam tersine bizzat yem yolun ilk taşlarını döşemektir. Bu noktada insanın şaşırtıcı gücü, irade, buyuk önem taşır Böyle büyük bir göreve soyunabilmenin ilk vazgeçilmez koşulu eskiden radikal bir şekilde kopuşabilmektir. Bütün tılsım bu kopuş gücünde yatar. Teıkedı mesı gereken her türlü eski alışkanlıklar, yeniyi zehirleyen bir uyuşturucu rolü oy­nar. Öncü devrimci irade bir maddi güce dönüşmeden önce herşey eskisi gı ı görünür. Her taraftan "siz çılgın mısınız?" seslen yükselir Eski, ^debır ayaklara dolanır. Ve yeni de ancak cesaretli adımlar atıldıkça kendim daha açık biçimde ortaya koyar. Bataklığın içinde bazı filizler yakalanmıştır. Sağ­lam bir dal değil hepi topu filizdirler. İnatla korunup kollanmaları gerekli.

Böyle günlerde alışkanlık denilen büyük bir güçle döğüşülecektır. Tarihsel deneylerin kanıtladığı gibi, insan iradesi zorlu günlerde bilenir. Rutin akışın egemen olduğu süreçlerde irade gevşer. Yemden doğuş süreçlerinde ise, iradenin bilenişi zorluklardan öteye bir anlama sahiptir. Çunku buradaki zor­luk ileriye doğru etkin bir şekilde akan hareketin zorlukları değildir. Yılların alışkanlığının sinsi tortularıdır. Bu noktada her devrimcinin kendi ıç savaşı öne çıkar. Bu iş savaşa büyük ölçüde "yardım eden" bir ortam genellikle yok­tur. Tam tersine böyle bir ortam yaratmanın savaşı verilmektedir. Ikıdebır es­ki alışkanlıkların çekim gücü alanına düşülür.

Böyle günler, eskiyle sürekli bir hesaplaşmayla aşılabilir. Hiçbir zaaf ırı - tirilmeye gelmez. Tulumbaya dökülen ilk kova su olunacaktır. Yoksa tulum­banın kolu istendiği kadar hızlı çalıştırılsın su gelmeyecektir.

2. Örgütsel Yapıda Yetkinleşme: 60-80’lerin en sık tekrarlanan tartış­malarından birisi legalite-illegalite ve silahlı mücadelenin belirleyiciliğiydi.Bu kadar çok tartışılmasına rağmen bu alanda hiç de başarılı sınavlar verile­memiştir. Bunun temel nedeni, içinde bulunulan koşulların dikkatli ve sürekli irdelenmesi yerine dünyadaki başarılı örneklerin neredeyse tekrarıyla yetınıl- mesidir Bu davranış yolunun derin tarihsel nedenleri vardır. Osmanlılık gel­diği topraklardaki daha yüksek medeniyetlerin kalıbına girmiş cumhuriyet ise Batılılaşma yolunda kaba tekrarlarla bocalayıp durmuştur. Bu kültürün ürünü biz devrimciler de, 60'larda çok farklı bir kalite gösteremedik Kıvıl- cımlı'nın orjınalliğimize vurgu yapan tespitleri bile devrimci ortamda hepyadırgı kalmıştır. ,

Günümüz koşulları hiçbir kopya modele izin vermiyor. Çunku orjmallerıyle birlikte kopyalar da yıkılmıştır. Hiçbir "kolaylık" kalmamıştır. Daha doğrusu kolaylık, koşulların iyi kavranmasından çıkabilir. Gunumuz koşullarında eski tartışmaların tekrarı değil, bugüne uygun bir sentezi gereklidir. Illegalıte tek başına devrimcilik, ya da legalite oportünizm değildir. Silahlı mücadele de

TDH'NİN III. DÖNEMİ y o l —silah iyi kullanıldığında belirleyici olabilir. Devrimci iradenin yoğunlaştığı sağlam bir çekirdek, Yapı’nın iskelet kadrosu, her alanda ve her biçimde " mücadele yürütebilecek bir örgüt yaratmak zorundadır. Legalitenin-il- legalıtenın silahlı mücadelenin sınırları mücadelenin gidişindeki dengelere göre sürekli bir şekilde yemlenmek zorundadır. Yapı iskeletinin illegal sağ­lamlığı ve devrimci zorun gündelikleştirilmesinin belirleyiciliği unutulmadan her biçim ve davranış mücadelenin nabız atışlarına göre düzenlenebilir. Fark-’ 1 ™ucadele biçimlerinin ve örgüt yapılarının kesişme noktalan dikkatin en

hızla yoğunlaşması gereken alanlardır. Böyle kesişme noktaları çok dar ya da biraz daha geniş ölçülerde varolacaktır. Bu kesişmeler bazen bir tek kişiyle temsil edilebilir. Ama öneminden birşey yitirmez. Veya kesişme biraz daha geniş alana yayılabilir, bu hiçbir şekilde laçkalığa yol açmamalıdır. Yapının yem doneme hazırlanışmda öncelikleri belirlenmiştir. Bu noktalardan hızla ilerleyerek yetkin bir örgütsel yapı inşa edilmelidir. Günlük uygulamalardaIn'lmalıdn01^ 111’ AnCak bUnlar h'Ç bİr şekİlde hedeflerden kaymalara yol aç-

3. Sürekli Kendini Yenileyen Kurumlaşmış Eğitim Sistemi:- mnumuzun hızla değişen ve eski pek çok değerin aşındığı koşullarda sarsıl­maz ve sürekli bir devrimci irade yaratabilmek için Eğitim ve Okul'un önemi yeterince açıktır. Bugune kadar çok sözü edilen, ancak edildiği kadar uy­gulanamayan profesyonel devrimcilik ancak böyle sürekli kılınabılir. Bu yol- , a Ç°k soz etnıek yerme kurumlaşmayı sağlayacak çeşitli uygulama biçim­lerim yaşama geçirmek gerekiyor. Çeşitli alanlarda üstlenerek, içeride ve dışarıda sistemli bir eğitim ağı örülmelidir.

Ancak bu uygulamadan belentilerle ilgili yanılgıya sapmamak için bir uyarı gerekli hale gelmiştir. Yapı'nın pratiğiyle beslenmeyen bir eğitim, buz üstüne \ azıtmış yazıya benzer. Teorik ve siyasi öngörülerimizle, bunların pratikteki gerçekleşme durumu eğitimin ana iskeletini oluşturmalıdır. Öte yandan eğitimin günlük pratikte devamının sağlanması da en az akademik eğitim kadar önemlidir. Bunun için Yapı'da gerekli mekanizmaların yaratılması gerekiyor. Ve büyük bir ihtimalle böyle mekanizmalara yetkin bir şekilde ilk ez sahip olacağız. Sürekli olarak kadro adaylarının tespiti, yeteneklerine

göre yönlendirilmesi ve hızla gelişmeleri için özel uygulamalar, bunların inimi dağımk günlük davranış olmaktan çıkarılıp sistemleştirilmelidir

4- MoraJ Değer Taşıyan Militan Yaratmak: Hareketin belli bir yük SC İŞ yaşadığı ve az çok oturmuş bir örgütsel yapıda işler yetkiyle de yürüye­bilir. Hiç değilse böyle imkan vardır. Yeniden doğuş sancıları yaşadığımız günümüzde yetki ve moral değer, gerekliklerin zoruyla birbirinden oldukça kopuştu. Örgütsel yapıların aşırı ölçüoe aşınmasından, devrimci değerlerin yıpranmasından dolayı yetkinin gücü çok sınırlı hale geldi. Bunun yerini bireysel msıyatıfler" aldı. Buna momentinde müdahale edilemeyince ortaya kendine sevdalı ucube tipler çıktı. Disiplin ve kurallı yaşam üzerine yoğun

bir vurgu yaptığımız dönemde "yetki"nin sınırından söz etmek yadırganabilir. Ancak sorun, yetkinin aşınan özünün yeniden inşasında yatıyor. Moral değer, böyle anaforlu geçitlerden yürürken özel bir önem taşır. Özü çürüyen ya da aşınan disiplin, kırılgan bir kabuğa dönüşür. Her zorlamada kırılıp dökülür.

"Kadro sorunumuz" yazısında moral değer taşımanın en genel çerçevesi çizildi. İçinden geçtiğimiz dönemde kadronun militanla, militanın kitleyle ilişkisinde moral yön büyük önem taşıyor. Deformasyona uğrayan, kitle gözünde belli ölçülerde itibar yitiren devrimci kişiliklerin, sadece siyasi dav­ranırken değil, günlük her türlü davranışlarında, sıradan ilişkileri yürütüş- lerinde çok özel bir dikkat göstermeleri gerekiyor. Sık sık tekrarlıyorum. Medya bombardımanı, sözün değerini aşırı ölçüde yıpratmaktadır. Ancak davranış tutarlılığını deforme etmeye gücü yetmez.

Sürekli kendini besleyen bir devrimci ortam yaratılıncaya kadar, devrimci kişiliklerin, elbette örgütlü devrimci kişiliklerin, önemi yaşamsaldır. Bunların sonsuz enerjisiyle etkin bir devrimci ortam yaratılırsa, o zaman bu ortam kişiliklere güçlü ve yaygın bir biçimde şekil verecektir. Şüphesiz böyle bir ortamda da bu şekil verme uğraşı hiç bir zaman kendiliğinden gidişe bırakıl­mayacaktır. Ancak bu uğraş için gerekli enerji önemli ölçüde azalacaktır.

5) Kadroları Öncü Taktik Yaratmaya Yoğunlaştırmak : Öncü tak­tiğin genel anlamı açıklandı. Yaşadığımız dönemin özgünlüğünden dolayı bu yöne özel bir vurgu gerekiyor. Yeninin, sadece teorik ve siyasi genel ön­görülerle belli bir sınıra kadar inşa edilebileceği iyi kavranmlıdır. Onun zen­ginleştirilmesi ve derinleştirilmesi pratik canlı adımlarla mümkündür. Bu kavrayışla, kadrolar ve militanlar, içinde çalıştıkları alanlarda ve genel politik ortamdaki her yeniliğe büyük bir ilgi göstermelidirler. Ancak her "yenilik" devrimci bir öz taşımaz ya da devrimci adımlar için olumlu bir misyona sahip olmayabilir. Sorun, sürekli bir biçimde beyinlerimizde sürekli bir ele­meyi yapabilmektedir. Her yeni gelişimin önce kavranması ve Hareketimiz açısından ne gibi bir sonuç yaratacağı titiz bir şekilde gözlem altında tutul­malıdır. Bu gözlemlerden yeni öncü taktikler üretilebilir. Sadece bu kadar değil. Devrimci hareket bugün üç ana saflaşmaya uğramıştır. Liberalleşip düzen sınırları içine çekilenler; eskinin tekrarından öteye gidemeyenler ve içinde bulunduğumuz III. dönemi açma savaşında.olanlar. Elbette ayrı bir noktada ve farklı bir boyutta bir Ulusal Mücadele yürümektedir. Dışımızdaki hareketlerin her türlü taktik ve gündelik davranışı iyi kritik edilmelidir. Öncü taktikler aynı zamanda, onların davranış ve yönelişlerinin kendi mantık sis­temimizle karşılaştırılmasından çıkar. Bu nedenle dışımızdaki hiç bir yöneliş kritik edici bakışlarımızdan kaçmamalıdır.

Kadroları ve militanları bu mantıkla sürekli motive etmeliyiz. III. Dönemde öncülüğü yakalayabilmek, herşeyden çok öncü taktikleri üretebilmekten geçer.

TDH'NİN ffl. DÖNEMİ ----------------------------------------------------------- y o l —

7 0

y o l —

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM:

ÜÇÜNCÜ DÖNEMİN EŞİĞİNDE TÜRKİYE DEVRİMCİ HAREKETİ'NDE

DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR

Türkiye Devrimci Hareketi bir dönemini kapatıp yeni bir döneme girerken, bu büyük çöküş ve yeniden doğuş sürecine hiç şüphesiz aynı yönde homojen bir tepki göstermiyor. Bu hareketin genel yapısı açısından imkansızdır. Böyle bir beklenti de gereksizdir. Önemli olan yeni saflaşmanın kalın sınır çiz­gilerini çizebilmekte, bu saflaşmaların genel davranış özelliklerini bilince çıkartmaktadır. Dünün devrimcilerinin bugün liberalleşmesine öfkelenmek yetmez. Bu en basit ve en ilkel bir tepkidir. Aşılması gerekiyor.

Türkiye Devrimci Hareketi'ndeki genel saflaşma, 1960'lardan beri esas olarak üç kez önemli değişime uğramıştır. İlki, 12 Mart ın hemen öncesinde başlamış kısa faşizm yıllarında devam etmiştir. İkincisi, 1978'lerde yaşanmış­tır. Sonuncu saflaşma öncekilerden kapsam ve yaygınlık olarak köklü fark­lılıklar taşımaktadır. Yeni dönemin özelliklerinin daha derinlemesine kavran­ması için son saflaşmanın yapısı kaim çizgileriyle belirlenmelidir.

12 Mart yaklaşırken sınırlan yavaş yavaş şekillenen saflaşma, 60-80 döne­mine damgasını vurmuştur. TİP'e karşı şekillenen MDD hareketi 1970'lere gelindiğinde yeni parçalanmalara uğradı. Dönemin özellikleri çok önemlidir. Sınıflar savaşı yükseldikçe TİP'in zemini tükenmiş, yeni strateji arayışları egemen hale gelmiştir. Yazının önceki bölümünde irdelediğimiz stratejik saf­laşmalar bu yıllarda biçimlenmiştir. Yetmişli yılların başlarında bu saflaş­malar ana hatlarıyla ortaya çıkmıştı. Türkiye'nin sınıfsal yapısını tahlil edişte ve devrime yaklaşım yollarında birbirinden farklı ana akımlar hemen hemen bütün özellikleriyle kendini ortaya koymuştu. Bugünden bakıldığında zaman zaman küçümsenen bu parçalanmanın zemininde oldukça köklü siyasi yak­laşım farkları yatıyordu. Bütün bunlar, yorgun ağızlardan sık sık duy­duğumuz "bu parçalanmalar hareketi zayıflattı" yakınmalarıyla açıklanamaz. Böyle bir yaklaşım, devrimci hareketin en yaygın ve en verimli yıllarını çok hafife almak olur. Ve o günlerin ayrılıklarının nedenleri siyasi olarak kavran­madığı müddetçe ileriye hiçbir doğru adım atılamaz. Geriye papazlar gibi birlik" duası yapmak kalır. Oysa zemini ve sınırları iyi çizmeyen ne birlik ne

de ayrılık yaşayamaz. 1970'lere gelindiğinde yaşanan saflaşmada temel zemin devrime stratejik yaklaşım farklılıklarıdır. Dünün uğrunda mücadele edilen değerlerinin Düğünün koşullarında hareketle yeniden kritik edilmesi bir şeydir; bugünkü ortamdaki yaygın bozulmalardan hareketle o günlerin

histerik inkarı ya da önemsizleştirilmesi başka bir şeydir. İlki, geleceğe kapı açabilir; diğeri ise ancak bugünün batak ortamına teslim olma sonucu doğurur. Devrimci Hareket'teki mevcut saflaşma da zaten bu temel zeminde gelişiyor.

Devrimci Hareket teki ikinci önemli saflaşma Eylül faşizminden hemen ön­ce yaşanmıştır. 1978 başlarından itibaren siyasetlerde bölünmeler başladı. Bu bölünme krizi hemen tüm siyasetleri kapsadı. Olayın "keyfi" olmadığı ve "tesadüfle" veya "Türk Solunun bölünme hastalığıyla" açıklanamayacağı ön­ce iyi bilinmelidir.

"Bu bölünmelerin -büyük olasılıkla eksik- tablosu şöyledir:TKP, resmi TKP ve TKP/İşçinin Sesi olarak ikiye ayrıldı.Dev-Yol, Dev-Sol ayrılığı bu dönemde çıktı.TİP'in resmi TKP çizgisine yaklaşmasıyla eşzamanlı olarak, TİP'te Sos­

yalist İktidar kopuşu gerçekleşti.TSİP bölündü. TKP-B ayrı bir parti olarak ortaya çıktı.Halkın Devrimci Öncüleri'nden ayrılanlar THKP-C Acilciler i oluşturdular.Halkın Yolu yöneticilerinin bir bölümü örgütü bölerek TİKP'ye geçtiler.MLSPB'den THKP Savaşçıları ayrıldı.Halkın Kurtuluşundan ayrılanlar Türkiye İhtilalci Komünistler Birliği'ni

kurdular." 16Hareketimizin VP-SVP bölünmesi ve aradan Partizan Yolu nun çıkışı bu

yıllarda yaşandı.Yine bu yıllarda çok önemli bir gelişme daha yaşanıyordu. Kürt Hareketin­

deki çürümelere karşı PKK'nin biçimlenişi bu yıllarda gerçekleşmiştir.Bütün bunların "bölünme hastalığı”yla açıklanması imkansızdır. Olsa olsa

olayı bu noktaya indirgeyen kafalar hastalıklı olabilir. -Bütün bu yaşanan kıyamete bugünden baktığımızda herşey Eylül faşiz­

minin habercisi gibidir. Ancak, bir ordu darbesinin yaklaştığı o günlerde de bir sır değildi. Darbenin derinliği ve hangi taktik adımların atılması gerektiği, Hareketlerin önünde sorun olarak duruyordu. Hareketimiz o günlerin devrim­ci ortamında, siyasetler içinde üç önemli saflaşmanın şekillendiğini tespit etti: Teslimiyet Cephesi, Kararsızlar Cephesi ve Direniş Cephesi. Direniş Cep­hesindeki güçler Eylül sonrası FKBDC içinde yer aldılar. Fakat zaman akıp, Eylül faşizminin derinliği ortaya çıktıkça Teslimiyet Cephesi nin safları yeni "katılımlarla" genişledi. Bugünlerin saflaşması esas olarak FKBDC'nin çözül­me sürecinde şekillendi.

1978'lerdeki bölünme ve saflaşmaların altındaki stratejik nedenlerden çok döneme karşı uygulanacak taktiklerdeki farklılıklar yatar. 78'deki Ecevit hükümetinden beklentiler düş kırıklığına dönüşürken, devrimciler hala semt­lerde faşistlerle silahlı mücadele taktiği içinde sıkışıp kalmışlardı. Önemli bir taktik dönüş gerekiyordu. Semt çatışmaları rolünü oynamış artık tıkanmıştı.

72

UI. DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR--------y o l —

(16) Haluk Yurtsever. Marksizm ve Türkiye Solu

Tariş-Gültepe barikatlarının verdiği işaret algılanmadı. Kitlesel direniş ve barikatlarla desteklenen bir mücadele taktiğine sıçramak yerine eski mev­zilerde güç ve zaman yitirildi. Buna rağmen bir Eylül yenilgisi yaşanabilirdi. Ancak sonuçları kesinlikle farklı olurdu. Bu taktik dönüşün yapılamayışını Devrimci Hareket çok pahalı bedellerle ödemiştir. 78'lerdeki taktik ayrılıklar, Eylül faşizmi sürecinde, dünya ve Türkiye'nin koşullarında da önemli değişimler yaşanmasıyla çok dalı# derin noktalara vardılar. Sonuçta devrimci hareket yeni bir dönemin eşiğine jfe'lip dayandı.

Devrimci Hareket içindeki son yaşadığımız saflaşmaların karakterine gel­meden önce onun bazı genel özelliklerine değinelim.

Önceki bölünme ve saflaşmaların te&ıelinde,devrinıe yaklaşımda stratejik farklılıklar ve daha sonra da taktik farklılıklar esas rolü oynamıştır. Oysa 90'larda yaşanan yeni saflaşmaların temelinde köklü bir. geri savruluş yat­maktadır. "91 yılı ve sonrası dönem, Türkiye devrimci hareketinde ideolojik dağılma dönemidir. Ve aynı zamanda bununla birleşen oportünizm halinde yozlaşma, bir politik yozlaşma dönemidir. Aynı zamanda örgütsel olarak tas­fiye olma dönemidir." 17 Bu süreçte örgütler içinde bir "hava kirliliği" 18 yaşanmıştır. Ortaya çıkan bölünmelerde politik bir seviye aramak boşuna olur. Örgütlerde sürekli bir erime yaşanmış ve geniş bir "tarafsız" kitle oluş­muştur. Bu sürecin en belirgin yanı eskinin "tartışılmaz doğrularının” yavaş yavaş sinsi ve zikzaklı yollardan yürünerek tartışılır hale gelmesidir. 60-80 döneminin stratejileri, Türkiye sınıf tahlilleri, işçi sınıfının durumu, sınıfa bil­inç taşıma yolları, eski parti modelleri hemen herşey açık ya da sinsice tar­tışılır hale gelmiştir. Tartışmaktan öteye ortalığı gizli-açık bir topyekün inkar fırtınası hallaç pamuğuna çevirmiştir. Bu kaos dindikçe, saflar yavaş yavaş netleşmeye başlamıştır. Bu gerçekliklerden dolayı günümüzde saf tutmak es­kisi gibi "kolay" olmamaktadır. Bütün bu anaforun altında yatan nedeni yazı boyunca açıklamaya çalıştık. Dönemsel bir altüstlük içindeyiz. Bu açıdan günümüze bakarken eskiyle her karşılaştırma yetersiz kalır. "Eski formül­lerin" cevap vermediği pek çok yeni olgu cevap beklemektedir. Yeni döneme herkes geç ya da erken cevabını veriyor. Vermek zorundadır.

Üçüncü döneme dışımızda başlıca iki yönden cevaplar verilmektedir. Ya tüm eski değerler inkar edilerek tasfiye anaforunun en dip noktalarına kadar vurup liberalleşerek; ya da eskiyi çaresizce tekrar etmeye çalışarak.

LİBERALLEŞEN SOLBu saflaşma içinde yer alanların büyük bir bölümü ÖDP içinde bir araya

gelerek, olguyu oldukça elle tutulur hale getirdi. "Dev-Yol nerede?" sorusuna da böylece somut bir cevap verilmiş oldu. Bu sürecin hikayesini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Çeşitli uçlardaki siyasetlerin bir zeminde yan yana

III. DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR--------y o l —

(17) Ekim Olağanüstü Konferansı(18) Ekim Olağanüstü Konferansı 7 3

III. DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR ----- y o l —gelmeleri herşeyi açıklıyor. Bu zeminin iki özelliğine değinmekle yetinelim.

1- "Devrim"e yaklaşım :Hangi devrim modelini kullanırsan kullan: iktidarın ancak parça parça (el­

bette özel biçimler-kurumlar altında) alınabileceği ve ikili iktidar koşullarının sürece yayılacağı bir devrimci mücadele perspektifi gerekli değil mi?

« B u perspektifi: "ikili iktidarı" kısa süreli olarak mümkün gören Leninist devrim teorisini ve iktidarın parça parça alınmasını "kızıl siyasi iktidarlar-üs- ler" ile sınırlayan halk savaşı teorisini yeniden üretirken (sorgularken) ortaya koyman söz konusu olmaz mı? 1975’lerdeki teorik faaliyetinde ortaya koy­duğun "birleşik devrimci savaş" yaklaşımı, bunun ipuçlarını vermiyor mu?Bu teorik ipuçlarını, iktidarın parça parça alınması ve ikili iktidar olgusunun sürece yayılması yönünde geliştiremez m isin?»

« B u anlayışın çeşitlemelerini farklı koşullarda farklı biçimler altında yaratabilirsin. Örneğin yerel yönetimler bu anlayışın propagandası ve uy­gulaması bakımından sınırlı da olsa elverişli bir platform oluşturamaz mı? Bunun ötesinde, kitlelerin bulunduğu her örgütlenme bu anlayışın çiçek- leneceği bir fidelik haline getirilemez mi? Sendikalar, "sosyalizmin okulu" olarak bilinir, işçiler bu örgütlerde yönetmeyi bihakkın öğrenemezler mi? Demokratik kitle örgütleri, diğer halk kesimleri bakımından bu tür okul niteliğini kazanamaz mı? Bu kazaçlarını, yeni tarz bir siyasi faaliyeti benim­sediğin ölçüde, yeni biçimler altında çoğaltamaz m ısın?» 19

Bu uzun alıntıyı bilnçlice seçtik. Ne kadar da söylediklerimize benziyor değil mi? Yazar "ikili iktidarı kısa süreli olarak mümkün gören Leninist dev­rim teorisini ve iktidarın parça parça alınmasını "kızıl siyasi itidarlar-üsler’ ile sınırlayan halk savaşı teorisini" sorgularken "ikili iktidar olgusunun sürece yayılması" sonucunu çıkartıyor. Tezlerimizle benzerlik burada başlayıp bit­mektedir. Hangi yeni tespitlerden bu sonuca varılıyor? Tek tespit, Eylül faşiz­minin yarattığı yenilgi yılgınlığıdır. Öte yandan, devrimci zorun gündelikleş­tirilmesi ana yönelişini içermeyen bir "sürece yayılan ikili iktidar" görüşü, bayrağı reformizmin yaldızlamasından başka bir anlam taşıyamaz. "Yerel yönetimlerden" "iktidarın parça parça alınması" Avrupa komünizminin 1950'lerden sonra girdiği yönelişin ta kendisidir.

Bu yönde esas mücadele nasıl verilecektir? "Meşru mücadele çizgisi, top­lum tarafından doğruluğu, haklılığı kabul edilen, tepki çekmeyen, sempatiyle karşılanan ve sınıf mücadelesinin nesnelliği üzerinde gelişen mücadeledir. Meşru mücadelenin sınırını yasallık belirlemiyor. Meşru mücadele yasal ve yasal olmayan biçimde gelişecektir. Örgütsel yapıda yasal ve yasal olmayan alanları bir bütünlük içinde kapsayacaktır." 20

Böylece mantık zinciri tamamlanmış oluyor. "Sürece yayılan iktidarın par­ça parça alınması" "meşru mücadele" ile gerçekleşecektir. 60-80 arasının

(19) Melih Pekdemir, Anne Bak Kral Çıplak(20) Tartışına Süreci Yazıları 2 7 4

mücadelesinden çıkartılması gereken dersin tam tersi çıkartılıyor. Devrimci hareket, bu yıllarda kendiliğinden yükselen yığın harekeleri içinde gelişti ve şekillendi. Liberalleşen sol, Eyllü yenilgisinden sonra "89 bahar eylem­leri' nin yanıltıcı havasında bu hastalığı ebedileştiriyor. "Toplum tarafından doğruluğu, haklılığı kabul edilen" bir mücadele çizgisi, üstelik "tepki çek­meyen, sempatiyle karşılanan" bir mücadele isteniyor. Devrimci mücadelenin her adımının "toplum tarafından" hemen "doğru" ve "haklı" kabul edilmesi mümkün müdür? Kendimizi "tepki çekmeyen", "sempatiyle karşılanan" mücadele biçimleriye sınırladığınızda kitlelerin kendiliğinden bilinci, nasıl devrimci kitle bilincine yükseltilecektir? "Meşru mücadele" bazen yasadığın sınırlarını aşar. Ancak bu liberal ve kendiliğindenci mantıkla hiçbir zaman düzenin sınırlarım aşamaz. Meşruluk, örgütlü güçten kaynak aldığında bir an­lam taşır ve devrimci mücadelede bir rol oynayabilir. Ama liberallerimiz meşruluğun "toplum tarafından doğru, haklı" görülmesine, "tepki" çek­memesine, "sempatiyle karşılaşmasına tutkundurlar. Özgürlük hareketi, "meşruluğunu" politik ortama ve kireçlenmiş kafalara nasıl dayatmıştır? "Lanetli”, "gayri meşru" görüldüğü günlerden örgütsel zoruyla geçerek bu günlere gelmiştir. Bir '89 eylemleriyle" Türkiye'ye "bahar" gelmez.

2. Örgütlü Mücadeleye Yaklaşım :Liberal sol, dünün öncü sınıf partisinin artık "aşılması" gerektiğini ve "dev­

rimci bir kitle partisi"nin yaratılmasını savunuyor. ÖDP bunun somut kar­şılığı olsa gerek. "Aşılması" gereken "eski" yaklaşımlar nelerdir?

a) "Bugün hala, kendisine öncü' diyen bir çok Marksist, işçi sınıfı ken­diliğinden ancak sendikacı olur, ona sınıf bilincini ancak biz götürebiliriz' diyerek, sınıfın kendilerini beklemekten başka şansının(!) olmadığı düşün­cesinin iç rahatlığını yaşıyor."

Evet. Çok zaman önce aşılmış olması gereken bu yaklaşım artık aşıl­malıdır."

"Dolayısıyla, işçi sınıfı içinde kendiliğinden var olan sınıf bilincinin sos­yalist bilinç ve örgütlenme düzeyine yükseltilmesi, "dışarıdan’ değil, içeriden gerçekleştirilir."21 Yazar, Lenin'in de "bizzat kendisinin daha sonraki geliş­meler ışığında" görüşünü "düzelltiği’ni iddia ediyor. Bir görüşü savunmak için demogojiye gerek yok. Ustaların görüşleri de, eğer bir tarihsel dönemi kapsıyorsa, rolü ve misyonu bitmişse "aşılabilir." Ancak, demagojiyle değil. Lenin, yaşamı boyunca böyle bir düzeltme yapmamıştır. "Dışarıdan mı", "içeriden mi" tartışmasının özü nedir? Bu çok eski konu bugün neden ayak­larımıza dolaşıyor? Sınıfa "dışarıdan" bilinç götürmekten, arada sırada fab­rikalara gidip "sosyalizm" propagandası yapmak mı anlaşılıyor? Bunun yer­ine sınıfın bizzat içinde olup ya da sınıf içinden yetiştirilen öncülerle "sos­yalizm" propagandası yapmanın daha doğru olduğu mu kanıtlanmak is­teniyor? Bu, konunun gerçek özünü bozmak, sorunu karikatürize etmek olur.

75

m . DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR -----y o l ___

(21) Teslim Töre, Kapitalizm-Sosyalizm-Örgüt

TDH’NİN DÖNEMLERİ VE GENEL ÖZELLİKLERİ yol —Konunun özü, hala "aşılmayan" bir gerçeklikte yatar: Sınıf kendiliğinden ey­lemlilikleriyle sosyalizm bilincini kazanamaz. Sınıfın kendiliğinden konu­muna "dışarıdan" bilinçli müdahale gerekir. Yani sınıf, kendiliğinden oluşan bilincinin "dışına" yükseltilmelidir. Burda devrimci öncünün rolü ortaya çıkar. Bu demagojik tartışma, devrimci öncülüğün inkarının süslü makyajı ol­maktan öteye gitmez. Sınıfa "turistik seyahatlerle" bilinç aktarılamaz. Fakat bu basit gerçekliği kavramak için 20 yıl mücadele edip üstüne bir de acı yenilgiler almaya gerek yoktu.

b) Bu demagojik tartışmanın ardından "öncü parti" nin inkarı gelmeliydi. "Bolşevik yapı, kendisini işçi sınıfının bütünüyle karıştırmamaya özen gös­termiş ve bu anlayış, tabir yerindeyse, partili bir elit tabakanın doğmasına yol vermiştir." "Toplumumuzun ve devrimimizin öncüsü çağdaş işçi sınıfıdır.Parti, bu öncü sınıfın siyasi örgütü, onun içinden çıkan doğal devrimci önder­lerin sahiplenip geliştirdiği bir parti olmalıdır... Kendisini işçi sınıfının sahibiymiş gibi gören, onu özgürlüğüne doğru (zorlamayı da kullanarak) güt­me' 'kararlılığında' olan bir partiden (adının önüne ya da sonuna ne kadar ön­cü kelimesi eklerse eklesin) geriye yığınlardan kopuk, dar, komplocu bir kast kalır." (a.y.) Burada, oldukça açık sözlüdür, "öncü parti" anlayışı, eninde sonunda bir "elitleşme" yaratıyor; bu da "dar, komplocu" bir yapıya kadar götürüyor. Bunun olmaması için "sınıfın içinden çıkan doğal devrimci önder­lerin sahiplen”diği bir parti yaratılmalıdır. "Doğal devrimci önderler" le ne anlatılmak isteniyor? "Dışarıdan bilinçle" kirletilmemiş önderler mi? Eğer böyleyse Bayram Meral'den ya da herhangi bir burjuva siyasetçisinden far­kınız nedir? Yok eğer bizzat sınıfın içinden çıkan önderler kastediliyorsa, böyle bir sınırlandırmayla yeni şeyler böylemek isterken çok eski bir has­talığın, işçi dalkavukluğunun 1990'lar çeşitlemesi olmaktan öteye gidiyor musunuz?

"Artık sınıfın dışında kuru öncülük iddialarının ve "parti öncüdür" an­layışının da aşılması gerekiyor." (a.y.) "Öncü parti" bir silahtır. İyi kullanıl­mazsa tetiği çekeni de vurabilir. Kullanımda ustalaşacak mıyız, yoksa dün yanlış kullanıldığı için onu bir kenara mı bırakacağız? Liberal sol ikinci yolu seçiyor.

c) Liberal sol, mantık sonuçlarına doğru ilerleyip son salvosunu "fabrika disiplini", "çelik disiplin" gibi nitelemelerle tanımlanan "demokratik mer­keziyetçiliğin dar ve katı yorumu' na yapıyor.

"Bugün artık, dar çekirdek kadro' örgütlenmesini esas alan, sıkı bir merkezi disiplinle birbirine bağlı 'profesyonel devrimciler örgütü' tarzında bir parti an­layışını aşarak, yeni bir hayatın üretilmesi kavgasında bilinçle, kendi üretken katkıları ve yetenekleriyle yer alan, yerel insiyatifleri gelişkin, parti içi demokrasiyi merkeziliğe ulaşmak için vazgeçilmez ön koşul haline getiren, yönetimin her düzeyde seçimle görevlendirilmesini, gerektiğinde geri çağrıl­masını işleten bir demokratik merkeziyetçiliği sözde değil uygulamada ger- 76

çekleştirmek gerekiyor." (a.y.) Hala Eylül anayasası altınada yaşadığını unutan bu mantık, "Batı demokrasileri" ortamında belki gerçekleşebilecek bir parti yapısı çiziyor. Devrimciler "çekirdek kadro" ya, "merkezi disipline" otorite hastası olduklarından dolayı vurgu yapmazlar. İçinde döğüştükleri mücadele koşulları, savaş araçlarının biçim ve kullanımı ister istemez önemli ölçüde belirler. Karda şortla gezilemeyeceği gibi Eylül anayasası ve mevcut düzen içinde de tümüyle "demokratik" bir parti ile mücadele edilemez. "Yönetimin her düzeyde seçimle görevlendirilmesi", her gün bir sokak in­fazının yaşandığı, sık sık operasyonlarla örgütlerin darbelendiği bu düzende ne kadar mümkündür? Düzen sınırları hiç bir şekilde zorlanmaz, sadece "meşru mücadele" havuzunda yüzülürse böyle tepeden tırnağa demokratik bir parti yaratmak mümkündür.

Sonuç olarak koşullar, 60-80 mücadele döneminde inşa edilen teorik ve siyasi değerlendirmelerin yenilenmesini gerektiriyor. Fakat liberal sol un yap­tığı bu değildir. Gerek "devrim anlayışı" ve gerekse "örgüt anlayışı" açısın­dan liberal sol, tümüyle düzen sınırları içine çekilerek devrimci kazanımlarm topyekün inkarı zemininde ilerlemektedir. Dünün stratejik, taktik, örgütsel alanlardaki hataları bugünün liberalizmini haklı çıkarmaz. 1960'ların son­larında Cephe Hareketi, göçmenleşen TKP ve TİP zemininden kopuşarak tarihsel bir çıkış yapmıştı. 1990'lar Türkiye'sinde bu siyasetlerin yeniden buluşması bir tarihsel dönemin kapandığının en canlı kanıtıdır.

KENDİNİ TEKRARLAYAN SOLSallamanın bu ucu ÖDP'nin tam karşısında durmaktadır. Hareketin ihtiyacı

ise bu iki ucun üstünde farklı bir devrimci zemin inşa edilmesindedir. Eylül sonrası dünya ve Türkiye'sinde teorik ve siyasi görüşleri aşınmamış hiçbir siyaset yoktur. O nedenle kendini tekrarlayanlar da eskinin basit birer devamı ve kopyaları durumunda değildir. Belli ölçülerde değişime uğramış, uğramak zorunda kalmışlarıdır.

"Devrimin ağırlık merkezi kentlere kaydığı" tespitinden, "kendiliğinden hareketlerin devrimci hareket üstündeki etkilerinin" olumsuzluğuna, "sen­dikal koruculara" yönelmeye, "seçilmiş plot semtlere" kadar varan değişim işaretleri vardır. Ancak bunların seviyesi henüz gündelik deneylerden çıkar­tılan gelgeç sonuçlar biçimindedir.

Örneğin, "semtlerde milis (öz savunma) tipi örgütlenmeler" hala sadece "sivil faşist örgütlenmelere" karşı düşünülmektedir.22 Öte yandan, "silahlı savaş ve oligarşinin terörü 12 Eylül öncesiyle kıyaslanamayacak düzeyde gelişmiş, devlet tamamen bir iç savaşa göre örgütlenmiş ve uzmanlaşmıştı. Devletin bu gelişkinliğini göz ardı ederek eski örgütlenme biçimleri ve tak­tiklerinde ısrar etmek, kendi kendimizi provoke etmekle özdeş olurdu." 23

III. DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR ----- y o l —

(22) TKİH-TKP/ML Hareket, Birlik Kongre Belgeleri(23) DHKP, Kongre Belgeleri

denmesine rağmen, özellikle taktik alanda eskinin tekrarından öteye gidile­memiştir.

Eskinin tekrarından kurtulamamanın üç temel nedeni vardır. Eski alışkan­lıklardan bir anda kopuşulamayacağı genel tespitinden öteye gidilmelidir. Bu bir gerçektir. Fakat ancak yeni dönem kapsamlı biçimde kavrandığı takdirde alışkanlıklara karşı inatçı bir mücadele verilebilir. Bu yapılamazsa gündelik kalmak kaçınılmazdır. Liberalleşen sol, yeni dönemi oldukça iyi kavramıştır. Ancak bundan çıkarttığı sonuçlar farklıdır. Eskinin tekrarıyla hiçbirşeyin yürümeyeceğini tespit ettikten sonra, onun topyekün inkarına varır. Kendini tekrarlayan sol ise, pratik mücadelede tıkandığı noktada, sadece o noktada yeni dönemi kavramaya çalışarak, eklektik bir değişim süreci izlemektedir. Devrimci hareketin bir döneminin kapandığı tespitine yarılamadığı sürece bu eklektik bilinçlenme de sürecektir. Dönem değişimi tespiti herşeye yeni bir gözle bakmayı getirir. Hemen bütün ipuçları yakalanamayabilir, fakat yeni ipuçlarını erken yakalama şansını artırır.

İkinci neden, Türkiye Devrimci Hareketindeki liberalleşmeye karşı duyu­lan kaba öfkedir. Radikal özünü koruyan solun önemli bir bölümü, liberal­leşen solla aynı kökenleri paylaşmaktadır. Aynı kökeni paylaşma gerçekliği radikal solu eski değerleri kabaca savunmaya itmektedir. Liberalleşen sol o noktalara gerilemiştir, değerleri öylesine pervasızca inkar etmektedir ki, bu çürümeye karşı öfkeli tepkiler bir ölçüde anlaşılabilir. Ancak, öfkenin siyasi yöneliş yerine geçmesi anlaşılamaz. Radikal sol, kökenine inip bazı temel görüşlerini eleştirmeye yekense liberal solla göz göze gelmektedir. Böyle bir durumda kasılmalar, siyasi öngörünün yerini almaktadır. Ancak, gerçekler inatçıdır. Üstünden atlandığında mutlaka başka bir noktada ayağa takılır.

Üçüncü neden, Kürdistan'daki mücadelenin kavranamayışıdır. Daha doğ­rusu Eylül öncesinin önyargı ve değerlendirmelerinden yeterince kopuşula- madığı için, Özgürlük Hareketi nden öğrenmek yerine onu yerli yersiz eleş­tirerek kendi yollarını tıkamaktadırlar. Bu mücadeleden Devrimci Hareket in çıkartması gereken önemli dersler vardır. Liberalleşen sol, bu mücadeleye sadece "barış" zamanlarında yaklaşmakta, bu yönü sürekli önde tutmaktadır; kendini tekrarlayan sol ise, Özgürlük Hareketi'nin taktik ustalığından öğ- renmmek yerine, sürekli "sapma" aramaktadır. Bu kavrayış yoksunluğunun altında mücadeleyi tek yanlı ve dar kavrayış yatmaktadır, bu, Eylül öncesinin hala kopuşulamayan kötü mirasıdır.

Liberalleşen sol ile düzen sınırları içinde demokratik mücadele alanında sınırlı pratik işbirliklerinden öteye paralle) adım atmak oldukça zordur. Fakat kendini tekrarlayan sol henüz öğrenme yeteneğini yitirmiş değildir. Devrim mücadelesinde taktiklerde paralellikler olduğu müddetçe uzun süreli ittifaklar kurulabilir.

III. DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR ----- y o l —

7 8

YANLIŞ İNKAR- "ALTERNATİF"Türk Solu'na, Özgürlük Hareketi'nin yükselişi, buna karşıltk devrimci

hareketin kendini bir türlü toparlayamayrşı karşısında bir "ithal" yapıldı. An­cak bu ithal aşı tutmadı, tutamazdı. Türk Solu nasıl, 60-80 arası dünyanın başarılı devrim örneklerini fazlasıyla kopya etmekten dolayı önemli bir zaafa uğradıysa, Alternatif de benzer hatayı fazlasıyla işledi. İthal ya da gölge dev­rimcilik olmaz. Bu gerçekliği dünya devrimci hareketi 1930'lardan beri defalarca yaşadı. Bir kez daha tekrarı gerekli değildi. Alternatif böyle inmeli bir kimlikle doğdu, hiçbir zaman bağımsız bir karakter kazanamadı.

Bunlar yeterince açık. PKK, gerek Türk, gerekse Kürt solunun zaaflarından koptuğu ölçüde büyüdü. Basit bir tekrar ya da kopya değildi. Oysa, Alternatif bir kopya olmaktan kurtulamadı. Kendisini "geleneksel solun tümüyle kar­şısında" gören Alternatif, "zaten gücümüzü de buradan, geleneksel solu ’red'- den almaktayız" diyor. Bu kopuşma ve red 1968'lerde yapılmıştır. "Gelenek­sel Sol"dan kopmak için onun yok olmasını beklemek gerekmiyordu. Bu kopuş mantığı bile Türkiye Devrimci Hareketi'ne "ithal" duruyor. Devrimci Hareket TİP ve göçmen TKP den 68'lerde kopuşmasına rağmen, Alternatifin yirmi yıl geçikmiş kopuşması bir yenilik getiriyor mu? Evet. Ancak bu kopuş devrimci hareketin son yirmi yıllık hatalarından bir kopuş olmaktan çok tam anlamıyla kopya kokan "Türk kimliğinden" bir kopuştur. Alternatif yanlış noktadan işe başlamıştır. Bu büyük hatasından dolayı da hep bir ithal malı gibi devrimci harekete yadırgı kalmıştır. Birkaç örnekle açıklayalım.

"Kimliği belirleyen temel ölçülere vurulduğunda, Türk feodallerinin ideolo­jik şekillenişlerini Arap feodalizminin ideolojisi olan islamiyetten, siyasal ör­gütlenmelerini İran'dan, toprak sistemlerini Bizans'tan aldıkları görülmek­tedir. Bu noktada kendilerine ait tek olgu ise askeri şiddet yani zordur." 24 Buradaki tarih yoksunluğunu geçelim, İslamiyet "Türk feodallerinde" kimlik bozukluğu yaratıyor da neden başka halklarda aynı sonucu doğur muyor? Kanıtlanmak istenen Türklüğün, "askeri şiddet"ten ibaret olduğu mudur?Evet. Diğer kanıtlara da bir göz atalım.

"Dünyada genel bir kanı olarak, Türklerin barbar ve uygarlık karşıtı biçiminde tanımlanması, üzerinde düşünülmesi ve bilimsel izahının bulun­ması gereken bir husustur." (a.y.) Şimdi de karşımızda "dünyadaki genel kanı" vardır. Hangi "dünyanın", hangi dönemdeki kanısı? Yoksa Türkler ezel ebed "barbar ve uygarlık karşıtı"mıdır? Semitler, Irak-Ur, Uruk medeniyetine göre barbardı. Persler, Atina kent medeniyetine göre; Germenler, Roma medeniyetine göre barbardılar. Bizans'tan kalan bu yargı, ne zamandan beri "dünyanın genel kanısı oluyor? O dönemin tarihsel gerçekliği sonsuza kadar "Türkleıin" boynunda asılı lanet halkası mı olacaktır? Bu hangi dünyanın mantığıdır?

Bu yeni "Türk" siyaseti Türklere tarihte bir kimlik arar. Ancak "askeri şid-

79

III. DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR ----- y o l —

(24) Tiiıkiye Devriminin Yolu ve Görevleri

det" dışında bir kimlik bulamaz. Bütünüyle kopya olan bu tespitler, en başta tarih bilincinden yoksundur. Barbarlık, Türklere özgü bir toplumsal yapı değil, insanlığın uygarlık öncesi bir konağıdır. "Başka toplumlarda orak, karasaban, toprak y.b. üretim aracı olurken Türk boylarında ok, yay ve kılıç bu işlevi üstlenmiştir. Böyle olunca da ekonomik faaliyetlerle askeri faaliyel- ler içiçe girmiştir." (a.y.) Tarih bilincinin bu ölçüde çarpıtılmasının tek amacı, her taşın altından "askeri şiddet”i çıkarmak içindir.

Barbar ekonomisi, ava ve talana dayanır. Ok, yay, kılıçla yürür. Tarım ön­cesi toplum biçimlerinin yaşam tarzıdır.

Yeni "Türk" siyaseti, kopuş ve doğuşunu yanlış zemine oturtuyor. "Kim­liği" sadece tarihte aramak insanı içinden çıkılmaz bataklıklara sürükler. Tarihten nelerin günümüze taşınacağını ise, gelecek hedefleri belirler. Aslın­da bu yeni siyasette tamamen böyle davranmaktadır. Kürdistan Ulusal Kur­tuluş Mücadelesinin basit bir kopyası olmaktan öteye gidemeddiği için, cum­huriyetin Kürt halkına uyguladığı baskı ve imha politikasını Türklerin barbar­lık dönemine kadar taşımaktadır. Böyle olunca da, ortada "Türk kimliği" olarak "askeri şiddet"ten başka birşey kalmamaktadır.

Tarihin bu ölçüde çarpıtılması, yeni "Türk” siyasetinin bütün geleceğini yok etmektedir. O nedenle bu bitki bu topraklarda kök salamaz. PKK, Kürt halkının kendine özgü yanlarını iyi kavradığı için büyüdü. Bu özelliklerden gelecek mücadeleye denk düşenlerini geliştirdi, karşı duran geleneklerle mücadele etti. Fakat, onun basit bir yansıması olmaktan öteye gidemeyen yeni "Türk” siyaseti, aynı beceriyi gösterememekle kalmıyor, gerçeklikleri tek yanlı yorumlarla çarpıtarak, kendi zeminini dinamitliyor.

Sonuç olarak, bu siyaset Türkiye devrimci hareketi içinde bir yansıma ol­maktan öteye geçemez. Yansıma olanlar ise orjinalliği hiçbir zaman yakalayamaz.

Sonuç olarak, Türkiye Devrim ci Hareketi yeni bir şekilleniş sürecindedir. Arkasında büyük ve güçlü bir miras vardır. Bu mirası küçümseyenler, ya da topyekün inkar edenler geleceği yaratamazlar. "Aslım inkar eden haram­zadedir. " İçinde bulunduğumuz günlere fazlaca takılı kalmak, inşam bellibir karamsarhğa sürükleyebilir. Çünkü, devrim ci hareketin önemli bir bölümü çürüyüp, liberalleşmiştir. Geleceği görenler için ise, bu tek başına olumsuz­luk değildir. Yol, şim di biraz daha nettir. "Yol arkadaşları"güçlerinin tüken­diği istasyonda indiler. Güçlü bir arınm a yaşandı. Dünya ve Türkiye’deki sos­ya l fırtına kurumuş dallan kopanp ayıkladı.

Yeni bir doğuş için koşullar olgunlaşıyor..

III. DÖNEMDE TDH'DE DURUM VE YENİ SAFLAŞMALAR ----- y o l —

8 0

-STRATEJİ H A H - O C S M BCBJOTAZİ-Mrrrrentsöm;-TfiHBÎFDEiaCSâLSroHKttİmİİSristtB

Yolumuz Direni; Hedef İktidar!