antalya literary express 3
DESCRIPTION
Antalya Literary Express 3. sayıTRANSCRIPT
Yayın Kurulundan Değerli okuyucular, üçüncü sayımızı
beğeninize sunuyor, uğraşlarınızda kolaylıklar
diliyoruz.
Afyon Haşhaş
Yıllar önce göller yöresi ve
yurdumuzda afyon ekimi de yapılırdı. Afyonun
ekimi, bakımı, sütünün (sakızının) alımı, hasat
yapılışı, tüketimi vb bazı ayrı özellikleri vardı.
Tohumuna haşhaş, bitkisine afyon
denirdi.
Afyon ve haşhaş çok tüketilirdi.
İnsanlara hiçbir etkisi olmazdı. Esas etkili ve
zararlı zamanı vardır ama o, ileride anlatılacak.
Güz gelince daha önceden hazırlanmış
tarlaya, tarla tavlı iken, tohum ekilir. Tohumu,
aynen incir çekirdeği gibidir. Hatta daha da
küçüktür. Çok küçük olduğu için, ekerken
toprakla karıştırılır. Tarlaya saçılır. Toprakla
karıştırılmazsa çok sık olur.
İlkbahar mevsiminde çapa keseri
(küçük çapa) ile çapalanır, seyrekleşir. İki
afyon arasının bir karış kadar olması sağlanır.
Bu zamanda afyonların sık olanları,
çapa ile kesilir (kazılır). Bu kazılanlar, tere,
ıspanak gibi. Taze olarak tüketilir. Yufka ile
dürüm yapılır, erik ekşisi ile ekşilenir yenir.
Salata, börek (gözleme) yapılır. Daha da çok
olursa hayvanlara verilir.
Bir müddet sonra afyon acır. Yenmez
hale gelir. Marulda gözüken acıma gibidir.
Acıma başlayınca yenmez. Nasıl acı salatalık,
badem, marul, yenmiyorsa acıyan afyon da
yenmez. Bunun acılığı biberin acısı kadar
değildir.
İşte insan için zararlı an yavaş yavaş
gelmektedir. Acıma, aynı zamanda zararlı
dönemin başlamak üzere olduğunu belirtir. Bu
zaman afyon sütünün alım zamanına kadar
(ileride anlatılan) devam eder.
Eskilerin anlattıklarına göre, bu
mevsimde afyonları yiyen güvercinler
sersemleşirler insanlardan kaçmazlarmış.
Hatta yabandomuzları, bu mevsimde, afyon
tarlasına saldırıp, afyonları yedikleri günlerde
kolay avlanırmış. Çünkü onlarda
sersemleşirmiş. Belki bu anda insanlar yese
aynı etki onlarda da gözükür. Zaten acılık artar.
Tamamen yenmez hal alır.
Afyon tüm özellikleri ile kırlarda,
tarlalarda ve Bahçelerde çiçek açan gelincik
çiçeklerine benzer. Ancak tohumu, bitkisi,
yaprakları, boyu, ondan bir hayli büyüktür. Yaz
mevsimi başlarında boyu bir metre civarında
olur. Çiçek açar. Çoğunlukla bir afyonda bir
tane olur. Fakat afyon iyi gelişkin olursa bazen
çatallanır ve birkaç çiçek açar. Çiçekleri iki yeşil
çanak yaprak ve dört taçyapraktan oluşur.
Antalya Chess Express Cilt: 8 Sayı: 57 7 Şubat 2013
Antalya Literary Express Cilt: 1 Sayı: 3 7 Şubat 2013
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2834
Taçyapraklar çoğunlukla beyaz, nadir
olarak ise mor olur. Bu renk ayrımı ilerde
afyon tohumuna, haşhaşa da yansır. Mor çiçek
açan afyonların haşhaşı da mor olur. Beyaz
çiçek açanların rengi siyah olur.
Bir müddet sonra çiçek açan yerde
afyon kozalakları oluşur. Kozalaklar büyük
cevizden büyük, orta boy bir elma
büyüklüğüne gelip, belirli bir olgunluğa
ulaşınca afyon kozalağının dilimi ve sütünün
alım zamanı gelir.
Dilme ve süt alma, afyon
kozalaklarının sırayla, ayrı ayrı zamanlarda
birer birer elden geçmesidir.
Küçük ve ucu kesik bir bıçağa benzer
özel bir kozalak dilme aleti olur. Adı dilgidir,
demirciler yapar. Tarlanın bir kenarından
başlanır. Sırayla, kozalakların en şişman
yerinden, çevresi, daire şeklinde dilinir. Çizilir.
Dilinen kozalaklardan belirli bir miktar
ve bir süre süt çıkar. Bu miktar tarlanın
nemine, besin değerine, afyonun gelişmişliğine
göre az veya çok olur. İncir dalı, sütleğen otu
vb bazı otlardan, kırılınca veya kesince süt
akar, aynen onlar gibi dilinen kozalaklardan da
akar. Akan süt birkaç gün sonra kurur. Bu ara
yağış olursa afyon sütü siyahlaşır kalitesini
kaybeder.
Sıra kuruyan sütleri kazıyarak alma
işine geldi. Bu iş için, aşağı yukarı,*5x9x12
santimetrelik dikdörtgenler prizması şeklinde
ağaçtan yapılma bir alet kullanılırdı. Bu aletin
küçük bir sapı olur, içi çukur kap gibidir.
Sapının yakınında küçük bir ağzı olur. Buraya
yarım jilet ya da bunun gibi, küçük bir bıçak
takılır.
Kozalakların çizilen yerlerindeki
kuruyan afyon sütü, elma soyar gibi algı ile
alınır. Alınan sütler toplanıp top haline getirilir.
Bunun kıvamı aynen sakız gibidir. Elde edilen
afyon sakızı top haline getirilerek satışa hazır
olurdu. Satış için Burdur’a gidilir. Orada
satılırdı.
Dilme ve alma işi yaz mevsiminin ilk ve
sıcak günlerinde günlerce devam eder.
İnsanlar akşama kadar ayakta, sıkılırlar. Bu
işler büyük sabır ve zaman ister. Sıkılan
insanlar:
-Kafası kopasıcalar, bunların bir de
kafası kopacak diyerek hem çalışır hem
şakalaşırlar.
Evet, sıra kafalarının koparılmasına
geldi. Olgunlaşan kozalakların kafaları
koparılır. Hasat yapılır. Bu dilme ve çizmeye
göre kolaydır. Fazla itina da istemediği için bu
işi çocuklarda yaparlardı.
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2835
Koparılan kozalaklar ezilir. Rüzgârla
savrulur. Ürün hasat edilirdi. Bu ara afyon
sütü satılır parası peşin olarak alınırdı. Artık
yaz harçlığı çıkmıştır. Bu para üreticiler için can
simididir. İşte bazı kötü niyetli kişiler afyon
sakızının bir kısmını ayrı ve kaçak olarak
pazarlarlar, alanlarda uyuşturucu vb kötü
emellerde kullanırlarmış.
Elde edilen haşhaş ise çeşitli şekillerde
tüketilirdi. Tavada kavrulur, iki taş arasında,
havanda ya da dibekte ezilirdi. Ezilen haşhaş,
yufkaya sarılır dürüm yapılır, pekmezin üzerine
ekilir, baklavaya karıştırılır, çeşitli şekillerde
börek, kek, solutmaz (haşhaşlı bulgur) vs vs
yapılır. Tüketilirdi.
Ayrıca haşhaş yağı da çıkarılır. Çıkan
yağ, çiçek yağı veya zeytinyağının kullanıldığı
yerlerde aynen onlar gibi kullanılırdı. Yağ
çıkarmak için önce özel olarak kavrulur.
Kavrulan haşhaş, insan gücü ile çalışan özel
aletinde, iki silindir arasında ezilir. Ezilen
haşhaş özel torbaya yerleştirilerek bir
mengene (prese) yerleştirilir. Yine insan gücü
ile sıkılır. Bu sıkma işi uzun sırıklarla kaldıraç
sistemine göre çalışır. O sebepten çok güzel
sıkıştırır. Sıkıştırınca da yağını çıkarır. Yağ
aşağıya akar. Bir kapta birikir.
Yağı alınan, torbada kalan haşhaşa
küspe denir. Küspe hayvan yemi olarak
kullanılır. Yağ sıkma teşkilatı olanlar haşhaş
sahiplerinden, ücret yerine küspeyi alırlardı.
Yağın ayrı bir özelliği, atların kuyruk
altında çok olan at sineklerinden korumada
kullanılırdı. Bir bez veya çöple o kısma
dokununca, yağın etkisi geçinceye kadar, bir
veya iki gün atsinekleri at ve eşeklere
yaklaşamazlardı.
Afyondan üreticiler güzel ürün, afyon
sütü elde ederlerdi. Dolayısıyla iyi kazanırlardı.
Herkes memnundu. Kaçak yapanlar
yakalanırsa mahkemelere havale edilirdi.
Fakat ne olduysa onların yüzünden
oldu. Çocukluğumda bir gün akşam yemeği
hazırlandı, tam o ara dedem akşam namazı için
gittiği camide, namazını kıldı eve geldi. O anda
evde annem, dedem ve ben varım. Ninem,
babam ve kardeşlerim bahçedeler. Yemek
yiyeceğiz. Dedem dedi ki:
-Artık afyon ekilmeyecek yasak oldu.
O camide duymuş. Bunu duyan annem
üzüntüsünden, akşam yemek yemedi. Dedem
söylediğine pişman oldu. Annem yemeyince o
da yemedi:
-Keşke yemekten sonra söyleseydim. Dedi. Ve
bir dönem kapandı.
O yıllarda dünyadaki kapitalist düzenin
uygulayıcıları ile onların uyarılarıyla hareket
edenler afyon ekimini yasakladı. Afyon
ekilmedi. Yurdumuzda haşhaş ekimi
yasaklandı. Afyon ve haşhaş ekilmedi.
Yıllar sonra, bir babayiğit, çıktı. Benim
halkım afyon ekebilir dedi. Afyon, Isparta,
Burdur illerinde kontrollü olarak ekilmeye
başladı. Oralarda şimdi kozalaklar dilinmeden,
kafaları koparılıyor. Haşhaşı ayrı
değerlendiriliyor. Kozalağının kabukları
satılıyor. Kasabamızda afyon, haşhaş, haşhaş
yağı sevenler bu ihtiyacını, Burdur’a bağlı,
komşu köy ve kasabalardan temin ediyorlar.
Adil Yüksel
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2836
Anma İletisi: Ahmet Mete Işıkara
Sevgili Hidayet,
Güzel anıların ve anlatımınla Deprem Dede'yi
bir kez daha anmış belleklerimize iyice
yerleştirmiş olduk. Eline, yüreğine sağlık. Birisi
o aileye "ışığı ara" demiş olmalı ki soyadları
"ışıkara" olmuş. Ahmet Mete de ışığı aramış
bulmuş ve biliminin ışığı ile deprem konusunda
halk kitlelerini aydınlatmış.
Işıklar içinde yatsın Işıkara.
Galip
Sevgili dostlar,
Bugün günlerden bir büyük hocayı sonsuzluğa
uğurlamak günüymüş meğer! Ahmet Mete
Işıkara’dan söz ediyorum. “Deprem dede”den
kısacası. Onu öyle anmak sanırım hepimizin
tercihi idi. Ve de ne güzel yakıştı ona!
Bir “kifayetsiz muhteris” adama yalaka
rektörlerin yönetimindeki yalaka
üniversitelerden birbirleri ile yarışırcasına
“Fahri Prof”lukların verildiği, at izinin it izine
karıştığı şu son yıllarda hocalık kimliğini bile
kullanmayan bir halk adamından söz
ediyorum.
“Sanat, sanat için mi, yoksa toplum için mi”
gibi yılların eskitemediği bir polemiği
kestirmeden yerine oturtan ve “bilimi toplum
için” yapıveren bir toplum profesöründen söz
ediyorum.
Hocanın akademik kariyeri hakkında
konuşmak benim haddime değil elbette ama
onun bu toplum için yaptıklarını sokaktaki bir
vatandaş olarak anmadan da geçemedim.
Deprem dede ne yaptı? (Bunu ilkokuldaki
çocuklar bile söyleyebilir ama birileri hala
öğrenmemekte, anlamamakta direniyor.)
İki satır okumaktan aciz, “göbeğini kaşıyan,
bidon kafalara” deprem diye bir gerçek
olduğunu dilinde tüy bitercesine anlatıp
durdu. Eğer toplumda depremle ilgili biraz
bilinçlenme yeşerdiyse onun o saf, temiz,
samimi vaazları ile oldu.
Ben bu çok önemli bilim adamını benim iki
anımı naklederek anmak istiyorum. Yılını tam
hatırlamıyorum, Boğaziçi Üniversitesinde
“muhtemel İstanbul depremi ve olası
sonuçları” filan gibi başlığı olan bir toplantı
vardı. Ben de izleyici olarak oradaydım. Kahve
molası sırasında fuayede Nuray ağabey (Prof.
Nuray Aydınoğlu) ve Mustafa ağabey (Prof.
Mustafa Erdik, Şimdi Kandilli Rasathane
müdürü olarak görevde) sohbet ederken,
Işıkara hoca yanımıza geldi. Nuray ağabeye
sıkıntılı bir şekilde onu toplantıdan acilen
çıkartan telefondan söz etti. Anlattığına göre
hadise şu imiş;
Polonya’da veya Romanya’da “modern
medyum memiş”lerden birisi depremi iki saat
evvelden öğrenebilecek bir teknoloji
geliştirdiğini yumurtlamış. Hükümet
erkânından birisi de hocayı arayıp "bu
teknolojiyi biz de alabilir miyiz" diye fikrini
sormuş. Hoca “yahu! Her gün her yerde böyle
bir teknoloji olmadığını söylüyorum, bu
adamlar hala hurafelere inanıyorlar!” diye bize
dert yandı. Ben de “hocam, epey canınız
sıkılmışa benziyor. En iyisi ben size bir “Ahmet
Mete Işıkara” fıkrası anlatayım da neşeniz
yerine gelsin dedim.” “Yok yahu! Benim fıkram
da mı varmış, elbette anlat anlat” dedi.
Fıkra şu;
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2837
Bir gün Işıkara hoca asistanı ile üniversiteye
giderken yol üstündeki tanıdığı bir berbere
uğruyor, saçlarını kısalttırmak için. Daha
oturur oturmaz, berber “hocam bu İstanbul
depremi ne zaman olacak” vs. türünden
sorular soruyor. Hoca da hiç cevap yok.
Sonunda asistanı dayanamıyor; “yahu arkadaş,
hoca bu sorulardan o kadar çok sıkıldı ki ben
sana bir başka zaman geleyim, her soruna
cevap veririm” diyor. Berber , “merakımdan
sormuyorum, hocaya ne zaman “deprem”
desem saçları diken diken oluyor, dolayısı ile
traşı kolaylaşıyor”
Hoca bu fıkraya çok gülmüştü.
Bir başka anım da şöyle;
Beylikdüzü’ndeki Tüyap kitap fuarına kızım
Denizle beraber gitmiştim. Hoca da bir
standda kitaplarını imzalıyor. Kızıma “gel bak
seni deprem dede ile tanıştırayım” dedim.
Tam vedalaşırken hoca Boğaziçi’ndeki
anlattığım fıkrayı unutmamış, “ benimle ilgili
başka fıkra var mı” diye sordu. Ben de var
dedim. Ve anlattım. Kızım Deniz “baba ne
anlattın ki deprem dede neredeyse
koltuğundan düşecekti” dedi. O zaman kızım
küçük olduğu için ona anlatmamıştım ama size
anlatabilirim.
(Önce şu notu aktarmam gerekiyor. O
günlerdeki bir gazetenin magazin haberine
göre “Türkiye’deki en cazip erkek”
sıralamasında Işıkara hoca birinci sırada oy
almış ve bu olay da epey dillerde dolaşmıştı.)
Hocaya dedim ki “Hocam, neden “en cazip
erkek” seçildiğinizi biliyor musunuz?”
“hayır” dedi, “bilmiyorum!”
“hocam, dedim, her gün televizyonlarda
“aletsel büyüklükten söz ederseniz olacağı
buydu elbette!”
Bu fıkraya da çok gülmüştü. Yanılmıyorsam
karikatür dergilerinden birisinde okuduğum bir
espri idi. Bu vesile ile Türk insanının espri
yaratmaktaki muhteşem kıvraklığına da şapka
çıkartıyorum. Hocanın hoşgörüsüne ve espri
anlayışına da elbette!
İşte böyle. Deprem dede, sevgi dolu bir bilim
adamıydı. Mekânı cennet olsun.
Hidayet Saraç
Söyleşi: Ahmet Mete Işıkara
Boğaziçi Üniversitesi, Kandilli Rasathanesi ve
Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Prof. Dr.
Ahmet Mete Işıkara:
Hadise ‘Toplumu korkutmak değil, bilgi
aktarmak’
Deprem ile birlikte Türkiye bir anda tanıdı onu.
Başımıza geleni kavrayamaz, ne yapacağımızı
bilemez şekilde bir pusula arar ve bulamazken,
birisi TV ekranlarından ne yapacağımızı
söyledi. Nitekim bir sözüyle o gece sokakta
yattık. Diğer sözüyle eve girdik. Bir deprem
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2838
ülkesinde yaşadığımız halde isminden başka
bir şey bilmediğimiz deprem hakkında can
havliyle epey bilgilendik. Yaşadığımız bu
toprakların deprem ülkesi olduğunu da
algıladık sonunda. Kimimiz kızdık, kimimiz
güvendik, kimimiz söylendik ona “Neredeydi
bu vakte kadar?” diye, kimimizin ise umudu
oldu.
1991’den beri Boğaziçi Üniversitesi, Kandilli
Rasathanesi ve Deprem Araştırma Enstitüsü
Müdürü Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara.
Depremle tanıdık, depremle anıyoruz onu.
Bir bilim adamı, aynı zamanda bir yönetici.
Ekranlardan insancıl ve sevecen gözüküyor.
Peki, o ne hissediyor? Ne düşünüyor? Nasıl
yönetiyor?
Bu merakla Kandilli’nin yolunu tuttuk.
Depremin dışında bir sohbete niyetlendik ama
ne mümkün!
İpet Altınay
Türkiye’nin gündemine olağandışı bir olayla
girdiniz. Bir cümlenizle yaşam biçimimizi
değiştirecek kadar üstelik. Bir anda lider,
yönetici konumuna geldiniz.
Işıkara: Bu söylediğiniz beni rahatsız ediyor,
ürkütüyor. Esasında tabii gündemi ben
yapmadım, ama gündem beni bir noktaya
getirdi. Önce Saros Körfezi halkının rahatsızlığı,
ardından Balıkesir’de deprem fırtınası olması,
onun arkasından muhteşem bir doğa olayını;
güneş tutulmasını yaşamamız. Keşke her doğa
olayı böyle güzel olsa. Maalesef değil. Sonra
bu olay geldi. İnanır mısınız, geçen haftanın
başında buraya işe geldiğim zaman “Benim için
çok güzel bir hafta olacak, ne toplantı var, ne
yönetim kurulu, ne senato var, biraz
dinleneceğim.” dedim. Ama Salı sabahından
beri buradayım, nefes alamıyorum. Dolayısıyla
olaylar bu şekilde beni gündeme getirdi. Bu
durumdan da çok rahatsızım. Mutlu olduğumu
söyleyemem.
Çok geniş bir kesimin odak noktası haline
geldiniz ister istemez. Bizim hissettiklerimiz
malum, siz neler hissediyorsunuz?
Işıkara: O gün, o geceyi hayatım boyunca
hiçbir zaman unutmayacağım. Öyle bir şok
yedik ki, hepimiz yedik, hepimizin sakin olması
zorunluluğu vardı. Ben en başından beri sakin
olmayı önerdim. Ve hala da aynı şeye
inanıyorum. Bu gergin ortamın kimseye
faydası yok. Buna çok özen göstermemiz lazım.
Benim defalarca belirtmeme, “Biz 24 saat
buradayız, bir şey görüldüğü zaman kesinlikle
açıklarız.” dememize rağmen türlü söylentiye
inanılıyor. Bakın kurumsal konuşuyorum,
bireysel değil. Çünkü burada bir takım oyunu
var. Bu ekip oyununda bana düşen, ekiplerin
ihtiyaçlarını karşılamak ve bu depremin en iyi
şekilde değerlendirilmesini sağlamaktır
çıkarılabilecek dersler açısından.
Okullarda deprem ilgili eğitim veriliyor mu?
Işıkara: 1996’dan beri İstanbul’daki Milli Eğitim
Müdürlüğü’yle ortak yaptığımız ve üç yıldır
uygulamada olan bir çalışma var. Okullarda
deprem öncesi ve sonrasında neler yapılması
gerektiğini öğretmeye, bu bilgilerin ailelere
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2839
taşınmasını sağlamaya çalıştık. Hedef kitleyi
niye çocuk seçtik? Çocuk aslında 3 kişi diye
seçtik: Anne, baba, çocuk… Bunu 3 sene
İstanbul’da gayet ciddi bir şekilde uyguladık.
Burada amaç özellikle başta deprem bölgeleri
olmak üzere deprem öncesi, sonrası için çocuk
ve öğretmenlere neler yapılması gerektiğinin
öğretilmesiydi. Çocuklara yönelik bir kitap
hazırlanıyor, son aşamasında. Bütün illere
birden yetişemeyiz ama önce Erzincan, Van,
Gaziantep, Adana, İzmir, İstanbul, Samsun,
buna Balıkesir, Bursa’yı dâhil etmek gerekir.
Takip edebildiniz mi bu çalışmaları?
Işıkara: Evet, takipçisi olduk. İkinci dönemdeki
uygulamada bazı okullarımızın olayı ciddiye
almadığını, gayriciddî davrandığını da gördük.
Ve bunu Milli Eğitim Müdürlüğü’ne de
söyledik. Müdürlük de gerekenleri yaptı. Olayı
çok ciddiye alanlar da oldu. Ne kadar ciddiye
alınması gerektiğini hep birlikte gördük zaten.
Dolayısıyla şimdi üçüncü dönem
değerlendiriliyor ve üstelik daha da etkin bir
biçimde. İstanbul içi uygulamalardan çok
memnunuz. Okullar bütün aileleri çağırıp bir
uzmana deprem olayını anlattırıyorlar.
Uygulamalar, tatbikatlar yaptırıyorlar.
İstanbul’da deprem olacaktan çok, bu deprem
olursa o deprem esnasında, sonrasında nasıl
davranmalıyım bilincine gelinmeliydi. Bu bilinci
okullardaki faaliyetlerle sağlamaya çalışıyoruz.
Korkunun ecele faydası yok! Sen hazırlıklı
olursan, o şoku daha az zararla atlatmak
mümkün olabilir.
Siz bilim adamısınız ve burada yaklaşık 150
kişiyi yönetiyorsunuz. Ekibinizle aranız,
ilişkileriniz nasıl, hiyerarşi nasıl çalışıyor?
Işıkara: Burada dört ekip var; en başta
Sismoloji ekibi ki depremle burun buruna
gelenler, ilk değerlendirmeyi yapanlar, bilgiyi
bana taşıyıp topluma aktaranlar onlar, Jeofizik
ekibi, İznik ekibi, bir de Deprem Mühendisliği
ekibi. Bu dört ekip akıl almaz bir yoğunlukta
çalışıyor. Ben hiçbir şekilde bu tip durumlarda
hiyerarşiye gerek olmadığını düşünüyorum.
Zaten çok işlevsel bir iç iletişimiz var. Herkes
bir şey yapmaya çalışıyor, çok şeyler yapıldığını
görüyorum. Bunun çok faydalı sonuçları
olacaktır, fakat tüm sonuçlar hemen alınmaz.
İş bitirici bir yönetici olduğunuz söyleniyor. İşi
nasıl bitiriyorsunuz?
Işıkara: Takipçilik, tamamen takipçilik.
Takipçiliğin arkasında da yatan iyi niyet. Onun
dışında başka bir şey değil. Toplumu ve
insanları seviyorum. Topluma karşı bir
görevim, bir borcum olduğunu düşünüyorum.
Biz bütün bunları bekliyoruz, biliyoruz. 2-2,5 ay
önce İstanbul Erken Uyarı ve Acil Kurtarma
Projesi’ni devletimize sunduk ve inanır mısınız
depremden bir hafta önce Yüksek Planlama
Kurulu’nun önüne gelmişti. Devlet de onun ne
kadar önemli bir proje olduğunu hissetti.
Depremden sonra da, bu proje derhal
uygulamaya konuldu. Başbakanlık’dan haber
bekliyorum, bu projeyle ilgili detaylı açıklama
daha sonra yapılacak. Gördüğünüz gibi
Türkiye’de yetişmiş bir insan gücü var.
Enstitümüzde çok değerli hocalar var, böyle
önemli projeleri düşünebiliyorlar ve toplumun
hizmetine de sunuyorlar. Zannedersem bu
proje İstanbul’a çok büyük yararlar sağlayacak.
Dört kişilik de bir ailenin reisisiniz galiba.
Işıkara: Beş oldu damatla birlikte.
Evde kimin sözü geçiyor?
Işıkara: Hanımın dediği oluyor. Benim dediğim
olmuyor.
O mu söyledi geceyi evde değil dışarıda
geçirelim diye?
Işıkara: Hayır tam tersini yaptı. İlk depremden
sonra belli bir saate kadar dışarıda kaldı. Sonra
girmiş içeri. Açtı bana telefon: “Ben içeri
girdim, Ahmet!” dedi, ben de “İyi yapmışsın.”
dedim. Ama ben bunu açıklarken de, benim
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2840
inisiyatifim kendimi bağlar, o gece hariç hiçbir
geceyi dışarıda geçirmedim.
Bilim adamı ve yöneticisiniz ama toplum bir de
sizin insani tarafınızın fotoğrafını çekti.
Işıkara: Yaşamda tüm roller birbirinin içinde
zaten. Hele bugünlerde hepten birbirinin içine
girdi. Birleştirici olmak gibi bir niyetim var.
Ama bazen de beceremiyorum, olmuyor.
İnsanlar bazen kendi küçük çıkarlarını başka
şeylerin üzerinde tutuyor. Ama onlara da
elimizden geldiği kadar doğruyu göstermeye
çalışıyoruz. Doğru dediğimiz hadise kurumsal
çıkarlar, bireysel çıkarlar değil. Kurum
yükselirse, siz de yükselirsiniz. Benim en
baştan beri bu kuruma yansıtmak istediğim
kavram bu.
Size geniş bir kesim tarafından büyük güven
duyuldu. Siz neye güveniyorsunuz yaşamda?
Işıkara: Ben insanlara çok güveniyorum. Saflık
derecesinde üstelik.
Pişmanlık duyuyor musunuz bunun için?
Işıkara: Arada bazen duyuyorum, ama ne
yapayım huyum böyle.
Peki, sizce bilimin açıklayamadığı şeyler var
mı?
Işıkara: Var.
Bilimin açıklayamadığı yerde neye sığınacağız?
Işıkara: Akıl diyeceğiz. Aklımıza sığınacağız.
Sabırlı olacağız. Bilimin bunu da çözeceğini
düşüneceğiz.
Bilim adamları olarak depremi sıkışmış bir
enerjinin kendine çıkacak, serbest kalacak bir
yol bulması olarak açıklıyorsunuz halkın
anlayacağı bir dille.
Işıkara: Doğa yaşıyor efendim. Biz insanlar
yaşayan bir doğanın üstünde bulunuyoruz. Ve
doğanın enerjisini açığa çıkarması çok acı
sonuçlar meydana getiriyor.
Hepimiz bir enerjiyiz, her şey gibi. Enerji
bütünü diye bakarsak yaşama ve evrene, hep
birlikte uyum içinde yaşayamaz mıydık? Biz
insanların yaptığı birtakım yanlışlar var mıydı?
Işıkara: Tabii vardı. Esasında toplumun
bireylerinin yanlışları vardı. Ne olursa olsun bir
evim olsun anlayışının yanlışıydı. Demin şunu
söyledim, doğamız yaşayan bir doğa.
Türkiye’deki doğa da çok güzel. Ama
Türkiye’deki bu güzelliğin altında deprem
oluyor. Biz bir deprem ülkesinde yaşadığımız
bilincine, ki umarım artık ermişizdir, çok
önceden gelmemiz gerekirdi. Ben
Adapazarı’ndan geçerken yollarda gördüğüm
yapılara inşallah bunlar ayakta kalır diye
düşünürdüm. Dolayısıyla çarpık, kontrolsüz,
usulsüz yapılaşma bizi bu hadiseye getirdi.
Halbuki bizim toplum bireyleri olarak, olaya
sahip çıkmamız gerekirdi. Her şeyi devletten
bekleyemezsiniz. Nasıl çevreye sahip
çıkılmışsa, yapılaşmaya da sahip çıkılmalı. Ve
bunu da kim yapacak? İşte toplumun bireyleri
ve bireylerin oluşturduğu sivil toplum
örgütleri.
Ama zaman zaman sivil toplum örgütlerine de
tepkiyi yaşadık, izledik. Devlete de tepki oldu.
Işıkara: Bu büyük bir şoktu, büyük bir
depremdi. Yaygındı. Dolayısıyla biraz da afet
yönetimi kavramlarının gündeme girmesi
lazım. Bu konuda da bizlerin devlete yardımcı
olması lazım, afet yönetimi kuralları
çerçevesinde. Bu çok yeni bir olay, yeni yeni
konuşulmaya başlanan bir olay. Çok
acımasızca eleştiriler yapılabiliyor. Ben kişisel
olarak buna katılmıyorum. Burada herkesin
sakin olması, kenetlenmesi ve birbirine
yardımcı olması lazım.
Kendinizi sürekli gazetede, televizyonda
görmek nasıl bir duygu?
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2841
Işıkara: Zor bir durum. Şöyle diyorum; bu
noktada durayım, kalayım. Çok zor bir durum
benim için.
Nasıl çözümlüyorsunuz bu gerginliği?
Işıkara: Sakin olmaya davet ediyorum kendimi.
“Sakin ol, sakin ol!” Ama sorumluluğumu da
taşıyorum. Meseleyi bilgi aktarmak şeklinde
almak lazım, ama bizim toplumumuzun da o
bilgileri doğal karşılaması lazım. Hadise
toplumu korkutmak değil, bilgi aktarmak. Bir
deprem ülkesinde yaşıyoruz, depreme sırtımızı
dönüp gidemeyiz. Dolayısıyla medyaya düşen
ciddi görevler var toplumun bilinçlendirilmesi
açısından.
Sizin de bu felaketten öğrendiğiniz şeyler oldu
mu?
Işıkara: Tabii, bu bizim de yaşadığımız en
büyük deprem. Her deprem bize bir şey
öğretiyor. Medyadan akıl almaz bir taleple
karşılaştık. İlk yapmamız gereken şey medyayı
buraya davet edip, buradan canlı yayına
geçmelerini sağlamaktı. Bunu önermek, bir
basın odası düzenlemesi daha doğru olurdu ki,
medyaya bölünemiyorsunuz, sayısı çok fazla.
Birine konuşup birine konuşmamak olmuyor.
Hep bunun azabını duydum. Daha sonra biraz
durulma olunca bu yöntemin daha iyi olacağını
düşündük. Bundan sonra da böyle olacak.
Medyaya burası açık, gizli saklı hiçbir şey yok.
Ne görüyorsak açıkça söyleyeceğiz.
http://www.plan-pr.com/roportaj/ahmet_isikara_rop.htm
Antalya Kitap Fuarı
2. Antalya Kitap Fuarı 13-17 şubat günleri
arasında Cam Piramit Kongre Merkezinde
yapılacak. TÜYAP tarafından düzenlenen fuarın
bu yılki teması Kitap Akdeniz’e yelken açıyor.
Bilgisayar Yaşamından
PDF dosyalar nasıl okunur?
PDF uzantılı Adobe taşınabilir dosya
formatındaki dosyaları okumak için Adobe
Reader programını
http://get.adobe.com/reader/
Adresinden indirip bilgisayarınıza kurunuz.
Alternatif olarak foxit pdf reader programını
yeğleyebilirsiniz:
http://www.foxitsoftware.com/downloads/
PPS dosyalar nasıl okunur?
PPS uzantılı Microsoft PowerPoint
sunum/sunuş dosyalarını bilgisayarınızda
izlemek için şu adresten
http://www.microsoft.com/en-us/download/details.aspx?id=13
Microsoft PowerPoint Viewer dosyasını indirip
bilgisayarınıza kurunuz.
Antalya Literary Express Yayın Kurulu
Adil Yüksel [email protected]
Aziz Serhat Kural [email protected]
Galip Büyükyıldırım [email protected]
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2842
Harun Taner [email protected]
Kaya Büyükataman [email protected]
Murat Akdağ [email protected]
Sati Emre Güner [email protected]
Süleyman Özel [email protected]
Antalya Chess Express
Yayıncı/Editör: Dr mult Harun Taner, DSc
PTT Güzeloba Şubesi PK 4 Antalya 07230
Posta Çeki Hesabı: 09962820
Nuh’un Gemisi 1
Dizi yazılarımızdan bir yenisine Nuh’un Gemisi
adıyla başlıyoruz. Bu başlık altında dünya
tarihindeki, dinsel metinlerde ve değişik
uygarlıkların söylencelerinde yer verilen büyük
tufanları, bunların meydana geliş tarihlerini
incelemeye çalışacağız. Dizinin ilk yazısı güncel
bir haber:
Nuh’un gemisi hazır
Hollandalı Johan Huibers, 20 yıldır uğraştığı
Nuh’un Gemisi projesini bitirdi. Gemi, İncil’de
geçen özelliklere göre inşa edildi.
Koyu Hıristiyan Huibers, İncil’in Genesis
(Varoluş) bölümünden aldığı ilhamla, Tanrı’nın
Nuh Peygamber’e verdiği talimatların aynısını
uyguladı. Geminin uzunluğu 135, genişliği 29,
yüksekliğiyse 23 metre. Çam ağacından yaptığı
gemiye buffalo, zebra, goril, aslan, kaplan, ayı
ve aklınıza gelebilecek her türlü hayvan
maketinden çifter çifter koyan Johan Huibers,
1992’de bir kâbus görmüş. Sel, Hollanda’yı
yerle bir ediyormuş. İşte bu işe de bu kâbusun
ardından girişmiş.
“Sebebi küresel iklim değişikliği olmayan yeni
seller yaşanabilir” diyen Huibers, Amerikan
televizyonuna yaptığı açıklamada: “Gemiyi
inşa etmemin Maya takvimi ve 21 Aralık’la bir
alakası yok. Dini sebeplerle yaptım, herkesin
yaşam amacını bilmesi gerek” dedi. Aynı
zamanda geminin en üst bölümünde 50 kişilik
bir restoran ve yağmur suyunu toplayabilen
bir havuz da var.
Şimdilik 2 soru sormakla yetinelim: 1. O
devirde dünya üzerinde bilinen hayvanlar
hangileriydi? 2. Bu boyutlarda bir gemiye,
bugün dünyada bildiğimiz bütün hayvan
türlerinden birer çift yerleştirsek sığar mı?
Ne dersiniz? İleti ve görüşlerinizi bekliyoruz.
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2843
Anma İletisi: Uğur Mumcu
Uğur Mumcu’nun öldürülüşünün 20. Yılında
anısına bir yazı yazayım dediydim. 1 Ocaktan
bu yana hafifleşen ayak ve diz ağrılarım
yeniden nüksetmeseydi, bunu gerçekleştirmiş
ve aklımdakilerin tümünü kâğıda dökmüş
olacaktım. Ek olarak, birkaç ay önce çıkan
Güldal Mumcu’nun, Mumcu’nun öldürüldüğü
günden sonraki on yıldaki gelişmeleri kendi
penceresinden anlattığı, İçimden Geçen
Zaman’ın eleştirisini de yapacaktım. İki
düşüncemi de daha az ağrılı bir zamana
erteledim. Okuduklarımdan bazı metinleri
alıntılamak duygularıma tercüman olacaktır
sanırım.
"Uğur Mumcu cinayeti için iktidarı göreve
çağırıyoruz!"
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim
Kurulu'nun gazeteci Uğur Mumcu'nun
ölümünün 20. yılı nedeniyle yayımladığı
mesajda, ''Gazetecilere yönelik saldırıların ve
cinayetlerin asıl tetikçileri hiçbir zaman
bulunamıyor. Bu da gazetecilere yönelik
saldırıların cesaretlendirilmesine neden
oluyor'' denildi. AA
İstanbul- TGC'nin mesajında, vatandaşların
gerçekleri öğrenme hakkına hizmet eden
gazetecilerin ''güç odakları'' tarafından hedef
seçildiği belirtildi. Gazetecilerin sözlü, yazılı ve
fiziksel saldırılara maruz kaldığı kaydedilen
mesajda, şu ifadelere yer verildi:
''Kamu aleyhine olan gerçekleri ortaya çıkaran
gazeteciler öldürülerek, gazetecilik mesleğine
gözdağı veriliyor. Gazeteciler, açılan binlerce
dava ile cezaevine konulma tehdidi altında
tutuluyor. Gazetecilere yönelik saldırıların ve
cinayetlerin asıl tetikçileri hiçbir zaman
bulunamıyor. Bu da gazetecilere yönelik
saldırıların cesaretlendirilmesine neden
oluyor. Uğur Mumcu'nun araştırmacı
gazeteciliğine çok fazla ihtiyaç duyulan günleri
yaşıyoruz. Karanlık güçlere karşı çağdaş, özgür,
demokratik bir Türkiye için mücadele eden, bu
yolda canını veren Uğur Mumcu'yu ve
öldürülen tüm meslektaşlarımızı sevgi ve
saygıyla anıyoruz. Uğur Mumcu cinayetinde
tetiği çektiren güçlerin ortaya çıkarılması için
iktidarı göreve çağırıyoruz.'' 24 Ocak 2013
Basın Konseyi: “Karanlık odaklar gücünü
koruyor”
Basın Konseyi, gazeteci Uğur Mumcu'nun
ölümünün 20. yılında yayınladığı mesajda,
''Halen daha faillere ulaşılamamış olması,
ülkemizdeki karanlık odakların gücünü
koruduğunu göstermektedir'' denildi. AA
İstanbul- Basın Konseyi'nin mesajında,
gazeteci Uğur Mumcu'nun ''kalleşçe
katledilmesi''nin üzerinden 20 yıl geçtiği
hatırlatılarak, çözüleceğine ilişkin ''namus
sözü'' verilen cinayetle bugüne kadar hiçbir
somut gelişme yaşanmadığı, faillerin
yakalanamadığı kaydedildi. Mesajda, şu
ifadelere yer verildi:
''Uğur Mumcu'nun katillerinin cezasız kalması,
demokrasimizin alnında bir kara lekedir.
Mumcu'nun öldürülmesinin üzerinden geçen
20 yılda halen daha faillere ulaşılamamış
olması, ülkemizdeki karanlık odakların gücünü
koruduğunu göstermektedir. Basın Konseyi
olarak, karanlık güçlerin hâkim olduğu günlerin
sona ermesini, Uğur Mumcu cinayetinin
faillerinin ortaya çıkarılmasını bekliyoruz. O
güne kadar demokrasimiz yaralı kalmaya
devam edecektir.'' 24 Ocak 2013
ÖZGÜR MUMCU
İnsanın öldürülmüş babasının arkasından
annesinin yazdığı bir kitap hakkında yazması
benim becerebileceğim bir iş değil.
İçimden Geçen Zaman
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2844
İnsanın babası hakkında bir yazı yazması güç iş.
İnsanın annesi hakkında yazı yazması da keza
öyle. İnsanın öldürülmüş babasının arkasından
annesinin yazdığı bir kitap hakkında yazması
ise benim becerebileceğim bir iş hiç değil. İyi ki
kardeş diye bir şey var. Kardeşim Özge yazdı,
bana sadece yazdıklarını paylaşmak kaldı:
“Hayata devam edebilmek için unutmak
gerekir. Arkasında bir dolu tatsız anıyı
bırakarak yolunuza devam etmeniz gereklidir.
İnsan hafızası, iki ayrı ‘ceza’ ile örülmüştür; biri
hatırlamak, diğeri de unutmak ya da
unutabilmek.
Yaşanan olaylar, hafızanızın en derinine itilmiş
olsa dahi, bir ufak anıyla yeniden çıkabilecek
denli bugünün dünyasıyla etkileşim içinde yer
alır. Bugün yaşadığınız ufak bir olay, bir
şekliyle dünü hatırlatır ve bugün ile bu anların
yaşanmasının önüne de geçer. (...)
Bu uzun girişi, annem Güldal Mumcu’nun
yazdığı kitap üzerine kaleme aldım. Hayatımın
büyük bir kısmı, babamın öldürülmesi ve
babamın öldürülmesinden sonra onu en
azından hafızalarda da olsa yaşatma inancı ile
onu yaşatmamak için uğraşan zihniyetin garip
dansıyla geçti. Hayatlarımızın, diyelim. Çünkü
yaşanan o an, bir ülkeyi kedere boğduğu
kadar, ailemizin dünyasını da bir bilinmezliğe
sürükledi. Tüm dünya yeniden yerinden
oynadı; bir deprem gibi, bildiğimiz, inandığımız
her değer teker teker yıkılıverdi.
Yaşamaya devam edebilmek için terör
örgütlerinin yanımızda cirit attığını ve çoğu
zaman okula giderken bizleri de gözlediğini
unutmamız gerekti. (...) Çünkü hayata olağan
akışında devam edebilmek için hiçbir şey
olmamış gibi yaşamak gerekiyordu. Bir yandan
okulu bitirmek ve bir gelecek kurmak
gerekirdi. (...) Bir geleceğe inanabilmek
gerekirdi. (...)
İçimden Geçen Zaman
Annem, uzun zamandır bu kitap üzerine
çalışıyordu. Olayın yaşandığı ilk zamanlarda
aile dostumuz Demet Börtücene, olanların
üzerine unutma perdesi inmemesi için
anneme anlattırmıştı; ne oldu, nasıl oldu diye.
Kasetleri deşifre ederek başladık önceleri.
Hatta zorlandığı zamanlar, sen konuş, bir
teybe anlat, nasılsa yazı diline aktarırız,
dediğimi de hatırlıyorum. O kadar zordu ki tüm
o kasetlerin yeniden deşifre edilmesi ve tüm
bunları yeniden hatırlamak; üstelik unutmak
mümkün değilken. Kaç yumru defalarca
oturdu boğazıma.
Ardından defterlere günbegün aldığı notlar
geldi. Çeşitli anekdotları anlattığı dostlarımız
soruyordu: ‘Bu insanlar neden sana bu kadar
açık konuşuyor?’ Annem de acı tatlı gülerek
yanıtlıyordu: ‘Beni itiraf.com sanıyorlar galiba.’
Kitabın yazımı bitene kadar elimi sürmedim.
‘İçimden Geçen Zaman’ dosyasını da birkaç
hafta önce bir uçak yolculuğunda okudum.
Elimde mendillerle, olayın ufak tefek
detaylarını yeniden hissederek. Yaşadığımız
olayları ne kadar yalın ve sade anlattığını
iliklerimde hissettim.
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2845
Bu kitap, babam Uğur Mumcu’nun
öldürülmesinin ardından annem Güldal
Mumcu’nun yazdığı çok önemli bir kitap.
Çünkü adım adım bir cinayetin kimler
tarafından hasıraltı edilmeye çalışıldığını
anlatıyor. Cinayeti örtbas etmeye çalışan
tarafın, yakınları öldürülen ve bu cinayeti
sorgulayan bir aileyle hangi psikolojik
savaşlarla uğraştığını da satır satır ve isim isim
okuyacaksınız. Araştırmacı gazetecilik üzerine
çalışmak için kurulan bir vakfın temellerinin
nasıl atıldığını da okuyacaksınız. Geçtiğimiz 20
yılın acı bir özetini...
‘Yapmak zorunda kaldığım bu görüşme ve
tartışmalar, bana, olayın ağırlığını ve
ciddiyetini farklı yönlere taşımak niyetinin her
kesimde olabileceğini gösteriyordu. O’nun
ardından yapılacak her şeye karşı dikkat
etmemin gerekebileceğini de...’ (s. 61)
Bir insanın hayata devam etmesi için unutması
gerekir, başta dediğim gibi. Ama yaşadığınız
travma toplumsal bir travmayken bu travma
sonucu yaşananları geçmişin sisli duvarlarına
mı gömmek gerekir? Her şeyi açıkça söylemek,
babamın onun için uğraştığı topluma
ödenmesi gereken bir borç değil midir?
Duvarların arkasında hangi duvar varsa artık
yıkılmasının zamanı gelmedi mi? (...)
‘Bu kitapta yazılanların hepsi gerçektir’ diyor
ya. Evet, bu kitapta yazılan her şeyin birebir
tanığıyım/tanığıyız.
Mumcu ailesi olarak ise ayrıcalıklı değiliz,
sadece tüm bunları yaşadık ve Güldal Mumcu
da aktardı. Ve elbette, ortalık biraz karışacak.
Ne de olsa ‘denizler durulmaz
dalgalanmadan’...”
Güldal Mumcu’nun İçinden Geçen Zaman:
Rugan ayakkabılı savcı 08 ARA 2012
Güldal Mumcu eşi Uğur Mumcu’nun
ölümünden 19 yıl sonra yazdığı İçimden Geçen
Zaman adlı kitapta okurlarını, Türkiye’nin
karanlık tarihine götürüp aslında her şeyin pırıl
pırıl gün gibi aleniyet içinde geliştiğini
anlatıyor. Kitap 24 Ocak 1993 Pazar günü
başlıyor. Yani Uğur Mumcu’nun elbirliğiyle
katledildiği günün sabahından…
Soruşturmayı mümkün olduğunca yüzeyden
yürüten dönemin Cumhuriyet Savcısı Ülkü
Coşkun ile Güldal Mumcu arasında sinir
bozucu tartışma 18 Şubat’93 Perşembe günü
yaşanıyor.
Ülkü Coşkun, “Uğur Beyi tanırım, takdir
ederim, hatta birlikte içki içerken
fotoğraflarımız vardır” diyor.
Güldal Mumcu bu içkili fotoğraf meselesini
şöyle anlatıyor: “12 Eylül döneminde Uğur
sıkıyönetime gitmiş, koridorda karşısına Ü.
Coşkun çıkmış. Israr ederek odasına davet
etmiş. Öğle saati olmasına ve Uğur’un ‘ben içki
içmem’ demesine karşın odasına içki getirtmiş,
sonra birlikte fotoğraf çektirmiş. Uğur bunlara
bana hayretle anlatmıştı!”
Güldal Mumcu, “Uğur’u tanıyorum dediniz,
söyler misiniz, saçları ne renkti?” diye sorunca
Coşkun “siyahtı” yanıtını veriyor.
-Peki, o zaman ne demeye saçları ak, gözleri
mavi yazan otopsi raporunu imzaladınız?
-Raporun altında üç kişinin daha imzası var,
onlara neden sormuyorsunuz?
-Bu rapor sizin yönetiminizde ve
sorumluluğunuzda hazırlardı. Siz de
buradasınız, size soruyorum!
Savcı, hukuki bir soruşturmayı yürütecek
bağımsız ve de tarafsız bir yetkiliden çok
cinayeti işleyen şebekenin üzerinde kan
lekesiyle yakalanmış elemanı ruh haliyle
sürekli olarak itişmeyi tercih ediyor.
Güldal Mumcu “arka arkaya üç patlama oldu”
diyor, savcı “yaz kızım” diyor:
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2846
-Patlama oldu!
-Bir değil üç patlama oldu diye yazın…
-Bu bir ayrıntı, ne önemi var?
-Cinayet davaları ayrıntılarla çözülür!
Güldal Mumcu acısına karşın soğukkanlı
duruşuyla Ülkü Coşkun’u “pes” ettiriyor:
-Güldal Hanım üstüme gelmeyin, namus borcu
dediler, Hükümetin hiçbir üyesi dosyanın ne
olduğunu bana sormadılar!
Ülkü Coşkun en sonunda bombayı da
patlatıyor:
-Bu işi devlet yapmıştır, siyasi iktidar isterse
çözer!
Güldal Mumcu savcının arkasından bakarken
aklında kalan bir ayrıntıyı da not etmiş:
-Siyah rugan ayakkabılarını anımsıyorum salon
kapısından çıkarken gözüme ilişen!..
Uğur Mumcu yazmıştı: Tanrı Devleti!
“Uğur (Mumcu) Türkiye’nin 15-20 yıl içinde
imam hatipliler tarafından yönetileceğini,
hakimlerin de imam hatipliler arasından
çıkacağını yazıyordu, çalışmalarını bu konular
üzerine yoğunlaştırmıştı!”
Güldal Mumcu böyle yazıyor… Hıristiyanlıkta
bunun adı vardı: -Tanrı Devleti!
Katilleri bildiriyorum!
İçimden Geçen Zaman’ın içinde öyle ayrıntılar
var ki, yıllardır “içinde devletin olmadığı hiçbir
büyük eylem başarıya ulaşmaz” tezinin
kanıtlarını sergiliyor.
Kitaba dönelim, Güldal Mumcu’nun Haziran
notlarına bakalım:
“14 Haziran sabahı saat 08.00 civarında
telefon çaldı. Ben açtım. Tok bir erkek sesi,
suikastın içinde olup cinayeti
gerçekleştirdiklerini ileri sürdüğü bazı emniyet
görevlilerinin adlarını verdi:
-Siyasi Şube Müdür Yardımcısı Şükrü Açıkbaş,
eski Hassas Bölgeler Müdürü Fahrettin Kaçar,
Pasaport Şubesinden Başkomiser Ahmet
Düşünmez, emekli başkomiser Nihat Demir!
Mumcu’nun soru sormasına fırsat vermeden
telefonu kapatıyor.
Bu bir iftira olabilir. Ama bir an için durup,
Hrant Dink cinayeti dosyasında kaç devlet
memurunun “zanlı” olarak geçtiğine bakalım…
Sonra Uğur Mumcu cinayetini titiz ayrıntılarla
anlatan Güldal Mumcu’yu yeniden okuyalım.
Umut Operasyonu Davası Av. Halil Sevinç
…
Biraz sonra emniyet yetkilileri de ortalığı çalı
süpürgesiyle temizlediler. Güya delil
topladılar. Devlet görevlileri art arda demeçler
verdiler. cinayetin aydınlatılmasının “namus
borcu” olduğunu söylediler.
Bu arada televizyoncularımız boş durmadı,
buldukları kişileri televizyona çıkarıp öldürme
fiilini işleyip işlemediği konusunda yemin bile
ettirdiler. Birileri çıktı, öldürenlere Uğur’u nasıl
öldüreceklerini öğrettiğini söyledi. Ciddiye
aldılar, meclis soruşturma komisyonunda ve
televizyonlarda dinlediler. Hatta aslı failler
ortada yokken bu kişi hakkında Ankara 2 No’lu
Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde dava bile
açtılar.
Derken İstanbul Beykoz’da Hizbullah lideri
Hüseyin Velioğlu'nun kaldığı eve emniyet
güçlerince yapılan baskında bir kısım bilgisayar
kayıtları ele geçti. Bu kayıtlar içerisinde örgüte
özgeçmiş veren birisinin Uğur Mumcu
cinayetinden de söz ettiği ortaya çıktı. Ele
geçen belge ve bilgilerden hareket eden
Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı
Tevhit-Selam Örgütü / Kudüs Ordusu diye bir
yapılanmaya ulaştı. Bu yapılanmanın
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2847
liderlerinden birisinin Uğur’un katline yönelik
sorgusunda “Ankara’dan Tekin ve grubuna
bakın” demesi üzerine, savcılık Ferhan Özmen
ve arkadaşlarına ulaşır.
Verilen namus sözlerine rağmen Uğur’un
katlinden yaklaşık 7,5 yıl sonra 11.07.2000
tarihli iddianameyle Ankara 2. No’lu Devlet
Güvenlik Mahkemesi’ne 2000 / 102 esas
numarasıyla ilk dava açılır.
Dosya sanıklarının anlatımlarının ortak yanı,
hepsi de değişik tarihlerde eğitim için İran’a
gitmiş olmalarıdır. Yine sanık anlatımlarına
göre eylemlerde kullanılan silah ve patlayıcılar
değişik zamanlarda İranlı kişilerce Türkiye’de
sanıklara teslim edilmiştir.
Yargılama sonunda Uğur’un katline bir fiil
katıldığı belirlenen Ferhan Özmen, Nejdet
Yüksel ve Rüştü Aytufan’ın, “idam cezası” ile
cezalandırılmalarına karar verildi. Uğur’un
arabasına bizzat bombayı koyduğu iddia edilen
firari sanık Oğuz Demir’in dosyası ise ayrıldı.
…
Yargılama Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin 2004 / 216 esasından
yürütüldü. Sonuçta bozma kararında
gösterilen eksiklikler giderilerek tekrar karar
oluşturuldu. Bu kararla Ferhan Özmen
ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildi.
Karar Yargıtay tarafından onadı. Ancak
örgütsel yapılanmada yer alan sanıklar
yönünden bozuldu.
İkinci bozmadan sonra Yargıtay’ın yanlış bir
değerlendirmesi sonucu Uğur’u katledenlerin
cezaları kesinleştiği için dosyada bizim
müdahillik sıfatımız kalmadı. Yanlış
değerlendirme diyoruz, çünkü öldürme ve
bombalama olayları davada yargılanan
örgütün kuruluş amaçlarını gerçekleştirmek
için yapılmış eylemler olduğu zaten kararda
kabul edilmektedir. Sadece öldürenlerin
yargılanmasına değil öldürme eylemini
örgütsel amaç için gerçekleştirenlerin
mensubu olduğu örgüt elamanlarının
yargılanmasına da katledilen kişinin
yakınlarının müdahil olması gerekir.
Örgüt mensuplarına yönelik ikinci bozma
kararı üzerine Ankara 11 Ağır Ceza Mahkemesi
Selam ve Tevhit - Kudüs Ordusu Örgütü
sanıklarından Mehmet Ali Tekin, Hasan Kılıç ve
Ekrem Baytap, “silahlı suç örgütü kurma ve
yönetme” eylemlerinden 15’er yıl hapis
cezasına mahkûm etti. Sanıkların yargılama
aşamasındaki iyi halleri nedeniyle takdiri
indirim uygulayan mahkeme, cezalarını 12 yıl
6’şar ay olarak belirledi.
Sanıklar Abdulhamit Çelik, Fatih Aydın, Yusuf
Karakuş, Mehmet Şahin ve Recep Aydın da
“silahlı suç örgütü üyesi olmak” suçundan 7 yıl
6’şar ay hapis cezasına çarptırıldı. Mahkeme,
bu sanıkların yargılama aşamasındaki iyi
hallerini dikkate alarak, cezalarını 6 yıl 3’er ay
olarak belirledi.
Firari sanık Oğuz Demir hakkında açılan dava
devam etmektedir. 24 Ocak 2013
Satranç
Geçmiş zaman olur ki: Hey gidi günler hey
Değişik bir outlook: Uzun saç, uzun bıyık ile
satranç masasında tam yoğunlaşma
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2848
Çay Nasıl Demlenir? (2)
Çay demleme usulleri
Aşağıda çay demleme usullerinden üçünü
sunuyoruz. Bunlar oldukça basittir. Ama
dikkatsizlik yüzünden o güzelim çay tam
demini alamaz. İçenlere de tam bir işkence
olur. Bu nedenle çay demlerken anılan ince
ayrıntılara dikkat etmenizi öneriyoruz.
Misafiriniz geldi ama hemen gidecek, acil
pratik kaliteli çay nasıl demlenir? Takla aşırma
usulü çay bunun için en pratik yoldur.
TAKLA AŞIRMA USULÜ
Bu usulde tek çaydanlık kullanılır. Çaydanlık su
ile doldurulur ve ocağın üzerinde kaynamaya
bırakılır. Yine 3 dakika kaynadıktan sonra
ocaktan indirilir. Fokurdaması dinince üzerine
yeterli miktarda çay konur ve tekrar çaydanlık
ocak üstüne konur ve çayın bir iki takla atması
beklenir.
Bundan sonra çaydanlığın ağzı bir kâğıt ile
tıkanır ve çaydanlık uygun bir bezle sarılarak
bir müddet beklenilir. Artık çay hazırdır.
EN GÜZEL USUL
Büyük çaydanlığa su doldurulur ve ocağa
konur. Aynı zamanda küçük çaydanlığın
(demlik) içine de yeteri kadar çay konulur
(Burada kullandığınız çayın kalitesinin önemli
olduğunu belirtelim!).
Hafif ılımış olan büyük çaydanlıktaki su ile
küçük çaydanlığa konulan çay güzelce yıkanır.
Küçük çaydanlık ocak üstündeki büyük
çaydanlığın üzerine hafif eğik olarak konulur.
Küçük çaydanlığın kapağı da hafif eğik olarak
üzerine konulur.
Büyük çaydanlıktaki suyun 3 dakika kaynaması
beklenir. Sonra ocaktan alınır ve fokurdaması
geçinceye kadar bekletilir. Daha sonra küçük
çaydanlıktaki rutubetli çayın üzerinde
gezdirilerek küçük çaydanlık doldurulur.
Büyük çaydanlığa su ilâve edilerek tekrar ocak
üstüne konulur. Küçük çaydanlık da onun
üstüne konur ve küçük çaydanlığın kapağı yine
hafif eğik bırakılır; ocak biraz kısılır. Büyük
çaydanlık kaynadığında çay da demini almak
üzeredir. Bir müddet bekledikten sonra
bardaklar da sıcak su ile çalkalandıktan sonra
afiyetle demini iyi almış bir çay içilebilir.
ERZURUM USULÜ
Bu usulde biraz tüpe acımayacaksınız! (Yanlış
anlaşılmasın, israf edin demiyoruz!)
‘Tavşankanı’ tabir edilen türde çay isteyenler
bunu tatbik edebilirler
Her iki çaydanlık da su ile doldurulur. Küçük
çaydanlığın içindeki soğuk suyun üzerine
yetecek kadar çay konur. Büyük çaydanlık
ocağın üzerine yerleştirilir, küçük çaydanlık da
hemen üzerine hafif eğik olarak bırakılır. Bu
usulde alttaki çaydanlık sürekli kaynamalı, su
azaldıkça üzerine su ilâve edilmelidir.
Ne zaman küçük çaydanlıktaki çay çökerse
çayımız hazır demektir. Alttaki suyun buharıyla
küçük çaydanlık ısıtıldığından bu usulde biraz
zamana ve sabra ihtiyaç vardır. Çayı içince
emeğinizin boşa gitmediğini anlayacaksınız.
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2849
Mutluluk...
Bir Kızılderili masalında denir ki;
Kâinatın yaratılışı tamamlanmış, sıra insanı
yaratmaya gelmiştir...
Yaratıcı insanı yaratmadan önce, bütün
varlıklara seslendi:
-"İnsanlar; mutluluğun sırrını ancak ona hazır
olduklarında öğrensinler istiyorum... Sizce bu
sırrı nereye saklayayım?"
Kartal söz aldı...
-"Bana ver Tanrım, onu Ay'a götüreyim..."
Yaratıcı;
-"Hayır" dedi, "Bir gün gelir oraya da giderler
ve onu kolayca bulabilirler..."
Yunus balığı;
-"Onu Okyanus'un derinliklerine gömeyim
Tanrım..." diye teklif etti...
Yaratıcı;
-"Orada da onu rahatlıkla bulabilirler..." dedi...
Aslan ormanın derinliklerini önerdi...
Koyunlar ıssız meraları...
Tanrı hiçbirisinin önerisini kabul etmiyordu...
En sonunda köstebeğin önerisi geldi;
-"Allah'ım bu sırrı insanların içine koy...
Mutluluk onların içinde saklı olsun...
Hazır olan kendi içinde mutluluğu bulabilsin..."
dedi...
Mutluluğun sırrı insanın içinde bulunur...
Onu dışarıda arayanlar önünde sonunda; hep
mutsuz olurlar...
Dışarıda saklanmış bir mutluluk yoktur...
Mutluluğun şifreleri ve sırları içimizde
saklanmıştır...
Mutluluk yolculuğunu içinize doğru
yapmazsanız, dışarıda neye sahip olursanız
olun, mutlu olamazsınız...
Esasen dışarıda bizi mutlu edecek şeyler
bulunmuyor...
Yolculuk içimizdedir...
Mutluluk da...
Hayat da...
Anna Kostenko
Nazire:
"Her ne arar isen kendinde ara
Hasırda, kasırda, nasırda değil!"
Antalya Literary Express cilt 1 sayı 3
2850
Briç
Haftanın Eli – İmparator Çıldırmış!
ALE03
Dağıtan Kuzey Zonda Hiçbiri
♠ 9 8
♥ A K Q
♦ J 6 2
♣ K 7 6 4 2
♠ J 5 2
♥ —
♦ Q 3
♣ A Q J 10 9 8 5 3
K
B
D
G
♠ A 10 7
♥ J 10 8 7 6 5 3 2
♦ A 10
♣ —
♠ K Q 6 4 3
♥ 9 4
♦ K 9 8 7 5 4
♣ —
Kontrat: 3 SA – Güney
Batı trefl asını çekti ve trefl damıyla sürdürdü. Seyircilerin şaşkın bakışları altında doğuda oturan son Vietnam İmparatoru (Annam Kıralı) Bao Dai ilk iki elde pik asını ve karo asını yedi. Seyircilerden “İmparator çıldırmış olmalı” fısıltıları duyuldu. Oysa İmparator ne yaptığını gayet iyi biliyordu; masada 3 SA kontratını batıracak savunmayı bulmuştu! İnanmazsanız güneyde 3 SA oynadığınızı düşününüz ve kontratı yapmaya çabalayınız.
Briççilere Öğütler 2 - Briç Prensipleri
1. Briç, teknik bilgi ve hüner gerektirmesinin
yanında, bir kişisel karakter meselesidir. Kişinin masadaki tavırları, ortağa ve rakiplere karşı davranışları karakterinin adeta aynasıdır.
2. Briç, kaliteli kişilerin kaliteli ortamlarda
yaptıkları kaliteli bir spordur. Kalitesiz briç ortamlarından uzak durulmalıdır.
3. Briçte başarı, soğukkanlıl ık ve sürekli
konsantrasyon, uygulanan sisteme tam hâkimiyet, kurallarla yasalarla, ortama saygıyla ve neşeli davranışlar sergilenmesine bağlı
olarak artar. 4. Briçte konuşmaların ve oyunun her
aşamasında açık bir zihinle, sağlam şekilde düşünmenin yerini alabilecek bir başka husus
yoktur. 5. Teknik konuların yanında, briçte insanların da
var olduğu ve insan davranışlarının (egoistlik,
sevecenlik, temkinlilik, agresiflik,) oyunun sonucunu etkileyeceği iyi anlaşılmalıdır.
6. Konuşmalarda ve oyunda aceleci davranışlar gösterilmemeli, mevcut konuşma ya da oyun
alternatiflerini değerlendirmek için zaman iyi kullanılmalıdır.
7. Briçte hırs (ego) kontrol edilmeli, salt rakibi oynatmamak için yarışılmamalıdır.
8. BRİÇ HESAP İŞİDİR. Alınacak skordaki kâr/zarar hesaplarını zihnen süratle yapabilmek için maçta uygulanan skor sistemi iyi bilinmelidir.
9. Maçtaki molalarda gerçekten dinlenmeli ve bir sonraki seansa dinlenmiş olarak girilmelidir. Molalarda briç dışı konular konuşulması öneril ir.
10. Önceki ellerde yaşanan başarılar ya da felaketler o elde bırakılmış olmalı bir sonraki ele taşınmamalı, eski olaylar i le gereksiz tartışmalar konsantrasyon kaybına neden
olmamalıdır. 11. Canlıl ık ve dinginliğin, gerginlik ve sinirli liği
yenec eği iyi bilinmelidir.
12. Masada ufak tefek şeylerin konsantrasyonu bozmasına izin verilmemelidir.
13. Oynanmakta olan oyundan keyif alacak derecede heyecan duymak iyidir, aşırı heyecan
zararlıdır. 14. Briçte sistem esastır. Cin fikirlilik yaparak
sistemde önceden tanımlanmamış konuşmalar
icat edilmemelidir. 15. Siz Yer (Dummy) iken, zihnînizi dinlendirmeye
bakın. Ortağınızın ya da rakiplerin oyununa yoğunlaşıp kendininiz yormayın.
16. Olası felaketler karşısında ne yapmanız gerekeceğine önc eden karar verin.
17. Rakiplerin oynadıkları farklı sistemler hakkında da bilgi sahibi olunmalıdır. Briç bir savaş oyunu
kabul edilmelidir. Rakibin stratejileri ve taktikleri hakkında savaş öncesinde bilgi edinmek ve savaşa hazırlanmak esastır.
Briç Köşesi İletişim bilgileri: Süleyman Özel e-
posta: [email protected]