ateizmin kisa tarihi - gavin hyman
TRANSCRIPT
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 1/106
ATEİZMİN
KISATARİHİ
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 2/106
Gavin Hyman
Lancaster Üniversitesi Din Araştırmaları BölümiTnde öğretim
üyesidir. Araştırmaları çağdaş kıta felsefesi ve dini düşüncenin kültürel
teori üzerindeki etkileri alanlarında yoğunlaşmıştır. The Predicamerıt
of Postmodern Theology (2 00 1) kitabının yazarı ve New Directions in
Philosophical Theology (2 00 4) kitabının editörüdür. Makaleleri ve
çalışmaları The Cambridge Companion to Atheisnı, New Blackfriars, TheHeythrop Journal, Literatüre and Theology ve Journal of the American
Academy of Religion'm da aralarında bulunduğu çok sayıda dergide
yayınlanmıştır.
Dilek Şendil
1979 l d K d kö M if K l ji' i biti di K d kö Y b
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 3/106
Kırmızı Kedi Yayınevi: 95
Dinler Tarihi: 2
Özgün adı: A Short History of Atheism
Ateizmin Kısa Tarihi
Gavin Hyman
Çeviren: Dilek Şendil
©Gavin Hyman, 2010
©Kırmızı Kedi Yayınevi, 2010
Bu kitabın Türkçe yayın hakkı I. B. Tauris & Co Ltd., London ve Akçalı Telif Haklarıaracılığıyla alınmıştır.
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında, yayıncının yazılı izni alınmaksızın,
hiçbir şekilde kopyalanamaz, elektronik veya mekanik yolla çoğaltılamaz,
yayımlanamaz ve dağıtılamaz.
Yayın Yönetmeni: îlknur Özdemir
Editör: İ. Utku Kavasoğlu
Düzelti: Serra Tüzün
Grafik ve Kapak Tasarımı: Yeşim Ercan Aydın
Baskı: Pasifik Ofset 0212 412 17 77
Birinci Basım: Kasım 2011
ISBN: 978-605-5340-02-5
Kırmızı Kedi Sertifika No: 13252
Pasifik Ofset Sertifika No: 12027
Kırmızı Kedi Yayınevi
www.kirmizikedikitap.com / [email protected]
Ömer Avni M. Emektar S. No: 18 Gümüşsüyü 34427 İSTANBU1
Gavin Hyman
ATEİZMİNKISA TARİHİ
Çeviren: Dilek Şendil
DİNLER TARİHİ
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 4/106
İçindekiler
Önsöz 9
Giriş 12
Birinci Bölüm Ateizmin Modern Tarihte "Ortaya Çıkışı" 19
İkinci Bölüm Mode rn Düşünce de Ateizmin Gelişimi 35
Üçüncü Bölüm Moder n Ateizmin Reddettiği Tanrı 59
Dördüncü Bölüm Modern Ateizmin Teolojik Kökenleri 77
Beşinci Bölüm Ateizm ve Kutsal Kitap Eleştirisinin Yükselişi 90
Altıncı Bölüm Ateizm ve Bilimin Yükselişi 108
Yedinci Bölüm Ateizm, Kötülük ve Acı 128
Sekizinci Bölüm Modernitenin Sonu - Ateizmi n Sonu mu? 154
Notlar 181
Kaynakça- 197
Dizin 205
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 5/106
ONSOZ
Bu kitap akademisyenlerden çok genel okurla öğrenciler için yazıl-
dı. Felsefe, teoloji, din araştırmaları ve entelektüel tarih alanında uz-
man olanlar zaten bu kitapta yazılanların çoğuna aşina, çünkü burada
söylenenlerin çoğu daha önce başkaları tarafından dile getirildi. Metin
içerisinde, dipnotlarla kaynakçada kimin ne söylediğini titizlikle belirt-
meye çalıştım. Öte yandan, hazır fırsat bulmuşken bu akademik araş-
tırmaların daha geniş bir okur kitlesine ulaştırmaya değer olduğunu
düşündüm.
Bunun nedeni son birkaç yılda ateizm etrafında dönüp duran tartış-
malara yönelik ilginin çoktan akademinin sınırlarının ötesine geçmişolması. Bu tartışmalar kimilerince hararetle yürütülmekte ve kimile-
rince de daha başka türlü bir merakla izlenmekte. Ancak bu tartışma-
ların, bu alanın uzmanlarınca konuyla ilgili yakın zamanda yapılmış
birtakım önemli akademik çalışmalardan habersiz yürütüldüğü apa-
çık ortada. Bu tür çalışmalar çoğu zaman ileri ve teknik düzeyde ya-
pıldığı ve ulaşılması pek kolay olmayan kitap ve makale yığınına ya-
yıldığından bunu anlamak mümkün. Anlaşılır olmasına rağmen böyle
bir durum hiç de affedilir gibi değil. Çünkü bu bilimsel çalışmaların
çoğunun ateizm üstüne yapılan genel tartışmaların yürütülmesine ve
onların altında yatan varsayımlara doğrudan etkisi olmaktadır. Ayrıca
bu tartışmaların çoğu Aydınlanma modernitesinin ürünü olan belirli
bir dünya görüşü içerisine hapsolmuş görünür. Bu dünya görüşünün
varsayımları ve tarih, nadiren sorgulanır, hatta bizzat o dünya görüşü-
nün tarihin bir ürünü olmak yerine genel geçer bir veri olduğu sonucu
kabul görür. Tartışmaya taraf olanlar böylelikle tavır almaya zorlanır
ve bu dünya görüşünün buyurduğu seçeneklerle karşı karşıya gelerek
alternatif yaklaşımlar ve düşünme biçimleri arama fırsatından yoksun
kalırlar.
Yakın dönemde bilim dünyasında görülen kayda değer bir akım,
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 6/106
10
sıklıkla teizm ile ateizm arasında çağdaş tartışmalara giren modern
Aydınlanma çerçevesinin bu sorunların tartışılacağı tek veya en elve-
rişli seçenek olmayabileceğini ileri sürmüştür. Bu çerçeve belki de eşit
ölçüde elverişsiz olan teizm ve ateizm anlayışları üretmektedir. Tarih-
sel araştırmalar ufku genişleten ve düşünce için yeni fırsatlar yara-
tan alternatif entelektüel yaklaşımların farkına varabilir. Halen ateizm
hakkında yürütülen genel tartışmalar çoğu zaman kısır ve dar görü-
nebilir. Yakın geçmişin bilim dünyası, daha geniş bakış açılarıyla bu
tartışmaların ufkunu açabilmek için türlü yollar önermektedir. Fakat
aynı bilim dünyası kamusal alana nadiren nüfuz etmiştir. Bu kitabın
amacı bilim dünyası ile kamusal alan arasında köprü kurulmasına bi-
raz katkıda bulunmaktır.
On yıla yakın süreyle üniversitede ders verme tecrübesine sahip
olmam bu kitabı yazmamı önemli ölçüde kolaylaştırdı. Eski öğret-
menlerimden biri "ders vermenin zihin açtığım" söylerdi, sırası gelin-
ce ben de bunun ne kadar doğru olduğunu öğrendim. Bu kitapta yer
alan fikirler ilk olarak University of Lancaster'daki Din Araştırmaları
Bölümü'nde lisans öğrencilerine verilen derslerde dile getirildi. Do-layısıyla ("Felsefi Tanrı Algılayışları" konusunu öğrettiğim) "Modern
Dinsel ve Ateist Düşünce" ile "Ahlak, Felsefe ve Din" derslerini alan
öğrencilere minnet borcum var. Onların tepkileri, soruları ve daha çok
açıklamam için ricalarının bu kitapta ifadesini bulan fikirlerin çoğunu
şekillendirmemde bana kesinlikle yardımı oldu.
Bu kitabın büyük bölümü Oxford Mansfield College'da konuk öğ-
retim görevlisi olduğum dönemde yazıldı. İçten konukseverlikleri için
bölüm başkanına ve öğretim görevlilerine minnettarım. En başta Ro-
bert Adams, Alex Brayson, Charles Brock, Tony Lemon, Peggy Morgan,
Jo hn Mu dd im an ve Tany a ile Jo el Ra sm us se n' e ilh am ve re n so hb et le -ri ve dostlukları için teşekkür ediyorum. Mansfield'in yanı sıra yine
Oxford'da Alaistair Anderson, John Bishop, Stephen Bullivant, John
Huber, Nick Kenwothy-Browne, George Pattison ve Cornelia van der
Poll'a beni hoş karşılayıp ağırladıkları için minnet borçluyum.
Kitaptaki fikirlerden bazıları ilk önce başka yerlerde yayınlandı.
İlk dört bölümde yer alan materyal daha önce Michael Martin'in edi-
törlüğünü yaptığı The Cambridge Companion to Atheism (Cambridge:
Cambridge University Press, 2006) içindeki "Modern Tarihte Ateizm"
başlıklı deneme yazımda daha kısa ve öz olarak yer almıştı. Dördüncü
11
bölümün önceki versiyonuysa The Predicament ofPostmodern Theology:
Radical Orthodoxy or Nihilist Textualism? (Louiseville: Westminster John
Knox Press, 2001) adlı kitabımın ikinci bölümünde şekillendi, beşinci
bölümün daha kısa versiyonu da Hans-Josef Klauck, Bernard McGinn,
Choon-Leong Seow, Hermann Spiekermann, Barry Dov Walfish, Eric
Ziolkovvski'nin editörlüğünde yayınlanan The Encylopedia of the Bible
and Üs Reception, Birin ci Cilt (Berlin : Walter de Gruyte r, 2009) için ma-kale olarak yazıldı.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 7/106
GİRİŞ
Son birkaç yılda gerek Birleşik Krallık'ta gerekse Birleşik Dev-
letler'de ateizm konusuna gösterilen ilgide dikkat çekici bir artış göz-
lenmekte. Birkaçını sayarsak, Richard Dawkins, Sam Harris, Christop-
her Hitchens ve Michel Onfray gibi yazarlar çoksatan kitaplar listele-
rinde öne çıkarak günümüzün kitle iletişim araçlarının her kesiminde
yaygın tartışmalar başlattılar.1 Anglo-Amerikan kamuoyuna mensup
az sayıda okur ateizm hakkındaki bu kitapların gördüğü rağbetin ve
yaşanan tartışmaların çokluğunun farkına varmamış olabilir.
Bazı açılardan bu kafa karıştırıcı bir durum. Basit kamuoyu yok-
lamaları ve anketleri kadar, çok yönlü sosyolojik analizler de ısrarla
dünya görüşü olarak ateizmin azınlığın itirafı olmakla kaldığını ifa-
de eder. Charles Taylor'ın kısa bir süre önce yayınlanan A Secular Age
(2007) adlı kitabında da ortaya attığı gibi günümüz Batı dünyasının
büyük bölümü, yerleşik dini akidelere inandığını belli etmez görün-
düğü gibi ateist inanışa içkin kesinliklerle de yetinemez. Çoğu arada
kalıp bulduklarıyla az da olsa hemfikir gibi davranarak orada gezin-
meye mahkûm görünür.2
Madem öyle, ateizme duyulan bu ani ilgi niye? Bunun, her türlü
kökten dinciliğe yönelik ilginin artmasıyla aynı zamanda ortaya çık-
ması tesadüf değildir belki de. Hiç kuşkusuz köktenciliğe duyulan bu
merak, kısmen bu ikisiyle sınırlı kalmamakla birlikte ağırlıklı olarakMüslüman ve Hıristiyan retoriğe başvuran saldırganların son zaman-
lardaki terörist eylemlerinden kaynaklanarak bir dereceye kadar siyasal
güdülerle harekete geçmiştir. Kökten dinciliğe ilgi duyulan bir zaman-
da, kimilerinin yelpazenin öbür ucunda yer aldığını düşündüğü, başka-
larının kökten dinciliğin seküler türü diye algıladığı, her iki örnekte de
adına ateizm denilen bir alana kayılması olağan karşılanmalı. İkincisi,
din güdümlü şiddet eylemlerinin sıkça yaşanması yalnızca din ve şid-
detli bir tahammülsüzlük arasında derin bir bağ gören ateizmin savu-
7
nııculannın işine yarar. Öyle ki yukarıda adı geçen yazarlardan birçoğu
bu bağlantıyı kurmaktadır. Üçüncü olarak insanların kendilerini dini
inançlarla seküler ateizm arasında kararsız gelgitler içinde bulduğu bir
durumda, bu "arayışçıların" ister dinden yana olsun ister ateizmden,
nihai kararlarını vermeseler bile kolay anlaşılır, popüler ve ikna edici
ateşli tarafların yazılarını incelemeye yatkın olmaları beklenir.
Ancak ateizm hakkındaki tüm bu yayınlarla tartışmaların dikkat
çeken yanı ince ayrımlardan ve çok yönlü yaklaşımlardan bir ölçüdeyoksun olmasıdır. Elbette bunun tek nedeni ateizm yanlılarının karşı
çıktıkları ve çoğu zaman gerçek hayatta karşılığı olan, dini inanışlara
dair kabaca karikatürize edilmiş hikâyeler anlatmaları değildir. Aksini
savunmak mümkün olsa bile farkına varmadan seküler kılığa bürün-
müş metafizik dogmaların başka bir şeklini de teşvik etmezler. Belki
bunların ikisinden de daha önemlisi ateizmin kendi kökenleri, için-
den çıktığı tarihsel, felsefi ve kültürel tabanın, kendini ona karşı olarak
tanımladığı dinin, daha doğrusu teizmin üzerindeki derin etkisinin,
kendi konumuyla kültürel özgüllüğünün farkında olmamasıdır.
Bu kitabın amacı bu karışıklıkları giderip açıklığa kavuşturmak,bunu yaparken bizzat ateizm olgusunun daha iyi anlaşılmasını sağla-
maktır. Bu çabanın ortasında üç kilit terim arasında derin ve birbirini
etkileyen bir bağlantı olduğu kanısı yer alır. Modernite, din ve (özel-
likle, "din" terimini modernitenin kurulmasıyla ilgili gören çok sayıda
uzmana kulak verirsek) ateizm. Aslında ben, diğer ikisini anlamadan
bu terimlerden herhangi birini layıkıyla anlamanın imkânsız olduğu-
nu savunuyorum. Ateizm açısından bu, kökeni, tanımı ve akla yatkın-
lığı itibarıyla bağrından çıktığı modern "dünya görüşü" ile ona karşı
gösterdiği tepkiyle kendini tanımladığı dinin "modern" biçiminden
ayrılamaz olması demektir. Kitabın başından sonuna dek bu üç teri-
min birbirlerini karşılıklı pekiştirip aydınlatmalarının çeşitli yollarına
dikkat çekeceğim.
Belirtilmesi gereken bir husus da bu kitabın ateizm lehinde veya
aleyhinde bir tez ortaya koyma k gibi gözle görülür bir amacı olmama sı-
dır. O bakımdan yukarıda sözü edilen ateizmle ilgili yazarlarla kitap-
ları doğrudan bir "cevap" olarak dikkate alınmamalı. Yine de burada
geliştirilecek argüman ve analizlerin, ateistlerin kendilerince oluştur-
dukları argümanların inandırıcılığına önemli etkileri pekâlâ olabilir.
Özellikle de, eğer bu üç kilit kavram arasında benim önerdiğim an-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 8/106
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 9/106
10 14
lamda yakın bir bağlantı varsa, o zaman son dönemlerde görülen holli
gelişmelerin ateizme etkileri olabilir elbet. Örneğin, içinde yaşadığı-
mız dünya artık eskiden olduğu gibi düpedüz "modern" değilse, ate-
izmin inandırıcılığı bundan mutlaka etkilenecektir. Aynı şekilde, eğer
dini inanışın belirgin "modern" tezahürleri de başka bir şeye dönüşü-
yorsa, o zaman ateistik savunmanın da geçerliliği azalabilir. Fakat bu
kitabın başlıca amacı, sonunda ortaya çıkan açıklamaya kendileri iti-
raz etmek isteyecek olsalar bile okurların ateizmin ne olduğunu dahaiyi anlamalarını sağlamak.
Gelgelelim, konuyu daha ileriye götürmeden önce, başta bu ça-
ışmanın odak noktasında yer aldıklarını belirttiğim şu kilit terimle-
-in tanımlarına ilişkin sorunlara eğilmek gerekiyor. "Modern" ya da
'moderniteyi" ne belirler sorusuna ilişkin tartışmalar uzun ve dolam-
baçlıdır, üstelik hiçbir tanım genel kabul görmeye cektir. "Mo der nit e"
erimi "heme n şimdi" anlamına gelen Latince modo sözcüğünden türe-
niştir. Demek ki "mazi" veya "tarihi" karşısında "şimdiki zaman" i le
'çağdaş" olanı göstermektedir. Daha belirgin olarak modern kendini
eskiye", antik çağa karşı tanımlamıştı. Michael Ailen Gillespie der ki:
Modern çağın fikri ya da sonradan alacağı isimle modernite, Bacon
ile Descartes'ın zamanından itibaren Avrupa düşüncesini niteleyen
kendini anlamanın bir parçasıydı. Bu fikir... devrimci kavramlar olan
özgürlük ve ilerlemeye dayanıyordu. Kolomb ile Copernicus'un keşif-
lerinden bahseden Bacon modernitenin antikiteden üstün olduğunu
ve insanlığı daha yüksek yerlere taşıyacak dünya bilgisini elde etme
metodolojisi olduğunu iddia etmişti.3
Diğer bir deyişle modernite kavramının can alıcı noktasında çağda-
ın doğası gereği geçmişten üstün olduğu, çünkü bizim oradan buraya
erlediğimiz kanaati yer alır. Mod ern düşün ce ve eylem biçimi yalnızca
ntikiteye alternatif değildir; kalkınma hareketini de işaret eder. Sözle-
ınin devamında Gillespie'nin dediği gibi modernitenin antikite karşı-
mda böyle değerlendirilmesinin altında yatan,
yalnızca yeni bilgi kavramı değildi, aynı zamanda döngüsel ve sonlu
olmayıp doğrusal ve sonsuz olan yeni zaman kavramıydı. Değişim,
insani varlıkların ustalaşıp uygun bilimsel yöntemler uygulayarak
denetleyebildikleri sürekli bir doğal süreç olarak resmedildi. Bu yolla
doğanın efendileri ve sahipleri haline gelerek kendileri için daha ko-
nuksever bir dünya yarattılar.4
Gillespie'nin yorumlarını burada modern dünya görüşünün bütün
tezahürleriyle belirleyici özellikleri olarak alabiliriz. Burada başlıca
husus dünyanın -ve zaman ile değişimin- üstünde baskı kurulması
ve kontrol edilme si gereke n bir şey oldu ğuna inanmaktır. Daha sı dün-yanın baskı altına alınıp denetlenmesi onun iyiliği için değil, bizim
ilerleme kay det mem iz içindir. Yine, bu ilerleme dünyanı n iyiliği için
değil, insanlar "kendilerine daha konuksever bir düny a" kursunlar di-
yedir. Başka sözlerle ifade edersek, dünya tahakküm altına alınıp de-
netlenmelidir ki insanların ihtiyaçlarına cevap verebilsin. İnsan öznesi
böylece "efendi" haline gelirken dünya da ona "köle" olur, böylece
insan öznesi bu efendiliği akıl ve bilim uygulamaları içerisinde yerine
getirir. Akıl ve bilim sayesinde dünya idare edilebilir, anlaşılabilir, do-
layısıyla denetlenebilir.
Bu, hiç kuşkusuz, gerçeklikle ilişkili olarak insan öznesinin rolü
ve konumunu anlamada devrim demekti. İnsan öznesi akıl ve/veya
bilim aracılığıyla gerçekliğe hükmederse, benlik kendini özünde no-
minatif (yalın hal) durum da görm eye başlar. Yani, benlik dünya ya akıl
ve bilim disiplinlerini uygulayan özne haline gelir, dünya da o faaliye-
tin nesnesi olara k idrak edilir. Bu da ortaçağ teolojisind e egemen o lan
epistemolojik modelle tezat teşkil eden bir durumdu. Orada insani
varlıklar kendilerini akuzatif (ismin "i " hali) dur umd a görüyorlardı .
Hem onlar hem de parçası oldukları daha geniş gerçeklik Tanrı tara-
fından yaratılmıştı, dolayısıyla bir anlamda Tanrı'nm yaratma faali-
yetinin nesneleri oluyorlard ı. De mek ki biricik gerçe k "öz ne" , bilinen
bütün gerçekliğin yaratıcısı ve "müsebbibi" olan Tann'ydı.İnsanlık kendini biricik gerçek özne olarak gördükten sonra, dışın-
da kalan her şey onunla ilişkili olarak nesne haline gelir. Buna artık
gerçekliğin geri kalanı gibi tahakküm ve kontrol altındaki düşünce
nesnesi haline gelen Tanrı da dahildir. Tanrı (bütün düşüncenin kay-
nağı olmak yerine) "düşünce nesnesi" haline gelince, ortaya çıkan
Tanrı anlayışının daha önce yaygın olandan niteliksel olarak farklı ol-
ması beklenir. Zaten bu kitabın ana argümanlarından biri de bunun
sahiden böyle olduğunu ortaya koymaktır. Modernitenin gelişi bera-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 10/106
berinde Tanrı anlayışının başkalaşmasını, belirgin biçimde "modern"
teizmi getirdi. Tanrı, düşünce nesnesi olarak anlaşılmaya başlayınca
insanlığın suretinde yeniden yaratılır. Tanrı insani terimlerle idrak edi-
lince deneyüstülüğü de evcilleşir, hatta en azından bazı durumlarda
"muazzam bir şahsiyetin" özelliklerini yüklenir. Daha doğrusu, Tanrı
giderek insan öznesinin izdüşümü haline gelir. Öyleyse aşağıdaki me-
tinde teizmin modern dönemde insan öznesinin izdüşümüne dönüş-
tüğünü tartışacağım. Özel olarak "modern teizm" hakkında konuşma-
nın anlamı budur.
Peki bütün bunların ateizmle ilgisi ne? Ateizmi doğru dürüst an-
lamak için "modernite" -ve onun sonucu olan teizmin modern biçi-
mi- neden gereklidir? Bir kere, bizzat ateizm yapısı gereği "modern"
bir düzenlemedir. Modernitenin başlangıcını meydana getiren episte-
molojik kaymaların kendisi, ateistik dünya görüşünü olası kılar. İnsan
benliği bilen özne olarak yeniden idrak edilince ateizm de önceden hiç
olmadığı bir şekilde kavramsal olasılık haline gelir. İnsanlığın üstü-
ne düşen görev rasyonel ve bilimsel araçlarla dünyaya söz geçirmek
olarak kavranınca, Tanrı prensip olarak varoluşu rasyonel ve bilim-
sel araştırmalara maruz kalan dünyadaki kuramsal nesneye dönüşür.Ateizm prensip olarak rasyonel, deneme yanılmaya dayalıdır ve de-
neysel kabiliyetlerini çalıştırmak suretiyle insanların dünya gerçeğine
ulaşabileceğine dair temel inanışı paylaşması bakımından moderni-
teyle işbirliği içindedir.
Ateizm yalnızca moderniteyle değil, aynı zamanda tepki gösterdiği
ve kendini ona karşı tanımladığı teizmle de ayrılmayacak şekilde bağ-
lantılıdır. Yaygın olarak ateizm "Tanrı'nm var olmadığı inanışı (ya da
inancı)" diye tanımlanır. Demek ki ateizmin kendini inkâr ettiği şeye
göre tanımladığını hemen görürüz. Bu yönüyle ateizm "postmoder-
nizm" terimiyle yapısal benzerlik taşır. Ateizm teriminin bizzat ken-disiyse "olgu yu ilişkisel açıdan saptar. (Ateizmin) bağrından koptuğu
(teizm) ise (ateistlerin) kendilerini (teizmden) uzakta tarif ettikleri söz-
cük olarak yazılmaya devam eder." 5 Bunun sonucunda ancak yadsı-
nan Tanrı için birtakım tanımlar önerildiği sürece ateizmin anlamına
olumlu içerik yüklemek mümkündür. Diğer bir deyişle eğer ateizm
Tanrı'nm inkârından ibaret olarak anlaşılırsa, ilk sorulması gereken
hangi Tanrı'nm inkâr edildiğidir. Hıristiyan geleneğinde görülen Tan-
rı anlayışlarının tarih boyunca büyük çeşitlilik gösterdiği göz önüne
17
alındığında bu asla önemsiz bir soru değildir. Ateizm belli başlı Tanrı
anlayışının inkârından mı doğar? Öyleyse, alternatif Tanrı anlayışl arı
karşısında ateizmin duruşu nasıl olur?
Ateizmin kökeni, anlamı ve etki gücünün bilhassa modern Tanrı an-
layışının inkârına dayandığı tanıtlanabilirse, bu soru daha da geçerlilik
kazanır. Eğer modernite ateizmin olasılıklarına zemin hazırlıyorsa, ve
eğer modernite aynı zamanda teizmin bilhassa modern yorumuna yol
açıyorsa, o zaman ateizmin özelde modern Tanrı'nm yadsıması ola-rak ortaya çıkıp kendini böyle tanımlaması beklenecektir. Şayet teizm,
dediğim gibi modernitenin gelişiyle başkalaşıp yepyeni ve bambaşka
bir şeye dönüşüyorsa, buna göre modern ateizmin bu Tanrı anlayışım
inanılmaz ve savunulmaz bulduğu sonucu çıkarılabilir. Çağdaş dün-
yada mevcut alternatif anlayışlar olduğu kabul edilirse, diğer Tanrı
anlayışlarının durumu ne olacak?
Aşağıdaki bölümlerde ateizmin moderniteyle içinden çıkılmayacak
ölçüde iç içe geçtiğini tartışacağım. Bunun nedeni yalnızca ateizmin
modern bir kültürel ve felsefi epistemeden çıkıp ancak onunla anlaşılır
olması değil, aynı zamanda ateizmin akla yatkınlığı ve inandırıcılığı-
nın kendisinin de çarpıcı biçimde modern tınıda yorumlanan teizmin
ölümü sayesinde sürdürülebilmesidir. Din kendini modern epistemo-
lojik varsayımlara ve süreçlere uyarladıkça, ateistik saldırıya daha çok
maruz kaldı. Bundan çıkan sonuç ateizmin kaderinin bizzat moder-
nitenin kaderine bağlı göründüğüdür. Modernitenin güven bunalımı
yaşadığı bir dönemde ateizmin bundan etkilenmemesi beklenemez.
Benim vardığım sonuç "modernite", "modern teizm" ve "modern ate-
izmin" karşılıklı olarak birbirlerini destekledikleri ve ayakta tuttukları
yönünde. Birinin ölümünün diğer ikisini etkilememesi imkânsızdır.
Eğer gerçekten "modernitenin sonuna" tanık oluyorsak, (mo-
dern) teizmin ölümüne de tanık oluyoruz demektir. Bu yalnızca ge-nel olarak Batı toplumunda değil akademik teolojide de böyle elbet.
Son zamanlarda akademide ortaçağ geçmişine daha yakın duran ve
Aydınlanma'nm mirasını daha çok sorgulayan bir teoloji ortaya çıktı.
Öte yandan epistemolojik dayanağını yitirmenin yanı sıra kendini on a
göre tanımladığı ve varlığını borçlu olduğu antitez modelini de kay-
bettiği için ateizmin de ölmesi beklenebilir. Çıkan bu sonucun (ve bü-
tün olarak bu kitabın) hiçbir şekilde ateizme karşı kararlı bir argüman
teşkil etmediği de apaçık ortada. Fakat en yeni "ateizm taraftarlarının"
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 11/106
18
bir an durup düşünmelerini sağlamasını ve onlara ateizm hakikatiylezaferinin bizim inanmamızı istedikleri kadar tartışmasız olmadığınıdüşündürmesini dilerim.
1. BOLUM
ATEİZMİN MODERN TARİHTE "ORTAYA ÇIKIŞI
Batı dünyasında ateizmin "ortaya çıkması" ile ilgili herhangi bir tar-
tışmada bunun yaşandığı iki ayrı alanı birbirinden ayırmak önem taşır.
Yazarlar, filozoflar, sanatçılar ve diğer seçkinler arasında entelektüel bir
olgu olarak modern düşüncede ateizmin ortaya çıkışıyla gelişiminin iz-
lerini sürmek mümkündür. Diğer taraftan, ister toplumun tamamı için
olsun, ister toplumlar içerisindeki gruplar ya da bireyler için, ateizmin
muhtemel bir seçenek, geçerli bir dünya görüşü haline geldiği kültürel
bir olgu olarak tarih içindeki paralel gelişimi de izlenebilir. Bu iki geli-
şimin ana hatlarını çizmek her biri kendine ait başlangıca ve tarihçeye
sahip birbirinden farklı iki öykü anlatmak anlamına gelir. Aralarında
benzerlikler ve temas noktaları olabilir, ancak zaman ve yöntem bakı-
mından kendi gelişimleri birbirinden ayrılır.
Bu noktada ateizmin ortaya çıkış tarihinin Hıristiyanlığa yönelik
"inançsızlığın" görülmesine ilişkin daha geniş kapsamlı bir öykünün
parçası olduğunu belirtmek de gerekir. Çünkü göreceğimiz üzere ate-
izm, kuşkuculuk (septisizm), "özgür düşünme" ve sonradan bilinemez-
cilik (agnostisizm) gibi başka biçimlerle yan yana ya da onlara karşı ge-
lişen inançsızlığın bir türüdür. Bütün bu inançsızlık türleri kendilerine
özgü özelliklere sahip olsa da hepsi Batı düşüncesini ve genel olarak
Batı toplumunu ele geçirmiş katı Hıristiyan öğretisinin kıskacının gide-
rek gevşemesini anlatan geniş kapsamlı anlatının bir parçasıdır. CharlesTaylor'm yakın bir tarihte altını çizdiği gibi Batı toplumu her zaman iyi
gözle bakılmayan devrimci niteliğe sahip fevkalade bir kayma yaşadı. 1
500 yıl gibi (dünya tarihi açısından) görece kısa bir sürede bir bireyin
inançsız bir duruş sergilemesinin neredeyse akla hayale sığmadığı (1500
yıllarında) bir durumdan çıkıp inançsızlığın düpedüz geçerli bir seçe-
nek olmakla kalmayıp aynı zamanda yaygın, hatta baskın olduğu (aşağı
yukarı 2000 dolaylarında) bir duruma geldik. Bu ikincisi Taylor'ın "se-
küler çağ" diye sınıflandırdığı belirleyici bir nitelik.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 12/106
20
Taylor'ın "seküler" dönemin doğuşuna ilişkin şaşırtıcı derecede ay-
rıntılı araştırması kendi deyimiyle bilinçli olarak anlaşılmasa bile etkisi
epey yaygın olan sekülerleşmenin "eksilme" tezine karşı yürütülmüş-
tür. Buna göre "sekülerlik" doğaüstücülük ile batıl inanç nihayet si-
lindikten sonra geriye kalan tortudur. Giriş bölümünde de ele alındığı
üzere bu günümüzde ateizmi popülerleştirenlerin çoğunun belli başlı
varsayımı olarak görünür. Buna karşılık Taylor sekülarizmin olumlu
ve bağımsız entelektüel dünya görüşü olduğunu, ortaya çıkışının açık-lanması gerektiğini ve Batı düşüncesiyle pratiğinde kendine özgü ve
rastlantısal gelişmelere göre izinin sürülebileceğini savunur. Anlattık-
larının, kendi gibi sekülerin ortaya çıkışının teleolojik gereksinim süre-
cinin bir sonucu olduğu anlayışını reddeden birkaç akademisyenin de-
diklerini tamamladığını Taylor da kabul eder. Zaten ileriki bölümlerde
ateizm, modernite ve (modern) din arasında sıkı bir bağ bulunduğunu
savunan tezlerimi destekledikleri yerde bu akademisyenlerden bazı-
larına başvuracağız. Şimdiyse modernite içerisinde ateizmin "ortaya
çıkması" meselesini açıkça ele almanın tam zamanı.
Modernitenin tam olarak nerede "başladığını" belirlemekte karşı-laştığımız zorluklara değinmiş olmakla birlikte tanımlanabilir bir çer-
çeve olarak "ateizm" teriminin modernitenin doğuşuyla aşağı yukarı
yaşıt olduğunu belirtmek öğreticidir. Antik dönem uzmanları bizim
"ateizm" olarak anladığımız şeyin klasik çağın zihniyetine yabancı
olduğunu sık sık vurgularlar. Tanrılarla veya yaptıkları işlerle ilgili
anlaşmazlıklar vardı elbet, hatta bazı tanrıların varlığının zaman za-
man reddedilmesi bile söz konusuydu. Ancak ateizme, içkinliğe -var
olan dünyanın herhangi bir deneyüstü âlemden tamamen bağımsız ol-
duğuna- dair modern anlayışın temelinde yatan görüşe onların aklı
neredeyse ermezdi. Antik Yunan ve Roma dönemi hakkında Jan N.
Bremmer'in sözlerine kulak verelim:
(A)teizm asla gözle görünür taraftarları olan popüler bir ideolojiye
dönüşmemişti. Antik çağda yalnızca inançsızlığını dile getirmeye ce-
saret edenler, aykırı bireyler veya çoğu zaman teorilerini pratiğe dök-
meden ya da dini pratiği tamamen reddetmeden tanrıların var olduğu
hakkında entelektüel teoriler ortaya atan cüretkâr filozoflardı. Eğer kar-
şımıza ateizm çıkarsa, bu daha çok "yumuşak" bir ateizm ya da başka-
larını gözden düşürmek için onlara yakıştırılan ateizm olurdu.2
21
Bremmer, ayrıca, böyle "yumuşak" bir varlık göstermiş ateizmin
yalnızca deneyüstü âlemin kararlılıkla inkârı sonucunda değil, niha-
yetinde tanrıların varlığım korumaya çalışan özgür düşünce biçimiyle
meydana geldiğini söyler.
Öyleyse Michael J. Buckley'in "ateizm" terimini ilk kullanma girişi-
mini, 1540 yılında Plutarkhos'un On Superstition -Batıl İnanç Üzerin e-
adlı eserinin çevirisini yapan İngiltere'deki Yunanca uzmanı Sir John
Cheke'e kadar götürmesi ilginç olmalı. Aslında terimin ilk olarak bubağlamda kullanılması yol gösterici niteliktedir. Cheke terimi kullanır-
ken tümüyle tutarlılık içinde görünmüyor. Onun çevirisinde bu sözcük,
tanrıların olmadığını düşünenlere yönelik bir tür suçlamayı içermekte-
dir. Fakat eserin çevirisine ek olarak kaleme aldığı kendi denemesin-
de, ilahi takdirin kendine özgü öğretisinin reddine işaret etmektedir.
Bu kullanımda "ateistler" tarafından inkâr edilen, tanrıların dünyaya
müdahale ettikleri, kendi planları ve amaçları doğrultusunda onu yön-
lendirdikleri inanışıdır. Terimin böyle çeşitli kullanımları daha sonraki
yüzyıl(lar)da genel olarak toplum içerisinde de görülürken, Buckley
bundan yola çıkarak sözcüğün "tanımında ve kullanılışında hafiflik"olduğu sonucunu çıkarmıştır.3 Demek ki, her ne kadar sonradan tanrı-
cılığın (teizm) büsbütün reddine işaret etse de o dönemde, en azından
hem İngiltere'de hem de Fransa'da, "ateizm" terimi genellikle bir tür
kâfirlik anlamına gelmekteydi. Sözcüğün bu eski kullanılışı bizimkin-
den farklı olmakla birlikte amacımız açısından yol gösterici özelliğini
korumaktadır. Zira öncelikle, diyelim 1540-1630 yılları arasında yaşa-
nan dönemde, tanrıcı sistemin tamamen dışında bir dünya görüşü kav-
ramı giderek akla yatkın görülmeye başlanmıştı. İsyankâr ateist genel-
likle tanrıcı dünya görüşünün belirli ana öğretilerini sorgulayan ya da
inkâr eden kimseydi, ancak daha sonra genel anlamıyla benzer dünya
görüşlerini sorgulayan veya reddeden kimse oldu. Diğer taraftan, bu
daha önceki anlayış, daha sınırlı bir bağlam içerisinde, kendini inkârla
tanımlayan, halihazırda olumsuz ve zararlı terimi bizim sonradan nasıl
algılayacağımızın habercisidir. Bu bakımdan ateizmin yapısal mantığı
-başka bir şeyi reddetme anlamında- elverişlidir, içindeki somut bir
öğeden çok bütün olarak tanrıcı geleneğe uygulanma olanağını bekler.
Eğer ateizmin bu yapısal mantığı gerçekten yerli yerine oturduysa, o
zaman esas devrimci dönüşüm bütünüyle dışarıdan bir duruş takınarak
teolojik geleneğe kuşkuyla bakan bakış açısını benimsemeye olanak ve-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 13/106
10
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 14/106
10
sosyal bağlamda saygın ve kabul edilebilir anlamını kazandırma ça-
balarına bağlıydı. İlki ikincisinden daha önce başarılmıştı, ancak her
ikisinde birden istenen sonuca ulaşılması biraz zaman aldı. Ateizmin
kişinin kendi inanışının (ya da inanmayışınm) ifadesi olarak ortaya çık-
ması, Paris'te zamanın meşhur entelektüel toplantılarının yapıldığı on
sekizinci yüzyılın ortalarına kadar söz konusu olmamıştı.
Ateist olduğunu açıkça dile getirip itiraf eden ilk filozofun, bugün
St. Germain Bulvarı'nda heykeli bulunan Deniş Diderot (1713-84) ol-duğu yaygın kabul görmektedir. Buckley'in deyişiyle, "pek çok açıdan
ateistlerin ilki Diderot'dur, kronolojik olarak değil ama ilk ve asıl des-
tekçisi olması ve yankı uyandırması bakımından." 6 Diderot her zaman
ateist değildi, çünkü düşünceleri sürekli evrim geçiriyordu, onu haya-
tının belli dönemlerinde teist, deist ve bazen de panteist olarak tanım-
lamak doğru olacaktır. Aslında bu evrim sürecinde bile Aydınlanma
anlayışının tipik örneğiydi. Üstelik bir başka büyük girişim ve kapsa-
mıyla hedefleri bakımından yine mükemmel bir Aydınlanma projesi
olan Encyclopedie'nin yayın yönet meni olmuşt u. Buckley'in belirttiği
gibi Diderot "tezini savunurken Descartes'ın matematiksel fiziğini ya
da Nevvton'ın evrensel mekaniğim reddetmek yerine, kendisinin iddiaettiği üzere, onları hayata geçiriyordu."7
Diderot, Descartes'ın evreni tek fiziksel sistem olarak kabul eden
görüşüne katılıyordu, her şeye rağmen hareket halindeki maddeye ay-
rılmış değişmez yasalara uyması bakımından dinamikti. Öte yandan
Descartes'ın kendi temel bilgi kuramına yeterince inanmadığını, kendi-
ne göre yersiz sıçramalar ve varsayımlar yaptığını düşünüyordu. Aynı
şekilde kendini Nevvton'ın sahip olduğu mekanik-dışı ilkelerin ötesini
gösterme dürtüsünden kurtarmış biri olarak görüyordu. Doğal dün-
yayı anlamamızı sağlayan Nevvton'ın keşiflerinin devrimci karakterini
ve bunun nasıl beklenmedik bir şekilde ilerlediğini görmüştü. Fakatbütün bunların doğal bilimlere yönelik konuyla ilgisi olmayan varsa-
yımlar ve inanışlar tarafından engellenmeyen kararlı bir deneysel yak-
laşım sayesinde başarıldığının da farkındaydı. Nevvton söylemlerinde
teolojiye yönelince bu denenmiş ve sınanmış metodolojileri yanlışa ve
hayallere yol açabilecek bir şekilde tek tarafa kaydırmış görünüyordu.
Nevvton'ın keşfettiği, başarılı olduğu tartışmasız metodolojik bir yol-
du; dolayısıyla Diderot da hiç sapmadan o yolu takip etmesi gerekti-
ğine inanmıştı. Böylece Descartes ile Newton'm keşiflerini tutarlılığın
25
temizleyici ateşine tuttu. Onların varsayımlarını ya da asıl metodoloji-
lerini inkâr etmiyordu; tam tersine bunlara tam anlamıyla bağlı olduğu
için onları daha kusursuz, sağlam ve mantıken daha tutarlı olduğunu
düşündüğü şekilde uygulayacaktı. Bunu yapmakla ateizmin "öncü
ama kesin önermesini" ortaya koymuş oluyordu: "Her şeyin yaratıcı
doğası olduğu, kendi faaliyeti içinde maddenin ilelebet bütün değişimi
ve bütün yaratımı gerçekleştirdiği ilkesi." 8
Ancak ateizmin "öncü ama kesin önermesini" ortaya koymakla aynızamanda "ateizmi" kişinin çekinmeksizin kendine uyarlayabileceği
saygın bir konuma getirme sürecini de başlatmış oluyordu. Bu açıdan
Diderot'nun yarattığı etkinin bir kısmının kötü niyetli ya da manasız
bir fikrin ürünü olarak reddedilemeyeceği açıktı. Bilakis Diderot'nun
entelektüel tutarlılıkla önyargısız olarak hakikatin peşine düşmesinin
sonucunda ateizme vardığı geniş kabul görmektedir. Dahası, Descartes
ile Newton'ın -Hıristiyanlar tarafından inancın modern savunucuları
diye kabul edilen düşünürlerin ta kendileri- anlayışlarını daha da ileri
götürüp güçlendirmekle ateistik sonuçlara varmıştı. Descartes modern
felsefenin silahlarını kullanarak teizmi savunurken, Newton'ın bunu
modem bilimin silahları aracılığıyla yaptığı düşünülürdü. Bu bakım-
dan Diderot'nun katkısı, söz konusu silahların nasıl iki tarafı da kes-
kin kılıçlara dönüştürdüğü gözler önüne sermek oldu. Aslında Fransız
bağlamında ateizmin itibar kazanmasını taçlandıran Fransız Devrimi
olmuştu. Sosyo-politik açıdan, ateizm ansızın devlet düşmanı olmak-
tan çıkarak resmi devlet inancına dönüştü. Yeni inşa edilen Akıl Ta-
pmakları ve Akıl Kültü'nün kurulması bunun bilhassa canlı ve yakın
tanığıdır (öte yandan, biliminsanları devrimci hükümet görevlilerinin
alt tabakalarında Hıristiyanlığa bağlılığın ne ölçüde devam ettiği konu-
sunda hemfikir değillerdir).9
Bütün bunlar o sıralarda yeni yeni kendini gösteren Amerika Birle-şik Devletleri'nde yaşanan devrimci deneyimle taban tabana zıttı. Ge-
nellikle kilise ile devletin ayrılmasının Amerika'da başlaması modern
şehrin gelişiminde çok önemli katkı olarak düşünülür, ancak bunun
anlamı çoğu zaman yanlış anlaşılır. Hiç kuşkusuz, eski sömürgeci efen-
dilerinin kurduklarından farklı, yeni bir siyasal düzen kurma çabası
söz konusuydu. Devletin temellerini atanlar yeni düzende devletin
belli bir dini ya da diğerlerine karşı bir zümreyi üstün tutmaması ge-
rektiğine inanıyorlardı. Fakat bunun din açısından "tarafsız" bir devlet
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 15/106
26
kurulmasını zorunlu kıldığı sanılmasın, öyle bile olsa bu yalnızca belli
bir anlamla sınırlıydı. Yeni oluşum dinden uzak bir kamusal siyaset
alanı tasarlamıyordu; tam tersine dine doymuştu. Ancak devletin dini
boyutunun "doğal" dinin ilkeleriyle sınırlı tutulması gerekiyordu; yani
bütün kiliselerin ve zümrelerin paylaştığı dinin unsurları (bu dönemde
elbette sadece Hıristiyanlık dininden söz ediyoruz). Dolayısıyla devle-
tin dini kurumları herkesin ortak paydası olmalıydı, öte yandan resmen
tanınmış bir kilisenin eksikliği, aynı zamanda herkesin bireysel olarakbu doğal dini kendi zümrelerine özgü dini inanışlar ve uygulamalarla
"gidermek" konusunda özgür olduğu anlamına geliyordu. Kilise ile
devletin ayrılmasının ardındaki başlıca amaç da buydu zaten, yoksa si-
yaset ve hükümet alanının dinden bağımsız olması amaçlanmıyordu. 10
Demek ki daha Amerikan ve Fransız Devrimleri sırasında "laik" Av-
rupa ile "dindar" Amerika arasındaki meşhur bölünmenin başladığını
görürüz. ABD'de Fransız Devrimi'nin anti-klerikalizmine uzaktan ya
da yakından benzeyen bir durum söz konusu değildi. Bunun sonucun-
da ABD ateizme ne kadar kapalıysa Fransa da o kadar yakındı.
Eğer Fransız Devrimi ateizmin Fransa'da resmen saygınlık kazanma-
sını sağladıysa, Britanya'da bunun tam tersi söz konusuydu. Devrim-
de yaşanan olaylara Britanyalılar dehşetle tepki vermişlerdi, üstelik bu
yalnızca aristokrat seçkinler arasında görülmüyordu. Britanya'nın kendi
içindeki kral katilliğiyle ilgili anılar henüz tazeydi, üstelik yaşanan hiç
de hoş bir deneyim değildi. Böyle bir değerlendirme pek dengeli olma-
sa da Britanyalıların aklına Fransız Devrimi şiddet, aşırılık, cinayet ve
ahlaksızlıkla birlikte kazınmıştı. Lordlar Kamarası üyeleriyle birlikte
pek çok papazın can vermesi kamu vicdanında önemli bir yer etmişti,
ateizm ile ahlaksızlık, kanunsuzluk ve aşırı soldaki devrimci politika-
lar arasında silinmeyecek şekilde bir bağlantı kurulması kaçınılmazdı.
Sonuçta, "ateizm" kavramının on yedinci yüzyıldaki gibi taciz edici birterim ve güvensizlik ifadesi olan eski kullanımı on dokuzuncu yüzyıl
Britanyası'nda da sürecekti. Viktorya dönemi zihniyetinde ahlaksızlıkla
hukuksuzluğun iki büyük korku unsuru olarak ortaya çıkması, duru-
mu daha da şiddetlendirmişti. Her ne pahasına olursa olsun bunlarla
savaşmak gerekiyordu, çünkü toplumun sağlık ve refahına zararlıydılar,
hatta ölümcül etkileri bile olabilirdi. Ateizmin kaçınılmaz olarak bunları
getirdiği düşünülürse, o da savaşılacak bir kötülüktü öyleyse, üstelik bu
Britanya'da Viktorya döneminde dini inanç ve ibadetin olağanüstü bo-
20
yutlarda geri gelmesiyle iyice tırmanmıştı. Sonuçta, kendini tanımlama-
da ateizmi saygın bir terim haline getirme çabası Fransa'da uzun yol kat
ederken, on dokuzuncu yüzyıl boyunca Britanya'da ateistlerin muhte-
melen hâlâ kaybedeceklerini düşündükleri bir mücadele sergilemelerini
gerektiriyordu.
Ortodoks teizme gönül veremeyen pek çoklarının kendini tanımla-
mak için yeni terimler aramalarına yol açan, böylelikle ateist damgası-
nı yememelerini sağlayan da buydu. Örneğin, George Jacob Holyoake
çok önem verdiği ahlakının bozuk olduğu suçlamasından kaçınmak
için kendine "sekülarist" demeyi yeğlemişti. 11 Viktorya döneminin ile-
riki yıllarında başka inanmayan yazarların da aynı kaygıyı taşıdıklarını
görürüz. Romancı George Eliot mesela, Ludwig Feuerbach'ın eserlerin-
den hem etkilenmiş hem de onları İngilizceye çevirmişti, dini ahlaktan
ayrı tutmayı kendine iş edinmiş biriydi aynı zamanda, böylece ilkinden
bağımsız olarak ikincisini korumaya özen gösteriyordu. Sonradan onu
"insanlık dini" arayışına sevk eden de buydu bir bakıma. Eliot da "ate-
izm" terimini açıkça kullanmaya karşı çıkıyordu. Fakat teist olmayan-
ları kendilerini tanımlayacak alternatif sözcükler bulmaya teşvik eden
başka nedenler de vardı. Ünlü natüralist Thomas Huxley "ateizm" te-rimini kullanmaktan hoşlanmazdı örneğin, fazla dogmatik bir duruş
sergilemek anlamına geldiğini düşünürdü. Tanrı'nın var olmadığıyla
ilgili kesin bir metafizik iddia ortaya atmaktı bu, oysa Huxley'e göre
bunun için yeterli kanıt bulunmuyordu. Bu yönüyle Hume'un metafi-
zik kuşkuculuğunu dikkat çekecek kadar dile getiren kamu önündeki
kişiler arasında yer almıştı. Bunun sonucunda ateizmin de teizm kadar
metafizik kendini beğenmişlik suçu işlediğine inanıyordu. Dahası, yu-
karıda belirttiğimiz gibi, Fransız Devrimi'nin anıları aşırı solun dev-
rimci politikalarına bağlanarak "ateizm" ile sonuçlanmış, bu da kibar
toplumun terime iyice leke sürmesine yol açmıştı. Adrian Desmond'unişaret ettiği üzere "Huxley'in bilimsel kamu hizmeti kendi sırmalı san-
cağına muhtaçtı. 'Ateizm' dışlanmıştı, Tanrı'nın var olmadığının kanıtı
yoktu; zaten bu bir kırmızı cumhuriyetçi bayrağıydı, ayrıcalığın ruhani
temelini sarsan siyasal bir silahtı."12 Bu kaygılar Huxley ile arkadaşla-
rını yeni bir terim icat etmeye itti, "agnostisizm" yeni bir din inanışını
değil metafizik bir bilinemezciliği akla getiriyordu. 13 Yunanca bilmek
anlamına gelen gnosis sözcüğünden türetilmişti kuşkusuz. Böylelikle
teizmin olumsuzlanması ya da inkârını çağrıştırmıyordu, (metafizik)
10 28
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 16/106
10 28
bilginin olumsuzlanması veya inkârıydı. Ateizmden sıyrılarak say-
gınlık kazanabildiği fikrini ortaya atan, "sözcük sayesinde Fransız
Devrimi'nden beri ilk defa yabancılaşmış entelektüeller savunma du-
rumunda kalmaktan kurtulacaklar" diyen Desmond'du. Bundan böyle
agnostisizm Tanrı'ya inandıklarını inkâr edemeyenler için alternatif bir
eğilim olarak ateizme rakip olacaktı. Desmond daha da ileri giderek
(belki biraz abartarak) "Viktorya yıllarının sonlarında toplumsal eksen
kaydığından agnostisizm Batı'nm yeni inancı olmaya mahkûmdu,"14
demişti.
Ateizme bulaştırılmış lekenin sürmesinin nedenlerinden birinin
bilhassa Fransız Devrimi'nin çarpıcı biçimde tesis ettiği şiddet içeren
devrimci politikalarla ilişkili olmasından ileri geldiğini belirtmiştik.
Fakat on dokuzuncu yüzyılda siyasal felsefede yaşanan gelişmeler bu
kanıyı iyice pekiştirdi. Özellikle Kari Marx'ın düşüncesinde devrim ile
ateizm el ele gidiyordu. Ateizm devrimin gerekli bir önkoşulu değildi
ama devrimin peşinden ateizmin gelmesi kaçınılmazdı. Marx'a göre
Hıristiyanlık toplumun ekonomik temelinden çıkmış bir "ideoloji"ydi;
kapitalizmi yansıtmakla kalmıyor, ona güç veriyordu. Kapitalizmin
ekonomik temeli dağılınca (Marx'a göre bu da kaçınılmazdı), Hıristi-yanlık sessiz sedasız gözden kaybolacaktı, çünkü tamamen o temelin
yansımasıydı. Hem devrime özenenler hem de devrimden ödü kopan-
lar için sol devrim ile ateizm arasındaki Fransız Devrimi'nin Batılı bi-
lince çoktan yerleştirdiği bağlantıyı Marx iyice sağlamlaştırdı.
Sonuçlar dikkate değerdi ve uzun süreli oldu. Yalmzca ateizme kan,
şiddet ve devrim bulaşmakla kalmadı, Hıristiyanlık da doğası gereği
muhafazakâr ve gerici, statükonun destekçisi olarak görülür oldu. Ör-
neğin, Britanya'daki Hıristiyan Sosyalistlerin öncülerinden biri olan
akademisyen ve din adamı F. D. Maurice'in kürsü sahibi olduğu Lond-ra King's College'da üstleri tarafından sansürlenmesine yol açan, onun
solcu siyasal faaliyetlerde bulunması kadar doktrine aykırı yazıların-
dan dolayı duyulan endişeydi. Birinin diğerini getirmesi kaçınılmazdı.
Öte yandan ateizmin ahlaksızlık, metafizik küstahlık ve sol dev-
rim bağlantısının giderek güçlenmesine rağmen onu kabul edilebilir
ve saygın göstermeye çalışanlar hâlâ vardı. Bu kişilerin en önde geleni
Britanya Parlamentosu'nun açıkça ateist olduğunu itiraf eden ilk üye-
si Charles Bradlaugh idi. Parlamentoda verdiği uzun ve sıkı bir irade
mücadelesinden sonra sandalyesine kavuşabilmişti. Üyelerin meclise
kabul edilmeleri için kraliçeye bağlılık yemini etmeleri gerekiyordu, üs-
telik bu İncil'e el basılarak edilen düpedüz dini bir yemindi, dolayısıyla
Britanya Parlamentosu'na mensup ateistlerin önünde aşılamayacak bir
engel gibi görünüyordu. Bradlaugh ilk olarak 1880 yılında Northamp-
ton temsilcisi olarak seçilmişti, fakat yemin etmesi gerektiğinde sandal-
yesini kaybetti. 1882'de tekrar, 1886'daysa oylarını artırarak yeniden
seçildi. 1880-1886 yılları arasında üyeliğe hak kazanmak için çeşitli ba-
şarısız girişimlerde bulundu, her defasında Avam Kamarası kurulunun
huzuruna çıkıyordu. Ayrıca Bradlaugh'un kendini savunmak zorunda
kaldığı pek çok mahkeme ve temyiz başvurusu söz konusuydu, ama
hiçbirinden sonuç alamadı.15 Çok şeyin tehdit altında olduğu bir mü-
cadeleydi. Britanya Parlamentosu 1828 yılında karşıt görüştekilerin
kabul edilmesiyle, ağırlıklı olarak Anglikan bir kurum olmaktan çık-
mıştı. Ertesi yıl Roma Katolik Kilisesi'ne bağlı olanlar kabul edilmiş ve
parlamentodaki dini çoğulculuk süreci 1858'de kapıların Yahudilere de
açılmasıyla son bulmuştu. Bu tavizler ne kadar çekişmeli olursa olsun,
karşı çıkan muhalifler artık yalnızca Anglikan olmamasına rağmen Bri-
tanya Parlamentosu'nun hâlâ "dini" bir yapı olduğu düşüncesiyle te-selli buluyorlardı. Bir ateistin üyeliğe kabul edilmesi devletin yasama
koluna katılmak için gerekli görülen son dini görevi ortadan kaldıra-
caktı. Bununla birlikte 1886 genel seçimlerinden sonra Avam Kamarası
sözcüsü giderek daha çok kaçınılmaz görülen bir gerçeğe boyun eğerek
Bradlaugh'un makamına geçmesine izin verdi. Ateistler, sekülaristler ve
onlar gibi özgür düşünenler bu kararı tarihi dönüm noktası olarak alkış-
ladılar. Bu durum şüphesiz çok önemliydi, diğer yandan Bradlaugh'un
ateistlere toplumun tam ve eşit üyeleri olarak itibarlarının iade edilme-
sine yönelik çeşitli çabaları onun kadar çarpıcı olmasa da belki onunla
eşdeğer öneme sahip bir husustu. Bunun için en ünlüsü ateistlerin mah-kemede tanık olarak dinlenme hakkını elde etmeleri uğruna verdiği
mücadele olan bir dizi halkla ilişkiler kampanyası yürüttü.16
On dokuzuncu yüzyılın sonunda ateizm nihayet saygın bir entelek-
tüel duruş olarak belirmeye başladıysa bile yaygın bir kültürel feno-
men olmaktan hâlâ çok uzaktı, entelektüel seçkinlere özgü bir anlayış
olarak kaldı. Ancak bu entelektüel seçkinlerin hepsinin din için yanıp
tutuştukları anlamına gelmiyordu. Tam tersine, örneğin, Viktorya dö-
nemi İngilteresi'nde işçi sınıfının adı dinsize çıkmıştı. Zaten Horace
30
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 17/106
Mann'ın 1851 yılında yaptığı yeni din sayımından çıkan başlıca sonuç
buydu. Genel nüfus sayımından bir gün önce yapılan sayımın ama-
cı ülke çapında kiliseye hangi sıklıkla gidildiğini öğrenmek, buna ek
olarak ülkede ibadete ne ölçüde imkân verildiğini saptamaktı. Mann
vardığı sonucu anlatırken,
kiliseye devamlılıkla ilgili bu araştırmanın önümüze koyduğu en
önemli gerçek hiç şüphesiz kiliseye gitmeyenlerin ürkütücü sayısıdır...
Bu kesimin toplumda hangi sınıfa mensup olduğunu göstermek zor
değil... memleketimizin onbinlerce emekçisi katmerlenen maddi refahı-
mızla birlikte gitgide katlanırken korkarım, bu sınıfın dini mabetlerimi-
ze devamı söz konusu olduğunda aynı artıştan bahsedemeyiz.17
Daha sonraki yorumcular Mann'm verdiği rakamların sınırlı kaldı-
ğına işaret etmiş, en çok da işçi sınıfının ibadet etme sıklığının onun
sandığından daha yüksek olduğunu ileri sürmüşlerdir.18 Yine de
Mann ' ın tespit ettiği genel eğilimde n şüphe et mek m ümkü n değil.
Kuşkuya açık olan kiliseye gitmeme oranının nasıl yorumlanacağıyla
ilgilidir. Bu Britanyalı işçi nüfusunun ağırlıklı olarak ateist, sekülaristve agnostik olması anlamına mı geliyordu? Mann'm bu soruya kendi
verdiği yanıta kulak verelim:
Eğer kelimenin entelektüel çaba ve kararların derecesine işaret eden
yaygın manası dikkate alınırsa, inançsızlığın hüküm sürdüğü konusu
abartılmaktadır; fakat menfi, atıl vaziyette bir lakaytlık yaygındır ki
pratikte bu da aynı etkiyi yapar.19
Öyleyse Mann'ın "bilinçsiz sekülarizm" diye nitelediği dine kayıt-
sızlık söz konusuydu. Tarihçi Owen Chadwick de o dönemin rahip-leriyle papazlarının Mann tarafından yapılan analizlerin genel çerçe-
vesini doğruladıklarına değinerek onunla hemfikir olma eğilimi taşır:
"Fakir mahallelercieki din adamları, (işçi sınıfı mensuplarının) inançsız
olmaktan uzak veya neredeyse uzak kaldıklarını kabul ediyorlardı.
Duyarsızlık, kayıtsızlık ve husumet görmüşlerdi ama inanmamak söz
konusu değildi.20
Fransa'daki işçi nüfusunun durumuna baktığımız zaman karşımıza
benzer bir resim çıkar. Ülke çapında Mann tarafından yapılana benzer
31
bir sayım olmamasına rağmen Paskalya ayinine katılanlara ilişkin dö-
nemin istatistiklerinden ve papazlarla diğer gözlemcilerin anlattıkların-
dan çıkan sonuca bakarak ibadet edenlerin oranı hakkında genel bir fikir
edinmek mümkün. Başrahip François Courtade 1863 yılından itibaren
Paris'te sekiz yıl boyunca mahalle papazlığı yapmış, bu sürenin sonun-
da, "Paris'in çalışan nüfusu ateist olma yolunda... Paris halkı inançsız ve
Tanrısız'dır. Kutsiyet kavramı ve duygusu sanki onlardan tamame n uza k
kalmış görünüyor," yorumunu yapmıştı.21 Onun bu sözlerini yorum-
layan Thomas Kselman ise "Courtade'ın tepkisi on dokuzuncu yüzyıl
boyunca kayıtsız kalma dalgasının yükselmesinden şikâyet eden bildik
Katolik din adamına özgü sözler, bu, zaman zaman husumete ve şiddete
dönüşebilen bir kayıtsızlıktı," diyordu.22 Kselman bu kanaatin güç bela
kiliseye devamlılığa ilişkin istatistiğe dayandırıldığını, oysa bunun nüfu-
sun "dini" ya da "ateistik" duyarlılıklarını değerlendirme ölçüsü olarak
yetersiz kalabileceğini ileri sürer. On dokuzuncu yüzyıl Fransası'ndaki
vaziyetin teizmin büsbütün reddedilmesinin dikkat çektiği "sekülari-
zasyon" olmaktan çok dinsel "çoğulculuk" diye nitelenmesinin daha iyi
olacağını belirtir. Eğer haklıysa, o zaman bu durumu İngiltere'de yaşa-
nanlarla benzer diye görebiliriz. Bu dönemde İngiltere ve Fransa'da işçisınıflarının Kilise'ye yönelik nispeten "kayıts ız" tutumlar ı ille de ateizmi
veya inanmayışı ilan ettiklerini göstermez. Buna karşılık bu kayıtsızlığın
nasıl yorumlanması gerektiği sorusunu akla getirir. İşçi sınıfı ezici ço-
ğunlukla bir sınıfın tahakkümü altında ve tehditkâr Kilise'ye (özellikle
İngiltere'de) kuşku ve güvensizlik beslemekle birlikte teist inananlarla
mı doluydu? Yoksa onların bu kayıtsızlığı pratikte agnostisizme mi var-
mıştı? Her iki yorum da bir ölçüde doğru olabilir pekâlâ, fakat göründü-
ğü kadarıyla dinsiz olmakla ün salmış işçi sınıfı mensupları arasında bile
apaçık ateizm ilanı hâlâ nadirdi; dolayısıyla Holyoake'un yeni doğan se-
külarizmi ya da Bradlaugh'un ateizmiyle eş tutulamazdı.Oysa on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçerken işler tersi-
ne dönmeye başlamıştı. Bunun olacağını önceden gören iki kâhin var-
dı, birbirlerinin ruh ikizi olmayan Friedrich Nietzsche ile John Henry
Newman. Her ikisi de yeni bir havanın estiğinin farkındaydılar, halk
henüz bunun pek farkına varmamış olsa da bu havanın etkili sonuçlara
gebe olduğunu biliyorlardı. Buckley'in belirttiği üzere,
Nietzsche ve Newman dini iktidarsızlığın ya da ilgisizliğin özel ya-
hut tecrit edilmiş bir fenomen olarak kalmayacağını, tedrici olarak "İn-
10 32
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 18/106
10 32
giltere, Fransa ve Almanya'nın eğitimli aklı" tanımlayacağını ve bunun
etkisinin önünde sonunda medeniyetin alışıldık her yönünü saracağını
öngörmüşlerdi.23
Fakat Nietzsche ile Newman'ın kehanetleri en az bir 60 yıl daha or-
taya çıkmayacaktı. (Gerhard Ebeling'in deyişini ödünç alırsak) "Ate-
izm çağı" yirminci yüzyılın son 40 yılına kadar gerçekleşmedi. Bu da
kimi yorumcuların Nietzsche ve Nevvman tarafından tespit edilen yeni
atmosferin ürün vermesinin neden bu kadar geciktiğini sormalarına
yol açtı. Örneğin, Stephen Toulmin 1960'larda kültürel zamanın ruhu-
nu n (Zeitgeist) ortaya çıkışı için gereken entelektüel, psikolojik ve sanat-
sal koşulların daha 1914 yılında elverişli olduğu fikrini ortaya atmıştı.
Gelgelelim, sonraki yıllar boyunca dünyanın yaşadığı tarihsel olayların
çalkantılı yapısı bu dünya görüşünün gelişimini tamamlamasını bir elli
yıl daha geciktirdi.24
Oysa görünür gecikmenin açıklaması ne olursa olsun 1960'lı yıllara
gelindiğinde Newman ve Nietzsche'nin kehanetlerinin süratle meyda-
na geldiği neredeyse su götürmezdi. Hiç olmazsa varlık içinde yaşayan
Batı'da ortaya çıkan "radikal tanrısızlık" dünyanın tarihsel standartla-rına göre benzersizdi. Buckley bunu şöyle dile getirir:
Çağdaş deneyimin tarihi benzersizliğinin farkına varmak önemli:
Akla inanışın olduğu kadar milyonlarca sırada n insanın bilincinin de bir
parçası olan radikal tanrısızlığın yükselişi bu. Ateizm önceden beri var lı-
ğını sürdürüyordu, ama hem kapsamı hem de kültürel düzeni bakımın-
dan tanrının çağdaş reddinde bir yenilik, ayırt edici bir özellik vardı.25
O zaman bu geçişin tam olarak nasıl yaşandığını, radikal tanrısızlık
gibi seküler bir dünya görüşünün 50 yıllık bir dönem içerisinde ya da1950 ile 2000 arasın da nasıl genel bir kültürel duru ma dönüş tüğünü
sormak gerekiyor. Aslında böyle bir soru bu değişime yalmzca açıkla-
yıcı bir gerekçe ortaya koymayı değil, aynı zamanda bunun nasıl anla-
şılması gerektiğine dair bir yorum geliştirmeyi ve nereye varabileceği-
ni öngören bir değerlendirme yapmayı üstlenen sosyolojik edebiyatın
bütün külliyatımn konusu olagelmiştir.
Kuşkusuz böyle çalışmalarda mutabakata varılması hiçbir şekilde
mümkün olmaz. Batı'da şeklen dini kurallara riayet edenlerin sayısın-
da hızlı bir düşme görüldüğü su götürmez. Ancak tartışmaya açık olan
bu düşüşün nasıl yorumlanması gerektiğidir. Steve Bruce gibi kimileri
kiliseye devamlılığa ilişkin sosyolojik verilerle inanca bağlılığın diğer
göstergelerinde 1960'lardan beri görülen böylesine belirgin azalmanın
neticesinin din için ölümcül olduğunu savunmaktadırlar. Batı'da bu
düşüşün kısmen bile olsa yön değiştirdiğine dair herhangi bir kanıt
olmayınca, Bruce böyle bir sonuç çıkarılmasının karşı konulmaz oldu-
ğuna inanmaktadır. Ona göre insanların artık dine karşı tepki olarak
inandıklarını olumsuz bir dille ifade bile etmeyecekleri günler de gele-
cektir. Daha doğrusu, din olgusu anlamsız ve belli belirsiz bir anı ola-
caktır.26 Grace Davie ise kiliseye gidenlere ve göz önündeki diğer dini
faaliyetlere ilişkin istatistiklerin bir nüfusun "dini" ya da "seküler" ka-
rakterine ışık tutmakta güvenilir olmadıklarım ileri sürmektedir. Onun
geliştirdiği "ait olmadan inanma" kavramı bir zamanlar yaygın oldu-
ğunun tersine dini inanışlarını uluorta sergilemek yerine bunlara bağ-
lılık duygusunu koruyacağı anlamına gelir.27 Paul Heelas ve Linda Wo-
odhead başka bir çizgide fikir yürütürler. Buna göre modernitenin her
ne kadar geleneğe dayalı dine bağlılıktan uzaklaşmaya tanık olduğu su
götürmese bile daha önce pek çokları tarafından öngörüldüğü gibi buateizmin yaygınlaşmasıyla sonuçlanmamıştır. Aslında apaçık ateizmi
itiraf edenler azınlıkta kalırlar, modern Batı dünyası türlü türlü, en çok
da Heelas'm "hayatın manevi değerleri" diye nitelediği türden alter-
natif "manevi" değerlerle doludur.28 Steve Bruce dışında göründüğü
kadarıyla pek çok sosyolog bugün pek çok kimsenin insanlığın halinin
büründüğü "nihai hakikatten" hoşnut olmadığına inanmış bulunuyor.
Bu da Ebeling ile Buckley'in günümüzdeki durumu "ateizm çağı" ola-
rak nitelemelerini haklı çıkarır gibi görünüyor.
Bu aynı zamanda da günümüz dünyasının modernizmden postmo-
dernizme geçişin ne kadarına tanık olduğu sorusunu akla getir. Haliha-zırda "manevi değerlerin" zihni meşgul etmesi ve "dine dönüşün" faz-
lasıyla dile getirilmesi dini endişelere biraz daha açık postmodernizme
geçişin göstergesi olabilir mi? Bu da karmaşık bir soruyu akla getirir,
ama bunun nedeni hayatın manevi değerlerinin çoğu zaman modern
olgular oldukları kadar postmodern olarak yorumlanması değildir. Öte
yandan Mark C. Taylor ile Graham Ward dinin günümüz kültürüne geri
dönmesi nin çeşitli yönlerine dikkat çekerke n, her ikisi de bunu pos tmo-
dern kültürel dönüşe bağlı bir gelişme olarak görürler. Bu fenomen ille
34
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 19/106
3
de dinde katılığa dönüş anlamına gelmez, ancak onlar içkinliğc örtülü
ya da açık bir biçimde bağlı olmasıyla postmodern duyarlılığın din me-
selesine modern olana göre daha açık olduğunu düşünürler. 29
"Modernitenin sonu" meselesini sekizinci bölümde daha ayrıntılı
ele alacağım. Göründüğü kadarıyla şimdilik ateizm ile modernite ara-
sındaki bağlantıya dair belirleyici bir şeyler söylemek durumundayız.
Çünkü taslak halindeki bu kısa tarihsel incelemenin esasında bile ate-
izm ile modernitenin yakın ilişkisi görünüyor. "Ateizm" terimi tam
da modernitenin doğum sancıları hissedilmeye başlandığı zaman icatedilmişti: Teizmin hakikatine doğrudan ve dışarıdan meydan okuma
olarak ateizm modern bilgi kuramı ile hassasiyetlerinin gün yüzüne
çıktığı bir zamanda ortaya çıktı; entelektüel bir fenomen olarak geli-
şen ateizm modernitenin kendisi geliştikçe giderek saygınlık kazanıp
daha geniş bir etki alanına sahip oldu. Gerek modernite gerekse ateizm
yirmi birinci yüzyıla yaklaşırken parçalanıp dağılarak yerlerini daha
bulutsu ve alacalı bir şeye bırakmaya başlamadan önce yirminci yüz-
yılın ortalarında/sonlarında "tam tepeye" ulaşmış gibi görünür. Daha
o zaman modernite ile ateizmin kendilerine ait yazgıları birbirine geç-
miştir sanki. Böyle paralel bir gelişme tesadüf olabilirdi kuşkusuz, amakültürel duyarlılıkların ve ateizmin kendisinin gelecekteki gelişiminin
hâlâ tartışmaya açık olduğunu teslim etmek gerek. Bundan sonraki
bölümlerde ateizm ile modernite arasındaki bağın tesadüfi olmaktan
uzak kaldığını tartışırken aslında ateistik bir anıt olan modernitenin
kendisinin yalnızca kademeli olarak bile olsa gün ışığına kavuştuğunu
savunacağım. Şimdi bunun nasıl geliştiğine ve modern düşüncenin te-
izmden ateizme geçişine bakalım.
2. BOLUM
MODERN DÜŞÜNCEDE ATEİZMİN GELİŞİMİ
Ateizmin "geliş imi" hakkında ko nuşmak bazı açılardan yerindedir,
fakat başka açılardan yanlışa yol açabilir. Yerinde olduğu çok açık. Mo-
dernitenin kökenleri her nerede tespit edilirse edilsin, ateizm kendini
hemen göstermedi, uzun ve aşamalı bir gelişim sürecinin ardından or-
taya çıktı. Ancak ateizmin gelişmesinden bahsetmeyi yanlış yönlendi-
rici diye göremeyiz, çünkü böyle bir "gelişim" aslında modernitenin ta
en başında neredeyse birdenbire somutlaşmış eksiksiz felsefi bir dev-
rimin kademe kademe gerçekleşmesinden başka bir şey değildi. Eğer
bu doğruysa, o zaman modern düşüncede ateizmin gelişimine ilişkin
görüşümüzün radikal anlamları olabilirdi. Öyleyse ateizm modern dü-
şüncede hangi bağlamda "gelişti"?Daha giriş bölümünde "modern" nerede başlamış olabilir sorusuna
kısaca değinmiştik. Özel olarak modern düşüncenin, daha çok da mo-
dern felsefenin gelişimine baktığımızda, felsefi ve teolojik modernitenin
kökenlerini Rene Descartes'a atfetmenin uzun zamandır yaygın olduğu-
nu görürüz. Dördüncü bölümde bu iddianın sorgulanma biçimlerinden
bazılarını ele alacağız. Descartes'ın felsefi yeniliklerinin sadece birkaç
yüzyıl önce düşüncede yaşanmış birtakım kaymalar temelinde anlaşı-
labileceğini kabul etsek bile Descartes'ın felsefesinin yöntembilimsel bir
kırılmayı hayata geçiren bir yanı hâlâ vardır. Çünkü Kartezyen devrim
aslında bilhassa teolojik bilgi kuramının ve yöntembilimin reddiydi. Ne
var ki o dönemde böyle değerlendirilmiş olması pek muhtemel değil.
Descartes'ın İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar (1641) adlı eseri yerinde
bir davranışla Paris'teki İlahiyat Fakültesi'ne ithaf edilmiş ve Descartes
kitabın içeriğini özetlerken bunun başlıca amacının Tanrı'ya ve ruhun
ölümsüzlüğüne olan inanışı şüphe götürmeyecek temellere dayandırdı-
ğı son derece teolojik bir çalışma olduğu izlenimini uyandırmıştı, böyle-
likle inanmayanlar bile kuşkularına dayanak bulamayacaklardı. Böylece
Descartes kendini katı teolojik kuralların destekçisi olarak tanıtmış olu-
36
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 20/106
36
yordu, çağdaşlarının çoğu tarafından kuşkusuz böyle kabul edilmişti.
Kendini ateizmi başlatan adam olarak görmek bir yana Descartes onu
nihai yenilgiye uğratacak baş düşmanı olduğunu ileri sürer.
Oysa daha kendine görev bilerek ateizm hakkında söylediği ilk söz-
lerinden o güne kadar teolojiyi meydana getirdiği düşünülen ne var-
sa hepsinden çark ettiğinden kuşkulanmaya başlarız. İnanmayanların
bile kuşkulanmalarına yol açacak kadar Tanrı'ya inanışın tartışılmaz
olduğundan söz etmek "anlaşılmayı bekleyen inancın" ortaçağa özgü
anlayışıyla biçimlenmiş teolojik görüşe yabancı gelirdi. Bilhassa kesinlik
arayışı uygun görülmezdi. Ama galiba bundan daha önemlisi böyle ke-
sinliğin dayandırılacağı nedenlerdi. Descartes'a göre böyle kesin bilgi
ancak akıl temeline dayandırılarak güvenceye alınabilirdi, ama bu ak-
im gelenekle ya da doğruluğu sınanmadan veya sağlam rasyonel esasa
oturtulmadan kabullenilmiş herhangi bir bilgiyle smırlandırılmaması
gerekirdi. Katı teolojik kuralları yorumlayan Descartes'm yönteminin
belirgin yönü her şeyden önce akla dayalı kesinlik arayışıydı, zaten onu
daha önceki teolojiden farklı kılan buydu.
Ama ortaçağ teolojisinin büyük ustalarının kendi inançlarının da
"kesin" olduğundan ve insan "aklı" için zorunlu bir rol biçtiklerindensöz edilemez miydi acaba? Descartes gerçekten bu denli radikal bir
kaymaya mı yol açmıştı? Aquinolu Thomas'm inancı emin ve sarsıl-
maz bir güvene dayalıydı elbet. Fakat bu inancın kuşkunun ötesinde
mantıkla gösterilmesi ve uluorta gözler önüne serilebilir olması ona
yabancı gelen bir kavramdı. Aquinolu Thomas başta Tanrı'nın varlı-
ğına ilişkin geliştirdiği argümanlarla, en çok da Summa Theologiae'deki
(Teolojik Risale) "Beş Yol" ile tamnır, ancak daha yakın tarihin bilimi,
şüphe götürmeyen kesin sonuçlara varan rasyonel ispatlara yol açtığı
gerekçesiyle bunları anakronik olarak nitelemiştir.1 Böyle bir fikir yü-
rütmenin ortaçağ zihninin Kartezyen-sonrasına bakışın yansıması ol-
duğu düşünülür. Daha doğrusu, Beş Yol'un filozofların doğal aklı kul-
lanarak Tanrı anlayışına yönlendirildikleri ya da çekildikleri farklı yol-
ların anlatımı olarak anlaşılması gerektiği söylenir. Fakat bu Tanrı'ya
"yönlendirilme" ya da "yaklaşma" deneyimi tartışmasız rasyonel ispa-
ta varmaz. Daha çok inanç, vahiy ve dua ile tamamlanıp beslenmesi ge-
reken hazırlık aşamasına benzer. "Argümanlar" dini imkânlara atılan
ilk adımdır, ama kendi başlarına yeterli olarak görülmemeleri gerekir.
Aquinolu Thomas'm "Tanrı'nın varlığına dair argümanlarını" böyle
anlamak onun insan aklı anlayışıyla yakından ilişkilidir. İnsan aklına
zorunlu bir rol yüklediği kesin olmakla birlikte bu daima ilahi vahiy
bağlamında ve vahyin otoritesi altında üstlenilmesi gereken bir roldü.
Aquinolu Thomas'm "doğal teoloji" ile "vahyedilmiş teoloji" arasın-
da yaptığı meşhur ayrımının altında bu varsayım yatıyordu. Aslına
bakılırsa, akıl ile onun teoloji inancı arasındaki ilişkinin hassas yapısı
hakkında pek çok bilimsel tartışma ve fikir ayrılığı söz konusu. 2 Öte
yandan bu tartışmalar çoğu zaman Aquinolu Thomas'm insan aklını
inanç dışında bağımsız bir geçerlilikle ne kadar bağdaştırdığı etrafında
dönüp dolaşır. Öyle bile olsa, hemen herkes insan aklının (doğal teolo-
ji) tek baş ına yet ersiz olduğ u ve eks ikl iği ilahi tecell i (vahyed ilm iş teo -
loji) ile gidermek gerektiği konusunda hemfikirdir. Aquinolu Thomas'a
göre olması gereken buydu, çünkü insan aklı doğası gereği sonlu ve
sınırlıydı, bu da onun insan aklının yaratılışı itibarıyla Yaratıcısı'mn
etkisinde olduğuna inanmasından kaynaklanır. Ne var ki bu Yaratıcı
ne sonluydu ne de sınırlı, sonlu yaratılan ile sonsuz Yaratıcı arasında-
ki uyuşmazlık Aquinolu Thomas'm teolojisinin her yönüne işlemiştir.
İnsan aklının yaratılan ile Yaratıcı arasındaki ayrılmaz bağın işareti ola-
rak daima Tanrı'ya "yaklaşacağı" anlamına gelir. Fakat diğer yandanikisinin arasındaki varoluşsal (ontolojik) mesafe insan aklının her za-
man "eksik kalacağı", hakikatin küçük bir kırpıntısından daha fazlası-
nı dile getirmeyi asla başaramayacağı ve daima vahye muhtaç kalacağı
anlamını taşıyordu. Daha sonra bu anlayışın teolojik dilin örneksemeli
yapısına dair görüşünü, aynı zamanda insan aklının doğası hakkındaki
fikirlerini desteklediğini göreceğiz.
Descartes salt akla dayalı bilgi kuramı ve tanrıbilim uğruna asırlık
metodolojiye karşı çıkmıştı. Vahyedilmiş veya kabullenilmiş bilginin
insan aklını beslemek ve mükemmelleştirmek şöyle dursun, artık muh-
temelen onu yanlış yola sevk ettiği düşünülüyordu. Dolayısıyla yoldaşdeğil köstek olmuştu. Kabullenilmiş bilgiye bir rol düştüğü ölçüde in-
san aklının kesin temellerinin dayanağının da kabullenilmiş bilgi ol-
ması gerekecektir. Böylece düpedüz bir baş aşağı etme görürüz. Artık
insan aklı yaratılmış olduğu gerçeğiyle, ilahi bilgiye katılmasıyla haklı
gösterilmez; tam tersine, insan aklı tarafından doğrulandığı ve ona da-
yandığı gerekçesiyle kabullenilmiş bilgi geçerli sayılır. Elbette bu baş
aşağı ediş hiçbir yerden görünmediği gibi yalnızca zihinsel bağlamda
ve Descartes'm yazdığı tarih bağlamında doğru dürüst anlaşılabilir.
1039
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 21/106
Descartes İlk Felsefe Üzerine Meditasyonlar'ı yazdığı zama n Avrupa 'da
dini ve siyasi çalkantılar yaşanıyordu. Reform henüz yüz yaşına gir-
memiş, Hıristiyan dünyası yaşanan kırılmanın yaralarını henüz tamir
etmemişti. Martin Luther'in isyanının merkezinde otoritenin yegâne
hakiki kaynaklarının kutsal metinlerle Hıristiyanların bireysel karar-
ları olduğu kanaati vardı. 1521 YVorms Kurulu'nda yaptığı çarpıcı ve
ünlü konuşmasında açıkça ifade etmişti:
Şayet Kutsal Metnin şahadetinde hata olduğuna inanırsam yahut
(Papa'nın veya konseylerin mesnetsiz otoritesine itimat etmediğime,
ekseriyetle hata ettikleri ve ziyadesiyle kendileriyle tezada düştükleri
aşikâr olduğuna göre) alenen muhakeme ederek ithamda bulunduğum
kutsal metinlere imana devam edersem ve vicdanım Tanrı kelamına
esir olursa, hiçbir fikrimden vazgeçemem de vazgeçmem de; çünkü vic-
danımıza karşı hareket etmek bizim için ne emniyetlidir ne de serbest.3
Bu sözleri yorumlayan Richard H. Popkin şöyle demiştir:
Bu Hıristiyan özgürlüğü bildirgesinde Luther dinsel bilginin yenikriterlerini ortaya koymuş, Kutsal Metni okurken vicdanın onların doğ-
ru olduğuna inanma zorunluluğu hissettiğini söylemişti. (Jojann) Eck
gibi Katoliklere bu büsbütün şaşırtıcı gelmiştir herhalde. Yüzyıllar bo-
yunca dini bir hakikati bildiren bir önermeye razı olmak bunun kilise
geleneği, Papa ve konseyler tarafından onaylandığı anlamına geliyor-
du. Bu standartların yanlış olabileceğini iddia etmek mantık kurallarını
inkâr etmek gibiydi. Kabul edilmiş kriterlerin inkârı dini bir önerme-
nin doğruluğunu sınamanın tek dayanağını saf dışı bırakmak olurdu.
Kriterlerin hatalı olabileceği ihtimalini gündeme getirmek bile, yerine
kabul edilmiş kriterlerin yargılanabileceği başka bir kriter geçirmek,böylelikle aslında katı kuralların yüzyıllardır belirlemiş olduğu bütün
çatıyı inkâr etmekti.4
Öte yandan asırlık meşruiyet kaynağına meydan okuyarak yerine
başka bir şey koyarken Luther aynı zamanda kendi meşruiyet kaynağı-
nın da sorgulanması için açık kapı bırakmıştı. Bu bazı yönleriyle vicda-
nın önceliğini ve buna dayanarak Kutsal Metnin otoritesini sorgulama-
yı kabul etmek Luther'in yeniliğinin devamından başka bir şey değildi.
39
öyle ki insanların tam da bu adımı atması pek uzun sürmedi. Geçen
bölümde 1630'larda bilhassa Fransa'nın ilk defa inanmayanların, hür
fikirlilerin, kuşkucuların ve ateistlerin yükselişine şahit olduğunu gör-
müştük.
Bu meydan okumalar birbirinden apayrı olmakla birlikte -Hıristi-
yanların kendi içlerinde bölünmeleri belli ki harici ateizmin gelişimi-
nin farklı bir boyutuydu- ikisini de perde arkasındaki ortak gelişimin
iki tezahürü, diğer bir deyişle meşruiyetin çoğullaşması diye görmemizmümkün. Bir taraftan Reform çatlağına sebep olan Hıristiyanlığın meş-
ruiyet kaynaklarını nelerin oluşturduğu hakkındaki anlaşmazlıktı; di-
ğer taraftan ateist itirazlar insanlık için meşruiyet kaynaklarını nelerin
teşkil ettiği konusundaki anlaşmazlıklardan kaynaklanıyordu. Popkins
şöyle der: "Luther'in Leipzig'de açtığı Pandora'nm kutusu yalnızca te-
olojide değil insanın entelektüel dünyasının tamamını içine alan çok
geniş kapsamlı sonuçlar doğuracaktı." 5 Tek çözüm hem apaçık mey-
dandaydı hem de karşı konulmaz görünüyordu. (Reform hareketi ile
gelen ayrılıkların arasım bulmak için) Katolik ya da Protestan kriterle-
re dayanmayan ortak bir yetki ve usul kaynağı bulunması gerekecekti
ama bu (Hıristiyanlarla ateistler arasında arabuluculuk yapmak üzere)
ille de Hıristiyan kriterlere göre yapılmayacaktı. Böyle bir usul, tabii
eğer mümkünse, Protestanlara, Katoliklere ve ateistlere eşit ölçüde hi-
tap edip aralarındaki anlaşmazlıkların ötesinde genel bir kabulün yo-
lunu açacaktı.
Meşruiyetin çoğullaşması fenomeni Batılıların zihninin belirsizlik-
lerle dolmasına yol açtı. Yapılması gereken kesinliğin kutsal amacını
güvence altına alabilecek bilgi için şüpheye yer bırakmayan bir temel
ilkeyi tecrit etmekti. Bu ancak kabul görmüş her bilgi tabanını kıyasıya
sorgulamakla mümkün olabilirdi. Böyle insafsız bir sorgulama olmak-
sızın, gözden geçirilmeden miras alınmış bilginin yanlış çıkması, dola-yısıyla bizi yanılgıya düşürmesi tehlikesi her zaman vardır. Bilindiği
üzere böyle bir sorgulama Descartes'ın radikal kuşku yöntemi sayesin-
de uygulamaya konulmuştu. Hiçbir bilgi parçası ya da önerme prensip
olarak kuşkulanılmadıkça kabul edilemezdi. Bir önermenin kuşkuya
açık olması kendisinden sonra gelen bilgi iddialarına karşı esas olarak
onu güvenilmez kılıyordu. Radikal kuşkunun bu sürecinde teolojik bil-
gi de miras alınmı ş her türlü diğer bilgiler gibi aynı işlemden geçirilme-
liydi. Şüphe edilebilir her şeyden şüphe eden Descartes sonunda kendi
10 40
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 22/106
kesin temel ilkesine varmıştı, cogito. Kendi gönül lü kuşkucu luğuy la
karşı karşıya kaldığında kuşkular denizinde boğulması muhtemeldi,
ne var ki tek bir şeyden emin olabiliyordu: Kuşku duymasına yol açan
bir şey vardı. Bunun bildiği ve tecrübe ettiği bir şey olduğu çok açık-
tı; şüpheye yol açan da buydu. Descartes şöyle anlatır: "Benim, varım
önermesi benim tarafımdan her ortaya konduğunda veya zihnimde
canlandığında doğru olması gerekir."6 Cogito ergo sum: Düşünüyorum,
öyleyse varım. Böylece Descartes üstüne belli bilginin inşa edilebilece-
ği şüpheye yer bırakmayan temel ilkesini tecrit etmiş oluyordu: Bilenözne, bununla "özne çağı" diye bilinen dönemi başlatmıştı. Aquinolu
Thomas'm yukarıda sözünü ettiğimiz beklenmedik ve devrimci evirti-
minin kaynağı da buradan gelir; eğer artık düşünen özne bütün bilgi-
nin temeliyse, demek ki bu Tanrı ilkesine de hizmet etmek zorundadır,
ama tersi geçerli değildir.
Descartes'ın metodolojisi çok geçmeden gözden düşmüş olsa da
onun "özne çağı" ile açtığı çığırın daha uzun ömürlü olduğu su gö-
türmez. Felsefi açıdan Friedrich Nietzsche tarafından bozulana ve Kari
Barth tarafından teolojik olarak baş aşağı edilene dek Batılı entelektüel
dünyaya egemen oldu. Aslında Nietzsche ile Barth'ın çifte saldırılarıbirbirleriyle ilgisiz değildir. Bu iki düşünür her ne kadar birbirlerinin
zıddı gibi görünseler de Barth, en azından Descartes'ın radikal kuş-
ku yönteminin mantıki tek sonucunu açığa çıkardığı için Nietzsche'yi
gayet haklı bulmuştu. Barth eğer "cidden şüphe etseydi, ama etmiş
gibi görünmeseydi" Descartes'ın varabileceği sonuca Nietzsche'nin
vardığım söyler.7 Barth'ın ortaya attığı soru hâlâ geçerliliğini korumak-
tadır; prensip olarak cogito neden şüpheye açık olmasın? Kuşku du-
yuyor olduğumu düşünmem neden aldandığım anlamına gelmesin?
Şüphe ettiğimi düşünmeye kandırılmış olabilirim, hatta belki de şüphe
eden bir "ben" olduğuna ikna edilmişimdir. Mantıklı çıkarıma vurun-
ca Descartes'ın kuşku yöntemi kaçınılmaz olarak Nietzsche'nin büs-
bütün aydınlığa kavuşturduğu nihilizme varır görünmektedir. Ayrıca,
burada Descartes'ın bilgi kuramının sözüm ona "tarafsız" karakterine
ilişkin bir mesele de var. Descartes'ın uygulamaya koyduğu Aquinolu
Thomas'm bilgi kuramının tersine çevrilmiş halini göz önüne alırsak,
giderek aralarındaki farkın bütün meşru bilgileri ilahi bir kaynaktan
çıkmış olarak gören epistemolojiyle her türlü meşru bilginin kaynağı-
nı insan olarak gören karşıt bir epistemoloji arasındaki fark olduğunu
anlarız. Bu sözlerle ortaya konduğunda Descartes'ın felsefesinin "ta-
rafsız" olduğuna inanmak giderek güçleşir: "Tamamen geliştiğinde
Kartezyen cogito felsefesi "hümanizmin can damarı olan" ve hümanist
ateizmin temelini oluşturan "özne kuramına" varmaktadır. 8 Düşünen
özneyi bütün bilgilerin kaynağı yapmakla, yöntembilimsel açıdan te-
oloji ile köprüleri büsbütün atıp yazdıklarının onlara karşı olduğunu
iddia ettiği ateistlerden yana tavır almıştır sanki. Görünürde "tarafsız"
olan gündem böylelikle partizan (örtülü ve bilinçsiz olsa bile) bir dev-rim olarak yeniden şekillendirilmiştir.
Elbette Descartes'ın Meditasyonlaf da Tanrı'nın varlığına dair tar-
tışmalar yaptığı gerçeğim ve Tanrı'nın varlığını makul şüphe ötesinde
bir yere oturtmaya niyetlendiğini örtbas etmek samimiyetsizlik olur-
du. Gelgelelim, bunun Descartes'ın kapsamlı projesinde oynadığı rolü
görmek ilginçtir. Kesin temeline oturttuğu cogito sonrasında Descartes
bilen öznenin varlığım güvence altına aldığını anlamıştı, ancak dış
dünyamn varlığına ilişkin hâlâ şüpheleri vardı. Kuşkulandığıma emin
olmakla birlikte harici dünyanın gerçekten varolduğundan kesinlikle
emin değilim. Görünüşe bakılırsa, bu dış dünyayı tecrübe ediyorum,
fakat bu tecrübelerin kendileri de aldatmaca olabilir. Bununla Descar-tes dış dünyanın, adlı adıyla Tanrı'nın, gerçekliğine güvence olabilecek
bir ilkeye ya da varlığa gereksinim duyar. Böylece Descartes'ın düze-
ninde Tanrı'nın oynadığı rolün önemine ilişkin kuşkuya yer kalmaz.
Şayet Descartes ateist olsaydı, düşünen özne olarak kendi varlığı dı-
şında hiçbir şeyin kesin olmadığını tespit ederdi. Oysa temelsiz tecel-
li yasağını koruyarak Anselm'in ontolojik argümanının bağlamından
uzaklaştırılmış versiyonunu tekrarlayan Descartes Tanrı'nın varlığını
tamamen akılcı temellere dayandırmak zorundaydı. Bu yönüyle Des-
cartes ile Anselm arasındaki fark epey çarpıcıdır. Yukarıda değindiği-
miz Aquinolu Thomas'm Beş Yolu ile ilgili olduğu gibi yakın zamanınbiliminsanları Anselm'in argümanının yalnızca inanç bağlamında işe
yaradığını ve o zaman anlaşılabileceğini öne sürmüşlerdir.9 Bu argü-
man zihnin tanrısal güce nasıl "doğal olarak yöneldiğini" gösteren
hazırlayıcı tefekkür olarak işler, fakat Tanrı'nın varlığının tarafsız, tek
başına ispatı gibi görülmemelidir. Ancak Descartes'ın ellerinde bu hale
gelir. Kartezyen anlamıyla bakıldığında argüman, Kant'm 200 yıl kadar
sonra işaret ettiği gibi tutarsızdır.
Kant'm "varoluş bir yüklem değildir" diyen meşhur itirazı bunun
10 42
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 23/106
gibi rasyonel argümanların, gerçekleştikleri rasyonel seviye dışında
bize hiçbir şey söylemediklerini ileri sürüyordu. Başka türlü söylersek,
böyle argümanlar bize aklın ya da mantığın yapısı hakkında bir şey-
ler anlatabilirler, ama bu işlemlerin dışında kalan herhangi bir şeyin
varlığını tespit etmeleri beklenemez. Öte yandan "Tanrı'nm varlığma
ilişkin argümanlar" kesin sonuçlara varan rasyonel ispatlara dönüş-
mekle kalmaz; bu dönüşüm yanında "ispatlanmış" Tanrı kavramının
dönüşümüne de yol açar. Kimileri için rasyonel argüman yoluyla var
olduğu kanıtlanmış Tanrı'nm Tanrı olduğu söylenemez. Kartezyen çer-
çeve içerisinde J. Hillis Miller şöyle der:
Ego her şeyi zan altında bıraktı, kendi dışında ne varsa düşünen
gücün nesnesi olarak tanımladı. Cogito ergo sum: Descartes'ın aşırı kuş-
kusunun benlikle ilgili vardığı mutlak kesinlik şeylerin, yalnızca ben
onları düşündüğüm için en azından benim açımdan, var oldukları var-
sayımına gider. Her şey sadece egoya yansıdığı için var olduğunda, in-
san denizi içip bitirmiştir. Eğer insan özne olarak tanımlanırsa, onun
dışında her şey nesneye dönüşür. Buna, şimdi insanın bilgisinin yegâne
yüksek nesnesine dönüşen Tanrı da dahildir. Bir zamanlar yaratıcı gü-neş, gökyüzüyle yeryüzünün kavuştuğu ufku meydana getiren güç
olan Tanrı diğer her şey gibi düşünce nesnesi olmuştur. İnsan denizi
içip bitirdiğinde denizi yaratan Tanrı'yı da içip bitirmiştir. Bu anlamda
her insan Tanrı'nm katilidir.10
Öyleyse bütün bunların ışığında Descartes'ın ateist bir çerçeveyi çok-
tan çizdiği ve Descartes'ın Tanrı'ya yakarışının yabancı bir teolojik kate-
goriden alınıp seküler rasyonalist çerçeveye uyarlmdığı iddia edilebilir.
Bu itibarla, VVittgenstein'm sonradan dil oyunları arasındaki yakışıksız
ayrımlardan doğan bir "karışıklık" diyeceği duruma örnektir. Bunagöre bir kavramı kökten yabancı dilbilimsel bir çerçeveye aktarmak için
onu kendi doğal dilbilimsel evinden uzaklaştırmak gerekir. Bu da kav-
ramın anlamını çarpıtmakla, eğer kavram aktarıldığı yapıya yeterince
uyum sağlamazsa onun ölümcül olarak etkisiz kalmasıyla sonuçlanır.
Her ne kadar etkilerinin açıkça su yüzüne çıkması biraz zaman aldıysa
da nihayetinde Descartes ateist bir bilgi kuramına kapıyı açmıştı.
On yedinci yüzyılın sonlarında Descartes'ın rasyonalist bilgi kura-
mı İngiliz ampirist filozof John Locke tarafından topa tutuldu. Locke'a
göre bilgi ve hakikate aklı kullanarak değil bütün bilgileri ampirik
duyu verilerine dayandırmakla ulaşılabilirdi. Çünkü Locke için insan
zihninin yeteneği olarak akim gücü, güvenilmez olmakla nam salmış-
tır. Bizi yanlış yola sevk edebilir ve her türlü yanlış anlamaya yol aça-
bilir, üstelik "belli bir temelin" işlevini yerine getirmesi için gereken
dayanıklılığı sağlamaz. Tersine, böyle bir maksadı bize kendi ampirik
duyularımızla elde ettiğimiz veriler kazandırabilir. Locke'a göre bu ba-
sit bir kuralcı felsefi metodoloji değildi. Daha çok bilgimizin aslındanasıl biçimlendiğini açıklayan bir anlatım olduğunu iddia ediyordu.
Bilindiği gibi Locke zihnin oluşum öncesi durumunun görüntüsünü
tasvir ederken onun duyu verilerinin izlenimlerini bıraktığı bir tabu-
ta rasa olduğunu belirtir. Bu izlenimler daha sonra biçimlenen bilgiye
göre "yapıtaşı" olarak hizmet ederler. Locke için rasyonalite ikinci de-
receden yansıma düzeyinde ve "fikirlerin" üretilmesinde vazgeçilmez
bir role sahiptir, ancak bu işlemlerin akla yatkın olması için her zaman
deneysel duyulara temelde öncelik vermeleri gerekir.
Epistemolojik sonuçlarının önemli olduğu düşünülen rasyonalizm
ile ampirizm arasındaki çekişme erken modern felsefenin kırılma çiz-
gisi olarak ortaya çıkmıştı. Oysa dönüp geriye baktığımızda bu çekiş-
menin taraflarını bölen hususlardan çok ortak yanlarını görmek daha
ilginç olur. Her iki taraf da kesin bilgiyi güvence altına alabilecek kaya
gibi sağlam bir temel arıyorlardı; her ikisi de o temeli insanın içkin ye-
tenekleri üstüne kurmuş ve sonradan gelen bilgi sistemlerini "taban-
dan tavana" gelişen bir temel üstüne inşa etmişlerdi. Bu yaygın ortak
yönlerinin ışığında ve sonraki felsefi gelişmeler göz önüne alındığında,
bu dayanağın yapısının nasıl olması gerektiğiyle ilgili anlaşmazlık gö-
rece küçük çaplı bir husus olarak kalır. Dahası, Descarte s gibi Locke da,
teolojik Tanrı kavramını huzursuz edici bir çerçeveye zorla oturtmaya
kalkmıştı. Ne var ki Locke'ın meselesinde Tanrı kavramıyla o kavramıniçine sokulduğu yapı arasındaki tutarsızlık Descartes için olduğundan
çok daha keskindi. Çünkü Tanrı aklın sınırlarını aşıyorsa, o zaman de-
neysel olanın sınırlarını da aşıyordun Aslında teolojik söyleme göre
Tanrı deneyselin ötesine geçmekle kalmaz, tam anlamıyla deney-dışı-
dır. Öyleyse, eğer Tanrı ille de deneysel temellere "dayandırılmak" zo-
rundaysa, sonuç Descartes'ınkinden bile daha az hayırlı olacaktır.
O zaman Locke başta kozmolojik argümanın kendine özgü yoru-
mu olmak üzere Tanrı'nm deneysel temellere dayalı varoluşuna ilişkin
10 44
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 24/106
çapraşık ve dolambaçlı bir dizi argüman geliştirir. Pek çok yönüyle bu
hiç de şaşırtıcı olmamıştı. Eğer Anselm'in ontolojik argümanının önsel
karakteri rasyonalist Descartes'a cazip geldiyse, Aquinolu Thomas'm
kozmolojik argümanının sonsal özelliği de ampirist Locke'ın ilgisini
çekecekti. Ne var ki Locke tartışmasını daha ileriye götürerek Tanrı
kavramına deneysel çerçeve içinde varılabileceğini savunur. Tanrı'nın
niteliklerinin hepsinin "Duyumsama ve düşünmeden gelen Fikirler'den
çıktığını ve bu 'fikirlerin' kendi ortaya attığı kozmolojik argümanla su
yüzüne çıkan kavramın gerekliliklerine cevap verecek Tanrı kavramına
varmak için sonsuzluğu hedeflediğini" ileri sürer. Şöyle demektedir:
"Yüce varlığa en uygun bir Fikir şekillendirdiğimiz zaman, bunların
(basit Fikirler) her birini sons uzluk hakkındaki Fikrimiz ile büyütürüz;
sonra onları bir araya getirerek kendi karmaşık Tanrı Fikrimizi üreti-
riz."11 Burada yine doğrudan olmasa da Tanrı konusunda Aquinolu
Thomas'm bilgi kuramının tersyüz edildiğini açıkça görmekteyiz. Aqu-
inolu Thomas'a göre Tanrı bilgisi insan kavramlarına ve deneyimleri
yerine Tanrı'nın kendi ifşa ettiklerine dayandığı sürece güvenilir. Oysa
Locke'ın öne sürdüğü bunun tam zıddı bir yaklaşımdır. Tanrı bilgisi,
kökleri insanın deneysel duyumlarına uzandığı ölçüde güvenilirdir.Teolojik bir kavramı kökten teolojik olmayan bir çerçeveye aktarma
girişimlerinin birkaç sonucu vardır. Descartes ile Locke'ın bütün yap-
maya çalıştıkları Tanrı için dış saldırılara maruz kalmayacak anlayışlar
ve argümanlar geliştirmek olmasına rağmen çabalarının pratik sonucu
tam da bunun tersi olmuştu, özellikle iki cephede bu böyleydi. İlki,
baştan aşağı tutarlı bir rasyonalizm ya da ampirizm herhangi bir mad-
di Tanrı bilgisine izin vermez görünüyordu, buna rağmen Descartes
ile Locke tam tersini saptamaya kalkışmışlardı. Aslında şimdiye kadar
Descartes hakkında yürüttüğümüz kısa tartışmamn tekrar eden tema-
larından biri de budur. Descartes'm şüphe yönteminin cogitonun varlı-ğından kuşkulanmayı reddedip keyfi olarak uygulamasının sona erme-
si bakımından tutarsız kaldığına işaret eden Barth'ın gözlemine değin-
miştik. Descartes yöntemini görünürde kaçınılmaz sonuca vardırmaya
isteksizdir. Dahası, geçen bölümde benzer bir argümanın (farklı bakış
açısından olsa bile), felsefenin gelişimine katkısı Descartes'm -kendi-
sinin açıkça yapmayı reddettiği- yöntemine derinlemesine tutarlılık
getirmek olan Deniş Diderot tarafından ortaya atıldığım da gördük.
Tutarlılık içinde uygulanınca Descartes'm rasyonalizmi ateizmi talep
eder görünürken şüphe yöntemi de nihilizmi gerektirir görünmekte-
dir.12 Zaman içinde Locke'ın da nasıl benzer bir saldırıya maruz kaldı-
ğını göreceğiz. Ancak göründüğü kadarıyla bu rasyonalist ve ampirist
metodolojiler ta en başından beri ateistik bir sonucu güvence altına al-
maya neredeyse önceden karar vermişlerdir.
İkincisi, bu çerçeveler içerisinde geliştirilen Tanrı'ya dair anlayışlar-
dan hareketle getirilen yaklaşımlar o güne kadar hüküm sürenlerden
kökten farklıydı. Bilhassa Tanrı'ya ulaşmak uğruna benimsenen yönte-min esasen üretilmiş Tanrı anlayışıyla yakın ilişkisi kabul edildiğinde
bu iyice belli olmuştu. Buna göre Descartes'm tanrısı rasyonel kavram-
ların somut hale gelmesinden biraz daha fazlası gibi görünmektedir.
Tekrar Kant'ı göz önüne alırsak, bunu rasyonel fikirlerin gerçekliğe
(uygunsuz) yansıması açısından ifade edebiliriz. Aynı şekilde Locke'ın
tanrısı ampirik gerçekliklerin somut halinden biraz daha fazlası gibi gö-
rünür. O zaman Hume'u göz önüne getirdiğimizde bunu ampirik ger-
çekliklerin sonsuzluğa, metafizik âleme (uygunsuz) yansıması olarak
görmemiz mümkün. Daha doğrusu Descartes ile Locke'ın benimsediği
bilgi kuramı yöntemlerine ve o doğrultuda ürettikleri Tanrı anlayışla-
rına bakarsak, "yansıtma" mekanizması ister istemez öne çıkar. Tabiibu tamamen beklentilere uygundur. Genel olarak söylemek gerekirse,
Tanrı bilgisi (Aquinolu Thomas'ta olduğu gibi) ilahi vahiy içine yerleş-
tirilirse insanların böyle bir bilgiye doğru temelden yönelmeleri pasif
kabul olur. Tanrı bilgisi insanın (rasyonel veya ampirik) kaynaklarına
yerleşsin diye bu epistemoloji tersyüz edildiğinde böyle bir bilginin dile
getirilmesinde insanların temel rolü aktif yansıtmadır. Öyleyse daha son-
raki kuşağın ateistleri tarafından ortaya konulan analizlerde merkezi
rol oynamasının "yansıtma" mekanizması olmasına şaşmamak gerekir.
O zaman ben de, bu zafiyetlerin, teolojik bir kavramın mimarları bu ger-
çeğin farkında olmasalar dahi, esasen teolojik olmayan yapıların içineaktarma çabalarına eklendiği önermesinde bulunuyorum. Öte yandan
bunlar Hume ile Kant'ın (herhangi bir maddi Tanrı bilgisine izin ver-
memesiyle ilgili olarak), Feuerbach ve Marx'ınsa (rasyonel kavramların
veya ampirik gerçekliklerin somutlaştığı Tanrı ile ilişkili olarak) eniko-
nu odaklandığı zaaflardı. Şimdi bu hususları ele alacağım.
David Hume'un hayatı entelektüel açıdan damgasını vurduğu on
sekizinci yüzyıla yayılmıştı. Hayatının büyük bölümünü İskoçya dı-
şında geçirdiyse de kentte Kale ile Holyroodhouse Sarayı arasındaki
47
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 25/106
Royal Mile bölgesinde dikkat çeken heykelinin de doğruladığı üzere
Edinburgh'un en parlak entelektüel yıldızıydı. Ömrü boyunca verdiği
pek çok eser yalnızca felsefe alanında değildi, ama çağdaşları arasında
en iyi bilineni ilk cildi 1754 yılında yayınlanan A History of England'dı.
İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme* 1739'd a yayınlanmıştı , ayrıca OfMi-
racles (1748) ve Dinin Doğal Tarihi** (1757) de aralarında olma k üzere
din hakkında birkaç kitabı vardı. Ama en tanınmış eseri olan Doğal
Din Üzerine Diyaloglar** 1779'a, ölümü nden üç yıl sonrasına dek ya-
yınlanmamıştı. Bu zaman zarfında her ne kadar kozmolojik argüma-
nın Locke tarafından ortaya atılan versiyonu Tanrı'mn varlığına ilişkin
rağbet gören argüman gibi düpedüz daha ampirik teolojik argümanın
gölgesinde kaldıysa bile Kartezyen rasyonalizme karşı Locke'm ampi-
rizmi zafer kazanmıştı. Diyaloglar'da gerek ampirist metafizik gerekse
teolojik argüman Hume'un hakaretlerinin parlatıcı iğnelemesine ma-
ruz kalmıştı. Hume'un saldırılarını diyalogdaki karakterlerin sesinden
dile getirmesi vurduğu darbeyi hafifletmediği gibi itirazı Avrupa'nın
entelektüel dünyasında yıkıcı sonuçlara yol açtı. Aslında Hume tara-
fından verilen Locke'a ilişkin felsefi hizmet Descartes ile ilgili olarak
Diderot'nun yaptığıyla aynıydı.Öyle ki Hume'un başarısı gözünü kırpmadan kusursuz ampirist
epistemolojinin imalarına karşı çıkmaya istekli olmasından ileri geli-
yordu. Eğer ampirizm tutarlı bir şekilde benimsenirse, bunun "sade-
ce bilinen fenomenlerden" kalkarak akıl yürütmek ve "her raslantısal
varsayımı yahut tahmini" bir kenara bırakmak anlamına geleceğini
görmüştü.13 Ortaya çıkan sonuç, kişinin duyu deneyiminden çıkmamış
hiçbir şeyin bilgisine sahip olamadı ğı husus uydu. Bilginin metafizik
denen kolu tanımı gereği ampirik olmayan demekti, bu da, Hume'a
göre, insanın metafizik bilgisine ulaşamayacağıydı. Locke'm duyu iz-
lenimlerinin izlerini bıraktığı tabula rasa olarak zihin kavramı üstündeçalışan Hume böyle izlenimlerin yalnızca bilginin belli öğeleri olaca-
ğına hükmetmişti. Zihin bu izlenimleri düzene koymaya ve onların
kurallarına ilişkin "iddialar ortaya atmaya başlad ığı an da psikolojik fa-
aliyet alanına girmiş oluruz. Zihnin ampirik deneyime katkısı sadece,
Hume'un "acayip bir his ya da alışkanlık ürünü zinde bir anlayış" 1*
İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi İst 1997
** Dinin Doğal Tarihi ve [Doğal] Din Üstüne [Diyaloglar], çev. Mete Tunçay, Kültür BakanlığıYayınları, ist., 1979. 5
diye tarif ettiği "inanış" veya yorumdan başka bir şey olmaz. Onca ta-
rihi felsefenin büyük yanılgısı bu psikolojik "yorumlama" faaliyetini
nesnel "hakikatlerin" ifadesi olarak tahayyül etmektir. Bilakis, böyle
bir faaliyet insan zihninin işleyişi hakkında bize bir şeyler söyleyebilir,
fakat bunun dış dünyanın yapısına ilişkin her şeyi bize anlatacağını
sanmak saçmalık olur.
Bu açıdan bakıldığında Hume için nesnel bilgi olan ne varsa ürkü-
tücü biçimde minimaldir. Bilindiği üzere Hume "sebep" ve "sonuç"gibi sezgisel kavramların da aynı şekilde psikolojik "kurmacalar" ol-
duklarını dahi iddia etmişti. Bir şeyin meydana gelmesine "sebep olan"
bir şey gördüğümüz zaman, aslında iki ayrı duyu izlenimi "görmekte-
yiz" ve bu izlenimler yalnızca doğruluğu ispat edilebilir bilgi verileri-
dir. Gerçekte, zihin kurmaca kavramlar olan sebep ve sonucu dışarıdan
gelen verilerin bu iki öğesine dayatır, bir bakıma, aralarındaki ilişkinin
öznel yorumunu yapar. Ancak zihnin her nasılsa sebep ve sonuç işle-
mini ampirik gerçekler olarak gördüğünü veya ortaya çıkardığını zan-
netmek yanılgıya düşmektir. Hume'un dediği gibi, "Sebep ve sonuca
dair bütün muhakemeler deneye dayanır ve... deneyimden gelen bü-
tün muhakemeler tabiatın akışının daima aynı şekilde devam edeceği
varsayımına dayanır." Oysa doğanın tektipliği
ispata imkân tanımayan ve bizim herhangi bir ispata gerek duymak-
sızın öyle olduğunu kabul ettiğimiz bir husustur. Sadece teamül icabı
geleceğin geçmişe göre rahat olacağını farz eder... Demek ki hayatın
rehberi akıl değil teamül.15
Hume'un "teamül" sözcüğünü kullanması günlük hayatın pratiği
için sebep ve sonuç gibi kavramların zorunluluğunun farkında oldu-
ğunu akla getirir. Böyle kavramların uzlaşmanın pratik araçları olarakgerekli olduğunu kabul etmesi bakımından pragmatist olan Hume di-
ğer yandan bunların aslında herhangi bir metafizik bilgi aktarmalarını
farz etmeye karşı kesin yasağı savunuyordu. Bu yasak başka hiçbir ko-
nuda olmadığı kadar doğal bilimlerde uygulanıyordu. Bütün bilimsel
keşifler, yasalar ve kuramlar yine ilerlemeye pratik ve gerekli yardım-
lar olarak görülmekteydi, ancak felsefi açıdan böyle bilimsel yasaların
konumu ampirik verilerin kesinkes doğruladıklarının ötesine geçmesi
bakımından psikolojik olarak yine kurmacaydı. Dolayısıyla, metafizi-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 26/106
ğe karşı bu yasaklamanın teizme uzandığını ama hiçbir şekilde onunla
sınırlı kalmadığını anlarız. Dahası, Hume'un dini fantazya olarak ta-
nımlaması karakteri itibarıyla asla ateist değildi. Onun epistemolojisi,
örneğin, Diderot'nunkine göre daha kökten kuşkucuydu. Hem teizmin
hem ateizmin savunulamaz olduğuna inandığı metafizik varsayımla-
ra dayandığını belirten Hume'u agnostik olarak tanımlamak metafizik
açıdan teizm-ateizm meselesinin prensipte karar verileme z olması na
inanması bakımından daha doğru olacaktır. Öyleyse, önceki bölümde
belirttiğimiz gibi on dokuzuncu yüzyıla kadar sözcüğün türetilmediği
düşünülecek olursa, Hume vaktinden önce agnostikti.
Böylelikle Hume, gerek Descartes gerekse Locke'ın imkânsızı yap-
maya çalıştıkları gerçeğini açığa çıkarmıştı. Her ikisi de ta başından iti-
baren böyle bir Tanrı'yı bertaraf ettiği anlaşılan felsefi çerçeveler içeri-
sinde Tanrı'ya yer aramaya çabalıyorlardı. Ancak Batı felsefesi henüz ne
son sözü Hume'a bırakmaya ne de Tanrı'dan böyle kolayca vazgeçme-
ye istekliydi. İmkânsız görünen, uzlaşılmaz olanı uzlaşır kılma görevi
Aydınlanma'nın büyük filozofu Immanuel Kant'a düştü. Onun metafi-
ziği kurtarma çabası Hume'un yıkıcı saldırılarının etkisini ve inandırıcı-
lığını tanıma bakımından daha güçlüydü. Kant, felsefi saatin Hume'danönceki zamana geri döndürülemeyeceğini kabul ediyordu. Metafiziği
saygınlığına kavuşturmak için sarf edilecek her ciddi ve saygın gay-
ret, derinlemesine kuşkucu argümanları doğrudan hesaba katmayı
gerektiriyordu, zaten Kant'ın yapmaya çalıştığı tam da buydu. "David
Hume'u hatırlayınca uzun yıllar önce beni dogmatik uykumdan ilk
uyandıran ve spekülatif felsefe alanındaki araştırmalarına yepyeni bir
yön verenin bizzat o olduğunu açıkça itiraf ediyorum." 16 Kant bilhassa
metafiziğin felsefe tarafından doğruladıklarının fazlasıyla ötesine geçti-
ğini vurgulayan Hume'u kabul etmişti. Sonuçta felsefe sıklıkla temelsiz
spekülasyon ve fantezilere kapılmış ve buna bağlı olarak ciddi bir bilimolma özelliğini kaybetmişti. Felsefe için tek çözüm kendi asıl ilkelerini
yeniden gözden geçirmekti; akılsa kendi yetenekleriyle sınırlarının öz-
düşüniimsel yeniden değerlendirmesine zaman ayırmalıydı.
Bu görev insanın isteyebileceği kadar derinlemesine bir özeleştiri
olan Kant'ın Arı Usun Eleştirisi" adlı eserinde yerine getirildi. Ortaya
çıkan sonuç önemliydi, çünkü Hume'dan esirgeneni kendisine bağış-
Arı Usun Eleştirisi, çev. A. Yardımlı, İdea Yayınevi, İst., 2011.
lıyordu. Kant deneysel duyu izlenimlerinin şekillendirilmesinde insan
zihninin etkin rol oynadığı, bilgiyi edilgin olarak içine almak ya da
onu yansıtmak yerine oluşumuna zihnin bizzat katıldığı hakkındaki
Hume'un sezgisini kabul etmişti. Fakat Hume'un tersine bunun ta-
mamen öznel psikolojik bir faaliyet olmadığında ısrarlıydı, çünkü in-
san zihni evrensel ya da önsel olan düzenleyici belli kategoriler veya
kavramlarla yapılandırılmıştı. Zihnin düzenleyici işleyişini tamamen
öznel olmaktan alıkoyan ve belli gerçekler hakkında nesnel anlaşma-ya varmanın nasıl mümkün olabildiğini açıklayan kategorilerin ev-
renselliğidir. Demek ki "nesnel olarak" güneşin taşı ısıttığı sonucuna
varılabilir, ne de olsa güneşin taşa vurması ve taşın ısmması üstüne
deneysel izlenimlerin her ikisi de rasyonel olan her bir kimsenin benzer
şekilde muhakeme etmesini sağlayacak evrensel "sebep" kategorisinin
süzgecinden geçer. Fakat yine de Kant böyle evrensel doğruların zihin-
den bağımsız, dünyanın olduğu gibi nesnel yansımaları olmadıklarını
Hume'a teslim eder. Kant için görüntüler dünyası aracılığıyla dünya-
nın kendine böyle nüfuz etmeye olanak yoktur, çünkü dünyaya dair
bütün deneyim ve bilgimiz kategorilerin düzenleyici faaliyeti vasıta-
sıyla olur. Kendi içindeki bu dünya Kant'ın numen dediği, tanımı gereğibizim için daima ulaşılmaz olandır. Öyleyse bütün metafizik gerçekler
görüngü dünyas ına ait olan, yani gözümüze görün en dünyadır. Eğer
felsefe kendi için bundan daha fazlasını talep etmeye çalışsaydı, işte o
zaman Hume'un saldırılarına yenik düşerdi; oysa kendi koyduğu bu
sınırları tanıdığı ölçüde metafizik için hâlâ bir rol biçmek ve sonuçları-
na aldırmaksızın Hume'a karşı çıkmak mümkün olabilirdi.
An Usun Eleştirisi'nin sonuç bölü müne geldiğinde Kant (Hume'u çü-
rütmek için kullandığı) metafiziği kurtarmış görünürken bir yandan da
onu acımasızca budamıştı (bununla Hume'a hakkım teslim ediyordu).
Fakat Tanrı'ya ilişkin olarak Hume'un kendi agnostisizminden birazdaha ileride görünüyordu. Çünkü Tanrı'nm görüngü dünyasının bir
parçası olduğu açıkça söylenemezdi. Tanrı sonradan evrensel katego-
rilerin süzgecinden geçen duyu izlenimleri kılığına bürünerek bize gö-
rünmez. Tanrı var olduğundan dolayı bu ancak kendi içindeki dünyada,
onu nasıl algıladığımızdan bağımsız olarak numenal dünyada mümkün
olabilir. Öte yandan Kant'ın numenal dünyaya dair insan bilgisine bir
yasaklama getirdiği düşünüldüğünde bu Kant'ı katı bir agnostisizmle
baş başa bırakır. Kant'ın Hume'a olan yakın ilgisi onu Tanrı'ya insanın
50
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 27/106
bilme sınırlarının içerisinde değil ötesinde yer verme k gerektiğini anla-
maya yöneltmiştir. Öyleyse zorlu bir seçimle yüz yüzeydi, ya (Hu me'un
yolundan giderek) Tanrı'dan tamamen vazgeçecek ya da Tanrı'nın in-
san bilgisinin sınırlarının ötesinde bilinmezce dolaşıp durmasına göz
yumacaktı. İkincisini seçti, bunun sonucunda kendisini Tanrı'nın hayali
bir varlık olarak kalmasının bariz olasılığından kurtaran tek şey Kant'ın
aşkınIık argümanına başvurmasıydı. Kaleme aldığı "ikinci eleştiride"
-Kılgısal Usun Eleştirisi*- açıklığa kavuştu rmaya çalıştığı buydu.
Pratik akıl, Kant'a göre, ahlakın ifadesi olan akıl âlemine aitti. Bu-nun merkezinde Kant'm summum bonum, en üstü n iyi anlayış ı, en yük-
sek ölçüde erdemin eşit oranda en yüksek mutluluk ölçüsüyle birleştiği
bütün insan hayatının evrensel ahlaki hedefi yer alıyordu. İnsanın bu
evrensel amacına rasyonel bir anlam vermek için saf veya kuramsal
akla dayanarak doğru gösteremeyeceğimiz pratik akla dayalı üç şeyi
doğru kabul etmemiz gerektiğini savunmuştu. İlki, iradenin özgür-
lüğünü doğru bilmek gerektiğiydi; iradenin özgür olması fenomenal
dünyada bilebildiğimiz bir şey değildir. Ancak aslında özgür olduğu-
muzu doğru bilmezsek, tecrübeyle öğrendiğimiz bütün ahlak yapısı
çökerdi. İnsan özgürlüğünü varsaymayan ahlak kuralı deneyimimiz,onu yerine getirme görevimiz ve en üstün iyi arayışımız hepsi anlamsız
hale gelirdi. İkincisi, Kant'a göre en üstün iyinin peşine düşmemiz an-
lamsız hale gelmemeliyse, gerçekleşebilir olmalıdır; gerçekleşemez bir
amacın evrensel takibi aklın buyruklarını çiğnerdi. Gelgelelim, ölümlü
yaşamlarında en üstün iyiye aslında ulaşabilen, eğer varsa, ancak bir-
kaç kişi bulunduğu göz önüne alındığında, en üstün iyinin gerçekten
idrak edileceği bir öbür dünyayı da doğru bilmek gerekir. Öte yandan
böyle bir öbür dünya en üstün iyinin gerçekleşmesi için gerekli ama ye-
tersiz bir koşul olarak görülebilir; çünkü koşulları sağlamakla birlikte
ona ulaşılacağının güvencesini vermez. İşte bu nedenle üçüncü pratik
ön gerçek (koyut) de irade, zekâ ve güç sahibi bir varlık olan Tanrı'nın
en üstün iyiye ulaşılmasını temin etmesi gerektiğidir.
Böylece Tanrı artık insanın ahlak deneyimini anlamlı kılmak için ih-
tiyaç duyulan ama bilinemez numen dünyasına itilen "gerekli pratik
bir ön gerçek" olmuştu. Kant'a kulak verirsek, bir Tanrı olduğunu fiilen
varsaymamız gerekirdi, fakat onun asıl varoluşu ne kurams al olarak bi-
Kügtscıl Usun Eleştirisi, çev. A. Yardımlı , İdea Yayınevi, İst., 2006 .
lebildiğimiz ne de rasyonel olarak tanıtlayabileceğimiz bir şeydi. Kant
meseleyi ortaya koyarken şöyle der:
Bu koyutlar teorik dogmalar değil ama gerekli pratik öneme sahip
ön varsayımlardır; dolayısıyla spekülatif bilgiyi genişletmemekle bir-
likte spekülatif akim ürettiği fikirlere genel olarak (pratik alanla ilişki-
leri aracılığıyla) nesnel gerçeklik kazandırır ve başka türlü onaylanma-
sının göze alınmaması olasılığında bile kavramlara bağlı kalarak haklı
çıkarır.17
Tanrı'mn yalnızca bir olasılık değil aynı zamanda bir edimsellik
olduğunu, her ne kadar bu edimsellik kuramsal açıdan metafizik bil-
gi dünyaları içerisinde asla yer alamayacak olsa bile akılda tutmamız
gerekir. Eğer teizm bu da, "ince çizgideki teizm" olduğu açık, ayrıca
modern dünya için Hıristiyanlığın "kurtarıcısı" olarak alkışlanmasına
rağmen bunun çok istikrarsız bir kurtuluş olduğunu söylemek gerek.
Descartes ile Locke'ın farklı felsefi çerçevelerinin Tanrı'ya yer ayırma-
dığım Kant görmüştü; ya da Hume görmesini sağlamıştı. Bu hususta
geriye dönüş söz konusu olamazdı, Tanrı'nın varoluşuna ilişkin rasyo-nel argümanlara yaptığı sıkı eleştirilerden açıkça anlaşılıyordu. Diğer
yandan Tanrı'ya metafizik bilgi sınırlarının ötesinde ustalıkla bir yer
bulmuş, bir anlamda Aydınlanma Tanrısı'nın ömrünü aksi takdirde
mümkün olmayacak şekilde biraz daha uzatmıştı. Kant'ın Batı felsefesi
üstündeki uzun vadeli etkisini hafife almamak gerekir, zaten modern
teoloji de Kant'm güçlü etkisi altında ayakta kalmıştır. Yine de nihaye-
tinde Kant'm Tanrı'yı savunması -ve Tanrı anlayışı- özünde kararsız
olan tedirgin ve istikrarsız bir barışıklıktı. Kant'ın etkisine ve becerikli
örtbas etme çabalarına rağmen modern felsefenin nihai ateist karakteri
kendini açıkça belli edecekti.Modern felsefenin ateist karakteri, Kant'ın felsefi düşmanı G. W. F.
Hegel'de kendini gösterip göstermediği sorusu hoş bir sorudur. He-
gel oklarını Kant'ın ampirizminin sonunda vardığı düalizme, zihin
ve dünya arasındaki başlıca bölünmeye yöneltmişti. Hegel böyle bir
ikiciliğin sonsuza dek kendinden soyutlanan yapay olarak bölünmüş
gerçeklik olduğuna inanıyordu. Bir zamanlar arkadaşı olan F. W. J.
Schelling gibi on dokuzuncu yüzyıl başlarındaki diğer filozoflarla
birlikte Hegel bütün düalist karşıtlıkların epifenomenal olduklarının
52
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 28/106
gösterileceği ve Tanrı ile dünya arasındaki nihai düalizm dahil, bun-
ların üstesinden gelineceği "birlik felsefesi" geliştirmeye çalışıyordu.
Hegel Tanrı'yı felsefi Ruh (Geist) kavramının resimli dinsel imgesi ola-
rak görmekteydi. Dünya esasen Ruh'tan ayrı değildir. Aslında dünya
Ruh'un kendini "öteki" yerine koymasıyla var olur. Öyleyse Geist ile
dünyanın ötekilik ilişkisi içerisinde olmalarımn belli bir anlamı vardır,
ama bu yalnızca daha geniş birlik bağlamında geçerli olur. Dünya akıl
ve maddenin ayrı elementler olduğu bir yer değildir; maddi dünya
rasyonel bilinç âleminden bağımsız var olmaz. Bilakis maddi dünyadoğası gereği rasyoneldir, bilinç de daima dinamik bir ilerleme halin-
dedir. Diyalektik ilerleme süreciyle hareket edip gelişen dünyanın ken-
disi Geist'ın k endini ötekileştirm e hareketinin dışavurumu dur. Bu dün-
ya başlangıçtaki birliği terk edip kendini dünyaya bırakarak Geist'm
kendini olumsuzlaması sayesinde var olur, bu bir yandan eşzamanlı
kendini olumsuzlama süreciyken aynı anda kendini gerçekleştirmedir.
Geist tam bilgiye sahip olmak ve kendini gerçekleştirmek için kendi
içine kapalı birlik olarak kendini olumsuzlamak zorundadır. Hegel'in
sözleriyle, "Mutlak hakkında söylenebilecek şey onun esasında bir so-
nuç olduğu, sadece sonunda hakikat olduğudur; onun doğası tam dabundan meydana gelir; yani, asıl özne, kendiliğinden kendisi olur."18
Böyle kendini gerçekleştirme ancak Geist'm kendisiyle öteki olarak kar-
şı karşıya kalmasıyla mümkündür. Hegel'e göre, bu felsefi gerçekler
Hıristiyan dininde metaforik olarak temsil edilmektedir.
Dahası, Hegel'in sözlerinin felsefenin bizzat kendi doğası üzerinde
de önemli yankıları olmuştur. Hegel felsefi sistemleri ne "hakiki" ne de
"hatalı" olan gerçekliğin tam açıklamaları olarak değil Geist'ın gelişi-
mindeki ilerleme sürecindeki gerekli "aşamalar" diye kabul eder. Böyle
her aşamanın Geist'm diyalektik gelişimindeki gerekli bir adım olarak
"hakiki" olması anlamlıdır, fakat aynı zamanda her bir aşamanın ha-
kikatin ille de kendisini karşılamadığı kısmi ve geçici bakış açısından
"hatalı" olmasında da bir anlam vardır. Ancak bu aşamalardan geçen
bizzat bu hareket ya da diyalektik ilerleme hakikatin ortaya çıkmasının
ürünüdür. Hegel'e göre bu hareket:
hakiki bilgiye doğru hızla ilerleyen doğal bilincin izleği veya doğası ge-
reği ona tahsis edilmiş yerlermişçesine kendinin bir dizi sureti içerisin-
de Çan'ın seyahat ettiği yol olarak görülebilir, böylelikle Ruh'un hayatı
uğruna kendini saflaştırarak nihayetinde tamamladığı kendi deneyimi
sayesinde kendi içindekinin gerçekten ne olduğunun farkındalığına
ulaşabilir.19
Bu bakımdan Hegel tarihin tümünü ve felsefenin hepsini kapsayan
bütün açıklamayı ortaya koyduğunu iddia etmektedir.
İşte bundan dolayı çoğunlukla "mutlaklık", "bütünleştirme", "ev-
rensellik" ve benzeri düşünürü olarak tanımlanır. Oysa Hegel'in eseri
öyle zengin ve karmaşıktır ki bunlar hiçbir zaman yeterince tanımla-
namayacaktır. Onun düşüncesinin evrensel boyutu yadsınamaz, fa-
kat bu onun düşüncesinin yine vazgeçilmez parçası olan "farklılık",
"olumsuz" ve "öteki" doğasına ilişkin son derece özgün içgörüsünden
ayrılamaz. Böylelikle Hegel'in aynı anda Aydınlanma modernitesinin
timsali ve postmodern yapısökümcülüğün habercisi diye tanımlanma-
sı mümkün olmuştur. Aynı belirsizlik teizm ve ateizm ile ilişkisi için de
geçerlidir. Daha sağlığında, hatta ölümünden hemen sonra bile teist-
lerle ateistler onun mirasçısı olma hakkını elde etmek için mücadeleye
girişmişlerdi. Hegel'in en nihayetinde seküler ateizmin düşünürü mü,
yoksa doğru Hıristiyan inancının ıslahına imkân tanıyan bir düşünürmü olduğu günümüzde de devam eden bir tartışmadır. Bir taraftan,
Geist kendini dünyanın tarihsel sürecine bırakır, böylece er geç onunla
bir olur diye ısrar etmesi 8. bölümde göreceğimiz gibi daha sonraki dü-
şünürlerin kesinlikle geliştirdikleri "Tanrı'nın ölümünün" her an ola-
bileceğini akla getirir. Diğer taraftan, farklı yollarla da olsa Descartes,
Locke, Hume ve Kant'm geliştirdiği, ayrıca bu bölümde epistemolojisi
ve metodolojisi itibarıyla örtülü ateist olduğunu ortaya koyduğum mo-
dern epistemoloji türlerine karşı olduğu izlenimi uyandırmaktadır. İn-
san rasyonalitesi artık Tanrı'yı "doğrulamak" zorundadır diye anlaşıl-
maz, Geist'm bizatihi tezahürü olarak görülür. Bu bakı mdan daha katıteolojik anlamlara kapı açar. Dolayısıyla Hegel de bu bölümde irdele-
diğimiz düşünürler grubunun soytarısı olarak görünür. Modernitenin
özünde ateistik kıyasların kademeli olarak kendini gerçekleştirmesi
diye sunduğum sürece katılmak yerine onu altüst eder.
Yine de hikâyemizde önemli bir yer tutmaktadır, bir kere, başta "sol
Hegelciler" denenler olmak üzere bazı halefleri tarafından düşüncesi-
nin nasıl geliştirildiği açısından önemlidir. Onlar, Hegel'in tarih felsefe-
sinin göstergeleri olarak algıladıklarından anlam çıkararak o sistemin
54
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 29/106
temel öğelerinden bazılarını düpedüz ateist bir yoldan geliştirmişlerdi.
Bu düşünürlerin en önde gelenlerinden biri Hıristiyan teizmine yöne-
lik eleştirisi aman tanımayan Ludwig Feuerbach'tı. Onun düşüncesiy-
le Hegel'inki arasındaki ilişki bilhassa önem taşır. Az önce Hegel'in o
güne kadar egemen olan modern felsefi paradigmaları bir bakıma ters-
yüz ettiğini belirtmiştik. Descartes ve Locke'a göre Tanrı temel cogito
ya da deneysel duyu verilerinin bir "izdüşümü" (küçültücü olmayan
anlamda) oluyordu. Hegel eski teolojik modellerin yansıması olarak
bunu ters çevirince insan öznelliği ve rasyonalitesi Geist'm tezahürleri
veya "izdüşümleri" oldular. Feuerbach'ın derin Hegelciliği bir yana,
Feuerbach'ın tersyüz ettiği, dolayısıyla Hegel'in reddettiği önceki mo-
dern epistemolojik yapıyı yeniden getirdiğinin Hegel'in düşüncesinin
bu belli yönü olması önemlidir. En azından bu bağlamda Feuerbach'ın
enikonu Hegelci olmadığı söylenebilirdi. Demek ki Feuerbach'ın evir-
timinin sonucunda Tanrı insan öznelliğinin bir "izdüşümü" haline gel-
miştir. Bu da bir anlamda Descartes ile Locke'm modellerini can alıcı
bir değişiklikle eski konumuna getirir. Descartes ile Locke açısından
"izdüşümün" esasen güvenilir kaynaklardan çıkması "izdüşümün"
sonucunun epistemolojik olarak güvenilir olduğu anlamına geliyordu.Buna karşılık Feuerbach'a göre "izdüşümün" kaynağımn insan öznel-
liği olduğunun öz düşünümsel farkmdalığı izdüşüm nesnesinin kendi
kaynağından başka hiçbir şeyi yansıtmadığı anlamına geliyordu.
Sonuç olarak Feuerbach, Tanrı'nm geleneksel sıfatlarını insanlığın
en iyi ve en yüksek nitelikleri diye görerek teolojiyi antropoloji ola-
rak yeniden tasavvur etmiş, teizm diye bilinen şeyi üretmek için onu
kişileştirip sonsuzluğa izini düşürmüştü. Dolayısıyla Tanrı öğretimiz
aslında insanlığın maskelenmiş ya da şifrelenmiş öğretişidir. Dahası,
bu izdüşüm süreci tutarsız biçimde uygulamaya konmasıyla kendini
ele verir. Bir yanda insan niteliklerinin, diğer yanda insan idealleri-nin izdüşümü yer almaktadır, ortaya çıkan bileşimse kendi kendini
tahrip edici özelliktedir. Feuerbach Hıristiyan Tanrısı'nı bir yandan
kişisel, etkin insansı niteliklerin bağdaşmaz karışımı olarak görürken,
diğer yandan onları mükemmel, ebedi ve sabit kişisel olmayan ideal
gerçeklik olarak anlıyordu. Ona göre böyle bir Tanrı anlayışı sadece
asılsız olmakla kalmıyor, aynı zamanda insan yabancılaşmasına yol
açıyordu. Çünkü insanlığın en iyi ve en yüce yönlerinin izini kendi-
lerinin dışına düşüren insanlar böylelikle iyi ve değerli olan her şeyi
içlerinden çıkarmışlardı. Ortaya çıkan sonuç insanın kendini olumsuz
algılamasıdır; değersiz ve günahkâr, oysa Tanrı bu şeylerin tam tersi-
dir ve insanlar onun huzurunda kendilerini küçültürler. Feuerbach
şöyle ifade etmektedir:
İlahi varlık anlayışında olumlu olan ne varsa ancak insani olabilir,
kul anlayışı bilincin nesnesi olarak sadece olumsuz olabilir. Tanrı'yı
zengin kılmak için kulun fakirleşmesi gerekir; Tanrı her şey olabilir amakul hiçbir şey olmalıdır.20
İnsanlar böylece bölünerek kendilerine ait en iyi niteliklere yabancı-
laşırlar, kendi kimliklerini sadece alçak yönleriyle tanımlarlar.
Yabancılaşma kavramı on dokuzuncu yüzyılın Hegel-sonrası bir
başka düşünürü, çizdiği Hegelcilik türüyle Feuerbach'ın hayati önem
taşıyan tersyüz edişini devam ettiren Kari Marx'ın da odak noktasında
yer alacaktı. Feuerbach'a göre teizm insanlığın bir izdiişümüyse, Kari
Marx'a göre teizm bir "ideoloji" olarak ekonomik temelin izdüşümüy-
dü. Bu da kendi içinde bambaşka ve önemli bir değişiklikti. Feuer-
bach her ne kadar Hegel'in "rasyonalizmini" sürdürmüşse de aklın buyönde gelişimi dünyanın tarihsel sürecini destekleyip güçlendirirken
Marx kapsamlı "materyalizmi" ile onu yerinden etti. Bu yer değişimi-
nin sonucu olarak tarihsel değişim ve gelişim akıl, düşünce ya da fikir
tarafından değil maddi koşullar ve özellikle ekonomi biliminin mad-
di koşulları tarafından belirlenmektedir. Hegel'in tarihsel gelişiminin
bir entelektüel düşünce sisteminin ansızın parçalanmasına sebep olan
ve kendinden sonra gelene, antitezine yol açan, kendi de benzer bir
deneyimden geçene kadar yürürlükte kalan içindeki rasyonel tutar-
sızlıkların farkına vardığı diyalektik bir süreç sayesinde güçlendiğini
görmüştük.Marx da tarihin gelişimini aşağı yukarı aynı biçimde anlıyordu, ama
can alıcı farklılık söz konusu sistemlerin rasyonel değil ekonomik ol-
masından ileri geliyordu. Belli bir ekonomik sistem eninde sonunda
içinden sürdürülmeyecek, içkin iktisadi maksadını yerine getiremez
hale gelene ve böylece yerini halefine, kendi ekonomik antitezine bıra-
kana dek egemenliğini korur. Ne var ki bütün bu sistemlerin ortak yanı
bir sınıfın diğerini sömürmesine dayalı sınıf çatışmalarının varlığıdır.
Hegel'de olduğu gibi bu süreç belirsizce devam etmez; diyalektik süre-
10 56
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 30/106
cin bizzat alt edildiği nihai hedefe doğru ekonomik istikrara ulaşılana
dek sürer. Burada, eninde sonunda alt edilen sömürüye dayalı sınıf ça-
tışmasıdır. Marx'a göre bu son komünist ütopyadır. Ancak ekonomik
temel yalnızca dünya tarihsel sürecini belirlemek ve sürüklemekle kal-
maz, aynı zamanda bir toplumun diğer her yönünü ve onun sözde uy-
garlığını temelden belirler. Bir toplumun "ideolojileri" özellikle onun
ekonomik temelinin yansımasıdır. Oradaki yasalar, ahlak, gelenekler
ve din de buna dahildir.
Marx için bunun anlamı, dinin pek çok teologun iddia ettiğinin tersi-
ne, ekonomik düzene ansızın yaklaştırıldığı bir ilişkide yer almadığıdır.
Bilakis onunla bilinçsiz de olsa yakın işbirliği içindedir. Şöyle der Marx:
Dini dünya gerçek dünyanın yansısıdır. Ticari mal üretimine daya-
lı, üreticilerin genelde ürünlerini ticari mallar ve değerler diye görerek
birbirleriyle sosyal ilişkilere girdikleri, bu sayede kendi bireysel özel
emeklerini türdeş insan işgücü standardına sunarak düşürdükleri bir
toplum için - böyle bir toplum açısından, soyut insan kültü ile birlikte
Hıristiyanlık, burjuvazinin gelişimleri içerisinde daha çok Protestanlık,
Deizm, vb. dinin en uygun biçimidir.21
Marx'a göre din (bu bağlam içerisinden bununla o zamanın Hıristi-
yanlığını kastediyor) kapitalist düzeni, örneğin, bütün dünyevi otori-
tenin Tanrı'nın buyruğuyla hareket ettiğini, bu itibarla insanlık tarafın-
dan saygı görmesi ve itaat edilmesi gerektiğini öğreterek desteklemek-
tedir. Dünyevi hiyerarşi her bir şahsın bu hiyerarşi içerisindeki uygun
mevkiye ilahi güç tarafından tayin edilmesiyle ilahi hiyerarşiyi hem
yansıtmakta hem de ona katılmaktadır.
Böyle bir açıklama Hıristiyanlığın seküler, ekonomik ve politik
düzenle kendi ilişkisini nasıl anladığıyla sadece kısmen çelişiyordu.Bu geleneğin bir halkası, örneğin Aziz Augustinus'un şekillendirdiği
"Tanrı Şehri ", ilahi_ düzenle insa ni düzen aras ındaki ilişkinin benze -
mezliklerinde ısrar eder. İkincisi ilki tarafından göreceleştirilir ve yar-
gılanır, Hıristiyan da o insani düzen içinde hesap verir ama o düzenin
hesabını vermez. Bu, yirminci yüzyılda Kari Barth'ın diyalektik teolo-
ji sinde ifa des ini bul an bir gel ene kti r. Am a bi r başk a ha lk a da -k ök le ri
Aziz Paulus'un Hıristiyanlara krala itaat ve hürmet etmelerini tembih-
lemesine dek uzanır- o ayrımı gidermeye çabalar. Ortaçağa ait biri ilahi
diğeri dünyevi, biri ruhani diğeri geçici olan kralın "iki bedeni" öğretisi
hükümdarın iki dünya arasındaki yegâne aracı olarak konumunu ke-
sinleştirerek onları birbirinden ayırmak yerine birbirine karıştırdı. Bu
fikir on yedinci yüzyılın neredeyse ortalarına kadar ısrarla devam etti,
hatta pekiştirildi. Marx'ın zamanında Hıristiyanlığın ekonomik düze-
nin yardakçısı olduğu artık fazlasıyla aşikârdı. Buna dair en çok aktarı-
lan alıntı herhalde gelecekte Bayan C. F. Alexander adını alacak kadın
şairin 1848 yılında yazdığı Hymns for Little Children adlı ilahi kitabın-daki dörtlüktür: "Zengin adam kalesinde/ fakir adam kapıda/ onları
Tanrı yarattı, üstün veya alçak/ ve böyle buyurdu." Bu duygular istis-
na olmak şöyle dursun, örnek teşkil ediyordu; ayrıca Marx'm analizini
de doğruladığı görülüyordu.
Marx'ın din çözümlemesinin diğer önemli bir yönü de ilkiyle bağ-
lantısız olmamakla birlikte bu hiyerarşi içerisinde alçak konumda bu-
lunanların zararına karşılık tazminat işlevi gördüğüydü. Ritüelleri ve
tesellileri dünyevi acıların dinmesini sağladığı gibi ebedi saadeti geti-
ren telafi aracıydı. Kuşkusuz Marx'ın dini "kitlelerin afyonu" olduğu-
na dair ünlü nitelemesine olanak tanıyan da analizinin bu yönüydü.
Öte yandan Marx'a göre dinin bu yönü çift taraflıydı. Bir yanıyla ezilen
sınıfların içinde bulundukları koşullara razı gelmelerini sağlamak gibi
ideolojik bir amaca hizmet ederek ekonomik düzenin ayakta kalma-
sını sağlıyordu. Ama diğer yandan, Marx bu durumun, aksi takdirdi:
telafisiz ve ümitsiz yaşamak zorunda kalacak kimseler için hayatı kat
lanılır ve yaşanabilir kılmak gibi olumlu bir işlevi olduğunu da kabu
eder. Kapitalizmin ekonomik koşulları hüküm sürdükçe dinin "feshi"
söz konusu olamazdı. Bazı bakımlardan bu ezilenlere çektirilen zulüm
olarak görülebilir, fakat ne olursa olsun her ekonomik temel karşı ko-
nulmaz bir şekilde yapay olarak bastırılması abesle iştigal olacak kendi
"ideolojilerini" üretecektir. Oysa Marx kapitalizmin çöküşünü artık dintarafından yerine getirilmesi gereken böyle işlevler kalmaması olarak
anlıyordu, dolayısıyla doğal ve kaçınılmaz olarak kaybolup gidecekti.
Hıristiyanlık ekonomik temelin öyle bütün bir yansıması ve ürünü ydü
ki bu temelin kendisi çökünce onun süregelen bağımsız varlığının da
ortadan kalkacağı su götürmezdi.
Bütün farklılıklarına rağmen Feuerbach ile Marx'm ortak kanaatleri
teizmin deneysel gerçekliklerin izdüşümü ya da cisimleştirilmesi oldu-
ğudur; ister insan nitelikleri olsun ister ekonomik temel, onlara göre te-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 31/106
izm böyle gerçekliklerin soyutlamasıdır. Bu soyutlama sürecinin bizzat
tanınması teizmin gerçekte ne olduğunun ifşa edilmesi için yeterli olur.
Eğer söz konusu olan teizm, örneğin Descartes ve Locke'ın temsil et-
tiğiyse, onların teşhisleri fazlasıyla geçerli. Çünkü ben burada Descar-
tes ile Locke'ın çizdikleri felsefi çerçevelerin, kurdukları epistemolojik
yapıların ta başından beri Tanrı'ya yer vermediğini savunuyorum. Bu
çerçevelere Tanrı kavramını zorla sokmaya çalıştıkça ilgili epistemolo-
ji ler tek er tek er bu nu n an ca k - ra sy on el ya da amp ir ik ge rç ek li kl er de n-
izdüşüm yoluyla mümkün olabileceğini belirttiler. Ama bu her zamangeçici ve istikrarsız bir uzlaşıydı, burada geliştirilen anlatım doğrultu-
sunda, Hume ile Kant çizdikleri çerçevenin prensip olarak kayda değer
herhangi bir Tanrı bilgisine yer açmadığını gözler önüne sermişlerdi;
Feuerbach ile Marx ise onların meydana getirmeye kalkıştıkları Tanrı
anlayışıyla ilişkili izdüşüm mekanizmasını açıklamışlardı. Demek ki
bizim açımızdan buradaki tarihsel bağlamın rolünü küçümsememe-
miz önemli. Feuerbach ve Marx'ın ateizmi bilhassa Tanrı'nm modern
anlayışını hedef almıştı; zaten onu zorlayıcı bir tutum sergiliyordu. 22
Bu Tanrı anlayışı daha kapsamlı bir değerlendirmeyi daha hak ediyor-
du, çünkü epistemoloji alanındaki modern devrimin Tanrı kavramınıdokunmadan bir kenara bırakması pek muhtemel değildi. Eğer Des-
cartes ile Locke'ın yararlandıkları epistemoloji Aquinolu Thomas'ın
benimsediğinden farklı olsaydı, Tanrı'ya dair ortaya çıkan anlayışla-
rın aynı olması pek beklenemezdi. Öyleyse modern tarihte ve modern
düşüncede ateizmi iyice anlamak için burada hangi Tanrı anlayışının
baskın olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Modern ateizmin red-
dettiği Tanrı tam olarak hangisiydi?
3. BÖLÜM
MODERN ATEİZMİN REDDETTİĞİ TANRI
Modern ateizmin modern Tanrı'yı reddettiğini söylemek yaygıngörünüyor. Oysa özellikle modern Tanrı anlayışının kendine özgü
olduğu ve o güne dek egemen görüşten yeni bir ayrılışı işaret ettiği
gösterilebilse bunun sonuçları önemli olurdu. Gerçekten böyle oldu-
ğunu iddia edenler çoktu, o kadar ki modern Tanrı modernite öncesi
Tanrı'dan bambaşka bir "şey" idi. Hatta modern Tanrı'nm bir şey ol-
duğunu söylemek pek çok açıdan bu farkı vurgular; modernite öncesi
teolojide Tanrı hiçbir şekilde bir şey değildi. Bu bölümde hem teolojide
hem de felsefede bu farkın nasıl ortaya çıktığını, ayrıca bir Tanrı anla-
yışından diğerine geçişin yapısını irdeliyorum.
Tarih boyunca Tanrı anlayışlarının durmadan evrildiğine karşı çı-kılabilir elbet, zaten beklenen de budur. Bütün bu anlayışları bir ara-
da tutan süreklilik çizgisine rağmen yine de Tanrı farklı zamanlarda,
yerlerde ve kültürlerde farklı şekilde anlaşılır ve algılanır. Dolayısıy-
la Tanrı'nm, mesela, on üçüncü yüzyıldaki algılanışıyla on sekizinci
yüzyıldaki algılanışının arasında fark olması doğaldır. Ancak karar-
lı ve devrimci bir değişime tanık olduğumuzu sanmamız için ortada
hiçbir neden yok, öyle ki burada bambaşka Tanrı anlayışlarından söz
etmekle yerden göğe haklıyız. Bu bölümde ayrıca, sahiden böyle radi-
kal bir kırılma yaşadığımıza dikkat çek mek istiyorum. Teolojide tarih-
sel değişimle gelişimin farkında olmamız, bir de yapay "kırılmalar",
"kopmalar" ve evrilen kesintisiz ortama ait görülmesi daha doğru ola-
bilecek abartılı farklılıkların tehlikelerine karşı gözümüzü açık tutma-
mız gerek elbette. Ancak önceki bölümde yaptığım analiz halihazırda
burada epey radikal yöntembilimsel kaymalara dayanarak çerçevesini
çizdiğimiz Tanrı anlayışının büyük ölçüde değiştiğini önceden haber
vermek gibi okunabilir. Aslında geçen bölümde ateist düşüncenin ge-
lişiminin izini sürmemizin amacı Descartes ile birlikte, sonuçlarının
tam anlamıyla görünür olması birkaç yüzyıla yayılan radikal episte-
10 60
l jik bi k l d ğ fik i i t t kt E ö ü ü
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 32/106
molojik bir kırılma yaşadığımız fikrini ortaya atmaktı. Er geç görünür
oldukları zaman bu epistemolojik kırılmanın altında yatan varsayımın
kökten ateistik olmasının gözler önüne serildiği söylenmişti. Ne var
ki bu tamamen gün ışığına çıkana dek münasebetsiz olmakla birlikte
bu yeni bilgi kuramının sınırları içerisinde Tanrı'ya hâlâ bir yer vardı.
Artık Tanrı kavramının tedirgin bir felsefi çerçeveye oturtulmaya zor-
landığı göz önüne alındığında, böyle bir Tanrı anlayışının son derece
radikal sonuçlar doğurması belki de kaçınılmazdı. Bu durumda Tanrı
fikrinin ta kendisin in modern dö nemi n başlarınd a ciddi bir değişiklikgeçirmesi neredeyse beklenen bir durumdu. Şimdi bunun nasıl böyle
olduğunu göstererek savımı geliştirmek istiyorum.
Öncelikle Aziz Aquinolu Thomas'm teolojisinde görünen Tanrı an-
layışının ortaçağdaki en önemli özelliklerinden bazılarını saptayarak
başlamak yardımcı olabilir. Aquinolu Thomas yalnızca ortaçağın siste-
matik teolojisinin en iddialı eserlerinden biri olan Summa Theologiae'nin
yazarı olarak görülmez, genellikle teolojik zihninin etkileyici selefi
Aziz Augustine'i bile gölgede bıraktığı da düşünülür. Dahası, on do-
kuzuncu yüzyılda Kilise'nin resmi teologu olarak kabul edilmesiyle
Roma Katolik Kilisesi'nin gözünde de itibarlı biri olduğu tasdik edil-mişti. Aquinolu Thomas'm Tanrı anlayışının en ayırt edici yönü nedir
sorusuna, Tanrı'nın deneyüstü olduğ unu iyice ve daima vurgula ması-
dır cevabı verilebilir. Bütün eserlerinde yaratıcı ile yaratılan, tanrısal ile
insan arasındaki bu mesafe duygusu onun söyleyip yazdığı diğer her
şeye sirayet etmişti. Bu, söz konusu mesafenin aşılmaz bir engel oldu-
ğu anlamına gelmiyor elbet. Tam tersine, insan bilgisi ancak Tanrı'nın
kendi inayetli kararıyla tanrısal bilgiye katılabilir. Geçen bölümde gör-
düğümüz gibi Aquinolu Thomas'a göre Tanrı bilgisi salt insan aklının
yeteneklerinin kullanılması sayesinde değil Tanrı'nın kendini ifşa et-
mesinden ileri gelir.
Aquinolu Thomas için ilahi olanı kavramak ve "ele geçirmek"
adına insan çabaları sürekli tetikte olmayı gerektiren hep olagelmiş
bir hevestir. Öyle ki bu baştan çıkarıcı heves, Tanrı hakkında konuş-
maya başlar başlamaz cazibesini kullanmaya başlar. İşte bu nedenle
Aquinolu Thomas Summa Theologiae eserine insan varlıkları nın Tanrı
hakkında fütursuzca konuşmaya başladıkları süreci de dahil etmiştir.
Yaratılanlar Tanrı hakkında konuşmaya başlarken bile hemen bu ca-
zibeye kapılır ya da hiç olmazsa hazır bekleyen bu tehlikeye düşer.
Çünkü yaratılan Tanrı'dan -mecburen insan dilini ve insan aklını kul-
lanarak- bahsederken daima Tanrı'nın deneyüstülüğünü "evcil leştir-
me", Tanrı'nın yaratıcı konumuna saygı göstermek yerine Tanrı'yı bir
yaratılmışa döndürme tehlikesi söz konusudur.1 Aquinolu Thomas'm
teolojisi tümüyle, "olumlu" manada ifade edildiğinde bile bu hep
olagelmiş hevese karşı tetikte durma ve Tanrı'nın o esas karakteris-
tiğini -deneyüstü olma özell iğini- koruma zorunluluğunu destekler.
Onun tanrısal deneyüstülüğünün kalesini savunma mücadelesinde
Aquinolu Thomas'm elinin altında birkaç silah vardı. Daha önce de
gördüğümüz üzere ilkinde Tanrı karşısında insan aklının sınırlarını
vurguluyordu; insan aklının yardıma gerek kalmaksızın bizi ilahi ha-
kikatler âlemine götürebildiğini düşünmekten sakınmalıydık. İkinci
olarak "müspet teolojisi" ile dengelediği ve kilise geleneğinde uzun
bir tarihçesi olan "menfi teolojiye" müracaat etmişti. Menfi teolojinin
"öğreti kümesi, ruh hali, manevi tarz" olduğu söylenir, onun içerdiği
en sık tekrarlanan beyanlardan biri şöyledir: Tanrı'nın var olduğu ke-
sin, ama Tanrı'nın doğası ve özü bilinemez. Bu gizem ondan dolaylı
olarak bahsetmekle, ya da olumsuzlamalarla veya sembolik "isimleri"doğrulamakla yaratılır; fakat en nihayetinde, tıpkı güneşe bakınca ka-
maşan göz misali zihin tarafından kavranamaz.2
Aquinolu Thomas'm pek çok yönüyle bu menfi teolojiden ayrıla-
maz üçüncü silahı da bütün teolojik dilin analojik karakteri üzerine
öğretişiydi. Aquinolu Thomas'm analojiyle dair öğretisi iyi bilinmekle
birlikte bunun diğer öğretilerinin tam merkezinde yer alması her za-
man değer görmemiştir.
Aquinolu Thomas'a göre teolojik dilin başlıca sorunu genel olarak
dilin insansı varlıklara atıfta bulunmak üzere yaratılanlar tarafındangeliştirilmiş olmasıdır. Dolayısıyla, Tanrı söz konusu olduğunda ye-
tersiz -ve muhtemelen yanıltıcı- kalır. Dil, esas itibarıyla, sonsuz, ge-
rekli, yaratıcı Tanrı'yı ifade etmek ve yaymak için kullanılan sonlu,
koşullara bağlı, yaratılanlara özgü bir araçtır. Araç ile amaç arasındaki
bu uyumsuzluk önüne geçilemez tehlikelere yol açar; dil olarak teolojik
dil esasen Tanrı'ya ihanet eder diyen belli bir kanı vardır. Bunun kar-
şısında yapılacaklardan biri suskunluğu korumak ve Tanrı hakkında
fütursuzca herhangi bir söz edilemeyeceğinde ısrar etmek. Veya Tanrı
hakkında kullanılan her dilin çift anlamlı olduğ unda ısrar etmek; yani
63
daima belli bir agnostisizm ya da bilmeme ile tavına getirilir Zaten
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 33/106
hakkında kullanılan her dilin çift anlamlı olduğ unda ısrar etmek; yani
Tanrı için kullanılan bütün sözcüklerin bir bakıma sıradan dilde kul-
lanılma şekilleriyle tamamen ilgisiz olduğunda ısrar etmek gibi yine
aynı kapıya çıkan bir tutum benimsemektir. İster suskunluğu koruya-
lım, ister teolojik dilin çift anlamlı olduğunda ısrar edelim, sonuç aynı-
dır: Tanrı'ya dair kesin bir epistemolojik bilmeme durumu. Aquinolu
Thomas'a göre bu da her türlü insan bilgisinden Tanrı'yı kopararak
başka bir ihaneti doğuracaktı. Yaratıcı ile yaratılan arasındaki nitel far-
kı esirgemek önemli, fakat bu yaratıcıyı yaratılandan tamamen kesipkoparmak pahasına olmamalıdır.
İşte bu ikilem karşısında Aquinolu Thomas analojik dile ilişkin
kendi anlayışını geliştirir. Madem kendimizi Tanrı'dan koparmayaca-
ğız, teolojik dilin bir biçiminin gerekli olduğunu kabul etmeliyiz. Fa-
kat bunu yaparken aynı zamanda dilimizin ancak üstün nitelikli ve
geçici olarak Tanrı'ya uygulanabileceğini teslim etmek zorundayız.
Dünyadaki varlıklara atıfla kullanılan dilin aynı şekilde Tanrı'ya atıfta
bulunduğunu düşünemeyiz. Bunu akla getirmek teolojik dilin tek an-
lamlı kullanılması demek olur, dolayısıyla Tanrı'nm aşkmlığına doğ-
rudan ihanet etmemize yol açar. Öyleyse, Tanrı ile herhangi bir insan
iletişimine ihanet etmemek için teolojik dilin çift anlamlı anlaşılma-
sından kaçınmak gerekiyorsa, Tanrı'nm aşkınlığına ihanet etmekten
kaçınmak için de tek anlamlı anlamadan sakınmak gerekir. Bu çifte
inanç Aquinolu Thomas'ın analoji hakkında istenmeyen iki aşırı nokta
arasında bir tür arabuluculuk diye görebileceğimiz öğretisinin odak
noktasında yer alır. Ne zaman Tanrı'nm adını ansak, bunu bir bakıma
fani varlıklardan söz ederken kullandığımızla bağlantılı olarak -yan i
bazı hakiki bilgileri aktararak- yaptığımızı söylemişti Aquinolu Tho-
mas, ama o ilişkinin asıl doğasına ve Tanrı'ya başvurulduğunda o söz-
cüğün gerçekte ne anlama geldiği konusuna gelince cehaletimizi itiraf
etmemiz gerekirdi. Dili böyle, bu "fark ilişkisini" hep akılda tutarakkullanmak dili analojik olarak kullanmak anlamına gelir. Aquinolu
Thomas bizzat şöyle açıklar: "Kelimelerin böyle kullanımı salt anlam
muğlaklığıyla basit tek anlamlılık arasında bir yerde kalır, çünkü ke-
lime ne tek anlamlı kullanımdaki gibi aynı anlamda kullanılmıştır, ne
de çift anlam muğlaklığındaki gibi tümüyle farklı niyetlerle." 3
Böyle anlaşıldığı zaman teolojik dil yaratılanların Tanrı hakkında
bir şey söylemelerine ve bilmelerine olanak tanır, ancak bu "bir şey"
daima belli bir agnostisizm ya da bilmeme ile tavına getirilir. Zaten
Aquinolu Thomas'a göre Tanrı'ya dayandırılan bütün dil analojiktir;
eğer Tanrı'nm aşkınlığı korunacaksa bu dilbilimsel kullanımdan kaçış
olmaz. Michel de Certeau'nun şu sözleri analoji mantığını açığa ka-
vuşturur: Tanrı'nm "aşkınlığının ağırlığı, 'Tanrı vardır' önermesinin
arkasından bir inkâr gelmesi gerektiği noktasına kadar her söyleneni
göreceli kılmaktadır."4 Bu şekilde dile getirilince Aquinolu Thomas'ın
analoji hakkındaki öğretisinin menfi teoloji geleneğiyle neden bu ka-
dar yakın bağlantısı olduğunu görmeye başlarız; o kadar ki analojikdili menfi teolojiyi ifade etmenin bir yolu olarak düşünebiliriz. Zaten
Aquinolu Thomas'ın dedikleri ikisinin iyice birbirine kaynaştığını
görmemizi sağlar:
Bu hayatta zihinlerimiz Tanrı'mn ne olduğunu kavrayamaz; hak-
kında fikir yürütmenin her yolu, onu gerçekte olduğu gibi anlayama-
maktır. Bundan dolayı isimlerimiz ne kadar az kati, ne kadar daha ge-
nel ve basit olursa, Tanrı'ya tatbik edilmeleri o ölçüde uygun düşer.5
Teolojik dili analojik olarak anlamanın, sözünü ettiği Tanrı'mn nasılkavrandığına ilişkin derin sonuçları bulunduğu şimdi açıkça anlaşıl-
mıştır herhalde. Yoksa analoji, ifade ettiği Tanrı anlayışından apay-
rı ve uzak bir dilbilimsel bir araç değildir. Bilakis Tanrı analojik dile
göre ilahi varlığı ifade etmenin yegâne uygun yolu olduğu düşünülen
belli bir biçimde algılanır. Diğer açıdan bakıldığında, Tanrı yalnızca
Tanrı'yı algılamanın belli yollarını düzenlerken öbürlerini yasaklayan
analojik dilde ifade edilebilir. Buna göre, Tanrı'nm diğer pek çok şeyin
yanında iyi, sevecen, mükemmel, yalın ve üçlü birlik olduğu biline-
bilir. Fakat böyle, dilin bütünüyle analojik olarak kullanılması aynı
zamanda Tanrı'mn aşkın, gizemli, bilinemez, saklı ve insan algısının
ötesinde olduğunu vurgulamaktadır. Öyleyse Aquinolu Thomas'ınanaloji öğretisini onun bütün müspet teolojisini daima ve ister iste-
mez niteleyen menfi teolojisinin ayrılmaz parçası diye görmek gerekir.
Bütün teolojik idrak belli bir bilmeme üstüne oturur ve bu bilmeme
Aquinolu Thomas'ın inancının dış dünyadaki reddi değil de kopmaz
bir parçasıdır. David B. Burrell'in belirttiği gibi: "Aquinolu Thomas bu
denli bilinmez bir Tanrı'ya kolaylıkla tahammül edebildiğini göstere-
rek dini disiplinini açıkça ortaya koyar." 6
10 64
Modernitenin doğuşundan itibaren bütün teolojide analojik dilin muhtemelen felsefi açıdan aklımı ı çelmekle kalma a rıca insanları
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 34/106
Modernitenin doğuşundan itibaren bütün teolojide analojik dilin
her yerde hazır ve nazır bulunduğu anlayışı kayboldu. Kuşkusuz bu
"analoji" hakkındaki konuşmaların tamamen ortadan kalktığını iddia
etmek anlamına gelmiyor. Fakat artık odak noktasında değil, çizgi dı-
şındaydı, gereğince başvurulmaya devam ettiği zaman bile Thomist
selefinin kullandığı kadar çift anlamlı anlaşılmıyordu. 7 Bunu geçen
bölümde tartıştığımız bazı epistemolojik gelişmelere bağlarsak, neden
böyle olabildiğini görmemiz zor değil. Orada Descartes'tan itibaren
modern filozofları "belli" bir bilgi arayışı, felsefeyi "belli" bir bilgidalı, bir "bilim " olarak tesis etmekle ilgilendiğini gördüğümü z Kant'a
kadar ısrarla devam eden bir arayış olduğunu görmüştük. "Belirlili-
ğe" en çok değer verilen felsefi bilgide Aquinolu Thomas'ın analoji
öğretisi gibi bir doktrine neden kuşkuyla bakıldığını görmek zor değil.
Çünkü belirsizliğin, kesin olmayışın ve dilbilimsel kararsızlığın teolo-
jik yanı nı n ger ekl i önem in i vurg ul uy or du. Öy le ys e mo dern akl a göre
analojik dil açıklığa kavuşturmaktan çok kafa karıştırmış ve kaçınıl-
maz olarak bilimsel belirlilik arayışına köstek olmuş tu.
Modernitenin başında gördüğümüz değişikliği Don Cupitt çok iyi
ifade etmiştir:
Modern felsefe Hume, Kant ve Frege ile birlikte şekillendikten son-
ra bu eski (menfi teolojiye ait) doktrini boş ve saçma bulur. Deist John
Toland temel itiraz noktasını açıkça ortaya koyar: "Doğada Blictri de-
nen bir varlığın şaşmaz güvencesine sahip ve bu arada bu Blictri ne hiç
bilmeyen o Kimse, haklı yere kendini Komşularından daha bilge göre-
bilir mi?" Toland doğru söylüyor elbet. Tanrı'nm var olduğunu beyan
etmek Tanrı'nm ne olduğu hakkında bir şey söylenmedikçe içerikten
yoksun kalır. Modern bakış açısından göründüğü kadarıyla Aquinolu
Thomas'm yaptığı... olsa olsa boşluğun peşinden koşmaktır.8
Aslında John Hick de "herhangi bir anlama gelebilen bir doktrin
hiçbir şey değildir. İnancımızı açıkça dile getirmekten kaçındıkça boş
kalacaktır," derken benzer duyguları ifade eder.9 Cupitt devam ede-
rek önemli bir noktaya değinip böylesi bir boşluğun yalnızca episte-
molojik açıdan problemli görülmediğini, aynı zamanda ahlaki açıdan
sakıncalı olduğunu, ne de olsa bizi "gizemin zorbalığı" adını verdiği
duruma tabi kıldığını belirtir. Başka bir deyişle, gizemin çekici yanları
muhtemelen felsefi açıdan aklımızı çelmekle kalmaz, ayrıca insanları
kontrollerinin ve rasyonel sorgulamalarının ötesinde bir bilinmezin
kölesi yaparak insan özgürlüğünün bütünlüğünü sarsmaya yeltenir.111
Bu husus onu modern zihniyetin başlıca yüzü diye gören Charles Tay-
lor tarafından desteklenmiştir. Önce Katolik Kilisesi'ne karşı Reform
sloganlarında, en çok da töz dönüşümüne karşı geliştirilen fakat daha
sonra katı Hıristiyanlığın kendisini hedef alan retorikte görülür. Cu-
pitt, "bu gizemlerin, Hıristiyanları gasp edilmiş iktidarın esiri olarak
tutmak amacıyla... bugün gizemlilik dediğimiz şeyin bahanesi olmuş-
tu; Calvin'in Katolik Kilisesi'nin gizemlerine yaptıklarını Taylor bu
türden gizemlere yapmıştı," der.11
Öyleyse analoji ve menfi teolojinin artık epistemolojik boşluğun
ve manevi esaretin cisimleşmesi olduğu kabul edilirken, bunun sonu-
cunda Aquinolu Thomas 'ın müs pet ve menfi teoloji arasında kurduğu
ince denge, bundan böy le müspet teolojinin tartışmasız öncelik kazan-
dığı bir vaziyete yerini bırakmıştır. Aquinolu Thomas'm ısrar ettiği,
"Tanrı'nm bütün dili analojik tir," iddiası unutu lmuşt u, artık Tanrı'nm
yarattıklarıyla hiç olmazsa tam anlamıyla ve tartışmasız birtakım sa-
mimi esaslar paylaştığı düşünülüyordu. Örneğin bunu savunanlardanbiri olan Amos Funkenstein şundan bahseder:
on yedinci yüzyılda Tanrı'nın şeffaflığı diye adlandırılabilecek bir şey.
Söylemek istediğim on yedinci yüzyıl düşünürlerinin Tanrı hakkında
daima ortaçağ teologlarından daha fazlasını bildiklerini iddia ettikleri
anlamına gelmez. Bazılarına göre Tanrı, hakkında pek az şey bilinebi-
len deus absconditus -saklı Tanrı - olarak kalmıştı. Demek istediğim, on-
lar Tanrı hakkında ister az, ister çok bildikleri ne varsa, açıkçası "belgin
ve belirgin" fikirler iddia etmişlerdi.12
Tanrı'dan açık seçik "belgin ve belirgin" fikirlerle söz edilebildiğini
tahayyül etmek analoji doktrininin öğrettiğinin düpedüz antitezidir
ve aslına bakılırsa, tek anlamlı teolojik dilin ıslahını sağlar, bu da Aqu-
inolu Thomas'm vurgulamaktan asla bıkmadığı tehlikelerdendir. Eğer
Funkenstein haklıysa, burada teolojik dilin anlaşılmasında büyük bir
yön değişikliği olmuşa benziyor. Fakat eğer Tanrı'nm nasıl tasavvur
edildiğiyle ilgili büyük bir devrimle birlikte gelmeseydi, bu dilbilimsel
değişimin kendi içinde önemi kalmazdı.
10 66
Aquinolu Thomas'm bir tarafta Tanrı ile ilgili analojik dili anlama- somut bedenlerden ayırır, ama başka yönlerden bakılınca tek anlam-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 35/106
qu o u o as b ta a ta a e g a a oj d a a a
sıyla, diğer tarafta Tanrı anlayışı arasındaki yakın ilişkiye dair şimdiye
dek söylediklerimiz ışığında böyle bir dilbilimsel kaymanın modern
Tanrı anlayışına etkileri olması bizi şaşırtmamalı. Bu iki anlayışın
Aquinolu Thomas açısından birbirine geçtiğini ve analoji üstüne iyice
içine işlemiş öğretisinin her şeyden önce Tanrı'nın aşkınlığını muha-
faza etmeye yönelik olduğunu görmüştük. Analojiye bağlılığın terk
edilmesi ya da zayıflamasıyla birlikte beraberinde bir ayrışma, en
azından Tanrı için "aşkın" demenin anlamının ne olduğu anlayışınındeğişmesi belki de kaçınılmazdı. Dil artık dünyadaki varlıkların özel-
liklerini ifade ettiği gibi aynı tartışmasız biçimde Tanrı'yı ifade edebili-
yorsa, bu Tanrı'nın bir bakıma dünyadaki şeylere yakın olduğunu ima
eder; öyle ki kendi de bizzat bir "şey" olur. Diğer bir deyişle Tanrı'nın
tasavvur edilişinde nitel bir değişim söz konusudur.
Bu değişikliğin kendini belli etmesinin bir yolu Tanrı'nın "varlığı-
nın" bundan böyle ontolojik açıdan aşkın bir gizem olmadığının, artık
dünyevi varlıktan temelde farklı olduğunun ama ilişkili olmadığının
anlaşılmasıydı. Onun yerine Tanrı'nın varlığı daha çok dünyevi varlık
düzeyinde tasavvur edilir oldu, hatta Tanrı'nın dünyada tayin edile-bilir bir "mevki" içerisinde belirlenebilir bir "töze" sahip olduğu dü-
şünülmekteydi. Dolayısıyla Funkenstein'ın "Tanrı'nın bedeni" dediği
fikirler ailesi ortaya çıktı. Kati, tek anlamlı, mekanik dilin bilimsel yü-
celmesi hem felsefi hem de teolojik düşünceye sızdıkça Tanrı'nın ne
tür bir "şey" olduğunu belirlemek gerekli hale gelmişti.
Funkenstein bu eğilimin öğretici bir örneğinin de Henry More'un
çizgisi olduğunu söyler. More'a göre yaratıcı ile yarattıkları arasındaki
veya ilahi ile insani arasındaki ayrımı en iyi ifade eden ruhani beden-
ler ile maddi bedenler arasındaki ayrımdır. Kuşkusuz More ikisi ara-
sında bir ayrım olduğunu ifade eder, fakat aynı zamanda bizde bunun
iki tür deneysel gerçeklik arasındaki ayrım olduğu gibi açık bir kanaatuyanır. Demek ki mesela, ruhani bedenler nüfuz edebilir ve daralıp
genişleyebilir olmalarıyla somut bedenlerden ayrılırlar. Başka bir de-
yişle, ruhani bedenlerle somut bedenlerin farkı (Aquinolu Thomas'm
anladığı gibi) biri deneysel, öteki tamamen deneysel olmayan iki ayrı
benzemez gerçeklik arasındaki fark olarak değil, tam tersine deney-
sel gerçekliğin iki türü arasındaki fark olarak anlamak gerekir. Ruhani
bedenlerin nüfuz edebilir, daralabilir ve genişleyebilir olması onları
somut bedenlerden ayırır, ama başka yönlerden bakılınca tek anlam
lı kavramda anlaşılan "tözün" iki türü oldukları izlenimini ediniriz.
More açısından Tanrı en yüce ruhtur, o kadar ki diğer bütün varlıklar
ona bağımlı olur. Ruh olarak Tanrı uzar, ancak onun uzantısı sonsuz-
dur; uzayın kendisidir.13
Böylece Tanrı doğal dünya içerisinde kuşkusuz deneysel bir ger-
çekliktir iddiası ortaya çıkar, fakat Tanrı'nın doğal dünya üzerindeki
egemenliğini sürdürmek için doğal dünyanın bütünlüğü ile gerçek ten
denkleştirilmesi gerekir, bu da bir yönüyle panteizmin habercisi gibigörünmektedir. Gerçi More burada, bir tarafta Tanrı'nın dünya içe-
risinde deneysel gerçeklik olduğu vargısıyla, diğer tarafta, Tanrı'nın
her nasılsa aynı dünyanın ötesine geçtiği ve üzerinde egemenlik kur-
duğu vargısını bağdaştırmaya çalışır. Analoji ile menfi teolojinin bü-
tün geleneğinin çökmesiyle Tanrı bundan böyle bir şekilde ampirik
dünyevi gerçeklik olarak tasavvur edilecekti (şayet analojik kuralla-
ra riayet edilmezse Aquinolu Thomas'm olmasından korktuğu tam
da buydu). Böyle dünyevi kavramda aşkınlığı korumanın tek yolu
Tanrı'yı bir şekilde o dünyanın bütünlüğünü ifade eden bir varlık
olarak görmektir; dolayısıyla sonsuz yayılmış bir töz haline gelir, sa-hiden uzayın kendiyle eşdeğer olur. Öyleyse mekân ve zamanı aşan
ruhani gerçeklik olmak şöyle dursun, Tanrı neredeyse mekân ve za-
manın cismani haline dönüşür. Funkenste in'ın sözleriyle: "More'un
ilahi kavramı evrendeki bütün mekanik ve maksatlı güçlerin uyumlu
toplamının bütününü karşılar."14
More kesinlikle yalnız değildi. Modern teoloji (felsefe ve bilimin
yanında) her ne kadar sert münakaşa ve tartışmaların alanı olsa da
bunlar her şeye rağmen Tanrı'nın "evcilleşmesinin" yaygın olarak
doğru varsayıldığı bir ortamda yürütülmekteydi. Modern teizmin
gelişiminde örneğin, Buckley belli başlı iki halka tespit etmiştir. Biri
Descartes'ın öncülüğünü yaptığı ve Nicolas Malebranche tarafından
geliştirilen rasyonalist ve matematiksel hal kaydı. Diğeri de Isaac New-
ton tarafından türetilen ve Samuel Clarke'm izinden gittiği daha am-
pirik ve mekanik halka. Bunlardan çıkan Tanrı anlayışları apayrıydı.
Fakat ortak yanları Tanrı'nın aşağı yukarı diğer şeyler gibi gönderme
yapılabilecek tanımlanabilir "töz" ve tanınabilir "yer" sahibi bir "şey"
olduğu anlayışıydı.15
Bütün bu geleneğin Richard Swinbur ne gibi analitik din filozofunun
çalışmalarındaki çağdaş teolojide ölümsüzleştiğini görürüz.1" Öyle ki anlamamızı öneriyorum. İnsanların özgürce yapacakları şeylerin he-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 36/106
ğ j ğ g y
onun teolojisinin hemen her önemli açıdan Aquinolu Thomas'm fikir-
lerinin karşıtı gibi görünen açıklamasını yapmak mümkündür. Tan-
rı hakkındaki bütün dilin analojik olarak kullanıldığında ısrar eden
Aquinolu Thomas'a karşı Svvinburne şöyle der:
Aksini düşünmek için geçerli bir sebep olmadıkça, teistlerin söz-
cükleri sıradan, alelade anlamlarında kullandıklarını varsaymamız
gerekiyor... Teistler Tanrı "iyi" dedikleri zaman, bana sorarsanız, "iyi"tamamen sıradan anlamıyla kullanılır. İleri sürülen tek olağandışı şey
alelade nesnelerin var olmadıkları derecede varlık gösterdiğidir.17
Bekleneceği üzere teolojik dilin doğasının bu şekilde kavranması
aynı zamanda Tanrı'nın nasıl tasavvur edildiğine dair çok belirgin bir
anlamaya yol açar. Aquinolu Thomas, Tanrı'nın özünün tamamıyla
"basit" olup bunun sonucunda Tanrı'nın ulaşılmaz olduğuna inanıl-
dığını varsayarken, Swinburne, "Tanrı kişisel bir varlıktır; yani bir an-
lamda kişi demektir," der. "Kişi derken (bilerek hareket etmek üzere)
temel güçlere, amaçlara ve inanışlara sahip bir bireyi kastediyorum". 18
Ayrıca, Aquinolu Thomas Tanrı'nın bir bakıma rasyonel algının öte-
sine çıkmasına yol açan rasyonalite sınırlarım aştığına inanırken, Svvin-
burne aklın sınırlarını yok saymayacak bir Tanrı açıklaması getirmenin
zorunlu olduğuna inanır. Kesin olan şu ki Tanrı'nın zamanın dışında
kaldığı "önerisini anlamlandırmayan" Svvinburne ısrarla Tanrı'nın
sonu gelmez olduğunu söyler; bu da, her ne kadar başı ya da sonu
olmasa bile Tanrı'nın yine de zaman içerisinde var olduğu anlamına
gelmektedir.19 Böyle bir öneri karşı sında Aquin olu Th oma s' ın nefret
etmek dışında başka bir tepki vereceğini düşünmek zor olmaz. Aslın-
da bu önerinin başka hangi sonuçlara yol açtığının farkına varmamız
bunu iyice körükler. Gelecek hakkında mükemmel bilgiye sahip, za-man içerisinde bir Tanrı, Svvinburne'ün gözünde rasyonel açıdan insan
özgürlüğü kavramıyla çeliştiğinden, Svvinburne mecburen Tanrı'nın
geleceğe dair belirli hiçbir bilgisi olmadığını teslim etmektedir:
Hiç kimse (hatta Tanrı bile) yarın neyi seçeceğimi (yanılma ihtima-
li olmaksızın) bugünden bilemez. Buna göre Tanrı'nın her şeye kadir
olmasını, Tanrı'nın o anda mantıken bilinebilir her şeyi bilmesi olarak
y g y p ş y
nüz yapmadan önce bilinmesi buna dahil değildir.20
Böyle bakıldığında Svvinburne'ün Tanrı anlayışının Aquinolu
Thomas'm anlayışından nasıl ayrıldığını görebiliriz. Bu fark aslında
ortaçağ Tanrısı ile modern Tanrı arasındaki farktan daha azdır, bu da
mehfi teolojiyle onun analojik dil anlayışı bir kere inişe geçmeye gör-
sün, önünde sonunda Tanrı anlayışının nitel değişimine yol açacaktır.
Dahası, bu değişimin her aşamasında Svvinburne'ün Tanrı anlayışınınAquinolu Thomas'm "evcil leştirici" istikametinden uzaklaştığını gö-
rürüz. Nasıl bakılırsa bakılsın, Svvinburne'ün Tanrısı daha çok, üstü
kapalı olarak ima edilen ilahi basitliğin gizemli aşkmlığından epey
uzaklaşmış ama Aquinolu Thomas'm asla aklının ermediği "büyük
bir zat" gibidir.
Fakat bu doğruysa, o zaman modern teologlarla filozoflar hiç kuş-
kusuz mecbur kaldıkları Tanrı'nın "aşkınlığına" nasıl saygı göstere-
bildiler? More'dan Svvinburne'e kadar filozoflar Tanrı'nın aşkınlığını
açıkça inkâr etmemişlerdi, ancak Tanrı'nın ötekiliğini "evcilleştirme"
görüşleri aksini düşündürmektedir. Diğer bir deyişle, ilahi evcilleşmesürecinin yaptığı hasarı karşılayan neydi ki Tanrı'dan hâlâ bir bakıma
"aşkın" bir varlık olarak söz edilebiliyordu? More'un bu ikilemle can-
la başla boğuşurken panteizme nasıl yaklaştığını görmüştük. Ancak
(More'un pek çok açıdan temsilcisi olduğu) ortak çözüm Tanrı'yı dün-
yevi şeylerden ayıran nitel farklılığı vurgulamaktı. Böylece Tanrı'nın
dünyadaki aşkmlığı dünyadan nitel olarak farklılığı yerine dünyayla
arasındaki nicel mesafeyle ifade edilir oldu. Bu da, Tanrı'nın iyiliği-
nin dünyadaki iyilikten ayrılması, başka bir iyilik çeşidi ya da Aqu-
inolu Thomas'm altını çizdiği üzere iyilik niteliği değil de ondan çok
daha büyük (nitel anlamda) olması demekti. (Aslında, Svvinburne'ün
teizminde bunun söz konusu olduğunu, ilahi iyiliğin insani iyilikle
aynı olduğunu, aradaki tek farkın, ilahi iyiliğin "alelade nesneler var
olmadıkları derecede varlık göstermesi," olduğunu söylediği zaman
görmüştük.) Aynı şekilde Tanrı'nın varoluşu da başka bir varoluş türü
ya da niteliği olmayıp büyüklüğünün ucu bucağı (yine nitel açıdan)
olmaması bakımından insani varoluştan farklı olarak anlaşılmaya baş-
landı. Nitekim Tanrı'nın "varlığı"mn insani varlıkla aynı nitelikte ol-
ması (böylelikle ontolojik aşkınlıktan yoksun kalması) gerektiği için
Tanrı'nm ötekiligi, onun dünyayla arasındaki nicel farklılık vurgula-faydalı bir Tanrı fikrine sahibiz " 21 Bu kökten farklılık ayrıca Cupitt
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 37/106
narak ifade edilir oldu.
Gelgeldim bu, daha büyük ilahi bir "niceliğin" Tanrı anlayışı bakı-
mından her zaman aym pratik sonucu doğurduğunu vurgulamak an-
lamına gelmez. Aslında insani ile ilahi arasındaki "nicelik" farkına ya-
pılan vurgudan doğduğu görünen belli başlı iki halkayı tespit etmek
mümkündür. Bir taraftan, Richard Svvinburne örneğinde olduğu gibi,
Tanrı'dan insani varlıklardan çok daha büyük ölçüde "mevcudiyet",
"bilgi" ya da "iyilik" sahibi diye söz etmek bunun Tanrı'yı abartılacakkadar "saklı" ya da "bil inemez" yaptığını farz etmemizi gerektirmez.
Bu doğrultuda modern teizmin bu halkası, yukarıda gördüğümüz gibi
boşluğu ve gizemliliği alt etme çabalarının sarf edildiği kuruluş anına
sadık kalır. Diğer taraftan, modern teizmin insani ile ilahi arasındaki
"nicel" farklılıkta Tanrı'mn insan idrakinden uzaklaştığı, aralarında
herhangi bir analojik uzlaşma kalmadığı bir başka halka daha bulun-
maktadır. Her ne kadar bu halkada Tanrı ontolojik olarak dünyayla
süreklilik içinde kalsa da böylesi nicel mesafe Tanrı'yı giderek daha
uzağa iter ve er geç bilinme z bir derinliğe çeker. Bu halkanın anlatı-
mına son şeklini verenin, yukarıda da belirtildiği üzere Tanrı'mn ke-
sinkes kuramsal bilginin sınırları dışında yer aldığını düşünen Kant
olduğunu görürüz.
Bu bakımdan Kant'ın Aquinolu Thomas ve menfi teolojiyle ters
düşmesini görmek ilginç olabilir, ne de olsa bir kere daha gizemle
ilahi saklılığı ve Tanrı'nm varoluşunun kuramsal mantıkla tesis edi-
lemeyeceğini bir kez daha vurgularken görülmektedir. Doğrusu, hem
Aquinolu Thomas'ın hem Kant'ın aşkın dünyaya ilişkin insan bilgi-
sinin sınırlarının altını çizerek Tanrı'ya ilişkin belli bir agnostisizmi
muhafaza etmelerinin bir anlamı var. Fakat böyle gözle görülür ben-
zerliklere kapılmamaya dikkat etmemiz gerek. Don Cupitt' ten John
Milbank'e kadar çeşitli görüşlere sahip teologlar Aquinolu Thomas ileKant arasında bu görünürdeki uyumu sarsarak bozan daha derin ve
daha önemli bir farklılık bulunduğu konusunda hemfikirdirler. Don
Cupitt ikisi arasında temel farklılık olarak gördüklerini şu sözlerle
ifade eder: "Eski doktrin Tanrı'nm varoluşunun belli ama doğasının
bilinemez olduğunu iddia etmişti"; oysa Kant'a göre "bilinemez olan
Tanrı'mn doğasından çok onun varoluşudur. Tanrı'nm doğası gizemli
değildir, çünkü hepimiz aklımızda içkin olarak bariz, tartışmasız ve
faydalı bir Tanrı fikrine sahibiz. 21 Bu kökten farklılık ayrıca, Cupitt
ve Milbank'in kendi başına gizem kavramına yönelik şaşırtıcı ölçüde
bambaşka tutumlarına da yansımıştır:
Kant'ın söyledikleri daima gizemcilikle yan yana olagelmiş eski
menfi teolojiden şaşırtıcı ölçüde farklıdır. Örneğin, Yunan Babaları
cennete özlemi uyandırmak için ilahi aşkınlığın hikmetini hatırlatır-
lar. Onların dili ilgi çekmek üzere tasarlanmışken, Kant'ın dili geri itmek
için kurulmuştur. Kant'ın istediği bizim imkânsız ve nafile emellerimi-
zi bırakmamız, vazifemizi yerine getirmekten hoşnut olmamız... Eski
menfi yordam düzmece ve gizemciydi, oysa Kant'ın amacı düzmece ve
gizemci teolojiyi yok etmekti.22
Biraz farklı terimlerle dile getirmekle birlikte John Milbank genel
olarak bu analiz çizgisiyle hemfikirdir. Kant'ın "kendi içinde Tanrı"
konusunda tümüyle bilinemezci olduğunu, ancak Tanrı'nm insani
varlıklarla ilişkisinde dogmatik sayılabileceğini, çünkü insan fenome-
ni dünyasıyla ilahi numen arasındaki sınırın herhangi insani basire-
te mutlak yasak koyduğunu söyler. Diğer yandan, Aquinolu Thomas"kendi içinde Tanrı" konusunda daha az bilinemezci olması bakımın-
dan bunun antitezini temsil eder, ne var ki Tanrı ile ilişkilerimizin ko-
şulları söz konusu olduğunda daha bilinemezcidir. Milbank bu du-
rumda Aquinolu Thomas'ta olmayan türden epistemolojik dogmatiz-
min Kant'ta görüldüğünü ileri sürmüştür:
Maddi, sonlu, geçici varoluşumuzdan gelen kategorilerin dışdeğeri-
nin değerlendirilmesi (ekstrapolasyon) konusunda bilinmeze temkinli
(Aquinolu Thomas gibi) davranmaktan uzak olan Kant, bunların kati-
yen uygulanmadıklarını onaylarken metafizik açıdan dogmatik davranmıştı,çünkü (Aquinolu Thomas'ın tersine) pratik akılla madde-dışı ve zaman-
dışı olana doğrudan bilişsel erişime sahip olunduğuna inanıyordu.23
Diğer bir deyişle, Kant'ın epistemolojik alçakgönüllülüğü daha
derin bir metafizik dogmatizme dayanmaktaydı; insan bilgisinin sı-
nırlarını kabul ederdi, çünkü insan zihninin neleri bilebile ceğinde n ve
bilemeyeceğinden emin olmuştu.
Her halükârda, nasıl olursa olsun, Aquinolu Thomas ile Kant ta-
rafından Tanrı'nm saklılığına ortak vurgu yapılır gibi görünmesine
73
mekte Dahası var aslında bu anlayışların her ikisinin de ateistik saldı
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 38/106
rağmen, ikisinin de menfi teoloji ve analojik dilin rolüne dair anla-
yışlarından kaynaklanan bir biçimde birbirlerinden keskin çizgilerle
ayrıldıklarını görürüz. Aquinolu Thomas'a göre Tanrı'nm "varoluşu"
insani varoluşun başka bir niteliğidir ve tamı tamına Tanrı'nm "varo-
luşunun" ne olduğu en nihayetinde insan diliyle belirlenemez. Ancak
bu varoluş düzeyi arasındaki engel aşılamaz değildir. Analojik dil, her
ne kadar tereddütlü, aksak ve daima kararsız bir tutumla da olsa bu
iki âlem arasında arabuluculuk yapabilir, öyle ki Tanrı "bilgisi" daimaTanrı'yı bilmezliğin farkında!ığıyla dengelenir, bu da müspet teoloji-
nin daima menfi bir teolojiyle dengelendiğini söylemekle aynı kapıya
çıkar. Oysa Kant'ta, Tanrı'nm varoluşu rasyonel açıdan bilinemez, nu-
menal-fenomenal engeller ister Tanrı'nm kendini ifşa etmesiyle olsun,
ister analojik dille delinip geçilemez. Tanrı bilinebildiği ölçüde bu an-
cak düzenleyici idealler aracılığıyla pratik bilgi düzeyinde olur.
Demek ki artık modernitenin Tanrı'yı şimdiye dek tasavvur edilme
biçimlerinden kesinkes ayrılan kendine özgü ve bambaşka bir şekil-
de tasavvur ettiğini görmek durumundayız. Bilhassa menfi teolojinin
ortaçağ geleneğinin, özellikle de teolojik dilin analojik anlaşılmasınıngerilemesini gördük. Bu gelişmenin Tanrı'nm tasavvur edilme şekille-
rine nasıl damgasını vurduğunu gördük. Başta Tanrı anlayışı "evcil-
leşirken" Tanrı'nm aşkmlığı önemsizleşmiş, böylece tek anlamlı dil-
de Tanrı'd an "be lgin ve belir gin" fikirlerle söz edilebilmiştir, bun un
sonucunda Tanrı giderek dünyevi ve insan biçimci (antropomorfik)
açıdan tasavvur edilmektedir. Bu "evcilleştirme" sürecinin bedeli ola-
rak Tanrı'nın dünya üzerindeki aşkmlığı nicel terimlerle ifade edilme-
ye başlar, işte bu noktad a apayrı iki moder n Tanrı anlayışının ortaya
çıktığını görürüz. Anlayışlardan biri bu nicel farklılığı vurgular, fakat
epistemolojik açıdan gizemli kılan sonuçlardan uzaktır. Diğer anlayış
söz konusu nicel farklılığı Tanrı'nm kuramsal olarak kesinkes biline-
mez hale geldiği ve insanın kavrayışının ötesine itildiği yere götürür.
Menfi teolojinin ve'onun teolojik dilinin analojik anlayışının içyüzünü
anlama yeteneği kaybolur kaybolmaz, Tanrı ya hemen gayet canlı, in-
san suretine bürünmüş bir şekilde gözlerimizin önüne getirilmeli ya
da tamamen epistemolojik ufkun ötesine çekilmelidir sanki.
Benim önerim, modern ateizmin bu birbirinden ayrılan modern
Tanrı anlayışlarından birine veya diğerine tepki gösterdiğini ileri sür-
mekte. Dahası var aslında, bu anlayışların her ikisinin de ateistik saldı-
rı karşısında bilhassa korunmasız olduğu görüşündeyim. Tanrı'nın ilk
insan biçimci algısı örneğinde, bunun, bilhassa Feuerbach ve Marx'ın
tartıştığını gördüğümüz şekilde "yansıtma" suçlamalarına maruz kal-
dığı çok açıktır. O kadar ki Nicholas Lash, teolojik dilin analojik an-
laıpası bir kere ortadan kalkınca, Feuerbach'ın suçlaması karşısında
teolojinin savunmasız kaldığını ileri sürmüştür. Bunun nedeni,
metaforlara dönüştürdüğümüz Tanrı "modelleri" ile bu tip yapıların
ima ettiği keşfedilmiş gizem arasında ayrım yapamamamızdır. Tanrı
hakkında olumlu anlamda söylediğimiz ne varsa aslında insan dene-
yiminden "yansıtılmış", karakter itibarıyla antropomorfiktir, böyle bir
dilin "salt" yansıtmalı olmaktan başka anlamını göstermemizin hiçbir
yolu bulunmaz.24
Ancak böyle olmasaydı bile, doğal dünyada kendisine bir yer ve iş-
lev tanınmı ş Tanrı'nm bir töz olarak tasavvu r edilmesiyle günlerin in za-
ten sayılı olduğu söylenebilirdi. Dünya gitgide bilimsel açıdan kendini
açıklayan hale geldikçe doğal dünyada belirlenebilir bir bedeni, yeri veişlevi olan bir Tanrı giderek gereksiz ve sürdürülemez görünmeye baş-
lar. Üstelik Tanrı'ya yüklenen özellikler (ve sınırlamalar) büyük ölçüde
insan öznesine atfedilenlere gözle görünecek kadar dönüşürse, böyle
bir Tanrı tam da yansıtma işini yapan insanlığın varoluşunun bebeklik
evresini görünür kılan umutlu yansıtmanın bir biçimi olarak görülür.
Funkenstein'm şu sözleri bunu açıkça ifade etmektedir:
Dolambaçsız terimlerle bir Tanrı tarifi yapılamamasının veya fizik-
sel çehre ya da işlevler verilse bile önünde sonunda kolaylıkla ıskar-
taya ayrılmasının nedeni açıktır. Bilimsel bir hipotez olarak sonradanlüzumsuz olduğu gösterildi; bir varlık olarak sadece insanın rasyonel,
sosyal, psikolojik idealleriyle imgelerinin somutlaştırılmasmdan başka
bir şey olmadığı ortaya çıktı.25
Kanımca, modern ateizm bilhassa bu modern Tanrı anlayışını reddet-
mesiyle kendini oluşturur. Bu durum Richard Davvkins'in Tanrı Yanılgısı'
* Ta nrı Yanılgısı, Richard Dawkins, Kuzey Yayınları, İst., 200 9.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 39/106
76
bana benzer ,kler taş.yan sonu olmayan bir "zat" olarak tasavvur edi-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 40/106
1 irken, diğerleri nde insan idrakinin bütün sınırlarının ötesi nde sal b irpostulata ya da «fi» i n d i r g e n i r . M o d e r n ^ h e r * £
eşit olçude sürdürülemez olduğunu anlamıştır. "Büyük bir zat olarak
Tann n gerçekli klerin kaba bir yansı ması, somut laştır ılmas ı
olduğu fazlasıyla aşikârken, ideal bir koyut olarak Tanrı giderek İÜ
dnı git eid e Böyle Tanrı anlayışları bakımından ateist sal-dın gitgide aşırı münasip ve ikna edici olur. Ama teizmin ateist reddi-
nm ne kadar inandırıcı olursa olsun, bilhassa modern Tanrı anlayışt aW a h o dugu artık anlaşılmış olsa gerek. Böyle a r gü ma n l a r ı n ^W ı anlayışlarıyla ilişkili olarak da inandırıcı olup olmadığıysa ucua :k d l ger bir tartışmadır. Burada bu konuda fikir beyan etme niyetinde değilim, fakat modern ateizmin tarihsel açıdan kendini özellikteizmin modern anlayışıyla ilişki içerisinde tanımlayıp haklı aka d ,gmı tartışmak istiyorum. Bununla birlikte teizm aslında bu modernsüzgecin yaptığı damıtmayla yıpratılmaz.
4. BOLUM
MODERN ATEİZMİN TEOLOJİK KÖKENLERİ
Geçen böl ümde m odern ateizmin özellikle ni telik itibarıyla, o günekadar yaygın olan anlayışlardan farklı bir modern Tanrı anlayışının
reddedilmesine bağlı olarak oluştuğunu gördük. Ancak bu bizi, nasıl
oldu da Tanrı böyle belirgin bir biçimde modern tarzda yeniden ta-
savvur edildi sorusunu sormaya iter. Yoksa bu özgün teizmin seküler
çöküşü müydü? Seküler felsefe ve bilimin yabancı güçleri tarafından
istilaya uğrayan teoloji bu sözde felsefi ve sözde bilimsel Tanrı'yı mı
doğurmuştu? Teizm bu dış saldırılara teslim olmaya mı zorlanmıştı?
Bu sözlerle ortaya konduğunda benzeri sorular modernitenin gelişi-
ni, tam da bu arada önce onu çarpıtan, sonra da nihayet reddeden ta-
rihdışı kalmış (anakronistik) teizm sorunsalına eğilen rasyonel-bilim-sel dünya görüşünün kendi başına yükselmesinin belirlediğini ima
eder görünürler. Ancak böyle bir analizi sorgulayan kalın bir tartışma
çizgisi bulunur. Zihinde "habis" bir sekülarizmin saldırısına uğramış
ve altı oyulmuş "masum" bir teoloji canlandırmaktansa ortaçağ teolo-
ji si nin ken di iç inde atı lan bel li ad ıml ar ın , he m te izmin doğası nı n de-
ğişmesine hem de eli kulağında, tek anlamlı ve dolayısıyla son kerte-
de ateistik dünya görüşüne yol açan epistemolojik zemini hazırladığı
tartışılır. Diğer bir deyişle, ateizm tam olarak teizme dışarıdan meydan
okuyacak bir şey getirmemiş, daha çok ateizmin kuruluş ânı teolojinin
kendi içinde yaşanan bir devrimle oluşmuştur. Bu da modern ateizmin
kökenlerinin önünde sonunda teolojik olduğu anlamına gelmektedir.
Modern ateizm tarafından tepki gösterilen teizmin başlıca karak-
teristiklerinden birinin Tanrı'ya yüklenen özelliklerin insana yükle-
nenlerle aynı düzeyde ya da nitelikte olduğuna inanmak olduğunu,
oysa Tanrı'nın bunlara sonu olmayan daha büyük ölçülerde sahip
olduğunu görmüştük. Bunun sonucunda dil Tanrı'yla tek anlamlı
olarak ilişkilendirilebilirdi. Eğer gördüğümüz gibi teizmin bu anlayı-
şı şimdiye kadar hüküm süren görüşle çelişiyorsa, o zaman teizmin
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 41/106
10
Kavram sadece mantıklı (anlam ifade eden) evrenselliğe değil aynı
zamanda metafizik evrenselliğe de sahiptir çünkü Varlığı kendi nes
81
Aslında sürekliliğin başlıca itici gücü (Aristoteles-Thomas'ın evrensel
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 42/106
zamanda metafizik evrenselliğe de sahiptir, çünkü Varlığı kendi nes-
nel ("katolik" - kapsayıcı) genelliği içine tutsak eder ki sonu olmayan
ve sonlu Varlığa, yani Tanrı'ya ve dünyaya, töze ve rastlantılara, eyle-
me ve ihtimallere tek anlamlı olarak uygulanabilsin.5
Bunun bir sonucu olarak varlık artık Tanrı'dan çıkmış ve onun ta-
rafından yaratılmış bir şey değildir; her ne kadar bu varlıkta Tanrı'nm
"payı" insani varlıklarınkinden sonu gelmeyecek kadar büyükse deTanrı ile insanlığın birlikte pay sahibi olduğu bir şeydi. Duns Scotus'ın
sözleriyle ifade edelim:
"Varlığa" ilişkin ne varsa, demek ki, sonlu ve sonu olmayana ka-
yıtsız kaldığı ya da Sonu Olmayan Varlığa uygun olduğu sürece bir
cinsi belirlemiş gibi değil ancak böyle bir belirlenimden önce ona ait
olur, dolayısıyla aşkındır ve herhangi bir cinsin dışında kalır.6
Bu adım atıldıktan sonra Tanrı'nm varlığıyla insani varlık arasın-
daki ontolojik fark yok edilmişti, bu da pek çok yorumcunun gözün-de, yalnızca geçen bölümde tartıştığımız gibi teizmin kendine özgü
modern anlayışının değil , aynı zamanda bizzat modern dünya görü-
şünün temellerini atan başlıca dönüm noktasına işaret etmektedir. Öte
yandan, bunu önceki bölümde tespit ettiğimiz ilahi ve insani arasında
giderek artan epistemolojik mesafeyle i l işkilendirmemiz de mümkü n.
Artık sonlu ile sonu olmayan varlık arasındaki ontolojik fark ortadan
kalktığına göre Tanrı'nın aşkmlığının tek bir ontolojik düzlemde nitel
terimlerle ifade edilmesi gerekiyordu. Tanrı insanlığı sadece "varlığın
yoğunluğu" içinde aşar ve yine, geçen bölümde gördüğümüz üzere
ilahi ile insani âlemler arasındaki analojik geçiş önlenir. Öyleyse Tanrı
ile insanlık arasında ("evcilleştirici" adım) ontolojik süreklilik olma-sına rağmen bu aynı zamanda aralarına sonu olmayan metafizik bir
ayrıl ık da sokmuştur ("uzaklaştırıcı" adım). "Uzaklaştırıcı" adımın
amacı evcilleştirici adımı telafi etmekti, ancak ikisinin etkisi birleşe-
rek Tanrı'yı bilinemez, akıl sır ermeyen bir derinliğe götürdü, bunun
da Kant' ın numen anlayışında tanrılaştırmaya (apotheosis) vardığını
görmüştük. Aslında Tanrı'nın ontolojik aşkmlığı epistemolojik aşkınlığa
dönüşmüştü.7 Eric Alliez'nin dediği gibi:
analoji ilkesi) yerini evrensel varlık anlayışına bırakınca, yaratılanlara
analojik açıdan ona yaklaşıp kendilerini ontolojik olarak Tanrı'dan
ayrı tutacak yolu kapatarak sonlu ve sonu olmayan arasındaki mesa-
feyi sonsuzlaştırır.8
Bu demek ki Duns Scotus'ın tek anlamlı Varlık kavramı hem
Tanrı'yı yaratılanlara yaklaştırır hem de onu uzaklaştırır. Tanrı yaratı-
lanlarla aynı şekilde (ama daha büyük yoğunlukta) var olduğu süreceonlara yakın durur, fakat aynı zamanda artık analojik katılım yoluyla
aşılamayacak derin bir uçurumla ayrıldıkları ölçüde onlarla arasın-
daki mesafe büyür. Catherine Pickstock'ın sözleriyle, "'aynı,' kökten
farklı ve bilinemez hale gelir."9
Aquinolu Thomas'ın analojiye bağlıl ığının ontolojik farklıl ığı mu-
hafaza etmesiyle uyumlu olduğunu görmekteyiz. İşte bu ontolojik
farklılık, dilin bir ontolojik düzeyden ötekine tek anlamlı olarak uyar-
lanamamasının nedenidir. Böylece ontolojik farklılık yok edildiği za-
man yalnızca bunun analoji doktrini üzerinde hatırı sayılır bir etkisi
olması beklenir. Eğer Aquinolu Thomas'ın analojinin işlevi anlayışıbir tarafta tek anlamlılık, diğer tarafta anlamda eşbiçimlilik arasında
kararsız ama gerekli bir orta yol izlemek içinse Duns Scotus'ın peşin-
den analoji anlayışlarının yavaş yavaş değişime uğrayarak Thomist
orta yoldan daha modern tek anlamlılığa döndüğü görülür. VVilliam
C. Placher'ın ileri sürdüğü gibi bu süreçte Thomas de Vio, nam-ı diğer
Kardinal Cajetan, The Analogy ofNames (1498) adlı eseriyle önemli bir
adım atmıştı.10 Ondan önce gelen Duns Scotus gibi Cajetan da kendi
analoji açıklamasının Aquinolu Thomas'm devamı ve yalnızca onu
"sistematik hale getirip geliştirmek" olduğuna inanıyordu. 11 Ne var
ki son yıllarda Aquinolu Thomas ile Cajetan arasındaki söz konususüreklilik giderek daha çok sorgulanmaktadır. Örneğin, David B. Bur-
rell Aquinolu Thomas ile Cajetan arasındaki temel süreklilik algısının
geriye dönük ve tarihdışı kalmış bir biçimde Cajetan'ın analojiden
anladığını Aquinolu Thomas'a yansıtması olduğunu ileri sürmüştür.
Şöyle der:
Aquinolu Thomas belki de en çok analoji kuramıyla tanınmakta-
dır. Daha yakından incelendiğinde böyle bir şeye (kurama) sahip ol-
102
madiği ortaya çıkar. Aslında birkaç muğlak görüş ve sezginin yerine
önerdiğim gramatik ustalıkla yetinmişti. Kuşkusuz diğerleri (bilhassa
83
anlamı" olmadığı gibi bu kullanımlar arasındaki ilişkiler sadece "be-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 43/106
ğ g y ş ş ğ (
Cajetan) kendine ait görüşleri kuram haline getirmişti, Aquinolu Tho-
mas da böyle meşhur oldu işte.12
Burrell'in izinden giden Placher, "Aquinolu Thomas'm 'analoji te-
orisine' yaptığı çeşitli göndermeleri sistematik hale getiren herkesten
çok Thomas de Vio, Kardinal Cajetan olmuştu," 13 der. Bu durumda
Burrell ve Placher'a göre Cajetan onun gelişigüzel beyanatlarını sis-tematik bir teoriye dönüştürmekle Aquinolu Thomas'm asıl hedefine
ihanet etmiş oluyordu.
Peki ama bu ihanet tam olarak neye tekabül ediyordu? Bu soru-
ya yanıt vermek için Cajetan'ın kendine özgü analojik dil anlayışına
daha ayrıntılı bakmamız gerekir. Cajetan'ın o dönemde yaygın kabu-
le göre analojinin belli başlı üç şekli arasında ayrım yaptığını belirt-
mek önemli: eşitsizlik, sıfatlandırma ve orantılılık analojisi. Ancak o,
"terimin hakiki manasına istinaden... sadece son kip analojiyi meyda-
na getirir, ilk kip analojiye tamamen yabancıdır," der. 14 Cajetan için
eşitsizlik analojisi "analojiye tamamen yabancıdır," çünkü aslında tek
anlamlılığın bir biçimidir. Fakat bizim maksadımız açısından dahaönemlisi Cajetan'ın sıfatlandırma analojisini yalnızca anlamda eşbi-
çimliliğin bir türü olarak gördüğünü söylemesidir. 15 Sıfatlandırma
analojisini "müşterek isimleri olan ve bu ismin temsil ettiği mefhu-
mun terimle alakalı olarak aynı ama bu terimle münasebeti itibarıyla
farklı" olan şeyleri tanımlar. 16 Örnek olarak sağlık öznesi olarak kul-
lanıldığında hayvanı, sağlık belirtisi olduğunda idrarı ve sağlık sebebi
olduğunda tıbbı ifade eden Aquinolu Thomas'm "sağlıklı" sıfatından
verdiği örnekten yararlanır. Bu hususta şöyle der:
Sağlık kavramının ne tamamen aynı ne de tamamen farklı olduğuçok açık, ama bir yere kadar aynı ve bir yere kadar farklı. Çünkü ilişki-
de çeşitlilik söz konusu, ancak o ilişkilerin terimi bir ve aynı.17
Aquinolu Thomas bu örneği analojik dilin klasik kullanımını gös-
termek için verirken, Cajetan böyle bir kullanımı yalnızca anlamda
eşbiçimliliğin bir türü olarak görür. Neden mi? Çünkü bu şekilde kul-
lanılan "sağlıklı" teriminin her üç kullanımda da yaygın hiçbir "kesin
lirsiz ve çapraşık biçimde" ima edilir.18 İşte bu belirsizlik nedeniyle
Cajetan sıfatlandırma analojisini yalnızca anlamda eşbiçimliliğin bir
türü olarak görmekte, dolayısıyla sahici bir analoji biçimi olarak kabul
etmemektedir.
Cajetan diğer taraftan orantılılık analojisine "uygun anlamıy-
la analoji" diye sarılarak "müşterek isimleri olan şeylere mütenasip
olmaları icabı müşabih denir, bu isimle ifade edilen mefhum bir te-
nasübe göre mümasildir,"19 der. Cajetan daha sonra orantılılık ana-
lojisinin "mecazi" ve "uygun" hallere bölünebileceğini söyler. İlkine
dair örnekler Tanrı'yı metaforlar aracılığıyla öğretirken ondan kaya,
kral, çoban vs. diye söz eden kutsal metinlerde bulunabilir. Bunların
hepsi metafor halinde orantılılık analojisinin emsalleri olacaktır. Şüp-
hesiz böyle bir kullanımın aslında analoji k dile örnek olup olmadığını
merak edebiliriz, çünkü pek çoklarının analoji ile metafor arasındaki
gerekli ayrım olarak kabul ettiği şeyi ihmal eder gibi görünür. Mesela
Nicholas Lash iki söyleyiş biçimini özümseyenlerin pratikte analoji
yolunu kapatır hale geldiklerini ileri sürer. Şöyle demektedir:
Çeşitli yollarla metaforun mantığını analoji mantığına özümseten-
ler var, iki kavramı neredeyse birbirlerinin yerine kullanıyorlar. Bu
bakımdan "analoji yolu" açık görünüyor, fakat görünüş yanıltıcıdır,
zir "analoji" ya metaforun bir alt sınıfına dönüşmekte ya da "metafor
ailesi" gibi "ortak başlık" altına alınmaktadır.20
Buna karşılık Cajetan, orantılılık analojisi "müşterek isim mecaza
başvurulmaksızın her iki benzeşimi de belirttiği zaman" uygun anla-
mını bulur der.21 Diğer bir deyişle, "kaide" sözcüğü burada bir hay-
van ve bir evle ilişkili tam analojik anlamında kullanılmaktadır; heriki örnekte de sözcük aynı fikri işaret etmek üzere kullanılır. Burada
apayrı iki şeyden -hayvan ve ev- söz ettiğimiz için bu "aynı fikrin"
kendisini iki farklı biçimde -kalp ve temel- göstermesi kaçınılmaz, ne
var ki böyle kullanıldığında analojinin amacı farklılığın epifenomenal
olduğu ya da ikincil derecede önem taşıdığı aynılık ve birliğe dikkat
çekmektir. Oysa Cajetan'a göre analoji biçimini diğerlerinden daha
tercih edilir kılan tam da budur; "her bir kıyasta içkin" mükemmell iği
ifade eder, gelgelelim diğer analoji biçimleri "harici isimlendirmeler-
102
den" doğmaktadır; bu durumda Cajetan'ın savunduğu şudur: "Buanaloji bilgisine sahip olmadan yapılan metafizik tefsirlerin vasıfsız
85
kalsaydık, bu müphem olan analoji olurdu, yoksa malum ve ispatı
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 44/106
analoji bilgisine sahip olmadan yapılan metafizik tefsirlerin vasıfsızolduğu söylenmelidir."22
Öyleyse Cajetan'ın attığı her adımda onun analoji izahatındaki
anlamda eşbiçimlilik gitgide azalırken, tek anlamlılığın giderek art-
tığını gözleriz. Orantılılık analojisini sıfatlandırma analojisinden üs-
tün tutar, çünkü ikincisi fazlasıyla belirsizdir. Orantılılık analojisinin
kendi içerisinde "uygun" haller, "mecazi" olanlar kadar anlam muğ-
laklığı göstermez, bunun sonucunda "uygun" haller bir kere dahatercih edilir. Tek anlamlı ve anlamı muğla k dil arasındaki hassas den-
ge tek anlamlıya nihai önceliği verecek şekilde sarsılmıştır. Öyle ki
Cajetan'ın kendi de kayırdığı orantılılık analojisinin "belli bir mana-
da sıfatlandırma sonucu müşabih olanla tek manalı arasındaki orta
yolda" durduğunu söyler.23 Demek ki giderek Tanrı'dan "belgin ve
belirgin" ve "dolambaçlı" olmayan yollarla söz edebilmenin müm-
kün olduğu kanaatinin ortaya çıkışına tanık olmaktayız; aslında bu
yalnızca mümkün değil aynı zamanda arzulanır bir şey. Placher'ın
dediği gibi:
Cajetan uzun bir yol katederek Aquinolu Thomas'tan uzaklaş-
mıştır. Sistemsiz göndermeler sistematik bir kurama dönüşmüştür...
Analoji artık Tanrı'dan söz ettiğimizde ne demek istediğimizi nasıl an-
layamayacağımıza ilişkin bir dizi hatırlatma yapmadan, yalnızca ne
kastettiğimizi açıklamanın bir yolu işlevini görüyordu.24
İspanyol Cizviti olan Francisco Suârez bilhassa Disputationes me-
taphysicae (1597) adlı eserinde açıkça görüldü ğü üzere analojinin an-
laşılmasındaki bu kaymayı daha da geliştirmişti. Balthasar açıkça
Suârez'in "İskoç anlayışındaki, 'tek anlamlı varlıktan/ ens ut sic me -
det umduğunu, bu nun tam da en basit ve en evrensel kavram (concep-
tus simplicissimus) olarak metafizik incelemeni n konu su" olduğunu
söyler.25 Bir tarafta varlığın tek anlamlı kavranmasıyla diğer tarafta
analojik açıklaması arasındaki gerilimin farkına varan Suârez neyin
tercih edileceği konusunda kuşkuya yer bırakmaz. Şöyle demektedir:
Analojiyi müdafaa etmek için mefhumun ahengini inkâr etmeme-
miz lazım; bilakis birinden yahut diğerinden feragat etmek zorunda
mümkün zeminlere oturan mefhumun ahengi değil.26
Demek ki analoji "müphem" olduğu için gözden düşerken, var-
lığın metafiziği tercih edilebilir çünkü "malum ve ispatı mümkün
zerpinlere" dayanmaktadır. Burada gelecekteki Kartezyenizmin ilk
işaretleri açıkça belli oluyor, zaten Jean-Luc Marion'un "analojinin
Suârez ve diğerleriyle birlikte uğradığı tek anlamcı akımdan" bahset-
mesinin nedeni de budur.27
Balthasar için burada başlıca önem taşıyan husus Suârez'in teoloji
ve metafizik arasındaki ayrımı kaldırmasıdır. Geleneksel olarak me-
tafiziğin konusu yaratılmış varlıkların yaratılmış Varlığı iken teoloji-
nin konusu Tanrı idi. Fakat ontolojik farklılık ile analogia entis -varlı-
ğın analojisi- hem Tanrı hem de yaratılanların paylaştığı tek-anlamlı
"Varlık" kavramı uğruna feda edilince, teolojiyle metafizik arasındaki
ayrım silinir, böylelikle onu izleyen modern metafiziğe zemin hazır-
lamış olur. Tanrı metafiziğin nesnesine dönüşür, metafiziğin kendi de
içkin, dünyevi bir metodoloji temelinde ilerler. Bu bağlamda, daha
önce özünde ateist olarak tanımladığımız Descartes tarafından baş-latılan devrimci epistemolojik değişim artık o kadar şaşırtıcı gelmez.
Aslında Descartes'ın metodolojik devrimi birkaç yüzyıldır Cajetan ve
Suârez gibilerin düşüncesinde gelişmekte olan eğilimlerin son şekli-
ni almış hali olarak görünmektedir. Eğer Descartes'ın önemi teolo-
ji k- meto dolo ji k çe rç ev e çiz en ilk ki şi ol ması nd an iler i gel iy orsa , bu na
yol açan gelişmelerin teolojinin kendi içinde hazırlandığını görmek
mümkün. Balthasar'm dediği gibi "yüzeysel teolojik inanç ve ekolle-
rin disiplininden bir kez kurtulduktan sonra Suârez'in tam bir akade-
misyen toyluğuyla kovaladığı şey Descartes'tan Spinoza ve Leibniz'e,
oradan Kant ve Hegel'e uzanan modern metafiziğin doğrudan teme-line dönüşür."28
Bu da, Duns Scotus ve haleflerinin sebep oldukları teolojik kayma-
ların kendini teoloji sınırlarının çok ötesinde hissettiren geniş bir yel-
pazeye yayılmış kolları olduğunu akla getirmektedir. Birincisi, Cathe-
rine Pickstock'ın işaret ettiği gibi Tanrı'mn ontolojik aşkınlığmm çö-
zünmesi evrenin "aşinasızlaştırmasına" (desembolizasyon) yol açar.2"
Tanrı'mn "varoluşu" artık yalnızca Tanrı'ya ilişkin dilin tek anlamlı
kullanılacak kadar dünyevi terimleriyle anlaşılmaz, aynı zamanda in-
10
sanlığın maddi deneyiminin kendisi de "yavanlaşır". Charles Taylor
b i fl 30 D bi l b l
87
modernit e 'çığırını' oluşturması önceden belirlenmiş o bil imsel devri-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 45/106
bu süreci etraflıca tartışmıştır.30 Dünyanın bir zamanlar bütün yönle-
riyle "daha yüksek gerçeklik" içine dahil edildiği bir yer olduğunu
gözler önüne serer. Zamanın kendisi tek doğrusal değildi, geçici za-
man onunla ortak yaşar, hatta bazen çakışırdı ya da en azından ruhani
zamana yaklaşırdı. Bunlarla ve daha başka yollarla gerçeklik deneyi-
mimiz yavanlaştı. Dünyanın her şeyin görünme ihtimaline açık, biz-
zat zamanın bütünleştirici ve doğrusal bir yer olduğu, bu niteliğiyle
kendini açıklayabilir hale geldiği anlaşıldı. Dahası, yavanlaşmış, tekboyutlu ontolojik dünya bir kere ortaya atılır atılmaz, bunun modern
felsefi "temsil" hallerini nasıl meydana getirdiği görülebilir. İçinde
farklı ontolojik düzeylerin ve farklı zaman hallerinin yer aldığı bir
dünya dil içinde sorunsuzca "temsil" edilemez. Dolaysız i letişimin
çeşitli halleri bulunur, analojik dil, ibadet uygulamaları, anlatı vs gibi,
ancak bunlardan hiçbiri doğrudan temsil getirdiklerini iddia etmez.
Diğer yandan, bütünleştirici ontolojik dünya doğruda n temsilin daha
az sorunlu olduğu yerin ta kendisidir. Tanrı'ya doğrudan tek anlamlı
dille atıf yapılabilir, ama eğe r bu sorunlu hale gelirse, o zam an çöz üm
Tanrı'dan söz etmenin alternatif yollarını bulmak yerine Tanrı'dankonuşmaktan tamamen vazgeçmektir.
İşte bu yalnızca tek anlamlı söyleyişte temsil edilebilen Tanrı değil,
aynı zamanda bütün yönleriyle dünyanın, daha doğrusu hakikatin
kendisidir. Alliez'nin ifade ettiği gibi, "Siyasal, ekonomik açıdan, öze-
lin yanı sıra genel bakış açısından temsil mutlak hale gelmiştir."31 Temsil
bu yolla öne çıktığı zaman temsil edilene ve temsil edene, adlı adıyla
özne ve nesnenin soyut kavramlarına önem kazandırır. Çünkü, eğer
ens, Duns Scotus'ın dediği gibi, "anlamamızın ilk doğal nesnesi" ise,
demek ki bu nesne bi r özne tarafından algılanmalıdır. Bu noktada her-
hangi bir teolojik tefekkür öncesinde özne ile nesn e arası ndaki tarafsız
epistemolojik ayrımın görüntüsü ortaya çıkar.32 Böyle kaymalar çoğu
zaman insanın olgunlaşmasının teleolojik sürecindeki gelişmeler ola-
rak var sayılır. Oysa biz burada onların doğrudan teoloji içerisindeki
şartlara bağlı kaymalardan ve ontolojik farklılığın üstesinden gelen
ortaçağın belli hamlelerinden çıktığını görebiliriz. Bu türden gelişme-
ler pek çok çağdaş bilginin Duns Scotus'ı bir bakıma modernitenin
"kurucusu" olarak görmeye itmiştir. Örneğin, Alliez, "meydana geti-
rilmesi mümkün olan şey... hareket eden kenarları içinde yaşadığımız
me varan bir düşüncedir," demektedir.33
Alliez aslında Duns Scotus'tan Kant'a kadar uzanan bir süreklilik
çizgisi bulunduğunu, dolayısıyla Kant'm "Scotus'ın son müridi" ol-
duğunu tespit etmiştir. Duns Scotus'ın ontolojik farklılığı ayrıştırması
hem, Tanrı'nın ontolojik olarak "evcil leşmesiyle" hem de epistemolo-
ji k a çı da n b il in em ez bi r ç uk ur un de ri nl er in e it il me si yl e so nu çl an mı şt ı.
Bu derin çukur Tanrı bilgisini metafiziğin erişemeyeceği bir yere koy-
mayı gerekli gören Kant'ta tanrılaştırmaya (apotheosis) varır; "zaten
akıl tarafından ulaşılamaz dolayısıyla vahyin bir nesne (s upplet vicem
objecti), inancı n yalın nesnesi, 'ken di içinde varlık ' ve bizim için olma-
yan gibi işlevler gördüğü bir Tanrı'nın aşkın önselliğini bildirmekle
neticelenir." 34 Bundan başka, Duns Scotus eğer Aristoteles i le köprü-
leri atmaya önayak olduysa, Kant o köprünün iplerini de koparmıştı
demektir. Bu devrimin geçici ve parlak sonunu şöyle vurgular:
Aşkınlık dinamiğinin dile getirdiği ilahinin kategorik sapması ar-
tık zamandan, boş biçimden başka bir şey değil... artık varlık ile biliş
arasındaki ilişkiden ve önceden ima edilen varlığın nesnesinin önseltemelden gayrı "kendi içinde" var olmuyor.35
Özetle, tek bir ontoloji düzeyinin devreye sokulmasıyla birlikte ta-
şıdığı "içkin" gerçeklik, tarafsız gözlenebilen ve "temsil edilen" bir
dünya görüşünün temelleri atılmıştır. Dünya artık daha yüksek on-
tolojik düzene dahil olan bir yer olarak algılanmaz, kendine yeten ve
kendini açıklayan bir yerdir. Böyle bir dünyada analoji, şiir, anlatı ve
retorik lüzumsuzlaşır, hatta (bilgi kuramı söz konusu oldukça) teh-
likeli hale gelirken temsil, gözlem ve bilimsel yöntem epistemolojik
açıdan ayrıcalık kazanır. Bu tür bir dünyada ateizmin nasıl kaçınılmaz
olduğunu görmek zor değil . Sadece tek bir ontoloji düzeyi bulundu-
ğundan Tanrı'nın bu dünyan ın ontolojisinin ötesine geçtiği düşünüle -
mez, fakat bir şekilde bu dünyanın ontolojisine uydurulmak -bir işlev
ve mekân verilerek- zorundadır. Böyle olunca Tanrı bu dünyadaki
diğer şeylerin arasında bir "şey" (ne kadar yüce bir şey olsa da) olur.
Ancak böyle bir Tanrı, yalnızca inanılmaz ve inamlamaz (çok geçme-
den "sıradan şeylerin" korunmasında fazla göz önüne çıkan "büyük
bir şey") olmaya değil , aynı zamanda dünya giderek daha kendini
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 46/106
sal kitap yorumlarına tarihsel ve eleştirel yaklaşımların artışı. Bununla
bir sonraki bölümde işte bu üç etmeni irdelemek istiyorum. Ama baş-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 47/106
5. BÖLÜM
ATEİZM VE KUTSAL KİTAP ELEŞTİRİSİNİN YÜKSELİŞİ
İlk üç bölümde modern ateizmin felsefi kökenlerini incelemiştik.
Modern düşüncede ateizmin doğuşunun izini sürerek ateistlerin red-
dettiklerine inandıkları modern teizm anlayışını belirledik ve teizmin
bu modern anlayışının kökeninin teolojinin kendi içine uzandığını tes-
pit ettik. Ancak ateizmin kavramsal temelleri her ne kadar ortaçağda
atılmış ve her ne kadar ateist bilgi kuramının büyük bölümü erken mo-
dern dönemde yürürlüğe konmuş olsa da, şimdi böylesi gizil ateizmin
açıkça kendini gösterme sürecini incelemek durumundayız. Ateizmin
gün ışığına çıkma yollarını mercek altına tutarken kendimizi özellikle
on dokuzuncu yüzyılın entelektüel ve kültürel gelişmeleriyle karşı kar-
şıya buluruz. O dönemden önce de septikleri, serbest düşüncelileri ve
ateistleri elbette görmüştük ama ateizmin -daha genel anlamda dinselkuşkuların- kültürel manzaranın önemli ve önlenemez niteliği olması
on dokuzuncu yüzyıla kadar söz konusu değildi. Bu öyle bir yüzyıldı
ki Feuerbach ile Marx dinin ateist açıklamalarını geliştirmiş; Nietzsche
"Tanrı'nın ölümünü" ilan etmiş; dinsel kuşku şiir ve edebiyatta sık sık
işlenen bir tema haline gelmiş; pek çok Avrupa ülkesinde ateistler dev-
let tarafından resmen tanınmış ve ilk defa Britanya Parlamentosu'na
kabul edilmiş; "agnostisizm" terimi türetilip "öğretisi" geliştirilmiş;
ayrıca John Henry Newman radikal tanrısızlığın ilk kıpırdanmalarını
görmüştü. Öyleyse on dokuzuncu yüzyıl bütün bu açılardan görünür
bir kültürel olgu olarak ateizmin açıkça ortaya çıkışına zemin hazırla-mış oluyordu.
On dokuzuncu yüzyıl tarihçileri dinsel inanışın gerilemesine ve ate-
izm ile agnostisizmin büyümesine katkıda bulunan bilhassa üç gelişme
olduğunda genel bir fikir birliğine varmışlardır: Ahlaki kaygılar (örne-
ğin bitmez tükenmez ceza gibi teolojik öğretilerin gayri ahlaki olarak
algılanması); bilimin yükselişiyle bilimsel ve teolojik hakikatler arasın-
da, en önemlisi yaratılış anlatılarına ilişkin çelişkinin hissedilmesi; kut-
langıçta bu meydan okumaların bu noktaya kadar izini sürdüğümüz
gelişmelerden ayrı olarak anlaşılmaması gerektiğini belirtmemiz ge-
rek. Bilakis, ahlaki kaygıların, bilimsel keşiflerin ve kutsal kitap eleşti-
rilerinin tam da o zaman egemen olan ve şimdiye dek ışık tuttuğumuz
teizmin, modern Aydınlanma biçimi nedeniyle teizme zarar verdiğini
göreceğiz. Şayet teizm bu fark yaratan modern dönemeci dönememiş
olsaydı, bu üç etmenin teizme bu kadar zararlarının dokunması pekmümkün değildi. Zaten bu ve takip eden bölümlere düşen tam da
bunu tartışmaktır.
Dolayısıyla bu hususu aklımızın bir köşesinde tutarak ilk önce on
dokuzuncu yüzyılda Kitab-ı Mukaddes'in yorumuna ilişkin fazlasıy-
la öne çıkmış ve inanç kalesini epey sarsıcı etkisi olmuş yeni eleştirel
yaklaşımların getirdiği belirli zorlukları inceleyeceğim. Ancak bunun
yanı sıra en azından eşit öneme sahip bir meseleyi daha dikkate almak;
diğer bir deyişle, modern döneme gelindiğinde Kitab-ı Mukaddes'in
yorumunun nasıl olup da kutsal kitap eleştirisinin bu denli yükselişine
yol açtığına bakmak niyetindeyim. Çünkü göreceğimiz gibi kutsal ki-
tap eleştirisinde onu ille de inancın düşmanı yapan herhangi bir içeriği
yoktu. Tam tersine Kitab-ı Mukaddes'in fark getiren "modern" yoru-
mu kutsal kitap eleştirisinin sonuçlarının inanç açısından daha yıkıcı
olması anlamına geliyordu. Bu durumda Kitab-ı Mukaddes'e modem
tepkinin kökenleriyle bizzat ateizmin kökenleri arasında yakın bir bağ-
lantı olduğunu ileri sürüyorum, zaten bu bölümün başlıca amacı da bu
bağlantının yapısını incelemek.
Kutsal metin eleştirisinin ortaya koyduğu teizme meydan okuma-
nın doğasını anlamak için Kitab-ı Mukaddes'in on dokuzuncu yüzyıl-
da nasıl yorumlandığı, okunup anlaşıldığı hakkında iyice fikir sahibi
olmak gerekir. Bunun için kutsal metin yorumbiliminin daha öncekibölümlerde belirleyip tartıştığımız bilgi kuramsal kaymalarla nasıl iliş-
kilendirildiğini açıklığa kavuşturmalıyız. Modernitenin gelişiyle ortaya
çıkan yeni felsefi bilgi kuramının bilhassa iki özelliğinin belirgin oldu-
ğunu görmüştük. İlkinde, ikinci bölümde incelediğimiz üzere, bilginin
kurulu geleneğe dayalı biçimlerinden uzaklaşarak geleneksel kaynak-
ların getirdiği "kirlilikten" arınmış biçimlere yönelme söz konusuydu.
Yukarıda da gördüğümüz gibi bilginin bu tarafsız, geleneksiz kaynak-
92
kırı hususunda Fikir ayrılıkları vardı. Bazıları (başlıca örneği Descar-
tes) bunun aklın kullanılmasına bağlı olduğuna inanırken, diğerleri
(başlıca örneği Locke) deneysel duyu verilerinden ileri geldiği fikrine
Mantık, fen bilimi ve matematiğinin inatla şiir ve anlatı söylemlerine
sarılan bir dinle boy ölçüştüğü kültürel bir düzenin nasıl olduğunu göz
i k l F k A F k i Mi h l B k
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 48/106
(başlıca örneği Locke) deneysel duyu verilerinden ileri geldiği fikrine
sarılıyorlardı. Ama pek çok yönden onları birbirlerinden ayırmaktan
daha önemli birleştiren bir nokta vardı; açıkça belirtmek gerekirse, her
ikisi de epistemolojiyi "miras alınmış" ya da "kabul edilmiş" her tür-
lü bilgiden kurtarma endişesi taşıyordu. Bilginin bu çeşidi, "belirsiz",
"güvenilmez" ya da "müphem" olduğu için zan altında kalmıştı çün-
kü. Bu kendi içinde geleneğin veya dinin reddi demek değildi (zaten
hem Descartes hem de Lock teisttiler), ancak geleneğin ve/veya dinin"belirli" bilgiye dayandırılması ve doğrulanması, dolayısıyla bağımsız
olarak kanıtlanabilir olması gerektiği anlamına geliyordu.
Buradan modern epistemolojinin belli başlı ikinci karakteristiğine,
diğer bir deyişle, amaca yönelik her türlü faaliyet alanında modern
düşünceye giderek daha çok damgasını vuran "belirlilik" ve "kesin-
lik" arayışına varıyoruz. Stephen Toulmin bu anlamda modernitenin
ayrı ve tanımlanabilir iki başlangıcı olduğunu savunmaktadır. Biri,
Descartes ile Newton'm eserlerinde dışavuran ikinci bir felsefi ve bi-
limsel moderniteden yaklaşık bir yüzyıl önce başlamış Montaigne ile
Shakespeare'in yazılarında somutlaşan modernitenin edebi ve insanibiçimiydi. Toulmin'e göre modernitenin iki yöne ilerleyebilme potan-
siyeli bulunuyordu, oysa modernitenin felsefi ve bilimsel tezahürü
modernitenin edebi ve insani biçimini gölgede bırakıp üstünlüğü ele
geçirmişti. Toulmin bunun tarihsel nedenleri olduğunu söyler, ama asıl
etkisi kalıcı olanın geçiciye göre genel olarak yücelmesiydi. Toulmin'e
göre bunun dört aşaması vardır: Sözlüden yazılıya; yerelden genele;
özelden evrensele; zamana bağlı olandan zamandışı olana geçiş. Da-
hası, belirlilik ve kesinliğin gelişimine dilbilimsel uygulamanın öğre-
tileriyle kipleri ihtimal verilmediği kadar yüceltiliyordu. Dolayısıyla,
mantık, bilim ve matematiğe verilen değer şiir, sözlü ikna sanatı ve
anlatıdan daha çok oldu. Toulmin'in belirttiği gibi, "tanılama ve sü-
recin i şleyişi , dava "ahlakı ve retoriği, k onu başlıkl arı v e şiir sanatın ın
açığa alınıp aynı anda sorgulanması rastlantı değil." 1 Genel anlamda
fen bilimlerine insan bilimlerinden daha çok değer verilir oldu, üstüne
üstlük insan bilimlerinin kendi de giderek bilimsel yollarla yürütül-
meye başladı.
Böylesi entelektüel bir iklimin dinle uyuşmadığı düşünülebilirdi.
önüne getirmek zor olmaz. Fakat Amos Funkenstein ve Michael Buck-
ley gibi biliminsanları dinin terk edilmesine yapılan modern katkının
bundan daha dolaylı olduğunu savunmaktadır. Dinin kendi söylemi-
nin perdesini değiştirerek önermelere, bilimsel ve matematiksel dille
kendihi bu yeni bilgiye uydurduğunu göstermişlerdir. O kadar ki te-
oloji ile bilim arasındaki ayrım bulanıklaşmıştı. Funkenstein "teolojik
mütalaaların seküler bilgiye dayalı terimlerle, bilimsel mütalaaların te-
olojik terimlerle dile getirildiği tuhaf bir deyim ya da söylemi" anlatır.2
Üstelik teoloji ve bilimin bu "kaynaşması" içinde bilime metodolojik
öncelik tanındığı açıktı. Toulmin'in tanımladığı üzere şiir, retorik ve
anlatının öneminin azaldığı, mantık, matematik ve fen biliminin yü-
celtildiği eğilim dikkate alındığında bu pek çok yönüyle kaçınılmazdı.
Demek ki teoloji artık bilimsel terimlerle (nesnel, akılcı olarak) savu-
nulmak, teolojik bildiriler de "bilimsel" karaktere bürünmeliydi (yani,
deneysel önermeler ya da varsayımlara). Öyleyse Hıristiyan öğretisi
gitgide düpedüz önermeler olarak anlaşılınca, geçen bölümde daha
ayrıntılı ele aldığımız bir gelişme görüldü, Tanrı'ya da giderek "belgin
ve belirgin" fikirlerle atıfta bulunulmaya başlandı ve genelde teolojikdil giderek .tek anlamlı hale geldi.
Gelgelelim bu durumun, kutsal kitap yorumbilimi uygulaması
açısından çok önemli birtakım etkileri vardı. Sonuçlardan bir tanesi
bilhassa Kitab-ı Mukaddes'in giderek tarihsel, bilimsel ve matematik
olarak yorumlanmasıydı. Erken modern dönemde Kitab-ı Mukaddes
"asıl" hakikatin somut hali olarak görülürdü, bu da bütün kısımlarıyla
tarihsel diye anlaşılması anlamına geliyordu. Hatta o kadarki Kutsal
Metinler'in tarihsel hakikatini Hıristiyan inancının olmazsa olmaz şar-
tı olarak görmek yaygındı. Ayrıca bunun hep böyle olduğu tahmini
yaygın kabul görüyordu. Hıristiyanlar Kitab-ı Mukaddes'in "hakikat"olduğuna inanıyorlardı, modern zihniyete göreyse gerçek anlatı sahi-
den yaşanmış olayları tarihsel anlamda açıklamak demekti. Bir metni
hakikat diye görmenin ne anlama geldiğinin aslında görece yakın bir
geçmişe uzandığını akıl eden birkaç kişi vardı. Açıkçası, bu daha önceki
anlayıştan, en başta da İlk Kilise Babaları'ran anlayışından çarpıcı bir
biçimde uzaklaşmak anlamına geliyordu. Bunu fark edenler arasında,
1884 Bampton Konferanslarında İlk Kilise Babaları'nın kutsal metin-
lerin hakikat olmasının ne anlama geldiğine ilişkin daha karmaşık ve
renkli bir açıklaması olduğuna işaret eden Exeter Piskoposu Fredrick
Temple'dı. Beş yıl sonra Charles Gore Lux Mundi olarak denemesinde
95
lamak şöyle dursun, azımsamaya bile yeltenmemişti. Tam da orada ana
hatları çizilen olaylar, tarih düzleminde sahiden vuku bulmuş olması
d i l i l b k ld ğ d i l l l k ki b
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 49/106
Temple dı. Beş yıl sonra Charles Gore Lux Mundi olarak denemesinde
benzer bir noktaya değinmişti.3 Kutsal metinlerin ilk nasıl anlaşıldıkla-
rı üstünde biraz durmamız yararlı olacak, çünkü bilhassa kutsal met-
nin "tarihsel" ve "tam" anlamının apayrı ve yeni bir gelişme olduğuna
yapılan modern vurgu yöntemlerini açıklığa kavuşturmamıza yardım
eder.
J. N. D. Ke ll y' ni n alt ın ı çiz di ği gib i İlk Kil ise Ba ba la rı 'n m ku ts al me t-
ne yaklaşımı yorumbilimsel izahatın karmaşık biçimleriyle doluydu.Kelly özellikle sıkça başvurulan iki yöntem tespit etmektedir -tipoloji
ve alegori- ve bu ikisi arasındaki ayrımı anlamak önem taşır. Alegorik
yorum için Kelly şöyle der:
Kutsal metin ruhani hakikatlerin salt bir sembolü veya alegorisi ola-
rak ele alınır. Eğer herhangi bir şekilde dikkate alınacak olursa, kelimesi
kelimesine tarihsel anlamı görece önemsiz bir rol oynar, ayrıca tefsirci-
nin maksadı her bir pasajın, hatta her sözcüğün manevi, teolojik ya da
mistik anlamını sınırlamak olarak kabul edilir.4
Augustine bu tip tefsircilerin önde gelenlerinden biriydi ama hiçbirsuretle tek başına değildi.
Buna karşılık tipolojik tefsir bambaşka bir yol izliyordu:
Esasen iki Ahit arasındaki belli başlı benzerlikleri ortaya çıkarma
tekniğiydi, Eski (Ahit) içindeki olaylarla şahsiyetlerin Yeni (Ahit) içe-
risindeki olaylarla şahsiyetlerin "tipleri", yani önceden canlandırılıp
beklendikleri ilkesini kendine kılavuz almıştı. Tipolog, tarihi ciddiye
alıyordu; tarih Tanrı'mn tutarlı kurtarıcılık maksadının kademeli olarak
sahnelenmesiydi.5
Bu kutsal methi yorumlamada hiçbir surette harfi harfine okuma
yöntemi olmamakla birlikte yine de bu yaklaşımı kutsal metnin "tarih-
sel" özelliğine daha güçlü bir vurgu getirmişti; bir kez daha Kelly'ye
kulak verelim:
Alegorinin aksine tipoloji, kutsal metnin harfi harfine anlamını dış-
nedeniyle inanç gözüyle bakıldığında insanlarla gelecekteki münasebe-
tinin güvenilir işareti olarak yorumlanabilirdi.6
Buna göre, mesela Musa'ya dair meseller ve onun İsrailoğulları ile
münasebetinin tarihsel açıdan doğruluğu şüphe götürmezdi, ancak
tipolojik okumada asıl mesele İsa'nın ve onun Tanrı'nm halkıyla mü-
nasebetini önceden şekillendiren meselleri meydana çıkarmaktı. Bu
tefsir Eski Ahit'in tamamına uygulanmıştı, böylece bütün bu kitaplar
bir bakıma sonradan tamamen İsa'da tecelli edecek hakikatin gelişini
göstermek zorundaydı.
Kelly bu iki yaklaşımdan karakteristik açıdan Hıristiyan olanın ti-
polojik tefsir olduğunu söyler, çünkü en önemlisi tarihin belirgin ola-
rak İncil'e dayalı ifadesiydi. Ne var ki bu iki tefsir yöntemi arasındaki
ilişkiyi karşılıklı çelişki içinde görmek hatalı olurdu. Sık sık birleşir-
lerdi, böylece belli bir durumda alegorik tefsir yönteminin mi, yoksa
tipolojik olanın mı benimsendiği sorusu önemini yitirirken, yerine
hangi yöntemin baskın olduğu sorusu önem kazanırdı. Şimdiye dek
söylenenlere bakarak alegorik yaklaşımın baskın olduğu yerde kutsalmetnin harfiyen ya da tarihsel anlamının yalnızca ikinci önem taşıyan
bir konuma indirildiği açıkça görülebilir. Kutsal metne ezici olarak ale-
gorik yöntemle yaklaşanlardan en tanınmışı üçüncü yüzyılın kutsal ki-
tap bilgini Origenes'ti belki de:
Philo'nun hayranı olarak Kutsal Metni gizemlerle dolu muazzam
bir derya veya (farklı bir imgeyle) orman gibi görürdü; bunların hepsi-
nin farkına varmak, hatta akıl sır erdirmek mümkün değildi, ama kesin
olan bir şey varsa, aziz yazarların kaleme aldıkları her satır, hatta her
kelime mana yüklüydü. Şeklen, Kutsal Metin'de anlamlandırma insantabiatını meydana getiren üç kısma karşılık gelmek üzere üçe ayrılmış-
tı: bedeni, zihni ve ruhani. İlkinin manası düpedüz tarihseldi ve basit
insanlar için kullanılırdı; ikincisinin manevi manası vardı, yahut irade
için metinden çıkarılan dersti; üçüncü İsa ile, Kilise veya imanın büyük
hakikatleriyle ilişkili olarak mistik manadaydı.7
Origenes her ne kadar pratikte biraz daha farklı bir sınıflandırma
102
uygulamış görünse de çizdiği şemada düz ya da tarihsel anlamın teo-
lojik açıdan pek önem taşımadığı görülür. Daha doğrusu, bundan bir
adım daha ileriye gitme ihtimaline açıktır kutsal metnin düz okuma
97
hanasius cennetten bir "figür" olarak bahseder... Buna bakınca, mistik
yöntemin getirdiği ruhani öğretiyle karşılaştırıldığında bir bütün olarak
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 50/106
adım daha ileriye gitme ihtimaline açıktır, kutsal metnin düz okuma-
sından olumlu yönde kaçınılması gerektiğini savunduğu belirli du-
rumlar vardır:
Bir anlatıyı kelimesi kelimesine yahut Tanrı'ya layık olmayan bir
ifade olarak almak münasip düşmez... Harfiyen mi, yoksa temsili ma-
nasının mı daha doğru olduğunu belirlemede onun kuralı, şayet düz
manada anlaşılırsa hayatın adabına veya doktrinin saflığına tutarsız
kalıp kalmadığının gösterilebilir olmasıydı. Genel olarak Tanrı aşkını
ya da insan sevgisini yüceltmeyen bir yorumun hakikat olamayacağını
düşünürdü.8
Origenes'in alegorik yöntemin en sıra dışı uygulayıcılarından biri
olduğunu kabul etmek, ayrıca genellikle dördüncü ve beşinci yüzyıl-
larda Antakya Kilisesi tarafından alegorizme karşı tepki gösterildiği-
ni teslim etmek gerek. Yine de, eğer diğer tefsirciler yaklaşımlarında
Origenes'ten daha temkinli olsalar bile Erken Kilise'de kutsal metnin
yorumlanmasında tamamen aslına uygunluğu dikkate almak yerinekarmaşık ve çok seviyeli bir yaklaşım izlendiği bellidir. İlk Kilise ba-
balarının gözünde metnin tipolojik, alegorik ve manevi anlamı daha
önemliydi ve asıl anlamından daha derin bir hakikat seviyesi vardı.
Aslında daha önce sözünü ettiğimiz Lux Mundi (1889) denemesinde
Charles Gore'un vurguladığı nokta tam da buydu. Origenes'in yorum-
bilimsel tefsirini bütünüyle benimsememekle birlikte emin olduğu bir
şey vardı, o da kilise
ilhamın manasının dogmatik tariflerine bağlı kalmamıştı. Origenes'in
neredeyse ihtiyatsız gizemciliği ve ona eşlik eden Eski Ahit anlatısınınbüyük kısmının, Yeni'sinin de bazı kısımlarının tarihsel karakterini
yadsıması her ne kadar kabul görmediyse ve zaten (hiçbir sağlam teme-
li bulunmadığı için) buna hakkı olmasa da Kilise'yi hiçbir zaman aksi
tarifler yapmak için harekete geçirmedi. Ne de Kutsal Metin anlatısı
içinde tarihsel karaktere sahip kısımlara itiraz eden bir tek Origenes'ti.
Ondan önce gelen İskenderiye'deki Klemens ile Batı'da ortaçağın ada-
mı Anselm, yedi günde yaratılışı tarih değil alegori olarak ele alırlar. At-
tarihsel anlamın değerini düşürme eğilimi gösterdiği inkâr edilemez.9
Eğer böyle yaklaşımlar ortaçağdan modern döneme taşındıysa,
kutsal kitap eleştirisinin gelmesiyle söz konusu yaklaşımların gerçekte
bıraktığı rahatsız edici etkiyi yapıp yapmadığı konusunda varsayım-
larda bulunmak ilginç olur.
Ne var ki bu tür yaklaşımlar uzun ömürlü olmamıştı, bunun ne-denini açıklayacak gelişmelerden kimilerini gözden geçirdik zaten.
Funkenstein'ın ardından erken modern dönemde hızla gelişen bi-
limsel yöntemin teolojiden neredeyse hiç ayırt edilmediğini gördük;
daha çok kusu rsuz bir söyl em içinde birbirine "kayn amı ş" gibiydiler.
Ayrıca bu kusursuz söylem içerisinde kesinlik ve belirliliğin fevkala-
de önemli olması gerektiğini de görmüş bulunuyoruz. Müphem, be-
lirsiz, figüratif ve mistik olan ne varsa insanın aklını çelmeye müsait
olduğundan güvenilmezdi. Böyle bir zihniyet dikkatini kutsal metin
çalışmasına verince, sembolik, tipolojik ve alegorik okumaların belir-
siz, çapraşık ve gelişigüzel olması kaçınılmazdı. Kesinlik ve belirlilik
açısından metinleri düz anlamlarıyla ve tarihsel olarak okumak gayet
yerinde görünüyordu. Üstelik teoloji i le bil imin "kaynaşması" kutsal
kitabın tıpkı bilimsel tez gibi, daha açıkçası deneysel bir gerçeğin tamı
tamına kaydı gibi okunmasını doğal kılmıştı. Böyle bir gelişme za ma-
nın doğrusal ve tek boyutlu tasavvur edildiği ortamda, Charles Tay-
lor tarafından modernitede "zamanın homojenleşmesi" adı verilen
başka bir hız kazandı. Dördüncü bölümde belirttiğimiz gibi ortaçağ
dünyasının zaman anlayışında varlığın seküler, kutsal ve diğer bo-
yutlarına denk düşen farklı zaman "düzenleri" vardı. Demek ki kut-
sal metinlerdeki olayların ille de bu zaman düzeninde ya da bu varlık
düzeninde olmasa da "yaşanmış" ve ' tarihsel" olması mümkündü.Ontolojik farklılığın bu yapısı içerisinde kutsal metni okuyanlar yalın
anlamıyla hakikat veya gerçekdışı arasındaki dümdüz çatışkıdan (on-
tinomi) uzak tutuluyordu. Taylor'ın da işaret ettiği üzere zaman ho-
mojenleşince kutsal metindeki olaylar ya tamı tamına/tarihsel olarak
yaşanmış veya hiç yaşanmamış oluyordu.10 Böylece kesinlik ve belir-
l i l iğe değer vererek analojik ve mistik olana güvenmeyen modern bir
episteme içinde Erken Kilise babalarının tefsire dayalı yaklaşımının
98
yerini kaçınılmaz olarak metnin "düz" anlamının yaşamsal olduğualternatif bir yaklaşım almıştı.
İ i bili diği ü b d ği ti i d k d
olmadı. 1860 yılında Essm/s and Revieıvs basıldığı zaman denemelerden
birkaçında Alman eleştirmenlerin yaklaşımlarını incelemiş ve geniş
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 51/106
İyi bilindiği üzere bu yer değiştirmenin adını en çok duyurmuş so-
mut hali seçkin bir biliminsanı ve din bilgini olan Armagh Başpisko-
posu James Ussher'in (1581-1656) şahsında kendini göstermişti. Kitab-ı
Mukaddes'i matematiksel ve bilimsel bir ders kitabı olarak yorumlama-
yı uygun görenlerin en yaman örneğiydi. Bilhassa The Annals (1650-4)
adlı eserinde bir yandan bilimsel ve astronomik ayrımı silerken, diğer
yandan kutsal metne dayananla teolojik ayrımı kaldırmış, böylelikle
dünyanın İÖ 4004 yılında yaratılmış olması gerektiğini hesaplamıştı."
Ussher dikkat çeken saygın bir bilgindi, yaptığı hesaplamalar da vahye
yakın bir şey olarak ciddiye alınıyordu. Bunun böyle olduğu bu nok-
tadan itibaren Kitab-ı Mukaddes'in İngilizce çevirilerine Ussher'in he-
sapladığı yaratılışın vuku bulduğu tarihin, yayıncının açıklaması olarak
mütemadiyen verilmesinden belliydi. Charles Darwin yıllar boyunca bu
tarihlemenin yayıncıya ait olduğundan habersiz olduğunu, onu kutsal
metnin bir parçası sandığını itiraf etmişti.12 Onun yanlış anlamasından
etkilenmeyenler arasında bile Ussher'in hesaplamalarının temel aldığı
kutsal metinler kadar söz sahibi olduğuna inananlar vardı. Bir sonraki
bölümde göreceğimiz gibi bu, başta on dokuzuncu yüzyılın jeoloji ala-nındaki keşiflerle ilgili olmak üzere önemli sonuçlar doğuracaktı elbet.
Ancak bizim buradaki amacımız açısından bunun önemi kutsal metnin
harfi harfine ve tarihsel hakikatinin daha ne kadarının risk altında oldu-
ğunu gözler önüne sermektir. İnanç, özü gereği, kutsal metinlerin bütün
kısımları itibarıyla düz anlamıyla ve tarihsel olarak hakikat olduğuna
inanır. Anlaşıldığı kadarıyla din artık kutsal metnin düz anlamıyla ha-
kikat olmasına dayanmak ya da onunla baş etmek zorundaydı.
İşte şimdi on dokuzuncu yüzyılda kutsal kitap eleştirisinin yükse-
lişinin neden din inancına böyle kasıp kavurucu etkisi olduğunu ve
ateizmin gelişiminde bunun neden önemli bir etken olduğunu anlama-mıza yarayacak manzara karşımızda duruyor. Bu yeni eleştirel yakla-
şım bugün Almanya diye bilinen yerde doğdu, ilk uygulayıcılarından
bazılarıysa Johann Gottfried Eichhorn, Ferdinand Christian Baur ve
Ju lius VVellhausen 'di. Eserl er ini n İng ili z bil im düny as ına nüfu z et me-
si uzun sürmüştü. Genç Edvvard Pusey 1820'lerde Gottingen'i ziyaret
etmiş ve bu çalışmalardan bazısıyla tanışmıştı, ama istisnai biriydi ve
Almanların kutsal metin eleştiri yöntemlerinin kati surette savunucusu
kitlelere ulaştırmıştı. Giderek eserlerinin çevirileri ortaya çıkmaya baş-
ladı. Bunlardan bilhassa etkili olan Wellhausen'in 1878'de Almanya'da
basılan kitabının daha önceki taslak kopyası Prolegomena to the History
of Israel'di, 1883't e gözden geçirilmiş baskısını takiben 1885 yılında
İng'ilizce çevirisi yayınlandı. Bununla diğer yaklaşımların temel ilke-
si Kitab-ı Mukaddes'i herhangi bir bilimsel araştırma nesnesiyle aynı
şekilde ele almaktı. Viktorya döneminin kötü ün salmış İngiliz teoloğuBenjamin Jowett'ın sözleriyle, "kutsal metni herhangi bir başka kitap
gibi yorumlamak" ana kuraldı.13
Gelgelelim bu kurala bağlı kalındığında artık katı Hıristiyan öğre-
tisinin varsayımları haline gelmiş ne varsa onlarla çatışan türlü keşifler
yapılmıştı. Buradaki maksadımız bu keşiflerin ayrıntılı hikâyesini ge-
liştirmek değil; şu hususu belirtmekle yetinelim, bunların sonucunda
pek çok kitabın yazılış tarihlerine, başka kitapların bir tek yazarın elin-
den çıkmak yerine daha çok yazarın elinden çıkmış derleme olduğu-
nun keşfine, kimi örneklerde yazarların kimliklerinin sorgulanmasına
ilişkin epeyce tashih yapıldı. Üstüne üstlük bu keşifler içerdiği pek çok
anlatının tarihselliğine işaret eden imalar taşıyordu. Örneğin, kitapla-
rın tarihleriyle eser sahiplerinin daha önce tahmin edildiğinden çok
farklı olduğu durumlarda, bunun doğurduğu sonuçlardan biri de artık
o kitapların çoğundaki anlatının kesinkes tarihsel olmasının pek muh-
temel olmadığıydı. Yaşanan hadiselerin çok uzağında yazılmışlardı,
hem de bizzat tanığı olduklarını düşünmenin hiç akla yatkın gelmediği
bireyler tarafından. Ayrıca böyle nesnel eleştirel yaklaşımlar metinlerin
kendi içindeki iç çelişkileri su yüzüne çıkarmış, dolayısıyla tarihsellik-
lerini biraz daha sarsmıştı.
Tipoloji ve analojinin tefsire dayalı yöntemlerine vâkıf olan okurlar
bunu fazla dert etmemiş olabilirler, ne var ki on dokuzuncu yüzyılınzihniyetinde kutsal metinlerin "hakikati" içinde anlatılanların tarihsel
doğruluğuna denkti. Dönemin kimi teologları bu denkliğin saçmalı-
ğının pekâlâ farkındaydılar ve bunu telafi etmeye kalkıştılar. Aslında
Benjamin Jowett'ın gerekçelerini aşağıdaki sözlerle çok iyi ifade ettiği
üzere Essays and Revieıvs (1860) denemel erine kendi katkısının üstlen-
diği yükümlülük de buydu:
100
Artık eleştirinin sonuçlarım göz ardı etmenin mümkün olmadığı za-
man gelip çattığından Hıristiyanlığın bu eleştirilerle barışık görünmesi
önem taşır. Kabul edilmiş bazı görüşlere yapılan itirazlar geçerli olmalı,
yetkililerin çoğunun kuşkulu bakışlarını üstüne çekse de kendisine So-
bantu ("halkın babası") unvanını layık gören Zulu halkı arasında tak-
dir görüyordu 15
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 52/106
ş ş g ş y p g ç
ancak bunların kâfirlerin itirazları olarak değerlendirilmesi Hıristiyan
davasına fesat sokmak olur. Kafası çalışan herhangi bir adamın kendi
başına yapabileceği eleştirel gözlemleri ateizme ya da inançsızlığa yor-
mak fesatlıktır. İlk başta sadece insanoğlunun kusurlarına karşı savaş
açan İncil'in şimdi insanın en nadir ve en yüce erdemlerinden biri olan
hakikat aşkına itiraz etmesi tuhaf ve neredeyse inanılmaz bir şeydi. 14
Jo we tt bu görü şl er in i dil e g et ir ir ke n ya şa dı ğı dö ne md e ak ın tı ya ka r-
şı kürek çekiyordu, zaten Essays and Revieıus aleyhinde gösterilen düş-
manca ve ses getiren tepkiler de bunu doğrular nitelikteydi. Bununla
birlikte Jowett' m nazik am a etkili gayretleri çok geçmed en benz er bir
eleştirel hattın daha az kaçamak olan ifadesinin gölgesinde kaldı.
Jo hn W. Co le ns o Af ri ka lı An gl ik an mi sy on er pi sk op os uy du . Ön -
cesinde Cambridge'de matematik bilgini ve aynı zamanda St John's
College'da öğretim görevlisiydi. Colenso's Arithmetic adlı eseri ülke
çapında standart matematik ders kitabı olarak kullanılıyordu. Mate-
matikçi olmasının yanı sıra resmen papazlığa kabul edilmiş Anglikandin adamlarından biriydi. Evlenince St John's'taki kürsüsünden istifa
etmeye zorlanmıştı (okulların manastırdan gelen köklerini sürdürmek
adına o zamanlar Oxford ve Cambridge üniversitelerinde öğretim gö-
revlisi olanların evlenmelerine izin yoktu). Sıkça görülen bir uygulama
sonucunda o da üniversitenin himayesindeki cemaat kilisesine papaz
oldu. Ne var ki din adamlığında yüksek mevkiye çıkması uzun sürme-
di, 1853 yılında Natal Piskoposluğu'na atandı, böylece Güney Afrika'da
yeni kurulan misyonerlik bölgesini idare edecekti. F. D. Maurice'in ihti-
laflı teolojisine sempati duyduğunu düşünen kimileri çekince koymuş
olsalar da bu engel gereğince aşıldı ve Colenso ile ailesi aynı yıl Natal'a
doğru yola çıktılar Colenso pek çok açıdan misyoner piskoposluğu gö-
revinde büyük başarı elde etti. Çalışmalarını yürüttüğü Zulu halkının
büyük sevgi ve saygısını kazandı, dilleriyle kültürleri hakkında derin
bilgi sahibi oldu. İlk Zuluca-İngilizce sözlüğü hazırlamakla kalmayıp
İncil'i de Zulu diline tercüme etti. Misyonerlik faaliyetini hassasiyet-
le yürüterek Hıristiyan ahlakının Zulu gelenek ve göreneklerine ayak
uydur ması gerektiğ ini savun du. Beyaz yerleşmecile rle sömürg edeki
dir görüyordu.15
Bunlardan hiçbiri kutsal kitap eleştirisi alanında onun adı en kötüye
çıkmış tartışmacılardan olduğu anlamına gelmez. Ancak bunu dolaylı
olarak akla getiren şey Zulular arasındaki önemli çalışmasıydı. Colen-
so bizzat şöyle açıklamıştı:
Tufan hikâyesini tercüme ederken yanımda saf, ama zeki -çocuk
gibi uysal, ama mantık yürütmede yetişkin birini aratmayan- bir yerli
vardı, yukarı bakar ve sorardı, "Bunların hepsi gerçek mi? Siz sahiden
inanıyor musunuz bunların böyle olduğuna...?".
Son coğrafi keşifleri haber almış biri olarak şöyle devam ediyordu:
Hakikat Tanrısı'mn bir kulu olarak kendim inanmadığım, doğru ol-
madığım, aslında tarih masalı olduğunu bildiğim bir şeye inanması için
insan kardeşimi teşvik etmeye cüret edemeyeceğimi düşünüyordum.
Fakat Kitab-ı Mukaddes tarihinin umumi sahihliğinin itibarını sarsma-
dan ona öyle bir cevap verdim ki şimdilik tatmin oldu.16
Benjamin Jowett tarafından yazılmış hemen yukarıda alıntı yaptı-
ğımız pasajdaki ifadeden de anlaşıldığı üzere on dokuzuncu yüzyılın
sonlarında nice eğitimli din adamının yaygın olarak hissettiği huzur-
suzlukta Colenso'nun elbette payı vardı. Canı gönülden inanmadıkları
şeyi kendi ağızlarıyla açıkça belirtmeleri beklendiğinden din adamları
ahlaki açıdan tahammül edilemez bir duruma sokulmuşlardı. Bu da din
adamlarında yalnızca ahlaki ve manevi ıstıraba yol açmakla kalmadı,
aynı zamanda katı inanışın onlara emrettiğine rıza gösteremeyen eği-
timli kadınlarla erkeklerin Hıristiyanlığa yabancılaşmasına sebep oldu.Eğer katı Hıristiyanlık öğretisi inananlardan Kitab-ı Mukaddes'in her
kelimesine harfiyen inanmalarını buyuruyorsa, o zaman en basitinden
buna inanmalarına imkân yoktu. Colenso, bu meseleler doğrudan ele
alınmadıkça, böyle kimselerin "dinsizlik ve pratikte ateizme" sürükle-
neceklerini söylüyordu.17 Ruhbani doğruluk, entelektüel inanılırlık ve
Hıristiyan hakikatinin bizzat şahadeti uğruna, pek çoklarının gözünde,
bir yandan Hıristiyanlığın hakikati, diğer yandan Kitab-ı Mukaddes'in
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 53/106
104
Çelişkili meseleyle karışmış olması muhtemel. Zira müşahede edilmiştir
ki ileri sürülen itirazlar hikâyenin sadece bir yahut iki hususuna temas
etmekle kalmaz. Onun bütün cevherine tesir eder ve ortadan kalkana
-123
belirttiği gibi, 1860'ların başlarında "Le slieS teph en gibi genç biri Kitab-ı
Mukaddes'in her kelimesine ya inanmak zorundaydı ya da Hıristiyan
olmayacaktı "21 Stephen'ın bu bakımdan diğerlerini ne dereceye kadar
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 54/106
dek düşünceli bir kimsenin daha fazla tahkik etmeden herhangi bir
kısmını tarih nazarında katiyetle hakikat olarak kabul etmesini imkânsız
kılar.20
Colenso bu çalışmasını her ne kadar bilgi sahibi olanları ateizmin
pençesine düşmekten kurtarmak amacıyla yapmış olsa da Hıristiyanlık
hakikatiyle onun kutsal metinlerinin tarihsel doğruluğu arasındaki ana
bağlantı bozulmadan kaldığı sürece, kimilerinin gözüne Colenso ile di-
ğer kutsal metin eleştirmenleri kaçınılmaz olarak Kitab-ı Mukaddes'i
ve aslında Hıristiyanlığı "cerh" etmiş kimseler olarak görünmüştü.
Ama asıl zorluk, hiç kuşkusuz Hıristiyanlığın daha ilk başta kutsal
metinlerin tarihsel ve sözde bilimsel anlayışını kabul etmiş olmasında
yatıyordu. En büyük çatışkı Hıristiyanlığın yaygın kültürel ve entelek-
tüel bilgiye (episteme) uyum sürecine kendini kurban etmesiydi. Tanrı
kavramı konusunda bunun nasıl olduğunu görmüştük. Hıristiyanlığın
(ne kadar bilinçsizce olsa da) kendini belirgin bir modern epistemolo-
ji ye uy ar la ma sı bi zz at mo de rn dü ny an ın ile ri de sa vu nu la ca k bi r ta ra fbulamayacağı "varlık" olarak "evcilleşmiş" Tanrı fikrinin gelişmesini
gerekli kılmıştı. Benzer bir süreç de kutsal metin tefsircileriyle ilişkili
olarak yürüyordu. Hıristiyanlığın egemen zihniyetle gizli anlaşması-
nın bir başka yönü de kutsal metinlerin giderek yazınsal-tarihsel anla-
yışa doğru kâymasiydi. Fakat burada da modern episteme içerisindeki
konumunu sağlama almak şöyle dursun, modern akılcılığın ve eleşti-
rel bilimin araçları kutsal metnin böyle anlaşılmasının elle tutulur bir
yanı olmadığını ortaya çıkarınca bu kaymanın Hıristiyanlığa ciddi bir
darbe vurduğu anlaşıldı. Diğer bir deyişle, egemen kültürel ve entelek-
tüel çevreyle yapılan gizli anlaşma Hıristiyanlığa destek değil köstek
olmuştu.
Bu da ateizmin yükselip gelişmesinde kutsal kitap eleştirisinin ne
kadar belirleyici bir etmen olduğu sorusunu akla getirmektedir. Dev-
rede olan başka önemli etmenler de vardı besbelli, en çok da bundan
sonraki iki bölümde ele alacaklarımız. Ancak göründüğü kadarıyla en
azından kimileri açısından kutsal kitap eleştirisinin vurduğu darbe ate-
izmin dillendirilmesinde dönüm noktası olmuştu. Owen Chadwick'in
olmayacaktı. Stephen ın bu bakımdan diğerlerini ne dereceye kadar
temsil ettiğini saptamak zor. Chadvvick başka bir yazısında Stephen'ın
tutumunu yaygın entelektüel eğilimin bir göstergesiymiş gibi niteler,
hatta bu tutumun belki de çoğu zaman anlatıldığından daha incelikli
olduğunu ileri sürer. Ona göre Stephen,
Nuh tufanına artık inanamadığmdan bazen inancını kaybeden biriolarak temsil edilmektedir. Bu 60'larm ortalarında, otuz yıl boyunca en
eğitimli adamların Nuh tufanına inanmayı bıraktıkları zaman başına
gelmişti. Stephen'ın kendi beyanlarında daha zekice bir tutum sezeriz.
Bu entelektüel fikir ayrılığından çok ahlaki ret sorunuydu. Kitab-ı Mu-
kaddes'teki hikâyelere inanmayan, Kilisesi tarafından böyle hikâyeleri
ayin sırasında hakikat gibi okumak zorunda bırakıldığı bir duruma so-
kulmuş bir din adamıydı o. Daha fazla tahammül edemezdi. Halefleri-
nin farz ettiği gibi cemaatin bir an dahi Nuh'un hikâyesini tarih olarak
anlattığını kabul etmediklerini farz edemezdi.22
Chadvvick, Stephen'ın Kitab-ı Mukaddes'in tarihsel gerçek olmama-
sının Hıristiyanlıkla bağdaşmadığım düşündüğünü iddia etmez; daha
çok onun Kitab-ı Mukaddes'in tarihsel gerçek olduğuna inanmazken
inanırmış gibi konuşup davranmasını beklediği anlaşılan kilisedeki ko-
numuyla bağdaşmadığını düşünüyordu.
Böyle açmazlar ve entelektüel ıstıraplar artık geçmiş bir çağda kaldı.
Yirminci ve yirmi birinci yüzyıllarda kutsal kitap eleştirisi ve kutsal
metinlerin birebir hakikatine ilişkin kuşkuların ateizmin açıklanmasın-
da bir unsur olarak dile getirilmesi eskisi kadar olası değil kuşkusuz.
Büyük ölçüde bunun nedeni teist ya da ateistlerin Hıristiyan inanışının
başlıca şartı olarak kutsal metinlerin tarihsel yanılmazlığına bağlı kal-mak istemesi değildi. Bu açıdan Temple, Gore, Colenso ve diğerlerinin
gayretleri meyvelerini vermiş görünmektedir. Teolojinin kendi içinde,
kutsal metinlerin yalın ve tarihsel hakikate bağlılığı dahil, modern
epistemolojik süreçlere uyum sağlamada işlenen tarihsel yanılgının gi-
derek daha çok farkına varılmaktadır. Pek çok çağdaş teolog için kutsal
metinlerdeki belli başlı anlatıların tarihsel gerçek olmaları ya da olma-
maları artık konu dışı kalmıştır. Önemli olan kutsal metinlerdeki anla-
106
tıların manevi hakikatleri aktarma gücüdür, yoksa anlatılan olayların
gerçekten yaşanıp yaşanmadığı değil.
102
jik ve al eg or ik te fsi rle ri ne "s al t" tarihsel olarak yazınsal olmaktan çok
anlam yükü itibarıyla tam karşıdan bakmaktır bu. Bunun tek nedeni
l k t l kit l ti i i i d ğ d b i b b k l
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 55/106
Ama bu çağdaş teolojide kutsal metinlerin yalnızca mecazi anlam-
da hakikat olarak görülmesi gerektiği konusunda (bazı teologlar hiç
şüphesiz buna inansalar bile) fikir birliği olduğu anlamına gelmez. Bi-
lakis, modernite tarafından kutsal metinlerin "yazınsal" anlamda za-
yıfladıklarının görülmesine, dolayısıyla sadece tarihsel tanımlar olarak
anlaşılmasının nasıl mümkün olduğuna teologların dikkat çekmesi de-
mektir. Örneğin, Gerard Loughlin "modern dönemde birebir anlamın
genel ayrışması: Yazıldığı haliyle yalın anlamı ve tarihsel olarak yalın
anlamı" hakkında yazmıştı.23 Yalın olan bir kere tek renkli görülmeye
görsün, "edebi" olanla "mecazi" olanı iki ayrı ve hangisi tercih edilirse,
öbürünün yerine geçecek okuma olarak karşı karşıya getirmek müm-
kündür. Oysa modern öncesi teologlara göre, daha önce ayrıntısıyla
açıkladığımız gibi, bu ancak kutsal metnin zayıf düşmesine yol aça-
bilecek sahte bir ikilikle zorlanabilirdi. Rowan Williams'ın işaret ettiği
gibi Aquinolu Thomas'a göre
(kutsal metnin) edebi anlamı kutsal metinle ilgili bütün önermelerinaçık bir şekilde gerçek gidişatı ayrıntısıyla tasvir ettiğine inanmaya bağ-
lı olmaz; edebi hareket içerisinde bizi insanın yaşamöyküsüyle birlikte
giden Tanrı'nın hareketine götüren mecazı içermesi mümkündür, zaten
içerir de. Bu yolla Thomas (Aquinolu Thomas) içinde türlerin çokluğu-
na imkân veren edebi anlayışı kısaca tarif eder; yakın zamanda tefsirci-
lerin şiddetle karşı çıktıkları edebi mananın dar ve kısır tariflerine yol
açan da idrak kabiliyetini görüp geliştirmeyi başaramamalarıdır.24
Öyleyse VVilliams'a göre kutsal metinlerini okuyanların tarihsel,
edebi okumayla salt mecazi okuma arasında düpedüz bir seçim yap-mak zorunda kaldıklarını varsaymak yanlış olur. Aksine, kutsal metin-
lerin yazınsal okuması içinde barındırdığı metafor, alegori ve tipoloji
türlerine özen gösterir ve anlatıların hiçbir şekilde tarihsel tasvirler ol-
masını gerektirmez.
Bu düşündürücü yorumları daha fazla irdelemek bizi günümüzün
kutsal kitap tefsircilerinin engebeli arazisine götürecektir. Ama bu kısa
alıntılar bile çağdaş teolojinin gittiği istikamet hakkında bir fikir edin-
memizi sağlar. Göründüğü kadarıyla kilise babalarıyla onların tipolo-
yalnızca kutsal kitap eleştirisinin vurduğu darbenin bunu mecbur kıl-
ması değildi. Loughlin ile YVİlliams'ın açıklamaları kutsal metinlerin
daha incelikli okumalarının teolojik açıdan daha tatminkar, aydınlatıcı
ve kat, Hıristiyanlık geleneğiyle daha uyumlu olduğu kanaatim göster-
mektedir. Bu bakımdan kutsal metnin "birebir tarih" olarak okunması
geçici sapma diye görülebilir, ama bu pek çok zararlı e t k i s i olan bir sap-
madır. Yalnızca bizzat inancın kısırlaşmasına yol açmakla kalmamış,aynı zamanda kutsal kitap eleştirisini böyle bir okumanın çürük oldu-
ğunu gözler önüne sermesiyle onu ateist saldırıya maruz bırakmıştır.
Böylece bir taraftan ateizm, diğer taraftan kutsal kitap eleştirisi ara-
sındaki yakın bağı görmek mümkün olurken, bunun belirli tarihsel do-
nemde - modernite döneminde - kendini belli etmiş, görece kısa ömür-
lü ve şimdi kesinlikle zayıflayan bir bağ olduğu son ucunu çıkarabiliriz.
6 BOLUM
layışlarını ve ilahi takdir kavramını tekrar gözden geçirmelerine yol
açmıştı elbet, fakat genellikle bilimsel olduğu kadar teolojik ilerlemeler
olarak görülüyordu Newton'ı bir anlamda ilahi tezahüre ulaşmanın
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 56/106
6. BOLUM
ATEİZM VE BİL İMİN YÜKSELİŞİ
Tarihin bir noktasında ekilen bir tohum "ateizm" ile "bilim" arasın-
da silinmeyecek bir zihinsel bağlantı olarak filizlendi. Bu bağlantının
gücü son zamanlarda azalmış olmasına rağmen asla tamamen kopma-
mıştır ve daha küçük çapta da olsa hâlâ canlıdır. Kökenine gelince, on
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkıp gücünün doruğuna
ulaştığına şüphe yok. 1885 yılında "şüphe" olgusunun (en azından
Britanya'da) 1855'e kıyasla çok daha yaygın olduğunu gözlemleyen
Owen Chadvvick der ki,
1885'te pek çok kimse ister şüphe etsin ister tasdik etsin bu kanaat
değişikliği için "bilimi" suçluyorlardı. Bazıları sanki tek sorumlu "bi-
lim" imişçesine konuşuyordu. Ve bunların arasında bilimi suçlayan ki-mileri Charles Darwin adını din hakikatiyle karşı karşıya kalınca bilim-
lerin bütün gelişiminin sembolü ya da merkezi veya entelektüel gücü
olarak kafaya takmışlardı.1
Bu duruma yol açan ne olmuştu? Bazı bakımlardan şaşırtıcı bir
durumdu, çünkü bilim yeni bir şey sayılmazdı. Darwin'in keşifleri ve
hipotezleri ne kadar devrimci ve etkili olursa olsun, kendisini bilimin
bu itibarla yaratılmasıyla ilişkili görmek pek mümkün değildi. Üstüne
üstlük doğa bilimlerinin uzun tarihinde teolojiyle arasındaki çekişme-
nin işareti olarak etkisi çok azdı. Tam tersine, teolojiyle bilim arasın-daki ilişki uzun zamandır uyumlu bir dostluk içerisinde gidiyordu.
Bu dostluğa en sembolik ifadesini veren belki de on sekizinci yüzyılın
mükemmel bilgini Sir Isaac Nevvton olmuştu . Kimse biliminsanı ola rak
Nevvton'ın konumundan kuşku duymuyordu; aslında onun keşifleri
yalnızca devrimci addedilecek şekilde dallanıp budaklanmıştı. Ama
aynı zamanda eserlerinin teolojinin altını oymaya hizmet ettiğini dü-
şünenler de vardı. Bunlardan bazıları miras alınmış ilahi faaliyet an-
olarak görülüyordu. Newton ı bir anlamda ilahi tezahüre ulaşmanın
yolunu açan biri olarak görenler vardı; Tanrı'nm buyurduğu üzere
dünyanın nasıl hükmedileceğine dair kuralları gün ışığına çıkarmıştı,
zaten bu mucizelerin ilahi dehaya duyulan güveni artırıcı etkisi oldu-
ğu düşünülüyordu. Bu anlamda Newton inananların Tanrı'ya ibadet
ederken duydukları huşu ve merak duygusunu besleyen kişiydi. N ew-
ton büyük ölçüde çalışmasıyla ilgili bu anlayışı paylaşıyordu, ayrıcaonca bilimsel çabalarının yanında kapsamlı teoloji kitapları yazmaya
da vakit bulduğunu unutmamak gerekir. Her ne kadar gelecek nesiller
aksi yönde karar vermiş olsa da Newton'ın kendisi yaptığı teolojik ça-
lışmaların önemini, bu disipline ait daha geniş sonuçları bakımından
olmasa bile, en azından içsel bütünlükleri açısından bilimsel çalışma-
larıyla aynı seviyede görmeye eğilimliydi. Bu iki alandaki çalışmaları
farklı yöntembilimsel süreçler aracılığıyla ilerlemiş olmasına rağmen
aralarında, farklı açılardan bakılmış olsalar da öncelikle ortak bir he-
defi paylaştıkları kanaatinden kaynaklanan temel bir süreklilik görüle-
cekti. John Hedley Brooke şöyle açıklamaktadır: "O madem iki alanını
bağdaştıran bir tür 'doğa felsefesinin' peşinden koştuğunu düşünüyor-
du, Nevvton'ın kendi 'bilimi' ve kendi 'dini' arasında nasıl bir uzlaşma
sağladığını sormak bir dereceye kadar yapay olur."2
Bilim ile din arasındaki temel uyumun böyle anlaşıldığı, Nevvton'ın
zamanında ve aslında on dokuzuncu yüzyılın içlerine kadar bilim ala-
nında başlıca öncülerin yerleşik Kilise düzeninin üniformalı papazla-
rı oldukları gerçeğiyle iyice doğrulanmaktadır. Bunun başlıca örne-
ği Oxford'daki fen profesörlüğünü din adamlığı ve Christ Church
Katedrali rahipliğiyle birleştiren tuhaf ama çığır açıcı jeolog William
Buckland'dı. 3 Gelgelelim diğer yönleriyle ne kadar istisnai bir adam
olsa da biliminsanı-papaz olarak ikili konumuyla enikonu şahsınamünhasır biriydi. Bilimle teoloji arasındaki ilişki Newton tarafından
görüldüğü gibi uyumlu ve sürekli olarak algılanınca bir biliminsa-
nınm aynı zamanda papaz olması tamamen doğal kabul ediliyordu.
Bunu bilim ve din adamı olarak üstlendiği çifte rol itibarıyla John Pol-
kinghorne gibi bir kimseyi ilginç ve alışılmışın dışında görme eğilimi
taşıyan günümüzün bakış açısıyla karşılaştırmak ilgi çekicidir. Böyle
bir değerlendirmenin iki mesleği uyumlu bir bütünün iki tezahürü
111 -123
olarak algılayan Viktorya öncesi dönemin zihniyetince anlaşılmasımümkün değildi.
Peki nasıl oldu da alnı ca birkaç on ıllık bir aman diliminde
temi içerisinde ittifak halinde olması gerektiğiydi. Newton'ın keşifleri
-şimdiye dek söz ettiğimiz bazı yönleri hariç- teolojik öğretileri hiçbir
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 57/106
Peki nasıl oldu da yalnızca birkaç on yıllık bir zaman diliminde
bilim ile din arasındaki ilişki dostluktan çıkarak dinin gözden düşü-
şünün sorumlusu olarak bilimi suçlayacak kadar düşmanlığa dönüş-
tü, bilginlerle papazlar sürekli çekişme halinde olan kimseler olarak
görüldü? Bu dönüşüm ve gerçekleşme hızı fevkalade dikkat çekicidir.
Ama bu meseleyi açmadan önce on sekizinci yüzyılda bilim ile din ara-
sında egemen olan uyumlu ittifakın karakterini hatırlamamız önemli.Yukarıda gördüğümüz gibi Amos Funkenstein erken modern döneme
asıl damgasını vuranın bilimsel ve dinsel söylemin "kaynaşması" ol-
duğunu savunmuştu. Farklı düşünce alanları olarak görülmeleri şöyle
dursun, her birinin kendilerine ait metodolojileri, gramerleri ve doğru-
luk kriterleriyle metodolojik bir devamlılık içerisinde işledikleri kana-
ati söz konusuydu. Bilimsel meseleler teolojik dille doluydu, teolojik
hakikatler de açıkça bilimsel yolla ifade edilirdi. Ama aynı zamanda
bu gözle görülür birlik ve uyumun bazı bakımlardan yanlış yönlendi-
rici olduğunu da gözledik. Çünkü, Michael Buckley'in de ileri sürdüğü
gibi, bilimle din arasındaki uyumlu ittifak aslında dinin metodolojik
açıdan bilime teslim olmasıyla kotarılmıştı. Bu "teslimiyetin" açık açık
kabul edilmekten çok bilmeden ve bilinçsiz yapıldığını da gördük kuş-
kusuz. Öte yandan Buckley'in tartıştığı husus, bu teslimiyetin her şeye
rağmen o kadar gerçek olmadığıydı. Dini hakikatler deneysel, bilimsel
varsayımlarla uyum sağladığı gözler önüne serilebildiği sürece bizzat
din kendini deneysel, bilimsel gerekçelerle haklı çıkarıp savunmayı ta-
mamen doğal görüyordu. Buckley'in dediği gibi, "Bilim artık sadece
felsefeye değil teolojiye de dayanmaktadır."4
Gelgelelim bu doğruysa, o zaman hem bilimle din arasında kurulan
daha önceki dostluğun yapısına hem de bunun hızla çöküşüne hatırı
sayılacak ölçüde ışık tutmaktadır. Çünkü bilimle din arasındaki ittifak
ne kadar sağlam ve derin görünürse görünsün, din öğretisine herhangi
bir şekilde zıt düşmeyen ama süresiz güvence altına alınamayacak bili-
me tamamen bağımlı olması bakımından bu önermenin aslında düpe-
düz sallantıda olduğunu akla getirir. Din ile bilimin dikişsiz bir bütün
olarak "kaynaşması" apayrı iki söylem alanı arasında hiçbir karşılıklı
uyuşmanın mümkün olamayacağı anlamına geliyordu. Aralarındaki
sürekliliğin anlamı ikisinin tümüyle uyum içinde ve tek bir mantık sis-
şekilde ciddi olarak sorgulamamıştı; zaten bu muhtemel anlaşmazlık-
lar teologların kabullenmeye dünden razı oldukları teolojik düzenle-
melerle kolayca çözüldü. Ne var ki bilimin sürekli ilerleme kaydettiği
düşünülürse, bundan daha ciddi çarpışmalara yol açması bekleniyor-
du herhalde, zaten bu an gelip çattığı zaman -teolojinin prensip olarak
halihazırda bilime teslim ettiği metodolojik zafer göz önüne almınca-
teolojinin boyun eğmesi kaçınılmazdı. Bu aslında, özellikle Darwin'inkeşifleriyle birlikte çok korkunç boyutlarda yaşandıysa da benzer kay-
maların usul usul görülmeye başladığına dair işaretler epeydir vardı.
Örneğin, pek çok üniversite öğretim görevlisinin (on dokuzuncu
yüzyılın sonlarına kadar hemen hepsi Anglikan papazlarıydı) inancı
yeniden yorumlamaya, hatta bilimsel ya da değil akademik araştır-
malarına ters düşen belirli dinsel öğretileri hepten reddetmeye istekli
olduğu görülür. Bu itibarla Leslie Stephen "kendi zamanındaki ortala-
ma Cambridge öğretim görevlisinin" çarpıcı portresini çizer (o da 1855
yılında diyakoz payesine yükselmişti). Böyle tipik birini tarif ederken
şunları söyler:
Hem rasyonel hem Hıristiyan olmayı dileyen hassas ve dürüst bir
adam. Eski katı Hıristiyanlığın aldığı vaziyetin savunulacak tarafı kal-
madığını görecek kadar rasyoneldi. Cehenneme veya "sözlü telkine" ya
da "gerçek mevcudiyete" inanmıyordu. Böyle konularda yapılan mü-
nakaşaları saçma ve köhne bulur, onlardan bahsederken lanet okumasa
dahi ehemmiyet vermezdi. Ama diğer yandan bir tür dinsel inanışın
gerekli ya da değerli olduğunu düşünür, kendini içtenlikle inanan biri
diye görürdü. Eski inanışların bir şekilde "rasyonalize" veya "spiri-
tüalize" edilebileceğini varsayardı. Onları şu ya da şu anlamda kabuledebilir ama hangi anlamda olduklarını pek merak etmezdi. Felsefenin
nihai sorularıyla daha az meşgul olurdu. Büyük zorluklara gözlerini
kapatır ve cevabı oldu bilirdi.5
Bu pasaj birkaç nedenden ötürü önem taşıyor. Bir kere yeni ortaya
çıkan bilimsel bilgi ışığında inançların entelektüel ve psikolojik "uyuş
ması" ya da "uyarlanması" sürecinin, en azından Darwin'in yaptığı ve
diğer önemli bilimsel keşiflerin patlayıcı bir güçle ortaya çıkmasından
113 -123
bir süre önce enikonu yoluna girdiğini akla getirir. İkincisi ve tartıştığı-
mız konuyla daha yakından alakalı husus da uyuşmanın karakteriyle
ilgili bir şeyleri ortaya koymasıdır. Hiç kuşkusuz bunlar o uyuşmanın
alabileceği çeşitli biçimlerdi VVittgenstein tarafınd an aydınla tılmış aşa
ısrarla vurguladığı üzere, teoride onun evrim hipoteziyle teizm arasın-
da ters düşen hiçbir şey yoktu, ayrıca evrim kuramının kabul edilmesi
teizmi ne daha çok ne de daha az olası kılmaktaydı. Öte yandan pek
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 58/106
alabileceği çeşitli biçimlerdi. VVittgenstein tarafınd an aydınla tılmış aşa-
ğı yukarı kesin içgörülerin etkisiyle yirminci yüzyılda bilim ve dinden
her biri kendi mantık ve belirgin dilbilgisi kurallarına sahip iki ayrı
"saha" olarak söz etmek suretiyle ikisini bağdaştırmak, böylelikle ara-
larında doğrudan herhangi bir çatışma, hatta çekişme olasılığını bile gi-
dermek yaygındı. Ancak on dokuzuncu yüzyılda miras alınmış dinsel
ve bilimsel söylem "kaynaşması" ile birlikte bu kapı artık kapanmıştı.Onun yerine ne zaman doğrudan çarpışma yaşandığı düşünülse biraz
taviz verme, hatta teslimiyet yoluna gidilecek, ayrıca en eğitimli kimse-
lerin gözünde boyun eğmesi gereken hemen her durumda din olacak-
tı. Stephen'm yeni ortaya çıkan bilgiye ters düştüğü anlaşılan teolojik
doktrinleri ıskartaya çıkarmaya hazır görünen "ortalama Cambridge
öğretim görevlisi" tasvirinde çarpıcı bir biçimde hatırlattığı buydu. Bu
papaz öğretim görevlileri kendilerini samimiyetle inananlar diye gör-
seler de prensip olarak doktrini feda etme sürecinin kesin çizgilerini
belirleyecek gözle görülür hiçbir sınır bulunmuyordu. Bazıları için din-
sel anlamına gelebilecek hiçbir şey kalmayana dek doktrinlerle öğreti-lerden fedakârlık edilmesi gerekiyordu, bu işlem en nihayetinde bizzat
Leslie Stephen tarafından yerine getirilecekti.
Öte yandan geçen bölümde gördük, Leslie Stephen'm yaşadığı
inanç kaybını tayin eden en azından bir dereceye kadar kutsal metinle-
rin yalın hakikatine olan inancını kaybetmesiydi. Bu aşamada "bilim"
açmazının "Kitab-ı Mukaddes" açmazına bağlı olduğunu belirtmemiz
gerek. Önceki bölümde kutsal kitap eleştirmenleri tarafından keşfedi-
lenlerin ister kendilerine ister dine inancı zedelemesi gerekmediğini
gördük. Bunun nedeni Kitab-ı Mukaddes'in modern dönemde harfi-
yen, bilimsel ve matematiksel açıdan anlaşılmasıydı. Kutsal kitap eleş-
tirisi kutsal metinlerin bu şekilde anlaşılmasının savunulacak bir tarafı
olmadığını göstermişti, pek çoklarının gözünde bunun kutsal metinleri
anlamanın mevcut yegâne yolu olduğu düşünülünce, bu durum kutsal
metinlerin tamamının terk edilmesini gerektiriyordu. Benzer bir süreç
bütün "bilim" açmazı fenomeninin devreye girdiği durumda görüle-
bilir. Tartışma konusu olan bilimsel keşiflerin çoğuna gelince, gerçekte
ancak birkaç tanesi dinsel inamşa olumsuz etki yapmıştı. Darwin'in de
çokları açısından evrim kuramının asıl kötü niyeti yaratılışa dair kut-
sal metinlerde aktarılanların doğruluğuna gölge düşürmesinden ileri
geliyordu. Diğer bir deyişle, bilimin açmazı mantık ve uygulama ba-
kımından kutsal kitap eleştirisinin açmazına yakındı: İkisi de kutsal
metinlerin yazınsal hakikatinden şüphe ediyorlardı. David Nevvsome
şöyle der:
1859'dan sonra Darvinizm, katı Hıristiyanlığa daha önce karşı karşı-
ya kaldığından çok daha endişe verici bir darbe vurduysa bunun sebebi
Türlerin Kökeni' ile birlikte açığa çıkan gerçeklerin kutsal metinlerin ka-
bul edilmiş otoritesinin -ne tuhaftır ki özümsenmesi ve Hıristiyanların
tamamınca uygulanması gerektiğine itimat edilen en zorunlu mesajın,
Kutsal Metinler'deki Tanrı Kelamı'nm ahlaki içeriği diye görülmüş Vik-
torya döneminin dinsel öğretisinin ta kendisi tarafından- çoktandır sor-
gulandığı bir dönemde gelmesiydi.6
Kuşkusuz, teizme yönelik, bilimsel bilgideki ilerlemelerle temsiledilen meydan okumayı kutsal metin eleştirisinin vurduğu darbeye
indirgemek yanlış olacaktı. Bilim, özellikle jeoloji, bilginin hudutlarını
ilerlettikçe ve evrim hipotezi giderek şekillendikçe, aşağıda da göre-
ceğimiz gibi, din açısından ortada, kutsal metinlerin tarihsel ve yazın-
sal hakikatin temsilcisi olarak okunmaya devam edilip edilemeyeceği
meselesinden çok daha fazla tehlike vardı. Gelgelelim, konu ateizmin
ortaya çıkışı olunca, bunların aralarındaki bağlantı önemlidir. Bilimden
bağımsız olarak kutsal kitap eleştirmenleri kutsal metinlerin tarihsel
doğruluğuna gölge düşürmüşlerdi. Biliminsanları da benzer sonuçlara
ulaşmada kutsal kitap eleştirmenlerinden bağımsız olarak kendi gerek-çelerini ileri sürüyorlardı. Kanıtların kümelenen gücü öyle büyüktü ki
zihinlerinde şüpheye düşenlerin bilimsel ilerlemelerde hakikatin teis-
tik anlatılarına meydan okuyan başka ne varsa kabullenmeye çoktan-
dır hazır oldukları verimli bir ortam vardı.
Bilim tarafından dine yönelik meydan okumalar her ne kadar Char-
* Türlerin Kökeni, Charles Darwin, çev. Ömer Ünalan, Evrensel Basım Yayın, İst., 2009 .
115 -123
les Darvvin adını çağrıştırsa da bu meydan okumanın temellerinin 1859
yılında muazzam eseri yayınlandığında hatırı sayılacak kadar gelişmiş
olduğu su götürmez. Robert M. Young, "Darwin ile Darvinizm'in çok
d h i bi h k ti kli i h li ldiği i" t t k "1790'l
zaman böyle mi varlık gösterdi, yoksa gelişti mi, öyleyse nasıl bir ge-
lişim geçirdi gibi sorular sorardı. On dokuzuncu yüzyılın en önemli
je ol og la rı nd an bi ri Ch ar le s Ly el l' dı . Av uk at lı k eğ it im i al mı ş ol ma sı na
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 59/106
daha geniş bir hareketin klişesi haline geldiğini" tartışırken, "1790'lar-
da başlayan bu hareketin birkaç belirgin evreden geçtiğine işaret et-
mektedir. Bunlardan ilki, 1798 yılında, papaz ve aynı zamanda East
India Company'de ekonomist olan Thomas Malthus imzalı bir eserin
yaymlanmasıydı. Essay on the Principle of Populcıtion başlıklı inceleme
doğayı ahenkli ve insanı müşfik kabul eden -Aydınlanma sırasında
pek yaygın olan- temel varsayımı sorguluyordu. Young kitaptaki anaargümanları ve din açısından sonuçlarını şöyle özetler:
Tanrı bütün boğazlara yiyecek vermez, ama tüm bu yiyecek için zi-
yadesinden fazla boğaz verir; hayırseverlik -ister özel olsun ister devlet
eliyle- fukaranın nasibine düşeni daha beter ederdi. Malthus'un kura-
mının etkisi barındırdığı gözle görülür matematiksel kuvvet sayesin-
de artmıştı; gelecek nesillerde nüfus geometrik olarak (2, 4, 8, 16, 32,
64, 128) artarken, gıda kaynaklarında ancak aritmetik artış (1, 2, 3, 4, 5,
6, 7) görülebilirdi. 128 boğazla yedi boğaza yetecek kadar lokma ara-
sındaki fark denetimsiz nüfus artışıyla insanın yiyecek bulma çabalarıarasındaki muhtemel uçurumu temsil etmektedir. Doğa yalnızca cimri
değildi, insan cinsel iştahını bastıramadığı sürece kötülük, sefalet, sa-
vaş, kıtlık ve ölüm de doğanın yasalarının kaçınılmaz sonuçlan olurdu.7
O dönemde bunun etkilerinin en şiddetle hissedildiği alan bilim ve
dinden çok siyaset alanı oldu. Kamu politikasını müdahale ve sosyal
yardımdan uzaklaşacak şekilde düzenleyen Yeni Yoksullar Kanunu'nu
yürürlüğe koyma mücadelesi veren Whig, hükümetinin imdadına ye-
tişmişti. Fakat öyle bir mantık işletilmişti ki Darvvin'in, kendi tarafın-
dan da kabul edildiği gibi, "doğal seçilim" kuramının itici gücü olan
dinamik anlayışına işaret ediyordu.
Young'm tespit ettiği ikinci evreyse bizi doğruca jeoloji alanına gö-
türmektedir. 1800'lerin başında fosillerle gömüldükleri çeşitli katman-
lar arasındaki ilişkiye dair önemli keşifler yapılmaktaydı. Fakat jeoloji
bundan daha fazlasını yerine getiriyordu; aynı zamanda yerkabuğun-
daki şiddetli hareketlerin, kırılan katmanların ve dağ atımlarının bili-
miydi. Bize göründüğü haliyle doğal dünyanın yapısı hakkında, her
rağmen mesleğinden bağımsız olarak hali vakti yerindeydi, dolayısıyla
serveti sayesinde rahat bir yaşam sürebiliyor ve vaktini jeolojik araş-
tırmalara ayırabiliyordu. Principle s of Geology (1830-3) bu çalışmaların
meyvesiydi, birinci cildi Beagle gemisiyle ç ı k t ı ğ ı jeolojik keşif yolculuğu
sırasında genç Darvvin tarafından okunmuştu. Darwin'in yaşamöykü-
sü yazarları Adrian Desmond ile James Moore'un sözleriyle aktaralım:
Lyell geçmişin şimdiki zamandan daha şiddetli olmadığı -dolayı-
sıyla antik dünyayı izah etmek için tek ihtiyacımızın bugünkü iklimler,
volkanik faaliyetler ve yer hareketleri olduğu- mütemadiyen ve ağır
ağır değişen bir dünya canlandırıyordu. Yerkabuğu hareketleri birbirini
dengelemektedir: Bir tarafta arazi yükselirken başka bir yerde çöker,
sarsıcı bir şekilde değil... azar azar.8
Böylece arazi düzenleri yavaş ve istikrarlı bir değişimin geliştiği bir
süreç içerisinde meydana gelmektedir. Lyell bu gelişim prensibini ha-
yata ve hayvanlara uyarlamayı mükemmelce reddetmiş olmasına rağ-
men dünyadaki arazi düzenlerinin görünümüne ilişkin savları evrim
hipotezine zemin hazırlayacak şekilde belirlenmişti. Darwin'in Beagle
gemisinde yaptığı gözlemler Lyell'ın önerilerini doğrular nitelikte gö-
rünüyordu, daha o günden "dünyayı ağır ağır ve azar azar değişen bir
yer olarak görmeye başlamıştı".1*
Evrimci hipotezin doğuşunda bir sonraki adım 1844 yılında yayın-
lanmış Vestiges of the Natural History of Creation adlı, Robert Chambe rs
tarafından yazıldığı ancak 40 yıl sonra anlaşılan anonim bir eserdi.
Kitap, Lyell tarafından yeryüzü tarihine uyarlanmış, değişmez doğa
yasaları doğrultusunda gelişen prensiplerin hayatın kendi gelişimin-den sürekli uzak tutulamayacağını gözler önüne sermekteydi. Dahası,
evrensel yasalara göre "başkalaşım" ilkesinin, özellikle zihinsel hayat
dahil, insan hayatına uyarlanması gerektiği iddiasını desteklemek için
George Combe'un kafatası bilimi (frenoloji) üstüne yaptığı çalışmasına
dikkat çekiyordu. Çalışma, yerleşik bilimsel kurumlarca iyi karşılan-
mamıştı; genel kamuoyu için amatör biri tarafından kaleme alınmıştı,
biliminsanları yazarın benimsediği akademik bilgi standartları karşı-
116
smda dehşete düşmüşlerdi. Adrian Desmorıd bu kitabı tanımlarkenşunu demişti:
Bir parça parlak gazetecilik, kenarda köşede kalmış bilim dallarının
k k d k l h l l b l d b
102
ile bilim arasında bir önceki yüzyılda ilişkilerinin temelini oluşturan
ahenkli evlilik artık çözülme sürecine girmiş görünüyordu.
Bu esnada Charles Darwin evrim hipotezinin çeşitli unsurlarını bir-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 60/106
kazanç kapısı senteziydi. Seküler hizipleri "Gelişim" bayrağı altında bir
araya getirmek için zekice kotarılmıştı. Ne var ki bilim ikinci eldi, za-
ten (Thomas) Huxley de kitabın görgüsüz özentisinden hiç hoşlanma-
mıştı. Üstelik hayalperestti, gezegenlerin bir araya gelmesinden tutun
da canlı küreciklerin "kemiko-elektrik" nesline, balık ve ilk sürüngen
fosillerine, başlığındaki "vestiges" -küçülerek işlevini yitiren organ,
kalıntı- sözcüğüne ve insanın mükemmelleşmesine kadar daldan dala
atlıyordu.10
Eğer geniş bir okur kitlesini hedef aldıysa, bu amacına ulaştığı mu-
hakkaktı, 1860'a kadar 25.000, yüzyılın sonuna gelindiğindeyse 100.000
kopyası satılmıştı. (Buna karşılık Darwin'in Türlerin Kökeni 1895'e ka-
dar 47.000 satmış bulunuyordu.11 ) Öte yandan bu kitap biliminsanları
tarafından ne kadar kötülenmiş olsa da aynı biliminsanlarının kendi
araştırmalarında hatırı sayılacak kadar dallanıp budaklanacağı anlaşı-
lan benzer bir istikamette ilerlediklerinden kuşku duymak mümkün
değil. Chambers şu sözleri söylediği zaman kuşkusuz en önemli teksonucunu ortaya çıkarmış oluyordu:
Kanuna tabi olduğu ispatlanan zihni amelin anında doğal hadiseler
kategorisine girdiğini, bırakın münakaşa etmeye, söylemeye bile pek
lüzum olmaz. Eski metafizik karakterini bir çırpıda kaybeder, fiziki ve
manevi arasında ekseriyetle kabul edilen fark hükümsüz kalır.12
Kitabın çeşitli baskılarında birkaç kez ve büyük ölçüde değiştirilen
yukarıdaki alıntı zaten bilimsel ilerlemelerin din açısından kutsal kitap
eleştirisi sorunundan çok daha fazla tehlike doğuracağının işaretiydi.Katı teolojinin büyük bölümü, insan türüyle yaratılanların geri kalanı
arasında nitel bir farklılık olduğu varsayımına dayanıyordu. İnsan türü
tek başına "Tanrı'mn kendi suretinde" yaratılmıştı ve İsa'nın getirdiği
mucize kurtuluş bir tek insanın yakarmaydı. Dini hassasiyet ve hakika-
ti idrak bir tek insanın sahip olduğu bir güçtü. Bilim ne zaman insan,
hayvan ve bitkide içkin bir tür süreklilikten yana bu nitel ayrımı orta-
dan kaldırmaya kalktı, dinsel duyarlılıkları tehdit eder hale geldi. Din
p
leştirmek gibi zahmetli bir işle meşgul olmaya devam etti. O dönemde
ve bazen sonradan da eleştirmenler arasında Darvvin'in bilimsel gerçek
olarak ortaya sürdüğü şeyin alt tarafı bir "teori" ya da "hipotez" ol-
duğundan, ortada doğrudan hiçbir "kanıt" bulunmadığından şikâyet
etmek yaygındı. Evrimin ampirik deneylere dayanarak yapılan benzer
diğer keşifler gibi gün ışığına çıkarılmış bilimsel bir "keşif" olmadığıdoğru. Ancak Darwin'in hipotezi örneğin yerçekimi yasası gibi bilim-
sel keşiflerden farklı bir kurala bağlıydı, zaten prensip olarak "evrim
hakikati" için çürütülemeyecek kanıt olabilecek şeyin ne olduğunu tam
olarak bilmeye olanak yoktur. Ama bu, Darwin'in eseri uçuk tahmin-
lerden, mesnetsiz fantazyal ardan ya da hüsnükur untula rdan ibaret
demek değildi. Tam tersine, onun eseri yaklaşık 20 yıllık meşakkatli
gözlemin, botanik, jeoloji ve "natüralizm" diye bilinen âlemdeki diğer
uğraş alanlarında dolaylı kanıtlar toplamanın ürünüydü. İtinayla yol
alıyor, çalışmasının akademik ve bilimsel sağlamlığına ikna olana dek
dünyaya duyurmak istemiyordu; öyle özen göstermişti ki 1858 yazında
Alfred Russel VVallace'm da bağımsı z olarak benze r sonuçlara vardığını
keşfettiği zaman çalışmasının bütün orijinalliğinin "paramparça" ola-
cağı korkusuna kapıldı. Bulgularını aynı yıl yapılan Geological Society
toplantısında ortaklaşa sunmuşlardı, bu da Darvvin'de bütün evrim dü-
şüncesini ve onun dayandığı kanıtı olduğu gibi açığa vurma heyecanı
uyandırdı. Görülmedik bir hızla çalışarak kitabını ertesi yıl yayınladı,
böylece Türlerin Kökeni nihayet onu bekleye n dünyayla tanışmış oldu.
Darvvin uzun zamandır kitabın basılmasını ikircikli duygularla ama
evham içinde beklemekteydi. Kitabın sonlarına doğru "bu kitapta dile
getirilen kanaatlerin herhangi birinin dini hislerini dumura uğratması
için hiç geçerli sebep" görmediğini belirtmişse de bu cümle öngörüdençok savunmaya dayanıyordu. Kaçınılmaz olarak ilk gelen tepkiler karı-
şıktı ama hepsi kesinlikle olumsuz değildi. Yayımlanmasından kısa bir
süre önce Hıristiyan Sosyalist rahip Charles Kingsley'in "O'nun kendi
kendine gelişmeye muktedir asal şekiller yarattığına inanmak... Bizzat
kendi bırakmış olduğu gediği doldu rmak için bir daha müdahal e etme
mecburiyeti hissettiğine inanmak kadar necip bir Yüce Varlık anlayı-
şıdır,"13 diye yazdığı takdir mektubunu almak Darwin'i müthiş keyif-
118
lendirmişti. Ayrıca Darvvin'in bayraktarlığını yapan ABD'deki yegâne
destekçisi Harvard'daki Herbaryum'un başındaki Asa Gray
dini bütün bir Hıristiyan'dı. Asa Gray hayatı boyunca türlerin gelişimi-
-123
görecekti ve insan ırkı batırıp" lağım çukurunu boylamasına sebep ola-
caktı.16
Madem Harriet Martineau ile Adam Sedgwick Türlerin Kökeni'ne
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 61/106
ni yasalara bağlamak suretiyle Darwin'in tasarım kanıtını pekiştirdiği
görüşünü savunmayı sürdürdü. Darwin'e mektuplar yazarak tasarım
kanıtını güçlendirdiğini ikna etmeye çalışıyordu.14
Böyle tepkiler eşzamanlı olarak "bilim" ile "din" arasında hızla ya-
yılan mücadele maskaralığını gösterdiğinden çok daha yaygındı.Yine de bu maskaralığı besleyip destek veren aşırı tepki gösterenler
de olduğu su götürmez. Bir zamanlar Malthus'a büyük hayranlık du-
yan Harriet Martineau kendisi gibi seküler propaganda yapan dostu
George Holyoake'ye şöyle yazmıştı: "Ne kitap ama! - (eğer doğruysa)
bir taraftan vahye dayalı Din, diğer taraftan İlle-i gaiye ve Tasavvur söz
konusu olduğunda) Tabiat alaşağı ediliyor. Bilgi yelpazesi ve zenginliği
insanı nefes nefese bırakıyor."15 Göründüğü kadarıyla Martineau'nun
çekinceleri yalnızca Darvvin'in usulca teist önvarsayımlar ima ettiği
cümlelerdi. Öte yandan, Cambridge'de eski jeoloji profesörü, artık ko-
camış bir papaz olan Adam Sedgwick daha önceki siciline istinaden tah-
min edilebilir bir karşılık verdi. Yıllar önce Robert Chambers'm Vestiges
adlı kitabına şiddetli tepki göstermişti, ama bu tepki kısmen yazarın
kusurlu fen bilgisine yorulabilirken, Sedgwick'in hiddetini asıl körük-
leyen, yukarıda alıntıladığımız, Chambers'm "fiziki ve manevi arasın-
da ekseriyetle kabul edilen fark hükümsüz kalır" yollu kanaati olduğu
açıktı. Bu durum 15 yıl sonra Türlerin Kökeni ile karşılaş tığında onun
gözünde büyük engel olmayı sürdürüyordu. Eski öğrencisi Darwin'e
dostane bir mektup yazmış olmasına rağmen kitabın bazı kısımlarını
okurken duyduğu "büyük elemin sebebi onları tamamen yalan ve müt-
hiş muzır bulmamdır," demekten de geri kalmamıştı. "Gerçek tümeva-
rım yöntemini yüzüstü bıraktın ve yelken açıp bizi aya götüre cek olanPiskopos Wilkins'm lokomotifi misali motoru çalıştırıp çılgınca yola
koyuldun. " Desmon d ve Moore'un belirttikleri gibi,
Darwin'i maddi doğayla onun manevi anlamı arasındaki bağı ko-
parmaya çalışmakla suçlamıştı. Yalnızca ilahi sevginin bu göstergesi
sosyal dokuyu güvenli tutabilirdi. (Bağı) "kesip atmak mümkün ol-
saydı, insaniyet, zannımca, onu gaddarlaştırması muhtemel bir zarar
inanmakla inanmamak arasında aşırı kutupları temsil ediyorlardı,
kendilerine ait tepkileri çok geçmeden abartılı ve karikatürize bir bi-
çimde kamuoyunda ifadesini bulacaktı. Harriet Martineau'nm duru-
şu, tanınmış agnostik bilimci çok daha delişmen ve saldırgan Thomas
Huxley'inkiyle enikonu ifade bulurken, Sedgwick'in görüşleri daha
temkinli ve daha kibar, ama aynı zamanda daha yüzeysel ve kaypakolan Oxford Piskoposu Samuel VVilberforce tarafından dile getirildi.
1860 Haziranı'nda Oxford'da yapılan British Science Association'm
(İngiliz Bilim Derneği) genel toplantısında yüz yüze gelmeleri insan
hayatı ve uğraşının apayrı iki alanındaki muazzam kafa kafaya çarpış-
manın timsali olarak girmişti "bilim ve din" karşılaşması folkloruna.
Owen Chadwick da benzer şeyler söylerken, "bu çarpışma Viktorya
dönemindeki bütün çekişmenin sembolü haline geldi"; bir yandan da
bize şunu hatırlatmaktan geri kalmaz: "Viktorya çağının sonuna ka-
dar sembol olmadı, hakkında her ne kadar özel olarak konuşulsa da,
Darvvin'in (1887), hatta Thomas Huxley'in (1900) yaşamöyküleri yayın-
lanana dek genel ilgi odağı olmayacaktı." 17
Karşılaşmaya tanık olanlar çelişkili şeyler anlatırlar. Aslında yıllar
geçtikçe Huxley ile Wilberforce arasındaki sözlü atışmayla ilgili akta-
rılanlar iyice çılgınlaşarak sansasyonel bir hal aldı. Karşılaşmanın kötü
ün salmasının nedeni taşıdığı entelektüel ağırlık ve önemden çok kul-
lanılan dilin bayağılığı ve tartışmanın hırpalayıcı karakteriydi. Böyle
bir tonun dip noktası Wilberforce'un belli ki kendiliğinden ve öğrenci-
lerin gülüşmelerinin etkisiyle, maymunların dede mi yoksa büyükanne
tarafı mı olduğunu sormasıydı. Ortaya atılan daha acayip ifadelerden
bazılarını düzeltmek amacıyla Huxley sonradan olayı naklederken,
tartışmayı asla bu doğrultuda sürdürmeyi aklına dahi getirmemiş ol-masına rağmen piskoposu kendi silahıyla vurmaktan geri kalmadığını
belirtmişti:
Şayet, dedim, dedem sefil bir maymun mu olsun isterdim, yoksa
tabiat tarafından her şeyin bahşedildiği ve büyük nüfuz sahibi olan ama
bu melekeleri, sadece vahim bir fenni münakaşada alay etmek mak-
sadıyla kullanan bir adam mı olmasını isterdim diye sorulsaydı bana,
120
tercihimi hiç tereddütsüz maymundan yana kullanırdım.18
Söz konusu atışmanın kepazeliğine diyecek yok, ancak sayısız ta-
rihçinin ısrarla işaret etmeye çalıştığı gibi bilimle din arasındaki ittifa-
-123
hepsi din ve bilimin ortak bir maksadı -doğal dünyanın kökenleri, ta-
rihi, karakteri ve gelişimi- ortaya koymada yalnızca farklı yöntemler
(kimilerince rakip yöntemler) olduğuna kani olmuş görünmektedir.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 62/106
rihçinin ısrarla işaret etmeye çalıştığı gibi, bilimle din arasındaki ittifa
kın on dokuzuncu yüzyılda nasıl çözüldüğü konusuna rehber olacak
kadar güvenilecek bir karşılaşma değildi. Halihazırda Chadwick'ten
öğrendiğimiz kadarıyla bunun ancak geriye dönüp bakıldığında "çar-
pışmanın sembolü" haline geldiğini gözlemlemiş bulunuyoruz. Ayrıca
Young kamuoyunun zihninde çarpışmanın fazlasıyla zıt iki kutupta
yaşandığının yer ettiğini ileri sürerken, entelektüel kesiminse,
(evrim) kuramıyla kurnazca uzlaştıklarını ve ona eşlik ederek, her
ne kadar Tanrı'yı doğadan daha çok uzaklaştırsa da aynı zamanda onu
çok daha kişisel bir yüce varlık haline getiren doğal teolojiyi benim-
sediklerini fark ettim... tartışmadaki başlıca figürlerden herhangi biri-
nin teizm karşıtı olduğunu gösterecek çok az kanıt bulunur. Huxley ile
Tyndall'a odaklanan tarihçiler evrim kuramının dönemin en bilge ve
zeki düşünürlerinden bazıları tarafından nasıl kolayca benimsendiğini
görememektedirler.19
Böylece ortaya çıkan tablo alacalı bir görünüme sahiptir. Her bir uçta
bilimsel ilerlemelerin dini "çürüttüğüne" inananlar yer alır, bunun yanı
sıra vahyedilmiş hakikatle bağdaşmadığı gerekçesiyle bu ilerlemeleri
reddedenler vardır. Bu kutuplar arasında benimseme biçimlerini görü-
rüz, bunlar da çeşitlidir. Kimi bilimsel ilerlemeleri vahye tehdit değil,
onu tamamlayan, hatta pekiştiren diye görerek tümüyle olumlu yanın-
dan bakardı. Kimileri de bilimsel keşifleri yere göğe koyamayan bir gö-
rüşü benimsemiş olmalarına rağmen hakikat uğruna bu dünya görüşleri
arasında ittifak kurmanın bir yolunu bulmak gerektiğine inanıyorlardı.
Öte yandan tarihçiler her ne kadar Viktorya döneminde bilimle dinarasında karşı karşıya kalman apayrı yollara dikkat çekmekte çok haklı
olsalar da, kanımca bütün bu tepkilerin tam anlamıyla paylaştığı ön-
varsayımlar bu farklılıklardan çok daha önemliydi. İster dini, ister bili-
mi reddetsin ya da aralarında bir tür bağdaşıklık kurmaya çabalasın, bu
düşünürlerin hepsi her birinin kendine göre farklı yollardan ele almaya
çabaladığı belirli bir problem olduğunda hemfikirlerdi. Zannımca on-
ların sorunu bu şekilde ele alışları aralarındaki ortak noktadır. Çünkü
Eğer jeolojideki keşiflerle Yaratılış içerisindeki kimi hikâyeler arasında
ahenk yaratma çabalarından bazılarına bakarsak bunu bütün çıplak-
lığıyla görmemiz mümkün olabilir. Böyle girişimler özellikle yüzyılın
ortalarında yaygın ve popülerdi. Victor Shea ile YVilliam YVhitla'nın işa-
ret ettiği gibi ahenkten yana olanlar
jeolo jik krono lojiyl e Yarad ılış'ı bağd aştı rma girişi mlerin e devam
ediyorlardı. Chambers'ın Vestiges kitabının yayımlanmasından sonra
bu ihtilaf zamanın en rağbet gören meydan okumalarından biri haline
gelmişti... Mesela, rağbet edenler biri olan Mrs John VVright "hadise-
ler yakinen tahkik edilirse...Tanrı'nın karakterinin ve eserleri hakkında
kutsal kitaptaki cümlelerle ahenk yaratılacağını" göstermek için Lyell,
Buckland, Miller ve Bakewell'den faydalanmıştı.20
Bir kere daha bilim ve din söz konusu olduğunda iki söylem arasın-
daki yöntembilimsel ve nitel farklılıkları silen "kaynaşma" kavramıyla
baş başa kalmış bulunuyoruz. Her ikisi de ortak bir maksadın hakikati-
ni dile getirerek aynı işi yapmaya çalışıyorlar, öyleyse doğrudan ittifak
kurulmadığı zaman karşı karşıya gelmeleri sadece biri ya da diğerinin
reddedilmesiyle veya birinin yahut her ikisinin diğeriyle bağdaştırıl-
masıyla çözülmesi gereken bir çatışma sebebi olarak düşünülebilir.
Bu aşamada algılanan bu çatışma içerisinde neyin göze alındığını
tamı tamına belirlem enin yararı olacaktır. Gösterilen tepki ister reddediş
olsun ister bağdaştırma, neden ille de böyle bir reddetme veya uyuşma
gerekiyordu? Başlangıçta bilim tarafından teizme yönelik meydan oku-
manın kutsal kitap eleştirisinin getirdikleriyle yakın ilişkili olduğunu
belirtmiştik. Biliminsanlarmın bulguları Kitab-ı Mukaddes'in düpedüzya da tamamen veya hiçbir şekilde "tarihi hakikat" olarak görülmeme-
si gerektiğini öneren kutsal kitap eleştirmenlerinin savını pekiştirir gö-
rünüyordu. Durum böyle olmasına ve hiç kuşkusuz "Darwin'in Kitab-ı
Mukaddes'i çürüttüğüne" inananlar bulunmasına rağmen, meselenin
sadece bundan ibaret olmadığını söylemek gerekir. Kutsal metinlerde-
ki hakikatin ruhani, tarihdışı, edebi olmayan karakterini kabul etmeye
pek hevesli olanlar bile bilimin bulgularının "meydan okuma" anla-
122
rnına geldiğini düşünüyorlardı. Bu ne anlama geliyordu? John Hedley
Brooke'un özetlediği bazı kilit noktalar Darvvin'in
darbe vurduğu popüler Hıristiyanlık doktrininin pek çok yüzünü gös-
terir: Kutsal kitabın otoritesinin doğası yaratılış öykülerinin tarihselli-
-123
niıı nasıl meydana geldiği ya da buna en iyi "açıklama" getirmek için
nasıl bir yaklaşım sergileneceği meselesi değil. Bu kronolojik anlamda
olmasa da kişinin ne kadar geriye gidebileceği konusunda ihtilafa düş-
mektir Teolojiye göre bilim yeterince geriden başlamaz; bir Yaratıcı ileri
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 63/106
terir: Kutsal kitabın otoritesinin doğası, yaratılış öykülerinin tarihselli
ği, Âdem'in gözden düşmesinin anlamı ve (onunla bağlantılı) İsa'nın
tövbekâr misyonunun anlamı ile Tanrı'nın dünyadaki faaliyetinin kap-
samı; tasarım kanıtının ikna edici gücü; insan türü için Tanrı'nın sure-
tinde yaratılmış olmanın ne anlama geldiği ve ahlaki değerlerin nihai
temelleri.21
Bu meydan okumaların on dokuzuncu yüzyıl zihniyetine yaptığı
etkiyi hafife almamak gerekir, ayrıca bu meselelerin on dokuzuncu
yüzyıl sonrasında zihinlerde tamamen çözüldüğü de düşünülmeme-
li. Ancak bu meydan okumaların birçoğu ya da çoğunun önvarsayımı
olarak bilim ve dinin esasen aynı şeyin birbirinin yerine geçmeye aday,
hasım, rekabet eden anlatılar ortaya koydukları çok açık. Yaratılış ese-
rinin sahibi ile Charles Darvvin'in aynı arayış içinde olduklarını sadece
farklı araçlardan ve farklı bilgi hallerinden yararlandıklarım varsayar
görünürler. Başka bir deyişle, bilim ve dinin aynı sorulara farklı cevap-
lar verdikleri gerçeği bilinir, aslında farklı sorula ra farklı cevapla r veri-yor olabilecekleri akla gelmez. Teolojinin doğal tarihi anlatmaktan baş-
ka bir şey olabileceğinin kabulü yok denecek kadar azdır. Bu noktaya
parmak basarken amacım Brooke'un belirlediği meydan okumaların
gücünü azımsamak değil; bunların hepsinin bilim ve teolojinin yetki
alanları arasındaki nitel ayrımın daha hassas fark edilmesiyle düpe-
düz "aşılır" olabileceğini ileri sürmüyorum. Eğer teoloji her bakımdan
dünyayla "haşır neşir" olmaksa, bunlar bir şekilde ele alınması gereken
güçlüklerdir. Ama eğer ikisi arasında bir uzlaşma sağlanması gereki-
yorsa, bunlar her ikisinin de içyüzünü harmanlayabilecek bir şekilde
birleştirilip ahenkli hale getirilmiş bir tür teolojik-bilimsel açıklama ge-
liştirmenin lüzumlu olduğuna dair on dokuzuncu yüzyıl düşüncesin-
den farklıdır. Terry Eagleton'm yakın zamanda belirttiği gibi,
Bilim ve teoloji çoğunlukla aynı şeylerden konuşmazlar, ele aldık-
ları konular ortodonti ile edebiyat eleştirisi arasındaki benzerlikten
daha fazla değildir. Zaten aralarında çıkan acayip yanlış anlamaların
sebeplerinden biri bu... Demek ki bilimle teoloji arasındaki dalaş evre-
mektir. Teolojiye göre bilim yeterince geriden başlamaz; bir Yaratıcı ileri
sürmekten geri kaldığı için değil, neden ilk önce hiçbir şey yoktu veya
neden sahip olduklarımız bize hiç yabancı gelmiyor gibi sorular sorma-
dığı için.22
Öyleyse, doğru anlaşıldığında teoloji ve bilim arasındaki sahte bir
tartışmadır, çünkü aynı şeylerden konuşmazlar. İkisinin de söylemleri
farklı seviyelerdedir ve ele aldıkları farklı konular vardır. Biri o söylemi
anlamsız ya da anlaşılmaz bulunca teolojiyi elbette reddedecekti. Ama
bu durum sırf bilimle bağdaşmaz olduğ u için teolojiyi reddetmekte n
farklıdır. Çünkü böyle bir uyumsuzluğun meydana gelebileceği ortak
bir alanda faaliyet göstermediklerinden böyle bir prensip olarak bağ-
daşmamalarına imkân bulunmaz.
Görmüş olduğumuz gibi on dokuzuncu yüzyıl düşünürleri belli ki
başka türlü düşünmekteydi, ancak bunun nedeni kitabın daha önceki
bölümlerinde tahlil ettiğimiz şu entelektüel kaymaların mirasçıları ol-
malarıydı. Orada da gördük, bu bölümün başında da yeniden dile ge-tirdik, bu kaymaların net sonuçları bilimle dini ortak bir bilgi-kuramsal
düzleme yerleştirmek, böylece ikisinin tek bir söylemde "kaynaşması-
nı" sağlamaktı. İşte bundan ötürü üçüncü bölümde izlediğimiz süreç
boyunca Tanrı bir "şey', bir "varlık', bir biçimde bilimsel araştırmaların
nesneleriyle benzeş haline gelmişti. Tam da bu nedenle geçen bölümde
belirttiğimiz gibi Kitab-ı Mukaddes giderek matematik veya fen dersi
kitaplarıyla eşdeğer, modern anlamda yazınsal tarih diye görülmeye
başlandı. Bunların ışığında bilimin Kitab-ı Mukaddes'in hakikatine ya
da onun yaratılış anlayışına meydan okumasının aslında dine veya ona
bağlı teolojiye pek de meydan okuma olmadığını; bunun daha çok o di-
nin bilhassa modern kavran ışına ve teolojinin modern kılınmasın a karşı
meydan okuma olduğunu anlar hale gelebiliriz. Dolayısıyla bilimin as-
lında dine meydan okuduğunu söyleyebiliriz, ancak bu meydan oku-
manın sıklıkla yanlış anlaşılması onun doğası gereğidir. Bilimin yaptığı
dinin kendini anlama ve kendini yansıtma biçimine meydan okumaktı.
Teolojinin kendi alanına tecavüz ettiğini düşünürken bilim haklıydı,
fakat bunun nedeni teolojinin kendine özgü ve ait faaliyet alanını terk
ve tahliye etmiş olmasıydı. Dinin sonradan ilan ettiği modern açıdan
kendini anlamasına kesinlikle kafa tutuyordu, öte yandan bunu nasıl
anlaşılacağı, yorumlanacağı ve başkalaştırılacağı üzerinde düşünmek
için dine meydan okuma olarak yeniden okumak belki de mümkün-
gerçekliklerin, birbirinin yerine geçen rakip hipotezler ortaya koydu-
ğu genellikle ortak bir kanıydı. Dolayısıyla bilim ve dinin bağdaştığını
savunmak isteyenler bile kendilerini bu ikisinin nasıl birleştirip har-
manlanmış tek bir anlatı içinde birbirine karışabileceğim göstermek zo-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 64/106
dür. Zaten başka türlü yorumlayabilmenin mümkün olduğu apaçık
ortada; eğer daha önceki bölümlerde geliştirdiğimiz analiz ikna edi-
ci güce sahipse, on dokuzuncu yüzyıldan miras kalan din anlayışının
modern anlamda bir yenilik olduğunu ve hiçbir şekilde dinin ayrılmaz
bir parçası olmadığını görebiliriz. Buna göre modern öncesi teolojiye
dönüş söz konusu olmasa bile en azından teolojinin nasıl başka, birbakıma Aydınlanma döneminin modernitesinden farklı bir hale getiri-
lebileceği hakkında fikir verebilir.
Bu derslerin öğrenilmesi biraz zaman alacaktı. Yirminci yüzyıla
girdikten sonra din ve bilimin aynı konuların doğrudan rekabet eden
"açıklaması" olmadığını kabul etmek gittikçe yaygınlaştı. Derken, se-
kizinci bölümde de göreceğimiz gibi yirminci yüzyılın ikinci yarısında
bizzat teolojiyi modern mirasından kurtarma girişimleri arttı. Fakat
kuşkusuz eski düşünme biçimleri ortalarda dolaşmaya devam ediyor-
du. Terry Eagleton'ın yukarıda alıntıladığımız yorumlarım ateşleyen
de Richard Dawkins'in bilhassa on dokuzuncu yüzyıl zihniyetini ebe-
dileştirmesi olmuştu. Eagleton'ın söylediğine göre teoloji,
on dokuzuncu yüzyılın Richard Dawkins türevi liberal rasyonalizm
ekolünüm yaptığı gibi Tanrı'yı bir tür mega imalatçı ya da kozmik ida-
reci olarak görme eğiliminde değildir - teolog Herbert McCabe buna
"Tanrı'yı çok muazzam ve muktedir bir varlık gören putperest kavra-
mı" demişti. Dawkins yanılgıyla Hıristiyanlığın evrene dair bilime rakip
bir görüş ortaya koyduğunu kabul eder. Breaking the Spell adlı eserinde
filozof Daniel C. Dennett gibi o da bunun dünyaya ilişkin düzmece bir
kuram ya da sözüm ona bir açıklama olduğunu düşünür. Bu anlamda
bir romanın heba edilmiş bir sosyoloji parçası olduğunu düşünen vedolayısıyla ne demek istediğini bir türlü göremeyen birine benzer.23
Her ne kadar eski düşünme biçimleri bugün bize direndiklerini gös-
terecek kadar akıl çelmeye devam etse de daha on dokuzuncu yüz-
yılda ışıkları sönmeye başlamıştı. Bilim ve din arasındaki çarpışmanın
doruğuna vardığı 1859'dan sonraki yıllarda bilimle dinin aynı fiziksel
ş ç ş ğ g
runda hissediyorlardı. Böyle yapay bir sentezin saçmalığı ve tehlikeleri
Charles Darwin'in dikkatini giderek daha çok çekiyordu. Türlerin Köke-
ni içerisine apaçık teistik nitelikte birkaç pasaj eklemiş olsa da buna piş-
mandı, daha sonraki baskılarda bazılarım çıkardı. Ancak daha önemlisi
onu bu parçaları çıkarmaya iten nedendir. Nick Spencer'a göre Darwin
zaman zaman "yaratılış" terimini kullanmaktan rahatsızdı, gerginliği-
nin nedeni, örneğin,
daha sonradan yeryüzündeki hayatın nasıl oluştuğu hakkında mükem-
mel şekillendirilmiş bir fikir geliştirmesi değildi. Bunu yapmamıştı. Ak-
sine, bilimsel ve teolojik koşullar arasındaki çizgilerin bulanmasından
hoşlanmıyordu... onunki tek başına o vasıflara dayanan ya da bel bağ-
layan bilimsel bir kuramdı, buna gölge düşüren ne varsa uzak durmak
istiyordu.24
Eğer bu doğruysa, Darwin erken modern zihniyetin bir çehresi ola-rak bilim ve din arasındaki "kaynaşmanın" artık hem bilime hem de
dine zarar verici olduğuna giderek ikna olmuştu.
On dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçildiğinde aynı sonu-
ca varan başkaları da vardı. Chadwick şuna işaret etmektedir:
1900'de insanlar sanki çekişme sona ermiş gibi konuşuyorlardı.
Gençlerin zihinlerini dolduran güçlükler bilimsel değildi. 1900'ün
uyumsuzlarından biri gençlerin soru sorarken artık bilim ve din ara-
sındaki çekişmeyi dikkate almadıklarını, şayet kendisine entelektüel
güçlükleri soracak olsalar çoğu zaman metin eleştirisi ya da Kitab-ı
Mukaddes'in hükmü hakkında sorular sorduklarını ifade ediyordu.
Kimi çekişmenin eskisi gibi kızışmadığına içerlerdi, ne de olsa barış için
din, fiziksel dünya hakkında hakikatleri veren kadim iddiasını yüzüstü
bırakmıştı ya da bırakıyordu. İçerleyenler iki tarafında da sahipsiz top-
raklar uğruna çekiştiği bir sahada her bir tarafın diğerini nüfuzu altında
tutmadığı kendi faaliyet alanıyla baş başa bırakılmasından yanaydılar.
Kimi felsefi ilahi varlıklar dünyanın bölümlere ayrılmasından memnu-
126
niyetsizlik duyarak yirminci yüzyıla miras bırakılmak üzere terk edil-mişlerdi.25
Chadvvick haklıysa sonuçlar önemli demektir. Çünkü onun esasen
ortaya attığı on dokuzuncu yüzyılın sonunun hem bilimle din arasında
alanı işlevini görmeye devam eden ABD'deki "İncil kuşağı" içinde yer
almaktaydılar. Amerikan dini ve siyasi manzarasında bu tartışmalar
ne kadar dikkat çekici olursa olsun, yine de genel olarak Batı dünyası
bağlamında genel bir kural olmaktan çok istisnaidir. Dahası, Thomas
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 65/106
modernitenin şafağından beri süregelen ittifakın bozulduğu hem de on
dokuzuncu yüzyılda aralarında kısa bir süreliğine kopan ihtilafa ta-
nık olmaya başladığıydı. Daha 1900 yılında doğru anlaşılırsa bilim ve
dinin ayrı ve kendilerine özgü faaliyet alanlarıyla ilgilendikleri gide-
rek kabul görmekteydi. Modernite süresince tesis edilip desteklenen
aralarındaki kaynaşma artık hatalı ve her ikisi için de zararlı diye dü-şünülüyordu. "Eğer," der Chadwick, "kimi felsefi varlıklar dünyanın
bölümlere ayrılmasından memnuniyetsizlik duyarak yirminci yüzyıla
miras bırakılmak üzere terk edilmişler" ise bu şaşırtıcı olmaz, çünkü bu
bölünme bilim ve dinin modern kaynaşmasıyla yakından ilgili bir rü-
yanın, modern felsefenin gerçekliğin birleşik, sistematik, bütünleştirici
izahatını dile getirme rüyasının sonuna işaret ediyordu.
Bilimin dinden böyle kopması genel olarak hoş karşılanmamıştır.
Türlerin Kökeni basıldıkt an bir asır sonra kimileri hâlâ "dünya nın bö -
lümlere ayrılmasından memnuniyetsizlik" duyduklarını ifade ediyor-
lardı. Biliminsanı ve teolog, ayrıca geleceğin York Başpiskoposu JohnHabgood gündemden düşmeyen Soundings (1962) adlı teolojik dene-
melerinde şöyle yazmıştı:
Teolojinin saldırıya uğrayan yahut sorgulanan pek çok yüzünün
arasında şimdi en az bir tanesinde ateşkes sağlanmış bulunuyor. Bilim
ve teoloji arasındaki ilişkiye dair her kitap buna tanıktır. Artık iki disip-
lin arasında çekişmeye mahal verecek hiçbir zemin olmadığı ve zaten
hiç kavga etmemeleri gerektiği konusunda bizi temin edenler çok.26
Habgood'un makalesi bu açıdan onun yersiz memnuniyet diye gör-
düğü husustan duyduğu endişeyi dile getirir, fakat belki de en az bu
endişe kadar önemli olan bunu ifade etmeyi istemesidir. Chadwick'in
1900 yılına gelindiğinde bilimle din arasında varıldığına inandığı fark-
lılıklarını karşılıklı tanıma temeline dayalı mutabakat belli ki yirminci
yüzyıl boyunca sürekli kılınıp sağlamlaştırılmıştı.
Bu fikir birliğine itiraz edenler de vardı elbet, bunlar daha çok ev-
rimcilerle yaratılışçılar arasında süregelen çarpışmaların mücadele
ğ g ç ,
Dixon'm belirttiği gibi tartışmalar büyük ölçüde kavramsal etmenlerin
gelişigüzel kesişme noktasının ürünüdür. Dixon'a göre bunlar
20. ve 21. yüzyıl Amerikası'nın ürünleridir. Aynı anda modern bili-
mi taklit edip reddederler ve bilimsel gelişmenin ileri aşaması, yüksek
seviyede ibadet ve kiliseyle devlet işlerinin zorunlu ayrılması dahil bir
dizi etmenin gelişigüzel çakışmasıyla modern Amerika genelinde epey
yaygın hale gelmişlerdir.27
Modern bilimin eşzamanlı taklidiyle reddinin on dokuzuncu yüzyı-
lın "bilim ve din" tartışmalarının çoğunun özelliğini taşıdığını görmüş-
tük. Bilime dini gerekçelerle karşı çıkanlardan bazılarının bunu yapma
nedeni dinlerini acayip bir biçimde bilimsel yolla anlamalarıydı. Aynı
durum bugün Amerika'daki yaratılışçılık yanlılarının çoğu için de ge-
çerlidir ve bu tartışmalardan bazısı dışarıdan bakan birine bilhassa on
dokuzuncu yüzyıldan kalma görünür.Öte yandan on dokuzuncudan yirminci yüzyıla geçişte Batı dünya-
sının neredeyse bütün geri kalanında din ve bilim, Eagleton'ın sözleriy-
le, "ortodonti ile edebiyat eleştirisi" kadar ayrı görülmeye başlanmıştı.
Aynı zamanda bu giderilmez farklılığın tanınmasıyla birlikte araları-
nın bulunmasını sağlayacak herhangi birleştirici anlatı belirlemenin
imkânsız bir hayal olduğu kanaati doğmuştu. Bu gelişmeler ışığında,
ses getiren birkaç istisnayı saymazsak, insan kendini bilimin yaptığı
keşiflere dayanarak ateizme sarılmış nice yirminci yüzyıl şahsiyetini
bulmak zorunda hissetmektedir. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan teistik
inanışa karşı bambaşka ve daha şiddetli olduğu sezilen meydan oku-ma, kötülük ve acı gerçekliğinin iyice farkına varılmasın dan kaynakla-
nıyordu.
7. BÖLÜM
129
Aslında Maurice sonradan edineceği kötü şöhrete sebep olacak
görüşleri ifade ediyordu: "Ebedi hayat, (Tanrı) aşkının idraki, sevme
kabiliyeti... Ebedi ceza O'nun aşkını idrak etmeyi, sevme kabiliyetini
kaybetmektir. Bundan daha büyük bir lanet olmaz."3 Benzer görüşler
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 66/106
ATEİZM, KÖTÜLÜK VE ACI
1849 Kasımı'nda zeki ama zihinsel açıdan acı çektiği su götürmez
genç bir adam alacağı yanıtın kendisini bir nebze olsun rahatlatacağıumuduyla bir mektup yazmaya koyuldu. Cambridge Trinity College'da
okuyan bu gencin o güne dek edindiği tecrübeler kendi sınıfından ve
yaşıtı kimselerinin apaçık bir örneğiydi:
Rugby'de klasik eğitimini kolaylıkla tamamlamış ve Cambridge'in
zeki genç bir adama sunduğu bütün fırsatlardan en iyi şekilde fayda-
lanmıştı. Union derneğinde konferans vermiş, Satürn'ün keşfi hakkında
konuşmuş ve tatilde dağcılık yapa rak İsviçre'de Alp bitkileri toplamıştı.1
Gelgelelim Fenton Hort açısından bu sözüm ona huzurlu yaşamdiğerlerinden önce Viktorya dönemine özgü olduğunu gördüğümüz
şüphe denen o zihinsel fenomenle altüst olmuştu. Ancak bizim burada-
ki maksadımız doğrultusunda Hort'un şüphesini bilhassa ilginç kılan,
bunun kutsal kitap eleştirisinde yapılmış yeni keşiflerden değil, özel-
likle ahlaki bir sorundan kaynaklanmasıydı. Cennet ve cehenneme dair
Hıristiyan doktrinlerini giderek itici buluyor, en çok da günahkârların
ruhlarına bitmez tükenmez cehennem azabı çektirecek tamamen şef-
katli bir Tanrı'nın varlığını kabul etmekte zorlanıyordu.
Mektubun sözüm ona alıcısı Londra King's College'da öğretim üye-
si olan tanınmış teolog F. D. Maurice'ti. Öğrenciyle profesör hiç karşı-
laşmamışlarsa da Hort'un mektubundan«f
hakikati arayan bir delikanlı olduğu belliydi. Maurice hemen oturup ber-
bat elyazısıyla sekiz sayfa tutan bir mektup yazmıştı ona, nihayet deşifre
edildikten sonra Hort'un sahip olduğu en değerli eşyalardan biri haline
gelecekti. Çünkü Maurice, kendi çıktığı yolculuk hakkında bir şeyler an-
latarak ihtiyaç duyduğu yardımı ondan esirgememişti.2
sonunda Maurice'i Londra'daki kürsüsünden etmişti, ancak o olayın
çapraşık öyküsü (yeni filizlenmeye yüz tutmuş Hıristiyan Sosyalist ha-
reket içerisinde üstlendiği kurucu ve önemli mevkiyle iç içe girince)
bizi şu andaki acil görevimizin epey ötesine götürecektir. Ama maksa-
dımız açısından Fenton Hort'un hatırı sayılır ölçüde şüphe, inançsızlık
ve nihayetinde, özellikle ahlaki kaygılara dayan an ateizmin timsali ol-
duğunu vurgulamamız gerekir.
Ta en başından "ahlaki ateizmin" apayrı ama birbiriyle ilişkili iki
şekle girebildiğini belirtelim. İlki Fenton Hort'ta açığa çıkan şekli; adlı
adıyla dini öğretilerin tasdik ettiği gibi Tanrı'da ya da Tanrı'nın karak-
terinde algılanan ahlaka aykırılığından veya bu öğretilerden bazıları-
nın algılanan ahlaksızlığından kaynaklanan inanmama. İkinci şekilse,
doğrudan Tanrı'nın algılanan ahlaksızlığından değil, dünyanın algıla-
nan ahlaksızlığından kaynaklanır. İçinde yaşadığımız dünya çoğu key-
fi ve dolayısıyla haksızca yapılıp tecrübe edilen kötülük, sefalet ve çile
vadisi olarak görülür. Bu algı sonradan böyle bir dünyanın sevecen,çok güçlü, çok iyi Tanrı'nın yarattığı bir yer olduğundan şüphe edil-
mesi için sağlam bir gerekçe oluşturur. Ahlaki ateizmin bu biçimleri
birbirinden ayrı olmakla birlikte birbirleriyle çok yakından ilişkilidir
elbet. Çünkü her ikisi için de sorulması gereken asıl soru ahlaki yönden
mükemmel bir Tanrı'nın belirli şeylerin yaşanmasına izin verip verme-
yeceğiydi. Ahlaki olarak mükemmel bir Tanrı yarattıklarının büyük
çoğunluğunu sonsuz cezaya mahkûm eder miydi sahiden? Ahlaki ola-
rak mükemmel bir Tanrı bunca kötülük ve haksız yere acı çektirildiği
görülen bir dünyaya yaratabilir miydi sahiden? Öyle ki bazen ahlaki
ateizmin bu iki şekli madalyonun iki yüzü gibi görünebilirdi, örneğin,
Jo hn Stua rt Mil i ba ba sı nı n in an çs ız lı ğı nd an sö z ed er ke n şö yl e demiş ti :
Babamın dini inanış denen her şeyi reddetmesi pek çoklarının tah-
min edebileceği gibi mantık ve delil meselesi değildi; ahlaki saikleri akli
olanlardan katbekat fazlaydı. Kötülükle dolu bir dünyanın, kudretini
mükemmel ihsanı ve adaletiyle birleştiren Yaradan'm eseri olduğuna
inanamıyordu.
130
Dahası Hıristiyan Tanrısı, "Cehennem yaratacak bir varlıktı - şaş-
maz bir önbilgiyle insan ırkını yaratacaktı, dolayısıyla onların büyük
çoğunluğuna korkunç ve bitmek bilmeyen azap çektirme niyetine" sa-
hipti.4 Kesin çizgilerle uygulandığında yanlış yola sevk etmekle birlikte
-123
kıı/.uncu yii/.yılda yanlış dinsel inanışa sahip olduğu için birini suç-
lamak doğru kabul edilmezdi; ama anlaşıldığı üzere Tanrı bunu hâlâ
yapıyordu. Cezalandırmanın maksadı ıslah etmek olarak görülmeye
başlamıştı - oysa Tanrı intikam için dur durak bilmeksizin cezalandırır-
d Vikt d i i Ath i A t ' d l t k
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 67/106
ahlaki ateizmin (örneğin, ebedi ceza öğretisini protesto etmek üzere)
ilk aldığı şeklin özünde on dokuzuncu yüzyıl olgusu, öte yandan (dün-
yadaki kötülük ve acının kahredici farkındalığmdan doğan) ikincisinin
daha çok yirminci yüzyıla özgü olduğu gözleminde gerçek payı vardır.
Bunun nedenini anlamak için ahlaki ateizmin girdiği bu şekillere sıra-
sıyla bakmamız gerekir.Birincisi için Don Cupitt'in sözlerine kulak verelim: "İngiltere'de
Viktorya döneminin başlarında Hıristiyan inanışına karşı ahlaki isyan
şiddetliydi." S. T. Coleridge'in Aids to Reflection (1825) adlı eserind en
aktarmıştı, Coleridge orada, inanan biri havsalaya sığmayan belirli
doktrinler e rıza gösterebilir, fakat kendi doğru ve yanlış anlayışıyla, ah-
laki adalet anlayışıyla çelişen doktrinlere inanmakta daha çok güçlük
çeker, demişti. Böyle çelişkilerin Hıristiyan doktrininin bazı en önemli
kavşaklarında meydana geldiği anlaşılıca zorluklar iyice tırmanmıştı.
Coleridge şöyle diyordu: "Bunlar Tanrı'nın gazabını dindirmek için
Keyfi Eleme ve Lanetleme doktrinleridir; ezeli ve lüzumlu bir emirleebedi Azap cezasına çarptırma; vekâleten Kefaret ile mecburi Zillet, Is-
tırap ve en Kutsi ve muhterem bir Şahsın kalleşçe Ölümü." 5 Bu aslında
Francis Newman, J. H. Froude ve Mary Ann Evans (George Eliot) gibi
düşünürlerin zındık teşhislerinde ağırlıklı olarak yer alan belli başlı
benzeri öğretilerin mantığına karşı ahlaki bir ayaklanmaydı. Adı geçen
düşünürlerden söz ettiği bir konuşmasında Howard R. Murphy onla-
rın söylemlerinde katı dogma tarafından benimsenen öteki dünyada
kurtuluşla insanın yeryüzündeki çabalarım sürdürmesine önem veren
Viktorya döneminin "meliorist (iyimserci) etik" anlayışı arasında temel
çelişki olduğunu tespit eder. Don Cupitt'e göreyse bu hikâyenin bir
kısmı olabilir, ancak ahlaki "cumhuriyetçilik" diye nitelediği Viktorya
döneminin bir araya kümelenmiş ahlaki ilkelerine daha çok önem ver-
mektedir. Kaleme aldığı ve buraya tamamını aktarmaya değer önemli
bir pasajda bu ilkeler kümesini şöyle tanımlar:
Bireysel vicdana, özgürlüğü ve hukukun içeriğinde yapılacak re-
formla bunu uygulama yoluna vurgu yapan ahlaki ciddiyet. On do-
dı. Viktorya dönemi insanının Athanaisus Amentüsü'nde lanet okuyan
ibareler karşısında hissettiklerini tahmin edin. Tanrı ahlaki açıdan geri
kafalıydı. Tek bir adamın günahına karşılık bütün insan ırkını cezalan-
dırabilirdi. Tohumlarımızın Âdem'in belinde taşındığını söyleyen gele-
neksel iddia, bizim yaptığımız gibi tabiat ile maneviyat arasına keskin
bir çizgi çekmiş Viktorya dönemi insanlarına işlemiyordu. Babasınınişlediği günahlardan ötürü evlat, günahkârların işledikleri suçların
kefareti için masumlar cezalandırılamazdı. Viktorya döneminde ya-
şayanlar hiç kimsenin ıslah edilemez olmadığına inanmayı ahlaki bir
görev bilirlerdi: Lanetlenme doktrininden hoşlanmazlardı, eğer Angli-
kan Kilisesi'nden bir din adamı Maurice ile birlikte ebedi cezalandırma
doktrinini sorgulamaya kalksaydı, teologların hakaretine uğrardı, öte
yandan kilise dışından liberal fikirli kimselerin genel sempatisini kaza-
nacağına da şüphe yoktu.6
Teologlar bu itirazların şiddetini bizzat hissediyor ve buna el at-maları gerektiğini biliyorlardı. Aralarında bunu yapacak en nüfuz sa-
hibi kimse Maurice'ti, ama yalnız değildi. Örneğin, Essays and Revieıo
adlı eserde kutsal kitap eleştirisinin ortaya koyduğu meydan okumayı
Rowland VVilliams, doğa bilimlerinde yapılan keşifleri Baden Powell
ele almıştı. Öte yandan bu iki meydan okuma ne kadar güçlü olsalar
da ahlaki itirazları hiçbir şekilde tamamen gölgede bırakamamışlardı.
YVilliams'ın kendi yaptığı katkıda başına açtığı en büyük dert Baron
Bunsen'in kefaret doktrinini yemden okumaya değindiği deneme yazı-
sıydı. VVilliam o zaman "intikalle fazilet mas alı" olarak görü len kefar et-
le ilgili katı Hıristiyanlık anlayışını tanımlamış, bu deyim teolojik fikir
ayrılığı ortamlarında ses getirmişti.7 VVilliams'm ifade tarzı kimilerineçok pervasız gelmişti, ama o yine de teologların gerçek ve büyüyen
bir tehlike olarak görmeye başladıkları şeyi saptamış bulunuyordu. Ki-
lisenin kefarete ilişkin kabul edilmiş öğretisinin ahlaki açıdan iğrenç
olduğunu, ayrıca böyle bir öğretinin kutsal kitap yorumbilimi alanın-
daki son araştırmalar ışığında haklı gösterilmesinin güç olduğunu ga-
yet iyi biliyordu. Kutsal kitap eleştirisiyle ahlaki eleştirinin Hıristiyan
hakikati uğruna güle oynaya çakıştığı anlardan biriydi. VVilliams kendi
üstüne düşenin bunu belirtmek olduğuna inanıyordu. Viktorya döne-
minde Hıristiyanlık inancının doğruluğuna yönelik o günkü meydan
okumaları ele alan denemeler kitabının ancak sözde ahlaki itirazlara
el atması aydınlatıcı olduğu kadar önemliydi Bunun ihmal edilmesi
lerini rahat hissediyorlardı. Dahası, septikler ve ateistler bunu yapma
haklarını ellerinde tutma kaygısındaydılar, birkaçı kendi ateizm anla-
yışlarının Hıristiyan doktrininin belirli yönlerinde apaçık görülen ah-
laksızlıktan kaynaklandığını iddia ediyordu.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 68/106
el atması aydınlatıcı olduğu kadar önemliydi. Bunun ihmal edilmesi
fazlasıyla bariz bir kusur olurdu.
Gelgelelim on dokuzuncu yüzyıldan yirminciye geçişte Hıristiyan-
lığa karşı "ahlaki" itirazların cennet ve cehennem, kefaret gibi doktrin-
lerle dile getirilmesinde azalma görülürken, bu itirazlar kaç kuşaktır
dünya genelindeki din öğrencilerinin gözünde "günah meselesi" ha-lini aldı. Belirttiğimiz gibi bu iki göstergenin altında yatan ortak bir
zemin vardı, ancak artık mesele yepyeni ve belirgin bir dönemeci almış
bulunuyordu. Asıl sorun bunca kötülük ve acıyla dolu olduğu su gö-
türmeyen bir dünyanın Hıristiyanlığın Tanrı doktriniyle uyumlu mu
yoksa çelişkili mi olduğuydu. Neden böyle bir sapma gerçekleşmişti?
Kanımca, bu sapmayı anlaşılır kılabilecek dört olası eğilim var.
İlkin, Maurice, Jowett ve diğerlerinin hiç olmazsa bir ölçüde amaç-
larına ulaştıklarını ileri sürebiliriz. Yirminci yüzyılda Fenton Hort gibi
-belli başlı doktrinlerin ahlaki dürüstlüklerden duyduğu endişe kafa-
sını kurcalayan- biri ender görülürdü. Anglikan Kilisesi mensuplarınınHıristiyanlığın hakikatini belli başlı doktrinlerin düz anlamlarından
bütünüyle kurtarma gayretlerinde başarılı oldukları görülmektedir. Bu
geçiş pek çok yönüyle Essays and Revieıvs içerisin deki ilk dene me yazı-
sının sahibi Frederick Temple'm daha sonraki kariyerinde kendini belli
eder. Önce "İsa'ya karşı yedi" kişiden biri olmakla suçlanan Temple,
sonradan Exeter Piskoposu, Londra Piskoposu ve son olarak Canter-
bury Başpiskoposu oldu. Temple "kâfirlik" ile başlayıp Canterbury'e
kadar süren yolculuğunda teolojik fikirlerinden herhangi birini pek de-
ğiştirmek zorunda kalmamıştı. Doğruydu, Exeter'deki mevkiine terfi
ettiği zaman ona karşı antipati duyduklarını avaz avaz belli eden hoş-
nutsuz bir grup vardı. Fakat Canterbury Katedrali'nde Augustine'inkoltuğuna oturduğu zaman protestoların sesi neredeyse duyulmaz
olmuştu. Temple'm başından geçenler yaşadığı çağı yansıtıyordu. Bir
zamanlar kâfir kabul edilen ne varsa yalnızca kabul edilir olmakla kal-
mamış, aynı zamanda saygıdeğer ve hatta dinin gereği olarak görülme-
ye başlanmıştı. Doktrinlerin reddi veya yeniden yorumlarını eskiden
ahlaki olarak iğrenç bulan Hıristiyanlar psikolojik açıdan artık kendi-
Değişime yol açan ikinci bir etmen de yirminci yüzyılda kitle iletişi-
mi içerisinde yaşanan patlamayla birlikte insanın kendi doğal sınırları-
nın ötesindeki genel dünya hakkında artan bilgiydi. Bu durum kaçınıl-
maz olarak kötülük ve acının küresel ölçülerde yaşanıp yayılmasının
ne kadar keyfi ve haksız olduğunun daha iyi anlaşılmasını sağlamıştı.
O güne kadar kötülüğü kişisel kabahat ve günahkârlık diye görmekdaha kolaydı. Ekonomik ya da sosyal yoksunluk anlamında acı çekme,
ya ilahi düzen hiyerarşisinin gereği ya da yine, insanın yeteri kadar
çaba harcayarak kendini kurtarması gereken kişisel kabahat olarak gö-
rülmekteydi. Oysa dünya hakkındaki bilgi yirminci yüzyıl boyunca in-
sanların çoğu için hızla ve elle tutulur bir biçimde arttıkça, kötülük ve
acıya ilişkin ahlaki çöl kavramını sürdürmek giderek daha da zorlaştı.
Yoksul ve ezilen toplumların pek çoğunun ellerinde olmayan küresel
şartların kurbanı oldukları iyice kendini belli ediyordu. Doğal afetler
-depremler, kıtlık ve kurakl ık- kadar ölümcül hastalıkların da doğanın
kaprisine uğrayan toplulukları vurduğu anlaşılıyordu. Gazeteler vedaha sonra televizyon böyle olayların nasıl sık ve rastgele olduğu ger-
çeğini gayet somut bir biçimde evlere kadar taşıyordu. Kötülük ve acı-
nın aynı anda dünyanın her yerinde görülmesi bireyleri keyfi ve haksız
yere vurunca, dünyanın ilahi güç tarafından yaratılmış ve bağışlayan
tanrısal varlığın nezareti ve emrinde idame ettirilen mükemmel ahenk-
li bir yer olduğu anlayışının pek çoklarının gözünde itibar edilecek bir
yanı kalmadı. Bu hem inananlar hem de ateistler açısından belli başlı
Hıristiyan doktrinlerinin ahlaki konumuna dair sorulardan daha acil
bir sorun haline geldi.
Üçüncü bir gelişme de yirminci yüzyılın tanık olduğu savaş ve gö-
rülmedik boyutlarda kasıtlı cinayetlerdi. Hatta yerinde bir tespitle buna
"insan yapımı kitlesel ölüm" yüzyılı denmektedir. Yalnızca yirmi bir
yıl arayla iki dünya savaşı yaşanmakla kalmamış, bunlardan ikincisi,
koskoca bir insan ırkının imha edilmeye kalkışıldığı Yahudi Soykırımı
(Holokost) ile iç içe geçmişti. Bunca felaketin ortasında Tanrı'nm nere-
de olduğu sorusunun yankıları yüzyıl boyunca sürecekti. Yahudi gele-
neğinde ilahi gücün terk edilmesi, "Tanrı öldü" teolojisinin doğuşuyla
ifade ediliyordu. Katliam, kıyım ve mekanik cinayetler insanlığın içine
düştüğü fesat çukurunun derinliğini açığa çıkarmıştı. Kötülük, zincir-
lerinden kurtulmuş görünüyordu ve fakat bunun beş beter sonuçlarını
dindirecek ilahi bir müdahale söz konusu değildi besbelli. Pek çokları
ilahi kararı ancak onun gıyabında tecrübe ediyordu.
135
pedüz mantık tutarsızlığı bulunduğunu ileri sürüyordu: a) Tanrı vardır
ve her şeye kadirdir; b) Tanrı vardır ve müşfiktir; c) dünyada kötülük
ve acı vardır. Mackie'ye göre bu üç önermenin birbirleriyle bağdaşma-
sının hiçbir mantıklı yanı yoktu, ne de olsa müşfik bir Tanrı kötülük
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 69/106
ilahi kararı ancak onun gıyabında tecrübe ediyordu.
Toplumsal değişimlerden ve dünyanın tarih sahnesinde sergile-
nen olaylardan uzak dördüncü bir gelişme de akademik felsefe safları
arasında yaşandı. Yirminci yüzyıldaki iki savaş arası yıllara dilbilim-
sel felsefe ve mantıksal pozitivizm damgasını vurmuştu. Bu akımlar
metafizik hakikatleri dile getirmede felsefenin kabiliyetine genelliklekuşkuyla bakıyor ya da hepten reddediyorlardı. Aksine, felsefi emekler
dilbilimsel kullanımların ve anlam meselelerinin analizine odaklanmış-
tı. Bilhassa mantıksal pozitivizmde metafizik iddialar sadece kuşkuya
açık değildi, hatta uydurma bile sayılmazlardı; doğrulama sınamasın-
dan geçemedikleri için hakikate veya sahteliğe anlaşılır biçimde tabi
kılınamayacak anlamsız cümleler diye görülürlerdi. Bu duruşu anlatan
klasik önerme hiç kuşkusuz A. J. Ayer'in Dil, Doğruluk ve Mantık' (1936)
adlı eseridir. Ne var ki İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra böyle katı bir
ret yeniden gözden geçirilmeye başlandı. Metafizik sorular itinayla ele
alındığı sürece iki savaş arası yıllarda felsefe tarafından geliştirilmiş
aynı mantık, tutarlılık ve dilbilimsel kesinliğin yüksek standartları çer-
çevesinde yeniden felsefenin gündemine oturmuştu. Felsefe böyle bir
gündem takip ediyordu, bu yöntembilim doğrultusunda analitik fel-
sefe olarak tanınacak, başta Anglo-Amerikan üniversitelerinde olmak
üzere felsefe pratiği üzerinde muazzam bir etki yaratacaktı. Metafizik
sorunların hafifletilmesi din felsefesinin de ıslahını getirdi. Analitik fel-
sefe giderek öncelikle onların anlamsızlığına ışık tutma ya da önünde
sonunda hakikat veya uydurma olduklarını ortaya çıkarma kaygısıyla
dinsel inanışlar ve öğretilere uygulanmaya başlandı. 8
Yirminci yüzyılın ortalarında din felsefesinin eğildiği sorunlar ara-
sında sözde günah problemi en çok tartışılan konulardan biriydi. Kla-sik anlamda en açık ve kesin ifadesini OxfordTu analitik filozof J. L.
Mackie'nin "Kötülük ve Kadir-i Mutlak" (1955) başlıklı geniş kitlelere
ulaşan makalesinde bulmuştu.9 Kötülüğün mantıksal problematiğini et-
kili bir biçimde ortaya koyuyor ve aynı anda savunulan fikirlerde dü-
* Dil, Doğruluk ve Mantık, A. J. Ayer, Çev. Vehbi Hacıkadi roğlu. Metis Yayın lan, İst., 198 4.
ve acıları dindirir, ayrıca her şeye kadir bir Tanrı bu iradesini yürür-
lüğe koyardı. Öte yandan Mackie eğer Tanrı'nın tamamen müşfik ya
da Tanrı'nın her şeye kadir olmadığı kabullenilecek olursa, sorunun
"çözüme" ulaşacağını teslim etmeye hazırdı, gelgelelim o zaman da
bu teistlerin büyük çoğunluğunun inandığı Tanrı olmayacaktı. Aslında
Mackie aynı makalesinde böyle bir kadir-i mutlak kavramının tutarsız-
lığını da savunmuştu, zaten makalenin en çok hatırlanan kısmı da kö-
tülüğün mantık problemine ilişkin söyledikleriydi. Argümanın kendisi
tamamen yeni sayılmazdı. Daha önceden David Hume da Din Üstüne
(1779) eserinde bir benzerini ortaya atmıştı. Fakat Hume bütün meta-
fizik hakikatl ere kuşkul u bakark en, Mack ie ve diğer analitik filozoflar
metafizik hakikatlere önünde sonunda ulaşılabileceğini kabul etmeye
hazırdılar, ne ki kötülükler ve acı karşısında her şeye kadir bir Tanrı'nın
varlığım inkâr ediyorlardı.
Analitik felsefenin doğasından gelen metodoloji iki sınav gerek-
tirmekteydi: Tutarlılık ve ispat testi. Bu iki test kötülük sorununun ikibelirgin türüne denk geliyordu. Yukarıda da gördüğümüz gibi Mackie
kötülüğün mantık problemini tutarlılık testinin uygulanmasından çıkan
sonuçla açıklar. Sorunun bu yüzü prensip olarak Tanrı'nm dünyadaki kö-
tülük ve acı karşısında her şeye kadir ve müşfik olmasının tutarlı bir şe-
kilde savunulacak yolları olabileceğini teslim etmektedir. Bu da her şeye
kadir ve sevecen bir Tanrı'nm dünyadaki kötülük ve acılara hiçbir şekilde
el atmaksızm neden göz yumabildiğim haklı çıkaran akla yatkın bir gerek-
çeye bağlıydı. Diğer yandan, bunu teslim ettikten sonra kötülük prob-
leminin kanıt niteliğindeki yüzü, kötülüğü ve kötülük içindeki dünyayı
bilip yaşadığımıza göre, böyle bir Tanrı'nm var olması muhtemel
ve müm-
kün olmadığı önermesiydi. Başka bir deyişle, eğer kötülük ve acı dolu
bir dünyada Tanrı doktrini tutarlılık testinden geçecek olsa bile, dünyada
bulunan kanıtlar (kötülükle acının büyüklüğü ve keyfiliği) bunu ispat
testinden geçemeyecek kadar ihtimal dışı kılmaktadır. Dolayısıyla pek
çok analitik filozofun gözünde tutarlılık ve ispat testleri bilhassa kötülük
problemine uygulandığında, ateizmin (ya da agnostisizmin) benimsen-
mesine temel oluşturur.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 70/106
102
nin gerekli önkoşullarıdır. Kenneth Surin'in yorumuna bakalım:
Hick acının insani varlıkların kendilerini yaratanla ilişki kurma yol-
larını meydana getirir demek istiyor. Şu ya da bu kadar acı tarihin son
bulmasında bizim olacak eşsiz mutluluğa ulaşmanın vazgeçilmez şartı-
dır}3
139
inkâr edilen Tanrı anlayışı husus unda hiçbir anlaşmazlık yoktur.
Üstelik, eğer bu ortak Tanrı anlayışı belirgin biçimde modern me -
todolojinin ürünüyse, o zaman ortaya çıkan Tanrı anlayışının ta ken-
disinin de belirgin biçimde modern olmasını bekleyebiliriz. Durum
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 71/106
}
Öyleyse bu anlatıma göre kötülük ve acı manevi olgunluğun gerekli
önkoşulu olarak "haklı" gösterilmekte, dahası bu sürecin nihai maksadı-
na erişilince çilekeşin ulaşacağı ebedi mutlulukla "tazmin" edilmekte;
çektiği acılar muhteşem sonla "telafi" edilmektedir.Söyleme ye gerek yok elbet, Mackie ve Flew tarafından dile getirilmiş
ve Plantinga, Swinburne ile Hick tarafından "ce vapla r" geliştirilmiş olan
kötülük sorununun çeşitli yönleri enine boyuna analiz edilerek tartışma
her yanıyla ayrıntılandırılıp eleştirilere maruz bırakılmıştır. Bu karşılıklı
savunmaların ana hatlarını takip etmek bu kitabın kapsamını aşıyor. Ne
var ki benim önerdiğim, teodise savunanlarla (teodisist) savunmayan-
ların (anti-teodisist), teistlerle ateistlerin pek çok açıdan ortak noktaları-
nın onları ayıran hususlarda n daha öne mli olduğu değil. Bir kere, felsefi
metodoloji açısından aralarında hiçbir anlaşmazlık bulunmadığının be-
lirtilmesi gerekir. Analitik felsefenin izlediği yol -metafizik sorular içinuyguladığı tutarlılık ve ispat testleriyle birlikte- hem teodise yanlıları
hem de karşıtlarınca kabul edilir. Teodisistler en az anti-teodisistler ka-
dar bu felsefi testlerin gerçekten zorunlu olduğuna inanırlar. Kötülük
ve acı bağlamında değerlendirilen teizm bu testlerden geçemezse, sonu-
cun din açısından ölümcül olacağını bilirler. Teodisistler için teizmin bu
testlerden geçtiğini göstermenin önemli olmasının nedeni budur işte.
Kötülük ve acının kendine özgü bağlamında bunu gözler önüne sermek
onların teodise fikirlerinin asıl çabasıdır.
Öte yandan daha önceki bölümlerde de ileri sürdüğümüz gibi Tanrı
söylemine ilişkin benimsenen belli başlı felsefi metodoloji ancak berabe-
rinde getirdiği kendine özgü teizm anlayışına etki edecek sonuçlar do-
ğurabilir. Zaten, eğer teodisistlerle anti-teodisistler bu yöntembil im üze-
rinde uzlaşsalardı, burada tartışılan teizm anlayışı üzerinde de hemfikir
olmaları beklenebilirdi. Anti-teodisistler her ne kadar Tanrı'nm varlığı-
nı inkâr etseler de, teodisistler her ne kadar onu savunsalar da, burada
tartışmakta olduğumuz Tanrı tanımı anlaşıldığına göre her iki tarafın
paylaştığı bir ifade. Diğer bir deyişle, bilfiil mevcudiyeti ya tasdik ya da
g ç y
gerçekten böyleyse, bunun kayda değer sonuçları olmalı. Yukarıdaki
bölümlerde kutsal kitap eleştirisinin ve doğa bilimlerinde yapılan ke-
şif lerin teizme meydan okumasının başlıca nedeninin o sıralar ege-
men olan belirgin biçimde modern teizm anlayışı olduğunu görmüş-
tük. Öyleyse bu emsaller ışığında kötülük sorununun da aynı şekildebilhassa modern teizm anlayışına özgü bir mesele olup olmadığı so-
rusu akla gelecektir. Eğer teizm başka türlü kavranabilseydi, kötülük
sorunu -v e onunla birl ikte ateizme yatkınlık- or tadan kalkar ya da en
azından zayıflardı belki. Gelin o zaman bu sorulardan bazılarını daha
ayrıntılı inceleyelim.
Hıristiyanlığın ahlaki otoritesinde kriz adını verdiği yukarıda alın-
tıladığımız çalışmasında Don Cupitt, Hıristiyanlığın ahlaki eleştirileri
etrafında toplanan pek çok sorunun izini teizmin fazla insanbiçimci an-
layışına kadar sürdürülebileceğini belirtir. Her şeyden önce belli başlı
doktrinlerin ya da bütün olarak Hıristiyanlığın ahlaksızlığına dair al-
gılamalara, ayrıca bizzat kötülük meselesine en çok bunun yol açtığını
ileri sürer. Bunları şu sözlerle açıklamıştır:
Ahlaksızlıklar insanmerkezli (antroposantrik) (Hıristiyan) öyküle-
menin kaçınılmaz sonucu mudur? Tanrı'nm özdenliğini veya kendine
yeterliliğinin çok açık bir örneği... Dinin maksadı ya da bir maksadı da
her zaman insanları acı çekmekten, huzursuzluktan, endişeden ve ent-
rikadan uzaklaştırıp huzur dolu mutluluk haline getirmek olmuştu ve
daima öyle olacak. Teist dinler Tanrı'nm böyle bir durumdan hoşlandı-
ğını ve inananların da bunu paylaşmaya çağırdığını dile getirirler. Ka-
nımca, böyle bir idealin özünde ahlaki açıdan hiçbir iticilik yok... Fakatbunu insanbiçimci açıdan anlatmaya kalktığınız zaman ansızın itici olu-
verir. Tanrı kendini beğenmiş, aldırmaz, kendi halinden hoşnut, rahatı
yerinde, duyarsız görünür. Buyurgan mutluluğu taş yüreklidir sanki...
Tanrı fazlasıyla insanbiçimci olarak düşünülür.14
Dolayısıyla Cupitt'e göre, sözde kötülük sorunu dahil Hıristiyan-
lığa yönelik ahlaki itirazlar meselesi yaratılmış ya da her nasıl sa aşırı
140
derecede insanbiçimci Tanrı anlayışı tarafından abartılmış bulunmak-
tadır. Böyle olduğu zaman ateizme yatkınlık iki misli artar. Bunun bir
nedeni insanbiçimci teizmin kendi içinde kaba, yetersiz ve sürdürü-
lemez görünmesidir. Bir diğer nedeniyse yakından bağlantılı olduğu
kötülük sorununun böyle bir Tanrı anlayışına karşı çıkmaktan başka
Eğer Tanrı'ya dair bu Aydınlanma anlayışının belirleyici karak-
teri onun insanbiçimliği ise, demek ki analitik felsefenin Tanrı anla-
yışı tamamen onunla tutarlılık içinde kalır ama bu insanbiçimciliği
yoğunlaştırıp şiddetlendirir. Üçüncü bölümde görmüştük, örneğin,
S b ' l b l S ' l l
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 72/106
kötülük sorununun böyle bir Tanrı anlayışına karşı çıkmaktan başka
yol bırak maması dır.
Ne var ki Cupitt'in analizinden uzaklaşmadan burada hangi in-
sanbiçimci Tanrı türünün söz konusu oldu ğunu daha açık bir şekilde
belirtmek yol gösterici olacak. Kenneth Surin bu soruyu sorar ve tartış-
maya yer vermeksizin yanıtlar:
Esasen teodise meselesiyle ilgili günümüzün her tartışmasının ön-
cül olduğunu, "Tanrı'yı" anlamada üstü kapalı ya da açık olarak karar-
lılıkla on yedinci ve on sekizinci yüzyılın felsefi teizminin kısıtlaması altına
girdiğini söylemek kesinlikle abartı olmaz.15
Ve fakat bu doğruysa, o zaman açıklayıcı bazı sözleri buraya ek-
lememiz gerekiyor. Ne de olsa Tanrı anlayışının kötülük sorunuyla
ilgili yapılan felsefi tartışmaların çoğunda takındığı tutumun analitik
felsefeden kaynaklandığını halihazırda belirtmiş bulunmuyor muyuz?Ayrıca analitik felsefenin de yirminci yüzyıl ortalarının Anglo-Ameri-
kan felsefesi içerisinde kaydettiği gelişmelerin bir sonucu olduğunu da
söylemedik mi? Buna rağmen burada herhangi bir çelişki algılanıyorsa
bu ancak görünürde bir çelişkidir. Çünkü analitik felsefeyi on yedinci
ve on sekizinci yüzyıldan gelen Aydınlanma felsefesinin bambaşka bir
alternatifi olarak değil, onun belli başlı bir türü olarak değerlendirmek
gerekir. Analitik felsefe on yedinci ve on sekizinci yüzyıl felsefesinde
zaten mevcut belirli eğilimlerin yoğunlaşması ve alevlenmesidir bir
anlamda.
Aynı şekilde analitik felsefenin ürettiği Tanrı anlayışı da Aydınlamafelsefesinin getirdiği Tanrı anlayışının belirli niteliklerinin yoğunlaşıp
alevlenmesidir. Buna göre, örneğin, Surin der ki
modern teizmin tanrısı böylece "bir" varlık (üstü kapalı vurgu şaş-
maz bir biçimde yapılır), açıkça belirlenebilir birçok karakteristik özelli-
ğe sahip nadir ve hayran olunası bir "oluş" haline geliverir. O zaman te-
izm kısaca, bu en yüce "oluş" hakkında bir hipotez diye anlaşılmalıdır. 16
Svvinburne'ün Tanrı anlayışı bütünüyle Surin'in soyutlamasıyla örtü-
ş ü t ama ilaveten Tanrı'nın zaman içerisinde, geleceğe dair bilgisi sınırlı
olan bedensiz bir "şahıs" olduğu gibi belirli "çarpıtmalar" da görülür.
Orada da söylediğimiz gibi, bu çarpıtmaların her biri Tanrı'yı giderek
insanbiçimci istikamete götürmektedir.
Bu doğruysa, o zaman teizmin böyle anlaşılması neden kötülük so-
rununu şiddetlendirir - ya da aslında, kimilerinin savunduğu gibi, onu
yaratır ? Böylesi bir Tanrı anlayışı kötülük sorununu ned en daha önceki
diğer anlayışlar için hiç olmadığı kadar ürkütücü hale getirir? Soruya
yanıt vermek için Mackie'nin ortaya koyduğu kötülüğün mantık so-
rununa dönelim. Yukarıda da gördük, sorunun asıl kaynağı Tanrı'nın
hem kadir-i mutlak ve müşfik olmasıdır; ikisi birlikte düşünüldüğünde
dünyadaki kötülük ve acı görüngüleriyle mantık açısından tutarsız gö-
rünürler. Kurallara bağlı hiçbir teist Tanrı'nın her şeye kadir ya da müş-
fik olduğunu inkâr etmeye yanaşmasa da burada odak noktasındaki
mesele Tanrı'nın her şeye kadir ve müşfik olmasının yorumlanmasıdır.Bu sorular D. Z. Philips tarafından ele alınıp ayrıntısıyla ird elenmiş-
tir. Phil ips'i n başlıca itirazı analitik filozofların Tanrı 'nın her şeye kadir
olmasını anlama biçimlerineydi:
"Kadir-i mutlaklığm" anlamını "Tanrı her şeye kadirdir" önermesi-
nin ima ettiği din bağlamı belirlemez. Aksine, Mackie'nin deyişiyle söz-
de mantıksal kurallarla belirlenir. Peki bu kurallar nereden geliyor? Her-
hangi bir bağlama ait görünmüyorlar. Deme k ki, bize soyut olarak kadir-i
mutlaklığm "mantık açısından tezat teşkil etmeyen ne varsa yapabilme
kabiliyeti" anlamına geldiği söylenir. Tanrı'nın konumuna uygun düş-mekle birlikte bu anlam dinle herhangi bir ilişkiye bağlı değildir.17
Tam tersine, Philips her şeye kadirlik özellikle din bağlamına uyar-
lanıp kullanıldığı zaman ne anlama gelir diye sormak ister. Mesela,
bisiklete binmek, dondurma yemek ya da sevişmek gibi özü gereği in-
sani faaliyetler mantık açısında n çelişkili değillerdir. Fakat aynı zama n-
da Tanrı için mümkün olmayan faaliyetlerdir - bunun nedeni, dinsel
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 73/106
144
kastedilene epey yakın olduğu ancak aşırı ya da sınırsız (insani) gücün
neredeyse daima (hem dinsel söylem içinde hem de dışında) kötü bir
şey olduğu akla getirildiği zaman belli olur. Gücün daima "denetlen-
mesi", "dengelenmesi", "dizginlenmesi" vesaire gerekir. Buna karşılık
ilahi güç tartışmasız iyi addedilir. Öyle ki katı teolojinin iddia ettiği
olarak ciddiye alan, aynı zamanda Tanrı'nın o Ruh'un olduğundan
daha fazlasını ya da daha azını veremeyeceğini görebilir. Eğer bu kav-
rama sarılırsa, Tanrı Yahudi Soykırımı'na engel olamaz önermesindeki
"olamamak" dilbilgisel ya da mantıksal "olamamak" diye anlaşılacak-
tır. Bu bilinen Tanrı anlayışında söylenecek olamayanı işaret eder.-1
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 74/106
gibi, Tanrı "yalı n" ise, o zaman ilahi güç hiçbir şekilde ilahi şefkati h eba
edemez. İlahi güç bizzat ilahi şefkattir ve hiç kuşkus uz bunun anlamını
kavramanın anlaşılır yegâne yolu insani güce kıyasla ilahi gücü farklı
bir nitelik, farklı bir tür güç olarak görmekten geçmektedir.
Benzer bir çözümlemeyi modern felsefenin insani şefkate ilişkinolarak ilahi şefkati nasıl anladığı konusunda da yapmak mümkün. Bu
bakımdan insani şefkatin anlamını yalnızca kendi içinden aldığını ve
insani varlıkların içine "fırlatıldığı" -sonlu, olumsal ve şansa dayalı-
bir bağlamda tanımlandığını hatırlamak gerekir ki insani şefkat daima
teemmül, ikilem, muhakeme, manevi ıstırap, karardan ayrılmayacak
şekilde tezahür etsin.20 Öte yandan Tanrı'nın şefkati böyle bir şey de-
ğildir; ne bunun gibi olumsallıklarla belli olur ne de belirlenir. Aslında
dinsel söyleme göre Tanrı'mn şefkatinin tam olarak neye dayandığını
saptamak zordur. Aquinolu Thomas'm analojik dil hakkındaki dersle-
rinde altını çizdiği gibi Tanrı'nın şefkatinin insan şefkatiyle sınırlı öl-
çüde benzerlikler taşıdığım biliyoruz, ancak ondan sonrasını bilmemiz
olanaksız. Bu -bizim iyilik anlayışımızın anlamını bulduğu nitelemesi
zor olan ahlaki olumsallıklar bağlamından soyutlanan şefkat- büyük
ölçüde bilinmezliğini koruyor. Öyleyse Tanrı'nın şefkati insan şefka-
tiyle aym kefeye konmaz; tam tersine sonluluk (fanilik), olumsallık ve
şansla sınırlı bir şefkat bambaşka bir şefkat türüdür. Eğer bunların hep-
si doğruysa, kötülük sorunu "fevkalade muazzam bir şahsiyetin" var-
lığına ilişkin soru açısından gerçekten de çok ciddi bir mesele olabilir.
Öte yandan kötülük sorununun Tanrı açısından ciddi bir problem olup
olmadığı, dedikleri gibi, tümüyle bambaşka bir meseledir.
Burada ifade etmeye çalıştıklarıma ışık tutmak için D. Z. Philipselinden geleni yapmıştır. Şöyle der:
Tanrı'nın biyografisi, başka elçiler arasında elçi olarak bazı günlerde
dertler, şüpheler, tereddütler, pişmanlıklar vesaire yaşadığı iç dünyası
olmaz... Tanrı'nın dünyayla ilişkisi, dünyadan "başka" olması güç ve
denetimle ilgili değil bizzat ruhani bir ilişkidir. Tanrı kavramını Ruh
y ş y y ş
Eğ'er Philips'in aklı çelen yorumlarım buraya alacak olsak, Tanrı'nın
Yahudi Soykırımı'na neden mâni olmadığı sorulduğunda, bunun man-
tık ya da gramer açısından Sevgi neden Yahudi Soykırımı'm önlemedi
diye sormaya benzediğini söyleyebiliriz pekâlâ. Bunlardan ikinci so-ruya, Yahudi Soykırımı'nm meydana gelmesinin nedeninin insanların
tam anlamıyla Sevgi'ye büsbütün ve tartışmasız olarak yüz çevirmesi
olduğunu söylemek dışında kesinlikle cevap verilemeyeceğini belirte-
biliriz. O korkunç deneyimlerin ortasında bazıları Sevgi'ye inanmaya
devam etmiş olabilirler ve yaşadıkları deneyimler muhtemelen onları
Sevgi'ye o güne dek olduğundan çok daha kuvvetle inanmaya zor-
lamıştır. Ama aynı şekilde belki bazıları da bu deneyimlerin etkisiyle
çözülmüş ve dağılmış, dolayısıyla Sevgi'ye duyulan güven onlar için
kısaca olanaksızlaşmış olabilir. "Eğer sen de benim gördüklerimi görüp
yaşadıklarımı yaşasaydın, Sevgi'ye inanabilir miydin hiç?" derler. Her
iki tepki de insani, felsefi ve mantıki açıdan anlaşılabilir ve eğer biri çı-
kar da aralarında "tercih" yapmanın, hangisinin doğru olduğuna "ka-
rar" vermenin yollarını sorarsa, karşıdaki kişi ne diyeceğim bilemez.
Peki ama aynı sorularda "Sevgi" yerine "Tanrı" konsaydı ne olur-
du? Bu bizi Tanrı'ya dair dinsel söylemin esasına yaklaştırmış olur
muydu? Eğer olursa, o zaman da aynı anda hem 1) sevginin her şeye
kadir; 2) sevginin iyi olduğunu ve 3) kötülük ve acımn varolduğunu
ileri sürmekte mantık açısından tutarsızlık olduğu iddiasının saçmalı-
ğını görmeye başlamaz mıyız? Bu savlar arasında sahiden herhangi bir
tezat bulunur mu? "Sevgi" yerine "Tanrı" konduğunda bir tezat görü-
nürse, bu asıl problemin Tanrı'nın tanımlanma ve anlaşılma tarzından
kaynaklandığını akla getirmez mi?
Gerek teistler gerekse ateistler bunun fazlasıyla indirgeyici olduğu-
na itiraz edebilirler. Hem bu Tanrı'yı Sevgi'ye indirgemekle hümanist
indirgemeciliğin veya aykırı gerçekliğin iyice eskimiş yolunu aşındır-
mak değil midir? Teistlerin bu duruma itirazı Tanrı'nın yetersiz anla-
şılmasına yol açacağı, ateistlerinkiyse kötülük sorununun doğasmdaki
zorluklan kolaylıkla sürüncemede bırakabileceği şeklindedir. Benim
buradaki amacım Tanrı'nm hangi ölçüde ne olduğunu yahut Sevgi ile
eşanlamlı olmadığını ilan etmek değil. Tanrı'nm ne ölçüde Sevgi'den
"daha fazla" ya da ondan "başka" olduğu ve bunun nasıl böyle olabi-
leceği sorularını bir kenara bırakıyorum. Onun yerine yaptığım analiz
147
zülüp darmadağın olabileceğini gördük. Bunun akla yatkın ve anla-
şılabilir bir tepki olduğunu, böyle bir gerçekliğin kötülük sorununun
"aşıldığı" varsayılarak hiçbir şekilde ortadan kalkamadığını anladık.
Demek oluyor ki kötülük sorununun aslında uydurma bir problem
ld ğ ( b t T ' t i l T il
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 75/106
kısaca, okuyucuyu Swinburne'ün deyişiyle cisimsiz, fazlasıyla muaz-
zam bir insani varlıktan ya da şahsiyetten bahsetmek yerine, Tanrı soh-
betinin, layıkıyla anlaşıldığında, "Sevgi" hakkında konuşmaya yakın
olup olmadığını sormaya ikna etmek üzere bir fikir deneyi yapmaktan
ibaret. Ben sahiden de yakın olduğunu ortaya atıyorum. Eğer huzur-suzluk hâlâ devam ederse, kurallara uygun dinsel söyleme göre, "Tan-
rı Sevgi'dir" dendiğini kendimize hatırlatmamız gerekir. Fakat hiçbir
yerde "Tanrı fevkalade muazzam bir insani varlık" yahut "Tanrı cisim-
siz bir şahsiyettir" demez.
Böylece daha önceki iki bölümde varmış bulunduğumuza benzer
bir sonuca varıyoruz gibi gözüküyor. İlkinde, kutsal kitap eleştirisi-
nin gelişiyle aslında sadece Tanrı'ya dair bilhassa modern (ve insan-
biçimci) anlayış ile kutsal metinler yorumbiliminde modern (ve ya-
zınsal) yaklaşım karşısında ateistik bir tepkinin doğduğu sonucunu
çıkarmıştık. İkinci bölümdeyse, benzer şekilde doğa bilimlerindeki
keşiflerin -başta Darvvin'in evrim hipotezinin- öncelikle o dönemde
egemen olan kendine özgü modern Tanrı anlayışı ve buna bağlı ola-
rak dinle bilim arasındaki ilişkinin kendine özgü biçimde anlaşılması-
nın pek çoklarını ateizme ittiğini görmüştük. Artık teizme yönelik, en
çok da dünyada kötülük ve acının varolmasına ilişkin ahlaki itirazla-
ra dair benzer şeyler söyleyebiliyoruz. Sözde kötülük sorunu yalnızca
modern Tanrı anlayışının kendisi açısından gerçekten bir "problem"
teşkil etmektedir.
Bu durumda söylenmesi gerekenler yalnızca bunlar mı: Eğer Tanrı
ona halel getiren insanbiçimci bütün modern tahrifatlardan arındırıl-
saydı, kötülük sorunu kestirmeden ortadan kalkar mıydı? Buradaki
tartışmamızın bu istikamette ilerlediğine kuşku yok. Ancak işlerin o
kadar basit olmadığını ifade eden bir şeyler söylememiz de gerekli.
Çünkü Tanrı sohbetiyle Sevgi sohbeti arasındaki benzerliğe dikkat çek-
tiğimiz fikir deneyimizde Yahudi Soykırımı dehşetini yaşamış birinin
Tanrı'ya/Sevgi'ye olan inancının artık imkânsız hale gelecek kadar çö-
olduğunu (en başta Tanrı'nm yeterince anlaşamamasına ve Tanrı ile
ilişkili olarak felsefenin oynadığı rolün yetersiz anlaşılmasına dayan-
dığını) iyice gözler önüne sersek de, kötü deneyimleri ya da kötülüğe
tepkiyi Tanrı'ya inançları -kesinlikle burada başından beri eleştirdiği-
miz felsefi anlamda olmasa bile- sarsılacak kadar şiddetli yaşayanlar
hâlâ olabilir. Başka sözlerle ifade edelim, burada eleştirdiğimiz kötülük
sorununun değişik bir çeşidi olabilir ve eğer bu önünde sonunda ateiz-
me sebep olduysa, bu da şimdiye dek tartıştığımızdan farklı bir çeşit
ateizmdir.
Bunun böyle görünmüş olabileceğine işaret eden emareler 2004 yı-
lında Noel ertesinde meydana gelen tsunami felaketinin ardından ken-
dini belli etmişti. Büyük bir can kaybıyla sonuçlanan ve sağ kalanlara
ciddi acılar çektiren son yılların en önemli doğal afetlerinden biriydi.
1755 Lizbon Depremi'nden sonra olduğu gibi hem inananları hem de
diğerlerini böyle felaketlerin ortasında Tanrı'nm rolü ve mevcudiyetini
sorgulamaya itti. Depremden sonra Hıristiyanların kendilerine böylefelaketlerin ortasında Tanrı'nm rolü ve mevcudiyetine dair ciddi so-
rular sormakla kalmayıp bunu mutlaka yapmalarını öneren sözleriyle
Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams ülke çapında geniş yankı
uyandırmıştı. Hıristiyanların böyle hadiseler karşısında dertlenme-
melerini ve böyle felaketlerle Tanrı'ya olan inançlarının imtihandan
geçirilmesinin tamamen uygun -hatta teolojik açıdan da uygun- ol-
duğunu ileri sürüyordu. Bu önemli bir müdahaleydi, Williams her ne
kadar kusursuz bir teolog olarak tanınmış olsa da teolojiye yaklaşımı
kati surette Macl de ya da Swi nbu rne gibi anali tik din filozoflarmmkine
benzemez. Aslında din felsefesindeki sözde "problemlerin" çoğununuydurma sorunlar olduğu konusunda D. Z. Philips ve daha başkala-
rıyla hemfikirdir. Williams'ın yazılarının ışığında kutsal kitap eleştiri-
sini ya da bilimsel keşifleri Tanrı'ya inanışa kafa tutacak kadar ciddi
gerekçeler olarak görmediği bellidir. Öte yandan Williams'a göre kötü-
lük sorununun eleştirdiğimiz türünden çok farklı olduğu, kutsal kitap
eleştirisi veya doğal bilimler ya da modern kötülük sorununun ortaya
çıkardıklarına başka türlü meydan okuma getirdiği belli. Bu durumda
148
sormamız gereken başlıca iki soru var. Birincisi, bu farklı türden kötü-
lük sorunu teizmi, bu bölüm içerisinde ele aldığımız yoldan sorgulamı-
yorsa, hangi yolla sorguluyor? İkincisi, eğer problem ateizme varacak
nitelikteyse bu ne tür bir ateizmdir ve şimdiye dek tartıştığımız ateizm-
den hangi yönden ayrılır?
-123
İster agnostikler olsunlar, ister ateist ya da başka bir şey, geleneğin
dışında kalanlara ne demeli peki? İnanmayanlar bu sorunun onların
gözünde felsefe ya da mantık bilmecesi olmadığı noktasında aynı gö-
rüşü paylaşabilirler. Hatta bunun gündemdeki sorunu tamamen kü-
ü k ld ğ hük d bili l D h dd ttikl i T '
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 76/106
Önce şunu soralım öyleyse, ateizm kötülük sorununun bu farklı
kılığı teizme hangi yolla meydan okumaktadır? Aslında problem kıs-
men bizi Tanrı ile Sevgi arasındaki ilişki meselesine geri götürür, bu
da özellikle Tanrı'yı Sevgi'ye eşit görmede teolojinin isteksizliğinden
kaynaklanır. Bir daha yineleyelim, eğer bu indirgemeci hamle yapıl-saydı, sorun o kadar ısrarcı hale gelmezdi. Gelin görün ki gelenek her
zaman, bir anlamda Tanrı'nın Sevgi olduğu hakikat demek istemiştir,
ama tıpkı Tanrı salt İyilik'ten daha ötesidir demek gibi Tanrı Sevgi'den
daha fazlasıdır demenin de bir anlamı vardır.
Şefkat ve Sevgi olmasının yam sıra Tanrı'nın aynı zamanda iyilik ve
sevginin bulunduğu bir dünya kadar iyilik ve sevgi kaynağı olduğuna
da inanılır. İşte bu bizi pek çok yönüyle problemin düğüm noktasına
getirir. Merhametli ve müşfik bir Tanrı'nın yarattığı bir dünyada kötü-
lükle acı nasıl izah edilmelidir? Diğer yandan bunun kesinlikle felsefe
ve mantık problemi olmadığına, yukarıda ele aldığımız tutarlılık ya daispat problemi olmadığına işaret etmek gerek. Kötülük sorunundan
Tanrı'nın varlığına ilişkin olasılığı belirleme aracı olarak yararlanmak
da söz konusu değil. Aksine, burada çizdiğimiz senaryo halihazırda
gönülden inanan birinin kötülüğün varlığını (teolojik açıdan) akla yat-
kın bir şekilde izah etme yollarını bulma çabası. Bu anlamıyla bizzat
gelenek için de içsel bir meydan okuma teşkil etmekte. Bu noktada
kötülüğün aslında hiçbir şey olduğunda -ontolojik açıdan kabaca iyi-
liğin bulunmayışı- ısrar eden "mahrumiyet" olarak kötülük doktrini
gibi alışılageldik biçimde İnsanın Düşüşü kavramı akla gelir. Ancak
bu öğretilerin ikisi de sorunu tamamen ortadan kaldırmaz. Hepsinden
önemlisi, Tanrı tarafından yaratılmasına ve tabiatıyla ona yönelmesine
rağmen, insan iradesinin neden "düşmüş" olduğu sorusu baki kalır.
Joh n Mi lb an k' in Düşü ş feno men in i "ke sinl ik le kaf a kar ış tır ıcı " diy e
nitelemesinin nedeni de bu.22 Gizem ve şaşkınlık kendi içlerinde inan-
mamaya yol açmaya yetmez, aslında herhangi inanış biçiminin gerekli
önkoşulu oldukları söylenebilir. Yine de inanan kişiyi düşündürmeli-
dir, Rovvan VVilliams'm sözleriyle ima ettiği de budur belki.
çümsemek olduğuna hükmedebilirler. Dahası reddettikleri Tanrı'nın
tartışmalı olduğunu gördüğümüz modern insanbiçimci türden oldu-
ğuna da inanmazlar. Ne var ki bu ateistlerin duruşu daha çok Yahudi
Soykırımı karşısında yukarıda sözünü ettiğimiz tepki gösteren kim-
selerinkine benzer: İster kendileri yaşasın, ister başkaları gördükleriacılarla paramparça ve darmadağın olunca Sevgi'ye inanmayı ya da
Tanrı'ya inancı - mantık veya tutarlılık zemininde değilse bile kendi
içinde ve kendi açısından imkânsız bulan kimseler. Oysa Tanrı'ya inan-
mak bir "seçenek" değildir.
Burada sözü edilen ateizmin ya da inanmazlığın karakterini biraz
daha aydınlatmak önemli. Kendilerinden önce teist/ateist bilmecenin
esas yapısı üstünde hemfikir olan ve sayesinde çözülecek felsefi me-
todoloji üstünde mutabakata varan analitik filozofları tespit etmiştik.
Ayrıca hem bu metodolojiyi hem de ona bağlı Tanrı anlayışını redde-
den ve bu ret sayesinde, kötülükle yüz yüze gelindiğinde bile Tanrı'ya
daha özgün inanışın kapısının açıldığına inananlar olduğunu da gör-
dük. Şimdi tamamen uygunsuz olduğu gerekçesiyle bu metodolojiyi
reddeden, buna rağmen teizme yanaşmayanların durumuyla karşı
karşıyayız.
Şimdi inanmazlığın bu formunun karakterine ışık tutmak için Fyo-
dor Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler" romanının özellikle beşinci
ve altıncı bölümlerinde capcanlı ve mükemmel bir biçimde gözler önü-
ne serilen ateizm formuna dönelim. Romanda İvan ve Alyoşa adlı iki
kardeş arasında yaşanan etkileşimi görürüz, İvan, "Benim yapmaya
çalıştığım sana hakkımdaki en önemli şeyi mümkün olduğunca çabuk
anlatmak, yani ben ne tür bir adamım, neye inanırım ve neler umutederim - hepsi bu, değil mi?" der Alyoşa'ya. 23 Bu tartışma süresince
Tanrı'yı manevi töhmet altında bırakan meşhur sözler dökülür İvan'm
ağzından. Fakat Dostoyevski ne tür bir tartışma yapıldığına -ve daha
önemlisi ne tür bir tartışma yapılmadığına- açıklık getirmeye özen gös-
terir. Özellikle Tanrı sorununa ilişkin niyetinin felsefi bilmeceye, man-
* Karamazov Kardeşler, çev. Nihal Yalaza Taluy, İş Kültür Yayınlan , İst., 2011, 6. Bası m.
151 -123
tık oyununa indirgenmemesi gerektiğini vurgulamakta titiz davranır.
Rus çocuklarla öğretmenleri barlarda yaptıkları sohbetler sırasında
mantık bulmacalarıyla oyalanırken soruna böyle yaklaşmanın örneğini
gözler önüne sererler: "Barda fırsatını yakaladıklarında nelerden bah-
sedecekler? Neden olacak, ezeli meseleden: Tanrı var mı, ölümsüzlük
İsyanın kökeni bir bakıma çekilen aşırı acıların -özellikle de masum
ve çocuklar tarafından- her nasılsa sonradan "tazmin" ya da "telafi"
yoluyla "adil" kılınacağını varsaymanın düpedüz ahlaksızlığına uza-
nır. Daha çok kafa karıştıran ikincisi seviye de İvan'm besbelli Tanrı'yı
kabullendiği ama dünyasını reddettiğini açığa vurduğu şu sözlerden
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 77/106
var mı?" 24
Bu roman hakkında kaleme aldığı önemli felsefi yazısında Stevvard
Sutherland bu can alıcı açıklamanın sonuçlarını gündeme getirmiştir.
Ona göre Dostoyevski
kavramsal konuların "Tanrı'nm varlığı problemini" ele aldığı felsefi
bir tartışmaya girer. "Barda fırsatını yakaladığımız" zaman tartışmanın
ateizm ve inanmayı, hakkında lehte ya da aleyhte tahminlerde bulu-
nabileceğimiz, destekleyen ya da çürüten noktalar ekleyebileceğimiz
iki hipotezin çarpıştırdığı modele karşı çıkar. Ateistle inanan arasın-
daki fark her ne olursa olsun, burada, duyguları devreye sokan veya
sokmayan, kişinin hayat tarzını etkileyen veya etkilemeyen iki tahmini
hipotez arasındaki fark değil, kişinin hangisine göre, İvan'm sözleriyle,
"yaşadığını" göstermektedir.25
Böyle bir açıklamanın yerine Sutherland, "İvan'm ateizmi inananın
Tanrı'nın eseri diye söz ettiklerine karşı manevi bir tepki olarak görül-
melidir," diye önerir.26 İvan'm "protest ateizmi" üstüne ünlü sözlerini
bunun ışığında anlamak gerekir:
Kendini anlat, sana soruyorum, cevap ver. Düşün ki sonunda insan-
ları mesut etme, nihayetinde onlara barış ve huzur getirme maksadıyla
insani kader bina ediyorsun, ama ufacık tek bir yaratığa -mesela yum-
ruklarıyla göğsünü döven o bebeğe- eziyet etmenin ve o binanın din-
dirilemez gözyaşlarına boğulmasının elzem ve kaçınılmaz olduğunu
anlıyorsun, bu şartlarda mimar olmaya razı gelir miydin? Söyle bana,
doğru söyle... Benim kabul etmediğim Tanrı değil, Alyoşa, sadece en
derin saygılarımla cezayı ona kesiyorum.27
İvan'ın savunduğu ateizmin analizini yapan Sutherland bunun
üç seviyede işlediğini ileri sürer. Önce ve en çok dikkat çeken hemen
yukarıda aktardığımız pasajda da görülen manevi isyana geçmektir.
anlaşılır: "Benim kabul etmediğim Tanrı değil,... sadece en derin saygı-
larımla cezayı ona kesiyorum." Bu sözlerin üstünde ayrıntısıyla duran
Sutherland'e göre
İvan'm "Tanrı'yı kabullenmesi" yalnızca Rus çocuklarının tartışmala-rına değil, aynı zamanda bu tartışmaların bizi ya kabule ya da inkâra
ikna etmeye zorladığı Tanrı'ya da duyduğu katıksız tiksintiye dayan-
maktadır. Aynı zamanda dini bütün inananların da Tanrısı olduğuna
inandığı onların Tanrısı'nı kabul etmesi bir yönüyle inanışın ve inan-
mayışm aldığı bu gibi formların sonuçlarına yönelik duyduğu manevi
öfke onu deliye döndürecek kadar yoğun olan bir adamın acı bir şakası
olarak görülmelidir.28
Bu noktada Sutherland'e göre, eğer inanmamaya "Rus çocukları-
nın" yaptığı gibi aynı mantık soruşturması içerisinde karar verilecekolursa, İvan'm öfkesinin inanmaya karşı olduğu kadar inanmamaya
karşı da aynı ölçüde yönelebileceğini belirtmek gerek. Diğer bir deyiş-
le, burada İvan'm hakaretlerinin hedefinde varılan belli sonuçtan çok
bu meseleye yaklaşım tarzı yer almaktadır. Bu türlü ateizm ahlaki açı-
dan en az teizm kadar suçludur.
İvan'm ateizminin etkisini gösterdiği üçüncü seviyeyi özetleyense,
İvan'ın telafi sağlanıp ahenk hüküm sürse bile "ben haksız olsam dahi,
dindirilemez acılarım ve bastırılmayan gazabımla kalmayı tercih ede-
rim," diye ısrar ettiği sözleridir. "Hem ahengin bedeli çok ağır; onu tut-
turmanın bedelini ödemekse bizi aşar."29 Camus ve diğerlerinin işaret
ettiği gibi bu "olsa bile" deyişinde pek çok anlam gizlidir.30 Göründü-
ğü kadarıyla buradan çıkan sonuç, adına Tanrı denen "oluşun" bilfiil
var olduğu tanıtlanabilse bile bir şekilde İvan'ın ateizmini geçersiz kal-
mayacağıdır. Böyle bir Tanrı gerçekten varsa ve kurtuluş ihtimali olsa
bile, bu İvan'm ateizm anlayışının geçerliliğini olumsuz etkilemeyecek;
onun manevi sorumluluğu hâlâ Tanrı'yı inkâr etmek ve o kurtuluşu
reddetmek olacaktır. Bu da İvan'ın ateizminin öncelikle -aslında hiç
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 78/106
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 79/106
157 -123
Batı'nın dini geleneğini terk etmede yeni bir tutum değildi. Tam ter-
sine, onun teolojik görüşü Hegel'in en temel anlayışının yeniden iş-
lenmiş haliydi."2 Altizer'ın görüşlerinin öncelikle Hegel'in Tanrı öldü
kavramını canlandırması sayesinde ortaya çıkması önemlidir. Projesi-
ne modern yörünge içerisinde sağlam bir yer bulmanın yanında ona
teizm ile ateizm arasında alışılageldik karşıtlığı sorgulama imkânı ver-
Hegel biraz güvenle Hıristiyanlığın ta kendisinin burada ya şöyle
ya böyle tercih yapmayı gerekli görmekle düştüğü hatayı gösterdiğini
iddia edebilir elbet. Tanrı Baba mutlak ve aşkın, Tanrı Oğul ise somut
ve içkindir, öte yandan Teslis doktrini ikisinin de aynı anda gerekli
olduğunu öğretir. Gelgelelim, Baba ve Oğul'un temel birliği fiilen ve
cismani olarak "hayata geçirilmelidir" dirilişin oynaması gereken rol
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 80/106
g ğ g
mişti; ne de olsa Batı felsefesine Hegel'in yaptığı en kayda değer kat-
kılardan biri görünürde ayrı ve çelişen karşıtlıkların aslında diyalektik
açıdan iç içe geçmiş olduklarını söylemesidir. Bunun yarattığı belirsiz-
lik kimi yorumcuların sonradan Hegel'in sezgilerini apaçık Hıristiyan
çizgiler doğrultusunda açıkladıklarını, kimilerininse onlardan apaçık
ateist yörüngede değerlendirdiklerini kısmen açıklamaktadır. Kimileri
de Hegel'in kategorileştirmelerden nasıl uzak durduğunu araştırarak
düşüncesini Hıristiyan gelenek içerisinde "heterodoks" olarak niteler.
Altizer Hegel'in neden olduğu belirsizlikten Hıristiyan teizmiyle sekü-
ler ateizmini birbirinden ayırmak yerine bir araya getirilmesi gerektiği-
ni önerirken yararlanmıştır.
Öyleyse Hegel'in Tanrı'nın ölümünü anlamasında ayırt edici olan
nokta neydi? Hegel'in düşüncesinde Tanrı'nın ölümünün iç içe geçmiş
başlıca iki anlamını Thomas A. Carlson anlaşılır bir dille şöyle özetler:
Bir yandan tamamen uzak, dolayısıyla bilinmez gibi göründüğü ya
da kaldığı için Tanrı "öldü" denir; bu bakımdan Kant'ta doruğuna ula-
şan aydınlanma akılcılığıyla jocobi ve Schleiermacher'i derinlemesine
etki altında bırakan dindar duygular bir o kadar da Tanrı'yı bilinmeye-
nin soyutlanmasından, belirli bir içerik yoksunluğundan kaynaklanan
cansızlığa mahkûm edecekti... Diğer yandan Hegel bu bilinmez, dola-
yısıyla cansız Tanrı'ya ikinci kez "Tanrı'nın ölümü" diyerek karşı çıkar.
Bu ikinci anlamada Tanrı kendi soyut kavramının ya da boşluğunun
içini boşaltır veya onu olumsuzlarken gerçekten ve somut olarak yaşa-
mak için kendi uzaklığıyla bilinmezliğinden dışarı çıkar.3
Carlson'ın sözlerinin devamında bu iki anlama tarzının birbirleri-
ne gerek duyduklarına ve birbirlerini anlaşılır kıldıklarına da parmak
basmaktadır. Dolayısıyla hangi anlayışın "baskın" çıktığı "karar verile-
mez" bir durumdur. Tanrı "sahiden" mutlak ve deneyüstü mü, yoksa
Tanrı "sahiden" vücut bulmuş ve içkin midir?
cismani olarak hayata geçirilmelidir , dirilişin oynaması gereken rol
budur. Eğer Oğul tarafından mutlak ve bilinemez Baba'nın görünüşü
ve cismi "yadsınır" ise, bu içkin görünüş yadsınmaya adaydır. Diğer
bir deyişle, Oğul Tanrı ölmek zorundadır, böylece Tanrı'nın çarmıhta
vuku bulan bir ölümü daha olmalıdır. Aksi takdirde Tanrı'nın konu-mu içkinliğin parçalarına ayrılacak ve Tanrı Baba ile Tanrı Oğul hâlâ
uzlaşma ihtiyacı duyacaktır. Bu uzlaşma diriliş sayesinde olur. Diriliş
esnasında Tanrı'nın sonluluğa sürüklenişi bizzat aşılır, "olumsuzlama-
nın olumsuzlanması" söz konusudur, ayrıca diyalektik olarak bu üç
aşamadan geçtikten sonra nihai uzlaşma sağlanır. Tanrı Baba ile Tan-
rı Oğul artık Tanrı Ruh aracılığıyla nihayet uzlaşmışlardır. Buna göre
Hegel tecessüm, diriliş ve Teslis doktrinlerini "hakikat" diye görebilir,
ancak bunun Mutlak Ruh'un tabiatına ilişkin nihai felsefi hakikatlerin
yalmzca gerçek görsel temsil anlamında geçerli olduğunu belirtmekte
yarar var.
Böylece Hegel açısından Tanrı'nın "ölmesinin" birkaç yolu, Tanrı'nın
ölümünün birkaç farklı algılanışı olduğunu ve bunların hepsinin birbi-
rine işaret ederek bir diğerine ihtiyaç duyduğunu görebiliriz. Altizer'ın
yaratıcı Hegel okumasında önemli olan Tanrı'nın ikinci ölümünü di-
ğerlerinden ayrıcalıklı görmesidir. Hıristiyan ateizminin yorumunu
yaparken Altizer'ın öncelik verdiği husus "Tanrı'nın geçici olarak iç-
kin, dolayısıyla bu dünya ve tarihince iyice tanınır hale gelmesi için
kendi soyut aşkınlığmda ve sakin ebediyetinde öldüğüdür".4 Altizer' ın
projesinin temelinde yatan kanaat budur. Tanrı'nın ölümünün ikinci al-
gılanışının ayrıcalıklı olmasının sebebine gelince, Altizer bunun, içinde
yaşamakta olduğumuz dünyayla ilişkili olarak kehanet diye nitelediğiNietzsche'nin sezgileriyle doğrulandığına inanır. Başka sözlerle ifade
etmek gerekirse, Altizer açısından onu Hegel'in Tanrı'nın ölümünün
ikinci algılanışına yoğunlaşıp onu aşkmlığın olumsuzlanması olarak
yüceltmeye iten Nietzsche'ye göre Tanrı öldü anlayışı olmuştu, diyebi-
liriz. Altizer'ın kendi şöyle açıklar:
158
Yirminci yüzyıla bir giriş kapısı varsa, bu Tanrı'nın ölümünden
geçmekle olur, modern insanın yeni keşfedilmiş, aşkınlığın izlerini ya
da gölgesini dahi ortadan kaldıran radikal içkinliğinin ötesinde bütün
anlamların ya da gerçekliğin çöküşüdür. Çöküşle birlikte yeni bir kaos
meydana gelmiş, mutlak veya aşkın zeminin kaybolması yeni bir an-
lamsızlığı, Nietzsche tarafından tarihin bir sonraki evresi diye kehanet-
102
pay olarak geçmişini ve kökenlerini unutmaya kalkışan seküler ateizme
kıyasla tam gelişmiş Hıristiyan ateizminin halen içinde bulunduğumuz
koşullara daha çok ışık tutabileceğine inanır. Demek ki Altizer'ın yön-
temi Hıristiyan doktrinlerine, öğretilerine ve anlatılarına daha uygun-
dur, onları çağdaş at eistik vaziyet olarak kabul ettiği hem üstlenen hem
d d l t i bi ü l l l Ö ği b ö
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 81/106
ğ y
te bulunduğu nihilizmin ta kendisini getirmiş bulunmaktadır.5
Altizer'a göre Nietzsche'nin sezgileri cidden Hegel'in nihai "olum-
suzlanmanm olumsuzlanması" yasasını kabul etmemek anlamına
gelirken, İsa'nın ölümüyle cehenneme düşüşü diriliş sayesinde aşılır.
Buna karşılık Hıristiyan ateizmi yorumunda Tanrı'nın İsa'da ölmesi
sondur ve geri dönüşü mümkün olmaz. Altizer der ki, "radikal Hıristi-
yanlar Tanrı'nm aslında İsa'nın vücudunda öldüğünü, bu ölümün son-
radan gelen dinsel ya da kozmik bir hareketle tersine çevrilemeyecek
hem tarihsel hem de kozmik bir olay olduğunu ilan eder." 6 Tanrı'nın
ölümünü en mükemmel ve geri dönülmez anlamda kabul ettiğini göz
önüne alırsak, bunun Altizer'ın Tanrı'yı tümden terk etmesine, kesin
ve koşulsuz olarak ateizme sarılmasına neden yol açmadığını merak
edebiliriz. Altizer'ın bu soruya yanıtı yine Hegelciliğin ruhuyla dolu
gibidir; Hıristiyan teizmiyle seküler ateizmin hepten ve karşılıklı ola-rak birbirleriyle iç içe geçtiği kanaatine dayanır. Dolayısıyla aralarında-
ki ilişkiyi düpedüz ya şu/ya bu tercihi açısından değerlendirmek ya-
nıltıcı olur. Altizer ateizmin önde gelen peygamberlerinin Hıristiyanlık
işleriyle göz ardı edilemeyecek kadar çok meşgul olduklarına inanır.
Bunun tersine Hıristiyanlık kendi ölüm sürecini daha iyi anlama nok-
tasına gelmesini sağlayan kaynakları içinde barındırmaktadır.
Nitekim şöyle der:
(Yirminci) yüzyılımızın daha yaratıcı teologlarından pek çoğunun
bilinçsizce olsa bile üstü kapalı olarak Nietzsche'nin görüşlerini pay-laşması... tesadüfolamaz, ayrıca Nietzsche'nin bütün görüşlerinin ken-
disinin Hıristiyan Tanrısı'nın ölümü diye ilan ettiği noktadan kaynak-
landığını inkâr etmek zor olacak, biz de bunun algılanmasının ancak
inançla mümkün olacağını gözler önüne sermeye çalışacağız.7
Ateizmin Hıristiyanlığın bağrından çıktığını düşünürsek, Altizer ya-
de aydınlatan yeni bir üslupla yorumlar. Örneğin, buna göre,
Tanrı'nm krallığı simgesinin günümüzde sahiplenilmesi... Tanrı'nın
ölümü yorumunun ya da "güzel haberinin" gerçekleşmesini mümkün
kılabilir: Tanrı'nm ölümü insanı boş bir karanlığa itmediği için onu heryabancıdan ve karşıt ötekinden kurtarır, böylelikle Blake'in "Büyük
İnsanlık Tanrısı" diye yücelttiği aşamaya veya Tanrı ile insanın nihai
buluşmasına geçişi sağlayabilir.8
Oysa Altizer'ın inandığı Hıristiyan doktrininin en verimli gelişmesi
Hıristiyan ateizminin yorumunu destekleyen kenosis ile olmuşt ur. Te-
cessüm sırasında Tanrı'nm aşkınlığını bir yana bırakıp İsa'da vücuda
gelmek için ilahi gücünü boşalttığını savunan bir öğretidir. Ruhun be-
dene dönüşümü Altizer'ın hem benimsenmiş Hıristiyan geleneğinin
can alıcı noktasında durduğuna hem de halen içinde bulunduğumuzkoşulları aydınlatmaya yaradığına inandığı temadır. Fakat bunun be-
nimsenip, halen geçerli ateistik ontoloji içerisinde dinsel açıdan yürür-
lüğe girmesi için kabul edilmiş geleneğin de yaratıcı şekilde geliştiril-
mesi gerekmektedir. Şöyle der Altizer:
İlahi sürecin kenotik ya da olumsuz hareketi insan deneyiminin edi-
mine giren bir hareket oldukça ne belirli bir zaman ve mekânda tecrit
edilebilir ne de tamamen belirli bir an içerisinde vuku bulan bir şey
olarak anlaşılabilir. Tam tersine, Söz'ün bedene dönüşümünün gerçek
olması sürekli ve ileriye dönük bir süreç, başlangıçta Tanrı'nm İsa'da
ölmesiyle vuku bulan bir süreçtir; doğru, ama tarihte ancak kademeli
olarak gerçekleşir, çünkü Tanrı'nm ilk kendini olumsuzlaması önünde
sonunda insan deneyiminin bütün çeşitliliği içerisinde gerçek olur."
Altizer tartışmasının devamında Tanrı'yı aşkın kılma, ilahi varlığı
insana karşı kışkırtılan bir oluş olarak öne sürme adına harcanan her
çabanın gerçekte tecessüm mantığının reddi, aynı zamanda da vahye
160
kararlı ve nihai bir ifade yüklendiği anlayışı olduğunu ileri sürer. Oysa
vahyin kendisi ilk ifadelerinin kesintisiz olarak yeni biçimlere bürün-
düğü ilerleyen bir süreçtir. Dolayısıyla Altizer'a göre:
Tanrı'nın ölümü giderek küfrün derinliklerine daha da inerek belli
başlı ve bilinen ifadelerini yadsımaya devam ederken Tanrı'nın dün-
-123
oluşun ya da varlığın nesnel varoluşuna bağlı olmadığını düşünüyor-
du. Bilakis, Hıristiyan teizmi en yüce dini ve ruhani değerlerimizi üs-
tünde toplayan en yüksek ruhani ideal olarak Tanrı'ya inanma ya da
ona sadakat şeklinde yeniden yorumlanmalıydı.
En azından başlangıç evrelerinde bunun getirdiği bir sonuç da
C itt'i H i ti kd l ğ fik i i Alti ' H i ti t i
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 82/106
başlı ve bilinen ifadelerini yadsımaya devam ederken Tanrı nın dün
yaya, Ruh'un bedene doğru hareketinin sonucu ve deneyimin bütün-
selliğinde Tanrı'nın ölümünün gerçek olması ilahi sürecin süregelen
ve ilerleyen hareketinin belirleyici işaretidir. Bu süreci hem İsa'nın ih-
tirasında vücut bulan hem de onunla sembolik olarak harekete geçenkendini yadsıma ve kenotik eylem diye tanıyan bir inanç, bunun çile
çekerken ve çıplak insan deneyiminin karanlığında tezahür ettiğini bi-
lir, bu masumiyet bahçesinden sürgün edilmiş ve doğaüstü zemini ya
da kaynağının dayanma kudretinden yoksun kalmış bir deneyimdir.10
Demek ki Altizer'ın görüşünde Hıristiyanlığın ateizme ne kadar
terk edildiğini görürüz. Bu hiç kuşkusuz "dayanma kudretinden ve
kaynağından sürgün edilmiş" Hıristiyan teolojisinin tercümesidir.
Ama aynı zamanda bu kesinlikle ateistik ontolojiyi anlamanın, tecrübe
ve müzakere etmenin en iyi yolu Hıristiyan ibadetinin baştan aşağı ve
gereğinde yeniden yorumlanması sayesinde olur.
Öte yandan Hıristiyan ateizminin yorumunu vaaz eden tek teolog
Altizer değildir. Birleşik Krallık'ta 1980'den itibaren benzer ama ayrı bir
proje Don Cupitt tarafından geliştirilecekti. Alitzer ile Cupitt'in proje-
leri arasında birbirine hem yakınlaşıp hem uzaklaşan fikirlerden mey-
dana gelen ilginç bir ilişki vardır. Cupitt'in kendi projesini "Hıristiyan
ateizmi" yerine "Hıristiyan gerçekdışılığı" olarak tarif etmesi en azın-
dan iki bakımdan önem taşır. İlki, "realizm" ile "anti-realizm" arasın-
daki temel düalizmiyle analitik din felsefesinin ana akım geleneğinde
Cupitt'in oluşumsal geçmişine işaret etmesiydi. İkincisiyse, Cupitt'in
tam da o gelenekten miras alındığı gibi teizm ile ateizmi mutlak vekutupsal karşıtlar olarak görme eğilimini bozma arzusuydu. Objektif
metafizikten arınmış dini teizmin ihtimallerini araştırmaya adadığı ilk
çalışmaları, sonuçta felsefi ateizmin bir biçimi olarak görülebilirdi. Di-
ğer bir deyişle, metafizik açıdan, Cupitt de en az Altizer kadar ateistti,
zaten Cupitt de kendi çalışmasını "nesnel Tanrıtanımazlık" diye tarif
etmişti. Öte yandan etkili bir Hıristiyan teizminin ilahi bir nesnenin,
Cupitt'in Hıristiyan gerçekdışılığı fikrinin Altizer'ın Hıristiyan ateiz-
mine kıyasla doktrinde çok daha az köklü düzenlemeler gerektirdi-
ğiydi. Altizer'ın tecessüm, kenosis vesaire doktrinlerini baştan aşağı
yeniden yorumladığı görülürken, Cupitt doktrinel, spiritüel ve etik
öğretinin içeriğinin büyük ölçüde olduğu gibi bırakılabileceğini, fakatbütünün artık gerçekdışı (yazınsal olmayan, nesnel olmayan) tarzda
yorumlandığını söylüyordu. Kendi objektif metafiziğinden uzaklaştı-
rılıp dolayısıyla gerçekdışı olarak anlaşıldığında, Hıristiyanlığın yal-
nızca fevkalade etkili olmaya devam etmekle kalmayıp aynı zamanda
dini ve ruhani bakımdan daha saf hale geldiğini belirtmişti. Altizer ile
Cupitt arasındaki pek çok farklılığa yarattıkları felsefi ve teolojik etki
alanları açısından bakılabilir. Altizer'ın esin kaynağı Hegel, Nietzsche
ve Blake olurken, Cupitt daha çok Kant'a, Kierkegaard'a ve Buda'ya
yönelmişti. Dahası, Cupitt'in örneğinde Hıristiyan teizminin metafizik
ateizmle çatışkılı ve karşı-sezgisel birleşmesi onun İngiliz Kilisesi pa-pazı cüppesiyle görev yapmasıyla doruğuna çıktı."
Altizer gibi Cupitt'in başlangıç noktası da nesnel teizmin çöküşüy-
dü, yine Altizer gibi o da bu çöküşü m odernitenin gelişi ve olgunlaşm a-
sının doğrudan sonucu olarak anlaşılabilir görüyordu. Cupitt, Tanrı'nın
geleneksel gerçekçi algılanmasının -"fiilen var olan bağımsız ve birey-
sel varlık- tümüyle geleneksel kültürden geldiğini ve modern bakış açı-
sına geçilmesiyle ortadan kalkması gerektiğini söyler.12 Diğer bir deyiş-
le, Tanrı'nın nesnel gerçekçi algılanması geleneksel ya da modern önce-
si dünya görüşü içerisinde şekillenir ve aslında sadece onun içerisinde
kavranabilir. Modernitenin gelişiyle birlikte kozmoloji, bilgi kuramları,
toplumsal kurumlar, benlik ve özerklik kavramlarında türlü değişim-
ler baş göstermiştir. Bunlar öyle eksiksiz ve müke mmel değişimlerdir
ki modern dünyada gerçekçi Tanrı anlayışının hâlâ nasıl mümkün ve
akla yatkın olabildiğini görmek güçleşir. Bundan kuşku duyulursa,
Cupitt "yaklaşık son iki yüzyıldır hız kazanmış olan Tanrı'dan büyük
kopuşun neredeyse kapkaranlık hadisesine" dikkat çekecektir.13 Üstelik
Tanrı'nın varoluşundan yana felsefi argümanlara duyulan güven gide-
162
rek zayıflamakta ve nesnel ilahi gerçekliğin varlığına inanış solmakta-
dır. Buraya kadar Cupitt gözümüze modern ateizmin ya da agnostisiz-
min ana akım geleneğiyle aynı fikirlere sahip görünür.
Ne var ki pratik sonucu itibarıyla yakınlaşan iki önemli gözlemi
daha vardır. Birincisi, Batı dünyasındaki kurumsal ve doktrinel dinin
inkâr edilmez düşüşüne rağmen, insanların, belki eskisinden çok daha
-12
3
yan geleneğinin daima başlıca akımı olmuş bir gerçeği açığa çıkardı-
ğına inanır, çünkü Hıristiyanlık her zaman alçak egotizmi alt etmenin
ve kendini en üst düzeyde aşmanın gereğini öğretmiştir. Ancak bu dini
vecibe daima Tanrı'yı nesnel, şahsi bir varlık olarak görme anlayışı ta-
rafından baltalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı (bazen de bal-
talanmıştı) üstelik bu tehlike cennet vaat eden ödüller ve cehennem
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 83/106
güçlü olarak bir tür dine ya da ruhani sadakate ve ibadete duydukları
ihtiyaçtır. Cupitt şöyle der:
Mükemmel "kurtuluş" kolayca bütün yapıyı reddeden ve tamameniçeriksiz hale gelen anarşik özgürlüğe dönüşebilir. Hiçbir şekilde ma-
nevi değerler i hedeflemeyen bir özgürlük kendiyle ne yapacağını da
bi lmez, nereye gi tt iğini de. . . Özgürlüğümüzü yönlendirmek ve onu ve-
rimli kılmak için maneviyata ihtiyaç duyarız, böylelikle insan ömrü asla
heba olmayan bütünlükle sanat eserinin mükemmell iğinden bir şeyler
kazanabi l i r . Hayatlar böyle nihayete erdiğinde ölümün de can yakıc ı
yanı kalmaz. 14
İkincisi, der Cupitt, geleneksel açıdan ruhani ibadetin özgürleştirici
biçimi olarak düşünülen dinin -ve özellikle Hıristiyanlığın- etki alanı
aslında objektif metafizik Tanrı'mn varoluşuna bağlı değildir. Tam ter-sine, Hıristiyanlık hâlâ nesnel bir Tanrı'nm buyruğu olmaksızın ve onu
temel almayan tam sadakatle içselleştirilmiş dini vecibe olarak yerine
getirilebilir. Hatta Cupitt daha da ileri giderek Hıristiyanlığın yalnız-
ca nesnel Tanrı kavramından vazgeçmekle kalmayıp bunu yapmaktan
dini ve ruhani açıdan kazançlı bile çıkabileceğini ortaya koyar. Bu öne-
risi onun tarafsızlığa karşı başlıca Hıristiyan buyruğunun ne olması
gerektiğine dair algıdan kaynaklanır.
Kuşkusuz bu noktada Cupitt tarafsızlığı böyle bir ahlaki eylemin
gerekli önkoşulu olarak gören Kant'a duyduğu büyük minneti belli
eder. Kant'ın gözünde eylemin kendisini yerine getirmekten başka birdürtüye, ödüle ya da amaca yönelik girişilen her eylem yansızlığı ve
onunla birlikte eylemin ahlaki değerini zedeler. Ahlaki eylem ahlak ku-
rallarının yerine getirilmesi dışında hiçbir sebep, maksat ya da dürtü
olmaksızın girişilen eylemdir. Cupitt bu ilkeye canı gönülden sarılır,
ancak böyle yaparken özellikle Kant'ın ahlaki ilkesini benimsediğine
inanmaz. Tersine, Kant'ın yansızlık üstüne öğretisinin sadece Hıristi-
talanmıştı), üstelik bu tehlike cennet vaat eden ödüller ve cehennem
azabı doktrinleriyle birleştiğinde iyice şiddetlenmişti. Cennet ve ce-
henneme dair doktrinlerin bol olmadığı zamanlarda bile nesnel, kişisel
bir Tanrı'yı "memnun" ve "tatmin" edecek şeyleri yapmaktan söz et-
mek mutlak yansızlığın ruhani saflığına leke sürmek gibi görünecekti.Cupitt'e göre yansızlık ile nesnel doktrinel savlar arasında teolojik ge-
leneğin tarihsel gelişimi içerisinde tekrar tekrar görünen içkin bir geri-
lim bulunur. Eğer yansızlık iyice ciddiye alınacak olursa, bunun nesnel
bir Tanrı'nm, aslında daha genel olarak dinsel doktrinlerin gerçekçi
algılanışının üstesinden gelmek anlamına geleceğini savunur. Böyle
okunduğunda Tanrı'mn nesnel gerçekliğinden vazgeçmenin kuvvetli
sebepleri vardır.
Ne var ki bu bizatihi Tanrı'yı terk etmeyi gerektir mez. Tam tersine,
Tanrı "dini hayatın başlangıcı ve sonu" olmayı sürdürür. Cupitt şöyle
açıklar:
Tanrı dini hayatın merkezindeki birleştirici simgedir. Koşulsuz dini
vecibe ("Tanrı 'nm iradesi") doğanın bağrından ç ıkmış ruhani , kendini
bi len varl ıklar olarak bizi mümkün olan en yüksek kaderi yerine getir-
meye i ten müstaki l v icdani bir sorumluluktur. Vecibe tamamen içkin
deği ldir , çünkü mevcut yaradıl ış ımızın bağrında taşıdığı amacı yerine
getirmek yalnızca bir talep deği l ; aksine kendini aşmay ı ve doğaya kar-
şı zafere ulaşmayı gerektir i r . Dolayısıyla bunu dayatan aşkın bir varl ık
sembolünün benimsenmesini zorunlu kılar ; o sadece bunu dayatmaz, ,
aynı zamanda bizi yönel tt iği hedefi temsi l eder , çünkü Tanrı en yüksek
derecede manevi değerlere ve özfarkmdal ığa ("can, ruh"), özgürlük ve
sevgiye sahip doğa üzerinde tahakküm kurmuş ("dünyanın yaratıc ıs ı" )
bir varlık olarak tasvir edilir.15
Buna göre Tanrı, o ideal benimsenip belirli bir dini hayat içerisin-
de canlandırıldığı (böylelikle "gerçek" kılınınca) "var olan" belli başlı
ve birleştirici bir sembol ya da idealdir. Cupitt böyle bir algılamanın
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 84/106
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 85/106
168
Hu durumda Tanrı'nın ölümünün hiçbir şeyi değişmeden bırakma-
yan radikal içerimlere yol açtığı görülecektir, işte deli adamı dinleyen-
lerin, ateistlerini Tanrı'yı öldürenlerin henüz kafasına dank etmeyen ya
da anlamadıkları tam da budur.
Nietzsche'nin gözünde Tanrı öldüğü zaman her şeyin değişmeden
kalacağını farz etmek enikonu bir yanılsamadır. Tam tersine, "ufkun ta-
-123
min ontolojik hakikatinde ısrar ederken, tarihin tükendiğine iyice sa-
rılırken ve mutlak mevcudiyetle toplam içkinliğin gerçekleştiğine ina-
nırken Tanrı'nın ölümünün kararsız kalması gerektiğini belirten mo-
dern hakikatlere bel bağlamaktadır. Taylor ölü Tanrı'nın gölgelerinden
kaçmak için başka tarafa, daha açık ifade etmek gerekirse postmodern
düşünceye bakmamız gerektiğine inanır. Eğer Altizer ortodoks teoloji-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 86/106
mamı" silinip süpürülür; yeryüzü güneşten "kopar". Ama en çok mo-
dernitenin üstüne titrediği kavramlarla inanışların çoğunun -hakikat,
ilerleme, tarih, mutlak mevcudiyet (bunlardan sadece birkaçı)- aynı
şekilde "si l inip süpürüldüğü" ve yeryüzünden "koptuğu" sonucunuçıkarabiliriz. Tanrı ölünce hakikat, ilerleme, tarih ve mutlak mevcudi-
yet gibi kavramların etkilenmeyeceklerini zannetmek yanılsama olur;
bir süreliğine yerli yerlerinde sallantıda kalabilirler, fakat nihayetinde
"ölen Tanrı'nın gölgeleridir" ve gölgesini yansıttıkları Tanrı gibi dağı-
lıp gitmeye mahkûmdurlar. Hemen göze görünmese de hepsi Tanrı'nın
sağladığı sağlam temele bağımlı son derece teolojik kavramlardır. Tanrı
öldüğünde el üstünde tuttuğumuz pek çok diğer inanışımızla değer-
lerimiz de ölür. Demek ki deli adamı dinleyenler çoğunlukla her ne
kadar Tanrı ölmüş olsa da "hakikat" capcanlı ve sapasağlam yerinde
kalır diye kabul eder görünen şimdiki seküler ateistleri temsil ediyor.
Deli adam bugün geri dönecek olsa, bir kez daha vakitsiz geldiğini gö-
rebilir pekâlâ.
Tanrı'nın ölümü madem beraberinde metafizik hakikatin de ölümü
getiriyor, o zaman bunun ateizm için ne ifade ettiğini sorabilir, alamet-
lerinin çoğunun nesnel metafizik hakikate, daha açıkçası Tanrı'nın va-
rolmadığına işaret ettiğini çıkarabiliriz. Tanrı'nın ölümünün kendiyle
çelişerek ateizmin de ölümünü gerektirdiği düşünülebilir, çünkü me-
tafizik hakikat gibi ateizmin de ölen Tanrı'nın gölgesi olduğu savunu-
labilir. Dolayısıyla ateizm Tanrı ölünce el üstünde tuttuğumuz bütün
kavramlarımızla inandıklarımızın yerli yerinde duracağının zannedil-
diği alacakaranlık zihinsel dünyaya aittir. Eğer Batı dünyasında moder-nitenin sonunu habâr veren ilk düşünür Nietzsche ise, aynı zamanda
modernitenin sonunun neden "ateizmin de sonunu" getirebileceğini
gösteren düşünürdür.
Taylor'ın Altizer'a yönelik eleştirilerine geri dönersek, Altizer'ın
Tanrı'nın gölgelerinden kaçmadığına ve Tanrı'nın ölümünü yeterince
ileriye götürmediğine neden inandığını artık görebiliriz. Altizer ateiz-
düşünceye bakmamız gerektiğine inanır. Eğer Altizer ortodoks teoloji
nin mutlak aşkınlığına karşılık Hıristiyan ateizminin mutlak içkinliğini
ileri sürerek tepki gösteriyorsa, Taylor sorar,
Aşkınlıkla içkinliğin alternatifi neyi dışarıda bırakır? Ya şu/ya buile her ikisi diyalektiği arasında diyalektik olmayan üçüncü bir seçe-
nek bulunur mu? Bu üçüncüsü ne aşkın ne içkin olabilir mi? Ne şu/
ne bu farklı bir farklılığın zaman-mekânmı, sonra da bir başkasını açar
mı - Batı'mn teolojik yansımasındaki kutupları sadece tersine çevir-
meyen, ama fiilen alaşağı eden bir fark ve başka bir farkı getirir mi?
Böyle sorulara yanıt vermeye geçmeden önce düşünülmemiş ve hatta
düşünülemez farklılığı düşünmemiz gerekir; ben Tanrı'nın ölümünü
tekrar düşünerek buna yakışık almayan bir isimle "mihrabın başkalığı"
diyorum. Tanrı'nın ölümü, hem Tanrı hem de insanlığın tamı tamına
gerçekleşmesini belirleyen toplam mevcudiyete götürmek yerine mev-cudiyetin gerçekleşmesini sonsuza dek erteleyerek yerine gelme olası-
lığını sorgular.27
Buna göre Taylor'a göre aşkmlığm içkinliğe karışması ölü Tanrı'nın
gölgeleri altında kalmak demektir. Çünkü kimse öldüğü ilan edilen
Tanrı'nın bizatihi etkisi olan aşkınlık ve içkinlik arasındaki düzalizmin
önceliğini ciddi olarak sorgulamaz. Bu düalizmi alaşağı etmek yerine
tersine çevirir. Bu durumda yapılması gereken modernitenin düalizm-
leriyle unutulan ya da bastırılanları ve bunun yanında o düalizmlerin
gerekli önkoşulu (aşkın veya sözde aşkın anlamda) olma işlevi gören-
leri tahayyül ederek aşkınlık ve içkinliğin ötesini düşünmektir. Taylor
modernitenin ele almadan bıraktığı bu düşünceyi akla getirmeye çalı-
şırken Jacques Derrida'nın ilk yazılarının eşsiz bir kaynak olduğunu
görmüştü.
Taylor' ın gözünde Derrida'nın düşüncesinin önemi modern düşün-
ceyle gerçekliği "usta" kılan düailst karşıtlıkların irdelenmesinden ge-
liyordu. Yıllar sonra Derrida'nın ölümünün ardından şunları yazmıştı:
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 87/106
172
rai arken Capu to ne düp edü z teistik ne de düpedü z ateistik olan dini ve
felsefi bir hassasiyet göstermiştir. Teizm ile ateizm arasındaki moder n
düalizmin arasında ve ötesinde yer alan dini ve felsefi bir tutumdur
sanki.
Taylor ile Caputo arasındaki ihtilaf nasıl yorumlanırsa yorumlansın,
her ikisinin çalışmalarında modernitenin sonu beraberinde ateizmin
d i i Y k d d d ğ ibi l i i b d
-123
bünyesine alırken... onun ilahi varlığı bir kavram, görünmez bir ayna
içinde dondurmasına izin verir. Belli ki "Tanrı'nın ölümü" onu kesin bir
kavram içerisinde ifade eden Tanrı çıkarımını gerektirmekte; öyleyse
ilk olarak sınırlı ve bu nedenle anlaşılabilir ilahi varlığa vâkıf olmayı
anlatmakta... Eleştirmen tartışmasını bu kavrama dayanarak belirler.33
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 88/106
sonunu da getirir. Yukarıda da gördüğümüz gibi onlar için bu, moder-
nitenin sonunun, kestirmeden teizme dönüşe giden yolu açtığı anlamı-
na gelmez. Ama burada sorgulanan tam da teizm ile ateizm arasında-
ki düalizmdir. Dolayısıyla modernitenin sonunun peşinden "teizmin
sonu" ile "ateizmin sonunu" getirdiği düşünülebilir, hatta daha iyisi,
modern metafiziğin düalist karşıtlıklarının ötesine geçen, ne teistik ne
de ateistik bir geleceğe işaret eder.
Öte yandan günümüzün bazı düşünürleri daha da ileriye gitmek
isteyerek Tanrı'nın ölümüyle modernitenin sonunun fiilen ortodoks
teizme dönüşe giden yolu açtığı gibi görünürde küstah bir iddia or-
taya attılar. İlk bakışta böyle bir iddia sorunlu, hatta mantık açısından
sapkın görünmekle birlikte önceki bölümlerde geliştirilen analizler ışı-
ğında anlamını kavramaya başlayabiliriz. Modernitede ortaya çıkan
yeni Tanrı anlayışının o güne kadar hüküm süren Tanrı anlayışların-
dan apayrı olduğunu görmüş bulunuyoruz. Bu nedenle Nietzsche'nin
öldüğünü ilan ettiği Tanrı'nın tam da bu modern Tanrı olduğu iddia
edilir. Modernitenin son düşünürü ya da postmodernitenin ilk düşü-
nürü olarak Nietzsche modernitenin Tanrısı'nın ölümünü ilan eder. Bu
düşünürlere göre, Nietzsche'nin Tanrı öldü sözleri sevinçle karşılan-
malıdır, çünkü bu Tanrı daima put olmuş ve bu Tanrı'nın ölümü özgün,
putperest olmayan Tanrı anlayışına dönüşe zemin hazırlamıştı. Böyle
anlaşılınca Nietzsche özgün teolojinin düşmanı olmaktan çıkarak işbir-
likçisi haline gelir.
Bu bakış açısıyla en yakından ilişkilendirilen düşünür Fransız fi-
lozof ve teolog Jean-Luc Marion'dur. Ona göre modern Tanrı puttur,çünkü ilahi varlık anlayışı insan gözünün kavramsallaştırıp canlandı-
rabildiğiyle sınırlıdır. Marion şöyle der:
. İlahi varlığı kapsayan ve "Tanrı" diye adlandıran kavram onu tarif
eder. Tarif ederken kapsadığı şeyin boyutlarını da ölçer. Böylece kavram
bir yandan "estetik" idolün temel karakteristik özelliklerini yeniden
Demek ki Tanrı'nın ölümü kavramsal açıdan belirli bir şekilde, mo-
dern metafizikle ifade edilen bir "Tanrı'nm" ölümünü getirir. Bununla
gelen ateizm de
ancak onu kapsayan kavram kad ar değer taşır. Ayrıca, bu "Tanr ı" kavr a-
mı onu sınırlı tutmak suretiyle işler hale getirecek bir hassasiyet kazan-
dığından kavramsal ateizmin şiddetini, ispat gücünü ve dayanıklılığını
sırf bölgesel olması nedeniyle ona rağmen değil, aslında onun yüzünden
güvence altına alabilir: Bölgeselcilik, tanımı gereği tanımsız olan Tanrı
teriminin yerine belirleyici tanım sayesinde anlama yetisinin mantığını
çalıştıracak bir "Tanrı" kavramı konduğuna işaret eder. Böylelikle kav-
ramsal ateizmler Tanrı yerine -adına Tanrı denen- söz konusu bölgesel
kavramı koymayı gerektirir; bu durumda adını andıkları bu "Tanrı'yı"
her çağırdıklarında sadece kavramlarla bağlantı kurarlar.34
Kuşkusuz Marion'un burada vurguladığı, modern ateizmin bilhas-
sa modern Tanrı'nın reddedilmesiyle ortaya çıktığını ileri sürdüğümüz
bu kitabın daha önceki bölümlerinde belirttiklerimizle tamamen tutar-
lılık içindedir. Modernitenin gölgede kalmasıyla birlikte bu modern
Tanrı'ya da gölge düştüğünü, bunun sonucunda da modern ateizmin,
artık birkaç kişiden fazlasının, kendilerini teist olarak tanımlamak iste-
yenlerden çoğunun bile doğrulamaya yanaşmadığı bir kavramı sert bir
tutumla inkâr eden bir kuruntuya dönüştüğünü gördük.
Madem modern Tanrı gölgede kalmaktadır, Marion gibi modern
putperest Tanrı anlayışından uzaklaşan çağdaş teistlerin doğru kabulettikleri nedir? Marion'un da dediği gibi Tanrı'nın kolay kolay kavram-
sallaştırılamaması -Tanrı'nın belirli bir "kavram" tanımı içine alınma-
sı onu tekrar putlaştıracaktı- sebebiyle bu soruya tartışmasız biçimde
yanıt vermek çok zordur. Burada karşılaşılan zorluk ontolojik farklılık
olmaksızın ve onun dışında düşünme güçlüğünden daha az değildir.
Ama bu aslında kendi içinde düşünceyi imkânsız kılmaya çalışmaz mı?
174
liğer Tanrı'yı düşünmek gerekiyorsa, Tanrı "kendi ölçüsünde hiçbir ku-
ramsal mekâna sığmaz." Fakat Marion, belki de ontolojik farklılığın dı-
şında düşünmenin zorluğunun "doğrudan Tanrı'yı böyle düşünmenin
olanaksızlığına denk geldiğini ileri sürmektedir."35 Bir ismin kullanışlı
olduğunu söyler: Tanrı sevgisi. Neden sevgi? Çünkü "çatışkılı da olsa
hâlâ, hiç olmadı günün birinde, Tanrı düşüncesini (silinip sökülen) ikin-
ci putperestlikten yeterince kurtardığı düşünülmez "36 Ama Tanrı'ya
-123
anlayışından ne kadar uzaklaştığını görebiliriz. İşte Marion'un tapınıl-
dığını düşündüğü ve ölümünün ilan edilmesi gerektiğine inandığı da
bu sonraki anlayıştır.
Tanrı hakkındaki düşüncesi bu çizgiler içerisinde gelişen tek çağ-
daş düşünür Marion değildir elbet. Özellikle "radikal ortodoksluk"
diye bilinen, modernitenin zincirlerinden kurtulması, Marion'a da ka-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 89/106
ci putperestlikten yeterince kurtardığı düşünülmez."36 Ama Tanrı'ya
sevgi ismini yakıştı rmak bile disiplinli ve zor bir sessizlik gel iştirer ek
yumuşatılmalıdır. Böyle bir sessizliği geliştirmek güçtür, çünkü bir kere:
Sessizlik kendini tam olarak açıklamaz, sonsuz kaçamaklara sığınır.
Tanrı konusunda sessiz kalmak için, Tanrı hakkında sohbeti sürdür-
mese de insan, en azından sessizliğimizle ilgili Tanrı'ya layık bir şeyler
söylemelidir.37
Ne var ki sessizliği böyle korumak kendi başına bir amaç değil el-
bet. İnsan bir şeyler almak için sessiz kalır, bu da Tanrı'nın düşün cede
kendini belli ettiği inançtan ayrılamaz. Marion'un dediği gibi:
Sessizliği korurken, tam da bu sebeple sessizliği elden bırakmayıp
sessizlikte saklı tuttuğumuza -diğer bir deyişle Tanrı'ya- tamamen say-
gı göstermemiz ancak Tanrı kendini düşüncede ortaya çıkarırsa müm-
kün olabilir. Sonunda gelen sessizliğe çekilmemiz etrafında saygın bir
ıssızlık meydana gelebilecek mutlak referans noktasını gerektirir.38
Bundan kaynaklanıp dikkat edilmesi gereken olası iki yanlış kanı
var. İlki, eğer sevgi insani, fani bir olgu olarak anlaşılırsa, Marion'un
sevgiyle Tanrı'yı adeta eşit gördüğünü söylemenin yanlışlığıdır.
Tanrı'nın kendi verdiği sevgi insan sevgisi ve Varlık dahil her şeyi aşar
ve ötesine geçer. İkincisi, eğer Marion'un düşüncesindeki kutsal kitabın
tecellisini, tefekkürün kilise nezdinde yerinin, en çok da Komünyon'dabaş tacı edilen yerinin önemi göz önüne alınmaksızın hüküm verilme-
si, Marion'un Tanrı üstünde düşünmesini umutsuzca boş ve soyut diye
göz ardı etme hatasına düşmektir. Aslında o yer ve Tanrı'nın kendi-
sini kabul ettirdiği kanaati olmasaydı, Marion tefekkürün umutsuzca
soyut olduğunu teslim ederdi. Nitekim bütün bu kısacık nitelemeden
Marion'un Tanrı'yı düşünürken "var olan" bir "varlık" olarak Tanrı
bul edeceği gibi, pratikte Tanrı'yı fani bir puta dönüştürecek, hareket
Tanrı'nın yeni baştan düşünülmesinde günümüzün Anglo-Amerikan
teolojisini fazlasıyla etki altında bırakmıştır. Radikal ortodoksluğun
en etkili teologu John Milbank bunu Tanrı'nın moderndışı, putperestolmayan anlayışı diye görerek yüceltmek için elinden geleni yapmak-
tadır. Onun Tanrı anlayışı önemli birçok açıdan Marion'unkinden ayrı-
lır. Milbank'in eleştirisinin ayrıntılarına burada girmemiz gerekmiyor,
Marion'un moderniteden dönüşü yeterince ileriye götürmek yerine
yanlış yönde yol aldığını düşündüğünü belirtmekle yetinelim.39 Aqu-
inolu Thomas'ı okumasına dayanarak fikir geliştiren Milbank meta-
fiziğin hakiki konus unun ya ratılmış varlıkların yarattıkları Varlık ol-
duğunu savunur. Oysa Varlık ile varlıkların kaynağı ve yaratıcısı olan
Tanrı'nın kendisi varlığa tabi olmadığı gibi, dolayısıyla metafiziğin
yetki alanının dışında kalır. Bunun sonucunda Milbank, "metafiziğin
faaliyet alanı basitçe teolojiye bağlı kalmak değil, teoloji tarafından
tamamen dışlanmaktır, çünkü metafizik kendi ana konusu nu toptan
-"Varlık"- ilk prensip olan Tanrı'ya, o da bir başka, daha yüksek, adlı
adıyla Tanrı'ya ait, bizim ancak vahiy yoluyla ulaşabileceğimiz bir bi-
lime dayandırır."40 der.
Öyleyse Tanrı yalnızca bir "varlık" olmadığı gibi, aynı zaman da var-
lıkların varlığına bağlı olmaz veya onun tarafınd an sınırlı tutulmaz. Me -
tafizik süreçlerin bütün gösterişli incelikleri -rasyonel argüman, am-
pirik kanıt, deneysel çıkarım vesaire- Tanrı için geçerli değildir. Öyle
olsa Tanrı'yı Varlık âlemi içerisinde bir "nesne" ya da "şey" olarak ele
alırlar, zaten böyle bir araştırmanın varacağı sonuç kaçınılmaz olarakböyle bir "put" olmadığı yönündedir.
Tanrı'yı ele alıp inceledikleri genel çizgilerde Marion ile Milbank'i
günümüz teolojisinde istisnai olmak yerine temsilci diye anlamak gere-
kir. Yaptıkları analizlerde ses getirmiş çok sayıda diğer çağdaş teologun
belirgin yankılarını duyarız. Bunlardan Fergus Kerr, örneğin, "Tanrı
belli ki 'bir şahıs' değil," diye vurgulamaktadır. Milbank gibi Aquino-
176
lu rhomas'ın fikirlerine dikkat çekerken, "Aquinolu Thomas'm Tan-
rısı tözler hiyerarşisinin tepesinde yüce bir oluş değil," der. Aquinolu
1 homa s'ın çoğu zama n gözden kaçırılan "Ta nrı" sözün ü fiil olarak ele
alıp almamak gerektiği sorusunu kurcalarken "pek çoklarının acayip
tuhaf, hatta yabancı diye göre ceği" Tanrı suretini ortaya çıkarır Anla-
şıldığı kadarıyla Aquinolu Thomas'a göre Tanrı en iyi "fiiller kümesi"
i i d b li l i T "bü bütü f li t energeia l d l ili
102
ve geniş kapsamlı olumlamanın boyutuna karşı bütün bildiklerimi/ ve
algıladıklarımızla ilgili bütiin işi kurmasıdır; bunun gibi bir bakış açısı
geliştirerek (ya da benimseyerek) bütün olarak dünyayı sever hale gel-
me sürecinin bir parçasıdır.43
Demek ki her ne kadar rengin bir nesne,varlık ya da var olan bir şey
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 90/106
içinde belirlenir; Tanrı "büsbütün faaliyet, energeia - eyleme dayalı iliş-
kiler üçlüsünün keyifli faaliyeti olarak" idrak edilir. Kerr'in iddiasına
gore, böyle bir faaliyet "güven verici bir temel" olmak şöyle dursun
bızı "tehlikeli, gülünç bir biçimde" Derrida'nın kavram-dışı diferans(ertelenen ayrım) algısına yaklaştırmaktadır.41
Rovvan Williams da "var olan" bir "kişisel varlık" olarak Tanrı ile
(modern teizm) böyle bir "varlığın" inkârı (modern ateizm) arasın-
da bize ya şu/ya bu tercihini sunan modern çerçeveyi mütemadiyen
reddetmekle ilgilenmiştir. Cupitt'in çalışmasının tartışıldığı bağlamda
şöyle der:
Tanrı'yı bir nesne, düpedüz eylemler ve özellikler yakıştırılan bir
bırey olarak ele almanın doğruluğu veya uygunluğu konusunda uzun
zamandır görülen belirsizlikler var... Onları anladıkça kişilere hayranlık
duyarız, böylelikle kişiyle ilişkiye -izlenimler, anılar, duygular, tepkiler
toplamı- asla benzemeyen Tanrı ile ilişkiyi idrak etmeyi pratikte müm-
kün değildir.42
Bunun cazibesine -modern teolojiyle felsefenin ana akımlarının ka-
pıldıklar, cazibe- direnmek için VVilliams gözünü, Tanrı'nın "varoluşu"
hakkında konuşmayı rengin "varoluşu" hakkında konuşmaya benze-
ten VVıttgenstein'a çevirir. Belli ki rengin varoluşundan bahsetmek ko-
nuşan kimsenin adına "renk" denen belirli bir "nesne" ya da "varlığın
var olduğuna" inandığı anlamına gelmemektedir:
"Renk nasıl bir fark sağlar?" sorusuna birtakım verilere göre cevap
verilemez; ayrıca algımızdaki rolünden soyutlanmış rengin kavranabi-
lir bir "özü" olmaz. Onun özü varoluşundadır: Böylesi renkle ne kas-
tettiğimiz sadece onun bizim söylemimizin dört bir tarafına yayıldığı
gerçeğiyle saptanır. Tanrı derken de öyle... Tanrı'ya dair konuştukla-
rımızı rengin dilinden ayıran... ilkinin geniş kapsamlı görüş alanının
ofduğunu söylemek istemesek de, renk diye bir şey olmadığını söyle-
meyi de arzulamayız. Tanrı meselesine uyarlandığında VVilliams',n eşit
ölçüde yanlış yönlendirici olduğunu düşündüğü ya şu/ya bu karşıtlı-
ğına zorlandığımızı sanırsak epey yanılırız.VVilliams başka bir yerde Tanrı'yı bir isim olmaktan çok bir fiil diye
niteleyen Kerr ile paylaştıkları görülen bir Tanrı anlayışına da yönelir.
Tanrı'yı anlamada en az yanlışa sevk eden yol VVilliams'a göre de "ey-
lemdir". "Tarihi olan bir nesne" olarak idrak edilen "Tanrı" sahiden
Tanrı olarak anlaşılabilir mi diye sorarak şöyle der:
İsrail'in ve Kilise'nin tarihinde gösterildiği gibi "Tanrı'nın" anlamı,
dönüşümün tarihsel gerçeklikleri ve böyle bir kapsamın tarihsel rast-
lantı koşullarından kurtulmuş, ahlaki ve manevi kazanımın doruğu ol-
duğu ileri sürülenleri onaylamak yerine onlara meydan okuyan bir elçi-ye atfedilebilecek şekilde yenilenmesi ile ilgili olsa gerek. İşte Tanrı'nın
bu anlamından giderek ilk kilise babalarının dönemi ve ortaçağ teolo-
jisine özgü açıkça dile getiri len Tanrı doktrin i gelişir: Bütün varlıkların
bağımlı oldukları şartsız özyayınım ve özpaylaşımın eylemi - bu eyle-
min "basit" olması gibi önemli bir gerekçeyle öğelerin karışımı veya
kendini aşan kısıtlamalar olmaksızın neyse odur, dolayısıyla kendiyle
barışık, tutarlı ve sadıktır.44
Buraya kadar günümüz teologlarının (modern) Tanrı'nın ölümün-
den sonra Tanrı'yı nasıl idrak ettiklerini yeterince anlattık. Marion, Mil-
bank, Kerr ve VVilliams hiçbir şekilde teolojinin her alanın da uyuşm az-
lar, zaten yöntembilimlerinin bazı önemli yönleri de birbirinden ayrılır.
Ne var ki hepsi önceki bölümlerde ortaya çıkışını izlediğimiz moderni-
tenin Tanrısı'mn bir put olduğu konusunda hemfikirler. Ayrıca dördü
de nasıl moderniteden sonra Tanrı'yı düşün me görevini en iyi telkin
edenin ancak moderniteden önce yer almış Tanrı hakkında düşünmek
olacağı konusunda anlaştılarsa, Tanrı öldü diyen Nietzsche'nin doğ-
178
ru söylediği hususunda da uzlaşmalardır. Marion, Milbank, Kerr ve
VVilliams'ın çağdaş teolojide kendi başlarına buyruk kimseler olmadık-
larını belirtmemiz gerek. Tersine, baskın olmamakla birlikte son yılla-
rın çok önemli teolojik gelişmelerini temsilcisidirler.
Bir ateistin (Marion'm deyimiyle putperest Tanrısı'm inkâr etmesi
bakımından) böyle bir Tanrı'yı anlamaya ikna edilip edilmeyeceği baş-
ka bir mesele. Muhatabının bu soruya Aquinolu Thomas'ı şikâyet eder-
-123
Tanrı anlayışından epey uzakta bir Tanrı anlayışını geri getirmek üzere
çabaladıklarım gördük. Varlığın ötesinde ve dışında bir Tanrı'dan, ken-
disi bizzat var olmayan ama varoluş ihsan eden bir Tanrı'dan, gerçekli-
ği fiziksel dünyada gerçeklik diye anladığımızdan çok uzakta kalan bir
Tanrı'dan söz ederler. Böyle bir bağlamda Tanrı denen kişisel bir varlı-
ğın var olmadığını duyurmaya devam eden bir ateist sanki hayali bir
hedefe nişan almaktadır. Çünkü gördüğümüz gibi, bağlamdaki teistler
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 91/106
ken Don Cupitt'in takındığı tutumla cevap vererek "anlamsızca debe-
leniyor" diyeceği düşünülebilir. Diğer bir deyişle, Marion'un tarzıyla
Tanrı'yı gözünde canlandırmak kimilerine boş ve saçma gelebilir, bu
da Tanrı anlayışının onlar için hiçbir anlam etmediği etmemesi; ondanbir sonuç çıkaramadıkları anlamına geliyor. Böyle bir tepkinin ortasın-
da D. Z. Phillips gibi bir filozofun anladığı anlamda ateizm olgusunun
aydınlandığını görmeye başlarız. Ateist birinden bahsederken Phillips
şöyle der:
Tanrı vardır demenin ne anlama geldiğini görmediği gibi varoldu-
ğuna da inanmaz. Aksine, Tanrı vardır demenin ne demek olduğunu
göremez. "Ben Tanrı'nın var olmadığına inanırım, ama kuşkusuz var
da olabilir," demez. Onun yerine, Tanrı var olamaz, der, bu bağlamda
"varoluş" hakkında konuşmak kısaca hiçbir anlam taşımaz çünkü. De-mek ki ateizm Tanrı'ya inanma olasılığını reddeder, çünkü Tanrı'nm var
olduğuna inanmak söylenemezi söylemeye çalışmaktır.45
Phillips burada bize modernitenin sonundan sonra akla yatkın ate-
izm biçiminin emaresini anlatır. Modernitenin sonunun beraberinde
(mode rn) Tanrı' nın ölümünü , ayrıca (moder n) ateizmin öl ümün ü de
getirdiğini gördük. Modern teizm ile modern ateizm kendi anlamla-
rını, Tanrı denen bir "kişisel varlık" olduğunu teistlerin tasdik ettiği
ama ateistlerin inkâr ettiği modern bir ortak çerçeve içerisinde bulurlar.
Ancak modern çerçevenin sonu da böyle bir Tanrı'nın ölümünü getir-
mektedir; Nietzsche'nin başlattığını gördüğümüz devrim bu.
Öyleyse moderniteden sonra teist ile ateist arasındaki ihtilaf artık ki-
şisel bir varlık olarak Tanrı var mıdır sorusunun etrafında dönüp dura-
maz, ne de olsa her ikisi de Nietzsche tarafından başlatılan modernite-
nin sonunda böyle bir Tanrı'nm ölüm ilanını kabul etmişlerdir. Moder-
niteden sonra teologların modern (ve putperest olduğuna inandıkları)
ş Ç g ğ g ğ
böyle bir Tanrı'nm var olmadığını kabul edeceklerdir; böyle bir Tanrı
neresinden bakılırsa bakılsın yalnızca bir puttur çünkü. Dolayısıyla te-
ist ile ateist arasındaki itilafın yeri artık burası değildir.
Diğer yandan varlığın ötesinde ve dışında bir Tanrı boş bir kavram-
dır diyen birini tahayyül edebiliriz. Bu kimse böyle bir konuşma dan
hiçbir anlam çıkaramayacak; akıl erdiremeyecek ve bu konuşma ona
anlamsız gelecektir. Moderniteden sonra ateist olmanın bu anlama gel-
diğini ileri sürüyorum. Eğer bu doğruysa, teistlerle ateistler arasındaki
uyuşmazlığın artık "bilinenler" meselesiyle ilgili bir uyuşmazlık olma-
dığını görebiliriz. "Bilinenler" yaratılan bu dünyadaki âleme aitmiş,
ayrıca putperest olmayan bir Tanrı'dan konuşurken sanki bilinirmiş
gibi söz edilemez. Moderniteden sonra hem teistler hem de ateistler bu
noktada fikir birliğine varabilmeli. "Tanrı'nın varoluşu" sorusu artık
rasyonel argüman ya da fiziksel kanıtlar gibi dünyevi ölçütlerle çözü-me ulaştırılacak "bilinene dayalı" bir mesele olmaktan çıkmıştır. Tanrı
sorunu artık kendine özgü ruhani gerçeklik içinde anlam ve anlaşılır-
lığı, Tanrı'yı bulma meselesidir, başka bir şey değil. Ruhani gerçeklik
esasen bir çö züme ulaştırılanı az; öyle olsaydı ruhani o lmaktan çıkar,
geçici olur, dolayısıyla Tanrı olmazdı. Phillips'in dediği gibi, eğer Tanrı
bu yolla idrak edilse ve ruhani gerçekliği ciddiye alınsaydı, "o zaman
Tanrı'yı bulmak bu ruhani gerçekliği bulmak olurdu. İnanmak için ça-
balamak onu bulmak için çabalamak olurdu. İsyan bu ruhani gerçekli-
ğe başkaldırmak ya da ondan nefret etmek olurdu." 46
Öyleyse modernitenin sonu beraberinde ateizmin de sonunu getirirmi? Ateizm derken, bu kitabın başından beri ortaya çıkışını ve tarih-
çesini izlediğimiz özellikle modern ateizmi kastediyorsak, kesinlikle
evet. Modernitenin gelişiyle birlikte o güne kadar yaygın olan teizm-
lerden apayrı bir teizmin modern biçiminin doğduğunu görmüştük.
Böyle bir modern teizme tepki olarak ve onu reddetmek için kendini
ortaya koyan modern ateizmin yükselişi de buna eşlik ediyordu. Peşin-
180
den hem modern teizmin hem de modern ateizmin ölümünü de getirir-
ken aynı zamanda metafiziğin de ölümünü yürürlüğe koyan moderni-
tenin sonu Nietzsche'nin Tanrı'nm öldüğünü ilan etmesiyle başlamıştı.
Bu bakımdan modernitenin sonu gerçekten de peşi sıra ateizmin de
sonunu getirir.
Gelgelelim bu, modernitenin sonuyla birlikte dünya çapında teiz-
NOTLAR
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 92/106
min egemenliğine boyu eğileceği anlamına gelmiyor. Aksine, şimdi
teist olmayanların sayısı öncekine göre daha çok. Aslında bu kitabın
ortaya koyduğu çözümlemeye ve buradaki bütün argümanlara ikna
olan okurların, diğer yandan, ister modern öncesi, modern ya da post-modern, hangi kılıkta olursa olsun teizme ikna olmamakta direnen
okurlar bulunduğu düşünülebilir pekâlâ. Böyle okurlar modernite-
nin sonunu göz önünde tuttuğu sürece ve modernitenin Tanrısı'nın
modern ateistler kadar günümüz teologlarmca da yadsındığını göz
önüne aldığı sürece, onların ateizminin doğası modernite içinde ege-
men olandan farklı olacaktır. Tanrı kavramının artık var olan bir varlık
olarak gündemde yer almadığını kabul eden, ayrıca Tanrı meselesinin
rasyonel argüman ya da ampirik delillerle çözüme ulaştırılacak biline-
ne dayalı olmadığını kabul eden ateistler çağdaş teologların söz ettiği,
akıllarına yatmayan Tanrı'nm boş bir kavram olduğu, ister pişmanlıksebebi olsun ister kutlama, hayatlarında sahiden bir anlam taşımadığı
kanaatiyle ortaya çıkarlar. Bu ve geçen bölümün sonuna doğru işaret
ettiğimiz bu ateizm çeşidi artık modernitenin ürünü değildir.
Kuşkusuz tam yetişkin modern ateistler var olmayı sürdürecek, za-
ten son yıllarda giderek seslerini daha çok duyurmaya başladılar. Ör-
neğin, Richard Dawkins ile Christopher Hitchens karakteristik açıdan
modern olduğunu gördüğümüz Tanrı'yı yadsımaya devam ederler.
Böyle bir Tanrı'yı reddetmelerinin nedeni rasyonel argüman ve bilim-
sel kanıtların ezici biçimde ateizm "hakikatini" gösterdiğine inanmala-
rıdır. Ne ki ateizmin rasyonel argüman ve bilimsel kanıtlarla mümkünolduğu gösterilebilen bir hakikat olduğuna inandıkları sürece, hâlâ
ölü Tanrı'mn gölgesi altında durduklarını belli ederler.47 Bu durumda
Davvkins, Hitchens ve diğer "Yeni Ateistler" tarafından paylaşılan ba-
kış açısının asıl problemi ateistik olması değil, yeterince ateistik olma-
masıdır belki de.
Giriş
1 Bkz Richard Dawkins, The God Delusion (Londra: Bantam Press
2006) Sam Harris, The End ofFaith: Religion Terros and the Future of
Reason (Londra: Free Press, 2006), Christopher Hitchens God ıs Not
Greaf Hozo Religion Poisons Everything (Londra: Atlantic Press, 2007)
ve Michel Onfray, n Defence of Atheism: The Case Against Judaısm,
Christianity and İslam (Londra: Serpent's Tail, 2007).
2 Charl es Taylor, A Secular Age (Cambridge, MA: The Belknap Press of
Harvard U niversity Press, 2007).3 Michael Ailen Gillespie, The Thelogical Origins of Modern,ty (Chicago:
University of Chicago Press, 2008), s. 5.4 Aee5 Andreas Huyssen, "Mappi ng of Postmo dern," Nem German Cntıque
33 (1984), s. 10. "Mo dern izm" ve "post moder nizm" terimlerini te-
izm" ile "ateizm" terimleriyle değiştirdim.
Birinci Bölüm: Ateizmin Modern Tarihte "Ortaya Çıkışı"
1 Bkz. Charles Taylor, A Secular Age (Cambridge, MA: The Belknap
Press of Harvard University Press, 2007).
2 Jan N Bremm er, "Athe ism in Antiqui ty" almtıl andığı eser
Michael Martin (ed), The Cambridge Companıon to Atheism (Cambrid-
ge- Cambridge University Press, 2006), s. 11.3 Mich ael J. Buckley, Af the Origins of Modern Atheism (New Haven:
Yale University Press, (1987), s. 9-10.
4 Michael de Certau, The Possession at London, Ing. çev. Mich ael b.
Smith (Chicago: University of Chicago Press, 2000), s. 101.
5 İngiliz bağlamı nda cadılık tartışması için bkz. Jonathan Lumby, The
183 -123
Lancashire Witch Craze: Jennet Preston and the Lancashire Witches, 1612(Lancaster: Carnegie, 1995).
6 Buckley, Origins of Modern Atheism, s. 249.
7 Age.
8 Age., s. 250.
9 Örneğ in bkz. Frank Tallett, "Dechr istia nizing France: The Year
II and the Revolutionary Experience", Frank ve Nicholas Aticin,
R li i S i d P li i i F i 1 89 ( d bl d
çok daha yüksek olduğu görünmektedir. Tek bir gün içerisinde kili-
seye devamlılığın ölçüldüğü, dolayısıyla her pazar olmamakla bir-
likte düzenli olarak kiliseye gidenlerden bazılarının gözden kaçırıl-
dığı sayımların işaret ettiğinden biraz daha yüksekti." Religion and
Society in England, 1850-1914 (Basings toke: Macmillan, 1996), s. 65.
19 Mann hakkında Moore (ed), Religion in Victorian Britain, Cilt 3, s.
3*16
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 93/106
Religion, Society and Politics in France since 1789 (Londra: Hambledon
Press, 1991), s. 1-28.
10 Başka tartışmalar için bkz. John P. Clayton, Religion, Reasons and
Gods: Essays in Cross-Cultural Philosophy of Religion (Cambridge:Cambridge University Press, 2006), özellikle 2. Bölüm, "Thom as Jef-
ferson and the Study of Religion".
11 Buckley, Origins of Modern Atheism, s. 10.
12 Adrian Desmond, Huxley: The Devil's Disciple (Londra: Michael Jose ph, 1994), s. 373 .
13 Age., 374-5.
14 Age., s. 375. Desmond bunu yeni terimin getirdiği pek çok avantaja
bağlamaktadır: "Bilimsel yönteme ve onun bedensel sınırlamalarına
vurgu yapmıştı... Agnostisizmi rakip bir 'itikat' olarak değil araştır-
ma yöntemi diye tamtıyordu... Onunki bütün mezheplere son vere-cek bir mezhepti: Daha yüksek manevi bir düzleme çıkmak, papaz-
lar ile muhtaçlardan, Comte'un izinden gidenlerle Hıristiyanlardan
kaçma çabası. Agnostisizm çok renkli felsefi bir kılıktı, (Huxley'in)
derin kuşkularım örtmesine ve ahlaki açıdan tehlikeli sulara dalma-
sına olanak veriyordu."
15 Bkz. Bu olayların ilk ağızdan anlatıldığı "Judgement on Appeal: The
Attorney General v Bradlaugh, 1885," alıntılandığı eser James R.
Moore (ed), Religion in Victorian Britain, Cilt 3: Sources (Manchester:
Manchester University Press, 1988), s. 360-9.
16 Buckley, Origins of Modern Atheism, s. 10-11.
17 Horace Mann, "H. Mann on the Religious Census, 1853", Moore(ed), alıntılandığı eser Moore (ed), Religion in Victorian Britain, Cilt 3s. 315.
18 Örneğin, Hugh McLeod'un yorumuna göre, "işçi sınıfında kilise-
ye gidenlerin, 1851 sayımı hakkında meşhur resmi yorumun yazarı
olan Horace Mann gibi orta sınıf gözlemcilerinin kabul ettiğinden
3 16.
20 Owen Chadwick, The Victorian Church, Cilt 1, (Lon dra: A & C Black,
1966), s. 333.
21 Pierre Pierrad, L'Eglise et les Ouvriers en France (1840-1940) (Paris,1984), s. 236. Alıntılandığı eser Thomas Kselman, "The Varieties
of Religious Experience in Urban France", alıntılandığı eser Hugh
McLeod (ed), European Religion in the Age of Great Cities 1830-1930
(Londra: Routledge, 1995), s. 165.22 Kselman, "The Varieties of Religious Experience in Urban France",
s. 165.
23 Buckley, Origins of Modern Atheism, s. 28-9. Alıntı John Heny
Nevvman, Apologia pro vita sua (New York: Norton, 1968), s. 188.
24 Bkz. Stephen Toulmin, Cosmopolis: The Hidden Agenda of Modernity
(Chicago: University of Chicago Press, 1990), s. 157-8.
25 Buckley, Origins of Modern Atheism, s. 28.26 Örneğin bkz. Steve Bruce, God is Dead: Secularization in the West
(Oxford: Blackwell, 2002).
27 Bkz. Grace Davie, Religion in Britain since 1945: Believing ıvithout
Belonging (Oxford: Blackwel l, 1994).
28 Bkz. Paul Heelas ve Linda Woodhead, The Spiritual Revolution: Why
Religion in Giving Away to Spirituality (Oxford: Blackvvell, 2005),
ayrıca Paul Heelas, Spiritaulities of Life: New Age Romanticism and
Consumptive Capitalism (Oxford: Blackwel l, 2008).
29 Örneğ in bkz. Mark C. Taylor, Hiding (Chicago : Universi ty of
Chicago Press, 1997), About Religion: Economics of Faith in VirtualCulture (Chicag o: Univers ity of Chica go Press, 1999), After God
(Chicago: University of Chicago Press, 2007), ve Graham Ward,
Cities of God (Londra: Routledge, 2000) ile True Religion (Oxford:
Blackvvell, 2002).
102
İkinci Bölüm: Modern Düşüncede Ateizmin Gelişimi
1 Örneği n bkz. Lubor Velecky, Aquinas' Five Arguments in the Summa
Theologiae (Kampen : Pharos, 1994). Velecky'nin kitabının son za-
manların teoloji alanında geniş kapsamlı bir akımın temsilcisi oldu-
ğunu belirtmek gerek.
2 John Milbank, Nicholas Lash ve Wayne J. Hank ey arasındaki tar-
l b d b h l l d b l h kk d f
185
(Oxford: Clarendon, 1975), s. 314.
12 Bu önerinin ayrıntılı açıklaması için bkz. Michael Ailen Gillespie,
Nihilism Before Nietzsche (Chicago: University of Chicago Press,
1995).
13 David Hume , "Dailo gues Concern ing Natural Religion" (1789),
Principal Writings on Religion Including Dialogues Concerning Natural
R li i d th N t l Hi t fR li i (O f d O f d U i
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 94/106
tışmalar burada bahsi geçen meselelerden bazıları hakkında fi-
kir vermektedir. Bkz. Nicholas Lash, "Where Does Holy Teaching
Leave Philosoph?" Questions on Milbank's Aquinas' / Modern
Theology, Sayı 15 (1999), s. 433-44, John Milbank, "Inte nsities, " Modern Theology, Sayı 15 (1999), s. 445-97 ve Wayne J.Hankey, " Wh y
Philosphy Abides for Aquinas", The Heythrop Journal, Sayı 42 (2001) ,
s. 329-48.
3 Martin Luther Worms Kurulu'nda , alıntılandığı eser Henry Betten -
son (ed), Documents of the Christian Church (Londra: Oxford Univer-
sity Press, 1947), s. 285.
4 Richar d H. Popkin , The History of Scepticism from Erasmus to Descartes
(Assen, Hollanda: Koninklijke Van Gorcum & Comp., NV, 1960), s. 3.
5 Age.
6 Rene Descartes, Meditations on First Philosophy, çev. Joh nCottingham (Cambridge: Cambridge University Press, 1996), s. 17.
7 Kari Barth, Church Dogmatics m/ l, ed. G. W. Bro mile y ve T. F.
Torrance, çev. J. W: Edvvards, O. Bussey ve Harold Knight
(Edinburgh: T & T Clark, 1958), s. 362.
8 Mar k C. Taylor, Erring: A Postmodern A/Theology (Chicago: Univer-sity of Chicago Press, 1984), s. 22.
9 Bu konuda başka tartışmala r için bkz. John P. Clayton, "T he Other -
ness of Anselm," Religions, Reasons and Gods: Essays in Cross-Cultural
Philosophy ofReligion (Camb ridge University Press, 2006), s. 161-80.
10 J. Hillis Miller, Poets of Realty: Six Tıoentieth-Century VVriters (New
York: Atheneum, 1969), s. 9, alıntı kaynağı Taylor, Erring, s. 22. Jean-
Luc Marion da benzer bir yaklaşımla Tanrı'mn varoluşuna ilişkin
tartışmaların var olduğunu "kanıtlayan" nesnelerin putlar olduk-
larını, dolayısıyla Tanrı olmadığını iddia eder. Bu konuya sekizinci
bölümde dönerek Marion'm analizini ele alacağız.
11 John Lock e, An Essay Concerning Human Understanding (1690)
Religion and the Natural History ofReligion (Oxford: Oxford Univer-
sity Press, 1993), s. 106.
14 David Hume, An Abstract of a Treatise of Human Nature (1740), alıntı
kaynağı Ernest Campbell Mossner, The Life of David Hume (Oxford:
Clarendon Press, 1970), s. 127.
15 Age., s. 126.
16 Immanuel Kant, Prolegomenia to Any Future Metaphysics (1783), çev.
Paul Camus, gözden geçiren James W. Ellington (Indianapolis:Hackett, 1977), s. 5.
17 Immanuel Kant, Criticjue of Practical Reason, çev. Lewis White Beck
(New York: The Liberal Arts Press, 1956), s. 137.
18 G. W. F. Hegel, The Phenomenology ofSpirit, çev. A. V. Mille r (Oxford :
Oxford University Press, 1977), s. 11.
19 Age., s. 49.20 Ludwig Feuerbach, The Essence of Christianity, çev. Geor ge Eliot
(Nevv York: Harper & Row, 1957), s. 26.
21 Kari Marx, Capital, I. Kitap, alıntılandığı eser Kari Marx ve Friedrich
Engels, On Religion (Atlan ta: Scho lars Press, 1982), s. 135.
22 Friedrich Nietzsche'yi ateizme son şeklini veren düşünür olarak
tanıtmak âdet olagelmiştir. Fakat bu yanıltıcıdır. Nietzsche'ye göre
"hakikat" teizmin bir sonucuydu, ikincisinin ölümü ilkinin de ölü-
mü anlamına gelir. Ateizmin hakikati temsil ettiği iddiasına gelince
bu da teizm kadar sorunludur. Dolayısıyla gerek teizm gerekse ate-
izm Nietzsche'nin Tanrı ölümü fikriyle kaybolmuşlardır. Bu konuyasekizinci bölümde bir daha döneceğim.
Üçüncü Bölüm: Modern Ateizmin Reddettiği Tanrı
1 "Evc illeş me" ile bu bölü mde ele alman temalarda n bazıları na iliş-
kin daha geniş kapsamlı tartışma için bkz. William C. Placher, The
Domestication of Transcendence: Hoıv Modern Thinking about God Went
186
Wrong (Louiseville: Westminster John Knox Press, 1996).
2 Don Cupitt, "Kant and the Negat ive Theo logy ", alıntılandığı eser,
Brian Hebblethwaite ve Stevvart Sutherland (ed.), The Philosophical
Fronties of Christian Theology: Essays Presented to D. M. MacKinnon
(Cambridge: Cambridge University Press), s. 57.
3 Thomas Aquinas, S umma Theologiae, Cilt 3, çev. Herbert M cCa be(Londra: Blackfriars, 1964), s. 67.
187
More'un önemle reddettiği antropomorfizme varması gerekmez.
Bunun tersine, Swinburne'ün teizminde antropormorfik özellikler
öne çıkar.
17 Richard Swinburne, The Coherence of Theism (Oxford: Clanderon,
1977), s. 71.
18 Richard Swinburne, Is There a God? (Oxford: Oxford University
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 95/106
4 Michel de Certeau, "Is there a Langua ge of Unit y?", Concilium, Sayı6 (1979), s. 91.
5 Aquinas, Summa Theologiae, la, 13, 11. Alıntılan dığı eser Cupitt,"Kant and the Negative Theology," s. 58.
6 David B. Burrell, Acjuinas: God and Action (Londra: Routledge &Kegan Paul, 1979), s. 67.
7 Bkz. Don Cupitt, "The Doct rine of Analogy in the Age of Locke, "
Journal of Theological Studies, Sayı 19 (1968), s. 186-202.
8 Cupitt, 'Kant and the Negati ve Theology,' s. 58.9 John Hick, Death and Eternal Life, 2. baskı (Londra: Macmillan 1985)
s. 24
10 Bu konuda başka tartışmalar için bkz. Steven Shakespeare, "A Hi-
ding to Nothing: Cupitt and Derriada on the Mytery Tour," alın-
tılandığı eser Gavin Hyman (ed.), Nem Directions in PhilosophicalTheology: Essays in Honour of Don Cupitt (Aldershot: Ashgat e 20 04)
s. 101-16.
11 Charles Taylor, A Secular Age (Cambridge, MA: The Belknap Press ofHarvard University Press, 2007), s. 231.
12 Amos Funkenstein, Theology and the Scientific Imagination: From the
Middle Age s to the Seventeenth Century (Princeton : Princeto n Univer-sity Press, 1986), s. 25.
13 Age., s. 77-80.
14 Age., s. 25.
15 Bkz. Michael J. Buckley, At the Origins of Modern Atheism (NewHaven: Yale University Press, 1987), Bölüm 2 ve 3.
16 Ancak bir yanda More, Malebranche ve Clarke gibi düşünürlerin
teizmiyle diğer yanda Swinburne gibi çağdaş analitik filozoflar ara-
sındaki farkı gizlememek önemli. Özellikle, Funkenstein'ın bize ha-
tırlattığı gibi (The olo gy and the Scientific Imagination, s. 24), Tanrı'nm
bedeni ne kadar "maddi" ve "muvakkat" olsa da bunun, örneğin
Press, 1996), s. 4.
19 Bkz. Age., s. 9.
20 Age., s. 8.21 Cupitt, "Kant and the Negative Theology," s. 58, 59.22 Age., s. 63, 64.23 John Milbank, The Word Made Strange: Theology, Language, Culture
(Oxford: Blackwell, 1997), s. 11.
24 Nicholas Lash, "Ideology, Metaphor and Analogy," alıntılandığı
eser Brian Hebblethwaite ve Stewart Sutherland (ed.), The Philo-
sophical Fronties of Christian Theology: Essays Presented to D. M. Mac-
Kinnon (Cambri dge: Cambridge University Press), s. 57.
25 Funkenstein, Theology and the Scientific Imagination, s. 116.
26 John Hick, An Interpretation of Religion (Basingstoke: Macmillan,
1989), s. 2444.27 J. L. Mackie, The Miracle of Theism: Arguments for and against the
Existence of God (Oxford: Clarendon, 1982), s.109.
Dördüncü Bölüm: Modern Ateizmin Teolojik Kökenleri
1 Hans Urs von Balthasar, The Glory of the Lord: A Theological
Aesthetics, Cilt V: The Realm of Metaphysics in the Modern Age, çev.
Oliver Davies ve diğerleri (Edinburgh: T & T Clark, 1991), s. 12.
2 Thoma s Aquinas, Summa Theologiae, Cilt 3, çev. Herb ert McC abe
(Londra: Blackfriars, 1964), s. 67.
3 Balthasar, Glory of the Lord, s. 10.
4 John Duns Scotus, Philosophical Writings, ed. ve çev. Allan Wol ter
(Edinburg: Nelson, 1962), s. 5.5 Balthasar, Glory of the Lord, s. 16. Vurgular bana ait.
6 Duns Scotus, Philosophical Writings, s. 2.
7 Gerald Loughlin bu ayrımı John Hicks'i n Tanrı anlayışına iliş-
kin tartışması bağlamında yapmıştır. Bkz. Gerald Loughlin,
189 187
"Prefacing Pluralism: John Hick and the Mastery of Religious", Modern Theology, Sayı 7 (1990), s. 39.
8 Eric Alliez, Capital Times: Tales from the Conquest of Time, çev.Georges Van Den Abbeele (Minneapolis: University of MinnesotaPress, 1996), s. 200.
9 Catherine Pickstock, After Writing: The Liturgical Consumation of
Phılosophy (Oxfor d: Black well, 1997), s. 123.
alıntılandığı eser Balthasar, Glory of the Lord, s. 23. Vurgu bana ait.
27 Jean-Luc Marion, "The Essential Incoherence of Descartes' Defini-
tion of Divinity", alıntılandığı eser Ameli Oksenberg Rorty (ed.),
Essays in Descartes' Mediations (Berkeley: University of California
Press, 1986), s. 306.
28 Age., s. 25.29 Bkz. Pickstock, After Writing, s. 123.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 96/106
10 Bkz. VVilliam C. Placher, The Domestication of Transcendence: Hoıv
Modern Thinking about God Went Wrong (Louiseville: YVestmister
Jo hn Kn ox Pre ss , 199 6), s. 71 -4 . Ca je ta n ok um as ın da Pl ac he r' a bil -hassa borçluyum.
11 Bkz. Kardinal Cajetan, Thomas de Vio hakkındaki Edward A.
Bushinski'nin giriş yazısı, The Analogy ofNames and the Concepts of
Being, çev. Edward A. Bushinski, 2. baskı (Pittsburgh: D uques ne
University Press, 1959), s. 7.
12 David B. Burrell, Aquinas: God and Action (Londra: Routledge &Kegan Paul, 1979), s. 55.
13 Placher, Domestication of Transcendence, s. 72.
14 De Vio, Analogy ofNames, s. 11.
15 Bkz. age., s. 14, 22-23.
16 Age., s. 15.17 Age.
18 Age., s. 20.
19 Age., s. 24, 25.
20 Nicholas Lash, "Ideology, Met aphor and Analo gy", alıntılan-
dığı eser Brian Hebbkethvvaite ve Stewart Sutherland (ed.), The
Philosopohical Frontiers of Christian Theology: Essays presented 'to D.
M. MacKinnon (Cambridge: Cambridge University Press, 1982),
s. 78. Analoji ile metafor arasındaki ayrım aynı zamanda Janet
Martin Soskice tarafından ele alınmıştır: Metaphor and Religious
Language (Oxfo rd: Clar endon Press, 1985), s. 64-6.21 De Vio, Analogy ofNames, s. 26.
22 Age., s. 27, 28.
23 Age., s. 54.
24 Placher, Domestication of Transcendence, s. 74.
25 Balthasar, Glory of the Lor d, s. 23-4.
26 Francisco Suârez, Disputations metaphysics, sunu ş 1, blm. 1, no. 19,
, f g,
30 Charles Taylor, A Secular Age (Cambridge, MA: The Belknap Press
of Harvard University Press, 2007), s. 271.
31 Alliez, Capital Times, s. 218.32 Bkz. age., s. 201.
33 Age., 226.
34 Age. 225.
35 Age.
36 Böyle bir analizin eleştirisi için bkz. Richard Cross, "Where Angels
Fear to Tread: Duns Scotus and Radical Orthodoxy", Antonianum,
Sayı 76 (2001), s. 1-36.
Beşinci Bölüm: Ateizm ve Kutsal Kitap Eleştirisi
1 Stephen Toulmin, Cosmopolis: The Hidden Agenda of Modernity
(Chicago: University of Chicago Press, 1990), s. 34.
2 Amos Funkenstein, The Theology and the Scientific Imagination: From
the Middle Age s to the Seventeenth Century (Princeton University
Press, 1986), s. 346.
3 David Newsome, The Victorian World Picture: Perceptions and
Introspections in an Age ofChange (Londra: Fontan a, 1998), s. 227-8.
4 J. N. D. Kelly, Early Christian Doctrine (Londra: A & C Black, 1977), s.
70.
5 Age., s. 71.
6 Age.7 Age., s. 73.
8 Age., s. 74.
9 Charles Gore, "Th e Holy Spirit and Inspir ation, " alıntılandığı eser
Charles Gore (ed.) Lux Mundi (Londra: John Murray, 1890), s. 357-8.
10 Bkz. Charles Taylor, A Secular Age (Cambridge, MA: Harvard Uni-
versity Press, 2007), s. 271.
200
11 Bkz. Alan Ford, James Ussher (Oxford: Oxford University Press, 2007)
ve James Barr, "Why the VVorld was Created in 4004 BC: Archbishop
Ussher and Biblical Chronology", Bulletin of the John Rylands Univer-
sity Library of Manchester, Sayı 67 (1984), s. 575- 608.
12 Bkz. Nick Spencer, Darwin and God (Londra: SPCK, 2009), s. 42.
13 Benjamin Jowett, "On the Interpretation of Scripture," alıntılandığı
eser Essays and Revieıvs: The 1860 Text and Its Reading (Charlotteville:
U i it f Vi i i P 2000) 504
•—191
Leslie Stephen (Londra, 1906), s. 150-1, alıntılandığı eser Jeffrey von
Arx, "The Victorian Crisis of Faith as Crisis of Vocation", Richard
J. He lm st ad te r ve Be rn ar d Li gh tm an (ed ), Victorian Faith in Crisis:
Essays on Continuity and Change in Nineteenth-Century Religious Belief
(Basingstoke: Macmillan, 1990), s. 281, not. 16.
6 David Newsome, The Victorian World Picture: Perceptions and
Introspections in an Age of Change (Londra: Fontana, 1998), s. 198.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 97/106
University of Virginia Press, 2000), s. 504.
14 Age., 502.
15 Colenso'nun yaşamöyküsü için bkz. Peter Hinchliff, John William
Colenso, Bishop ofNatal (Londra: Nelson, 1964).
16 John William Colenso, The Pentateuch and Book of Joshua Critically
Examined, Cilt I (Lon dra: Long man , 1862), s. Vii-viii.
17 Age., s. xxvi.
18 Age., s. 123-4.
19 Owen Chadwick, The Victorian Church, Cilt II, (Lon dra : A & C Bla ck1970), s. 91.
20 Colenso, The Pentateuch and Book of Joshua, s. 141.
21 Chadwick, Victorian Church, Cilt II, s. 113.
22 Owen Chadwick, "The Established Church under Attack", alıntı-
landığı eser Anthony Symondson (ed.), The Victorian Crisis ofFaith(Londra: SPCK, 1970), s. 96.
23 Gerard Loughlin, Telling God's Story: Bible, Church and Narrative
Theology (Cambridge : Cambrid ge University Press, 1996), s. 123.
24 Rowan Williams, On Christian Theology (Oxford: Blackwell, 2000), s. 47-8.
Altıncı Bölüm: Ateizm ve Bilimin Yükselişi
1 Owen Chadwic k, The Victorian Church, Cilt II (Londra - A & C Bla ck1970), s. 1.
2 John Hedle y Brooke, Science and Religion: Some Historical Perspectives(Cambridge: Cambridge University Press, 1991), s. 7.
3 Bkz. Noel Annan , The Dons: Mentors, Eccentrics and Geniuses (Lond-ra: Harper Collins, 1999), 2. Bölüm.
4 Michael J. Buckley, At the Origins of Modern Atheism (New Have n:Yale University Press, 1987), s. 193.
5 Leslie Stephen, alıntı kayna ğı F. W. Maitland, The Life and Letters of
7 Robert M. Young, "The Impact of Darwin on Conventional
Thought", al ıntılandığı eser Anthony Sym ondson (ed), The Victorian
Crisis ofFaith (Londra: SPCK, 1970), s. 14.8 Adrian Desmo nd ve James Moore, Darıvin (Londra: Michae l Joseph,
1991), s. 117.
9 Age. , s. 118.
10 Adrian Desmond, Huxley: The Devil's Disciple (Londra: Michael
Jo seph , 1994), s. 193.11 Young, "Impact of Darwin", s. 16.
12 Alıntılandığı eser Young, age., s. 17.
13 Alıntılandığı eser Desmond ve Young, Darıvin, s. 477.
14 Chadwick, Victorian Church, Cilt II, s. 19.
15 Alıntılandığı eser Desmond ve Young, Darıvin, s. 486.
16 Age., s. 487.17 Chadwick, Victorian Church, Cilt II, s. 10.
18 Alıntılandığı eser Desmond Huxley, s. 278-9 .
19 Young, "Impact of Darwin," s. 23.
20 Victor Shea ve William Whitla (ed.), Essays and Revieıvs: The 1860
Text and Its Reading (Charlottesville: University of Virginia Press,
2000), s. 87-8.21 Brooke, Science and Religion, s. 281-2 .
22 Terry Eagleton, Reason, Faith and Revolution: Reflections on the God
Debate (New Haven : Yale Universit y Press, 2009), s. 10-11.
23 Age., s. 6.24 Nick Spencer, Darıvin and God (Londra: SPCK, 2009), s. 82.
25 Chadwick, Victorian Church, Cilt II,. Sa 35.
26 John Habgood , " The Unea sy Truce between Science and Tech-
nology", alıntılandığı eser Alec R. Vidler (ed), Soundings: Essays
Concerning Christian Understanding (Cambridge: Cambridge Univer-
sity Press, 1962), s. 21.
200
27 Thomas Dixon, Science and Religion: /l Veri/ Short Int roduct ion (Ox-
ford: Oxford University Press, 2008), s. 83.
Yedinci Bölüm: Ateizm, Kötülük ve Acı
1 Florence Higham, Frederick Denison Maurice (Londra- SCM Press1947), s. 83.
2 Age 83-4
•—193
15 Surin, Theology and the Problem of Evil, s. 4.
16 Age., s. 5.
17 D. Z. Philips, The Problem of Evil and the Problem of God (Londra: SCM
Press, 2004), s. 10-11.18 Age., s. 12.
19 Bu öneriyi alıp büyük ölçüde geliştiren John D. Caputo oldu, The
' Weakness of God: A Theology of the Event (Bloomington: Indiana Uni-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 98/106
2 Age., 83 4.
3 Alıntı kaynağı Higgam , age., s. 83.
4 John Stuart Mili, Autobiography (1873), II. Bölüm Alıntı yapan Don
Cupitt, Crisis of Moral Authority, 2. baskı (Londra: SCM Press 1985[1972], s. 13.
5 S. T. Cole ridg e, Aids to Reflection (1825), "Aph ori sms on Spiritual Re-ligion": Bohn baskısı (1901). Alıntılandığı eser Cupitt, Crisis of Moral
Authority, s. 21.
6 Cupitt, Crisis of Moral Authority, s. 22.
7 Rowland VVilliams, "Bunsen's Biblical Researches," Essays and
Revieıv: The 1860 Text and its Reading (Charlotsville: Universit y of
Virginia Press, 2000), s. 196.
8 Bkz. Richard Swinbur ne, "T he Value and Roots of Analytical
Philosophy of Religion," alıntılandığı eser Harriet Harris veChristopher J. Insole, Faith and Phüosophical Analysis: The Impact of
Analytical Philosphy on the Philosophy ofReligion (Aldershot: Ashgat e
2005), s. 33-45, özellikle s. 34-6.
9 J. L. Mackie, "Evil and Omnip oten ce", Mind, Sayı 64 (1955), s. 200-
12. Bu makale sonradan çeşitli antolojilerde yayımlandı. Eleştirilere
cevapların da dahil edildiği daha ayrıntılı bir versiyonu için bkz.
The Miracle ofTheism: Arguments for and against the Existence of God
(Oxford: Clarendon, 1982), Blm. 9.10 Bkz. Alvin Plantinga, God, Freedom and Evil (Londra: Ailen & Unwin
1974).
11 Bkz. Richard SWinburne, The Existence of God (Oxford: Clarendon1979).
12 John Hick, Evil and the God ofLove (Londra: Macmillan, 1966).
13 Kenneth Surin, Theology and the Problem of Evil (Oxford: Basil Black-well, 1986), s. 95.
14 Cupitt, Crisis of Moral Authority, s. 28-9.
versity Press, 2006).
20 Bu konuda bkz. Bernard VVilliams, "Moral Luck," Phüosophical Pa-
pers 1973-80 (Cambrid ge: Cambrid ge University Pres, 1981), s. 20-39.
21 Philips, Problem of Evil, s. 226-7.
22 John Millbank, Being Reconciled: Ontology and Pardon (Londra: Rout-
ledge, 2003), s. 8.
23 Fyodor Dostoyevski, The Brothers Karamazov, İng. çev. David Ma-
garshack (Harmondsworth: Penguin, 1958), s. 274.24 Age., 273.
25 Stewart Sutherland, Atheism and the Rejection of God (Oxford: Basıl
Blackvvell, 1977), s. 28.26 Age.
27 Fyodor Dostoyevski, The Brothers of Karamazov, çev. Consta nce Gar-
nett (Londra: Heinemann, 1948), s. 251-2. Burada Sutherland tara-
fından alıntılanan Garnett'in çevirisinden yararlandım.
28 Sutherland, Atheism and the Rejection of God, s. 33.
29 Dostoyevski, The Brothers Karamazov, çev. Garne tt, s. 251.
30 Çeşitli biliminsanları İvan'ın ateizmindeki bu "olsa bile" deyişinin
taşıdığı önem konusunda hemfikir olmalarına rağmen bunun na-
sıl yorumlanacağı konusunda aralarında fikir birliği yoktur. Sut-
herland bu noktada Camus'den ayrılır, benim buradaki ifadem de
Sutherland'in geliştirdiğiyle farklılık gösterir.
31 Nasıl İvan Karamazov doğrudan Tanrı'nın "varoluşu" sorunuyla ta-nımlanmayan "ahlaki ateizmi" dile getirirse, aynı şekilde Tanrı'nın
"varoluşu" sorunuyla tanımlanmamış "ahlaksız ateizm" de vardır.
Alenka Zupancic bunun Don Juan karakterinde gördüğümüzün
tam da aymsı olduğunu ileri sürmüştür: Bu evrende akla hayale sığ-
mayan bir şey varsa o da Tanrı'nın varoluşundan kuşku duymayan
birinin hayatını Ona aldırmaksızın yaşamasıdır. Ne ki Don Juan 'm ta-
200 •—194
kındıgı tutum budur. "Kant vvith Don Juan and Sade," Joan Copjec
(ed.) Radical Evil (Londra: Verso, 1996), s. 105-25, s. 107.
32 Sutherland, Atheism and the Rejection of God, s. 37-8. Vurgular banaait.
Sekizinci Bölüm: Modernitenin Sonu - Ateizmin Sonu mu?
1 "Toward a Hidden God " Time 8 Nisan 1966 s 82 Alıntılandı ğı e ser
16 Age., s. 67.
17 Age., s. 96.
18 Örneğin, "modernite kıyamet gününü Tanrı'nm ölümü, derin yer-
yüzünün nihai sonu olarak bilir, dolayısıyla böyle bir son ancak kı-
yamet olabilir," The Contemporary Jesus (Lond ra: SCM Press, 1998), s.
13. "Tam modernite" terimi kitabın başından sonuna tekrarlanır.
19 'örneğin bkz. The Last Philosophy (Londra: SCM Press, 1995). Cu-
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 99/106
1 Toward a Hidden God, Time, 8 Nisan 1966, s. 82. Alıntılandı ğı e ser
Mark C. Taylor, Disfiguring: Art, Architecture, Religion (Chicago: Uni-
versity of Chicago Press, 1992), s. 155.
2 Taylor, Disfiguring, s. 155.3 Thom as A. Carlson, Indiscretion, Finitude and the Naming of God (Chi-
cago: University of Chicago Press, 1999), s. 23-4.
4 Age. , s. 25.
5 Tho mas J. J. Altizer, The Gospel of Christian Atheism (Londra: Collis1967), s. 22.
6 Age., s. 103.
7 Age., s. 23-4.
8 Age., s. 107.
9 Age. , s. 108.
10 Age., s. 110.11 Cupitt'in projesinin zaman içerisinde büyük ölçüde değişikliğe uğ-
radığını belirtmek gerek. Bilhassa gerçekçilik dışı din dünyasının
ötesine doğru uzanarak felsefi açıdan her şeyi kapsayıcı bir hale
gelirken ona eşlik eden dini görüşün belirgin Hıristiyan özellikleri
gitgide azaldı. Üstelik Cupitt'in kişisel felsefi akidesi genişleyerek
Nietzsche, Derrida ve daha pek çok Avrupalı düşünürü kapsadı. Bu
tartışmada, ilk olarak Taking Leave of God (Londra: SCM Press, 1980)
kitabında dile getirdiği haliyle ona özgü Hıristiyan gerçekdışılığı-
na odaklanıyorum. Cupitt'in düşüncesinin yıllar içerisindeki evri-
miyle ilgili tartışma için bkz. Gavin Hyman (ed), Nem Directions in
Philosophical Theology: Essays in Honour of Don Cupitt (Aldershot:
Ashgate, 2004), Giriş bölümü, s. 1-15.
12 Cupitt, Taking Leave of God, s. 15, 20.
13 Age., s. 16.
14 Age., s. 2.
15 Age., s. 94-5.
pitt ile diğer radikal teologlar hakkında Graham VVard'm yorumu,
"Her teoloji genel bir 'yaşam gücüne' bağlılıklarının felsefi monizmi
sebebiyle doğan farklılığı veya ötekiliği silmeyi hedefler. Her biriNietzsche'nin Ebedi Dönüş kavramını kimlikle farklılığın dağılması
olarak yorumlar, bu da farklılığın rağbet gördüğü postmodernizme
ters düşer," şeklindedir. Graham Ward, "Postmodern Theology,"
alıntılandığı e ser David F. Ford (ed.), The Modern Theologians Oxford:
Blackwell, 1997), s. 592.
20 Taylor, Disfiguring, s. 158 .
21 Age., s. 50.
22 Mar k C. Taylor, "Alitz er's Or iginality," Journal of the American
Academy of Religion, Sayı 52 (1984), s. 582.
23 Age., s. 583.24 Friedrich Nietzsche, The Gay Science, s. 125, alıntılandığı eser The
Portable Nietzsche, ed., Walter Kaufm ann (Harmo nswor th: Penguin,
1976), s. 95.
25 Age., s. 96.26 Age., s. 95.
27 Mark C. Taylor, "The End(s) of Theology", alıntılandığı eser Roger
A. Badham (ed.), Introduction to Christian Theology: Contemporary
North American Perspectives (Louis ville: YVestminster John Knox
Press), s. 261.
28 Mark C. Taylor, "What Derrida Really Meant", The Nem York Times,
14 Ekim 2004.
29 Mark C. Taylor, Erring: A Postmodern A/Theology (Chicago: Univer-
sity of Chicago Press, 1984), s. 6
30 J. Hills Miller, "Theology and Logology in Victorian Literatüre,"
alıntılandığı eser Journal of the American Academy of Religion, Sayı 47
(1979), eki Religion and Literatüre: The Convergence of Approaches, s.
354, alıntılandığı eser Taylor, Erring, s. 10.
31 Bkz. John D. Caputo, "Revievv of Erring: A Postmodern A/Theology",
alıntılandığı eser Ma» and World, Sayı 21 (1988), s. 108-26.
32 John D. Caputo, "At heis m, A/The ology and the A Post moder n
Condition," alıntılandığı eser Michael Martin (ed), The Cambridge
Companion to Atheism (Cambri dge: Cambr idge University Press
2006), s. 277.
33 Jean-Luc Marion, God Without Being: Hors-Texte, çev. Thom as A.
Carlson (Chicago: University of Chicago Press 1991) s 29
KAYNAKÇA
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 100/106
Carlson (Chicago: University of Chicago Press, 1991), s. 29.
34 Age., s. 29-30.
35 Age., s. 45.
36 Age., s. 47.
37 Age., s. 54.
38 Age., s. 57.
39 Bkz. John Milbank, The Word Made Strange: Theology, Language,
Culture (Oxf ord: Blackvvell, 1997) , Bölüm 2.
40 Age., s. 44.
41 Fergus Kerr, "Re-Rea ding Aqui nas in Derrida's Wake ," Gav in
Hyman (ed), Nem Directions in Philosophical Theology: Essays in
Honour of Don Cupitt (Aldersho t: Ashgate, 2004), s. 95-8.
43 Rowan Williams, "'Religious Realism': On Not Quite Agreeing with
Don Cupitt", Modern Theology, Sayı I (1984), s. 3-4.44 Age., s. 15-16.
45 Rowan VVilliams, On Christian Theology (Oxford: Blackvvell, 2000), s.21. Vurgular bana ait.
46 Age., s. 145.
47 Burada son bir hususu açıklığa kavuşturmak gerekiyor. "Tanrı'mn
ölümünün" metafiziğin Tanrısı'nın ölümünü getirdiğini söyledik,
belki de bu en iyi metafizik Tanrısı'ndan başka alternatif bir Tanrı
anlayışına yol açmak olarak anlaşılabilir. Aynı şekilde, eğer, yukarı-
da da ortaya koyduğumuz üzere "Tanrı'mn ölümü" aym zamanda
hakikatin ölümünü de gerektiriyorsa, burada ölen "hakikat" mantıkve bilim aracılığıyla keşfedilebilen "doğru temsil" olarak hakikatin
modern metafizik algılanışıdır. Ancak bu yine modernitenin gerekli
gördüğünün tersine zorlanmamış "hakikatin" alternatif algılanışına
yol açmak olarak yorumlanabilir.
Alliez, Eric, Capital Times: Tales from the Conquest of Time, çev. Cieoıy,
es Van Den Abbeele (Minneapolis: University of Minnesota Pıw ,.1996).
Altizer, Thomas J. ]., The Gospel of Christian Atheism (Londra: Collı\
1967),
, The Contemporary fesus (Londra: SCM Press, 1998).
Annan, Noel, The Dons: Mentors, Eccentrics and Geniuses (Londra: Harp
er Collins, 1999)
Aquinas, Thomas, Sununa Theologiae, Cilt 3, çev. Herbert McCab e (Lon
dra: Blackfriars, 1964)
Arx, Jeffrey von, 'The Victorian Crisis of Faith as Crisis of VocatioıV,
Richard J. Helmstadter ve Bernard Lightman (ed), Victorian Faitlıin Crisis: Essays on Continuity and Change in Nineteenth-Century Reli-
gious Belief (Basingstoke: Macmillan, 1990), s. 262-82.
Balthasar Hans Urs von, The Glory of the Lord: A Theological Aesthetics,
Cilt V: The Realm of Metaphysics in the Modern Age, çev. Oliver Davies
ve diğerleri (Edinburgh: T & T Clark, 1991)
Barr, James, "Why the World was Created in 4004 BC: Archbishop
Ussher and Biblical Chronology," Bulletin of the John Rylands Univer-
sity of Manchester, Sayı 67 (1984), s. 575-608.
Barth, Kari, Church Dogmatics III /I, ed. G. W. Bro mile y ve T. F. Torra nce,
çev. J. W: Edvvards, O. Bussey ve Harold Knight (Edinburgh: T & TClark, 1958).
Bettenson, Henry (ed), Documents of the Christian Church (Londra: Ox-
ford University Press, 1947).
Bremmer, Jan N., "Atheism in Antiquity" alıntılandığı eser Michael
Martin (ed), The Cambridge Companion to Atheism (Cambridge: Cam-
bridge University Press, 2006).Brooke, John Hedley, Science and Religion: Some Historical Perspectives
200
(Cambridge: Cambridge University Press, 1991)
Bruce, Steve, God is Dead: Secularization iti the West (Oxford: Blackvvell,2002).
Buckley, Michael ]., At the Origins of Modern Atheism (Nevv Hav en: Yale
University Press, (1987).
Burrell, David B., Acjuinas: God and Action (Londra: Routledge & KeganPaul, 1979).
Cajetan Thomas de Vio The Analogy ofNames and the Concepts ofBeing
•—199
Frontiers of Christian Theology: Essays presented to D. M. MacKinnon
(Cambridge: Cambridge University Press, 1982), s. 55-67.
, Crisis of Moral Authority, 2. baskı (Londra: SCM Press, 1985) [1972].
, The Last Philosophy (Londra: SCM Press, 1995).
Davie, Grace, Religion in Britain since 1945: Believing zvithout Belonging
„(Oxford: Blackvvell, 1994).
Davvkins, Richar d, The God Delusion (Londra: Bantam Press, 2006).
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 101/106
Cajetan, Thomas de Vio, The Analogy ofNames and the Concepts ofBeing,
çev. Edvvard A. Bushinski, 2. baskı (Pittsburgh: Duquesne Univer-
sity Press, 1959).
Caputo, John D., "Revievv of Erring: A Postmodern A/Theology",
alıntılandığı eser Man and World, Sayı 21 (1988), s. 108-26.
•, The Weakness ofGod:The Theology of the Event (Bloomington: Indiana
University Press, (2006)
> "Ath eism, A/Th eolo gy and the A Postmo dern Condi tion ,"
alıntılandığı eser Michael Martin (ed), The Cambridge Companion to
Atheism (Cambrid ge: Camb ridg e University Press, 2006).
Carlson, Thomas A., Indiscretion, Finitude and the Naming of God (Chi-
cago: University of Chicago Press, 1999)
Certeau, Michel de, "Is there a Language of Unity?", Concilium 6 (1979),
s. 79-93.> The Possession at London, İng. çev. Michael B. Smith (Chicago: Un i-
versity of Chicago Press, 2000).
Chadvvick, Owen, The Victorian Church, Cilt 1, (Lon dra : A & C Bla ck1966)
•, "Estab lished Churc h under Attac k," alıntılandığı eser Antho ny
Symondson (ed), The Victorian Crisis of Faith (Londra: SPCK, 1970),s. 91-105.
Clayton, John P, Religion, Reasons and Gods: Essays in Cross-Cultural Phi-
losophy of Religion (Cambrid ge: Cambr idge Universit y Press, 2006)
Colenso, John YViljiam, The Pentateuch and Book of Joshua CriticallyExamined, Cilt I (Londra: Longman, 1862)
Cupitt, Don, "The Doctrine of Analogy in the Age of Locke," Journal of
Theological Studies, Sayı 19 (1968).
> Taking Leave of God (Londra: SCM Press, 1980).
> "Ka nt and the Negati ve Theology ," alıntılandığı eser Br ian
Hebbkethvvaite ve Stevvart Sutherland (ed.), The Philosopohical
Descartes, Rene, Meditations on First Philosophy, çev. John Cottingham
(Cambridge: Cambridge University Press, 1996).
Desmond, Adrian, Huxley: The Devil's Disciple (Londra: Michael Joseph, 1994).•, ve James Moore, Darıvin (Londra: Michael Joseph, 1991).
Dixon, Thomas, Science and Religion: A Very Short Introduction (Oxford:
Oxford University Press, 2008).
Dostoyevski, Fyodor, The Brothers Karamazov, İng. çev. Constanc e Gar-
nett (Londra: Heinemann, 1948). , The Brothers Karamazov, İng. çev. David Magarsh ack (Har-
mondsvvorth: Penguin, 1958).
Duns Scotus, John, Philosophical Writings, ed. ve çev. Alla n VVolter
(Edinburg: Nelson, 1962).
Eagleton, Terry, Reason, Faith and Revolution: Reflections on the God
Debat'e (New Haven: Yale University Press, 2009).
Feuerbach, Ludwig, The Essence of Christianity, çev. Geo rge Eliot (Nevv
York: Harper & Row, 1957).
Ford, Alan, James Ussher (Oxgord: Oxford University Press, 2007).
Funkenstein, Amos, The Theology and the Scientific Imagination: From the
Middle Age s to the Seventeenth Century (Princeton University Press,
1986).
Gillespie, Michael Ailen, Nihilism Before Nietzsche (Chicago: University
of Chicago Press, 1995).
, The Theological Origins of Modernity (Chicago: University of Chi-
cago Press, 2008).
Gore, Charles (ed.), Lux Mundi (Londra: John Murray, 1890).
Habgood, John, "The Uneasy Truce betvveen Science and Technology",
alıntılandığı eser Alec R. Vidler (ed), Soundings: Essays Concerning
Christian Understanding (Cambrid ge: Canbr idge University Press,
1962), s. 21-41.
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 102/106
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 103/106
204
r ' u l r ^ j ' eSer Anthony Symondson ( ed )' The Victorian Crisis ofFaıth (Londra: SPCK, 1970), s. 13-35
Zupancic, Alenka, "Kant with Don juan and Sade", alıntılandığı eser
Jo an Copj ec (ed) , Radical Evil (Londra: Verso, 1996), s. 105-25
DİZİN
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 104/106
A
agnostisizm (bilinemezcilik) 19,
27, 28, 31, 49, 63, 70, 90, 135Akıl 15, 25, 36, 37, 47, 50, 52, 55,
71, 74, 79, 87, 93
Alexander, (Bayan) C. F. 57
alegori 94-97, 106,107
Alliez, Eric 78, 80, 86, 87
Almanya 32, 98, 99
Altizer, Thomas 155-161,164,165,
166,168, 169,171
Amerikan Devrimi 26
ampirizm 43, 44, 46, 51
analojik dil 61-70, 72, 73, 78, 80-
84, 86, 97, 144
analitik felsefe 134, 135, 138, 140-
142
Anglikanizm 29, 100, 111, 132
Antakya 96
Aquinolu Thomas 36, 37, 40, 41,
45, 58, 60-72, 78, 79, 81, 82, 84,
106 ,144 ,176 ,178
Aristoteles 78, 81, 87
Augustine, Aziz 60, 94,132
Ayer, A. J. 134, 171
B
Balthasar, Hans Urs von 78, 79,
84, 85
Barth, Kari 40, 44, 56,
Baur, Ferdinand Christian 98
Bradlaugh, Charles 28, 29, 31Bremmer, Jan N. 20, 21
Britanya Parlamentosu 28, 29, 90
Brooke, John Hedley 109,121,122
Bruce, Steve 33
Buckland, William 109,121
Buckley, Michael J. 21, 24, 31, 32,
33, 67, 110
Bunsen, Baron 131
Burrell, David B. 63, 82
C
Cajetan, Kardinal, Thomas de Vio
81-85
Caputo, John D. 171,172
Carlson, Thomas A. 156
Certeau, Michel de 22, 23, 63
Chadvvick, Owen 30, 103-105,
108,119,120, 125, 126
Chambers, Robert 115, 116, 118,
121
Cheke, Sir John 21
Clarke, Samuel 67
cogito 40, 41, 42, 44 54
Colenso, John W. 100-105
Coleridge, S. T. 130
Combe, George 115
102
Courtade, François 31Cupitt, Don 64, 70, 71, 130, 139,
140, 160-166, 176, 178
D
Davie, Grace 33
Darvinizm 113, 114
Darwin, Charles 98, 108, 111- 119,
121 122 125 146
F
Feuerbach, Ludvvig 27, 45, 53, 54,
55, 57, 58, 73, 90
Fransa 21, 22, 26, 27, 30, 31, 32, 39
Fransız Devrimi 25-28, 172
frenoloji 115
Froude, J. H. 130
Funkenstein, Amos 65, 66, 67, 73,
207
J jeo lo ji 98, 113, 114, 115, 117, 118,
121
Jo wett , Be nj am in 99 ,10 0 ,101 ,132
K
'Kant, Immanuel 41, 45, 48-51, 53,
174, 175, 177, 178
Martineau, Harriet 118, 119
Marx, Kari 28, 45, 55-58, 73, 90
Maurice, F. D. 28, 100, 128, 129,
131,132
menfi teoloji 61, 63, 64, 65, 67, 69,
70, 71, 72, 74, 88, 170
Milbank, John 70, 71, 74, 148, 175,
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 105/106
121, 122, 125, 146
Davvkins, Richard 12, 73, 74, 124,
180Derrida, Jacques 165, 169, 170,171, 176
Descartes, Rene 14, 24, 25, 35-46,48, 51, 53, 54, 58, 59, 64, 67, 78, 79,85, 92
Desmond, Adrian 27, 28, 115, 118
Diderot, Deniş 24, 25, 44, 46, 48
Dixon, Thomas 127
diyalektik 52, 55, 56, 156, 157, 169
doğal seçilim 114
Dostoyevski, Fyodor 149, 150
Duns Scotus, John 78-81, 85-88
düalizm 51, 160, 169, 170, 172
E
Eagleton, Terry 122, 124, 127
East India Company 114
Ebeling, Gerhard 32, 33
Eichorn, Johann Gottfried 96
Eliot, George 27, 130
Encyclopedie (Didero t) 24epistemoloji 40, 45, 46, 48, 53, 54,
58, 79, 92, 142, 154
Essays and Revieıus (1860 ) 99, 100,
132
evrim 112, 113, 115, 117, 120, 146
93, 97, 110
GGillespie, Michael Ailen 14, 15
Gore, Charles 94, 96, 105
Gray, Asa 117, 118
H
Habgood, John 126
Harris, Sam 12
Heelas, Paul 33
Hegel, G.W. F. 51-55, 85, 155-158,161
Hıristiyan sosyalizmi 28, 117, 129
Hick, John 64, 74, 75, 136-138
Hitchens, Christopher 12, 180
Holyoake, George Jacob 27, 31,
118
Hort, Fenton 128, 129, 132
Hume, David 27, 45-51, 53, 58, 64,
75, 135
Huxley, Thomas 27, 116, 119, 120
I-İ
İbn-i Rüştçülük 78, 79
Irenaeus 137
, , , , ,
58, 64, 70, 71, 72, 74, 75, 80, 85, 87,
156, 161, 162
kapitalizm 28, 57
Katoliklik 29, 31, 38, 39, 60, 65, 80
Kelly, J.N. D. 94, 95
kenosis (doktiri ni) 159, 161
Kerr, Fergus 74, 175-178
Kierkegaard, Soren 161, 164
Kingsley, Charles 117
Kitab-ı Muka dde s 91, 93, 98, 99,
101, 102, 104, 105, 112, 121, 123,
125,
Kselman, Thomas 31
L
Lash, Nicholas 73, 83
Lizbon Depremi 147
Locke, John 42-46, 48, 51, 53, 54,
57, 58, 92
Loughlin, Gerard 106, 107
Luther, Martin 38, 39
Lyell, Charles 115, 121M
Mackie, J. L. 75,134,135,136,138,
141, 147
Malebranche, Nicholas 67
Malthus, Thomas 114,118
Mann, Horace 29-30
Marion, Jean-Luc 85, 172, 173,
178
Mili, John Stuart 129
Miller, J. Hillis 42, 121, 171monizm 165, 166
Montaigne, Michel Eyquem de 92
Moore, James 115,118
More, Henry 66, 67, 69
Murphy, Howard R. 130
N
Natal (Güney Afrika) 100
Newman, Francis 130
Nevvman, John Henry 31, 32, 90Newsome, David 113
Nevvton, Sir Isaac 24, 25, 92, 108-
110
Nietzsche, Friedrich 31, 32,40, 90,
155, 157, 158, 161, 166, 168, 172,
177, 178, 180
O-Ö
On fray, Michel 12
Origenes 95, 96
P
Paulus, Aziz 56
Phillips, D. Z. 178, 179
Pickstock, Catherine 78, 81, 85
Placher, YVilliam C. 78, 81, 82, 8-1,
208
Plantinga, Alvin 136-138
Plutarkhos 21
Popkin, Richard H. 38, 39
Polkinghorne, John 109
postmodernizm 33
Powell, Baden 131
Protestanlık 39, 56
P Ed d 98
Toland, John 64, 74
Toulmin, Stephen 32, 92, 93
Trinity College, Cambridge 128
U
Ussher, James 98,103
8/13/2019 Ateizmin Kisa Tarihi - Gavin Hyman
http://slidepdf.com/reader/full/ateizmin-kisa-tarihi-gavin-hyman 106/106
Pusey, Edwa rd 98
Rrasyonalizm 43, 44, 46, 55,124
Reform 38, 39, 65
S
Schelling, F.W.J. 51
Sedgwick, Adam 118, 119
sekülarizm, 20, 30, 77
septisizm 19, 74
Shakespeare, YVilliam 92
Spencer, Nick 125St John's College, Cambridge 100
Stephen, Leslie 105,111, 112,
Suarez, Francisco 84, 85
Surin, Kenneth 137,140, 141
Sutherland, Stewart 150,151,152
Svvinburne, Richard 67-70, 74,
136-138, 141,146,147
T
Taylor, Charles 12, 19, 20, 65, 86,
97
Taylor, Mark Ç. 33, 155, 165, 166,
168-172
Temple, Frederick 94, 95, 132
teodise 136-138,140
tipoloji (yorumbilim) 94-97, 99,
106
V
Varlık 50, 55, 66-71, 73, 79-81, 84,
85, 87, 97, 104, 117, 123, 130, 140,142, 146, 152, 153, 161, 163, 174-
178,180
Viktorya dönemi 26, 29, 99, 109,
119, 120, 128,130, 131, 132
W
VVallace, Alfred Russel 117
Ward, Graham 33
VVellhausen Julius 98, 99
Wilberforce, Samuel 119VVilliams, Rowan 74, 106, 107,
147, 176-178
VVilliams, Rovvland 131,132
VVittgenstein, Ludwig 42,112,176
VVoodhead, Linda 33
Y
yabancılaşma 54, 55,101
Yahudi Soykırımı 133, 145, 146,
149
yapısöküm 53,170
yorumbilim 91, 93, 94, 131, 146,
170
Young, Robert M. 114,120