ehad dergi mayıs

32

Upload: ehad-dergi

Post on 02-Aug-2015

308 views

Category:

News & Politics


1 download

TRANSCRIPT

Page 1: Ehad Dergi Mayıs
Page 2: Ehad Dergi Mayıs

EHÂD

(Ezilen Halkların Antikapitalist Duruşu)

“Bağışlayan ve Esirgeyen Allah’ın AdıylaDe ki Allah EHAD’DIR ( Birdir, Tektir )Allah, SAMED’DİR ( Bölünmez bir bütündür,Öncesiz ve Sonrasız, Bütün Evrenin Asıl Sebebidir. )Ne doğurmuştur O, ne doğurulmuştur!ve hiçbir şey O’na denk tutulamaz.”İhlas Sûresi 1-4

1 MAYIS’TA MÜSLÜMANCA

1 Mayıs özellikle ülkemizde sadece sol grupların kut-ladığı bir gün olarak görülür. Muhafazakar iktidarların mağdur, mazlum, mustazaf anlayışının ana eksenini emeği ile geçinen geniş kesimlerin uğradıkları mağ-duriyet oluşturmaz.

Bunda özellikle tek parti rejiminden beri resmi ideo-lojinin kültürel ve dinsel öğelere karşı uyguladığı fa-şizmin etkileri çok büyüktür.

İstiklal mahkemelerinden tutun da ezanIarın Türkçe okutulmasına Dersim katliamına ve Kürtlere Ermeni-lere yapılan o kadar haksızlıklara karşın halkların te-mel çelişkiler yerine temel değerleri üzerinden savun-ma refleksi geliştirmesi kadar doğal bir süreç olamaz.

Tarihsel gerçeklik bizlere şunu göstermektedir ki, bü-tün acı çeken halklar birbirilerinin acılarıyla hemhal olmalı ve birlikte ortak amaclarımız uğruna mücadele vermeliyiz.

Bu ortak mağduriyetlerimizin başında da son 12 yıl-dır 10 binden fazla işçinin iş kazalarında ölüme terke-dilmesi yatmaktadır.

için

dek

iler

Mizanpaj, Emek, Dağıtım : Üniversiteli Antikapitalist Müslümanlar Bedeli: Antikapitalist Müslümanlar tarafından karşılanmıştır. Hiçbir telif hakkı yoktur, sınırsızca kopyası alınabilir. İletişim: [email protected]

Adres: Millet Cad. Selçuk Sultan Cami Sk. Anıl Han No: 2/6

Haseki / İstanbul Mayıs, 2014

2 1 Mayıs’ta Müslümanca

6 Müslüman Öğrenciler Buluşuyor -4 ve 1 Mayıs’ta Müslümanlar

8 Greif özelinde Sermaye ve Sendikacılık

10 Değişen Bir Şey Yok

13 Çağımız ve Varoluş

14 Bir İdeolojik Aygıt Olarak: Reklamlar

17 Seçim Üzerine Kısa Bir Not

18 Diyanet Değil, Dine İhanet

20 Var Mısın Yok Musun

22 Ormandan Bahçeye

24 Arkayı Beş’leyelim

25 529 CAN !

26 Açık Atlas / Ece Ayhan

27 Kapitalizmde Korku

28 Puslu Manzaralar / Film Okumaları’ndan

30 Mihail Nuayme’den Bir Pasaj

Adana : 0537 823 48 31Ankara : 0507 213 94 98Antalya : 0555 500 83 99Bolu : 0543 697 9139Bursa : 0507 060 6282İstanbul : 0212 523 5405İzmir : 0507 832 0875Kocaeli : 0553 543 5808Samsun : 0531 911 15 82Trabzon : 0535 783 8316

için

dek

iler

Esirgeyen, Bağışlayan Allah’ın Adıyla

Page 3: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

3Allah Ekmek Özgürlük

Türkiye işçi ölümleri sıralamasında 3. sırada. Avrupa’da ise en çok işçi ölümüne tanık olunan ülke ve hergün ortalama 4 işçi iş kazalarında ölmektedir.

Antikapitalist Müslümanlar olarak bu yıl 3. kez işçi ölümlerini hatırlatmak ve özellikle de müslüman vic-danlarda bir karşılık oluşturmak için iş kazalarında kaybettiğimiz kardeşlerimiz adına gıyabi cenaze na-mazı kılacağız.

Antikapitalist Müslümanlar olarak, modern kapitalist dünyanın parça parça ettiği toplumsal alanları bütün-leştirmek; en temel ibadetlerimizin başında gelen na-maz ile iş kazalarında katledilen işçilerimizin acısı ara-sında bir bütünlük oluşturmak istiyoruz. Müslüman için yaşam bölünemez. Bütün ibadetlerimizin nihai amacı Rabb’imizin mülkün ve otoritenin tek sahibi olduğunu teslim etmek ve bu teslimiyetimizi yaşamın bütün alan-larında hakim kılmak için mücadele etmektir.

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz “İnsana emeğinden başkası yoktur.” (NECM 39) diyerek emek dışındaki kazanım yollarını sorgulamamız gerektiğini biz ina-nanlara ifade ediyor. Burada açıkça emek salt kazanım aracı olarak görülüyor ve onun dışındaki bütün üretim ilişkileri kökten reddediliyor. Yani sermayeye bağımlı ölçülebilir bir emekten (ücret) ziyade, sermayeyi oluş-turan ölçülemez emekten (sınıfsız toplum-üretim iliş-kisi) bahsediyor.

Günümüz kapitalist anlayışın temel varlık alanı ise emek dışı yollardan zenginleşme ve hegemonya oluş-turmasıdır. Günümüz dünyasının en önemli sömürü aracı emek sömürüsü ve faiz gibi emek dışı gelirlerle zenginleşmedir.

Özünde varlığı var eden ve varlığın kendisi olan Allah’a ait olan değerlerin ve varlık alanında tüm canlıların ortak kullanım alanlarının belirli ellerde toplanması tevhid-şirk mücadelesinin de temelini oluşturmaktadır.

Bugün sahip olduklarının getirdiği imtiyazlarla yok-sullara, mazlumlara hayatı dar edenler bilmeliler ki sa-hip olduklarının özünde yatan bütün varlık alemi Yüce Allah’a aittir. Allah bu sahiplik sorgulamasını Kur’an-ı Kerim de çok veciz bir şekilde ifade etmektedir. Ser-maye Allah’ın bahşettiklerinin bir sonucu. Ondan do-layı hak Allah’ın yani tüm insanların. Vakıa Suresi’nde Allah ‘anasır’ı erbaa’ da denen dört öğeye atıfta bulu-narak, üretilen herşeyin menşeinin kendisi olduğunu gösteriyor :

58. Attığınız meniyi gördünüz mü?59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önü-müze geçilmez.61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).62. Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret al-manız gerekmez mi?63. Yine toprağa ektiğiniz tohumu gördünüz mü?64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? 65. Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardık. Hayret eder dururdunuz. 66. “Doğrusu borç altına girdik.”67. “Doğrusu, biz yoksul bırakıldık” (derdiniz).68. İçtiğiniz suya baktınız mı? 69. Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?70. Dileseydik onu tuzlu yapardık. O halde şükretseniz ya! 71. O çaktığınız ateşi gördünüz mü? 72. Onun ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz? 73. Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptık.74. Öyleyse büyük Rabbinin adını yücelt.

Ayetlerde de görüldüğü üzere, bir sermayenin oluşu-munu sağlayacak ne varsa, insan gücünden toprağa, suya ateşe kadar, herşeyin sahibi olarak Allah kendi-ni var kılıyor. Böylelikle toplumsal düzlemde bu öğe-lere sahiplik oluşturacak her güce karşı da meydan okumuş oluyor. Dolayısıyla Allah’ın otorite sahibi bir otorite kurulmasından ziyade, varolan ya da olabile-cek otoritelere karşı deyim yerindeyse bir kalkan işlevi görüyor.

Sermayenin emek üzerinden elde ettiği üretkenlik artı değere denk düşmekte böylelikle şirk toplumunun da parametrelerini açığa çıkarmaktadır. Emeği tek kaza-nım aracı olarak gören İslam, biriken sermaye üzerin-den oluşan sermayenin belirli ellerde toplanmasını yasaklıyor.

Page 4: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

4 Allah Ekmek Özgürlük

“Allah’ın peygamberlerine diğer memleketlerden savaşsız ele geçirmesini sağladığı o gelirler, içiniz-den sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlete dönüşmesin. Allah’a , Peygamberine,muhtaç yakınlarına, yoksullara ve yolu kesilmişlere aittir.” (Haşr 7)

Bu ayette dikkat çeken şey, üretim ilişkisinin dışında kalan, fe’y malları üzerinden sermayenin toplum için-de nasıl dolaşım sağlaması gerektiğini belirtmesidir. Fe’y malları ki savaşmadan elde edilen ganimettir. Yani bir nevi elde biriken sermayedir. Kur’an, üretim ilişkisi olmadan biriken bu sermayenin toplumun ge-neline yayılacak şekilde dağıtımını öngörmekte. Bu-gün tekelci kapitalizmin en önemli unsurlarından biri olan oligarkların durumunu apaçık bir şekilde deşifre etmekte. Ayetteki devletten kasıt da bir avuç sermaye sınıfı…

Sermayenin bir şekilde yığılı halde bulun-masını dağıtan Kur’an’ı Kerim zaten üre-tim ilişkisine dayalı önermesinde kazanımı sadece emek üzerinden meşru görüp geri kalan sermaye hareketlerini anlamsızlaş-tırmaktadır. Böylece emeği öngörüleme-yen bir değer olarak görmektedir. Yani ücret konusuna değinmemektedir. Ragıp El-İsfahani Kur’an’da ‘ecr’ olarak geçen ve genelde ücret olarak çevrilen kavramın, ‘dünyevi mükafat’ anlamına geldiğini ve Kur’an’da anladığımız manasıyla ücret kavramının geçmediğini belirtmektedir.

Ücret kapitalizmin sınıflı toplumuna özgüdür. Grev gibi haklar da gene sınıflı toplum anlayışında yer bu-labilir. Bu yönüyle ücretli emek, emeğin sermayeleş-tirilmiş bir halidir ve emeğin yaptırım gücü , serma-yenin yapma gücüne dönüşmüştür. Böylece emek sermaye gibi üretime katkı sunan değerlerden biri olarak görünür.

Oysa emek bu açıdan değer değil, değer üreten de-ğerdir. Ku’ran’daki halife kavramı da burada anlam kazanmaktadır. Yapan, bozan, düzelten anlamlarına karşılık gelen halife, emeğin fonksiyonlarını kapsa-makta ve insanı emek sahibi varlık olarak nitelendir-mektedir. Aynı şekilde Mülk Allah’ındır ve bundan ötürü ekonominin iktidarla olan ilişkisi de ortadan kaldırılır ve insanlar ekonomik güçleri sayesinde top-lumda otorite kuramazlar.

Modern kapitalist sistemin özellikle müslüman algısın-da uğrattığı en büyük tahrifat hayata parçalı bakması-dır. Modern kapitalist algıda yaşam kurumlar üzerinden inşa edilir. Hukuk, siyaset, din ve ekonomi kurumlar eliyle var olurlar ve birbirinden farklı uzmanlık alanları oluşturularak birbirine yabancılaşırlar. Oysa Kur’an’ın vermiş olduğu bilinç hayata, topluma ve varlığa bü-tüncül bakabilmektir. Hukuk, siyaset, ekonomi ve din birbiriyle içiçedir. Namaz ne kadar dinsel bir ibadet ise emek mücadelesi de aynı şekilde dinsel bir mücadele-dir. O yüzden Maun Suresi’nde yoksul ile dayanışma ve namaz birbiriyle ilintili irdelenmiş; yoksullarla dayanış-mayan namaz gösteriş olarak addedilmiştir.

Page 5: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

5Allah Ekmek Özgürlük

1. Gördün mü dinini (Sünnetullâh’ı) yalanlayan şu kimseyi?2. İşte o, yetimi azarlayıp iter-kakar,3. Yoksulları doyurmaya teşvik etmez (cimri, bencil)!4. Vay hâline o (âdet diye) namaz kılanlara ki;5.Onlar, salâtlarından (okunanların mânâsını ya-şamaktan) kozalıdırlar (gâfildirler)!6. Onlar gösteriş yapanların ta kendileridirler!7. Hayrı da engellerler! (MAUN Suresi )

Biz müslümanları, özellikle diyanet eliyle kendi emeklerimizle yaptığımız ibadethanelere hem sa-hipleniyorlar hem de bizleri dört duvar arasına hapsetmek istiyorlar. Dini sadece belirli alanlarda ifa edilen bir inanış olarak göstermek istiyorlar. Oysa ki bizim inancımız yaşamın bütün alanlarında ada-letin, kardeşliğin, özgürlüğün ve tevhidin tesisi için mücadele etmeyi emretmektedir. Din, kurumsal bir çatının temsiliyetine giremez. Tüm insanlar halife olarak yaratılmış, yaşadığı doğadan, çevresindeki haksızlıklardan ve tüm insanların barış içerisinde ya-şamasından sorumlu tutulmuştur.

İşte bu bilinçle ve inanışla Antikapitalist Müslüman-lar olarak bir kez daha Fatih Cami’inde iş kazaların-da kaybettiğimiz kardeşlerimiz için gıyabi cenaze namazı kılacağız. En temel ibadetlerimizden olan namazımızı kuşanarak egemen kapitalist sistem karşısında mazlumlarla, ezilenlerle omuz omuza ve-recegiz.

Çağrımız vicdanı olan bütün insanlığa. Gelin, hep birlikte emeğin kardeşliğin insanca yasamanın mücadelesini Fatih Camii’nden başlatalım. Ne ka-dar farklı düşünürsek düşünelim, ne kadar farklı yaşam tarzlarımız olursa olsun, bu kubbenin altın-da Allah’ın rızkı da, adaleti de hepimize yeter. Bir avuç kodamana haklarımızı teslim etmeyelim.

Allah yeniden başlayanların yardımcısıdır.

ALLAH! EKMEK! ÖZGÜRLÜK!

Page 6: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

6 Allah Ekmek Özgürlük

Önceki yıllarda “Müslüman Öğrenciler Buluşuyor” programlarının ilk ikisi Özgür Açılım Platformu’nun çağrıcılığıyla gerçekleşmiş. Üçüncü programda ise Özgür Açılım Platformu, Hür Beyan Hareketi, Umut Gençliği, Genç Öncüler, Felah Çağrısı, Ma-vera Gençlik Hareketi ve bağımsız müslüman öğ-renciler tarafından Vicdani Ret konusunda ortak bir metine varılmıştı.

Bu yıl 4.sü düzenlenen Müslüman Öğrenciler Bulu-şuyor adlı organizasyon ise Boğaziçi Üniversitesi’nde Boğaziçi Mekteb: İslami Hareket'in çağırıcılığıyla gerçekleşti. Organizasyon hem bir arada olma hem de tartışma zemini oluşturma açısından çok verimli ve gerçekçi bir ortam oluşturdu. Müslüman öğren-ciler çağrısına birçok farklı düşüncenin canhıraş bi-çimde katılmış olması oldukça hoş bir tablo ortaya koydu. Birbirimizi dinlemek konusunda şüphesiz ki eksiklerimiz var ve bu tip açık oturumlar bunu aşma konusunda oldukça isabetli olacak inşallah. Bu yılki tebliğ bölümünde genel olarak üniversitedeki İslamî Hareketin dili, uygulanış biçimi ve geleceği anlatıldı. Genel bir eleştiriden çok grup faaliyetlerinin iç dina-miklerine eleştiriler yapıldı. Sert olmasını arzulamı-yorum ama bireyci bir yaklaşımla ele alındı konular. Yani etliye sütlüye pek karışmadan; kendi içimizde acaba eksiğimiz nedir? Nerede hata yapıyoruz? gibi masumane sorular soruldu. Adı üzerinde İslamî ha-reket "Hareketsizliği" bir sorun olarak ele almadı ve bunun sancısı da toplantıda çok net yansıdı. "Parça bütünün habercisidir." diye bir söz vardı. Bu sözün buluşmada yansıyışı mescid konusunda oldu. Boğa-ziçi Üniversitesi’nde açılamayan bir mescid sorunu var. Açık oturumda konuşup mescid konusunda ko-nuşmayan neredeyse yoktu. Herkes kendine göre bir yorum ve çare getirdi. Fakat kayda değer bulduğum cümle, M. İkbal Arkadaşın "Mescid; bize üniversi

tenin yapmasını istediğimiz bir ihsan değil, doğrudan sahip olduğumuz ve elde etmemiz gereken bir haktır." cümlesiydi. Çünkü ancak burada mücadeleci bir tutumdan söz edebilirdik. Mescid için kimseden izin almaya ihtiyacımız yoktu elbette. Okulun mey-danında öğle vakti 50 kişi her gün namaz kılsa ve böylece müslümanca bir tavırla protesto etse kim-seden bir izin ve ihsan beklenmesine ihtiyaç olmaz veya ciddi anlamda bir muhalefetin sonunda öğ-renciler okulda söz sahibi olduğunda burası mes-cidimizdir diyerek, kıbleye dönmekte çekince duy-mazdı. Şu kadar var ki mescid konusu tepkilerinde kısmileşen ve sorunlar karşısında takınılması gere-ken tavır nedir? sorusuna bakmak gerekir buradan. Biz muktedirlerden kendi sahip olduğumuz hakları lutfetmelerini temenni ederek ömür mü tüketeceğiz yoksa siz yalancı ve işgalcisiniz deyip Allah'ın bize verdiği hakkı müdafaa mı edeceğiz?

İman LÂ ile başlar. Kelime-i Tevhid LÂ (hayır,yok) reddiyesiyle başlar. Kendini hüküm koyucu ve mülk sahibi olarak ilan eden yeryüzünün sahte ilahlarına karşı HAYIR demekle başlar. O yüzden biz Lâ diyoruz ve mücadeleye bu reddiye ile başlıyoruz. Müslüma-nın haksızlık karşısında seçim lüksü yoktur. Ayet-i kerimede geçen "kendileri, ana ve babaları aleyhi-ne de olsa Hakkı söylerler" nitelemesine uymak zo-rundadır. Dünyanın şurasındaki haksızlık önemsiz, şurasındaki önemli deme lüksü yoktur. Maalesef toplantıda bazı arkadaşların " Gerekirse işçi ölümleri de dillendirilir" "icabında işçiler için de eylem yapı-lır" gibi sözleri işçilerin hak davasının diğerlerinden daha bayağı ve ucuzmuş gibi algılandığı düşüncesi uyandırıyor. Bu tepkiyi orada koyduğumuz için bura-ya da alıyoruz. Halbuki Peygamberimizin "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır" sözünde hiçbir alt haksızlık, üst haksızlık tanımlaması yoktur. hala.

“MÜSLÜMAN ÖĞRENCİLER BULUŞUYOR - 4” ve 1 MAYIS’TA MÜSLÜMANLAR

Page 7: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

7Allah Ekmek Özgürlük

Haksızlık nerede ise müslüman onun karşısındadır. Türkiye gibi dünyanın bütün ülkelerinde kapitalist sö-mürü düzeni milyonlarca işçiyi katletmektedirHelal para kazanmak uğruna can siperane çalışan iş-çiler, asgâri ücret adındaki modern prangalarla kürek mahkumluğu yaparken, elitist bir siyaset anlayışıyla kürsülerde, yemek masalarında İslami Hareket yaptı-ğını iddia edenler kendilerini gözden geçirmeliler!

Toplantıda bizim bu çığlıklarımıza "sosyalizme ben-zeyerek İslam müdafaa edilir mi?" diyerek tepki gös-terdiler. İşçinin, memurun, yolda kalmışın, yetimin, düşkünün hakkının savunulması ve müdafaası neden sosyalizm olarak adlandırılıyor? Biz bunları Kur’an’dan ve Peygamber Efendilerimizden öğreniyoruz. Hepsi Hakkaniyet uğruna mücadele etmişler ve bu uğurda canlarını ortaya koymuşlar. Biz, çevresinde aç yatan insanlar olduğu sürece rahat uyuyamayan bir pey-gamberin ümmeti iken hangi batılı terminolojinin bize kaynaklık etmesine ihtiyaç duyalım. Mazluma kimliği ve inancı sorulmaz, mazlum mazlumdur. Zalim bir idarecinin müslüman olması hiçbir şey ifade et-mez, çünkü o bir zalim olarak önce zulümden vazgeç-meli ve Hakkı sahibine teslim ederek İslam olmalıdır.

Biz de 1 Mayıs'ta zalim idarecilere ve sömürgeci ser-maye sistemine karşı emeğin ve alınterinin yanında olmak adına meydanlardayız. Gönül ister ki Peygam-berlerin mustazafların yanında olduğu gibi, ümmeti de mustazaflara sahip çıksın ve müslümanca bir du-ruşla silahsız, küfürsüz bir hak arayışının mümkünlü-ğünü göstersin. Bizim elimizde silah olmayacak, top tüfek olmayacak, vücudumuzla orada olacağız. Yalnız yukarıya doğru diktiğimiz bir parmağımız ve dilimiz-de tekrarlayarak haykırdığımız şiarımız olacak.

EHÂDÜN EHÂD !

Din, sürekli iktidarların elindeki bir araç olmaktan çı-karılıp, ezilenlerin hakkını savunan, peygamberî bir duruşla hakkı örten kafirlerin (örtenlerin) karşısına, "ayakta dimdik duran bir din" şeklinde çıkmalıdır. Unutulmamalıdır ki Allahu Teala bunu yapmayanlar-dan Kur’an'da hesap sormuştur." Sizden önceki asır-larda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemesi gerekmez miydi? " Bu soruyu kendimize bir kere olsun samimiyetle soralım. Önlemeye çalı-şıyor muyuz?Bunu sadece sandığa gitmek olarak mı görüyoruz? Bu soruya İslamın direniş usulünden başka hangi usül cevap verebilir ?Ayetin devamında "Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız

pek az kişi böyle yaptı. Zulmedenler ise KENDİLE-RİNE VERİLEN REFAHIN PEŞİNE DÜŞTÜLER. Zaten onlar günahkâr idiler." (Hud :116)

Arkadaşlar! Kardeşler! Hz. Nuh, Hz.Hud,Hz. Salih, Hz. İbrahim ve Hz. Lut Peygamberlerin kavimlerini ve kıs-salarını anlatan Hud suresinin son ayetlerinde geçen bu sözler kime? Zulmedenlere verilen REFAHın mü-sebbibi kim ? Eğer Hakkı ayakta tutan ve mücadeleyi sürdüren bir kavim olsaydı böyle olacak mıydı? Ayetin devamında,“Halkı, salih ve ıslahtan yana kimseler olsaydı,Rabbin o memleketleri haksız yere helak edecek değildi" Hud 117

Arkadaşlar! Islahtan yanayız ve bu yüzden HAYIR (Lâ) diyoruz. ZULMEDENLERE REFAH VERMEYECEĞİZ, bu yüzden HAYIR (Lâ) diyoruz. Zulmeden kim olursa olsun karşısında, mustazaf (ezilen),hakkı yenen kim olursa olsun yanında olacağız. Biz parti veya isim et-rafında değil, işçi, emekçi VE MÜSLÜMAN olarak Hak-tan yana olmak için meydanlarda olacağız. 1 Mayısta Fatih Camii’nden Alanlara doğru yürüyeceğiz. Müslümanca bir tavırla. Barış ve kardeşlik içinde. Allah Kıyamımızı mübarek kılsın.

Page 8: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

8 Allah Ekmek Özgürlük

özelinde iktidar sermaye ve sendikacılık işbirliği

‘’İstanbul Esenyurt’ta, toplu sözleşme sürecinde ya-şanan tıkanma ve taleplerinin patron tarafından ka-bul edilmemesi üzerine, GREIF çuval fabrikası işçileri fabrikayı işgâl ederek direnişe başladılar. ‘’GREIF adında bir fabrikanın olduğunu, 1500 işçi ça-lıştırdığını ve bunların 1000 kadarının taşeron olarak çalıştırıldığını, birçoğumuz 9 Şubat 2014 tarihinde yu-karıdaki cümleyi sosyal medyada okuduğumuzda öğ-rendik. Hak, emek ve adalet konusunda duyarlı olan kesimlerin bir anda dikkatlerini çeken ve ne olduğunu anlamak için gerek sosyal medya üzerinden organize olarak, gerekse bizzat direnişe dahil olarak meseleyi daha yakından öğrenmek adına bir süreç başladığına hepimiz şahit olduk.

İşçilerin ağzından ilk edindiğimiz bilgiler; maddi-manevi kötü çalışma koşullarına isyan edip 2013’te DİSK’e bağlı Tekstil Sendikası’nda örgütlenme iradesi gösterdikleri, o günden bu yana patronun baskısıyla karşılaştıkları, örgütlenmeye öncülük eden işçilerin iş-ten çıkarıldığı, diğer işçilerin sendika üyeliğinin patron tarafından engellenmeye çalışıldığı ve çeşitli tehdit-lerle işçilerin sindirilmek istendiği bilgilerini edindik. Fakat işçilerin buna rağmen yılmadığını, örgütlenme çabalarına devam ettiklerini, Çalışma Bakanlığı’ndan sözleşme yetkisini alıp, toplu sözleşme için patronu masaya oturtmayı başardıklarını da mutlulukla dinle-dik. Ancak; patronun örgütlenme sürecindeki işçi ve sendika düşmanı tutumu, müzakereler sırasında da devam etmiş. Gerek görüşmeleri sağlıklı yürütmemek adına kasıtlı tutumları, gerekse bu süreçte işçilerin di-renişini bölebilmek adına yapmaya çalıştıkları dalave-reler, süreci epey uzatan sebeplerden olmuş.

İşçilerin bu denli öfkeli oluşlarının bir sebebi de; ABD sermayeli Greif’in Esenyurt ve Dudullu fabrikaların-daki taşeronlaştırma uygulamaları. Greif’deki yaklaşık 1500 işçinin 1000 kadarının taşeron olarak çalışma-sı, Greif çatısı altında 44 ayrı taşeron şirketin faaliyet göstermesi, sürecin bu noktaya gelmesini kaçınılmaz kılmış. Anlaşılan o ki, patron taşeronlaştırmayı temel istihdam politikası haline getirmiş ve bunu yaygınlaş-tırmak istiyor. Taşeronda çalışmayan

500’e yakın işçinin örgütlenmesi ve işverenin buna karşı çıkması, sendikal örgütlenmeye neden engel olunmaya çalışıldığını da açıklamaya yetiyor.

Bu süreçte işçileri öfkelendiren ve hatta hayal kırıklı-ğına uğratan bir gelişme de, örgütlenmeye çalıştık-ları sendikanın yöneticilerinin yeterince yanlarında olmamaları ve direnişe gereken desteği vermemeleri. Gerek Türkiye’deki gerekse dünyadaki sendikacılığın içinde bulunduğu yozlaşmayı, bu örnek üzerinden okumak da çok mümkün.

Tabi bütün bu gelişmeler, bir sistemin yarattığı mağ-duriyetin sonucu olarak karşımıza çıkan belirgin ör-nekler. Kapitalizm’in hüküm sürdüğü bütün top-raklarda, bu ve buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Bize düşense, bu olay özelinde esaslı bir tespitte bulunup, köklü bir sistem eleştirisi yapmak.

Bilindiği üzere Kapitalizm, yeryüzü nimetlerini ve üre-tim araçlarını özel mülkiyete dönüştürüp, daha çok kâr edebilme mantığı üzerinden kurgulanmış bir eko-nomik sistemdir. Fakat aynı zamanda da, bireyin ve toplumun ekonomik koşullarını doğrudan belirleme gücü elinde olduğundan, onların sosyal yaşamlarını da kendi çıkarına hizmet edecek bir şekilde dilediği gibi ölçülendirebildiğinden, bu şekilde otorite kuran bir iktidar biçimidir. Öyleyse Kapitalizm maddi-mane-vi sömürüye dayalı bir sistemdir.

Taşeronlaşmanın da işte bu sömürü ilişkisini had saf-haya çıkararak daha çok kâr etme amacına hizmet eden bir uygulama olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kendi kadrosunda çalıştırdığı bir işçinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarıyla yüzyüze kalan işveren, bunlara direkt muhatap olduğunda çok daha fazla para ve enerji sarfederken, taşeron bir şirket aracılığıyla işçi kiraladığında çok daha az para ve enerji harcayarak kendince daha kârlı ve verimli bir çözüm üretmiş olu-yor. Özellikle iktidarın çıkardığı yasaların da bu amaca hizmet etmesiyle, hukuki anlamda da diledikleri gibi at koşturabildikleri bir alan bulup, gariban emekçi in-sanlara, isyan etmekten başka bir çözüm bırakmıyor-lar. Dolayısıyla bu koşullarda, taşeronlaşmanın emekçi insanlara getirdiği şey, daha çok sömürü, daha çok yoksullaşma ve hatta açlık oluyor.

Page 9: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

9Allah Ekmek Özgürlük

Tam bu noktada “Sendikacılık” hakkında da birkaç söz söylememiz gerekir. Emek ve Sermaye arasında tarih boyunca süre gelen bu çatışma ortamı, emeğiyle geçinen insanların örgütlenip hep birlikte mücadele etmelerini zorunlu kılmıştır. Özellikle Fransız Devri-mi sonrası, Burjuvazinin yükselişi ile birlikte buharlı makinelerin yoğun olarak kullanılışı ve seri üretime geçilmesi, emeğin sermaye tarafından giderek değer-sizleştirilmesine ve bu çelişkinin iyice ayyuka çıkma-sına sebep oldu. İşte tam bu süreçte 19. yy’ın ilk çey-reğinde, önce İngiltere’de sonra Fransa’da sendikalar kurulmaya başlandı. Özünde sermayeye karşı işçilerin yanında olmak ve onları örgütlemek amaçlı kurulan sendikalar, tarihsel süreç içerisinde hiyerarşiye dayalı bir iktidar biçimine evrildiğinden, sistemin var ettiği kurumlara dönüştüler. Yani üye olan işçinin 1 günlük yevmiyesi ile geçimini sağlayan sendikalar ve sendi-kacılar, milyonlarca insanın emekleriyle sağladıkları para akışı ile öyle bir güce ulaştılar ki, karşı durduk-ları güçten beslenir hale geldiler. Bu da mücadelenin bir danışıklı döğüşe dönüşmesine sebep oldu. Çünkü karşı durdukları sistem ortadan kalkarsa, sendikalar ve sendikacılar da bu para akışından ve güçten mahrum kalacaklardı. Tabi bu tespit bütün sendikalar ve sendi-kacılar için yapılabilecek bir genelleme değildir. Fakat sistemin yarattığı bu çelişkili durum bir gerçektir.

Gerek iktidarı, gerek sermayeyi, gerekse sendikaları ayakta tutan şey, yoksul gariban insanların emekleriy-ken, kendi emekleriyle oluşturdukları kurumlar tara-fından mağdur ediliyor olmaları da ayrıca üzerine çok düşünülmesi gereken bir başka konu. Aslında bu üç kurumsal yapının, yapılanma modeli olarak yanlışlığı-nın sebepleri aynı şeyler. Sorun yine Mülk ve Otorite sorunu. Siyasi iktidarın, sermaye sınıfının ve bu iki ya-pıya benzer temellerde yürütülmeye çalışılan sendi-kacılığın, bu koşullarda bu kadar halkın gerçeğinden kopuk olması gayet anlaşılabilir bir durum. Piramidel bir yapı ekseninde kademe kademe yükselen ve en tepede bir tek insanın olduğu, aralarda da benzeri bir hiyerarşik örgütlenmenin olduğu, içe kapalı, eleştiri kabul etmeyen, tek çözümü seçim olarak gören, içe-risinde yer alan tüm organların bir şekilde tepedeki-ne bağımlı kılındığı, açıklığın-şeffaflığın olmadığı ve dolayısıyla eşitliğin-adaletin ve özgürlüğün mümkün olmadığı yapılanmalar hepsi.

Ezilenlerin mücadele geçmişinde, aynı tip örgütlenme biçimlerinin kalıcı çözümler getirmediği bir dolu ör-neklerle dolu geçmiş deneyimler var. Ve hepimiz artık iyice emin olmalıyız ki, bu örgütlenme biçimleri, bizim ideallerimize hizmet etmiyor. Artık toplumun bütünü-nü kapsayan, yeni bir örgütlenme biçimine

ihtiyacımız var. Dini, etnik kökeni, mezhebi vb. aidiyetle-ri ne olursa olsun, kimsenin ötekileştirilmediği, hiyerarşi barındırmayan, elde edilen kazanımın azınlık bir sınıfın mülküne ve otoritesine dönüşmediği, ortak sorumluluk alınıp, ortak değerler üretilen bir yapı olmalı bu.

Artık başkanların, patronların, özel statü sahibi in-sanların dönemi kapanmalı. Herkes kendi ve diğer bireylerin geleceği ile ilgili konularda söz ve sorum-luluk sahibi olmalı. Meseleler ve çözümler mutlaka herkesin karşılıklı istişaresiyle ele alınmalı. Kararda, sorumlulukta ve kazanımda herkes adaletli bir eşitliğe tâbi olmalı. Eşitler arası sorumluluk bilinciyle hareket edilmeli. Kendine duyduğu sorumluluğu diğerlerine de duymayı alışkanlık haline getiren, yardımlaşma ve dayanışmayı esas alan, kimsenin kimseden üstün ol-madığı, herkesin gücü ve yeteneği ölçüsünce emek verdiği ve kimsenin emeğinin kimsenin emeğinden üstün olmadığı bir örgütlenme biçimi yaşamın bütü-nüne hakim kılınmaya çalışıldığında, inanıyoruz ki şu an var olan sorunları bir bir çözmeye başlayıp, hayatı bize zından eden haram yiyicilere hak ettikleri dersi vereceğiz.

‘’Onlar Rablerinin çağrısına kulak verir ve destek-leşirler. İşleri aralarında istişare ederler. Onlara rı-zık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler. Ve onlar bir haksızlığa uğradıklarında, yardımlaşıp YEKVÜCÛD olurlar’’ (ŞÛRÂ 38-39)

‘Fabrikaya bu sabah polis müdahale etti, 91 işçi gözaltına alındı. Bazı işçiler müdahale sırasında ya-ralandı. 12 işçi ise fabrika çatısında eylemini sürdürüyor.

Fabrika önünü kapatan polis, işçilere su ve yiyecek götürmek isteyen avukatlarına ve milletvekillerine

izin vermedi.’ *cnnturk.com

Page 10: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

10 Allah Ekmek Özgürlük

DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK

SEFA GENÇ

Mazideki ihtişamına kavuşma istikbali vadediyor her akım. O zamanlar kendini ortaya koyduğu gibi tekrar koymak istiyor her seferinde. Baş döndürücü geliyor düşününce ve “bir zamanlar..” diye söze başlıyor, “böy-le olmuştu.” deyip bitiriyor. Anlatmak istediği, tekrar olabilir, o günde olduğu gibi yine yaşanabilir. Zafer hatırasını yaşatıyor. O fikri meşru kılan şeyin zafer elde edilmiş olması diye düşünüyor. Yaymak için o fikri, za-fere götüren yol bu yoldur deyiveriyor.

Roma imparatorunun 230’lu yıllardaki ihtişamını bir düşünün mazisi ne kadar zengin.Zaferlerle ve göste-rişlerle dolu.Hedeflediği İstikbali o zengin, güçlü ma-ziye dayandırıyor. İnsanlar onun sözde “ululuğunu” o mazi üzerinden tasavvur ediyor, kabule şayan görüyor. İnsanlar imparatoru desteklerken onun sahip olduğu gücü ne tür gayrı meşru işlerle elde ettiğine ve her türlü zorbalığına aldırmaksızın kendilerini o güç gös-terisine bırakıveryorlar. Buna da genel tabirle “güce ta-pıcılık” deniliyor. İnsanların bu acizliği, binlerce yıl önce olduğu gibi maalesef bugün de aynı taassupla devam ediyor. Gücü tartışmaksızın, meşruiyet olarak addedi-yor. Yüzbinlerce camide beş vakit “En Büyük Allah’tır” derken üstelik. Hiçbir zaman özne olmamış olan halk doğal olarak ka-zanılmış zaferlere tabi oluyor ve o güç sahiplerinin ken-dilerini emin kılacağını zannediyorlar.Bunda şaşılacak bir durum görmüyorum.Halk edilgen oldukça, kapita-list sömürü içerisinde sadece birkaç boğazı doyurabil-mek için ömür boyu köle gibi kullanıldığı müddetçe, gücün iyi ellerde toplanması yalnızca hayalden ibaret kalır. İnsanların yönetim üslübu tepeden dibe şeklinde olduğu müddetçe dip her zaman tepeye muhtaç oldu-ğunu düşünür. Dipten tepeye doğru bir yönetim tanrı-kral anlayışa terstir. Bu yüzden gelenek hep tepeden inmeci bir anlayışla süregelmektedir.Tanrı-kral anlayış bu düşünce ile yaptığı her zorbalığı meşru gösterecek-tir elbette. İslam bu noktada bütün peygamberlerle o tepedeki benlik abidesi mütekebbir zihniyeti hedef alır. Onu oradan indirip, devirip, yıkıp kurmuş oldukları pramidi tepetaklak eder. Aslında o mütekebbiri tepeye çıkaran şey farkındalık kılacağını iddia etmiş olmasıdır. Araya fark koymasıdır. Bunun günümüzdeki hali pale-menter sisteme bakacak olursak, karşısına abuk sabuk

birkaç parti alır ve sürekli onları dövüp güç sahibi ol-duğunu ve meşruiyetininde bu dayaktan geldiğini id-dia eder. Halkta işin kötüsü bu dayağın kendisi adına atıldığına kani olmuştur. Halk derken, asgari şartlar adı altında zulüm içinde yaşamak zorunda bırakılan insan-lardan bahsediyorum.

Peki iktidarlar bunu nasıl kullanıyorlar ? Günümüzün tartışmaları çok cıvık ve sorgulamacı de-ğil tarafçı tartışmalar gibi geliyor güzüme. Bu sebep-ten kaçıp 1900lerin ilk çeyreğine gidiyorum. Bu yıllar-da gücün insanlık üzerinde ne tür bir trajediye sebep olduğunu söyleyen ve sorgulamayı insanlık tarihinin tohumlarından başlarcasına yapmış olan Erich Maria Remarque’nin romanına çeviriyorum. Kendisi de be-nim kaçış bahanem dediğim bir içsellikle kitabın ismini Batı Cephesinde Yeni Birşey Yok olarak uygun görmüş. Burada bu güç algısının temellerini sarsan bir yakla-şımla genel bir savaş sorgulaması yapmış ve çok güzel bir şekilde net bir sebebe kavuşturmuş. Bir bölümünü çekip buraya alıyorum. Erler arasında çatışmanın olmadığı bir sıra, cephede geçen bir konuşma… Çok şey var içinde, bir dünya ta-rihi sorgulaması var. Ben ülkenin son dış politikasızlık durumuna değinmek için konuyu biraz genişten ala-cağım.

Kropp: “Bizler vatanımızı savunmak için burada bulu-nuyoruz. Ama Fransızlar da yine vatanlarını savunmak için buradalar. Şu halde haklı olan hangi taraf?”Ben kendimde inanmadan “Belki iki tarafta”diyorum Albert : “Peki öyle olsun.” Diyor ve beni düç duruma sokmak ister gibi ekliyor.

Page 11: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

11Allah Ekmek Özgürlük

”Ama bizim profesörlerimiz, rahiplerimiz ve gazete-cilerimiz sadece bizim haklı olduğumuzu söylüyorlar. İnşallah öyledir! Şu var ki Fransız profesörleri, papazları ve gazetecileri de sadece kendilerinin haklı olduğunu söylüyorlar. Şu halde doğrusu ne?”Ben “Bilmiyorum.” diyorum. ”Kesin olan şu ki savaşta-yız ve her an yeni yeni ülkeler de savaşa katılıyor.”Tjaden yine gözüküyor. Halâ heyecanlı. Bir savaşın na-sıl patlak verdiğini öğrenmek isteyerek, konuşmaları-mıza katılıyor. Albert, oldukça üst perdeden: “Çoğu böyle olur,” diye yanıtı konduruyor. “Bir ülke ötekini ağır surette tahkir eder.” Ama Tjaden, vurdumduymaz görünüyor:“Bir ülke mi? Ne demek istediğini anlamadım. Alman-ya’daki bir dağ, Fransa’daki bir dağı nasıl tahkir ede-cekmiş! Ya da bir ırmak, bir orman ya da bir buğday tarlası bu işi nasıl yapabilir?” Kropp: ”Bu derece budala mısın, yoksa mahsus mu yapıyorsun?”diye homurdanıyor.” Elbette ki bunu demek isteme-dim.Bir millet ötekini tahkir ederse…” Tjaden: “Şu halde burada benim işim yok.” karşılığını bastırıyor. “Ben hiçbir şekilde tahkire uğramış değilim.” Albert, öfkeli öfkeli: ”Seninle bu işi konuşanda kaba-hat.” diyor. “Bu işte benim gibi bir zavallının ne gibi bir rolü olur-muş?” Tjaden: ”O halde ben evime rahat rahat dönebilirim.” diye ayak diriyor ve herkes gülüyor. Müller: ”Yahu bundan murat bütün millet, yani dev-let demek istiyorum.” diyor. Tjaden: ”Devlet, devlet” diye parmaklarını kunaz kur-naz şaklatıyor. ”Sizin devlet dediğiniz şey jandarma, po-lis ve vergi. Senin bununla bir işin varsa, benden paso.” Kat : “Orası öyle” diyor. “Kırk yılda bir doğru laf ettin. Devlet, ülke ve Tjaden arasında gerçekten fark vardır.” Kropp: “İyi ama bu ikisi birbirinden ayrılamaz ki.” diye fikir yürütüyor. “Devletsiz bir ülke hiçbir yerde yoktur.”“Doğru. Ama bir düşünsene ! Hemen hepimiz de sıra-dan kişileriz. Fransa’da insanların çoğu da yine işçiler, zanaatkârlar ve küçük memurlar. Şu halde bir Fransız demircisi veya kunduracısı bizlere neden saldırsın ? Hayır, hayır. Bunları yapan hep hükümetler. Ben bu-raya gelinceye kadar hiçbir Fransız görmüş değildim. Fransızların çoğu da bizimle aynı durumdalar. Bize ne kadar ise onlara da o kadar soruldu.” Tjaden : ”Şu halde neden savaş var yeryüzünde?” diye soruyor. Kat omuzlarını kısıyor: “Savaştan yararlanacak kim-seler olmalı.” Tjaden sırıtıyor: “Ama ben onlardan değilim.”

“Sen de değilsin, Buradakilerin hiçbirisi de değiller.” Tjaden işin arkasını bırakmıyor: “Şu halde yararla-nan kim? Kaiser’e bir yararı dokunacağını sanmıyorum. Onun her şeyi var.” Kat : “Bence öyle değil.” diye karşılık veriyor. “Şimdi-ye kadar hiçbir savaş yapmadı. Oysa her imparator en azından bir savaş yapmıştır. Yoksa gerçek bir impara-tor olamaz. Okuldaki tarih kitaplarına bir göz atsana!”….Belki bütün savaş tarihçesi bu elekten geçirilse ayrıla-cak üç beş diriliş mücadelesi hariç hepsi açık bir şekil-de ötede kalır. Bu kesitte bir çok değinilecek yer var fakat ben yalnız-ca iki önemli noktaya değineceğim. Kropp ismindeki arkadaşımızın üzerinde şekil bulan devlet millet ikilemi ve buna olan küçük isyanı… “İyi ama bu ikisi ayrılamaz ki.” Evet ideal olan budur, devlet ve mlletin birbirinden ayrılmaz bir bütün halinde iç içe olması ideal olandır. Yönetim olgusunun halktan bağımsız, tepeden inmeci bir şekilde algılanması düşünülemez.İnsanlar için ha-yat ve ölüm kararı birkaç yönetici vasıflı zorbanın ih-tiraslarına bırakılamaz. Asıl savaş, insanlar üzerinde böyle bir tahakküm kurmak isteyen zalimler ile mazlumlar arasındadır. Bu ikilemden kurtulmalıyız. İslam, yönetim algısını bu şekilde parçalı oluşturmaz. Tam tersi bunu yıkan bir dindir. İslamda soylular, lord-lar, aristokratlar bulunamaz. Yönetim anlayışı, emanet ve sorumluluktan ibarettir. Tahakküm söz konusu de-ğildir. Çünkü hüküm ve otorite yalnız Allah’a aittir.

Bu ikilemi oluşturduğumuzda Kropp’a karşılık veren Kat’ın deyimiyle savaşanlar, didinenler, üretenler millet; yiyenler, sömürenler, zulmedenler devlet olacaktır. Bu istenmeyendir. İdeal düzen içerisinde böyle katman-lara yer yoktur. Bu bizim tabirimizle “parçalı bakış”tır. Bu bakış göz ile değil şuurlarda zihinlerde bütün idrak sistemini sarmalamış bir hastalık gibi kişiyi her yolda çıkmaza sokan bir bakıştır. Halk zemininde de olsa devlet ve millet kadrosunun hep birbirinden ayrı gören kafalar her zaman yanılmış ve toplumun ezilenler ve sömürenler olarak hep parçalı hale gelmesine neden olmuştur. Dikkat ederseniz burada iyi niyetli olarak parçalı bakanlardan bahsediyorum. Bu tam olarak şu-anki Türkiye halkını ifade ediyor. Kendisinin hep pasif kalabileceğine inananların insanların başına, “herşeyi tamam olmasına rağmen” yine de gücünü daim kıl-mak isteyen zorba müktedirler gelmektedir. İnsanlık bunu bu şekilde anlamlandıramadıkça, kendisini hep altta müktediri hep üstte asla değişmez ve müdahale edilemez olarak gördükçe ölmeye, ezilmeye, açlığa ve perişanlığa mahkum olarak kalacaktır.

Page 12: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

12 Allah Ekmek Özgürlük

Biz diyoruz ki Allah’ın bir bütün olarak yarattığı insan-lığın muhtaç olduğu adalet kendi makam mevki ihti-rasları içinde vahşileşmiş siyasilerin, her değeri kendi sermayesiyle unufak edip sömüren sermayedarların elinde değildir. Bu adalet Allah’ın ölçüsündedir. Siya-setin, ilmin, mal ve gücün bir elde dönüp durmasını yasaklıyor. Çünkü Mülk ve Otorite Allah’ındır. Bunların eşitçe yayılmasını istiyor. O’nun hükmüne tabi olarak. Bir diğer hususta da görüyorsunuz bir anda hiçbir sorunumuz olmayan ülkelerle bile savaş haline gele-biliyoruz ve bize ait olmayan bir savaşta taraf olmak durumunda bırakılıveriyoruz. Emperyalizmin ortadoğu topraklarındaki malum petrol ve pazar planları yüzün-den değiştirdiği hükümetlerden birini tutmak gibi an-lamsız bir çıkmaza sürükleniyoruz. Erdoğan hükümeti-nin üç yıldır sergilediği Suriye tavrı herkesin malumu. Bölge çok karışık bir hâl aldı. Birçok silahlı grup toprak paylaşımına kadar gitti. Bölgenin ağabeyi olmak adı-na “gizli el”lerden alınan desteklerle ona buna hareket çekiliyor. Binlerce yıldır birbirinin içine karışmış or-tadoğu halkları, birbirine düşman ediliyor, edilmek isteniyor. Her türlü ahlaksızca hareket ile sürekli yara taze tutuluyor. Taciz saldırılar, kaçırmalar, öldürmeler devam edip duruyor. Bu coğrafyada dönen hesaplar yüzyılı aşkın ancak bu savaşlar, demokrasi savaşı ve özgürlük mücadelesi adı altında otuz yıldır petrol ve pazar düşkünü karterlerin, hesabına yeni haliyle hiz-met ediyor. Bölgenin kendini yönetmesi istenmiyor, çok açık. Heder olan milyonlarca insan da kimsenin umrunda değil.

Türkiye bunun neresinde peki? Hele şuanki savaş çığırtkanlığı ile yapmak istediği nedir?

Suriye’de kurulan Işid Türkiye toprağına saldırı tehdi-dinde bulunuyor. Suriye’de çıkartılmak istenen savaşa zemin hazırlıyor, savaş isteğini toprakla, türbeyle ka-muya mâl edip diri tutmak işini lâyıkıyla yapıyor. Nato üyesi Türkiye’nin Suriye’de söz sahibi olması isteniyor. Yine bir tesadüf olacak ki kamuoyunda cemaat-hü-kümet kavgası yaşanırken aynı zamanda amerika da Türkiye’ye sırtını dönmüş gibi gözüküyor. (Böyle bir tavır takınmış gibi davranıyor.) Tek adam üzerinden savaş başlatmak istiyor çünkü. Savaşı Erdoğan’ın sava-şı yapmak istiyor. Çünkü hükümetin de bu zafere çok ihtiyacı var, gücünü meşrulaştırmak, bölgenin ağabeyi olmak adına.

Biz sözde sürtüşmelere aldanmayız. Koltuklar arasın-daki bürokrasi bizi bağlamaz.

Halk olarak bu savaşın neresindeyiz?Suriye’de zulüm var ve biz mazlümların yanındayız öyle mi?İşte Irak örneği… İşte Mısır… İşte Filistin… İşte Çeçe-nistan… İşte Afganistan…

Ne oldu onlara? Tek bir fiili müdahale ve yardım hani nerede? Süleyman Şah Türbesi’ne saldırdılar da “ata yadigârı emanet” mi sadece sebebi savaşın? Necef’te Hz Ali türbesi etrafında yapılan zulümler sırasında neredeydi bu hassasiyetiniz ?Amerikan askerleri tarafından tecavüze uğrayan ka-dınların çığlıkları yankılanırken o türbenin duvarlarında ve yıkarken tüm camilerin duvarlarını o mazlum çığlık o zaman neredeydi bu hassasiyet ! Ebu Ubeyde (R.a) fethettiği şehir Kûfe’nin üzerine bombalar inerken; 1400 yıllık camilerin tepesine havan topları düşerken neredeydi sizin külhanbeyliğiniz? Hayır! Hayır bu savaş o hassasiyetin savaşı değil. Bu savaş zafer kazanmak zorunda olan, imparatorculuk oynayan bir zalimin savaşıdır. Binlerce masumun kanı üzerinde kendi koltuk savaşını yapan mütekebbirin sa-vaşıdır. Bu savaş ne oradaki halkın ne de Türkiye’deki halkın başlattığı bir savaştır. O halkların savaşı bam-başka bir tavırla ve çok daha acımasızca olacaktır.Bin-lerce yıldır içiçe yaşamış bir halkın kaderini birkaç başı bozuğun eline teslim edemeyiz.

“Onlar Rablerine inanmış gençlerdi. Biz de onların Hidayetini artırdık. Kalplerini kuvvetlendirdik. AYAĞA KALKARAK dediler ki: -Bizim Rabbimiz yerlerin ve göklerin Rabbidir. Biz ondan başka otorite ve güç sa-hibi tanımayız, ondan gayrısından da yardım isteme-yiz. Yoksa gerçek dışı iş yapmış oluruz.” (Kehf 13,14)Allah bu azmi ve kuvveti bize de versin. Kıyamımızı mübarek eylesin.Kapitalizm ve onun gayrı meşru çocuğu emperya-lizmin iki eli kurusun!

Page 13: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

13Allah Ekmek Özgürlük

çağımız ve varoluş

Funda doğan

Kâr oranındaki artış hızının düşüşe geçişiyle 70’ler-de krize giren sistem, kendisine yeni meta alanları yaratma ve taşeronlaşma ile emeği değersizleştire-rek, düşüşe geçen ivmeyi tekrar artışa döndürmeyi amaçladı. Özellikle 80 sonrası bu amaçla ortaya ko-yulan açık liberal politikalar ile doğa, hava ve insan yoğun bir metalaşma sürecine girdi. İmara açılan or-man alanları, şirketlere kullanım hakkı satılan nehirler, muazzam sayıdaki HES’ler, sağlık, eğitim gibi hizmet alanlarının sektöre dönmesi gibi bir dizi süreci yaşa-yan Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede, insanın metalaşması kaçınılmaz oldu. Öncelikle bu metalaşma sürecinin işlemekte olduğu yerlerde hayatta kalmanın maliyeti ciddi şekilde artıyorken, bir yandan da emek gücü ucuzlamaktadır. Asgari yaşam şartlarını sağla-manın gittikçe zorlaştığı bu düzlemde, kapitalizmin özünde olan rekabetçi anlayış sistem tarafından birey-lere gittikçe artan bir yoğunlukta işlenmektedir. Öyle ki plaza insanları performans kaygısı ile gece gündüz çalışmakta, beyaz yakalılar artık avantajlı konumunu kaybetmekte ve asgari ücretle çalışan emekçi kesim taşeronlaşma gibi politikalar yüzünden en kötü şartlar-da çalışmayı kabul etmektedir.

Narsisizm çağın hastalığı olarak görülüyor. Bireyselci tüketim toplumunda bireyler kendi başarılarına odaklı, bencil, bir birlerinden uzak ve rekabetçi ilişkiler kur-maktalar. Yaratılan yapay ihtiyaçlar ve alışkanlıklar sis-tematik sömürünün bir parçası. İnsan ilişkileri zayıflar-ken, tatmin satın alınanabilinen metalara kayıyor. Bu kültürün getirdiği ruhsal sıkıntılar, artan intihar oran-ları, ekonomik sıkıntıdan cinnet geçirerek ailesini öl-dürenler bireylerin kayıplarından sadece bir kaçı iken, sistem için narsisizm başarıyı olumlu etkilediği için as-lında artık hedeflenen bir şey. Öyle ki, populasyonun çoğunun narsist olduğu ABD'de bugün, narsisizmi psi-kolojik rahatsızlıklar listesinden çıkarmayı konuşuyor-lar. İnsan bir birine ve kendine yabancılaşıyor. Sadece ortaya koyduğu performansı ile değer bulduğu bu sis-temde, değeri başarı üzerinden verilen insan kendine ve emeğine yabancılaşıyor. Bir birini rakip olarak gören bireyler gittikçe yalnızlaşıyor.

Kapitalizm özü itibari ile rekabetçiyken, İslam bütün-leştiricidir. Rekabet bizim için şeytandandır. Şeytan insanoğluyla rekabete girmiştir. Ben ateştenim, o ise o topraktan diyen Şeytana Allah; hepinizi tek bir öz-den yarattım o yüzden aranızda üstünlük yok, üstün olan ancak Allahtir diye cevap vermiştir. Bu noktada İslam insanları sadece yatay olarak eşit bir düzlemde değil, aynı zamanda onların tek bir özden meydana geldiğini anımsatarak kardeşlik noktasında dikey ola-rak da eşitlemektedir. İslam’da insanlar rekabet eden değil, tamamlayandır. Bir binanın tuğlaları gibi bütünü oluşturan parçadırlar. Bütünü destekleyen parçalardır insanoğlu. Salat yani destek olmak dinin temelidir. Na-mazda saf tutmanın da, Hac'da Kâbe'yi tavâf etmenin de temel noktası destekleşmektir. Birleştirici olan bu dayanışma kültürü sömürünün en büyük panzehiridir. Bu yüzdendir ki dayanışma kültürü olan tarım kültü-rünü yok etmek için bir dizi politikalar geliştirmişler-dir. Eşitliğin ve kardeşliğin önündeki en büyük engel sahip olma güdüsüdür. Kendini bütünden ayrı gören parçalar, bireyselci kültürün tuzağına düşüyor ve re-kabet duygusuna kapılarak daha çok sahip olmak is-tiyor. Mülkün ve otoritenin Allah'a ait olduğunu kabul etmek kişiyi bu sahiplik duygusunun esiri olmaktan koruyor. Kapitalist sistem bize planlı, programlı ve ge-leceğe yönelik olmayı öğretirken aslında biriktirmeyi öğretiyor. Gelecek kaygısı ile endişe yaşayan bireyler sistemin tuzağına daha çabuk düşüyor. Biriktirebilmek için daha çok çalışıyor, bir başkasını daha kolay eziyor.

İnsan iki kutup arasındadır. Yapıcı da olur yıkıcı da. Kapitalist sistem insanın içindeki yok edici gücü reka-betçi politikalarıyla destekliyorken, İslam insanlığı bir olmaya çağırarak yer yüzünü tevhid bilinci ile cenne-te çevirme yolunu açığa vurarak kurtuluşu insanlığa gösteriyor. Yeryüzü artık sömürüye karşı alarm veriyor. İnsanlık doğal kaynaklarının tükenişi, kuraklık, küresel ısınma, karbon salınımın artması gibi bir dizi tehdit ile karşı karşıya. Aynı şekilde insanlıkta artık sömürüye karşı alarma da. Para için milyonlar katlediliyor, her sı-nıfsal yapıdaki insanlar mutsuz , özünden uzaklaşıyor, yalnızlaşıyor. İnsanlık için tek kurtuluş, sınıfsız bir dün-ya kurmak için bir olmayı başarabilmekte. İnsanlığın bir bütün olarak kendi içinde örgütlenebildiği gün, dıştan müdahalelerle sömürünün önü kapanacaktır.

Page 14: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

14 Allah Ekmek Özgürlük

Sosyal medyanın yaygınlaşması ile beraber viral rek-lam kavramı da hayatımızda daha çok yer kaplamaya başladı. Zaten kentlerdeki gündelik yaşam içerisinde, kamusal alanı kullandığımız müddetçe reklam bom-bardımanına maruz bırakılıyorduk. Artık buna mah-remimiz olduğuna inandığımız telefonlarımız ve bil-gisayarlarımız da dahil ve bu çirkin algı çöplüğünden kaçabileceğimiz alanların sayısı gittikçe azalıyor.

Reklam kültürü ile yerleşik neokapitalist sistem arasın-da, göründüğünden çok daha güçlü ve derin bir iliş-ki vardır. Bu ilişkinin kavranması sayesinde de, neden reklamların örgünleştirilmeye çalışıldığını, reklamsız alanların neden ücretli ve belirli kimselerin ulaşımına açık hale getirildiğini anlıyor olacağız.

Reklamlar, yapısal olarak incelendiğinde aslında aynı kökene dayanan fakat farklı gibi görünen iki iç işle-yişi barındırırlar. Bu iç dinamiklerden ilki, reklamın, ürüne kattığı değerdir. Yani bilindik fabrikasyon süreci esnasında ürüne fiziksel olarak kazandırılan işleve ek olarak, reklamla eklenen bir değer söz konusudur. Bu ek değer, ürünün tüketilmesi esnasında ortaya çıkan ve ürünün temel değeriyle pek bir ilintisi bulunmayan enstantelerdir. Örneklemek gerekirse, otomotiv sektö-rüne ait reklamlarda yaygınlaşan “özgür hissettirme, hayatın tekdüzeliğinden ve boğuculuğundan uzak-laştırma” gibi, traş bıçaklarının erkeksiliği körüklediği ve vurguladığı gibi ya da konut reklamlarında bolca geçen “geleceğe ve refaha açılan bir kapı” gibi telkin-leri sayabiliriz. Tüm bunlara ek olarak, bu tarz reklam-ların mutlaka belirli noktalarında mahrem ve müsteh-cen olana atfedilen bir bileşen bulmak ta mümkündür. Bu erojen öğenin kaynağına daha sonra değineceğiz.

Reklamların üstlendiği bu temel işlevi -yani üretim sürecinin sonunda olmayan bu ekstra deneyimi- en net haliyle algılayabildiğimiz yer Fransız psikanalist Lacan'ın, Marxist teori ile Freudyen Psikanalist kuramı eşleştirdiği haz tanımıdır. En kaba tabirle betimlemek istersek, Jacques Lacan'a göre haz, nesnede, nesnede olandan fazlasıdır. Yani doyuma ulaşmadaki bilişsel sürecin artık değeridir. Bu noktada, tıpkı değer ve kâr kavramları arasındaki ayrımda olduğu gibi, klasik haz

ilkesi ile de bir ayrıma gidilmektedir. Klasik psikanaliz-de bahsi geçen haz, içsel bir takım itkelerin doyumu esnasında ortaya çıkarken, bizim burada konu edindi

ğimiz yeni haz tanımında, içsel, doğal ya da spontane olan hiç bir şey yoktur. Reklamların eksenlendiği ne-ohedonist bakış açısı da tam bu noktada devreye gi-rer. Reklamda yönlendirilen insan istenci de tamamen yapaylıklar üzerine kurgulanmıştır. Reklamın içeriğinde bahsi geçen doyum sürecinde, istencin kendiliğinden olan hiçbir somut koşul yoktur. Reklamlar bize hangi nesne ya da hizmetten, ne şekilde, ne kadar ve nasıl doyuma ulaşılabileceğini ve bu doyumun mahiyetini telkin ederler.

Bu noktada, reklamların ikinci unsuru olan “fantezi”nin tanımına giriş yapmış oluyoruz. Reklamların asıl yarat-maya çalıştığı gerçekliğin tezahürü işte budur. Fantezi, doyuma ulaşma ve hazzı mümkün olan üst seviyeye çıkartmadaki metodun işlendiği gerçekliktir. İtkeleri-mizin yönelimi olan nesnenin belli bir şey ya da şekil-de olduğunu yahut olmadığını düşleriz. Bu şekilde, en üst doyumu isteyen id ile, kural koyucu süperegonun uzlaşısını da sağlamış oluruz. Öte yandan, neokapita-list sistemin ve onun getirdiği neohedonist anlayışın da uç bir raddede sapkınlaştığına tanık oluyoruz. Zîra günümüzün reklam anlayışı, vaadettiği bu fazlalık de-neyimler üzerinden, hedef kitlesini sürekli “Haz al!” ko-mutuna mağruz bırakırken, bir yandan da alttan alta, bireyin doyumunu koşullarla bağlantılandırarak, ketle-yici ve yasaklayıcı bir despotluk sergilemektedir.

Slovenyalı Marxist bir düşünür olan Slavoj Zizek’in çok fazla üzerinde durduğu çikolatalı laksatif drajeler, alkolsüz biralar, kafeinsiz kahveler, doymuş yağsız ve kolesterolsüz margarinler, hep bu anlayışın sonucudur.

İDEOLOJİK BİR AYGIT OLARAK REKLAMLARBehlül Dânâ

Page 15: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

15Allah Ekmek Özgürlük

Meta, kendi içerisinde, kendisinin tam zıttını barındır-makta ve böylelikle, yekünde “hiç” olmaktadır. Kendi-sini sınırsız miktarda tüketmemize olanak sağlayan bu ürünlerde, aslında nesnedeki temel değer olan unsur-lar yoktur.

Dolayısıyla tüketilmekte olan şey, aslında nesnenin değil hiçin kendisidir ve aynı sebepten, kesin ve nihai bir doyum sağlanamaz. Nihai doyum sağlayabilme-nin yolu ise, suçluluk hissiyatı yaşanmadan mümkün değildir. Çünkü tüketilmesi amaçlanan nesnenin, ve amaçlanan doyumun koşulları, zaten nesnede gömü-lü halde verilmiştir. Kahve içilebilir, ama kafein asla!

Yukarıda bahsi geçen, reklamlarda kıyıya köşeye sı-kıştırılmış müstehcen atıfların işlevine bu noktada varmış oluruz. Özellikle otomotiv sektörü bu çirkin oyuna fazlaca başvurmaktadır. Otomobilin sahibi olan adamın eşi, kocasında daha önce meydana gelmemiş bir cinsel performans artışı gözlemlemektedir. Bu du-rumu yakın arkadaşlarından birine açtığında, birlikte vardıkları sonuç, adamın eşini aldatmakta olduğudur. Tam bu anda sahne değişir ve adamı arabasının ka-portasını -belki de müstehcen bir şekilde- okşarken görürüz. Buradan anlamamız gereken iki şey vardır:

Birincisi, adam, eğer cinsel birleşmede, her iki taraf için de varılabilecek en üst doyuma ulaşmak gayesin-de ise, bu sadece o otomobile sahip olduğunun bilgisi üzerinden mümkündür. Bu sonuç zaten varılması ka-çınılmaz olandır.

İkincisi ise ilk sonucumuzdan sonraki aşamadır. Söz konusu otomobil, bir kavram olarak erkeğin hayatına girdikten ve reklam üzerinden, erkeğin fantezisinin sı-nırları belirlendikten sonra, işlerin eski haline dönmesi mümkün değildir. Çiftin mutlu ve tatminkâr bir mah-remiyet yaşamaları için gereken somut nesne, ilk

başta yalnızca bedenleri iken artık bu ikiliye adı oto-mobil olan üçüncü bir yatak arkadaşı eklenmiş ve, cin-sel iktidarı, kendisi dışında bir nesneye koşullandırılan erkek, cinsel yaşamdaki temel nesnesini yitirmiş, kap-samsızlaştırılmıştır.

Ve nihayetinde, aslında “Haz al!” komutu verip, cinsel-liği körüklüyor gibi görünen otomobil reklamı, bireyi, vaaddettiği sürecin tam zıttına ulaştırmıştır. Cinselliğin her türlü medyaya sindiği günümüzde, gittikçe artan doyumsuzluğun ve tatminsizliğin sebeplerinden biri de, başka bir takım kavramlar bünyesine yedirilerek işlenen cinselliğin, temel de boşluk ve yoksunluktan başka hiç bir merkeze hizmet etmemesi vardır.

Bu verdiğim örneklere ürün ve reklam bazında, mak-yaj malzemelerinden tutun da, pastörize süte kadar her şey girer. Fakat, reklamlardaki bu düşünüş tarzı sadece ürün ve hizmetlerle sınırlı kalmaz. Toplumsal fikirlerimizin, çevreye ve insana bakışımızın ve inanç-larımızın da aynı şekilde temel nesnelerinden uzaklaş-tırıldığını görürüz.

Page 16: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

16 Allah Ekmek Özgürlük

Öncelikle tüketim alışkanlıklarımız, kampanyalar, in-dirimler, taksitlendirmeler gibi reklam faaliyetleri ile, tasarruf ile anlamdaş hâle getirilir. Oysa, kapitalizmin öngördüğü tüketim refleksi ve hatta tüketim kavramı-nın kendisi, tutumluluk ile zıt şeylerdir.

Sonrasında, duyarsızca yöneldiğimiz lüks harcamalara, “Bize ödediğiniz her yüz liranın bir lirasi, Afrikada’ki aç çocukların doyurulmasına harcanmaktadır.” gibi hayır sever ve duyarlı bir tüketim deneyimi yaşamanıza izin verecek enstantanelerle, küresel açlık sorununu umur-samama opsiyonunu satın almamız sağlanır. Böylelik-le, kapitalizm, yine sebebi olduğu açlığı göz ardı etme seçeneğini ve kendi yarattığı suçluluk duygusundan kurtulmanın ilacını da bize pazarlamaktadır.

Unicef’in yüksek bütçeli ve yüksek kaliteli, kısa, aydın-latıcı kampanya filmeri de bu kategoriye girer. Man-zaranın kendisinin yeterince kötü ve alarma geçirici olmasına rağmen, eklenen profesyonel ışıklandırma ve doğru fon müziği ile, mağdura layığıyla şekilde üzül-memiz ve vicdanımızla yüzleşebildiğimizi farkedip, kendimizi takdir ederek vurdumduymaz hayatlarımıza devam etmemiz sağlanır. Oysa, o fragmanın bütçesi-nin varlığı ile Afrika’lı aç çocuklar, çarpışan zıt gerçek-liklerdir.

Akabinde, reklamların, doyumun temel nesnesi olan şeye ne gibi koşullarla ulaşılabileceğine dair fanteziyi bize aşıladığı gibi, demokrasinin hangi yollarla müm-kün olduğunu öğrendiğimiz seçim kampanyaları ile sandıklara yollanırız. Özgürlük ve eşitlik kavramlarının, kime tâbî olup, kimi kendimizden yukarıya çıkartarak gerçekleşebileceği kurgusu, seçim kampanyalarının ve aday reklamlarının ana konusunu oluşturur.

Öte yandan, özgürlük ve eşitlik kavramlarının, üst bir makam tarafından kurgulanarak bize aktarılması, za-ten tanımı gereği bu iki kavramın zıttıdır. Bu zıtların birleşmesinden siyasi bir “hiç” oluşuruz, ve tatminsizli-ğimiz doğrultusunda, itaat ettikçe daha çok haksızlığa uğramış hissederiz. Böyle hissettikçe de, hakkımızı na-sıl alacağımız yönündeki telkini gerçekleştirme adına daha çok itaat ederiz.

Yine tüm bunlara ilaveten ve aynı yöntemlerle, inançla-rımız, gerçekte huzuru bulamadığımız ve korku endişe ile karışımı belirsiz bir hissiyatla, karşısında panikleye-rek kaçındığımız birer pratiğe dönüştürülür. İnançları-mızın temel buyrukları, kendi değerlerinden arındırılıp, neyin nasıl elde edilebileceğini gösteren ve doyumu koşullandıran, bireyin iç dünyasına müdahale etmek için kullanılan birer araca dönüştüğünde, kaçabilece-ğimiz son kalemizi de teslim etmiş oluruz.

O vakitten sonra, doyum adına ne maneviyatta ne de maddiyatta gidilebilecek bir kuytu kalmaz, ve kapita-lizmin ahlakı rehberliğinde varmamızın kaçınılmaz ol-duğu yokoluşta son buluruz.

Sözün özü, uzun lafı kısası, kendisine özel tekne alınan ve ağlamaklı halde “Anlayamazsınız.” diyen 13 yaşın-daki evladımıza söyleyecek bir şeyimiz var:

“Rahat ol, zannettiğinden daha fazlasını anlıyoruz, bebeğim.”

Page 17: Ehad Dergi Mayıs

ehâd

17Allah Ekmek Özgürlük

Seçim sonuçları da bize net olarak gösteriyor ki, Kapi-talist iktidarlar ile mevzi savaşı yapmak, bu mücadele-nin olmazsa olmaz koşuludur. Hep birlikte, terkettiğimiz mevzilere geri dönmeliyiz. Türkiye’nin muhafazakar mü-tedeyyin yoksulla insanları kapitalist bir iktidarı destek-lemek durumunda kalıyorsa, bu iktidarın başarısı değil, bizim mevzilerimizi sahip çıkmamamızın sonucudur.

Tarihsel süreç bize şunu çok iyi göstermiştir ki; Kapi-talizm halkların kültürel dokularıyla uğraşmaz. On-ları Kapitalist sisteme entegre etmenin yollarını arar. Ülkemizin mevcut kültürel yapısı içerisinde, nasıl ki Ramazan sofralarına Coca-Cola koyarak muhafaza-kar halklar üzerinden Kapitalizm yeniden üretiliyorsa, Anti-Kapitalist bir mücadelenin başarıya ulaşması da, ancak o sofralara oturup, o insanlarla eşitlenip, son-rasında doğru bir üslupla bu sömürü ilişkisini onlara anlatmaya çalışmakla mümkün olabilir. Bayramlarda, kandillerde, mevlitlerde, camilerde, kahvehanelerde, tribünlerde, yoksul mahallelerde sosyal ilişkiler kuran bu insalarla, onların sosyal alanları içerisinde diyalog kurup, bu bilinci açığa çıkaramazsak, bu mücadelenin başarıya ulaşması pek mümkün olmayacaktır.

Bu toplumun bütün kesimlerinin kadim değerleri; payla-şımı, eşitliği ve adaleti özünde barındıran ve doğalında Anti-Kapitalist olan değerlerdir. Kapitalizmin dayattığı Modern yaşam biçimi, bizleri kadim değerlerimizden uzaklaştırmış ve toplumun önemli bir kesimini öz de-ğerlerine karşı yabancılaştırmıştır. Kapitalistler bizi kendi Modernitesinin dar kalıpları içerisine hapsetmişler, mü-tedeyyin yoksul insanlarla kültürel kodları üzerinden bu-luşup, Kapitalizme işlerlik kazandırmışlardır.

Apartmanına MÜLK ALLAH’INDIR yazıp 2 ay kirasını ödemediği diye kiracısını çıkarmak durumunda kalan hacı amcalarla dalga geçmek yerine, o hacı amcayla kendi sosyal yaşamının gerçeklikleri içerisinde buluşa-rak, apartmanın üzerindeki MÜLK ALLAH’INDIR yazısı-nın kadim değerlerimizin bir yansıması olduğunu gös-termeli; kiracısını dışarı atmak zorunda bırakacak denli yaradılışından uzaklaştıran davranışının ise, Modern Ka-pitalist sistemin dayatması sonucu olduğunu anlatmalı ve böylece onu değil, Modern Kapitalist sistemi mah-kum etmeliyiz. Bütün bunlar, doğru kelimlerle oluşturul-muş cümlelerle ve doğru bir üslupla mümkündür.

Nasıl Anti-Kapitalist olunmadan Anti-Emperyalist olunamazsa, Anti-Modernist olunmadan da Anti-Kapitalist olunamaz.

Şimdi yoksul mahallelere inip onlarla hemhâl olma zamanı...

Yoksul mütedeyyin insanların yaşamına dokunma zamanı...

Onları dönüştürmek için değil, önce anlamak, sonra da gerçeği anlatmak için çabalama zamanı…

Hepimizin özündeki hakikati açığa çıkarmak için gayret etme zamanı…

MÜLK ALLAH’INDIR şiarı, bu toplumdaki bütün halkların özündeki hakikattır.

Zaman; HAYYA ALE-SALÂH deyip kendimizi düzeltme,HAYYA ALEL-FELÂH deyip kurtuluşa erme zamanı...

Zaman; KAPİTALİZM ile MEVZÎ SAVAŞI yapma zamanı…

ANTİ-KAPİTALİST MÜSLÜMANLAR seçim üzerine kısa bir not

Page 18: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

18 Allah Ekmek Özgürlük

Bütün olaylar karşısında kendi gücünü ve otoritesini her ne pahasına olursa olsun korumak isteyen, bunun sonucu olarak suda boğulan, rezil rüsvay olan zalim kişiler gördü dünya. “Ben sizin en yüce Rabbinizim.” (Naziyat 24) diye böbürlenen kimseler. Bunları epey-ce biliyoruz, birde bunların etraflarında şekillenmiş, malum tabirle kraldan çok kralcı olanlar var. Kralın kendi ihtiraslarını tatmin konusunda ona en büyük yardımı sağlayan dalkavuk çevre takımı.

Zulme o derece ortaklar ve kralın icraatlerinde o ka-dar etkinler ki krala olduğu kadar onlara da nefret beslememek mümkün değil. Konum Diyanet İşleri.. Sözlükte, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devle-tinin din ile olan uzun uzadıya cebelleşmesi sonucu bir kontrol stratejisi olarak inşa edilmiş yapının adıdır. Din ve devlet işlerinin ayrılması ilkesinin bile tehlike-

nin(!) tam anlamıyla savuşturulmasına yetmeyeceğini anladıklarından “ayrılsın ama kontrolümüzde olsun” düşüncesiyle yapılmış modernist bir kurumdur. Mem-leketin o yıllardaki karışıklık hali herşeyin bahanesi ol-duğu gibi din işlerinin sisteme uygun bir şekilde dü-zenlenmesinde de iktidar sınıfının bahanesi olmuştur. Kurtarıcı totaliter kafa her şeyde olduğu gibi bunu da çok iyi bilir ve bizim yerimize düşünürdü elbet. Peki bugün kemalizme karşıt bir tavırla, tek parti hükü-metini yerden yere vuran AKP neden bu kurumdan hiç rahatsız olmuyor? Üstelik bütün yaptığı işleri di-yanetin fetvalarıyla perçinliyor. Kabahatleri de kendi kurumu ağzıyla örtmeye çalışıyor. Neokemalist olarak tanımladığımız AKP gücü eline geçirmiş ve kendi ida

re edebiliyor bu yüzden rahatsızlık duymak bir yanadört elle sarılıyor. Ve böylelikle dinin kontrol altına alınmasına değil, dini kullanan ellerin başka eller ol-masına karşı olduklarını açıkça göstermiş oluyor.

Din, insan topluluklarının ortak bir mazi ve dolayısıy-la ortak bir geleceğe inanmasıdır. Böylelikle onların birlikte inanarak hareket etmesini sağlar ve tevhid inancının özünü yerine getirir. Halkı, sermayenin, oto-ritenin etrafında kapılanmaktan men eder ve kendi özüyle örülü bir öznesel güç haline getirir. Bunlar ken-dini yeryüzünün ilahı sayanlara engeldir.Bu sebepten onun eli ayağı budanarak burjuva sınıfının önü açıl-malı, müktedirin ihtirasları yerine gelmeli, Hak batıl hükmü, iktidarın makam odasında masa üzerindeki mürekkep hokkası içerisinde kağıda dökülecek buy-ruğu beklemeli idi ki çarklar dönsün.

Biz müslümanız, gücün mülkün ve hükmün yalnızca Allah’a ait olduğuna iman etmiş insanlarız. Hiçbir kı-nayıcının kınamasından korkmadan Hakikati haykıran peygamberlerin yolunda yürümeyi kendimize şiar edin-mişiz. Korkaklık, namertlik, ikiyüzlülük bu meydanda yer bulamaz. Bizim halkımız herşeyden çok bunu iyi bilir. Kuran okuduğunda, peygamber mücadeleleri ha-tırlandığında tüyleri ürperen imanlı gönüller bu vasıfları barındıranlara tahammül edemezler. Diyanet kurumu sermayenin ve iktidarın sesi olduğu müddetçe “Hakika-ti az bir dünyalık” karşılığında satıyor demektir.

DİYANET DEĞİL, DİNE İHANETsefa genç

Page 19: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

19Allah Ekmek Özgürlük

Onbeş yıl önce dinler arası diyalog toplantılarını kuru-cu olarak diyanet dergisinin kapağına taşıyan kurum bugün sırf hükümet politikası sebebiyle aynı organi-zasyonlara lanet okuyor. Bu nasıl bir iki yüzlülüktür? Hükümet istiyor diye fetva çıkartan kurum nasıl İslam kuruluşu olabilir? O toplantıları savunduğumuz yok, burada görülecek tek şey samimiyetsizliğin fotoğrafı-dır. “Din Samimiyettir” sloganı ile camileri kutlu do-ğum haftasında donatan diyanet kuruluşu değil mi ? Biz de aynı sözü diyanet kurumuna karşı söylüyoruz.

DİN SAMİMİYETTİR. Her türlü hırsızlığa, yolsuzluğa, hak-sızlığa, cinayete, tecavüze, hakarete, zulme sessiz kalan kurum nasıl olur da İslam olabilir? Yüzlerce ilahiyat pro-fesörü olan bir ülkede kimsenin sesini çıkaramadığı, fira-

vun dönemini andıran bir tabiyet İslamın neresinde var? Resullullah Aleyhisselam vefatına yakın bir zamanda insanları mescide toplamış ve sırtını göstererek “Ey insanlar! Her kimin arkasına bir kamçı vurmuş isem, işte arkam gelsin vursun! Her kimin bende bir alacağı varsa, işte malım gelsin alsın! Burada mahçup olmak ahirette mahçup olmaktan hayırlıdır.” demiştir.

Bu öylesine bir şeffaflıktır ki bizim için en büyük öl-çektir. Bu şeffaflık toplum için zorunludur. Bütün so-rumlu kişilerin de yapması gereken bir zorunluluktur. Bugünün her türlü hak ve ahlak kavramından uzak ik-tidar makamları bu hakikat karşısında ne kadar da aciz düşüyor. Zaten köken olarak şeffaflığa aykırı olan bu mülkiyet sisteminde kendi karşıtını da özel alana te-cavüz etti etti diye suçluyor. Bu sistem kendi acziyetini böylece ortaya koymuş olmuyor mu?

Diyanet işleri başkanı bu işin savunuculuğunu yapmak-la, koltuktakilerin savunuculuğu görevini yerine getir-miştir. “İnsanların özel hayatına bu şekilde girilemez.” “Bu tapeleri dinlemek, inanmak, yaymak haramdır.” demiştir. Yapılan dinlemelerin amacı bir zalimi indirip diğerini başa geçirmek olsa da din kurumu diye vasıf-lanan bir yapının bütün bu kavgada taraf olmak yerine hakikati söylemesi gerekmez miydi ? Samimi bir şekil-

de ayırım yapmadan Hakkı müdafaa etmesi gerekmez miydi? Hiç süphesiz öyle olması gerekirdi. İhanet işleri başkanlığı kurumuna sorulması gereken soru şudur: Kurumsal olarak böyle bir tavır almanız mümkün mü? Çünkü başbakanlık çatısı altında faaliyet gösteren bir topluluktan bahsediyoruz. Sorun buradadır. Dini bir sesleniş ideolojik bir yapının çatısı altından yapıla-maz. Onun finans desteğiyle İslamiyet ifade edilemez. Böyle bir temsiliyette olamaz. Tamamen bağımsız ve ortaklaşacı bir dayanışma şeklinde yürütülmelidir.

Diyanet tipi yapılanma biçimi, kökeninde tekelci bir zih-niyetin olduğunu çok net bir şekilde gösteriyor bizlere. “Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik edenler olunuz.” (Maide 8) Müslümanlara her fırsatta, yüzbin camide okuttukları hutbelerle bir kez daha iktidarın ve sermayenin gücü-nü hatırlatıyorlar. Bu açık bir küfürdür, hakikati örtmek-tir. Üzerine örtülen örtüler kaldırıp atılmalı ve hutbeler müslümanların sorunlarına ve o beldenin ihtiyacına göre yalnızca Hakk’ın rızası gözetilerek verilmelidir.Bugün binlerce yıl öncesindeki saray dalkavuklarını, kavuklarıyla birlikte yeniden görmektekteyiz. Görmez-den gelmeyeceğiz. “O da askerleri de memlekette haksız yere büyük-lük tasladılar ve gerçekten bize döndürülmeye-ceklerini sandılar. Biz de onu ve askerlerini yaka-layıp suya attık. Bir bak zalimlerin akıbetinin nasıl olduğuna.”(Kasas : 39,40)Ayet-i Kerimesinde olduğu bu ikisini gibi ayırmadan, zalimlerin yardımcılarını da kendileri ile birlikte azaba dahil ettiğini ve edeceğini beyan ediyor. “Biz onları ateşe çağıran imamlar, önderler kıldık.” (Kasas 41)Huzurun tepeden tırnağa herkesi sarmaladığı, bir bü-tün olarak Rahim ismi ile yeryüzünü nimetlendiren Allah’ın kimseyi o sofradan kovmadığı kullarının dün-yasında, İslam ile yeryüzündeki bütün mülkü ve otori-teyi Malikül mülke teslim ederek müslüman olanların yurdunda, tel örgülerin ve mayınlı arazilerin olmadığı sınırsız ve sınıfsız bir İslam toplumunda bu zalim ku-rum ve şahısların yeri yok. Onların askerleri konumun-da kurdukları kurumlar da o zalimlerin ihtirasları ile birlikte mahvolacaklardır.

Page 20: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

20 Allah Ekmek Özgürlük

VAR MISIN YOK MUSUN ?Fatih Yerli

Televizyonlarda toplumun büyük bir bölümünün iz-lediği, yakın zamanda, misyonunu ve reytingini bir sonraki vagona taşıyan bir yarışma programının is-miydi yazının başlığındaki kritik soru. Bu yarışma(!) programının muhtevasına geçmeden önce, yarışma propagandasının halk üzerindeki etkilerine temelli bir bakış sunmak lazım gelir.

Derin bir resmi ideoloji tezgahından geçtik. İlkin il-kokullarda sokulduk karne ve not yarışına. Her geçen sene sayısı artan sınav mantığı ile iyi bir lise eğitimi almanın yolu, sıra arkadaşını daha kötü bir liseye gön-dermekten geçiyor büyük şehirde. Bu silsile öncelikle eğitim, sonra ekmek derdinde hep aynı kısır döngü etrafında dönüyor. Öyle sıkı ki yarıştırma psikolojisi Nurettin Topçu’nun ifadesiyle ‘’Talebelik, ilim yolcu-luğu değil, diploma avcılığı’’ haline dönüşmüş oluyor. Damarlarımıza vahşi bir yarışma hırsı enjekte ediliyor. Kim tarafından mı? Hipodroma yolu düşmeyenlere, ‘’iner misin, çıkar mısın?’’ ı pazarlayanlar tarafından. Biraz daha ipucu vereyim, Milli Piyango da amortiyi tutturamayan umutlu kardeşimizi, rüsva edilmek uğ-runa Çarkıfelek’te çark ettirenler tarafından…

Televizyonlarımızda yarışma programları önceleri, kü-çük hediyeler veren eğlence kuşağıydı. Erkan Yolaç’ın ‘’Evet-Hayır’’ ında bir çoğulculuk ve tevazu vardı. Yaşca biraz büyük olanlar Erkan abiden öğrendikleri yarışma formatını, mahallelerde, ev gezmelerinde biz çocuklarla oynarlardı. Yasak kelimeleri söylesek bile dondurma garantiydi. Bizler Barış Manço’nun dişleri-ni fırçalamıyor olsa bile hep 10 puan verdiği çocuklardık. Tam adam olacak çocuktuk…

Aslında tarihsel olarak baktığımızda çok manidar bir şekilde 28 şubat süreci, yarışma programlarında da bir milatdır. Devletin süregelen neo-liberal kapitalist anla-yışı televizyonlarda bilinç altına oynamaya başladı. Sı-nıflı toplum düzenini insanlara sevdirmek için şeytani bir yöntem uyguladı. Artık yarışmalar uzun soluklu ve bü-yük hediyeli olmaya başladı. Kim 500 milyar istemez ki?

Bilginin mülkün konusu olduğu bir toplumsal düz-lemde… Kuran’a evrensel bakış, hayatı okumada çok önemlidir. Yarışmacı bu parayı, genel kültür bilgisi çok olduğu için hak ediyordu. Fakat Allah kelamında; ‘’Karun: O servet bana ancak kendimdeki bilgi saye-sinde verildi, dedi.(Kasas 78)’’ diye anlatıyor, Karun’u helak etme sebebini. Biri Bizi Gözetliyor’u yayına koyanlar, Allah’ın onları gözetlediğini unuttular. Özel hayatını kamuya açarak, en çok konuşulan ve en çok oy alan yarışmacı hak et-miyor da, 3 çocuğunu doyurmak için gece gündüz ça-lışan işçi baba mı hak ediyor milyon tl’leri Allah aşkına.

Milletçe biraz sıkıldık, iyisi mi en eli maşalı kaynana ve en cingar gelini seçelim. Pasta büyük, onlarda alsınlar paylarını. Hem toplumsal ahlak ne işe yarar ki? Bilmem farkında mısınız Yemekteyiz programındaki

Page 21: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

21Allah Ekmek Özgürlük

şaşaalı sofralarda nimet’e küfür edenleri izleyen ga-rip gurebanın hakkı, boğazlarına dizilmeyecek zanne-denler aslında beyaz kefene sarıldığında bile “Bana ne giysem” yakışır diyecek olanlardır. Kendi şeytanlarına tapan, paraya secde edenlerdir.

Hiç düşündünüz mü, ‘’iktidar kankası Acun’un’’ yarış-malarında hiçbir emek sarf etmeden milyarlar götü-renleri nasıl da meşrulaştırmışız? Halbuki halk günlük hayatında Survivor mücadelesi veriyor, yengeç değil kuru ekmek yiyor. Son 10 yılda devlet kontrolünde oynatılan bahis oyununun ne kadar çeşitlendiğini gö-rebiliyor muyuz?

Hükümet gizli kumarhanelerle mücadele ettiğinde toplumun birçok kesiminin takdirini kazandı, fakat aşikardır ki kumarı dahi devlet eliyle oynatmaktı asıl amacı.

Hem halklarımızın kadim kültürüne, hem İslam’a, hem insan’a büyük bir saldırıdır bu. Sonuç tek bir örnekte açıklık kazanıyor, öyle bir toplum haline getirildik ki, izdivaç programında döşü kıllı koca isteyen teyzeyle dalga geçtiğimiz kadar, tepki koymuyoruz amcanın sadece malı, mülküyle ilgilenenlere.

Yine yüce Kur’an’da gördüğümüz örneklik bu günü-müzü anlamak için bizlere rehber oluyor. Şeytanın, ateş-toprak üstünlüğü yarışı, onu zalim yaptı. Tek bir özden geldiğini kabul etmedi şeytan ve yeryüzünde bu yarışı devam ettirmek adına var gücüyle çalışmaya

koyuldu. Allah yeryüzünü tüm canlıların ortak ve eşit-çe yaşaması için yarattı ve insan doğada tüm canlıla-rın yaşadığı yeryüzüne dağıldı, doğal alanları mesken tuttu, evler yaptı, bahçeler kurdu, bahçeden nasibini almaya gelen köstebeği vurdu, köpeği bir parça et ile evcilleştirdi. Hayvanlar kaçıp uzaklaşmak zorunda kal-dı. Kendi yaşam alanlarını haksızca gasp eden in

sana karşı savunmasızdı ve geriye fare kaldı, onunla da başa çıkabilmenin yolunu buldu. Fareye ödül ver-mek için kapan kurdu, peynire koşan farecik kapanın ne olduğunu bilemeyecek kadar saf ve masumdu!.. İşte böyle bir kapandır televizyon ekranlarından halka sunulan.

Bu topraklarda yaşayan, toplumun kadim değerleriyle hemhal olmuş, hayatı, zamanı, hakkı, duyguları sö-mürülmüş insanlar olarak, kapitalizme karşı bir duruş sergilediğimizde, güç odakları ve onlardan nemala-nanlar tarafından acımasızca eleştiriliyoruz. Haktan, adaletten, emekten, helal kazançtan bahsettiğimiz için, yarışmayı değil, dayanışmayı seçtiğimiz için. Her defasında bir kez daha anlıyoruz ki;

‘’Sermaye Tek Millettir’’. Din’i, dil’i, ırk’ı, mesheb’i yok-tur. Zulüm kimden gelirse gelsin, tüm insanlık ailesi-nin mazlumdan yana olması gerektiğini savunuyoruz. Zulme Sessiz Kalan Dilsiz Şeytandır, hiçbir köşe yazı-sında yukarıda yaptığımız eleştiriyi göremiyor, hiçbir cuma hutbesinde içli bir toplumsal çığlık duyamıyo-ruz oysa. Allah’ın yarattığı tüm canlılara yetecek nimet verdiği yeryüzünde, Müslümanlar olarak birilerinin bu mülke haksız yere çökmesine ses çıkarmayacak mıyız? Mülkiyeti eline alanın, yeryüzünde tanrılık taslaması-na karşı mücadele etmenin, ‘’La İlahe İllallah’’ lafzını yerine getirmek olduğunu biliyoruz, nasıl olurda ba-ğırmayız ‘’Mülk Allah’ındır’’ diye. Mahşer günü nasıl vereceğiz karnı aç yatan annelerin, camı kırık evde do-narak ölen bebeklerin, yavrusuna süt alamayan baba-ların hesabını?

Tüm ezilen, mustazaf halklarımızla birlikte omuz omu-za verdik, sistemlerini, sömürülerini, haksız kazançla-rını, iktidarlarını başlarına yıkacağız. Ya sen kardeşim? Elini kalbinin üzerine koy.

Yüreğinde büyük mü hissediyorsun küçük mü? Var mısın Yok musun ?

Page 22: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

22 Allah Ekmek Özgürlük

ORMANDAN BAHÇEYE

Hümeyra Çağlın

Bazen kısa bir anlatı bütünü gözler önüne serer. Sis-temin suyu iyice ısınmaya başladı fakat birçok kesim bunu hala inkâr etmekte direnmektedir. Bu durum aynı kurbağaların ısıyla olan deneyine benzer. Bir kur-

bağayı sıcak suyun içine atarsanız hiç vakit kaybetmeksi-zin zıplayarak kaç-maya çalışır. Fakat onu önce ılık suya koyup suyun ısısını yavaş yavaş arttırır-sanız bunun farkına varmaz ve haşlanana kadar da suyun için-de kalmaya devam eder.

Sistemin suyu neden mi hayli ısınmakta? Ya da aslında en te-mel soru, sistem de-diğimiz şeyin tanımı nedir? Siyaset ne işe yarar ve kimler siya-set yapma hakkına sahiptir? Kamusal alan ne zaman bizim ısıtıldığımız kazan haline dönüştü?

Kamusal alan, bizim diğer insanlarla etkileşime girdi-ğimiz, birbirimizle sözleştiğimiz, birlikte inşa ettiğimiz her yerdedir. Günümüzde her ne kadar devlet daire-lerine betonlaşmış alanlara sıkıştırılmaya çalışılsa da asıl kamusal alan sokakların ta kendisidir. Ne zaman ki devlet kendini Bahçıvan, kendisi dışında kalanları ise bahçe olarak ilan etti işte o zaman kazan ısınma-ya başladı. İçinde birçok farklılığı barındıran ormanın artık “bahçe”ye dönüştürülmesi gerekliydi. Ormanın içinde yabani otlar vardı; zehirli çalılar yakılmalı, verimli araziler tespit edilip onlara bakım yapılmalı, sürülmeli, hasatları toplandıktan sonra ya nadasa bırakılmalı ya da başka yerleri kazımalı, gübrelemeli, yetmedi ilaç-larla daha çok verim elde edilmeliydi. Hiçbir ağaç

hiçbir ağaca benzemiyor, her biri ayrı türde ve renkte, karmakarışık; böyle bahçe mi olur? Hepsi aynı boyda aynı tonda olmalıydı, gözleri fazla yormaması da şarttı elbet. Ne de olsa bütün karar yetisi sadece Bahçıvana bahşedilmiş bir kudretti.

Bu durumu gündelik hayatta o kadar çok yaşıyoruz ki. Her yeni gelen hükümetle birlikte yeni burjuvazi-ler tayin edilir, eskiler nadasa çekilir oldu. Güce uyum sağladıkları oranda yaşayabilir hale geldiler.

Yabani otlar mültecilerdir, bahçe sınırları içinde ola-mazlar bahçıvana göre, rüzgarla başka bahçelerden gelmiştir tohumları. Bazen bahçıvanın işine gelir bu durum. Mülteciler sınır içinde tanınmayan ama aynı zamanda da kimliklilere göre emeğini boğaz toklu-ğuna satmak zorunda kalanlardır. Suriye’den gelen mültecileri getirin aklınıza. Devlet tarafından hiçbir güvence ya da tanıma söz konusu olmaksızın ucuz iş gücünü temsil etmekteler.

Biçimlenmesi gereken de ağaçlar da aslında bizleriz, yaşantılarımız, dünya görüşlerimiz. Sen şuysan bun-ları yapmalısın, burada gezebilirsin. Ötekilerin olması gerekiyor illaki, farklı olmalısın ki diğerlerinden ayırıp seni tanımlayabilsin ve böylece senin üzerinde daha rahat işlem yapabilsin. Bu da kişilerin tanımlanmasıyla yani etiketlenmesiyle olmaktadır. Kadınsan bir dönem kariyer yapması gereken, kendinden emin ve hiç dur-maksızın imaj yenileyen olmalısın. Bu işlemden verim elde edilmediyse evinde oturmalı, yeni cici nesiller ye-tiştirip bahçeye bırakman gereken tohumlarla uğraş-malısın, sen artık bir annesin. Öyle standartlaştırmıştır ki kaç tane imalat edeceğini de belirler. Öğrenciysen “adam” gibi sadece sana verilen derslerini yapman ge-rekir, sana mı kaldı bahçıvana laf atmak. Bu yüzden de-ğimliydi sağ-sol çatışmalarında gencecik bedenlerin solması. Başkaldırıp ben buyum dediğin anda baltayı yersin. Sorma itaat et! Sen onlardan daha mı iyi bile-ceksin. Erkeksen yöneten olmalısın, otoriteyi korumak adına her yol mübahtır. Seni “erk” olarak gösterir hal-buki gerçek “erk” kendisidir, sen sadece bir görünür-den ibaretsin. Çalışmalısın, ücretleri sorgulamaksızın sana verilen işleri yapmalısın. Sana ait olmayan ama söylemleriyle sana yüklenilen savaşlara katılmalısın, sen bu toprakların savunucususun. Halbuki kavgalar bahçe sahipleri arasındadır. Onlar didişir, sen ölürsün. Müslüman isen muhafazakar olman gerekir, sanki bu düzen Yaratıcının adil olarak bize gösterdiği düzenmiş gibi. Ormanı mahvettiler, kendi kafalarına göre biçim-lendirdiler neyin muhafaza edilmesi bu Allah aşkına !

Page 23: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

23Allah Ekmek Özgürlük

Kazana oturtulduk bir kere, fakat işi artık çok zorlaş-tı, düzeni tutturamıyor. Sistem dediğimiz de aslında bu bahçe kültürünün ta kendisi. Bunu ister ekonomik perspektifte düşünün ister kültürel. Kapitalizm dediği-miz de tam olarak budur, her işin tıkırında yürümesi, hiçbir şey dışarıda kalmaksızın bu sermayeye dahil ol-masıdır. Asıl sermayeye giden yolda herşey mübahtır.

Bahçıvan, üst balkondan baktığında bahçenin her bir tarafını görebilmelidir. Her şeyin hesap edilebilinir, kontrol edilebilinir olması gerekmektedir. İşi zor çünkü artık bizi birbirimizden ayıramıyor. Siyasette en rahat aklanmanın yöntemi, düşmanını açık bir şekilde diğer-lerinden ayırabilmektir. Başörtülünün kamusal alanda ne işi var, çarşaf gericidir. İçindekilerin beyni de dü-şünmeye üretmeye muktedir değildir. Peki ne değişti yine birileri saf oluşturma çabasında. “benim başör-tülü bacım” tanımında “başörtülü” bacılarının hepsi acaba bir çizgiyle toplumda bir tarafa koyulabiliniyor mu? (Başörtüsünü takanlardan gayri herkes başörtü üzerinde tanımlamalar yapmakta, ne kadar da ahlâklı değil mi) Özelikle bu seçimlerde yapılan propaganda-larda bu daha da hissedildi ve bütün saflar birbirine karıştı. Bir rüzgar esti ki bu kadar kontrole rağmen bü-tün tohumları birbirine karıştırdı. Ak kara yok artık hep ara tonlar. Tanımlamaları hep çelişkili hep yanlış; çünkü artık onun tanımlarına sığmıyoruz. Bahçıvan bizi de-ğil biz kendi kendimizi sürekli yeniliyoruz. O bunlara yetişemeyecek kadar yaşlandı. Aklı bu ufka kesmiyor. Bunu yutamıyor boğazına takılıyor.

Sosyal devlet anlayışı da günümüzde, tıpkı Bahçıvan’ın yaptığı hizmetler gibi devletin halkına sunduğu hiz-metler olarak algılanmaktadır. Sana hizmet ediyor ba-kımını sağlıyor ya daha ne istiyorsun! Hâlbuki acaba bunlar gönül sadakası mı yoksa kendi varlığının zorun-lulukları mı sorusu sorulmaz. İşin trajedik yanı da aslın-da Bahçıvan dediğimiz de ormanın bir parçasıydı, sen-den benden farksızdı. Hükümetler sadece birer kukla... Perdenin arkasında kurulu düzeni yöneten ise serma-yedarlar. Ülke alıp satan, savaşları tayin eden sermaye sınıfı. Herşey o sermaye sınıfının keyfini korumak adı-na. Bahçıvan dedik ya hani bunun bir de köşkü olacak, ev sahibi oturacak. Bahçıvanın budama makasındaki herşey onun keyfi için olacak elbette. Ama bahçe her yıkımı müdahaleyi çaresiz bahçıvandan biliyor. Bahçı-van değişir ev sahibi kalır. Ev sahibi değişse bile roller aynıdır. Bahçıvanı hedef alıp karşı durduğunu zanne-denlere ev sahibini işaret ediyoruz. Asıl bu ormanı kat-leden zalimin kim olduğunu hatırlatıyoruz yalnızca.

KARŞI GAZETESİNDE HAKLARI İÇİN DİRENEN EMEKÇİ KARDEŞLERİMİZİN DESTEKÇİSİYİZ...

Antikapitalist Müslümanlar olarak, emeklerinin karşılığı olarak hakettikleri helâl kazançları için hiç bir güvence verilmeksizin yalnız bırakılan KARŞI gazetesi çalışanı emekçi dostlarımızla bir aradayız.

Önde gelen simalarının reklam panolarında boy boy pozlar verip, Gezi’de oluşan toplumsal muhalefetin üzerinden şark kurnazlığı ile şöhret kotarmaya çalı-şanları, kendilerini baştan mahkum ettikleri tirajın ve kaçınılmaz virajın merkezkaç kuvvetine dayanama-yarak, arkalarında emekçilerin alınterlerini bırakarak usulca sıvışıp, korunaklı barınaklarına kaçıştılar.

Neye KARŞI olduklarının dahi farkında olmayan, kıymeti kendinden menkul zevat, magazin popü-lerliği üzerinden bir mücadele yürütülemeyeceğini kısa yoldan gösterdi elhamdülillah.

Olan da yoksul gariban emekçilere oldu...

TV kanallarında atarlı-giderli konuşup, gazetelerde ağ-dalı cümleler kurup, billboardlara artistik pozlar verenler,

Kitap kapağının arkasına, yapmadıklarını yapmış gibi yazıp başkalarının emeğini kazanca dönüştürenler,

Kul hakkından dem vurup, gazetedeki emekçilerin hakları için hiç bir güvence vermeyenler,

Gözümüz gönlümüz sizi arıyor, neredesiniz.

Page 24: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

24 Allah Ekmek Özgürlük

ARKAYI BEŞ'LEYELİM

hanifi aktaş

İlkbahar ikindileri huzur kokar, biraz da sukûnet. Ya anılara dalarsınız inceden ya da binaların gölgeleri ile savaşan güneşin aydınlığını seyredersiniz, kafanızda güzel bir film müziği. Dalıp gitmek için boşluğa, on-larca sebebiniz olur. Nitekim öyle de oldu, kafamda sinema kurgulayıp kah geçmişe kah gelmemişe dalıp giderken sukûnet havasından çıkıp gergin olduğumu fark ettim. Böyle olmaması gerekirdi, durağanlığın huzuruna şömine başı kedisi gibi huzurla gerinerek bakmalıydım halbuki. Kendimle yaptığım kısa bir mu-hasabe sonrası gerginliğimin sebebini çözdüm. "Az sonra gelecek olan dolmuş, ve içinde yaşayacaklarımın bilinçaltıma kazınmış olması." Tüm bunları düşünürken caddenin köşesinden dolmuş göründü, sakince yaklaşıyordu meşhur amerikan filmlerindeki "fırtına öncesi sessizlik bu" repliğine bürünüyorum. Ve nihayet kapı açılıyor içeri giriyorum. İçeride şimdilik her şey sakin ama az sonra olacakları kestirmek hiç de güç değil. Az sonra ana caddeye çıkıldığında dolmuş biraz daha dolacak şoför bir adam daha alabilmek için yolcularla kavga edecek. Avrupalıların popolarına göre dizayn edilmiş en arkadaki beşli koltukta zor bela dört kişi oturanlar ilk nasibini alacak olanlar. Çok geçmeden ilk fitil ateşlendi ve sakinlik yerini giderek yükselen gerilime bıraktı.

-Arkayı beşleyelim arkadaşlar bakın orada bir kişilik yer var!

Ufaktan homurdanmalar cık cıklamalar vs.. Ama el mahkum arka beşlendi, yan koltuklar doldu ara koridor-da tıkış tıkış ayakta bekleyenler ilk kavşakta bekleyen polis çevirmesini görünce "çök" komutuyla beraber çökmeye hazır bir şekilde tetikte dikildi. Şoför içeriyi kontrol ederken bir yandan dakikalarla bir yandan da rakip dolmuşlarla amansız bir mücadeleye girişmişti bile. Gerginlik giderek artarken bir fırça da parayı henüz uzatmayanlara geldi. Çaresiz, paralar uzatıldı.

Derken arkadan cılız bir kadın sesi bir şeylere itiraz için sesini yükseltti. Şoförün dakikalarla olan mücadele-sinden olsa gerek, hızını her geçen saniye hunharca artırmasına çıkıştı. Biranda herkes ona odaklandı, ka-dın kibarca şoföre yavaş gitmesini söyledi. Fakat gözünü hırs bürümüş kaptan aynı sukuneti sergileyemedi bastı yaygarayı. Önce derin bir sessizlik sonra fısıltılar ve sonra hayret verici birşey oldu, insanlar şoföre hak verdi. Kadın yalnız kaldı; iki durak sonra söylenerek indi.

Şoför talimatlara devam etti bizler de az önceki fırçadan mıdır yoksa şoförün otoritesini kabullendiğimiz-den midir bilmem ama ne dediyse yaptık... Şoför bir ara ışıklarda durunca yanına duran diğer dolmuşçu ile sözlü münakaşaya girdi, az kalsın kavga edecekti ki yan koltuktaki adam onu sakinleştirdi. Sonra tüm yol-cular bizim şoförün arkasında durdu onu telkin etti hatta içlerinden bir kısmı karşıdaki adama küfür dahi etti. Biranda kahramanımız oluverdi bizim asabi kaptan. Ve nihayet son durağa gelince sessizce iniverdik.Bahar sukuneti yerini çoktan gergin bir ruh haline bırakmıştı ama yine de kazasız belasız indiğimiz için minnet duyuyorduk yaradana.

Hemen hemen her gün yaşadığım bu gerilim dakikalarını neden bu dergide anlatma ihtiyacı duyduğumu aslında sizler çok iyi biliyorsunuz. Sizler asabi kaptanı çok iyi tanıyorsunuz, sizler yolcuları da, yalnız kalan kadını da avrupalı popolara göre dizayn edilmiş dolmuşu da çok iyi biliyorsunuz. Bilmeyeniniz var ise hala, her gün akşam yedi haberlerini izlesin. Orada hergün asabi bir kaptan çıkıyor ve bağırıyor bizlere:"arkayı beşleyelim"

Page 25: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

25Allah Ekmek Özgürlük

çağrı

Mısır’da darbeciler insanlık tarihinin yüz kızartıcı bir kararını daha uygulama arefesindeler. Tam 529 insan, muhalif oldukları için darağacında asılma tehlikesi ile karşı karşıya…

529 can !

Şimdi yeniden insanlık için vicdanımızı ortaya koyma vakti. Birlikte birçok şey başardık. Tüm farklılıklarımı-za rağmen omuz omuza verip, hepimizin ortak ya-şam alanı olan parklarımızı, doğal düzenimizi muha-faza etmeye çabaladık.

Yeryüzü Sofraları'nda rızkımızı paylaşarak eşitlendik. Bu vesilelerle birbirimize yakınlaştık ve zulme karşı kardeşçe bir duruş sergiledik.

Şimdi ise hiç görmediğimiz, belki de birçok konuda aynı düşünmediğimiz insanların, yaşadıkları zulüm için bir araya gelme vakti...

Yine tüm dünyadaki egemenlere hakettikleri dersi ve mesajı verebilmek ve tüm dünya halklarının da bir araya gelebilmelerini teşvik edebilmek adına örnek olmak için, haksızlığa karşı YEKVÜCÛD olduğumuzu gösterebiliriz.

Dünya kamuoyunu ayağa kaldırabilir ve ölümleri durdurabiliriz.

Haydi hep birlikte Mısır konsolosluğu önüne… Haydi hep birlikte Vicdan nöbetine…Haydi VİCDAN sahibi TÜRKİYE ayağa…

CUMARTESİ SAAT 18.00'DA BEBEK'TEKİ MISIR KONSOLOSLUĞU ÖNÜNDE BULUŞALIM…

İdam kararları iptal edilene dek, her cumartesi Mısır Konsolosluğu önünde eylem yapmayı sürdüreceğiz.

“Onlar bir zorbalıkla karşılaştıklarında,YEK VUCÛD olup yardımlaşırlar” ŞÛRA 39

Page 26: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

26 Allah Ekmek Özgürlük

AÇIK ATLAS

Ece AYHAN

Hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıranTuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyayaSu kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresiBir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti

Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işteKoparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarınıAzınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soruNeden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?

En arka sırada çift dikişliler, sınavda en öneİntihara ve denizde nasıl boğulmaya çalışırlarYalnız Orta Doğu’da el altında satılan bir atlasKim demiş on sekiz yaşından küçükler okuyamaz

Bakıldı ki kum saati, ters çevrilmiş, çıt, usul isa asi olmuşİkinci karnede babası yarısını silahıyla dışarda bırakıpÖyle öğretildiği için saygılı, sınıfa giren parmak çocuğunBoş yerine, girilmeyen bir dersin denizi, gelip oturmuş

Açık kalmış atlası, deniz taşmıştır, darılmasın Fırat ama

Hayatın orta öğretmeni sustu, dondu gülmeleri çocuklarınBir cenaze töreninde daha ölümü karşılamaya götürüleceğiz

Efendiler! Eşekler susabilirlerNe yani çocuklar hiç gülmeyecekler mi?

Page 27: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

27Allah Ekmek Özgürlük

KAPİTALİZMDE KORKU

Kapitalizmde Korku, Alman psikanalist Dieter Duhm'un, 1970'de (üniversitedeki öğretim görevliliğinden istifa etmesinden 4 yıl önce) yazdığı, Sigmund Freud'un psi-kanalitik yaklaşımı ile Karl Marx'ın iktisadî ve sosyolojik eleştirel yaklaşımını birleştiren bir kitaptır. Dilimize çevi-risi 1986'de Sargut Şölçün tarafından yapılmıştır.

Kitabın içeriğine değinmeden önce, kitabı okumaya aday arkadaşlarımız için, öncelikle kitabı okurken ya-şadığım birkaç şahsi deneyimden bahsetmek istiyo-rum.

Kitabı, üniversiteye başladığım ilk yılın sonlarına doğ-ru, bir sokak tezgâhından almıştım. Açıkçası tam ola-rak ne ile karşı karşıya olduğumu bilmiyordum ve genel olarak -o dönemki ufkum hududunda- kitabın, gişe rekorları kıran korku sineması ve korku temalı pop kültür ile ilgili olabileceğini düşünmüştüm. Fakat kitap beklediğimden çok farklı çıktı ve şu gün rahat-lıkla “Sorgulamamın başlangıcı olan kitap o oldu.” diyebileceğim bir mertebeye yükseldi.

Kitabı okuyacak arkadaşlara bir de tavsiyem var:Kitabın iç kapağında denk geleceğiniz başlıkların sizi asla korkutmasına müsaade etmeyin.

Zîrâ ben de kitabı okumaya başladığımda Freudyen Psikanaliz ya da Marxist teori adına hiç bir şey bilmi-yordum. Bitirdiğimde ise, hem kitabın kendisini an-lamamız için öncül olarak açıklanan temel kavramlar sayesinde, hem de kitabın bir takım detayları da ken-di yorumunuzla buldurabilme özelliğinden, konunun neredeyse tamamına hakimdim.

Şahsî tecrübemi bir kenara bırakıp, kitabın içeriğine dönersek;

Kapitalizmde Korku, öncelikle psikanalizdeki korku kavramını açıklayarak başlıyor. Sonrasında aileden ve erken çocukluk dönemimizden başlayan bir mülk ve hiyerarşi ilişkisinden itibaren, bu nevrotik korkunun kaynaklarına inerek derin bir kavrayış sunuyor. Bura-dan sonra sırayla, okul başta olmak üzere, tüm top-lumsal kurumlarda, kapitalizmin yol açtığı nevrotik korkunun işleyiş sürecini, bir hastalık olarak belirtile-rini açığa vuruyor. Hemen ardından, toplumsal ve bi-reysel sahada, kapitalist toplumda serpilen korkunun sonuçlarına geçiş yaparak, konunun omurga kısmı detaylıca tamamlanıyor.

Kitapta -zannımca kitabı okuyan en kalabalık kesim öğrencilerden oluştuğu için- en çok dikkatinizi çeke-cek kısmın, yatay hiyerarşili, öğrenciler, öğretmenler ve idarecilerin eşit makamda olduğu bağımsız okul-larla ilgili olan bölüm olduğunu düşünüyorum. Bu okullarla ilgili sunulan başarı verilerinin, alışılagelen okullardan daha yüksek olması, çoğunuzun zihninde yer tutacaktır, zannımca.

Kitap bitmeden önceki son iki bölümden birinde, Ka-pitalizmde Korku teorisi ile ilgili akla takılan okuyucu ve akademisyenlerden gelen soruların cevapları bu-lunuyor. Bunun devamındaki son bölümde ise, “Peki kurtuluş nerededir?” sorusunun cevaplandığı bir yo-rumlama kısmı ile kitabımız bitiyor.

Sonuç olarak, Dieter Duhm'un Kapitalizm'de Korku adlı eseri, bir yandan bilgiyi, bir yandan bilinci aşılı-yor, âdeta insanın gözlerindeki bir perdeyi kaldırarak, ilüzyonu bozuyor. Daha önce farkında olmadığımız pek çok detayı kavrıyor ya da farkındalığımızı örnek-lerle pekiştiriyoruz.

Esaretimizi ifade edebileceğimiz, metinleştirebile-ceğimiz bir dil olmaksızın, liberal demokrasinin ve kapitalizmin özgürlük telkinlerine kapılıyoruz. Kapi-talizmde Korku, bize ihtiyaç duyduğumuz dili sunan kitaplardan biri.

KİT

AP

TA

NIT

IMI

Page 28: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

28 Allah Ekmek Özgürlük

Sessizlik Üçlemesi III: Puslu Manzaralar

Muharrem Yasin Aygün

Ademi Yaratan Tanrı’nın Kovuluşuİnsanlık tarihinin benzerlikleri, kendi içindeki çelişkileri ve şimdi gerçekliğin suskunluğu arasında modern-ka-pitalist hayat çok “hızlı ve tehlikeli”. Durup düşünme-ye fırsat vermiyor, bu karmaşada kaza yapmamak da mümkün değil: İnsanlığın vicdanı ağır hasarlı bir kaza sonrasında bir hayli sessiz, öfkesiz ve umutsuz... Yine de yoğun bakımda; yaşıyor! Bu hızdan ziyade peki ya trenler? Onu da hızlandırı-yorlar ya! Öyleyse bu modern hayatın tahribatlarıyla delirmemek için şöyle bir banliyö trenine binelim; ağır ağır, azar azar bakınarak, olup bitenlere düşüne düşü-ne anlam katarak.Tatan tatan tatan…Hiç bitmeyecek bir masal. Sonsuzluğun içinde yol alan Puslu Manzaralar trenindeyiz. Angelopoulos lo-komotifte. Tesadüf mü tevafuk mu bilinmez yol hep sisli-puslu. Net değil hiç bir şey; daha da ağır gidelim öyleyse makinist!

Cennetten ayak sesleri yankılanan iki kardeşin doğu-şunu görüyoruz; karanlık tarihin dipsizliğinden, koşa-rak heyecanla geliyorlar asfaltlı cehenneme. Sonrasın-da durup nefes alıyor, insanlığın bilinçsizce sürdüğü koşuda düşünmek istiyorlar, korkmadan…Masal karanlık kompartımanın yatağında başlıyor, sanki yetimlerin Hira’sı:"Başlangıçta her yer karanlıkmış ama sonra ışık belir-miş ve bu ışık karanlığı aydınlatmış, topraktan denize kadar, her tarafta çiçekler varmış ve de dağlar çiçekle-rin üzerinde kuşlar ve kelebekler uçuyorlarmış"

Adem ve Havva gibiler; öncesini bilmiyoruz, sonra-sını da. Annenin gölgesi var baba ise çok uzaklarda Almanya’da. Çocuklar Baba’yı merak ediyor; kaçacak-lar ve binecekler trene. Evet evet bizim trene. Ne de olsa aynı yolun yolcusuyuz…Birkaç defa binmeyi denediler; kaptan bir dahaki se-feri uygun gördü onlar için. Ve Almanya’ya doğru yol aldılar. Babalarını merak ediyorlardı ve O’na varmadan mektup gönderdiler:

Sevgili Babacığım,Sana yazıyoruz çünkü gelip seni bulmaya karar ver-dik. Seni hiç görmedik ve seni özlüyoruz. Hep senin hakkında konuşuyoruz. Ayrıldığımız için annem çok üzülecek. Onu derinden seviyoruz, sakın sevmediği-mizi düşünme ama hiçbir şeyi anlamıyor. Senin nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Alexander bir sürü şey söy-lüyor. Seni rüyasında görüyor. Seni çok özlüyoruz. Ba-zen okuldan eve giderken peşimden ayak sesleri duy-duğumu zannediyorum, senin ayak seslerini… Dönüp baktığımda ise orada hiç kimsecikler olmuyor. Sonra, kendimi yalnız hissediyorum. Sana engel olmak iste-miyoruz. Sadece seni tanımak istiyoruz, sonra geri dö-neceğiz. Bize cevap yazarsan tren sesiyle yap : tatan… tatan… tatan… tatan… İşte buradayım, seni bekliyorum… tatan… tatan…Mektubu almaya gelen maalesef bilet kontrolcüsü. Mektubu alıp yolculuktan alıkoyuyor çocukları. Niha-yet bir polise teslim ediliyorlar. Ah! Umutlara kelepçe vuran üniformalılar… Polis çocukları çimento fabrika-sındaki dayılarına götürüyor. Dayı fabrikada mekanik-leşmiş bir teknisyen; robot. Zihnine bukağılar vurul-muş köle… Çocukların yanında söylediği cümleler ne kadar tanıdık:Onların Almanya’da babaları yok. Anneleri onları böy-le avutuyor: Cennet(Almanya) yok, Baba(Allah) annenin bir yalanı. Unutun bu hayalleri, ideallerinizden vazgeçin!Karakol’da bekletilen çocuklar büyük şehirlerde gör-meyi unuttuğumuz kar mucizesi ile kaçıyorlar tekrar, baba umuduyla. Tüm insanlar kara öylesine hasret ki. Kar burada doğal olanı simgeliyor.

An

tik

api

tali

st m

üsl

üm

an

ar

fil

m o

ku

ma

lar

ı’nd

an

Page 29: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

29Allah Ekmek Özgürlük

Gecenin bir yarısında sahipsizce dolaşırken şehir mey-danının orta yerine “işi bitmiş” bir at getiriliyor trak-törle. Bu at Yunan mitolojisinde tanrılara götüren araç. Çocuklara bu psikolojik umutsuzluk olarak yansıyor, ağlıyor küçük erkek çocuk Alexandros. Tam bu esna-da yine bir modernizm çelişkisi yaşıyoruz. Onlar umut-suzluk içinde can çekişen atın başında ağlaşırken; bir mekândan düğün konvoyu çıkıyor oynaşarak: Düğün ve cenaze! Ne kadar da tanıdık değil mi? Bir kısmımız ağlarken bir kısmımız gülüyor…

Yine devam ederken yol üzere bu sefer motorlu bir genç rastlıyor onlara; modern zamanın atı. Acaba o on-ları Tanrı’ya ulaştırabilecek mi? Beraberliklerinde zaman zaman ayrı düşüyorlar zaman zaman rastlaşıyorlar. Bizi Hakikat’a ulaştıracağını sandığımız ideolojiler gibi sanki...Çocuklar ara sıra dev makinelerin, kömür ocaklarının, kamyon konvoylarının, büyük inşaatların arasında sıkışır-lar, korkarlar kapitalizmin bu acımasız canavarlarından…Film boyunca idealler ve realite arasında gidip gelen karakterler görürüz: Gezgin tiyatrocular kendi içlerinde bölünürler oyun sergileyecek yer bulamadıkça, salonla-rını dans grubuna kaptırmışlardır. Erkek çocuk açtır ve lokantaya girer fakat çalışmadan ekmek yok! Çocuk bir şeyler tutar getirir ablasına; artık o da hayatta öznedir! Kız çocuğu ise hayalleri ile yaşamaktadır hâlâ. Öyle ki; bir kamyoncunun tecavüzüne uğrasa da Voula, akan kandan yine ağaç yapacaktır; idealize ettiği cennette sonsuzluk ağacı!

Tüm bu çileler boyunca Tanrı sessizdir. Çocuklar yine mektupla onunla konuşmayı dener: Hayatın yoruculu-ğundan, zaman zaman O’nu unuttuklarına dair şeyler yazarlar. Tanrı neden suskun, kim susturdu acaba?Yine motorlu genç Orestes’e rastlarlar. Voula ona aşık olmuştur artık. Belki yeryüzünde avutmaktır aşk, ide-allerine ulaşamayan insanların kendisini. Değil midir tarihe geçmiş aşıkların ezilenlerden olması? Cevap bu-lamadıkça ve Tanrı sustukça öfkemizi avutma mı aşk? Voula aşkına karşılık bulamayacaktır bizim gibi ve ide-allerine tekrar ölesiye sarılacaktır.

Orestes çaresizlikle dolu yolculuğunda, tutunacak yeri kalmaması, çocuklara destek olamaması esnasında, çocuklarla deniz kenarında beklerken denizin içinden çıkan “parmağı kırık heykel”, aslında Michelangelo’nun ünlü eseri “Adem’in Yaratılışı” tablosuna atıftır. Deniz-den çıkan heykelin parmağının kırık olması modern dünyanın putlarının, sahte liderlerinin aslında yeni in-sanlar yaratmakta çözüm olamayacağının işaretidir. Orestes’i de, aslında bizleri de, sürekli hayal kırıklığına uğratması hemen her şehre diktiğimiz, fotoğraflarını astığımız sahte Tanrılardır. Böyle yaparsa insan, Tanrı nasıl konuşsun?!

Angeleopoulos bize hemen her filminde, bu filmde ço-cukların yanından bisikletlerle geçerken, gösterdiği sarı yağmurluklu işçilerle bir mesaj bırakır: “Hayatın, filmin, en güzel insanlarıdır onlar, emeklerinden başka bir şey-leri yoktur.” Allah’ın da dediği gibi; kendi emeğinden gayrısı olmayan insanlar. Kim bilir Tanrı’ya tekrar ses ve dolayısıyla yardımcı olacak; yeryüzüne tekrar indirecek onlardır...Tüm olumsuzluklara rağmen çocuklar yolculuğu bitir-mek üzeredir ve nehir yanındaki sınıra yaklaşmışlardır. Sınırlar… Bir sandala atlamışlardır ve nehrin karşısı cen-nettir. Bir ışık düşer nehri geçerken üstlerine ve kurşun sıkılır hayallerimize!Artık çocuklar cennettedir, sonsuzluk ağacının yanı ba-şında ve korkmuyorlardır. Tren yolculuğu bitmiştir...

Page 30: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

30 Allah Ekmek Özgürlük

Bu konuşma 19 Haziran 1932 tarihinde,Edebî Daya-nışma Cemiyeti'nin Beyrut Empire Tiyatrosu'nda dü-zenlediği bir törende yapılmıştır.

“ Yeryüzünde bir deprem olsa, yeri yarıp gitse ve bütün canlıların kökünü kurutsa,yahut bir güç yıldız-ların arasındaki bağları koparıp güneşleri ve ayları uzayda darmadağın etmiş olsa,diyeceğiz ki: “Gizli bir âlemden bir darbedir bu.''

Ancak yer hâlâ insanları nimetlerine boğmakta, gök onlara bereketini yağdırmakta. Öyleyse insanların ke-fenlerini kesen bu kâbus nereden, nereden bu kriz?

Bugün insanlık kafilesinin başında yer alan Amerika Birleşik Devletleri'nde dağlar kadar buğday ve aç yı-ğınlar var. Binlerce boş ev var orada, binlerce de sığı-naksız insan. Yığınlarca kumaş var orada ama yığınlar-ca da insanın paçavra elbiseleri neredeyse derilerine yapışmakta. Sayılamayacak kadar icatlar var orada ve milyonlarca insan iş arıyor ve bulamıyor.

Yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nin sıkıntısı değil bu. Aksine bütün dünyanın sıkıntısı. Kafası cebinde ve yüreği iş yerinde olan uygarlığın sıkıntısı bu. Ce-bini sıksan bu uygarlığın, onu boğmak için boğazını sıkmış olursun adeta. Ve iş yerinin kapılarını kapat-san yüreğinin kapılarını kapatırsın sanki.

Uygarlığın hastalığını, bu hastalık onun kafasında ve yüreğinde olduğu halde, eklemlerinde arayanlardan ve ona komik ve ağlanası ekonomik, malî, sosyal ve siyasal ilaçlar icat edenlerden daha fazla beni üzen yoktur. Ekonomistlerin kerizleri tedavi yöntemi onla-rın dostları politikacıların savaş hastalığını yok etmek için uyguladıkları tedaviden daha yararlı değildir.Çünkü bu politikacılar silah indirimi için konferanslar düzenlemek, barış için propaganda ve çığırtkanlık yapmakla yılları tüketirler. Oysa bilseler, savaş ateşle-ri topların namlularında parlamaz, aksine insanların yüreklerinde ve düşüncelerinde parlar onun ateşi.Ve barış da uluslararası konferanslarda doğmaz, aksi-ne o da insanların yüreklerinde ve düşüncelerinde doğar. Ama onlar bütün donanmalarını darmadağın etseler, kılıçlarını saban yapsalar, toplarını çanlara

çevirseler ve askeri kışlalarını tapınaklara ve okullara dönüştürseler, bütün bunlarla birlikte yine de savaş-tan kurtulamazlar.

Onlar önce düşüncelerini; insanın insanı köleleş-tirmeye yahut ondan verdiğinden fazlasını almaya hakkı olduğu kuruntusundan temizlesinler.Onlar, önce kendilerine bu yetkiyi veren uygarlıkla-rının elbiselerinden soyunsunlar, işte o zaman derin bir nefes alırlar ve krizler ve savaşlar kâbusundan kurtulurlar.

Toprağın nimetlerini çoğaltmak için aletler icat eden insana yazıklar olsun.Çünkü nimetleri çoğaldığında toprağın,sıkıntıları da çoğalır.Yazıklar olsun ona ki rahat peşinde çaba harcar. Onu bulduğunda ise ondan nasıl yararlanacağını bilmez ve İblis'e kurban sunar bu rahatı.

Yazıklar olsun ona ki mesafeleri kısaltmak için çözüm-ler bulur ama kendisi olduğu yerde kalır. Halbuki ken-disine kinden sevgiye,perişanlıktan mutluluğa uçacağı iki kanat edinse,diyeceğiz ki: “Allah kanatlarını hayırlı uğurlu etsin.'' Ancak o, yerde taşıdığı bütün kıskanç-lık, arzular, sıkıntılar ve kuruntuları gökte de taşır. İşte o zaman saatte bin mil de kat etse bir mil de kat etse bir şey fark etmez. Çünkü kendisi hakkında bildiğiyle bilmediği arasındaki mesafe ne ise yine odur.

Ve sizler ey ülkemin insanları; sizin yaptıklarınız içinde bana,batıya gözü dikmeniz, onun ilerlemiş uygarlığını taklit etmeye çalışmanız ve kendinizi ve içinizdeki bütün fıtrî zenginlikle ruhsal çıplaklığı hor görmenizden daha çok acı veren bir şey olmaz.

Mihail Nuayme’den Başka bir pasaj...

Page 31: Ehad Dergi Mayıs

ehâd 2014 mayis

31Allah Ekmek Özgürlük

Sizlerin şöyle dediğinizi kaç kez duymuşumdur:

‘‘Batı’dan güzelliklerini alalım,onu kendi güzellikleri-mize katalım. O zaman mutluluğumuz tamam olur.’’

Aldıklarınızın tümünün iki yüzü, uygun yüzü ve sakat yüzü olduğunu bilmiyor musunuz? Sizler mesela par-lamenter hükümetleri alsanız,iyi yönleriyle birlikte bü-tün kötü yönlerini de alacaksınız. Kötü yönleri ise say-makla bitmez. Otomobili alsanız onun güzellikleriyle birlikte bütün sıkıntılarını da alacaksınız. Bu sizin,bir miktar para aldığınız zaman resimli tarafı olmaksızın bir parçasını kabul etmeniz gibidir. İkisini birbirinden ayırmak mümkün değildir çünkü.

Sonra sizler,ülkenizin tarihiyle son derece iftihar edi-yorsunuz ve onu ''peygamberlerin beşiği'' diye adlan-dırıyorsunuz.Bugün kuşu uçup giden bir yuva haline geldikten sonra size bu beşiğin faydası ne?

Işıkları yüreklerinizde parlamadıktan sonra peygamberle-rinizin size faydası ne? Sizin onları kitaplarınızın sayfaları arasına ve tapınakların karanlıklarına gömdüğünüzü gö-rüyorum. Keşke onları ruhlarınıza gömseydiniz!

Peygamberleriniz sizlere gerçeğin önünde çıplak ol-manızı, onun katında ne soyluları ne basitleri, aksine lehlerine ve aleyhlerine olan her şeyde eşit insanları temsil etmenizi öğretmişlerdi. Oysa işte sizler aranızdan kimilerini seçiyorsunuz ve bazılarına şereflilik,bazılarına sevecenlik, diğer bazılarına da mutluluk elbisesini giy-diriyorsunuz. Sanki sizden diğer kalanlar yaşamın çer-çöpünden başka bir şey değil.

Ağızlarınız yüceliği istediği halde yüreklerinizde aşa-ğılanmışlığı böyle yerleştiriyorsunuz. Ve dilleriniz öz-gürlüğe seslendiği halde ruhlarınızda kölelik için yu-valar kuruyorsunuz. İnsana yücelik için insan olması yeter halbuki!

Aynı şekilde şöyle dediğinizi duyuyorum: ''Ülkemiz ikli-mi hoş,güzel görünümlü bir ülkedir,fakat yoksuldur.''Söyleseniz ya bana nedir yoksulluk?

Yoksulluk,dağlarınız da şahit olduğu gibi siz de ka-yalardan üzüm, zeytin ve buğday fışkırtan kararlılık olması mıdır?

Pırıl pırıl su içmeniz ve kokulu havayı içinize çekme-niz midir yoksulluk?

Toprağı giyinmeniz, göğü bürünmeniz ve zindeliğin örtünüzü ve giysinizi paylaşması mıdır yoksulluk?Yoksulluk sizin yakının kanı ile karılmış ve nefretlerinin ve acılarının ateşiyle pişirilmiş iki ekmek yemeniz ye-rine kendi alınterinizle karılmış ve inancınızın ateşiyle pişirilmiş bir ekmek yemeniz midir?

Yoksul gördüğünüz bu ülke hakkında ne söyleyebilirim ki? Onun deniz ve dağlarından elde ettiği güzelliğin-den baka bir şey bile olmasa,servet olarak bu yeter. Bir arşın ipeğin ve ya bir ratl soğanın değerini belirlemen kolaydır. Fakat rüzgarların ve atmacaların ziyaret ettiği kayaların tapınaklarına; sırtında çam,meşe ve fesleğe-ni taşıyan tepelere;esenliğin nefesleriyle kokan vadile-re; size güneşin ateşinden ışık ve pelesenk süzen mel-temin büyüleyici örtüsüne gelince;bütün bunların ve diğer bu gibi şeylerin değerini nasıl belirleyeceksiniz?

New York'tan ayrılışımın üstünden tam iki ay geçti,bu iki ayın 20 gününü deniz okulunda 40 gününü de Sannîn okulunda geçirdim. Eğer saatleri ile ölçülürse, ömürden kısa bir ferahlıktı bu. Fakat ezellerle ebed-lerin kucaklaştığı, mesafelerin kısaldığı, başlangıçların bitişlere tutunduğu bir zaman dilimi.Çünkü bu zaman diliminde yaşamı her türlü süs ve güzellikten çıplak olarak gördüm ve onun kendisine sevgi dışında her şeyden çıplak ruhlarla ve gerçeğe olan özlem dışın-da her türlü özlemden boş yüreklerle yaklaşanlardan başkasına kucağını açmadığını kavradım. Onu zan-lı bilgilerden pek çok örtülerle isteyenlere gelince; Adem'in kendisinde kendisiyle Rabbi arasında örtü kıldığı elbiseden başka bir ayıbı olmadığı halde avret mahallini örteceğini düşünerek incir yaprağından el-bise giyindiği gün Rabb'inden uzaklaştığı gibi yaşam-dan uzaklaşırlar onlar.

Denize gelince; yaşamın, damlanın damlayla ve dal-ganın dalgayla yapıştığı gibi birbiriyle yapıştığını öğ-retti bana. Şu anda Beyrut Limanı'na çarpıp dağılan bir dalga denizdeki bütün suların onu şu dakikada Honolulu'nun kumları üzerinde huzursuzluk duyan kardeşine bağladığı bir dalgadır çünkü.

Ve deniz bana, kendisinden hesapsızca verdiği için kendisinin eksilip artmadığını, bunun için kendisinde asla kriz olmadığını,yüzeyinde mücadele eden dalga-ların her zaman kendisini yendiğini ve köpük ve gürül-tüden başka bir şey bırakmadığını, derinlerde ise ne mücadele, ne köpük, ne gürültü, aksine sonsuz din-ginlik olduğunu öğretti.

Page 32: Ehad Dergi Mayıs