rotasyon dergi 3.sayı [mayıs]

84
DIAMANTIDIS ÇAĞLA BÜYÜKAKÇAY KOBE BRYANT CARLI LLOYD GIRO D’ITALIA AYRTON SENNA CRUYFF CHRISTY BROWN DEONTAY WILDER OMEGA BRIAN CLOUGH ÖMER KARAEVLİ VODAFONE ARENA JUVENTUS KAWHI LEONARD SA YI MAYIS 2016 OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN 3

Upload: rotasyon-dergi

Post on 29-Jul-2016

240 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

Rotasyon Dergi Aylık, Ücretsiz, Türkçe Spor Dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

DIAMANTIDISÇAĞLA BÜYÜKAKÇAYKOBE BRYANTCARLI LLOYDGIRO D’ITALIAAYRTON SENNACRUYFFCHRISTY BROWNDEONTAY WILDEROMEGABRIAN CLOUGHÖMER KARAEVLİVODAFONE ARENAJUVENTUSKAWHI LEONARD

SAYI

MAYIS 2016OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN3

Page 2: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

2 / MAYIS2016

ROTASYON DERGİ EKİBİ

GENEL YAYIN YÖNETMENİANIL GÜLER

YAZI İŞLERİ SORUMLUSUÖMER İNCE

YAZARLARALPER ÜNLÜ

BURAK PAMUKBÜLENT BAHADIR

CANAN VARANCENGİZ UYGURCİHAT GEMİCİDENİZ BALCI

EGE KİMYONŞENEMİR RIZA LEKİ

EZGİ YAZICIOĞLUGÖKHAN BİLGİN

MUHAMMED CÜCETOLGA TEMEL

TUNA MENEVŞE

GRAFİK TASARIMANIL GÜLER

İLETİŞİ[email protected]

İÇİNDEKİLER4. KADIN FUTBOLCULAR NEDEN EŞİT MAAŞ İSTİYOR?8. DERS BİR, TARİH NASIL YAZILIR? ÇAĞLA BÜYÜKAKÇAY12. MAMBA OUT18. GIRO D’ITALIA PEMBE SAVAŞ26. JEDI MASTER CRUYFF30. SENNA’NIN ARDINDAN38. KIZ BABASI WILDER46. ÖRÜMCEK ADAMIN VEDASI, DIAMANTIDIS52. BROWN PENALTISI NASIL ATILIR?58. SPORDA ZAMANI ANLAMLANDIRMAK62. BİLİNMEYEN ANATOMİ, ÖMER KARAEVLİ66. POPOVICH’İ İKNA ETTİYSE ZATEN... KAWHI LEONARD70. SABRIN SONU SELAMET, VODAFONE ARENA SÜRECİ74. SİVRİ DİLLİ DEHA, CLOUGH80. JUVENTUS ARKAYI BEŞLEDİ

/rotasyondergi

Page 3: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 3

Üretimin tadını ve keyfini başka hangi şey verebilir? Yaşamakta ol-duğumuz şey dolu dolu bir üretim süreci. Beraberinde gelen, sıfırdan başlamanın heyecanı, başarabilir miyiz korkusu, uyulması gereken zamanın sınırları içinde kalmaya çalışırken yaşanan hengâme...

Yeni sayımızı sizlerle buluşturur-ken şöyle bir geriye bakıyoruz. “Hadi ulan yapalım şu işi” dedi-ğimiz anın üzerinden üç ay geç-miş. Bu üç ay içerisinde tıpkı bir okul gibi eğitmişiz kendimizi. Kâh çevremizden gelen eleştirilerle ve önerilerle kâh kendi aramızda yap-tığımız kafa patlatma seanslarının sonrasında yeni şeyler öğrenmişiz. Öğrenmekle kalmayıp uygulamaya koymuşuz.

Kendi kendimize bir okul olması adına kurduğumuz bu spor dergisi

her geçen gün avuçlarımızın içinde evrilmeye devam ediyor.

Şöyle bir geriye bakıyoruz ve gitti-ğimiz bir arpa boyu yol bize cesaret veriyor. Eksikler halâ var, elimiz-dekinin üstüne koymak için çaba gösteriyoruz ama ne yalan söyle-yeyim ‘anlamlı’ bir şeyler yapıyor olmanın haklı gururu da yok değil.

Sesi duyduk, takozlardan deste-ği aldık, çıkışımızı yaptık. İlk üç adımda dengemizi sağladık. Ka-famızı kaldırdık, sırtımızı olabil-diğince düzleştirdik ve işte şimdi önümüzdeki kulvar daha net gö-zükmeye başladı. Sıra geldi ivme kazanmaya.

Aksiyonlu olduğu kadar risk de taşıyan bir çalışma prensibi vardır. Çok basit: Uçurumdan atlamak.

Sizler bu sayının keyfini çıkarırken biz çoktan Haziran çalışmalarına başlamış olacağız. Dedim ya artık ivmelenme zamanı, aldığımız yeni bir kararla uçurumdan kendimizi bıraktık. Önümüzdeki bir ay içeri-sinde, yere çakılmadan önce hava-da kanatlarımızı tasarlayıp uçmayı deneyeceğiz.

Herkesin yazmış olduğu şeyler Rotasyon’da zaten yazılmış ola-cak ama bunun yanında kimsenin yazmadığı şeyler de sadece Rotas-yon’da olacak. Euro 2016 için ha-zırladığımız dosyamızla yaza sıkı bir giriş yapma niyetindeyiz.

İstatistikleri, sporcu ve insan hi-kayelerini, kıyıda köşede kalmış anlatılmayı bekleyenleri, vedaları, zaferleri yazdık bu sayıda, iyi oku-malar, gelecek ay da mutlaka gelin ha, bekleriz.

İVMEANIL GÜLER

Page 4: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

4 / MAYIS2016

Page 5: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 5

NEDEN EŞİT MAAŞI

SAVUNUYORUM?CARLI LLOYD

ÇEVİRİ: EZGİ YAZICIOĞLUBu yazı 10 Nisan 2016 tarihinde New York Times’da yayınlanmıştır

Page 6: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

6 / MAYIS2016

Tam 12 yıldır Amerika Futbol takımı formasını giyiyorum

ve bu formayı gururla taşıdım. Bu formayı giyerken hayatımın benim için en önemli sayılabile-cek anlarını yaşadım: 2 Olimpi-yat madalyası ve 2015 Kadınlar Dünya Kupası’nı kazanmak gibi. O yüzden geçtiğimiz ay, 4 takım arkadaşımla beraber Amerika Fut-bolu’nda maaş ayrımcılığına kar-şı şikayet formunu imzalamamın ülkem için oynamayı ne kadar çok sevdiğimle hiçbir alakası yoktu.

Ancak doğru ve adil olanı yap-makla ve temel Amerikan kon-septine tutunmakla yakından bir ilgisi vardı: eşit oyun için eşit maaş. Kadın olsan bile.

Basitçe, ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görmekten bıktık. Bir süre sonra, bu yargı üstünüze yapışıyor ve artık bununla işimiz kalmadı.

Amerika Kadın Milli Futbol Ta-kımı, Amerikan tarihinin görüp görebileceği en başarılı takım. 3 Dünya Kupası kazandık ve bu yaz Brezilya’da 5. Olimpiyat altın ma-dalyamızı kazanmaya çalışacağız. Temmuz’da Kanada’da Kadınlar Dünya Kupası’nı kazandığımızda, Amerikan tarihinin futbol için en yüksek reyting oranını yakaladık ve geçen ay açıklanan Amerika Futbol finansal raporuna göre federasyo-na 17.7 milyon dolar kar sağladık. Ancak her ne kadar Amerika Fut-bolu finansal rakamları, bizim fe-derasyon gelirinin çoğunu oluş-turan itici güç olduğumuzu teyit etse de, yeni toplu iş sözleşmesin-de takım olarak maaş artışı öne-rimizi sunduğumuzda Amerika Futbol Federasyonu birden fazla kez bunun ‘rasyonel’ olmadığını söyledi. Aslında federasyon bize kadın futbolu için sadece belli bir miktar para ayrıldığını ve önerimi-zin kabul edilemeyeceğini belirtti.

Yıllardır federasyonla pazar-lık etmemize rağmen hiçbir yere ulaşamadığımız için şu an gel-diğimiz nokta berraklaşıyor: hiçbir şey değişmedi. İşte bu yüzden şikayetimizi Eşit İş Ola-nakları Komisyonu’na taşıdık.

Sizi sayılarla sıkmaya niyetim yok ancak, hiçbir değer taşımayan bir-kaç önemli gerçek var. Milli Ameri-kan Kadın ve Erkek Futbol Takım-ları her yıl minimum 20 dostluk maçı yapıyor. Bu maçlardan erkek takımındaki en iyi performansa sahip ilk beş oyuncu yılda ortala-ma 406,000 dolar gelir elde eder-ken, en iyi performansa sahip ilk beşteki oyuncular, yılda sadece 72,000 dolar kazanabiliyorlar.

Evet, Amerika Futbol Federas-yonu, Ulusal Kadın Futbol Li-gi’ne olan desteğini arttırdı- bu aynı zamanda Ulusal Kadın Fut-bol Ligi’nde olan oyuncu başına denk düşen 54,000 dolar maa-şı sübvanse ediyor- ve evet, milli takımda oynayarak bazı makul ikramiyeler alıyoruz. Ama yine de eşitsizlik gerçekten can sıkıcı.

Eğer ben Amerika adına Dünya Kupası’nı kazanmış bir erkek olsay-dım, ikramiyem 390,000 dolar olur-du. Ancak ben bir kadın olduğum için geçen yazki zaferimizden bana düşen ikramiye, 75,000 dolar oldu.

Erkekler dünya kupasına katılım için gittiklerinde, ortalama 60,000 dolar gelir elde ediyor. Kadın-lar ise dünya kupasını eve geti-ren takım için 15,000 dolar alıyor.

Erkeklerin Dünya Kupası organi-zasyonlarının kadınlarınkinden dünya çapında daha büyük mik-tarda para sağladığını anlıyorum. Ama gerçek şu ki, Amerika Futbo-lu bizim 2017 için 5.2 milyon dolar kar edeceğimizi düşünüyor, erkek-lerin ise 1 milyon dolara yakın bir

rakamla zarar edeceğini. Yine de, biz hak ettiğimizden daha azını al-maya devam ediyoruz ve edeceğiz.

Geçen yılın yaklaşık 260 günü-nü yolda seyahat ederek geçir-dim. Ülke dışında seyahat eder-ken, günlük harcamalarım için 60 dolar kazanıyorum. Micheal Bradley ise günde 75 dolar. Bel-ki de kadınların daha küçük ol-duklarını ve dolayısıyla da daha az yediklerini düşünüyorlardır.

Hope Solo ya da Alex Morgan Amerika futbolu için bir spon-sorluk reklamına çıktıklarında 3,000 dolar alıyorlar. Geoff Ca-meron ya da Jermaine Jones ise aynı şekilde bir reklam kampan-yasından 3,750 dolar kazanıyor.

Page 7: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 7

Bizim sıkıntımız hiçbir şekilde Erkek Milli Takımıyla değil, on-ları seviyor ve destekliyoruz. Bi-zim sorunumuz federasyonla ve onların bize ne için mutfakta ye-mek pişirmediğimizi ya da yerleri silmediğimizi durmadan hatırla-tan, profesyonel oyuncu olduğu-muz için onlara minnet duyma-mızı çağrıştıran tarihiyle ilgili.

Kadınların finansal açıdan eşit ol-mayan bir muamele gördüğü gerçe-ği, ne yazık ki bir son dakika haberi değil. Bu, her alanda gerçekleşiyor. Size bütün dünyadakileri belki an-latamayız ama biz kesinlikle kendi alanımızda gerçekleşen eşitsizlik-leri söylemeye kararlıyız. Bunu sadece kendimiz için değil bizim arkamızdan gelen genç oyuncular için ve futbolla ilgilenen kız kar-

deşlerimiz için de dile getiriyoruz.

Matildalar-Avustralya’nın Milli Ka-dın Futbol takımı, şu an dünyada 5. pozisyonda bulunuyorlar- kendi federasyonlarıyla 4 yıl boyunca sa-vaştılar ve geçtiğimiz sene federas-yonun yıllık 21.000 dolardan fazla ödememe açıklaması karşısında greve gittiler. Kolombiya Milli Ka-dın Futbolcuları ise geçtiğimiz 4 ayı hiç maaş almadan geçirdiler.

Milli kadroya ilk seçildiğimde hiç-bir şekilde maaş ve sağlık güvence-si adına kar yoktu, o yüzden evet, bir takım gelişme gösterdik. Ama şu an, olmamız gereken yerin bir santimetre yakınında bile değiliz.

Amerikan Kadın Milli Takım oyuncularının iyi bir rol model ya

da elçi olamayacağını hiçbir şekilde kimsenin söyleyeceğini düşünmü-yorum. Her nereye gidersek gide-lim, destekçilerimizle güzel bağ-lar kuruyoruz, imza dağıtıyoruz ve federasyonumuzla sporumuzu layığı ile temsil ediyoruz. Ame-rika Futbolu da bize aynı şekilde davranırsa, böyle temsil etmeye de devam edeceğiz. Artık hiçbir şekilde geri adım atmayacağız.

Eğer kariyerimden bir şey öğ-rendiysem, bu hayatta hiçbir şe-yin kolay elde edilmediğidir. Bu sadece bu şekilde gerçekleşiyor. Bunun para hırsıyla alakası yok. Bu sadece doğru ve adil olanı yapmakla ilgili. Bu, insanlara cin-siyetlerini gözetmeksizin hak et-tikleri gibi davranmakla alakalı.

Page 8: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

8 / MAYIS2016

Page 9: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 9

KARPUZKABUĞUNDAN

GEMİLERMUHAMMED CÜCE

Page 10: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

10 / MAYIS2016

Voleybol orta, basketbol iyi, futbol pekiyi. Güreş ve halter

zorunlu ders.Peki ya Türkiye’nin tenis karnesi?

Tenis, evlerimize ilk olarak yılın belirli zamanlarında devlet ‘ka-nal’ıyla geldi. Türk halkının büyük bölümü ise tenisi Hülya Avşar’la tanıdı. Bu popülariteyi kullanan Türk tenisinin kadınlarda tek ba-şarısı İpek Şenoğlu’nun çiftlerde yaptıklarıydı. Ondan bayrağı dev-ralan ve seviyeyi çok yükseklere, kimsenin hayal bile edemeyeceği bir yere çıkaran ise Çağla Büyü-kakçay oldu. 80 milyon nüfusa ulaşan ülkenin spor sınıfının bu-günlerdeki en parlak çocuğu yani.

Çok cesur bir kız. Bunun başka açıklaması olamaz. Ülkesinde du-yulmayan ve yatırım yapılmayan bir sporu seçen; bu spor için doğduğu şehir Adana’dan ayrılıp 14 yaşında İstanbul’a göçen; rakiplerinin kupa

kazandığı ya da sıralamada yüksek yerlere geldiği yaşta, 17’sinde, pro-fesyonel olmayı seçen Çağla ger-çekten çok cesur bir insan olmalı.

Profesyonel kadınlar tenisinde, WTA (Kadınlar Tenis Birliği) tara-fından ocak ayının ilk haftasından ekim ayının sonuna kadar aralıksız her hafta turnuva düzenleniyor(*). Sezon boyunca üç farklı zeminde (sert, toprak, çim) oynanan bu tur-nuvalarda dünyanın farklı uçlarına savruluyorsunuz. Ocak ayında sert kortta Avustralya kıtasında açı-lan sezon, şubatta Asya ve ABD’ye kayıyor; mart ayında ABD’de sert zemin turnuvalarında sona yakla-şılırken; Avrupa’dan dünyaya nisan ve mayısta toprak, haziranda ise çim kokusu yayılıyor. Temmuzdan itibaren ise Avrupa’dan kopan tenis dünyası; sert zeminli turnuvalarla önce ABD, ardından Çin ve Japon-ya odaklı Asya kıtasına uğrayarak kasım ayına ulaşıyor. Farklı ülkeler

ve şehirler, farklı zeminler, saat-lerce uçak yolculuğu, otel odaları, yiyecek bulma sorunu... Peki bu yolculuğun her hafta mutlu sonla bitmesini mi bekliyorsunuz? Tabii ki tenisçiler her hafta turnuva oy-namıyor, katıldıkları turnuvalarda kupaya ulaşmaları için en az 4-5 maç kazanmak gerekli ve yukarı-da görünen tempoda işin hiç de kolay olmadığı açık. Yani tenis, neredeyse her hafta kaybetmek zorunda olduğunuz bir spor. Eğer oynadığınız hafta kaybetmediyse-niz ya da sakatlık nedeniyle çekil-mediyseniz, tebrikler, kupa sizin.

Sizi tenisten soğuttuysam kusura bakmayın, ama artık bizim de bir süper kahramanımız olduğuna göre iyi şeylerden bahsedebiliriz. Nisan ayında İstanbul’da yaşadığı şampiyonluk Çağla Büyükakçay’ı dünya sıralamasında ilk 100’e (tam olarak 82.sıra) soktu, böylece kari-yerinde ilk kez bir slam ana tablo-

Page 11: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 11

sunda (Wimbledon) oynayacak ve belki de olimpiyatlarda. Fakat Çağ-la Büyükakçay’ın zafere giden yolu uzun ve zorluydu. Birçok tenisçi gibi kariyerine ITF (Uluslararası Tenis Federasyonu) tarafından dü-zenlenen görece düşük seviyedeki turnuvalarla başlayan Çağla, dünya sıralamasındaki yerini yükselterek 2010 yılında ilk kez bir slam eleme-sinde oynamaya hak kazandı. Son 5 yıldır düzenli olarak slamlere ele-melerden katılmayı başarsa da, 21 denemesinde ana tabloya kalama-dı. 2013’te Mersin’de düzenlenen Akdeniz Oyunları’nda tek ve çift-lerde aldığı altın madalya; harika geçen 2014’te WTA turnuvaların-dan Kuala Lumpur’da teklerde çey-rek final ve Bükreş’te çiftler finali ile Astana’daki $100,000 ödüllü ITF turnuvasındaki final önce ken-disi için, sonra Türkiye tenis tarihi için ilklerdendi. 2015’te başarı hal-kasına Fed (Dünya) Kupası “En İyi Oyuncu” ödülünü ekledi. 2015’in

ilk aylarında 108. sırayı görse de sonraları 190’a kadar düştü. Ve kalktı. Yılı Dubai’de $100,000 ödül-lü ITF turnuvasında tek ve çiftler-de şampiyonlukla kapatan Çağla, 2016 sezonuna ilk aylarda kötü başlasa da WTA premiyer seviye-deki Doha’da dünya 12 numarası-nı yenerek 3.tur gördü ve hemen sonraki hafta Kuala Lumpur’da bir kez daha çeyrek finale çıktı.

Çağla Büyükakçay’ın bu başarıları-nın bir ortak özelliği var. Kupalar, madalyalar, sıralama, finaller, slam elemeleri... Tüm bu zaferler Türki-ye’nin kadınlarda tenis karnesinde kazılı ve karşısında onun ismi yazı-yor. Türk tenisinde “ilk”lere bakıldı-ğında en çok Çağla’nın adı geçiyor. Sponsor desteği bulunca profesyo-nelliğe adım atan Çağla, 2005’ten itibaren düzenlenen WTA uluslara-rası İstanbul turnuvasında kariyeri-nin ilk ana tablo maçlarını wildcard

(özel davet) ile oynadı. Ülkemize gelen yıldızların ışığında uzun sü-rede filizlendi, büyüdü ve sonunda onlara ulaştığını anlayınca gökyü-züne uzandı şampiyonluk kupasıyla. Televizyonda izleyerek tenisi öğ-renen/seven bir neslin; küçük yaştan itibaren eline raket alarak aileleriyle bu yola baş koyan ve okul-antrenman-ev arasında sos-yallikten uzak kalan çocukların/gençlerin; onunla aynı doğrultu-dayken çoktan başka yollara sapan ama geride yüreğini bırakmış ‘es-ki’lerin; seçtiği spor tenis olmasa da ona benzer hikayeler barındı-ran, imkansızlıklar içinde sporda var olmaya çalışan tüm insanların hayalini gerçekleştirdi ve onlara ilham kaynağı oldu Çağla... Kendi hayatından ödün vererek yarattı-ğı karpuz kabuğundan gemisiyle, Nuh’un tufanı kopmadan, uzun süredir sırtında taşıdığı ülkeyi gu-rurla ve gocunmadan kurtardı.

Page 12: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

12 / MAYIS2016

DİRİLİŞ

TOLGATEMEL

Page 13: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 13

Page 14: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

14 / MAYIS2016

2004 yazı sona erdiğinde, Los Angeles’ta çok şey değişmiş-

ti. Zaferlere alışmış şehir, bu kez başarısızlıkla yüzleşmişti. Lakers son hamlesini yapmış ama şam-piyonluk Detroit’e gitmişti. Bu ta-kım, ‘arayış’ta olan parçalardan kurulmasına rağmen olmamıştı. Ellerinde NBA tarihinin en do-minant uzunlarından Shaquille O’Neal vardı. Lakers, Karl Malone ve Gary Payton gibi kaliteli vete-ranlara ve bir başka süper yıldız Kobe Bryant’a sahipti. Ummadık taş baş yarmış ve bu minik rüya takım, Chauncey Billups ve ar-kadaşlarına finalde kaybetmişti. Bu hayal kırıklığının sonunda da beklenen olmuş, takım dağılmıştı. Shaquille O’Neal Miami’ye, Gary Payton Boston’a takaslanmış, Phil Jackson takımdan ayrılmış, Karl Malone emekliliğini açıklamıştı.

Bundan sonra Kobe tek başınaydı. Omzunda yıllar boyu tarih yaz-mış bir franchise’ın umutlarıyla, en baştan tırmanışa başlamalıydı. Fakat zirveye ulaşmadan önce aş-ması gereken pek çok engel vardı.

Kobe o zamanlar şu anki Kobe gibi değildi. Hakkında pek çok tartışma, büyük soru işaretleri vardı. Medya-nın da şişirdiği bir Kobe-Shaq ger-ginliği, topu elinde isteyen bir oyun karakteri olması ve son bir senesi boyunca uğraştığı tecavüz davası sürekli televizyonlarda konuşu-luyordu. Bunlar, işleri zorlaştıran faktörlerdi. Kobe’nin yüzleşmesi

gereken asıl soru şuydu: Shaq’siz şampiyon olabilecek miydi?

Bu soruyu cevaplamadan önce bi-raz daha Shaq – Kobe ilişkisini in-celememiz gerekiyor. NBA ışıltılı ve göz önünde bir dünyadır ama Amerika’da iki şehirde basketbolcu olmak çok daha farklıdır. Eğer New York veya Los Angeles şehrindey-seniz, Hollywood yıldızlarından bir farkınız yok demektir. Kiminle hangi restoranda yemek yediğiniz de, kiminle ilişki içinde olduğunuz da medya tarafından kolayca öğre-nilir. Bolca konuşulursunuz; sizden malzeme çıkmasını beklerler. Eğer ki kâğıt üzerinde her şey yolunday-sa, takımın iki yıldızının arasının bozuk olması, magazinsel anlamda büyük değere sahiptir. Dönemi-nin en etkili ve sansasyonel ikilisi olan Shaq ve Kobe’nin anlaşmazlı-ğı da doğal olarak pek çok şekilde medyaya yansıdı. Bu yansımalar ise Kobe’nin hiç istemeyeceği bir şekilde sonuçlandı. Tartışmalar sürerken, medyanın oluşturduğu algı, Shaq – Kobe ikilisini Batman – Robin gibi gösteriyordu; Kobe de Robin olmaktan nefret ediyordu. Gerçek kahraman Shaq ve topu daha çok elinde isteyen bencil yar-dımcısı Kobe olarak görülüyordu. Ama 2004 yazında Batman, Go-tham City’yi terk etmişti. İşte bu yeni dönem, Robin’in kendini tek

başınayken kanıtla-ma fırsatı olacaktı.

Yeni LakersLakers için yeni çağ

pek sancılı b a ş l a -

mıştı. Takımda merkez Kobe’y-di ve takım, yeniden inşa etme-nin verdiği sorunlarla doluydu. Kobe, sayı krallığına oynasa da, takım başarısızdı. Lakers 11 yıl sonra ilk kez playoff dışında ka-lıyordu. 2005 yazında, geçmişte yaşananlara rağmen Phil Jack-son tekrar takımın başına döndü.

Kobe bireysel olarak sınırlarını zor-ladığı bir sezon yaşadı, fakat yine de eksik bir şeyler vardı. Bir maçta 62 attı önce, sonrasında Toronto’ya karşı NBA tarihinin bir maçta atılan en yüksek ikinci skorunu kaydetti: 81. Bunlara ek olarak da Ocak ayı-nı 43,4 sayı ortalamasıyla geçirdi. Phil Jackson’ın geri dönüşüyle La-kers amaçsız bir takım olmaktan çıkmış, Kobe kırılmadık rekor bı-rakmamıştı. Playoff yapmayı da başarmışlardı, ama eksik bir şeyler vardı. Batı Konferansı’nı yedinci sırada bitiren takım, ilk turda Pho-enix’e arka arkaya üç maç kaybede-rek seriyi 4-3 kaybediyor ve playoff maçlarına veda ediyordu. Kobe için kaybetmek sıradan bir durum olamazdı, müdahale etmeliydi.

8’den 24’e Geçiş

On birinci sezonuna başlarken Kobe, artık 8 yerine lisedeki for-ma numarası olan 24’ü giyeceğini açıkladı. Kariyerinin ikinci yarı-sına yeni bir başlangıç yapmak isteyen Kobe, değişimi çok çabuk tecrübe edemeyecekti. Bir ön-ceki sezonun benzerini geçirdi; inanılmaz rekorlar, yedinci sıra-dan playoff ve ilk turdan eleniş.

2007 yazında ciddi bir şekilde La-kers’tan ayrılmayı düşünmüş, hatta yönetime takas olabileceği takım-ların listesini bile vermişti. Liste-nin tepesinde de Chicago vardı, Majestelerinin toprakları… Şart-lar uygun değildi; Bulls ve Lakers anlaşamadı, takas da resmi şekilde

Page 15: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 15

konuşulamadan rafa kalktı. Kobe de kendi yolunu çizmeye karar verdi. Kendisi on yıldır Lakers’tay-dı; burada üç yüzük kazanmıştı ve takımın lideriydi. Kalmalı, gemisi-nin dümenini yeni zaferlere doğru kırmalıydı. Yanına yüzük peşinde koşabileceği bir mürettebat lazım-dı. Bu eksikliği tamamlamak adına o yaz Lakers, kadrosuna İspanyol yıldız Pau Gasol’ü katmıştı. Kadro belli bir seviyeye ulaşmıştı ve tekrar zirveye oynamaları gerekiyordu. Geriye Kobe’nin en önemli rakibi kalmıştı, düşmanı karşısındaydı.

Sinema terminolojisinde ters nin-ja kanunu diye bir kavram vardır. Ana karakterimizin karşısında ne kadar çok düşman varsa, tehlike o kadar düşüktür. Ne zaman ki karşısına asıl düşman çıkar, o za-man o savaş uzun sürer. Gerçek tehlike odur yıldızımız için. Kobe Bryant’ın filminde de bu senaryo aynı şekilde işliyordu. Karşısında

ne kadar çok düşman olursa olsun onu etkilemiyordu. Kimler çıkmış-tı karşısına da onu devirememişti; AI, T-Mac, Jason Kidd, niceleri… Deviremediği tek düşmanı vardı; herkes gittiğinde tek o kalıyor-du geriye, en tehlikelisi: kendisi.

O büyük aşamayı kaydetmeli, oyu-nunda olgunluğa erişmeli, ken-diyle olan mücadelesini kazan-malı ve kendini ispatlamalıydı. Gerçekten, istediği maç başına kırk sayı atan bir oyuncu olup ilk tur-dan elenmek miydi, yoksa gerçek bir lider gibi takımını tekrardan şampiyonluklara taşımak mıydı?

İkincisi olduğu kesindi; sonradan sadece bir MVP ödülü kazanma-sıyla ilgili gelen soruya verdiği ce-vap da bunu doğrular nitelikteydi:“Bir sürü MVP ödülü kazan-mak benim için asla bir görev olmadı. Fakat bir sürü yüzük kazanmak? Kesinlikle öyleydi.”

İspat ve Geri Dönüş

Kobe – Gasol ikilisi kurulduğunda beklentiler yükselmişti. Shaq son-rası dönemde ilk kez Lakers’ın adı şampiyonluk adayları arasındaydı. 2007 yazından sonra her şey Mam-ba için daha farklıydı. Üç sezon boyunca beklediği, bir şeyler ba-şarabilecek kadro kurulmuştu. İyi parçalar ile birlikteydi, başlarında da koç Phil vardı. Bunlarla birlik-te tamamlanması gereken tek şey, Kobe’nin kusursuz bir lidere evrilip yeni Lakers’ı şampiyonluğa taşıma-sıydı. Nitekim öyle de oldu; Kobe, o sezon bir daha 81 atmadı ama ta-kımını finallere taşıdı. Tek başına her şeyi omuzlayarak değil, takım arkadaşlarına yol göstererek ve on-lara liderlik yaparak bunu başardı. İlk ve tek normal sezon MVP ödü-lünü de bu sene kazandı. Sezonun sonu beklenilen gibi bitmemişti belki, ama o biliyordu; başaracaktı.

Page 16: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

16 / MAYIS2016

Kobe, 2009 yılında Shaq olmadan da başarabileceğini gösterdi. Şam-piyonluk yüzüğünü ve finallerin en değerli oyuncusu ödülünü aldı. Her şeyden öte, gerçek evrimini ta-mamladı; sahada iyi bir lider oldu. Bu liderlik, sahada farklı şekillerde ortaya çıkabiliyordu. Gasol’e top indirmeyi planladığı bir pozisyon-da; Gasol, adımlarında yavaş ka-lınca, İspanyol oyuncunun attığı dengesiz şuttan sonra onu haşla-yabiliyor; takım arkadaşları iyi bir tam saha baskı uyguladıklarında onları alkışlayıp motive de edebi-liyordu. Gerçekten o şampiyon-luğu, o yüzüğü öylesine istedi ki bunu başarmak için her şeyi yaptı. Tüm playofflar boyunca yüzde yüz buna odaklıydı. ESPN yazarı Bill Simmons da bundan bahsediyor:“Kobe, Mickael Pietrus’a bir temas-ta bulundu, faulü aldı ve üç hafta öncesine kadar kimsenin gör-mediği o ürpertici, dişlerini öne çıkaran o suratı yaptı. Bu hareke-tin nereden geldiğini bilmiyoruz, buna karar vermeden önce ayna karşısında başka ne kadar yüz ifa-desi çalıştığını bilmiyoruz veya bu yüz ifadesi için Bruce Springsteen’e ne kadar telif hakkı da ödediğini bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, bu yü-züğü gerçekten istiyor. Gerçekten.”

Kapanış ve Veda

Kobe Bryant, sadece NBA değil tüm spor dünyasının içerisindeki en eşsiz karakterlerden biri. Kişilik olarak ne kadar kusuru varsa, bir o kadar da kusursuz. En iyi olmak, onu hayatta tutan şey belki de. Hır-sı, yeteneği ve en önemli özelliği olan çalışkanlığıyla çok şey başardı. Tüm kariyeri boyunca onu birile-riyle kıyasladılar, en çok da Micha-el Jordan ile. Kobe, MJ seviyesine geldi mi gelemedi mi hep tartışma konusu oldu. Fakat O, 2007 yılında takas olmayıp gerçek liderliğe so-yunduğunda, bir şeyi belirlemişti. ‘Yeni Jordan’ olmayacaktı, Kobe

Bryant olarak tarihe geçmeye karar vermişti. Öyle de oldu, dolu dolu yirmi yılın sonunda beş şampi-yonluk yüzüğü ve sayısız bireysel başarıyla bir Lakers ve NBA efsa-nesi olarak kariyerini tamamladı.

Sahada bir savaşçı olduğu ka-dar bir sanatçıydı da. Biz de ona veda ederken, düz yazının ye-tersiz kaldığı kısmı tamamlama-sı için bir başka sanatçıya; Jimi Hendrix’e kulak verelim en iyisi.

Page 17: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 17

Purple haze, all in my brainLately things they don’t seem the sameActin’ funny, but I don’t know whyExcuse me while I kiss the sky

Page 18: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

18 / MAYIS2016

Page 19: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 19

ÇiZME MUHAREBESi

EGE KiMYONŞEN

Page 20: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

20 / MAYIS2016

Page 21: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 21

Avrupa’nın ortasında, ayaklan-mamak üzere oturur Alpler.

Hilal biçiminde konuşlanmış zir-veler kendilerini İtalyan yarımada-sına siper ederken onlara özenen Apenin Dağları sıraya girer, ku-zeyden güneye dimdik ikiye böler Çizme’yi. Doğu’nun evi bellediği Adriyatik, Batı için uzak bir akra-ba gibidir, adını anımsamakta zor-landığı. İmparatorluklar yükselir, yıkılır. Yüzyıllarca içine kapanır devletleşen şehirler. Antlaşmalar yazılır, çizilir, bozulur; Çizme’yi bir araya getirmek 19. yüzyılın başına kadar mümkün olmaz.

Siyasi birleşme 1886 yılında ta-mamlansa da, kültürel birleşme-yi tamamlamak kolay iş olacağa benzemez. Öyle ya, şehir devlet-leri yüzyıllarca hem topraklarını hem de geleneklerini muhafaza et-

mek için büyük çaba göstermiş-lerdir. Yıllar yılı yarışmacıların kuzeyinden güneyine, doğusun-dan batısına İtalyan yarımadasını tekrar tekrar keşfedeceği bir bi-siklet turu, hiç de planlanmadı-ğı şekilde gelenekler arası köprü olur bir anda. La Gazetta dello Sport’un satışlarını artırmak ama-cıyla 1909’da start alan efsane, bir süre sonra bu ulusal yapbozun ka-yıp parçası olmanın da ötesinde uluslararası bir kimliğe bürünür. İşte Giro d’Italia, yani İtalya Bi-siklet Turu efsanesi böyle doğar.

Fausto Coppi’den Eddy Merckx’e, Marco Pantani’den Alberto Con-tador’a sayısız efsanenin üzerine giymek için kilometrelerce pe-dal çevirdiği Maglia Rosa (pembe mayo), bu sene 99. yaş gününü kutluyor. Peki 6-29 Mayıs tarihleri

arasında gerçekleşecek Giro d’Ita-lia 2016’da bizleri neler bekliyor? Gladyatörler, İtalyan yarımada-sının hangi arenalarında hayatta kalma mücadelesi verecek? Maglia Rosa’yı kimler onurlandırabilir?

Öncelikle etaplar hakkında biraz fikir sahibi olmak yararlı olabilir. Giro, bu sene ile birlikte tarihinde 12. kez İtalya dışında start alacak. Üç hafta sürecek 21 etaplık turun ilk üç etabı Hollanda topraklarında gerçekleşecek. Daha sonra Güney İtalya’dan Kuzey İtalya’ya ilerleyen bir tur izleyeceğiz. 19. etap sonu ile birlikte Fransa’ya geçiş yapıp, 20. etap sonu ile İtalya’ya geri dö-nüldükten sonra yarış 21. etap ile birlikte Torino’da sonlanacak. Ge-çilen bölgelerin kısa tanıtımlarını da içeren tur rehberi şu şekilde:

Etap 1: ApeldoornYarış, 9.8 km mesafeli bir kişisel zamana karşı etabıyla başlıyor. Başkent Amsterdam’ın yaklaşık 96 km doğusunda bulunan Apel-doorn’un en önemli yapıları “Het Loo” sarayı ve birçok spor orga-nizasyonunun gerçekleştirildiği Omnisport Velodromu.

Etap 2: Arnhem-Nijmegen / Etap 3 Nijmegen-ArnhemHollanda’daki diğer iki etap bir gidiş-dönüş yolculuğu. II. Dünya Savaşı’ndaki “Market Garden Ha-rekatı”nın merkezi olarak bilinen Arnhem ile Hollanda’nın en eski üç şehrinden biri olarak kabul edilen Nijmegen arasındaki iki etap sonunda, yarış anavatanına taşınıyor.

Etap 4: Catanzaro-Praia A MareÇizme’nin en güneyinde, Calabria bölgesi illerinden Catanzaro’da başlıyor İtalya macerasının ilk ayağı. 200 kilometrelik etap bizi Tiren Denizi kıyılarında bir yolcu-luğa çıkarıyor. Varış noktası Tiren Denizi kıyı kasabalarından Praia A Mare.

Etap 5: Praia A Mare-BeneventoKuzeye yolculuğumuz “Cadılar Şehri” Benevento’ya doğru, bu 233 kilometrelik etapla devam ediyor. Benevento, ana şehri Napoli olan Campania bölgesi şehirlerinden biri. Şehrin içinde geçecek son 6.5 kilometrede Trajan Zafer Takı’nı ve Santa Sofia Kilisesi’ni görme-miz muhtemel.

Etap 6: Ponte-Roccarasoİtalyanca “köprü” anlamına gelen ve bu adı Alento nehrinin üze-rindeki St. Anastasia Köprüsü’n-den alan Ponte, 157 kilometrelik etabın başlangıç noktası. Etap iki büyük tırmanışa yer verecek. Sonu da tırmanışlı. Roccaraso ise 29 yıl sonra finiş çizgisine ev sahipliği yapacak.

Etap 7: Sulmano-Foligno“Confetti” badem şekerlerinin memleketi Sulmano’dan, atlı mız-rak dövüşleri “Giostra della Qu-intana”nın merkezi Foligno’ya…Sonunda sprint finişi görmemiz muhtemel olan bu 211 kilomet-relik etabın sonunda, Çizme’nin ortasına varmış olacağız.

Page 22: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

22 / MAYIS2016

Etap 8: Foligno-ArezzoEtrüskler tarafından 9. yüzyıl-da kurulan Arezzo, Giro d’Ita-lia 2016’nın Toskana bölgesine girişi olarak tanımlanabilir. Etabın ikinci yarısındaki 6.4 kilometrelik “Alpe di Poti” tırmanışı, en zorla-yıcı bölüm olarak göze çarpıyor. Bu bölümde, genel klasman iddi-alılarının birbirlerine karşı zaman kazanmak için atak denemelerine girmeleri muhtemel.

Etap 9: Radda in Chianti-Greve in Chianti“Chianti Classico” şarabının anavatanında, Giro 2016’nın ikinci bireysel zamana karşı etabı. “Fiasco” adı verilen, altı geniş hasır kaplamalı şişelerde saklanan şarabın orijinal üretim bölgesinde gerçekleşecek etap, Toskana tarihi-ne saygı duruşu niteliğinde.

Etap 10: Campi Bisenzio-Sestolaİlk 25 km’den sonra tek bir düzlük bölüm bile içermeyen ilk ciddi dağlık etap, Floransa’nın yaklaşık 10 km kuzeybatısında bulunan Campi Bisenzio’da start alıyor. Burası aynı zamanda içten yanma-lı motorun icat edildiği yer olma özelliğini taşıyor. Sestola, Tos-kana’dan çıkıp Emilia-Romagna bölgesine geçiş yaptığımız yer.

Etap 11: Modena-AsoloModena Katedrali, Ghirlandina Saat Kulesi ve Piazza Grande. UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan bu mimari yapılar, baş-langıç şehri Modena’nın mihenk taşları. Ancak biz Modena’yı Ferrari’nin ve Maserati’nin ku-rulduğu yer olarak biliyoruz. 227 kilometrelik etap Asolo’da sonla-nıyor. Asolo’da sonlanan son etap 2010 senesindeydi, kazanan ise bu senenin de iddialı isimlerinden Vincenzo Nibali olmuştu.

Etap 12: Noale-Bibione168 kilometrelik 12. etap ile

Adriyatik Denizi kıyılarında bir yolculuğa çıkıyoruz. Başlangıç noktası Noale, 7 farklı bölgesinden 7 takımın kendi arasında çeşitli yarışmalar yaptığı ortaçağ festivali “Palio” ile ünlenmiş bir kent.

Etap 13: Palmanova-Cividale del FriuliKuşbakışı dokuz köşeli yıldız görünümündeki Palmanova, 16. yüzyılda kurulan bir şehir. O tarihten bu yana, dairesel biçimde genişleyerek büyüyen şehir, özgün

ve çarpıcı bir mimariye sahip. 170 kilometrelik etap, kategorize edilmiş 4 zirve barındırıyor. Bu nedenle zorlayıcı bir dağlık etap olarak görülebilir. Finiş çizgisi, Slovenya sınırında bulunan Civi-dale del Friuli kentinde.

Etap 14: Alpago-Corvara210 kilometrelik dağlık etap, ara-larında Sella Geçidi’nin de bulun-duğu 6 dağ geçidini içeriyor. Giro d’Italia 1998’de şampiyon Marco Pantani’nin, yine Sella Geçidi’ni

Page 23: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 23

içeren bir etap zaferi yaşaması; 14. etabı bu seneki “Pantani etabı” yapıyor.

Etap 15: Castelrotto(Kastelruth)-Al-pe di Siusi(Seiseralm)Giro 2016’nın üçüncü ve son bireysel zamana karşı etabı, diğer ikisinden farklı olarak yokuş yu-karı bir zamana karşı etabı. Genel klasman için belirleyiciliği en fazla olan etaplar arasında görülmeli.

Etap 16: Brixen(Bressanone)-An-dalo

15. etap ile başladığımız Avustur-ya sınırında ilerleyiş bu etapla da devam ediyor. Brixen, nüfusun yaklaşık %75’lik çoğunluğunun ana dil olarak Almanca konuş-tuğu bir şehir. Andalo ise, Eddy Merckx’in 1973’te etap aldığı şehir olarak Giro tarihinde yerini alıyor.

Etap 17: Molveno-Cassano D’addaTurun sonlarına yaklaşırken, rota kuzeybatıya doğru yönleniyor. Genel itibariyle düz olan bu etap, oldukça ağır ve zorlayıcı 19. ve 20.

etaplar yaklaşırken “fırtına öncesi sessizlik” olarak da değerlendiri-lebilir.

Etap 18: Muggio-Pinerolo244 kilometrelik etabın ilk 170 kilometresi düzlük, daha sonra dalgalanmaya başlıyor. Bitime 30 kilometre kala eğimin %17’ye çıktığı 5 kilometrelik Pramartino tırmanışı, etap sonunu belirleyi-ci iki bölümden biri. Diğeri ise eğimin %20’ye kadar çıktığı, 500 metrelik, kısa ancak etap sonu ol-ması itibariyle ana gruptaki birçok isme ağır darbe vurabilecek San Maurizio tırmanışı.

Etap 19: Pinerolo-Risoulİtalya’da başlayıp Fransa toprak-larında sonlanacak bu etap, 2744 metre yüksekliğindeki zirvesi ile Giro d’Italia 2016’nın en yüksek zirvesi Colle dell’Angello’yu içinde barındırıyor. Dolayısıyla, her sene olduğu gibi en yüksek zirveyi önde geçen isme verilen Cima Coppi ödülü bu etapta verilecek. Genel klasman sıralamasında cid-di biçimde belirleyici olacak son iki etaptan biri.

Etap 20: Guillestre-Sant’anna di VinatioBir önceki etabın Risoul’de son-lanmasının ardından, Fransa’da başlayan etap yarışı tekrar İtalya’ya taşıyor. Kuzeybatı Alpleri’nde yer alan bu 134 kilometre içinde tek bir düzlük bölüm yok. Üçü birin-ci kategori, biri üçüncü kategori olmak üzere 4 tırmanış, 3 de iniş izleyeceğiz. Pembe mayonun ka-deri en son bu etapta belirlenecek.

Etap 21: Cuneo-TorinoGiro sonlanıyor. 163 kilometrelik etabın son 60 kilometresi Tori-no’da atılacak 8 tur ile geçilecek. Finiş, Giro tarihinde 41. kez Tori-no’da gerçekleşiyor.

Page 24: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

24 / MAYIS2016

Son olarak, pembe için verilen sa-vaşta kimlerin ön planda olduğuna biraz göz atalım. Maglia Rosa için en iddialı iki isim Sky’dan Mikel Landa ve Astana’dan Vincenzo Ni-bali olarak göze çarpıyor. Kamuo-yu, diğer tüm genel klasman aday-larını görmezden gelerek sadece bu iki isim üzerinde durmakta. Takımın büyük turlarda iddialı iki isminden Aru’yu geçen sene Giro d’Italia takım lideri, Nibali’yi ise Tour de France takım lideri olarak görevlendiren Astana bu sene tam tersi bir planlama içinde. Büyük turların üçünde de şampiyonluğa ulaşmış, dev kariyeriyle Vincen-zo Nibali şüphesiz kendi evinde Giro 2016’nın “olağan şüphelile-rinden”. Tirenno-Adriatico’yu ka-zanmış olması hanesine bir artı daha eklenmesine, iddiasının daha da artmasına sebep oluyor. Ancak rakibi Mikel Landa, birçoklarının gözünde şampiyonluğa Nibali’ye nazaran bir parça daha yakın. Ne-deni ise geçen seneki Giro perfor-mansı. Giro d’Italia 2015’te Asta-na takımının parçası olan Landa, takım lideri Fabio Aru’nun bir numaralı domestiği, yani en kri-tik yardımcısı görevindeydi. An-cak son etaplara doğru Landa’nın performansının Aru’dan daha yüksek olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Şampiyon Alberto Contador’un ve takım lideri Fa-bio Aru’nun ardından, geçen sene üçüncü sırada podyumu yakalayan Mikel Landa’nın en büyük artısı motivasyonu. Landa, pembe mayo-yu çok istiyor. Team Sky’ın da Lan-da’yı, üzerine takım kurup Giro’da şampiyonluğa taşımak için transfer ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Apeninler hazır; Alpler, Tiren ve Adriyatik de öyle. Maglia Rosa, onurlandırılmak istiyor. Nesiller boyu anlatılacak hikayelere, muci-zevi destanlara konu olmaya ihti-yacı var. Pembe, sahibini bekliyor.

Page 25: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 25

Page 26: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

26 / MAYIS2016

KuRTARiCiburak pamuk

Page 27: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 27

Page 28: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

28 / MAYIS2016

Uzun zaman önce uzak bir ülkede...

Bu hikâye çoğunuza tanıdık ge-lebilir. Bir kahramanın zorluklar içerisinde başlayan ve dünyayı kurtarmasıyla devam eden, her güzel şey gibi erken biten bir öykü.

İngilizlerin bulduğu milyonların tutkusu haline gelen güzel oyunu-nun vazgeçilmez unsuru olan ve hemen hemen kendisi kadar bü-yüklükteki topla harikalar yarat-maya başladığında henüz bebek denilebilecek bir yaştaydı küçük Johan. Hikâyenin henüz başında onu yalnız bırakan babasının yok-luğunu Ajax kulübündeki hocalar-la gideriyordu. Temizlik işlerinden sorumlu annesi sayesinde sahadan yemekhaneye, yedek kulübesinden soyunma odasına, her türlü de-liğe giriyordu sarı fare. Bu sayede kulübün İngiliz hocalarını baba gibi benimsemiş ve anadilinden daha iyi İngilizce konuşur olmuştu. Bu sırada futbol galaksisi impara-torluk “catenaccio” tarafından ele geçirilmişti. “Bana kazanmam için para ödüyorlar, iyi futbol oynat-mam için değil” diyen Darth Sidi-ous; Palpatine namı değer Helenio Herrrera, catenaccio sistemiyle kazandığı başarılarla futbol dünya-sında darbe yapmıştı. Güzel oyun çoğuna göre artık o kadar güzel de-ğil; sıkıcı, kazanma odaklı, oyunun değil sonucun ön planda olduğu bir hal almıştı. O yıllarda catenac-cio oyunun önemli kalelerinden Barcelona’yı bile ele geçirmişti. Devrim artık kaçınılmazdı, futbo-lu ele geçiren karanlık güçlere karşı devrim o zamanlar hiç beklenme-dik topraklardan Yoda Rinus Mi-chels önderliğinde yükseliyordu.

A New Hope

Henüz yirmili yaşlarına bile gir-memiş Luke “Johan Cruyff ” Sk-ywalker muhteşem ve saf bir ye-

tenekti. Gücün iyi tarafına ustası Rinus Michels sayesinde katıldı. Bu kendisi küçük, gücü ve yeteneği büyük çocuk Michels’in sahada-ki beyni olmuş, o yaşta olmasına rağmen takım arkadaşlarını yön-lendirmeye başlamıştı. Sahada inanılmaz hızlı girdiği kalabalık-lar arasından zorlanmadan sıyrı-lan sarı fare, Mozart’ın piyanonun tuşlarına bastıkça duyulan ve bir-birini kovalayan melodilerin ardı ardına eklenmesiyle oluşturduğu benzersiz senfonisinin, sahada her hareketinin birbirinin peşine takılmasıyla yükselen ve golüyle noktalanan vücut bulmuş haliy-di. Bu yetenek eşine az rastlanan bir zekâyla birleşince o dönemde tek ayakla oynayan futbolcuların arasında ayak dışlarını da kullan-masıyla dört ayaklı tabiriyle anıl-masına sebep oldu. Aynı zamanda kendisine has özel yetenekleriyle Cruyff dönüşü ve ani duruşuyla süper kahraman olduğuna dair en ufak bir şüpheye yer bırakmamıştı. Ardı ardına gelen lig şampiyonluk-larının ardından 3 yıl üst üste gelen Avrupa şampiyonluğu sonucunda Total Futbol devrimi gerçekleşmiş, iyi taraf kazanan güç olarak fut-bolu etkisi altına almıştı. Bu sıra-da Johan’ın 3 kez altın top alması kimsede şaşkınlığa sebep olmadı.

Jedi’ın görevi henüz bitmemişti. Bir zamanlar karanlık güç tara-fından ele geçirilmiş ama bir tür-lü hazmedememiş güzel futbolun önemli kenti Barcelona, futbol dışı olayların da etkisiyle iç sa-vaş ve diktatörün gölgesinde acı çekiyordu. Ta ki El Salvador ken-ti kazandırdığı şampiyonluklarla bu kaderden kurtarana kadar. Bir rivayete göre Real Madrid’ e 5 at-tıkları maç sırasında Franco acı içerisinde son nefesini vermiştir.

Efsane futbolculuk kariyerinin son zamanlarında çeşitli takımları do-laşmış ve bakir topraklar Ameri-ka’da güzel oyunu sevdirmek için atılan tohumlara top koşturarak katkıda bulunmuştu. Kariyerinin son bulmasının ardından devri-min temellerini ilk önce doğdu-ğu yer Ajax’ta sonra da süper güç olmasının kıvılcımını ateşlediği Barça’da güçlendirdi. Barça’ya sa-dece ligde ve Avrupa’da başarılar kazandırmadı. Sistemini tepe-den tırnağa Total futbola hizmet edecek şekilde yeniden tasarladı. Dünyanın en ünlü Jedi Ocağı olan La Masia’da o dönemde doğdu.

Empire Strikes Back Total futbolun oturduğu sağlam

Page 29: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 29

temeller 2000’li yılların başında, Yunanistan’ ın kazandığı EURO 2004 sonrası, eğitimini Total Fut-bolun içerisinde Barça’da alan ve yeteneğinden kuşku olmayan Darth Vader, mealen Jose Mou-rinho tarafından sarsılmaya baş-lamış, hatta kontrol kaybedilmişti.

Force Awakens Jedi okullarının ilk mezunu Pep “Rey” Guardiola gücü geliştirerek uyandırdı ve ait olduğu yere futbo-lun zirvesine oturttu. Onunla bir-likte Han “Klopp” Solo, Obi Wan Wenger ve takım olarak İspanya ve Almanya’da total futbolun gü-zelliklerini bizlere sergiliyordu. Geçen ay aramızdan ayrılmasının ardından onu anlamaya çalışmak ve anlatmak güzel ve yalnız ülkemizin şuanda bulunduğu berbat futbol şartları gözetildiğinde çok büyük bir önem taşıyor. Ona saygı duru-şunda bulunmak bu fırsatı elde et-mek de benim için büyük bir şans. Cruyff ’un hayatının anlatılmadığı bir yazı düşünülemez. Zaten bir-çok kişi onun elde ettiği başarıları ve oyunculuk dönemindeki inanıl-maz yeteneklerini belki de benden daha iyi biliyor. Ben onu izleyecek kadar şanslı olamadım ama onun oyuncu olarak yetenekleri belirli bir zaman dilimine hapsedileme-yecek kadar eşsiz. Onun futbol tarihindeki en efsane isim olması-nın nedeni de onun bir dönemde sınırlı kalmaması ve dehasının ku-şaklar boyu aktarılacak olmasıdır. Futbol tarihi boyunca Garrincha, Pele, Maradona, Best, Baggio, Ro-naldo ve Messi gibi birçok efsane futbolcu oyunun kitabının değerli sayfalarında yer almıştır ve Cruyff bunlardan biri olmasının yanı sıra teknik adam olarak da Herrera, Michels, Capello, Ferguson, Mou-rinho ve Guardiola gibi bazı efsane teknik adamların olduğu listede. Teknik direktör olarak futbola kat-

tıkları ve devrimleri dışında dü-şünceleriyle de bir efsaneydi ve güzel oyunun daha güzel olmasını sağlayan bir filozoftu. Onun tarih-teki bütün bu futbol adamlarında daha iyi olmasının sebebi işte tam olarak bu noktada gün yüzüne çı-kıyor. O, bu güzel oyunu sadece çok iyi oynamadı; o aynı zaman-da oyunla oynayıp onu değiştirdi. Bu oyunun yetenekten çok akılla oynandığını gösterdi. İngilizlerin icat ettiği futbolu kendi kafasının içerisindeki ütopikliğe yaklaşma-sı için mücadele verdi. Bir filozof olarak oyunu eskisinden çok farklı bir konuma soktu. Herkesten farklı olan düşünce yapısıyla sıradanlık-tan uzaklaşan, göze hoş gelen ve insanları eğlendirme amacı güden futbol isteği, futbola kattıkları ve insanları etkilemesi, oyuncu ve teknik adam olarak yaptıklarının çok ötesindeydi. İşte onu en iyisi yapan bu fikirleriydi. Onun fikir-lerini ilerleyen yıllarda çok daha iyi kavrayabileceğimizi düşünüyo-rum, çünkü o zamanının ötesinde düşünebilen ve dünyayı daha iyi bir yer haline getiren bir dâhiydi. “Futbol basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır“ sözüyle bel-ki de başka bir Hollandalı sanatçı Mondrian’ın basit ama anlaşılması zor olan minimalist eserlerine atıf-ta bulunan Cruyff futbol sanatkârı olarak diğer efsanevi dahi sanatçı-

may the ball be

with you

ların arasında da kendisine rahat-lıkla yer bulabilir. Son sözü yine ona bırakırsak eğer “Bir bakıma, belki de ölümsüzüm.” Johan Cruyff

Page 30: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

30 / MAYIS2016

SONADOĞRU

CANAN VARAN

AYRTON SENNA

Page 31: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 31

Page 32: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

32 / MAYIS2016

1988’i 89’a bağlayan yılbaşı gecesi sunucu Xuxa Meneghel Brezilya

televizyonunda çocuklar için dü-zenlenen bir eğlence programında heyecanla arkadaşını sahneye çağı-rır. O’na ilk olarak yeni yıl dileğini sorar. Sonrasında her sene için tek tek öperek ‘’Mutlu yıllar. 1990’da güzel geçsin. 1991’de güzel geçsin. 1992’de güzel geçsin. 1993’de gü-zel geçsin.’’ der ve program devam eder. Peki ya sonraki yıllar için öpücükler? Xuxa dahil hiç kimse bu tesadüfün elbette farkında de-ğildir. Kim bilebilirdi ki bir kadı-nın öpücüklerinde bir efsanenin ölüm yılının saklı olabileceğini?

21 Mart 1960’da Sao Paulo’da dün-yaya gelen Ayrton Senna o yıllarda Brezilya halkının kötü durumu-na karşın maddi olarak şanslı bir çocuktu. Babasının desteğiyle 4 yaşından itibaren

kartingle ilgi-

lenmeye başlamıştı. Karting’den F1’e olan yolculuğunda en önem-li ayrıntının para olduğunu söy-lemek yanlış olur. F1’de adınız-dan övgüyle söz ettirebilmeniz için, iyi bir aracınızın olması ve en önemlisi kusursuza yakın bir yeteneğe sahip olmanız gerekir. Senna’yı diğerlerinden ayıran bir çok özelliği vardı. Doğru hamle-lerle kariyerini belirledi. Doğru insanlarla ilerledi. Hızlıydı. Azim-liydi. Ve hep kazanma arzusuyla piste çıktı. Limitlerini her zaman zorladı. Kaybetmek kelimesi onun sözlüğünde yer bulmazdı. Bununla ilgili ünlü bir sözü vardır: ‘’İkinci bitiren sadece birinci kaybeden-dir’’. Annesi Ayrton’la ilgili bir de-mecinde onun okulda dersleri çok iyi dinlediğini ve bu sayede de okuldan sonraki zamanını teknik bilgileri öğrenmek için kullandı-ğını söylemişti. Aracını en az bir teknisyen kadar iyi tanıdı, olanla yetinmeyip aracın performan-

sından hep daha fazlasını ortaya koydu ve Tanrı’ya olan inancı da her zaman yanındaydı. Herkesten çok farklı, çok öte bir Tanrı inan-cı vardı Senna’nın ve bunu dile getirmekten hiç kaçınmazdı.

‘’Tanrı’yı gördüm.’’McLaren’deki ilk senesinde, 1988 Monaco Grand Prix’sinde tünel girişinde kaza yaparak avucunun içindeki yarış galibiyetini kaçır-mıştı. O anla ilgili ‘O gün aracı bilinçli olarak sürmediğimin far-kına vardım. Farklı bir boyuttay-dım. Pist bir tünel gibiydi ve ben de içinde ilerliyordum ve tama-men bilinçsiz olarak sürdüğümün farkına vardım. M ü k e m -

“TEKERLEKLİ SANDALYEDE YAŞLANMAKTANSA

300 KİLOMETRELİK HIZLA DUVARA ÇARPARAK

ÖLMEYİ TERCİH EDERİM”

Page 33: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 33

melliğe çok yaklaşmıştım ve reha-vete kapıldım. Bir şekilde Tanrı’ya yaklaştım ve bu da benim için çok önemliydi.’ demişti. Mükemmel-lik Senna’nın ikinci adı gibiydi. Ve aracını sürerken o kadar duygusal bir hal alıyordu ki, insanlar onun erdiğini düşünüyordu. Herkes pistte kazanmak için elinden geleni yapmaya çalışırken o ise mükem-mellik için kendisiyle yarışıyordu. Aynı sene şampiyonluğun belirle-yicisi olan Japonya Grand Prix’inde tüm gözler yine onun ve “profesör” lakabıyla tanınan takım arkadaşı, aynı zamanda da en yakın rakibi Alain Prost’un üzerindeydi. Senna yarışa pole pozisyonundan başla-yacağı için şampiyonluğun en bü-yük favorisi olmuştu; üzerindeki baskı inanılmazdı. Tüm Brezilya halkı yerel saate göre gece yarısı uyanık halde heyecanla Senna’nın şampiyonluğunu bekliyordu. Fakat startta Senna’nın aracı beklenme-dik bir şekilde kalkışta sorun ya-şamış ve bu durum onun 16.lığa kadar düşmesine sebep olmuştu.

İşte o andan sonra, şampiyonluğu gerçekten de hak ettiğini gördü-ğümüz yarışlardan sadece birisine tanıklık etmiştik. Yarış içindeki tır-manışı ve yağmurdaki muhteşem performansını herkese göstermişti Senna. Damalı bayrak sonrasın-da hissettiklerini şu şekilde açık-layacaktı ‘’Son turda inanılmaz mutluydum, Tanrı’ya şükrettim. İnanılmazdı… Onca talihsizliğe ve baskıya rağmen şampiyonluğu kazanacaktım. Tanrı’nın varlığını o zaman hissettim. Tanrı’yı gördüm. Kelimelerle anlatamam’’. Tanrı’yı görmek… Kim hayatının herhangi bir anında böyle bir şey söyler ki? Belki de bu açıklamasından sonra Senna hakkında kuşkulananlar bile olmuştur. O bile söylerken bunun farkındaydı muhtemelen. Ama bir düşünün, onun gibi kendisini işine adamış tutkulu bir adamdan böyle bir şey duymak bir bakıma normal bile sayılabilir. Sarı kaskını taktı-ğı zaman yarışlardaki savaşçı ki-şiliğinin yanı sıra ilahi bir boyuta geçiyordu. Aslında Senna gücünü

ve başarısını kendi inandığı Tan-rı’sına olan bağlılığından alıyordu. Yaşadığı o yoğun hissi açıklayan en net cümle bu olmuştu belkide...

‘‘Formula 1 para ve politika.’’Senna’nın saf yeteneği ve pilotajı elbette her zaman yeterli olmu-yordu. Sportif rekabet dışında işin içine başka faktörlerin de girdiğini çoğu zaman görüyoruz. Günümüz dünyasında da paranın ve politik oyunların işin içine girmediği bir spor dalı var mı? Maalesef yok.

F1’deki ilk senesine, 1984’e dönecek olursak yağmurlu Monaco GP’sin-de henüz kariyerinin 8. yarışında Toleman’ıyla beraber Niki Lauda, Alain Prost ve Nigel Mansell gibi önemli pilotlarla mücadele etmiş ve yarış esnasında 13.lükten Prost’un hemen arkasına, 2.liğe kadar yük-selmişti. Adeta yağmurda samba yapıyor herkese ıslak pistte nasıl yarışılacağının dersini veriyordu. Fakat herşey Senna’nın lehineyken ensesinde O’nun nefesini hisseden

Page 34: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

34 / MAYIS2016

Prost yarışın bitirilmesini talep etmişti ve yarış durdurulmuştu. Senna Prost’u geçebileceğini bil-diği halde yarışı 2. olarak bitir-mek durumunda kalmıştı. Yarış-tan sonraki demecinde ‘‘Formula 1 para ve politika. Henüz önemli bir pilot değilseniz böyle şeyler-le karşılaşırsınız.’’ diyen o ada-ma hak vermeyen var mıdır ki?

1989 yılı, McLaren’de takım ar-kadaşları arasında rekabetin iyice kızıştığı dönemler, Prost yarışı bitiremese dahi Senna ya-rışı kazanmadığı sürece şampi-yonluğunu ilan edecekti. Sondan bir önceki yarış olan Japonya GP’sinde iki pilotunda kazanma hırsı ile birlikte işin içine giren

agresiflikle birlikte kaza kaçı-nılmaz olmuştu. 46. turda Sen-na nihayet Prost’u yakalamış ve meşhur 130r şikanından sonra içeriden atağını yapmıştı. Fakat Proseför, Senna’nın işini kolay-laştırma niyetinde değildi ve kapıyı açmayınca iki araç da te-mas sonucu pist dışına çıkmıştı. Prost araçtan hızlıca çıkmasına rağmen Senna pist görevlilerinin aracını itmesi sonucu şikandan değil servis yolundan geçerek piste geri dönmüş ve sonrasında yarışın galibi olmuştu. Bu olay-lardan sonra Prost’la yakın ve samimi ilişkisiyle tanınan dö-nemin FIA Başkanı Fransız Jean Marie Balestre Senna’yı şikanı keserek piste geri döndüğü için yarıştan ihraç etti. McLaren ta-kım patronu Ron Dennis Sen-na ile aynı şekilde düşünüyor ve haksızlık yapıldığına inanıyor-du. Sonuçta olay mahkemeye gitti ve Senna’nın lisansını 6 ay süreyle dondurma kararı alındı.

Page 35: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 35

Bütün olayların cezası Senna’ya kesilmişti tabii ki. Sporun poli-tik gücünün daha kötü bir amaç-la kullanıldığı başka bir örnek F1 tarihinde neredeyse yok. Bu olay sayesinde kural değişikliği-ne gidilerek Senna’nın hareke-ti kurallara uygun hale getirildi.

1990 sezonunda artık Prost’la ta-kım arkadaşı değillerdi. Profesör Ferrari’ye geçmişti ve Senna’nın ta-kım arkadaşı Gerhard Berger oldu.

Kaderin şu cilvesine bakın ki üst üste 3. kez şampiyonluk mücade-lesi Suzuka’da sonuçlanacaktı. Bu sefer Prost yarış dışı kalırsa Senna şampiyon olacaktı, ki bu da yine gerginlik seviyesini oldukça yük-seltiyordu. Pole pozisyonunu Sen-na almıştı ve bir şekilde ilk cep, pistin kirli tarafına taşınmıştı. Bu, açıkca göründüğü üzere haksız-lıktı. Büyük olasılıkla bu kararın da arkasında Balestre vardı. Kirli taraftan kalkmanın yol tutuşu-nu düşürdüğü aşikardır. Senna bu duruma itiraz etse de ilk cepte dezavantajlı bir şekilde kirli tarf-ta kaldığından, ikinci cepten start alan Prost’a liderliği kaptırmıştı.

Henüz ilk viraj dönülürken Sen-na’nın yaptığı atak sırasında Prost ile yaşadıkları temas sonucu, iki araç da yarış dışı kalmıştı. İşte bu Senna’nın şampiyonluğunu ilan ettiği andı. Fakat şampiyonun içi-ne sinmeyen bir şeyler vardı. Bu diğer şampiyonluklarına nazaran istediği tarzda bir zafer değildi, O’nun tarzına pist üzerinde mü-cadele ederek kazanmak kesin-likle daha çok uyuyordu, fakat bu sonucu pole pozisyonun yan-lış tarafta olmasına bağlamıştı.

Halk Kahramanı Brezilya’da rejimden memnun ol-mayan halk sefalet içindeydi ve Sao Paulo sokakları çaklanıyordu. İşte o dönemde halkın tam da ihti-

yacı olduğu zamanda onlar için bir kahraman ortaya çıkmıştı. Ayrton Senna ismi F1’de önemli olduğu ka-dar kendi ülkesi Brezilya’da da bir o kadar hatta belki de daha önemliy-di. Onun yarışlarını pür dikkat ta-kip eden, zaferleriyle kendileri ka-zanmışcasına sevinen halkına karşı Senna’da kayıtsız değildi kuşkusuz. Ülkesine elinden geldiğince destek oluyordu. Yaptığı bağışların özell-kile Brezilyalı çocuklar için olma-sına dikkat ederdi. Ülkesinin bay-rağını dalgalandırmaktan da asla kaçınmaz aksine gururda duyardı.

1991 senesinde kendi evinde ilk defa kazanmak isteyen Senna’nın heyecanını tahmin bile edemeyiz herhalde. Tribünlerin ‘’Oley oley oley Senna Senna’’ diye yıkıldığı, sezonun henüz ikinci yarışı In-terlagos’ta Senna yine pole pozis-yonundaydı ve yarışa oldukça iyi başlamıştı, hatta pist şartları yağ-mur başladığı için en sevdiği hali alıyordu, ta ki yarışın bitimine bir kaç tur kala, vites kutusu sorunu yaşayana kadar. O an herkes acaba başaramayacak mı diye düşünmüş olmalı. Fakat altıncı viteste takılı kalmış halde turlarını tamamla-maya devam ediyordu Senna. O zamanların teknolojisi göz önüne alındığında fiziksel olarak aslında bu durumun ne kadar büyük bir problem olduğunu söylememiz gerekir. Arabaya hakim olması ne-redeyse imkansızdı, buna rağmen inanılmaz bir güçle yarışı tamam-ladı ve ilk kez evinde damalı bay-rağı birinci sırada geçti. Telsizde sevincini yaşadıktan kısa bir süre sonra pist görevlilerinden bayrağı-nı aldı ve aracını durdurdu. Yorgun düşmüştü Senna ve baygınlık geçi-riyordu, gösterdiği fazla efordan dolayı omuz ve boyun kaslarına ağrılar girmişti. Bunda bir de yarış kazanma hırsı ve stresi de mutlaka etkili olmuştu şüphesiz. O vaziyet-te podyuma çıkan kahraman tüm ağrılarına rağmen ilk önce Brezilya

bayrağını kaldırdı sonra ikinci de-nemesinde de birincilik kupasını kaldırmıştı. Seromoni sonrasın-da ‘’Tanrı’nın sayesinde bu yarışı bitirebildim. Kesinlikle Tanrı’nın sayesinde oldu. İnanılmaz mutlu-yum. Tüm Brezilya’ya ve tüm fan-larıma teşekkür ederim. Bu hafta-sonu destekleri çok fazlaydı. Aksi takdirde kazanamazdık.’’ diyecekti.

Aynı sezonda yine Suzuka’da beli olan şampiyonluk, Sen-na’ya 31 yaşında üçüncü ve son F1 şampiyonluğunu getirmişti. Adım Adım Sona DoğruTeknolojinin etkisinin nispeten az olduğu; saf yarışın ve pilotajın önemi 1992 senesinde yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamış ve bu Senna’nın da -her ne kadar elinden gelenin en iyisini yapsa da- rekabet konusunda elini kolunu bağlamıştı. Özellikle Prost’lu Williams takımı anti-patinaj sistemi sayesinde pist üzerinde çokça avantaj sağlıyordu. Şampiyonluk ünvanını koruması güç duruma düşen Senna’nın ko-nuyla ilgili memnuniyetsizliğini bir demecinde şu şekilde dile ge-tirmiştir: ‘‘Böylesi bir elektronik mücadeleye girdiğinizde yapacak bir şeyiniz kalmıyor. Bu durumda her şeyi elektronik cihazlar yapı-yor. Araca kimi koyduğunuzun bir önemi yok. Bütün iş elektronikte bitiyor pilotta değil. Bence gerçek bir şampiyonu belirlemek için is-tediğimiz şey bu değil.’’ Gerçekten de insanların izlemek istediği şey pilotun sadece araç hızını ayarla-ması, pedallara ve gaza basması değildir. Aynı zamanda pilotun ye-teneklerini ve pist üzerindeki reka-betlerini de görmek isterler. Günü-müzde de en çok şikayet edilen şey bu değil mi zaten? En hızlı araçla-rın her zaman en ön sıralarda yer aldığı, rekabetin neredeyse yerler-de olduğu ve sıkıcı diyebileceğimiz yarışlar ortaya çıkıyor bu sebeple.

Page 36: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

36 / MAYIS2016

Fakat o dönemde Senna’nın yapa-bileceği en mantıklı hareket daha yapacak çok şeyi olduğuna inanan birisi olarak daha iyi şartlardaki bir takıma geçmekti. Kariyerine ara vermeyi de asla düşünmüyordu.

Nitekim 1994 yılında Williams Re-nault’ya geçti. Renault’da Senna’yı takımda görmek istiyordu. Prost ise Senna ile tekrar takım arka-daşı olmayı kesinlikle istemediği için -ki sözleşmesindeki koşul-lardan birisi de buydu- kontratı-nın ödenmesi koşuluyla, 1993’te son kez şampiyon olarak, her ne kadar gönüllü bir şekilde olmasa da emekliye ayrılma kararı aldı. Her şey en başta makul ve güzel görünsede aslında bu transfer so-nun başlangıcı olmuştu. O sene Williams’ın avantajı olan anti-pa-tinaj sistemine genel olarak bir yasak gelmişti. Hal böyle olunca aracın dengesi ve kullanımı ol-dukça zorlaşmış, hata yapma ora-nı artmıştı. Bu durum bir bakıma Senna’nın aldığı bu kararın o kadar da mantıklı olmadığını anlama-sını sağlamıştı. Ayrıca yarışlarda üstünlük sağlayan Benetton takı-mından Schumacher’in hala ya-saklanan bu sistemi kullandığını ve bunun fair play’e aykırı olduğu-nu düşünüyordu Senna. Takımın-dan şikayette bulunmasını dahi is-temiş ama takım kabul etmemişti. Ve sıra Imola GP’sine geldiğinde, işler pek de iyi gitmiyordu. Senna hem aracının durumundan, hem takıma alışma sorunlarından, hem de Benetton’nun şike yaptığına inanmasından dolayı motivas-yonunu oldukça kaybetmiş du-rumdaydı. Bir de güvenlikle ilgili problemler pek iç açıcı görünmü-yordu. Aslında o haftasonu sin-yaller açıkca kendini belli etmişti. İlk olarak; Cuma günü vatandaşı

Rubens Barichello, antrenman tur-larında kötü bir kaza geçiriyordu. Neyse ki kritik bir durum olma-dan atlatıyordu kazayı. Cumartesi günü ise daha kötüsünün olacağını kimse tahmin etmiyordu. Sırala-ma turlarında kaza yapan Simtek takımının pilotu Roland Ratzen-berger‘den ölüm haberi geldi. Bu haber herkesi derinden etkilemişti. Daha öncesinde de bir kaç pilotun ciddi kazalara yarıştığı senelere ta-nıklık eden Senna’nın keyfi -pole pozisyonunda olmasına rağmen- tamamiyle kaçmıştı. Pazar günü tüm yüzler asık ve üzgündü, belki de oradaki mekanikerler ve pilotlar işlerini ilk defa isteksiz olarak ya-pıyordu. Kasvetli ortama rağmen herkes hazırdı, araçlar gride dizil-di ve 5 ışık sırayla söndü. Henüz start finish düzlüğünde, kalkış ya-pamayan J.J. Letho‘ya arkasından start alan Pedro Lamy çarptı. Bu haftasonu daha ne kadar kötü ola-

bilir derken yarışın 7. turuna ge-lindiğinde Ayrton Senna 306 Km/sa hızla Tamburello virajına yakla-şıyor, tüm çabasına rağmen direk-siyonu çeviremeyince kaçınılmaz olarak beton duvara çarpıyordu. Daha da kötüsü olabileceğine tüm dünya canlı olarak tanıklık etmişti.

Kaza anına televizyondan canlı tanıklık edenler için tarif edile-mez bir acı olduğu aşikar. O yıl-lardan sonra bu spora gönül veren, yada uzaktan ilgilenen kişilerin dahi, o anı videodan izlediklerin-de aynı hissiyata kapılmamaları mümkün değil. Helikopter sah-nesi gözünüzde canlanacaktır, müdahalelerden sonra helikopte-rin havalandığı o an insanın yü-reğinden de bir parçayı Senna’y-la beraber alıp götürüyor adeta.F1’in tıbbi müdahale ekibinin başı olan Dr.Sid Watkins, -aynı zaman-da Senna’nın da yakın arkadaşıy-

Page 37: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 37

dı- o günle ilgili olarak Pazar günü yarış öncesinde Senna’yla arala-rında geçen bir konuşmadan şöyle bahsetmişti: ‘’Ayrton çok üzgündü ve ağlıyordu. Ona şunu söyledim ‘ Üç şampiyonluğun var, dünyanın en hızlı adamısın. Emekli olsana. Ben de emekli olurum ve gider be-raber balık tutarız.’ O da ‘ Olmaz Sid, emekli olamam.’ dedi..’’ Bu ko-nuşmanın ardından belkide saatler geçmişken Senna’ya kaza sonrası ilk müdahaleyi yapan kişi olmuştu ve o anla da ilgili olarak şunları söy-lemişti: ‘‘ Sonra son nefesini verdi ve kendini bıraktı. Dindar biri de-ğilimdir ama işte o an ruhunun vücudundan ayrıldığını anladım’’.

Yarıştan önce Senna kokpitte ya-nına Avusturya bayrağı almıştı. Eğer o yarışı kazansaydı ya da podyuma çıkabilseydi sıralamada

ölen Roland için bayrağı açacaktı...

Böylesi bir efsanenin kaybının üzerinden tam 22 sene geçti. Kim-se bu şekilde trajik bir ölüm bek-lemiyordu, bütün bunların ya-şanmasını ummuyordu. Ancak O Ayrton Senna’ydı… Dürüst, alçak gönüllü ve hayatını F1’e, pistlere, kazanmaya adamış bir şampiyon. Ve bir keresinde şöyle demişti: ‘‘Tekerlekli sandalyede yaşlanmak yerine saatte 300km ile duvara çarparak ölmeyi tercih ederim’’. Öyle de oldu. Ait olduğu yerde son nefesini verdi. Düşünmesi korkutucu da olsa onu yakından tanıyan çoğu kişiye göre Senna kariyerinin bu şekilde biteceğini bilse bile yine aynı şeyi yapardı…

01.05.1994Im

ola - T

am

-bu

rello14

: 17

Page 38: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

38 / MAYIS2016

SİYAHROCKYCİHAT GEMİCİ

Page 39: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 39

Page 40: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

40 / MAYIS2016

İnsan hayatı değişime açık, et-kilenmeye müsait, dönüşüme

meyillidir. Beklenmeyen bir anda sürpriz bir hadise yaşamınızı de-ğiştirebilir. Bir kitap, bir kadın, bir şarkı hayatınıza girer, sizi alır başka bir dünyaya götürür. Sabah yatağınızdan kalkıp aynaya baktı-ğınızda hiç tanımadığınız bir çift göz size bakıyor olabilir. Eğer is-miniz Gregor Samsa ise kocaman bir hamamböceği olarak yatağı-nızda uyanıp, süpürge ile süpü-rülerek hayatınıza son verilebilir. Değişimin şer yanını, Almanca konuşan Çek bir yazar, yazdıkla-rının bir kısmının yayınlanacağını bilmeden kaleme almış. Metamor-fozun kötü şanı, yazarın metafor konusunda tarihin en iyi hikaye-sini yazarak öyküde çığır açma-sından doğmuş. Bu yazar, hikâye-lerinde okuru derinden etkileyen çarpıcı girişler yapmış. Bir sabah uyandığında sebebini bilmediği bir suçtan dolayı dava edildiğini

öğrenmiş. Başka bir sabah uyan-dığında ise kocaman bir hamam-böceğine dönüşmüş olduğunu fark etmiş. Değişime ön yargımız varsa suçlusu sensinmişsin Kafka.

Değişimin iyi yanını, kızı için bas-ketbolu bırakıp, hakkında pek de bir şey bilmediği boks sporuna başlayan genç bir baba, yumruk-larıyla yazmış. Dışarıda belaya bulaşmaktan çekinmeyen, sokak kavgalarına girmekten geri dur-mayan genç adam, hayatın sorum-luluk kısmıyla 20 yaşına kadar ta-nışmamış. Bir sabah Naieya ismini verdiği kızının Spina Bifida ismi verilen omurilik hastalığı ile dün-yaya geldiğini öğrenmiş. Doktorlar ona, kızının belki de hiç yürüye-meyeceğini anlatmışlar. Alabama’lı genç adam bildiği, sevdiği şeyleri bırakıp tedavi masraflarına odak-lanmış. Kızının ihtiyacı olan para için çalışmış, uğraşmış, sonunda da başarmış. Değişime inancı-mız varsa sebebi sensin Wilder.

İlk AdımDeontay Wilder, 19 yaşındayken kızının hastalığına çare bulabil-mek adına koleji bırakma kara-rı alır ve iki işte birden çalışmaya başlar. Aynı dönemde sokak kav-galarındaki başarısını ringe taşı-yabileceğini ve bokstan para ka-zanabileceğini düşünerek amatör boksa başlar. Sabahları 4:30-5:00 sularında kalkarak, yerel bir resto-ran zinciri için günlüğü 70 dolara şoförlük yapar. Bu işe girdiğin-de erken saatlerde bin kasa birayı kamyonuna koyarken sabah ant-renmanını da yapmış olur. İkin-ci iş olarak ise haftalık 400 dolara bir restoranın mutfağında çalışır.

Basketbolla karşılaştırıldığın-da Boksa yabancı olsa da önce-leri birkaç boks maçı izlemişliği de vardır. Televizyonda izlediği boks kahramanlarından Mike Ty-son’ın kötü çocuk imajı ve Evan-der Holyfield’ın gücüne hayran olmuştur. Yine de boks hakkında bilgisi izlediği maçlardan ibaret-tir. Gerçekten Boksa hayranlığı spor salonuna girince başlar. Ora-sının atmosferi Wilder’ı etkisi-ne alır ve bir daha da bırakmaz. “Spor salonuna girdiğimde doğru zamanda doğru yerde olduğumu fark ettim. Kum torbalarını, hız için kullanılan ağırlık torbalarını, ip atlayan sporcuları gördükten sonra şükürler olsun burası benim yerim diye düşündüm. Salon, ünlü bir atlet olmam ve kızımın tedavi-sini karşılayabilmem için son şans-tı. Olimpiyatları tamamen aklım-dan çıkarmıştım. Antrenörüme, bana temel boks tekniklerini öğ-retmesini ve bir an önce profesyo-nel olmam gerektiğini söyledim.”Wilder, sadece 20 amatör maç so-nunda olimpiyat vizesini almayı başarır. 2008 Pekin Olimpiyatla-rı’nda kazandığı bronz madalya ile Pekin’de Amerikan Boks Ta-

Page 41: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 41

kımı’nda madalya alan tek isim olur. Bronze Bomber oyunların bitiminden sonra hayalini kurdu-ğu profesyonelliğe adımını atar. Wilder amacı doğrultusunda emin adımlarla ilerlemektedir. Hayali Dünya Ağır Sıklet Boks Şampi-yonu olmaktır. En büyük tutkusu ise bu yolda en büyük destekçi-si olan kızıdır. Kızına günde en az dört defa seni seviyorum der. Antrenmanlar yüzünden ayrı kal-salar da ailesinin onu sevdiğini

bilmesi çok önemli diye düşünür. Kızına bir gün şöyle söz verir: “Bir gün baban önemli biri ola-cak bebeğim sadece bekle ve gör”

Profesyonel olarak çıktığı ilk 32 maçın tamamını nakavt ile kaza-nır. Kızına verdiği sözü yerine ge-tirmek için karşısında artık sadece bir engel kalmıştır. WBC Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu Bermane Stiverne. Wilder, bu büyük maça çıkmaya hak kazansa da boks stilinin dağınık olması nedeniy-

le, hala bir sokak dövüşçüsü gibi boks yaptığı eleştirilerine maruz kalmaktan kurtulamaz. “Boks ya-pamıyor” diye basın tarafından yapılan eleştiriler Wilder’ın da kulağına gelir. Bu eleştiriler altın-da Stiverne ile 12 roundluk süren zorlu bir unvan maçı yaparlar. 12. Roundun sonunda gong sesi duyu-lur maç biter. Hakemler puanlarını verirler. Sonra Wilder köşesinde iplere tırmanarak basına şöyle ba-ğırır: “Kim Boks yapamıyor? Kim Boks yapamıyor?” Yaklaşık on

Şampİyonlar salonlardan çıkmaz, şampİyonlar İçlerİnde tutku,

hayal ve amaç olan insanlardan çıkar. -Muhammad Ali-

Page 42: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

42 / MAYIS2016

yıl aradan sonra Deontay Wil-der Dünya Ağır Sıklet Boks Şam-piyonluğu unvanını Amerika’ya getirmeyi başarmıştır. Daha da önemlisi ise Alabama’lı genç adam, kızına verdiği sözü tutmuştur. Ve sonunda Kolej Basketbolcusu, kamyon şoförü Wilder bir Dün-ya Şampiyonuna dönüşmüştür.

Deontay Wilder unvanı kazandık-tan sonra 3 kez unvan koruma ma-çına çıkar bunların ikisini normal birisini teknik olmak üzere nakavt ile kazanır. Yine de eleştiriler bit-mek bilmez. Şampiyonun yeterin-ce güçlü bir rakiple dövüşmediği ve daha da ileri gidilerek bir balon olduğu iddia edilir. Eric Molina, Duhaupas ve Szpilka maçları boks otoritelerini tatmin etmez. İnsan-lar daha büyük bir dövüş istemek-tedirler. Aranılan rakip Rusya’da bulunur. Eğer Wilder gerçek bir şampiyon olduğunu kanıtlamak istiyorsa kariyerinde sadece 1 ye-nilgisi olan WBC federasyonu-

nun 1 numaralı ismi Alexander Povetkin’i mağlup etmelidir.

Tekrar Gösterim: Rocky 4Deontay Wilder, Povetkin maçının gerçekleştirilmesi için elinden ge-leni yapar. Maçın yeri konusunda ortaya çıkan belirsizliğe karşı “Eğer istiyorsan lanet olası bir ormanda da karşılaşabiliriz” demecini verir. Sonuç olarak unvan maçının Rus-ya’da Povetkin’in evinde olması ka-rarlaştırılır. Bu maç Wilder adına insanların şüphelerine bir cevap, şampiyonu eleştirenler adına ise haklı çıkmak için bir fırsat olarak görülmektedir. Wilder maçın Rus-ya’da yapılması kararlaştırıldıktan sonra kendisini Siyah Rocky olarak ilan eder. Twitter’da yer alan görsel-lerinde unutulmaz Rocky serisine gönderme yaparak, ABD bayraklı şortuyla Ivan Drago olarak resmet-tiği Povetkin’e karşı meydan okur. Klitschko’yu yenerek Ağır Sıklette bir anda en popüler isim haline ge-

len Tyson Fury her konuda olduğu gibi Wilder-Povetkin karşılaşması-na dair de yorumlarda bulunmak-tan kendini alamaz. Povetkin’i bir cüce ve hafif sıklet olarak değerlen-diren Fury, maçın galibinin Wilder olacağını savunmaktadır. Klitsch-ko’yu yendikten sonra bu maçın galibiyle maç yapacağını ve bu is-min Wilder olacağını belirtir. Fury, Charles Martin-Anthony Joshua maçının galibiyle de dövüşeceği-ni açıklamış ve bu ismin Martin olacağını iddia etmişti. Fakat Jos-hua 2. Roundda Maritni nakavt etti. Fury’nin görüşlerine verece-ğiniz değer size kalmış durumda.

Soğuk Savaş: Wilder vs PovetkinWilder dağınık görüntüsünün ya-nında inanılmaz bir yumruk gücü-ne sahip, istediği mesafeyi yakala-dığında tek bir yumruk ile rakibini nakavt edebilecek bir boksör. Bunu en son Szpilka maçında yine gös-terdi. Soluyla sürekli olarak rakibi arasında bir mesafe ölçümü ya-

Page 43: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 43

Bir amaç uğruna dövüşen bir adamın yenilme ihtimali, sadece kendisi için dövüşen bir adama göre daha azdır.

-Deontay Wilder-

Page 44: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

44 / MAYIS2016

pıyor. Bu birkaç round sürebilir ama mesafenin mükemmel oldu-ğunu düşündüğü an rakibini yere sermek için sağ kroşesini devreye sokup işi bitiiryor. Povetkin kar-şısında da kendisini küçük gören, bir balon olduğunu iddia edenlere karşı bu sağ kroşesini göstermek isteyecektir. Unvanı ele geçirdik-ten sonra yeni hedefi olan “Tartı-şılmayan” bir şampiyona dönüşme isteği, Wilder’ın mental açıdan en büyük kozlarından birisi olacak.

Povetkin’in fiziki olarak dezavan-tajlı olduğu bir gerçek fakat Rus boksör teknik açıdan mükemmele yakın bir profil çiziyor. Wilder’ın aksine tek yumruk boksörü değil kafa ve vücuda kombine yumruklar atabiliyor. Kısa boylu ağır sıkletle-rin en başarılı temsilcisi ve kendisi-ni Wilder önünde favori gören ke-sim azımsanmayacak kadar fazla.

Rusya’daki tarihi maça dair dergi-mizle görüşlerini paylaşan Ntvspor spikeri Bilgehan Demir 21 Ma-yıs’taki maç için Wilder’ı bir adım önde gördüğünü belirtti. Wilder’ın dünya şampiyonu olduğu maç ha-riç tüm karşılaşmaları nakavt ile kazandığına dikkat çeken Demir, Wilder’ın başarısının tesadüf olma-dığı düşüncesinde. Povetkin’in ise eski WBA ağır sıklet dünya şam-piyonu ayrıca amatör kariyerinde olimpiyat ve dünya şampiyon-luğu olduğunu hatırlatarak Wil-der’ın işinin zor olduğunu söyledi.

“ Bu kısa ve uzunun maçı olarak da kayda geçecek bir mücadele… Wilder yumruk alan bir boksör ancak pek etkilendiği söylenemez. Şunu hatırlatmak isterim ki yum-

ruk aldığı isimler Povetkin tara-fından ağır şekilde nakavt edilebi-lecek tipte boksörlerdi. Alabama’lı bundan önceki oyun planlarını bir kenara koymalı çünkü Povetkin diğerlerine benzemez. Moskova’da adeta psikolojik bir savaş yaşana-cak. Deplasmanların kralı. Yakın mesafede etkili olacak isim Povet-kin olacaktır bu sebeple Wilder’in kazanması ancak puanla olur diye düşünüyorum. Nakavtla kazana-bilecek boksör ise Povetkin olur. Povetkin’i bugüne kadar tek yenil-gisini aldığı Klitshcko dâhil kim-se nakavt edemedi. Wilder bunu başarırsa diğer ağır sıkletler Wil-der’i gördü mü sokak değiştirir...”

Maça dair sohbet etme fırsatı bul-duğum bir başka değerli boks üs-tadı, A Spor yorumcusu Koray Şarkaya da maçın tarihi bir öneme sahip olduğunun altını çizdi. Sade-ce, maçın Moskova’da olması için Rusların ve Amerikalıların giriştiği milyon dolarlık yayın anlaşmasının da bu maça dair önemli bir anek-dot olduğunu belirtti. Wilder’ın hayat öyküsünden bağımsız, ma-çın kendi içinde boks dünyası için inanılmaz bir etkisi olacağından bahsetti. İki senaryoyu da ele alan Şarkaya öncelikle Wilder’ın Mos-kova’da maça çıkmasının getireceği sonuçlara değinerek; “Bir Ame-rikalının unvanını Moskova’da bırakma ihtimali bile bu maçın önemini anlamak için yeterli. Ama tersi durumda eğer Wilder kazanır-sa Amerika’ya dönüşünde kendisi bir film yıldızından farksız olacak.” Şarkaya, maça Wilder gözünden baktığında Alabama’lı boksörün fiziki özelliklerine farklı bir bakış

açısı getirdi. “Karşımızda ne Jos-hua gibi bir kas yığını ne de Fury gibi tipik geniş vücutlu bir ağır sık-let var. Wilder bir basketbolcu fi-ziğine sahip ve boks yapıyor. O bir boksörden daha fazlası o bir atlet.”

Ringde, Wilder’ın puanla da olsa kazanma ihtimalini daha yüksek gören Şarkaya, Povetkin’in kazan-mak için mutlaka rakibini yere düşürmesi (knockdown yapma-sı) gerektiğini belirtti. Wilder’ın dezavantajı olan bir başka fak-tör de Rus ekolünün çok güçlü ve Povetkin’in bu ekolün en önem-li temsilcilerinden birisi olması.

Wilder, kariyerinin en önemli maçı öncesinde “Kızıma şampiyon ola-cağıma dair söz verdim, Sahip ol-duğum şampiyonluk kemeri ona ait ve onda kalması için kiminle nerede olursa olsun dövüşmeye ha-zırım. Eğer bu kemeri bırakacağı-mı düşünüyorsanız hepiniz çıldır-mışsınız ve bu kemeri kendim için kazanmadığımı bilmiyorsunuz.” şeklinde duygusal bir demeç verdi. Yeni bir Rocky filmi öncesinde Wilder için ortada kazanılması gereken bir itibar, Povetkin için ise saygıdan öte artık sahip olun-ması gereken bir unvan var. Deo-ntay Wilder için iyi yanlı dönüşüm tamamlandı. Bir sonraki adım bunun gerçek olduğunu dünya-ya göstermek. Wilder şüphecilere karşı şampiyonluğunun “tartış-masız” olduğunu kanıtlayabilecek mi? Yoksa her şey bir rüyadan, bir metafordan mı ibaret? Wilder’ın gerçekliği Povetkin tarafından bir süpürge ile süpürülüp gidecek mi?

WILDER vs POVETKIN21 MAYIS 2016

Page 45: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 45

OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Page 46: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

46 / MAYIS2016

ÖRÜMCE

VEDASIADAMIN

Page 47: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 47

ÖRÜMCE

VEDASIADAMIN

K

Page 48: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

48 / MAYIS2016

Haziran sıcağı tüm boğuculu-ğuyla çökmüştü Atina’nın üs-

tüne. Serinlik, Pire Dostluk ve Barış Spor Salonu’ndan yayılacaktı tüm Yunanistan’a. Uzatmalara giden fi-nal maçında son topu kullanama-yan Sovyetler Birliği maçı 103-101 kaybederek kupayı elleriyle teslim ediyordu. Turnuvanın yıldızı Ni-koloas Galis 40 sayı atmış ve Yu-nanistan’a tarihindeki ilk Avrupa Şampiyonluğunu getirmişti. 1987 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nın finalini Kesriye gölüne bakan evin-de izleyen 7 yaşındaki çocuk o an yaşadığı heyecanın, geleceğini

şekillendireceğinden habersizdi. Bundan tam 18 yıl sonra Belgrad’ta kazanılacak ikinci Avrupa şam-piyonluğunun baş aktörlerinden biri olacak ve turnuvanın en iyi ilk beşinde kendine yer bulacaktı.

Orada yaşamak her şeyden gü-zel dediği Kesriye’de 6 Mayıs 1980 günü dünyaya geldi Dimitris Di-amantidis. Şehrin sakinliği, mü-tevazılığı ileride büyük bir yıldız olacak bu küçük çocukta vücut bulmuştu. Her Yunan çocuk gibi futbol ve basketbola ilgi duyarak büyümüş ancak fiziğinin gittikçe gelişmesi ve Yunanistan basketbo-lunun çıkışını sürdürmesi, sokak aralarında büyük keyifle oynadı-ğı futboldan uzaklaşmasına sebep olmuştu. Yetenekli olduğu kadar çalışkandı. Çalışmak onun için en önemli değerdi ve yeteneklerini günbegün geliştirmek için çaba sarf ediyordu. Tabii ki ona inanan ve süre veren koçları gelişiminde büyük pay sahibiydiler ancak buna

rağmen 14-16 yaşları arasında Yu-nan milli takımında hiç yer alma-dı. Çok değil kısa bir süre sonra ise bu takımın vazgeçilmezi olacaktı.

1994 -1999 yılları arasında Kesri-ye’de başlayan bu müthiş serüven ilk profesyonel imza için 1999 yılı-nın yaz aylarını bekleyecekti. Artık büyük bir şehirde, Selanik’teydi. Iraklis için basketbol oynayacaktı. Bir röportajında Iraklis’e imza at-tığı gün kariyerinin bundan daha ileri gideceğini düşünmediğini söylemişti. Mütevazılığı bununla sınırlı kalmamış Panathinaikos’da oynadığı dönemde NBA’e gitmeme sebebini şöyle açıklamıştı; ‘ Kendi-mi çok iyi tanıyorum ve eksik yön-lerimi biliyorum. NBA’de oynaya-bilecek yeteneklere sahip değilim. Benim stilim Amerika’da oynanan basketboldan tamamen farklı ve o yapıya uygun değil. Ayrıca söyle-nenlerin aksine hiç NBA’den teklif almadım. Panathinaikos Avru-pa’nın en büyük takımlarından biri ve hedefi yarıştığı tüm kulvarlarda kupaları kazanmak. Her zaman ta-raftarlarını mutlu etmeyi başarabi-liyor. Ben kendimi burada harika hissediyorum. Amerika veya Avru-pa’da başka bir takımda oynamak için geçerli bir sebep göremiyorum.’

Diamantidis’in bu açıklamasına şaşırmak onu hiç tanımamak de-mek aslında. Onun hayali hiçbir zaman NBA’a gitmek, çok para kazanmak olmadı. Kesriye’den 19 yaşında ayrılması bile onun için büyük bir meydan okumaydı. Her zaman ailesiyle, sağlıklı, mutlu, dingin bir hayatın hayalini kur-du. En sevdiği müzik grubu olan

U2‘nun ‘ Bir ( One ) ’ şarkısının son bölümünde söylediği gibi;

‘Bir hayat ,birbirimizle,kız kardeşler

erkek kardeşlerimizle’

Bir hayat ,Ama aynı değiliz,

Birbirimize destek olma-lıyız,

Destek olmalıyız.Bir,

Bir...‘

Ya da en sevdiği film olan ‘ Baba ( The Godfather )’da Don Vito Carlo-ene ‘nin ‘ Ailesiyle vakit geçirmeyen bir adam gerçek bir ‘ adam ’ değil-dir. ’ repliğini defalarca izlemiş gibi.

Hiçbir zaman ayrılmayı düşünme-diği Avrupa basketboluna isminin her harfi nakış nakış işlenecek olan Diamantidis’in peri masalı Sela-nik’te başlıyordu. Giydiği numa-ranın hikayesi bile kulaktan kula-ğa anlatılarak efsaneleşen - Adını Apostolos Nikolaidis stadına gir-dikleri kapıdan ( Gate13 ) alan, Avrupa’nın en ateşli taraftar grubu olarak kabul edilen 13.kapı sebe-biyle 13 giydiği söylenen hikaye – Diamantidis, yıldızlarda olan kibre sahip olmadığını kanıtlarcasına 13 numaralı formayı giymesinin sebebini; Iraklis’de kimse tarafın-dan tercih edilmemiş olması ve aynı şekilde Panathinaikos’a imza attığında da o numaranın boş ol-ması olarak açıklamıştır. Taraf-tarlarla arasında olan güçlü bağın ise önemini hep vurgulamıştır.

Iraklis’de 1999-2004 yılları ara-sında oynamış, 124 maça çıkmış-tır. 2001/2002 sezonunda toplam 88 top çalarak kariyerindeki bir sezonda en yüksek top çalma sa-yısına ulaşmıştır. Diamantidis’in

Page 49: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 49

lakabı örümcektir. Bunun sebebi yaptığı baskılı savunma ve uzun kolları sebebiyle çaldığı toplardır. Kariyeri boyunca kazanacağı bir-çok kupanın ve ödülün yanında birçok kez yılın en iyi savunmacısı seçilmiştir. 2003/2004 sezonu ise Diamantidis için müthiş geçmiş, 35 maçta 14.8 sayı ortalaması ve 6,29 ribaunt ortalaması tutturmuştur. Asist sayısı ise her geçen yıl yüksel-miştir. Yeşil efsane, oyunun tutulan her istatistiğinde kendini fazlasıyla gösterecek, sahada her şeyi yapan ender oyunculardan biri olacaktı. Iraklis’de geçirdiği son sezon şe-hir değiştirme vaktinin geldiğinin işaretiydi. Artık Želimir Željko Obradović ‘le tanışma zamanıydı. Panathinaikos için oynayacaktı...

Zamanın Panathinaikos koçu Zelijko Obradovic, 2004 yılında takımın bir lidere ihtiyaç duydu-ğunun farkındaydı. Ligde şampi-yonluklar devam etse de, takım Euroleague’de 2002 yılında gelen şampiyonluğun ardından iki sene üst üste Final-Four’u kaçırmış, son seneyi top 16’da sonuncu olarak ta-mamlamıştı. Yeşiller’i Avrupa’nın zirvesine çıkarttıktan sonra takım-dan ayrılan ve Barcelona’yı zafere taşıyan Dejan Bodiroga’nın saha

içi liderliği doldurulamıyordu. Dimitris Diamantidis, işte bu or-tamda OAKA’ya bir daha hiç ayrıl-mamak üzere ayak basacaktı 2004 yazında. Örümcek adam, geldiği andan itibaren takımda liderliğini kabul ettirmiş ve Lakovic, Alvertis gibi yıldızları bile etkisi altına al-mıştı. Kariyeri boyunca Ramunas Siskauskas, Sarunas Jasikevicius, Vassilis Spanoulis, Jaka Lakovic, Fragiskos Alvertis, İbrahim Kutlu-ay ve Nikola Pekovic gibi yıldızlar-la aynı takımda olmasına rağmen dümeni elinden asla bırakmadı. Takımın ne zaman ihtiyacı olsa, o hep oradaydı. Bu yüzden, kendisi-ni ‘’liderlerin lideri’’ olarak adlan-dırmak pek yanlış olmayacaktır.

Diamantidis, ilk sezonunda kad-ro olarak zayıf gözüyle bakılan Panathinaikos’un, çeyrek finalde Efes Pilsen’i geçerek Final-Four’a çıkmasında başrol oynadı. 2004-05 sezonunda beş tanesi üst üste olmak üzere toplam altı defa ka-zanarak kırılması zor bir reko-ra imza atacağı Euroleague’in En İyi Defans Oyuncusu ödüllerinin ilkini de alan Diamantidis, takı-mın yarı finalde Jasikevicius’lu Maccabi’ye elenmesine engel ola-madı. Bir sonraki sene de çeyrek

finalde kupaya veda eden Panat-hinaikos ve Diamantidis için 2007, son derece özel bir sene olacaktı. Atina’da, OAKA’da taraftarının önünde, finalde CSKA Moskova’yı yenerek şampiyonluğa ulaşan Pa-nathinaikos, beş yıl aradan sonra tekrar Avrupa’nın en büyüğü olu-yordu. 27. doğumgününü Euro-league şampiyonu ve Final-Four MVP’si olarak kutlayan Diaman-tidis ise, OAKA’nın parkelerin-de efsane statüsü kazanıyordu...

2008’de son şampiyonluğun mi-marlarından Siskauskas’ı Cska’ya kaptıran ve Top 16’da elenmekten kurtulamayan Pana, 2009’da fi-nalde yine CSKA Moskova’yı son saniyelerde mağlup ederek tekrar Avrupa şampiyonu oluyordu. Baş-rolde ise yine her zamanki gibi Ze-lijko Obradovic ve onun saha içi komutanı Dimitris Diamantidis vardı. Bu dönemlerde Vassilis Spa-noulis de şampiyonluklarda pay sahibi olmuş ve özellikle 2009’da Final-Four MVP’si seçilerek kalite-sini kanıtlamıştı. Ancak, başarısız geçen 2010 sezonunun ardından Obradovic ile Spanoulis arasındaki anlaşmazlık ayyuka çıkmıştı. İki-li, basın önünde birbirini sert bir dille eleştirmekten geri kalmamış

Page 50: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

50 / MAYIS2016

ve sonunda Spanoulis, ezeli rakip Olympiakos’un yolunu tutmuştu.

2011 senesi, Avrupa Basketbolu’n-da paranın her şeyi kazandırmadı-ğını anlatmak açısından son dere-ce önemlidir. Ezeli rakibinin en iyi oyuncularından birini alan, üstüne Avrupa’nın en iyi gard rotasyon-larından birine(Spanoulis, Papa-loukas ve Teodosic) sahip olan Olympiakos, Euroleague’e çeyrek finalde veda ederken, Panathina-ikos ise Diamantidis önderliğin-de şampiyonluğa ulaşıyordu. Yine Final-Four MVP’si seçilen Örüm-cek Adam, artık hem OAKA’da hem de Avrupa Basketbolu’nda efsane statüsünü perçinlemişti.

Artık OAKA’nın bir numara-lı adamı olan Diamantidis, yerel liglere de damgasını vurmuştur. 2005-11 arası Yeşiller ile üst üste altı defa şampiyon olan Diamanti-dis, 2006-08 arası üç defa üst üste olmak üzere toplam dört defa da Yunanistan Ligi MVP’si seçilmişti.

2012’de Olympiakos’a kaybe-dilen lig şampiyonluğu sonrası Obradovic’in takımdan ayrılma-sıyla 13 numara için yepyeni bir dönem başlıyordu. Bu yıllarda

ekonomik olarak da iyice küçül-meye giden Panathinaikos, ligde istediği başarıları halen elde etse de, 2012’den beri Eurolegue’de Fi-nal-Four göremiyor. Bu dönemde Pedoulakis ve Frangiskos Alvertis ve Sasha Djordjevic’in koçluğun-da forma terleten Diamantidis, saha içindeki koç gibi davrandı. Aslında bu iki isim kadar sahada ve saha dışında söz sahibiydi. Bu nedenle iyi bir koçluk alıştırması da yapmış oldu Örümcek Adam.

Diamantidis, saha dışında içi-ne kapanık ve utangaç bir imaj verse de saha içinde son derece farklı. Gerektiğinde taşın altına elini sokmasını çok iyi bilen ef-sane, bu özelliğinin son örneği-ni bu sezon çeyrek finaldeki Caja Laboral maçında gösterdi. Son derece dengesiz ve imkansız bir şekilde attığı üçlükle maçı uzat-maya götüren 35 yaşındaki oyun-cu, Pana maçı kaybetse de Euro-league’e son imzasını atmış oldu.

Panathinaikos’ta böylesine yüksek bir mertebeye erişen efsanenin milli takım kariyerinin olmaması da düşünülemez herhalde. Şarkı-da ne güzel söylenmiş: “Yıldızlar da kayar durmaz yerinde…”. O,

sadece Yunanistan’ın değil, klasik tabirle bütün basketbolseverlerin yıldızıydı. Soyadına uygun olarak pırıl pırıl parlayan bir pırlanta o( Diamanti, Yunanca elmas demek). Oynadığı oyun, oynadığı takımla-rı sürüklemesi –bazen tek başına taşıması- , tavırları ve sayamaya-cağımız nice özellikleriyle “gören” göze parmak sokmadan bu hale gelenlerden. Takımındaki başarıla-rıyla Diamantidis, Yunanistan Mil-li Basketbol Takımına da yükseldi.

“Perşembenin geleceği çarşam-badan bellidir” atasözüne uygun olarak içinde bulunduğu Milli ta-kım, 2001’de Tunus’ta gerçekleşen Akdeniz Oyunlarında gümüş ma-dalya kazandı. 2003 Avrupa Şam-piyonası’nda gelen 5.likten sonra, adını tarihe kazımak için 2 sene daha beklemesi gerekti. 2005’te Sırbistan&Karadağ ev sahipliğin-deki Avrupa Şampiyonası kendisi, ülkesi ve bizim için inanılmaz geç-ti. C grubunda Slovenya, Fransa ve Bosna-Hersek ile mücadele eden Yunanistan, sadece Slovenya’ya ye-nilip grubu 2. tamamlayıp 2. tura kaldı. Bu turda İsrail’i, çeyrek fi-nalde Rusya’yı evine gönderdik-ten sonra, gruptaki rakiplerinden Fransa ile karşılaşacağı yarı finale

Page 51: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 51

yükseldi. Bu inanılmaz maça, ya-zının başkarakteri olan kişi, 66-64 geride bulunan takımını mücade-lenin bitimine 5 saniye kala attı-ğı üçlükle finale taşıyarak damga vurdu. Finalde kendisi açısından işler daha kolay gitti, nerdeyse Milli takımı tek başına taşıyarak Nowitzki ve Türk asıllı Mithat Demirel’i üzüp 78-62 ile maçı ka-zandı. Madalyanın yanısıra turnu-vada asist lideri olarak ve turnuva beşine seçilerek beğeni topladı.

2006’da Dünya Basketbol Şam-piyonasından önce şampiyonaya hazırlık niteliğinde olan Çin’de dü-zenlenen Stankovic Turnuvasında kupayı kazandı. Sonra Japonya’da-ki Dünya Şampiyonası geldi çattı. Yunanistan, C grubundaTürkiye, Litvanya, Avustralya, Brezilya ve Katar’lı grubu beşte beş yaparak 1. tamamladı. Son 16’da Yao Ming’li Çin’i saf dışı bıraktı. Çeyrek finalde Fransa’yı yenerek yarı finale çıktı. Yarı finalde Dia’nın ana faktör ol-duğu maçta, izlerken gıpta ettiği-miz Lebron James, Dwayne Wade, Chris Bosh, Chris Paul, Dwight Howard, Carmelo Anthony’nin bulunduğu ABD takımını 101-95 yenerek tarihi bir zafer elde etti. Ama finalde basketbolun bir diğer büyüğü olan İspanya’ya üzücü bir skorla 70-47 yenildi. En büyük spor organizasyonu olan Olimpiyatlar-da 2004 Atina’da takımın bir parça-sıydı ama fazla varlık gösteremedi. 2008 Pekin’de ise daha iyi olması-na rağmen, içinde bulunduğu ekip çeyrek finalde Olimpiyatın 3.sü olacak Arjantin’e yenildi ve ardın-dan devler sahnesini 5. tamamladı.

Bu kadar büyük şampiyonaların yanında küçük kalan ve Yunanis-tan’ın ev sahipliği yaptığı Acropolis Turnuvası’nda Dimitris’li Yunanis-tan 7 kez şampiyon oldu ve Dia’da 2 kez MVP oldu. Milli takımla son katıldığı turnuva ise 2010’da ülke-mizde düzenlenen Dünya Şampi-yonası oldu. Efsane, Yunanistan milli takımının 4 Eylülde son 16’da İspanya’ya 80-72 yenildikten son-ra ani ve beklenmedik bir kararla milli takımdan emekliliğini istedi.

TUNA MENEVŞE: Dimitris Dia-mantidis, kameralara konuşmayı sevmiyor, özellikle de konu kendisi olduğunda. Verdiği ender röpor-tajlarından birinde, nasıl hatır-lanmak istenildiği sorulduğunda: ”Önemli olan benim ne istediğim değil. Asıl önemli olan gerçekte ne olduğu. Sahaya girdiğinde herşeyi veren oyuncu olarak hatırlanmak istiyorum. Bunun ötesinde, iyi in-sansa kazandırdı ve iyi oynama-dıysa kaybederdi denebilir.” Bura-dan sonra söze gerek yok galiba, unutulmayacaksın “İyi Adam”…

CENGİZ UYGUR: İlk kez bir bas-ketbol maçı izlediğimde 9 yaşın-daydım. Gazetelerden takip et-tiğim Efes Pilsen, Panathinaikos ile oynuyordu ve seride durum 1-1’di. Kazanan Euroleague 2005 Final-Four’da boy gösterecekti ve maç OAKA’daydı. Çocuk aklımla Efes’in maçı kazanacağından emin bir şekilde izlemeye başladım. Ha-yal kırıklığına uğradım tabii. O gün şovu Jaka Lakovic yapsa da, benim aklımda Diamantidis kal-mıştı. O günden sonra da sıkı bir

Diamantidis hayranı oldum. Şim-di, Örümcek Adam, arkasında bir dolu hatıra ile basketbolu bırakı-yor. ‘’Euroleague Efsanesi’’ gerçek-ten iyi bir uğurlamayı hak ediyor. Obradovic OAKA’ya her geldi-ğinde ona minnetini son derece coşkulu bir biçimde sunan Gate 13’ün, büyük kaptan Diamanti-dis’i de kendine yakışır şekilde uğurlayacağına hiç kuşkum yok.

GÖKHAN BİLGİN: Avrupa bas-ketbolu benim için oldukça yeşil, çokça Diamantidis’dir.Yeşil efsane oynadığı basketbola, yaşamak is-tediği hayata hiçbir zaman paha biçmedi. Mutlu olduğu şehirde yaşamayı, mutlu olduğu takım-da basketbol oynamayı tercih etti. Parkede devleşirken hayatın içinde küçüldü. Tüm özlemlerimizi kar-şılarcasına basketbolun mütevazı yanı, sadakatli yüzü oldu. Artık Atinanın yeşil tarafının gelmesini hiç istemediği bahardayız. Sayı-sız ödüller, kupalar kazanılmış bir kariyerin sonu, hepimizi derin bir üzüntüye sevk etse de biliyoruz ki o yine hayatın içinde istatistiği tu-tulmayacak asistlerine devam ede-cektir. Bende tıpkı o sahadayken yaptığım gibi ellerim parçalarcası-na onu alkışlamaya devam edece-ğimden eminim. Güzel günler pe-şini bırakmasın örümcek adam...

Page 52: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

52 / MAYIS2016

BROWNPENALTıSı

ANIL GÜLER

Page 53: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 53

BROWNPENALTıSı

Page 54: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

54 / MAYIS2016

İnsanın kendi içinde aramadığı ve dışarıdan beklediği motivas-

yonun iki yönden zararı vardır. Bi-rincisi zaman kaybı, ikincisi hayal kırıklığı. Vahşice üzerimize gelen hayat şartları altında, yolumuza de-vam edebilmek için tutunacak bir dal arıyoruz. Saplanıp kaldığımız yerden bizi itekleyip çıkaracak bir güç… En basit yol olarak da, bunu daha önce başarmış olan insanların hayatlarına kayıyor gözlerimiz. Çı-kış yolunu sporcuların, iş adamları-nın, sanatçıların başarı-başarısızlık öykülerinde bulmaya çalışıyoruz. Sonuç? Büyük oranda hüsran.

Christy Brown 1932 yılında dün-yaya geldiğinde başta babası ol-mak üzere herkes şaşkındı. Ailenin dünyaya gelen 22 çocuğundan 9’u ölü doğmuştu. Hayatta kalabi-

len şanslı 13 çocuktan biri olması önce sevinç yaratmış olsa da, Pat-rick ve Bridget Brown çocuklarını kucaklarına aldıklarında gözyaş-larını tutamadılar. Minik Christy serebral palsi hastasıydı; bütün vücudu felçliydi, sol ayağı hariç.

Christy Brown’ın çocukluğu alko-lik, sevgisini gösteremeyen, otoriter bir baba; şefkatli, fedakâr bir anne ile birlikte çocuk gürültüsünün ve karmaşanın eksik olmadığı bir evde geçti. Dublin’de oturdukları yoksul mahallesindeki herkes ona ucube gözüyle bakıyordu. Christy’nin sol ayağı hariç vücudunun hiçbir uzvu çalışmadığı için ancak sürünerek hareket edebiliyor; konuşamıyor, iletişim kuramıyor, duygularını mimikleriyle bile ifade edemiyor-du. 3 erkek kardeşiyle birlikte kal-

dığı ufacık yatakta geceleri uyuya-mıyor, sinir krizleri geçiriyordu.

Anne Brown çocukları için her şeyi yapabilecek yürekli bir kadın-dı. Christy 7 yaşına geldiğinde ona okumayı öğretebilmek için yoğun bir çaba sarf etti. Diğer çocuklar sokakta arkadaşlarıyla koşturur-ken, Christy annesinin omzunda bir odadan bir odaya taşınıyor, in-sanüstü bir eforla okumayı sökme-ye çalışıyordu. Dışarıda oynayan çocukları yalnızca yattığı yerden izlemekle kalmadı. Zaman zaman sokağa çıkıp kendisini arkadaşla-rının ellerine emanet etti. Onunla bazen dalga geçen, bazen koruyup kollayan kardeşleri ve arkadaşları, içindeki yaşama isteğini en az an-nesi kadar canlı tutmayı başardılar.

Page 55: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 55

Ve bir gün bir mucize oldu. Ch-risty güç bela sol ayağının iki par-mağı arasına sıkıştırdığı tebeşirle yere belli belirsiz bir şekil çizdi. O günden sonra yere tebeşirle çizdiği şekiller anlamlı hale gelmeye baş-ladı. Önce harfleri, sonra kelime-leri, sonra da kısa kısa cümleleri evlerinin zeminine işledi. Sadece yazmakla kalmadı; annesinin, ba-basının, arkadaşlarının, aşık ol-duğu kızın resimlerini yapmaya başladı. Gün geçtikçe sol ayağını daha iyi kullanmayı öğrendi. Dok-torlar, konuşması için de etkili bir fizik tedavi uyguladılar. Yaptığı resimlerin büyüleyiciliği kısa sü-rede ağızdan ağıza, kulaktan kula-ğa yayıldı. Hatta Christy Brown’ın resimleri sergilerde yer buldu.

Duvar işçiliğiyle ailesini geçindir-

meye çalışan baba Brown öldü-ğünde aile tamamıyla çaresiz kal-dı. Anne Brown’ın yıllardan beri biriktirmeye çalıştığı az miktarda para hariç ellerinde avuçlarında bir şey yoktu. O az miktarda birik-mişle Christy’ye tekerlekli sandal-ye alındı. Ardından eve mucizevi bir nesne daha girdi. Daktilo…

Yıllarca tebeşirle, boya kalemleriyle mücadele eden Christy’nin sol ayak parmakları, klavyenin tuşlarıyla tanıştı. Bir gün küçük kardeşini yanına çağırdı ve “Kendi hayatımı anlatan bir kitap yazacağım, bana yardım eder misin?” diye sordu.

My Left Foot, Sol Ayağım kitabıy-la dünyaca tanınan bir yazara dö-nüştü. Ardından bir kitap daha, bir kitap daha yazdı. Kısa hayatına,

vücudunun koyduğu tüm engelle-re rağmen 6 roman, 3 de şiir kitabı sığdırdı. Dili sade, hayal gücü ge-niş, cümleleri etkileyiciydi. Christy Brown’ın ölümünün ardından 8 yıl sonra Sol Ayağım beyaz perdeye taşındı. Daniel Day Lewis’in ken-disini Oscar’a götüren muhteşem oyunculuğuyla dünya, Christy Brown’ın yaşadığı zorluklara, ken-di ruhuyla ve vücuduyla olan mü-cadelesine yakından tanıklık etti.

Biyografik-Drama filmlerinde ge-nellikle ya çok abartılmış ya da seyirciye tam geçmeyen duygusal-lık sorunu vardır. Bu dengeyi sağ-lamayı başarmış nadir filmlerden biri olan My Left Foot’ta hafızalara kazınan çokça sahne var. Şimdi yal-nızca bir tanesinden bahsedeceğim.

Page 56: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

56 / MAYIS2016

Christy, 17 yaşlarında. Sokakta ar-kadaşlarıyla taşlardan kurdukları kaleler arasında top oynuyorlar. Bir takımın kalesinde yerde boylu boyunca uzanmış; ağzından çıkan kelimeler tam seçilmeyen, inleyen, kıvranan bir genç adam. Evet, Ch-risty Brown tüm cesaretiyle takı-mının kalesini koruyor, vücudunu gelen şutlara siper ediyor, kafasıyla

sürünerek köşelerden top çıkarı-yor. Maçın ilerleyen dakikaların-da takımı bir penaltı kazanıyor. Arkadaşları aralarında konuşup karar veriyorlar; bu penaltıyı Ch-risty atmalı. Kendi kalelerine gidip Christy’i kucaklayıp topun başına getiriyorlar. Sağ kolunun üzerinde yatmış halde, beyniyle sol ayağı-na vur sinyali göndermesi için bir

iç savaş yaşayan Brown sonunda kendisine gülerek alay eden kale-ciyi kaleden kaçıracak sertlikte vu-ruyor topa. Gol atmayı başarıyor…

Başarı hikayeleri ve motivasyon konuşmaları dinleyerek-izleyerek başarılı olmanın tek bir yolu var. Hikayesini öğrendiğiniz kahrama-nı içselleştirmek ve unutmak. Ör-

Page 57: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 57

neğin karşılaştığınız her zorlukta aklınıza Christy Brown’ı getirip, “Adam, cehennem gibi hayatına rağmen neler başarmış, ya ben…” diyerek bir yere varamazsınız, baş-ka yaşamlardan ilham almalıyız ancak kendimizi kıyaslamamalıyız. Steve Jobs’un, Michael Jordan’ın, Silvester Stallone’un öykülerini iç-selleştirmek, bilinçaltınızın derin-

liklerine gömdükten sonra prob-lemlerinize kendi içinizde cevaplar bulmak zorundasınız. Beslendiği-niz tüm o motivasyon hikayeleri siz fark etmeden size yardım ede-cektir ancak tek bir şartla; onları öğrendikten sonra unutursanız.

Artık Christy Brown’ı tanıyorsu-nuz. Hayatınızın bundan sonra-

ki kısmında sizi getirip penaltı noktasına koyduklarında ve vur bakalım dediklerinde ne yapa-caksınız? Tüm cesaretinizle ve gemileri yakarak Panenka da vu-rabilirsiniz, yaşamaya dair içi-nizde kalan son güç kırıntısıyla Brown penaltısı da… Şimdi son kez sol ayağınıza dikkatlice bakın ve tüm bu okuduklarınızı unutun.

Page 58: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

58 / MAYIS2016

ZAMANIANLAMLANDIRMAK

Page 59: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 59

ZAMANIANLAMLANDIRMAK

DENİZ BALCI

Page 60: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

60 / MAYIS2016

Hedefe kilitlenmiş bir spor-cu ise, bir saliseyi bile zi-

yan edemez çünkü o bir sa-lise altın madalyaya giden yolda büyük bir fark yaratabilir.

İnsanlık, var olduğu andan beri ya-şamını programlamak için zamanı anlamaya çalıştı. Babilliler Ay ha-reketini, Mısırlılar Güneş ile Sirius yıldızını temel alarak yılları ve ayla-rı anlamlandırdılar. Güneş saati ile de gün içindeki zamanı 12 parçaya böldüler. Gelişen teknolojiyle önce saatleri, sonra da saniyeleri ölçme-ye başladık. Şu anda göz kırpması-nın onda birini, kalp atışının yüz-de birini ölçecek duruma geldik. Olimpiyat, Yüzme veya Atletizm Dünya Şampiyonası’nı izlerken Omega’yı kesinlikle görmüşsünüz-dür. Çocukluğumda anlam vere-mediğim bu isim 100 yılı aşkın sü-

redir spor müsabakalarının zaman tutucusu. Omega 1905’te İsviçre’de yerel müsabakalarda zaman tuta-rak başladı. Gordon Bennet balon yarışlarıyla da uluslararası müsa-bakalara açıldı. 1932 Los Angeles Olimpiyatları’nda, Omega mü-sabakaların zamanlarını tutmak için 30 tane kronometre kullandı. 2016 Rio Olimpiyatları’nda ise 400 tona yakın ekipman kullanılacak. Yüzme müsabakalarında yarış başlangıç sesiyle başlar, yüzücü-ler duvara dokunduklarında biter. 1967 yılı öncesinde hakemler za-manı ellerindeki kronometreler ile tutuyordu. 8 kulvarlı bir 50 metre serbest yarışı düşünelim. 1967 ön-cesi ortalama seviyedeki 50 metre serbest yarışı 24 saniye ile 25 sani-ye arasında sürer. 8 yüzücünün de-recesi 1 saniye arasında sıralanır. Zamanı ölçen 8 hakem başlangıç

sesini duyduklarında kronometre-yi başlatır. Yüzücünün duvara değ-diğini gördüklerinde ise durdurur. Her insanın reaksiyon hızı birbi-rinden farklılık gösterebilir. Yetiş-kin insanlarda reaksiyon zamanı 0.1-0.2 saniye arasında değişir. Ha-kemin yarış sırasında başlangıçta ve bitişte 2 tane reaksiyon vermesi gerekir, bu durumda reaksiyon za-manı toplam 0.2-0.4 saniye çıkar. 8 yüzücünün de çok kısa zaman ara-lığında bitirdiği 50 metre serbest yarışında hakemin reaksiyon za-manı yarışın kaderine etki edebilir. 1967 yılında Omega’nın geliştir-diği teknoloji ile kronometre baş-langıç sesiyle başlar, yüzücünün duvardaki dokunmatik yüzeye dokunması ile yüzücünün kendisi kronometreyi durdurur. Bu tekno-lojinin ne kadar önemli olduğunu 2008 Pekin Olimpiyatları’nda gör-

“İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez.“

Page 61: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 61

dük. 8 altın madalya hedefleyen Michael Phelps 7. yarışında 99 metre Milorad Cavic’in gerisin-deydi. 2 yüzücü de gözle bakıl-dığında duvara aynı anda değdi. Omega’nın açıkladığı sonuçlara göre Phelps 50.58, Cavic 50.59 dereceyle yarışı bitirmişti. Phelps hedefine doğru devam ederken Cavic sonuçlara itiraz etti. Ome-ga’nın çektiği fotoğraflarda bile insan gözüyle farkı anlayabilmek çok zordu. Omega’nın zaman tutu-cusu Silvio Chianese yaptığı açık-lamayla ‘’Yüzme bitiş çizgisi olma-yan, sporcuların zamanı kendileri durdurduğu tek spor dalı. Yüzücü dokunmatik yüzeye 3 kilo basınç yaptığında zamanı durdurur. So-nuç gayet net Phelps, Cavic’ten sa-niyenin on binde biri önce durdur-du.’’ tartışmaya son noktayı koydu.

1950’lerde yaşayan bir motorspor-ları hayranı olsaydınız şu anda ya-rışı izlerken altta ya da sol tarafta gördüğünüz her araç arasındaki zaman farkını, son turda araçla-rın attığı turu, ya da yarış içinde en hızlı turu atan aracın derece-sini ekranda göremeyecektiniz. Tamamıyla spikerin size verece-ği bilgilere muhtaç kalacaktınız. Herhangi bir spikerin ise bu kadar bilgiyi eskimeden size vermesi im-kansızdı. Her sporcunun zamanı ilk defa 1961 yılında direkt olarak televizyonda verilmeye başladı. Omega’nın deyimiyle televizyon yarışları asla eskisi gibi olmadı.

Omega’nın sicili tertemiz de değil. Atletizmde kadınlar 100m rekoru 10.49 derece ile Florence Griffith Joyner’ın elinde. 1988 Olimpiyat elemelerindeki yarış hakkında ge-liştirilen onlarca komplo teorisi var, çünkü Flo-Jo rekoru inanıl-maz bir seviyeye çekti. Atletizmde rekorların geçerli olması için rüz-garın +2.0 m/s seviyesinden düşük olması gerekir. O gün İndianapo-lis’te rüzgarlı bir hava vardı. 100m

ilk ön elemesinde Flo-Jo 10.60 koş-tu sonra rüzgarın pozitif katkısı yüzünden rekor geçerli sayılmadı. Çeyrek finalde Flo-Jo dünya reko-runu 0.27 salise geliştirdi. Rüzgarı ölçen anemometre 0.0 m/s gösteri-yordu. Flo-Jo koşmadan önceki bi-rinci çeyrek finalde +5.0 m/s, ikinci çeyrek finalde +7 m/s rüzgar vardı. Birkaç metre ilerde 3 adım atlama-daki anemometre 4.3 m/s ölçmüş-tü. Ya çok büyülü bir an yaşandı ve Flo-Jo takozdan çıkarken rüz-gar 11 saniyeliğine kesildi, Flo-Jo kadın sporculardan beklenmeyen seviyede destansı bir performans sergiledi. Ya da Omega anemo-metresinde teknik bir sorun çıktı.

Omega bunu marka değerine za-rar gelmesinden korktuğu için açıklamadı. Omega’nın bu olayda yaptığı açıklama: ‘’Ortamda ke-sinlikle rüzgar yoktu demiyoruz.

Rüzgar piste 93 derecelik açıyla geldiği için rüzgarın herhangi po-zitif katkı sağlaması mümkün de-ğildir. Ölçümlerimizde bir sıkıntı yok. “ şeklindeydi. Omega’nın onayından sonra Amerika Atle-tizm Meclisi dereceyi kabul etti.IAAF’de karara uydu ve 28 yıldır kırılmayan kadınlar 100m dünya rekorunu 10.49 olarak tescil etti.

Omega, Rolex, Tag Heuer, Tissot, Swatch bu markaların hepsi kendi prestijleri için yıllardır spordaki zamanı bizim için anlamlandır-maya çalışıyorlar. Bir yüzücünün, bir atletin, bir yarış pilotunun yaptığı performansın zamanını ölçerek değerini biçiyorlar. Daha yüzlerce dünya rekoru kırılacak, yarışlarda yüzlerce tur atılacak ve biz bunları izlerken, zamanı anlamlandıran zaman tutucular arkada logolarıyla bize bakacak.

Page 62: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

62 / MAYIS2016

BİLİNMEYEN ANATOMİEZGİ YAZICIOĞLU

Page 63: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 63

Page 64: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

64 / MAYIS2016

Bazı sporlar his ister. Önsezinin kuvvetli olduğu anlarda tam o

sıçramayı gerçekleştirmek. Ken-dinden başka bir canlıyla temasa geçmek, onun dilini okumak. Baş-ka bir canlının gözlerinden, nefe-sinden kendini koordine etmek. En önemlisi de onun anatomisini bilmek. Binicilik sporu hayatımı-za, özellikle de Türk kültürüyle çok eskilerden bağlarını birleş-tiren bir spor dalı olarak girmiş. Kimi zaman askerlik, kimi zaman da zarafet ve duruş ile bağdaştı-rılan bu spor dalı, atletizm ya da topla oynanan diğer spor dalla-rına kıyasla daha zor bir meydan okuma gerektiriyor: Sizden baş-ka bir canlıyla iletişime geçmek.

Onun dilinden anlayarak bir uyum içerisinde size verilen kurallara göre belirli bir za-manda parkuru tamamlamak.

Uzmanlara göre acemi biniciler ayağının tümünü üzengiye yerleş-tirir ve bu sayede kendilerini daha güvende hissederler. Oysa usta biniciler yalnızca ayağın tarak ke-miği hizasından üzengiye basarlar. Bu biniş şekli biniciye daha iyi bir denetim olanağı sağlar ve baldır-lar ile topukların etkili bir biçim-de kullanılabilmesini sağlar. Atın anatomisini bilmek demek: bu spor için altın bir anahtar demek.

Sadece biniciler için zorunluluk-lar yok, aynı zamanda binilen atın geçmişi, sağlığı, kapasitesi, cinsi, eğitimi, gücü, zihin yapısı, zamanlaması ve biniciyle uyumu da bu spor için inanılmaz önem-li unsurların başında geliyor.

Türkler için ilk olarak 1881’de ”Binicilik ve Tatbikat Okulu”nun kurulmasıyla başlayan binicilik macerası, 1936 Berlin‘deki ilk olim-piyatlara katılışımıza kadar yükse-liyor. Daha sonra bir sürü uluslara-rası yarışma, engel atlama ve yüksek

atlama yarışmaları, Balkan Şampi-yonaları, Milletler Kupaları ve en son 1960’ta binicilik dalında Roma Olimpiyatlarına katılan Türkiye, bu yükselişte önünde çok büyük bir engele karşılaşıyor: Salgın hastalık.

1964 ve 1988 yılları arasında At Vebası ve daha sonra Ruam Has-talığına yakalanan Türk atları, Uluslararası Binicilik Federasyonu tarafından yasaklanıyor. Yasak sü-resince Balkan ülkeleri harici ulus-lararası arenada kendine hiç yer

bulmayan Türkiye, binicilik spo-ru adına toparlanması çok zor bir dönemden geçiyor. Aynı şekilde 1978 yılında Süvari Binicilik Gru-bu dağıtılırken, 1984 yılına kadar Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı bünyesinde faaliyetlerini sürdürü-yor. 1984 yılında ise Kara kuvvetle-rine bağlanıyor. 1992 yılında uzun zaman sonra engellerini aşan Tür-kiye, uluslararası arenada uzun za-man sonra ilk altın madalyası alı-yor. 2002 de ise atlarının Avrupa’ya girişine izin verilmesiyle uzun

Page 65: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 65

vadeli sıkıntılar ortadan kalkıyor.

Yakın zamanda aldığımız başka bir haber ise hedeflerimizi binicilik adına yeni bir aşamaya taşımak için birebir: Ömer Karaevli adlı sporcu 56 yıl sonra Olimpiyat barajını ge-çerek Rio’daki yerini garantiledi.

Ancak Türkiye ve binicilik spo-runun ilişkisi düşünülürse, bu sporun Olimpiyatlarla ilgili tek macerası bu şekilde değil: 1956 yılında gerçekleştirilen Avustralya Yaz Olimpiyatları, o dönemde ka-rantina kuralları gerekçesiyle atlar Avustralya’ya alınmıyor ve tarihi bir kararla o sene olimpiyatlar yaz döneminde iki farklı şehirde ger-çekleştiriliyor: Stockholm, İsveç ve Melbourne, Avustralya. Sto-ckholm’de binicilik müsabakaları düzenlenirken, Avustralya’da diğer alandaki yarışmalar devam ediyor.

1956 yılındaki global gelişmelere bakarsak, Mısır, Irak ve Lübnan gibi ülkelerin Süez Kanalı kriziyle olimpiyatları katılmayarak İsrail işgalini protesto etmesi, Sovyet-lerin Macar devrimi müdahale-sine rağmen olimpiyatlara ka-tılışını sürdürmesinin İspanya, Hollanda ve İsviçre gibi ülkelerin olimpiyatlardan çekilmesine yol açması gibi politik protestoların , olimpiyatları basit bir spor ya-rışmasından başka bir arenaya taşıdığını söylemek yanlış olmaz.

Atların hırsı,olimpiyatların reka-bet ruhuyla birleşince, bambaş-ka mucizeler ortaya çıkabiliyor gerçekten.

Ömer Karaevli ise dünya tari-hine tanıklık eden Olimpiyat-lara katılacağı için çok mutlu. Binicilik sporunu domine eden Fransa, Hollanda, Almanya ve Belçika gibi ülkeler düşünülürse,

Türkiye’nin kendini geliştirmeye çok ihtiyacı var. Ancak Karaevli ta-rafından “bir mucize” olarak nite-lendirilen bu olimpiyat vizesi yeni bir devrimin başlangıcı olabilir.

Olimpiyatlarda yarışılan atların fiyatlarının yaklaşık 10 milyon Euro’dan başladığı düşünülürse, binicilik dalının inanılmaz dere-cede bir finansal desteğe ihtiyacı olduğunu söylemek pek de yanlış ol-maz. Türkiye’de at yetiştirici-liğine baş-lamak için ise gereken desteği “bu iş taşıma suyla dön-mez” şeklin-de açıklayan Binicilik Fe-derasyonu Baş-kanı Atıf Bülent Bora, Gıda Tarım ve Hayvancılık Ba-kanlığı ile pren-sipte at yetiş-tiriciliği konu-sun-

da anlaşıldığını söylüyor.

Ancak bu işin prensipte kalıp kal-madığını, sonuçlarıyla önümüzde 10 yıl içinde göreceğiz gibi duru-yor. Bambaşka bir canlının anato-misini ezbere bilmek ve onun her saniyesiyle senkronize olmanın zorluğu düşünülürse, bu spor da-lına yapılan devasa boyuttaki ya-tırım az bile kalıyor. Rio’nun yeni

bir başlangıç olması dileğiyle, binicilik adına Türkiye “mu-

cizevi” bir sayfaya hazır.

Peki ya siz? Başka bir canlının her kıvrımını

ve kemiklerini bilen, önsezilerini kullanan sporcuların bu ola-

ğanüstü yarışına hazır mısınız?

Page 66: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

66 / MAYIS2016

Page 67: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 67

POPOVICH’İNİNANDIĞI

ADAMEMİR RIZA LEKİ

KAWHI

LEONARD

Page 68: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

68 / MAYIS2016

Önemlidir doğru yerde, doğru insanla birlikte olmak; lakin

daha da önemlisi doğru insanlara kendini inandırabilmektir… Kaw-hi Leonard San Antonio Spurs’e geldiğinde bunu başarmış, Popovi-ch ustaya kendini inandırmıştı. Po-povich Kawhi için evladım dediği George Hill’den vazgeçmeyi bile göze almış, duygusal bir telefon ko-nuşması yaparak ona veda etmiş, San Antonio Spurs yönetimine ya

Kawhi Leonard’ı alırsınız ya da beni kaybederseniz demişti. Kaw-hi Leonard bunları bilerek Spurs’e geliyordu, NBA’in en başarılı koç-larından biriyle çalışacaktı, Gregg Popovich’in onun için çok fazla şeyi gözden çıkardığının farkındaydı.

Bu ortamda San Antonio Spurs’e geldi on beşinci sıradan seçilen at-letik forvet. Drafta girdiği zaman şutu olmayan, hücum özellikleri son derece kısıtlı, savunma özel-likleriyle ön plana çıkan bir üç nu-

maraydı. Indiana Pacers Kawhi’yı draft ederken çok büyük bir planı yoktu, Granger ve Paul George’un arkasında güven vermesi yeterdi. Popovich ise Leonard’ı almayı çok istiyordu adeta Kawhi’deki ışığı gö-ren tek kişiydi. Çoğu insan neden Popovich’in bu atletik üç numarayı bu kadar istediğini anlayamamıştı. Herkesin sıradan bir oyuncu ol-duğunu, NBA’de oynayan iki yüz elli oyuncudan Kawhi gibi yirmi

tane atletik forvetin çok rahat bu-lunabileceğini düşündüğünü bir zamanda ona inanan Gregg Popo-vich’in inancını boşa çıkarmamak ise Kawhi’nin en büyük amacıydı.

San Antonio Spurs’ün şampiyon olmasının üzerinden dört yıl geç-mişti. 2011 yazında takımın büyük üçlüsü artık iyice yaşlanmış, üstü-ne geçen sezonu sekizinci bitiren Memphis’e Batı Konferans’ı play-off 1.turunda kaybetmişlerdi. Çoğu kişi Spurs’ün artık şampiyonluk

yarışından yavaş yavaş uzaklaşa-cağını ve atletik forvetin yeni ku-rulacak takım için önemli bir rol oyuncusu olacağını düşünüyordu. Kawhi onlara göre Spurs’ün dış sa-vunmasında önemli bir yer tutacak ve yaşlanan takıma bir dinamizm katacaktı. Kimse ondan bir yıldız performansı beklemiyordu. Zaten San Diego State’de oynadığı iki se-nede de skorer performansından çok savunma kimliğiyle ön plana

çıkmıştı. Son sezonunda üçlük per-formansı %29.1 olmasına rağmen maç başına attığı 10.6 sayı onun fazla şut kullanmadığını, arada sı-rada ceza üçlüklerini sokabileceği-ni anlatıyordu. 15.5 ribaund, 1.4 top çalma ve 0.7 blok ortalamaları ise Kawhi’nin savunmada tam bir ca-navara dönüştüğünü gösteriyordu. Popovich’in yapması gereken tek iş Kawhi’nin hücumda da yüksel-mesini ve oyununu iki yönüyle de kusursuzlaştırmasını sağlamaktı.

Page 69: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 69

Kawhi ilk sezonunda lokavt nede-niyle yazın takımıyla sezon öncesi hazırlığı yapma fırsatı bile bula-mamıştı. İlk sezonunu genelde ilk beşin dışında geçiren Leonard, Richard Jefferson’un takımdan ay-rılmasından sonra ilk beşte yerini almıştı. Sezona takımıyla nere-deyse hiç çalışmadan giren Kawhi Leonard’ın hücum gücü sorgula-nırken, savunma performansı sa-yesinde en iyi çaylak beşine gir-meyi başarmıştı. Popovich usta ise 2012 yılında Kawhi’nin çok çalışkan olduğunu, her antrenma-na en önce gelip en son çıktığını, adeta bir süngere benzediğini, öğretilen her şeyi bir sünger gibi emdiğini anlatıyor, Leonard’a duy-duğu sonsuz inancı belirtiyordu.

Leonard sonraki sezonlarda ise hep üstüne koymaya başladı. İs-tatistikleri sürekli yükseliyor, hü-cum gücü artmaya devam ediyor, basketbol zekası her geçen gün daha gelişiyordu. NBA finallerin-de iki sezon üst üste Lebron James karşısında müthiş bir performans ortaya koyuyor, krala zor anlar ya-şatıyordu. 2013 NBA finallerinin altıncı maçının son saniyelerinde çok kritik bir serbest atış kaçırsa da bir sonraki sezon San Antonio Spurs şampiyon olurken finaller MVP’si ödülü de Kawhi Leonard’ın oluyordu. En genç üçüncü finaller MVP’si olan Kawhi Leonard bu ba-şarıyı All-Star oynamadan kazanan altıncı basketbolcu olarak da tarihe geçiyordu. Finaller MVP’si olması-na ve yüzüğü kazanmasına rağmen Kawhi Leonard hala başarıya açtı, mücadelesine devam ediyordu.

2016 normal sezonunun bittiği şu zamanlarda iki sezon üst üste en iyi savunma yapan oyuncu ödülü kazandığı açıklanıyordu. Hakeem Olajuwon ve Michael Jordan’ın ardından üçüncü kez bir oyuncu hem en iyi savunma yapan oyuncu seçiliyor, hem de finaller MVP’si

ödülünü kazanıyor. Dennis Rod-man’dan sonra ilk defa pivot ol-mayan bir oyuncu iki sezon üst üste en iyi savunma yapan oyuncu ödülünün sahibi oluyordu. Hü-cum istatistikleri de tavan yapan Kawhi, artık süperstar seviyesine yükseliyordu. Çaylak sezonun-da 7.9 sayı ortalamasıyla oynayan Kawhi Leonard için 2015-16 sezo-nu bitiminde bu sayıyı neredeyse üçe katlanıyordu. Artık neredey-se iki üçlüğünden birisinde isabet bulan Kawhi Leonard insanların kafasındaki savunma oyuncu-su imajını yerle bir ediyor, sadece ceza şutörü ve iyi savunmacı olur diyenlere inat ona inanan koçu

Gregg Popovich’i yanıltmıyordu.Böyle bir oyuncuydu Kawhi Leo-nard, San Antonio Spurs için artık dibi görür diyenlere inat, kendi-sine rol oyuncusu olur diyenlere karşı cevabını parkede, antrenman sahasında verdi. Gregg Popovi-ch’in bir kez daha ne kadar haklı olduğunu, ne kadar ileri görüşlü bir koç olduğunu kanıtladı. Şans-lı bir oyuncuydu Kawhi Leonard, belki de Popovich gibi bir usta-nın elinde yetişmese Indiana’da sıradan bir kariyere sahip olacak-tı; lakin şansını yaratan da ken-disiydi. Doğru zamanda, doğru yerde, ona inanan insanlaydı ama onun inancını hiç boşa çıkarmadı.

Page 70: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

70 / MAYIS2016

SABRIN SONU SELAMET

ALPER ÜNLÜ

Page 71: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 71

Page 72: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

72 / MAYIS2016

Türkiye futbolundaki en büyük sorunumuz tesis yetersizliği

değildi ancak bu sorunu ortadan kaldırmak için ülkenin dört bir ya-nına devlet eliyle statlar dikilmeye başlandı. İçlerinde bir tanesi her türlü hikâyesiyle diğerlerinden ay-rılmakta ve devletin maddi desteği alınmadan tamamlandı. Mithatpa-şa, İnönü, Şeref Bey şeklinde hitap edenler bir yana dursun, son karar Vodafone Arena’da kılındı. Ne de olsa devir endüstrileşme, küresel-leşme, kurumsallaşma falan filan devri. Tarihi ve manevi değerlerin başarılar uğruna yok sayılması son derece olağanlaşmış durumda; pa-rayı veren düdüğü de çalıyor davu-lu da. Bunu tek taraflı bir eleştiri olarak dile getiremiyorum çünkü günümüz sportif rekabet koşulları Barcelona kulübünü bile yüz yıl-lık forma sponsorluğu duruşun-dan geri adım attırmış durumda.

Bildiğiniz üzere bu yeni bir proje değildi. Yıllardır dillerden düşme-mesine rağmen projeler maketler-den öteye geçememişti. Ancak 8 yıllık Demirören yönetiminin ar-

dından göreve gelen Fikret Orman ve ekibi, göreve başlar başlamaz Usain Bolt hızıyla stat çalışmala-rına koyulmuştu bile. Demirören tarafından gerekli izinlerin bir kısmının alınmasına rağmen sta-dın Dolmabahçe’ye yapılıp yapı-lamayacağı belirsizliğini korudu. Dönemin Kültür ve Turizm Baka-nı Ertuğrul Günay’ın Dolmabah-çe Sarayı hakkındaki endişesini “Dolmabahçe’de 40 bin kişinin tepinmesine izin veremem” açık-lamasıyla dile getirmesine karşın, Fikret Orman dönemin başbaka-nı R. Tayyip Erdoğan’ı, Çin yol-culuğunda ikna etmiş ve stadın aynı yere yapılması kesinleşmişti. Bu gelişme semt ruhunun korun-ması açısından taraftara nefes al-dırmış, hükümet kanadında ise gergin olan ikilinin ilişkilerinde kopma noktalarından biri olmuştu.

Stadın yıkılmasıyla birlikte akıllar-da onlarca soru işareti oluşmaya başlamıştı. Acaba inşaat bitecek mi, altından tarihi eserler çıkacak mı, maddi imkânsızlıklar yüzünden yarıda mı kalacak gibi sorular ni-

hayet kafalardan silindi. Bu süreçte “ezeli rakip ebedi dost” edebiyatı-nın altı boş bir sözden öteye geç-mediğini kanıtlayan kulüp yöneti-cilerine de fair-play dersi verdikleri için teşekkür etmek gerekir(!). İtal-ya gibi duyguların en yoğun ya-şandığı bir coğrafyada en önemli iki rekabetten biri olan Inter-Mi-lan, tarihleri boyunca statlarını paylaşıp derbi maçlarını bir arada yaşayabiliyorlarken, ülkemizde-ki durumun düzeleceğini um-mak herhalde Pollyannacılık olur.

Üçüncü yılın sonuna doğru ta-mamlanan statta Beşiktaş tarafta-rını güzel günler bekliyor. Bekle-nen stadın cefasını üç yıl çektikten sonra sefasını da şampiyonlukla sürmek taraftar adına en az Beşik-taş orta sahasının seri paslaşmaları kadar enfes olur. Stadın atmosfe-rine gelince, kelimelerle tarif et-menin imkanı yok. Tribünlerle taç çizgisi arasında sadece 6,15 metre. Oluşturulan ambiyansa rakiplerin yahut hakemlerin karşı koyabil-mesi pek mümkün gözükmüyor.

Page 73: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 73

“UÇURUMDAN ATLAMAK...”

Page 74: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

74 / MAYIS2016

SİVRİ DİL Lİ DEHA

BRIANCLOUGHCENGİZUYGUR

Page 75: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 75

Page 76: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

76 / MAYIS2016

Bir teknik direktörü ele alalım. Takımıyla ikinci ligden birinci

lige yükseldiği sezon şampiyon ol-sun. Yetmesin, ertesi sezon bir de Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kal-dırsın. Bununla da kalmasın, aynı kupayı iki sezon üst üste bir taşra takımının müzesine götürsün. Sa-nıyorum hikayeyi hepiniz anladı-nız. Sevilen menajerlik oyunu Fo-otball Manager’da bu anlatılanları başarsanız, hile yapıp yapmadığınız sorgulanır. Bilgisayar oyunlarında bile absürt kaçan bu hikayenin baş kahramanı Brian Clough. İki sene üst üste Avrupa’nın zirvesine çıkar-dığı takımsa, Nottingham Forest.

Futbolculuk ve HartlepoolBrian Howard Clough, 21 Mart 1935’te İngiltere’nin kuzeydoğu-sundaki Middlesbrough’da işçi sı-nıfından bir ailenin sekiz çocuğu-nun beşincisi olarak dünyaya gelir. Büyük deha, teknik direktörlük kariyeriyle ünlense de futbolculu-ğu da oldukça başarılı geçmiştir. Forvette oynayan Cloughie, doğ-duğu şehrin takımı Middlesbrou-gh ile 213 maça çıkarken 197 gole imza atarak kulüp tarihinin en gol-cü üçüncü futbolcusu olmuştur ve

İngiltere’deki üç heykelinden biri, bu şehirdeki Albert Park’ta bu-lunmaktadır. Middlesbrough’daki başarılı sezonların ardından Sun-derland’e geçen ve burada üç sezon daha oynadıktan sonra futbolu bı-rakan Clough, hemen ardından 30 yaşındayken Hartlepool United’ın başına geçer. Bu takımın başına geçtikten 6 ay sonra, kariyeri bo-yunca beraber çalışacağı kadim dostu asistan menajer Peter Tay-lor ile bir araya gelir. İngiltere’nin 4.liginde vasat geçen iki sezonun ardından kulübün yönetimi deği-şir ve yeni yönetim, iki sezondur takımın başında bulunan mena-jere artık kendisiyle çalışmak iste-mediklerini bildirir. Hikayemiz de bu noktada başlar aslında. Çünkü Clough, bir sonraki takımıyla İngil-tere’nin altını üstüne getirecektir...

Derby County1 Haziran 1967, Derby County ta-rihinin en önemli günlerinden biri olabilir. Bu tarihte Brian Clough ile anlaşan kuzeydoğu ekibi, bu se-çimle kulüp tarihini değiştirdiğinin farkında olmasa gerek. İlk sezonu-nu ikinci ligin düşme hattının he-men üzerinde tamamlayan Clou-

gh, ertesi sezona çok daha farklı hazırlanmış, radikal bir kararla ilk 11’de mücadele eden yedi oyun-cuyu ve saha içindeki oyun anla-yışını değiştirmiştir. Bu dönemde transfer edilen oyunculardan Roy McFarland (stoper), John O’hare (forvet), Alan Hinton (sol kanat) ve Dave Mackay (kariyerinin bü-yük bölümünde sol haf, daha son-ra Clough’ın hamlesiyle libero) gibi isimler, daha sonraki dönemlerde de takımın ana hatlarını oluştu-racaktır. Bu hamlelerin sonucun-da 68/69 sezonunda ikinci ligde şampiyon olan ‘Koca Kafa’, mena-jerlik kariyerinde ilk kez birinci lig arenası için hazırlanmaktadır.

İlk sezon bütün otoriteleri şaşırta-rak dördüncü olan Derby County epey takdir toplamış ve ligin teh-likeli ekiplerinden biri olarak gös-terilmeye başlamıştır. O zama-nın adıyla Birinci Lig’deki ikinci sezon Clough ve Derby County için kayıp olsa da(ligi, liderin 23 puan gerisinde 9. sırada bitirdi-ler.) daha büyük şeylerin geldiği görülebiliyordu. Brian Clough ve yetenekli yardımcısı Peter Taylor, 71/72 sezonunda, Birinci Lig’deki üçüncü sezonunda, tarih yazma-ya başlar. 71/72 sezonunda John O’Hare, Roy McFarland, Archie Gemmill(orta saha), Alan Hinton ve kulübün sponsoru Rolls Roy-ce’un mali sıkıntılarına rağmen, Clough’ın başkanla ters düşme pa-hasına kulübün o zamanki transfer rekorunu kırarak Sunderland’den getirdiği Colin Todd(orta saha) önderliğinde Derby County son derece iyi mücadele verse de, son haftaya girilirken şampiyonluk için mücadele veren dört takım arasın-dan en az şans verileniydi. Maçla-rını bitiren Manchester City, son maçında Derby County’i yenmiş

Page 77: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 77

ve beklemeye başlamıştı. 57 puan-lı Leeds, orta sıralardaki Wolves’la kendi sahasında oynuyor, 56 pu-anlı Derby County ise şampiyon-luğun en büyük adayı ve 57 puana sahip Liverpool’u konuk ediyordu.

O dönemde şampiyonluk adayları maçlarını aynı saatte oynamıyor-du ve Derby, Liverpool’u 1-0 mağ-lup ettikten sonra Leeds’in maçını beklemeye başladı. Derby County-liler bile Leeds’in oradan şampi-yonluğu bırakmayacağını düşünü-yordu zira, futbolcular Mallorca’da ense yapmaya gitmiş, Clough ise Sicilya’da gününü gün ediyordu. Ama, olmayacak şey oldu ve kü-çük balık büyük balığı yuttu. Le-eds, Elland Road’da şampiyonluk hayallerine veda ediyor ve Derby, 20 yıl aradan sonra İngiltere’nin en üst seviyesinde zirveye çıkıyordu...

Sonraki sezon, ligde 7. olsalar da Brian Clough, Avrupa’da elde ede-ceği başarıların sinyalini vererek Derby County’i Şampiyon Kulüp-ler Kupası’nda yarı finale çıkardı. Yarı finalde Juventus tarafından

ezilseler de, Clough sonraki 30 sene boyunca ilk maçı yöneten Al-man hakemi suçladı. Zira, Archie Gemmill ve Roy McFarland son derece ucuz sarı kartlarla ikinci maçta cezalı durumuna düştü. Ge-len başarılara rağmen Clough ve Taylor için tehlike çanları çalıyor-du. Muzaffer hocanın dik başlılığı ve otorite dinlemez davranışları sonunu getirmek üzereydi. Başkan Sam Longson, transferlerde har-canan paralardan dolayı ve başına buyruk tavırları nedeniyle Clough ve ekibini takımında istemiyor-du. Derby yönetimi, Clough’ın en iyi olma konusundaki hırsını ve kararlılığını kaldıramıyordu. So-nunda, başkanın dediği oldu ve Clough ile Taylor, çok sevdikle-ri bu kulüpten istifalarını vererek ayrılmak zorunda kaldılar. Bu ay-rılığın açıklandığı itibaren, Der-by şehrinde protestolar başladı. Taraftarlar lig şampiyonu hoca-larının takımdan ayrılmasını is-temiyordu ama bu durum, kararı değiştirmeye yetmedi. Clough için yepyeni bir macera başlayacaktı...

Brighton ve LeedsDerby’den ayrıldıktan sonra Clou-gh ve Taylor herkesi şaşırtarak üçüncü lig ekibi Brighton’da çalış-maya başladı. İkili, alışılmadık şe-kilde başarısız olarak takımı küme düşmekten zar zor kurtardı. Clou-gh mutlu değildi. İngiltere’nin en üst seviyesine, birinci lige tekrar dönmek istiyordu. Tam da o sıra-da zamanın en büyük takımların-dan Leeds’in efsane menajeri Don Revie, İngiltere Milli Takımı ile anlaştı ve Leeds’teki koltuk boşal-dı. Ancak, Peter Taylor Brighton’da kalmak istiyordu. İkilinin arası ilk defa bu dönemde açıldı ve Clough Leeds’ten gelen teklifi kabul eder-ken, Taylor Brighton’da kaldı. Bu, Clough için son derece ironikti zira, ‘’Kazanmak için her yol mübahtır.’’ felsefesini uygulayan ve oyun içi ‘’çakallıklarda’’ adeta bir efsaneye dönüşen Leeds takımını yerden yere vurmuş, Leeds oyuncularına ve menajer Don Revie’ye karşı la-fını hiç bir zaman sakınmamıştı. Don Revie ile de Derby’nin Leeds ile yaptığı bir FA Cup maçına daya-nan bir husumetleri vardı. (Revie,

Page 78: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

78 / MAYIS2016

1968 yılında oynanan bir FA Cup maçı münasebetiyle Derby’e gel-miş, o zamanlar genç bir menajer olan Clough da zamanın en kud-retli menajerlerinden olan Revie’ye saygıda kusur etmemiş ve kendisini ağırlamak için elinden geleni yap-mıştır. Fakat Clough’ın iddialarına göre Revie, bu çabaların hakkını vermemiştir.) Bu şartlar altında Leeds’in başına geçen Clough, son derece başarısız bir 44 gün geçirdi. Leeds’li oyuncular Clough’ın ken-dilerine söylediklerini unutmamış ve onu hiçbir zaman benimseme-mişlerdi. Bu 44 günü ve Clough’ın Revie ile olan husumetini anlatan ‘’The Damned United’’ isimli kült filmi izlemenizi tavsiye ederim.

Nottingham DönemiClough, Leeds’teki başarısızlığın ardından 6 Ocak 1975’te Notting-ham Forest’In başına geçer. Forest, o zamanlar ikinci ligdedir ve en üst liglerde esamesi bile okunmuyor-dur. Takımın başına geçtikten yak-laşık 1 sene sonra Peter Taylor’ı da yanına alan Clough, bir kez daha, bu sefer daha güçlü şekilde tarih yazmaya başlar. 76/77 sezonunu ikinci ligde üçüncü olarak tamam-layan Forest, Birinci Lig’e yüksel-miştir. İşte rüya, bu sezonla birlikte başlar. Birinci Lig için kadrosunu güçlendirmek isteyen Clough, Sto-ke’dan zamanın en iyi kalecilerin-den Peter Shilton’ı, eski öğrencileri John McGovern, Arcihe Gemmill

ve John O’Hare’i transfer eder. Zaten kadroda bulunan orta saha Martin O’Neill ve kanat John Ro-bertson’ı da ustalıkla işleyen Clou-ghie, rüya gibi geçen bir sezonda en yakın rakibi Liverpool’un 7 puan önünde güle oynaya şampiyonluğa uzanır. O zamanki galibiyetlere 2 puan verildiğini düşünecek olur-sak, 7 puan son derece önemli bir fark. Bunu Bob Paisley’nin efsane Liverpool’una yaptığını da düşü-necek olursak Clough’tan etkilen-memek mümkün değil. Bu şam-piyonlukta payı olan oyuncularını kadroda tutmayı da başaran kurt hoca, bir sonraki sezon katılacak-ları Şampiyon Kulüpler Kupası’nın hesaplarını da yapmaya başlamış-tır. Derby’deyken yarı finalden dönen Clough bu sefer kupayı almaya kararlıdır. Bu hedef doğ-rultusunda İngiltere’nin ilk mil-yonluk transferi gerçekleşir. Bri-an Clough, Birmingham City’den Trevor Francis’i 1 Milyon Pound karşılığında Nottingham Forest’a transfer eder. Serüven başlamıştır. Daha ilk turda Liverpool ile eşle-şen Forest, ilk maçta 2-0 kazanır-ken, rövanştaki golsüz beraberlikle bir üst tura çıkar. Daha sonra sıra-sıyla Aek, Grasshoppers ve Köln’ü eleyen Nottingham Forest, finalde Malmö’nün rakibi olur. Soyunma odasında gergin bir hava vardır ancak, Clough oyuncularını nasıl ateşleyeceğini çok iyi bilmektedir. Clough’ın yıldız forveti Garry Birt-les’ı ‘’Şampiyonlar Kulüpler Kupası finaline çıkacağız ve sen tıraş bile olmamışsın, çabuk git tıraş ol.’’ di-yerek paylaması sebebiyle maçtan ancak 45 dakika önce stadyumda olabilen, ve Malmölüler sahaya çıktığında hala Clough ile maç ko-nuşması yapan futbolcular, Clou-gh’ın üzerlerindeki stresi almasıyla sahaya daha güvenli çıkar. Maçı da o zamana kadar Clough dahil her-kesin acımasızca eleştirdiği, bon-servis ücretinin yükü altında ezilen Trevor Francis atar. 5 yıl önce sıra-

Page 79: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 79

dan bir taşra takımı olan Notting-ham Forest, Brian Clough ve Peter Taylor sayesinde artık Avrupa’nın zirvesindedir. Kasım 1977’den Aralık 1978’e kadar 42 maç bo-yunca yenilmeyen ve Arsenal’in 49 maçlık rekorundan önce bu alanda bir numara olan Forest, Avrupa’nın zirvesine çıktığı 78/79 sezonunda şampiyonluğu Liverpool’a kaptırır ve ikinci olur. Ancak, Clough için önemli olan Avrupa arenasıdır. Son şampiyon statüsüyle katıldı-ğı 79/80 sezonunda da Şampiyon Kulüpler Kupası’nı Nottingham’ın müzesine götürür Clough. Finalde bu sefer Kevin Keegan’lı Hamburg, ‘Kırmızı’ların kurbanı olmuştur 1-0 skorla. Zirveyi erken gören Clough, bundan sonra Forest’ta eski başarılarını aratır. Özellik-le, Peter Taylor’ın 1982’de emekli olmak istediğini söylemesinden 3 ay sonra Derby County’nin ba-şına geçerek takımdan ayrılması Clough’ı epey zor duruma sokar. Yine de ikili arasında büyük bir husumet olmaz. Ta ki, Peter Tay-lor Clough’tan habersiz olarak Forest’tan bir futbolcuyu Derby’e transfer edene kadar. Bu olaydan sonra ikili, Taylor’ın 1990’daki ölü-müne kadar konuşmaz. Yine de,

arkadaşının ölümü doğal olarak Clough’ı derinden yaralamıştır ve Clough 1994’te yayınladığı oto-biyografisini Taylor’a adamıştır.

Üst üste iki kere Avrupa’nın zirve-sine çıktıktan sonra Forest o sevi-yeleri bir daha göremez. Yine de İngiltere’nin baş altı takımlarından birisi olurlar ve bir kaç defa ilk 3’te yer alıp, iki tane de İngiltere Lig Kupası (Süt Kupası olarak da bilinir) kazandırır müzeye Clou-gh. Ancak, işler iyi gitmemektedir. Des Walker ve Teddy Sheringham’ı kaybeden Clough, Stuart Pearce ve Roy Keane gibi önemli isimleri kadrosunda bulundurmasına rağ-men 92/93 sezonunda Forest’ın küme düşmesine engel olamaz ve hem 18 sezonluk Nottingham Fo-rest macerasını hem de menajer-lik kariyerini orada sonlandırır.

İngiltere MeselesiClough, bunca başarıya rağmen İngiltere Milli Takımı’nda çalışma fırsatı bulamamıştır. Bu isteğini de-falarca dile getiren Clough, döne-min federasyonunu bir türlü ikna edememiştir. Clough bu konuyla ilgili her zamanki sivri dilliğini de kullanarak, ‘’İngiliz Federasyonu,

görevi bana verirlerse kendilerini saf dışı bırakıp şovu benim yöne-teceğimden korktular. Haklıydılar da, çünkü aynen öyle yapacaktım.’’ demiştir. Clough’ın lakaplarından biri de, ‘’İngiltere’yi çalıştırmayan en iyi menajer’’dir. Clough’ın bu sivri dilliliği özellikle Derby döne-minde başına çok iş açsa da, Clou-gh’ı Clough yapan etmenlerden biri, belki de en önemlisidir. Topu havaya minare misali dikenler için söylediği ‘’Eğer Tanrı futbolu hava-dan oynamamızı isteseydi çimleri oraya koyardı.’’, FA Cup’a katılmak yerine Dünya Kulüpler Şampiyo-nası’nda oynamayı seçen Manc-hester United için, ‘’Umarım orada kanlı ishal olurlar.’’ veya David Se-aman için söylediği ‘’Aynada o ka-dar vakit geçiren bir adamın iyi bir kaleci olması mümkün değil.’’ gibi sözleri güldürürken düşündürür.

İngiltere’nin üç şehrinde(Midd-lesbrough, Derby ve Nottingham) heykeli bulunan efsane menajer, 20 Eylül 2004’te mide kanseri se-bebiyle hayata gözlerini yumar. Clough’ın ölümü İngiltere’de bü-yük üzüntüyle karşılanır. Eski ku-lüpleri Derby ve Nottingham anma törenleri düzenlerler ve iki kulüp 2007’den itibaren sezon öncesinde oynanacak bir Brian Clough Ku-pası düzenleme konusunda anlaş-maya varır. Derby ve Nottingham arasındaki bağlantıyı sağlayan A52 yoluna Brian Clough’ın adı verilir.

Bugün, spor medyasındaki en bü-yük sorunlardan biri, kimsenin kimseyi gerçek manada ‘’eleşti-rememesi’’, birilerinden korkup düşüncelerini kendine saklaması. Medya mensupları ‘’dürüstlük-ten’’ imtina ile kaçıp, ‘’ne şiş yan-sın ne kebap’’ kafasıyla hareket ediyor. Bu yazının ve Brian Clou-gh’ın spor medyasına ilham ol-ması ve herkesin bir tutam da olsa ‘’dürüstlük’’ alması dileğiyle.

Page 80: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

80 / MAYIS2016

ARKAYIBEŞLEYELİM

TUNAMENEVŞE

BÜLENTBAHADIR

Page 81: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 81

Page 82: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

82 / MAYIS2016

Tek takımın domine ettiği ligler futbol severler tarafından se-

vilmez. Sıkıcı, sonucu belli ve he-yecandan uzak kabul edilir. Juven-tus’un aldığı üst üste 5. şampiyonluk ise bunlardan tamamen uzak.

Şampiyonluklara gelmeden önce, Juventus’un renkleri gibi siyah ve beyaz tarihine de atıf yapalım. Önceleri kendi yağında kavrulan kulüp, Fiat’ın sahibi Agnelli aile-sinin etkisi altına girdikten sonra, amblemindeki boğa misali şahlandı. Art arda gelen ş a m p i y o n -luklarla İtal-yan futboluna damga vurdu.

Şampiyonlukların yanı sıra, yetiş-tirdiği futbolcularla İtalya Milli Ta-kımı’nın yapıtaşlarından biri oldu. Bu güzel masal, İtalyan futbolunun baş belası olan “şike” nedeniyle bir leke aldı. 2006’daki Calciopoli (şike) soruşturması sonucu küme düşürüldü ve iki şampiyonluğu geri alındı. Bu kararın ardından, siyah-beyazlıların önemli futbol-culardan birkaçı ayrıldı. Del Pie-ro, Nedved, Trezeguet, Buffon gibi “vefakâr” yıldızlar ise kulübü terk etmedi. Küme düştükten bir sene sonra tekrar Serie A’ya dönen Juve, ligde 4 yıl inişli çıkışlı performans izledi ama güneşli günler yakındı. İlk işaret, Andrea Agnelli’nin 2010 yılında Juventus Başkanı seçilme-si sonrası Genel Direktör görevi-ne Guiseppe Marotta’yı getirme-si oldu. Kara bulutları tamamen dağıtan ise Torino ekibinin eski futbolcusu Antonio Conte oldu.

Conte ile gelen şampiyon-

luklarla oluşan mutluluk tablosu, üst üste 3. Serie A zaferinin ardından “de-ğişik” bir şekilde yolla-rın ayrılmasıyla bozulur

gibi oldu. Şok etkisi yara-tan veda, Juve severlerin heveslerini kursağında bı-rakırken, birden bire gele-cek sezon için endişe duy-malarına sebebiyet verdi. Yıllarca tecrübeli İtalyan hocalar ile ligin tepesine geri dönüş yapmayı he-defleyen takım, içlerinden çıkan henüz “tecrübe-siz” ama iştahlı Conte ile aradığı takım kimyası-nı bulmuşken bu ayrılık çok zamansız olmuştu.

Conte’nin istifasından tam “1” gün sonra Juven-tus Massimiliano Allegri ile anlaştığını açıkladı. Allegri göreve başladığın-da merak edilen 2 önemli

soru vardı. Birincisi Milan’ın ba-şındaki 4 yıllık görevi ve kazandı-ğı bir Serie A şampiyonluğunun Juventus taraftarı tarafından sa-hiplenilmesi muamması, diğeri ise İtalya Milli Takımı’nı da can-landıran Conte’nin 3-5-2 sindeki oyuncu birlikteliği ve takım kim-yasının devam edip edemeyeceği. Bunların yanı sıra basının kur-calamayı sevdiği konulardan biri de Milan’da başlayan ve belki de Pirlo’nun Milan’dan kopup Juven-tus’a geçmesini sağlayan, Allegri ile Pirlo arasındaki anlaşmazlık.

Allegri tüm bu durumları göz önüne alarak akıllıca davrandı ve basın karşısında inanılmaz sözler vermek yerine “low profile” dur-mayı tercih etti. Conte’nin bıraktığı sistemi devam ettirmesi ve büyük bir değişikliğe gitmemesi de alı-nan başarılı sonuçlarla beraber rüzgarı arkasına almayı başardı.

Ayrı bir yazı konusu olan Guiseppe Marotta, Conte’ye verdiği destek gibi Allegri’ye de transferler ile ge-niş ve başarıya aç bir kadro sunma-yı başardı. Moratta’nın katkılarıyla Conte sonrası işleyen sistemi boz-mamak adına, Vucinic ve Quaglia-rella gibi “prime” zamanları geçmiş futbolcuların yerine, Morata, Stu-raro, Rugani, Pereyra ve Coman gibi mevcut kadroyu destekleyecek ve geleceğe yatırım olacak genç yıldız adayları kadroya katıldı.

Allegri yönetiminde, ligin 4. hafta-sında ele geçirdiği liderliği ligin so-nuna kadar bırakmayan Juventus, Şampiyonlar Liginin büyük abi-lerini de saf dışı bırakarak finalde kendisine yer bulmayı başardı. İlk sezonunda şampiyonluğu tekrarla-yan ve yanına CL finali ekleyen Al-legri için her şey yolunda gitmişti.

15/16 sezonuna başlarken Mas-simillano Allegri aşması gereken birtakım problemler ile karşılaştı.

Page 83: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

SAYI #3 / 83

Takımın tecrübeli abilerinden Pir-lo, Allegri ile yaşanan eski mevzu-dan mı bilinmez, milli takımdaki yerini yakmayı göze alarak Ameri-ka yolculuğuna çıkmaya karar ver-di. Orta sahanın bir diğer vazgeçil-mezi Vidal, Juve transferi öncesi de kendisini çok isteyen Bayern Muni-ch’e gitti. Gol yükünü çeken Carlos Tevez ise Avrupa macerasını başa-rılar ile tamamladığını düşünerek çok sevdiği Boca Juniors’a döndü.

Kadronun önemli 3 değişmezini kaybeden Allegri, Marotta üstat ile birlikte yeni bir kadro yapılanma-sı adına ligin genç Arjantili yıldızı Dybala’yı, Real Madrid’de kalaba-lıklaşan orta sahada yer bulamayan Khedira’yı, Atletico Madrid’in usta forveti Mandzukic’i, Porto’nun yükselen sol beki Alex Sandro’yu transfer ederler. Bunların yanı sıra daha önce Serie A’da oynamış Cuadrado ile Fransa’dan Lemi-na kiralık olarak takıma katıldı.

Lige üst üste mağlubiyetlerle baş-

layan Juventus, sonunda rakip-lerinin yüzünü güldürmüştür. Sarri yönetiminde ve Higuain önderliğindeki Napoli, son se-nelerde liderliği zorlayan Roma, Mancini’nin ikinci sezonunu ya-şadığı Inter, birden şampiyon-luk aday adayları olarak belirdi. Ligin ilk 10 haftasını 3 galibiyet, 3 beraberlik ve 4 mağlubiyet ile tamamlayan Juventus, 12. sırada yer aldı. 11. hafta ile başlayan ve 15 galibiyet üstüste alarak rekor kıran Allegri şaşırtıcı bir şekilde tekrar liderlik koltuğunu geri aldı.

Yeni transferlerin –özellikle Dyba-la’nın- takıma uyumu, eskilerden sayılan Pogba’nın Pirlo’dan boşalan takımın liderliğine soyunması ile beraber Juventus, Serie A’yı tekrar domine etmeye başladı. Sıkıntıya neden olan sakatlıların düzelme-siyle birlikte, galibiyet serisinin başladığı haftadan itibaren oyna-nan 25 haftada 24 galibiyet, 1 be-raberlikle inanılmaz bir geri dönüş

yaptı. Ligin bitimine 3 hafta kala İtalya 15-16 sezonu şampiyonu artık Juventus’tu. Şampiyonlar Li-gi’nde ise, Conte ile takıma gelen ve Allegri’nin geliştirerek devam ettirdiği, izleyenleri sıkmadan, ka-lenin önüne otobüs çekilmeden ya-pılan savunmayla Bayern’i saf dışı bırakıp adını yarı finale yazdırmak üzereydi. Eşleşmenin 2. maçında, uzatmalara giden tur, basit hatalar nedeniyle Torino ekibi için kötü sonuçlanır ve güzel giden sezon bir Avrupa kupasıyla taçlandırılamadı.

Siyah-beyazlı ekip, üst üste ge-len 5 şampiyonluktaki sistemiy-le hem Avrupa’ya hem de İtalya Milli Takımı’na damga vurdu. Zayıflayan İtalyan futboluna can verdi. Yerleşen defans algısını de-ğiştirmeye çalıştı. Sadece defan-sıyla değil hücumuyla da başa-rılı oldu. Böyle olunca ne kadar seyir zevkini düşürüyor algısı var-sa da, insanın daha nice “üst üste şampiyonluklara” diyesi geliyor.

Page 84: Rotasyon Dergi 3.Sayı [Mayıs]

GELECEK AY GÖRÜŞMEK ÜZERE...