en az Üç Çocuk?! - yurt ve dünya dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha...

46
- 1 - En Az Üç Çocuk?! M. Aykut Attar Hacettepe Üniversitesi Verimli olun ve çoğalın! Eski Ahit (Tekvin, 1: 22) Çok seven ve çok doğuran kadınlarla evlenin. Zira, ben, (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim. Hz. Muhammed (aktaran: Ebu Davud, Nikah 4, 2050) Başlamış bir hamilelik sürecini doğrudan sonlandırmanın ve kürtajın, tedavi edici amaçlar için bile olsa, kesinlikle, çocuk sayısını belirlemenin meşru yollarından olamayacağını bir kez daha bildirmek zorundayız. Papa VI. Paul (Humanae Vitae, Madde 14) Refah iktisadının klasik sorunsallarından biri nüfus politikasıdır. Kuramsal açıdan, nüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kişi başına ölçüsünüen çok kılacak (sabit) bir nüfus düzeyinin veya (istikrarlı) bir nüfus artış hızının olup olmadığı ve bunların sayısal olaraknokta ya da aralık hedefleri biçimindebelirlenebilip belirlenemeyeceği sorularına odaklanır. Uygulama, ancak bu kuramsal soruların yanıtlarından hareketle, toplumu en iyi nüfus düzeyine veya en iyi nüfus artış hızına—veya bunların aralıklarına—ulaştıracak özgül politikalar geliştirilmesini gerektirir. En yüzeysel biçimde yaklaşıldığında, insan gücü toplumun üretici güçlerinin başında geldiği için, artan ya da yüksek bir nüfus düzeyi (bütünsel) maddesel toplumsal refahı artırıcı bir etkiye sahiptir. Her bir insan aynı zamanda beslenecek başka bir baş olduğu için ise, artan ya da yüksek bir nüfus düzeyinin maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerinde her koşulda net bir artış yaratacağı kolaylıkla garanti edilemez. En yüzeysel biçimde yaklaşıldığında bile göz ardı edilemeyen bu ikilikyani artan ya da yüksek bir nüfus düzeyinin net etkisi konusundaki belirsizlikmaddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerini en çok kılacak bir nüfus düzeyinin veya bir nüfus artış hızının gerçekten de var olabileceğini destekler. Güvenilir sayısal hedeflerin belirlenmesi, ancak, bu hedefleri çıktı olarak verecek modelin gerçeğin iyi bir yaklaştırması olmasını—örneğin, gücüne katılım oranını, yaşam beklentisi ile ölüm hızlarını ve ülkenin net göç durumunu dikkate almasını— ve karmaşık nedensellik ilişkilerinin belirlenebildiği bir çerçeveyi gerektirecektir. Üstelik, nüfus politikasının uygulaması, bir toplumun bireylerinin özgürce ve diğer bireylerin seçimlerinden bağımsızca aldıkları evlilik ve çocuk sahibi olma kararlarının nasıl yeniden yönlendirilebileceği sorusuna yanıt bulunması gerekliliği nedeniyle de oldukça çetrefildir. Türkiye'de nüfus politikası sorunsalı geçen yıllarda yeni bir boyut kazandı: 2004 ve 2010 yıllarında Time dergisi tarafından Dünyadaki En Etkili 100 Kişi” listesine dahil edilen Başbakan Erdoğan, Türkiye'de nüfusun yaşlanmasının ve doğurganlık hızının azalmasının—

Upload: others

Post on 29-Feb-2020

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 1 -

En Az Üç Çocuk?!

M. Aykut Attar

Hacettepe Üniversitesi

Verimli olun ve çoğalın!

—Eski Ahit (Tekvin, 1: 22)

Çok seven ve çok doğuran kadınlarla evlenin. Zira, ben, (kıyamet

günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim.

—Hz. Muhammed (aktaran: Ebu Davud, Nikah 4, 2050)

Başlamış bir hamilelik sürecini doğrudan sonlandırmanın ve kürtajın,

tedavi edici amaçlar için bile olsa, kesinlikle, çocuk sayısını

belirlemenin meşru yollarından olamayacağını bir kez daha bildirmek

zorundayız.

—Papa VI. Paul (Humanae Vitae, Madde 14)

Refah iktisadının klasik sorunsallarından biri nüfus politikasıdır. Kuramsal açıdan,

nüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal

refahın belirli bir kişi başına ölçüsünü—en çok kılacak (sabit) bir nüfus düzeyinin veya

(istikrarlı) bir nüfus artış hızının olup olmadığı ve bunların sayısal olarak—nokta ya da aralık

hedefleri biçiminde—belirlenebilip belirlenemeyeceği sorularına odaklanır. Uygulama, ancak

bu kuramsal soruların yanıtlarından hareketle, toplumu en iyi nüfus düzeyine veya en iyi

nüfus artış hızına—veya bunların aralıklarına—ulaştıracak özgül politikalar geliştirilmesini

gerektirir.

En yüzeysel biçimde yaklaşıldığında, insan gücü toplumun üretici güçlerinin başında

geldiği için, artan ya da yüksek bir nüfus düzeyi (bütünsel) maddesel toplumsal refahı artırıcı

bir etkiye sahiptir. Her bir insan aynı zamanda beslenecek başka bir baş olduğu için ise, artan

ya da yüksek bir nüfus düzeyinin maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerinde her

koşulda net bir artış yaratacağı kolaylıkla garanti edilemez. En yüzeysel biçimde

yaklaşıldığında bile göz ardı edilemeyen bu ikilik—yani artan ya da yüksek bir nüfus

düzeyinin net etkisi konusundaki belirsizlik—maddesel toplumsal refahın kişi başına

ölçülerini en çok kılacak bir nüfus düzeyinin veya bir nüfus artış hızının gerçekten de var

olabileceğini destekler. Güvenilir sayısal hedeflerin belirlenmesi, ancak, bu hedefleri çıktı

olarak verecek modelin gerçeğin iyi bir yaklaştırması olmasını—örneğin, iş gücüne katılım

oranını, yaşam beklentisi ile ölüm hızlarını ve ülkenin net göç durumunu dikkate almasını—

ve karmaşık nedensellik ilişkilerinin belirlenebildiği bir çerçeveyi gerektirecektir. Üstelik,

nüfus politikasının uygulaması, bir toplumun bireylerinin özgürce ve diğer bireylerin

seçimlerinden bağımsızca aldıkları evlilik ve çocuk sahibi olma kararlarının nasıl yeniden

yönlendirilebileceği sorusuna yanıt bulunması gerekliliği nedeniyle de oldukça çetrefildir.

Türkiye'de nüfus politikası sorunsalı geçen yıllarda yeni bir boyut kazandı: 2004 ve

2010 yıllarında Time dergisi tarafından “Dünyadaki En Etkili 100 Kişi” listesine dahil edilen

Başbakan Erdoğan, Türkiye'de nüfusun yaşlanmasının ve doğurganlık hızının azalmasının—

Page 2: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 2 -

ve buna bağlı olarak da nüfus artış hızının yavaşlamasının—beklenen (olumsuz) refah etkileri

nedeniyle, yeni aile kurmuş vatandaşlarından en az üç çocuk sahibi olmalarını istiyor.

Başbakan'ın, üstelik, bu konudaki yaklaşımında oldukça ısrarcı görünmekten rahatsız

olmadığı da anlaşılıyor. En az üç çocuk konusunu onur konuğu olarak davet edildiği düğün

törenlerinde dile getirmeye devam edişini medyadan takip ediyoruz. Birkaç yıl önce, bir iş

adamları derneğinin toplantısında, iktisatçıları göreve çağırarak, şu minvalde konuşmuştu:

Eğer Türkiye'yi seviyorsanız ve bu milleti seviyorsanız,

hesaplamalarınızı iyi yapın. Bu ülkenin nüfusunu ancak bir

ailenin en az üç çocuğu olursa genç ve canlı tutabilirsiniz. Aksi

takdirde, bugün Batı'nın ağladığı gibi yarın biz de ağlayacağız.

Almanya'yı ele alın. Çocuk başına para veriyor. Teşvik ediyor.

[...] “Efendim, işte, imkansızlıklar...” “Efendim, biliyorsunuz,

çok çocuk olunca tinerci oluyorlar.” Bunu diyen siyasetçiler ve

cumhurbaşkanları var bu ülkede. Ben onlara sadece diyorum

ki, “Siz neden tinerci olmadınız?”

Bu yazı, Başbakan Erdoğan'ın söylemini ve iktisatçılara yaptığı çağrıyı ciddiye alarak,

en az üç çocuk tartışmasının iktisadi bir değerlendirmesini sunuyor. Yazının amacı, en az üç

çocuk tartışmasında, önyargılı biçimde, en az üç çocuk yanlısı ya da karşıtı bir tarafta olmak

kesinlikle değildir. En az üç çocuk sahibi olunması düşüncesine, çünkü, çok farklı nedenlerle

yanlı veya karşıt olabilirsiniz. İyi bir dindarsanız, örneğin, başlangıçtaki alıntılardan da

anlaşılacağı üzere, çok sayıda çocuk sahibi olunmasından yana olmanız oldukça akla

yatkındır. Dünyayı daha kalabalık bir yer haline getirmenin ciddi çevre sorunlarına katkıda

bulunduğunu iddia edecek “geri dönüşümcü” düşünce için, aksine, çok sayıda çocuk sahibi

olmak mutlaka kaçınılması gereken bir tercihtir. Özgürlükçü düşünenler, belki de tarafsız

kalarak, çiftlerin yatak odasında olacak ve bitecekler hakkında politikacılara yüksek sesle

düşünme şansı verilmesinden rahatsız olabilirler. Bu bakımlardan, Başbakan Erdoğan'ın

söylemini ciddiye almak için, kendisinin İslamcı geçmişinden ve kendimizin onunkine

benzeyen veya benzemeyen dünya görüşünden koşullanarak gizli ajanda paranoyası

yapmanın, bize, en az üç çocuk tartışmasını somut biçimde çözüme bağlamak konusunda

yardımcı olmayacağını baştan kabul etmek gerekir. Bu yazı, iktisadi tarihin özgül olguları ve

tunçtan yasalarından hareket etmektedir; öncül ilkelerden ve güçlü gerekçelerden. Çünkü

refah iktisadı bütünüyle normatif değildir.

Yazı, öncelikle, gelişmiş ülkelerin tamamlamaya yakın oldukları uzun demografik

geçiş sürecini ve bu ülkelerin karşı karşıya kaldıkları yaşlanan nüfus sorununu tanıtıyor.

İkinci bölüm, Türkiye'nin nüfus dinamiklerinin diğer gelişmiş ülkelerinki ile olan

karşılaştırmalı ve tarihsel bir özet çözümlemesinden hareketle, Türkiye'de aktif bir nüfus

politikası uygulamasının gerçekten gerekli olup olmadığını soruyor. Ardından, yazı, sadece

toplam doğurganlık hızının hedeflenmesi gibi dar kapsamlı bir nüfus politikası tasarımının,

toplumsal refah amaçları için yetersiz ve hatta saptırıcı olacağını destekleyen bazı gerekçeleri

özetliyor. Sonlandıran bölüm, Başbakan Erdoğan'ın ve AKP hükumetlerinin nüfus politikası

yaklaşımlarının refah iktisadı açısından taşıdığı bir tutarsızlığa dikkat çekiyor.

I

Kolektif öğrenme ve bunun teknolojik sonuçları, insan türünün öyküsünü diğer tüm

hayvanların öyküsünden çok çarpıcı biçimde farklılaştırdı: Beynin büyümesi, büyüyen beynin

kullandığı enerjinin artması, iletişimin biçimselleşmesi ve dayanışmanın kurumsallaşması

Page 3: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 3 -

gibi nedenlerle, Homo sapiens sapiens toplulukları faydalı bilgiyi nesil-içi ve nesiller-arası

doğrultuda paylaşma ve, dolayısıyla, zaman içinde biriktirme yeteneği geliştirdiler. Süreğen

biçimde biriken faydalı teknolojik bilgi süreğen biçimde artan maddesel refah olarak geri

dönecekti, ancak bunun için, öncelikle, yeterince “zenginleşerek” nüfusun geçimlik düzey

tüketim tuzağından—Thomas Malthus'un ünlü kuramındaki yoksulluk tuzağından—çıkmak

gerekliydi. Avcı-toplayıcı topluluklarında ve tarım toplumlarında, sabit arzdaki toprağa ve

doğal kaynaklara olan teknolojik bağımlılık nedeniyle, artan kişi başına verimlilik artan nüfus

ve artan nüfus da azalan kişi başına verimlilik demekti. Uzun dönemde nüfus çok yüksek

ölüm hızları nedeniyle ancak çok yavaş bir hızda ve istikrarsız biçimde artarken, ücretler

geçimlik düzeyde takılı kalmıştı. Ücretlerin Tunç Yasası'ydı işleyen.

Günümüz iktisadi gelişme kuramcılarının üzerinde henüz çok güçlü biçimde uzlaşmış

olmadıkları mekanizmaların etkileşimi sonucunda modernite geldi. Endüstri Devrimi Batı

Avrupa uluslarını yoksulluk tuzağından kurtarırken, nüfus düzeyleri Ücretlerin Tunç

Yasası'nın son çevriminde kalıcı olarak artmaya—ve hatta hızlanarak artmaya—başladı.

Kapitalizmin, üretim toprağın boyunduruğundan kurtuldukça, daha çok insanı istihdam

etmeye ihtiyacı vardı ve bu daha çok insanların yetenekli olmaları bile gerekmiyordu. Ancak,

ve ancak, teknolojik gelişme yeterince hızlandıktan ve makinelerde içerilmiş bilgi yeterince

çoğaldıktan sonra yetenekli insanlara olan talep önemli hale gelecek ve bu da aileleri çok

sayıda çocuk yapmak yerine daha az sayıda ancak eğitimli—ve, dolayısıyla, yetenekli—

çocuklar “üretme”ye sevk edecekti. Sağlık Devrimi'nin etkisiyle hızla düşmekte olan ölüm

hızları da doğurganlığı azaltıcı etkiye sahipti. Böylelikle, demografik geçişin ikinci

aşamasında, doğurganlık azalmaya ve nüfus artış hızı düşmeye başladı. Zenginleşen uluslar

yaşlanacaktı. Üstelik, sadece evlenme ve çocuk sahibi olmanın artan maliyetleri değil,

yayılmakta olan ve kadının bir çalışan olarak özgürlüğünü öne alan “kültür” de bu geçişi

destekleyecekti. Psikolojik bir sınır olarak aile başına iki çocuk bir tesadüf değildi.

Öngörülebilir bebek ölüm hızları ve prezervatif çok şeyi değiştirmiş olmalıydı.

Demografik geçişe ve iktisadi gelişmenin hızlanmasına ilişkin olgular, farklı

toplumlar ve bunların ekonomileri için tek biçimli bir modernleşme olamayacağına inanan

toplumsal bilimcileri kuşkuya sevk edebilecek kadar güçlü olan düzenlilikler gösterirler. 19.

yüzyılın başına kadar, örneğin, kalabalık olmayan ve yoksul ulusların toplumları ve

ekonomileri ile karşılaşırız—bugünün en gelişmiş olanları da dahil olmak üzere. Bu tarım

toplumlarında, savaş, kıtlık ve salgın hastalıklar gibi etmenler nedeniyle yüksek olan ölüm

hızları ve yoksulluğun kendisi, bunlara doğrudan tepki veren doğurganlık hızlarının da

yüksek olmalarına neden olmuştur. Doğurganlığın Endüstri Devrimi ile gelen zenginleşmeye

ilk birkaç nesilde verdiği tepki ülkeler arasında farklılaşsa da—İngiltere'de 17. yüzyılın

ortalarından 1820ler'e kadar artan, ancak Fransa'da Endüstri Devrimi öncesinde bulunduğu

yüksek düzeyde kalan doğurganlık hızlarında olduğu gibi—teknolojik gelişmeye dayalı

zenginleşmenin süreğenleşmesi, hem evlilik ve ilk çocuk yaşlarının artmasına, hem de toplam

doğurganlık hızının azalmaya başlamasına yol açmıştır. İngiltere'de, örneğin, 18. yüzyılın

başlarında 4.50'nin biraz üzerinde olan toplam doğurganlık hızı, takip eden yüz yılı aşkın

süreçte tarihsel açıdan en yüksek değeri olan 5.70'e kadar yükselmişse de, 20. yüzyılın

başında 4.00'ın ve 21. yüzyılın başında da 2.00'ın altına düşmüştür.

Gelişmiş dünyaya ve özellikle Avrupalı uluslara korku veren olgu, toplam doğurganlık

hızlarının, nüfus düzeyini uzun dönemde ve düşük düzey ölüm hızları altında sabit kılacak

olan 2.05 düzeyinin—İngilizce replacement level olarak adlandırılan düzeyin—oldukça altına

inmiş olmasıdır. Bugün, Avrupa'da, Türkiye dışlandığında, toplam doğurganlık hızı 2.05'in

üzerinde olan bir ülke yoktur ve Avrupa Birliği ülkelerinin ortalama toplam doğurganlık hızı

Page 4: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 4 -

1.50'ye kadar düşmüş durumdadır. Birleşmiş Milletler'in 2004 yılında yayınlanan 2300'e

Doğru Dünya Nüfusu raporundaki tahminlere göre, demografik geçişin öncüsü Avrupa'da,

nüfus, 2050 yılına kadar sürecek bir azalma eğilimine sahip olabilir. Eğer yerleşik toplumsal

güvence sistemleri, kimilerinin iddia ettiği gibi, yaşlanan nüfusun ve artan bağımlılık

oranlarının olumsuz refah etkileri ile mücadele etmeye hazır durumda değillerse, Avrupa'yı

gerçekten de zor birkaç on yıl bekliyor olabilir.

II

Türkiye'nin deneyimi, bölgesel farklılıklar göz ardı edildiğinde, gelişmiş ülkelerin

önceki deneyimlerinden gerçekten farklı değildir. Başkent Üniversitesi'nden Şeref Hoşgör ve

ODTÜ'den Aysıt Tansel'in hazırladıkları 2050'ye Doğru Nüfusbilim ve Yönetim raporunda da

belirtildiği gibi, Türkiye'de, toplam doğurganlık hızı, 1923-1955 döneminde 5.50'den 7.00'a

doğru artmış, sonrasında, hızlanan iktisadi büyüme ve gelişmeye ve yükselen şehirleşme ve

endüstrileşmeye koşut olarak, hızlı bir azalış eğilimine sahip olmuştur. Hacettepe Üniversitesi

Nüfus Etütleri Enstitüsü'nün 2008 yılı Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması'nda, toplam

doğurganlık hızının 1978'de 4.33, 1988'de 3.02, 1998'de 2.61 ve 2008'de 2.16 olarak tahmin

edildiği belirtilmektedir.

İktisadi gelişmenin karmaşıklığını doğru biçimde anlamak konusunda iktisatçılar bile

her zaman çok başarılı olmadıkları için, doğurganlık hızlarının 2.05'in altına inmesine aceleci

bir doğurganlığı artırma yanlısı tepki veren nüfus politikacısının tutumunda aslında şaşılacak

bir durum yoktur. Oysa, soru, toplam doğurganlık hızı 2.05'in altına indikten sonra 1.50'ye

yaklaşarak azalmakta iken, maddesel toplumsal refahın kişi başına ölçülerindeki değişimin ne

yönde olacağı sorusudur. O halde, karşılaştırmalı bir nüfus ve refah çözümlemesine—çok

basitçe de olsa—başvuruda bulunmak gerekmektedir.

Türkiye verileri toplam doğurganlık hızının 1978'ten 2008'e kadar olan 40 yıllık

dönemde, 4.33'ten 2.16'ya indiğini—yani yaklaşık olarak iki kat azaldığını—gösteriyor.

Angus Maddison'ın verilerine göre, bu 40 yıllık dönemde, Türkiye'nin nüfusu—ölüm

hızlarındaki hızlı azalmanın baskın etkisiyle—yaklaşık 43 milyondan yaklaşık 76 milyona

yükseldi. 1.75 katlık bu nüfus artışına rağmen, Angus Maddison'ın Türkiye verileri, enflasyon

ve kur değişimlerinden arındırılmış—yani gerçel—kişi başına yurtiçi ürünün aynı dönemde

yaklaşık olarak 1.90 kat arttığını gösteriyor.

Gerçel kişi başına yurtiçi ürünün, var olan başka ölçütler arasında, neden göreli olarak

iyi bir refah göstergesi olarak kabul edilmek zorunda olduğunu anlamak gerekir: Öncelikle,

toplumsal refahın ideal kişi başına ölçüsü gerçel kişi başına yurtiçi ürün değildir. Dünya

Bankası, örneğin, ünlü Dünya Gelişme Göstergeleri veri bankası ile, sağlık, çevre, eğitim,

tarımsal gelişme, yoksulluk ve bilimsel ve teknolojik gelişme gibi başlıklar altında, toplamda

800'ü aşkın toplumsal refah göstergesinin izini sürmektedir. Gerçel kişi başına yurtiçi ürün

değişkenini—en azından maddesel—toplumsal refahın iyi bir ölçüsü kılan olgu, değişkenin

bazı önemli gelişme göstergeleri ile güçlü ve istatistiksel açıdan anlamlı birer korelasyon

ilişkisine sahip olmasıdır. Çok yeni bir çalışmada, Stanford Üniversitesi'nden iktisatçılar

Charles Jones ve Peter Klenow, toplumsal refahın, (i) yaşam beklentisine, (ii) tüketim

düzeyine, (iii) çalışmadan geçirilen zamana ve (iv) yurtiçi gelir eşitliliği düzeyine bağlı olan

bir istatistiksel ölçüsünü hesaplayarak, 134 ülke için, bu geniş refah ölçüsünün gerçel kişi

başına yurtiçi ürün ile güçlü biçimde ilişkili olduğunu doğrulamaktadırlar. Ayrıca, Birleşmiş

Milletler'in İnsani Gelişme Endeksi de gerçel kişi başına yurtiçi ürün ile güçlü biçimde

ilişkilidir: İnsani gelişmede en öndeki ülkeler en zengin olanlardır; ya da tam tersi.

Page 5: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 5 -

İngiltere'nin kabaca 1890-1930 yıllarını kapsayan demografik geçişine Türkiye'nin

1978-2008 geçişi ile karşılaştırılmalı olarak bakmak aydınlatıcı olacaktır. İngiltere'de 19.

yüzyılın sonunda toplam doğurganlık hızı yaklaşık olarak 4.30 düzeylerindedir ve takip eden

40 yıl içinde yaklaşık olarak 2 kat azalarak, Bebek Patlaması'ndan önce, 2.10'a yakın bir

düzeye düşmüştür. Soru, İngiltere'nin nüfus ve gerçel kişi başına yurtiçi ürün (veya gelir)

düzeylerinin bu 40 yıllık dönemdeki büyüme eğilimlerinin Türkiye'nin 1978-2008

deneyimine benzer olup olmadığıdır. 1891 ve 1931 sayımlarına göre, İngiltere'nin nüfusu

1891'den 1931'e yaklaşık olarak 1.38 kat artmıştır. Diğer yandan, California Üniversitesi

Davis'ten Gregory Clark'ın derlediği kişi başına gerçel gelir endeksi, aynı dönemde, yaklaşık

olarak 1.30 kat artış göstermektedir. O halde, İngiltere de, toplam doğurganlık hızının keskin

biçimde azaldığı 40 yıllık bir dönemde, sadece nüfusunu değil, gerçel kişi başına gelirini de

artırmayı başarmıştır.

Ya daha sonrası? Acaba İngiltere'de toplam doğurganlık hızının Bebek Patlaması'ndan

sonra sürdürdüğü kalıcı düşüş eğilimine eşlik eden nüfus ve gerçel kişi başına yurtiçi ürün

örüntüleri nasıldır? Büyüme katsayıları ne yönde değişmiştir? Nüfusun yaşlanmasının

elimizdeki refah göstergesi ile olan uzun dönemli hareketi ne yöndedir? Gregory Clark'ın

verilerine göre, İngiltere'de gerçel kişi başına gelir ve gerçel ücret düzeyleri, 1950-59

onyılından 2000-08 zaman aralığına değin sürekli olarak artmış ve büyüme katsayıları,

sırasıyla, 2.98 ve 3.48 olmuştur. Başka deyişle, nüfusunun hızla yaşlandığı ve toplam

doğurganlık hızının 2.05'in oldukça altına doğru azaldığı yarım yüzyıl boyunca, İngiltere'de

gerçel kişi başına gelir yaklaşık olarak 3 kat ve gerçel ücret yaklaşık olarak 3.5 kat artmıştır.

Nüfusun da, azalan bir hızda da olsa, kalıcı olarak arttığını ve 50 milyon düzeyini geçtiğini

biliyoruz. Karl Marx'tan değilse, demografik geçişte önde olan bir ulus olarak İngiltere,

geride olan Türkiye'ye, Türkiye'nin kendi demografik geleceğinin bir örneğini göstermiştir.

Türkiye'yi neyin beklediğine de bu noktada dikkat çekmek gerekiyor: Şeref Hoşgör ve

Aysıt Tansel'in 2050'ye Doğru Nüfusbilim ve Yönetim raporunun nüfus büyümesi açısından en

karamsar öngörüleri—yani nüfusun artması beklenebilecek en düşük hızda artacağı

senaryonun çıktıları—Türkiye nüfusunun beş yıllık aralıklarla ölçüldüğünde sürekli olarak

artarak 2050 yılında 95 milyon civarında olacağını göstermektedir. 2050 yılında ulaşılması

beklenen toplam nüfus düzeyi, orta düzey öngörülere göre ise, 100 milyon civarındadır. Aynı

orta düzey öngörüler—ki bunlar nüfusbilim ilkeleri açısından en güvenli biçimde dikkate

alınabilecek öngörülerdir—toplam doğurganlık hızının ancak 2050'de 1.85 düzeyine düşmüş

olacağı yönündedir. Benzer öngörülere Birleşmiş Milletler'in 2300'e Doğru Dünya Nüfusu

raporunda da yer veriliyor: 2000 yılında dünyanın en kalabalık 15. ülkesi olan Türkiye'nin,

2050 yılında dünyanın en kalabalık 19. ülkesi olması bekleniyor. Yani 50 yıllık bir hızla

azalan doğurganlık süreci boyunca, Türkiye'nin, “En Kalabalık Ülkeler” listesinde sadece

dört sıra gerilemesi öngörülüyor.

Bu yönde öngörülerin, Türkiye'de doğurganlığın azalmasından endişe duyarak

“Doğurganlık artmalı!” diyen nüfus politikacısının elini zayıflatan öngörüler olduklarını

görmek gerekir: Önümüzdeki 40 yıl boyunca, Türkiye'nin toplam doğurganlık hızının, bugün

Batı Avrupa uluslarına korku veren 1.50 ve 1.30 gibi çok düşük düzeylerin yanına bile

yaklaşmayacağı beklenmektedir. O halde, Türkiye'de aktif bir nüfus politikası uygulanması

gerekip gerekmediği, en azından özgürlükçü bir bakış açısından yaklaşıldığında, oldukça

yerinde bir sorudur. Demografik geçiş sürecinin sadece kültürel etmenlerle

açıklanamayacağına ek olarak, teknolojik gelişmenin hızlanması ve Batı Avrupalı olmayan

uluslara yayılmasının çekirdek öykünün bir parçası olduğunu kabul etmek zorundayız. Yeni

üretim teknolojilerinin birim işgücü verimliliğini uzun dönemde kalıcı biçimde artırmaya

Page 6: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 6 -

devam ettiği bir ülke olan Türkiye'de, doğurganlığın azalmasına eşlik eden bir kişi başına

zenginleşme sürecinin uzun dönemde devam etmeyeceğine gerekçesizce inanmak ve,

dolayısıyla, karamsar olmak için, iktisadi gelişme ve demografik geçiş ile bunların nesnel

tarihleri hakkında oldukça bilgisiz olmak gerekmektedir. Bugünün bütün gelişmiş uluslarının

tarihleri, yenilik yaratıcı (girişimci) bireylerin şehirli nüfus içindeki paylarının artması ile bu

şehirli bireylerin büyükbabaları ile büyükannelerinden ve babaları ile annelerinden daha az

sayıda çocuk sahibi olmayı seçmelerine ve teknolojik gelişmenin meyvelerinden daha çok

faydalanabilmelerine tanık olmuştur. O halde, teknolojik gelişme motorunu çalışır durumda

tutmayı sağlamak ve insanların çocuk sahibi olma kararlarını kendilerine bırakmak, politikacı

açısından, yaşlanan nüfusun ve azalan doğurganlığın olumsuz refah etkilerini gidermenin

etkin ve etkili bir yolu olabilir.

III

Türkiye'de doğurganlığın artırılmasını hedefleyen aktif bir nüfus politikasına gerçekten gerek

olup olmadığı sorusu, şu ikinci soruyu ortaya çıkarmaktadır: (Türkiye'de) doğurganlığın

artırılmasını hedefleyen aktif bir nüfus politikasının tasarımına ilişkin zorluklar nelerdir?

RAND Kurumu Avrupa biriminin 2005'te yayınladığı Nüfus Çöküşü? Avrupa

Birliği'nde Düşük Doğurganlık ve Politika Tepkileri adlı araştırma özeti, nüfus politikasına

ilişkin zorluklar konusunda, önemli bilgiler sunuyor. Avrupa Birliği ülkelerinin

deneyimlerinden hareketle, özet, ulusal politikaların doğurganlık düşüşlerini

yavaşlatabileceğine ve fakat tekil bir politikadan her koşulda olumlu sonuç beklenmemesi

gerektiğine dikkat çekiyor. Özet, ayrıca, belirli bir ülkede olumlu sonuç veren bir politikanın

başka bir ülkede başarısız olabileceğini ve bazı toplumsal ve iktisadi koşulları iyileştirme

amaçlı politikaların doğurganlığı dolaylı olarak etkileyebileceğini vurguluyor. Özetin ana

düşüncesine göre ise, (i) farklı hükumet politikaları arasındaki ilişkiler, (ii) makro koşullar ve

(iii) hanehalklarının demografik davranışları, doğurganlığın belirlenmesinde ortak rol

oynamaktadırlar.

Doğurganlığın artırılmasını hedefleyen bir nüfus politikasının tasarlanmasındaki ana

zorluk, işte, bu ortak rolün deşifre edilmesidir. Bu deşifre etme ödevini somutlaştırmadan

önce, ancak, sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir politikanın iki tartışmalı

yönüne—bebek ölüm hızının önemine ve bebek patlamalarının uzun-dönem sonuçlarına—

değinmek gerekmektedir.

Bebek ölüm hızı, nüfus artış hızını, tıpkı doğurganlık hızları gibi doğrudan

etkilemektedir ve Türkiye'nin nüfus artış hızının düşük olmasının çok önemli bir nedeni de

oldukça yüksek düzeydeki bebek ölüm hızıdır. Birleşmiş Milletler Nüfus Birimi verilerine

göre, 2005-2010 döneminde, Türkiye, 1000 bebekte 24.02 ölüm ile, bebek ölüm hızının en

düşük olduğu ülkeler listesinde 115. sıradadır. Korkutucu olduğu kadar utanç verici bir kayıt

olmalı bu. Aysıt Tansel ve Şeref Hoşgör'ün orta düzey öngörüleri, 2050 yılına uzanan süreçte,

bebek ölüm hızının sürekli olarak azalacağını ve 2050 yılında 1000 bebekte 7.10 ölüme

ulaşacağını göstermekteyse de, bu düzey, gelişmiş ülkelerin neredeyse tümünün 2005-2010

döneminde ulaşmış oldukları bebek ölüm hızlarından bile daha yüksektir. Başka deyişle, eğer

sorun gerçekten de nüfus artış hızının azalması ise, doğurganlığın bugünkü ivmesiyle

azalmaya devam edeceği 40 yıllık bir süreçte, bebek ölüm hızının öngörülenden daha hızlı

biçimde azaltılmasına yönelik aktif sağlık politikaları oldukça etkili olabilir. O halde, şu soru,

bir kez daha sorulmalıdır: Neden sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir nüfus

politikası?

Page 7: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 7 -

Doğurganlığın artırılmasına yönelik politikanın olası sonuçlarından biri de, örneğin

2016-2020 yılları arasında doğan çocukların toplam sayısının, önceki beş yıllık dönemlerde

doğanların sayısından önemli ölçüde yüksek olmasıdır. Başka deyişle, doğurganlığı artırma

yanlısı politika, Türkiye'ye birkaç bebek patlaması nesli hediye edebilir. Bebek patlaması

nesilleriyle ilgili sorun, bağımlılık oranının, bebek patlaması nesillerinin yaşlanıp emekli

olmaya başlamalarıyla birlikte göstermesi beklenebilecek hızlı artış eğilimidir. Azalan

doğurganlık ve artan yaşam beklentisi, bağımlılık oranının, demografik geçiş süreci boyunca

artmasını açıklarken, bebek patlaması nesillerinin emekli olmaya başlamaları bu artışın hızını

çarpıcı biçimde yukarı çekebilir. Birleşik Devletler Toplumsal Güvence Yönetimi'nin 2007

yıllık raporundaki verilere göre, Amerika Birleşik Devletleri'nde, 65 yaş ve üstündeki

(çalışmayan) nüfusun 20-64 yaşlar arasındaki (çalışan) nüfusa oranı olarak tanımlanan yaşlı

bağımlılık oranı, 1950'den 2000'e sadece % 6 artarken, Bebek Patlaması nesillerinin emekliye

ayrılacakları 2010 sonrası dönemde yaşlı bağımlılık oranındaki artış hızlanacak ve oran 2030

yılında % 35 düzeyinde olacaktır. O halde, sadece doğurganlığın artırılmasına yönelik bir

nüfus politikasının tasarımının, bebek patlamalarının uzun vadedeki etkileri bağlamında da

tartışılması gerekmektedir. Ayakları yere sağlam basan bir nüfus politikası, başka deyişle,

uzun vadeli bir politika olmak durumundadır.

Sorun, geri dönersek, bireylerin veya hanehalklarının, demografik davranışlar

bağlamında, diyelim ki işsizlik ve enflasyon gibi makroiktisadi değişkenlere ve diyelim ki

emeklilik yaşını ve hamilelik iznini düzenleyen farklı hükumet programlarına nasıl tepki

verdiklerini belirleyebilmek sorunudur. Bu sorunu da, iki ayaklı bir sorun olarak ele almak

aydınlatıcı olacaktır: Öncelikle, doğurganlığın artmasını sağlamaya yönelik nüfus

politikasının uygulaması, çocuk sahibi olan çiftlerin çocuk sahibi olma davranışlarının

yeniden yönlendirilmesini gerektireceğinden, politika yapıcı konumundaki karar vericilerin,

doğurganlığı açıklayan ve gerçeğin yeterince iyi bir yaklaştırması olan—yani en azından

sınanmış ve yanlışlanmamış olan—bir modele ihtiyaçları vardır. Bu bakımdan, geçen

yüzyılın ikinci yarısında, Chicago Üniversitesi'nden Gary Becker'ın aile iktisadının

öncülüğünde geliştirilen ve doğurganlık tercihlerini—ve ölüm oranlarına etki eden bireysel

gıda harcamaları ve sağlık yatırımlarını—somut iktisadi (ve toplumsal ve kültürel ve

biyolojik) temellere bağlayan biçimsel kuramlara, sorunun bu ayağının çözümünde,

başvuruda bulunulması gerekmektedir. Diğer yandan, doğurganlık davranışını etkilemesi

beklenecek makroiktisadi değişkenler ile politika yapıcının hedef ve araç değişkenlerinin

nasıl etkileştikleri sorusu, en az doğurganlık davranışını neyin belirlediği sorusu kadar önemli

olmalıdır. Genel denge çözümlemesinin önemini kavramış olan (refah) iktisatçılar(ı), sorunun

bu ikinci ayağını neden bu şekilde somutlaştırmak gerektiğini anlayacaklardır: Günümüzde,

makroiktisat kuramlarının çoğu, karmaşık nedensellik ilişkilerinin kuramcı tarafından açıkça

belirlenebilmelerine olanak tanıyan bir “kapalı evren” modelciliği üzerinde inşa

olmaktadırlar. Thomas Malthus'un kuramında nüfus ve verimlilik arasındaki iki yönlü

nedenselliğin belirlenebilmesi buna örnektir. 1950ler'de, Stanford Üniversitesi'nden Kenneth

Arrow ve California Üniversitesi Berkeley'den Gérard Debreu, Leon Walras'ın genel denge

kuramını genelleştirip güçlendirdiler. Geçen zamanda, yeni (analitik veya hesaplamalı)

çözüm yollarının uygulanmalarına da olanak tanıyan genel denge modelciliği, özellikle refah

iktisadının ana yöntembilimsel yönelimlerinden biri haline geldi. Gerçekliğin yeterince iyi bir

yaklaştırması olabilen bir davranışsal genel denge kuramını özenle kurmak ve çözümlemek,

güvenilir (politika) öngörüler(i) yapmanın, gerçekten de, tek iyi yolu olabilir. Bunun nedeni,

Chicago Üniversitesi'nden Robert Lucas'ın ünlü eleştirisi ile ortaya koyduğu üzere,

bireylerin, politika yapıcının eylemlerine, politikanın etkisini ortadan kaldıracak yönlü

tepkiler geliştirebilecek olmalarında yatar. Dolayısıyla, bireysel davranışların politikanın

kendisi—ve zamanla değişkenlik göstermesi beklenebilecek diğer makroekonomik

Page 8: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 8 -

koşullar—ile nasıl değişeceğini dikkate almayan çözümlemeler en azından yanıltıcı olma

olasılığı taşırlar.

Burada, ancak, davranışsal temelleri olan genel denge modellerine yüklenen

vurgunun, nüfus politikası tasarımında modelciliğe koşulsuzca güvenmemize yetecek kadar

güçlü bir vurgu olmadığını belirtmek gerekir. İki neden var: Birincisi, Minnesota

Üniversitesi'nden Larry Jones, Iowa Üniversitesi'nden Alice Schoonbroodt ve Mannheim

Üniversitesi'nden Michele Tertilt'in 2011 yılında yayınlanan Doğurganlık Kuramları: Bunlar

Negatif Doğurganlık-Gelir İlişkisini Açıklayabiliyorlar Mı? adlı çalışmalarında gösterdikleri

üzere, doğurganlığın davranışsal kuramları, doğurganlığı açıklayabilmek için bazı özel

varsayımlara ve ön kabullere dayanmaktadırlar ve çoğu gerçekçi olmayan bu varsayımlar ve

ön kabuller nedeniyle, yerleşik doğurganlık kuramlarına olan güven tam değildir. Geçen on

yıllık sürede, Brown Üniversitesi'nden Oded Galor ve David Weil'in öncü çalışmaları ile

başlayan ve iktisadi gelişmenin çok uzun dönemdeki örüntü ve düzenliliklerini bütünsel bir

çerçeve içinde açıklamak amacında olan bir araştırma programı, doğurganlığın davranışsal

kuramlarından doğrudan faydalanarak, teknolojik gelişme ve demografik geçişi—çok

yerinde tarihsel gerekçelerle—birbirlerine içselleştirdi. Ancak bu araştırma programından

kuramcıların doğurganlığı açıklamış olmak için benimsedikleri varsayımlar yeniden gözden

geçirilmedikçe, programın nüfus politikası tasarımına kılavuzluk etme rolünün tamamlanmış

olmayacağı anlaşılıyor. Bundan daha zorlu görünen ikinci neden ise şu: Bugüne kadar

önerilmiş ve teknolojik gelişmeyi demografik geçişe içselleştirmiş olan nüfus kuramlarının

neredeyse tümü, nüfusun sonsuza kadar sürekli olarak artmasına olanak tanımakta ve/veya

nüfus düzeylerinin uzun dönemde içsel olarak nasıl sabitleneceği sorusuna yanıt

vermemektedir. Başka deyişle, nüfus politikası tasarımında en faydalı olabilecek kuramların

büyük çoğunluğu, dünyanın sonlu bir (insan) taşıma kapasitesine sahip olduğunu yok saymak

suretiyle, uzun dönemde sabitlenmeleri beklenen nüfus düzeylerini açıklayamamaktadırlar.

Duke Üniversitesi'nden Pietro Peretto ve ETH Zürich'ten Simone Valente'nin, 2001 tarihli

Sonlu Bir Gezegende Büyüme: Uzun Dönemde Kaynaklar, Teknoloji ve Nüfus adlı

makalelerinde tanıttıkları modelin, ancak, bir istisna olarak önemine dikkat çekmek gerekir.

Pietro Peretto ve Simone Valente, kaynak kıtlığının nüfusu uzun dönemde sabitleme eğilimini

nüfus ve teknoloji arasındaki etkileşimleri de dikkate alarak kuramsal olarak

çözümlemektedirler. Buna göre, artan nüfusa bağlı olarak artan kaynak kıtlığının kaynak

fiyatı etkisi, nüfusun tarihsel zaman sonsuza gitmeden önce sabitlenmesini açıklarken, sabit

nüfusun sürekli olarak teknolojk gelişmeye yatırım yaparak refahını artırmayı başardığı bir

uzun dönem dengesi istikrarlıdır.

Nüfus politikasının, (i) kaynak kıtlığının etkilerini göz ardı etmeyen, (ii) nüfus düzeyi

ile teknolojik gelişme arasındaki etkileşimleri açıkça dikkate alan ve (iii) doğurganlığı

açıklamak için benimsediği can alıcı varsayımlar yeterince gerçekçi olan yeni genel denge

modelleri üzerinde inşa olması gerektiği açık. Eğer nüfus politikası gerçekten gerekliyse ve

aktif nüfus politikası uygulaması ile amaçlanan havada kalan boş laflar üretmekten daha

fazlasıysa, nüfus politikası tasarımcıları, farklı hükumet politikaları arasındaki ilişkilerin,

makro koşulların ve hanehalklarının demografik davranışlarının ortak rolünü, ancak bu temel

niteliklere sahip modellerin genişletilmesi ile deşifre edebilirler.

IV

İktisatçılar şöyle der: Bedava öğle yemeği yoktur. Serbest mal olmadıkları tartışma

götürmeyenler dışında kalan solunabilir hava gibi “mallar” bile, kirlilik sınırlarını aşma

riskiyle karşı karşıya olduğumuz için bedava değildir. Bedava yaşamıyoruz, kısacası.

Page 9: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 9 -

Doğurganlık tercihlerini somut iktisadi temellere bağlayan biçimsel kuramların en

önemli ortak niteliği, (aile kurma ve) çocuk sahibi olma kararını yöneten fayda ve maliyet

bileşenlerini birbirinden ayrıştıran yaklaşımlarıdır. Buna göre, doğurganlık, insanların

üremekten ve çocuk yetiştirmekten elde ettikleri haz (ve başka maddesel ya da kültürel

güdüleyenler) ile ailenin geliri ve çocuk sahibi olmanın ve o çocuğu reşit bir birey olarak

topluma kazandırmanın parasal maliyetine bağlıdır.

Başbakan Erdoğan'ın ve AKP'nin nüfus politikasına yaklaşımlarındaki tutarsızlık,

doğurganlığın maliyet muhasebesinde somutlaşıyor: Bir yanda, vatandaşlarına, şimdi tercih

ediyor olduklarından, ortalamada, daha fazla sayıda çocuk tercih etmelerini salık veren—ve

2004 ve 2010 yıllarında Time dergisi tarafından “Dünyadaki En Etkili 100 Kişi” listesine

dahil edilmiş olan—bir başbakan var. Diğer yanda, bu başbakanın genel başkanı olduğu ve

uzun yıllardır iktidarda olan parti, bireysel özgürlüklerden taviz verilmeden artırılacak olan

doğurganlığın ek maliyetinin finansmanına katkı yapmak konusunda hiçbir yasal adım

atmamış durumda. Sadece, vaat bile olamamış mırıldanmalar var politikacıların ağzında: en

az üç çocuk yapan çiftlere verilebilecek ödüller gibi.

En az üç çocuk tartışmasının yukarıdaki iktisadi değerlendirmesi, politikacıların

gerçek niyetlerini sorgulamayı ve sadece doğurganlığın artırılmasını hedefleyen aktif bir

nüfus politikası uygulamasının olabilirliğinin ve arzulanırlığının diğer yönlerini, başka

toplumsal bilim alanlarından araştırmacılara ve eleştirmenlere bırakıyor. İktisatçı aklının ve

iktisadi tarih deneyiminin çok güçlü biçimde desteklediğini, ancak, bir kez daha vurgulamak

gerekmektedir:

Türkiye'nin uzun dönem nüfus öngörüleri, ülkenin nüfus artış hızının yavaşlaması

sorununun, gelişmiş ülkelerin önceki dönemde deneyimledikleri sorundan gerçekten

farklı olmadığını ve, üstelik, toplam doğurganlık hızındaki düşüşün, gelişmiş

ülkelerde kaydedilen düşüşlerden daha az olarak kalacağını gösteriyor.

Türkiye'deki yüksek bebek ölüm oranları, nüfus artış hızındaki azalma ile

mücadelede, politikacılara net bir hedef tayin ediyor: doğan bebeklerin çok daha

fazlasını hayatta tutmak! Bu bakımdan, politikacıların, sadece doğurganlığın

artırılmasını hedefleyen bir politikada ısrar etmektense, gerekli sağlık politikalarını

tasarlamak ve uygulamak ile de meşgul olmaları gerektiği apaçık ortada.

Aklı başında bir refah iktisadı bütünüyle normatif olarak kalamayacağı için,

Türkiye'nin güncel demografik gelişmelerinin toplum için “en iyi” olmadığını

göstermek ve “en iyi”ye ulaşmak için hangi yönde değişimlerin gerektiğini bulmak,

özünde, bir kuramsal sorundur. Bu nedenle, politika yapıcıların, yerleşik kuramların

ancak çok küçük bir kümesinin aktif bir nüfus politikası tasarımında yol gösterici

olabilecek kadar sağlam olduğu gerçeğiyle de yüzleşmeleri gerekiyor.

Dileğim o ki, iktidara geldiği günden bu yana “En az üç çocuk!” ısrarından

vazgeçmeyen Başbakan Erdoğan, söylemini ciddiye alan ve niyetini sorgulamayan buna

benzer (iktisadi) değerlendirmelere daha sık rastlasın ve onları ciddiye alarak niyet

sorgulaması yapmasın.

Page 10: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 10 -

Alternatif Teknolojilerin İdeolojik Açılımları

Sevgi Taşkın

Abant İzzet Baysal Üniversitesi

İnsanlık tarihinde toplumsal yaşamın gelişim çizgisi içinde iletişim, insanı diğer

canlılardan ayıran bir olgu olması bakımından önemlidir. Bundan dolayı iletişimin temel

aşamaları pek çok sosyolojik çalışmanın da ele aldığı önemli konuların başında yer alır.

İletişim teknolojileri ise bize insanlık tarihinin öyküsünü verir. Bu çalışma, alternatif

teknolojik değişimlerin toplumsal yapıda nasıl bir dönüşüm hedeflediklerini anlamak

amacıyla yapılmıştır. Bu nedenle başlangıçta iletişimin temel aşamaları konusu ele alınmıştır.

Çalışmanın kurgusu üç kitap üzerinden farklı bakış açılarının karşılaştırmalı olarak iletişim

teknolojileri kapsamında toplumsal dönüşüm üzerine yapılmış olan yorumlarını

değerlendirilmek üzere oluşturulmuştur. Bu kitaplardan ilki McLuhan’ın Gutenberg Galaksisi

isimli kitabıdır1. İkincisi David Dickson’un Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik

Boyutları isimli kitabıdır2. Sonuncu olarak da üç yazarlı bir kitap aracılığıyla emek

cephesinden geliştirilmiş farklı bir model arayışı ele alınmaktadır3.

Bu kitapların konu edindiği alanlar için de son derece önemli bir yer tutan kitle

iletişim araçlarının bir eleştirisinin yapılması için bu araçların temel işlevlerini kısaca

belirlemek de çalışmanın bölümlerinden birini oluşturmaktadır. Kitle iletişim araçlarının

genel olarak işlevlerinin belirtilmesinden sonra, bu işlevleri esas alarak, bu araçların birey ve

toplum üzerinde olumlu etkilerinin olduğunu söyleyen McLuhan’ın da içinde bulunduğu ve

post modern olarak tanımlanabilecek cepheden yapılan eleştiri ve değerlendirmelere yer

verilecektir. Teknolojik gelişmenin insanlığa getirdiği olumlu ve olumsuz yönler bakımından

David Dickson’un Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları kitabı

incelenmiştir. Son kitap da Brecher, Costello ve Smith’in yazmış oldukları Aşağıdan

Küreselleşme isimli kitapta belirtilen model değerlendirilmektedir.

Çalışma asıl olarak teknolojik gelişimin yaratacağı dünyayı eleştirel bakış açısıyla

yorumlamayı amaçlar. Bu nedenle genel olarak bu dünyanın iyi bir dünya olup olamayacağı,

sürdürülebilir nitelikte olup olmadığı ve nedenleri hakkında sorular sorup yanıtlar

aramaktadır. Sonuç olarak da bu gelişime karşı insanlığın seçenekleri nelerdir ve bunlar nasıl

geliştirilebilir sorularına ilişkin açılımlar hedeflenmektedir.

I. İletişimin Temel Aşamaları

I.1. Sözlü İletişim Aşaması

Tıpkı bilimsel alanlardaki gelişim için olduğu gibi teknolojik gelişme de toplumsal

üretim ilişkileriyle ve bu ilişkilerin örgütlenmesine yönelik biçimlenir. Bu nedenle bütün

diğer teknolojiler gibi iletişim teknolojileri de insanlığın gelişim süreçlerine koşut ilerler.

1 Marshall McLuhan, (1962), Gutenberg Galaksisi, YKY, İstanbul, 2001

2 D.Dickson, Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları, AyrıntıYayınları, İstanbul, 1982

3 Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, Aram Toplum Yayınları, İst., 2002

Page 11: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 11 -

Dolayısıyla insanoğlu toplumsal yaşama geçişiyle birlikte birbiri ile ilk önce ve kaçınılmaz

olarak sözlü iletişim kurmuştur. Toplu olarak yaşadığı dönemlerde ancak bir toplum olmadan

önce insan, diğer canlılar gibi kendi türüyle bazı iletişim biçimleri geliştirmişti. Ancak bunlar

için sözlü iletişim demek doğru olmaz. Bunlar bazı seslerin çıkarılması, ses tonunun

kullanılması, bedensel ve yüzle yapılan jest ve mimiklerden ibarettir. Çünkü insan o aşamada

sadece kendisi için gerekli olduğu kadar kendi türünden diğerleri ile ilişkiye geçmekteydi.

Toplumsal yaşamın başlaması ile birlikte, hem bilinç eşiğinde bir sıçrama yaşanmış hem de

artık sadece kendisi için değil, içinde yaşadığı toplumun sürdürülebilmesi için de iletişim

kurması kaçınılmaz olmuştu. Burada en basit haliyle konuşmadan söz etmekteyiz. Seslerin

farklı kullanımlarının öğrenilmesine eşlik eden beden dili insanın ilk iletişim teknolojisidir.

Bunu geliştirmesi gerekmişti çünkü artık hem diğerleriyle hem de yaşamda bir bütün olarak

içinde olduğu ilişkiler ağı, ihtiyaçlar ve sorunlar karmaşıklaşmıştı. Bu sürece bağlı olarak

iletişim de bir üst aşamaya sıçradı.

I.2. Yazılı İletişim Aşaması

Yazının keşfi, hem tarihsel kayıtların diğer kuşaklara aktarılması hem de insanlığın

bilinç düzeyinin yeni bir aşamaya geçişi olarak kabul edilir. İnsan, kendisi ile ilişkiye

geçmiştir. Tıpkı sözlü iletişimde olduğu gibi burada da ihtiyaç ve sorunların kapsamlarının

genişlemesinden dolayı yazı keşfedilmiştir. Ayrıca insan, gezegende, bir gün öleceğini bilen

tek bilinçli varlık olarak yerini almıştır. Bu onu diğer canlılardan ayıran temel özelliğidir:

Kurgu yapabilen insan, henüz gerçekleşmemiş bir geleceğin inşasını sadece ve sadece

zihninde yapabilmektedir. Geçici bir yaşamda kalıcı olma çabası, ontolojik bir kaygıya

dönüştüğünde yazılı iletişim insanın toplumsallaşma serüveninde en önemli ikinci aşama

olarak karşımıza çıkar. Göç etmek zorunda kalan insanlar, kendilerinden sonrakilere

bırakabilecekleri tek miras olan deneyimlerini yazı aracılığıyla paylaşmayı öğrenmişlerdir.

Bu dönemde henüz sınıflı bir topluma geçilmediğinden dolayı üretim fazlası bir artık ve

bireysel mülkiyetten söz edilemez. Bu iletişim teknolojisinin daha sonraki süreçte yaşanan

ilerlemeleri, hem yerleşik düzene geçiş hem de sınıflı toplumların doğmasıyla birlikte kendini

gösterir. İnsanlığın en değerli deneyimlerinden biri olan matbaa ile yazılı iletişim teknolojisi

kitleselleşir –ne var ki bu uzun sürecin oldukça geç dönemlerine karşılık gelmektedir. Bu

nedenle orta çağın sonları ve yeni çağ, yazılı iletişim teknolojilerinin altın çağı sayılmaktadır.

I.3. Görsel İletişim Aşaması

Sınıflı toplumun doğması ile birlikte sanatsal etkinlikler kendini, toplumun bir parçası

olarak ifade etme boyutuyla gelişmiştir. Sınıfsal farklılaşmalar, beraberinde baskıyı getirir.

Baskı, hem sınıfsal aidiyet duygusuna hem de söylemek istenenlerin üzeri örtük bir biçimde

yayımlanma gereksinimine yol açar. Aslında şiddet insan türü için de içsel bir dürtüdür.

Ancak artık mağara dönemini geride bırakan insanın kendini başka yollarla anlatma çabaları

gündeme gelmektedir. Kuşkusuz mağara duvarına çizilen resimlerin ya da ilkel toplumlarda

görülen ayin ve tören danslarının görsel iletişimin ilk örnekleri arasında sayılmasını öne süren

bir bakış açısı bulunur. Ancak genel olarak resim ve tiyatro sanatının ilk örnekleri görsel

iletişimin başlangıcı kabul edilir. Bu iletişim teknolojisi, bireyin başka araçları kullanarak,

diğer insanlarla birlikte çalışmayı başarabilmesiyle ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Görsel

iletişimin sanayi toplumuyla birlikte kitleselleşmesi söz konusudur. Görsel iletişimin altın

çağı bu nedenle sanayileşmenin yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur. Resim sanatından yola

çıkarak ve ışığın kullanım tekniklerinin gelişmesiyle birlikte keşfedilen fotoğrafçılık, hemen

sonrasında sinema teknolojisini yaratmıştır. Bu ideolojik olarak da iletişim teknolojisinin

yaşadığı bir devrim sayılmaktadır.

Page 12: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 12 -

Burada hemen eklemek gerekir ki çalışmanın temel konusunu oluşturan, genel olarak

teknolojinin ve özelde iletişim teknolojilerinin bugün geldiği noktada yaşanan dönüşümü

eleştirmek için bir dördüncü aşama olan elektronik iletişim ortamını yani sanal dünyayı da

saymak gerekir. Ancak, bu aşamanın her üç aşamayı kapsayan ve sonuç bölümünde ele

alınarak çözümlenmesi gereken bir olgu olduğunu kabul etmek daha gerçekçi bir bakış açısı

olacaktır. Zaten bu üç aşamanın sonuçta insanlığı taşıyıp getirdiği son aşamaya da bu

boyutuyla bakılmalıdır ve bu yönden eleştirilip alternatifler getirilmelidir. Sonuçta iletişim

teknolojilerinin tümü içinde bulunulan toplumsal yaşamı şekillendirdiğine göre, eleştiriler ve

alternatifler de bütünlükçü bir yaklaşım içinde olmalıdır.

I.4. Eleştiriler

(a) McLuhan’ın Postmodern Eleştirisi

MacBride’ın “Birçok Ses Tek Bir Dünya” isimli raporunda belirttiği gibi iletişimin

işlevleri haber verme, toplumsallaştırma, motivasyon, tartışma-diyalog, eğitim, kültürel

geliştirme, eğlence ve bütünleştirme olarak sekiz başlık altında toplanabilir4. Haber verme

işlevi, kitle iletişim araçlarının temel ve en bilinen işlevidir. Bu işlev bilgi aktarma işlevi

olarak da değerlendirilebilir. Toplumsallaştırma işlevi ise, günümüzün heterojen yapılı

toplumlarında bireylerin bir arada yaşamalarının sağlanabilmesi için toplumsal değerlerin

yani kültürün yayınlar aracılığı ile iletimidir. Toplumsallaştırma işlevine bağlı olarak kitle

iletişim araçları toplumun amaçlarını belirler; değer yargılarını canlı tutarak genelleşmesini

sağlar. Bağımsızlık, insan hakları gibi değerler buna örnek verilebilir. Tartışma-diyalog işlevi,

kitle iletişim araçlarının ulusal ya da uluslararası platformlarda söz konusu çıkarlar

doğrultusunda kamu oyu oluşturma işlevini görür. Eğitim işlevi, toplumsallaştırma işlevi ile

bağlantılı olarak topluma yeni üyeler kazandırma, bunlara toplumun kültürel değerlerini

benimsetme görevini üstlenir. Kültürel gelişim işlevi için ise sanatsal ve kültürel ürünlerin

kitle iletişim araçları ile yayılması örnek gösterilir. Kitle iletişim araçlarının bir diğer işlevi

ise eğlendirmedir. Bunu popüler kültürü yaygınlaştırmak yoluyla yapar. Bunların içeriği

televizyonda spor, eğlence, magazin programları olabileceği gibi çeşitli yarışmalar olabilir.

Kitle iletişim araçlarının bütünleştirme işlevi, birey ve grupların birbirlerini tanımalarını,

kültürler arası çatışmaları azaltmayı hedefler. Ayrıca tüm bunların yanında, reklâm sektörü

örneği verilerek ekonomik bir işlevi olduğu da eklenebilir5.

Birey ve toplum sorunlarının çözüm kaynağı olarak kitle iletişim araçlarından en

önemlisi olarak televizyonu kabul eden yazarlardan biri McLuhan’dır. Bu nedenle bu

çalışmada onun Gutenberg Galaksisi kitabı özel olarak incelenmiştir6. Ancak genel olarak

yazarın iletişim ve teknolojileri üzerine görüşlerini anlamak için bazı başka metinleri de

okunmuştur.

Bu yazara göre, toplumların evrensel gelişim sürecinde temel unsur iletişim teknikleri

ve bunların farklılaşmasıdır. Zaten McLuhan da yukarıdakine benzer bir sınıflandırma

yapmıştır. İnsanlığın geçirdiği ilk dönem olarak yazının bulunuşundan önceki kabile

dönemini ele alırken buradaki egemen iletişim biçimi olarak sözlü anlatım ve işitsel

algılamayı belirtir. Düşünce özgür bir biçimde yayılır ve insan bütün duygularını aynı anda ve

4 S. MacBride, “Bir Çok Ses Tek Bir Dünya”, Unesco Türkiye Milli Komisyonu, Ankara, 1993

5 Gökhan Savaş, “Kitle İletişim Araçlarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi,s. 2-3,

www.insanbilimleri.com 6 M.McLuhan, Gutenberg Galaksisi –Tipografik İnsanı Oluşumu, ilgili bölümler.

Page 13: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 13 -

uyumlu bir biçimde kullanır. Daha sonra, yazının bulunması ile gelişen ve Gutenberg

Galaksisi dediği dönem gelmektedir. McLuhan’a göre yazının bulunuşuyla insanoğlunun

birinci dönemdeki sakin yaşamı da köklü bir değişime uğramıştır. Yazının egemen olmaya

başladığı bu tarihsel dönemde ortaya çıkan en önemli kavramlar bireycilik, merkeziyetçilik

ve milliyetçiliktir. Ayrıca, yazının yayılmaya başlaması, ülkelerin yönetiminin merkezi

nitelikte olmasına yol açarak totaliter yönetimlerin ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Mc

Luhan’a göre iletişimsizlik döneminden yazılı iletişim aşamasıyla geçen insanlık artık bilgi

bakımından yoksul ancak katılım sağlanması açısından güçlü bir araç olan televizyon ile

farklı bir yaşam formuna, “ küresel bir köye” ulaşmıştır. Televizyon ile birlikte görme

duyusunun egemenliği ilan edilmiştir. Televizyon ile yazılı iletişimin basım yoluyla

kitleselleştiği ancak duygu ve düşüncelerin sınırlandırılarak yayılmasına izin veren bir tür

kapalı uygarlık biçimi yarattığını öne sürdüğü tanımladığı bu aşama artık sona yaklaşmıştır.

Dış dünyayı algılamada, Gutenberg Galaksisi’nin buyrukçu özellikleri silinmekte, ilkel

aşamadaki doğallığı ile kabile dönemi, tüm özellikleriyle birlikte, teknik anlamda daha ileri

bir boyutta yeniden başlamaktadır. McLuhan’ın parça bütün arasındaki nedensellik bağına

bakışı post modern çizgide yer alır. Bu nedenle bu akıma dâhil olan diğer tüm yazar ve

düşünürlere benzer olarak, bu gelenek, televizyona yüklediği anlamı şu neden bağlamında

paylaşmaktadır: 19.yy. aydınlanma çağının bilim ve akla yüklediği aşırı değere ve

modernizmin kazanımlarına olumsuzlayarak bakmaktadırlar. Televizyon, insanın, katılmadığı

ama kendisine dayatılan yaşama biçimlerinden uzaklaşarak asıl istediğine yönelmesine

olanak tanıyacak ve bu yolla onu özgürleştirecektir. Yani aslında televizyon bir şeyleri

dayatmaz, insanlığa ne istediğini anımsatır ve bunları insanlığa yeniden geri verir.

İletişim kuramlarında genel bir kabul ile teknolojik determinizme Marshall McLuhan

şekil vermiştir7. Bu kuramın arkasında yatan temel düşünce, insanlar arası iletişimin

insanlığın varoluşunu şekillendirdiğidir. McLuhan’a göre kültür, nasıl iletişim kurulduğuna

bağlı olarak şekillenir. İletişim teknolojisindeki bir buluş kültürel değişime yol açar. Aletleri

insan şekillendirir ve sonrasında aletler insanı şekillendirir. İletişim modelindeki değişim

insan yaşamını dönüştürür. Teknolojik determinizm geçmişte ve şimdi neler olduğunun

anlaşılmasına yardımcı olur. Ancak ona göre teknolojik determinizm gelecekle ilgili

öngörüde bulunmaz. Teknolojik determinizm bize içerik yerine araca bakmamızı önerir. Araç

insanın uzantısıdır. Bu uzantı akla gelen her şeyi kapsar. Konuşulan ve yazılan her sözcük,

giysi, ev, para, basın, yol, araba, tekerlek, uçak, fotoğraf, telefon, sinema, radyo, televizyon

gibi konularda bir biçimde bunlarla ilişki içindedir. McLuhan çalışmalarında kitle iletişim

araçlarının, baskı makinesinden başlayarak radyo ve özellikle de televizyonun, toplum

üzerine etkilerini incelemiş ve elektronik iletişim araçlarının kültürü yaygınlaştırarak dünyayı

“küresel bir köye” dönüştüreceklerini öne sürmüştür.

McLuhan elektronik medyayı, dünyayı algılamanın kolektif yollarına bir tür geri

dönüş olarak değerlendirmiştir. Elektronik medya sayesinde, sözel geleneğin yeniden

oluştuğunu ve insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını vurgular.

“Araç Mesajdır” kitabında küresel bir köyde yaşadığımızı ve bu köyde her şeyin aynı anda

olduğunu, zaman ile yer kavramının yok olduğunu öne sürmektedir.

Ne var ki televizyonun, McLuhan’ın belirttiği gibi dünyayı küçültmesi ve küresel bir

köye dönüştürmesi, kendisinin içinde sayılması gereken ancak daha sonraki bazı post modern

yazar ve düşünürler tarafından aşağıda belirtilen nedenlerle olumlu bir gelişme olmadığı öne

sürülerek bu akıma dâhil edilmemesine neden olarak eleştirilmiştir. Frankfurt Okulu

7 Dickson, a.g.k., s. 69

Page 14: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 14 -

temsilcilerine göre bu çok önemli bir sorun olarak görülmektedir8. Tek tek yerel kültürlerin

yok olacağı ve güçlü olan kültürün merkezde olduğu bir dünya düzeni oluşacağı düşüncesiyle

televizyon kültürüne şiddetle karşı çıkılmıştır. Çünkü McLuhan’ın kehanetinden sonra

görülmüştür ki, küresel sermayenin ve ülkeler liginde bunun en güçlü uygulayıcısı olarak

A.B.D. kültürünün egemen olduğu bir dünya düzeninde ABD, bu egemenliği kitle iletişim

araçları ile daha da yaygınlaştırma çabasındadır. Tek tip bir yaşam tarzı ve insan ilişkilerini

yansıtan temaların egemen olduğu dünya sinemasında tekel gücünde söz sahibi olması

nedeniyle A.B.D.’nin kültür emperyalizmi hedefleri dışında, gerek siyasi gerek ekonomik

alanda egemenlik aracı olarak kitle iletişim araçlarından, özellikle de televizyondan

yararlandığı çok açık biçimde görülmektedir.

(b) David Dickson’un Politik Eleştirisi

Teknolojinin, toplumdaki güçlerin dengesi, maddi ve ideolojik denetim ve servet

dağılımı ile yakından ilişkili olduğu açıktır ve tarafsız değildir. Bu nedenle toplumsal

sistemden bağımsız, ayrı bir yerde duran nesnel bir olgu olarak değerlendirilmesi doğru

olmaz. Tüm bunlardan dolayı da genel olarak egemen sınıfların hizmetinde ve onların

çıkarları doğrultusunda işlev görür. Kuşkusuz bu durum iletişim teknolojileri için de aynı

kapsamda değerlendirilmelidir.

Dickson’a göre bu durumun aksine, yabancılaştırıcı özelliklerinden arındırılarak, en

ekonomik ve insancıl bir teknolojiyle örülmüş yapısal bir model üretilebilir; daha da ötesi

insanlığın gezegen üzerindeki yaşamının sürebilmesi için bu zorunlu ve kaçınılmazdır. Ne var

ki bu da alternatif bir toplum projesinin inşasını gerektirir. Güncel teknolojik arayışlar ve

değişimler, politik düzlemden bağımsız olmayan bir dönüşüm hedeflemektedir. Bu

dönüşümün belirleyici özellikleri ile iyi çözümlenmesi ve sorgulanması gerekir.

Kendisine duyulan genel bir güvensizlik, yoğun ve keskin eleştiriler, kitlesel ve

evrensel boyutta insanlık sorunlarına sistemsel bir çözüm getirememiş olmasının açıklığı

içinde kaçınılmaz olarak insan yaşamının içinde en önemli yeri artık teknolojik aygıtlar ve

bunların kullanım ideolojisi ile birlikte makineleşme kaplamıştır; modern yaşam biçiminin

belirleyicisi olmuştur. Ulaşım, iletişim, mal ve çoğu hizmetin üretilmesi ve temini, eğlence ve

kültürel etkinlik dünyalarında bile teknolojinin kapladığı yer, yüz yıl öncesine göre akıl almaz

boyuttadır. Bu nedenle teknolojinin insan yaşamındaki bu önemli rolünü anlamak, kesinlikle

toplumun en ince ayrıntısına kadar çözümlenmesi ve değişim süreçlerinin keşfedilmesi için

de yaşamsal hale gelmiştir. Dickson’un kitabı yazmasının başlıca amacı, teknolojiyi sınıfsal

ve siyasal düzenlerden bağımsız olmayan pek çok yönüyle analiz etmektir. Alternatif

modeller için düşünceler üretmektir. Bu alternatifler neden uygulamaya geçirilemiyor? Hangi

unsurlar ve kimler ya da toplumun hangi kesimleri tarafından bu alternatiflerin önü kesiliyor?

Bu tür soruları sormak, bunlara yanıt aramak aslında Dickson’un çalışmasının da temelini

oluşturduğu gibi teknoloji politikalarını sorgulamakla aynı anlama gelir.

Dickson aslında teknolojik determinizme, toplumsal gelişmenin tek maddi kaynağını

teknolojide buldukları için değil, bunun mülkiyet ve dağılım konularını içeren arka planına

bakmaksızın toplumsal yapı üzerindeki ideolojik güç ve denetim kullanma mekanizmalarına

kuramsal zemin hazırladıkları için karşı çıkmaktadır. Bu karşı çıkışta, teknolojinin doğasını

ve toplumsal yapıyı belirleyen yönlerini anlamak aynı zamanda ekonomik deterministlere

karşı çıkmanın da bir unsurunu içerecektir. Dickson’un iddiası şudur ki “Egemen hiyerarşik

8 Jurgen Habermas, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, YKY, İstanbul, 2004, s.32

Page 15: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 15 -

örgütlenme ve otoriter denetim biçimleri kapalı toplumların geliştirdikleri teknoloji ile

bütünleşir ve çakışırlar. Burada aynı yapıyı tıpkı bir kapitalist ülke gibi insanlıktan uzak bir

modele, toplumu uyum sağlamak adına zorlayarak aynı biçim ve içerikte kullanan, bunun

yanı sıra sosyalist olduğunu iddia eden bazı (eski) ülkelerin yönetim biçimlerine de bir

eleştiri getirilmektedir. Alternatif toplumu, alternatif bir teknoloji modeli ile birlikte

yaratmayı denemedikleri için bu yönetimler de Dickson’un eleştirileri kapsamına

alınmaktadır.

Atom bombası sonrasında artık teknolojinin insanlık dışı yüzü apaçık kendini

göstermiş ve beklenen toplumsal gelişmeler gerçekleşmedikçe teknolojik determinizm

taraftarlığının maskeleri düşerek, teknolojinin yansızlığına ilişkin kuramlar geçerliğini

yitirmiştir. Panoptikon, aşırı kontrolcü ve standartlaştırıcı, modern hapishaneler gibi ev ve iş

mekânları arasına sıkışmış bir yaşam biçimini belirlemekte kullanılan teknoloji, Kafkaesk ve

manipülatif bir toplum düzenini ve bu düzenin iktidarlarını yaratmıştır. Başlangıçta

kendisinden mucizeler beklenen teknoloji artık insan yaşamının hem bedensel hem de akıl

sağlığını tehdit eder noktaya gelmiştir. Bu da dolayısıyla toplumsal yaşamın sürdürülemez

hale gelmesine yol açacaktır. Kuşkusuz gelinen bu aşamadan sonra teknolojiden tümüyle

uzak kalmak ve ilkel bir yaşama dönmek de gerçekçi değildir ve mutluluk getirmeyecektir.

Ne var ki bunun akılcı kullanımı mümkündür. Zaten verilmesi gereken yanıt, sorulan sorunun

kaynağının içindedir. Teknoloji insan yaşamını her anlamda kolaylaştırıcı, dengeleyici ama

özgürlükleri çoğaltan bir araç olmalıdır. Kapitalizmin sürmesi amacına yönelik bir yapı değil.

Ancak bu düşünce Dickson’a göre yaygınlaşamamaktadır çünkü politik otorite, bunu

istemeyenlerin elindedir. Kitle iletişim araçları onların kontrolünde olduğu sürece bunun

düşünsel zemini oluşturulamaz. Bu durumun istisnaları olabilir ama onlar da politik olarak

etkin olmaktan henüz uzaktır. Dickson’a göre, etkinleşme mücadelesi, egemen siyasal

otoritelerin dayatmacı politikalarının açığa çıkarılmasında varılan başarıya ve bunlardan

kurtulma savaşımındaki ilerlemeye koşuttur.

(c) Emek Cephesinin Aşağıdan Küreselleşme Hareketi Kapsamında Eleştirisi ve

Küresel İletişim Önerileri

BCS yazmış oldukları kitapta, ilk bölümde yukarıdan küreselleşme ile aşağıdan

küreselleşme arasındaki çatışmanın analizini yapmaya çalışmışlardır. Burada küreselleşen

dünyada insanın kendisi için nasıl sorunlarla dolu bir çevre yarattığı ele alınmakta ve

kapitalizmin doğasına uygun bir teknolojinin de eleştirisi yapılmaktadır. İkinci bölümde ise

toplumsal hareketlerin gücü üzerine değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Üçüncü bölüm,

aşağıdan küreselleşme hareketi ile oluşturulabilecek alternatif bir yönetsel yapı arasındaki

ilişkilere yoğunlaşmıştır. Dördüncü bölüm, bu alternatif modelin kendi içindeki çelişkilerine

çözümler üretmeyi hedeflemektedir. Beşinci bölümde ise bu modelin neden ortak bir program

halinde somutlaştırılması gerektiğini tartışmakta ve nasıl inşa edilebileceğine ilişkin

açılımlarda bulunmaktadır. Altıncı bölümde ayrıntılı olarak açıklanan modelin ana hatlarıyla

ne olduğu bu çalışmanın Sonuç bölümünde değerlendirilmiştir. Kitabın yedi, sekiz ve

dokuzuncu bölümlerinde ise ulus ötesi toplumsal hareket ağlarının doğuşuna bakılarak

bunların zayıf ve güçlü yönleri incelenmekte, bu modelin halkla, diğer bazı karşıt politik

düzlemlerle nasıl ilişkiye geçmesi gerektiği anlatılmakta ve bunlar yapılmadığı takdirde bir

yokoluşa sürüklenilmekte olduğu ileri sürmektedir9. BCS’ye göre halkın gücü toplumsal bir

değişim adına dönüştürülmelidir. Öyle bir program yaşama geçirilmelidir ki önceki düşünce

biçimleri ve bunun etkilediği yaşam biçimi baştan aşağı değişerek hareketin yaratacağı

9 Jeremy Brecher, Tim Costello ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, s. 14-5

Page 16: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 16 -

öncelikler aracılığıyla, bu hareket ve seçkinlerin tepkileri arasında karşılıklı olarak

dönüştürücü bir süreç başlatılabilsin10

. Sonuç olarak aşağıdan küreselleşme hareketinin tüm

insanlık adına tarihsel öneme sahip olduğu ortaya konmaktadır.

II. Teknolojinin Esiri İnsanlık

II.1. Doğal Kaynakların Yokoluşu ve Gezegenin Çöküşü

Dickson’un aktardığı üzere Barry Commoner “The Closing Circle” adlı kitabında

1946 yılında, 1971 yılına kadar dünyayı kirleten insan kitlesi oranının % 200 ile %2000

arasında arttığını belirtirken bu artışın nüfus artışı ya da yaşam standartlarındaki yükselme ile

açıklanamayacak düzeyde olumsuz bir gelişme olduğuna işaret etmektedir11

. Kapitalist

sistemin sürdürmekte ısrarcı olduğu bu üretim düzeyinin ve modelin bir sonucu olan söz

konusu olumsuzluk göstermektedir ki aslında teknoloji sağlamayı hedeflediği yaşam

biçiminden insanları uzaklaştırmaktadır. Eğer bu durum sürerse, gezegen üzerinde yalnızca

insanlar için değil, diğer bütün canlılar için de yaşamsal tehdit oluşturan sınırlarda doğal

kaynakların yok olması ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu durumda buna neden olan teknoloji

mutlaka sorgulanmalıdır. Üstelik burada sorgulanması gereken kullanımda yapılan yanlışlar

değil, amaçlardır. Bu amaçlara uygun alaınan kararlar ve yapılan seçimler sorgulanmalıdır12

.

Asıl kabul edilmesi gereken, teknolojinin dayattığı yeni yaşam biçiminin insancıl bir

dönüşüme yol açmadığı ve giderek ağırlaşan sorunlar karşısında bu tüketim çılgınlığına

hizmet eden maddi üretime bir son verilmesi gereğidir. Burada faydalı olan ve olmayan

tartışmalarında, liberal iktisat düşünürlerinin de gerçeği görmelerine karşın, aksini

savunmalarını “fayda” kavramının kar ya da sermaye artışı gibi kavramlarla

özdeşleştirilmesinden kaynaklandığı biçiminde açıklamak gerekir. Ancak, teknoloji ile

ekonomik büyüme arasındaki karmaşık ilişkileri yeniden deşifre etmenin kaçınılmazlığı

ortadadır. Örneğin teknolojik çalışmalara ait bütçelerin neredeyse üçte ikisinden fazla bir

kısmının askeri politikalar ve uygulamalar için ayrıldığı, bilimsel savaş tekniklerinin, nükleer,

biyolojik, kimyasal, elektronik ve hatta psikolojik boyutlarıyla bunların sürdürülmekte

olduğu bilinmektedir13

. Bunun dışında teknolojik ilerleme ile gelişmiş ülkelerin, gelişmekte

olan ya da az gelişmiş ülkeleri bir bağımlılık ilişkisi içinde esir alma durumu da söz

konusudur. Hızlı sanayileşmenin doğurduğu bir diğer sorun ise yaygın işsizliktir. Üstelik

teknolojik gelişmenin yarattığı refah artışı ne dünya toplumları arasında ne de bir ülkenin

kendi toplumunun farklı kesimleri arasında eşit düzeyde paylaştırılabilmektedir. Geliştirilen

teknolojilerin kullanımı ve sonuçları, iktisadi göstergelerle karşılaştırıldığında, toplumların

yalnızca küçük bir üst kesimi için bu anlamlıdır. Bununla birlikte, bu gelişmelerden

yararlanmakta olan söz konusu kesimin de zaten refah düzeyi açısından bakıldığında bir

yoksunluk içinde olmadığı açıkça görülebilmektedir.

II.2. Yabancılaşma – Yalnızlaşma – Yalıtım

Bugünün çağdaş toplumları, kendisinden önceki hiçbir toplumun olmadığı kadar

teknolojik tabanlı dev bir mekanizmanın verimli işleyişine dayanmaktadır14

. Ancak teknoloji

insan yaşamı için aynı zamanda geri döndürülemez zararlar veren bir olgu haline gelmiştir.

10

a.g.k., s. 12 11

Dickson, a.g.k., s. 39 12

a.g.k., s. 40 13

Dickson, a.g.k., s. 43 14

s. 35

Page 17: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 17 -

Bunu tümüyle iktisadi ya da politik süreçlerden bağımsız ele almak, Dickson’a göre

teknolojiyi tümden suçsuz ilan etmektir ve bu bir yanılgıdır. Çünkü teknoloji de toplum gibi

aslında homojen değil, farklı unsurları bir araya getiren ve onların arasındaki ilişkileri de

tanımlayan bir kavramdır. Bu nedenle teknolojiyi toplumsal bir kurum olarak ele almak

gerekir15

.

Marx’ın kullandığı anlamda yabancılaşma kavramı, oldukça soyut ve Marx’ın kendine

özgü bir içeriğe sahip olmakla birlikte sonradan bu kavram birçok yazar tarafından

geliştirilmiştir. Dickson’un kitabında Seeman’a yapılan bir atıfla bunun kapsayıcılığına dört

boyut altında yapmış olduğu katkı ele alınmıştır16

. Bunlar:

Bireyin kendisinin başkaları ya da cansız bir sistem (teknoloji gibi) tarafından

denetlenmekte veya yönlendirilmekte olduğunu düşündüğü için duyduğu güçsüzlük

duygusu;

Üretim işlevlerinin bölümlenmesi ile şiddetlenen ve bürokratik yapının arttırdığı

biçimiyle işi için algıladığı anlamsızlık;

Sıklıkla işi ile arasındaki kopukluk nedeniyle, kişiliksizleşme duygusuna eşlik eden

işine karşı yaşadığı yabancılaşma duygusu;

Toplumsal yabancılaşmaya ya da bir arada yaşama ortamıyla oluşmuş, bireyin toplum

içinde değerinin küçülmesi hissi ile çözülmelere neden olacak boyutta kişinin kendine

ve toplumsal yaşama duyduğu uzaklaşma hali ki bunun için ünlü sosyolog

Durkheim’in analizlerinde normsuzluk ve yalıtılma kavramları kullanılmaktadır.

Yabancılaşmanın insan üzerindeki etkilerini ve toplumsal olarak yarattığı

olumsuzlukları inceleyen bir diğer ana akım Frankfurt Okuludur. Eleştirel Kuram diye de

bilinen bu akıma bağlı olan yazarlardan Marcuse, Habermas, Jacques Ellul ve Theodor

Roszak’ın yorumlarından bazı çarpıcı kısımlarına da Dickson’un kitabında yer verilmiştir17.

Bu yazarların çalışmaları ve yorumlarında ana hatları ile teknolojinin bugün geldiği aşamanın

insanlığa aykırı olduğu gösterilmektedir. Tüm bu çalışmalarda teknolojiye karşı getirilen

eleştirilerin sadece sağ ya da sol düşünce cephelerinden gelen romantik hezeyan belirtileri

olmadığını kanıtlamak amaçlanır. Alternatif teknolojinin kökleri, çağdaş teknolojinin insan

doğasına aykırı ve yabancılaştırıcı boyutları olarak gördükleri konulardan endişe duyanların

çalışmalarında bulunmaktadır. Bunun yanında, çevre açısından bu teknolojinin gelişme tarzı

arayışını acil bir gereklilik haline getirdiğini savunanların toplumsal ve politik eleştirilerinde

de bu çalışmaların başlangıcının izlerini sürmek mümkündür18.

II.3. İnsanlığın Ödevleri

Tüm bu yukarıda belirtilenlere karşın, alternatif teknoloji hareketinin bir bütünlük

oluşturduğu söylenemez. Bu akımlara yumuşak teknoloji, radikal, halkçı, ara, özgürlükçü ya

da düşük teknoloji gibi isimler verilmektedir. Amaç olarak ise “yenilenmeyen kaynakların

çok tasarruflu kullanımını, çevreye yapılan müdahalelerin en aza indirilmesini ve olumsuz

çevresel etkilerin ortadan kaldırılmasını, bölgesel ya da yarı bölgesel kendine yeterliliği,

bireylerdeki yabancılaşma ve bireyin bireyi ya da bir sınıfın toplumun diğer kesimlerini

sömürmesinin sona erdirilmesini” kapsar. Bazı düşünce gruplarına göre ise alternatif

teknoloji, büyük bir çevre yıkımı yüzünden toplumda olası bir teknolojik çöküş olmasına

15

s. 36 16

s. 53 17

Dickson, a.g.k., s. 59 18

s. 60

Page 18: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 18 -

karşı, bir tür yaşamın sürdürülebilmesine ilişkin oluşturulan güvence, acil durum senaryosu

olarak değerlendirilmektedir19

. Ancak Dickson’da asıl önemli olarak vurgulanmak istenen

şudur: Alternatif teknolojilerin önemi, belirli sorunlar için önerilecek belli çözümlerde

değildir. Asıl olarak insanın gereksinimlerini ve kaynaklarını karşılayacak yeni düzenlemelere

ilişkin kökten farklı model önerilerinin dikkate alınması gerekir. Gezegenin canlı

popülâsyonu ve insanın yaşamını sürdürebilmesi için bunun kaçınılmaz olduğunu görmek

gerekir. Bunun da dört unsuru bulunmaktadır: Alternatif teknolojiler eşitlikçi, iktisadi

anlamda etkin, ekolojik anlamda sürdürülebilir bir yaşam ortamı sağlayan ve bireysel

memnuniyet yaratan modelleri üretmelidirler.

Bilim adamlarının ve teknoloji uzmanlarının iktidar mekanizmalarına daha çok

bağlandığı açıkça görülmektedir. Bilimsel ve teknolojik konulara ilişkin bilgiler ve bu

konular hakkında verilen öğütler politik sürecin temel bir parçası olmaktadır20

. Bunun bir tür

tarafsızlık maskesi olarak kullanıldığının altı çizilmeli ve burada bir tarafsızlığın olamayacağı

açığa çıkarılmalıdır21

. Dickson bu depolitizasyonun totaliter yönetimlere giden yolu

açacağına ilişkin bizi uyarmaktadır22

. Vurgulanması gereken şudur: Teknokrasi, politik

sorunları çok karmaşık gibi göstermek ya da saf teknik sorunlar kılığına büründürmek

yoluyla sorumluluğu bireyden alır gibi yapar ve geniş halk kitlelerini politik süreçten koparır.

Ancak bu sağlıklı ve olması gereken bir durum değildir. Teknolojik olanaklara erişimde

yaratılan ayrımcılık, refah düzeyi düşük olan kitleleri cezalandırır niteliktedir. Bunun

önlenmesi için teknolojinin eşit erişimine olanak tanıyacak uygulamalar ortaya konmalıdır.

III. İnsanlığın Hizmetinde Teknoloji

III.1. Ütopik Teknolojinin Vazgeçilemez İlkeleri – Dickson

(a) Enerji: Güneş, Su, Rüzgâr, Toprak

Dickson, kitabının ikinci ve üçüncü bölümünü sanayileşme sürecinde yaşanan

teknolojik gelişmenin bir eleştirisine ayırmıştır. Bu bölümlerde politik yönleri göz ardı edilen

ya da arka planın açığa çıkarılmamaya çalışıldığı süreçlerde insanlığın yaşadığı yıkımlar ve

gelinen bu noktada gezegenin tümünde yaşanan geri döndürülemez tahribat konusuna

ayrıntılı olarak yer verilmiştir. Ne var ki bu değerlendirmeler değerli olduğu kadar yaygın

olarak bilinmektedir. Bu eleştiriler ve benzerlerine sıklıkla diğer kaynaklarda da rastlamak

mümkün olduğundan, bunlara bu çalışmada yer verilmemiştir. Dickson’un kitabının

dördüncü kısmında ele aldığı ütopik teknolojiye ilişkin temel ilkeler tartışması bizce çok daha

anlamlıdır ve çalışmanın amacına daha uygun olduğundan bu kısımlara yer verilmiştir.

Bu bölümde Robin Clarke’tan yapılan bir alıntıda, “yumuşak teknolojinin” bazı

özellikleri ile mevcut teknolojik yapıların özellikleri karşılaştırılmıştır. Bunlar 35 madde

halinde sıralanmıştır23

. Bunlara örnek olarak daha sağlıklı, az enerji kullanan, kirlenme oranı

düşük, her zaman işlevsel olan, komünal birimlerde üretilen ve kullanılan, demokratik,

doğayla bütünleşmiş, diğer canlılara zarar vermeyen, yerel kültüre uygun, tarımsal

alanlardaki çok kültürlülüğü özendiren gibi özellikler sayılabilir. Tüm bunlar aslında

yukarıdaki enerji ögelerinin en etkin biçimde kullanılmasına bağlıdır. Örneğin güneş

19

s. 61 20

s. 47-8 21

s. 87 22

s. 49 23

Dickson, a.g.k., s.131-3

Page 19: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 19 -

enerjisinin sera ilkesinin bir bölümü olarak evlerin ısıtılmasında ya da elektriksel güç kaynağı

olarak kullanılması olasıdır24

.

Yukarıdakine benzer biçimde rüzgârdan, mekanik güç üretme anlamında

yararlanılması tarihin en eski dönemlerinden beri bilinmektedir. Bunun elektriksel güç gibi

diğer alanlar için yaygınlaştırılması önemlidir. Bunun yanı sıra, su hem canlılar hem de

üretim için yaşamsal bir enerjidir. Üstelik rüzgâra göre daha avantajlıdır çünkü akışı çok daha

düzenlidir ve önceden kestirilebilir özelliktedir. Dezavantajı ise, uzak mesafelere iletilmesi

bakımından maliyetlidir. Sadece nehirlerin bulunduğu bölgelerle sınırlıdır25

. Bu konuda

çözüm arayışlarına giden bir teknolojik gelişme mümkün kılınmalıdır. Dickson, bu kısımda,

suyun alternatif kullanımına ilişkin pek çok örnek vermiştir.

Toprak ise bunların arasında en önemli ögedir. Topraktan elde edilecek kalıntılarda ve

çöplerin yeniden dönüştürülmesi aşamasında toprağın ekolojik denge içinde kullanılması çok

önemlidir. Gübreler, mutfak atıkları gibi organik artıkların ayrıştırılması ile elde edilecek olan

metan gazının birçok kullanım alanı bulunabilir26

. Üstelik küresel ısınmaya karşı metan gazı

salınımlarının kontrol altına alınması ve yeniden kullanılabilir hale getirilmesi metanı önemli

bir enerji kaynağına dönüştürecektir. Bu uygulamalar için belli teknolojik tasarımların

geliştirilmesi, alternatif teknolojiler için esastır.

Yukarıda anlatılan kaynaklar bir arada kullanıldığında küçük toplulukların enerji

gereksinimlerini önemli ölçüde belki de tümüyle karşılayabilir. Üstelik bu kullanımlar

sayesinde yaşam döngüsü içinde üretim ile bireyin ilişkisi bakımından bir ritim de

oluşturabilirler. Üretim etkinlikleri doğallaşabilir. Bu Dickson’un Bookchin’den alıntıladığı

üzere “insanın doğa ile olan bağlarının devrimci bir biçimde yenilenmesi”27

anlamına

gelebilir. Böylesi bir yapısal dönüşümün aslında çok da yakın ve düşünülenden basit yollarla

gerçekleşebilir olduğu görülmelidir.

(b) Üretim ve Örgütlenme Temelinde Alternatif Bir Düzenin Ögeleri: Besin,

Konut, Ulaşım, Tıp

Bu bölümde Dickson, mal üretimi ve toplumsal örgütlenme konularında, alternatif

teknolojilerin önerilerini ele almaktadır. Bunların adı geçen konularda, önemli kazanımlarına

değinmektedir. Örneğin besin üretiminde ütopyacı teknologların, geleneksel tarım

tekniklerinden öğrenecekleri çok şey olduğunu ileri sürer28

. Aynı şekilde bu bakış açısı,

insanların barınma ihtiyacına getirecekleri çözümler için de yanıtlar sağlayabilir.

İnsanlık, üretim ve yaşama alanları arasındaki mesafeyi azaltacak tasarımlar ve

uygulamalar ortaya koyabilirse, ulaşımın maliyetleri ve doğaya verdiği tahribat da

azalacaktır. Bunun mümkün olması, kökten bir yaşam biçimi dönüşümünü gerektirir. Ancak

bu yapısal dönüşümün dışında geliştirilebilecek olan alternatifler de vardır. Bu alternatifler

için kitlelerin toplu olarak ulaşımını sağlamak, bireyin sağlığı için kullanımı özendirilecek

olan bisiklet ve bunun mekanizmasını diğer teknolojilerle birleştirilip uygulamaya koymak,

yukarıdaki bölümde değinilen alternatif enerji kullanımları ile ulaşımı gerçekleştirmek ve

otomotiv endüstrisini teşvik etmeyecek bir politika dizisini yürürlüğe koymak biçiminde

24

s. 141 25

.s. 150 26

Dickson, a.g.k., s. 152 27

s. 153 28

s. 155

Page 20: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 20 -

örnekler verilebilir. Dickson bu bölümde bazı teknik modellerin ayrıntılarını da belirtmiştir-

Stirling motoru, havadan sarkan raya monte edilen metro gibi29

.

Tıp alanındaki teknikler için kuşkusuz bunların ideolojik sorgulanmaları başta

gelmelidir. Amaç, her ne olursa olsun uzun yaşam mı olmalıdır sorusuna yanıt aranmalıdır.

Amaç, yaşanan süre ne olursa olsun bunun en sağlıklı biçimde geçirilmesi olmalıdır. Önleyici

tıp çalışmaları, topluluk düzeyinde işleyen kamu sağlığı pratiklerine yönelik olmalıdır30

.

İnsana, bir nesne, üzerinde çalışılacak bir deney malzemesi olarak bakan tıp anlayışı terk

edilmelidir.

Yukarıda sözü edilen tüm bu alternatif modellerin ilk başta yerele yetki verilerek

yürürlüğe konması esastır. Bu modeller, bir bütün içinde toplumsal düzenin yeniden inşasını

oluşturacaktır. Bu nedenle açıklanan tüm bu önerileri, birbirinden bağımsız değil, biri

diğeriyle ilişkilendirilmiş bir bütünün parçaları olarak görmek daha doğru bir yaklaşım

olacaktır. Aynı nedenle, bu önerilerin ideolojik bakış açısı yani paradigma farklılığı ortaya

konmalıdır. Bugünkü teknolojilerin sadece araçlarına değil, sadece kullanımlarına değil,

hangi amaç doğrultusunda üretildiklerine ve nasıl bir sisteme hizmet ettiklerine ilişkin

yapılan sorgulamanın, aslında devrimci bir kopuş anlamına geldiği her zaman akılda

tutulmalıdır. Bu önerilerin tümü kapitalist olmayan bir toplumsal düzen kapsamında

içselleşebilecek olgulardır31

.

III.2. Yapısal Dönüşümün Mc Luhan’a göre Dile Yansıması

McLuhan’a göre, “aracı, iletinin kendisidir”. Bir iletişim eyleminde belirleyici olan

şey iletilmek istenenin içeriği değil, bu ileti için kullanılan aracın tekniğidir. Ona göre

insanların ilişki ve eylem ölçülerini biçimleyen ve belirleyen tek şey kullanılan araçlardır.

Her iletişim tekniği ya da belli iletişim teknikleri grubu belli bir kültürü ortaya çıkarırlar.

McLuhan’a göre bütün medya insan duygularının ve güçlerinin uzantısıdır. O kadar ki

ona göre küresel elektronik ağ, insanın sinir sisteminin aslında bir uzantısından ibarettir.

McLuhan her türlü teknolojinin insanın uzantısı olması görüşü ile teknolojik gelişimin insan

ilişkilerini nasıl bir kapsamda ve hangi boyutlarıyla etkilediğine vurgu yapmaktadır. Buna

göre McLuhan insanın düşüncesinin ve organlarının bir uzantısı olarak yeni buluşlar yaptığını

ileri sürmektedir. Örnek olarak toprak kazmak için icat edilen kürek insanın elinin ve

ayağının bir uzantısıdır. Mikroskop ve teleskop da insanın gözünün uzantısıdır. Otomobil de

insanın ayağının uzantısıdır. Ama aynı zamanda yeni bir teknoloji mevcut durumda geçerli

olan ve yaygın olarak kullanılan teknolojik kalıpları ya tümüyle ortadan kaldırır ya da bir üst

aşamaya sıçratır. Örneğin ateşli silahın bulunmasıyla okçuluk önemli bir savaş tekniği ya da

bir vasıf olmaktan çıkmıştır. Böylece yetenek olarak da körelmiş ve marjinalleşmiştir.

Teknolojilerin kaderi budur. Otomobilin icat edilmesi de yürüme kültürünü ortadan kaldırmış

ve bunun sonucunda kentler ve ülkeler otomobile uygun olarak gelişme göstermişlerdir.

Telefon sesin uzantısıdır. Ancak telefon insanların mektup yazma alışkanlıklarını yok

etmiştir32

.

29

Dickson, a.g.k., s. 167 30

s. 169 31

s. 177-9 32

McLuhan, a.g.k., ilgili bölümler

Page 21: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 21 -

Medya, yani araç iletilen mesajdan çok insanlar üzerinde etkilidir. Araç sadece

mesajın taşıyıcısı rolünü üstlenmez. O belki de mesajdan daha çok insanların düşünce

yapılarını ve algılayışlarını değiştirir. Algımızı şekillendirir ve belki de algımızı farklı

formlara sokar. Kitap, radyo, televizyon ve sinemada verilen mesajların hepsi farklı etki

oluşturur. Örneğin insanlar yazılı kültürün etkisiyle kitapta verilen mesajı daha zor unuturken,

televizyonda verilen mesajı daha kolay unutabilmektedir.

III.3. Gezegenin Bir Canlı Türü Olarak İnsan ve Onunla İlişkisi

(a) Dünyayı Nasıl Anlamaya Çalışıyoruz? – Mc Luhan

McLuhan’a göre insanoğlunun doğası, büyük bir hızla, çok yaygın bir gezegen

duyarlılığının oluşmasına ve hiçbir gizin kalmamasına yol açacak kadar enformasyon

sistemlerine dönüştürülmektedir.

“Şimdiki zamanda olan odur ki, artık değişim öyle büyük bir hızla gerçekleşmektedir

ki, dikiz aynası işe yaramamaktadır. Jet hızıyla giderken dikiz aynaları işe yaramazlar. Kişi,

gelecekle başa çıkmanın bir yolunu bulmak zorundadır. İnsanoğlu bundan böyle, bilinmeyen

karşısında duyduğu korku yüzünden yeni olan şeyleri eskisi gibi bir şeylere dönüştürmek için

bu kadar enerji harcayamaz ve bu durumda sanatçının yaptığını yapmalıdır. Şimdiki zamana

bir görev anlayışıyla yaklaşmalı; tartışılması gereken bir çerçeve olarak çözümleme ve başa

çıkma alışkanlığı geliştirmeldiri ki, gelecek çok daha berrak bir biçimde görülebilsin.”33

McLuhan’a göre 20. yüzyılın son yarısında Doğu Batı’ya doğru koştururken Batı da

oryantalizmi kucaklayacak ve bütün bunların hepsi de, birbirleriyle başa çıkma, şiddetten

kaçınma çabası çerçevesinde gerçekleşecektir. McLuhan barışın anahtarının, iki sistemi, eş

zamanlı olarak anlamak olduğunu söylemektedir. Aşırı bilgi yüklemesinin insanların

psikolojileri üzerinde olumsuz etki yaptığına da dikkat çekmektedir. Bu yüklenme insanları

duyarsızlaştırmakta ve kişilik bölünmelerine yol açacak bir noktaya sürüklemektedir.

(b) Dünyayı Nasıl Anlamalıyız? Brecher-Costello-Smith

Küreselleşme süreci hem geri çevrilemez, hem de var olan şekliyle sürdürülemez bir

konuma sıkışıp kalmıştır. İnsanların yapmayı seçtikleri her şey, bütün olasılıklar dâhilinde

insanlığın gezegendeki geleceğinin yaşamını şekillendirecektir. Eğer, teknolojinin ve buna

bağlı olarak politik ortamın insanoğlunu aynı şekilde etkilemesine izin verilirse, bizleri hiç iç

açıcı sonuçların beklemediği açıktır. Bu sonuçlar herkesin herkese karşı savaştığı bir dönem,

tek bir süper gücün hâkimiyetindeki bir dünya, küresel seçkinlerin tiranlığına dayalı bir

ittifak, küresel bir çevre yıkımı ya da bunların bir birleşimi olabilir. Tüm bu sonuçlardan

kaçınmanın yolu, yaşanan süreçleri emek cephesinden bakarak yeniden tanımlamak ve

insanları ayrı kamplarda değil aynı amaçlar ve model etrafında bütünleştirici politikalar

üretmektir. Bundan vazgeçmek gezegendeki yaşanabilir ortamın sona ermesine ve canlı

türlerinin insan da içinde olmak üzere yok olmasına göz yummak anlamına gelecektir34

.

33

a.k., s. 8 34

BCS, a.g.k., s. 16

Page 22: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 22 -

IV. Sonuç Yerine:

Alternatif Yapılar Oluşturmak ve İletişim Teknolojilerinin Rolü

IV.1. Küresel Bir Program Taslağı ile Dünyayı Yeniden Kurmak

BCS, kitabın 6. bölümünde aşağıdan küreselleşme çağrılarında bir model

önermektedir. Bu model yedi temel ilke çerçevesinde somutlaşmaktadır35

. Bunlar şu şekilde

sıralanmıştır:

Emekle ilgili, çevresel, toplumsal ve insan hakları koşullarını iyileştirme

Yerelden küresele kadar her düzeyde kurumları demokratikleştirme

Kararları, olabildiğince bu kararlardan etkilenenlere yakın düzlemde, politikleşme

temelinde alabilme ve gerçekleştirme

Küresel zenginlik ve gücü eşit hale getirme

Küresel ekonomiyi çevresel sürdürülebilirliğe dönüştürme

İnsani ve çevresel ihtiyaçları karşılayarak refah yaratma

Küresel ekonomik patlamaya ve ardından gelen çöküşe karşı korunma

Burada BCS’nin önerdiği, iletişim teknolojilerinden en üst düzeyde bu ilkeler

etrafında örgütlenilmesi doğrultusunda yararlanmaktır. Kitle iletişim araçları büyük ölçüde

sermayenin kontrolünde olsa da açık bulunan ve zorlanan tüm yollar bunun için

kullanılmalıdır.

IV.2. Elekronik / Sanal Dünyanın Eleştirisi

Kuşkusuz internet ağları aracılığıyla dünyanın artık bir iletişim sarmalı içinde dönüp

durduğu ve bir anlamda da bu şekilde daraldığı bir ortamda yaşıyoruz. Günlük

deneyimlerimiz bize bu ağın dışında bir yaşam olmayacağını her an hatırlatıyor. Alternatif

teknoloji akımları içinde bu teknolojinin, bireyin toplum içindeki yaşamını daha az

yabancılaştırıcı biçimde kullanılmasına ilişkin model önerileri bulunmakla birlikte bunların

bir bütünlük içinde olduğu da henüz söylenemez. Kuramsal çalışmalar geliştikçe, bunların bir

bütünlük kazanması ve eylem planlarının belirlenmesi de söz konusu olacaktır.

Bireyin özel yaşamında belirleyici bir yere sahip olan bu elektronik/sanal dünyanın

kamusal alan için de yaşamsal önem kazandığı açıkça görülmektedir. İnternet üzerinden

iletişimin olmadığı dönemde nasıl bir bilgi alışverişinde bulunulduğu neredeyse unutulmuş

durumdadır. Alternatif yaşam biçimlerini bugünün teknolojik gelişmişlik düzeyine

uyarlayarak oluşturmak gerekmektedir. Teknolojiden vazgeçerek, yalıtılmış bir ortam

oluşturulması mümkün değildir. Bu gerekli de değildir. Amaç, alternatif teknolojik yapıların

önemini kavramak ve bireyin dünyasını daha iyi hale getirmek için kullanmak üzere

yöntemler geliştirmektir.

Toplumda, iş yaşamında ve diğer alanlarda giderek artan yabancılaşma, teknolojinin

vaat etmiş olduğu güzel ve mutlu bir geleceği insanlığa kazandıramayacaktır. Tam aksine,

bireyin diğer bireylere ve kendine karşı yaşadığı güvensizlik ve umutsuzluk duygusu

artmaktadır ve yaşamın sürdürülebilirliğini tehdit eden bir boyuta ulaşmıştır. Bu durumda,

toplumsal yaşamın ve bireylerin sağlıklı ve mutlu bir yaşam içinde olmalarının koşulu,

teknolojinin bugünkü hali ile artarak kullanımı olamayacaktır. Alternatif teknolojiler

aracılığıyla eşitlikçi, ayrımcılıkları ortadan kaldırmaya hizmet eder nitelikte üretilecek olan

35

s. 97-113

Page 23: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 23 -

modeller ve bunların hem kamu yönetimi hem de bireyin özel yaşamı içinde, toplumsal

ilişkiler ağı üzerinden kamusal alanla kesişen bağlantı noktalarında kullanılma seçeneklerinin

uygulamaya geçirilmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu çalışmanın asıl amacı bunun

kaçınılmaz bir arayış olduğunu vurgulamaktır. Birçok eksiği ile birlikte, bu amacın yerine

getirildiği umut edilmektedir.

Kaynakça

Brecher, J., Costello, T. ve Brendan Smith, Aşağıdan Küreselleşme, Aram Toplum Yayınları,

İstanbul, 2002

Dickson, David, Alternatif Teknoloji: Teknik Değişmenin Politik Boyutları, Ayrıntı Yayınları,

1992

Habermas, J., İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, YKY-Cogito Dizisi, İstanbul, 2004

MacBride, S., “Bir Çok Ses Tek Bir Dünya”, Unesco Türkiye Milli Komisyonu Raporu

içinde, Ankara, 1993

McLuhan, M., (1962), Gutenberg Galaksisi – Tipografik İnsanın Oluşumu, YKY, 1. Basım,

İstanbul, 2001

Savaş, G. “Kitle İletişim Araçlarına Eleştirel Bir Yaklaşım”, Uluslararası İnsan Bilimleri

Dergisi, www.insanbilimleri.com

Page 24: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 24 -

Egemenin Deneyiminden Deneyimin Egemenliğine: Pessoa Şiirinde Varlık Problemi

Kadir Güven

I

Portekizce, “pessoa” kelimesi “(hiç) kimse” anlamına gelir. Hiç kimse; bir bakıma,

herhangi bir yerde kendi halinde yaşayan, tarihin umursamadığı, niteliksiz bir yaşamın sahibi

değilse nedir? Gerçekten de Pessoa, İngilizce ve Fransızca ticaret mektupları yazarak geçinen

önemsiz bir memur olarak yaşamıştır. Ophelia Quieroz1 bir mektubunda, Luis de

Montalvor’un2 sık sık Pessoa’ya: “Fernando, senin hala tanınmamış olman bir cinayet”

dediğini yazar. Sıradan bir memur herkes tarafından nasıl tanınabilir ki? Pessoa, sanki

yarattığı bütünlüklü şiirin onu geleceğe taşıyacağına kesinlikle inanarak, her seferinde şöyle

der: “Boş verin, çünkü ben ölünce geriye sandıklar dolusu kalacak.” Sandığında, yirmi bini

aşkın el yazması vardı; ancak tüm bu fragmanlar, ölümünden sonra hatırlanması için yeterli

olmamıştır. İlginçtir ki, Latince persona kelimesi, pessoa kelimesi ile aynı anlamdadır;

“oyun” ya da “maske” demektir. Aslında Pessoa, çoğunlukla, “aynı oyunu farklı maskelerle

oynayan” gizemli bir şair olarak gösterilmiştir. Çoğu entelektüel gibi, yaşadığı çağın

“sonradan farkına vardığı” en otantik ve bütünsel uğraklardan biridir. Peki, Pessoacı şiiri nev-

i şahsına münhasır kılan şey tam olarak nedir?

II

Bilindiği gibi, Platoncu felsefe, her türden sanatı felsefenin soyuna çekmemiş olmakla

suçlamıştır. Platon’un İdea’ları, insan dünyasına ait gerçekliği, insan zihninden tamamen

bağımsız olarak temsil etme yetisine sahiptirler; varlıklar ya da nesneler, İdealar aleminin bir

çeşit sabit fonksiyonudur. Bir başka deyişle, İdea nesnesinden tamamen “kopmuş”

vaziyettedir. Platoncu teşhis gayet açık ve nettir: hakikatin bilgisini elinde tutan “nesnel

kürsü” felsefedir; sanat, toplumsal gerçekliğin vasat bir “kopyası” –hatta, ancak kopyanın

kopyası olabilir– olmaktan öteye geçemez. Çünkü sanat (felsefe gibi) “adam akıllı” ölçüp

biçmez, üretken –gidimli3– düşüncenin yerine keyfi bir biçimde “dilin yasa tanımaz

buyruğunu” geçirir. Şiir, bunu yaparken “egemenin deneyimine” çomak sokacaktır –ki

Platoncu siyasetin aklını başından alan olasılık bundan başka bir şey değildir. Buna karşılık,

anti-Platonculuk “hakikatin/gerçekliğin” taşıyıcısı olma payesini felsefenin elinden alıp

sanata verir. Amerikalı eleştirmen Sontag’ın4 dediği gibi, “Sanat olarak sanat, ancak bu

kuram nedeniyle anlaşılması güç, savunma gerektiren bir şey olur”. Kısacası, egemenin

deneyimine “bütünlük” veren fikir bundan başka bir şey değildir.

Peki, “deneyimin egemenliği” ile ilgili olarak, ne düşünebiliriz? Fransız felsefeci

Alain Bodiou, Felsefi Bir Görev: Pessoa’nın Çağdaşı Olmak başlıklı makalesinde,

Pessoa’nın şiirinin, çağının mevcut tartışmalarının ötesine bir yerde durmakta olduğunu

1 Pessoa, Fernando, Ophelia’ya Mektuplar, Sel Yayıncılık, 2009, s. 90.

2 Fernando Pessoa ile birlikte Orpheu dergisini kuran Portekizli modernist şair.

3 Gidimli (discursive) düşünme, fikri tasarılar arasında yol yaparak, çıkarımlar oluşturarak ve mantıklı

izleklerin peşinden giderek düşünme, diye tanımlanabilir. 4 Sontag, Susan, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Metis Yayınları, 2008, s. 10.

Page 25: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 25 -

söylemiştir. Pessoa’cı şiirde uç veren ve onu marjinalleştiren çağımıza yabancı yenilik, bu

fazlalık nedir? Bodiou’ya göre, Pessoa, kökleri Platon’a kadar uzanan ve günümüz

literatürüne hakim olan “sanat” ve “felsefe” arasında sürüp giden ikircikli ilişkiyi, farklı bir

bağlama taşımıştır. Bodiou Pessoa şiirinin, “...Platoncu ya da anti-Platoncu olmamayı

başaran bir yol açtığını” düşünmektedir5.

XX. yüzyıl, kendini Platoncu sanat anlayışının

karşısında konumlandırırken, Pessoa İdea’ya götüren tüm yollara “iri” taşlar koymuştur.

Şöyle de söylenebilir: yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekliyle, Platon’da egemenin

deneyimine aracılık eden aşkınlık fikri, Pessoa’da deneyimin egemenliğine dönüşerek yok

olmaktadır. Bodio’nun6 yazdığı gibi, Pessoa’nın şiirinde, “Şeyler, İdea’larıyla özdeştir”. Pasif

ve Bir’in türevi olarak düşünülmüş “kendinde–varlık” yerine, etkin ve Çok’un olumsal

çeşitlenmeleri ile özdeşleşen “kendi–içinde varlık” geçirilmiştir. Çünkü özbilinç sahibi varlık,

her halükarda araya giren bir “üst buyruk” tarafından sabitlenmemiştir. Nesneler ya da

varlıklar, İdea’nın talim ve terbiyesinden haberdar değildir. Bilinç sahibinin, kendi benliği ile

olan ilişkisini kavrarken, hiçbir şekilde “İdea’nın çemberinden” geçmesine gerek yoktur.

Egemenin deneyimi veya deneyimin egemenliği düşüncesine dikişli üçüncü bir

seçenek, “deneyime egemen olan nesnel bir dram” yok mudur Pessoa’da? Pessoa

yazdıklarının tümüne, “dünyada bir başına kalmak isteyen” ve sürekli “kasvetli ve bunalım

içinde devinen” karakterini yansıtmıştır. Onun, ömrü boyunca peşinden koştuğu şiir tasarısı,

bireysel varlığının “sürekli bir biçimde yaşadığı iç sıkıntısına” kulak kesilerek

kavranmadıkça, tam olarak anlaşılamaz. Şöyle ki, buradalık, yani “bu dünyada” bulunma,

Sartre’da ya da Camus’da olduğu gibi, Pessoa için de saçmadır. Pessoa’da, dünya üzerinde

eylemde bulunmak ve gündelik telaşelerin tutsağı olma fikri, yadırganarak yerden yere

vurulur. Aydınlanmış bireyin tekilliği dışında –ki bu Pessoa’dan başkası değildir– evrende

yer etmiş her türden hakikat aynı kefeye konur. Dünya ile ilişki kurma zorunluluğunun

beraberinde getirdiği bilinçsizlik hali, bir bütün halinde “insanlığı kendi kökleri ile ilgili

doğru bilgiye ulaşmaktan” men etmiştir. “Zorunluluk” ve “Yazgı” birbirinden bağımsız

değildir; iç içe geçmiş durumdadır. Hepimiz, “...Yazgı’nın torunları, Tanrı’nın

evlatlıklarıyız...” der Pessoa7 ve ekler: “Tanrı, Sonsuz Gece’yle evlidir ve o da hepimizi

doğurmuş olan kaosun duludur.” Demek ki, Pessoa’da, sürekli aynı kalan kurucu gücün

“kendi yasasını süresiz dayatmasıyla” karşı karşıyayız. Bu bağlamda, bu makalede ileri

sürülen fikir tam olarak şudur: Pessoa’cı şiir düşüncesi, varlığı, Platoncu tartışma

bağlamından söküp çıkarmıştır: fakat bunu yaparken, yukarıda tanımlandığı şekliyle onu,

Yazgı’nın pasif alıcısı konumuna dönüştürmüştür. Pessoa’nın şiirini okurken kendimizi, şiirin

kendi dışında bıraktığı herhangi bir “şey” gibi hissederiz. Sanki Kozmos, “Pessoa ve onun

dışında kalan her türden şey” arasında tam ortadan ikiye bölünmüştür.

III

Kulağımıza çalınan kederli bir müzik: “Sonsuza dek bedenlerimizin içine

hapsedildik!” Varlığın biyolojik boyutu, insanı bedensel olarak “kendi içine kapatılmış bir

hareketsiz” olarak taçlandırmıştır. Derilerimiz, bilincimizin bağlı kaldığı “sabit merkezi”

garanti altına almıştır. (Pessoa, Bir Kaçağım Ben8 şiirinde, “İnsan sıkılırsa aynı yerde

yaşamaktan / Ben neden hep aynı derinin altında sıkılmadan yaşayayım?” diye sorar.) Ömür

boyunca, aynı derinin altında çakılı durmaya yazgılıyız. Bedenimiz için “uzam” ve “mekan”

5 Bodiou, Alain, Başka Bir Estetik, Metis Yayınları, 2011, s. 52.

6 Bodiou, s. 56.

7 Pessoa, Fernando, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yayınları, 2011, s. 73.

8 Pessoa, Fernando, Uzaklıklar, Eski Denizler, Can Yayınları, 2011, s. 108.

Page 26: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 26 -

ne ise hep öyle kalır. Benlik, deri-altına sıkışmış varlığın, kişisel dünyasının olumlanmasıdır.

Ancak, vücudun verili sınırları içerisinde kalma zorunluluğunun kabul edilmesi ile birlikte,

yaşam ve bilinç yeniden üretilebilir. Başka bir bedene sahip olmak “düşler alemi” dışında

mümkün değildir.

“Don Quijote ve Madame Bovary’de” diye yazar Felski9 “...baş kahramanları mest

edip akıllarını çelen şey, romans türünün sunduğu düş dünyalarıdır.” Romans türünden

kaynaklanmasa da, bu mest olma durumu Pessoa10

için de fazlasıyla geçerlidir: “denize

açılmak gerekli” diye yazıyordu Pessoa, “yaşamak gerekli değil”. Pessoa, kafasında sınırsız

sayıda “düşsel yaşantı” tasarlayan ve bunları bol keseden dağıtıyormuş gibisinden yücelten,

Ben’liğin çatlağını bularak yolu açan şairdir. 1935’te öldüğünde, sandığından çıkan binlerce

fragman, belirli bir zaman aralığında yaşamış oldukları düşlenen –bazılarının bilgileri

kayıptır– hayali karakterlerin takma isimleri ile yazılmıştı; Alvaro de Compos, Alberto

Caeiro, Ricardo Reis, Bernando Soares, Antonio Mora ve bizzat Fernando Pessoa. Bu

karakterler, kestirme yoldan giderek, Pessoa ile birebir özdeş sayılamaz; her biri “uzamın

egemenliğini” aşma yönünde atılmış birer adımdır.

İtalyan edebiyatçı Antonio Tabucchi11

Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü’nde, bütün

kurmaca karakterlerin sırasıyla hastaneye gelerek Pessoa’ya veda ettiği “teatral bir son”

kurgulamıştır. Çoğul kimlikler, gerçek varlığın yok olması ile birlikte solup gideceklerdir.

Çünkü Pessoa için varlık, kendi ideal benliklerinin bilinçli kurucusu pozisyonundadır. Şöyle

de söylenebilir; Pessoa’da varlık ve praxis problemi, “çoğulluk” ya da “olumsallık” fikrinden

ayrı ele alınamaz. Colusso’ya12

kalırsa, Pessoa’nın getirdiği “büyük yenilik” burada ortaya

çıkar: “Temelde, Katoliklik ve Hıristiyanlıktaki biricik ruh fikriyle, tek ve bölünmez ruh

fikriyle mücadele etti Pessoa. Pagan dinlerindeki çoğul ruhun dönüşünü arzuladı.” Çoğul

ruhlar, praxis bağlamında, eşsiz bir deneyimin gizemli özneleridirler; “dünya ile aralarındaki

boşluğun şaşkınlığını” devamlı suretle aşmaya çabalarlar. Ama her durumda, sorun öylecene

karşımızda durmaktadır; boşluk, şiirin maddiliği ile doldurulabilecek midir? Şöyle sormak da

mümkün; “varlığın çoğulluğu” ve “düş birikimi” ile desteklenen bu çabalamalar, varlık ile

dünya arasındaki derin boşluğu doldurmaya yetebilir mi? Yanıt olumsuzdur; Bloch’un13

hayal kırıklıklarının listesini yaparken söylediği gibi, “hiçbir zaman Pazartesi sabahına

erişemeyecek olan” bir şölenin törenselliği, var olanın yakasına sıkıca yapışır.

IV

Yukarıda belirtilen savları Pessoa şiirinde göstermeyi deneyebiliriz. Benjamin14

Boudelaire’de Bazı Motifler Üzerine isimli makalesinde, “kumarbazın” ve “sanayi

proleterinin” pratik etkinliğinde ortak bir özellik olduğunu düşünür: “Tıpkı kumarda bir

cuop’nun (atış) bir önceki coup’dan kopuk olması gibi elin makineye müdahalesi de bir

öncekinden kopuktur; bu yüzden de işçinin angaryası kendi tarzında kumarbazınkinin

karşılığıdır. Her ikisinin çalışması da aynı ölçüde içerikten yoksundur.” Çağımıza özgü

şekliyle, reflekslere dayanan bir benzerliktir bu. İşçi, üretimin organizasyonunda hiçbir

şekilde, söz sahibi değildir. Üretimin “araçları” ve “konusu” patron tarafından önceden

9 Felski, Rita, Edebiyat Ne İşe Yarar, Metis Yayınları, 2010, s. 81.

10 Aktaran, Işık Ergüden-Hur Yumer, Şeytanın Saati, Can Yayınları, 2008, s. 8.

11 Tabucchi, Antonio, Fernando Pessoa’nın Son üç Günü, Can Yayınları, 2005.

12 Colusso, Tiziano, Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü (Önsöz), Can Yayınları, 2005, s. 6.

13 Bloch, Ernst, Umut İlkesi, İletişim Yayınları, 2007, s. 228.

14 Benjamin, Walter, Boudelaire’de Bazı Motifler Üzerine, Son Bakışta Aşk İçinde, 2008, s. 137.

Page 27: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 27 -

belirlenmiştir ve tüm bu akılcılaştırmanın, ücretli emekçinin “kişisel/entelektüel” hedefleri ile

uzaktan yakından ilgisi yoktur. Üretim ile ilgili işlemler, üreten “özneyi” içermez. Kumar

oyuncusunun bağlı olduğu mekanizma, tıpkı işçi de olduğu gibi, tüm projeleri onun adına

yürürlüğe koymuştur. Kumar salonunun havası, fabrikanın havasından farklı değildir. “Hep

yeniden başlamak” der Benjamin15

“kumarın düzenleyici fikridir –tıpkı ücretli işte olduğu

gibi”.

Pessoa için insanlık, Benjamin’in örneğinde kumarbaza ya da işçiye denk düşecek

biçimde, dünya ile ilişkisinin farkında olmayan “bilinçsiz” bir unutkandır. Varlığının

köklerini unutup sebat etme durumu, her daim uyanık kalmayı becerebilen bir uyuklamanın

çimentosundan yapılmıştır. Pessoa’nın tüm şiirleri, “dünyaya yönelmek zorunda kalmış

bilinçli varlık olarak insana” dair ebedi bir sıkıntının etkilerini taşır. İnsanlar, “sokak

lambasının puslu ışığı altında amaçsızca uçuşan sineklerden” farksızdır. Şöyle söylemek de

mümkün; “Bizler, yani bir bütün halinde insanlık, “dış–dünya” ile aramızdaki uçurumun

farkında değiliz. Ne yaparsak yapalım, “kendimizden, kendimiz olmaktan” kurtulamayacağız.

Çünkü lambayı kimin yaktığını unuttuk.” Alberto Caeiro takma adıyla yazdığı, Günebakan

Gibi Keskindir Bakışım16

isimli şiirinde, bu nokta gayet belirgindir.

İnanırım Dünya’ya, bir papatyaya inandığım gibi

Çünkü görürüm onu ama düşünmem.

Çünkü düşünmek anlamamaktır...

Onu düşünmemiz için değil,

(Düşünmek iyi görememektir)

Biz ona bakalım ve onunla uyum içinde

Olalım diye yaratılmıştır dünya.

Felsefem yok, duyularım var benim...

Doğadan söz ediyorsam onu bildiğimden değil,

Sevdiğimdendir bu, onu sevmemin nedeni de

Sevenin neyi sevdiğini, niçin sevdiğini

Ve sevginin ne olduğunu asla bilmemesidir.

Şairin ve şiirin temel arzusu, “gerçeği/hakikati” dolaysız bir biçimde ortaya

koymaktır. Bu yüzden, ilk elden, tasvirler açık ve basit gerçekliğin dolaysızlığı ile

kırpılmıştır. Burada, doğayı doğa yapan bütün derinlik tüm çıplaklığı ile karşımızda

durmaktadır. Karmaşık, yüklemlerinin taslağı çizilmemiş ve tamamlanmamış sonsuz sayıda

eyleminin taşıyıcısı olan bir kurmacanın “kuru hakikati” ile karşı karşıya kalırız. Pessoa’nın

gözünde, “uyumun harikulade birliği” herhangi bir fenomenolojik yanılsamaya angaje

olmayacak derecede belirgindir.

Aslında, Pessoa’nın şiiri, sonsuz olanın yolunu yaparak, doğayı “insansızlaştırmak”

istiyordu. Şiirleri, ekseriyetle, insanların sonsuza kadar ortadan kaybolduğunu hissettirir.

Pessoa’da, bir nesne, hayvan ya da insan, aynı bilinçsizlik değerleri ile yüklü oldukları

müddetçe, birbirlerinden ayrı kategorilerde değerlendirilmemiştir. Tam tersine, insanların,

şeylerin ve nesnelerin özü, aynı “özdeş maddenin kristalleşmesi” sonucu ortaya çıkmıştır.

Pessoa sanki bize şöyle der gibidir: “Öyle görünüyor ki, insanın pratik biyolojik yaşamı,

hayvanlar ile çok fazla benzerlik taşır. Belkide, daha garip olanı, insanın tahtadan yapılmış

15

Benjamin, s. 140. 16

Pessoa, 2011, s. 22.

Page 28: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 28 -

masalar ya da parlaklığını yitirmiş metal paralar için geçerli olan doğal kanunlara tabii

olmasıdır; örneğin, insan herhangi bir şey gibi “atomlarına ayrılabilir” veya ömrünü

tamamladığında, değersizleştiği düşünülerek “gözden çıkarılabilir” vb.. Ve insan, kararlı ve

azimli bir yüreklilikle ve aynı zamanda bitkilere nispet edercesine, “çorak arazinin uzak bir

kenarında ya da bir direğin dibinde yaşadığını bilmeden” yaşayabilir.”

Böyle bir “kendi konumunu belli etme deneyimi” çoğu kez, hayalperestlikten oldukça

uzak ve nihilizme fazlasıyla yakın bir perspektifle özdeşleştirilebilir. Bu özdeşliğin ötesinde,

düşünmeme ve uyum sağlamama saadeti, sadece şairin ve bir elin parmağı kadar filozofun

bilgisi dahilindedir. Muazzam sayıda insan ve onların dünya ile kurduğu ilişkiler,

yanılsamalar ve bilinçsizlik ile harmanlanmış “patikalarından” geçerek, kendini kaptırma ve

kendini kaybetme deneyiminin “sürekli güneş gören yüksek tepelerine” ulaşmıştır. Pessoa,

varlığı Platon’dan kurtarıp “kısmetini açma” işini yüklenirken, aynı zamanda insanlığa

“uzaktan” ve “midesi bulanarak” bakıyor gibidir; Denize Övgü’nün sonuna doğru “Zavallı

insanlar! Hepimiz, her yerdeki biz zavallılar!” diye bağırır sanki. Başka bir evrenin vatandaşı

olma ve her şeyi olduğu gibi bırakıp gitme arzusu, Pessoa’ya Öteki’ni (insanlığı) unutturmuş

gibidir. Compos17

takma adıyla yazılmış Denize Övgü18

şiirinde, işgal ettiği “anlamsız

konumun protezini” söküp atma isteğini belirginleştirir.

Yuh bana! Çılgınlığımı yaşayamadığım için

Yuh bana! Ayaklarım her zaman uygarlığın eteklerine

dolandığı

Ve sırtıma bir çuval dantel yüklenmiş gibi inceliklerle

davrandığım için!

Biz hepimiz, çanak yalayıcıları çağdaş hayırseverliğin!

Veremliler, sinir hastaları gibi bitik, içe geçmiş,

Vurup kırmaktan, erkekçe dövüşmekten kaçan,

Ruhlarını iplikle bağlı bir tavuk ayağı gibi sürükleyenler!

“...Caeiro sonlunun saltanatını üretiyorsa” der19

Bodiou, “Compos şiirin enerjisinin

sonsuza kaçmasını sağlayacağı içindir.” Pessoa’nın şiirini okurken, varlık olarak, burada,

“boş bir gösteren” olduğumuzun derinlemesine ayırdındayızdır; yaşamın anlamsızlığını şeffaf

bir biçimde yansıtan prizmanın ışığı, olduğumuz yeri terketmek zorunda bırakacak derecede

güçlü bir biçimde, gözümüzü almaktadır. Sanki anlatılanlar, bizi tek hamlede

üzerimizdekilerden kurtararak çıplak bırakır. Varlığımızın dokusuna işleyen ve bizi boydan

boya kat eden “evren hapisanesinin” tam ortasında kaldığımızı derinden hissederiz. Tarihi ve

bu dünyadan kurtulma fikrini askıya alan “geçirimsiz” ve “sonsuz” bir çember, sürekli olarak

“kendi içine” kapanır durur. Bizi bu “çoğul mezarlıktan” kurtaracak bir başka hayatın ırmağı

ebediyen kurumuştur.

V

Yukarıdaki tartışmayı biraz daha açabiliriz. Pessoa’nın tüm edebi ürününe sinmiş en

belirgin tavır şudur: etkin bir olumsuzlayıcı olarak “hayatın anlamsızlığına kayıtsız kalmak”

ya da “dünyaya sırt çevirmek”. Bu durum, Pessoa’nın şiirine derinden sirayet etmiş “edilgen

bir kötümserlik” hali ile yakından ilişkilidir. Bu edilgen tavrın dayanağı, tüm gücünü varlık

17

Pessoa, 2011, s. 77. 18

Pessoa, 2011, s. 59. 19

Bodiou, s. 57.

Page 29: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 29 -

probleminin köklerinden alır; şöyle ki, fiziksel dünya, “bize ait olmayan, bizim dışımızda

planlanmış” tasarımların ürünü olmaktan öte bir anlam taşımaz. Varlığın dünya ile olan

ilişkisi, kendisi ile ilgili kesin bir hükme sahip olmadığımız, belirsiz bir yasa tarafından

yönetilir. Dört bir yanımız “gerçekliğin” yürürlüğe koyduğu kuralların çalılıklarıyla

kapatılmıştır. Dünyada geçici olarak konaklayan insan, “ruhsuz çiçeklerin birbirine dolanan

dallarıyla sarmaladığı renksiz kapıdan” içeri itilmiştir. Bir başka deyişle, dünyanın ve kendi

varlığının farkında olma, kendi nesnesine asla uyum gösteremeyen bir bilincin, “gecenin

kasvetli sıcaklığını gündüzün hafif rüzgarı ile dengeleme girişiminden” başka bir şey değildir.

Sartre’ın20

deyimiyle, saçmalık “İnsanın dünyayla ilişkisinden başka bir şey değildir.” Basitçe

biz, saçmalığın “nesneleriyiz”. Pessoa’dan alınmış aşağıdaki parça –“Şiirlerimin düz yazısını

yazıyorum” der Pessoa– bu bağlamı net bir biçimde somutlaştırabilir21

.

“Hepsi aynı bunların; atölye’den söz eden genç kızlar,

işyerleriyle alay eden delikanlılar, ellerinde sepetlerle

alışverişten dönen iri memeli hizmetçi kadınlar, bıyığı henüz

terlemiş, getir-götür işleri yapan çocuklar – hepsi aynı

bilinçsizliğin farklı beden ve yüzlerdeki, aynı görünmez

varlığın elinde toplanmış iplerle hareket eden kuklalardan

farkları yok. Bilince işaret eden bütün tavırları sergiliyorlar,

ama hiçbir şeyin bilincinde değiller, çünkü bir bilince sahip

olduklarının farkında değiller. Kimileri akıllı, kimileri aptal –

aslında hepsinde aynı aptallık. Kimileri daha yaşlı, kimileri

daha genç – aslında hepsi aynı yaşta. Kimileri erkek, kimileri

kadın – aslında hepsinin cinsiyeti aynı; var olmayan bir

cinsiyet bu.”

Huzursuzluğun Kitabı, arkadaşı Carneiro’ya yazdığı bir mektup22

ile başlar ve Pessoa

neredeyse her satırında, dünyanın “hep aynı kalan” görüntülerden müteşekkil olduğundan

yakınır; “Nice limanlara yanaşacak gemiler var elbette ama hiçbiri hayatın ıstırap vermez

olduğu limana varmayacak, her şeyi unutabileceğimiz bir rıhtım da yok.” Amaçsız bir

sıradanlık, sürekli olarak, şimdiki zamanın ağırlık merkezinde yerleşme eğilimindedir.

İnsanlar, nesneler ve gündelik işlerin tekdüzeliği içinde –bakımsız bir Şimdi’nin canlı kanlı

aynasında kendini görerek– yaşama zorunluluğu, “durgunluğun derin yarıklarına orantısız

parçaları düşmüş, sıkıntılı bir enkaz olma hali” ile özdeştir. Yaşam, Pessoa için, arka kapısı

cennete ya da cehenneme açılan bir han değildir; “arafta kalmış bilincin yuva yaptığı, can

sıkıcı bir bekleme odasıdır.” Mektubun23

sonunda, tüm bu tatsız durgunluğun verdiği “sürekli

hüzün” haliyle şöyle sorar; “Hissetmek – ne renktir acaba?” Acaba, mutlu olma bilinci söz

konusu edildiğinde, tekil bir renkten bahsedebilir miyiz? Ya da şöyle soralım; yüzünü

dünyaya dönmüş mutluluk imgemiz, hangi tonların ağırlığı ile şekillenir? Tekrar Benjamin’e

dönmemiz gerekiyor.

Benjamin, Tarih Felsefesi Üzerine24

II. tezde yukarıdaki soruyu yanıtlıyor gibidir.

“Düşününce görürüz ki” diye yazar Benjamin “mutluluk imgemiz baştan başa, kendi

20

Aktaran, Vedat Günyol, Önsöz, Yabancı, s.11, 2011. 21

Pessoa, 2011, s. 130. 22

Pessoa, 2011, s. 17. 23

Pessoa, 2011, s. 19. 24

Benjamin, 2008, s. 39.

Page 30: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 30 -

varoluşumuzun bizi bir kere içine sürüklediği zamanın renklerini25

almıştır.” Demek oluyor

ki, tek bir renkten bahsedemeyiz; en azından “zamanın çoğul renklerinden” haberdarken,

bunu yapamayız. Dünya karşısında bilerek uğraşısız kalmayı yeğleyen bir bilinç sahibini ne

yatıştırabilir? Pessoa için, hiçbir argüman “yatıştırıcı” değildir.

Aslında, “burada olmamanın özgürlüğü ile yüklü düşler” dışında, her şey “yavan” ve

“ketum” gelir Pessoa’ya. Pessoa için “Kozmos’un ve Tanrı’nın dışına çıkma” fikri fazlasıyla

hoşa gitse bile, pek mümkün görünmez; ne zaman yüzünü düşler alemine çevirse, dünya, her

seferinde ve saplantılı bir biçimde, akraba oldukları gerçeğini gözünün içine sokmaya

çabalar. İnsanlar da onun için, “hırsızın ayağına takılan önemsiz eşyalardan” farksızdır;

herhangi bir düş görme anında, planını bozan önemsiz ayrıntılardır. Pessoa’nın

“tesellisi/avuntusu” düşlerinden ibarettir; evrenin sevimsiz hakikatinin katı hükmünden

sıyrılarak, emsalsiz büyülenmeler yaşadığı kısa metrajlı kopuşlardır bunlar. Bir başka deyişle,

modern deneyimin sürekliliğinde, “gündelik yaşamın iktidarını düşler alanında kalarak

unutmak” niyetindedir. “Benim törelerim” der26

Pessoa, “yalnızlığın töreleri, insanların

töreleri değil kesinlikle.”

VII

Sonuçta, Pessoa, Bodio’nun da söylediği gibi, felsefe ve sanat arasında süregelen

ilişkinin yönünü değiştiren şairdir. Yarattığı kurmaca karakterler, onu çağımızın en önemli

şairlerinden biri haline getirmiştir. Şiirinde, varlıkların ve nesnelerin dünya üzerinde

deneyimledikleri yaşama kulak verdiklerini ve nesnel hakikatin bu dünyaya içrek olduğunu

göstermiştir. Bir başka deyişle, Pessoa, varlık ve onun özbilinci arasına girebilecek herhangi

bir “aracı ilkenin” kökünü kurutmuştur. Öte yandan, Pessoa’nın şiiri, yaşadığı güçlü

trajedinin nedenini anlamayan ve neyin “kefaretini” ödediğini bilmeyen bir gözün

süzgecinden geçirilerek yazılmıştır. Pessoa, dünya ile akrabalık kurmaya bir türlü

yanaşmayan, düşler alemi ile avunan ve bunun sonucunda, sürekli olarak var-olma sıkıntısını

sırtında taşıyan birisiydi. “Tek derdimiz kendimizi oyalamak” diyordu Pessoa27

, “bu doğru;

ne var ki yazgısını unutmak için boş işlerle uğraşan tutuklular gibi değil, vakit geçirmek için

yastık kenarı işleyen genç kızlar gibiyiz, hepsi bu.”

Kaynakça

Benyamin, Walter (2008), “Son Bakışta Aşk”, haz. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları,

İstanbul.

Bloch, Ernst (2007), “Umut İlkesi”, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İstanbul.

Bodiou, Alain (2010), “Başka Bir Estetik”, çev, Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, İstanbul.

Camus, Albert (2011), “Yabancı”, çev. Vedat Günyol, Can Yayınları, İstanbul.

Felski, Rita (2010), “Edebiyat Ne İşe Yarar”, çev, Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul.

Pessoa, Fernando (2008), “Şeytanın Saati”, çev. Işık Ergüden, Can Yayınları, İstanbul.

Pessoa, Fernando (2009), “Ophelia’ya Mektuplar”, çev. Sema Rifat, Sel Yayıncılık, İstanbul.

Pessoa, Fernando (2011), “Huzursuzluğun Kitabı”, çev, Saadet Özen, Can Yayınları, İstanbul.

Pessoa, Fernando (2011), “Uzaklıklar, Eski Denizler”, çev, Cevat Çapan, Can Yayınları,

İstanbul.

25

İtalikler benim. 26

Pessoa, 2011, s. 81. 27

Pessoa, 2011, s. 29.

Page 31: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 31 -

Tabucchi, Antonio (2005), “Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü”, çev, Münir H. Göle, Can

Yayınları, İstanbul.

“Yoruma Karşı” (2008), Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş’in içinde, çev. Yurdanur Salman, Metis

Yayınları, İstanbul.

Page 32: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 32 -

Sosyolog ve Fotoğraf

Günnur Ertong

Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu

Sosyoloji toplumu gözlerken sahip olduğu araçların farkında mıdır sorusundan

hareketle ortaya çıkan bu yazı sosyologu başka bakış açılarına taşıyabilmeyi ummaktadır.

Sosyologu başka bakış açılarına taşırken de ona yeni araçları tanıtmak, anlatmak bu araçlar

hakkında farkındalığını artırmak gayesindedir. Elbette özellikle uygulamalı sosyolojinin

vazgeçilmezi olan ses kayıt cihazının araştırmalara dahil olmasının üzerinden yıllar geçmiş

ve artık kullanımı kanıksanmıştır ancak sosyoloji sadece sese ve deşifresine mahkum

değildir, ufkunu genişletmeli, görebildiklerini daha fazla araştırmasına yansıtmalıdır.

Cipriani ve Del Re (2012) ‘ye göre görsel sosyoloji sosyal sinyalleri olduğu gibi,

ifadeleri mümkün olduğunca doğal bir şekilde, bağlama verilen tepkileri kaydetmeyi amaçlar.

Önceden tasarlanmış davranışla anında verilen tepki arasındaki farka yeni bir bakış getirir.

Bu farkındalığın doğurduğu bir alan olan ve hızla büyüyen görsel sosyoloji, öncelikle

fotoğraf, video, resim gibi çeşitli görsel materyali sosyolojik araştırmalara dahil ederek

onların da analize katkı sağlamasını hedeflemektedir.

Burri (2012) ‘ye göre bugünün toplumsal yapısında görüntüler dağınık bir biçimde yer

almaktadır. Toplumsalın önemli bir biçimi olarak görsel materyal, sosyal gerçekliğin

temsiliyetlerini arttırmıştır. Görsel, gücünün artışıyla insanların nasıl düşündüğünü ve

etkileştiğini neredeyse belirler hale gelmiştir. Teknolojinin gelişimi bunu her geçen gün

artırmaktadır. Ancak görsel üzerine düşünmek için sosyolojinin çoğunlukla kavramsal bir

çerçeveden yoksun olduğu düşünülmektedir. Sosyolojide tarihsel olarak bakıldığında görüntü

üzerine yapılmış bir takım çalışmalar mevcuttur. Buri (2012)’nin çalışmasında yer verdiği

örneklerden; 1908 yılında Simmel’in duyular sosyolojisi çerçevesinde görme duyusunun kent

hayatındaki öneminin altını çizdiği çalışması, Goffmann’ın ise 1967 yılındaki çalışmasında

sosyal etkileşimde gündelik hayatta bedenin performansını tartışırken benliğin sözel olmayan

temsiliyetinden bahsetmesi örnek olarak verilebilir. Toplumsal cinsiyet rollerini öne çıkaran

reklamlar üzerine yaptığı ampirik çalışmada ise yine Goffman (1967) bu rollerin görsel

olarak nasıl yansıtıldığını araştırmıştır. Bourdieu (1965) ise çalışmasında gündelik hayatta

sosyal entegrasyonda fotoğrafın nasıl kullanıldığına odaklanmıştır. Görüntülerin sosyal

pratikte rol oynayan aşağıdaki görsel boyutlarının da görsel mantığı oluşturduğunu

belirtmektedir.

Görsel değer: görüntülerin tutarlı özelliklerini yansıtır. Görsel bilginin eş zamanlı

olarak algılanmasına izin verir.

Görsel performans: görsel sinyallerin görüntüde nasıl birleştiğine işaret eder.

Görsel ikna edebilme gücü: görüntülerdeki bilginin iletişim ve retorikteki gücünün

altını çizer.

Görüntüleme pratikleri görsel mantıkla nasıl gerçekleşiyor sorusuna cevap vermek

için görsel değerin işitsel, dokunsaldan farklı, metinsel, rakamsal işaretlerden de farklı olarak

meydana geldiğinin farkında olarak başlamak gerekir. Görsel değer hiçbir zaman epistemik

pratikten ve aktörlerin sosyal bağlamından bağımsız düşünülemez. Estetik algı; görsel

Page 33: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 33 -

performans, kontrast, netlik, görsel sinyallerin nasıl bir araya geldiğinden, kültür, yaş, eğitim,

bireysel yetenekler gibi faktörlerden etkilenmektedir. Cinsiyet, güç, iktidar ise görüntünün

algılanmasında, yorumlanmasında etkilidir. Görseli etkileyen, belirleyen bunca sosyal faktör

olduğu düşünüldüğünde, görselin toplumu, dönüştürme gücü arttıkça görsel sosyolojinin

genişleyen bir alan olacağını görmek kaçınılmaz olacaktır.

Bu yazıda özellikle fotoğrafın sosyolojideki yeri ve nasıl katkı sağlayabileceği konusu

ele alınmaya çalışılmıştır. Becker (1974)’a göre sosyoloji ve fotoğraf yaşıttır. Comte,

sosyolojiye adını verdiği sırada Daguerr de metal levha üzerine görüntü sabitleme yöntemini

kamuya duyurmaktadır. Aynı yaşta olan iki alanın da en önemli ortak paydası toplumun

araştırılmasıdır. Fotoğraf makinesi bir ses kayıt cihazı gibi kayıt eden ve iletişim sağlayan bir

araç gibi düşünülmelidir. American Journal of Sociology yayın hayatının ilk 15 yılı boyunca

ses getiren makaleleriyle ilişkili fotoğraflar yayınlamıştır. Sözel olmayan bir takım verinin

saklanması için de önemli bir araç olarak görülmelidir. Her zaman sözel verinin yanı sıra

paylaşılan görsel verinin anlatımı güçlendirdiği düşünülmektedir. Ancak bugün bile böyle

çalışmalar az sayıdadır. Sosyoloji, fotoğrafa karşı çok da sevecen değildir.

Toksoy (2006:9) ‘a göre günümüz sosyal bilimleri içinde fotoğraf, film, video gibi

görsel malzemeleri temel alan ve genelde görsel çalışmalar olarak adlandırılan araştırmalara

yönelik ilgi gün geçtikçe artmaktadır. Sosyal yaşamı görsellik üzerinde ele alan bu

çalışmalar, sosyal bilimleri disiplinler arası çalışmalara doğru iterken mevcut bilgi üretme

biçimlerine ve araştırma tekniklerine de alternatifler sunmaktadırlar. Görüntü temelli

araştırmalar içinde imgeler; yazılı metne eklenen, araştırmacının ortaya koyduğu varsayımları

destekleyici, yorumsuz, belgesel kaynaklar olmanın ötesinde birer veri olarak

değerlendirilmektedirler.

Bir 19. yüzyıl buluşu olan fotoğrafın sosyolojiye katkısını özetleyen "görsel sosyoloji"

kavramının da işaret ettiği gibi (Harper: 1989; 81-83) teknolojik yenilikler sosyal bilimlerde

metodolojik yeniliklere yol aça gelmişlerdir. Bu yolun sosyolojiyi zenginleştireceği

düşünülmektedir.

Günümüzde görsel araştırma araçlarının sosyolojide yeterince kullanılmaması bu

çalışmada sorunsallaştırılmıştır. Teknolojinin zenginliğinden sosyal bilimcinin

faydalanmaması bugün neredeyse bir az gelişmişlik olarak yorumlanabilmektedir. Bu

zenginlik bilişim teknolojileri, internet olabileceği gibi fotoğraf makineleri, kameraları

kapsayan görsel kayıt mekanizmalarını da içermelidir.

Bu yazıda aşağıdaki sorulara cevap aranması amaçlanmaktadır.

Fotoğraf bir araştırma tekniği olarak görülebilir mi?

Toplumsal araştırmalarda fotoğraf ne tür olanaklar sunar?

Sosyolojik araştırmaların içerisinde fotoğrafın yeri nedir?

Görsel sosyoloji içerisinde fotoğraf nasıl konumlanmakta ve tanımlanmaktadır?

Fotoğrafla yapılan araştırmalarda yaşanabilecek sorunlar nelerdir?

Fotoğraf ve etik ilişkisi nasıldır? (manipülasyonlar)

Artan teknoloji kullanımıyla birlikte dijital, gündelik hayatın hemen her noktasına

sirayet etmiştir. Fotoğraf ve fotoğrafçılık da bu teknolojik yükselmeden fazlasıyla

nasiplenmiş ve üstün görüntü kalitelerini kompakt cep makinelerini makul fiyatlara

sahiplenme şansı alana duyulan ilgiyi de yükseltmiştir. Fotoğraf çeken tablet PCler,

boyundan büyük çözünürlüğe sahip fotoğraf makinelerinin yaygınlığı artmıştır.

Page 34: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 34 -

Bu çalışma fotoğraf alanlarının tümünü kapsamamakla birlikte fotoğraf sanatını betimlemeye

dair de bir anlatı çabası içerisinde değildir. Ancak sosyoloji ve fotoğraf arasında bir köprü

oluşturarak bir araştırma tekniği olarak fotoğraf çekimini bir alternatif olarak sosyologlara

sunma kaygısı gütmektedir.

Prosser ve Scwartz (1998: 101-111)’a göre araştırmada fotoğrafın kullanımı,

araştırmacının öncelikle epistemolojik ve metodolojik varsayımlarını ortaya koymakla

başlamalıdır. Bunun yanı sıra sosyolojik yaklaşımı da fotoğrafın araştırmada nasıl yer alacağı

konusunda belirleyici olacaktır. Fotoğrafın oluşturulması sırasında üzerinde gelişen

teknolojiye paralel olarak yapılabilecek manipülasyon imkanlarının her geçen gün artıyor

olması daha önce çoğunlukla gerçekleri salt olarak ortaya koyduğu düşünülen fotoğraf

konusunda bir parça güvensizlik yaratamaya başlamıştır. Saha notları ya da diğer ampirik

veri gibi fotoğraflar da bize dış dünyayı tarafsız ve önyargısız biçimde belgelemeyebilir

ancak fotoğraflar aracılığıyla kolayca fark edilemeyen ya da gözden kaçan ilişkiler fark

edilebilir ya da kanıtlanabilir.

Araştırmaya katılan kişinin hakları, katılımcıya duyulan sorumluluklar ve telif hakları

konusu da fotoğraf çekimi tekniği kullanılarak yapılan araştırmalarda oldukça önem

taşımaktadır. Fotoğraflanan nesneye ya da özneye eleştirel mesafe koyan bir yaklaşım

araştırmanın verili olanı somutlaştırmasına olanak tanıdığı için daha güvenilir kabul

edilmektedir.

Görsel sosyoloji araştırmalarına konu edilecek toplumsal öğelerin seçimi de

tartışmaya açıktır şöyle ki güçlü grupların kendilerine ulaşmak isteyen nitel araştırmacıları

engelleme ihtimalleri de mevcuttur. Daha çok araştırmacının erişebileceği konular/kişiler

görselliğin içinde bulunduğu çalışmalarda yer alacaklardır.

Fotoğrafta kullanılan teknik belirleyiciler; ışık, renk, objektifler, kullanma becerisi

üretilen fotoğrafın araştırmadaki kullanımını şüphesiz etkileyecektir. Fotoğrafın kalitesi

arttıkça etkisi de artacaktır.

Fotoğraf makinesi daha çok bir ses kayıt cihazı gibi yapılacak nitel araştırmada

kullanılan teknolojik bir araç olarak düşünülmelidir. Kullanımı sonucunda araştırma bulguları

açısından yaratacağı zenginliklerin yanında yol açabileceği sorunların da olduğu göz ardı

edilmemelidir. Bugün akıllı telefonlar sayesinde bir çok sosyolog aslında ses kayıt ve

görüntüleme cihazını her an yanında taşımakta ve sosyal medya aracılığıyla bunu tüm

dünyayla paylaşma şansına sahip olmaktadır. Akıllı telefonların sunduğu çok amaçlı

fonksiyonların birer araştırma malzemesine dönüşmesi sosyologun gündelik hayatına da

sosyolojiyi daha fazla taşıma şansı getirecektir. Değişen tüketim kalıpları sosyolojinin yapılış

biçimini de kuşkusuz etkileyecektir.

Cipriani ve Del Re (2012) ‘ye göre insanlar, fotoğraflarını ve otobiyografilerini,

zaman içerisindeki paylaşımlarını (facebook zaman tüneli) internet üzerinden paylaşmakta ve

nesne değişmekte buna paralel olarak benliğin sunumuna duyulan ihtiyaç nedeniyle

sosyologun rolünü değiştirmektedir. Sosyolojik analizde artık insanlar çok daha aktif

katılımcılardır. Kendi gerçeklik yorumlarını yapabilmekte ve kendi hazırladıkları

materyallerle benliklerini sunabilmektedirler. Fotoğraf albümleri ve evde çekilmiş videolar

artık kişisel değildir, onlar artık fikirleri de ortaya koymaktadırlar. Benliğin sunumu bugüne

kadar araştırmanın nesnesi olarak görünenler için çok önemli hale gelmiştir.

Page 35: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 35 -

Nitel araştırmalar yapılırken hem metin hem de görüntü bir takım işleme tabi

olmaktadır. Veri depolama, kodlama, hatırlatma notları alma, saha notları gibi…Bunlar

yapılırken çeşitli programlardan faydalanılmaktadır. Bu programlar farklı saha

çalışmalarından gelen veriyi ve görüntüler birleştirebilmekte ve çeşitli demografik verilere

göre sınıflandırabilmektedir. Teknoloji nitel çalışmaları da kolaylaştıracak bir takım

yardımda bulunmuştur. Ancak önemli olan veriyi teoriye transfer edebilmektir. Bir yazılımın

teori ve pratiği bir araya getirmesini beklemek ona haksızlık olacaktır. Burada sosyolojinin

görevi daha da kritik hale gelmektedir.

Prosser & Schwartz (1998)’e göre sahip olduğunuz sanatsal bakış ve teknik imkanlar

üreteceğiniz fotoğrafı etkileyecektir. Sonuçta sizin analiz nesneniz olan fotoğrafın toplumsalı

yansıtma gücü de bunlardan etkilenmiş olacaktır. Araştırmacı tarafından çekilen fotoğraflar,

veri toplama aşamasında sıklıkla bir görüşme cihazı olarak kullanılır. Bu çoğunlukla

“fotoğrafik uyarım” (photoelicitation) olarak adlandırılır ve bireylerle, gruplarla, çocuklarla

yapılan görüşmeler, görsel etkiye sözel etkiden daha kolay yanıt veren kimselerle daha etkin

kullanılabilir. Fotoğrafik uyarım, tek veya daha önce yapılmış bir analize dayanarak

araştırmacı tarafından bir araya getirilmiş, görüşmeci tarafından bir anlam ifade edeceği

düşünülerek hazırlanmış fotoğraf dizisidir. Bunun sonucunda herhangi bir fotoğrafın

yorumlanması ya da tartışılması mutlaka teorik bir çerçeve gerektirmektedir.

Rose (2007: 237-256)’a göre görüntüler araştırmacı tarafından da üretilebilir.

Sosyolojik araştırmada kullanılacak görüntüler, fotoğraf, harita, video kayıtları ya da

diyagramlar olabilir. Ancak bunlardan en yaygın kullanılanı fotoğraftır. Fotoğraf sosyal

araştırmalarda kullanıldığında; bilgi, etki ve tepkiyi beraberinde taşır. Fotoğraf yaşam

deneyimlerinin daha şeffaf temsilidir. Araştırmalarda kullanılan fotoğrafları şu şekilde

sınıflandırmak mümkündür.

Destekleyici: Araştırmacının yorumlarına bağımlı olan fotoğraflardır. Araştırmacının

sorusuna cevap bulmak konusunda kanıt teşkil eder. Fotoğrafik uyarımı da bu

sınıflandırmaya dahil etmek mümkündür. Çekilen fotoğraflar mülakatı teşvik edici bir

biçimde kullanılmaktadır. Fotoğrafı belgesel şeklinde kanıt olarak kullanan fotoğraf

dokümantasyonu da bu gruba girmektedir.

İlave: metne görsel destek sağlamak amacıyla kullanılan fotoğraflar bu kategoride yer

almaktadır.

Araştırma etiği fotoğrafın kullanıldığı araştırmalarda büyük öneme sahiptir.

Fotoğrafik uyarım her ne kadar basitçe mülakata bir fotoğrafı dahil etmek olarak yorumlansa

da mülakatta katılımcıyla yaptığınız görüşmede fotoğrafla pek çok konuya hatta konunun çok

farklı detaylarına bile erişebilmektedir. Fotoğrafik uyarım iki farklı şekilde sağlanabilir.

Birincisinde araştırmacının çoğunlukla da katılımcının sahip olduğu bir fotoğraf tartışılırken

diğerinde katılımcıdan bir fotoğraf çekmesi istenmektedir.

Fotoğraf dokümantasyonunda araştırma problemine ilişkin fotoğraflar çekilerek

araştırmaya katkı sağlanması beklenmektedir. Örneğin Suchar’ın 1997 yılında yaptığı

soylulaştırma kavramına ilişkin çalışmasında araştırma yaptığı sahanın fotoğraflarını çekerek

başlamış her fotoğrafın altına da saha notlarını iliştirmiştir. Bu notlar o fotoğrafın hangi

araştırma sorusunu cevapladığıyla ilgilidir. Bu notlarda bir çeşit kodlama sistemi kullanarak

fotoğrafları karşılaştırılabilir kılmıştır. Üçüncü aşamada ise ilk aldığı görüntüler üzerinden

daha detaylı tartışmak istedikleriyle ilgili ikinci fotoğraflar çekmiştir. İlave olarak kullanılan

fotoğraflar ise daha çok daha çok metnin doğruluğuna ikna etmek içindir.

Page 36: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 36 -

Fotoğrafın kullanıldığı bu araştırmalarda etik kavramı bir parça daha ön plandadır.

İngiltere Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar konseyinin etik araştırma için koyduğu altı

prensip oldukça önemlidir. Bu prensipler:

Araştırma bütünlük içerisinde ve kaliteli olmalıdır.

Araştırma bünyesinde çalışacak herkesin amaçlardan, araştırmanın yönteminden

araştırma sonuçlarının nasıl ve nerede kullanılacağından, katılımlarının neleri

kapsayacağı konusunda bilgilendirilmelidir.

Kullanılan malzemenin anonim olacağı, örneğin fotoğrafların üzerinde varsa kişilerin

yüzlerinin buzlanması gibi.

Tüm katılımcılar gönüllü olarak projede yer almalıdır.

Katılımcılara zarar verilmesi engellenmelidir.

Araştırma bağımsız olmalı, çıkar çatışmaları engellenmelidir.

İşbirlikçi araştırma: araştırmayı katılımcılar üzerinde değil, onlarla birlikte yapmak için

kullanılır. Örneğin katılımcıların size poz verdikleri hallerde onları fotoğraflamak buna örnek

olarak verilebilir ancak bu durumda da o fotoğrafların nerede ve nasıl kullanılacağını onlara

anlatmak çok önemlidir.

Düşünümsellik: etkili işbirliği düşünümsel dikkat gerektirir. Buradaki düşünümsellik

araştırma yapan ve üzerinde araştırma yapılan arasındaki güç ilişkisinin sonuçları hakkında

farkındalık yaratmakla ilgilidir.

İzinler: fotoğrafı çekilen kişinin ya da mekan hak sahiplerinin izni mutlaka alınmalıdır.

Telif hakkı: eğer araştırmada kullandığınız fotoğraflar katılımcılar tarafından çekildiyse

herhangi bir yayında kullanılması için onların izinleri alınmalıdır çünkü fotoğrafın telif hakkı

onlara aittir.

Görüntüleri sahibiyle paylaşmak: eğer bir kişinin fotoğraflarını araştırmanızda kullanmak

amacıyla çektiyseniz o fotoğrafları o kişilerle paylaşmak uygun olacaktır.

Fotoğraf makinesinin işlevi önceleri araştırmaları desteklemek iken dijital

fotoğraflama, manipülasyon yapılacak anlaşmaların da doğasını etkilemektedir.

Çekim senaryoları (Shooting script) (Suchar, 1997) fotoğrafik bilgiyle ulaşılabilecek

araştırma konuları ve sorularının listesidir. Bu sorular teori temellidir. Dijitalin

yaygınlaşmasıyla gündelik olayların daha çok tartışılması daha çok Burawoy’un 2005

yılından bu yana ortaya kuyp yaygınlaştırmaya çalıştığı halk sosyolojisi yapılmasına olanak

tanımıştır. Oluşturulan yayınlarda görsel malzemelere daha çok yer verilmesi düşünülebilir.

Bir çok sosyologun kullandığı sosyal medya araçları, blogların yanı sıra yapılacak

araştırmalarda da görsel malzemelerin kullanılması araştırmaların daha çok bugünü

yakalamasına imkan tanıyacaktır. Bu yaklaşım aynı zamanda araştırmaların daha geniş

kitleler tarafından da sahiplenilmesini sağlayacaktır. Burada en kritik nokta her sosyolojik

araştırmada olduğu gibi teorik çerçeveyi ihmal etmemek, kullanılacak araştırma tekniği ve

aracı her ne olursa olsun temellendiği teoriyi tartışmaktır. Uygulamalı sosyoloji alanı

içerisinde çalışmalar yapan sosyologların halk sosyolojisini gözeterek görsel sosyolojiyi hem

fotoğrafik hem de sinematografik araçlarla zenginleştirilmesi bugün Türkiye’de çok fazla

örneğine rastlayamadığımız görsel sosyoloji çalışmalarının artmasını sağlayacaktır.

Page 37: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 37 -

Facebook’ta yer alan görsel sosyoloji grubu, ISA (Uluslararası Sosyoloji Derneği)’nin

görsel sosyoloji tematik grubu (http://www.isa-sociology.org/tg05.htm) bu alanla ilgilenen

sosyologların paylaşımları ve tartışmaları için uygun platformlara birer örnek

oluşturmaktadır.

Ancak görsel sosyoloji yapılırken ya da bunu sadece fotoğrafa indirgemek gerekirse

fotoğrafla sosyoloji yapılırken etik unsurlara dikkat etmek katılımcıların haklarını korumak

oldukça önemlidir. Aynı zamanda çeken bizzat araştırmacı değilse fotoğrafçının haklarına da

katılımcının haklarına gösterine özen mutlaka gösterilmelidir.

Özel alanın kamusal taşınmasının bir yolu olan görsel malzemenin araştırmada

kullanılması bu hassasiyeti gerekli kılmaktadır. Sosyoloji, toplumsal değişimi, davranışları,

anlamları, motivasyonları çalışmaktadır. Görüntüler ise tüm bu olayların hafızası olarak

düşünülmelidir. Mülakat yapan ve katılımcı arasındaki ilişkiyi, özneler ve bağlamı, inançları,

ideolojileri, fotoğraf çeken ve fotoğraflananı, filmi yapanı ve filmi yapılanı yeniden

şekillendirmektedir. Ancak diğer veriyle görsel materyalin bir arada düşünülmesi önemlidir.

Kaynakça

Becker, H. (1974), Fotoğraf ve Sosyoloji, Toplumbilim, Fotoğraf Özel Sayısı, Ed. Gamze

Toksoy, Kemal Cengizkan, Sayı: 19, Bağlam yayınları, İstanbul, s.45-67 Harper: 1989.

Parmeggiani, P. (2009) Going digital: using new technolohies in visual sociology. Visual

studies, 24:1 71-81

Wynn, J. R. (2009). Digital sociology: Emergent technologies in the field and the classroom.

Sociological Forum, 24(2), 448-456.

Burri. R. V. (2012) Visual Rationalities: Towards a Sociology of Images. Current Sociology,

60 (1): 45-60.

Cipriani, R., Del Re (2012) Imagination and Society, Cognitive Processing.

Prosser, D., Schwartz, D. (2006) Sosyolojik Araştırma Sürecinde Fotoğrafın Yeri, Ebru Aykut

(çeviren). Toplumbilim, 19: 101-112.

Rose, G. (2007) Visual Methodologies: An Introduction to the Interpretation of Visual

Materials. Sage Publications: London.

Suchar, C. S. (1997) Grounding Visual Sociology Research in Schooting Scripts. Qualitative

Sociology, 20: 33-55.

Page 38: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 38 -

Kişinin Kendisiyle Savaşımı Bağlamında Korku ve Şiddet Üzerine, Toplumsal Bilinçaltından Çağdaş Birey Bilincine Doğru Bir Çözümleme

Mehmet Uğur Neşşar

Benlik Savaşı

Nerdesiniz gündelik sertlik serdarları?

Neyin savaşında, neyin sabrındasınız?

Soluk yok, mideler öttürüyor duvarları.

Siz hala benliklerin savaşındasınız.!

—Hamit Saraç

Victor Davis Hanson, "Batı Savaşçılığının ürkütücülüğünden" bahsederken, Avrupalı

orduların iki milenyum boyunca "kafasını kaldıran her şeyi ezip geçmesini" Grek köklerine

dayandırıyor. Dick Cheney, George W. Bush'a "savaşın bir felaket fakat uygarlığın doğal

parçası" olduğunu dayatıyor. Robert D. Kaplan "gelişmenin başkalarını incitmekle

sağlandığı"nı söyledikten sonra Amerika'nın küresel liderliğini koruyabilmesi için "İçtenlikle

ve çekinmeden pagan Grek köklerine dönmesi gerektiğini" savunuyor. Birinci Körfez

Savaşının ünlü komutanı Colin Powell, "karşı konulamaz askeri güç"le Orta Doğu'ya

saldırırken, antik Grek’ten kalan, "Batıdaki bizler diğer uygarlıklardan mental ve spiritüel

olarak üstünüz; bu nedenle istila ettik" düşüncesinden cesaret alıyor(2). Tarihin yazılmaya

başladığı çağlardan bu yana hiç ara vermeyen savaş ve katliamların akla ve ruha

dayandırılmak istenmesini akıl nasıl kabul edebilir? İnsanların diğer insanlardan üstün

oldukları iddiasının uygarlık söylemi ile bağdaştırılmak istenmesini algılamak ve açıklamak

mümkün müdür? İnsanı bu kadar bencil ve savaşçı yapan nedir ve insanlık kavramı neden

şiddeti çağrıştırmaktadır?

Steven Pinker, bir yandan Darfour ve Irak'ta yaşananlara atıf yaparken diğer yandan,

16.yüzyıl Paris saraylarının vahşi kedi yakma "eğlencelerinden" günümüze doğru akan

süreçte insanın barbarlığının azaldığını, “modernitenin kurumlarının” bizleri daha "soylu"

yaptığını ve "insan türünün" gezegendeki en barışçıl dönemini yaşadığını iddia ediyor.

Dahası Pinker günümüzde eğlence amaçlı acımasızlık, işkence, ölüm cezası, devlet politikası

olarak istila, savaş suçu olarak tecavüz ve cinayetin “Batı’da” nadir yada hiç görülmediğini;

olup da açığa çıktığında ise lanetlendiğini söylüyor ve bunun oluşmasına “Batı’nın”, özellikle

de İngiltere ve Hollanda'nın önderlik ettiğini savunarak, 17. yüzyılda ortaya çıkan "Akıl

Çağının" bu değişimi tetikleyici işlev yaptığını ileri sürüyor(10). Pinker'in, Batı’da nadir

olduğunu ifade ettiği olayların tümünün bugün, Irak başta, tüm dünyada artarak gözlendiği

artık bir sır değilken, kurumlarının insanlığı daha uygar yaptığını iddia edilen modernite ile

barışçılığı tetiklediği dile getirilen akılcılığın, günümüzün post modern dünyası tarafından

reddedildiği bir gerçek değil midir?

Yirminci yüzyıl, dünyayı peş peşe kana bulayan iki büyük savaşla açılıyor. "Kurtarıcı

Bilimin", Nazi Almanya’sının inşasında ve ölüm kusan bir hortlağı andıran atom bombasının

Page 39: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 39 -

üretiminde kullanılmasından sonra ruh bilim alanında; “aşkın(transandantal) metafiziği

reddeden, mantığa dayalı evrimci, gerekirci pozitivizm(Logical positivism) yerini; sosyal ve

organizyasyonel davranışın izlendiği, ırkçılık ve şiddetin malign kişilik tiplemelerinin

gelişimiyle ilgisini sorgulamaya yönelik bir sürece terk ediyor ve insanın doğası, bireysel

davranışının anlamıyla değerlendirilmeye başlanıyor”(8). Bilim ve rasyonaliteden uzaklaşma

sadece ruh bilim alanıyla da kısıtlı kalmayıp esas ve bizzat fiziğin kendisi, fiziğin babası

Einstein’ın görelilik kuramıyla sarsılıyor:

... daha sonra fizik biliminin kendisi top yekun bir paradigma

değişikliği yaşadı. Üç büyük yeni kuram mekanik

gerekirci(determinist) anlayışı yerle bir etti ve evrenin sanıldığı

kadar basit fiziki bir yapı olmadığını gösterdi. Bunlardan biri

Einstein'ın geliştirdiği rölativite kuramıydı. Rölativite kuramı

zaman ve mekân gibi en temel kategorilerimizin bile mutlak

nitelikte olmadığını söylüyordu. ... Bir masanın boyu evrenin

her yerinde iki metre değildi ve zaman da değişik yerlerde

değişik hızlarda akıyordu. Evrendeki en temel kategorilerin

rölatif olması düşüncesi daha sonraları post modern

düşüncenin yolunu da açan ana itki oldu. İkinci temel kuram

kuantum teorisiydi. Kuantum teorisi mekanik gerekirciliğe

vurulan en ciddi darbeydi. Evrenin temel yapı taşlarının yani

atomun ve atom altı parçacıkların ancak bir belirsizlik

kategorisi içinde kavranabileceğini gösteriyordu. Ayrıca artık

gözlemci de işin içine girmişti. Bir şeyi gözleme eylemi o

şeyin niteliğini değiştiriyordu ve gerçeklik artık kelimenin dar

anlamıyla nesnel gerçeklik değildi. Gerçeklik; olayları

gözlemleyen kişiden(bu bilim adamını da kapsıyor)bağımsız

bir kategori değildi ve nesnelle öznel arasındaki klasik sınırlar

kuantum teorisiyle çok daha flu hale gelmişti. Üçüncü büyük

kuram ise kaos teorisiydi. Kaos teorisi olayları lineer yani

doğrusal biçimde kavrama alışkanlığımızı sorguluyordu ve

evrendeki pek çok olayın non-lineer yapıda olduğunu

gösteriyordu. Bu kurama göre gerekirci süreçler bile önceden

tam olarak öngörülemez çünkü realitenin non-lineer niteliği

dolayısıyla başta çok küçük ve önemsiz gibi gözüken faktörler

bile zamanla o süreci belirleyen ana etkenler haline dönüşme

potansiyeli taşırlar (4)

Post modern dünyanın non-lineer, belirsiz ve öznel gözleme dayalı göreceli realitesi

böylece ortaya çıktı ve modern düşüncenin, özne veya bireyi öncelerken nesne yada ötekini

geri plana iten stabilitesinden; post modernitenin, ötekini kollayayım derken özneleştirip

ötekiliğini yok eden kaosuna geçildi:

Post modern düşünce ve -modernizmin ihmal ettiği özne-

doğa'nın/özne-öteki'nin rehabilitasyonu amacıyla birlikte olan-

ekolojik denge kaygısı her şeye özne payesi verir,...ötekini

özneye dönüştürür ... ötekinin ötekiliğini ortadan

kaldırır...ilişkiyi bütünüyle olanaksızlaştırır.... Modernizmin,

özneye ait değersiz tasarımları nesneye yansıtmasıyla

"hoyratça kullanım'"a, "kötü kullanım"'a izin veren ben

Page 40: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 40 -

merkeziyetçiliği aşılmıştır, ancak sonuç bir kulanıl(a)mazlık

dünyası ile karşılaşmanın çaresizliği, ürkekliği ve

kaybolmuşluğu olmuştur. (5)

Özetle post modern yeni düzen, modernitenin yurttaşını bireyleştiriyorum derken

yalnızlaştırmış, edilgenlikten kurtarayım derken etkisizleştirmiş, özneleştiriyorum derken de

kişiliksizleştirmiştir. Önceleri, tek kutuplu, kapitalist yeni dünyanın, bilgisayar hızıyla

yarattığı gelişmelerle gözleri kamaşan insanoğlu; kısa süre sonra acımasız rekabet ortamından

ve girdabına kapıldığı tüketim çılgınlığından yorulmaya başlamış; artan iletişim ve sınırların

kalkmasıyla iç içe geçtiği farklı toplumlarla birlikte sürdürmekten önceleri haz aldığını

sandığı çok kültürlü yaşamdan ürkmeye ve giderek de diğer kültür ve inanç topluluklarını

yadsıyarak, ötekileştirmeye başlamıştır. Yeni dünya düzeni, tam “bu böyledir” kibriyle ebedi

hükümranlığını ilan etmeye hazırlanırken, beklenmedik biçimde çok kısa sürede sarsılmaya

başlayınca, insanlık kuyruğunu ısıran Uroboros1 misali adeta başladığı yere geri dönmeye;

bir başka deyişle içerisine sürüklenilen kaosla birlikte, ilk bilinçlenme dönemlerindeki

korkularıyla, bilinmeyen karşısındaki primitif tepkimeleri sanki geri gelmeye başlamıştır.

İnsanın bilinçlenmeyle birlikte ilk fark ettiği duygu korkudur. Başta vahşi hayvanlar,

gök gürlemesi, yıldırımlar, ateş püsküren volkanlar yanında; kendi hayal dünyasından

kaynaklanan ve gölgeleri arkasından mağara duvarlarına yansıyan şeytanlar ve hortlaklardan

korkan insan(6), ölümlü olduğunu algıladıktan sonra, ölümden sonraki bilinmezlik karşısında

özgüvenini de yitirerek, öğrenilmiş korku ve çaresizliklerinin en büyüğü ve yamanıyla

yüzleşmek zorunda kalmıştır. Günümüzde yapılan bilimsel çalışmalar ölüm korkusunun tek

bileşenli olmadığını, gelecekle ilgili olduğunu, ölümün kaçınılmazlık, belirsizlik, evrensellik

ve kalıcılık gibi özellikleri yanında kişisel katılım açısından da algılandığını, ölüm sonrası

bilinmeyene karşı duyulan sancılı hoşnutsuzluğa, kimlik ve haysiyet kaybı korkusunun eşlik

ettiğini ve nihayet ölüm korkusunun bilinçte ve bilinç dışında farklı, farklı formda oluştuğunu

ortaya koymuştur(8). Primitif insanın başta ölüm korkusu olmak üzere ilkel korku ve

ümitsizlikleri zaman içerisinde bazı inanç, hurafe ve ritüellerin doğmasına yol açmış; daha

sonra da, tanrıların doğaüstü güçleri ile hiddetleri büyücülerin kehanet, büyü, tılsım ve

muskalarıyla engellenmeye, yatıştırılmaya çalışılmıştır. İnsan, ne yaparsa yapsın ölüme çare

bulamayınca; ölümden sonra da yaşam olduğunu öngörerek, bu dünyada kalan bedeninden

ayrı bir ruhu(Tin) olduğunu fark etmiş/keşfetmiş/yaratmıştır. İnsana ölümsüzlük yanında

dünyada çekilen acıların telafisini de sunan tinsellik ya da spiritüalizm, kadim çağlardan

günümüze kadar; felsefeden, paganizm ve büyüye, semavi dinlere ve nihayet çağdaş ruh

bilime kadar sosyal yaşamda kendisine aralıksız yer bulmuş, insanın ezeli korkuları kadar

kalıcı olmuştur. Sonuçta, insanın zekâsıyla koşut geliştirdiği bilim yanında önemi artan

sosyal yapısı, günümüzde ölüm korkusunun ben ve ben ötesi yeni boyutlarını fark etmesini

sağlasa da; spiritüalizm, akla ve bilime yapılan atfın süreçte zayıflamasının da katkısıyla,

adeta aklın gelişmesine inat, yükselişini sürdürmüştür. Günümüz insanı, bir yandan psikiyatr

koltuklarını doldurup tüketim patlaması yaşayan antidepresanla akıl almaz paralar öderken,

diğer yandan tinsellik ve fizik ötesine ilgi hızla artıyor; gezegen, varlığını tehdit edecek

1 Uroboros (Ouroboros), eski zamanlardan kalma, daire şeklini alıp kendi kuyruğunu ısıran bir yılan, ejderha

figürüdür. Kendisini, bittiği andan başlayarak yeniden yaratan, tekrarlayan sonsuz döngüyü temsil eder.

Uroboros ayrıca, ilk baştan itibaren var olan ve yok edilemeyecek olan ilkel birlik fikrini anlatmak için de

kullanılan dinsel ve mitolojik bir semboldür. Carl Jung Uroboros’un, insan ruhu için arketipsel bir önemi

olduğunu, Jung’cu psikolog Erich Neumann ise ego öncesi bir alt durum(down state) ve insanın ayrışmamış

yeni yetmeliğini tanımladığını ileri sürmüşlerdir. http://en.wikipedia.org/wiki/Ouroboros

Page 41: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 41 -

boyutta bir değişim süreci yaşarken, insanoğlu da belki yeni bir bilinçlenme düzeyine geçişin

sancılarıyla boğuşuyor.

Steven Pinker, vahşetin çok fazla olduğu kabile ve erken uygarlaşma dönemlerinde,

Kutlu Savaş'ın dayandığı siyasal haklılık anlayışının İbranilerden başlayarak, Hindu,

Müslüman ve Çinlilerde "soykırıma" varan zulme neden olabildiğini dile getiriyor(10).

Tarihin başlangıcında, ölümün varlığın sonu olduğunu algılayıp da, "var"lığı ve "varlığı"nı

sürdürebilmek için mücadele etmeyi ve nihayet gereğinde öldürmeyi öğrenen insan savaşla

erkenden tanışmıştır. Başlangıçta yiyecek maddesi bulmak amacıyla avlanmakla başlayan

öldürme süreci kısa zamanda şekil değiştirerek önce talan ve çapula, sonra da yandaşları,

kabilesi, kandaşları, ırktaşları, dindaşları için savaşa dönüşmüş; "haklı savaş, kutlu savaş"

icat olmuş ve savaşa evolusyon, biyolojik gerekircilik(determinizm) gibi gerekçeler

yakıştırılmaya çalışılmıştır(9). Savaş ve öldürme günümüzde Darfour’daki soykırım, El

Kaide saldırıları, canlı bombalarla yapılan katliamlar ve kahraman(!)komutanların, antik

köklerinin barbalığına atıf yaparak destanlaştırmaya çalıştıkları 2. Körfez savaşı formlarında

sürmektedir. Kısacası, sözde iki dünya savaşında olağanüstü sayıda insanın ölmesi üzerine

irkilip, daha sonra da faturayı modernite, akılcılık ve bilime kesen insanoğlu için hiç bir şey

ilk başlangıçtan çok da öteye gitmemiştir. Son noktada, Malezya Ulusal Fetva Konseyi'nin,

“Hinduizm esasları içerdiği ve Müslümanları yozlaştırdığı gerekçesiyle yoga yapmayı

yasaklaması”(13), yükselen huzursuzluğun; gerekirci pozitivizm ile nesnel gerçekliğin

reddeden post modern çağda da, hız kesmeden dalga, dalga dünyayı sarmaya devam ettiğini

açıkça ortaya koymaktadır.

Peki, bütün bu yazdıklarımın kişinin kendisi ile savaşımıyla ilgisi nedir?

İnsanın, kendi varlığıyla birlikte kendisi dışında varlıkların da olduğunu algılaması,

ötekinin farkına varmasının başlangıcıdır. Önce doğa olayları ve yabani hayvanlar olan öteki,

daha sonra kendisi dışındaki insanlara dönüşmüşse de; bireyin baş etmesi gereken esas

ötekinin kendi içerisinde gizli olduğunun anlaşılması için ruh bilimin gelişmesine ve bilinç

dışının keşfedilmesine kadar beklemek gerekmiştir. Bilinç dışının fark edilmesiyle birlikte

insanoğlu kendi içerisinde/etrafında/dışında bir ötekiyle yüzleşmek zorunda kalmış ve bilinç-

bilinç dışı, özne-nesne, ben-öteki, dişil-eril, doğurgan-buyurgan, doğa ana-gök tanrı, doğa-tin

biçiminde dillendirilebilecek ikilikler dizgesinin yarattığı bir çatışma içerisine sürüklenmiştir.

Bu ikiliklere tersten bakıldığında, toplumsal boyutta çatışma yaratan birçok sürecin köklerini

bireylerin bilinç-bilinç dışı ikilemine dayandırmak, yani kendi kendisiyle, kendi içinde

yaşadığı/yaşattığı çatışmasına kadar izlemek olanaklı görünmektedir. Diğer bir ifadeyle tek,

tek her birimizin içimizdeki ben ve öteki arasında, çok da insanca bir koruma dürtüsüyle

ortaya çıkıp, süregelmiş, kadim ve vazgeçilemez temel çatışma; insanın yerleşik yaşama

geçmesiyle birlikte, beraber yaşadığı diğer benzerlerininkilerle birikerek son kertede kabileler

arası, dinler arası, ırklar arası, kültürler arası, renkler arası, seksler arası vb. kolektif

çatışmaları yaratmıştır. Eğer bu böyleyse yani bireysel bilinç, kolektif bilinç dışında

birikebiliyorsa; antik çağlarda mağara duvarlarına yansıyan gölgelerin, aslında kendi iç

dünyamızın derinliklerinden dışarıya fışkıran kendi kâbuslarımız olduğu ve tarihsel süreçte

erkeği iyi, kadını şeytan; beyaz tenli kadını iyi, esmer kadını düşük ahlaklı; sarı saçlıyı temiz,

lepiska saçlıyı günahkâr(vamp(ir)); beyaz adamı iyi, koyu tenliyi kötü; beyazı efendi, siyahı

köle olmaya mahkûm edenin(11); eğlence diye kedileri, cadı/şeytan diye kadınları, kötü diye

zencileri ve meydanlarda maketleri yakanın; üstünlük savıyla sıvanmış saldırganlıkların

özrünü antik çağlarda arayan Sezar'ları kendi elleriyle iktidar yaptıktan sonra atılan bombaları

ve açılan toplu mezarları TV kanallarından çekirdek çiğneyerek izleyenin ve nihayet

soykırım, Kutlu Savaş, Haçlı Anlayışı ve sömürgeciliği yeniden hortlatanın tek, tek her

Page 42: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 42 -

birimizin, kendi iç seslerimizin evrensel korosundan başka bir şey olmadığı aşikârdır. Ve

dahi, henüz hiç birimiz içimizdeki kışları bir senfoniye dökebilecek kadar Tchaikovsky, ya da

kendi ölümlerimize ağıt yazabilecek kadar Mozart olamamış olduğumuzdan, bu koronun

hatırı sayılır bir süre daha sesini duyurmaya devam etmesi kaçınılmaz görünmektedir.

Düşünebilmek için bilinç ve akıl gerekiyorsa, düşünce tarihi insanlık tarihi kadar eski

olmalıdır. İnsan, bilinçle algıladıklarını düşünerek yorumlayabileceğine göre algılanan tarihin

aslında insanın kendisi ile olan hesaplaşmasının zamanı aşkın evrensel günlüğü niteliğinde

olması gerekir. İnsan inanca da düşünce ve tefekkürle ulaşmıştır. Ancak sonraları, düşünce

çok çabuk yerini inanca bırakmış ve insanoğlu, gaybdan kendisine ulaştığına inandığı ve ön

yargısız bakıldığında onu iyiye sevk etmeye yönelik olduğu anlaşılan "Emir"lerle kendisini

yönetmeye başlamış/kolaycılığına alışmıştır. İnanç cendereye, yönetim de zulme döndüğünde

faturayı inanca kesip aydınlanma ihtiyacı duyan insan, çıkışı rönesansı yaşayıp dinde reform

yapmakta aramış, arkasından da akıl çağına ulaşmıştır. Bugünse spiritüalizmin yeniden

yükselişiyle birlikte akılcılık reddedilmekte ve bir kısır döngünün çemberi kapanmaktadır.

Tarihsel sürece biraz yukarıdan ve ön yargısız bakıldığında bu kısır döngü, çember ya da

cenderenin tekliği açıkça görülecektir. Diğer bir anlatımla aydınlanma ile ulaşılan

modernitenin bugün yadsınan baskıcı elitisizmiyle, kilise elitinin tiranizmi ve bugün post

moderniteyi, inkâr ettikleri elitlerinkine benzer bir kibirle dayatan neo-entelektüeller

tarafından özneleştirilerek, kullanılamazlığa mahkûm edilen ötekinin çaresizlikleri aslında iç

içe ve aynıdır. Yani apaçık gözlemlenmesine karşın aşılamayan ve hatta beslenen aynı ikilik

bukalemun gibi çağın konjonktürüne uygun renklere bürünüp, bürünüp karşımıza

çıkmaktadır. Buna göre avcı da, büyücü de, Sezar da, derebeyi de, papaz da, kral da, darbeci

de, elit de, hırsız da, özgürlük savaşçısı da, aymaz da, hain de her birimizin tek, tek iç

derinliklerimizde koruduğumuz küf kokulu mahzende, bir arada ve üstelik çıplak

dolaşmaktadırlar.

Aslında insanoğlu bilinçlendiği günden beri küf kokulu mağarasının çıkışını aramakta

ve bu arayışını felsefe, inanç, bilim ya da sanat gibi adlar taksa da aklıyla sürdürmektedir.

Harward'lı Profesör Steven Pinker çağımızda şiddetin azaldığını savını tartışırken; şiddetin

nedenlerinin insanın dünyayı algılamasındaki değişikliklerle açıklanmaya çalışılmasına atıf

yaptıktan sonra; günümüzde insanın doğasının fazlaca değişmemesi ve hala şiddeti

izlemekten hoşnut olmasına karşın, Avrupa modernizmi ile de ivme kazanan ve kognitif sinir

bilimcilerinin(neuroscientist) beyin kabuğu ön kısmı(prefrontal cortex)fonksiyonlarına

bağladığı, "kendi kendini kontrol etme, uzun dönemli planlar yapma ve başkalarının düşünce

ve duygularına değer verme" gibi beyin işlevleri sayesinde, insanların şiddet fantezileriyle

hareket etme eğilimlerinin azaldığını söylüyor. Pinker, agresyonun ortadan kaldırılması,

teknolojinin gelişmesiyle uzayarak kalitesi artmış olan yaşamın değerinin daha iyi

anlaşılması, malların serbest dolaşımıyla ticaret, iş gücü paylaşımı ve barışın, diğer insanların

canlısını ölüsünden daha değerli kılması ve nihayet insana genetik mirasla geçen empati

yeteneğinin başkaları ile iç, içe yaşadıkça, insanoğlunu aşıp hayvanları da kapsayacak

biçimde genişlemesiyle, diğer insanlar üzerinde avantaj elde etmeyi daha az düşünmeye

başlayan insanın, bundan sonra "Neden Savaş" yerine "Neden Barış" sorusuna yöneleceğine

inanıyor(10). Pinker yaklaşımında, algılama ile başlayıp, beyin ön kabuğu ve düşünce ile

devam etmek suretiyle aklı öncelediğine göre; post modernitenin kargaşasından çıkmak için,

Jurgens Habermas'ın dile getirdiği üzere "akılcılığın ve aydınlanmanın yeniden

keşfedilmesine" gerek olacağı aşikardır(12).

Bilinmeyene, metodolojik bir yaklaşımla açıklama aramayı temel hedef almış ve

dolayısıyla, bilinmeyenden korkmak bir yana, yeni bilinmeyenle karşılaşmaktan haz alması

Page 43: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 43 -

gereken akılcılık ve bilimsel düşüncenin, yeni bir bilinmeyenler manzumesi karşısında

içerisine sürüklendiği yılgınlığını, çok sağlıklı saydığımız bireylerin umulmadık travmalar

karşısındaki yılgınlıklarına ve/veya, nöroz/psikozlarına benzetmek hiç de abartılı değildir. Bu

bakış açısıyla, savaş alanlarında on milyonların ölümü sonucunda ateşi yükselen insanlığın

içerisine sürüklendiği paradigma değişikliğini küresel bir nevroz olarak tanımlamak

uygundur. Akılcılığı yadsırken ötekinin ötekiliğini ortadan kaldırarak ilişkiyi

olanaksızlaştıran bu değişikliğinin, ancak; aklın farkındalık geliştirmesine karşın

algılayamadığı için ötekileştirdiği akıl dışına karşı duyduğu yabancılaşma, korku ve

yılgınlığı; süreç içerisinde, beyin ön kabuğunu daha da geliştirerek; farkındalığı ve

yabancılaşmayı geliştirenin de aynı akıl olduğunu algılamasıyla aşılabilmesi mümkün

görünmektedir.

King Crimson 1969 yılında çıkardığı "In the Court of the Crimson King" albümünde

yer alan "Epitaph" isimli şarkısında "Kahinlerin/peygamberlerin üzerine yazdığı duvarların

yıkıldığını, sessizliğin çığlıkları boğduğunu, her insanın rüyaları ve karabasanları tarafından

paralandığını ve gelecekte ağlayacağını hissettiğini" dile getirerek mezar taşındaki kitabede

"konfüzyon" yazılacağını söylüyordu(15). Günümüzde kapitalizm ve serbest rekabetin en

başarılı ve "Dünyanın en zengin insanlarından biri olan Gates, Davos'taki Dünya Ekonomik

Forumu'nda yaptığı açıklamada, “Kapitalizmin zengin insanlara olduğu kadar yoksul

insanlara da hizmet etmesinin bir yolunu bulmalıyız. Ben bunu 'Yaratıcı Kapitalizm' olarak

adlandırıyorum" diye konuşuyor(14). Küresel mali kriz, serbest rekabet şövalyelerini,

acımasızca eleştirdikleri korumacı/devletçi uygulamalara yöneltiyorlar. Sovyetler Birliğinin

dağılmasıyla komünizmin çökmesi üzerinden henüz 20 yıl bile geçmemişken karikatüristler

doların üzerine Carl Marx'ın resimlerini monte etmeye başlıyorlar. Post modern yeni dünya

düzeninin duvarları, Berlin duvarı kadar bile dayanamadan çatırdamaya başlıyor. Bill

Gates’in, "Yaratıcı kapitalizm"'i(!) ile yardım etmek istediği, günde 1 dolardan az gelirle

yaşamak zorunda bırakılmış bir milyardan fazla yoksul insan, bugün, üstelik de kapitalist

insan tacirlerinin bizzat kendileri tarafından, damarları ağzına kadar HIV ve sıtma ile dolu

olduğu halde konteynırların içerisine tıkılıp, taşınarak; şövalyelerin sırça köşklerinin etrafına

karabasan gibi yığılıyorlar. "Kural olmadığında bilgi ölümcül bir yoldaşa dönüşebiliyor ve

insanlığın kaderi, çeliği güneşin altında parlatan savaş makinelerine hükmeden aptalların

eline düşüyor(15). Ebu Garib'de, Guantanamo'da acı çeken; Bosna'da, Çeçenistan'da, Dünya

Ticaret Merkezi'nde, Darfour'da, Irak'da katledilen insanların acısından; uyuşturucu batağına

düşen, açlıktan ölen, etini satan erkek ve kadınların onursuzluğundan; delinen ozon

tabakasından, yok edilen yahşi yaşamdan, iklim değişikliğinden ve ekolojik dengesi

bozulduğu için homurdandığı anlaşılan gezegenden, “bırakınız yapsınlar, bırakınız

geçsinler” diyebilen her birimiz tek, tek sorumluyuz ve içerisine sürüklendiğimiz nevrozdan

tek, tek çıkmayı başaramadığımız takdirde, yaktığımız ormanların ateşiyle yarattığımız

cehennemde yok olmamız kaçınılmaz görünmektedir.

Yaşam dikensiz bir gül bahçesi değil ve hiç de olmayacak. Soren Kierkegaard

"sağlıklı bir yaşamın, karşıtlıkların aşılması ile mümkün olabileceğini" savunuyor ve ekliyor:

"Sonluluk/sonsuzluk, imkan/gereklilik gibi karşıtlıkların çözülememesi insanın içinde hüsran

oluşturur. İşte insan olmanın özü bu hüsranda aranmalıdır, mutlulukta değil.", Amerikalı

spiritualist Ken Wilber ise "İnsan ölümden korktuğu için kendi kendini öldürür" diyor(3).

Mustafa Merter "Varoluşçuların son sorular diye tanımladığı ölüm, anlam, özgürlük ve

yalnızlık gibi, cevapları cüzi akılla verilemeyecek soruların...orta bilinç dışının üst

katmanlarıyla, üst bilinç dışının sınırında" sorulmaya başlandığından söz ediyor ve çıkışı

"Tevhid"de arıyor(3). Bilgin Saydam mistisizmi vurgularken, "mistik olmak için dindar

olmak gerekmediğinin" altını çiziyor(5). İnsanın kendi kendisiyle savaşımını başarıyla

Page 44: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 44 -

sürdürebilmesi için farklı bir yaklaşım ve yöntem peşinde görünen herkes aslında, bir

biçimde ben ve öteki ikileminden çıkmanın yollarını arıyor. Bunun için en kısa/ yol derin

psikolojik yada felsefi çözümlemeleri bir anlığına bir kenara bırakıp, içimizde beslediğimiz

ayrışmayı isimler takmaya çalışmadan ve iddiasızca buluşturmak; aklı yada ruhu

sorgulamadan, ötekileştirmeden, özneleştirmeden, zorbalaştırmadan, krallaştırmadan yada

tanrılaştırmadan barıştırmak gibi görünüyor. Bulunduğumuz noktada yükselen spiritüalizm

akıl-inanç/doğa-tin ikileminin Uroboros’unu diriltme eğilimi gösteriyor. Bireysel hak ve

özgürlüklerle, ötekini öncelendiği günümüz dünyasında kimseye bir çözümün öğretilmesi ve

dayatılması söz konusu olamayacağına göre, her bireyin bu durumu kendi iradesiyle

içselleştirmesi ve bu savaşımı kendi başına vermesi gerekiyor. Her birimiz, tıpkı da kuantum

fiziğinin belirsizlikler boşluğunda devinip duran atom altı parçacıkları gibi kendi küçük

sınırlarımız içerisinde oraya buraya savrulurken, aynı zamanda maddeyi de

oluşturduğumuzun bilincine varabildiğimizde sorun büyük oranda aşılacak gibi

görünmektedir.

Mitolojinin kolektif bilinçaltını yansıttığı düşünülmektedir(5). “İnsanın evrim

sürecine ışık tutan karakterlerin doğa güçleri, şeytanlar ve canavarlara karşı verdikleri

savaşlarının kahramanlık öyküleri mitler ve destanlarla günümüze taşındı; uğur, tılsım ve

büyünün gücüne bugün de inanılmaya devam ediliyor”(6). Diğer bir anlatımla mitler

insanlığın tarih boyunca biriktirdikleri bilgi ve deneyimlerini kuşaklar ötesine ve bugüne

taşıyor. Çağdaş liderlerin mitolojiye atıf yapmaları adeta bunu doğrulamayı amaçlamakta.

Eğer öyleyse, aldatılan kardeşi Menelaos’un intikamı için tarihin en büyük ordusu ile

Truva'yı yerle bir eden Agamemnon'un, zaferle geri döndüğünde aldatan karısı Clytemnestra

tarafından katledilmesiyle; ölümsüz kılınmaya çalışılan büyük savaşçı Achilleus’un, çelimsiz

Paris’in okuyla can vermesinin, günümüze basit bir ironiden çok daha derin bir mesajı olması

gerekiyor.

“James Joyce'un Ulysses'inde Homeros'un Odysseus'uyla özdeşleştirdiği kahramanı

Leopold Bloom'u, bütün sıradanlığına karşı, sıra dışı epik bir kahraman yapan, onun

sevecenliğidir. Eser içerisinde Bloom'un kediler, kuşlar, köpekler, ölüler, hainler, körler,

yaşlı kadınlar, doğum yapan bir kadın ve yoksullara karşı gösterdiği teklifsiz empati,

Odysseus'un yolculuğu sırasında karşılaştığı sayısız engelle "baş edişine" eş tutulmuştur”(1).

“..Oysa “olağan”, olağanüstü olmak durumundadır ve öyledir de, her ne kadar edebiyatın

başlangıcına dönecek olduğumuzda aklımıza Homeros gelirse de, Shakespeare belki başka

herkesten iyi göstermiştir bunu. Olağan durum ya da kişi ya da şey sıradandır…Ve

(Shakespeare) özel değil, çok sıradan olduğu için, kusursuz değil, kusurlarla dolu olduğu

için, herkes gibi olduğu için yapabildi bunu.”(16). Sıradanlık ve sevecenlik, öfke ve hiddetten

daha kalıcı görünüyor. Steven Pinker’in sözünü ettiği “empati yeteneğinin” kadim çağlardan

günümüze sadece “genetik mirasla” değil, mitoloji ve edebiyatla da geçtiği aşikar. Sınırların

ortadan kalktığı post modern dünyada, “başkaları ile iç, içe yaşadıkça, insanoğlunu da

aşarak hayvanları da kapsayacak biçimde genişleyen” empatinin ezeli ikilik ve çatışmaları

aşmada büyük yeri olduğu da kesin. Bunu başarabilmek içinse, bireyselden toplumsala her

boyutta, “diğerlerinden mental ve spiritüel olarak üstünlük” kibir ve saplantısından

vazgeçebilmek gerekiyor.

Homeros’un iki destanı, İliada ve Odyssey, birbirine zıt anlayışlarla bir ikiliği

yansıtıyor: Yaşlı Homeros, on yıl süren Truva savaşından çıktıktan sonra, sevgili güzel karısı

Penelope’nin kendisini beklediği İthaca’ya ulaşmak için bir on yıl daha türlü engellerle

mücadele etmek zorunda kalan Odysseus’un öyküsünü anlattığı Odyssey’de; İliada’daki “eril

militarizmini açıktan reddetmese de, dişil duyarlılıkla yazılmış uzun, epik bir anlatımla

Page 45: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 45 -

olumsuzlamaktadır”. Ithaca, gerçek hayatta yaşadığımız belirsizliğinin yarattığı

tatminsizliğin ötesinde iyi bir yer, bir ütopya, kayıp ideal ya da William Butler Yeats’in

ifadesiyle “güzellik ve masumiyet”tir. Yirminci yüzyılın İskenderiyeli şairi Constantine

Cavafy, Odyssey’i yaşam yolculuğunun bir metaforu olarak görmekte ve yolculuğun sonunu

yolculuğun kendisi kadar önemsememektedir(2). O halde içimizdeki militarist erili, gene

içimizde taşıdığımız yaratıcı, sevecen dişille; toprak anayı, gök tanrıyla; inancı, düşünceyle

bütünleştirebilmek ve Leopold Bloom’un yaptığı gibi “fırtınalar, dev girdaplar, insan eti

yiyen tek gözlü devler, çok başlı canavarlar, felç eden bitkiler; erkekleri içirdikleri şarapla

domuza çeviren, güzel sesleriyle söyledikleri şarkılarla onların akıllarını başlarından alıp

gemilerini kayalıklara çarptıran ve nihayet boğulmaktan kurtarma karşılığı esarete zorlayan

kadınlarla(1), sıradanlık, sevecenlik ve empatiyi kaybetmeden ve bu uzun mücadelede, yani

yaşamda neyi elde edeceğimiz hesabıyla değil de nasıl yaşadığımızı düşünerek mücadele

edebilmek gerekmektedir.

İnsanın içindeki savaş hiç bitmeyecek, bitmesi de gerekmiyor ve belki bitmemesi daha

doğru. Mitler bize kolektif bilinçaltından sesleniyor, bizse yanıtını pek övünerek

koruduğumuz çağdaş, özgür birey bilinci ile vermeliyiz. Mitlerle konuşulduğunda bir insan

ömrü süresi anlamsızlaşıyor; dün, bugün ve hatta yarın bu ana indirgeniyor. Yaşam ve ölüm

bütünleşiyor ve anlamsızlaşıyor. Korkular kaybolmasa da etkisini yitiriyor ve ben

diğerkâmlaşabiliyor. İnsan ancak bu noktaya varmayı başarabildiğinde, “köklerine” doğru

bakıp orada“şiddet ve savaşı” değil, “kadim düşünce mirasını ve inancı, antik pagan

kökleriyle bütünleştirerek karanlıklar arasından geçirenleri(17)” görmesi mümkün oluyor.

Ithaca’ya giden yol da işte o an açılmaya başlıyor.

Kaynakça

(1): SparkNotes Editors. “SparkNote on Ulysses.” SparkNotes LLC. 2003.

http://www.sparknotes.com/lit/ulysses/ (accessed April 25, 2012).

http://www.sparknotes.com/lit/ulysses/themes.html

(2): Thomas Cahill, Sailing the Wine-Dark Sea", First Anchor Books, 2004.

(3): Mustafa Merter, Dokuz Yüz katlı İnsan, Kaknüs Yayınları, 5.Baskı, 2008.

(4): Ümit Erol, 6 Ekim 2004, http://www.gazetem.net/uerolyazi.asp?yaziid=44

(5): M. Bilgin Saydam, Deli Dumrul’un Bilinci, Metis Yayınları, 1997.

(6): "Chapter 13: Introduction." Gale Encyclopedia of the Unusual and Unexplained. 2003.

Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>.

http://www.encyclopedia.com/doc/1G2-3406300274.html

(7): James D. Hart and and Phillip W. Leininger. "Will to Believe, The, and Other Essays in

Popular Philosophy." The Oxford Companion to American Literature. 1995.

Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>.

http://www.encyclopedia.com/doc/1O123-WlltBlvThndthrssysnPplrPh.html

(8): WATTS, FRASER. "Psychology." Encyclopedia of Science and Religion. 2003.

Encyclopedia.com. 10 May. 2012 <http://www.encyclopedia.com>.

http://www.encyclopedia.com/doc/1G2-3407200232.html

(9): http://www.brainandevolution.blogspot.com/2008/02/why-we-kill-each-other-evolution-

of-war.html

(10): http://www.edge.org/3rd_culture/pinker07/pinker07_index.html

(11): Leslie A. Fiedler, Love and Death in the American Novel, Dalkey Archive Pres Books,

Second Printing 2003.

(12): Nazım İrem, Radikalleştirilmiş Aydınlanma Projesi Kıyısında Entelektüeller ve Jurgen

Habermas, Doğu Batı Dergisi, 35. Sayı, Sayfa 209-231, 2006.

Page 46: En Az Üç Çocuk?! - Yurt ve Dünya Dergisinüfus politikası, toplumsal refahı—ya da, daha yerinde bir ifadeyle, maddesel toplumsal refahın belirli bir kii baına ölçüsünü—en

- 46 -

(13): http://www.haber7.com/haber/20081122/Malezyada-Yoga-fetva-ile-yasaklandi.php

(14): http://www.hurriyetusa.com/haber/haber_detay.asp?id=14247

(15): http://www.hitslyrics.com/k/kingcrimson-lyrics-2178/epitaph-lyrics-104331.html

(16): Martin Seymour Smith, Yüzyılların 100 Kitabı, Sayfa 231-232, Boyner Holding

Yayınları, 1998

(17): Thomas Cahill, How The Irish Saved Civilization, First Anchor Books, 2006