geÇen hafta okura ulaŞtik kitap aydınlıkzafer top-rak’ın “darwin’den dersim’e...

23
İstiklal posta katarıyla üçün birini göndermişti Sıradışı bir yazarın kılavuzluğunda edebiyat 43 yılın ‘resmi geçidi’ Kemalizm ve Antropoloji üzerine ‘Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji’ kitabının yazarı Prof. Zafer Toprak’la G G E E Ç Ç E E N N H H A A F F T T A A 6 6 6 6 , , 7 7 4 4 5 5 O O K K U U R R A A U U L L A A Ş Ş T T I I K K Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçısı Aydınlık 5 Nisan 2013 Cuma Yıl: 2 Sayı: 58 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir KITAP . Garip bülbül Neşet Ertaş

Upload: others

Post on 30-Jan-2020

2 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

İstiklal posta katarıyla

üçün birini göndermişti

Sıradışı bir yazarınkılavuzluğunda

edebiyat

43 yılın ‘resmi geçidi’

Kemalizm veAntropoloji

üzerine

‘Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet veAntropoloji’ kitabının yazarı

Prof. Zafer Toprak’la

GGEEÇÇEENN HHAAFFTTAA 6666,,774455 OOKKUURRAA UULLAAŞŞTTIIKK

Ayakların turabı,gônüllerin hızmatçısı

Aydınlık5 Nisan 2013

Cuma Yıl: 2

Sayı: 58Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP

.

Garip bülbülNeşet Ertaş

Page 2: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü
Page 3: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP

[email protected]@aydinlikgazete.comBaskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.

Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu

[email protected]

Reklam MüdürüKamile Karakadı[email protected]

Reklam Servisi

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Sahibi

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.

Genel Müdür: Yalçın Büyükdağlı

Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa İlker Yücel

Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Tüzel Kişi Temsilcisi: Metin Aktaş

Aydınlık

KITAP.

Sayfa Sekreteri Ebru Baysan

Editör Pınar Akkoç[email protected]

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu

Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04

Faks: 0212 252 51 22

Düzenli okuyucular hatırlayacaklardır. Bundan yaklaşıküç ay önce yine Zafer Toprak’la bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Odönem “Türkiye’de Milli İktisat” kitabının yeniden basımı ya-pılmıştı, o vesileyle kendisiyle görüştük. Bugün yine Zafer Top-rak’la yaptığımız bir söyleşiyi bulacaksınız sayfalarımızda. Tay-yip Erdoğan’ın “kafatasçılık” çıkışı yeni bir tartışma yarattı di-yemeyeceğiz. Ortada bir tartışma yok çünkü. Varolan bir saldı-rı, bir meydan okuma. Bu meydan okuma açıkça bilime ve bi-limin dallarına. Tam da bu yüzden çok değerli bir bilim insa-nının konuya ilişkin görüşlerini aldık ve paylaşıyoruz. Zafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü. Kitaptan yolaçıkarak Türkiye’de ve dünyada antropoloji, Cumhuriyetin bili-me bakışı, bilimin işlevi ve daha birçok konuyu konuştuk. Ko-nuşacak konu çok, laf lafı açtı. Bir kısmını gelecek haftaya bı-raktık. Önümüzdeki sayıda söyleşinin “Dersim meselesi”yle il-gili olan kısmını bulacaksınız. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.

* * *

Anadolu’nun tam ortasından, Kırşehir’den tınlayıp şiiri ve fel-sefeyi sarmalayan müziğin son simgelerinden Neşet Ertaş’a dairbir kitaptan bahsettik bu sayıda. İTÜ Türk Musikisi Devlet Kon-servatuarı öğretim üyelerinden Doç. Dr. Erol Parlak’ın yazdığı“Garip Bülbül Neşet Ertaş” adlı eser, Neşet Ertaş’la birlikte ge-çen on altı yılın yarattığı bir birikimin ürünü. Neşet Ertaş’ı, onudoğuran toprağı ve o toprak üzerine çizilen yolları gösterek an-latan kitap, Neşet Ertaş’ın bilinmeyen yönlerine sıklıkla uğru-yor. Onun pek bilinmeyen şiirleri, şiirlerinin sarıldığı besteleri veonlarca fotoğrafı ise bu çok yönlü kitabı bin sayfa boyunca do-yuran kıymetli bilgilerin üstüne gelince, kitabı iyiden iyiye tat-landıran unsurlar olmuş. Neşet Ertaş’ın bilinmeyen ve bilinmesigereken yönlerine vurgu yapan inceleme yazımız kitabın “bi-linmeyen Neşet Ertaş”ı bildiren yönünü destekler nitelikte. Ke-yifle okuyacağınızı umduğumuz yazının ardından, yazının so-nunda yer alan türküyü dinlemenizi öneririz.

* * *

Haftaya görüşmek dileğiyle...

AYDINLIK KİTAP

İÇİNDEKİLER

İstiklal posta katarıyla üçün birini göndermişti s. 4-5

Açık sözlü bir Osmanlı portresi s. 6

Sıradışı bir yazarın kılavuzluğunda edebiyat s. 7

Dünyada kültür ve edebiyat s. 8

Örtülü savaş ve satılık ülke s. 9

Bilgi ve Kuşkuculuk s. 10

“Onlar için Yazdıklarım: 60 İnsan” s. 11

KAPAK: Bugün bile en büyük kafatası

koleksiyonları Amerika’da s. 12-13-14

Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçısı s. 15

“Yokuş Aşağı” bir sohbet s. 16

Sözcüklerden doğmuş taş ustalığı s. 17

Yeni çıkanlar s. 18-19

Çocuk-Genç: Ey sinirli çocuk s. 20

Dört metre kare betonu geçmek s. 21

Defterdeki anılar s. 22

Düşleyebildiğimiz her şey

gerçekse! s. 23

Page 4: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP

Neyzen Tevfik, ustası kabul ettiği

Şair Eşref’te doruğa çıkan yergi şiirimi-

zi Tevfik Fikret’ten esinlendiği modern

felsefeyle yoğurarak, yalnızca eseriyle de-

ğil, yaşamıyla da sokağa taşıran şairi-

mizdir. Yaşam ve kültürünün ana kaynağı,

bütün olumlu ve olumsuz değerleriyle

halktı. Halka ait hiçbir yönelim ve duy-

gu ona yabancı değildi. Halkı en güzel

sözlerle yücelttiği bir sırada, olsa da ol-

masa da taşı gediğine koyarak yerin di-

bine batırmaktan da kaçınmazdı. Bu

yönden, yaşam ve yapıtları, halkın öze-

leştirisini yansıtan Kazak Abdal’ı, Nas-

rettin Hoca’yı yirminci yüzyılda adeta

güncelleştirir.

“SÖVMEK MÜSEKK�ND�R”Neyzen Tevfik’in anlatımında küfür,

sözün gevşetici tadıdır. Yüz yıl önce,

Eşek Dergisi’ne verdiği bir mülakatta küf-

rün yaşamdaki yerini apaçık belirtir:

“Azizim, sövmek müsekkin-i asaptır. Bi-

naenaleyh, herkes için meşru bir haktır.

Ben, bu hususta hiçbir hudut tanımam.

Bazı kimseler, bilhassa matbuat, söv-

menin fenalığından bahsediyor. Sövüle-

cek kimsenin bir meziyetini söyleyerek,

ona sövülmesini men etmek istiyorlar. O

büyük adamdır, sövülür mü? diyorlar. İşte

buna şaşıyorum: O büyüktür, sövme; bu

küçüktür, sövme; öbürü cahildir, beriki

çocuktur, aman ihtiyardır, sakın sövme!

Sorarım size, kime sövmeli? Binaenaleyh

sevme hürriyeti olduğu gibi, sözme mü-

savatı da olmalı. Herkes bikader-i imkân

[güçsüzlük duyumsadığında] sövebilme-

lidir.” (9 Ağustos 1912) Kim bilir belki de

siyasal tartışma deyince kendi tarafını tri-

bün mantığıyla tutarak karşı tarafa en ağır

küfürleri savurmayı anlayan bir halkın gö-

zünde üstün gelmeyi ve onun gönlünde

taht kurmayı minder dışı sövgülerle be-

ceren, küfürbazlıkta mahir siyasetçilerin

başarısının kaynağı bu sosyal psikolojik

durumdur.

Neyzen’in gözlemci ve yaratıcı gücü-

nü derin bir toplumsal etkiyle sempatiye

dönüştürme yeteneğini İlhan Selçuk şöy-

le açıklar: “Neyzen Tevfik gibi insan, ken-

dine özgüdür, az yetişir. Böyle kişinin top-

lumda dokunulmazlığı vardır. Hele öz-

gürlüklerin pekişmediği ve geleneklerin

bastırdığı yerlerde halk Neyzen tipinde-

kilere evliya gözüyle bakar, saygı duyar.

Sıradan insan, kendisinin yapamadığı

işi yapan, tutamadığı yaşam biçimini

yeğleyen bu tür serdengeçtileri sevgiyle

anar. Neyzen Tevfik de İstanbul’da çok

sevilir, el üstünde tutulur, saygı görürdü.”

(SKK, c. IV, s. 510) Levent Kırca’nın da

sahnede nice galîz ve yakası açılmadık kü-

fürlerle olumsuz yönlerini eleştirdiği

halkın gitgide artan sevgisine erişmesinin

özünde aynı duygu ol-

malı...

“VARSA DOSTUND�PÇ���D�R”

Mustafa Yeşilova,

Neyzen’in başka insanla-

ra taşkınlıkla ulaşan iç

dünyasının gerçekliğini

engin bir yaklaşımla çö-

zümler: “Normalin uza-

ğındaki bu dehayı normal

insanların tanımaları ol-

dukça güçtür. Irmak, ya-

tağında normaldir. Ta-

şınca Neyzenleşir. Bence

Neyzen, bizim taşmış ha-

limizdir, biz ondaki sa-

dece fazlalığa şaşmışız-

dır... Neyzen aynı za-

manda bir yenilikçidir.

Gerçeği gören insandır. Ulusal Kurtuluş

Savaşı’nda herkes bir yere yaslanmayı

yeğler, çareler ararken, o; ‘varsa dostun

dipçiğidir, öp de omzunda taşı’ diyen, yü-

rekli, gerçekçi bir adamdır. Bu niteliğiy-

le Atatürk’ün de sevgisini kazanmış, an-

cak kendisine teklif edilen hiçbir maka-

mı kabul etmemiştir.”

Neyzen, mevki makam konusunda

daha önce de Talat Paşa’nın önerisini red-

detmiştir: Paşa’dan memuriyet teklifi

aldığında, ona şunu sorar: “Sonunda ne

olacağım?” Paşa, bütün mevki ve ma-

kamları saydıkça, o, “Sonra?” diye so-

ruyormuş. En sonunda, beklediği “Hiç!”

yanıtı gelince, “İşte ben bugünden

hiç’im!” demiştir. Neyzen’in o yıllarda ha-

zırladığı ilk kitabının adı gerçekten

“Hiç”tir.

Şairin Atatürk’le ilgili anılarından

birini Yüksel Baştunç şöyle nakleder: En

güzel, en içli, derin ve sanatlı ney tak-

simlerini O’nun huzurunda yaptığını

söylüyorlar, doğru mu gerçekten? Neyzen

şu yanıtı verir: Sıkıysa yapma kardeşim,

adam musikiden çok iyi anlardı.

“KEHANET�N TÜRK’E A�TBURCU”

Neyzen, Osmanlı’nın yıkılışıyla birlikte

Türk’ün dünya çapında yeni bir başarıya

imza koyacağını ilk gö-

renlerdendir (s. 147):

Bu bayrağın mızrağı-nın ucunda

Bir el gördüm, küre varavucunda.

Kehanetin Türk’e aitburcunda

Yeni bir şaheser gelipgeçiyor.

Gerçekten de Türk,

verdiği ilk ulusal kurtuluş

ve bağımsızlık savaşıyla

başka halklara örnek olur.

Şair Türk’e dair bu dü-

şüncesini daha ilerde bir

başka şiirinde apaçık dile

getirerek, dünya savaşıyla

birlikte emperyalizmin

uluslararası düzeyde boz-

duğu insanlığa kurtuluş yolunu Türk İs-

tiklâl Savaşı’nın gösterdiğini anımsatır:

“Âdemin hasleti temsil edemez bu piye-

si / Türk’e düştü beşerin zâviye-i tesvi-

yesi.” (s. 256)

Aşağıdaki dizelerde bu düşüncenin bir

başka somut ve yalın anlatımını buluruz

(s. 222):

Gacırtı var yine Türk’ün dişindeKafası dönerse hatrı sayılırEri durgun görüp aldanma sakınKepenek altında yatar sayılır.

“��LER� HEP ANHA M�NHA”Neyzen, Türk’ün sultanlar ve düzen-

baz yöneticilerce yüzlerce yıl aldatılma-

sını bütün açık sözlülüğüyle eleştirir (s.

234):

Aldana aldana s.kildi dinimKalmadı düşmana, feleğe kinim,Doğruyu söylersem çarpar yeminimBu cengi pusuya sinenler bilir.

Kurtuluş ve ilerleme yolunda kera-

metin ne sultanda ne de Amerikan ya da

İngiliz mandasında olduğunu, yalnızca

kara kapaklı Türk askerine güvenilebi-

leceğini halk ozanı edasıyla vurgular (s.

241):

Kaynıyor çok şükür aşı ocaktaVar imiş kerâmet kara kalpaktaDört yüz yıl büzüldü taşta topraktaÜç parmak uzadı yorganı Türk’ün

Neyzen’in yaşamı kavrayışı öylesine

çaplı ve derinliklidir ki, yıllarca sonrası-

nı da tasvir eder. Bölünme anayasasını

halka benimsetemeyeceğini görenlerin

her durumda kıvırmaya hazır teslimiyet

ve yüzsüzlükle yürüttükleri “son siyaset”i

sokaktaki yurttaşın ağzıyla tanımlar (s.

148):

Ne başım var, ne kıçım var be felekTıpkı s.kik g.te çevirdin beni!Kurtulamadım gitti anha minhâdanŞu son siyasete çevirdin beni.

Neyzen, Türk’e dil uzatan Osmanlı-

cıya, Türk ülkesini işgale yeltenen em-

SEYYİT NEZİ[email protected]

ARA KABLO

İstiklal posta katarıylaüçün birini göndermişti

NEYZEN, TÜRK’E DİL UZATAN OSMANLICIYA

En sanatl� ney taksimlerini niçin Atatürk’ün huzurunda yapt���n� soranlara Neyzen �uyan�t� verirdi: S�k�ysa yapma karde�im, adam musikiden çok iyi anlard�

Neyzen Tevfik (foto: Ara Güler)

Neyzen Tevfik,Tercüme-i Halim,

Recep UstaBroy Yayınevi

Page 5: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5Aydınlık KİTAP

peryalizm uşağına, peşkeş çeken işbir-

likçiye, daha 1919’da, “Havale” şiirinde

İstiklal posta katarıyla üçün birini gön-

dermiş, Türk’ün yerinin Tanrı katından

yüce olduğunu söylemişti (s. 139):

Görsün cihan serseriler pîriniAllah’a da vermem Türk’ün yerini.Müselleste olan üçün biriniKostantin’le Anzavur’a bıraktım.

Millî irade adına milletin vekillerinin

ipini elinde tutanları da gözden kaçır-

mamıştır: “Vükelanın ipi bir hergelenin

kösteğidir” (s. 305).

Gelecek yazılarımızda, Neyzen’in

“Türk’e Birinci Öğüt” ve “Türk’e İkinci

Öğüt” ile “Üçüncü Arz-ı Hal” şiirlerini

günümüz gerçeklerine göndermeleriyle

ele alacağız [Şairin şiirleri için kullandı-

ğımız kaynaklar: Neyzen Tevfik, Tercü-

me-i Halim, Tüm Şiirleri ve Nükteleri,

haz.: Recep Usta, Broy Y., 1995; Seyit Ke-

mal Karaalioğlu (SKK), Türk Edebiyatı

Tarihi, c. IV, s. 510, İnkılâp ve Aka Y.,

1982].

Neyzen Tevfik ve köpeği Mernuş

MERNUŞbu engin ayrılık canıma yetti,

başımdan aşıyor kederim mernuş,

bu yolda yazılmış fermanı kaza,

bunu da gösterdi kaderim mernuş.

bağlanmıştım bütün kalbimle sana,

şu fani cihanı okuttun bana.

sen göçtükten sonra ben yana yana

hicranla gözyaşı dökerim mernuş.

bu yolda cahilim, bildiğim kısa,

sen girdin toprağa ben düştüm yasa.

haklı haksız hatırını kırdımsa

affet günahımı beşerim mernuş.

neyzen tevfik

Page 6: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

CANİ Mİ MASUM MU:

Labirent Yay�nlar�’n�n �ubat ay�nda yay�mlad���, Fazl� Necib imzal� bir Osmanl� Polisiyesi “Cani miMasum mu” isimli roman, sultan�n nuruyla gözleri kama�m�� Yeni Osmanl�c�lar�n da dikkatiniçekebilir. Yan�l�p �a��r�p, Osmanl�ya dönü�ün küçük i�aretlerinden saymaya kalkmas�nlar diye

söylüyorum, gündüz dü�lerine kar��l�k bulamayacaklar!

5 N�SAN 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP

Açık sözlü bir Osmanlı portresi

Oraya bakın, teknoloji çağının AVM’si-

ne, aradığınız her bilgiyi orada bulabilirsiniz,

üst üste, tıkış tıkış, biraz deforme. Bulursu-

nuz. Sağ olsun facebook, yazar, filozof, bi-

lim insanı, şarkıcı kim ne veciz söz etmişse

bize hap şeklinde sunuyor. Bir kısmı yanlış,

çokçası uydurma da olsa idare edeceğiz ar-

tık. Gerçekten kimin söylediğiyle, bağlamıyla,

onu bir elmas gibi parlatan, hangi tartışma-

nın zirvesidir – bununla kim niye ilgilensin!

Söz orada, bütün kofluğumuzu maskeleye-

cek harikulade bir ambalaj gibi duruyor ya

ona bakın siz.

Aynı nehirde iki kez yıkanamayacağımızı

da, öyle antik Yunan’a gitmeye, haybeden fel-

sefe karıştırmaya filan gerek yok, facebo-

ok’tan öğrenebiliyoruz, tabii şu mavi gök al-

tında söylenmedik söz kalmadığını da –sa-

nırım her iki bitirici tespiti de Can Yücel yap-

mıştı, Oğuz Atay mıydı yoksa?

Dünya değişmiyor, burada hemfikiriz!

Dünya değişmiyor, yalnız, kara gelecek kur-

gularındaki ucube canlılar gibi doğayı ve in-

sanı sömüren sınıf büyüdükçe büyüyor. Bu

yüzden “Yeni” önekiyle gündemimize so-

kulan her şeyde geri/gerici bir ideolojinin ale-

nen sırıttığını görebiliriz. Temkinli yaklaşmayı

öneriyorum, bu yeni’ler eski’ye rahmet oku-

tuyor. Üstelik yön ayırmaksızın durum böy-

le, Yeni Sol kadar Yeni Sağ da sinsi, Yeni Sos-

yal Demokrasi kadar Yeni Osmanlı da düş-

man, öyle görünüyor. Neoliberalleri filan say-

mıyorum bile. Yeni Dünya, onu tanımla-

yanların zehirli dillerine bakarsak, dünyanın

ezilen halklarına yeni eziyetlerden başka hiç-

bir vaatte bulunmuyor.

YEN� OSMANLIYA KAR�IYEN�DEN CUMHUR�YET

Labirent Yayınları’nın Şubat ayında ya-

yımladığı, Fazlı Necib imzalı bir Osmanlı Po-

lisiyesi “Cani mi Masum mu” isimli roman,

sultanın nuruyla gözleri kamaşmış Yeni

Osmanlıcıların da dikkatini çekebilir. Yanılıp

şaşırıp, Osmanlıya dönüşün küçük işaret-

lerinden saymaya kalkmasınlar diye söylü-

yorum, gündüz düşlerine karşılık bulama-

yacaklar! Böbürlenmek için iyi bir fırsat oysa,

Osmanlı’da yok yok, aşk isteyene aşk, poli-

siye isteyene polisiye, daha ne olsun, değil

mi? Ama yok, iyi bir romandan öte, örnek

bir toplum, saygın bir yönetici sınıfı, barış-

çı bir dünya devleti göremiyoruz, Cani mi

Masum mu’da. Gerçi, Osmanlı hayalleri ku-

ranların, Osmanlı’yı idealize etmekten öte,

Cumhuriyeti alaşağı etmek gibi bir dertle-

ri olduğunu biliyoruz. Cephelerini dön-

dükleri yer Cumhuriyet. Kurgulanan Yeni

Osmanlı bir cihan devleti olmayacak haliy-

le, ‘yeni’ emperyalizmle de hesaplaşmaya-

cak. Sınırlarını petrol yataklarına genişle-

tebilirse ne ala, değilse kendisini tarihin dı-

şına süren jakobenlerden intikamlarını al-

mak öncelikli hedef. Bu tabii tabanda böy-

le, onların uykularına bu tatlı hayalleri so-

kan rüya imalatçıları var bir de. Bütün ye-

niliklerin beyin takımı. Kürt hareketini bile

bu siyasete yönlendirebiliyorlar, sosyalistleri

ve bazı Kemalistleri bile.

B�-ÇAREGANE MERHAMET,BEN�-NEV�NE MUAVENET!

Fazlı Necib ilk telif polisiyeyi yazan ya-

zarımız olarak gösteriliyor. Bu nedenle or-

tadaki takdiri hak eden bir yayıncılık. Üstelik

roman da iyi kurgulanmış ve iyi yazılmış. Bir

serüven romanından ne varsa karşılıyor.

Yazarın polisiyeye hâkim olan ilkeleri sezdiği

anlaşılıyor. Sonuna kadar değilse de gizemini

koruyan bir muamma, birkaç aşamada çö-

zülen cinayet vakası döneminin batılı ör-

neklerinden aşağı kalmıyor.

Gerek içinde yaşadığı toplumun dina-

mikleri, gerekse Osmanlı yazınının dönem

itibariyle roman sanatına olan mesafesi hi-

kâyenin zaman zaman melodrama meylet-

mesine yol açıyor. Bu kısımlarda yazar bir ah-

lak tarihçisi gibi davranıyor. Ka-

rakterlerini sefih bir hayat sür-

mekle hiç çekinmeden itham

edebiliyor. Asıl dikkat çekense

romandaki kadın karakterlerin

işleniş biçimi. İyi çizilmiş iki

kadın karakterden biri, Refik’in

annesi, neredeyse hiç anlatıl-

mıyor ve hikâyenin daha başla-

rında kederinden ölüyor. Diğe-

ri ise, Refik’in âşık olduğu kadın,

bir kenarda bekliyor ve kaderin

kendisine mesut bir gelecek ha-

zırlamasını umuyor. Onları iyi

yapan da zaten bu özellikleri,

itaat ediyorlar ve mücadelenin

bütünüyle dışındalar. Diğer tüm

kadınlar fitneci, kurnaz, dedi-

koducu, namussuz vb. Bu şablon

tüm romana hâkim oluyor ger-

çi, köşeli karakterleri erkekler

için de tanımlıyor Fazlı Necib.

Onlar da toplumsal ahlak üze-

rinden tarif ediliyor, makbul

olup olmadıkları rollerini layı-

kıyla canlandırıp canlandırmadıklarına göre

belirleniyor, rol dağıtımını sorgulamaları

kesinlikle beklenmiyor. Fazlı Necib’i yargı-

lamak için söylemiyorum bunları, tersine için-

de yaşadığı toplumun net bir portresini çı-

karıyor. Toplumun aksayan yanlarını, eleş-

tirmeden ama tarafsız bir gözlemci gibi

sergiliyor. Bunda gazeteci kimliğinin payı olsa

gerek diye düşünüyorum. Cani mi Masum

mu, sırf edebiyat me-

raklılarına hitap et-

miyor bana sorarsa-

nız, tarih araştırma-

cılarını, Osmanlı’da

günlük hayatı merak

edenleri de çok sayıda

ayrıntı bekliyor.

Bir de öneri, bura-

daki gibi eski dilin yo-

ğun olduğu metinlerde

sadeleştirme yoluna gi-

dilebilir. Eski sözcükle-

rin, deyimlerin, tamla-

maların parantez içinde

bugünkü karşılıkları verilmiş ama bu da oku-

mayı kolaylaştırmamış. Polisiye gibi okurun

hızla ilerlemek istediği bir türde gerilimi dü-

şürecek, okurun merakını bastıracak bir

engel bana kalırsa eski dil. Osmanlı polisi-

yesi dizisinin yeni kitaplarında bu noktanın

üzerinde yeniden düşünülürse isabet olur,

benden söylemesi.

CAN� M�MASUM MU

Roman bir arada

ve sorunsuz yaşayan

azınlıkları resmediyor

bir taraftan da. Rum,

Arnavut, Yahudi Os-

manlı’nın sınırlarını

paylaşıyorlar. Fakat bu

neden cazip bir top-

lum modelidir, anla-

mak mümkün değil –

şu Yeni Osmanlıcılara

söylüyorum. Hâsılı,

ayaktakımının Rum’u,

Türk’ü ve Kürt’ü aynı

sokak aralarında ömür

tüketmeye, hayatta ka-

labilmek için egemen

yapının yasakladığı bi-

lumum fiilleri göze al-

maya ortaklar. Tüm

milletlerin ağaları,

şeyhleri, para babalarıysa konakları, çiftlik-

leri, bitmez tükenmez liralarıyla bir arada ve

mutlular. İstediğimiz bu mu, sömürü, aşa-

ğılanma, hor görülme sınıfsal olsun da etnik

olmasın yeter ki! Romanın bedbaht karak-

terinin talihsiz eylemi, bu bakış açısının ya-

nında masum kalıyor şüphesiz, peki canice

olan hangisi?

SUAT DUMANtwitter.com/redkorsan

Cani mi Masum mu?, Fazlı Necib,

Labirent Yayınları, 228 s.

Fazlı Necib

Page 7: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

Okuyucuyu bir metinden diğerine sü-

rükleyen nedir? Kaçımız son derece sistem-

li, önerilmiş veya keşfedilmiş, çakılsız, pü-

rüzsüz ve kesintisiz bir yolda yürür gibi seçi-

yoruz yazarlarımızı ya da kitaplarımızı? Sa-

nırım pek azımız!

İşte zaman zaman bir ağrıyla iki büklüm,

ceplerimize değil, kalbimize dolan taşların

ağırlığıyla okuduk biz Virginia Woolf’u.

“Mrs. Dalloway”de, yaşlı bir kadının geçmi-

şiyle iç içe geçen tek bir gününe, Mrs. Dal-

loway’in gün boyunca zihninden akıp gi-

denlere odaklandık. Her satırda biraz daha

tanıdık Mrs. Dalloway’i ve nihayetinde onu

tanıdıkça sevdiğimiz insanlardan kıldık.

“Flush”ta aynı adlı köpeğin

gözlerinden izledik ve algı-

ladık çok meşhur bir aşkı.

Hele de kadınsak söz verdik

kendimize, ‘Kendime Ait

Bir Oda’m olacak diye.

Onunla “Deniz Feneri”,

“Dalgalar”, “Gece ve gün-

düz”… Onunla dört yüz

yıllık bir ömrün orta yerin-

de erkekten kadına dönüş-

meler, “Orlando” olduk.

Virginia Woolf’un bir-

çok kitabıyla, kadın olmak,

modernizm ve getirdikleri,

yazmanın ve okumanın an-

lamı üstüne düşündük. Na-

sıl yazmalı diye sorduk, na-

sıl okumalı? Bilinir, okuru-

nu zorlamayı sever Woolf,

kimi zaman mizahi, kimi

zaman ciddi, aklın kendisi

kadar durağan ve şaşırtıcı bu

okuma sürecinde okurunu nemli, gri bir at-

mosferin kucağına bırakır.

Bu noktada duruyor işte “Bir Okur Ola-

rak” adındaki kitap. Bizi yazarın edebiyata iliş-

kin dimağında bir gezintiye çıkarıyor. Ken-

disi tarafından derlenmiş, denemelerden

oluşan bu kitapla biraz daha yaklaşıyoruz ge-

rek ‘bir okur olarak’ gerek bir yazar olarak

Woolf’a. “Pastonlar”a konuk oluyor, sonra-

dan soylu ve mektupları üzerinden İngiliz

Edebiyatına dâhil edilen bu aileyle kadın ol-

mak, aristokrat olmak, görevler ve gerekli-

likler üstüne kafa yoruyoruz. Azıcık dedikodu

ediyor sanki yazar bizimle, sesi sıradan bir hi-

kâye anlatıcısının soğuk sesi değil, daha ya-

kınımızda. Bu yakınlık, denemelerin tama-

mının da üslubunu belirliyor. “Yunanca Bil-

memek Üzerine” adlı denemesinde de ol-

duğu gibi, anlatı, metinler ve yazarlar arasında

gezinirken, okur bir an için bile can sıkıntı-

sına kapılmıyor. Bir dedektif gibi, İngiliz Ede-

biyatı’nın çeşitli dönemlerinin ve yazarlarının

izini sürüyor Woolf. Okuru John Evelyn’e,

Daniel Dafoe’ye, Joseph Addison’a, Jane

Austen’a, Joseph Conrad’a, George Eliot’a,

Montaigne’e daha yakından bakmaya davet

ediyor.

HAR�KA B�R GEREKÇEYazarların, edebi türlerin, edebiyatın

kendisinin son derece sürükleyici bir seyir ola-

rak ele alındığı bu derleme,

okuru, kendi okuma serü-

veni içinde, çok renkli, büyük

bir bahçede samimi bir soh-

bet eşliğinde bir yolculuğa çı-

karıyor, bahçe nerdeyse dün-

ya kadar. Her okur için da-

mıtılacak ayrı bir lezzet, baş-

ka bir yazar, başka tür bir ba-

kış…

“Elizabeth Döneminden

Bir Eşya Odası” adlı dene-

mesinde yer verdiği ifade

sanırım yazarın bu kitabını

okuyan her okur için de ge-

çerli olacak. “Edebiyatı aca-

yip renklerle lekeleyen bu-

lanıklıkların farkına varırız il-

kin. Bu renkler o denli çok-

tur ki, ne kadar uğraşırsak

uğraşalım, bir adama mı ba-

kıyoruz yoksa onun yazdık-

larına mı, bir türlü emin

olamayız. Şimdi yüce bir hayal gücünün hu-

zuruna çıkmışızdır; şimdi dünyanın en güzel

eşya odalarından birinde dolaşmaktayız, ta-

bandan tavana kadar fildişinin, eski demirin,

kırık çömleklerin, semaverlerin, at boynuz-

larının, zümrüt ışıkları ve mavi bir gizemle

dolu sihirli camların bulunduğu bir odada…”

Kısaca her okurun farklı bir sebebi var

“Bir Okur Olarak”ı okumak için: Bu belki,

Virgina Woolf’u neden sevdiğini bilen okur-

lar için bir saygı duruşu, onu neden sevdiği-

ni bilmeyen okurlar için harika bir gerekçe

ve Virgina Woolf’u hiç bilmeyen okurlar için

mükemmel bir başlangıç noktasıdır.

Edebiyat�n kendisinin son derece sürükleyici bir seyirolarak ele al�nd��� bu derleme, okuru, çok renkli, katmanl�,

samimi bir sohbet e�li�inde bir yolculu�a ç�kar�yor,

Sıradışı bir yazarınkılavuzluğunda

edebiyat

TOLUNAY OZANEMRE

7Aydınlık KİTAP

Bir Okur Olarak, Virginia Woolf,

Alakarga Sanat Yayınları, Çev: Selin Beyhan,

320 s.

Page 8: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

Ouest-France gazetesinde, yayımlanan

bir habere göre (28 Mart 2013), Fransız Kül-

tür Bakanı Aurélie Flipetti, kitabevlerine yö-

nelik bir yardım planı açıkladı: Kitabevlerine

devlet hazinesinden 9 milyon avroluk bir fon

sağlanacak.

Kitapçılar Sendikası Başkanı şaşkınlığını

gizlemedi: On yıldır ilk kez bu denli yüklü

bir yardım haberi almışlardı. Devletin, ki-

tabevlerine para yardımı yapmaktan daha

önemli bir görevi olmalıydı. Üreticilerle di-

yalog başlatıp sürdürecek bir kadro oluş-

turulmasını 30 yıldır bekliyorlardı... 2500 ki-

tabevinin oluşturduğu topluluk, Fransa’daki

kitap satışlarının % 40’ını elinde tutuyor.

Flipetti’nin açıklamasına göre, 9 milyon

avroluk yardım fonunu Fransız Sineması ve

Kültür Sanayii Finansman Enstitüsü IFCIC

yönetecek. Bu fonu, 4 milyon avroluk, alım

satım düzeneğini güçlendirmeye yönelik

ikinci bir paket izleyecek.

Bakan, alım satım işlerinde çıkabilecek

uyuşmazlıkları gidermek üzere bir aracının

atanacağını belirterek, daha önce, sinema sa-

lonları bağlamında benzer bir yöntemin iz-

lenmiş olduğunu anımsattı. Flipetti’ye göre,

kültürel çeşitlilik ve zenginliğin korunması,

bu düzeneğin hayata geçirilmesine bağlı.

PRAG’IN SAHAFLARIVáclav Richter’in Radyo Prag’da yaptı-

ğı 30 Mart 2013 tarihli konuşmasında Prag

sahaflarına dair ilginç bilgiler aktardı:

Prag’da 50 kadar sahaf bulunuyor. Prag Ba-

rosundan, genç hukukçu Jakub Cortéz, ha-

yatını kazanmak için sahaflık yapıyor. Kitap

satın alma ve okumanın internete kayma-

sından sonra değerli kitaplara yatırımın

kazançlı olduğunu anlayan Cortéz’in bugün

3 sahaf dükkȃnı var. Cortéz; yaşlı olsun genç

olsun, dükkȃnında tozlu rafları saatlerce

karıştırmaktan zevk alan, eski ve küf ko-

kan kitaplara tutkuyla bağlı müşterilerini

birer fetişist olarak tanımlıyor. Cortéz’e

göre, bu kişiler internet üzerinden eski ki-

tap almayı ilke olarak reddediyor, kitaplara

dokunmaktan zevk alıyorlar. Aslında yap-

tıkları, saman yığını içinde iğne aramak...

Ne var ki aradıkları kitabı bulmak onlar için

bir zafer. Cortéz, onların asıl tutkusunun

bu duyguyu yaşamak olduğunu söylüyor.

Praglı genç sahafa göre, eski kitap pi-

yasası, trend ve modalara boyun eğerek sü-

rekli değişen bir piyasa. Koleksiyoncuların

en çok aradığı, matbaanın keşfedildiği

asırda basılan kitaplar. Yanı sıra simya, gi-

zemcilik, askerlik sanatı, medeniyetler ve

yahudilik, masonluk üzerine kitaplar ve

bunların ilk basımları. Eski gazete ve der-

giler, afişler, kartpostallar, partisyonlar, fo-

toğraflar da müşterilere önerilen yatırım-

lar arasında.

Cortéz’in söylediğine göre, satışının

% 90’ı internet üzerinden. Prag’ın banli-

yösünde ya da Prag’a uzak kent ve kasaba-

larda oturanlar e-shop üzerinden alışveriş

ediyor. Sahaflığın, internet çağında tüm

özelliğini yitirdiğini söyleyen Cortéz, sa-

hafların eskisi gibi insansever olmadıkları-

nı; insanlığın kültürel varlıklarını korumak

gibi bir kaygıyı artık duymadıklarını ve her

şeyden önce tüccar olduklarını itiraf ediyor.

Cortéz, idealist değil pragmatist bir sa-

haf. Yatırım yaptığı kitapları zevk aldıkla-

rı arasından değil, müşterinin istediği ki-

taplar arasından seçiyor. Yeni basılan ki-

tapları okumaya bile kalkmıyor. Çok ara-

nan bir kitabın nasılsa önüne geleceğini bi-

liyor. İskandinav yazarların polisiye ro-

manları sattıkça yatırımını onlara yapaca-

ğını belirtiyor.

Uzun yıllar satılmayan politik ve ideo-

lojik edebiyatla sol edebiyatın, Kadife

Devrim’den 20 yıl sonra öne çıktığını söy-

leyen Cortéz, şimdi Karl Marx’ın 1950’de

basılan 4 ciltlik Kapital’inin revaçta oldu-

ğunu ve 72 avroya satıldığını söylüyor.

Resimli Jules Verne ve Karl May roman-

larının eski basımlarının da çok aranan-

lardan olduğunu; fiyatlarının giderek yük-

seldiğini söylüyor. Cortéz’e göre sahaflar,

bundan böyle nitelikli kitapları değil, sıra-

dışı kitapları stoklamaya yönelecek...

5 N�SAN 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP

BERKİZ BERKSOYGalatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi

DÜNYADA KÜLTÜR VE EDEBİYAT

Fransa’da kitabevlerine 9milyon avroluk mali yardım

Page 9: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP

Ö. Nasuhi Bilmen, “Hukuk-u İslâmiye

ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu”nda Darü’l

İslam’ı; “Müslümanların hâkimiyeti altın-

da bulunup, Müslümanların emn ve eman

içinde yaşarak dini vazifelerini ifa ettikle-

ri” yer, Darü’l Harb’i de; “Müslümanlar ile

aralarında müsalaha ve muvadecı bulun-

mayan gayr-i Müslimlerin hâkimiyet altın-

da bulunan yer” olarak tanımlanır. Maverdî,

el-Ahkamu’s-Sultaniyye’nin Dârü’l-Harp

maddesinde, “Darü’l Harp’te yaşayanlara

harbi denilir. Harbiler’in Darü’l İslamlar-

la aralarında yapılmış bir barış an-

laşması yoksa kanları ve malları

mübah sayılır” demektedir. Pek çok

fıkıh kitabında buna ilişkin hü-

kümlere rastlanılır.

Prof. Dr. Zekeriya Beyaz “Tür-

kiye’de Örtülü Savaş”a Türkiye’yi

de Darü’l Harp sayanlara karşı, Di-

yanet İşleri Başkanlığı (DİB)’na yö-

nelttiği sorulara, başkanlığın verdiği

yanıtlarla başlıyor. DİB’nin yanıtı

Darü’l Harp, Darü’l İslam tanım-

larının günümüzde kullanılmasının

yanlış, her iki kavramın “fıkhın

oluşum dönemlerinde” ve o günün

koşulları içerisinde ortaya atılmış

olduğunu, “Kuran ve Sünnette bu

tür bir ayrım” yapılmadığını belir-

tiyor. Dinayet’e göre “Bu tarihsel

ayrımdan hareketle halkın tama-

mına yakını Müslüman olan ülke-

mizi, uygulanan hukuk sisteminden

dolayı Darü’l Harp olarak nitele-

mek ve vatandaşlarını da ‘harbi’ saymak isa-

betli değildir.”

�K� ANA GELENEKTürkiye’de uzun zamandan beri, açık ol-

mamakla birlikte, takkiye geleneğine sığı-

nılarak böyle bir ayrımla, cumhuriyeti or-

tadan kaldırmaya yönelik bir soğuk savaşın

varlığı biliniyor. Cumhuriyet’i İslam dışı sa-

yan bu çevreler, Türkiye Cumhuriyeti Dev-

leti’ni “kâfir devlet”, o devlette yaşayan,

cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği yaşam bi-

çimi olarak kabul edenleri de “kâfir” ola-

rak görüyor.

Türkiye’nin siyasal tarihi, cumhuriyet-

ten sonra iki ana gelenek içerisinde bu-

günlere evrildi. İlki; ümmetçi, saltanatçı, Os-

manlıcı, muhafazakâr, itilafçı sağcı, diğeri;

ittihatçı, halkçı, cumhuriyetçi, demokrat,

ulusalcı, devrimci, solcu…

Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana gele-

nekten ikincisini, günümüz toplumsal ko-

şullarına uygun olarak geliştirerek benim-

semiştir. İtilafçılığa karşı İttihatçı gelenek,

Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimci ön-

derliğinde; çağdaşlaşmaya yönelik uygula-

malar, evrensel nitelikli bilimsel yasalarla

“Batıcı” değil, çağdaş “cumhuriyetçi” bir de-

ğişim geçirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni “kâfir

devlet”, o devlette yaşayan, cumhuriyeti, de-

mokrasiyi, laikliği yaşam biçimi olarak ka-

bul edenleri de “kâfir” görenler, artık hiç-

bir anlamı olma-

yan Darü’l Harp ve

Darü’l İslam kav-

ramları ile takkiye

yaparak, cumhuri-

yetin varlığını, va-

roluş felsefesini or-

tadan kaldırmak

için örtük bir soğuk

savaş veriyor. Bu

savaş bölünme

anayasası, hukuk

kurumlarının ele

geçirilmesi, ordu-

nun suçlu gösteri-

lerek işlevsizleşti-

rilmesi, Darü’l İs-

lam sayılmasına

karşın İran, Irak,

Suriye gibi komşu

ülkelerin Büyük

Ortadoğu Projesi

için haritalarının

yeniden çizilmesi için veriliyor. Bu savaş tek-

elci uluslararası sermayenin dünya ege-

menliği için Amerika, İsrail gibi devletlerin

öncülüğünde, yer altı ve yer üstü doğal kay-

naklarının sömürülmesi, Suriye, Irak ve

İran’dan koparılacak topraklar üzerinde em-

peryalizmin denetiminde bir Kürt devleti-

nin kurulması için yapılıyor. Bu toprakların

ulusal bağımsızlık savaşı verilmesi ve insa-

na yaraşır, onurlu bir yaşam sürülmesi için

kadimden beri devam eden birlikteliğin yı-

kılarak, ayrıştırılması üzerine verilen kirli bir

savaş bu.

S�YASAL ERK� KULLANANZAL�MLER

Zekeriya Beyaz, “Türkiye’de Örtülü Sa-

vaş”ta bu savaşı veren takkiyecileri; kendi

ülkelerinin vatandaşları değil, uluslararası

sermayenin, emperyalizmin işbirlikçisi ola-

rak nitelendiriyor. Türkiye’ye örtülü savaş

açanlar, ulusalcı ya da Türk değil, karşıt

Türkçüdürler. Bunlar; azınlık ırkçıları, şe-

kilci dindar ve din sömürücüleridir. Din adı-

na yapıldığı ileri sürülen bu kirli savaşı sür-

dürenler, bundan çıkarları

olan, vicdanları satılmış, si-

yasal erk’i bu amaç için

kullanan ‘zalimler’dir. Bu

tanımlama Zekeriya Be-

yaz’ın. Savaş ‘düşmanla ve

açıktan silahla’ yapılıyor,

Beyaz tek taraflı gizli bir sa-

vaşı ‘kalleşlik’’ olarak ad-

landırıyor.

Bu örtülü savaşı sür-

dürenlerin beş temel ereği

var. Beyaz’a göre bu amaç-

lar “Türkiye Cumhuriye-

ti’nin demokratik, laik, sos-

yal, hukuk devleti niteliği-

ni ve tekil devlet özelliğini

yok etmek ve onları savu-

nan ve koruyan bütün güç-

leri etkisiz hale getirmek”,

“Türk milli kimliğini, tekil

Türk ulus devletini ve anayasal düzeni or-

tadan kaldırmak, yerine çok uluslu fede-

rasyon kurmak”, “Laik cumhuriyeti yıkmak,

yerine şeriat ile siyaseti birleştiren bir dü-

zen kurmak”, “Devletin bütün kurumları-

nı ve makamlarını, iktisadi kaynak ve yet-

kilerini ele geçirmek, her mevkii kendi yan-

daşlarına teslim etmek” ve “Türkiye’nin

maddi ve manevi bütün servetlerini, zen-

ginliklerini ele geçirip iktidarlarını sürekli

kılmak yani İslam adına vahşi kapitalizmi

kurmak”.

Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, aydın bir ila-

hiyatçı olarak uyarmak gereksinimini du-

yumsuyor; “Bazı kimselerin, ‘Türkiye Dar-

ı harptir’ inancıyla, milletin ve devletin mal-

larını çalmaları, hileli yollardan ele geçir-

meleri, milletin bireylerine zulümler, kö-

tülükler yapmaları ve çeşitli iftiralar ile suç-

lamalar yaparak onların zindanlara atıl-

malarına sebep olmaları, dinen haramdır,

büyük günahtır. Bu fiiller kul hakkına te-

cavüz olduğundan çok daha büyük cürüm

hükmündedir.”

Zekeriya Beyaz’ın, ‘kul hakkına tecavüz’

olarak nitelendirdiği bir diğer büyük suç

Türkiye’nin topraklarının

yabancılara satışı… “Tür-

kiye’yi Satıyorlar”da, yakın

tarihsel süreç anlatılıyor.

Filistin’de İsrail Devle-

ti’nin kurulması için Ab-

dülmecit döneminde baş-

layan topraklar öncelikle

para ile satın alındı, ar-

dından en kanlı biçimiyle

Filistin halkının gettolara,

beton duvarlar ardına hap-

sedilmeleri, öldürülmeleri

ile devam ettirildi. Süreç

günümüzde Geliştirilmiş

Ortadoğu Projesi bağla-

mında, Türkiye toprakla-

rında da benzer bir biçim-

de uygulanıyor.

Ulusal kimliğin orta-

dan kaldırılabilmesi için;

Anayasa Mahkemesi engelinin aşılması, ya-

bancı sermayenin etkinliğinin arttırılması,

bankaların yabancılara devredilmesi, ulu-

sal savunmanın emperyalist amaçlı dönüş-

türülmesi ve ordunun etkisizleştirilmesi

gerekiyor.

Ne yazık ki, ulusal çıkarlar adına değil, baş-

ka ulusların emperyalist çıkarları adına poli-

tikalar izleniyor. Topraksızların topraklan-

dırılarak üretime katkıda bulunmaları değil,

yabancı emperyalist tekellerin, toprak yağ-

malamaları, ‘insani yardım’, ‘demokrasi gö-

türme’ adı altında emperyalist çizmeler altında

ezilmesi sağlanıyor. ‘Sıfır sorun’ başlığı altın-

da komşularımızla, emperyalizmin çıkarı

adına “komşularıyla sorunlu” bir süreç ya-

ratılıyor. Açılımlar ve Anayasa değişiklikleri

ile ülkenin bölünme koşulları hazırlanıyor.

Örtülü savaşın gerekçesi mi?

Türkiye’yi ‘babalar gibi’ satmak!

HALİT PAYZA

ZEKERİYA BEYAZ UYARIYOR VE BİR DAHA UYARIYOR!

Örtülü sava�� sürdürenlerin be� temel ere�i var.Beyaz’a göre bu amaçlar “Türkiye Cumhuriyeti’nindemokratik, laik, sosyal, hukuk devleti niteli�ini ve

tekil devlet özelli�ini yok etmek...”

Örtülü savaş ve satılık ülke

Türkiye’de Örtülü Savaş-Dar-ı Harpçilik Cihat mı,

Cinayet mi? Prof. Dr. Zekeriya Beyaz

Destek Yayınevi, 2011

Türkiye’yi Satıyorlar,Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Sancak Yayınları, 2012

Page 10: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP

Kitabın aksayan yanları

Musgrave de t�pk� Popper gibi ku�kucu biryakla��ma yak�n durmakta,

ancak a��r� ku�kuculukla aras�na mesafekoyarak “nesnel” bilgi aray���n� sürdürenlerle

felsefi aç�dan ortakl�k kurmaktad�r

Deneme, siyaset, popüler kültür ya-

zılarında yazarlar görüşlerini kısa ve

sağduyuya seslenen argümanlarla des-

tekleyerek özlü bir biçimde sunmaya ça-

lışırlar. Bu çabanın sonucu, çoğu zaman,

türlü ifadelerle renklendirilmiş bir ni-

yetler ve görüşler envanteri olur: “Dün-

ya şöyle şöyle olmalıdır”, “Şu olayın ar-

dında bunlar vardır”, “Şöyle şöyle bir şey

dünyanın neresinde vardır ki burada

olsun” vb. Bu envanterde yer alan öğe-

ler uzman görüşleriyle, gazete-

lere düşen olaylarla, “herkes”in

benimsediği genel yargılarla

desteklenerek birer “bilgi” diye

sunulur.

“B�LG�”SÖZCÜ�ÜNÜNMÜPHEM KAVRANI�I

Dillere pelesenk olan bu tıl-

sımlı sözcük (bilgi) bünyesinde

çokça anlam barındırır: İstatis-

tiki veriler, kulaktan dolma hi-

kayeler, kurgular, varsayımlar,

tanıklıklar, bilimsel vargılar, hi-

potezler, ahlaki yargılar vb. “Bil-

gi” sözcüğü bu denli müphem

bir şekilde akılda tutulursa bil-

gi üzerine yapılan akıl yürüt-

meler sakatlanır. Dolayısıyla,

bilgi kavramı üzerine ayrıntılı ve

sağlam bir çözümleme için bilginin ne ol-

duğu sorusu üzerine kafa yorarak söz ko-

nusu çözümlemeye şimdiden girmek

kaçınılmazdır.

EP�STEME VE DOKSABu yazıda bilgi üzerine en ciddi ve yo-

ğun akıl yürütmeleri içeren bir alan

(epistemoloji) üzerine yazılmış bir ese-

re yer vereceğiz. Bilginin yukarıda yük-

lerinden kurtulup karşımıza daha özgül

bir biçimde çıktığı bir alan olan episte-

moloji Antik Yunan felsefesinin bilgi kav-

rayışının bir ürünü olarak karşımıza çık-

maktadır. Bu kavrayışın adı olan episte-

me mutlak ve kesin

bir bilgi anlayışına

karşılık gelir ve böy-

lece görüş, sanı an-

lamına gelen dok-

sa’dan ayırt edilmiş

olur. Kuşkucu akıl

yürütmelere dire-

nen kavrayışlar bil-

gi adını hak etmeye

doğru ilerlerken, di-

renemeyenler tari-

hin çöplüğüne atılır

ve/veya o çöplüğü

eşeleyenlerin zihni-

ne hapsolur. Tam

da bu tartışmayı

odağına yerleştiren

bir filozof olan Karl

Popper’ın takipçisi

Alan Musgrave’in

“Sağduyu, Bilim ve Şüphecilik” adlı ese-

ri, Nur Küçük’ün çevirisiyle İthaki Ya-

yınları tarafından 2013 yılında yayım-

landı. Musgrave de tıpkı Popper gibi kuş-

kucu bir yaklaşıma yakın durmakta, an-

cak aşırı kuşkuculukla arasına mesafe ko-

yarak “nesnel” bilgi arayışını sürdüren-

lerle felsefi açıdan ortaklık kurmaktadır.

K�TABIN GELENEK DI�ITUTUMU

Söz konusu eser, Musgrave’in

“1970’ten beri Otaga Üniversitesi’nde

verdiği bilgi kuramına giriş derslerinden

doğmuş” (s. 11). Yazar, eserinin çizgisi-

ni şu sözlerle özetliyor:

“Tarihsel figürlerle ilgili bazı yo-

rumlarım tartışmalı olabilir; böyle ol-

duklarını bildiğim durumlarda bunu be-

lirttim, ama karşıt yorumları pek tartış-

madım. Baştan sona kadar, kitapta yer

alan tarihsel tartışmalar bir bütün olarak

kitabın üstlendiği savunuya göre dü-

zenlendi. Yani elinizdeki, geleneksel bir

felsefe tarihi kitabı değildir.” (s. 11).

“Geleneksel felsefe tarihi kitapla-

rı”nda çokça rastlanan filozofların dü-

şüncelerini nasıl savunduklarına karşı bil-

dik ilgisizlik, bu eserde yer almıyor.

Kimi zaman, yazarın da söylediği gibi, fi-

lozofların akıl yürütmeleri yazarın filt-

resinden geçip az da olsa çarpıtılsa da ki-

taba hakim olan görüşün net bir şekilde

ortaya konduğu açık. Popper’ın Yanlış-

lanabilirlik Kuramını, Kant’ın idealizmini

ve aksayan taraflarını, alternatif geo-

metrileri epistemoloji açısından olduk-

ça başarılı bir biçimde ortaya konuyor.

Kitap her ne kadar geleneksel bir felse-

fe tarihi kitabı olmasa da, epistemoloji

alanındaki geleneksel yaklaşımları büyük

oranda özlü bir biçimde ele almaktadır.

Eserin diğer bir özgül yanı da epis-

temoloji alanındaki yaklaşımlar sunu-

lurken psikoloji, dilbilim, geometri, ma-

tematik, pozitif bilim gibi alanların kap-

sadığı örneklere başvurulmasıdır. Üste-

lik bu türden alanların epistemolojiyle

ilişkilendirilmesi eseri daha da karmaşık

yapabilecekken, yazarın usta anlatımıy-

la tüm bunlar olanca bir yalınlıkla akta-

rılıyor.

CENK ÖZDAĞ[email protected]

Sağduyu, Bilim veŞüphecilik, Alan Musgrave,

İthaki Yayınları, Çev: Nur Küçük, 384 s.

Musgrave’in de kabul ettiği gibi, Kıta Felsefesi’nin

Descartes, Locke, Berkeley, Hume ve Kant gibi

önemli figürleri Poppercı bir bakış açısıyla üstün körü

ele alınıyor. Yine de bu filozofların düşüncelerinin

özetlenmesi ve Musgrave’in görüşlerinin ortaya kon-

ması açısından böylesi bir yüzeysellik şaşılası bir se-

çim değil. Kitabın en eksik yönü, Popper’ın düşün-

celerinin oluşumunda önemli bir yeri olan psikana-

liz ve Marksizm eleştirilerine ve dolayısıyla psika-

nalizin ve Marksizmin epistemolojik yaklaşımlarına

yer vermemesidir. Eserin çevirisi belli ki epistemo-

lojiyi bilen ve felsefi duyarlılığı olan bir çevirmenin

işi, ancak yine de tartışmalı bazı kavramlar bulun-

maktadır. Bu konularda net bir tutum almak için he-

nüz erken olduğundan, yayınevleri çevirmenin notu

türünden ek sayfalara yer vermelidir ki böylece çe-

virmenler sözcük seçimlerini yalın bir biçimde ge-

rekçelendirebilsinler. Eserden örnek verecek olursak,

Edmund Gettier’in görüşleri sunulurken aktarılan bil-

gi tanımında (a true justified belief) yer alan “justi-

fied” sıfatı, “gerekçeli” sözcüğüyle karşılanmış. Bu

hem sağduyuya hem de literatürdeki tartışmaların

bağlamına çok uygun görünmemektedir. ‘’Justified’’

sözcüğüyle denmek istenen doğru inançlarımızın doğ-

ruluğunun temellendirilmesi koşulludur. Gerekçe söz-

cüğü bir inancın doğruluğu lehine sunulan açıkla-

maları kapsayabilmekte fakat bu açıklamaların sözü

edilen inancın doğruluğunu ortaya koyması bakı-

mından aynı zamanda yeterli olduğunu dile getire-

biliyor mu, bundan emin değilim. Bunun dışında,

muhtemelen eserin özgün dilinde de yer alan “sis-

tematik şüphe” ya da “metafiziksel şüphe” ifadele-

ri yanıltıcıdır. Descartes’ın kuşkuya yöntemsel olarak

başvurduğu anımsanırsa Descartes’ın kuşkusuna

“sistematik” ya da “metafiziksel” sıfatındansa “yön-

temsel” sıfatı daha uygun düşüyor gibi görünüyor.

Bilgi ve kuşkuculukÇAĞDAŞ BİR POPPERCİ’NİN GÖZÜNDEN

Page 11: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

Prof. Dr. Erol Manisalı, 43 yıldır

Türk ve yabancı pek çok insan hakkında

yazdıklarını “Onlar İçin Yazdıklarım 60

İnsan” adıyla kitaplaştırdı.

Listede; siyasetçisinden diplomatı-

na, akademisyeninden yazarına, sanat-

çısından gazetecisine, iş adamından sen-

dikacısına, askerinden bürokratına bir-

çok isim yer alıyor.

Manisalı, bu 60 in-

sanın çok büyük çoğun-

luğuyla yüz yüze konuş-

muş, fikir alışverişinde

bulunmuş; kimisiyle de

tartışmış hatta eleştir-

miş.

Yöntem olarak ta-

rih sırasına göre giden

Manisalı, bu kişilerin

Türkiye ve dünyadaki

olaylar karşısındaki du-

rumlarını kendi değer-

lendirmeleriyle birlikte

ortaya koyarken aslında

bir bakıma da yakın ta-

rihin özetini çıkarıyor.

Bu yakın tarihe tu-

tulan mercek içerisin-

de Demirel’den Erdo-

ğan’a 10 dolayında si-

yasetçi; Marlene Diet-

rich’ten Fazıl Say’a, Or-

han Pamuk’tan Sertab Erener’e birçok

sanatçı değişik yönleriyle Türkiye ve

dünya sahnesinde sıralanıyor.

Diğer yanda Vehbi Koç’tan Halit

Narin’e, Süleyman Orakçıoğ-

lu’ndan Bayram Meral’e iş hayatının

ünlüleri yer alıyor.

Gazeteciler listesine baktığımızda;

İlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Emre

Kongar ve nicelerini okurken, bilim in-

sanlarından da Sabri Ülgener, İdris Kü-

çükömer, Server Tanilli, Gülten Kazgan

ve Fatih Hilmioğlu’nu görüyoruz.

Erol Manisalı’nın çalışmasında ulus-

lararası kontenjandan yer alan yabancı si-

yasetçi ve bilim insanlarından oluşan

20 kişi de yer alıyor.

Ve yakın tarihimizden Bülent Ecevit,

Necmettin Erbakan, Rauf Denktaş, Er-

dal İnönü, Turgut Özal, Mesut Yılmaz,

Halit Refiğ, Müjdat Gezen, Hugo Cha-

vez, Obama…

YARINLARA DA I�IKTUTUYOR…

Erol Manisalı hoca, bu çalışması için

şunları söylüyor:

“Onların özel hayatlarını yazmadım

kuşkusuz; siyasetçi, sa-

natçı, bilim insanı, ga-

zeteci olarak toplum-

daki yerleri, değerlen-

dirmeleri, hatta mis-

yonlarıyla ilgili düşün-

celerimi aktardım. Kimi

zaman övdüm, kimi za-

man ağır eleştiriler yap-

tım. Ama hep nesnel

olmaya çabaladım; duy-

gusal ve subjektif ol-

maktan kaçındım.

Onların tutum ve

görüşleri; benim bu ko-

nulardaki değerlendir-

melerim son 43 yı-

lın ‘resmi geçidi’ gibiydi.

Yalnız kendimi anlat-

madım; 60 insanla kur-

duğum soyut diyalogun

özetini de yazdım; ki-

mileriyle karşılaştım, konuştum, tartıştım.

Kimilerini ise şahsen hiç tanımadım; iç-

lerinde tarihi figürler de var.”

Bir insan, bir akademisyen ve bir

yazar olarak 1970’ten bugüne kadar

kendisi de bağlayan bu yazılarını bir ki-

tapta toplayan Erol Manisalı, önümüz-

deki aylarda bu kitapta yer alan 60 kişi-

nin kendisiyle ilgili 1970’ten beri yaz-

dıklarını da bir kitap olarak yayınlana-

cağını söylüyor. Bu kitabın eleştirilerle ve

övgülerin birarada yer aldığı bir yayın ola-

cağını da ekliyor.

Her iki kitap da toplam olarak 120

kişi üzerinden Türkiye’nin 45 yıllık sü-

recini ve yarınlarını daha iyi görmeye yar-

dımcı olacağa benziyor.

Bu yak�n tarihe tutulan mercek içerisindeDemirel’den Erdo�an’a 10 dolay�nda siyasetçi; Marlene

Dietrich’ten Faz�l Say’a, Orhan Pamuk’tan SertabErener’e birçok sanatç� de�i�ik yönleriyle Türkiye ve

dünya sahnesinde s�ralan�yor.

Erol Manisalı’dan 43 yılın ‘resmi geçidi’

DENİZ [email protected]

Erol Manisalı, “Onlar İçin Yazdıklarım; 60 İnsan”,

Tarihçi Kitabevi, 232 s.

11Aydınlık KİTAP

“ONLAR İÇİN YAZDIKLARIM: 60 İNSAN”

Page 12: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP

Y�llarca sadece sevdadan, a�ktan konu�an, ba�ka konulara pek u�ramayan bir “ozan” olarak tan�tt�lar onu.Halbuki ondaki a�k ona, “Sevgi için benim arif oldu�um / Do�rudur sevgiden iman buldu�um /

Benim inand���m benim bildi�im / Sevi�mek ibadettir, sevgi imand�r.” dedirten bir a�kt�

Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçısı

Neşet Ertaş’ı aşağı yukarı herkes bilir.

Ancak onu gerçekten tanıyan kaç kişi var-

dır, diye sorarsak kitle hayli ufalacaktır. Bu-

nun temel sorumlularından biri “büyük”

medya olsa gerek.

Düzgünü az gösteren, doluyu boşal-

tan, boşu çoğaltan “büyük” medya yıllar

boyu yüce ruh Neşet Ertaş’ı pek görme-

di. Onu ve onun gibi onlarca Orta Ana-

dolu Abdalı’nı, onların o tevazu içinde sü-

ren, toprak kokan yaşamını fark etmedi.

Sonra baktı ki medya, Neşet Ertaş diye

bir adam var, bu adamın çoğu türküde izi

var, türkülerinin bitmez tükenmez seve-

ni var; “lütfetti” getirdi Neşet’i, halkın

gözü önüne. Halbuki halkın gözü onu ev-

velden görmemiş olsa da, kulağı duymuş,

yüreği titremişti onunla...

Yıllarca sadece sevdadan, aşktan ko-

nuşan, başka konulara pek uğramayan bir

“ozan” olarak tanıttılar onu. Halbuki ondaki

aşk ona, “Sevgi için benim arif olduğum /

Doğrudur sevgiden iman bulduğum / Be-

nim inandığım benim bildiğim / Sevişmek

ibadettir, sevgi imandır.” dedirten bir aşk-

tı. İnsandan doğup insana va-

ran, oradan tüm insanlığı saran

kutsal bir aşktı. Ona, “Kendin

bilen bunu anlar / Çünkü hak-

tır bütün canlar / Yardımlaşsın

tüm insanlar / Dünyada fakir

kalmasın” dizelerini yazdıran

bir aşktı. Ve o aşk dokunduğu

her insanı büyüten, gerçekten

insan eden bir aşk. Her satırı in-

sanın kalbine ayrı bir ders ve-

ren, hatta belki de tüm yürek-

lere ders olarak da verilmesi ge-

reken bir aşk.

Bambaşka bir ülke olurdu

belki, okullarda ders olarak

verilse Neşet’in, kendisi okula

bile gidememiş bir arifin, yaz-

dığı, söylediği. Öyle ya, kendi-

sini arif eden o mayayı veren,

“Hemi babam hemi öğretmenimdi” dedi-

ği, beni ayaklarının dibine gömün dediği ba-

bası Muharrem Ertaş’tan ve onun gibi

nice büyük Anadolu halk ozanından çağ-

layan hikmet sarardı dünyayı. Hem, onu var

eden toprağı koklayan, onun gibi yaşayan,

yazın düğün dernekte çalıp oynayan, kışın

İzmir’de uzakta amelelik yapan nice Abdal

da bilinir, tanınırdı belki. Böylece bu çağın

da Pir Sultan Abdalları, Yûnus Emreleri ol-

duğu anlanır, gittikçe kirlenen, umutlar ke-

silen dünyaya tekrar aşk ve umut bağlanırdı.

Tabii yine de kaybetmemeli umudu; belli mi

olur, yarın bir gün halk toplanır, “Neşet Er-

taş Üniversitesi” açtırır, orada insan olanın

yüreğini tekrar tekrar parlatır.

Belki o üniversitenin hocalarından bi-

risi de Neşet Ertaş’a fahri doktora unvanı

veren İTÜ Türk Musikisi Devlet Konser-

vatuvarı’nın şanslı öğ-

retim üyelerinden Doç.

Dr. Erol Parlak olur.

Şanslı diyorum, zira

Erol Parlak’ın ömrü-

nün üçte birini, tam on

altı senesini Neşet Er-

taş’ın dizinin dibinde

geçirdiğini, onun dün-

yasına ve o dünyanın

sonsuzluğuna şahit ol-

duğunu biliyorum. Dü-

şünün, bizi ve zihnimi-

zi bir türküsüyle, bir

türküsünün bir dize-

siyle bambaşka diyar-

lara çeken Neşet Er-

taş’ın yanında geçen

on altı yıl insana neler

öğretir...

Öğrendiklerinin önemli bir kısmını ki-

tap hâline getirmiş Erol Parlak. İki ciltte top-

lanan, hacmi bin beş yüz sayfaya yaklaşan

“Garip Bülbül Neşet Ertaş” adlı kitapta us-

taya dair neler yok ki... Hayatı, sanatı ve

eserleri başlıklarıyla üç bölüme ayrılan ki-

tap insanlık için büyük fırsat. Neşet Ertaş’ı

doğuran toprakları anlatma çabasıyla baş-

lıyor kitap, onun toprağına basan Abdalları,

o Abdalların yürüdüğü yolları, sonra Neşet

Ertaş’ın o yollarla buluşmasını, çocuklu-

ğunu, zorlu yıllarını, sonrası ve nicesini an-

latıyor. Bunları anlatırken bize fotoğraflar,

laboratuvar titizliğiyle bulunan ayrıntılar,

ameliyathane özeniyle süren çalışmalar

sunuluyor. Bunların yanı sıra, müziğinin

hem manada hem teknikte yapılan derin-

lemesine incelemesi müzisyenlere de ışık tu-

tuyor. Mesela; merak edeni, Neşet’in, Hacı

Taşan’ın ve Çekiç Ali’nin sazının neden bir

başka tınladığının hem manevi hem mad-

di açıklamalarına vakıf ediyor.

Ustanın, -kendi kullandığı deyimiyle- ha-

valandırdığı, yani besteleyip söylediği şiir-

lerinin yanı sıra çok sayıda bilinmeyen şii-

ri de var kitapta. Ancak, Neşet Ertaş’ın tüm

şiirleri var bu kitapta, diyemiyoruz; zira ken-

disinin kaç şiiri olduğunu bilemiyoruz. Bu

hem şiirlerinin sonuna kendi adını koyma-

yıp onları halka mal edişinden hem halkın

benimsediği şiirlerini tutup diğerlerini

“unutuşundan” hem de eserlerini her icra

edişinde doğaçlama yapıp, kimi zaman

adeta yeniden inşa edişinden. Yine de in-

sana hayreti ve hayranlığı bolca tattıracak

kadar çok şiiri var kitapta ustanın. Bir

yanı daha var bu “cüzi külliyat”ın; onlarca

farklı insanın söylediği, kimi zaman “ano-

nim” diyerek söylediği, çoğu zaman telif

haklarını ödemediği sayısız türkünün sa-

hibinin Neşet Ertaş olduğunu görüyoruz.

Söylemeden geçmeyelim, onlarca tür-

küsünün telifinin ödenmemesini önemse-

mez, türkülerinin onu anmadan okunma-

sına da küsmez Neşet Ertaş. Sadece eksik

ve hissiz okunmasına içerler.

Teliflerin peşinden koşmayan, son de-

rece mütevazı yaşayan, lükse karşı olup ai-

lesine otomobil bile al(dır)mayan, kendisine

özel kararneme ile hazırlatılan “devlet sa-

natçısı” unvanını, “Hepimiz bu devletin sa-

natçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı

bana ayrımcılık geliyor.” diyerek reddeden,

“Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim

için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar

devletten bir kuruş almadım. Bir tek

TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü

kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden

ecdatlarımız adına aldım.”' diyebilen, kon-

serlerinde sevenlerine ve sevdiklerine

“Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hız-

matçısıyım.” diyen Neşet Ertaş’ı anlamaya

ve anlatmaya bu aciz sayfamız yetmeyecek

gibi görünüyor. İyisi mi, biz onu kendi sö-

züyle tanımaya çalışalım, “Benim Yurdum

(İsterim ki Bu Dünyada)” şiirini okuyup,

türküsüne ulaşalım.

Benim Yurdum

İsterim ki bu dünyada Hiç kimse cahil kalmasın Okusun ilmin kitabını Cahilden akıl almasın.

Kendi kendin’ yedenlere İlim tahsil edenlere İlme doğru gidenlere Cehalet mâni olmasın.

İl’m edenler nurlaşıyor İl’m etmeyen körleşiyor İlimle dünya birleşiyor Söyle ki, neden olmasın?

Can yakmadan atom gücü Birleşsin hep tüm bilimci Dilerim olsun sahici Dünyada silah kalmasın.

İnsan hakları hak olsun Bu hakkı bilen çok olsun Bütün silahlar yok olsun Cehalet, can dağlamasın.

Dünya cennettir insana Eşit olsun sana bana Kıyılmasın hiçbir cana Anaları ağlamasın.

Bütün dünya Allah diyor Onun nimetini yiyor İnsan kispetini giy’or Ayrılık güden olmasın.

Kendin’ bilen bunu anlar Çünkü Hak’tır bütün canlar Yardımlaşsın tüm insanlar Dünyada fakir kalmasın.

Bir Garib’im, budur derdim Tüm dünyayı ben de gördüm İsterim ki benim yurdum Dünyadan geri kalmasın.

MURAT HATUNOĞ[email protected]

Garip Bülbül-Neşet Ertaş, Erol Parlak,

Demos Yayınları, 1408 s.

Page 13: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

luna bakıldığında, Orta Asya’dan yola

çıkan, Anadolu’dan geçen, Batı Av-

rupa’ya kadar ulaşan bir göç olgusuy-

la karşı karşıya geliniyor. Ve bu göç

yolu, uygarlığı Batı’ya ulaştıran, gö-

çebe, toplayıcı bir evreden toprağı

ekip biçen, hayvanları evcilleştiren

sürece işaret ediyor. Bu konuda başı

çeken ise, Atatürk’le yakın bir dostluk

kuracak olan İsviçreli Eugène Pit-

tard adlı bir antropolog. 30’lu yıllarda

tarih tezlerimizde büyük ölçüde onun

antropolojik kurgusunu Türkiye’ye

uyarlıyoruz.

Sosyolojiden antropolojiye – Durk-heim’dan Pittard’a da diyebiliriz –1930’lardaki yönelişi vurguluyorsunuz.Erken Cumhuriyet’te antropoloji ne-den böylesine ön plana çıkıyor? Ata-türk’ün entelektüel yaşamındaki fayhattı da tam buraya denk düşüyor.

Evet, Atatürk’ün 1924 yılında ya-

yımlanan Eugène Pittard’ın “Irklar ve

Tarih” adlı kitabını ana hatlarıyla bil-

diğini biliyoruz. Ama Atatürk’ü an-

tropolojiye ya da tarih öncesine sevk

eden bir başka yazar daha var. O da

H. G. Wells ve kitabı… H. G. Wells’in

“Dünya Tarihi” Nutuk’ta gönderme

yapılan tek eser. Atatürk bu kitabı oku-

yor ve o dönemin kalbur üstü dil bilen

kişilerine dağıtarak çevirtiyor. 1927-28

yıllarında beş cilt olarak yayımlanıyor.

H. G. Wells, Huxley’in öğrencisi…

Huxley ise Darwin’in. Kitap evrim ku-

ramı üzerine kurulmuş… 30’lu yılların

tarih kitaplarının omurgasını oluştu-

ran temel eserlerden biri. Kısaca Tür-

kiye’de 30’lu yılların kültür devrimini

anlayabilmek için bu iki yazara, Eu-

gène Pittard ve H. G. Wells’e başvur-

mak gerekiyor.

30’LARDA SOSYOLOJ�VATANDA�LIK B�LG�S�DEMEK

Wells önemli, ona yine dönelim.Ama ondan önce, sosyolojiden antro-polojiye bir köprü var diyebilir miyiz?

Bizde gecikmiş bir sosyoloji var.

Sosyoloji, Cihan Harbi ile büyük öl-

çüde darbe alıyor. Sosyologların bir kıs-

mı savaşta telef oluyor, uluslararası sos-

yoloji kongreleri aksıyor. Sosyoloji

bambaşka bir kimliğe bürünüyor. 1921

Uluslararası Torino Sosyoloji Kongresi

sosyolojiye bambaşka bir kisve veriyor.

Ama biz hâlâ klasik sosyolojiyi devam

ettiriyoruz. Çünkü sosyoloji, ulus-dev-

leti inşa etmemiz için gerekli ortamı

sağlıyor. Durkheim’dan yola çıkarak,

bir tür ulus-devlet inşa ediyoruz. Durk-

heim’ın “Toplumsal İşbölümü” adlı ki-

tabını TBMM Türkçeye çevirtiyor,

1923’te bu kitap TBMM neşriyatı ola-

rak çıkıyor. Durkheim’ın bu kitabının

İngilizcesi ancak on yıl sonra yayım-

lanabilecek. Bu denli derin bir aşkla

bağlı Türkiye Durkheim’a… Savaş sı-

rasında –ki Durkheim bir Fransız-

1917’de öldüğü vakit, İttihatçıların

yayın organı Yeni Mecmua’da geniş

yer veriliyor kendisine. Demek istedi-

ğim, 1920’lerde Türkiye’de sosyoloji

hâlâ hakim konumdu. Ankara’da

1923’de üniversite kurulma girişimin-

de bulunulduğunda ilk akla gelen “ic-

timaiyyat fakültesi” oluyor. Kısaca

Türkiye’de sosyolojizm hüküm sürü-

yor. Ama bu sosyoloji 1930’larda yerini

antropolojiye bırakıyor. 30’larda sos-

yoloji demek vatandaşlık bilgisi demek.

Afet Hanım’ın hazırladığı yurt bilgisi

kitaplarına bak, onlar sosyoloji kitabı

aslında. Necmettin Sadak’ın “Sosyo-

loji” kitabını al, Vatandaşlık Bilgi-

si’nin yanına koy, tamı tamına örtü-

şüyorlar.

Sosyoloji ancak İkinci Dünya Sa-

vaşı ile birlikte tekrar bir atılım içeri-

sine giriyor. O da Hilmi Ziya Ülken

aracılığıyla. Çok önemli bir dergi çı-

karıyor Sosyoloji başlığı altında. İs-

tanbul Üniversitesi’nde hâlâ sosyolo-

ji bölümü üçüncü takım olarak devam

ettiriyor bu dergiyi.

ATATÜRK'ÜN PRAGMAT�KB�L�M ANLAYI�I

Kısacası, klasik sosyolojinin de-

terminist anlayışı 20’li yıllarda hâlâ

gündemi belirliyor. 1920’lerin sonun-da bizde sosyolojiyle felsefe aynı sepetekonuyor. Felsefe ve İctimaiyyat Mec-

muası bunun somut kanıtı. Ama be-

lirttiğim gibi, 30’lu yıllarda sosyolojirağbetten düşüyor. Hatta Ziya Gö-kalp’e tepki bile var… Kısacası sos-

yolojiden antropolojiye, tarihten de ar-

keolojiye doğru bir kayış var. Bu ko-nuda Atatürk’ün pragmatik bilim an-layışını unutmamak gerekiyor. Atatürk

için bilimin her şeyden evvel toplumun

hizmetinde olması gerekiyor. Türkiye20’li yıllarda bir dizi kurumsal ve ya-sal düzenlemelere gitmiş; devrimler

bunun kanıtı… Ama yurttaş kimliği

oluşmamış. Yeni bir yurttaş kimliğininoluşturulması gerekiyor. Üniter dev-let ancak ortak paydalarda birleşecek

yurttaşlardan oluşacak. Bu bir tür

toplum mühendisliği gerektiriyor. Av-rupa’ya benzer bir toplum olmamız ge-rekiyor. Buna ortam sağlayacak bilim

dalı ise antropoloji oluyor. Antropo-

loji sayesinde Atatürk Batı’ya “bizlerde sizler gibiyiz” demek istiyor.

Aslında Avrupa’da o dönemde re-vaçta olan ırkçılığa karşı bir tepki bu.Burada güncel bir tartışmaya da gi-rebiliriz. Geçtiğimiz haftalarda Baş-bakan Erdoğan AKP grup toplantı-sında, Şevket Aziz Kansu’nun yazdı-ğı “Türk Antropoloji Enstitüsü Ta-

rihçesi” başlıklı kitaptan kafatası fo-toğrafları göstererek Atatürk ve İnö-nü’yü “kafatasçı, ırkçı” gibi sundu. Fi-zik antropoloji bağlamında kafatasıveya kemik ölçümleri yapmak önselolarak “ırkçılık, kafatasçılık” anla-mına mı geliyor?

Irk sözcüğü Batı bilim dünyasında

uzun yıllar temel girdilerden biri ol-

muş. O nedenle bilimsel bağlamda

“nötr” bir kavram. Erken dönemler-

de ırk, biyoloji anlamına geliyor. Ama

Hitler Almanya’sı ile birlikte ırk söz-

cüğü değer yüklü bir kavrama dönü-

şüyor. Sosyal bilimlerin temelinde an-

tropoloji yatıyor. Amerika keşfedildi-

ği vakit çok farklı bir ırkın olduğunu

görüyor Avrupalılar. 19. yüzyılda bi-

limsel bir tabana oturtuluyor. İnsanın

kökeni tartışmaya açılıyor. Monojenist,

polijenist tezler var. Yani insanların tek

bir insandan türediğine dair, ya da çok

farklı coğrafyalardan türediğine dair

tezler bunlar. Bu tezler özellikle kö-

leciliğin kaldırılması aşamasında çok

tartışılıyor. Yani 19. yüzyılın ilk yarı-

sında gerçekten kölelerin kimliği ne

olacak tartışmaları kutuplaşmalar ya-

ratıyor. Sonra 19. yüzyılın ortalarından

itibaren bilimsel antropoloji diye ni-

telendirebileceğimiz, tasnif üzerine

kurulu bir bilim doğuyor. Ama her bi-

limsel çalışmanın yanılabileceği gibi,

antropolojide de büyük yanılgılar olu-

şuyor tasnif sürecinde.

Şunu söylemek gerekir: bugün

genler üzerine kurulu – ki önemli bir

alan genetik günümüzde – genetik ya

da bugün artık biyolojik antropoloji de-

diğimiz olaya varabilmek için bu aşa-

madan geçmek gerekiyor. Çünkü bi-

limsel yanılgılar bir sonraki açılım

için son derece önemli adımlardır.

Türkiye’de bilimsel düşüncenin kur-

gulandığı bir dönemi açıklıyor antro-

poloji. Bilim olabilmesi için insanların

araştırma yapması önemli. 64 bin kişi

üzerinde yapılan bir araştırma çok

önemli bir çaba gerektirir. Böyle bir

alana açılım sağlayabilmek hakikaten

çok önemli. Her türlü bilgi farklı

amaçlarla kullanılabiliyor. Nitekim

antropolojik bilgi birikimi de ırkçı

tezlere yol açmış olabiliyor. Başbaka-

nımızın gösterdiği kitap aslında 1939

yılında Türkiye’de ilk kez toplanacak

uluslararası bir kongre için, antropo-

loji ve arkeoloji kongresi için Şevket

Aziz Kansu’nun hazırladığı tanıtım

broşürü. Buradan yola çıkarak bir

dönemi ırkçılıkla suçlamak haksızlık

oluyor. Broşürde yer alan kafatasları

ise dünyanın dört bir yanında antro-

poloji bölümlerinde bulunuyor. Bugün

de keza aynı kafatasları Dil ve Tarih-

Coğrafya Fakültesi’nde bulunuyor.

1930’larda Türkiye’de yapılan an-

tropoloji çalışmaları bilakis ayrımcılı-

ğı karşı bir nitelik taşıyor. Tüm Ana-

dolu’yu aynı ırka mensup insanlardan

oluşan bir topluluk olarak değerlen-

diriyor. Yapılan araştırmalarda her-

Prof. Zafer Toprak’ın son kitabı “Dar-

win’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antro-

poloji”de, Atatürk’ün entelektüel düz-

lemde son 10 yılı, Türkiye’de bu dönem-

de bilim alanında yaşanan köklü dönü-

şümler, antropoloji ve arkeoloji gibi di-

siplinlerin yerleşmesi, bu gelişmelerin ta-

rih anlayışına ve eğitime yansımaları,

Türkiye’de uluslaşma süreci, Cumhuri-

yet’in yeni insanının kurgulanışı; kısacası

– Korkut Boratav’ın bu kitap için önerdiği

alternatif başlıkla – “Cumhuriyet’in Kül-

tür Devrimi” ele alınıyor. Türkiye’de bi-

limin temellerinin 1930’larda atıldığını söy-

leyen Prof. Zafer Toprak ile sosyal bilimler

dalında Sedat Simavi ödülünü kazanan ki-

tabını konuştuk.

Meseleyi daha iyi kavrayabilmek içinortamla veya dönemle başlayalım ister-seniz. Cumhuriyet nasıl bir dönemdeinşa edildi? Bazı tarihçilerle birlikte sizde Avrupa için bir “Karanlık Çağ”dan ve

bununla ilişkili olarak Atatürk’ün ente-lektüel seyrinde 1928’deki fay hattındansöz ediyorsunuz.

İki dünya savaşı arası olağan dışı bir

evre. Bu nokta çok önemli ama kimse

bunu göz önünde bulundurmuyor. Bunu

dünya tarihçileri ele alıyorlar, bu dönemin

özel bir dönem olduğunu söylüyorlar. Ki-

misi bu döneme “katastrof çağı” diyor. Ma-

zover bu dönemin Avrupası’nı “karanlık

kıta” diye nitelendiriyor. Hakikaten çok

olağandışı bir evre. Küreselleşme litera-

türünde de bu dönemi “küresizleşme ev-

resi” olarak ele alıyoruz genelde. 1914’ten

1944’e, Bretton Woods’a kadarki dönem

30 yıllık bir süre… Dünyanın küresizleş-

tiği, ideolojilerin giderek güçlendiği, de-

mokrasilerin çöktüğü, kapitalizmin dar-

boğazlara girdiği bu dönemde genelde bir

çöküntü yaşanmışsa da bir açıdan Türki-

ye’nin “kazançlı” çıktığını söylememiz

mümkün. Yani, Türkiye’yi boyunduruk al-

tına almış olan “düvel-i muazzama”nın güç

yitirdiği bir ortamda biz Cumhuriyet’i

kuruyoruz. 1914’te bunu yapman güç.

Cihan Harbi’nin kazananı olmayacak. O

açıdan bakıldığında savaş sonrası kurulan

yeni bir dünyada Türkiye bağımsız bir

Cumhuriyet kurarak koşulları fırsata çe-

virebilmiş bir ülke olarak görülebiliyor.

ATATÜRK'ÜN EN BÜYÜKKAYGISI

Kurtuluş Savaşı vererek, Lozan erte-

si kağıt üzerinde diplomatik bağlamda ba-

ğımsız bir devlet olmuşuz ama Batı’nın

seni algılayışında bir değişme olmamış.

Hâlâ “öteki” olarak görüyor seni ve bunu

çoğu kez ırk teorilerine dayandırıyor. Sen

sarı ırksın, sen ikinci sınıf insansın. Batı’nın

ders kitaplarında hâlâ böyle, işte sen Ba-

tı’ya göç ederek ülkeleri işgal etmiş Mo-

ğol ırksın, Avrupa uygarlığının hor gör-

düğü bir topluluksun. Anadolu’yu işgal

ederek bu topraklardaki uygarlıkları son-

landırmış bir kavimsin. Sevr’de görülece-

ği gibi Anadolu’dan gerisin geriye Asya’ya

sürülmeyi hak eden göçebe, yağmacı bir

kavimsin.

Atatürk’ün en büyük kaygısı da bu: Bu

topraklar bizim. Bunu kanıtlamak için de

biz 1071’den önce de buradaydık, hatta bu-

rada sizin Batı uygarlığı kökenli diye bil-

diğiniz insanlar da bizim soyumuzdan

gelen insanlar, diye bir tezle ortaya çıkı-

yor. Bunu destekleyen Batı kaynakları da

var, bu ilginç.

İslam öncesine uzanan antropolojiye

ve de arkeolojiye yönelimin gerisinde bu

tür bir siyasi mücadelenin bilimsel taba-

na oturtulma kaygısı yatıyor. Bu anlayış-

ta kendisine müttefik bulmakta da gecik-

miyor. O tarihlerde Hitler Almanya’sında

oluşan ırk tabanlı antropolojiye alternatif

antropoloji geliştirerek, Güney Avru-

pa’nın kendini savunma süreci içerisine gir-

diği görülüyor. Biz de “Latin antropolo-

jisi” dediğimiz trenin son vagonuna atlı-

yoruz. 30’lu ve daha sonraki yıllarda ders

kitaplarında yer alan göç haritalarını biz

icat etmedik, Batıda zaten var bu göç ha-

ritaları. “Bilimsel” açıklamaları da var.

Geçmiş insanlardan günümüze kalan tek

gösterge, insan kemiği. Fizik antropoloji-

nin temel tasnifi ise kafatası. Kafatası şek-

li üzerine kurulu birtakım antropolojik

araştırmalarla aslında insanların göç yol-

ları üzerine araştırmalar yapılıyor. Göç yo-

ARDA ODABAŞI

5 N�SAN 2013 CUMA12 5 N�SAN 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAPKAPAK KAPAK

Geçmiş insanlardangünümüze kalan tek

gösterge, insankemiği. Kafatası

şekli üzerine kurulubirtakım

antropolojikaraştırmalarla

aslında insanlarıngöç yolları üzerine

araştırmalaryapılıyor. Göç

yolunabakıldığında, Orta

Asya’dan yolaçıkan, Anadolu’dan

geçen, BatıAvrupa’ya kadar

ulaşan bir göçolgusuyla karşı

karşıya geliniyor.

Ba�bakan�n, 1939 y�l�nda Türkiye’de ilk kez toplanacak uluslararas� birkongre için, �evket Aziz Kansu’nun haz�rlad��� tan�t�m bro�üründen yola

ç�karak bir dönemi �rkç�l�kla suçlamas� haks�zl�k oluyor. Bro�ürde yer alankafataslar� ise dünyan�n dört bir yan�nda antropoloji bölümlerinde bulunuyor

Fotoğraflar : Damla Yazıcı

En büyük kafatasıkoleksiyonları Amerika’da

‘DARWİN’DEN DERSİM’E CUMHURİYET VE ANTROPOLOJİ’ KİTABIYLA SEDAT SİMAVİ ÖDÜLÜNÜ ALAN PROF. ZAFER TOPRAK’LA GÖRÜŞTÜK

Page 14: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP

hangi bir etnik terim kullanılmıyor. Ama

tabii sonuçta insanları ölçüyorsun biçi-

yorsun, verilere göre tasnif ediyorsun.

Irk sözcüğü başlangıçta, millet, daha son-

ra nesil anlamına kullanılıyor. Türkiye on

yıl süren savaş sonucu nüfus yitirmiş; beş

milyon nüfus kaybetmişsin. O yüzden

nesli sağlıklı kılmak zorundasın. Bu aşa-

mada öjenizm de giriyor işin içine, ancak

Türkiye’deki tartışma ortamını Batı ül-

kelerindeki gelişmelerle karşılaştırdığı-

mızda bu alanlarda ne denli geriden gel-

diğimiz ortaya çıkıyor. Batı ülkelerinde fi-

zik antropoloji çok daha gelişmiş du-

rumda. Amerika’da özellikle… Yani baş-

bakanımız kafatasına dikkat çekiyor ya, as-

lında bugün bile en büyük kafatası ko-

leksiyonları Amerika’da. Bizimkisi de-

vede kulak yani.

Bugün bir kafatası görünce veya gös-terince hemen ırkçılık anlaşılıyor amabunlar sonuçta bilimsel araştırmalar.Aslında sadece kafatası değil kemik öl-çülüyor.

Tabii ki. Bilim zaten tasnif üzerine ku-

ruludur. Yani tarih öncesine girdiğin va-

kit, insana dair sadece kemikler var elin-

de, dolayısıyla tasnife girişiyorsun. Ke-

mikler arasında en bariz fark gözetebile-

ceğin şey kafatası oluyor. Antropologlar

bu nedenle kafatası üzerine odaklanı-

yorlar.

Politik propaganda kısmını bir yanabırakırsak, buradaki problem şu sanırım:Tarihe, geçmişe bugünün değerleri ve an-lamlandırmalarıyla bakılıyor.

Tabii, geçmişi güncelleştirme çaba-

sında olan çok az toplum var artık. Birçok

Batı Avrupa ülkesi II. Dünya Savaşı yaşadı

ve savaş kırılma noktası oluşturdu. Bu ül-

keler geçmişleriyle hesaplaştılar. Bizde ge-

çiş çok yumuşak olduğu için bir türlü geç-

mişten kopamıyoruz. O yüzden de bir tür-

lü tarihle barışamıyoruz. Abdülhamit,

Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve ben-

zerleri… Hatta Tanzimat bile günümüz-

de politik bir meta… Kemalizm’le he-

saplaşıyoruz; son günlerde basbayağı

1920’lerle 30’larla hesaplaşır duruma gel-

dik.

Bizde toplumsal dönüşüm tamamla-namadığı için olsa gerek. Bugün Türki-ye’de Ortaçağ ilişkileri, mesela Güney-doğu’da aşiretler hâlâ varlıklarını koru-yor. Dolayısıyla biz 100-150 yıl öncesininsorunlarını aşabilmiş değiliz. O yüzdenher 31 Mart’ta 31 Mart’ı tartışıyoruz.

Biz Batı eksenli bir kültürel transfor-

masyon geçirdiğimiz için, sorgulamalar çok

daha radikal. Sen bir dönem geçmişini öyle

dışlamışsın ki, bir ölçüde tepkilerle kar-

şılaşıyorsun. Önemli bir kırılmadan söz

ediyoruz. Her kırılmanın artıları eksileri

var. Artılara bakarsak, Türkiye’nin vardığı

noktaya İslam dünyasında hiçbir ülke va-

ramadı. Bu artı olarak değerlendirilebilir.

AZMAN

1930’lar antropolojisine dönersek...Şevket Aziz Kansu ve Türk AntropolojiEnstitüsü...

Antropoloji Enstitüsü İstanbul’da Da-

rülfünun Tıp Fakültesi’nde kuruluyor,

1933 Üniversite reformuyla Fen Fakülte-

si bünyesine alınıyor. Ben o kanıdayım ki

Atatürk’ün kafasındaki Dil ve Tarih-Coğ-

rafya Fakültesi’nin omurgası büyük ölçü-

de antropoloji. Kurduğu bölümlere ba-

kıyorum, hepsi aslında antropolojiye gir-

di sağlayacak bölümler. Mesela ilginç bir

şekilde sosyoloji yok. Antropoloji Ensti-

tüsü İstanbul Üniversitesi’nden alınıyor,

Ankara’ya getiriliyor. Başına Şevket Aziz

Kansu geçiriliyor. Atatürk’ün ise antro-

polojiye ilgisi Eugène Pittard’ın kitabıyla

tanışmasıyla başlıyor. Pittard da Antro-

poloji Enstitüsü’nün yayın organı Türk An-

tropoloji Mecmuası’nın kurucuları ara-

sında; bunu da unutmamak gerekir.

1911’den beri Türkiye’ye gelip gidiyor Pit-

tard.

Az önce sözünü ettiğiniz, Afet İnan’ındoktora tezi olarak yaptığı ve 64 bin ka-fatasının ölçüldüğü en geniş antropolojianketi hakkında bilgi verebilir misiniz?Amacı ve vardığı sonuç neydi bu anketin?

ARA�TIRMALARDA ETN�S�TEAYRIMI YOK

Afet İnan İsviçre’de savunduğu dok-

tora tezinde, Eugène Pittard’ın tezlerini

Anadolu bağlamında doğrulayacak; daha

doğrusu daha kesin bir sonuca ulaştıracak.

Pittard şunu diyor: İsviçre’de Göller

Bölgesi’nde insanlar avcılıkla, toplayıcılıkla

yaşadıkları evrede insan nesli “dolikose-

fal”; yani kabaca ifade edilirse “uzun su-

ratlı”. Ama tarihin belli evresinde bu in-

sanların toprağı ekmeye, hayvanları ev-

cilleştirmeye başladığını görüyoruz. Bu uy-

gar evreyi gündeme getirenler oraya son-

radan gelmiş bir nesil. Bu göçmenler ise

“brakisefal”; yani “geniş suratlı”. Eugène

Pittard bunu tespit ediyor önce. Yani

brakisefallerle birlikte bir aşama atlıyor uy-

garlık. Şimdi oradan yola çıkarak Göller

Bölgesi’ne göç etmiş kişilerin izini sürmeye

başlıyor. Tabii bu sırada dünyanın dört bir

tarafında antropolojik araştırmalar var.

Brakisefaller de Orta Asya’da gözüküyor.

Bu insanların göç yollarının izini sürerken

Anadolu’ya ulaşıyor. Yani Anadolu’nun

üzerinden geçen birtakım brakisefaller Av-

rupa’ya uygarlığı götürüyorlar. Eugène Pit-

tard Anadolu’da birtakım insanların bra-

kisefal olduğunu görüyor ve bunun üze-

rine göç yolunun buradan geçtiğine dair

bir tez atıyor ortaya. Afet İnan ise bu tezi

çok daha kapsamlı bir örneklemle kanıt-

lıyor. Ayrıca geçmişin o brakisefalleriyle

30’lu yılların Anadolu insanları aynı kafa

ölçülerine sahipler. Demek ki bunlar geç-

mişten beri burada yaşayan insanlar. De-

mek ki bunlar Orta Asya’dan gelmiş in-

sanlar. Orta Asya’nın Türklerin yurdu ol-

duğu da biliniyor. Eugène Pittard bunlar

“neden Türk olmasın” diyor. Türk Tarih

Kurumu kısaca “evet bunlar Türk’tür” di-

yor. Kitabımın son makalesi Kürt sorunu

ile ilgili… Onlar da Horasan’dan gelmiş,

aynı ırka mensup insanlar olarak nite-

lendiriliyorlar. Bu tarihlerdeki bilimsel

araştırmalarda herhangi bir etnisite ayrı-

mı yok.

Ben de bu noktaya gelmek istiyorum.Bütün bunlar, yani erken Cumhuriyet’inantropoloji çalışmaları ırkçılığı veya enazından etnik milliyetçiliği destekler birmahiyette miydi? Bu çalışmalarda “et-nisitenin, etnik unsur”un konumu nedir?Ayrıştırıcı, dışlayıcı bir mahiyeti olduğusöylenebilir mi?

Bu tarihlerde yapılan akademik çalış-

malarda etnik milliyetçilikten söz ede-

meyiz. Kurgu zaten ona elvermiyor. Yani,

Türkiye’de o tarihlerde etnografya çalış-

maları yapılmakta ama bunlar daha çok

yaşam kültürü bağlamında. Şeyh Sait İs-

yanı’na kadar aslında Türkiye’de farklı top-

lumsal yapıların olduğu kabullenilmiş

durumda. Ama Şeyh Sait İsyanı’ndan

sonra bunun ne denli riskli olduğu anla-

şılıyor. Başlangıçta Cumhuriyet’i kuran

kadrolar farklılıkların varlığını hiçbir şe-

kilde yadsımıyorlar. 1925’te Şeyh Sait

Ayaklanması ile birlikte o tür bir tasnifin

ne denli büyük bir risk taşıdığı anlaşılıyor.

Çünkü Şeyh Sait İsyanı, Musul Sorunu ile

yakından bağlantılı. O yüzden bunun bir

şekilde ileride üniter devlet açısından

büyük sorun olabileceği düşünülüyor. Bu

anlayış savunma güdüsünden kaynakla-

nıyor. Mümkün olduğu kadar ülke bü-

tünlüğünü sağlayacak bir söylemle hare-

ket ediliyor.

Tabii bu evrede ulus-devlet inşa süre-

ci de gündeme geliyor. Bir de öyle bir coğ-

rafyada devlet kuruyorsun ki bütünlüğü

ancak ortak dilde görüyorsun. Bu bir tür

toplum mühendisliğini gerektiriyor. Böy-

le bir süreç var. Bütün bunların ötesinde

o tedirginlikle özellikle gayrimüslimler

bağlamında bir tür mesafe koyuş var,

bunu göz ardı etmemek gerekiyor. Bu me-

safe koyuş, Cihan Harbi ve Millî Mücadele

döneminde gayrimüslimlerin tavırlarıyla

yakından ilişkili.

Dil konusuna gelince… Başlangıçta

Kürtçe bir dil olarak kabul görmüş…

Daha sonra dışlanma çabası içerisinde…

Bunu da göz ardı edemeyiz. Ama antro-

polojide hiçbir zaman bunlar gündeme gel-

miyor. Yani Güneydoğu’da yapılan araş-

tırmalarda hiçbir şekilde bir ayrıma gi-

dilmiyor. Hatta bir makalede entelektü-

el birikim üzerine yapılan araştırmada on

bölge içersinde ikinci sırada Güneydoğu

bölgesi çıkıyor. Bu coğrafyayı dışlamıyor,

bilakis önemli bir konuma getiriyor.

(görüşmenin 2. ve son bölümünü gele-cek sayımızda yayımlayacağız)

Page 15: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP

İki gencin hesapsızca çıktığı yolculuğu,

absürd karakterleri ve karşı konulamaz bir

cazibeye sahip diliyle çağdaş bir yol anla-

tısına dönüştüren Wolfgang Herrndorf’un,

ON8 Kitap koleksiyonuna katılan “Yokuş

Aşağı” romanı üzerine Frankfurter All-

gemeine’de yayımlanan söyleşisini sizle-

re sunuyoruz.Yazarın kitapla ilgili yaptı-

ğı tek röportaj. Çok az görülen bir kanser

türüne yakalandı ve artık röportaj vermi-

yor. Dolu dolu olan bu özel söyleşi sizler

için çevrildi. İyi okumalar diliyoruz.

“Yokuş Aşağı” üzerine konuşalım.Neden bir gençlik romanı?

2004 yılı dolayında çocukluğumda ve

gençliğimde okuduğum kitapla-

rı yeni baştan okudum. “Sinek-

lerin Tanrısı”, “Huckleberry

Finn’in Maceraları”, “Arthur

Gordon Pym”, “Pym Ameri-

ka’ya Gidiyor” vs. Hatırladığım

kadar güzel olup olmadıklarını

merak ediyordum, ama tabii 12

yaşındayken nasıl bir insan ol-

duğumu da görmek istiyor-

dum. Bu süreçte fark ettim ki,

favori kitaplarımın hepsinin

ortak bazı özellikleri var: Re-

ferans alınan yetişkinlerin hız-

lıca bertaraf edilmesi, büyük

seyahat, büyük su... Bu üç

şeyi, biraz da olsa gerçekçi bir

gençlik romanında bir araya

getirmek nasıl mümkün ola-

bilir diye düşündüm. Elbe

Nehri’nden aşağı salla ya-

pılan bir seyahat fikri bana komik geldi.

21. yüzyıl Almanya’sında, bir gemi seya-

hatinde yolcu olmak da: Pöf! Sadece ara-

ba ile bir şeyler düşünebildim. İki genç bir

araba çalarlar. Evet, su yoktu ama kurguyu

kafamda bir iki saniyede oluşturdum.

Kuşağa özgü ifade tarzlarını ve alış-kanlıkları, oldukça tasarruflu bir şekildekullanmışsınız. Ama insanın 1995 yılın-da doğan kuşağın vakti ve parasıyla ne-ler yaptığını yine de öğrenmesi gerekiyor.Siz ise 1965 doğumlusunuz. Nasıl bildi-niz?

Bilmiyorum aslında. Ama meselenin

gençlik olması, bana çok da büyük bir so-

runmuş gibi gelmedi; daha doğrusu, el iş-

çilerini, doktorları ya da makinistleri bir

romanda konuşturmaktan daha zor bir so-

run değildi, diyeyim. Ben gençliğin özel bir

sorun sunduğunu düşünmüyorum, an-

cak nedense o yıllarda yapılan hatalar daha

çok göze batıyor. Ama bunu derken, bu işi

mükemmelen çözdüğümü de söylemek is-

temiyorum. Anlatıcıma sürekli olarak

kullandığı iki kelime verdim, gerisini de söz

dizimiyle hallettim.

İnsan argoya bulaştı

mı, bir yıl sonra alay

konusu olur.

Bir an için 2030 yı-lına sıçradığımızı var-sayalım. Kitabınız onyıldır derslerde oku-tuluyor. 9. sınıf öğren-cileri Wolfgang Herrn-dorf adını duyduklarıanda acıyla inliyorlar.Onlardan kitap üzerine

yazdıkları kompozisyonlarda hangi so-ruları yanıtlamaları istenirdi?

Korkarım Almanca derslerinde sem-

bollere odaklanılırdı. Maik’in, yukarıda po-

lis beklerken; yüzme havuzunda, su altında

annesinin elini tuttuğu son sahneye mesela

veya iksir sahnesine. Zaten şimdi de bunu

bana sık sık soruyorlar: “Av tüfekli yaşlı

adamın ikisine verdiği küçük şişedeki yo-

ğun sıvı ne biçim bir şey?”

Eleştirmen Gustav Seibt “Yokuş Aşa-ğı”yı Tieck ve Eichendorf gibi yazarlarınyapıtlarıyla birlikte Alman romantik ge-leneğinin içinde görüyor. Amerikan mal-zemesiyle, Alman romantik geleneğindeyazılmış bir kitap olarak “Yokuş Aşağı”!Gerçekten de bilinçli olarak bunu muamaçlamıştınız?

Yalnız Seibt’ın kastettiği bu muydu bil-

miyorum ama, ilk defa, genel olarak yan-

lış bir yorum değil bu. Söz konusu ben ol-

duğumda, herhangi bir şeyi bilinçli olarak

amaçladığım söylenemez. Yazarken, en

fazla “aman sıkıcı olmasın” derim, bunun

dışında da çok fazla düşünmem. Sonra bu-

nun nereye varacağı ise, bir yol filminde,

gayet rahatlıkla, kimsenin umurunda ol-

mayabilir... Yani demek istediğim, gayet ro-

mantik tavırlar içinde yolumu kaybede-

bilirim.

Aslında Berlin’den hiç çıkmıyorsunuz.Maik ve Çik’in seyahat ettikleri coğraf-yayı nereden buldunuz? Ay yüzeyinebenzeyen araziler, “tepelerinde sipsivrikayaların olduğu devasa büyüklükte dağ-lar” nerede?

Kahramanlarımdan farklı olarak ben

Doğu Almanya’ya hiç gitmedim ve seya-

hati Google Harita üzerinden yaptım! İn-

san orada dağlara tepeden bakıyor ve ne

yükseklikte olduklarını göremiyor. Ama

araştırmayla aram da hiçbir zaman pek iyi

olmadı. Araziyi, Michael Sowa’nın re-

simleri gibi betimlemeyi denedim: İnsan

ilk bakışta doğada da tıpkı böyle diye dü-

şünüyor. Ama biraz daha yakından bak-

tığınızda, hepsinin özenle kurgulanmış

şeyler olduğunu fark ediyorsunuz: Gün-

düz rüyalarında görülen, ideal manzara-

lar gibi.

İnsan yazarken, genellikle, aklındabelli bir okuyucuyu olur. Bu sizin için degeçerli mi?

Evet. Somut bir insan değil ama her

şeyi anlayan, zeki bir okuyucu...

Farklı farklı türlerde eserleriniz var.

Berlin popüler edebiyatı, kısa öykü, genç-

lik romanı, gerilim romanı...

Sırada bilimkurgu da var.

Spor olsun diye mi? Yoksa can sı-kıntısından mı?

Daha ziyade kendimi yönlendire-

memek, diyeyim. Birçok fikir aklıma, sı-

radan şeyler okurken, ya da izlerken ge-

liyor. Kötü şeyler çok kötü; iyi şeylere

duyduğum hayranlık karşısında da aklı-

ma yeni bir fikir düşmüyor, ama sıradan

şeyler söz konusu olduğunda sık sık, şu-

rada bir vida, burada bir somun biraz

daha sıkıştırılabilirmiş diye düşünüyo-

rum. Bu süreçte kendimi hangi türde bu-

lacağım ise ikinci planda.

Siz resim eğitimi aldınız ama sonrabıraktınız. Neden?

Yapmak istediklerimi yapamıyor-

dum. Ayrıca 1980’lerin sanat liseleri, ger-

çeklik ve sırlama teknikleriyle, insanı pek

de bir yere götürmüyordu. Sonunda,

kendimi sadece çizgi roman yaparken

buldum. Onlarda da zaman ilerledikçe,

yazılar uzadı, resimler küçüldü ve bir gün

bir baktım ki, hiç resim kalmamış. Re-

simli sanatla ilişkimin kalmamış olması

hoşuma gitmedi de değil!

Edebiyat hangi anlamda daha iyi?Edebiyat daha müşteri dostu. Resimli

sanatın en büyük dezavantajı, bilmem kaç

metrekarelik saçma sapan bir işin bile, hiç

rahatsızlık duymadan izlenebilmesi. İn-

san gözlerini kapar ve iki saniye sonra yo-

luna devam eder. Ama kendini bin say-

falık bir kitaba kaptırmış bir okuyucu,

uzun süre, çok yalnız kalır. Ki bu, ede-

biyatın evrimi içinde, roman gibi son de-

rece sağlam temelli ve huzur verici ölçüde

alışıldık bir şeyi ortaya çıkarmıştır. Re-

sim sanatı o noktaya hiç bir zaman ulaş-

mayacak.

“Yokuş Aşağı” bir sohbetWOLFGANG HERRNDORF İLE

Yokuş Aşağı, WolfgangHerrndorf, On8 Kitap, Çev: Suzan Geridönmez, 288 s.

İREM HALIÇ[email protected]

Page 16: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

Günün birinde, bir sebeple biri ile ta-

nışırsınız. Birlikte geçirilecek bir süre

vardır ve bu arada sohbet edersiniz. Hani

başka türlü zaman geçmez zaten. Fakat

birden bir sihir oluşur ve o yeni tanıştığı-

nız insanın, size ne kadar benzediğini fark

edersiniz. Bir bakmışsınız aynı dili konu-

şuyorsunuz. Aynı şekilde espri yapıyor,

aynı esprilere gülüyor hatta dünyayı ve

olayları aynı bakışla değerlendiriyorsunuz.

“Ufff!” dersiniz sonunda, “Nerelerdeydin

sen?”

Sohbet derinleştikçe, ke-

yif oranı artmaya, aranız-

daki sıcaklık büyümeye baş-

lar. Sihrin yarattığı yaldız-

lanma, ruhlar arası yıldız-

lanmaya sebep olur. Artık

beyinleriniz arasında, altın-

dan akan suyun rengini gö-

rebildiğiniz bir köprü ku-

rulmuştur. Eski taş ustala-

rının uz elleri ile yaptığı, gö-

rünmez bir köprü...

Son zamanlarda, deli-

nin gömleğini bellediği gibi

bellediğim yazarlarımın dı-

şına çıkıp, Türk Edebiya-

tında neler oluyor, diye ba-

kınıyorum. Kimler, neler

yazıyor ve gidişat nereye

doğru? Sanatın; sanatın içindeki bilim ve

felsefenin, hatta sanatsal mizahın nere-

sindeyiz? Yoksa hâlâ o eski, o küflenmiş,

“Sanat toplum içindir,” “Hayır efendim,

sanat içindir” diyerek birbirine diklenen

horozların çöplüğünde mi geziniyoruz?

İşte şu üçüncü paragrafta değindiğim,

Türk Edebiyatı yolculuğum sırasında,

aynı kompartımanda tanıştım Toprak

Işık ile. Ve elbette baştaki iki paragrafı yaz-

dıran da bizzat kendisinin sözcüklerden

mütevellit taş ustalığına benzer bir usta-

lıkla beynime attığı köprü.

KISA BİLGİ : Edebiyat ve edebiyat-

çıyı hem emek/emekçi hem de sanat/sa-

natçı büyüteçleri ile değerlendiriyor, Top-

rak Işık. Bunu yaparken de kimi kez gü-

lümseten, kimi kez ‘Tabii ya!” dedirten,

olabildiğince içten cümlelerle, duygu ve

düşüncelerini okura geçiriyor. “Sanat

Olarak Edebiyat”, “Yazar/Yaratım Bo-

yutuyla Edebiyat”, “Okur Boyutuyla Ede-

biyat” çerçevesinden değerlendiriyor.

ALTINI ÇİZDİKLERİM : Altı çizil-

meyecek hiçbir cümle bulamamak ne

demek bilir misiniz? Hatta eğer bir yere

kayıt edecekseniz, kendinizle savaştığınız

oldu mu? Mesela, “Bu kesin olmalı. E, bu

olmadan şu olmaz, kopamaz ki bunlar,”

deyip peşi sıra gelen cümleler için de “Bu

da olmalı. Ah! Şunu da almalıyım,” der-

ken buldunuz mu kendinizi? Evet mi? İşte

onu yaşıyorum ben de. Yazarın, edebiyat

ve sanata dair kurduğu-kurguladığı cüm-

lelerin hepsini vazgeçilmez bulmak hissi

bu. Yine de…

“Veresiyeye hayır demez haz ihtiya-

cı.”

“Da Vinci çoktan

toprağa karışmış olsa da

Mona Lisa, kaşsız yü-

zündeki esrarlı gülüm-

semeyle bize bakıyor

hâlâ.”

“Örgütlenmekle çe-

teleşmek tamamıyla zıt

kavramlar. Biz hep ikin-

cisini başarıyoruz. Ha-

yatını edebiyata adaya-

cak kadar gözü kadar

olan yazarın çıkarları bu

çetelere dahil olmayı de-

ğil onlara kafa tutmayı

gerektirir.”

“Çocuklara yazılmış

masallardakinden farklı

bir yaramazlıktır ustala-

rın yarattığı eserlerdeki zalimlik. Okur

söylemeye çekinse de kan, kötülük ve

gözyaşından hoşlanıyor.”

“Okura göre, senin benim gibi düm-

düz bir adam olmamalı yazar. Tanrı’nın

Mars’taki alt yapı çalışmalarını bitirene

kadar dünyaya saldığı bir uzaylı olmalı.”

“Sanatın her dalındaki gibi edebiyatta

da kişisel zevkin dokunulmazlık hakkı

var.”

GERİYE KALAN : Geriye kalan ne-

dir biliyor musunuz değerli okurlarım?

Hüzünlü, çizmeli kedi ifadesiyle: “Ama

daha bir sürü cümle var, sizlerle paylaş-

mak istediğim,” duygusu. İyisi mi, en ya-

kın kitapçınızdan edinin derim. Özellikle

edebiyata yazmak ve okumak pencere-

sinden bakıyorsanız, hiç durmayın. Sanat,

mizah, felsefe sosuyla terbiyelenmiş, le-

ziz bir edebiyat sofrası “Sıradana Övgü”.

Bir tek kapağı düşündürüyor beni. Ta-

mam, kitabın adı “sıradan”. Kapak da hiç

olmazsa sıradan olabilseydi, demekten

kendimi alamıyorum…

Özellikle edebiyata yazmak ve okumakpenceresinden bak�yorsan�z, hiç durmay�n. Sanat,

mizah, felsefe sosuyla terbiyelenmi�, leziz biredebiyat sofras� “S�radana Övgü”

Sözcüklerdendoğmuş taş ustalığı

EMİNE SÜPÇİN

Sıradana Övgü, Toprak Işık,

Deli Dolu, 158 s.

17Aydınlık KİTAP

Page 17: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

Bu kitaptaki öyküler Subukistan

adı verilen düşsel bir ülkede geçer.

Subukistan’da Abuklar ile Subuklar

birlikte yaşarlar. Bazen Abuklar Subuk,

Subuklar Abuk olabilir, bu sizi şaşırt-

masın! Abuk subuk bir ülkedir burası.

İşte bu kitap Abuklarla Subukların

öykülerini anlatır.

Abukları ve subukları çok uzaklar-

da ve yok ülkelerde aramak zorunda de-

ğilsiniz. Onlar muhtemelen çok yakın-

larınızda otobüste, metroda, sokaklar-

da her yerde olabilirler

Abuk Subuk BirSubukistan Öyküsü

Orhan Tez, Etki Yay�nlar�, 64 s.

Bin Yüz Bir Giz

İlk gününden son anına kadar I. İb-

rahim’in padişahlığının anlatıldığı bu

romanda haremin devlet idaresinde ne

derece etkili olduğu da ayrı bir gerçek

olarak göze çarpıyor. Yirmi üç yıllık dul-

luk hayatında sadece bir kere soğuk-

kanlılığını kaybetmiş, sinir buhranları

içinde deli olacak hale gelmişti. Ona bu

ruh sarsıntısını veren gene Sultan IV. Mu-

rat’tı. Çünkü sağ kalan tek kardeşini, Kö-

sem Sultan’ın son yavrusunu da öldür-

mek istemişti. Bir oğlunun gözü önün-

de boğulmasına tahammül eden ana, bu

ikinci felaketi sükûnetle karşılayamadı.

Hayatını iki kere kendine borçlu olan o

şehzade şimdi tahta çıkıyordu ve şüphe

yok ki şükranını ödemeye çalışacaktı...

Cinci Hoca

Hukukun, özellikle de ceza huku-

kunun konusu “insan”dır: Hukukçu-

ların bu “insan”a bakışları çoğu kez yasa

maddelerinin soyut belirlemelerinin

kişilere uygulanmasından öteye geçmez.

Yasa, doğru uygulanmışsa, adalet de

gerçekleşmiş varsayılır. Dahası, “Hu-

kukun Üstünlüğü”, toplumların özlemi

olarak olarak gösterilir. Ama, gerçek-

te Ceza Hukuku uygulamasında bun-

dan da üstün tutulması gereken, “insanî

boyut”un gözetilmesidir.

Prof. Dr. Çetin Yetkin, “Bir Savcı-

nın Not Defteri”nden adlı kitabında,

geçmişte tanığı olduğu, soruşturması-

na ya da yargılamasına katıldığı olayları

irdeledi.

Bir Savc�n�n NotDefteri’nden

Atçalı Kel ve Sinanoğlu, Şeyh Bed-

reddin’in kurmak isteyip de idam edildi-

ği için yaşama geçiremediği toplumsal dü-

zeni ilk kez yaşama geçiren kişiler midir?

“Saz çalıyorlar, içki içiyorlar, kadın erkek

beraber oturup kalkıyorlar,” diye suçlanan

bu Türkmenlerin ereği neydi? Ne oldu da

Cumhuriyet ilan edildikten sonra bu efe-

lerin tümü düze indi?

Efelik, Zeybeklik tarihi, acıların, kat-

liamların, onurlu direnişlerin tarihidir.

Bu kitapta insan olmanın erdemine er-

miş, onurlu, dikduruşlu, kimliğini, kişiliğini

sahip çıkan, Anadolu erenlerinin belge-

lerini, öykülerini bulacaksınız.

Atçal� Kel ve Ya�dereliSinano�lu Efe

İmkânsızı başararak kazandığı

Oxford Üniversitesi’nde eğitim ha-

yatını sürdüren Harry Clifton’ın des-

tansı yaşamöyküsü 1919 yılında Bris-

tol’ün arka sokaklarında başlar. Clif-

ton, bir savaş kahramanı olarak öl-

düğünü zannettiği babasının, bu

olaydan yirmi bir yıl sonra asıl ölüm

nedenini öğrendiğinde, onun gerçek

babası olmayabileceği gerçeğiyle de

yüz yüze gelir. Bu ikilemin ruhunda

yarattığı sarsıntıyla mücadele etme-

ye çalışırken de İkinci Dünya Sava-

şı patlak verir ve bu savaş onu haya-

tının kararını vermeye mecbur kılar:

Ya öğrenimine devam edecek ya da

Hitler Almanyası ile savaşacaktır.

Tek �ahit Zamand�

Mustafa Balbay, Silivri hukukundan

esinlenerek kaleme aldığı bu tiyatro için

şöyle diyor: “Gerek benim tanık olduğum

Ergenokon davasında, gerekse Balyoz,

Odatv, KCK başta olmak üzere benzer

kurguya sahip davalarda yaşananlardan

esinlenerek bir oyun yazmaya soyun-

dum. Bu yargılamalardaki hukuksuzluk-

ları iki perdelik bir oyunun boyutlarına sığ-

dırmak elbette olanaksızdı. Üstelik hu-

kuksuzluğun pek çok boyutu vardı. Her

şeyi anlatmaya girişmek zaten karmaşık

görünen konuyu daha dağınık hale geti-

rebilirdi. Oyunu okuyan, izleyen tüm

sağduyulu kesimlerin üzerinde birleşe-

ceğini umduğum bir anafikir etrafında ger-

çek olaylardan esinlenerek bu işe giriştim.”

Yarg�tatör

Tarihçi Jean-François Solnon, XIV.

yüzyıldan XX. yüzyıla dek, Osmanlılar-

la Hıristiyan Avrupa’nın ortak tarihi-

ni, kültürel alışverişini ve zaman içinde

birbirleri hakkında değişen algılarını

inceliyor.

Osmanlı İmparatorluğu ile Hıristi-

yan Avrupa’nın arasındaki büyük savaşlar

iki tarafta da iyi bilinir: Konstantinopo-

lis’in fethi, Viyana Kuşatması, İnebahtı

Savaşı... Ancak sultanın tebaası ile Hı-

ristiyanlar arasında yalnızca çatışma ve

silahlardan ibaret bir ilişki yoktu.

Sar�k ve �stanbulin

M. Sad�k Aslankara, Can Yay�nlar�, 203 s.

“Bin Yüz Bir Giz”, Salihli’nin idea-

list belediye başkanı Zarif Bey’in sanata

yönelik bir düşüyle başlıyor; Zarif Bey, gö-

reve gelir gelmez, Salihli’ye bir tiyatro ka-

zandırmak istediğini açıklıyor. Amacı, çağ-

daş ve sanatla iç içe bir Salihli yaratmak...

İlk kez 1993’te basılmış olan “Bin

Yüz Bir Giz” bir kasaba parodisi; bele-

diye görevlileri, küçük esnaf, devlet ku-

rumlarına yerleşmiş ufuksuz fakat hırs-

lı kişiler, sanattan alabildiğine uzak ka-

saba halkı, gençler, ev hanımları... As-

lankara, tüm bu kalabalığı gözlemledi-

ği romanıyla zaman zaman güldüren,

ama sonunda okuru ciddi sorularla ve ta-

bii hüzünle baş başa bırakan bir oyun ko-

yuyor sahneye.

M.Turhan Tan, Kap� Yay�nlar�, 355 s.

Jean - François Solnon, Do�an Kitap,

Çev: Ali Berktay, 596 s.

Çetin Yetkin, Gürer Yay�nlar�, 156 s.

Etem Oruç, Berfin Yay�nlar�, 237 s.

Mustafa Balbay, Cumhuriyet Kitaplar�, 128 s.

Jeffrey Archer, Alt�n Kitaplar,

Çev: Canan Kim, 400 s.

5 N�SAN 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR

Page 18: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

Bozuk

Kimler depresyon geçirir?

Bir kişinin huyuna suyuna bakıp,

“Hah işte, tam depresyon geçirecek

adam” denilebilir mi?

Görüşme odasına bir kamera koy-

saydık neler görecektik?

Tanı nasıl konuyor?

Kaç çeşit depresyon var?

Kişilik depresyonu nasıl etkiliyor?

İlaç tedavisi nasıl düzenleniyor?

Terapi nasıl yapılıyor?

Kişi intihar ederken aslında kimi öl-

dürmeye çalışıyor?

Bu sorulara, bir terapist, depresyon

konusunda çalışan bir araştırmacı, ken-

disi ve yakınları depresyon geçiren bir kişi

nasıl bakar?

Ustas�ndan DepresyonTahlilleri

Her yaz adeta bir şenliğe dönüşen

huzurlu bir kasaba… Tüm yaşanmışlık-

ları geride bırakıp, yeni bir hayata baş-

lamak için bu kasabaya yerleşen yalnız

bir kadın… Kasabadaki örgü atölyesin-

de bir araya gelen insanların peşine

düştüğü akıl almaz bir cinayet.. Ve hiç

kimsenin tahmin edemeyeceği sarsıcı bir

sonla biten şaşırtıcı bir roman...

“Sally Goldenbaum, dostluk bağla-

rını harikulade bir dille işlediği bu ro-

manda duygusallığın yanı sıra gerilim ve

gizem dolu muhteşem bir kurgu yarat-

mayı başarmış. Bu yazar yeni bağımlılı-

ğınız olacak!”

-Publishers Weekly-

K�y�ya Vuran Hayatlar

“Bir tarih yarattı bu kent: ellerinde

acının korkusuzluğu

ve gökten ağan ulusu…

“sorgu başlayacak elbet,

suç sabittir: şafakta uyanık olmak!

“kent doludizgin, yakılmış cân-ı

can vekâleten,

sorgucu tarafından vahşice.

“uçuşan küllerden,

martılara dönüşen bir bereket

memleket!”

Gözleri Yitik Dü�

Şiir sonsuz özgürlüktür. Konu, öz,

biçim bakımından şiir sınırsızdır. Bireyi

toplumu ve ulusalı, tüm insanlığı kap-

sar. Bunu yaparken anlaşılır,, kavra-

nabilir, akılda kalabilir bir dil kullanıl-

malıdır. Şairin ağzından bal kalemin-

den fikirler akmalıdır.Şair, estetik örgü

ve yaklaşımla anlamlar deryasına dal-

malıdır. Yüzyılları günümüze, oradan

da geleceğe aktaran en etkili sanat şi-

irdir.

Isl���n� Derin ÇalYüzy�llar� Getirsin

İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yılları

içinde, Bakırköy’e bağlı Osmaniye kö-

yünde bir kız bebek dünyaya gelir. Sa-

kinlerinin bir kısmı ekip biçip hayvan bes-

leyerek, bir kısmı da yakındaki Sümer-

bank fabrikasında çalışarak geçinen kü-

çük, kendi halinde bir köydür burası.

Şemsa, Osmaniyelilere benzemeyen in-

sanlarla dolu Bakırköy’e alışır. Orta-

okulda vermeye başladığı özel İngilizce

dersleri İstanbul Kız Lisesi’nde de devam

eder. Cağaloğlu’nda yayın dünyasının ya-

kınında olmanın tadını çıkarır. Derken

kardeşinin düğününü yapmak için oku-

la ara verip çalışmaya başlar. İş hayatı ev-

liliğin ve ABD’den Kongo’ya uzanan bir

aile hayatının kapılarını da açar.

Hayal Molalar�

Kaleme alınan bir roman, duygula-

rın notalara döküldüğü bir beste, tek bir

anın boya ve tual’le birleşerek ölüm-

süzleştiği bir resim ve kayıt üzerindeki bir

öykünün objektiften geçerek hayat bul-

duğu bir film...

Hayatımızda derin sizler bırakan

bu eserlerin sahipleri, kültür mirasımı-

za yapmış oldukları bu değerli katkıların

bedelini çoğu zaman hasretler, ayrılıklar

ve sürgünlerle ödediler.

Günübirlik şöhretlerin etrafımızı

sardığı şu günlerde, ülkemizin gerçek sa-

natçılarının, yakın tarihimizdeki siyasal

gelişmelerin ışığı altında bir eser.

Cumhuriyet’ten GünümüzeTürkiye’nin Muhalif

Sanatç�lar�

Beyazperdeye yansıyan yaratıcılığın

nihai sorumlusu olan yönetmen, her film-

de geminin kaptanıdır. Oyuncular ve de-

partman şefleri yönetmene rapor verir.

Bazı yönetmenler aynı zamanda sena-

risttir de; benzersiz tarzlarıyla karakterler

yaratır ve diyalog yazarlar.

Sinema Sanatı dizisinin bu ilk kita-

bı, filmin senaryo yazımı ve oyuncular-

la çalışmaya, tasarım ve görüntü yönet-

menliğinden postprodüksiyon ve dağı-

tıma kadar tüm disiplinlerini kapsayan

yönetmenlik üstüne ufuk açıcı ve eğ-

lenceli bir başvuru kitabı.

Yönetmenlik

Hakk� �nanç, K�rm�z� KediYay�nevi, 118 s.

“Bu yüzden çok çelimsizdi annem.

Çelimsizdik. Derimle inatlaşan ke-

miklerim, olduğumun on misli çirkin

gösterirdi beni. Şehrin sırtını döndüğü

üç katlı bir gecekondunun merdiven al-

tındaki kömürlükten bozma bu gü-

neşsiz odasında, orkideler yetişecek de-

ğildi elbet. Bir saksımız vardı. Kapının

yanındaki asanın üzerinde beklerdi.

Annem yıkadığı çatal bıçağı yatağın al-

tındaki tahta valize kaldırmadan önce,

kurusun diye onun içine koyardı. Sak-

sıdaki o eğri büğrü çatallardan fark-

sızdık biz de. Bunca çirkinliğimize

karşın, kırık bir ayna asılıydı yatağın

çaprazındaki duvarda. Başka yüzler

arardık bakıp bakıp...

Sally Goldenbaum, Mart� Kitabevi,

Çev: Nilgün Birgül, 400 s.

Mike Goodridge, Remzi Kitabevi,

Çev : Elif Ersavc�, 192 s.

Levent Mete, Say Yay�nlar�, 136 s.

Kaan Turhan, Kendi Yay�n�, 63 s.

Adil Gülvahabo�lu, PaydaYay�nc�l�k, 212 s.

Erkan Özgür, Efege Yay�nevi, 312 s.

�emsa Ye�in, �� Bankas� Kültür Yay�nlar�, 454 s.

5 N�SAN 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR

Page 19: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ

Çizmeli Kedi Yayınları’ndan çıkan

“Sinir Küpü” isimli kitap, Alman Çocuk ve

Gençlik Edebiyatı Akademisi’nden en iyi

çocuk kitabı ödülünü almış ve 20 dile çev-

rilmiş bir kitap. Yazarı Manfred Mai,

1978 yılından beri çocuklar için yazan, Al-

man Çocuk Edebiyatı dendiğinde akla ge-

len öncü yazarlardan biri. Öykülerinin, ro-

manlarının yanı sıra, çocuk eğitimine yö-

nelik araştırmaları da bu-

lunuyor. Ayrıca çocuklara

dünya tarihini ve coğrafya-

sını anlattığı eğlenceli an-

siklopedileri ve Grimm Kar-

deşler’in masallarını yeni-

den yorumlayıp hazırladığı

masalları da var. Kısacası

çocuklar için üretmiş dur-

muş Manfred Mai. Çizme-

li Kedi Yayınları da yazarın

Almanya’da çok ses getiren

“Das Zornickel” isimli ki-

tabını “Sinir Küpü” adıy-

la yayımlayıp çocuk okur-

larımızla buluşturmuş.

Peki, bu kitap neden bu

kadar ses getirmiş?

Öfke nöbetleri çocuk-

ların gelişiminin doğal bir

süreci, fakat bu sürecin sağlıklı atlatıla-

bilmesi için davranışların iyi tanınması ve

kontrol edilmesi gerekli. İsteklerinin ko-

layca yerine getirilmesi, yeterince ilgi gör-

memesiyle aynı sonuçları doğurabilir.

Maalesef “şımarıklık” bahanesiyle ebe-

veynler tarafından geçiştirilen bu davra-

nışlar, öfkenin kişilik bozukluğuna dö-

nüşmesine neden olabiliyor. Ve bu kitap,

tüm bu durumları ilginç ve eğlenceli bir

kurguyla anlattığı için, ebeveynlerin ve eği-

timcilerin dikkatini çekmiş. Gelgelelim ki-

tabı çocuklar okuyacak. İşte bu noktada da

kitap, çocuk okuru kendisiyle yüzleştiriyor

ve onu çok iyi tanıdığının sinyallerini ve-

riyor.

S�N�RL�YKEN RES�M �ZEY�MDEME!

Alexander’ın öfkeli olmak için çok

nedeni var kendince. Her işine karışan bir

annesi ve henüz konuşmayı pek be-

ceremediği halde susmak bilmeyen

şımarık bir kız kardeşi var ve on-

lar da yetmezmiş gibi okulda her

sabah yoluna çıkmamaları için

dua ettiği tehlikeli çocuklar, öğ-

rencilerini azarlamaktan pek zevk

alan öğretmenler ve daha nice

gereksiz insan… Bir gün yine an-

nesi ve kız kardeşine aynı anda öf-

kelendikten sonra kıpkırmızı bir

halde odasına çıkan Alexander, öf-

kesini kusmak için eline kağıt ka-

lem alıyor. (Burada yazar biraz

iyimser davranmış sanırım, er-

genlik dönemindeki öfke nö-

betlerinde eline kağıt kalem alan

gençlerin oranı epey düşük). Si-

nirini yansıtan bir şeyler çizme-

ye başlıyor, haliyle ortaya boynuzlu, sivri

burunlu, sol gözünde korsan göz bandı olan

bir yaratık çıkıyor. Çizerken bir yandan

kendi kendine homurdanan Alexander, bi-

rinin onun homurtularına cevap verdiğini

fark ediyor ve kafasını kaldırdığında…

İşte Sinir Küpü! Kağıttaki resim kan-

lı canlı bir halde (boyu bir karış) Alexan-

der’ın önünde duruyor ve konuşmaya

başlıyor: “Bundan sonra seni tüm haksız-

lıklardan koruyacağım. Sen istemesen

bile”.

ÖFKEYLE BÜYÜYENYARATIK

Konusu epey ilginç olan kitabın şey-

tanımsı kahramanı Sinir Küpü’nün rolü şu:

Ne zaman Alexander birine öfkelenecek

olsa, bu bir karış boyundaki yaratık öfkeyle

orantılı olarak büyümeye başlayacak ve

karşısındaki insana Alexander’ın söyleye-

mediği her şeyi söyleyecek. Yani onun ye-

rine öfkesini kusacak. Ama bir karışken se-

vimli bir şey olsa da, devleştikçe epey kor-

kunç bir yaratığa dönüşen Sinir Küpü yü-

zünden Alexander’ın hayatı haliyle zorla-

şacak. Arkadaşları ondan uzaklaşacak,

kız kardeşi korkudan içine kapanacak, öğ-

retmenleri şikayet edecek.

Şimdi Alexander’ın bir karar vermesi

gerekiyor. Sinir Küpü sayesinde kendini

tehlikeli insanlara karşı güvende hissedi-

yor, ama aynı oranda yalnızlaşmaya başlı-

yor. Bu durumda yalnız fakat karizmatik

bir kovboy gibi ortalıkta gezinmeyi mi seç-

meli, yoksa arkadaşlarına geri dönmeyi mi?

Sinir Küpü’ne yol göründü gibi…

Eğlenceli okumalar diliyoruz.

İREM HALIÇ[email protected]

Annen, karde�in, arkada�lar�n ve ö�retmenlerinyüzünden sinir küpüne mi döndün? Bak bakal�msana benzeyen bir çocu�un ba��na neler gelmi�

Ey sinirli çocuk

Sinir Küpü, Manfred Mai,

Çizmeli Kedi Yayınları, Çev: Ersin Atayman,

96 s.

Dü�man

“Genç Bond” serisi ile dünya çapında büyük bir okur

kitlesi yakalayan çok yönlü İngiliz yazar Charlie Hig-

son’dan, Londra sokaklarında geçen dehşet verici bir

zombi kıyameti! Gelecek, tehdit altında... Sebebi bi-

linmeyen salgın bir hastalık nedeniyle 14 yaşını geçmiş

herkes yaratığa dönüşme tehdidiyle

karşı karşıya...

Yaşam mücadelesi verenler için

ölüm belki de tek kurtuluş fırsatı. Böy-

lesi dehşet verici bir kaos ortamından

zarar görmeyecek yegâne azınlık ise

çocuklar. Sam ve arkadaşlarını bıçak

sırtında bir yaşam savaşı bekliyor.

Onları öldürmek amacıyla peşleri-

ne düşmüş sayısız yetişkin var et-

rafta. Üstelik bu zombilerin karın-

ları çok ama çok aç...

Charlie Higson,Tudem Yay�nlar�,Çev: TonguçÇulhaöz, 440 s.

Olga Okulu Sevmiyor

Olga iki çocuklu bir ailenin küçük kızı. Oku-

la başlayalı bir hafta olmuş ama alışması pek ko-

lay olmayacak gibi. Ona göre okul hiç eğlence-

li değil. Ne oyuncaklarını götürebiliyor ne de çik-

let çiğneyebiliyor. Bir de öğretme-

ninden peş peşe uyarılar gelmeye

başlamaz mı? Olga’nın bir an önce

işleri yoluna koyması gerekiyor.

İkinci öyküde Olga arkadaşları-

nı yatıya çağırmak istiyor ve tam iki

arkadaşı için izin koparıyor! Birlik-

te koca bir gün ve gece geçire-

cekler. Arkadaşlarıyla yaşayacağı

maceraları düşündükçe sabırsız-

lanıyor Olga. Bakalım onu ne

gibi sürprizler bekliyor!

GenevieveBrisac,Hayykitap,Çev: EceNahum, 136 s.

Hayalet Avc�lar� - Büyük Tehlike

Dünyaca ünlü yazar Cornelia Funke'nin ma-

ceraperest okurlar için kaleme aldığı tüyler ür-

pertici derecede komik “Hayalet Avcıları Dizi-

si”nin dördüncü kitabı “Büyük

Tehlike” macerası Batakköy'de

geçiyor. Hayalet Avcılarımız Kim-

yon İnceruh, Tom ve Hügo'nun

oraya asıl gitme nedeni Tom'un

Üçüncü Aşama Hayalet Avcısı

diploması sınavı... Ancak kahra-

manlarımızı orada Profesör

Salyasümük'ün onlar için ha-

zırladığı hiç de hoş olmayan bir

sürpriz bekliyor... İyi okumalar...

-Keriman Güldiken-

Cornelia Funke,MavibulutYay�nlar�,Çev: ZeynepAlpaslan, 224 s.

Page 20: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAPGÜLDEN TERAZİ

Dört duvar, bir kapı ve pencereden olu-

şan kapalı mekâna oda diyoruz. Michelle Per-

rot, hayatımızda çok özel ve önemli yeri bu-

lunan bu mekânın çeşitli türlerini araştırdı-

ğı “Odaların Tarihi” adlı kapsamlı kitabında

(Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2013 İst., Çev. Şi-

lan Evirgen,) kral odalarından yazar odala-

rına, çocuk odalarından otel odalarına, işçi

odalarından hasta odalarına, manastır hüc-

resinden hapishane hücresine ulaşan upuzun

bir odalar turu düzenliyor. Bu öyle bir tur ki,

bir odadan ötekine ancak yazar-rehberin

bulunduğunuz odaya ilişkin anlatacakları

bittikten sonra geçebiliyorsunuz. Götürül-

düğünüz her odanın ilginizi çekeceğine ise hiç

kuşku yok. Çünkü, kapısından girdiğiniz her

oda sizi az öncekinden bambaşka bir dünya-

ya, bambaşka tarihsel-toplumsal-bireysel ve

özel yaşantılara götürüyor. Kitabın bizi gö-

türmediği oda yok mu, var! Her kitabın ek-

sik bıraktığı bir yan olmasa aynı konuyu ele

alan bunca kitap niye yazılsın?

Bu yazının devamında sözünü edeceğim

başka bir kitap ve kitaplar bağlamında benim

ilgimi çeken “oda”, hapishane hücresi oldu.

HAP�SHANE HÜCRES�N�NEKONOM� POL�T���

Perrot, hapishane hücresini anlattığı bö-

lümde de kitaptaki her odada yaptığı gibi ta-

rihte küçük bir gezintiye çıkarıyor bizi. Ha-

pishane hücresinin odalar tarihindeki yeri açı-

sından bu oldukça yüzeysel incelenişi dahi,

tüm sınırlılığına karşın yine de dehşete dü-

şürüyor insanı. En önce de hücrenin ekono-

mi politiği yönünden. Şöyle yazıyor:

“İnsanlar, işçi ücretlerini asgari yaşam se-

viyesinde tutan kanunun göz önünde bulun-

durulmasıyla, tutukluların daima en yoksul

olan proleterden daha düşük yaşam seviye-

sine ve konfora sahip olmalarını ister, aksi hal-

de hapishanenin çekici bir hale geleceğini be-

lirtirler. Asgari yaşam seviyesi ve minimal hüc-

re, kabul edilen yaşamın değersiz ve şüphe-

li ufkunu çizer. Bu anlamda, hücre ulusal tü-

ketim standartlarını gösterir. Fransız işçiler Av-

rupa’daki en kötü konut koşullarına sahiptir,

dolayısıyla mahkûm da en vasat koşullarda tu-

tulmalıdır. Günümüzde de hâlâ aynı durum

geçerlidir.” (Sf. 290).

“Silivri Kampüs”ü gezdirilen yandaş ve pa-

yandaş gazeteci takımının beton duvar, demir

kapı, demir parmaklık ve kör pencereden olu-

şan, göğü çelik ağlarla örülmüş, bu, yerin üs-

tündeki yeraltı dünyasında “5 yıldızlı otel” kon-

foru bulan yazıları hilafına Türkiye’de de du-

rum budur: En az “konfor”, en az kalori, en

çok tecrit!

S�LAHLI B�RL�KTEN TEHL�KEL�Ama, vaktiyle bu konuda, içinde 1984 yı-

lında İstanbul’da Metris ve Bayrampaşa 2. As-

keri Cezaevi’ndeki ölüm oruçlarının da an-

latıldığı çeşitli röportajlardan oluşan bir kitap,

çok sayıda yazı ve şiir yazdığım ve hapishane

hücresinin ne menem bir şey olduğunu pek

yakından bildiğim halde, başka bir yazarın ka-

leminden başka bir ülkedeki uygulamalar üze-

rinden okuyunca –açıkçası- ben de dehşete

düştüm.

Perrot’nun, özellikle Auguste Blanqui’yi

(1805-1881,) anlattığı bölümler, yıllar önce

kurguladığım olağandışı/gerçeküstü hapishane

öykülerini yeniden hatırlattı bana.

Blanqui, 76 yıllık hayatının yarıdan fazla-

sını –toplam 43 yıl 8 ay,- hapishanede, hücre-

de geçirmiştir. 1840-44 arasında Mont-Saint

Michelle’deki “loca”sında “mobilya” olarak bit-

pire yuvası bir hasır, yiyecek olarak ekmek ve

su, ayaklarında ise demir bot vardır… Nerdeyse

ölmek üzeredir ki başka bir yere nakledilir, daha

sonra da serbest bırakılır. 1848 devriminden

sonra 1850’de yeniden tutuklanır. Kaçmaya ça-

lışır. Karanlık bir hücreye konur; ardından da

önce Korsika’ya, sonra Cezayir’e yollanacak-

tır. 1859’da affedilir, 1863’te yeniden tutukla-

nır. Sainte-Pélagie’deki üç yıl için “yaşamımın

en güzel dönemiydi” diye yazacaktır. Hücre-

sini bir çalışma odası, “sosyalizmin kavşak nok-

tası” yapmıştır.

1871 Paris Komünü’nü hazırlayan işçi ön-

derlerinin başında gelen Blanqui, devrim sı-

rasında hapisteydi ve komüncülerin, ellerin-

deki tutsaklarla Blanqui’yi takas etme giri-

şimleri sonuçsuz kaldı. Devrimin yenilme-

sinden sonra 30 bin Parisliyi kurşuna dizdi-

ren Başbakan Adolphe Thiers’e göre Blan-

qui’yi vermek, Paris halkını koca bir silahlı bir-

likle donatmaktan çok daha tehlikeliydi.

3.75 METREKAREDE GEÇEN 7 YILNâzım Hikmet Otobiyografi adlı şiirinde

“otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre

kare betonu/elli dokuzumda on sekiz saatta

uçtum Pırag’dan Havana’ya” der kurduğu za-

man-mekânsal karşıtlıkta. Dört metre kare be-

tonu Nâzım’dan çok daha uzun sürede ge-

çenler de olmuştur…

Hâlâ geçemeyenler ise sadece Türki-

ye’de yüzlerle ifade edilebilir bir sayıdadır.

1872’de ömür boyu hapis cezasına çarp-

tırılan Blanqui, dört metreden daha az bir ala-

nı 7 yılda geçebilecektir...

Konulduğu hücre toplam 3.75 metrekare

(1.5 X 2.5 ebatında) idi. “Çok soğuk günler-

de, başında kasketiyle yatağında, sırtı pence-

reye dönük olarak” yazıyor-

du. Daha sonra verilecek

büyük bir odada da kendisi-

ne küçük bir köşe oluşturur,

orayı dünya kadar geniş bir

yer yapar ve “Dağın ortasın-

da bir keşiş, çölde dünyadan

elini eteğini çekmiş biri gibi

yaşar. Aynı zamanda, Des-

cartes’ın yaptığı gibi, sıcak

odasına kapanmış bir bilgine

benzer. Masasında kitaplar,

sözlükler, matematik, bilim,

tarih ve coğrafya kitapları, kız

kardeşlerinin onun için bu-

labildiği her şey vardır. Gün-

lerini hesaplar yaparak, po-

litikadan sonraki tutkusu

olan Astronomi konusunda

düşünerek geçirir”. (Age, sf.

294-295).

1879’da çıkarılan bir genel afla serbest bı-

rakılan Blanqui, siyasal bir eylem içinde bu-

lunamayacak derecede ciddi sağlık sorunla-

rı yaşadığı halde yazmaktan ve gazete ya-

yımlamaktan vazgeçmedi. Yayımladığı son ga-

zete “Ne Tanrı Ne Efendi” adını taşıyordu.

Blanqui, Eugene Pottier’nin mear taşına ya-

zılan şu dizelerindeki gibi:

“Taş kalpli bir sınıfa karşı,ekmekten mahrum halk uğruna savaşırken;yaşamında dört duvara;ölümünde dört parça çam tahtasına sahip oldu”.

EN BÜYÜKHUKUKSUZLUKLARDAN B�R�

Türkiye’de en uzun süre hapis yatan siya-

si mahkûm, yakın zamanlara kadar 1925’ten

1957’ye kadar toplam 22 buçuk yıl ile Doktor

Hikmet Kıvılcımlı idi. Hapisliği toplamda 29

yıla varmış olan Muzaffer Öztürk’le “çıta” bu-

gün çoktan aşılmış durumdadır. Ergenekon da-

vasındaki tutukluluğunda 6’ncı yıla giren, tu-

tuklandığı suçtan yargılanmayan, yargılandı-

ğı maddelerden de hakkında tutuklama kararı

olmayan Aydınlık yazarı Hikmet Çiçek ise, ha-

yatının yaklaşık üçte birini (toplamda 20 yıl,)

hapiste geçirmiş bulunmaktadır. Hikmet Ağa-

bey’in durumu Türkiye’de hukukun geldiği yeri

gösteren en somut örnek ve en büyük hu-

kuksuzluklardan biridir.

Yargılama uzadıkça her defasında deva-

mına karar verilen tutukluluk halinin de he-

nüz verilmemiş bir hükmün peşin infazına

dönüştüğü Ergenekon ve Balyoz davaların-

daki ortalama tutukluluk

süresi hemen hemen dört yılı

bulmuştur. Türkiye, 12 Mart

ve 12 Eylül’den sonra en

kapsamlı ve en zalimane ha-

pishane dönemindedir. F

Tipi cezaevlerindeki siyasi

tutuklu ve mahkûmlar, tüm

hapishaneler tarihimizin en

ağır koşullarında yaşamak-

tadırlar. Ceza ve infaz tüzü-

ğünü kendi keyfine göre uy-

gulayan cezaevi yönetimle-

rinin baskı ve zulmü, siyasi

tutuklu ve mahkûmlara ce-

hennem hayatı yaşatmak-

tadır. Sadece Ergenekon,

Balyoz ve Odatv davası tu-

tuklularının yazdıkları ki-

taplar bile siyasi tutukluların

bu cehennemi nasıl geniş

ve özgür bir dünyaya, bir vahaya çevirdikle-

rinin açık ve somut örnekleridir.

N�ZAM�YEYE KURULAN NÖBET ÇADIRI

Türkiye’de hapishaneler üzerine bir kü-

tüphaneyi dolduracak kadar roman, şiir, ti-

yatro oyunu, araştırma-inceleme ve karika-

tür yayımlanmış, bu eserlerde tutuklu ve

mahkûmun özel dünyası, gündelik yaşamı,

ruhsal durumu, çevresindekilerle, dışarıyla, bu-

lunduğu mekân ve eşyayla olan ilişkisi, dışa-

rının içerden nasıl göründüğü vb. çeşitli yön-

leriyle ele alınmıştır. Pek az yapılan veya hiç

yapılmayan ise, içerinin dışarıdan hangi göz-

le ve nasıl görüldüğü, bunun en bariz ipuçlarını

veren tutuklu yakınlarının hapishaneyle çer-

çevelenmiş yaşamlarının anlatılmasıdır. Tu-

tuklu yakınlarının yaşamlarında hapishane ka-

pılarının çok özel ve önemli bir yeri vardır. Bu

konudaki anlatılardan biri Füsun İkikar-

deş’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Açık Ta-

nık Silivri Nöbet Çadırı” adlı “Silivri Kam-

püs”ünün tam karşısına kurulan çadırı anla-

tan belgesel kitabıdır.

Haftaya, konuyla ilgili başka kitaplar

bağlamında hapishaneye nöbet çadırının ka-

pısından bakan bu kitabı ele alacağım.

MECİT Ü[email protected]

Dört metre kare betonu geçmekEN AZ “KONFOR”, EN AZ KALORİ, EN ÇOK TECRİT!

Nâz�m Hikmet Otobiyografi adl� �iirinde “otuz alt�mda yar�m y�lda geçtim dört metre karebetonu/elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum P�rag’dan Havana’ya” der kurdu�u zaman-

mekânsal kar��tl�kta. Dört metre kare betonu Nâz�m’dan çok daha uzun sürede geçenler deolmu�tur. Hâlâ geçemeyenler ise sadece Türkiye’de yüzlerle ifade edilebilir bir say�dad�r

Odaların Tarihi,Michelle Perrot,

YKY, Çev: Şilan Evirgen, 320 s.

Page 21: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

5 N�SAN 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP

Soldan sa�a1.(ADIVAR) Resimdeki yazar - Eski M�s�r’da

kutsal öküz2. Yar�, yar�m - Esirgeyici, Merhametli - Mavi3. E�ek sesi - Adalet, do�ruluk -

H�rvatistan’da bir liman kenti -Damarlarda dola�an ya�amsal s�v�

4. �çinde deniz kabu�u kal�nt�lar� olan kum- Lütesyum’un simgesi -Gelecek - Bir

bulunma hali eki5. Tanzanya’n�n plakas� - “... Gündüz

Kutbay” (ney üstad�) - Herhangi bir �eyegöre daha ötede olan yer

6. Bir soru sözü - “Thomas ...” (Çorak Ülke,H�ristiyan Toplumu Dü�üncesi, �iir veTiyatro adl� eserlerin sahibi Nobelödüllü [1948] Amerikan as�ll� �ngiliz �air)- ��lemler

7. Üçgenlerle ilgili baz� teoremleriyletan�nan Yunanl� gökbilimci, filozof vematematikçi - Argoda “esrar” - Birnota

8. Evropiyum’un simgesi - Bir binekhayvan� - Bir kan grubu - Bölüm

9. Ehemmiyet - Katolik kilisesinin ba��10. Gizli tutulan �ey, s�r - Sodyum’un

simgesi - Uzun, yorucu ve özenli

çal��ma11. “Arka” kar��t� - “... ç�karmak” (satrançta

acemi oyuncuya kar�� vezirsiz oynamak)- Aksi, huysuz - Medeni Kanun (k�sa)

12. Bankaya para yat�ran kimse - Bir tar�marac� - Hiç emek harcamadan eldeedilen �ey

13. Mitolojik bir çalg� - Tantal’�n simgesi -Mezopotamya panteonunda tümtanr�lar�n babas� ve kral� olan göktanr�s� - Soru

14. M�s�r’�n plakas� - Kurçatovyum’unsimgesi - Aktinyum’un simgesi -

Yunanca’da bir harf - Bir gayret ünlemi15. Resimdeki yazar�n bir eseri

Yukar�dan a�a��ya1. Resimdeki yazar�n bir eseri2. Japon folklorunda saatleri düzenleyen on

iki cinden biri - Dervi� selam� -Eskimolar’�n kendilerine verdikleri ad

3. Lityum’un simgesi - �talya’da bir yanarda�- Üvey olmayan - Doktor (k�sa)

4. Yok etme, ortadan kald�rma - �imdi, �uanda - Çok eski ve bilinmeyen bir

tarihi anlatan bir söz - Kiloamper (k�sa)5. Üye - Plesanta, me�ime - Baz� ku�lar�n

tepelerinde bulunan uzunca tüy,sorguç

6. Kudret, iktidar - �ri saman - Di�i koyun7. Sümerler’de su tanr�s� - Parlak, saydam

k�rm�z� renkte de�erli bir ta� - Fas’tabir �rmak - “Tok” kar��t�

8. Bulan�k olmayan, berrak - K�z karde�9. Bir i�i, bir görevi yerine getirme -

Jüpiter’in bir uydusu - Gündo�umundan önceki alaca karanl�k

10. Yaln�z, sadece, tek, s�rf - Derininparlat�lmas� - S�n�r ni�an�

11. Paraguay çay� - Göçebelerin konaklad���yer - Lübnan’�n plakas� - Bir say�

12. Bir haber ajans� - Gelir - �çinde ya�yak�lan toprak kandil, i�tin

13. Dökme demir - Belli bir anlam� olan iz,i�aret - Saz�n en kal�n teli ya dakiri�i - �ri bir bayku� türü

14. �sim - Japonya’da buda rahibesi - �laç,merhem - �sviçre’de bir nehir

15. Resimdeki yazar�n bir eseri

BULMACA

GEÇ

EN H

AFT

AN

IN Ç

ÖZÜ

GEÇ

EN H

AFT

AN

IN Ç

ÖZÜ

Defterdeki anılar1895 yılında Bulgaristan’ın Osmanpazarı il-

çesinde doğan Ömer Lütfü, çocuk yaşlarda ai-

lesiyle birlikte Kocaeli’nin Karabat köyüne ta-

şınmıştır. Ortaokulu İzmit’te okuduktan son-

ra orduya çağrılmış, İstiklal Savaşı boyunca çe-

şitli cephelerde savaşmıştır. Savaşın bitiminden

sonra memleketine dönmüş, evlenip çoluğa ço-

cuğa karışmış, 1969 yılında yine orada vefat et-

miştir. Bir oğul, iki torun sahibidir.

Ömer Lütfü Efendi’yi kendisi gibi cep-

heden cepheye koşan arkadaşlarından ayıran

özelliği, yaşadıklarını gün gün kayıt etmesi. İs-

tanbul’da başlayan mücadelesi Bakü’den

Trabzon’a, Trabzon’dan Ankara’ya, Anka-

ra’dan Amasya’ya ve daha birçok cepheyi kap-

sar. Günlükleri okurken dikkat çeken Ömer

Lütfü’nün bir asker olarak ciddiyetle kaleme

aldığı bölümlerin yanısıra, bir insan olarak

duygularını ifade ettiği satırlar. Bir yandan or-

dunun durumu, asker sayısı, günlük tayınlar

hakkında bilgi veriyor, diğer yandan çekilen

onca yoksunluğu, hastalıkları, ya-

ralanmaları vakurla anlatıyor.

Yirmi yaşından yirmi sekiz ya-

şına kadar cepheden cepheye

sekiz yıl süren askerliğinde çok

çeşitli görevler yapmış Ömer

Lütfü. Kah muhacib asker ol-

muş, çetelerle boğuşmuş, ta-

kipte bulunmuş, kah telefoncu,

telgrafçı, posta, bölük emini,

iaşe neferi, bölük flamacısı, in-

zibat askerliği yapmış, er olarak

başladığı askerlik hizmetini ter-

filerle subay olarak tamamla-

mış. Başından geçenleri, iyi ya

da kötü, büyük bir alçakgönül-

lükle aktarıyor. Şiddetli açlık, in-

sanın derisini çatlatan soğuk, hastalık nedir

görmüş, haftalarca hastanelerde yatmış, bir ara

uyuz hastalığına da yakalanmış olan Ömer

Lütfü Efendi, her seferinde tedavisi biter bit-

mez cepheye dönüp görevine devam etmiş.

Mehmet Kanar çevirisiyle yayınlanan

anılarında zaman zaman

ailesine dair bilgiler de ve-

riyor Ömer Lütfü. İstan-

bul’da eğitim görürken, Af-

yon’da hastanede yatarken

ziyaretine geliyorlar örne-

ğin. Sivrihisar’da dayısıyla

buluşuyor, Geyve’de kar-

deşiyle. Savaşta bile bir-

birlerine bağlılıklarını ve

irtibatlarını kesmeyen bir

aile profiline tanıklık edi-

yoruz. Ailesinden uzakta ge-

çirdiği Ramazan ve Kurban

bayramlarını çok önemsedi-

ği anlaşılan Ömer Lütfü, bu

tarihleri defterinin sonunda listelemiş. Ayrı-

ca kronolojik olarak görev yerlerini, terfile-

rini, aldığı yıldızları yazmış.

Yeşil bez ciltli, büyük boy kareli deftere

yazılan anıların, dağınık notların savaştan son-

ra temize çekildiğini düşündürdüğünü söy-

leyen Kanar, kullanılan dilin sade ve klasik Os-

manlıca olduğunu belirtiyor. Zaman zaman

farklı kelimeler kullanılsa da gayet anlaşılır bir

dil bu. Yine de bazı köy adlarının çevrilme-

sinde zorluklarla karşılaşılmış ki, bu da zaman

içinde köy isimlerinin değiştirilmesinden

kaynaklanıyor. Artık kullanılmayan kelime-

ler için kitaba bir de sözlük eklemiş Kanar. Dil-

deki değişimi göstermesi bakımından ol-

dukça ilginç. Örneğin ‘istasyon’ kelimesi ye-

rine ‘iskele’ kelimesinin kullanılması gibi.

Bir dizin’in de verildiği kitabın ikinci ya-

rısı Osmanlıca aslından oluşuyor. Dolayısıy-

la dileyen aslından okuyabilir anıları. Ömer

Lütfü Efendi’nin anıları, genç bir erkeğin se-

kiz yıl süren mücadelesi olarak da okunabi-

lir, istiklal savaşında cephelerin ve Anado-

lu’nun fotoğrafı olarak da. Nasıl okunursa

okunsun, sıcak, samimi, gerçek bir insan

portresiyle karşı karşıyayız.

NURİYE BİLİCİ

Bir Gazinin Anıları, Mehmet Kanar,

Pia Yayınevi, 136 s.

Page 22: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü

Düşleyebildiğimiz her şeygerçekse!

Parçalanm�� gerçeklikle yetinmek, ya�am� yönetmekte kendilerini yeterli bulmayan, bunu kendileriiçin egemen gücü elinde bulunduranlar�n yapmas�n� bekleyen, çaresiz tutsaklar�n alg�lama biçimidir

Yayınevleri “çok satan” kitapları seç-

me gayretinde. Editörler, Hollywood se-

naryolarını çağrıştıran serüven ve devinim

dolu (action) anlatımların peşindeler.

Kendilerini savunurken dedikleri hep

aynı; şablonlar üstüne kopyala-yapıştır

yöntemiyle üretilen bu öyküler daha çok

okuyucu buluyormuş! Böyle olunca, önce

şiir yok edildi. Aslında para tek tapınıla-

sı değer edinilince, yaşamın şiirselliği el-

lerimizden çok önceleri kayıp gitmişti.

Sanatsal yaratıcılığının ön koşulu olan

düş gücümüzün önüne engeller koyan bu

çevrede, söylemleriyle yeryüzü finans-

kapital imparatorluğunun gerekliliğini

savunan adlar üne kavuşturulmuş; sahne,

perde, ekran düzeysizlik örnekleriyle dol-

durulmuş oldu. Oysa “Güncel Sanat” adı

altında aktarılan görüntü; dile getirilen an-

latım gündelik yaşantının fragmanlarından

başka bir şey değil. İletinin özü ise, çok ke-

sin bir buyruktur: “Senin için ürettiğimi tü-

ketmekle yetin! Başka seçeneğin yok.

Sen üretme, düşünme, yaratma!”

“Düşleyebildiğimiz her şey aynı za-

manda gerçektir de,” der Picasso. Bu an-

layış, parçalanmış gerçekliği fragmanlar bi-

çiminde insanlığa yutturan bugünkü sanat

ortamına karşı koymamız

için bize güç verecektir.

Çünkü parçalanmış ger-

çeklikle yetinmek, yaşamı

yönetmekte kendilerini ye-

terli bulmayan, bunu ken-

dileri için egemen gücü

elinde bulunduranların

yapmasını bekleyen, ça-

resiz tutsakların algılama

biçimidir. Kurgulama, so-

yutlama yetilerini yitiren

kişi bir toplum içinde ya-

şayamaz. Bu boyun eğiş bi-

rey olmaya da engeldir; o

kişi boşluktadır, bir boşu-

nalığı yaşamaya yargılıdır.

Anlam veremeden yarat-

tığı biçimler her çeşit kö-

tüye kullanılmaya açıktır;

savunmasızdır. Yalnızca

ün ve çıkar kaygısıyla ol-

duğundan başka görünüm

sergilemeye, söylemler edinmeye çalı-

şanlar, toplumsal paylaşımda karşılaşılan

sorunları, sınıfsal temelde çözümlemeyi se-

çeceklerine, ırksal ya da dinsel başkalık-

ları gündeme getirerek cana kıymaları bile

göze alabilirler.

FA��ZME TESL�M OLMU�AVRUPA

“Direnmenin Estetiği” şair, tiyatro ku-

ramcısı, oyun ve roman

yazarı, tiyatro-film yö-

netmeni, ressam, felse-

feci Peter Weiss’in (1916-

1982) romanı. Çok uzak

coğrafyalarda, birbirin-

den yüzyıllarca başka za-

man dilimlerinde yaşan-

mış, oluşturulmuş kültür,

sanat, bilgi birikimleri,

yönlendirici kolajlar ola-

rak anlatıma sindirilmiş.

Okudukça bu birikimden

insanlığın ders çıkara-

mamasının yüreğe acı sa-

lan büyük utancına kapı-

lıyorsunuz.

“Direnmenin Esteti-

ği”nin 820 sayfasının hiç-

birinde olmayan “diren-

me” sözcüğü, yalnızca ki-

taba ad olmuş. Yazarın

bu yaklaşımı, faşizme tes-

lim olmuş bir Avrupa’da

sol düşüncenin yeniden canlanarak, dü-

şünsel boyutta geliştirilen yeni direnme

yöntemlerini yaşama geçirmesinin özle-

mini vurgular. “Estetik”e başvurma ge-

reksinmesi, direnç gösterme eyleminin al-

gılanışında bir kez daha yanılgılara dü-

şülmemesi için yöntembilimin güvence-

sine sığınmak isteğinin söylemidir. Este-

tik, yalnızca güzelliğe ulaşma yollarını

göstermez; algının imgeye, kavrama,

dile, nesnelliğe dönüşme sürecini de

araştırır.

Weiss’in roman kişilerinin çoğunluğu

erken yaşlarda öldürülseler de, acıma-

sızlık; Nazi yönetiminin, Gestapo’nun

güçlenmesi, koskoca bir halkın desteğiyle

sinsice ve yavaşça gelişen birer olgudur.

Bu cehennem döngüsü faşizmdir. Batı

Uygarlığının tüm değerleri savaş yıkın-

tılarının altında kalıncaya dek sürecek ve

tohumlarını bırakacaktır.

Bir ırmak roman olan “Direnmenin

Estetiği”nde, Weiss’in anlatımı, gürül-

deyerek sözün sonunun geleceğini unut-

turur. Buna karşın, modern zamanların

yol açtığı savaşlar yüzyılını dile getirirken,

İkinci Büyük Savaştan önce Berlin Mü-

zesini gezmekte olan üç öğrenciden birini

şöyle konuşturur:

SAPLANTILI �IMARIKLIK!“İşte Anadolu’nun Bergama’sı bu-

rada sergileniyor. Biz batılı uygarlar,

yüzyıllar önce Pergamosos’un yapımın-

da Anadolulu ilkelleri çalıştırdık. Şimdi

antik kentten bugüne kalan değerleri,

müzelerimize taşıtırken o toprakların to-

zunu yutanlar yine Anadolulular oldu!”

Weiss gibi Nazizm’in ölümle yargı-

ladığı bir sürgünden, Marksist bir Alman

aydınından bu saplantılı şımarıklığı bek-

lemezdiniz değil mi? Çağdaş roman an-

latımı, böylesine bir kendini beğenmiş-

liğin içine sürüklendiği anda, zamanı ku-

şatamaz duruma da düşüyor. Oysa gü-

nümüzün araştırmacı Batılı bilim adam-

ları, Batı’nın Doğu dünyasına ve Doğu

uygarlıklarına, onların tüm buluşlarını,

teknolojilerini ve sanatlarını kendi kül-

türlerinin ürünleri olarak göstererek

büyük haksızlık ettiğini açıklamakta bir-

birleriyle yarışmaktalar:

Ünlü antropologlardan Jack Goody

(1919-) “Tarih Hırsızlığı” adlı yapıtında,

tarihin Batı tarafından ele geçirilişini an-

latıyor. (İş Bankası Kültür Yayınları,

Çev.: Gül Çağalı Güven-1. Baskı:

Mart/2012-415 s.) Antropoloji alanında

artık ayırtına varılmıştır ki, “Yeryüzün-

de akademik yaşamdaki Avrupa-Ame-

rikan egemenliği, şimdilik, Batı dünya-

sının somut güç ve entelektüel kaynak-

larındaki atbaşı süren gelişmenin talih-

siz bir sonucu olarak anlaşılmalıdır.”- So-

uthall 1998- , biçiminde eleştiriler, günah

çıkarmalar gün geçtikçe birer itiraf ola-

rak çoğalmaktadır.

ZİYA GÜ[email protected]

5 N�SAN 2013 CUMA 23Aydınlık KİTAP

Direnmenin Estetiği,Peter Weiss,

Çev: Çağlar Tanrıyeri-Turgay Kurultay,

Yapı Kredi Yayınları, 820 s.

Page 23: GEÇEN HAFTA OKURA ULAŞTIK KITAP AydınlıkZafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü