geÇen hafta okura ulaŞtik kitap aydınlıkzafer top-rak’ın “darwin’den dersim’e...
TRANSCRIPT
İstiklal posta katarıyla
üçün birini göndermişti
Sıradışı bir yazarınkılavuzluğunda
edebiyat
43 yılın ‘resmi geçidi’
Kemalizm veAntropoloji
üzerine
‘Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet veAntropoloji’ kitabının yazarı
Prof. Zafer Toprak’la
GGEEÇÇEENN HHAAFFTTAA 6666,,774455 OOKKUURRAA UULLAAŞŞTTIIKK
Ayakların turabı,gônüllerin hızmatçısı
Aydınlık5 Nisan 2013
Cuma Yıl: 2
Sayı: 58Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITAP
.
Garip bülbülNeşet Ertaş
5 N�SAN 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
[email protected]@aydinlikgazete.comBaskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.
Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
Reklam MüdürüKamile Karakadı[email protected]
Reklam Servisi
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Sahibi
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
Genel Müdür: Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa İlker Yücel
Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Tüzel Kişi Temsilcisi: Metin Aktaş
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri Ebru Baysan
Editör Pınar Akkoç[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu
Yazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Düzenli okuyucular hatırlayacaklardır. Bundan yaklaşıküç ay önce yine Zafer Toprak’la bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Odönem “Türkiye’de Milli İktisat” kitabının yeniden basımı ya-pılmıştı, o vesileyle kendisiyle görüştük. Bugün yine Zafer Top-rak’la yaptığımız bir söyleşiyi bulacaksınız sayfalarımızda. Tay-yip Erdoğan’ın “kafatasçılık” çıkışı yeni bir tartışma yarattı di-yemeyeceğiz. Ortada bir tartışma yok çünkü. Varolan bir saldı-rı, bir meydan okuma. Bu meydan okuma açıkça bilime ve bi-limin dallarına. Tam da bu yüzden çok değerli bir bilim insa-nının konuya ilişkin görüşlerini aldık ve paylaşıyoruz. Zafer Top-rak’ın “Darwin’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antropoloji” baş-lıklı kitabı Sedat Simavi ödülüne layık görülmüştü. Kitaptan yolaçıkarak Türkiye’de ve dünyada antropoloji, Cumhuriyetin bili-me bakışı, bilimin işlevi ve daha birçok konuyu konuştuk. Ko-nuşacak konu çok, laf lafı açtı. Bir kısmını gelecek haftaya bı-raktık. Önümüzdeki sayıda söyleşinin “Dersim meselesi”yle il-gili olan kısmını bulacaksınız. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
* * *
Anadolu’nun tam ortasından, Kırşehir’den tınlayıp şiiri ve fel-sefeyi sarmalayan müziğin son simgelerinden Neşet Ertaş’a dairbir kitaptan bahsettik bu sayıda. İTÜ Türk Musikisi Devlet Kon-servatuarı öğretim üyelerinden Doç. Dr. Erol Parlak’ın yazdığı“Garip Bülbül Neşet Ertaş” adlı eser, Neşet Ertaş’la birlikte ge-çen on altı yılın yarattığı bir birikimin ürünü. Neşet Ertaş’ı, onudoğuran toprağı ve o toprak üzerine çizilen yolları gösterek an-latan kitap, Neşet Ertaş’ın bilinmeyen yönlerine sıklıkla uğru-yor. Onun pek bilinmeyen şiirleri, şiirlerinin sarıldığı besteleri veonlarca fotoğrafı ise bu çok yönlü kitabı bin sayfa boyunca do-yuran kıymetli bilgilerin üstüne gelince, kitabı iyiden iyiye tat-landıran unsurlar olmuş. Neşet Ertaş’ın bilinmeyen ve bilinmesigereken yönlerine vurgu yapan inceleme yazımız kitabın “bi-linmeyen Neşet Ertaş”ı bildiren yönünü destekler nitelikte. Ke-yifle okuyacağınızı umduğumuz yazının ardından, yazının so-nunda yer alan türküyü dinlemenizi öneririz.
* * *
Haftaya görüşmek dileğiyle...
AYDINLIK KİTAP
İÇİNDEKİLER
İstiklal posta katarıyla üçün birini göndermişti s. 4-5
Açık sözlü bir Osmanlı portresi s. 6
Sıradışı bir yazarın kılavuzluğunda edebiyat s. 7
Dünyada kültür ve edebiyat s. 8
Örtülü savaş ve satılık ülke s. 9
Bilgi ve Kuşkuculuk s. 10
“Onlar için Yazdıklarım: 60 İnsan” s. 11
KAPAK: Bugün bile en büyük kafatası
koleksiyonları Amerika’da s. 12-13-14
Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçısı s. 15
“Yokuş Aşağı” bir sohbet s. 16
Sözcüklerden doğmuş taş ustalığı s. 17
Yeni çıkanlar s. 18-19
Çocuk-Genç: Ey sinirli çocuk s. 20
Dört metre kare betonu geçmek s. 21
Defterdeki anılar s. 22
Düşleyebildiğimiz her şey
gerçekse! s. 23
5 N�SAN 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Neyzen Tevfik, ustası kabul ettiği
Şair Eşref’te doruğa çıkan yergi şiirimi-
zi Tevfik Fikret’ten esinlendiği modern
felsefeyle yoğurarak, yalnızca eseriyle de-
ğil, yaşamıyla da sokağa taşıran şairi-
mizdir. Yaşam ve kültürünün ana kaynağı,
bütün olumlu ve olumsuz değerleriyle
halktı. Halka ait hiçbir yönelim ve duy-
gu ona yabancı değildi. Halkı en güzel
sözlerle yücelttiği bir sırada, olsa da ol-
masa da taşı gediğine koyarak yerin di-
bine batırmaktan da kaçınmazdı. Bu
yönden, yaşam ve yapıtları, halkın öze-
leştirisini yansıtan Kazak Abdal’ı, Nas-
rettin Hoca’yı yirminci yüzyılda adeta
güncelleştirir.
“SÖVMEK MÜSEKK�ND�R”Neyzen Tevfik’in anlatımında küfür,
sözün gevşetici tadıdır. Yüz yıl önce,
Eşek Dergisi’ne verdiği bir mülakatta küf-
rün yaşamdaki yerini apaçık belirtir:
“Azizim, sövmek müsekkin-i asaptır. Bi-
naenaleyh, herkes için meşru bir haktır.
Ben, bu hususta hiçbir hudut tanımam.
Bazı kimseler, bilhassa matbuat, söv-
menin fenalığından bahsediyor. Sövüle-
cek kimsenin bir meziyetini söyleyerek,
ona sövülmesini men etmek istiyorlar. O
büyük adamdır, sövülür mü? diyorlar. İşte
buna şaşıyorum: O büyüktür, sövme; bu
küçüktür, sövme; öbürü cahildir, beriki
çocuktur, aman ihtiyardır, sakın sövme!
Sorarım size, kime sövmeli? Binaenaleyh
sevme hürriyeti olduğu gibi, sözme mü-
savatı da olmalı. Herkes bikader-i imkân
[güçsüzlük duyumsadığında] sövebilme-
lidir.” (9 Ağustos 1912) Kim bilir belki de
siyasal tartışma deyince kendi tarafını tri-
bün mantığıyla tutarak karşı tarafa en ağır
küfürleri savurmayı anlayan bir halkın gö-
zünde üstün gelmeyi ve onun gönlünde
taht kurmayı minder dışı sövgülerle be-
ceren, küfürbazlıkta mahir siyasetçilerin
başarısının kaynağı bu sosyal psikolojik
durumdur.
Neyzen’in gözlemci ve yaratıcı gücü-
nü derin bir toplumsal etkiyle sempatiye
dönüştürme yeteneğini İlhan Selçuk şöy-
le açıklar: “Neyzen Tevfik gibi insan, ken-
dine özgüdür, az yetişir. Böyle kişinin top-
lumda dokunulmazlığı vardır. Hele öz-
gürlüklerin pekişmediği ve geleneklerin
bastırdığı yerlerde halk Neyzen tipinde-
kilere evliya gözüyle bakar, saygı duyar.
Sıradan insan, kendisinin yapamadığı
işi yapan, tutamadığı yaşam biçimini
yeğleyen bu tür serdengeçtileri sevgiyle
anar. Neyzen Tevfik de İstanbul’da çok
sevilir, el üstünde tutulur, saygı görürdü.”
(SKK, c. IV, s. 510) Levent Kırca’nın da
sahnede nice galîz ve yakası açılmadık kü-
fürlerle olumsuz yönlerini eleştirdiği
halkın gitgide artan sevgisine erişmesinin
özünde aynı duygu ol-
malı...
“VARSA DOSTUND�PÇ���D�R”
Mustafa Yeşilova,
Neyzen’in başka insanla-
ra taşkınlıkla ulaşan iç
dünyasının gerçekliğini
engin bir yaklaşımla çö-
zümler: “Normalin uza-
ğındaki bu dehayı normal
insanların tanımaları ol-
dukça güçtür. Irmak, ya-
tağında normaldir. Ta-
şınca Neyzenleşir. Bence
Neyzen, bizim taşmış ha-
limizdir, biz ondaki sa-
dece fazlalığa şaşmışız-
dır... Neyzen aynı za-
manda bir yenilikçidir.
Gerçeği gören insandır. Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nda herkes bir yere yaslanmayı
yeğler, çareler ararken, o; ‘varsa dostun
dipçiğidir, öp de omzunda taşı’ diyen, yü-
rekli, gerçekçi bir adamdır. Bu niteliğiy-
le Atatürk’ün de sevgisini kazanmış, an-
cak kendisine teklif edilen hiçbir maka-
mı kabul etmemiştir.”
Neyzen, mevki makam konusunda
daha önce de Talat Paşa’nın önerisini red-
detmiştir: Paşa’dan memuriyet teklifi
aldığında, ona şunu sorar: “Sonunda ne
olacağım?” Paşa, bütün mevki ve ma-
kamları saydıkça, o, “Sonra?” diye so-
ruyormuş. En sonunda, beklediği “Hiç!”
yanıtı gelince, “İşte ben bugünden
hiç’im!” demiştir. Neyzen’in o yıllarda ha-
zırladığı ilk kitabının adı gerçekten
“Hiç”tir.
Şairin Atatürk’le ilgili anılarından
birini Yüksel Baştunç şöyle nakleder: En
güzel, en içli, derin ve sanatlı ney tak-
simlerini O’nun huzurunda yaptığını
söylüyorlar, doğru mu gerçekten? Neyzen
şu yanıtı verir: Sıkıysa yapma kardeşim,
adam musikiden çok iyi anlardı.
“KEHANET�N TÜRK’E A�TBURCU”
Neyzen, Osmanlı’nın yıkılışıyla birlikte
Türk’ün dünya çapında yeni bir başarıya
imza koyacağını ilk gö-
renlerdendir (s. 147):
Bu bayrağın mızrağı-nın ucunda
Bir el gördüm, küre varavucunda.
Kehanetin Türk’e aitburcunda
Yeni bir şaheser gelipgeçiyor.
Gerçekten de Türk,
verdiği ilk ulusal kurtuluş
ve bağımsızlık savaşıyla
başka halklara örnek olur.
Şair Türk’e dair bu dü-
şüncesini daha ilerde bir
başka şiirinde apaçık dile
getirerek, dünya savaşıyla
birlikte emperyalizmin
uluslararası düzeyde boz-
duğu insanlığa kurtuluş yolunu Türk İs-
tiklâl Savaşı’nın gösterdiğini anımsatır:
“Âdemin hasleti temsil edemez bu piye-
si / Türk’e düştü beşerin zâviye-i tesvi-
yesi.” (s. 256)
Aşağıdaki dizelerde bu düşüncenin bir
başka somut ve yalın anlatımını buluruz
(s. 222):
Gacırtı var yine Türk’ün dişindeKafası dönerse hatrı sayılırEri durgun görüp aldanma sakınKepenek altında yatar sayılır.
“��LER� HEP ANHA M�NHA”Neyzen, Türk’ün sultanlar ve düzen-
baz yöneticilerce yüzlerce yıl aldatılma-
sını bütün açık sözlülüğüyle eleştirir (s.
234):
Aldana aldana s.kildi dinimKalmadı düşmana, feleğe kinim,Doğruyu söylersem çarpar yeminimBu cengi pusuya sinenler bilir.
Kurtuluş ve ilerleme yolunda kera-
metin ne sultanda ne de Amerikan ya da
İngiliz mandasında olduğunu, yalnızca
kara kapaklı Türk askerine güvenilebi-
leceğini halk ozanı edasıyla vurgular (s.
241):
Kaynıyor çok şükür aşı ocaktaVar imiş kerâmet kara kalpaktaDört yüz yıl büzüldü taşta topraktaÜç parmak uzadı yorganı Türk’ün
Neyzen’in yaşamı kavrayışı öylesine
çaplı ve derinliklidir ki, yıllarca sonrası-
nı da tasvir eder. Bölünme anayasasını
halka benimsetemeyeceğini görenlerin
her durumda kıvırmaya hazır teslimiyet
ve yüzsüzlükle yürüttükleri “son siyaset”i
sokaktaki yurttaşın ağzıyla tanımlar (s.
148):
Ne başım var, ne kıçım var be felekTıpkı s.kik g.te çevirdin beni!Kurtulamadım gitti anha minhâdanŞu son siyasete çevirdin beni.
Neyzen, Türk’e dil uzatan Osmanlı-
cıya, Türk ülkesini işgale yeltenen em-
SEYYİT NEZİ[email protected]
ARA KABLO
İstiklal posta katarıylaüçün birini göndermişti
NEYZEN, TÜRK’E DİL UZATAN OSMANLICIYA
En sanatl� ney taksimlerini niçin Atatürk’ün huzurunda yapt���n� soranlara Neyzen �uyan�t� verirdi: S�k�ysa yapma karde�im, adam musikiden çok iyi anlard�
Neyzen Tevfik (foto: Ara Güler)
Neyzen Tevfik,Tercüme-i Halim,
Recep UstaBroy Yayınevi
5Aydınlık KİTAP
peryalizm uşağına, peşkeş çeken işbir-
likçiye, daha 1919’da, “Havale” şiirinde
İstiklal posta katarıyla üçün birini gön-
dermiş, Türk’ün yerinin Tanrı katından
yüce olduğunu söylemişti (s. 139):
Görsün cihan serseriler pîriniAllah’a da vermem Türk’ün yerini.Müselleste olan üçün biriniKostantin’le Anzavur’a bıraktım.
Millî irade adına milletin vekillerinin
ipini elinde tutanları da gözden kaçır-
mamıştır: “Vükelanın ipi bir hergelenin
kösteğidir” (s. 305).
Gelecek yazılarımızda, Neyzen’in
“Türk’e Birinci Öğüt” ve “Türk’e İkinci
Öğüt” ile “Üçüncü Arz-ı Hal” şiirlerini
günümüz gerçeklerine göndermeleriyle
ele alacağız [Şairin şiirleri için kullandı-
ğımız kaynaklar: Neyzen Tevfik, Tercü-
me-i Halim, Tüm Şiirleri ve Nükteleri,
haz.: Recep Usta, Broy Y., 1995; Seyit Ke-
mal Karaalioğlu (SKK), Türk Edebiyatı
Tarihi, c. IV, s. 510, İnkılâp ve Aka Y.,
1982].
Neyzen Tevfik ve köpeği Mernuş
MERNUŞbu engin ayrılık canıma yetti,
başımdan aşıyor kederim mernuş,
bu yolda yazılmış fermanı kaza,
bunu da gösterdi kaderim mernuş.
bağlanmıştım bütün kalbimle sana,
şu fani cihanı okuttun bana.
sen göçtükten sonra ben yana yana
hicranla gözyaşı dökerim mernuş.
bu yolda cahilim, bildiğim kısa,
sen girdin toprağa ben düştüm yasa.
haklı haksız hatırını kırdımsa
affet günahımı beşerim mernuş.
neyzen tevfik
CANİ Mİ MASUM MU:
Labirent Yay�nlar�’n�n �ubat ay�nda yay�mlad���, Fazl� Necib imzal� bir Osmanl� Polisiyesi “Cani miMasum mu” isimli roman, sultan�n nuruyla gözleri kama�m�� Yeni Osmanl�c�lar�n da dikkatiniçekebilir. Yan�l�p �a��r�p, Osmanl�ya dönü�ün küçük i�aretlerinden saymaya kalkmas�nlar diye
söylüyorum, gündüz dü�lerine kar��l�k bulamayacaklar!
5 N�SAN 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Açık sözlü bir Osmanlı portresi
Oraya bakın, teknoloji çağının AVM’si-
ne, aradığınız her bilgiyi orada bulabilirsiniz,
üst üste, tıkış tıkış, biraz deforme. Bulursu-
nuz. Sağ olsun facebook, yazar, filozof, bi-
lim insanı, şarkıcı kim ne veciz söz etmişse
bize hap şeklinde sunuyor. Bir kısmı yanlış,
çokçası uydurma da olsa idare edeceğiz ar-
tık. Gerçekten kimin söylediğiyle, bağlamıyla,
onu bir elmas gibi parlatan, hangi tartışma-
nın zirvesidir – bununla kim niye ilgilensin!
Söz orada, bütün kofluğumuzu maskeleye-
cek harikulade bir ambalaj gibi duruyor ya
ona bakın siz.
Aynı nehirde iki kez yıkanamayacağımızı
da, öyle antik Yunan’a gitmeye, haybeden fel-
sefe karıştırmaya filan gerek yok, facebo-
ok’tan öğrenebiliyoruz, tabii şu mavi gök al-
tında söylenmedik söz kalmadığını da –sa-
nırım her iki bitirici tespiti de Can Yücel yap-
mıştı, Oğuz Atay mıydı yoksa?
Dünya değişmiyor, burada hemfikiriz!
Dünya değişmiyor, yalnız, kara gelecek kur-
gularındaki ucube canlılar gibi doğayı ve in-
sanı sömüren sınıf büyüdükçe büyüyor. Bu
yüzden “Yeni” önekiyle gündemimize so-
kulan her şeyde geri/gerici bir ideolojinin ale-
nen sırıttığını görebiliriz. Temkinli yaklaşmayı
öneriyorum, bu yeni’ler eski’ye rahmet oku-
tuyor. Üstelik yön ayırmaksızın durum böy-
le, Yeni Sol kadar Yeni Sağ da sinsi, Yeni Sos-
yal Demokrasi kadar Yeni Osmanlı da düş-
man, öyle görünüyor. Neoliberalleri filan say-
mıyorum bile. Yeni Dünya, onu tanımla-
yanların zehirli dillerine bakarsak, dünyanın
ezilen halklarına yeni eziyetlerden başka hiç-
bir vaatte bulunmuyor.
YEN� OSMANLIYA KAR�IYEN�DEN CUMHUR�YET
Labirent Yayınları’nın Şubat ayında ya-
yımladığı, Fazlı Necib imzalı bir Osmanlı Po-
lisiyesi “Cani mi Masum mu” isimli roman,
sultanın nuruyla gözleri kamaşmış Yeni
Osmanlıcıların da dikkatini çekebilir. Yanılıp
şaşırıp, Osmanlıya dönüşün küçük işaret-
lerinden saymaya kalkmasınlar diye söylü-
yorum, gündüz düşlerine karşılık bulama-
yacaklar! Böbürlenmek için iyi bir fırsat oysa,
Osmanlı’da yok yok, aşk isteyene aşk, poli-
siye isteyene polisiye, daha ne olsun, değil
mi? Ama yok, iyi bir romandan öte, örnek
bir toplum, saygın bir yönetici sınıfı, barış-
çı bir dünya devleti göremiyoruz, Cani mi
Masum mu’da. Gerçi, Osmanlı hayalleri ku-
ranların, Osmanlı’yı idealize etmekten öte,
Cumhuriyeti alaşağı etmek gibi bir dertle-
ri olduğunu biliyoruz. Cephelerini dön-
dükleri yer Cumhuriyet. Kurgulanan Yeni
Osmanlı bir cihan devleti olmayacak haliy-
le, ‘yeni’ emperyalizmle de hesaplaşmaya-
cak. Sınırlarını petrol yataklarına genişle-
tebilirse ne ala, değilse kendisini tarihin dı-
şına süren jakobenlerden intikamlarını al-
mak öncelikli hedef. Bu tabii tabanda böy-
le, onların uykularına bu tatlı hayalleri so-
kan rüya imalatçıları var bir de. Bütün ye-
niliklerin beyin takımı. Kürt hareketini bile
bu siyasete yönlendirebiliyorlar, sosyalistleri
ve bazı Kemalistleri bile.
B�-ÇAREGANE MERHAMET,BEN�-NEV�NE MUAVENET!
Fazlı Necib ilk telif polisiyeyi yazan ya-
zarımız olarak gösteriliyor. Bu nedenle or-
tadaki takdiri hak eden bir yayıncılık. Üstelik
roman da iyi kurgulanmış ve iyi yazılmış. Bir
serüven romanından ne varsa karşılıyor.
Yazarın polisiyeye hâkim olan ilkeleri sezdiği
anlaşılıyor. Sonuna kadar değilse de gizemini
koruyan bir muamma, birkaç aşamada çö-
zülen cinayet vakası döneminin batılı ör-
neklerinden aşağı kalmıyor.
Gerek içinde yaşadığı toplumun dina-
mikleri, gerekse Osmanlı yazınının dönem
itibariyle roman sanatına olan mesafesi hi-
kâyenin zaman zaman melodrama meylet-
mesine yol açıyor. Bu kısımlarda yazar bir ah-
lak tarihçisi gibi davranıyor. Ka-
rakterlerini sefih bir hayat sür-
mekle hiç çekinmeden itham
edebiliyor. Asıl dikkat çekense
romandaki kadın karakterlerin
işleniş biçimi. İyi çizilmiş iki
kadın karakterden biri, Refik’in
annesi, neredeyse hiç anlatıl-
mıyor ve hikâyenin daha başla-
rında kederinden ölüyor. Diğe-
ri ise, Refik’in âşık olduğu kadın,
bir kenarda bekliyor ve kaderin
kendisine mesut bir gelecek ha-
zırlamasını umuyor. Onları iyi
yapan da zaten bu özellikleri,
itaat ediyorlar ve mücadelenin
bütünüyle dışındalar. Diğer tüm
kadınlar fitneci, kurnaz, dedi-
koducu, namussuz vb. Bu şablon
tüm romana hâkim oluyor ger-
çi, köşeli karakterleri erkekler
için de tanımlıyor Fazlı Necib.
Onlar da toplumsal ahlak üze-
rinden tarif ediliyor, makbul
olup olmadıkları rollerini layı-
kıyla canlandırıp canlandırmadıklarına göre
belirleniyor, rol dağıtımını sorgulamaları
kesinlikle beklenmiyor. Fazlı Necib’i yargı-
lamak için söylemiyorum bunları, tersine için-
de yaşadığı toplumun net bir portresini çı-
karıyor. Toplumun aksayan yanlarını, eleş-
tirmeden ama tarafsız bir gözlemci gibi
sergiliyor. Bunda gazeteci kimliğinin payı olsa
gerek diye düşünüyorum. Cani mi Masum
mu, sırf edebiyat me-
raklılarına hitap et-
miyor bana sorarsa-
nız, tarih araştırma-
cılarını, Osmanlı’da
günlük hayatı merak
edenleri de çok sayıda
ayrıntı bekliyor.
Bir de öneri, bura-
daki gibi eski dilin yo-
ğun olduğu metinlerde
sadeleştirme yoluna gi-
dilebilir. Eski sözcükle-
rin, deyimlerin, tamla-
maların parantez içinde
bugünkü karşılıkları verilmiş ama bu da oku-
mayı kolaylaştırmamış. Polisiye gibi okurun
hızla ilerlemek istediği bir türde gerilimi dü-
şürecek, okurun merakını bastıracak bir
engel bana kalırsa eski dil. Osmanlı polisi-
yesi dizisinin yeni kitaplarında bu noktanın
üzerinde yeniden düşünülürse isabet olur,
benden söylemesi.
CAN� M�MASUM MU
Roman bir arada
ve sorunsuz yaşayan
azınlıkları resmediyor
bir taraftan da. Rum,
Arnavut, Yahudi Os-
manlı’nın sınırlarını
paylaşıyorlar. Fakat bu
neden cazip bir top-
lum modelidir, anla-
mak mümkün değil –
şu Yeni Osmanlıcılara
söylüyorum. Hâsılı,
ayaktakımının Rum’u,
Türk’ü ve Kürt’ü aynı
sokak aralarında ömür
tüketmeye, hayatta ka-
labilmek için egemen
yapının yasakladığı bi-
lumum fiilleri göze al-
maya ortaklar. Tüm
milletlerin ağaları,
şeyhleri, para babalarıysa konakları, çiftlik-
leri, bitmez tükenmez liralarıyla bir arada ve
mutlular. İstediğimiz bu mu, sömürü, aşa-
ğılanma, hor görülme sınıfsal olsun da etnik
olmasın yeter ki! Romanın bedbaht karak-
terinin talihsiz eylemi, bu bakış açısının ya-
nında masum kalıyor şüphesiz, peki canice
olan hangisi?
SUAT DUMANtwitter.com/redkorsan
Cani mi Masum mu?, Fazlı Necib,
Labirent Yayınları, 228 s.
Fazlı Necib
Okuyucuyu bir metinden diğerine sü-
rükleyen nedir? Kaçımız son derece sistem-
li, önerilmiş veya keşfedilmiş, çakılsız, pü-
rüzsüz ve kesintisiz bir yolda yürür gibi seçi-
yoruz yazarlarımızı ya da kitaplarımızı? Sa-
nırım pek azımız!
İşte zaman zaman bir ağrıyla iki büklüm,
ceplerimize değil, kalbimize dolan taşların
ağırlığıyla okuduk biz Virginia Woolf’u.
“Mrs. Dalloway”de, yaşlı bir kadının geçmi-
şiyle iç içe geçen tek bir gününe, Mrs. Dal-
loway’in gün boyunca zihninden akıp gi-
denlere odaklandık. Her satırda biraz daha
tanıdık Mrs. Dalloway’i ve nihayetinde onu
tanıdıkça sevdiğimiz insanlardan kıldık.
“Flush”ta aynı adlı köpeğin
gözlerinden izledik ve algı-
ladık çok meşhur bir aşkı.
Hele de kadınsak söz verdik
kendimize, ‘Kendime Ait
Bir Oda’m olacak diye.
Onunla “Deniz Feneri”,
“Dalgalar”, “Gece ve gün-
düz”… Onunla dört yüz
yıllık bir ömrün orta yerin-
de erkekten kadına dönüş-
meler, “Orlando” olduk.
Virginia Woolf’un bir-
çok kitabıyla, kadın olmak,
modernizm ve getirdikleri,
yazmanın ve okumanın an-
lamı üstüne düşündük. Na-
sıl yazmalı diye sorduk, na-
sıl okumalı? Bilinir, okuru-
nu zorlamayı sever Woolf,
kimi zaman mizahi, kimi
zaman ciddi, aklın kendisi
kadar durağan ve şaşırtıcı bu
okuma sürecinde okurunu nemli, gri bir at-
mosferin kucağına bırakır.
Bu noktada duruyor işte “Bir Okur Ola-
rak” adındaki kitap. Bizi yazarın edebiyata iliş-
kin dimağında bir gezintiye çıkarıyor. Ken-
disi tarafından derlenmiş, denemelerden
oluşan bu kitapla biraz daha yaklaşıyoruz ge-
rek ‘bir okur olarak’ gerek bir yazar olarak
Woolf’a. “Pastonlar”a konuk oluyor, sonra-
dan soylu ve mektupları üzerinden İngiliz
Edebiyatına dâhil edilen bu aileyle kadın ol-
mak, aristokrat olmak, görevler ve gerekli-
likler üstüne kafa yoruyoruz. Azıcık dedikodu
ediyor sanki yazar bizimle, sesi sıradan bir hi-
kâye anlatıcısının soğuk sesi değil, daha ya-
kınımızda. Bu yakınlık, denemelerin tama-
mının da üslubunu belirliyor. “Yunanca Bil-
memek Üzerine” adlı denemesinde de ol-
duğu gibi, anlatı, metinler ve yazarlar arasında
gezinirken, okur bir an için bile can sıkıntı-
sına kapılmıyor. Bir dedektif gibi, İngiliz Ede-
biyatı’nın çeşitli dönemlerinin ve yazarlarının
izini sürüyor Woolf. Okuru John Evelyn’e,
Daniel Dafoe’ye, Joseph Addison’a, Jane
Austen’a, Joseph Conrad’a, George Eliot’a,
Montaigne’e daha yakından bakmaya davet
ediyor.
HAR�KA B�R GEREKÇEYazarların, edebi türlerin, edebiyatın
kendisinin son derece sürükleyici bir seyir ola-
rak ele alındığı bu derleme,
okuru, kendi okuma serü-
veni içinde, çok renkli, büyük
bir bahçede samimi bir soh-
bet eşliğinde bir yolculuğa çı-
karıyor, bahçe nerdeyse dün-
ya kadar. Her okur için da-
mıtılacak ayrı bir lezzet, baş-
ka bir yazar, başka tür bir ba-
kış…
“Elizabeth Döneminden
Bir Eşya Odası” adlı dene-
mesinde yer verdiği ifade
sanırım yazarın bu kitabını
okuyan her okur için de ge-
çerli olacak. “Edebiyatı aca-
yip renklerle lekeleyen bu-
lanıklıkların farkına varırız il-
kin. Bu renkler o denli çok-
tur ki, ne kadar uğraşırsak
uğraşalım, bir adama mı ba-
kıyoruz yoksa onun yazdık-
larına mı, bir türlü emin
olamayız. Şimdi yüce bir hayal gücünün hu-
zuruna çıkmışızdır; şimdi dünyanın en güzel
eşya odalarından birinde dolaşmaktayız, ta-
bandan tavana kadar fildişinin, eski demirin,
kırık çömleklerin, semaverlerin, at boynuz-
larının, zümrüt ışıkları ve mavi bir gizemle
dolu sihirli camların bulunduğu bir odada…”
Kısaca her okurun farklı bir sebebi var
“Bir Okur Olarak”ı okumak için: Bu belki,
Virgina Woolf’u neden sevdiğini bilen okur-
lar için bir saygı duruşu, onu neden sevdiği-
ni bilmeyen okurlar için harika bir gerekçe
ve Virgina Woolf’u hiç bilmeyen okurlar için
mükemmel bir başlangıç noktasıdır.
Edebiyat�n kendisinin son derece sürükleyici bir seyirolarak ele al�nd��� bu derleme, okuru, çok renkli, katmanl�,
samimi bir sohbet e�li�inde bir yolculu�a ç�kar�yor,
Sıradışı bir yazarınkılavuzluğunda
edebiyat
TOLUNAY OZANEMRE
7Aydınlık KİTAP
Bir Okur Olarak, Virginia Woolf,
Alakarga Sanat Yayınları, Çev: Selin Beyhan,
320 s.
Ouest-France gazetesinde, yayımlanan
bir habere göre (28 Mart 2013), Fransız Kül-
tür Bakanı Aurélie Flipetti, kitabevlerine yö-
nelik bir yardım planı açıkladı: Kitabevlerine
devlet hazinesinden 9 milyon avroluk bir fon
sağlanacak.
Kitapçılar Sendikası Başkanı şaşkınlığını
gizlemedi: On yıldır ilk kez bu denli yüklü
bir yardım haberi almışlardı. Devletin, ki-
tabevlerine para yardımı yapmaktan daha
önemli bir görevi olmalıydı. Üreticilerle di-
yalog başlatıp sürdürecek bir kadro oluş-
turulmasını 30 yıldır bekliyorlardı... 2500 ki-
tabevinin oluşturduğu topluluk, Fransa’daki
kitap satışlarının % 40’ını elinde tutuyor.
Flipetti’nin açıklamasına göre, 9 milyon
avroluk yardım fonunu Fransız Sineması ve
Kültür Sanayii Finansman Enstitüsü IFCIC
yönetecek. Bu fonu, 4 milyon avroluk, alım
satım düzeneğini güçlendirmeye yönelik
ikinci bir paket izleyecek.
Bakan, alım satım işlerinde çıkabilecek
uyuşmazlıkları gidermek üzere bir aracının
atanacağını belirterek, daha önce, sinema sa-
lonları bağlamında benzer bir yöntemin iz-
lenmiş olduğunu anımsattı. Flipetti’ye göre,
kültürel çeşitlilik ve zenginliğin korunması,
bu düzeneğin hayata geçirilmesine bağlı.
PRAG’IN SAHAFLARIVáclav Richter’in Radyo Prag’da yaptı-
ğı 30 Mart 2013 tarihli konuşmasında Prag
sahaflarına dair ilginç bilgiler aktardı:
Prag’da 50 kadar sahaf bulunuyor. Prag Ba-
rosundan, genç hukukçu Jakub Cortéz, ha-
yatını kazanmak için sahaflık yapıyor. Kitap
satın alma ve okumanın internete kayma-
sından sonra değerli kitaplara yatırımın
kazançlı olduğunu anlayan Cortéz’in bugün
3 sahaf dükkȃnı var. Cortéz; yaşlı olsun genç
olsun, dükkȃnında tozlu rafları saatlerce
karıştırmaktan zevk alan, eski ve küf ko-
kan kitaplara tutkuyla bağlı müşterilerini
birer fetişist olarak tanımlıyor. Cortéz’e
göre, bu kişiler internet üzerinden eski ki-
tap almayı ilke olarak reddediyor, kitaplara
dokunmaktan zevk alıyorlar. Aslında yap-
tıkları, saman yığını içinde iğne aramak...
Ne var ki aradıkları kitabı bulmak onlar için
bir zafer. Cortéz, onların asıl tutkusunun
bu duyguyu yaşamak olduğunu söylüyor.
Praglı genç sahafa göre, eski kitap pi-
yasası, trend ve modalara boyun eğerek sü-
rekli değişen bir piyasa. Koleksiyoncuların
en çok aradığı, matbaanın keşfedildiği
asırda basılan kitaplar. Yanı sıra simya, gi-
zemcilik, askerlik sanatı, medeniyetler ve
yahudilik, masonluk üzerine kitaplar ve
bunların ilk basımları. Eski gazete ve der-
giler, afişler, kartpostallar, partisyonlar, fo-
toğraflar da müşterilere önerilen yatırım-
lar arasında.
Cortéz’in söylediğine göre, satışının
% 90’ı internet üzerinden. Prag’ın banli-
yösünde ya da Prag’a uzak kent ve kasaba-
larda oturanlar e-shop üzerinden alışveriş
ediyor. Sahaflığın, internet çağında tüm
özelliğini yitirdiğini söyleyen Cortéz, sa-
hafların eskisi gibi insansever olmadıkları-
nı; insanlığın kültürel varlıklarını korumak
gibi bir kaygıyı artık duymadıklarını ve her
şeyden önce tüccar olduklarını itiraf ediyor.
Cortéz, idealist değil pragmatist bir sa-
haf. Yatırım yaptığı kitapları zevk aldıkla-
rı arasından değil, müşterinin istediği ki-
taplar arasından seçiyor. Yeni basılan ki-
tapları okumaya bile kalkmıyor. Çok ara-
nan bir kitabın nasılsa önüne geleceğini bi-
liyor. İskandinav yazarların polisiye ro-
manları sattıkça yatırımını onlara yapaca-
ğını belirtiyor.
Uzun yıllar satılmayan politik ve ideo-
lojik edebiyatla sol edebiyatın, Kadife
Devrim’den 20 yıl sonra öne çıktığını söy-
leyen Cortéz, şimdi Karl Marx’ın 1950’de
basılan 4 ciltlik Kapital’inin revaçta oldu-
ğunu ve 72 avroya satıldığını söylüyor.
Resimli Jules Verne ve Karl May roman-
larının eski basımlarının da çok aranan-
lardan olduğunu; fiyatlarının giderek yük-
seldiğini söylüyor. Cortéz’e göre sahaflar,
bundan böyle nitelikli kitapları değil, sıra-
dışı kitapları stoklamaya yönelecek...
5 N�SAN 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
BERKİZ BERKSOYGalatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi
DÜNYADA KÜLTÜR VE EDEBİYAT
Fransa’da kitabevlerine 9milyon avroluk mali yardım
5 N�SAN 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAP
Ö. Nasuhi Bilmen, “Hukuk-u İslâmiye
ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu”nda Darü’l
İslam’ı; “Müslümanların hâkimiyeti altın-
da bulunup, Müslümanların emn ve eman
içinde yaşarak dini vazifelerini ifa ettikle-
ri” yer, Darü’l Harb’i de; “Müslümanlar ile
aralarında müsalaha ve muvadecı bulun-
mayan gayr-i Müslimlerin hâkimiyet altın-
da bulunan yer” olarak tanımlanır. Maverdî,
el-Ahkamu’s-Sultaniyye’nin Dârü’l-Harp
maddesinde, “Darü’l Harp’te yaşayanlara
harbi denilir. Harbiler’in Darü’l İslamlar-
la aralarında yapılmış bir barış an-
laşması yoksa kanları ve malları
mübah sayılır” demektedir. Pek çok
fıkıh kitabında buna ilişkin hü-
kümlere rastlanılır.
Prof. Dr. Zekeriya Beyaz “Tür-
kiye’de Örtülü Savaş”a Türkiye’yi
de Darü’l Harp sayanlara karşı, Di-
yanet İşleri Başkanlığı (DİB)’na yö-
nelttiği sorulara, başkanlığın verdiği
yanıtlarla başlıyor. DİB’nin yanıtı
Darü’l Harp, Darü’l İslam tanım-
larının günümüzde kullanılmasının
yanlış, her iki kavramın “fıkhın
oluşum dönemlerinde” ve o günün
koşulları içerisinde ortaya atılmış
olduğunu, “Kuran ve Sünnette bu
tür bir ayrım” yapılmadığını belir-
tiyor. Dinayet’e göre “Bu tarihsel
ayrımdan hareketle halkın tama-
mına yakını Müslüman olan ülke-
mizi, uygulanan hukuk sisteminden
dolayı Darü’l Harp olarak nitele-
mek ve vatandaşlarını da ‘harbi’ saymak isa-
betli değildir.”
�K� ANA GELENEKTürkiye’de uzun zamandan beri, açık ol-
mamakla birlikte, takkiye geleneğine sığı-
nılarak böyle bir ayrımla, cumhuriyeti or-
tadan kaldırmaya yönelik bir soğuk savaşın
varlığı biliniyor. Cumhuriyet’i İslam dışı sa-
yan bu çevreler, Türkiye Cumhuriyeti Dev-
leti’ni “kâfir devlet”, o devlette yaşayan,
cumhuriyeti, demokrasiyi, laikliği yaşam bi-
çimi olarak kabul edenleri de “kâfir” ola-
rak görüyor.
Türkiye’nin siyasal tarihi, cumhuriyet-
ten sonra iki ana gelenek içerisinde bu-
günlere evrildi. İlki; ümmetçi, saltanatçı, Os-
manlıcı, muhafazakâr, itilafçı sağcı, diğeri;
ittihatçı, halkçı, cumhuriyetçi, demokrat,
ulusalcı, devrimci, solcu…
Türkiye Cumhuriyeti bu iki ana gele-
nekten ikincisini, günümüz toplumsal ko-
şullarına uygun olarak geliştirerek benim-
semiştir. İtilafçılığa karşı İttihatçı gelenek,
Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimci ön-
derliğinde; çağdaşlaşmaya yönelik uygula-
malar, evrensel nitelikli bilimsel yasalarla
“Batıcı” değil, çağdaş “cumhuriyetçi” bir de-
ğişim geçirmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni “kâfir
devlet”, o devlette yaşayan, cumhuriyeti, de-
mokrasiyi, laikliği yaşam biçimi olarak ka-
bul edenleri de “kâfir” görenler, artık hiç-
bir anlamı olma-
yan Darü’l Harp ve
Darü’l İslam kav-
ramları ile takkiye
yaparak, cumhuri-
yetin varlığını, va-
roluş felsefesini or-
tadan kaldırmak
için örtük bir soğuk
savaş veriyor. Bu
savaş bölünme
anayasası, hukuk
kurumlarının ele
geçirilmesi, ordu-
nun suçlu gösteri-
lerek işlevsizleşti-
rilmesi, Darü’l İs-
lam sayılmasına
karşın İran, Irak,
Suriye gibi komşu
ülkelerin Büyük
Ortadoğu Projesi
için haritalarının
yeniden çizilmesi için veriliyor. Bu savaş tek-
elci uluslararası sermayenin dünya ege-
menliği için Amerika, İsrail gibi devletlerin
öncülüğünde, yer altı ve yer üstü doğal kay-
naklarının sömürülmesi, Suriye, Irak ve
İran’dan koparılacak topraklar üzerinde em-
peryalizmin denetiminde bir Kürt devleti-
nin kurulması için yapılıyor. Bu toprakların
ulusal bağımsızlık savaşı verilmesi ve insa-
na yaraşır, onurlu bir yaşam sürülmesi için
kadimden beri devam eden birlikteliğin yı-
kılarak, ayrıştırılması üzerine verilen kirli bir
savaş bu.
S�YASAL ERK� KULLANANZAL�MLER
Zekeriya Beyaz, “Türkiye’de Örtülü Sa-
vaş”ta bu savaşı veren takkiyecileri; kendi
ülkelerinin vatandaşları değil, uluslararası
sermayenin, emperyalizmin işbirlikçisi ola-
rak nitelendiriyor. Türkiye’ye örtülü savaş
açanlar, ulusalcı ya da Türk değil, karşıt
Türkçüdürler. Bunlar; azınlık ırkçıları, şe-
kilci dindar ve din sömürücüleridir. Din adı-
na yapıldığı ileri sürülen bu kirli savaşı sür-
dürenler, bundan çıkarları
olan, vicdanları satılmış, si-
yasal erk’i bu amaç için
kullanan ‘zalimler’dir. Bu
tanımlama Zekeriya Be-
yaz’ın. Savaş ‘düşmanla ve
açıktan silahla’ yapılıyor,
Beyaz tek taraflı gizli bir sa-
vaşı ‘kalleşlik’’ olarak ad-
landırıyor.
Bu örtülü savaşı sür-
dürenlerin beş temel ereği
var. Beyaz’a göre bu amaç-
lar “Türkiye Cumhuriye-
ti’nin demokratik, laik, sos-
yal, hukuk devleti niteliği-
ni ve tekil devlet özelliğini
yok etmek ve onları savu-
nan ve koruyan bütün güç-
leri etkisiz hale getirmek”,
“Türk milli kimliğini, tekil
Türk ulus devletini ve anayasal düzeni or-
tadan kaldırmak, yerine çok uluslu fede-
rasyon kurmak”, “Laik cumhuriyeti yıkmak,
yerine şeriat ile siyaseti birleştiren bir dü-
zen kurmak”, “Devletin bütün kurumları-
nı ve makamlarını, iktisadi kaynak ve yet-
kilerini ele geçirmek, her mevkii kendi yan-
daşlarına teslim etmek” ve “Türkiye’nin
maddi ve manevi bütün servetlerini, zen-
ginliklerini ele geçirip iktidarlarını sürekli
kılmak yani İslam adına vahşi kapitalizmi
kurmak”.
Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, aydın bir ila-
hiyatçı olarak uyarmak gereksinimini du-
yumsuyor; “Bazı kimselerin, ‘Türkiye Dar-
ı harptir’ inancıyla, milletin ve devletin mal-
larını çalmaları, hileli yollardan ele geçir-
meleri, milletin bireylerine zulümler, kö-
tülükler yapmaları ve çeşitli iftiralar ile suç-
lamalar yaparak onların zindanlara atıl-
malarına sebep olmaları, dinen haramdır,
büyük günahtır. Bu fiiller kul hakkına te-
cavüz olduğundan çok daha büyük cürüm
hükmündedir.”
Zekeriya Beyaz’ın, ‘kul hakkına tecavüz’
olarak nitelendirdiği bir diğer büyük suç
Türkiye’nin topraklarının
yabancılara satışı… “Tür-
kiye’yi Satıyorlar”da, yakın
tarihsel süreç anlatılıyor.
Filistin’de İsrail Devle-
ti’nin kurulması için Ab-
dülmecit döneminde baş-
layan topraklar öncelikle
para ile satın alındı, ar-
dından en kanlı biçimiyle
Filistin halkının gettolara,
beton duvarlar ardına hap-
sedilmeleri, öldürülmeleri
ile devam ettirildi. Süreç
günümüzde Geliştirilmiş
Ortadoğu Projesi bağla-
mında, Türkiye toprakla-
rında da benzer bir biçim-
de uygulanıyor.
Ulusal kimliğin orta-
dan kaldırılabilmesi için;
Anayasa Mahkemesi engelinin aşılması, ya-
bancı sermayenin etkinliğinin arttırılması,
bankaların yabancılara devredilmesi, ulu-
sal savunmanın emperyalist amaçlı dönüş-
türülmesi ve ordunun etkisizleştirilmesi
gerekiyor.
Ne yazık ki, ulusal çıkarlar adına değil, baş-
ka ulusların emperyalist çıkarları adına poli-
tikalar izleniyor. Topraksızların topraklan-
dırılarak üretime katkıda bulunmaları değil,
yabancı emperyalist tekellerin, toprak yağ-
malamaları, ‘insani yardım’, ‘demokrasi gö-
türme’ adı altında emperyalist çizmeler altında
ezilmesi sağlanıyor. ‘Sıfır sorun’ başlığı altın-
da komşularımızla, emperyalizmin çıkarı
adına “komşularıyla sorunlu” bir süreç ya-
ratılıyor. Açılımlar ve Anayasa değişiklikleri
ile ülkenin bölünme koşulları hazırlanıyor.
Örtülü savaşın gerekçesi mi?
Türkiye’yi ‘babalar gibi’ satmak!
HALİT PAYZA
ZEKERİYA BEYAZ UYARIYOR VE BİR DAHA UYARIYOR!
Örtülü sava�� sürdürenlerin be� temel ere�i var.Beyaz’a göre bu amaçlar “Türkiye Cumhuriyeti’nindemokratik, laik, sosyal, hukuk devleti niteli�ini ve
tekil devlet özelli�ini yok etmek...”
Örtülü savaş ve satılık ülke
Türkiye’de Örtülü Savaş-Dar-ı Harpçilik Cihat mı,
Cinayet mi? Prof. Dr. Zekeriya Beyaz
Destek Yayınevi, 2011
Türkiye’yi Satıyorlar,Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Sancak Yayınları, 2012
5 N�SAN 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Kitabın aksayan yanları
Musgrave de t�pk� Popper gibi ku�kucu biryakla��ma yak�n durmakta,
ancak a��r� ku�kuculukla aras�na mesafekoyarak “nesnel” bilgi aray���n� sürdürenlerle
felsefi aç�dan ortakl�k kurmaktad�r
Deneme, siyaset, popüler kültür ya-
zılarında yazarlar görüşlerini kısa ve
sağduyuya seslenen argümanlarla des-
tekleyerek özlü bir biçimde sunmaya ça-
lışırlar. Bu çabanın sonucu, çoğu zaman,
türlü ifadelerle renklendirilmiş bir ni-
yetler ve görüşler envanteri olur: “Dün-
ya şöyle şöyle olmalıdır”, “Şu olayın ar-
dında bunlar vardır”, “Şöyle şöyle bir şey
dünyanın neresinde vardır ki burada
olsun” vb. Bu envanterde yer alan öğe-
ler uzman görüşleriyle, gazete-
lere düşen olaylarla, “herkes”in
benimsediği genel yargılarla
desteklenerek birer “bilgi” diye
sunulur.
“B�LG�”SÖZCÜ�ÜNÜNMÜPHEM KAVRANI�I
Dillere pelesenk olan bu tıl-
sımlı sözcük (bilgi) bünyesinde
çokça anlam barındırır: İstatis-
tiki veriler, kulaktan dolma hi-
kayeler, kurgular, varsayımlar,
tanıklıklar, bilimsel vargılar, hi-
potezler, ahlaki yargılar vb. “Bil-
gi” sözcüğü bu denli müphem
bir şekilde akılda tutulursa bil-
gi üzerine yapılan akıl yürüt-
meler sakatlanır. Dolayısıyla,
bilgi kavramı üzerine ayrıntılı ve
sağlam bir çözümleme için bilginin ne ol-
duğu sorusu üzerine kafa yorarak söz ko-
nusu çözümlemeye şimdiden girmek
kaçınılmazdır.
EP�STEME VE DOKSABu yazıda bilgi üzerine en ciddi ve yo-
ğun akıl yürütmeleri içeren bir alan
(epistemoloji) üzerine yazılmış bir ese-
re yer vereceğiz. Bilginin yukarıda yük-
lerinden kurtulup karşımıza daha özgül
bir biçimde çıktığı bir alan olan episte-
moloji Antik Yunan felsefesinin bilgi kav-
rayışının bir ürünü olarak karşımıza çık-
maktadır. Bu kavrayışın adı olan episte-
me mutlak ve kesin
bir bilgi anlayışına
karşılık gelir ve böy-
lece görüş, sanı an-
lamına gelen dok-
sa’dan ayırt edilmiş
olur. Kuşkucu akıl
yürütmelere dire-
nen kavrayışlar bil-
gi adını hak etmeye
doğru ilerlerken, di-
renemeyenler tari-
hin çöplüğüne atılır
ve/veya o çöplüğü
eşeleyenlerin zihni-
ne hapsolur. Tam
da bu tartışmayı
odağına yerleştiren
bir filozof olan Karl
Popper’ın takipçisi
Alan Musgrave’in
“Sağduyu, Bilim ve Şüphecilik” adlı ese-
ri, Nur Küçük’ün çevirisiyle İthaki Ya-
yınları tarafından 2013 yılında yayım-
landı. Musgrave de tıpkı Popper gibi kuş-
kucu bir yaklaşıma yakın durmakta, an-
cak aşırı kuşkuculukla arasına mesafe ko-
yarak “nesnel” bilgi arayışını sürdüren-
lerle felsefi açıdan ortaklık kurmaktadır.
K�TABIN GELENEK DI�ITUTUMU
Söz konusu eser, Musgrave’in
“1970’ten beri Otaga Üniversitesi’nde
verdiği bilgi kuramına giriş derslerinden
doğmuş” (s. 11). Yazar, eserinin çizgisi-
ni şu sözlerle özetliyor:
“Tarihsel figürlerle ilgili bazı yo-
rumlarım tartışmalı olabilir; böyle ol-
duklarını bildiğim durumlarda bunu be-
lirttim, ama karşıt yorumları pek tartış-
madım. Baştan sona kadar, kitapta yer
alan tarihsel tartışmalar bir bütün olarak
kitabın üstlendiği savunuya göre dü-
zenlendi. Yani elinizdeki, geleneksel bir
felsefe tarihi kitabı değildir.” (s. 11).
“Geleneksel felsefe tarihi kitapla-
rı”nda çokça rastlanan filozofların dü-
şüncelerini nasıl savunduklarına karşı bil-
dik ilgisizlik, bu eserde yer almıyor.
Kimi zaman, yazarın da söylediği gibi, fi-
lozofların akıl yürütmeleri yazarın filt-
resinden geçip az da olsa çarpıtılsa da ki-
taba hakim olan görüşün net bir şekilde
ortaya konduğu açık. Popper’ın Yanlış-
lanabilirlik Kuramını, Kant’ın idealizmini
ve aksayan taraflarını, alternatif geo-
metrileri epistemoloji açısından olduk-
ça başarılı bir biçimde ortaya konuyor.
Kitap her ne kadar geleneksel bir felse-
fe tarihi kitabı olmasa da, epistemoloji
alanındaki geleneksel yaklaşımları büyük
oranda özlü bir biçimde ele almaktadır.
Eserin diğer bir özgül yanı da epis-
temoloji alanındaki yaklaşımlar sunu-
lurken psikoloji, dilbilim, geometri, ma-
tematik, pozitif bilim gibi alanların kap-
sadığı örneklere başvurulmasıdır. Üste-
lik bu türden alanların epistemolojiyle
ilişkilendirilmesi eseri daha da karmaşık
yapabilecekken, yazarın usta anlatımıy-
la tüm bunlar olanca bir yalınlıkla akta-
rılıyor.
CENK ÖZDAĞ[email protected]
Sağduyu, Bilim veŞüphecilik, Alan Musgrave,
İthaki Yayınları, Çev: Nur Küçük, 384 s.
Musgrave’in de kabul ettiği gibi, Kıta Felsefesi’nin
Descartes, Locke, Berkeley, Hume ve Kant gibi
önemli figürleri Poppercı bir bakış açısıyla üstün körü
ele alınıyor. Yine de bu filozofların düşüncelerinin
özetlenmesi ve Musgrave’in görüşlerinin ortaya kon-
ması açısından böylesi bir yüzeysellik şaşılası bir se-
çim değil. Kitabın en eksik yönü, Popper’ın düşün-
celerinin oluşumunda önemli bir yeri olan psikana-
liz ve Marksizm eleştirilerine ve dolayısıyla psika-
nalizin ve Marksizmin epistemolojik yaklaşımlarına
yer vermemesidir. Eserin çevirisi belli ki epistemo-
lojiyi bilen ve felsefi duyarlılığı olan bir çevirmenin
işi, ancak yine de tartışmalı bazı kavramlar bulun-
maktadır. Bu konularda net bir tutum almak için he-
nüz erken olduğundan, yayınevleri çevirmenin notu
türünden ek sayfalara yer vermelidir ki böylece çe-
virmenler sözcük seçimlerini yalın bir biçimde ge-
rekçelendirebilsinler. Eserden örnek verecek olursak,
Edmund Gettier’in görüşleri sunulurken aktarılan bil-
gi tanımında (a true justified belief) yer alan “justi-
fied” sıfatı, “gerekçeli” sözcüğüyle karşılanmış. Bu
hem sağduyuya hem de literatürdeki tartışmaların
bağlamına çok uygun görünmemektedir. ‘’Justified’’
sözcüğüyle denmek istenen doğru inançlarımızın doğ-
ruluğunun temellendirilmesi koşulludur. Gerekçe söz-
cüğü bir inancın doğruluğu lehine sunulan açıkla-
maları kapsayabilmekte fakat bu açıklamaların sözü
edilen inancın doğruluğunu ortaya koyması bakı-
mından aynı zamanda yeterli olduğunu dile getire-
biliyor mu, bundan emin değilim. Bunun dışında,
muhtemelen eserin özgün dilinde de yer alan “sis-
tematik şüphe” ya da “metafiziksel şüphe” ifadele-
ri yanıltıcıdır. Descartes’ın kuşkuya yöntemsel olarak
başvurduğu anımsanırsa Descartes’ın kuşkusuna
“sistematik” ya da “metafiziksel” sıfatındansa “yön-
temsel” sıfatı daha uygun düşüyor gibi görünüyor.
Bilgi ve kuşkuculukÇAĞDAŞ BİR POPPERCİ’NİN GÖZÜNDEN
Prof. Dr. Erol Manisalı, 43 yıldır
Türk ve yabancı pek çok insan hakkında
yazdıklarını “Onlar İçin Yazdıklarım 60
İnsan” adıyla kitaplaştırdı.
Listede; siyasetçisinden diplomatı-
na, akademisyeninden yazarına, sanat-
çısından gazetecisine, iş adamından sen-
dikacısına, askerinden bürokratına bir-
çok isim yer alıyor.
Manisalı, bu 60 in-
sanın çok büyük çoğun-
luğuyla yüz yüze konuş-
muş, fikir alışverişinde
bulunmuş; kimisiyle de
tartışmış hatta eleştir-
miş.
Yöntem olarak ta-
rih sırasına göre giden
Manisalı, bu kişilerin
Türkiye ve dünyadaki
olaylar karşısındaki du-
rumlarını kendi değer-
lendirmeleriyle birlikte
ortaya koyarken aslında
bir bakıma da yakın ta-
rihin özetini çıkarıyor.
Bu yakın tarihe tu-
tulan mercek içerisin-
de Demirel’den Erdo-
ğan’a 10 dolayında si-
yasetçi; Marlene Diet-
rich’ten Fazıl Say’a, Or-
han Pamuk’tan Sertab Erener’e birçok
sanatçı değişik yönleriyle Türkiye ve
dünya sahnesinde sıralanıyor.
Diğer yanda Vehbi Koç’tan Halit
Narin’e, Süleyman Orakçıoğ-
lu’ndan Bayram Meral’e iş hayatının
ünlüleri yer alıyor.
Gazeteciler listesine baktığımızda;
İlhan Selçuk, Mustafa Balbay, Emre
Kongar ve nicelerini okurken, bilim in-
sanlarından da Sabri Ülgener, İdris Kü-
çükömer, Server Tanilli, Gülten Kazgan
ve Fatih Hilmioğlu’nu görüyoruz.
Erol Manisalı’nın çalışmasında ulus-
lararası kontenjandan yer alan yabancı si-
yasetçi ve bilim insanlarından oluşan
20 kişi de yer alıyor.
Ve yakın tarihimizden Bülent Ecevit,
Necmettin Erbakan, Rauf Denktaş, Er-
dal İnönü, Turgut Özal, Mesut Yılmaz,
Halit Refiğ, Müjdat Gezen, Hugo Cha-
vez, Obama…
YARINLARA DA I�IKTUTUYOR…
Erol Manisalı hoca, bu çalışması için
şunları söylüyor:
“Onların özel hayatlarını yazmadım
kuşkusuz; siyasetçi, sa-
natçı, bilim insanı, ga-
zeteci olarak toplum-
daki yerleri, değerlen-
dirmeleri, hatta mis-
yonlarıyla ilgili düşün-
celerimi aktardım. Kimi
zaman övdüm, kimi za-
man ağır eleştiriler yap-
tım. Ama hep nesnel
olmaya çabaladım; duy-
gusal ve subjektif ol-
maktan kaçındım.
Onların tutum ve
görüşleri; benim bu ko-
nulardaki değerlendir-
melerim son 43 yı-
lın ‘resmi geçidi’ gibiydi.
Yalnız kendimi anlat-
madım; 60 insanla kur-
duğum soyut diyalogun
özetini de yazdım; ki-
mileriyle karşılaştım, konuştum, tartıştım.
Kimilerini ise şahsen hiç tanımadım; iç-
lerinde tarihi figürler de var.”
Bir insan, bir akademisyen ve bir
yazar olarak 1970’ten bugüne kadar
kendisi de bağlayan bu yazılarını bir ki-
tapta toplayan Erol Manisalı, önümüz-
deki aylarda bu kitapta yer alan 60 kişi-
nin kendisiyle ilgili 1970’ten beri yaz-
dıklarını da bir kitap olarak yayınlana-
cağını söylüyor. Bu kitabın eleştirilerle ve
övgülerin birarada yer aldığı bir yayın ola-
cağını da ekliyor.
Her iki kitap da toplam olarak 120
kişi üzerinden Türkiye’nin 45 yıllık sü-
recini ve yarınlarını daha iyi görmeye yar-
dımcı olacağa benziyor.
Bu yak�n tarihe tutulan mercek içerisindeDemirel’den Erdo�an’a 10 dolay�nda siyasetçi; Marlene
Dietrich’ten Faz�l Say’a, Orhan Pamuk’tan SertabErener’e birçok sanatç� de�i�ik yönleriyle Türkiye ve
dünya sahnesinde s�ralan�yor.
Erol Manisalı’dan 43 yılın ‘resmi geçidi’
DENİZ [email protected]
Erol Manisalı, “Onlar İçin Yazdıklarım; 60 İnsan”,
Tarihçi Kitabevi, 232 s.
11Aydınlık KİTAP
“ONLAR İÇİN YAZDIKLARIM: 60 İNSAN”
5 N�SAN 2013 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Y�llarca sadece sevdadan, a�ktan konu�an, ba�ka konulara pek u�ramayan bir “ozan” olarak tan�tt�lar onu.Halbuki ondaki a�k ona, “Sevgi için benim arif oldu�um / Do�rudur sevgiden iman buldu�um /
Benim inand���m benim bildi�im / Sevi�mek ibadettir, sevgi imand�r.” dedirten bir a�kt�
Ayakların turabı, gônüllerin hızmatçısı
Neşet Ertaş’ı aşağı yukarı herkes bilir.
Ancak onu gerçekten tanıyan kaç kişi var-
dır, diye sorarsak kitle hayli ufalacaktır. Bu-
nun temel sorumlularından biri “büyük”
medya olsa gerek.
Düzgünü az gösteren, doluyu boşal-
tan, boşu çoğaltan “büyük” medya yıllar
boyu yüce ruh Neşet Ertaş’ı pek görme-
di. Onu ve onun gibi onlarca Orta Ana-
dolu Abdalı’nı, onların o tevazu içinde sü-
ren, toprak kokan yaşamını fark etmedi.
Sonra baktı ki medya, Neşet Ertaş diye
bir adam var, bu adamın çoğu türküde izi
var, türkülerinin bitmez tükenmez seve-
ni var; “lütfetti” getirdi Neşet’i, halkın
gözü önüne. Halbuki halkın gözü onu ev-
velden görmemiş olsa da, kulağı duymuş,
yüreği titremişti onunla...
Yıllarca sadece sevdadan, aşktan ko-
nuşan, başka konulara pek uğramayan bir
“ozan” olarak tanıttılar onu. Halbuki ondaki
aşk ona, “Sevgi için benim arif olduğum /
Doğrudur sevgiden iman bulduğum / Be-
nim inandığım benim bildiğim / Sevişmek
ibadettir, sevgi imandır.” dedirten bir aşk-
tı. İnsandan doğup insana va-
ran, oradan tüm insanlığı saran
kutsal bir aşktı. Ona, “Kendin
bilen bunu anlar / Çünkü hak-
tır bütün canlar / Yardımlaşsın
tüm insanlar / Dünyada fakir
kalmasın” dizelerini yazdıran
bir aşktı. Ve o aşk dokunduğu
her insanı büyüten, gerçekten
insan eden bir aşk. Her satırı in-
sanın kalbine ayrı bir ders ve-
ren, hatta belki de tüm yürek-
lere ders olarak da verilmesi ge-
reken bir aşk.
Bambaşka bir ülke olurdu
belki, okullarda ders olarak
verilse Neşet’in, kendisi okula
bile gidememiş bir arifin, yaz-
dığı, söylediği. Öyle ya, kendi-
sini arif eden o mayayı veren,
“Hemi babam hemi öğretmenimdi” dedi-
ği, beni ayaklarının dibine gömün dediği ba-
bası Muharrem Ertaş’tan ve onun gibi
nice büyük Anadolu halk ozanından çağ-
layan hikmet sarardı dünyayı. Hem, onu var
eden toprağı koklayan, onun gibi yaşayan,
yazın düğün dernekte çalıp oynayan, kışın
İzmir’de uzakta amelelik yapan nice Abdal
da bilinir, tanınırdı belki. Böylece bu çağın
da Pir Sultan Abdalları, Yûnus Emreleri ol-
duğu anlanır, gittikçe kirlenen, umutlar ke-
silen dünyaya tekrar aşk ve umut bağlanırdı.
Tabii yine de kaybetmemeli umudu; belli mi
olur, yarın bir gün halk toplanır, “Neşet Er-
taş Üniversitesi” açtırır, orada insan olanın
yüreğini tekrar tekrar parlatır.
Belki o üniversitenin hocalarından bi-
risi de Neşet Ertaş’a fahri doktora unvanı
veren İTÜ Türk Musikisi Devlet Konser-
vatuvarı’nın şanslı öğ-
retim üyelerinden Doç.
Dr. Erol Parlak olur.
Şanslı diyorum, zira
Erol Parlak’ın ömrü-
nün üçte birini, tam on
altı senesini Neşet Er-
taş’ın dizinin dibinde
geçirdiğini, onun dün-
yasına ve o dünyanın
sonsuzluğuna şahit ol-
duğunu biliyorum. Dü-
şünün, bizi ve zihnimi-
zi bir türküsüyle, bir
türküsünün bir dize-
siyle bambaşka diyar-
lara çeken Neşet Er-
taş’ın yanında geçen
on altı yıl insana neler
öğretir...
Öğrendiklerinin önemli bir kısmını ki-
tap hâline getirmiş Erol Parlak. İki ciltte top-
lanan, hacmi bin beş yüz sayfaya yaklaşan
“Garip Bülbül Neşet Ertaş” adlı kitapta us-
taya dair neler yok ki... Hayatı, sanatı ve
eserleri başlıklarıyla üç bölüme ayrılan ki-
tap insanlık için büyük fırsat. Neşet Ertaş’ı
doğuran toprakları anlatma çabasıyla baş-
lıyor kitap, onun toprağına basan Abdalları,
o Abdalların yürüdüğü yolları, sonra Neşet
Ertaş’ın o yollarla buluşmasını, çocuklu-
ğunu, zorlu yıllarını, sonrası ve nicesini an-
latıyor. Bunları anlatırken bize fotoğraflar,
laboratuvar titizliğiyle bulunan ayrıntılar,
ameliyathane özeniyle süren çalışmalar
sunuluyor. Bunların yanı sıra, müziğinin
hem manada hem teknikte yapılan derin-
lemesine incelemesi müzisyenlere de ışık tu-
tuyor. Mesela; merak edeni, Neşet’in, Hacı
Taşan’ın ve Çekiç Ali’nin sazının neden bir
başka tınladığının hem manevi hem mad-
di açıklamalarına vakıf ediyor.
Ustanın, -kendi kullandığı deyimiyle- ha-
valandırdığı, yani besteleyip söylediği şiir-
lerinin yanı sıra çok sayıda bilinmeyen şii-
ri de var kitapta. Ancak, Neşet Ertaş’ın tüm
şiirleri var bu kitapta, diyemiyoruz; zira ken-
disinin kaç şiiri olduğunu bilemiyoruz. Bu
hem şiirlerinin sonuna kendi adını koyma-
yıp onları halka mal edişinden hem halkın
benimsediği şiirlerini tutup diğerlerini
“unutuşundan” hem de eserlerini her icra
edişinde doğaçlama yapıp, kimi zaman
adeta yeniden inşa edişinden. Yine de in-
sana hayreti ve hayranlığı bolca tattıracak
kadar çok şiiri var kitapta ustanın. Bir
yanı daha var bu “cüzi külliyat”ın; onlarca
farklı insanın söylediği, kimi zaman “ano-
nim” diyerek söylediği, çoğu zaman telif
haklarını ödemediği sayısız türkünün sa-
hibinin Neşet Ertaş olduğunu görüyoruz.
Söylemeden geçmeyelim, onlarca tür-
küsünün telifinin ödenmemesini önemse-
mez, türkülerinin onu anmadan okunma-
sına da küsmez Neşet Ertaş. Sadece eksik
ve hissiz okunmasına içerler.
Teliflerin peşinden koşmayan, son de-
rece mütevazı yaşayan, lükse karşı olup ai-
lesine otomobil bile al(dır)mayan, kendisine
özel kararneme ile hazırlatılan “devlet sa-
natçısı” unvanını, “Hepimiz bu devletin sa-
natçısıyız, ayrıca bir devlet sanatçısı sıfatı
bana ayrımcılık geliyor.” diyerek reddeden,
“Ben halkın sanatçısı olarak kalırsam benim
için en büyük mutluluk bu. Şimdiye kadar
devletten bir kuruş almadım. Bir tek
TBMM tarafından üstün hizmet ödülünü
kabul ettim. Onu da bu kültüre hizmet eden
ecdatlarımız adına aldım.”' diyebilen, kon-
serlerinde sevenlerine ve sevdiklerine
“Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hız-
matçısıyım.” diyen Neşet Ertaş’ı anlamaya
ve anlatmaya bu aciz sayfamız yetmeyecek
gibi görünüyor. İyisi mi, biz onu kendi sö-
züyle tanımaya çalışalım, “Benim Yurdum
(İsterim ki Bu Dünyada)” şiirini okuyup,
türküsüne ulaşalım.
Benim Yurdum
İsterim ki bu dünyada Hiç kimse cahil kalmasın Okusun ilmin kitabını Cahilden akıl almasın.
Kendi kendin’ yedenlere İlim tahsil edenlere İlme doğru gidenlere Cehalet mâni olmasın.
İl’m edenler nurlaşıyor İl’m etmeyen körleşiyor İlimle dünya birleşiyor Söyle ki, neden olmasın?
Can yakmadan atom gücü Birleşsin hep tüm bilimci Dilerim olsun sahici Dünyada silah kalmasın.
İnsan hakları hak olsun Bu hakkı bilen çok olsun Bütün silahlar yok olsun Cehalet, can dağlamasın.
Dünya cennettir insana Eşit olsun sana bana Kıyılmasın hiçbir cana Anaları ağlamasın.
Bütün dünya Allah diyor Onun nimetini yiyor İnsan kispetini giy’or Ayrılık güden olmasın.
Kendin’ bilen bunu anlar Çünkü Hak’tır bütün canlar Yardımlaşsın tüm insanlar Dünyada fakir kalmasın.
Bir Garib’im, budur derdim Tüm dünyayı ben de gördüm İsterim ki benim yurdum Dünyadan geri kalmasın.
MURAT HATUNOĞ[email protected]
Garip Bülbül-Neşet Ertaş, Erol Parlak,
Demos Yayınları, 1408 s.
luna bakıldığında, Orta Asya’dan yola
çıkan, Anadolu’dan geçen, Batı Av-
rupa’ya kadar ulaşan bir göç olgusuy-
la karşı karşıya geliniyor. Ve bu göç
yolu, uygarlığı Batı’ya ulaştıran, gö-
çebe, toplayıcı bir evreden toprağı
ekip biçen, hayvanları evcilleştiren
sürece işaret ediyor. Bu konuda başı
çeken ise, Atatürk’le yakın bir dostluk
kuracak olan İsviçreli Eugène Pit-
tard adlı bir antropolog. 30’lu yıllarda
tarih tezlerimizde büyük ölçüde onun
antropolojik kurgusunu Türkiye’ye
uyarlıyoruz.
Sosyolojiden antropolojiye – Durk-heim’dan Pittard’a da diyebiliriz –1930’lardaki yönelişi vurguluyorsunuz.Erken Cumhuriyet’te antropoloji ne-den böylesine ön plana çıkıyor? Ata-türk’ün entelektüel yaşamındaki fayhattı da tam buraya denk düşüyor.
Evet, Atatürk’ün 1924 yılında ya-
yımlanan Eugène Pittard’ın “Irklar ve
Tarih” adlı kitabını ana hatlarıyla bil-
diğini biliyoruz. Ama Atatürk’ü an-
tropolojiye ya da tarih öncesine sevk
eden bir başka yazar daha var. O da
H. G. Wells ve kitabı… H. G. Wells’in
“Dünya Tarihi” Nutuk’ta gönderme
yapılan tek eser. Atatürk bu kitabı oku-
yor ve o dönemin kalbur üstü dil bilen
kişilerine dağıtarak çevirtiyor. 1927-28
yıllarında beş cilt olarak yayımlanıyor.
H. G. Wells, Huxley’in öğrencisi…
Huxley ise Darwin’in. Kitap evrim ku-
ramı üzerine kurulmuş… 30’lu yılların
tarih kitaplarının omurgasını oluştu-
ran temel eserlerden biri. Kısaca Tür-
kiye’de 30’lu yılların kültür devrimini
anlayabilmek için bu iki yazara, Eu-
gène Pittard ve H. G. Wells’e başvur-
mak gerekiyor.
30’LARDA SOSYOLOJ�VATANDA�LIK B�LG�S�DEMEK
Wells önemli, ona yine dönelim.Ama ondan önce, sosyolojiden antro-polojiye bir köprü var diyebilir miyiz?
Bizde gecikmiş bir sosyoloji var.
Sosyoloji, Cihan Harbi ile büyük öl-
çüde darbe alıyor. Sosyologların bir kıs-
mı savaşta telef oluyor, uluslararası sos-
yoloji kongreleri aksıyor. Sosyoloji
bambaşka bir kimliğe bürünüyor. 1921
Uluslararası Torino Sosyoloji Kongresi
sosyolojiye bambaşka bir kisve veriyor.
Ama biz hâlâ klasik sosyolojiyi devam
ettiriyoruz. Çünkü sosyoloji, ulus-dev-
leti inşa etmemiz için gerekli ortamı
sağlıyor. Durkheim’dan yola çıkarak,
bir tür ulus-devlet inşa ediyoruz. Durk-
heim’ın “Toplumsal İşbölümü” adlı ki-
tabını TBMM Türkçeye çevirtiyor,
1923’te bu kitap TBMM neşriyatı ola-
rak çıkıyor. Durkheim’ın bu kitabının
İngilizcesi ancak on yıl sonra yayım-
lanabilecek. Bu denli derin bir aşkla
bağlı Türkiye Durkheim’a… Savaş sı-
rasında –ki Durkheim bir Fransız-
1917’de öldüğü vakit, İttihatçıların
yayın organı Yeni Mecmua’da geniş
yer veriliyor kendisine. Demek istedi-
ğim, 1920’lerde Türkiye’de sosyoloji
hâlâ hakim konumdu. Ankara’da
1923’de üniversite kurulma girişimin-
de bulunulduğunda ilk akla gelen “ic-
timaiyyat fakültesi” oluyor. Kısaca
Türkiye’de sosyolojizm hüküm sürü-
yor. Ama bu sosyoloji 1930’larda yerini
antropolojiye bırakıyor. 30’larda sos-
yoloji demek vatandaşlık bilgisi demek.
Afet Hanım’ın hazırladığı yurt bilgisi
kitaplarına bak, onlar sosyoloji kitabı
aslında. Necmettin Sadak’ın “Sosyo-
loji” kitabını al, Vatandaşlık Bilgi-
si’nin yanına koy, tamı tamına örtü-
şüyorlar.
Sosyoloji ancak İkinci Dünya Sa-
vaşı ile birlikte tekrar bir atılım içeri-
sine giriyor. O da Hilmi Ziya Ülken
aracılığıyla. Çok önemli bir dergi çı-
karıyor Sosyoloji başlığı altında. İs-
tanbul Üniversitesi’nde hâlâ sosyolo-
ji bölümü üçüncü takım olarak devam
ettiriyor bu dergiyi.
ATATÜRK'ÜN PRAGMAT�KB�L�M ANLAYI�I
Kısacası, klasik sosyolojinin de-
terminist anlayışı 20’li yıllarda hâlâ
gündemi belirliyor. 1920’lerin sonun-da bizde sosyolojiyle felsefe aynı sepetekonuyor. Felsefe ve İctimaiyyat Mec-
muası bunun somut kanıtı. Ama be-
lirttiğim gibi, 30’lu yıllarda sosyolojirağbetten düşüyor. Hatta Ziya Gö-kalp’e tepki bile var… Kısacası sos-
yolojiden antropolojiye, tarihten de ar-
keolojiye doğru bir kayış var. Bu ko-nuda Atatürk’ün pragmatik bilim an-layışını unutmamak gerekiyor. Atatürk
için bilimin her şeyden evvel toplumun
hizmetinde olması gerekiyor. Türkiye20’li yıllarda bir dizi kurumsal ve ya-sal düzenlemelere gitmiş; devrimler
bunun kanıtı… Ama yurttaş kimliği
oluşmamış. Yeni bir yurttaş kimliğininoluşturulması gerekiyor. Üniter dev-let ancak ortak paydalarda birleşecek
yurttaşlardan oluşacak. Bu bir tür
toplum mühendisliği gerektiriyor. Av-rupa’ya benzer bir toplum olmamız ge-rekiyor. Buna ortam sağlayacak bilim
dalı ise antropoloji oluyor. Antropo-
loji sayesinde Atatürk Batı’ya “bizlerde sizler gibiyiz” demek istiyor.
Aslında Avrupa’da o dönemde re-vaçta olan ırkçılığa karşı bir tepki bu.Burada güncel bir tartışmaya da gi-rebiliriz. Geçtiğimiz haftalarda Baş-bakan Erdoğan AKP grup toplantı-sında, Şevket Aziz Kansu’nun yazdı-ğı “Türk Antropoloji Enstitüsü Ta-
rihçesi” başlıklı kitaptan kafatası fo-toğrafları göstererek Atatürk ve İnö-nü’yü “kafatasçı, ırkçı” gibi sundu. Fi-zik antropoloji bağlamında kafatasıveya kemik ölçümleri yapmak önselolarak “ırkçılık, kafatasçılık” anla-mına mı geliyor?
Irk sözcüğü Batı bilim dünyasında
uzun yıllar temel girdilerden biri ol-
muş. O nedenle bilimsel bağlamda
“nötr” bir kavram. Erken dönemler-
de ırk, biyoloji anlamına geliyor. Ama
Hitler Almanya’sı ile birlikte ırk söz-
cüğü değer yüklü bir kavrama dönü-
şüyor. Sosyal bilimlerin temelinde an-
tropoloji yatıyor. Amerika keşfedildi-
ği vakit çok farklı bir ırkın olduğunu
görüyor Avrupalılar. 19. yüzyılda bi-
limsel bir tabana oturtuluyor. İnsanın
kökeni tartışmaya açılıyor. Monojenist,
polijenist tezler var. Yani insanların tek
bir insandan türediğine dair, ya da çok
farklı coğrafyalardan türediğine dair
tezler bunlar. Bu tezler özellikle kö-
leciliğin kaldırılması aşamasında çok
tartışılıyor. Yani 19. yüzyılın ilk yarı-
sında gerçekten kölelerin kimliği ne
olacak tartışmaları kutuplaşmalar ya-
ratıyor. Sonra 19. yüzyılın ortalarından
itibaren bilimsel antropoloji diye ni-
telendirebileceğimiz, tasnif üzerine
kurulu bir bilim doğuyor. Ama her bi-
limsel çalışmanın yanılabileceği gibi,
antropolojide de büyük yanılgılar olu-
şuyor tasnif sürecinde.
Şunu söylemek gerekir: bugün
genler üzerine kurulu – ki önemli bir
alan genetik günümüzde – genetik ya
da bugün artık biyolojik antropoloji de-
diğimiz olaya varabilmek için bu aşa-
madan geçmek gerekiyor. Çünkü bi-
limsel yanılgılar bir sonraki açılım
için son derece önemli adımlardır.
Türkiye’de bilimsel düşüncenin kur-
gulandığı bir dönemi açıklıyor antro-
poloji. Bilim olabilmesi için insanların
araştırma yapması önemli. 64 bin kişi
üzerinde yapılan bir araştırma çok
önemli bir çaba gerektirir. Böyle bir
alana açılım sağlayabilmek hakikaten
çok önemli. Her türlü bilgi farklı
amaçlarla kullanılabiliyor. Nitekim
antropolojik bilgi birikimi de ırkçı
tezlere yol açmış olabiliyor. Başbaka-
nımızın gösterdiği kitap aslında 1939
yılında Türkiye’de ilk kez toplanacak
uluslararası bir kongre için, antropo-
loji ve arkeoloji kongresi için Şevket
Aziz Kansu’nun hazırladığı tanıtım
broşürü. Buradan yola çıkarak bir
dönemi ırkçılıkla suçlamak haksızlık
oluyor. Broşürde yer alan kafatasları
ise dünyanın dört bir yanında antro-
poloji bölümlerinde bulunuyor. Bugün
de keza aynı kafatasları Dil ve Tarih-
Coğrafya Fakültesi’nde bulunuyor.
1930’larda Türkiye’de yapılan an-
tropoloji çalışmaları bilakis ayrımcılı-
ğı karşı bir nitelik taşıyor. Tüm Ana-
dolu’yu aynı ırka mensup insanlardan
oluşan bir topluluk olarak değerlen-
diriyor. Yapılan araştırmalarda her-
Prof. Zafer Toprak’ın son kitabı “Dar-
win’den Dersim’e Cumhuriyet ve Antro-
poloji”de, Atatürk’ün entelektüel düz-
lemde son 10 yılı, Türkiye’de bu dönem-
de bilim alanında yaşanan köklü dönü-
şümler, antropoloji ve arkeoloji gibi di-
siplinlerin yerleşmesi, bu gelişmelerin ta-
rih anlayışına ve eğitime yansımaları,
Türkiye’de uluslaşma süreci, Cumhuri-
yet’in yeni insanının kurgulanışı; kısacası
– Korkut Boratav’ın bu kitap için önerdiği
alternatif başlıkla – “Cumhuriyet’in Kül-
tür Devrimi” ele alınıyor. Türkiye’de bi-
limin temellerinin 1930’larda atıldığını söy-
leyen Prof. Zafer Toprak ile sosyal bilimler
dalında Sedat Simavi ödülünü kazanan ki-
tabını konuştuk.
Meseleyi daha iyi kavrayabilmek içinortamla veya dönemle başlayalım ister-seniz. Cumhuriyet nasıl bir dönemdeinşa edildi? Bazı tarihçilerle birlikte sizde Avrupa için bir “Karanlık Çağ”dan ve
bununla ilişkili olarak Atatürk’ün ente-lektüel seyrinde 1928’deki fay hattındansöz ediyorsunuz.
İki dünya savaşı arası olağan dışı bir
evre. Bu nokta çok önemli ama kimse
bunu göz önünde bulundurmuyor. Bunu
dünya tarihçileri ele alıyorlar, bu dönemin
özel bir dönem olduğunu söylüyorlar. Ki-
misi bu döneme “katastrof çağı” diyor. Ma-
zover bu dönemin Avrupası’nı “karanlık
kıta” diye nitelendiriyor. Hakikaten çok
olağandışı bir evre. Küreselleşme litera-
türünde de bu dönemi “küresizleşme ev-
resi” olarak ele alıyoruz genelde. 1914’ten
1944’e, Bretton Woods’a kadarki dönem
30 yıllık bir süre… Dünyanın küresizleş-
tiği, ideolojilerin giderek güçlendiği, de-
mokrasilerin çöktüğü, kapitalizmin dar-
boğazlara girdiği bu dönemde genelde bir
çöküntü yaşanmışsa da bir açıdan Türki-
ye’nin “kazançlı” çıktığını söylememiz
mümkün. Yani, Türkiye’yi boyunduruk al-
tına almış olan “düvel-i muazzama”nın güç
yitirdiği bir ortamda biz Cumhuriyet’i
kuruyoruz. 1914’te bunu yapman güç.
Cihan Harbi’nin kazananı olmayacak. O
açıdan bakıldığında savaş sonrası kurulan
yeni bir dünyada Türkiye bağımsız bir
Cumhuriyet kurarak koşulları fırsata çe-
virebilmiş bir ülke olarak görülebiliyor.
ATATÜRK'ÜN EN BÜYÜKKAYGISI
Kurtuluş Savaşı vererek, Lozan erte-
si kağıt üzerinde diplomatik bağlamda ba-
ğımsız bir devlet olmuşuz ama Batı’nın
seni algılayışında bir değişme olmamış.
Hâlâ “öteki” olarak görüyor seni ve bunu
çoğu kez ırk teorilerine dayandırıyor. Sen
sarı ırksın, sen ikinci sınıf insansın. Batı’nın
ders kitaplarında hâlâ böyle, işte sen Ba-
tı’ya göç ederek ülkeleri işgal etmiş Mo-
ğol ırksın, Avrupa uygarlığının hor gör-
düğü bir topluluksun. Anadolu’yu işgal
ederek bu topraklardaki uygarlıkları son-
landırmış bir kavimsin. Sevr’de görülece-
ği gibi Anadolu’dan gerisin geriye Asya’ya
sürülmeyi hak eden göçebe, yağmacı bir
kavimsin.
Atatürk’ün en büyük kaygısı da bu: Bu
topraklar bizim. Bunu kanıtlamak için de
biz 1071’den önce de buradaydık, hatta bu-
rada sizin Batı uygarlığı kökenli diye bil-
diğiniz insanlar da bizim soyumuzdan
gelen insanlar, diye bir tezle ortaya çıkı-
yor. Bunu destekleyen Batı kaynakları da
var, bu ilginç.
İslam öncesine uzanan antropolojiye
ve de arkeolojiye yönelimin gerisinde bu
tür bir siyasi mücadelenin bilimsel taba-
na oturtulma kaygısı yatıyor. Bu anlayış-
ta kendisine müttefik bulmakta da gecik-
miyor. O tarihlerde Hitler Almanya’sında
oluşan ırk tabanlı antropolojiye alternatif
antropoloji geliştirerek, Güney Avru-
pa’nın kendini savunma süreci içerisine gir-
diği görülüyor. Biz de “Latin antropolo-
jisi” dediğimiz trenin son vagonuna atlı-
yoruz. 30’lu ve daha sonraki yıllarda ders
kitaplarında yer alan göç haritalarını biz
icat etmedik, Batıda zaten var bu göç ha-
ritaları. “Bilimsel” açıklamaları da var.
Geçmiş insanlardan günümüze kalan tek
gösterge, insan kemiği. Fizik antropoloji-
nin temel tasnifi ise kafatası. Kafatası şek-
li üzerine kurulu birtakım antropolojik
araştırmalarla aslında insanların göç yol-
ları üzerine araştırmalar yapılıyor. Göç yo-
ARDA ODABAŞI
5 N�SAN 2013 CUMA12 5 N�SAN 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAPKAPAK KAPAK
Geçmiş insanlardangünümüze kalan tek
gösterge, insankemiği. Kafatası
şekli üzerine kurulubirtakım
antropolojikaraştırmalarla
aslında insanlarıngöç yolları üzerine
araştırmalaryapılıyor. Göç
yolunabakıldığında, Orta
Asya’dan yolaçıkan, Anadolu’dan
geçen, BatıAvrupa’ya kadar
ulaşan bir göçolgusuyla karşı
karşıya geliniyor.
Ba�bakan�n, 1939 y�l�nda Türkiye’de ilk kez toplanacak uluslararas� birkongre için, �evket Aziz Kansu’nun haz�rlad��� tan�t�m bro�üründen yola
ç�karak bir dönemi �rkç�l�kla suçlamas� haks�zl�k oluyor. Bro�ürde yer alankafataslar� ise dünyan�n dört bir yan�nda antropoloji bölümlerinde bulunuyor
Fotoğraflar : Damla Yazıcı
En büyük kafatasıkoleksiyonları Amerika’da
‘DARWİN’DEN DERSİM’E CUMHURİYET VE ANTROPOLOJİ’ KİTABIYLA SEDAT SİMAVİ ÖDÜLÜNÜ ALAN PROF. ZAFER TOPRAK’LA GÖRÜŞTÜK
5 N�SAN 2013 CUMA14 Aydınlık KİTAP
hangi bir etnik terim kullanılmıyor. Ama
tabii sonuçta insanları ölçüyorsun biçi-
yorsun, verilere göre tasnif ediyorsun.
Irk sözcüğü başlangıçta, millet, daha son-
ra nesil anlamına kullanılıyor. Türkiye on
yıl süren savaş sonucu nüfus yitirmiş; beş
milyon nüfus kaybetmişsin. O yüzden
nesli sağlıklı kılmak zorundasın. Bu aşa-
mada öjenizm de giriyor işin içine, ancak
Türkiye’deki tartışma ortamını Batı ül-
kelerindeki gelişmelerle karşılaştırdığı-
mızda bu alanlarda ne denli geriden gel-
diğimiz ortaya çıkıyor. Batı ülkelerinde fi-
zik antropoloji çok daha gelişmiş du-
rumda. Amerika’da özellikle… Yani baş-
bakanımız kafatasına dikkat çekiyor ya, as-
lında bugün bile en büyük kafatası ko-
leksiyonları Amerika’da. Bizimkisi de-
vede kulak yani.
Bugün bir kafatası görünce veya gös-terince hemen ırkçılık anlaşılıyor amabunlar sonuçta bilimsel araştırmalar.Aslında sadece kafatası değil kemik öl-çülüyor.
Tabii ki. Bilim zaten tasnif üzerine ku-
ruludur. Yani tarih öncesine girdiğin va-
kit, insana dair sadece kemikler var elin-
de, dolayısıyla tasnife girişiyorsun. Ke-
mikler arasında en bariz fark gözetebile-
ceğin şey kafatası oluyor. Antropologlar
bu nedenle kafatası üzerine odaklanı-
yorlar.
Politik propaganda kısmını bir yanabırakırsak, buradaki problem şu sanırım:Tarihe, geçmişe bugünün değerleri ve an-lamlandırmalarıyla bakılıyor.
Tabii, geçmişi güncelleştirme çaba-
sında olan çok az toplum var artık. Birçok
Batı Avrupa ülkesi II. Dünya Savaşı yaşadı
ve savaş kırılma noktası oluşturdu. Bu ül-
keler geçmişleriyle hesaplaştılar. Bizde ge-
çiş çok yumuşak olduğu için bir türlü geç-
mişten kopamıyoruz. O yüzden de bir tür-
lü tarihle barışamıyoruz. Abdülhamit,
Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve ben-
zerleri… Hatta Tanzimat bile günümüz-
de politik bir meta… Kemalizm’le he-
saplaşıyoruz; son günlerde basbayağı
1920’lerle 30’larla hesaplaşır duruma gel-
dik.
Bizde toplumsal dönüşüm tamamla-namadığı için olsa gerek. Bugün Türki-ye’de Ortaçağ ilişkileri, mesela Güney-doğu’da aşiretler hâlâ varlıklarını koru-yor. Dolayısıyla biz 100-150 yıl öncesininsorunlarını aşabilmiş değiliz. O yüzdenher 31 Mart’ta 31 Mart’ı tartışıyoruz.
Biz Batı eksenli bir kültürel transfor-
masyon geçirdiğimiz için, sorgulamalar çok
daha radikal. Sen bir dönem geçmişini öyle
dışlamışsın ki, bir ölçüde tepkilerle kar-
şılaşıyorsun. Önemli bir kırılmadan söz
ediyoruz. Her kırılmanın artıları eksileri
var. Artılara bakarsak, Türkiye’nin vardığı
noktaya İslam dünyasında hiçbir ülke va-
ramadı. Bu artı olarak değerlendirilebilir.
AZMAN
1930’lar antropolojisine dönersek...Şevket Aziz Kansu ve Türk AntropolojiEnstitüsü...
Antropoloji Enstitüsü İstanbul’da Da-
rülfünun Tıp Fakültesi’nde kuruluyor,
1933 Üniversite reformuyla Fen Fakülte-
si bünyesine alınıyor. Ben o kanıdayım ki
Atatürk’ün kafasındaki Dil ve Tarih-Coğ-
rafya Fakültesi’nin omurgası büyük ölçü-
de antropoloji. Kurduğu bölümlere ba-
kıyorum, hepsi aslında antropolojiye gir-
di sağlayacak bölümler. Mesela ilginç bir
şekilde sosyoloji yok. Antropoloji Ensti-
tüsü İstanbul Üniversitesi’nden alınıyor,
Ankara’ya getiriliyor. Başına Şevket Aziz
Kansu geçiriliyor. Atatürk’ün ise antro-
polojiye ilgisi Eugène Pittard’ın kitabıyla
tanışmasıyla başlıyor. Pittard da Antro-
poloji Enstitüsü’nün yayın organı Türk An-
tropoloji Mecmuası’nın kurucuları ara-
sında; bunu da unutmamak gerekir.
1911’den beri Türkiye’ye gelip gidiyor Pit-
tard.
Az önce sözünü ettiğiniz, Afet İnan’ındoktora tezi olarak yaptığı ve 64 bin ka-fatasının ölçüldüğü en geniş antropolojianketi hakkında bilgi verebilir misiniz?Amacı ve vardığı sonuç neydi bu anketin?
ARA�TIRMALARDA ETN�S�TEAYRIMI YOK
Afet İnan İsviçre’de savunduğu dok-
tora tezinde, Eugène Pittard’ın tezlerini
Anadolu bağlamında doğrulayacak; daha
doğrusu daha kesin bir sonuca ulaştıracak.
Pittard şunu diyor: İsviçre’de Göller
Bölgesi’nde insanlar avcılıkla, toplayıcılıkla
yaşadıkları evrede insan nesli “dolikose-
fal”; yani kabaca ifade edilirse “uzun su-
ratlı”. Ama tarihin belli evresinde bu in-
sanların toprağı ekmeye, hayvanları ev-
cilleştirmeye başladığını görüyoruz. Bu uy-
gar evreyi gündeme getirenler oraya son-
radan gelmiş bir nesil. Bu göçmenler ise
“brakisefal”; yani “geniş suratlı”. Eugène
Pittard bunu tespit ediyor önce. Yani
brakisefallerle birlikte bir aşama atlıyor uy-
garlık. Şimdi oradan yola çıkarak Göller
Bölgesi’ne göç etmiş kişilerin izini sürmeye
başlıyor. Tabii bu sırada dünyanın dört bir
tarafında antropolojik araştırmalar var.
Brakisefaller de Orta Asya’da gözüküyor.
Bu insanların göç yollarının izini sürerken
Anadolu’ya ulaşıyor. Yani Anadolu’nun
üzerinden geçen birtakım brakisefaller Av-
rupa’ya uygarlığı götürüyorlar. Eugène Pit-
tard Anadolu’da birtakım insanların bra-
kisefal olduğunu görüyor ve bunun üze-
rine göç yolunun buradan geçtiğine dair
bir tez atıyor ortaya. Afet İnan ise bu tezi
çok daha kapsamlı bir örneklemle kanıt-
lıyor. Ayrıca geçmişin o brakisefalleriyle
30’lu yılların Anadolu insanları aynı kafa
ölçülerine sahipler. Demek ki bunlar geç-
mişten beri burada yaşayan insanlar. De-
mek ki bunlar Orta Asya’dan gelmiş in-
sanlar. Orta Asya’nın Türklerin yurdu ol-
duğu da biliniyor. Eugène Pittard bunlar
“neden Türk olmasın” diyor. Türk Tarih
Kurumu kısaca “evet bunlar Türk’tür” di-
yor. Kitabımın son makalesi Kürt sorunu
ile ilgili… Onlar da Horasan’dan gelmiş,
aynı ırka mensup insanlar olarak nite-
lendiriliyorlar. Bu tarihlerdeki bilimsel
araştırmalarda herhangi bir etnisite ayrı-
mı yok.
Ben de bu noktaya gelmek istiyorum.Bütün bunlar, yani erken Cumhuriyet’inantropoloji çalışmaları ırkçılığı veya enazından etnik milliyetçiliği destekler birmahiyette miydi? Bu çalışmalarda “et-nisitenin, etnik unsur”un konumu nedir?Ayrıştırıcı, dışlayıcı bir mahiyeti olduğusöylenebilir mi?
Bu tarihlerde yapılan akademik çalış-
malarda etnik milliyetçilikten söz ede-
meyiz. Kurgu zaten ona elvermiyor. Yani,
Türkiye’de o tarihlerde etnografya çalış-
maları yapılmakta ama bunlar daha çok
yaşam kültürü bağlamında. Şeyh Sait İs-
yanı’na kadar aslında Türkiye’de farklı top-
lumsal yapıların olduğu kabullenilmiş
durumda. Ama Şeyh Sait İsyanı’ndan
sonra bunun ne denli riskli olduğu anla-
şılıyor. Başlangıçta Cumhuriyet’i kuran
kadrolar farklılıkların varlığını hiçbir şe-
kilde yadsımıyorlar. 1925’te Şeyh Sait
Ayaklanması ile birlikte o tür bir tasnifin
ne denli büyük bir risk taşıdığı anlaşılıyor.
Çünkü Şeyh Sait İsyanı, Musul Sorunu ile
yakından bağlantılı. O yüzden bunun bir
şekilde ileride üniter devlet açısından
büyük sorun olabileceği düşünülüyor. Bu
anlayış savunma güdüsünden kaynakla-
nıyor. Mümkün olduğu kadar ülke bü-
tünlüğünü sağlayacak bir söylemle hare-
ket ediliyor.
Tabii bu evrede ulus-devlet inşa süre-
ci de gündeme geliyor. Bir de öyle bir coğ-
rafyada devlet kuruyorsun ki bütünlüğü
ancak ortak dilde görüyorsun. Bu bir tür
toplum mühendisliğini gerektiriyor. Böy-
le bir süreç var. Bütün bunların ötesinde
o tedirginlikle özellikle gayrimüslimler
bağlamında bir tür mesafe koyuş var,
bunu göz ardı etmemek gerekiyor. Bu me-
safe koyuş, Cihan Harbi ve Millî Mücadele
döneminde gayrimüslimlerin tavırlarıyla
yakından ilişkili.
Dil konusuna gelince… Başlangıçta
Kürtçe bir dil olarak kabul görmüş…
Daha sonra dışlanma çabası içerisinde…
Bunu da göz ardı edemeyiz. Ama antro-
polojide hiçbir zaman bunlar gündeme gel-
miyor. Yani Güneydoğu’da yapılan araş-
tırmalarda hiçbir şekilde bir ayrıma gi-
dilmiyor. Hatta bir makalede entelektü-
el birikim üzerine yapılan araştırmada on
bölge içersinde ikinci sırada Güneydoğu
bölgesi çıkıyor. Bu coğrafyayı dışlamıyor,
bilakis önemli bir konuma getiriyor.
(görüşmenin 2. ve son bölümünü gele-cek sayımızda yayımlayacağız)
5 N�SAN 2013 CUMA16 Aydınlık KİTAP
İki gencin hesapsızca çıktığı yolculuğu,
absürd karakterleri ve karşı konulamaz bir
cazibeye sahip diliyle çağdaş bir yol anla-
tısına dönüştüren Wolfgang Herrndorf’un,
ON8 Kitap koleksiyonuna katılan “Yokuş
Aşağı” romanı üzerine Frankfurter All-
gemeine’de yayımlanan söyleşisini sizle-
re sunuyoruz.Yazarın kitapla ilgili yaptı-
ğı tek röportaj. Çok az görülen bir kanser
türüne yakalandı ve artık röportaj vermi-
yor. Dolu dolu olan bu özel söyleşi sizler
için çevrildi. İyi okumalar diliyoruz.
“Yokuş Aşağı” üzerine konuşalım.Neden bir gençlik romanı?
2004 yılı dolayında çocukluğumda ve
gençliğimde okuduğum kitapla-
rı yeni baştan okudum. “Sinek-
lerin Tanrısı”, “Huckleberry
Finn’in Maceraları”, “Arthur
Gordon Pym”, “Pym Ameri-
ka’ya Gidiyor” vs. Hatırladığım
kadar güzel olup olmadıklarını
merak ediyordum, ama tabii 12
yaşındayken nasıl bir insan ol-
duğumu da görmek istiyor-
dum. Bu süreçte fark ettim ki,
favori kitaplarımın hepsinin
ortak bazı özellikleri var: Re-
ferans alınan yetişkinlerin hız-
lıca bertaraf edilmesi, büyük
seyahat, büyük su... Bu üç
şeyi, biraz da olsa gerçekçi bir
gençlik romanında bir araya
getirmek nasıl mümkün ola-
bilir diye düşündüm. Elbe
Nehri’nden aşağı salla ya-
pılan bir seyahat fikri bana komik geldi.
21. yüzyıl Almanya’sında, bir gemi seya-
hatinde yolcu olmak da: Pöf! Sadece ara-
ba ile bir şeyler düşünebildim. İki genç bir
araba çalarlar. Evet, su yoktu ama kurguyu
kafamda bir iki saniyede oluşturdum.
Kuşağa özgü ifade tarzlarını ve alış-kanlıkları, oldukça tasarruflu bir şekildekullanmışsınız. Ama insanın 1995 yılın-da doğan kuşağın vakti ve parasıyla ne-ler yaptığını yine de öğrenmesi gerekiyor.Siz ise 1965 doğumlusunuz. Nasıl bildi-niz?
Bilmiyorum aslında. Ama meselenin
gençlik olması, bana çok da büyük bir so-
runmuş gibi gelmedi; daha doğrusu, el iş-
çilerini, doktorları ya da makinistleri bir
romanda konuşturmaktan daha zor bir so-
run değildi, diyeyim. Ben gençliğin özel bir
sorun sunduğunu düşünmüyorum, an-
cak nedense o yıllarda yapılan hatalar daha
çok göze batıyor. Ama bunu derken, bu işi
mükemmelen çözdüğümü de söylemek is-
temiyorum. Anlatıcıma sürekli olarak
kullandığı iki kelime verdim, gerisini de söz
dizimiyle hallettim.
İnsan argoya bulaştı
mı, bir yıl sonra alay
konusu olur.
Bir an için 2030 yı-lına sıçradığımızı var-sayalım. Kitabınız onyıldır derslerde oku-tuluyor. 9. sınıf öğren-cileri Wolfgang Herrn-dorf adını duyduklarıanda acıyla inliyorlar.Onlardan kitap üzerine
yazdıkları kompozisyonlarda hangi so-ruları yanıtlamaları istenirdi?
Korkarım Almanca derslerinde sem-
bollere odaklanılırdı. Maik’in, yukarıda po-
lis beklerken; yüzme havuzunda, su altında
annesinin elini tuttuğu son sahneye mesela
veya iksir sahnesine. Zaten şimdi de bunu
bana sık sık soruyorlar: “Av tüfekli yaşlı
adamın ikisine verdiği küçük şişedeki yo-
ğun sıvı ne biçim bir şey?”
Eleştirmen Gustav Seibt “Yokuş Aşa-ğı”yı Tieck ve Eichendorf gibi yazarlarınyapıtlarıyla birlikte Alman romantik ge-leneğinin içinde görüyor. Amerikan mal-zemesiyle, Alman romantik geleneğindeyazılmış bir kitap olarak “Yokuş Aşağı”!Gerçekten de bilinçli olarak bunu muamaçlamıştınız?
Yalnız Seibt’ın kastettiği bu muydu bil-
miyorum ama, ilk defa, genel olarak yan-
lış bir yorum değil bu. Söz konusu ben ol-
duğumda, herhangi bir şeyi bilinçli olarak
amaçladığım söylenemez. Yazarken, en
fazla “aman sıkıcı olmasın” derim, bunun
dışında da çok fazla düşünmem. Sonra bu-
nun nereye varacağı ise, bir yol filminde,
gayet rahatlıkla, kimsenin umurunda ol-
mayabilir... Yani demek istediğim, gayet ro-
mantik tavırlar içinde yolumu kaybede-
bilirim.
Aslında Berlin’den hiç çıkmıyorsunuz.Maik ve Çik’in seyahat ettikleri coğraf-yayı nereden buldunuz? Ay yüzeyinebenzeyen araziler, “tepelerinde sipsivrikayaların olduğu devasa büyüklükte dağ-lar” nerede?
Kahramanlarımdan farklı olarak ben
Doğu Almanya’ya hiç gitmedim ve seya-
hati Google Harita üzerinden yaptım! İn-
san orada dağlara tepeden bakıyor ve ne
yükseklikte olduklarını göremiyor. Ama
araştırmayla aram da hiçbir zaman pek iyi
olmadı. Araziyi, Michael Sowa’nın re-
simleri gibi betimlemeyi denedim: İnsan
ilk bakışta doğada da tıpkı böyle diye dü-
şünüyor. Ama biraz daha yakından bak-
tığınızda, hepsinin özenle kurgulanmış
şeyler olduğunu fark ediyorsunuz: Gün-
düz rüyalarında görülen, ideal manzara-
lar gibi.
İnsan yazarken, genellikle, aklındabelli bir okuyucuyu olur. Bu sizin için degeçerli mi?
Evet. Somut bir insan değil ama her
şeyi anlayan, zeki bir okuyucu...
Farklı farklı türlerde eserleriniz var.
Berlin popüler edebiyatı, kısa öykü, genç-
lik romanı, gerilim romanı...
Sırada bilimkurgu da var.
Spor olsun diye mi? Yoksa can sı-kıntısından mı?
Daha ziyade kendimi yönlendire-
memek, diyeyim. Birçok fikir aklıma, sı-
radan şeyler okurken, ya da izlerken ge-
liyor. Kötü şeyler çok kötü; iyi şeylere
duyduğum hayranlık karşısında da aklı-
ma yeni bir fikir düşmüyor, ama sıradan
şeyler söz konusu olduğunda sık sık, şu-
rada bir vida, burada bir somun biraz
daha sıkıştırılabilirmiş diye düşünüyo-
rum. Bu süreçte kendimi hangi türde bu-
lacağım ise ikinci planda.
Siz resim eğitimi aldınız ama sonrabıraktınız. Neden?
Yapmak istediklerimi yapamıyor-
dum. Ayrıca 1980’lerin sanat liseleri, ger-
çeklik ve sırlama teknikleriyle, insanı pek
de bir yere götürmüyordu. Sonunda,
kendimi sadece çizgi roman yaparken
buldum. Onlarda da zaman ilerledikçe,
yazılar uzadı, resimler küçüldü ve bir gün
bir baktım ki, hiç resim kalmamış. Re-
simli sanatla ilişkimin kalmamış olması
hoşuma gitmedi de değil!
Edebiyat hangi anlamda daha iyi?Edebiyat daha müşteri dostu. Resimli
sanatın en büyük dezavantajı, bilmem kaç
metrekarelik saçma sapan bir işin bile, hiç
rahatsızlık duymadan izlenebilmesi. İn-
san gözlerini kapar ve iki saniye sonra yo-
luna devam eder. Ama kendini bin say-
falık bir kitaba kaptırmış bir okuyucu,
uzun süre, çok yalnız kalır. Ki bu, ede-
biyatın evrimi içinde, roman gibi son de-
rece sağlam temelli ve huzur verici ölçüde
alışıldık bir şeyi ortaya çıkarmıştır. Re-
sim sanatı o noktaya hiç bir zaman ulaş-
mayacak.
“Yokuş Aşağı” bir sohbetWOLFGANG HERRNDORF İLE
Yokuş Aşağı, WolfgangHerrndorf, On8 Kitap, Çev: Suzan Geridönmez, 288 s.
İREM HALIÇ[email protected]
Günün birinde, bir sebeple biri ile ta-
nışırsınız. Birlikte geçirilecek bir süre
vardır ve bu arada sohbet edersiniz. Hani
başka türlü zaman geçmez zaten. Fakat
birden bir sihir oluşur ve o yeni tanıştığı-
nız insanın, size ne kadar benzediğini fark
edersiniz. Bir bakmışsınız aynı dili konu-
şuyorsunuz. Aynı şekilde espri yapıyor,
aynı esprilere gülüyor hatta dünyayı ve
olayları aynı bakışla değerlendiriyorsunuz.
“Ufff!” dersiniz sonunda, “Nerelerdeydin
sen?”
Sohbet derinleştikçe, ke-
yif oranı artmaya, aranız-
daki sıcaklık büyümeye baş-
lar. Sihrin yarattığı yaldız-
lanma, ruhlar arası yıldız-
lanmaya sebep olur. Artık
beyinleriniz arasında, altın-
dan akan suyun rengini gö-
rebildiğiniz bir köprü ku-
rulmuştur. Eski taş ustala-
rının uz elleri ile yaptığı, gö-
rünmez bir köprü...
Son zamanlarda, deli-
nin gömleğini bellediği gibi
bellediğim yazarlarımın dı-
şına çıkıp, Türk Edebiya-
tında neler oluyor, diye ba-
kınıyorum. Kimler, neler
yazıyor ve gidişat nereye
doğru? Sanatın; sanatın içindeki bilim ve
felsefenin, hatta sanatsal mizahın nere-
sindeyiz? Yoksa hâlâ o eski, o küflenmiş,
“Sanat toplum içindir,” “Hayır efendim,
sanat içindir” diyerek birbirine diklenen
horozların çöplüğünde mi geziniyoruz?
İşte şu üçüncü paragrafta değindiğim,
Türk Edebiyatı yolculuğum sırasında,
aynı kompartımanda tanıştım Toprak
Işık ile. Ve elbette baştaki iki paragrafı yaz-
dıran da bizzat kendisinin sözcüklerden
mütevellit taş ustalığına benzer bir usta-
lıkla beynime attığı köprü.
KISA BİLGİ : Edebiyat ve edebiyat-
çıyı hem emek/emekçi hem de sanat/sa-
natçı büyüteçleri ile değerlendiriyor, Top-
rak Işık. Bunu yaparken de kimi kez gü-
lümseten, kimi kez ‘Tabii ya!” dedirten,
olabildiğince içten cümlelerle, duygu ve
düşüncelerini okura geçiriyor. “Sanat
Olarak Edebiyat”, “Yazar/Yaratım Bo-
yutuyla Edebiyat”, “Okur Boyutuyla Ede-
biyat” çerçevesinden değerlendiriyor.
ALTINI ÇİZDİKLERİM : Altı çizil-
meyecek hiçbir cümle bulamamak ne
demek bilir misiniz? Hatta eğer bir yere
kayıt edecekseniz, kendinizle savaştığınız
oldu mu? Mesela, “Bu kesin olmalı. E, bu
olmadan şu olmaz, kopamaz ki bunlar,”
deyip peşi sıra gelen cümleler için de “Bu
da olmalı. Ah! Şunu da almalıyım,” der-
ken buldunuz mu kendinizi? Evet mi? İşte
onu yaşıyorum ben de. Yazarın, edebiyat
ve sanata dair kurduğu-kurguladığı cüm-
lelerin hepsini vazgeçilmez bulmak hissi
bu. Yine de…
“Veresiyeye hayır demez haz ihtiya-
cı.”
“Da Vinci çoktan
toprağa karışmış olsa da
Mona Lisa, kaşsız yü-
zündeki esrarlı gülüm-
semeyle bize bakıyor
hâlâ.”
“Örgütlenmekle çe-
teleşmek tamamıyla zıt
kavramlar. Biz hep ikin-
cisini başarıyoruz. Ha-
yatını edebiyata adaya-
cak kadar gözü kadar
olan yazarın çıkarları bu
çetelere dahil olmayı de-
ğil onlara kafa tutmayı
gerektirir.”
“Çocuklara yazılmış
masallardakinden farklı
bir yaramazlıktır ustala-
rın yarattığı eserlerdeki zalimlik. Okur
söylemeye çekinse de kan, kötülük ve
gözyaşından hoşlanıyor.”
“Okura göre, senin benim gibi düm-
düz bir adam olmamalı yazar. Tanrı’nın
Mars’taki alt yapı çalışmalarını bitirene
kadar dünyaya saldığı bir uzaylı olmalı.”
“Sanatın her dalındaki gibi edebiyatta
da kişisel zevkin dokunulmazlık hakkı
var.”
GERİYE KALAN : Geriye kalan ne-
dir biliyor musunuz değerli okurlarım?
Hüzünlü, çizmeli kedi ifadesiyle: “Ama
daha bir sürü cümle var, sizlerle paylaş-
mak istediğim,” duygusu. İyisi mi, en ya-
kın kitapçınızdan edinin derim. Özellikle
edebiyata yazmak ve okumak pencere-
sinden bakıyorsanız, hiç durmayın. Sanat,
mizah, felsefe sosuyla terbiyelenmiş, le-
ziz bir edebiyat sofrası “Sıradana Övgü”.
Bir tek kapağı düşündürüyor beni. Ta-
mam, kitabın adı “sıradan”. Kapak da hiç
olmazsa sıradan olabilseydi, demekten
kendimi alamıyorum…
Özellikle edebiyata yazmak ve okumakpenceresinden bak�yorsan�z, hiç durmay�n. Sanat,
mizah, felsefe sosuyla terbiyelenmi�, leziz biredebiyat sofras� “S�radana Övgü”
Sözcüklerdendoğmuş taş ustalığı
EMİNE SÜPÇİN
Sıradana Övgü, Toprak Işık,
Deli Dolu, 158 s.
17Aydınlık KİTAP
Bu kitaptaki öyküler Subukistan
adı verilen düşsel bir ülkede geçer.
Subukistan’da Abuklar ile Subuklar
birlikte yaşarlar. Bazen Abuklar Subuk,
Subuklar Abuk olabilir, bu sizi şaşırt-
masın! Abuk subuk bir ülkedir burası.
İşte bu kitap Abuklarla Subukların
öykülerini anlatır.
Abukları ve subukları çok uzaklar-
da ve yok ülkelerde aramak zorunda de-
ğilsiniz. Onlar muhtemelen çok yakın-
larınızda otobüste, metroda, sokaklar-
da her yerde olabilirler
Abuk Subuk BirSubukistan Öyküsü
Orhan Tez, Etki Yay�nlar�, 64 s.
Bin Yüz Bir Giz
İlk gününden son anına kadar I. İb-
rahim’in padişahlığının anlatıldığı bu
romanda haremin devlet idaresinde ne
derece etkili olduğu da ayrı bir gerçek
olarak göze çarpıyor. Yirmi üç yıllık dul-
luk hayatında sadece bir kere soğuk-
kanlılığını kaybetmiş, sinir buhranları
içinde deli olacak hale gelmişti. Ona bu
ruh sarsıntısını veren gene Sultan IV. Mu-
rat’tı. Çünkü sağ kalan tek kardeşini, Kö-
sem Sultan’ın son yavrusunu da öldür-
mek istemişti. Bir oğlunun gözü önün-
de boğulmasına tahammül eden ana, bu
ikinci felaketi sükûnetle karşılayamadı.
Hayatını iki kere kendine borçlu olan o
şehzade şimdi tahta çıkıyordu ve şüphe
yok ki şükranını ödemeye çalışacaktı...
Cinci Hoca
Hukukun, özellikle de ceza huku-
kunun konusu “insan”dır: Hukukçu-
ların bu “insan”a bakışları çoğu kez yasa
maddelerinin soyut belirlemelerinin
kişilere uygulanmasından öteye geçmez.
Yasa, doğru uygulanmışsa, adalet de
gerçekleşmiş varsayılır. Dahası, “Hu-
kukun Üstünlüğü”, toplumların özlemi
olarak olarak gösterilir. Ama, gerçek-
te Ceza Hukuku uygulamasında bun-
dan da üstün tutulması gereken, “insanî
boyut”un gözetilmesidir.
Prof. Dr. Çetin Yetkin, “Bir Savcı-
nın Not Defteri”nden adlı kitabında,
geçmişte tanığı olduğu, soruşturması-
na ya da yargılamasına katıldığı olayları
irdeledi.
Bir Savc�n�n NotDefteri’nden
Atçalı Kel ve Sinanoğlu, Şeyh Bed-
reddin’in kurmak isteyip de idam edildi-
ği için yaşama geçiremediği toplumsal dü-
zeni ilk kez yaşama geçiren kişiler midir?
“Saz çalıyorlar, içki içiyorlar, kadın erkek
beraber oturup kalkıyorlar,” diye suçlanan
bu Türkmenlerin ereği neydi? Ne oldu da
Cumhuriyet ilan edildikten sonra bu efe-
lerin tümü düze indi?
Efelik, Zeybeklik tarihi, acıların, kat-
liamların, onurlu direnişlerin tarihidir.
Bu kitapta insan olmanın erdemine er-
miş, onurlu, dikduruşlu, kimliğini, kişiliğini
sahip çıkan, Anadolu erenlerinin belge-
lerini, öykülerini bulacaksınız.
Atçal� Kel ve Ya�dereliSinano�lu Efe
İmkânsızı başararak kazandığı
Oxford Üniversitesi’nde eğitim ha-
yatını sürdüren Harry Clifton’ın des-
tansı yaşamöyküsü 1919 yılında Bris-
tol’ün arka sokaklarında başlar. Clif-
ton, bir savaş kahramanı olarak öl-
düğünü zannettiği babasının, bu
olaydan yirmi bir yıl sonra asıl ölüm
nedenini öğrendiğinde, onun gerçek
babası olmayabileceği gerçeğiyle de
yüz yüze gelir. Bu ikilemin ruhunda
yarattığı sarsıntıyla mücadele etme-
ye çalışırken de İkinci Dünya Sava-
şı patlak verir ve bu savaş onu haya-
tının kararını vermeye mecbur kılar:
Ya öğrenimine devam edecek ya da
Hitler Almanyası ile savaşacaktır.
Tek �ahit Zamand�
Mustafa Balbay, Silivri hukukundan
esinlenerek kaleme aldığı bu tiyatro için
şöyle diyor: “Gerek benim tanık olduğum
Ergenokon davasında, gerekse Balyoz,
Odatv, KCK başta olmak üzere benzer
kurguya sahip davalarda yaşananlardan
esinlenerek bir oyun yazmaya soyun-
dum. Bu yargılamalardaki hukuksuzluk-
ları iki perdelik bir oyunun boyutlarına sığ-
dırmak elbette olanaksızdı. Üstelik hu-
kuksuzluğun pek çok boyutu vardı. Her
şeyi anlatmaya girişmek zaten karmaşık
görünen konuyu daha dağınık hale geti-
rebilirdi. Oyunu okuyan, izleyen tüm
sağduyulu kesimlerin üzerinde birleşe-
ceğini umduğum bir anafikir etrafında ger-
çek olaylardan esinlenerek bu işe giriştim.”
Yarg�tatör
Tarihçi Jean-François Solnon, XIV.
yüzyıldan XX. yüzyıla dek, Osmanlılar-
la Hıristiyan Avrupa’nın ortak tarihi-
ni, kültürel alışverişini ve zaman içinde
birbirleri hakkında değişen algılarını
inceliyor.
Osmanlı İmparatorluğu ile Hıristi-
yan Avrupa’nın arasındaki büyük savaşlar
iki tarafta da iyi bilinir: Konstantinopo-
lis’in fethi, Viyana Kuşatması, İnebahtı
Savaşı... Ancak sultanın tebaası ile Hı-
ristiyanlar arasında yalnızca çatışma ve
silahlardan ibaret bir ilişki yoktu.
Sar�k ve �stanbulin
M. Sad�k Aslankara, Can Yay�nlar�, 203 s.
“Bin Yüz Bir Giz”, Salihli’nin idea-
list belediye başkanı Zarif Bey’in sanata
yönelik bir düşüyle başlıyor; Zarif Bey, gö-
reve gelir gelmez, Salihli’ye bir tiyatro ka-
zandırmak istediğini açıklıyor. Amacı, çağ-
daş ve sanatla iç içe bir Salihli yaratmak...
İlk kez 1993’te basılmış olan “Bin
Yüz Bir Giz” bir kasaba parodisi; bele-
diye görevlileri, küçük esnaf, devlet ku-
rumlarına yerleşmiş ufuksuz fakat hırs-
lı kişiler, sanattan alabildiğine uzak ka-
saba halkı, gençler, ev hanımları... As-
lankara, tüm bu kalabalığı gözlemledi-
ği romanıyla zaman zaman güldüren,
ama sonunda okuru ciddi sorularla ve ta-
bii hüzünle baş başa bırakan bir oyun ko-
yuyor sahneye.
M.Turhan Tan, Kap� Yay�nlar�, 355 s.
Jean - François Solnon, Do�an Kitap,
Çev: Ali Berktay, 596 s.
Çetin Yetkin, Gürer Yay�nlar�, 156 s.
Etem Oruç, Berfin Yay�nlar�, 237 s.
Mustafa Balbay, Cumhuriyet Kitaplar�, 128 s.
Jeffrey Archer, Alt�n Kitaplar,
Çev: Canan Kim, 400 s.
5 N�SAN 2013 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Bozuk
Kimler depresyon geçirir?
Bir kişinin huyuna suyuna bakıp,
“Hah işte, tam depresyon geçirecek
adam” denilebilir mi?
Görüşme odasına bir kamera koy-
saydık neler görecektik?
Tanı nasıl konuyor?
Kaç çeşit depresyon var?
Kişilik depresyonu nasıl etkiliyor?
İlaç tedavisi nasıl düzenleniyor?
Terapi nasıl yapılıyor?
Kişi intihar ederken aslında kimi öl-
dürmeye çalışıyor?
Bu sorulara, bir terapist, depresyon
konusunda çalışan bir araştırmacı, ken-
disi ve yakınları depresyon geçiren bir kişi
nasıl bakar?
Ustas�ndan DepresyonTahlilleri
Her yaz adeta bir şenliğe dönüşen
huzurlu bir kasaba… Tüm yaşanmışlık-
ları geride bırakıp, yeni bir hayata baş-
lamak için bu kasabaya yerleşen yalnız
bir kadın… Kasabadaki örgü atölyesin-
de bir araya gelen insanların peşine
düştüğü akıl almaz bir cinayet.. Ve hiç
kimsenin tahmin edemeyeceği sarsıcı bir
sonla biten şaşırtıcı bir roman...
“Sally Goldenbaum, dostluk bağla-
rını harikulade bir dille işlediği bu ro-
manda duygusallığın yanı sıra gerilim ve
gizem dolu muhteşem bir kurgu yarat-
mayı başarmış. Bu yazar yeni bağımlılı-
ğınız olacak!”
-Publishers Weekly-
K�y�ya Vuran Hayatlar
“Bir tarih yarattı bu kent: ellerinde
acının korkusuzluğu
ve gökten ağan ulusu…
“sorgu başlayacak elbet,
suç sabittir: şafakta uyanık olmak!
“kent doludizgin, yakılmış cân-ı
can vekâleten,
sorgucu tarafından vahşice.
“uçuşan küllerden,
martılara dönüşen bir bereket
memleket!”
Gözleri Yitik Dü�
Şiir sonsuz özgürlüktür. Konu, öz,
biçim bakımından şiir sınırsızdır. Bireyi
toplumu ve ulusalı, tüm insanlığı kap-
sar. Bunu yaparken anlaşılır,, kavra-
nabilir, akılda kalabilir bir dil kullanıl-
malıdır. Şairin ağzından bal kalemin-
den fikirler akmalıdır.Şair, estetik örgü
ve yaklaşımla anlamlar deryasına dal-
malıdır. Yüzyılları günümüze, oradan
da geleceğe aktaran en etkili sanat şi-
irdir.
Isl���n� Derin ÇalYüzy�llar� Getirsin
İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk yılları
içinde, Bakırköy’e bağlı Osmaniye kö-
yünde bir kız bebek dünyaya gelir. Sa-
kinlerinin bir kısmı ekip biçip hayvan bes-
leyerek, bir kısmı da yakındaki Sümer-
bank fabrikasında çalışarak geçinen kü-
çük, kendi halinde bir köydür burası.
Şemsa, Osmaniyelilere benzemeyen in-
sanlarla dolu Bakırköy’e alışır. Orta-
okulda vermeye başladığı özel İngilizce
dersleri İstanbul Kız Lisesi’nde de devam
eder. Cağaloğlu’nda yayın dünyasının ya-
kınında olmanın tadını çıkarır. Derken
kardeşinin düğününü yapmak için oku-
la ara verip çalışmaya başlar. İş hayatı ev-
liliğin ve ABD’den Kongo’ya uzanan bir
aile hayatının kapılarını da açar.
Hayal Molalar�
Kaleme alınan bir roman, duygula-
rın notalara döküldüğü bir beste, tek bir
anın boya ve tual’le birleşerek ölüm-
süzleştiği bir resim ve kayıt üzerindeki bir
öykünün objektiften geçerek hayat bul-
duğu bir film...
Hayatımızda derin sizler bırakan
bu eserlerin sahipleri, kültür mirasımı-
za yapmış oldukları bu değerli katkıların
bedelini çoğu zaman hasretler, ayrılıklar
ve sürgünlerle ödediler.
Günübirlik şöhretlerin etrafımızı
sardığı şu günlerde, ülkemizin gerçek sa-
natçılarının, yakın tarihimizdeki siyasal
gelişmelerin ışığı altında bir eser.
Cumhuriyet’ten GünümüzeTürkiye’nin Muhalif
Sanatç�lar�
Beyazperdeye yansıyan yaratıcılığın
nihai sorumlusu olan yönetmen, her film-
de geminin kaptanıdır. Oyuncular ve de-
partman şefleri yönetmene rapor verir.
Bazı yönetmenler aynı zamanda sena-
risttir de; benzersiz tarzlarıyla karakterler
yaratır ve diyalog yazarlar.
Sinema Sanatı dizisinin bu ilk kita-
bı, filmin senaryo yazımı ve oyuncular-
la çalışmaya, tasarım ve görüntü yönet-
menliğinden postprodüksiyon ve dağı-
tıma kadar tüm disiplinlerini kapsayan
yönetmenlik üstüne ufuk açıcı ve eğ-
lenceli bir başvuru kitabı.
Yönetmenlik
Hakk� �nanç, K�rm�z� KediYay�nevi, 118 s.
“Bu yüzden çok çelimsizdi annem.
Çelimsizdik. Derimle inatlaşan ke-
miklerim, olduğumun on misli çirkin
gösterirdi beni. Şehrin sırtını döndüğü
üç katlı bir gecekondunun merdiven al-
tındaki kömürlükten bozma bu gü-
neşsiz odasında, orkideler yetişecek de-
ğildi elbet. Bir saksımız vardı. Kapının
yanındaki asanın üzerinde beklerdi.
Annem yıkadığı çatal bıçağı yatağın al-
tındaki tahta valize kaldırmadan önce,
kurusun diye onun içine koyardı. Sak-
sıdaki o eğri büğrü çatallardan fark-
sızdık biz de. Bunca çirkinliğimize
karşın, kırık bir ayna asılıydı yatağın
çaprazındaki duvarda. Başka yüzler
arardık bakıp bakıp...
Sally Goldenbaum, Mart� Kitabevi,
Çev: Nilgün Birgül, 400 s.
Mike Goodridge, Remzi Kitabevi,
Çev : Elif Ersavc�, 192 s.
Levent Mete, Say Yay�nlar�, 136 s.
Kaan Turhan, Kendi Yay�n�, 63 s.
Adil Gülvahabo�lu, PaydaYay�nc�l�k, 212 s.
Erkan Özgür, Efege Yay�nevi, 312 s.
�emsa Ye�in, �� Bankas� Kültür Yay�nlar�, 454 s.
5 N�SAN 2013 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
5 N�SAN 2013 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUK - GENÇ
Çizmeli Kedi Yayınları’ndan çıkan
“Sinir Küpü” isimli kitap, Alman Çocuk ve
Gençlik Edebiyatı Akademisi’nden en iyi
çocuk kitabı ödülünü almış ve 20 dile çev-
rilmiş bir kitap. Yazarı Manfred Mai,
1978 yılından beri çocuklar için yazan, Al-
man Çocuk Edebiyatı dendiğinde akla ge-
len öncü yazarlardan biri. Öykülerinin, ro-
manlarının yanı sıra, çocuk eğitimine yö-
nelik araştırmaları da bu-
lunuyor. Ayrıca çocuklara
dünya tarihini ve coğrafya-
sını anlattığı eğlenceli an-
siklopedileri ve Grimm Kar-
deşler’in masallarını yeni-
den yorumlayıp hazırladığı
masalları da var. Kısacası
çocuklar için üretmiş dur-
muş Manfred Mai. Çizme-
li Kedi Yayınları da yazarın
Almanya’da çok ses getiren
“Das Zornickel” isimli ki-
tabını “Sinir Küpü” adıy-
la yayımlayıp çocuk okur-
larımızla buluşturmuş.
Peki, bu kitap neden bu
kadar ses getirmiş?
Öfke nöbetleri çocuk-
ların gelişiminin doğal bir
süreci, fakat bu sürecin sağlıklı atlatıla-
bilmesi için davranışların iyi tanınması ve
kontrol edilmesi gerekli. İsteklerinin ko-
layca yerine getirilmesi, yeterince ilgi gör-
memesiyle aynı sonuçları doğurabilir.
Maalesef “şımarıklık” bahanesiyle ebe-
veynler tarafından geçiştirilen bu davra-
nışlar, öfkenin kişilik bozukluğuna dö-
nüşmesine neden olabiliyor. Ve bu kitap,
tüm bu durumları ilginç ve eğlenceli bir
kurguyla anlattığı için, ebeveynlerin ve eği-
timcilerin dikkatini çekmiş. Gelgelelim ki-
tabı çocuklar okuyacak. İşte bu noktada da
kitap, çocuk okuru kendisiyle yüzleştiriyor
ve onu çok iyi tanıdığının sinyallerini ve-
riyor.
S�N�RL�YKEN RES�M �ZEY�MDEME!
Alexander’ın öfkeli olmak için çok
nedeni var kendince. Her işine karışan bir
annesi ve henüz konuşmayı pek be-
ceremediği halde susmak bilmeyen
şımarık bir kız kardeşi var ve on-
lar da yetmezmiş gibi okulda her
sabah yoluna çıkmamaları için
dua ettiği tehlikeli çocuklar, öğ-
rencilerini azarlamaktan pek zevk
alan öğretmenler ve daha nice
gereksiz insan… Bir gün yine an-
nesi ve kız kardeşine aynı anda öf-
kelendikten sonra kıpkırmızı bir
halde odasına çıkan Alexander, öf-
kesini kusmak için eline kağıt ka-
lem alıyor. (Burada yazar biraz
iyimser davranmış sanırım, er-
genlik dönemindeki öfke nö-
betlerinde eline kağıt kalem alan
gençlerin oranı epey düşük). Si-
nirini yansıtan bir şeyler çizme-
ye başlıyor, haliyle ortaya boynuzlu, sivri
burunlu, sol gözünde korsan göz bandı olan
bir yaratık çıkıyor. Çizerken bir yandan
kendi kendine homurdanan Alexander, bi-
rinin onun homurtularına cevap verdiğini
fark ediyor ve kafasını kaldırdığında…
İşte Sinir Küpü! Kağıttaki resim kan-
lı canlı bir halde (boyu bir karış) Alexan-
der’ın önünde duruyor ve konuşmaya
başlıyor: “Bundan sonra seni tüm haksız-
lıklardan koruyacağım. Sen istemesen
bile”.
ÖFKEYLE BÜYÜYENYARATIK
Konusu epey ilginç olan kitabın şey-
tanımsı kahramanı Sinir Küpü’nün rolü şu:
Ne zaman Alexander birine öfkelenecek
olsa, bu bir karış boyundaki yaratık öfkeyle
orantılı olarak büyümeye başlayacak ve
karşısındaki insana Alexander’ın söyleye-
mediği her şeyi söyleyecek. Yani onun ye-
rine öfkesini kusacak. Ama bir karışken se-
vimli bir şey olsa da, devleştikçe epey kor-
kunç bir yaratığa dönüşen Sinir Küpü yü-
zünden Alexander’ın hayatı haliyle zorla-
şacak. Arkadaşları ondan uzaklaşacak,
kız kardeşi korkudan içine kapanacak, öğ-
retmenleri şikayet edecek.
Şimdi Alexander’ın bir karar vermesi
gerekiyor. Sinir Küpü sayesinde kendini
tehlikeli insanlara karşı güvende hissedi-
yor, ama aynı oranda yalnızlaşmaya başlı-
yor. Bu durumda yalnız fakat karizmatik
bir kovboy gibi ortalıkta gezinmeyi mi seç-
meli, yoksa arkadaşlarına geri dönmeyi mi?
Sinir Küpü’ne yol göründü gibi…
Eğlenceli okumalar diliyoruz.
İREM HALIÇ[email protected]
Annen, karde�in, arkada�lar�n ve ö�retmenlerinyüzünden sinir küpüne mi döndün? Bak bakal�msana benzeyen bir çocu�un ba��na neler gelmi�
Ey sinirli çocuk
Sinir Küpü, Manfred Mai,
Çizmeli Kedi Yayınları, Çev: Ersin Atayman,
96 s.
Dü�man
“Genç Bond” serisi ile dünya çapında büyük bir okur
kitlesi yakalayan çok yönlü İngiliz yazar Charlie Hig-
son’dan, Londra sokaklarında geçen dehşet verici bir
zombi kıyameti! Gelecek, tehdit altında... Sebebi bi-
linmeyen salgın bir hastalık nedeniyle 14 yaşını geçmiş
herkes yaratığa dönüşme tehdidiyle
karşı karşıya...
Yaşam mücadelesi verenler için
ölüm belki de tek kurtuluş fırsatı. Böy-
lesi dehşet verici bir kaos ortamından
zarar görmeyecek yegâne azınlık ise
çocuklar. Sam ve arkadaşlarını bıçak
sırtında bir yaşam savaşı bekliyor.
Onları öldürmek amacıyla peşleri-
ne düşmüş sayısız yetişkin var et-
rafta. Üstelik bu zombilerin karın-
ları çok ama çok aç...
Charlie Higson,Tudem Yay�nlar�,Çev: TonguçÇulhaöz, 440 s.
Olga Okulu Sevmiyor
Olga iki çocuklu bir ailenin küçük kızı. Oku-
la başlayalı bir hafta olmuş ama alışması pek ko-
lay olmayacak gibi. Ona göre okul hiç eğlence-
li değil. Ne oyuncaklarını götürebiliyor ne de çik-
let çiğneyebiliyor. Bir de öğretme-
ninden peş peşe uyarılar gelmeye
başlamaz mı? Olga’nın bir an önce
işleri yoluna koyması gerekiyor.
İkinci öyküde Olga arkadaşları-
nı yatıya çağırmak istiyor ve tam iki
arkadaşı için izin koparıyor! Birlik-
te koca bir gün ve gece geçire-
cekler. Arkadaşlarıyla yaşayacağı
maceraları düşündükçe sabırsız-
lanıyor Olga. Bakalım onu ne
gibi sürprizler bekliyor!
GenevieveBrisac,Hayykitap,Çev: EceNahum, 136 s.
Hayalet Avc�lar� - Büyük Tehlike
Dünyaca ünlü yazar Cornelia Funke'nin ma-
ceraperest okurlar için kaleme aldığı tüyler ür-
pertici derecede komik “Hayalet Avcıları Dizi-
si”nin dördüncü kitabı “Büyük
Tehlike” macerası Batakköy'de
geçiyor. Hayalet Avcılarımız Kim-
yon İnceruh, Tom ve Hügo'nun
oraya asıl gitme nedeni Tom'un
Üçüncü Aşama Hayalet Avcısı
diploması sınavı... Ancak kahra-
manlarımızı orada Profesör
Salyasümük'ün onlar için ha-
zırladığı hiç de hoş olmayan bir
sürpriz bekliyor... İyi okumalar...
-Keriman Güldiken-
Cornelia Funke,MavibulutYay�nlar�,Çev: ZeynepAlpaslan, 224 s.
5 N�SAN 2013 CUMA 21Aydınlık KİTAPGÜLDEN TERAZİ
Dört duvar, bir kapı ve pencereden olu-
şan kapalı mekâna oda diyoruz. Michelle Per-
rot, hayatımızda çok özel ve önemli yeri bu-
lunan bu mekânın çeşitli türlerini araştırdı-
ğı “Odaların Tarihi” adlı kapsamlı kitabında
(Yapı Kredi Yayınları, Ocak 2013 İst., Çev. Şi-
lan Evirgen,) kral odalarından yazar odala-
rına, çocuk odalarından otel odalarına, işçi
odalarından hasta odalarına, manastır hüc-
resinden hapishane hücresine ulaşan upuzun
bir odalar turu düzenliyor. Bu öyle bir tur ki,
bir odadan ötekine ancak yazar-rehberin
bulunduğunuz odaya ilişkin anlatacakları
bittikten sonra geçebiliyorsunuz. Götürül-
düğünüz her odanın ilginizi çekeceğine ise hiç
kuşku yok. Çünkü, kapısından girdiğiniz her
oda sizi az öncekinden bambaşka bir dünya-
ya, bambaşka tarihsel-toplumsal-bireysel ve
özel yaşantılara götürüyor. Kitabın bizi gö-
türmediği oda yok mu, var! Her kitabın ek-
sik bıraktığı bir yan olmasa aynı konuyu ele
alan bunca kitap niye yazılsın?
Bu yazının devamında sözünü edeceğim
başka bir kitap ve kitaplar bağlamında benim
ilgimi çeken “oda”, hapishane hücresi oldu.
HAP�SHANE HÜCRES�N�NEKONOM� POL�T���
Perrot, hapishane hücresini anlattığı bö-
lümde de kitaptaki her odada yaptığı gibi ta-
rihte küçük bir gezintiye çıkarıyor bizi. Ha-
pishane hücresinin odalar tarihindeki yeri açı-
sından bu oldukça yüzeysel incelenişi dahi,
tüm sınırlılığına karşın yine de dehşete dü-
şürüyor insanı. En önce de hücrenin ekono-
mi politiği yönünden. Şöyle yazıyor:
“İnsanlar, işçi ücretlerini asgari yaşam se-
viyesinde tutan kanunun göz önünde bulun-
durulmasıyla, tutukluların daima en yoksul
olan proleterden daha düşük yaşam seviye-
sine ve konfora sahip olmalarını ister, aksi hal-
de hapishanenin çekici bir hale geleceğini be-
lirtirler. Asgari yaşam seviyesi ve minimal hüc-
re, kabul edilen yaşamın değersiz ve şüphe-
li ufkunu çizer. Bu anlamda, hücre ulusal tü-
ketim standartlarını gösterir. Fransız işçiler Av-
rupa’daki en kötü konut koşullarına sahiptir,
dolayısıyla mahkûm da en vasat koşullarda tu-
tulmalıdır. Günümüzde de hâlâ aynı durum
geçerlidir.” (Sf. 290).
“Silivri Kampüs”ü gezdirilen yandaş ve pa-
yandaş gazeteci takımının beton duvar, demir
kapı, demir parmaklık ve kör pencereden olu-
şan, göğü çelik ağlarla örülmüş, bu, yerin üs-
tündeki yeraltı dünyasında “5 yıldızlı otel” kon-
foru bulan yazıları hilafına Türkiye’de de du-
rum budur: En az “konfor”, en az kalori, en
çok tecrit!
S�LAHLI B�RL�KTEN TEHL�KEL�Ama, vaktiyle bu konuda, içinde 1984 yı-
lında İstanbul’da Metris ve Bayrampaşa 2. As-
keri Cezaevi’ndeki ölüm oruçlarının da an-
latıldığı çeşitli röportajlardan oluşan bir kitap,
çok sayıda yazı ve şiir yazdığım ve hapishane
hücresinin ne menem bir şey olduğunu pek
yakından bildiğim halde, başka bir yazarın ka-
leminden başka bir ülkedeki uygulamalar üze-
rinden okuyunca –açıkçası- ben de dehşete
düştüm.
Perrot’nun, özellikle Auguste Blanqui’yi
(1805-1881,) anlattığı bölümler, yıllar önce
kurguladığım olağandışı/gerçeküstü hapishane
öykülerini yeniden hatırlattı bana.
Blanqui, 76 yıllık hayatının yarıdan fazla-
sını –toplam 43 yıl 8 ay,- hapishanede, hücre-
de geçirmiştir. 1840-44 arasında Mont-Saint
Michelle’deki “loca”sında “mobilya” olarak bit-
pire yuvası bir hasır, yiyecek olarak ekmek ve
su, ayaklarında ise demir bot vardır… Nerdeyse
ölmek üzeredir ki başka bir yere nakledilir, daha
sonra da serbest bırakılır. 1848 devriminden
sonra 1850’de yeniden tutuklanır. Kaçmaya ça-
lışır. Karanlık bir hücreye konur; ardından da
önce Korsika’ya, sonra Cezayir’e yollanacak-
tır. 1859’da affedilir, 1863’te yeniden tutukla-
nır. Sainte-Pélagie’deki üç yıl için “yaşamımın
en güzel dönemiydi” diye yazacaktır. Hücre-
sini bir çalışma odası, “sosyalizmin kavşak nok-
tası” yapmıştır.
1871 Paris Komünü’nü hazırlayan işçi ön-
derlerinin başında gelen Blanqui, devrim sı-
rasında hapisteydi ve komüncülerin, ellerin-
deki tutsaklarla Blanqui’yi takas etme giri-
şimleri sonuçsuz kaldı. Devrimin yenilme-
sinden sonra 30 bin Parisliyi kurşuna dizdi-
ren Başbakan Adolphe Thiers’e göre Blan-
qui’yi vermek, Paris halkını koca bir silahlı bir-
likle donatmaktan çok daha tehlikeliydi.
3.75 METREKAREDE GEÇEN 7 YILNâzım Hikmet Otobiyografi adlı şiirinde
“otuz altımda yarım yılda geçtim dört metre
kare betonu/elli dokuzumda on sekiz saatta
uçtum Pırag’dan Havana’ya” der kurduğu za-
man-mekânsal karşıtlıkta. Dört metre kare be-
tonu Nâzım’dan çok daha uzun sürede ge-
çenler de olmuştur…
Hâlâ geçemeyenler ise sadece Türki-
ye’de yüzlerle ifade edilebilir bir sayıdadır.
1872’de ömür boyu hapis cezasına çarp-
tırılan Blanqui, dört metreden daha az bir ala-
nı 7 yılda geçebilecektir...
Konulduğu hücre toplam 3.75 metrekare
(1.5 X 2.5 ebatında) idi. “Çok soğuk günler-
de, başında kasketiyle yatağında, sırtı pence-
reye dönük olarak” yazıyor-
du. Daha sonra verilecek
büyük bir odada da kendisi-
ne küçük bir köşe oluşturur,
orayı dünya kadar geniş bir
yer yapar ve “Dağın ortasın-
da bir keşiş, çölde dünyadan
elini eteğini çekmiş biri gibi
yaşar. Aynı zamanda, Des-
cartes’ın yaptığı gibi, sıcak
odasına kapanmış bir bilgine
benzer. Masasında kitaplar,
sözlükler, matematik, bilim,
tarih ve coğrafya kitapları, kız
kardeşlerinin onun için bu-
labildiği her şey vardır. Gün-
lerini hesaplar yaparak, po-
litikadan sonraki tutkusu
olan Astronomi konusunda
düşünerek geçirir”. (Age, sf.
294-295).
1879’da çıkarılan bir genel afla serbest bı-
rakılan Blanqui, siyasal bir eylem içinde bu-
lunamayacak derecede ciddi sağlık sorunla-
rı yaşadığı halde yazmaktan ve gazete ya-
yımlamaktan vazgeçmedi. Yayımladığı son ga-
zete “Ne Tanrı Ne Efendi” adını taşıyordu.
Blanqui, Eugene Pottier’nin mear taşına ya-
zılan şu dizelerindeki gibi:
“Taş kalpli bir sınıfa karşı,ekmekten mahrum halk uğruna savaşırken;yaşamında dört duvara;ölümünde dört parça çam tahtasına sahip oldu”.
EN BÜYÜKHUKUKSUZLUKLARDAN B�R�
Türkiye’de en uzun süre hapis yatan siya-
si mahkûm, yakın zamanlara kadar 1925’ten
1957’ye kadar toplam 22 buçuk yıl ile Doktor
Hikmet Kıvılcımlı idi. Hapisliği toplamda 29
yıla varmış olan Muzaffer Öztürk’le “çıta” bu-
gün çoktan aşılmış durumdadır. Ergenekon da-
vasındaki tutukluluğunda 6’ncı yıla giren, tu-
tuklandığı suçtan yargılanmayan, yargılandı-
ğı maddelerden de hakkında tutuklama kararı
olmayan Aydınlık yazarı Hikmet Çiçek ise, ha-
yatının yaklaşık üçte birini (toplamda 20 yıl,)
hapiste geçirmiş bulunmaktadır. Hikmet Ağa-
bey’in durumu Türkiye’de hukukun geldiği yeri
gösteren en somut örnek ve en büyük hu-
kuksuzluklardan biridir.
Yargılama uzadıkça her defasında deva-
mına karar verilen tutukluluk halinin de he-
nüz verilmemiş bir hükmün peşin infazına
dönüştüğü Ergenekon ve Balyoz davaların-
daki ortalama tutukluluk
süresi hemen hemen dört yılı
bulmuştur. Türkiye, 12 Mart
ve 12 Eylül’den sonra en
kapsamlı ve en zalimane ha-
pishane dönemindedir. F
Tipi cezaevlerindeki siyasi
tutuklu ve mahkûmlar, tüm
hapishaneler tarihimizin en
ağır koşullarında yaşamak-
tadırlar. Ceza ve infaz tüzü-
ğünü kendi keyfine göre uy-
gulayan cezaevi yönetimle-
rinin baskı ve zulmü, siyasi
tutuklu ve mahkûmlara ce-
hennem hayatı yaşatmak-
tadır. Sadece Ergenekon,
Balyoz ve Odatv davası tu-
tuklularının yazdıkları ki-
taplar bile siyasi tutukluların
bu cehennemi nasıl geniş
ve özgür bir dünyaya, bir vahaya çevirdikle-
rinin açık ve somut örnekleridir.
N�ZAM�YEYE KURULAN NÖBET ÇADIRI
Türkiye’de hapishaneler üzerine bir kü-
tüphaneyi dolduracak kadar roman, şiir, ti-
yatro oyunu, araştırma-inceleme ve karika-
tür yayımlanmış, bu eserlerde tutuklu ve
mahkûmun özel dünyası, gündelik yaşamı,
ruhsal durumu, çevresindekilerle, dışarıyla, bu-
lunduğu mekân ve eşyayla olan ilişkisi, dışa-
rının içerden nasıl göründüğü vb. çeşitli yön-
leriyle ele alınmıştır. Pek az yapılan veya hiç
yapılmayan ise, içerinin dışarıdan hangi göz-
le ve nasıl görüldüğü, bunun en bariz ipuçlarını
veren tutuklu yakınlarının hapishaneyle çer-
çevelenmiş yaşamlarının anlatılmasıdır. Tu-
tuklu yakınlarının yaşamlarında hapishane ka-
pılarının çok özel ve önemli bir yeri vardır. Bu
konudaki anlatılardan biri Füsun İkikar-
deş’in Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Açık Ta-
nık Silivri Nöbet Çadırı” adlı “Silivri Kam-
püs”ünün tam karşısına kurulan çadırı anla-
tan belgesel kitabıdır.
Haftaya, konuyla ilgili başka kitaplar
bağlamında hapishaneye nöbet çadırının ka-
pısından bakan bu kitabı ele alacağım.
MECİT Ü[email protected]
Dört metre kare betonu geçmekEN AZ “KONFOR”, EN AZ KALORİ, EN ÇOK TECRİT!
Nâz�m Hikmet Otobiyografi adl� �iirinde “otuz alt�mda yar�m y�lda geçtim dört metre karebetonu/elli dokuzumda on sekiz saatta uçtum P�rag’dan Havana’ya” der kurdu�u zaman-
mekânsal kar��tl�kta. Dört metre kare betonu Nâz�m’dan çok daha uzun sürede geçenler deolmu�tur. Hâlâ geçemeyenler ise sadece Türkiye’de yüzlerle ifade edilebilir bir say�dad�r
Odaların Tarihi,Michelle Perrot,
YKY, Çev: Şilan Evirgen, 320 s.
5 N�SAN 2013 CUMA22 Aydınlık KİTAP
Soldan sa�a1.(ADIVAR) Resimdeki yazar - Eski M�s�r’da
kutsal öküz2. Yar�, yar�m - Esirgeyici, Merhametli - Mavi3. E�ek sesi - Adalet, do�ruluk -
H�rvatistan’da bir liman kenti -Damarlarda dola�an ya�amsal s�v�
4. �çinde deniz kabu�u kal�nt�lar� olan kum- Lütesyum’un simgesi -Gelecek - Bir
bulunma hali eki5. Tanzanya’n�n plakas� - “... Gündüz
Kutbay” (ney üstad�) - Herhangi bir �eyegöre daha ötede olan yer
6. Bir soru sözü - “Thomas ...” (Çorak Ülke,H�ristiyan Toplumu Dü�üncesi, �iir veTiyatro adl� eserlerin sahibi Nobelödüllü [1948] Amerikan as�ll� �ngiliz �air)- ��lemler
7. Üçgenlerle ilgili baz� teoremleriyletan�nan Yunanl� gökbilimci, filozof vematematikçi - Argoda “esrar” - Birnota
8. Evropiyum’un simgesi - Bir binekhayvan� - Bir kan grubu - Bölüm
9. Ehemmiyet - Katolik kilisesinin ba��10. Gizli tutulan �ey, s�r - Sodyum’un
simgesi - Uzun, yorucu ve özenli
çal��ma11. “Arka” kar��t� - “... ç�karmak” (satrançta
acemi oyuncuya kar�� vezirsiz oynamak)- Aksi, huysuz - Medeni Kanun (k�sa)
12. Bankaya para yat�ran kimse - Bir tar�marac� - Hiç emek harcamadan eldeedilen �ey
13. Mitolojik bir çalg� - Tantal’�n simgesi -Mezopotamya panteonunda tümtanr�lar�n babas� ve kral� olan göktanr�s� - Soru
14. M�s�r’�n plakas� - Kurçatovyum’unsimgesi - Aktinyum’un simgesi -
Yunanca’da bir harf - Bir gayret ünlemi15. Resimdeki yazar�n bir eseri
Yukar�dan a�a��ya1. Resimdeki yazar�n bir eseri2. Japon folklorunda saatleri düzenleyen on
iki cinden biri - Dervi� selam� -Eskimolar’�n kendilerine verdikleri ad
3. Lityum’un simgesi - �talya’da bir yanarda�- Üvey olmayan - Doktor (k�sa)
4. Yok etme, ortadan kald�rma - �imdi, �uanda - Çok eski ve bilinmeyen bir
tarihi anlatan bir söz - Kiloamper (k�sa)5. Üye - Plesanta, me�ime - Baz� ku�lar�n
tepelerinde bulunan uzunca tüy,sorguç
6. Kudret, iktidar - �ri saman - Di�i koyun7. Sümerler’de su tanr�s� - Parlak, saydam
k�rm�z� renkte de�erli bir ta� - Fas’tabir �rmak - “Tok” kar��t�
8. Bulan�k olmayan, berrak - K�z karde�9. Bir i�i, bir görevi yerine getirme -
Jüpiter’in bir uydusu - Gündo�umundan önceki alaca karanl�k
10. Yaln�z, sadece, tek, s�rf - Derininparlat�lmas� - S�n�r ni�an�
11. Paraguay çay� - Göçebelerin konaklad���yer - Lübnan’�n plakas� - Bir say�
12. Bir haber ajans� - Gelir - �çinde ya�yak�lan toprak kandil, i�tin
13. Dökme demir - Belli bir anlam� olan iz,i�aret - Saz�n en kal�n teli ya dakiri�i - �ri bir bayku� türü
14. �sim - Japonya’da buda rahibesi - �laç,merhem - �sviçre’de bir nehir
15. Resimdeki yazar�n bir eseri
BULMACA
GEÇ
EN H
AFT
AN
IN Ç
ÖZÜ
MÜ
GEÇ
EN H
AFT
AN
IN Ç
ÖZÜ
MÜ
Defterdeki anılar1895 yılında Bulgaristan’ın Osmanpazarı il-
çesinde doğan Ömer Lütfü, çocuk yaşlarda ai-
lesiyle birlikte Kocaeli’nin Karabat köyüne ta-
şınmıştır. Ortaokulu İzmit’te okuduktan son-
ra orduya çağrılmış, İstiklal Savaşı boyunca çe-
şitli cephelerde savaşmıştır. Savaşın bitiminden
sonra memleketine dönmüş, evlenip çoluğa ço-
cuğa karışmış, 1969 yılında yine orada vefat et-
miştir. Bir oğul, iki torun sahibidir.
Ömer Lütfü Efendi’yi kendisi gibi cep-
heden cepheye koşan arkadaşlarından ayıran
özelliği, yaşadıklarını gün gün kayıt etmesi. İs-
tanbul’da başlayan mücadelesi Bakü’den
Trabzon’a, Trabzon’dan Ankara’ya, Anka-
ra’dan Amasya’ya ve daha birçok cepheyi kap-
sar. Günlükleri okurken dikkat çeken Ömer
Lütfü’nün bir asker olarak ciddiyetle kaleme
aldığı bölümlerin yanısıra, bir insan olarak
duygularını ifade ettiği satırlar. Bir yandan or-
dunun durumu, asker sayısı, günlük tayınlar
hakkında bilgi veriyor, diğer yandan çekilen
onca yoksunluğu, hastalıkları, ya-
ralanmaları vakurla anlatıyor.
Yirmi yaşından yirmi sekiz ya-
şına kadar cepheden cepheye
sekiz yıl süren askerliğinde çok
çeşitli görevler yapmış Ömer
Lütfü. Kah muhacib asker ol-
muş, çetelerle boğuşmuş, ta-
kipte bulunmuş, kah telefoncu,
telgrafçı, posta, bölük emini,
iaşe neferi, bölük flamacısı, in-
zibat askerliği yapmış, er olarak
başladığı askerlik hizmetini ter-
filerle subay olarak tamamla-
mış. Başından geçenleri, iyi ya
da kötü, büyük bir alçakgönül-
lükle aktarıyor. Şiddetli açlık, in-
sanın derisini çatlatan soğuk, hastalık nedir
görmüş, haftalarca hastanelerde yatmış, bir ara
uyuz hastalığına da yakalanmış olan Ömer
Lütfü Efendi, her seferinde tedavisi biter bit-
mez cepheye dönüp görevine devam etmiş.
Mehmet Kanar çevirisiyle yayınlanan
anılarında zaman zaman
ailesine dair bilgiler de ve-
riyor Ömer Lütfü. İstan-
bul’da eğitim görürken, Af-
yon’da hastanede yatarken
ziyaretine geliyorlar örne-
ğin. Sivrihisar’da dayısıyla
buluşuyor, Geyve’de kar-
deşiyle. Savaşta bile bir-
birlerine bağlılıklarını ve
irtibatlarını kesmeyen bir
aile profiline tanıklık edi-
yoruz. Ailesinden uzakta ge-
çirdiği Ramazan ve Kurban
bayramlarını çok önemsedi-
ği anlaşılan Ömer Lütfü, bu
tarihleri defterinin sonunda listelemiş. Ayrı-
ca kronolojik olarak görev yerlerini, terfile-
rini, aldığı yıldızları yazmış.
Yeşil bez ciltli, büyük boy kareli deftere
yazılan anıların, dağınık notların savaştan son-
ra temize çekildiğini düşündürdüğünü söy-
leyen Kanar, kullanılan dilin sade ve klasik Os-
manlıca olduğunu belirtiyor. Zaman zaman
farklı kelimeler kullanılsa da gayet anlaşılır bir
dil bu. Yine de bazı köy adlarının çevrilme-
sinde zorluklarla karşılaşılmış ki, bu da zaman
içinde köy isimlerinin değiştirilmesinden
kaynaklanıyor. Artık kullanılmayan kelime-
ler için kitaba bir de sözlük eklemiş Kanar. Dil-
deki değişimi göstermesi bakımından ol-
dukça ilginç. Örneğin ‘istasyon’ kelimesi ye-
rine ‘iskele’ kelimesinin kullanılması gibi.
Bir dizin’in de verildiği kitabın ikinci ya-
rısı Osmanlıca aslından oluşuyor. Dolayısıy-
la dileyen aslından okuyabilir anıları. Ömer
Lütfü Efendi’nin anıları, genç bir erkeğin se-
kiz yıl süren mücadelesi olarak da okunabi-
lir, istiklal savaşında cephelerin ve Anado-
lu’nun fotoğrafı olarak da. Nasıl okunursa
okunsun, sıcak, samimi, gerçek bir insan
portresiyle karşı karşıyayız.
NURİYE BİLİCİ
Bir Gazinin Anıları, Mehmet Kanar,
Pia Yayınevi, 136 s.
Düşleyebildiğimiz her şeygerçekse!
Parçalanm�� gerçeklikle yetinmek, ya�am� yönetmekte kendilerini yeterli bulmayan, bunu kendileriiçin egemen gücü elinde bulunduranlar�n yapmas�n� bekleyen, çaresiz tutsaklar�n alg�lama biçimidir
Yayınevleri “çok satan” kitapları seç-
me gayretinde. Editörler, Hollywood se-
naryolarını çağrıştıran serüven ve devinim
dolu (action) anlatımların peşindeler.
Kendilerini savunurken dedikleri hep
aynı; şablonlar üstüne kopyala-yapıştır
yöntemiyle üretilen bu öyküler daha çok
okuyucu buluyormuş! Böyle olunca, önce
şiir yok edildi. Aslında para tek tapınıla-
sı değer edinilince, yaşamın şiirselliği el-
lerimizden çok önceleri kayıp gitmişti.
Sanatsal yaratıcılığının ön koşulu olan
düş gücümüzün önüne engeller koyan bu
çevrede, söylemleriyle yeryüzü finans-
kapital imparatorluğunun gerekliliğini
savunan adlar üne kavuşturulmuş; sahne,
perde, ekran düzeysizlik örnekleriyle dol-
durulmuş oldu. Oysa “Güncel Sanat” adı
altında aktarılan görüntü; dile getirilen an-
latım gündelik yaşantının fragmanlarından
başka bir şey değil. İletinin özü ise, çok ke-
sin bir buyruktur: “Senin için ürettiğimi tü-
ketmekle yetin! Başka seçeneğin yok.
Sen üretme, düşünme, yaratma!”
“Düşleyebildiğimiz her şey aynı za-
manda gerçektir de,” der Picasso. Bu an-
layış, parçalanmış gerçekliği fragmanlar bi-
çiminde insanlığa yutturan bugünkü sanat
ortamına karşı koymamız
için bize güç verecektir.
Çünkü parçalanmış ger-
çeklikle yetinmek, yaşamı
yönetmekte kendilerini ye-
terli bulmayan, bunu ken-
dileri için egemen gücü
elinde bulunduranların
yapmasını bekleyen, ça-
resiz tutsakların algılama
biçimidir. Kurgulama, so-
yutlama yetilerini yitiren
kişi bir toplum içinde ya-
şayamaz. Bu boyun eğiş bi-
rey olmaya da engeldir; o
kişi boşluktadır, bir boşu-
nalığı yaşamaya yargılıdır.
Anlam veremeden yarat-
tığı biçimler her çeşit kö-
tüye kullanılmaya açıktır;
savunmasızdır. Yalnızca
ün ve çıkar kaygısıyla ol-
duğundan başka görünüm
sergilemeye, söylemler edinmeye çalı-
şanlar, toplumsal paylaşımda karşılaşılan
sorunları, sınıfsal temelde çözümlemeyi se-
çeceklerine, ırksal ya da dinsel başkalık-
ları gündeme getirerek cana kıymaları bile
göze alabilirler.
FA��ZME TESL�M OLMU�AVRUPA
“Direnmenin Estetiği” şair, tiyatro ku-
ramcısı, oyun ve roman
yazarı, tiyatro-film yö-
netmeni, ressam, felse-
feci Peter Weiss’in (1916-
1982) romanı. Çok uzak
coğrafyalarda, birbirin-
den yüzyıllarca başka za-
man dilimlerinde yaşan-
mış, oluşturulmuş kültür,
sanat, bilgi birikimleri,
yönlendirici kolajlar ola-
rak anlatıma sindirilmiş.
Okudukça bu birikimden
insanlığın ders çıkara-
mamasının yüreğe acı sa-
lan büyük utancına kapı-
lıyorsunuz.
“Direnmenin Esteti-
ği”nin 820 sayfasının hiç-
birinde olmayan “diren-
me” sözcüğü, yalnızca ki-
taba ad olmuş. Yazarın
bu yaklaşımı, faşizme tes-
lim olmuş bir Avrupa’da
sol düşüncenin yeniden canlanarak, dü-
şünsel boyutta geliştirilen yeni direnme
yöntemlerini yaşama geçirmesinin özle-
mini vurgular. “Estetik”e başvurma ge-
reksinmesi, direnç gösterme eyleminin al-
gılanışında bir kez daha yanılgılara dü-
şülmemesi için yöntembilimin güvence-
sine sığınmak isteğinin söylemidir. Este-
tik, yalnızca güzelliğe ulaşma yollarını
göstermez; algının imgeye, kavrama,
dile, nesnelliğe dönüşme sürecini de
araştırır.
Weiss’in roman kişilerinin çoğunluğu
erken yaşlarda öldürülseler de, acıma-
sızlık; Nazi yönetiminin, Gestapo’nun
güçlenmesi, koskoca bir halkın desteğiyle
sinsice ve yavaşça gelişen birer olgudur.
Bu cehennem döngüsü faşizmdir. Batı
Uygarlığının tüm değerleri savaş yıkın-
tılarının altında kalıncaya dek sürecek ve
tohumlarını bırakacaktır.
Bir ırmak roman olan “Direnmenin
Estetiği”nde, Weiss’in anlatımı, gürül-
deyerek sözün sonunun geleceğini unut-
turur. Buna karşın, modern zamanların
yol açtığı savaşlar yüzyılını dile getirirken,
İkinci Büyük Savaştan önce Berlin Mü-
zesini gezmekte olan üç öğrenciden birini
şöyle konuşturur:
SAPLANTILI �IMARIKLIK!“İşte Anadolu’nun Bergama’sı bu-
rada sergileniyor. Biz batılı uygarlar,
yüzyıllar önce Pergamosos’un yapımın-
da Anadolulu ilkelleri çalıştırdık. Şimdi
antik kentten bugüne kalan değerleri,
müzelerimize taşıtırken o toprakların to-
zunu yutanlar yine Anadolulular oldu!”
Weiss gibi Nazizm’in ölümle yargı-
ladığı bir sürgünden, Marksist bir Alman
aydınından bu saplantılı şımarıklığı bek-
lemezdiniz değil mi? Çağdaş roman an-
latımı, böylesine bir kendini beğenmiş-
liğin içine sürüklendiği anda, zamanı ku-
şatamaz duruma da düşüyor. Oysa gü-
nümüzün araştırmacı Batılı bilim adam-
ları, Batı’nın Doğu dünyasına ve Doğu
uygarlıklarına, onların tüm buluşlarını,
teknolojilerini ve sanatlarını kendi kül-
türlerinin ürünleri olarak göstererek
büyük haksızlık ettiğini açıklamakta bir-
birleriyle yarışmaktalar:
Ünlü antropologlardan Jack Goody
(1919-) “Tarih Hırsızlığı” adlı yapıtında,
tarihin Batı tarafından ele geçirilişini an-
latıyor. (İş Bankası Kültür Yayınları,
Çev.: Gül Çağalı Güven-1. Baskı:
Mart/2012-415 s.) Antropoloji alanında
artık ayırtına varılmıştır ki, “Yeryüzün-
de akademik yaşamdaki Avrupa-Ame-
rikan egemenliği, şimdilik, Batı dünya-
sının somut güç ve entelektüel kaynak-
larındaki atbaşı süren gelişmenin talih-
siz bir sonucu olarak anlaşılmalıdır.”- So-
uthall 1998- , biçiminde eleştiriler, günah
çıkarmalar gün geçtikçe birer itiraf ola-
rak çoğalmaktadır.
ZİYA GÜ[email protected]
5 N�SAN 2013 CUMA 23Aydınlık KİTAP
Direnmenin Estetiği,Peter Weiss,
Çev: Çağlar Tanrıyeri-Turgay Kurultay,
Yapı Kredi Yayınları, 820 s.