genç Öncüler/ tesettür / 81
DESCRIPTION
Genç Öncüler Tesettür SayısıTRANSCRIPT
SahibiPINAR YAYINLARITic. ve San. Ltd. Şti. Adınaİlhan Gündoğdu
Sorumlu Yazı İşleri Müdürüİsmail Memiş
Yayın SorumlusuNihal AÇIKEL
Yayın KuruluAli Tarık PARLAKIŞIKBetül BABACANBurak KALPAKLIOĞLUFatma Büşra ÖZKANFatma Nihan DOĞANFurkan YAMANMahmut Erkam ŞAHİNMuhammed TUTKUNRumeysa Firdevs BULUTSabâhat BOYNUKALINTalha İNANÇUğur DEMİRELUsame SARIYAŞARZeynep TOPUZ
Bu Sayıya Katkıda BulunanlarAbdullah KELEŞAli Murtaza KAYAAyşegül AÇIKEL KOÇOĞLUDücane DEMİRTAŞEbrar DOĞANMahmut Yusuf MAHİTAPOĞLUMelike YURTMustafa TOLGANesibe KANUNİOrhan ÖZERŞükrü KABAYusuf TALHAZeynep SAÇAN
AdresAlay Köşkü Cad. Küçük Sk. Civan Han No:6/3Cağaloğlu - Fatih / İ[email protected]
Grafik TasarımTekin Öztürkwww.tekinozturk.com.tr
BaskıŞenyıldız MatbaacılıkGümüşsuyu Cad. No:3 Kat:1Topkapı-İstanbulTel: (212) 483 47 91
Selamun Aleyküm Arkadaşlar,
B u yılın son sayısında, yıllardır Müslümanların gündeminde yer
tutan ve hakkında kronikleşen tartışmalar yapılan bir konuyu
ele alıyoruz: “tesettür”. Çoğu kişi tesettürü sadece kadına mahsus bir
kavram gibi algılarken, kimileri bir adım daha ileri gidip sadece kadı-
nın başörtüsüne kadar indirgiyor. Üzerine okuduğumuz, yazdığımız,
dinlediğimiz onca şeye rağmen yaşantılarımızda tesettürümüzün hak-
kını verebilmek adına gereken dirayeti gösteremiyoruz maalesef. Bu
noktadan yola çıkarak, özellikle kıyafet ve yeme-içme üzerinden kişi-
lere bir imaj vaad eden tüketim kültürüne karşı sağlam durabilmek ve
tesettürü dahi moda unsuru olarak ele alan zihniyetin etkisini bertaraf
edebilmek için asıl kaynaklarımıza dönüp konuyu geniş bir şekilde ele
almayı amaçladık.
Tesettürü kavramsal açıdan inceleyen, tarihçesini anlatan, erkeğin
ve kadının bu konuda ayrı ayrı dikkat etmesi gereken hususları be-
lirten birçok yazıyla konuyu farklı alt başlıklarda mercek altına aldık.
Gündem sayfasında ise geçtiğimiz ayın en çok konuşulan meselelerin-
den olan ve Taksim’de kutlanmasına izin verilmeyen 1 Mayıs Emekçi
Bayramı’nın tarihsel sürecine dair bir yazı yer alıyor. Gündemin bir
diğer önemli konusu olan akil adamlar meselesi de gazetecilerin, aka-
demisyenlerin kısa kısa demeçlerinin derlenmesiyle oluşan Basından
Yansıyanlar bölümünde incelendi. Bunların yanı sıra, çeşitli konular
üzerine denemeler, kültür-sanat, şiir, İslami kavramlar bölümleri de
ilerleyen sayfalarda yer almakta.
Mayıs-Haziran sayısı ile bu dönemi sonlandırıyoruz. Hem kendi-
mizi geliştirmek adına araştırmalar yapmak, okumak, yazmak, çizmek;
hem bildiklerimizi aktarmak adına bir mecra olarak gördüğümüz der-
gimizle inşaAllah faydalı işlere vesile olabilmişizdir.
Son olarak, yaz aylarına girdiğimiz şu günlerde hem Ramazan’ı hem
yaz tatilini daha bereketli geçirebilmek adına iki duyurumuz var. Araş-
tırma ve Kültür Vakfı’nda 17 Haziran-26 Temmuz arasında, ilköğretim
çağındaki öğrencilere yönelik Salıncak Çocuk Kulübü Yaz Okulu’na;
15 Haziran-29 Haziran arasında lise ve üniversite öğrencilerine yönelik
Çanakkale Yaz Kampı’na sizleri, kardeşlerinizi ve yakınlarınızı davet
ediyoruz.
Bir sonraki sayımızla Eylül’de tekrar görüşebilmek duasıyla…
Allah’a emanet olun.
May›s-Haziran’13 • 1
3022
04 ÜMMET BİZİ BEKLİYORFİRDEVS BÜŞRA KALUÇ
08
Mayıs-Haziran 2013 • Sayı 81 • Yıl 11
TESETTÜRÜNTARİHÇESİ
DÜCANE DEMİRTAŞ
TESETTÜRM. YUSUF MAHİTAPOĞLU
Türkıye’de ve Dünyada 1 Mayıs’a
Kısa Bir BakıSBETÜL BABACAN TARİH ALGISI
ADIMLARIMUSTAFA TOLGA
2 • May›s-Haziran’13
26
Tesettürün Tarihçesi/ Dücane Demirtaş ............................................. 4
Başörtüm Bayrak mıdır?/ Nesibe Kanuni ....................................... 8
Tam Teşekküllü İslam Toplumu için/ Zeynep Saçan .......................10
Ne Kaybederiz, Ne Kazanırız?/ Ebrar Doğan ..................................12
Tesettür Başı mı Örter?/ Ayşegül Açıkel Koçoğlu...............................14
Şimdi Örtünme Zamanı/ Yusuf Talha ...........................................16
Örtünemediğimiz Örtü, Takvasız Tesettür/ Ali Murtaza Kaya ........18
İslami Kavramlar/Tesettür/ M. Yusuf Mahitapoğlu .....................20
Türkiye’de ve Dünyada 1 Mayıs’a Kısa Bir Bakış/ Betül Babacan ..22
Siyer ve Ufuk/ Erkam Şahin ........................................................24
Modern Dünyada İnsan Onuruna Karşı İşlenen Suçlar/ Orhan Özer ...............26
Çağın Tefekkürü/ Abdullah Keleş ................................................................28
Tarih Algısı/ Mustafa Tolga ........................................................................30
Basından Yansıyanlar/ Burak Kalpaklıoğlu ..................................................32
İbn Haldun’un Tarih Anlayışı Bağlamında Toplumsal Değişim Kodlarını Çözümlemek/ Şükrü Kaba ...........................................................................34
Tahlil / “Hilafet’i Kurtarmaktan ‘Kendimizi’ Kurtarmaya”/ Ali Tarık Parlakışık ...........................................................................36
Kültür Sanat / Melike Yurt ........................................38
Şiir/ Okumuş Bir İşçi Soruyor/ Bertolt Breccht ..40
May›s-Haziran’13 • 3
karantina
TESETTÜRÜN TARİHÇESİDÜCANE DEMİRTAŞ
S özlük anlamı olarak “setera”; bir nesneyi örtmek,
kapamak veya gizlemek anlamına gelir. Birazdan in-
celeyeceğimiz bu kelime tarih boyunca farklı şekillerde ve
anlamlarda kullanılıp geliştirilmiştir. Ayrıca setera kökünden
türeyen “tesettür” (örtünme) kavramının da coğrafya genel
dayanak olmak üzere her toplumda farklı kökenleri olduğu
gözüküyor. Antik Yunan, Antik Mısır, Mezopotamya, Ka-
dim Çin, Fars, Hindistan ve Japonya da örtünmenin bam-
başka zeminlerdeki kullanılışını görüyoruz. Özellikle sosyal
statü, ekonomik konum, coğrafya ve din örtünmenin temel
menşeilerini oluştururlar.
Eski Türklerde kadının sosyal statüsüne göre hazırlanan
başlıklar ve hotuzlarla başlarını süslediklerini ve bu örtünün
Orta Asya’dan Mançurya’ya kadar yaygın olduğunu söy-
lüyor ünlü Macar tarihçi Zolten Gombecz. Bunun dışında
bu coğrafyada örtü iklim şartlarının hayatı etkilerinden ko-
runmak için de kullanılırdı. Ayrıca Heraklit Antik Yunan ve
Mısır’da yaşayan kadınların örtünmesini bize şöyle anlatı-
yor: “Giysilerinin başına gelen kısmı öyle sarılır ki, yüzün
tümü peçeyle örtünmüş gibi gözükür. Zira sadece gözler
ortada kalır, yüzün diğer kısmıysa örtünün diğer parçasıy-
la örtülür. Bütün kadınlar bu şekilde beyaz elbise giyerler.”
Ve Antik Yunan’da başı örten örtünün Bereket Tanrıçası
Demeter ve Zeus’un eşi Hera’nın da özel simgesiydi. Ör-
tünme Kadim Hindistan’ın birçok kesiminde de kutsaldır.
Özellikle kuzey Hindistan’da kurulan Sih dini de örtünmeyi
4 • May›s-Haziran’13
kutsal sayar ve Tanrı’nın yaratma eylemine saygı
duyduklarından saçlarını kesmeyip örtüyle örter-
ler. Bunun yanında Hindistan’da türban kadın-
erkek kişilerin sınıfları, kastları, meslekleri veya
dinsel mensubiyetlerini belirtmek için kullanılan
bir kimlik işaretidir. Yine Sahra Çölü’nde yaşayan
göçebeler taktıkları türbanı bir kimlik haline getir-
mişlerdir. Modernizasyon öncesi Çin, Çin Hindi ve
Japonya erkekleri ve kadınları dinsel ve kimliksel
nedenlerle türban takmışlardır. Örneğin Çin’de sa-
yısız köylü isyanlarından bir olan Jang Jue isyanına
katılanların taktıkları sarı türbanlardan dolayı bu
ayaklanma tarihe “Sarı Tür-
ban İsyanı” olarak geçmiştir.
Kadim Mezopotamya’nın
örtünme geleneğini “devlet
fahişeliği”ne bağlayan Süme-
rolog Muazzez Çığ’ın aksine
Ann Chamberlin Mezopo-
tamya örtüsünün “hürriyet ve
özgürlüğün kimliği” olduğunu
söyler. Hammurabi meşhur ya-
salarında “örtüyü” özgürlüğün
kimliği olarak belirler. Bunun
yanında Hititler ve İslam’dan
300-400 yıl önce Kuzey
Arabistan’da da örtünün kulla-
nıldığı Palmyra ve Anadolu’daki
kalıntılardan ortaya çıkmıştır.
Anaerkil toplumlardan ataer-
kil toplumlara geçiş sürecinde
ekonomik ve sosyal üstünlüğü-
nü kaybeden Kadim Fars kadını Daryus’tan son-
ra örtünmeyi statü kimliği olarak kullandı. Japon
mitolojisi de öyle gösteriyor ki ataerkil egemenlik
örtünün mahiyetini tıpkı İran’da olduğu gibi bam-
başka bir boyuta bürünmesine yol açmıştır. Hıris-
tiyanlık ve Yahudilikte de sosyal dengede gücünü
yitiren kadının örtünmeyle dar bir profil çizilmeye
çalışıldığı örtünme şekliyle açıkça ortada. Öyle ki
neredeyse tüm toplumlarda başlangıçta annelik
yapısı, sevgisi ve şefkatiyle Tanrı’nın kutsalı olarak
görülen kadın daha sonra toplum dengesinden
uzaklaştırılan, yaratılışı itibariyle güçsüz, zayıf ve
muhtaç olmasından dolayı kullanılan bir meta ha-
line getiriliyor. Kont Gabirenu Fars medeniyetinin,
kadını neredeyse ölü bir varlık olarak addettiğini
yazar. Yine Yahudilik ve Hıristiyanlıkta kadınlara
yönelik emredilen hususlar, ona karşı ne derece
aşırılığa varıldığının ispatıdır. Örtünmenin kadınlar
için bir başkaları tarafından dışlanmış statü haline
getirilmesi özellikle Pavlus Hıristiyanlığının genel
özelliğidir diyebiliriz.
Birçok etken olmasına karşın örtünmede bize
göre en önemli etkenin coğ-
rafya ve din olduğunu söyle-
yebiliriz. Kültür, gelenekler,
sosyal, siyasi şartlar daha
sonraki nedenleri oluşturduk-
ları açıktır. Fakat ilginç olan
şudur ki; nedenleri birbirin-
den ayırmak ve zıtlıkları çatış-
manın sebebi olarak görmek
Batı aklının muhakeme tarzı-
dır. Bizse en önemlisinden en
kuytusuna kadar tüm sebep-
leri “parçalanamaz nedenin
parçaları” olarak görüyoruz.
Özellikle dini olarak konu-
yu ele alırsak Allah’ın coğrafi,
sosyal, siyasi, ekonomik şart-
larla beraber gerekçelerini de
göz önünde tutarak insanlara
yol göstereceği kuşkusuz. Bu
yüzden her sebep birbirine
bağlı olarak gerçekleşmekte…
Sıcak ve soğuk coğrafyalarda insanların türba-
nı bir gereksinim olarak kullandığı bunun yanında
onun statü ve kimlik belirlenmesinde bir araç oldu-
ğunda kuşku yok. Ayrıca her toplumun egemen
anlayışlarının değişiminde sosyal; yaşayış biçimle-
rinden kurumsallaşmalarına değin de siyasi olarak
farklı bir konuma sahip tesettür bize dünden ka-
lan ortak, evrensel bir gelenektir. Ve bu gelenek
sadece Avrupa’da egzotik bir amaçla bağdaştırıl-
maktadır.
Biz Müslümanların bu soru-yu tek tek kendimize sorup, gerçek bilginin tek kaynağı olan Kuranı Kerim’in süz-gecinden geçirip, Kuran-ı Kerim’in öğretisinde bir peygamber tasavvurumuzun olması gerekir. Aksi tak-dirde “hocaların, âlimlerin, bilgelerin, ilim adamlarının, kitapların” belirlediği bir Peygamber tasavvuruna sa-hip oluruz. Bu da bizi eksik, yanlış, yamuk bir Peygam-ber tasavvuruyla yaşama-mız anlamına gelir.
May›s-Haziran’13 • 5
karantina
Kutsal kitaplarda örtünme olayı ilk utanma
duygusuyla başlar. “Adem de karısı da çıplaktılar;
henüz utanç nedir bilmiyorlardı… İkisinin de göz-
leri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden
incir yapraklarını dikip kendilerine önlük yaptılar”
(Tevrat 3/7) Dinler tarihi bize utanma duygusuy-
la örtünme kabiliyetinin anlam bulup geliştiğini
açıkça ortaya koyuyor. Öyle ki insan artık sade-
ce güneşten ve zararlı şeylerden korunmak ya da
üşümemek için değil inandığı şeyler uğruna da
vücudunu örtüyor. Bununla beraber teset-
türün tam manası bütün olarak insanın
varoluşuna dair olduğunu söyleyebili-
riz. Çünkü o sadece dini değil diğer
etkenlere de bağlıdır.
İslami literatürde tesettür
kavramı, çelişkiler içinde 1000
yıldan fazla süren bir tartışma-
nın konusudur. İlk olarak şunu
söyleyebiliriz ki alimlerin ço-
ğuna göre Cahilliye dönemin-
de Arap kadınları enselerine
bağladıkları ya da arkalarına
saldıkları başörtüyü takarlardı.
Ama örtü gerdanlarını ve diğer
taraflarını gizlemezdi. Aynı za-
manda diğer toplumlarda yaygın
olduğu gibi bu şekilde örtünme-
nin hür-köle ayrımının sembolü ol-
duğu biliniyordu. Bunun yan sıra eski
Arap kadınlarını başka şekilde düşün-
mek iklim şartlarına göre facia ile sonuçla-
nırdı. Çünkü bu sıcaklıkta hayatta kalmak için örtü
bir gereksinimdi.
Peygambere gelen vahiyle muhtevası değişti-
rilip yeniden anlam kazanan örtünme daha sonra
bir çok müfessir ve alimin bugün bile ayrılık nok-
tası olmuştur. Bazıları ayette kapatılacak yerin
baş değil göğüs olduğunu, Arapçada kadınların
başlarına örttükleri şeyin özel adının “hımar” de-
ğil “mikne’a” olduğunu ve eğer Allah’ın başörtü-
sü demek isteseydi “hımarrürres” gibi vurgularla
konuyu açıklayabileceğini savunmuştur. Bunun
yanında bazı alimlerse etimolojik köken olarak
örtünmenin Arapça en az 8 anlamı olduğunu,
başörtüsü kelimesinin yalnızca “mikne’a” ya da
“nasıyf” sözcükleriyle ifade edilmediğini ortaya
koyarlar. İslamoğlu “hımar” sözcüğünün lügat
olarak başla ilgili olduğunu içkiye de aklı örttüğü
için aynı kökten “hamr” dendiğini söyler ve Arap-
ça örtü analmına gelen sekiz sözcüğü saydıktan
sonra şöyle sorar: “Yukarıda Arapçada kullanılan
tüm örtü isimleri sıralanmıştır. Hiç birinin içinde
“baş” yoktur buna gerek de yoktur. Türkçede
de bu böyledir: yazma, atkı, bürgü, bü-
rümcek, çarşaf, çar, eşarp, tülbent…
bunların tümü “bacağı” değil “başı”
örter fakat içinde baş geçmez”.
Bayındır ve Karaman gibi alimler
de “hımar” kelimesinin anlamı-
na dair aynı görüştedirler. Bu-
nun yanı sıra bir diğer tartışma
konusu ise örtünmenin sınırları
ve muhtevası ile ilgilidir. Pey-
gamberden sonra yeni coğraf-
yalarla birlikte “örtünme”de
değişiklik olduğu açıktır. Bazı
tarihçiler çarşafın İspanyol rahi-
belerinden Endülüs aracılığı ile
Abbasiler’e geçtiğini daha son-
rada toplumda yer edindiğini söy-
ler. Bizans ve özellikle Fars kültürü
örtünme üzerinde etkili olmuştur. Bu
etkiler İslam toplumunda görüş ayrılık-
larına yol açmış; bazı yorumcular kadının
bedeninin tamamını süs olarak görüp elleri ve
yüzü ve hatta bazıları gözleri haricinde tüm bede-
ninin örtülmesi gerektiğini savunmuşlardır. Buna
karşın bazıları da örtünmenin sadece soyut ve ah-
laki ilkelerle ilişkili olduğunu ileri sürmüştür. Elma-
lılı ve Mevdudi örtünün el ve yüz haricinde tüm
bedeni kaplaması gerektiğini söylerken bazı alim-
ler de bu görüşlerin insan fıtratına ait doğal sınır-
lara karşı aşırılık olarak addetmişlerdir. Daha önce
de değindiğimiz gibi bu yorumların farklılığının ve
genelde birbirlerini yok saymalarının sebebi diğer
6 • May›s-Haziran’13
toplumlarda görüldüğü gibi İslam toplumunda da
değişen dinamikler nedeniyle olmuştur.
Peygamberin vefatıyla sevgi, merhamet ve
adalet duygusuna dayanan anaerkil toplum yapısı
güç ve kuvvet dengesine dayanan ataerkil yapısı-
na yani Cahilliye’deki konumuna geri dönmüştür.
Dinin kurumsallaşıp bir çok dinamiğini kaybetme-
siyle beraber kadının konumunu ve statüsünü be-
lirleyen misyon, sadece atalardan kalan gelenek
ve örf üzerine inşa edilmeye devam edildi. Daha
önce gördüğümüz şuydu ki vahiy bu ikisi ara-
sındaki dengenin adıydı ama bu bakış açısından
uzaklaşmak kadına yönelik yaklaşımı da değiştirdi.
İkinci kırılma noktası peygamberin farklı coğrafya-
lar ve medeniyetlere karşı dinamik ve şartlar göre
konum değiştiren, uyum sağlayıp düzen bulan
vizyonunun kör bir taasubla kaybedilmesiydi. Bu
da kaçınılmaz olarak diğer uygarlıklara karşı bizleri
açık hedef kılmıştı.
Antik çağlardan süre gelen kadının sadece bir
meta olarak algılanılıp değersizleştirildiği uygarlık-
ların açık hedefi olmak İslam müfessir ve alimlerini
kadının konumu hakkında tereddütlere sevk et-
mişti. Will Dourant ve birçok tarihçi İslam’da kadı-
nın konumunun fetihlerle başlayan bu tereddütle
değiştiğini söyler.
Kuran’ın genel ilkesi olarak, bir şeyin kesinlikle
bir gerekçeye bağlanması başörtüsü içinde geçer-
lidir. Nahl 80-81 fiziksel gereksinimleri verirken,
Nur 31 sosyal bir gereksinimdir, Araf 59’da veri-
lense insanın varoluşuyla ilgili bir diğer gerekçedir.
Mutahhari örtünmenin daha önce de var oldu-
ğunu söylerek İslam’ın sadece onun muhtevasını
ve işlevini değiştirdiğini ifade eder. Artık örtünme
anlamlı ve bilinçli yapılan bir utanma kaygısına
sahip, arınmak isteyen insanların eylemine dönüş-
müştür. Örtünmenin portresini Prof. Dr. Mehmet
Aydın şöyle tarif eder: “İslam dairesinde tesettü-
rün şekil ve miktarı coğrafya ve kültür tarafından
belirlenir.”
Dünden bugüne farklı uygarlık ve coğrafyalar-
da işlenmesinden anladığımız şudur ki; tesettür
(örtünme) Allah’ın çok boyutlu kimlik belirleme
aracı olarak kullandığı; dış etkenler kültür, gele-
nek ve coğrafyayı göz önünde bulundurarak insan
onuruna sahip çıktığı kadın-erkek ayrımı yapmak-
sızın üzerimize örttüğü bir varlık örtüsüdür.
KAYNAKÇA1. Tesettür Yazıları-M.İslamoğlu2. Tevrat Yaratılış 2/53. Soner Yalçın Hürriyet Makaleler4. “Ortadoğu’da Örtünmenin Kısa Tarihi - Aynadaki Peçe” Ann
Chamberlin5. Mutahhari-İslam’da Hicab6. Tebyinulkuran7. Müfredat-Rağıp el İsfahani
Peygamberin vefatıyla sevgi, merhamet ve adalet duygusuna dayanan anaerkil toplum yapısı güç ve kuvvet dengesine dayanan ata-erkil yapısına yani Cahilliye’deki konumuna geri dönmüştür. Dinin kurumsallaşıp bir çok dinamiğini kaybetmesiyle beraber kadının konumunu ve statüsünü belirleyen misyon, sadece atalardan kalan gelenek ve örf üzerine inşa edilmeye devam edildi. Daha önce gör-düğümüz şuydu ki vahiy bu ikisi arasındaki dengenin adıydı ama bu bakış açısından uzak-laşmak kadına yönelik yaklaşımı da değiştirdi.
May›s-Haziran’13 • 7
BAŞÖRTÜM BAYRAK MIDIR?NESİBE KANUNİ
C umhuriyet sonrası inkılaplar ve yeniliklerle birlikte dine karşı da bir çeşit savaş başla-
tılmıştır. Ezanın bile türkçe okutulmasına varan bu süreçte toplum mümkün olduğunca dinden uzaklaştırılmış, ahlaki değerlerin yozlaşması için Fransa’dan kopya edilen pek çok alışkanlık birey-lere kazandırılmaya çalışılmış ve kişiler batılı ya-şam tarzına özendirilmiştir. 50’ler sonrasında ise bir öze dönüş hareketi başlamış, okuma yazma oranı artmaya başlamış ve çevrilen kitaplar rağbet görmüştür. Bununla birlikte bilinç kazanan müslü-manlar ellerinden alınan değerleri yeniden edin-meye başlamışlar ve devam eden yıllarda kendi isteğiyle ve şuurlu bir şekilde tesettüre giren bir kitle oluşmuştur.
Her bilinçli duruşun karşısında olduğu gibi te-settürlü kişilerin de karşısında baskıcı güçlerin be-lirmesi uzun sürmemiş ve 60’lı yıllardan itibaren öğrencisinin başından örtüsünü çeken okul mü-dürleri gibi profiller belirmiştir. En son 28 Şubat postmodern darbesi diyebileceğimiz muhtırayla birlikte yeni bir döneme giren başörtüsü yasağı şimdilerde fırtınadan kurtulup kendini sakin sulara bırakmış durumdadır. Zaten bir yasaya dayanma-yan yasak, yine şifahi olarak bir çözüme kavuşmuş ve adeta yeni bir müdahaleye dek teskin edilmiş-tir.
Bizler Türkiye’de adına başörtüsü/türban yasa-ğı denilen bir problemle uzun zamandır muhata-
bız ve savaş veriyoruz. Hepimizin muhakkak bir yakınına veya bizzat kendisine isabet etmiş olan yasak her bir bireyde farklı etkiler oluşturdu. Ki-mimiz pes edip, kimimiz mücadeleyi sürdürüp, kimimiz de farklı yollar bularak ama hepimiz unut-maya çalışarak bir çözüm geliştirmeye çalıştık. Bu arada medyanın ve hukuk literatürünün de yönlendirmesiyle varolan durum “tesettür” değil “başörtüsü” yasağı olarak zihinlerimize yerleşti. Aldığımız dini eğitim bize tam bir örtüyü, baştan aşağıya bir tesettürü emrediyordu. Annelerimizin, teyzelerimizin yirmi yıl önceki fotoğraflarına ba-karsak onlarda başörtüsüne değil tesettürünün ta-mamına tutunan bir mücadele anlayışı görebiliriz. Fakat okul yönetimleri, müdürler, şefler, amirler bizden öncelikle pardesümüzü değil başörtümüzü çıkarmamızı istediler. Kamu kurumlarında aslonan yüzün açıkça kulaklarla birlikte görülmesiydi. Baş-taki örtünün tanınırlığı azalttığına, belli bir fikri aşıladığına, çocukları yönlendirdiğine dair tezler ortaya atılarak bu örtünün çıkarılmasının elzem olduğu laik çevrelerde ortak kanaat halini aldı.
Uzun süren mücadeleler çoğunlukla davaları yıpratır. Bunu çok iyi bilen diktatörler ve diktatör zihniyetler de aynı zorbalığı pişirip pişirip tekrar önümüze koyarlar. Bazen de savaşı o kadar uzun tutarlar ki mücadele eden kişiler zihnen de be-denen de yıpranmış olurlar. Başörtüsü yasağı da Türkiye’de her on yılda bir tekrarlanan ve aslında
karantina
8 • May›s-Haziran’13
hiç bitmeyen bir sorun haline geldi. Kendileri bu yasak yüzünden çok sıkıntı çekmiş olan anneler aynı sorunun kızları tarafından yaşanmasını iste-mediler ve onların kendileri kadar katı bir tesettür ölçüsü içinde olmalarını istemediler. Babalar başla-rının açılmasını göze alarak okullara yolladılar hat-ta istemezlerse baskı kurdular. Neticesinde oku-muş, kendini yetiştirmiş ama tesettür algısı sadece başörtüsüyle sınırlı kalmış kimi bireyler ortaya çık-tı. Yasağı koymuş olan kişilerin hedeflerinden biri de tesettürü küçültüp tek bir alana hapsetmekti
ve belli ölçüde amaçlarına ulaş-mış oldular.
Başörtüsü bir bayrak oldu ve bayrak haline geldi evet. Başör-tüsüne methiyeler yazıldı, şarkı-lar/şiirler okundu, eylemler ya-pıldı, imzalar toplandı hatta bu uğurda hapse girenler oldu. Bir dönemin en büyük mücadelesi başörtüsü yasağına karşı savaş açmaktı. Ama zamanla başörtü-sünün kendisi mi bizim mücade-le amacımız haline geldi yoksa tesettür için topyekun bir savaş mı verdik bu tartışılabilir. Bu yasağın delinmesini ve müslümanların hür olmasını isteyen, sadece ve sadece bunun için çabalayan, hala eylemler yapan bir kesimin varlığı inkar edilemez. Fakat çoğumuz için tam bir müslüman olmanın, Allah’ın dinine yaraşır bir mü’mine olmanın temel gereklerinden biri olan tesettür, başımızda durması gereken ama rengine şekline desenine kimsenin karışma-masını istediğimiz bir eşya durumuna geldi. Te-melde Allah’ın örtünmemizi emretmesi ve buna müdahale edilmesine verdiğimiz tepki başörtülü olarak varolmak, kariyer yapmak, aşağılanmamak noktasına gelip yerleşti. Müslümanlar olarak birbi-rimize müdahale etmemek, uyarmamak geleneği
de liberal çağın olmazsa olmazı olarak karakteri-miz haline geldi.
Bu noktada başörtüsü davası ismini verdiğimiz mücadelenin nasıl bir yol izlediğini, nereye yönel-diğini izlememiz ve yanlış bir mecraya yönelmesi durumunda müdahale etmemiz müslüman olarak en büyük sorumluluklarımızdan biridir. Bizler çok kısa olan dünya hayatı içinde yaptığımız zerre ka-dar iyiliğin ve kötülüğün hesabını verecekken dava edindiğimiz bir meselenin samimiyeti konusunda vereceğimiz hesap elbette daha zor olacaktır. Ya-
şadığımız çağdan ve başımıza gelenlerden sorumluyuz. Önce-kilerin günahlarını ve hatalarını eleştirmek bizi iyi bir noktaya taşımaz. Bize düşen geçmişten ibret almak ve ihlasımızı bu dö-nemde nasıl sağlarız onun hesa-bını yapmaktır. Bir bozulmalar çağını yaşıyorsak da çevremiz-deki iyi örnekleri birer birer kay-bediyorsak da Allah muhakkak dinine sahip çıkacak bir grubu bulunduracaktır. Kur’an-ı Kerim yol göstericimiz olduğu sürece
davalar şekil ve isim değiştirir fakat müslümanın tavrı hep dimdik durmak şeklinde olacaktır. Başör-tüsünün bir bayrak olarak görülmesi Rabbimizin emirlerinden sadece bir cüz’ü ele alıp diğerlerini geri plana itmek olur. Başörtümüze nasıl sahip çıkmak için çabalayacaksak tüm tesettürümüz, namazımız, inancımız, tevhid anlayışımız için de aynı çabayı göstermeliyiz. Ve eğer tesettürümüze sahip çıkmayı dava ediniyorsak bunu hakkıyla ye-rine getirip onu layıkıyla üzerimizde taşımak için nefsimizi yenerek bir mücadele içine girmeliyiz. Dünyaya ait kurallar, kanunlar, moda ve marka-lar, kişilerin yorumları, bakışları muhakkak geçici-dir. Kalıcı olan sadece yaptığımız hayırlı amellerdir.
Bu noktada başörtüsü davası ismini verdiğimiz mücadelenin nasıl bir yol izlediğini, nereye yönel-diğini izlememiz ve yan-lış bir mecraya yönelme-si durumunda müdahale etmemiz müslüman ola-rak en büyük sorumlu-luklarımızdan biridir.
May›s-Haziran’13 • 9
karantina
Tam Teşekküllü İslam Toplumu için Tam Tesettürlü Erkekler Aranıyor!!!
ZEYNEP SAÇAN
Y ıllarca süren baskılar, zulümler
ve mücadelelerden dolayı teset-
tür denilince akla ilk gelen kadın
oluyor. Daha genel olarak da
toplum, tesettür eşittir ba-
şörtüsü olarak algılamak-
ta.
Tesettür kelime an-
lamı olarak örtünme,
örtme demektir ve kadın
erkek tüm insanların fıtratın-
da/tabiatında olan bir özelliktir.
Araf suresi 26. ayette Allah; “Ey
Âdemoğulları! Size hem çıplaklı-
ğınızı örtmek hem de zarafet ve
güzellik aracı olmak üzere giysi
bahşettik.” demektedir. Dolayısıyla
örtünme/giyinme medeni olarak
yaratılan insanla başlayan bir eylem-
dir.
Örtünmenin sınırlarını, kadın için
Nur suresi 31. ve Ahzab suresi 59.
ayetten ve hadislerden; erkek içinse
bu sınırları sadece hadislerden öğ-
renmekteyiz. Hz. Peygamber “Er-
keğin avret yeri göbeği ile diz
kapağı arasıdır.” ve “Bir kimse
erkeğin göbeği ile diz kapağı
üstünde kalan yerine bakmasın.” demektedir.
Burada örtünmesi istenen yer, aslında na-
maz için bir alt sınırdır, yoksa toplumda böyle
dolaşılabilir anlamında değildir. Hadisten şunu
da çıkartabiliriz erkek en azından bu sınırların
tesettürüne özen göstermelidir.
Bilirsiniz, kadının tesettürünün tam olabil-
mesi için elbisede aranan şartlar şöyle sıralanır:
“Elbise örtünmesi gereken yerleri örtmeli, vücut
hatlarını belli etmemeli, teni gösterecek şekilde
ince olmamalı ve karşı cinsi tahrik edici olma-
malıdır.” Bu şartlar aslında kadın erkek her ikisi-
nin de elbiseleri için geçerlidir. Peki, bu şartlara
uygun giyinen kaç Müslüman erkek tanıyorsu-
nuz? Yukarıda erkek için örtülmesi gereken as-
gari yeri söylemiştik. En azından pantolonlarının
bu şartları taşıması gerekmez mi?
Aslında tesettür önce bakışla alakalıdır, bakı-
lan şeyle değil. Nur suresi 30. ayette, önce er-
keklerden, dikkatinizi çekiyorum önce erkekler-
den gözlerindeki şehvet içerikli bakışlara engel
olmaları ve iffetlerini korumaları istenir. Sonra
kadınların da aynı şekildeki bakışlarını engelle-
yip iffetlerini korumaları ve başörtülerini amacı-
na uygun takmaları istenir.
Malum erkeğin bakışındaki şehvet unsuru
kadından daha fazladır. Bunu engellemeye bel-
ki de bir destek olması amacıyla kadından önce
başlarını örtmeleri, daha sonra da Ahzab suresi
10 • May›s-Haziran’13
59. ayetle bildirildiği üzere dışarı çıktıklarında
üzerlerini örten bir dış kıyafet giymeleri istenir.
Bu, toplumda kadın-erkek ilişkilerinin sağlıklı
bir zeminde, cinsellikleri istismar edilmeden, dü-
şünce/fikir bazında sürdürülebilmesi içindir.
Ayrıca Nur suresi 31. ayette kadınların güzel-
likleri/süsleri fark edilsin diye ayaklarını vurarak
yürümemeleri istenir. Ayetten karşı cinsin dik-
katini çekmek, onu tahrik etmek için çaba sarf
etmemelerini de anlayabiliriz. Ayet kadınlardan
bahseder ama erkekleri de kapsamaz mı? Karşı
cinsin dikkatini çekmek/fark edilmek için şekil-
den şekle giren erkekler, kadınların engelleme-
si istenen bakışlarını celbetmiyorlar mı? Ayette
geçen “fark edilmek için” ifadesinin kapsamı-
na konuşma, bakma, gülme, oturup kalkma,
yeme-içme, günlük aktiviteler vs. girmez mi?
Karşı cinsi gördüğünüzde bu davranışlarınızda
bir değişiklik, karşı tarafı etkileme niyeti varsa
bunu fark edilmek için yapıyorsunuz, dolayısıyla
tesettürünüzde bir problem var demektir.
Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye hitaben “Ey Ali!
Yabancı bir kadına peş peşe bakıp durma. Zira
zaruri olan ilk bakış sana helaldir, sonraki değil.”
demektedir. Başka bir hadiste Hz. Peygamber
“Yollarda oturmaktan mümkün mertebe kaçı-
nın. İşi icabı yollarda oturmak durumunda olan-
larda yolun hakkını versin. Yolun hakkı gözü
harama bakmaktan korumak, eziyet veren
şeyleri ortadan kaldırmak, selamlaşmak ve iyiliği
emredip kötülüklere engel olmak.” demektedir.
Başka bir hadisinde de Hz. Peygamber er-
keklere hitaben “Sizler iffetli olursanız kadınla-
rınız da iffetli olur.” demektedir. (İffet; haram-
dan uzak durmak, helal ve güzel olmayan söz
ve davranışlardan sakınmak demektir.)
Bu hadisten hareketle toplu-
mun ıslahında siz erkeklere
çok büyük görev düşüyor.
Sizler engellemeniz iste-
nen bakışlarınıza, engel
olmaya çalışırsanız,
kadınların giyim-
leri/tesettürleri
de düzelecek-
tir. Ve siz te-
settürünüze
dikkat eder-
seniz kadın-
ların cinsel
içerikli bakış-
larını da engelle-
miş olacaksınız. Do-
layısıyla toplumdaki
kadın-erkek ilişkileri
de sağlıklı bir zemin-
de ve her iki cinsin de
cinselliği istismar edil-
meden sürdürülebilir.
Bakışların indiril-
mesi ile ilgili olan Nur
suresi 30. ayetin deva-
mında “İşte bu davra-
nış onlar için en temiz
olanıdır.” denilmektedir.
Hadi o zaman temiz bir
toplum için kadın-erkek
tesettüre…
Aslında tesettür önce bakışla alakalı-dır, bakılan şeyle değil. Nur suresi 30. ayette, önce erkeklerden, dikkatinizi çekiyorum önce erkeklerden gözle-rindeki şehvet içerikli bakışlara engel olmaları ve iffetlerini korumaları is-tenir. Sonra kadınların da aynı şekil-deki bakışlarını engelleyip iffetlerini korumaları ve başörtülerini amacına uygun takmaları istenir.
May›s-Haziran’13 • 11
karantina
NE KAYBEDERİZ, NE KAZANIRIZ?
EBRAR DOĞAN
G örünür İslam’ın en net sembollerinden
biri başörtülü kadınlar, özellikle de genç
kızlar. Bugüne kadar ki kavgaların, tartışma-
ların, huzursuzlukların en büyük örnekleri ba-
şörtüsü üzerinde yaşandı, dolayısıyla başörtülü
genç kızlar hedefti. Genç kızlar diyorum çünkü
iktidar/rejim/sistem -adı her ne ise- muhatap
olarak gençleri görüyordu. Belli bir yaşın üstün-
deki teyzelerin örtünmeleri, hele bir de GATA
fiyongu (!) şeklindeyse hiçbir sorun teşkil etmi-
yordu. Tek dert başörtülü birinin genç olması ve
örtüyü saçı gözükmeyecek şekilde takmasıydı.
Başörtüsü ve başörtülü kadınlar, gençler
sosyal hayatla barıştıkça, sistemle kavga eder
oldular. Ve sistemin birincil dönüştürülmesi, de-
ğiştirilmesi gereken hedefi haline geldiler. Cum-
huriyetin istediği kadın profiline uymadıkları için
aşağılandılar, dışlandılar. Zamanın elimi değdi
yoksa cumhuriyet kadını projesinin mi başarısı
bilinmez ama Müslüman/dindar kesim ve başör-
tüsü modernleşmeye, eskiye göre daha “deği-
şik” bir hal almaya başladı. Yasakların kalkması,
başörtüsü üzerindeki tartışmaların azalmasıyla
birlikte daha farklı mevzular, görüntüler gün-
deme geldi. Durum daha ironikleşti. Bardaki
bir konsere alınmayan başörtülü kızın durumu
elbette üniversiteye alınmayan bir kızın duru-
mundan çok farklıydı. Ve bu farklılık neyi neden
savunduğumuzu sorgulattı bizlere. Tesettürün
anlamı üzerine tartışmaya başladık. Şimdi nasıl
savunacaktık ki başörtülü olduğu için“mağdur” olan, bara alınmayan kızı! Kimileri savundu me-selenin ayrımcılık olduğunu söyledi, kimileri ne işi var başörtülü bir kızın içkili mekânda dedi. Bu değişim, en iyi başörtülükadınlarüzerindegöz-lemlendi. Onların kıyafetleri, hareketleri, gittik-leri geldikleri yerler sorgulandı. Aynı yaşantıda, görüşteki bir erkeğin aynı mekânda bulunması kimsenin umurunda olmaz iken, başörtülü kızın alınmayışı gündem oluşturdu. Çünkü başörtüsü görünen bir şeydi ve göründüğünden çok an-lamlar ihtiva ediyordu. Sadece bir “bez parçası” değildi. Allah kat’ında o bara giden dindar (!) kadının da erkeğin de durumu aynı gözükse de, insan/toplum nazarında sadece başörtülü kız konuşuluyordu.
Şehirleşme ile beraber kılık kıyafetinin mo-dernleşmesi, çizgilerinin değişmesi doğal bir so-nuç. İnsanların vakit geçirmek-faydalı, faydasız-için yeni sosyal ortamlar oluşturması da. Genç, okuyan, yazan bir kitlenin giyim kuşamı, gittiği geldiği yerler elbette kır/köy hayatıyla aynı ol-mayacak. Bu köyden kente geçişin ilk sancıla-rı kılık kıyafette başladı. Tesettür yeniden yo-rumlanmaya çalışıldı. Artık, yasaklar kalktıkça, başörtüsü her yerde görünür oldukça, bazı dindarların bir “talebi, kavgası, mücadelesi” kal-madıkça, ve en önemlisi zenginleştikçe, tesettür moda unsuru oluverdi. Başörtülü gençler, tasa-rımcılar moda haftalarında boy gösterir oldu.
Defileleri en önden izlemeye talip oldular.
12 • May›s-Haziran’13
Adeta “ben böyleyim, ama karşımdakinin
böyle olmasını istemem” dercesine davranışlar-
da bulunuluyor. Kuran bizlere kendine Müslü-
manlığı öğütlemiyor, kendimiz için istediğimizi
mümin kardeşimizce istemedikçe hakiki imana
varamayacağımızı söylüyor Peygamberimiz.
Yani dönüştüren, değiştiren, kendisine bahşe-
dilmiş, sunulmuş, lütfedilmiş hidayeti karşısında-
ki içinde isteyen bir inanan… Fakat günümüzde-
ki özgürlük, demokrasi atmosferi Müslümanları
pasifleştiriyor. İmanın ve Kuran’ıngüzelliklerini
sadece kendimize indirilmiş gibi yaşayıp, evle-
rimizin içlerine hapsediyoruz. Evlerimizin dışla-
rında, başlarımızda örtülerimiz olsa da, yıllarca
eleştirdiğimiz, olmak istemediğimiz insanlar
gibi yaşıyoruz. Onların gittikleri yerlere gidiyo-
ruz, onların giyindikleri gibi giyiniyoruz, onların
alışverişlerini taklit ediyoruz. Önümüzde örnek
alınacak bir genç neslin olmamasından mı yok-
sa içimizde kalmış bastırılmış duyguların yansı-
ması mı bilinmez başlarımızın örtüsü alındığında
hiç bir farkımız kalmıyor. Kimliğimiz, inancımız
sanki bir anda uçup gidiyor. Elbette kalpleri, ni-
yetleri yalnız Allah bilir ama dışarıya verdiğimiz
görüntü ve kimlere nasıl örnek olup olmadığı-
mızdan da mesulüz.
Bugünlerde dikkatimi çeken bir görüntü
de başörtülü genç kızların içkili mekânlarda
“takılması”. Önceleri gözlerime inanamamış,
mekânların (restoran, kafe, otel vb.) içkisiz ol-
duğu yönünde hüsnü zanda bulunmuştum.
Sosyal medyada, bloglarda rahatça fotoğrafla-
rının yayılması da böyle mekânların reklamını
sağlıyor. Ve maalesef harama da teşvik ediyor.
Başörtülüler gidebiliyormuş, yadırganmıyormuş
algısı oluşturuyor! Ve muallakta kalmış, güzel
şeyler yemek, güzel kıyafetlerle şık kafelerde
takılmak, dünyanın güzelliğini doyuncaya (!) ka-
dar yaşamak isteyen ama bir yandan da vicdanı
da el vermeyen genç Müslümanları tabiri caizse
gaza getiriyor. Herkesin yaptığı kendine, günahı
sevabı kendinedir deyip, işin içinden çıkılabilir.
Ama bir Müslümanın isteyerek, bilerek, zorunlu-
luk olmadan içkili bir mekanda oturması, yeme-
si, içmesi helal midir? Harama para kazandırma-
sı bir yana, yanındaki içki içen insandan rahatsız
olmaması, dolayısıyla içkiden de rahatsız olma-
ması anlamına gelmez mi? İçkiyi yasaklayan
ayet indiğinde, içkiler Medine sokaklarında sel-
ler gibi akmıştı. Çünkü biliniyor ve inanılıyordu
ki Allah’ın yasakladığı şey iğrenilecek şeydir.
İçkili mekânlara gitmesek, içkili marketler-
den alışveriş yapmasak ne kaybederiz? Bilmem
ne kafesindeki bilmem neyli pastayı tatmasak
ne olur? Bilmem ne restorandaki yemeğin ta-
dından mahrum kalsak? Deniz manzarasında
yemesek yemeğimizi? Ne kaybederiz, ne kaza-
nırız?
Bugünlerde dikkatimi çeken bir görüntü de başörtülü genç kızların içkili mekânlarda “takılması”. Önceleri gözlerime inanamamış, mekânların (restoran, kafe, otel vb.) iç-kisiz olduğu yönünde hüsnü zanda bulunmuştum. Sosyal medyada, bloglarda rahatça fotoğraflarının yayılması da böyle mekânların reklamını sağlıyor. Ve maalesef harama da teşvik ediyor. Başörtülüler gidebiliyormuş, yadırganmıyormuş algısı oluşturuyor! Ve muallakta kalmış, güzel şeyler yemek, güzel kıyafetlerle şık kafelerde takılmak, dünyanın güzelliğini doyuncaya (!) kadar yaşamak isteyen ama bir yandan da vicdanı da el vermeyen genç Müslümanları tabiri caizse gaza getiriyor.
May›s-Haziran’13 • 13
Tesettür Başı mı Örter?Ayşegül AÇIKEL KOÇOĞLU
karantina
Hızla üreten kapitalist dünya, hızla tüketen bir dünyadan beslenip dengesini buluyor. Hepimize dayatılan; tüketmemiz, daha çok tüketmemiz, tükettikçe yaşamımızın an-lamlı hale geleceği, tüketmezsek hayattan “zevk” almayacağımız, hayata bakışımız bu algı üzerinden ince ince işleniyor.
Maddi zevklere, maddi
hazlara odaklanmış bir
hayatın peşinden koşuyoruz
tüm insanlık. Daha çok şeye
sahip olmaya doğ-
ru gider-
ken kapital dünyanın çarkları
arasından kayıp giden de ma-
neviyatımız oluyor. Bedenle-
rimizi daha çok giydirmeye,
daha çok yedirmeye kurulu
bu düzende aç kalan ruhla-
rımız, azalan manevi hazları-
mız…
Oysa hayat biz müminler
için kapitalizmi razı etmeye
değil Rabbimizi razı etmeye,
kul olmaya, hayatı ibadet şu-
uru ile geçirmeye ayarlı olma-
lıydı. Biz müminler, her işini
Rabbinin rızası için yapanlar
olmalıydık tıpkı ayette tarif
edildiği gibi: “Şüphesiz be-
nim namazım da ibadetlerim
de hayatım ve ölümüm de
âlemlerin Rabbi olan Allah
içindir!” (Enam Sure-
si-162)
14 • May›s-Haziran’13
Yaradan adına yapılan iba-
det, Allah adına yaşamak, ni-
yetin bu olması gerekirken
ibadetin de Rabbimizin emret-
tiği şekliyle olması hepimizin
bildiği temel esaslardır. Fa-
kat değişen dünya algılarımız
ibadetlerimizin niyetlerini,
yapılma amaçlarını, ya-
pılış şekillerini değiştirip
dönüştürüyor. İbadetle-
rimizi ne için yapıyoruz,
neden yapıyoruz, nasıl
yapıyoruz, bu sorular
üzerinden ibadetlerimizi
sorgulamak…
Değişen dünyada iba-
detlerimizden tesettür,
örtünme de kapitalist ve
seküler dünyadan nasibini
almıştır. Niyetinde Rabbi-
mizin rızası olan tesettüre
nerden bakıyoruz artık, na-
sıl değerlendiriyoruz? Ney-
di örtü biz Müslümanlar
için ne oldu! Örtünmenin
maksadını Ahzab suresin-
deki ayeti kerime özetliyor
“Ey Peygamber! Hanımları-
na, kızlarına ve müminlerin
hanımlarına söyle, dışarı çı-
karken üstlerine cilbablarını
alsınlar. Bu, onların tanın-
masını ve bundan dolayı in-
citilmemelerini sağlar. Allah,
Gafûrdur, Rahîmdir.” (33/59).
Müslüman kadın için ör-
tüsü korunmasına sebep olan
bir kalkan ama nasıl bir örtü,
yalnızca bedeni örten, başı ör-
ten bir örtü mü kadının teset-
türünden hedeflenen? İmam
Gazali’nin şu sözleri güzel ce-
vap oluyor bu soruya; “Ahlak
örtüsü olmayanı, başörtüsü
dindar yapmaz”.
Kadının en güzel örtüsü;
ahlakı, edebi, bedenini, güzel-
liğini yabancı nazarlardan ko-
ruması, gözlerine, sözlerine,
duruşuna, oturuşuna, haline,
tavrına yansıyan bir tesettür
anlayışı…
Ve pek tabi ki yalnız kadı-
nı ilgilendiren değil erkeği de
ilgilendiren bir tesettür algısı,
erkeklerin de belli şekilde ör-
tünmelerine dikkat etmeleri-
dir ki ayeti kerime de erkeğe
de kadına da ayrı ayrı vur-
gu yaparak meseleyi ele alır
: “İnanan erkeklere söyle:
“Bakışlarını kıssınlar, ırz-
larını korusunlar. Bu, onlar
için daha temizdir. Şüphe-
siz Allah, onların her yap-
tıklarını haber almaktadır.
İnanan kadınlara da söyle:
“Bakışlarını kıssınlar, ırz-
larını korusunlar. Süslerini
göstermesinler. Ancak ken-
diliğinden görünenler ha-
riç… Ey müminler, topluca
Allah’a tevbe edin ki felâha
eresiniz.” (Nur suresi, 30-31)
Tüm bunlardan yola çı-
karak “Maddi güzelliği değil
Müslümanca bir kimliği öne
çıkaran, örtü nasıl olmalı?”
bunun üzerine düşünmek
hepimize düşen belki… Ör-
tümüz tüm kodlarımızın bir
ifadesi, kimliğimiz, edebimiz
ve farkımız… Bu fark üzerine
yönlendirmek zihinlerimizi,
örtülerimizi; örtüyü bir moda
malzemesi gibi ele alma biçi-
mini buradan ele almak…
Selam ve dua ile.
Ve pek tabi ki yalnız kadını ilgilendiren değil erkeği de ilgilendiren bir tesettür al-gısı, erkeklerin de belli şe-kilde örtünmelerine dikkat etmeleridir ki ayeti kerime de erkeğe de kadına da ayrı ayrı vurgu yaparak meseleyi ele alır : “İnanan erkeklere söyle: “Bakışlarını kıssın-lar, ırzlarını korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların her yaptıklarını haber almak-tadır. İnanan kadınlara da söyle: “Bakışlarını kıssınlar, ırzlarını korusunlar. Süsle-rini göstermesinler. Ancak kendiliğinden görünenler hariç… Ey müminler, topluca Allah’a tevbe edin ki felâha eresiniz.” (Nur suresi 30-31)
May›s-Haziran’13 • 15
karantina
Kavramların dünyevileşme cenderesine hapsedilerek
anlamlarının daraltıldığı bir za-manda o kavramın işlevini ger-çekleştirmesi de imkânsızlaşır. Varoluş amacına yani fıtratına aykırı bir şekilde tanımlanarak içselleştirilen kavramın, öz kim-liğini temsil etmesi de düşünüle-mez. Çünkü yapılan her tanım, tanıma uygun bir yaşam tarzını da beraberinde getirir. Bu nokta-da kavramlara yüklenilen anlam-ların öneminin farkına varıyoruz. Tesettür/örtünme kavramı işte bu açıdan ele almamız gereken bir husus olarak karşımızda dur-maktadır.
a) Örtünme Bir Hayat Tarzıdır.
“Örtünme” olarak anlam-landırılan tesettür kavramının, gericilik ve çağdışılık tanımıyla ilişkilendirilerek itibarsızlaş-tırıldığına şahit olmaktayız. Bu bahanelerle yıllarca Müs-lümanlar öcü gösterilmiş, halkın hakkını korumak-la yükümlü olan kurumla-ra sokulmayarak haksızlığa uğratılmışlardır. Hâlbuki in-
san, Allah’ın Kur’an’da belirttiği emir ve yasaklarının sadece bir çağa değil, çağlar üstü bir hita-ba ve geçerliliğe sahip olduğuna inandığı ölçüde İslami bir hayat yaşayabilecektir. Aksi takdirde o, zamana ve mekâna göre renk alarak bukalemunlaşacaktır. Bu fikriyat dâhilinde akıl, İslam ile ilmik ilmik dokunmuş takva örtüsüyle örtülmesi gerekirken, var olan tüm güçle hakka karşı örtülmüştür. Kıyafetlerin kimlik-leri temsil ettiğini kabul etmeyen insan, farkına varmadan izleme-ye çekineceği filmlerin figüranı
oluvermiştir. Hor görülen ör-tünme halinden mahrum kalan insan, kendi benliğini dolayısıyla ahiretini felakete sürükleyecek tüm saldırılara açık bir hale gel-miştir. Örtünmeyi hor görenler, ne olduğunu ve ne anlam ifade ettiğini bilmedikleri farklı farklı değerler sistemlerinin örtülerine bürünmüş ve “ortaya karışık” bi-reyler türemiştir.
Öte yandan Müslümanlar arasında sadece hanımların gi-yim kuşamıyla veya başörtüsüyle sınırlandırıldığı bir tanımlama-da örtünme, kendisine on be-den küçük gelecek bir gömleğe mahkûm edilmiş konumdadır. Oysa ki Allah, Kur’an-ı Kerim’de örtünmenin takva temelli olması gerektiğini, örtülerin en hayırlı-sının da takva örtüsü olduğunu buyurmaktadır(7/26). Allah’ın koymuş olduğu örtünme ölçü-süyle, sadece hanımların başını örtmesini veya hanımların kıya-fetini ifade eden beşeri örtünme ölçüsü arasındaki beden farkı hat safhadadır. Çünkü takva, başlı başına hayatın tümü-
nü kapsar ve bulunduğu her ortama İslam’ın ren-
gini verir. O, hayatın
Şimdi Örtünme ZamanıYUSUF TALHA
“Ey Ademoğulları! Size edep yerlerinizi örtecek bir giysi, giyinip süsleneceğiniz bir elbise ihsan ettik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bunlar Allah’ın ayetleri (lüt-funun alametleri)ndendir ki belki bu sayede düşünüp öğüt alırlar” 7/A’raf/26
16 • May›s-Haziran’13
Allah’a olan sorumluluk bilinciy-
le yaşanmasının adıdır.
Takva örtüsünden mahrum
bir esnaf tartıya hile karıştırır.
Alırken tam, satarken eksik tar-
tar. Müşterisinden malın ayıbı-
nı gizler de, yaptığı sahtekârlığı
Allah’tan gizleyemeyeceğini unu-
tuverir.
Takva örtüsünden mahrum
bir insan yalan söyler. Söylediği
yalanlarla kişileri belki aldatıp
itibarını korur da, sinelerdekini
dahi Allah’ın bildiğini, O’nu al-
datamayacağını ve O’nun katın-
da itibarını kaybedeceğini unu-
tuverir.
Takva örtüsünden mahrum
bilgin, bilgisiyle müstağnileşir.
Sahip olduğu bilgisini Allah’a
şükretmek adına değil de, Allah’ı
inkâr etmek, ekini ve nesli ifsat
etmek adına kullanır. O, bilgi-
nin kaynağının vahiy olduğunu,
İslam’da aklın, vahyin hizmetine
sunulduğunu çoktan unutuver-
miştir.
Takva örtüsünden mahrum
bir insan zalimleşir. Gerek ken-
disini imana çağırıp cehennemle
tehdit eden ana babasına isyan
ederek, gerekse toplumun önde
gelenlerinden olmasından dolayı
şımarıp hakkı inkâr ederek “za-
lim” konumuna gelir. Veyahut da
gücüyle zayıfları sindirip sömü-
rerek zalimleşir. O, mazlumların
hakkının elbet alınacağını ve za-
limleri kızgın cehennem ateşinin
beklediğini unutmuştur.
Hâlbuki takva örtüsüyle ör-
tünebilmiş mümin, yalan söy-
lemez, insanları aldatmaz. Bu
mümin, bilgisi ve gücüyle insan-
lara zulmetmez. Çünkü o, mut-
lak gücün Allah’ta olduğunu bilir
ve Allah’ın “muntakim” sıfatının
muhatabı olmaktan iliklerine ka-
dar ürperir.
Takva örtüsüne bürünmüş
mümin, Allah’ı görmese de san-
ki O’nu görüyormuşçasına O’na
saygı duyar. Yatarken veya yü-
rürken, mücadele ederken veya
dinlenirken, evinde veya işinde,
sınıfta veya sokakta, gençlikte
veya yaşlılıkta Allah’ı hatırlar ve
O’nun sınırlarına riayet eder.
Takva örtüsü ince olmasına
karşın, hayatın Allah’a kulluk
çerçevesinde yaşanmasına yöne-
lik tehditler açısından çok sağlam
bir kalkandır. Bu noktada takva
örtüsü hak ile batıl arasında öyle-
sine keskin bir sınırı ifade ediyor
ki; burada hak ile batıl, bir daha
buluşmamak üzere birbirinden
ayrılıyor. Böylece bu örtünme
kavramı özgürleşerek, cinsiyet
farkı gözetmeksizin giyim kuşa-
ma sığdırılamayacak topyekûn
bir hayat tarzı inşa edebiliyor.
b)Örtünme Erkek’le Başlar.
Örtünme bahsi açıldığında
bugün çoğunlukla hanımların
mevzu bahis edilmesi, erkeklerin
hal ve hareketlerinin değerlendir-
meye tabi tutulmaması doğru bir
eleştiri değildir. Nur suresinde
örtünme konusuyla alakalı ola-
rak 30. ve 31. ayetler ele alınır. Ve
30. ayette Allah, hanımlara hitap
etmezden evvel erkeğe gözlerini
haramlardan sakınmasını buyur-
muştur. Bu noktadan hareketle
diyebiliriz ki, tesettür, erkeğin
gözünde başlamaktadır. Bugün
özellikle Müslüman erkeklerin
kendilerini göz ardı ederek, tüm
sorumluluğu hanımların üzerine
attığı tesettür eleştirileri samimi
değildir. Bu hal, toplumda mev-
cut bulunan “Erkek zaten çapkın
olur, o yaptıklarıyla namusa bir
leke getirmez lakin kızın yap-
tıkları namus lekesidir ve temiz-
lenmelidir.” şeklindeki sapmış
namus algısının ekmeğine yağ
sürmektedir. Bu algı sapmasına
en güzel cevabı Kur’an, Yusuf as.
örnekliğiyle bizlere vermektedir.
İffet, Müslümanlar için erkeğiyle,
hanımıyla korunması gereken bir
haldir.
Eleştirilerin haklı olması er-
keğin üzerindeki sorumluluğu
unutturacak bir sebep değildir.
Kadın için de erkek için de önce-
likli kıstas takva örtüsüyle örtün-
mektir. Bu bilinçle gerçekleştiril-
meyen herhangi bir örtünmenin
amacına ulaşması, teslimiyet ve
temsiliyet ifade etmesi ve koru-
yuculuk misyonunu yerine getir-
mesi hem erkek hem kadın için
mümkün olmayacaktır.
Zaman, esnafından memu-
runa, hocasından öğrencisine,
kadınından erkeğine kadar tak-
va örtüsüyle örtünme zamanıdır.
Bizi “muttakiler” arasına katacak
unsur ise Allah’ın Kitabıyla ve
Resulünün sünnetiyle geçirilen
vakittir. Kur’an’ı anlayarak oku-
mak bizi mutlak bilgiye ulaştıra-
cak, Peygamber as.ın sünneti de
o bilgiyi doğru bir şekilde işle-
memizi sağlayacaktır inşallah.
May›s-Haziran’13 • 17
karantina
T esettür denilince toplum
olarak sadece bayanların
sorumlu ve yükümlü olduğu
bir algı ile karşılaşmaktayız. İf-
fet ve namusundan sorumlu bir
kadın bunun karşısında ise di-
lediğini yapmakla serbest, sade-
ce çapkınlıkla nitelendirilebilen
ve normal olarak karşılanan er-
kek Yukarıda bahsi geçen ayetin
muhatabı olan biz erkekler aca-
ba gerçekten bu ayetin gerekle-
rini yerine getirebiliyor muyuz?
Yahut biz İslami değerlerimize
hassasiyetlerimize çizgilerimize
ne kadar uyumlu davranabili-
yoruz? Vahiyle şereflenmiş olan
ve her an acziyet içerisinde olan
bizler öncelikle bir nefis muha-
sebesi yaparak kendimizi hesa-
ba çekmeliyiz.
Yaratılışımızın gereği kullu-
ğumuzun getirdiği bir sorum-
luluk olarak, Rabbimizin bizler
için koymuş olduğu emirleri
yerine getirip nehiylerinden ka-
çabiliyor muyuz? İşte bunların
yaşantımızda ne kadar yeri var
sorgulamamız gerekiyor kendi-
mizi.
“Haram helal ver Allah’ım,
senin kulun yer Allah’ım,” de-
yimiyle örtüşmüş bir toplum
anlayışıyla yüz yüzeyiz. Ha-
ramlar ve helaller karşısında
ciddiyetini kaybetmiş Allah’ın
ayetlerini umursamazlı edasıy-
la hafife alma boy göstermiş
idlal olmuş saf zihinlerimizde.
Yemesek de içmesek de ihti-
yaten kulaklarımız bilinçli ya
da bilinçsiz haramlara meyil
olmakta. Öncelikle ayette buy-
rulduğu üzere harama bakmak-
tan gözlerimizi sakınmalıyız,
bulunduğumuz ortamda Yusuf
a.s misali masum ve temiz ka-
labilmenin mücadelesini verip
takva örtüsüne bürünmeliyiz.
Yani sadece insanların oldu-
ğu ortamda değil de yalnız
Allah’ın görebildiği yerlerde de
Müslümanca duruşumuzdan
vazgeçmeyerek emirle çizilmiş
kulluğumuzun vecibesini ifa et-
meliyiz. Hatırlatmak isterim ki
mezhep imamlarımızdan İmam
Şafii’nin bir sözü vardır “Haram
nazar nisyan getirir”. Bu sözün
de gerçekten ne kadar doğru ve
yerinde olduğunu aklımızdan
çıkarmayalım. Evvela biz bürü-
nelim tesettüre, duruşumuzla,
sınırları koyuşumuzla, Allah’ın
müdahale ettiği bir alana başka
ÖRTÜNEMEDİĞİMİZ ÖRTÜ, TAKVASIZ TESETTÜR
ALİ MURTAZA KAYA
“Mümin erkeklere söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve ırzlarım koru-sunlar. Bu kendileri için çok temiz (bir harekettir). Şüphesiz ki Allah, (kullarının ne) yapacaklarından hakkıyla haberdardır.” (Nur suresi 30. ayet)
18 • May›s-Haziran’13
birinin müdahale edip yasakla-
rın çiğnenmesine fırsat verme-
yelim inşallah.
Tesettürün bayanları ilgilen-
diren kısmına gelince bilindiği
gibi Nur Suresi 31, Ahzab Su-
resi 59. vb. ayetlere muhatap
olmaktalar. Bu konuya da biraz
edebi hanımlar için söylenmiş
vecize ve beyitlerle yaklaşarak
ele almak istiyorum.
Ne başını kapat, altını gös-
ter. Ne altını kapat, üstünü
göster. Hepsini kapat imanını
göster. (N. Fazıl KISAKÜREK)
Üzülerek söylenmeli ki
moda, batı ile etkileşim, çağ-
daşlık algısı toplum içerisinde
tesettür için kaygan bir zemin
oluşturdu, oysa bu ayetlerde
açık ve net olarak belirlenmiş
olduğu halde.
Kadın kendisini Allah’ın ya-
ratıklarından bir mücevherat
olarak görüp üzerinde dünyalık
meta olan gelip geçici takılarını
süs eşyalarını sergilemek yerine,
takva örtüsüyle bütünleşmiş bir
iman ve tesettür ile haram olan
bakışlardan kendisini koruyup
sakınmalı. Allah tarafından ve-
rilmiş olan emanete hıyanet et-
memeli. Malını ve güzelliğini
teşhir edenler için ataların deyi-
miyle: “Güvenme zenginliğine,
bir kıvılcım yeter; güvenme gü-
zelliğine, bir sivilce yeter.” sö-
zünden ibret alınmalıdır.
Yine N. Fazıl diyor ki; “Örtü,
şuuruyla takılmadığında da Al-
lah katında bir değeri olsaydı,
cennetin baş köşesine rahibeler
otururdu.”
Müslüman kimliğini koru-
yup muhafaza etmek yerine,
maskeli hayaletler gibi dolaşıp
da bir bardak su ile gökkuşa-
ğına dönüşebilen renk cümbü-
şünden ibaret olan bayanları
bir yana bırakıp şuurdan bah-
sedelim. Örtü, şuurla beraber
şekillenmekte bir mana ifade
etmektedir. Başörtüsünü, yahut
topluca tesettürü, bir bez parça-
sı olarak algılamak yerine İslam
kalesinin bir suru, bir bayra-
ğı olarak görmek zorundayız.
Bayrak düşünce, sur gidin-
ce, kale de elden çıkar. Bizler
Müslümanlığımız gereği İslam
nişanlarına ta’zim göstererek
samimiyet ve ciddiyetle Kur’an
ve sünnet ışığında mücadelemi-
ze devam edip vahiyle şekillen-
miş bir hayatın gelecek nesiller
için temelini atmalıyız. Canda
ve cihanda Hakkı hâkim kılma
temennisi ile…
May›s-Haziran’13 • 19
TESETTÜRM. YUSUF MAHİTAPOĞLU
S özlükte örtünmek, kuşanmak; başkaları
ile kendisi arasına perde koymak, bir şeyin
içinde veya arkasında gizlenmek anlamlarındaki
tesettür, terim olarak ilgilileri ve ölçüleri dinen
belirlenmiş örtünme yükümlülüğünü ifa eder.
Kelimenin kökünü oluşturan setr, “örtmek, giz-
lemek, perdelemek, engel olmak” gibi manala-
ra gelir. Aynı kökten sitr; gizlenmeye yarayan
engel, perde vb. şeyler için ve mecazen “çekin-
me, korku, hayâ” anlamında kullanılır. Yine bu
kökten türeyen seter “kalkan” manasındadır;
setir ve mestur mecazen “iffetli” manasındadır.
Âdem (a.s) ile eşinin cennetten çıktıktan
sonra örtünme ihtiyacı hissetmeleri bize şunu
gösterir ki, örtünme sıcaktan veya soğuktan
korunmak için giyinme ihtiyacından önce utan-
ma duygusunun gerektirdiği fıtri bir ihtiyaçtan
kaynaklandığı ve örtünmenin insanlık tarihi ka-
dar eski olduğu söylenebilir. Tesettürün/örtün-
menin karşıtı ve giyinmenin karşıtı çıplaklıktır.
Kur’an’da kadının örtünmesinin niteliğine ve
biçimine ilişkin temel açıklamalar hımar, cilbab
ve hicab kelimeleri üzerinden yapılır; birincisinin
yer aldığı ayette geçen ziynetin anlamı da ör-
tünme hükümleri açısından özel bir öneme sa-
hiptir. Kur’an’da genel anlamda giyinme ve ko-
runma amaçlı giysi libas kelimesiyle ifade edilir.
Örtünmenin karşısında “teberrüc” kelimesine
atıf yapılmakta, “dikkat çekme ve kendini gös-
terme” demek olan, bir yönüyle teşhir sayılan
teberrüc yasaklanmaktadır.
“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini (namah-
rem kadınlardan) sakınsınlar ve namuslarını mu-
hafaza etsinler. Bu, onlar için daha temiz (bir
hareket)dir. Şüphesiz Allah, onların ne yaptık-
larından haberdardır. Mü’min kadınlara da söy-
le, gözlerini (harama bakmaktan) sakınsınlar ve
namuslarını muhafaza etsinler. Ziynetlerini de
İSLAMİ KAVRAMLAR
20 • May›s-Haziran’13
göstermesinler, ancak görünen hariç. Başörtü-
lerini yakalarının üzerine vursunlar ve ziynetle-
rini, şunların dışındakilere göstermesinler: Ko-
caları veya kocalarının oğulları, veya kardeşleri,
veya kardeşlerinin oğulları, veya kız kardeşleri-
nin oğulları, veya kendi kadınları veya ellerinin
sahip oldukları cariyeler veya kadınlara ihtiyacı
olmayan erkeklerden hizmetçileri veyahut ka-
dınlardan haberi olmayan çocuklar. Gizledikleri
ziynetleri bilinsin diye ayaklarını vurmasınlar. Ey
mü’minler, hepiniz Allah’a tevbe edin ki, kurtu-
luşa eresiniz!” ( Nur 30-31)
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve
müminlerin hanımlarına söyle, dışarı çıkarken
üstlerine cilbablarını alsınlar. Bu, onların tanın-
masını ve bundan dolayı
incitilmemelerini sağlar.
Allah, Gafûrdur, Rahîmdir.”
(Ahzab, 33/59).
Tesettür konusu fıkıh ki-
taplarının daha çok namaz,
yasaklar ve mübahlar bölü-
münde yer alır. Birincisinde
konu “setr-i avret” altında na-
mazda örtünmenin hükmü,
örtünmenin asgari sınırları ve
örtünme hükmüne riayetsiz-
liğin namazın sıhhatine etkisi
gibi hususlar incelenir. Yasak-
lar bölümünde erkeklerin ve
kadınların kendi aralarında ve
diğer cins karşısında örtmeleri
gereken yerler ve bu yerlere bakmanın hükmü
gibi konular ele alınır. Bir konunun fıkıh kitap-
larında incelenmesi, onun mahiyeti bakımından
dinin temelini teşkil eden akaid kapsamında de-
ğil insanların amellerine ilişkin olduğunu göste-
rir. Genel kabule göre amele ilişkin bir hususun
ihmal edilmesi kişinin dinden çıkmasını gerek-
tirmez. Ameli konularda kişinin dinden çıkmış
sayılmasının sebebi, farz olduğu sabit bir şeyin
yapılmaması değil inkâr edilmesidir.
Önemli bir başka konu da yukarıda ki ayet-lerde gördüğümüz gibi kadın için örtünme hük-münü getiren ayetlerden önce erkeklere yönelik gözlerini kısma emrine muhatap kılınmıştır. Bu nokta tesettür emrinin doğru anlaşılması yo-lunda önemli bir ipucu sayılmalıdır. Bu sebep-le örtünme hükmünün tek yanlı olduğunu ve kadını erkeğe karşı koruma amacı güttüğünü veya erkeğe kadını denetleme yetkisini verdiği-ni öne sürmekten ziyade örtünme hükmünün gerisinde ahlaki bir ilke ve amaç aramak daha isabetli olabilir. Öte yandan tesettürün modern dönemde kadının sosyal hayata katılmasının bir sonucu olarak gündeme getirildiği dikkate alındığında örtünmenin temel amacının ihlal edilmesi ve kadının süslenip bunu başkalarına
göstermek üzere dışarı çık-maktan (teberrüc) kaçınma emri özel bir önem kazan-maktadır. Hz. Peygamber’in “giyinik çıplaklar” tasvirini (Müslim, ‘Libas’,125) andı-racak biçimde kendini teşhir eden bir giyinme anlayışı ve tarzını tesettür emrinin sözü edilen hedefiyle bağdaşma-dığı açıktır.
Konu ile ilgili Rasulullah (s.a.v) her konuda olduğu gibi bizlere yol göstermekte-dir. Hz. Peygamber, Hz. Ebu Bekir’in kızına şöyle demiştir:
“ ‘Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerin-den başkasının görünmesi uygun değildir.’ Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçları-na işaret etmişti.” (Ebu Davûd, Libâs, 31).
“Allah Teâlâ ergin kadının namazını başör-tüsüz kabul etmez.” (İbn Mâce, Tahâre, 132; Tirmizî, Salât, 160; Ahmed b. Hanbel, IV, 151, 218, 259).
KAYNAKÇA
DİA, İslam Ansiklopedisi, Tesettür Maddesi
Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Meali
“Mü’min erkeklere söyle, gözlerini (namahrem kadın-lardan) sakınsınlar ve na-muslarını muhafaza etsinler. Bu, onlar için daha temiz (bir hareket)dir. Şüphesiz Allah, onların ne yaptıklarından haberdardır. Mü’min kadın-lara da söyle, gözlerini (ha-rama bakmaktan) sakınsın-lar ve namuslarını muhafaza etsinler.” ( Nur 30)
May›s-Haziran’13 • 21
1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanması, 1856’da Avustralya’daki taş ve inşaat işçileri-
nin 8 saatlik iş günü talepleriyle başlamıştır. Bu tarihte Melbourne eyaletinde kalabalık bir ekip yü-rüyüş düzenlemiştir ve ilerleyen yıllarda benzer ha-reketler Amerika’da da görülmüştür. O dönemde Amerika’da haftada 6 gün ve günlük 12 saat olan çalışma koşullarının günde 8 saate indirilmesi tale-biyle birçok işçi grev kararı aldı. 1889’da toplanan Milletlerarası İşçi Kardeşliği Teşkilatı kararı sonucu 1 Mayıs İşçi Bayramı olarak ilan edildi (Kızılok, İş-günü Mücadelesi ve 1 Mayıs’ın Doğuşu). Tabi bu işçi hareketleri temelde burjuva sınıfına, kapitalist üretim yapan tesislere ve patronlara karşı konuş-lanmıştır ve haliyle son derece ideolojik damarlar-dan beslenir. Sınıf bilinci, proletarya ve komünizm gibi kavramlarla literatüre giren Karl Marx sosyal olayları, gruplar arasındaki sınıf çatışmasıyla açık-lar ve bu işçi hareketlerinde, Marx kaynaklı bilinen gerçek, sanayi devrimi sonrasında fabrikalarda günlük çalışma süresinin 18 saat civarında olduğu bölgelerin varlığıdır. Bu halde, işçiler için daha in-sani yaşam koşulları talep edilmiştir.
Türkiye’de 1 Mayıs’ın kutlanması Osmanlı
Devleti’nde 2. Meşrutiyet’in ilanı dönemine ka-
dar uzanır. Resmi tarih yazımına göre, ilk olarak
1905 yılında İzmir’de kutlanmıştır. İstanbul’da ise
1910’da kutlanmıştır. Sonraları, 1920’de bir takım
hareketlenmeler olmakla birlikte, işçi bayramı sa-
vunusu bir kaç yıl daha devam etti, fakat 1925
yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn kararı uyarınca ola-
sı kutlamalar yasaklandı. Bundan on sene sonra,
“Bahar ve Çiçek Bayramı” veya Hıdrellez/Ederlezi
olarak 1 Mayıs resmi tatil ilan edilmiştir. 1977 1
Mayıs’ında, İşçi Bayramı için Taksim Meydanı’nda
yaklaşık 500 bin kişi toplanmıştır. Dönemin DİSK
başkanı Kemal Türker konuşmasının sonuna geldi-
ğinde, çevredeki binaların tepelerine yerleştirilmiş
nişancılar tarafından kalabalığın üzerine ateş açıl-
mış ve kayıtlara göre 34 kişinin hayatını kaybettiği
“Kanlı 1 Mayıs”, 12 Eylül 1980 darbesine giden
adımlardan biri olmuştur. 2008 Nisan ayında, 1
Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kut-
lanmasına karar verilmiş ve 2009 yılında da meclis-
te çıkarılan yasa ile resmi tatil ilan edilmiştir.
GÜNDEM
Türkıye’de ve Dünyada 1 Mayıs’a Kısa Bir BakıS
BETÜL BABACAN
22 • May›s-Haziran’13
Türkiye’de bu süreç genellikle polis panzeri, biber gazı ve sendikalar üçleminde tecrübe edil-miştir. İstanbul özelinde, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayıp kutlamamak hükümet ve sendikalar ara-sındaki ideolojik ayrışmanın ortasına konulmuştur. Bu tartışmalarda Taksim’in sembolik anlamı ba-şat rolü oynamaktadır. Örne-ğin meydanda göze çarpan ilk üç şey Atatürk Kültür Merkezi, Cumhuriyet Anıtı ve The Marmara Oteli’dir ki üçü de birbiriyle bağıntılı bir cumhuriyet ideolojisini tesis eder. Aynı zamanda Cumartesi Anneleri’ni, iktidarın eylemlerine karşı yapılan protestoları veya Filistin’e destek mitinglerini gene Taksim Meydanı’nda görürüz, siyasi örgütlenmelerin merkez mekânı olması açı-sından Fransa’da Bastille Meydanı veya Mısır’da Tahrir Meydanı’na benzetilir. Ayrıca kentsel dö-nüşüm çerçevesinde Beyoğlu’nu mutenalaştırma projesinin de, bu sembolik anlamla yakından ilin-tili olduğu düşünülmektedir (Çalışkan). Çünkü Be-yoğlu toplumun “outsider”larının değil, iktidar ve mülk sahibi olanlarının mekânı olmalıdır artık ve ileri kapitalizmin ögelerini barındırarak bir ticaret-hane şeklinde işlemelidir (Demirören Avm örneği). Diğer taraftan mekanların insan çeşitliliğini temsil ettiği bir Türkiye gerçeği değiştirilemeyeceği için, Taksim’e cami yapılması isteği, ihtiyacın yanı sıra iktidarın yani AK Parti hükümetinin kendi izini bı-rakma ve meşruiyetini artırma çabası olarak da yorumlanabilir. Aynı şekilde Taksim Topçu Kışla-sı AKM’ye rakip bir yeni-osmanlıcı sembol olarak görülmektedir. Sonuç olarak Taksim’de 1 Mayıs demek, sendi-kalar veya örgütlerle hükümet arasındaki iktidar savaşını ortaya dökmektedir. Bu sene Taksim’e küçük katı-lımlı bir resmi zevat-tan başka kimsenin girmesine müsaade edilmedi. Bu durum “devrimci sol gruplar”
tarafından iktidarın, kendileri üzerindeki tahakkü-mü olarak yorumlandı. Hükûmet kanadına göre ise, yapılan kazı çalışmalarından ötürü vatan-daşın selameti için en mantıklı karar alındı; zira
güvenliği sağlayabileceklerini taahhüt edemiyorlardı. Sendikaların ısra-
rına karşı Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın açıklamaları DİSK’in işçi hakkından öte-de, olayı manipüle eden ve ideolojik amaç güden tav-rını bırakması yönündeydi. Her ne kadar sendikalar gü-
venlik önlemi istemediklerini belirtseler de, olası bir çökme
anında “hükûmet bile bile işçinin/emekçinin canına kastetti” gibi başlıklar görme-miz kaçınılmaz olurdu. Bu seneki 1 Mayıs’a dair atlanmaması gereken bir diğer husus, Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği, İşçi Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği ve Emek ve Adalet Platformu bünyesinde yapılan; asgari ücret ve taşeron işçiliğini protesto eden eyleme polisten gelen müdahaleydi. Çapa’dan başlayan yürüyüşe İstanbul Büyükşehir Belediyesi önlerinde, ortada hiç bir sorun yokken, biber gazı vs. ile engel olmak istendi ve durum hala aydınlatılmış değil.
Geçen seneki kutlamadan küçük bir not: Anti-kapitalist Müslümanlardan, sol tandanslı irili ufaklı örgütlere kadar farklı grupların katılımıyla Taksim’de kutlanan 1 Mayıs, provoke etmek iste-yen kişilerin varlığına rağmen birçoklarını mem-nun etmişti fakat onda dahî yaklaşık 14 bin polis memuru görevliydi, güvenliği sağlamak amacıyla.
Kaynakça-Çalışkan, Koray. “Taksim yasağının perde arkası”. Ra-dikal (3 Mayıs 2013).-Kızılok, Utku. “İşgünü Mü-cadelesi ve 1 Mayıs’ın Do-ğuşu”. Marksist Tutum 25 (2007).- (http://www.marks ist -t u t um .o rg / t a xonomy/term/80)3 “Hükümetten ilk 1 Ma-yıs açıklaması Bozdağ’dan: DİSK’in ısrarı ideolo-jik”. Cihan Haber Ajansı (08.05.2013) www.cihan.com.tr (01.05.2013)4.http://www.1mayis.com/turkiye.htm
May›s-Haziran’13 • 23
U fkun dar oluşunu çağdaş Müslümanların problemleri içerisinde sıralayabiliriz. “Ufku
geniş tutmak insanlığın hakkını vermektir.” haki-kati inkâr edilemez bir husustur. Tarih boyunca Müslüman olsun-olmasın büyük işleri başaranlar hep ufku geniş olan insanlardı. Zaten ufku geniş olmayan insanlar çağdaşlarının imkânsız dediği iş-lere kalkışamazdı. Bundan 14 asır evvel bir insanın (s.a.v) çıkıp da “la ilahe illallah” demesi ve “bir ve tek olan Rabbinize iman edin” diyerek insanlığa seslenmesi büyük bir işti. Sonrasında bir avuç in-sanın “Ey Rabbimiz! Biz; Rabbinize iman edin diye seslenen bir insanı işittik, hemen iman ettik. Ey Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve canımızı ebrarlarla beraber al.” diyerek o in-sanın (s.a.v) çağrısına cevap vermesi çağdaşlarınca imkânsız zannedilen bir hareketti.
Müslümanlar, insanlığının hakkını veren bir peygamberi ve onun ashabını ne yazık ki temsil edemiyor. Ümmet hala ufak hesapların peşinde ko-şup, küçük ve basit işlerle meşgul oluyor. Bu izzetli dinin zillet içindeki münferitleri bu süreci 200 yılı aşkın bir süredir yaşamakta. Bu zillet o kadar bü-yüdü ki “muhasır milletler seviyesine” kadar ulaştı. Şu anda Afrika’da Müslüman çocuklar misyoner teşkilatlarınca eğitilip Hıristiyan-laşt ır ı l ıyor. Şu anda
Afrika’da adı Muhammed, Ahmed olan Papazlar var. Yine Afrika’daki hükümetler Müslüman yetim-leri Avrupa’dan gelen eşcinsellere birkaç bin dolara evlatlık olarak veriyor. Tayland’da Müslüman aile-lerden 10-11 yaşına gelen kız çocukları zorla alınıp sokaklarda fuhuş için satılıyor. Bu Müslüman ço-cukların satıldığı sokaklara; müşterilerinin ağırlıklı olarak Arap ve Yahudilerden oluştuğu için “Arap” ve “Haham” adı verilmiş. Bir de Türkiye’ye dönüp bakın; adı Ayşe olan Fatıma olan fahişeler, adı İbra-him olan eşcinseller, adı Osman olan katiller gezi-yor sokaklarda.
Peki, bu hale nasıl ve ne zaman gelindi ve kı-rılma noktası neresiydi? İşte bu sorular; sorulması ve cevabının aranması gereken sorular. Öncesinde zikrettiğimiz gibi Kur’an’dan uzaklaşmak bu süreci tetikleyen unsurlardandır. O yüzden bizler Kur’an’ı hakkıyla okumalı, anlamalı ve hayata geçirmeliyiz. Ama Kur’an’ı anlamak için atlanmaması gereken bir husus da onun birine (s.a.v) indiğidir. O bir tebliğ ve tebyin görevi olan uyarıcı bir elçidir. Kuru et yi-yen bir kadının oğludur, adı Muhammed’dir (s.a.v) ve yaşadığı uzun bir hayat ve bize bıraktığı geniş bir örneklik vardır.
Neler yaşadı, neler yaptı peki? Yetim ve öksüz kaldı.
Akrabalarıyla b e r a b e r
büyü-
SİYER VE UFUKERKAM ŞAHİN
GARİP DÜŞÜNCELER
24 • May›s-Haziran’13
dü. Seyahatlere çıktı ve şehirler gördü. Ortaklık kurdu, ticaret yaptı. 25 yaşından beri hanım(lar)ına eş oldu. Çocukları olduğunda sevinçli, çocukla-rı öldüğünde hüzünlü bir baba oldu. Sonra birden bir şeyler oldu; çok korktu ama sonunda örtüsünü sıyı-rıp kalktı yatağından ve in-sanları uyardı. Rabbini tekbir etti, elbisesini arındırdı. Aza-ba götürecek şeyleri terk etti. İyiliği daha çoğunu umarak yapmamayı ve Rabbi için kat-lanmayı öğrendi. Ve sonrasın-da 13 yıl Mekke’de cemaatinin liderliğini 10 yıl Medine’de Devletin Başkanlığını ve asker-lerinin komutanlığını yaptı ve her beşer gibi öldü.
Doğumundan ölümüne kadar nice olaylar, nice yaşan-mışlıklar, nice tecrübeler, nice örneklikler var. Ama mutlaka ve mutlaka bizden yansımalar var. Bu insan (s.a.v) kiminin evladı, kiminin yeğeni, kiminin de torunuydu. Kimine düşman, kimine dosttu. Eş oldu, damat oldu, dede oldu. Ve birinin am-casının, birinin halasının oğluy-du, hatta sütkardeşi, sütannesi vardı. Ticaret yaptı, askerlik yaptı, komutanlık yap-tı, devlet başkanlığı yaptı, kadılık yaptı. İmam da oldu, cemaat de oldu; bazen sağlıklıydı, bazen has-talandı. Savaştığında yaralandığı da oldu, yaralan-madığı da. Bazen yanlış hüküm verdiği oldu, şid-detli bir şekilde uyarıldı ve doğru hükmedince de takdir Rabbi tarafından takdir edildi. İnsanlar gelip ona danışırdı, bazen de onun danıştığı olurdu.
Örnekleri çoğaltabiliriz ve nihayetinde herkes kendine bir yansıma mutlaka bulabilir. Nitekim bahsettiğimiz kişi 40 yıldır Abdullah’ın oğlu Mu-hammed iken 23 yıl boyunca da Rasulullah Mu-hammed (s.a.v) oldu. İşte özetle aktarmaya çalış-tığımız bunca örneklik ve tespitlerin bulunduğu alana “siyer” denir. Siyer kendisinden nice hikmet, örneklik, usul, üslup, metod, yöntem çıkarılacak bir alandır ve muhtevası her daim ihtiyaç duyacağı-
mız bir kaynaktır. Hangi hadiseler karşısında han-gi kararları aldığı ve hangi tavırları takındığı bizi mutlaka ilgilendirir. Şu unutulmamalıdır ki o bir Şa’ri olan Rabbin tabi ki kulu ama aynı zamanda da
Peygamberidir. Bütün hayatı boyunca gözetim altında tu-tulmuş ve bilerek bir sapma gösterecek olsa şah damarı koparılacaktı. Bilmeyerek bir yanlışa düşse en şiddetli bir şekilde uyarılacaktı ki uyarıl-dı da.
Sünnet bir vahiy gibi ele alınamazsa da bizzat Rabbi-nin sessiz kalarak onayladığı bir olgudur. Zaten “Kur’an’a aykırı bir davranışı oldu.” iddiası da bir iftira olarak ele alınır. Bizzat zevcesinin dediği gibi o bir “yürüyen, yaşayan Kur’an”dır. Hayatında hiçbir uyarılmamış sapması yoktur, dosdoğru bir şekilde durmuş ve eğilip bükülmemiştir. Ne hain pazarlıklara girişmiş ne verilmesi gereken bir hak ye-miştir. Öyle bir nesil yetiştir-miştir ki saygıda kusur etme-diği gibi yeri geldiğinde “Bu senin mi yoksa Rabbinin sözü
mü?” demiştir. İşte bunlar da Kitabullahın muha-tabı ve yeryüzünün halifesi olan biz müminlerin dikkat etmesi gereken bir husustur.
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi; ümmetin bu hali acınası ve ağlanası bir haldir. Bunun hesabı hepimizden sorulacaktır. Bu ahvale umursamaz davrananlar, bu mesele üzerine durmayanlar, dü-şünmeyenler hesabı veremezler. Bu hale az da olsa ağlamayanlar imanına delil gösteremezler. Hassa-siyet bu vaziyete gösterilir ve ehemmiyet bu me-seleye verilir. Bu meselenin çözümü, bu rezaletin izalesi, bu gidişatın ıslahatı ise Kur’an’a yönelmek ve onu yaşayanın (s.a.v) örnekliğini özümsemekle olur. Uzun uzadıya anlattığımız da aslında şudur; Kur’an ve Siyer ufku genişletir, basireti güçlendirir, zilleti götürüp izzeti getirir ve bunlar şu çağda en çok ihtiyacımız olan şeylerdir.
Sünnet bir vahiy gibi ele alı-namazsa da bizzat Rabbinin
sessiz kalarak onayladığı bir olgudur. Zaten “Kur’an’a
aykırı bir davranışı oldu.” iddiası da bir iftira olarak ele alınır. Bizzat zevcesinin dediği gibi o bir “yürüyen, yaşayan Kur’an”dır. Hayatında hiçbir uyarılmamış sapması yoktur,
dosdoğru bir şekilde durmuş ve eğilip bükülmemiştir. Ne hain pazarlıklara girişmiş ne veril-mesi gereken bir hak yemiştir. Öyle bir nesil yetiştirmiştir ki saygıda kusur etmediği gibi yeri geldiğinde “Bu senin mi yoksa Rabbinin sözü mü?”
demiştir.
May›s-Haziran’13 • 25
M odern dünyanın insana karşı ne tür
suçlar işlediğini anlamak için öncelikle
modernitenin insana ve dünyaya nasıl baktığını
anlamamız gerektiği kanaatindeyim.
Modernite kök olarak “şu anda geçerli olan”
manasına gelmektedir. Bu sebeple kendini,
eskiye ait olanı dışlayarak inşa etmiş ve eski-
ye dair her şeyi “gelenek” diyerek dışlamıştır.
Modernite aynı zamanda hakikatin kaynağını
akıl olarak görür ve bir şeyi anlamlandırırken
değerlendirme ölçütü akıldır. Bu sebeple kişi-
nin aklıyla açıklayamadığı hiçbir şey modern
dünyaya ait olamaz bunun sonucu olarak da
dini akıl dışı olarak kabul eder. Çünkü dini ge-
reklilikler insan aklına göre bu dünyadan ba-
kıldığında çok da akılcı değildi. Modern yaşam
bir insanın başka bir insana durduk yere gidip
para (sadaka, zekât vb.) vermesini çok da akıl-
cı bir hareket olarak görmez. Modernitenin bir
diğer ölçütü kişinin özgürlüğüdür. Kişi özgürlü-
ğü ölçüsünde modern olabilir. Bu sebeple insa-
nın özgürlüğünü kısıtlayan hiç bir şey modern
olamaz. Oysa Japoncada özgürlüğün bir diğer
manası “Ahlaksızlıktır” bu durumda Japonlar
çok da modern bir toplum anlayışına sahip
değillerdir. Bu bizim gibi Müslüman toplumlar
açısından bakıldığında böyledir. Bireyin her is-
tediğini yapması çok da ahlaki değildir çünkü
bizim hayatımızı tanzim eden şey nefsi arzula-
rımız değil Kuran ve sünnettir. Modernite her
şeyi özerkleştirerek yani bütünü parçalaya-
rak ele alır, tabi insanı da mensup olduğu her
şeyden özerkleştirir, böylece bireyin her şeye
kendi karar verebilecek liyakatta olduğunu ka-
bul eder. Bu da bireyi alacağı bütün kararlarda
özgür kılar.
Modern dünyanın insan onuruna karşı ne
gibi zulümlerde bulunduğu konusuna gelecek
olursak, öncelikle bireyin kendine ait hissettiği
gelenek ve göreneklerini, inançlarını ve değer-
lerini tamamen dışlamasından başlayabiliriz.
Zira bu bahsettiğimiz değerlerin hepsi eskiden
beri süre gelen birikimlerle ilerleyen kavram-
lardır, oysa modern dünya eskiyi tamamen
dışlayan bakış açısıyla bu kavramları tamamen
dışlamaktadır. Örneğin; bireyin eskiye ait olan
DENEME
MODERN DÜNYADAİNSAN ONURUNA KARŞI İŞLENEN SUÇLAR
ORHAN ÖZER
26 • May›s-Haziran’13
bir şeye değer vermesini anlamlandıramaz, böyle hareket eden biri modern dünyaya göre eski kafalı ve gericidir. Yani birey ancak yeni olana değer vererek var olabilir, bunun dışın-da hareket eden herkesi tamamen dışlar, bu da aslında modern dünyanın insanın kendine ait olarak kabul ettiği her şeyden arınmasını telkin eder. Eğer kişi başka bir tavır içerisinde olacak olursa ya geri kalmıştır ya da geri kalmaya mah-kumdur. Bu psikolojiyle büyüyen toplumumuz-da kendini ve ülkesini, hatta İslam dünyasını geri kalmış olarak kabul etti.
Modern dünya öte yandan prag-matist yani çıkarcı bakış açısıyla hayatı anlamlandırdığı için, kişinin elde edebile-ceği her şeyin bu dünyayla sınırlı kalacağı düşüncesi içerisinde oldu. Bu da kişinin sadece hayatı bir ömürle sınırlandırmasına ve her şeyini ona göre tanzim etmesine se-bep oldu. Bize hayatımızın asıl gayesi (Allah’ı tanımak ve tanıttırmak) unutturularak tama-men maddeci ve çıkarcı bir yaşam tarzı öğ-retildi.
Bir diğer problemde modernitenin ortaya koyduğu tüketen insan modelidir. Modern dünyanın çıkarcı bakış açısı, gölgesini satama-dığı ağacı kestiği için bireye de bu bakış açısıy-la bakar, yani birey bir anlamda tükettiği dere-cede değerlidir. Bugün etrafımıza baktığımızda da bunun birçok örneğini görebiliyoruz. Mese-la lisedeki bir gencin çoğu özelliğini bilmediği ve kullanmadığı son model cep telefonlarında, gardırobunu onlarca kot pantolon ve tişörtle dolduran gençlerde ya da onlarca şalı varken bir yenisini alan kişilerde veya bir arabası var-ken daha yenisini almak için çırpınan insanlar-da da görebiliyoruz. Tabi bunun muhafazakâr insanlar üzerinde de nasıl bir etki oluşturduğu-nu görmek çok da zor değil.
Mülkiyet kavramı da üzerinde durulması gereken bir diğer kavram... Modernitenin her
şeyi mülk olarak görmesi hastalığı her tarafa yayılmış durumda, öncelikle evi arabayı mülk edinen sonrasında sokaktaki hayvanları bile mülk olarak gören insan, bunun sonucu olarak batıda sokaktaki hayvanın bile bir sahibinin ol-ması gerektiği anlayışını benimsemiştir. Oysa biz hayvanları kendi mülkümüze almadan da yaşatabiliriz. Her şeyi birilerine ait olması ge-rekmez. Nihayetinde bu bakış açısı ile hareket eden modernite batıdaki devletlerde çocuğu-nu döven aileden çocuğunu alıkoyma hakkını kendinde bulmuştur. Kim bu hakkı vermişti bu devletlere hangi cüretle bu kadar ileriye gide-biliyordu? Tabi ki modernitenin insanın onuru-nu ayaklar altına alan bakış açısıyla.
Bireyin eskiye ait olan bir şeye değer vermesini anlam-landıramaz, böyle hareket eden biri modern dünyaya göre eski kafalı ve gericidir. Yani birey ancak yeni olana değer vererek var olabilir, bunun dışında hareket eden herkesi tamamen dışlar, bu da aslında modern dünya-nın insanın kendine ait olarak kabul ettiği her şeyden arınmasını telkin eder. Eğer kişi başka bir tavır içeri-sinde olacak olursa ya geri kalmıştır ya da geri kalma-ya mahkumdur. Bu psikolojiyle büyüyen toplumumuzda kendini ve ülkesini, hatta İslam dünyasını geri kalmış olarak kabul etti.
May›s-Haziran’13 • 27
ÇAĞIN TEFEKKÜRÜABDULLAH KELEŞ
G üneşli bir günde gökyüzünün maviliğine açılan bir pencere önünde rengarenk çiçekler ve mis
gibi kokan sümbüllerin olduğu bir evi hayal edin. Or-manın mis gibi kokusunu, dalgaların sesini ve kuşla-rın cıvıltısını gözünüzün önünde canlandırın. Şehir
hayatının o keşmekeşliğinde yaşayan bizler için bu cümleler nasıl da kulağa hoş geliyor değil
mi?
İşte bu hayalimizdeki ev gibi aynen kal-bimiz de nefsimiz için bir ev hükmündedir. Evin genişliği ve ferahlığı “huzurlu bir kalp” olarak
ruhsal açıdan mutluluğa vesile oluyor. Ruhsal dünya-mızın merkezi olan kalp, küçüklüğüne rağmen manevi açıdan koca dünyayı kucaklıyor. Arştan arza kadar tüm yaratılanların hikmetine ve ilmine kapı aralıyor. Kulları-nın kalplerine verdiği huzuru Mevla ayet-i kerimesinde şöyle tarif ediyor: “O (Allah), imanlarına iman katsınlar diye inananların kalbine sekine (huzur) indirdi.” (Fetih 48/4) Sıkıntının, huzursuzluğun tam zıttı olan ve kalp-lere inen “sekine”ye bugün stres altında boğulmuş bizlerin o kadar çok ihtiyacı var ki… İşleri yetiştirme telaşı, zaman yetirememe, hep daha fazlasını isteme
DENEME
28 • May›s-Haziran’13
ve çabucak sıkılma bizleri ruhen yıprattığı gibi zamandan ve mekandan haz alamama, eldekile-rin kıymetini bilememe gibi devrin hastalıklarına sevk ediyor.
Hele hele akşamları mutlaka kaçırılmaması gereken dizilerimize, internette gezinmemize, dokunmatik son model telefonlarla mesajlaş-malarımıza hiç değinmeyeceğim bile. Bunlardan artık kaçış neredeyse imkansız hale geldi. Elekt-riklerin 2 saat kesildiği durumda maalesef sıkın-tıdan patlayacak hale geliriz. Hani bir büyüğü-müz diyor ya “Televizyon olan odadan olmayan odaya geçen, hicret etmiş gibidir” diye, tam da o vaziyet.
Kalplerimizi huzura ulaştırma ve O’nun hik-metine varma yolundaki engellerimizi kaldırma konusunda amansız bir mücadelemiz var. Ruhu-muzun merkezinde iyiliği isteyen kalbimiz, karşı-sında şeytan ve nefsimiz ve hakem rolünde olan aklımız arasındaki bu mücadele, dünyada ve ahirette akıbetimizi belirleyecektir. “Çevremizi kuşatan sanal ağdan, günlük hayatın keşmeke-
şinden kendimizi kurtarıp daha özgün neler ya-pabiliriz?” sorusunun peşinde olmalıyız. Mesela evin her köşesini kaplayan fiskoslar, odanın orta-sındaki sehpalar, oturma alanımızı kısıtlayan mo-daya uygun kırlentler, komşumuz aldı diye mut-laka almamız gereken şatafatlı süslerden evvela kendimize nefes alabileceğimiz bir yaşam alanı açmalıyız. Tefekkürün tecelligahı olması gereken evlerimizi salon vitrinleriyle değil de iç huzuru, biraz da sadeliğin sonsuzluğunda aramalı, ruhu-muzun telakkisine yardımcı olmalıyız.
Her şeyi çabucak tükettiğimiz çağımızda kü-çük şeylerle mutlu olabilmeli, bize zorla sunulan popüleri benimsememizi telkin edenlere dur demeli, önümüze konulanı düşünmeden yeme-mizi isteyen bu yaşantı modeline muhalifliğimizi her halimizle belli etmeliyiz. Şuursuz Müslüman olmaktan vazgeçmeli, yaradılış gayemizdeki hik-meti arayarak Hakk yolunda erdemli insanlar olmalı, kulluğumuzun hakkını vermeliyiz. Çünkü bizi biz yapan, bizi diğerlerinden ayıran tam da bu değil mi?
May›s-Haziran’13 • 29
TARİH ALGISIMUSTAFA TOLGA
DENEME
Görmekistedikleriniverirtozlusayfalar
sanayadahangipenceredenbaktığı-
nabağlıdırtarihalgın.Pencerelerdeğiştikçe
gördüklerindedeğişmektedirdışarıda. Ta-
rihi yazanı yazdıranı, efsanesi kahramanı,
hırlısıhırsızı,kalleşikardeşihepsisenibek-
lemektedir pencerenin ardında. Sen tüm
bunların içindenalmak istediklerinlekendi
tarihinioluşturursunbirbakıma.
Kimse şunu anlamasın bu söyledikle-
rimden;“tarihindoğrularıbirden fazladır”.
Doğru tektir ama nereden baktığın önem-
lidir.Hırsların,duyguvedüşüncelerin,gör-
meyen gözlerin, duymayan kulakların, dü-
şünmeyenakıllarıngölgesindeseyredersen
tarihinekadarçokdoğruolduğunugördü-
ğünde ve yanlışların nerede kaldığını fark
edemediğindeşaşırmadanedemezsin.
Bir adım ileri giderek yazıyı başka bir
mecrayasürüklemekistiyorum.Yaşadığımız
çağdakişilerintarihalgısıgittiklerişehirler-
de bulunan alış veriş mağazalarıyla başla-
maktadır.Gezdiğiyerleriysenesizsorunne
de ben söyleyeyim. Rabbimizin, kitabında
bahsettiği geçmiş kavimlerin kalıntılarını
gezerken düşünmemiz ayeti bir çok ayet
gibigözdenırakbirhalalmışgönlümüzde.
Yeniçağınçılgınlıklarıarasındaeskiyeolan
ilgisizlikvetarihinimeraketmemehastalığı
birçoğumuzunkalbindeçoktanyerinialmış
durumda. Bundan kastımız geçmişe sapla-
nıp geleceği unutmakdeğildir asla.Genel-
de, geçmişiyle barışık insanların, özelde,
geçmişiylebarışıkMüslümanlarıngeleceğe
bakışıçokdahakaliteliolmalıdırdiğerlerin-
den.
30 • May›s-Haziran’13
TARİH ALGISIMUSTAFA TOLGA
Tüminsanlıktanziyadeözeldegezinmekdahaanlamlıbuyazıiçin.Yani,Müslümanıntarihalgısıirdelenmesigerekenbirdurumda-dır.Resmitarihinışığındaşekillenenalgıların-da,olmayanlarıolmuşgibi,söylenmeyenlerisöylenmişgibigörmeleriiçburkanbirhaldirbenimiçin.Tarihinsayfalarındakikahraman-larıyadahainleri,kavimleriyadadevletleriolduklarıgibigörebilmekMüslümanınüzeri-nebirsorumlulukyüklemektedir.
Ve bir adımdaha ileri giderek yazımdadostunutanımasıgerekenMüslümanadüş-manınıdahaiyitanımasınıtavsiyeediyorumhaddim olmadan. Düşmanını ne kadar iyitanırsandostundaoorandaşekillenecektirkafanda.Vebakmangerekenpencereyebiradımdahayaklaşmışolursunmücadelende.
Adımları sıklaştırarak devam ederken;dipnotlarda saklı tarihin gözden kaçırıl-maması gerektiği taraftarıyım. Sağlıklı bir
tarih algısını şekillendirebilmenin önündedipnotlar büyük yardımcılardır bana göre.Ama algısını şekillendiren Müslüman he-meninanmamayıdailkeedinmelidirkendi-ne.ÖzelliklealdığıbilgiMüslümanolmayanbiryerdengeliyorsaikikeredüşünmesindefaydavardır.Küfrünışığıylaşekillenentarihalgısındayalanlarolmazsaolmazlardır.
Nesaplanmalıgeçmişinderinliklerine;nehayallerinde yaşamalımasalların; ne unut-malı kimolduğunuveniçin varolduğunu;ne küçümsememeli yapabileceklerini; nekorkudolubakmalıgeleceğine,nedegam-sız bir ümitvarlık saplanmamalı yüreğine.İnancınla aklının bütünleştiği bir noktadasağlıklı bir geleceğin temellerinde şekillen-melidoğrubirtarihanlayışı.
Dedimyaenbaşta:
Hangipenceredenbaktığınabağlıdır ta-rihalgısı…
Yeni çağın çılgınlıkları ara-sında eskiye olan ilgisizlik ve tarihini merak etme-me hastalığı birçoğumu-zun kalbinde çoktan yerini almış durumda. Bundan kastımız geçmişe saplanıp geleceği unutmak değildir asla. Genelde, geçmişiyle barışık insanların, özelde, geçmişiyle barışık Müslü-manların geleceğe bakışı çok daha kaliteli olmalıdır diğerlerinden.
May›s-Haziran’13 • 31
Basından Yansıyanlar
Cengiz Çandar(Radikal)
Eğer akil insanlar grubu AKP tarafından oluşturu-lursa bu akil insanlar ol-maz. Bu AKP’nin oluştur-duğu bir grup olur, daha çok da AKP politikalarına göre olur. Böyle bir gru-bu da kimse onaylamaz. Çünkü tarafsız olmaz, ba-ğımsız olmaz. Herkesin benimseyeceği, herkesin kabul edeceği, herkesin üzerinde etkili olabilecek başından sonuna kadar bütün aşamalarda hakem-lik rolü oynayabilecek, yanlış yapanın karşısında duracak, düzeltecek bir grubun oluşturulması ge-rekiyor…
Altan Tan(BDP Diyarbakır
Milletvekili)
Basına yansıyan isimler üzerinden değerlendirme yaparsak, bu insanların bu süreçle ilgili mutlaka bir değerlendirmeleri ola-cak. Meselenin çözümün-de kamuoyunun ortak aklı olmalılar. Tamam, silahlar susacak, silahlı insanlar geri çekilecek ama bu sü-reç nasıl olacak. Süreç, sadece silah bırakma ve çekilme değil, bu mesele Türkiye’nin yeniden in-şasıdır. Yeni bir Türkiye, yeni bir Ortadoğu’dur. Kokuşmuş rejimin tasfiye edilmesidir.
Hayrettin Karaman(Yeni Şafak)
Yetmiş küsur milyon insa-nımızın pek azı (akıl hasta-sı olanlar) dışında tamamı bu manada “âkıl” insanlar-dır. Çözüm sürecine katkı yapsınlar diye düşünülen insanlar ise bu “âkıl insan-larımız” içinden, bu vazife için uygun olduğu düşünü-lenlerdir. Bu nitelikte de pek çok insanımız vardır; bunların bir kısmının se-çilmesi, “bunlardan başka-sı yok” manasına gelmez.
BURAK KALPAKLIOĞLU
“Hükümet tarafından çözüm sürecine katkı sağlamak amacıyla sanat, siyaset, akademi, medya, iş
dünyası ve sendika çevresinden oluşturulan akil insanlar heyeti, son dönemde siyasetin en çok tar-
tışılan konusu. Basından Yansıyanlar bölümü farklı kesimden insanların konuyla ilgili kaygılarını
ve eleştirilerini içeriyor.”
32 • May›s-Haziran’13
Sibel Eraslan(Star)
Çözüm sürecimiz için dile getirilen akil in-sanlar konusu, mese-lenin sadece siyaset ve güvenlikten ibaret olmadığını bir kez daha anlatıyor hepi-mize, hükümet büyük bir metanet ve cesa-retle büyük bir alan açtı çözüm hakkında. Halkımız içine sinme-yen pek çok durumu başbakanımız Tayip Erdoğan’a olan inancı, güvenciyle tolore edi-yor. Buna diğer siyasi partiler de destek, tas-hih, farklı katılım hat-ta yapıcı teknikleriyle omuz vermeliler. Ama bu iş sadece partiler düzeyinde yürüyemez, gönül işidir.
Murat Belge(Taraf)
Bir barış konuşması-nın ve herhangi bir çatışmanın, uyuşmaz-lığın en az iki tarafı vardır. Uyuşmak ve an-laşmak da, bir tarafın kendi düşündüklerini öbür tarafa empoze etmesi demek değil-dir. Ve bu, süreç için-de yer alan iki tarafın da uyması gereken taraftır. Benim şimdi-ye kadarki gözlemle-rime göre, iki tarafta buna uymaya çalışan da var, uymayan da. Böyle olunca, süreç herhangi bir anda ke-silebilir; kesilirse, “Siz şunu şunu söylediniz, onun için kesildi” suç-lamaları başlar; başla-dığında, iki tarafın da dağarcığında, işi karşı tarafın bozduğuna dair yeterince kanıt toplanmıştır.
Koray Çalışkan(Boğaziçi Üniversitesi
Öğretim Üyesi)
Ancak listenin çok önemli bir eksikliği var. Türkiye’nin üçte birine, yani CHP’lilere barış sürecinin ne ka-dar önemli olduğunu, Türkiye’nin onda bi-rine, yani MHP’lilere barışın neden onlara da gerekli olduğunu anlatacak ve sözü dik-katle dinlenecek çok kimse yok. Soldan ya da liberal siyasetten gelenlerin büyük bir bölümü, CHP tabanı-nın sözüne güvenme-diği, sürekli CHP eleş-tirisi yapan insanlar. Milliyetçi kesimden gelenler de MHP’nin tonunu yumuşatacak nitelikte değil. Liberal geçmişten gelenlerin durumu da ortada.
Sıdkı Zilan(Azadi İnisiyatifi Yön. Kur. Üyesi)
Kürdistan halkının özgürlük ve adalet ta-lebinin mutlaka yazılı metinlere dökülmesi şarttır. Bunun yolu da yeni bir anayasa-dır. Zannedersem bu olmazsa süreç olumlu sonuçlanmaz. Akil in-sanlar Ankara’yı tem-silen halkı ikna etme-ye matuf çalışıyorlar. Bizi, yani Kürdistan halkını temsilen de Akil İnsanlara ihti-yaç vardır. Ki bizim akıl insanlarımız hem Öcalan’a hem de PKK-BDP-DTK ve diğer Kürdistani kişi ve ku-rumlara danışmanlık yapsın, hem de Türki-ye devleti ve toplumu nezdinde baskı unsu-ru olabilsin.
May›s-Haziran’13 • 33
İBN HALDUN’UN TARİH ANLAYIŞI BAĞLAMINDA TOPLUMSAL DEĞİŞİM KODLARINI ÇÖZÜMLEMEK
ŞÜKRÜ KABA
DENEME
İbn Haldun 14. yy.’da yaşamış,
batıya önemli ölçüde katkılar sağ-
lamış bir düşünürdür. Bizler İbn
Haldun’u 19. yy.’da tanıma
imkânı bulduk. İbn Haldun’u
farklı kılan unsur, onun yeni
bir ilim oluşturma sevdasıdır.
İbn Haldun’un yaşadığı dö-
neme kadar tarih ve bilim an-
layışı kayıtçı bir yapıya sahipti.
Yani olayların sebepleri ve sonuç-
ları kayıt altına alınır ve elde biriken
bu veriler bize tarih ve olaylar hakkında
bilgi verir. İbn Haldun bunun değişmesi gerek-
tiğini düşünerek şu önemli hususu sorgulamış-
tır. Toplumların değişmesinde hareket noktaları
nelerdir? Bu soruya vereceğimiz doğru cevaplar
bize hem doğru bir tarih anlayışı hem de olay-
ları doğru okumanın getirisi olarak geleceğe
dair doğru çözümler üretme fırsatı tanıyacaktır.
Tarihsel süreçte bir olayın sebep ve sonucunun
toplumu ne yönde etkilediği ve o etkilerin gü-
nümüz toplumunu ve dünyasını nasıl etkilediği
bilinmediği sürece tarih anlayışımız kayıtçı man-
tıktan kurtulamayacaktır.
Tarihsel süreci sosyal değişimim kodlarını or-
taya koyarak inceleme yolunu tercih eden İbn
Haldun tarihe, ilmi umran adını vererek toplum-
ları yönlendiren kontak noktalarını açıklamıştır.
Tarihin esas konusunu olaylar üzerinden ince-
lemekten öte insan, toplum ve me-
deniyetin incelenmesi olarak an-
lamıştır. Bu anlayış bağlamında
İslam’ın doğuşuna bakmamız
gerekmektedir. İslam’ın top-
lum üzerinde hâkim oluşuna
tarihsel verilerden baktığımız
zaman bu tarih okumaları
bize toplum oluşturmada ipuç-
ları sunmalıdır. Mesela İslam
tarihi hakkında bilgi sahibi olur-
ken peygamber efendimizin yaşadığı
dönemi Mekke ve Medine dönemi olmak
üzere iki kısma ayırmak ve bu iki dönemi bir-
takım olaylarıyla bilmek bizler açısından yeter-
sizdir. İçinde bulunduğu toplumu ıslah etmeyi
ve İslam medeniyeti elçisi olmayı hedefleyen
kimseler; Mekke’yi insanlardan iman ve teslimi-
yetin oluşturulması devresi, Medine’yi ise iman
ve teslimiyet zemininde kurumsallaşmış, orga-
nize ve sınırları gelişmekte olan bir yapıyı anla-
ması gerekmektedir. Sadece olayların bilinmesi
yetersizdir. Olaylar, olayların kişiler, toplumlar,
medeniyetler üzerinde etkileri de bilinmelidir.
İstanbul’un fethine baktığımız zaman da karşı-
mıza bireysel ve toplumsal anlamda önemli öl-
çüler sunmaktadır. Fetih mantığında kazanılmış
bir savaştan veya Osmanlı Devleti’nin sınırlarının
genişlemesinden ziyade İstanbul’un Osmanlı
Devleti eliyle İslamlaşması mesajı vardır. Tarih-
34 • May›s-Haziran’13
te bu gibi olaylar mücadele anlayışında nelerin
ölçü alınması gerektiğinin örneklerini sunmak-
tadır.
Peygamber efendimizin İslam toplumunu
inşa etmede uyguladığı tedricilik, bize belli olay-
lar konusunda veya toplumu İslamlaşma konu-
sunda süreklilik sahibi olmamızı ve sabırlı olma-
mızı öğretmektedir. İstanbul’un fethi, inandığı
değerler uğruna imkânsızları mümkün hale ge-
tirmeyi ve gemileri karadan yürütmeyi göze ala-
cak kadar kararlı olmanın değişime sebep olaca-
ğını öğretmelidir.
İbn Haldun içinde bulunduğu toplumu anla-
tırken geleceği ve bugünü anlamamıza yardımcı
olacak ölçüler de belirlemiştir. Mesela toplumla-
rı bir arada tutan en önemli unsurun asabiyet
olduğunu vurgular. Akraba, soy, ırk gibi un-
surların öncelendiği nesep asabiyeti ile kültür,
çevre koşulları ile meydana gelen asabiyeti se-
bep asabiyeti olarak tanımlamıştır. Şu tespitte
bulunmuştur: “Toplumları bir arada tutan en
büyük sebep asabiyeti dindir.” Din toplumu bir
arada tutmakla beraber birlik olmanın gerekleri-
ni de öğretmektedir. Bizler tek bir ümmet oldu-
ğumuzu bildiren bir vahyin, Müslümanları birbi-
rinin kardeşi ilan eden bir peygamberin ümmeti
olarak birlikteliğimizi soy, ırk, nesep ayrımına
tabi tutmadan İslam’ın ipine sıkıca sarılmalıyız.
Toplumu ayakta tutacak asabiyet bu değerlere
sahip olmalıdır.
İbn Haldun toplumu bedevi ve hadari olmak
üzere sınıflandırmıştır. Bedevi bir toplum za-
fer elde eder ve varlığının sınırlarını oluşturur.
Sonra refah oluşur ve kazandıklarını kaybetme-
mek için kimseye bulaşmamayı tercih eder. Bu
süreçte iyice güçlendikten ve merkezileştikten
sonra israf aşamasında elindekileri kaybetmeye
başlar. Bedevi bir toplumun hadari topluma dö-
nüşmesi ve bu olayın seyrine baktığımız zaman
Osmanlı Devleti’nin beylikten devlette, devlet-
ten imparatorluğa ve oradan da çöküşe gidi-
şinin İbn Haldun’un bu teorisiyle örtüştüğünü
görmek mümkün. Kargaşa ortamında toplum-
da iki kısım toplum vardır. Birincisi bu ortam-
dan bir an evvel kurtulmayı gerekli gören ve
bu yolda sorumluluklarının farkında olanlar ve
mevcut durumun muhafaza edilmesini çözüm
olarak görenler… İşler yolunda gitmediği halde
mevcut durumun muhafaza edilmesini kendi çı-
karları açısından gerekli görenler kaçınılmaz son
olan çöküş sürecini hızlandırmaktadır.
İbn Haldun’un bu teorisi günümüzün mev-
cut şartlarını doğru okumaya yardımcı olmalı-
dır. Bugün rüzgâr bizden yana esiyorsa bu hızla
yapmamız gereken ne ise onu hakkıyla yapmalı-
yız. Rüzgâr ters yönde esmeye başladığı zaman
ne kadar çabalasak da çözüm gecikecektir ve
çöküş kaçınılmaz olacaktır.
Peygamber efendimizin İslam toplumunu inşa etmede uyguladığı tedricilik, bize
belli olaylar konusunda veya toplumu İslamlaşma konusunda süreklilik sahibi
olmamızı ve sabırlı olmamızı öğretmektedir. İstanbul’un fethi, inandığı değer-
ler uğruna imkânsızları mümkün hale getirmeyi ve gemileri karadan yürütmeyi
göze alacak kadar kararlı olmanın değişime sebep olacağını öğretmelidir.
May›s-Haziran’13 • 35
TAHLİL ALİ TARIK PARLAKIŞIK
“Hilafet’i Kurtarmaktan ‘Kendimizi’ Kurtarmaya”:
Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam’a,
Bir Tahlil Denemesi
İ smail Kara’nın, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi isimli üç ciltlik çalışmasından tanıdı-
ğımız üslubunu mezkûr eserde biraz da, cumhuriyet dönemini katarak kullandığını
görüyoruz. Başlığımızdaki tırnak içindeki bölüm, kitabın giriş bölümünün ilk konusu.
Böyle bir konudaki kitabın ilk meselesi için yerinde bir başlık esasında; süreci tasvir
ediyor. Kitabın cumhuriyet dönemini İslam-devlet, halk-yöneten ilanihaye ekseninde
işleyen yönünü ele aldığımızda, yine çok yerinde seçilmiş bir başlık da kitabın giriş bö-
lümüne ad yapılmış; “Din ile olmuyor dinsiz de olmuyor!”
İsmail Kara’nın, işlediği konuyu fotoğraflarla ve ek metinlerle zenginleştirdiğini ve
delillendirdiğini görüyoruz.
“Türkiye’de İslamcılık” konusunda tahlil, düşünce ve eleştirilerinde yer yer
“muhafazakâr” ve “yerlilik” reflekslerini bildiğimiz İsmail Kara, bu kitabında da belirtti-
ğimiz reflekslerine bir miktar misal sağlıyor.
(Kitabın dördüncü baskısını ele alarak işleyeceğiz.) Kitabın yirmi birinci sahife-
sinde, “Milli Mücadele devam ederken 1921 yılı baharında vücut bulan İstiklal Marşı
İslam(cılık)la milliyet(çiliğ)in ne kadar rahatlıkla ve tabii olarak iç içe, yan yana bulu-
nabileceklerinin/bulunması gerektiğinin açık delili olsa gerektir.” diyor. İttihad-ı İslam,
İttihad-ı Osmani ve milliyetçiliğin dönemsel olarak “yakınlaşmalarını”-“uzaklaşmalarını”
kısaca birbirleriyle olan ilişkilerini anlatırken böyle bir yargıyı belirtiyor, İsmail Kara.
Bu yargı şovenist bir milliyetçilikten söz ediyorsa zaten yanlıştır ki, Mehmet Akif’in ırk-
çılığı eleştiren hatta küfür olarak addeden mısraları vardır. Yok, eğer kavme olan sev-
gi ilânihaye ise zaten insanın kavmine sevgi duymasında İslam açısından bir beis yok;
ayrıca böyle bir sevginin ideolojik formda ifade edilebilecek bir yönü de yok. Yani her
halükarda yanlış bir yargıdır, Kara’nın yazısı.
Kitabın yirmi üçüncü sahifesinde Kara, “Çok yönlü etkilerinin olduğunda şüphe olma-
yan oryantalistik çalışmalara intikal etmek gerilere ve dolaylı sahalara gitmek kabul edi-
lecekse en azından Hilafet’in ilgası ve Şeyh Said isyanındaki İngiliz etkisinden, tercüme
ağırlıklı bir medeni kanunun kabulünde Lozan kararlarının icbarında, 2. Dünya Savaşı
sonrası şartlarda tek parti laiklik anlayışının tadil ve tashihe tabi tutulmasından, ABD
merkezli “yeşil kuşak”, “ılımlı/kültürel İslam” ve “liberal İslam” projelerinden, Almanya
36 • May›s-Haziran’13
ve Fransa’nın yoğun Alevilik ilgisinden, AB sürecinde artış gös-
teren misyonerlik faaliyetlerinden… konuyla ilgili herkesin pay-
laşabileceği şekilde bahis açılabilir.” diyor. (Vurgu bize ait.) Bu
pasajda “Şeyh Said isyanındaki İngiliz etkisinden” vurgusundan
İsmail Kara’nın, Şeyh Said İsyanı’nda, İngiliz etkisi olduğu dü-
şüncesine sahip olduğunu anlıyoruz. Bugün bir takım meselele-
rin (geçmişe göre) daha açık olduğu, daha rahat konuşulduğu bir
ortamda İsmail Kara’nın, Şeyh Said’le ilgili böyle bir zanda ısrar
etmesi dikkat çekilmesi gereken bir durumdur.
Yine başka bir yerde yazar “İstanbul-Ankara çekişmesinin or-
taya çıkardığı meşruiyet problemi (unutmamak gerekir ki büyü-
kelçilikler 30’lu yıllarda İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştır) ve
siyasî/fikrî istikrarsızlık Ankara’yı daha çabuk, üzerinde yete-
rince düşünülmemiş, tartışılmamış, içeride paylaşılması zor fa-
kat uluslararası arenada, mevzuat ve statü itibariyle kendi lehine işleyecek kararlar
vermeye icbar etmiş gözükmektedir.” diyor. Hâlbuki biliyoruz ki, Mustafa Kemal ve
cumhuriyetçi kadroların stratejik-siyasal-politik-ideolojik-ideolojik duruşları, telak-
kileri baştan beri aynı. Atatürk’ün, Nutuk’ta çok öncesinden inkılapları planladığına
dair serdettiği sözler mevcut. Zaman-zemin yöntemini kullandığını/savunduğunu an-
layabiliyoruz; vakti gelince bir takım değişikler yapacağını ve planlarını en baştan beri
taşıdığını anlatıyor.
Mamafih, yer yer negatif yönde eleştirebileceğimiz zaafları da olsa eser, hem o dö-
nem için tarihi metin olarak hem Türkiye’de İslam(cılık) Tarihi, Türkiye’de İslam algısı
ilânihaye açısından önemli bir noktada.
Yer yer hatıraları önünüze koyarak, yer yer işlenen mesele ile ilgili döneminde
hazırlanan/yayınlanan rapor, yazı, mülakat ve diğer belgeleri önünüze koyarak tabiri
caizse, o zamanı okuyucuya gösteren bir nitelik katmış yazar. Tabi bu minvaldeki
fotoğrafları da unutmamak lazım. Dönem açısından önemli niteliği olan fotoğraflar…
Zaten İsmail Kara’nın bu konulardaki geniş fotoğraf arşivinin var olduğunu biliyoruz.
Hilafet’in kaldırılışından; Diyanet’in tarihine, Müslüman tip ve karakterlerinin
Diyanet’e bakışlarına; Türkiye’deki cemaatlerin, cumhuriyet öncesi ve sonrasında re-
jime bakışlarına kadar geniş bir tarihi dönemi, siyasal-politik-sosyolojik-tarihsel gibi
geniş bir çerçevede hazırlanan kitap, tabiri caizse bir giriş niteliği de taşıyor. Yazar,
politik gelişmelerle bu gelişmelerin halkın farklı kesimlerince nasıl algılandığı arasın-
daki ilişkiyi yerinde irdelemiş. Hangi dönemde Müslüman çevrelerden hangilerinin
mevcut duruma göre nasıl bir üslup kullandığı ve nasıl tepki verdiği sosyolojik çö-
zümlemelerle beraber iyice işlenmiş ve mevcut kapitalistleşme sürecinde cemaatlerin
tepkileri de iyi analiz edilmiş.
Bu vesileyle kitabın ikinci cildinin de yazarın, konuyla ilgili yazılarından oluşacağı
bilgisini de vermiş olalım.
May›s-Haziran’13 • 37
KültürSanat
Melike YURT
Ayasofya’daHüsn-iHatSergisi
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
Kutlu Doğum Haftası etkin-
likleri bağlamında, Prof. Dr.
Uğur Derman’ın danışmanlı-
ğında Ayasofya’da 12-23 Ni-
san tarihleri arasında Hüsn-i
Hat sergisi düzenlendi. İslam
Hat Sanatı’nın çok kıymetli
eserlerinin yanında Osman-
lı padişahlarından II. Mah-
mut, III. Selim, III. Murad ve
Abdülmecid’in eserleri de
sergide yar aldı. Sergide Haıf
Osman, Yasarizade Musta-
fa İzzet, Sami Efendi, Fehmi
Efendi, Mustafa Rakım, Mah-
mud Celaleddin, Hamid Ay-
taç, Necmeddin Okyay gibi
son dönemin önemli isimleri-
nin eserleri yer aldı.
Üstad80Yaşında…Küçükçekmece Belediyesi ve Tür-kiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi’nin birlikte düzenlediği “Sezai Karakoç Özel Etkinliği”nde, edebiyat dünyasının önemli isimleri üstadla alakalı anılarını düşüncelerini katı-lımcılarla paylaştı. Cennet Kültür ve Sanat Merkezi’nde 27 Nisan akşamı gerçekleştirilen programda, salonu dolduran Sezai Karakoç dostları, üs-
tadın düşünce ve edebiyat dünyasındaki rolünü ve önemini, onu tanıyan ilk ağızlardan dinledi. İlk olarak kürsüde Ali Hay-dar Aksal, Sezai Karakoç ismiyle nasıl tanıştığından bahsetti. Ardından Âdem Turan, Sezai Karakoç’un Mona Rosa şiiriyle küçük yaşlarda tanışma hikâyesini anlattı. Köşe şiirinden bir parçayla dinleyenlerin yüreklerini serinletti. Ali Ural, 1938 yılın-da Sezai Karakoç’un beş buçuk yaşındayken bir köy okulunda kumla dolu masanın üzerine parmağıyla nasıl yazı yazdığını, Bünyamin Yılmaz ise Sezai Karakoç eserlerinin, piyeslerinin Türk sinemasında hayat bularak dünyaya tanıtılması gerektiği-ne vurgu yaptı. Belkıs İbrahim Hakkıoğlu, Sezai Karakoç’a olan saygı ve hayranlığından bahsederken, Ebubekir Kurban, Sezai Karakoç’u sevmek imandandır çıkışıyla katılımcıların yüzüne tatlı bir tebessüm kondurdu. Ferman Karaçam, Hüseyin Akın, İsmail Kılıçaslan Sezai Karakoç’un bilinemeyen yönlerinden, üstadın sade kişiliğinden, fırından ekmek alıp evine gidişinden, Kadıköy vapurunda ya da bir camide ikindi namazında karşı-laşabileceğimiz Sezai Karakoç’tan bahsettiler. Mevlana İdris, zengin çıkınındaki erzaklarla gönüllerimizi doyururken, Osman Bayraktar, Özcan Ünlü, Recep Garip, Sezai Karakoç ile Diriliş’in artık meyve vermesi gerektiğini vurguladılar. Şaban Abak yeni neslin Sezai Karakoç’u tanımak için hangi eserlerinden baş-lanması gerektiğini anlatırken, Selçuk Kürkçü Diriliş’in kurtuluş olduğunu söyledi. Şeref Akbaba, Sezai Karakoç ile anısını, Yu-suf Kaplan düşünür, sanatçı ve ahlak anıtı kimlikleriyle Sezai Karakoç’un bir bütün olduğunu duyurdu. Zeki Bulduk’un ko-nuşmasının ardından program sona erdi.
38 • May›s-Haziran’13
KültürSanat
TürkiyeAlimlerBirliğiKuruldu.
Toplumda sahih bir din algısı
oluşturmak amacı ile kamuoyu-
nun yakından tanıdığı otuzun
üzerinde ilim adamları bir araya
gelerek Türkiye Alimler Birliği’ni
kurdu. Kurucular arasında Halil
Günenç Hocaefendi, Mehmet
Savaş Hocaefendi, Prof. Dr. Raşit
Küçük, Prof. Dr. Hasan Kamil Yıl-
maz, Prof. Dr. Yaşar Kandemir,
Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Prof.
Dr. Faruk Beşer, Nurettin Yıldız
Hocaefendi, Prof. Dr. Orhan Çe-
ker, Doç. Dr. Rahmi Yaran, Prof.
Dr. Abdullah Aydınlı, Dr. Ahmet
Efe, Doç. Dr. Ahmet Bostancı,
Prof. Dr. Ahmet Özel ve daha
başka isimler mevcut. Kimin
neye inanacağının belirsizleştiği
günümüz karmaşık ortamında
Hz. Peygamberin Hz. Ali’ye “Ne
yapacağınızı şaşırdığınızda tek
başınıza hareket etmeyin, abid
alimleri toplayıp onların istişaresi
ile hareket edin.” önerisini uy-
gulamak üzere yola çıkan alim-
lerimizin çabalarının ümmeti ay-
dınlatmasını ümmetinde istifade
etmesini temenni ediyoruz.
SiyerAtölyesiİlk toplantısı 2009 yılı Nisan ayında yapılan atölye projesi, bi-
rinci yılında “Cumhuriyet Devri Türkçe Akademik Siyer Litera-
türü Değerlendirmesi”, 2010 yılında “Siyer-Edebiyat İlişkisi”,
2011 yılında “Türkiye’de Popüler Siyer Çalışmaları”, 2012
yılında “Türkiye’de Çocuklara Yönelik Siyer Çalışmaları” baş-
lıklarıyla gerçekleştirildi. Her yıl farklı kadro ve temalarla orga-
nize edilmesi planlanan atölye çalışmasının 2013 yılı çalışma
başlığı ise “Siyer ve Görsellik” olarak belirlendi. Sonpeygam-
ber.info Siyer Atölyesi kapsamında, bu yıl “Siyer ve Görsel-
lik” başlığı altında dünyaca ünlü yönetmen Majid Majidi’nin
katılımıyla görsel sanatlar ile siyer ilişkisi ele alındı. 20 Nisan
Cumartesi ve 21 Nisan Pazar günleri Meridyen Derneği’nde
gerçekleştirilecek atölye toplantısına Prof. Dr. Turan Koç,
Yrd. Doç. Dr. Irvin Cemil Shick, Dr. Nur Kançal, Cihan Aktaş,
Fahima S. Firouz, Enver Gülşen, İhsan Kabil, Majid Majidi,
Fatih Okumuş, H. Hümeyra Şahin, Cemal Şakar, Uğur Mine
Tamay, Ayşe Taşkent, Hülya Yazıcı gibi isimlerin katılımı ile
program gerçekleştirildi.
May›s-Haziran’13 • 39
Okumuş Bir İşçi SoruyorYedi kapılı Teb şehrini kuran kim?Kitaplar yalnız kralların adını yazar.Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,kim yapmış Babil’i her seferinde?Yapı işçileri hangi evinde oturmuşlaraltınlar içinde yüzen Lima’nın?Ne oldular dersin duvarcılar Çin Seddi bitince?Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!Kimlerdir acaba bu anıtları dikenlerSezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?Yok muydu saraylardan başka oturacak yerdillere destan olmuş koca Bizans’ta?Atlantis’de, o masallar ülkesinde bile,boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı ,bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden.
Hindistan’ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?Tek başına mı aldıydı orayı?
Nasıl yendiydi Galyalıları Sezarbir ahçı olsun yok muydu yanında onun?İspanyalı Filip ağladı derlerbatınca tekmil filosu.Ondan başkası acaba ağlamadı mı?
Yedi Yıl Savaşı’nı İkinci Frederik kazanmış hayok muydu ondan başka kazanan?
Kitapların her sayfasında bir zafer yazılıAma pişiren kimler aşını?Her adımda fırt demiş fırlamış bir büyük adam.Ama ödeyen kimler harcanan paraları?
İşte bir sürü olay sanaVe bir sürü soru.
Bertolt BrecchtÇeviren: A.Kadir
ŞİİR
40 • May›s-Haziran’13