gencay dergisi - sayı: 06 - temmuz 2012

50

Upload: gencay-dergisi

Post on 28-Mar-2016

228 views

Category:

Documents


10 download

DESCRIPTION

Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012 http://www.gencaydergisi.com

TRANSCRIPT

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 1 Sayı 6 - Temmuz 2012

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

MEDENİYETİN KURŞUN SESLERİ / Elif Kumru PAKSOY

KIBRIS’IN BAĞIMSIZLIĞI VE TÜRK SORUNU / Sertaç EKEMEN

KİTLELER PSİKOLOJİSİ VE İKTİDAR / Murat KARATAŞLI

TUNA'DAN FIRAT'A ADAKALE İLE CABER / Bülent ERDİL

TÜKETİMDE MANKURTLAŞMA / Alperen KIZIKLI

BİLİNMEYEN BİR TÜRK OYMAĞI: HAZARALAR / Fatma Özge ÖZDEMİR

ÜLKÜ OCAKLARI MHP ’NİN GENÇLİK KOLU MU? MHP’Lİ Mİ? / M. Oğuz ATABERK

TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE ANAYASA MEFHUMU / Abdullah KILAVUZ

BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK ALGI / Mehmet UÇAK

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

TARİHİ BİLİM ADAMLARI: HAREZMÎ / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKCI

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

1

MEDENİYETİN KURŞUN SESLERİ Elif Kumru PAKSOY

“Bosnalılar savaş sonrası hep kelebekleri

takip ettiler

Kelebekler tek bir çiçeğin üzerine

konuyordu

O çiçekler ise sadece toplu mezarların

üzerinde açıyordu.”

Temmuz ayındayız ya yüreğimizi her an

dağlayan acıların en büyüğünü, o kor

ateşin düştüğü günkü gibi hissettiğimiz

günlerden birini yaşadık…

Sahi ne oldu 11’inde Temmuz’un?

Yıl 1995. Ben 2 yaşındayım medeniyetse

bilmem kaç. İnsanlığın doğduğu toprak

yüzyıllarca acılara sahne oldu. Ama bu

kadar gözümüzün önünde olanı belki hiç

olmamıştı. Dersimizi aldık demişlerdi

olaydan tam 50 yıl önce,1945’te. “Bir daha

böyle caniliklerin yaşanmasına müsaade

etmeyeceğiz.” demişlerdi. “Biz dünya

devletleri birleşiyoruz.”

Birleştiler. Kendi içlerinde bir miydiler?

Sözde savaşsız soğuk mu soğuk yıllar

yaşadı dünya.

O 50 yılın sonunda iki kutbun tam

ortasında bir ateş yandı. Ateş öyle büyüktü

ki… Herkes o kadar üşümüştü ki(!)…

İzledik.

Ben iki yaşındaydım. Evimde annemin

kucağındaydım sıcaktan kavrulmuştum

ama güvendeydim. Benden 2369 km

batıda annesinin kucağında bir bebek daha

vardı, o anda sıcağı hissetmek bile bir

lükstü 2 yaşındaki o bebek için, güvende

değildi… “Medeniyete” benden daha

yakındı. O kadar yakındı ki annesine

doğrultulan namludan gözünü ayırdığı

anda –belki de 500 metre ilerde-

görebiliyordu onu.

Anlamadı ne olduğunu. Bilmezdi

medeniyeti o, 2 yaşındaydı. Bilmezdi o

karanlık yuvarlak deliğin içinden hızla

gelen ateşin yüzyıllarca memleketini,

dünyayı kavuracağını. Suçu neydi?

Müslüman Doğuyla Hristiyan Batının tam

ortasında kalıp, Hristiyan’a komşu olmak

mı?

2 yaşındaydı, bir annesi vardı, bir babası.

Kendini bilmiyordu ki komşusunu bilsin.

Arada eve gelen giden ”agu-gugu” teyzeler,

annesi ağlıyordu, ama ancak kendi

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

2

ağlayabilirdi? Babası sürekli pencere

önünde…

“Neden ışıkları yakmıyoruz, o kocaman

sarı top gitti hâlbuki?”

“Sesler. Bağırıyorlar, anne neden

bağırıyorlar? Ağlıyorlar, benden başka

bebeklerde var…”

Belki Aişa’ydı adı, belki Aliya… 11 Temmuz

günü Srebrenitsa’daydı… Ben iki yaşında

dedim ama her yaştaydı…

Hala yankılanıyor duymasını bilen

kulaklarda medeniyetin kurşun sesleri…

500 metre yanındayken duyamazdı o

“medeniyet mensupları” ama

kilometrelerce uzakta insanlığını

kaybetmeyenlerin yüreğinde, beyninde,

kulağında yankı, gözünde yaş oluyor o

sesler.

17 yıl geçti aradan. Ben Ankara’da 2012

yılındayım ama Srebrenitsa hala 1995’te.

Yıllar ne kalanlar için geçmek bildi ne de

gidenler için… Katledilenler için zaten

durmuştu ya, neyse…

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

3

KIBRIS’IN BAĞIMSIZLIĞI

VE TÜRK SORUNU Sertaç EKEMEN

Günümüzde, Kayıtlı olan verilere göre;

Kıbrıs’ın, II. Selim döneminde Sokullu

Mehmet Paşa tarafından Türk topraklarına

katıldığı bilinmektedir. Ortadoğu ve Kuzey

Afrika topraklarının ana üssünün

Müslüman Türkler tarafından ele

geçirilmesi, o dönemde başlayan ve Hint

Okyanusuna değin uzanan sömürgecilik

hareketlerini tehlikeye düşürmüştü.

Bunun bilincinde olan yeni emperyalist

düzenin güçleri, İngiliz sömürgesi

Kıbrıs’taki politikalarına dekoloni süreci

ardından ağırlık vermeye başladılar. Başta

AB ve ABD olmak üzere, tekrar bağımsız

olan Kıbrıs’ın Türk Anakarasına

yakınlığından dolayı, bölgenin tekrardan

bir Türk Paradigması eline geçmesine

mani olma eğilimine gitmiştirler. Bu

nedenle, Batılı emperyalist güçler, 1955

yılından itibaren Kıbrıs’ın çoğunluk

durumundaki etnik yapısı Yunan halkının

faşizan örgütü EOKA’yı destekleme yoluna

gitmiştir. EOKA ‘nın ilk etapta İngiliz

koloni güçlerine karşı olan, silahlı

eylemleri, bölgedeki İngiliz mandater

hâkimiyetinin sonlanmasına ve yerine

Amerikan sisteminin oturmasına sebep

olmuştur. Dekolonizasyon süreci ile

beraber, İngiliz emperyalist hareketinin

yerini Amerikan emperyalist hareketine

bırakması, EOKA terörünün 1.

Misyonunun devre dışı kalmasını

beraberinde getirmiştir.

Ana unsuru Türk faktörü ile mücadele olan

Enosis fikriyatı, günümüzdeki Yunanistan

ekonomik kriziyle, asıl gayesini bizlere

göstermektedir. Enosis ile doğacak bir

Yunanistan’a bağlı Kıbrıs, çıkartılan

ekonomik krizlerle, Yunan ekonomisini

dar boğaza sokacak, şimdi on iki adada

olan Filistin benzeri toprak satışları

Kıbrıs’ta da tecelli edecekti. Kıbrıs’ın olası

Yunanistan’a ilhakı, bölgenin batılı

emperyalist hegemoni altına girmesine

sebebiyet verecekti. Petrol yataklarından

Uzakdoğu’ya, Kuzey Afrika’dan, Doğu

Blok’una uzanan stratejik bölgelerin Doğu

Akdeniz’deki kontrol mekanizması, hâkim

güçlerin paydasında yer alacaktı. Bugün

dahi Polonya’dan itibaren başlayan ve

Türkiye’ye değin uzanan bölgeye kadar

sözde koruma kalkanlarının jeopolitik

yerleşimi, bizlere Kıbrıs’ın önemini bir kez

daha göstermektedir. Türkiye’nin

garantörlük hakkını saklı tutarak, Kıbrıs

Türk Etnisitesi’nin, iç savaş ortamında

düştüğü soykırım tehlikesine karşı yapmış

olduğu askeri müdahaleye, Arap

coğrafyasının, özellikle Libya’nın tam

destek vermesi ve Doğu Bloku’nun bu

askeri harekete bir tavır takınmaması bu

teorinin varlığını güçleştiren niteliktedir.

Kıbrıs’ta, Batılı emperyalist politikalara bir

set çeken Ecevit hükümeti, iç politikada,

sol antanttan destek görmüş Sovyetler

Birliği yanlısı sosyalist örgütlenmeler ve

bunun akabinde genel geçer devrimci

sendika desteği ile 77 seçimlerinde galip

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

4

gelmiştir. Buna karşın Türkiye, dış

politikada ambargolara maruz kalmış ve

Türkiye tarihinin, Batılı güçlerce en büyük

yalnızlaştırmalarıyla yüz yüze gelmiştir.

Türkiye’nin bölgedeki kendi çıkarları

doğrultusunda, lider bir güç konuma

gelmesi için anahtar rol olan Kıbrıs Türk

faktörü, AB standartlarınca pasifize

edilmeye çalışılmaktadır. 2007 yılında, AB

standartları ve Annan Planı adı altında

yapılan Kuzey-Güney Ortak Kıbrıs

referandumu, bunun ardından K.K.T.C.

ismindeki Türk ibaresinin kaldırılmaya

yönelik girişimler, Kıbrıs’taki Türk

varlığının egale edilmesi yönünde yapılan

günümüz çalışmalarının somut

örnekleridirler.

Bugün AB Bakanlığınca yapılan

direktiflerden bir parça olan ‘taksim’

önerisi, Türkiye’nin dış politikada işgalci

durumunu perçinlemektedir. Kıbrıs’taki

bağımsız özerk Türk durumunun AB ve

Batılı güçlerin güdümündeki Türk siyasal

iradesinin kontrolüne geçirmeyi ve

emperyalist güçlerin Kıbrıs emellerine bir

adım daha yaklaşmalarına sebebiyet

vermektedir. Baba Denktaş politikalarının

tekrardan Eroğlu yönetiminde belirlemesi,

bölgenin Türk yönetim varlığını

güçlendirmektedir. Bu noktada cereyan

eden temel iç sorun, Kıbrıs’taki Türk

varlığına gerekli milli şuuru

yerleştirmekte ve istikrarın Avrupa’dan

değil Anadolu’dan gerçekleşeceği bilincini

oturtmakta geçmektedir.

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

5

YIĞINLARIN YÖNETİMİNDE ARAÇLAR:

KİTLELER PSİKOLOJİSİ VE İKTİDAR Murat KARATAŞLI

“Politik önderlikte en önemli sorun

şudur; insanların kalbini kim

kazanıyor?” [Sun Tzu, Savaş Sanatı, Sf.

22. Alter Yayıncılık, 2008, Ankara, 1.Bölüm:

Stratejik değerler, Mei Yaochen]

Modernizasyonun en önemli

belirtilerinden birisi olan bireysel hak ve

hürriyetlerin gelişimi ve yayılışı; siyasal

egemenliği elinde bulunduranlar ve bu

egemenliği ele geçirmek arzusunda olanlar

için kitlelerin siyasal desteğine olan

tarihsel ihtiyacı billurlaştırmıştır.

Egemenliği elde etmek amacında olanların

yapması gereken en önemli şeylerden

birisi; desteğine muhtaç olduğu kitleleri

etkilemek ve onları amaçlarına dönük

olarak çeşitli şekillerde kendisine

inandırmaktır. Bu araçsalcı bakış açısı kitle

psikolojisi olarak disipline edilmiştir.

Fransız sosyal-psikolog Gustave Le Bon

(1841-1931) ve İtalyan sosyolog Scipio

Sighele (1868-1913) tarafından

yoğunlaştırılan, kitlelerin psikolojilerinin

yönlendirilebileceğine ilişkin tezler;

aslında tarihsel bir gerçeğin sistematik bir

yöntembilimle ifşası anlamına

gelmekteydi. Zira Machiavelli’den bu yana

modern egemenlik düşüncesinin kat ettiği

yol, bu bakış açısı üzerinde kendisine yer

bulmuştur. Kitlelerin siyasal desteğinin

politik zeminlerde ne kadar büyük bir

nimet olduğunu Machiavelli ünlü yapıtı

‘Prens (II. Principe)’te şu cümlelerle ifade

etmiştir: Bir prensin sahip olabileceği

en mükemmel kale; halkı tarafından

nefret edilmemesidir. Eğer halk

kendisinden nefret ediyorsa, bu

durumda dünyadaki bütün kaleler

kendisinin bile olsa o prensi

kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü halk

bir kere ayaklanmaya görsün, onları

destekleyecek yabancılar her zaman

bulunur.1 Kitlelerin desteği; iktidarı ele

geçirmek, var olan iktidarı derinleştirmek

ve daimileştirmek için böylesi yaşamsal

bir öneme sahip. Bertrand Russell, ‘İktidar’

isimli yapıtında; kitlelerin önemine atıfla

“çoğunluğun saygı duymadığı yasa

iktidarsızdır”2 demektedir. Russell’a

göre çoğunluğun desteğini aldığı zaman

sosyalizmin karşısında kapitalizmin hiçbir

türü ayakta kalamaz.

Kitlelerin psikolojilerinin

yönlendirilebileceğine yönelik tezlerin

başlıcası ve siyasal iletişimle ilgili en temel

yapıtlardan birisi olan Gustave Le Bon’un

‘Kitleler Psikolojisi’ isimli eseri,

primordiyal bir içerikle modern siyasal

iletişimin en önemli kaynaklarındandır. Le

Bon, Kitleler psikolojisinin uzmanlık

gerektiren bir ruhbilimsel tecrübeyle, yani

psikolojik analiz kabiliyetiyle

yönlendirilebileceğini ifade etmektedir. Le

Bon; “Dünyayı yönetenler, bütün

dinlerin ve imparatorlukların

1 Niccolo di Bernado Machiavelli, Prens, Öteki

Yayınevi, Ankara, 2010, Sf. 103. 2 Bertrand Russell, İktidar, İlya Yayınevi, 2004 İzmir,

Sf.143.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

6

kurucuları, bütün inançların

peygamberleri, tanınmış bütün devlet

adamları, bunların yanında alçak

gönüllü insan topluluklarının

liderlerinin, kitlelerin psikolojileri

hakkında insiyaki(içgüdüsel) fakat çok

kesin bir bilgiye sahip psikologlardır”3

demektedir. Ruhbilimsel bir iş olarak

gördüğü kitle psikolojisi yönlendirme

sanatının en temel eyleminin kişilerin ve

dolayısıyla kitlelerin ruhlarına

dokunabilmekten geçtiğini belirtir. Bu

sebeple kitleler niçin etki altına alınmak

isteniyorsa bu sebeple onlara analitik bir

neden sonuç ilişkisi anlatmaktan ziyade;

onların gözle göremeyeceği, görse bile

zihnen başka bir şeyi göreceği ‘ruhsal’

yaklaşım ortaya konmalıdır. Kitleleri

herhangi bir şeye inandırabilmek için

diyen Le Bon; “önce beslendikleri

duyguları anlamak, bu duygulara

katılır görünmek, sonra da bu

duyguları ilkel bir çağrışım ile telkin

edici bazı hayaller aracılığıyla

değiştirmek, icabında bu çabadan

vazgeçmek ve özelliklede

uyandırdığınız duyguların ne olduğunu

her an sezmeniz gerekir4 demektedir.

Hedef kitlenin zemin etüdü iyi

yapılmalıdır. Sosyo-kültürel dinamikleri

asla göz ardı edilmemelidir Cumhuriyet

inkılapçılarının göz ardı ettiği gerçek

budur. Russel, propagandaya boyun

eğilmesi için propagandanın ruhlara

büyük titreşimler (büyük korkular, büyük

acılar ve büyük beklentiler içeren

simülakrlar) gönderen imgeler içermesi

gerektiğini belirtir. Aksi halde kitlelerin

duygularda büyük izler bırakmayan ve 3 Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Hayat Yayıncılık,

İstanbul,2005 Sf. 13. 4 Le Bon, a.g.e, Sf 79.

yüce bir gelecek vizyonu çizmeyen

propagandanın ‘püskevit vakası’nda

olduğu gibi alay konusu olmaktan öteye

geçemeyeceğini belirtir.5 Bunun için

imgelerin ne kadar güçlü olduğuna vakıf

olmak gerekir. Jean Baudrillard’a göre

“imgeler her zaman ölümcül bir güce

sahiptir.”6

Tarih boyunca kitleleri etrafında toplayan

liderler, genellikle bu şekilde büyük

hayaller ve büyük simülasyonlar meydana

getiren kişiler olmuşlardır. Hz. Ali (r.a);

“bir hakikate inandırmak istiyorsanız

ona öncelikle sizin inanmanız gerekir”

diyerek, kitleleri etkileme amacında olan

kişilerin vadettikleri hayalin rüzgârını

kendi ruhlarında içselleştirmeleri

gerektiğini söylemektedir. Kitleleri

peşinden sürükleyen büyük liderler tıpkı

Hz. Ali(r.a)’nın dediği gibi hayallerine

öncelikle kendileri inanmışlardır. Rusların

Berlin’e girmesiyle birlikte Hitler’in

Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in eşi

ve çocuklarıyla birlikte yaşamına son

vermesinde etkili olan en önemli şey

davasına inanması olmuştur.

Kitleler, Le Bon’un metaforik tabiriyle her

zaman “inanacakları bir dine muhtaçtırlar”

ve onlara bir ‘din’ oluşturan hiç kimsenin

elini boş çevirmemişlerdir. “Talih kadına

benzer” diyen Machivelli’nin

aforizmasındaki gibi kitlelerin ruhları da

kadın gibidir. O ruhlar okşandığı sürece

çok büyük işler başarabilirler. Asıl olan

onlara bir inanç aşılamaktır ve tarihteki

bütün önderler hep kitlelere büyük

inançlar aşılamışlardır. Kitab-ı mukaddes;

5 Russell, a.g.e, S.f.149.

6 Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu

Batı Yayınları, Nisan 2010, Sf. 19

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

7

“inancın dağları yerinden

oynatabileceğini” yazmaktadır. Le Bon

ise “bir kimsenin ruhuna inanç şırınga

etmenin O kimsenin gücünü 10 katına

çıkarabileceğini” söylemektedir. Kitlelere

hayaller kurdurmak gerekiyor, hem de çok

büyük ve efsunlu hayaller… Platon,

“insanlar hakikatlere değil, hakikat gibi

görünenlere inanırlar” demektedir.

Vaat edilen inancın canlılığı konusunda ise

şu önemli zincir akıldan çıkarılmamalıdır:

Düşünceye duygu eklenirse inanç

oluşur. İnanç devam ederse davranış

gelişir, davranış devam ederse

alışkanlık oluşur, alışkanlık devam

ederse kişilik oluşur7 ve kişi çok radikal

bireysel değişikliklere gitmezse (ki

genelde gitmez) bu ‘networklar’ değişmez

ve kişilik bozulmaz… İletişim, devam eden

bir süreçtir. İletişim, yaşamsal bir

eylemdir, yaşam var oldukça iletişim var

olur. İletişim yoksa yaşam da yoktur.

Milliyetçilik her gün tekrarlanan bir

halk oylamasıdır” diyen Ernest Renan bu

hususta haklıdır. Kökeni doğal bir duyguya

dayanan milliyetçiliği, her gün-her an bir

devam eden bir plebisite tabi tuttuğunuz

oranda milliyetçiliğiniz canlılığını korur.

Buradan yola çıkarak; Konya’da yapılan

bir cenaze törenine 10 bin kişinin

katılmasını büyük rakam olarak

nitelememiz bizim aczimizi gözler önüne

sermektedir. 4 PKK’lının cenaze törenine

300.000 kişi toplayan ayrılıkçı zihniyetin

başarısı, hal-i pür melalimizin hazin bir

tasviri konumundadır.

Günümüz Türkiye’sinde AKP iktidarının

yerleşik düzeni değiştirmesinde ve kendi 7 Nevzat Tarhan, Psikolojik Savaş; Gri Propaganda,

Timaş Yayınları, İstanbul, Ocak 2011 Sf. 224

siyasal düşüncesini ana akım düşünce

haline getirmesinde, kitle iletişimine olan

hâkimiyeti ve kitle psikolojisini

yönlendirme kabiliyeti esaslı nedendir.

2005 Yılında birkaç çocuğun bayrak

yakmasından dolayı ayağa kalkan ve

büyük kitlesel tepki ortaya çıkaran

kitlelerin ana akım düşüncesi, AKP

iktidarının başarılı kitlesel yönlendirme

kabiliyeti nedeniyle, an itibariyle

değiştirilmiş durumdadır. Bugün

neredeyse her gün bayrak yakılmasına

rağmen, Türkiye’de kitleler bu duruma

herhangi bir tepki vermemekle birlikte bu

durumu kanıksamış gözükmektedirler…

Gelinen aşamada siyasal iletişim açısından

bu durum çok başarılı uygulanan bir

stratejinin sonucudur. Bu durumda AKP

iktidarının yaptıklarına kızmak yerine,

onlarla nasıl mücadele edileceği üzerinde

kafa yorulmalıdır. Çünkü tarih bir

mücadeleler dünyasıdır. Mao Zedung’a

göre ise “politika kansız savaştır”, yani

politika da bir mücadeleler dünyasıdır.

“AKP bunu nasıl yapar, bunu neden

yapıyor, buna ne hakkı var?” mealinde

romantik ve tepkisel sorular; politik

yöntembilim olarak kısmen yanlıştır.

Mücadelenin bu hali almasından dolayı

“Biz ne yapıyoruz bu durumda ya da biz

neyi yapıyoruz?” mealinde cisimleşen

özeleştirel yaklaşım bu doğal mücadele

döneminde en gerekli olan soruyu ve de

dolayısı ile çözümünü de ortaya çıkarır.

Keza Türk Milliyetçiliğinin önemli

isimlerinden Dündar Taşer,

“muhakemeye düşmandan başlanmaz”

demektedir.

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

8

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

9

TUNA'DAN FIRAT'A

ADAKALE İLE CABER Bülent ERDİL

Tuna’nın ortasında yer alan adalardan

biriydi Adakale. Bugünkü Romanya

sınırları içinde, Orşova ilinde yer alırdı.

Osmanlı’dan bu yana yüzlerce sene

Türkler yaşadı üzerinde. Ta ki, 1968

yılında Demirkapı Barajı'nın suları

altında kalana dek…

Adakale’nin sular altına gömülmeden

önceki hali

Tuna Irmağı’nın önemli bir noktasında

yer alırdı. Akarsuyun trafik ve ticaretini

kontrol eden bir noktada bulunurdu. Bu

sebepten olsa gerek, yüzyıllar önce

alındığında, Türkler bu adaya hemen

yerleştirilmiş. Türkler adaya

yerleştirilmeden önce ada korsanların

cirit attığı bir yermiş. Bir ara burayı

Avusturyalılar alsa da 1691’de tekrar

Türkler’in denetimine girmiş. Osmanlı bu

adaya o kadar önem vermiş ki; 1738'de

Sultan I. Mahmud döneminde Osmanlı

sınırlarına tekrar girince Mühimme

Defteri'ndeki bir kayıtta bizzat padişahın

diliyle, "kilid-i memleket-i Erdel ve Macar

ve miftah-ı ülkât-ı Belgrad ve Tamşıvar";

yani "Macarlı’nın kilidiyle Sırplı ve

Romanya'nın anahtarı" olarak

adlandırılmıştır.

Üzerinde bir cami, küçük bir kilise, pazar

yeri ve birkaç kahvehane bulunmakta olan

adada Türkler tütün ekimi, kayıkçılık ve

ticaretten geçimlerini sağlarlarmış.

Osmanlı döneminde bir paşanın

kumandasında bulunan asker ve

subayların aileleriyle birlikte buraya

yerleştirilmesiyle burası Tuna’nın

ortasında bir Türk adası haline gelmiş.

Ancak 1877 – 1878 Osmanlı Rus –

Savaşından sonra Osmanlı’nın

Balkanlar’dan çıkarılmasıyla ortada

kalmış. İşin ilginç yanı, Berlin

Antlaşması'nda Türkler’in toprakları,

bölgede ortaya çıkan yeni “Kuçi”lere*

parsel parsel paylaştırılırken, büyükleri

buraya el atmayı unutmuş. Böylece

kaderin bir cilvesi olarak, koca Tuna’nın

ortasında etrafından soyut bir Türk adası,

ister istemez Türk yönetiminde kalmış.

Anadolu’dan ırmak ve deniz yoluyla,

güçlükle ulaşılabilecek 1300 km uzaklıkta

bir toprak parçasının idare edilmesi zordu.

Ancak eşine az rastlanan böyle bir

durumda ilk kez bir ilçe, idari olarak

İçişleri değil, Dışişleri Bakanlığı'na

bağlandı. Viyana'da bulunan Osmanlı

Büyükelçiliği aracılığıyla İstanbul'daki

Hariciye Nezareti'ne gönderilen istekler,

raporlar aynı yoldan yanıtlanabilmiş.

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

10

Osmanlı döneminde Adakale

1878 Berlin Antlaşmasında kime teslim

edileceğinin yazımı unutulan Adakale,

1923 yılındaki Lozan Anlaşması’yla

Romanya'ya bırakılana kadar Türk

yönetiminde kalmaya devam eder. 1967

yılına kadar 1000 civarında Türk'ün

yaşadığı 160.000 m² yüzölçümündeki

Adakale, 1972'de baraj suları altında

kaldı. 13 Eylül 1967'de devrin Türkiye

Başbakanı Süleyman Demirel

Romanya'yı ziyaret etti. Ada halkının

Türkiye'ye gelmesine öncülük etti. Adada

yaşayan Türklerin büyük kısmı

Türkiye'ye gelirken; az bir kısmı

Köstence ve Bükreş'e göçtü.

Üzerine belgeseller çekilen bu güzel

adanın bir benzerinin Tuna üzerinde

tekrar kurulması son zamanlarda

gündeme gelmiştir. Günümüzde bir Türk

şirketi, Romanya hükümetinin de

yardımlarıyla yakındaki Şimian Adası’nda

Adakale’yi yeniden oluşturma peşindedir.

Sınırlarımız dışında benzer kaderi

paylaşan bir yer daha vardır ki, onun

durumu biraz farklıdır. Fark şu ki; orası

hala Türk toprağıdır. Burası Türkiye'nin

sınırları dışındaki tek toprağı olan

Suriye’deki Süleymanşah Türbesi'nin yer

aldığı Caber Kalesi'dir.

Süleyman Şah’ın Fırat kıyısındaki eski

mezar yeri

Selçuklular döneminde yaşayan Süleyman

Şah Kaya Alpoğlu, Osmanlı’nın kurucusu

Osman Gazi'nin dedesidir. Moğollar’ın

Türkeli’ni istilasıyla, batıya doğru göçmeye

karar vermiştir. Türkeli’nden 50.000

kişiyle Kafkasya üzerinden Doğu

Anadolu'ya gelerek, 1214’te Erzincan ve

Ahlat’a yerleşir. Melikşah'ın kardeşi Tutuş

ile yaptığı savaşta yaralanır. Yaralı halde

Fırat’ı geçerken boğulur. Bu topraklar

Yavuz Sultan Selim zamanında alınınca

onun için burada bir türbe yaptırılır. Ikinci

Abdülhamit döneminde yenilenen türbe

Türk yönetimi için hep büyük değer

taşımıştır.

Birinci Dünya Savaşı sonrası bu bölge

Fransa tarafından işgal edilmiştir. Ancak

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

11

1921 Ankara Antlaşması’yla çizilen

Suriye sınırının dışında kalmasına

rağmen, burasının Türk mezarı adıyla

Türkiye’ye verilmesi kabul edilmiştir.

Kabir, etrafındaki topraklarla birlikte

Türkiye'ye bırakılmıştır. Türk bayrağı

çekili olan ve bir manga asker bulunan

mezarın yeri, 1973 yılında yapılan Tabka

Barajı yüzünden bugünkü yerine

taşınmıştır.

20. Zırhlı Tugayı 3. Hudut Alay

Komutanlığı 2. Hudut Taburuna bağlı bir

manga asker tarafından korunan

Süleyman Şah Türbesi, Türkiye ile Suriye

arasında 1956 yılında Halep’te yapılan

toplantıda, türbe için gönderilecek

ihtiram kıtasının her ayın yedisinde

değiştirilmesi kabul edilmiştir.

Günümüzde her ayın 7 ve 20’sinde

karakolun ikmali sağlanmakta ve

personel değişimi yapılmaktadır.

Türkiye'nin sınırları dışındaki tek toprağı

Caber Kalesi

Tuna'dan Fırat'a bir vatan uzanır. Benzer

kaderleri, ayrılıkları, hasretleri barındırır

yüreğinde... Darmadağın olmuş bir milletin

vatanıdır burası... Sular altındaki Adakale

de, Fırat'ın kenarındaki Caber de ayrı

düşmüş, vatan hasreti çekmektedirler.

Ancak nerden bilsinler ki, hasret çektikleri

o vatanları "babalar gibi" parsel parsel

satılmakta... Hem de kendilerini

vatanlarından ayrı düşüren vicdansızlara...

Not:

* "Kuçi" Boşnakça'da erkek köpek yavrusu

demektir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'nın

gördüğü en büyük vahşetin adı olan;

insanlığını kaybetmiş yaratıklar tarafından

gerçekleştirilen "Srebrenitsa

Soykırımı"nın yıldönümünü olan şu

günlerde, öldürülen Boşnaklar'a Allah'tan

rahmet diliyorum.

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

12

TÜKETİMDE MANKURTLAŞMA Alperen KIZIKLI

Bir üniversite öğrencisi olarak 2 haftalık

kısa mı kısa bir tatilin geri dönüş yolunda

aşağıda anlatacağım olaydan sonra bu

yazıyı yazmaya karar verdim.

Değineceğim konularla ilişkili olduğu için

yaşadığım olaydan bahsetmek ve daha

sonrasında konuya geçmek istiyorum.

Otobüsün arkalarında cam kenarı bir

koltukta yerimi almış otobüsün kalkmasını

bekliyordum. Kalkmaya yakın yanımda

seyahat edecek beyefendi de ailesiyle

birlikte otobüse bindi. Yanımızdaki

koltukları da eşinin ve çocuklarının

yolculuk edebilmesi için almıştı.

Çocuklarının giyimi, eşinin mevcut

kıyafetlerinden anladığım kadarıyla maddi

durumları çok iyi olmayan bir aileydi.

Neyse yolculuk başlamış, ben bir iki saat

içinde yatıp uyurum diyordum. Fakat

yanımda oturan beyefendi ile televizyona

bakarken sohbet etmeye başladık.

Dizilerden, filmlerden, ülke gündeminden

ve ekonomik sıkıntılardan konuşmaya

devam ettik.

Bana 4 yıldır maddi sıkıntılar çektiğini, bir

hastanede hademelik yaptığını ve 1

milyara yakın aylık bir maaşının

olduğundan bahsetti. Ek iş aradığını ama

bulamadığından yakındı.

Memleketimde bu durumda yaşayan

milyonlarca aile vardı zaten, farklı bir şey

anlatmıyordu. Fakat dikkatimi çeken

nokta bambaşkaydı.

Bu konuşmamızdan 5 – 10 dakika sonra

cep telefonuna bir mesaj geldi, telefonunu

cebinden çıkardı ve IPhone4’ünün

dokunmatik ekranında bir şeyler yazmaya

başladı. Ne yazdığı beni ilgilendirmezdi

fakat ekonomik sıkıntılar yaşadığını

söyleyen birinin bu kadar pahalı bir

telefonun olması beni şaşırttı.

Toplum olarak birçoğumuz cep

telefonunun en özelliklisini alıp daha

sonrasında sadece aramak ve mesaj

yazmak için kullanıyoruz. Bu basit

özellikler için de hiçbir telefona bu kadar

uçuk bir ücret verilmeyeceğini bilmemize

rağmen gidip en iyisini almak için de

paramızı son kuruşuna kadar harcıyoruz.

Kendisine bu telefonu nasıl aldığını

sorduğumda 2000 lira bir birikmişinin

olduğunu 1.625 lirasına da bu telefonu

satın aldığını söyledi. Niçin bu son

teknoloji telefonu tercih ettiğini

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

13

sorduğumda ise “beni mutlu hissettiriyor,

toplumda başım dik gezmemi sağlıyor”

dedi. Çocuklarının ve eşinin rahatını

sağlaması yerine, 1.625 lirayı 1 yıl sonra

hevesinin geçeceği bir telefona vermesine

açıkçası üzülmüştüm.

Tüketimde mankurtlaşmanın ne demek

olduğunu bir kez daha anladım o an.

Filmler, reklamlar ve afişler; mutlu ve başı

dik gezmenin her şeyin en iyisine sahip

olmaktan geçtiğini bizlere nakış nakış

işlemiş, tüketim mankurtlarını yetiştirmiş

demekti.

Mankurt kelimesi ne anlama

gelmektedir?

Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel

kitabında bu kavram geçmektedir.

Mankurtlaştırmanın nasıl yapıldığı ise şu

cümlelerle anlatılır:

Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek

kökünden çıkarılır. Yeni kesilmiş deve

derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri,

tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına

sımsıkı sarılır. Zamanla kuruyan deri kafayı

öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer,

düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir

yandan da kazınan saçların dışarı değil de

içeriye doğru büyüyerek batması eklenince

esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere

vurmasın diye bir kütüğe bağlanır,

çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları

bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç

susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda

tutsakların çoğu ölür. Kalanlar ise

belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine

gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o

artık bir insan değil, ölünceye kadar

geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir

mankurt kim olduğunu, hangi soydan

geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu

bilmez. İnsan olduğunun bile farkında

değildir.

Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine

büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili

yok, itaatli bir hayvandan farksız,

kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir

tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için

önemli olan tek şey efendisinin

emirlerini yerine getirmek olurmuş.

Üretim ve Tüketim ne demektir?

Üretim, iktisadi malların kıtlık

derecelerini azaltmanın ve ihtiyaçlarla

kaynaklar arasındaki gerginliği

hafifletmenin tek yolu, insan ihtiyaçlarını

karşılama niteliği olan malların

çoğaltılması, yani yeni üretimde

bulunulmasıdır.

Tüketim, toplumdaki tüm bireylerin

doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşılayan

mal ve hizmetleri kullanma eylemidir.

Tüketim harcamaları, bu eylemi

gerçekleştirebilmek için yapılan parasal

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

14

ödemelerin veya eşdeğer bedellerin

toplamından oluşmaktadır.

Bir harcamanın tüketim harcaması mı

yoksa yatırım harcaması mı olduğu

konusunda bazen tereddüde düşülebilir.

Örneğin bir bilgisayarın veya otomobilin

satın alınması evde kullanma amacı

taşıyor, bunlardan piyasaya belli bir fiyatla

mal üretip arz etmede yararlanma amacı

söz konusu değilse dayanıklı tüketim

malları satın alınmış demektir. Dolayısıyla

tüketim harcaması yapılmıştır. Şüphesiz

aynı mallar bir firma tarafından üretimde

kullanılmak amacı ile satın alınmış olsaydı,

yapılan harcama yatırım harcaması olarak

değerlendirilecektir.

Üretim ve Tüketim Dengesi

Üretim ve tüketim birbirini asgari

koşullarda dengede tutmak zorunda olan

iki parametredir. Sanayi, tarım, hizmet gibi

birçok alanda söz konusu olan üretim ile

bireysel ihtiyaçlar, toplumun genel

ihtiyaçları, gelişen teknoloji ve değişen

hayat koşullarından etkilenen tüketim

arasında kaynakların yeterliliği açısından

ya üretim yönünde bir pozitiflik, ya da ikisi

arasında en azından bir dengenin olması

gerekmektedir.

Üreten birey, tüketme ihtiyacını

giderebilmek için toplumda meta olarak

belirlenmiş parayı aracı olarak

kullanmaktadır. Ülkelerin ekonomik

durumuna, ürettiği hizmet veyahut ürüne

göre belli bir maddi gelir elde eden birey,

kısıtlı maddi kaynaklarıyla mümkün olan

tüm ihtiyaçlarını karşılama çabasına

girmektedir. Bu çaba, iktisadi bir çabadır.

İktisadi bir çaba olmaktan çıkıp zevklerin

sonsuz bir şekilde karşılanması isteğine

dönüştüğü anda önce bireysel ekonomik

sıkıntılar, daha sonrasında ise toplumsal

ekonomik çöküşler ortaya çıkar. Üreten

toplum özelliğinden çıkılıp, tüketen

toplum özelliğine geçilmesi; zevklerin ve

ihtiyaçların sonsuz bir şekilde

karşılanması olgusunun olaya dönüşmüş

halidir.

Tüketim toplumu nasıl

yaratılır? Tüketimde mankurtlaşma ne

demektir?

Tüketim toplumları nasıl yaratılır

sorusuna gelecek olursak, tüketim

toplumları önce filmler afişler ve

reklamlarla insanlarda talebin oluşması

sağlanarak yaratılır. Modern ve çağdaş

olmanın gereğinin bu reklam ve

filmlerdeki ürünlere sahip olmaktan,

onları satın almaktan geçtiğine toplum

zamanla inandırılır.

Filmlerde, başarılı ve mutlu film

kahramanlarının cep telefonu, araba

markası, evi sürekli bizlere gösterilir,

çizilen başarılı ve mutlu insan rolünü

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

15

hepimizin benimsemesi istenir. Bu

ürünlere sahip isen mutlusundur ve

başarılısındır artık.

Geçmişten günümüze doğru kendi

toplumumuzdan yola çıkarak bir örnek

verelim isterseniz.

Hollywood filmlerinde süper lüks evlerde

küvet gören Türk halkı, 1990’larda lüks

bir ev yaptırmanın banyoya bir küvet

konulmasıyla mümkün olduğuna

inanmıştır. Daha sonralarında, filmlerde

duşa kabinde (jakuzi) şarkı söyleyerek

banyo yapan aktrisleri gören halk, küvetin

bir konfor yaratmadığına inanmış,

evlerindeki küveti söküp yerine duşa

kabin taktırmak için sıraya girmiştir.

Sorgulamayan bir tüketim toplumunu ve

tüketim mankurtlarını yaratmak,

ihtiyaçlarını düşünmeden gideren, yeni

alternatiflerin ortaya çıkması ile bir anda

yeniden tüketim arzusu taşıyan, hep en

iyiyi en pahalıyı kullanmak isteyen

bireyleri var edebilmekten, en iyi ve en

pahalısına sahip olma arzusunun

sorgulanmamasını sağlamaktan geçer.

Bireysel iktisat neden önemlidir?

Bireysel iktisat şu bakımdan önemlidir.

Kişilerin de devletler gibi, gelir ve gider

bütçeleri vardır. Devletlerde gelir bütçesi,

gider bütçesinden fazla olduğu

durumlarda devletin hazinesi (birikimi )

oluşmaya başlar. Bu süreç içerisinde

oluşan devlet hazinesinden yatırımlar

yapılır; iskân, sağlık, üretim ve hizmet

politikaları finanse edilir.

Ekonomik anlamda gelişen ve büyüyen bir

devlet olmanın en büyük şartı, bu gelir

gider dengesinin gelir yönüne doğru

kaydırılması, hazinenin güçlendirilmesi ve

yatırımın arttırılmasıdır. Zor zamanlarda

ise ekonomide başa baş bir dengenin

kurulması için uğraşılmasıdır.

Bireyler de gider ve gelirlerini bu benzer

örnek üzerinden gerçekleştirmek

zorundadır. Günlük bütçeleri aşan

ihtiyaçlar (ev, araba, arazi vs) geçmişten

bu zamana kadar var edilen hazinenin (

birikimlerin) elverdiği ölçüde

karşılanmalıdır.

Peki, kredi çekilmesi yanlış mı, ihtiyaç

olanın daha önce alınabilmesi için kredi

kullanılması mantıksız mı? Aslında bu

konu iktisadi olarak değerlendirildiğinde

mevcut ürünün zamanından önce

alınabilmesi için bir ürüne değerinden

daha fazla meblağın ödenmesi durumunu

doğurmaktadır. Satın alınan ürünler bir

yatırım aracı ise, kredi borcundan daha

fazla bir satış geliri getirmediği her

durumda kişi ekonomisi bu durumdan

zarar görür.

Uzun vadelere yayılan kredi borçları

kişinin ekonomik özgürlüğünü

kısıtlamakta, ekonomik sıkıntılarını daha

da şiddetlendirmektedir. Günlük elzem

olan ihtiyaçlar, uzun vadeli ödemeler

yüzünden ertelenmektedir. Kişisel

bunalımlar ve toplumsal çöküşler baş

göstermektedir ki bizim toplumumuzda bu

sıkıntı son 5 yıl içinde katlanarak

büyümüştür.2005 yılında kredi borcu olan

yüzde %20’lik bir kesim var iken şu an bu

yüzde %70’ler seviyesindedir.

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

16

Cebimizde yeterli para olmaz iken güzel

arabalara binip, şahane evlerde

oturmaktayız. Bizim olduğunu sandığımız

birçok şeye aslında biz değil, kredi

kullandığımız bankalar sahip

bulunmaktadır.

Ne yapmalıyız?

Toplum olarak geçmişten bu yana,

ekonomik buhranlar ve kıtlıklar

sayesinde(!) kazandığımız aza kanaat ve

hamd etme yeteneğimizi kaybetmiş

bulunmaktayız. Lüks yaşama olan

isteğimiz artmış, sınırlarımızı aşan

tüketimleri yapmaktan geri

durmamaktayız.

Üretim yapmadan daha çok kazanma ve

daha refah içinde yaşama arzusunu

taşıyoruz.

Peki, ne yapmalıyız, üzerimize düşen

görev nedir?

Ülke olarak üretimi yeniden canlandırıp,

memleketin hiçbir verimli arazisini boş

bırakmamak, ham maddeye yakın sanayi

hamleleriyle üreten, ürettiklerinde kalite

standardını yakalayarak ihracat yapan,

dışa bağımlılığı azalmış öz kaynaklarıyla

ihtiyacını karşılayabilen bir ülke olmak

için devlet ve toplum olarak üzerimize

düşen görevleri yerine getirmeliyiz.

Siyasi politikaları eleştirirsek buradan bir

tez konusu rahatlıkla çıkar. Fakat toplum

olarak ekonomiyi konuşmalı, ekonomi

üzerine kafa yormalı ve ortak aklın

ürününü ortaya koymalıyız. Çözüm

önerilerimize en çok değer veren siyasi

yapıları desteklemeli, ekonomi

politikalarına ortak olabilmeliyiz.

Kıssadanhisse, bireysel iktisadımıza dikkat

etmemiz, isteklerimizi ve arzularımızı

gereklilik sırasıyla karşılama çabasında ve

kendi imkânlarımızın farkında

olmamız gerektiğidir.

Bu güzel, verimli Anadolu ve Rumeli

topraklarında kurulmuş ülkemizin,

ekonomi konusunda hepimizin faydasına

olacak daha iyi politikaları hak ettiği

gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.

Yoksa ekonomik çöküntü ve esaret

kapımızda beklemektedir.

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

17

BİLİNMEYEN BİR TÜRK OYMAĞI:

HAZARALAR Fatma Özge ÖZDEMİR

Hazaralar, Afganistan’da yaşayan ve

nüfusları %35’ e varan, haklarında çok

fazla bilgi sahibi olunmayan, fakat

Afganistan’ın en büyük Türk

oymaklarından biridir. Uzun süre İran

dilinin hâkim olduğu bir bölgede yaşayan,

okumalarına izin verilmeyen, belli bir

dönem sadece köle muamelesi gören,

çocuklarını köle pazarlarında satılığa

çıkarmak zorunda bırakılan, asimilasyon

projesi sonucunda kendi dilleri ve adetleri

unutturulan, Farsçanın bir lehçesi olan

Dari dilini konuşan, bölgede yaşayan

diğer topluluklara göre hamallık,

lağımcılık, çobanlık gibi işlerde çalışan ve

cahil diye nitelendirilen bir topluluktur

Hazaralar. Geçimlerini genelde

hayvancılıkla sağlayan halk, gördükleri

sayısız işkence ve zulümlere karşı

yılmamış, bir olmayı başarabilmişlerdir.

HAZARALARIN TARİHİ

‘’Peki, kimdir bu Hazaralar? Gerçekten

Türk müdür?’’ sorusu uzmanlar

tarafından sıkça sorulan sorular

arasındadır. Aslında Hazaralar, her an

tepemize bomba düşer düşüncesiyle

hayatlarına devam eden, Güney

Türkistan’ı yalnız bırakmayan

soydaşlarımızdır. Afganistan’ın Hazaracat

bölgesinde yaşayan Hazaralar,

Hazaracat’ın Afganistan’ın merkezinde

bulunmasından dolayı istilacıların,

ülkenin bir ucundan bir ucuna geçmek

için meskeni olmuştur. Bu yüzden

Hazaracat istilacıların sürekli hâkimiyeti

altında kalmış, tarihte Hazara Hanları ve

Mirleri tarafından merkezi hükümete

haraç vermek suretiyle yönetilmişlerdir.

IX. yüzyılın sonlarında Hazaracât’ta, Emir

Zunnün Ergün tarafından kurulan

Ergüniye, Hazara Emareti’nin son emiri

olan Şah Beg Ergün’ün, Şah İsmail Safevi

tarafından öldürülmesinden sonra sona

ermiştir. Yerine tahta Abdurrahman Han

geçmiştir. Abdurrahman Han, Afgan

tahtına geçtikten sonra Hazara Hanları ve

Mirleri yeni emir Abdurrahman Han’ı

desteklemişlerdir. Bu durum fazla

sürmemiş, Abdurrahman Han ilk iş olarak

İngilizlerin yardımıyla Hazaracât’ı istila

etmiştir. Abdurrahman Han, Hazaralarla

olan savaşlarını meşrulaştırmak için

bahane bularak Hazara Hanlarını Şir Ali

Han’a destek verdikleri suçundan dolayı

tutuklattırmış ve halkın ödeyemeyeceği

şekilde 16 çeşit ağır vergi koydurmuştur.

İnsanların bu ağır vergileri ödemeye gücü

yetmeyince de, Hazaraların önde gelen

kişilerini hapse attırmıştır. Abdurrahman

Han, binlerce insanı katletmiştir. Sadece

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

18

Hazaraları değil; Hazaralarla birlikte

Özbekler ve Nuristanlılar’ı da

öldürtmüştür. Hazaralara karşı kin ve

nefret duymasının tek sebebi ise,

Hazaralar’ın Türk olması ve Hazaraları

kendi hanlığına karşı tehlike olarak

hissetmesidir.

Hazaracat, 1893 savaşlarından sonra

ekonomik canlılığını kaybetmiştir.

Hazaralar’ın bu bölgede bulunan bütün

otlak, çayır ve meralarına el konulmuş,

devlet himayesine alınan bu otlaklarda

sadece göçebe Peştun’ların hayvanlarının

otlatılmasına izin verilmiştir. Bu içinden

çıkılamaz durum kış aylarında yiyecekleri

kalmayan Hazaralar’ın topraklarını yok

pahasına Peştun’lara satmasına

zorlanarak daha da zor bir hal almıştır.

Yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış,

ekonomik haklarını kaybetmişlerdir.

Abdurrahman Han’ın oğlu tarafından

öldürülmesinden sonra, Hazaralar’ın

zorla Peştunlara satmak zorunda

bırakıldıkları toprakları geri verilmiş ve

Hazaralar tekrar Hazaracat bölgesine

yerleşmişlerdir. Abdurrahman Han’ın

zulmünden Kabil’e kaçan Hazaralar, 1929

yılından sonra kendilerine verilen fırsatı

iyi değerlendirmişler, Hazaracât’tan uzak

ve merkeze yakın olma avantajını

kullanmışlardır. Kabil’deki Hazaralar

siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda rol

oynamışlardır. Hazaralar’ı Afganistan

siyasetinde 1980’li yıllara kadar görmek

mümkün değilken, şimdiler de siyasetin

ortasında bulunmaktadırlar.

Afganistan, Davut Han döneminde

Cumhuriyet sistemine geçmiştir. Bu

dönemde Davut Han’ın bütün dikkati

Peştun meselesi üzerinde

odaklandığından Hazaralar üzerinde pek

fazla duramamıştır. Bu durum

Hazaralar’ın lehine olmuş ve devletin

çeşitli kademelerinde yer almışlardır.

1978 yılından sonra mücahit partililer,

komünist hükümete karşı ülkenin çeşitli

yerlerinden direnişe geçmişlerdir. 1978-

1985 yılları arasında Hazaralar 50’ye

yakın grupla direnişe katılmışlardır. 1979

yılının sonunda ise Hazaralar’ın dinî

liderleri ve aydınları bir araya gelerek

Afganistan İslam Devrimi İttifakı

Hükümeti’ni kurmuşlar ve Seyit Ali

Behişti’yi cumhurbaşkanı olarak

seçmişlerdir. Bu tarihten sonra Hazaracât

özerk bir bölge durumuna gelmiştir.

1989 yılında Hazaralar’ın büyük partileri

bir araya gelerek Vahdet Partisi’ni

kurmuşlardır. Vahdet Partisi kurulduktan

sonra, 3 sene içerisinde Hazaracât ve

diğer Hazara yerleşimlerini kontrol altına

alabilmiştir. 1991 yılında ilk kez Vahdet

Partisi, Afganistan meselesi üzerinde

uluslararası bir konferansa davet

edilmiştir. Bu konferanstan sonra

İstanbul’da düzenlenen İslam Ülkeleri

Dışişleri Bakanları konferansına da

katılmışlardır.

Taliban rejiminin ortadan

kaldırılmasından sonra dış ülkelerin

yardımıyla geçici hükümet Hamit Karzey

başkanlığında kurulmuştur. Afganistan’ın

yeni oluşumunda Hazaralar’ın etkin rolü

olmuştur. Şu an parlamentoda

Hazaralar’ın 66 milletvekilleri

bulunmaktadır. Ve sürekli yükselen yeni

nesil, Hazaralar’ın kendini toparlaması ve

eğitimde ileri düzeye çıkıp, sosyal alanda

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

19

ilerlemeleri Peştunları ve Tacikleri

tedirgin etmektedir.

HAZARALAR’IN KÖKENİ

Hazaralar’ın kökeniyle alakalı 3 çeşit

varsayım ortaya atılmaktadır. Bu

varsayımlar;

Birincisi; Hazaralar’ın tamamen Moğol

asıllı oldukları ve Cengiz Han’ın onar

grupluk asker birimlerinden dokuz

grubunu Kabil bölgesine gönderip, bir

grubunu da Amu ırmağının doğusunda

bulunan Hazarlar bölgesine göndermesi

şeklinde olay cereyan etmiş ve Hazaralar

da Cengiz Han’ın gönderdiği askerlerden

meydana gelmiştir. Oysa Cengiz Han’ın

askerleri bu bölgede bırakma sebebi ve

bir grup askeri burada niçin yalnız

bıraktığı hala akıllarda soru işareti

bıraktırsa da, Cengiz Han bu bölge halkını

vahşice öldürdüğü için askerlerini de bu

bölge de bırakamayacağından dolayı, bu

varsayım kabul görmemektedir.

İkincisi; Hazaralar’ın Büyük İskender

zamanında Hazaracat bölgesinde yaşamış

olmaları yönündedir. Bu varsayımın

kabulü, Hazaralar’ın Moğol asıllı olup,

Cengiz Han’ın askerleri olmalarını

reddetmektedir.

Üçüncüsü ise; Hazaralar’ın tamamen Türk

asıllı oldukları yönündedir.(Mengi Han

zamanında Hazaracat’a yerleştikleri

düşünülmektedir.) Cengiz Han; Belh,

Kabil, Gazne, Herat ve Hazaracat’ı istila

etmeden önce bu bölgelerde Halaç

Türkleri ile Karluk Türkleri’nin

yaşadıkları bilinmektedir. İbni Haldun’un

ifade ettiği gibi Belh ve bugünkü

Hazaracat Türklerin merkezi

durumundaydı. Ancak Moğollar bu

tarihten itibaren Hazaraları kültürel

yönden etkilemiş olabilirler. Tacikler de,

komşu durumunda olan bu kavimleri

sosyo-kültürel alanda etkilemişlerdir. Bu

bölgelerde yaşayan Türkler, Cengiz Han’la

savaşmışlardır. Hem Moğollar hem de

Türkler sarı ırka mensup olduklarından

dolayı birbirlerine kaynaşmaları çabuk

olmuştur.

Hicri III. ve IV. yüzyıla ait tarih ve

edebiyat metinlerinde Hazaralar, Garçe

Türkleri olarak zikredilmiştir.

HAZARALARIN ŞİMDİKİ DURUMU

Hazara Türklerine hala Fars oldukları

propagandası yapılmaktadır. Türkçe

konuşmaları yasak olmasına rağmen

Türkçe kelimeleri cümlelerinde ısrarla

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

20

kullanmaya devam eden Hazaralar, Türk

basınında hiç yer alıp, merak

uyandırmamalarına rağmen; Batı

basınında ilgi uyandırmışlardır. New York

Times gazetesinde Hazara Türkleri ile

alakalı yazı yer almıştır. Kendi öz

kimliklerini, her türlü asimilasyon

projesine karşı kaybetmeyen

soydaşlarımız, ne olursa olsun hala Türk

olduklarını haykırmakta ve Türklükleriyle

gurur duymaktadırlar. Katledilip, vahşice

öldürülen soydaşlarımız, kalkınmanın en

önemli projesinin eğitim olduğunu bilmiş

ve bu konuda atılımlar yapmışlardır.

Eğitim alanında birçok başarılara imza

atan kardeşlerimiz, her şeye sıfırdan

başlamış, yok olmanın eşiğindeyken

birbirlerine kenetlenip tekrar

kalkınmışlardır. Hazaralar’ın

kalkınmalarına hala tepki göstererek,

katliamlarına devam eden Peştunlar,

yaptıkları bunca soykırıma rağmen

Hazara Türklerini yollarından

çevirememiştir. Parlamentoya 66

milletvekili yerleştiren soydaşlarımız,

kendi kardeşlerini hiçbir şekilde

unutmamış, günümüzde dahi

dayanışmanın ne demek olduğunu tüm

Afganistan’a göstermiştir.

Umarım Hazara kardeşlerimize

uygulanan bu soykırıma Türk Dünyası

kayıtsız kalmayacak, gizlice yürütülen

asimilasyon projesinin farkına varacak ve

Sayıları 12 milyonu bulan soydaşlarına

sahip çıkacaktır. Yoksa bu soydaşlarını

hatırlamayanlar ya da görmezden

gelenler, bunun hesabını soydaşlarına

değil, tarih kitaplarında yer aldığı zaman

kendi torunlarına vermek zorunda

kalacaklardır. Bir gün bu kâbus bitecek,

Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar tüm

Türkler birlikte olacak ve güneşli güzel

günler göreceğiz. İnanmak başarmanın

yarısıysa eğer, inancımızı bu yönde

desteklemeliyiz.

(Bu yazıyı yazmamda bana yardımcı olan,

Hazara Türklerinin kim olduğunu bana

anlatan, soydaşlarıma sahip çıkma fırsatı

veren, bana karşı desteğini ve inancını hiç

eksiltmeyen kardeşim Reza Wefaq’ a sevgi

ve saygılarımı sunarım.)

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

21

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

22

ÜLKÜ OCAKLARI MHP ’NİN GENÇLİK

KOLU MU? MHP’Lİ Mİ? Mehmet Oğuz ATABERK

Bu soruyu her duyduğumda şöyle ağız

dolusu bir “EVET” diyesim geliyor. Hatta

öyle yüksek sesle çıkmalı ki ağzımdan; bu

“EVET” in üzerine daha hiçbir şey

sorulsun, bu konuda herhangi bir yorum

yapılsın istemiyorum.

Esasında gerçeği anlatmak için çok söze

ihtiyaç yoktur lakin şimşekleri üzerime

çekmemek ve Anadolu ağzında “kaba

zihinli” diye tabir edilen inatçı, müzmin

muhaliflik illetine yakalanmış müstakbel

ülküdaşlarımı da tatmin edebilmek adına

bu konu üzerine konuşmak ve yazmak

kararı aldım. Müstakbel ülküdaş diyorum

çünkü MHP’li olduğu halde Ülkü

Ocakları’nı sevememiş, kabullenememiş ve

tabiri caizse ayak takımı olarak gören

kardeşlerimi bir “Ülkü Ocak”lı olarak

ülküdaş göremiyor ve samimiyetimle

kucaklayamıyorum. Şahsi görüşlerimi

ifade ettiğimin farkındayım fakat Ülkü

Ocak’lı genç kardeşlerimin, ağabeylerimin

de birçoğunun bu görüşleri paylaştığını,

bu hislere sahip olduğunu bildiğim için

duygularımı ifade ederken genel

konuşmakta bir beis görmüyorum.

Şahsi görüşleri şimdilik bir yana bırakıp

Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın

tarihçesini ele alıp Milliyetçi Hareket

Partisi’nin tarihçesiyle karşılaştıracak

olursak bu konuda farklı görüş ileri

sürenlerin en azından bir kere daha

düşünmesini sağlayabiliriz.

Hareketimizin kurucu lideri, Başbuğ’umuz

Alparslan Türkeş; 1963 yılında Hindistan

sürgününden döndükten sonra kadrolaşıp

partileşebilmek adına arkadaşlarıyla

birlikte “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni

kurar. 31 Mart 1965 tarihinde ise

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine katılır.

1 Ağustos 1965 Cumhuriyetçi Köylü Millet

Partisi Büyük Kurultay’ında partinin genel

başkanlığına seçilir. Aynı yıl partinin

Ankara Milletvekili olarak meclise girer.

1969 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet

Partisi'nin adi Milliyetçi Hareket Partisi

amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. 12

Eylül 1980’deki ihtilalle kapanan fakat

daha sonra şanına ve adına tekrar kavuşan

Milliyetçi Hareket Partisi’nin kuruluş

kronolojisinden, işimize yarayacağı

kadarını aktardık.

Ülkü Ocakları’nın kurumlaşmasının

tarihçesine bakacak olursak; Başbuğ

Alparslan Türkeş CKMP genel başkanı

olduğundan itibaren gençlik kollarının

teşkilatlanma çalışmalarına hız verilmesi

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

23

yönünde çalışmalar yapmış ve Ülkü

Ocakları, “Ülkü Ocağı” adıyla ilk kez

Ankara Üniversitesi Hukuk, Dil, Tarih ve

Coğrafya ve Ziraat Fakültelerinde

milliyetçi gençler tarafından fikir kulübü

olarak kurulmuştur. Kurulan ilk Ülkü

Ocağı, Ankara’da Çanakkale Zaferinin

yıldönümüne rastlayan 18 Mart 1966’da

CKMP Gençlik Kolları tarafından

kamuoyuna açıklanmıştır. 1968 yılından

itibaren her üniversitede bir Ülkü Ocağı

şubesi kurulmaya başlanmıştır. CKMP

Gençlik Kolları’nın propaganda

faaliyetlerini kolaylaştıracak bir gençlik

yapılanması olarak ilk kez ‘ülkücü’ adıyla

Genç Ülkücüler Teşkilatı 29 Şubat 1968’de

kurulmuştur. Genç Ülkücüler Teşkilatı

genel olarak ortaöğretim gençliğine

yönelik faaliyetlerde bulunmuştur. Yani

“MHP” isminden daha eski tarihlerde var

olan Ülkü Ocaklarının kuruluşu, Başbuğ

Alparslan Türkeş’in CKMP’ye genel başkan

seçilmesiyle paralellik göstermiştir.

Kuruluş aşamaları ve tarihçe hakkında

daha detaylı bilgilere Ülkü Ocakları Eğitim

ve Kültür Vakfı Genel Merkezi’nin ve

Milliyetçi Hareket Partisi’nin internet

sitelerinden ulaşmak mümkündür. Ülkücü

Hareket için MHP ve Ülkü Ocakları’nın

kuruluşlarından itibaren homojen bir

yapının bileşenleri olduğu ve ayrıştırmaya,

farklı göstermeye çalışmanın zararlı

çabalar olacağı konusunda hem fikir

olursak camiamızı da “Ocaklı mıyız yoksa

partili mi?” , “Ocak mı MHP’nin yoksa MHP

mi Ocağın” ve “Ülkü Ocakları MHP’den

bağımsız mıdır?/ bağımsız olmalı mıdır?”

gibi ayrıştırıcı soruları cevaplama uğraşına

sevk etmemiş oluruz.

Basit bir örnekle başlayacak olursak;

Ülkücü hareketin ilk şehidi Ruhi Kılıçkıran

CKMP Gençlik Kollarının üyesiydi. Bugün

biz Kılıçkıran ağabeyimizi “Ülkücü Şehit”

diye bağrımıza basmıyor muyuz?

Hatırasına saygı duyup, yaşatmaya çalışıp,

ruhu için dua etmiyor muyuz?

Peki, bugün Ülkü Ocağı MHP’den

bağımsızdır, birbirleriyle bağlantısı

olmamalıdır diyenler Ruhi Kılıçkıran’a ne

diyecekler? Veya Ocak- Parti bilmecesi

meydana getirenler; 25 Haziran 1980

günü MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanının

evine gelip kızı Nilgün Altınok’un, MHP

kadın Kolları ilçe başkanı olan eşi Fahriye

Altınok’un ve başkanımız Ali Rıza

Altınok’un canice katledilmesini nasıl

açıklayacaklar? Onlara ne diyecekler?

“Onlar MHP’li şehitti, Ülkücü şehit

olamazlar!” filan mı diyecekler yoksa…

Partinin İstanbul il başkanlığını yaptığı

sırada uğradığı elim saldırıda uçmağa

varan merhum Recep Haşatlı MHP’li ama

aynı saldırıda hakka yürüyen oğlu Mustafa

Haşatlı ülkücüydü, ayrı davalar için şehit

düşürülmüşlerdi herhalde…

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

24

Eski Gümrük ve Tekel Bakanı rahmetli Gün

Sazak da elbet ülkücü şehit sayılamayacak

onlara göre, MHP’li şehitler kervanına

katılacak. Yoksa şehit bile denilmemeli mi?

Ülkücülerin Dündar Ağabeyi rahmetli

Dündar Taşer de CKMP ve MHP’de genel

başkan yardımcılığı yapmamış mıydı?

Ülkücü gençliğin başka bir “ağabeyi”,

MHP’nin farklı şehirlerden defalarca

milletvekili adayı gösterdiği Galip Erdem,

12 Eylül İhtilali itibariyle cezaevine düşen

Ülkü Ocaklı gençlerin mahkemede

savunulması, ailelerine yardım edilmesi

için çırpınmamış mıydı? Galip Erdem

MHP’li miydi yoksa ülkücü müydü?

Öyleyse bugün Ocak- parti bilmecesini

meydana getirip daha sonra da çözüm

isteyenler; öncelikle Başbuğ Alparslan

Türkeş’e, rahmetli Dündar Taşer’e, Galip

Erdem’e “ülkücü” mü denilmeli yoksa

onlar MHP’li, bizim partilerle ve

partililerle alakamız yok deyip

geçmişimize sırt mı dönülmeli? Bunun

cevabını versinler.

MHP’ye gönül (ve doğal olarak oy) verip

Ülkücülüğü ve Ülkü Ocaklarını

beğenmeyenleri, Ülkücü olduğunu iddia

edip Ülkü Ocakları bünyesindeki gençleri

hakir görenleri ve Ülkü Ocağı mensubu

olup da ben MHP’li değilim, olamam!!!”

gibi serzenişlerde bulunanları; ellerini

vicdanlarına koyup, derin nefes alıp sonra

da mantıklı düşünmeye davet ediyorum.

Gemi biraz su alınca kaçacak delik,

sığınacak liman arayanlar için

Başbuğumuz Alparslan Türkeş

birçoğumuzun hatırladığı “Ülkücülük

MHP’de olur!” çıkışını yapmıştı. Ben de

bugün Ülkü Ocaklı bir Türk genci olarak:

“Ülkü Ocakları MHP’lidir, MHP’nindir,

çünkü ülkücülük MHP’de olur!” diyorum.

Gerekçesi ve maksadı ne olursa olsun Ülkü

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

25

Ocakları MHP’nin gençlik kolu değildir

diyenlerin de ülkücüler nazarında hoş

görülmesini doğru bulmuyorum. Böyle bir

açıklamaya imza atacak, Ülkü Ocağı’nı

MHP’den, partiyi de ocaktan ayrı görecek,

bağımsız ele alacak olan herhangi bir

ocak(ya da parti) yöneticisi olursa; onu da

ülkücü şehitlerin, rahmetli

ağabeylerimizin, amcalarımızın hatırı için

vicdanlı ve mantıklı olmaya davet

ediyorum. Çünkü amatör siyasi

oluşumların gençlik kuruluşlarında

başlarına gelen örneklerde olduğu gibi

tarlamızı başkasının sürmesi ihtimalini

ortadan kaldırmalı, Ülkü Ocakları Eğitim

ve Kültür Vakfı’nı ülkücülerden başkasına

yar etmemeliyiz.

Tüm bu yazılanlara rağmen; hala ikna

olmayan ve biz partinin gençlik kolu

değiliz diyen bir Ülkü Ocaklı varsa ona

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin

Ülkü Ocakları hakkındaki açıklamalarını,

söylemlerini okumasını, en basitinden

semtlerdeki Ülkü Ocakları’nın kapatılması

hakkındaki karara ve paylaşacağım habere

bakmasını tavsiye ediyorum.

“Ülkü Ocağına Ankara'dan Müfettiş geldi.

Geçtiğimiz hafta sessiz sedasız görevden

alınan Kartepe Ülkü Ocağı Başkanı Faruk

Cengizhan, Derince Ocak Başkanı Kemal

Okur ile Körfez Ocak başkanı Buğra Özel

yeniden görevlerine iade edildi.

MÜFETTİŞ GELDİ

Ülkü Ocaklarında yaşanan gelişmelerin

ardından Ankara'dan ilimize gelen Parti

Müfettişinin raporuna istinaden geçtiğimiz

hafta görevden alınan Kartepe, Derince ve

Körfez Ocak Başkanları görevlerine iade

edilirken Kocaeli Ülkü Ocakları Başkan

Yardımcısı Ümit Kurt'un görevden alındığı

iddia edildi.” (Kocaeli Gazete)

Yukarda aktardığım kısa haber metnine

bakarak MHP Ülkü Ocağı üzerinde söz

sahibidir denilebilir, denilmelidir.

Denilemez diyorsanız artıp giden soru

işaretlerine bir tane daha ekleyim; köklü

bir mazisi olan, koalisyon ortaklığı yapmış

ve iki dönemdir mecliste milletvekilleriyle

temsil edilen bir parti olan MHP’nin

gençlik kolları yapılanması nerede? Neden

MHP’nin de alelade partilerde bile bulunan

gençlik kolları teşkilatı yok? Aslında

cevabı hepimiz biliyoruz: Çünkü MHP’nin

Ülkü Ocakları var!

Ülkü Ocak’lı gençler tarafından beğeniyle

takip edilen ve eserlerine sosyal paylaşım

sitelerinde kolayca ulaşılabilen

ülküdaşımız Ozan Manas; “Türk’üm Ülkü

Ocaklıyım” eserinin nakarat kısmında

“Üç Hilal Sancaklıyım, Ben ülkü ocaklıyım

Yurdumun üstünde, tüten son ocaklıyım”

Sözlerini söylemekte ve bu sözler hiçbir

Ülkü Ocak’lı genci rahatsız etmemektedir.

Oysa yıllardır tabelasında ve içinde

gördüğüm kadarıyla tabelasında ve

sancağında üç hilal yok… Kırmızı zeminin

üstünde beyaz üç hilal MHP’nin simgesidir.

Her ülkücü bu durumu öylesine

özümsemiştir ki Ülkü Ocağı’nın

ambleminde olmayan simgenin adının

söylenmesi mevzubahis olmamıştır(yanlış

anlaşılma olmasın, ben de Ozan Manas’ı

ilgiyle takip ediyorum ve eserlerinden

birkaçını dinlemediğim günüm geçmiyor).

Ülkü Ocakları’nın her temsilciliğinde de

rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş’in ve

mevcut genel başkan Bahçeli’nin resimleri

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

26

yan yana asılı durmaktadır. Hatta birçok

ilçede MHP teşkilatıyla Ülkü Ocakları

Eğitim ve Kültür Vakfı’nın temsilciliği aynı

binada, komşu olarak bulunmaktadır.

Gün gibi aşikâr gerçekler varken romantik

açılımlara yeltenmek fitne çıkarmaktan

başka hiçbir işe yaramaz. Sözüm sadece

MHP’den soyutlanmaya çalışan ülkücülere

değil, MHP’li olduğu halde her fırsatta

ülkücü(Ülkü Ocaklı) gençleri eleştirenler

de tarih karşısında altından

kalkamayacakları veballer alıyorlar.

Hayatında Ülkü Ocağı’na gitmediği, gitse

bile kendisini asla oraya ait hissetmeyip,

orası için çalışmadığı, oranın faydasına

önerilerde bulunmadığı halde bulduğu her

fırsatta ülkücülere yıkıcı eleştirilerde

bulunanlar da fitnenin başını çekmekten

başka bir iş yapmıyorlar. Dışarıya karşı

olmadığı kadar objektif(!) biçimde içeriyi

eleştirenleri sükûtun altın madeninde

uzun ve huzurlu bir yolculuğa davet

ediyorum. Bu nazik davetimi reddeden

genç kardeşlerimi ve müstakbel

ülküdaşlarımı da Ülkü Ocakları’nın çatısı

altına çağırıyorum. En azından

seminerlerinde ne anlatıldığını dinleyip,

çaya ve sigaraya hangi muhabbetlerin

eşlik ettiğini duyup ve özellikle seçim

zamanları yapılan faaliyetlere iştirak edip

“Ülkü Ocakları MHP’nin gençlik kolu

mudur?” sorusunun cevabını kendileri(dış

dünyanın ve Ülkü Ocakları’nın huzurunu

bozmadan) bulsunlar.

Kaynaklar

http://www.kocaeligazete.com/haber/gu

ndem/13886/ulku-ocaklarinda-neler-

oluyor.html

TURHAN, Metin, Ülkü Ocakları (1968-

1980), Bilgeoğuz Yayınevi, 1. Baskı,

İstanbul, 2010

ÖZNUR, Hakkı, Ülkücü Hareket, (6 Ciltli),

Alternatif Yayınları, Ankara, 1999

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

27

TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE ANAYASA

MEFHUMU ve YENİ ANAYASA Abdullah KILAVUZ

Sözlük anlamıyla; Bir devletin yönetim

biçimini belirten, yasama, yürütme,

yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını

gösteren, yurttaşların kamu haklarını

bildiren temel yasa olan anayasa, en basit

tanımıyla Keynes’in dediği gibi ‘’tüm

normların üzerinde yer alan hukuki

norm’’dur. Anayasa, devletin temel

işlevlerini düzenleyen, görev dağılımı

yapan, devlet ile bireyler arasındaki ve

bireylerin kendi arasındaki ilişkileri

düzenleyen, bireylerin haklarını ve

özgürlüklerini korumakla kalmayıp bu hak

ve özgürlüklere devlet - toplum yararına

kısıtlama getiren kurallar üstü kuraldır.

Toplum hayatını düzenleyen bütün

kurallar, kurallar üstü kural diyerek

tanımladığımız anayasaya uymak

zorundadır.

Dünyanın çeşitli bölgelerinde, milletlerin

sosyolojik, kültürel, siyasal ve ahlaki

yapılarına uygun olarak düzenlenmiş

çeşitli anayasalar mevcuttur. Bu

anayasaların hükümleri kimi ülkelerde

(Örneğin İngiltere’de ki gibi) yazılı

belgelere dökülmeden sadece geleneksel

ve ‘’teamüli’’ olarak işlerken, kimi

ülkelerde de (Türkiye Cumhuriyeti

Devleti’nde olduğu gibi) yazılı olmak

kaydıyla ‘’şekli’’ olarak işler. En büyük

kanun yapıcıların yetiştiği bu toprakların

çağdaş manada ‘’anayasa’’ ile tanışması

miladi 1876 senesinin 23 Aralık gününe

tekabül eder. Kanun-i Esasî ile başlayan

Türklerin anayasa serüveni 1924 yılında

kabul gören yeni anayasa ile adeta boyut

değiştirir. Sonrasında 1961 anayasası ile

devam eden milletimizin bu hukuksal

sergüzeşti, 1982’de yürürlüğe giren

anayasanın otuz senelik gölgesinde hala

devam etmektedir.

Şu anda hâlâ yürürlükte olan anayasamız,

12 Eylül askeri darbesinden sonra

hazırlanan, seçim sürecinde anayasa

taslağı hakkında menfî fikir beyan etmenin

dahi yasak olduğu, evet oyu verenlerin

‘’vatanperver’’ hayır oyu kullananların ise

‘’vatan haini’’ olarak lanse edildiği sancılı

bir süreçte referanduma sunulmuş ve

%91.37’lik evet oyuyla kabul görmüş,

ardından 9 Kasım 1982 günü yürürlüğe

girmiştir.

Yazılış aşamasından oylama sürecine,

yürürlüğe giriş şeklinden geçirdiği

tadilatlara kadar her konuda eleştiri

oklarının hedefi olan mevcut 1982

anayasası, kabul gördüğü günden bu yana

22 kez büyük değişikliğe uğramış, 114

maddesi değiştirilmiştir. Yamalı bohçayı

andıran haliyle değişmesi yıllardır

gündemden düşmeyen mevcut anayasanın

yerine yenisin yazılması Başbakan Recep

Tayyip Erdoğan’ın talebi üzerine Prof. Dr.

Ergun Özbudun’un oluşturduğu bir

komisyon tarafından anayasa önerisi ile

gündeme gelmiştir. Yıllardır süre gelen

tartışmalarda iktidar partisinin sayısal

üstünlük kozunu elinde bulundurması

sebebiyle pek de sağlıklı yürümeyen bir

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

28

süreç işlese de gerek milletin talebi

gerekse de mevcut yasaların insanların

ihtiyaçlarını karşılayamıyor olması mevcut

anayasanın yeniden yazılmasını

kaçınılmaz kılmaktadır.

Peki, yeni bir anayasa nasıl yazılır? Yeni

yazılacak olan anayasadan beklentilerimiz

nelerdir?

Anayasa, tanımında da belirttiğimiz gibi

bir millete mensup bireylerin hak ve

hürriyetlerini güvence altına alan, bu hak

ve hürriyetleri belli sınırlar dâhilinde

kısıtlayan kurallar topluluğudur. Buradan

da anlaşılacağı üzere bir toplumun siyasi,

kültürel, sosyal ve ahlaki düzenini

kuracak; bireylerin eğitimlerinden sağlık

hizmetlerine, dini yaşantılarından

ekonomik özgürlüklerine kadar bütün

temel hak ve özgürlüklerini

biçimlendirecek kurallar, toplumun

mümkün olacak en yoğun katılımı ve en

yüksek düzeyde mutabakatıyla

belirlenmelidir. Sözün özü; yeni bir

anayasa hazırlamanın ilk şartı toplumsal

mutabakatı sağlamaktır.

Peki, AKP bunu başarabilir mi?

Yönetimdeki AKP iktidarının herkesin

malumu olan; kendinden olmayanı hor

görme, bî taraf olanı bertaraf etme ve

kendi istediklerini toplumun tamamına

dayatma meraklarından dolayı bu

mutabakatı sağlayamayacağı aşikârdır. Bu

ilk şartı sağlayamayacağından dolayı

gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi

misali arkasından atılan bütün adımlar

yanlış ve eksik olacaktır.

Başbakanın meşhur deyimiyle ‘’velev ki’’

AKP yeni anayasa hazırlanırken masaya

oturma noktasında bu toplumsal

mutabakatı en üst seviyede yakaladı. Bu

noktadan sonra anayasanın yazılma

aşılmasında karşılaşacağımız sorunların

farkında mısınız?

Anayasa yazılmaya başlanırken devletin

şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin

bütünlüğü, resmi dili, bayrağı ve milli

marşının belirlendiği ilk üç madde ve bu

maddelerinin değiştirilmeyeceğine dair

hüküm beyan eden dördüncü maddeden

başlanacaktır. Bu hususları biraz

irdeleyecek olursak mevcut yönetimin;

başkanlık sistemi sinyali verip de

cumhuriyetin niteliklerini korumasını,

Osmanlı zamanında dış yazışmaların

Fransızca yapıldığı örneğini verip üstüne

okullarda Kürtçe’yi seçmeli ders olarak

okutup da resmi dili korumasını, ülkeyi

her fırsatta otuz altı etnik unsura

parselleyip de devletin bütünlüğünü

korumasını beklemek fazlasıyla romantik

bir yaklaşım gibi geliyor. MİT müsteşarını

bir gece yarısı yasa değişikliğiyle temize

çıkaran zihniyet aynı yöntemle bir gece

yarısı operasyonuyla ilk üç maddenin

korunmasını sağlayan dördüncü maddeyi

değiştirirse şahsım adına sürpriz

olmayacaktır. Bu yazdıklarımı farazi

hesaplar olarak yorumlayanlar bile

anayasanın mevcut irade tarafından

değiştirilmesinin en hafif bedelinin

anayasadan ‘’Türk’’ kavramının çıkarılıp

yerine ‘’Türkiyelilik’’ gibi ucube bir terimin

türetilmesi olacağının farkındadır ne yazık

ki.

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

29

Kaygılarımızın birer paronaya emaresi

olarak kalması dileğiyle korkularımızı bir

köşeye bırakıp yeni anayasadan

beklentilerimizi sıralayacak olursak:

1. Mevcut 1982 anayasasının 42.

Maddesinde belirtilen “Türkçeden başka

hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında

Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak

okutulamaz ve öğretilemez…” hükmü

olduğu gibi korunmalı, bölücü terörü

cesaretlendirici ve etnik ayrışmayı

körükleyici gerek ana dilde eğitim gerekse

de seçmeli derslerin öğretim programına

entegre edilmesi çalışmalarından

vazgeçilmelidir.

2. Anayasa da Türkiye Cumhuriyetinin bir

ulus devlet olduğunun altı kalın çizgilerle

çizilmeli, egemenliğin gelecekte hiçbir

fitne ve tefrikaya yol açmayacak şekilde

Türk Milleti’ne ait olduğu anayasal olarak

güvence altına alınmalıdır.

3. Mevcut yasaların işçilerin çalışma

şartlarının ve sağlıklarının keyfiyet ve

kemiyeti noktasında yetersiz kaldığı

aşikârdır. Ülkemiz, %90’ı çok basit

önlemlerle önlenebilecek işçi ölümleri

noktasında dünyada üçüncü sıradadır. Bu

konuda yeni hazırlanacak anayasada

mutlaka ciddi önlemler alınmalıdır.

İşçilere anayasal hakları olan grev hakkını

dahi çok gören AKP hükümetinin bu konu

üzerinde hassasiyetle durması

gerekmektedir.

4. Çocuklarla ilgili en uç hedefi her

mitingde yüz tane oyuncak araba

dağıtmak olan hükümetimizin, yeni

anayasa yazım aşamasında çocuk işçiler ve

her türlü çocuk istismarı konularına da

yüksek bir ehemmiyetle değinmesi çok

yerinde olacaktır.

5. Mevcut iktidar her ne kadar her okuyanı

iş güç sahibi yapmak zorunda olmadığını

her fırsatta ilan etse de, üniversitede

okuyan öğrencilerin istismarını önlemek

babında maddi durumu yetersiz

öğrencilere maddi desteğin

arttırılmasından, mezuniyet sonrası

istihdamın sağlanmasına kadar uzanan

üniversite öğrencilerinin sorunlarına

ciddiyetle eğilmelidir.

Terörist yapılanmaların üniversite

koridorlarında kol gezdiği buna mukabil

Türk Bayrağı’nı indirildiği yerden

kaldıranların okuldan ihraç edildiği bir

düzende, yüksek öğretim kurumları

kanununda yapılacak değişikliklerle

milliyetçiliğin bir suç olarak

yargılanmasına son verilmelidir.

6. Zinayı serbest hale getirip başı sıkıştığı

noktada ‘’gidin ulemaya’’ sorun diyen

mevcut iktidar, bir an önce alacağı

tedbirlerle ülkemizde kol gezen

uyuşturucu, zina, alkoliklik ve sigara gibi

konularda caydırıcılığını ortaya koyup

anayasal olarak toplum sağlık ve ahlakını

korumaya yönelik yaptırımları

uygulamalıdır.

7. Kaldırılması defalarca gündeme gelen

mecburi askerlik kanunu korunmalı, terör

örgütünün ana geçim kaynaklarından olan

ve devletin zaman zaman göz yumduğu

sınır kaçakçılığı ağır ceza gerektiren suçlar

sınıfına alınmalıdır.

8. Son zamanların popüler haberlerinden

olan ve artık toplumsal olarak

duyarsızlaştığımız hekime şiddet,

öğretmene şiddet, polise şiddet gibi millet

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

30

varlığının güvencesi olan mesleklere

yönelik saldırılara anayasal olarak

caydırıcı nitelikte cezalar uygulanmalı,

kişilerin mesleklerini icra ederken

güvenliğinin devlet tarafından sağlanması

hakkı anayasal olarak güvence altına

alınmalıdır.

9. Ülkemizin en verimli şirketlerini yok

pahasına özeleştirerek milli

egemenliğimizi ve ekonomik bekamızı

temelinden sarsan mevcut hükümet, en

azından bundan sonraki süreçte

özelleştirmeleri kısıtlayan bir yasal

düzenleme yapmalı, hiç olmazsa

kendilerinin çıkardığı ve yabancılara

yüksek miktarda toprak satışına müsaade

veren yasayı yeni hazırlayacakları

anayasadan mutlaka çıkarmalıdırlar.

10. Çeşitli teşviklerle zengin kesimin

kârına kâr katıp, vergi borçlarına getirdiği

zamlarla orta direk diye tabir ettiğimiz dar

kesimli vatandaşlarımızı yoksulluk

seviyesinin altına iten mevcut zihniyet, bir

an önce adil ekonomik düzeni sağlamalı;

ülkenin yoksulluk ve işsizlik sorunuyla

yüzleşmelidir. Üniversite kontenjanlarını

on yılda yaklaşık iki katına çıkarıp genç

nesli üniversiteli yaparak işsizlik oranını

düşük gösteren iktidar, insanlara kış

mevsiminden kış mevsimine kömür

dağıtmak yerine istihdam ve nitelikli

eleman yetiştirme noktasında ciddi

adımlar atmalı ve sözde kişi başı yıllık

gelirimiz olan $15137 ‘ın, ayda 800 lira ile

dört kişilik aile geçindiren

vatandaşlarımızın da eline geçmesi için

gerekli anayasal düzenlemeleri

yapmalıdır.

Genç bir Türk Milliyetçisi olarak; Turgut

Özal’ın ‘’bir kere delmekle bir şey olmaz’’

diyebileceği kadar ciddiyetten uzak,

demokrasi ve toplumsal uzlaşıdan ziyade

darbe döneminin kirli hesaplarını

yansıtan, yapılan değişiklikler ve

tadilatlarla adeta delik deşik olan 1982

anayasasının değişmesini gönülden

destekliyorum ancak mevcut iktidarın kirli

demokrasi geçmişi ve milletimizin

bağımsızlığı ile bağdaşmayan şaibeli

fikirlerinden dolayı ‘’gelen gideni aratır’’

hesabı, değerlerimiz ile bağdaşmayan

devşirme bir anayasa ile karşılaşma

korkusuyla şimdilik yeni anayasaya

temkinli yaklaşmak zorunda kalıyorum.

Ne demiş atalarımız? Dimyat’a pirince

giderken evdeki bulgurdan olmayalım…

Selametle.

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

31

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

32

BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK ALGI Mehmet UÇAK

Ekonomik algı, insanoğlunun doğuşuna

kadar uzanan uzunca bir süreçte evrime

uğramıştır. Bilimsel bir disiplin oluşunu

ise insanoğluna borçludur. Bu disiplin,

toplumun yaşadığı üç önemli evrimle

farklı boyutlar kazanmış ve bilimsel bir

uzmanlık sahası haline gelmiştir. Öyle ki

devletlerin ekonomik algılarında

ekonomistlerden faydalanması da bir

disiplin oluşunun ispatıdır.

İnsanlık âlemini temelde üç farklı tabanda

incelemek, üç farklı tasnife tâbi tutmak bir

tercih meselesinden ziyade zaruri bir iştir.

Üç farklı taban ise “Tarım Toplumu“, “

Sanayi Toplumu” ve “ Bilgi Toplumu” dur.

Tarım toplumu, adından da anlaşılacağı

üzere tarım temelli bir toplum olup

insanoğlunun ekonomik algısında biricik

olan algıdır. Nitekim günümüzde dahi

“Tarım Toplumu” sıfatını kullanan

milletlerin oluşu biricikliğin ispatını

destekler niteliktedir. İşte ilk ekonomik

algılar bu toplumda şekillenmeye

başlamıştır. Daha sonra James Watt’ın

İngiltere’ de buharlı makineyi icat

etmesiyle birlikte üretim tekelleşme

sürecinin sonuna gelmiş ve artık kitle ve

yığın üretim başlamıştır. İmalâthane

üretim sisteminden ileri üretim

sistemlerine kadar ulaşan bu dönemde

tüketicinin tercihleri, tutumları, zevkleri

ve bekleyişleri de değişmiştir. Devreye

esnek üretim sistemi, yalın üretim sistemi

gibi farklı sistemler girmiş ve ekonomik

algı tamamen evrime uğramıştır. Ayrıca

“Sanayi Toplumu” her iki toplum arasında

köprü görevi kurup bir geçiş evresi olduğu

için bu tasniflemede kendine has

biricikliğe sahiptir.

Sanayi toplumunun miladı olarak sanayi

devrimi gösterilse de bu gösterim yüzeysel

bir gösterişten öte gidememektir. Sanayi

toplumu, sanayi devrimi ile başlamıştır

denilerek kestirip atılacak kadar kolay bir

mevzu değildir. Birçok otorite şimdi

üstünde duracağımız konuyu henüz yeni

yeni kabullenmeye başlasa da bu

kabullenme tercihen olmaktan çıkıp

zaruretten kabul görme durumunu almaya

başlamıştır. Öyleki James Watt’ın buharlı

makineleri bir çağın açılmasına sebep olsa

da o çağ tek başına bir bütün değildi. O

bütünü tamamlayan başka bir parça daha

vardı. O parçanın kendini kabullendirişi

epeyce uzun bir vakit alsa da sonunda

hedefine ulaşmıştı. İşte o parça otomasyon

süreciydi. 1. Sanayi devriminde Makine-

İnsan entegrasyonu sağlanıp toplum sınıf

atlasa da bu sınıf otomasyon süreciyle

gelişimini tamamlamış oldu. Otomasyon, 2.

Sanayi devrimi olarak nitelendirilip

Makine - Bilişim Sistemleri

entegrasyonunun tabii sonucu olarak

karşımıza çıkmıştı. Artık insan gücüne

olan talep azalmış ve insanların yerini

bilişim sistemleri almaya başlamıştır. Pek

tabiidir ki bu durum insanoğlunu

bütünüyle memnun etmemiş ve kapitalist

zihniyete sahip işverenler durumdan

memnun olurken iş talep edenler

durumdan rahatsız olmuştur. Nitekim bu

rahatsız oluş, duruma etki etmemiş ve 2.

Sanayi devrimi tüm ihtişamıyla varlığını

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

33

sürdürmeye devam etmiştir. Bu süreçte de

ekonomik algıların bilinç düzeyi

yükselmiş, tüketici ve üretici piyasada

buluşmuş, homoeconomicus terimi tam

anlamıyla oturmaya başlamıştır. Nitekim

şuan insanoğlu gelişmelerin öncülüğünde

farklı bir boyuta geçmiş ve “ Bilgi

Toplumu” sıfatını almaya hak kazanmıştır.

Tarım toplumu, sanayi toplumu, 1. Devrim,

2.Devrim derken hızla değişen dünya

koşullarında kendimizi bilgi çağının içinde

buluverdik. Bilginin gerektirdiği gibi

düşünmeyi, analitik analizler yapabilmeyi

ve birçok bilimsel araştırmaları dikkate

almayı tercih meselesinden çok zorunluluk

olarak görmeye başladık. Klasik ortaçağ

yobazlığına karşın sorgulamayı,

eleştirmeyi yani amiyane tabirle bir işin

arkasını aramayı kendimize düstur

edindik. Tüm bu önde giden göstergelerin

pozitif ivme kazanması ve insanın

bilinçlenmesi sayesinde insanlık âlemi

“Bilgi Toplumu” yakıştırmasını almaya hak

kazandı. Toplumun bilgiyle tamamen

entegrasyon edilmiş bu boyutunda her

alanda değişikliklerde yaşanmıştır.

Siyasetten sağlığa, eğitimden gelişime

kadar her alanda köklü değişiklikler

yaşanmıştır. Bu değişimden ekonomide

nasibini almış ve günümüz ekonomik

algılar dağarcığı da genişlemiştir. Öyleki

bu değişimlere kayıtsız kalamayan Alvın

Toffler “Bilgi Toplumu” eserinde şu

cümlelere yer vererek durumun özetini

yansıtmıştır: “ Patlayıcı değişikliklerin

yaşandığı bir çağda özel yaşamlar

dağılırken, mevcut sosyal düzen

sarsılırken ve ufukta yeni ve fantastik

yaşam tarzı belirirken – geleceğimizle ilgili

en büyük soruları sormak, sadece bir

entelektüel merak konusu değildir. Bu bir

ölüm kalım meselesidir.”

Her alanda algıların değişmesinin

ekonomik algılarında değişmesine sebep

olacağını ve böyle de olduğunu

belirtmiştik. Günümüzde tüketici profili

artık gelişmeye yönelmiştir. Pazarlık gücü

yüksek, ne istediğini bilen, marjinal

fikirlerle donanmış ve en önemlisi reel

piyasa koşullarına odaklı düşünme yetisini

kazanmış tüketici profili üreticileri epeyce

büyük bir sıkıntının içine sürüklemiştir.

Öyle ki bilginin anavatansızlaşması ve

bilişim teknolojilerinin her saniyede

gelişim göstermesi tüketicilerin

bekleyişlerini, zevklerini, isteklerini ve

düşüncelerini anlık evrime uğratmaktadır.

Şöyle bir örnek verecek olursak yirmili

yaşlardaki bir genç metropol bir kentte

yetiştiyse daha çocukluk yaşlarında bilişim

teknolojileriyle haşır neşir olmaya

başlamıştır. Oysa henüz on sene önceki

bilişim teknolojileri ile şimdiki bilişim

teknolojilerini karşılaştırdığımız zaman

aradaki gelişimin farkı apaçık ortaya

çıkacaktır. Hâsılı kelam, çocukluk

yaşlarında dahi teknolojiyi etkin ve verimli

kullanmaya başlayan bireyin isteklerinin

ucu bucağı yoktur. Onu doyurabilmek,

isteklerine cevap vermek, bekleyişlerini

önceden kestirebilmek oldukça zor bir

mevzudur. Çünkü bilgi toplumunda birey

artık ne istediğini bilmektedir. 1930 yılına

kadar geçen süreçteki ne üretirsem

satarım mantığının geçerliliği tamamen

kaybolmuş ve yerine tüketici isteklerine

yönelik üretim anlayışı kendine yer

bulmuştur.

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

34

Tüketici profilinin değişmesi aynı

zamanda üretici profilinin de değişmesine

zemin hazırlamıştır. Ne istediğini bilen

tüketici karşısında üreticilerde gardını sıkı

tutmuş ve tüketici isteklerine cevap

vermek için çalışmalarına hız vermiştir.

General Hayzen’ in de dediği gibi

“Değişmeyen tek şey değişimdir.” teorisini

işletmelerinde işleyen işverenler değişen

koşullara mecburen ayak uydurma

sürecine girmiştir. Global çapta düşünen

ve evrensel nitelikte mamül ve hizmet

üretimine giren üreticiler günümüz bilgi

toplumunda ayakta kalabilen yegâne

işletmecilerdir. Onlar, çağın gerektirdiği

ölçüde bilgi toplumunun istediğini

vermeye çalışmaktadırlar.

Sonuç Olarak…

Bilgi toplumunda ne Adam Smith ekolü ne

de Keynes ekolü ne de diğer ekonomik

teorisyenlerin görüşleri tam olarak

benimsenmemektedir. Teorisyenlerin yanı

sıra kapitalizm, emperyalizm, liberalizm

gibi akımlarda tek başlarına geçerli

değillerdir. Çağımızda artık teorilerin,

akımların, düşüncelerin iç içe girdiği bir

ekonomik dünyanın ayak sesleri

duyulmaktadır. Monopollükten ziyade

oligopollük ön plana çıkarılmıştır.

Bilgi toplumunda otomasyon sürecinin hız

kazanması, bilgisayarlı üretim

tekniklerinin üretimin içine girmesi,

teknolojinin hızla gelişmesi ve bilginin öz

vatanını kaybetmesi gibi sebepler hem

üreticileri hem de üreticilerin bağlı

oldukları ekolleri tamamen çürütmüştür.

Çürüyen ekollerin yerini daha dinamik,

daha küresel ve daha spesifik ekoller

almaya başlamıştır.

Görüldüğü üzere bilgi toplumunda

ekonomik algıların seyri tamamen

değişmiştir. Üretimin kimin için nasıl

olacağından tutun da hangi kuramların

kullanıldığına kadar birçok meselede

algılar değişime uğramıştır. Tüketicilerin

zevk, bekleyiş, tutum ve görüşleri

üreticilerin tutumları baştan aşağı

yenileşme hareketinin içinde farklı

boyutlara bürünmüştür. Adam Smith gibi,

John Maynard Keynes gibi ve daha nice

iktisat/ ekonomi ilmine katkı sağlamış

üstatların yaşadıkları dönemlerdeki

iktisadi fikir sistemleri günümüzde farklı

boyutlarda incelenmeye başlanmış ve

ekonominin seyri, toplumsal ekonomik

algı, ekonomiye karşı bakış açıları daha

küresel düzeye ulaşmış ve bilginin

anavatansızlığından yararlanılarak

ekonomi başlı başına her an

değişime/gelişime açık bir disiplin halini

almıştır.

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

35

KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

Bu kitap 1960 yılında Ord. Prof. Ali Fuad

BAŞGİL tarafından yazılmıştır.

Nasıl çalışmaları gerektiğini ve öğrenmenin

yönteminin ne olduğunu, tecrübesiz

çıraklar kendileri düşünüp keşfetmeye ve

muhtaç oldukları manevi desteği

kendilerinde arayıp bulmaya mecburdurlar.

Bulamazlarsa yanar giderler. Bu yüzden

yitirilen gençlerin sayısını Allah bilir.

Gençlerimizin birçoğunun usanıp

bezmesinin, cesaretinin kırılıp ruhsal

perişanlığa düşmesinin sebeplerinden biri

ve belki başlıcası budur. Yani bir taraftan

çalışıp öğrenmenin yolunu ve yöntemini

bilmemezlik, diğer taraftan da manevi

destekten mahrumluktur. Eminim ki, bu

boşluğu ve mahrumluğu bugün her genç

duyuyor ve acısını çekiyor. Bunu bizler de

duyduk ve çektik. Çünkü bizler de öğrenci

olduk ve fikri hayatın çıraklığını yaptık.

Gönül ister ki, okullarımız, ilkinden

yükseköğrenimin sonuna kadar, derece

derece gençlere öğrenme ve yetişme ve

yetişme yolunda güvenle yürümenin

yöntemini öğretsin; çalışıp başarılı olmanın

sırrını göstersin. Okul bilgisi üreten bir

fabrika halinde çalışmasın ve gençlerin

yalnız zekâları üzerinde kalmasın, iradeleri

üzerinde de dursun ve onların ruhsal

terbiyelerini yapsın. Çünkü insanın kıymet

ve kuvvet bilgisinin genişliğinde olmaktan

çok, benliğine sahip ve iradesine hâkim

olabilmesinde; iyi huylarında ve ruhsal

terbiyesindedir. İrade ve ruh terbiyesi ise,

ayrı bir iştir. Bu, ders ve kitap okuyup

ezberlemekle elde edilmez. Bununla

beraber, herkes biliyor ki, haddini aşan sınıf

mevcudu ile dolup taşan okullarımızın hiç

üzerinde durmadığı işlerden biri budur.

***

Gerçek şu ki başarılı olmak, mutlu olmak

demek değildir. İnsan başarılı olur, toplum

içinde özlediği yerin daha üstününü bile alır

da, mutlu olmayabilir. Servetin, güç ve

şöhretin son noktasına varmış nice insan

vardır ki, içi daima mutluluk dünyasının

hasretiyle yanıp tutuşur. Gösterişli

apartmanlarda, göz kamaştırıcı bir konfor

ve lüks içinde yaşayan insanlar görürsün ki,

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

36

bunların hepsini bir günlük mutlulukla

değiştirmeye hazırdırlar. Çünkü mutluluk

tamamıyla gönül işidir. Ve içimizdedir. Onu

kendi içimizden başka bir yerde sanıp

aramak ve mutluluğu sırf servet, güç ve

şöhrette görmek çölde serabı su

zannetmektir.

İnsan zekâsı ve bilgisiyle değil, ancak

iradesi ile insandır. Zekâ ve bilgi az çok

hayvanda da vardır. Fakat özellikle, ahlâki

anlamda irade canlı organizmalar

zincirinin son halkasını oluşturan insana

has bir güç ve ayrıcalıktır. İrade; yalnız

insanı hayvandan değil, hem de insanları

birbirinden ayıran ve aralarında üstünlük

ve aşağılık farkları yaratan tek ruhsal

kuvvettir. Etrafına bak, gördüğün üstün

insanlar bunu hep iradelerinin kuvvetine

borçludurlar. Tarihte şerefli yer almış ve ün

kazanmış şahsiyetlerin hepsi bunu irade

silahı ile elde etmişlerdir. Bu bir kuraldır ve

istinası yoktur. Basit zekâlı, az bilgili, hatta

bilgisiz insanlardan başarılı olanlar çok

görülür. Fakat zayıf iradeli insanlardan

başarılı olmuş ve yükselmiş tek bir örnek

gösterilemez. Çünkü başarılı olmak ve

yükselmek sırf gayretin meyvesidir; gayret

ise iradenin ifadesidir.

***

Yeryüzünü şenlendiren milyonlarca

insandan birbirinin tam benzeri iki kişiye

rastlayamazsın. Doktorlar bile organik

özellikleri ve tepkileri, birbirinin aynı iki

hasta bulamıyor. Yaratıcı kudret yüz

binlerce yıldan beri gelip geçmiş ve gelecek

olan insanlardan her birini bir başka tipte

yaratmış ve sınırsız modelde insanoğlu

yaratmıştır. Şurasına dikkat edelim ki, her

insan, kendisine has olan, bedensel yapısı ve

organik farklılıkları ile kendi başına bir

dünya ve bir biyolojik tip oluşturur.

İnsanlar birbirinden yalnız bedensel

yapıları, yüzleri ve mizaçları bakımından

değil; aynı zamanda ve özellikle manevî,

ruhsal oluşum ve tepkileri bakımından da

ayrılır. Hem bu bakımdan olan ayrılış daha

ince, daha derin ve köklüdür. Aynı görüş ve

duyuşta, aynı olay karşısında, aynı

üzüntüyü duyup tepki gösteren iki kişi

görülmez. Her insan, kendine has manevî

yapısı ve ruhsal özellikleriyle bir başka

dünya ve bir psikolojik benlik yahut

“şahsiyet” oluşturur. Ve kişinin bu manevî

yapısı ile ruhsal özellikleri onda belirli bir

duyuş ve hareket ediş tarzı yaratır ki buna

da “karakter, huy, tıynet, seciye” denir.

Karakterli “seciyeli” insan, hayvanî içgüdü

ve eğilimlerin tutsaklığından kurtulup bu

kuvvetleri hayat için birer hizmetkâr haline

koymuş olan insandır. Karaktersiz

“seciyesiz” insan da, hayvanî içgüdü ve

isteklerin egemenliği altında kalmış olan

insandır. Dikkat edelim ki bu anlamıyla

karakter yahut seciye, terbiye ve ahlâkın en

yüksek gayesini ve ideal hedefini oluşturur.

Doğrusu terbiye ve ahlâkın gayesi, en kısa

bir ifade ile karakterli ve sağlam seciyeli

insan yaratmaktır.

Son zamanlarda bazı sosyologlar

milletlerin de kişiler gibi belirli karakterleri

olduğuna ve bunların ilim ve medeniyetle

asla değişmediğine inanmaktadırlar.

***

İyisi ve kötüsü ile birlikte, bütün huylarımız

doğuştan değil, kazanılmıştır. İnsan her

türlü düşünce, his ve huydan soyut fakat her

çeşit huy edinmeye müsait olarak doğar.

Düşünce ve duygularımız gibi, huylarımızı

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

37

da hep çevremizden ve görüp

öğrendiklerimizden alırız. İnsan belirli bir

çevre, iklim ve şartlar içinde doğar ve yaşar.

Bu şartlar uyarınca aldığı terbiyeye göre de

ruhsal yapısını kazanır. Fakat bu yapı bir

defaya mahsus olarak oluşmuş ve zaman,

mekân içinde hiç değişmeksizin kaya gibi

duran bir şey değildir. Aksine, değişmesi ve

değiştirilmesi daima mümkündür. Çünkü

insan normal olmak şartıyla, serbest bir

iradeye sahip ve bu güçle kendini

yönlendirebilir ve idare edebilir. Aslında,

terbiye ve ahlâk gibi disiplinlerin en eski

zamanlardan beri var olması da bunların

huylar üzerinde etkili olduğuna

inanıldığının ve kötü huyların iyi bir terbiye

ile değiştirilebileceğinin kabul edildiğinin

bir delilidir. Eğer terbiye ve ahlâkın huylar

üzerinde hiçbir etkisi olmasaydı, binlerce

seneden beri bütün insanlık bu disiplinlere

sarılıp inanmazdı. Terbiye ve ahlâkın

öteden beri var olmasına rağmen,

insanlardan bir kısmının hâlâ kötü huylu

olması, bu disiplinlerin huylar üzerinde

yeteri kadar etkili olmadığını değil, etkili

olacak şekil ve şartlar altında gerektiği gibi

uygulanmadığını ve huyların ruhsal

mekanizmasının henüz tam anlamıyla

bilinmediğini gösterir.

***

Terbiye konusunda kadercilik ve kaderciler:

Eklemek gerekir ki bu konu dinlerin

felsefesinde de önemli bir yer tutmuş ve

özellikle, İslâm dünyası düşünürlerini

birbirine düşürmüştür. Abbasi halifeler

devrinin ilk asrında bu konu etrafında

kopan büyük tartışmalar sonucunda

“cebriyeciler” diye bir “eyvallahçılar”

topluluğu ve “cebriye” diye de gayet kaderci

bir mezhep üremiştir. “Ehli sünnet” irade

serbestliğine ve ilmin terbiye ve ahlâkın ruh

üzerindeki verimli etkilerine inandığı halde,

cebriyeciler miskince bir kaderciliğe

saplanarak insanları ilâhi irade ve kudretin

elinde bir kukla görmüşlerdir.

Bunlara göre her insanın hayatının nasıl

başlayıp biteceği, herkesin hayatta neler

görüp geçireceği, ilâhi irade tarafından

“Âlemi Ervah (ruhlar âlemi)”da önceden

belirlenmiş ve “Levhi Mahfuz (kader

levhası)”da yazılmıştır. Herkes dünyaya

ezelde yazılmış bir kaza ve kader levhasıyla

ve bir “alın yazısı” ile gelir. Ve herkesin

kaderi alnının yazısına bağlıdır. Kimse

bunun dışına çıkamaz ve hiçbir kuvvet bu

yazıyı değiştiremez. Olacak ne ise olur;

çıkacak göz, çıkar. Akacak kan damarda

durmaz. Kötü huylu bir insan, öyle doğar ve

öyle ölür. Bu onun alın yazısıdır. Alın

yazısının ve kader levhasının amansız

hükmüne kimse karşı gelemez. Ne yapsan

çaresizdir. Ve çare aramanın çalışıp

çabalamanın sonucu da boşuna

yorulmaktır.

Cebriyeciliğin savunulması mümkün

değildir. İlmi bir “determinizm

(belirlenimcilik)”e dayandırmaktan çok,

tembelliğin, miskinlik ve sefaletin bir

savunmasından ibaret olan bu görüş

üzerinde burada uzun boylu durmaya gerek

görmüyorum. Yanlışlığı ortada olan ve

bugün hiçbir bakımdan savunulması

mümkün olmayan bu anlayışın ciddi bir

eleştiriye değer tarafı bile yoktur. Yalnız şu

noktaya işaret edelim ki, bu görüş ve bu

zalim felsefe İslâmiyet’in gerçek felsefesi

değildir. İslâm dini “Ehli sünnet”in kabul

ettiği gibi, irade serbestliğine dayanan,

terbiye ve ahlâkın insan huylarına ve

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

38

işlerine etkin olduğunu ilân eden ve

aşılayan yüksek bir dindir.

***

Gerçekten bugün yüksek medeniyetli batı

ülkelerinde de iş böyledir. Bu memleketler

özellikle millî dil, yani yaşayan ve bizzat

konuşulup yazılan dil konusunda gayet

hassas ve titizdir. Bir genç okulda, her

şeyden önce memleketinin dilini mükemmel

bir şekilde öğrenir. Bu bakımdan bizim

okullarımızın geriliğini seven bir insan için,

üzülmemek elde değildir.

***

Alışkanlıklar konusunda ailenin ve özellikle

okulun görevi ve sorumluluğu akla sığmaz

derecede büyüktür. Aile ile okul, el ele

vererek, alışkanlıklar üzerinde özellikle

durmaya ve bir taraftan, çocuklara, henüz

çok müsait bir çağda iken, iyi ve temiz

alışkanlıklar ve huylar kazandırmaya, diğer

taraftan da onları kötü alışkanlık ve

huylara karşı korumaya mecburdur.

Unutmamalıdır ki, terbiyenin bir rolü

düşmüşü kurtarmak ise, diğer bir rolü de

henüz düşmemişi korumaktır. Bu bakımdan

da okullarımızın ne yazık ki ne kadar geri

ve zavallı bir durumda olduğunu söylemek

bir görevdir.

***

Özellikle, dini terbiyenin ve Allah sevgisinin

huy ve ahlâk üzerindeki paha biçilmez

etkisine, tecrübe ve gözlemlerim arttıkça

daha kuvvetle inanıyorum. Allah

duygusundan ve sevgisinden uzak bir

terbiye yalnız fayda ve çıkar düşüncesine

dayanır. Fakat din terbiyesi gönüllü,

karşılıksız ve yücedir. Bu terbiye insanı

yükseltir, iyiliği ve adaleti, hiçbir çıkar

düşüncesine saplanmadan sevdirir.

***

Çalışmayı sevebilmenin birçok şartları

vardır. Bunlardan biri ve bence, başta

geleni, insanın işini ve mesleğini kendi

ruhsal ve fiziksel kuvvetine, yetenek ve

eğilimlerine göre seçmesidir.

Genç arkadaşım!

Sana senden yakın kimse yoktur. Kendini

kendin bil ve tanı; işini ve mesleğini kendine

göre seç. Ta ki o iş üzerinde severek

çalışabilesin. İnsanın sevmediği ve içinin

almadığı bir iş ve meslekte, şu veya bu

sebeple çalışmaya mecbur olması kadar

üzüntülü bir hayat düşünemem. Böyle bir

insan, işinin sahibi değil; esiri olarak

çalışmaya ve yaşamaya mahkûm demektir.

Çalışmanın bu türlüsü ise, tıpkı esir

çalışması gibi, hem kişi ve hem toplum için

gerçek fayda ve verimden yoksundur. Ne

mutlu o insana ki, serbestçe seçtiği meslekte

severek çalışır. Severek çalışan yorulup

yıpranmaz. Ne ceza ve ne ödül kamçısı

beklemez. Başkasının işini, mesleğini ve

başarısını kıskanıp içini yemez. Her gün

işinde biraz daha ilerler. İlerledikçe de işine

sevgisi artar ve daha çok çalışır. Bundan da

hem kendisi, hem toplum ve hem de insanlık

için iyilik ve mutluluk doğar.

Biliyorum, bugün herkesin beğendiği işi ve

mesleği tutması kolay değil. Çok azımız

gönlümüzün çektiği işte çalışmak

mutluluğuna erişebiliyoruz. Çünkü

toplumumuzda henüz rasyonel bir iş ve

çalışma teşkilatı yoktur. İşler rasyonel bir

temele, kuvvet ve yeteneklere göre değil;

tesadüfe ve çok kere hayat zorunluluklarına

göre dağılmaktadır. Bu sebepten bugün

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

39

işini seçmek ve mesleğinde severek çalışmak

pek az şanslıya nasip olan nimetlerdendir.

Çoklarımız ya aile, eş dost ve arkadaş

baskısı ve etkisiyle yahut daha kötüsü, sırf

tesadüflerin ve hayati ihtiyaçların

yönlendirmesiyle meslek tutuyoruz. İleride

ya bezgin bir ruh ile işimize devam ediyoruz

yahut da meslek değiştiriyoruz. Gerçi

gençlikte tutulan meslek ömürlük değildir.

İleride meslek değiştirerek, hayata yeni bir

yön vererek ilk hatayı düzeltmek

mümkündür. Fakat geçen zaman geçmiş,

gençliğin mesleki formasyon çağı elden

çıkmıştır.

Fransa’da bir aralık gezgin opera

topluluklarından birinde çalışan bir artist

ile tanıştım. Bana kendisini hukuk doktoru

diye tanıttı. Hayret ettim. Açıkladı:

“Babam Toulouse’de noterdi. Beni kendi

mesleğinde yetiştirmek istedi. Liseden

sonra, baba emriyle hukuka girdim. Lisans

ve doktora yaptım. Reşit olup da baba

otoritesinden kurtulunca, ilk

çocukluğumdan beri sevdiğim tek meslek

olan tiyatro hayatına atıldım. İsteğim

birinci sınıf artist olmaktı. Ne yazık! Geç

kaldım. Birinci değil, üçüncü sınıf bile

olamadım”, dedi ve acı acı içini çekti.

Okuyucum ben sana binbir örnekten birini

verdim. Hayatta doktor görürsün ki,

kırkından sonra politikacılığa koyulur.

Evini yönetmekten aciz adam görürsün ki,

devleti düzeltmeye kalkışır. Hep bunlar

mesleki “Refoulmenet”ların ve saklı kalmış

ateşin, isteklerin zavallı kurbanlarıdır.

Beğendiğiniz mesleği tutmamız şu

bakımdan da kolay değildir. İnsan

gençliğinde kuvvet ve yeteneklerini tam

olarak ölçüp tartamıyor. Gençliğin gururu,

tecrübesizliği ve enerjisi buna engel oluyor.

Bu konuda okul, gençlerin yardımına

koşabilir ve koşması gerekir. Okullarda,

bilinen psikolojik yöntemlerle, çocukların

zekâ ve yetenek yoklamaları yapılıp

belirlenir. Ve bu sayede, meselâ, liseyi

bitiren bir gence hayatta tutunabileceği iş

ve meslek hakkında yol gösterilir. Bazı

memleketlerde başarıyla uygulanan bu

yöntemlerin bizde de uygulanmasını

beklerken, okuyucum, sana tavsiyem şu

olsun:

Meslek tutmak için, her şeyden önce, fiziksel

ve zihinsel kuvvet ve yeteneklerini ölç.

Göreneklere, arkadaş baskı ve etkilerine

kapılmadan kendi eğilimlerini iyice yokla.

Ve içinin sesine kulak ver. Hoşlanmadığın

bir mesleğe girme ve şüphe etme ki iş ve

mesleklerin hepsi iyidir. Yeter ki, sen

tuttuğun mesleğin adamı ol. Fakat

mesleğinin adamı olman için onu sevmen ve

severek çalışman gerekir. Çünkü tekrar

edeyim ki, başarılı olmanın sırrı, işinde

severek çalışmaktır. İnsan kendi seçmediği

ve gönlünün çekmediği bir iş ve mesleği,

zamanla sever görünürse de tamamıyla

sevemez. Gönlü daima sevdiği meslekte

kalır.

Şunu da ekleyelim ki, bir zamandan beri

üniversite fakültelerine ve yüksekokullara

öğrenci alışta resmi makamlarca tutulan

sakat bir kontenjan yöntemi gençlerin

beğendikleri mesleği tutmalarına ayrıca

engel olmaktadır. Düşününüz ki, eczacı bir

babanın eczanede büyüyen oğlu,

hazırlandığı ve gelecek beklediği eczacılık

mesleğine giremiyor da, buna edebiyat

fakültesinin yolunu gösteriyorlar. Yalnız,

kişisel yetenekler adına değil, memleket

hesabına da körlük bu kadar olur.

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

40

Kısacası, kuvvet ve yeteneklerine göre,

tutamamak yüzünden heder olan enerji ve

yetenekleri, bezginlik ve bıkkınlık içinde

tükenen ömürleri düşündükçe; iş ve meslek

dağılımı bakımından henüz ne kadar geri

ve ilkel bir durumda olduğumuzu daha iyi

anlıyorum. Üniversite profesörlerinden

birini tanırım ki, bana bir gün aynen,

doktorluktan tiksiniyorum; bir hasta

görünce tüylerim diken diken oluyor,

demişti. Kötü bir şey ve mutsuz bir hayat

değil mi? Fakat bu zavallıların suçu, sırf

yanlış bir hayat yolu tutmuş olmalarıdır.

Okuyucum! Tekrar edeyim ki, insan için

mevki, servet ve şöhret gaye değildir. Gaye

olan mutluluktur. Mutluluğun şartı ise,

insanın kendi içi ile uyumlu yaşamasıdır.

Beni dinle! İçinle, işin ve mesleğin uyumlu

olsun. Huzur ve mutluluk bundadır.

Özetleyerek gidelim ve iyi anlayalım:

Başarı, yöntemli ve verimli çalışmaya

bağlıdır. Çalışmanın verimli olması için de,

öncelikle insan işini ve mesleğini sevmeli ve

severek çalışmalıdır. Bu sevgi olmadan,

insanın işinde ve mesleğinde ilerlemesine ve

başarılı olmasına imkân yoktur. Tesadüfleri

ve istisnaları bir tarafa bırakalım. Bence

kural budur. Milletimiz bu gerçeği ne güzel

bir atasözü ile ifade eder. Ve “aşk olmadan

meşk olmaz” der.

***

Gerek özel ve gerekse resmi hayatımızda

çoğumuz düşünmeden, zaman ve kuvvet

kaybını hesaplamadan, işlerimizi bir sıraya

ve düzene koymadan çalışıyor ve bu sebeple

fiziksel ve zihinsel çalışmamızı gerektiği

kadar verimlendiremiyoruz. Bu yüzden

sönen zekâları ve heder olan enerjileri

düşündükçe, koca filozof Descartes

gözümde bir kat daha büyüyor. Batıda

yöntemli çalışma devrini açan bu filozof,

insanlar arasında gerilik ve ilerilik

farklarının, sanıldığı gibi akıl ve kavrayış

bakımından farklı olmalarından çok

yöntemli ve rasyonel çalışıp

çalışmamalarından ileri geldiğini göstermiş

ve Avrupa’da yepyeni bir medeniyet devri

açmıştır. Aynı fikri milletlere uygularsak

aynı sonuca varır ve milletler arasındaki

gerilik ve ilerilik farklarının da yöntemli

çalışmadan ileri geldiğini görürüz.

Biz Türkler, batı milletlerinin hiçbirinden

daha az zeki ve çalışkan değiliz. Aksine,

gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki,

Türk insanı dünyanın en zeki, anlayışlı ve

çalışkan insanlarındandır. Bununla

beraber, batı milletlerinden daha geriyiz.

Çünkü zekâmızı yöntemli ve rasyonel bir

şekilde kullanmıyor, zaman ve kuvvet israf

ediyoruz.

Öğütlerden...

Bir işe başlamadan önce o işi (dersi, görevi,

kitabı) en kısa bir zamanda, en kolay ve en

temiz bir biçimde nasıl yapacağını, nasıl

öğrenip çalışacağını iyice düşünüp hesapla.

İşinde rastladığın bir güçlüğü ilk önce

parçala. Her parçayı birer birer ve sıra ile

yenmeye çalış. Bunun için de, meselâ bir

dersi, bir kitabı en basit elemanlarına,

kısmı, bölüm ve konulara ayır. Sıra ile her

konuyu iyice ve eksiksizce anlayıp

öğrenmeden öbür konuya geçme. Bölüm ve

konular üzerinde bir kör gibi yürü. Yani

attığın adımı iyice basmadan öbürünü

atma.

Boşuna iddia ve inat etme. Hakikati ara

ve sev. Hakikat sevgisi, insan için,

sevgilerin en yükseğidir.

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

41

TARİHİ BİLİM ADAMLARI:

HAREZMÎ Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU

Harezmî (780 - 850)

(Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el

Harezmî)

(Latince: Algoritma ~ El Harezmî)

İlk "algoritma" fikri ona aittir; o yüzden

adını taşımaktadır. Eseri Latinceye

çevrilirken H ile G’yi karıştırılmıştır:

H: خ G: غ

780 yılında Türkistan’ın Harzem şehrinde

dünyaya gelen Ebu Abdullah Muhammed

bin Musa el Harezmî, yaşadığı tarihlerden

yüzlerce yıl sonra var olacak olan

bilgisayar bilimi ve sayısal teknolojinin

temelini atmış ve rakam ile “0”, yazı ile

“sıfır” rakamını bulmuştur.

Temel eğitimini Horasan bölgesindeki

Harzem’de alan Harezmî, ilmî konulardaki

çalışma ideali için Bağdat’a gelir. Tabi o

zamanlar bugünkü gibi barış getirmek(!)

için insan katledilmediğinden Bağdat ileri

derecede bilim atmosferinde yaşayan bir

şehir idi. Bilginleri himayesi ile meşhur

olan Abbasi halifesi Mem’un, Harezmî’deki

yüksek ilim kabiliyetini fark edince

kendisini, Eski Mısır, Mezopotamya, Grek

ve Eski Hint medeniyetlerine ait eserlerle

zenginleşmiş Bağdat saray kütüphanesinin

idareciliğine getirdi. Daha sonra

kütüphanedeki yabancı eserlerin

tercümesini yapmak amacıyla kurulan ve

bir tercüme akademisi olan Beyt’ül

Hikme’de görevlendirdi. Harezmî, böylece

ilmî çalışmaları için gereken tüm

olanaklara ulaşmış oldu. Burada

matematik ve astronomi ile ilgili

araştırmalar yapmaya başlayan Harezmî,

daha sonra Latinceye çevrilen ve ikinci

dereceden bir bilinmeyenli ve iki

bilinmeyenli denklem sistemlerini

anlattığı ‘El-Kitab-ul Muhtasar fi’l Hesab’il

cebri ve’l Mukabele’ (Cebir ve Denklem

Hesabı Üzerine Özet Kitap) adlı eserini

yazdı. Bu eserin en başında şöyle yazar:

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

42

“Rabb’imiz ve Koruyucumuz olan Allah’a

hamd ve senalar olsun…”

Cebir

Doğu ve Batının ilk müstakil cebir kitabı

olma özelliği taşıyan bu eseri yazan

Harezmî’nin matematik alanındaki

çalışmaları cebrin temelini oluşturmuştur.

Hindistan’da, sayıları ifade etmek için

kullanılan harfler ya da heceler yerine

basamaklı sayı sisteminin (onluk sistem)

kullanıldığını saptamış ve bunun hakkında

yazdığı ‘Algoritmi de numero Indorum’

adıyla Latinceye çevrilen kitabında,

sembollerden oluşan bu sistem ve bulduğu

“0” rakamını “Buyurun yürütün” diye 12.

yüzyılda Batı dünyasına sunmuştur.

Cebrin babası ünvanlı, ‘ikili sayı sistemi’ ve

yine onun bulduğu “0” rakamıyla

matematik tarihine geçen Harezmî,

astronomi ve coğrafyaya dair de pek çok

eser verdi.

Yeryüzünün çapına ait hesaplarını ‘Kitab-u

Suret’il Arz’ isimli kitabında topladı. Bu

eserinde Nil nehrinin kaynağını da

açıklayan Harezmî, Batlamyus’un

astronomik cetvellerini de düzeltti.

Güneş ve ay tutulmasıyla ilgili

incelemelerini topladığı ‘Zic-ül Harezmî’

adlı eserinde, astronomi için gerekli

trigonometri bilgi ve cetvellerini de verdi.

Harezmî, 850 tarihinde Bağdat’ta vefat

etti.

Cebir (Orijinal Metinden ve Çeviri)

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

43

BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKCI

Hem eğlenceli olan hem de belli miktarda

birikim gerektiren kök ve köken bilgisi

alanında henüz acemi olsam da yazmaktan

kaçınmamak gerektiğini düşünüyorum

zira her zaman belirttiğim gibi yanlışlar da

doğrular da bu bilime katkı sağlayacaktır.

Hatalı etimoloji denemelerini elbette bir

bilim adamı düzeltecektir; doğrusunu

beyan edemese bile yapılan yanlışı geçerli

sebepleri ile açıklayacaktır ki bugüne

kadar kat edilen yol böyle çalışmalar

sayesinde aşılmıştır. Doğrular, yanlışlar

varken daha da anlam kazanır.

Çeşitli üniversitelerin bazı fakültelerinde

bilhassa filoloji üzerine kurulan

bölümlerin ilgili derslerinde etimoloji

alanına değinilse de yetersiz kalındığını

düşünmekteyim. Çünkü kök ve köken

bilgisi basite indirgenecek bir bilim dalı

değildir bilakis ayrı bir ders olarak

öğrencilere okutulmalıdır.

Bazı anlatım bozuklukları kelimelerin

kökünü, kökenini bilmemekten yahut

yanlış bilmekten kaynaklanmaktadır.

Bunu önlemenin en güzel yolu

kullandığımız sözcükleri bilinçli söylemek

ve yazmaktır.

Yazıma seçtiğim birkaç kelimenin kök ve

kökeni üzerine yaptığım denemelerimle

devam ediyorum.

1. Sancı ‘İç organlarda zaman zaman

duyulan, azalan çoğalan ağrı’

Eski Türkçe: Sançıġ

Eski Türkçe, Orta Türkçe: Sanç- ‘batırmak,

saplamak, delmek, dürtmek’

Sanç-ı(ġ)

Sanç-: fiil tabanı

-ı: fiilden isim yapma eki

2. Yaşlı ‘Yaşı fazla ilerlemiş kimse’

Eski Türkçe: Yaşlıg, yaşlag

Orta Türkçe: Yaşlıġ (Dîvân-ı Lûgâti’t Türk)

Batı Türkçesinde ‘yaşlı’ ve ‘garı’

kullanılmaktadır. Morfolojik tahlilinde

çeşitli varsayımlar bulunmaktadır. Acaba

bitkilerde kullandığımız ‘yaş’ yani ‘genç’

ifadesi, ‘ıslak’ manasındaki ‘yaş’ tabiri ile

insanlar için kullanılan ‘yaşamak,

yaşlanmak, yaşlı’ deyimlerinin

morfolojilerinin açıklaması nasıl

yapılabilir? Aralarında bağlantı olduğunu

düşünmekteyim fakat bu da şimdilik bir

hipotez.

Yaş-lı(ġ)

Yaş: isim tabanı

-lı: isimden isim yapma eki

3. Yazık

‘1-Acıma, üzüntü, kınama anlatır 2-Birçok

kişiyi üzecek şey, günah’

Eski Türkçe: Yazuġ, yazuķ ‘Günah, hata

kusur’

Orta Türkçe: Yazuk ‘Günah, suç’

*yaz-uk

Yaz-: Sapmak, şaşmak

Yaz-: fiil tabanı

-uk: fiilden isim yapma eki

Page 47: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

44

4. Küme ‘Yığın, grup’

Eski Türkçe, Orta Türkçe: Kü- ‘Saklamak,

korumak’

Kü-me (kalıplaşmış isim)

Kü-: fiil tabanı

-me: isimden isim yapma eki (isim-fiil eki)

5. Koklamak ‘Kokusu olan maddenin

etrafındaki havayı burnu yaklaştırıp içe

çekmek’

Kok(u)-la-

Kok-: fiil tabanı

-u-: fiilden isim yapma eki

-la-: isimden fiil yapma eki

6. Tokat ‘Bir insana elin içi ile vuruş’

Orta Türkçe: Tokı- ‘Dövmek, vurmak,

çarpmak, dokumak’

*tok-(a)t

*tok-: fiil tabanı

-(a)t: fiilden isim yapma eki

7. Aşıla- ‘1-Aşı yap- 2-Düşüncesini

başkasına da benimsetmek 3- Hastalığı

başkasına geçirmek 4- Sıcak suya soğuk

su, soğuk suya sıcak su katmak’

Aş-ı-la-

Aş-: fiil tabanı

-ı-: fiilden isim yapma eki

-la-: isimden fiil yapma eki

8. Eşek ‘1-Binek ve yük hayvanı 2-Mecazen

kaba, söz dinlemez kimse’

Eski Türkçe, Orta Türkçe:

Eşgek~eşyek~eşek (DLT)

Eş-(g)ek

Birçok bilim adamı tarafından bu

kelimenin etimolojisi denenmiştir.

Nişanyan’ın ‘Eski bir Yakın Doğu dilinden

alınmış olması muhtemeldir’ ifadesine

Tuncer Gülensoy, kesin kanıt veremediği

için karşı çıkmıştır. Doerfer, Dankoff ve

Munkácsi de Ermenice kökenli olduğu

görüşüne karşı çıkmaktadır. Bazı bilim

adamları ise Moğolca ‘elcigen’ kelimesi ile

arasında bir benzerlik, ilişki olduğu

kanısındadır. Doerfer bu görüşe de karşı

çakmaktadır. Ayrıca Räsänen ve Gerard

Doerfer ‘-gek,-ek’ ekinin küçültme eki

olduğunu dile getirmektedir.

Eş: isim tabanı

-(g)ek: isimden isim yapma eki

9. Şalak ‘1-Büyümemiş kavun 2-Aptal,

budala 3- Huysuz, arsız 4-Geveze 5-

Değersiz, olgunlaşmamış kimse 6-

Pisboğaz, obur 7-Erkek çocuk 8-

Büyümemiş dana 9-Giysinin etek baskısı’

*şā-lak

*şā: isim tabanı

-lak: isimden isim yapma eki

10. Kirpi ‘Sırtı dikenlerle kaplı, 25-30 cm

boyunda olan memeli bir hayvan’

Eski Türkçe, Orta Türkçe: Kirpi

*kirp-i

*kirp-: Dikenlerini sık sık açıp kapamak

*kirp-: fiil tabanı

-i: fiilden isim yapma eki

11. Ülkü ‘Amaç olarak düşünülen, ulaşmak

için çaba gösterilen yüce dilek. Mefkure,

ideal’

Orta Türkçe: Ülkü ‘ahit, peyman’ (DLT)

*ǖl-(ü)k-ü

*ǖl-: Dağıtmak, yaymak

*ǖl-: fiil tabanı

-(ü)k: fiilden isim yapma eki

-ü: isimden isim yapma eki

Page 48: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

45

GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN

Page 49: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

46

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 50: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.