gencay dergisi - sayı: 06 - temmuz 2012
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012 http://www.gencaydergisi.comTRANSCRIPT
![Page 1: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/1.jpg)
![Page 2: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/2.jpg)
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
![Page 3: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/3.jpg)
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 1 Sayı 6 - Temmuz 2012
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
MEDENİYETİN KURŞUN SESLERİ / Elif Kumru PAKSOY
KIBRIS’IN BAĞIMSIZLIĞI VE TÜRK SORUNU / Sertaç EKEMEN
KİTLELER PSİKOLOJİSİ VE İKTİDAR / Murat KARATAŞLI
TUNA'DAN FIRAT'A ADAKALE İLE CABER / Bülent ERDİL
TÜKETİMDE MANKURTLAŞMA / Alperen KIZIKLI
BİLİNMEYEN BİR TÜRK OYMAĞI: HAZARALAR / Fatma Özge ÖZDEMİR
ÜLKÜ OCAKLARI MHP ’NİN GENÇLİK KOLU MU? MHP’Lİ Mİ? / M. Oğuz ATABERK
TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE ANAYASA MEFHUMU / Abdullah KILAVUZ
BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK ALGI / Mehmet UÇAK
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
TARİHİ BİLİM ADAMLARI: HAREZMÎ / Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
BİR TUTAM TÜRKÇE / Fatma ORAKCI
![Page 4: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/4.jpg)
GENCAY
1
MEDENİYETİN KURŞUN SESLERİ Elif Kumru PAKSOY
“Bosnalılar savaş sonrası hep kelebekleri
takip ettiler
Kelebekler tek bir çiçeğin üzerine
konuyordu
O çiçekler ise sadece toplu mezarların
üzerinde açıyordu.”
Temmuz ayındayız ya yüreğimizi her an
dağlayan acıların en büyüğünü, o kor
ateşin düştüğü günkü gibi hissettiğimiz
günlerden birini yaşadık…
Sahi ne oldu 11’inde Temmuz’un?
Yıl 1995. Ben 2 yaşındayım medeniyetse
bilmem kaç. İnsanlığın doğduğu toprak
yüzyıllarca acılara sahne oldu. Ama bu
kadar gözümüzün önünde olanı belki hiç
olmamıştı. Dersimizi aldık demişlerdi
olaydan tam 50 yıl önce,1945’te. “Bir daha
böyle caniliklerin yaşanmasına müsaade
etmeyeceğiz.” demişlerdi. “Biz dünya
devletleri birleşiyoruz.”
Birleştiler. Kendi içlerinde bir miydiler?
Sözde savaşsız soğuk mu soğuk yıllar
yaşadı dünya.
O 50 yılın sonunda iki kutbun tam
ortasında bir ateş yandı. Ateş öyle büyüktü
ki… Herkes o kadar üşümüştü ki(!)…
İzledik.
Ben iki yaşındaydım. Evimde annemin
kucağındaydım sıcaktan kavrulmuştum
ama güvendeydim. Benden 2369 km
batıda annesinin kucağında bir bebek daha
vardı, o anda sıcağı hissetmek bile bir
lükstü 2 yaşındaki o bebek için, güvende
değildi… “Medeniyete” benden daha
yakındı. O kadar yakındı ki annesine
doğrultulan namludan gözünü ayırdığı
anda –belki de 500 metre ilerde-
görebiliyordu onu.
Anlamadı ne olduğunu. Bilmezdi
medeniyeti o, 2 yaşındaydı. Bilmezdi o
karanlık yuvarlak deliğin içinden hızla
gelen ateşin yüzyıllarca memleketini,
dünyayı kavuracağını. Suçu neydi?
Müslüman Doğuyla Hristiyan Batının tam
ortasında kalıp, Hristiyan’a komşu olmak
mı?
2 yaşındaydı, bir annesi vardı, bir babası.
Kendini bilmiyordu ki komşusunu bilsin.
Arada eve gelen giden ”agu-gugu” teyzeler,
annesi ağlıyordu, ama ancak kendi
![Page 5: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/5.jpg)
GENCAY
2
ağlayabilirdi? Babası sürekli pencere
önünde…
“Neden ışıkları yakmıyoruz, o kocaman
sarı top gitti hâlbuki?”
“Sesler. Bağırıyorlar, anne neden
bağırıyorlar? Ağlıyorlar, benden başka
bebeklerde var…”
Belki Aişa’ydı adı, belki Aliya… 11 Temmuz
günü Srebrenitsa’daydı… Ben iki yaşında
dedim ama her yaştaydı…
Hala yankılanıyor duymasını bilen
kulaklarda medeniyetin kurşun sesleri…
500 metre yanındayken duyamazdı o
“medeniyet mensupları” ama
kilometrelerce uzakta insanlığını
kaybetmeyenlerin yüreğinde, beyninde,
kulağında yankı, gözünde yaş oluyor o
sesler.
17 yıl geçti aradan. Ben Ankara’da 2012
yılındayım ama Srebrenitsa hala 1995’te.
Yıllar ne kalanlar için geçmek bildi ne de
gidenler için… Katledilenler için zaten
durmuştu ya, neyse…
![Page 6: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/6.jpg)
GENCAY
3
KIBRIS’IN BAĞIMSIZLIĞI
VE TÜRK SORUNU Sertaç EKEMEN
Günümüzde, Kayıtlı olan verilere göre;
Kıbrıs’ın, II. Selim döneminde Sokullu
Mehmet Paşa tarafından Türk topraklarına
katıldığı bilinmektedir. Ortadoğu ve Kuzey
Afrika topraklarının ana üssünün
Müslüman Türkler tarafından ele
geçirilmesi, o dönemde başlayan ve Hint
Okyanusuna değin uzanan sömürgecilik
hareketlerini tehlikeye düşürmüştü.
Bunun bilincinde olan yeni emperyalist
düzenin güçleri, İngiliz sömürgesi
Kıbrıs’taki politikalarına dekoloni süreci
ardından ağırlık vermeye başladılar. Başta
AB ve ABD olmak üzere, tekrar bağımsız
olan Kıbrıs’ın Türk Anakarasına
yakınlığından dolayı, bölgenin tekrardan
bir Türk Paradigması eline geçmesine
mani olma eğilimine gitmiştirler. Bu
nedenle, Batılı emperyalist güçler, 1955
yılından itibaren Kıbrıs’ın çoğunluk
durumundaki etnik yapısı Yunan halkının
faşizan örgütü EOKA’yı destekleme yoluna
gitmiştir. EOKA ‘nın ilk etapta İngiliz
koloni güçlerine karşı olan, silahlı
eylemleri, bölgedeki İngiliz mandater
hâkimiyetinin sonlanmasına ve yerine
Amerikan sisteminin oturmasına sebep
olmuştur. Dekolonizasyon süreci ile
beraber, İngiliz emperyalist hareketinin
yerini Amerikan emperyalist hareketine
bırakması, EOKA terörünün 1.
Misyonunun devre dışı kalmasını
beraberinde getirmiştir.
Ana unsuru Türk faktörü ile mücadele olan
Enosis fikriyatı, günümüzdeki Yunanistan
ekonomik kriziyle, asıl gayesini bizlere
göstermektedir. Enosis ile doğacak bir
Yunanistan’a bağlı Kıbrıs, çıkartılan
ekonomik krizlerle, Yunan ekonomisini
dar boğaza sokacak, şimdi on iki adada
olan Filistin benzeri toprak satışları
Kıbrıs’ta da tecelli edecekti. Kıbrıs’ın olası
Yunanistan’a ilhakı, bölgenin batılı
emperyalist hegemoni altına girmesine
sebebiyet verecekti. Petrol yataklarından
Uzakdoğu’ya, Kuzey Afrika’dan, Doğu
Blok’una uzanan stratejik bölgelerin Doğu
Akdeniz’deki kontrol mekanizması, hâkim
güçlerin paydasında yer alacaktı. Bugün
dahi Polonya’dan itibaren başlayan ve
Türkiye’ye değin uzanan bölgeye kadar
sözde koruma kalkanlarının jeopolitik
yerleşimi, bizlere Kıbrıs’ın önemini bir kez
daha göstermektedir. Türkiye’nin
garantörlük hakkını saklı tutarak, Kıbrıs
Türk Etnisitesi’nin, iç savaş ortamında
düştüğü soykırım tehlikesine karşı yapmış
olduğu askeri müdahaleye, Arap
coğrafyasının, özellikle Libya’nın tam
destek vermesi ve Doğu Bloku’nun bu
askeri harekete bir tavır takınmaması bu
teorinin varlığını güçleştiren niteliktedir.
Kıbrıs’ta, Batılı emperyalist politikalara bir
set çeken Ecevit hükümeti, iç politikada,
sol antanttan destek görmüş Sovyetler
Birliği yanlısı sosyalist örgütlenmeler ve
bunun akabinde genel geçer devrimci
sendika desteği ile 77 seçimlerinde galip
![Page 7: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/7.jpg)
GENCAY
4
gelmiştir. Buna karşın Türkiye, dış
politikada ambargolara maruz kalmış ve
Türkiye tarihinin, Batılı güçlerce en büyük
yalnızlaştırmalarıyla yüz yüze gelmiştir.
Türkiye’nin bölgedeki kendi çıkarları
doğrultusunda, lider bir güç konuma
gelmesi için anahtar rol olan Kıbrıs Türk
faktörü, AB standartlarınca pasifize
edilmeye çalışılmaktadır. 2007 yılında, AB
standartları ve Annan Planı adı altında
yapılan Kuzey-Güney Ortak Kıbrıs
referandumu, bunun ardından K.K.T.C.
ismindeki Türk ibaresinin kaldırılmaya
yönelik girişimler, Kıbrıs’taki Türk
varlığının egale edilmesi yönünde yapılan
günümüz çalışmalarının somut
örnekleridirler.
Bugün AB Bakanlığınca yapılan
direktiflerden bir parça olan ‘taksim’
önerisi, Türkiye’nin dış politikada işgalci
durumunu perçinlemektedir. Kıbrıs’taki
bağımsız özerk Türk durumunun AB ve
Batılı güçlerin güdümündeki Türk siyasal
iradesinin kontrolüne geçirmeyi ve
emperyalist güçlerin Kıbrıs emellerine bir
adım daha yaklaşmalarına sebebiyet
vermektedir. Baba Denktaş politikalarının
tekrardan Eroğlu yönetiminde belirlemesi,
bölgenin Türk yönetim varlığını
güçlendirmektedir. Bu noktada cereyan
eden temel iç sorun, Kıbrıs’taki Türk
varlığına gerekli milli şuuru
yerleştirmekte ve istikrarın Avrupa’dan
değil Anadolu’dan gerçekleşeceği bilincini
oturtmakta geçmektedir.
![Page 8: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/8.jpg)
GENCAY
5
YIĞINLARIN YÖNETİMİNDE ARAÇLAR:
KİTLELER PSİKOLOJİSİ VE İKTİDAR Murat KARATAŞLI
“Politik önderlikte en önemli sorun
şudur; insanların kalbini kim
kazanıyor?” [Sun Tzu, Savaş Sanatı, Sf.
22. Alter Yayıncılık, 2008, Ankara, 1.Bölüm:
Stratejik değerler, Mei Yaochen]
Modernizasyonun en önemli
belirtilerinden birisi olan bireysel hak ve
hürriyetlerin gelişimi ve yayılışı; siyasal
egemenliği elinde bulunduranlar ve bu
egemenliği ele geçirmek arzusunda olanlar
için kitlelerin siyasal desteğine olan
tarihsel ihtiyacı billurlaştırmıştır.
Egemenliği elde etmek amacında olanların
yapması gereken en önemli şeylerden
birisi; desteğine muhtaç olduğu kitleleri
etkilemek ve onları amaçlarına dönük
olarak çeşitli şekillerde kendisine
inandırmaktır. Bu araçsalcı bakış açısı kitle
psikolojisi olarak disipline edilmiştir.
Fransız sosyal-psikolog Gustave Le Bon
(1841-1931) ve İtalyan sosyolog Scipio
Sighele (1868-1913) tarafından
yoğunlaştırılan, kitlelerin psikolojilerinin
yönlendirilebileceğine ilişkin tezler;
aslında tarihsel bir gerçeğin sistematik bir
yöntembilimle ifşası anlamına
gelmekteydi. Zira Machiavelli’den bu yana
modern egemenlik düşüncesinin kat ettiği
yol, bu bakış açısı üzerinde kendisine yer
bulmuştur. Kitlelerin siyasal desteğinin
politik zeminlerde ne kadar büyük bir
nimet olduğunu Machiavelli ünlü yapıtı
‘Prens (II. Principe)’te şu cümlelerle ifade
etmiştir: Bir prensin sahip olabileceği
en mükemmel kale; halkı tarafından
nefret edilmemesidir. Eğer halk
kendisinden nefret ediyorsa, bu
durumda dünyadaki bütün kaleler
kendisinin bile olsa o prensi
kurtarmaya yetmeyecektir. Çünkü halk
bir kere ayaklanmaya görsün, onları
destekleyecek yabancılar her zaman
bulunur.1 Kitlelerin desteği; iktidarı ele
geçirmek, var olan iktidarı derinleştirmek
ve daimileştirmek için böylesi yaşamsal
bir öneme sahip. Bertrand Russell, ‘İktidar’
isimli yapıtında; kitlelerin önemine atıfla
“çoğunluğun saygı duymadığı yasa
iktidarsızdır”2 demektedir. Russell’a
göre çoğunluğun desteğini aldığı zaman
sosyalizmin karşısında kapitalizmin hiçbir
türü ayakta kalamaz.
Kitlelerin psikolojilerinin
yönlendirilebileceğine yönelik tezlerin
başlıcası ve siyasal iletişimle ilgili en temel
yapıtlardan birisi olan Gustave Le Bon’un
‘Kitleler Psikolojisi’ isimli eseri,
primordiyal bir içerikle modern siyasal
iletişimin en önemli kaynaklarındandır. Le
Bon, Kitleler psikolojisinin uzmanlık
gerektiren bir ruhbilimsel tecrübeyle, yani
psikolojik analiz kabiliyetiyle
yönlendirilebileceğini ifade etmektedir. Le
Bon; “Dünyayı yönetenler, bütün
dinlerin ve imparatorlukların
1 Niccolo di Bernado Machiavelli, Prens, Öteki
Yayınevi, Ankara, 2010, Sf. 103. 2 Bertrand Russell, İktidar, İlya Yayınevi, 2004 İzmir,
Sf.143.
![Page 9: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/9.jpg)
GENCAY
6
kurucuları, bütün inançların
peygamberleri, tanınmış bütün devlet
adamları, bunların yanında alçak
gönüllü insan topluluklarının
liderlerinin, kitlelerin psikolojileri
hakkında insiyaki(içgüdüsel) fakat çok
kesin bir bilgiye sahip psikologlardır”3
demektedir. Ruhbilimsel bir iş olarak
gördüğü kitle psikolojisi yönlendirme
sanatının en temel eyleminin kişilerin ve
dolayısıyla kitlelerin ruhlarına
dokunabilmekten geçtiğini belirtir. Bu
sebeple kitleler niçin etki altına alınmak
isteniyorsa bu sebeple onlara analitik bir
neden sonuç ilişkisi anlatmaktan ziyade;
onların gözle göremeyeceği, görse bile
zihnen başka bir şeyi göreceği ‘ruhsal’
yaklaşım ortaya konmalıdır. Kitleleri
herhangi bir şeye inandırabilmek için
diyen Le Bon; “önce beslendikleri
duyguları anlamak, bu duygulara
katılır görünmek, sonra da bu
duyguları ilkel bir çağrışım ile telkin
edici bazı hayaller aracılığıyla
değiştirmek, icabında bu çabadan
vazgeçmek ve özelliklede
uyandırdığınız duyguların ne olduğunu
her an sezmeniz gerekir4 demektedir.
Hedef kitlenin zemin etüdü iyi
yapılmalıdır. Sosyo-kültürel dinamikleri
asla göz ardı edilmemelidir Cumhuriyet
inkılapçılarının göz ardı ettiği gerçek
budur. Russel, propagandaya boyun
eğilmesi için propagandanın ruhlara
büyük titreşimler (büyük korkular, büyük
acılar ve büyük beklentiler içeren
simülakrlar) gönderen imgeler içermesi
gerektiğini belirtir. Aksi halde kitlelerin
duygularda büyük izler bırakmayan ve 3 Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi, Hayat Yayıncılık,
İstanbul,2005 Sf. 13. 4 Le Bon, a.g.e, Sf 79.
yüce bir gelecek vizyonu çizmeyen
propagandanın ‘püskevit vakası’nda
olduğu gibi alay konusu olmaktan öteye
geçemeyeceğini belirtir.5 Bunun için
imgelerin ne kadar güçlü olduğuna vakıf
olmak gerekir. Jean Baudrillard’a göre
“imgeler her zaman ölümcül bir güce
sahiptir.”6
Tarih boyunca kitleleri etrafında toplayan
liderler, genellikle bu şekilde büyük
hayaller ve büyük simülasyonlar meydana
getiren kişiler olmuşlardır. Hz. Ali (r.a);
“bir hakikate inandırmak istiyorsanız
ona öncelikle sizin inanmanız gerekir”
diyerek, kitleleri etkileme amacında olan
kişilerin vadettikleri hayalin rüzgârını
kendi ruhlarında içselleştirmeleri
gerektiğini söylemektedir. Kitleleri
peşinden sürükleyen büyük liderler tıpkı
Hz. Ali(r.a)’nın dediği gibi hayallerine
öncelikle kendileri inanmışlardır. Rusların
Berlin’e girmesiyle birlikte Hitler’in
Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’in eşi
ve çocuklarıyla birlikte yaşamına son
vermesinde etkili olan en önemli şey
davasına inanması olmuştur.
Kitleler, Le Bon’un metaforik tabiriyle her
zaman “inanacakları bir dine muhtaçtırlar”
ve onlara bir ‘din’ oluşturan hiç kimsenin
elini boş çevirmemişlerdir. “Talih kadına
benzer” diyen Machivelli’nin
aforizmasındaki gibi kitlelerin ruhları da
kadın gibidir. O ruhlar okşandığı sürece
çok büyük işler başarabilirler. Asıl olan
onlara bir inanç aşılamaktır ve tarihteki
bütün önderler hep kitlelere büyük
inançlar aşılamışlardır. Kitab-ı mukaddes;
5 Russell, a.g.e, S.f.149.
6 Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Doğu
Batı Yayınları, Nisan 2010, Sf. 19
![Page 10: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/10.jpg)
GENCAY
7
“inancın dağları yerinden
oynatabileceğini” yazmaktadır. Le Bon
ise “bir kimsenin ruhuna inanç şırınga
etmenin O kimsenin gücünü 10 katına
çıkarabileceğini” söylemektedir. Kitlelere
hayaller kurdurmak gerekiyor, hem de çok
büyük ve efsunlu hayaller… Platon,
“insanlar hakikatlere değil, hakikat gibi
görünenlere inanırlar” demektedir.
Vaat edilen inancın canlılığı konusunda ise
şu önemli zincir akıldan çıkarılmamalıdır:
Düşünceye duygu eklenirse inanç
oluşur. İnanç devam ederse davranış
gelişir, davranış devam ederse
alışkanlık oluşur, alışkanlık devam
ederse kişilik oluşur7 ve kişi çok radikal
bireysel değişikliklere gitmezse (ki
genelde gitmez) bu ‘networklar’ değişmez
ve kişilik bozulmaz… İletişim, devam eden
bir süreçtir. İletişim, yaşamsal bir
eylemdir, yaşam var oldukça iletişim var
olur. İletişim yoksa yaşam da yoktur.
Milliyetçilik her gün tekrarlanan bir
halk oylamasıdır” diyen Ernest Renan bu
hususta haklıdır. Kökeni doğal bir duyguya
dayanan milliyetçiliği, her gün-her an bir
devam eden bir plebisite tabi tuttuğunuz
oranda milliyetçiliğiniz canlılığını korur.
Buradan yola çıkarak; Konya’da yapılan
bir cenaze törenine 10 bin kişinin
katılmasını büyük rakam olarak
nitelememiz bizim aczimizi gözler önüne
sermektedir. 4 PKK’lının cenaze törenine
300.000 kişi toplayan ayrılıkçı zihniyetin
başarısı, hal-i pür melalimizin hazin bir
tasviri konumundadır.
Günümüz Türkiye’sinde AKP iktidarının
yerleşik düzeni değiştirmesinde ve kendi 7 Nevzat Tarhan, Psikolojik Savaş; Gri Propaganda,
Timaş Yayınları, İstanbul, Ocak 2011 Sf. 224
siyasal düşüncesini ana akım düşünce
haline getirmesinde, kitle iletişimine olan
hâkimiyeti ve kitle psikolojisini
yönlendirme kabiliyeti esaslı nedendir.
2005 Yılında birkaç çocuğun bayrak
yakmasından dolayı ayağa kalkan ve
büyük kitlesel tepki ortaya çıkaran
kitlelerin ana akım düşüncesi, AKP
iktidarının başarılı kitlesel yönlendirme
kabiliyeti nedeniyle, an itibariyle
değiştirilmiş durumdadır. Bugün
neredeyse her gün bayrak yakılmasına
rağmen, Türkiye’de kitleler bu duruma
herhangi bir tepki vermemekle birlikte bu
durumu kanıksamış gözükmektedirler…
Gelinen aşamada siyasal iletişim açısından
bu durum çok başarılı uygulanan bir
stratejinin sonucudur. Bu durumda AKP
iktidarının yaptıklarına kızmak yerine,
onlarla nasıl mücadele edileceği üzerinde
kafa yorulmalıdır. Çünkü tarih bir
mücadeleler dünyasıdır. Mao Zedung’a
göre ise “politika kansız savaştır”, yani
politika da bir mücadeleler dünyasıdır.
“AKP bunu nasıl yapar, bunu neden
yapıyor, buna ne hakkı var?” mealinde
romantik ve tepkisel sorular; politik
yöntembilim olarak kısmen yanlıştır.
Mücadelenin bu hali almasından dolayı
“Biz ne yapıyoruz bu durumda ya da biz
neyi yapıyoruz?” mealinde cisimleşen
özeleştirel yaklaşım bu doğal mücadele
döneminde en gerekli olan soruyu ve de
dolayısı ile çözümünü de ortaya çıkarır.
Keza Türk Milliyetçiliğinin önemli
isimlerinden Dündar Taşer,
“muhakemeye düşmandan başlanmaz”
demektedir.
![Page 11: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/11.jpg)
GENCAY
8
![Page 12: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/12.jpg)
GENCAY
9
TUNA'DAN FIRAT'A
ADAKALE İLE CABER Bülent ERDİL
Tuna’nın ortasında yer alan adalardan
biriydi Adakale. Bugünkü Romanya
sınırları içinde, Orşova ilinde yer alırdı.
Osmanlı’dan bu yana yüzlerce sene
Türkler yaşadı üzerinde. Ta ki, 1968
yılında Demirkapı Barajı'nın suları
altında kalana dek…
Adakale’nin sular altına gömülmeden
önceki hali
Tuna Irmağı’nın önemli bir noktasında
yer alırdı. Akarsuyun trafik ve ticaretini
kontrol eden bir noktada bulunurdu. Bu
sebepten olsa gerek, yüzyıllar önce
alındığında, Türkler bu adaya hemen
yerleştirilmiş. Türkler adaya
yerleştirilmeden önce ada korsanların
cirit attığı bir yermiş. Bir ara burayı
Avusturyalılar alsa da 1691’de tekrar
Türkler’in denetimine girmiş. Osmanlı bu
adaya o kadar önem vermiş ki; 1738'de
Sultan I. Mahmud döneminde Osmanlı
sınırlarına tekrar girince Mühimme
Defteri'ndeki bir kayıtta bizzat padişahın
diliyle, "kilid-i memleket-i Erdel ve Macar
ve miftah-ı ülkât-ı Belgrad ve Tamşıvar";
yani "Macarlı’nın kilidiyle Sırplı ve
Romanya'nın anahtarı" olarak
adlandırılmıştır.
Üzerinde bir cami, küçük bir kilise, pazar
yeri ve birkaç kahvehane bulunmakta olan
adada Türkler tütün ekimi, kayıkçılık ve
ticaretten geçimlerini sağlarlarmış.
Osmanlı döneminde bir paşanın
kumandasında bulunan asker ve
subayların aileleriyle birlikte buraya
yerleştirilmesiyle burası Tuna’nın
ortasında bir Türk adası haline gelmiş.
Ancak 1877 – 1878 Osmanlı Rus –
Savaşından sonra Osmanlı’nın
Balkanlar’dan çıkarılmasıyla ortada
kalmış. İşin ilginç yanı, Berlin
Antlaşması'nda Türkler’in toprakları,
bölgede ortaya çıkan yeni “Kuçi”lere*
parsel parsel paylaştırılırken, büyükleri
buraya el atmayı unutmuş. Böylece
kaderin bir cilvesi olarak, koca Tuna’nın
ortasında etrafından soyut bir Türk adası,
ister istemez Türk yönetiminde kalmış.
Anadolu’dan ırmak ve deniz yoluyla,
güçlükle ulaşılabilecek 1300 km uzaklıkta
bir toprak parçasının idare edilmesi zordu.
Ancak eşine az rastlanan böyle bir
durumda ilk kez bir ilçe, idari olarak
İçişleri değil, Dışişleri Bakanlığı'na
bağlandı. Viyana'da bulunan Osmanlı
Büyükelçiliği aracılığıyla İstanbul'daki
Hariciye Nezareti'ne gönderilen istekler,
raporlar aynı yoldan yanıtlanabilmiş.
![Page 13: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/13.jpg)
GENCAY
10
Osmanlı döneminde Adakale
1878 Berlin Antlaşmasında kime teslim
edileceğinin yazımı unutulan Adakale,
1923 yılındaki Lozan Anlaşması’yla
Romanya'ya bırakılana kadar Türk
yönetiminde kalmaya devam eder. 1967
yılına kadar 1000 civarında Türk'ün
yaşadığı 160.000 m² yüzölçümündeki
Adakale, 1972'de baraj suları altında
kaldı. 13 Eylül 1967'de devrin Türkiye
Başbakanı Süleyman Demirel
Romanya'yı ziyaret etti. Ada halkının
Türkiye'ye gelmesine öncülük etti. Adada
yaşayan Türklerin büyük kısmı
Türkiye'ye gelirken; az bir kısmı
Köstence ve Bükreş'e göçtü.
Üzerine belgeseller çekilen bu güzel
adanın bir benzerinin Tuna üzerinde
tekrar kurulması son zamanlarda
gündeme gelmiştir. Günümüzde bir Türk
şirketi, Romanya hükümetinin de
yardımlarıyla yakındaki Şimian Adası’nda
Adakale’yi yeniden oluşturma peşindedir.
Sınırlarımız dışında benzer kaderi
paylaşan bir yer daha vardır ki, onun
durumu biraz farklıdır. Fark şu ki; orası
hala Türk toprağıdır. Burası Türkiye'nin
sınırları dışındaki tek toprağı olan
Suriye’deki Süleymanşah Türbesi'nin yer
aldığı Caber Kalesi'dir.
Süleyman Şah’ın Fırat kıyısındaki eski
mezar yeri
Selçuklular döneminde yaşayan Süleyman
Şah Kaya Alpoğlu, Osmanlı’nın kurucusu
Osman Gazi'nin dedesidir. Moğollar’ın
Türkeli’ni istilasıyla, batıya doğru göçmeye
karar vermiştir. Türkeli’nden 50.000
kişiyle Kafkasya üzerinden Doğu
Anadolu'ya gelerek, 1214’te Erzincan ve
Ahlat’a yerleşir. Melikşah'ın kardeşi Tutuş
ile yaptığı savaşta yaralanır. Yaralı halde
Fırat’ı geçerken boğulur. Bu topraklar
Yavuz Sultan Selim zamanında alınınca
onun için burada bir türbe yaptırılır. Ikinci
Abdülhamit döneminde yenilenen türbe
Türk yönetimi için hep büyük değer
taşımıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası bu bölge
Fransa tarafından işgal edilmiştir. Ancak
![Page 14: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/14.jpg)
GENCAY
11
1921 Ankara Antlaşması’yla çizilen
Suriye sınırının dışında kalmasına
rağmen, burasının Türk mezarı adıyla
Türkiye’ye verilmesi kabul edilmiştir.
Kabir, etrafındaki topraklarla birlikte
Türkiye'ye bırakılmıştır. Türk bayrağı
çekili olan ve bir manga asker bulunan
mezarın yeri, 1973 yılında yapılan Tabka
Barajı yüzünden bugünkü yerine
taşınmıştır.
20. Zırhlı Tugayı 3. Hudut Alay
Komutanlığı 2. Hudut Taburuna bağlı bir
manga asker tarafından korunan
Süleyman Şah Türbesi, Türkiye ile Suriye
arasında 1956 yılında Halep’te yapılan
toplantıda, türbe için gönderilecek
ihtiram kıtasının her ayın yedisinde
değiştirilmesi kabul edilmiştir.
Günümüzde her ayın 7 ve 20’sinde
karakolun ikmali sağlanmakta ve
personel değişimi yapılmaktadır.
Türkiye'nin sınırları dışındaki tek toprağı
Caber Kalesi
Tuna'dan Fırat'a bir vatan uzanır. Benzer
kaderleri, ayrılıkları, hasretleri barındırır
yüreğinde... Darmadağın olmuş bir milletin
vatanıdır burası... Sular altındaki Adakale
de, Fırat'ın kenarındaki Caber de ayrı
düşmüş, vatan hasreti çekmektedirler.
Ancak nerden bilsinler ki, hasret çektikleri
o vatanları "babalar gibi" parsel parsel
satılmakta... Hem de kendilerini
vatanlarından ayrı düşüren vicdansızlara...
Not:
* "Kuçi" Boşnakça'da erkek köpek yavrusu
demektir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'nın
gördüğü en büyük vahşetin adı olan;
insanlığını kaybetmiş yaratıklar tarafından
gerçekleştirilen "Srebrenitsa
Soykırımı"nın yıldönümünü olan şu
günlerde, öldürülen Boşnaklar'a Allah'tan
rahmet diliyorum.
![Page 15: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/15.jpg)
GENCAY
12
TÜKETİMDE MANKURTLAŞMA Alperen KIZIKLI
Bir üniversite öğrencisi olarak 2 haftalık
kısa mı kısa bir tatilin geri dönüş yolunda
aşağıda anlatacağım olaydan sonra bu
yazıyı yazmaya karar verdim.
Değineceğim konularla ilişkili olduğu için
yaşadığım olaydan bahsetmek ve daha
sonrasında konuya geçmek istiyorum.
Otobüsün arkalarında cam kenarı bir
koltukta yerimi almış otobüsün kalkmasını
bekliyordum. Kalkmaya yakın yanımda
seyahat edecek beyefendi de ailesiyle
birlikte otobüse bindi. Yanımızdaki
koltukları da eşinin ve çocuklarının
yolculuk edebilmesi için almıştı.
Çocuklarının giyimi, eşinin mevcut
kıyafetlerinden anladığım kadarıyla maddi
durumları çok iyi olmayan bir aileydi.
Neyse yolculuk başlamış, ben bir iki saat
içinde yatıp uyurum diyordum. Fakat
yanımda oturan beyefendi ile televizyona
bakarken sohbet etmeye başladık.
Dizilerden, filmlerden, ülke gündeminden
ve ekonomik sıkıntılardan konuşmaya
devam ettik.
Bana 4 yıldır maddi sıkıntılar çektiğini, bir
hastanede hademelik yaptığını ve 1
milyara yakın aylık bir maaşının
olduğundan bahsetti. Ek iş aradığını ama
bulamadığından yakındı.
Memleketimde bu durumda yaşayan
milyonlarca aile vardı zaten, farklı bir şey
anlatmıyordu. Fakat dikkatimi çeken
nokta bambaşkaydı.
Bu konuşmamızdan 5 – 10 dakika sonra
cep telefonuna bir mesaj geldi, telefonunu
cebinden çıkardı ve IPhone4’ünün
dokunmatik ekranında bir şeyler yazmaya
başladı. Ne yazdığı beni ilgilendirmezdi
fakat ekonomik sıkıntılar yaşadığını
söyleyen birinin bu kadar pahalı bir
telefonun olması beni şaşırttı.
Toplum olarak birçoğumuz cep
telefonunun en özelliklisini alıp daha
sonrasında sadece aramak ve mesaj
yazmak için kullanıyoruz. Bu basit
özellikler için de hiçbir telefona bu kadar
uçuk bir ücret verilmeyeceğini bilmemize
rağmen gidip en iyisini almak için de
paramızı son kuruşuna kadar harcıyoruz.
Kendisine bu telefonu nasıl aldığını
sorduğumda 2000 lira bir birikmişinin
olduğunu 1.625 lirasına da bu telefonu
satın aldığını söyledi. Niçin bu son
teknoloji telefonu tercih ettiğini
![Page 16: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/16.jpg)
GENCAY
13
sorduğumda ise “beni mutlu hissettiriyor,
toplumda başım dik gezmemi sağlıyor”
dedi. Çocuklarının ve eşinin rahatını
sağlaması yerine, 1.625 lirayı 1 yıl sonra
hevesinin geçeceği bir telefona vermesine
açıkçası üzülmüştüm.
Tüketimde mankurtlaşmanın ne demek
olduğunu bir kez daha anladım o an.
Filmler, reklamlar ve afişler; mutlu ve başı
dik gezmenin her şeyin en iyisine sahip
olmaktan geçtiğini bizlere nakış nakış
işlemiş, tüketim mankurtlarını yetiştirmiş
demekti.
Mankurt kelimesi ne anlama
gelmektedir?
Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel
kitabında bu kavram geçmektedir.
Mankurtlaştırmanın nasıl yapıldığı ise şu
cümlelerle anlatılır:
Önce tutsağın başını kazır, saçları tek tek
kökünden çıkarılır. Yeni kesilmiş deve
derisinin en kalın yeri olan boynundaki deri,
tutsağın kanlar içindeki kazınmış başına
sımsıkı sarılır. Zamanla kuruyan deri kafayı
öyle bir sıkarmış ki insan acıdan kafayı yer,
düşünemez. Bu dayanılmaz acıya bir
yandan da kazınan saçların dışarı değil de
içeriye doğru büyüyerek batması eklenince
esir çılgına döner. Esir başını acıdan yerlere
vurmasın diye bir kütüğe bağlanır,
çığlıkları duyulmasın diye elleri ayakları
bağlı olarak ıssız bir yerde dört beş gün aç
susuz bırakılır. Beşinci günün sonunda
tutsakların çoğu ölür. Kalanlar ise
belleklerini yitirir. Tutsak zamanla kendine
gelir yiyip içerek gücünü toparlar. Ama o
artık bir insan değil, ölünceye kadar
geçmişini hatırlamayan mankurt olur. Bir
mankurt kim olduğunu, hangi soydan
geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu
bilmez. İnsan olduğunun bile farkında
değildir.
Bilinci, benliği olmadığı için, efendisine
büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili
yok, itaatli bir hayvandan farksız,
kaçmayı dahi düşünmeyen, hiçbir
tehlike arz etmeyen bir köle. Onun için
önemli olan tek şey efendisinin
emirlerini yerine getirmek olurmuş.
Üretim ve Tüketim ne demektir?
Üretim, iktisadi malların kıtlık
derecelerini azaltmanın ve ihtiyaçlarla
kaynaklar arasındaki gerginliği
hafifletmenin tek yolu, insan ihtiyaçlarını
karşılama niteliği olan malların
çoğaltılması, yani yeni üretimde
bulunulmasıdır.
Tüketim, toplumdaki tüm bireylerin
doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşılayan
mal ve hizmetleri kullanma eylemidir.
Tüketim harcamaları, bu eylemi
gerçekleştirebilmek için yapılan parasal
![Page 17: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/17.jpg)
GENCAY
14
ödemelerin veya eşdeğer bedellerin
toplamından oluşmaktadır.
Bir harcamanın tüketim harcaması mı
yoksa yatırım harcaması mı olduğu
konusunda bazen tereddüde düşülebilir.
Örneğin bir bilgisayarın veya otomobilin
satın alınması evde kullanma amacı
taşıyor, bunlardan piyasaya belli bir fiyatla
mal üretip arz etmede yararlanma amacı
söz konusu değilse dayanıklı tüketim
malları satın alınmış demektir. Dolayısıyla
tüketim harcaması yapılmıştır. Şüphesiz
aynı mallar bir firma tarafından üretimde
kullanılmak amacı ile satın alınmış olsaydı,
yapılan harcama yatırım harcaması olarak
değerlendirilecektir.
Üretim ve Tüketim Dengesi
Üretim ve tüketim birbirini asgari
koşullarda dengede tutmak zorunda olan
iki parametredir. Sanayi, tarım, hizmet gibi
birçok alanda söz konusu olan üretim ile
bireysel ihtiyaçlar, toplumun genel
ihtiyaçları, gelişen teknoloji ve değişen
hayat koşullarından etkilenen tüketim
arasında kaynakların yeterliliği açısından
ya üretim yönünde bir pozitiflik, ya da ikisi
arasında en azından bir dengenin olması
gerekmektedir.
Üreten birey, tüketme ihtiyacını
giderebilmek için toplumda meta olarak
belirlenmiş parayı aracı olarak
kullanmaktadır. Ülkelerin ekonomik
durumuna, ürettiği hizmet veyahut ürüne
göre belli bir maddi gelir elde eden birey,
kısıtlı maddi kaynaklarıyla mümkün olan
tüm ihtiyaçlarını karşılama çabasına
girmektedir. Bu çaba, iktisadi bir çabadır.
İktisadi bir çaba olmaktan çıkıp zevklerin
sonsuz bir şekilde karşılanması isteğine
dönüştüğü anda önce bireysel ekonomik
sıkıntılar, daha sonrasında ise toplumsal
ekonomik çöküşler ortaya çıkar. Üreten
toplum özelliğinden çıkılıp, tüketen
toplum özelliğine geçilmesi; zevklerin ve
ihtiyaçların sonsuz bir şekilde
karşılanması olgusunun olaya dönüşmüş
halidir.
Tüketim toplumu nasıl
yaratılır? Tüketimde mankurtlaşma ne
demektir?
Tüketim toplumları nasıl yaratılır
sorusuna gelecek olursak, tüketim
toplumları önce filmler afişler ve
reklamlarla insanlarda talebin oluşması
sağlanarak yaratılır. Modern ve çağdaş
olmanın gereğinin bu reklam ve
filmlerdeki ürünlere sahip olmaktan,
onları satın almaktan geçtiğine toplum
zamanla inandırılır.
Filmlerde, başarılı ve mutlu film
kahramanlarının cep telefonu, araba
markası, evi sürekli bizlere gösterilir,
çizilen başarılı ve mutlu insan rolünü
![Page 18: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/18.jpg)
GENCAY
15
hepimizin benimsemesi istenir. Bu
ürünlere sahip isen mutlusundur ve
başarılısındır artık.
Geçmişten günümüze doğru kendi
toplumumuzdan yola çıkarak bir örnek
verelim isterseniz.
Hollywood filmlerinde süper lüks evlerde
küvet gören Türk halkı, 1990’larda lüks
bir ev yaptırmanın banyoya bir küvet
konulmasıyla mümkün olduğuna
inanmıştır. Daha sonralarında, filmlerde
duşa kabinde (jakuzi) şarkı söyleyerek
banyo yapan aktrisleri gören halk, küvetin
bir konfor yaratmadığına inanmış,
evlerindeki küveti söküp yerine duşa
kabin taktırmak için sıraya girmiştir.
Sorgulamayan bir tüketim toplumunu ve
tüketim mankurtlarını yaratmak,
ihtiyaçlarını düşünmeden gideren, yeni
alternatiflerin ortaya çıkması ile bir anda
yeniden tüketim arzusu taşıyan, hep en
iyiyi en pahalıyı kullanmak isteyen
bireyleri var edebilmekten, en iyi ve en
pahalısına sahip olma arzusunun
sorgulanmamasını sağlamaktan geçer.
Bireysel iktisat neden önemlidir?
Bireysel iktisat şu bakımdan önemlidir.
Kişilerin de devletler gibi, gelir ve gider
bütçeleri vardır. Devletlerde gelir bütçesi,
gider bütçesinden fazla olduğu
durumlarda devletin hazinesi (birikimi )
oluşmaya başlar. Bu süreç içerisinde
oluşan devlet hazinesinden yatırımlar
yapılır; iskân, sağlık, üretim ve hizmet
politikaları finanse edilir.
Ekonomik anlamda gelişen ve büyüyen bir
devlet olmanın en büyük şartı, bu gelir
gider dengesinin gelir yönüne doğru
kaydırılması, hazinenin güçlendirilmesi ve
yatırımın arttırılmasıdır. Zor zamanlarda
ise ekonomide başa baş bir dengenin
kurulması için uğraşılmasıdır.
Bireyler de gider ve gelirlerini bu benzer
örnek üzerinden gerçekleştirmek
zorundadır. Günlük bütçeleri aşan
ihtiyaçlar (ev, araba, arazi vs) geçmişten
bu zamana kadar var edilen hazinenin (
birikimlerin) elverdiği ölçüde
karşılanmalıdır.
Peki, kredi çekilmesi yanlış mı, ihtiyaç
olanın daha önce alınabilmesi için kredi
kullanılması mantıksız mı? Aslında bu
konu iktisadi olarak değerlendirildiğinde
mevcut ürünün zamanından önce
alınabilmesi için bir ürüne değerinden
daha fazla meblağın ödenmesi durumunu
doğurmaktadır. Satın alınan ürünler bir
yatırım aracı ise, kredi borcundan daha
fazla bir satış geliri getirmediği her
durumda kişi ekonomisi bu durumdan
zarar görür.
Uzun vadelere yayılan kredi borçları
kişinin ekonomik özgürlüğünü
kısıtlamakta, ekonomik sıkıntılarını daha
da şiddetlendirmektedir. Günlük elzem
olan ihtiyaçlar, uzun vadeli ödemeler
yüzünden ertelenmektedir. Kişisel
bunalımlar ve toplumsal çöküşler baş
göstermektedir ki bizim toplumumuzda bu
sıkıntı son 5 yıl içinde katlanarak
büyümüştür.2005 yılında kredi borcu olan
yüzde %20’lik bir kesim var iken şu an bu
yüzde %70’ler seviyesindedir.
![Page 19: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/19.jpg)
GENCAY
16
Cebimizde yeterli para olmaz iken güzel
arabalara binip, şahane evlerde
oturmaktayız. Bizim olduğunu sandığımız
birçok şeye aslında biz değil, kredi
kullandığımız bankalar sahip
bulunmaktadır.
Ne yapmalıyız?
Toplum olarak geçmişten bu yana,
ekonomik buhranlar ve kıtlıklar
sayesinde(!) kazandığımız aza kanaat ve
hamd etme yeteneğimizi kaybetmiş
bulunmaktayız. Lüks yaşama olan
isteğimiz artmış, sınırlarımızı aşan
tüketimleri yapmaktan geri
durmamaktayız.
Üretim yapmadan daha çok kazanma ve
daha refah içinde yaşama arzusunu
taşıyoruz.
Peki, ne yapmalıyız, üzerimize düşen
görev nedir?
Ülke olarak üretimi yeniden canlandırıp,
memleketin hiçbir verimli arazisini boş
bırakmamak, ham maddeye yakın sanayi
hamleleriyle üreten, ürettiklerinde kalite
standardını yakalayarak ihracat yapan,
dışa bağımlılığı azalmış öz kaynaklarıyla
ihtiyacını karşılayabilen bir ülke olmak
için devlet ve toplum olarak üzerimize
düşen görevleri yerine getirmeliyiz.
Siyasi politikaları eleştirirsek buradan bir
tez konusu rahatlıkla çıkar. Fakat toplum
olarak ekonomiyi konuşmalı, ekonomi
üzerine kafa yormalı ve ortak aklın
ürününü ortaya koymalıyız. Çözüm
önerilerimize en çok değer veren siyasi
yapıları desteklemeli, ekonomi
politikalarına ortak olabilmeliyiz.
Kıssadanhisse, bireysel iktisadımıza dikkat
etmemiz, isteklerimizi ve arzularımızı
gereklilik sırasıyla karşılama çabasında ve
kendi imkânlarımızın farkında
olmamız gerektiğidir.
Bu güzel, verimli Anadolu ve Rumeli
topraklarında kurulmuş ülkemizin,
ekonomi konusunda hepimizin faydasına
olacak daha iyi politikaları hak ettiği
gerçeğini de aklımızdan çıkarmamalıyız.
Yoksa ekonomik çöküntü ve esaret
kapımızda beklemektedir.
![Page 20: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/20.jpg)
GENCAY
17
BİLİNMEYEN BİR TÜRK OYMAĞI:
HAZARALAR Fatma Özge ÖZDEMİR
Hazaralar, Afganistan’da yaşayan ve
nüfusları %35’ e varan, haklarında çok
fazla bilgi sahibi olunmayan, fakat
Afganistan’ın en büyük Türk
oymaklarından biridir. Uzun süre İran
dilinin hâkim olduğu bir bölgede yaşayan,
okumalarına izin verilmeyen, belli bir
dönem sadece köle muamelesi gören,
çocuklarını köle pazarlarında satılığa
çıkarmak zorunda bırakılan, asimilasyon
projesi sonucunda kendi dilleri ve adetleri
unutturulan, Farsçanın bir lehçesi olan
Dari dilini konuşan, bölgede yaşayan
diğer topluluklara göre hamallık,
lağımcılık, çobanlık gibi işlerde çalışan ve
cahil diye nitelendirilen bir topluluktur
Hazaralar. Geçimlerini genelde
hayvancılıkla sağlayan halk, gördükleri
sayısız işkence ve zulümlere karşı
yılmamış, bir olmayı başarabilmişlerdir.
HAZARALARIN TARİHİ
‘’Peki, kimdir bu Hazaralar? Gerçekten
Türk müdür?’’ sorusu uzmanlar
tarafından sıkça sorulan sorular
arasındadır. Aslında Hazaralar, her an
tepemize bomba düşer düşüncesiyle
hayatlarına devam eden, Güney
Türkistan’ı yalnız bırakmayan
soydaşlarımızdır. Afganistan’ın Hazaracat
bölgesinde yaşayan Hazaralar,
Hazaracat’ın Afganistan’ın merkezinde
bulunmasından dolayı istilacıların,
ülkenin bir ucundan bir ucuna geçmek
için meskeni olmuştur. Bu yüzden
Hazaracat istilacıların sürekli hâkimiyeti
altında kalmış, tarihte Hazara Hanları ve
Mirleri tarafından merkezi hükümete
haraç vermek suretiyle yönetilmişlerdir.
IX. yüzyılın sonlarında Hazaracât’ta, Emir
Zunnün Ergün tarafından kurulan
Ergüniye, Hazara Emareti’nin son emiri
olan Şah Beg Ergün’ün, Şah İsmail Safevi
tarafından öldürülmesinden sonra sona
ermiştir. Yerine tahta Abdurrahman Han
geçmiştir. Abdurrahman Han, Afgan
tahtına geçtikten sonra Hazara Hanları ve
Mirleri yeni emir Abdurrahman Han’ı
desteklemişlerdir. Bu durum fazla
sürmemiş, Abdurrahman Han ilk iş olarak
İngilizlerin yardımıyla Hazaracât’ı istila
etmiştir. Abdurrahman Han, Hazaralarla
olan savaşlarını meşrulaştırmak için
bahane bularak Hazara Hanlarını Şir Ali
Han’a destek verdikleri suçundan dolayı
tutuklattırmış ve halkın ödeyemeyeceği
şekilde 16 çeşit ağır vergi koydurmuştur.
İnsanların bu ağır vergileri ödemeye gücü
yetmeyince de, Hazaraların önde gelen
kişilerini hapse attırmıştır. Abdurrahman
Han, binlerce insanı katletmiştir. Sadece
![Page 21: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/21.jpg)
GENCAY
18
Hazaraları değil; Hazaralarla birlikte
Özbekler ve Nuristanlılar’ı da
öldürtmüştür. Hazaralara karşı kin ve
nefret duymasının tek sebebi ise,
Hazaralar’ın Türk olması ve Hazaraları
kendi hanlığına karşı tehlike olarak
hissetmesidir.
Hazaracat, 1893 savaşlarından sonra
ekonomik canlılığını kaybetmiştir.
Hazaralar’ın bu bölgede bulunan bütün
otlak, çayır ve meralarına el konulmuş,
devlet himayesine alınan bu otlaklarda
sadece göçebe Peştun’ların hayvanlarının
otlatılmasına izin verilmiştir. Bu içinden
çıkılamaz durum kış aylarında yiyecekleri
kalmayan Hazaralar’ın topraklarını yok
pahasına Peştun’lara satmasına
zorlanarak daha da zor bir hal almıştır.
Yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmış,
ekonomik haklarını kaybetmişlerdir.
Abdurrahman Han’ın oğlu tarafından
öldürülmesinden sonra, Hazaralar’ın
zorla Peştunlara satmak zorunda
bırakıldıkları toprakları geri verilmiş ve
Hazaralar tekrar Hazaracat bölgesine
yerleşmişlerdir. Abdurrahman Han’ın
zulmünden Kabil’e kaçan Hazaralar, 1929
yılından sonra kendilerine verilen fırsatı
iyi değerlendirmişler, Hazaracât’tan uzak
ve merkeze yakın olma avantajını
kullanmışlardır. Kabil’deki Hazaralar
siyasi, iktisadi ve kültürel alanlarda rol
oynamışlardır. Hazaralar’ı Afganistan
siyasetinde 1980’li yıllara kadar görmek
mümkün değilken, şimdiler de siyasetin
ortasında bulunmaktadırlar.
Afganistan, Davut Han döneminde
Cumhuriyet sistemine geçmiştir. Bu
dönemde Davut Han’ın bütün dikkati
Peştun meselesi üzerinde
odaklandığından Hazaralar üzerinde pek
fazla duramamıştır. Bu durum
Hazaralar’ın lehine olmuş ve devletin
çeşitli kademelerinde yer almışlardır.
1978 yılından sonra mücahit partililer,
komünist hükümete karşı ülkenin çeşitli
yerlerinden direnişe geçmişlerdir. 1978-
1985 yılları arasında Hazaralar 50’ye
yakın grupla direnişe katılmışlardır. 1979
yılının sonunda ise Hazaralar’ın dinî
liderleri ve aydınları bir araya gelerek
Afganistan İslam Devrimi İttifakı
Hükümeti’ni kurmuşlar ve Seyit Ali
Behişti’yi cumhurbaşkanı olarak
seçmişlerdir. Bu tarihten sonra Hazaracât
özerk bir bölge durumuna gelmiştir.
1989 yılında Hazaralar’ın büyük partileri
bir araya gelerek Vahdet Partisi’ni
kurmuşlardır. Vahdet Partisi kurulduktan
sonra, 3 sene içerisinde Hazaracât ve
diğer Hazara yerleşimlerini kontrol altına
alabilmiştir. 1991 yılında ilk kez Vahdet
Partisi, Afganistan meselesi üzerinde
uluslararası bir konferansa davet
edilmiştir. Bu konferanstan sonra
İstanbul’da düzenlenen İslam Ülkeleri
Dışişleri Bakanları konferansına da
katılmışlardır.
Taliban rejiminin ortadan
kaldırılmasından sonra dış ülkelerin
yardımıyla geçici hükümet Hamit Karzey
başkanlığında kurulmuştur. Afganistan’ın
yeni oluşumunda Hazaralar’ın etkin rolü
olmuştur. Şu an parlamentoda
Hazaralar’ın 66 milletvekilleri
bulunmaktadır. Ve sürekli yükselen yeni
nesil, Hazaralar’ın kendini toparlaması ve
eğitimde ileri düzeye çıkıp, sosyal alanda
![Page 22: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/22.jpg)
GENCAY
19
ilerlemeleri Peştunları ve Tacikleri
tedirgin etmektedir.
HAZARALAR’IN KÖKENİ
Hazaralar’ın kökeniyle alakalı 3 çeşit
varsayım ortaya atılmaktadır. Bu
varsayımlar;
Birincisi; Hazaralar’ın tamamen Moğol
asıllı oldukları ve Cengiz Han’ın onar
grupluk asker birimlerinden dokuz
grubunu Kabil bölgesine gönderip, bir
grubunu da Amu ırmağının doğusunda
bulunan Hazarlar bölgesine göndermesi
şeklinde olay cereyan etmiş ve Hazaralar
da Cengiz Han’ın gönderdiği askerlerden
meydana gelmiştir. Oysa Cengiz Han’ın
askerleri bu bölgede bırakma sebebi ve
bir grup askeri burada niçin yalnız
bıraktığı hala akıllarda soru işareti
bıraktırsa da, Cengiz Han bu bölge halkını
vahşice öldürdüğü için askerlerini de bu
bölge de bırakamayacağından dolayı, bu
varsayım kabul görmemektedir.
İkincisi; Hazaralar’ın Büyük İskender
zamanında Hazaracat bölgesinde yaşamış
olmaları yönündedir. Bu varsayımın
kabulü, Hazaralar’ın Moğol asıllı olup,
Cengiz Han’ın askerleri olmalarını
reddetmektedir.
Üçüncüsü ise; Hazaralar’ın tamamen Türk
asıllı oldukları yönündedir.(Mengi Han
zamanında Hazaracat’a yerleştikleri
düşünülmektedir.) Cengiz Han; Belh,
Kabil, Gazne, Herat ve Hazaracat’ı istila
etmeden önce bu bölgelerde Halaç
Türkleri ile Karluk Türkleri’nin
yaşadıkları bilinmektedir. İbni Haldun’un
ifade ettiği gibi Belh ve bugünkü
Hazaracat Türklerin merkezi
durumundaydı. Ancak Moğollar bu
tarihten itibaren Hazaraları kültürel
yönden etkilemiş olabilirler. Tacikler de,
komşu durumunda olan bu kavimleri
sosyo-kültürel alanda etkilemişlerdir. Bu
bölgelerde yaşayan Türkler, Cengiz Han’la
savaşmışlardır. Hem Moğollar hem de
Türkler sarı ırka mensup olduklarından
dolayı birbirlerine kaynaşmaları çabuk
olmuştur.
Hicri III. ve IV. yüzyıla ait tarih ve
edebiyat metinlerinde Hazaralar, Garçe
Türkleri olarak zikredilmiştir.
HAZARALARIN ŞİMDİKİ DURUMU
Hazara Türklerine hala Fars oldukları
propagandası yapılmaktadır. Türkçe
konuşmaları yasak olmasına rağmen
Türkçe kelimeleri cümlelerinde ısrarla
![Page 23: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/23.jpg)
GENCAY
20
kullanmaya devam eden Hazaralar, Türk
basınında hiç yer alıp, merak
uyandırmamalarına rağmen; Batı
basınında ilgi uyandırmışlardır. New York
Times gazetesinde Hazara Türkleri ile
alakalı yazı yer almıştır. Kendi öz
kimliklerini, her türlü asimilasyon
projesine karşı kaybetmeyen
soydaşlarımız, ne olursa olsun hala Türk
olduklarını haykırmakta ve Türklükleriyle
gurur duymaktadırlar. Katledilip, vahşice
öldürülen soydaşlarımız, kalkınmanın en
önemli projesinin eğitim olduğunu bilmiş
ve bu konuda atılımlar yapmışlardır.
Eğitim alanında birçok başarılara imza
atan kardeşlerimiz, her şeye sıfırdan
başlamış, yok olmanın eşiğindeyken
birbirlerine kenetlenip tekrar
kalkınmışlardır. Hazaralar’ın
kalkınmalarına hala tepki göstererek,
katliamlarına devam eden Peştunlar,
yaptıkları bunca soykırıma rağmen
Hazara Türklerini yollarından
çevirememiştir. Parlamentoya 66
milletvekili yerleştiren soydaşlarımız,
kendi kardeşlerini hiçbir şekilde
unutmamış, günümüzde dahi
dayanışmanın ne demek olduğunu tüm
Afganistan’a göstermiştir.
Umarım Hazara kardeşlerimize
uygulanan bu soykırıma Türk Dünyası
kayıtsız kalmayacak, gizlice yürütülen
asimilasyon projesinin farkına varacak ve
Sayıları 12 milyonu bulan soydaşlarına
sahip çıkacaktır. Yoksa bu soydaşlarını
hatırlamayanlar ya da görmezden
gelenler, bunun hesabını soydaşlarına
değil, tarih kitaplarında yer aldığı zaman
kendi torunlarına vermek zorunda
kalacaklardır. Bir gün bu kâbus bitecek,
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar tüm
Türkler birlikte olacak ve güneşli güzel
günler göreceğiz. İnanmak başarmanın
yarısıysa eğer, inancımızı bu yönde
desteklemeliyiz.
(Bu yazıyı yazmamda bana yardımcı olan,
Hazara Türklerinin kim olduğunu bana
anlatan, soydaşlarıma sahip çıkma fırsatı
veren, bana karşı desteğini ve inancını hiç
eksiltmeyen kardeşim Reza Wefaq’ a sevgi
ve saygılarımı sunarım.)
![Page 24: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/24.jpg)
GENCAY
21
![Page 25: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/25.jpg)
GENCAY
22
ÜLKÜ OCAKLARI MHP ’NİN GENÇLİK
KOLU MU? MHP’Lİ Mİ? Mehmet Oğuz ATABERK
Bu soruyu her duyduğumda şöyle ağız
dolusu bir “EVET” diyesim geliyor. Hatta
öyle yüksek sesle çıkmalı ki ağzımdan; bu
“EVET” in üzerine daha hiçbir şey
sorulsun, bu konuda herhangi bir yorum
yapılsın istemiyorum.
Esasında gerçeği anlatmak için çok söze
ihtiyaç yoktur lakin şimşekleri üzerime
çekmemek ve Anadolu ağzında “kaba
zihinli” diye tabir edilen inatçı, müzmin
muhaliflik illetine yakalanmış müstakbel
ülküdaşlarımı da tatmin edebilmek adına
bu konu üzerine konuşmak ve yazmak
kararı aldım. Müstakbel ülküdaş diyorum
çünkü MHP’li olduğu halde Ülkü
Ocakları’nı sevememiş, kabullenememiş ve
tabiri caizse ayak takımı olarak gören
kardeşlerimi bir “Ülkü Ocak”lı olarak
ülküdaş göremiyor ve samimiyetimle
kucaklayamıyorum. Şahsi görüşlerimi
ifade ettiğimin farkındayım fakat Ülkü
Ocak’lı genç kardeşlerimin, ağabeylerimin
de birçoğunun bu görüşleri paylaştığını,
bu hislere sahip olduğunu bildiğim için
duygularımı ifade ederken genel
konuşmakta bir beis görmüyorum.
Şahsi görüşleri şimdilik bir yana bırakıp
Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın
tarihçesini ele alıp Milliyetçi Hareket
Partisi’nin tarihçesiyle karşılaştıracak
olursak bu konuda farklı görüş ileri
sürenlerin en azından bir kere daha
düşünmesini sağlayabiliriz.
Hareketimizin kurucu lideri, Başbuğ’umuz
Alparslan Türkeş; 1963 yılında Hindistan
sürgününden döndükten sonra kadrolaşıp
partileşebilmek adına arkadaşlarıyla
birlikte “Huzur ve Yükseliş Derneği”ni
kurar. 31 Mart 1965 tarihinde ise
Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine katılır.
1 Ağustos 1965 Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi Büyük Kurultay’ında partinin genel
başkanlığına seçilir. Aynı yıl partinin
Ankara Milletvekili olarak meclise girer.
1969 yılında Cumhuriyetçi Köylü Millet
Partisi'nin adi Milliyetçi Hareket Partisi
amblemi de Üç Hilâl olarak değiştirilir. 12
Eylül 1980’deki ihtilalle kapanan fakat
daha sonra şanına ve adına tekrar kavuşan
Milliyetçi Hareket Partisi’nin kuruluş
kronolojisinden, işimize yarayacağı
kadarını aktardık.
Ülkü Ocakları’nın kurumlaşmasının
tarihçesine bakacak olursak; Başbuğ
Alparslan Türkeş CKMP genel başkanı
olduğundan itibaren gençlik kollarının
teşkilatlanma çalışmalarına hız verilmesi
![Page 26: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/26.jpg)
GENCAY
23
yönünde çalışmalar yapmış ve Ülkü
Ocakları, “Ülkü Ocağı” adıyla ilk kez
Ankara Üniversitesi Hukuk, Dil, Tarih ve
Coğrafya ve Ziraat Fakültelerinde
milliyetçi gençler tarafından fikir kulübü
olarak kurulmuştur. Kurulan ilk Ülkü
Ocağı, Ankara’da Çanakkale Zaferinin
yıldönümüne rastlayan 18 Mart 1966’da
CKMP Gençlik Kolları tarafından
kamuoyuna açıklanmıştır. 1968 yılından
itibaren her üniversitede bir Ülkü Ocağı
şubesi kurulmaya başlanmıştır. CKMP
Gençlik Kolları’nın propaganda
faaliyetlerini kolaylaştıracak bir gençlik
yapılanması olarak ilk kez ‘ülkücü’ adıyla
Genç Ülkücüler Teşkilatı 29 Şubat 1968’de
kurulmuştur. Genç Ülkücüler Teşkilatı
genel olarak ortaöğretim gençliğine
yönelik faaliyetlerde bulunmuştur. Yani
“MHP” isminden daha eski tarihlerde var
olan Ülkü Ocaklarının kuruluşu, Başbuğ
Alparslan Türkeş’in CKMP’ye genel başkan
seçilmesiyle paralellik göstermiştir.
Kuruluş aşamaları ve tarihçe hakkında
daha detaylı bilgilere Ülkü Ocakları Eğitim
ve Kültür Vakfı Genel Merkezi’nin ve
Milliyetçi Hareket Partisi’nin internet
sitelerinden ulaşmak mümkündür. Ülkücü
Hareket için MHP ve Ülkü Ocakları’nın
kuruluşlarından itibaren homojen bir
yapının bileşenleri olduğu ve ayrıştırmaya,
farklı göstermeye çalışmanın zararlı
çabalar olacağı konusunda hem fikir
olursak camiamızı da “Ocaklı mıyız yoksa
partili mi?” , “Ocak mı MHP’nin yoksa MHP
mi Ocağın” ve “Ülkü Ocakları MHP’den
bağımsız mıdır?/ bağımsız olmalı mıdır?”
gibi ayrıştırıcı soruları cevaplama uğraşına
sevk etmemiş oluruz.
Basit bir örnekle başlayacak olursak;
Ülkücü hareketin ilk şehidi Ruhi Kılıçkıran
CKMP Gençlik Kollarının üyesiydi. Bugün
biz Kılıçkıran ağabeyimizi “Ülkücü Şehit”
diye bağrımıza basmıyor muyuz?
Hatırasına saygı duyup, yaşatmaya çalışıp,
ruhu için dua etmiyor muyuz?
Peki, bugün Ülkü Ocağı MHP’den
bağımsızdır, birbirleriyle bağlantısı
olmamalıdır diyenler Ruhi Kılıçkıran’a ne
diyecekler? Veya Ocak- Parti bilmecesi
meydana getirenler; 25 Haziran 1980
günü MHP Gaziosmanpaşa İlçe Başkanının
evine gelip kızı Nilgün Altınok’un, MHP
kadın Kolları ilçe başkanı olan eşi Fahriye
Altınok’un ve başkanımız Ali Rıza
Altınok’un canice katledilmesini nasıl
açıklayacaklar? Onlara ne diyecekler?
“Onlar MHP’li şehitti, Ülkücü şehit
olamazlar!” filan mı diyecekler yoksa…
Partinin İstanbul il başkanlığını yaptığı
sırada uğradığı elim saldırıda uçmağa
varan merhum Recep Haşatlı MHP’li ama
aynı saldırıda hakka yürüyen oğlu Mustafa
Haşatlı ülkücüydü, ayrı davalar için şehit
düşürülmüşlerdi herhalde…
![Page 27: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/27.jpg)
GENCAY
24
Eski Gümrük ve Tekel Bakanı rahmetli Gün
Sazak da elbet ülkücü şehit sayılamayacak
onlara göre, MHP’li şehitler kervanına
katılacak. Yoksa şehit bile denilmemeli mi?
Ülkücülerin Dündar Ağabeyi rahmetli
Dündar Taşer de CKMP ve MHP’de genel
başkan yardımcılığı yapmamış mıydı?
Ülkücü gençliğin başka bir “ağabeyi”,
MHP’nin farklı şehirlerden defalarca
milletvekili adayı gösterdiği Galip Erdem,
12 Eylül İhtilali itibariyle cezaevine düşen
Ülkü Ocaklı gençlerin mahkemede
savunulması, ailelerine yardım edilmesi
için çırpınmamış mıydı? Galip Erdem
MHP’li miydi yoksa ülkücü müydü?
Öyleyse bugün Ocak- parti bilmecesini
meydana getirip daha sonra da çözüm
isteyenler; öncelikle Başbuğ Alparslan
Türkeş’e, rahmetli Dündar Taşer’e, Galip
Erdem’e “ülkücü” mü denilmeli yoksa
onlar MHP’li, bizim partilerle ve
partililerle alakamız yok deyip
geçmişimize sırt mı dönülmeli? Bunun
cevabını versinler.
MHP’ye gönül (ve doğal olarak oy) verip
Ülkücülüğü ve Ülkü Ocaklarını
beğenmeyenleri, Ülkücü olduğunu iddia
edip Ülkü Ocakları bünyesindeki gençleri
hakir görenleri ve Ülkü Ocağı mensubu
olup da ben MHP’li değilim, olamam!!!”
gibi serzenişlerde bulunanları; ellerini
vicdanlarına koyup, derin nefes alıp sonra
da mantıklı düşünmeye davet ediyorum.
Gemi biraz su alınca kaçacak delik,
sığınacak liman arayanlar için
Başbuğumuz Alparslan Türkeş
birçoğumuzun hatırladığı “Ülkücülük
MHP’de olur!” çıkışını yapmıştı. Ben de
bugün Ülkü Ocaklı bir Türk genci olarak:
“Ülkü Ocakları MHP’lidir, MHP’nindir,
çünkü ülkücülük MHP’de olur!” diyorum.
Gerekçesi ve maksadı ne olursa olsun Ülkü
![Page 28: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/28.jpg)
GENCAY
25
Ocakları MHP’nin gençlik kolu değildir
diyenlerin de ülkücüler nazarında hoş
görülmesini doğru bulmuyorum. Böyle bir
açıklamaya imza atacak, Ülkü Ocağı’nı
MHP’den, partiyi de ocaktan ayrı görecek,
bağımsız ele alacak olan herhangi bir
ocak(ya da parti) yöneticisi olursa; onu da
ülkücü şehitlerin, rahmetli
ağabeylerimizin, amcalarımızın hatırı için
vicdanlı ve mantıklı olmaya davet
ediyorum. Çünkü amatör siyasi
oluşumların gençlik kuruluşlarında
başlarına gelen örneklerde olduğu gibi
tarlamızı başkasının sürmesi ihtimalini
ortadan kaldırmalı, Ülkü Ocakları Eğitim
ve Kültür Vakfı’nı ülkücülerden başkasına
yar etmemeliyiz.
Tüm bu yazılanlara rağmen; hala ikna
olmayan ve biz partinin gençlik kolu
değiliz diyen bir Ülkü Ocaklı varsa ona
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin
Ülkü Ocakları hakkındaki açıklamalarını,
söylemlerini okumasını, en basitinden
semtlerdeki Ülkü Ocakları’nın kapatılması
hakkındaki karara ve paylaşacağım habere
bakmasını tavsiye ediyorum.
“Ülkü Ocağına Ankara'dan Müfettiş geldi.
Geçtiğimiz hafta sessiz sedasız görevden
alınan Kartepe Ülkü Ocağı Başkanı Faruk
Cengizhan, Derince Ocak Başkanı Kemal
Okur ile Körfez Ocak başkanı Buğra Özel
yeniden görevlerine iade edildi.
MÜFETTİŞ GELDİ
Ülkü Ocaklarında yaşanan gelişmelerin
ardından Ankara'dan ilimize gelen Parti
Müfettişinin raporuna istinaden geçtiğimiz
hafta görevden alınan Kartepe, Derince ve
Körfez Ocak Başkanları görevlerine iade
edilirken Kocaeli Ülkü Ocakları Başkan
Yardımcısı Ümit Kurt'un görevden alındığı
iddia edildi.” (Kocaeli Gazete)
Yukarda aktardığım kısa haber metnine
bakarak MHP Ülkü Ocağı üzerinde söz
sahibidir denilebilir, denilmelidir.
Denilemez diyorsanız artıp giden soru
işaretlerine bir tane daha ekleyim; köklü
bir mazisi olan, koalisyon ortaklığı yapmış
ve iki dönemdir mecliste milletvekilleriyle
temsil edilen bir parti olan MHP’nin
gençlik kolları yapılanması nerede? Neden
MHP’nin de alelade partilerde bile bulunan
gençlik kolları teşkilatı yok? Aslında
cevabı hepimiz biliyoruz: Çünkü MHP’nin
Ülkü Ocakları var!
Ülkü Ocak’lı gençler tarafından beğeniyle
takip edilen ve eserlerine sosyal paylaşım
sitelerinde kolayca ulaşılabilen
ülküdaşımız Ozan Manas; “Türk’üm Ülkü
Ocaklıyım” eserinin nakarat kısmında
“Üç Hilal Sancaklıyım, Ben ülkü ocaklıyım
Yurdumun üstünde, tüten son ocaklıyım”
Sözlerini söylemekte ve bu sözler hiçbir
Ülkü Ocak’lı genci rahatsız etmemektedir.
Oysa yıllardır tabelasında ve içinde
gördüğüm kadarıyla tabelasında ve
sancağında üç hilal yok… Kırmızı zeminin
üstünde beyaz üç hilal MHP’nin simgesidir.
Her ülkücü bu durumu öylesine
özümsemiştir ki Ülkü Ocağı’nın
ambleminde olmayan simgenin adının
söylenmesi mevzubahis olmamıştır(yanlış
anlaşılma olmasın, ben de Ozan Manas’ı
ilgiyle takip ediyorum ve eserlerinden
birkaçını dinlemediğim günüm geçmiyor).
Ülkü Ocakları’nın her temsilciliğinde de
rahmetli Başbuğ Alparslan Türkeş’in ve
mevcut genel başkan Bahçeli’nin resimleri
![Page 29: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/29.jpg)
GENCAY
26
yan yana asılı durmaktadır. Hatta birçok
ilçede MHP teşkilatıyla Ülkü Ocakları
Eğitim ve Kültür Vakfı’nın temsilciliği aynı
binada, komşu olarak bulunmaktadır.
Gün gibi aşikâr gerçekler varken romantik
açılımlara yeltenmek fitne çıkarmaktan
başka hiçbir işe yaramaz. Sözüm sadece
MHP’den soyutlanmaya çalışan ülkücülere
değil, MHP’li olduğu halde her fırsatta
ülkücü(Ülkü Ocaklı) gençleri eleştirenler
de tarih karşısında altından
kalkamayacakları veballer alıyorlar.
Hayatında Ülkü Ocağı’na gitmediği, gitse
bile kendisini asla oraya ait hissetmeyip,
orası için çalışmadığı, oranın faydasına
önerilerde bulunmadığı halde bulduğu her
fırsatta ülkücülere yıkıcı eleştirilerde
bulunanlar da fitnenin başını çekmekten
başka bir iş yapmıyorlar. Dışarıya karşı
olmadığı kadar objektif(!) biçimde içeriyi
eleştirenleri sükûtun altın madeninde
uzun ve huzurlu bir yolculuğa davet
ediyorum. Bu nazik davetimi reddeden
genç kardeşlerimi ve müstakbel
ülküdaşlarımı da Ülkü Ocakları’nın çatısı
altına çağırıyorum. En azından
seminerlerinde ne anlatıldığını dinleyip,
çaya ve sigaraya hangi muhabbetlerin
eşlik ettiğini duyup ve özellikle seçim
zamanları yapılan faaliyetlere iştirak edip
“Ülkü Ocakları MHP’nin gençlik kolu
mudur?” sorusunun cevabını kendileri(dış
dünyanın ve Ülkü Ocakları’nın huzurunu
bozmadan) bulsunlar.
Kaynaklar
http://www.kocaeligazete.com/haber/gu
ndem/13886/ulku-ocaklarinda-neler-
oluyor.html
TURHAN, Metin, Ülkü Ocakları (1968-
1980), Bilgeoğuz Yayınevi, 1. Baskı,
İstanbul, 2010
ÖZNUR, Hakkı, Ülkücü Hareket, (6 Ciltli),
Alternatif Yayınları, Ankara, 1999
![Page 30: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/30.jpg)
GENCAY
27
TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE ANAYASA
MEFHUMU ve YENİ ANAYASA Abdullah KILAVUZ
Sözlük anlamıyla; Bir devletin yönetim
biçimini belirten, yasama, yürütme,
yargılama güçlerinin nasıl kullanılacağını
gösteren, yurttaşların kamu haklarını
bildiren temel yasa olan anayasa, en basit
tanımıyla Keynes’in dediği gibi ‘’tüm
normların üzerinde yer alan hukuki
norm’’dur. Anayasa, devletin temel
işlevlerini düzenleyen, görev dağılımı
yapan, devlet ile bireyler arasındaki ve
bireylerin kendi arasındaki ilişkileri
düzenleyen, bireylerin haklarını ve
özgürlüklerini korumakla kalmayıp bu hak
ve özgürlüklere devlet - toplum yararına
kısıtlama getiren kurallar üstü kuraldır.
Toplum hayatını düzenleyen bütün
kurallar, kurallar üstü kural diyerek
tanımladığımız anayasaya uymak
zorundadır.
Dünyanın çeşitli bölgelerinde, milletlerin
sosyolojik, kültürel, siyasal ve ahlaki
yapılarına uygun olarak düzenlenmiş
çeşitli anayasalar mevcuttur. Bu
anayasaların hükümleri kimi ülkelerde
(Örneğin İngiltere’de ki gibi) yazılı
belgelere dökülmeden sadece geleneksel
ve ‘’teamüli’’ olarak işlerken, kimi
ülkelerde de (Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nde olduğu gibi) yazılı olmak
kaydıyla ‘’şekli’’ olarak işler. En büyük
kanun yapıcıların yetiştiği bu toprakların
çağdaş manada ‘’anayasa’’ ile tanışması
miladi 1876 senesinin 23 Aralık gününe
tekabül eder. Kanun-i Esasî ile başlayan
Türklerin anayasa serüveni 1924 yılında
kabul gören yeni anayasa ile adeta boyut
değiştirir. Sonrasında 1961 anayasası ile
devam eden milletimizin bu hukuksal
sergüzeşti, 1982’de yürürlüğe giren
anayasanın otuz senelik gölgesinde hala
devam etmektedir.
Şu anda hâlâ yürürlükte olan anayasamız,
12 Eylül askeri darbesinden sonra
hazırlanan, seçim sürecinde anayasa
taslağı hakkında menfî fikir beyan etmenin
dahi yasak olduğu, evet oyu verenlerin
‘’vatanperver’’ hayır oyu kullananların ise
‘’vatan haini’’ olarak lanse edildiği sancılı
bir süreçte referanduma sunulmuş ve
%91.37’lik evet oyuyla kabul görmüş,
ardından 9 Kasım 1982 günü yürürlüğe
girmiştir.
Yazılış aşamasından oylama sürecine,
yürürlüğe giriş şeklinden geçirdiği
tadilatlara kadar her konuda eleştiri
oklarının hedefi olan mevcut 1982
anayasası, kabul gördüğü günden bu yana
22 kez büyük değişikliğe uğramış, 114
maddesi değiştirilmiştir. Yamalı bohçayı
andıran haliyle değişmesi yıllardır
gündemden düşmeyen mevcut anayasanın
yerine yenisin yazılması Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın talebi üzerine Prof. Dr.
Ergun Özbudun’un oluşturduğu bir
komisyon tarafından anayasa önerisi ile
gündeme gelmiştir. Yıllardır süre gelen
tartışmalarda iktidar partisinin sayısal
üstünlük kozunu elinde bulundurması
sebebiyle pek de sağlıklı yürümeyen bir
![Page 31: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/31.jpg)
GENCAY
28
süreç işlese de gerek milletin talebi
gerekse de mevcut yasaların insanların
ihtiyaçlarını karşılayamıyor olması mevcut
anayasanın yeniden yazılmasını
kaçınılmaz kılmaktadır.
Peki, yeni bir anayasa nasıl yazılır? Yeni
yazılacak olan anayasadan beklentilerimiz
nelerdir?
Anayasa, tanımında da belirttiğimiz gibi
bir millete mensup bireylerin hak ve
hürriyetlerini güvence altına alan, bu hak
ve hürriyetleri belli sınırlar dâhilinde
kısıtlayan kurallar topluluğudur. Buradan
da anlaşılacağı üzere bir toplumun siyasi,
kültürel, sosyal ve ahlaki düzenini
kuracak; bireylerin eğitimlerinden sağlık
hizmetlerine, dini yaşantılarından
ekonomik özgürlüklerine kadar bütün
temel hak ve özgürlüklerini
biçimlendirecek kurallar, toplumun
mümkün olacak en yoğun katılımı ve en
yüksek düzeyde mutabakatıyla
belirlenmelidir. Sözün özü; yeni bir
anayasa hazırlamanın ilk şartı toplumsal
mutabakatı sağlamaktır.
Peki, AKP bunu başarabilir mi?
Yönetimdeki AKP iktidarının herkesin
malumu olan; kendinden olmayanı hor
görme, bî taraf olanı bertaraf etme ve
kendi istediklerini toplumun tamamına
dayatma meraklarından dolayı bu
mutabakatı sağlayamayacağı aşikârdır. Bu
ilk şartı sağlayamayacağından dolayı
gömleğin ilk düğmesinin yanlış iliklenmesi
misali arkasından atılan bütün adımlar
yanlış ve eksik olacaktır.
Başbakanın meşhur deyimiyle ‘’velev ki’’
AKP yeni anayasa hazırlanırken masaya
oturma noktasında bu toplumsal
mutabakatı en üst seviyede yakaladı. Bu
noktadan sonra anayasanın yazılma
aşılmasında karşılaşacağımız sorunların
farkında mısınız?
Anayasa yazılmaya başlanırken devletin
şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin
bütünlüğü, resmi dili, bayrağı ve milli
marşının belirlendiği ilk üç madde ve bu
maddelerinin değiştirilmeyeceğine dair
hüküm beyan eden dördüncü maddeden
başlanacaktır. Bu hususları biraz
irdeleyecek olursak mevcut yönetimin;
başkanlık sistemi sinyali verip de
cumhuriyetin niteliklerini korumasını,
Osmanlı zamanında dış yazışmaların
Fransızca yapıldığı örneğini verip üstüne
okullarda Kürtçe’yi seçmeli ders olarak
okutup da resmi dili korumasını, ülkeyi
her fırsatta otuz altı etnik unsura
parselleyip de devletin bütünlüğünü
korumasını beklemek fazlasıyla romantik
bir yaklaşım gibi geliyor. MİT müsteşarını
bir gece yarısı yasa değişikliğiyle temize
çıkaran zihniyet aynı yöntemle bir gece
yarısı operasyonuyla ilk üç maddenin
korunmasını sağlayan dördüncü maddeyi
değiştirirse şahsım adına sürpriz
olmayacaktır. Bu yazdıklarımı farazi
hesaplar olarak yorumlayanlar bile
anayasanın mevcut irade tarafından
değiştirilmesinin en hafif bedelinin
anayasadan ‘’Türk’’ kavramının çıkarılıp
yerine ‘’Türkiyelilik’’ gibi ucube bir terimin
türetilmesi olacağının farkındadır ne yazık
ki.
![Page 32: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/32.jpg)
GENCAY
29
Kaygılarımızın birer paronaya emaresi
olarak kalması dileğiyle korkularımızı bir
köşeye bırakıp yeni anayasadan
beklentilerimizi sıralayacak olursak:
1. Mevcut 1982 anayasasının 42.
Maddesinde belirtilen “Türkçeden başka
hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında
Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak
okutulamaz ve öğretilemez…” hükmü
olduğu gibi korunmalı, bölücü terörü
cesaretlendirici ve etnik ayrışmayı
körükleyici gerek ana dilde eğitim gerekse
de seçmeli derslerin öğretim programına
entegre edilmesi çalışmalarından
vazgeçilmelidir.
2. Anayasa da Türkiye Cumhuriyetinin bir
ulus devlet olduğunun altı kalın çizgilerle
çizilmeli, egemenliğin gelecekte hiçbir
fitne ve tefrikaya yol açmayacak şekilde
Türk Milleti’ne ait olduğu anayasal olarak
güvence altına alınmalıdır.
3. Mevcut yasaların işçilerin çalışma
şartlarının ve sağlıklarının keyfiyet ve
kemiyeti noktasında yetersiz kaldığı
aşikârdır. Ülkemiz, %90’ı çok basit
önlemlerle önlenebilecek işçi ölümleri
noktasında dünyada üçüncü sıradadır. Bu
konuda yeni hazırlanacak anayasada
mutlaka ciddi önlemler alınmalıdır.
İşçilere anayasal hakları olan grev hakkını
dahi çok gören AKP hükümetinin bu konu
üzerinde hassasiyetle durması
gerekmektedir.
4. Çocuklarla ilgili en uç hedefi her
mitingde yüz tane oyuncak araba
dağıtmak olan hükümetimizin, yeni
anayasa yazım aşamasında çocuk işçiler ve
her türlü çocuk istismarı konularına da
yüksek bir ehemmiyetle değinmesi çok
yerinde olacaktır.
5. Mevcut iktidar her ne kadar her okuyanı
iş güç sahibi yapmak zorunda olmadığını
her fırsatta ilan etse de, üniversitede
okuyan öğrencilerin istismarını önlemek
babında maddi durumu yetersiz
öğrencilere maddi desteğin
arttırılmasından, mezuniyet sonrası
istihdamın sağlanmasına kadar uzanan
üniversite öğrencilerinin sorunlarına
ciddiyetle eğilmelidir.
Terörist yapılanmaların üniversite
koridorlarında kol gezdiği buna mukabil
Türk Bayrağı’nı indirildiği yerden
kaldıranların okuldan ihraç edildiği bir
düzende, yüksek öğretim kurumları
kanununda yapılacak değişikliklerle
milliyetçiliğin bir suç olarak
yargılanmasına son verilmelidir.
6. Zinayı serbest hale getirip başı sıkıştığı
noktada ‘’gidin ulemaya’’ sorun diyen
mevcut iktidar, bir an önce alacağı
tedbirlerle ülkemizde kol gezen
uyuşturucu, zina, alkoliklik ve sigara gibi
konularda caydırıcılığını ortaya koyup
anayasal olarak toplum sağlık ve ahlakını
korumaya yönelik yaptırımları
uygulamalıdır.
7. Kaldırılması defalarca gündeme gelen
mecburi askerlik kanunu korunmalı, terör
örgütünün ana geçim kaynaklarından olan
ve devletin zaman zaman göz yumduğu
sınır kaçakçılığı ağır ceza gerektiren suçlar
sınıfına alınmalıdır.
8. Son zamanların popüler haberlerinden
olan ve artık toplumsal olarak
duyarsızlaştığımız hekime şiddet,
öğretmene şiddet, polise şiddet gibi millet
![Page 33: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/33.jpg)
GENCAY
30
varlığının güvencesi olan mesleklere
yönelik saldırılara anayasal olarak
caydırıcı nitelikte cezalar uygulanmalı,
kişilerin mesleklerini icra ederken
güvenliğinin devlet tarafından sağlanması
hakkı anayasal olarak güvence altına
alınmalıdır.
9. Ülkemizin en verimli şirketlerini yok
pahasına özeleştirerek milli
egemenliğimizi ve ekonomik bekamızı
temelinden sarsan mevcut hükümet, en
azından bundan sonraki süreçte
özelleştirmeleri kısıtlayan bir yasal
düzenleme yapmalı, hiç olmazsa
kendilerinin çıkardığı ve yabancılara
yüksek miktarda toprak satışına müsaade
veren yasayı yeni hazırlayacakları
anayasadan mutlaka çıkarmalıdırlar.
10. Çeşitli teşviklerle zengin kesimin
kârına kâr katıp, vergi borçlarına getirdiği
zamlarla orta direk diye tabir ettiğimiz dar
kesimli vatandaşlarımızı yoksulluk
seviyesinin altına iten mevcut zihniyet, bir
an önce adil ekonomik düzeni sağlamalı;
ülkenin yoksulluk ve işsizlik sorunuyla
yüzleşmelidir. Üniversite kontenjanlarını
on yılda yaklaşık iki katına çıkarıp genç
nesli üniversiteli yaparak işsizlik oranını
düşük gösteren iktidar, insanlara kış
mevsiminden kış mevsimine kömür
dağıtmak yerine istihdam ve nitelikli
eleman yetiştirme noktasında ciddi
adımlar atmalı ve sözde kişi başı yıllık
gelirimiz olan $15137 ‘ın, ayda 800 lira ile
dört kişilik aile geçindiren
vatandaşlarımızın da eline geçmesi için
gerekli anayasal düzenlemeleri
yapmalıdır.
Genç bir Türk Milliyetçisi olarak; Turgut
Özal’ın ‘’bir kere delmekle bir şey olmaz’’
diyebileceği kadar ciddiyetten uzak,
demokrasi ve toplumsal uzlaşıdan ziyade
darbe döneminin kirli hesaplarını
yansıtan, yapılan değişiklikler ve
tadilatlarla adeta delik deşik olan 1982
anayasasının değişmesini gönülden
destekliyorum ancak mevcut iktidarın kirli
demokrasi geçmişi ve milletimizin
bağımsızlığı ile bağdaşmayan şaibeli
fikirlerinden dolayı ‘’gelen gideni aratır’’
hesabı, değerlerimiz ile bağdaşmayan
devşirme bir anayasa ile karşılaşma
korkusuyla şimdilik yeni anayasaya
temkinli yaklaşmak zorunda kalıyorum.
Ne demiş atalarımız? Dimyat’a pirince
giderken evdeki bulgurdan olmayalım…
Selametle.
![Page 34: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/34.jpg)
GENCAY
31
![Page 35: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/35.jpg)
GENCAY
32
BİLGİ TOPLUMUNDA EKONOMİK ALGI Mehmet UÇAK
Ekonomik algı, insanoğlunun doğuşuna
kadar uzanan uzunca bir süreçte evrime
uğramıştır. Bilimsel bir disiplin oluşunu
ise insanoğluna borçludur. Bu disiplin,
toplumun yaşadığı üç önemli evrimle
farklı boyutlar kazanmış ve bilimsel bir
uzmanlık sahası haline gelmiştir. Öyle ki
devletlerin ekonomik algılarında
ekonomistlerden faydalanması da bir
disiplin oluşunun ispatıdır.
İnsanlık âlemini temelde üç farklı tabanda
incelemek, üç farklı tasnife tâbi tutmak bir
tercih meselesinden ziyade zaruri bir iştir.
Üç farklı taban ise “Tarım Toplumu“, “
Sanayi Toplumu” ve “ Bilgi Toplumu” dur.
Tarım toplumu, adından da anlaşılacağı
üzere tarım temelli bir toplum olup
insanoğlunun ekonomik algısında biricik
olan algıdır. Nitekim günümüzde dahi
“Tarım Toplumu” sıfatını kullanan
milletlerin oluşu biricikliğin ispatını
destekler niteliktedir. İşte ilk ekonomik
algılar bu toplumda şekillenmeye
başlamıştır. Daha sonra James Watt’ın
İngiltere’ de buharlı makineyi icat
etmesiyle birlikte üretim tekelleşme
sürecinin sonuna gelmiş ve artık kitle ve
yığın üretim başlamıştır. İmalâthane
üretim sisteminden ileri üretim
sistemlerine kadar ulaşan bu dönemde
tüketicinin tercihleri, tutumları, zevkleri
ve bekleyişleri de değişmiştir. Devreye
esnek üretim sistemi, yalın üretim sistemi
gibi farklı sistemler girmiş ve ekonomik
algı tamamen evrime uğramıştır. Ayrıca
“Sanayi Toplumu” her iki toplum arasında
köprü görevi kurup bir geçiş evresi olduğu
için bu tasniflemede kendine has
biricikliğe sahiptir.
Sanayi toplumunun miladı olarak sanayi
devrimi gösterilse de bu gösterim yüzeysel
bir gösterişten öte gidememektir. Sanayi
toplumu, sanayi devrimi ile başlamıştır
denilerek kestirip atılacak kadar kolay bir
mevzu değildir. Birçok otorite şimdi
üstünde duracağımız konuyu henüz yeni
yeni kabullenmeye başlasa da bu
kabullenme tercihen olmaktan çıkıp
zaruretten kabul görme durumunu almaya
başlamıştır. Öyleki James Watt’ın buharlı
makineleri bir çağın açılmasına sebep olsa
da o çağ tek başına bir bütün değildi. O
bütünü tamamlayan başka bir parça daha
vardı. O parçanın kendini kabullendirişi
epeyce uzun bir vakit alsa da sonunda
hedefine ulaşmıştı. İşte o parça otomasyon
süreciydi. 1. Sanayi devriminde Makine-
İnsan entegrasyonu sağlanıp toplum sınıf
atlasa da bu sınıf otomasyon süreciyle
gelişimini tamamlamış oldu. Otomasyon, 2.
Sanayi devrimi olarak nitelendirilip
Makine - Bilişim Sistemleri
entegrasyonunun tabii sonucu olarak
karşımıza çıkmıştı. Artık insan gücüne
olan talep azalmış ve insanların yerini
bilişim sistemleri almaya başlamıştır. Pek
tabiidir ki bu durum insanoğlunu
bütünüyle memnun etmemiş ve kapitalist
zihniyete sahip işverenler durumdan
memnun olurken iş talep edenler
durumdan rahatsız olmuştur. Nitekim bu
rahatsız oluş, duruma etki etmemiş ve 2.
Sanayi devrimi tüm ihtişamıyla varlığını
![Page 36: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/36.jpg)
GENCAY
33
sürdürmeye devam etmiştir. Bu süreçte de
ekonomik algıların bilinç düzeyi
yükselmiş, tüketici ve üretici piyasada
buluşmuş, homoeconomicus terimi tam
anlamıyla oturmaya başlamıştır. Nitekim
şuan insanoğlu gelişmelerin öncülüğünde
farklı bir boyuta geçmiş ve “ Bilgi
Toplumu” sıfatını almaya hak kazanmıştır.
Tarım toplumu, sanayi toplumu, 1. Devrim,
2.Devrim derken hızla değişen dünya
koşullarında kendimizi bilgi çağının içinde
buluverdik. Bilginin gerektirdiği gibi
düşünmeyi, analitik analizler yapabilmeyi
ve birçok bilimsel araştırmaları dikkate
almayı tercih meselesinden çok zorunluluk
olarak görmeye başladık. Klasik ortaçağ
yobazlığına karşın sorgulamayı,
eleştirmeyi yani amiyane tabirle bir işin
arkasını aramayı kendimize düstur
edindik. Tüm bu önde giden göstergelerin
pozitif ivme kazanması ve insanın
bilinçlenmesi sayesinde insanlık âlemi
“Bilgi Toplumu” yakıştırmasını almaya hak
kazandı. Toplumun bilgiyle tamamen
entegrasyon edilmiş bu boyutunda her
alanda değişikliklerde yaşanmıştır.
Siyasetten sağlığa, eğitimden gelişime
kadar her alanda köklü değişiklikler
yaşanmıştır. Bu değişimden ekonomide
nasibini almış ve günümüz ekonomik
algılar dağarcığı da genişlemiştir. Öyleki
bu değişimlere kayıtsız kalamayan Alvın
Toffler “Bilgi Toplumu” eserinde şu
cümlelere yer vererek durumun özetini
yansıtmıştır: “ Patlayıcı değişikliklerin
yaşandığı bir çağda özel yaşamlar
dağılırken, mevcut sosyal düzen
sarsılırken ve ufukta yeni ve fantastik
yaşam tarzı belirirken – geleceğimizle ilgili
en büyük soruları sormak, sadece bir
entelektüel merak konusu değildir. Bu bir
ölüm kalım meselesidir.”
Her alanda algıların değişmesinin
ekonomik algılarında değişmesine sebep
olacağını ve böyle de olduğunu
belirtmiştik. Günümüzde tüketici profili
artık gelişmeye yönelmiştir. Pazarlık gücü
yüksek, ne istediğini bilen, marjinal
fikirlerle donanmış ve en önemlisi reel
piyasa koşullarına odaklı düşünme yetisini
kazanmış tüketici profili üreticileri epeyce
büyük bir sıkıntının içine sürüklemiştir.
Öyle ki bilginin anavatansızlaşması ve
bilişim teknolojilerinin her saniyede
gelişim göstermesi tüketicilerin
bekleyişlerini, zevklerini, isteklerini ve
düşüncelerini anlık evrime uğratmaktadır.
Şöyle bir örnek verecek olursak yirmili
yaşlardaki bir genç metropol bir kentte
yetiştiyse daha çocukluk yaşlarında bilişim
teknolojileriyle haşır neşir olmaya
başlamıştır. Oysa henüz on sene önceki
bilişim teknolojileri ile şimdiki bilişim
teknolojilerini karşılaştırdığımız zaman
aradaki gelişimin farkı apaçık ortaya
çıkacaktır. Hâsılı kelam, çocukluk
yaşlarında dahi teknolojiyi etkin ve verimli
kullanmaya başlayan bireyin isteklerinin
ucu bucağı yoktur. Onu doyurabilmek,
isteklerine cevap vermek, bekleyişlerini
önceden kestirebilmek oldukça zor bir
mevzudur. Çünkü bilgi toplumunda birey
artık ne istediğini bilmektedir. 1930 yılına
kadar geçen süreçteki ne üretirsem
satarım mantığının geçerliliği tamamen
kaybolmuş ve yerine tüketici isteklerine
yönelik üretim anlayışı kendine yer
bulmuştur.
![Page 37: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/37.jpg)
GENCAY
34
Tüketici profilinin değişmesi aynı
zamanda üretici profilinin de değişmesine
zemin hazırlamıştır. Ne istediğini bilen
tüketici karşısında üreticilerde gardını sıkı
tutmuş ve tüketici isteklerine cevap
vermek için çalışmalarına hız vermiştir.
General Hayzen’ in de dediği gibi
“Değişmeyen tek şey değişimdir.” teorisini
işletmelerinde işleyen işverenler değişen
koşullara mecburen ayak uydurma
sürecine girmiştir. Global çapta düşünen
ve evrensel nitelikte mamül ve hizmet
üretimine giren üreticiler günümüz bilgi
toplumunda ayakta kalabilen yegâne
işletmecilerdir. Onlar, çağın gerektirdiği
ölçüde bilgi toplumunun istediğini
vermeye çalışmaktadırlar.
Sonuç Olarak…
Bilgi toplumunda ne Adam Smith ekolü ne
de Keynes ekolü ne de diğer ekonomik
teorisyenlerin görüşleri tam olarak
benimsenmemektedir. Teorisyenlerin yanı
sıra kapitalizm, emperyalizm, liberalizm
gibi akımlarda tek başlarına geçerli
değillerdir. Çağımızda artık teorilerin,
akımların, düşüncelerin iç içe girdiği bir
ekonomik dünyanın ayak sesleri
duyulmaktadır. Monopollükten ziyade
oligopollük ön plana çıkarılmıştır.
Bilgi toplumunda otomasyon sürecinin hız
kazanması, bilgisayarlı üretim
tekniklerinin üretimin içine girmesi,
teknolojinin hızla gelişmesi ve bilginin öz
vatanını kaybetmesi gibi sebepler hem
üreticileri hem de üreticilerin bağlı
oldukları ekolleri tamamen çürütmüştür.
Çürüyen ekollerin yerini daha dinamik,
daha küresel ve daha spesifik ekoller
almaya başlamıştır.
Görüldüğü üzere bilgi toplumunda
ekonomik algıların seyri tamamen
değişmiştir. Üretimin kimin için nasıl
olacağından tutun da hangi kuramların
kullanıldığına kadar birçok meselede
algılar değişime uğramıştır. Tüketicilerin
zevk, bekleyiş, tutum ve görüşleri
üreticilerin tutumları baştan aşağı
yenileşme hareketinin içinde farklı
boyutlara bürünmüştür. Adam Smith gibi,
John Maynard Keynes gibi ve daha nice
iktisat/ ekonomi ilmine katkı sağlamış
üstatların yaşadıkları dönemlerdeki
iktisadi fikir sistemleri günümüzde farklı
boyutlarda incelenmeye başlanmış ve
ekonominin seyri, toplumsal ekonomik
algı, ekonomiye karşı bakış açıları daha
küresel düzeye ulaşmış ve bilginin
anavatansızlığından yararlanılarak
ekonomi başlı başına her an
değişime/gelişime açık bir disiplin halini
almıştır.
![Page 38: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/38.jpg)
GENCAY
35
KİTAPLARDAN ÖNEMLİ NOTLAR Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
Bu kitap 1960 yılında Ord. Prof. Ali Fuad
BAŞGİL tarafından yazılmıştır.
Nasıl çalışmaları gerektiğini ve öğrenmenin
yönteminin ne olduğunu, tecrübesiz
çıraklar kendileri düşünüp keşfetmeye ve
muhtaç oldukları manevi desteği
kendilerinde arayıp bulmaya mecburdurlar.
Bulamazlarsa yanar giderler. Bu yüzden
yitirilen gençlerin sayısını Allah bilir.
Gençlerimizin birçoğunun usanıp
bezmesinin, cesaretinin kırılıp ruhsal
perişanlığa düşmesinin sebeplerinden biri
ve belki başlıcası budur. Yani bir taraftan
çalışıp öğrenmenin yolunu ve yöntemini
bilmemezlik, diğer taraftan da manevi
destekten mahrumluktur. Eminim ki, bu
boşluğu ve mahrumluğu bugün her genç
duyuyor ve acısını çekiyor. Bunu bizler de
duyduk ve çektik. Çünkü bizler de öğrenci
olduk ve fikri hayatın çıraklığını yaptık.
Gönül ister ki, okullarımız, ilkinden
yükseköğrenimin sonuna kadar, derece
derece gençlere öğrenme ve yetişme ve
yetişme yolunda güvenle yürümenin
yöntemini öğretsin; çalışıp başarılı olmanın
sırrını göstersin. Okul bilgisi üreten bir
fabrika halinde çalışmasın ve gençlerin
yalnız zekâları üzerinde kalmasın, iradeleri
üzerinde de dursun ve onların ruhsal
terbiyelerini yapsın. Çünkü insanın kıymet
ve kuvvet bilgisinin genişliğinde olmaktan
çok, benliğine sahip ve iradesine hâkim
olabilmesinde; iyi huylarında ve ruhsal
terbiyesindedir. İrade ve ruh terbiyesi ise,
ayrı bir iştir. Bu, ders ve kitap okuyup
ezberlemekle elde edilmez. Bununla
beraber, herkes biliyor ki, haddini aşan sınıf
mevcudu ile dolup taşan okullarımızın hiç
üzerinde durmadığı işlerden biri budur.
***
Gerçek şu ki başarılı olmak, mutlu olmak
demek değildir. İnsan başarılı olur, toplum
içinde özlediği yerin daha üstününü bile alır
da, mutlu olmayabilir. Servetin, güç ve
şöhretin son noktasına varmış nice insan
vardır ki, içi daima mutluluk dünyasının
hasretiyle yanıp tutuşur. Gösterişli
apartmanlarda, göz kamaştırıcı bir konfor
ve lüks içinde yaşayan insanlar görürsün ki,
![Page 39: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/39.jpg)
GENCAY
36
bunların hepsini bir günlük mutlulukla
değiştirmeye hazırdırlar. Çünkü mutluluk
tamamıyla gönül işidir. Ve içimizdedir. Onu
kendi içimizden başka bir yerde sanıp
aramak ve mutluluğu sırf servet, güç ve
şöhrette görmek çölde serabı su
zannetmektir.
İnsan zekâsı ve bilgisiyle değil, ancak
iradesi ile insandır. Zekâ ve bilgi az çok
hayvanda da vardır. Fakat özellikle, ahlâki
anlamda irade canlı organizmalar
zincirinin son halkasını oluşturan insana
has bir güç ve ayrıcalıktır. İrade; yalnız
insanı hayvandan değil, hem de insanları
birbirinden ayıran ve aralarında üstünlük
ve aşağılık farkları yaratan tek ruhsal
kuvvettir. Etrafına bak, gördüğün üstün
insanlar bunu hep iradelerinin kuvvetine
borçludurlar. Tarihte şerefli yer almış ve ün
kazanmış şahsiyetlerin hepsi bunu irade
silahı ile elde etmişlerdir. Bu bir kuraldır ve
istinası yoktur. Basit zekâlı, az bilgili, hatta
bilgisiz insanlardan başarılı olanlar çok
görülür. Fakat zayıf iradeli insanlardan
başarılı olmuş ve yükselmiş tek bir örnek
gösterilemez. Çünkü başarılı olmak ve
yükselmek sırf gayretin meyvesidir; gayret
ise iradenin ifadesidir.
***
Yeryüzünü şenlendiren milyonlarca
insandan birbirinin tam benzeri iki kişiye
rastlayamazsın. Doktorlar bile organik
özellikleri ve tepkileri, birbirinin aynı iki
hasta bulamıyor. Yaratıcı kudret yüz
binlerce yıldan beri gelip geçmiş ve gelecek
olan insanlardan her birini bir başka tipte
yaratmış ve sınırsız modelde insanoğlu
yaratmıştır. Şurasına dikkat edelim ki, her
insan, kendisine has olan, bedensel yapısı ve
organik farklılıkları ile kendi başına bir
dünya ve bir biyolojik tip oluşturur.
İnsanlar birbirinden yalnız bedensel
yapıları, yüzleri ve mizaçları bakımından
değil; aynı zamanda ve özellikle manevî,
ruhsal oluşum ve tepkileri bakımından da
ayrılır. Hem bu bakımdan olan ayrılış daha
ince, daha derin ve köklüdür. Aynı görüş ve
duyuşta, aynı olay karşısında, aynı
üzüntüyü duyup tepki gösteren iki kişi
görülmez. Her insan, kendine has manevî
yapısı ve ruhsal özellikleriyle bir başka
dünya ve bir psikolojik benlik yahut
“şahsiyet” oluşturur. Ve kişinin bu manevî
yapısı ile ruhsal özellikleri onda belirli bir
duyuş ve hareket ediş tarzı yaratır ki buna
da “karakter, huy, tıynet, seciye” denir.
Karakterli “seciyeli” insan, hayvanî içgüdü
ve eğilimlerin tutsaklığından kurtulup bu
kuvvetleri hayat için birer hizmetkâr haline
koymuş olan insandır. Karaktersiz
“seciyesiz” insan da, hayvanî içgüdü ve
isteklerin egemenliği altında kalmış olan
insandır. Dikkat edelim ki bu anlamıyla
karakter yahut seciye, terbiye ve ahlâkın en
yüksek gayesini ve ideal hedefini oluşturur.
Doğrusu terbiye ve ahlâkın gayesi, en kısa
bir ifade ile karakterli ve sağlam seciyeli
insan yaratmaktır.
Son zamanlarda bazı sosyologlar
milletlerin de kişiler gibi belirli karakterleri
olduğuna ve bunların ilim ve medeniyetle
asla değişmediğine inanmaktadırlar.
***
İyisi ve kötüsü ile birlikte, bütün huylarımız
doğuştan değil, kazanılmıştır. İnsan her
türlü düşünce, his ve huydan soyut fakat her
çeşit huy edinmeye müsait olarak doğar.
Düşünce ve duygularımız gibi, huylarımızı
![Page 40: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/40.jpg)
GENCAY
37
da hep çevremizden ve görüp
öğrendiklerimizden alırız. İnsan belirli bir
çevre, iklim ve şartlar içinde doğar ve yaşar.
Bu şartlar uyarınca aldığı terbiyeye göre de
ruhsal yapısını kazanır. Fakat bu yapı bir
defaya mahsus olarak oluşmuş ve zaman,
mekân içinde hiç değişmeksizin kaya gibi
duran bir şey değildir. Aksine, değişmesi ve
değiştirilmesi daima mümkündür. Çünkü
insan normal olmak şartıyla, serbest bir
iradeye sahip ve bu güçle kendini
yönlendirebilir ve idare edebilir. Aslında,
terbiye ve ahlâk gibi disiplinlerin en eski
zamanlardan beri var olması da bunların
huylar üzerinde etkili olduğuna
inanıldığının ve kötü huyların iyi bir terbiye
ile değiştirilebileceğinin kabul edildiğinin
bir delilidir. Eğer terbiye ve ahlâkın huylar
üzerinde hiçbir etkisi olmasaydı, binlerce
seneden beri bütün insanlık bu disiplinlere
sarılıp inanmazdı. Terbiye ve ahlâkın
öteden beri var olmasına rağmen,
insanlardan bir kısmının hâlâ kötü huylu
olması, bu disiplinlerin huylar üzerinde
yeteri kadar etkili olmadığını değil, etkili
olacak şekil ve şartlar altında gerektiği gibi
uygulanmadığını ve huyların ruhsal
mekanizmasının henüz tam anlamıyla
bilinmediğini gösterir.
***
Terbiye konusunda kadercilik ve kaderciler:
Eklemek gerekir ki bu konu dinlerin
felsefesinde de önemli bir yer tutmuş ve
özellikle, İslâm dünyası düşünürlerini
birbirine düşürmüştür. Abbasi halifeler
devrinin ilk asrında bu konu etrafında
kopan büyük tartışmalar sonucunda
“cebriyeciler” diye bir “eyvallahçılar”
topluluğu ve “cebriye” diye de gayet kaderci
bir mezhep üremiştir. “Ehli sünnet” irade
serbestliğine ve ilmin terbiye ve ahlâkın ruh
üzerindeki verimli etkilerine inandığı halde,
cebriyeciler miskince bir kaderciliğe
saplanarak insanları ilâhi irade ve kudretin
elinde bir kukla görmüşlerdir.
Bunlara göre her insanın hayatının nasıl
başlayıp biteceği, herkesin hayatta neler
görüp geçireceği, ilâhi irade tarafından
“Âlemi Ervah (ruhlar âlemi)”da önceden
belirlenmiş ve “Levhi Mahfuz (kader
levhası)”da yazılmıştır. Herkes dünyaya
ezelde yazılmış bir kaza ve kader levhasıyla
ve bir “alın yazısı” ile gelir. Ve herkesin
kaderi alnının yazısına bağlıdır. Kimse
bunun dışına çıkamaz ve hiçbir kuvvet bu
yazıyı değiştiremez. Olacak ne ise olur;
çıkacak göz, çıkar. Akacak kan damarda
durmaz. Kötü huylu bir insan, öyle doğar ve
öyle ölür. Bu onun alın yazısıdır. Alın
yazısının ve kader levhasının amansız
hükmüne kimse karşı gelemez. Ne yapsan
çaresizdir. Ve çare aramanın çalışıp
çabalamanın sonucu da boşuna
yorulmaktır.
Cebriyeciliğin savunulması mümkün
değildir. İlmi bir “determinizm
(belirlenimcilik)”e dayandırmaktan çok,
tembelliğin, miskinlik ve sefaletin bir
savunmasından ibaret olan bu görüş
üzerinde burada uzun boylu durmaya gerek
görmüyorum. Yanlışlığı ortada olan ve
bugün hiçbir bakımdan savunulması
mümkün olmayan bu anlayışın ciddi bir
eleştiriye değer tarafı bile yoktur. Yalnız şu
noktaya işaret edelim ki, bu görüş ve bu
zalim felsefe İslâmiyet’in gerçek felsefesi
değildir. İslâm dini “Ehli sünnet”in kabul
ettiği gibi, irade serbestliğine dayanan,
terbiye ve ahlâkın insan huylarına ve
![Page 41: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/41.jpg)
GENCAY
38
işlerine etkin olduğunu ilân eden ve
aşılayan yüksek bir dindir.
***
Gerçekten bugün yüksek medeniyetli batı
ülkelerinde de iş böyledir. Bu memleketler
özellikle millî dil, yani yaşayan ve bizzat
konuşulup yazılan dil konusunda gayet
hassas ve titizdir. Bir genç okulda, her
şeyden önce memleketinin dilini mükemmel
bir şekilde öğrenir. Bu bakımdan bizim
okullarımızın geriliğini seven bir insan için,
üzülmemek elde değildir.
***
Alışkanlıklar konusunda ailenin ve özellikle
okulun görevi ve sorumluluğu akla sığmaz
derecede büyüktür. Aile ile okul, el ele
vererek, alışkanlıklar üzerinde özellikle
durmaya ve bir taraftan, çocuklara, henüz
çok müsait bir çağda iken, iyi ve temiz
alışkanlıklar ve huylar kazandırmaya, diğer
taraftan da onları kötü alışkanlık ve
huylara karşı korumaya mecburdur.
Unutmamalıdır ki, terbiyenin bir rolü
düşmüşü kurtarmak ise, diğer bir rolü de
henüz düşmemişi korumaktır. Bu bakımdan
da okullarımızın ne yazık ki ne kadar geri
ve zavallı bir durumda olduğunu söylemek
bir görevdir.
***
Özellikle, dini terbiyenin ve Allah sevgisinin
huy ve ahlâk üzerindeki paha biçilmez
etkisine, tecrübe ve gözlemlerim arttıkça
daha kuvvetle inanıyorum. Allah
duygusundan ve sevgisinden uzak bir
terbiye yalnız fayda ve çıkar düşüncesine
dayanır. Fakat din terbiyesi gönüllü,
karşılıksız ve yücedir. Bu terbiye insanı
yükseltir, iyiliği ve adaleti, hiçbir çıkar
düşüncesine saplanmadan sevdirir.
***
Çalışmayı sevebilmenin birçok şartları
vardır. Bunlardan biri ve bence, başta
geleni, insanın işini ve mesleğini kendi
ruhsal ve fiziksel kuvvetine, yetenek ve
eğilimlerine göre seçmesidir.
Genç arkadaşım!
Sana senden yakın kimse yoktur. Kendini
kendin bil ve tanı; işini ve mesleğini kendine
göre seç. Ta ki o iş üzerinde severek
çalışabilesin. İnsanın sevmediği ve içinin
almadığı bir iş ve meslekte, şu veya bu
sebeple çalışmaya mecbur olması kadar
üzüntülü bir hayat düşünemem. Böyle bir
insan, işinin sahibi değil; esiri olarak
çalışmaya ve yaşamaya mahkûm demektir.
Çalışmanın bu türlüsü ise, tıpkı esir
çalışması gibi, hem kişi ve hem toplum için
gerçek fayda ve verimden yoksundur. Ne
mutlu o insana ki, serbestçe seçtiği meslekte
severek çalışır. Severek çalışan yorulup
yıpranmaz. Ne ceza ve ne ödül kamçısı
beklemez. Başkasının işini, mesleğini ve
başarısını kıskanıp içini yemez. Her gün
işinde biraz daha ilerler. İlerledikçe de işine
sevgisi artar ve daha çok çalışır. Bundan da
hem kendisi, hem toplum ve hem de insanlık
için iyilik ve mutluluk doğar.
Biliyorum, bugün herkesin beğendiği işi ve
mesleği tutması kolay değil. Çok azımız
gönlümüzün çektiği işte çalışmak
mutluluğuna erişebiliyoruz. Çünkü
toplumumuzda henüz rasyonel bir iş ve
çalışma teşkilatı yoktur. İşler rasyonel bir
temele, kuvvet ve yeteneklere göre değil;
tesadüfe ve çok kere hayat zorunluluklarına
göre dağılmaktadır. Bu sebepten bugün
![Page 42: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/42.jpg)
GENCAY
39
işini seçmek ve mesleğinde severek çalışmak
pek az şanslıya nasip olan nimetlerdendir.
Çoklarımız ya aile, eş dost ve arkadaş
baskısı ve etkisiyle yahut daha kötüsü, sırf
tesadüflerin ve hayati ihtiyaçların
yönlendirmesiyle meslek tutuyoruz. İleride
ya bezgin bir ruh ile işimize devam ediyoruz
yahut da meslek değiştiriyoruz. Gerçi
gençlikte tutulan meslek ömürlük değildir.
İleride meslek değiştirerek, hayata yeni bir
yön vererek ilk hatayı düzeltmek
mümkündür. Fakat geçen zaman geçmiş,
gençliğin mesleki formasyon çağı elden
çıkmıştır.
Fransa’da bir aralık gezgin opera
topluluklarından birinde çalışan bir artist
ile tanıştım. Bana kendisini hukuk doktoru
diye tanıttı. Hayret ettim. Açıkladı:
“Babam Toulouse’de noterdi. Beni kendi
mesleğinde yetiştirmek istedi. Liseden
sonra, baba emriyle hukuka girdim. Lisans
ve doktora yaptım. Reşit olup da baba
otoritesinden kurtulunca, ilk
çocukluğumdan beri sevdiğim tek meslek
olan tiyatro hayatına atıldım. İsteğim
birinci sınıf artist olmaktı. Ne yazık! Geç
kaldım. Birinci değil, üçüncü sınıf bile
olamadım”, dedi ve acı acı içini çekti.
Okuyucum ben sana binbir örnekten birini
verdim. Hayatta doktor görürsün ki,
kırkından sonra politikacılığa koyulur.
Evini yönetmekten aciz adam görürsün ki,
devleti düzeltmeye kalkışır. Hep bunlar
mesleki “Refoulmenet”ların ve saklı kalmış
ateşin, isteklerin zavallı kurbanlarıdır.
Beğendiğiniz mesleği tutmamız şu
bakımdan da kolay değildir. İnsan
gençliğinde kuvvet ve yeteneklerini tam
olarak ölçüp tartamıyor. Gençliğin gururu,
tecrübesizliği ve enerjisi buna engel oluyor.
Bu konuda okul, gençlerin yardımına
koşabilir ve koşması gerekir. Okullarda,
bilinen psikolojik yöntemlerle, çocukların
zekâ ve yetenek yoklamaları yapılıp
belirlenir. Ve bu sayede, meselâ, liseyi
bitiren bir gence hayatta tutunabileceği iş
ve meslek hakkında yol gösterilir. Bazı
memleketlerde başarıyla uygulanan bu
yöntemlerin bizde de uygulanmasını
beklerken, okuyucum, sana tavsiyem şu
olsun:
Meslek tutmak için, her şeyden önce, fiziksel
ve zihinsel kuvvet ve yeteneklerini ölç.
Göreneklere, arkadaş baskı ve etkilerine
kapılmadan kendi eğilimlerini iyice yokla.
Ve içinin sesine kulak ver. Hoşlanmadığın
bir mesleğe girme ve şüphe etme ki iş ve
mesleklerin hepsi iyidir. Yeter ki, sen
tuttuğun mesleğin adamı ol. Fakat
mesleğinin adamı olman için onu sevmen ve
severek çalışman gerekir. Çünkü tekrar
edeyim ki, başarılı olmanın sırrı, işinde
severek çalışmaktır. İnsan kendi seçmediği
ve gönlünün çekmediği bir iş ve mesleği,
zamanla sever görünürse de tamamıyla
sevemez. Gönlü daima sevdiği meslekte
kalır.
Şunu da ekleyelim ki, bir zamandan beri
üniversite fakültelerine ve yüksekokullara
öğrenci alışta resmi makamlarca tutulan
sakat bir kontenjan yöntemi gençlerin
beğendikleri mesleği tutmalarına ayrıca
engel olmaktadır. Düşününüz ki, eczacı bir
babanın eczanede büyüyen oğlu,
hazırlandığı ve gelecek beklediği eczacılık
mesleğine giremiyor da, buna edebiyat
fakültesinin yolunu gösteriyorlar. Yalnız,
kişisel yetenekler adına değil, memleket
hesabına da körlük bu kadar olur.
![Page 43: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/43.jpg)
GENCAY
40
Kısacası, kuvvet ve yeteneklerine göre,
tutamamak yüzünden heder olan enerji ve
yetenekleri, bezginlik ve bıkkınlık içinde
tükenen ömürleri düşündükçe; iş ve meslek
dağılımı bakımından henüz ne kadar geri
ve ilkel bir durumda olduğumuzu daha iyi
anlıyorum. Üniversite profesörlerinden
birini tanırım ki, bana bir gün aynen,
doktorluktan tiksiniyorum; bir hasta
görünce tüylerim diken diken oluyor,
demişti. Kötü bir şey ve mutsuz bir hayat
değil mi? Fakat bu zavallıların suçu, sırf
yanlış bir hayat yolu tutmuş olmalarıdır.
Okuyucum! Tekrar edeyim ki, insan için
mevki, servet ve şöhret gaye değildir. Gaye
olan mutluluktur. Mutluluğun şartı ise,
insanın kendi içi ile uyumlu yaşamasıdır.
Beni dinle! İçinle, işin ve mesleğin uyumlu
olsun. Huzur ve mutluluk bundadır.
Özetleyerek gidelim ve iyi anlayalım:
Başarı, yöntemli ve verimli çalışmaya
bağlıdır. Çalışmanın verimli olması için de,
öncelikle insan işini ve mesleğini sevmeli ve
severek çalışmalıdır. Bu sevgi olmadan,
insanın işinde ve mesleğinde ilerlemesine ve
başarılı olmasına imkân yoktur. Tesadüfleri
ve istisnaları bir tarafa bırakalım. Bence
kural budur. Milletimiz bu gerçeği ne güzel
bir atasözü ile ifade eder. Ve “aşk olmadan
meşk olmaz” der.
***
Gerek özel ve gerekse resmi hayatımızda
çoğumuz düşünmeden, zaman ve kuvvet
kaybını hesaplamadan, işlerimizi bir sıraya
ve düzene koymadan çalışıyor ve bu sebeple
fiziksel ve zihinsel çalışmamızı gerektiği
kadar verimlendiremiyoruz. Bu yüzden
sönen zekâları ve heder olan enerjileri
düşündükçe, koca filozof Descartes
gözümde bir kat daha büyüyor. Batıda
yöntemli çalışma devrini açan bu filozof,
insanlar arasında gerilik ve ilerilik
farklarının, sanıldığı gibi akıl ve kavrayış
bakımından farklı olmalarından çok
yöntemli ve rasyonel çalışıp
çalışmamalarından ileri geldiğini göstermiş
ve Avrupa’da yepyeni bir medeniyet devri
açmıştır. Aynı fikri milletlere uygularsak
aynı sonuca varır ve milletler arasındaki
gerilik ve ilerilik farklarının da yöntemli
çalışmadan ileri geldiğini görürüz.
Biz Türkler, batı milletlerinin hiçbirinden
daha az zeki ve çalışkan değiliz. Aksine,
gözlemlerime dayanarak söylüyorum ki,
Türk insanı dünyanın en zeki, anlayışlı ve
çalışkan insanlarındandır. Bununla
beraber, batı milletlerinden daha geriyiz.
Çünkü zekâmızı yöntemli ve rasyonel bir
şekilde kullanmıyor, zaman ve kuvvet israf
ediyoruz.
Öğütlerden...
Bir işe başlamadan önce o işi (dersi, görevi,
kitabı) en kısa bir zamanda, en kolay ve en
temiz bir biçimde nasıl yapacağını, nasıl
öğrenip çalışacağını iyice düşünüp hesapla.
İşinde rastladığın bir güçlüğü ilk önce
parçala. Her parçayı birer birer ve sıra ile
yenmeye çalış. Bunun için de, meselâ bir
dersi, bir kitabı en basit elemanlarına,
kısmı, bölüm ve konulara ayır. Sıra ile her
konuyu iyice ve eksiksizce anlayıp
öğrenmeden öbür konuya geçme. Bölüm ve
konular üzerinde bir kör gibi yürü. Yani
attığın adımı iyice basmadan öbürünü
atma.
Boşuna iddia ve inat etme. Hakikati ara
ve sev. Hakikat sevgisi, insan için,
sevgilerin en yükseğidir.
![Page 44: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/44.jpg)
GENCAY
41
TARİHİ BİLİM ADAMLARI:
HAREZMÎ Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU
Harezmî (780 - 850)
(Ebu Abdullah Muhammed bin Musa el
Harezmî)
(Latince: Algoritma ~ El Harezmî)
İlk "algoritma" fikri ona aittir; o yüzden
adını taşımaktadır. Eseri Latinceye
çevrilirken H ile G’yi karıştırılmıştır:
H: خ G: غ
780 yılında Türkistan’ın Harzem şehrinde
dünyaya gelen Ebu Abdullah Muhammed
bin Musa el Harezmî, yaşadığı tarihlerden
yüzlerce yıl sonra var olacak olan
bilgisayar bilimi ve sayısal teknolojinin
temelini atmış ve rakam ile “0”, yazı ile
“sıfır” rakamını bulmuştur.
Temel eğitimini Horasan bölgesindeki
Harzem’de alan Harezmî, ilmî konulardaki
çalışma ideali için Bağdat’a gelir. Tabi o
zamanlar bugünkü gibi barış getirmek(!)
için insan katledilmediğinden Bağdat ileri
derecede bilim atmosferinde yaşayan bir
şehir idi. Bilginleri himayesi ile meşhur
olan Abbasi halifesi Mem’un, Harezmî’deki
yüksek ilim kabiliyetini fark edince
kendisini, Eski Mısır, Mezopotamya, Grek
ve Eski Hint medeniyetlerine ait eserlerle
zenginleşmiş Bağdat saray kütüphanesinin
idareciliğine getirdi. Daha sonra
kütüphanedeki yabancı eserlerin
tercümesini yapmak amacıyla kurulan ve
bir tercüme akademisi olan Beyt’ül
Hikme’de görevlendirdi. Harezmî, böylece
ilmî çalışmaları için gereken tüm
olanaklara ulaşmış oldu. Burada
matematik ve astronomi ile ilgili
araştırmalar yapmaya başlayan Harezmî,
daha sonra Latinceye çevrilen ve ikinci
dereceden bir bilinmeyenli ve iki
bilinmeyenli denklem sistemlerini
anlattığı ‘El-Kitab-ul Muhtasar fi’l Hesab’il
cebri ve’l Mukabele’ (Cebir ve Denklem
Hesabı Üzerine Özet Kitap) adlı eserini
yazdı. Bu eserin en başında şöyle yazar:
![Page 45: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/45.jpg)
GENCAY
42
“Rabb’imiz ve Koruyucumuz olan Allah’a
hamd ve senalar olsun…”
Cebir
Doğu ve Batının ilk müstakil cebir kitabı
olma özelliği taşıyan bu eseri yazan
Harezmî’nin matematik alanındaki
çalışmaları cebrin temelini oluşturmuştur.
Hindistan’da, sayıları ifade etmek için
kullanılan harfler ya da heceler yerine
basamaklı sayı sisteminin (onluk sistem)
kullanıldığını saptamış ve bunun hakkında
yazdığı ‘Algoritmi de numero Indorum’
adıyla Latinceye çevrilen kitabında,
sembollerden oluşan bu sistem ve bulduğu
“0” rakamını “Buyurun yürütün” diye 12.
yüzyılda Batı dünyasına sunmuştur.
Cebrin babası ünvanlı, ‘ikili sayı sistemi’ ve
yine onun bulduğu “0” rakamıyla
matematik tarihine geçen Harezmî,
astronomi ve coğrafyaya dair de pek çok
eser verdi.
Yeryüzünün çapına ait hesaplarını ‘Kitab-u
Suret’il Arz’ isimli kitabında topladı. Bu
eserinde Nil nehrinin kaynağını da
açıklayan Harezmî, Batlamyus’un
astronomik cetvellerini de düzeltti.
Güneş ve ay tutulmasıyla ilgili
incelemelerini topladığı ‘Zic-ül Harezmî’
adlı eserinde, astronomi için gerekli
trigonometri bilgi ve cetvellerini de verdi.
Harezmî, 850 tarihinde Bağdat’ta vefat
etti.
Cebir (Orijinal Metinden ve Çeviri)
![Page 46: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/46.jpg)
GENCAY
43
BİR TUTAM TÜRKÇE Fatma ORAKCI
Hem eğlenceli olan hem de belli miktarda
birikim gerektiren kök ve köken bilgisi
alanında henüz acemi olsam da yazmaktan
kaçınmamak gerektiğini düşünüyorum
zira her zaman belirttiğim gibi yanlışlar da
doğrular da bu bilime katkı sağlayacaktır.
Hatalı etimoloji denemelerini elbette bir
bilim adamı düzeltecektir; doğrusunu
beyan edemese bile yapılan yanlışı geçerli
sebepleri ile açıklayacaktır ki bugüne
kadar kat edilen yol böyle çalışmalar
sayesinde aşılmıştır. Doğrular, yanlışlar
varken daha da anlam kazanır.
Çeşitli üniversitelerin bazı fakültelerinde
bilhassa filoloji üzerine kurulan
bölümlerin ilgili derslerinde etimoloji
alanına değinilse de yetersiz kalındığını
düşünmekteyim. Çünkü kök ve köken
bilgisi basite indirgenecek bir bilim dalı
değildir bilakis ayrı bir ders olarak
öğrencilere okutulmalıdır.
Bazı anlatım bozuklukları kelimelerin
kökünü, kökenini bilmemekten yahut
yanlış bilmekten kaynaklanmaktadır.
Bunu önlemenin en güzel yolu
kullandığımız sözcükleri bilinçli söylemek
ve yazmaktır.
Yazıma seçtiğim birkaç kelimenin kök ve
kökeni üzerine yaptığım denemelerimle
devam ediyorum.
1. Sancı ‘İç organlarda zaman zaman
duyulan, azalan çoğalan ağrı’
Eski Türkçe: Sançıġ
Eski Türkçe, Orta Türkçe: Sanç- ‘batırmak,
saplamak, delmek, dürtmek’
Sanç-ı(ġ)
Sanç-: fiil tabanı
-ı: fiilden isim yapma eki
2. Yaşlı ‘Yaşı fazla ilerlemiş kimse’
Eski Türkçe: Yaşlıg, yaşlag
Orta Türkçe: Yaşlıġ (Dîvân-ı Lûgâti’t Türk)
Batı Türkçesinde ‘yaşlı’ ve ‘garı’
kullanılmaktadır. Morfolojik tahlilinde
çeşitli varsayımlar bulunmaktadır. Acaba
bitkilerde kullandığımız ‘yaş’ yani ‘genç’
ifadesi, ‘ıslak’ manasındaki ‘yaş’ tabiri ile
insanlar için kullanılan ‘yaşamak,
yaşlanmak, yaşlı’ deyimlerinin
morfolojilerinin açıklaması nasıl
yapılabilir? Aralarında bağlantı olduğunu
düşünmekteyim fakat bu da şimdilik bir
hipotez.
Yaş-lı(ġ)
Yaş: isim tabanı
-lı: isimden isim yapma eki
3. Yazık
‘1-Acıma, üzüntü, kınama anlatır 2-Birçok
kişiyi üzecek şey, günah’
Eski Türkçe: Yazuġ, yazuķ ‘Günah, hata
kusur’
Orta Türkçe: Yazuk ‘Günah, suç’
*yaz-uk
Yaz-: Sapmak, şaşmak
Yaz-: fiil tabanı
-uk: fiilden isim yapma eki
![Page 47: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/47.jpg)
GENCAY
44
4. Küme ‘Yığın, grup’
Eski Türkçe, Orta Türkçe: Kü- ‘Saklamak,
korumak’
Kü-me (kalıplaşmış isim)
Kü-: fiil tabanı
-me: isimden isim yapma eki (isim-fiil eki)
5. Koklamak ‘Kokusu olan maddenin
etrafındaki havayı burnu yaklaştırıp içe
çekmek’
Kok(u)-la-
Kok-: fiil tabanı
-u-: fiilden isim yapma eki
-la-: isimden fiil yapma eki
6. Tokat ‘Bir insana elin içi ile vuruş’
Orta Türkçe: Tokı- ‘Dövmek, vurmak,
çarpmak, dokumak’
*tok-(a)t
*tok-: fiil tabanı
-(a)t: fiilden isim yapma eki
7. Aşıla- ‘1-Aşı yap- 2-Düşüncesini
başkasına da benimsetmek 3- Hastalığı
başkasına geçirmek 4- Sıcak suya soğuk
su, soğuk suya sıcak su katmak’
Aş-ı-la-
Aş-: fiil tabanı
-ı-: fiilden isim yapma eki
-la-: isimden fiil yapma eki
8. Eşek ‘1-Binek ve yük hayvanı 2-Mecazen
kaba, söz dinlemez kimse’
Eski Türkçe, Orta Türkçe:
Eşgek~eşyek~eşek (DLT)
Eş-(g)ek
Birçok bilim adamı tarafından bu
kelimenin etimolojisi denenmiştir.
Nişanyan’ın ‘Eski bir Yakın Doğu dilinden
alınmış olması muhtemeldir’ ifadesine
Tuncer Gülensoy, kesin kanıt veremediği
için karşı çıkmıştır. Doerfer, Dankoff ve
Munkácsi de Ermenice kökenli olduğu
görüşüne karşı çıkmaktadır. Bazı bilim
adamları ise Moğolca ‘elcigen’ kelimesi ile
arasında bir benzerlik, ilişki olduğu
kanısındadır. Doerfer bu görüşe de karşı
çakmaktadır. Ayrıca Räsänen ve Gerard
Doerfer ‘-gek,-ek’ ekinin küçültme eki
olduğunu dile getirmektedir.
Eş: isim tabanı
-(g)ek: isimden isim yapma eki
9. Şalak ‘1-Büyümemiş kavun 2-Aptal,
budala 3- Huysuz, arsız 4-Geveze 5-
Değersiz, olgunlaşmamış kimse 6-
Pisboğaz, obur 7-Erkek çocuk 8-
Büyümemiş dana 9-Giysinin etek baskısı’
*şā-lak
*şā: isim tabanı
-lak: isimden isim yapma eki
10. Kirpi ‘Sırtı dikenlerle kaplı, 25-30 cm
boyunda olan memeli bir hayvan’
Eski Türkçe, Orta Türkçe: Kirpi
*kirp-i
*kirp-: Dikenlerini sık sık açıp kapamak
*kirp-: fiil tabanı
-i: fiilden isim yapma eki
11. Ülkü ‘Amaç olarak düşünülen, ulaşmak
için çaba gösterilen yüce dilek. Mefkure,
ideal’
Orta Türkçe: Ülkü ‘ahit, peyman’ (DLT)
*ǖl-(ü)k-ü
*ǖl-: Dağıtmak, yaymak
*ǖl-: fiil tabanı
-(ü)k: fiilden isim yapma eki
-ü: isimden isim yapma eki
![Page 48: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/48.jpg)
GENCAY
45
GENÇLİK SEMİNERLERİNDEN
![Page 49: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/49.jpg)
GENCAY
46
BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN
![Page 50: Gencay Dergisi - Sayı: 06 - Temmuz 2012](https://reader033.vdocuments.pub/reader033/viewer/2022042609/568c4c401a28ab49169f61b0/html5/thumbnails/50.jpg)
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.