iğdır sevdası sÜheyla odoĞlu (karapolat) · masum bir şekilde söylenmiş olan “birkaç...

26
Iğdır Sevdası 223 SÜHEYLA ODOĞLU (KARAPOLAT) Doğa sevgisini hümanizme; vatan sevgisi- ni romantizme ; aile sevgisini fedakârlığa taşıyan bir insan var mıdır diye sorarsanız işte o Nağı (Naki) Bey’dir. Erivan şehrinin tılsımını, Kafkasların sarsılmaz dostluğunu yüreğinde taşıyan Nağı Bey, Iğdır toprağında iz bırakmış en önemli şahsiyet- lerden birisidir. Belki vefasız rüzgâr ayak izlerini kapatmış olabilir; toprak, mezar taşı bile olmayan Nağı Bey’i bizden saklayabilir, ama diyorum ki, ey Iğdır kucakladığın değerleri bil, onlara mezar taşı ol! Hayatım Kaf Dağı’ndan geldik! Bu, masallardaki Kaf Dağı değil! Biz, Kafkas dağlarının boydan boya arşınladığı gerçek “Kaf Dağı”nın ülkesinden, yani Azerbaycan’dan gelmiş bir aileyiz. Babamız, annemiz ve onların aileleri Erivan’da doğup büyümüşler. Erivan, nüfusunun çoğunluğu Azeri olan bir şehir imiş. Ermeniler sadece şehrin küçük bir mahallesinde otururlarmış. Birinci Dünya Savaşı’na kadar iki halk barış içinde yaşamışlar. Kir- velik ve özel dostluklara önem vererek aralarında güven ve dayanışma geliş- tirmişler. Baba ocağımız Babam, varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Babası, Hacı, ticaret ve ziraatla uğraşırmış. Ekmek fabrikaları, bağ ve bahçeleriyle hatırı sayılır bir zenginliğe sahipmiş. Babam ve annem Erivan’da tanışıp evlenmişler. Abbas, Bekir ve Fah- riye kardeşlerimiz Erivan’da dünyaya gelmişler. Ailemizin Erivan’da çok güzel bir konağı varmış. Ermeni bir ustanın elinden çıkmış bu binanın her tarafı çeşit çeşit oyma ve zanaat işiyle beze- liymiş. Odalar, “şahniş” denilen özel balkonlara açılırmış. Üç tarafı renkli camlarla kaplı bu cumbalar, eve saray havası verir, görenlerin hayranlığını celp edermiş. Geniş bahçenin orta yerinde, çiçek tarhlarıyla çevrelenmiş şatafatlı Süheyla Odoğlu

Upload: vuongtuong

Post on 29-Aug-2019

227 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Iğdır Sevdası

223

SÜHEYLA ODOĞLU (KARAPOLAT) Doğa sevgisini hümanizme; vatan sevgisi-ni romantizme ; aile sevgisini fedakârlığa taşıyan bir insan var mıdır diye sorarsanız işte o Nağı (Naki) Bey’dir. Erivan şehrinin tılsımını, Kafkasların sarsılmaz dostluğunu yüreğinde taşıyan Nağı Bey, Iğdır toprağında iz bırakmış en önemli şahsiyet-lerden birisidir. Belki vefasız rüzgâr ayak izlerini kapatmış olabilir; toprak, mezar taşı bile olmayan Nağı Bey’i bizden saklayabilir, ama diyorum ki, ey Iğdır kucakladığın değerleri bil, onlara mezar taşı ol!

Hayatım Kaf Dağı’ndan geldik!

Bu, masallardaki Kaf Dağı değil! Biz, Kafkas dağlarının boydan boya arşınladığı gerçek “Kaf Dağı”nın

ülkesinden, yani Azerbaycan’dan gelmiş bir aileyiz. Babamız, annemiz ve onların aileleri Erivan’da doğup büyümüşler.

Erivan, nüfusunun çoğunluğu Azeri olan bir şehir imiş. Ermeniler sadece şehrin küçük bir mahallesinde otururlarmış.

Birinci Dünya Savaşı’na kadar iki halk barış içinde yaşamışlar. Kir-velik ve özel dostluklara önem vererek aralarında güven ve dayanışma geliş-tirmişler.

Baba ocağımızBabam, varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Babası, Hacı, ticaret ve ziraatla

uğraşırmış. Ekmek fabrikaları, bağ ve bahçeleriyle hatırı sayılır bir zenginliğe sahipmiş.

Babam ve annem Erivan’da tanışıp evlenmişler. Abbas, Bekir ve Fah-riye kardeşlerimiz Erivan’da dünyaya gelmişler.

Ailemizin Erivan’da çok güzel bir konağı varmış. Ermeni bir ustanın elinden çıkmış bu binanın her tarafı çeşit çeşit oyma ve zanaat işiyle beze-liymiş. Odalar, “şahniş” denilen özel balkonlara açılırmış. Üç tarafı renkli camlarla kaplı bu cumbalar, eve saray havası verir, görenlerin hayranlığını celp edermiş.

Geniş bahçenin orta yerinde, çiçek tarhlarıyla çevrelenmiş şatafatlı

Süheyla Odoğlu

Süheyla Odoğlu

224

havuzu olan bu evi, büyüklerimiz bize bir masal gibi anlatılırlardı. Ailemize ait ayrıca “Delme” ve “Hacı Almemet” isimli iki adet de bağ

varmış.

Kaça-Kaç GünleriBirinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru bölge karışmış. İç savaş baş-

lamış. Babam tedirgin halde, ailesinin güvenliğini sağlamak için harekete

geçmiş. Aile, ikiye bölünmüş:Babam ve ağabeyim Abbas, Bakü üzerinden Trabzon’a; annem, kar-

deşlerim ve dayılarım da İran Azerbaycanı’na gitmişler. Annemin anlatırdı. Muhacir aileler, İran’da horlanmışlar, hüsnü kabul görmemişler.

Ortalık sakinleşince annem ve kardeşlerim, Erivan’a dönmüşler. Eri-van artık eski Erivan değildir! Müslüman nüfus çekip gitmiştir. Çoğunluğu sıtmalı bir bölgede iskana zorlanmıştır. Her gün telef olup gitmektedirler. Kaçabilenler çareyi Gence’de bulurlar.

Bolşevik İhtilali yılları... Zenginlerin mallarına el konmakta, direnen-ler Sibirya’ya sürülmekte...

Ailem hükümetten gelen baskılara dayanamaz, evin odalarını tanıma-dıkları ailelere tahsis eder.

Durum bu yönde her gün daha vahim bir hal alınca annem, bir yolunu bulup babamla haberleşir, “Erivan’da rahat yok!” mesajını iletir. Babamdan beklenen cevap gecikmez:

“Çocukları al bu tarafa (Türkiye) geç!”Annem ve iki kardeşim, 1920 yılında Erivan’ı terk edip, yasal yoldan,

Türkiye’ye giriş yaparlar. O sırada dayılarım, başka bir istikamete, Gence’ye doğru yola çıkmışlardır bile..

Servetini, mal ve mülkünü Erivan’da bırakan ailem, yeni bir yaşam serüvenin kapısını aralayarak Iğdır toprağına ayak basmış.

Babam, yanında ağabeyim Abbas’la, ailenin geri kalanını sınır kapı-sında sabırsızlıkla bekliyormuş. Annem köprüde göründüğü zaman yanında 8 yaşındaki Fahriye ablam ve Bekir ağabeyim varmış. Birbirinden uzun süre ayrı kalmış aile fertleri hasretle birbirlerini kucaklamışlar.

Önce Iğdır ve Kars’ta sonra da Erzurum’da kısa süreyle kalmışlar. Ba-bamın niyeti Erzurum’a yerleşip orada kalmakmış. Şehir ruhunu açamayınca tereddüt etmeden İstanbul’a doğru yola koyulmuşlar.

İstanbul GünlerimizSultanahmet’teki Konağımız

Babam Sultanahmet’te dört katlı bir konak satın alıp yerleşmişti. İşte

Iğdır Sevdası

225

bu konakta 1923 yılında dünyaya gelmişim.Sultanahmet Cami, konağımızın penceresinden görünürdü. Boş za-

manlarımda pencerenin yanı başına çöker, gelen gideni merakla seyre dalar-dım. Bazen elimde olmadan gözlerimi uzaktaki minarelerinden ayıramazdım. Ebeannem, halime acımış olacak ki fırsat buldukça elimden tutar, sessizliğe bürünmüş İstanbul sokaklarında beni gezdirirdi. Eve dönmeden, camiye gö-türmeyi de ihmal etmezdi.

İstanbul’a yerleşen babam, Azerbaycanlı üç ortakla, ticarete atıldı. “Erivani” isimli bir şirket kurup, Iğdır pamuğunu alım satım işleriyle ilgilen-di.

Ticari hayatı düzene girer girmez, babamın ilk işi çocuklarının eği-timine el atmak oldu. Babamın en büyük arzusu çocuklarını Fransız mek-teplerinde okutmaktı. Fahriye ablamı Nötr Dam’a; beni Jan Dark’a ve Bekir ağabeyimi de Saint Joseph’e kayıt ettirdi.

Bekir ağabeyim, daha sonra Galatasaray Lisesini bitirip Marsilya’da Ecole de Commerce’de (Ticaret Akademisi) eğitimine devam edecekti. Orada tanıştığı Azerbaycanlı bir kızla evlenip, okulunu bitirmeden İstanbul’a döne-cekti.

En küçük kardeşim Ayten, 1928 doğumlu olduğu için, henüz okul çağında değildi. Dokuzuncu yaşıma girdiğim yıl (1932) ailemizin kaderi bir kez daha sil baştan yazılacaktı.

Iğdır Günlerimiz“Birkaç yıllığına Iğdır”

Babam ticari ve şirket işleri nedeniyle yılın büyük bölümünü Iğdır’da geçirmek zorundaydı. Bu kez aile başka bir anlamda bölünmüştü.

Babam, İstanbul’da olduğu bir gün, anneme öneride bulundu:“Hanım, birkaç yıllığına Iğdır’a gidelim, işlerimi yoluna koyduktan

sonra geri döneriz!”Masum bir şekilde söylenmiş olan “birkaç yıllığına Iğdır” sözünün,

gerçekte kendisi için “bir ömür için Iğdır” olacağından habersizdi!

Hazırlık başlamıştı. Babam, iki erkek kardeşimin öğrenimlerine devam etmesi için İstanbul’da, tanıdıkların yanında kalmasını arzuluyordu. Ama kız çocuklarını annelerinden ayırmaya gönlü razı gelmiyordu.

Iğdır yolculuğuna çıktığımız zaman Fahriye ablam 20, ben 9 ve Ayten 4 yaşında idik. Fransız Sörler okulundan ayrılıp, gönlü buruk, bilmediğimiz bir kasabaya doğru yola çıkmaya hazırlandık. İstanbul’daki sosyal yaşamla içli dışlı olmuş ben ve özellikle Fahriye ablam için bu yolculuk aslında bir

Süheyla Odoğlu

226

kâbustan farksızdı.1932 yılında 3 kamyon dolusu eşyayla İstanbul’dan Iğdır’a yola çık-

tık. Sevdiğim İstanbul’u, denizi ve Sultanahmet’i gönlüm buruk terk ediyor-dum.

Bu ayrılık derdi yetmezmiş gibi, çok sevdiğim bambu ağacından sandalye ve tuvalet masasıyla, ablamın piyanosunu, yer darlığı yüzünden beraberimizde götürememiştik.

‘Vapur düdüğü!..’Ben ve ağabeyim şoför mahallindeydik. Günler süren yolculuktan sonra nihayet Iğdır ovası girmiştik. Bir ara kulağıma yabancısı olmadığım, İstanbul’dan aşina bazı sesler

geldi. Yüreğimdeki deniz sevgisi birdenbire uyanmıştı. Heyecanla,“Abi, bu vapur düdükleri de nereden geliyor?”“Deli olma kızım, ne vapuru! Bunlar camış (manda) böğürmesi!”

Babam, bizden önce Iğdırmava’da Ermenilerden kalma bir binayı satın alıp, restore ettirmişti. Eşyalarımızı içi yeni boyalı, pırıl pırıl evimize yerleştirdik.

Taşra hayatımız başlamıştı!

İlkokul Yılları12 Kasım İlkokuluna başladım..Her gün “Hamam Yolu” denilen tozlu ve çamurlu bir patikadan geçe-

rek okula gidip geliyordum. Çekingen ve sessizdim. Zamanla birkaç arkadaş edindim. Bağır Aras’ın oğlu Mazlum ve Dişçi İsmail Altay sınıf arkadaşlarım arasındaydı.

Iğdır Ortaokulu Yılları Taşra yaşantısına düşe kalaka alışıyordum. Fransız Kız Lisesinin di-

siplinli ve şatafatlı eğitimini bir yana bırakıp, taşra ilkokuluna gitmek ruhumu daraltıyor, içimi boğuyordu.

İlkokulu bitirdim ama gidebileceğim ortaokul yoktu. Bu duruma en çok üzülen de çocuklarının eğitimine özel bir itina gösteren babamdı. “Birkaç yıllığına Iğdır” düşüncesi artık geride kaldığı için, babam işi ciddiye alıp, ka-sabada ortaokul açılması için kolları sıvadı.

İl düzeyinde girişimlerde bulundu. Sonuç alamayınca, sağa sola mek-tuplar gönderip üst mevkilerdeki dostlarının yardımını istedi. İşi şansa bırak-mamak için de Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Hasan Ali Yücel’e telgraf çekti. Bunca uğraşı ve didinmesi boşuna olmamıştı. Ertesi yıl Iğdır Ortaokulu

Iğdır Sevdası

227

törenle açıldı. 1937 yılında ortaokula başladım. Geçen zamanla taşranın sade fakat

candan ve renkli yaşamına ayak uyduruyor-dum. Sınıf arkadaşlarım da neşeli ve şakacı çocuklardı.

Sınıfta dördü kız 64 talebeydik. Kız öğrencilerin isimleri bugün bile aklımda: Fotoğrafçı Sadık Bey’in kızı Vecihe, Fürüze ve Nihal.(Niş). Erkek öğrencilerden aklım-da kalanlar Mecit (Hun), Dadaş ve İbrahim.

(Sınıf arkadaşım Nihal Niş subay kökenli Kemal Niş’in kızıydı, aynı zamanda Fenerbahçe kulübünün antrenörü Necdet Niş’in de yeğeniydi.)

Mecit Bey’in “Palmiye Ağacı” sevdasıMecit (Hun) Bey’le Iğdır Ortaokulunda aynı sınıftaydım. Mecit Bey alışılmışın dışında bir öğrenciydi. Buna birçok vesileyle

şahit oldum. Ancak bir gün sınıfta tanık olduğum bir olay vardı ki beni ta-mamen şaşkınlığa itmişti. Iğdır gibi küçük ve Doğunun ücra bir kasabasında doğup büyümüş bir öğrencinin ilginç iç dünyasını ve hayal gücünü anlatan bu olay yıllarca zihnimde bir istifham (soru) olarak kaldı. Olay şöyleydi:

Ortaokul son sınıfta (1940) Türkçe dersindeydik. Hocamız, sınıfa kompozisyon yazma ödevi vermişti. Konu serbesti ve isteyen istediği konuda yazabilecekti. Herkes harıl harıl, var gücüyle bir şeyler karalamaya çalıştı.

Aradan birkaç gün geçti. Türkçe hocamız elinde bir tomar kağıtla sınıfa girdi. Mecit Bey’i tahtaya çağırdı, eline kendi yazmış olduğu kompo-zisyonu tutuşturarak:

“Evladım, yüksek sesle oku!”, dedi.Mecit Bey okudukça garip bir duyguyla irkildim. Nasıl olmasın dı

ki! Bu genç çocuk yazmış olduğu kompozisyonda Hatay’ı anlatıyor, oradaki palmiye ağaçlarının güzelliğinden ve bilmem daha nelerinden bahsediyordu!

Sınıftakiler bir şey anlamadılar. Çünkü Iğdır’da değil palmiye ağacı, böyle bir ağacın varlığından bile insanların haberi yoktu. Dışarıyla temasın ve haberleşmenin çok zor olduğu böyle bir dönemde böylesine bir kompozisyon yazabilmek bana şaşırtıcı gelmişti.

Gerek Fransız mektebinde, gerekse aile içi sohbetlerde palmiyeler hakkında işitmiş, kitaplarda okumuştum. Varlığından haberdardım. Peki ya bu delikanlı? O anda uzun uzun düşündüm:

“Tanrım, nedir acaba Mecit’in zihnini ateşleyen düşünce ve özlem?”

Süheyla ve Ayten Kardeşler

Süheyla Odoğlu

228

Mecit Bey’in matematiğe de özel bir ilgi ve yeteneği vardı. Çok defalar ön sıradaki yerimden kalkıp ona yakın bir yerde oturur, bilgisinden yararlanırdım. Fahriye Ablam

Ben ve küçük kız kardeşim Ayten, düşe kalka taşra yaşamına adapte oluyorduk. Ancak Fahriye ablam için aynı şey söylenemezdi.

Yaşı yirmiyi aşıyordu; bu yüzden hareketlerinin kısıtlandığını biliyor-du. Her gün biraz daha neşesini kaybediyor ve ruhu sıkıntısı yüz ifadesinde kendisini belli ediyordu. Çarpık ve zayıf bir sosyal yaşantının orta yerinde genç kızlığını doyasıya yaşayamamanın ezikliğini taşıyordu. Fransız Kızlar mektebindeki günleri, geride kalmış, şimdi sadece onun hayallerini süsleyen birer teselliydiler.

Fahriye ablamın kasabada beraber olabileceği, konuşabileceği muha-tabı da yoktu. Onun yaşındaki kızlar çoktan evlenmiş, çoluk çocuğa karışmış ev kadınıydılar.

Fahriye ablam bazı günler tek başına giyinir kuşanır, kasabanın birkaç mağazadan ibaret alış veriş merkezine iner, çoğu zaman bir şey almadan yü-zünde buruk bir ifadeyle eve dönerdi.

Bir gün Fransız Kızlar mektebinden hatıra olarak yanından ayırmadı-ğı bir şapkayı giyinip kasaba merkezinde turlamıştı. Siyah renkteki bu şapka-nın, tıpkı Ermeni rahibelerde olduğu gibi yüze doğru inen ince bir tülü vardı. Kasabada kadınlar arasında:

“Başında tele olan Ermeni kızını gördün mü?”, şeklinde dedikodular oldu. Fahriye ablam daha da eve kapandı.

Bir gün de mahalledeki kızların heveslendirmesiyle ‘Trabzon çarşafı’ denilen türden bir çarşafa bürünüp çarşıya çıkmışlardı. Alışık olmadığı bu kı-yafetle gezinirken, çarşının orta yerinde, çarşaf kafasından kayıp omuzlarına düşmez mi! Eve geldiklerinde bunu anlatıp gülüyorlardı. Atılan kahkahalara meraklanan babam ne olduğunu öğrenince:

“Kızım ben bu kasabaya medeniyet getirmeye çalışıyorum, sen de çarşafla örtünüp uzaklaşıyorsun”

Annemin anlatımına göre, Fahriye ablamın ismini bir roman kahra-manına atfen koymuşlardı. Ablamın gerçek kaderi de bir roman kahramanın zikzaklı duygusal çalkantıları içinde, acı ve yürek parçalayıcı olaylarla do-luydu.

Iğdır Sevdası

229

Iğdır’daki Evimiz Iğdırmava, ilçenin en gözde mahallesiydi.

Geniş bir sokağın etrafında sağlı sollu, Ermeni yapısı taş binalar sıralanıyordu. Babam da bunlardan birisini satın almış, zevkince restore et-tirmişti.

Döşemesi ve tavanı ince uzun tahtalarla kaplıydı. Odalar farklı renk-lere boyanmıştı. Ama yine de bordo ağır basıyordu.

Restorasyon işini Yanoş isimli bir Macar ustaya yaptırtmıştı. Koca-man kapıları, geniş salonu, ön ve arka balkonuyla, evimiz daha çok Rus mi-marisinin özelliklerini taşıyordu.

Evin sokağa bakan ön cephesinde iki kapı vardı. Birisi; küçük bir balkona; “Balyez” isimli kocaman olanı da bahçeye açılırdı. Balkona kapı-sından, “portmanto” denilen küçük bir koridora girilirdi.

Gelen misafirler önce “portmanto”da karşılanırdı. Buradan açılan bir kapı doğrudan salona bağlanırdı.

Salon da göze çarpan ilk şey, İstanbul’dan getirttiğimiz, duvar boyu aynaydı. Yerler nadide İran halılarıyla kaplıydı.Günün modasına uygun mo-bilyalarımız salonun güzelliğini tamamlardı.

Bir köşede “Standart” marka aküyle çalışan bir radyomuz vardı. 30’lu yıllarda bu aynı zamanda kasabanın ilk ve tek radyosuydu. Akünün olmadığı zamanlar amcam küçük pilleri birbirine bağlayıp kocaman bir batarya hazır-lar, radyoyu çalıştırırdı.

Amcam teknik konulara meraklıydı. Her odaya hoparlör bağlamıştı. Böylece, evin içindekiler salona gitme gereğini duymadan radyo yayınlarını dinleyebiliyorlardı!

Elektrik yoktu. Lüks lambaları kullanılırdı. Fısıldayarak ışıldayan bu lambalar her odada bu iş için düşünülmüş özel bölmeye yerleştirilirdi. Ka-ranlık basar basmaz yardımcı kız, lambaları zahmetle hazırlar tek tek odalara dağıtırdı.

Çeşme suyu yoktu. Bahçedeki kuyunun üzerine yerleştirilen bir tu-lumbadan çekilen suyla ev halkı bütün ihtiyacını karşılardı. Yine amcamın geliştirdiği bir sistemle, kuyudan çekilen su evin üzerindeki kocaman bir tankere dolar, borularla eve dağıtılırdı.

Geniş bir banyomuz vardı. İçindeki termosifonla her an sıcak su elde etmek mümkündü. Isınma sorunumuz da yoktu. Kış aylarında evimiz merkezi bir ısıtma sistemiyle ısınırdı. “Peç” denilen, daha çok Rus mimarisinde kulla-nılan fırın tarzı bir ocakta ısınan sıcak hava duvarlar arasındaki gizli bölme-lerden geçerek odaları dolaşır, evi ısıtırdı.

Fırın kocamandı. Genellikle pamuk çiğidi yakılırdı. Kabaca iki el ara-

Süheyla Odoğlu

230

ba dolusu çiğit evi 24 saat ısıtabilirdi. Arada bir tezek yaktığımız da olurdu. Evimizin kullanışlı olmasını sağlayan bir özelliği de tuvaletin içeride

olmasıydı. O yıllar herkesin tuvaleti bahçe içinde, evden uzakta küçük ku-lübede şeklinde olurdu. Şehir yaşamına alışkın birisi için tuvaletin ev içinde olması o kadar önemliydi ki!

Buzdolabımız yoktu. Gerçi elektrik olmadan da çalışan buzdolapları vardı. Böyle bir buzdolabını ilk kez 1936 yılında abimin İstanbul’daki evinde görmüştüm. Tenekeden yapılmış kocaman bir kutuyu andırıyordu. İçindeki özel bölmeye sokak aralarında satılan buz bloklarından birkaç tanesi yerleşti-rilirdi. Buzun soğukluğu 24 saat kadar her şeyi pekala muhafaza edebiliyor-du.

Evin ilk mimarisinde mutfak yeri öngörülmemişti. Restorasyon sı-rasında babam bu ihtiyacı karşılamak için özel bir bölme ilave ettirmişti. Mutfağa bitişik, etrafı boydan boya camekanla kaplı küçük bir balkonumuz vardı. Babamın Bolu’dan getirttiği özel aşçımızın pişirdiklerini bu balkonda yerdik.

Evin arka cephesinde kocaman bir balkonu vardı. Buradan inen mer-divenler, dikdörtgen şeklinde, içinde harika armut ağaçlarının olduğu uzun bir bahçeye açılırdı. Bu kadar lezzetli armutları ikinci kez sadece Konya’da yediğimi hatırlıyorum.

Babamın vefatından sonra ağabeyim bu evi Hacı Ömer Şark isimli bir tüccara sattı.

Babamın Ağaç SevgisiBabam çok yönlü bir insandı. Bir yandan bağ ve bahçecilik bir yandan

da çeltik ve çırçır işiyle ilgiliydi. Ama itiraf etmeliyim ki babamın en çok se-verek yaptığı iş bağ ve bahçecilikti.

Yüreğinde sanki Erivan’daki baba evinin bağ ve bahçelerini yeniden yaratma arzu ve isteği vardı. Zamanın büyük kısmını ağaçların arasında ge-çirir, yorulmadan, bıkmadan çalışırdı. Doğrusu babamın bu ağaç sevgisi biz çocukları kıskandırmıyor da değildi.

Babamla konuşmam gereken önemli bir konu vardı. Bahçeye yanına gittim.

Elinde kocaman bir makasla, itina ve sevgiyle ağaçların arasında dolaşıyordu. Uzakta bekledim. Kendi kendime, “İşine ara verdiği bir an ko-nuşurum!”, dedim. Dakikalar geçti, babam ne mola verdi ne de beni fark etti. Kızgın karşısına dikildim, zorlayıp ağaçla arasına girdim:

“Babacığım, siz bu ağaçları bizden daha mı çok seviyorsunuz?”

Iğdır Sevdası

231

“Neden böyle bir duyguya kapıldın güzel kızım?”“Hani dün bana verdiğin bir söz vardı. Unuttun mu!”“Hayır, hayır kızım! Bu ağaçları sizin için seviyorum, bunların hepsi

sizin, bu yüzden onları seviyorum!”

Babam hazır cevaplılığı, şakayı ve espriyi elden bırakmazdı.

Bağlarımızİş ve ticaret konusunda babamın hayalleri genişti. İyimserlik yüklü bir

kararlılığı vardı. Iğdır’da tek tük bahçeler vardı. Onlar da küçük ve ihmal edilmişti.

Hatırladığım kadarıyla bunlardan birisi ‘Armutlu Bağ’ olarak bilinirdi. Bir de Topçular’da bir bağ vardı. Şeftali, kaysı falan yoktu.

Bir gün babam kimsenin cesaret etmediği veya aklına getirmediği bir işe girişti.

Alikamerli köyüne yakın geniş bir araziyi iskan hakkı olarak almıştık. Buna ek olarak bugünkü Devlet Hastanesinin olduğu yerde ikinci bir araziyi de kendi parasıyla satın aldı. Kısa sürede bu iki arazi üzerinde 100,000 kavak, binlerce elma, şeftali, kaysı ı vs. ağacı ekimi yaptı. Ayrıca bağ ve bostan işine de el attı: Üzüm, karpuz, domates, biber, patlıcan...

Aile jargonunda bu arazilerden ilkine, ‘Büyük Bağ’, ikincisine de ‘Küçük Bağ’ ismini taktık.

Kayısı ağacını Iğdır’a ilk babam getirtmişti. İlk gelen ağaçlar verimli olmayınca, babam bıkmadan usanmadan değişik aşılar yaparak nihayet Iğdır toprağına ve iklimine uygun bir cins geliştirmeyi başarmıştı. Bugün kaysısıy-la meşhur Iğdır’ın, bu yönde ilk temellerini babam atmıştı!

FabrikalarımızÇeltik ve un (pirinç) fabrikalarımız vardı. Iğdır’da ilk çeltik fabrikası-

nı –ortaokulun karşısında- babam açmıştı. Ama bizimkinden önce birkaç tane un fabrikası faaliyet gösteriyordu.

Babamın severek açtığı bir de konserve fabrikamız vardı. Bu işe büyük hayaller bağlamıştı. Gerçi bugünkü teknolojisiyle karşılaştırıldığında iptidai görünebilirdi ama zamanın koşullarında büyük bir girişimdi.

Şeftali konservesi imal eden bu iş için yüzlerce kadın görevlendiril-mişti.

Şeftaliler toplanıp yıkanırdı. Soyulup ikiye bölünür, çekirdeği atılırdı. Şeftaliler yuvarlak küçük teneke kutulara istif edilirdi. Tenekeciler kutuların kapağını kapatıp lehimlerdi. Seri şekilde elde edilen kutular sıcak suyun oldu-

Süheyla Odoğlu

232

ğu bir tekneye atılırdı. Birkaç dakika bekletildikten sonra çıkarılıp kurumaya terk edilirdi. Nihayet şirketin adını vs. taşıyan bir kağıt kutuya yapıştırılırdı.

Mallar kamyonlarla Türkiye’nin dört bir yanına dağıtılırdı. Hatta Al-manya’ya bile bağlantı kurmuşlardı. Babamın en büyük özlemi bu işi daha profesyonel yapabilmek, uçaklarla dünya marketine ulaşabilmekti.

Babam ürünlerini uluslararası fuarlara da gönderirdi. İzmir fuarından babama ürün kalitesi ve paketleme tekniği nedeniyle özel bir diploma bile göndermişlerdi!

Babamın Melankolik Vatan AşkıBiz çocuklar için babamızın İstanbul’u bırakıp Iğdır’a gelmesi anlaşı-

lır bir şey değildi. Eğer tüm isteği bağ ve bahçecilikse bunu pekala Yalova’da da yapabilirdi. Hatta bir gün Ahmet Ağaoğlu babama:

“Naki Bey, ticaret adamısınız, herhalde elinizde para vardır. Atatürk diyor ki, ‘Bu Çankaya çok para edecek, ahbaplarına söyle buralardan yer al-sınlar!’”, diye önerir.

Babam isteklenip kaparo bile verir. Bu gibi iş ve ticaret fırsatlarına rağmen babam her şeyi tepe taklak bırakıp Iğdır’a gelmişti. Benim için bu bir muammaydı. Ama bir gün tanığı olduğum bir olay bu soruyu cevaplaya-caktı:

Aras nehri kıyısında Dize adında bir köy vardır. Erivan şehri, bu kö-yün karşı kıyısında bütün haşmetiyle uzanır. İyi bir günde Aras’ın kıyısından şehrin merkezindeki her türden faaliyet çıplak gözle bile seçilebilirdi. Babam bazı günler bu köye gelir, tepenin Erivan’a dönük yamaçlarından birine ses-sizce otururdu.

O gün beraberdik. Babamın gözleri Erivan’a bir zaman asılı kaldı. Yüzü durgunlaştı. Yüreğinde bilemediğim özlemlerin ve fırtınaların koptuğu-nu hissediyordum: Baba ocağı, bağ ve bahçeler, çocukluğu ve gençliği ... Ve bir gün her şey bıçak gibi kesilip atılmış, baba ocağı kendisine yasaklanmış, sınırlar kapanmıştı. Bu anlaşılması zor haksızlık yüreğinin üzerine ağır bir taş gibi çökmüştü.

Babam birden sessizliğini bozdu. Yüzünü dirseklerine gömdü ve daha fazla dayanamayıp hıçkırıklara boğuldu. O gün babamı Iğdır’a bağlayan bilmeceyi çözmüştüm: Baba ocağı hasreti!

İstanbul’daki Sosyal YaşantımızSultanahmet konağı

Sultanahmet’teki konağımız Azeri muhacirlerin buluşma yeriydi. Babam siyasi gruplaşmalara ilgi duymazdı. Herkesle dostluk bağları-

Iğdır Sevdası

233

nı canlı tutar, siyasi polemik ve çatışmalardan uzak kalmaya özen gösterirdi. Hümanist yaratılışlıydı. Değil bir insan, karıncayı bilet incitmekten çekinirdi. Herhalde bu yaratılışı nedeniyle arkadaşları da onu candan sever, sık sık zi-yaretine gelirlerdi.

Babam maddi veya sosyal sıkıntısı olan Azeri muhacirlere yardım elini uzatır, himayesine alırdı. Onlarla baba gibi ilgilenirdi.

Önemli isimlerin katıldığı balolar veya ev partileri düzenlenirdi. Bu günlerden kalma güzel anılar, hâlâ belleğimde yer etmiştir.

Konağın en güzel ve büyük salonunda kocaman bir soba yanardı. Yıllarca sürgünlerde sıkıntılar yaşamış muhacir dost ve ahbaplar neşeyle bir araya gelir, sobanın etrafındaki koltuklara kurulurlardı. Uzun sohbetler ve fıkralar geceyi süslerdi.

Bazen de konuşmalar ciddiyet kazanır, nihayet birisi öne çıkıp başın-dan geçen zor günler, acı bir anı olarak titrek sesle anlatırlardı. Daha çok Rus gizli polis örgütü Çeka’nın adı geçerdi. Çeka’nın acımasızlığından, estirdiği terörden konuşurlardı. Çocuktum. Buna rağmen duyduklarım yüreğimi ürper-tiye boğar, pür dikkat dinleme neden olurdu. Bu hikâyelerin çoğu bunca yıl aradan sonra hâlâ hafızamda o anki tazeliğiyle yer etmiştir.

‘Ey Vatandan Gelen.....’Ev toplantılarına önemli isimler de katılırdı. Azerbaycan Cumhu-

riyeti’nin kurucusu Mehmet Emin Resulzade, başbakan Kerim Yücel’in ailesinden Ağ Kerim ve Kara Kerim Beyler, Hacı Bekof’lar, Baküxanof’lar, Gencexanof’lar, Kırım reisinin kızı ve daha nice tanımadığım önemli isim evimizin aşina misafiriydiler.

Kocaman bir masanın etrafında oturulurdu. Gelenek olarak araların-dan birisini ‘Tamada’ , yani “konuşmaları yöneten” olarak seçilirdi. Eğer biri-si konuşmak isterse Tamada’dan izin almak zorundaydı. Böylece konuşmalar disiplinli bir şekilde yapılır, geceye herkesin katılımı sağlanırdı. Bazen de toplu halde şarkılar söylenir, Azerbaycan yad edilirdi. Bir gün yine Resulzade Bey’in da olduğu bir toplantıda 5-6 yaşında bir çocuk olarak, öne çıkıp:

“Ey vatandan gelen el aşinası..” diye bir şarkı vardı, onu söyledim. Oda birdenbire derin bir sessizliğe gömüldü. Şarkımı bitirdiğim zaman hepsi ellerinden mendil, gözyaşlarını kuruluyorlardı.

Arada bir de “Union Française” olarak bilinen binada toplantı olurdu. Azerbaycan tarihi bir masal şeklinde anlatılır, şiirler okunur sonrada biz ço-cukların ellerine Azerbaycan bayrakları verip, güle oynaya dans ettirirlerdi.

Azeri aristokrat ve zengin aileler kaçtıkları zaman bütün mücevherat-larını beraberlerinde götürmüşlerdi. İlk zamanlar bunları satarak geçimlerini

Süheyla Odoğlu

234

sağlamışlardı. Bir inci tanesinin satışından ellerine geçen para, bir aylık mas-raflarını karşılıyormuş. Tabii sonra, yavaş yavaş, yoksullaşmışlar. Hatta öyle ki parasızlıktan yer süpürenler bile olmuş! Fahriye Ablamın Otomobil Sefası

İki otomobilimiz vardı. Bir tanesi Fahriye ablamı Nötr Dam Lisesi-ne götürüp getirmekle meşguldü. Ablam özenle arabasına kurulur, İstanbul sokaklarını keyfince turlardı. Kendisini İstanbul’un sosyetik yaşantısına kap-tıran ablam, birkaç yıl sonra kendisini bekleyen monoton taşra yaşamından habersizdi.

Tiyatro ZevkiBabam tiyatro ve sinemaya çok meraklıydı. Fırsat buldukça hep be-

raber, büyük bir heyecanla hazırlanır, İstanbul’un ışıltılı salonlarına hücum ederdik. Babam olmadan dışarı çıkmazdık. Bu yüzden, babam iş nedeniyle İstanbul’dan ayrıldığında, geri dönüşünü heyecanla beklerdik.

Babam gençlik yıllarında da sık sık Bakü’de tiyatroya gidermiş. Şu anısını anlatmıştı:

“Bakü’nün en şatafatlı tiyatrosundaydık. Salon hınca hınç doluydu. Zengin şehir Bakü’de kadınlar bütün mücevheratlarını kollarına ve boyun-larına takıp gelmişlerdi. En ufak bir ışık huzmesinde mücevherler parlıyor, binlerce yansımayla salon kendiliğinden aydınlanıyordu. Bu yüzden tiyatro perdesini açmak mümkün olmuyordu. Yönetim mecbur kalıp, program başla-madan önce bir anons yaptırdı:

“Hanımlar lütfen çarşaflarınız giyinik oturun!” Iğdır’daki Sosyal YaşantımızFaytonlarımız

İki faytonumuz vardı. Birisi daha çok alış veriş işlerine ayrılmıştı. Ar-kasında uşakların oturabileceği bir bölme vardı. Babam bu faytona kasalarla meyve ve sebzeyi yükler çok sevdiği dost ve ahbaplarına dağıtırdı.

Diğeri fayton daha çok binek olarak kullanılıyordu. Kocaman bir yay üzerine oturtulduğu için sallana sallana giderdi. İçine doluşur, zevkle akşam sefası yapardık.

Giyim KuşamElbiselerimizi Iğdır’dan almazdık. İstanbul’da yengemiz vardı. Man-

to, palto, etek gibi giyecekler için herkesin beden ölçüsü alınır, siparişler gönderilirdi. Arada bir Erzurum’a da giderdik. Acil durumlarda amcam yardı-

Iğdır Sevdası

235

mımıza koşardı. Fevkalade bir terziydi. İstanbul’dan gelen kumaşlardan çok güzel elbiseler dikerdi.

Çok nadiren de olsa Iğdır’daki birkaç mağazadan alış veriş yapardık. O zamanlar Gulem Çağlar’ın tuhafiye mağazası vardı. Güzel günlerde baba-mızı ortamıza alır, üç kız kardeş alış verişe çıkardık.

Bir keresinde yine babamla beraberdik. Bir mağazadan diğerine ayak-kabı beğeniyorduk. Babam isteklerimizi kıramadığı için o gün her birimiz üç çift ayakkabıyla eve dönmüştük! Annem bundan pek hoşlanmamıştı. Babama çıkıştı:

“Yaptığın doğru değil. Kızları böyle şımartıyorsun, yarın evlendikleri zaman aynı şeyi kocalarından bekleyecekler!”“Merak etme hanım! Benim kızlarım asildir!”

Okul MalzemesiOkulların başlamasına yakın ağabeyim İstanbul’dan paketler dolusu

defter, kalem, kitap vs. gönderirdi. Heyecanla oturup salonun orta yerinde bu paketleri açar mutlulukla paylaşırdık. Ayrıca güzel çantalar, mantolar, bir de o yıllarda romatizma illetine yakalandığım için özel şason ve geytırlar (ayakka-bılar) gönderirdi. Bacaklarımızı toz ve çamurdan korumak için dizden aşağı düğmelenen tozluklarımız bile vardı!

Okula gittiğimiz zaman sınıf arkadaşlarımız etrafımızı sarar, gıpta ve merakla:

“Bunları nereden aldınız?”, gibisinden sorarlardı.Evimizde gazete hiç eksik olmazdı. İstanbul’dan gecikmeyle elimize

ulaşırlardı, ama büyük bir istekle okurduk. Zengin bir kitaplığımız vardı. Ale-xander Duma’nın Fransızca kitapları en çok okuduklarım arasındaydı. Kitap sevgim o kadar ileriydi ki yeni yapılan ortaokulun kütüphane sorumluluğunu bana havale ettiler. Ben de ablamla beraber hangi kitapların alınması gerekti-ğini liste halinde düzenleyip müdüre vermiştim.

Günlük yaşam Iğdır’da pastane veya sinema gibi yerler yoktu.

Babam Iğdır’a sinemayı getirmeye heveslenmişti. Bunun için birçok defalar Erzurum’a gidip geldi. Ancak bilmediğim nedenlerden dolayı bu sev-dasından vazgeçti.

Iğdır’da erkeklerin oturduğu kahvelerden başka da sosyal yaşam yok gibiydi.

O yıllar Iğdır’da cami yoktu. Şehir merkezinde bir Ermeni kilisesi vardı. Pembe yontma taşlardan yapılmış harika bir kiliseydi! Sonraki yıllar

Süheyla Odoğlu

236

öğrendim ki bu güzelim kiliseyi yıkmışlar! Bunu gerçekten anlamakta zorluk çekiyorum. Madem ki biz Müslüman’ız ve madem ki bizim peygamberimiz onların peygamberini kabul etmiş, o zaman ne diye yıkıyorsunuz?

. Babam dinine çok bağlıydı fakat bağnazlığı sevmezdi. Çağdaş ya-şamak isterdi. Her türden mezhebe karşıydı. Özellikle kapalı giyim kuşama tahammülü yoktu.

“Peygamberimiz zamanında mezhepler yoktu! Allah’ın Kuran’ından başka hiçbir şeye inanmam!” derdi.Arada bir bayram namazına giderdi. Evde de namazını kılar orucunu

tutardı. Babam, Iğdır’da bir cami açılması için el ayak olmuştu. Epeyce yar-dımda toplanmıştı.

Askeri BalolarBununla beraber arada bir askeri balolar organize edilirdi.Giyinip

kuşanır, mücevheratlarımızı özenle takıştırır baloya giderdik. Doğrusu dans etmeye çekinirdim. Gitmeden önce babama:

“Baba! Ben dans etmeyeceğim, tamam mı!”, diye şart koşardım. “O ne demek kızım, düğün eğlence ve oynamak içindir. Elbette dans edeceksin! Seni dans ederken görmek bana mutluluk verir.”

Babam gerçekten modern düşünceli bir insandı.

Bir gün yine askeri balodayız. Kolumda babamın İran’dan getirdiği çok güzel bir bilezik vardı. Herhalde fermuarı bozulmuş olacak ki bileziği kaybetmiştim! Sağa sola bakındım, nafile! Babam çıkageldi:

“Kızım ne aranıyorsun böyle!”“Bileziğimi kaybettim!”“Bunun için mi böylesine üzüntülüsün, güzel kızım! Ben sana İstan-bul’dan daha iyisini getiririm! Haydi, şimdi gidip şaraplarımızı içip, keyfimize bakalım!”

Babam gerçekten de bana İstanbul’dan bir bilezik getirdi. Hem de daha güzelini! Ev Davetleri

Evimizden misafir eksik olmazdı. Sofralar büyük bir ihtimamla hazır-lanırdı. Aşçımız ve yardımcıları hummalı bir çalışmayla en güzel yemekleri, çeşit çeşit pastaları sofraya dizerlerdi. Babam böyle günlerde sofradan şarabı

Iğdır Sevdası

237

eksik etmezdi. Bir keresinde bir paşa ve maiyeti evimize davetliydi. Sofradaki zen-

ginliği görünce kendini alamadı:“Naki Bey, bu pastaları nereden getirttiniz?”“Paşam, bunların hepsi evde hazırlandı!”“!!”

Tangolar ve Azeri MüziğiBazı günler misafirler salonda toplanır, çay ve pastaların eşliğinde taş

plaklarda çalan tangolar dinlenirdi. Kendisine müziğe ve ritme kaptıranlar, dayanamaz dans ederlerdi.

Bazen de mahalle düğünleri olur, canlı ve folklorik Azeri müziği eşli-ğinde kendimizden geçercesine dans ederdik

Zamane Yolculuğu1936 yılında annemle İstanbul’a gidip gitmiştim. Yolculuğun tamamı

4 günü kamyonla 4 günü de vapurla, 8 gün sürmüştü. Kamyonla birinci gün Kars’a, ikinci gün Erzurum’a, üçüncü gün

Zigana geçidi üzerinden Bayburt’a ve nihayet son gün Trabzon’a ulaşılırdı. Yolculuğun en zor anı Zigana geçidini derin uçurumlara bakarak inmekti. Her an şarampole yuvarlanma korkusuyla içimiz titrerdi. Ayten, daha fazla daya-namaz “Burasını nasıl ineceğiz!” der ve uyumaya çalışırdı.

Trabzon’dan güzel bir vapur seyahatiyle 4 günde İstanbul’a varılırdı. Aile Şerefi En Önemlisi

Annem ne zaman ki eski günleri yad etse:“Çocuklar, biz Erivan’dan bir cibinlik ve bir çuval elbiseyle ayrıl-dık!”, derdi.Bir de yolculuk sırasında aile mücevheratını kemerinde saklamış!

Öylece Iğdır’a oradan da İstanbul’a gitmişler. Bu servet sayesinde yeni bir hayat kurabilmişler.

Annem için yeni bir aile düzeni ve ev kurmak zor değildi. Erivan’da-ki evini öylece bırakıp İstanbul’a gitmişti. Orada on yıl kaldıktan sonra bu kez Iğdır’a ve orada da on yıl kaldıktan sonra tekrar İstanbul’a dönmüştü. Malın ve mülkün kazanılıp ve kaybedileceğini kabullenmişti. Bu yüzden arada bir çocuklarına nasihat ederdi:

“Kızlarım, Erivan’da, İstanbul’da ve Iğdır’da yaptım ve dağıttım. Paraya, mala mülke ehemmiyet vermeyin. Önemli olan aile şerefinizdir. Ona leke gelmesin!”

Süheyla Odoğlu

238

Romatizma İlletiAnnem (Münevver Hanım) uzun yıllar romatizmadan muzdarip-

ti.Yaşamının son 25 yılını yatakta geçirdi. Tekerlekli sandalyesiyle ev içinde dolaşır, gücü yettiğince ev halkıyla bir şeyleri paylaşmak isterdi.

Hastalığının artık onu bırakmayacağına inandığı bir gün babama ye-niden evlenmesi için istekte bulundu. Babam bu öneriye bütün şaşkınlığı ve kızgınlığıyla cevapladı:

“Ben çocuklarımın annesi üzerine asla böyle bir şey yapmam! Sen benim sevgili karımsın.Yaşamımın bir parçasısın!”

Babam anneme özel bir ilgi gösterir, ona hiç kimseye göstermediği şefkatle konuşurdu. Bahçeden kendi eliyle topladığı en güzel meyve ve sebze-leri özenle hazırlar, önüne koyardı. Yolculuk dönüşü, en güzel hediyeler anne-me gelirdi: Son moda parfümler, pahalı mücevheratlar ve daha neler neler...

Babam eve geldiği zaman annemin etrafından ayrılmazdı. Yemek zamanı bile gider annemin tekerlekli küçük masasının bir köşesine ilişir, be-raber yerlerdi. Babam bazen içlenir:

“Karıcığım, seni bir kez dahi olsun ayakta görebilmek dünyalara be-del olurdu!”, derdi. Babamın ince şefkat duyguları ona neler yaptırmazdı ki! Annemin

yanı başındaki vazoya gül koyar, kendi eliyle annemin saçlarını tarar ve ko-nuşarak tüm sevgisini onunla paylaşırdı.

Bunca yıl sonra babamın bizlere ve anneme gösterdiği ilgi ve sevgiyi düşündükçe boğazım düğümlenir, böylesine iyi bir insandan ayrı kalmanın hüznünü yaşarım.

Babama Casusluk Suçlaması Iğdır küçük bir kasabaydı, fakat yol kavşağındaydı. Sınır boylarından

kaçak gelen muhacirler Iğdır’da toplanır, buradan gönüllerinin istediği yere giderlerdi.

O yıllar hükümeti en çok uğraştıran konu da Rusya’dan gelenler ara-sında casus olabileceğiydi! MİT Müfettişi Hüsnü Bingöl casusluk ve karşı casusluk faaliyetlerini dikkatlice izler ve yönetirdi. Belliydi ki görevini icra ediyordu. Ancak bir hatası ailemize pahalıya mal olmuştu.

Hüsnü Bingöl’ün karşı casusluk faaliyetlerini örgütlediği günlerdi... Iğdır-Erivan arasındaki sınır köprüsü normal geçişlere kapatılmış fakat henüz ticarete açık tutuluyordu. Hüsnü Bingöl bir gün babamı huzuruna çağırttı:

“Naki Bey, Aras’ın diğer tarafında amca çocuklarınızın olduğunu biliyorum. Bir tacir olarak oraya gidip kardeşinizi bizimle lehimize bilgi top-laması ikna edin! “

“Üzgünüm ama böyle işlere girmem!”

Iğdır Sevdası

239

Bir amcam bizimle beraber kalıyordu. Aras’ın ötesinde de kuzen ve dayılarımızın olduğunu bilirdik, ama hepsi o kadar. Hiçbir haberleşmemiz yoktu.

Babam kimseden korkmazdı. Düşündüğünü söyler ve doğru bildiğin-den şaşmazdı. Belki de babamın bu korkusuz tavrı yüzünden Hüsnü Bingöl babamın verdiği red cevabına alınmıştı.

Bir gün, sivil emniyet güçleri babamın kuzenlerinden birisini, Rusya-’da usta bir senaryoyla yakalatıp Iğdır’a getirtmişler, casuslukla itham edip, göz altına almışlardı. Çok geçmeden soruşturma babama kadar uzanır. Öyle ya kuzeni casusluk suçundan yakalanmıştır!

O yıllar 16-17 yaşlarındaydım. Polisler eve doluştular. Babamı ve am-cam Hüseyin’i gözaltına aldılar. Amcam saralıydı ve yakın gözetime ihtiyacı vardı. Fakat bunu anlamak istemediler.

Polisler salona girer girmez radyonun etrafını aldılar, sevinçle:“Vericileri bulduk! Casusları yakaladık!”, diye bağırdılar.

Bizden başka kimsenin evinde radyo yoktu. O türden cihazların sadece askeri amaçla kullanılabileceği inancı vardı. Ben yerimde duramıyor, bu hak-sızlığa isyan ediyordum. Müdahale ettim:

“O verici değil! Radyo!”

Kimsenin beni dinlediği yoktu. Bu kez dikkatlerini, amcamın özenle odalara yerleştirdiği hoparlörler çekti. Büyük bir şaşkınlıkla bu sistemi ince-lediler. Kendi akıllarınca büyük bir casusluk şebekesini ele geçirmişlerdi!

Radyo dinlemeyi çok severdim. Günümün önemli bir bölümünü rad-yonun başında geçirirdim. Radyonun kocaman düğmesini sağa sola kıpırdatır bir istasyondan diğerine dünyaya kulak verirdim. En çok da İtalyan radyo-sunu dinlerdim. Roma istasyonu, saati geldiği zaman kalbimi hoplatan bir anonsla yayınına başlardı:

“ Ci diffisone Rome. Posto di Turchia” yani “Burası Roma radyosu Türkçe yayınları”

O yıl İkinci Dünya Harbi yeni başlamıştı. Ben de her gün elimde kağıt kalem radyonun başına oturur, en son gelişmeleri kendimce deftere not eder-dim: Almanlar falanca ülkeye saldırdı, İngilizler şu kadar askeri falanca yere gönderdi, gibisinden abuk sabuk bilgileri not ederdim.

Polislerden birisi not defterimi eline geçirdi. Sevinçle:“Tamam! Bulduk! İşte bütün bilgiler burada!Hızlarını alamıyorlardı. Deliler gibi her köşeye, her sandığa el atıyor-

lardı. Fransızca roman ve okul kitaplarımız havada uçuşuyordu.Babamı, amcamı, radyoyu ve not defterimi alıp gittiler. Babamı tutuk-

Süheyla Odoğlu

240

layıp Erzurum’a gönderdiler. Radyomuz da ilgiye mahzar Erzurum’a gitti! Bütün aile büyük bir yasa boğulduk.

Babam yapılan bu haksızlığa sessiz kalmadı. Milli Şef İnönü dahil birçok siyaset adamına mektuplar yazdı, telgraflar çekti:

“Benim gibi zor günlerde yanınızda olmuş bir insana bunu nasıl ya-parsınız? Yetim çocukları toplayıp himayeme aldım, sahipsiz muhacirlere el uzattım!”

Babam 10 aya yakın gözaltında kaldı. Bu süre içinde hepimiz perişan vaziyetteydik. Nasıl olmasın dı! Babamızın ne kadar milliyetçi ve vatanına bağlı bir insan olduğunu bizden iyi kim bilebilirdik ki.

Mahkemeler sürerken evimizin dirlik düzeniyle Fahriye ablamın kocası Recep abi ilgileniyordu. Nihayet bir gün babamın serbest bırakıldığı haberi geldi. Babam suçsuz bulunmuştu. Kendisiyle, buna benzer suçlamay-la aynı dönemde tutuklanan 5 kişi idam edilmişti! Hatta aralarında Azeri bir hoca da varmış. Ama babam suçsuz bulunmuştu. Sevinçle karşılayıp kurban-lar kestik.

Çirkin iftira ve cezaevi günleri babamı derinden sarsmıştı. Üstelik şeker hastalığı illetine de bu sıkıntılı günlerinde yakalanmıştı.

Geldiğinin ertesi günü başı dimdik Hüsnü Bingöl’ün önüne çıktı: “Hüsnü Bey ben buradayım. Benden nasıl bir kötülük gördünüz de bunu yaptınız?” “ Naki Bey, yanlışlık olmuş! Affedersiniz!” “Bu yanlış yüzünden ben ve ailem bunca eziyete maruz kaldık!”

‘Casusun Kızını Bırak!’Ailemize sürülmüş bu kara leke varlığını bir zaman devam ettirdi. En

ufak bir dedikodunun dahi dallanıp budaklandığı Iğdır’da maalesef bu olayın etkileri kendisini farklı şekilde hissettiriyordu. Hafızamda buruk bir acı gibi kalan bir hatıram şöyleydi:

Ortaokul son sınıf öğrencisiydim. Sınav sırasında iki hoca birbiriyle sohbet ediyorlardı. Biri diğerine beni göstererek:

“Şu casusun kızını sınıfta bırak!”Eve geldiğimde duyduklarımı babama anlattım. Babam, sanki bütün

ruhu bedeninden koparılmış gibi cansız koltuğa yığıldı:“Kızım bunu sana nasıl derler!”

O an babamın acıyla nasıl kahrolduğunu gördüm. Bu bir insana verile-bilecek en büyük cezaydı.

Iğdır Sevdası

241

Ailede Boy PosBabam ortanın biraz üzerindeki boyu ve güçlü fiziğiyle iri yarı bir

görünüme sahipti. Yakışıklıydı. Elindeki bastonu sallaya sallaya yürürdü. Babamın asıl ismi Nağı’dır. Azerbaycan’da iken bu ismi kullanırmış.

Ancak Türkiye’ye geldikten sonra “Naki” olmuş. Buna benzer bir olayı da Bekir abim yaşamış. Ağabeyimin Azerbaycan’daki adı, “Can” anlamına ge-len “Bağır” imiş. Türkiye’ye “Bekir” ismiyle değiştirmiş.

Babam, Soyadı Kanunu çıktığı zaman tereddüt etmeden “Odoğlu”nu tercih etmiş. “Od”, Azerice ateş demektir. “Odoğlu”, da “ateş diyarından ge-len” anlamındadır. Azerbaycan ülkesi bazı tarihsel nedenlerden dolayı ‘ateş’ kelimesiyle eşanlamlı olduğu için, babam “Odoğlu” soyadını alarak, kendisi-ni vatanına bağlamak istemişti.

“Süheyla”, “yıldız” anlamına gelir. Doğduğum zaman ağabeylerim bu ismi önermişler. İstanbul’da nüfus kaydına da ismim ’Süheyla’ olarak geçmiş. Aile nüfus kaydının Iğdır’a naklinde, “Süheyla” ismi, Iğdır Nüfus Müdürlüğünün azizliğine uğramış, “Züleyha” olarak değiştirilmiş. Doğum yerim de Kağızman olmuş!

Arkadaşlara beni “Süheyla” olarak çağırırdı fakat resmi evraklarda “Züleyha” idim. Yıllarca bu iki kimlikli olmanın sıkıntısını çektim. Ne kadar uğraştıysam da bu yanlışlığı düzeltemedim. Uzun yıllar mahkemelere gidip geldim.

Son celseyi çok iyi hatırlıyorum. Hakim, sitem dolu:“Kızım isminizi değiştirmek için niçin böyle heveslisiniz?”

“Hakim Bey, ‘Süheyla’ benim asıl ismim. Herkes beni böyle biliyor. Ben ismimi değiştirmek istemiyorum!”

“Hakimin anlayışsızlığına çok kızmıştım. Yanlışlığı düzeltmekten ta-mamen vazgeçtim. Şu anda kimlik kartımda ‘Züleyha’ yazılıdır.

Gençlik yıllarımda hafızam güçlüydü. İki kimlikli olma haline ken-dimi adapte edebiliyordum. Şimdilerde unutkanlık yüzünden sıkıntılar yaşı-yorum. Bereket kızım böyle anlarda yanımdadır. Örneğin banka gibi yerlere gittiğimde uzatılan kağıda ilk hamlede ‘Süheyla’ yazmak isterim, kızım bunu bildiği içim öne atılır:

“Anne unutma sen ‘Züleyha’sın’!”

Ailemizin son beşiği olması nedeniyle kardeşim Ayten’in doğumu ve isminin takılması bazı hoş hatıralara vesile olmuştu. Abbas ve Bekir abilerim kendi aralarında isim koyma yarışına girmişlerdi. Abbas, “Ayten” demiş, Be-kir de, “Jale”’

Abbas abim aşağıdaki şiiri yazınca Bekir abim pes etti:

Süheyla Odoğlu

242

Ey mirgu ruhumun bir hemtası Ayten! Od bilen baharımın ilk sefası sen! Bu mısralar aile Kuran’ının bir yerine özenle yazılmıştı.

Ailemizde birçok dil konuşulurdu. Çocuklar Fransızca eğitim almış-lardı. Babam Rusça ve Farsça’yı rahat konuşurdu. Azerice hiçbir zaman ha-fızalardan silinmedi. Yıllar sonra bile hiç beklenmedik bir anda Azerice bir kelime sürçü lisan ederdi. Mesela annem fevkalade güzel Türkçe konuşurdu. Buna rağmen bir keresinde bir aile toplantısında bana dönerek:

“Kızım hele yaylığımı (başörtüsünü) getir!” , demişti. Misafirler annemin ne demek istediğini tam olarak anlayamamışlardı.

Bereket Azerice anlıyordum, isteğini tereddütsüz yerine getirdim.

Baba ŞefkatiMuhacir bir ailenin yaşamı sıkıntılarla doludur. Aile ister zengin ister

yoksul olsun ruhlarının derinliklerinde barışa ve sevgiye muhtaçtırlar. Bir yerden diğerine zoraki göçler ve yaşanan olaylar farkında olmadan onları kırılgan yapar. Yaşama hem dört elle sarılırlar, hem de her an derin bir hayal kırıklığına bürünüp tanımsız bir melankoliyle hayattan uzaklaşmaya hazırdır-lar.

Babam ailemizin bütün sıkıntılarını üzerine alıp, bizlere hiçbir şey hissettirmemeye çalışan birisiydi. Ailesinin uğradığı mutsuzluk ve felaketten kendisini sorumlu tutar, hatalarımızı büyük şefkatle onarırdı.

Ortaokul son sınıf öğrencisiyim. Ders çalışıyorum. Babam da günün yorgunluğu üzerinde yer yatağına uzanmış, dinleniyordu. Bana dönerek:

“Kızım şu ilacı gözüme döker misin!”, dedi.Kitapları bırakıp masanın üzerindeki ilaç kutularından birine uzandım.

“Oftalmin” denilen bir göz ilacı vardı. Tentürdiyotla aynı renkteydi Yanlışlık-la tentürdiyot şişesini elime almıştım! Gözüne damlatacağım sırada:

“Aman babacığım! Ben ne yapıyorum! Bu tentürdiyot! “, diye çığlık attım.

“Kızım, niye bu kadar üzülüyorsun! Kabahat bende! Seni dersten kal-dırdım!”

Ayten’in ÇocukluğuAyten sessiz bir çocuktu. Okuldan eve, evden okula uslu uslu gider ge-

lirdi. Arkadaşlarıyla ve mahalleliyle benim gibi haşır neşir değildi. İnsanlarla öylesine içli dışlıydım ki lakabım ‘muhtar’ idi. Mahallede birisini sordukları zaman, ne yapar eder beni bulurlardı.

Ayten dışarıyla pek ilgili olmazdı ama evdeki neşemizdi.

Iğdır Sevdası

243

Şişko PilavEvimizde iki tür pirinç vardı: Birisi; beyaz, ufak taneli “sedir” pirinci;

biri de Iğdır’ın Kızlızekir köyünden gelen kırmızı, iri taneli yerli pirinç. İstanbul’dan gelen sedir pirinci tükendiğinde, aşçımız yerli pirinçten

pilav hazırlardı. Doğrusu oldukça da lezzetli olurdu. Ama Ayten her nedense bu pirinçle barışık değildi. Elinde ki çatal kaşığı masaya vurur:

“Ben bu şişko pilavdan istemiyorum!”, derdi.

Uçağı Gördüm!Yine bir gün ailece oturmuş sohbet ediyoruz. Ayten koşarak içeri girdi.

Heyecanla:“Uçağı gördüm! Uçağı gördüm!”, diye bağırdı.

Hepimiz şaşkınlıkla ona bakındık. Iğdır nere, uçak nere! Herhalde hafızasının derinliklinde, İstanbul günlerinden kalma bir özlem onu dürtmüş olmalıydı. Hepimiz çok kararlı bir şekilde karşı geldik:

“Yalan söyleme!”Kimseyi kandıramadığını anlayınca, sessizleşip:“Uçağı görmedim ama içindekileri gördüm!”

DevelerEvimize yakın bir hamam vardı. Haftanın belli günleri kadınlar vizitesi

olurdu. Toplanıp cümbür emaat neşeyle hamama giderdik. Hamama yakın bir meydanda mahallenin develeri konaklardı. Kimisi

ayakta, kimisi çömelmiş bu canavarlar (!) bakışları ve geviş getiren büyük ağızlarıyla Ayten’nin yüreğine korku salarlardı. Sırf bu develerin yanından geçmek korkusuyla, hamam günleri, Ayten:

“Anne! Ben evde kalacağım!”, derdi.Biz de onun niçin gelmediğini bildiğimiz için gülerek yola koyulur-

duk.

Iğdır’ın Aşina SimalarıBizim zamanımızda iki isim hep kulağımızdaydı: Rıza Yalçın ve Os-

man Ataman. Rıza Yalçın belediye başkanıydı,ama bu görev için rakibi Osman Ata-man’la siyasi bir çekişme içindeydiler. Ahmet Ağaoğlu’nun kızı Tezer Taşkıran Kars milletvekiliydi. Sık sık bahçemize gelir ev sohbetlerine katılırdı. Bu vesileyle Tezer Hanım’la konuş-ma ve yakından tanıma fırsatım olmuştu. Kaymakamın adı Naci Akat idi. Atatürk’ün yakın dostlarından Cevat

Süheyla Odoğlu

244

Abbas Bey’in yeğeniydi. Diğer önemli bir isim Hüseyin Yaycılı ve ailesiydi. Azerbaycan’dan

geldiklerinde evimizde misafir olmuşlardı. Kızları Birsen ve iki oğluyla ya-kından tanışırdım.

Aşiretten Abdürrezak ve Naci Bey kardeşler babamla samimiydiler. Iğdırmava’da, evimizin az ötesinde, Ermeni yapısı güzel bir evleri vardı.

Ayrıca Ahmet Karaca, Dr Enver Bey, Bağır Aras, Meşe Kerem Zengi aklımda kalan diğer isimler. Mahalle hamamını işleten Kevser Hanım’la kocası Meşe Hüseyin Bey’i (Gülseven), tuhafiyeci Gulem ve Hüseyin Çağlar kardeşleri ve bakkal Totkacı Hüseyin’i unutmak zor..

Uzun Mahmut Ama özellikle unutamadığım bir isim var: Uzun Mahmut (Yılmazoğ-

lu) Bunca yıl sonra onun ismini anarken bile gayri ihtiyarı gülümserim.

Zannedersem Azerbaycan’dan gelmişti. Milliyetçi duygulara sahip bir genç-ti.

Onu hafızamda unutulmaz kılan Cumhuriyet Bayramı törenlerindeki garip davranışıydı. “Daşka” denilen at arabasına biner, yanına da davulcuyu oturtur, tören kıtasına katılırdı. Her yüz metrede arabayı durdurup davulcuyla inerlerdi. Davulcu tokmağını var gücüyle indirir, o da elinde bayraklar zıpır zıpır oynardı. Sonra her ikisi de büyük bir ciddiyetle arabaya binip yola ko-yulurlar, yüz metre ötede aynı şeyi tekrar ederlerdi. Tören bitinceye kadar böylece devam ederdi.

O an gözlerimin önüne geldikçe kendimi tutamam gülerim. Ayrılık Ayrılık Yaman Ayrılık

Annemin romatizma ağrıları artık dayanılmaz bir hal almıştı.1936 yılında doktor konsültasyonu için İstanbul’a gidip gelmiştik.

Doktorlar daha uzun dönemli tedaviyi şart koşuyorlardı. Bunun içinde anne-min İstanbul’da olmasın şart koşuyorlardı.

Ağrılar tekrar baş gösterince babam, ısrarla annemin tedavi için İstan-bul’da kalmasını şart koştu. 1943 yılında ben, annem ve kardeşim Ayten bir daha Iğdır’a dönmeyecek şekilde ayrıldık. Babam, amcamla –evliydi- aynı evi paylaşacak, çok sevdiği bağ ve bahçe işlerinden uzak kalma gibi bir sıkın-tıdan şimdilik kurtulacaktı.

Babamın VefatıBabam cezaevi günlerinden beri şeker hastalığıyla mücadele ediyordu.

Iğdır Sevdası

245

Gerçi hastalığı kabullenmiş ve gereken tedaviyi görüyordu. Fakat bir gün bi-raz ihmal biraz da kötü bir şans öldürücü bir ishale yakalanmıştı. Ağır hasta olduğu haberi gelir gelmez ağabeyim Abbas, Erzurum’a uçtu. Ne yazık ki babam çok sevdiği hanımı ve çocuklarından uzak, 1944 yılında 64 yaşında Iğdır’da hayata gözlerini yumdu.

“Hak vaki olursa beni Iğdır’a gömün” Babam Iğdır’a gömülmeyi vasiyet etmişti. Keşke babam çok sevdiği

bahçelerden birine gömülseydi! Iğdırmava mahallesinin eski mezarlığına gömüldü. Bu mezarlığın et-

rafı açıktı. İçinden hayvan sürüleri geçerdi. Zamanla ne taş kalacaktı ne de ne mezar!

Abbas Abimin Araba KazasıBabamın vefatından sonra Iğdır’daki bağ ve bahçe işleri Abbas abime

üzerine aldı. İstanbul’daki ticari işlerini bir kenara bırakıp baba yadigarı mes-leğe dönmesi belki de kaderin ona bir cilvesiydi. 1961 yılının Eylül ayında Iğ-dır çıkışında geçirdiği bir araba kazasında -İstanbul’a dönüyordu- vefat etti.

Abbas abim de Iğdırmava mezarlığına defnedildi.Aynı yıl ailemiz ikinci bir acıyı daha yaşadı. Hayatının son 25 yılını

romatizmadan yarı felç geçiren annem hayata veda etti.

Yıllar sonra Bekir abim, Iğdır’daki mezarlar yaptırtmak için yola çık-mıştı. Mezar taşlarını İstanbul’da hazırlatılmış, üzerindeki yazılara kadar her şey düşünülmüştü. Ne yazık ki babam, ağabeyim ve daha nice insanın gömülü olduğu mezarlık bakımsızlıktan toz toprak olmuştu.

Baba Mirası

Babamdan bize kalan bağ ve bahçeler vefatından tam 40 yıl sonra bize intikal edebildi. Çok karışık hukuk işlemleri ve hazine davalarıyla bir ömür uğraşıp durduk. Miras bölüşümü yapıldığı zaman da ne ben ne de kardeşim Ayten, Iğdır’a gitmeye istekli olmadık. 1943’den beri Iğdır bizim kalbimizde buruk bir isim olarak kalmıştı. Eğitimimiz yarıda kalmış, ailemiz parçalan-mış, iftira ve dedikoduların neden olduğu acılar onarılması ailemizde güç üzüntülere neden olmuştu. Kendimizi Iğdır’la barışık hissetmiyorduk. Nite-kim vekalet işlemlerini bir aile dostuna havale edip, aradan çekildik.

Bekir abim Feneryolun’da, arkasında güzel bir bahçesi ve içinde asır-lık ağaçların olduğu bir Osmanlı villası almıştı. Plaja yakın kuytu bir yerdi. Iğdır’dan geldikten sonra annem ve kardeşim Ayten’le oraya yerleşmiştik. Ben ve kardeşim Ayten, kopuk olan eğitimimizi gönlümüzce devam ettir-

Süheyla Odoğlu

246

memiz mümkün değildi. Olgunlaşma Enstitüsü’nün akşam sanat bölümüne kaydımızı yaptırdık. Mezun olduktan sonra kaderin garip bir cilvesi, Iğdır ortaokulunda hocam Erzincanlı bir beyle evlendim. Bir kızım var.

‘Duygularım yaşıyor...’Arada bir televizyonda Erivan’ı görürüm. İçim parçalanır. Ceddimiz-

den geride kalan serveti elde etmek meselesi değil de keşke babamı ölünceye kadar kendisine hasret bıraktıran şu “baba ocağını” bir kere olsun görebilsey-dim...

Yıllardır hem yaşlılığı, hem aile illeti romatizmayı hem de kanseri bir arada yaşıyorum. Bazen bedenen yorgun düştüğümü hissediyorum, ama duygularım ve hayallerim asla susmuyor. Tüm yaşantım sanki yeniden ya-şanacakmış gibi kalbime gömülü. Seksen yıllık ömürüm en ince ayrıntısına kadar beni her gün yoklar, özellikle babamın şefkat ve iyiliksever yüzü, son-suz fedakarlığı ve doğup büyüdüğü baba ocağına olan aşkı boğazımda acı bir düğüm olarak kalır. Ruhun şad olsun baba!

Iğdır Sevdası

247

AYTEN ODOĞLU (AKÜZÜM)

‘Ya öyle, ya böyle’Çocuktum. Iğdır’daki evimizdeydik.Bir gün herkes birbirine ‘Kuyruklu

Yıldız’ denen bir şeyin yakında gökyüzünden geçeceğini anlatıyordu. Seslerinde korku ve heyecan vardı. Hatta bunun bazı uğursuzluk-lara alamet olduğunu söylüyorlardı. Herkes ölecekti!.

Kuyruklu yıldızın geçeceği günün akşamı babam bahçeye çadır kurdurttu. Yere döşekler ve minderler serildi. Ev halkı, akşam serinliğinde fokur fokur kaynayan semaverin yanı başına oturdular. Gözlerini yukarı çevirip, merakla gökyüzüne bakıyor-lardı.

Korkudan tek başıma eve kapanmıştım. Benim en büyük korkum “öl-mek” düşüncesiydi. Hem kendime hem aileme zarar gelmesinden korkuyor-dum Babam yanıma geldi:

“Kızım niçin gelmiyorsun?”“Ölmekten korkuyorum!”“İstersen seni komşulara götüreyim... Onlar evdeler.”“Hayır! Ya ben orada iken size bir şey olursa!”“Kızım karar ver! Ya öyle, ya böyle...”

Mecit Bey HocamYıl 1943. Ortaokul son sınıf öğrencisiyim. Mecit (Hun) Bey Mate-

matik hocamdı.Bütün derslerimde başarılıydım, ama Matematik kafama girmiyor-

du. Yıl sonunda mezuniyet için üç dersten sınav vardı. Türkçe, Biyoloji ve Matematik. Türkçe ve Biyolojiden zorlanmadan “pekiyi” aldım. Ama ya matematik!

Sınav günü kocaman bir salona alındık. Sorular zordu. Mecit Bey yanıma geldi:“Ayten! Cevapları ceketimin cebime koyacağım, kimseye çaktırma-dan al!”“Hayır! Katiyen yapamam! Korkuyorum!”“Ha gayret! Bak diğer derslerinden iyi notlar aldın. Yoksa mezun olamasın!”

Ayten Odoğlu

Süheyla Odoğlu

248

Mecit Bey bir kağıt parçasını kimseye çaktırmadan önüme koydu. Bütün cevaplar oradaydı!

Babama VedaBabam Iğdır’da biz İstanbul’-

daydık. Son defa 1944 yılında bizi ziya-rete gelmişti. Tavır ve konuşmalarından sanki bu bir veda ziyareti idi.

Boğaz’da bir çiftliğe gittik. Fidan almak istemişti. Dönüşte, yol üstünde Boğaz’a nazır bir lokantada baş başa yemek yedik.

Babam kelimelerin üstüne basarak konuşuyordu. Acaba ben 17 ya-şında bir genç kız olduğum için mi babam aramızda mesafe bırakıyor, bani duygu yükü cümlelerle etkilemeye çalışıyor, diye düşünmüştüm.

Genel yaşam felsefesine dair sözler ediyor, insanoğlunun ne kadar acımasız fakat o denli de iyi olabileceğini anlatıyordu. İyi bir evlilik yapmamı istiyordu. Evleneceğim insanın sevgi ve saygı duygularına sahip olmasını şart koşuyordu. Eşime bağlı olmamı, yalan konuşmamamı ve koşullar ne olursa olsun kin ve intikam duygularından arınmış olmamı öğütlüyordu. Konuşma-sının sonuna doğru durgunlaştı, şefkatle:

“Kızım, belki bir daha görüşmeyebiliriz. Ama unutma ki benim için önemli olan aile şerefiniz ve ahlakınızdır!”, dedi.

Kol kola yürüyerek eve geldik. Bu babamla son beraberliğimdi.

Ayten Aküzüm oğlu Mustafa Odelli Aküzüm’le birlikte