kitap zamani

36
ZAMAN GAZETESÝ’NÝN ÜCRETSÝZ AYLIK KÝTAP EKÝDÝR. YIL: 10 SAYI: 112 4 MAYIS 2015 PAZARTESÝ 34 USTA GÖZÜYLE İrfan Külyutmaz ve Recai Güllapdan 06 EDEBİYAT Selim İleri’den Türk romanı kılavuzu Zekeriya Başkal 16 ROMAN Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ü Fatih Özgüven 17 MEKTUP Orhan Kemal ve mektupları Ali Emin Tunç 22 GÜNCEL Ahmet Kurucan ‘yalan ve talan’ devrini yazdı İhsan Yılmaz 25 ROMAN Faşizm nerede başlar? Ömer Özdemir 14 Ömer Ayhan Kundera’dan yeni kitap Temel Karataş Hüzün öykücüsü: Katherine Mansfield 18 KOLAJ: ORHAN NALIN 04 Eduardo Galeano’yu çevirmeni anlatıyor Süleyman Doğru

Upload: katipbartleby

Post on 15-Jan-2016

64 views

Category:

Documents


3 download

DESCRIPTION

KITAP ZAMANI

TRANSCRIPT

Page 1: KITAP ZAMANI

Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z A Y L I K K Ý T A P E K Ý D Ý R . Y I L : 1 0 S A Y I : 1 1 2 4 M A Y I S 2 0 1 5 P A Z A R T E S Ý

34USTA GÖZÜYLE

İrfan Külyutmaz

ve Recai

Güllapdan

06EDEBİYAT

Selim İleri’den Türk romanı

kılavuzu

Zekeriya Başkal

16ROMAN

Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ü

Fatih Özgüven

17MEKTUP

Orhan Kemal ve mektupları

Ali Emin Tunç

22GÜNCEL

Ahmet Kurucan ‘yalan ve talan’

devrini yazdı

İhsan Yılmaz

25ROMAN

Faşizm nerede başlar?

Ömer Özdemir

14 Ömer Ayhan

Kundera’dan yeni kitap

Temel Karataş

Hüzün öykücüsü: Katherine Mansfield18

KOLA

J: O

RHAN

NAL

IN

04 Eduardo Galeano’yu çevirmeni anlatıyorSüleyman Doğru

Page 2: KITAP ZAMANI
Page 3: KITAP ZAMANI

ütüphaneler insanlığın ortak belleğidir. Kütüphanelerin tarihi de insanlığın tarihine koşut şekilleniyor. Papi-rüsten parşömene, kâğıtan e-kitaba kütüphanenin ‘yapı’sı biçim değiştirse de işlevi pek değişmedi. İskenderiye Kütüphanesi’nde “ruhun teda-

vi olduğu yer” diye yazarmış. Bugünün okuru için kütüphanenin ‘iyileştirici’ yönü daha çok kişisel kütüphanelerde sürüyor. Kütüphanele-rin ve kitabın tarihine ilişkin yayımlanan yeni kitaplardan yola çıkarak bu konuyu kapağımı-za taşıdık. Wittgenstein’ın sözünü değiştirerek söylersek: Kütüphanemizin sınırları, dünyamı-zın sınırlarıdır.

Geçen ay hayata veda eden Eduardo Galeano’yu, çevirmeni Süleyman Doğru’nun yazısıyla anıyoruz. Doğru’nun yazısında belirttiği gibi, Uruguaylı yazar, yüreği bütün mazlumlar için çarpan bir aydındı, insanlığın vicdanıydı. İki usta, Milan Kundera ve Kazuo Ishiguro’nun beklenen yapıtları nihayet Türk-çede: Kayıtsızlık Şenliği ve Gömülü Dev üzerine tanıtım yazılarını sayfalarımızda bulacaksınız. Türk edebiyatının son dönemdeki iyi roman-larından Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş’ünü Fatih Özgüven değerlendirdi. Bu sayıda ‘süre-ce’ dair de bir kitap var: Ahmet Kurucan Yalan, Talan ve İman adlı yeni kitabında 17 Aralık’tan bu yana beliren ve hiç de iç açıcı olmayan tab-loyu resmediyor.

İyi okumalar.

İnsanlığın belleği kütüphaneler

K

ÝM TÝ YAZ SA HÝ BÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A. Þ. GE NEL YA YIN MÜ DÜ RÜ: EK REM DU MAN LI GE NEL YA YIN MÜ DÜR YAR DIM cI SI: MEH MET KA MIÞ GE NEL YA YIN EDÝ Tö RÜ:

ALÝ ÇO LAK EDÝ Tö R: CAN BAHADIR YÜCE GöR SEL Yö NET MEN: FEV ZÝ YA ZI CI SAY fA TA SA RIM: DURMUÞ ÖZELÇİ So RuM Lu MÜ DÜR vE YA YIN SA HÝ BÝ NÝN TEM SÝL cÝ SÝ: HARUN ÇÜMEN REk LAM GRup BAþ kA NI: MELİH KILIÇ REk LAM GRup BAþ kA N YARDIMcISI: İsKEndEr YILMAZ REkLAM SEk TöR Yö NE TÝ cÝ SÝ: CENK AYTUĞU REkLAM SEkTöREEL uZMANI: MELEK TINMAZ YA YIN TÜ RÜ: YAY GIN SÜ RE LÝ AD RES: Za man Ga Ze te sÝ 34194 YE NÝ BoS NA-ÝS TAN BuL tel: 0212 454 1 454 (pBx) Faks: 0212 454 14 96 Rek lam tel: 0212 454 82 47 Bas kI: fE ZA GA ZE TE cÝ LÝk A. þ. TE SÝS LE RÝ HTTp://KÝ TAp ZA MA NÝ.ZA MAN.COM.TR E-poSTA: KÝ TAp ZA MA NÝ@ZAMAN.COM.TRHER AYIN ÝLk pA ZAR TE SÝ GÜ NÜ YA YIM LA NIR

twitter.com/kitap_zamani facebook.com/kitapzamanicom

B U S A Y I D A

SÜREYYA SU Sol, iktidar olabilir mi? 23

ALİ EMİN TUNÇ Orhan Kemal ve mektupları 17

BAŞAK BİNGÖL Sonsuzluk olarak kütüphane 8

A. ESRA YALAZAN Tabiat, şiir ve felsefe yolculuğu 24

TEMEL KARATAŞ Hüznün kısa öyküsü 18

MUSA İĞREK Kayıp kitapların izinde 10

SÜLEYMAN DOĞRU İnsanlığın vicdanıydı 4

ÖMER ÖZDEMİR Faşizm nerede başlar? 25

V. B. BAYRIL Bir sanat olarak kaybetme 19MEHMET TUNÇ Romanlardaki sultan 20

EMRAH PELVANOĞLU Kütüphanenin Osmanlı’daki... 12

YAVUZ AKENGİN Rengarenk aşkın peşinde 27

AYŞE BAŞAK Ayrıntıdaki sanat: Sürrealistler 26

SEZAİ COŞKUN Türkiye’nin Emile Zola’sı 21

ÖMER AYHAN Bir muhalefet olarak kayıtsızlık 14

CEM MERT Bir entelektüelin hakikat yolculuğu 28

SONER ÖZCAN İnsan kaç kere ölür? 30

AHMET ÇAKIR Hoş geldin Socrates! 33

AZRA İNCİ Biteviye arayış 27

İHSAN YILMAZ Yalan ve talan devri 22

İNAN ÇETİN Anısız kalan bir insan ne yapar? 15

AHMET HAMİT YILDIZ Hüzünlü rasatlar 28

GÜNSELİ IŞIK Bir Coen, bir Coen’e demiş ki... 31

İRFAN KÜLYUTMAZ ‘Ciger-i İstanbul’a dair... 34

A. YAVUZ ALTUN Tarihçinin suskunlukları 23

FATİH ÖZGÜVEN Dünyanın kabuğuna basa... 16

SEYİT N. ERKAL Dile gelen şehir: Kudüs 29

MUSA GÜNER Denemeden bilemezsin 32

RECAİ GÜLLAPDAN Bulun Recai gibisini... 34

ZEKERİYA BAŞKAL Selim İleri’nin romanlarla... 6

Page 4: KITAP ZAMANI

4

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI

evirdiğim ilk Galeano kitabı Aynalar’dı. Yayıne-

vinden gönderilen kitabı elime alıp şöyle bir karış-

tırınca kolay bir çeviri ola-cağı yönünde bir izlenime kapılmıştım, zira genelde kısa cümlelerden oluşuyor-du ve sayfalarda yazıdan ziyade büyük boşluklar göze çarpıyordu. Bu nedenle kitabın çevirisini her zamankinden çok daha kısa bir sürede teslim edeceğimi düşündüm. Ne var ki daha işin başın-da yanıldığımı anladım: Galeano kendi kalibresindeki diğer birçok yazar gibi uzun cümlelerle ya da neredeyse parag-raf kullanmadan yazmıyor, ama o kısacık cümlelerinin içine dünyaları sığdırmayı beceriyordu. Bu yüzden aynı semantik yükü Türkçeye aktarırken yolda yarısını düşürmemek çok büyük önem taşıyor, kullandığı sözcüklerin dilimizdeki kar-şılıklarını tam anlamıyla nokta atışlarla seçmek gerekiyordu.

FAZlAlıklArı ATArAk YAZmAkGaleano son dönem eserlerinde “anlatı-mın özüne inme” arayışına giderek daha fazla yoğunlaştı: Yan unsurların ve laf kalabalığının arasında boğulup gitmesin diye “öz”ün etrafını ferahlatmaya çalıştı, ölü ağırlıkları cümlelerinin içinden te-mizlemeye büyük önem verdi. Aynalar yazarın o gün için en son kitabı olması itibarıyla bu arayışın zirvesini teşkil edi-yordu. “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna, “Tek yaptığım fazlalıkları atmak, geriye kalanlar yetiyor.” cevabını veren ünlü bir yazarın edebiyat anlayışının Galeano tarafından da paylaşıldığına hiç kuşku yok. Şundan kesinlikle eminim ki eğer aramızdan ayrılmasaydı, bu anlatımın özü arayışını daha da ileriye götürecek ve metinlerinden ölü ağırlıkları temizle-meyi sürdürecekti. Ben bunu bir anlamda düzyazıyı şiire yaklaştırma çabası olarak görüyorum, ya da düzyazıyla şiir arasın-da bambaşka bir tarz yaratma arzusu. Galeano’nun böyle bir amacı var mıy-dı bilmiyorum, ama ondan çevirdiğim üçüncü kitap Ve Günler Yürümeye Başladı beni bu yönde düşünmeye sevk etmişti. Kaleme aldığı son kitap olması sebebiyle yazın anlayışının ulaştığı noktayı çok net bir şekilde gözler önüne seriyordu. (Ölüm haberinin geldiği günlerde İspanyol ya-yın organlarında Galeano’nun yeni bir

kitabını yayına hazır hale getirdiği ve bu kitabın önümüzdeki günlerde kitapçı raf-larında yerini alacağı yönünde haberler dolaşıyordu. Bunun Mujeres [Kadınlar] adını taşıyan bir antoloji olacağı söyleni-yor. Sözünü ettiğim anlatımın özü ara-yışını hangi noktaya taşıdığını görmek için bu kitabını sabırsızlıkla bekliyorum.) Sadece sınırlı sayıdaki tilmizler kastının anlayabileceği bir jargonla, dünyanın en basit olgularını olabilecek en karma-şık ifadelerle dile getirerek insanlığa yol gösterme iddiasında olan kimi seçkinci yazarlardan farklı olarak Galeano’nun herkesin okuyabileceği, anlayabileceği ve kendinden bir şeyler bulabileceği bir edebiyatın temsilcisi olduğunun kesin bir kanıtıydı Ve Günler Yürümeye Başladı.

Peki, bu öz vasıtasıyla Galeano’nun okurlarına aktarmak istediği neydi? Doğ-rusu ben onun bir şey aktarmaktan ziya-de içini döktüğünü, kafasının içindekileri boşalttığını düşünüyorum. Galeano’nun yaşamı boyunca tanık olduğu, okuduğu, dinlediği insanlık acılarını zihninden dı-şarı atabilmesinin tek yolu onları kâğıda dökmekti. Aynalar’ın yayımlanmasının ardından verdiği bir röportajda, “Benim içimde birçok ses var, bunlar bugüne ka-dar dinlenilmemiş ama dinlenilmeyi hak

eden sesler. O kadar çok gürültü yapıyor-lar ki bazen uyuyamıyorum,” demişti. Bu sesler çoğunlukla zulüm gören insanların feryatlarıydı ve onun vasıtasıyla tüm in-sanlığa kendilerini dinletiyorlardı, çünkü sürekli olarak dile getirildiği gibi Galea-no insanlığın vicdanıydı. Onu anlatmak için bundan daha güzel bir terim olamaz. Yüreği kendi özel kaygılarından ziyade bambaşka coğrafya ve zamanlarda ya-şamış, hiç görmediği, tanımadığı, adını sanını bilmediği insanlar için çarpan, on-ların dertlerini kendine dert edinen mert, yiğit insanlardan biriydi Galeano. Hayatı boyunca her türlü zulmün karşısında oldu: Faşizm, kapitalizm, ırkçılık, mili-tarizm, diktatörlük, sömürgecilik, maço-luk, vs., ömrü bunlarla mücadeleyle geçti. Sürgün edildi, büyük acılar yaşadı ama siyasal çizgisinden, yaşam felsefesinden asla sapmadı.

ÇEvİrmEnİ olmAdAn ÖncE okuruYdumGaleano’nun çevirmenliğine terfi etme-den çok önce onun okuru olmuştum.Yan-lış anlaşılmasın, buradaki “terfi etme” terimi çevirmenliği okurluğun daha üze-rinde görmemden kaynaklanan ukalaca bir sözcük tercihi değil; benim için çevir-menlik her zaman bir tür ayrıntılı okuma

olmuştur ki bu bağlamda çeviriyi, metnin çok daha titiz bir şekilde irdelenmesini gerektirdiğinden ötürü, düz okumanın bir basamak üstünde bir okuma eylemi olarak görür, Galeano gibi zaten okuru olduğum bir yazarın herhangi bir yapıtı-nı çevirmem teklif edildiğinde çok daha büyük bir hevesle işe soyunurum. Her ne kadar okuru olsam da Galeano’nun haya-tı hakkındaki bilgilerim bugüne nazaran oldukça sınırlıydı, bu yüzden öncelikle hayatına odaklandım ve bulabildiğim her şeyi okudum; okudukça hüzünlendim, sinirlendim, öfkelendim. Ve şaşırdım, çünkü ben onun çektiği acıları sadece okurken bile öfkeleniyordum, ama daha önce okuduğum kitaplarında yazarın benzer bir öfkeyi satırlarına yansıttığına hiç tanık olmamıştım. Sitem evet, kırgın-lık evet, keder evet, ama öfke asla. İşte o zaman Galeano’nun neden çok önemli bir entelektüel ve farklı bir insan olduğu-nu çok iyi anladım. İtiraf etmem gerekiyor ki, onu çevirirken dünyanın dört bir ya-nında, binlerce yıldan beri acı çeken in-sanların ıstıraplarını yüreğimde hissettim ve kendimi duygularımın akışına bırakıp hayatı ona yıllarca zehir eden diktatörlere karşı belki Galeano’nun kendisinin bile hissetmediği öfkeyi –sözcük tercihlerim aracılığıyla- çevirdiğim metne yansıtma-mak için aşırı çaba gösterdim.

Galeano kendisine zulmedenleri bile anlamaya çalışan ve cellâtlarına verebile-ceği en büyük cezanın onlara öfkelenme-mek, onları lanetlememek olduğunu çok iyi bilen bir insandı. Genellikle ezilen, itilip kakılan, zulmedilen, işkence gören insanların kederli hikâyelerini anlatıyor-du, ama umut onun edebiyatının ana te-malarından biriydi. Satırlarıyla ölümsüz-leştirdiği kahramanlar en zor koşullarda dahi umutlarını asla yitirmiyorlardı. On-dan çevirdiğim ikinci kitap Aşkın ve Sava-şın Gündüz ve Geceleri’nde bize tanıttığı, Montevideo’da yaşayan Paraguaylı dev-rimci Orlando Rojas’la ilgili anekdot buna çok güzel bir örnektir: Evini basıp politi-ka, tarih, sanat, fauna ve florayla ilgili tüm kitaplarını suç delili gibi toplayıp gö-türen polislerden biri ona, “Siz devrimci-ler çok fazla gürültü çıkarıyorsunuz, ama topu topu on kişisiniz.” deyince, çok ya-vaş konuşan Paraguaylı ona şöyle cevap verir: “Evet, on kişiyiz, ama şimdilik on kişiyiz. On bir kişi olduğumuz gün…”

İnsanlığın vicdanıydı 13 Nisan’da hayata veda eden Eduardo Galeano, insanlığın vicdanıy-dı. Yüreği kendi özel kaygılarından ziyade bambaşka coğrafyalarda yaşamış, hiç görmediği, tanımadığı, adını sanını bilmediği insanlar için çarpan, onların dertlerini kendine dert edinenlerden biriydi.

Ç

Eduardo Galeano (1940-2015)

Page 5: KITAP ZAMANI

İnsanlığın vicdanıydı

Sonsuz Nur Serisi, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin vaaz ve sohbetlerinin titiz bir çalışma ile bir araya getirilmesinden oluşmuştur. Seri neredeyse bütün içtimai problemlerin temelinde yatan ‘‘model insan’’ arayışına Efendiler Efendisi’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek zatlarında verilmiş ideal bir cevaptır.

M. Fethullah GÜLEN14x21 cm - 672 / 640 Syf.

Bütün Kitapçılardawww.nil.com.tr

k i t ap k ay n agi

19.90

9.909.90SET FİYATI

Page 6: KITAP ZAMANI

6

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI EDEBİYAT

ZEKERİYA BAŞKAL

elim İleri, Edebiyatımız-da Sevdiğim Romanlar

Kılavuzu’nda adeta yazarlık yaşantısının bir dökümünü

sunmuş okura. Yazar, 1870’lerden 1980’lere kadar geçen yüz yılı aşkın sürede yayımlan-mış, dikkate değer bulduğu, sevdiği ve etki-lendiği romanları ele almış ve birkaç sayfada değerlendirmiş. Bu birkaç sayfaya şaşırtıcı tespitleri, romanı ilk kez ne zaman okudu-ğu ve neler hissettiği gibi kişisel tecrübeleri, roman yayımlandığında gördüğü rağbeti ya da ihmal edilmişliği, eser hakkında bugün ve kitabı ilk kez okuduğu dönemde neler düşündüğünü ve metinlerarasılık çerçeve-vesinde ele alınabilecek pek çok yargıyı ve ipucunu sığdırmış.

Beni şaşırtan ilk tespit, İleri’nin Kemal Tahir’in Rahmet Yolları Kesti adlı roma-nının başındaki alıntıya dikkat çekmesi. Alıntı şöyle: “Ahlak düzeni sağlam olma-yan ve soyguncularıyla başa çıkamayan bir toplum, -ruhunda artakalmış barbarlık duygusunun da baskısıyla- soyguncuları-na karşı hayranlık duyar.” (s. 417) Selim İleri bu alıntıdan sonra -baştaki “ilginç” ve “İngiltere tarihinden alınma” ifadelerin-den başka- herhangi bir değerlendirmede bulunmaz. Ancak sadece bu tespit bile romanın yerini ve pek çok farklı dönemle ilişkisini işaretliyor.

romAncının gÖZündEn romAnlArEserde okur, bir romancının başka roman-cıları değerlendirmesine şahit oluyor. Bu değerlendirmeler sadece metinle sınırlı kalmıyor, zaman zaman metnin yazılış sü-recini, ikinci baskılarda yapılan değişiklik-leri, yazarın metni kurarken ya da romanın okur kitlesi hakkındaki düşüncelerini de içeriyor. Bir yazar olarak başka yazarların tercihlerine duyduğu saygı ve bunu değer-lendirmesi de dikkat çekiyor. Örneğin, Or-han Kemal’in Erol ismini yazarken, Erol’e, Erol’ü, Erol’le şeklinde yazdığını, ancak buna “yeni basımlarda ne yazık ki dikkat edil[mediğini]” (s. 451) belirtmesi küçük ama önemli bir ayrıntı.

Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kı-lavuzu bir yazarın romanlarla hesaplaş-ması ve kendi romancılık serüvüneninde etkili olan eserlere vefa borcunu ödemesi şeklinde de okunabilir. İleri, daha önce bir roman hakkında verdiği yargıyı bu ki-

tabı yazarken tadil ettiğini, hatta bundan utandığını söylüyor: “Nelerin, kimlerin etkisi altında bu gülünç, şimdi pişman-lık verici yazıyı yazmıştım, artık anmak bile istemiyorum” (s. 95-96) diyor Halide Edip’in Handan’ını değerlendirirken. Ana-yurt Oteli’ni değerlendirirken “...Yeni Ortam gazetesinde saçma sapan bir yazı yayınla-mıştım.” (s. 553) şeklinde dile getiriyor ön-ceki yargısının yanlışlığını.

Kitabın en çok dikkatimi çeken yönü İleri’nin eserde değerlendirdiği romanla-rı ilk kez nerede gördüğünü ve okuyunca neler hissettiğini anlattığı bölümler. Bu bölümlerde zamana meydan okuyan bir hafıza ve kitap tutkunu bir okurla karşılaşı-yorsunuz. Yazar, Sultan Hamit Düşerken ro-manıyla “1960’larda sulusepken kar yağışlı bir akşamüstü, Abla[sıyla] birlikte Ankara caddesinden geçiyor[ken] Kanaat Kitabevi-nin camekanında karşı[laşır]” (s. 423), “Ay Tutulduğu Gece’yi sahaflar çarşısında rah-metli Arslan Kaynardağ’ın Elif Kitabevin-den al[ır]” (s.449), “Dişi Örümcek’i bir eski-ciden almıştı[r], 1960’ların başı olmalı[dır].”

Hurda eşyanın yanısıra, bir dizi üst üste konmuş kitap, ilk sayfasında el yazısıyla şunlar yazılı[dır]...” (s. 373), “Bu eser lisede okuyan abla[sının] yarıyıl ödevi[dir]. Gizli gizli okuduğu[n]u hatırl[ar].” (s. 426)

mETİnlErArAsı İpuÇlArıİleri, romanları değerlendirirken yaşayan roman kişilerinden ve kendisinin etkilen-diği, hatta bir şekilde hareket noktası ola-rak aldığı romanlardan, roman kişilerinden de bahseder: “2003’te dayanamayıp, Kiralık Konak’tan özümsediklerimi Daha Dün’ün bölümleri arasına kattım.” (s. 127), “Cemil Şevket Bey: Aynalı Dolaba İki El Revolver’i yazarken Sodom ve Gomore’deki bir iki ro-man kişisine uzak göndermeler yapmaya çalıştım.” (s. 184); “Kırık Deniz Kabukları’nı yazarken, Nigar Hanımı yeniden roman kişisi yapmayı denedim.” (s. 130) “...ilk ro-man çabalarımdan Karanlık Yüzlü Günün Aydınlığı bütünüyle Gecenin Ucundaki Işık’a açık bir öykünmedir.” (s. 488)

Eser, mütevazı başlığı, okurla söyleşir gibi üslubunun yanında önemli iddiala-

rı ve önerileri de dile getiriyor: Muallim Naci’nin Ömer’in Çocukluğu (s. 42) ve Ke-mal Bilbaşar’ın Denizin Çağrısı için “gizli bir başyapıt” (s. 299) demesi, Ahmet Mithat’ın Henüz Onyedi Yaşında romanı için “Felatun Beyle Rakım Efendi’nin edebi düzeyini hayli aşar” (s. 37) yargısı, “Keşke Sermet Muhtar Alus Sözlüğü hazırlansa!” (s. 219) şeklinde-ki önerisi bunlardan bazıları.

Eseri okurken Selim İleri’nin sinema-ya ilgisini de görebiliyorsunuz. Senaryo-ya dönüştürülen veya dönüştürülmesi gereken romanlar, film yapıldıktan sonra seyirci üzerindeki etkisi, hatta adeta bir kameraya bakar gibi yazılmış romanlar İleri’nin değerlendirmesinde yer alıyor. Orhan Kemal’in Avare Mustafa adıyla fil-me alınan Devlet Kuşu adlı romanı (s. 434) ve Erhan Bener’in Acemiler adlı romanıy-la ilgili “...sinemacıların gözünden kaçmış olmasına yerinirim.” (s. 367) ifadeleri ro-man-sinema ilişkisi konusunda İleri’nin tespitlerinden birkaçı.

Kitapta zaman zaman, yazarın bura-ya aldığı eseri neden sevdiğini, bu eserin kendisini nasıl etkilediğini ya da neden bu klavuza girdiğini yeterince açıklama-dığı bölümler de var. Yazar bunlardan ya sadece sevdiğim romanlardan biridir şeklinde bahsetmiş ya da herhangi bir açıklama vermemiş: Kemal Tahir’in Esir Şehrin İnsanları ve Köyün Kamburu, Güzi-de Sabri’nin Hicran Gecesi, Reşat Nuri’nin Yeşil Gece’si, yazarın neden sevdiğini ye-terince açıklamadığı ya da bunu okurun rahatça göremeyeceği şekilde ifade ettiği romanlar.

Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kıla-vuzu okuru, yazarın mutfağına sokmasıyla, bir okur olarak yazarın serüvenini birinci ağızdan bize sunmasıyla, Türk romanını yetkin bir bakışla kucaklamasıyla, eleştiri-sini ve takdirlerini yazarın kendine özgü ve sevecen diliyle yapmasıyla ve metinlerara-sılık çalışacaklara zengin malzemeler sun-masıyla son derece değerli bir eser.

Kitabı okurken farkında olmadan daha önce okumadığım ya da okuduğum halde bu yanını hiç görmediğim eserlerin listesini yapmaya başladım. Bu yazıyı bi-tirdikten sonra okuduğum Ali Çolak’ın Zaman’daki yazısında, eserin onda da aynı etkiyi uyandırdığını gördüm: Bu ki-tap sadece kendini okutmakla kalmıyor, bizi başka kitapları okumaya da teşvik ediyor. Daha ne isteyelim?

S

Selim İleri

Selim İleri’nin romanlarla sergüzeştiSelim İleri, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nda adeta yazarlık yaşantısının bir dökümünü sunuyor. Eser, bir yazarın romanlarla hesaplaşması ve kendi romancılık serüvenin-de etkili olan eserlere vefa borcunu ödemesi diye de okunabilir.EDEBİYATIMIZDA SEVDİĞİM ROMANLAR KILAVUZU, SELİM İLERİ, EVEREST YAYINLARI, 632 SAYFA, 29 TL

FOTO

ĞRAF

: zAm

An, Ü

sAm

e AR

ı

Page 7: KITAP ZAMANI
Page 8: KITAP ZAMANI

8

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

BAŞAK BİNGÖL

üzdanında bir kütüphane kartı taşımak ya da büyük,

sessiz bir kütüphanenin koridorlarında kaybolmayı düşlemek hâlâ okurluğun ilk akla gelen heyecanla-rından mı? Hız ve gürültü çağında, yavaş ve sessiz olanı temsil eden kütüphaneden bahsetmek belki kulağa nostaljik geliyor, ama bir kitap ekinin sayfalarında okur-la muhtemelen paylaşılan bir özlemi de temsil ediyor. Kişisel kütüphanelerimiz bile tabletlerimizdeki sanal raflara hızla taşınırken sormanın tam zamanı: Kütüp-hane hâlâ karşılığı olan bir kurum mu? Bugün kütüphane sadece bir nesne ola-rak kitabı koruyan ve kayıt altında tutan bir yapıdan mı ibaret olmalı?

Jane Austen, Gurur ve Önyargı’da kütüphanesi olmayan bir evin zavallılı-ğından söz eder. Kütüphanesiz bir şehir de benzer bir sıfatla anılabilir pekâlâ. Sartre’a göre bir tapınaktır kütüphane, Chuck Palahniuk’a göre reçetelerde yer alması gereken bir tedavi biçimi. John Stuart Mill ise kütüphaneyi iyilik dağı-tan, mutluluk veren bir yer olarak niteler. Kütüphaneler hakkında çok yazmış Al-berto Manguel’e göre, kişisel kütüphane insanın aynasıdır ve onun sadece kim olduğunu değil, kim olmadığını da gös-terir. Manguel, Geceleyin Kütüphane’de kütüphane sevgisinin diğer sevgi türleri gibi öğrenilebilir olduğunu yazar. Romalı Cicero ise “Bir kütüphanesi ve bir bahçe-si olan başka ne ister ki hayattan?” diye sorar. Bir kütüphanenin, okuma oda-sının, kitap dolu rafların küçük bir kız çocuğu üzerindeki etkisini Avusturyalı yazar Markus Zusak’ın Kitap Hırsızı ro-manında ve onun sinema uyarlamasında da görürüz.

BABİl küTüphAnEsİ’ndEn İskEndErİYE’YEDünyanın pek çok yerinde kütüphanele-rin ve kütüphanecilerin sorunlarıyla ilgili haberlerin arttığı, kişisel kütüphanele-rin niteliğinin sorgulandığı yıllardayız. Bunda elbette değişen bilgi sistemlerinin bir meslek olarak kütüphanecilik ve bir kurum olarak kütüphane üzerindeki dö-nüştürücü etkisinin rolü büyük. Sadece ülkemizde değil, dünyada da kütüpha-neler kapandıklarında ya da devlet des-teğinin azlığıyla gündeme geliyor daha

çok. Yakın zamanda New York Times’ta yayımlanan bir haberde New York eyale-tindeki halk kütüphanesi sisteminin köh-neleştiğinden yakınılıyor, kütüphanele-rin yeni bilişim sistemlerine uygun hale getirilmesi gerektiği belirtiliyordu. Bazen heyecan verici haberlerin de konusu olu-yor kütüphaneler: Geçen ay, Princeton Üniversitesi’nin Fransız filozof Jacques Derrida’nın 13.800 kitap bulunan kişisel kütüphanesini edinmesi haberi gibi. Kü-tüphaneler hakkında yazılan kitapların artışı da –örneğin sadece geçtiğimiz yıl içinde Roma kütüphaneleri, imha edilen

kütüphaneler, kütüphane-okur ilişkisi gibi farklı konularda pek çok kitap yayım-landı İngilizcede– kütüphanelerden söz açmak ve kütüphanenin niteliğini tekrar düşünmek gerektiğini ortaya koyuyor.

Okur olmadan yazar olunamayacağını elbette biliyoruz. Ancak kitabın oluştur-duğu atmosferin de yazarlığı ve düşünceyi beslediği yadsınamaz. Kütüphanecilik ta-rih boyunca pek çok ünlü ismin mesleği olmuş. Ünlü kütüphaneciler arasında sa-dece yazarlar yok; Mao Zedong gibi politi-kacılar, Laura Bush gibi ‘first lady’ler, hatta Giacomo Casanova gibi ünlü isimler de

var. Marcel Duchamp’ın, Jacob Grimm’in, Alice Harikalar Diyarında’nın yazarı Le-wis Carroll’un, Çinli düşünür Laozi’nin, Türk şiirinin ustalarından Asaf Hâlet Çelebi’nin, Amerikalı şairler Philip Larkin ve Stanley Kunitz’in, Marcel Proust’un ve Norveçli romancı Per Petterson’un da kü-tüphanecilik yaptığı biliniyor. Ama kütüp-haneci yazar denildiğinde akla gelen ilk isim şüphesiz Jorge Luis Borges.

Juan Perón hükümetince işinden edilene kadar kütüphanecilik yapan Arjantinli yazarın ünlü metni “Babil Kütüphanesi”nde evren bir kütüphane olarak değerlendirilir. Borges’in kütüp-hanesinde ortada bir spiral merdiven bulunur. Holde yer alan bir ayna tüm gö-rüntüleri çift hale getirerek sonsuza açılır. Borges’in kütüphanesi bir labirenttir. O kadar ki, “Cenneti her zaman bir tür kü-tüphane olarak düşlemişimdir.” diye yazar Borges. Bu hikâye, bugün dijital ortamda da karşılık buldu ve geçtiğimiz günlerde Jonathan Basile, Babil Kütüphanesi’ni internet ortamında gerçekleştirmek için kolları sıvadı. Basile, sonsuz kütüpha-neyi sanal olarak şu adreste gerçekleş-tirmeye çalışıyor: libraryofbabel.info/index.html. T.S. Eliot ise kütüphanelerin varlığını gelecekle ve umutla ilişkilendi-renlerdendi: “Kütüphanelerin varlığı, in-sanlığın geleceği hakkında ümitli olmak için yeterli bir sebeptir.”

AnTİk ÇAğın küTüphAnEsİKütüphaneler çağlar boyunca kitabın değişimine koşut büyük bir değişim ge-çirdi. George Houston’ın yakın zamanda yayımlanan Inside Roman Libraries (Uni-versity of North Carolina Press, 2014) adlı kitabında detaylı olarak anlattığı Roma kütüphanesi, bugünün kütüphanelerinin ilk örneklerinden. Tarihçinin anlattığı eski kütüphaneler için kitapları, yani metinle-rin yazılı olduğu ruloları bulmak zordu. Metinleri kütüphane sahibinin kendisinin yazması ya da bu işin ticaretini yapanla-ra başvurması gerekiyordu. Kullanılmış parşömen ruloları satın alarak kütüpha-neyi zenginleştirmek ya da dostların kü-tüphanelerini kullanmak da bir çözümdü. Doğru yazılmış metni bulmak en önemli ölçüttü Roma kütüphaneleri için. Metinle-rin yanında doğruluklarını ölçmek için re-ferans kitaplar, sözlükler de böylece ortaya çıkmaya başladı.

C

//////////////////

Sonsuzluk olarak kütüphane Kütüphaneler çağlar boyunca büyük bir değişim geçirdi. Parşömenden kâğıda, kâğıttan dijital kitap raflarına uzanan bir yolculuk... Hangi şekilde olursa olsun, kütüphane yüzyıllardır okurun “cenneti” olmayı sürdürdü. İşte kütüphanelerin uzun tarihine kısa bir bakış...

Page 9: KITAP ZAMANI

9

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

Yazıcıların eğitimli olması bir kitabın doğruluğunu gösteren önemli ölçütler-dendi. Örneğin, düşünür ve devlet adamı Cicero’nun kütüphanesinde kendi yazdığı metinler de bulunuyordu. Özel kütüphane-ler dosttan dosta, ebeveynden çocuğa, us-tadan çırağa devredilirdi, bazen savaşlarda ganimet olurdu. Bu kütüphanelerde Home-ros demirbaşken, onu Hesiod’un metinleri izlerdi. Kitap ruloları ahşaptan silindir ya da dikdörtgen kutularda saklanırdı. Böyle bir kutu 60 civarında rulo taşırdı. Raflara konulduğunda ise yatay olarak yerleştirili-yordu rulolar. Üç-dört metrelik bir papirüse 900 dizelik bir şiir sığabiliyordu. Bir metin papirüsün bir tarafına, başka bir metin öte-ki tarafına yazılabiliyordu. Papirüs sarılınca yazarın ve kitabın adı da sarılıyordu. Bu ne-denle ruloların hangi eser olduğu çok özel metinler dışında bilinmiyordu. Özel kütüp-haneler zengin ailelere aitti. Roma kütüp-hanesinin ortasındaki büyük alanda uzun arkalıklı sandalyeler ve banklar bulunurdu kitap okumak için. O çağların okuma pra-tiklerini anlamamız için bugüne, masada değil oturarak okuyan insanların olduğu kabartmalar kaldı. Sabahları ışık alması için doğuya dönük olması tercih ediliyordu kütüphanelerin. Efes’teki Celsus kütüpha-nesinde ve Timgad’da olduğu gibi büyük camları olması da bir başka özelliğiydi.

Yok olAn küTüphAnEAntik çağda İskenderiye Kütüphanesi’nde-ki rafların üzerinde “ruhun tedavi olduğu yer” diye yazıyordu. İskenderiye Kütüp-hanesi “sanatın dokuz tanrıçasından biri” sayılan Muses’e adanmıştı. Kütüphane, İskenderiye Müzesi’nin bir parçasıydı. Kü-tüphane hakkında tarihteki en önemli tar-tışma, adıyla özdeşleşen yangınla ilgilidir. Bilginin yok olması bağlamında İskenderi-ye Kütüphanesi’nin yanması sembolik bir anlam kazanmıştır. Kütüphane daha çok nasıl yandığına ilişkin tartışmalarla anı-lır. İskenderiye’ye ilham veren kütüphane ise Büyük İskender’in etkilendiği, Irak’ta Ninova’da bulunan ilk kütüphanelerden Asurbanipal Kütüphanesi’dir. Ninova’daki kütüphanenin içinde 30 bin 943 tablet vardı, aralarında dünya edebiyatının ilk metinle-rinden Gılgamış Destanı’nın da bulunduğu biliniyor. Antik çağların en önemli kütüpha-nelerinin Anadolu’da kurulduğunu da ekle-mek gerekir. Hattuşaş, Bergama ve Efes’teki kütüphaneler bunlar arasında sayılabilir.

İskenderiye Kütüphanesi’nin kuru-luş tarihi milattan önce 300’ü buluyor. Fransa’nın ilk kütüphanesi Bibliothèque Nationale de France 1367 yılında ku-rulmuştur. Almanya’da ilk kütüphane 1661’de Berlin’de, İspanya’da ilk kütüp-hane 1712’de Madrid’de inşa edilmiş-tir. Portekiz’in ulusal kütüphanesi 1796 tarihini taşıyor. Kitap ödünç veren ilk kütüphane ise 1740 yılında Londra’da açılmış. 17. ve 18. yüzyıllarda kütüpha-neler altın çağını yaşarken Rusya’da ilk kütüphanenin kurulması 1700’lerin so-nunu bulur. Amerika’nın ilk kütüphanesi Ben Franklin tarafından 1731’de kuruldu. John Harvard’ın bağışladığı 400 kitapla Massaschusettes’te kurulan üniversite kütüphanesi ise ülkenin en eski kitaplıkla-rındandır. Üniversite daha sonra bu bağışı yapan Harvard’ın adını aldı. Amerika’nın üye olunabilen kütüphaneleri 18. yüzyıl-da kuruldu. Ülkenin ilk halk kütüphanesi New Hampshire’da 1833’te açıldı.

prEsTİj vE güÇ olArAk küTüphAnEKütüphane hem siyasi hem maddi olarak gücün tamamlayıcısı ve prestij sembolüy-dü aynı zamanda. Bu bağlamda siyaseten güçlü figürlerin seçimleri antik çağlardan bugüne ulaşan eserlerde belirleyici oldu. Kütüphanelerle ilişkisi üzerine yakın za-manda yayımlanan Letter to a Future Lover (Graywolf Press, 2015) adlı kitabında An-der Monson da arşivlemenin ve dolayı-sıyla kütüphane katalogları oluşturmanın politik bir eylem olduğuna dikkati çekiyor.

Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı ro-manında da kütüphane entelektüel ve

siyasi gücün sembolüdür. Romanın son sayfalarında kütüphanenin imhası ka-ranlık ortaçağların geride bırakılması, alevlerin o karanlık çağları aydınlatması anlamına gelir. İmha edilen, Hıristiyan-lığın en büyük kütüphanesidir.

Büyük kütüphanelerin çoğu eski çağlarda kale gibi bir mimariye sahipti. Luciana Canfora, antik çağın yok olan kütüphanelerini incelediği The Vanished Library adlı kitabında eski kütüphanenin bu çerçevede monarşiyle, despotizmle ve merkezî bir güçle ilgili olduğunu yazar. Devlet ve otorite ile ilişkili olduğundan genellikle bu kütüphaneler alevler içinde kalmıştır. (Yok olan kütüphaneler ne ya-zık ki uzak geçmişe ait bir gerçeklik de-ğil yalnızca, yok olan bir kütüphanenin hikâyesi için 1992’ye dönmek yeterli: Sa-raybosna’daki Bosna Ulusal Kütüphanesi bombardıman sırasında yıkılmıştı.)

küTüphAnE kArTıKütüphane, kitabı bir nesne olarak daha görünür kılar ve kitabın ‘dış metni’ni yani paratext’ini de geliştirir. Örneğin bir kita-bın arkasındaki ödünç alma kartı, kitabın ve kütüphanenin sınırlarını mekânda ve zamanda genişletir. Ander Monson’un bu kaydı “kütüphane kartındaki hayaletler” diye anması boşuna değil. Kütüphane mü-davimleri çok iyi bilir ki kayıt her zaman zorunlu mevcut anlamına gelmez. Raf-larla kayıtlar arasındaki uyumsuzluk ve var olmayan kitabın yerindeki boşluk ayrı bir hikâyeye doğru genişletir kütüphane-yi. (Anatole France, kütüphanedeki eksik kitapların boşluğunu kişisel kütüphaneler açısından şöyle okur: Kütüphanem ödünç aldığım kitaplardan oluşur.)

Monson, “Kütüphaneleri ne kadar çok ziyaret edersem, onlara o kadar çok açıldığımı hissediyorum.” diyor. Kütüp-hanelerin yaşamın önemli bir parçası olduğu toplumlar, böylece kütüphanenin önce birey ve nihayet toplum üzerindeki dönüştürücü etkisini deneyimler. Özel-likle halk kütüphanelerinin toplumsal dönüşüme etkisi yadsınamaz. O neden-le çağdaş, demokratik toplumları inşa etmek için çok da uzağa gitmeye, başka binalar inşa etmeye gerek yok. Kütüpha-ne bir kurum olarak geçmişte güçle iliş-kili olsa da, Doris Lessing’in dediği gibi bugün “halk kütüphanesi dünyadaki en demokratik şeydir.”

Rakamlarla kütüphaneler

Dünyanın en büyük kütüphanesi

Ülkemizdeki kütüphanele-re ilişkin rakamlar geçen ay Kütüphaneler Haftası nedeniyle medyaya yansımıştı. Buna göre Türkiye’de kayıtlı kütüphane okuru sayısı bir milyon. Nüfusu Türkiye’den az olan Fransa’da ise bu rakam on bir milyonu geçiyor. Al Jazeera Türk’ün ulaştığı rakamlar okullardaki kütüphanelerin yetersizliğini or-taya koyuyor. Devlet okullarının sadece yüzde 34’ünde kütüp-hane bulunuyor. Türkiye’deki halk kütüphanesi sayısı ise 1118 ve bunların 122’si kapalı. Türkiye’de kütüphanecilik adına son dönemde yapılan en önemli proje internet ve elektronik kitap gibi dijital hizmetler de veren Z-kütüphane (zenginleştirilmiş kütüphane) projesi. 2011’den bu yana bu proje kapsamında 370 Z-kütüphane açılmış.

Dünyanın en büyük kütüphanesi Amerikan Kongresi’ne bağlı Kongre Kütüphanesi (Library of Congress). 1800’de kurulan kütüphane ABD’nin ulusal kütüphanesi olarak da nitelendi-riliyor. Başkent Washington’daki kütüphanede her dilde kaynak bulmak mümkün. Kütüphane-nin katalogunda 37 milyondan fazla kitap bulunuyor. El yaz-maları ve dijital koleksiyonlar da dikkate alındığında 160 milyo-nun üzerinde kaynak var Kongre Kütüphanesi’nde. Koleksiyonu-na her gün 15 bin yeni kaynak ekleyen kütüphanenin ödünç verme birimi yok. Kaynakların yarısından çoğu İngilizce dışın-daki 450 yabancı dilde.

Jorge Luis Borges

Page 10: KITAP ZAMANI

10

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

MUSA İĞREK

ir kitap tutkunu olan yazar, editör ve çevirmen Alexan-

der Pechmann’ın kaleme aldığı Kayıp Kitaplar Kütüphanesi, kendi deyişiyle, Babil Kütüphanesi’nin mütevazı bir şubesi. Lord Byron, Charles Brockden Brown, Shelley, Goethe, Balzac, Flaubert, Cendrars, Kafka, Dostoyevski, Heming-way, Joyce, Mann, Melville, Puşkin gibi şair ve yazarların elyazmalarının izini sürüyor yazar. Bir eserin yarım kalmasına sebep olan yaşlılık, hastalık ve ölüm gibi temel nedenlerin yanı sıra, yayınevinin ihmaliyle kaybolan, sadece adı bilinen, yakılan veya sandıklarda unutulan kitapları anlatıyor.

Kayıp kitaplar kütüphanesinin en alt kademeden kütüphanecisi olan Pech-mann “suskunluğun bekçisi” sıfatıyla bu kitapların hikâyelerini derlemeyi görev edinmiş. Kendisini kaçık olmakla suçlayıp yeteneklerini sorgulayan kişilere, Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nin giriş kapısının üzerindeki Borges’in cümlesini hatırlatı-yor: “Onun varlığı için bir tek kitabın bu-lunma olasılığı yeterlidir.” Kütüphaneden içeri girmeden önce ‘güvenlik’ açısından bazı öğütlerde bulunan yazar, bu kütüp-hanenin labirentlerinde pek çok ziyaretçi-nin kaybolduğunu söylüyor.

Kayıp kitaplar kütüphanesinde yer alan eserler “yüzyıllar süresince rastlantısal ola-rak ya da kaza sonucu, bir hezeyan ve öfke sırasında ya da gözü dönmüş bir kasıtlılıkla yazarlar, yayıncılar, mirasçılar, avukatlar, din adamları, eğitimciler, zorbalar, asker-ler, sansürcüler ve okurlar tarafından imha edilmiş, doğanın gücüne yenik düşmüş, bir yerlere gizlenmiş ya da anlaşılmaz dillerde ve çözümlenemeyen yazılarla yazılmış ve kimseler tarafından okunamamış” kitap-lar. Bu imha edilmiş veya okura ulaşmamış eserlerin özenle saklandığı rafları merak-lısına gösteren yazar, okuru edebiyat tari-hinde bir yolculuğa çıkarıyor.

hAYAT ArkAdAşının kurTArdığı TAslAklArKayıplar kütüphanesini oluşturan ilk eserlerden biri, İngiliz romancı Malcolm Lowry’nin taslakları. Yazarın ilk romanı-nın elyazmalarını Londra’da bir yayıne-vine satan editörü, metni evde incelemek için evrak çantasına koyar ve otomobilinin arka koltuğuna bırakır ve çanta otomobil-den çalınır. Lowry yine de talihlidir, zira

romanının son halini arkadaşı Martin Case’in evinde yazmıştır. İlk taslak çöp sepetine giderken Case kâğıtları toplayıp güvenli bir yerde saklamıştır. Lowry kita-bını yeniden yazmayı başarır fakat sonuç-tan pek memnun kalmaz. Üstelik başı yine beladadır: Yazarın kulübesi, içindeki bütün elyazmalarıyla birlikte yanar. Karısı haya-tını tehlikeye atarak dünya edebiyatının önemli eserlerinden biri olacak Yanardağın Altında’nın birkaç metninden birini son dakikada kurtarır.

hEmıngwAY’İn sEYAhAT ÇAnTAsıErnest Hemingway bir gün karısı Hadley’den gazetecilik yaptığı Lozan’a gelmesini ve başladığı roman dâhil bütün eski çalışmalarını beraberinde getirmesi-ni ister. Hadley elyazması notları, daktilo edilmiş metinleri ve bunların kopyalarını seyahat çantasına yerleştirir ve Lozan’a gitmek için, belirsiz nedenlerden rötar yapan treni beklemeye başlar. Garda bir adam Hadley’i gözüne kestirmiştir. Kadın ağırlığından kurtulmak için çantayı yere koyar ve kahve almaya gider. Döndüğün-de çantanın yerinde yeller esmektedir. Hadley bunu kocasına nasıl açıklayacak-tır? Hemingway karısını görünce durumu hemen kavrar, “gözleri, ölüm güreşi sıra-sında şişlenmiş boğayı” andırmaktadır. Hemingway seneler sonra bu olayın kendi

lehine olduğunu söyler, zira aradan geçen zamanda üslubunu arıtmıştır.

kAFkA’nın BEBEk mEkTuplArıKafka ile Dora Diamant, parkta oyun-cak bebeğini kaybetmiş küçük bir kızla karşılaşırlar. Hıçkırıklara boğulmuş kızı avutmak için Kafka bir hikâye uydurur. Bebeğin bir seyahate çıktığını, ona da bir mektup yazdığını söyleyen yazarın bu sözlerine karşılık kız, mektubu merak eder. Kafka küçük kız için günler boyunca bebeğin maceralarını anlattığı mektuplar yazar, bir yandan da hikâyeyi mutlu sona nasıl bağlayacağını düşünür. Bebeği ev-lendirmeye karar veren yazar, küçük kıza bunu söyleyip onunla vedalaşır. Kafka’nın bebek mektupları günümüze ulaşmadı, çünkü yazar bunları imha etti. Pechmann metinler gözünde çok kişisel olduğu için yazarın bu yola başvurduğunu söylüyor. Bilindiği gibi Kafka, arkadaşı Max Brod’a bütün elyazmalarını yakmasını vasiyet et-mişti. Bu gerçekleşseydi Dava ve Şato gibi başyapıtlar da kayıp kitaplar kütüphane-sinde yerini alacaktı.

Thomas Mann, gençlik dönemine ait günlüklerini erken yaşlarda imha eder. Evinin bahçesinde bulunan fırında yaktığı bu defterlerin ileride başına dert açacağını düşünür yazar. Pechmann, Mann’ın bu ey-leminde “yeterince takdir görememe, kendi

işini beğenmeme, yaşama baştan başlama özlemi, yeterli avans ödemeyi reddeden ve edebiyatla uğraşmayı yoksulluğa giden yol olarak gösteren pinti yayıncılar” gibi gerek-çelerin rol oynadığını söylüyor. Rus edebi-yatında da benzer isimler var: Puşkin dört yıl boyunca üzerinde çalıştığı kapsamlı bir otobiyografinin taslaklarını yakmıştır. Bu eser alevlere kurban gitmeseydi, şairi daha yakından tanımamıza yardımcı olacaktı kuşkusuz. Dostoyevski ise elyazmalarını devlet baskısından korktuğu için yakmıştı.

Yayıncıya kızdığı için elyazmalarını imha eden yazarlar da var. Zihnindekileri kağıda dökmek için deli gibi çalışan Bal-zac bunlardan biri. Romancı, yayıncısına zarar vermek için Köy Hekimi adlı eseri-nin ikinci cildinin ilk taslağını imha eder. Balzac’ın yayıncısı, yazarın evine haciz memuru gönderir, arada tatsızlıklar yaşa-nınca iş mahkemeye taşınır ve Balzac Köy Hekimi’ni yeniden yazmakla cezalandırılır. Yayınevlerine kızan bir başka yazar ise James Joyce. Yaşadığı hastalığın yol açtığı körlük tehlikesi nedeniyle umutsuzluğa düşen yazar, yayıncılarla görüşmelerinden olumsuz cevap alınca bunalıma girer ve iki bin sayfalık elyazmasını ateşe atar. “Step-hen Hero” adını taşıyan metin yazarın çocukluğunun ve öğrencilik yıllarının an-latıldığı bir otobiyografi denemesidir. Yılla-rını verdiği bu çalışmayı şömineye yığdığı

B

Ernest Hemingway Fyodor Dostoyevski Thomas Mann

Kayıp kitapların izindeEdebiyat tarihi çeşitli nedenlerle kaybolmuş kitaplarla dolu: Yaşlılık, hastalık ve ölüm gibi temel nedenlerin yanı sıra yayınevinin ihmaliyle kaybolan, yakılan veya sandıklarda unu-tulan kitaplar tek başına büyük bir kütüphane oluşturacak kadar çok. Alexander Pechmann, Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nde bu eserlerin dökümünü çıkarıyor. KAYIP KİTAPLAR KÜTÜPHANESİ, ALEXANDER PECHMANN, ÇEV.: REGAİP MİNARECİ, CAN YAYINLARI, 189 SAYFA, 16 TL

Page 11: KITAP ZAMANI

sırada karısı Nora, Joyce’u yakalar ve ki-tabın yaklaşık üç yüz sayfasını kurtarır. “Stephen Hero”nun yeniden çalışılmış ve doğal olarak daha kısa olan taslağı daha sonra Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adıyla yayımlanır.

Herman Melville, denizcilerin hikâyelerine ilgi duyan ve ona bir de-nizci eşinin ilginç öyküsünü anlatan John Clifford’la tanışır. Hikâyeyi kâğıda dökerek yazara gönderen Clifford, Melville’den bunu yazmasını ister. Yazar, “The Island of the Cross” [Haç Adası] adını verdiği öyküyü yazsa da metin ka-yıptır ve hiç yayımlanmaz.

İkTİdArlArın kİTAplA İmTİhAnıEski Roma’da politik açıdan rahatsız edici ya da ahlâken kabul edilmez olarak de-ğerlendirilen kitapları ortadan kaldırma olayları sık sık yaşanmıştı. Antikçağa ait yazmaların onda biri bile günümüze ulaşmamıştır. Çin Qin Hanedanı’nın ilk hükümdarı Qin İmparatoru Zheng’in emriyle M.Ö. 213 yılında tıp ve tarım üzerine yazılmış makaleler dışında ülke-deki bütün kitaplar yasaklanarak yakılır, zira imparator savurganlığını ve zulmünü eleştiren saygın âlimlere sinirlenmiştir.

“Kitapların yakıldığı yerde in-sanlar itaat eder.” sözünün özellikle, Almanya’nın nasyonal sosyalist rejimi ve kitapların propaganda amaçlı yakıldığı

dönem için geçerli olduğunu dile getiren Pechmann, zorbalar, engizisyon yargıç-ları, ulusçu ve dinci fanatiklerin yanı sıra eğitimcilerin de kitap yakmaktan geri kalmadıklarını aktarıyor.

Kayıp Kitaplar Kütüphanesi’nde Pech-mann, şifresi hâlâ çözülememiş kitap-ların ve yazarları tarafından kasalarda saklandığı söylenen elyazmalarının yanı sıra, dünya edebiyatının “hayalî –görü-nüşe göre sadece başka kitaplarda ortaya çıkan– kitapları”na da değiniyor. Yazarın dediği gibi, “Edgar Allan Poe’nun ‘Usher Evi’nin Çöküşü’ öyküsündeki kahrama-nı Roderick Usher’in en sevdiği kitabın aslında hiç var olmadığını kesin bir dille kim savunabilir ki?”

İktidarın ve sansürcü zihniyetin yanı sıra pek çok kü-tüphane yangınında yok olan kütüphanelerin tarihini anlatan Kitap Yakmanın Tarihi (Everest Yayınları, Çev.: Aziz Ufuk Kılıç) kayıp bir dünya hazinesinin izlerini sü-

rüyor. Fransız yazar Lucien X. Polastron'un kitabı, M. Ö. 2500 yıllarından İskenderiye Kütüphanesi'ne, Hıristiyan ve İslam ortaçağından Nazi Al-manya'sına kadar uzanan bir seyirde yakılan kitapların tarihini anlatıyor. Yazarın deyişiyle, "Bir kütüphane zenginleşene kadar birkaç nesil helak olur, servetler erir, öte yandan iş ilerledikçe sınıflandırmanın ve koruma-nın zorlukları artar; koleksiyonların su, ateş, kurtlar, savaşlar ve deprem-lerin tahribatına uğradığını görme ihtimali büyür. Hepsinden önemlisi, biz tahayyül etmekte pek istekli olmasak da, kütüphaneleri asla var olma-mış kılmak isteyen pervasız irade kabarır." Dünyanın dört bir yanından verdiği sayısız örneklerle kitap düşmanlarına seslenen yazar şöyle diyor: "Kitap insanın ikizidir, kitap yakmak insan öldürmeye eşdeğerdir."

Kitap yakmanın uzun tarihi

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

11

Franz Kafka

Page 12: KITAP ZAMANI

12

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI KAPAK

EMRAH PELVANOĞLU

azı, bilincin yapısını değişti-rir.” Walter Ong’un klasik ya-

pıtı Sözlü ve Yazılı Kültür: Sözün Teknolojileşmesi’ni okumuş olan-

lar için bu tespit elbette çok tanıdık. Soyut düşünce için gerekli düzenlenmiş bilgi birikiminin, adına yazı dediğimiz tekno-lojinin yardımı ile mümkün olduğunu, Gutenberg’i takip eden 300 yılın ardından yazının kitleselleşerek bilginin demokra-tikleşmesini sağladığını biliyoruz. Hikâye her yerde aynı değil ama kutsal monarşi-lerden, anayasal devletlere ilerleyen genel dünya düzeninin, yazının kitleselleşmesi ve bilginin demokratikleşmesi ile koşut gittiği de sır değil. Matbaa sonrası geli-şen yazılı kültürün kitaba atfettiği değer, onun bilgi paylaşım standartlarının temel aracı (media) olarak yaygınlaşmasıyla ikili bir yol alıyordu: Meta olarak kitap ve fetiş olarak kitap. İkincisinin, antik büyü kitap-larından, semavi “kutsal kitap” kavramı-na kadar genişleyen antropolojik bir araş-tırma alanı var. Ancak 18. yüzyılın ikinci yarısında yükselişe geçen okur kitlesinin “satın alabildiği” bu yeni matbu nesneleri (metayı) okumaya, biriktirmeye, paylaş-maya, yerleştirmeye ve sergilemeye duy-duğu hevesin sınıfsal reflekslerini de göz-den kaçırmamalı. Halk kütüphaneleri ve daha da önemlisi “millî kütüphaneler”, bu yeni sınıfların üzerinde yükselen devletle-rin kitlesel eğitim ve ulusal formasyonları için gerekli, kültürel/emperyal bir gövde gösterisi olarak da işlevseldiler. 21. yüzyıl gerçekliğinde ise kitaba duyulan heve-sin ve kütüphaneye duyulan ihtiyacın en azından bu bağlamda sınıfsal bir yeri yok.

gEnİşlETİlmİş İkİncİ BAskıPeki, matbaa öncesinde, kitaplar meta-laşmadan, okur yazarlık yaygınlaşmadan evvelki elyazmaları (manuscript) dünya-sında neler oluyordu? Kitap nasıl ve neden biriktiriliyor, nasıl “saklanıp”, hangi ko-şullarda korunuyordu? Bu soruları Avrupa kütüphaneleri bağlamında cevaplayacak koca bir literatür (kitap, belgesel, sinema filmi vs.) mevcut iken Osmanlı-Türkiye tarihi bağlamında yapılmış çalışmaların niceliksel eksikliği hemen göze çarpacak-tır. Önemli bir kısmı makale düzeyinde kalmış bu az sayıdaki nitelikli çalışmanın

dağınık ve parçalı yapısı, Osmanlı dün-yasında kitabın ve kütüphanenin yerini bütüncül ve ampirik bir düzlemde tespit edilmesini de zorlaştırmakta ve dolayı-sıyla birtakım akıl yürütme-lere (olumlu ya da olumsuz) kapı aralamaktaydı. İsmail E. Erünsal Hoca’nın 2008 yılında yayımlanan değerli çalışması Osmanlı Vakıf Kü-tüphaneleri böyle bir boşluğu son derece titiz ve nitelikli bir şekilde doldurmaya ça-lışıyordu. Kitabın Osmanlı-larda Kütüphaneler ve Kütüp-hanecilik adıyla yayımlanan genişletilmiş ikinci baskısı, çalışmayı bir adım daha öteye taşıyarak, alandaki boşluğu doldurmaya devam et-tiğini gösteriyor.

Lisans eğitimini 1969 yılında İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölü-münde tamamlayan Erünsal, 1977 yılında İskoçya’nın Edinburgh Üniversitesi’nden, Tâcizâde Cafer Çelebi Divanı üzerine yap-tığı doktora çalışması ile mezun olmuş. Ardından İstanbul Üniversitesi Kütüp-hanecilik bölümünde çalışmaya başla-yan Erünsal, 1990-2006 yılları arasında Marmara Üniversitesi Arşivcilik Bölümü başkanlığını yürütmüş. Çalışmasına yaz-dığı teşekkür yazısında doktorasını bitir-mesinin ardından Hakkı Dursun Yıldız’ın yönlendirmesi ile “kütüphanecilik bilim dalına intisap etti[ğini]” belirtiyor. Lisans eğitimini ve doktora çalışmalarını edebi-yat alanında tamamlayan bu değerli kültür insanının, bir bilim dalı olarak kütüpha-necilik ve arşivciliğin Türkiye’deki kurucu

duayenlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik de, Erünsal’ın bu kuru-cu vasfının arkasındaki ahlâk, dikkat ve

emeği en üst düzeyde ortaya koyan temel koyucu bir yapıt.

2008 yılındaki ilk baskının başlığı, kütüphanenin “bir vakıf kuruluşu olarak tarihini” öne çı-karıyordu. İkinci baskı için tercih edilen başlık ise Osmanlı tarihi bağlamında kütüphanenin “tarihî gelişimi ve organizasyonu”nun, (en azından 19. yüzyıl ortasına ka-dar) vakıflar tarihinin dışından ya-zılamayacağını ortaya koyuyor. Bir başka deyişle, iki başlık arasındaki

değişim, Osmanlı kütüphanelerinin tarihi ile Osmanlı vakıf kütüphanelerinin tarihi arasındaki özdeşliği ortaya koyuyor. Ni-tekim birinci baskıya yazdığı önsözde de Erünsal Hoca, “Osmanlı devri Türk kü-tüphaneleri karşımıza bir vakıf kuruluşu olarak çıkmaktadır. Dolayısıyla bu konuda yapılacak herhangi bir çalışma da birinci derecede vakıfla ilgili vesikalara dayan-mak zorunda kalacaktır.” demiş.

YüZE YAkın YEnİ vAkFİYEİkinci baskıya yazdığı önsözde ise yüze yakın yeni vakfiye tespit ettiğini, ko-nuyla ilgili literatürü genişlettiğini ve ilk baskıda yaptığı bazı hataları da dü-zelttiğini söyleyen Erünsal, her bölüm-de yaptığı birtakım ilavelerin yanında, “Kütüphane Okuyucuları” için de yeni bir altbaşlık oluşturduğunu ifade ediyor. İkinci baskının genişletilmesi bağlamın-daki bu değişikliklerin ötesinde kitabın

organizasyonunun değişmediğini gö-rüyoruz. “Ortaçağ İslâm Dünyasında Kütüphaneler” başlıklı “Giriş” bölümü, Erünsal’ın da belirttiği gibi, büyük oran-da nitelikli ikincil kaynaklara dayanan bilgilendirici bir özet. Asıl çalışma ise iki bölüme dayanıyor: “Osmanlı Vakıf Kü-tüphanelerinin Tarihî Gelişimi” başlıklı birinci bölüm, ikinci bölümde de tekrar edecek tarihsel dönemlendirme içinde Osmanlı kütüphane tarihinin birincil kaynaklara (çoğu vakfiye ve benzer arşiv belgeleri) dayanan ampirik bir tarihin-den oluşuyor. Belgelerin az ve muğlak olduğu 14. yüzyıl kuruluş dönemi kü-tüphaneleri, ilk önemli kitap koleksiyon-larının oluştuğu 15. ve 16. yüzyıl cami ve medrese kütüphaneleri, büyük medrese kütüphaneleri ile müstakil kütüphane-lerin kurulduğu 17. ve 18. yüzyıl ardın-dan geleneksel vakıf sisteminin dışında kurulan 19. yüzyılın ilk modern devlet kütüphaneleri ve vakıf kütüphanelerinin ıslahı yönündeki çalışmalar.

Kitabın Osmanlı kültür tarihi açısın-dan çok daha önemli ve ilginç ikinci bölü-mü “Vakıf Kütüphanelerinin Teşkilatı” başlığını taşıyor. Kütüphane personelinin, koleksiyonların, kataloglama çalışmaları-nın, yararlandırma usullerinin, kütüpha-ne bütçe ve muhasebesinin, kütüphane yapılarının ve eşyalarının anlatıldığı/açık-landığı bu bölümde yer alan çok kıymetli bilgilerin ve önemli bir kısmı ilk kez bu kitap için okunmuş belgelerin başka önemli çalışmaları tetikleyeceğini şimdi-den öngörebiliriz. Bu belgelerin bazıları-nın transkripsiyonunun “Ekler” bölü-münde yer aldığını da belirtelim.

İsmail E. Erünsal

Kütüphanenin Osmanlı’daki tarihiİsmail E. Erünsal’ın 2008 yılında yayımlanan Osmanlılarda Kütüphaneler ve Kütüphanecilik adlı çalışması, genişletilmiş ikinci baskısıyla raflarda. Konuyla ilgili literatürü zenginleştiren ve ilk baskıdaki hataları düzelten Erünsal, yeni baskıya, tespit ettiği yüze yakın yeni vakfiyeyi de eklemiş.OSMANLILARDA KÜTÜPHANELER VE KÜTÜPHANECİLİK, İSMAİL E. ERÜNSAL, TİMAŞ, 736 SAYFA, 65 TL

Y“

Page 13: KITAP ZAMANI
Page 14: KITAP ZAMANI

14

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN

ÖMER AYHAN

kurları umudu kesmişken Milan Kundera bir novel-

layla çıkageldi: Kayıtsızlık Şenliği. Şanslı sayabiliriz kendimizi, ki-tabı İngiltere ve Amerika’dan önce oku-yoruz. Kayıtsızlık Şenliği Fransa, İtalya ve İspanya’da çoksatanlar arasında başı çeki-yor. Bununla birlikte, özellikle İtalyan eleş-tirmenler kitabı çok beğenmemiş.

Kundera deyince aklımıza yirminci yüzyıl Avrupa’sı gelecektir. Sadece Doğu Bloku yıllarının sıkıntılı Çekoslovakya’sı, hatta sonradan tabiyetine geçtiği Fransa değil. Düşünsel kökleri Avrupa’nın hemen her köşesinden bal almış. Kafka’dan çok etkilendiğini hep söyleyegeldi, yetiştiği çağı düşününce aksi pek mümkün değil-di zaten. Alman felsefecilerin üzerindeki etkisi yapıtlarında sık sık önümüze serilir. Ve elbette varoluşçu geleneği ironi ve kara mizahla zenginleştiren, Fransız edebiyatı-nı ve felsefesini de arkasına alan bir yazar. Ona sadece bir yazar demek eksik bir ta-nımlama gibi geliyor bana. Hadi biraz zor-layayım, tarihin tarihini yazdı kitapların-da. Bu yüzden yanlış anlaşıldığını söyleyip durdu. “Topluma yol göstermek, ışık tut-mak yazara cazip gelebilir ama edebiyatı bitirir.” diyordu, kendisini politik bir yazar olarak tanımlayanlara. Ona göre, “Bir ya-zarın işi dünyanın gizlerini keşfetmek ve paylaşmak”tır. Yazarları kitaplarıyla ciddi-ye alıp söylediklerine sık sık soru işaretleri koymakta fayda var.

kundErA’dAn ‘modErn’ Bİr AnlATıKayıtsızlık Şenliği dört arkadaşın (Alain, Ramon, Charles, Caliban) ve her birinin az çok tanıdığı D’Ardelo’nun birkaç güne sıkıştırılmış hikâyesi. En gençleri Charles 33 yaşında, Ramon ise altmışlarının son-larında. Alışıldık bir hikâyesi yok kitabın. Bu yönüyle 85’lik Kundera’dan ‘modern’ bir anlatı okuyoruz.

Kundera bize bir şeyler söyler ancak sonunda bambaşka bir yere çıkarız. Mese-la novellanın girişinde Paris sokaklarında tek başına yürüyen Alain, göbek delikleri açıkta kalan kızları görünce afallar, yirmi birinci yüzyılda göbek deliği kadın cazibe-sinin simgesi olmuştur, bunu kim tahmin edebilirdi? Alain bu konuyu arkadaşlarıyla paylaşır ve şu noktaya gelir: “Bütün göbek delikleri aynıdır.” Bu defa yeni yüzyılı kıs-

kacına alan Kundera, bizi ‘sahici’ mesele-leri düşünmeye zorluyor. Ne demek bütün göbek deliklerinin aynı olması? Bireysellik ölmediyse de can mı çekişmekte, bireyse-lin olmadığı yerde tek bir özneye yönlendi-rilmiş aşk nasıl var olacak peki?

Kundera hiçbir zaman iyimser bir ya-zar olmadı. Varoluşçuluğun Kierkegaard’lı kanadını, Hıristiyanlık olasılığını baştan reddetmişti. Kayıtsızlık Şenliği’nde ise, adın-dan da sezilebileceği gibi, dümeni tama-men nihilizme kırmış. Oraya geleceğim ama önce Kundera’nın metinde ‘yazar’ı ne-reye koyduğuna bakalım istiyorum, çünkü enteresan bir manzara çıkıyor karşımıza.

Kundera zaman zaman okura kendini hatırlatıyor. Ama sadece kendisi değil, ka-rakterler de aynı tavır içinde: “Bizi yaratan efendimiz [“efendi” diye anılan kişi bizzat Kundera] vaktiyle, beni Hegel çalışmaya zorlamıştı.” Ancak karakterlerin bütün hür-metine ve kulluğuna rağmen güvenilmez-dir anlatıcımız. Metni yazan kişi olarak söz aldığında zihnimizle oynamaktan, handiy-se dalgasını geçmekten keyif alır bir halde-dir. Kayıtsızlığı hem içeriden hem de dışa-rıdan savuruyor: “Stüdyo dairesinde neden babasının hiç fotoğrafı yoktu. Bilmiyorum.”

YEnİ YüZYılın ElEşTİrİsİMilan Kundera, novella boyunca resmî tarihi, ezberlerimizi, alışkanlıklarımızı yerin dibine batırmış. Bunun için Stalin ve Kruşçev’i, Politbüro üyelerini de katmış oyuna. Evet, bir tiyatro oyunu havası esti-riyor, mekânlar özenle seçilmiş ama içleri bilerek yeterince doldurulmamış. Kundera kendimizi nasıl bir kısırdöngüye hapset-miş olabileceğimize dair evrensel bir meta-for kurmuş: “Hayatın akışı içinde insanlar karşılaşır, çene çalar, tartışır, kavga ederler; birbirlerine uzaklardan, her biri zamanın farklı bir yerine dikilmiş bir rasathane-den seslendiklerini fark etmezler.” Dönüp dolaşıp şu kafa karıştırıcı göbek deliğine geliyorum, çünkü Kundera da öyle yapı-yor. Burada bir anlam kaymasına işaret çakıyor, hatta anlamsızlığın öne çıktığını vurguladığı söylenebilir. Sözgelimi sanatçı kimdir sorusu: “... sanatçı kelimesinin bu-gün ne anlama geldiğini bilmiyordu. Vitrin tasarımcısına dönüşmüş bir ressam mı? Bir şair mi? Şairler var mı hâlâ?”

Tam bir Avrupalı derken kastettiğim işte bu bakış açısı. Postmodernizmin ko-ruyucu kollarında nicedir her şey sanatın

temsiline dönüşmüşken, hor görülen vit-rin tasarımı sanat değil midir? Bu bakış seçkinci ve romantik, bir yandan da ‘şiir’e (yirminci yüzyıl sanatına) duyulan kuşku-suz anlaşılabilir özlem var. Bu elitist bakış her yerde: “... bir Asya öğretisinin takipçi-leri çimenlerin üzerinde tuhaf ve yavaş ha-reketler yapıyordu...” Neden tuhaf, yahut şöyle soralım, kime göre tuhaf? “Dünyayı tersine döndürmenin, onu yeniden düzen-lemenin” imkânsızlığı karşısında, “bilin-meyene doğru hızla ilerleyen bu uğursuz koşunun” karşısında insan ne yapabilir? Hiçbir şeyi ciddiye almamayı öneriyor Kundera. Örneğin, D’Ardelo’nun kanser-miş numarası çekerek kendine acındır-ması, bu sayede “yücelebilmesi”, Alain’in izini kaybettiği annesiyle acı verici hayalî konuşmaları. Hele Caliban ile Charles’ın insanlara Urduca olduğunu söyledikleri uydurma bir dille konuşmaları. Yeni dünya

düzeninde küreselleşme, kültürleri yakın-laştıracağına iletişim olanaklarını tüm-den ortadan kaldırmış gibidir. Sanki Babil Kulesi’nin yıkıldığı ânın tekrarıdır içinde bulunduğumuz yüzyılın ahvali.

O halde varoluşun özü ‘kayıtsızlık’tır. Bu da bizi kendi içinde ayrışan varoluşçulu-ğa değil, varoluşçu nihilizme çıkarır. Bir tarafta Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği ve Şaka gibi ‘büyük’ romanlar, diğer tarafta Kimlik gibi insanı yazı’nın içinde kıstıran ‘sıkı’ örnekler. Ve nihayet İtalyan eleştir-menlerin hafifsediği, “gevşek dokulu, ka-rakterlerin derinleşmediği” bir novella. Ke-sinlikle katılmıyorum. Günümüzde yazılan en iyi düzyazıların genellikle sayfa sayısı sınırlı tutulmuş yapıtlarda olduğuna bir kez daha inandım. Kitapta gereksiz hiçbir cümle olmadığı gibi, metin insanda tekrar okuma isteği uyandırıyor. Yazarın düşün-celerine katılsanız da, katılmasanız da.

O

Milan Kundera

Bir muhalefet olarak kayıtsızlık 85 yaşındaki Çek asıllı yazar Milan Kundera, 2003’te yayımlanan Bilmemek’ten sonra kaleme aldığı yeni novellası Kayıtsızlık Şenliği ile çıkageldi. Fransa, İtalya ve İspanya’da çoksatanlar arasında başı çeken kitap, İngiltere ve Amerika’da yayımlanmadan önce Türkçede. KAYITSIZLIK ŞENLİĞİ, MILAN KUNDERA, ÇEV.: AYÇA SEZEN, CAN YAYINLARI, 112 SAYFA, 11,50 TL

Page 15: KITAP ZAMANI

15

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN

İNAN ÇETİN

azuo Ishiguro’nun Gö-mülü Dev adlı romanını

okurken şu sözler düştü aklıma: Okuduğunu anlamak, anlam-landırmak, anlama bir değer biçmek, keyif almak, bilgi edinmek gibi derece-leri vardır okurluğun. Elbette okuduğu-nu yorumlayabilmenin de. Gömülü Dev İngiltere’nin efsanevi geçmişi üzerinden kurgulanmış bir bellek, aşk ve savaş ro-manı. Kitap bellek ve kayıp temalarını inançlar ve bellek restorasyonu üzerin-den işliyor. Bir tür incelik ve karmaşık çizgileriyle yavaş yavaş beliren tarihsel, efsanevi gerçeklikle sihrin, kılıçların, ej-derhaların ve devlerin dünyası beliriyor Gömülü Dev’de.

Saksonlar ile Britonlar arasında ya-şanan korkunç savaşın bitimiyle açılan yeni bir tarihsel sayfada, evli olan iki yaşlı Briton, Axl ile Beatrice “sis” diye adlandırdıkları unutkanlıktan muz-daripler. Oğulları kendilerini terk etti-ğinden beri bu unutkanlık perdesinin ardında yaşıyor, gün geçtikçe zihinsel silginin anılarını yok ettiğini biliyorlar. Ama nedense oğullarının kendilerini beklediğini seziyor, onun yanına git-mek için tehlikeli topraklarda bir yol-culuğa çıkıyorlar. Yolda genç bir Sakson savaşçı olan Wistan ile devler tarafından yaralanmış, öksüz ve toplum tarafından lanetli kabul edilen Edwin adında bir çocuk ve Kral Arthur’un yeğeni şöval-ye Sir Gawain ile tanışıyorlar. Axl ile Beatrice yolda unutkanlıklarının sebe-binin aslında Querig adında zalim bir ejderhanın nefesi olduğunu, ejderhanın anılarını onlardan çaldığını ve Querig ölürse hafızanın geri geleceğini keşfe-diyorlar. Cervantes’in efsanevi Don Ki-şot’unu anımsatan Sir Gawain ejderha ölürse geri gelen hafızanın felakete yol açacağına inanıyor ve ejderhayı koru-maya çalışıyor. Ötekilerse Querig’in öldürülmesini istiyor, çünkü böylece gerçeklerle yüzleşecekler.

İnsAnA YArdım EdEn BEllEk kAYBıKazuo Ishiguro önceki bazı romanla-rında da işlediği bellek temasıyla Sak-sonları ve Britonları geçmişte gömdüğü devlerle yüzleştiriyor ki Axl, Beatrice ve çoğu insana yardım etmektedir bel-

lek kaybı. Barışın sağlayıcısı, yeni fela-ketlerin de önleyicisidir ama intikam ve adalet kurtçuklarının içinde kıvıl kıvıl olduğu zihinler ne olacaktır, na-sıl iyileşecek, nasıl huzur bulacaktır? Gömülü Dev’de toplumsal unutuşun alegorisinin yapıldığını söyleyebiliriz. Romanın hikâyesinin pek çok toplu-mun hikâyesiyle benzeştiğini, oralardan esinlendiğini söylemek pekâlâ müm-kün. Birçok ülke veya toplum günümüz dünyasında kirli savaşlarla, katliamlarla dolu geçmişiyle yüzleşmeye çalışıyor, bazısı yüzleşmeyi başarıyor, bazısı da tıpkı Sir Gawain gibi geçmişin devlerini, ejderhalarını koruyarak bir sis perdesiy-le kırılgan birlikteliği korumak istiyor. Biz yine romana dönelim.

Gömülü Dev geriye dönüşlerle ve za-manın kırılganlığıyla belleğin karmaşık ve incelikli dünyasına davet ediyor oku-runu. Neyi unutmak istediğimizi, neyi anımsamak istediğimizi, gerçekte bizi neyin koruduğunu veya tehlikeye attı-ğını düşünmemizi öneriyor. Kuşkusuz yazar da bunların yanıtını arıyor. Bizi

mutluluğa götürecek yolların bazısının geçmişte saklı kaldığını, onlardan kur-tulmak, onların üstünü örtmek yerine ne yapabileceğimizi sorgulamamızı istiyor bizden. Bu ve benzeri bellek so-runları fantastik bir dünyanın içinden düşüncelerimize sızıyor.

TEk BAşınA muTlu olunABİlİr mİ?Gömülü Dev belleğin yenilenmesiyle ilgileniyor; devlerin, kuşların, ifritle-rin, ejderhaların ve Shakespeare’den Cervantes’e varan göndermelerin ışı-ğında bütün bir efsanevi geçmişin harmanıyla katmanlaşıyor. Denebilir ki, korkuyla sarmalanmış topraklarda unutmak bir ilaç olabiliyor bazen ama Axl ve Beatrice’in aslında aradıkları ger-çekten oğulları mı? Bu gibi soruların ya-nıtını romanın unutuşla harmanlanmış katmanlarında arıyoruz ama bulmak o kadar da kolay olmuyor. Sanki her şey anıları çalan Querig’in nefesinde gizli. Peki neyi temsil ediyor Querig’in nefe-si? Bunu romanın sonuna geldiğimizde anlıyoruz ancak.

Özünde zorlu bir sorunu ele alma-sıyla ve güç mesajlarla dolu olan Gömü-lü Dev, eksikliğini duyduğumuz zamanı anımsatıyor. Bu, güzel bir masal aslında. Ama gerçeklerle, gerçek unutuş ve anım-samalarla yüz yüze geldiğimizde, dağ fare doğurmak için fazla büyük değildir diye düşünebiliyoruz. Böylece, zevkle düşünsel tutumu tersine çevirip duruyor Gömülü Dev. Sonu gelmeyen tarihsel, ef-sanevi bir merdivenden indiriyor yazar bizi, tıpkı Axl ile Beatrice’in sonsuzluğa açılan hikâyenin kayıkçısına ulaşmak istemeleri gibi, biz de romanın fantastik atmosferinde kayboluyoruz. Mutluluk mudur orada bizleri bekleyen, kimsenin kimseyi görmeden tek başına yaşanan bir dünyada mutlu olunabilir mi?

Anısız kalan bir insanın neler ya-şayacağını, anılar geri gelirse ne olaca-ğını irdeleyen Kazuo Ishiguro, Gömülü Dev’de bireysel ve toplumsal bellekle aynı ölçüde ilgileniyor. Kuşkusuz ki kur-gusal dünya sınırsızlığı temsil eder, bu dünyada gerçeğin ortaya çıkarılmasını ister yazar, varlığın tüm inceliklerini ve karmaşıklıklarını inceleyerek. Ünlü sözü anımsayalım: Politikacılar gerçeği gizlemek için yalan söylerler, yazarlar ise gerçeği açığa çıkarmak için. Kazuo Ishiguro’nun bireysel belleğin gizine il-gisi diğer romanlarından biliniyor, Gö-mülü Dev ise gerçeğin toplumsal katma-nıyla ilgileniyor, daha büyük ve genel bir bellek kaybının getirdiği durumla.

Toplumsal bellek kaybı anlamın da kaybıdır. Axl ile Beatrice neyi aradıklarını, oğullarının gerçekte yaşayıp yaşamadığı-nı roman boyunca hem bilir hem de bil-mezler, onların asıl aradığı bellekleridir, onun da kendilerini nereye götüreceğini kestiremezler. Arthur’un sadık şövalyesi-nin dediği gibi, felaketler geri gelir de sa-vaşlar yeniden başlarsa ne olur? Bu ve buna benzer sorular tehlikeli ormanlarda, devlerin beslendiği yeraltı dehlizlerinde, keşişlerin kendilerini kafesler içinde yırtı-cı kuşlara sundukları gizli odalarda yan-kılanıyor Gömülü Dev’de. Kör inançların ve lanetlerin derin izler bıraktığı toprak-larda. Devlerin, ejderhaların soluğunda. Kısacası, Kazuo Ishiguro İngiltere’nin ef-sanevi tarihinin kapısından geçip unutu-şun yeni bir perdesini aralıyor ve aslında aşka, mutluluğa erişmenin de bu perde-nin ardında olduğunu anımsatıyor bize.

K

Kazuo Ishiguro

Anısız kalan bir insan ne yapar? Kazuo Ishiguro’nun dilimizdeki son kitabı Gömülü Dev, İngiltere’nin efsanevi geçmişi üzerinden kurgulanmış bir bellek, aşk ve savaş romanı. Efsanelerle sihrin, kılıçların, ejderhaların ve devlerin belirdiği roman, geriye dönüşlerle belleğin karmaşık ve incelikli dünyasına davet ediyor okurunu. GÖMÜLÜ DEV, KAZUO ISHIGURO, ÇEV.: ROZA HAKMEN, YAPI KREDİ YAYINLARI, 280 SAYFA, 19 TL

Page 16: KITAP ZAMANI

16

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN

FATİH ÖZGÜVEN

edenindeki tüm (…) delik-ler, gözenekler o istemese bile

alıp vermeyi sürdürüyordu. Bu delikleri kapatabilmenin

bir yolunu bulabilseydi, bu alma verme iş-lerinden herhalde kurtulmuş olurdu. Hatta kafasının içinden akıp giden tüm bu düşün-celerden de kurtulmuş olurdu. (…) Peki ama tüm deliklerini kapamak ne demekti? Ölmek demek değil miydi? Yoksa istediği ölmek miy-di, ölmenin bir yolunu mu arıyordu? Belki ölmenin bir yolunu bulmak çok güçtü, insan nasıl öleceğini bilemiyordu. Yine bu ölme arzusuysa bile, istediği ölmek değildi. Ya da belki aynı zamanda var olmayı sürdürmek, aynı güçle yaşamak istiyordu. Ölmeye ni-yeti yoktu.” (Uzun Yürüyüş, s. 48) Ayhan Geçgin’in dördüncü -ve en kısa- roma-nı, bizi okur olarak kabul etmeye meyilli olduğumuz, hatta kabullenmekten zevk alacağımız açmazlardan farklı açmaz-larla karşı karşıya bırakmaktan, daha önemlisi kendisi bu açmazlarla karşı karşıya kalmaktan, gözünü dikip onlara bakmaktan kaçınmıyor. Bizi de onlara baktırıyor. Müthiş bir kitap. “Baktırıyor” derken; orada da bir talebi yok aslında. Bazı kitaplar düşünce ve duygularımızı okşamak ve bizi mutlu etmek ister. Bazı kitaplarsa bizi kışkırtmak ve bizimle kav-ga etmek… Uzun Yürüyüş ikisine de talip değil. Kahramanını uzun bir yolculuğa çıkarmak ve o “her şeyi sonuna kadar düşünürken” bizim de orada olmamızı istiyor. Yani sırf eğer bu “uzun yürüyüş”e takılacaksak.

Bİr kAlkıp gİdİşTakılıyoruz da. Takılmamızın en önemli sebebi de, bu uzun yürüyüşteki derin cid-diyet, ‘kendi’ denen şeyin en dibine kadar inme niyeti. (Samimiyet demeyeceğim, okuru tavlamaya yönelik bir olta gibi de değil çünkü, samimiyet öyle olmaya mü-saittir.) Bu yürüyüş, fiziksel olanın en geniş halkalarından, kentin, akrabalığın, ailenin, fiziksel çevrenin ‘ait olunan’ çe-perlerinden başlıyor. Geçgin’i bu roman-dan önce okumamıştım. Okuyunca onun bu çeperleri ne kadar iyi bildiğini, onları ne kadar başarıyla anlattığını gördüm. Son Adım’daki yaşlı annenin, Kenarda’da kendi başına küçük bir roman olan da-yının hikâyesine ne kadar hâkimdi! Alışacak, okuru da alıştıracak olursanız

sevimliliğe varabilecek bu çeper anlatımı başka bir şeye de yol açıyordu ama – bir tehlikeye belki; romanı anlatan kişi şeh-rin kenarlarında, çeperlerde helezonlar çizerek dolaşıyor, dolaşırken de onlardan uzaklaşmaya kıyamıyor, geri dönüyor, roman bu halkaların etrafında uzadıkça uzuyordu. Bu yürüyüş, o -güzel anlatıl-mış- gezintiler değil. Bu bir kalkıp gidiş. “Yola çıkarken bedeninin bir soğan zarı gibi tek tek soyulacağını sanmıştı, ama aksine bir ağaç kütüğü gibi kat kat kabuk bağlamış, katı-laşmıştı.” (s. 88) Bu satırlar biçimsel olarak belki de Uzun Yürüyüş’ün en güzel tarifi. Kat kat soyulan ve dağılıp uçuşan zarlar, başka bir deyişle öteki romanlardaki sar-mal gezinmeler yerine çizgisel bir hareket var bu romanda ve bu kahramanını oldu-ğu gibi romanı da daha kunt, bitmiş bir

şey haline getiriyor.Tamamen kalkıp gitmekle ilgili olan

bu yürüyüşün geride kalanlarla son bağ-ları da kopardığını, hatta eninde sonun-da bütün bağları ‘kalpsizce’ koparmakla ilgili olduğunu da öne sürebiliriz. (Bütün büyük roman kahramanları kendi me-selelerine dalmışlıkları içinde öyledirler.) Bu radikal karar, Uzun Yürüyüş’ün kah-ramanını bilinç akışı parkurlarında ya da metafiziğimsi ‘new age’ yürüyüş parkla-rında tenezzühe çıkmış hafif zarif kahra-manların varamayacağı bir yere götürü-yor. Yavaş yavaş, aşama aşama şehirden uzaklaşan ‘naylon torbalı’dan bir köpeğin yoldaşlığına, kir pas içinde bir ‘şüpheli’ berduşluktan nihayetinde toprağa girme-den toprakla hemhal olan bir varlık olma noktasına kadar… “Sonra tüm bu öğren-

diklerimden sonra, belki öyle bir an gelecek ki, bu kez hiçbir şey bilmemeyi öğreneceğim, azar azar, yavaş yavaş, günbegün bilmeye-ceğim.” (s. 56) Boş bir zihin, bomboş bir ben, bütün kayıtları tamamen silinmiş bir ‘varlık’, tüm toksinleri atmış yepyeni biri. Roman bizi buna çok inandırıyor. Uzun Yürüyüş’ün kahramanı ‘oraya’ var-mak istiyor.

Kahramanımızın şehirden adaya aniden nasıl zıpladığını, oradan dağa na-sıl çıktığını sorabilirsiniz elbette, kılı kırk yaran bir okursanız. Sormalısınız da, ama bu romandaki hareket bu sıçramala-rı onun zihnine koşut şeyler olarak anlat-tığı için ve bu zihindeki zıplamalar kendi içlerinde pekâlâ da anlamlı ‘entervaller’ oldukları için buna takılmayabiliriz. Af-fetmek de değil bu. Bu gezgin, uzaklaşsa da yeniden yeniden ortaya çıkabilen ‘me-selelerin dünyası’nda, bilet veren kız sah-nesindeki gibi güzel anlatılmış ‘kişilerin dünyası’nda, köpekten salyangoza kadar şefkatle anlatılmış hayvanların dünya-sında, nihayet toprağın ve rüzgârın ve yağmurun hüküm sürdüğü orta-dünyaya geçişi esnasında çok inandırıcı da ondan.

YEpYEnİ Bİr kAhrAmAnUzun Yürüyüş’ün kahramanında tabii ki Tanpınar’ın Mümtaz’ından, Yusuf Atılgan’ın aylağından, Bilge Karasu’nun düşünceler içinde adalardan tepelere tırmanan ikiye bölünmüş, mütereddit genç erkeklerinden, Sait Faik’in tabi-at karşısında samimiyetle allak bul-lak adamlarından izler var. (İyi haber: Atay’ın iyice ağlamaklılaşan tutuna-mayanlarından eser yok.) Ama Uzun Yürüyüş’ün kahramanının yepyeni bir veçhesi de var; sadece aylak, romantik şehir gezgini, tereddütler içinde genç erkek değil, Çıkıp Giden Adam o. Etki-leyiciliği burada. Sıfırlamayı denemek istiyor. Bildiğimiz anlamıyla ‘ölmeye’ niyeti yok, ölmeden ölmek istiyor. Aynı anda, ‘aynı güçle’ yaşamak da istiyor. Ama en, en temel soruları sorarak, en temel düşünceleri düşünerek: “Bir insa-nın başka bir insanın içine nasıl girebildiği-ni, bir kez girmişse ardından nasıl ayrıla-bildiğini hiçbir zaman anlayamamıştı.”

Yakın zaman Türk edebiyatında bir çizgi üzerinde, dünyanın kabuğuna basa basa yürüdüğü halde, yürümekle birlikte bu kadar derine iskandil atan bir kahra-man olmamış olabilir.

Dünyanın kabuğuna basa basa yürümekBazı kitaplar düşünce ve duygularımızı okşamak ve bizi mutlu etmek ister. Bazı kitaplarsa bizi kışkırtmak ve bizimle kavga etmek… Ayhan Geçgin’in yeni romanı Uzun Yürüyüş ikisine de talip değil. Yazar, kahramanını uzun bir yolculuğa çıkarmak ve bizim de orada olmamızı istiyor.UZUN YÜRÜYÜŞ, AYHAN GEÇGİN, METİS YAYINCILIK, 160 SAYFA, 15 TL

B“

Ayhan Geçgin

Page 17: KITAP ZAMANI

17

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI MEKTUP

ALİ EMİN TUNÇ

debiyatta mektup türü her zaman önemli ol-

muştur. Yazar ve şairlerin birbirleriyle mektuplaşmaları okurun ilgisini her devirde çekmiş ve çekmeye devam ediyor. Okur, elindeki kitabı ya-zan kişiyi, onun hayatını, nasıl yetişti-ğini, nasıl yaşadığını, nasıl yazdığını ve daha pek çok şeyi merak eder. Okumaya ara vererek elindeki kitaba baktığı olur uzun uzun, gözleri yazarın adında ya da -varsa- fotoğrafında dolaşır bir süre, sonra da uzun uzun boşluğa bakarak hayalindeki yazarı görmeye çalışır. Ya-zara ait bir sırrı çözmeye çabalar gibidir böyle anlarda. Zihnindeki soruların ce-vabını bulmak için yazara -bir şekilde- ulaşmak ister. İşte bu noktada yazarın mektupları okurun imdadına yetişir. Kitaplarında olmayan ama mektuplar-da yer bulmuş ve içtenlikle söylenmiş birkaç cümle nice sırrı çözmek için oku-run yardımına koşabilir. Yazar, okuruna söylemediğini (söylememesi gerektiği için söylemediğini elbette) bir dostuna, sırdaşına aktarabilir rahatlıkla. Bu onun için de bir zorunluluk olabilir. İçinde daha fazla saklamak istemiyordur belki. Ama birilerinin bilmesi onun içindeki çalkantıların biraz da olsa durulması anlamına gelebilir.

Mektupların bu işlevi özellikle me-raklı okur için son derece önemlidir. Yazar ve şairlerin mektuplarının ölüm-lerinden sonra yayımlanmasının doğ-ru olup olmadığı tartışmalı bir konu. Yayımlanan her yeni kitaptan sonra bir fırtına kopması ve tartışmaların yeniden alevlenmesi edebiyat dünyasının alışkın olduğu bir durum. Yazar ya da şairin edebi kişiliğine, yapıtlarına ışık düşü-recekse, katkı sağlayacaksa, yeni bir değerlendirme, yeni bir yorum kazan-dıracaksa bu tür mektupların yayımlan-masına kimse karşı çıkmayacaktır. Ne var ki, şimdi hayatta olmayan kişilerin birbirlerine yazdıkları, özel hayatlarına ilişkin ve onlar sakladıkları için bugün de saklı kalması gereken birtakım bil-giler ortalığa dökülürken bir kez daha düşünülmelidir.

Fikret Otyam, Arkadaşım Orhan Ke-mal ve Mektuplar adlı kitabında (ilk bas-kısı 1975 yılında yapılmış) bir yandan

Orhan Kemal’i anlatırken, bir yandan da yaşadıkları dönemin edebiyat dünyasını gözler önüne seriyor. Sözlerine dönemin gazete ve dergileri, kendi yazdıkları, Or-han Kemal’in romanları ve tabii ki mek-tupları eşlik ediyor.

okuru muTlu EdEn mEkTuplArFikret Otyam-Orhan Kemal dostlu-ğu edebiyat dünyasında benzerine az rastlanır bir dostluk. Mektuplardaki sa-mimiyet bunun en büyük kanıtı. Ve bu mektuplar Orhan Kemal’in hem yazarlık hem de kişisel hayatını göstermesi açı-sından okurunu mutlu ediyor.

“Bükülmez bir devrimci, yüce gönül-lü bir halk yazarı; şurada burada işsiz ka-lan ırgatların, mapushane çilekeşlerinin, üç beş kuruş kazanan küçük memurla-rın, emeklilerin, çocukların, kimsesiz çocukların, iplik fabrikasında çalışan kız ve delikanlıların, iplik bükme maki-nelerinin başında yorgunluktan uyuyan bebelerin, sokakları süpüren çöpçülerin, ‘küçük adam’ların, mavi tulumlu akıllı akılsız, uyanık uyur emekçilerin, mahal-le kabadayılarının, kahve sakinlerinin, ‘artiz’lik heveslilerinin yazarı Orhan Kemal’in inandığı, güvendiği, yüreği-ni açtığı, en sıkışık anlarında yanında

bulduğu bir arkadaşı, dostu, yürekdeşi olduysam, bu bir tür mutluluktur benim için.” Fikret Otyam böyle başlıyor onu anlatmaya ve Orhan Kemal’in sıkıntılı hayatını neredeyse gün gün resmediyor.

romAncının drAmıElimizdeki kitap yalnızca mektuplardan ve Fikret Otyam’ın anılarından oluş-muyor. İki yakın dostun anıları, Orhan Kemal’in Fikret Otyam’a yazdığı mek-tuplar, roman ve öykülerinden parçalar iç içe geçerek bir roman tadında akıyor. Dikkat çeken bir başka husus ise Or-han Kemal’in adeta günlük tutarcasına, her gününü kayda geçirircesine mektup yazması. Onca kitabı kaleme almış bu yazarın ömrünün her anını yazıyla ge-çirdiğini göstermesi açısından bu husus unutulmamalı.

“Eskici ve Oğulları’ndan sonra başka iki kuvvetli roman mevzuu kafamı ka-rıştırıp duruyor. Hani şöyle vaktim olsa da, ağır ağır, isteye isteye, seve seve ça-lışabilsem, gerçekten de kendimi tatmin edebileceğim bir şeyler yapabileceğime inanıyorum.” Çok sayıda kitaba imza atmış bir yazarın, bütün zorunlulukla-rından arınarak, geçinmek için değil de keyfince, gönlünce, sadece roman yaz-mış olmak için roman yazma isteği bu satırlarda dokunaklı biçimde dile geli-yor. Asıl yazmak istediğini yazmaya fır-sat bulamadan sürekli yazan bir yazarın dramı... Fakat bu satırların hemen ardın-dan yazdıkları bir tartışmanın kapılarını açmaya son derece müsait: “Bir taraftan da Stendhal’in şu sözüne hak vermi-yor değilim: ‘En iyi roman üslubu, zabıt kâtibinin yazdığı zabıtlardaki kuru üs-luptur!’ Öyle. ‘Büyük romancıların hepsi böyle çalışmış’ derken, kendimi bunlara katmaya kalkmayacak kadar zeki oldu-ğum bilinsin. Balzac’ta, Dostoyevski’de, başkalarında da bu çalakalem hâkim. Büyük eser, söyleyecek sözü çok olmak, ‘birtakım cambazlıklara vakit bırakma-mak’ demek. Daha açıkçası, şekil vıdı-vıdılığıyla uğraşanlar, sözleri olmayan-lardır.”

Gerçekten öyle midir? Çevirilerin-den okuduğu kitaplar yazarı yanıltıyor olabilir mi? Ya popüler kitapların dili? “Söyleyecek söz” derken?

Sanırım en iyisi işi uzmanlarına bı-rakmak…

E

Fikret Otyam ve Orhan Kemal

Orhan Kemal ve mektupları Fikret Otyam’ın ilk baskısı 1975 yılında yapılan Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektuplar adlı kitabı yeni baskısıyla raflarda. Otyam, Orhan Kemal’i anlatırken bir yandan da dönemin edebiyat dünyasını gözler önüne seriyor. Mektuplar Orhan Kemal’in hem yazı hem de kişisel hayatını göstermesi açısından önemli. ARKADAŞIM ORHAN KEMAL VE MEKTUPLAR, FİKRET OTYAM, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 496 SAYFA, 39 TL

Page 18: KITAP ZAMANI

18

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ÖYKÜ

TEMEL KARATAŞ

imi yazarlar, bazıları-nın dünyaya yazmak

için geldiğinin kanıtı gibidir. Bu savım, “iyi

yazar olmak”la sınırlı değil. Katherine Mansfield, bu yazarlardan biri. Daha da özelleştirip, onun dünyaya yalnız öykü yazmak için geldiğini gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. 34 yıl yaşamış. Ortalama insan ömrünün yarısı... Birçok hastalıkla mücadele ederek yaşamaya çalışmış. Ya-şadığı dönem, apansız ölümler dönemi. Kardeşini I. Dünya Savaşı’nda kaybet-miş. Kendisi de veremden, sizlere ömür. Bu kısacak hikâyeye yüzlerce sayfa öykü sığdırdı Mansfield. Hepsini de, ne doğ-duğu yere ne de gençliğinin geçtiği, eği-tim aldığı İngiltere’ye mal etti. Dünya edebiyatına aitti kendisi ve yazdıkları.

Yazdıkları, yazarın ta kendisi değil-dir elbette hiçbir zaman. Ama yazdık-larından kendisine ulaşmak pek de zor olmasa gerek. Mansfield, “Rosabel’in Yorgunluğu” adlı öyküdeki tezgâhtar Ro-sabel değildi belki ama şapka almak için sevgilisiyle dükkâna uğrayan yakışıklı ve zengin Harry’nin yanındaki kız oldu-ğunu, onunla rahat bir hayat sürdüğünü hayal eden gariban Rosabel’in ruhundan çok şey vardı içinde: “Ve Rosabel’e kalan tek miras, genelde gençlere bırakılan tek şey, bu trajik iyimserlik olduğu için yarı uykulu, dudaklarının kenarında endişeli bir titremeyle gülümsedi.” İlkgençlik yıl-larının özetiydi belki de fukara hayalpe-rest Rosabel karakteri.

Bir yazarın 34 yıllık ömründe-ki ilk kahramanlarından biri fakir bir tezgâhtar, diğeri küçük yaşta çocuk bakıp nefeslenmeksizin hizmet eden bir hizmetçi olursa, bir bakımdan ger-çekçiliğe, öte yandan da hüzne ‘hoş geldiniz’dir bu! Mansfield’ın ne yazdıysa “hüzün”le yazdığını söylemek yersiz bir tespit olmaz. Çünkü biraz Çehov’a öykü-nen hemen her öyküsünde, ondan farklı olarak bazen açık bazen gömülü bir hü-zün vardır. O hüzün ki, yersiz bir efkâr değildir onda. Kâm arasındaki gamdır kimi zaman.

kronolojİk sEÇkİdE YAZArın İZlErİÇocukluğu Yeni Zelanda’da geçmiştir ya-zarın. Okul yılları ise Londra’da. Hastalık

ve tedavi süreci ise neredeyse tüm ömrü-nü kapsar. Bir Gece Vakti’ndeki seçme öy-küler, Katherine Mansfield’ın yaşamın-daki dönemeçleri öykülerin karakterleri üzerinden okumaya da olanak veriyor. İlk yıllarında ana karakterleri “hüzünlü hayatlar”dan seçen ve onların -olasılıkla büyük kısmı varsayımsal- bir hüzne da-yalı iç dünyalarını didik didik eden, çö-zümleyen yazar, ilerleyen dönemde bu karakterleri biraz daha geriye alsa da, on-ların acısından ilham alan şairler, doktor-lar, insanlar var etmekten geri durmaz.

Çünkü kendisinin de “itiraf ettiği” gibi, içte gömülü bir hüznü esas kabul eder ve bunu arayıp durur kahramanlarında. Eğer anlatıcı olarak bir hüzne işaret etmi-yorsa da mutlaka bir karakter diğerindeki acıyı, yarayı görüyor, ondan kendisine “malzeme” çıkarıyordur.

“Barones’in Kız Kardeşi” adlı öykü-sünde masada oturan iki kişiden biri dil-siz bir kızdır. Mansfield’ın baş tacı kah-ramanlarından biri olmaya adaydır böyle “dram”lar! Bir masadaki basit bir andan bakın nasıl bir tahayyül çıkar: “Pegasus’u

boyunduruğundan kurtarmak, diye dü-şündüm. Yalnızlığa yazdığı gazelin ölüm anındaki sancıları! O genç kadın, ilham olabilirdi, kendini adadığı kişi de. Ve o andan itibaren çekeceği acı, yatağından kalkıp yürümeye başladı.” (s. 46)

Mansfield’ın genç yaşta ölümü, bizi onun orta yaş ve sonrasında yazacakla-rını okumaktan alıkoydu. Hüzünlü bir genç kız olan yazara göre, dünya kötü kalpli babalara ve çevrelere sahip kız ço-cuklarından oluşuyordu adeta. Elbette kızını dövmek yerine şakalaşıp gıdıkla-yan babalar da vardı. Ama onlar yalnızca asıl bölgedeki, yani hüzün çemberindeki acıyı kuvvetlendirmek için vardı! Daha doğrusu genç Mansfield’ın öykülerindeki varlıklarının nedeni buydu: Kötüyü vur-gulamak, şerri iyice görülür kılmak, kısık sesle konuşan bir mevcudu bağırtmak…

BüYüdüğünü gÖrEmEdİğİmİZ YAZAr Ancak 25 yaşından sonra yazarın bu al-gısının değiştiğini, gerçeğin aslında tam olarak böyle olmadığını anlamaya baş-ladığını kurgularından anlayabiliyoruz. Otoriter babasından korkan bir kız çocu-ğunun babasıyla olan ilişkisini aktardığı “Küçük Kız” adlı öyküsü bu geçişe bir örnek olarak verilebilir. O döneme kadar, hep küçük mağlup kızların yanından ve onların algısıyla, “onların idraki kadar” yazan Mansfield’ın, bu öyküde biraz daha “büyük” görmeye başladığı gözlenebilir. Karşısında korkudan tir tir titreyip ke-kelediği babasına doğum günü hediyesi yapmak için babasının önemli bir ko-nuşma metnini parça parça eden küçük kız, bu “suçun” bedelini cetvel dayağıyla öder. Yani baba amansız bir kötüdür bu-raya kadar. Ancak annesinin yokluğunda evde yalnız kaldığı bir gün, uykuda ba-ğırıp babasını rahatsız etmekten korksa da, uyur uyumaz kâbuslarla sayıklamaya başlar. Gözünü açtığında “korkunç” ba-basını başucunda bulur. Ve final: Babası kızı kucağına alıp kendi yatağına götürür ve koynunda yatırır. Küçük kız babasının kalbini dinleyerek uyur.

50 yaşındaki bir Mansfield dünya edebiyatına daha neler katacak, genç ka-lemin gelişimi acaba kendisinden nasıl söz ettirecekti? Bu elbette, ‘öyle olmasay-dı nasıl olurdu’ dilemmasının bir tekrarı değil. Yalnızca bir okur hüznü!

K

Katherine Mansfield

Hüznün kısa öyküsü Dünya edebiyatında modern öykücülüğün en önemli temsilcilerinden olan Katherine Mansfield’ın öykülerinden bir seçki Bir Gece Vakti adıyla yayımlandı. Kitapta yer alan öyküler Mansfield’ın yaşamındaki dönemeçleri öykü kişileri üzerinden okumaya imkân veriyor. BİR GECE VAKTİ, KATHERINE MANSFIELD, ÇEV.: PERİHAN SEVDE NACAK, TİMAŞ YAYINLARI, 376 SAYFA, 18,50 TL

Page 19: KITAP ZAMANI

Bir sanat olarak kaybetmeElizabeth Bishop’ın Pulitzer ödüllü kitabı Soğuk Bir Bahar’ın Türkçe çevirisi yeni baskısıyla raflarda. Cevat Çapan’ın dilimize kazandırdı-ğı kitap, sahiden soğuk geçen bir nisandan sonra Bishop’ın şiir dünyasına ilk kez göz atacak okur için iyi bir başlangıç.SOĞUK BİR BAHAR, ELIZABETH BISHOP, CEVAT ÇAPAN, KIRMIZI KEDİ YAYINLARI, 76 SAYFA, 7,50 TL

V. B. BAYRIL arold Bloom Batı

Kanonu’nda sorar: “Za-manımız sınırlı olduğu

için Elizabeth Bishop’ı … tekrar okur muyuz?” Bloom’un fe-minist eleştiri konusundaki dışlayıcı ve çok açık müstehzi tavrını bilenler için alışıldık bir sorudur bu. Yine de bir soru işareti, bir tırmık izi bırakır okurun zihninde. Elizabeth Bishop gibi -bilenlerin bildiği- ardında cid-di bir “edebi kariyer” olan şair için bu soru sorulabiliyorsa, sahiden, dönüp dönüp okunabilmesi için bir yazarın, bir şairin ne yapması ge-rekir? Belki bu soruyu yanıtlamak için değil ama Türkçenin meraklı okurunun en azından ilk okumayı yapabilmesi için şimdi bir fırsat var. Elizabeth Bishop’ın Pulitzer Ödülü kazanan kitabı Soğuk Bir Bahar yeni baskısıyla raflarda.

FElAkETlErlE ÇEvrİlİ Bİr hAYATYirmi şiirin yer aldığı kitaba geçme-den önce, Bishop’ın hayatı hakkında biraz kelam etmek gerekli. Zira bir-çok şiirinde bu yaşantının, kimi sar-sıcı tecrübelerin doğrudan etkisi var. Bishop’ın hayatı başlangıçta birbirini izleyen felaketlerle çevrilidir. Babası-nın ölümünden sonra annesi akıl has-tanesine yatırılır. Önce baskıcı dede ve anneanne, sonra da halasının yanında yaşamak zorunda kalır. Sürekli uğraş-ması gereken sağlık sorunları vardır. Yükseköğrenimini tamamladığı 1934 yılında annesini kaybeder. Aldığı burs

sayesinde kendini yollara vurur. Pa-ris, Londra, Key West (Florida), Rio, Ouro Preto (Brezilya), San Francisco, Meksika gibi şehir ve ülkelerde yaşar, çalışır. Brezilya’da geçirdiği 19 yılda Portekizce öğrenip çeviriler yapar. Ar-kadaşı şair Robert Lowell’a “hayatında ilk kez mutluluğu bulduğunu” yazdığı Brezilya’da, birlikte yaşadığı sevgilisi Lota de Macedo Soares’in ölümüyle bir kez daha yıkılır. (Bu aşk üzerine 2013 yılında gösterime giren bir film de çe-kilmiştir: Flores Raras.)

ÖdüllEr vE TrAjEdİlErBishop’ın şiir dünyası bu yıkımlar, geziler ve anımsamalar ile tecrübe-lerin tuhaf bir karışımından doğar. Ödüller ve trajediler… Mutsuzluk ve izleyen mutluluk döngüleri… Şehir-ler, izlenimler ve bilhassa coğrafya… Amazon boyunca yapılan yolculuk-lar, egzotik yerlerden insan portreleri, iki insanın aşkı arasındaki kapatıla-mayan boşluklar, uzaktaki dostluklar, çocukluk anılarının boğucu kede-ri… Cevat Çapan’ın çevirisiyle sahi-den soğuk geçen bir nisandan sonra Bishop’ın şiir dünyasına ilk kez göz atacak okur için iyi bir başlangıç So-ğuk Bir Bahar.

Öte yandan Bloom’un yazının ba-şındaki sorusuna, bu kitap bağlamın-da, içinde benim de bulunabileceğim bir kısım okur, şu cevabı rahatlıkla verebilir sanırım: “Miss Marianne Moore’a Çağrı” ve “Bir Sanat” şiirleri tekrar tekrar okunacak güzellikte. Ge-lin en iyisi yazıyı “Bir Sanat” şiirinden alıntıyla bitirelim:

H

Bir sanatÖğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatıgörünürde o kadar çok şey niyetlidir ki kaybedilmeyehiç de felaket sayılmaz onların kaybolmaları. Her gün bir şey kaybedin. Kabul edin anahtarlarıkaybetmenin telaşını, boşuna harcanan saati.Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı. Daha çok, daha çabuk kaybetmeye alıştırın kendinizi,yerleri, isimleri, tasarladığınız yolculuk planlarını,nasılsa bir felaket sayılmaz bunların unutulmaları. Annemin saatini kaybettim. Sonra bak, en son evimya da ondan bir önceki, sevdiğim iki evim gitti.Öğrenilmesi güç bir şey değildir kaybetme sanatı.

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ŞİİR

19

• Allah’ın takdirine razı olunmaz • Güzellik başkasındansa çirkin görünür

• Hak hukuk çizgisi aşılır • Sebebi kibir, piri iblis

ilacı tevazudur…

İnsanın kadim hastalığı haset, sebepleri, yaşanmış örnekleri ve kurtuluş çareleri ile bu kitapta.

Eser, toplum olarak yaşadığımız sıkıntıları anlamak için de ipuçları sunuyor.

kitapkaynagi www.isikyayinlari.com

hazımsızlık heykeli eden Ta ş ı y a n ı

h a s l e t

13.5x21 cm144 Syf.

Page 20: KITAP ZAMANI

20

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI İNCELEME

MEHMET TUNÇ

rta Asya’dan gelen sınıf arkadaşlarımı-

za sık sık çatan, onları Sovyetlerin günahlarıy-

la adeta yargılayan hocamız, söz Servet-i Fünûn edebiyatına geldiğinde, eğer II. Abdülhamid zamanında belirtildiği ka-dar koyu bir sansür uygulanmış olsaydı Tevfik Fikret’in “Bir Lahza-i Teahhur” gibi şiirlerini yayımlayamayacağını söylemişti. Taşı gediğine koymak için fırsatı yakaladı-ğını gören Orta Asyalı bir arkadaşımız da, “Hocam, o çok sevdiğiniz Cengiz Aytma-tov, rejimi yerden yere vuran Gün Olur Asra Bedel kitabını Sovyetlerde yazdı ve bu eseri ile Lenin Edebiyat Ödülü aldı. Demek ki orada da sizin söylediğiniz denli koyu bir sansür ortamı yokmuş.” dedi. Hocamız, tahmin edileceği üzere cevap vermek için bir dizi söz etti ama o gün sırf kendimizden yola çıkıp kendimizi anlamlandırmanın hakkaniyetsizliğiyle yüzleşmiştik. Sözün hep bir lütuf olarak insana sunulduğu bir yerde tartışma elbette sansürün kendisi değil dozu üzerine sürdürülmüş ve sürdü-rülecektir.

ıı. ABdülhAmİd muhAlEFETİSoner Akpınar, Türk Romanında II. Abdül-hamit adlı çalışmasında romanlardaki II. Abdülhamid portresine panoramik bir ba-kış imkânı sunuyor. Kitap, bugüne değin uzanan, siyasal kültürümüzü biçimlendi-ren ve gölgesi üzerimizden hiç gitmeyen bir dönemi de anlamlandıracak bilgiler veriyor. Akpınar, romanımızda hiçbir pa-dişahın II. Abdülhamid denli tartışılma-dığını ve bu tartışmaların hiçbir padişahta görülmediği kadar uç noktalarda yaşandı-ğını özellikle belirtiyor. Romanlarımızdaki tartışmaların bu şekilde yaşanması elbette bize özgü bir dizi sorunu da beraberinde getirmiştir. Birkaç istisna dışında roman-larımızdaki II. Abdülhamid portresinin, bir karakterden çok tip olarak belirmesi, zaman zaman bir karikatür düzeyine düş-mesi bu sorunlardan biridir.

Padişahı konu edinen ilk dönem ro-manlarda daha çok yergi tonunun, özel-likle 90’lı yıllardan sonra yükselen İs-lamcılıkla birlikte yazılan romanlarda ise övgü dilinin ön planda olduğunu, her iki dönemde de meseleye “nesnel” yakla-şan örneklerle karşılaşıldığını ama bütün

bu toplam içinde “ortak bir algıdan” söz edilemeyeceğini söylüyor yazar. İlk döne-mi karakterize eden bir başka özellik ise Mehmet Akif’ten Ziya Gökalp’e, Süley-man Nazif’ten Hüseyin Cahit’e uzanan bir çizgide çok farklı siyasal görüşler benim-seyen aydın ve yazarların, II. Abdülhamid muhalefeti konusunda birleşmeleri. “Nes-nel” sözcüğüne Akpınar’ın terminolojisin-de özel bir anlam yüklendiğini görüyoruz, hiç kuşkusuz bu durum araştırmada ede-biyat kadar tarihin de hesaba katılmasıyla ilgili. Elbette önemli bir tarihî figürü konu edinen romanların incelenmesinde tarih de bir başvuru kaynağı olacaktır. Bun-da bir sorun yok. Ama eğer çalışmanın merkezinde romanlar varsa “nesnellik” iddiası yargıda bulunacak bir ağırlıkta olmamalı. Çünkü estetik bir nesne olan romanın nitelik tartışması, kendine özgü değerler etrafında yürütülmelidir.

Akpınar, tek yanlılıktan uzak ve nes-nellik bağlamında öne çıkardığı roman-lar arasında Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’u ile Nahid Sırrı Örik’in Sultan Ha-mid Düşerken’ini anıyor. Önsözde yer alan, “Bu çalışmayla amaçlanan Türk romanı-nın yaratmış olduğu Abdülhamid imge-sinin ne olduğu, gerçek Abdülhamit’le ne derece uyum sağladığı ve romanların Ab-dülhamit algısını ne derece yönlendirdiği-ni tespit etmektir.” cümleleri, kitabın ama-cını net bir şekilde ifade ediyor. “Roman ve Tarih İlişkisi Üzerine” başlıklı bölümde yazarın edebiyat-tarih ilişkisine dair çer-çeve görüşlerini öğreniyoruz: “Kuşku-suz tarih ve edebiyat yazımını birbirine yaklaştıran tahkiyedir. Ancak birincinin tahkiyesinde gerçekliğe bütünüyle uymak zorunluluğu varken diğeri her şeyden önce kurmacadır ve gerçeklikle istediği (?) şekilde oynayabilir.” Ayraç içindeki soru işaretinin yazarın bir tasarrufu olduğunu belirteyim. Alıntıladığım cümlelerden de anlaşılacağı üzere, Türk Romanında II. Ab-dülhamit yüzü romandan çok tarihe dönük bir çalışma. Akpınar’ın tarih ve edebiyat ayrımını ne denli gözettiği sorusunun ya-nıtını ise okurlara bırakalım.

kırkA YAkın romAnSultan Abdülhamid’i konu alan ilk ro-man Halid Ziya’nın 1909’da yazdığı Nesl-i Ahir’dir. Bunu 1910 yılında yayımlanan Ahmet Mithat Efendi’nin Jöntürk’ü, Bekir Bahri’nin Jönler’i izler. Bu ilk üç romanda

merkezî bir kahramandan çok atmos-feri inşa eden bir unsur olarak anılan II. Abdülhamid, daha sonra gelen roman-larda oldukça sert ve koyu çizgilerle be-timlenmeye başlar. Edebiyatımızın II. Abdülhamid’e ilgisi, söz konusu roman-larla başlamış olsa da Milli Edebiyat’tan cumhuriyet dönemine ve elbette günü-müze değin uzanan geniş bir zamanda hep sürmüştür. Akpınar’ın incelemesine konu ettiği kırka yakın roman, daha çok merkezinde Sultan’ın olduğu çalışmalar. Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Sürgün, Sâmiha Ayverdi’nin Yolcu Nere-ye Gidiyorsun, Kemal Tahir’in Bir Mülkiyet Kalesi, Hıfzı Topuz Taif’te Ölüm, Ahmet Altan’ın Kılıç Ya-rası Gibi ve İsyan Günlerinde Aşk, Reha Çamuroğlu’nun Bir Anlık Ge-cikme, Okay Tiryakioğlu’nun Abdülha-mit Son Hükümdar gibi eserleri, Akpınar’ın incelediği ro-manlardan bazıları. Çalışmanın kuram cephesinin aksa-dığını belirtmem gerekiyor; bura-

da yaşanan eksiklikler, incelenen roman-lar arasında ilişkiler kurulmasını, çoğul okumalara kapı aralanmasını engelliyor. Roland Barthes, “Niçin, her biçimde, her nesne için yeni bir bilim olmasın: Tekilin bilimi (tümelinki değil).” demişti. Akade-mik bir çalışmanın idealinin biraz da bu olması, handiyse savına özgü bir disiplinle okurun karşısına çıkması gerektiğini dü-

şünüyorum.Türk Romanında II.

Abdülhamit’i okurken ro-manlarımızın daha çok dö-nemin toplumsal ve siyasi koşullarından yola çıka-rak sultana yaklaştıkları-nı fark ediyoruz. Oysa kendi yalnızlığı, yabancı-lığı içindeki bir padişah

portresi çok daha gör-kemli bir roman karakteri

olmaz mıydı?

O

Sultan II. Abdülhamid

Romanlardaki sultanSoner Akpınar, Türk Romanında II. Abdülhamit adlı çalışmasında romanlardaki II. Abdülhamid portresine panoramik bir bakış imkânı sunuyor. Bugüne uzanan siyasal kültürümüzü biçimlendiren bir dönemi de anlamlandıracak bilgiler içeriyor kitap. Türk Romanında II. Abdülhamit, yüzü romandan çok tarihe dönük bir çalışma. TÜRK ROMANINDA II. ABDÜLHAMİT, SONER AKPINAR, DOĞU KÜTÜPHANESİ, 329 SAYFA, 20 TL

Page 21: KITAP ZAMANI

21

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI

SEZAİ COŞKUN

debiyat tarihçiliği ve araş-tırmacılığı, süreç içerisinde

kendine mahsus bir kanon oluşturuyor, belli isimler etrafında yoğun-laşan bir edebiyat araştırmacılığı öne çıkı-yor. Bunun neticesinde edebiyat tarih, ‘bü-yük isimlerin’ meydanına dönüyor. Oysa edebi açıdan yeterli olduğu halde unutulan ve keşfedileceği günü bekleyen isimler ol-duğu gibi, kendine mahsus bir dünya ku-ramadığı için kaybolup giden isimler de vardır. Türk edebiyatının bütün birikimini kavrayabilmek için, unutulan bu isimlerin mutlaka bugünün okuru ile buluşturul-ması gerekmektedir. Selim İleri, edebiyat araştırmacısı olarak değil ama bir roman-cı olarak söz konusu birikim adına kayda değer çalışmalara imza atıyor. Aynı ilginin edebiyat araştırmacılığımız için de gerekli olduğu aşikâr. Vahit Tane’nin Salahaddin Enis üzerine kaleme aldığı çalışma edebi-yat tarihimizin ‘büyük isimlerinin’ dışında da bir zenginliğinin olduğunu dikkatlere sunması bakımından önem arz ediyor.

Bİr sAnATkârın kronolojİsİ Türkiye’nin Emile Zola’sı Salahaddin Enis adıyla yayımlanan kitap, Vahit Tane’nin doktora tezi. Metot bakımından Türk edebiyatı bölümlerinde genel kabul gö-ren ‘İnsan-Eser-Fikir’ odaklı bir çerçeveyi esas alıyor. Birinci bölümde Salahaddin Enis’in hayatı konu ediliyor. 1892-1942 yılları arasında yaşayan Enis’in hayatı, devriyle bütünleşen bir macerayı barın-dırıyor. Tanpınar, yirminci asrın başında doğan isimleri “asrın kapısında doğan” kuşak olarak tanımlar. Bu kuşak, toplu-mun macerasını ferdî maceralarıyla har-manlayarak yaşamak durumunda kalmış; edebi şahsiyetleri bu harmanın içerisinde yuvarlanarak teşekkül etmişti. Her gün kaybedilen topraklar, siyasi istikrarsızlık, günden güne artan toplumsal yozlaşma, ahlakın hükmünün kalmayışı bir kader gibi çağın kapısında doğanları sarar. Sa-lahaddin Enis’in İstanbul’un daha ziyade Batılılaşmış muhitlerinde geçen çocuklu-ğu ve gençliği, eserlerinin içeriğini tayin eder. Bu muhitlerde gördüğü yozlaşma, çöküş, savaşın kadının sefaletini artıran iklimi eserlerinde sıklıkla işlenen konular olarak karşımıza çıkar. Balkan Savaşı’nda yirmili yaşlarında olan, Milli Mücadele’yi

otuz yaşında yaşayan Enis’in gözlem gücü sayesinde devrini kendi macerasına kattı-ğı anlaşılıyor. Bazı sanatkârlar kendilerini eserlerinden alabildiğine soyutlamaya ça-lışırken, bazıları hemen her satırda varlık-larını duyurur. Salahaddin Enis, bu ikinci kısma dâhil edilebileceğinden kitapta bi-yografiye ilişkin verilen bilgiler sadece bir sanatkârın kronolojisi değil, eserlerinin arka planı olarak önem kazanıyor.

Kitabın ikinci bölümünde Enis’in hikâyeleri, üçüncü bölümde romanları, dördüncü bölümde diğer yazıları, son bö-lümde de dil ve üslubu konu ediliyor. Vahit Tane’nin, gerek hikâyeleri gerek romanları incelerken takip ettiği yönteme değinmek-te yarar var. Zaman zaman bu tür çalışma-larda bir yazarın her romanının müstakil ele alınıp tahlil edildiği ve öylece bırakıldı-ğı görülür. Oysa her metin farklı varlık da-irelerinden müteşekkildir. Metnin kendi sınırıyla şekillenen daire, yazarının diğer eserleriyle kesişmesi ve ayrışması ile olu-şan daire ve diğer metinlerle oluşturduğu daire… Bunları çoğaltmak mümkün. Bir metin ancak bu çok yönlü okumalar neti-cesinde dünyasını bize açabilecektir. Vahit Tane, araştırmasında Salahaddin Enis’in hikâye ve romanlarını hem kendi içerisin-de hem birbirleriyle olan bağları çerçeve-sinde inceliyor. Bu sayede yazarın temel izlekleri, bu izleklerdeki kronolojik seyir, metinlerarası etkileşim, metinlerin birbi-rini beslemesi gibi hususlarda kapsayıcı bir perspektif sunuluyor. Tane’nin tefrika halinde kalmış metinleri de incelemesine dâhil etmesi, Salahaddin Enis’in külliyatı-nın bütünlüklü olarak ortaya çıkması açı-sından önemli.

YAşAdığı dEvrİn TAnığıKitapta Enis’in eserlerindeki sosyolojik boyuta sıklıkla vurgu yapılıyor: “Salahad-din Enis bir romancı olmaktan ziyade bir raportör, bir vakanüvis, bir gözlemcidir. Onun roman ve hikâyelerinde Osmanlı İmparatorluğu’nun son otuz yılındaki de-ğişimi ve bu değişime bağlı olarak yaşanan yozlaşmayı ayrıntılarıyla görmek müm-kün. Yaşadığı devirdeki sosyal adaletsiz-likleri, ahlaksızlıkları, zengin ve fakir sınıf arasındaki kültür ve yaşayış farklılıkları-nı, savaşın sosyal ahlâkî bünyede yaptığı tahribatları, savaşların insan psikolojisi ve toplum üzerindeki etkilerini zaman zaman objektif bir gözle, zaman zaman da alabil-

diğine taraf tutarak anlatır.” Sosyolojik boyut, onun sanatının en

mühim tarafı olmalıdır. Yaklaşık on yıl önce Nur Gürani Arslan tarafından Osmanlı’nın son yıllarındaki toplumsal durumun Sala-haddin Enis’in eserlerinde nasıl yer aldığı-nı inceleyen bir kitap yayımlamıştı. Ancak Enis’in romanlarının sosyolojik boyutunun daha başka çalışmalara da kaynaklık ede-cek zengin malzeme sunuyor. Özellikle bu sosyolojik malzemenin, onun kendine has naturalizmi içerisinde hayat buluş biçimi, ayrıca kayda değerdir.

Vahit Tane, ağır çalışma koşulları ve gazeteciliğin yükünden kaynaklanan bir dağınıklığın ve dikkat eksikliğinin onda edebi tarafın zayıf kalmasına yol açtığını tespit ediyor. Özellikle hayatını kalemiyle kazanan sanatkârlarda, gazetede yazma-nın ne meşakkatli bir meşgale ve sanatın önünde ne çetin bir set olduğunu sık sık okuruz. Tarık Buğra, Sait Faik’in “rahatlı-ğına” imrenir ve sadece yazmak için yaz-manın ne büyük saadet olduğunu anla-tır. Salahaddin Enis de benzer bir kaderi yaşıyor. Eserlerinde gördüğümüz edebi zayıflık, sanatkârlığın kendine has ilham-larının ne kadar lütufkâr olduğu bir yana, sanat dışındaki meşgalelerin tesiriyle art-mış olmalıdır. Çünkü sanat, asgari düzey-de dahi bir teksifi şart koşar. Zaten Vahit Tane’nin de vurguladığı gibi, Enis’e Türk edebiyatının bir kalemi olarak eğilmenin yanında esas itibarıyla barındırdığı sosyo-lojik malzeme ile eğilmekte yarar var.

Evet, Vahit Tane’nin kitabı Türk edebi-yatının bugün pek hatırlanmayan önemli bir ismini günün okuruna hatırlatması ba-kımından büyük bir boşluğu dolduruyor. Ancak bu eserde eksik kalan, belki başka çalışmalarla geliştirilebilecek bir başka yön, Salahaddin Enis’in Batılı kaynakları ile münasebeti. Tane eserinde, Zola ve Mau-passant vurgusunu zaman zaman yapıyor. Bu bahsin, mukayeseli okumalarla genişle-tilmesi halinde, edebiyat araştırmacılığımız için mühim bir eksikliği gidereceği açıktır. Çünkü edebiyat araştırmacılığımızda tesir çalışmaları çok az. Hele Zola gibi bir ismin edebiyatımıza tesirinin kapsamlı şekilde ele alınmaması büyük eksiklik. Vahit Tane, kitabının isminde de içeriğinde de bu ilgiyi hatırlatıyor ama kitabın çerçevesinden ötü-rü mukayeseye fazlaca girişmiyor. Bir başka çalışma ile Zola tesirinin genişçe ele alın-ması çok yararlı olacaktır.

E

Salahaddin Enis (1892-1942

Türkiye’nin Emile Zola’sıVahit Tane’nin Salahaddin Enis (1892-1942) üzerine kaleme aldığı Türkiye’nin Emile Zola’sı Salahaddin Enis, edebiyat tarihimizin ‘büyük isimlerinin’ dışında da bir zenginliğinin olduğunu hatırlatan bir kitap. Tane’nin doktora tezi olan çalışma, metot bakımından Türk edebiyatı bölümlerinde genel kabul gören ‘İnsan-Eser-Fikir’ odaklı bir çerçeveyi esas alıyor.TÜRKİYE’NİN EMILE ZOLA’SI SALAHADDİN ENİS, VAHİT TANE, PALET YAYINLARI, 296 SAYFA, 18 TL

EDEBİYAT

Page 22: KITAP ZAMANI

22

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI GÜNCEL

İHSAN YILMAZ

undan tam 15 yıl önce Harvard Üniversitesi’nde

İslam hukuku üzerine düzenlenen bir konferansta, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin fikirlerinden ve aksiyonundan yola çıkarak, onun içti-had ve tecdid hareketi üzerine bir tebliğ sunmuştum. Daha sonra 2005 yılında bu metin, Harvard Üniversitesi tarafın-dan yayımlanan bir kitapta yer aldı. Te-mel tezim şuydu: İslam dünyasında ori-jinal fikirleri, içtihadları, Kur’an’ı asrın idrakine söyletme gayretleri ile bilinen az da olsa ilim ve düşünce adamı çık-mıştır ama bunların çoğu fikir ve ideal-lerini uygulamaya koyacak takipçileri, öğrencileri ve kurumları oluşturmak-ta başarısızlığa uğramıştır. Muhterem Hocaefendi istisnalardan bir tanesidir, dolayısıyla faaliyeti sadece sosyal alanı da elbette kapsayan içtihad ile sınırlı kalmamış, tecdide doğru evrilmiştir.

İşte Hocaefendi’nin bu tecdidinin pratiğe dökülmesine vesile olan nadi-de dimağlardan biri Ahmet Kurucan. Onun kendine has içtihadları da elbette vardır, ancak çoğu zaman, yeni kita-bı Yalan, Talan ve İman’da olduğu gibi, Hocaefendi’nin insana, hayata, dünya-ya, uluslararası ilişkilere, siyasete dair söylediklerini, güncel ile insicam içeri-sinde ve akıcı bir üslupla bize aksettirir.

17 ArAlık’TAn BugünEKitap Kurucan’ın, Hocaefendi’nin soh-betlerinden yola çıkarak yazdığı günce-le dair, okuyuculara kâh ışık tutan kâh inşirah veren kâh da onları muhasebeye ve düşünmeye sevk eden haftalık yazı-larından oluşuyor. Yazılarını sektirme-den okuyan bir takipçisi ve kabul ederse ukala bir öğrencisi olarak, yazıları bir arada görmek beni çok sevindirdi. Ken-di ifadesiyle, “Kitap 17 Aralık’tan bugü-ne sonucunu dinin içini boşaltma diye belirlediğim hadiseler üzerinde yapılan yorumlardan ibaret... Bu yorumların -birkaç istisna dışında- hemen hepsi Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sohbet ortamlarındaki beyanlarına dayanıyor.”

Kurucan bu yazılardaki maksadını, “Bir ucunda ‘onlar Müslümansa ben de-ğilim’, diğer ucunda ‘çalıyorlar ama ça-lışıyorlar’ diyen insanların yer aldığı ge-

niş yelpazeye hitap edebilmek ve onları düşünmeye sevk etmek” diye açıklıyor. Kitaptaki bölüm başlıkları da zaten bu açıdan fazlası ile fikir verici: “Siyaset-Miyaset, Ahlâk-Mahlâk, Hukuk-Mu-kuk, Din-Min”, “Harp Hile Değildir”, “Siz Müslümansanız Ben Değilim Nok-tasına Evriliyoruz”, “Dindarlığın Değil, Dinin İçi Boşaltılıyor”, “Fıkhın Değil, Dinin İçi Boşaltılıyor”, “Yalan, Talan ve İman”, “Dini Suiistimal Haramdır”, “Dikkat! Siyaset, İnanç Alanı Haline Geliyor”, “AKP İktidarı Ne Kattı Din-darlığımıza?”, “Hayrettin Hoca’nın İk-tidarla İmtihanı”.

Kitap aslında hem muhterem Hocaefendi’nin hem de Ahmet Hoca-mızın güncel hadiseler üzerinden İslam’ı tekrar ve tekrar yorumlaması üzerine ku-rulu. Yani, Kaf dağının ardında, efsaneler-de ya da bin yıl ötede değil, günümüz in-sanının imtihan dünyasında dinin nasıl olması, anlaşılması ve yaşanması ge-rektiğini bugünün kavramlarıyla ve bu zamanın ruhuna uygun şekilde anlatı-yor kitap. Bir başka şekilde ifade edecek olursak, yaşanması imkânsız dedirten evliya menkıbelerinin İslam’ını değil,

gözümüzün önünde olan, çağdaşımız bu iki insanın dertlerini, dertlenmele-rini, güçlüklerini, problemlerini ve on-larla nasıl Müslümanca başa çıktıklarını gözler önüne seriyor. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u içinde lahikaların yeri ve fonksiyonu ne ise Hocaefendi’nin eser-leri yanında bu tip kitapların yeri ve fonksiyonu da odur.

Kitap haftalık yazılardan oluştuğu için okunması kolay. Bu, konular da kolay anlamına gelmiyor. Sehl-i müm-teni kitabın başından sonuna her ye-rine sızmış. Dolayısıyla işin ehli basit gibi görünen ifadelerden daha derinle-re kapı arayabilecekken, konulara aşina olmayanlar da kitabı okurken sıkılma-yacaktır.

AkAdEmİk kİTABın vAkTİ gEldİGelelim eleştirilerime: Kitabın güçlü yönü, benim gibi akademisyenler için aynı zamanda zayıf yönü. İslam’da dü-şünce hürriyeti üzerine doktorası olan ve aynı zamanda Hocaefendi’den yıllar-ca doktora seviyesinde İslami ilimlerde dersler almış Kurucan Hocamızdan bu konularda akademik bir kitap bekleme-

ye hakkımız var. Haftalık gazete yazıla-rı ile bu elbette olmaz. Kitabındaki bazı konuları gerekli referanslar, kaynaklar, alıntılar, müzakereler ve farklı bakış açıları ile açmasının ve yeni bir kitap yazmasının vakti geldi de geçiyor.

Kendim siyasetbilimci olduğum ve bu kitap da güncel sosyal/siyasi konular üzerine olduğu için Ahmet Kurucan’dan talebim şu: İslam, siyaset, devlet, hukuk, din, çoğulculuk, yönetim üzerine özgün bir akademik kitabı acilen yazması ve hem Hocaefendi’nin hem de kendisinin zamanın ruhuna uygun düşünceleriyle fikir alanında çalışan insanlara katkı sağlaması... Çok meşgul olduğunu bili-yorum ama yapmalı.

Esasen şöyle bir diktatöryel fante-zim var: Ahmet Kurucan, Enes Erge-ne, Kerim Balcı gibi cins dimağların ellerinden tüm işlerini almak ve “otu-run, düşünceye dayalı kalıcı akademik eserler yazın” demek. Bu düşüncelerle hem Hocaefendi’ye hem Ahmet Hoca-mıza kalbi minnettarlığımı ve samimi medyuniyetimi iletir, Allah’ın ömürle-rini uzun, sa’ylerini meşkûr etmesini dilerim.

B

Yalan ve talan devri Ahmet Kurucan Yalan, Talan ve İman adlı yeni kitabında, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin insana, hayata, sosyal olaylara, dünyaya, uluslararası ilişkilere ve siyasete dair söylediklerini, güncel ile uyum içinde ve kendi gözlemlerini de katarak sunuyor. YALAN, TALAN VE İMAN, AHMET KURUCAN, IŞIK YAYINLARI, 300 SAYFA, 13 TL

Ahmet Kurucan

FOTO

ĞRAF

: zAm

An,

İsA

Şİm

ŞeK

Page 23: KITAP ZAMANI

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI TARİH-DÜŞÜNCE

23

Tarihçinin suskunlukları Haiti doğumlu antropolog Michel-Rolph Trouillot, Geçmişi Susturmak adlı kitabında Afrika-Amerika “yerlileri” ile “Batı” arasındaki kölelik-sömürgecilik hikâyesine odaklanıyor. Trouillot, İç içe geçen iktidar mücadelelerini ele alır-ken, okura tarihi yeniden okumak için önemli bir miras bırakıyor.GEÇMİŞİ SUSTURMAK: TARİHİN ÜRETİLMESİ VE İKTİDAR, MICHEL-ROLPH TROUILLOT, ÇEV.: OZAN ZEYBEKİTHAKİ YAYINLARI, 224 SAYFA, 18 TL

A. YAVUZ ALTUN

789’da Fransa’da bir “devrim” olduğunu –ayrıntılarını sor-

mazsak– biliyorsunuzdur. Peki, 1791’de başlayan ve 1800’lerin başında son bulan bir ayaklanmayla Haiti’nin Fransız sömürgecilerden bağımsızlığını kazandığını ve siyahî toplumun kurdu-ğu ilk modern devlet olduğunu biliyor muydunuz? Muhtemelen hayır. Eğer yanlışlıkla bir Wikipedia maddesin-de denk gelmediyseniz, okullarda pek kimse anlatmaz bunu. “Batılı kanon”un içinde fazla yer tutmaz. “Dünya tarihi” diye bildiklerimizin aslında çoğunlukla Beyaz Adam’ın tarihi olduğunu çok geç fark ederiz. En az 1789 kadar önemli ve aslında Batı’da devasa “çalışma kampla-rı” (plantasyon) şeklinde işleyen kölelik düzenini çatlatan hadise maalesef ta-rihin “sessizleştirilmiş” bir kısmında-dır. Halbuki bu isyanlar sebebiyle ölen Fransız askerlerinin sayısı, Waterloo’da ölenlerden çok daha fazladır. Napolyon, bacanağını ve birçok önemli generalini bu savaşlarda kaybetmiştir. Bu isyanın etkisiyle Fransa ekonomik krize girmiş, Kuzey Amerika’yı tamamen Birleşik Devletler’e bırakmak zorunda kalmıştır. Neyse ki, Haiti doğumlu bir antropolog, Michel-Rolph Trouillot dünyanın geri ka-lanında pek de bilinmeyen kendi ülkesi-nin tarihini dünyaya anlatmayı başardı.

TArİhİn kÖkEnlErİnİ sorgulAmAkTrouillot, Geçmişi Susturmak: Tarihin Üre-tilmesi ve İktidar isimli kitabının girişinde şöyle diyor: “(…) insanların aşırı dozda tarihe maruz kalmaktan mustarip ola-bileceğini seziyordum: Kendi yarattıkları tarihin yumuşak başlı esirleri olabile-ceklerini…” Bu esaret, yalnızca tarihin kötücül bir dil tarafından bambaşka ve sıklıkla anlatılmasıyla ilgili değil. Tarih, Trouillot’nun sıklıkla vurguladığı gibi, “olan” ve “olduğu söylenen” anlamına geliyor. Dolayısıyla tarihi başkalaştırmak, olup biten olayları belirli bir iktidar mü-cadelesinin dişlileri arasında sessizliğe mahkûm etmek, hem tarih yaşanırken hem de bu yaşanan tarih anlatılırken mümkün.

Trouillot bunu bir radyo spikerinin maç anlatmasına benzetiyor. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, spiker maçın kendin-ce önemli gördüğü anlarını kayda geçire-cektir. Sonraki aşamalarda ise tarihçiler loncasının ve arşivin gücünü görüyoruz. Tarihin nasıl hatırlanacağı yazarın, “ta-

rihçiler loncası” dediği bir grubun eliy-le belirleniyor çoğu kez. Arşiv ise daha tarihî vesikalar kaydedilirken bile birçok sessizlik üretiyor. Michel Foucault’nun iktidarla ilgili sözleri Trouillot için de yol gösterici: Asıl mesele iktidarı kimin elin-de tuttuğunu değil iktidarın nasıl uygu-landığını ortaya çıkarmak. Daha da ileri gidildiğinde, iktidarın daha tarihle ilgili hadiseler gerçekleşirken orada olduğunu ve hadiselere şekil vermeye başladığını görüyoruz. Trouillot genel çerçeveyi şöyle çiziyor: “O yüzden, var olanları ve kay-bolanları bir cisme kavuşturan kaynaklar (yani yaşanan bir olayı somut bir olguya çeviren bedenler ve nesneler) ya da arşiv-ler (toplanıp, sınıflanıp işlenerek belgelere ve anıtlara dönüştürülen olgular) ne do-ğaldır, ne tarafsız.” Tarih anlatılarını kur-calamak için buradan başlanabilir.

İdEolojİ FArk ETmİYor1790’da isyanların başlamasından birkaç ay evvel Fransız sömürgeci Le Barre şöyle yazar: “Zencilerimizde hiçbir hareketli-lik yok. (…) Böyle bir şey akıllarında bile yok. Hepsi sakin ve son derece itaatkâr. Herhangi bir isyan imkân dahilinde de-ğil.” Bir başka seferde şöyle: “Zenciler ga-yet itaatkârlar ve hep itaatkâr kalacaklar. Kapılan pencereler açık yatıyoruz. Öz-gürlük, zencilerin aklının almayacağı bir rüya.” Sonrasında olanları artık biliyoruz.

Fakat Trouillot bunun bile, siyahlarla ilgili yargıları kırmaya yetmediği görü-şündedir. Haliyle tartışmayı daha gerilere, Aydınlanma ve Rönesans kavramlarının göbeğine götürür ve “beyaz adam” söy-leminin izlerini sürer. Voltaire ve Buffon gibi Aydınlanmacı filozofların, Diderot gibi “özgürlük yanlıları”nın bile siyahla-rın “ikinci sınıf” sayıldığı bir paradigma-dan kurtulamadıklarını anlatır. Avru-pa-merkezcilik çağın alâmetifarikasıdır. Bu, iktidarın fark edilmeyen gücüdür. Her durumda sessizlik üretmeye de-vam eder çünkü. İktidar (bu kez Haitili iktidar), üstü örtülmeye çalışılan Haiti Devrimi’nde bile siyahlar arasında bir “iç savaş” yaşandığını saklamaya çalışır. Kristof Kolomb’un Amerika’ya ayak bas-ması ise hem okyanusun ötesinde hem de berisinde işleyen iktidar mücadelelerine sahne olur.

Trouillot, Afrika-Amerika (“yerlileri”) ile “Batı” arasındaki kölelik-sömürgecilik hikâyesine bakarak iç içe geçen iktidar mücadelelerini ele alırken, bize tarihi ye-niden okuma adına paha biçilmez bir mi-ras bırakıyor.

1

Sol, iktidar olabilir mi?Jean Baudrillard 1970’lerde ve 80’lerde Fransa solu için sormuş: Sol, iktidar olabilir mi? Düşünür İlahi Sol adlı kitabında, 1977-1984 yılları arasında Fransa’daki sol siyaseti ve özellikle Fransız Komünist Partisi’nin siyasal konumunu çözümlüyor ve kıyasıya eleştiriyor. İLAHİ SOL, JEAN BAUDRILLARD, ÇEV.: OĞUZ ADANIR, BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ YAYINEVİ, 146 SAYFA, 25 TL

SÜREYYA SU

eni bir seçim sürecine gir-diğimiz bu günlerde, siyasi

tarihimizde epeydir sorulan bir soru yine gündeme geldi:

Sol, iktidar olabilir mi? Türkiye siyasi ta-rihinin büyük bir kısmı sağ siyasi partiler tarafından yazıldı. ama Türkiye siyaseti-nin günahları ironik bir şekilde sol siya-sete mal edilmektedir. Elbette bunun bir-çok haklı gerekçesi var, ama sağ siyasetin bir meşruiyet aracı haline gelmiş mağdu-riyet söyleminin o kadar haklı gerekçeleri yok. Yine de mağduriyeti en çok istismar eden ve bu istismardan çıkar sağlayan sağ siyasi partilerdir. Sol siyasi partiler ise bugüne kadar kötü imajlarını silmek için bir çaba göstermediler, hatta sağ si-yasi partilerin manipülasyonlarına bolca malzeme verdiler. Bu durumda şöyle bir soru gündeme geliyor: Acaba aslında sol, iktidar olmak istemiyor mu?

Bu soruyu Jean Baudrillard 1970’lerde ve 80’lerde Fransa solu için sormuş. Baud-rillard, İlahi Sol adlı kitabında, 1977-1984 yılları arasında Fransa’daki sol siyaseti ve özellikle Fransız Komünist Partisi’nin si-yasal konumunu çözümlüyor ve kıyasıya eleştiriyor. Bu da Baudrillard’a pahalıya mal oluyor; tıpkı Foucault’yu Unutmak adlı kitabında dönemin Fransa’sının sol çev-relerinde yeni bir yıldız olarak yükselen Foucault’yu eleştirdikten sonra akademik çevrelerede maruz kaldığı muamele gibi.

İkTİdArı İsTEmEYEn Bİr solKitabın ilk bölümlerinde sağ partiler si-yaset yapma yeteneğini yitirmiş olmasına rağmen, bir türlü iktidara gelmeyi becere-meyen, çünkü iktidara gelmek istemeyen, bu yüzden de iktidarı elinin tersiyle iten bir soldan söz ediliyor. O tarihlerde Ko-münist Parti’nin iktidar koltuğuna otur-maktan korktuğu için bin bir bahaneyle yandaşlarını bu konuda ikna etmeye ça-lışmasına karşın, siyasete ve özellikle de öcüleştirilmiş sol siyasete karşı duyarsız-laşmış oynak kitlelerin sırf yeni bir iktidar gösterisine tanık olabilmek amacıyla solu kendine rağmen iktidar koltuğuna oturt-masından söz ediliyor.

Komünist Parti güç ilişkileri, nesnel durum vs. gibi terimlerle her türlü geçerli olabilecek nedeni öne sürerek kriz döne-minde iktidar devralınmaz demektedir. Oysa tam da kriz döneminde iktidar devralınmayacaksa ne zaman alınır? Zira krizden çıkıldıktan sonra zaten iktidarı devralma şansı ortadan kalkacaktır. Ya

da başka bir gerekçe, Komünist Parti’nin iktidara gelmesi durumunda bir ikilemle karşı karşıya kalacağı, yani ya seçmenle-rini yitirmemek için merkez siyasete göre hareket edeceği, bu sefer kendi tabanının desteğini kaybedeceği ya da devrimci bir siyaseti takip edeceği ve iktidarı anında yitireceği şeklindedir.

TürkİYE solu İÇİn dE gEÇErlİ TEspİTlErİki arada bir derede kalan parti, siyase-tin dışında kalmamak için iktidar hedefi varmış gibi görünmekte, ama iktidarı ele geçirmek için hiçbir çaba sarf etmemek-tedir. Bu şekilde davranarak sağın hiç yerinden kıpırdamadan iktidarda kalma-sını sağlamaktadır. Baudrillard’a göre si-yasetin çarkları böyle dönmektedir. Kitap Fransa’da sol, özellikle Komünist Parti üzerine çözümleme ve eleştirileri içerse de, Baudrillard İlahi Sol’da Türkiye solu için de geçerli olabilecek savlar ve eleşti-riler ortaya atıyor.

Baudrillard, solun sağ siyasetçiler gibi Makyavelist bir siyaset anlayışına sahip olmaması yüzünden iktidarı ellerinden kaçırdıklarını ve bu tavrın siyasetçilere değil, bir bakıma din adamlarına yakışan bir tavır olduğunu söylüyor. Türkiye’de TKP’nin Gezi direnişine destek konu-sunda çekimser kalması ve daha sonra Gezi direnişinin nasıl solu ikiye bölen bir tartışmaya neden olduğu hatırlandığında Baudrillard’a hak vermemek mümkün değil, çünkü ortaya konan tavır siyasi bir olayın yanında veya karşısında olmanın Marksist dogmaya göre caiz olup olmadı-ğı üzerinden bir içtihat farkıdır.

Temsile dayalı siyasetin sona erdiğin-den ve gelecekte kitlelerin aşırı sağa kay-ma eğilimlerinden söz eden Baudrillard haklı çıktı. Düşünür, artık temsil edilmek istemeyen, bu yüzden keyfi ve tehlikeli seçimler yapabilecek kitleler dönemine girildiğini söylüyor. Kamuoyu araştırma şirketleri trend belirlemekte ve kitleleri se-ferber etmektedirler. Falanca parti en çok oyu alacak, seçmenlerin çoğu falan parti-ye oy verecek, sen de modaya uy ve ona oy ver demektedirler. Politikacılar da umar-sız bir şekilde modaya uymaya çalışmak-tadırlar, birbirlerinin sözlerine bakıp, bir-birlerini tekrarlamaktadırlar. Bu bağlamda yaptıkları konuşmalar önceden belirlen-miş özel efektler, ortam ve performanstan ibarettir. Yine de yaymaya çalıştıkları ide-oloji, sahip olunan sağlam ve samimi inançlarda en ufak bir değişikliğe yol aç-mamaktadır. Sol iktidar olmak istemese de vicdanlar temsilcisini bulur.

Y

Page 24: KITAP ZAMANI

24

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ANLATI

A. ESRA YALAZAN

iirin, tabiatın, hakika-tin dili biriciktir. Onları

taklit etmek, kurgula-mak, özüne zarar vermek mümkün değildir bana göre. Anlamak müm-kündür belki ama anlatmak zordur. Böylesine meşakkatli, uzun ve deruni bir yolculuğa ancak şiiri felsefeyle bu-luşturabilen, tabiat sevgisini insanın çelişkileriyle yorumlayan, içselleştire-bilen bir şair çıkabilirdi.

Novalis’in Sais Çırakları başlık-lı anlatısını okumaya başladığımda onun biricikliğini de sevinerek fark ettim. Neyse ki edebiyat, az yaşayan, az yazanları da ‘ebedi’ kılacak kadar kendi içinde tutarlı bir disiplin. Türk-çede “Geceye Övgüler” adlı uzun şi-iriyle tanınan Novalis, yirmi dokuz yıllık kısa hayatında yazdıklarıyla ro-mantizm akımının temsilcilerinden biri olarak anılıyor. Felsefe ve hukuk eğitiminin yanı sıra edebiyatın he-men her alanında kendini yetiştiren şairin hayatının akışını değiştiren en önemli olay daha sonra nişanlısı ola-cak Sophie Van Kühn ile tanışması olur. Genç kadın iki yıl sonra öldü-ğünde acısını, iç sesini, hikâyesini anlatmak üzere “Geceye Övgüler”i yazmaya başlar. Hissettiklerini gün-lüğüne kaydederken ölümün sonsuz-luğu üzerine düşünüyordur artık ve bir gün ansızın kitaplarıyla odasına çekilip veda eder. Kitabı Türkçeye çeviren Ahmet Cemal, önsözünde Herman Hesse’den onu iyi anlatan şu cümleleri alıntılamıştı: “Yakın Alman düşünce tarihinde Hölderlin, Novalis ve Nietzsche, yaşam artık kendileri için olanaksızlaştığında, deliliğe çekilirken, Novalis ölüme çe-kilir; ancak bu kendini dehaya çok sık ve zorla benimseten, intihar biçimin-de bir ölüm değildir. Novalis, kendini bilerek içinden yakar, bu büyülü, er-ken gelen, çiçekler açan ve olağanüs-tü üretken bir ölümdür; çünkü şairin özellikle bu tuhaf sonu, ölümle olan büyülü, olağandışı ilişkisi, onun en güçlü etkisine de kaynaklık eder. Bu etki, düşünce yaşamımızın yüze-yinin bize sezdirebileceğinden çok daha derindir.”

Bu alıntıyı paylaşmak istedim, çünkü Hesse’nin onun sezgisel dehasını çok iyi anladığını düşünüyorum. Novalis, şiirsel ve felsefi anlatısında sezgisel kavrayışın ne kadar önemli olduğunu hem okura hem de kitapta farklı görüşleri savunan ‘çıraklarına’ anlatıyor sanki. İnsanın doğayla kurduğu ilişkinin yöntemlerini farklı sesler, düşünceler ve duygu yoğun-luğuyla böylesine büyüleyici anlatan az bulunur doğrusu. Uzun ve çarpıcı bir ma-nifesto gibi yazılmış bu eserin, doğadaki nesnelerle felsefi bir ilişki kuran ressam Paul Klee’nin çizimleriyle birlikte yayım-lanmış olması, Novalis’in yaklaşımını bütünlüklü kılmış.

Kitabın çevirmeni Mehmet Barış Albayrak, sonuna yazdığı notta met-

nin etrafındaki soruları aktarıyor: “... İnsan doğanın gizemlerini çözmek ve hatta yalnızca bu çözme çabasının kendisi onu yıkıma mı götürecektir? İnsan ancak kendini feda ederek mi bu sırlara erişecektir? Gerçek sırrı içinde keşfedip doğanın ve kendisinin efen-disi mi olacak yoksa doğanın ve evre-nin bir parçası olarak, onunla denk bir güç olarak mı var olacaktır? Ya da in-sanın yazgısı kutsal ve dünyevi, doğa ve evren, ölüm ve yaşam arasında bir arada kalmışlık mıdır?”

Novalis’in bu benzersiz anlatısı/romanı, sadece bu kadim sorulara ce-vap aramıyor. Okura edebiyat hazzı-nın, felsefedeki, şiirdeki ve çok yönlü düşünce sistemindeki yerini de hatır-

latıyor. İlk bölümde doğa üzerine dü-şünenlerden, “Doğa bir bütün olarak yalnızca insanın içinde açığa çıkar” diyene kendini daha yakın hissettim: “… Doğanın gerçek ruhunu tanımak isteyen, doğanın şairle arkadaşlığında aramalıdır bunu, çünkü doğa bu arka-daşlıkta özgürdür ve olağanüstü kal-bini açmaktadır.” Ve hemen ardından bu çabanın ne kadar güç olduğunu da hatırlatıyor: “Doğadan tek bir varlık olarak bahsetmek büyük söz ustalığı ister; öte yandan, sözle ve konuşmay-la doğanın hakikatini arama çabası, bizi yalnızca doğallıktan uzaklaştırır.” Novalis, doğayı, seyre dalma, anla-ma, onunla bütünleşme, yorumlama, ona dahil olma biçimlerini farklı ses-lerle anlatırken insanın ilk çağlardan beri kendisini keşfetme serüvenini de masallaştırıyor bir bakıma. Doğa için çalışanlardan ‘eski güzel nesil-lere dair sezgi ve imgelerini, bronz ve taşta canlandıranları, meskenleri için daha güzel kayalar oluşturanları ve yeryüzünün mahzenlerinde daha güzel kayalar oyanları yeniden gün yüzüne çıkaranları tasvir ederken doğanın da ‘altın çağ’ına döndüğü-nü ve insan canlısı olmayı öğreni-şini gösteriyor. İşte bu, sezgisel bir diyalektik bilinciyle ve şair bakışıyla mümkün olabilir ancak.

Anlatıdaki ‘üstat’ anlatıcı, sonun-da doğanın elçisi olmanın güzel ve kutsal bir görev olduğunu söylüyor ancak bunu sanatın bildik araçlarıyla yapmanın yetersiz olduğunu hatırlatı-yor. Ve sözü çıraklarına vererek, tabi-atın ilahi ruhunu akıl ve yaratıcılıkla kutsuyor: “Doğayı anlamak için, onun tamamen kendi içindeki işleyişinde ortaya çıkmasına izin vermeliyiz. Bu uğraşta bize benzeyen varlıklara soru sormanın mümkün olduğu koşulları araştırmalıyız, çünkü gerçekte bütün doğa, yalnızca akıl sahibi varlıkların karşılıklı iletişimin aracı ve ortamı olarak anlaşılabilir.”

Novalis, bilginin ve yaratmanın olağanüstü biçimde birbirine bağlan-dığı o noktayı işaret ederken çok derin bir tefekküre dalmış aslında. Sais Çı-rakları her şeyden öte, tabiatla birlikte kendini keşfetmek isteyenler için müt-hiş bir ‘kavrayış’ tecrübesi.

Ş

Novalis

Tabiat, şiir ve felsefe yolculuğu Novalis, Sais Çırakları adlı şiirsel ve felsefi anlatısında, sezgisel kavrayışın önemi-ni ve edebiyat hazzının felsefedeki, şiirdeki ve çok yönlü düşünce sistemindeki yerini hatırlatıyor. Uzun ve çarpıcı bir manifesto niteliğindeki eser, doğadaki nes-nelerle felsefi bir ilişki kuran ressam Paul Klee’nin çizimleriyle birlikte yayımlandı. SAİS ÇIRAKLARI, NOVALIS, ÇEV.: MEHMET BARIŞ ALBAYRAK, NOTOS KİTAP, 145 SAYFA, 18 TL

Page 25: KITAP ZAMANI

25

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN

ÖMER ÖZDEMİR

009 yılında Nobel Ede-biyat Ödülü’ne değer gö-

rülen Herta Müller’in bas-kıcı Romanya rejiminden kaçıp Berlin’e yerleşmesinden sonra yazdığı Tek Ba-caklı Yolcu’nun ardından, Romanya’daki günlerinden izler taşıyan yeni romanı Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım Türkçede. Müller, Tek Bacaklı Yolcu’da geride bıraktığı ülke ile bir mülteci ola-rak adım attığı ülke arasında kalmış, sakatlanmış, artık gidecek bir yeri ol-mayan İrene adlı bir kahramanla tanış-tırmıştı bizi. Şiirsel bir dille örülmüş, belirli bir hikâyeden ziyade (kelimenin gerçek anlamıyla olmasa da) sakat-lanmaya yazgılı bir mültecinin hayal kırıklıklarını anlatmıştı. Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım’da yine ka-dın bir kahraman var. Bu kez adsız bir kahraman seçen Müller, sorguya çağrılı bu kadın kahraman yardımıyla sarsıcı bir faşizm eleştirisine soyunuyor.

rAYındAn Çıkmış Bİr dünYAHerta Müller, bir yandan okurunu uzun bir tramvay yolculuğuna çıkarır-ken, bir yandan da sorguya çağrılan ad-sız kahraman aracılığıyla hem rayından çıkmış bir dünyanın hem de bu dünya-da yaşamaya mecbur bırakılmışların tedirginliğine odaklanıyor. Bir tekstil fabrikasında çalışan kadın kahraman günün birinde yurtdışına ihraç edilen elbiselerin cebine küçük pusulalar ko-yar ve yurtdışında yaşayan taliplilerden herhangi biriyle evlenmeye hazır oldu-ğunu yazar. Bu pusula rejim görevlile-rinin eline geçer ve sonrasında sıklıkla sorguya çağrılmaya başlar kadın. Ne-den ülkesini terk etmek, bir yabancıyla evlenmek istemektedir? Rejime karşı yabancı istihbarat örgütleriyle bir pla-nın mı içindedir yoksa? Bu soruların bir cevabı yoktur. Gerçekte de roman boyunca kadının politik bakışına dair keskin bir belirleme yapmaz Müller.

Başarısız bir evliliğin ardından rastgele tanıştığı, televizyon anteni sa-tan ayyaş Paul ile yeni bir evlilik yap-mıştır kadın. Düzenli olarak işine gidip gelmek dışında bir uğraşı yoktur. Arka-daşı Lilli ile sık sık aşk üzerine çene ça-lar. Sıkıntılı geçmişi zaman zaman onu

yoklasa da sıradanlığının bozulmama-sına dikkat eder. Rejime karşı doğrudan bir düşmanlığı da yoktur kadının. Fa-kat elbiselerin cebine sıkıştırdığı pusu-lalar yüzünden haftanın belirli günle-rinde kendisini sorguda bulur. Sahiden de anlatacak bir şeyi yoktur. Sorgucu binbaşı ile kadın arasındaki gerilimi tıpkı Tek Bacaklı Yolcu’da olduğu gibi ro-man kişisi ile nesneler arasındaki iliş-kiden yola çıkarak anlatır Herta Müller. Sorgu boyunca çevirip durduğu düğme kadın için giderek teslim olmamanın simgesine dönüşür.

Roman, kadının sık sık döndüğü geçmişi, uzun tramvay yolculuğu ve sorgu arasında katman katman iler-liyor. Hayal kırıklıkları içinde geçen hayatını onarmaya çalışan, sakatlan-mış bir geçmişin acılarıyla boğuşan, herkesin rejimin ağırlığını savuştur-mak için kendinden vazgeçmeye hazır durduğu kadın kahramanın tramvay yolculuğu her durakta kesintiye uğrar ve geri dönüşler başlar. Herta Müller, her durakta tramvayı durdurarak ka-dın kahramanı geçmişteki sorgulara yollarken, tekrar tramvaya bindirme-

den önce kendisiyle muhasebesini de gözler önüne seriyor roman boyunca.

Herta Müller bir zamanlar kendisi-nin de baskısı altında yaşadığı Romen rejimini doğrudan yermek yerine, bu rejimin gölgesinde yaşamış insanların rutin davranışlarına, gündelik hayatla-rının her zerresine sinmiş korkularına, romandaki neredeyse tüm insanların üzerini örten kasvete odaklanıyor. Be-lirli bir hikâyeden ziyade, geçip gittiği görüntüler dünyasını, rejimin boyun-duruğu altındaki insanların zaman-la neye dönüştüğünü, hemen hemen herkesin kolaylıkla bir ihbarcı olduğu ülkedeki insanların ruhuna sinen duy-guların dökümünü yapıyor yazar. Sev-gi işkenceye, işkence bağlılığa, bağlılık yalnızlığa dönüşüyor zamanla. Bunun en güzel kanıtı da, roman kahramanı-nın alyansını pazarda satmaya çalış-tığı sahnede karşımıza çıkıyor. Kadın pazarda kocasıyla karşılaşır. Kayıtsız kalır bu duruma adam. Hatta, “Altı bin iste,” der kocası, “beş binin altına sakın inme!” Bütün sevgilerin kolayca çözüldüğü, hayatın kolayca bir aldanı-şa dönüştüğü andır bu. Roman boyun-ca kadını adım adım aklını terk etmeye götüren hatıralar tramvayın camların-da akarken, asıl çürümenin tam da ne-rede başladığı sorusunu sorarız

gündElİk hAYATA sİnmİş korkulArHerta Müller, faşizmi insanların ha-yatına sinen küçük ayrıntılarda arıyor. Küçük hesaplar, tekinsiz insan ilişki-leri, sevgisiz bir ortamda yavaş yavaş büyüyüp kocaman bir alev topuna dönen faşizmi vardığı yerde değil, kaynağında aramayı deniyor. Binba-şı Albu sorgucudur ve düzeni temsil etmektedir. Ama adsız kahramanın kocası Paul ve arkadaşı Lilli de en az onun kadar bu düzenin bir parçasıdır. Romana girip çıkan babalar, iş arka-daşları, komşular, tramvaya binip inen yolcular hep aynı hat üzerinde bulu-şurlar kitap boyunca.

Bir kadının parçalı dünyasından ke-sitler sunan Keşke Bugün Kendimle Karşı-laşmasaydım, yalın cümlelerle ilerleme-sine rağmen yoğun atmosferiyle dikkati çeken, kasvetli, sarsıcı, etkileyici bir ro-man. Faşizmin kaynağına işaret eden yönüyle de dikkat çekici.

2

Herta Müller

Faşizm nerede başlar?Nobel ödüllü yazar Herta Müller Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım romanında adsız kadın kahramanı aracılığıyla sarsıcı bir faşizm eleştirisi yapıyor. Müller’in kaleminden, rayından çıkmış bir dünyanın ve bu dünya-da yaşamaya mecbur bırakılmışların tedirginliğini okuyoruz.KEŞKE BUGÜN KENDİMLE KARŞILAŞMASAYDIM, HERTA MÜLLER, ÇEV.: MUSTAFA TÜZEL, SİREN YAYINLARI, 200 SAYFA, 18 TL

FOTO

ĞRAF

: Reu

TeRs

Page 26: KITAP ZAMANI

26

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI SANAT

AYŞE BAŞAK

ürrealizm yeni bir ifade aracı değil, zihnin topyekûn

kurtuluşunun bir aracıdır. Biz Devrim yapmaya kararlıyız.”

20. yüzyılın en çarpıcı sanat hareket-lerinden birini, onu başlatanlar böyle du-yuruyordu. Bu akıma dâhil olan sanatçılar “o devrim”i gerçekleştirdiler ve dünya sa-nat tarihinde özel bir yer edindiler. Kom-pozisyonları, teknikleri sıra dışıydı. Işığı ve renkleri düşsel bir biçimde kullandılar. Hem kişisel hem de evrensel çağrışımlar-la yüklü, bir rüyayı andıran, bilinçdışı bir alanda gezinen, gizli olanı aşikâr eden, yer yer çelişkilerle örülmüş şaşırtıcı bileşimle-riyle merak ve hayret duygusu uyandırdı-lar. Akımın babası André Breton, sürrea-lizmi “Kişinin, sözlü, yazılı veya başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ifade etmeyi denediği, en saf halindeki ruhsal otomatizm” şeklinde tanımlıyor ve devam ediyordu: “Aklın her türlü denetiminden uzak, ahlaki ya da estetik her türlü kaygı-dan muaf olarak, sadece düşüncenin dikte ettiği…” Sürrealizm, aniden, bir boşluk içinde doğmamıştı. Ortaya çıktığı döne-min özel koşullarının, tarihsel gelişiminin bir ürünüydü. I. Dünya Savaşı’na bir tepki içeriyordu. Sanat, edebiyat ve bilim ala-nındaki gelişmelerle iç içeydi.

20 sürrEAlİsT EsErLaura Thomson, 20. yüzyılın anlaşılması en zor sanat hareketi olarak tanımladığı sürrealizmi “anlaşılır” kılmak için yaratıcı bir yönteme başvurmuş. Akımın tarihini, ideolojisini, temsilcilerini, gelişimini uzun uzun anlatmak yerine bu süreç içinde sembolik değeri olan 20 eser üzerinden ilerlemeyi tercih etmiş. Eser seçimi konu-sunda da akımın resmi kuruluş tarihi de-nebilecek 1924 ve 1939’da sona eren “altın çağı” arasına sıkışıp kalmamış. Böylelikle okuyucuya sürrealizmin öncesi ve geç dö-nemleri hakkında da bir fikir veriyor. Seçi-len resimlerin ilki Giorgio de Chirico’nun “Aşk Şarkısı” adlı eseri. 1914’te yapılan re-sim daha sonra sürrealist sanatçıların da dikkatini çekecek çok önemli bir atılımı başlatmıştı. Her ne kadar de Chirico’nun 1919’dan sonra benimsediği akademik stil, 1924’ten sonra sürrealistler tarafın-dan alay konusu edilse de onun ürettiği sembolik neo-klasik absürt eserler sürre-

alizmin kendinden önceki akımlara olan borcunu açıkça gösteriyordu. Kitapta sı-rasıyla de Chirico, Ernst, Picabia, Masson, Picasso, Magritte, Miró, Ray, Dalí, Cornell, Delvaux, Tanguy, Ray, Castellon, Tanning, Oppenheim ve Sage’in eserleri karşımıza çıkıyor. Bu yirmi tablo içinde Ernst, Mag-ritte ve Dalí’nin farklı dönemlere ait ikişer eserine yer verilmiş. Aralarında en az on yıllık zaman dilimleri olan bu eserler, üç sanatçının bireysel gelişimleri kadar hem sürrealizm akımı hem de tarihsel pers-pektif içindeki ilerleyişlerini göstermesi bakımından anlamlı.

1914-1956 tarihleri arasına yayılan resimlerden her biri, onu yapan sanatçı, sürrealizmdeki yeri, bağlamı, konusu ve tekniği ile ele alınmış. Thomson, her res-

mi öğelerine ayırıp, en ince detayına kadar ince ince işlemiş. Tablodaki kompozisyonu, ışığı, gölgeyi, renkleri, tekniğin katmanla-rını, boyanın kullanılış biçimini böylelikle yaratılmak istenen duyguyu etraflıca izah ediyor. Yazar, bir eserin üretim sürecini ir-delediği kadar o eserin anlattığı/yansıttığı konunun derinliklerine de nüfuz etmeye çalışmış. Yapıtı parçalarına ayırıyor, deyiş yerindeyse bir otopsiye tabi tutuyor.

gÖrsEllİğİn gücü Zengin içerik münferit tablolar düzeyinde kalmıyor, sunduğu üst bakış ile okuyucu-ya yirmi resim arasındaki bağları görme-nin de yolunu açıyor. Eserlerin tarihî pers-pektifi, hem kuramsal hem politik açıdan ele alınışı önemli bir zenginlik. Kitap, 42

yıllık bir süreçte sürrealizmin bir sanat biçimi olarak yaratılışını, büyüsünü, poli-tik duruşunu, tüm sıra dışılığına rağmen güncelle olan bağlarını görünür kılıyor.

Lisansını grafik tasarım alanında ta-mamlayan Laura Thomson, öğrenimine sanat tarihi alanında devam etmiş ve bu alanda verdiği derslerle de tanınıyor. Ki-tapta yazarın sanat tarihindeki uzmanlığı kadar ancak bir grafik tasarımcıya ait ola-bilecek yaklaşımı ve bakış açısı hissedi-liyor. Zengin metni kullandığı tasarımla güçlendiren Thomson, sayfalarda açtığı çift taraflı pencereler ile detayları büyü-türken okuyucunun dikkatini belirli öğe-ler üzerinde yoğunlaştırıyor. Görselliğin gücünü başarıyla kullanan yazar, oku-yucuyu alışıldık kitap deneyiminin dışı-na çıkarabilmiş. Her bir resme, tarihsel dönem ve sürrealist akım içindeki yerini yansıtan bir zaman çizelgesinin eşlik etti-ğini söylemeden geçmeyelim.

Laura Thomson’ın seçimi olan bu yir-mi eseri okumak/izlemek sürrealist bir ser-gide dolaşmaya benziyor. Doğal olarak, sürrealizmi sadece 20 eser üzerinden an-latmanın birtakım zorlukları var. Yazarın seçimleri, kimi okuyucuları mutsuz edebi-lir. Gerçi kitabın kurgusu tutarlı ve bu seçi-mi izah etmeye büyük ölçüde muktedir. Ayrıca tanınmış, çok bilinen eserlerden zi-yade az bilinen sanatçıların işlerine yer ve-rilmesi bir avantaj olarak da görülebilir. Kitap, özellikle sürrealizm dünyasının ka-pısını ilk kez aralayacak okuyucular için isabetli bir seçim olabilir.

S“

Giorgio de Chirico / Aşk Şarkısı (1914)

Salvador Dali / Belleğin Azmi (1931)

Ayrıntıdaki sanat: SürrealistlerSürrealistler: Ayrıntıda Sanat, akımın belli başlı sanatçılarının iş ve tekniklerini birer eser üzerinden inceleyen, sanat tarihindeki yerlerini görmeyi sağlayan çarpıcı bir kitap. Konuyu ele alış biçimi, anlatım dili kadar tasarımı ve görsel kullanımı ile alı-şık olduğumuz yaklaşımın dışında ve akımın ruhuna uygun.SÜRREALİSTLER: AYRINTIDA SANAT, LAURA THOMSON, ÇEV.: ALİ BERKTAY, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 128 SAYFA, 28 TL

Page 27: KITAP ZAMANI

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN-DENEME

Biteviye arayış Rengarenk aşkın peşindeTürkçede Gözyaşıma Rağmen Babam kitabıyla tanıdığımız Lily King’in yeni romanı Keşfetmenin Coşkusu, Martı Yayınları etike-tiyle okura sunuldu. Roman, adı antropoloji dünyasından handiy-se silinmiş antropolog Margaret Mead’ın hayatından esinlenmiş.

Tahir Taner’in Rengarenk Aşk adlı kitabı ‘aşk’ı ele alıyor. Yazar, yüz-yıllardır üzerine yazılıp çizilen bu konuyu Mevlânâ, Abdurrahim Karakoç, Cahit Sıtkı Tarancı, Cenap Şahabettin, Fuzuli, Bediüzzaman Said Nursi gibi birçok ismin satırlarıyla konuk ediyor.

KEŞFETMENİN COŞKUSU, LILY KING, ÇEV.: ÖMER MÜLAZIM, MARTI YAYINLARI, 320 SAYFA, 19 TL RENGARENK AŞK, TAHİR TANER, KAYNAK KÜLTÜR YAYINLARI, 160 SAYFA, 8,9 TL

AZRA İNCİ

ily King, daha önce di-limize kazandırılan Göz-

yaşıma Rağmen Babam ki-tabıyla okurların karşısına

çıkmıştı. King’in söz konusu romanı Washington Post ve Publishers Weekly tarafından yılın en kitabı olarak gösterilirken, roman bir dizi olumlu değerlendirme de almıştı. King’in yeni romanı Keşfetmenin Coşkusu Martı Yayıncılık etiketiyle raflarda-ki yerini aldı.

King, Keşfetmenin Coşkusu’nda adı antropoloji dünyasından handiy-se silinmiş, çalışmaları unutulmuş antropolog Margaret Mead’ın haya-tından esinlendiğini söylüyor. Yazar için temel başvuru kaynağı ise Jane Howard’ın Margaret Mead’ın Haya-tı adlı biyografisi. Hikâyenin teme-linde Margaret Mead’ın 1933’te Reo Fortune ve Gregory Bateson ile Yeni Gine’nin Sepik Nehri boyunca yap-tıkları alan çalışmaları ve yaşadıkları olaylar var. King her ne kadar bu ha-yatları ve deneyimleri almış olsa da farklı bir hikâye anlattığını özellikle belirtiyor. Kitabın girişindeki, “Biline-nin aksine tecrübe çoğunlukla hayal gücünden ibarettir.” epigrafı, anlatı-nın yaşanmışlıktan çok hayal gücüne yaslı olarak devam edeceğini imleme-nin yanında, gerçek ile kurgu arasın-daki geçişkenliğe de dikkati çekiyor.

ÖZgürlük ArAYışıRomanda, Margaret Mead’ın yeri-ni erkek başkahraman antropolog Andrew Bankson ve Nell’e alıyor. Lily King’in asıl başarısı, antropolojik keşiflerin didaktik verilerini kurgu-nun dünyasına taşırken kuru bilgiyi, yaşantı ve olaylar üzerinden anlatıya ekleyebilmesi. Romanda anlatının yönelimini belirlediği için söylemek-te yarar var, antropolog Mead’ı ya-zar için cazip hale getiren, daha çok yaşadığı çalkantılı ve sıra dışı hayat. Düşünce eksenli olmaktan çok duygu eksenli özgürlük arayışı, vurgusu da en çok Mead’ın yaşamının bu özelli-ğinden el alıyor. Alain Touraine’den 20. yüzyılda düşünceler üzerinde yaşanan özgürlük arayışının 21. yüz-yılda duygular etrafında yaşanacağı mealinde bir söz okuduğumu anım-sıyorum. Lily King, bu bağlamda ro-man içindeki değinilerinde insanoğ-

luna lütfen sunulan hakların aslında onların doğuşlarından getirdikleri özellikler, aidiyetler olduğunu söylü-yor. King’in okurun karşısına ilksel-liği çıkardığını gözlemliyoruz. Değil mi ki “her insan alışkanlıklarını do-ğuştan getirir.” Yazarın kitap boyunca temelde duygusal özgürlük sorununu tematize ettiğini söyleyebiliriz. And-rew Bankson, ABD’li antropolog Nell ve kocası Fen’in tanık oldukları “ilkel” kabile yaşantısı, bu çerçevede yadır-ganmaktan çok anlamaya dönük bir çaba ile izlenir. Yaptığı antropolojik çalışmalarda umduğunu bulmayan Andrew Bankson’ı kitabın henüz giri-şinde intihar etmek üzereyken yaka-larız. Bankson’ın hayatını değiştiren olay ise Nell ve Fen’in hikâyeye katıl-masıyla ortaya çıkar. Nell ve Bankson arasında yaşayan duygusal yakınlık, bir türlü aşk düzeyine çıkmasa da hayatı değiştirecek güçtedir. Bankson ile karısı Nell arasındaki duygusal yakınlaşması fark etmesine rağmen kayıtsız gibi görünen Fen’in tutumu, romanda kurgunun gerilim öğelerin-den. Yazar, bütün bir anlatı boyunca kıskançlık gibi güçlü ve işlevsel bir duyguyu özellikle yok sayıyor. Ama asıl sürpriz romanın sonunda ABD’ye dönmek üzere Fen ile gemiye binen Nell’in başına gelecek olayda saklıdır. Sanatçı duyarlığına sahip Nell bilimin etik değerlerine son derece bağlıyken kocası Fen ondan olcukça farklı bir şekilde son derece oportünisttir.

Antropolog Margaret Mead’ın hayatı romanın esin kaynağı olur-ken, King bilmediği antropoloji dün-yası içinde de yol almak zorunda kalıyor. Kanımca romanın en zayıf tarafı da burası. Yazar kuru bilgiyi, yaşantı ve olaylar üzerinden anlatıya dâhil etse de kaleminin yabancısı ol-duğu bir alandan söz açtığı çok belli oluyor. King’in akıcı kalemi, antro-polojinin dünyasına girdiği andan itibaren kahramanlara ve olaylara sanki sisli, puslu bir camın ardından bakmaya başlıyor.

Lily King Keşfetmenin Coşkusu’nda antropolog Bankson, Nell ve Fen’in hikâyesini anlatırken aslında başkala-rını keşfetmek üzere çıkılan her yol-culuğun, bir süre sonra insanın kendi-sini keşfe döndüğü gerçeğini de bir kez daha anımsatıyor. Keşfetmenin Coşkusu, özünde insanoğlunun hiç bitmeyen arayışlarının romanı…

YAVUZ AKENGİN

şk, bazen tozpembe başlasa da zamanla ak-

lın ışığın da akılla renk-lenir; bazen kıskançlığa

bulanır, bazen öfke renginde görünür, bazen sadece şefkat renginde karar kı lar ve karşılık beklemez. Aşk, bir deniz ve her dalgası ayrı bir renkte, her kalbin uf-kuna, kapasitesine, rikkatine göre renk alan bir kimyadır. Ufku sonsuzun rengi-ni işaretleyen bu kimyaya erenlerin kimi Mevlâ’da kimi Leyla’da karar kılar; kimi ise Leyla’yı da, her varlığı da Mevlâ’dan ötürü seven bir rengi seçer ve kalp ay-nasını öyle boyar.” Yağmur dergisinde yayımladığı yazılarıyla tanıdığımız Ta-hir Taner, aşk üzerine yazılarının yer aldığı Rengarenk Aşk adlı yeni kitabını yayımladı. Yazar, tam olarak tanımla-namayacağını bilse de iki yönlü olarak ‘aşk’ı anlatmaya koyulmuş. Hem cisma-ni hem de ilahi aşkı, kitabın ana tema-sını şu sözlerle özetliyor: “‘Mezarımı yol üstünde kazsınlar/ Yâr geçerken belki bana can gelir’ diyen aşka da bakmaya çalıştık. ‘Aşk, o bir şuledir, parlayınca Maşuk’tan, -Allah’tan- gayri her şeyi yakar’ diyen ilahi aşka da.”

Tahir Taner yüzyıllardır üzerine ya-zılıp çizilen, her kesimden her insanın hakkında söyleyecek bir sözünün oldu-ğu bu derin konuyu işlerken, satırlarına Mevlânâ, Fuzuli, Abdurrahim Karakoç, Cahit Sıtkı Tarancı, Cenap Şahabettin, Bediüzzaman Said Nursi gibi birçok ismi konuk ediyor.

İlAhİ Aşkın pEşİndE“Aşk Nedir” ve “Aşkın İlahi Kanadı” başlıklı iki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde aşkın türlü türlü hu-yundan, son zamanlarda artan bo-şanmaların nedenlerinden, sadakat-ten, nezaketten, şefkatten yola çıkarak beşeri aşk anlatılıyor. Bu bölümde mutlu evliliğin sırları, sevginin önemi ele alınıyor. Yazar özellikle gençlere tavsiyelerde bulunuyor. “Aşk”ın bir sözcük olarak dilden dile dolaştığı-nı, içinin boşaltıldığını anlatan yazar, sonu meczupluğa varan kara sevdaları hatırlatarak yine de saygı duyulacak, göz yaşartıcı aşkların yaşandığına dikkati çekiyor.

Rengarenk Aşk’ın ikinci bölümünde ise ilahi aşk işleniyor. İslam âlimlerinin, tasavvuf erbabının, yerli ve yabancı birçok yazarın aşk hakkındaki düşün-

celerine ve özlü sözlerine yer verilen kitapta, özellikle konu ile bağlantılı hikâyeler (kıssalar) okurun ilgisini çe-kecek türden. Bu bölümde ayrıca okur, en büyük ‘aşk’ın peşinde yazara eşlik ediyor. Sahabe efendilerimizden gönül erlerine, Yunus ve Mevlânâ’dan Alvar-lı Efe’ye, Bediüzzaman’dan Fethullah Gülen Hocaefendi’ye kadar pek çok ismin dünyalık aşk ve muhabbetler-den uzaklaşarak Allah yolunda sarf ettikleri gayret ele alınıyor. Bilhassa Peygamber Efendimiz dönemi ile sa-habe kıssaları kitaba ayrı bir tat kat-mış. Bediüzzaman’la ilgili hatıralar, anekdotlar da okuru kitaba bağlayan bölümlerden.

Yazar kitapta “aşk”ı tanımlarken tutumunu şöyle açıklıyor: “Düşünce-miz, bir sevgiyi yüceltirken diğerini değersiz leştirmek olmadı ve olamazdı da. Belki beşeri aşkın bazı kriterlerine dikkat çekmek ve bu kriterlere göre bir aşk anlayışını yansıtmak istediğimiz söylenebilir. Bununla beraber ilahi aşka ermenin de insanlara sırt çevirmek şöy-le dursun; insanı hor gören bir bakışın, gönül yıkmanın aşka ne kadar tezat teş-kil edeceğini örneklemeye çalıştık.”

Rengarenk Aşk, insani ilişkilere dik-kat çekmenin yanında, kalpleri Allah sevgisiyle doldurmanın asıl mesele ol-duğunu anlatıyor. Aşkı “rengarenk bir olgu” olarak hem iki kişi arasındaki bir bağ hem de ilahi bir yükselişin ilk basa-mağı olarak görmeyi tavsiye ediyor.

L A“

27

İLLÜ

sTRA

sYO

n: C

em K

ızıL

TuĞ

Page 28: KITAP ZAMANI

Bir entelektüelin hakikat yolculuğuTürkiye’de Anadolu Kavşağı ve Parçalanmış İmgeler kitaplarıyla tanıdığı Fred A. Reed, Bir Zamanlar Biz Birdik isimli otobiyografik anlatısında önce kendi hayatını sonra da kardeşi James ve ailesinin hikâyesini aktarıyor.BİR ZAMANLAR BİZ BİRDİK, FRED A. REED, ÇEV.: ZEYNEB HAFSA-ORHAN ASTRÖM, NESİL YAYINLARI, 328 SAYFA, 17 TL

CEM MERT

endi yolunu arama cesareti gösterenlerin

hikâyeleri her zaman cezbedici oluyor. Onlar de-

falarca yürünmüş ana caddeleri değil pa-tikaları seçmeyi göze alabiliyorlar. Buna talip olanlar için varılacak yerden ziyade yolun kendisi önemli. Yolda olanın, yol-da öğrenilenin ve keşfedilenin, yolun öğrettiğinin peşinde onlar. Caddede yü-rüyenler dümdüz gitmek, sağa sola sap-mamak ve vakit kaybetmemek istiyorlar, belirsizliğe ve bilinmezliğe tahammülle-ri yok. Hakikat hiç ummadığımız anlar-da patikalarda beliriyor, ürkek bir ceylan gibi bir görünüp bir kayboluyor, ömür boyu peşinden sürükleniyoruz onun ve sonunda tüm yaşadıklarımıza “hayat” diyoruz. Bu nazlı ceylan ana caddelerde pek görülmüyor nedense. Bağdatlı bilge Cüneyt “Hakikati arayarak bulamazsı-nız, ama bulanlar arayanlardır.” derken bu zorlu yolu işaret ediyordu belki de. Fred A. Reed’in Bir Zamanlar Biz Birdik isimli kitabı tam da böyle bir yolculuğu anlatıyor. Kanadalı gazeteci-yazar Reed’i Türkiyeli okuyucular 2000’lerin başın-dan beri tanıyor. Daha önce Türkçeye iki kitabı çevrilmişti: Birincisi Urfa’dan yola çıkan ve Said Nursi’nin izinde Anadolu bilgeliğini keşfetmeye çalışan bir seyya-hın seyahat kitabı Anadolu Kavşağı, diğe-ri de Suriye’de putkırıcılığın kökenlerini incelediği Parçalanmış İmgeler.

Bİr hİkmET dErsİBir Zamanlar Biz Birdik otobiyografik bir anlatı, aynı zamanda çok katmanlı bir metin. İç içe geçen daireler gibi içten dışa doğru önce kendi hayatını sonra karde-şi James ve ailesinin hikâyesini, Güney Kaliforniya topluluğunun ve Amerikan halkının 1950’lerden bu yana yaşadıkları trajedileri dokunaklı bir üslupla anlatmış Reed. Aralarında sadece üç yaş bulunan iki kardeşin büyülü bir çocukluk dönemi-nin ardından delikanlılık zamanlarında farklılaşmaları, sonra fiziki ayrılıkları, her birinin kendi yolundan ilerlemesi ve kü-çük kardeş James’in daha 40’ına gelme-den yaşamına son vermeyi seçmesinin trajik öyküsü kitabın ana konusu. Reed, kardeşinin bu üzücü sona nasıl ve ne-den geldiğini anlamak-anlamlandırmak isteğiyle adeta bir arkeolog gibi geçmişi yavaş yavaş kazmış. Öyle canlı, öyle içten yapıyor ki bunu, bu hikâye bir insanın hikâyesi olmaktan çıkıyor, hepimiz için

bir hikmet dersine dönüşüyor.Güney Kaliforniya’da doğar Reed.

Annesi müzisyen ve öğretmen babası ise mühendistir. Kardeşi James ile birlikte çok mutlu bir çocukluk geçirirler. Lise-den sonra geldiği Stanford Üniversite-sindeki eğitimi sadece iki yıl sürecektir. Sinemaya ve edebiyata ilgi duyuyor; hiç durmadan da okuyordur bu yıllarda. Ni-kos Kazancakis’in kitaplarıyla karşılaş-ması hayatının ilk dönüm noktası olur. Ailesinin muhalefetine rağmen mace-racı ve cesur iç sesini dinler, akademik hayata uygun olmadığına karar verir ve Kazancakis’in peşinden Yunanistan’a gi-der. Yunanca öğrenmek, seyahat etmek ve çokça da okuyabilmek için sokak üniversi-tesine kaydolur. Yunanistan’da, daha son-ra eşi olacak Ingeborg’la tanışır. Bu ülkede geçen üç dolu yıldan sonra Ingeborg’la beraber Kanada’ya taşınırlar. Bu arada Amerika Vietnam’a saldırmış iki kardeş bu savaşa katılıp katılmamakla yüzleş-me durumunda kalmışlardır. Fred zaten Amerikan dış politikası ve yayılmacılığını eleştirmekte ve savaşa katılmayı reddet-mektedir. Bu karar ailesi için bir düş kırık-lığı olmanın ötesinde asker kaçağı olarak ceza almasına ve uzun yıllar Amerika’ya girememesine sebep olacaktır. James ise şartlara boyun eğer ve orduya katılır. Ja-mes için büyük acılara, derin psikolojik travmalara ve sonuçta yaşamına kendi el-leriyle son vermesine sebep olacak çıkışsız yolun başlangıcıdır bu sapak.

Fred Reed Montreal’de bir kütüpha-neci ve işçi sendikacısı olarak hayatına devam eder uzun yıllar. Marksizme inan-mış bir devrimci ve mücadele adamıdır bu yıllarda. 1980 yılında yeni bir kavşağa ge-lir. Kardeşinin vefatı onu çok sarsar. İleriki yıllarda İran devrimini takip eden bir ga-zeteci olarak defalarca İran’a gider gelir. İslam’a karşı uyanan ilgisi sonunda onu Anadolu kavşağına ulaştırmıştır. 1998 yı-lında İstanbul’da buluştuğu bir grup aka-demisyenden Bediüzzaman’ın ismini ilk defa işitir. İnançları uğruna bütün dünya-yı karşısına almayı göze almış bu büyük insanı Kazancakis’e benzetir ve ona şaşır-tıcı bir yakınlık duyar. Bediüzzaman’ın izinde hem fiziki hem manevi bir yolcu-luk yapacak ve bu yolculuk 2004 yılında Montreal’de İslam’ı seçmesiyle sonuçla-nacaktır. Fred Reed’in bu entelektüel bi-yografisi şiirsel diliyle hem modern batı toplumunun içten ve derinlikli bir eleştiri-sini içeriyor hem de hakikate olan açlığın çocuksu merak ve coşkuyla bir destana dönüştüğünü gösteriyor.

K

Hüzünlü rasatlar Nilay Özer’in Korkuluklara Giysi Yardımı adlı kitabın-da yer alan şiirler, Türk şiirinin ‘lirik’ damarını tekrar keşfederken, bunu sıradanlığın tuzağına düşmeden, yeni imgeler ve yeni biçimler eşliğinde yapıyor.KORKULUKLARA GİYSİ YARDIMI, NİLAY ÖZER, YASAKMEYVE YAYINLARI, 104 SAYFA, 12 TL

AHMET HAMİTYILDIZ

irizmini yitiren bir yü-

reğin, ritmini yitiren bir şiiri olmuştur daima.

Uzun dönemlerdir düzyazısal (pro-saic) bir şiire doğru yürüyor Türk şiiri ve bugün genç şiir, nesre yakın bir üslupla nüktenin ve sürprizin büyülü atlıkarıncasında dönenip duruyor. Bu şiir atmosferinde yeni-den lirik bir ses, yeniden bir ritim ve yeniden dizeyi öne çıkaran bir şiirle karşılaşmak, biraz da dilin içinden parıldayan arkaik bir nes-neyle yüz yüze gelme hissi veriyor. Bu anlamda, Nilay Özer’in Korku-luklara Giysi Yardımı kitabında yer alan şiirler, Türk şiirinin ‘lirik’ da-marını tekrar keşfederken, bunu sıradanlığın tuzağına düşmeden, yeni imgeler ve yeni biçimler eşli-ğinde yapıyor. Lirik bir ben’e sahip ve dille cenkleşmiş bir şairin, mıs-ra yapmayı, imge ve anlamı teksif ederek mısrada tamamlanmış bir dünya kurmayı, dilin akışkan rit-miyle müziğe doğru gitmeyi ve müziğe doğru giderken yeni biçim-ler oluşturabilmeyi, kısaca şiirin otantik kaynaklarına dönülebile-ceğini bize yeniden gösterdiği bir kitap Korkuluklara Giysi Yardımı.

‘dÖnülEcEk dEğİl İnİlEcEk YErdEYİm’Kitap iki bölümden oluşuyor: “Kal-mak İsteyenler İçin Sütun Yazıları” ve “Gelenler Ne Bulacak?”. Burada, bizden sorular sormamız bekleni-yor belki de: Kalanlar nerede kalı-yor? Gelenlerin geldikleri yer nere-si? Hayat mı kalınan yer, dünya mı, ya gelinen yer ölüm mü, ölüm ötesi mi? Yoksa şairin bir başka ufuktan seyrettiği yere göre mi belirleniyor kalınan; ve gelinen, şairin acıları, yitmişlikleri, anılmamışlıkları bi-riktirdiği, onları içinde yaşadığı o başka ufuk mu? Bir dizesinde “dö-nülecek değil inilecek yerdeyim” diyen şair, “aklımın yerini değiştiren eski lodoslar için/ indiğim kıyılarda ne çok gülün dengesi/ ne çok gece kamburum-da bollaşan derileri/ kemikleri görü-nen gündüzlere yamadım” derken iç dünyasında çıktığı, sığındığı bir yeri işaretliyor gibidir. Bu çıkılan yer, her şeyden önce bir bireylik, o bireyliğin bir dille yeniden kuruluşu, ama sa-

dece kendisinin acısına değil, çağda biriken başkalarının acısına da ba-kan bir bireylik. Şair, “barınaksız nefeslere bir ağız” olmak isterken içindeki siste, biraz da kendisinin eksildiğini görmeye bile katlanıyor aslında: “bahanesi kül olsa bari yanan şeylerin/ barınaksız nefeslere bir ağızdı benimki/ aşkı öğrenecektim ellerimi gö-rebilsem/ bu kadar sık geçmese içimden sis devriyesi.”

AcılArA kAYıTlı İkAmETlErŞair, kitabın ikinci bölümünde yer-yüzünde yaşadığımız uzak ve yakın acılara paydaş olmak için “muhay-yel ikametler” kuruyor. İkinci bö-lümde yer alan şiirlerin altındaki tarih ve mekân isimleri, alışılmadık biçimde, şiirleri ‘o zaman ve ora-da’ yazılmış şiirlere dönüştürürken insanlığın yeryüzündeki acılarını kayıt altına alıyor: Auschwitz 1940-1945, Gazze 2013, Ruanda 1994, Sabra ve Şatilla 1982, Halepçe 1988, Dersim 1938, Diyarbakır 1980, Si-vas 1993, Salem 1692-1693, Samsun 1915. Şair, yakın ve uzak dönemler-de yaşanan acılar arasında bir ilgi kurmak gerektiğini söylüyor bize: “bir ilgisi olmalı bunların birbiriyle/ yoksa neden aynı anda/ aynı hüzne sığınsınlar”. Ve sonunda “muhayyel ikametler” bir gerçek bulunuş’la ta-mamlanıyor, Gezi Parkı 2013: “bir arbalet olarak müzik bir örme zırh ola-rak dans/ hemen mi az sonra mı değiş-ti gülün adı / kargılar ve mızraklarla dürtülen tespih böceklerini/ kim saya-bildi sayılmaz ki haklılık.”

Nilay Özer, bir dizesinde söyledi-ği gibi, “herhangi bir acının zamandışılığı”na dönerken, acının o zamandışılık içinde paylaşılmasında şimdiyi değiştirmek için bir güç ol-duğunu anlatmaya çalışıyor sanki. “Şimdi ilenmemeliyiz bir gül huy değiş-tiriyor derin ahlarla/ ağır yaralı bir mevsimi vurarak zambakları gösteriyor saati soranlara/ çöp kamyonlarının ace-le taşıdığı bir şehir nereye dökülmüş ola-bilir/ ay neden böyle büyür insansız ge-celerde/ bilmesem gözlerim kudüs gökleri/ kasvet yağmur süzgecidir he yu la.” Bu dünyadan zulmün gölgesi al-tında gidenlerin gittiği yerden, ka-lanlara bir çift sözü var Nilay Özer’in: “ve bir melek bakıyor yaralarından üz-gün/ kalmak dediğin ne ki har ile hile.”

L

28

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ANLATI-ŞİİR

Page 29: KITAP ZAMANI

29

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI ROMAN

Modern dünya, inişler çıkışlar, zaman sorunu, daha da kötüsü iletişim sorunu demek. Kalaba-lık caddelerde yürüyen,

iş icabı birbirine gülümseyen insanlar; bu insanların hemen hepsi yalnız. Yalnız ve kendisini anlayacak birileri-ne muhtaç… Modern insanın arayışı-nı ve bu geçici dünyada anlam bulma çabasını kaleme alan Osman Alagöz, Bir Rüyaya Uyanmak’ta insanın yüz-yıllık uykusundan yeni bir dünyaya uyanmasını anlatıyor.

Bir buçuk yıl önceye gidelim. Yolsuzluk keli-mesi gündemimize bir anda bomba gibi düştü. Ve en sık dillendiri-

len sözcükler arasına girdi. Peki, bu sözcük hayatımıza nasıl girdi? Cengiz Kırlı'nın çalışması, 1840 ceza kanunu ekseninde Osmanlı'daki yapıyı ince-liyor. Paşaların yolsuzluk suçlama-sıyla sanık sandalyesine oturtulduğu döneme ışık tutan kitabın ilk hali 2006 yılında Tarih ve Toplum: Yeni Yaklaşım-lar dergisinde yayımlanmıştı.

Türk edebiyatının ya-pıtaşlarından biri olan Nabizade Nâzım'ın külliyatı Dergâh Yayınları

tarafından yeniden basılıyor. Eserleri-nin çoğu karanlıkta kalmış Nabizade Nâzım'ın en bilinen eseri tek romanı olan Zehra. Oysa Nabizade Nâzım önemli bir hikâyecidir de. Karabibik ve Diğer Hikâyeler başlığıyla okurla buluşan kitapta, yazarın “Bir İftirak”, “Yadigârlarım”, “Zavallı Kız”, “Haspa” gibi hikâyeleri yer alıyor. Okumayı kolaylaştırması için her sayfada eski Türkçe kelimeler anlamlarıyla yer alıyor.

Bu dünyada rüyadayız

Yolsuzluk nasıl icat edildi?

Nabizade Nâzım'dan hikâyeler

BİR RÜYAYA UYANMAK, OSMAN ALAGÖZ, KAYNAK YAYINLARI, 112 SAYFA

YOLSUZLUĞUN İCADI, CENGİZ KIRLI, VERİTA YAYINLARI, 175 SAYFA

KARABİBİK VE DİĞER HİKÂYELER, NABİZADE NA-ZIM, HAZ: SABAHATTİN ÇAĞIN, NEDRET KURUDERE, DERGÂH YAYINLARI, 295 SAYFA

SEYİT N. ERKAL

erefu’l-mekân bi’l-mekin” demişler.

Zamana da mekâna da kıymet kazandıran, şüphesiz sahip-lerinin eşref-i mahlûkat olmasıdır. Hele bir de aynı mekânı, milyonlar kıyme-tindeki ‘bir’lerden yüzlercesi paylaş-mış ise… İnsanlığın kısa tarihi, dar bir zeminde tekrar sahnelenecek olsa idi, Kudüs’ten başka bir şehri seçmek her-halde isabetli olmazdı. Zira beşeriyetin ortak bilinçaltını mayalayan anlatıların bütün yaşanmışlıklarıyla hâlâ taze ve canlı olduğu biricik şehir Kudüs’tür. Adeta cennet için söylenen taşıyla top-rağıyla hayattar olma meselesi, el’an bu zamansız şehir için vakidir. Ancak yeryüzünün cennetten ciddi bir farkı, müspet–menfi bütün karakterleri bir-likte misafir etmesi olsa gerek. Tarih boyunca zıtların bu daracık sahnede tekrar be tekrar karşılıklı konuşlanması iyi, doğru ve güzel olanı gözler önünde daha bir parlatırken, yaşanan büyük hikâyeyi insanoğlunun hafızasına daha bir derince kazıyıp kaydetmiştir. Bu an-lamda Kudüs, zaman üstü hikâyemizin “ezelî bir şimdi”de kayıtlı bulunduğu büyük bir taş plak gibidir.

Eğer taş plaklar yerine doğrudan taşların kaydettiklerini seslendirecek aletlere sahip olabilseydik, herhalde in-sanların Kudüs’ün taşlarını paylaşması

mümkün olmazdı. Zira bu taşların şa-hit olup üst üste kaydettikleri hadiselere başka hiçbir mekân şahitlik etmemiştir. Herhalde bu taşların dilini çözmenin yolu da sahnelenen tarihî vakalara, dev-şirilmesi gereken hikmetleriyle birlikte vâkıf olabilmekten geçiyor. Taşların yani tarihin dilinden gayet iyi anlayan Harun Tokak, Ben Kudüs: Konuşan Taş-lar adlı romanında bu ihtiyacı karşılıyor ve herkesin kutlu şehrini konuşturmaya tam anlamıyla muvaffak oluyor.

‘sEn kAl, BurAYA AİTsİn’“Dertli söylegen olur”muş. Kendisini ziyarete gelenleri bir köşeye çekip tasa-sını paylaşmak arzu eden güngörmüş ihtiyarlar gibi Kudüs’ün her karesinin de kulak kesilenlere anlatacağı bir hay-li hikâye mevcut. Hazreti Âdem’den Âlemlerin Efendisi’ne değin ilahi keli-melerin bütününün omuz omuza verip bir tek cümle kıvamına geldiği bu şeh-rin her adımının bize anlatacağı o den-li yaşanmışlık var ki, doğrusu hepsine birden vâkıf olmak imkânsız. Ancak hikâyemizin geneli üzerinden asıl ve-rilmek istenen mesaja bir nebze vukuf kesp etmemiz mümkün. Ben Kudüs de tam anlamıyla bunu yapıyor.

Allah’ın Sevgilisi göklere yük-selirken onunla birlikte yükselmeye başlayıp, “Sen kal, buraya aitsin” hita-bıyla asılı kalan Muallak Kayası’yla bir-likte şehrin taşları dile gelmeye başlıyor.

“Lisân es-Sahra” (Kayanın Dili) bizimle adeta bütün Kudüs adına konuşuyor. Sonra İbrahim’in İsmail’ini, Yakub’un Yusuf’unu gölgesinde beklediği Ballut Ağacı, bütün bir Yaratılış Ağacı adına seslenip bu dünya gölgeliğinde âram et-memizin sırlarını kulaklarımıza fısıldı-yor. Sonra sırasıyla tuz heykeli Madam Lut, kızıl kum tepelerinde Nebi Musa türbesi, seslerin yükseldiği Davud Te-pesi, cinleri gözetleme kulesi Kurset-i Süleyman, Ağlama Duvarı, Aziz Anne Bazilikası, Zekeriyya Mihrabı, Zeytin Dağı, Doğuş Mağarası, Mecdelli Mer-yem Kilisesi, Getsamane Bahçesinin Gizli Tanığı, Golgota Tepesi, Boş Mezar, Mescid-i Burak, Kıyamet Kilisesi, İkiz Minberler o kadar çok hikâyeyi iç içe dillendiriyor ki, kendimizi tarihin uzun koridorunda seyahatte buluyoruz.

Evet, bu kelimelerin hepsi Kudüs’ten ama hiçbiri tek başına Kudüs değil. Ku-düs hepsi ve hiçbiri… “Kudüs nurlu bir bilinç içinde herkese anlayabileceği dili sunuyor.” Bize düşen ise bu kelimeler yığınından değil ama tarih ile bize anlatılan anlamlı, uzun bir tek cümle-den kendi nasibimize düşeni almak. Biz de henüz noktası konulmamış bu cümleden alacağımızı alıyor, dersimi-zi tamamlıyoruz. Kitabı bitirdiğimiz-de ise zaman ve mekân buutlarıyla hem bir Kudüs rehberi hem de bir in-sanlık tarihi okumanın zevkine var-mış oluyoruz.

Dile gelen şehir: KudüsPek çok dine ve medeniyete ev sahipliği yapan kadim şehir Kudüs’ün her karesinde bir hayli hikâye mevcut. Harun Tokak’ın Ben Kudüs: Konuşan Taşlar adlı romanın-da, Mirac’a çıkarken Allah Resulü’yle birlikte yükselmeye başlayıp, “Sen kal, buraya aitsin.” hitabıyla asılı kalan Muallak Kayası’yla birlikte Kudüs’ün taşları dile geliyor.BEN KUDÜS: KONUŞAN TAŞLAR, HARUN TOKAK, UFUK YAYINLARI, 325 SAYFA, 14 TL

Ş“Devletin tüm kurum-larında hayata geçirilen tasfiyeler 2014 yılında medya üzerinde zirve yaptı. Çok sayıda gaze-

teci işten atıldı, gazete ve televizyonlar sansüre uğradı. Gazetecilerin birçoğu da bu baskıdan nasibini aldı. Nazlı Ilıcak, Yavuz Baydar, Can Dündar, Sedef Kabaş, Amberin Zaman, Fikri Akyüz gibi birçok gazeteci ya işten atıldı ya da istifaya zorlandı. Zaman Kitap, 2014 yılında yaşanan basın özgürlüğü ihlallerini Fotoğraflarla Medya Özgürlüğü 2014 adlı albüm kitapta topladı.

Biri basın özgür mü dedi!FOTOĞRAFLARLA MEDYA ÖZGÜRLÜĞÜ 2014, ZAMAN KİTAP, KOLEKTİF, 215 SAYFA

Page 30: KITAP ZAMANI

4 MAYIS 2015 PAZARTESİKÝ TAP ZA MA NI POLİSİYE

SONER ÖZCAN

ir romandan beklediği-miz, okurun onda kendini

bulması ve deneyimlemediği bir macera-yı onda yaşamasıdır. Bu, yazarın insana dair duyguları, hırsları ve davranışları olduğu gibi, hatta en küçük ayrıntılarıy-la yansıtabilmesi ile mümkün olur. Okur olarak aslında hepimizin şöyle ya da böy-le deneyimlediği bu duyguları ve davra-nışları, etkileyici bir üslupla bir romanda gördüğümüzde, o romanın aslında bi-zim için yazıldığı hissine kapılırız. Yine aynı sebeple çoğu kez anlatı kişilerinin gerçekliğine inanırız. Romancının sun-duğu dünya, kendine ait bir mantık düzleminde inşa edilir, bu mantık kendi içinde tutarlı oldukça, biz o dünyanın varlığına, belli bir süreliğine de olsa, inanırız. Bir kere varlığını kabul ettiği-mizde artık o dünyadayızdır. Bilmedi-ğimiz mekânlar, tanımadığımız insanlar arasında uzunca bir süre geçirir, mace-raya katılır ve alışkın olduğumuz günlük zamanın dışına çıkarız. Popüler kitapları çok okunur kılan, bu beklentiyi karşıla-yabilmesidir. Yazıya bu girişle başlamamın sebe-bi Hayat, Sil Baştan romanının, hatırda kalabilecek pek çok niteliğinden –özel-likle de şaşırtıcı kurgusundan– önce, okurda tatmin hissi bırakıyor olması. Türkçeye kazandırılmış Güzel Haber

Ne Zaman Gelir?, Suç Dosyaları ve Çar-kıfelek romanlarıyla tanıdığımız İngiliz yazar Kate Atkinson’ın romanı Duygu Akın’ın çevirisiyle yayımlandı. Pek çok ödüle değer görülmüş Atkinson’ın bu romanı, bizi iki dünya savaşı arasındaki Avrupa’ya, dokunaklı ve şaşırtıcı bir se-rüvene götürüyor.

hEp YAşAYAn kAhrAmAn Romanın kurgusunu ilginç kılan, aynı ta-rihleri benzer ya da farklı şekillerde tekrar tekrar yaşamamız… Kitabın başkarakteri Ursula Tod birçok defa ölüyor, fakat her ölümün ardından yeniden yaşıyor. 1910 yılının karlı 11 Şubat’ında dünyaya gelir-ken boynuna dolanan kordonla nefessiz kalıp ölen Ursula, aynı tarihte aynı yerde yeniden doğuyor. Ve zaman içinde bo-ğularak, pencereden düşerek, İspanyol

gribine yakalanarak, intihar ederek ve başka şekillerde defalarca ölüyor. Ursula bu olağanüstü durumuna karşın aslında sıradan biri. Beş çocuklu Tod ailesinin ne en başarılı ne de en sevilen çocuğu. Kendi durumunun tam farkında olma-yan, geçmişle geleceğin karmakarışık anılar olarak gözüktüğü ve bir-şeyden-kaçması-gerektiği hissinin rahat bırak-madığı Ursula, sıradan işlerde sıradan bir yaşam sürüyor. Çocukluk, yetişkinlik, iş, evlilik, annelik… Atkinson’ın, günlük yaşama dair pek çok detayın içinde yer alan geniş perspektifinden, bu ölüm ve yaşamlarla dolu hayat, bize hiç de gerçek dışı görünmüyor; sahici yekpare bir hayat algısı veriyor. Ursula’nın izlediği yoldan çıkmak isteyip çıkamaması, korkuları, pişmanlıkları, çaresizliği ve ironik biçim-de yaşama savaşı, okurla kahraman ara-sında bir bağ kurulmasını sağlıyor. Atkinson insana dair duyguları ba-şarıyla yansıtmanın yanı sıra, iki dünya savaşı arasındaki Avrupa’nın çeşitli man-zaralarını sunuyor. Kır ve şehir hayatları, savaş öncesi bolluk ve savaşın getirdiği sefalet, umut ve buhran… Bu manzara-lardan birinde Hitler’i de az bilinen mah-rem hayatıyla seyrediyoruz. Kate Atkinson’ın ortaya usta işi bir roman koyduğunu söylemek gerek. Okuru, geçmişin tabulaşmış bir döne-minde yolculuğa çıkaran kitap, bek-lentileri karşılıyor.

Türkçede Güzel Haber Ne Zaman Gelir?, Suç Dosyaları ve Çarkıfelek adlı romanlarıyla tanıdığımız İngiliz yazar Kate Atkinson’ın son kitabı, Hayat, Sil Baştan adıyla dilimizde. Polisiye ustası bu kez okuru iki dünya savaşı arasındaki Avrupa’ya, dokunaklı ve şaşırtıcı bir serüvene götürüyor.

İnsan kaç kere ölür?

HAYAT, SİL BAŞTAN, KATE ATKINSON, YAPI KREDİ YAYINLARI, ÇEV.: DUYGU AKIN, 496 SAYFA, 26 TL

B

Adını duymadığımız, hakkında en ufak bir bilgimizin dahi olmadığı ülkelerde, oranın insan-larına hizmet etmek için,

bin bir güçlüğü göğüsleyen gönüllüler onlar. İyilik denizine bir damla daha taşıyabilmek tek amaçları. Okul açanlar, gazete ve televizyon kuranlar; yapılan fedakârlıklar, yaşanan üzücü olaylar… Veysel Karani Gümüşdereli, düşün-meden yola çıkanların hikâyelerini anlatıyor İyilik Damlaları’nda.

Dünya edebiyatının en önemli kadın yazarların-dan Virginia Woolf, ka-dınların özgürce, bölün-meden yazabilecekleri bir

odaları olması gerektiğini savunuyordu. Ortak kullanım alanlarında, sözgelimi mutfakta ya da oturma odasında değil, yoğunlaşarak çalışabilmek için kendile-rine ait odaları olması gerekiyordu ona göre. Yazarın kendi deneyimlerinden yola çıkarak kadını ve kurmacayı ele aldığı Kendine Ait Bir Oda, klasikleri yeni çevirilerle okura sunan Palto Yayınevi tarafından yayımlandı.

Geçtiğimiz yıl kaybet-tiğimiz Nobel ödüllü Gabriel García Márquez'in çocukluğunun anlatıldığı bir kitap Gabo: Büyülü Bir

Yaşamın Hatıraları. Anne ve babasına duyduğu özlemle büyüyen Gabo'nun kişisel tarihi, yazarlığının tohumlarının atıldığı çocukluğuyla iç içedir. Okul yılları, ilk aşkı, ilk okuduğu kitap ve yazdığı ilk öyküye kadar Márquez’in gizli dünyasına bir yolculuk niteliğinde çalışma. Çizgi roman olarak yayımlanan ve hikâyesini Oscar Pantoja’nın yazdığı kitaptaki çizgiler Miguel Bustos, Tatiana Cordoba ve Felipe Camargo Rojas’a ait.

Geçtiğimiz on yılda Avrupa’nın içine düştüğü ekonomik kriz, Avrupa’yı bir cazibe merkezi olmaktan çıkardı, orada

yaşayanlar için hayatın hayli güçleştiği bir noktaya getirdi. Costas Douzinas kaleme aldığı Krizde Felsefe ve Direniş kitabında Yunanistan örneğinden yola çıkarak ayaklanmaların, protestoların siyasi manzarayı değiştirdiğini iddia ediyor. Kriz zamanlarında siyaset, dev-let ve insan arasındaki sürtüşmenin ele alındığı kitap, meseleye felsefi açıdan bakmaya yardımcı oluyor.

Her ne kadar ilk başlarda, “Batı’nın teknolojisini ala-lım, ahlakını almayalım” de-nildiyse de Batı her anlamda bu topraklara geldi. Belki

en büyük etkisi de maddeciliği hayatımıza yavaş yavaş yedirmesi oldu. Ahmed Mid-hat Efendi’nin 1892 yılında kaleme aldığı Ben Neyim? Hikmet-i Muaddiyyeye Müdafaa isimli kitabı tam da bu konuyu ele alıyor. Maddeciliği tenkit ve esaslarını çürütmek üzere yola çıkan Ahmed Midhat, materya-listlerin tezlerini ve maddeye yükledikleri anlamı kendi bakış açısından ele alıyor.

Türk tarih yazımında-ki yeri çok önemli olan Reşad Ekrem Koçu’nun eserleri yaklaşık 14 yıllık aradan sonra yeniden ya-

yımlanmaya başladı. Daha önce iki cilt halinde yayımlanan Kösem Sultan, yeni baskısında tek cilt olarak okura sunul-du. Koçu eserinde, Osmanlı sarayının en görkemli kadınların biri olan Kösem Sultan’ın entrikalarla dolu hayatını, yoksul bir Rum kızıyken dünyanın en önemli kadınlarından birine dönüşme hikâyesini anlatıyor.

Neler yaşandı, neler…

Üreten kadınlara bir oda

Gabo'nun ‘çizgi'li hayatı

Avrupa'nın geleceğiMaddeciliğe tenkitBir Rum kızıydı, sultan oldu

İYİLİK DAMLALARI, V. KARANİ GÜMÜŞDE-RELİ, KAYNAK YAYINLARI, 140 SAYFA

KENDİNE AİT BİR ODA, VIRGINIA WOOLF, ÇEV: ALAZ KANBER, PALTO YAYINEVİ, 128 SAYFA

GABO, OSCAR PANTOJA, ÇEV: ALTUĞ AKIN, TUDEM YAYINLARI, 176 SAYFA

KRİZDE FELSEFE VE DİRENİŞ, COSTAS DOUZI-NAS, ÇEV.: BUĞRA IŞIK, METİS YAY., 301 SAYFA

BEN NEYİM, AHMED MİDHAT EFENDİ, ÇAĞRI YAYINLARI, 188 SAYFA

KÖSEM SULTAN, REŞAD EKREM KOÇU, DOĞAN KİTAP, 660 SAYFA

Kate Atkinson

30

Meşhur Celal Hoca’nın oğlu ve eski bir İstanbullu olması hasebiyle aile muhi-tinden asırların imbiğinden süzülmüş bir medeniyetin

suyunu içerek yetişen Prof. Dr. Sadettin Ökten, dün ve bugün arasında köprü ol-maya devam ediyor. Sufi Kitap tarafından okura sunulan Gelenek, Sanat ve Medeniyet eski değerlerinden vazgeçmeyen, bir yan-dan da zihin ve gönül dünyasında Batı’ya ait kavramların hayat bulduğu bir nesle, bir araya gelmesi imkânsız görünen bu değerlerin sentezinde ufuk açıyor.

Değerlerin senteziGELENEK, SANAT VE MEDENİYET, SA-DETTİN ÖKTEN, SUFİ KİTAP, 160 SAYFA

Page 31: KITAP ZAMANI

Joel ve Ethan Coen kardeşler

31

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI SİNEMA

“28 Aralık 2011 akşamı Türk Hava Kuvvetleri-nin, Şırnak'ın Uludere ilçesi yakınlarındaki Irak topraklarında F-16

savaş uçaklarıyla yaptığı bombardıman sonucunda 34 Kürt kökenli vatandaşın hayatını kaybetmesi…” Kaynaklar Roboskî olayını bu cümlelerle anla-tıyor. Gazeteci yazar Sibel Oral ise bakışları rakamlara değil, Roboskî’de yaptığı röportajlarla insanlara, acılara çeviriyor. Gazetelerin ve köşe yazar-larının bu konuda ne yazdıklarını da derleyen Oral, Roboskî'de olanlara içeriden bakmanızı sağlayacak.

20. yüzyıl Alman edebi-yatının önemli isimlerin-den Hans Fallada’nın ha-cimli eseri, Almanya’da I. Dünya Savaşı’nı yaşamış

üç arkadaşın hikâyesine dayanıyor. Sa-vaşın ardından bir gecede varını yoğunu yitirenler de vardır, servetine servet katanlar da. Hitler öncesi dönemin an-latıldığı bu romanda Fallada, parçalanan bir toplumun sorunlarını ele alıyor.

Salâh Birsel'in bir kitabını elinize alıp denemelerini okumaya başladığınızda bir çeşit büyüyle çevrelenirsiniz:

Dil büyüsü. Kullandığı bazı kelime ve deyimlerle ilk defa karşılaşır, cüm-le kuruşları ve geçişleri arasındaki ahenge, bütünlüğe hayran olursunuz. Türkçenin büyük dil ustası 1001 Gece Denemeleri'ni yazarak, okuru dünya-nın farklı noktalarına götürüp ilginç olaylarla tanıştırmıştı. Denemelerin son halkası olan Ghandi ya da Hint Kirazının Gölgesinde yeniden raflarda.

Arjantin, Rusya, Afrika, Uzakdoğu… Dünya üzerinde nereye gitseniz Osmanlı izlerine rast-layabilirsiniz. Gazeteci-

yazar Zafer Özcan da çeşitli vesilelerle gittiği ülkelerde tanıştığı Osmanlı ve Türkçe sevdalılarıyla görüştü. Onla-rın hikâyelerini dinledi. İki bölümden oluşan İntizar Anne’nin ilk bölümünde Orta Asya'dan Güney Amerika'ya, evlerinde eğitim gönüllerini misafir eden gönüllülerin hikâyeleri, kayıp Osmanlılar ve unutulan Müslümanlar anlatılıyor. İkinci bölümde ise Türkle-şen yabancılar konu ediliyor.

Roboskî'de aslında ne oldu?

Kurtlar sofrasında Almanlar

Denemelerin son halkası

Uzakta atan kalplerimiz

TOPRAĞIN ÖPTÜĞÜ ÇOCUKLAR, SİBEL ORAL, CAN YAYINLARI, 245 SAYFA

KURTLAR SOFRASINDA, HANS FALLADA, ÇEV: AHMET ARPAD, EVEREST YAYINLARI, 1222 SAYFA

GHANDİ YA DA HİNT KİRAZININ GÖLGESİNDE, SALÂH BİRSEL, SEL YAYINCILIK, 127 SAYFA

İNTİZAR ANNE, ZAFER ÖZCAN, KAYNAK YAYINLARI, 196 SAYFA

GÜNSELİ IŞIK

an sıkıntısından eğlen-ce üretmek az buz bir

marifet değildir. O yüz-den insanların çoğu sıkıntılarından şi-kayet eder, pek azı ise bunu dönüştü-rerek kendini ve hatta etrafındakileri rahatlatır. Senelerdir sürerek efsaneye dönüşen “Müebbet Muhabbet” adlı radyo programı, Cenk Durmazel ve Erdem Uygan’ın, İTÜ Maden Fakültesi derslerindeki sıkıntılarından doğmuş-tur mesela; amfinin en arka sırasında çevirdikleri muhabbetten. Dünya ça-pında bilinen örneği içinse işte, yö-netmen Joel ve Ethan Coen kardeşler karşımızda duruyor.

İlk uzun metrajları Kansız (Blood Simple) ile ileride yapacaklarının işare-tini veren ve hemen gedikli takipçile-rini oluşturan ikili; Fargo, Barton Fink, Büyük Lebowski (Big Lebowski), Nere-desin be Birader (O Brother Where Art Thou) ve Orada Olmayan Adam (The Man Who wasn’t There) ile hem isim-lerini sinema tarihine kaydetti hem de her filmleriyle Cannes’da ağırlandı. (Ki bu sene de zât-ı âlileri, jüri başkanı olarak endam edecek.) Modern sine-manın en cool kardeşleri, 2008’de ise İhtiyarlara Yer Yok (No Country for Old Men) ile başından beri bağımsız olarak sürdürdükleri sinemacılık kariyerle-rinde Amerikan stüdyo sistemini kal-binden vurarak 4 dalda Oscar kazandı.

kÖklErİ ÇocuklukTABu, başarıya dönüşen can sıkıntısının temelini, şaşırtıcı olmayan biçim-de, yine çocuklukta arıyoruz elbette. Belki tuhaf belki de gayet makul kar-şılarsınız ama entelektüel ailelerin çocuklarında bu can sıkıntısı mebzul miktarda oluyor; Coen’ler de tam bu-nun örneği. Babaları ekonomi, an-neleri ise sanat tarihi profesörü olan kardeşlerden büyük olanı Joel’in şu cümleleri, bunu net olarak ifade edi-yor: “Annem bir defasında ‘Çocukları Sanat Müzesine Götürmenin Yolları’ diye bir makale yazmıştı ama bizi bir defa olsun müzeye götürdüklerini hatırlamıyorum.” Böyle olunca ço-cukların da eğlenmek için kendi yol-larını icat etmesi kaçınılmaz! Joel ve Ethan da bunu yapıyor; ellerinde Su-per 8 kamerayla Amerikan filmleri-nin re-make’ini yapıyor o yaşta! İleride

alâmet-i farikaları olacak tarzlarının ilk tohumları da böylece atılıyor: Bir paraşütün iniş sahnesini çekebilmek için “önce tepelerinden geçen bir uça-ğı, sonra minyatür bir uçağı, ardından da yere düşmekte olan beyaz çarşa-fın önündeki çocuğu” görüntülemek gibi hem prodüksiyon hem de kurgu açısından bulunan çözümler mese-la. Ancak siz siz olun, bir gün Coen kardeşlerle karşılaşırsanız bu konu-ları açmayın! Zira kendileri yıllardır aynı sorulara aynı cevapları vermek-ten ziyadesiyle bunalmış durumdalar. Ve kibarlık yapmak ya da robot gibi kendilerini tekrarlamak yerine karşı-larına oturup bu klişe soruları soran-larla inceden inceden feci dalga ge-çiyorlar! (Ethan’ın felsefe eğitiminin de bu noktada hatırı sayılır bir katısı oluyor!) Bazen dayanamayıp patla-dıkları da oluyor tabii, özellikle ‘ikili çalışırken hiç kavga edip etmedikle-ri’ sorusunda: “Yani bu olsaydı hâlen film çekebiliyor olmazdık değil mi!” Biraz daha şanslıysanız yani Ameri-kan basınından ya da magazin odaklı bir mevkuteden değil de Avrupa’dan ya da dünyanın geri kalanından, ‘si-nema’sever kimliğinizle karşılarına çıkarsanız sizi biraz daha nazik kar-şılarlar. Yine de bu, sorulara cevap ve-rirken kendi aralarında geliştirdikleri özel bir iletişim biçimine yüklenerek size kendinizi sık sık konuşmanın dı-şında bir uzaylı gibi hissetirmeyecek-leri, sigara dumanına boğmayacakla-rı ve hele hele sinemaseverden ziyade

kod çözmeye odaklanmış bir ‘sinefil’ olduğunuzu fark ettikleri andan iti-baren tarifleri kendilerinde mevcut, özel ‘anti-entelektüel’ sosu üzerinize boca etmeyecekleri anlamına gelmi-yor. Hatta Joel isyan edip, “Asıl soru şu: Filmde biraz muğlak kalmış bir şey netliğe kavuşsa size ne gibi bir faydası olurdu? Hayır, hiçbir faydası olmazdı” diye patlayabilir!

William Rodney Allen’ın derlediği söyleşilerden oluşan Coen Kardeşler, söyleşi uğruna telef olup giden bir sürü muhabirle dolu… Coen’lerle konuşa-bilmenin asıl sırrı, Coen’lerle değil de Joel Coen ya da Ethan Coen’le konu-şabilmekte yatıyor aslında. Simbiyotik organizmaları ayrıldığında karşılarına çıkan biri olursa, bülbül kesilmeseler bile, en azından dillerini daha cömert kullandıkları kesin! Ethan’ın, yayım-ladığı hikâye kitabı dolayısıyla Boston Phoenix’ten Nicholas Patterson’a ver-diği mülakat veya The Guardian’dan Peter Bradshaw’ın, “Kadın Avcıları” filmi üzerine, Joel ile otel odasında tek görüşmesi gibi.

Vogue dergisinden Ted Friend’in ifadesiyle, “Coen’lerle mülakat yap-manın zorluğu dillere destandır. Bili-nenler üzerinde konuşmaktan sıkılıp özlü sözler ve absürdlük arasında gi-dip gelirler.” Aslında onlarla felsefe ya da edebiyat üzerine deli bir sohbet yapabilirsiniz saatlerce ama filmlerini açıklamalarını istemeyin. Ve aslına bakarsanız bunu hiçbir yönetmene yapmayın!

Bir Coen, bir Coen’e demiş ki... Modern sinemanın ele avuca sığmaz kardeşleri Coen’lerle söy-leşi, başlı başına iş! William Rodney Allen’ın derlediği söyleşiler-den oluşan Coen Kardeşler kitabı, yönetmen kardeşlerle müla-kat yapmanın dillere destan zorluğunu gözler önüne seriyor.COEN KARDEŞLER, DERLEYEN: WILLIAM RODNEY ALLEN, ÇEV.: DENİZ KOÇ, AGORA KİTAPLIĞI, 288 SAYFA, 23 TL

C

FOTO

ĞRAF

: Reu

TeRs

Page 32: KITAP ZAMANI

32

4 MAYIS 2015 PAZARTESİKÝ TAP ZA MA NI ÇOCUK

Avustralya’dan Hindistan’a, Türkiye’den Japonya’ya, Ekvador’dan Mısır’a 15 milletten çocuğun bir gününün

anlatıldığı öyküler yer alıyor kitapta. Ayrıca çocukların yeme içme kültürü, giyimi, aile ilişkileri, eğitim hayatları gibi birçok konuda bilgiler veriliyor. Kitap çocuk okura alışkanlıkların, değerlerin yaşanan ülkeye göre farklılık gösterdiğini öğretiyor, onun farklı milletten çocukların paylaştık-ları ortak değerleri keşfetmesini sağ-lıyor. Her öykünün sonunda yer alan, o ülkeye ait oyunlar ve sözlük kitabı oldukça eğlenceli hale getiriyor.

Öğrenmenin temeli merak. Albert Einstein, “Özel yeteneklerim yok. Sadece tutku derecesin-de merak sahibiyim.”

demiş bu yüzden. Merak olmasaydı belki de tabiatın, uzayın birçok gizemi çözülemezdi. Niçin Merak Ederiz? adlı kitap sorular sorarken soru sorma konusunda gençleri yüreklendiriyor, bilimsel merakı teşvik ediyor. Ki-taptan iki ilginç soru: “Çocuklarda niçin süt dişi vardır? Tereyağlı ekmek dilimi neden hep yağlı tarafın üzerine düşer?”

Yoksul bir ailenin çocuğu Veli, Ayasofya’nın ayrıl-maz bir parçası gibidir. Ne arkeologlar, ne turist-ler, ne de bekçiler onsuz

bir Ayasofya düşünebilir. Onarım çalış-maları yapan Alman arkeolog Martha, küçük Veli ile sıkı dost olmuştur. O sı-rada Veli, okulda verilen ödevi başarıyla yapan bir öğrencinin Almanya gezisi kazanacağını öğrenir ve büyük hayalle-re dalar. Ardından da Ayasofya ile ilgili ödev hazırlamaya başlar.

Kışın soğukta en küçük yardımcılarımızdan eldivenlerimiz ne de çok kaybolur. Tıpkı Moli’nin eldivenleri gibi. Moli,

babaannesinin ördüğü eldivenleri çok seviyor ve sevinçle takıyor. Eve geldiğin-de özenle kurutuyor. Bir gün her nasılsa, eldivenin teki kayboluyor. Babaannesin-den yenisini istemek zorunda kalan Moli bir yandan da eldivenlerin nereye gittiği-ni bulmaya çalışıyor. “Eldivenleri biri mi çaldı, yoksa bu muzip eldivenler Moli’ye şaka mı yapıyor?” Cevabı kitapta.

Bir Japon arkadaşın olsaydı!

Soru sor, merakın artsın...

Ayasofya anlattı, Veli dinledi

Minik eldivenin gizemi

Bİ’ DÜNYA ARKADAŞIM VAR, FATMA IŞIK, TİMAŞ YAYINLARI, 304 SAYFA, 25 TL

NİÇİN MERAK EDERİZ?, VERONIQUE DUPUY-DALMA-CE, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 126 SAYFA, 12 TL

AYASOFYA KONUŞTU, FÜSUN ÇETİNEL, GÜNIŞIĞI KİTAPLIĞI, 124 SAYFA, 14 TL

ELDİVENLERİMİ KİM ÇALIYOR?, MELEK ÖZ-LEM SEZER, CAN ÇOCUK, 46 SAYFA, 8,50 TL

MUSA GÜNER

yracım, ben ve kur-şun kalemim mutlu

mesut okuyup gidi-yorduk. Ayraç kitapta kaldığım yeri gösteriyor, kurşun kalem hatırlamak istediğim cümleleri işaretliyordu. Aslında onlar da benimle beraber okuyordu. En son Mustafa Oğuz’un kaleme aldığı Sevgi Bahçeleri Kurmak isimli deneme kitabını okuduk birlik-te. Kitabı bitirip yazısız olan son say-fasına notları aldıktan sonra ayracı ilk sayfaya koydum. Tam kitabı kapatı-yordum ki ayracın sesini duydum. O meşhur soruyu soruverdi: Çocuklar deneme okur mu ki?

Yıllar önce bir deneme kitabının önsözünde rastlamıştım bu soruya. Yazar, bir arkadaşının böyle bir soru sorduğunu anlattıktan sonra cevap veriyordu: “Denemeden bilemezsin!” Gerçekten… Denemeden bilemeyiz.

Ayracın sesinden aklındaki tereddü-dü sezdim. Yerinde olabilirdi bu çekince. Çünkü bugünün yıldız kitapları masal ve romandı. Belki biraz hikâye, biraz şiir… Fakat okunması gereken kitaplar sade-ce bunlardan ibaret değil ki… Dilinden bal damlayan, kelimeleri gülümseyen bir yığın güzel kitap var. Mesela gezi kitapları… Bu türde bir kitap okumak muhteşem bir seyahat tadı bırakabilir damakta. Ya da biyografi… Okurunu candan, sıcacık bir arkadaşla, samimi bir dostla tanıştırabilir. Kurgu bir dünyanın içinde yolculuk yapmak eğlenceli olsa da bir yazarın kendi ruhunu betimlediği de-nemeler de hiç fena değildir.

FArk EdEmEdİğİmİZ güZEllİklErBunları bir çırpıda anlattım ayra-ca. Ama ikna olmamaya ant içmişti sanki. Ona Mustafa Oğuz’un Mum Yayınları’ndan çıkan kitabından keli-meler, cümleler okudum.

“Bak,” dedim, “yazar ne güzel duygulardan, insanlardan, varlıklar-dan söz ediyor. Dört bölüm var kitap-ta, bunların isimlerine dikkat et: “Bir Çiçekti Dedem”, “Dünyanın Gülüm-seyen Yüzü”, “Çiçek Yüzlü Günler”, “Mektup Güzeli”… Bölümler adeta kitabın ruhunu yansıtıyor. Yazar dene-melerinde kuşlardan, çiçeklerden, dağ-lardan, mevsimlerden, gökyüzünden söz açıyor. Uzansak tutabileceğimiz kadar yakın fakat fark edemediğimiz güzellikleri gösteriyor.”

Ayraç bilgiç bilgiç sırıtırken kurşun kalem atıldı: “Birçok kelimenin altını çizdim. Onları dışarıda gördüğümde artık farklı bir gözle bakarım.” Sevin-dim, kalem ikna oluyordu. Ama şu ay-raç… Devam ettim:

“Yazar eylemler öneriyor. Şehri bir dağın tepesinden seyretmenin eşsizli-ğini yansıtıyor. Bu çağın çocukları için görece güzellikler arasından gerçek güzellikleri ayıklamak istiyor. Bu tür metinler, söz ettikleri varlık ve kavram-ların çocuk zihninde ‘gerçek’leşmesini sağlıyor. Sözgelimi, dağa gitmekten söz açarken, şehre bir dağın tepesin-den bakmayı önerirken, dağı bir siluet olmaktan çıkarıp gerçek bir varlığa dö-nüştürüyor. Sadece güzellikler değil, kaybettiğimiz değerlerden de söz açıyor yazar. Belki köyde, belki uzak bir şehir-de kalmış dedelerini hatırlatıyor çocuk-lara. Dost, dostluk, kardeşlik diyor.”

Ayraç pes etmedi. “Neden okusun-lar ki? Olay yok, kişi yok.” dedi inatla…

“Konular, kelimeler, duygular…” dedim. “Dünyada her şey olaydan iba-ret değil ki? Bazen ormanda, bir gölün kenarındaki tahta iskeleye oturursun. Suyun nasıl da durgun olduğuna hayret

edersin. Ağaçların sudaki yansımasını izlersin. Burada olay mı var? Bu da bir roman okumak kadar güzel değil mi-dir? Kayaların üzerindeki ağaçları, yol kenarındaki çiçekleri, bir insanın göz-lerindeki iyiliği fark etmek ne kadar da güzeldir. Denemeler belki olay içermez ama dünyayı, nesneleri yazarın gözün-den görmemizi sağlar. Az şey midir bu? Güzel yazılmış bir deneme, sıcaktan bu-naldığında bir bardak limonata gibidir.”

Ayracım güldü, sanırım örnek ho-şuna gitti.

“Fakat” dedi, “limonata mevsimi gelmedi. Kış daha yeni bitti.”

“Konuyu değiştirme.” dedim. “Ço-cuklar deneme okur ve okumalı. Hem seninle birlikte okumadık mı Cemal Süreya’yı. Ne diyordu Aritmetik İyi Kuş-lar Pekiyi kitabında: Çocuklar her şey-den anlar, enflasyondan bile.”

Ayraç ve kurşun kalem tam bir şey-ler daha söyleyecekti ki, “Sözlerinizi yeni kitaba saklayın.” dedim ve kitabı kapatıverdim.

Çevresine şairce bakan, varlıkları bir şiirin kelimeleri gibi gören bir ya-zarla tanışmak isterseniz siz de Musta-fa Oğuz’un sevgi bahçelerine buyrun.

Denemeden bilemezsinMustafa Oğuz Mum Yayınları’ndan çıkan Sevgi Bahçeleri Kurmak adlı kitabında çocuklara farklı eylemler öneriyor. Şehri bir dağın tepesin-den seyretmenin eşsizliğini anlatıyor mesela. Bu çağ çocukları için görece güzellikler arasından gerçek güzellikleri ayıklamak istiyor.SEVGİ BAHÇELERİ KURMAK, MUSTAFA OĞUZ, MUM YAYINLARI, 128 SAYFA, 6,50 TL

A

Page 33: KITAP ZAMANI

33

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI SPOR

AHMET ÇAKIR

elki de bazı işleri en umutsuz görünen

durumlarda yapmak en iyisidir. Birileri gelip bana, “Bir spor dergisi çıkarmayı düşünüyo-ruz, ne dersin?” diye sorsa, “Gidip bir doktora görünün!” karşılığını verirdim. Hemen her türlü yazılı ve basılı yayına karşı ilgisizliğin dün-ya rekorları kırdığı bir ülkede, bunu denemenin sağlıklı bir iş olmadığı ortada. Fazladan, 16 aydır Sportstv kanalında sürdürdüğüm Kitaplı Spor’un yayını da bu konudaki her türlü umudu sıfırlayacak nitelik-teydi. Bugüne değin yığınla spor programı yapmadıysam da şöyle ya da böyle içlerinde bulundum. İlk kez herhangi bir programa bu kadar dehşet verici bir ilgisizliğin söz ko-nusu olduğunu görüyor, daha doğ-rusu yaşıyorum.

umuT vErEn spor dErgİsİİşte böyle bir ortamda Bağış Erten ve Can Öz kardeşlerimizle birlikte yola çıkan bir ekip, “Haklı olabilir-sin ama bu sadece madalyonun bir yüzü. Öteki yüzü bu kadar karanlık değil. Biz bu alanda hâlâ bir şeyler yapılabileceğine inanıyoruz.” diye-rek Socrates’i önümüze koydu. Der-giden çok bir yığın yazı ve biraz da söyleşiden oluşan bir kitap görünü-mündeki yayının birkaç gün içinde 18 bin sattığına inanabilmek çok zor ama bu bir gerçek. Çünkü dergi o kadar çabuk tükenmiş ki, yoğun talep üzerine ikinci baskıyı yapma zorunluluğu ortaya çıkmış.

“Bu nereye kadar sürer?” gibi-sinden gamlı baykuş değerlendir-melerine gerek yok. Madem böyle bir olay yaşandı, şimdi bunu an-lamaya ve keyfini çıkarmaya ça-lışalım. Özellikle futbol için ölen milyonlarca insanın yaşadığı bir toplumda aslında böyle bir satış rakamının lafı bile olmaz. Fakat ki-tap-dergi-gazete okuma oranlarıyla ilgili uluslararası rakamlar önümü-ze geldiğinde bütün umutlarımız sıfırlanıyor. O yüzden olaya biraz ihtiyatlı yaklaşma zorunluluğunu unutamayız.

Dünyada spor dergiciliğinin ef-saneleri var. Ancak onların bizden

farklı toplumlarda var olduğunu kabul etmek zorundayız. Arada çok önemli iki fark bulunuyor. Birincisi, onlar her türlü yayını okuma ko-nusunda bizden kıyaslanamayacak kadar önde… İkincisi, bura sporun olmadığı bir ülke. Dolayısıyla spora dayalı yayınların çok satma, uzun süre yaşama olanakları da sınırlı.

Bir asra yaklaşan cumhuriyet tarihinde sözü edilmeye değer spor dergilerinin sayısı bir elin parmak-larını ancak bulur. 1960’ların sonuy-la 1970’lerin başındaki Fotospor’dan ve 1988-1991 arasında yayımlanan Gelişimspor’dan bu yana çok büyük bir boşluk oluşmuştu. Gerçi bu boş-luğa gazete desteğiyle girmek iste-yen yayınlar oldu ama hemen hiç-biri umduğunu bulamadı. Bu açıdan Socrates çok önemli bir hamle. “Dü-şünen Spor Dergisi” ifadesi, adıyla birleştiğinde derginin ne yapmak is-tediğini belli ölçüde anlamak müm-kün. Kadrosuna bakınca, “Evet, bu iş olur!” diyorsunuz. Caner Eler kar-deşimiz böyle bir işin başında bulu-nacak en doğru isim. Bütün yazarlar için de aynı şey söylenebilir.

Hayırlı olsun dileklerimizle Socrates’e hoş geldin diyor, uzun ömürlü olmasını diliyoruz.

Hoş geldin Socrates!Geçtiğimiz ay yayın hayatına başlayan Socrates spor dergisinin ilk baskısı birkaç günde tükendi. Dergi, spor yayıncılığının geleceğine dair umut veriyor... Eduardo Galeano’nun vefatı da geçen ayın önemli olaylarındandı. Uruguaylı yazarın Gölgede ve Güneşte Futbol adlı kitabı, ülkemizde en çok okunan spor kitaplarından biridir.

B

Büyüyünce ne olmak istersin? Bu soru genellikle çocuklara sorulur ama bugün bana sorsanız rahatlıkla “Eduardo Galeano olmak istiyorum” diyebilirdim. Bir insanın hem çok iyi yazar olması hem de futbolla ilgili güzel yazılar yazabilmesi muhakkak ki imrenilecek bir durum. Buna bir de siyasal düşünce ve eylemlerini eklediğiniz zaman tablo tamamlanı-yor. Evet, bu yaştan sonra Eduardo Galeano olmak zor ama hiç değilse onunla bir röportaj yapabilmeyi çok isterdim. Bunu başaran Türk’ün bayan oluşu (Zeynep Oral) darılma-sın ama bana biraz talihsizlik gibi geliyor. Çünkü Zeynep Oral onunla tek kelime bile futbol konuşmuş değil. Yani Vatikan’a gidip Papa’yı

görmeden dönme durumu olmuş biraz… (Bugünlerde bir Türk olarak Papa’yı görmek de pek tekin iş sayılmaz ya, neyse…)

Galeano’nun Türkçeye Gölgede ve Güneşte Futbol adıyla çevrilen kitabı bizde de en çok satan spor kitaplarından biri olsa gerek. Çoksa-tan derken öyle pek büyütülecek rakamlar gelmesin aklınıza, 10-15 bin aralığındadır. En sıkı spor kitabı-nın taş çatlasa 300-500 okurunun bulunduğu memleket için bu rakam rekor sayılır ama herhangi bir uygar ülkede ancak müstehzi bir tavırla karşılanabilir haklı olarak.

Galeano dünyamızı güzelleş-tiren adamlardan biriydi. Toprağı bol olsun.

Dr. Cem Çetin’in Spor İletişimi (Nobel Yayın Dağıtım, 2015) adlı kitabı çoktandır edin-mek istediğim bir yayındı. TRT’nin Spor ve Medya Sempozyumu’nu izlemenin bir yararı, bizzat yazarının elinden bu kitabı almak oldu.

Yazarımız bir akademisyen ve kitabı da haliyle bu özelliği taşıyor. Akademik nitelikli bir yayının bir yılda üçüncü baskıyı yapmış olması çok sevindiri-ci. Kitabın başlangıç noktası, yazarın YÖK bursuy-la gittiği Strasbourg Üniversitesi Spor Bilimleri Fakültesinde geçirdiği üç ay olmuş. Televizyon-spor ilişkisinden (kitabın alt başlığı “Spor-Tv Birlikteliği Sattırıyor”) sponsorluğa, şirketlerin iletişim stratejilerinden ülkelerin lisanslı sporcu sayılarına kadar bir yığın bilgiyi karşılaştırmalı olarak değerlendirip sonuçlara varıyor Dr. Çetin. Çok fazla insanın kulak asmadığını düşündüğüm bu konuda kitabın satış rakamının yüksekliği şaşırtıcı. İnsanlarımız bu gibi konularda sahici bilgiler edinmeyi değil, ortalama birtakım laflarla sohbeti daha fazla önemsiyor. Galiba bu yayının ders kitabı sayılmak gibi bir talihi olmuş. En iyi spor kitaplarının 10 yılda ikinci baskıyı göremedi-ği bir ortamda bu durum umut verici. Memleket biraz değişiyor mu acaba?

‘galeano olmak istiyorum’

spor iletişiminin zaferi!

SOCRATES, DÜŞÜNEN SPOR DERGİSİ,SAYI: 1, NİSAN 2015, 10 TL

Page 34: KITAP ZAMANI

4 MAYIS 2015 PAZARTESÝKÝ TAP ZA MA NI USTA GÖZÜYLE

ziz kaarilerim, sizlere bunca zamandan beridir padişah-lık hakkında derc etmiş

bulunduğum mekaaleler uc uca konulsa idi Evropa ile Asya

kıt’alarını birbirine rabt iden bir köprü olur idi. Defalarca ifade buyur-

dum ki, padişahlık eyi bir şeydir fekat bir kusuru var; ancak ve ancak -şahsan bizzat ben kendim diye söyleyor değilim- şu fakiyr gibi eli yüzü düzgün, ilmi, irfanı kuvvetli, babayiğit ve pehlivan, merd, ces-sur, faziyletli, âdil ve güngörmüş bir zâtın bu makaamı deruhte etmekliği elzemdir. Haa deyeceksiniz ki, ayol şahsa bağlı bir siyasi sistem olabilir mi? İstisnâ kabilinden eyi bir padişah bulunması nazariyatta mümkindir fekat eyi padişahlık yoktur efendiler. Netekim, ben dahi o mahzura dikkat çekmek isteyordum zaten. Ey yârenler, kıymetdar dâvâ ve fikir refiyklerim; artık padişahlık şöyledir, padişahlık böyledir deyû sizleri tâciz ede-cek değilim zira bir musibet bin nasiyhat-ten evlâdır denildiği üzere, işte şimdi padişahlık başınıza gelmiş bulunuyor ve

padişahım deyu her Allah’ın günü beyni-nizi ütüleyen ve hukuku rezil rüsvây eden bir zâtı seyredip dinlemek suretiyle padi-şahlığın nasıl bir şey olduğu hakkında bizzat kendi şahsınız olarak bir fikir teda-rikinde bulunabilirsiniz.

pAdİşAh TAkımı hİÇ rıZA gÖsTErmEZİmdi bu zâta bakıp Recai’yi çok ararsınız fekat iş işden geçmiştir. Bu zât, tabii bir âfet gibi evvelden haber verip ihtar ederek, ben şöyle yapacağımdır, böyle edeceğim-dir; duymadım, görmedim demeyin diye-rekten sonra peşiman olmayasız deyu adeta davulla zurnayla tahta çıkub sarayı-na oturmuş bulunuyor. Ee, efendiler, her-kes Recai gibi sefertası gibi iki göz bir fakiyrhânede tarhana çorbasına, bulgur pilavına kaşık sallayıp, “Ya Rabbi bu nasıl nimetler, verdiğine hamd olsun; bizi bu nimetlerden ötürü hesaba çekme!” diye dua ederekten münzevî bir hayâta râzı olmaz. Hele sonradan görme padişah takımı hiç rıza göstermez; debdebe ve saltanatın bütün görünür ve görünmez alâmetlerini yanıbaşında ister; saray ister, bağ-bağçe

ister, araba, vapur, teyyare, han, hamam, apartuman, çiftlik, hara ister. Dağ gibi parası, göl gibi altunu olsun ister. Lâfının üstüne lâf söylenirse hemen ekşiyip mahalle kabadayısı gibi aksilenmeye başlar. Bütün bir melmeket benim irademe tabi olsun, herkes bana âşık olsun, herkes bana dua etsin ister. İster de ister... Netekim zaten görmekte bulunu-yorsunuz, fazla lafa hacet görmeyorum. Efendiler, sözüm acı fekat yeridir, taşı gediğine koymak lâzım. Bu tabii âfeti göre göre, bile bile aziz milletimiz nice tahsin ve aferinlerle terciyh ve tensib buyurmuş-tur. Bu dahi göstereyor ki bu aziz millet, kendi kendini idare etmek külfetine kat-lanamayor! “Biz kendimizi idareye muk-tedir değiliz, biz hesap kitab bilmeyiz; bizde akıl, i’zan da yoktur, tenezzül buyu-rup bize bir güzel idare ediniz; biz de size tam bir itaat ile biat edelim” deyu temennâ eden bir hey’etin adına ne demek lâzım, onu da sizin zekâvetinize havale eyledim gitti! Vatandaş olmak şeref ve izzetinden bıkub da bu raddeden sonra reâyalığa razı iseniz, o sizin takdirinizdir efendiler.

aanımdan aziz kaarilerim, nasılsınız, eyi misiniz, eyi

olmanızı Cenâb-ı Rabbü’l Alemîynden temenni ederek-

den lakırdıma başlayorum.Efendim, bilmem manzurunuz

olmuş mudur, memleketimizde, betahsis dükkân ve mağaza levhaalarında tohaf bir itiyâd başlamış görüneyor. Osmanlıca ile Türkçe halitası birtakım terkibler: Mesela, geçen gün bir vesiyle ile hâneden çıkmam iktizâ etdi; Taksim’den Saraçhane’ye taksi ile giderken, Şişhane istikametine doğru hemen sol tarafda, anlaşılan bir ciğerci! Tabelası şöyle tertiyb edilmiş: Ciger-i İstanbul! Lâhavle çekib haneye avdetimde, Şehper Hanımefendi pencereden “Huuu, İrfan Bey, kahveye teşrif buyurmaz mısı-nız?” deye ünleyince, “Dâ’vete icâbet, sün-netdir!” fehvasınca Şehper Hanımefendiye mihmân oldum. İtiraf edeyim, canım da kahve çekmemiş değildi hani…

o dA Bİr şEY mİ!Hoşbeşi müteakip Şehper Hanımefendiye, şu mahûd “Ciger-i İstanbul” levhasından bahs edince, “O da bir şey mi İrfan Beyciğim! Daha neler var!” deyerekden sıra-

lamaya başlamaz mı: “Saray-ı Simit”, “Kasab-ı Et”… Yakında herhalde şöyle lev-halara da şâhid olmamız mümkindir: “Manav-ı şekerpare”, “tamirci-i otomobil”, “cafe-i internet”, “sultan-ı cumhur”… Betahsis sonuncunun matlûba fevkâlhâd muvafık olduğuna şübhe yok!

şİndİkİ gEnÇlErİn TAABİrİYlEn...Efendim, ne oluyoruz? Merhum Ömer Seyfeddin üstâdın “Bilgi Bucağı”ndaki Efruz Beyleşme vetiresine mi girdik? Ömer Seyfeddin merhum, Efruz Bey’in lisan hak-kındaki mütalaalarını, şindiki gençlerin taa-biriylen, gırgıra veyahut makaraya alıp kafa bulurken, dalga geçdiği terkibleri, hayata mı geçirmeye başladık? Ömer Seyfeddin’in bir gün “Bilgi Bucağı”na gelip, “Bundan sonra lisanımızda terkibleri şöyle yapacağız” deye-rekden verdiği misal, bugünki levhaların vaz’iyyeti ile tam bir müşabehet hâlindedir. Şöyle demişdir Efruz Bey: “‘Gülbeşeker hok-kası’ demeyeceğiz, ‘Hokka-i de gülbeşeker’ deyeceğiz!” [Aradaki ‘de’ Fransızca terkib yapmada kullanılan rabıta: ‘dö’ okunur!] Ah ah, muazzez kaarilerim, şu sözde modernleşmenin bizi getirip koyduğu yere bakınız. Evvela Bihruz Beyleştik, şindi sıra

Efruz Beyleşmeye geldi, demek! Bu mes’eleyi Hilmi Bey kardaşıma arz edeyim de, o bunu çok analitique bir şekilde arîz amik ele alsın, deyorum… Lisan inkılâbının akıbeti bu mudur? Evvelâ tabelaların İngilizce yazılıyor olma-sından müştekî idik. “Lisan elden gideyor!” deye şikâyet ederken, şindi de bu neviden saçmasapan Osmanlıca mukallidi terkipler: Yok “Ciger-i İstanbul”, yok bilmem ne! Düşüneyorum da, acaba levhaların “Ciger-i İstanbul” benzeri bir şekle inkılâp etmesi, İngilizce levhalara tahte’ş şuur bir reaction mudur? Mümkindir, câ-yı teemmüldür, deyorum ve mes’eleyi Hilmi Bey kardaşıma havale edeyorum… Muazzez kaarilerim, şindi de siz beni tenkid edeceksiniz: “İrfan Bey, elin gözün-deki çöpü göreceğine, kendi gözündeki merteği gör! Senin lisanın daha mı eyi sanki? Bir Efruz Bey de zâtıâlinizsiniz!” dediğinizi işidir gibi olayorum: Hâce Nasreddin gibi söyleyeyim: “Siz de haklısı-nız!” Muazzez kaarilerim, bu ay da bu kadar. Telâkıy gelecek aya inşallah. O vakde kadar zâtınıza hoşça bakınız, Cenâb-ı Zülcelâle emanet olunuz. Au Revoir canlarım benim.

Efendiler, sözüm acı fekat yeridir, taşı gediğine koymak lâzım. Bu tabii âfeti göre göre, bile bile aziz milletimiz nice tahsin ve aferinlerle terciyh ve tensib buyurmuştur.

‘Ciger-i İstanbul’a, Efruz Beyleşmeye, İnkılab-ı Lisan’a dair

Bulun Recai gibisini, ben dahi biat edeyim netekim!

A

C

RE CAÝ GÜL LAP DAN

Evvelâ tabelaların İngilizce yazılı-yor olmasından müştekî idik. “Lisan elden gide-yor!” deye şikâyet ederken, şindi de Osmanlıca mukal-lidi terkipler: Yok “Ciger-i İstanbul”, yok bilmem ne!

İRFAN KÜLYUTMAZ

34

Page 35: KITAP ZAMANI
Page 36: KITAP ZAMANI