köklüdeğişim 72.sayı

84

Upload: koekluedegisim-dergisi

Post on 24-Mar-2016

234 views

Category:

Documents


11 download

DESCRIPTION

İslam Fikrine Dayalı Aylık Siyasi Dergi - Suskunluğun Kırılma Noktası - İslam ile Değişmek ve Değiştirmek İçin...

TRANSCRIPT

Page 1: KöklüDeğişim 72.Sayı
Page 2: KöklüDeğişim 72.Sayı
Page 3: KöklüDeğişim 72.Sayı

1 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

KÖKLÜDEĞİŞİM

Kuruluş: 2004İslâmi Fikirlere Dayalı

Aylık Siyâsi DergiRamazan 1431

Eylül 2010Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri

MüdürüAhmet Sivren

İdari İşler MüdürüHakkı Eren

Yayın Kurulu BaşkanıAbdulHamid Yazıcı

Haber Dairesi MüdürüHüseyin Sivren

Kapak&Grafik TasarımKöklüDeğişim

Yönetim MerkeziG.M.K. Bulvarı No: 31/12

Kızılay/ANKARAİletişim&Abonelik&Reklam

Tel: (+90) 0 312 229 77 91Faks: (+90) 0 312 229 77 92

[email protected]

Temsilciliklerİstanbul

Bülent KurşunTel: 0 536 638 67 68

Bursa0 532 627 35 89

[email protected] ve Hesap Numaları

بسم اهلل الرحمن الرحيمEylül Ayı Takdim

İslami atmosferin en yüksek yaşandığı Ramazan ayını geride bırakmanın hüz-nünü, bayrama yaklaşmanın ise haklı sevincini yaşadığımız bu günlerde; Köklü-Değişim dergisi olarak birçok ilde gerçekleştirdiğimiz iftarlar ile siz değerli okur-larımızla buluştuk. Birçok STK temsilcisi ile bir araya geldik ve Müslümanların sorunları üzerine istişarelerde bulunduk. Rabbimiz bu çabalarımızı ümmetin kur-tuluşu adına bereketlendirir ve İnşaAllah hayırlara vesile kılar diyoruz.

Gündemin referanduma kilitlendiği bu süreçte bizlerde bu konudaki yanlış an-layışları düzeltmek ve Müslüman kardeşlerimize doğruyu göstermek istedik. Başbakan Erdoğan’ın “Bi taraf olanlar, bertaraf olur” mesajı sadece ekonomi dün-yasına değil birçok kesime yöneltilen tehdit gibi algılanmış olmalı ki, kimse şer’i hükmün gösterdiği şekilde taraf olmak istemiyor. “Balyoz” darbelerinin çatlattı-ğı demokratik sistem ise referandum sayesinde Müslümanlara revize ettirilmek isteniyor. Bu sebepten ötürü meselenin farklı boyutlarını ele alan makaleler ile gündem bölümümüze başladık. Devamında ise; Yüksek Askeri Şûra kararlarını öncesi ve sonrası ile değerlendirmeye, uzun yıllar sonra değiştirilen atama tea-mülünün ne anlama geldiğini göstermeye ve TSK ile AKP hükümeti arasındaki krizin yargıya yansıyan boyutunu da HSYK ile ilişkilendirmeye çalıştık.

Giderek bir festival havasına dönüştürülen Ramazan ayının Müslümanlar açı-sından önemini, Ramazanın nasıl anlaşılması ve yaşanması gerektiğini ve Rama-zanın küllerinden nasıl canlı bir ümmet oluşturulacağını da izah etmek istedik. Türkiye’nin olmayan sanayi politikasının yanlışlığını, geçen aydan devam eden “Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı Garip Müslümanların Diya-rı; Irak” yazı dizisinin ikinci bölümünü, ABD tarafından bulandırılmaya çalışılan ve sömürgeciliği bitirecek olan Hilafet nizamının batılı kâfirlerin gözünden nasıl okunduğunu, laikliği modern bir fikir gibi ümmete pazarlamaya çalışan modern aktörlerimizin yeni oyununu, İslami kitle ve İslami aydınlara yapılan sıcak bir çağrıyı ve kapitalist sistemin getirdiği anlamsız tartışmalara nasıl yaklaşmamız gerektiğini vurgulayan makaleler bulacaksınız.

İktibas bölümünde; geçen sayımızda yayınlamadığımız Lübnan konferansı ile alakalı Vakit gazetesi yazarlarından Mustafa Özcan’ın on’a yakın makalesinden birini ve Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti Başkanı olan Cüneyt Önder’in iki ayrı ma-kalesinden bazı bölümleri sizlerle buluşturacağız.

Okuyucudan gelen bölümünde ise; bir türlü bitmeyen sınav telaşının farklı yönle-rini ve asıl girmemiz gereken sınavın ne olduğunu okuyacaksınız.

Piyasaya son dönemde sürülen Hilâfet ile alakalı kitaplardan birisi olan “De-mokratik Hilâfet’e Doğru” adlı kitabın tenkitini de sizlerle paylaşacak ve bu ayki çalışmamızı sonlandıracağız.

Suskunluğun Kırılma Noktası olmaya ve İslam ile değişip değiştirmeye devam ediyoruz…

Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız.

Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.

YurtdışıYurtiçi6 Aylık6 Aylık 24 TL24 TL

Yıllık (12 Ay)Yıllık (12 Ay)48 EUO48 TLZiraat

Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100

1683-47475782-

5001 TCZBTR2A

PTT Posta Çeki: Ahmet Sivren

Adına 1911803Ziraat

Bankası TL Hesabı

Başkent Şb. 47475782-5002

Baskı 01.09.2010Rulo Ofset ve Matbaacılık

Adres: K.Karabekir Cd.No: 120/86 İskitler-Ankara

0 312 312 50 75

Yerel-SüreliISSN: 1304 - 8274

Page 4: KöklüDeğişim 72.Sayı

2Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İ Ç İ N D E K İ L E R

Referandum; Demokratik Sistemi Revize Etmektir..............................................................Hakkı Eren.........3

GÜNDEM

YAŞ’da Yıkılan Teamül...................AbdulHamid Yazıcı.........8

Ordudaki Tasfiyeler ve Yargıdaki DüzenlemelerinTopluma Yansıyan Yönü…..............................İbrahim Er......15

Ordu ve Hükümet Arasında Geçen“YAŞ” Krizi...............................................Haluk Özdoğan.......21

Ramazan ve Küllerinden Dirilmek......A. Sadık Altınel.......25

Gömün Beni Değiştirmeden…..........Bülent Uğur Koca.......32

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı,Garip Müslümanların Diyarı Irak (2)............İbrahim Er......36

Türkiye’de Sanayileşme Hamleleri veYaşanan Fiyaskolar..........................................Talha Yaşar.......43

21. Yüzyıl Batı Sömürgeciliği veHilâfet’in Dönüşü (1)..................................Bülent Karaca.......47

Modern Aktörlerin Modern Replikleri“Sekülerizm’’..............................................M. Salih Şeker.......51

Türkiye’deki İslamî Kitlelere veİslamî Aydınlara........................................A. Celil Cengiz.......55

Birbirimizi Anlamak Gerekliliği Üzerine..........................................................Cüneyt Önder.......66

Hayatımız Sınav...........................................Selman Suruç.......74

Dünyanın Her Yerinde Tek Ortak Suç;İslam Davası İçin Çalışmak......................Sümeyye Avcı.......69

OKUYUCUDAN GELEN

Kapitalist Siyaset ve AnlamsızTartışmalar....................................................Halime Aydın.......60

KİTAP TENKİTDemokratik Hilâfet’e Doğru..................Ahmet El Kâtip.......76

İKTİBAS

Hilâfet’i Neden Tehlikeli Görüyorlar?...Mustafa Özcan.......64

Page 5: KöklüDeğişim 72.Sayı

3 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Latincedeki referendum kelimesinden aynen olduğu gibi dilimize giren re-ferandum sözcüğü, mana olarak da

Batıdaki anlamı ile kullanılmaktadır. Tanım olarak; genelde, anayasa değişikliği, yasa-ların kabulü veya çok önemli meselelerde halkın iradesini belirlemek amacıyla yapılan halk oylamasıdır. Referandumlarda halkın iradesi yönetime doğrudan doğruya yan-sımakta ve bu da çağdaş tağuti nizam olan demokrasinin güzel bir örneği olarak gös-terilmektedir. Türkiye’de çok az uygulanan referandum, batılı ülkelerde sık sık uygulan-maktadır. Türkiye’de yapılan anayasal deği-şiklikler aynen Fransa da ve İsviçre’deki gibi gerçekleştirilir. Buna da Anayasa Referandu-mu denir. Türkiye’de ilk defa referanduma, 1960 Anayasasının kabulü sırasında başvu-rulmuştur. Katılan seçmenlerin % 62’si Evet, % 38’i Hayır şeklinde oy kullanarak; Kurucu Meclis’in hazırladığı anayasayı kabul etmiş-tir. 1982 yılındaki, Danışma Meclisi tarafın-dan hazırlanan anayasa referandumunda ise,

kabul oyları % 91, red oyları ise % 9 olmuş-tur.

Beşer aklından neşet ettiği için aciz olmaya mahkûm olan bütün sistem ve nizamlar gibi, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında hazırlanan 1982 Anayasası da üzerinde yapılan yüzlerce değişikliğe rağmen yinede ihtiyaçları karşıla-yamamış ve bu yönüyle bütün beşeri yasa-lardan farklı olmadığını göstermiştir. Darbe-ci laik kemalist güruh tarafından hazırlanan ve kendi otoritelerini devam ettirmekten başka bir düşünceye sahip olmayan bu ana-yasa, sözde bütün hükümetler döneminde değiştirilmek istenmişse de, askeri vesayetin ağır basması sonucunda değiştirilememiştir. 2002 yılında tek başına iktidar olmayı başa-ran AKP hükümeti de bu alanda adımlar at-mış ama her defasında mesele ciddi bir alana geldiğinde askeri vesayet tarafından engel-lenmeye çalışılmıştır. Ergenekon davasında ve akabindeki diğer davalarda olduğu gibi eli kolu bağlanan bu güruh, uzun pazarlıklar ve çatışmalardan sonra AKP hükümetinin is-

Hakkı EREN

Page 6: KöklüDeğişim 72.Sayı

4Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tediği değişikliğe onay vermek durumunda kalmıştır. AKP hükümeti de Anayasa mah-kemesinin kısmi iptaline rıza göstererek iste-diğini almış olmanın gururunu yaşamıştır.

AKP, referandumu özellikle seçim hava-sından çıkarmak istemekte ve sağda birliği sağlamaya çalışmaktadır. Zira Türkiye’de sol’un tabanı bellidir ve değişmez. O yüzden sağ partilerin görüşleri önem arz etmektedir. Saadet partisinin her iki kesiminden Numan Kurtulmuş ve Erbakan, Türkiye partisin-den Abdullatif Şener ve BBP’den Yalçın Topçu “Evet” diyeceklerini açıklamıştır. Sağ merkezli olan MHP ise “Hayır” demekte ıs-rarcıdır. Zira MHP, AKP hükümetinin projelerinin başarısının kendisini siya-si arenadan silebileceğini görmüştür ve meseleye hayat-memat meselesi ola-rak bakmaktadır. Referan-dumun sonucunu da bü-yük ölçüde MHP’nin taba-nı belirleyecektir. Bundan sebeple özellikle Başbakan Erdoğan, Bülent Arınç ve Melih Gökçek gibi siyasi-lerle, halkı “Evet” oyuna yönlendirmek için gece gündüz çalışan bazı med-ya kuruluşları hedef olarak MHP’nin tabanını belirlemişlerdir. Çünkü bu tabandan gelecek olan “Evet” oyları sonuca direkt tesir edecektir. Bundan dolayı “Türkeş olsaydı Evet derdi”, “MHP’ye CHP ve BDP ile aynı safta olmak yakışmaz” gibi mesajlar verilirken birçok ülkücü de TV’lere çıkartılıp biz “Evet” diyeceğiz dedirtilmiştir. İşte bu derin hamleler ve oluşan kamuoyu gücü-nün yanı sıra MHP’nin de tabanına karşı ipi sıkı tutamaması, bu kesimden ciddi manada “Evet” oyu çıkacağını göstermiştir. MHP ise bu tutumuyla, öyle ya da böyle bu süreçten

en fazla etkilenen siyasi parti olmaya doğru gidecektir. Zira Türkiye de ilerleyen süreçte kendisine rol gözükmemektedir.

Demokratik Açılım sürecinin tıkanması ve KCK operasyonları sonucunda iktidarla arası iyice açılan ve referandumda sandığı boykot edeceğini açıklayan BDP’nin de tutumu daha önceki duruşuna göre yumuşama göstermiş-tir. PKK tarafından alınan eylemsizlik kararı bunda muhakkak etkili olmuştur. Öyle ya da böyle tabanını çok kontrol edemeyeceğini dü-şündüğüm BDP’den de ciddi oranda “Evet” oyu çıkacaktır. Zira 82 Anayasasından en fazla etkilenen cenah Kürtler olmuştur.

Tüm bunlar vakıa üze-rindeki görüşlerimizdir. Konu ile alakalı esas görü-şümüz ise, farklı zaviyeler-den konuyu değerlendir-mekle ortaya çıkacaktır.

Birinci zaviyemiz; Müs-lümanların referandum konusundaki duruşları ile alakalıdır. Maalesef bazı kardeşlerimiz meseleye pragmatik yaklaşmaktadır. Referandum karşısında ta-kınacakları tutumu açık-layan çeşitli sivil toplum kuruluşları ortak bir basın

açıklaması yaparak görüşlerini açıklamış ve sandığa gidilmesi çağrısında bulunmuşlar-dır. “Despotizmi Geriletecek ve Özgürlükleri Genişletecek Değişiklikleri Destekliyoruz!” sloganıyla yapılan bu açıklamada imzası bu-lunan kardeşlerimizi değil de düşüncelerinin hatasını ifşa etmek istiyorum. Özet olarak bu açıklama da referandumun ile değişmesi ön-görülen anayasa maddelerinin; seçkinlerin gayri meşru iktidar alanlarını daraltacak de-ğişiklikler içerdiği, Türkiye’nin bu oylamay-la kendi kaderini oyladığı, sistemi kuran asıl

Referandum; Demokratik Sistemi Revize Etmektir

AKP, referandumu özellikle seçim havasından çıkarmak istemekte ve sağ da birliği sağlamaya çalışmaktadır.

Zira Türkiye’de sol’un tabanı bellidir ve değişmez.

O yüzden sağ partilerin görüşleri önem arz

etmektedir. Saadet partisinin her iki kesiminden Numan

Kurtulmuş ve Erbakan, Türkiye partisinden

Abdullatif Şener ve BBP’den Yalçın Topçu “Evet”

diyeceklerini açıklamıştır.

Page 7: KöklüDeğişim 72.Sayı

5 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

kadronun İttihat Terakki olduğu ve darbeler sonucunda yapılan bütün anayasaların da sistemin topluma dayatmak istediği ideolo-jik kimliği merkeze aldığı, Ergenekon çetesi-nin de, Balyoz, Kafes vb. eylem planlarının da merkezinde çevreyi sindirmek olduğu ve buradan hareketle Anayasa değişiklik pa-ketinin bütün yetersizlikleriyle birlikte he-saplaşmanın sembolik bir adımı niteliğinde olduğu ve mevcut haliyle özellikle de yargı bürokrasisine karşı ciddi mevzi kazanımları içerdiği için aktif olarak destekleyeceklerini söylemişlerdir.

Seçimlere bir yıl kala gerçekleştirilecek olan bu anayasa değişikliği, laik kemalist zümreye ve askeri vesayet sistemine de ciddi bir darbe vurmuş olacaktır. Seksen yedi yıl-dır bu kesimden ne bir sevgi, ne de bir saygı gören Müslüman halk da bunu bir dönüm noktası olarak kabul etmiştir. Tevhidi fikir-leri savunan birçok kuruluşun bile bu mas-lahat karşısında dayanamadığı değişiklik, maalesef Müslümanları sisteme daha da çok entegre etmiştir. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana jakoben politikalara maruz kalan ve dinine ters olan mevcut sistemi ve nizamlarını benimsemeyen halk, kendisiy-le aynı dili konuşan, kendisinden gördüğü ve belli oranda ılımlı siyaset güdenlerin sa-yesinde gayri İslami olan bu sistemi ve fa-sid nizamlarını benimser olmuştur. Aslında bunlar daha önce dergimizde yayınlanan bir makalede belirtildiği gibi kafir Amerika’nın Müslümanlar üzerindeki yeni anlayışının te-zahürünün sonuçlarındandır. Amerika’daki think thank kuruluşlarından olan Rand Corporation’ın raporlarının uygulanmak-ta olduğunun göstergesidir. O raporda ise “İslâm’da da din ve devlet işlerinin ayrı olabile-ceği görüşünü ve bunun inancı tehlikeye düşür-meyeceği düşüncesine destek veriniz” denilmek-tedir. Yani demokrasinin ve laikliğin Müslü-manlar tarafından benimsenmesi için çabalar

harcanması istenmektedir.

Amerika ve onun model ortağı AKP hü-kümeti, gerçekten Müslümanlara bugüne ka-dar hiçbir hükümetin vermediği menfaatleri sağlayarak, meseleyi sisteme değil de askeri vesayete hasretmiş ve böylelikle destek top-lamıştır. Yani “sorun laik demokratik olan sistemde değil de, bu sistemi kötü uygulayan ve İslam’a karşı olan kemalist askeri cunta-cı zevattadır” anlayışı verilmektedir. Bütün bunları demokrasi ve ılımlı İslam düşüncesi altında yaptıklarından dolayı da bu düşün-celerini birçok Müslüman’a kabullendirmiş-lerdir. Mesele derinlemesine incelendiğinde aslında netice açısından bu durumun aske-ri vesayetin hüküm sürdüğü dönemlerden daha da çok zararlı olacağı görülecektir. Çünkü Müslümanlar kendilerine yapılan tüm baskılara rağmen rejimi kabullenmemiş bir durumda iken, AKP hükümeti gibi hükü-metler sayesinde ve sistemin belli noktala-rına hakim olunca bir anda sistemin yılmaz bekçileri gibi olmuşlardır. Yıllar önce siste-me eleştiriler yönelten ve “bizler de İslam Devleti istiyoruz ama bunu farklı yollardan yapacağız, kendimizi gizlememiz gerekir” diyenler bugün bu düşüncenin karşısında ve demokrasinin ön saflarında durmaktadır.

Özellikle 28 Şubat sürecinde Müslümanla-ra gösterilen sopa siyaseti ve daraltılan hare-ket alanlarının ardından, AKP ile gösterilen havuç siyaseti ve genişletilen hareket alanları bu düşüncenin oluşmasında etkili olmuştur. 28 Şubat sürecinde, önce tehdit edilen Müs-lümanlar sonra AKP ile gelen teşvike hayır diyememişlerdir. Ama netice itibariyle ister teşvik ile ister tehditle olsun kazanan yine sistem olmuştur. Zira bekasını hala devam ettirmektedir.

Bu konularda bir yere varabilmek için önce Müslümanların düşüncelerindeki şu noktaları netleştirmesi gerekir. Sisteme ve re-

Referandum; Demokratik Sistemi Revize Etmektir

Page 8: KöklüDeğişim 72.Sayı

6Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

jime bakışları nedir? Sisteme olan tavırları ik-tidarlara ve o iktidarların kendilerine sundu-ğu faydalara göre mi değişir? Örneğin; Demi-rel ve Ecevit gibi siyasilerin iktidarda olduğu dönemlerde sistem karşıtı olmaları onların uyguladıkları siyasetten dolayı mıdır? Yok-sa rejimin İslami olmamasından dolayı mı? Mevcut anayasanın tamamını mı yahut sade-ce belli maddelerini mi kabul etmemektedir-ler? Anayasada yer alan ve değiştirilmesi bile teklif edilemez maddelerinin yanı sıra şer’an haram olan birçok maddenin içeriği bir Müs-lüman için ne anlam ifade etmektedir? Böy-le düşünen kardeşlerimiz büyük bir yanılgı içerisinde olduklarının farkında olmalıdırlar. Vakıa itibariyle yüzeysel olarak konuya bakıldığın-da, değiştirilmek istenen bu anayasa maddeleri, 82 anayasasından ehven görünmekte ve laik ke-malist zihniyetin keskin kılıcı olan yargı üzerinde bir değişiklik içermekte-dir. Ama bu doğrular bize diğer yanlışları unuttura-cak büyüklükte midir? Bu göreceli doğrular küfür üzerine kurulu bir sisteme destek vermemize yetecek midir?

Bizler Müslümanlar olarak reel olanlarla ideal olanları ayıramayız. Çünkü Müslüman bütün ideallerini Kur’anî ölçülerde yani helal dairesinde düşünebilir. Bunun dışında haram olan idealler Müslüman’ın idealleri değildir. Ayrıca Müslümanlar İstiklal Mahkemelerin-den bu yana sisteme, kimliğine ve ilkelerine karşı çıkmadılar mı? Bu gayri İslami sistemi reddetmediler mi? Ta ki İslam adına birileri-nin ortaya çıkarak “biz de varız ve bizlerde hakkımızı aramalıyız” gibisinden düşünce-lerle sistem içerisinde kendilerine yer bulana

kadar. Hatta bugün sistemin birçok noktala-rında kendileri yok mu?

Bu referandumda olduğu gibi bütün de-mokratik seçimlerde sistem kendisini revi-ze etmektedir. Bu referandum sayesinde de İslam’a göre kökü küfür olan bu sistem bir iyileşme göstermeyecek midir? Bu ise var-lığını kabul etmediğimiz bir sistemin işine gelmeyecek midir? Bu referandum ile Müs-lümanlar bir kez daha sistem içine çekilmek-te, sistemi kabul etmeleri sağlanmakta ve artık var olan sistemin bir parçası olmakta-dırlar. İşte tehlike budur ve bu, referandu-mun sağlayacağı düşünülen yararlardan kat

be kat daha zararlıdır. O zaman akıl hangisinden yana olmalıdır? Ayrıca Amerika’daki yahudiler tarafından üstün cesaret ödülü alan, Amerikalıla-rın “hiç bu kadar uyumlu iktidar görmedik” denilen, Müslümanlara yaptıkları bunca zulüm ortada iken “ABD dostumuz ve en güç-lü müttefikimizdir” diyen, Allah’ın haram kıldığı fa-ize ilişkin faizsiz bir dün-ya olamayacağına karar verdiğini açıklayan, “İsra-

il” Cumhurbaşkanı’nı Mecliste konuşturup ayakta alkışlayanlardan bu ümmete fayda gelmez ve akıl buradaki iyi niyeti göremez. Zira akıl zahiren hüküm verebilir ve zahir çok net şekilde ortadadır.

İkinci zaviyemiz ise; bir Müslüman için di-ğer bütün konularda olduğu gibi bu konuda da araştırmamız gereken şer’i hükümdür. Zira hüküm koymada tek merci; en adaletli ve en doğru hükmü koyacağına da iman etti-ğimiz Allah Azze ve Celle’nin hükmü yalnızca itaat etmek içindir.

Referandum; Demokratik Sistemi Revize Etmektir

Bu referandum da olduğu gibi bütün demokratik seçimlerde

sistem kendisini revize etmektedir. Bu referandum

sayesinde de İslam’a göre kökü küfür olan bu sistem bir iyileşme

göstermeyecek midir? Bu ise varlığını kabul etmediğimiz bir

sistemin işine gelmeyecek midir? Bu referandum ile Müslümanlar

bir kez daha sistem içine çekilmekte, sistemi kabul etmeleri

sağlanmakta ve artık var olan sitemin bir parçası olmaktadırlar.

Page 9: KöklüDeğişim 72.Sayı

7 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

وما كان لمؤمن ول مؤمنة إذا قضى الله ورسوله أمرا أن يكون ضلل فقد ضل ورسوله الله يعص ومن أمرهم من الخيرة لهم

بينا م

“Allâh ve Rasulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yok-tur. Kim Allah’a ve Rasulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzap 36)

Müslüman’ın ölçüsü helal ve haram, hak ve batıl, günah ve sevaptır. O önce Rabbi-nin rızasını gözetir ve kendisine sağlanacak maslahata bakmaz. O yüzden bu anayasa değişikliğine de Müslümanlara sağlayaca-ğı faydadan bakamayız. Elbetteki İslami ol-mayan bütün anayasalar ve yasalar batıldır. Allah’tan başka yasa koyan ise tağuttur. Bir Müslüman’ın ise batıldan yüz çevirmesi ve tağutu inkâr etmesi gerekir.

ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل إليك وما أنزل اغوت وقد أمروا أن يكفروا من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الط

يطان أن يضلهم ضلل بعيدا به ويريد الش

“Sana indirilene ve senden önce indiri-lenlere iman ettiklerini iddia edenleri gör-medin mi? Tâğut’u inkâr etmekle emrolun-dukları halde, Tâğutla muhakeme olmak istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.” (Nisa 60)

Müslümanlar olarak biliyoruz ki imanın ilk isteği tağutu inkâr etmektir. “La” ile baş-layan bu inkâr onun yerine âlemlerin Rabbı ve tek ilah olan Allah Subhanehu ve Teâlâ’yı koymakla olur. Asla unutulmamalıdır ki, mevcut anayasa ve ondan öncekiler ve in-san aklından neşet eden bütün hepsi de kü-für içermektedir. İçeriğine bakmadan sadece kaynağına bakmak bile bu hükmü vermek için yeterlidir. Kaynağı şer’i hükümler olma-yan hiçbir anayasa bu vasıfdan kurtulamaz ve insan aklından çıkan bütün yasalar da böyledir.

Ayrıca ortaya atılan bazı söylemlere iza-hat getirmeye bile gerek görmüyorum ki, on-ların bir tanesi de bu konuda Ehven’i şer’in seçildiğidir. Ehven’i şer mubah dairesinde maslahatlarla alakalı bir konuda seçilebilir. Akidevi bir konuda ehven’i şer den bahsedi-lemez.

Hulasa; ister sivil olsun isterse askeri, İsla-mi olmayan bütün anayasalar şer’an batıldır diyoruz ve “Evet” veya “Hayır”tercihine ba-ğımlı olmaksızın kendimizi bu tür bir anaya-sayı oylama cürümünden beri tutuyoruz.

وتعاونوا على البر والتقوى ول تعاونوا على اإلثم والعدوان واتقوا الله إن الله شديد العقاب

“…İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günâh ve düşmanlık üzerinde yardımlaş-mayın, Allah’tan korkun. Muhakkak ki Al-lah azâbı çetin olandır.” (Maide 2)

Referandum; Demokratik Sistemi Revize Etmektir

Page 10: KöklüDeğişim 72.Sayı

8Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Türkiye’de Yüksek Askeri Şura her yıl 1 Ağustos tarihinde Başbakan’ın baş-kanlığında toplanır ve dört gün sürer.

Bu toplantılarda generalliğe yükselecek al-baylar, bir üst rütbeye yükselecek generaller, kuvvet komutanları ve Genelkurmay başka-nı belirlenir. Ayrıca disiplin suçları nedeniyle ordudan ihraç edilecek subay ve astsubayla-rın durumları görüşülür ve karara bağlanır.

YAŞ toplantılarının Türkiye siyasi haya-tındaki önemi son yıllarda daha fazla dik-kat çekici bir hal almıştır. Bunun tek sebebi Türkiye’nin bir değişim süreci içerisinde bulunmasıdır. Bu dikkat çekici hal, değişim sürecinde cumhuriyetin kuruluşundan bu güne kadar iktidarı, sultayı elinde bulundu-ran derin güçlerin bu gücü ellerinden bırak-mak istememelerinden kaynaklanmaktadır. Bir diğer ifade ile sultayı teslim almak iste-yen karşı tarafa bunun teslim edilmek isten-memesinden kaynaklanmaktadır.

Ancak olayın gerçek yüzü tüm çıplaklığıy-la medyada açık edilmemekte, bunun yerine demokratikleşme, insan hakları, özgürlükler,

daha demokratik bir Türkiye gibi içleri boş, bozuk, fasit kavramlarla konu kamuoyunun gündemine getirilmekte, sulandırılmaktadır. Karşıda yer alanlar ise kendilerini haklı çıkar-mak için daha farklı gerekçeler ileri sürmek-tedirler. Taraflar kendilerini haklı çıkarmak için ne kadar farklı gerekçeler ortaya koy-salar, bahaneler sunmuş olsalar da gerçekte bu çatışma Amerika ile İngiltere arasında yaşanan bir çatışmadır. Bu çatışma sömür-geciler arasındaki bir çatışmadır. Ülkenin bir sömürgecinin elinden alınarak bir başkasına teslim edilmesi çabalarıdır. Bu çabalarda ve çatışmalarda mevcut hükümet ve destekçi-leri yukarıda özetlediğimiz gerekçelerle oto-riteyi tüm yönleriyle İngilizcilerin ellerinde almayı hedeflemektedirler. Ancak ne gariptir ki “Merd-i Kıpti şecaat arzederken sirkatin söyler” deyiminde olduğu gibi çok iyi bir iş yapmakta olduklarını göstermeye çalışır-ken her birisi diğerlerinin yaptıklarından ve söylediklerinden farklı olmayan sözler sarf etmektedirler. Diğer taraftan ise Cumhuriye-tin kuruluşundan itibaren başta ordu olmak üzere yargısıyla, üniversiteleriyle, parlamen-

AbdulHamid YAZICI

Page 11: KöklüDeğişim 72.Sayı

9 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

tosuyla ve ekonomisiyle otoriteyi tüm yön-leriyle ellerin de bulunduran İngilizciler bu otoriteyi, gücü kendi ellerinden çekip almak isteyen Amerikancılara teslim etmemek için direnmektedirler.

Ak Parti iktidarıyla Amerikancılarla İn-gilizciler arasında tüm hızıyla devam eden, tavan yapan, her geçen gün şiddetini artı-ran bu çatışma otoriteyi temsil eden tüm alanlarda bütün şiddetiyle kendisini göster-mektedir. Ancak ne var ki Türkiye gibi halkı Müslüman olan ülkelerde veya onların ifa-deleriyle demokrasinin toplumlar tarafından özümsenmediği, benimsenmediği ülkelerde iktidarın gerçek sahibi ordudur. Bu neden-ledir ki ordu dışında otoriteyi temsil eden unsurların tümü ele geçirilmiş olsa bile ordu üzerinde tam bir hâkimiyet sağlayamayan-lar iktidarı tam anlamıyla ele geçirmiş sa-yılmazlar. İktidara gelirler ancak muktedir olamazlar. İşte bu nedenledir ki özellikle son dört yıldan bu yana özellikle de Ergenekon soruşturmalarının başladığı günlerden bu yana askerlerle ilgili haberler gündemden hiç düşmemektedir ve düşmeyecektir. Ge-lişmeler zaman zaman duraksama gösterse de karşılıklı olarak gelişme gösteren çatışma trafiğine bağlı olarak askerler üzerindeki bu baskılar yeni yeni darbe haberleriyle, yüksek rütbeli subaylar hakkında açılan davalarla ve tutuklamalarla hiç eksilmemektedir. Mevcut otoriteyi tümüyle ele geçirmek hususunda kararlı olan ve bunun için de her alanda tüm gücünü ortaya koyan, her türlü aracı acıma-sızca kullanmaktan geri durmayan Amerika ve Amerikancılar istediklerini elde edinceye kadar da bu çatışma kesinlikle bitmeyecektir. Konunun özünü çok kısa olarak bu şekilde özetledikten sonra YAŞ konusundaki geliş-meleri biraz daha yakından inceleyelim.

YAŞ’ta alınan kararlardaki teamül şu şe-kildedir:

Görevde olan Genelkurmay Başkanı’nın 1- görev süresi doluyorsa şura üyelerini oluş-turan kuvvet komutanlarının içinden TSK teamüllerine göre en kıdemli orgeneral (ge-nellikle Kara Kuvvetleri Komutanı) yeni Ge-nelkurmay başkanı olur.

Kuvvet komutanlıklarında görev sü-2- resi dolan komutanın yerine Genelkurmay başkanının önerisiyle yine kıdem durumuna göre ordu komutanlıklarındaki orgeneraller-den birisi kuvvet komutanı olur.

Diğer komutanlıklara yapılan atamalar 3- ve terfiler ise TSK’nın konu ile ilgili kanun ve yönetmeliklerine göre gerçekleştirilir.

Genelkurmay Başkanı ile kuvvet ko-4- mutanlarının atanmaları dörtlü kararname ile gerçekleşir. Yani YAŞ’ta alınan kararlar, Genelkurmay başbakanı, Milli Savunma Ba-kanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafın-dan imzalamasının ardından Resmi Gazete-de yayınlanarak yürürlüğe girer.

17 Temmuz 1972 tarih ve 1612 sayılı 5- Yüksek Askeri Şuranın Kuruluş ve Görevle-ri Hakkındaki Kanunun (17.05.1979-2233/1 değişikliği) 2. Maddesine göre Yüksek Aske-ri Şuranın üyeleri: Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı, Kuvvet Ko-mutanları, Ordu Komutanları, Jandarma Ge-nel Komutanı, Donanma Komutanı ile Silahlı Kuvvetler kadrolarında bulunan orgeneral ve oramirallerdir.

Yüksek Askeri Şuranın başkanı başbakan-dır. Başbakan bulunmadığında Genelkur-may Başkanı Yüksek Askeri Şuraya başkan-lık eder.

Yüksek askeri Şura üyelerinin terfi işlem-leri ile ilgili konulardaki oy hakkı ve değer-lendirme notu eşdeğerdir.

Aynı kanunun 5. Maddesine göre top-6- lantı çokluğu ve oylama şöyle yapılır: Yük-

YAŞ’daYıkılan Teamül

Page 12: KöklüDeğişim 72.Sayı

10Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

sek Askeri Şura bütün üyelerin katılması ile toplanır… Kararlar toplantıya katılan üyele-rin salt çoğunluğu ile alınır. Oylarda eşitlik olması halinde başbakanın katıldığı tarafın oyları geçerli sayılır. Oylama işlemi aksine bir karar alınmadıkça açık olarak yapılır.

Bugüne kadar gerçekleştirilen Yüksek As-keri Şura toplantılarının birkaç istisnası dı-şında tümündeki uygulama genellikle bu şe-kilde olmuştur. Ancak zaman zaman girişte anlattığımız çatışmalar nedeniyle “Teamül” denilen uygulamalardan sapma yaşanmıştır. Örneğin, 2000 yılı YAŞ’ında olduğu gibi. Te-amüllere göre en kıdemli ordu komutanının Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilmesi gerekirken ve dönemi itibarıyla da en kıdem-li komutan yeterliliğine sahip olan Org. Edip Başer Kara Kuvvetleri Komutanlığına geti-rilmemiş yerine Jandarma Genel Komutanı Org. Aytaç Yalman Kara Kuvvetleri Komu-tanlığına getirilmiştir.

2010 Ağustos şurasına gelindiğinde ise ça-tışmalar hızını ve şiddetini artırarak devam etmiş ve YAŞ öncesinde dikkat çeken birta-kım olaylar yaşanmıştır. Bu olayların mad-deler halinde şu şekilde özetlenmesi müm-kündür:

İktidara geldiği günden bu yana Ame-1- rika çizgisinde bir siyaset takip eden hükü-metin uygulamalarını engellemek için Mart-Haziran aylarında PKK’nin eylemlerinde çok hızlı bir artış oldu. PKK eylemlerini bir yandan askerlere saldırı şeklinde götürürken bir diğer yönden ise şehirlerde sivillere yöne-lik olarak sürdürmüştür. Ancak bu eylemler içerisinde askerlere yönelik eylemler dikkat çekici bir hal almıştır. Bu eylemlerde askerler doğrudan kusurlu olmalarına rağmen katli-amların arkasında duran kesimler bu olayla-rı hükümetin “Kürt Açılımı” veya “Demok-ratik Açılım” adını verdiği uygulamalarla irtibatlandırarak sürekli olarak hükümete

yüklenmişlerdir. Her ne kadar görünüşü iti-barıyla bunlar siyasi içerikli, PKK eylemleri olarak algılanıyor ve bu şekilde kamuoyuna servis ediliyor olsa da zamanlaması itibarıy-la bu olayların birinci hedefi Yüksek Askeri Şura toplantısı ve bu toplantıda alınacak olan kararları etkilemek olduğu görülmektedir. Yani YAŞ’ta hükümeti zor duruma düşür-mek suretiyle alınacak olan kararların bugü-ne kadar olduğu gibi İngilizcilerin isteklerine uygun bir şekilde sonuçlanmasını sağlamak-tı. AKP iktidarında her geçen gün kan kay-bına uğrayan ve kaleleri düşen İngilizcilerin ellerinde PKK’nin eylemleri dışında şu an iti-barıyla kullanacakları pek fazla şiddet aracı kalmamıştı.

İngilizcilerin bu eylemlerine karşın 2- Amerikancılar da boş durmadılar. PKK ey-lemleri karşısında uzunca bir süre sessizliği-ni koruyan Amerikancılar, YAŞ toplantıları-nın yaklaştığı günlerde tüm güçleriyle hamle başlattılar. İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi 23 Temmuz’da ‘Balyoz Darbe Planı’ davasın-da 102 komutan hakkında yakalama kararı verdi. İstanbul 10. Ağır ceza mahkemesinin oy birliğiyle almış olduğu bu karar “kuvvetli suç şüphesinin varlığına” dayanılarak alın-mış bir karardı. Bu karar üzerine haklarında dava açılan askerlerin avukatları yakalama kararına itiraz ettiler. 31 komutanın avukatı ise 10. Ağır ceza mahkeme üyeleri Davut Be-dir, Ali Efendi Peksak ve Murat Üründü hak-kında reddi hâkim talebinde bulundular. Bu talep önce 10. Ağır Ceza Mahkemesi, ardın-dan da bir üst mahkeme olan 11. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından değerlendirilerek reddedildi. Ardından İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesine itiraz ettiler ve nihai kararı ve-ren 12. Ağır Ceza Mahkemesi de itirazların reddine oy birliği ile karar verdi. Bunun ar-dından 12. Ağır Ceza Mahkemesi yakalama kararlarına yapılan itirazları değerlendirme-si için dosyaları 11. Ağır Ceza Mahkemesine

YAŞ’daYıkılan Teamül

Page 13: KöklüDeğişim 72.Sayı

11 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

gönderdi. Mahkeme dosyaların ellerinde ol-madığı, kendilerine ulaşmadığı (!) gerekçe-siyle günlerce karar vermedi. Ancak krizin altıncı gününde karar çıktı ve haklarında tu-tuklama kararı verilen askerlerle ilgili yaka-lama kararı kaldırıldı.

Ancak gelişmeler bununla da kalmadı. YAŞ toplantılarının devam ettiği bu süreçte Ergenekon savcısı Zekeriya Öz, 2 Ağustos günü yani YAŞ toplantısının ikinci günü 1. Ordu komutanı Org. Hasan Iğsız ve Albay Dursun Çiçek dahil 19 kişiyi acil koduyla ifa-deye çağırdı.

Zamanlaması itibarıy-la Yüksek Askeri Şura’nın toplandığı bir zamanda gerçekleşen bu olayların tesadüfî olduğunu kimse söyleyemez. Gerek 102 asker hakkında çıkartılan tutuklama kararının ve gerekse 2 Ağustos tarihli Zekeriya Öz tarafından ifadeye çağırma kararla-rının arkasında terfiler ve yeni komuta kademesini değiştirme hedefi yer al-maktadır. Dolayısıyla bu-rada hükümet açısından veya Amerikancılar açısından kısmen de olsa amaç gerçekleşmişti. Zira yakalama ve ifade-ye çağrılma kararının muhatapları arasında Kara Kuvvetleri Komutanlığına gelmesi bek-lenen ve şu anda 1. Ordu komutanı görevini yürüten Org. Hasan Iğsız’da yer almaktaydı.

Basına yansıdığı kadarıyla Yüksek Askeri Şûra’da olaylar özetle şu şekilde gelişti:

Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na 1. Ordu Komuta-nı Org. Hasan Iğsız’ın atanmasını teklif etti. Ancak İrticayla Mücadele Eylem Planı belge-sinin hazırlanması emrini verdiği iddiası ve

İnternet Andıcı soruşturmasında “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrıldığı için Org. Iğsız’ın Kara Kuvvetleri’ne atanmasına Başbakan iti-raz etti. 6 gün boyunca Iğsız ısrarını sürdü-ren Başbuğ, sonunda Necdet Özel Kara Kuv-vetleri, Aslan Güner Jandarma Komutanı olsun teklifini getirdi. Ancak Özel’in Genel-kurmay Başkanlığı yolunu kapatan bu teklif de kabul görmedi. Bunun üzerine Başbakan Jandarma Genel Komutanı Atilla Işık’ın Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilmesini iste-di. Fakat İlker Başbuğ, Atilla Işık’ı istifa et-meye ikna etmesi üzerine bu çözüm tümüyle devre dışı kaldı. Toplantılar dördüncü günü-

nü doldurmasına rağmen Genelkurmay Başkanlığı ile Kara Kuvvetleri Ko-mutanlığına yapılacak atamalar karara bağlan-madan kaldı. Görüşmeler bundan sonra da bütün hızıyla devam etti. YAŞ toplantılarının dördüncü gününden itibaren Baş-bakan toplantılara katıl-madı. Gelişmeleri adeta dışarıdan takip etti. Ben söyleyeceğimi söyledim. Benim isteklerimi gerçek-leştirmezseniz kararna-

meyi imzalamam şeklinde bir restle bu ortam dışında referandum mitinglerindeki konuş-malarını sürdürdü. Zira başbakan konu ile ilgili olarak daha önceleri şöyle bir açıklama yapmıştı: “Kuvvet Komutanları ataması da Şura kararıyla olmaz. Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı’na isim teklifi yapar, ben de uygun görürsem imzalarım, uygun görmezsem iade ederim. O durumda üzerin-de mutabık kalınan yeni bir isim gelir. Jan-darma Komutanı’nı da İçişleri Bakanı teklif eder…” İşin içerisine Cumhurbaşkanı girdi ve görüşmeler Cumhurbaşkanı, Genelkur-

YAŞ’daYıkılan Teamül

Yüksek Askeri Şura’nın toplandığı bir zamanda gerçekleşen bu olayların tesadüfî olduğunu kimse

söyleyemez. Gerek 102 asker hakkında çıkartılan tutuklama

kararının ve gerekse 2 Ağustos tarihli Zekeriya Öz tarafından ifadeye çağırma

kararlarının arkasında terfiler ve yeni komuta kademesini

değiştirme hedefi yer almaktadır.

Page 14: KöklüDeğişim 72.Sayı

12Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

YAŞ’daYıkılan Teamül

may Başkanı, Işık Koşaner, Milli Savunma bakanı arasında devam etti. Sonunda Kara Kuvvetleri Komutanlığı Eğitim ve Doktrin Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu’nun Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilmesi üzerinde anlaşıldı ve böylece kriz çözülmüş oldu.

Bu süreç içerisinde dikkati çeken bir di-ğer gelişme de İstanbul 11. Ağır Ceza Mah-kemesinin Balyoz Darbe Planı’ davasında 102 komutan hakkında yakalama kararını kaldırdığı açıklaması geldi. 11. Ağır Cezanın kararı açıklamak için günlerce beklemesiy-le hedef gerçekleştirilmiş, KKK’ne gelmesi beklenen Org. Hasan Iğsız hakkındaki suçla-malar nedeniyle emekli olmak mecburiyetin-de kalmış, 11 muvazzaf subayın da terfileri yapılmamıştır. Gerek 102 subay hakkında-ki dava ve gerekse savcı Zekeriya Öz’ün 19 subayı acilen ifadeye çağırması, istenmeyen kişilerin terfilerinin ve komuta kademelerine gelmelerinin engellenmesi için başbakanın elinde bir gerekçe olarak kullanıldı.

Dikkat çeken gelişmelerden birisi de daha kıdemli orgeneral olan Jandarma Genel Ko-mutanı Org. Necdet Özel’in Kara Kuvvetleri Komutanlığına atamasının yapılmaması ve Jandarma Genel Komutanlığında kalmasıdır. Böylelikle ilk kez bir Kara Kuvvetleri Komu-tanı Jandarma Genel Komutanından daha kı-demsiz oldu.

Dikkat çekici bir diğer gelişme ise şudur: Atilla Işık’ın atama denkleminden çıkması-dır. Bu istifa ile İlker Başbuğ, geleceğin Ge-nelkurmay başkanı için kuvvetli aday olan Org. Necdet Özel’in Genelkurmay Başkanı olmasını engellemek istiyordu. Atilla Işık’ın emeklilik dilekçesini vermesiyle en kıdemli orgeneral olarak Necdet Özel Kara Kuvvet-leri Komutanlığına atanacak ve buradaki görev süresini tamamlamasının ardından da emekli olacaktı. Buna göre Bağbuğ’un,

Koşaner’den sonra Aslan Güner’in ve onu ta-kiben de Bekir Kalyoncu’nun Genelkurmay Başkanı olması şeklinde denklemi kurmak istediği görülmektedir.

Ancak Başbakan-Cumhurbaşkanı ikilisi İl-ker Başbuğ’un bu denklemini bozdu. Necdet Özel kendisinden daha düşük kıdeme sahip olmasına rağmen org. Erdal Ceylanoğlu’nun Kara Kuvvetlerinde getirilmesine razı oldu. Bir diğer ifade ile Şura’da teamül yeniden bozuldu. Çünkü bu denkleme göre Işık Koşaner’den boşalacak olan Genelkurmay Başkanlığına Necdet Özel’in gelmesi garan-tilenmiş oldu. Bir diğer ifade ile 2000 yılı şu-rasında bozdukları teamül tuzağına bu defa kendileri düştü. Başbakan daha önceki şura-larda bozulan teamülleri bu uygulama için bir gerekçe olarak kullandı ve istediği kişinin Kara Kuvvetlerine gelmesinde diretti.

Bütün bu gelişmelerde dikkati çeken soru şu: Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un Hasan Iğsız’ın Kara Kuvvetleri Komutan-lığında neden bu kadar ısrarcı olduğudur. İkinci olarak Hasan Iğsız seçeneğinin devre dışı kalmasından sonra silsileyi Koşaner-Güner-Kalyoncu olarak kurmak isteme se-bebi nedir? Konuyu yakından takip edenler çok kuvvetli olarak gündeme getirmeseler de görev süresinin bitiminden sonra İlker Başbuğ hakkında da hukuki sürecin başla-tılma ihtimalinin bulunduğundan bahset-mektedirler. En azından bu konuda basında çıkan haberlerle normal süresi içerisinde ata-ma kararlarını tamamlamayan ve bunda da ağırlıklı olarak payı bulunan İlker Başbuğ’a adeta birer tehdit göndermişlerdir. Belki de Başbuğ başına gelmesi muhtemel gelişmele-ri dikkate alarak Erdal Ceylanoğlu’nun Kara Kuvvetleri Komutanlığına getirilmesine razı olmuştur.

YAŞ’ta alınan kararların ilgililer tarafın-dan imzalanarak Resmi gazetede yayınlan-

Page 15: KöklüDeğişim 72.Sayı

13 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

YAŞ’daYıkılan Teamül

dığı şekline göre yeni komuta kademesi şu isimlerden oluşmaktadır.

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Işık Koşaner: 1945 yılında İzmir’de doğdu. 1992’de Tuğgeneralliğe, 1996’da Tümgene-ralliğe, 2000’de Korgeneralliğe terfi etti. Kor-general rütbesiyle Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı ve Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı görevlerinde bulundu. 2004’te orgeneralliğe terfi etti. Orgeneral rütbesi ile Ege Ordu Komutanlığı ve Genelkurmay II. Başkanlığı yaptıktan sonra 2006’da Jandarma Genel Komutanlığı’na, 2008’deki YAŞ top-lantısında Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na atandı.

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Er-dal Ceylanoğlu: Erdal Ceylanoğlu, Türkiye siyasi tarihine “Demokrasiye Balans Ayarı” olarak geçen 28 Şubat sürecinde Zırhlı Bir-likler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanı olarak görev yaptığı sırada tankları yürüten komutan olarak geçmişti. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na kimin getirileceğine yönelik asker ile hükümet arasındaki çekişmenin ya-şandığı kritik Yüksek Askeri Şura’da 1. Ordu Komutanlığı’na getirilmişti.

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Necdet Özel: 1950’de Ankara’da doğdu. 1995’te Tuğgeneralliğe, 1999’da Tümgene-ralliğe, 2003’te Korgeneralliğe, 2007’de Orge-neralliğe terfi etti. Orgeneral rütbesiyle Ege Ordu Komutanlığı yaptı. 2008’de yapılan YAŞ toplantısında 2. Ordu Komutanlığı’na atan-dı. Bu yıl yapılan YAŞ toplantısında 1. Ordu Komutanlığı’na getirilmesi planlandı. Ancak Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenen 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hasan Iğsız’a hükümetin soğuk bakması, Iğsız’ın yerine bu koltuğa getirilmesi beklenen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Atila Işık’ın da emeklili-ğini istemesi üzerine Jandarma Genel Komu-tanı oldu. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na

Erdal Ceylanoğlu’nun getirilmesiyle, Özel’in 3 yıl sonraki Genelkurmay Başkanlığı yolu açık tutulmuş oldu.

1. Ordu Komutanı Orgeneral Hayri Kıvrı-koğlu: Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir Cumhurbaşkanı’nı Ercan Havalimanı’nda askeri törenle karşılamayan komutandı. Gül için askeri tören, Hayrünnisa Gül’ün katılma-dığı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılmış-tı. Bu durum, TSK’nın, devletin zirvesinde türbanlı bir cumhurbaşkanı eşi bulunmasına gösterdiği tepkinin bir yansıması olarak yo-rumlanmıştı. Eski Genelkurmay Başkanı Or-general Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun kuzeni olan ve askerler arasında sevilen bir komutan ola-rak tanınan Hayri Kıvrıkoğlu, 1948 yılında Konya’da doğdu.

Ege Ordusu Komutanı Orgeneral Nus-ret Taşdeler: 2007-2008 yılları arasında Ge-nelkurmay Harekât Başkanı sıfatıyla Başba-kan Erdoğan’ın askeri danışmanlığını yaptı. 1951’de Samsun’da doğan Taşdeler, 1970’te Kara Harp Okulu’ndan, 1971’de Topçu ve Füze Okulu’ndan mezun oldu. Cumhur-başkanlığı Muhafız Alay Komutanlığı göre-vinde de bulundu. 2009 yılında Orgeneral-liğe terfi eden Taşdeler, Harp Akademileri Komutanlığı’na atandı.

Harp Akademileri Komutanı Orge-neral Bilgin Balanlı: Harp Akademile-ri Komutanlığı’na gelen Genelkurmay 2. Başkan Yardımcısı Orgeneral Bilgin Balanlı’nın, önümüzdeki yıl Hava Kuvvet-leri Komutanlığı’na getirilmesi bekleniyor. 1948 yılında Ankara’da doğan Balanlı, 1967 yılında Hava Harp Okulu’ndan, 1968 yılında Uçuş Okulu’ndan mezun oldu.

Her ne kadar gerek Başbakan’ın gerekse Cumhurbaşkanının müdahalesi ile İlker Baş-buğ tarafından önerilen isimler Kara Kuvvet-leri Komutanlığına gelmedi ise de görünüşe bakıldığında ordudaki kemikleşmiş yapı

Page 16: KöklüDeğişim 72.Sayı

14Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

YAŞ’daYıkılan Teamül

çözülmüş sayılmaz. YAŞ kararlarına cum-huriyet tarihinde ilk defa Başbakanın etkin müdahalesinin yaşanmasına rağmen yeni komuta kademesinin de aynı yapıyı taşıdığı söylenebilir. Ancak burada surda bir gedik açılmıştır. Yani bundan sonra yapılacak olan şuralar üzerinde daha etkili bir yapının alt yapısı oluşturulmuş sayılır. Tabiri caizse ipin ucu bulunmuş ve bundan sonra yumağın çözülmesi hem hız kazanacak hem de biraz daha kolaylaşacaktır. Zira bu şûrada Hasan Iğsız, Atilla Işık gibi Orgeneral rütbesindeki iki askerin emekliliği ile silsile bozulurken diğer taraftan haklarında soruşturma açılan 11 askerin ise terfileri yapılmamıştır. Muhte-meldir ki bunun yanı sıra generallik rütbesi-ne yükselecek olan albaylar için de benzeri durumlar yaşanmıştır. Belki de bu şuranın en önemli özelliği, bundan sonraki komuta ka-demesini oluşturacak olan komutan silsilesi-nin Amerika’nın istediği şekilde şekillenme-ye başlamasının alt yapısını oluşturmasıdır. Yoksa bazı generallerin bekledikleri görevle-re gelmemiş olmaları şu ana kadar oluşturu-lan yapının aksine bir gelişme göstermemiş gibi gözüküyor. Dolayısıyla önümüzdeki yıllarda yapılacak olan Yüksek Askeri Şura toplantılarında terfi alacak olan generaller ve komuta kademesinin daha yakından takip edilmesi gerekir. Diğer bir ifade ile düğüm önümüzdeki yıllarda zamana yayılı olarak tümüyle çözülecek gibi.

Zira Amerika işin üzerinde tüm ciddi-yetiyle durmaktadır. Önümüzdeki yıllar-da terfi alacak olan albaylar ve generaller, Türkiye’deki gidişatı, konumlarını, gelecek-lerini, askerler üzerinde sürekli olarak var olan yargı dahil her türlü baskıyı dikkate ala-rak, kısacası kişisel çıkarlarını önemseyerek yavaş yavaş çizgilerini değiştireceklerdir. Bu çizgiyi değiştirmek istemeyenler ise zaman içerisinde eritileceklerdir.

Ancak burada önemli olan husus şudur: Bütün bu gelişmelere bağlı olarak mevcut şartlar içerisinde ne türlü değişiklik olursa olsun bu sonuç kesinlikle bu halkın çıkarına olmayacaktır. Çünkü giriş kısımlarında da belirttiğimiz gibi demokratik sistem ve kapi-talizm var oldukça bu halkın huzur bulması hiçbir surette mümkün değildir. Zira demok-rasi Allah nezdinde küfürdür, tarihin en bü-yük yalanıdır, fesat sistemidir. İkinci olarak sisteme bugüne kadar sahip olan İngilizcile-rin ellerindeki bu gücün Amerikancılar tara-fından alınmasından başka bir değişiklik de olmayacaktır. Her ne kadar bugünkü iktidar hem kendilerini hem de halkı farklı gerekçe-lerle kandırıyor olsa da sonuçta bir sömürge-ciden kurtulup diğerine ram olmak, onların medeniyetlerini, kültürlerini kabullenmek söz konusudur. Bu ise felaketin ta kendisi-dir. Çünkü Allah Azze ve Celle ancak kendi katından indirilenlerin hak olduğunu bunun dışında kalanların ise sapıklıktan, dalaletten başka bir şey olmadığını bildirmektedir. Şöy-le buyurmaktadır:

الحق من ربك فل تكونن من الممترين

“Hak (ancak) Rabbindendir. Sakın şüp-heye düşenlerden olma!” (Bakara 147)

فانى لل الض ال الحق بعد فماذا الحق ربكم ه الل فذلكم تصرفون

“İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Hak’tan sonra sapıklıktan başka ne vardır. O hâlde, nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz?” (Yunus 32)

Tek çözüm ve çıkar yol; aklı başında, kal-binde iman bulunan subayların her iki tarafa da meyletmeden Allah’a ve Rasulüne teslim olma yolunu, İslam’ın yeniden hayata hâkim kılmak için çalışanlara yardım etme yolunu tercih etmeleridir.

Page 17: KöklüDeğişim 72.Sayı

15 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Hatırlanacağı üzere Yüksek Seçim Kurulu 13 Mayıs 2010 günü “Ana-yasa Değişiklik Paketi” ile ilgili

referandum tarihini 12 Eylül olarak belirle-miş, Anayasa Mahkemesi de bu paketin bazı maddelerinin iptali ve yürütmesinin durdu-rulması istemiyle açılan davayı, 7 Temmuz 2010 tarihinde reddederek bazı kısmi iptal-lerle birlikte paketin referanduma götürü-leceği yönünde karar almıştır. Bu tarihten itibaren de bu husus kamuoyunun sürekli gündeminde tutulmaya çalışılarak, toplum nezdinde suni bir referandum heyecanı oluş-turulmaya çalışılmaktadır.

Oluşturulmaya çalışılan bu heyecan za-man zaman gerçekleştirilen terör eylemle-riyle bölünmekle birlikte, referandum tarihi yaklaştıkça; bu referandumun halkın kurtu-luşu olduğu ve bu referandumla birlikte de-mokratikleşmenin önündeki engellerin de yı-kılacağı anlayışı iktidar partisi ve yandaşları tarafından ısrarla topluma verilerek, bu hava sıcak tutulmaya çalışılmaktadır. Bunun ya-

parken de en çok Anayasanın geçici 15. Mad-desinin iptali yani darbecilere yargı yolunun açılması konusu gündem yapılmaktadır. Bu kasıtla, o dönemin mağdurları ekranlara çı-karılmakta ve onların yaşadığı acılar ve uğ-radıkları haksızlıklar insanlara anlatılmaya çalışılmaktadır. Darbelerin mağdur ettiği in-sanların ve bu darbeler neticesinde kararan hayatların sayısı elbette çoktur. Muhakkak ki bunlar tasvip edilecek şeyler de değildirler ancak; yürürlükten kaldırılacak olan geçici 15. madde 1982 darbesini gerçekleştiren “Gü-venlik Konseyi” üyelerinin yargılanmaması ile ilgilidir. O üyelerin de bugün çoğu ha-yatta değildirler, hayatta olanları da doksan yaşının üstündedirler. Dolayısı ile hükümet ve onun yandaş medyası tarafından topluma demokratikleşme ve aydınlanma mesajlarıy-la birlikte sunulmaya çalışılan bu referandu-mun önemini anlatmak için, geçici 15. mad-deye ve darbe mağdurlarına dikkat çekmek duygu sömürüsü yapmaktan başka bir şey değildir ve asıl hedeflenen unsurların ikinci

İbrahim ER

Page 18: KöklüDeğişim 72.Sayı

16Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

plana itilmesini sağlamaktır. Eğer gözyaşları içinde anlatılan bu darbe mağduriyetleri ile ilgili yaşananlar, bir daha darbe olmasın kas-tıyla yapılıyorsa; ne yapılacak yeni anayasa-ların, ne de mevcut anayasalarda yapılacak kısmi değişikliklerin darbeleri önleme gibi bir kabiliyetleri yoktur. Zaten darbelerde her ne kadar asıl hedef olmasa da, görünürdeki hedef anayasalardır. Bu yüzden darbeleri ön-lemenin yolu anayasa değişiklikleri değildir.

Anayasa Değişiklik Paketi içerik açısın-dan incelendiğinde, birbiriyle hiç alakası olmayan konuların bu pa-ket içerisinde yer alması ve bunların hep birlikte ve tek seferde oylamaya götürülecek olması dikkat çekici bir husustur. Mese-la bu pakette; çocuk, yaşlı ve engellilere yönelik po-zitif ayrımcılık uygulan-ması, memurlara toplu sözleşme hakkı verilmesi, Kamu Denetçiliği Kuru-mu oluşturulması, YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması gibi maddelerle birlikte, Anayasa Mahke-mesi ile HSYK’nın (Ha-kimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) yapısı ve işleyişinin değiştirilmesi ve yeniden düzenlenmesi konuları da yer al-maktadır. Bu husus bu tasarı için hayır oyu kullanacakların ve buna çağrıda bulunanla-rın öncelikli itiraz sebeplerinden biridir. Ay-rıca onlara göre maddelerin bu şekilde top-luca oylanması; Bu değişiklik paketi AKP ikti-darının dayatmacı anlayışının bir ürünüdür, asıl amaç yargıyı ele geçirmektir ki bu da sivil diktayı oluşturacak gidişatın ilk adımıdır. Sonuçta top-lum kendi kaderini oylayacak ve ya vesayet altına girecek ya da bundan kurtulacaktır, bu yüzden bu paket mutlaka reddedilmelidir. Şeklinde oluşan

anlayışları da desteklemektedir.

Yalnızca bu farklı iki yaklaşımın varlığı bile Türkiye’nin yapısıyla ilgili gerçekleri net bir şekilde ortaya koymaktadır. Sonuçta bir mücadelenin ve çekişmenin varlığı kesindir. Bu mücadele de ABD destekli “AKP Hükü-meti” ile İngiltere destekli “Ulusalcı Laikle-rin” bariz mücadelesidir. Bu bariz mücade-lenin referandum ve sonrası ile ilgili söylem-leri de bu tezimizi doğrulamaktadır. Değiş-tirilmesi düşünülen anayasa maddelerinden oluşan bu pakette, Anayasa Mahkemesi ile

HSYK’nın yapısını ve işle-yişini yeniden düzenleyen değişiklikleri içeren mad-deler asıl maddelerdir. Bu yüzden bütün çekişme de bu iki madde üzerinde-dir. “Ulusalcılara göre bu iki maddeyle birlikte yargı bağımsızlığı ortadan kalka-caktır ve hükümetin emrinde hareket eden bir yargı orta-ya çıkacaktır yani hükümet kendi yargısını oluşturacak-tır. Hükümete göre ise, şu anki yargı “Laik Kemalist” anlayışın tesirinde hareket eden bir yargıdır ve kesinlik-le bağımsız olmayıp ulusalcı

yapıyı korumak ve ona muhalif olan her şeyi yok etmek üzere programlanmıştır. Bu referandumla birlikte yapılacak yeni düzenlemeler yargıyı ba-ğımsız hale getirecektir.”

Burada yargının durumuyla ilgili çok faz-la detaya girmeye gerek yoktur. Kapitalist sistemin esası itibarıyla incelenmesi, bu sis-temde yargı bağımsızlığının oluşmasının im-kansız olduğunu ortaya koymaktadır. Çün-kü kapital/sermaye yönetimde güç demektir ve bu güç de sistemin bütün unsurlarını ya-nına çektiği gibi yargıyı da kesinlikle yanına

Ordudaki Tasfiyeler ve Yargıdaki Düzenlemelerin...

Anayasa Değişiklik Paketi İçerik Açısından İncelendiğinde, Birbiriyle Hiç Alakası Olmayan Konuların Bu Paket İçerisinde Yer Alması ve Bunların Hep Birlikte ve Tek Seferde Oylamaya Götürülecek Olması Dikkat Çekici Bir Husustur.

...Çocuk, Yaşlı ve Engellilere Yönelik Pozitif Ayrımcılık, Me-murlara Toplu Sözleşme Hakkı, Kamu Denetçiliği Kurumu, Yaş Kararlarına Yargı Yolu, Anayasa Mahkemesi İle Hsyk’nın Yapısı ve İşleyişinin Değiştirilmesi...

Page 19: KöklüDeğişim 72.Sayı

17 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

çekmektedir. Bu durum bütün Kapitalist Ül-keler için geçerli olduğu gibi Türkiye için de geçerlidir. Bu yüzden referandumun tarafla-rının ikisinin birden meseleyi “yargı bağım-sızlığı” açısından değerlendirmeleri gerçekçi değildir. Zira sözde bu bağımsızlığın dayan-dığı “kuvvetler ayrılığı” prensibi, vakıası olmayan bir varsayımdır. Mesele yalnızca Türkiye’de yargı gibi büyük ve etkili bir gü-cün el değiştirmesi yada bu el değiştirmenin engellenmesi ile ilgili bir meseledir. Kısacası güç dengelerinde meydana gelen değişimin oluşturduğu bir sancıdır. Yine bu süreçte or-taya çıkan ve gerçekçi olmayan fakat ilginç olan bir diğer husus da, tarafların ikisinde birden aniden ortaya çıkan toplum/halk sevgisidir(!). Son dö-nemde konuyla ilgili oluşabilecek olumlu ya da olumsuz geliş-melerin sürekli olarak toplum üzerindeki tesirleri ve sonuçları açısından değerlen-dirilip fayda ve za-rar açısından sürekli topluma bağlanması dikkat çekici bir hale gelmiştir.

Aynı durum ordu içindeki tasfiyelerde de kendisini net bir şekilde göstermektedir. 2007 yılında çete bağlantılarının çözümüyle başlayan, daha sonra da darbe yapılanmala-rının ifşası ile daha büyük boyutlara ulaşan orduya yönelik hamlelerde de estirilen hava aynıdır. Yani “her şey halk içindir, sonuçta mil-letin gözbebeği olan ordunun içerisinde bir cunta oluşmuştur ve bu oluşumun ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bu cuntanın ortadan kaldırılma-sıyla birlikte milletin büyük sıkıntılar çekmesine neden olan ve ülkeyi her açıdan geriye götürüp demokrasiyi askıya alan darbe dönemlerinin de

sonu gelmiş olacaktır...” Temmuz ayı sonunda yapılan ve ordu içindeki terfilerin, atamala-rın ve yeni komuta kademesinin belirlendiği YAŞ (Yüksek Askeri Şura) Toplantıları ve bu toplantılarda alınan kararlarda da aynı hava estirilmiştir.

Aslında askerin yapısının düzenlenmesi-nin veya ordu içindeki cunta yapılanması-nın tasfiye edilmesinin toplumu ilgilendiren hiçbir yönü yoktur. Ancak PKK eylemleri ve karakol baskınları sırasında oluşan ihmalle-rin ifşa edilmesi ve hatta yapılan ihanetlerle ilgili iddiaların ortaya atılıp bunların ses ka-yıtlarıyla desteklenmesi suretiyle mesele top-lumsal bir hale getirilmeye çalışılmaktadır.

Esasen orduyla ilgili vakıa da bu hususta yapılması planlanan-lar da gerçeği yansıt-mamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Ordusu, “Laik Kemalist” anla-yış üzerine kurulmuş bir ordudur. Dola-yısıyla ordu içinde oluştuğu iddia edilen ve “cuntacı yapı” ola-rak bilinen bu yapı

aslında bu ordunun doğal halidir. Çünkü onun tek görevi Laik Demokratik Cumhuri-yeti yani bu devletin kurucusu olan ve ken-dilerini de bu toprakların efendisi kabul eden ulusalcı anlayışın varlığını devam ettirmek-tir. Eğer objektif olarak incelenirse görüle-cektir ki; Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ve özellikle de tek parti diktatörlüğü dönemlerinde bu ordunun tek görevi, dev-leti “kendi halkından” korumak olmuştur. Dolayısıyla bu yapı ulusalcıların en sağlam kalesi konumundadır ve Türkiye üzerindeki ABD çöreklenmesinin önünde büyük bir en-geldir. Bu yüzden iki tarafın mücadelesinde gelinen nokta; ordu içerisinde var olan ulu-

Ordudaki Tasfiyeler ve Yargıdaki Düzenlemelerin...

Page 20: KöklüDeğişim 72.Sayı

18Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

salcı zihniyeti tasfiye edilip Amerikancı AKP Hükümetinin çizgisi doğrultusunda yeni atamalarla yeni bir ordu meydana getirme mücadelesidir. Sonuçta bu durumun da taraf-ların iddia ettiğinin tersine halkla ve halkın menfaatleriyle bir ilgisi yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruldu-ğundan bu yana yapılan hiçbir icraatta hal-kın herhangi bir etkisi söz konusu olmadığı gibi, gerçekleştirilen bu icraatlarda halkın menfaatleri lehine olan hususlar da kesinlik-le gözetilmemiştir. Bu sebeple ne ordudaki tasfiyeler hususunda ne de yargıdaki dü-zenlemeler hususunda toplumu ilgilendiren hiçbir yön yoktur ve gelişmelerden halka yansıyacak olan herhangi bir müsbet durum da söz konusu değildir. Zaten onlar da bu gelişmelerin içerisinde halkın bulunmasını ve aktif rol oynamasını kesinlikle istemezler. Bu yüzden de halkın bu gelişmelerden ve bu gelişmelerin içeriğinden hiçbir şekilde haberi olmaz. Böyle bir durum, sömürgeci kafirlerin ve onların ajanlarının menfaatlerine aykırı bir ortamı meydana getirecektir: “Mesela top-lumun yıllardır çekmiş olduğu sıkıntıların sebebi şu anda tatbik edilen gayri İslami hayat nizamıdır yani problem bizzat mevcut sistemin kendisidir. Toplumun maslahatları/menfaatleri ise bu gayri İslami hayat nizamının ortadan kaldırılıp yerine İslami bir hayat nizamının getirilmesini gerekti-rir ki bu da Hilâfet’in yeniden ikamesi demektir. Halkın maslahatları bunu gerektirirken sömürge-ci kafirler ve onların işbirlikçileri ise kendi beka-ları için bu duruma kesinlikle yanaşmazlar ve bu konudaki istekleri ve çalışmaları da şiddetle bas-tırma yoluna giderler. Çünkü fikri olarak ortaya koyabilecekleri herhangi bir şey yoktur ve -hak-la- mücadele edemeyeceklerini çok iyi bilmekte-dirler. Onun için İslam fikrine dayalı her türlü fikri ve siyasi mücadele terör suçu kapsamında değerlendirilerek, bu fikrin taşıyıcılığını yapan-lar çok uzun süreli hapis cezalarına çarptırılmak suretiyle yok edilmeye çalışılmaktadırlar.” Müs-

lümanlara yönelik bu uygulama, Türkiye Cumhuriyeti’nin şu anki “iki kutbu” için de aynıdır. İşte onların samimiyeti de toplumun çıkarlarına bakışı da bu şekildedir ve onların hiçbirisi toplumun gerçek maslahatları hu-susunda kesinlikle samimi değildirler. Onla-rın her zamanki gibi tek bir dertleri vardır o da, efendilerinin kendilerine vermiş olduğu görevleri hakkıyla yerine getirebilmek için şiddetle ihtiyaç duydukları bu halkın elinde olan oylardır. Yani en basit ifadeyle “oy av-cılığı” yapmaktadırlar ve bunun için de top-lumu bu sürece ve kendi anlayışlarına dahil etmeye çalışmaktadırlar.

İşte devletin halka bakışı bu şekildedir. Genelde de halkını, “askere götüreceği ve vergi alacağı” zaman hatırlar. Bunun dışında da seçim zamanları halktan bir parça haline gelinir. Bu ülkenin tarihinde bu söyledikleri-mizi doğrulayacak ve halkın gerçek değerini ortaya koyacak binlerce hadise mevcuttur. Devlet, egemenliği kayıtsız-şartsız millete vermiştir ve devlet bu şiar üzerine varlığını devam ettirecektir ancak, ne milletin ege-menliğe bir katkısı vardır ne de böyle bir şey-den haberi vardır. Şayet haberi olsaydı, Allah Subhanehu ve Teala’ya ait olan egemenliğin bir başkasına verilmesini zaten kesinlikle ka-bul etmeyecekti.

Yalnızca onların bakış açılarıyla yaşanan-lara baktığımızda bile bir sürü gerçek dışı söylem ve uygulamalarla bu halkın nasıl kenara itildiğini görebiliriz. Mesela: Cum-huriyetin kuruluşu halkın büyük desteği sağlanarak gerçekleştirilmiş ve toplumun büyük bir kesimi bu gelişmeyi coşkuyla kar-şılamıştır. Fakat her nedense yıllarca top-lum hazır olmadığı için serbest demokratik bir seçim yapılamamıştır ve hatta böyle bir şeye cesaret bile edilememiştir. 2007 yılında Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi gündeme geldiğinde de toplumun hazır olmadığı ve

Ordudaki Tasfiyeler ve Yargıdaki Düzenlemelerin...

Page 21: KöklüDeğişim 72.Sayı

19 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

cahil olduğu söylemleri belli bir kesim tara-fından gündeme getirilmiştir. Bu sistem top-lumu 87 yılda kendi bekası için bile hazırla-yamadıysa ve cahil kalmasına sebep olduysa bunun tek sebebi kendi halkına olan bakışı ve ona vermiş olduğu değerdir.

Cumhuriyet gazetesinin “Bir Kültür Hiz-meti” olarak verdiği ve 27 Mayıs darbesini konu alıp onu meşru bir devrim olarak gös-teren “27 Mayıs Öldü Mü?” isimli belgesel CD’de; O dönem CHP’yi yıpratan şartlar, Demokrat Parti’nin politikaları ve ona giden tepki oylarından bahsedilirken kullanılan ifadeler de oldukça dikkat çekicidir. Aslında dikkat çekici bu ifadeler, Ulusalcı zihniyetin top-luma/halka nasıl baktığı-nın anlaşılması açısından önemlidir yoksa seçimi ki-min kazandığı ve oyların kime gittiği hususlarının bizim açımızdan hiçbir önemi yoktur. Onlara göre yeni iktidar; “Cumhuriyet kırgınlarını, Osmanlı küskün-lerini, devrim karşıtlarını, şe-riat düşkünlerini ve cehaletten asla kurtulamamış demokrasi düşmanlarını” okşayarak bu başarıyı elde etmiştir. Ulusalcı zihniyetin bu sıfatları yakıştırdığı kesimin oranı %57’dir. Bu da halkın yarısından fazlası demektir. Aslında ortada olmayan kendileridir. İşte bu zihniyetteki toplumla ilgili var olan sakat bakış bu şekildedir. Bu sakat bakışın oluştur-duğu tek parti diktasının neticesi de ulusalcı anlayışa bu şekilde yansımıştır. Yoksa aynı belgeselde bahsedildiği gibi bu yaşananlar ulusalcılar açısından II. Dünya Savaşı’nın ağır şartlarının bedeli falan değildir. Eğer onlar gerçekten halktan bir parça olup top-lumla iç içe yaşayabilselerdi, bu savaş ve yaşanan sıkıntılar onların birbirlerine daha

da kenetlenmelerini sağlardı. İslam tarihi bu-nun örnekleriyle doludur. Bu süreç sonunda Demokrat Parti’ye yönelik oluşan teveccüh ise, insanların “denize düştüklerinden dolayı yılana sarılmaları” şeklinde ifade edilebilir.

Şu an hükümette bulunan ve ABD’nin des-teğiyle Türkiye’deki Ulusalcı yapıyla müca-dele eden muhafazakâr görünümlü AKP zih-niyetinin halka karşı bakışı da diğeriyle aynı doğrultudadır. Aralarında yalnızca üsluplar bazında farklılıklar mevcuttur. O farklılıklar da halkın içerisinden gözüken ve halka ya-kınlıklarıyla tanınan isimlerin lider olarak ön plana çıkarılmalarında gizlidir. Üslup olarak

toplumun değer verdiği hususlar hakkında yapılan çok küçük söylemler ve sergilenen basit görüntü-ler bile yıllardan bu yana büyük sıkıntılar çekmiş ve sürekli arayışta bırakılmış bu toplum için bir teveccüh vesilesi olmaktadır. İşte onların vurduğu nokta da tam burasıdır. Şu ana kadar toplumun sıkıntılarından hiç birisi giderilememiştir. Ne ekonomik açıdan bir ra-hatlama sağlanabilmiş, ne

de toplumun temel ihtiyaçlarından eğitim, sağlık, güvenlik gibi hususlardan birisi hak-kında köklü bir çözüm ortaya konulabilmiş-tir. Kendi muhafazakâr tabanlarının kendile-rinden beklediği başörtüsü meselesi gibi İs-lami çözümler hususunda da hiçbir gelişme olmamıştır. Olması da mümkün değildir;

Çünkü toplumun bel bağladığı ve Müs-lümanların kendisine dört elle sarıldığı AKP hükümeti, onun arkasında olan ve ondan desteklerini esirgemeyen güçlerin çizgisiyle aynı paralelde gitmek zorundadır. Bu çizgi de kendisiyle çalışmanın ve kendisine davet

Ordudaki Tasfiyeler ve Yargıdaki Düzenlemelerin...

Onlara göre yeni iktidar; “Cumhuriyet kırgınlarını,

Osmanlı küskünlerini, devrim karşıtlarını, şeriat düşkünlerini ve cehaletten

asla kurtulamamış demokrasi düşmanlarını” okşayarak bu başarıyı elde etmiştir.

Ulusalcı zihniyetin bu sıfatları yakıştırdığı

kesimin oranı %57’dir. Bu da halkın yarısından

fazlası demektir.

Page 22: KöklüDeğişim 72.Sayı

20Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

etmenin caiz olmadığı demokrasi çizgisidir. Bu Allah Subhanehu ve Teala’dan başkasının egemenliği altına girmeyi ve onu kabul et-meyi gerektiren bir durumdur. Bu hassas konunun ihlali ortadayken, sahasına inilen demokrasinin araç mı yoksa amaç mı? oldu-ğu gibi kafa karıştırıcı noktalarda değerlen-dirmeler yapılarak dikkatlerin farklı yönlere kaydırılmaya çalışılması ise abesle iştigalin ta kendisidir. Bu yüzden bu zihniyetin top-luma bakışının demokratik zaviyeden olması kaçınılmaz bir durumdur. Onun için ortaya koyulacak çözümler de demokratik çözüm-ler olacaktır. Zaten kendilerinin söylemleri de bu doğrultudadır ve açıkça demokrasiyi ve özgürlükleri savunmaktadırlar. Bu du-rum ise adaletin asla tesis edilemeyeceğinin, insanların sıkıntılarının giderilemeyeceğinin, İslam adına en ufak bir gelişmenin yaşanma-yacağının çok açık bir görüntüsüdür. Çün-kü mesele ordudaki ve yargıdaki İslama ve topluma karşı oluşumlar ve onların yaptığı engellemeler değil, mesele AKP’nin sahip ol-duğu anlayış ve izlediği demokratik yoldur.

Onlar şimdilik önlerindeki Laik Kemalist yapıyı engel olarak gösteriyor olsalar ve re-ferandum sonrasını da bir milat olarak lanse etmeye çalışsalar da, geçmesi muhtemel bu referandum yalnızca kendilerinin egemen-liklerini pekiştirip hareket sahalarını rahat-latarak ABD’nin bölgedeki elini güçlendire-cektir. Ancak bu durum AKP’nin önündeki engellerin kalkmasıyla O’nun kendi başına hareket edeceği ve istediği uygulamaları ya-pacağı anlamına da gelmemektedir. Bu ne-denle toplumun beklentilerine yönelik hiçbir ciddi gelişme sağlanamayacak ve toplum unutulup seçim dönemine kadar yine bir ke-nara atılacaktır. Biz bunun böyle olacağından eminiz ve bekleyip hep birlikte göreceğiz.

Yönetimler toplumla aynı cinsten olup, onunla iç içe yaşamadıkları müddetçe toplu-

mun sorunlarını hissetmekten gafil olurlar. Çünkü onlar; ağır bir hastasını imkansızlık-lardan dolayı tedavi ettiremeyen bir hasta yakınını dramını, yokluktan dolayı çocuğu-nun küçücük bir isteğini bile karşılayamayan bir babanın sıkıntısını ve ocağında pişirecek bir şeyi olmayan bir annenin çocukları karşı-sındaki ezikliğini anlayamazlar. Karşılarında sıkıntılarını duyurabilecekleri bir muhatabın olmamasının ve sahipsizliğin ne anlama gel-diğini bilmezler. Toplumun yozlaşmasıyla ortaya çıkan her tür pis ilişkilerden ve tehdit-lerden evlatlarını nasıl koruyacaklarını dü-şünmezler. Bütün varını yoğunu ortaya dö-kerek çocuklarını büyük bir umutla okutup, sonra da çocuklarının tahsillerine rağmen iş bulamamalarının ne demek olduğunun da farkında olmazlar. Onlar sahip oldukları berrak İslami anlayışlarıyla yapmış olduk-ları fikri ve siyasi mücadeleler neticesinde terörist damgası yiyerek yıllarca hapse mah-kum edilen insanların durumunu ve onların ailelerinin yaşadıklarını da umursamazlar. Çünkü onlar toplumun ne demek olduğunu bilmezler.

Bu yüzden ordudaki ve yargıdaki bir ta-kım gelişmeleri toplumun çıkarlarıyla öz-deşleştirmek ve toplumu bu meseleye dahil etmek sadece oy kaygısından ortaya çıkan bir görüntüdür. Bir halkın bütün geleceğini bir referanduma bağlamak veya bu geleceği o referandumda göstermek iyi niyetten mah-rum çok basit bir düşüncenin ürünüdür. İşte bu düşüncenin varlığı bu süreçte, bu toplu-mun yararına hiçbir şeyin olmayacağının ve topluma hiçbir iyileşmenin yansımayacağı-nın açık delilidir. Müslümanlardan meydana gelen bu toplumun maslahatları yine bu top-lumun değişiminde gizlidir. Gayri İslami bir toplum olan bu toplumu İslami bir topluma dönüştürmek, kısacası İslami hayatı yeni-den başlatmak bütün problemlerin gerçek ve köklü çözümlerini de ortaya koyacaktır.

Ordudaki Tasfiyeler ve Yargıdaki Düzenlemelerin...

Page 23: KöklüDeğişim 72.Sayı

21 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Her ne zaman “halka rağmen, halk için” sözünü duysak, Türkiye’de ilk akla gelen Hilafet’i ilga edip yerine

kıblesi batıya dönük, laik esasa dayalı yöneti-mi vücuda getiren, batılılaşma adına toplum-daki İslamî değerleri gerici, bu değerlere ina-nanları ise potansiyel “mürteci” kabul eden, halkı “medeniyetsiz ve yobaz” olarak nite-leyip, halkın inancına “rağmen”, “halk için” batılı değerler ışığında “medeniyet” inşasına kalkışan, zorba zihniyet akla gelir. Ancak unutulan, görmezden gelinen veya ılımlı bir şekilde yürütüldüğü için, “cumhuriyet reji-minin topluma yaşattığı acıların intikamı alınıyor”muş görüntüsü verildiği için, farkı-na varılamayan, “devletin askeri vesayetten kurtarılması”, “söz milletin”, “bürokratik oligarşiye son”, “halkın iktidarı”, “darbeci-lerle hesaplaşma” ve bunun gibi birçok slo-gan altında, kurucu zorba zihniyetten artık yaka silker hale gelmiş Müslüman Türkiye halkı, yine batı menşeli demokratik değer-lerin iyiden iyiye pekiştirildiği, yine halkın İslamî değerlerine “rağmen”, “halk için”,

“çağa uygun” başka bir dönüşüme tâbi tu-tulmaktadır. Hatta bu dönüşüm mevcut hü-kümet tarafından çoktan “yeni bir zihniyet inşası” olarak isimlendirilmiştir. Bu dönü-şüm KöklüDeğişim’in birçok sayısında dile getirildiği gibi “katı laiklik” yerine “ılımlı laiklik”in yerleştirilmesinden başka bir şey de değildir. Maalesef Müslüman halkımız da bu aşamada iki “şer” arasında “ehven”i ter-cih etme noktasına sürüklenmekte, zorbala-rın kan kusturarak zorla içirmeye çalıştığı ba-tılı “zehir”in 21. yüzyıl versiyonunu “İslami görünümlü” demokratların elinden gönüllü içer hale getirilmektedir. Dünya ve ahiretteki sonuçları göz ardı edilerek “denize düşen yı-lana sarılır” misali bir telaş, bu ahval içinde ılımlı laik-muhafazakâr demokratlar ile katı Laik-Ulusalcı-Kemalist kadrolar arasındaki her kapışmada “bir rövanş alma heyecanı” yaşanmaktadır. Bu heyecan son dönemde “anayasa değişikliği referandumu” oy-ala-ması sürecinde daha çok barizleşmiştir.

“Halka rağmen”, “halk için”miş gibi gös-terilen bu kapışmalardan biri de Ağustos ayı

Haluk ÖZDOĞAN

Page 24: KöklüDeğişim 72.Sayı

22Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

başında nükseden “YAŞ krizi”nde gözlen-miştir. İktidarın Başbakanı daha önce sadece TSK ile ilişiği kesilen personel hakkında şerh düşme şeklinde gösterdiği “yasal iradesi”ni anayasa referandumunun gündemde ağırlı-ğını koruduğu süreçte, bu defa varlığı ken-dinden menkul “askeri teamüller(?)” in iş-lediği komuta kademesinin belirlenmesinde “yasal irade”sine başvurma gereği duymuş-tur. Zira iktidar Türkiye’de gerçekleştirmek istediği dönüşümü uzun soluklu olarak nite-lendirmekte, ileride kendine ayak bağı olacak bir komuta kademesi istememektedir. Öte yandan iradesini kullanabilen bir yönetici profili çizilerek halkta güven havası oluştu-rulmakta ve referan-dum sürecinde YAŞ krizi üzerinden azami derecede faydalan-ma arzulanmaktadır. Nitekim Başbakan Erdoğan, kullandığı “irade”sini topluma şu şekilde duyur-maktadır: “Teamüller başka, yasalar başka bir şeydir. TSK’yı teamül-lerle yönetemeyiz. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şaibesiz bir şekilde geleceğe yürümesi gerekir. Spekülasyonlara fırsat vermememiz gerekir.” (www.turktime.com, 12.08.2010)

Konunun bir diğer yönü ise acaba Erdo-ğan iradesinde yalnız mıdır? Erdoğan’ın “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin şaibesiz bir şekilde geleceğe yürümesi gerekir. Spekülasyonlara fırsat vermememiz gerekir” sözünden ne anlamalı-yız?

29 Mart 2007 tarihli Nokta Dergisi’nde yayınlanan “Darbe Günlükleri” ile bütün dikkatler TSK üzerinde yoğunlaştırılmaya başlanmıştı. 27 Nisan 2007 TSK’nin internet

sitesinde yayınlanan “E-Muhtıra”, “siyaset, askeri vesayetten kurtarılmalı söylemi” için tam bir zemin oluşturmuştu. 12 Haziran 2007’de Ümraniye’de gerçekleşen ve Erge-nekon Operasyonu’nun başlangıcı olan bir gecekonduya yapılan baskın, Poyrazköy’de ele geçirilen askeri mühimmat, “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”, “Balyoz Darbe Pla-nı”, birbiri ardına gelen karakol baskınları ve TSK’daki istihbarat zafiyetleri, “Bülent Arınç’a suikast girişimi”, son olarak bir ses kaydıyla ortaya çıkarılan istihbarat toplayan insansız uçak “Heron”ların düşürülmesi ta-limatı” ve bunlar gibi sonu gelmez birçok olgu, TSK üzerindeki şaibeleri hep canlı tut-

muştur.

Parçaları birleştir-meye yardım etmek adına bir hususu da hatırlatmadan geç-mek istemiyorum; Cumhuriyet’in kurul-duğu dönemde birinci devlet konumunda-ki İngiltere’nin, Türki-ye’yi ilk tanıyan ülke olarak, Türkiye’ye biçtiği rolden, bu ro-lün koruyucusu ko-

numundaki silahlı gücün TSK olduğu yolun-daki olguyla, ABD’nin birinci devlet olup, İngiltere’nin yerini alması, uluslararası ön-ceki dengeleri kendi lehine yeni bir dizayna tabi tuttuğunu, İngiltere’nin ise bu aşama-dan sonra artık nüfuzunu ABD’yle birlikte görünerek korumaya çalıştığını, Türkiye’de de nüfuzunu tamamen kaybetmemek adına üslup değişikliğine giderek, ABD ile bir uz-laşıya vardığını ve 13 Mayıs 2008’de İngiltere Kraliçesi’nin Türkiye ziyaretinde sergilediği imajın söz konusu üslup değişikliğinin işa-reti olduğunu, bu üslup değişikliğine adapte olamayan veya zaten deşifre olmuş eski kad-

Ordu ve Hükümet Arasında Geçen YAŞ Krizi

Page 25: KöklüDeğişim 72.Sayı

23 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

roların tasfiyesinde İngiltere’nin de muvafa-kat ettiğine yine KöklüDeğişim’in önceki sa-yılarında bazı yazarlarımız yer vermişlerdi.

Tüm bunların yanında AKP Hükümeti’nin Türkiye’deki her icraatını AB üyeliği mük-tesebatını dayanak göstererek gerçekleş-tirdiğini, başta ABD olmak üzere, Avrupa Birliği’nin de Türkiye’deki dönüşümden memnun olduğunu hatırlamakta yarar var-dır. AKP Hükümeti’nin izlediği çizgi, Batı’nın istediği çizgidir. Her ne kadar Türkiye’de suni olarak “eksen kayması” tartışmaları ya-pılsa da, AKP Hükümeti her vesileyle, izle-nen eksenin Batı’nın ekseni olduğunu ısrarla tekrarlamaktadır. Bu nedenle batı dünyası, geçmişte günün şart-larına ve menfaat-lerine göre Türkiye için uygun gördüğü Kemalizmi, artık de-mode saydığından, bugünün şartlarına göre taleplerini kar-şılayan bir Türkiye makyajı konusunda AKP Hükümeti’ne herhangi bir itirazları olmadığı gibi aksine desteklemektedir. Bu destek şunu da açığa çıkarmaktadır ki; AKP hükümeti’nin “İslami Hayatı Geri Getirme” gibi gizli bir gündemi-nin olmadığına batı dünyası da kânidir. AKP Hükümeti’nin İslami hayatı yeniden başlat-mak isteyen samimi Müslümanlara karşı sür-dürdüğü baskıcı politikalar da bu bağlamda değerlendirilmelidir. Böylece Erdoğan’ın YAŞ toplantılarında gösterdiği “irade”, Batı’nın iradesidir, kendi iradesi değildir. Ayrıca imajı halk nezdinde yerle yeksan olan TSK’nın da üzerindeki şaibeleri temizlemek için, yeni sürece razı olmak durumunda kal-dığı, direnç gösteren unsurlardan kurtulma-ya çalıştığı da aşikâr olmuştur. Dolayısıyla

TSK’nın da muvafakati söz konusudur.

Gelelim YAŞ’daki atama krizinde yaşa-nanlara; öncelikle AKP yargıdaki etkisini kullanarak, darbe girişimi olarak deşifre edi-len “Balyoz Darbe Planı” kapsamında 102 kişi hakkında Yüksek Askeri Şura toplan-tıları öncesi yakalama kararı çıkartarak, bu kişiler arasında terfi bekleyen 11 general ve amiralin terfilerini engelledi. Hâlbuki daha önce “balyoz” davasıyla ilgili tüm tutuklu sa-nıklar serbest bırakılmışlardı. Yine yargıdaki gücü yoluyla 2009’da gündeme gelen “İnter-net Andıcı” davasıyla ilgili olarak “teamülle-re göre(?)” 1. Ordu Komutanlığı’ndan Kara Kuvvetleri Komutanlığı (KKK)’na daha son-

ra da Genelkurmay Başkanlığı’na geçme-yi bekleyen Hasan Iğsız ifadeye çağrılıp, “yargılaması süren personelin terfii yapı-lamaz” hükmünden faydalanılarak bu ge-neralin de terfisi dur-duruldu. Ordu (TSK) tarafından gelen bir tepki olarak algılansa da, hükümet kanadı-

nın işini kolaylaştıran gelişme, Hasan Iğsız yerine KKK için düşünülen Atilla Işık’ın is-tifası oldu. KKK’na atama yapılmayınca Ge-nelkurmay Başkanlığı ataması da bekletildi. Bu esnada Genelkurmay Başkanı Başbuğ ile Recep Erdoğan arasında geçen görüşme sonrasında “balyoz” davasıyla ilgili yakala-ma kararları iptal edildi. Bu durum Başbuğ’a TSK içinden gelen tazyiki hafifletti. Zira “Balyoz”la ilgili yakalama kararları kalkmış olsa da, yargılamaları süren generallerin yine terfilerine engel teşkil etmekteydi. Başbuğ, Genelkurmay Başkanlığı’na geldiğinden beri, hem hükümeti hem de ordu içinden kendisi-ne gelen baskıları idare etmek durumunda

Ordu ve Hükümet Arasında Geçen YAŞ Krizi

Page 26: KöklüDeğişim 72.Sayı

24Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kalmıştır. Zaman zaman içerideki tazyikten dolayı hükümetle ters düşmüş gibi görünse de, gerçekte hükümetle uyumlu hare-ket etmek zorunda kal-mıştır. Hükümet, kuvvet komutanlıklarına kabul edebileceği isimleri sun-mamaları halinde mevcut tüm orgeneralleri emekli edip, korgeneralleri terfi ettirerek, gerekli atama-ları yapabileceği sinyalini de kamuoyuna düşürmüştür. Sürecin sonunda, Genelkur-may Başkanlığı’na üç yıl süreyle görev yap-ması beklenen Işık Koşaner, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na Atilla Işık’ın istifasıyla önü açılan Erdal Ceylanoğlu atanırken, 1. Ordu Komutanlığı’na Hayri Kıvrıkoğlu getirilmiş-tir. Orgeneral Necdet Özel Jandarma Genel Komutanlığı’na getirilerek, üç yıl sonraki Ge-nelkurmay Başkanlığı için önü açılmıştır. İşte bu durum için “Hükümet’in yasal yetkisiy-le teamülleri alt üst ettiği” ifade edilmekte-dir. Zira Orgenerallerin kıdem sırası Necdet Özel, Erdal Ceylanoğlu ve Saldıray Berk şek-linde olmasına rağmen, Ceylanoğlu, Özel’in önüne geçirilerek Kara Kuvvetleri’nin başına,

daha da az kıdemli olan Hayri Kıvrıkoğlu yine Özel’in önüne geçirilerek 1. Ordu Komutanlığı’na ataması yapılmıştır.

Son olarak söyleye-ceğimiz mesele şudur; Hükümet’in YAŞ krizin-deki tutumu dolayısıyla, ordunun yapısı değişmiş değildir. Zira teamüller altüst edilince, TSK sö-mürgeci kâfir batı dev-

letlerini önüne katıp, işgal edilmiş İslami bel-deleri kâfirlerden arındıracak, İslami belde-lerde akıtılan kanların, kirletilen ırzların in-tikamını alacak İslami bir orduya dönüşmüş değildir. Bu nedenle bu ülkede Müslümanım diyen hiç kimse Türkiye’deki muhafazakâr-demokratlar ile ulusalcı-kemalist çevreler arasındaki çekişmelerden İslam ve Müslü-manlar lehine bir sonuç doğacağını bekleme-sin. Aksine Müslümanlar iradesini, sömür-geci kâfir Batı’dan değil, İslam akidesinden alan Salih yöneticileri işbaşına getirerek batı kaynaklı tüm mevcut teamülleri alt üst etme-lidirler.

Ordu ve Hükümet Arasında Geçen YAŞ Krizi

Hükümet’in YAŞ krizindeki tutumu dolayısıyla, ordunun yapısı

değişmiş değildir. Zira teamüller altüst edilince, TSK sömürgeci kâfir batı devletlerini önüne katıp, işgal edilmiş İslami beldeleri kâfirlerden

arındıracak, İslami beldelerde akıtılan kanların, kirletilen ırzların intikamını alacak İslami bir orduya

dönüşmüş değildir.

Page 27: KöklüDeğişim 72.Sayı

25 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Kıymetli Müslümanlar,

Ramazan ayı bütün güzelliği, insanı ilikle-rine kadar saran manevi atmosferi, toplumu anaforu içine çeken güçlü iklimi ve zamanı kendi rengine boyayan baskın karakteri ile yeniden geldi, kapımıza dayandı. Bizleri gü-nahların silip süpürüldüğü, şeytanların bağ-landığı, cennet kapılarının ardına kadar açık tutulduğu ve içinde bin aydan daha hayırlı geceyi gizleyen bir Ramazan ayına daha ka-vuşturan Rabbimize sonsuz şükürler olsun.

Sahabeden Selman el-Farisî RadiyAllahu Anh şöyle anlatıyor: “Allah’ın Elçisi Şaban ayının son günü bize bir konuşma yaptı ve şöyle buyurdu:

“Ey İnsanlar!

Bereketli ve büyük bir ayın gölgesi üzeri-nize düşmüştür. Bu öyle bir ay ki, onda bin aydan daha hayırlı olan bir gece vardır.

O öyle bir ay ki, Allah o ayda oruç tutma-yı farz kılmış, gecelerini nafile ibadetle (te-ravih namazı) geçirmeyi teşvik etmiştir. Kim Ramazan ayında hayır işlerse, Ramazan ayı

dışında farz bir ibadeti yapan kimse gibi se-vap kazanır. Kim Ramazan ayında bir farzı eda ederse, Ramazan ayı dışında yetmiş far-zı eda eden kimse gibi sevap kazanır.

“Ramazan, evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden kurtulma ayıdır. Kim bu ayda işçisinin/hizmetçisinin işini hafifletirse, Allah onu bağışlar ve cehennem ateşinden azat eder.”

“Âdemoğlunun bütün amelleri, iyilikleri on katından yedi yüz katına kadar kat kat artırılır. Allah Azze ve Celle şöyle der: “An-cak oruç müstesna. Şüphesiz o Benim için-dir. Ve mükâfatını ancak Ben veririm. Zira o şehvetini ve yiyip içmesini Benim için bı-rakmıştır.”

“Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır. Bu kapıdan Kıyamet gününde yalnız oruç tutanlar girer. Onlarla beraber başka hiçbir kimse giremez. (Kıyamet gününde) “Oruçlular nerede?” diye çağrılır. Oruç tutanlar, kalkıp o kapıdan girerler. Oruçluların sonuncusu bu kapıdan içeri girdiği zaman kapı kapatılır, artık oradan içeriye hiç kimse giremez.”

Ahmet Sadık ALTINEL

Page 28: KöklüDeğişim 72.Sayı

26Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Evet, Kur’an; aklı ve fikri tefessüh etmiş yarımadanın insanlarına ilahi bir nefha

olarak bu ayda esmeye başlamıştır. Kur’an; Mekke’yi

çevreleyen kayalıkların arasında sıkışıp kalmış,

medeniyetten uzak son derece ibtidai bir hayat yaşayan bu vadinin insanlarını içinde yaşadıkları zifiri

karanlıktan çıkarmış, onları bütün yeryüzüne İslam’ın

aydınlığını taşıyacak şerefli bir ümmet haline getirmiştir.

Ramazan ve Küllerinden Dirilmek

“Her kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak, Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”

Kıymetli Kardeşlerim!

Ramazan ayı sadece insanlık tarihi açısın-dan bile bakıldığında hemen fark edilebile-cek ölçüde devasa, çok büyük değişimlere; İslam uygarlığının doğuşuna, yıkılmaz deni-len imparatorlukların devrini kapatan, onları tarihin çöp sepetine fırlatan büyük meydan savaşlarına sahne olmuştur. Bu ay, şirazesin-den çıkmış, yolunu kaybetmiş olan insanlığın ilahi rehberlikle uzunca bir aradan sonra ilk kez muha-tap olduğu son derece he-yecan verici bir aydır. Evet, bu mubarek ayı diğer za-man dilimlerinden ayıran şey Rabbimizin (Kur’an’ın diliyle) bir ateş çukurunun kenarındayken beşeriyeti oradan çekip çıkarmak için insana uzatılmış Allah’ın ipi anlamına gelen ilahi çağrının, Kur’an’ın bu ayda inmiş olmasıdır.

Evet, Kur’an; aklı ve fikri tefessüh etmiş yarı-madanın insanlarına ilahi bir nefha olarak bu ayda esmeye başlamış-tır. Kur’an; Mekke’yi çevreleyen kayalıkların arasında sıkışıp kalmış, medeniyetten uzak son derece ibtidai bir hayat yaşayan bu va-dinin insanlarını içinde yaşadıkları zifiri ka-ranlıktan çıkarmış, onları bütün yeryüzüne İslam’ın aydınlığını taşıyacak şerefli bir üm-met haline getirmiştir. Yürekleri kuraklaşmış, zihinleri çoraklaşmış bu insanların zihinleri ve gönüllerine öylesine bir bengisu/hayat veren su taşımıştır ki yeryüzünün en ilkel ve geri kalmış yaşamını sürdüren bu insanlar Kur’an sayesinde yaşadıkları dönemi saadet

asrına dönüştürmüşlerdir. İnsanlık tarihinin benzerine tanık olmadığı bir biçimde uygar-lık basamaklarında hızla tırmanmış, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki, bilim vb. haya-tın bütün alanlarında son derece kalkınmış, müreffeh, huzurlu ve mutlu bir toplum inşa etmişlerdir. İşte Kur’an böyle bir kitaptır. Bir toplumun hayatına girdi mi, o toplumu kökten değiştirir, onları uygarlığın zirvesine taşır. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki Allâhu Teâlâ şu kitap (sebebi) ile bir takım topluluk-ları yükseltir, bazılarını da alçaltır.”

Rabbimiz Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

بين ن الله نور وكتاب م قد جاءكم مسبل رضوانه اتبع من الله به يهدي لمات إلى النور ن الظ لم ويخرجهم م الس

ستقيم بإذنه ويهديهم إلى صراط م

“İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir. Al-lah onunla rızası peşinde olanları selamet yolları-na iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dos-doğru bir yola iletir.” (Ma-

ide 15-16)

İslam Ümmeti, Kur’an ekseninde hayatı-nı tanzim ettiği dönemlerde hep dünyanın efendisi olmuş, orduları savaş meydanların-da yenilmeyen ordular olarak bilinmiş, ze-kat verilecek fakir bulunamayacak derecede yaşam koşulları iyileştirilmiş, bir fermanıyla imparatorları hizaya getiren Halifelerle sı-radan insanları hukukun karşısında eşit bir şekilde yargılayabilecek ideal hukuk devleti modelini emsalsiz bir biçimde gerçekleştir-miş, bir baştan öteki başa Hilafet Devleti’nin bütün topraklarını çarşılar, hanlar, hamam-lar, çeşmeler, köprüler, kervansaraylar, şifa-

Page 29: KöklüDeğişim 72.Sayı

27 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Ramazan ve Küllerinden Dirilmek

haneler gibi en gelişmiş bayındırlık hizmet-leri ile donatmış, medreseler, külliyeler ve Daru’l-Hikme gibi eğitim kurumlarını kura-rak İslam coğrafyasını bilim ve teknoloji üssü haline getirmiş, kendi coğrafyalarına sığma-mış, İslam’ın mesajını okyanusları aşarak kı-talara taşımıştır.

ة وسطا لتكونوا شهداء على الناس ويكون وكذلك جعلناكم أمالرسول عليكم شهيدا

“Böylece sizleri, vasat bir ümmet kıl-dık ki sizler insanlara şahitler olasınız ve Rasul’de sizlere şahit olsun.” (Bakara 143)

Ancak Allah’ın insanlar içinden seçmiş olduğu bu hayırlı ve şerefli ümmetimiz son birkaç yüz yıl içinde bünyesine nüfuz etmiş olan çeşitli katil fikirler sonucunda müzmin bir hastalığa kapılmıştır. Aklını ve fikrini ba-tılı fikirlere teslim etmiş olan ve tutkunluk derecesinde batılı paradigmaya bağımlı kimi aydın ve yöneticilerin etkisinde kalarak üm-metimiz maalesef Allah’ın dininin hayatında karşılaştığı sorunlara çözüm üretemeyeceği noktasında bir kanaate saplanmıştır. Bu yay-gın kanaat sonucunda İslam ümmeti dinini, coğrafyasını, namusunu, iffetini ve şerefini koruyan, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in değişiyle “Koruyucu Kalkanı”nı, Hilafet’i kaybetmiş, sınırları üç kıtaya uza-nan cihan şümul devleti ellinin üzerinde küçücük devletçiklere bölünerek toprakları sömürgeci devletlerin her türlü emperyalist oyunlarını kolaylıkla icra edebildikleri bir sahneye dönüşmüştür. Gelinen noktada İs-lam Ümmeti bugün kendisini karanlıklardan aydınlığa çıkartan ve tarih boyunca şerefli ve onurlu bir hayatı kendisine temin etmiş olan Kur’an’dan çıkartılmış yasalarla değil doğu-dan ve batıdan gelen fikir ve ideolojilerle, be-şeri yasalar ve projelerle yönetilmektedir. İşte bizler Kur’an’ın indirildiği ay olan Ramazan ayında bunları düşünmeliyiz. Bu ay ümme-timizin Kur’an’la başlayan dünya milletleri

arasında var olma serüvenini ve bugün gel-diğimiz noktada kendisini var eden, 14 asır şerefli bir hayatı kendisine bahşetmiş olan Rabbimizin kelamına, Kur’an’a yaklaşımımı-zı gözden geçirmemiz gereken bir aydır.

Büyük bir İslam şairi ve aynı zamanda düşünürü olan Mehmet Akif Ersoy ümme-timizin Kur’an’a yaklaşımındaki bozukluğu yaklaşık yüzyıl öncesinde tespit etmiş ve bunu şu dizelerle ifade etmiştir:

Ya açar bakarız Nazmı Celil (Kur’an’ı Kerim)’in yaprağına

Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına

İnmemiştir hele Kur’an, şunu hakkıyla bilin..

Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.

Şerefli Müslümanlar!

Esasında sevgili Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem İslam ümmeti olarak içinden geçtiği-miz bu sürece işaret etmiş ve şöyle buyur-muştur:

“Gerçekten ileride gecenin zifiri karanlık-ları gibi fitneler olacak. Bundan kurtuluş ne-dir ya Rasulullah dediler. Çözüm Allah kitabı Kur’an’dır; onda sizden öncekilerin haberle-ri, sizden sonrakilerin haberleri ve aranızda uygulayacağınız şeylerin hükümleri vardır. O hak ile batılı -yanlış ile doğruyu- birbirin-den ayıran ciddi bir kitaptır. Saçma sapan söz (şaka ve oyuncak) değildir. Onu büyükle-nip terk edenin Allah belini kırar. Onun dı-şında doğru yol arayanları Allah sapıklığa mahkûm eder. O, Allah’ın sağlam ve kopmaz ipidir. Onu okuyan diller zorluk çekmez. Bil-ginler ona doymaz, muttakiler ondan usan-maz. Keyiflerin sapıtmamasına ve görüşlerin dağılmamasına yegâne sebep odur. Kur’an’a uygun konuşan doğru söyler, onunla amel eden sevabını alır. Kur’an’la hükmeden ada-let yapmış olur. Ona sıkı sarılan doğru yolu hidayeti bulur.”

Page 30: KöklüDeğişim 72.Sayı

28Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ramazan ve Küllerinden Dirilmek

Kur’an’ı değersizleştiren, onu hayatının dışına iten, kendisine Allah’ın kitabından başka referans arayan, Allah’ın ‘her şeyi açıklayıcı bir kitaptır’ demesine rağmen ona modası geçmiş, çağın ve insanlığın sorunları-na çözüm üretemeyecek bir kitap olarak ba-kan kimseleri bakın Rasulullah Rabbine, O, hesap gününün yegâne maliki ve yargılayıcı-sına nasıl şikayet ediyor:

وقال الرسول يا رب إن قومي اتخذوا هذا القرآن مهجورا

“Rasul, ‘Ya Rabbi!’ diyecek, ‘Gerçek şu ki, benim kavmim bu Kur’an’ı devri geçmiş (geçerliliğini yitirmiş) bir mesaj olarak gö-rüp terk etti!’...” (Furkan 30)

Kıymetli Müslümanlar!

Ramazan ayı Kur’an’la yüzleşmemiz ge-reken, Kur’an’ın ekseninde yeniden Müslü-man kimliğimizi, hayatımızı ve toplumuzu inşa etmemiz, Rabbimizin bizlere yüklediği seçkin ve model ümmet olma misyonunu yerine getirmek için harekete geçmemiz en azından bunları düşünmemiz gereken özel bir zaman dilimi olması gerekir. Ancak he-pimiz üzülerek tanık olmaktayız ki, son yıl-larda Müslüman beldelerinde çok farklı bir Ramazan kültürü iyiden iyiye yerleştirilme-ye çalışılmaktadır. İslam’ın kendi doğal di-namikleri, kavramları, özellikle de Ramazan ayı gibi ümmetin üzerinde sarsıcı ve dönüş-türücü etki yaratacak kodları üzerinde sanki birileri özenle çalışmakta ve bunları işlevsiz-leştirmektedir.

Bugün üzülerek müşahede etmekteyiz ki, Kur’an’ın indirildiği ay olan bu mubarek ayda camilerin meydanlarından şarkı ve tür-küler neredeyse ezanların sesini bastırmak-ta, şehirlerin meydanları adeta açık eğlence merkezlerine dönüştürülmektedir. Radyo ve televizyonlarda, kalabalıkların kalbinin attı-ğı her yerde gürül gürül Kur’an okunması ve bu son ilahi mesajın öğretilerini anlama

çabası içine girilmesi gerekirken Ramazan ayı kelimenin tam anlamıyla bir eğlence hat-ta karnaval havasına büründürülmektedir. Böylece Müslüman halkımızın Kur’an’ın ana-foruna kendisini kaptırıp onun dönüştürücü iklimine, atmosferine girmesine izin verilme-mektedir. Ayrıca Ramazana özgü bir eğlen-ce kültürü oluşturularak Kur’an’ın indiği bu ayda Kur’an’la yüzleşme ve onun ekseninde hayatımızı yeniden tanzim etme noktasında doğru adımlar atmamız, sahih ve doğru me-sajlara kulak vermemiz engellenmektedir.

İmam Gazali’nin İhya’sında anlattığına göre Hasan el-Basri Ramazan ayında aşı-rı gülen ve eğlenen bir toplumun yanından geçerken durur ve onlara şu nasihatte bulu-nur:

Kuşkusuz Rabbimiz Ramazan ayını kulların ibadet noktasında birbirlerini geçmek için yarı-şacakları bir zaman dilimi olarak yaratmıştır. Bu ayda bir gurup insan kulluk ederek diğerlerinin önüne geçer ve kurtuluşa erer. Bir gurup insan da geri kalarak kaybedenlerden olur. Boş işlerle uğraşanların kaybettiği, öne geçenlerin ise kur-tuluşa erdiği böyle bir ayda boş işlerle uğraşan kimselere şaşılır.

Kur’an ayı olan Ramazan ayı geldiğin-de Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem vahyi kendisine getiren Cebrail Aleyhi’s Se-lam ile birlikte Kur’an’ı mukabele ederlerdi. Kur’an’ın eşsiz anlam hazinelerini derinle-mesine müzakere ederlerdi. İlk Müslüman toplum için Ramazan ayında okunan muka-bele sadece Kur’an metni üzerinde sesli ya da sessiz göz gezdirmekten ibaret değildi. Onlar Kur’an’ı anlamak ve gereğini yerine getirmek üzere okuyorlardı.

Abdullah b. Mesud RadiyAllahu Anh şöy-le rivayet etmektedir: Bir gün Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem bana Kur’an’ı oku-mamı söyledi. Ben “Kur’an size inmişken ben mi

Page 31: KöklüDeğişim 72.Sayı

29 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Ramazan ve Küllerinden Dirilmek

okuyayım ey Allah’ın Rasulü? dedim. “Kur’an’ı bir başkasından dinlemek daha çok hoşuma gidiyor” buyurdu. Ben Nisa Suresi’nin “Her ümmetten bir şahit getirildiğinde ve sen de onlara şahit olman için getirildiğinde onla-rın hali nice olur?” mealindeki ayete geldiğim-de kafamı kaldırdım ki, bir de ne göreyim, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ağlıyordu.” İşte Kur’an’ın kendisine indiği yüce elçi ilahi kelamın ağırlığını iliklerine kadar hissedi-yordu.

Hepimizin bildiği gibi İslam’ın ilk yıl-larında Müslümanlar namaz kılmak için Mescidi Aksa’ya yöneliyorlardı. “Artık yö-nünü Mescidi Harama (Kabe’ye) dön” mealindeki ayet indiğinde Müslüman-lar namaz içinde rükuda iken behemehal kıblelerini değiştirmişler ve Kabe’ye dönmüşlerdir.

Bir başka örneği mü-minlerin annesi, annemiz Hz. Aişe RadiyAllahu Anh anlatmaktadır: “Ensar ka-dınlarının İslam’a bağlılığına hayranım. Zira onlar “Ör-tülerini başlarından aşa-ğıya örtünsünler” mealindeki ayet indiğinde hemen bulundukları mekânda Allah’ın ayetini duyar duymaz üzerlerindeki kıyafetlerin fazla kısımlarını yırtarak başlarını örttüler.” İşte ilk Müslüman toplumun Kur’an’la iletişimi bu şekildeydi. Onlar Kur’an’ın ayetlerini işitir işitmez gereğini yerine getiriyorlar, hayatla-rını Kur’an’ın ekseninde tanzim ediyorlardı.

Kıymetli Müslümanlar!

İslam’ın hâkim olduğu dönemlerde Ha-lifeler ve Valiler Ramazan ayının en güzel şekilde değerlendirilmesi için ellerinden ge-leni yapıyorlardı. Saib b. Yezid’in anlattığı-

na göre Hz. Ömer RadiyAllahu Anh Ubey b. Ka’b ve Temim ed-Dar’i’yi Ramazan ayında insanlara namaz kıldırmaları için özel ola-rak görevlendirmişti. Bir başka kaynakta Hz. Ömer’in Medine’de Mukabele okumaları için üç hafız görevlendirdiği, bunların içinden en seri okuyana otuz, normal okuyana yirmi beş en yavaş okuyana ise yirmi ayet okuması talimatı verdiği rivayet edilmektedir. Ayrıca Hz. Ömer diğer vilayetlere de bir kararname göndererek benzer uygulamaları Ramazan ayına özgü olarak yapmalarını emretmiştir.

Ramazan ayıyla ilgili olarak son yıllarda dikkatimizi çeken bir başka fakat çok çarpıcı

konu da şudur: İslam ülke-lerini işgal etmiş, milyon-larca Müslümanın canına, malına ve namusuna kas-tetmiş olan ve halen İslam beldelerinde yüz binlerce askerini bulunduran işgal-ci batılı ülkelerin liderleri-ne iftar davetleri vermek çağımız Ramazanlarına özgü bir moda haline gel-miştir. Aynı şekilde Hz. Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e ve İslam dinine açıkça hakaret eden

diğer din mensupları ile birlikte iftar sofrala-rında objektiflere poz vermek de son yıllar-da sıklıkla karşılaştığımız bir uygulamadır. Kur’an’ın indirildiği ayda Kur’an’ın getirdiği dinle savaşanlarla ve bu dine mensup olan insanlarının yaşadıkları coğrafyada işgalci konumda olan eli kanlı katillerle ve daha da önemlisi Allah’ın nurunu söndürmek iste-yenlerle iftar sofrasında bir araya gelmek!!! Bu ne biçim bir ironidir ya Rabbi.?!

İslam beldelerini Halifelerin idare ettiği dönemlerde Ramazanlar bir başkaydı. Ha-lifeler, Osmanlı padişahları on binlerce in-

İslam beldelerini Halifelerin idare ettiği dönemlerde

Ramazanlar bir başkaydı. Halifeler, Osmanlı padişahları

on binlerce insanın iftar edebileceği aşevlerini

Ramazana özel hizmete açarlar, saraylarda tebayı konuk ederler ve onların

sorunlarını Ramazan sofralarında dinler ve anında

çözüme kavuştururlardı.

Page 32: KöklüDeğişim 72.Sayı

30Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ramazan ve Küllerinden Dirilmek

sanın iftar edebileceği aşevlerini Ramazana özel hizmete açarlar, saraylarda tebayı ko-nuk ederler ve onların sorunlarını Ramazan sofralarında dinler ve anında çözüme kavuş-tururlardı. İbni Manzur’un Şam beldesinin tarihi ile ilgili kaleme aldığı eserinde şunlar kaydedilmektedir: Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem dönemine yetişmiş, Yermük Savaşı’na katılmış ve bu savaşta elini kay-betmiş Yemenli bir adam vardı. Hz. Ömer RadiyAllahu Anh’ın insanlara davet verdiği bir sofrada bulunuyordu. Halife Ömer bu ki-şinin sol eliyle yemek yediğini görünce ona “Sağ elinle ye” dedi. Adam cevap vermedi. Halife Ömer aynı şekilde ikinci kez uyarıda bulununca adam “Ey Müminlerin Emiri! O elim meşguldür” dedi. Yemeğini bitirince Halife Ömer adamı yanına çağırdı ve “Sağ elinin meşguliyeti nedir?” diye sordu. Bunun üzerine adam sağ elini çıkarttı. Bir de ne gör-sün, adamın sağ eli kesik! Halife Ömer: “Bu eline ne oldu” diye sordu. Adam kolunu Yer-mük Savaşı’nda kaybettiğini söyledi. Halife Ömer: “Peki, sana abdesti kim aldırıyor?” diye sordu. Adam: “Sol elimle alıyorum” dedi. Halife Ömer adama nerede yaşamak is-tediğini sordu. Adam “Yemen’de yaşmak is-tediğini, annesinin orada olduğunu ve uzun-ca bir zamandan beri uzak kaldığını söyledi. Bunun üzerine Halife Ömer RadiyAllahu Anh Yermük Savaşı gazisi olan bu sahabeye bir hizmetli tahsis etti ve beytülmalden kendisi-ne beş deve verdi. İşte Halifelerin iftar sof-ralarında tebanın sorunları böylece anında çözüme kavuşturuluyordu.

Abbasi Halifesi Mustansır Billâh bir Ra-mazan günü tam iftar saatinde Bağdat’ın sokaklarında dolanırken yaşlı bir adam gör-dü. Adam elinde bir kap ile bir mahalleden ötekine yemek taşıyordu. Adama: “Ey amca! Neden iftarlığı meskûn bulunduğun mahal-leden almıyorsun? Yoksa aşırı ihtiyaç sahibi-sin de, bundan dolayı iki mahalleden birden

mi alıyorsun?” diye sordu. Adam Halifeyi tanımamıştı. “Hayır efendim. Ben aşırı yaş-lı bir adamım. Kendi mahallemden alarak mahallemin insanlarına görünmekten utan-dığım ve bana kızgın olanların bu meseleyi onurumu incitmeleri için kullanmalarından çekindiğim için bir başka mahalleye gidip if-tariyeliği oradan alıyorum. İnsanların akşam namazı için toplandıkları vakti gözeterek hiç kimseye görünmeden evime dönüyorum.” deyince Halife Mustansır Billah göz yaşları-nı tutamadı. Ve hemen bu yaşlı adama 1000 dirhem verilmesini emretti. Yaşlı adam öyle sevindi ki, hatta rivayetlere göre bu aşırı se-vince kalbi dayanamayarak olaydan yirmi gün sonra vefat etti.

İşte Müslüman Halifeler Ramazanı İslam beldelerinde her kesimden insanın sevinç içinde geçirmeleri için seferber oluyorlardı.

Kerim Müslümanlar!

Manevi atmosferini iliklerimize kadar hissettiğimiz bu Ramazan ayında yapılan ibadetler sahibini mazlum ve mağdur üm-metinin içinde bulunduğu ahval üzerinde düşünmeye itmelidir. Dolayısıyla hiç birimiz bir ümmet olarak yeryüzü sahnesinde varlık bulmaya başladığımız böylesi bir Ramazan ayını sadece iç dünyasına çekilerek, cami ve ev arasında mekik dokuyarak değerlen-dirmiş olamaz. Ümmetinin yaşadığı traje-dilere gözünü ve kulaklarını tıkayarak iftar sofralarında “oh nerede o eski Ramazanlar” şeklinde nostaljik sohbetlerle Ramazanı bü-yüleyici ve koyu bir mistisizme kurban ede-mez. İslam coğrafyasında sabah akşam katli-amlar sürdürülürken iftar sofrası bizim için bir bayram sofrası olamaz. İşgalci Amerikan ve İngiliz askerleri kaç Ramazan soframızı bizlere zehir etti. Irak’ta, Afganistan’da ve insansız uçakları ile gerçekleştirdiği saldırı-larla Pakistan’da kaç iftar sofrasının konuk-larına rahmet ayını azap ayına çevirdi, mü-

Page 33: KöklüDeğişim 72.Sayı

31 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Ramazan ve Küllerinden Dirilmek

tevazi evlerinde kaç Müslüman ailenin sahur heyecanını kursaklarında bıraktı ve kaç za-mandır bayramlarda bu mazlum ümmetin çocuklarını şeker niyetine misket bombaları ile karşılıyor?!!!

Ey Allah’ın seçkin kıldığı şerefli Müslü-manlar!

Oruç kalkandır! İmam da kalkandır!

Ramazanı Ramazan yapan Kur’an-ı Ke-rim ile onu hayatta geçerli kılacak İmam/Halife et ve tırnak gibi birbirinden ayrı düşü-nülemezler. Kur’an din binasının temeli, Ha-life ise onun bekçisidir. Temeli olmayan bina yıkılır, bekçisi olmayan bina harabeye döner. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in deği-şiyle “İmam Kalkandır”, yani; Allah’ın indir-dikleri ile hükmedecek bir Halife bu dinin ve İslam ümmetinin bekçisidir. Bir başka sözle-rinde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır: “Sultan, Allah’ın yer-yüzündeki ve gök kubbe altındaki gölgesidir. Her zayıf ve mazlum o gölge altına sığınır. (Onun varlığı ile kendini güvende hisseder)”

Sevgili Kardeşlerim!

Orucu farz kılan Allah bir Halife’ye biat etmemizi de farz kılmadı mı? Sadece oru-cu değil dinin diğer bütün farzlarını ve hü-kümlerini tatbik edecek ve Rabbimizin razı olduğu hayatı yaşama zeminini en güzel şe-kilde hazırlayacak olan Halife’yi nasp etmek farzların tacı, en önceliklisidir. Oruçlarımızı tutarken Rabbimize büyük bir yakınlık his-sediyoruz da müminleri günah ortamlarında yaşamaktan koruyucu kalkan olan Hilafet’i kurma meselesine neden aynı heyecanla bakmıyoruz? Ey Müslümanlar! Oruçlarımı-zın bizi Allah’a yaklaştırdığını düşündüğü-müz gibi dini bütünüyle ikame edecek, yer-yüzünü ilahi eksende yeniden dizayn ede-cek, dünya da şerefli bir hayatı, ahirette ise cenneti bize bahşedecek olan Halife’nin bir

an önce ortaya çıkartılması için çalışmanın daha fazlasıyla bizi Allah’a yaklaştıracağını bilmeliyiz. Bir nafile ibadetin başka bir ayda yapılmış bir farza, bir farz ibadetin başka bir ayda yetmiş farza denk olduğu, şeytanların bağlandığı, cennet kapılarının ardına kadar açıldığı bu ayda, hasat mevsiminde Kur’an ayını Kur’an’ın hâkim olduğu ay yapmak için var gücümüzle çalışmalıyız.

Kıymetli Müslümanlar!

Şu mubarek ayda şayet Rabbimizin rızası-nı kazanmak, cennete girmek, cehennemden azad olmak istiyorsak gelin hep birlikte Müs-lümanca bir hayat yaşamak için çalışacağımı-za dair Rabbimize söz verelim. Hepimiz Aziz ve Cebbar olan Allah’ın huzurunda, ilahi di-vanda, yapmamız gerekip de yapmadıkları-mızdan yapmamamız gerekip de yaptıkları-mızdan dolayı yargılanacağız. Vakitlerimizi nerede tükettiğimiz ve ömrümüzü nasıl ge-çirdiğimizden sorgulanacağız.

يا أيها الذين آمنوا استجيبوا لله وللرسول إذا دعاكم لما يحييكم واعلموا أن الله يحول بين المرء وقلبه وأنه إليه تحشرون

“Ey iman edenler, Allah ve Rasulü sizi, size hayat verecek şeye çağırdıkları zaman bu çağrıya olumlu karşılık veriniz. Biliniz ki, Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz O’nun huzurunda bir araya geleceksiniz.” (Enfal 24)

ا قدمت لغد واتقوا يا أيها الذين آمنوا اتقوا الله ولتنظر نفس مالله إن الله خبير بما تعملون

“Ey iman edenler! Allah’a karşı takvalı olun ve herkes, yarın için ne hazırladığı-na bir baksın. Allah’tan sakının. Muhak-kak ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”(Haşr 18)

Page 34: KöklüDeğişim 72.Sayı

32Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Doğuda bir baba vardı ...” diye başla-yan ve altı evladını batıya gönderip tek tek kaybeden bir babanın hü-

zünlü hikâyesini anlatan bir şiir… Sonunda baba ölüyor ve geriye kalan tek oğul, sırtına kazmasını alıp batıda bir şehrin merkezine kadar ilerliyor ve başlıyor şehrin merkezinde toprağı kazmaya. Ardından kazdığı kuyu-nun içine giriyor ve etrafına toplanmış şaşkın şaşkın bakan batılılara sesleniyor: “Batılılar! Bilmeden altı evladını aldığınız bir babanın, yedinci oğluyum ben. Gömün beni değiştir-meden.”

Gençliğimin ve İslami ideallerimin en ateş-li döneminde okuduğum bu şiir, o zamanlar-da bile beni hüzne gark ederdi. Hayatımdaki değişimin hep hak istikametinde olmasını istedim. Hep Rabbimin benden en çok razı olduğu zamanda ve onun uğrunda mücade-le ederken ölmek istedim. Hayatımın her dö-nemini ve bütün hayati kararlarımı hep onun istediği istikamette yönetmek istedim. Belki olmam gerektiği gibi hiç olamadım, fakat bu-

gün kuyunun içinden bağıran, ağabeylerini bir bir batıya feda etmiş, yüreği yaralı o son çocuğun duygularını yaşıyorum. Hem de hiç batıya gitmediğim halde… Şimdi kendi doğ-duğum topraklarda, umutlarımı yeşerttiğim meydanlarda, değişmeden değiştirilmeden gömülmek en büyük arzum.

Beni şefkatle büyüten ağabeylerim, bir bir batının pençesine düştü. Bana bu mülkün Allah’a ait olduğunu öğretenler; Allah’ın mülkünde, Allah’ın hâkimiyetinden başka hiçbir hâkimiyeti asla kabul etmemem ge-rektiğini, tevhidi bir hattı ikame etmek için tavizsiz mücadelenin şart ve hak olduğunu öğretenler; ideolojik işgali ve batı kavram ve değerlerine eklemlenmeyi içselleştirmenin farkına bile varmayacak derecede kanıksa-nan değişimlerle gün be gün sisteme mey-lediyorlar. Allah’ın hâkimiyetinin ancak bi-reysel ve toplumsal alanda Kuran ahkâmının hayata geçirilmesiyle olacağını ve bir mümi-nin Allah’ın hükmünden başka hiçbir hü-kümden, hiçbir anayasadan asla razı olama-

Bülent Uğur KOCA

Page 35: KöklüDeğişim 72.Sayı

33 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

yacağını anlatanlar; bugün ilkelerini bir daha düşünmeye gerek dahi duymadan anayasa değişikliği paketine “Evet” demeye/dedirt-meye yönelebiliyorlar. Müslüman kardeş-lerim artık, Allah’a isyan üzerine kurulmuş taguti rejimi değil de, sadece onun içindeki darbeleri kara bir leke olarak gösteriyor, tüm taguti devleti değil de sadece içindeki darbe-ci “derin devleti” reddediyor, tevhidi ilkeleri erteleyerek Allah’ın arzında, Allah’a isyan edenlerle, tevhidden soyutlanmış bir özgür-lük ve adalet(!) vasatında barış ve kardeşlik içinde birlikte yaşamayı temenni edip, bu-nun şartlarını oluşturmanın arayışı içine giriyorlar. Dün tümüyle reddettikleri kü-für anayasasıyla; canlarıyla mallarıyla topyekûn müca-dele etmekten çekinenler, bugün görece daha özgür şirk anayasalarında ken-dilerini daha bir garantiye almayı, bu görece rahat va-satta Kuran okumayı, vahyi ve vakıayı doğru okumak olarak gösteriyorlar.

Biz tevhidi kimliğimi-zin bir gereği ve Rabbimize karşı itikadi bir sorumlu-luk olarak 82 anayasasını reddettik ve sandığa dahi gitmedik. Bizim reddetmemizi gerektiren ana sebep, sadece o anayasayı yapanların darbeci olması değil; esas olarak Allah’ın vahyini temel alan ana-yasadan başka bütün şirke dayalı anayasaları reddetmemiz gerektiğine olan imanımızdı. O gün biz evet deseydik, yarın ahiret gününde Rabbimize ne cevap verecektik? Biz Allah’ın razı olmadığı bir şeyi yaparak, Allah’ı nasıl razı edecektik? O günkü endişelerimiz bun-lardı; bugün ise, üzerimize toprak atmaya hazırlanan ağabeylerimiz, tamamıyla dünye-vi bir bakış açısıyla, görece rahatlama hedefli

maslahatlarla olaya yaklaşıyor ve vakıayı bir mahkûm / gardiyan hesabı ile değerlendirip daha zalim gardiyan yerine daha az zalim olan gardiyan seçimi olarak algılayıp, bu ko-nudaki tercihi makul ve meşru buluyorlar.

80 öncesi Müslümanlarının birçoğu; sağcı, milliyetçi, muhafazakâr olmayı Müslüman olmakla eşdeğer görmüş, bununla beraber solcu olmayı da İslam dışılık olarak kabul etmişlerdi. Bize, ne sağcı ne solcu olmama-mız gerektiğini, Allah’ın bizim adımızı Müs-lüman olarak belirlediğini öğreten ağabey-lerimiz, bugün kendileri neredeyse sadece

statükoculuğu küfür olarak gösterip, bizi liberal de-mokrat ya da muhafazakâr demokrat değişimcilere sempatiyle bakmaya ve on-lara destek vermeye yön-lendirmeye çalışıyorlar. Unutulmamalıdır ki, bizim talip olduğumuz mücadele statükocu oligarşi ile liberal demokrasi mücadelesi de-ğil; insanlık tarihinden beri var olan Hak/Batıl müca-delesidir. Bizden öncekiler ehven-i şer ertelemeciliğiyle sağcı politikacılar için “hiç olmazsa Allah diyor” diye-

rek halkı kandırıyor ve içinde bulundukları zillete razı ediyorlardı. Onlar insanları “siz olmazsanız bu makamlara komünistler ge-lir” diyerek tağuti rejimin çarklarında çalış-maya ikna ediyordu. Bu gün aynı söylemin devamı “darbecileri, statükocuları gerilet-me” veya “görece olumluluk” adı altında iyi gardiyan, kötü gardiyan örneğiyle önümü-ze konuluyor ki, iyi veya kötü her gardiya-nın asıl görevinin egemen düzeni korumak olduğu gerçeği unutuluyor. Bugünün entel uleması “daha özgürlükçü” yakıştırmasıyla ve batıdan aldığı ilham ve ikna edilmişlikle

Gömün Beni Değiştirmeden…

Biz tevhidi kimliğimizin bir gereği ve Rabbimize karşı

itikadi bir sorumluluk olarak 82 anayasasını reddettik ve sandığa dahi gitmedik.

Bizim reddetmemizi gerektiren ana sebep, sadece o anayasayı yapanların darbeci

olması değil; esas olarak Allah’ın vahyini temel alan

anayasadan başka bütün şirke dayalı anayasaları

reddetmemiz gerektiğine olan imanımızdı.

Page 36: KöklüDeğişim 72.Sayı

34Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

önce kendilerini, sonrada zaten bir avuç kal-mış tevhidi topluluğu, taguti sistemin ılımlı kadroları üzerinden eklenmeye sürükleye-cek tehlikeli açılımların yolunu açıyorlar. Oysa iyi niyetinden şüphe etmediğimiz bu ağabeylerimiz de çok iyi biliyorlar ki, taguti sistemin içerisindeki sözde görece özgürlük-çü ve değişimci muhalif siyasi çizgi, rejimin pansuman tedbirlerle ancak bir müddet daha ayakta kalmasına veya sistemin daha da güç-lenmesine vesile olacaktır.

Dün meclisin tepesinde asılı duran “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” sö-zünün, “Hüküm Ancak Allah’ındır” ayetine alternatif olarak konduğunu ve bu söylemin küfür olduğunu, küfrün ıslahının asla müm-kün olmadığını, bize tevhidi bilinç adına öğretenler; bugün sanki hâkimiyetin kayıt-sız şartsız milletin olduğunu özümsemiş bir halde; Allah’ın emri başörtüsü meselesinde dahi muhaliflerine “Hâkimiyet halkın mı, darbecilerin mi?” sorusunu sorabiliyorlar. Ortak Akıl platformu adı altında bir kısım “Müslüman STK’lar”, tevhidi meydanlarda değil, kalplerinde yaşatmayı tercih ederek; meydanlarda “Türkiye Cumhuriyeti Laik, Demokratik, Sosyal bir hukuk devletidir. Ne bir eksik ne bir fazla” diye pankartlar taşıyor-lar. Bütün anayasaların ideolojik bir zemine oturduğunun ve bu anayasaların en azından teoride devlet ve toplum arasında imzalan-mış bir mutabakat metni olduğunun bilin-cinde olanlar; temel esasları Tevhid ilkelerini bütünüyle reddederek oluşturulmuş bir si-yasi rejimin, kendileriyle hiçbir mutabakat-larının olmadığının elbette bilincindedirler. Buna rağmen hangi hakla küfür sisteminin anayasa paketine “ilahi vahyi esas almayan hiçbir anayasadan razı olunmayacağı” şerhi düşülmeden, sanki talepler dikkate alınırsa böyle bir şirk anayasasından razı olunacağı imajı oluşturacak bir üslupla öneriler sunul-makta, tevhidi vurgu yapılmayan bir zemin-

de hak ve adalet vasatı aranmakta ve şirkin en büyük zulüm olduğu hakikati atlanarak, sistemin şirke dayalı vasfını değiştirmesi ve vahyi esas alması ifade edilmeden, mevcut şirk sisteminin adalet eksenli köklü bir inşa sürecine gitmesi gerektiği vurgulanmakta-dır.

Bu tür yanılgıların ve inhirafların sebep-lerinin ortaya konulması ve istikametin net-leşmesi için vakıanın, Allah’ın bize yüklediği sorumluluklar açısından, Kur’an ayetlerinin rehberliğinde değerlendirilmesi ve kanayan yaranın bir an önce tedavi edilmesi gerek-mektedir. Rabbimiz, onları veli kabul et-mememizi ve bizden kim onları veli kabul ederse onun da onlardan olacağını açıkça bildiriyor ve kimilerinin “Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz” argümanıyla hareket ederek, onların arasında koşuştur-duklarını haber veriyor (Maide 51-52). Kur’an ayetleri bizlere, zihinsel paradigmalarında sorumluluklarını canı ve malı pahasına dahi olsa hakkıyla yerine getirmekten çekinen kimselerin düşecekleri durumun, kaçınılmaz olarak onların gündemleri içerisinde koşuş-turmak olacağını vurguluyor. Bu bağlamda; Eğer bizim İslami kimliğimiz ve bizim yüre-ğimizdeki iman “Sağ elime güneşi, sol elime ayı verseniz”, “üzerime elli tane Ergenekon örgütüyle gelseniz, ABD tanklarını tepem-de gezdirseniz ve mukabilinde de görece özgürlükler vaat etseniz yine de davamdan vazgeçmeyeceğim. Ya bu davamı hâkim kı-lacağım ya da bu uğurda öleceğim.” şeklinde bir netlik içermiyor ve bu nebevi direniş slo-ganını kaldıramıyorsa, elbette ki bu halimiz-le ayaklarımızı sabit tutamaz ve belki de bu sebeple bize bir felaket gelmesinden korkar bir halde, tağutları veli edinmesek dahi “ta-gutları veli edinenleri veli edinme” gafletine düşebiliriz. Bu durum istemeden dahi olsa beşeri maslahatı önceleyip, batıdan devşir-diğimiz post modern düşünceler ve ucube

Gömün Beni Değiştirmeden…

Page 37: KöklüDeğişim 72.Sayı

35 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

kavramlarla toplumu sınıflandırarak ıslah edelim derken ancak ifsad etme sonucunu doğurabilir.

Hak ve bâtıl diye iki safın olduğunu ve hakkın hayat bulması için mutlaka bu saf-ların netleşmesi ve bâtılı zail edecek taviz-siz bir tevhidi mücadeleyi ikame etmemiz gerektiğini akıldan çıkarmamamız gereken bizler; Kur’ani sabiteleri sadece elfazla sınır-lamadan, pratik hayata geçirmeli, hak bildi-ğimiz hakka sımsıkı sarılıp ittiba etmeli; bâtıl bildiğimiz bâtılı ve tağutu’da net bir biçimde tesbit ederek, intifada bilinciyle yerel ve kü-resel boyutlarıyla bunlardan ictinap etmeyi gündemleştirmeliyiz. Tevhidi hattın sadece taguti sisteme öneriler sunma fonksiyonu ifa etmediğinin bilincinde olan bizler; tagu-ti sistemden beri/uzak olarak oluşturmamız gereken tevhidi duruşumuzu tüm yönleriyle sorgulayıp ilkeler istikametinde gözden ge-çirmeli, gerçek gündemlerimize fedakârca sahip çıkmalıyız. Bir yandan sistem dışı kal-mayı imam hatiplileri reddetmek ve hariçten imam yetiştirmek olarak algılayan, ama di-ğer yandan pratikte bankalardan faiz yemeyi caiz olarak gören, aynı zamanda taguti mec-lise milletvekili yerleştirmekte ve iktidar ni-metlerini devşirmekte hiçbir beis görmeyen bir dönemin bazı geleneksel cemaatleri gibi, eklektik, çıkarcı hallere düşmekten sakınma-lıyız.

Küresel küfrün tek bir hat halinde, Müslü-manların yaşadığı coğrafyayı daha fazla ifsad etmek üzere üzerimize geldiği şu dönemde; dayatmalara karşı kendine çekidüzen verme ihtiyacı hisseden ve zaten yıllar öncesinden küresel güçlere teslimiyetini ve ubudiyetini ilan etmiş olan yerel yönetimlerin kendilerini restore etme ihtiyacı hissetmesi kaçınılmaz-dır. Fakat sistemdeki bu restorasyonu; yıllar öncesinde bizimle aynı halkalarda yer almış, ağzı laf yapan, eli kalem tutan, coğrafyayı iyi

tanıyan; fakat birikimlerini ve yeteneklerini tevhidi kimlik içerisinde değil de, tağuti re-jim içerisinde değerlendirmeyi tercih eden kardeşlerimiz (!) yapıyor diye, Mekke’yi fet-hetmişçesine bir duygusallıkla karşılayan ve istikameti korumak adına yaptığımız eleşti-rilerimize de hırsla kükreyen ağabeylerime/kardeşlerime diyorum ki (tekfir yok !!!);

Dün sizden öğrendiğim, binlerce kez Allah’ın kitabı ve Rasulün sünnetiyle test ederek bugüne kadar samimiyetle bağlan-dığım inancımı ve itikadımı, bugün haksız yere (zaten gönüllerinizde ve zihinlerinizde mahkûm edip gömerek) aşırılık ve tekfirci-likle yaftalayıp, sığlık ve indirgemecilik ola-rak niteliyorsanız eğer; gömün beni değiştir-meden!

Dün, din tağutlara “LA” demekle başlar diyerek, batıldan ayrılıp tevhidi bir hat oluş-turma çabası içinde olan sizler, küfür anaya-sasında görece özgürlük vasatında yaşana-bilir bir zemin bulmuş, böylece “LA”sız bir İslam’a kapı aralamış ve bunu ortak açıkla-malarınızla deklare etmişseniz; önceleri İsla-mi kimlik üzerine bir hayatın inşasından söz ederken bugün sistemin inşasından söz eder bir hale gelmişseniz eğer, gömün beni değiş-tirmeden!

Müslümanların rahat yaşaması için ve reel politika yapma adına, imani ilkeler dahi kalplere hapsedilecek, sistemin geriletilmesi idealleriyle yetinilip tağutlar açıkça redde-dilmeyecek, Allah’ın arzında işgalci tağut-ların izniyle yaşıyormuşuzcasına tağuttan değil de, tevhidi ilkeleri hatırlatan ve taguti sistemden ayrışmak için yol arayan Müslü-manlardan hesap sorulacaksa ve onlar bizzat kendi kardeşleri eliyle tahfif edilecekse;

GÖMÜN BENİ DEĞİŞTİRMEDEN..!

Gömün Beni Değiştirmeden…

Page 38: KöklüDeğişim 72.Sayı

36Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

5 Haziran 1926 yılında Türkiye ile İngil-tere arasında imzalanan Ankara Ant-laşması ile Irak sınırı son şeklini almış

ve beklenen bir sonuç olarak da Musul ve Kerkük Irak’a bırakılmıştır. Dolayısı ile Irak artık tamamen bir İngiliz toprağı haline gel-miştir. Bu durumun İngilizler açısından ifade ettiği anlam ise; Ankara Antlaşması’nın ar-dından ve Irak’ın nihai sınırlarının netleşme-sinin üzerinden henüz daha bir yıl bile geç-meden, 1927 yılında Kerkük’te çıkarılan ilk petrolle birlikte başlayıp günlük bir milyon tonluk üretimi bulan, yaklaşık yetmiş yıldan beri de bu şekilde devam eden ve ümmete ait olan bu müthiş zenginliğin üzerine çörek-lenme gayretlerinin semeresinin alınmasıdır. Bu yüzden Irak, İngilizler açısından I. Dünya Savaşı’ndan öncekine göre daha farklı bir bo-yuttadır ve daha büyük bir öneme sahiptir. Çünkü I. Dünya Savaşı’ndan önce Irak, Hin-distan ticaret yolunun merkezinde olması açısından önemliydi.

İngiltere Irak’ı 1958 yılındaki ABD destekli ve Abdülkerim Kasım komutasındaki askeri darbeyle krallık rejimini yıkana kadar “Haşi-mi Krallığıyla” elinde tutmayı başarmıştır. Bu krallığın dayandığı Haşimi Hanedanlığı ise, dönemin sadık İngiliz hizmetkârı ailelerin-den birinin uzantısıdır. Nitekim ilk Irak kralı olan Faysal, 1908-1916 yılları arasında Mek-ke Şerifi olan ve 1916-1924 yılları arasında da Hicaz’ı yöneten “Mekke Emiri” ve “Büyük Şerifi” Hüseyin bin Ali’nin oğludur. Hüseyin bin Ali ise, İttihat ve Terakki’nin Türkçülük politikasını bahane ederek Osmanlı İslam Devleti’ne karşı ilk isyanı başlatanlardandır. 1916 yılında Arap Ayaklanması adı altında Osmanlı’ya karşı bağımsızlığını ilan ederek kendisini “Hicaz Kralı” ilan etmiştir. İngi-liz askeri ve bir casus olan Thomas Edward Lawrence (Arabistanlı Lawrence) ile birlikte Arap isyanına öncülük etmiştir. Onun oğlu ve ilk Irak kralı olan Faysal bin Hüseyin de, I. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gelişen

İbrahim ERGeçen Sayıdan Devam...

Page 39: KöklüDeğişim 72.Sayı

37 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Arap milliyetçiliğinin önderlerindendir. 1933 yılında ölümüne kadar görevini sürdürmüş-tür. O’nun döneminde Irak 1930 yılında tam bağımsızlığını(!) ilan etmiş ve 1932 yılında da Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştur.

İşte İngilizlerin Irak’ta oluşturmaya ça-lıştıkları yapının yani devletin şeklinin ve onu teslim edecekleri sadık hizmetkârlarının özellikleri bu şekildedir. Özellikle krallık sis-temi ve Haşimi Hanedanlığı’nın 1958 yılına kadar süren iktidarları Irak’ı tam bir İngiliz çiftliği haline getirmiştir. İngilizler, Irak’ta bu yöntemle oluşturdukları hegemonyaları-nı devam ettirebilmek için üç askeri üs inşa etmişlerdir. Bunlar; Bağdat’ta er-Reşid Üssü, Bağdat’ın Kuzeyinde el-Habbaniye Üssü ve Basra’nın Batısında da eş-Şuaybe Üssü’dür. Irak’ta devam eden Haşimi iktidarı boyun-ca, Irak yönetiminde ilk ve son sözü söyle-me hakkına sahip olan tek kişi Bağdat’taki İngiliz Sefiri’dir. Bu yüzden krallık rejimi yıkılana kadar askeri, ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda Irak’taki tek egemen güç kesinlikle İngilizlerdir. O yüzden, I. Dünya Savaşı esnasında ve sonrasında İngilizlerin Irak’ta sarf ettiği enerji göz önünde bulun-durulduğunda; savaşın ardından İslam bel-delerindeki kurtuluş hareketlerinin, yedi dü-vele meydan okumaların, her karışı kanlarla sulanarak vatan kurtarmaların ve antlaşma masalarında kazanılan zaferlerin trajikomik birer hikâyeden ibaret oldukları daha da ba-rizleşmektedir. Aslında bunların her birinin, yine o sömürgecilerin kendilerine ajanlık ya-pan işbirlikçilerle birlikte hayata geçirdikleri senaryolardan ibaret olduğu aşikârdır.

Sonuçta kendi ümmetine ihanet edip sö-mürgecilere uşaklık eden, kendi saltanatları için ümmetin maslahatlarını hiçe sayan, sö-mürgeci kâfirlerin çıkarları uğrunda akan Müslüman kanlarını ve dökülen gözyaşla-rını umursamayan, aynı çıkarlar doğrultu-

sunda katledilen canları, kirletilen namusları ve yağmalanan malları görmezden gelen ve küçücük bir iktidar karşılığında sahip oldu-ğu bütün değerlerden vazgeçerek istikame-tini değiştiren bütün hainler gibi, Irak’ta 37 yıl saltanat süren bu hanedanlığın sonu da çok acı olmuştur. Kral II. Faysal tüm aile bi-reyleriyle birlikte katledilerek krallık rejimi sona erdirilmiştir. Onların yerini de bir başka gücün (ABD) ajanları almıştır ve onların iha-neti/saltanatı da bir başka güç onlara galip gelesiye kadar devam etmiştir. Onların dün-yadaki yaşantıları genelde zillet içerisinde son bulmaktadır ancak Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın onlar üzerindeki hesabı muhakkak çok daha şiddetli olacaktır. Kısacası sömür-geci kâfirlerin sağladığı küçücük menfaatler karşılığında onlara hizmetkâr olup kendi halklarına ihanet eden ajanların sonu, hem dünyada hem de ahirette kesinlikle zillettir. Bu yüzden onları umursamıyoruz. Bizim içi-mizi acıtan, o şerli yöneticilerin/işbirlikçile-rin desteğiyle ümmetin sömürgeci kâfirlerin ellerinden çektikleridir. İşte Irak, gelinen son durum yani son Amerikan istilası ve neti-cesinde katledilen iki milyon Müslüman ve hala ardı arkası kesilmeyen bombalamalar-la her gün öldürülen onlarca masum insan. Peki ne için?

Irak’ı sömürüsü altına aldıktan sonra İngi-liz hegemonyasının ilk sarsıntıya uğradığı dö-nem II. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki dönemdir. Alman Şansölyesi Hitler, Irak’taki İngiliz varlığını sarsmak ve otoritesini zayıf-latmak için Irak Kralı Gazi ile irtibata geçmiş ancak, İngilizler bu birlikteliği hissetmiş ve Kral Gazi’yi bir trafik kazası süsüyle ortadan kaldırarak yerine oğlu II. Faysal’ı getirmek suretiyle bu girişimin önüne geçmişlerdir. Aynı zamanda II. Faysal’ın dayısı olan ve İngiliz Tacı’nın sadık hizmetkârı olarak bili-nen Abdulilah’ı da tahtın vasisi ve “veliahdı” olarak tayin etmişlerdir.

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (2)

Page 40: KöklüDeğişim 72.Sayı

38Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Almanya, 2 Mart 1941 yılında Irak ve pet-rollerini elde etmeye yönelik girişimini yine-lemiş ve ajanı Raşid el-Keylani ile yönetimi ele geçirmeyi başarmıştır. Ancak bu durum da fazla uzun sürmemiştir. Bu gelişmenin kendisi açısından Irak ve petrollerinin kay-bedilmesi olduğunun farkında olan İngiltere hızla harekete geçerek kuvvetlerini hızlı bir şekilde Irak’a sürmüş, Keylani hükümeti-ni devirerek Keylani ve yanındakileri idam ettirip bu süreci fazla yara almadan kapa-tabilmiştir. Bu gelişmenin sonucunda taht yeniden Abdulilah’ın yönetiminde Haşimi Krallığı’na geçmiş ve İngilizlerin güdümün-de varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Böylece İngilizler Irak’taki kontro-lü yeniden ellerine almış-lardır.

Bütün sömürgecilik dönemi boyunca Irak’lı Müslümanların İngilizlere karşı direnişleri hiç dur-mamıştır. Zaman zaman dozajı İngilizlerin Irak’taki varlıklarını tehdit edecek boyutlara ulaşan bu dire-nişler, İngilizlerin bölge-deki sadık işbirlikçilerinin klasik “parçala-yut” poli-tikalarını uygulamaları neticesinde etkisiz hale getirilebilmişlerdir. Bunu sağlamak için de mezhepler ve fırkalar arasındaki ayrılıkla-rı kışkırtmışlar ve sırf İngilizlerin bölgedeki bekasını ve memnuniyetlerini sağlayabil-mek için milyonlarca Müslüman’ı birbirle-rine düşürme alçaklığını kolayca gösterebil-mişlerdir. İşte İngilizlerin Irak’ta bu kadar uzun soluklu kalabilmelerinin sebebi budur. Bu aynı zamanda bütün İslam Beldelerinde sömürgeci kâfirlerin cirit atmalarına neden olan en etkili yöntemlerden biridir. Çünkü İslam’ı tamamen zihinlerden ve hayattan ka-

zıma girişimleri onlar açısından istenilen so-nuçları vermemiş, onların şiddetli taarruzla-rına karşılık Müslümanların tepkileri de çok sert olmuştur. Bu nedenle onlar işgal ettikleri İslam topraklarında hiçbir zaman gerçek ni-yetlerini ortaya koymamış ve yapmak iste-diklerini Müslümanlara açıkça ilan ederek kendi namlarına bir başarı elde edememiş-lerdir. Hatta onlar, böyle bir şeyin kendileri için nasıl bir yıkım olduğunu fark etmişler, bu nedenle de baskı ve yıldırmaya yönelik üsluplarından kısa sürede vazgeçmişlerdir. Onun için, Müslümanlar arasında fitneler or-taya atmak suretiyle ciddi ayrılıklar oluştur-

mak ve bu suretle de onları birbirlerine düşürmek ile ümmetin üzerine kendi necis kültürlerini empoze ederek oluşturdukları fik-ri zafiyeti kullanıp, hakla batılı birbirine karıştırarak ümmeti gayri İslami fikir-lere karşı meyilli hale getir-mek onların en etkili yön-temleridir. Irak ve Türkiye, anlatmaya çalıştığımız bu hususlarda en bariz iki ör-nektir. Başlangıçta her iki-sinin de halklarına yönelik baskı ve yıldırma yöntem-

leri uygulanmış olsa da; Irak’ta mezhepler ve fırkalar arasındaki ayrılıkları kışkırtmak su-retiyle Müslümanları birbirlerine düşürmek, Türkiye’de de yoğun şekilde verilen batı kül-türünün tesiri ile batının fikirlerine ve batı-nın hayat tarzına yönelik meyli oluşturmak, onlar açısından en etkili silahlar olmuştur.

Ancak II. Dünya Savaşı’nın sonuna gelin-diğinde artık İngiltere için bu tür tuzakların pek de tesirinin kalmadığı yeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönemle birlikte İngil-tere sahip olduklarını korumanın gayretine girerken, sömürü hususunda da tek başına

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (2)

Bütün sömürgecilik dönemi boyunca Irak’lı

Müslümanların İngilizlere karşı direnişleri hiç

durmamıştır. Zaman zaman dozajı İngilizlerin Irak’taki varlıklarını tehdit edecek

boyutlara ulaşan bu direnişler, İngilizlerin bölgedeki sadık

işbirlikçilerinin klasik “parçala-yut” politikalarını uygulamaları neticesinde

etkisiz hale getirilebilmişlerdir.

Page 41: KöklüDeğişim 72.Sayı

39 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

olmadığının farkına var-mıştır. Sonuçta ister İn-giltere olsun isterse ABD olsun, her ikisi de Kapita-list ideolojinin devletleri-dirler ve dolayısıyla “sö-mürü” onların yayılma metodudur. Bu yüzden üslupları farklı olsa da, İslam Ümmeti’ne bakış-ları ve ondan elde etmek istedikleri açısından ara-larında herhangi bir fark söz konusu değil-dir. Özellikle de ümmetin coğrafi konumu ve muhteşem zenginlikleri açısından önde gelen güzide toprakları akla geldiğinde, beraberin-de de onların ümmete karşı işlemiş olduğu akıl almaz cürümler ve vahşi hayvanların bile birbirlerine yapmadıkları muameleleri onların Müslümanlara rahatlıkla yapabildik-leri hemen gözümüzün önüne gelmektedir.

II. Dünya Savaşı’nın sonunu iki adet atom bombasının belirlemesi, savaştan sonra dün-ya liderliği çekişmesinde askeri güç kavra-mının içeriğini de değiştirmiştir. Dolayısıyla silahlanma yavaş yavaş nükleer yöne kay-maya başlamıştır. Ayrıca II. Dünya Savaşı, İngiltere’nin dünya liderliği tahtını ciddi an-lamda sallamış ve bu konuda dengeler yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Soğuk Savaşın iki aktörü ve yeni dünya düzeninin iki nükle-er kutbu bu savaşla birlikte dünya siyasetin-de etkili olmaya başlamışlardır. II. Dünya Sa-vaşından sonraki yıllar, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu “Doğu Bloku” ile kendi kabu-ğundan çıkan ve dünyaya açılmaya çalışan ABD arasında yaşanan soğuk savaşın baş-ladığı yıllardır. Bu iki devlet aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın galibi kabul edilen dev-letlerdir. 1950 yılından sonra ortaya çıkan bu iki kutuplu düzende; Sovyetler Birliği 1961 Viyana Antlaşmasıyla ideolojisinin yayılma metodunun önüne set çekerek kendisini yı-

kıma götürecek süreci başlatmış ve bu sürecin bir emaresi olarak “Doğu Bloku”na hapsolmuştur. Diğer kutupta bulunan ABD ise, gözünü dünya üzerindeki yerüstü ve yeraltı zenginlikleriyle birlikte dünya liderliği-ne ulaşmada önemli rol oynayacak olan strate-jik bölgelere dikmiştir.

ABD’nin göz koyduğu bu bölgelerin ağırlık-la İngiliz-Fransız sömürüsü altında olduğu için, bundan sonra dünya zenginliklerine sa-hip olma ve dünya liderliğini elde etme mü-cadelesinin yeni adresi de ABD ve İngiltere olarak netlik kazanmıştır.

Nitekim bu hususta ABD’nin ilk istika-meti de Ortadoğu ve Ortadoğu’nun sahip olduğu muazzam petrol yatakları olmuştur. Bu nedenle dönemin ABD Başkanı Franklin Roosewelt; Suudi Arabistan, Irak, İran, Ku-veyt, Bahreyn ve Katar’dan oluşan Ortado-ğu ülkelerini ziyaret etmeleri maksadıyla bir başkanlık heyeti oluşturarak onları bölgeye göndermiştir. Heyet raporunun ardından Dı-şişleri Bakanı James Byrnes’in; “Sayın Başkan, hâkim olmamız gereken Ortadoğu petrolünün oranı nedir?” sorusuna Başkan Roosewelt’in “%100’den daha az değil” şeklinde cevap ver-mesi, ABD’nin bu konuyla ilgili niyetini açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Bu konuda ABD’nin ilk girişimi Suudi Arabistan petrollerine yönelik oldu. Onlar, Suud Kralı Abdülaziz’in para hırsını ve tah-tının muhafazası konusundaki zaafını keş-fetmişler ve meseleye bu açıdan yaklaşarak Kral’a gerekli hususlarda güvence vermek suretiyle onu anlaşma masasına çekmeyi başarmışlardır. Bu girişim neticesinde Kral ile ARAMCO Şirketi (Arab-American Com-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (2)

Sonuçta ister İngiltere olsun isterse ABD olsun, her ikisi de Kapitalist

ideolojinin devletleridirler ve dolayısıyla “sömürü” onların

yayılma metodudur. Bu yüzden üslupları farklı olsa da, İslam Ümmeti’ne bakışları ve ondan elde etmek istedikleri açısından aralarında herhangi bir fark söz

konusu değildir.

Page 42: KöklüDeğişim 72.Sayı

40Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

pany) arasında bir anlaşma imzalanmış ve imzalanan bu anlaşmayla birlikte ABD Suud petrollerinden pay almaya başlamıştır. ARAMCO Petrol Şirketleri: New Jersey, Te-xaco, Socal ve Sacony-Vacuum isimli Ameri-kan şirketlerinden meydana gelmekteydi.

İngiltere Suudi Arabistan petrollerinde yaşadığı acı sonun bir benzerini de İran pet-rollerinde yaşamıştır. İran petrollerinin bu-lunduğu 20’inci yüzyılın başından beri bu petrolleri Anglo-Iranian Oil Company adlı bir İngiliz şirketi işletmekteydi. Bu işletme hakkını düzenleyen en son anlaşma şirket ile İran hükümeti arasında 29 Nisan 1933 de imzalanmıştı. II. Dünya Savaşından sonra İran bu anlaşmanın değiştirilmesini istedi. Çünkü şirketin İran’a ödediği para çok azdı. İran bu paranın arttı-rılmasını istedi ve 17 Temmuz 1949 da, 1933 anlaşmasına ek bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma şirketin İran’a ödeyeceği pa-rayı çok az arttırmış-tı. Hâlbuki bu sırada Amerikan şirketlerinin Venezuela ve Suudi Arabistan ile yaptıkları anlaşmalarda, üre-timden elde edilen kar yarı yarıya paylaşıl-makta idi. Bu durum da İran’ın sahip olduğu petroller konusundaki yeni istikameti oluş-turmaya başladı. Bu arada 1951 yılının Ekim ayında İngiltere’de yapılan genel seçimlerde İşçi Partisi’nin iktidarının sona ermesi ve Mu-hafazakarların iktidara gelmesiyle birlikte İngilizler, İran ve petrolleriyle ilgili meseleyi yeniden ele almışlardır. Bu vesileyle İngiltere İran’daki ajanlarını harekete geçirerek Mayıs 1952’de İran’da seçime gidilmesini sağlamış ve yapılan bu seçim, ajanı Dr. Musaddık’ın Milli Cephesi ile Tudeh’çilerin meclisteki

zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu durum Şubat 1953’te Şah’ın tahtını bırakıp Roma’ya kaç-masına sebep olmuştur. İngilizlerin bu ham-lesi her ne kadar onların İran’daki varlıkları açısından zayıflatıcı gibi görünse de, İngiltere 19 Ağustos 1953’te General Zahidi eliyle ger-çekleştirdiği askeri darbeyle Dr. Musaddık’ı düşürmüş, üç gün sonra da İran Şah’ı halkın sevgi gösterileri arasında ülkesine dönmüş-tür.

Bu darbenin ardından başbakanlığa geti-rilmiş olan General Zahidi, petrol anlaşmaz-lığının çözümü için Amerika’nın aracılığını istedi ve Amerika’nın aracılığı ile Anglo-Iranian Oil Company ile Amerikan petrol

şirketlerinin oluştur-duğu bir komisyon ve İran arasında 5 Ağus-tos 1954 de bir anlaş-ma imzalandı. Kon-sorsiyomda Anglo-Iranian şirketinin his-sesi %40, Hollanda’ya ait Royal Dutch Shell şirketi %16, Fransız Petrol Şirketi %6 ve geriye kalan 5 Ameri-kan Şirketinin her biri

de %8’er hisseye sahip olacak ve İran petrol-leri bu şirketler tarafından ortak olarak işle-tilecekti.

İngiltere’nin Suudi Arabistan ve İran pet-rolleri hususunda ABD’den yemiş olduğu darbeler onları Irak konusunda çok daha fazla tedbirli olmaya sevk etti. Bu durum da Irak üzerinde çok daha büyük tezgâhların kurulmasına, kanlı planların yapılmasına ve aşağılık senaryoların yazılmasına neden olmuştur. Bu anlamda Ortadoğu’da Irak halkının maruz kaldığı muameleler; üzerine tatbik edilenler, çekilen acılar, akıtılan kan-lar, kirletilen namuslar ve üzerlerine yağdı-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (2)

Page 43: KöklüDeğişim 72.Sayı

41 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

çalışmıştır. Ancak ABD, Irak konusunda da durmaya niyetli değildi ve bunun için de 14 Temmuz 1958 yılında Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askeri darbeyle, Irak’taki krallık rejimini bitirerek Irak Cumhuriyeti’ni kurdurmuştur. İngiliz ajanı kral ve ailesinin katledilmesiyle son bulan bu darbede İngiliz destekçisi ülkelerin aktif rol oynaması dikkat çekicidir. İngiltere Ürdün’e asker indirerek bu darbeye müdahalede bulunmak istese de, ABD’nin Lübnan’a asker indirerek bu hare-kete karşılık vermesi İngilizlerin girişimini boşa çıkarmıştır. Türkiye Irak sınırına asker yığmak, Kral Hüseyin de Bağdat Paktı’na üye ülkelere çağrıda bulunarak krallık rejimini korumak konusunda İngiltere’ye destek ver-meye çalıştılar. Sonuçta bu darbeden ABD istediğini elde etmiş oldu ve İngiltere’nin geri adım atmasıyla Cumhuriyet nizamı Irak’ta istikrar buldu. Böylelikle Irak’ın Bağ-dat Paktı’ndan çıkmasıyla ABD’nin de dâhil olduğu ve bizzat ABD eliyle CENTO (Mer-kezi Antlaşma Teşkilatı) kuruldu ve bu ör-güt 1979 yılına kadar işlevini sürdürdü. Bu gelişmelerin faturası İngiltere açısından ol-dukça ağır olmuştur. Sonuçta Irak, geçici de olsa askeri, siyasi ve ekonomik açılardan İngiltere’nin güdümünden bir süreliğine çık-mış oldu. Darbe sonrası gelişmelerde ise Irak üzerinde dönemin meşhur ABD ajanı ve Bir-leşik Arap Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnasır’ın desteği ve payı büyük olmuştur.

Ancak ABD’nin Irak üzerindeki bu hâkimiyeti çok fazla sürmedi. 1963 yılında Abdülkerim Kasım’ın devrilmesiyle ve özel-likle de Abdunnasır’ın desteğiyle Abdüsse-lam Arif’in yönetime geçmesiyle tamamla-nan darbe ve onun ardından da yönetimde olan Abdüsselam Arif’e karşı Ba’asçıların darbe girişimleri bu dönemin dikkat çekici olaylarıdır. 1968 yılının Temmuz ayında İn-giliz yanlısı Ba’asçılar, el-Bekr ve yardımcı-

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (2)

rılan bombalar açısından diğer halklardan çok daha ağır olmuştur. Çünkü Irak’ta olu-şan bu durum, sömürgeci kâfirler ve onların işbirlikçisi olan yöneticilerin karşısına iki seçenek çıkartmıştır: Müslüman halkın ha-yatı mı, yoksa petrol mü? İşte bu iki seçenek karşısında onların yapmış oldukları insanlık dışı tercih, Irak’ta bugün hala çok büyük acı-ların yaşanmasına sebep olmaktadır. Kaos ortamı devam etmekte, işsizlik oranı %50’ler civarında seyretmekte, savaşın yaraları sa-rılamamakta ve hala birbiri ardına patlayan bombalarla her gün onlarca Müslüman kat-ledilmektedir. Mesela bugün (17.08.2010) Bağdat’ta meydana gelen patlamada 51 kişi ölmüş ve 119 kişi de yaralanmıştır. Bu ay (ağustos) sonunda işgalci de artık Irak’tan çıkmaya başlayacaktır ve Irak, bu gün kesin-likle savaş öncesi dönemden çok daha kötü bir haldedir. İşgalcinin orada ne işi vardı ve iki milyon Müslümanı neden katletti? Irak’ı getirdiği bu hal neticesinde neyi elde etti ve şimdi neden çekiliyor? Bu soruların cevap-ları yazımızın ilerleyen bölümlerinde karşı-mıza çıkacaktır ancak, ilk bakışta ve net bir şekilde karşımıza çıkan tek husus; hangi kirli maskelerle gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın (demokrasi, insan hakları vs.), Irak’ın maruz kaldığı bozgun ve Müslümanların sahipsiz/Hilafetsiz kalmalarının neticesinde ödenen çok ağır bedellerdir.

Hilafet’in yıkılmasıyla birlikte meydanı boş ve Müslümanları da sahipsiz ve koru-masız bulan sömürgeci kâfirler ve onların işbirlikçi ajanlarının 1950’li yıllardaki mü-cadelelerine tekrar dönecek olursak; o yıl-larda Ortadoğu’daki sömürüleri hususunda kan kaybetmeye başlayan İngilizler, Suudi Arabistan’dan sonra İran ve Irak’ı da ABD’ye kaptırmamak için harekete geçti ve 1955 yılın-da Türkiye, Irak, İran ve Pakistan’ı da “Bağ-dat Paktı”na katarak bölgede daha güçlü bir yapı oluşturup varlığını devam ettirmeye

Page 44: KöklüDeğişim 72.Sayı

42Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

güçlü adamı haline getirerek güç merkezini takviye etmek amacıyla Irak’a Kuveyt’i işgal ettirtti. Bu girişimden İngiltere’nin bir amacı da, ABD ile Körfez’deki nüfuz ve petrol or-taklığını garantilemekti.

Ancak ABD bu oyuna gelmedi ve bölgede-ki ajanları olan Arap devletlerinin bir araya getirdiği koalisyon güçleri ile birlikte II. Kör-fez Savaşı’nı başlatmış oldu. Bu girişimle de çok kısa bir süre içerisinde Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmayı başardı. Hatta İngiltere’nin giri-şimleri ve ABD’nin Kuveyt’i kurtarma söyle-miyle harekete geçmiş olması sebebiyle, Sad-dam devrilmekten son anda kurtuldu. Buna karşılık ABD Irak’ın Güney ve Kuzey’inde uçuşa yasak bölgeler oluşturmuş ve berabe-rinde de Irak’a yönelik çok çetin bir ambargo başlatmıştır. Aynı zamanda Irak’ı ve Saddam rejimini bölge devletlerine tehdit olarak gös-terip, orada kendisi için bir müdahale ya da bir garantörlük zemini oluşturmaya çalış-mıştır. Bu arada Saddam’ın Şii ve Kürt hare-ketlerine ve topluluklarına yönelik başlattığı yok etme hareketi gibi hareketler de bölge-deki şartları ABD lehine olgunlaştırmıştır. Bu durum 2003 yılında ABD ve İngiliz kuv-vetlerinin Irak’ı istila edip, Saddam rejimini nihai olarak devirmelerine kadar bu şekilde devam etmiştir.

Devam Edecek…

Petrolün İnsan Hayatından Daha Değerli Sayıldığı... Irak... (2)

sı Saddam Hüseyin liderliğinde yönetime hâkim oldular. Böylece Irak yeniden İngiliz-lerin eline geçti ve on yıl aradan sonra Irak’ta yeniden İngilizler lehine bir istikrar ortamı oluşmuş oldu.

Ba’asçıların darbesinden on yıl sonra güç dengeleri el-Bekr tarafından Saddam Hüse-yin tarafına kaymaya başladı ve 1969 yılında el-Bekr yönetimden çekilmek zorunda kal-dı. Bunun sonucunda da Saddam Hüseyin Irak Devlet Başkanı oldu. Saddam Hüseyin Devlet Başkanı olduktan sonra ilk iş olarak kendi karşısındaki bütün muhalif yapıları yok ederek ve devlet kademelerini yeniden oluşturarak hem el-Bekr yanlılarını sindir-miş, hem de Irak’taki Amerikan izlerini ta-mamen kazıyarak yok etmiştir. Ayrıca 1980 yılında İran’daki Humeyni Devriminden ra-hatsız olan İngiltere’nin çıkarları uğruna İran topraklarını işgal ederek sekiz yıl sürecek olan İran-Irak savaşını da başlatmıştır. Galibi olmayan ve I. Körfez Savaşı olarak adlandı-rılan bu savaşta bir milyondan fazla Müslü-man hayatını kaybetmiştir.

Ajanı Saddam Hüseyin ile Irak’a yeniden egemen olan İngiltere için Irak Ortadoğu’nun merkez üssü durumunda ve bölgedeki tek dayanağı konumundaydı. Bu yüzden de böl-gedeki tek güç merkezi olan Irak’ı dolayısıy-la da Saddam’ı barizleştirmek ve bölgenin en

Page 45: KöklüDeğişim 72.Sayı

43 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Sanayi faaliyetleri alan olarak dünyada fazla yer kaplamaz. Ancak insanların ihtiyaçlarını karşılaması bakımından

oldukça önemli bir yeri vardır; bu çerçevede sanayi bir ülkenin iktisat bakımından kalkın-masını sağlayan en önemli kollardan birini oluşturmaktadır. İktisadın lokomotifini oluş-turan sanayi, iktisat bakımından kalkınmak isteyen birçok ülkenin öncelikli hedefi haline gelmiştir. Bir ideoloji çerçevesinde hayata ba-kan ülkeler ABD, İngiltere, Almanya, Fran-sa ve Rusya gibi birçok ülke, birçok alanda olduğu gibi sanayi alanında da çok yüksek yerlere gelmişler ve sanayi bu ülkelerin ikti-sadının can damarını oluşturmuştur. Bir ide-olojiden uzak bir şekilde, bu ideolojik devlet-leri taklit etme çabası içinde olan devletler ise hiçbir zaman sanayileşmiş devlet görünümü kazanamamıştır.

Bu meyanda, yıllarca sanayileşme çabası içinde olan fakat yaklaşık 90 yıldır sanayi-leşmeyi gerçekleştirememiş olan Türkiye de, izlenen politikaların günlük olması, sanayi-

leşmiş ülkelerin yörüngesinde dönmesi ve vakıaya göre şekillenen politikalar izlemesi yapılan sanayileşme hamlelerinin hepsinin fiyaskoyla neticelenmesine sebep olmuştur. Türkiye’de, sanayinin tarihsel gelişimi dik-kate alındığında bahsettiğimiz kafa karışıklı-ğının, izlenen politikaların ne kadar yüzeysel olduğu ve vakıacı anlayışın nasıl temel pren-sip haline geldiği görülecektir.

1929 yılında yani Hilafet’in kaldırılıp, cumhuriyetin kurulmasından 5 yıl sonra dün-yada meydana gelen iktisadi buhran dünya ülkelerini kasıp kavururken, Türkiye’de bu durumdan kurtulmak için daha önce sana-yileşmede liberalleşme ön görülürken, bu buhrandan sonra çözüm sosyalist Rusya’nın ‘Devletçilik’ anlayışı üzerinde olmuş ve bu anlayış Türkiye için sanayileşmede temel et-ken oluşturmuştur. Devletçilik, Türkiye’de Rusya’dan esinlenen bir ilke olarak 1934 yı-lında Türkiye Cumhuriyeti devleti anayasa-sının temel ilkelerinden biri olmuş, fakat II. Dünya savaşından sonra Marshall yardım

Talha YAŞAR

Page 46: KöklüDeğişim 72.Sayı

44Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

programından yararlanma isteği devletçi politikaların değişmesine yol açmıştır. Türkiye 1924’ten 1929 yı-lına kadar sanayileşmeyi liberal politikalarla sürdü-rürken yaşanan gelişmeler 1929’dan 1950 yılına kadar bu sefer devletçi politika-lar sanayileşme çabasında hâkim olmuştur. 1950’den 1980’e kadar devletçi, libe-ral anlayış birlikte sürdü-rülmüş, 24 Ocak 1980’den sonra ise diğer alanlarda olduğu gibi sana-yi alanında da liberalleşme hâkim olma-ya başlamış ve günümüzde bu politikalar sonucunda özelleşmemiş sanayi kuruluşu kalmamıştır. Fakat izlenen politikaların hiç biri Türkiye’yi sanayileşmiş ülke kategori-sine koymamış daima sanayileşme çabası içinde olan ülke kategorisinde bırakmıştır. Kapitalizmi taklit anlayışı çerçevesinde ya-pılan özelleştirmeler kapitalist ülkeleri dahi geçmesine rağmen, sanayi de bu ülkelerin oldukça gerisinde kalınmıştır. Bu durumun nedenleri -belirttiğimiz gibi- izlenen politika-ların günlük olması, vakıaya göre şekillenen anlayış ve taklidin esas meleke haline gelmiş olmasıdır. Türkiye’yi sanayileşmiş bir ülke değil de, sanayileşmiş kapitalist devletlerin pazarı haline getirmiştir.

AKP hükümetiyle birlikte özelleşmemiş hiçbir sanayi kuruluşu kalmamasına rağmen, sanayileşme için yabancı yatırımın sanayinin olmazsa olmazı gibi gösterilmeye çalışılması aslında cumhuriyetin kurucularından ve on-ları takip eden haleflerine kadar kime, neye hizmet ettiklerini açık bir şekilde göstermek-tedir. Bunların, burada yaşayan insanların maslahatını gözetmekten ziyade, yörünge-sinde döndükleri kapitalist şirketleri ve on-ların avanelerinin çıkarlarını çoğaltmaktan

başka bir şeyle meşgul olmadıkları ayan beyan görünmektedir. Almanya I.ve II. Dünya Savaşları’na girmiş tabiri caizse yer-le bir olmuş, yine Japon-ya II. Dünya Savaşı’nda atom bombası yemiş ve yerle yeksan olmasına rağmen 50 yıl gibi bir sü-rede Almanya da Japon-ya da sanayide dünyanın önde gelen ülkeleri haline gelmiştir. Türkiye’nin ise

sanayide dünyada söz sahibi olmamasının sebepleri; atom bombasını yiyen, iki dünya savaşına katılıp yerle bir olan Türkiye olma-masına rağmen özellikle sanayisi ve diğer iktisadi alanlarda felce uğramış olması, zih-niyetin nasıl dumura uğratıldığını ve anlayı-şın nasıl yerle bir edildiğini açık bir şekilde göstermektedir.

O halde sorulacak soru şudur: Türkiye’nin sanayi için gerekli olan hammadde, enerji, iş gücü, sermaye, pazar gibi alanları yok mu ki sanayisi bu kadar geridir. Tabi ki hayır, ham-madde bakımından demirden, çeliğe, çinko-ya, bakıra değin birçok metalik hammaddeye sahip yine tuzlar, bor tuzları, sodyum sülfat-lar çimento hammaddesi olan metalik olma-yan madenler, tarımsal maddeler olan gıda sanayisinin hammaddesi olan un, sebze ve meyveler, hayvansal hammaddeler olan et, süt ve süt ürünleri, kâğıt ve selüloz hammad-desi olan ormanlar mevcutken Türkiye’de sanayi için gerekli olan bütün hammadde-lerin bol miktarda olduğu görülmektedir. Yine sanayi için gerekli olan enerji açısından oldukça zengindir. Linyit, hidroelektrik, jeo-termal, güneş enerjisi gibi unsurlar hakkıyla kullanıldığında enerji noktasında hiçbir sı-kıntısı söz konusu olmayacaktır.

Türkiye’de Sanayileşme Hamleleri ve Yaşanan Fiyaskolar

AKP hükümetiyle birlikte özelleşmemiş hiçbir sanayi

kuruluşu kalmamasına rağmen, sanayileşme için

yabancı yatırımın sanayinin olmazsa olmazı gibi

gösterilmeye çalışılması aslında cumhuriyetin kurucularından ve onları takip eden haleflerine

kadar kime, neye hizmet ettiklerini açık bir şekilde

göstermektedir.

Page 47: KöklüDeğişim 72.Sayı

45 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

İş gücü açısından oldukça yüksek bir genç nüfusa sahip olan Türkiye, sanayisi için ge-rekli olan iş gücünü çok rahat bir şekilde kar-şılayabilecek potansiyeldedir.

Sermaye, Türkiye kendi öz kaynaklarını kullandığında muazzam bir sermaye biriki-mine sahip olabilecek düzeydedir. Sanayileş-me için yabacı sermaye olmazsa olmaz diyen yöneticiler kendi öz sermayeleriyle bugün dünyada sanayi alanında söz sahibi olan İn-giltere, Fransa, ABD, Almanya, Japonya gibi ülkelere bakmaları gerekmektedir. Çünkü bu ülkelerin sanayilerini kurmaları, kendi öz kaynaklarını kullanmalarıyla olmuştur.

Pazar, Türkiye’nin yoğun ve genç nüfusa sahip olması üreti-len ürünün arz talep doğrultusunda birçok pazarda tüketilmesi-ni sağlayacak düzey-dedir. Özellikle Orta Asya, Ortadoğu ve Balkanlar Türkiye için çok kolay bir pazar haline gelebilir.

Türkiye’de sanayi için gerekli olan tüm unsurlar mevcut olmasına rağmen, bunların kullanılamamasını birkaç örnekle somutlaş-tıracağız. Türkiye de toplam 100-120 milyar dolar olan ihracatın sadece 40 milyar doları sanayi ürünlerine aittir. Dünya da sadece gıda sanayisinin oluşturduğu pazar 2,5 tril-yon dolar civarında iken, ABD bu pastadan 600 milyar dolar gelir sağlarken, Fransa 120 milyar dolar, Almanya 100 milyar dolar gibi bir gelir sağlamaktadır. Türkiye ise bu pasta-dan ancak 3,5 - 4 milyar dolar gelir sağlamak-tadır. Yani siz hem tarım ve hayvancılık po-tansiyeli bakımından dünyanın önde gelen ülkesi olacaksınız, hem de gıda sanayinde çok komik rakamlarda kalacaksınız.

Tıbbi cihaz üretimi noktasında, dünyada yıllık 200 milyar dolar gibi bir pazar mevcut-tur. Türkiye yıllık 500 milyon dolarlık tıbbi cihaz üretmekte ve yıllık 150 milyon dolar ihraç etmektedir. Yıllık 5 milyar dolar değe-rinde ise tıbbi cihaz ithal etmekte yani her 3-4 yılda bir Türkiye tıbbi cihaz çöplüğüne dön-mektedir.

Ağır iş makineleri üretim sanayisi, Türkiye’de olmadığı için yıllık 30 milyar dolar civarında ağır iş makineleri ithal edil-mekte, her yıl Türkiye iş makineleri yığınına dönmektedir.

Ulaşım sanayisinde ise Türkiye dev oto-motiv şirketlerinin montaj merkezi duru-

munda olup bunların Türkiye pazarında elde ettikleri yıllık gelirleri 25-30 milyar dolar civarındadır. Bu şirketlerin kendi ülke-lerinde yüksek vergi vermeleri, çevre şart-larının ağır sorum-luluklar getirmesi, iş gücünün maliyetli ol-ması ve de Türkiye de pazarın geniş olma-

sı bu sektörün Türkiye’de yoğunlaşmasını sağlamış fakat bu sektörün elde ettiği gelirin %95 ise yatırımcı olan ülkelere gitmektedir. Sadece Fransa’nın yıllık raylı sistemden elde ettiği gelir 20 milyar doların üzerindedir.

Yine sanayide gelişmişliğin bir göstergesi de ülkelerin araştırma geliştirme programla-rına ‘AR-GE’ ayırdıkları gelir açısından göz-lemlenir. AR-GE çalışmalarına ABD yıllık 150 milyar dolar, Almanya 27 milyar dolar, İngiltere 20 milyar dolar ve Türkiye ise sade-ce 350 milyon dolar kaynak ayırmaktadır.

Sanayi de önde olan bu kapitalist devlet-lerin kendi ülkeleri için stratejik öneme sahip

Türkiye’de Sanayileşme Hamleleri ve Yaşanan Fiyaskolar

Page 48: KöklüDeğişim 72.Sayı

46Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

olan kaynakları nasıl kullandığına bakıldı-ğında şunları görebiliriz. Çin’in en büyük petrol şirketinden biri olan CNOOC, 2005 yı-lında ABD’nin enerji şirketi olan UNOCAL’ı satın almak ister, fakat şirketin stratejik öne-me sahip olduğu gerekçesiyle devlet tarafın-dan satışı engellenir ve ABD, şirketlerinden birine satılır. Yine ABD’de satışa sunulan iletişim sistemi ulusal güvenlik gerekçesiyle devlet tarafından engellenmiştir. Türkiye’nin ise her alanda özelleşme programı çerçeve-sinde yabancılara satmadığı madeni, enerjisi, bankası, ulusal iletişim sistemi kalmamıştır. Bütün bunlar tamamen özelleşme kapsa-mında AKP hükümeti tarafından yabancıla-ra satılmıştır. Cumhuriyetten bu yana uydu devlet olup merkez devletlerin peşine takılan Türkiye, bazen İngiltere’nin, bazen ABD’nin, bazen de Rusya’nın peşine takılmıştır. Yöne-ticiler onlara itaat etmekte en küçük bir za-fiyet göstermezken, kendi halklarının başına aslan kesilmişlerdir. Bu yöneticiler, kendi öz

sanayilerini geliştirmeyi akıllarının ucuna dahi getirmemiş, kapitalist şirketlerin kendi ülkelerini bir pazar haline getirmelerine se-yirci kalmış ve nihayetinde Türkiye’deki 500 büyük sanayi şirketinin 150’si yabancılara ait kılmışlardır. Diğerlerindeki yabancı payları ise cabası. Bunların kârı toplam sanayiden elde edilen gelirin yarısından daha büyük kısmına tekabül etmekte, Türkiye ise yıllık 35-40 milyar dolarlık sanayi ihracatı ile hal-kın gözünü boyamaya çalışmakta ve bu şe-kilde sanayideki kaybı ise yıllık yüz milyar-larca doları bulmaktadır.

Binaenaleyh Müslüman Türkiye halkı kendi akidelerinden çıkan çözümleri hayat-larının merkezine oturttukları ve başlarında-ki bu duyarsız idarecileri indirdikleri zaman, sanayinin ve diğer iktisadi alanların nasıl bir gelişme içerisinde olacağını hepimiz görece-ğiz inşaAllah.

Türkiye’de Sanayileşme Hamleleri ve Yaşanan Fiyaskolar

46

Page 49: KöklüDeğişim 72.Sayı

47 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

ولكم زاهق هو فإذا فيدمغه الباطل على بالحق نقذف بل ا تصفون الويل مم

“Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da beynini parçalar. Bir de bakarsın yok olup gitmiş. Allah’a karşı yakıştırdığınız nitelemelerden ötürü yazıklar olsun size!” (Enbiya 18)

CIA’NİN, GELECEK OLAN HİLAFET İÇİN 2020 VİZYONU DAR

GÖRÜŞLÜDÜR

Amerika’nın eski başkan yardımcısı Dick Cheney: “Yedinci yüzyılın Hilafet’i olarak ad-landırılabilecek olan şeyi tekrar kurmaktan bah-sediyorlar. Bu 1200-1300 yıl boyunca İslam veya İslam toplumunun her şeyi kontrol ettiği za-manlardı. Batı’da Portekiz ve İspanya’dan; tüm Akdeniz’den Kuzey Afrika’ya; tüm Kuzey Afrika, Ortadoğu’dan Balkanlara; Ortaasya Cumhuriyet-leri, Rusya’nın güney ucu, Hindistan’ın epeyce bir bölümü ve günümüz modern Endonezyası’nın çevresi, yani başka bir ifadeyle bir yanda Bali ve Cakarta’dan diğer yanda Madrid’e kadar her yeri.”

Aralık 2004’te CIA’nin Ulusal İstihba-rat Konseyi (National Intelligence Council) 2020’de yeni bir Hilafet’in dünya sahnesi-ne tekrar inebileceği hakkında bir öngörü-de bulunmuştu. Bulgularını da 123 sayfalık “Global Geleceği Şekillendirmek” (Mapping the Global Future) isimli bir raporda yayınla-mıştı (www.foia.cia.gov/2020/2020.pdf). Bu raporun amacı ise mevcut trendleri yansıtarak ABD çıkarlarına karşı tehdit oluşturabilecek zor-luklara karşı bir sonraki Bush yönetimini ha-zırlamaktı.

Rapor hakkında çarpıcı olan ise, içeri-ğinde siyasal İslam ve yakın gelecekte ABD çıkarlarına karşı oluşturacağı çeşitli tehdit-lerle ilgili örneklerle dolu olmasıdır. Hatta içeriğinde 2020’de Hilafet Devleti’nin tekrar ortaya çıkması ve uluslararası duruma olan etkisini tasvir eden bir de kurgusal senaryo bile mevcuttur.

Rapor’un çeşitli yerlerinde özellikle de Hilafet hakkındaki bölümünde, kendi geçer-liğini zayıflatan varsayımları kendisine esas

Bülent KARACA

Page 50: KöklüDeğişim 72.Sayı

48Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

alıyor ve buna rağmen kurgusal senaryoda rol alan bazı argümanlardan bahsediyor. Biz ise bunun hakkında bir eleştiride bulunaca-ğız:

Rapor, yeni Hilafet’in dayanıklılığının global bir İslami hareketin iktidarı ele geçir-me çabaları ile olacağını teyid etmektedir. Global bir İslami hareketin bir sivil itaatsizli-ği başlatabilmesi veya Hilafet’i getirmek için bir ihtilal başlatması mümkün olsa da, onun gücü ve ömrünün uzun olması tamamen farklı şeylere dayanmaktadır.

Bir devletin halkının sahip olduğu ortak değerlere bağlı bir fikri kanaat, devletin da-yanımının ölçüsüdür, o devleti kuran hareketin değil. Sovyetler birliği teknolojide yetersiz ol-duğu için çökmedi, halkı komünizmi terk etti ve bundan sonra komünist parti de halkını başka bir yolla ikna edemediği için çöktü.

Hilafet’in 21. yüzyıl-da başarılı olup olmama-sı üzerindeki tek ve en önemli etken; Müslüman halkların Hilafet’in tekrar ikamesi sayesinde İslamî yaşam tarzının tekrar hayat sahasına ineceği konusunda kesin bir kanaate sahip olup olmamalarıdır. Bu konu; Hilafet kendi-sini koruyabildiği sürece ve gelişimini hassa-ten İslami ideolojiye dayandırabildiği sürece her ikisi de hızlı bir şekilde kazanılabilecek olan teknoloji ve mali kaynaklardan daha da önemlidir.

İslami hareketler, İslami dirilişin Müs-lüman ülkelerde yayılımının bir göstergesi olarak ele alınırsa her zaman çarpık bir tab-lo ortaya çıkacaktır. CIA bu yanlış standardı kullanma konusunda yalnız değildir. Bu uy-

gulama çok yaygın olup bazı think-tank ku-ruluşlarının analizlerini ve Samuel P. Hun-tington ve Francis Fukuyama gibi dikkate değer bazı yorumcuların yazılarına da leke sürmüştür.

Bu hata onların İslam’a karşı art niyetle-rinden değil de onların ferdiyetçilik felsefesi-ne bağlı olmalarının neticesidir ki, bu onların toplum anlayışlarını bozmuş ve toplumu bir fertler topluluğu seviyesine indirgemelerine yol açmıştır. Topluma sahih bir bakış şunu ortaya koyar ki toplum; ortak fikirler ve duy-gularla birbirine bağlanmış ve ortak bir sis-temin altında yaşayan bireylerden oluşur.

Halkın mevcut yönetim sistemine olan desteğinin veya alternatif bir nizama olan desteğinin derecesi sadece bu ortak fikir ve duygularla ölçülebilir.

Batılıların ferdiyetçili-ğe olan bağlılıkları, Müs-lüman ülkelerin İslami fikirler ve duygulardan etkilenmesini büyük öl-çüde küçümsemelerine ve ümmetin Hilafet’in tekrar ikamesine olan yaygın

desteğini de yanlış hesaplamalarına sebep oldu.

Rapordaki bir başka çelişkili nokta ise Hilafet’in ikamesinden sonra İslam belde-lerindeki rejimlerin domino etkisiyle birbiri ardına yıkılmayacakları iddiasıdır. Bu anla-yış da yine toplumun yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. İslam âlemi üzerinde yapılacak yüzeysel bir araştırma bile mevcut rejimlerle yönettikleri halkları arasında fikri açıdan çok güçlü bir kutuplaşmanın olduğu-nu gösterecektir. Baas rejiminin yıkılışından önce, ateist Saddam bile konuşmalarında İslami terimlere yer vermekteydi. O bunu

21. Yüzyıl Batı Sömürgeciliği ve Hilâfet’in Dönüşü (1)

Rapor, yeni Hilafet’in dayanıklılığının global bir İslami hareketin iktidarı ele

geçirme çabaları ile olacağını teyid etmektedir. Global bir

İslami hareketin bir sivil itaatsizliği başlatabilmesi veya

Hilafet’i getirmek için bir ihtilal başlatması mümkün olsa da,

onun gücü ve ömrünün uzun olması tamamen farklı şeylere

dayanmaktadır.

Page 51: KöklüDeğişim 72.Sayı

49 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

yaptı, çünkü artık halk Baasçılık, laiklik veya Arapçılık gibi fikirlerden etkilenmez olmuş ve sadece İslam’dan etkilenir olmuştu. Aynı şekilde Müşerref, Amerika’nın Afganistan’a karşı olan savaşının yanında yer aldığı zaman bu tutumunu meşrulaştırmak için Rasulul-lah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in hayatından uzun pasajlar aktarmak zorunda kalmıştı.

Çoğu İslam beldesinde laik düzeni koru-mak ve siyasal İslam’ın güç sahnesine inme-sini önleme çalışmaları, artık günlük olaylar haline gelmiştir. İslam âlemindeki rejimler batı çıkarlarının muhafızları ve İslam’a karşı olan düşmanlıklarının maşaları olarak görül-mektedirler. Müslümanlar ise bu rejimlerden sadece nefret etmektedirler ve onların varlık-larına son vermeye karşı da çok isteklidirler. Bu rejimlerin ayakta duruyor olmalarının tek sebebi onların batı devletleri tarafından inat-la desteklenmeleridir.

Günümüzde İslam Ümmeti artık devasa bir değişimin eşiğinde durmaktadır, tıpkı yaklaşık 18 yıl önce Varşova Paktı ülkeleri-nin durduğu gibi. Demir perde indi… Çünkü halk bakış açısını komünizmden kapitalizme çevirmişti. Aynı şekilde İslam Ümmeti hem komünizmi hem de kapitalizmi terk etti ve artık Hilafet’in gelişini beklemektedir ki o bu rejimlerin muhteşem bir şekilde yıkılmasına ve alternatifsiz olarak Hilafet’in onların yeri-ni almasına götürecektir.

Son olarak rapor, Müslümanların batı ma-teryalizminin günahlarına artık tahammül edemez olduğu için Hilafet’in sahillerine kaçtıklarını iddia ediyor. Bu bakış da açıkça batının yaygın görüşü olan “Hilafet’in mo-dernizmin antitezi olduğu” görüşüne dayan-maktadır. Bu algıyı batılılar nezdinde arttı-ran başka bir faktör de Müslümanların İsla-mi beldelerden batıya göç etmeleridir. Hiçbir şey gerçeklerden bu kadar uzak olamaz.

Birincisi, Müslümanların ikame etmek is-

tedikleri Hilafet, Raşidi yani doğru olan Hi-lafettir ki o insanlık medeniyetinin en zirve noktasındaydı. Bu hakikat en barizi Bernard Lewis olmak üzere birçok saygın İslam uz-manı tarafından da kabul edilen bir tarihi gerçektir.

İkincisi, Müslümanların batıya kitlesel olarak göç etmesi İslam âlemine yönelik bir dış politika girişimi idi, batı değerlerine karşı Müslümanların bir hayranlığının neticesi de-ğildi. Çoğu göçmen, belki de hepsi ya eko-nomi kaynaklı göçmendi, ya da çoğunluğu batı devletleri tarafından desteklenen rejim-lerin zulmünden kaçan siyasi sığınmacılardı. Batıya yerleşen bu Müslümanlar bile İslami inançlarına zarar vermemek için bu laik de-ğerleri kucaklamaktan uzak duruyorlar.

Avrupa tarafından gösterilen son çabala-ra bir örnek de, içindeki Müslüman nüfusa batı değerlerini benimsemeye zorlamak için “Müslümanları laikleştirme takıntısı” uğru-na yaptığı propagandadır. Bu süreç ise batı tarafından yansıtılan “Müslüman ülkelerin batılılaşmak için yalvardığı”nı resmettikleri klişeleşmiş tablonun zıddına işliyor.

Müslümanları koydukları çerçeve hata-lı bir anlayışa dayalı ki o anlayış, İslam ül-kelerinde gittikçe yayılan “Batı karşıtlığı” duygusudur. Batı çevrelerinde sıklıkla, batı karşıtı hissiyatlar batı medeniyetinin toptan-cı reddiyle eşdeğer tutulur ve köktendinci kampla ilişkilendirilir. İşin daha da kötüsü, Müslümanların batı ürünlerine olan rağbeti “batı yaşam tarzı”na özenmek olarak yorum-lanıyor. Batılılar çoğunlukla batı ürünlerini beğenenleri ılımlı kampta tasnif ediyorlar. Bu tarz bir yorum ile Müslümanları iki kam-pa tasnif etmek yanlıştır. Bu karışıklığın se-bebi Müslümanların batı karşıtı söyleminin batı ürünlerine karşıtlığın değil de batı kül-türüne olan karşıtlığın göstergesi olmasıdır. Aynı şekilde batı ürünlerine olan ilginin se-

21. Yüzyıl Batı Sömürgeciliği ve Hilâfet’in Dönüşü (1)

Page 52: KöklüDeğişim 72.Sayı

50Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

...Hilafet Devleti İslam toplumunu batının

siyasi, askeri ve ekonomik hegemonyasından kurtardıktan

sonra onlara yeni bir kader çizen güçlü ve yenilikçi bir

devlet olacaktır.

bebi de ürünlerin kalite-sinin hakkını vermektir, batı kültürünün toptancı bir kabulünün göstergesi değildir.

Yıllardır ilk defa İslam âlemi, İslam’a göre batı yaşam tarzının hangi yön-lerinin kabul edilebilece-ğini ve hangilerinin reddedilmesi gerektiği konusunda kökten bir değişim sergilemiş-tir. Günümüzde Müslümanlar bir yandan DVD’ler gibi, uydu antenleri ve televizyon-lar gibi batı ürünlerini İslami bakışları ile çe-lişmediği için kabul ediyorlar, diğer yandan özgürlük, demokrasi ve ferdiyetçilik gibi batı kavramlarını reddediyorlar, çünkü o fikirle-rin İslam’la çeliştiğine inanıyorlar. Önceleri İslam âlemi iki kesime ayrılmıştı bir taraf her şeyi batıdan almayı isteyen çağdaşlar, diğer taraf ise batı medeniyetinin her yönünü red-detmeye hevesli olan gelenekçiler. Bu zihni-yet gelişmenin önünü tıkadı ve batının İslam beldelerinde hegemonyalarını kurmalarının yolunu açtı.

Günümüzde insanlığın gelişiminden ve 21. yüzyılın standardında yaşamaktan uzak kalan Müslümanların kendisi değildir, tam tersine bu gelişmeleri engellemeyi tercih eden Batı’dır ve İslam âlemindeki rejimlerle dirsek teması içinde Müslüman kitlelere batı değerlerini dayatmada ısrar eden de yine Batı’dır. Bu tutum sadece Batılıların İslam’ı

yanlış anlamasına katkı-da bulunmakla kalmamış, batının İslam âlemine kar-şı insafsızca bir tavır al-masını da teşvik etmiştir. Ayrıca bu zihniyet batı halklarının İslam’a karşı olan ve olabilecek tüm il-gisini kaybetmesine yol

açtı. Zaten Batı’nın Irak ve Afganistan’ı işgali İslam toplumuna karşı kinini ve tahkir eği-limini tüm dünyanın gözleri önüne sermiş oldu. Eğer bu tutum tersine çevrilmezse batı kendisini çok riskli olan iki durum arasında bulacaktır.

Birincisi, Hilafet Devleti İslam toplumu-nu batının siyasi, askeri ve ekonomik hege-monyasından kurtardıktan sonra onlara yeni bir kader çizen güçlü ve yenilikçi bir devlet olacaktır. Batı bu beklenmedik kontrol kay-bından dolayı zayıf düşecek ve tekrar dünya meseleleri üzerindeki egemenliğini sürdür-mek için mücadele verecektir.

İkincisi, Hilafet hızla İslam ile bilim ara-sındaki sinerjiyi sağlayıp, bu sayede icatlar, teknoloji ve yeni bilimsel keşifler konula-rında batıyı geçecektir. Batı’nın da İslami olan her şeye karşı olumsuz tavır alması göz önüne alınırsa, kendisini bilgiye kapılarını kapatmış, gelişim ve 21. yüzyılın sorunları-na karşı halkını demir perdeyle perdelemiş olarak bulacaktır.

Devam Edecek…

21. Yüzyıl Batı Sömürgeciliği ve Hilâfet’in Dönüşü (1)

Page 53: KöklüDeğişim 72.Sayı

51 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Günümüz dünyasında batı tarafın-dan türetilmiş ve dünya toplum-larınca benimsenmiş/benimset-

tirilmiş olan birçok kavramın hayat sahası içerisinde olduğunu görmekteyiz. Bu kav-ramların bilhassa 1789 Fransız Devrimi ile birlikte Kapitalizm’in teşekkül etmesi süre-cini hazırladığı söz konusudur. Küresel güç-lerin tekelinde bulunan batı ve tüm dünya ülkeleri söz konusu güçlerin ortaya atmış olduğu bu mefhumlarla emperyalize olmuş ve bu güçlerin güdümündeki yerlerini sağ-lamlaştırabilmiştir. Laik-Sömürgeci sistemin vitrinlerinde süslü püslü raflarda gösterime çıkmış olan bu kavramlar şekil itibariyle öyle hallerde sunulmuş ki insanlar bunları altın tepsiler içerisinde görüp hiçbir sorgulama yapmaksızın almış ve hayatlarına tatbikinin gerçekleşmesi için cehtlerini harcamışlardır.

Kavramların bu denli hayatî önem taşıma-sı hasebiyle onları derinlemesine inceleyip sistemin mugalâtalarına kapılmadan anla-malıyız. Bunun yanı sıra aslında hayatımıza

tatbik edilebilirliği açısından nasıl birer yapı-sal özellikler taşıdıklarını bilip bundan sonra da bu siyasi, felsefi ve sosyolojik kavramların insanın, toplumun ve devletin vakıalarına ne derece uygun olup olmadığını tepeden tırna-ğa mülahaza etmeliyiz.

Bizde bu minval üzere incelemeler yapıp bu kavramların en önemlilerinden olan ve bazı sosyologlar nezdinde enformasyon çağı olarak isimlendirilen modern dünyanın di-namiklerini oluşturan ve laisizmin de prensi-ben kendisinden olduğu ve son süreçte bazı gazete vb tarafından yeniden gündem haline getirilmeye çalışılan “Sekülerizm” hakkında tefekkürde bulunacağız

Sekülerizm’in tanımı üzerinde bir takım düşüncelerde bulunurken aynı zamanda farklı farklı tanımlamalara da göz atıp fark-lı bakış açılarıyla kavramı ele alacağız. Ay-rıca insanlar nezdinde Sekülerizm’in nasıl anlaşıldığı meselesini de inceledikten sonra Sekülerizm’e İslami fraksiyonların bakışları-nı ve bu fraksiyonların ideologları hükmün-

Mehmet Salih ŞEKER

Page 54: KöklüDeğişim 72.Sayı

52Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

de olan cemaat liderlerinin hakkında ne tür görüşler ortaya koyduğunu ele alacağız. En sonunda ise Sekülerizm’e sahih bakışın na-sıl olduğu meselesini irdeleyip çalışmamızı sonlandıracağız inşaAllah.

Lügatte Sekülerizm: Latincede “nesil”, “periyot” (zaman dilimi) anlamına gelen za-manla Hıristiyan Latincesi’nde “dünya” an-lamında kullanılmaya başlanan sæculum’dan türemiştir. (Concise Oxford English Dictionary, Oxford Uni-

versity Press, 2004)

Din merkezli veyahut dinî öğeleri hukukî ve siyasî anlamda tayin edici kılan bir yakla-şımın tersine, bunları hukukî ve siyasî küme-den ayıran bir yaklaşımı tanımlayan Sekü-lerizm içerisinde birçok akım farklı çeşit ve teori barındırmaktadır. Aynı zamanda Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlüğü’nde Se-külerizm “Dünyacılık” karşılığını almıştır. Yine TDK bu maddeyi açıklarken sözcüğün Fransızca sécularisme sözcüğünden geldiğini beyan etmiştir. Sözcüğün Fransızca olması yine yukarıda da belirttiğimiz gibi kavramın ayak izlerinin bizleri Fransız Devrimi’ne gö-türdüğünü görüyoruz.

Sekülerizme yapılan tanım ve tanımla-malar: Seküler kelimesi Hıristiyanlık dokt-rininin parçalarından olan Tanrı’nın zaman dışında var olduğu prensibine karşılık zama-na (zamansal olmaya) vurgu niteliği taşıyan, genel olarak hayat ve idarenin dini bir mer-kezden ayrılıp dünyevi bir merkeze ilerledi-ğini, zamansal, zaman içinde var olan bir tarafa kaydığını belirten bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu fikir diğer tüm dini ve spri-tüel inançları kapsayacak şekilde genişlemiş-tir. Dini biçimde algılanabilecek veya dini kaynaklara dayandırılmış çeşitli müessese, konu ve kavramlara dini olmayan, bunlar-la dini ayıran bir bağlamda, yaklaşır. Örnek vermek gerekirse: seküler etik, seküler devlet vb. (Americans United for Separation of Church and State)

- Siyasi anlamda, sekülerizm kilise ve devletin ayrılmasıdır ki bu kilise ve devletin birleşmesi olan teokrasinin zıttıdır. Yine yu-karıda da belirttiğimiz gibi Sekülerizm siyasi bağlamda ele alındığı zaman Laiklikle pren-sipte aynı manaya gelmektedir. Fakat Dün-yacılık fikri olan sekülerizm esastır bundan ise daha sonra Dünyacılığın ilke edinilip ya-şanılabilmesi için Mistik metafiziksel öğele-rin yaşam sahasından çıkarılması için dinin çıkarılması fikri ortaya çıkacaktır. Ve böylece bu noktada laiklik ekolü ve akidesi meydana gelecektir.

- Felsefi bir açıdan, sekülerizm devletle-rin dogmatik bir inanç değil de nedensellik ve deneysellik üzerine kurulu olduğu, somut ve bilimsel temellere dayandığı kavramı ve düzenidir.

- Modern zamanlarda, genel kanı insan-ların özgürlük ve eşitlik ideallerinin yasa ile korunduğu bir siyasi sistemin kralın veya ruhban sınıfının dini dogma, istek ve kural-ları merkez alan ilahi hak ve yargılarından oluşan bir siyasi sistemden daha üstün oldu-ğu yönündedir.

Yine Sekülerizme yapışmış farklı bir ta-nıma göz attığımız zaman dinin bir toplumun kamusal mesele ve işlerine karışmaması ve bun-larla bütünleşmemesini savunan ve belirten dü-şüncedir tanımını görmekteyiz.

Sıklıkla Avrupa’daki Aydınlanma hareke-tiyle ilişkilendirilen sekülerizm, Batı toplumu ve siyasi gelişimi açısından çok önemli bir yere sahip olduğu yönündeki yorum genel kanı halindedir. ABD’deki kilise ve devletin ayrımı ve Fransa’daki laiklik (laïcité), pratik anlamda olmasa da prensip bakımından bü-yük oranda sekülerizm kaynaklıdır.

Ayrıca, sekülerizm din ve doğaüstü inanç-ların dünyayı anlamak ve günlük hayat için temel teşkil etmediğini savunan sosyal ideo-

Modern Aktörlerin Modern Replikleri “Sekülerizm’’

Page 55: KöklüDeğişim 72.Sayı

53 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

loji olarak da tanımlanmıştır.

Etik açıdan Sekülerizm: Dini temellere dayanmayan birçok etik anlayışı mevcuttur, bunların büyük çoğunluğu seküler etik baş-lığı altında incelenebilir. Bu da seküler etik teriminin fazlasıyla genişlemesi ve değişken-lik göstermesine yol açar. Örneğin hem dini veya Allah’ı reddeden etik kuramlar hem de dini veya tanrıyı kabul edip sadece etiğin tek kaynağı görmeyen kuramlar seküler etik başlığı altında incelenebilir. Tüm bu çoğul-luk da seküler etiğin tanımını güçleştirdiği gibi toplumsal boyutta algılanış biçimini de etkilemiştir. En yalın tanımla, seküler etik, dini, doğaüstü veya ila-hi temeller yerine pozi-tif, bilimsel ve rasyonel temellere dayanan etik anlayışları için kullanılan bir terimdir.

Toplumsal ve bireysel bazda incelendiğinde, dindar toplum ve bireyler de dâhil olmak üzere ço-ğunluk dini anlamda se-küler bir idarenin müm-kün ve meşru olacağını savunmaktadır. Hatta bazı dinlerin mensupla-rı dinlerinin temelde bunu savunduğu veya bu tür bir devlet tanım ve idaresine dair des-tekleyici unsurlar içerdiği ortaya koymuştur. Örnek vermek gerekirse, Hıristiyanların ço-ğunluğu seküler bir devlet anlayışını benim-semekte ve bu fikrin Hıristiyan kaynakların-da da mevcut olduğunu öne sürmektedirler.

İslami Hareketler nezdinde Sekülerizm anlayışı: Müslümanlar 1924 yılında İslam’ın Devleti olan Hilafet Devleti’nin kaldırılması hamlesi karşısında türlü isyanlar ayaklan-malar vb kontra hamleler gerçekleştirmişler-dir. Allah Subhanehu indinde hak din olan

İslam’ın kaynakları hükmündeki Kur’an ve Sünnet esası üzere kaim olan bu devletin lağ-vedilmesi “La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah” diyen yani devletin üzerine kaim edildiği esas olan bu akideye iman etmiş her-kes tarafından bu karşı atakların ayaklanma-ların ve isyanların gerçekleşmesi pek tabii bir durum idi. Zira onların bu yüce akidesinin yerine batıdan ithal edilen yeni bir akide ve bu akideden fışkıran ya da bu akide üzeri-ne bina edilmiş yazımızda da değindiğimiz gibi yeni kavramlar aralarına sokulmuştur. Birileri bu topraklar üzerinde masa üstünde bir takım sınırlar çiziyor ağızlarından salya-

lar akarcasına pazarlıkları yapıyordu. İşte bu durum karşısında örneğini ve-rebileceğimiz ayaklan-malardan en barizi Şeyh Said’in Rahmetullahi Aleyh ayaklanmasıydı. O yüce kişilik emperyalist güç-lerin reklâm ve pazar-lamalarına aldanmayıp İslam’a karşı duyulan bü-yük kinin ve nefretin pis kokusunu sezdi ve ameli-ni gerçekleştirdi neticede ise şehadet şerbetini tattı. Laik esasa dayalı devle-

tin bu topraklarda tesis edilmesiyle birlikte M. Kemal ve etrafındaki Kemalistler Takrir-i Sükûn kanunu gibi kanunlarla yıllarca Müs-lümanları bastırmaya çalıştı ve nitekim mu-vaffak oldu. Sömürgeci kâfir güçlerin bir zamanlar baş etmeye çalıştığı Müslümanlar gün geldi tefrikaya duçar oldu. Müslüman-lardan bazı gruplar bırakın tağuti sistemlere baş kaldırmayı onlara çanak tutup onların el-leri ayakları haline gelmeye başladı. Demok-rasinin en fanatik savunucularından daha da fanatik savunucular olmaya başladılar.

Örneğin; Türkiye de son periyotta böyle

Modern Aktörlerin Modern Replikleri “Sekülerizm’’

Allah Subhanehu indinde hak din olan İslam’ın kaynakları

hükmündeki Kur’an ve Sünnet esası üzere kaim olan bu devletin

lağvedilmesi “La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah”

diyen yani devletin üzerine kaim edildiği esas olan bu akideye

iman etmiş herkes tarafından bu karşı atakların ayaklanmaların ve isyanların gerçekleşmesi pek

tabii bir durum idi.

Page 56: KöklüDeğişim 72.Sayı

54Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

bir hareketin temelleri atılmış daha sonra inanılması güç bir şekilde büyümüş ivme ka-zanmış ve milyonlarca sempatizan kazanmış ve ABD’nin en önemli projelerinden biri olan “Dinlera Arası Diyalog“ projesinin bu ülke-deki dini ayağı olma rolünü üstlenmiştir. Yine Anayasa değişikliği paketinin referanduma sunulması sürecinde söz konusu cemaatin lideri tavrının Amerika’dan, Amerika’nın Müslüman Türkiye halkına sunduğu figü-ratif liderden ve yine Amerika’nın süsleyip püslediği anayasa paketinden yana olduğu-nu vurgulamıştır. İşte bu lider Sekülerizm hakkındaki bir yazısında şöyle demektedir. “İyi anlaşılmaktadır ki dinin kendisinin ne birey-sel ve toplumsal, ne de siyasal ve medenî yaşamı-mızla doğrudan ya da dolaylı herhangi bir sorunu yoktur.” (Geleceğin Modern Çağa Tanıklığı M. Enes Ergene

Yeni Akademi Yayınları-2005) Yukarıda da belirtti-ğimiz üzere sözde İslamî bir cemaatin sözde lideri bu söylemle 1300 yıl boyunca hayatın her alanında uygulanan bu dinin toplumsal içtimai iktisadi vb siyasi her yönünü hiçe saymış. İslam’ı ruhi ve siyasi boyutu olan bir din olmasının zıttına onu sadece ruhi boyuta taşımış ve bu bağlamda Laiklik ve Seküle-rizm gibi fikirleri ilk ortaya atan pis ve fasid ideologlardan farkı kalmamıştır.

Biz Müslümanlar açısından bakıldığında asıl iş Sekülerizm gibi kavramları emelleri için kullanmak adına süsleyen küresel ak-törlerden değil ancak bu kavramların ortaya atılış süreciyle birlikte kavramın türemesinin etrafında cereyan eden tüm hususlarla birlik-te incelemeliyiz. Ancak böylelikle vakıalarını daha net berrak ele alıp hangi bozuk kasıt için türetildiğini bilelim.

Nitekim aynı şey İslam için de geçerli-dir ki İslam’ı sömürgeci kâfir güçlerin Hi-lafet Devleti’ni kaldırdıktan sonra İslam Ümmeti’ne alternatif olarak sunduğu İslam anlayışından ve Müslümanlardaki tedey-

yün içgüdülerine doyum keyfiyetine alter-natif gösterecek sözde âlimlerden değil; bu yüce dinin asli kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’ten almamız gerektiğini bilmeliyiz. Zira onlar âlim diye nitelendirilseler de an-cak ve ancak kâfire hizmette kraldan fazla kralcılık yapmakta ve İslam’ın müthiş bir ivme kazandığı bu süreçlerde Hilafet proje-sinin önüne geçmek için son cehtlerini har-camaktadırlar. Buna en açık bir örnek ise Söz konusu cemaatin liderinin İslami hayatı baş-latmak adına ikinci Raşid-i Hilafet Devleti’ni kurmak için gecesini gündüzüne katan Hizb-ut Tahrirle alakalı “onları görürseniz polise ha-ber verin” gibi bir ifadesi olmuştur. Bunun da Hizb-ut Tahrirli olsun olmasın İslam’ı hayat-ta var etmek için çalışan Muvahidlere olan ABD’nin kininin ve korkusunun izdüşümü olduğu su götürmez bir gerçektir.

Lakin onların ve ajanlık ettikleri kâfirin tüm çabalarına rağmen İslam’ın ve Müslü-manların muvaffakiyeti vaki olacaktır. Nite-kim Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın buyruğu da o minval üzeredir. Vesselam…

ن افترى على الله الكذب وهو يدعى إلى اإلسلم ومن أظلم ممبأفواههم الله نور ليطفؤوا يريدون المين الظ القوم يهدي ل والله

والله متم نوره ولو كره الكافرون

“İslam’a davet edildiği halde, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir? Allah zalimler topluluğunu doğ-ru yola iletmez. Onlar Allah’ın Nurunu, ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler kerih görse de, Allah Nurunu ta-mamlayacaktır.” (Saff 7–8)

Modern Aktörlerin Modern Replikleri “Sekülerizm’’

Page 57: KöklüDeğişim 72.Sayı

55 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

12 Eylülde önümüze getirilecek olan anayasa referandumu ile Müslümanla-rın bir takım sorunlarının çözüleceği iz-

lenimi oluşturulmaya çalışılıyor. Bu referan-dumdan sonra ise kalan sorunların seçimle beraber çözüleceği yönünde de bir anlayış verilmeye çalışılıyor. İşte bu minvalde hum-malı bir şekilde çalışan demokratik siyasi partiler, STK’lar ve medya gündemi adeta tek başına bu konuda şekillendirmektedir. Asli sorunların kaynağını ve çözümlerini bi-len içimizdeki İslami kitlelerin ve İslami ay-dınların bir kısmı hariç, diğerleri gündemle oluşan iki kesimden birinde taraf olmaya ça-lışmaktadır. Kısacası iki çıkmaz sokaktan bi-rine girmeye çalışıyorlar. Hâlbuki ne “evet” demeleri ne de “hayır” demeleri sorunu çöz-meyecektir.

Bununla beraber bu kitlelerin ve aydınla-rın bir bölümü İslamî bir partinin olmayacağı veya İslam ile partinin bir arada anılmayaca-ğını düşünüyorlar. Bunun birçok nedeni var.

Bunlara tek tek girme imkânımız olmadığı için birkaç mesele üzerinden konuyu açma-ya çalışacağım.

Türkiye’de faaliyet gösteren demokratik partilerin, Müslümanların zihninde bırak-mış olduğu intiba oldukça çirkindir. İslami hassasiyeti olan insanları veya İslami kitlele-ri, bir kenara ayıralım, magazin ile uğraşan insanlar bile bu rahatsızlığı açıkça dile getir-mektedirler. Bu partilerin bırakmış olduğu izlenim öyle bir hale gelmiştir ki, geçtiğimiz seçimlerde magazin ile uğraşan insanlara mikrofon uzatılarak “siz seçimde her hangi bir partiden aday olacak mısınız” sorusuna verdikleri cevap oldukça önemlidir. Bu so-rulara cevap veren insanların içinde ses ve sinema sanatçıları olduğu gibi dansözlük ya-panlarda vardı. Özellikle dansözlük yapan-ların verdiği cevap konunun anlaşılması açı-sından ehemmiyetli olduğundan örnek ver-meye değer görüyorum. Dansözlük yapanlar bu soruya cevap verirken yüzlerini buruş-

A. Celil CENGİZ

Page 58: KöklüDeğişim 72.Sayı

56Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Türkiye’de en kirli ve pis işlerin liderliğini

demokratik siyasi partililer ve onların birinci dereceden

yakınları tarafından yapıldığı Müslümanlar nezdinde bilinmektedir.

Bundan dolayı siyasi parti başkanlarının İslami bir parti olmadıklarının altını sık sık

çizdiklerini görmekteyiz.

turarak “hayır, kesinlikle düşünmüyorum, siyaset bana göre bir iş değil” demişlerdir. Kendisinin yaptığı işi daha itibarlı görerek siyasetle uğraşmayı kendisine yakıştırmayan bu insanlar siyaseti çirkin bir iş gibi görerek bu cevabı vermiştir.

Türkiye’de yaşayan birçok insanda böy-le bir düşüncenin olması üzücü olsa da şa-şırtıcı değildir. Çünkü bu insanlar İslami bir partinin çözüm ile ilgili fikir ve uygulama yöntemlerinden yeterince haberdar olmaya-bilirler. Bununla beraber demokratik siyasi partilerin meşhur özelliklerinden olan; ya-lan, ihanet, halkı küçük görme, dolandırıcı-lık, sahtekârlık, daha birçok kirli iş ve davranışlar tabiî ki İslami kitlelerin de siyasete soğuk bakmalarını ve uzak durmalarını sağlamıştır. Türkiye’de en kirli ve pis iş-lerin liderliğini demokratik siyasi partililer ve onların birinci dereceden yakınları tarafından yapıldığı Müslü-manlar nezdinde bilinmek-tedir. Bundan dolayı siyasi parti başkanlarının İslami bir parti olmadıklarının altı-nı sık sık çizdiklerini görmekteyiz.

Fakat İslami kesimde, özellikle bu kesimin oluşturduğu kitlelerin bazılarında bu düşün-cenin olması sadece üzücü olmakla kalmayıp insanı şaşırtmaktadır. Çünkü bu tür kitleleş-melerin önem verdiği asıl mesele Allah Cel-le Celaluhu’nun rızasıdır. Rızasını aradıkları Allah Celle Celaluhu’da insanların aklından çıkan günü birlik çözümlerin reddini Müslü-manlara emretmiş ve yerine bütün insanlığın sorunlarının çözümünü gösteren nizamı va-hiy vasıtası ile göndermiştir. Bununla beraber bu kitleler özelde Müslümanları genelde ise tüm insanlığı içinde bulunmuş olduğu kötü

durumdan kurtarıp, Allah Celle Celaluhu’nun “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı üm-metsiniz…” (Ali İmran 110) ayetinin mefhumu-nu bünyelerinde bulundurma zorunlulukları vardır. Bu önemli sorumluluğu göz ardı et-meleri şaşırtıcıdır. Özelde Türkiye‘deki in-sanların genelde ise tüm insanlığın kurtulu-şunun bu kitleler eliyle olacağını düşünmek ise bakışlarının hatalarından dolayı üzücü-dür. Özetle bu kitlelerin kuruluş gerekçeleri insanları kula kulluktan Allah’a kulluğa, Mil-letten ise Ümmete dönüştürme meselesidir. Bu mesele ise tamamen siyasi bir iştir. Çünkü insanlar arasındaki ilişkiler siyasetle düzen-

lenir. Bu nedenden dolayı bu kitlelerin yukarıdaki gibi bir anlayış içine girmeleri oldukça anlamsızdır. Allah Celle Celaluhu’nun bildirdi-ği gibi insanlar için çıkarıl-mış en hayırlı ümmet olma vasfı Müslümanların olun-ca, insanların içine düşmüş olduğu dalalet çukurundan ancak İslami bir nizam ile çı-kabileceği tartışmaya kapalı bir konudur. Bununla bera-ber İslami bir nizamın tesi-

sinin İslami kitlelerin çalışmaları ile hâkim kılınacağı gün gibi açıkken, bunları makale konusu yapmak beni derinden üzmektedir.

Türkiye’de kirli işlerin yapıldığı yerlerin başında ilk akla gelenler demokratik siyasi partilerin olduğu halkın gözünde bu kadar meşhur olmuşken, tertemiz sicili ile halkın önüne İslami köklü çözümler sunan kitleler gösterilmemektedir. Bu konu en az bir ki-tapçık olacak kadar detaylı ve teferruatlı bir mesele olsa da bir makale ile sınırlandırarak aktarmaya çalışayım.

Malumunuz 1924’de Hilafet kaldırılmış ve bunu kaldırmak için İttihat ve terakki gibi

Türkiye’deki İslamî Kitlelere ve İslamî Aydınlara…

Page 59: KöklüDeğişim 72.Sayı

57 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

laik partiler kurulmuştur. Laik partiler vası-tası ile Hilafet ilga edilip yerine Cumhuriyet ilan edilmiştir. Demek ki yeni bir toplum oluşturmak için siyaset ile uğraşan partiler zorunludur. Çünkü toplumun kendi içinde-ki ilişkileri olduğu gibi, diğer toplumlarla da ilişkileri olacaktır. Bu ilişkileri düzenleyen bir nizam şarttır. İslami nizamı yıkılıp yeri-ne laik bir nizam kuruluyorsa yani İslami bir toplumun yerine laik bir toplum oluşturul-maya başlanıyorsa, bu laik partilerin kurul-masını zorunlu hale getirir ve öylede olmuş-tur. Dikkat çekmeye çalıştığım ise bir nizamı başka bir nizam ile değiştirmek isteyenler bu işi partiler vasıtası ile yapmışlardır.

Burada iki tanımı hatırlatmakta fayda gö-rüyorum. Çünkü bu tanımların yanlış öğre-tilmesi sonucu çözüm bulmak imkânsızdır. Toplum: Aynı fikirlerin, aynı duyguların ve aynı türden bir nizamın birbirine bağlamış olduğu in-san topluluğudur. Yani sadece insanların top-lamı değil, aralarında alakaların/ilişkilerin bulunması ile meydana gelen insan toplulu-ğudur. İnsanlardaki fikir, duygu ve bu fikir ve duygularla uyum içinde ki bir nizam ile toplum oluşur. Parti: İnandıkları yaşam tarzını toplumda var etme iradesi gösteren kitleye denir. Bu tanımları göz önünde bulundurarak ku-rulmuş olan partilerin nasıl bir parti olduğu-nu ve nasıl bir toplum oluşturmaya çalıştığını anlamak zor olmasa gerektir. Laik ve demok-ratik esas üzerine kurulan partilerin oluştur-mak istediği toplum bu esaslarla çelişmeyen ve uyum içinde olan insanlar toplamıdır. Bu nedenle, toplumun kendi içindeki ve diğer toplumlar ile olan ilişkilerini düzenlemek için laik esasa dayalı kanun ve düzenlemeler topluma dayatılır. Dayatırlar diyorum çünkü toplumun hala duyguları İslami’dir ve duy-guları İslami olan topluma laik nizamı dayat-maktan başka çareleri yoktur.

Bu düzenlemeler İslami bir partinin oluş-turulmasının da önünü kapatmıştır. Laik esa-

sa dayalı bir nizam kuranlar, İslami çözümü topluma sunabilecek partileri de yasaklaya-rak toplumu tamamen İslami çözümlerden uzaklaştırmayı sağlamışlardır. Bunu siyasi partiler kanununun 86. maddesinde “Siyasi partiler, Türkiye Cumhuriyetinin laik niteliğinin değiştirilmesi ve halifeliğin yeniden kurulması amacını güdemez ve bu amaca yönelik faaliyet-lerde bulunamazlar” ifadesi ile güvence altına almışlardır. Bu maddeyi, toplumun kendi içindeki ve diğer toplumlarla olan ilişkileri-ni, İslami bir nizam ile düzenlemek isteyen bir partinin kurulamayacağı şeklinde özetle-yebiliriz. Durum bu hal üzere seyrederken, yani özelde Müslümanların genelde tüm in-sanlığın çözümsüzlükten ne yapacağını şa-şırmışken, İslami kitlelerin ve ferdi çalışan İslami aydınların bir kesimi toplumun önüne sunulan referandum veya genel seçimlerde bir taraf olmaya çalışıyorlar. İki çözümsüz-lükten birinin yanında yer almayı yapılacak bir iş gibi görüyorlar.

Hâlbuki İslami kitleler veya İslami aydın-lar, referandumda “evet” veya “hayır” seçe-neklerinden birini seçip bu doğrultuda taban ve toplumu yönlendirmekten vazgeçmelidir-ler. Yine bu toplumun içinde taban tutmuş bir kısım İslami kitlelerin, ellerinde bulunan alternatiflerini toplumun önüne sunmalıdır-lar. Hatta bu gün bunu tek başlarına yapma-ları zor olacağından dolayı bir araya gelip büyük bir çoğunluk oluşturarak toplumun içine hep birlikte girmelidirler. Konferans-lar, paneller, basın açıklamaları gibi birçok yöntemi kullanmalıdırlar. Tıpkı demokratik partilerin yaptığı gibi birçok şehirde bu orga-nizeleri yapmalıdırlar. Bu nizamı arzulayan ve ferdi çalışan İslami aydınları ve toplumun diğer kesimlerini yanlarına alarak, Müslü-man Türkiye halkına unutturulan İslami çö-zümleri tekrar hatırlatmalıdırlar. Aslında Al-lah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem yaptığı gibi toplumun içinde bulunan laik nizamın

Türkiye’deki İslamî Kitlelere ve İslamî Aydınlara…

Page 60: KöklüDeğişim 72.Sayı

58Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

sorunlarını çözemeyeceğini bunun yerine vahiy kaynaklı bir anayasanın ellerinde bu-lunduğunu göstermelidirler.

Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem içinde bulunduğu toplumun yaşam tarzını germekle kalmadı, bununla beraber insanla-rın top yekûn sorunlarını çözecek, fikirler su-nuyordu. Böylece bu İslami kitleler toplum-da oluşturulan ‘’evet’’ veya ‘’hayır’’ yönünde tartışmaların yerine ellerinde bulunan İslami anayasanın tanıtımını ve bunun uygulanış şeklinin nasıl olduğunu anlatarak İslami tartışmaların oluşmasını sağlamalıdırlar. Bu şekilde yıllardır birçok kez değiştirilen laik anayasala-rın insanların sorunlarını çözemeyeceğini gerçeğini anlatmalı ve sorunlarının İslami bir anayasa ile ne ka-dar kolay ve kesin çözüme ulaşacağını topluma açık-layarak göstermelidirler. Hatta bu anayasanın insani olması nedeniyle İslami ol-mayan toplumlarında so-runlarını çözebildiğini bu neden ile bütün insanlığın böyle bir anayasaya ihtiya-cı olduğunun altını çizmelidirler.

Bu kitleler bir taraftan önümüzdeki se-çimlere kadar kamuoyunu İslami anayasa tartışmaları ile yönlendirirken diğer taraf-tan İslami olmayan partilerden birinin bunu (İslami anayasayı) uygula(ya)mayacağını ve bunun reel olabilmesinin ancak İslami parti tarafından sağlanabileceğini anlatmalıdır-lar. Aksi halde Müslüman Türkiye halkına, demokratik partilerden birine oy vererek sorunlarına yeni sorunlar eklenmesini engel-leyemeyeceklerini belirtmelidirler. Burada bir şeyin altını çizmek istiyorum, bir nizama muhalif olan kitlelerin sadece muhalif olma-

ları yetmez, yerine bir nizam sunmaları ge-rekir. Tıpkı Rasûl SallAllahu Aleyhi ve Sellem yaptığı gibi. Bununla beraber topluma bunu anlatacak ve benimsettirecek partisel çalış-malar gereklidir. İslami kitleler ve aydınlar bunu yapmazsa demokratik kitleler ve ay-dınlar yapmaya devam edeceklerdir.

İslami kitleler ve İslami aydınlar bilmek-tedir ki, 87 yıldır İslami yaşamdan resmen uzaklaştırılmış olan Müslümanların içinde bulunduğumuz durumdaki hali içler acısı-dır. Yani artık sözün bittiği yerdeyiz. Ümmet için değer taşıyan sizler artık üzerinize aldı-

ğınız sorumluluğun gere-ğini yerine getirmelisiniz. Ümmetin önüne bu doğru-lar sunulmadıkça bu Üm-met geçmişteki gibi kula kulluktan kurtulup Allah’a kulluğa ulaşamayacaktır. Geçmişinde adalet üzerine tarih yazmış olan bu Millet, Ümmet olma yönünde iler-lemeyecektir. Bu noktada İslami kitlelerin ve aydınla-rın işleri bir nebze kolaylaş-mıştır. Çünkü hali hazırda anayasa tartışmaları vardır.

Bu tartışmaları oluşturmuş olan laik sistemin kamuoyunu İslami anayasa tartışmalarına yönlendirmek zor değildir. Müslümanlar laik sistemin tartışmalarına taraf olmayıp kendi gündemlerini oluşturmalıdırlar.

Bırakın dansözlerin ve hali hazırda bu-lunan demokratik partilerin izlenimlerini, siyasete ciddi bir atılımı hep beraber yapın. Ümmetin birçok sorunu var bunu bende bili-yorum fakat bu sorunların çözümü bir kısım siyasetle değil toptan bir siyasi çözümle olur. Bu çözümlerin toplamı da kemale erdirilmiş bir din ile zaten elinizde. Bunun için sizin gibi Ümmetin içinden çıkmış İslami kitleler

Türkiye’deki İslamî Kitlelere ve İslamî Aydınlara…

İslami kitleler ve İslami aydınlar bilmektedir ki,

87 yıldır İslami yaşamdan resmen uzaklaştırılmış

olan Müslümanların içinde bulunduğumuz durumdaki

hali içler acısıdır. Yani artık sözün bittiği yerdeyiz. Ümmet için değer taşıyan

sizler artık üzerinize aldığınız sorumluluğun gereğini yerine

getirmelisiniz.

Page 61: KöklüDeğişim 72.Sayı

59 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

siyasetle uğraşmaz ve insanların sorunlarına İslami çözümler sunmazsa bunu demokratik partiler laiklik esasına göre yapar. Böyle bir nizamda ve laiklik esası üzerine kurulmuş partilerle; ne ekonomi, ne ahlak, ne de ba-şörtüsü gibi sorunlar çözülür. Ne Filistin’de ve Afganistan’da öldürülen Müslümanların sıkıntılarının dindirilmesi, ne de Gazze’ye yardım götüren gemiye saldıran “İsrail”in cezalandırılması imkânsızdır. Her gün zü-lüm ile kalkıp yatan Kürt’lerin sıkıntıları da bu şekilde asla çözülmeyecektir.

Son olarak güncel sorunların asıl kaynağı laik ve demokratik nizamın kendisidir. Laik, demokratik nizam ne Müslümanların nede insanların sorunlarını çözememiştir. Siyaset gerçekler üzerinden yürümek zorundadır. Gerçekler göz ardı edildiğinde sonuçların-

dan doğan sıkıntıları hepimiz çekmekteyiz. Sorunlar laik nizamın sunduğu birkaç ana-yasa maddesi ile değil, İslam akidesi merkez-li köklü bir anayasa ile çözülecektir. Bu akide ile Türkiye halkının kökleri aynı olduğu için Mekke’de olduğu gibi kısa bir zamanda top-lum bu anayasanın yürürlüğe girmesini iste-yecektir. Sadece buna ön ayak olacak bu so-rumluluğun bedelini ödeyebilecek temiz in-sanlara ihtiyaç vardır. İşte onlar sizlersiniz!

ة أخرجت للناس تأمرون بالمعروف وتنهون عن كنتم خير أمالمنكر

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötü-lükten men’edersiniz ve Allah’a inanırsı-nız.” (Âli İmran 110)

Türkiye’deki İslamî Kitlelere ve İslamî Aydınlara…

59

Page 62: KöklüDeğişim 72.Sayı

60Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

beraber ortaya çıkmıştır. Bu yüzdendir ki, hemen her dönemde hükümetlere yönelik yolsuzluk iddiaları hiç eksik olmamıştır. Ne var ki siyasetin bu çirkin yüzü, kasıtlı olarak ortaya atılan bazı anlamsız tartışmalarla giz-lenmeye çalışılmıştır. Bazen de bir kasıt olsun veya olmasın, yapılan bir takım tartışmalar, hakarete varan atışmalar, kapitalist siyasetin ne derece basitleştiğini, siyasetçilerin seviye-lerin ne derece düştüğünü kanıtlamaktadır. Öyle ki Türkiye’de çok önemli ve bir an önce çözülmesi gereken sorunlar varken, çatışma-ların ve süregelen pazarlıkların gölgesinde her geçen gün yeni bir asker cenazesi yürek-leri dağlarken, dahası bin bir türlü zahmetle büyüyen, yetiştirilen gencecik insanların bile bile ölüme gönderildiği ortaya çıkmışken, işte böylesi kritik bir ortamda ilginç ve sevi-yesiz bir takım tartışmalar yaşanmıştır. Refe-randum turlarına çıkan liderlerin üslupları gün geçtikçe sertleşmekte ve seviyesizleş-mektedir. Gündemden kopuk ve toplumun

Müslümanların sahip olduğu, İs-lam ile şekillenmiş kavramları, İslam’ın rafa kaldırılmasıyla bera-

ber yozlaştırılmış, maksadından kaydırılmış, içi boşaltılmış bir hale gelmiştir. Bu kavram-lardan biride siyaset kavramıdır ki, Müslü-manlar için son derece önemli ve Kur’an’ın üzerinde önemli durduğu bir kavramdır. İs-lami mefhumların ve İslami kavramların de-ğiştirildiği, muğlâklaştırıldığı, yozlaştırıldığı vahim bir süreçte, siyaset kavramına da ka-ranlık işlerin, yalanın, dolandırıcılığın hâkim olduğu bir mana yüklenmiştir. Bu yüzden “siyasetten ve şeytandan Allah’a sığınmak” tar-zında ki düşünceler ortaya çıkmış, müminin siyasetten uzaklaşması gerektiği zehabına kapılmıştır Müslümanlar.

Elbette bugünkü siyaset anlayışı, dolan-dırmak, efendiye hizmet etmek, menfaat pe-şinde koşmak, yolsuzluk yapmak, ikiyüzlü davranmak şeklinde yansımaktadır. Kapita-list siyaset anlayışı, kapitalizmin doğuşu ile

Halime AYDIN

Page 63: KöklüDeğişim 72.Sayı

61 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

sorunları ile dalga geçer gibi böylesi mevzu-lar tartışılır olmuştur.

Önce Bülent Arınç’ın Kemal Kılıç-daroğlu’nun boyu ile alakalı yaptığı gereksiz açıklama, ardından Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Başbakanın boyu ne kadar?” şeklindeki soru-su, anlamsız bir söz dalaşının gündemi meş-gul etmesine sebep olmuştur. Daha sonra ise referandum turlarına devam eden Tayyip Er-doğan -tartışmayı Bülent Arınç’ın başlattığını unutmuş olsa gerek- Gaziantep’te “Başbakanın boyu ne kadar, yahu bu sorulur mu Başbakan’a? Önemli olan boy değil, önemli olan soy, soy...” diye seslenmiş ve polemiği başka bir boyutta devam ettirmişti. İktidarda olduğu günden beri, bü-tünlükten, beraberlikten bahseden, Türklüğü değil Türkiye vatandaşlığını ön plana çıkaran Erdoğan, bu açıklamasıyla büyük bir yanlış yapmıştır. Önceki söylemleri ile çelişmiştir. Bu noktada Nazlı Ilıcak’ın yorumunu yer verelim:

“Yanlış zeminde cereyan eden tartışma giderek çirkin-leşiyor. Tayyip Erdoğan’ın “Boy değil, soy önemli” sözlerini sarf etmesin-den az sonra, Ankara Büyükşehir Belediye Başka-nı Melih Gökçek’in “Kemal Kılıçdaroğlu’nun annesinin Ermeni olduğunu” söylemesi ne kadar ayıp! Bakalım AK Parti bunun faturası-nı Melih Gökçek’e kesecek mi? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kemal Kılıçdaroğlu’nun soyunu hedef alan “Kafatasçı yaklaşımı” mesele yapa-cak mı? Yapmalı; zira kendisi için benzer lâf eden Canan Arıtman aleyhine dava açmıştı; CHP de Canan Arıtman’ı disipline sevk etmişti. “Annesi Ermeni” sözünün karalama amaçlı kullanılma-sı, Ermeni vatandaşlarımız açısından da rencide edici. Başbakan, “Soy önemli” diyorsa, referan-

dum kampanyasının bu denli “soysuzlaşması-na” müsaade etmemeli.”

İşte böyle seviyesiz üsluplar ile yapılan seviyesiz tartışmalar gündemi meşgul etmiş-tir ne yazık ki. Hâlbuki yönetici vasfını taşı-yacak bir insanı ele aldığımızda, boyunun öl-çüsünden, soyunun kimlere dayandığından çok, genel anlamda yapacağı hayırlı icraatla-rı, halkın sorunlarına cevap verebilecek ka-biliyette olması, insanların bir birine güven duyduğu bir toplumsal yaşamı oluşturabile-cek amellerde bulunması önemlidir. Zaten bu hasletleri gerçekleştirebilecek bir yöneticinin, kendini yaratana, yoktan var edene başkal-

dırmadan, onun yasalarını tatbik edenden başkasının olması mümkün değildir. İster Türk, ister Kürt, ister Arap soyundan gelsin, bu yöneticinin başarısını veya başarısızlığını etkileyebi-lecek bir kıstas değildir. Buna rağmen gerek Tay-yip Erdoğan ve Abdullah Gül’e yönelik, gerekse Ak Partili diğer kişilere yö-nelik bu yönde çok iddia ortaya atılmıştır. Örneğin;

Ergenekon sanığı Ergün Poyraz, Erdoğan ve Gül’ün Yahudi kökenli olduğu şeklinde iddi-alar ortaya atmıştır. Bu örnekte olduğu gibi birtakım insanlarda mevcut yöneticilerin özellikle Ermeni veya Yahudi kökenli olduk-ları iddialarını gündeme getirmek ve bunu kanıtlamaya yönelik bir çabanın olduğuna şahit olmuştuk ve hala olmaktayız. Biz ise, hem Ak Parti’nin hem de geçmişte CHP’nin icraatlarından örnekler verelim ki bu icraat-ların ümmete vurduğu ağır darbelerin karşı-sında, bu özelliklerin hiçbir önem arz etme-diğini görebilelim.

CHP’nin bugüne kadar bu topraklar üze-

Kapitalist Siyaset ve Anlamsız Tartışmalar

...Yönetici vasfını taşıyacak bir insanı ele aldığımızda,

boyunun ölçüsünden, soyunun kimlere dayandığından çok,

genel anlamda yapacağı hayırlı icraatları, halkın sorunlarına cevap verebilecek kabiliyette olması, insanların bir birine

güven duyduğu bir toplumsal yaşamı oluşturabilecek amellerde bulunması

önemlidir.

Page 64: KöklüDeğişim 72.Sayı

62Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

rinde yaşayan Müslüman halk adına olum-lu herhangi bir şey yapmadığını bilmek zor değildir. Hatta Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek başına iktidar olduğu 1920-1950 arası yıl-larda, Müslümanlara ve İslam’a yapılan sal-dırılar, unutulmuş değildir. Tek bir örnek ve-relim; o yıllarda CHP tarafından Türkiye’nin değişik illerinde yaklaşık 900 cami ve mescit ibadete kapatılırken, bazıları yıkılmış, yıllar-ca samanlık, depo ve askerî sevkiyatlarda kullanılan atların barınma mekânı olarak kullanılmıştı. İnsanları Osmanlı’nın sözde diktatörlüğünden(!) kur-tarıp, özgürleştirdiklerini iddia edenler, daha nice baskılar uygulamışlar, kanunlarını dikta etmiş-lerdir. Şu anda iktidar olmasa da, değiştiklerine inandırmak için bazı gi-rişimlerde bulunan CHP, muhalefet etmekten, AKP ile uğraşmaktan başka hiçbir görev edinmemiştir kendisine.

Her katıldıkları prog-ramda, her konuşmala-rında icraatlarını anlatan Başbakan ve AKP de, bu ümmetin hayrına yönelik hiçbir icraatta bulunma-mıştır. Son günlerde 12 Eylül mağdurların-dan örnekler veren, haksız yere zindanlara atıldıklarını dile getirip, şiirler okuyan, ede-biyat yapan Erdoğan, iktidara geldiği günden bugüne, hayra davet eden ve marufu emre-den Müslümanları, -hatta Müslüman bir ka-dını- tek tek evlerinden toplayıp, zindanlara atmaktan geri durmamıştır. 12 Eylülde zu-lüm görenlere ağlayan bir yöneticinin bizzat kendisinin zulmetmesi, her şeyi açıklamak-tadır aslında. Başbakan hangi soydan gelir bilemeyiz ama icraatlarının ümmete verdiği

zararın yanında bunun bir önemi yoktur. Amerika’nın BOP faaliyetleri ekseninde ken-disine yüklenen misyon, İslam’ın yanlış anla-şılmasını, tevhid bilincinin zaafa uğramasını devam ettirmiştir. Özellikle “İsrail”e yönelik çıkışları, İslam’ın çizdiği lider portresinin an-laşılmamasında veya yanlış anlaşılmasında etkili olmuştur. Hâlbuki arka planda “İsrail” ile olan kadim dostluk devam etmiştir. Hatta “İsrail” devlet istatistik kurumundan yapı-lan açıklamaya göre, Türkiye ile “İsrail” ara-sındaki askeri ve sivil alandaki ticari ilişkiler

2010 yılının ilk altı ayında artmaya devam etmiştir. Buna göre Türkiye’nin “İsrail”e ihracatı yüzde 30 artarak, 1,04 milyar dola-ra çıkmış, aynı dönemde “İsrail”in Türkiye’ye ih-racatı ise yüzde 32 artarak 811,8 milyon dolara yük-selmiştir. Dünyanın gö-züne baka baka, hiç kim-seden korkmadan, adeta meydan okuyarak zalimce katledilen müslümanlar, uluslar arası suç işlendiği halde hesabı sorulmadan, unutulup gitmiş ve daha da ötesi katille ilişkiler devam etmiştir. Kendi-

sini Filistinlilerin ‘hamisi’ olarak gösteren AKP iktidarı, “İsrail” hükümetini eleştiriyor gibi görünse de gerçekte “İsrail” varlığı ile hiçbir askeri, ekonomik ve diplomatik ilişki-sini askıya almamış, arttırarak devam ettir-miştir. AKP’nin icraatları hep Amerika’nın, “İsrail”in lehine olmuştur, Müslümanların değil. Bunu gizlemek içinde insanlara hoş gelen bütün üsluplar kullanılmaktadır.

كأنهم لقولهم تسمع يقولوا ن واإ أجسامهم تعجبك رأيتهم ذا واإسندة يحسبون كل صيحة عليهم هم العدو فاحذرهم قاتلهم خشب م

الله أنى يؤفكون

Kapitalist Siyaset ve Anlamsız Tartışmalar

Her katıldıkları programda, her konuşmalarında icraatlarını

anlatan Başbakan ve AKP de, bu ümmetin hayrına yönelik

hiçbir icraatta bulunmamıştır. Son günlerde 12 Eylül

mağdurlarından örnekler veren, haksız yere zindanlara

atıldıklarını dile getirip, şiirler okuyan, edebiyat yapan Erdoğan, iktidara geldiği günden bugüne,

hayra davet eden ve marufu emreden Müslümanları, -hatta Müslüman bir kadını- tek tek

evlerinden toplayıp, zindanlara atmaktan geri durmamıştır.

Page 65: KöklüDeğişim 72.Sayı

63 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşu-na gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler-dir.” (Münafikun 4)

Geçmişte Müslümanların farklı soylardan gelen yöneticileri olmuştur. Ancak İslam’ın hakkıyla tatbik edenler ümmeti her alanda kalkındırmışlardır. Yöneticiler ne zaman ki İslam’dan kopmuş ve beşeri nizamlarla hükmetmeye başlamışlar ise, o zamandan itibaren ümmete zarar veren icraatlar ger-çekleştirmişlerdir. Acziyet ürünü, çelişkilerle dolu bir nizam ile insanlara hükmedenler, hangi soydan gelirlerse gelsinler, kalkınma-yı gerçekleştiremeyeceklerdir. Fayda verme-yen icraatlar yaptıkları gibi, fayda verme-yen polemiklere dalıp gideceklerdir. Bugün Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı, ekonomi-de, hayat pahalılığında, işsizlikte, toplumda gerçekleşen gayr-i ahlaki ve gayr-i insani va-kıalar karşısında böyle polemiklere girmek acizliğin göstergesidir.

Bu basit konularla uğraşmayı, topluma li-derlik eden, toplumu temsil ettiği söylenen

insanlara yakışmayacak ifadelerle ağız dala-şı yapmayı bırakıp, yerlere inmiş seviyenin kurtarılması gerektiğini söyleyebilirdik ama menfaat eksenli yaşayan yöneticilere de bu üsluplar yakışır demek daha anlamlı olacak-tır. Dünyada şirke dayalı, menfaatperest bu sistemler yerle bir olmadıkça, bu liderlere ve üsluplarına şahit olacağız. Ümmetin so-runları ile dertlenen, ümmetin beklentilerini karşılayan, faydasız sözlerden ve amellerden uzak duran, Allahu Teâlâ’nın şu ayette bil-dirdiği vasıfları taşıyan mümin ve işinin ehli yöneticiler, ancak İslam Nizamı’nın gelmesi ile gelecektir.

إنما كان قول المؤمنين إذا دعوا إلى الله ورسوله ليحكم بينهم أن يقولوا سمعنا وأطعنا وأولئك هم المفلحون

“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasulü’ne davet edildiklerinde, mümin-lerin sözü ancak ‘işittik ve itaat ettik’ deme-leridir. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” (Nur 51)

Kapitalist Siyaset ve Anlamsız Tartışmalar

Page 66: KöklüDeğişim 72.Sayı

64Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Türkiye’de Hilafetle ilgili iki karşıt görüş var. Bunlardan birisine göre Hilafeti emperyalizm kaldırmıştır.

Müslümanların potansiyel gücünü ve güç birliğini dağıtmak isteyen emperyalizm, Müslümanların birliğinin temsilcisi ve sem-bolü olan Hilafeti ilga etmiş ve kaldırmıştır (Örnek olarak bununla ilgili tezlerden birisi, ‘Keyfe Hüdimet el Hilafe’ kitabında Abdul-kadim Zellum tarafından işlenmiştir, Daru’l Umme). İkinci görüşe göre emperyalizm, Hilafeti Amerikan merkezli olarak yeniden ihya etmek istemektedir. Peki, bu iki tezden hangisi doğrudur? Yerine göre ikisi de doğru olabilir. Birisi de çıkar Nasreddin Hoca gibi, “Yahu ikisi birden nasıl doğru olabilir” diye de sorabilir. Nasreddin Hoca’nın diliyle bu soruyu soran kişi de haklıdır. Evet; hilafetin kaldırılmasının arkasında emperyalist emel-ler ve planlar yatmaktadır. Aksi takdirde, Müslümanlar bu ahval ve şerait içinde olmaz ve Filistin kaybedilmezdi. Kaybedilse bile yeniden kazanılır ve İslâm dünyası toparla-nırdı. Elbette emperyalizm iki şıkkıyla birlik-te İslâm âleminde ulusçuluk akımını yaymak

istemiştir. Bunu Ortadoğu eksenli Churc-hilzm ve İngiltere ve Asya merkezli olarak da Stalin ve SSCB yapmıştır. Tarihi gerçek-ler örtbas edilemez. Peki, o halde Amerikan emperyalizmi neden ve niçin birlik sembolü olan Hilafeti ihya etmek istesin? Bu da ye-rinde bir sorudur. Esasında, emperyalizm Hilafeti ihya etmek istemez. Ama nasıl bir Hilafeti ihya etmek istemez. Kendinden gü-dümlü veya eskilerin deyimiyle müteharrik bizzat olan hilafeti emperyalizm niye istesin ki? Hayat alanını daraltmaya kastı mı var? Hilafet, hayat alanını ve hayat tarzını tehdit eder. Bush 11 Eylül’den sonra “Hayat tarzı-mıza saldırmışlardı” dememiş miydi?

Öyleyse emperyalizm kendinden güdüm-lü değil emperyalizm güdümlü Hilafeti ister ama bu gerçek manada Hilafet olabilir mi? Tabir caizse suyuna tirit bir Hilafet olur. Zira fıkıh kitaplarımıza göre Hilafetin en temel şartı emrinin nafiz ve geçerli olmasıdır. Aksi takdirde, müteharrik bizzat yani kendinden güdümlü olmaz. Bu durumda, emperyaliz-min hilelerinden birisi ‘gerçeğinin yerine sah-

Mustafa ÖZCAN

Page 67: KöklüDeğişim 72.Sayı

65 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

med Bahaaddin Bey’in dilinden yazmıştık.

Esasen Hilafetle mücadelenin iki ayağı var. Birisi sahtesini kurmak, diğeri de haki-kisini engellemek için Ortadoğu’ya çörek-lenmek ve sonuna kadar “İsrail”i destekle-mektir. Cheney ve Kissinger gibiler vaktiyle ‘Ortadoğu kontrol edilemezse; Türkiye’nin de içinde olduğu geniş bir İslâm imparator-luğu kurulacağını’ öngörmüş ve bunun için gerekli bütün tedbirlerin alınmasını istemiş-lerdi. 11 Eylül ve rejimi işte bu tedbirlerden birisiydi. İslâm’ı geriletme projesi. Bu proje fasılasız bir biçimde 200 yıldır sürdürülüyor. İşte bunun son yansımalarını bir haberde

gördüm. İngiliz General Sir Richard Dannatt da Afganistan’daki ideolojik savaşlarının arka planını faş etmiştir: “Hilafetin en-gellenmesi”. Geçtiğimiz günlerde İngiltere Başba-kanı David Cameron’un askeri danışmanlığına getirilen İngiltere Genel-kurmay eski Başkanı Sir Richard Dannatt, kendi-sini deşifre ettiği için is-tifa etmiştir. Sir Richard

Dannatt, Taliban ile mücadeleyi Halifeliği engellemek ile ilişkilendirmişti. İngiliz Ge-nelkurmay eski Başkanı Sir Richard Dannatt, “Afganistan’da niçin bulunuyoruz?” soru-suna, “Taliban’a karşı mücadele etmezsek, etki alanını Güney Asya’dan Ortadoğu’ya, oradan Kuzey Afrika’ya genişletir ve Halife-liğin zirvede olduğu 14 ve 15. yüzyıllardaki gücüne ulaşır” demişti. Aynısını daha önce Cheney ve Kisisnger gibiler söylemiştir. Bel-ki de büyük çapta kendilerinin ürettiği Kai-de klişesini veya markasını Hilafete karşı bir sütre olarak kullanıyorlar.

Vakit Gazetesi

tesini ikame et, kur’ yaklaşımıdır. Ya da başka bir ifadeyle ‘engelleyemiyorsan, yönlendir’ formülüdür. Gerçekten de Şerif Hüseyin’i kandırarak, Osmanlı’nın yıkılmasına hadim kılmışlar ve ardından da defterini dürmüş-lerdi. Mustafa Nuhas Paşa da Hilafetin kal-dırılmasını destekleyen ve Mustafa Kemal’e övgüler yağdıran bir Mısırlı siyasi liderdir. Hasan el Benna ile Mustafa Kemal üzerine polemikleri vardır. Kendisi Arap Birliği’nin kurucu ismidir. Hilafetin kaldırılmasını al-kışlayan ve inkılâpları destekleyen bu adam ne ve hangi amaç adına Arap Birliği’nin ku-rulmasına öncülük etmiştir? İhtiyaca binaen kurulması yerine yasak savmak kabilinden olmalı. Zira biliyoruz ki, Arap Birliği fikriyatının ardından Antony Eden gibi İngiliz siyasetçileri ve dâhileri vardır. Dolayısıy-la Antony Eden’in proje-sini Mustafa Nuhas Paşa gibi şahsiyetler yürütmüş ve hayata geçirmişlerdir. Peki, hayata geçirilmiş de ne olmuştur? Filistin’de bir karış Arap toprağı mı kurtarmıştır? Kella, ne gezer! Dolayısıyla gerçeğine iliklerine kadar düşman olanlar sahtesini kurmak için de can-la başla çalışabilirler. Bununla birlikte, yine de tehlikeli bir süreçtir. Dolayısıyla bu yön-tem İslâm dışı siyasette Burgibacılık yönte-midir. Kalıbı alıp içini boşaltma yöntemidir. Kemalizm ise ne içini ne de dışını almaktadır. Bunu en iyi Burkibacılık-Kemalizm eksenin-de Coşkun Kırca analiz ederdi. Bundan dola-yı Amerikalılar ılımlı İslâm tabirine taraftar olsalar da Kemalistler ılımlı bir İslâm ülkesi olduğumuzu dahi kabul etmezler. Obama ise iktidar yıllarında bu kavrama veda etmiştir. Biz de bunu vaktiyle Kuzey Iraklı Kürt İslâm Birliği Partisi Başkanı Salahaddin Muham-

Hilâfet’i Neden Tehlikeli Görüyorlar?

Esasen Hilafetle mücadelenin iki ayağı var. Birisi sahtesini kurmak, diğeri de hakikisini engellemek için Ortadoğu’ya çöreklenmek ve sonuna kadar

“İsrail”i desteklemektir. Cheney ve Kissinger gibiler vaktiyle

‘Ortadoğu kontrol edilemezse; Türkiye’nin de içinde olduğu geniş bir İslâm imparatorluğu

kurulacağını’ öngörmüş

Page 68: KöklüDeğişim 72.Sayı

66Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bu hafta sonu Beyrut’ta olacağız. PKK’nın lider kadrolarının Kuzey Irak’tan çıkartılması durumunda ye-

niden konuşlanmak istediği Lübnan’ın baş-kentinde 3 gün kalacağız. Ziyaret sebebimiz ise oldukça farklı…

Hizb-ut Tahrir’in dünyadaki sıcak geliş-melere ilişkin geniş bir değerlendirme yapa-cağı uluslararası medya konferansına katıla-cak ve öngörülerimiz tutarsa oldukça değişik bir deneyim yaşayacağız. İslam coğrafyasın-dan başlayarak uzun vadede tüm dünyada Hilafet’i yeniden kurmayı amaçlayan Hizb-ut Tahrir, sanıldığının aksine şiddetle ilintili radikal bir örgüt değil, İslam’ı temel alan ve terörü reddeden bir siyasi yapılanma.

Hizb-ut Tahrir’in en önemli özelliklerin-den birisi de, islami devlet düzeninin ikna yoluyla geniş bir zaman dilimi içinde şiddete ve teröre başvurmadan kurulması gerektiğini savunması. İlgimizi çeken de işte bu nokta.

Her ne kadar dünya görüşlerimiz, olay-lara bakış açılarımız tamamen farklı olsa da

hala öğrenilecek çok şey bulunduğunu düşü-nenlerdeniz, özellikle de mesleğimiz gereği.

Bugüne kadar yaşadığımız acı deneyim-lerin arkasında yatan da birbirimizi tanıma-mak, tanımak istememek, tek bir düşünceye saplanıp ötekileştirmek ya da ötekileşmek değil mi? Sol ve din sözgelimi…

Yıllar boyunca ülkemizde İslamcı görüş sosyalistleri dinsiz, sosyalistler de onları yo-baz olarak tanımlamadı mı? Üstelik yaşam biçimi olarak sosyalizmin, inanç karşıtı ol-mamasına, bireylere inanç özgürlüğünü de içeren sınırsız bir özgürlük vaat etmesine rağmen. Oysa diğer coğrafyalarda, sosya-list devrimcileri kiliseler korudu. Gerillalar işkenceden, zulümden kurtulmak için kilise-lere sığındı.

Latin Amerika’da çok sayıda piskopos fa-ili meçhul cinayetlere kurban gitti sırf insan haklarını savundukları için.

Filistin’de laik El Fetih’e, sosyalist FHKC’ne ve onun her koşulda teslimiyeti reddedip devrimci direnişi savunan Mark-

Cüneyt ÖNDER

Page 69: KöklüDeğişim 72.Sayı

67 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

sist lideri George Habbaş’a o ülkenin Müs-lüman halkı, camileri, mescitleri destek ver-medi mi?

Durumun bizde farklı olmasının nedeni-ni ise sol ideolojilerin önemli stratejik hata-larında aramak gerektiği düşüncesindeyiz. Bugün o sol ideolojilerin gel-diği nokta da en büyük ka-nıtımız. Mesela 12 Mart…12 Eylül… Kaç sosyalist top-lanıp darbelere karşı sesini yükseltti. Mesela, 28 Şubat… Hangi Sosyalist örgütlenme-ler sırf inançları nedeniyle ezilenlerin yanında yer aldı? Bu konuda son dönemde-ki en iyi kaynaklardan biri olan Birikim Dergisi’nin “Sol ve İlahiyat” başlıklı Şubat sayısının, henüz okunma-dıysa gözden geçirilmesinde, özellikle de Sırrı Süreyya Önder’in, egemen baskıcı dü-zenlere kafa tutan dindarları anlattığı yazıyı okumakta ve anlamaya çalışmakta fayda var. Tabi eğer ufkunuzu açmak, dünyaya tek bir noktadan bakmamak, farklılıkları fark etmek istiyorsanız.

Olay Gazetesi (16-7-2010)

PROLETERLER BİRLEŞEMEDİ PEKİ YA MÜSLÜMANLAR?

İslam coğrafyasında yaşanan tüm sorun-lar hilafetin yeniden kurulmasıyla çözüm-lenebilir mi? Müslümanların tek bir liderlik altında toplanmaları gerçekten mümkün ola-bilir mi?

Bu sorulara, Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta Hizb-ut Tahrir örgütü tarafından düzenle-nen uluslararası medya konferansında yanıt arandı. Filistin’den küresel ekonomik krize, İran’ın nükleer programından Kıbrıs soru-

nunun çözümüne kadar birçok kritik konu-da 20 kadar ülkeden gelen çok sayıda yazar, din adamı ve örgüt temsilcisi görüşlerini ak-tardı.

Beyrut’un Hamra bölgesindeki Bristol Otel’de düzenlenen konferansta dikkatimizi

ilk başta Lübnan polisi ve or-dusunun aldığı sıkı güvenlik önlemleri çekti.

Lübnan hükümetinin konferansa engel olmaktan son anda vazgeçtiği ancak, Endonezya, Afganistan, Pa-kistan, Bangladeş, Hindistan, Özbekistan, Tacikistan, Ka-zakistan ve Kırgızistan’dan Beyrut’a gelmek isteyenlere vize vermeyerek tavrını or-taya koyduğu bize aktarıldı.

Neredeyse onlarca örgütün elini kolunu sallayarak faaliyet gösterdiği Lübnan’da hü-kümetin Hizb-ut Tahrir’e yönelik bu tavrının nedenini açıkçası pek anlayamadık.

Konferansa gelince; anlatılanlardan an-ladıklarımız örgütün yaşanan sorunların temelinde Müslümanlar arasındaki ayrılı-ğı gördüğü ve tüm İslam dünyasının dinin emirleri doğrultusunda bir araya geldiğinde bu sorunların çözüleceğini savunduğu.

Konuşmacılar temel olarak İslam dün-yasındaki sorunları kendi sorunları olarak kabul ettiklerini ve bu sorunların İslam hi-lafetinin kurulmasıyla ortadan kalkacağını anlattı.

Söz gelimi Hizb-ut Tahrir’in Avustralya medya temsilcisi İsmail Vahvah, “Müslü-manların ancak birlik içinde hareket ederler-se Filistin’in kurtulabileceğini, tüm sorunla-rın Müslümanların bir liderlik çerçevesinden yoksun olmasından kaynaklandığını” dile getirdi.

Birbirimizi Anlamak Gerekliliği Üzerine

Lübnan hükümetinin konferansa engel olmaktan son anda vazgeçtiği ancak,

Endonezya, Afganistan, Pakistan, Bangladeş,

Hindistan, Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan ve Kırgızistan’dan Beyrut’a gelmek isteyenlere vize

vermeyerek tavrını ortaya koyduğu bize aktarıldı.

Page 70: KöklüDeğişim 72.Sayı

68Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Örgütün Irak sözcüsü Ebu Zeyd de ben-zer ifadelerle mezhepsel ayrılıkların batı tarafından kışkırtıldığını, Müslümanların kendi aralarında çatışır duruma getirildiğini anlattı.

Konferansın belki de bizim açımızdan en ilginç ismi oturuma video konferansla katı-lan Kudüs Rum Patrik yardımcısı Adaullah Hana oldu.

Osmanlı dönemine atıfta bulunan Hıristi-yan din adamı, Beyrut sokaklarında konuştu-ğumuz çok sayıda Lübnan vatandaşının dile getirdiği gibi o dönemde daha adil koşullar altında yaşadıklarını savundu.

Hizb-ut Tahrir Türkiye Medya sorum-lusu Haluk Özdoğan da Kıbrıs sorununun “Ada’nın Türkiye’ye bağlanmasından sonra İslam hilafetinin kurulmasıyla nihayete ere-ceği” görüşünü ortaya attı.

Anlatılanları dinlerken bir zamanlar dün-yayı kasıp kavuran enternasyonal sosyalizm rüzgârlarını anımsadık, “dünyanın bütün iş-çileri birleşin” sloganını. Ezilen o proleterler birleşemedi peki Müslümanlar başarabilecek mi?

Örgüt bunu şiddete, silaha başvurmadan ikna yoluyla yapacağını savunuyor ama ya sonra? Zaten kritik konu da bu. Farklı mez-heplerin, farklı yaşam biçimlerinin tek lider-lik altında nasıl bir arada kalabileceği? Güç paylaşımının nasıl sorunsuz aşılabileceği?

İdeolojik olarak kolaylıkla tartışılabilen Hilafet’in siyasi olarak gerçekleşmesi pek de mümkün değil.

Birbirlerinden hiç de haz etmeyen Sünni ülkeler nasıl bir araya getirilecek? Böyle bir Sünni birliğe İran nasıl bakacak? İsrail bu du-ruma karşı sessiz mi kalacak?

Dünya tam da endişe edildiği gibi yeni ve büyük yıkıma yol açacak bir medeniyetler ve dinler arası çatışmanın içine sürüklenmeye-cek mi?

Örgütün önerileri kendi mantığı içinde tutarlı gibi görünse de dünya gerçekleri göz önüne alındığında bu taraftan pek de öyle görülmüyor.

Olay Gazetesi (21-7-2010)

Birbirimizi Anlamak Gerekliliği Üzerine

Page 71: KöklüDeğişim 72.Sayı

69 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

İnsanoğlu hata yapmaya meyillidir. Çünkü hata yapabilen varlıklar olarak yaratılmışlardır. Eğer kişi kendisini ko-

rumazsa, yani bulunduğu çevreye dikkat et-mez ve yanlış kişilerle dostluk kurarsa ken-disine daha çok hata işlemeye zemin hazır-lamış olur. Hatta bu durum kişinin işlediği hataları görmemesine ve yaptığı yanlışların doğru olduğu düşüncesine sevkeder. Buda son derece tehlikelidir.

Rasullullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir hadis-i şeriflerinde:

“Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe eden-lerdir ” (İbn Mâce) buyurmaktadır

Başka bir hadis-i şerifte ise: “Eğer siz gü-nah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı ” (Müslim) diye buyur-muştur

Bu hadislerden de anlaşıldığı üzere insan, günah ve sevap işleme özelliğinde yaratılmış bir varlıktır Günah işlemek, insanı melekler-

den ayıran bir özelliktir Bilindiği gibi melek-ler nurdan yaratılmış olup, asla Allah’a karşı gelmeyen ve günah işlemeyen varlıklardır. İnsanlar yaptıkları hatalar/günahlar sonu-cunda Ahiret gününde cehennemle cezalan-dırılacaklardır. Merhametlilerin merhametli-si olan Rabbimiz insanların işledikleri suçtan dolayı olur ki, tövbe eder ve yaptıkları yan-lışlardan dönerler diye onların dünyada ceza görmelerini emretmiştir. Ceza hukukunuda Şeriat’ıyla bildirmiştir. Bu durumda dünya hayatında insanı ıslah etmek içinde ceza ver-mek kaçınılmaz bir durumdur.

Ceza, genel anlamda insanların yasak olan herhangi bir şeyi çiğnemesi ve hata yapması sonucunda verilir. Cezanın veriliş sebebi ise, başta caydırıcılık olmak üzere kişinin ceza anında veya cezaevinde işlediği hata üze-rinde tefekkür etmesi, hatasını anlaması ve bir daha aynı hataya düşmemesi yani ıslah olması ve suçun karşıt bedelini ödemesi için-dir. Bu ceza, kişinin bir kaç saatlik cezaevine kalmasından tutunda, idama kadar yaptığı yanlışa göre değişir.

Sümeyye AVCI

Page 72: KöklüDeğişim 72.Sayı

70Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bir devletin mevkisini o devlete ait olan cezaevinin durumu gösterir diye düşünüyo-rum. Cezaevindeki insan sayısı, işledikleri suçların ağırlığı vs. Bütün bunlar o devletin sağlam olup olmadığı ortaya koyar. Ayrıca, eğer insanlar için suç işlemek alışkanlık hali-ne gelmişse bu devlettin yönettiği nizamının yıkılmaya yüz tuttuğunu da gösterir. Dünya-daki bütün cezaevlerindeki insanların suçla-rını araştıracak olsak, yüzde 70’nin cinayet, tecavüz, şantaj, dolandırıcılık vs. olduğunu görürüz. Suç işlemek, hata yapmak, yasak olanı çiğnemek o kadar normalleşmiştir ki, hapishanelerde insan koya-cak yer kalmamıştır.

Yeni yapılan bir araştır-mada tutuklu ve hüküm-lülerin toplam sayısı, ceza infaz kurumlarının toplam kapasitesini aşmış durum-dadır. Türkiye’deki ceza infaz kurumlarının toplam kapasitesi 110 bin 740 iken, şu anda bu kurumlarda 119 bin 112 tutuklu ve hükümlü bulunuyor. Adalet Bakanlı-ğı Ceza ve Tevkif Evleri Ge-nel Müdürlüğü verilerine göre, 1 Temmuz 2010 itiba-rıyla Türkiye’de, çocuk eği-tim evleri dahil olmak üzere 369 ceza infaz kurumu bulunuyor. Bu kurumların toplam kapasitesi ise 110 bin 740. Ceza infaz kurum-larında, 30 Nisan 2010 itibarıyla ise 39 bin 138’i tutuklu, 20 bin 69’u hükmen tutuklu, 59 bin 905’i hükümlü olmak üzere, toplam 119 bin 112 kişi bulunuyor. Dikkat çekici bir diğer nokta ise, tutuklu ve hükmen tutuklu kişi sayısı ile hükümlü sayısının adeta başa baş olması. Tutuklu ve hükmen tutuklula-rın toplamı 59 bin 207 iken, hükümlü sayısı 59 bin 905. Özelliklede Mardin Cezaevi’nde 2010 yılı 6 aylık raporda cezaevinin kapasi-

tesinin 380 kişi olduğu ve halen cezaevinde 830 tutuklu ve hükümlü bulunduğu ifade edilmekte.

Peki, neden bu kadar suç işleniliyor? Bu-nun cevabı çok açık; insanlar fikren hangi durumdaysa öyle yönetilirler ve hangi fikir üzerine yönetilirlerse o fikir üzerinde olur-lar. Burda hem kişinin kendisi hemde devlet (yönetim şekli) büyük rol oynamaktadır. Her toplum layık olduğu şekilde yönetilir. Rasu-lullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyu-ruyor;

‘‘Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz.’’ (Beyhaki)

Toplum, yönetim şekline ses çıkarmaz, yöneticilerin yaptıkları bütün hainlikleri görmezden gelir, zorbalık-lara, zulme ve haksızlıklara sessiz kalırlarsa bu da hain yöneticilere destek vermek anlamına gelir. Yani ‘yap-tığınız bütün işleri destek-liyoruz’ demektir. Oysaki toplum tek vücut olup yö-neticilerin yaptıkları karşı-sında boy gösterse o devlet yıkılmaya mahkum olur. Unutmayalım ki, bir şeyin

altında ne varsa, kaymağı da o cinsten olur. “Sütün üzerinde süt kaymağı, yoğurtun üze-rinde de yoğurt kaymağı” bulunur.

Bu tespite en çapıcı misal Emevi vali-si Haccac’ın dönemi olsa gerektir; Haccac İslâm tarihine “zalim” lâkabıyla girmiş ve bu lâkabıyla meşhur olmuş Emevî valisidir. Bir gün Irak’taki vali ve yöneticileri, ayrıca halk tipi bazı adamları ve etkili kabile reislerini divanda topladı. Onlara “Ben nasıl bir ada-mım? Beni Nasıl biliyorsunuz?” diye sordu. Genel olarak: “Efendim, şükürler olsun ki,

Dünyanın Her Yerinde Tek Ortak Suç; İslam Davası...

Toplum, yönetim şekline ses çıkarmaz, yöneticilerin yaptıkları bütün hainlikleri

görmezden gelir, zorbalıklara, zulme ve haksızlıklara

sessiz kalırlarsa bu da hain yöneticilere destek vermek

anlamına gelir. Yani ‘yaptığınız bütün işleri destekliyoruz’ demektir. Oysaki toplum

tek vücut olup yöneticilerin yaptıkları karşısında boy

gösterse o devlet yıkılmaya mahkum olur.

Page 73: KöklüDeğişim 72.Sayı

71 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

Allah sizi bizim gibi insanların başına ver-miştir. Siz hem adaleti hem de dini ve dün-yayı koruyan büyük bir adamsınız” diye ce-vap verdiler. Fakat Haccac bu süslü sözlerin yalan olduğunu biliyordu. Konuşma sırası fakir ve kimsesiz bir adama gelmişti: Hacacc: “Efendim siz beni nasıl biliyorsunuz?” de-yince adam şöyle dedi: “Sen Allah’ın belası melun adamın tekisin. Sen şeytanın arkadaşı ve insi şeytanların da reisisin. Fakat biz sen-den daha kötü bir hale geldik ki, Allah seni başımıza bela etmiştir.” dedi. Herkes dehşet içinde bu adamı dinliyordu. Sözlerinin biti-rince Haccac yerinde kalktı ve o adamı alnın-da öptü ve şöyle dedi: “He-piniz yalan söylediniz. Bir tek bu adam doğruyu söyledi. Evet, ben berbat bir adamım, ama siz yönetici olarak benim gibi zalim bir adamı hak etmişsiniz. “Siz Ebu Zerr gibi olunuz, ben de Ömer gibi adil olayım” dedi.

Bir diğer meselede kuşku-suz yönetim şeklidir. İnsan-ların bu kadar suç işlemesi, bu kadar günaha batmaları devletlerin yönettikleri ni-zamların başından sonuna kadar yanlışlıklarla, çelişkilerle dolu olması-dır. En önemlisi de bu nizamların insan fıtra-tına uygun olmamasıdır.

Suç işleyenleri yalancı bir avukat vesi-lesiyle serbest bırakılırken, suçsuz olanlar ise senelerce haksız yere hapsedilme cezası görüyorlar. Üstelik bu kişiler cezaevlerinde kötü muamele, bir takım zorluklarla karşıla-şıyorlar. Veya cinayet, tecavüz suçundan ya-tan kişilere meslek almaları için eğitim alma-ları sağlanılıyor. Canlarının sıkılmaması için televizyon seyretmeleri, oyun oynamaları, bilgisayarlar kullanmaları sağlanılıyor.

Suçlular için (dünyanın her yerinde olma-sa da) öyle bir ortam hazırlanılıyor ki, adam tahliye olduğunda tekrar suç işliyor. Çünkü kendisine sunulanları ceza olarak değil, mü-kafat olarak görüyor. Özelliklede evsiz, bark-sız olan insanlar için suç işlemek büyük bir fırsat oluyor. Yaz döneminde park köşelerin-de banklar üzerinde yatan evsiz, barksız ki-şiler kış döneminde cezaevlerini bir barınak olarak görüyor ve suç işleyerek kendisinin cezaevine girmesini sağlıyor.

Ayrıca İslam beldelerinde suç, Allah Azze ve Celle’nin suç saydığı değildir. Rabbimizin yapmamızı emrettiği namaz kılmak, oruç

tutmak, zekât vermek gibi emirlerini yerine getirmeyen-ler ile Rabbimizin men ettiği içki içmek, zina yapmak gibi fiilleri yapmak bir suç unsu-ru olarak görülmemektedir. Dileyen mürtet olur, dileyen yarı çıplak gezer veya dileyen Allah’ın varlığına inanır ama kanun koyucu olduğunu ret eder. Kimsenin bunlara ka-rışmayacağı gibi Allah’ın hudutları dışına çıkanlarda hiç bir şekilde hiç kimse ta-rafından ceza görmez. Hatta

ana-baba evladını İslam’a göre yaşaması ko-nusunda zorladığı zaman anne baba suçlu olarak görülür.

İslam’ı yaşamak, marufu emredip mün-kerden sakındırmak, yöneticileri muhasebe etmek dünyanın her yerinde suç olarak gö-rülmekte ve Allah’tan hakkıyla korkanlar, dinlerinden hiç bir şekilde taviz vermeyen-ler suçlu olarak kabul edilmekte ve İslam’ı kendilerine düstur edinenler hapsedilmekte-dir. Kardeşlerimiz namaz kılmadıkları veya cinayet işledikleri için değil, Hak yolunda oldukları için hapsediliyor. Allahu Teâlaya

Dünyanın Her Yerinde Tek Ortak Suç; İslam Davası...

İslam’ı yaşamak, marufu emredip münkerden

sakındırmak, yöneticileri muhasebe etmek dünyanın

her yerinde suç olarak görülmekte ve Allah’tan

hakkıyla korkanlar, dinlerinden hiç bir şekilde taviz vermeyenler suçlu olarak kabul edilmekte ve İslam’ı kendilerine düstur

edinenler hapsedilmektedir.

Page 74: KöklüDeğişim 72.Sayı

72Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kanun koyucu olarak iman ettikleri ve O’nun Şeriat’ının yeryüzüne hâkim kılınması için çalıştıklarından hapsediliyorlar.

Tabi bu duruma şaşırmamak gerekir. Çünkü dünyanın hiç bir yerinde Allahu Teâlâ’nın kanunları ne hayatta nede devlette bulunmaktadır. Bulunmadığı içinde Rabbi-mizin caydırıcı ceza hukuku da yürürlükte değildir. Çünkü yönetimde var olan bütün nizamlar küfür nizamlarıdır. Bu nizamları güden kâfirler veya hainler, kendi düzenle-ri yıkacak bir nizamın konuşulmasına, gün-demde olmasına kesinlikle razı olmazlar. Bunun içinde Rasulullah’ın döneminde ol-duğu gibi baskı, zorbalık, işkence vs. uygula-maktalar. Konuşanları susturmak için hapse atmaktalar. Özbekistan, Ürdün, Bangladeş, Britanya, Cezayir, Danimarka, Endonezya, Fas, Filistin, Irak, Kazakistan, Kuveyt, Kırgı-zistan, Lübnan, Mısır, Pakistan, Sudan, Suri-ye, Tacikistan, Tunus, Yemen ve diğer birçok devletler de İslam davasına sahip çıkarak çalışma yapan Müslümanlar hapse atılmakta ve işkence çekmektedir. Bu konuyla ilgili o kadar çok örnek var ki. Ancak ben bir tane-sini örnek vermek istiyorum. Bu örnek zaten dünyadaki tüm devletlerce yapılan işkence ve zulümlere emsal teşkil etmektedir.

Özbekistan’da bir takım tutuklamalar olmuş-du. Mergelan şehrinin Mearif mahallesinde (Car-bagrum caddesi) meydana gelen bu olayda tutuk-lananlar, 10’a yakın Hizb-ut Tahrir gençleriydi. Ömer Aliyev Hasan Ertenovic bunlardan birisi-dir. Tutuklanan gençler, şehrin istihbarat binası-na götürüldüler. Ömer Aliyev diğerlerinden ayrı olarak bir odaya kondu. Kendisine, arkadaşları-nın işiteceği şekilde, gece saatlerine kadar işkence yapıldı. İşkenceci zebaniler odadan çıktıklarında çehreleri değişmişti. Diğer gençlerden, kendi ki-şilikleri hakkında yazılar yazmalarını istediler, sonrada Ömer Aliyev hariç ötekilerini serbest bı-raktılar.

Ertesi gün sabah saatlerinde, Mergelan hakim vekili ve Mergelan’da ki hayır cemiyetleri sorum-lusu, o gencin ailesine gelip, oğullarının gece yapılan sorgulama esnasında öldüğünü haber verdiler. Ölüm sebebi olarak da, korku neticesin-de geçirilen kalp krizi diye bildirdiler. Cenazenin Cuma’dan sonra saat 15:00’de hazır olacağını söyleyip, almalarını istediler.

Cenazenin raporlarında şu ifadeler yer alı-yordu: “Yemek borusunun, yiyecek girip tıkan-ması neticesinde ölmüştür.” Oysa ki, cenazenin yıkanması esnasında şiddetli işkence ve dayak izleri gayet açık bir şekilde görülmekteydi. Kafa-sı şişmiş, ağzı açılmış, kaburga kemiği kırılmıştı. El ve ayaklarına vurulan zincirlerin izleri de belli oluyordu. Hükümet tabibi her ne kadar bu izleri çeşitli vesilelerle ortadan kaldırmaya çalışmışsa da tamamen yok edememişti.

Burada akla gelen bir soru var. Ömer Aliyev’in suçu ne idi? Bu genci tanıyan herkes biliyordu ki, o kimseyi öldürmedi, hırsızlık yapmadı, rüşvetçi olmadı. Peki ama, neden öldürüldü? Onlar sadece ve sadece Allah’ın yüce dini İslam’a yardım etmek istediler. Çünkü biliyorlardı ki, ancak bu sayede Allah’ın yardımı kendilerine ulaşacaktı. Onlar biliyorlardı ki, ancak bu sayede ümmet, zorba yö-neticilerden, işkenceci zalimlerden ve aç kurtlar gibi kendilerini yemek için bekleyen kafirlerden korunacaklardı.’

Elbet Allah Subhanehu ve Teâla’nın emri-ni yerine getirmeye çalışanlar için hapsedil-mek, işkence görmek hatta öldürülmek bir kayıp değil, aksine büyük kazançtır. Ama bu kardeşlerimize yapılanlar zulümdür ve asıl bu zulme destekçi olanlar ve sessiz kalanlar büyük zarardadırlar. Sessiz kalmamak, so-kağa çıkıp ‘kardeşlerimizi bırakın onlar hiç bir suç işlemediler’ diye haykırmak değildir. İslam nizamının yeryüzüne hâkim kılınması için çalışan kişi yapılan zulme sessiz kalmı-yor demektir. Gayri İslami olan nizamlarda Allah’ın davasını yüklenmek onların kanun-

Dünyanın Her Yerinde Tek Ortak Suç; İslam Davası...

Page 75: KöklüDeğişim 72.Sayı

73 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

larınca önem arz eden ciddi suçtur. Ama bu suç her ne kadar Batıl nizamlarca önem arz eden amellerse de ondan daha kıymetli bir şekilde Allah katında bu ameller şeref ve onurdur. Müslümanların takınması gereken asıl tavırdır. Bizler Müslümanlar olarak ta-şımış olduğumuz kimliğin hakkını vermek zorundayız. Ya Allahın dini muzaffer olacak ya da biz bu uğurda öleceğiz.

Müslüman’ın davet ettiği şeyin canlı bir örneğini cisminde temsil etmesi, İslam’ın gerçek suretini apaçık bir şekilde beyan et-mesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Allahu Te-ala şöyle buyurmaktadır:

ومن أحسن قول ممن دعا إلى الله وعمل صالحا وقال إنني من المسلمين

“(İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve “Ben müslümanlardanım” diyenden ki-min sözü daha güzeldir?” (Fussilet 33)

Bir başka ayette ise Allah’u Teâla şöyle buyurmaktadır:

فلذلك فادع واستقم كما أمرت

“İşte bunun için (Allah’a) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Şûra 15)

Müslümanlar davet ettiği şeyle yani İslam’la amel etmesi ona göre tavır alma-sı davetinin bir parçasıdır. İslam’a davet Rasulullah’tan bize kalan en önemli miras-tır. Bu mirası bu mukaddes davayı hakkıy-la yerine getirmemiz gerekir. İslam’a da-vet olmadan İslam’ın hayata hakim olması, İslam’ın güçlü bir şekilde aleme yayılması düşünülemez. Diğer bir ifadeyle, “davet” ol-madan “din” ne kuvvet ne hayat bulur ne de yayılır.

Allah’u Teâla katında bu hayırlı ameli yani İslam davetini yüklenmeyi, batıl nizam-lar suç saysada biz bu suçu nefes aldığımız müddetçe işleyeceğiz.

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöy-le buyuruyor:

“Benim sözümü işiten, idrak edip de işit-tiği gibi onu gösteren ve anlatan kimsenin yüzünü Allah parlatsın.” (Müslim)

Dünyanın Her Yerinde Tek Ortak Suç; İslam Davası...

Page 76: KöklüDeğişim 72.Sayı

74Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Sınav psikolojisi ile yaşamımızı sür-dürür hale getirdiler. LYS, KPSS ve DGS gibi sınavlara bizleri mahkûm

edip tüm yaşamımızı üç saat gibi zaman di-limine sığdırdılar ve öyle bir hale getirdiler ki, hayatımızın asıl sınavını unutur duruma geldik. Bizler asıl sınavı yani Allah Subhane-hu ve Teâlâ’nın sınavını ‘ahireti’ düşünmemiz gerekirken sadece üç saati düşünür batılılar konumuna geldik. İşte bu yıl yapılan sınav-ları tekrardan değerlendirirken şu beşer sis-teminin ne kadar fasit bir sistem olduğunu, sınavların sonuçları ve medyanın yaptığı açıklamalarla ortaya koyacağız inşaAllah.

Bu sene LYS sınavına başvuran 1.512.519 adaydan sınava girenlerin sayısı 1.487.626’dır. Yaklaşık 14 bin örgenci sınavdan sıfır puan almış, 16 soru çözülüp 140 taban puan alın-masına rağmen 70 bin kişi 16 soru dahi çö-zememiştir. İşte bu sonuçların ortaya çıkma-sının ardından ÖSYM Başkanı Ünal Yarıma-ğan şu açıklamada bulunmuştur:

“Örneğin basın mensuplarının ‘sıfır çeken’ dediği bir kitle var. Bu kitle bu sene azaldı. Niye azaldı? Bir soruyu iptal ettiğimiz için azaldı. So-

ruyu iptal etmeseydik bu kitle daha çok olurdu. Yani geçen sene 24 bindi, bu sene 14 bine indi. Bu kitleyle ilgili, bunların bilgi düzeyinin sıfır olduğunu söylemek mümkün değil. Sınava giri-yor aday, belli bir beklentisi var. Mesela morali bozuluyor, boş kâğıt verip çıkıyor. Bu adayın bilgi düzeyinin boş olduğunu söylemek mümkün değil. Diğer taraftan gerçekten ben de hayret ediyorum. Soruların yüzde 10’unu bile yapamayan 70 bin kişi var. Liseyi bitiren bir adayın soruların yüz-de 10’unu yapabilmesi gerekir. Soruların yüzde 20’sini bile yapamayan 200 bin’lik bir kitle var. Bunlar düşündürücü ama değişik nedenleri ola-bilir.”

Bu sonuçların acayip olduğunu kendile-ri bile dile getirmektedirler. Bu durum her sene aynı şekilde tecelli etmekte, gün be gün çözümsüzlük hat safhaya ilerlemektedir. Bu-gün kapitalist sistemin eğitim öğretim müf-redatında o kadar felsefi fikirler var ki öğren-cilerin yetişmesi ve bu tip puanların alması çok da anormal bir durum değildir. 1974’ten bu yana sınav yapılmakta, bu durum hep böyle süregelmekte ve yine böyle de devam etmektedir. Üniversitelere yerleşme sınavı

Selman SURUÇ

Page 77: KöklüDeğişim 72.Sayı

75 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

yetmemiş gibi bir de üniversiteden mezun olduğun zaman KPSS gençlere musallat edil-di ve birçok kişi üniversiteyi bitirmelerine rağmen halen KPSS’ye hazırlanıp her günü-nü evde ders çalışmakla geçirmektedir. Yine yaklaşık olarak lise, iki yıllıklar ve dört yıl-lıklar olmak üzere 3 milyon 250 bin kişi me-mur olmak umuduyla sınava başvurmuştur. Bunlardan sadece 99 bini ataması yapılacak ve diğerleri ise yine sınava hazırlığa devam edeceklerdir.

KPSS sınavında soruların çalındığı öne sürülmüş ve bunun için ÖSYM Başkanı in-celeme başlattığını belirtmişti. Medya or-ganlarının ”500 bin aday tam puan çekmiş” durumda ve soruların bir cemaat tarafından çalındığı iddia edilmişti. Hatta bu durumun yani bir cemaatin polislik sınavında da so-ruları çaldığını dile getirmişlerdi ki, zaten ÖSYM kendisine leke değmesin diye tam puan durumunu kabul edip bu durumu kabullenmemiştir. Her ne kadar kabullenil-mese de bu geçmiş yıllarda yine ortaya atıl-mıştır. Tam puan asla çekilmemiş sadece bir ÖSS sınavında bu olmuştu ve yine soruların çalındığının iddiaları ortaya atılmıştı.

İşte bu gibi sonuçların ortaya çıkmasının ardından gençlerimizin bunalıma girdiğini, intihar etmeye yeltendiğini, internet sitelerin-de LYS’ye şarkılar yapıp insanlara izlettiğini ve aile korkusundan evden kaçıp sokaklara düştüğünü normal karşılar duruma geldik. Bunun yanı sıra üniversitelere giden genç-lerinse iki üç ay gibi bir zaman diliminden sonra tüm çabaları için pişman olduklarını söylemeleri de başka bir konudur.

Bir de Avrupa’ya dönüp baktığımız za-man onlarda sınav ve iş sisteminin böyle ol-madığını görüyoruz. Çünkü kâfir batılı ülke-ler eğitim ve iş sektörlerine daha çok kaynak ayırıyorlar. Bu kaynağı ise Müslüman belde-leri sömürüp bütün kaynaklarını ellerinden

alarak yapıyor ve kendi halkını işte böyle rahatlatıyorlar. Hatta bizim Başbakanımız ve vekillerimiz dahi, kendi çocuklarını kendi ül-kelerinde okutmuyorlar. O kadar saçma bir durum ki, kendi düzenledikleri sistemi be-ğenmiyor, ama bizleri mahkûm ediyorlar.

Yaklaşık bir yüzyıldır İslamî Devlet ol-madan gayri İslami bir düzende yaşıyoruz. Bizlerin asıl hayat sınavının Allah’a karşı ve-receğimiz hesap olması lazımken, hayatımız bu tip sınavlarla dolmuş maalesef. Bizlerin tekrardan Kur’an’ı açıp, ona bakıp, ona sa-rılmamız lazım, yoksa ne bir çözüm buluna-bilir ne de ahirette Allah’a hesap verebiliriz. İslamî hayatı yeniden başlatmamız üzerimi-ze farz iken bizler sadece gençlerimizin me-mur olup birkaç kuruşa tamah etmesini bu davetten daha mı üstün tutacağız. İşte kâfir batı ve avaneleri bizlerin aklına İslam gelme-sin diye türlü türlü oyun yapıp sınavların pe-şinde koşturuyor. İyi bir iş sahibi olmak için insanlar senelerini harcıyor. Ama başarıya ulaşanlar az olurken, kaybettiği yıllara üzü-lenler çok oluyor. Gençliğimiz bu sınavları hayat memat meselesi yaparken asıl sınavı unutuyor veya unutturuluyor.

İşte buradan sesleniyoruz ki, tüm Müslü-manların Allah’ın sınavına hazırlanmalı ve asıl o sınavı vermek için çalışmalıdır. Çünkü o sınav hem dünya hem de ahreti kazanma-mızı sağlayacaktır. Allah Celle Celaluhu tez zamanda bize bu sınavda yardım edecek, sınavı kazanmamız konusunda bize kopya gösterecek bir Halife nasip etsin. İşte o zaman tüm Müslümanlar kazanacak İnşaAllah.

يريد كان ومن حرثه في له نزد الخرة حرث يريد كان من حرث الدنيا نؤته منها وما له في الخرة من نصيب

“Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını is-tiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şûra

20)

Hayatımız Sınav

Page 78: KöklüDeğişim 72.Sayı

76Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Hz. Osman’ın Hilafeti’ni de birçok noktada eleştirebilmektedir. Yazarın çıkış noktası ola-rak kabul ettiği husus Sünni ve Şia fıkhında bu mevzularla ilgili yaşanan farklılıklardır. Durum böyle olunca genelde Sünni âlimlerin tezlerini, özelde ise imamet ile ilgili geçen İcma’us Sahabe delillerini hiçbir fıkhi altya-pısı olmadan eleştirme ve tenkit etme cüreti gösterebilmiştir. Bu cüreti elde eden yazar daha kitabın başında önsöz kısmının ilk cüm-lesi olarak akıl almaz bir kıyasa giderek şöyle yazmıştır: “Totalitarizmi demokrasiyle yan yana koyalım ve soralım; hangisi İslam’a daha yakın-dır? Toplumda adaleti hangisi daha iyi sağlar?”

Bu talihsiz girişle İslam’ın demokrasi dini olduğunu savunan yazar, Iraklı bir Şii ol-masından dolayı İran Devrimi’ni de örnek olarak karşımıza çıkarabilmektedir. Demok-rasinin Batı menşeli olduğuna dâhi ikna ola-mayan yazar, önsözün sonunda şu cümleyle Müslümanların demokratik bir anayasayı kabul etmeleri gerektiğini vurgulamıştır: “Müslümanlar tek ve adil bir siyasal düşünceye bağlılıklarını ilan edip ülkeleri için çoğulculuğa izin veren, herkese siyasal ve fikri özgürlük sunan demokratik bir anayasa üzerinde anlaşmaya var-dıkları zaman geçmişin çatışmalarını rahatlıkla

KİTAP ADI : SÜNNİ SİYASAL DÜ-ŞÜNCENİN GELİŞİMİ - DEMOKRATİK HİLÂFET’E DOĞRU

YAZAR : AHMET EL KÂTİP

YAYINEVİ : MANA YAYINLARI

BASKI : 1.BASKI MAYIS 2010

KİTABIN ADI : SÜNNİ SİYASAL

SAYFA SAYISI : 496 SAYFA

İsminden de anlaşılacağı üzere kritiği-ni yapacağımız kitapta üzerinde yoğun bir şekilde çalışılan ‘Küresel Hilafet’ projesi, aslından saptırılarak yeni jenerasyona uydu-rulmak istenmiştir. Hilafet yahut İmâmet me-selesinin Sünni fıkıhtaki dayanakları çürütü-lerek, yazarın söylemiyle ‘baskıcı, diktacı ve körü körüne itaat’(!) anlayışından kurtulup şûraya dayalı ve seçim usulüyle yapılacak bir liderliğin yine aynı şekilde adil olmayan ve zalimane tavırlar takındığı anlaşıldığında hemencecik azlinin gerektiği vurgulanmak-tadır. Bu minvalde seyreden yazar her ne ka-dar 30 yıllık Raşidi Hilafet dışında, bugüne kadar ki İslam Devletleri’ni meşru bir Hilafet yönetimi kabul etmese de Hz. Ebubekir’in, yerine Hz. Ömer’i tavsiye etmesini ve hakeza

Erkan AKKAYA

Page 79: KöklüDeğişim 72.Sayı

77 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

aşarak sevgi, adalet ve barış içinde birlikte yaşa-yabileceklerdir.”

Yazarın kitabında sıkça vaat ettiği hayat tarzı aslında demokrasinin de Müslümanla-ra altın tepsilerde sunduğu özgürlükçü bir yaşamla tam bir bütünlük arz etmektedir. Bu bağlamda kitapta vurgulanan Hilafet olgusu-nun şümullü bir İslamî Devlet olamayacağı göz ardı edilmemelidir. Dr. A. Ali Mansur’un meseleyle alakalı yorumunu aldığı 38. sayfa-da Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in son günlerinde var olan İslam Devleti’nin bir tür federasyon olduğu tezi de gerçekten İmâmet meselesinin metodik olarak yanlış algılandığını gözler önüne sermektedir.

Halife’ye itaatin sınırla-rını çizerken yapılan büyük hatalardan biri de Emevi-lerle başlayan yönetimin Osmanlı’nın sonuna ka-dar krallık olarak tasavvur edilmesidir. Burada yaza-rın sıkça eleştirdiği mevzu Halife’nin kendinden sonra halef tayin etmesi ve zorla biat almasıdır. Fakat burada karıştırılan nokta Halife’nin seçilirken ve seçildikten sonra aldığı biatlardır. Zira seçilmiş bir Halife’nin teba-asından baskı yoluyla biat alması onun Ha-lifeliğini düşürmeyeceği gibi bu yöntemin krallıkla da bir alakası yoktur. Zira biat alma işlemi Şer’i bir zaruret olup, rıza ile alınabile-ceği gibi zorla alınmasının da yönetimi gayri meşru yapmayacağı İcma ile sabittir. Burada Halife’ye itaatin sınırlarını kesinlikle Şer’i hükümler çizmekte ve burada da İcma ve Kıyas kullanılabilmektedir. Böylesine hassas bir meselede icmayı sadece keyfi olarak ka-bul etme gafletine düşmek konunun netleşti-rilmesinin önünde büyük bir engeldir.

139. sayfada konu özeti olarak geçen me-sele ise İslam dininin ifade ediliş biçimindeki düzensizlikten ileri gelmektedir. Zira “İslam insanları özgürleştirmek, boyunlarındaki halkala-rı söküp atmak için gelmiş bir dindir. İslam adına yönetime gelen tiran ve zorbalar ise halkın hür-riyetlerini gasp ederek kaderleriyle oynamayı hak saymışlardır” ifadesi bir batılıdan gelmiş olsa yadırganmazdı fakat bir müslümanın bu ifa-deleri kullanması kitabın yazım amacını tra-jik bir şekilde yansıtmaktadır.

Öncelikle bilinmelidir ki yöneticinin ame-li fertlerin hoşuna gitmese dâhi, Allah’ın in-dirdikleriyle yönettiği sürece itaat etmek bü-tün Müslümanlara farzdır. Ayrıca Rasulullah

SallAllahu Aleyhi ve Sellem, sünneti aracılığı ile şeria-tı açıklamaktadır. Bundan dolayı onun sünneti, onun hükümleri ve direktifleri uygulanması zorunlu olan şeriatın ayrılmaz parçasıdır. Rasul ile aradaki bağı ko-parmak demek, onu gönde-rene baş kaldırmak demek-tir. Buhari ve Müslim de Ebu Hureyre yolu ile onun Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den şöyle dediğini rivayet ettiler:

“Kim bana itaat ederse, Allah’a itaat et-miş olur. Kim bana isyan ederse Allah’a is-yan etmiş olur. Kim Emir’e itaat ederse bana itaat etmiş olur. Kim Emir’e isyan ederse bana isyan etmiş olur.”

Enes bin Malik’ten rivayet edildiğine göre, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi:

“Dinleyin ve itaat edin. Başınıza, kafası siyah üzüm tanesi gibi Habeşli bir köle dahi yönetici olarak tayin edilse yine de itaat edin”

Kitap Kritik

Yazarın kitabında sıkça vaat ettiği hayat tarzı aslında demokrasinin

de Müslümanlara altın tepsilerde sunduğu

özgürlükçü bir yaşamla tam bir bütünlük arz

etmektedir. Bu bağlamda kitapta vurgulanan Hilafet

olgusunun şümullü bir İslamî Devlet olamayacağı

göz ardı edilmemelidir.

Page 80: KöklüDeğişim 72.Sayı

78Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Buhari Ebu Reca o da İbni Abbas’tan riva-yetinde, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sel-lem şöyle buyurmuştur:

“Kendi emrinden hoşlanmadığı bir şeyi gören kimse ona sabretsin. Zira cemaatten bir karış kadar ayrılıp ölen kimse muhakkak cahiliye ölümü ile olmuş olur.”

Müslim’in rivayet ettiği hadiste ise, Rasu-lullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle dedi:

“Bir İmam’a biat ederek ona elinin avu-cunu ve kalbinin meyvesini veren kimse, ona gücü yettiği kadar itaat etsin. Eğer başka birisi gelip o İmamla (yönetim için) çekişirse sonradan gelenin boynunu vurun.”

Yöneticiye ne zaman itaat edilmemesi ge-rektiği de yine şer’i nasslarla belirlenir. Ra-sulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bunu bir hadisinde şöyle açıklamıştır:

“Yaratıcıya isyan (itaatsizlik) olan yerde, yaratıklardan hiç birine itaat edilmez.”

Ayrıca Emevilere geçince Hilafet’in kral-lık olarak el değiştirdiği iddia edilen kitapta, yazarın Hz. Hüseyin’in şahadetinden duy-gusal olarak etkilendiği ve Şia olduğu için Ehli Beyt’e kutsiyet atfetmesi gibi etkenler de göz önüne bulundurulmalıdır.

Yine yazar yazdıklarına meşruiyet ka-zandırmak adına hadis tahsisi yapma yolu-na giderek, birçok konuda eleştirdiği Sünni âlimlerin hadislerle alakalı bazı savlarını te-yit etmiştir. Örneğin, REY ekolü de denilen ve sadece mütevatir hadislerle hatta müte-vatir hadislerin ayetlerle örtüşenlerini alıp diğerlerini yok hükmünde kabul etmek gibi bir yanılsamaya düşmüştür. Oysaki hadisle-rin de tıpkı ayetler gibi teşrii için delil oldu-ğu unutulmamalıdır. Zira Rasul’den nakille bize ulaşan hadisler manen Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın kelamı olup yasama için kullanıl-maktadır. Burada özetle yazar kendi iddiala-

rının meşruiyet zeminini oldukça zorlamış ve şura’yı demokrasideki seçim yöntemiyle eş tutmak için zorlama alıntılar yapmıştır. Bu bakışla 179. sayfada Ehli-Sünnet anla-yışına karşı temelsiz yüklemeler yapmıştır. Halife’ye itaatin farz olduğu hükmünü sa-vunduğu için despot olmak ve totaliter yö-netimin ağına düşmek gibi iddialarla Ehli-Sünnet karşıtlığına soyunmuştur. Bundan sonra Halife’nin Kureyş’ten olma meselesini de birbirine karıştırmış hadis sahih oldu-ğu halde bu hadise dayanarak ictihad eden âlimleri militarist-saltanat sevdalısı olarak görme yanlışında bulunmuştur. Zira dakik bir tanzimle ve iyi bir hadis ilmiyle araştır-mış olsaydı bu hadisin aslında vucubiyet değil de efdaliyet babından olduğunu idrak etmiş olurdu.

Zaten, minareyi çalan kılıfını uydurur anlayışıyla hareket eden yazar 233. sayfada “Sünni Siyasi Düşüncenin Totalitarizmi Benim-semesi” başlığıyla akıl almaz bir genelleme-ye gitmiştir. Bu tezini güçlendirmek için de ümmet için kültür mirası bırakmış ve derin ufuklar açmış muhaddisleri, fakihleri ve mü-fessirleri ayrım yapmaksızın eleştirebilmeyi göze almıştır. Örneğin İbn-i Teymiyye, İmam Maverdi, İmam Nevevi, Ahmed bin Hanbel, İmam-ı Azam ve İmam Gazali gibi âlimleri de Hilafet ve İmâmet meselesindeki tavizsiz tutumlarından dolayı tenkid etmeyi de ihmal etmemiştir.

Medine’de Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sel-lem ile kurulan İslam Devleti’nin Osmanlı Hilâfeti yıkılıncaya kadar geçen süreçte ge-rek kişisel zaaflar gerekse de üslup hatala-rı yaşanmış olması gayet normaldir. Zira İmâmet makamı beşeri bir makam ve İmam/Halife de diğer insanlar gibi hatasız değildir. Burada yaşanan her ne olursa olsun tecrübe olarak algılanmalıdır. 13 asır dimdik ayakta kalmış bir devletin kusurlarını aramak deve

Kitap Kritik

Page 81: KöklüDeğişim 72.Sayı

79 KÖKLÜDEĞİŞİM - Eylül 2010

üstünde pire aramaya benzer. Keza İslam’ın hükümferma olduğu dönemlerde daha in-sani bir başka yönetimde vuku bulmamıştır. Buradan hareketle kitapta sıkça dillendirilen “Hilafeti gasp etme” cümleleri de sarihlikten uzak olsa gerek. Örneğin Emevilerin parça-lanmaya yüz tutmasıyla birlikte İmametin dağılmaması ve fitnenin patlak vermemesi için Abbasilerin idare etmeye başlaması, yine Moğolların şiddetli saldırılarından yıpranan Memlukların yönetimi mecburen Osmanlı hâkimiyetine teslim etmesi de gerçek mana-da Hilafet’in 13 asırlık varlık sebebidir. Bu meseleye salt bir gasp şeklinde bakmak ‘İma-met’ meselesinin diğer tüm cüzi meselelerden daha fazla önem arz ettiği gerçe-ğini gizlemekten başka bir mana ifade etmemektedir. Ayrıca yazarın kadınla-rında yöneticilik yapması gerektiğini düşünmesi ve buna izin veren demokrasi-yi benimsemesi ‘Hilafet’ ile alakalı kitap yazarken bu konuya vâkıf olunmadan sadece konjonktüre uygun düşmek adına bir işe giriş-menin tehlikeli olduğunu göstermektedir. Zira sağ-lam bir altyapı ve yerleşik bir kültür olmadan kitap yazmanın ne gereği ne de kıymeti var-dır. Örneğin Hz. Aişe RadiyAllahu Anha’nın Cemel vakıasında fikir beyan etmesini, görüş sunmasını kadının yöneticiliğine kıyas et-mek oldukça zorlama bir söylem olur. Hatta “Hilafet’in Çöküşünde ‘İstibdat’ın Rolü” başlı-ğıyla II. Abdulhamid’e anti-demokratik ol-duğu gerekçesiyle “kör gibi davranma” şeklin-de haksız eleştirilerde bulunması, Hilafet ku-rumuna yaptığı hayırlı amelleri bir kalemde silmesi, yazarın ne denli çarpık görüş sahibi olduğunu anlatmaya yetiyor. Özetle yazar

kitabında yönetimle ilgili görüşlerinden do-layı Sünni ekolü totaliter, Ehli-Sünnet anla-yışını gerici ve döneme damgasını vurmuş birçok muhaddis ve âlimi İslam’ı yanlış an-latan birer bidat ehli görmek gibi buhranlara düşmekle kalmamış, neredeyse bütün Hali-feleri de ya otoriter olduklarından, ya halef tayin ettiklerinden ya da demokratik yasalar çıkartmadıklarından dolayı baskıcı, diktatör ve kral gibi benzetmeler yaparak sınırını ol-dukça aşmıştır.

Yazar son olarak kitabına bir mülakat ko-yarak bitirmiştir. Öncelikle dünyada yeniden

Hilafet’in inşası için çalı-şan bir kitle olarak Hizb-ut Tahrir’in kaldığını kabul eden yazar Hizb-ut Tahrir Lübnan sözcüsü Ahmed el Kasas ile yaptığı görüşmeyi paylaşmıştır. Burada kitle-nin fikirlerinden bazılarını içinde bulunduğu duruma tezat oluşturmadığı için be-ğendiğini yazmıştır. Örne-ğin Halife’nin ümmetin ve-kili olması, Halife’nin ‘Ada-let’ şartı, Kureyş’li olma şartının bulunmayışı, toplu-mun rızası ve Halife’yi tayin etmesi, veliaht belirlemenin

reddi, danışma meclisinin seçimi, siyasi par-ti kurma özgürlüğü gibi fikirleri ile Hizb-ut Tahrir ile örtüştüğünü fakat kitlenin demok-rasi ve cumhuriyet gibi yönetim türlerini kökten reddettiği, çoğunluğun değil Allah ve Rasulü’nün yasama yapabileceği gibi gö-rüşleri dolayısıyla çeliştiğini belirtmiştir. Bu uzaktan bakıldığında gayet normal bir haldir fakat çeliştiği için karşı tarafı olur olmaz yer-mek ve adeta hasım ilan etmek ne kadar doğ-rudur? 450. sayfada Hizb’in çelişkiye düşme sebebi olarak geçen “Hizb-ut Tahrir İslami si-yasi sistemin özelliklerini tespit etmeye çalışırken,

Kitap Kritik

Yazar son olarak kitabına bir mülakat koyarak bitirmiştir. Öncelikle dünyada yeniden Hilafet’in inşası için çalışan

bir kitle olarak Hizb-ut Tahrir’in kaldığını kabul

eden yazar Hizb-ut Tahrir Lübnan sözcüsü Ahmed el Kasas ile yaptığı görüşmeyi

paylaşmıştır. Burada kitlenin fikirlerinden bazılarını

içinde bulunduğu duruma tezat oluşturmadığı için beğendiğini yazmıştır.

Page 82: KöklüDeğişim 72.Sayı

80Eylül 2010 - KÖKLÜDEĞİŞİM

klasik Ehli-Sünnet fıkıhçılarının yasal geleneğine ve tarihsel Hilafet tecrübesine dayanarak hareket ettiği için…” ibaresi yazarın aslında karşısına salt Hizb-ut Tahrir’i değil tüm Ehli-Sünnet anlayışını aldığını göstermiyor mu? Yanı sıra kitlenin kavramlar üzerinde hususiyetle dur-ması ve meseleleri akli olmaktan çıkarıp şe-riata dayandırması gibi birçok şeyde yazarı fena halde kızdırmış gibi gözüküyor.

Hülasa yazarın temelde anlatmak istedi-ği yegâne unsur demokrasi ile İslam’ın kay-naştırılması ve bu yolla İslami yönetimlerin tıpkı batının arzu ettiği demokratik hatta laik unsurlarla beslendiği, itaatin değil de isyankârlığın ve hesap sormanın ön planda olduğu bir devlet profilidir. Tabi bu kaynaş-tırma talebinin beraberinde İslamî anlayışı karışıklığa ve karmaşaya kurban edeceği unutulmamalıdır. Bu çalışma esasında ya-zarın tek elden yürüttüğü bir çalışma olarak gözükmemektedir. Özelde ABD’nin genelde batı dünyasının gerçek bir İslam devletinden korktuğu aşikâr olmakla beraber gerçekle-şecek bir Hilafetinde kendi kontrollerinde olacağı, yöneticilerini kendilerinin belirleye-ceği ve gerektiğinde onu azledebileceği kı-saca demokratik olacağı gibi planları vardır. Bu planlarını da Hilafet davetinin yapıldığı tüm beldelerde kamuoyu etmektedir. Onlar bu yolla gerçeklerin üzerlerini örtmeyi, kav-ramları tevil ve tahrif etmeyi istemektedirler. Ama yazarında kabul etmekten kaçamadığı bu gerçek ‘Hilafet Devleti’ projesini dünya-nın her yerine yayan ve ümmetin evlatlarını bu proje için çalışmaya davet eden Hizb-ut Tahrir gerçeğidir. Yazarın 444. sayfasında ‘Hilafet Sistemi’ başlığıyla yazmak zorunda kaldığı şu gerçeği aktararak bahsi geçen kita-bın kritiğine son veriyoruz:

“İslam’ın yönetim şekli dünyada bulunan tüm yönetim sistemleri içerisinde hepsinden fark-lı olup biriciktir. İslam Devleti’nin ‘demokrasi’yi benimsemesine izin verilemez. Zira bu kavram İs-lam inancından neşet etmediği gibi İslam’ın orta-ya koyduğu kavram ve anlayışlara da muhaliftir. İslam’ın yönetim şekli krallık değildir. Cumhuri-yet de değildir. Çünkü cumhuriyet özü itibariyle demokrasiye dayanır, halkın egemenliğini esas alır. Bu sistemlerde yönetim, yasama, yönetimi seçme, yasa ve anayasa yapma, kaldırma, değiş-tirme, düzenleme gibi bütün haklar halka aittir. Oysa İslam’ın yönetim sistemi özü itibariyle İs-lam inancına ve şeriat hükümlerine dayalıdır. Bu sistemde egemenlik halka ait değildir. Ne halk ne de Halife yasama hakkına sahip değildir. Yasaları koymaya tek yetkili Yüce Allah’tır. Halife sadece Allah’ın yüce kitabından ve Rasulullah’ın sünne-tinden yasaları ve anayasayı çıkarsayıp belirleme yetkisine sahiptir. Yine bu sistemde Halife’yi gö-revden alma yetkisi de halka değil şeriata aittir. Ancak halk Halife’yi seçme hakkına sahiptir. Do-layısıyla halkın seçtiği ve biat ettiği kişi halka bu konuda vekillik eder.” (İslam’da Yönetim Nizamı Kita-

bı/ Takıyyuddin En Nebhani)

Kitap Kritik

Page 83: KöklüDeğişim 72.Sayı
Page 84: KöklüDeğişim 72.Sayı