köklüdeğişim 78.sayı

84

Upload: koekluedegisim-dergisi

Post on 06-Mar-2016

239 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

İslam Fikrine Dayalı Aylık Siyasi Dergi - Suskunluğun Kırılma Noktası - İslam ile Değişmek ve Değiştirmek İçin... Abone Olmak İçin... Ahmet Sivren Adına Posta Çeki Hesabı: 191 18 03 Ziraat Bankası Başkent Şb. 47475782-5002 TL Hesabı Ziraat

TRANSCRIPT

Page 1: KöklüDeğişim 78.Sayı
Page 2: KöklüDeğişim 78.Sayı
Page 3: KöklüDeğişim 78.Sayı

1 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

KÖKLÜDEĞİŞİM

Kuruluş: 2004İslâmî Fikirlere Dayalı

Aylık Siyâsî DergiRabiu’l-Evvel 1432

Mart 2011Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri

MüdürüAhmet Sivren

İdari İşler MüdürüHakkı Eren

Yayın Kurulu BaşkanıAbdulHamid Yazıcı

Kapak&Grafik TasarımKöklüDeğişim

Yönetim MerkeziG.M.K. Bulvarı No: 31/12

Kızılay/ANKARAİletişim&Abonelik&Reklam

Tel: (+90) 0 312 229 77 91Faks: (+90) 0 312 229 77 92

[email protected]

Temsilciliklerİstanbul

Bülent KurşunTel: 0 536 638 67 68

Abonelik ve Hesap Numaları

بسم اهلل الرحمن الرحيمMart Ayı Takdim

Tunus’tan başlayarak etrafına kasıtlı bir şekilde yayılan, “devrim” ve “inkılâp” olarak addedilen ve binlerce Müslüman kanının akmasına vesile olan olaylar, sadece ülke gündemimizi değil, neredeyse bütün dünya gündemlerini meşgul eder bir pozisyona gelmiştir. Ancak yaşananların olması gerektiği gibi bir İslâm inkılâbı olmadığına şahit olmaktayız. Şahit olduğumuz bir diğer hakikat ise, yangından kaçarcasına ve kurtulu-şa koşarcasına hareket eden Arap halklarının tüm çaba ve gayretlerinin, dikta yönetici-lerin hükümranlığı arasında yeşerttikleri ümitlerinin, sömürgecilerin yeni geliştirdiği ılımlı(!) İslâm ve demokrasi tuzağına düşmeleridir. Zeynel Ali’den kaçanların Mu-hammed el-Gannuşi’nin, Mübarek’ten kaçanların Ömer Süleyman’ın ve Kaddafi’den kaçanların ise acaba hangi zalim işbirlikçinin eline düşeceği gibi…

Ancak tüm bu hengâme arasında unutulan, ama bizim unutturmamak için çalıştı-ğımız gerçek bir devrim vardır ki; o da maalesef İslam dünyasının bu halde olmasını sağlayan ve ümmetin vahdetini parçalayan Cumhuriyet devrimidir. Cumhuriyet dev-rimi, Batı ve demokrasi sevdalılarının çabalarıyla, Hilafet’in ilga edilmesi ile taçlan-dırılmıştır. Bugün her bir toprağından acı bir çığlık yükselen feryatların asıl sebebi Hilafet’in kaldırılması değil midir? 3 Mart 1924 Ümmet’in kara günü olarak tarihe geçmiş ve unutulmaması gereken hüzün günü değil midir? Bize göre bu günlerin en önemli iki konusu olan bu meseleleri kapağımıza taşıyarak bir kompozisyonla anlat-mak istedik. Ancak üzerinden 87 yıl geçmesine rağmen halen Hilafet’in ilgasının nasıl gerçekleştirildiği vuzuha kavuşturulmamış ve hakikatler gün yüzüne çıkarılmamıştır. Bu sır perdesini izah etmek için Gündem bölümü; Ahmet Sivren tarafından kaleme alınan “Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar” adlı makalesi ile başlamış ve onu Hayreddin Duman’ın yazdığı “Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur” başlıklı yazı takip etmiştir. Cevher Kara ise, yaşanan olayları doğru yorumlamayan ve yönetici değişik-liğini devrim olarak algılayan zihniyete karşı çıkarak “Devrime Şerh Düşmek” adlı ma-kalesiyle şerhini koymuştur. Koyulan bu şerhin gerekçeli kararını da, “Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı” adlı makalesinde İbrahim Er, “Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veri-yor” başlıklı yazısında A. Sadık Altınel tamamen ve “Zengin Müslümanların Devrimi” başlıklı yazısında Mahmut Kar ise kısmen yazmıştır. Yazarımız Talha Yaşar, 3 Mart 1924’ün önemine binaen, konunun altını çizmek istercesine “Ümmet’in Hüznü; 3 Mart 1924!” tespitini yapmıştır. Bu ay yine gündem olan bir başka konuyu ise yazarımız Hakkı Eren, “Kıbrıs’a Ne Ekildiyse O Biçiliyor” diyerek sayfalarımıza taşıdı. Seçimlere yaklaşırken tartışılan Başkanlık sistemi ile alakalı makaleleri AbdulHamid Yazıcı ve Erkan Kardelen’den okuyabilirsiniz. Herkese tanınan ama nedense Müslümanlara ge-lince unutulan “İfade Özgürlüğü” meselesine ise Esma Sıddık dikkat çekiyor. Tefekkür, Haber-Veri-Yorum, Okuyucudan Gelen, İktibas ve Tefsir bölümleri de bu ay Derginiz-de sizinle buluşacak bölümler…

Her şeye rağmen, Müslümanların mevcut küfür sistemlerini devirebilme potansi-yellerinin olduğunu göstermesi açısından bu hareketlenmeler, bizlere, Hilâfet’e giden yolun her zaman açık olduğunu gösteriyor. Zira artık KöklüDeğişim çok yakın…

Not 1: Abonelik ücretlerinizi yan tarafta tabloda bulunan banka ve PTT hesap numaralarına yatırabilirsiniz. Lütfen hesaba para yatırırken, adınızı, soyadınızı ve hangi il/ülke’den yatırdığınızı görevliye yazdırınız.

Not 2: Dergimiz, Kapitalist Sömürü ideolojisinin fikirlerinden olan, “telif hakları” kavramını İslâm reddettiği için kabul etmemektedir. Dergimizde yer alan yazılarımız, yazarının ve dergimizin ismi belirtilerek iktibas edilebilir. Dergimize gönderilen yazılar, yayın esaslarımıza uygun olması ve yazıların güncelliğini koruması kaydıyla, yayın kurulumuzun onaylaması halinde yayınlanır. Gönderilen yazıların içeriği bozulmamak kaydıyla- üzerinde değişiklik ve kısmen kısaltma yapma hakkımız vardır.

YurtdışıYurtiçi6 Aylık6 Aylık

30 EURO30 TLYıllık (12 Ay)Yıllık (12 Ay)

60 EURO60 TLZiraat

Bankası Euro Hesabı Başkent Şb. TR93000100

1683-47475782-

5001 TCZBTR2A

PTT Posta Çeki: Ahmet Sivren

Adına 1911803Ziraat

Bankası TL Hesabı

Başkent Şb. 47475782-5002

Baskı 01.03.2011Rulo Ofset ve Matbaacılık

Adres: K.Karabekir Cd.No: 120/86 İskitler-Ankara

0 312 312 50 75

Yerel-SüreliISSN: 1304 - 8274

Page 4: KöklüDeğişim 78.Sayı

2Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

İçindekilerHilâfet’in İlgası Lozan’dan BaşlarAhmet SİVREN

GÜNDEM

3Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel AdaptasyondurHayreddin DUMAN8Devrime Şerh DüşmekCevher KARA13Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O BiçiliyorHakkı EREN18

Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcıİbrahim ER

23 Seçime Doğru Başkanlık SistemiAbdulHamid YAZICI

31

Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veriyor!Ahmet Sadık ALTINEL

35

İfade ÖzgürlüğüEsma SIDDIK

3841 Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir

Erkan KARDELEN

45

Ümmetin Hüznü, Kâfirlerin Bayramı:3 Mart 1924Talha YAŞAR

Yeni Dünya Düzeninde İslâmî Beldelerin RolüÂdem BUDAK

65

Gücünün Sırrını Keşfet (3)Fuad HAMİDOĞLU60

HABER-VERİ-YORUMKöklüDeğişim54

70 Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı Tüm Mazlum Halkların YanındayızMehmet PAMAK

İKTİBASTEFEKKÜR

Âl-i İmrân Sûresi 7-13. AyetlerEsad MANSUR75TEFSİR

Mart 2011Rabiu’l-Evvel 1432

38

8

18

35

Zengin Müslümanların Devrimi!Mahmut KAR50

OKUYUCUDAN GELEN

Page 5: KöklüDeğişim 78.Sayı

3 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

3 Mart 1924… Bu tarih, yeryüzünde müthiş bir değişimin başlangıç noktasıdır. İnsanlığın hayır namına mühim kaybının başlangıcıdır, bu tarih… Bu tarih, Müslümanların karanlık dehlizlere gark oldukları şerir bir tarihtir. Evet, bu tarih, İslâmî Devlet’in hayattan kesin bir koparış-la koparıldığı karanlık bir tarihtir; Hilâfet’in ilgasının tarihidir…

Hilâfet’i ilga edenler, onu kaldırırken çok cüretkâr davrandılar. Cesurdular; çünkü ca-hil cesaretiyle doluydu nefisleri… Nasıl bir felakete sebep olduklarının fevkine ise çok sonra varacaklardı. Ama iş işten geçmiş ola-caktı, o zaman da…

Lozan Antlaşması’nın gizli maddelerin-den biri olan Hilâfet’in ilgası, TBMM’nin o dönemki vekilleri tarafından zorla da olsa başarıldı(!). Türkiye Cumhuriyeti Devle-ti tarafından Müslüman halktan gizlenen Lozan’ın bu gizli maddelerinin yansımaları-nı, 1920’li yılların Meclis tutanaklarında gör-mek mümkün. Müslümanlar için karanlık

bırakılan özellikle yakın tarih, bizlerin bil-hassa yakinen bilmemiz gereken bir süreç-tir. Zira bugün yaşananları anlayabilmemiz için lazım olanlar, o günlerde yaşananlar-dır. Rabbimiz, hakikatin ay’ın on dördü gibi gözler önüne serileceği günleri bizlere nasip etsin. Tarihte Müslümanlar üzerine kurulan şerir planları ihata ederek bugünkü benzer planlardan basiret ve furkan ile kurtulabil-menin yollarını bizlere açsın, inşallah.

Hilâfet’in ilgasına giden süreci Lozan Antlaşması ile başlatmak mümkündür. Zira bu Antlaşmada Ankara Hükümeti’ne da-yatılan şartların en önemlisi, Hilâfet’in ilgası meselesidir. Lozan’ın “gizli maddeleri” ola-rak bilinen ve açıklanan resmî maddelerde yer almayan bu maddeler üzerindeki sır perdesi hâlâ kalkmamıştır. Ancak o dönem sürece şahitlik eden bazı şahısların ifade-lerinden ve gelişen hadiselerden anlaşılan, böylesi bir takım gizli maddelerin Lozan’da dayatıldığıdır. Hilâfet’in ilgasının Lozan’ın bir şartı olarak dayatılması hakkındaki belir-

Ahmet SİVREN

Page 6: KöklüDeğişim 78.Sayı

4Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

sizlik(!) de ancak Lozan görüşmeleri öncesi ve sonrasındaki gizli belgelerin ve yine bazı şahısların saklanan hatıratlarının açıklan-ması suretiyle giderilecektir. Bu minvalde, Hilâfet konusunda mutabık olan-olamayan birçok yazar, siyasetçi, düşünür bile aynı noktada buluşmaktadır; gizli belge ve hatı-ratların açıklanması noktasında…

Özellikle Lozan mevzubahis olunca tarihî hakikatlerin açığa çıkarılması noktasında mühim isimlerden biri de Mustafa Kemal’in eşi Latife Hanım’dır. Zira kendisi, Lozan görüşmelerinin kesintiye uğradığı sırada Lozan’dan dönen İsmet Paşa ile İzmir’den dönen M. Kemal’in Eskişehir’de, Ankara trenindeki buluşmalarının tek şahididir. “1975’te vefat eden Latife Hanım’ın, “Hatıra notlarım, ölümümden 25 sene sonra açıklansın” vasiyetine rağmen, Türk Tarih Kurumu’na tes-lim edilen bu özel notlarıyla hatıra defterleri, en yetkili kişinin dahi gidip yerini bulamayacağı çok anahtarlı ve dolambaçlı bir arşivleme siste-miyle saklanır bir haldedir.” (Latife Hanım ve Gizli

Lozan Görüşmesi, M. Latif Salihoğlu, Yeni Asya, 29.01.2009)

Lozan görüşmeleri sırasında İsmet Paşa ile anlaşamamış ve Başbakanlık’tan çekil-miş olan Rauf Orbay’ın Lozan görüşmeleri Baş-Murahhas’ı İsmet Paşa’nın niyeti hak-kındaki düşünceleri ise şöyledir:

“İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir nev’i gizli arabuluculuk rolü oy-nayan İstanbul’un Hahambaşısı Hayim Naum Efendi’nin telkinleriyle, Hilâfet’in artık ne şekil-de olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu fikrini tama-mıyla benimsemiş bulunuyordu. Peki, ya dört-beş ay evvelki Hilâfet’e bağlılık hatta Hilâfet’in kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat’i ifadeler ve İslâm âlemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu?” (Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Or-

bay, Feridun Kandemir, syf. 96-97) Evet, ne olmuştu? Haklı bir muhasebe Rauf Bey’in yaptığı…

Hilâfet’in ilgasının Lozan Antlaşmasının gizli maddelerinden biri oluşunun tarihsel süreçteki delili ise İngiliz Parlamentosu’nun bu Antlaşmayı (Lozan) onaylamak için 7.5 ay beklemeleridir. İlginçtir, bu tarih 6 Mart 1924 gününe yani “Hilâfet’in İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun Maddesi”nin Resmî Gazete’de yayınlandı-ğı güne dek gelmektedir. “Lozan Antlaşma-sı, Lozan’da 24 Temmuz 1923’te imzalandı. M. Kemal Paşa, mevcut Meclis yapısının bu anlaşmayı imzalamayacağını tesbit ettiği için Meclis’i dağıttı. İkinci Meclis’e verilen ilk görev ilk günkü toplantıda (11 Ağustos 1923) alelace-le Lozan’ı onaylamaktı, öyle de oldu. Fakat bu anlaşmanın resmen yürürlüğe girmesi için İn-giliz Parlamentosu tarafından da onaylanması gerekiyordu. İngilizler masada imzaladıkları bu anlaşmayı onaylamak için tam 7.5 ay beklediler.

Neyi mi beklediler? Bu sorunun cevabı, İn-giliz parlamentosunun Lozan’ı onayladığı tarih-te gizli: 6 Mart 1924. Yani? Yanisi, Hilâfetin Millet Meclisi’nce “ilga”(?) edildiği 3 Mart ta-rihinin hemen ardından.” (Rüya mı dediniz, bayım?,

Mustafa İslâmoğlu, Yeni Şafak, 03.09.2005)

İlgasının resmen kanunlaşmasına kadar Lozan Antlaşması’nı onaylamayan İngiliz-

Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar

Page 7: KöklüDeğişim 78.Sayı

5 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

ler, Hilâfet kurumunun İslâm Ümmeti nez-dindeki tesirini çok iyi biliyorlardı. Otoritesi elinden alınmış (Ruhanî) bir Hilâfet’in teş-kil edilmeye çalışıldığı izlenimi veren çe-şitli girişimler de zaman zaman vücut bul-muştur. Bizzat Mustafa Kemal tarafından, AbdulMecit Efendi’nin yerine Libyalı Şeyh Ahmet es-Senusî’ye Halifelik teklif edilmiş, Osmanlı’ya, Hilâfet’e ve Ümmet’in vahde-tine gönülden ve fikirden bağlı olan Şeyh Senusî’nin bu teklifi reddetmesi üzerine bu girişim de boşa çıkmıştır. Bu arada Şeyh’i, işgalci İtalyanlara karşı söylediği şu sözle-riyle hayırla anmadan geçmeyelim:

“Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun savaşmak istiyoruz; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız yöre-siyle sınırlı kalmayacaktır. Ruhum tenimde kal-dıkça etrafımda “La ilahe illallah Muhammedur-Rasulullah” hükmünü kabul eden bulundukça belki de Trablus’un öte taraflarına da geçmek kabil olur. Şimdiki gibi binler, milyonlarla sadık mücahit Müslümanlar bulunduğu zaman değil, belki yanımda bir gülle bir fişek kaldığı zaman bile barışa gelemem. İtalyanların bize teklif et-tiği barış meşru bir yönde değildir; o halde nasıl olurda ona yönelinir. İtalyanların arzu ettiği şu barış Şer’an aykırı, bütün eimme yanında ya-saktır; çünkü eimme-i Kiram (yüce İmamlar) düşman, İslâm beldelerinde barış için Müslü-manlara istekte bulunur, İslâm memleketinde bulundukları halde barış yapmak isterlerse, hiç bir şekilde barışın caiz olmayacağına dair itti-fak etmişlerdir; şu halde İtalyanların istedikleri gayrimeşru olan barışa nasıl razı oluruz. İtal-yanların İslâm beldelerine tecavüz ve taarruz-ları ne kadar lanete ve sövgüye layık ise, İslâm Ümmeti’nin onlara karşı din ve namusunu sa-vunmaları o mertebe hamd ve şükrana layıktır. Biz de nüfuz alanımızda bulunan bütün Müs-lüman kardeşleri cihada katılmaya davet ettik ve onları “ilahi Kelimetullahı” bütün tebaayla tek

vücud ve tek fikir olmalarını arzu ettik. Biz siz gelinceye kadar, memleketimiz içinde küfretme-yi, adam öldürmeyi, vahşete başvurmayı ve iş-kencelere girişmeyi bilmezdik. Bunları sizlerden ve medeniyetinizden öğrendik. Bilmeniz icab edecektir; Bizler çocuklarımıza sizlerle mücadele etmeyi miras olarak bırakacağız.”

Yine ilk olarak 1925’te yapılması planla-nan ve 1926 senesine ertelenen Kahire’deki “Hilâfet Kongresi” de bir başka Ruhanî Hilâfet ikamesi girişimidir. Tabii bütün bunlar, Müslümanlar nezdinde çok mühim bir mevkie sahip Hilâfet Devleti’nin yıkıldığı hakikatini, zihinlerden uzaklaştırmak mak-satlı hareketlerdir. İslâm Ümmeti’nde, bu tip -ruhanî bile olsa- göstermelik Hilâfet’in ikamesi için birtakım çalışmaların olduğu algısı oluşturularak, Türkiye Cumhuriyeti kurucularının eliyle, bazı Arap Reislerinin ihanetiyle ve sair Müslümanların sükûtiyle ilga edilen İslâm Devleti’nin taze acısı unut-turulmaya çalışılmış, vakıası ise zihinlerden uzaklaştırılmak istenmiştir.

Yapılan fikrî ve kültürel saldırıların neti-cesinde arız olan siyasî ve fikrî basiretsizlik, basiretle düşünebilenlerin de imkânsızlıklar içinde olması, Müslümanları hata üstü-ne hata yapmaya sevk etti. Netice itiba-riyle 1924 Mart’ında Hilâfet ilga edilmiş,

Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar

...Biz siz gelinceye kadar, memleketimiz içinde küfretmeyi,

adam öldürmeyi, vahşete başvurmayı ve işkencelere

girişmeyi bilmezdik. Bunları sizlerden ve medeniyetinizden

öğrendik. Bilmeniz icab edecektir; Bizler çocuklarımıza sizlerle mücadele etmeyi miras

olarak bırakacağız.”

Page 8: KöklüDeğişim 78.Sayı

6Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Hilâfet’in sahih vakıasıyla yeniden ikame edilmesi gayretleri de cebir ve şiddetle bas-tırılmış, bu harekete kalkışanlar en ağır ce-zalandırmayla karşılık görmüşlerdir. Bir fit-ne olarak ortaya atılan ve bugün de yeniden canlandırılmak istenen Ruhanî Hilâfet, Yeni Osmanlıcılık, Pan-Osmanlı tezleriyle Müslü-manlar, sahih/Raşidî Hilâfet vakıasından uzak, başsız bedenleri ve her türlü saldırıya açık can, namus ve servetleriyle bir o yana bir bu yana çarpıp durur bir vaziyette bu-günlere gelmiştir.

Yeniden 1924’lere dönecek olursak; Hilâfet’in ilgasının ilginç bir gerekçe ile BMM (Büyük Millet Meclisi) vekillerine ka-bul ettirildiğini görürüz. Bu ilginç gerekçe ilga kanununda da aynen yerini almıştır. “Madde 1: Halife halledilmiştir. Hilâfet Hü-kümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır.” (Hilâfetin İlgasına ve Hanedanı Osmanî’nin Tür-

kiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun

Maddesi, Kanun Numarası: 431, Kabul Tarihi: 3 Mart 1924, Ya-

yımladığı Resmî Gazete Tarih: 6 Mart 1924, Yayımladığı Resmî

Gazete Sayısı: 63)

Evet, “mündemiç olduğundan”… Ne anla-mak lazım bu cümleden? TDK sözlüğünde bu “mündemiç” kelimesi için şu izahat var: “mündemiç: 1. Bir şeyin içinde var olan, bulu-nan, saklı olan. 2. İçkin.” (www.tdksozluk.com/s/

mundemic)

Yani bu cümleden şu ortaya çıkıyor ki, Hilâfet, Hükümet ve Cumhuriyet’in mana ve mefhumunda zaten mevcutmuş. Peki, esasları itibariyle birbirine zıt olan iki şey, nasıl olur da biri birinin içinde -“zaten”- var olabilir. Hilâfet nizamı, Şer’î esaslarla ortaya konu-lan, Allah’ın kullarından tatbikini farz kıldı-ğı, İslâm’ın hükmetme nizamıdır. Yine TDK sözlüğünde Hilâfet/Halifelik için, “Halife olma durumu” yazıyor. Halife ise “a. 1. din b. Hz. Muhammed’in vekili olarak Müslüman-

ların imamlığını ve din koruyuculuğunu yap-makla görevli kimse. 2. Hükümdar. 3. Osmanlı padişahlarının kullandıkları unvanlardan biri.” TDK/Kişi Adları Sözlüğü’nde ise; “2. Hz. Muhammed’in vekili ve dünyadaki Müslüman-ların başı olan kimse.”

Cumhuriyet ise; “1. Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yö-netim biçimi.” TDK/Kişi Adları Sözlüğü’nde ise; “Halkın egemenliği kendi elinde tuttuğu devlet biçimi.” (www.tdkterim.gov.tr/bts/Güncel Türk-

çe Sözlük, Kişi Adları Sözlüğü)

Bu detaylara Hilâfet ve Cumhuriyet ni-zamlarının birbirine taban tabana zıt oldu-ğunu göstermek için girdim. Öyle ki Türki-ye Cumhuriyeti’nin kurucusu M. Kemal bile bu aykırılığı ortaya koymak için şu cüretkâr cümleleri, Müslüman Türkiye halkının göz-lerinin içine baka baka söylemiştir:

“Bizim Devlet İdaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler idarede ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlar-dır. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil doğ-rudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”

M. Kemal’in son Meclis konuşmasındaki bu pasaj da, yukardaki tanımlar da gösteri-yor ki, Cumhuriyet (ile birlikte diğer beşerî tüm nizamlar) ve Hilâfet birbirlerine taban tabana zıttırlar. Hilâfet’te şer’î hükümler, esas ve Şeriat (Allah) hâkimiyet sahibi iken, Cumhuriyet’te ise hükümlerin kaynağı, halk veya temsilcileridir. Bu vesileyle bu iki kurumdan biri diğerine mündemiç yani içkin olamaz. Hele Hilâfet, Cumhuriyet’e mündemiç hiç olamaz.

Hükümlerin çıkarılmasında tek esasın Kur’an ve Sünnet, tek sulta (otorite) sa-hibinin Halife, Halife’yi muhasebe etme

Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar

Page 9: KöklüDeğişim 78.Sayı

7 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

sorumlusunun halk olduğu bir nizam ola-rak Hilâfet’te, hüküm ile sultanın (otorite/güç) birbirinden ayrılması düşünülemez. M. Kemal’in, “Efendiler! Osmanlı Sultanı, hâkimiyetini milletten kuvvetle almıştır. Millet de onu ondan kuvvetle geri almaya azmetmiştir. Saltanatın mutlaka Hilâfet’ten ayrılıp kaldırıl-ması lazımdır. Siz kabul etseniz de, etmeseniz de bu olacaktır. Çaresiz bazılarının başları da bu arada kesilecek!” tehditvarî Meclis konuşma-larının ardından “oldu-bitti”ye getirilerek alınan karara kadar da bu hep böyle olmuş-tur; Sulta ile Hilâfet hep birlikte olmuştur. İl-ginçtir, BMM’de alınan sultanın Hilâfet’ten ayrılması kararı, Ankara Hükümet’in Lo-zan görüşmelerine davet edilişinden 14 gün sonra olmuştur. (Hilâfet Nasıl Yıkıldı, AbdulKadim

Zellum, http://www.islamdevleti.org/kitaplar/hny/in-

dex.htm)

Zira Müslümanlar ellerinde bulunan Allah’ın hükümlerinin yeryüzünde tatbiki mesuliyetini biat yoluyla Halife’ye verir-ler. Halife’ye Allah’ın Kitabı’na ve Rasulul-lah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’ne göre Devleti yöneteceğine dair yapılan biatin ardından, Şeriat’ın dışına çıkmadığı (kü-für hükümleri ile yönetmediği müddetçe) Halife’ye itaat etmeye mecburdurlar. İta-atten el çekmeleri halinde Allah katında günahkâr ve devlete karşı da asi olurlar. Bu asilere karşı da Halife’nin güç kullanma yet-

kisi vardır. İç ve dış işlerde Şeriat’ın hüküm-lerine binaen yaptırım ve cihad için elinde bir gücün bulunması gereken Halife, şer’î nassların tarif ettiği Halife’dir. “Ruhanî” ve benzeri tanımlamalarla dün ve belki de bu-gün tartışma konusu olan Papavarî Hilâfet, nassların tarif ettiği Hilâfet’ten çok uzaktır.

ez-Cümle, Hilâfet aynı zamanda gücü ifade eder. İkamesi de yine Şeriat’ın vazet-tiği şekilde olmak zorundadır. Halife nas-bının metodu ise bey’attır (biattir). Bey’at edilmeden bir kişi Halife olamaz. (Geniş bilgi

için bkz: Sorularla Hilâfet ve Halife, Ercan Tekinbaş, Köklü-

Değişim Yay.)

Müslümanların liderliği ve arkasına sı-ğındıkları kalkanları olmasından dolayı Hilâfet tüm insanlık nezdinde düşmanların korktuğu dostların güven duyduğu mühim bir güçtür. Bu güç 3 Mart 1924 yılında TBMM tarafından ilga edilmeden önce kâfirlerde ve zalimlerde yine aynı korkuya, mazlum-larda ve dostlarda ise aynı güven duygusu-na kaynaklık ediyordu. Fakat ne zaman ki, o menfur karar alındı ve Halife hal, Hilâfet ilga edildi, işte o günden sonra kâfirler ve zalimler gemi azıya aldılar, azdıkça azdılar. Zira meydanı boş buldular, karşısına çıkıp “höt” diyecek bir güç kalmamıştı.

Fakat İslâm Ümmeti’nin bünyesinde ta-şıdığı potansiyel, kâfirleri hâlâ aynı endişe-ye, Hilâfet’in yeniden ikame edilebileceği endişesine gark ediyor. Biliyorlar ki, bu yeni kurulacak Hilâfet, ilga edildiği dönemden daha güçlü olacak ve İslâm Ümmeti’ne ve mazlum halklara yaptıkları tüm zulümlerin hesabını onlara soracak…

Hilâfet, bundan yaklaşık 90 yıl önce tari-hin sisli ve puslu ortamında hainlerin eliyle ilga edildi; bugünün karışık ve canlı orta-mında salihlerin eliyle de ikame edilmesi yakındır, inşallah…

O halde şimdi nusret zamanı…

Hilâfet’in İlgası Lozan’dan Başlar

Page 10: KöklüDeğişim 78.Sayı

8Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Tunus’ta meydana gelen olaylar kısa sürede Arap ülkelerini etkilemiş ve çevre ülkelere doğru yayılma gös-

termiştir. Yılların getirdiği tepkiyi dile getir-mek isteyen halk, sokağa dökülmüş ve mev-cut yönetimler olayları kontrol etme konu-sunda sıkıntı yaşamışlardır. Tunus olayları daha tazeyken tehlikeyi hisseden bazı Arap yöneticiler gerekli önlemler alırken, yakın komşusundaki gelişmeleri okumaktan aciz olan Mısır yöneticileri en ağır faturayı öde-miştir. Mısır Dışişleri Bakanı Ahmed Ebu’l-Geyt, Tunus’ta yaşanan olayların diğer böl-gelere yayılması yönündeki endişelerin yer-siz olduğunu söyleyerek şöyle demişti:

“Tunus halkı bu yönde bir karar aldıysa bu onların işi. En önemlisi Tunus halkının istekleri. Buna kimsenin itirazı yok. Bir tırmanış hayali kuran ya da bunun peşinde koşanlar hedefleri-ne ulaşamayacak.” Fakat çok geçmeden kı-vılcımlar, Mısır dâhil pek çok ülkeye hızla yayıldı. Ebu’l-Geyt, ABD Dışişleri Bakanı

Hillary Clinton’ın “Arap dünyasının reforma ihtiyacı olduğuna” ilişkin sözlerine yönelik yaptığı açıklamada ise Şarmu’ş-Şeyh’te ya-pılacak Arap Ekonomik Zirvesi’nden sonra “Bazı Batılı ülkelerin -İngilizleri ve Fransızları ima ediyor olsa gerek- Mısırlılar ve Arapların iş-lerine karışma girişimleri hakkında bir deklaras-yon yayınlama” çağrısında bulunuyor ve “Bu zirvede Mısır’ın pozisyonunun benimsenmesini umuyoruz” diyordu.

Bin Ali’nin gidişini alkışlayan Amerika, söz konusu Mübarek olunca gerçek yüzü-nü açığa vuruyor ve Amerikan Başkan Yar-dımcısı Joe Biden, kendisine Mübarek’i bir diktatör olarak tanımlayıp tanımlamadığı sorulunca şöyle diyordu:

“Mübarek, pek çok meselede başlıca mütte-fiklerimizden biri olmuştur. Bölgedeki jeopolitik çıkarlar konusunda, Ortadoğu’da barış çabaları konusunda, Mısır’ın “İsrail” ile ilişkilerin nor-malleştirilmesine ilişkin aldığı tavırlar konusun-da hep sorumlu davranmıştır… Onu bir diktatör

Hayreddin DUMAN

Page 11: KöklüDeğişim 78.Sayı

9 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

olarak tanımlayamayacağım.” Açıktır ki Batılı çıkarlara hizmet ettikleri sürece Batı’nın diktatörler ve vahşi politikalarıyla hiçbir so-runu olmaz. Amerikan eski Başkanlarından Franklin D. Roosevelt’in 1939’da Nikaragua diktatörü Somoza hakkındaki sözleri siyasî çevrelerde pek meşhurdur: “Somoza bir p-ç olabilir, ama o bizim p-çimiz.”

Amerika’nın Bin Ali’nin gidişini, “de-mokratik değişim fırsatı”ndan ziyade “Bir-leşik Devletler’in çıkarlarına tehdit” olarak görmesinin sebebi, Tunus’ta çıkarılan kar-gaşanın hedefinin esasında Amerika’nın Ortadoğu’daki en yakın müttefiklerinden Mısır’ı karıştırmak olmasıdır. Yani bazı güç odakları tarafından Tunus’taki olaylarda, hem diktatör Tunus rejiminin kontrollü bir şekilde “ılımlılaştırılması” projesi devreye sokuldu, hem de Mısır’da kontrolsüz bir değişim hareketinin fitili yakıldı.

Kuzey Afrika’dan Batı Asya’ya dek ya-yılan gösteriler, Arap Devrimi gibi abartılı bir tabirle tanımlanmaya başladı. “Devrim” (İnkılâp) kavramının böylece sulandırıldığı-nı, halkların köklü değişim arzusunun böyle-ce deşarj edildiğini ve gerçek köklü değişi-min geciktirilmek istendiğini görmekteyiz. Tunus olayları diye başlayıp, Batı medya-sınca “Yasemin Devrimi” diye adlandırılan protesto gösterilerinin diğer ülkelerdeki mahiyetine bakıldığında değişik kategorile-re ayrılması gerektiği görülür. Bu kategori-ler üç başlıkta toplanabilir:

Yönetim Değişimi Hedeflenenler:1. Tu-nus’taki olaylar böyledir. Sadece Bin Ali’nin gitmesiyle değil, diktatörlük döneminin bit-mesiyle, Batı’nın tabiriyle demokratikleşme sürecinin başlamasıyla sonuçlanacaktır.

Yönetici Değişimi Hedeflenenler:2. Mev-cut rejim yapısı değişmeden yöneticilerin değişmesiyle sonuçlanacak olanlar ki Mısır

bunlardan olacaktır. Mısır meselesi başlı ba-şına özel incelemeye değer ana konulardan biridir.

Göstermelikler:3. Bunları üç gruba ayır-mak mümkündür:

Asıl yönetici kalırken hükümetlerin değiş-a. tiği yerler: Kralın kaldığı, ama hükümetin değiş-tiği Ürdün böyledir.

Asıl yöneticilerin ve hükümetlerin değiş-b. mediği, ama yeni bir dönemin başlayacağı yer-ler: Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın reform sözü verdiği Suriye böyledir. Cezayir ve Libya, bir ihtimal Fas da böyle sayılabilir.

Hiçbir etkisi olmayan yerler: Moritanya, c. Sudan, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Ku-veyt, Filistin Otoritesi ve Cibuti böyledir.

Belirtmiş olduğumuz bu kategoriler ışı-ğında Arap dünyasındaki ülkeleri teker te-ker incelediğimizde kısaca şunları söyleye-biliriz:

Tunus’ta Devlet Başkanı gitmiş, yeni bir hü-kümet gelmiş, yeni bir dönem başlamıştır.

Cezayir’de 8 kişinin “Bu Azizi” tarzı inti-har etmesi, onlarca kişinin yaralandığı, yüzlerce kişinin tutuklandığı gösteriler üzerine Devlet Başkanı, 3 Şubat günü 19 yıldır süren olağanüs-tü hâl döneminin sona erdiğini ilan etmiştir.

Libya’da Hükümet 24 milyar dolarlık bir projeyle halka ev verilmesi ve kalkınma adımla-rı atılması sözü vererek gösterileri yatıştırmaya çalışmış ama başarılı olamamıştır. Daha sonra çıkan olaylarda en az 300 kişi öldürülmüştür. Kaddafi bizzat kendi sokağa inerek göstericilere meydan okumuştur.

Ürdün’de sendikacıların, sol grupların örgüt-lediği gösteriler ve Cuma namazı sonrasındaki gösteriler sonuç vermiş ve 1 Şubat’ta hükümet değişimi ile sınırlı kalan bir etki görülmüştür.

Moritanya’da ufak çaplı gösteriler ile bir ki-

Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur

Page 12: KöklüDeğişim 78.Sayı

10Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

şinin Başkanlık Sarayı önünde “Bu Azizi” gibi intihar etmesi etkisiz kalmıştır.

Sudan’da Tunus bağlamında Hartum ve el-Ubeyyid’de düzenlenen ve 100’den fazla kişinin tutuklandığı gösteriler etkisiz kalmıştır.

Umman’da 200 kişinin düzenlediği gösteri etkisiz kalmıştır. Fakat Umman gibi son derece sessiz, istikrarlı ve uyku modunda görülen bir ülkede böyle bir gösterinin bile düzenlenebilmiş olması yeni bir çığır açmış sayılır.

Yemen’deki gösteriler inatla sürmektedir, fakat o, ağırlıklı olarak şehirliler ve öğrenciler eksenindedir. Oysa Yemen, aşiretlerin egemen-liğindeki bir ülkedir ve bu tür gösteriler aşiret li-derlerinden destek görmedik-çe etkisiz kalacaktır. Göste-rilerin tek kazanımı şimdilik Ali Abdullah Salih’in tekrar aday olmayacağını açıklama-sından ibarettir. 3 Şubat’ta 1 milyon kişinin katılacağı söylenen protestoya 20,000 kişi katılmıştır.

Suudi Arabistan’da ilk kez “Bu Azizi” tarzı görülen intihar eylemi ve Cidde’de düzenlenen sokak gösterileri etkisiz kalmıştır. Sadece 15 dakika süren gösteri-de 30’dan fazla kişi tutuklanmıştır.

Suriye’de bir kişinin üzerine benzin döke-rek intiharından ziyade Mısır’daki olaylardan endişe eden Beşşar Esad reform sözü vermiştir. El-Arabiyye’nin haberine göre internet bağlan-tısı hızla kesilmiştir. 28 Ocak’taki gösteride iki Kürt kökenli asker hayatını kaybetmiştir. 31 Ocak’ta Wall Street Journal’a röportaj veren Esad, Ortadoğu’da “yeni bir dönem” başladığı-nı, Arap yöneticilerin artık halkların yükselen siyasî ve ekonomik taleplerini daha fazla karşıla-ması gerektiğini söylemiştir.

Fas’ta 4 kişinin “Bu Azizi” gibi intihar et-mesi etkisiz kalmıştır.

Cibuti’de olaysız geçen küçük çaplı gösteri-ler etkisiz kalmıştır.

Filistin’de ise Haaretz Gazetesi’nin haberine göre, Filistin Otoritesi, Mısır olaylarından duy-duğu endişe sonucu 1 Haziran’da yerel seçimle-rin yapılmasına karar vermiştir.

Kuveyt’te de devletin kuruluşunun 50. Yılı ve Irak işgalinden kurtuluşunun 20. Yılı anı-sı adı altında, tüm vatandaşlara (nüfusu 1,12 milyondur) bedava yiyecek karneleri ve kişi başı 1,000 dinar (~4,000$) verileceğini açıklaması, ülkedeki gerginliği yumuşatmıştır.

Bu ülkelerden kısa va-dede başı belada olanlar ise, kısa bir süre sonra res-men ikiye bölünecek olan Sudan, el-Cezire Trans-parency Unit’in ifşa ettiği resmî belgelerden dolayı sıkıntılı günler geçiren Filistin yönetimi, Kral Abdullah’ın Amerika’da öldüğü, ancak ölümünün gizlendiği spekülasyonu ile sarsılan ve kraliyet içi

çekişmelere sahne olması muhtemel olan Suudî Arabistan ve kısa bir süre sonra Ha-riri suikastı hakkında Avrupa mahkemesi-nin açıklayacağı kararla bağlantılı olarak hükümet krizi ve sokak gösterileri yaşayan Lübnan ve dolayısıyla orayla sıkı bağlantısı bulunan Suriye’dir.

Tunus’ta ve Mısır’da meydana gelen ge-lişmeler, köklü bir değişimin habercisi de-ğildir. Aksine küresel konjonktüre adaptas-yon sürecinin parçasıdır. Bununla birlikte dikkate alınması gereken son derece değerli dersler içermektedir. Bu dersler şunlardır:

Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur

Tunus’ta ve Mısır’da meydana gelen gelişmeler,

köklü bir değişimin habercisi değildir. Aksine küresel konjonktüre adaptasyon

sürecinin parçasıdır. Bununla birlikte dikkate

alınması gereken son derece değerli dersler içermektedir.

Page 13: KöklüDeğişim 78.Sayı

11 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Tunus örneği, rejim ne kadar güç-1- lü olursa olsun, başımızdaki yöneticilerin oldukça hızlı bir şekilde devrilebileceğini göstermiştir. Bilindiği gibi Müslümanların başındaki yöneticilerin tamamına yakını, halkın sevgisine ve desteğine dayandıkla-rı için değil, ordunun ve güvenlik güçleri-nin desteğiyle, kaba kuvvetle iktidardadır. Yine de o kudretli ordu birlikleri, her yere saçılmış güçlü istihbarat ağları ve acımasız güvenlik güçleri, değişim isteyen halk yı-ğınları karşısında duramamıştır. Oysa ya-kalarını açlıktan, aşağılanmışlıktan ve hayal kırıklıklarından bir türlü kurtaramamış olan Müslümanların zihinlerinde, vakıaya ve statükoya teslimiyetten başka çare olmadı-ğı, değişimin imkânsız olduğu, halkın zayıf olduğu şeklinde bir vehim oluşturulmuştur. Bu vehim sonucu, birliktelik parçalanmışlı-ğa, kuvvetlilik zafiyete, yeterlilik mahrumi-yete, köklü değişim utanç verici teslimiyete, haykırış suskunluğa dönüşmüştür. Diktatör ve baskıcı rejimleri üreten Batılı devletler, bu durumun içten içe kaynamaya başladığı-nı fark ettiğinden, bu rejimlerde demokrasi ve reform çağrılarını yoğunlaştırmaya baş-lamışlardır. Çünkü mevcut statükoyu koru-manın başka yolu yoktur.

Sömürgeci devletler, öyle ya da böy-2- le değişimin kaçınılmaz olmasından dolayı, doğal yoldan ve mevcut statükoyu yıkacak yönden köklü bir değişim gerçekleşmeden evvel, sunî ve prematüre bir değişim sağ-lamak zorunda kalmışlar ve Tunus’taki de-ğişim böyle gerçekleşmiştir. Çünkü Ame-rikan Dışişleri Bakanlığı, Tunus rejiminin Amerikan şirketlerini bile haraca bağlama eğilimi karşısında onu devirmek için hazır-lıklara başlamıştı. Yani Amerika’nın Tunus üzerindeki baskıları, Tunus’un asıl sahip-lerini endişelendirmiş ve Bin Ali rejiminin sonunu yaklaştırmıştı. Ayrıca bu değişimin

ardında köklü değişim düşüncesinden uzak statükocu gruplar etkin rol oynadı. Bunla-rın başında Tunus Genel İşçiler Sendikası ve sol-liberal gruplar ile en-Nahda adıyla sim-gelenen ılımlı İslâmî gruplar yer alıyordu. Üstelik bunlar değişimin, köklü değişim ol-mayacağı, yani rejimin kökünden yıkılma-sıyla sonuçlanmayacağı garantisi veriyor-lardı. Nitekim Batı kamuoyunda Tunus’taki değişimin radikal İslâmî bir devrime dö-nüşme endişesine karşılık bu garantinin ve-rilmesine ihtiyaç duyuluyordu. En-Nahda Hareketi’nin Londra’da sürgünde yaşayan lideri Raşid el-Ğannuşi, el-Cezire TV’ye verdiği röportajda ilginç ve çirkin bir şekil-de “Hizb-ut Tahrir’e ve İslâmî Hilâfet’e karşı olduğunu, aksine demokrasi yanlısı olduğunu” söylüyordu. Yabancı devletlerin desteğini alarak değişim çağrısı yapan onlarca grup var olmuştur ki, bunlar sayesinde mevcut rejimlerin devrilmesi, yabancı müdaha-le sonucu ve onların lehine olmuş, akıbet hep akim kalmış, hüsrana yol açmıştır. Bu da köklü değişimden iyice uzaklaşmasına neden olmuştur. Adeta mukadder bir dep-remin önüne geçmek için fay hatlarındaki enerjinin boşaltılması gibi Ümmet’teki deği-şim dinamiği ve enerjisi, böyle böyle heder edilmiş, gazı sıvılaştıran piston yukarı çe-kilerek ılımlı-olumlu bir hava estirilmiştir. Meselâ; Avrasya’da meydana gelen renkli devrimler bu noktada ibretliktir. Bir kısmını Batılı devletlerin, bir kısmını Rusya’nın or-ganize ettiği bu sözde devrimler, hiçbir şeyi kökünden değiştirmemiş, hatta bazılarında devrilen yöneticiler yeniden iktidara gele-bilmiştir. Tunus ve Mısır da böyledir, böyle olacaktır. Bin Ali ve Mübarek vitrinden in-dirildi diye dükkân kapatılmış olmamakta-dır. Oysa köklü değişimin temelinde İslâm olmalıdır. “İşin özü şu ki İslâm’ın dînî ve ideo-lojik bileşenleri, Kuzey Afrika’daki tüm halkların

Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur

Page 14: KöklüDeğişim 78.Sayı

12Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ve Müslümanların beldelerindeki tüm halkların en derin ve en hakiki duygusu haline gelmiştir... Bugün Tunus’ta yaşananlarla bundan 32-33 sene evvel İran’da yaşananlar arasında [İslâmî hassasiyet açısından] pek çok paralellikler var.” (Muhammed el-Asi, Press TV’ye verdiği röportajda)

Peki, 3- köklü değişimden neyi anlamalı-yız? Bir diktatörün devrilmesini mi? Hükü-metin ve bakanların değişmesini mi? Yeni ve ılımlı yüzlerin iktidar paylaşımına giriş-mesini mi? Mesele, şahıslar meselesi olsay-dı, bunlara değişim denirdi. Fakat yolsuzluk, arsızlık, zulüm, fesat, kargaşa, ıstırap, isyan ve katliam üreten, Batı’dan ithal edilmiş re-jimin kendisidir. Adı demokrasi, diktatör-lük yahut başka her ne olursa olsun, rejim/sistem ayakta kaldığı sürece hiçbir köklü değişimden söz edilemez. Ne meşhur ör-nek olan İran Devrimi’nde, ne Pakistan ve Bangladeş tecrübelerinde, ne popüler renk-li devrimlerde, ne Tunus örneğinde, ne de Mısır’da köklü bir değişim söz konusu de-ğildir. Seçimler, bu tür halk ayaklanmaları, uluslararası kuruluşlara üyelik, sivil toplum kuruluşları ve medya kampanyaları yoluyla yapılan sunî değişimlerle, rejimlerin değiş-mesi bir yana ömürleri uzatılmakta, köhne-leşmiş, yaşlanmış sömürgelere gençlik aşı-ları vurulmaktadır. Daha da ötesi değişim arzusu ve dinamiği deşarj edilmekte, böyle-likle köklü değişim geciktirilmek istenmek-tedir.

Osmanlı Hilâfet Devleti’nin enkazı üze-rine I. Dünya Savaşı sonrası dönemde ku-rulan devletler, Batı’ya bağımlı kalmaları ve asla bağımsız olmamaları esâsı üzerine şekil-lendirilmişlerdir. Chicago Üniversitesi’nde Ekonomi Tarihi uzmanı Prof. David From-kin bu hususu şöyle açıklamaktadır:

“Eski Osmanlı İmparatorluğu’nun muazzam miktardaki serveti, şimdilerde galiplerce yağma-lanıyor. Ama hatırlanmalı ki, İslâmî İmparator-

luk asırlar boyunca Hristiyan Avrupa’yı fethet-meye uğraşmıştı. Bu yüzden, hezimete uğramış bu insanların kaderine karar veren siyasî güç odakları, doğal olarak bu ülkelerin Batılı menfa-atlere karşı organize olmaya ve onu tehdit etme-ye asla muktedir olamamalarına karar verdiler. Asırlık merkantilist deneyim sayesinde İngilte-re ve Fransa, yöneticileri iktidarda kalabilmek için kendilerine muhtaç, küçük ve istikrarsız devletler kurdular. Bu devletlerin kalkınması ve ticareti kontrol altındadır ve Batı’ya karşı asla bir tehdit teşkil edemez haldedir. Bu dış güçler, insanlarının çoğu fakirlikten kırılırken, o feo-dal elitleri aşırı derecede zenginleştirerek Arap kaynaklarını ucuza satın almak için sonraları bu kuklalarıyla birtakım anlaşmalar/sözleşmeler yapmışlardır.”

İşte Müslümanları paramparça bölün-müş duruma sokan ve başlarındaki rejimle-ri, Batılı menfaatlerin bekçisi haline getiren sistemin temelinde bu gerçek vardır. İslâm Âlemi’ni saran istihbarat teşkilatlarının, aç-lığın, milliyetçiliğin, yolsuzluğun, fesâdın ve küfrün varlığı, bütünüyle Müslümanla-rın köklü değişim arzusunu kırmak içindir. Öyle ki köklü değişim yönünde Müslüman-lardaki en ufak bir kıpırdanma her defasın-da demir yumrukla, hapsederek, işkence ederek, baskı yaparak, hatta katlederek bas-tırılmaya çalışılmıştır. Fakat günümüzde gelişen çağın koşulları, uydu televizyonları, internet olanakları ve mobil iletişim, insan-lar arasındaki irtibatı ve haberleşme hızını artırmış, sahih fikirlerin giderek yayılması-nı sağlamış, önemli bir bilinçlenme süreci başlamıştır. Her ne kadar köklü bir değişim örneği olmasa da, Tunus, Mısır ve şimdiler-de kaynamaya başlayan Yemen, Ürdün, Ce-zayir örnekleri, Müslümanların başlarında-ki yöneticilerin sonunun yaklaştığını, İslâm Ümmeti’nin küresel çapta artık değişim ar-zuladığını haber vermektedir.

Ortadoğu’da Gerçekleşen Küresel Adaptasyondur

Page 15: KöklüDeğişim 78.Sayı

13 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Eşyada ve insanda yapacağınız ale-lade bir gözlem bile ilk olarak şunu dikkatlerinize sunar: Değişim. Top-

rak değişiyordur, hava değişiyordur, evler, iklimler, zaman, yeryüzü ve gökyüzü… Var edilen her şey ama her şey bir değişim üzeredir. İnsan da değişmektedir. Giyim kuşam alışkanlıkları, ulaşımda edindiği tek-nikler, savaşma şekilleri, sevgi ve nefretini ifade etme araçları, fikirleri, ölçü ve kanaat-leri, vesaire… İnsan, bütün bu değişimleri ve daha birçok değişimi yaşamakla bera-ber, onun değiştirmek istediği bir şey var ki, tarihin bütün çağlarında en göze çarpan değişim nesnesi o olmuştur: Toplum. Hatta “insanlık tarihi, bir toplumsal değişimler tablo-sudur” dersek, edebiyat yapmış olmayız.

Son günlerde bizim coğrafyamız da bir değişim hamlesine tanık olmaktadır. Bu-günler, devrim ve ihtilal haberlerinin haber merkezlerine hücum ettiği günler. Meydan-lar, meydanlarda toplanan, haykıran, öldü-rülen, kendini yakan insanlar… Ümmet’in hakkı olan sultayı, uzun yıllardır gasp et-

miş bulunan ve aynı zamanda küfür hü-kümleriyle hükmeden diktatörlere, zalim ve fasıklara karşı bir kalkışma… Patlayan, yılların biriktirdiği tepkidir. Zindanların, sehpaların, yoksullaştırmaların, köleleştir-melerin, İslâmsızlaştırmaların beslediği bir tepki. Ortadoğu denen coğrafya, uzun yıl-lardır geniş bir işkencehane gibi idare edi-liyor. Dolayısıyla böyle bir karşılık bulma-sı beklenen, hatta belki geciken bir şeydi. Hama’da tankların namlularına hedef olan, paletlerin altında ezilen Müminler; Mısır zindanlarında iç organları çürütülerek iş-kenceli ölümlere yollanan, sehpalara yolla-nan mustaz’aflar; Libya’da İslâmî yönetim taleplerini zalim Kaddafi’ye ilettikleri için idam edilen; benzer bir akıbeti Saddam za-limi eliyle de yaşayan âlimler; Tunus’ta ca-milerde dahi namazlarını gönül rahatlığıyla kılamayan Müslümanlar, Halepçe ve daha niceleri bize haber veriyordu bir kıyamın zorunluluğunu…

Fakat yönetimleri deviren bu devrimler, başıyla-sonuyla Müslümanlara yakışan, İslâmî

Cevher KARA

Page 16: KöklüDeğişim 78.Sayı

14Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

devrimler midir? Bugün bu soruyu sorma-mız İslâmî anlamda hayatî bir önem taşı-maktadır. Göründüğü kadarıyla herkes sadece Bin Ali’nin ve Mübarek’in gidişiyle ilgililer. Onların ve yönetimlerinin yerine neyin tesis edileceği Müslümanlarca tartı-şılmamaktadır. Buna gerek görülmemek-tedir. Onlar gidecek ve yerine demokratik yönetimler gelecektir! Korkulması gereken İslâm’ın hâkim olamaması değil demokra-siyi koruyamamak, demokratik devrime sahip çıkamamaktır! Batılılar korkmasınlar, İslâm Devleti’nin gelmesi gibi bir tehlikeye mahal yoktur. Yemen, Cezayir ve Libya için de aynı ‘hayırlı(!) temennilerde’ bulunulmak-tadır. Bunun böyle olması gerektiği delaleti kat’i bir meseledir.

Batı uşağı, ajan yönetici, zalim, fasık gibi daha birçok aşağılayıcı sıfatı hak etmiş bulu-nan firavunların devrilmesine sevinmemek onların zulmünün devam etmesini istemek gibi bir şeydir. Fakat akidemiz bizi her daim ‘parçacı’ yaklaşım alışkanlığından uzak dur-maya çağırmaktadır. Bir işin hem evvelinde hem de ahirinde Allah yoksa o işte bize bir hayr da yoktur. Bugün, ‘olsun da nasıl olursa olsun, sonu ne olursa olsun’ zihniyeti Müslü-manları bir kelepçeden kurtarırken başka -belki öbürüne nazaran daha görünmez- bir kelepçeye bağlamaktadır.

Neden böyle oldu?

İslâm Ümmeti, Ümmet olarak Batı kar-şısında yenilgi hissini tattığından, bilhas-sa -maalesef- yıldönümünü yaşadığımız 3 Mart 1924’ten bu yana bir kalkınma, bir kıyam yolu aramaktadır. Ümmet’in hemen her beldesinde onlarca hareket bu arayış içerisinde oldu. Tabii necis sıfatlarını yu-karıda zikrettiğimiz yöneticiler ve selefleri ve efendileri de bu arayışın önünü tıkamak için ellerinden geleni artlarına koymadılar.

Yıldırmak adına ölümler, işkenceler, iftira-lar, sürgünler, hapisler ve daha birçok za-limane yöntem uygulamaya kondu. Bunlar kuşkusuz çok acı çekmemize sebep oldu. Lakin öyle bir durdurma üslubu ortaya kondu ki, bu üslup İslâm’ın hâkim olmasını önleme açısından önceki üslublardan daha vahim sonuçlar doğurdu. Bu taktik Müs-lümanlara, zorba yönetimleri ve ideoloji-lerini alt etmek istiyorlarsa kaleyi içeriden fethetmeleri gerektiğini, demokratik kanal-ları kullanarak, yasallık ve legallik zırhına bürünebileceklerini öğütlüyordu. Baksın-lardı, Batı demokrasilerinde bu denli baskı ve zorbalık var mıydı? Hem insan hakları, demokrasi, özgürlükler İslâm’la çelişmiyor-du. Tam tersine Kur’an ve Sünnet -özellikle Veda Hutbesi- bu fikirleri on dört asır önce-sinden söylemişti. İşte bu hamleden sonra-dır ki, İslâmî hareketler Batılı fikirlerle olan savaşlarının çok da anlamlı olmadığına ka-naat getirdiler. En azından ‘kökten’ bir red-dedişte bulunmak ‘aşırı’ bir tavırdı. Daha iyi niyetli olanlar ise ‘Ümmet’in maslahatı bugün demokratik bir yöntemi gerektiriyor’ yollu sa-vunularla gelen eleştirilere duygusal bir bo-yut kazandırıyorlardı. İslâmî bir yönetime geçişte en ideal sistem demokrasiydi! Hem İslâm ‘tarihsel’, hayata geçişi ‘tedricen’ idi!

Devrime Şerh Düşmek

İslâm Ümmeti, Ümmet olarak Batı karşısında yenilgi hissini tattığından, bilhassa

-maalesef- yıldönümünü yaşadığımız 3 Mart 1924’ten

bu yana bir kalkınma, bir kıyam yolu aramaktadır.

Ümmet’in hemen her beldesinde onlarca hareket

bu arayış içerisinde oldu.

Page 17: KöklüDeğişim 78.Sayı

15 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Şuan Gannuşi’nin, İhvan’ın ve birçok İslâmcı entelektüelin gerçekleşen devrim-leri olumlama ve yüceltme tavırlarını besle-yen tarihî süreç işte budur. Peki, biz de bu durumu olduğu gibi kabullenip yeni ‘halk yönetimlerini’ coşkuyla karşılayan, kutlayan koroya mı katılacağız? On yıllardır sürege-len edilgenliğimize yine mi ses çıkarmaya-cağız? İslâm’ın bizden istediği tavır bu mu-dur?

Zulm nedir, Zalim Kimdir?

Bir problem de, şu son dönem devrim ha-reketleri değerlendirilirken kullanılan kav-ramların, içerik olarak İslâmîlikten uzaklığı ve noksanlığıdır. Bilhassa ‘zulm’ ve ‘zalim’ kavramları sadece bir boyutuyla kulla-nılıyor, günlük hayattaki an-lamının dışında bir anlamı yokmuş gibi davranılıyor. Aslında bu tarz kavramsal sapmalar yeni bir şey değil. Uzun süredir bir mefhum ve anlam ithalatında bulunuyor Müslümanlar. Ya da kendi akidelerine ait mefhumları, daraltma ve azaltma gibi iş-lemelere tâbi tutuyorlar.

Hâlihazırda ‘zalim’ kavramı; despot, hak-sızlık eden, işkenceci, kıyıcı, acımasız, eziyet ve cefa verici gibi anlamlarda kullanılıyor. Ki bu anlamlar en yaygın ve aklımıza gelmeye en müsait anlamlardır. Ama konuyu İslâmî açıdan değerlendiriyorsak, İslâm’ın bu kav-rama nasıl baktığı ve nasıl doldurduğunu merkeze alıp öyle bir anlamlandırmada bu-lunmalıyız.

Öncelikle Kur’an sadece kişilerin değil toplumların, ‘kavimlerin de zalim olabilecekle-rini’ söylemektedir. (el-Ahkaf 10, el-Saff 7, Âl-i İm-

ran 86, el-Mü’minun 94, eş-Şuara 10, el-Kasas 50, en-Necm

52) Hatta zayıf bırakılmışların (mustaz’afların) dahi zulmedebileceğinden’ bahsetmektedir. (en-

Nisa 97) Kişi, toplum ve toplulukların Allah tarafından ‘zalim’ sıfatına hak kazanabil-meleri için esasta iki sapmada bulunmaları söz konusudur: (i) fikrî (akidevî) sapmalar, (ii) amelî (davranışsal) sapmalar.

(i): ‘Allah’tan başkasını ilah edinmek, ilahlık iddiasında bulunmak’. (el-Bakara 51, 54, el-Enbiya 29,

Yunus 106) ‘Allah’a karşı iftirada ve yalanda bu-lunup, Allah’ın vahyinden yüz çevirmek, inkâr etmek, inkârda ayak diretmek’. (el-Bakara 145, Âl-i

İmran 94, el-En’am 21, 93, 144, 157, el-A’raf 37, 177, Yunus

17, Hud 18, el-Kehf 15, el-Ankebut 49, 68, es-Secde 22, ez-

Zumer 32) ‘Nifakta, münafıklıkta bulunmak’. (el-İsra 99, et-Tevbe 47)

(ii): ‘Allah’ın mescitleri-ni yıkmak istemek ve onlarda Allah’ın isminin anılmasını en-gellemek’. (el-Bakara 114) ‘Allah’ın açıklanmasını istediği şeyi giz-lemek’. (el-Bakara 140) ‘Allah’ın sınırlarına tecavüz etmek’. (el-Bakara 229) ‘Allah’ın indirdi-ğiyle hükmetmemek’. (el-Maide

45) ‘Küfre dalan yakınları veli edinmek’. (el-Tevbe 23) ‘Davet va-zifesini terk etmek’. (el-Enbiya 87)

‘Adaletten ayrılmak’. (el-Hac 25) ‘Despot, haksız-lık eden, işkenceci, kıyıcı, acımasız, eziyet ve cefa verici olmak’ (en-Nisa 75)

Kur’an’ın zulme ve zalime bakış açısının genel hatları işte bu şekildedir. Bunu neden izah etmek zorunda kaldık? Çünkü bugün Mübarek’lerin, Bin Ali’lerin gidişine sevi-nirken, diğer türdeşlerinin de aynı akıbete uğramalarını temenni ederken, vurguladı-ğımız ‘zulm’ ve ‘zalimlik’ sıfatları, yerlerine ikame ettiğimiz demokratik ve liberal yöne-timler için de söz konusu olmalıdır. İslâm’ın bize bildirdiği ve düşmanı olmamızı emret-

Devrime Şerh Düşmek

Peki, biz de bu durumu olduğu gibi kabullenip yeni ‘halk

yönetimlerini’ coşkuyla karşılayan, kutlayan

koroya mı katılacağız? On yıllardır süregelen edilgenliğimize yine

mi ses çıkarmayacağız? İslâm’ın bizden istediği

tavır bu mudur?

Page 18: KöklüDeğişim 78.Sayı

16Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Açık, net, sübut ve delalet açısından kesin nasslar

hüküm verme yetkisinin Allah’a ait olduğunu beyan

etmektedir. Rabbimiz bu konuda herhangi bir

tolerans göstermemektedir.

tiği ‘zulm’ budur. Öyleyse biz hangi kaynaktan refe-rans alıp Mısır’da ordu ko-mutanlarını sözde ‘liberal’ diye başımıza geçmeye da-vet ediyoruz. Nasıl oluyor da Tunus’ta Demokrasi-ye biat tazeliyoruz. Bunu hangi akıl bize meşru gös-termektedir? Bu kesinlikle ‘selîm akıl’ değildir. Zira o, vahyin dışına, şer’î hükümlerin ötesine kesinlikle çıkmaz.

Vahim olan bir başka husus ise yanlış içinde yanlışa düşülmesidir. Gerek Mısır’dan İhvan, gerekse de Tunus’tan Gannuşi, Batı tipi bir demokrasiyi değil de ‘Türkiye Mode-li’ bir demokrasiyi istediklerini, örnek aldık-larını söylüyorlar. Neymiş efendim, Türkiye demokrasisi İslâmî bir demokrasiymiş! Hani de-mokrasinin batıllığı bir tarafa, Türkiye’nin demokraside Batıdan ileri olduğu fikrini, buradaki demokrasinin İslâmî bir demok-rasi olduğunu hangi uygulamadan, hangi beyanattan edinmişler anlamak çok zor. Bahsettiklerinin bir vakıası olmadığını bil-memeleri imkânsız! İşin altında yatan kendi kamuoylarını aldatmak, Türkiye’ye biçilen ‘ağabey’ rolünü kuvvetlendirmek, bundan sonra da ‘devrim’ yapacak ülkeler için model olarak AKP’yi ve dolayısıyla da Türkiye’yi adres göstermek yatıyor.

Hüküm Verme Yetkisi Kimindir?

Hükmün kime ait olduğu sorusu Müslü-manların zihnini ne yazık ki, halen meşgul etmektedir. Zira yazının başında da bah-settiğimiz gibi çağdaş Müslüman yazar ve âlimler, bu konuda kafa karışıklığı içerisin-dedir. Bu konu gerek Türkiye gerekse de diğer İslâm memleketlerinde ara ara gün-deme alınır, tartışılır, hüküm verme yetkisini Allah’tan başkasına vermeyenler, radikal, çağı

anlayamamış, İbni Teymiy-yeci, Vehhabi ilan edilir ve Kur’an gibi insanın da ‘ke-rim’ olduğu ve hüküm vere-bileceği, zaten İslâm’ın bir devlet talebinin olmadığı, Hilâfet’in bir gelenek olduğu söylenir, mevzu bir başka tartışmaya kadar rafa kal-dırılır. Oysa durum hiç de

öyle değildir! Açık, net, sübut ve delalet açı-sından kesin nasslar hüküm verme yetkisi-nin Allah’a ait olduğunu beyan etmektedir. Rabbimiz bu konuda herhangi bir tolerans göstermemektedir. Tersi bir davranışta ve inanışta olanların ise zalim, fasık, kâfir gibi ni-telemeleri edinme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını buyurmaktadır. Vahyin dışın-daki emir ve nehiy bildiren tüm kaynaklara ise ‘heva-u heves’ demektedir.

إن الحكم إال لله يقص الحق وهو خير الفاصلين“Hüküm ancak Allah’ındır. O hakkı be-

yan eder (anlatır) ve O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (el-En’am 57)

واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك فإن تولوا من كثيرا ن واإ ذنوبهم ببعض يصيبهم أن الله يريد أنما فاعلم

الناس لفاسقون“Allah’ın sana indirdiği hükümlerin

bir kısmından seni saptırmamalarına dik-kat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahları-nın bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır.” (el-Maide 49)

أكثر من في األرض يضلوك عن سبيل الله إن ن تطع واإن هم إال يخرصون ن واإ يتبعون إال الظ

“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uya-cak olursan, seni Allah’ın yolundan saptı-rırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi ol-maz, yalandan başka söz de söylemezler.”

(el-En’am 116)

Devrime Şerh Düşmek

Page 19: KöklüDeğişim 78.Sayı

17 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

إن الحكم إال لله أمر أال تعبدوا إال إياه ذلك الدين القيم ولكن أكثر الناس ال يعلمون

“Hüküm sadece Allah’a aittir. O size kendisinden başkasına kulluk (ibadet) etmemenizi emretmiştir. İşte sapasağlam din budur. Fakat insanların çoğu bilmez-ler.” (Yusuf 40)

Ve daha birçok tevili imkânsız nass bu-nun böyle olduğunu; hayat ile ilgili değer ölçülerini, yasak ve serbestileri Allah’ın belirlediğini beyan etmektedir. Bunca nas-sı görmeyenler, şunu da mı görmüyor? Şu beş yüz yıllık ‘heva-u heves’ iktidarı, insanlı-ğı nereye getirmiştir, görmüyorlar mı Allah aşkına? Demokrasi, liberalizm, sosyalizm ve bunların türevleri insanlığı bir ateş çuku-runun kenarına getirip bırakmıştır. İnsanlık mahvolmaktadır, buhranlardadır, yok oluş-tadır ve bu kötü gidişi bir tek İslâm tersine çevirebilme güç ve yeteneğine sahiptir. Arı,

duru, herhangi beşerî bir düşünceyle kir-letilmemiş İslâm... Yapılan kötülük sadece Müslümanlara yapılmış bir kötülük, Allah’a karşı işlenmiş bir cürüm değil, tüm insanlı-ğa karşı işlenmiş bir zulümdür.

Bu kadar şeyden sonra ne ‘tedricilik’, ne ‘tarihselcilik’, ne ‘Ümmet maslahatçılığı’ savu-nular, ne de başka bir şeyin Müslümanları ve insanları İslâm’dan bir an bile mahrum bırakmasına cevaz vermemelidir, müsaade etmemelidir. Yetinmeci ve en azındancı man-tığı terk etmenin zamanıdır. Arzulanan, za-limler için ‘sadece deviren’ bir ‘devrim’ değil İslâm’ın hâkim olacağı bir ‘inkılap’ olmalıdır. Rabbim nusretini bize, bizi de nusretine yaklaştırsın; o günleri görmeyi tez elden na-sip etsin. (Âmin)

لمثل هذا فليعمل العاملون

“Çalışanlar, böylesi (bir kurtuluş) için çalışsınlar.” (es-Saffat 61)

Devrime Şerh Düşmek

Page 20: KöklüDeğişim 78.Sayı

18Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Sömürgeci kâfirler tarafından İslâm coğrafyasının her köşesinde öyle sorunlar oluşturulmuştur ki, yıllar

yılı bu sorunları ne çözmek ne de çözüme yönelik bir karış yol alabilmek mümkün olmuştur. Çünkü çözümler, ya sömürge-cilerin arabuluculuğunda, ya da onların planları doğrultusunda aranmaktadır. Ka-sıtlı olarak sorun oluşturanların çözümden yana tavır almayacağı da, elbette aşikârdır. Pakistan ile Hindistan arasında Keşmir, Ya-hudi varlığı ile Filistin arasında Kudüs, Er-menistan ile Azerbaycan arasında Karabağ ve Türkiye ile Yunanistan arasında da Kıb-rıs, bu türden oluşturulmuş sorunlardandır. Oluşturulmuş olan bu sorunların çözümü-ne yönelik yıllardır atılan adımlar, kâfirlerin emellerini gerçekleştirme noktasındaki sin-si planları ve bu planlarını uygulamak için süsledikleri zehirli üsluplardır. Ayrıca tüm bu adımlar, hedefinde daima Müslümanla-rın olduğu ve uygulandığı zaman da, adeta Müslümanların kalbine saplanacak olan ze-hirli oklar gibidir.

Bu tür sorunların köklü çözümü; mese-lenin tarihî geçmişinin irdelenmesi, tarafla-rın arka planında bulunan sömürgecilerin deşifre edilmesi, ancak İslâm ahkâmının belirlediği hususlara göre davranılmasıy-la mümkün olur. İşte Kıbrıs meselesi de, Ada’nın tarihî sürecinin irdelenmesiyle, asıl tarafların Türkiye ve Yunanistan değil de, Amerika ve İngiltere olduğunun anla-şılması ve nihaî çözüm olarak da Kıbrıs’ın Türkiye’ye ilhak edilmesiyle çözülür. Dün-yada gerçekleşen birçok siyasî olayı gözlem-leyen salt akıl, şunu göstermektedir ki; bu-gün yeryüzünde sömürgeci Batılı ülkelerin herhangi bir sorunu çözmeye yönelik ham-lelerinin ardında mutlaka o bölgedeki ciddi maslahatlarının olduğudur. Bu bağlamda Kıbrıs da, sahip olduğu jeostratejik konumu gereği hiçbir sömürgeci devletin görmez-den gelemeyeceği hayatî bir öneme sahiptir. Zira Kıbrıs’a sahip olmak, Akdeniz’i kontrol etmek ve Ortadoğu’yu gözetlemek, dünya-nın kalbi olarak adlandırılan bu coğrafyanın merkezine hâkim olmak demektir.

Hakkı EREN

Page 21: KöklüDeğişim 78.Sayı

19 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Bu yazımızda Kıbrıs meselesinin tarihi, mevcut sorunların ne olduğu ve köklü çö-zümün ne olması gerektiğinden daha ziya-de, son günlerde Kıbrıs’ta düzenlenen mi-tingler ve bu mitinglerde açılan pankartlar ışığında Türkiye’nin nerede yanlış yaptığını göstermeye çalışacağız.

Bilindiği üzere, AKP Hükümeti’nin Kıb-rıs ile alakalı olarak ele aldığı ekonomik önlem paketine tepki olarak, 28 Ocak’ta Kıbrıslılar harekete geçmiş ve “Toplumsal Varoluş Mitingi” adı altında 50 bin kişi so-kağa dökülmüştür. Sendikal Platform’un organize ettiği mitingde açılan pankartlar ise, Türkiye’ye duyulan öfkeyi göstermeye kâfi gelmiştir. Mitingi tertipleyen Sendika Platformu’nun hükümete önerdiği 13 mad-delik ilkeler, sözcüler tarafından kamuoyu-na deklare edilirken, Türkiye’nin Ada üze-rinde hâkimiyet kurma çabaları, siyasî gasp olarak nitelendirilmiş ve direniş çağrısı ya-pılmıştır. Mitingde açılan pankartlardan ba-zıları şunlardır:

“Göç yasasını getireni de, geçireni de götüre-ceğiz”, “Kurtarıldık mı? HAS…TİR”, “Çiçek-çiğim şimdi kime benzerik”, “Kral çıplak”, “An-kara ne paranı, ne paketini, ne de memurunu istiyoruz” vb. Bu pankartlara sinirlenen Baş-bakan Erdoğan ise gazetecilere yaptığı açık-lamada, ““Türkiye buradan çek git” diyor. Sen kimsin be adam... Şehidim var gazim var, stra-tejik olarak ilgiliyim. Kıbrıs’ta Yunanistan’ın ne işi varsa, Türkiye’nin Kıbrıs’ta stratejik olarak o işi var. Ülkemizden beslenenlerin bu yola girme-si mânidardır. Destekliyoruz, karşılığının olma-sı gerekmiyor mu?” demiştir.

Ancak Başbakan Erdoğan’ın “besleme” kelimesinin ön plana çıkarıldığı bu sert açık-lamaları, aynı sertlikte Kıbrıs medyası tara-fından cevaplandırılmış ve gazeteler şunları yazmıştır:

“Erdoğan Kıbrıslı Türklere çok ağır eleştiri-lerde bulundu” (Kıbrıs Gazetesi), “Erdoğan zaten sömürgeci gibi konuşmaya başladı. Kukla hükü-mete, Cumhurbaşkanına ihtiyacımız yok. KKTC denen devlet Türkiye’ye lav edilsin. Kıbrıs’a vali atansın, burası modern sömürge olsun” (Kıbrıslı Gazetesi, Başyazar Doğan Harman), “Erdoğan, “sen kimsin be adam” diye soruyor, biz de ona soruyoruz” (Afrika Gazetesi) , “Yetti artık, haçana bir/daha ne kadar laf edeceksiniz” (Yenidüzen Ga-

zetesi), “Erdoğan, Kıbrıs Türkünden özür dile-melidir” (Havadis Gazetesi, Başyazar Hasan Hastürer)

Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları Rum basınında da şu başlıklarla yer almış ve Ada’nın her iki tarafı da bu açıklamadan memnun olmadığını göstermiştir:

“Yeni Mübarek” (Rum Politis) ve “İşgal Altın-daki Bölgelerde Çatışmalara Ramak Kala” (File-

leftheros Gazetesi)

Hatırlanacağı üzere, M. Ali Talat’ın se-çimleri kaybetmesinden sonra Ada ile iliş-kileri bozulan AKP’ye yönelik ilk protes-tolar bunlar değildi. Daha önce 15 Kasım 2010’da KKTC’ye giden Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek, Er-can Havaalanı’nda sendikalar tarafından protesto edilmiş ve bu protestolar sırasın-da, “Cemil Çiçek senin maaşın ne kadar”, “Bu memleket bizim”, “Ülkemiz satılık değil” pan-kartları açılmıştı. Bunun üzerine Cemil Çi-çek de, “Güney’dekilere benziyorlar” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.

Biz ise bu meseleyle alakalı olarak şun-ları söyleyebiliriz: Elbette Kıbrıs’ta açılan pankartlar haddini aşmış ve yıllardır süren, ama kimsenin görmek istemediği, görmez-den gelerek ötelediği esasî bir sorunu gün yüzüne çıkarmıştır. Bu sorun da, Kıbrıs’ın yaşadığı kimlik sorunudur. Şer’î hükümlere göre, Kıbrıs’ın tamamı İslâmî bir beldedir. Ancak 1923 yılında yapılan Lozan Anlaşma-

Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor

Page 22: KöklüDeğişim 78.Sayı

20Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

sı gereği, İngiltere Kıbrıs’ı ilhak etmiş, Tür-kiye de bunu kabul etmiştir. Ayrıca yapılan bu ihanet dolu anlaşmanın 21. maddesi ge-reği, burada yaşayan Türkler, İngiliz vatan-daşı olabilecek, İngiliz vatandaşlığını kabul edenler Ada’da kalacak, kabul etmeyenler ise Ada’dan 12 ay içerisinde ayrılacaktır. İnsanların yaşadığı yeri terk etmeleri tabiî ki kolay değildir. O yüzden Ada’da kalan Türk’ler, hem İngiliz siyasî ve kültürel nü-fuzunu yaşamış, hem de İslâmî kimliklerini korumaya çalışmışlardır. Ancak o yıllarda İslâm’a ve İslâmî hükümlere bağlı kalanlara yönelik cadı avına çıkarak Laik ve Kema-list bir politika benimseyen Türkiye, zaten iki denk-lem arasında kalan Kıbrıslı Türkler için güzel bir örnek oluşturmamıştır. Sinsilik, hainlik, sömürü, halkları ve kültürlerini asimilas-yona uğratma konusun-da uzman olan İngiltere, bu noktada sahipsiz kalan Kıbrıs’ta da bunu yapmak-ta zorlanmamıştır. Çok ba-sit ama yalın bir hakikattir ki, yeryüzünde trafiğin soldan aktığı ülkeler İngiliz hâkimiyetinin olduğu ülkelerdir. Aynen Kıbrıs’ta olduğu gibi… Ayrıca İngilizlerin Türkiye’deki derin yapılanması olan Ergenekon, Kıbrıs’ı kendi-ne bir üs haline getirmiştir. Kıbrıs’taki, “tek İslâmî cemaat lideri olan” Şeyh Nazım Kıbrisî de, İngiliz Prensi Charles’ın Müslüman oldu-ğunu iddia ederek bundan duyduğu memnuni-yeti ilan etmiş ve böylelikle Ada’daki İngiliz hayranlığının hangi boyutlarda olduğunu bir başka açıdan göstermiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut bütün hükümetleri, Kıbrıs’a Lozan ekseninden baktıkları için, sadece cüzi girişimlerde bu-

lunmuşlar, adayı Türkiye’ye ilhâk etme ce-saretini gösterememişler ve devletlerarası konjonktüre göre hareket etmeye çalışmış-lardır. Son dönemde AKP Hükümetiyle birlikte birçok konuda olduğu gibi Kıbrıs konusunda da elini kuvvetlendiren Ame-rika, Kıbrıs konusunda kendi maslahatları paralelinde ortaya koyduğu çözüme Annan Planı demiş ve kendini çözüme hiç bu ka-dar yakın hissetmemiştir. Kamuoyunu güç-lü bir şekilde kullanan AKP Hükümeti de, Kıbrıs meselesini Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda çözeceğinin imajını oluştur-muş ve 2004 yılında BM Genel Sekreteri’nin

sunduğu Annan Planı’nı kabul etmiştir. Kıbrıs için en ideal çözümün bu oldu-ğu yönünde, hem Türkiye kamuoyunu, hem de Kıb-rıs kamuoyunu ellerindeki medya gücü ile ikna etmiş-lerdir. Dünya kamuoyu-na çözüm isteyen ve barış yanlısı olan tarafın Türki-ye, anlaşmaya yanaşma-yan tarafın ise Rum tarafı olduğu izlenimi verilmiş-tir. Rum kesimine büyük

tazminatlar ödemeyi bile kabul eden Tür-kiye, yapılan referandum sonucunda Türk tarafı “Evet” demiş, Rum tarafı ise “Hayır” diyerek Annan Planı’nın aleyhte sonuçlan-masına vesile olmuştur. Bu da şunu bir kez daha göstermiştir ki, Kıbrıs’ta İngiltere’nin onaylamadığı bir çözüm hâlihazırda müm-kün değildir.

Ancak önümüzdeki Mayıs ayında Rum kesiminde, Türkiye’de Haziran ayında ya-pılacak olan seçimler ve 2012’de AB Dönem Başkanlığı’nın Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ne geçecek olması, ABD açısından Kıbrıs me-selesinde yeni gelişmelerin doğmasına ve

Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor

Türkiye Cumhuriyeti’nin mevcut bütün hükümetleri, Kıbrıs’a Lozan ekseninden baktıkları için, sadece cüzi girişimlerde bulunmuşlar,

adayı Türkiye’ye ilhâk etme cesaretini gösterememişler

ve devletlerarası konjonktüre göre hareket

etmeye çalışmışlardır.

Page 23: KöklüDeğişim 78.Sayı

21 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Kıbrıs, Osmanlı Hilâfet Devleti’ne bağlı olan diğer bölgeler ve tebâalar gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin

kurulması için, unutulmuş ve bu uğurda sahip olunan

birçok haktan vazgeçildiği gibi Kıbrıs’tan da vazgeçilmiştir.

sürenin daha da daral-masına sebep olacak-tır. AB’nin, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin ön şartı olarak Kıbrıs meselesi-ni öne sürmesi, Kıbrıs’ı kendi inisiyatifleri doğ-rultusunda çözmek iste-diklerini ortaya koymak-tadır. Rum Yönetimi’nin 2012’de AB Dönem Başkanlığı’nı yapacak olması, Türkiye’nin hem AB’ye girme yö-nündeki çalışmalarını zora sokacak, hem de Kıbrıs meselesinde Rum Yönetimi’nin elini daha da güçlendirmiş olacaktır.

Kıbrıs, Osmanlı Hilâfet Devleti’ne bağlı olan diğer bölgeler ve tebâalar gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması için, unutulmuş ve bu uğurda sahip olunan birçok haktan vazgeçildiği gibi Kıbrıs’tan da vazgeçilmiş-tir. Türkiye’yi Kıbrıs ile alakalı kılan faktör-ler; aynı etnik yapı, coğrafî yakınlık ve sö-mürgecilerin Kıbrıs üzerinden sürdürdüğü Türkiye’deki hegemonya mücadelesidir. Bu mesele de aynen Kürt sorunu ve Erme-ni soykırım meselesi gibi Türkiye’yi kontrol etmek isteyen sömürgecilerin kullandığı bir mesele olmuştur. Tabiî ki Kıbrıs’ın önemi de, buna ayrı bir ehemmiyet katmaktadır. Yoksa Türkiye Irak’taki ve Karabağ’daki Türklerin sorunlarıyla bu kadar ilgili değil-dir.

“Türkiye’nin Kıbrıs’ı nasıl gördüğü” ile alakalı soruya verilecek en güzel cevap ise, Türkiye’deki insanların “Kıbrıs” denince ak-lına gelen ilk kelimelerden anlaşılabilir. Ma-alesef bugün, “Kıbrıs” denilince Türkiye’de akla kumar, tatil, eğlence ve kaçamak(!) yapmak gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti hükü-metleri bugüne kadar Kıbrıs’a malî anlam-da destek olmaktan, askerî güçleri ile onları korumaktan başka ne yapmıştır?! Ada’daki

insanlar kendilerini Tür-kiyeli gibi hissetmiyorlar-sa ve AB’ye girmelerinin önünde tek engel olarak Türkiye’yi görüyorlarsa, burada başka bir “sosyal” sorun var demektir. İn-sanlara sadece malî des-tek sağlayarak onları ken-dinizden yapamazsınız.

Bu insanların yaşam tarzlarından, düşün-celerinden, amaç ve gayelerinden anlıyoruz ki, onlar bizlerin sahip olduğu değerlere sahip değiller ve bizler gibi düşünmüyor-lar. Bu da, bu anlattıklarımıza göre normal değil midir?

Kıbrıs İslâmî bir belde olmasına rağmen buranın halkı İslâmî kültürden sanki kasıtlı bir şekilde uzak tutulmuş, Türkiye Cumhu-riyeti ise bu halka maddî yardımların ye-terli olacağını düşünerek hareket etmiş ve İslâmî kültürün neşet etmesine destek ver-memiştir. Zira kendi bünyesinde bile bazı kesimler tarafından İslâm hâlâ bir öcü ola-rak gösterilmek istenmektedir. Kıbrıs’taki İslâmî gelişim ve halkın din ile münasebeti hakkında KKTC Din İşleri Başkanı Dr. Yu-suf Suiçmez’in verdiği bir röportajdaki şu ifadeleri, durumun vahametini ortaya koy-ması açısından önemlidir:

“Hakikaten Yavru Vatan’da din eğitimi konusunda ciddi sorunlar var ve bunları çöz-mek için çalışıyoruz. Aslında Yavru Vatan’da İslâm’a ilgi var ancak İslâm kültürünün bilimsel ve çağdaş bir düzeyde aktarımında sorunlar ya-şıyoruz.”… “1878’de başlayan ve 1974’te Kıb-rıs Barış harekâtı ile sona eren İngiliz ve Rum hegemonyasının Kıbrıs’ta İslâmî hayat üzerinde olumsuz etkileri oldu. İslâmiyet’in yerini bazı gelenekler doldurdu. Maalesef İslâm dini en-telektüel düzeyde sunulmadığı için şimdi top-lumun bir kesimi tarafından İslâmiyet çağdışı

Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor

Page 24: KöklüDeğişim 78.Sayı

22Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

olarak görülüyor.”… “Maalesef çocukların ve gençlerin dinî eğitiminde karşılaştığımız birçok sorun nedeniyle toplumun ihtiyaçların gidere-cek çağdaş düzeyde bir din hizmeti veremiyoruz. Ayrıca din eğitimi verecek kadrolar da yeterli de-ğil. Çok sayıda üniversite bulunmasına rağmen, bunların hiçbirinin bünyesinde ilahiyat fakültesi yer almıyor. Kısaca din eğitimi 1974’ten bu yana ciddiye alınmadı. Din eğitimi planlaması da ya-pılmadı. Eğitim düzeyi çok yüksek olan Kıbrıs Türk halkına, duygu ve düşünce dünyalarını tatmin edecek olan din eğitiminin standartları-nın çok daha yüksek olması zorunludur.” (www.

beyazhaberler.com/?p=953)

Diyanet İşleri perspektifinden bile olsa Sayın Suiçmez’in bu tespitleri hayli üzücü ve dehşet vericidir. Müslüman Kıbrıslıların içine düşürüldükleri bu vaziyet, tamamıyla Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ihmalinin bir tezahürüdür. Kendi sınırları içinde İslâmî eğitim veren kişi ve kurumlara kan kusturan Türkiye’den de Kıbrıslı Müslümanlar “din” eğitimi vermesini istemek abesle iştigal ola-bilir ama biz burada vakıanın altını çizmek açısından olması gerekeni belirtiyoruz. Bili-yoruz ki Laik bir zihniyet üzerine inşa edil-miş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin böyle bir endişesi yoktur. O bir takım çıkarlar için -kaldı ki, bu çıkarlar, kendi Müslüman hal-kının çıkarları bile değil; genellikle sömür-geci devletlerin çıkarıdır- ekonomik yar-dımlarda bulunmayı “anavatan”lık olarak görmektedir.

Her ne kadar Türkiye üzerine düşen gö-revleri yeterince yapmasa bile Kıbrıs için nihaî çözüm tek cümleyle, Türkiye’ye ilhak edilmesidir. Kıbrıs meselesi, ne Türkiye’nin AB’ye girmesine feda edilecek bir mesele, ne de ABD’nin isteklerini doğrultusunda truva atı olacak kadar basit bir meseledir. Kıbrıs’tan ve Türkiye’den gelen bu sert açıklamalar,

önümüzdeki süreçte Kıbrıs üzerinden ya-pılacak olan pazarlıkların ve ABD planları-nın onaylanabilmesi amacıyla -Annan Planı örneğinde olduğu gibi- süreci tıkayan Rum tarafına istediği tavizlerin verilmesi suretiy-le, Kıbrıs’ın gözden çıkarılmasının alt zemi-nini oluşturmaya yönelik kasıtlı hareketler olabilir. Zira Kıbrıs, Doğu Akdeniz’den baş-layan Büyük Ortadoğu Projesi’nin başarısı için önemli bir yer olması ve askerî üsler kurarak bölgeye en kısa sürede müdahale şansını taşıması açısından, ABD için vazge-çilmez bir yerdir. İslâmî bir belde olan Kıb-rıs, ne Türkiye’nin ne de başka bir devletin, müzakere masasında pazarlık edemeyeceği hayatî bir meseledir. AB’nin ve ABD’nin taşeronluğunda, Kıbrıs sorununu çözmeye çalışmak Ümmet’e yapılmış büyük bir iha-net olacaktır. Kıbrıs için tek çözüm vardır, o da, oranın tekrar Ümmet’e iadesidir ve bunun için çalışmanın gerekliliğidir. Uma-rız ki İslâm Ümmeti; Filistin ve Sudan’ın bölünmelerinden ders alarak Kıbrıs’ın da elinden çıkmasına fırsat vermez. Dün İslâm Ümmeti’nin liderliğini yapan devlet adam-ları, Filistin’in, Sudan’ın ve Kıbrıs’ın İslâmî ve stratejik önemini bilip Ümmet’e emanet etmişken, bugün Ümmet’in düşmanları, bu yerlerin kıymetini yeni anlayıp ellerinden almak için her türlü çirkefliği sergilemeleri-ne rağmen Müslümanların bu duruma se-yirci kalmasını anlamak zordur. Rabbim tez zamanda mukaddesatımızı, değerlerimizi anlayıp onları koruyacak, sahiplenecek oto-riteyi getirmeyi bizlere nasip etsin.

Kıbrıs’a Ne Ekildiyse, O Biçiliyor

Page 25: KöklüDeğişim 78.Sayı

23 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal ta-rafından gündeme getirilen Başkan-lık sistemi, AKP ile birlikte özellikle

12 Eylül Referandumunun ardından yeni-den gündeme geldi. Türkiye Başkanlık sis-temine geçecek mi? Bunun için muhtemel beklentiler nelerdir?

Elbette ki bu sorunun cevaplandırılması beraberinde daha başka konulardaki geliş-melere ve bunlara verilecek cevaplara bağ-lıdır. Cevaplandırılması gereken bu husus-lardan en önemlileri şunlardır:

2011 Haziran ayında yapılacak olan 1- seçimlerin muhtemel sonuçları nasıl olur?

Cumhurbaşkanlığı seçimindeki muh-2- temel gelişmeler nasıl olacak?

Abdullah Gül ve Recep Erdoğan’ın 3- ABD nezdindeki konumu nedir? Amerika’nın bunlara bakışları nasıldır? Bunlar hakkın-da bir tercihi var mıdır?

Başkanlık sistemi hakkında bir görüş ortaya koyabilmek için bu soruların cevap-landırılması gerekmektedir. Bu soruları ce-

vaplandırmaya geçmeden önce referandum sonrası Türkiye’sinin iç siyasî durumunu özetlemek gerekmektedir. Diğer bir ifade ile şu anda meclis içerisinde ve meclis dışında bulunan siyasî partilerin durumlarını tahlil etmekte fayda vardır.

2011 Haziran ayında yapılacak olan A- seçimlerin muhtemel sonuçları nasıl olur?

Recep Erdoğan liderliğindeki AKP ha-len daha birinci parti olma özelliğini koru-maktadır. 2011 Haziran ayında yapılması planlanan seçimlerden de birinci parti olarak çıkması beklenmektedir. Ancak bu oranın ne olacağı hususunda kesin bir rakam vermek mümkün olmamakla birlikte, CHP’nin na-sıl bir gelişme göstereceği, MHP’nin seçim barajını aşıp aşmaması, Kürt meselesi adı-nı verdikleri hususlardaki gelişmelere bağlı olacaktır. Ancak bu husustaki gelişmeler de dikkate alınarak AKP oylarının %40 civarın-da olması beklenmektedir.

Ana muhalefet partisi CHP’nin oyları-nın bir bölümü kemikleşmiş, Türkiye’nin

AbdulHamid YAZICI

Page 26: KöklüDeğişim 78.Sayı

24Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak hiç-bir surette değişmeyen oylardır. Bunların oranı ise %18’ler civarındadır. Geride kalan oylar ise değişik sebeplerden dolayı diğer siyasî partilere tepki gösterenlere ait oylar-dır. Ancak geçtiğimiz aylarda CHP içerisin-de yaşanan çekişmeler sonucunda Önder Sav’ın CHP genel sekreterliğinden alınması ve yönetim kadrosunda birtakım değişiklik-lerin yapılmasının üzerinden kısa bir süre sonra CHP parti meclisini belirlemek için yeniden kongreye gitti. Bu kongre ile ilgili olarak partiye yakın olup partiyi destekle-yenlerle karşı görüşte olanlar birbirinden farklı değerlendirmelerde bulundular. Ge-rek Önder Sav ve ekibinin tasfiye edildiği genel kurul olsun, gerekse Aralık ayın-da yapılan genel kurulda yaşanan gelişmeler olsun her iki genel kurula bakıldı-ğında CHP’de suların du-rulmadığı görülmektedir. Şu andaki yapısıyla seçime kadar geçen süre içerisinde CHP bütün gücüyle AKP oylarını aşağıya çekmek için çalışacaktır. Dolayı-sıyla seçime kadar CHP’de kaynamakta olan sular geçici bir süre için durgun bir görüntü arz edecek ve seçimden elde edi-lecek sonuçlara göre yeniden harekete ge-çecektir. Seçim sonuçlarına bağlı olarak da muhtemelen CHP’nin ikiye ayrılması söz konusu olabilir. Seçimlerden sonra yapıl-ması muhtemel olağanüstü parti kongresin-de ise Gürsel Tekin partinin genel başkanı olabilir.

Ancak ileriye yönelik tahminler doğru veya yanlış ne olursa olsun bütün solcular yani özellikle ulusalcı kesim AKP karşı-sında güçlü bir cephe oluşturmak için ara-larındaki ayrılıkları geçici bir süre için bir

kenara bırakarak, CHP çatısı altında bir araya gelme kararı almışlardır. Çünkü şu anda içerisinde bulunduğu haliyle Türkiye İngilizleri ve buradaki işbirlikçileri açısın-dan Cumhuriyet tarihinin en zor, sıkıntılı ve kan kaybının şiddetli olduğu bir dönemi yaşamaktadırlar. Bu güne kadar ellerinde tuttukları otorite gücünü, bunun dinamikle-rini sürekli olarak kaybetmekte, ellerinden kaçırmaktadırlar. Bu kan kaybına dur de-mek, en azından güçlerini koruyabilmek için her türlü üslubu kullanmakta karar-lıdırlar. Bu amaçla CHP alışkanlıklarını ve kurallarını bir kenara iterek yeni üsluplar benimsemiştir ve benimsemek zorundadır

da... CHP’de yapılan deği-şikliklerle farklı bir üslup takip etmeyi amaçlamışlar-dır. Bu nedenledir ki CHP seçim süreci boyunca daha farklı konular üzerinde pro-paganda yapacaktır. Zira kuruluşundan bu güne ka-dar CHP laiklik esaslı ola-rak bu toplumu kendisine düşman olarak gören, hal-kı her zaman hiçe sayan, önemsemeyen bir zihniye-

te sahipti. Özellikle Erdoğan liderliğindeki AKP’nin topluma yakın olması nedeniyle sürekli olarak oylarını artırdığını ve halk tarafından sevildiğini gören CHP’liler, gö-rünürde de olsa bir üslup değişikliğine git-meyi planladılar. Bu nedenledir ki seçim süreci boyunca CHP’liler miting meydanla-rında ve propagandalarında halkın hoşuna gidecek ifadeleri kullanacaklardır. Bu plan-larıyla bir taraftan meclisteki sandalye sa-yılarını artırmak diğer taraftan da AKP’nin meclisteki sandalye sayısını azaltmak sure-tiyle AKP’yi koalisyon hükümeti kurmaya mecbur hale getirmek istemektedirler. CHP üzerinden İngilizlerin ortaya koydukları

Seçime Doğru Başkanlık Sistemi

...Bütün solcular yani özellikle ulusalcı kesim AKP karşısında güçlü bir cephe oluşturmak için aralarındaki ayrılıkları geçici bir süre için bir kenara bırakarak, CHP çatısı altında bir araya

gelme kararı almışlardır.

Page 27: KöklüDeğişim 78.Sayı

25 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

planın özeti işte budur. Bu amaçlarını ger-çekleştirmek için CHP’lilerin her türlü yola başvurmayı deneyecekleri beklenmektedir. Nitekim geçtiğimiz aylarda BDP ile seçim ittifakı yapacakları yönündeki sorulara CHP’nin son kurultay öncesi genel sekre-teri Süheyl Batum şöyle cevap veriyordu: “CHP, Türkiye’nin ne kadar sorunu varsa hep-sini çözmeye talip ve hepsini çözmeye kararlı bir parti olmak zorundadır. Bunun için toplu-mun tüm meşru kurum, kuruluş ve kişileriyle görüşmeler yaptık, yapıyoruz, yapacağız. BDP de elbette bunlardan biridir. Biz 5 yılın ardın-dan bayramlaştık ve bu bayramlaşma sırasında önemli mesajlar verdik. Ben o bayramlaşmada seçim ittifakı demedim. Sanırım yanlış anlaşıldı. Yüzde 10 seçim barajı, faili meçhullerin çözümü, Doğu ve Güneydoğu’nun sosyoekonomik sorun-larının giderilmesi ve Kürt sorununun çözümü için üzerimize düşen ne varsa bunu yapmaya hazır olduğumuzu söyledim. Bunun için de el-bette BDP ile işbirliği yaparız. TBMM’de temsil edilen meşru bir partiyle bu konularda işbirliği yapmak neden bu kadar tartışılıyor, tepki alıyor anlayabilmiş de değilim. Bugün AKP, Öcalan’la masaya oturup konuşuyor ama bizim BDP ile görüşmemiz kadar sorun yaratmıyor”

2011 seçimlerinin önemli partilerinden birisi olan CHP, yeni dönem Türkiye’sinin nereye doğru gittiğini, Amerika’nın Erdo-ğan liderliğindeki AKP yönetimi ile nele-ri gerçekleştirmek istediğini ve Amerikan planları karşısında eski üsluplarda diren-melerinin mümkün olmadığını anlamış görünüyor. Bu nedenle de bundan böyle CHP’lilerin ağızlarından çıkan sözlerde, münafıklık alâmeti farklılıklar görülecek-tir. Gerçekte ise kalpleri ağızlarından çıkan sözlerden tamamen farklıdır. Tıpkı Irak po-litikasında olduğu gibi İngiliz yanlılarının bir kısmı Türk iç siyasetinde de problem çıkartmayan, ılımlı bir tavır sergileyen, ge-

rektiğinde işbirliği yapmaktan çekinmeyen bir parti görünümü sergileyecektir. Yine önümüzdeki yılların Türkiye’sinin Amerika ve İngiltere’de olduğu gibi güçlü iki parti yapısının gerçekleşeceği beklentisine göre kendilerini şekillendirmek istemektedirler. Çünkü günümüz Türkiye’sinde her ne ka-dar altmış kadar siyasî parti bulunuyorsa da bunların çok büyük bir kısmı tabela partisi olmaktan öteye geçmemektedirler. Saadet Partisi ve MHP gibi partiler ise kendileri-ne düşen görevi yerine getirdiklerinden şu anda onlara herhangi bir ihtiyaç yoktur. Bu nedenle de zaman içerisinde tarih olmaları kaçınılmazdır.

Özetle 2011 Haziran seçimleri için bu-günden kesin bir tahmin yürütmek müm-kün olmamakla beraber CHP’nin %25’ler civarında oy alması muhtemeldir. BDP ile seçim ittifakına girmesinin CHP açısından olumlu tarafları olduğu kadar olumsuz ta-rafları da vardır. Bu iş adeta iki tarafı keskin bıçak gibidir.

Şu andaki meclisin üçüncü büyük par-tisi olan MHP’ye gelince: MHP özel görev-ler ifâ etmek üzere kurulmuş partilerden birisidir. MHP’nin varlığı milliyetçilik dü-şünceleri yönüyle karşı çıkacağı tarafların bulunmasına bağlıdır. Ancak günümüz Türkiye’sindeki gelişmeler dikkate alındı-

Seçime Doğru Başkanlık Sistemi

...CHP, yeni dönem Türkiye’sinin nereye doğru

gittiğini, Amerika’nın Erdoğan liderliğindeki AKP yönetimi

ile neleri gerçekleştirmek istediğini ve Amerikan planları

karşısında eski üsluplarda direnmelerinin mümkün

olmadığını anlamış görünüyor.

Page 28: KöklüDeğişim 78.Sayı

26Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ğında MHP açısından yüklenilebilecek mis-yon Türkiye’nin şu anda içerisinde bulun-duğu şartlar bakımından son derece zayıfla-mıştır. Bu nedenle de Devlet Bahçeli liderli-ğindeki MHP’nin önümüzdeki milletvekili seçimlerinde baraj altında kalma ihtimali de vardır. Ancak durum ne olursa olsun MHP gelecekte ihtiyaç duyulduğunda vizyona konmak için varlığını stepne olarak mutla-ka sürdürecektir. Çünkü kâfirlerin İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlıkları kıya-mete kadar devam edecektir. Zira İslâm dü-şüncesi açısından tümüyle yanlış olan kav-miyetçilik ve bunun bayraktarlığını yapan MHP, taşıdığı bu düşünceleri ile toplum içerisinde ayrımcılığı, ırkçılığı tetiklemeye her zaman için elverişlidir.

Netice olarak MHP’nin önümüzdeki se-çimlerde oy oranını artırması beklenemez. Tam tersine oy kaybına uğraması daha kuv-vetle muhtemeldir. Bu nedenledir ki Baş-bakan Erdoğan seçim mitinglerini yaptığı meydanlarda ve konuşmalarında sürekli olarak MHP tabanına seslenecek ve onların oylarını almaya çalışacaktır. 2011 Haziran seçimleri itibariyle MHP seçmeni, Erdoğan için tabiri caizse adeta avlanmaya hazır av gibi gözükmektedir.

PKK’nin temsilcisi konumundaki BDP’ye gelince: Güneydoğu Anadolu böl-gesinde yaşanan olaylar ve bölge halkı, se-çim süreci boyunca üç partinin (AKP, CHP ve BDP) cirit attığı ve olanca gücüyle oy kapma yarışına girdikleri en hassas bölge olacaktır. Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkla-rı ve PKK etkisinin ağır bastığı yerlerde ön-ceki seçimlerde olduğu gibi BDP’nin yük-sek miktarlarda oy alması beklenmektedir. Ancak bunların tümü özellikle AKP’nin bu bölge ile ilgili olarak izleyeceği politikalar-la ve bölge halkının sıkıntılarına ne ölçüde çare olduğuyla yakından ilgilidir. Kısacası

BDP’nin önümüzdeki seçimlerde de mec-lise girme ihtimali vardır. Fakat bu ihtimal Erdoğan ve partisinin ortaya koyacağı çalış-malara göre tersine de dönebilir.

Erbakan liderliğindeki Saadet Partisine gelince: Saadet partisinin seçimlerde ciddi bir varlık göstermesi tümüyle imkânsızdır. Erbakan siyasete atıldığı ilk günlerden beri hangi amaçla çalışıyor idiyse, şu anda da aynı amacı gerçekleştirmek için son bir çaba ile ihtiyarlamış, çökmüş hali ile partinin ba-şına geçmiştir. Fakat onun bu çabası hiçbir surette fayda vermeyecektir. Zira sandık başına giden Saadet Parti seçmeni oylarının boşa gitmesinden, CHP ve diğer partilerin işine yaramasından ise Erdoğan’ı destekle-meyi tercih edeceklerdir.

Numan Kurtulmuş tarafından kurulan HAS partiye gelince: Numan Kurtulmuş tarafından kurulan bu partinin iktidar ol-mak gibi bir hedefi olmadığı gibi şu an için bu mümkün de değildir. Numan Kurtul-muş Saadet Partisinin başında bulunarak AKP’nin oylarını bölmek istemediğinden Erbakan’ın düşünceleri aleyhine bir tavır sergilemiş ve bu nedenle de parti içerisinde bir çatlağa neden olmuştur. Bu yapısıyla da siyasi yelpazede AKP karşısında yer aldığı-nı söylemek mümkün değildir. Zira Numan Kurtulmuş liderliğindeki Saadet Partisinin

Seçime Doğru Başkanlık Sistemi

Page 29: KöklüDeğişim 78.Sayı

27 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

seçimlerde daha fazla oy alma ihtimali var-dı. Dolayısıyla Saadet Partisinden bağlarını koparan Numan Kurtulmuş ve onunla bir-likte hareket eden seçmenin oylarının çok büyük bir kısmı Erdoğan’a gidecektir.

Numan Kurtulmuş’un asıl hedefi ise seçim sonrası Türkiye’sine ait gelişmeler-dir. O, kendisini seçim öncesi için değil seçim sonrası gelişmeler için hazırlamak-tadır. Her ne kadar konuşmalarında Recep T. Erdoğan ve partisini eleştiriyor olsa da hedefinde Erdoğan sonrası AKP liderliği yer almaktadır. Zira Türkiye’nin içerisinde bulunduğu siyasî yapıyı ve gelişmeleri da-kik ve akıllıca inceleyen bir kimsenin Erdo-ğan liderliğindeki AKP’yi hedefine alarak bir siyasi parti kurması düşünülemez. Bu ancak ve ancak ya düşüncesizliğin bir gös-tergesidir ya da daha farklı plan ve hedefle-rin bir sonucudur. Bu nedenledir ki Numan Kurtulmuş’un konuşmalarını ve davranış-larını seçim sonrasında daha iyi değerlen-dirmekte ve takip etmekte fayda vardır.

Cumhurbaşkanlığı seçimindeki B- muhtemel gelişmeler nasıl olacak?

Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile ilgili ola-rak seçim değerlendirmelerini yapmamızın nedeni şudur: 31 Mayıs 2007 tarihinde Ana-yasanın 101. Maddesinde şu şekilde deği-

şiklik yapılmıştır: Madde 4- Cumhurbaşka-nı halk tarafından seçilir. Madde 5- Genel oyla yapılacak seçimde, geçerli oyların salt çoğunluğunu alan aday Cumhurbaşkanı se-çilmiş olur.

Anayasada yapılan bu değişikliklere göre Cumhurbaşkanı hem halk tarafından seçil-meli hem de ilk oylamada oyların %50’den fazlasını almalıdır. Recep Erdoğan’ın cum-hurbaşkanı olmayı düşündüğünde hemen hemen herkes hemfikirdir. Ve adımlarını da önümüzdeki yıllarda Cumhurbaşkanı ola-cak şekilde atmaktadır. Bu nedenledir ki 31 Mayıs 2007 tarihli anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanının görev süresi beş yıl olarak belirtilen maddenin Abdullah Gül için ne şekilde uygulanması gerektiğini netleştirmemiş bunu gelişmelere göre şe-killendirmek istemiştir. Buna göre Recep Erdoğan’ın planı; 2011 Haziran ayında ya-pılacak seçimlerde yüksek oy oranı ve bü-yük bir çoğunlukla meclise girmek, hatta anayasayı tek başına rahatlıkla değiştirebi-lecek bir çoğunluğu elde etmektir.

Şu anda Cumhurbaşkanlığı görevini yü-rütmekte olan Abdullah Gül 28 Ağustos 2007 yılında bu göreve resmen başladı. Gö-rev süresi beş yıl ile sınırlandırıldığı takdir-de 28 Ağustos 2012’de görevi sona erecek. 7 yıl olarak belirlendiği takdirde ise 28 Ağus-tos 2014 tarihinde cumhurbaşkanlığı sona erecektir.

Recep T. Erdoğan açısından ise durum şudur: AKP tüzüğünün 132. Maddesi şöyle-dir: “Ak Parti listelerinden aday gösterilip seçilmiş olan belediye başkanları ve millet-vekilleri, en fazla üç dönem aday gösteri-lebilir.” Bu maddeye göre Tayyip Erdoğan son olarak 2011 seçimlerinde de milletvekili adayı olabilecek ve 4 yıl parlamentoda kala-bilecektir. Yani 2015 yılında yapılacak olan

Seçime Doğru Başkanlık Sistemi

Page 30: KöklüDeğişim 78.Sayı

28Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

milletvekili seçimlerinde aday olamayacak-tır. Milletvekili olamadığı zaman Başbakan da olamayacaktır. Çünkü anayasanın 109. Maddesinin ikinci fıkrasında “Başbakan Cumhurbaşkanınca Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından atanır” denil-mektedir. Anayasanın bu maddesine göre milletvekili olamadığı sürece Erdoğan’ın başbakan olması da mümkün değildir. Buna göre cumhurbaşkanı olamadığı tak-dirde Recep Erdoğan ancak 4 yıl daha baş-bakanlık koltuğunda oturabilecektir. Bunun için Recep Erdoğan Cumhurbaşkanı olmak için bütün gücü ile çalışacaktır. İstanbul Bü-yükşehir belediye başkanı olmadan önceki

dönemde yapılan milletvekili seçimlerinde Refah Partisi başkanı Erbakan tarafından aday gösterilmediğinde hüngür hüngür ağlayan Recep Erdoğan’da aşırı bir hırs bu-lunmaktadır. Bu hırsını Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık konusunda da sonuna kadar göstereceği şüphesizdir.

Bu nedenledir ki Recep Erdoğan 2011 se-çimlerine daha büyük bir hırs ve çaba ile ça-lışacaktır. Çünkü seçimlerden elde edeceği sonuçlara göre Abdullah Gül’ün Cumhur-başkanlığı ile ilgili süre hakkında karar ve-recektir. Seçimlerden elde edeceği sonuca, meclisteki milletvekili sayısına göre; yeni

bir anayasa hazırlanması konusundaki ha-zırlıkların zamanına ve içeriğine karar vere-cektir. Muhtemel sonuçlara göre Başbakan Recep Erdoğan’ın tavrı şu şekilde olacaktır:

Şu andaki gelişmelere ve Recep a- Erdoğan’ın tavırlarına bakıldığı zaman, onun 2011 seçimlerinden başarı ile çıkacağı kuvvetle muhtemel gözükmektedir. 2011 se-çimlerinde Erdoğan liderliğindeki Ak Parti %50’ler civarında oy alabildiği takdirde sü-ratle anayasa değişikliği çalışmalarını başla-tacak ve Anayasa oylaması ile birlikte tam veya yarı Başkanlık sistemi çerçevesinde Abdullah Gül’ün beş yıllık görev süresinin dolmasının ardından Erdoğan’da Başkanlık koltuğuna oturacaktır.

Seçimlerden elde edeceği oy oranı-b- nın %40 veya bunun altında gerçekleşecek olursa –ki buna bağlı olarak milletvekili sa-yısı da değişecektir- anayasa değişikliği ça-lışmalarında tam veya yarı Başkanlık siste-mi konusunda bir değişiklik yapılmayacak, bunun yerine Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri bağlamında yeni düzenlemelere gidilecektir. Buna bağlı olarak da Abdullah Gül’ün görev süresini beş yıl ile sınırlandır-maya karar verecek ve 2012 Eylül ayından itibaren de Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacaktır.

Cumhurbaşkanlığı mı Yoksa Başkanlık Sistemi mi?

Türkiye’nin Başkanlık sistemine ge-çip geçmemesi meselesinde de Recep Erdoğan’ın belirleyici olacağı görülmek-tedir. Amerika’nın Türkiye’ye bakışına ve Başkanlık sistemini kendi çıkarları için uy-gun bulup bulmamasına göre anayasa deği-şikliği ile birlikte Başkanlık sistemi benzeri bir sisteme geçilecektir. Şu anda meclis ana-yasa komisyonu başkanı Burhan Kuzu’nun Başkanlık sistemi hakkındaki düşünceleri şu

Seçime Doğru Başkanlık Sistemi

Page 31: KöklüDeğişim 78.Sayı

29 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

şekildedir: “Benim yıllardır üzerinde çalıştığım model, ABD’deki sistemden farklı. Ben Fransa’da uygulanan yarı Başkanlık sistemiyle ABD’de uygulanan tam Başkanlık sisteminin karması bir modelden yanayım. Bilindiği gibi Fransa’da eyalet sistemi yok. Ancak Fransa’daki Başkanlık sisteminde, başkanın yetkileri ABD’deki kadar geniş değil. Orada başkanın yanı sıra başba-kan da var ve üniter yapı korunuyor. ABD’de ise eyalet yapısı üzerine kurulu tam Başkanlık sistemi uygulanıyor… Bu modeli AK Parti mil-letvekili olarak değil, bir bilim adamı olarak dile getirdim. Bu yönde bir çalışma yapmam konu-sunda partimden herhangi bir görev verilmedi. Ancak Sayın Başbakan’ın benim adımı ve-rerek yaptığı açıklamalar, kendisinin de bu modele sıcak baktığına işaret ediyor.”

Netice olarak 2011 Haziran ayında yapı-lacak olan seçimlerden sonra hızlı bir şekilde yeni bir anayasa hazırlanması çalışmalarına başlanacak ve tahminen bir yıl içerisinde de bu çalışma tamamlanacaktır. Yeni anayasa hazırlıklarının tamamlanması, Abdullah Gül’ün görev süresinin beş yıl sonra dol-ması ile aynı tarihlere yani 28 Ağustos 2012 tarihlerine denk getirilecektir. Yeni anayasa çalışmaları öngörülen süre içerisinde ta-mamlanabildiği takdirde Abdullah Gül’ün görev süresi 2012 Ağustos ayında sona ere-cektir. Bu tarihe yetiştirilemediği takdirde ise Abdullah Gül’ün görev süresinin 2014 yılı Ağustos ayına kadar uzatılabilecek yani yedi yıl olacaktır. Ancak büyük bir ih-timalle Recep Erdoğan bunu 2012 Ağustos ayına kadar tamamlamaya çalışacaktır. Bu durumda da Recep Erdoğan parti tüzüğü gereğince üç dönem milletvekili buna bağlı olarak da başbakan olma süresini neredeyse tamamlamış olacaktır. Dolayısıyla önümüz-deki yıllarda Türkiye büyük bir ihtimalle Başkanlık sistemine veya Burhan Kuzu’nun kafasında var olan bir sisteme geçecektir.

Abdullah Gül ve Recep Erdoğan’ın C- ABD nezdindeki konumu nedir? Ame-rika’nın bunlara bakışı nasıldır? Bunlar hakkında bir tercihi var mıdır?

Amerika açısından Recep Erdoğan ve Abdullah Gül arasında bir değerlendirmeyi kendi içerisindeki birtakım unsurlar belir-leyici olmaktadır. Bu unsurların bir kısmı her ikisinin kişisel özellikleri ile alakalıdır. Recep Erdoğan sert duruşu, dik kafalılığı, sözünü açıktan söyleyen bir yapıda olma-sı nedeniyle Amerika açısından olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Amerika açısından olumlu yönü şudur: Amerikan çıkarları için elverişli olan bir husus ne kadar riskli olur-sa olsun, ne kadar tehlikeleri barındırıyor olursa olsun aklına uygun olduğu zaman Recep Erdoğan onu uygulamaktan hiçbir zaman çekinmez. Olumsuz yönü ise aklına koyduğunu yapma hususunda dik kafalı bir yapıya sahip olmasıdır. Yani bazı tavırlarıy-la Erdoğan zaman zaman kontrol edilemez, davranışları tahmin edilemez bir hal ortaya koymaktadır. “İsrail”e karşı tavırlarında ol-duğu gibi Amerika’nın vur dediğini daha da ileri götürmekte, öldürmektedir. Bu yö-nüyle Amerika’nın istediği bazı hususları, istemediği için uygulamayabilir.

Abdullah Gül ise Recep Erdoğan’a göre daha fazla pragmatist bir düşünceye sahip olduğundan riskli ve sıkıntılı konularda Amerikan planlarının infazında beklenen performansı gösteremez. Bu yönüyle de tercih edilmeyebilir. Ancak Erdoğan kadar sert ve açık sözlü olmadığı, pragmatist dü-şündüğü için kendine özgü kesin ve net çiz-gileri olmaması nedeniyle Amerika açısın-dan tercih edilebilir. Abdullah Gül, Recep Erdoğan’ın tersine duygu ve düşüncelerine hâkim olabilmekte, bunları her zaman ifşa etmemektedir.

Seçime Doğru Başkanlık Sistemi

Page 32: KöklüDeğişim 78.Sayı

30Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Toplum nezdinde büyük bir popülarite-yi yakalamış olması nedeniyle bir anlamda Amerika Erdoğan’a mecburdur. Yani Baş-kanlık sistemi diyebileceğimiz bir sisteme geçilmesi halinde Recep Erdoğan’ın tüm adaylar içerisinde en fazla oyu alabileceği kuvvetle muhtemeldir. Bu açıdan Amerika Erdoğan’a bir anlamda mecburdur. Fakat Amerika onu etrafında var olan akıl hoca-ları ve başka unsurlar aracılığıyla kendi is-teklerine göre şekillendirmektedir. Bunların bir kısmında başarılı olabileceği gibi bir kıs-mında da başarılı olamayacaktır. Abdullah Gül’ün toplum içerisindeki popülaritesi, beğenilirliği Erdoğan’la aynı olması halinde ise Amerika’nın tercihi Abdullah Gül’den yana olur.

Cumhurbaşkanlığı veya Başkanlık konu-sunda Ocak ayının son ve Şubat ayının ilk günlerinde her iki tarafın açıklamalarında da görüldüğü gibi Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan arasında artık yavaş yavaş su yü-züne vuran bir yarış ve bakış açılarındaki farklılıklar dikkati çekmektedir. Abdullah Gül Cumhurbaşkanlığına ikinci bir defa daha seçilebilmek için gerek yurt içi gerek-se yurt dışı seyahatlerini sıklaştırmakta, bu güne kadar görülen Cumhurbaşkanları portresinden daha başka bir görünüm orta-ya koymaktadır. Abdullah Gül’ün bu hare-ketliliğinin, ikinci defa cumhurbaşkanı se-çilme hedefli olduğunu düşünüyoruz. Zira anayasaya göre Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi gerekmektedir. Bunun için ise Cumhurbaşkanı adayının halk nez-dinde belli bir beğenilirliği elde etmesi kaçı-nılmazdır.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önemli bir nokta da Amerika ve Pensilvanya’nın tavrının nasıl olacağı, kimi tercih edip des-tekleyeceğidir. Şu ana kadarki gelişmelere bakıldığında tercih Abdullah Gül’den yana

gibi gözükmektedir. Ancak şu aşamada çok kesin bir şey söylemek mümkün olmamak-la birlikte, bu tercihin kesinleşmesi şu anda devam etmekte olan Ergenekon davaları ve buna bağlı olarak yürütülen operasyonların gelişimine bağlıdır. Bunun anlamı şudur: Ergenekon adı verilen bu operasyonlar ve bununla bağlantılı hususlar Amerika’nın beklediği ve elde etmek istediği bir şekilde gelişirse, yani Amerika özellikle ordu içe-risinde beklediği başarıyı sağlar ve gücü elde ederse, bu durumda Recep Erdoğan’a ihtiyacı kalmayacağı için Abdullah Gül’den yana tercihini koyabilir. Aksi halde ise ibre Erdoğan’dan yana gözükmektedir.

Şu andaki gelişmelere bakıldığında ise Ergenekon operasyonları ve buna bağlı ge-lişmelerin Amerika’yı mutmain kılacak bir noktaya gelmesinin birkaç yıllık bir süreyi alabileceği görülmektedir. Bu yönüyle ise Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık koltuğunda yaklaşık dört yıl daha oturması, buna bağlı olarak da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün görev süresinin de yedi yıla çıkarılması ge-rekecektir. Başkanlık sistemi ile ilgili geliş-meler de buna bağlı olarak şekillenecektir.

Ancak Amerika’nın bakışı nasıl olursa olsun günümüz Türkiye’sinin içerisinde bulunduğu şartlar dikkate alındığında, ister Cumhurbaşkanı olarak olsun isterse Baş-kanlık sistemi gibi bir sistem olsun bu kol-tuklara Erdoğan’ın oturması daha kuvvetli görülmektedir.

Seçime Doğru Başkanlık Sistemi

Page 33: KöklüDeğişim 78.Sayı

31 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Afrika’nın kuzeyinden Arap Ya-rımadası’na ve oradan da Orta-doğu’ya kadar uzanan bu geniş

coğrafyada, yönetimleri derinden sarsan çok ciddi boyutlarda halk hareketleri mey-dana gelmektedir. Yaklaşık bir ay önce pat-lak veren bu hareketler, şu anda İslam coğ-rafyasının büyük bir bölümünü etkisi altına almıştır. Tunus diktatörü Zeynel Abidin bin Ali’nin yıkılmasıyla sonuçlanan halk isyanı bu hareketlerin başlangıcını oluşturmakta-dır. Ardından bu olaylar Mısır’a sıçramış ve orada da Hüsnü Mübarek otuz yıllık iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Bu iki ülkedeki ayaklanmalarının oluşturduğu domino etkisi kısa süre içerisinde bu kıvıl-cımı Libya, Cezayir, Yemen ve Bahreyn gibi ülkelere de sıçratmıştır. Daha sonra da şu an itibariyle diğerlerine nazaran daha ufak çaplı olan Fas, İran, Ürdün, Kuveyt, Um-man, Irak ve Cibuti’deki ayaklanmalar bir-birini takip etmiştir.

On binlerce insanın meydanlara dökül-mesine neden olan bu ayaklanmaların hede-

finde, İslam coğrafyasının hain ve işbirlikçi yöneticileri ile onların zalim yönetimleri vardır. Yıllardan bu yana kendi otoriteleri-ni muhafaza edip ajanlığını yaptıkları efen-dilerinin hizmetlerini kusursuz bir şekilde yerine getirmeye programlanmış bu asalak-lar, kendilerine yönelik yapılan bu isyanlar karşısında da ne denli acımasız ve seviyesiz varlıklar olduklarını bir kez daha tüm dün-ya göstermişlerdir. Onlar, güçlü oldukları bütün dönemlerde; tehdit, baskı ve yıldırma gibi yöntemleri yönetim üslubu olarak rutin işlerden kabul edip, kendi otoritesi için teh-dit olarak gördüğü her ferdi ve her oluşumu kolayca ortadan kaldırma yoluna gitmişler-dir. Ancak onlar bu hareketler karşısında zayıflıklarını hissettikleri anda da, toplu-lukların hızını kesebilmek ve bu işten en az zararla kurtulabilmek için bütün seviyesiz-liklerini kullanarak sonuna kadar alçalmak-tan da geri durmamaktadırlar. Onlar için bütün hedef, sıkı sıkıya yapışmış oldukları koltuklarını ve sahip oldukları kıymetlerini sonuna kadar muhafaza edebilmektir. Eğer

İbrahim ER

Page 34: KöklüDeğişim 78.Sayı

32Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kendileri için gerçekleşmesi muhtemel acı son kaçınılmaz olmaya başlamışsa; koltuk-larını bırakmak zorunda kalsalar bile, çoğu bu ümmete ait olan ancak kendileri için ser-vet olarak biriktirdiklerini çalıp götürmek-ten de asla sıkıntı duymamaktadırlar. Zaten onların bu yaptıkları, sömürgeci kâfirlerin maşalığını yaparak kendi ümmetine yıllarca zulüm, baskı ve katliamlarla ihanet edebile-cek kadar alçalmanın ötesinde şeyler değil-dirler.

İslam coğrafyasındaki bu hareketlerin meydana gelmesi neticesinde her ne ka-dar diktatör diye tabir edilen işbirlikçi yö-neticiler koltuklarından ediliyorsa da, bu ayaklanma süreci sonunda halklar üzerinde oluşturu-lan tahribatlar kabul edi-lebilir türden değildir. Bu tahribatların oluşmasına neden olan hususlardan bi-rincisi isyancı toplulukların karşısına çıkarılan hükü-met yanlısı guruplardır ki, bunlarla ilk etapta birbirine zıt iki kutup karşı karşıya getirilerek isyanın etkisi azaltılmaya ve gücü kırıl-maya çalışılmaktadır. Kısacası bu yöntem, sömürgecilerin İslam Beldelerinde yaklaşık bir asırdır uygulaya geldikleri klasik karde-şi kardeşe kırdırma yöntemidir ve ümmet açısından yıkıcı, onlar açısından da çoğu za-man beklentilerine cevap verebilen nitelikte bir uygulamadır. Nitekim bu karşı karşıya gelmeler ve yaşanan diğer olaylar karşısın-da onlarca Müslüman hayatını kaybetmiştir. Uygulanan bu yöntemle birlikte zaten her zaman devrede olan mevcut yönetimin ze-banilerinin halklara vermiş oldukları tahri-batlar vardır. Mesela kırk üç yıldır iktidarda olan Kaddafi’nin zebanileri şu anda Libya’yı kan gölüne çevirmişlerdir. Olayların baş-

langıcından bu yana toplulukların üzerine otomatik silahlarla açılan yaylım ateşleri so-nucunda bazı kaynaklara göre ölenlerin sa-yısı bine yaklaşmıştır. Aynı sahneler her ne kadar bu boyutlarda olmasa da Bahreyn’de de yaşanmıştır. Diğer beldelerde de durum çok farklı değildir. Oralarda şu ana kadar henüz katliamlar yaşanmasa da hükümet güçlerinin isyancılara müdahalesi çok sert olmaktadır. Sonuçta otoritelerini korumak için mücadele veren bu işbirlikçi yöneticiler kendi bekâlarını korumak adına oluk-oluk Müslüman kanı akıtmakta ve ümmete yö-nelik baskı ve zulümlerini arttırmakta hiçbir sakınca görmemektedirler.

Bu süreçte ne kardeşin kardeşe kırdırılması, ne de yönetimlerin zebanilerinin oluşturduğu baskı ve zu-lümler ile gerçekleştirdikle-ri katliamlar asıl yıkıcı etki-yi oluşturan unsurlar değil-dirler. Asıl yıkıcı etki halk-ların beklentilerinde ve elde etmek istediklerinde gizli-dir. Sonuçta bu hareketler Tunus ve Mısır’da halkın beklentilerine cevap vermiş

ve bu topraklara kök saldıklarını zanneden iki lider yönetimden indirilmiştir. İlerleyen günlerde kaynamakta olan diğer beldelerde de muhtemelen aynı görüntüler oluşacak ve yeni devrik liderler ortaya çıkacaktır. Ancak bu değişimden ya da liderin devrilmesinden sonra nelerin olacağı hususu önemlidir.

Topluluklar vakıaları gereği eşya ve olayları değerlendirmede ancak yüzeysel bir bakış açısına sahip olabilirler. Çünkü topluluklar çok sayıda fertlerden meydana geldiklerinden dolayı onlardaki hissetme ve bağ kurma yetenekleri de doğal olarak zayıf olmaktadır. Bu yüzden de yüzeysel bakış

Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı

...Otoritelerini korumak için mücadele veren

bu işbirlikçi yöneticiler kendi bekâlarını

korumak adına oluk-oluk Müslüman kanı akıtmakta

ve ümmete yönelik baskı ve zulümlerini

arttırmakta hiçbir sakınca görmemektedirler.

Page 35: KöklüDeğişim 78.Sayı

33 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

açısının üzerine çıkmaları mümkün değil-dir. Aynı durum bu ayaklanmalar ve ayak-lanmalar neticesinde oluşan yeni durumdan beklentiler hususu için de söz konusudur. Sonuçta şu anda İslam Beldelerinde toplu-luklar diktatör yöneticilerden kurtulmak ve daha fazla özgürlük için meydanlara çık-maktadırlar. Onlarda yıllardan beri baskı or-tamı altında dayatılan ve oluşturulmaya ça-lışılan anlayış, özgürlükler ve dolayısı ile de demokrasidir. Baskılarla patlama noktasına getirilmiş bir toplumun böyle bir tepkiyle ortaya çıkması ve bu isteklerle meydanlara dökülmesi o topluluğun bu konuda bilinçli olduğu anlamını doğurmaz. Bu yüzden de bu olaylar ve ortaya çıkan bu mesele; başta demokratik batı ülkelerinin yöneticilerinin ve tüm İslam coğrafyasına model ülke ola-rak dayatılmaya çalışılan Türkiye’nin yöne-ticilerinin üstüne basarak belirttikleri gibi halkın kendi geleceğini belirleme meselesi değildir. Yöneticiler açısından halkın sesine kulak verme meselesi de değildir. Mesele toplulukların demokrasi istemiyle meydan-ları doldurmasından ziyade, üzerlerindeki baskıdan ve zorba yönetimlerden kurtulma meselesidir. Çünkü yüzeysel düşünme özel-liğine sahip olan toplulukların hareketleri genel olarak tepkisel hareketlerdir ve toplu-lukla birlikte hareket eden birçok insan ora-da ne için bulunduğunun farkında değildir ve ne istediğini dahi bilmemektedir. Toplu-luk yalnızca bir şahsa ve onun yönetimine karşı kilitlenmiş durumdadır. İşte ümmet üzerinde asıl tahribatı oluşturan durum da budur.

Halklar üzerinde oluşmuş mevcut hal-ler, sömürgecilerin başı konumunda olan ABD’nin oluşturmaya çalıştığı yeni dünya düzenine ve gerçekleştirmeye çalıştığı de-ğiştirme girişimlerine uygun hallerdir. O bu halleri meydana getirmek için ya kendi

ajanları vasıtasıyla toplumları yıllarca baskı altında tutmuş, ya da İngiliz sömürgesi ko-numundaki beldelerde var olan katı dikta-tör oluşumların halklara yönelik baskılarını kullanma yoluna gitmiştir. Bugün bu deği-şim rüzgârlarının estiği bölgelerin genelde derin İngiliz yapılanmalarının bulunduğu bölgeler olması bir tesadüf değildir. Bunlar, ABD’nin “21. Yüzyıl Projesi” kapsamında dünyayı yeniden şekillendirme projesinin cüzlerinden birisidir. Bu proje kapsamın-da Türkiye ve Irak hamleleri, eski Sovyet-ler Birliği topraklarında gerçekleşen renkli devrimler, daha dün Sudan’da yapılan re-ferandum ve şimdi de Kuzey Afrika, Arap Yarımadası ve Ortadoğu üzerindeki şekil-lendirme çalışmaları… İşte toplulukların sahip oldukları yüzeysel bakış açıları, on-ların bu sömürgeci tehlikeyi görebilmeleri-nin önündeki en büyük engeldir. Bu engel, onları özgürlükler ve demokrasi gibi gayri insani ve İslam’la taban tabana zıt fikir ve söylemlerin peşinden gitmelerine sebep ol-maktadır.

Toplulukların bu vakıasından yola çıka-rak, toplumları değiştirmeyi hedefleyen ve bu hususu bir ölüm kalım meselesi haline getirenler için öncelikli iş, topluluklarda var olan yüzeysel düşünme seviyesini yükselt-mektir. Bunu gerçekleştirmenin yolu da;

Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı

Halklar üzerinde oluşmuş mevcut haller,

sömürgecilerin başı konumunda olan ABD’nin

oluşturmaya çalıştığı yeni dünya düzenine ve

gerçekleştirmeye çalıştığı değiştirme girişimlerine

uygun hallerdir.

Page 36: KöklüDeğişim 78.Sayı

34Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

vakıalara yönelik algılarını/hislerini sürekli takviye etmek, gerçekleşen siyasi gelişme-ler, sömürgecilerin tuzakları ve hayatla il-gili problemlerin çözümleri hususunda da kendi akidelerinden kaynaklanan yüksek fikirler ve bol bilgilerle donatmak suretiy-le olur. Böylece topluluklar yüksek bir fikir etrafında toplanmış ve bu yüksek fikirden kaynaklanan hayat nizamını ister hale ge-tirilmiş olurlar. Bu da toplulukların hare-kete geçmesini ve toplumsal bir değişimin gerçekleşmesini sağlar. Yaşanan bu olaylar, toplulukların harekete geçmesiyle oluşan gücün ve bu gücün yönetimler üzerindeki etkisinin boyutlarını net şekilde ortaya koy-muştur. Yönetimler açısından kendilerine karşı harekete geçmiş topluklar ne kadar tehlikeli ise, değişimi hedefleyenler için de toplulukları bir yüksek fikir etrafında örgüt-lemek ve o yüksek fikirle harekete geçirmek o derece önemlidir. Kısacası değişimin te-melinde toplulukların değiştirilmek istenen fikir üzerinde örgütlenebilmesi yatar.

İslam Beldeleri’ndeki yönetimlere yö-nelik bu halk ayaklanmaları ise Kapitalizm açısından ‘sonun başlangıcı’nı oluşturma-sı ise kaçınılmazdır. Çünkü bu durum, bu beldelerde Kapitalizme ait olan demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi yüksek değerler olarak kabul edilen fikirlerin ha-yat sahasına geçirilmesi anlamına gelmek-tedir. Bu değerler ise Kapitalist ideolojinin zirvesidir ve daha ötesi de yoktur. Kısacası kapitalizmin bu çökmüş değerlerden başka insanlık için ortaya koyabileceği yeni hiçbir şey yoktur. Bu değerler aynı zamanda Ka-pitalist ideolojinin kokuşmuşluğunu ört-mek için kullanılan değerlerdir. Ayrıca bu ideolojinin hayat problemlerinin çözümüne yönelik olarak ortaya koydukları, toplum-da oluşturamadığı kıymetler ve insan aklı-

nı tatmin etmeyen akidesi ile hiçbir zaman Müslüman halkların gönüllerinde yer bula-mamış ve sürekli olarak İslam’la ilişkilendi-rilmek suretiyle bu bölgelere nüfuz etmeye ve nüfuz edebildiği bölgelerdeki varlığı da korunmaya çalışılmıştır. Ancak durum bu sefer farklıdır. İslam coğrafyasında bulunan diktatör yöneticilerden bunalan ve sonunda sömürgecilerin etkisiyle de olsa patlayan Müslüman halklar bunu bir kurtuluş reçete-si olarak istemektedirler. Sonuçta Kapitalist yönetimler altında bulunan bütün toplum-lar gibi onlar da umduklarını bulamayacak-lar ve kısa sürede kendilerine hayat verenin bu olmadığını anlayacaklardır. Bunun için oradaki ve tüm dünyadaki Müslüman halk-lara kendilerine hayat veren şeyin ne oldu-ğunu yoğun şekilde hatırlatmak ve ona da-vet etmek yeterli olacaktır.

لما دعاكم إذا وللرسول لله استجيبوا آمنوا الذين أيها يا يحييكم

“Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Rasûlü’ne icabet edin.” (el-Enfal 24)

Halk İsyanları ve Sonun Başlangıcı

Page 37: KöklüDeğişim 78.Sayı

35 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

İnsanoğlu, günümüzde o kadar yoğun bir hayat hengâmesi içinde yaşıyor ki, bu hengâmede, ya yaşadığı birçok şe-

yin farkına dahi varamıyor, ya da farkında olduğu birçok şeyi kısa bir süre sonra unu-tup gidiyor. İnsanın günlük hayatta karşılaş-tığı sıkıntılarını, çıkmazlarını kısa bir sürede unutması normal karşılanabilir. Fakat bazen öyle şeyler vardır ki, bırakın unutulmasını, bunlar, bir an dahi akıldan çıkarılsa kapan-mayacak yaralara, hayal dahi edilemeyecek sıkıntılara sebep olabilecek yani hayatı ters-yüz edecek problemlerin kaynağını oluştu-racak meseleler olabilir. İşte bu meyandaki meselelerden bir tanesi -hatta en önemlisi- 3 Mart 1924’te Hilafet’in kaldırılması mesele-sidir.

Her insanın hayata tutunma noktasında vazgeçemeyeceği değerleri vardır, bu de-ğerler insanların inançlarına, yaşantılarına, kısacası hayata bakış açılarına göre şekille-nen değerlerdir. Bu konuda İslâm’a iman et-miş insanların, telakki ettikleri değerlerinin, çok yüksek seviyede olması, bu değerleri

hayatlarından bir parça etme zaruretini or-taya koyar ve onu hayatı pahasına müdafaa etmeyi gerektirir. Bazı değerler kaybolduk-tan sonra o nimetin kıymeti, yokluğunun sıkıntısı ile hatırlanmaya başlar. Belki de şu günlerde yokluğunun sıkıntısını her zaman-kinden daha fazla hissettiğimiz ve daha çok hatırlamamız gereken Hilâfet’tir.

Yeryüzüne 1300 seneden fazla hâkim olan, dünyanın dört bir tarafına hayrı yayan, kötülükleri ortadan kaldıran, hayrın önünü açıp, şerrin kapılarını kapatan Hilâfet Dev-leti bin bir hile ve entrikayla hain ve zalim-lerin kirli elleriyle ortadan kaldırılıp hayrın kapıları kapatılmış, zulmün, çirkefliğin önü ve kapanan şer kapıları sonuna kadar açıl-mıştır.

Hilâfet’in nasıl kaldırıldığını kısa bir şe-kilde de olsa hatırlamamız açısından Lozan ihanet anlaşmasına bakmamız gerekmekte-dir:

24 Temmuz 1923’de imzalanan anlaşma-nın öncesinde birçok entrika sahnelenmiş,

Talha YAŞAR

Page 38: KöklüDeğişim 78.Sayı

36Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Anadolu’da Din-i İslâm’ın hâkim kalması için mücadele ettiğini belirten ve bu doğrul-tuda halkı örgütleyip savaştıran M. Kemal, Lozan’dan sonra söylemlerini değiştirerek, bu anlaşmanın -gizli maddelerinden biri olarak bilinen “Hilâfet’i ilga” şartı da dâhil- maddeleri yerine getirilmediği sürece sul-hun olmayacağını açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Lozan Antlaşması görüşmeleri tam bir garabet ve ihanettir. Zira dışişlerinden an-lamayan, o güne kadar sadece kara çizme-yi tanıyan, kulakları duymayan, Fransızca bilmeyen (konferansın dili Fransızca) bu se-beple de tercüman olarak Yahudi Haham-başı Hayim Naum’u beraberinde götüren İsmet İnönü, Baş-Murahhas olarak görev-lendirilmiştir. Görüşmeler süresince çok cö-mert bir tavır sergilenmiştir; Kıbrıs’tan tu-tunda Adalar’a, Musul’undan, Batum’una Ümmet’in toprakları hiç düşünülmeden kâfirlere verilmiş, alacakları milyonlarca altın değerindeki tazminatlar Yunanlılara hibe edilmiş, verilecek tazminatlar için ise son kuruşuna kadar ödeme yapmak taah-hüt edilmiştir. Kendi vatandaşlarını kendi topraklarından çıkarmayı vazife belleyip, kâfirleri Ümmet’in topraklarına yerleştir-meyi borç bilmiştir: Çanakkale’ye işgal için tecavüz için gelip de öldürülen kâfirlerin mezarları topraklarıyla birlikte kâfirlere hibe edilirken düşmanın buralara girmeme-si için canını veren şehitlere en büyük haka-reti yapmaktan utanılmamıştır.

Bu bahsini ettiğimiz meselelerin tama-mı, Lozan Antlaşmasının maddelerinden alınmadır. Bunca tavize rağmen sulh, ke-sintiye uğramıştır. Zira İngiltere’nin istedi-ği Hilafet’in ilgası meselesi halledilmemiş-tir. Mesajı alan Hayim Naum Anadolu’ya gelerek M. Kemal’e mesajı iletmiş, O da bu yönde teminat verip işe koyulmuş ve Mec-

lis üyelerinin Hilâfet’in kaldırılmasına onay vermeleri için ne gerekiyorsa yapmıştır. Bu ihanet, sulh anlaşmasının bu maddesi, ka-bule yanaşmayan Meclis üyelerinin üstü kapalı/açık bir şekilde tehdit edilerek de olsa kabul ettirilmesiyle, Meclis onayından geçirildi. Meclis’in bu maddeyi de onayladı-ğı telgrafla bildirilerek Lozan anlaşması bu şekilde sonuca bağlanmıştır.

Anlaşmaların geçerlilik kazanabilmesi için, anlaşmaya katılan delegelerin imzaları, ülkelerin meclislerinin ve devlet başkanının onayı gerekmektedir. İşte bu sebeple Lozan Antlaşması’nın kabulü de ancak bu üçlü onayın ardından geçerli olmuştur.

Hilâfet’in ilgasının sömürgeci kâfir dev-letlerce talep edilmesi, aslında herkesçe ma-lumdur. Zira özellikle Hilâfet kurumunun tesirini birebir hisseden hem Müslümanlar hem de kâfirler, bu tesirin hakkını teslim ve itiraf etmişlerdir. Bunu bir örnekle somut-laştıralım: İngiliz temsilcilerinden biri şun-ları söyler:

“Biz Hindistan’da asayişi sağlamak için yıl-da binlerce insanı asmak zorunda kalırdık fakat Halife İstanbul’dan bir mektup gönderir, tüm halk sükûn bulurdu.”

3 Mart 1924’te Ümmet’in dayanağı olan asası kırılmış, koruması olan kalkanı yere düşmüş o tarihten bu yana da bahsini etti-ğimiz bazı kıymetler kaybolunca sonuçları yakîn bir şekilde mülahaza edilmiş, bela-lar, sıkıntılar, Müslümanların peşini bırak-mamıştır. Bu tarih İslâmî Ümmet’in kara günü, hüzün günü olarak tarihe geçerken, kâfirlerin bayramı olarak tarihteki yerini al-mıştır.

Asanın kırılıp, kalkanın düşmesinden sonra saldırıların açık hedefi haline gelen Müslümanların alfabesi değiştirilerek Üm-met, İslâm’ın cahili yapılmış, eğitim sis-

Ümmetin Hüznü, Kâfirlerin Bayramı: 3 Mart 1924

Page 39: KöklüDeğişim 78.Sayı

37 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

temi değiştirilerek körpe beyinler İslâm’a düşman fikirlerle yoğurulmuş, ordula-rı değiştirilerek, sadece kendi sınırlarına hapsedilmiş, ekonomisi değiştirilerek faiz, borsa gibi her türlü pisliğe entegre edilmiş, hukuku değiştirilerek mahremiyet, adâlet, hak, hukuk, beşerî nizamlara tâbi kılınarak facialara yol açılmıştır. Yine o tarihten son-ra Müslümanların toprakları, ırzı, değerleri, kaynakları kâfirlerin ayakları altına alınmış ve Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisi tahakkuk etmiştir:

يوشك األمم أن تداعى عليكم كما تداعى األكلة إلى قصعتها فقال قائل ومن قلة نحن يومئذ قال بل أنتم يومئذ كثير ولكنكم يل ولينزعن الله من صدور عدوكم المهابة منكم غثاء كغثاء السوليقذفن الله في قلوبكم الوهن فقال قائل يا رسول الله وما الوهن

قال حب الدنيا وكراهية الموت

“Yemek yiyen obur kimselerin yemek sofrasına üşüştükleri gibi çeşitli din men-suplarının (kâfirlerin) size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır.” Birisi sordu: “Acaba o zaman biz sayıca az mı olacağız?” Hayır, bi-lakis siz o zaman sayıca çok olacaksınız. Fakat siz, selin sürüklediği çer çöp gibi ola-caksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden korkunuzu çıkaracaktır. Sizin kalbinize de vehen atacaktır.” buyurdu. “Vehen nedir ey Allah’ın Rasulü?” diye sorduklarında şöyle bu-yurdu: “Dünya sevgisi ve ölümü kerih gör-mektir.” (Ebu Davud 3745)

Makalemin başında unutmak-hatırlamak üzerine söylediklerimi burada hatırlamak-ta fayda var. Zira ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve diğer sömürgeci kâfir devletler, gece gündüz İslâm beldelerini nasıl işgal edeceklerinin, kaynaklarını nasıl yağmala-yacaklarının, değerlerini nasıl ayaklar altına alacaklarının planlarını, projelerini hazırlar-larken ve bu plan ve projelerin uygulanma-sının habis üsluplarını ortaya koymak için çalışırlarken… Bizler tüm bu olup bitenle-

re film izler gibi seyirci mi kalacağız? Tabii ki, hayır! Unuttuğumuz gerçeği hatırlayıp/hatırlatıp bu plan ve projeleri tersine çevire-cek olan yitirdiğimiz Hilâfet değerini tesis etmekle kâfirlerin bayramını hüzne çevirip, Ümmet’in hüznünü de bayrama çevrilmesi için çalışacağız, inşaAllah.

Çünkü Hilâfet Kurumu, yeniden Üm-met’in namusuna sahip çıkan ve bir Mümine’nin iffetinin korunması için ordu-lar seferber eden Halife Mutasımların günü-müz yansımalarını ortaya çıkartacak, Irak’ta ve daha nice beldelerde ırzları kirletilen ba-cılarımızın intikamını necis kafirlerden ala-caktır.

Çünkü Halife, Ömer b. el-Hattab ve Ömer b. AbdülAziz RadiyAllahu Anhum’un adaletinin bugünkü temsilcileri olacak ve tüm dünyaya İslâm’ın adaletinin takdimini yapacaktır.

Çünkü Müslümanlar, böylesi bir yöneti-me layıktırlar. Zira onlar şuan yeryüzünde yürüyen en şerefli varlıktırlar. Tevhid akide-siyle İslâm’ı kabul edenler onlardır, zira...

Tüm bunlardan mahrumiyetimiz; unut-tuğumuz ve bugünkü halimizin yaşanma-sına sebep olan dayanağımızın kırılması, kalkanımızın düşmesinin sonucudur. 87 yıldır kâfirler Müslümanların beldelerinde bayram ediyor. Müslümanlar ise alınların-da kara bir lekenin iziyle yaşıyor.

Artık bu leke kalkmalı ve Müslümanlar, kalkanlarına yeniden kavuşmalılar. İşte o kalkan, Hilâfet’tir... Hilâfet; izzetin devleti-dir…

ولله العزة ولرسوله وللمؤمنين

“İzzet Allah’a, Rasulü’ne ve Müminlere aittir.” (el-Münafikûn 8)

Ümmetin Hüznü, Kâfirlerin Bayramı: 3 Mart 1924

Page 40: KöklüDeğişim 78.Sayı

38Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sel-lem Bedir savaşı öncesi ellerini, omuzlarındaki ridası düşecek şe-

kilde, iki gözünden sicim gibi yaşlar boşa-nırken, ellerini semaya kaldırarak Rabbine şöyle yakardı:

“Bu, İslam’ın ilk ya da son ordusudur, ya Rabbi! Şayet bugün bu orduyu yenilgiye uğratır-san artık yeryüzünde sana kulluk yapacak kimse kalmayacak.” Evet, o gün Bedir Meydanı’na gelenlerin sayısı topu topu 300 kişiydi. Bir avuç insan, ama İslam’ın ilk toplumu… Şa-yet onlar o gün yenilseydi, bu dini asırlar boyunca nesilden nesle, Yarımada’dan yer küreye kim, nasıl taşırdı?!

Sahabe’nin dinin korunmasında verdiği mücadeleyi anlatmak için benzer bir ifadeyi de İslam şairi Mehmet Akif Ersoy Çanakka-le şehitleri için söyler:

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Akif, Osmanlı mirasının, bütün İslam beldelerinin bir bir sömürgeci devletler tara-

fından işgal edildiği bir anda, Çanakkale’de savaşanları tıpkı İslam’ın zor zamanlarında Bedir’de siperlerde duran Sahabelere ben-zetmiştir. Akif’in bu mısralarının bu şekilde anlaşılması gerekir diye düşüyoruz, yoksa Sahabeyle Çanakkale’de savaşanlar fazilet açısından asla eş tutulamaz. Zira bu hususu M. Akif’in de bilebileceği kanaatindeyim. Akif’in burada yaptığı sadece bir teşbihtir. Çünkü Akif, son elde kalan Anadolu top-raklarının cephelerinde savunma hattında “aman İslam’ın sancağı burada da düşmesin” diyerek düşmana karşı bedenleri ile etten duvar örerek cansiperane savaşanların tam da bir Ümmet’in tarihî kırılma noktasında üstlendikleri rol açısından, Sahabe’nin üst-lendiği rolden farksız olduğunu düşünü-yordu. Çanakkale cephesinde kanları ile Tevhid’i kurtaran mücahitleri yere göğe sığdıramayan büyük Şair, ilgili mısralarda şöyle diyor:

“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın. Herc-ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb... Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.

Ahmet Sadık ALTINEL

Page 41: KöklüDeğişim 78.Sayı

39 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına; Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribî akşamları sarsam yarana... Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran... Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsrân, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât! Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

Artık savaşlar cephede olmuyor. Savaş-lar büyük ölçüde ideolojik ve kültürel plan-da ve zihin meydanlarında yaşanmaktadır. İstemez misin, son yüzyıldır tarihin gör-mediği trajedileri yaşamış bu mazlum ve mustaz’af Ümmet’in evlatları senin için de tıpkı Akif’in Çanakkale şehitleri için yazdı-ğına benzer bir şiir yazsın ve şöyle desin:

“Ne büyüksün ki, aklın/düşüncen/İslamî projelerin kurtarıyor Ümmeti.”

Kapitalist sömürgeci devletlerin yaşan-maz hale getirdiği coğrafyamızı yerli ve yabancı, fiilî ve ideolojik işgallerden kurtar-dın, Ümmet’i öz yurdunda garip ve parya olmaktan, servetlerinin talan edilmesinden, aşağılanmasından, hor ve hakir görülme-sinden, canlarının, namuslarının heder edil-mesinden kurtardın, Batılı ideolojinin ve

kahredici sömürü kültürünün bütün karart-ma çabalarına rağmen karanlığı aydınlatan bir mum yaktın, Akidesinden kaynaklanan projelerin yaşamını düzenleyecek en doğru çözümler olduğu noktasında Ümmetine öz güven aşıladın, onu yeniden izzetli ve şeref-li tarihine, Allah’ın dinine döndürdün…

Ömer RadiyAllahu Anh ve daha niceleri, tanıştıkları bu dinin adlarını tarihe altın harf-lerle yazdıracağını ve onları Kıyamet’e ka-dar hayırla yâd edilecek şahsiyetler haline getireceğini biliyorlar mıydı? Daha dün kız-larını kendi elleri ile toprağa gömmüş iken ve putlara tapacak kadar aklı ve düşüncesi yerlerde sürünüyorken bir gün gelecek ve dünyanın geri kalanının belki adını bilmedi-ği bu Yarımada’nın son derece iptidaî hayat yaşayan insanlarını insanlığın örnek, abide şahsiyetleri haline getirecek… Bu insan ak-lının öngörebileceği bir şey miydi?

Evet, kıymetli okurlar! İşte Allah onları, insanlığın içinden seçerek seçkin bir ümmet haline getirdi.

Ümmet ses veriyor! Batı S.O.S verirken doğu ses veriyor!

Artık akılları ve vicdanları Batılı kültür-le formatlanmış aydın ve entelektüellerin Ümmet’in kulağına yıllarca fısıldadığı ko-kuşmuş Batılı kültür ve üfürdükleri kor-

Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veriyor!

Artık akılları ve vicdanları Batılı kültürle formatlanmış

aydın ve entelektüellerin Ümmet’in kulağına yıllarca fısıldadığı kokuşmuş Batılı

kültür ve üfürdükleri korkular, onları büyük

idealler peşinde koşmaktan alıkoymuyor.

Page 42: KöklüDeğişim 78.Sayı

40Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

kular, onları büyük idealler peşinde koş-maktan alıkoymuyor. Koskoca Ezher Şeyhi “Tahrir meydanına gitmek, Mısır yönetimine başkaldırmak haramdır” dedi de ne oldu? Diktatörlerin iktidarlarını meşrulaştıran fet-valar veren Ezher Şeyhi ve onun gibileri bile artık Ümmet’i dizginleyemiyor.

Bizim Allah’ın vaadinden şüphemiz yok-tur. Şu çarpıcı olaya bakalım:

Medine’ye hicret yolculuğunda Rasu-lullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in izini bir tek kişi, Sürâka bulabilmişti. Sürâka Rasulullah’ı yakalamak üzere iken atının ayakları kuma batıyor atından iniyor, çöl kumlarından atını çıkarıyor, tekrar biniyor, tekrar hamle yapıyor ancak tekrar atı karnı-na kadar çöl kumlarına batıyordu. Süraka, “Ey Muhammed! Biliyorum ki bu, senden gel-miştir. Allah’a yalvar da beni bu felaketten kur-tarsın. Allah’a and içerim, arkamdan gelenlerin hepsini şaşırtır, onları geri döndürürüm. İşte okdanlığım! Oradan bir ok al. Sonra develerimin ve koyunlarımın falan yerde olduklarını göre-ceksin ki ne kadar ihtiyacın varsa onlardan al!” dedi. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem bir rivayete göre Sürâka’ya İran Kısrası’nın altın bileziğini vaat ediyordu.

Bu tam da Allah’a inanmış, ona tevek-kül etmiş bir lidere yakışan bir davranıştır. O, geleceğe vahyin perspektifinden bakar. Allah’ın vaadinden kuşku duymaz. Do-ğup büyüdüğü topraklarda dinini yaşama imkânı bulamamış, ölüsüne ya da dirisine yüz deve ödül konduğu için herkesin ensele-mek amacıyla çöllere, vadilere yayıldığı kut-lu Nebi, dinini egemen kılmak için sığınabi-leceği yeni bir coğrafyaya, Medine’ye doğru yol alırken yani böylesine zor koşullarda bile dönemin büyük imparatorluğunun, fet-hedileceği, İslam ordularının İran sarayla-rına gireceği ve ganimetler elde edecekleri,

bu ganimetler içinde de İran Kisrası’nın tah-tının aksesuarı olan altın bileziğin ganimet olarak alınacağını müjdelemektedir. Bu na-sıl bir tevekkül ve kendinden emin bir zafer anlayışıdır, ya Rabbi!

Benzer şekilde Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Hendek Savaşı’nda on bin kişilik müşrik ordusunun saldırısı karşısın-da Medine’yi korumak için hendek kazar-ken karşılaştıkları bir kayayı parçalamak üzere kayaya vurduğu her darbe ile bir-likte çıkan kıvılcımları dönemin, en büyük imparatorlukların fethedileceği şeklinde yorumlayarak müjde vermiştir. Bu müjde-leri verdiği sırada Rasulullah açlığını bas-tırmak için karnına taş bağlamıştı. Açlıktan karnına taş bağlamış bir insanın, dönemin büyük imparatorluklarının fethine ilişkin müjdeler vermesi, ona iman etmiş olanlar için tereddütsüz gerçekleşeceğine inanılan bir durumdu. Bundan dolayı Sahabeler ger-çekleşeceğinden asla şüphe duymadıkları için Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e sadece hangisinin, Kostantin’in mi yoksa Roma’nın mı önce fethedileceğini sordular.

Aynı şekilde bizlerin de Rabbimizin vaa-dine, onun er ya da geç muhakkak gerçekle-şeceğine inancımız sonsuzdur.

والله غالب على أمره ولكن أكثر الناس ال يعلمون

“Allah işinin üstesinden gelmeye muk-tedirdir. Lâkin insanların çoğu bunu anla-mazlar.” (Yusuf 21)

Batı S.O.S Verirken Doğu Ses Veriyor!

Page 43: KöklüDeğişim 78.Sayı

41 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Afganistan Kazakistan Amerika (ABD) Kenya Arjantin Kıbrıs Belarus Kolombiya Bolivya Kosta Rika Brezilya Liberya Dominik Cum. Meksika Endonezya Nikaragua Ermenistan Nijerya Ekvator Panama El Salvador Paraguay Filipinler Peru Guatemala Seyşeller Güney Kore Sierra Leone Haiti Sri Lanka Honduras Sudan İran

Peki, bu devletlerin hangisinde huzur var? Bu sistemi en iyi uygulayan devletin ABD olduğu söyleniyor. ABD’de ise hırsız-lık, cinayet, tecavüz, intihar oranları hat saf-hadadır. Milyonlarca insan açlığa mahkûm edilmiştir.

Erkan KARDELEN

Türkiye’de son günlerde sistem de-ğişikliğinden bahsedilmektedir ki adı Başkanlık sistemidir. İnsanlar

bu sistemi tartışırlarken de bu sistemi kur-tuluş olarak görmektedirler. Fakat dünyada başkanlık sistemi ile yönetilen birçok ülke vardır ki bu sistem onlara refah getirmemiş-tir. Başkanlık sisteminin mevcut sistemden hiçbir farkı yoktur. Ancak insanlar Başkan-lık sistemine dair ne bir bilgiye, ne de bu-nun hakkında hüküm vermeleri için gerekli olan diğer malumatlara sahiptirler.

Başkanlık sistemi; bir yürütme erkinin yasama organlarından bağımsız bir şekilde yönetimde bulunduğu hükümet sistemidir. Başkanlık sisteminde yasamanın yürütmeyi fesh etme yetkisi yoktur. Bu sistemde güç tek kişide toplanır, başkan aynı zamanda; devlet başkanı, hükümet başkanı, baş dip-lomat, başkomutan ve baş yasamacıdır. Bu hali ile başkanlık sistemi kendisini tatbik eden devletlere huzur getirmemiştir. İşte başkanlık sistemi ile yönetilen devletlerin listesi;

Page 44: KöklüDeğişim 78.Sayı

42Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Ancak, bu sistem değişikliğinde halkın huzuru, güvenliği ya da refahı gözetilme-mektedir. Maksat başkadır. Evet, T.C.’nin bir sistem değişikliğine gitmesi zorunludur. Çünkü bu mevcut sistemin ne yargısına, ne yönetim sistemine halkın bir güveni kalma-mıştır ve halk artık kaynamaya başlamış, homurdanmalar artmıştır. Ve bu değişik-likle, kaynamaya başlayan halkın altındaki ateşin kısılması hedeflenmektedir. Ancak şunu unutuyorlar, bu insanların içindeki ateşi hiç sönmeyecek ve o muhakkak siste-mi değiştirecektir. Ancak o sistem Başkan-lık Sistemi değil, tekrar halkın özüne dön-mesiyle gerçekleşecek mütekâmil bir sistem yani 2. Raşidî Hilâfet Sistemi olacaktır.

Bu Başkanlık sistemi ile ilgili yapılan tartış-malardan birisinde ortaya atılan, Erdoğan’ın Başkanlık sisteminin sonunda Hilâfet’i getire-ceği iddiasına gelince; bunun, kurulan tuzak-lara karşı Ümmet’in yeniden uyandığı ve kurtuluşun ancak Hilâfetle geleceğine inan-maya başladığı bir dönemde ortaya atılması ilginçtir. Çünkü bu tarz iddialar Hilâfet sis-temini sulandırmaktan, Müslüman halkın kafasını karıştırmayı amaçlayan bir tuzak-tan başka bir şey değildir.

Hilâfet’e gelince; o Türkiye’de vitrine çıka-rılan, vizyona sunulan, hâlihazırdaki taklit-çi yöneticilerin, bırakın Hilâfet’in azametine sahip olup o azametle yönetmesini, onun azametini hayal bile edemeyecekleri ve bu hal üzere (Batı’yı taklit ettikleri yoldan) git-tikleri sürece ona asla sahip olamayacakları bir vahdet nizamıdır. Çünkü Hilâfet niza-mı, bir küfür sistemi olan Cumhuriyet ya da Başkanlık sisteminin sonunda ortaya çı-kacak bir sistem değildir. Ya da Hilâfet sis-temi, vakıadan etkilenerek, vakıadan yola çıkılarak ve yine mevcut vakıanın gerektir-diği şartlarla hareket ederek ortaya çıkacak bir sistem de değildir. O da her meselede

olduğu gibi Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem örnek alınarak, Rasul’ün Mekke’de izledi-ği hareket tarzından yani şer’î hükümler-den yola çıkarak ve şer’î hükmün gereğine uyarak oluşturulabilecek bir İslâm niza-mıdır. Bu bağlamda Sa’d bin Muaz olmak, Türkiye’deki yöneticilerin harcı değildir.

Ayrıca Müslümanlara duyurulur ki, Hilâfet farziyeti, diğer farzların kendi varlı-ğına bağlı olduğu, en büyük farzdır.

ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون

“Her kim Allah’ın inzal ettikleri ile hüküm etmezse, işte onlar kâfirdirler.” (el-

Maide 44)

ا جاءك من فاحكم بينهم بما أنزل الله وال تتبع أهواءهم عمالحق

“Ve onların aralarında Allah’ın indir-diğiyle hükmet ve sana Hak’tan gelenden ayrılıp da onların hevâlarına uyma.” (el-Maide 48)

وأن احكم بينهم بمآ أنزل الله وال تتبع أهواءهم واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك فإن تولوا فاعلم أنما يريد الله

ن الناس لفاسقون ن كثيرا م أن يصيبهم ببعض ذنوبهم واإ

“Ve onların aralarında Allah’ın indir-diğiyle hükmet, onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiği şeylerin bir kıs-mından seni fitneye düşürmelerinden sa-kın. Bundan sonra eğer (Hakk’tan) yüz çe-virirlerse, o takdirde bil ki artık Allah, bazı günahları sebebiyle, onları bir musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu gerçekten fâsıklardır.” (el-Maide 49)

Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’den de-liller:

من خلع يدا من طاعة لقي اهلل يوم القيامة ال حجة له. ومن مات وليس في عنقه بيعة مات ميتة جاهلية

“Her kim (Halife’ye) itaatten elini çekerse Kıyamet Günü’nde lehinde hiçbir delil ol-maksızın Allah ile karşılaştırılacaktır. Her

Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir

Page 45: KöklüDeğişim 78.Sayı

43 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

kim boynunda bey’at olmaksızın ölürse, ca-hiliye ölümü ile ölmüş olur.” (Muslim)

ومن مات وليس في عنقه بيعة مات ميتة جاهلية

“Her kim de boynunda bey’at olmadan ölürse cahiliye ölümü ile ölür.”

إذا شاء يرفعها ثم تكون أن الله ما شاء فيكم النبوة تكون أن يرفعها ثم تكون خلفة على منهاج النبوة فتكون ما شاء الله ا أن تكون ثم يرفعها إذا شاء الله أن يرفعها ثم تكون ملكا عاضفيكون ما شاء الله أن يكون ثم يرفعها إذا شاء أن يرفعها ثم تكون ملكا جبرية فتكون ما شاء الله أن تكون ثم يرفعها إذا شاء أن

يرفعها ثم تكون خلفة على منهاج النبوة ثم سكت

“Aranızda Allah’ın olmasını dilediği ka-dar Nübüvvet olacak. Sonra Allah onu kal-dırmayı dilediğinde onu kaldıracak. Sonra Nübüvvet minhacı üzere (Raşidî) Hilâfet olacaktır. Allah’ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı meliklik olacaktır. Allah’ın olmasını dilediği kadar kalacak, sonra Allah kaldırmayı dilediğin-de onu da kaldıracaktır. Sonra zorba dik-tatörlük olacaktır. Allah’ın olmasını dile-diği kadar olacak sonra Allah kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhacı üzere (Raşidî) Hilâfet olacaktır. (Ahmed ibn Hanbel)

Ve bakın Ulema Hilâfet hakkında ne di-yor:

“İnsanlar ister iyi, ister kötü olsun bir İmam (Halife) olmadan, doğrulmazlar (düzelmezler).” (Ali RadiyAllahu Anh)

“Hilâfet, diğer sütunların kendisine dayan-dığı asıl sütundur.” (İmam el-Kurtubi)

“Halife seçmenin tüm Müslümanlar üzerine bir farziyet olduğu konusunda icma (âlimlerin ittifakı) vardır.” (İmam Nevevî)

“İnsanlar üzerinde hükmeden makamın (Hilâfet makamı) dinin en büyük farzlarından biri olduğunu bilmek vaciptir. Aslında onsuz

Din Müessesesi yoktur. Bu görüş el Fadl ibn İyad, Ahmed bin Hanbel ve diğerleri gibi selefin görüşüdür.” (İmam ibn Teymiyye)

“İmâmet (Hilâfet) akdini yapmak, bütün Ümmet üzerine icmaen vaciptir.” (İmam Ebu’l Ha-

sen el-Maverdî)

“İmamlar (dört mezhep imamları), İmâmetin (Hilâfetin) bir farz olduğu ve Müslümanların, dinin hükümlerini tatbik eden ve zalimlere kar-şı haklarını veren bir imam tayin etmelerinin, vacip olduğu konusunda ittifak ettiler.” (İmam

el-Cuzeyri)

Dikkat ederseniz bu ülkede, Başbakan ve Cumhurbaşkanı da dâhil üst düzey bütün siyasetçi ve gazeteciler, aydın kesim, mev-cut sistem haricinde başka bir sistemden bahseder olmuşlardır. Hatta Başbakan da dâhil bazıları uygulanan sistemin çöktüğü-nü Başkanlık sisteminin gerekliliğini söylü-yor ve bunu istiyorlar. Onlar için bu istek-leri meşru görülürken, Cumhuriyet Sistemi yerine Hilâfet Sistemi isteyenlerin tek tek ya da çoğul olarak evlerine baskınlar yapıl-makta, davalar açılmakta ve içi boş iddia-larla mahkemeye sevk edilip ceza evlerine atılmaktadırlar. Evlerinin önünde nöbetler

Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir

Başbakan da dâhil bazıları uygulanan sistemin çöktüğünü

Başkanlık sisteminin gerekliliğini söylüyor ve bunu

istiyorlar. Onlar için bu istekleri meşru görülürken, Cumhuriyet

Sistemi yerine Hilâfet Sistemi isteyenlerin tek tek ya da

çoğul olarak evlerine baskınlar yapılmakta, davalar açılmakta

ve içi boş iddialarla mahkemeye sevk edilip ceza evlerine

atılmaktadırlar.

Page 46: KöklüDeğişim 78.Sayı

44Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

tutulmakta, insanların arasına girmeleri en-gellenmektedir. Hatta bu ülkede; Edirne’de diri diri gömülen çocuğun cenaze törenin-deki konuşmasında İslâmî hükümlerin ge-rekliliğinden bahseden cami imamına bile tahammül edemeyen devlet organları so-ruşturma açtılar. Bu bir çelişkidir. Peki, bu çelişki niçindir? Bu çelişkinin tek bir sebebi varır ki o da, Hilâfet Sistemi’nde hüküm ko-yucu merciin sadece ve sadece Allah Azze ve Celle olmasıdır. Bu ülkenin siyaseti de cahi-liye sistemlerini tatbik eden bütün devletler gibi hüküm koyanın Allah olması gerekti-ğini reddeder. Bunu isteyenlere ise Sistem koruyucuları nefretle ve öfkeyle bakar ve onlara zulüm eder.

Hâlbuki onlar da biliyorlar ki, kendileri eksik, aciz ve sınırlı olan birer yaratılmış-lardır. Ve yine biliyorlar ki, kendileri büyü-yünceye kadar Allah’ın, fıtratlarına merha-met yüklediği annelerine muhtaçtırlar. Ve anneleri bu merhamet duygusu ile onlara bakmasa ve onları temizlemese kendi halle-rine bıraksa, kendi pisliklerinde boğulup gi-derdiler. Ama ne hikmetse bu aciz çocuklar büyüdükten sonra eski durumlarını unutup Allah’a kafa tutarcasına Allah’ı hayatların-dan çıkartmışladır. Dolayısıyla bu cahiliye sistemlerinin koruyucuları “Allah’ın hükmü” sözünü duyunca bile çıldırır olmuşlar ve bu hükümleri isteyenleri cezalandırmışlar, onlara zulüm etmişlerdir. İşte bu yüzden Cumhuriyet yerine Hilâfet Sistemini dile getirenler, mevcut yönetimin ve mevcut ca-hiliye yönetimi koruyucularının zulmüne maruz kalırken, Başkanlık sistemi isteyenle-re övgüler yağdırılıyor.

Başkanlık sistemi ile mevcut sistem ara-sında nitelik olarak bazı farklar olsa da, esasen her ikisi de insan aklından çıkan hü-kümleri tatbik eden, işlerine Allah’ı karıştır-mayan gayri İslâmî sistemdirler. Bu açıdan

her ikisi de İslâm Akidesi ile taban tabana zıttır ve Müslümanların bunu kabul etmesi caiz değildir. Başkanlık sistemi bu bağlam-da zilletin, hor görülmenin, aşağılanmanın, sömürülmenin, tağut batağına biraz daha batmanın bir devamı niteliğindedir. Bu sis-temi arzulayanların da ABD’ye göbekten bağlı oldukları ortadadır ve bu sistem bizi ABD’ye daha fazla bağımlı hale getirecektir. Başkanlık sistemi ile yeni bir başlangıç olma-yacağı aşikârdır. Aksine o, 3 Mart 1924’de başlayan ihanet zincirinin yeni bir halka-sıdır. Bu ülkede Başkanlık sisteminin taşe-ronluğunu yapanlar, Allah’ın hükümlerine alternatif hükümler çıkartmaya çalışıyorlar demektir. Onun asla alternatifi yoktur.

وقدر ر فك إنه صعودا سأرهقه عنيدا لياتنا كان إنه كل ثم وبسر عبس ثم نظر ثم قدر كيف قتل ثم قدر كيف فقتل أدبر واستكبر فقال إن هذا إال سحر يؤثر إن هذا إال قول البشر

سأصليه سقر

“Hayır; çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı kesin bir inatçıdır. Onu alabildiği-ne sarp bir yokuşa süreceğim. Şüphesiz o, düşündü ve bir ölçü tespit etti. Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir baktı. Sonra kaş-larını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böy-lece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür. Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi. Onu Ben, sekar’a (cehenne-me) sürükleyip-atacağım.“ (el-Muddessir 16-26)

Dünyada önder bir ümmet olmak isteni-yorsa o başkanlık sistemi ile gerçekleşmez. O İslâmî Hilâfet ile gerçekleşir. Başkanlık zillet, Hilâfet izzettir.

ولله العزة ولرسوله وللمؤمنين ولكن المنافقين ال يعلمون

“İzzet Allah’ın ve O’nun Rasulü’nün ve Mü’minlerindir. Ve lâkin münafıklar bil-miyorlar.” (el-Munafikun 8)

Başkanlık Zillet, Hilâfet İzzettir

Page 47: KöklüDeğişim 78.Sayı

45 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Bir şeyi özgürce ifade etmek; düşünülen, hissedilen, bilinen, öğrenilen bir şeyin, özgürce dışa vurulması, belirtilmesidir.

Orta çağlarda, günümüz Avrupa ülkele-rine hükmeden krallar, kiliseyle birlikte hal-ka, eğitimcilere, bilim adamlarına, düşünür-lere baskı uygulamaktaydılar. Bilimsel me-seleler dâhil birçok hususta, yönetimin ve kilisenin görüşüne aykırı, yazılı veya sözlü fikir beyan edenlerin kitapları yakılmakta, hatta sırf bu yüzden hapsedilmekteydiler. Mesela, Galileo 1633 yılında, sırf, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü iddia ettiği için ev hapsine çarptırılmış ve hayatının ge-riye kalanını bu şekilde geçirmiştir.

Batı Avrupa halkları bu baskılar ve zu-lümlere daha fazla katlanamayarak, kralı devirmişler, laik ve demokratik sistemi be-nimseyerek kiliseyi dünya işlerinden uzak-laştırmışlardır. Asırlardır fikirlerini açıkca ifade edememekten muzdarip halk, yeni kurulan devletleri “özgürlükler” üzerine te-

mellendirmekle, ifade özgürlüğünü garan-ti/koruma altına almaya çalışmışlardır.

Fransa’da, 26 Ağustos 1789’da çıkan; İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’nin 11’inci maddesi, “Düşüncelerin ve fikirlerin özgürce paylaşılması; insanın en mühim hak-larından biridir. Her vatandaş özgürce konuş-malı, yazmalı ve yayımlamalı; muhafaza etmeli (gerekliyse) kanunların sunduğu olanaklarda özgürlüğünün çiğnenmesine cevap vermelidir.” şeklindedir.

Daha sonra dünyanın dört bir yanında, buna benzer kanunlarla ifade özgürlüğü ka-bul görmüştür. Avrupa Birliği’nin 2000 yı-lında yayımlanan temel kanunlarının 11’inci maddesi şöyledir:

“1. Herkesin ifade özgürlüğü vardır. Bu, in-sanların fikirlere sahip olma ve bilgiyi halk oto-ritesi olmadan, sınırsızca alma ve verme hakkını tanır.

2. Özgürlük ve basın kuruluşlarının çoğul-culuğuna saygı duyulmalıdır.”

Esma SIDDIK

Page 48: KöklüDeğişim 78.Sayı

46Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948 tarih ve 217 A(III) sayılı Kara-rıyla ilan edilmiş İnsan Hakları Evrensel Be-yannamesi, madde 19’da, “Her ferdin fikir ve fikirlerini açıklamak hürriyetine hakkı vardır. Bu hak fikirlerinden ötürü rahatsız edilmemek, memleket sınırları mevzubahis olmaksızın malü-mat ve fikirleri her vasıta ile aramak, elde etmek veya yaymak hakkını içerir.” yazar.

Amerika Birleşik Devletleri’nin 15 Aralık 1791’de çıkan, Anayasasının bir numaralı kanunu, “Kongre, din kurumuna saygı göster-meyen, dinin serbestçe uygulanmasını engel-leyen ya da ifade ve basın hürriyetini ortadan kaldıran veya barışçı bir şekilde toplantı yapma hakkını ve şikayetlerinin düzeltilmesi için hü-kümete dilekçe verme hakkını engelleyen hiçbir kanunu çıkaramaz.”dır.

1982 yılının Çin Anayasası’nın 35’inci maddesi de şöyledir:

“Halkın Çin Cumhuriyeti, vatandaşların ifâde, basın, birleşme, ortaklaşma, ilerleme ve gösterme özgürlüğünden zevk alır.”

7 Kasım 1982’de kabul gören Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 25’inci madde-si ise, “Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine

sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zor-lanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kına-namaz ve suçlanamaz.” şeklindedir.

Ne var ki, bu kadar kutsal görülen ifade özgürlüğü, her toplumda sınırlandırılmak-ta, zıt görüşlerin, aykırı fikirlerin ifadesi yasaklanmaktadır. Hatta bu hususta kanun-lar bile birbirleriyle çelişmektedir. Mesela, Türkiye Cumhuriyeti’nde Anayasa’nın yu-karıda belirtilen kanunu, halka ifade özgür-lüğü sunarken, başka bir bendi veya Ceza Kanunu’nun başka bir kanunu da, buna izin vermez.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 26. Maddesi, “Düşünceyi açıklama ve yayma hür-riyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.”

Kanunların çelişkili olmasının yanı sıra, ifade özgürlüğü belli kesimlere mahsus ola-rak uygulanmaktadır. Özellikle Müslüman-ların yaptıkları gösteriler, kurdukları siyasî İslâmî partiler, kullandıkları İslâmî litera-tür, Batı’nın hayata bakışına zıt İslâmî fikir-ler beyan ettikleri takdirde ateş hattına alın-maktadırlar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i aşağılayan karikatür, “Fitne” filmi gibi İslâm’ın mukaddesatına yapılan doğ-rudan saldırılara Ümmet’in verdiği tepkiler dahi Batı’nın gözünde cahillik, geri kafalılık, çağdışılıktır.

İfade özgürlüğünün bir ütopya oluşu, kanunların çelişkilerinden ve bu çifte stan-darttan anlaşılmaktadır aslında... Bu tek yönlü ifade özgürlüğü anlayışının, hakikat-te gizli bir arka planı vardır. İfade özgürlü-ğü, İslâm topraklarında Kapitalizmi yayma araçlarındandır. Batı, -mesela medyayı kul-lanarak- İslâm topraklarında kendi hayata bakış açısını yayabilmek, ideolojisini yerleş-tirebilmek, İslâm ideolojisini aslından uzak-

İfade Özgürlüğü (!)

Kanunların çelişkili olmasının yanı sıra, ifade özgürlüğü belli kesimlere mahsus olarak uygulanmaktadır. Özellikle Müslümanların yaptıkları gösteriler, kurdukları siyasî İslâmî partiler, kullandıkları İslâmî literatür, Batı’nın hayata bakışına zıt İslâmî fikirler beyan ettikleri takdirde ateş hattına alınmaktadırlar.

Page 49: KöklüDeğişim 78.Sayı

47 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Allah Celle Celaluhu, Müslümanın diline

ideolojik ve siyasî açıdan görev yüklemiş ve

bazı haklar tanımıştır. Müslümanların, bazı durumlarda zulüm ve

münkere karşı seslerini yükseltmelerini farz

kılmıştır.

laştırabilmek, İslâm’ın terörizm ve şiddetle eşdeğer olduğu yalanının propagandasını yapabilmek için ifade özgürlüğünün arka-sına saklanmaktadır.

İfade özgürlüğü, Batılı ve İslâmî değer-lerin birbiriyle çatıştığı birçok arenadan sadece birisidir. Kapitalizmin vardığı ifade özgürlüğü, dinin devletten ayrılmasının/laikliğin bir meyvesidir. Şöyle ki; laikliğin esası, insanın Yaratıcısının rehberliğini red-dedip bizzat kendisinin doğruları ve yan-lışları belirleme cüretini göstermesidir. Bu esastan yola çıkarak, Kapitalist sistemde bizzat insan, kendi kendine ifade hakkını tanır ve sınırlarını belirler. Bu durum ise baştan sona İslam’a aykırıdır. Zira Allah Celle Celaluhu’nun gönder-diği Nur (vahiy) olmadan, insanoğlu kör olur ve yo-lunu mutlaka sapıtır. Dola-yısıyla insan hiçbir fiilinde özgür olmadığı gibi ifade-sinde de özgür değildir. Bu hakkın sınırlarını ancak, insana kendini ifade etme kabiliyetini veren Allah Celle Celaluhu belirler. Ra-sulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Buharî ve Müslim’in rivayet ettiği bir sahih hadisi şerifte şöyle buyuruyor:

من كان يؤمن بالله واليوم األخر فليقل خيرا أو ليصمت

“Her kim Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsa (inanıyorsa) hayır söylesin yahut sussun.” (Buharî, Müslim K. İman, 67)

Hadiste geçen “hayır” kavramı, İslâm veya İslâm’ın onayladığı/tasvip ettiği söz-lere işaret etmektedir. Yani kulun, dilini istediği gibi kullanma özgürlüğü olmadığı gibi sadece hayır konuşmasına cevaz veril-miştir. Şeriatın, kulun kendisini ifade etme

kabiliyetini kullanma hususuna getirdiği ölçü ve sınır budur.

Allah Celle Celaluhu, Müslümanın diline ideolojik ve siyasî açıdan görev yüklemiş ve bazı haklar tanımıştır. Müslümanların, bazı durumlarda zulüm ve münkere karşı sesle-rini yükseltmelerini farz kılmıştır. Rasulul-lah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyur-muştur:

من رأى منكم منكرا فليغيره بيده فإن لم يستطع فبلسانه فإن لم يستطع فبقلبه وذلك أضعف اإليمان

“Sizden kim bir münker görürse onu eliy-le değiştirsin, gücü yetmezse diliyle değiş-

tirsin, ona da gücü yetmez-se kalbiyle değiştirsin (buğz etsin). Bu ise imanın en za-yıfıdır.” (Müslim, İman, 70)

Bu hadis-i şerifle Müslü-manlara, Allah Celle Celalu-hu tarafından zulme karşı seslerini yükseltme hakkı verilmiştir. Aynı şekilde bu hadisle Müslümanlara, münkere, münker ideoloji-lere, bunları uygulayanlara karşı seslerini yükseltme ve bunları değiştirme göre-

vi yüklenmiştir. Mükellef kılındığımız bu farziyeti yerine getirenler hakkında Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmak-tadır:

إمام إلى قام ورجل المطلب، عبد بن حمزة الشهداء سيد جائر فأمره ونهاه فقتله

“Şehitlerin efendisi; Hamza ibni Ab-dulMuttalib ve zalim bir imam karşısında Allah’ın hükümlerine bağlanmayı emrettiği için öldürülen kişidir.” (Hakim, Hasen hadis)

Müslümanlar, kendilerine verilen hakkı kullanmak ve görevlerini yerine getirmek isteyince, zalim liderleri ve özgürlüklerin(!)

İfade Özgürlüğü (!)

Page 50: KöklüDeğişim 78.Sayı

48Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

bekçisi Batı tarafından susturulmaya çalışıl-maktadır. Direnenler anti-terör yasası çerçe-vesinde tutuklanmakta, işkence görmekte ve hatta şehit edilmektedirler. Fakat unutul-mamalıdır ki bu, Yaratılmışların Sahibi Celle Celaluhu’nun verdiği bir haktır. Müslüman-lar, zulme karşı seslerini yükseltme görevi-ni, demokratik sistemin ifade özgürlüğü il-kesinden hareketle değil de, kendilerini ölü-me götürse dahi, Allah Celle Celaluhu’nun bir emri olduğu için yapmaktadırlar. Dola-yısıyla bu hakkı Müslümanların ellerinden, İslâm veya Batı alemindeki hiçbir yönetim alamayacaktır.

Bugün, Orta Doğu’da zalim yöneticiler bir bir devrilmekte, bu iradenin karşısında duramamakta, zalim yöneticilerin koltuk-ları sallanmakta ve saltanatları yerle bir ol-maktadır. Müslümanlar zalim idarecilere karşı ayaklanmışlar ve yönetimleri sorgular hale gelmişlerdir. Fakat şu hususun gözden kaçırılmaması gerekir ki, idareciyi zalim ya-pan, -yukarıda geçen hadiste de belirtildiği gibi-, münkerle/batılla yönetmesidir. Dola-yısıyla meydanlara dökülen ve hükümetleri deviren Müslüman halkların, zülme karşı seslerini yükseltme haklarına sahip çıkmak-ta gösterdikleri güçlü iradeyi, münkeri yani bozuk Kapitalist rejimleri değiştirip, yerine marufu getirmekte de göstermeleri gerek-mektedir. Zira zalim idarecilerin koltukla-rını terk etmeleri, münkerin yeryüzünden yok olduğu anlamına gelmez. Münkeri yok edecek olan, marufun siyasî arenada uygu-lanmasıdır ki bunun adı, Hilâfet’tir.

Hilâfet Nizamı’nda tebaanın hakları-nı, tutuklama, işkence veya hapis korkusu olmadan, talep etme ve savunma sistemi mevcuttur. Bunlar ana hatlarıyla şu üç nok-tada hayata geçirilir: Ümmet Meclisi, medya araçları ve siyasî partiler.

Ümmet Meclisi:

Seçim vasıtasıyla, İslâm Devleti’nin te-baasını temsil eden şahısların (kadın, erkek, Müslüman, gayri Müslim) oluşturduğu bir meclistir. Bu Meclis, şûra (Halife’nin, Üm-met Meclisi’ne, kendilerine istişâre gerek-tiren işlerde başvurması) hakkına sahiptir. Allah Celle Celaluhu’nun Müslümanlara yö-neticileri muhasebeyi farz kılmasından do-layı, yöneticileri muhasebe etmesi (yönetici-lerin ve devlet görevlilerinin, politikalar ve kanunları uygulamalarında Şeriat’a uygun davranıp davranmadıklarının kontrolü), Ümmet Meclisi’nin üzerine vaciptir.

Medya:

Bağımsız bir organ olarak doğrudan Halife’ye bağlıdır. Mesela, gizlenmesi gere-ken askerî meseleleri Halife belirler. İslâm Devleti tabiiyetini taşıyan herkes görsel, işitsel veya yazılı medya aracı kurma hakkı-na sahiptir. Devletle alakalı, gizli tutulması gereken haberlerin dışındaki haberleri, tele-vizyon, radyo ve gazete gibi medya araçları sunmakta herhangi bir izine tabii değiller-dir. Medyayla alakalı şer’i kanunlar ihlal edildiği takdirde, medya aracının sahibi bundan sorumlu tutulur.

İfade Özgürlüğü (!)

Bugün, Orta Doğu’da zalim yöneticiler bir bir

devrilmekte, bu iradenin karşısında duramamakta,

zalim yöneticilerin koltukları sallanmakta ve saltanatları

yerle bir olmaktadır. Müslümanlar zalim idarecilere

karşı ayaklanmışlar ve yönetimleri sorgular hale

gelmişlerdir.

Page 51: KöklüDeğişim 78.Sayı

49 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Siyasî Partiler:

İslâm Devleti vatandaşlarının, fikirlerini ifade edebilecekleri siyasî parti kurma hak-ları, Kur’an-ı Kerim’den gelmektedir. Şöyle ki; Allah Celle Celaluhu, en az bir tane siyasî partinin olması gerektiğini Müslümanların üzerine farzı kifaye kılmıştır.

بالمعروف ويأمرون الخير إلى يدعون ة أم نكم م ولتكن وينهون عن المنكر وأولئك هم المفلحون

“Sizden; hayra (İslâm’a) çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münker-den) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.” (Âl-i İmran

104)

Ayet-i kerimede, bu grubun görevinin, iyiliği emretmek ve münkerden nehyetmek olduğu belirlenmiştir. Bu genel bir hüküm-dür. Dolayısıyla bu hüküm, yöneticileri mu-hasebe etmeyi de kapsar. Bu ise siyasî parti-lerin yapacağı en önemli siyasî iştir.

Evet, seslerini duyurabilmek için Müslü-manların, asıllarına yabancı sistemlere ihti-yacları yoktur. Kalkınma önünde engelin ve geriliğin İslâm’da, kurtuluşun demokraside olduğunu iddia eden Batı, bilmelidir ki esa-sında kurtuluş Müslümanların ellerindedir. Zira ifadenin sınırlarını Allah Celle Celaluhu belirlemiş ve bunu gönderdiği İslâm Şeriatı ile koruma altına almıştır.

Velhasıl, Batı’nın pazarlamaya çalıştı-ğı ifade özgürlüğü şişirilen bir balondur, ütopyadır. İnsanın, dilini pervasızca istedi-ği yöne eğip döndürebileceğini düşünmesi ise büyük bir cahilliktir. Zira insanoğlunun söylediği her söz melekler tarafından kayıt altına alınmaktadır. İnsan söylediği her söz-den sorumludur ve mutlaka bundan hesaba çekilecektir.

ما يلفظ من قول إال لديه رقيب عتيد

“O (insan) hiçbir söz söylemez ki, ya-nında onu gözetleyen, yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf 18) Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

“Kişi, Allah’ın rızasına uygun bir söz söyler ve buna kalbinde bir önem vermez. Ancak Allah Teâlâ bu sözden dolayı onu pek çok derece yükseltir. Yine kişi, Allah Teâlâ’yı öfkelendiren bir söz söyler ve bunu önemsemez. Fakat bu söz sebebiyle Cehen-neme yuvarlanır.” (Buhârî) Bu yüzden Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, dili kontrol etme-nin öneminin altını ısrarla çizmektedir.

Muaz b. Cebel Rasulullah SallAllahu Aley-hi ve Sellem’e, “Ey Allah’ın Rasulü! Biz söyle-diklerimizden sorumlu muyuz?” diye sordu. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle cevap verdi:

“Ey Cebel’in oğlu! Annen matemini tut-sun! İnsanları burunları üzerine ateşe sü-rükleyen dillerin mahsulünden başka ne olabilir?” (İbn Mâce, Hâkim)

Allah Celle Celaluhu, dudaklarımızı ve dillerimizi hayırlara oynatmayı, konuşunca hayır konuşmayı, hakkı ve sabrı tavsiye et-meyi ve tüm bunları bariz karakterimiz ha-line getirmeyi bizlere nasip etsin, inşallah… (Âmin…)

İfade Özgürlüğü (!)

Page 52: KöklüDeğişim 78.Sayı

50Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Dünya 2011 yılına; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki İslâm beldele-rinde diktatör liderlere ve onların

rejimlerine isyan eden, öfkeleri ile meydan-ları dolduran halk topluluklarının devrim talepleri ile girdi. Önce Tunus’da, bir gencin rejimin zabıta bekçileri tarafından ekmek teknesinin elinden alınması sonucu kendini yakması ile başlayan ve kısa bir süre içinde zalim diktatör Bin Ali’nin “çok sevdiği ülke-sini” terk etmesi ile sonuçlanan bir rüzgâr esti. Sanki bu rüzgâr öyle iklimselliğin ge-reği bölgesel geçici bir rüzgâr değildi. 50-60 yıllık dikta rejimlerin halk üzerinde uygu-ladığı sıkıyönetim, baskı, zulüm ve şiddet artık bölge halkının boyun eğeceği, teslim olacağı yaptırımlar olarak kabul görünmü-yordu.

Sonra Bölgenin en eski ülkesi olan Mısır’a sıçradı rüzgâr. 30 Yıllık diktatörün ülkeyi terk etmesini istiyordu, Tahrir meydanı-nı dolduran bir milyonu aşkın Müslüman. Hüsnü Mübarek bazı üsluplar kullanarak

30 yıldır yabancı olduğu halkına yakın dur-maya, onlara özgürlük vaadinde bulunma-ya çalıştı ise de rüzgâr güçlü esiyordu. 80’lik Mübarek(!) çınar dahi dayanamadı, bu gü-cün karşısında. Yine Cezayir’de yükselen yiyecek fiyatlarına, yolsuzluğa ve devlet baskısına karşı öfkeli protestolar haftalar-ca devam etti. Ürdün’de protestolar Kral’ı tanklarla şehirleri kuşatmak ve kontrol nok-taları kurmak için orduyu çağırmaya zorla-dı. Yemen’in başkentinde binlerce eylemci, muhalefet liderleri, öğrenciler, 1978’den beri süren Başkan Salih’in yozlaşmış dikta-törlüğüne karşı yürüyüş yaptılar. Halkına yıllarca zulümden başka hiçbir şey yedirip içirmeyen Libya diktatörü Kaddafi bir anda iktisadî reformlara başvurarak halkına para dağıtmaya başladı. Velâkin Libyalı Ömer Muhtar’ın torunları Kaddafi’nin bu teklifi-ne “hayır” diyorlardı. Meydanlarda, ihane-tine son vermesini ve topraklarını terk et-mesini istiyorlardı, canları pahasına. Tıpkı Ömer Muhtar’ın İtalyan komutana “hayır”

Mahmut KAR

Page 53: KöklüDeğişim 78.Sayı

51 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

dediği gibi. Suriye’de ise Hafız Esad’ın mi-rasını devam ettiren oğlu Beşşar Esad, dün-ya kamuoyuna halkı ile iç içe olduğunun, halkının içinde rahatça dolaşabildiğinin gö-rüntülerini adeta gövde gösterisi yapar gibi ama korku ile sunuyordu. Çünkü kavurucu sıcak rüzgârın, Suriye topraklarında da bir kıvılcımı ateşleyeceğinden korkuyordu.

Bütün bu sıcak gelişmeler İslâm coğ-rafyasını âdeta kaynatırken, “bu kaynayan bölgedeki hareketliliğin arkasında neler var?” “Kimler var?” sorusu dış politika uzmanla-rının cevabını aradığı önemli bir soru oldu. Bazıları, bu hareketliliğin uluslararası bir yönlendirme ile başlayıp geliştiğini söylediler. Ve bu değişimin bölge için ABD ve Batı tarafından is-tenen bir değişim olduğu-nu dillendirdiler. Bazıları, bu hareketliliğin kendili-ğinden doğal olarak ortaya çıktığını ve bölge halkının artık özgürlük ve demok-rasi istediğini analizlerin-de dile getirdiler. Bazıları ise diktatör liderlerin ve yakın çevrelerinin zengin-lik ve lüks içerisinde hayat sürmelerinin aksine, halkların açlık sınırı al-tında yaşamasını bu devrimlere esasî sebep olarak gördüler.

Haklı olarak diyebilirsiniz ki, “Eğer dev-rimi gerçekleştiren fakir Müslüman halk toplu-lukları ise, “Zengin Müslümanların Devrimi!” başlığını nereye koyacağız?” Evet, gerçekten hem Tunus’da hem de Mısır’da bu hare-ketlilik yaşanırken ülkenin sermaye sahibi olan burjuva sınıfı hiç beklemeden jetleri ile ülkelerini terk ettiler. Dolayısıyla devrimi gerçekleştiren zenginler değil, orta ve alt sı-nıftaki fakir halktı.

Biz ise “Zengin Müslümanların Devri-mi!” konu başlığını, ne Tunus’daki, ne de Mısır’daki devrimi kastederek koymadık. Başka bir devrimi, Türkiye’deki “Zengin Müslümanların Devrimi”ni konu edineceğiz.

Batı, son yüzyıl boyunca Müslümanlara, âlemin gidişatına yetişememelerinin sebe-binin dinlerine olan bağlılıkları olduğunu ifade ederek toplumsal (iktisadî, içtimaî, sosyal) hayatta şer’î hükümleri esas alma-mamızı telkin etti. Eğer dinimize bağlı kalır-sak âlemin hızına yetişemeyeceğimize bizi inandırdı. Dolayısıyla önce, 13 asırlık Hilâfet geçmişlerine rağmen Müslümanlar, hayatla-

rında İslâmî bir yönetimin olmamasını kanıksadılar. Sonrasında kendi akidele-rine aykırı siyasî platform-larda boy göstermenin gerekliliğine inanmaya ve eğer buralarda bulun-mazlar ise kendilerini hep İslâm’a ve Müslümanlara düşman kesilenlerin yöne-teceği vehmine kapıldılar. Yine Müslümanlar, küfür âleminin bu gidişattaki şa-tafatlı zenginliğini görün-ce problemin sermayenin

kendilerinde olmadığı yanlış kanaatine var-dılar. Buradan Müslümanların geri kalma-larının ve kalkınamamalarının zengin olma-malarından kaynaklandığı sonucu doğdu!

Son yıllarda Türkiye’de AKP iktidarının varlığı Müslümanlara bu iktisadî komp-lekslerinden birazcık olsun kurtulmaları-nın yolunu açtı. Aslında Türkiye’deki ana sermaye sahipleri değişmezken, orta sınıf sermaye sahipleri el değiştirmeye başladı. Müslüman işadamlarının sayısı gün geçtik-çe çoğalmaya başladı. İşte bu değişim bir tartışmayı gündeme getirdi. Bu tartışmada-

Zengin Müslümanların Devrimi!

Müslümanlar, küfür âleminin bu gidişattaki

şatafatlı zenginliğini görünce problemin sermayenin kendilerinde olmadığı

yanlış kanaatine vardılar. Buradan Müslümanların

geri kalmalarının ve kalkınamamalarının

zengin olmamalarından kaynaklandığı sonucu doğdu!

Page 54: KöklüDeğişim 78.Sayı

52Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ki taraflar; “Türkiye’de zengin Müslümanların devrim gerçekleştirdiği” kanaatine sahip olan bir taraf, “Hayır, Müslümanlar zenginleşince yeni bir İslâmî burjuva sınıfını oluşturdular” diyen diğer bir taraf...

En nihayetinde her iki taraf da, yıllar önce “biz sermayeye sahip olmalıyız, önce iktisadî gü-cümüzü kuvvetlendirmeliyiz, sanayide Anadolu aslanlarının önünü açmalıyız” diyorlardı. Bu zengin Müslümanlar, dinlerini yeniden ha-yatta var edebilmek için doğru örgütleşme-ler oluşturmaktan imtina ederken, iktisadî güçlerini artıracak dernekleşmeler için var güçleri ile çalışıyorlardı. Fakat Kapitaliz-min temelindeki ilke olan iktisadî özgürlük, sadece yönetime sahip olanlara hasredildiği için devletin iktisadî gücünden ve teşvikle-rinden yararlanarak zenginliğine zenginlik katanlar, iktidarın istediği sermaye grubu olmuş oldu. İktidara daha yakın duran bu grup, pastadan en büyük payı alırken ken-disine pastadan pay verilmeyen kesim sesi-ni yükseltmeye ve bu konuya güya “sosyal adalet çerçevesinden baktığını” söyleyerek ra-hatsızlığını dile getirmeye başladı.

Müslümanlar bugün hayata ideolojik İslâmî akide esası üzerinden bakmadıkları için, içinde bulundukları düşük halden nasıl kurtulacakları ve nasıl kalkınacakları konu-sunda rasyonel bir çözüme ulaşamıyorlar.

Kendilerine tur bindirmiş olan Batı’nın bu hızını sanayi devrimine bağladıkları için Müslümanlar, hızlanmanın ve kalkınmanın ancak sermaye gücü ile kazanılacağını dü-şünüyorlar. Hâlbuki Batı, sanayi devrimini gerçekleştirmeden önce fikrî bir devrim ger-çekleştirdi. Reform ve Rönesans hareketleri ile Batı seküler bir hayatı, her alanda kendi-si için esas kıldı. Dolayısıyla Batı’nın temel felsefesi, menfaat üzerine dayalı sömürü olmuş oldu.

Batı’daki bu temel düşünce Müslüman-lara da sirayet ettiği için onlar da Kapitalist bir düzen içerisinde sermaye artırımına gi-derek güçlendiler. Ancak bu, Müslümanla-rın sorunlarını çözen bir kalkınma projesi olarak hayatta yerini bulmadı. Çünkü de-ğişen sadece sermayenin sahipleri idi. Daha önce sermayeye İslâm’a düşman olan kesim sahipken, şimdi aynı sermayeye Müslüman kesim de ortak olmuş oldu. Sermayenin tüm halk için ihtiyaçların karşılanması noktasın-da paylaşımı tamir edilemez derecede kalın çatlaklar ile dolu idi. Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi:

“Bir kişiye dokuz, dokuz kişiye bir pul, / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa,” Yani ortada bir ekmek var, on dilime bölüyorsu-nuz, bir kişinin önüne dokuz dilim, dokuz kişinin önüne de bir dilim ekmek koyuyor-sunuz ve “bir dilimi paylaşın ve bununla yeti-nin.” diyorsunuz. İşte bu taksim ancak ha-yata tamamen pragmatist bakan Kapitalist zihniyet yaklaşımıdır. Dolayısıyla sistem değişmediği müddetçe sistemin gücünü elinde bulunduranların değişmesi hiçbir anlam ifade etmeyecektir.

İslâm’ın toplumsal kalkınma için olmaz-sa olmaz olan fikrî kalkınmaya ve bu fikrî kalkınmanın neticesi olarak gerçekleşecek iktisadî kalkınmaya bakışı farklıdır.

Zengin Müslümanların Devrimi!

Müslümanlar bugün hayata ideolojik İslâmî akide esası üzerinden

bakmadıkları için, içinde bulundukları düşük

halden nasıl kurtulacakları ve nasıl kalkınacakları

konusunda rasyonel bir çözüme ulaşamıyorlar.

Page 55: KöklüDeğişim 78.Sayı

53 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Müslümanların bugün öncelikle gayri İslâmî fikir ve düşüncelerden arınarak arı ve duru olan İdeolojik İslâm akidesi fikrî teme-linde kalkınmayı gerçekleştirmeleri gerekir. Bu fikrî kalkınmayı sadece toplumdaki özel bir kesimin gerçekleştirmesi yetmez. Toplu-mun genel çoğunluğunun bu fikrî değişimi hissetmesi ve yaşaması gerekir ki, dünyaya yaklaşık yüz yıldır kaos ve sefaletten baş-ka bir şey veremeyen Kapitalist nizamdan, İslâmî nizama inkılâbî bir değişim ile geçil-miş olsun.

İşte bu inkılâbî değişim ile gerçekleşecek fikrî kalkınma, beraberinde iktisadî, ilmî ve ahlakî kalkınmayı da var edecektir. Dolayı-sıyla İslâm Akidesi esası üzerine kurulmuş bir İslâm Hilâfet Devleti’nde iktisat nizamı, hayatta uygulanır olacaktır. İktisadî zengin-liğe ulaşmış bir Müslüman, kendisine veril-miş bu zenginliğin aslında Rabbine ait ol-duğunu bilecektir. Ve o servetini Rabbinin yolunda infak etmekle beraber O’nun çiz-diği sınırlar çerçevesinde de harcayacaktır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur.

ا رزقناهم ينفقون لة ومم الذين يؤمنون بالغيب ويقيمون الص

“Ki onlar, gayba inanırlar, namazı dos-doğru kılarlar ve kendilerine rızıklandır-dığımızdan infak ederler.” (el-Bakara 3)

Müslümanlar kendilerini İslâm ile yöne-ten bir yöneticileri olduğu sürece hep zen-ginlikler içerisinde yaşamışlardır. Onları bu zenginliğe ulaştıran sadece hayata bakış öl-çülerindeki İslâmî Akidedir. İşte hayata dair bu düşünce, Müslümanları en zor, en çare-siz durumlarda dahi güçlü kılmıştır. Onlar bağlandıkları fikrin dünyanın tüm zengin-liklerini önlerine sereceğine sarsılmaz bir imanla inanmışlardı. Öyle ki İslâmî toplum, Beytu’l-Mal’de toplanan zekâtın verileceği kimsenin bulanamayacağı devasa zenginli-ğe ulaşmıştır. Müslümanlar işte bu zengin-

liğe, İslâmî iktisadî modeli hayatta uygula-yarak ulaşmışlardır. Yoksa salt bireylerin zenginleşmesi düşüncesi ile bu zenginliğe ulaşılamamıştır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurmuştur:

كي ال يكون دولة بين األغنياء منكم وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا واتقوا الله إن الله شديد العقاب

“O (servetin), sizin içinizdeki zenginle-rin ellerinde devredip duran, bir sermaye olmaması için… Rasul, size ne verirse alın ve neden nehyederse ondan sakının.” (el-

Haşr 7)

Hülâsa bugün zengin Müslümanların bir devrim gerçekleştirmeleri önce İslâm’ın fikrî zenginliğine geri dönerek O’nu anla-malarını gerektirir. O zaman göreceklerdir ki, İslâm’da tüm insanlık için hem iktisadî refahı, hem de sosyal refahı gerçekleştirecek küllî bir hayat düşüncesi vardır. Bu düşün-cenin hayata indirilmesi ise ancak İslâmî bir Devlet ile olabilir.

O halde zengin, fakir tüm Müslümanlar olarak bütün cehdimizi bu İslâmî devleti inşâ için harcamalıyız.

وقل اعملوا فسيرى الله عملكم ورسوله والمؤمنون وستردون هادة فينبئكم بما كنتم تعملون إلى عالم الغيب والش

De ki: “Çalışın. Çalışmalarınızı Allah da, Rasûlü de, mü’minler de görecekler-dir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah’ın huzuruna döndürüleceksiniz. O da size bütün yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecektir.” (et-Tevbe 105)

Zengin Müslümanların Devrimi!

Page 56: KöklüDeğişim 78.Sayı

54Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

CHP’Lİ EKŞİ: GÜZEL KIZ BAŞÖRTÜLÜ GÖRÜNCE ÜZÜLÜYORUM

Basın Konseyi’nin eski Başkanı yeni CHP’li Oktay Ekşi, Samanyolu Haber’de açıklamalarda bulundu. Milletvekili olmak istediğini söyleyen Ekşi, Silivri’de görülen Ergenekon davasının siyasi bir dava oldu-ğunu ileri sürdü.

Büyük mağduriyetler yaşanan başörtüsü sorununda ise çözüm olmadığını savunan CHP’li Oktay Ekşi, “Türkiye’deki kızlarımız kafasını ister öyle örtmüş ister böyle örtmüş. Kimsenin derdi olacak bir şey değil. Ben bu güzel kız kafasını niye örtmüş diye ben üzülüyorum, gördüğüm zaman onları. Hepsi güzel de, çok güzellerini görünce üzülüyorum itiraf edeyim ki. Bu güzelliği saklamaya yazık değil mi diye, şahsen düşünüyorum. Bu benim kendi bakışım” diye konuştu.

Oktay Ekşi sözlerini şöyle sürdürdü: ”Ba-şın kapalı olmasını türbanlı olsun diğer şekilde olsun kimsenin siyasi bir talebi söz konusu ol-madığı sürece engellemeye hakkı olmaz. Zaten hayır diyenler de siyasi boyutu nedeniyle bu ola-ya hayır diyorlardı.”

Star Gazetesi - 27.01.2011

KD: “Hayır diyenler siyasi boyutları nede-niyle bu olaya hayır” deme hakkına ne kadar sa-

hiplerse, Evet diyenlerde demokratik bir hak ya-hut siyasi bir simge olsun diye başlarını kapat-mıyorlar. Sadece ve sadece Allah’u Teâlâ’nın bir emri olduğu için kapatıyorlar. İnançlarının bir gereği olarak kapatıyorlar… Acaba bu durum, CHP ve Ekşi gibi aynı mantalitede olanlar için meşru bir hak oluşturabilir mi? Tabi onlardan hak talebinde bulunanlar varsa!

* * *İŞGALE BAHANE OLAN IRAK’LIDAN

İTİRAF

Kanlı işgal öncesinde, ABD’yi Saddam Hüseyin’in askeri faaliyetleri hakkında bil-gilendiren Rafid Ahmet el-Cenabi adlı Iraklı verdiği bilgilerin yalan olduğunu itiraf etti. ABD işgali El-Cenabi’ye dayandırarak meş-rulaştırmıştı.

ABD’yi eski Irak lideri Saddam Hüse-yin’in askeri faaliyetleri hakkında bilgilen-diren ve daha sonra Batı’ya kaçan bir Irak-lı, Saddam’ın elinde bakteriyolojik silah bulunduğu yönünde yalan bilgi verdiğini açıkladı.

El-Cenabi adlı Iraklı, İngiliz “The Guardi-an” gazetesine yaptığı açıklamada, Saddam Hüseyin’in, bakteriyolojik silah geliştirme-ye yönelik gizli bir programı bulunduğu yönünde yalan söylediğini belirtti.

Page 57: KöklüDeğişim 78.Sayı

55 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Saddam rejiminin devrilmesini sağlamak için böyle bir yalan uydurduğunu söyleyen el-Cenabi, ‘‘Rejimi yıkmak için bir şeyler uydurma şansını yakalamıştım’’ dedi. El-Cenabi, ‘‘Ben ve oğullarım, Irak’a demok-rasinin gelmesi için gereken nedeni yaşat-tığımız için son derece gururluyuz’’ diye konuştu.

El-Cenabi son söz olarak da “Belki haklıy-dım, belki de yanlış yaptım?” dedi.

ABD, 2003 yılında Irak işgalini, Rafid Ahmet Elvan el-Cenabi’nin Amerikan istih-baratına ilettiği bilgilere dayandırarak meş-rulaştırmıştı.

AB Haber - 17.02.2011

KD: Amerika’nın Irak işgali hiçbir haklı ve reel gerekçeye dayanmamış, bu haksız ve zalima-ne olan işgalin tek gerekçesi; bütün sömürgeci kâfir ülkeler için geçerli olan en haklı gerekçe olmuştur: O da emperyalizm ve İslâm ile mü-cadeledir.

* * *

TAGUT KERİMOV KANA DOYMUYOR!

Hizb-ut Tahrir Merkezî Medya Bürosu Müdürü Osman Bahâş tarafından, “Tagut Kerimov’un Brüksel Ziyaretinin Semeresi, Hizb-ut Tahrir’li İki Şebabın Kasap Keri-mov ve NATO Tarafından Canlarına Kı-yılarak Şehit Edilmesi” başlığıyla yapılan basın açıklamasına göre, Özbekistan hapis-hanelerinde tutulan iki Hizb-ut Tahrir şeba-bının cesetleri yakınlarına teslim edildi ve kalp krizi yüzünden öldükleri iddia edildi.

Açıklamada, “Caslık hapishanesi yönetimi, biri Andican diğeri Fergane şehirlerinden ol-mak üzere Hizb-ut Tahrir şebabından iki şehit cesedi teslim ettiler ve kalp hastalığı yüzünden öldüklerini iddia ettiler.” denildikten sonra,

Kerimov’un Brüksel ziyaretine dikkat çe-kildi. Ziyaretin ardından Hizb-ut Tahrir ve şebabına karşı baskı ve zulmün artışına vurgu yapılan açıklamada şu hususların altı çizildi:

“Tagut Kerimov, Brüksel’e bir ziyarette bu-lundu. Kendisini onur konuğu yapan, kırmı-zı halılarla karşılayan ve terörizmle mücadele çabalarını takdir etmek amacıyla yine bir avuç dolar vermeyi taahhüt eden NATO Genel Sek-reteri Rasmussen, Avrupa Komisyonu Başkanı Manuel Barroso ve Avrupa Birliği Enerji Ko-miseri Oettinger ile bir araya geldi. Kerimov ve polisleri de masum Müslüman evlatlarına karşı işkence eylemlerini arttırmayı ihmal etmediler.” Bu ziyaretten bir hafta sonra iki üyesinin şehit edilerek cesetlerinin teslim edildiği-nin bildirildiği açıklama, Caslık hapisha-ne yönetiminin, “Hizb-ut Tahrir üyelerinden “Şükrüllah”a 16 sene ve “Şevket”e 3 sene daha ekleyerek bitmek üzere olan mahkûmiyet sürele-rini uzatarak eski hükümlülerin olduğu hapisha-neye naklettiği” haberiyle devam etti.

Aynı şekilde “Nevâî ve diğer hapishane yö-netimlerinin, hizbin üyelerinden mahkûm olan-lara ilaçlar verdiği, bu ilaçların gardiyanların gözü önünde içmeye zorlandıkları, şekli ve rengi ekmek hamuruna benzeyen bu ilaçların üzerinde Amerikan yapımı olduğu yazdığı ve bu ilaçları birkaç kez içenlerde, günden güne güç ve bilinç kaybı meydana geldiği”ni vurgulayan Bahâş,

Haber-Veri-Yorum

Page 58: KöklüDeğişim 78.Sayı

56Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

açıklamasına şöyle devam etti:

“Bu kişilerin arasında hapishanede kaldık-ları uzun süre esnasında Kur’an’ı ezberleyen bazı hafızlar da var. Bu kişilerden çoğu sadece güçlerini ve bilinçlerini kaybetmekle kalmıyor akıllarını da kaybederek deliriyorlar. Ardından da hapishane yönetimi, bu kişileri devlet hapis-hanelerine bağlı hastanelere naklediyorlar.

Bunlar, Batılı yöneticilerin yakinen bildikle-ri şeylerin sadece bir kısmıdır. Zira onlar, Keri-mov rejiminin 2005 yılında Andican’da binlerce mahkûma karşı işlediği katliamı henüz unutmuş değiller. Ancak onlar, Afganistan’daki Müslü-manlara yönelik savaşlarında kendileri ile olan müttefikliğini sürdürmesi için makul ve gerekli bir bedel olmasından dolayı Kerimov’un cürüm-lerini görmezlikten gelmeyi haklı görmekteler. Ancak hadaratını Amerika’daki Kızılderililerin kafatasları üzerine inşa eden, Mısır, Tunus, Pa-kistan ve diğer İslâm beldelerindeki tagutları des-tekleyen kimselerin diğer tagutları onaylarlarken Kerimov’a karşı çıkması hiç de kolay değildir. Ancak sabah akşam böğüre böğüre demokratik değerlerin ve insan haklarının savunuculuğunu yapmalarından dolayı en azından utanmaları gerekmez mi?! Yoksa ikiyüzlülük, kirli sömür-gecilik fikirlerinin temel doğası mı?!”

KöklüDeğişim - 17.02.2011

KD: Bu zalimler bir gün Müslümanlara et-tikleri tüm zulümlerin hesabını verecekler mu-hakkak. Onları Müslümanlara karşı bu kadar cüretkâr kılan şüphesiz onların sırtlarını sıvaz-layan Avrupa’lı, Amerikalı efendileri… Gerçi Hilâfet’in ikamesiyle birlikte bu sömürgeci kâfir devletlere de hadleri bildirilecektir.

Bizler KöklüDeğişim ailesi olarak şehit olan Müslüman kardeşlerimize Rabbimizden rahmet, yakınlarına da başsağlığı diliyoruz. Allah Subhanehû ve Teâlâ, bir an önce Müs-lümanların başına musallat olan bu zalim ve onları pışpışlayan, alkışlayan, onlara arka

çıkan sömürgeci kâfirleri kahr-u perişan etsin inşallah… Şüphesiz bu Allah’a kolaydır.

* * *

TSK’DAN ATILAN 1800 ASKERE DÖNÜŞ YOLU AÇILIYOR

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, Yük-sek Askerî Şûra (YAŞ) kararıyla Ordudan atılanlara yargı yolunu açan yasal düzenle-menin TBMM’ye gönderileceğini ve yarın Milli Savunma Komisyonu’nda görüşülece-ğini açıkladı.

YAŞ kararlarıyla atılanların sayısının yaklaşık 1800 olduğunu belirten Gönül, ya-sanın çıkmasının ardından, YAŞ nedeniyle atılanlara, uygun bulunması halinde yeni-den görev verileceğini kaydetti.

Gönül, şunları söyledi: “YAŞ nedeniyle ih-raç edilenler Bakanlığa başvuracak. Bakanlık ya reddedecek ya kabul edecek. Reddederse yargıya gidebilecekler. Kabul edilirse bulunduğu rütbe itibariyle intibakları yapılacak. Emekliliği hak etmişse emekli olacak. Başka kurumda da görev-lendirmeler olacak. Araştırma görevlisi kadroları ihdas edilecek. Sayıları 1800 civarında.”

Ntvmsnbc - 16.02.2011

KD: İslâm düşmanı zihniyetin irticaî(!) faa-liyetler diyerek meşrulaştırmaya çalıştığı İslâmî hassasiyeti olan askerî personel, yıllardır bir mağduriyetin kurbanıydı. Laik-Kemalist zih-niyetiyle Ordu, bünyesini ele geçirmek isteyen bazı Amerikancı odaklara göz açtırmak istemi-yordu muhakkak ama bununla birlikte üzerin-de yükseldiği anlayış onu İslâmî hassasiyetlere karşı da harekete geçiriyordu. Bu son hamle ile Hükümet, Ordu içerisinde etkin olabilecek bir takım odaklar oluşturma gayretlerine bir yenisi-ni daha eklerken, seçimler öncesinde de bu YAŞ mağdurları ve çevreleri nezdinde puan toplamış olacak… Bakalım bundan sonraki süreçte neler olacak, bekleyip göreceğiz…

Haber-Veri-Yorum

Page 59: KöklüDeğişim 78.Sayı

57 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

* * *

“DEKOLTE GİYENE TECAVÜZ EDERLER”

AK Partili milletvekilleri tarafından TBMM’ye sunulan ve “hadım yasası” olarak nitelendirilen “cinsel saldırı suçu ile çocuklara ve reşit olmayana tecavüzden yargılananların hadım edilmesini” öngören tasarıya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker’den tartışılacak bir yorum geldi. Her ülkede ol-duğu gibi Türk toplumunda da tacizcilerin olduğunu belirten ve sorunun çözümü için köküne inilmesi gerektiğini söyledi.

Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sü-leyman Okudan da YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın talimatıyla Prof. Dr. Çeker hakkında inceleme başlattıklarını bil-dirmişti.

Ayrıca Konya Cumhuriyet Başsavcılığı, Selçuk Üniversitesi (SÜ) İlahiyat Fakülte-si Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in açıklamalarıyla ilgili inceleme başlattı. Kon-ya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Prof. Dr. Çeker’in çeşitli basın yayın organların-da yer alan sözleri üzerine inceleme kararı aldı.

Haber Türk - 17.02.2011

KD: Sayın Çeker, doğru söylediği bir me-selede suçlu bir konuma, hakkında soruşturma yapılacak bir hale düştü. Hâlbuki kendisinin bi-lim adamı kimliğiyle yapmış olduğu bu mesele hakkında yapılması gereken, ortaya koyduğu tespitler hakkında araştırmalar yapmak ve varsa alınacak önlemler açısından Hoca’nın fikirlerine müracaat etmekti. Rezil ve saçma-sapan konu-larda bile “prof.”, “dr.” kimliği olan kişilerin rezil fikirlerine değer verilirken, konu İslâm’ın hükümlerinin açıklanması olunca bir kısım med-ya ve bazı STK’larda kırmızı görmüş boğa gibi

saldırıya geçiliyor. Biz KöklüDeğişim Dergisi olarak Prof. Dr. Orhan Çeker’in İslâm’ın hü-kümlerini açıklamadaki çabasını ve dik duruşu-nu takdir ediyor ve yayınladığı basın açıklaması-nı da okurlarımızın bilgisine sunuyoruz:

PROF. DR. ORHAN ÇEKER’İN BASIN AÇIKLAMASIDIR

Prof. Dr. Orhan Çeker’in 15.02.2011 ta-rihinde basın-yayın organlarında yer alan beyanına binaen yapılan olumlu-olumsuz haber ve yorumlar üzerine kamuoyunun doğru bilgi alma hakkını kullanması ve basın-yayın organlarının da doğru haber verme görevini yapabilmesi için doğru bil-gilendirilmesi amacıyla basın açıklaması za-rureti ortaya çıkmıştır.

Müvekkilim Prof. Dr. Orhan Çeker’in beyanı şöyledir:

“Hadım etme cezası ne Kur’an’da ne de Efen-dimizin Sünneti’nde yoktur. Bence toplumu bu noktaya getiren sebepler araştırılmalıdır. Millî politika olarak herkes ahlak eğitiminden geçiril-melidir. Sarkıntılığa davet ve tahrik edici görsel yayınlar yasaklanmalıdır. Kadın vakur davran-mış da sarkıntılığa uğramış ise suç yüzde yüz erkeğindir. Elbette işlenen suç son derece iğrenç-tir. Kadın dekolte giyinmiş, tahrik ve davet edi-ci davranmış ise suça ortaktır. Suça ortak olup sonradan şikâyetçi olması makul değildir. Bu

Haber-Veri-Yorum

Page 60: KöklüDeğişim 78.Sayı

58Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

konuda suçu işleyen erkekleri savunduğum an-laşılmasın. Lakin bu suçun işlenmesinde dekolte kıyafetler giyinen, davet ve tahrik edici davra-nışlar sergileyen kadının da etkisi küçümsenme-yecek kadar büyüktür. Bu konuda tabii ki erkek suçludur, ama kadının da suçu göz ardı edilirse ülke olarak meseleyi çözümde yanlış adım at-mış oluruz. Bu olayda her iki taraf da suçludur. Bunu yalnız ben söylüyor değilim. Daha birkaç gün önce Rusya’da bir Ortodoks papazı dekolte giyinip sokağa çıkan kadınları uyarmıştır.”

Müvekkilimin Kastı:

Bu ifadelerden kastedilen;

“Kadın suça ortaktır” ifadesinden adlî suç kastedilmemiş, ahlakî erdemlere aykırılık ve örfen suç yani “günah” kastedilmiştir. Zaten müvekkilim İlahiyat Fakültesi’nde İslâm Hukuku Öğretim Üyesi olduğu için ifa-delerinin de adlî açıdan değil, dinî açıdan yorumlanması bir zorunluluktur. Beyanının başında Kur’an ve Sünnet’e atıfta bulunması da bu sebeptendir.

Beyandaki “suç” veya “olumsuz durum”, taciz ve sarkıntılıktır, tecavüz değildir. Ta-ciz ve sarkıntılık da en iğrenç suçlardandır. Hem kadını, hem erkeği bundan korumak gerekir.

Kaldı ki tecavüz, affedilemeyecek en bü-yük suçtur, cezası da en ağır olmalıdır.

Kadın suçlanmış değildir.

Suçlu erkektir. Erkek, bütün tahrik edici unsurlara rağmen mazur görülemez.

Müvekkilimin Söylemediği Halde Ken-disine Atfedilenler:

Müvekkilim; “Suçun odağında kadın var-dır” demedi. - “Dekolte giyinirsen tecavüz edi-lirsin” veya “tecavüzü hak edersin” demedi. Te-cavüz kelimesini hiç kullanmadı. - Kadın ayrım-cılığı yapmadı. -Kadını suç unsuru olarak gös-termedi. - Kadınları hedef göstermedi. - Kendi

adına konuştu. Fakültesi, Üniversitesi, sivil ya da siyasî herhangi bir kurum adına konuşmadı.

Müvekkilim yasal haklarını arayacaktır. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.18.02.2011 - KonyaProf. Dr. Orhan ÇekerVekili Av. Hüseyin Çelik

* * *CENAZE TÖRENİNDEKİ

KONUŞMASINDA ŞERİATI HATIRLATAN İMAM HAKKINDA

SORUŞTURMA BAŞLATILDI

Edirne’nin Havsa ilçesine bağlı Şerbet-tar Köyü’nde başına aldığı darbe sonucu bayılan ve diri diri toprağa gömüldükten sonra hayatını kaybeden 8 yaşındaki Hasret Karakoç’un cenaze töreninde, kefene sarılı çocuğun yüzünü cep telefonu ile görüntü-leyen ve Şeriat’a destek veren konuşması ile dikkat çeken İmam Eşref Sevimli hakkında Edirne Müftülüğü soruşturma başlattı.

İmam Eşref Sevimli, cemaate hitaben şunları söyledi: “…Toplumda yaşadığımız müddetçe dinimizden ne kadar uzaklaşıyorsak, yaptığımız hareketlerimiz ve kötülüklerde o ka-dar aşırılık meydana geliyor. Bu yavruya kıyıp da bu hale sokanların cezası ne olabilir. Her bi-rinize sorsak, her biriniz lime lime ederiz. Ama dinin emirleri ile emredilse, Edirne meydanında öyle bir kişi öldürülse, acaba bu ülkede kaç tane cani meydana çıkar, çıkamaz. Ama kanunlarımız veya insan haklarıdır, bağımsızlıktır, demokrasi-dir diye herkes canilerin yanında olursa, onlar o hakların arkasında sığınırsa, bizlerde yavrula-rımız, biz olmasa da ülkemizde birilerine böyle ateş düşer ve ağlar.”

Televizyonların haber bültenlerinde İmam Sevimli’nin konuşması yer alınca Edirne Müftülüğü harekete geçti. Edirne Müftüsü Ömer Taşçıoğlu, bu konuşma ve ortaya çıkan görüntü nedeniyle Köy İmamı

Haber-Veri-Yorum

Page 61: KöklüDeğişim 78.Sayı

59 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

hakkında idari soruşturma başlattı.

İnternet Haber - 18.02.2011

KD: Bir üstteki Prof. Orhan Bey’in başına ge-lenlerin benzer bir şekilde bu haberdeki İmam’ın da başına geldiğini görüyoruz. Dediğimiz gibi, konu İslâm ve İslâm’ın gereklerinden bahsetmek olunca medya linçine uğramamak işten bile de-ğil…

* * *

TACİKİSTAN’DA İBADETE 18 YAŞ SINIRI!

Tacik yönetiminin dinî hayata baskısı yeni bir boyut kazandı: 18 yaşından küçük-lerin cami ve kiliselere girişi yasaklanıyor! Uygulama SSCB dönemini hatırlattı.

Tacikistan’daki İmamali Rahman yöneti-mi, camileri kapatma, sakallı insanlara taciz ve başörtüsü yasağının ardından, bu defa ülkedeki Hristiyanların da tepkisine neden olan yeni bir yasak peşinde.

Yeni hazırlanan “ebeveyn sorumluluğu” başlıklı yasa tasarısına göre, 18 yaşından küçüklerin cami ve kiliselere girmesi ve iba-det yapması yasaklanıyor.

Uzun bir süredir üzerlerindeki baskılar ve yasaklarla zor zamanlar geçiren Tacik Müslümanlar, bu tür bir yasağın Sovyet

döneminde bile uygulanmadığının altını çi-zerken, Tacikistan’daki Rus Ortodoks Hıris-tiyanları da baskılardan nasibini aldı.

Müslümanlar ve Hristiyanlar, 18 yaşına kadar ibadethanelere giremeyen, dinlerini öğrenmeleri engellenen çocuklar için daha sonra yapılacaklar için çok geç olacağına dikkat çekiyor.

Birçok bölge uzmanı, yeni yasanın aslın-da toplam sayıları birkaç yüzü geçmeyen Tacikistan’daki Hristiyanları değil, Müslü-man aileleri hedef aldığı konusunda hem fikir.

Dünya Bülteni - 18.02.2011

KD: İşte bir başka zulüm devleti daha… Öz-bekistan zaliminin ardından Tacikistan zalimi de elinden geleni yapıyor Müslümanlara ha-yatı zindan etmek için… Aaa, işe bakın, bizde de Kur’an Kurslarına gitme yaş sınırı mı vardı ne?!...

* * *

Haber-Veri-Yorum

Page 62: KöklüDeğişim 78.Sayı

60Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

4- İşlerin Sonucunu/Semeresini Elde Etmedeki İnsan Faktörü

İşlerin semeresini elde etmedeki insan faktörü sadece iki husustan ibarettir. Birinci-si; “akıl gücü”, ikincisi ise; “irade gücü”dür.

Akıl; ‘vakıanın, duyu organları vasıtasıy-la hissedilerek, bu hissin beyne nakledilmesi ve öncül bilgilerle yorumlanması’ olduğuna göre aklın buradaki görevi bir takım kurallara bağlı kalarak, yapılacak işler hakkında zi-hinsel jimnastiğini yapıp işi bir karara bağ-lamakla tezahür eder.

İrade ise; yapılacak işlerin mahiyeti ve du-rumu ne kadar uzun vadeli ve meşakkatli olur-sa olsun aklın aldığı karar çerçevesinde azimli, kararlı ve sabırlı olmak, sebat ederek mücadeleyi sonuna kadar götürüp hedefe ulaşıncaya kadar devam etmektir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi insan fak-törü akıl ve irade ile tezahür eder. Şimdi de bunların her ikisini ayrı ayrı ve bazı detay-larla analiz ederek ele alacağız, inşaAllah…

Birincisi: İşlerin Semeresini Elde Etme-de Aklın İşlevliği ve Rolü

Bu hususu dört ana noktada toplamak mümkündür:

Hedefi belirlemeka)

Hedefi veya ‘ne yapmak istediğimizi’, işe girişmeden önce çok açık ve dakik olarak belirlemek gerekir. Çünkü hedefler, ko-lay veya zor olmak üzere çeşitlenebilirler. Örneğin; bir ev inşa etmek, sağlıklı bir toplum inşa etmekten çok daha kolaydır. Hedeflerin kolay ya da dev olmasına bakmaksızın işe girişmeden önce onların mutlaka net bir şekilde belirlenmesi hayatî bir durumdur; yapılacak işlerin hayatiyetinin kavranma-sı açısından bu işlerin ölüm-kalım meselesi mesabesindedir. Çünkü yapılacak işlerin hayat bulması, hedefin çok dakik olarak be-lirlenmesine bağlıdır. Bu yüzden az da olsa hedefin somut olarak belirlenmemesi veya onda bir takım kapalılık meydana gelmesi, hedefi gerçekleştirme sürecinde şaşkınlık, ne yapacağını bilmezlik ve tereddüt getirir.

Fuad HAMİDOĞLU

Geçen Sayıdan Devam...

Page 63: KöklüDeğişim 78.Sayı

61 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Hatta insanı hedefi gerçekleştirmeden vaz-geçmeye, ümitsizliğe ve hayal kırıklığına uğratmaya sevk edebilir. Zaten bu olumsuz faktörler, bir işi başarmamaya yeterlidirler. Sonuç da büyük bir başarısızlık ve hedefe ulaşmamaktır. Oysa hedefi billurlaştırarak (yapılacak işin ana hatlarını netleştirerek) onu tam olarak belirlemek insanda azim, sebatlık ve kararlılık getirir. Bunlarla bir-likte var olan gayretin ve hırsın artmasına, onları güçlendirmeye, kendine güvenmeye, iyimserliğe ve ümitli olmaya sevk eder ki, bütün bunlar, işi tam başarmaya ve gerçek-leştirmeye kesin olarak götürür.

İşte görüldüğü gibi hedefsiz, hedefi belli olmayan veya kapalı bir hedefi olanla bel-li, açık, net ve somut bir hedefi olan işler arasındaki fark, güneş gibi ortadadır. Zira karanlıkta yürüyenle aydınlıkta yürüyen veya kör ile gören yahut çölde rehbersiz yürüyen ile pusula ile yürüyen hiç bir olur mu?

لمات الظ تستوي هل أم والبصير األعمى يستوي هل قل والنور

“De ki: “Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu hiç?” (er-Ra’d 16)

Ayrıca hedefi net olarak belirleme konu-sunda işlerin reel ve gerçekçi olmasına veya ütopik/hayalî olmamasına büyük titizlik gösterilmelidir. Çünkü işi başarmak ve he-defe ulaşmak önemli olduğu kadar onu be-lirlemek ve onun reel olması da bir o kadar önemlidir. Misal olarak; 1787 yılında kuru-lan ABD yaklaşık olarak 150 yıl sonra dün-yanın süper gücü olmuş ve bu somut olarak bugün herkesçe görülmektedir. Bu hedef hayal olsaydı, ABD diye bir şey olmayacak-tı. Aynı şekilde 1950’li yıllarda düşünülen AB projesi, bugün hayat bulmuş ve insan-lar, ülkeden ülkeye sınır olmadan rahatlıkla dolaşabilmekteler. Bu hedef de reel olma-

saydı, hayat bulmayacaktı. Yine, inşaatına 13.08.1961’de başlanan ve 09.11.1989’de yı-kılan Berlin Duvarı’nın birçoklarına göre yı-kılışı imkânsızdı. Oysa bugün artık “Doğu” ve “Batı” diye iki ayrı Almanya bulunma-makta. Bu nedenle de -sağlıklı akıl ve selim mantık sınırları içinde-, “İslâm Ümmeti’ni her yönüyle birleştirecek olan İslâm Devleti, reel ve gerçekleşebilirliği olan bir projedir” dediğimiz-de, şartları zorlayarak da olsa hayat bula-caktır. Ancak Farabi’nin tasarladığı toplum şekli ve yazdığı “el-Medinetu’l-Fadila” (Fazilet

Şehri (Toplumun ilkeleri üstüne kitap)) isimli kitap ta-mamıyla hayalî ve gerçek dışıdır.

Birçokları, hedefe ulaşmak için, ilgili şart-ları beklemeyi tercih ederler. Oysa gerekli ve ilgili şartlar, kendiliklerinden oluşamaz-lar; aksine dış güç ve faktörler tarafından oluşturulurlar.

Hedefe ulaşmayı sağlayan sebepleri b) tespit etmek

İşi gerçekleştirmeye götüren ve hedefe ulaştıran maddî ve manevî bütün sebeple-ri araştırıp bilmek demektir. Zira konunun başında da ifade ettiğimiz gibi “sebep”i şöy-le tanımlamıştık:

“Başkasına veya elde edilmek isteni-len bir şeye ulaşmayı sağlayan husustur.” Büyük-küçük, değerli-değersiz, yüksek-alçak gibi hedefler ve işler, birbirlerinden farklı ve zıt olduğu kadar, bu hedeflere götüren sebepler de çok-az, hafif-ağır ve uzun-kısa ol-mak üzere farklılık ve zıtlık arz etmektedir-ler. Mesela; gerekli hazırlıklar bakımından iki sayfalık bir makale yazıp hazırlamak, İslâm Devleti’nin Anayasası’nı yazıp ha-zırlamaktan veya bir hastanın çürük dişini çekmek, kanser hastası olan başka birinin tedavisinden veyahut iki katlı bir evin çatı-sına çıkmak, aya veya uzaya çıkmaktan, bir çadır dikmek, elli katlı bir gökdelen dikmek-

Gücünün Sırrını Keşfet (3)

Page 64: KöklüDeğişim 78.Sayı

62Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Hedefi netleştirip belirledikten ve bu hedefe

ulaştıran sebepleri inceleyip araştırdıktan sonra, hedefe

tam ulaşabilmek için sebepleri sonuçlarına uygun ve doğru

olarak bağlamak gerekir.

ten ve İslâm şahsiyetli bir kişi yetiştirmek İslâm Devleti’ni kurmaktan çok daha farklıdır.

İşte, günlük hayatı-mızda gerçekleştirmeye çalıştığımız hedefler, eşit olmayıp farklılık arz et-tiği gibi onların sebepleri de kendilerine oranla farklılık arz etmekte-dirler. Bu açıdan her ikisine de baktığımız-da, bir kısım hedefler kolay olduklarından onlara ulaşmak büyük bir çaba gerektir-meyip az bir emekle elde edilebilirler. Öyle hedefler vardır ki, zor oldukları için onlara ulaşmak daha ciddi bir çaba sarf etmeyi ge-rektirmektedir. Fakat bazı yüksek hedefler vardır ki, insan bütün ömrünü harcasa, sa-hip olduğu bütün imkânları sarf etse, ola-ğanüstü çaba ve yüksek bir gayret gösterse bile onlara ulaşmak oldukça zordur. Hatta belirlediği hedefe ulaşmadan bu dünyadan ayrılabilir. Onlara ulaşmak, daha uzun za-man, daha çok çaba ve daha fazla nesil ge-rektirebilir. O kadar ki bu yüksek hedeflere ulaşmak bazı insanlara imkânsız olarak gö-rünebilir. Bunun sebebi, tabiat itibariyle bu işlerin farklı olmasından kaynaklanır. İşte bu yüzden, lider ve mütefekkir konumun-da, hayatta tarihin çehresini değiştirecek kadar büyük projeler ve yüksek hedef pe-şinde olan şahsiyetler, öncelikle ne yapmak istediklerini yani hedeflerini dakik ve net bir şekilde belirledikten sonra, bu hedefle-re kesin ulaştıracak olan sebepleri araştırıp incelemeye ve bilmeye çalışırlar. Bu kişile-rin özelliği, zor ve hassas olmasına rağmen hedefleri çok dakik ve net olarak belirleyip, bu hedeflere ulaştıran sebepleri de tam ola-rak inceleyip-araştırıp, tespit etmelerinden kaynaklanır. Çünkü bu hassas çalışmada en ufak bir hata veya yanlış tespit büyük bir

başarısızlığa mal olabilir veya verilen bütün çaba-lar boşa gidebilir. Netice-de bir hedefin tam olarak tahakkuk etmesi için ona giden sebebin de tam olarak tespit edilmesi ge-rekir.

Sebepleri sonuçla-c) rına doğru bir şekilde bağlamak

Hedefi netleştirip belirledikten ve bu hedefe ulaştıran sebepleri inceleyip araştır-dıktan sonra, hedefe tam ulaşabilmek için sebepleri sonuçlarına uygun ve doğru ola-rak bağlamak gerekir. Sıradan, rastgele ya da hatalı bir bağlama yapılırsa; hem hedefe ulaşılmaz, hem de başarı sağlanamaz. Hede-fe sağlıklı olarak ulaşmak için ona götüren sebepleri bilmek kâfi değildir. İkisini birbir-lerine doğru bir şekilde bağlamak gerekir. Bir başka deyişle; hedefe ulaşmak, sebepleri sonuçlarına doğru şekilde bağlamaktan ge-çer. Bu, hayatın kesin ve değişmeyen kuralı-dır. Bazı örnekler verelim:

Bir okul öğrencisinin sınavı tam ola-- rak geçip, yüksek bir puan alabilmesi için, ilgili derslerin bir kısmını değil tamamını çalışması, konulara çok iyi vakıf olması ve dersleri iyi anlaması gerekir. Bunlar ise sı-navı geçmenin sebepleridir. Yani bunlar olmadan sınavı geçmek mümkün değildir. Bu da dünyadaki işlerin tabiatından kay-naklanmaktadır. Bu sebepler ise bütünlük arz eden bir yapıya sahiptirler. Yani bir okul öğrencisi derslerini ezbere okuyarak çalışır da, fakat ne okuduğunu anlamazsa, sınavı başarılı olarak geçmeyi beklemesin. Az önce de ifade ettiğimiz gibi, sebepleri sonuçları-na kısmen, doğru olarak bağlamak, -tam ol-masa da- kısmen bir başarı sağlayabilir. Fa-kat bu kısmî başarı işe yaramaz. Zira İslâm

Gücünün Sırrını Keşfet (3)

Page 65: KöklüDeğişim 78.Sayı

63 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

şahsiyetli bir kimse olgun ve işini de -eksik ve yarım değil- tam olarak yapan kişidir. Kişinin olgun ve tam bir başarısının olması, onun olgunluğunun gereğidir.

Arsasına bir bina yaptırmak isteyen bir - şahsın, bir mühendis, proje ile ilgili harita, yeteri miktarda işçi, finans kaynağı gibi ge-rekli sebepleri, sonuçlarına doğru bir şekil-de bağlaması gerekir. Bu işlemde en ufak bir yanlış bağlama, projenin başarısız veya kısmen başarılı olmasına neden olabilir.

Bir komutanın zaferin gelmesinin sade-- ce silahları ve askerî mühimmatı depolarda yığmak veya belli bir güç hazırlamak olduğunu bil-mesi, zaferin sebebi açısın-dan kâfi değildir. Bunun-la birlikte zaferin gelmesi için gerekli bütün sebeple-ri araştırıp modern savaş stratejisi, düşmana saldırı düzenlemenin veya or-duyu savunma teknikleri, düşman hakkında bilgi sa-hibi olmak, onun hassas ve zayıf hususlarını tespit et-mek, düşmanın girebilece-ği bütün yolları kapamak, orduya sürekli moral vermek için ona Al-lah yolunda şehid olmayı hatırlatmak gibi önemli ve ilgili hususları zafere, doğru ve sağlıklı olarak bağlamak gerekir.

İslâm Devleti’ni kurmak veya İslâm - Şeriatı’nı iktidara taşımak isteyen bir kitle sebep-sonuç ilişkisi açısından ordu, büyük bir aşiret, medya, topluma tesir eden ve ha-tırı sayılır şahsiyetler gibi gücün nerede ol-duğunu ve bu gücün gerçek manada kimin temsil ettiğini araştırıp bilmek zorunda ve bu güçlere tesir etmek gerekir. Çünkü eş-yaların tabiatı itibariyle belirlenmekte olan hedefe ulaştıran sebepler bunlardır. Şayet

hedef İslâmî hayatı yeniden başlatmak ise bu hedefe götüren tek sebep budur. Se-bepleri sonuçlara doğru ve dikkatli olarak bağlamada büyük bir titizlik gösterilmezse sadece hedefe ulaşılmamakla kalmaz, önü-ne geçilmeyen büyük bir felaketin meydana gelmesine de yol açılabilir.

Allahu Teâlâ’nın varlık ile ilgili koy-d) duğu kanunları göz ardı etmemek

Hedefine ulaşmak üzere olumlu ve ta-rihe derin imza atmak isteyen kimsenin, sebepleri sonuçlarına bağlama hususunda Allahu Teâlâ’nın hayat ve varlık ile alakalı

koymuş olduğu kanunla-ra, hayatın prensiplerine riayet etmesi ve bütün iş-lemlerin bunun dışına çık-maması gerekir. Diğer bir ifadeyle eşyaların özelliği olan kadere uygun hareket etmek gerekir. Bu husus; iş-lemlere ilk atılan adımdan ta ki hedefe ulaşıncaya ka-dar hatırda canlı tutularak, unutulmamalıdır. Çünkü Allahu Teâlâ insan, hayat ve kâinatı yaratırken var-lık hakkında sabit kanunlar

koymuştur. Kuşkusuz tam başarı, bu ilahi kanunlara uygun olarak hareket edenlere ulaşacaktır. Şayet işlemler bu prensibin dı-şına çıkarsa, maddî güç kullanılıp sebep-leri sonuçlarına doğru olarak bağlansa da hedefe ulaşmak yine imkânsızdır. Mesela; ölümün sebebi ecelin gelmesidir. Ecelin gel-mesi de insan, hayat ve kâinatı yaratan Alla-hu Teâlâ’dandır. Bu nedenle dünyadan ay-rılmak üzere sevdiğimiz bir ölüyü diriltmek veya diriltmeyi bile düşünmek mantıksız ve beyni yorucu bir iştir. Doğrusu böyle bir çaba sarf edilse bile boşunadır. Bu nedenle insan vakıası olmayan ve hayal olan bütün

Gücünün Sırrını Keşfet (3)

Hedefine ulaşmak üzere olumlu ve tarihe derin imza

atmak isteyen kimsenin, sebepleri sonuçlarına bağlama hususunda

Allahu Teâlâ’nın hayat ve varlık ile alakalı koymuş

olduğu kanunlara, hayatın prensiplerine riayet etmesi ve bütün işlemlerin bunun dışına çıkmaması gerekir.

Page 66: KöklüDeğişim 78.Sayı

64Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

düşüncelerden kaçınılmalıdır. Aynı şekilde ülser hastalığından kurtulmak isteyen kim-se muayene ve ardından ameliyat olması gerekir. Çünkü şifa bulmanın tek yolu bu-dur. Kâfir düşmanları püskürtmenin yolu da, camilere kapanıp hatim indirmek ve bol bol teheccüd namazını kılmak değil; yeterli bir güç hazırlamak ve düşmanla bizzat sıcak çatışmaya girmektir. Çünkü burada fikrî bir savaş değil, maddî bir savaş söz konusudur. Müslümanlar bu işlemi yapmadıkları için büyük bir dengesizlik meydana gelmiştir. Eski Fransız Komutanı Napoleon Bonapar-te, 1798 senesinde Mısır’ı işgal ederken el-Ezher âlimleri Buharî hadislerini incelemek-le meşgul oluyorlardı! Veya Allah’ın indir-dikleriyle hükmetmeyen İslâm Âlemi’ndeki bütün ülkeleri İslâm Devleti’ne dönüştür-mek için, ülkenin dört bir yanında camileri

çoğaltmak değil; ülkede yaşayan toplumun fikrî ve zihinsel altyapısını ve yaşayış tarzı-nı yapılandırmak gerekir. Konunun somut-laşması açısından burada örnekler ışığında doğru işlemin yapılmasından ve bu işlemin ilahi kanuna uygun olmasından bahsetmek-teyiz.

İşte aklın rolünü, -yönlendirici olarak- bu dört önemli faktör belirlemektedir. Bu fak-törlerin hepsi bir bütünlük arz ettiğinden, işlerde başarıya ulaşmak için bir arada bu-lunmaları gerekir. Aklın rolü açısından eğer yapılan bir iş istenilen başarı ile sonuçlan-mıyorsa, bu dört faktörden biri ya da bir kaçı bulunmuyor demektir. Bu nedenle bu faktörlerin dördünün bir arada bulunması hususunda azamî titizlik gösterilmelidir.

Devam Edecek…

Gücünün Sırrını Keşfet (3)

Page 67: KöklüDeğişim 78.Sayı

65 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

Teokratik sistemin “Tanrı adına” yö-nettiği iddiası, kilise ve kralların müşterek yönetimi neticesinde, içe-

risinde boğulup kayboldukları karanlıklar-dan kurtulma mantığıyla başlatılan sorgu-lama ve çatışma alanları, mütefekkirlerin ve Ortaçağ Batılı halklarının zihinlerinde dine karşı tutum almayı gerektirmiştir. Güya Tanrı, krallara yönetme yetkisi vermiştir. Eylemlerine sorgulanamaz bir biçimde kut-sallık atfedilmiştir. Bu mevzunun halklar üzerindeki etkinliği, Kilise’nin, “insan, ata-sı Âdem’in günahının varisidir” düşüncesi-ne binâen, insanın yüceler yücesine ulaşması, Cennet ile mükâfatlanması, dünyevî tat ve zevk-lerden uzaklaşmasıyla mümkündür, fikri ile güncellenmiştir. Halk, dünyevî ve bedenî zevkleri yapmanın Tanrı’nın iradesine karşı gelmek olduğunu düşünerek üzerlerine uy-gulanan zulme razı edilmiş, ağır vergi yükü-nü, keyfî zorbalıkları müsamahakâr karşıla-mıştır. Şu var ki, mütefekkirlerin hak, adalet, eşitlik, hürriyet söylemleri, halk nezdinde

vücut bulmuş, zulmün yegâne kaynağının devlet ile toplum ve hayat üzerindeki dinin etkisinden kaynaklandığı düşüncesine sevk etmiştir. Kilise’nin Kral üzerindeki etkinliği, yönetime iştiraki, bu düşünceyi pekiştirmiş, hürriyetlerin esas olarak alındığı, dinin, devlet, toplum ve hayattan ayrılması, ferdî boyutta hapsedilmesi, kurtuluş reçetesi ola-rak tasavvur edilmiştir.

1789 Fransız ihtilali ile din hayattan ay-rılarak laiklik gün yüzüne çıkmıştır. Ütopik olmakla beraber zulümden başka bir işe yaramayan demokrasi de yönetim mode-li olarak benimsenmiştir. İşte Batı, bu dini hayattan ayırma fikri üzere kuruludur. Bu fikir ile dinin insanlar arasındaki etkinliği uzaklaştırılmıştır. Batı’nın hayat hakkındaki mefhumları bu temel fikir üzere bina edil-miş, amellerin ölçüsü olarak menfaat esas alınmıştır. Zira hiçbir kayıt altında olmayan, tasarruflarında mutlak yetkiye sahip olan ferdin amelî ölçüsü, maddî lezzet ve zevk-lerin ona sağladığı fayda, menfaat dışına

Âdem BUDAK

Page 68: KöklüDeğişim 78.Sayı

66Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

çıkmaz. Zira onlar nezdinde hayatta mutlu olabilmek için maddî lezzet ve zevklerden olabildiğince faydalanmak gerekir. İşte Ba-tılı halkların dünyaya tapmalarının, ona sa-hip olma hırslarının altındaki neden budur. Yoksa sömürmenin, mustaz’afların malları-na sahip olabilmek için en modern silahlarla kitleler halinde katletmelerinin izahı olabilir miydi? Kaldı ki hürriyetler düşüncesi, ferdi ön plana çıkarıp onu kutsallaştırdı ve tasar-ruflarını hiçbir ahlakî, insanî, ruhî kıymete önem vermeden gerçekleştirmesinin yolu-nu ardına kadar açtı.

Müşâhede ettiğimiz vakıa şudur ki Batı-lı halk ve ümmetler, mutlu olmak isterken içinden çıkılmaz bir kuyuya düşmüştür. Batı, aklı mut-lak ölçü olarak ele almış, bu sâyede birçok keşif, bu-luş, icatlar, yoluyla ileri bir teknolojiye ulaşmıştır. Bu da Batı’nın zor ve kuvvet yoluyla, ülkelere hâkimiyet kurma olanağını arttırmıştır. Kendilerine, Batı hayat tar-zına hayran liderler yetiştir-miş, menfaatlerini gözeten nizamları uygulayan sadık köleler edinmiş-lerdir. Böyledir… Zira köle efendisine itaat etmek zorundadır. Ülkeleri; sanayileşmiş, üretken, zengin, hâkim, güçlü ve kalkınmış ül-keler olarak isimlendirip bölmüş; tüketen, zayıf ve yoksul ülkeleri ise, geri kalmış, 3. dünya ülkeleri olarak etiketlemiştir. Ne ga-riptir ki söz konusu geri kalmış ülkelere bir yandan kalkınma programları sunan Batı, diğer taraftan onların gelişmesine imkân verecek eğitim programı ve teknolojiye ulaşmalarına engel olmaktadır. Zira Batı, yeryüzünü varlıklarının bekâsı ve teminatı olan sömürü alanı olarak görmektedir. Özel olarak İslâmî beldeler de ise, rüyalarını süs-

leyen sömürü cennetleri ve pazarlar edinme yarışındadırlar. Böyledir… Zira Rusya, Av-rupa, Amerika bir yemek tabağına üşüşen vahşi hayvanlar gibi, daha çok talan üzerine birbirleri ile yarışmaktadırlar. Bu da böyle-dir… Çünkü insanlığa şâhitler olması gere-kenler, dünyalıklara sahip olma hevesiyle meşguldürler.

Şu bir hakikat ki; Batı, iman ettiği ide-olojisine ve hayat tarzına darbe vuracak hiçbir fikre tahammül etmemektedir. Hele hele Hilâfet’in ikamesi için çalışanlar, onla-rın uykularını kâbuslarla bölmektedir. Batı, İslâm’ın vücut bulacağını gördükleri İslâmî beldelerde, geniş bütçe ve kaynaklarla ça-

lışma alanları oluşturmuş-tur. Anbean bu çalışmalarla terlemekte olup mağlûp ola-cakları, içlerinde yürek acısı duyacakları güne kadar da terleri hiç soğumayacaktır.

إن دينكم عن يردوكم حتى يقاتلونكم استطاعوا

“Eğer güç yetirirlerse sizi dininizden çevirinceye ka-dar sizinle savaşmayı sür-

dürürler.” (el-Bakara 217): Vâkıa buna şâhittir.

كيدا يكيدون Şüphesiz onlar hep tuzak“ إنهم (hile) kuruyorlar.” (et-Târık 15): Bundan da ha-berdarız. Ama korkunun ecele faydası yok! Şüphe yok ki, hayatı ters tasavvur edenler ileri gittiklerini zannetseler de sırtları haki-katlere dönüktür. Zira inandıkları değerler onları, eşeğe ters bindirmiştir. Müslümanlar olarak Batı’nın tüm fitnelerine tuzaklarına karşı uyanık olmalıyız. Rabbimizin uyar-malarına kulak verip tuzakların iç yüzlerini Ümmet’in dikkatine sunmalı; Allah Tebarake Teâlâ’nın yüce Kelâmını, Kur’ân’ı anlama-ya, yaşayıp hâkim kılmaya, bir asra yakın-dır yatmakta olduğumuz kış uykusundan

Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü

Şu bir hakikat ki; Batı, iman ettiği ideolojisine ve hayat tarzına darbe vuracak hiçbir fikre

tahammül etmemektedir. Hele hele Hilâfet’in

ikamesi için çalışanlar, onların uykularını

kâbuslarla bölmektedir.

Page 69: KöklüDeğişim 78.Sayı

67 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

uyanmaya çağırmalıyız. Belli ki, şu vakıada kâfir Batı’nın çok iyi bildiği fakat Müslü-manların genelinin habersiz olduğu bir ger-çeği tekrar tekrar vurgulamak gerekmekte-dir. Şöyle ki: Dünya konjonktürü şuanda hiç olmadığı kadar çalkantılıdır. İslâmî beldeler ve dünya, İslâmî Hilafet Devleti’ne gebedir. Doğum sancılı olacaktır ve kaldı ki, Allah Azze ve Celle’nin, mutlak güç ve kudret sahi-bi tek İlah’ın Sünneti’ne kürtaj yapabilecek yoktur. Bu nedenle tüm Ümmet’in yiğitle-rini, takip edilmesi gereken yola bekliyor, kurtuluşun tek adresi şer’î hükümlere sarıl-maya çağırıyoruz.

لكل جعلنا منكم شرعة ومنهاجا

“Biz, her Ümmet için bir şeriat bir de minhac (yol) tayin ettik.” (el-Maide 48) İslâm Ümmeti, Allah Tebarake ve Teâlâ’nın Rasulü’ne bildirdiği şeriatı uygulamakla mükelleftir. Şeriat, şer’î hükümler toplamı-dır. Şer’î hüküm ise; Şâri’in, kulların fiille-riyle ilgili hitabıdır. Günümüzde Ümmet arasında şer’î hükümlere rağbet edilmeme-sinin nedenlerinden biri, sorunlarının ancak bu hükümler ile çözülebileceğinden bîhaber olmalarıdır. Batı, İslâm’a saldırırken İslâm hükümlerini siyah bir çerçeve içine koyup onu çirkin göstermeye, rahmeti azap bellet-

meye, çağın meselelerine çözüm getiremeyecek-miş kanaatini yerleştirmeye çalışmaktadır. Bunu yaparken insafsızlıkta sınır tanımı-yorlar maalesef…

Ümmet’in evlatlarından bazıları, şer’î hüküm vakıası ve hakikati noktasında ya-nılgıya düşmektedirler. Bu durum; İslâm’ı gönüllerine yerleştirmiş, O’nun tatbiki, muhafazası, devamlılığı üzerinde düşünüp hareket edenler nezdinde, diğer insanlara intika noktasında rağbeti artırmak için şer’î hükümlere yönelik teveccüh oluşturmayı zarurî kılmaktadır. Bu böyledir… Araların-da, hükmün üzerine uygulanacağı vakıanın hakikatinin idrak ettirilmesi keyfiyeti, va-kıa ile ilgili ve vakıaya uygun şer’î hükmün açıklanması keyfiyeti ve ilgili hükme tâbi olma keyfiyeti, dâvet edilenlere beyan edil-mesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Tâ ki, bu hükümlerin tasavvuru zihinlerde gerçekleş-sin.

Bizler çok iyi biliyoruz ki kâfirler, tüm Müslümanların ve İslâm’ın düşmanıdırlar. Zira insanlar için gönderilen Risâlet’e kar-şıdırlar. Bu hayırlı Risâlet’i taşıma görevi bizim omuzlarımızdadır ve çok iyi idrak ediyoruz ki, biz bu Risâlet’i taşımakla onla-rın nasırlarına basarken çok acı çektiklerini, nefes borularının tıkanacağını düşündük-lerini de kuşkusuz görüyoruz. Kurdukları tuzakların, yaydıkları fitnelerin derecesi, işte bu korku derecesindedir. Serptikleri siyah tozlar, bu nuru örtmeye yöneliktir; aydınlığını karalamaya, ışığını örtmeye ça-lışmaktadırlar. Şer’î hükümlere eğilim ise, bu karanlığı yırtıp, tümünün tatbikine gö-türen esasî faktördür. İşte bu gerçek, onla-rı İslâm’ın hayatı düzenleyen nizâmlarına, hükümlerine çokça saldırmalarına neden olmaktadır. Özelde ukûbât nizamına saldır-mayı tercih ediyorlar. Recm, el kesme had-leri daha yoğun saldırılarının gerçekleştiği

Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü

Bizler çok iyi biliyoruz ki kâfirler, tüm Müslümanların ve İslâm’ın düşmanıdırlar. Zira insanlar için gönderilen Risâlet’e karşıdırlar. Bu hayırlı Risâlet’i taşıma görevi bizim omuzlarımızdadır...

Page 70: KöklüDeğişim 78.Sayı

68Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

hükümlerdendir. Bunu da sık aralıklarla İran’ı örnek göstererek yapmayı pek çok seviyorlar. Zira İslâm Devleti olmayan İran da, Batı’yı incitmemek için bu meselede adeta ip atlayan cambaz gibi hareket et-mektedir; bu tavırlar da, Batı ve Batılı gibi düşü-nenlere, uygulanma noktasında bu hüküm-lerin esneyebileceği fikrini vermekte, küfür ehlinin ekmeğine yağ sürmektedir.

Dev bir kitle iletişim ağını elinde bulun-duran Batı’nın yaygın propagandası, tahrip meyvelerini vermektedir. Üzülerek şahit oluyoruz ki, Azze ve Celle’nin koyduğu sı-nırları aşmak başarı, Azze ve Celle’ye isyan etmek bir kalkınma addedilir olmuştur. Ev-velce hayırlarda yarışan bu Ümmet’in evlat-ları, fısk ve isyanda yarışmaktadırlar. Öyle ki, daha çok azgınlık eden, en sık İslâm’a çatanlara “aydın” unvanı veriyor, ödül ver-mekte oradan oraya koşuyorlar.

Her devlet gücünü, hasmının gücünü dikkate alarak en ileri dereceye taşıma ar-zusundadır. Bunu başarsın veyahut başara-masın, bu arzu daimîdir. Bir fırsatını buldu-ğunda, öldürücü darbeyi vurmaktan yahut emrine köle yapmak üzere felç etmekten geri durmazlar. İslâm Ümmeti’nin tek devletini altmışa yakın devlete bölen Batı, Ümmet bilincini silmeye, ırk ve mezhep ayrımını pekiştirmeye, hatta aşiretler arası husumete dönüştürmeye muvaffak olabilmiştir. Zira İslâm Ümmeti, gücünü aldığı, ancak onunla var olabildiği dayanağını yitirmiş olduğun-dan önlerine konan yılana suya düşmeden bile sarılabilmektedir.

Ancak Batı, bu beldelerde bir kıpırdama-nın olduğunu gördü, bir kıvılcımın büyük

bir yangını çıkarabileceği-ni hissetti. İşte bu, Batı’yı, hasmının gücü karşısında çalışmaya sevk etti. Zira ektiği tohumların yetiştir-dikleri, hayırlarda yürü-yenlerin ayakları altında eziliyor ve oralar, ölü top-raklara dönüşüyor ve in-şaAllah bir daha ürün ver-

memek üzere birer birer yok oluyor. Şüp-hesiz ki bu, Ümmet’in kurtuluşunun şer’î hükümlerin tatbikinde olduğundandır.

Şu var ki, Ümmet’in yönelişini doğru yöne çekmek elzemdir. Zira İslâmî Ümmet, yaşadığı asrın meseleleriyle ilgili şer’î bakış açısından yoksun olarak, şer’î nasslara mu-halif yaklaşımlarla çözüm getirme gayreti içerisinde debelenip durmaktadır. Beşerî sistemlerden tam bağımsız, tek İlah’ın ulûhiyetine sığınan ubûdiyet neticesiyle tam uyumlu bir sisteme; İslâm’ın, devlet şer’î metoduyla uygulandığı Hilâfet mües-sesesini şevkle isteğe, azim ile mücadeleye, neticeye ulaşana kadar dâhil olmadıkça, ka-tılmadıkça da durumlarının değişmeyeceği aşikârdır. Çünkü;

إن الله ال يغير ما بقوم حتى يغيروا ما بأنفسهم

“Bir toplum bünyesinde olanı değiştir-medikçe Allah o toplumun halini değiştir-mez.” (er-Rad 11)

Şüphesiz ki İslâmî Ümmet, kendileri-ni dünyanın lideri, kâinatın efendisi kılan Akidelerine bağlı kaldıkları sürece efendi ve lider olabilmiş ve bu vasıflarını da koru-yabilmişlerdir. O, Yüce Yaratıcı’nın hayatı düzenleyen nizamından berî kalıp mesele-lerini İslâm dışı kaynaklardan, hüküm ve nizamlardan alıp kıymetlerini, ölçülerini, değerlendirmelerini temel fikir olan İslâm Akidesi’nin dışında aramakla, karanlıklar

Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü

Şüphesiz ki İslâmî Ümmet, kendilerini dünyanın lideri,

kâinatın efendisi kılan Akidelerine bağlı kaldıkları

sürece efendi ve lider olabilmiş ve bu vasıflarını da

koruyabilmişlerdir.

Page 71: KöklüDeğişim 78.Sayı

69 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

ortasında kalan bir âmâ gibi olmaktadır. Bu nedenle kesin olarak şunu söylüyoruz: Göz-lerin, senin bakış açına açılıp hayatın gaye-sine mutabık hükümlere sarılmalarıyla, ka-ranlıklar yerini aydınlığa bırakacak, hayırda çalışacak ellerle sis perdesi aralanıp şerefli, izzetli bir konuma yükselmiş olacaklar. Bu ise; insanlar için çıkarılmış bu en hayırlı üm-metin, en hayırlı evlatlarınca yürütülen ma-rufla emredip münkeri nehyetme ameliyle gerçekleşecektir.

Müslüman tek kendisinden sorumlu de-ğildir. Onun görevi insanlığın hayrına ola-nı düşünmesidir. O, her amelinden hesaba çekileceği gibi insanlara İslâm davetini ve Risâleti’ni taşıma sorumluluğundan da he-saba çekilecektir. Kaldı ki hâlihazırda insa-noğlu, üzerinde projelerin denendiği kobay misali denemelere-neticelere tâbi tutulduğu bir dönemdedir. Bu öyle bir dönemdir ki beşeriyet ipini koparmış hürriyetlerle hızla, uçuruma doğru koşmaktadır. Konjonktürün ipi, sömürgeci, kâfir, kan emici, kendi men-faatleri uğruna canlara kıymaktan, malları talan edip, servetleri çalmaktan geri durma-yan, insanoğlunun en azgınlarının ve şerli-lerinin elindedir. İşte onların can damarını

kesecek İslâm, Müslümanları insanlığa şa-hitler kılmış, hayrı, adaleti onlara götürme mesuliyeti yüklemiştir. Hak ile batılı izale edip hayır eliyle şerri def etmeyi karanlı-ğa nur çekmeyi emretmiştir. Bizi üzen, bu şuuru iliklerine nakşeden bir takım Müslü-manların tersine birçok Müslüman’ın, değil insanlığa şahit olmak, bulundukları vakıayı teşhis etmekten uzak olduğunu görmektir. Şunu unutmayalım ki kendisinde, hiç şüp-he olmayan Kur’an duvarlarda asılı kalsın, ölünün arkasından ve sadece belirli günler-de okunsun diye değil, şuursuz yönelişi ay-dın akıbete dönüştürmeye, dünya ve ahiret saadeti için geldi. Duvarlarda değil, hayat sahnesinde tatbike geldi. Eğer dinliyor, ku-lak veriyorsak her şuurlu Müslümanı, du-varda bile üzerine toz koydurtmadığı temiz tuttuğu Risalet kaynağını duvardan alıp ha-yat sahnesine taşımaya çağırıyoruz.

لما دعاكم إذا وللرسول لله استجيبوا آمنوا الذين أيها يا يحييكم

“Ey iman edenler! Allah ve Rasulü sizi size hayat verene çağırınca icabet ediniz.” (el-Enfal 24)

Yeni Dünya Düzeninde İslamî Beldelerin Rolü

Page 72: KöklüDeğişim 78.Sayı

70Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

Bilindiği üzere, Mısır’da on yıllar-dır, despotça bir yönetimle halkı-nı ezen, siyasî, ekonomik, hukukî

çok boyutlu zulümlerle geniş kitlelere kan kusturan Firavun diktatörlüğü hüküm sür-mekte. On milyonlarca masum insana bü-yük ıstıraplar yaşatan bu kanlı sömürücü diktatörlüğü tarihin çöplüğüne atmak üze-re, mazlum Müslüman Mısır halkı, hak ve özgürlük talebine dayalı haklı bir direnişle, meydanları doldurmuş bulunuyor. Zulme karşı bu haklı mücadelesinde mazlum Mısır halkının yanında yer alıp, zalim Firavuna ve halk düşmanı darbeci, derin devletçi çetele-rine ve katliamlarına karşı tavır koymak in-sani ve İslâmî sorumluluğumuzdur. İşte bu büyük sorumluluğumuzu yerine getirmek, mazlum halkın zulme karşı haklı kıyamını desteklemek, Firavunu ve çetelerini protes-to etmek üzere burada bulunuyoruz.

Değerli Kardeşlerim!

Bölgede, on yıllardır Batı tarafından des-teklenen despot yönetimler, monarşiler, dik-tatörlükler, Batıcı sert politikalarla halkın

haklarını, özgürlüklerini yok edip acımasız zulüm politikaları uyguluyorlar. Ancak em-peryalist güçler, destek verdikleri bu despot yönetimlerin, haklarını, özgürlüklerini ve kaynaklarını çalarak köleleştirdikleri kitlele-re ve Müslümanlara yaptıkları çok boyutlu zulümler sonucunda, bölge halklarının Batı düşmanı ve İslâmî bir eğilim içine girdikle-rini gördüler. Yaklaşık yüz yıl önce kurduk-ları bu sistemler ve despot yönetimleri artık batı çıkarlarına zarar vermeye başlamıştı.

İslâmî duyarlılığı hiç olmayan ya da çok az olan eski Demirperde ülkelerinde (Uk-rayna, Gürcistan ve Kırgızistan vb.) STK’ları kullanarak ve halkı sokağa dökerek, “de-mokratikleşme” adı altında Amerikancı yö-netimleri iş başına getirenler, Ortadoğu ül-kelerindeki halkları, önce silahla bastırma-ya, sindirmeye kalkıştılar. Çünkü buralarda da aynı yöntemi denerlerse, İslâmî duyarlı-lığı yüksek olan bu bölge halklarının, İslâmî yönetimler kurarak Amerikan projelerini akamete uğratabileceğinden korktular. Bu sebeple de, buralardaki değişimi farklı yön-

Mehmet PAMAK

Page 73: KöklüDeğişim 78.Sayı

71 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

demokrat” bir “model” ortaya çıkarılıyor. Ve bu model, başta Ortadoğu olmak üzere, bütün İslâm coğrafyasında saygı, sempati ve kendi ülkelerinde de gerçekleşmesi özle-miyle karşılanıyor.

Batı destekli despot yönetimler on yıl-lardır devam edegelen uzun süreçte Bölge halklarını açlık ve sefalete mahkûm eder-ken, mazlum halktan kopuk, halka tepeden bakan lüks ve müsrif bir hayat yaşadılar, akraba ve yandaşlarını zenginleştirdiler.

1- Akraba ve yandaş kayırmacılığına da-yalı büyük yolsuzluklara bulaşmaları,

2- Ülkenin kaynaklarını emperyalistler ve kendileri arasında paylaştırıp talan etme-leri,

3- Fakir geniş halk kitlelerinin ise, açlık, sefalet, yoksulluk ve işsizlik cenderesinde kendilerini yakacak kadar bunalmaları,

4- Buna rağmen halkların baskı, yasak, devlet terörü ve çok boyutlu zulümlerle sin-dirilmesi,

5- Üstelik emperyalizmin uşağı olan bu despotların Siyonist terör devleti İsrail’in yanında yer alarak mazlum Filistin halkı-na uygulanan işgal, kuşatma, ambargo ve katliamların zelil destekçileri konumunu tercih etmeleri ve bunun bölge halklarının onurunu kırması gibi birçok sebep birleşin-ce, önce Tunus’ta başlayıp, Mısır ile devam eden halk ayaklanmaları kaçınılmaz hale geldi. İşte bu süreçte, despot yönetimlere isyan eden halklar, emperyalist ülkelerce laik, liberal, demokratik batıcı sistemle-re doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalist ABD ve AB son ana kadar, bir yandan Firavun diktatörlüklerinin sopasını meydanları dolduran halklara göstererek, bir yandan da laik, liberal, demokrat Batı yanlısı hükümetler kurmanın önünü açma anlamında havucu uzatarak, mazlum halk-

temle gerçekleştirmek istediler. Bölge halk-larını, önce sopa (işgal ve katliam) ile terbiye edip, ardından da BOP’un havuç politikası-nı, “demokratikleşme” ve batı yanlısı laik hükümetler oluşturma bölümünü uygula-maya koyacaklardı. Ancak işgalle ele geçir-me ve sindirme projesi, direnişle akâmete uğrayıp, üstelik emperyalist ülkeler giderek artan büyük bütçe açıklarıyla tam bir eko-nomik yıkıma da dûçar olunca, bölgeyi terk etmek zaruretiyle karşı karşıya kaldılar.

Bölgeyi dönüştürerek batı çizgisinde tut-manın, emperyalist Batının bölgedeki tem-silcisi Siyonist terör devletini güvenceye ve enerji kaynaklarını kontrol altına almanın yolunu aramaya ve bu amacı temine mâtuf yeni projeler üretmeye yöneldiler. Ancak silahlı müdahalenin başarılı olamaması, di-renişin giderek tırmanması gibi sebeplerle, Ortadoğu halklarını da Amerikancı düzen-lere ikna etmek, bunun için Müslüman halk-ları ve İslâm anlayışlarını sekülerleştirmek ve emperyalizmin amaçlarına göre refor-me etmek üzere, yeni havuç politikası olan dönüştürme projelerine hız verdiler. Bush, Hantington’un “medeniyetler arası savaş” projesini öne çıkarırken, Obama daha çok, “dinler arası diyalog”, “medeniyetler arası uzlaşma” ve Kisinger’in önerdiği “mede-niyet içi çatışma”da “ılımlı-radikal” ayrı-mında “ılımlı” kanadı destekleyip, “model ortak” statüsü vererek, “dine karşı din” pro-jesini uygulamaya koydu.

Bölge halklarının, Türkiye’nin AKP mo-deli üzerinden, bireysel ibadetlere indirgen-miş, siyasal ve hukukî alanda seküler/laik, muhafazakâr-demokrat, hak ve özgürlükler alanında liberal, ekonomi alanında kapitalist olan “ılımlı İslâm” anlayışına razı edilmesi hedefleniyor. Bu amaçla, bölgedeki Müs-lümanları kolayca etkileyip dönüştürecek, “liberal, muhafazakâr (Ilımlı Müslüman),

Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı...

Page 74: KöklüDeğişim 78.Sayı

72Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

süredir kimi bölge Müslümanlarını kendi-liğinden etkisi altına almış bulunmaktadır. Bölgenin kimi öncü “Müslüman şahsiyetle-ri” tevil etmeye bile gerek görmeden, açıkça “Ilımlı İslâm”ı temsil ettiklerini söyleyebil-mektedirler. İslâm şeriatına dayalı, Allah’ın hükmüyle hükmeden bir adalet ve hukuk sisteminden yana olduklarını söyleyemiyor-lar. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, bugünle mukayese bile edilemeyecek kadar zor şartlarda, hak-batıl karışımı “çoğulcu siyasi ortak yönetim” zemininde devlet baş-kanı olma tekliflerini reddetmesine rağmen,

Türkiye’nin “İslâmcıları” ve bölgenin kimi öncü Müslümanları, aynı ilkeli ve ihlaslı duruşu maalesef ortaya koyamıyorlar. Ra-sulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’ın şartlarına na-zaran görece daha az olan zorlukları bahane ederek, hep birlikte Türkiye’de oluşturulan “laik - liberal - muhafazakâr - demokra-si” modelini benimseyip, yücelterek, meşrulaştıra-rak yaygınlaştırmaya çalı-şıyorlar.

Sonuçta despotizme karşı mazlumların yanında yer almak mü-kellefiyetimiz olmakla beraber, zulüm ve sömürüden sahici anlamda kurtularak, dünyada gerçek adalete ulaşmanın ve ahi-rette kurtuluşa ermenin, ancak bütün in-sanların Rabbi olan Allah’ın hükümlerinin hâkimiyetiyle mümkün olduğunu, mazlum Müslüman halklara bir daha hatırlatmalıyız. Mazlum halklar, dünyada izzeti, onurlu bir hayatı, sömürüden, zulümden, adaletsizlik-ten arınmış adil bir yönetimle yönetilmeyi ve ahrette kurtuluşu istiyorlarsa, tevhidi

ları “ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye” çalışmaktadırlar. Türkiye modeli, nasıl Ke-malist İslâm düşmanı radikal laiklikten ılımlı laikliğe, devletçi askeri vesayetten/bürokratik despotizmden liberal demokra-siye geçiyorsa ve yine de İsrail’i tanımaya ve çok yönlü ilişkilerine devam ediyor ve ABD ile stratejik ortaklığını sürdürüyorsa, bölge halklarına aynı modeli takip ederek Firavunî sistemden kurtulabileceklerini söylemek istiyorlar.

Biz Müslümanlar, despotizme karşı ayaklanan mustaz’af ve mazlumlar Müslü-man olmasalar da, despo-tizme karşı onların Allah tarafından lütfedilen temel hak ve özgürlüklerinin sa-vunucusu olmak ve onla-rın adalet ve özgürlük ara-yışlarını görece olumluluk olarak görüp, despotizmin yıkılmasına, İslâmî ölçüler içinde katkı sunmakla mü-kellefiz. Allah’ın sosyal, si-yasal dönüşüm yasasının, baskı ve zorbalıkla engel-lenmeden, doğal ortamda, fıtrî niteliklerin özgürce kullanılmasıyla işlemesi sonucu, toplumların ka-derleri üzerinde söz sahibi olmalarının ve layık oldukları sisteme ulaşmalarının önü-nün açık olmasını isteriz.

Ancak, bölgenin bütün halkları bilmeli ki, emperyalizm bölgedeki çıkarlarını sürek-li kılmak adına, despot işbirlikçilerini feda edip, yeni projelerle aldatma çabası içine girecekler ve erdemli bir tavırla ayaklanan kitleleri yine kendilerinin razı olacakları sis-temlere doğru yönlendirmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu tür bir yönlendir-meye açık eğilimler, yanılgıyla da olsa, bir

Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı...

Sonuçta despotizme karşı mazlumların yanında yer almak mükellefiyetimiz

olmakla beraber, zulüm ve sömürüden sahici anlamda kurtularak, dünyada gerçek

adalete ulaşmanın ve ahirette kurtuluşa ermenin,

ancak bütün insanların Rabbi olan Allah’ın

hükümlerinin hâkimiyetiyle mümkün olduğunu, mazlum Müslüman halklara bir daha

hatırlatmalıyız.

Page 75: KöklüDeğişim 78.Sayı

73 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

layısıyla da, ilahi vahyi dışlayarak, insan hevâ ve zannının ürettiği anayasa, sistem ve modellerde haksızlık, adaletsizlik ve zulüm kaçınılmaz bir sonuç olmaktadır. Zulümden sahici anlamda kurtulup, bütüncül gerçek adalete ulaşmak, ancak, bütün halkların ve insanların yaratıcısı olan ve hepsine adaletle en temel hakları lütfetmiş bulunan Allah’ın hükümlerine dayalı bir anayasayla ve ilahi vahyi esas alan bir sistemle mümkündür.

Bölgemizin mazlum Müslüman halkla-rına sesleniyoruz! Size yıllardır zulmeden despot zalim diktatörlerin, Firavunî yöne-timlerin arkasında yer alarak; haklarınızı, onurunuzu çiğneyerek size bunca acıyı, ıstı-

rabı çektirenler kim ise; kaynaklarınızı çala-rak, insanca yaşamak imkânından mahrum bırakarak bunca açlığı, sefaleti yaşatan kim ise; bölgedeki kardeşlerinize yönelik işgal ve katliamları gerçekleştiren, Filistin halkı-nı her türlü zulme, işkenceye, ambargo ve kuşatmalara, en vahşi silahlara dayalı hain-ce saldırılarla, en alçakça suikastlara, katli-amlara muhatap kılan kim ise, bugün sizin laik demokratik batı yanlısı modeli kabul etmeniz, İslâmî sistem talebinizden vazgeç-meniz halinde en çok sevinecek ve sizin bu istikamette önünüzü açıp desteklemekten çekinmeyecek olanlar da aynı emperyalist güçlerdir.

adalet sistemini talep edip egemen kılmaya çalışmaktan başka yol olmadığını bilme-lidirler. Bu sebeple de insanlara hayırlı ve merhametli olmak sorumluluğunu taşıyan biz Müslümanlar, karanlıklardan (zulü-mattan) aydınlığa ve adalete ulaştıracak tek kurtarıcı mesajı her şart altında gündeme getirerek, mazlum halkların zulümatın gri tonlarında oyalanmamaları ve bir zulüm sisteminden bir başkasına savrulmamaları için uyarı görevimizi yerine getirmeliyiz.

Bütün insanların yaratıcısı, sahibi olan Rabbimiz, kullarının bu imtihan dünyasın-da kendilerini özgürce gerçekleştirecekle-ri adalet vasatına kavuşturulmasını, temel haklarının en sağlam biçimde güvence altı-na alındığı İslâmî adalet sistemini kurmayı ve bu sistemde insanlara adaletle muamele etmeyi emretmiş bulunmaktadır. Bu vesi-leyle, bir daha hatırlatmalıyız ki, Müslim, gayrimüslim bütün insanlar, en mütekamil haklara, ancak kendilerini yaratmış ve bu dünyaya imtihan için göndermiş bulunan Allah’ın hükümlerinin hakim olduğu sis-temde kavuşabilirler. Müslüman olmayan-lar dahi, İslâmî bir sistemde sahip olacakla-rı, insan onurunun güvencesi mahiyetinde-ki temel hak ve özgürlüklere, kesinlikle laik demokratik sistemlerin en iyi işleyeninde bile sahip olamamışlardır, olamazlar. Tarih buna şahittir.

O halde bölgenin mazlum halkları, ka-ranlıkların koyusundan kaçarken, gri ton-lara yakalanmamalı, laik demokratik liberal modele itibar ederek, yeni bir zulme mu-hatap olmamalıdırlar. Hepimizin yaratıcısı olan Rabbimiz, “şirk en büyük zulümdür” ve “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerin, zalimlerin ta kendileridir” bu-yurmaktadır. Hak ile batılın karıştırıldığı, sentezci, uzlaşmacı, “ılımlı” modellerde, şirki ve tağutî nitelik devam etmekte ve do-

Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı...

Page 76: KöklüDeğişim 78.Sayı

74Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

ki orduların subay kadrosu, bu firavunlarca yetiştirilmiş olup, çoğu da Amerika’da eği-tilmişlerdir. Orduların, sizin bundan sonra-ki hayatınız üzerinde belirleyici olmasına asla müsaade etmemelisiniz. Bilmelisiniz ki, Montesqueu’nün isabetli tespitiyle “az ge-lişmiş ülkeler, kendi ordularının işgali altın-dadırlar”. İşte bu bilinçle geleceğinize sahip çıkın. Bütün bölgenin ve dünya insanlığı-nın kurtuluşu için elzem olan vahye dayalı İslâmî adalet sistemi modelini oluşturarak, tüm dünya insanlığı için ışık olun.

Tunus ve Mısır’da başlayıp inşallah bü-tün bölgeyi izzetli günlere kavuşturacak olan, adalet ve özgürlük arayışını, işte bu dua ve temennilerle destekliyoruz. Mazlum halkların yanında yer alarak, zalim taguti yönetimleri, Firavuni diktatörlükleri lanet-liyoruz. Allah, mazlum halkları, Firavunun ve çetelerinin, darbeci subaylarının, katil polislerinin şerrinden korusun. Rabbimiz mazlum Müslüman halkların yardımcısı ol-sun. Onları, vahyin ışığında, Kur’an’ın reh-berliğinde sahici adalet ve özgürlüğe kavuş-tursun inşallah.

Bilinmelidir ki, kurtuluş, laik liberal demokraside değil, temel hakların tek gü-vencesi olan İslâmî Adalet Sistemi’ndedir. Mazlum halklar, “iman edip, salih amel iş-leyerek, hayatın bütün alanlarında Allah’ın hükümlerini egemen kılmak anlamında Allah’ı çokça zikrederek ve dayanışmak suretiyle zalimlere karşı mücadele ederek” sorumluluklarını kuşandığında, Allah’ın vadi gerçekleşecek ve “o zalimler nasıl bir inkılâba uğrayıp devrileceklerini görecek-lerdir”.

Mehmet PAMAKİLKAV - İlmi ve Kültürel Araştırmalar

Vakfı Başkanı

Türkiye’deki darbeci, çeteci katillerden, askeri vesayet ve malum tek parti despo-tizminden kaçarak liberal muhafazakâr demokrat olmak ne ise, Tunus ve Mısır’da Firavunun despotizminden kaçarken, bir başka batıl sistem olan laik demokrasiye, li-beralizme sığınmakta aynı şeydir. Hâlbuki sizler bunca bedel ödediniz, milyonlarca kişi meydanları doldurup, zulme itiraz etmenin onurunu kuşandınız, bunca kardeşinizi Fi-ravunlarla mücadelenizde kurban verdiniz. Nasıl olur da buna rağmen, size bu büyük zulümleri yapanların arkasındaki emperya-listlerin sizi tevhidi yolunuzdan saptıracak ılımlı batıl modeline kanabilirsiniz?

Size ve tüm Müslümanlara yakışan Kur’ân’ın rehberliğinden ve Rasulullah Sal-lAllahu Aleyhi ve Sellem’in önderliğindeki ilk Kur’ân neslinin örnekliğinden ayrılmamak-tır. Türkiye’nin laik liberal muhafazakâr demokrat modelini örnek alacağınıza, sizi dünya ve ahret saadetine ve sahici, bütün-cül adalete kavuşturacak olan İslâmî adalet sistemini kurarak, siz hem Türkiye’ye, hem bölgeye ve tüm dünyaya model olun da biz sizi örnek alalım.

Ülkenizdeki katil diktatör firavunu kov-mada Allah yardımcınız olsun. Zulüm ile-lebet payidar olamaz, eğer bizler Allah’ın vaat ettiği yardımına layık olursak, bütün fi-ravunlar ve Firavunî sistemler ve bölgedeki yandaşları siyonist terör devleti inşallah yı-kılacaklardır. Hedefimiz, emperyalistler ve işbirlikçileriyle yeni ilişkiler kurmak yerine, firavunları ve destekçileri olan başta ABD ve İsrail olmak üzere, emperyalist işgalci güçlerin hepsini, tüm projeleriyle birlikte bölgemizden kovmak olmalıdır.

Bu sebeple, bölgeye ve size gerçek adaleti ve izzeti getirecek olan İslâmî sistem talebi-nizden asla vazgeçmemelisiniz. Ülkenizde-

Tağut ve Zalim Tüm Diktatörlere Karşı...

Page 77: KöklüDeğişim 78.Sayı

75 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

يخلف ال الله إن فيه ريب ال ليوم الناس جامع إنك ربنا الميعاد

“Rabbimiz! Geleceğinden şüphe olma-yan günde bütün insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki sen sözünden dönmezsin.” (Âl-i İmrân 9)

Allahu Teâlâ, Rasulü’ne hitap edip Kitab’ı (Kur’ân’ı) indirdiğini bildirmiştir. Bu kitabın ayetlerinin iki kısım olduğunu göstermiştir. Bir kısım ayetler Muhkem’dir. Bunun mânası; tek anlam veren ayetlerdir, bun-ların tevil veya tefsire ihtiyacı yoktur. Misal olarak; Allah’ın varlığı, Ahret ve meleklerin varlığıyla ilgili geçen ayetler kesin mânaya sahiptir. Bu tür ayetler kesin mânaya sahip-tir. Bu tür ayetler muhkemdir, bu tür ayetler akideyle alakalıdır. Bunlara inanmak kesin-likle farzdır. Fakat Allah’ın sıfatlarıyla ilgili ayetler kesin mânayı taşımamaktadır. Bun-lara Müteşâbih denilir. Bu, ayetlerin ikinci kısmıdır. Misal olarak; Allah’ın eli, yüzü ve gözüdür. Bu tür ayetler birkaç mâna taşır, insan hangi mânayı taşıyor diye şüpheye düşer, bu nedenle müteşâbih olarak ad-

أم هن حكمات م آيات منه الكتاب عليك أنزل الذي هو ما فيتبعون قلوبهم زيغ الذين في ا فأم متشابهات الكتاب وأخر الله إال تأويله يعلم وما تأويله وابتغاء الفتنة ابتغاء منه تشابه ر ن عند ربنا وما يذك والراسخون في العلم يقولون آمنا به كل م

إال أولوا األلباب

“Sana kitabı indiren O’dur. Onda bir kısım ayetler muhkemdir, bunlar kita-bın anasıdır. Diğer bir kısım ayetler ise müteşâbihtir. Kalplerinde sapıklık olanlar fitne çıkarmak ve (keyflerine göre) tevilini yapmak için onun müteşâbih olanlarını iz-lerler. Oysa onun tevilini ancak Allah ve ilimde yerleşenler bilirler. İlimde yerle-şenler şöyle derler; Kitaba inandık, bütün ayetler (muhkem olsun, müteşâbih olsun) hepsi rabbimiz tarafından geldi. Nitekim akıl sahiplerinden başkası düşünmez.” (Âl-i İmrân 7)

ربنا ال تزغ قلوبنا بعد إذ هديتنا وهب لنا من لدنك رحمة إنك اب أنت الوه

“Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi saptırma ve senin ta-rafından bize rahmet ver. Şüphesiz ki sen bağışlayansın.” (Âl-i İmrân 8)

Esad MANSURبسم الله الرحمن الرحيم

Page 78: KöklüDeğişim 78.Sayı

76Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

landırılır. Allah bu kitabı indirdi O müteşâbihten kastedilen mânayı bilir. Bu kitabı Arapça olarak indirmiştir. Bundan dolayı ancak Arapçayla anlaşılır. İlim sahibi hem de ilim-de yerleşen kimseler tam Arapça bildikleri için bu müteşâbih olan ayetlerden ne mâna kastedildiğini bi-lebilirler. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

إنا أنزلناه قرآنا عربيا لعلكم تعقلون

“Şüphesiz ki O’nu (Kur’an’ı) Arapça olarak indirdik umulur ki düşünürsünüz.” (Yusuf 2)

Bu nedenle Kur’an’da anlaşılmayan bir şey yoktur. İlim sahibi olan, ilimde yerle-şen kişiler yani ilim erbabı olmuş, ilmin babası diyebileceğimiz kişiler bu ayetle-rin tevilini bilirler. Tevilin mânası tefsir-dir. Bir mânadan fazla mânaya sahip olan müteşâbih ayetlerin mânalarını anlıyorlar. Fakat Arapçaya, ayetin münasebetine, siya-kına ve sibakına göre bir mâna tercih edi-lecektir. Bunun yanında ayetlerle ilgili olan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ha-dislerine de bakmak gerekir.

Diğer bir misal;

وقالت اليهود يد الله مغلولة غلت أيديهم ولعنوا بما قالوا بل ا أنزل إليك نهم م يداه مبسوطتان ينفق كيف يشاء وليزيدن كثيرا ميوم إلى والبغضاء العداوة بينهم وألقينا وكفرا طغيانا ربك من القيامة كلما أوقدوا نارا للحرب أطفأها الله ويسعون في األرض

فسادا والله ال يحب المفسدين

“Yahudiler: Allah’ın eli sıkıdır, dedi-ler. Böyle dedikleri için elleri bağlandı ve lânete uğradılar. Oysa Allah’ın elleri açıktır, nasıl dilerse sarf eder. Elbette Rab-binden sana indirilenler, onların çoğunun

azgınlığını ve küfrünü ar-tıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar (sürecek) düşmanlık ve kin saldık. Savaş ateşini ne zaman körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah bozguncuları sev-mez.” (el-Maide 64)

Lânetlenen Yahudiler Allah’ın eli bağlı (sıkıdır)

deyince; Allah cimridir mânasını kastetti-ler. Allahu Teâlâ, onların ellerinin bağlı ol-duğu yönünde onlara cevap verince elleri bağlı oldu. Bununla onların cimri olduğu-nu kastetti. Gerçek ise, dünyada en cimri olan insanlar Yahudilerdir. Ve şöyle dedi; bir eli değil iki eli açıktır. Arapçada mecâzi mânada eli bağlı olan cimridir. Eli açık olan cömert demektir. İki eli açıktır ise pek çok cömerttir demektir. Bunun karinesi (açıkla-yıcı bağlantı) ise; “İstediği şekilde harcar.” (Fetih 10) Biatle ilgili ayette Allah’ın eli de geç-ti. Orada Allah Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ile Müminlerin biatini onayladığı-nı kastetmiştir. Zira biat elle gerçekleşiyor. Allah’ın eli müteşâbih ayettir. Kalplerinde sapıklık olan kimseler, gerçekten Allah’ın eli var mı yok mu tartışmaya başlarlar. Oysa böyle tartışma yapılmaz çünkü Allah hiçbir şeye benzemiyor.

Allah hiçbir şeye benz…“ شي كمثله ليس -miyor.” (eş-Şura 11)

Hiçbir şey ona benz…“ أحد كفوا له يكن ولم -mez.” (İhlas 4)

Allah’ın eliyle ilgili ayetleri tefsir ederken açıkça mecazı mânayı buluyoruz. Nitekim Allah’ın varlığı sınırsız ve aklın ötesindedir. Bu nedenle insan kendi aklının ötesini dü-şünemez. Yine insan bir şeyi göremiyorsa

Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler

Allah’ın eliyle ilgili ayetleri tefsir ederken açıkça mecazı mânayı buluyoruz. Nitekim Allah’ın varlığı sınırsız ve

aklın ötesindedir. Bu nedenle insan kendi aklının ötesini

düşünemez. Yine insan bir şeyi göremiyorsa ve bir şeye benzetemiyorsa onu

düşünemez.

Page 79: KöklüDeğişim 78.Sayı

77 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

ve bir şeye benzetemiyorsa onu düşünemez. Bu nedenle, Allah’ın zatını ve zatı ile ilgili sıfatları düşünemeyiz. Öyleyse Allah’ın eli var mı yok mu diye sorulmaz. Allah’ın yüzü ve gözü ile ilgili ayetler de aynı şekildedir, mecâzi mânaları vardır. Biz Kur’an’ı tefsir ederken bunlara değineceğiz.

Akideyle ilgili ayetlerde müteşâbih var olduğu gibi ahkâmla ilgili ayetlerde de müteşâbih vardır. Bir ayet amelle ilgili hü-kümler içerirse ahkâmla ilgili ayet deriz. Misal olarak:

kadınlara dokunursanız…‘‘ النساء المستم وأveya değinirseniz.’’ (el-Maide 6)

Kadınlara dokunmanın mânası elle değ-mek veya cinsi temas kurmak olabileceği için müteşâbih ayet oldu. Âlimler arasında bu nedenle ihtilaf olmuştur. Buna benzer ayetler çoktur. Bu sebeple içtihat olmuştur ve müçtehitler ortaya çıkmıştır. Bu tür müç-tehitler ilimde yerleşen kimselerdir. İlimde yerleşen kimseler bu müteşâbih ayetlerin tefsirlerini ve mânalarını anlarlar. Kalple-rinde hastalık olan veya sapık olan kimseler ayetlerinin mânalarını anlamak için değil Müslümanların zihinlerini karıştırmak veya akidelerini bozmak için bu ayetler üzerinde durup fitne çıkartmaya çalışıyorlar. Maksat-ları Müslümanları saptırmak aralarını boz-mak ve dinlerinden uzaklaştırmak için bu ayetlerde yani müteşâbih ayetlerde zemin bulurlar. Şiilik, tasavvuf, Ehli Sünnet, Ehli Selef adıyla Müslümanlar arasına sokulup Arapçaya aykırı mânaları çıkartmaya baş-larlar. Böylece Müslümanları birbirlerine düşürüp düşmanlık meydana getirip böl-meye çalışırlar. Oysa samimi Şii âlim, sami-mi Ehli Sünnet âlimi, zühd ehlinden samimi âlim veyahut ta samimi Ehli Selef âlimleri Kur’an’ı Arapçaya göre anlarlar. Arapçanın kabul etmediği mâna veya batını mâna ve-

yahut fantezi mânayı çıkartmazlar. Bunlar samimi olup Rablerine şöyle dua da bulu-nurlar: “Ey Rabbimiz, bütün bu ayetler senin tarafından geldi. Hepsine inandık.” Tabii bun-lar büyük akıl sahipleridir. Küçük beyinli kimseler Kur’an’ı doğru şekilde anlamaya çalışmayan kalplerinde sapıklık bulunan kimselerdir. Müslümanlar arasında fitne çıkarttıkça sevinirler. Büyük akıl sahipleri, müteşâbih ayetlerin bulunması içtihadın kapısını açar, Müslümanların zihinlerini de açar, yeni çözüm ve fikirler meydana getirir diye anlarlar. Zira Kur’an kıyamet gününe kadar geçerlidir, hayatın sorun ve müşkül-leri değişmektedir. Müteşâbih ayetlerden bunlara mâna çıkartılabilip çözüm veya hü-küm getirilir.

Hadis-i Şerif’te aynı konumdadır. Kesin mânalı hadisler var olduğu gibi kesin ol-mayan ve birkaç mâna taşıyan müteşâbih hadisler de vardır. Bu nedenle Şer’i delil-ler; Kur’an ve Sünnet ve bunlara bağlı olan İcma-i Sahabe ve şer’i kıyasta kesin mânaya sahip olan deliller var olduğu gibi kesin mânaya sahip olmayan deliller de vardır. Kesin mânaya sahip olan delillerde içtihat yoktur, bütün âlimler ittifaktadırlar. Ke-sin olmayan mânaya sahip olan delillerde ihtilaf vardır, farklı görüş çıkar. Kur’an’ı Kerim ayetle içtihada cevaz verdi. Çünkü müteşâbih ayetlerin tefsirini bilen Allah ve ilimde yerleşen kimselerdir diyor. İlimde yerleşen kimselerin bir mânadan fazla mâna taşıyan müteşâbih ayetlerin tefsirini bilip bir mânayı tercih edeceklerini içerik ola-rak bildiriyor. Bu büyük akıl sahipleri dua da şöyle devam ederler: ‘Ey Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi bundan saptırma, kalpleri sapmış olan kimselerin haline düşürme, bizi samimi âlimin halini muhafaza et’ mânasını taşıyan dua da bulunurlar. ‘Ey Rabbimiz, senin tarafından bir rahmet ver çün-

Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler

Page 80: KöklüDeğişim 78.Sayı

78Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

i

kü bağışlayıcı yalnız sensin. Ey Rabbimiz, gele-ceğinden şüphe olmayan günde bütün insanları toplayacaksın. O gün kıyamet günüdür. O gün de insanlar hesap için toplanır ve herkesin nereye gideceğine, cennete mi cehenneme mi?’ diye ka-rar verilir ve akıbetine götürülür. Allah sö-zünden dönmez, ilimde yerleşen kimseler, bugündeki hesaptan korktukları için fitne aramazlar veya fitne çıkarmaya çalışmazlar. Arapçaya göre müteşâbih ayetleri açıklama-ya çalışırlar. Maksatları Müslümanları kal-kındırmak ve aydınlatmaktır.

İşte Kur’ân’da anlaşılmayan ayet yoktur, her ayet anlaşılır, çünkü insanların anlaya-cağı fasih Arapçayla indirildi. Arapça Arap-ların konuştukları dildir. İlimde yerleşen kimseler bu dili bilirler ve insanlara açıklar-lar. Arapça bilmeyen kimse ilimde yerleşen kimse sayılmaz. Kur’ân’ın tevilini (tefsirini) bilmez. Ancak ilimde yerleşen bu âlimler takvalı ve samimi olmalıdır, yoksa amelleri onlardan kabul edilmez ve onlar fitneci sa-yılırlar.

ن الله إن الذين كفروا لن تغني عنهم أموالهم وال أوالدهم مقبلهم من والذين فرعون آل كدأب النار وقود هم وأولئك شيئا

كذبوا بآياتنا فأخذهم الله بذنوبهم والله شديد العقاب

“Şüphesiz ki; kâfirler kendi malları, ço-cukları Allah’a karşı kendilerine hiçbir şey yaramayacaktır. Kendileri de ateşin yakıtı olacaklardır. Tıpkı Firavun’un sülalesi ve onlardan öncekilerin tavırları gibidir. On-lar ayetlerimizi yalanladılar. Bu nedenle, Allah onları günahları sebebi ile cezalan-dırdı. Allah’ın cezası pek şiddetlidir.” (Âl-i

İmrân 10-11)

Kâfir insanlar kendi mallarıyla ve ço-cuklarıyla mağrur oluyorlar. Kendilerinin güçlü ve hiçbir kimseye ihtiyaçları olma-dıklarını hissediyorlar. Ayrıca malları içe-risine öyle dalıyorlar ki hiç ölümü veya kendilerinin öleceğini hiç düşünmezler. Bü-

yük gaflete düşüyorlar. Bu nedenle onları Allah’ın dinine çağırırsan senin çağrına hiç aldırış etmezler. Ancak bu çağrının kendi varlıklarını tehdit etmeye başladığını his-sederlerse bu davetle savaşmaya başlarlar. Kâfirliklerin zenginlikleri hakkı görmede onları engel teşkil eder. Bu ayette Allahu Teâlâ onlara şöyle hatırlattı: Mallarınız ve çocuklarınız Kıyamet gününde size hiç fay-da sağlamayacak ve cehennemin yakıtı ola-caksınız. Bu ayetle Allahu Teâlâ onlara ha-tırlatıyor ki; akıllarına dönüp düşünsünler. Yine de eski zengin ve güçlü kâfirlerin dün-yadaki akıbetini onlara hatırlatıyor. Firavun ve sülalesi çok güçlü ve zengin idiler. Ama kâfirliklerinden ve günah işlediklerinden dolayı bu dünyada onlara şiddetli azap ver-dik. Bu şekilde Allahu Teâlâ kâfirleri ahiret azabıyla korkuttuğu gibi dünya azabıyla da korkutuyor. Bunun mânası; sahip oldukları güç ve mal yok olacaktır. Kendileri de helak olacaklardır. Böylece Allah onlara dünyada azap verdi. Nitekim Allah’ın azabı şiddet-lidir.

Kâfirler, diğer helak olmuş olan kâfir-lerden ibret almak istemiyorlar. Kendilerine gelen ve başlarına vuku bulan musibetlerin sebebi kibirleri ve günahlarıdır. İşte Allah cezalandırıyor dersen kabul etmezler. Hatta bu musibetler Allah’ın cezası dersen kızar-lar ve seni cezalandırmaya çalışırlar.

Kâfirlerin durumu böyle ise bizim tutu-mumuz nasıl olacaktır? Tutumumuzun şöy-le olması gerekir: Yine de onlara Allah’ın dinini tebliğ edeceğiz. Kabul etmezlerse on-ları iktidarlarından uzaklaştırmaya çalışaca-ğız. Onlardan asla korkmayacağız. Çünkü Allah hem dünyada hem de ahrette onları cezalandıracak ve güçlerine son verecektir. Onun için Allahu Teâlâ Firavun’un misalini verdi. Onun devleti en güçlü devlet idi. Fa-kat Allah onu cezalandırıp müminleri ona

Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler

Page 81: KöklüDeğişim 78.Sayı

79 KÖKLÜDEĞİŞİM - Mart 2011

i

galip getirdi. Bu sebeple gelecek ayeti ke-rimede Allahu Teâlâ kâfirlere ikazı ve mü-minlere müjdeyi şöyle pekiştiriyor:

قل للذين كفروا ستغلبون وتحشرون إلى جهنم وبئس المهاد

“Deki; Ey kâfirler yenileceksiniz ve ce-henneme sürükleneceksiniz, orası ne kötü bir yerleşim yeridir.” (Âl-i İmrân 12)

Mademki Allahu Teâlâ kâfirleri hem dünyada hem de ahrette cezalandıracağını vaat etti, bu nedenle kâfirler er veya geç ye-nileceklerdir. Müslümanların elleriyle yenil-diklerinde onlar için Allah’ın bir azabı olur. Nitekim Allahu Teâlâ Müslümanlara şöyle seslenip emir verdi:

قاتلوهم يعذبهم الله بأيديكم ويخزهم وينصركم عليهم ويشف ؤمنين صدور قوم م

“Onlarla savaşın ki Allah sizin elleri-nizle onları cezalandırsın, rezil etsin. Ve sizi onlara galip getirsin ve müminlerin kalpleri şifaya kavuşsun.” (et-Tevbe 14)

Müminler bu kâfirlerden çok eziyet çek-tikleri ve o kâfirlerin Allah’ın dinine kar-şı savaştıklarından dolayı onlara karşı çok kızgın olurlar. Böylece Müminler o kâfirleri rezil edip onlara galip gelince müminlerin kalpleri şifaya kavuşmuş olur.

İşte Allahu Teâlâ kâfirleri bu dünyada müminlerin elleriyle cezalandırmak istiyor. Bu nedenle Müslümanlar Allah’ın dinine sa-hip çıkıp yeryüzünde onu hâkim ve egemen kılmak için çalışırlarsa muhakkak Allah on-ları kâfirlere galip getirecektir. Kâfirlerin gücü ne kadar büyük ve çok olursa olsun Allah onları müminlere karşı mağlup ve ze-lil kılacaktır. O halde Müslümanlar Allah’a güvensinler, bütün gayretleri ve ciddiyetleri ile Allah’ın dininin hâkimiyetini sağlayacak Hilâfet Devleti’ni kurmak için mücadele et-sinler. Ayrıca kâfirlerin son yerleşim yerleri ve karargâhları cehennemdir. O yerleşim yeri ne kadar kötüdür. Böylece kâfirler hem

dünyada cezalandırılıp rezil oldular hem de ahrette büyük azap görecekler ve ebediyen cehennemde kalacaklardır.

Allahu Teâlâ kâfirleri yenilgiye uğratıp cezalandıracağını müminlere bununla ilgili şu misali vermeye devam ediyor:

الله سبيل في تقاتل فئة التقتا فئتين في آية لكم كان قد ثليهم رأي العين والله يؤيد بنصره من يشاء وأخرى كافرة يرونهم م

إن في ذلك لعبرة ألولي األبصار “Karşı karşıya gelen iki toplulukta, si-

zin için bir delil vardır. Bunlardan biri Allah uğrunda savaşıyordu, diğeri ise kâfirdir. Bu kâfir gurup Allah uğrunda sa-vaşan mümin gurubu iki kat görürler. İşte Allah kendi yardımıyla istediğini güçlen-dirir. Şüphesiz ki basiret ve gözlere sahip olanlar için bu misalde ibret vardır.” (Âl-i

İmrân 13)

Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem Allah’ın bu seslenmesine ve emirlerine bi-naen kâfir olan Kaynuka Yahudilerine dedi ki:

Ey Yahudi toplumu! Kureyş’in başına gelen yenilgi ve zillet cezası sizin başınıza gelmeden önce Müslüman olun. Yahudiler Muhammed SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e şöy-le karşılık verdiler: “Ey Muhammed! Kureyş’in bir grubunu öldürdüğün husus seni kandırma-sın, onlar (Kureyşliler) cüce olup savaşı veya nasıl savaşacaklarını bilmezler. Allah’a yemin ederiz ki bizimle savaşırsanız bizim ne tür insan olduklarımızı öğreneceksiniz. Bizim karşılaştı-ğın insanlardan başka olduğumuzu göreceksin.” (İbn-i İshak)

Allahu Teâlâ bu ayetlerde Hz. Muham-med SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e seslenip emrediyor ki; Ey Muhammed! Onlara (o kâfirlere) deki; siz yenileceksiniz ve cehen-neme atılacaksınız. Bedir savaşını hatırlayın. Orada iki grup vardı. Allah uğrunda sava-şan mümin bir gurup vardı, diğer sizin gibi kâfir bir grup vardı. Bu kâfir grup Allah’ın

Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler

Page 82: KöklüDeğişim 78.Sayı

80Mart 2011 - KÖKLÜDEĞİŞİM

mucizesi ile müminleri iki kat olarak görü-yordu. Bu şekilde kâfirler müminleri küçük görmesinler, onlardan korksunlar. Ey Yahu-diler! Müminlerin grubu ne kadar az olsa da Allah onları sizin gözlerinizde çok kalabalık ve güçlü gösterecektir. Gerçekte ileriki ta-rihte böyle oldu, Rasulullah SallAllahu Aley-hi ve Sellem’in ordusu Kaynuka Yahudileri-ne doğru yürüyünce Yahudilerin kalplerine öyle bir korku girdi ki savaşsız teslim olup Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in em-rine şartsız ve kayıtsız boyun eğdiler. Ra-sulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onları Medine’den çıkartıp Şam’a doğru sürgün etti, mallarına, silahlarına, topraklarına ve evlerine el koyup bunları ganimet aldı.

Bedir Savaşı’nda Kureyşlilerin sayısı 900 ile 1000 arası asker idi. Ama bu ayete göre Kureyşlilerin sayısı 600 ila 700 arası asker-dir. Çünkü Allahu Teâlâ bu ayette kâfirler müminler iki kat gördüler dedi. Müminle-rin sayısı 360 ila 600 arasında takdir edili-yordu. Bu rivayetlerde sahihtir. Bu husus şu şekilde açıklanabilir: “Bir insan der ki; bende şu kadar var, bunun daha iki katını istiyorum, bu şekilde üç katı olur.” Ayet böyle de tefsir edilebilir. Böylece kâfirlerin sayısı mümin-lerin sayısından üç kat fazla olmuş olabilir. Yine de mecâzi mânada ve büyük rakam gösterme mahiyetinde de açıklanabilir. Ba-zen deriz ki; bu sayı iki kattır veya on kattır. Fakat önemli olan sayının tam rakamını gös-termek değildir. Allah müminlerin sayısını kâfirlerin gözlerinde kat kat gösterebilir ki kâfirler korkup müminlere karşı yenilsinler. Çünkü yenilgi genellikle korkudan kaynak-lanır. Bir taraf diğer taraftan korkarsa sayısı ve gücü ne kadar çok olursa olsun muhak-kak yenilecektir. İşte Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Bir aylık yürüyüş mesafesinden düş-man benden korkar. Nitekim ben düşmanı

korkutmakla zafer sahibi oldum.” (Müslim)

Nitekim Allahu Teâlâ’nın mucizesi ile Bedir’de kâfirlerin sayısını çok az olarak gösterdi. Hatta rivayetlere göre onları 100 kişi kadar gördüler. Böylece Allah mümin-lere yardım eder.

Basiret ne akıl sahipleri, bu gerçekleri gö-ren kimseler olarak düşünsünler. Bu hitap hem müminlere hem kâfirlere yöneliktir. Çünkü bu genel bir hitaptır.

Allahu Teâlâ, kendi uğrunda savaşanları muhakkak herhangi bir şekilde galip geti-recek ve kâfirleri yenilgiye uğratacaktır. Bu asırdaki kâfirlerin sayısı ve gücü ne kadar çok olursa olsun müminler Allah’a ve dini-ne bağlı olurlarsa Allah onlara zafer verir. Zira ayetin sonunda Allahu Teâlâ şöyle bu-yurdu: “Şüphesiz ki bunda görenler ve ba-siret sahipleri için ibret vardır.” Bu hitap hem müminlere hem de kâfirlere yönelik-tir. Kâfirler bunu pek kabul etmezler fakat müminler kabul ederler. Zira müminler Allah’ın indirdiği Kitab’a inanırlar, bu ne-denle Kur’an’ın bu ayetine de inanırlar. Ye-ter ki müminler Allah’ın kendilerinden is-tediğini yerine getirsinler. Öyleyse Allah’ın Şeriatını devlette, toplumda, dış siyasette, ferdi ve ailevi hususlarda uygulasınlar. Bunu yapabilmeleri için inandıkları İslam’a dayalı devlet kurmalıdırlar. Zira Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem İslam Devleti’ni kurduktan sonra zafer ve fethi gördü. Müs-lümanlar, günümüzdeki kâfir sistemlerinin gölgesinde kesinlikle bir fetih gerçekleştire-mez, hiçbir memleketi fethedemezler. Ken-di memleketlerini savunurken imana dayalı savaşmazlarsa düşmanı da kovamazlar. Öyle ise, müminler Allah’ın dinine sarılarak O’na dayanıp tevekkül ederlerse kesinlikle zafer elde edecek ve fetihler gerçekleştire-ceklerdir.

Âl-i İmrân Suresi 7-13. Ayetler

Page 83: KöklüDeğişim 78.Sayı
Page 84: KöklüDeğişim 78.Sayı