mehmed uzun - ithaki.com.trvärlden i sverige (tüm dünya İsveç’te), edebiyat antolojisi, m....
TRANSCRIPT
Mehmed Uzun(1953-2007)
MODERN Kürt edebiyatının yaratıcılarından Mehmed Uzun, 1953 yılın-da Siverek’te doğdu. 1977 yılından ülkeye döndüğü 2006 Temmuz’una dek Avrupa’da, İsveç’te yaşadı. Kürtçe, Türkçe ve İsveççe edebi çalışmalarıyla çokdilli, çokkültürlü bir yazar olan Mehmed Uzun, uzun yıllar İsveç Yazarlar Birliği yö-netim kurulu üyeliği yaptı. Ayrıca İsveç ve Uluslararası PEN kulüplerinde aktif olarak çalıştı. İsveç ve Dünya Gazeteciler Birliği üyesiydi. Kürtçe yedi roman ya-zan Mehmed Uzun’un romanları başta Türkçe olmak üzere birçok dile çevrildi, halen çevriliyor. Denemeleri de çeşitli dergi ve gazetelerde yirmiye yakın dilde yayınlandı. Mehmed Uzun, ‘Aşk Gibi Aydınlık-Ölüm Gibi Karanlık’ romanı ve ‘Nar Çiçekleri’ adlı deneme kitabı ile ilgili olarak 2001 baharında yargılandı ve beraat etti. Aynı yıl Türkiye Yayıncılar Birliği’nin her yıl verdiği Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü’nü; roman sanatına ilişkin belirleyici katkılarından dolayı Ber-lin Kürt Enstitüsü’nün Edebiyat Ödülü’nü; yarattığı edebiyat ve sözün özgürlü-ğüne ilişkin duruşundan dolayı İskandinavya’nın en önemli ödüllerinden Torgny Segerstedt Özgürlük Kalemi Ödülü’nü; 2002’de İsveç kültür yaşamına sunduğu değerli katkılarından dolayı İsveç Akademisi’nin Stina-Erik Lundeberg Ödülü’nü; 2005 yılında ise Irak Kürdistan Bölgesi Onur Ödülü’nü ve Diyarbakır Belediyeleri Onur Ödülü’nü aldı. 11 Ekim 2007 tarihinde, uzun süreden beri mücadele ettiği mide kanserine yenik düşerek, yaşama veda etti. Yaşar Kemal’in “Kürt romanının dilinin dikenli yolunu açmıştır” dediği Mehmed Uzun, sanatıyla ölümsüzlüğe erişebilen ender sanatçılardan biridir.
Mehmed Uzun’un Yapıtları:Tu (Sen), Roman, 1985; Mirina Kalekî Rind (Yaşlı Rind’in Ölümü), Roman, 1987; Siya Evîne (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde), Roman, 1989; Rojek Ji Rojên Evdalê Zeynikê (Abdal’ın Bir Günü), Roman, 1991; Destpêka Edebiyata Kurdî (Kürt Ede-biyatına Giriş), İnceleme, 1992; Hêz û Bedewiya Pênûsê (Kalemin Gücü ve Gör-kemi), Denemeler, 1993; Mirina Egîdekî (Bir Yiğidin Destanı), Destan-Ağıt, 1993; Världen i Sverige (Tüm Dünya İsveç’te), Edebiyat Antolojisi, M. Grive ile Birlikte, 1995; Antolojiya Edebiyata Kurdî (Kürt Edebiyatı Antolojisi), Antoloji, iki cilt, 1995; Bîra Qederê (Kader Kuyusu), Roman, 1995; Nar Çiçekleri, Deneme, 1996; Ziman û Roman (Dil ve Roman), Söyleşiler, 1997; Bir Dil Yaratmak, Söyleşiler, 1997; Dengbêjlerim, Deneme, 1998; Ronî Mîna Evînê-Tarî Mîna Mirinê (Aşk Gibi Aydınlık-Ölüm Gibi Karanlık), Roman, 1998; Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, Deneme, 2002; Dicle’nin Sesi I - Hawara Dîcleyê (Dicle’nin Yakarışı), Roman, 2002; Dicle’nin Sesi II - (Dicle’nin Sürgünleri), Roman, 2003; Ruhun Gök-kuşağı, Anlatı, 2005; Küllerinden Doğan Dil Ve Roman, Söyleşi, 2005; Bir Romanın Hatıra Defteri, Günlük, 2007.
Yaşlı Rind’in ÖlümüMehmed Uzun
Özgün Adı: Mirina Kalekî Rind
İthaki Yayınları: 444
Yayına Hazırlayan: Abidin Parıltı
Kapak Tasarımı: İthaki Yayınları
Grafik Uygulama: İthaki Yayınları
13. Baskı, Ekim 2017, İstanbul
ISBN: 975-273-245-3
Sertifika No: 11407
© Mehmed Uzun, 2005
© Selim Temo, 2006
© İthaki, 2015
Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur.Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul
Tel: (0216) 330 93 08 – 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 [email protected] – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com
Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset MatbaacılıkGümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul
Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97Sertifika No: 29652
Mehmed Uzun
YAŞLI RİND’İN ÖLÜMÜ
Kürtçeden ÇevirenSELİM TEMO
.
Yaşlı Rindler
Osman Sebrî, Cegerxwîn, M. Hesen Hişyar,
Hêmin, Feqî Husên, Şêx Îzeddîn Huseynî ve Efîf
Huseynî’ye;
Yaşlı Rind’i esinledikleri için, teşekkürle...
Üstad Cegerxwîn’in anısına...
Mısırlı Yusuf’un kumaşı Kenan’da çıktı meydana
Aydınlattı zindanları o sümbül ve elma meltemi
Ve o kilit anahtarsız açıldı bizim kalbimizde,
Melayê Cizîrî
.
7
I
Onu, o korku dolu gecenin şafağında tanıdım. O gece sı-
nırı arkamızda bırakıyorduk... Yüzümüzü uğura çevirmiştik,
sırtımızı feleğe...
“Hayat, tesadüflerin güzel renkleriyle boyanmış bir tablo-
dur” sözü ne kadar da doğru... Eğer hayatımda yeni bir sayfa
açan ve hâlâ daha nasıl olduğunu anlayamadığım o gecenin
şafağını görmemiş olsaydım, kuşkusuz tablomda onun fırça
izleri olmayacaktı. Kimbilir, belki de o canlı, güzel renklerin
yerinde toprak rengi bir renk olacaktı. Ölü ve hayattan, gü-
zelliklerden uzak bir renk...
8
(Şimdi bir parantez lazım bana. Doğrudan seninle konuş-
malıyım, Yaşlı Rind. Şunları yazarken, birlikte geçirdiğimiz
günler, birbirimize söylediğimiz şeyler, sen ve anın yağmur
damlaları gibi dans ediyorlar masamın etrafında. Sen, yüzün,
yüzünün hatları, çizgiler ve güzel gülüşün, uzaklaşıyorsu-
nuz benden. Ama anılar daha bir belirginleşip öne çıkıyorlar.
Evet, yağmur damlaları gibi... Evet, masamın etrafında yağan
şey yağmur. Pek çok kez rüyalarımda yanında oluyorum. Ya
da hep seni düşünüyorum... Her şey planladığımız gibi ol-
saydı, seni birkaç kez daha görebilseydim ve kolumu kana-
dımı kıran şeyler böyle art arda gelmemiş olsaydı, yine böyle
anı damlaları altında kalır mıydım acaba, bunu bilmiyorum.
Ve fakat şimdi, son rüyamdan sonra iyice anlıyorum ki
seni ve birlikte geçirdiğimiz günleri yazmam lazım... Mecbu-
rum buna, hem çaresi de yok; sözcüklere, cümlelere sığınıp
anıların, rüyaların iri damlalarından bir ark, bir kanal kaz-
malı, bir yol bulmalıyım. Başka çaresi yok; artık sözcükler
masa lambamın üstüne konmalı ya da etrafında uçuşmalı ki
rüyalarımı, daha doğrusu rüyalarını aydınlatabilsinler.
Son rüyamda yavaş yavaş gözden kayboluyordum... Sis
duman içindeki el değmemiş bir kanaldaydık. Uğraşıp di-
diniyor, oradan çıkmak için bir yol bulmaya çalışıyorduk.
Kanalın iki tarafındaki ağaçlar, dallar, yapraklar üstümüze
üstümüze geliyor, yolumuzu kapatıyorlardı. Gece değildi,
ama güneş ışıkları da görünmüyordu. Işıklar ağaçların, dal-
ların, yaprakların arasından sızıp bize ulaşmaya çalışıyorlar-
dı. Başardıklarını, gözlerimi kamaştırdıklarını söyleyemeye-
ceğim. Ortalık o kadar karanlıktı ki, korkuya kapılmamak
elde değildi. Evet, orası karanlık, sisli, dumanlı bir yerdi.
Son derece dar, dolambaçlı bir kanaldı ve içinde gür bir su
çağıldıyordu. İçinden yürümek güçtü yani. Sanırım su da te-
9
miz, duru bir su değildi. Suyun üstünde balıklar, tuhaf ya-
ratıklar vardı. Görebildiğim kadarıyla farklı farklıydılar. Aç
balıklar, aç yaratıklar bizi kolluyorlardı... Bir de altımızda
geniş, tahtaya benzer bir şey vardı. Suyun üstündeydi, biz de
onun üstündeydik. Çok iyi hatırlayamıyorum, ama sanırım
altımızdaki şey çok büyük, deri ciltli bir kitaptı. Evet evet,
bir kitaptı... Ellerimizdeki uzun değneklerle hem yaratıkları
uzak tutmak, hem de kendimize yol açmaya çalışıyorduk...
Bu korkulu yolculuğun ne kadar sürdüğünü bilmiyorum,
ama türlü tehlikeleri atlattıktan sonra, sonunda kanalın ağ-
zına ulaştık. Kanalın hemen ötesinde ağaçlar, bitkilerle dolu
küçük bir ada vardı. Arkasında ise ucu bucağı olmayan bir
deniz başlıyordu. Deniz parıldıyordu önümüzde. Adayı ar-
kamızda bıraktıktan sonra önümüz açıktı artık, karanlık
kanaldan, tuhaf yaratıklardan uzaklaşmıştık ve artık yüzü-
müzü aydınlığa çevirecektik... Ama o an, adanın yanından
geçerken hiç beklemediğim bir şey oldu; sen adaya çıktın.
Beni yalnız bıraktın.
— Yollarımız burada ayrılıyor artık, dedin. Oraya, denizle
ufkun birleştiği yere kadar gelemem. Ne yazık ki buna taka-
tim yok.
Şaşırmıştım. Sıkıntıyı, güçlüğü arkamızda bırakmıştık,
dupduru denize doğru birlikte açılacağımızı sanmıştım. Öf-
kelendim önce, sonra da seni birlikte gitmeye ikna etmeye
çalıştım. Ama bir şey söylemedin, gülümsedin sadece. Ceva-
bın sessiz, sözsüz bir gülümsemeydi. Sonunda iyi bir neden
bulmuş gibi sordum sana:
— İyi ama ya şu deri şey, altımızdaki sal?.. Şu şey, bizi
azgın, kuduruk yaratıklardan kurtaran bu değerli sal, senin
değil miydi?..
Gülümsedin yine, ve:
10
— Artık ona ihtiyacım yok, sende kalsın, senin olsun, de-
din.
Bu sözlerden sonra dönüp yavaş yavaş ağaçların arasında
kayboldun.
Evet, son rüyam kısaca böyleydi. Ama buna benzeyen pek
çok rüya gördüm ben. Bir tanesinde de beni alıp bir ormana
götürüyordun. Orman son derece büyüktü ve türlü renklerle
parıldıyordu. Orada da beni bırakıp kayboluyordun. Bunu
da anlayamamıştım, neden böyle yapıyordun?
Ben orada da hayret verici bir şey gördüm yine; ağaçların
yaprakları aslında birer kitap sayfasıydılar. Ormanı aydınlığa
boğan şey, o sayfalardı.
Evet, ağaçların sayfalarıydı...
Yukarıda sözünü ettiğim rüya da bu tür rüyalara eklenin-
ce, sözcüklere, cümlelere sığınmaya karar verdim. Beni anı-
lara, rüyalara düşman olan şu dış dünyadan bir tek sözcük-
ler ve cümleler koruyabilirdi. Sözcükler, yalnızca sözcükler
unutuş fırtınasının, rüzgarının azgın dalgalarına karşı dur-
mamda yardım edebilirdi. Yalnız sözcükler bana siper ola-
bilirdi...
Ama şimdi söylemem gerekir ki, aslında ne
yapacağımı,sana olan borcumu nasıl ödeyeceğimi ve sana
nasıl ulaştıracağımı bilmiyorum. Bu cümleleri yazarken iki-
de bir şu kısacık cümle çıkıyor ağzımdan: “Teşekkür ede-
rim, teşekkür ederim, teşekkür ederim...” Bu kısa cümleden
başka bir şey söyleyemiyorum. Evet, Nisan çiyinin damlaları
gibi içtenlikle, heyecan ve hüzünle bunu söyleyebiliyorum
ancak: “Teşekkür ederim, teşekkür ederim...”)
Ülkemi terk ediyordum. Yolcuydum. Kısacık bir yolcu-
luk! Yalnız yolculuğun son durağı pek seçilmiyordu. Öyle,
evet... ülkemden uzaklaşıp sis ve duman arkasındaki yeni
11
bir dünyaya doğru gidiyordum. Yalın, somut dünyamı, şe-
hirleri, caddeleri, evleri, insanları, güzellikleri, kötülükleri,
dostlukları ve düşmanlıklarıyla olduğu yerde bırakıyor, gö-
ğün arkasında karanlık bir çizgi gibi görünen yerlere doğru
gidiyordum. Yeni yerlere, yeni diyarlara gidecek, sonra eski
dünyama geri dönecektim!..
(Yaşlı Rind, biliyorum ki şimdi burada, masamın yanında
olsaydın gülerdin bu sözlerime. Ama ülkemi terk ettiğimde,
yukarıdaki cümlenin anlamını bilmiyordum elbette. Yolcu-
luğun, şu “gitmek” ve “gelmek” adlı iki sözcüğün macera,
üzüntü, hüzün ve ölümle dolu olduğunu nereden bilecektim
ki! Bu yolculukta az, ama çok az mutluluk da olduğunu ne-
reden bilecektim ki? Dönüşün gittikçe daha da güçleşeceğini
nereden bilecektim ki!
Evet, ülkemi terk etmem gerekiyordu. Kaçmam gereki-
yordu. Ama her yolculuğu güzel bir şiir olarak gördüğüm
için bu yolculukta da heyecan verici bir yan yok değildi. Yal-
nız edebi kitaplardan bildiğim kıtaya gidiyordum. Çoktandır
görmek istediğim o kıta; Avrupa! Masallardan biliyordum ki
her gezi, her gidiş, her yolculuk güzel bir şiir gibi dalgalanır
yürekte ve güzel, yeni şeyler keşfetme imkanı sunar. Hem
masallarda şöyle denmiyor muydu: “Bütün iyi, süslü, güzel
şeyler yolculuklarda olgunlaşır.”
Ülkemi terk ettiğim için üzülüyordum. Ama yolculuğun
heyecan ve merakının, özgürlük ve yeni güzellikler bulmamı
sağlayacağına inanıyordum. Aynı şekilde güzelliklerle bir-
likte muzaffer dönecektim ülkeme. Yabancı güneşleri damla
damla içecek, yabancı yıldızların nasıl parıldadığını görecek,
yabancı insanları, yabancı söz ve dilleri tanıyacak ve sonra,
bütün bunlardan sonra dünyama geri dönecektim.
Ama bir şeyi hesaba katmamış, unutmuştum; ya yolcu-
12
luğun sonu gelmeseydi? Ya hep sürseydi? Ya yolculuğumun
dönüşü olmasaydı? Ya tekrar dünyama dönemeseydim?.. O
zaman?..)
Macerayla daha yolculuğun başında karşılaştım. Mecbu-
ren bir yolu olması gereken yolculuk için tehlikeli bir yolu
seçtim. Yakın bir dostumla birlikte sınırı geçecektim. Dos-
tum yardım etmek için benimle geliyordu. Fedakarlık yapı-
yor, bana yardımcı olmak istiyordu.
Şimdi, burada, arkamızda kaç sınır bıraktığımızı, kaç
sınır geçtiğimizi doğru dürüst bir biçimde dile getirebile-
ceğimi sanmıyorum doğrusu... Aynı şekilde o zamanlar ne
hissettiğimi, aklımdan nelerin geçtiğini de. Yaşanmış anların
bazı duygu ve sezgilerini sonradan sözcüklerle canlandıra-
mayız. Öyle görünüyor ki insan yaşamalı ve yalnız kendine,
evet yalnız kendine saklamalı. Ne yazık ki sözcüklerin, cüm-
lelerin gücü her şeyi yeniden yaratma noktasına ulaşabilmiş
değil henüz.
Ama geceydi. Her şey kederli, dokunaklı bir sessizlik
içindeydi. Karanlık gecenin yıldızları bize gülümsemele-
rine rağmen, insan onların ezgin, yürek yakıcı bir biçimde
gurbetin stranını1 söylediklerini düşünmeden edemiyordu.
Çevremizdeki kurbağalar da aynı şekilde acıklı bir çığlık ve
inleyişle ses çıkarıyorlardı. Ben mi böyle hayal edip kurgu-
luyordum, yoksa böyle bir şey gerçekten vardı ve ben de bu
kedere mi katılıyordum, bilemiyorum. Dudaklarımda şiir
dizeleri ve ceketimin sol göğüs cebinde kırmızı bir gül; dos-
tumla yürüyordum. Ceket cebimin, kırmızı gülün altında
kalbim atıyordu.
Bir sonbahar gecesiydi. Gece, geleceğin keder, korku ve
bilinmezlik rüzgarıyla savruluyordu...
1 Kürt halk ezgisi. –çn.
13
Saatler süren bir yürüyüşten sonra sınırın öbür tarafına
geçtik. Bu yürüyüş zamanın ve hayatın sıfır noktası üzerin-
deydi. Hem zaman, hem de hayat o sıfır noktasında duruyor-
du. Sınırı geçtiğimizde tekrar bir zaman ve hayat noktasına
ulaşmış olduk. Bu arada, sınırı arkamızda bıraktığımızda
döndüm ve bir kez daha baktım arkama. Karanlıkta, benden
azıcık uzakta birkaç ağacın karaltısı vardı. Ağaçlar yan yana
sıralanmışlardı; sırt sırta vermişlerdi sanki. Hafif bir rüzgar
sallıyordu yapraklarını. Birer boynu bükük gibi bize doğ-
ru eğilmişlerdi. Yıldızlar şimdi daha az ve daha ölgündüler.
Uykuya dalan yıldızlar gülümsemiyorlardı artık... Kurbağa
gırıltıları kesilmişti. Kederle birkaç defa soluk alıp verdim;
gece rüzgarının bana kadar getirdiği kokuyu içime çekmek
istedim...
Oradan uzaklaşmak istemiyordum. Dostuma rica ettim,
orada biraz oturalım, dinlenelim istedim. Daha iyi bir yer
aramadan hemen oracıkta soğuk toprağa oturduk. Dostum
oturduğumuz süre boyunca hiç konuşmadı, çevresine ba-
kındı sadece. Ben de sessiz kaldım. Hakkında konuşacak
hiçbir şey gelmiyordu aklıma. En iyisi sessiz kalmaktı. O kı-
sacık sürede arkamda bıraktığım dünyanın pek çok şeyi bir
film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Beynimde bir
depremin dalgalandığı açıktı, ne olduğunu iyice anlayamadı-
ğım bir deprem... Depremin gittikçe genişleyen yolları, kav-
şakları, çatlakları beni allak bullak ediyordu. Çok iyi anlaya-
mıyordum, ama sanırım orada, beynimdeki depremin yol ve
kavşaklarında acı ve kederler, heyecanlar, sancılar, hüzünler
ve mutluluklar vardı. Evet deprem, değişik duyguların, bir-
birine karışmış türlü duyguların depremi olmalıydı...
Dostumun sesiyle yeniden olduğum yere, sınır çizgisine
döndüm. Gidelim istiyordu. Gece bitmeden oradan uzak-
14
laşmamız gerekiyordu. Ayağa kalkarak yola koyulduk yine.
Dostumun söylediğine göre oralarda, yakınlarda bir yerde
bir köy vardı. Önce o köye gidecek, sonra da yolumuza de-
vam edecektik. Şimdi sınırın öbür tarafındaydık. Şimdi daha
rahat, daha özgür, daha korkusuzduk.
(Buyur Yaşlı Rind!.. Farkında mısın? Şimdi yine bir şey-
leri bir araya getiriyor ve bir şeyler söylüyorum... O günün
günbatımını hatırlıyor musun?.. Köyün dışında oturmuştuk
ve ben sana güneşten söz etmiştim. Güneş kırmızı bir tepsi
gibiydi karşımızda. Batıyordu. Şimdiymiş gibi hatırlıyorum,
şöyle demiştim:
— İnsanların güneşle ilişkileri şimdi daha iyi. Teknolojik
gelişmeler sayesinde insanlık güzel güneşi daha iyi tanıyor.
Ardından insanlıkla güneş arasındaki ilişkileri madde
madde saydım. Beni sabırla dinlediğini, sözümü tamamla-
mamı beklediğini görünce şöyle dedim:
— Teknoloji ve ilerlemenin şimdi insanın daha çok hiz-
metinde olması iyi bir şey...
Konuştuğunda yüzünü asla konuştuğun kişiye dönmez-
din. Ama o an yüzünü bana dönerek şöyle dedin:
— Durmadan “daha iyi, daha olumlu, daha güzel...” de-
yip duruyorsun. Neye göre daha iyi, neye göre daha güzel?
Kıstasların neler?
Sesinden öfkeni, kızgınlığını belli etmek istemediğin an-
laşılıyordu. Ama bir cevap da bekliyordun benden. Neye
göre? Ben de çok iyi bilmiyordum bunu; neye göre?
— İkinci Dünya Savaşı, diye başladım bir şey söylemek
için, o zaman durum çok daha kötüydü. İnsanın yarattığı
şey, insanı kıvrandırıyor, öldürüyordu.
— Ha... al sana beklenen cevap!
O zaman canım sıkıldı:
15
— Başka bir örnek de verebilirdim, dedim. Aklıma bu ör-
nek geldiği için ben de hemen söyledim.
— Fark etmez, dedin. Örneğini kabul ediyorum. Ama
başka bir örnek verseydin de durum değişmezdi. Örnekte
bir yanlışlık yok, cevabın yanlış. Yanlışlık düşünmende, his-
setmende. Sen ya da siz, yani senin gibi hep “daha iyi, daha
makbul” deyip duranlar, yalnızca en kötü, en mundar şeyi
düşünüyor, bir onu mühim buluyorsunuz. Ama böyle mi ol-
malı? İnsan, insanın bugün içinde olduğu durumu en kötüy-
le karşılaştırırsa, elbette, aslında olması gereken şey olmuş
olur! İnsanın istediği şey yani. O günleri görmediğin için
İkinci Dünya Savaşı günlerini tam anlamıyla hissedemezsin,
nasıl bir dönem olduğunu anlayamazsın. O günler Allah’ın
belası günlerdi, cehennem günleriydi. İnsan da, insanlık da,
dünya da çıldırmıştı. Savaş bir Azrail gibi dalmıştı insanların
arasına... bir kurdun bir sürüye dalması gibi. Azrail’in siyah
ve korkunç kılıcıyla yarılıyordu insanlığın kalbi. Umutlar
talan edilmişti. Azrail ve “torunları” acılarla, trajedilerle ke-
yifleniyorlardı; acı ve sızı sınırsız bir şenliğe dönüşmüştü.
Alman devletinin siyah, gamalı haçı aşkı, merhameti, dili ve
kalbi öldürmüştü. Bugünmüş gibi aklımda hâlâ, o zamanki
Berlin Belediye Başkanı şöyle demişti bir gün: “Yahudiler gaz
borçlarını ödeyemiyorlar. Borçları çok yüksek. Çünkü gazla
intihar ediyorlar...”
Evet, öyle bir dönemdi. O kara, o sıska adam –ki insana,
insanlığa egemen olmak için milyonlarca insan öldürdü, bir
bıçak gibi saplandı kalbimize. Kalbimiz hâlâ o ölümcül bı-
çak yüzünden yaralıdır. Bu bıçağı kalbimizden çıkarıp ataca-
ğımız yerde, bıçak kadar acıtmayan şeyleri kabulleniyoruz.
Hem de ne şükürlerle!..
Sözün orasında yorulmuştun, Yaşlı Rind. Kahrolası bı-