mmlbam - directorate of religious affairs

65
mmlBAm

Upload: others

Post on 15-Oct-2021

1 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

mmlBAm

BAYRAM TEBRİKİ

Cenâü-% Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki, Mübarek Kurban Bayramım bir defa daha idrâk etmiş bulunuyoruz.

Gerek yurd içinde ve gerekse yurd dışında bulunan bütün din kardeşlerimizin Kurban Bayramlarını tebrik eder; bu mübarek gün­lerin necat, mağfiret ve intibahımıza vesile olmasını diler; bütün hayırlı işlerinizde muvaffak kılmasını Cenâb-t Hak'tan niyaz ey­leriz.

KAPAK HAKKINDA İZAHAT

1 — Kapağın sağ yukarısındaki yuvarlak, dünyâyı; onu çevreleyen hilâl ise dünyâda arzu edilen saadet, selâmet ve huzuru,

2 — Bâzı noktalarda kesişip ayrılan ve uzayıp adetâ kâinatın her tarafına da­ğılan çizgiler, ALLAH (C.C.) in bütün âlemlere bahşettiği sayısız ni'metlerini, lû-tuflarını ve ihsanlarını ifâde etmektedir.

_ 3 — DİYANET DERGİSİ yazısının üstündeki iç-içe beş hilâl ise, islâm'ın beş şar­kini (ve}'bu,nların biribirinden ayrılamaz bir bütün olduklarının remzidir. • 4°—=* Diğer kısımlar da kapağı tamamlayan unsurlardır.

;" a,' ^ Kapak Ressamı: İ ?:'•"-• ••": " İ t Yılmaz ÖZCAN

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

DERGİSİ DÎNÎ, AHLÂKÎ, EDEBİ, MESLEKÎ AYLIK DERGİ

9. Cilt Ocak-Şubat 1970 92-93. Sayı

İ Ç İ N D E K İ L E R Sayfa

ASRIMIZDAKÎ TEFSİR HAREKETLERİNE UMUMÎ BİR BAKIŞ

Doc. Dr. İsmail CERRAHOGLU . . . . 5

KUR'AN-I KERÎM'! TECVİD KAİDELERİNE RİAYET EDEREK OKUMAK

Demirhan ÜNLÜ 14

HADlS-t ŞERİFLERE GÖRE MÜ'MİN Osman KESKİOGLU 21

KURBAN Lûtfi ŞENTÜRK 25

DİNİMİZCE ETLERİ YENMEYEN HAYVANLAR Mehmet ÇDJTÇÎ 28

KURBAN BAYRAMI (Hutbe) İsmail COŞAR 32

PEYGAMBERİMİZİN ŞARABİLERİNİ YETİŞTİRME USÛLÜ

M. Asım KOKSAL 34

İSLAM BÜYÜKLERI 40

D I Y A N E T İ Ş L E R I B A Ş K A N L I G I V A ' Z V E V A ' Z E D E ­C E K L E R YÖNETMELİĞİ 43

ŞER'lYE SİCİLLERİ ARŞlVl 49

MERHUM DİYANET İŞLERİ RElSt AHMED HAMDİ AKSEKİ

Veli ERTAN 52

TAMİMLER

HABERLER

BAŞKANLHİ YAYINLARINDAN BAZttARI

58

60

64

/

^ t l t I * l l l l l n i * l l l l l l t l l I t l l l l l l l l l l l l l l I t l l l l U I I I I t I l l l l l l l l l I l l l l l l l l l l l l I l l l l l l f l l l l l > l l l l t l t l l l I l l l l l l l l l l l I I I I I I I I I l l l l l I l l l l l l l l l l l l l l l l l l l l l > I I I I I » I M M I I I I I I I I I I I I I I ı »t,

İ Yazı işlerini fiilen idare eden Sorumlu Müdür:

[ Diyanet işleri Başkanlığı Adına [ Dînî Hizmetler ve Din Görevlilerini Olgunlaştırma Dâiresi Başkanı

I Ahmet BALTACI

O Dergide sıkan yazılar kaynak gösterilmek şartiyle iktibas olunabUlr. £ , Dergimizde yayınlanmak üzere gönderilen yazıların daha önce herhangi

bir şekilde yayınlanmamış olması lâzımdır. 9 Başkanlık, dergide yayınlanmak üzere gönderilen yazılar üzerinde işleme

ve kısaltma yaparak basma hakkına sahiptir. % Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.

% •unıuuıttıuıiHtııııııııııtııııtııııııııııtıtıııııııııııııiHtııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııırıııııııııııııtıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııtv

A S R I M I Z D A K Î T E F S İ R H A R E K E T L E R İ N E U M Û M Î B l R B A K I Ş

— IV — (Geçen sayıdan devam)

Doç. Dr. İsmail CERRAHOĞLU

4) îçtimâî Edebî Tefsirler: Zamanımızdaki tefsirlerin ekserisi içtimaî edebî mesleğe temayül et­

mişlerdir. Bu nev'i ile tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya ça­lışılmış, Kur'ân-ı Kerîm'in hidâyetinden, insanlar faydalanmaya sevke-dilmişlerdir. Tefsirdeki bu yeni hareket tarzında, naslara ittiba ve Kur'ân'-daki ince noktaların açıklanmasını müşahede etmekteyiz. Bu nevi' tef­sirde, Kur'ân'ın asıl hedefi olan mânâlar, en yüksek üslûbu üe ele alınır, sonra bu nassların, oluş, içtimaiyat ve tekâmül kanunlariyle olan müna­sebetleri incelenir. Muhammed Abduh ve talebeleri, Allah'ın Kitabının tefsirinde büyük gayretler göstermişler ve insanları dünyâ ve âhiretin hayırlarına ulaştırmaya çalışmışlardır. Asrımız müfessirleri tarafından ihdas edilen bu ekolün de tasvip edilen veya edümeyen yönleri vardır.

Tasvip edilen yönleri: İçtimâi edebî tefsir yolunun sâlikleri, tefsire, mezhebler görüşünden uzak bir nazarla baktılar ve islâm'da mevcut olan mezheplerden hiçbirinin te'sîri altında kalmamağa gayret ettiler. Kur'ân'ı, mezhepler için bir vasıta kılmadılar. Kur'ân'ı kendisine muva­fık bir şekilde te'vîl ettiler. Isrâilî rivayetler üzerinde tenkidci bir tavır takınarak, esküerin tefsirlerinde olduğu gibi, yalan ve hurafe olan şey­leri, tefsirlerine kaydetmedüer. Daha doğrusu Kur'ân'ı Kerîm tefsirini bu gibi şeylerden temizlemeyi hedef edindiler. Kur'ân tefsirinde bol mik­tarda kullanılan, zayıf ve mevzu haberleri de kullanmaktan çekindiler, tsrâiliyât ve mevzu hadîsler hususunda gaflete düşmedikleri gibi, Kur'ân'ın müphemlerini tâyin ve gaybî şeyler hakkında, sahih şer'î nas-lardan bilinenlerden gayrısına cür'et etmediler. Onlar îman mebdei üze­rinde durdular, fakat onun tafsilât ve cüz'iyyâtı üzerinde durmaktan çekindiler.

Bu ekol mensupları, tefsiri, ilim ve fen ıstılahlarının te'sîrinden uzaklaştırmalardır. Onlara göre, Kur'ân'ın böyle ilmî bir tefsire ihtiyâcı

5

yoktur. Yine bu medrese, Kur'ân'ı içtimaî edebî bir metodla tefsir et­mişler, onun belagatım, i'câzmı ve mânâlarının meramını açıklamışlar, kendisinde bulunan oluş ve içtimaî nizam kanunlarım izhar etmişlerdir. Münasip olan yerlerde, İslâm milletinin müşkillerine ve bütün millet­lerin sıkıntılarına deva olabilecek esaslara Kur'ân'ın işaret ettiğini, dün­yâ ve âhiret hayırlarını bünyesinde topladığım açıklamışlardır. Sağlam nazariyelere dayanan ilmin isbat ettiği şeylerin, Kur'ân'la mutabakatı üzerinde durmuşlardır. Tasvip edilebilecek bütün bu hususlar, okuyu­cuları teşvik ve cezbedici bir üslûpla kaleme alınmıştır.

Tasvip edilmeyen yönleri: Akla çok geniş bir hürriyet bahşeden bu ekol, Kur'ân'daki bâzı şer'î hakîkatları te'vîle yönelmiştir. Bâzan haki­katten mecaza ve temsile gitmişlerdir. Mu'tezileden iktibas ettikleri, bu geniş aklî hürriyet sebebiyle, bâzan Kur'ân lâfızlarının mânâlarım, Kur'ân'ın nüzulü esnasında, Araplarca bilinmeyen bir şekilde naklet-mişlerdir. Kur'ân'ı Kerîm'den sonra en mu'temed kitab olan, Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde, rivayet ettikleri bâzı hadîsleri zaîf veya mevzu olarak görmüşlerdir. Sahîhliği sabit olan âhâd haberleri, bilhassa akâid konusunda, kabul etmemişlerdir. Halbuki ehl-i Sünnet, haber-i âhâdla amel etmenin lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir. Sahîh olduğu tâyin edilen âhâd haber dinde hüccet olarak kabul edilmektedir. Bu haberlerin yakın ifade edip etmediği konusunda mezhepler arasında çeşitli görüş­ler varsa da, Mu'tezile onu her haliyle kabul etmemektedir38.

Bu medresenin meşhur şahsiyyetlerinin başında, hiç şüphesiz bu hareketin reisi olan Şeyh Muhammed Abduh gelir. Es-Seyyid Muham­med Reşid Ridâ, Eş-Şeyh Muhammed Mustafâ el-Merâgî, Seyyid Kutub tefsirlerinde, Abduh'un metodunu takip etmişlerdir. Biz burada sâdece Muhammed Abduh'un tefsirdeki metodu üzerinde durarak bu ekolün yapmak istediği şeyleri, alacağımız örneklerde göstermeye çalışacağız. Bu kadarla iktifa ederek, ayrıca Muhammed Reşid Ridâ ve el-Merâgî'nin tefsirlerine temas etmeyeceğiz.

Şeyh Muhammed Abduh (1848-1905), Mağrib'de bulunduğu sıra­da, talebelere bir kolaylık olmak üzere, 1903 senesinde "Tefsîru Cüz-ü Amme"yi ikmâl etmiştir. Yine onun 1903 senesinde Cezayir şehrinde bir konferans olarak verdiği, "el-Asr" Sûresinin tefsiri ve Kur'ân'ın bâzı müşkil âyetleri üzerinde tetkikleri vardır. Meselâ, Nisa Sûresinin 78 ve 79 uncu âyetlerinde birbirine zıt görünen hususların uyuşturulma­sı, Hâc Sûresinin 52, 53, 54, 55 inci âyetlerinin izahı ve Garânik vak'a-sının aslı olmadığım isbâtı, Ahzâb Sûresinin 37 nci âyetinde, Hz. Pey-gamber'i, şehvâniyetine düşkün bir insan olarak gösteren haberlerin

(38) Âhâd haberlerin değeri hakkında fazla bilgi için bkz. Doç. Dr. Talât Koçyiğit, Âhâd Haberlerin Değeri, ilahiyat Fakültesi Dergisi, yıl 1966, cilt XIV, s. 125-142.

6

bâtıl olduğunu göstermiştir. Yine Abduh'un, Ezher'deki talebesine ver­diği tefsir dersleri, talebesi Muhammed Reşid Ridâ ile meşveret halin­de olmuş, yine bu zat tarafından, üstadın tefsir hakkındaki görüşleri, "Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm" veya "Tefsîru'l-Menâr" adıyla yayınlanmıştır. 1317 senesi Muharrem'inde başladığı tefsir derslerine 1323 senesi Mu­harremi ortasına kadar devam etmiş ve aynı sene içinde de vefat et­mişti. Bu zâtın tefsir sahasındaki mahsûlü az görülürse de, tefsirde böyle bir gelişmeye yol açmış olması kâfidir.

Muhammed Abduh, Ezher ulemâsı arasında yalnız başına, yenilik hareketine kalkışmış, gerek yazılarında ve gerekse derslerinde, hür aklı kullanarak taklidden kurtulmayı, geçmişlerin donmuş fikirlerine sap-lanmamayı tavsiye etmiş ve etrafında bir grup toplanmış, pek çok kim­seler de ona itiraz etmişti. O, başlangıçta eski müfessirlerden bâzıları­na muhalefet eder. Bu da, Kur'ân'ın insanları dünyâ ve âhiret saadeti­ne ulaştırma gayesini ön plâna almış olmasından ileri gelmektedir. Zâ­ten Kur'ân'ın da en yüksek gayesi budur. Bunun arkasında gelenler, onu elde etmek için bir vesile veya ona tabi' olan hususlardır. Abduh, Kur'ân'ın bu ilk gayesini anlatmakta gaflet gösteren gafil müfessirleri levmeder. Onlar, ondaki hidâyet ve irşadı bırakıp, maânî, nahiv, fıkhî ihtilâflar ve bunun gibi şeylere daldılar, der39. O, tefsiri iki kısma ayırır. Birincisi, kuru, Allah ve Kitabından uzaklaştıran tefsirdir. Aslında bu, lâfızların tahlili, cümlelerin i'râbı ve bu ibarelerin fennî nüktelerine ya­pılan işaretleri açıklamaktan ibarettir ki, buna tefsir demek lâyık olmaz. Belki o, nahiv, maânî ve buna benzer fenlerde bir nevî alıştırmadır, ikin­cisi, insanlar üzerine farz-ı kifâye olan tefsirdir ki, gayesine ulaşması için, şu şartların cem'ini ister. Bu şartlarda, müfessirin, (Hüden ve Rahmeten) ve bunlara benzer sözlerin tahakkuku için, ruhları hidâyete ve amele sevk ve cezbedecek surette hükümler, ahlâk ve akidelerde şe­riatın hikmetlerinden bahsedenin muradım anlamasıdır. Hakîkî maksat, şu şartların ve fenlerin arkasındadır. Bu da Kur'ân'ın gösterdiği yola tabi' olmakla olur. İşte tefsir okumakta varmak istediğim ük hedef budur40. Abduh, bu sözleriyle, belagat ve nahiv yönlerinin ihmâl edil­mesini istememektedir. O, müfessirin bunlardan zaruret miktârınca al­masını, mânâyı beyân edecek şekilde belagat ve i'râb yönünü işlemesi­ni, ihtiyaçtan gayrıya tecâvüz edilmemesini kasdetmektedir.

(39) eş-Şeyh Muhammed Abduh, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm (Tefsîru'l-Menâr), Mı­sır, 1366/1947, I. 18.

(40) Aynı eser, I. 25., Bkz. Keza, Abduh, Tefsîru Sûreti'l-Fâtiha, Mısır 1319. Bu eserin Mukaddimesi "Tefsire Mukaddime" adı altında, Dr. İsmail Cerrahoğlu tarafından dilimize çevirilmiştir (İlahiyat Fakültesi Dergisi, sene 1956, cild V, sayı I-IV, s. 183-188).

I

Muhammed Abduh'a göre, muhakkak Kur'ân-ı Kerîm akâid mev­zuunda bir mizandır. Bu bakımdan Kur'ân'a, akidenin alındığı bir asıl gibi bakılmalıdır. Akide oradan alınmak, re'y oradan istinbat edilmelidir. Halbuki pek çok müfessirler bu şekilde hareket etmemiş, akidelerine şahit getirmek için Kur'ân'ı te'vîl etmişlerdir. O, Kur'ân'm, dindeki mez­hepler ve fikirler için bir asıl olmasını ister. Yoksa mezhepler asıl, Kur'ân da onu te'vîl tarikiyle te'yîd eden bir talî unsurmuş gibi olma­sını istemez. O, tefsir derslerinde hür akla i'timat ettiği için, diğer tef­sirlere müracaat etmez, Mushaf'tan okur, Allah'ın kalbine verdiği feyz-le âyetleri tefsir ederdi. Onların te'sîri altında kalmamak için, dersine başlamadan evvel, tefsir kitaplarına müracaat etmeyi de âdet edinme-mişti. î 'râb ve lügat yönünden garip bir durumla karşılaşırsa, bu hu­susta ne denildiğini öğrenmek için bâzı tefsirlere bakardı41. Talebesi, Muhammed Reşit Rıdâ'nın dediğine göre, Abduh, tefsir dersleri esna­sında tefsirlerin en mu'cizi olan, Celâleyn tefsirinin ibarelerine daya­nır ve okurdu. Bâzan onu kabul eder, bâzan da tenkîd edilecek nokta­larını tenkîd ederdi42. Üstad, tefsirlerden müstağni oluş sebebini şöy­le izah eder: Allâhu Teâlâ kıyamet gününde bizden, insanların sözleri ve anlayışlarından sormaz, ancak bizi hidâyet ve irşada sevketmek için indirdiği Kitabından ve nazil olan şeyleri bize açıklayan Peygamber'in Sünnetinden sorar. "Biz sana Kur'ân'ı indirdik, tâ ki insanlara kendi­lerine ne indirildiğimi açıkça anlatasın"43. Size risâlet vâsıl oldu mu? Si­ze tebliğ edilen şeyi düşündünüz mü? Emr ve nehyolunduğunuz şeyleri taakkûl ettiniz mi? Kur'ân'm irşadı ile amel ettiniz mi? Peygamber'in hidâyetiyle ihtida ve onun Sünnetine tabi' oldunuz mu? diye sorar. Kur'ân'dan ve onun yol göstermesinden yüz çevirmiş olduğumuz halde, bu sualleri beklememiz acâip değil midir? Bu ne gaflet, ne gurur44. Abduh, Kur'ân'm sahîh anlayışını şöyle ifâde eder: Anlamaktan mak­sadım, Kur'ân'm en üstün üslûplarım kavrayan, öğütleriyle kendini meşgul eden kimse, başka herhangi bir şeyle meşgul olamaz. Burada ben düşünme, anlayış, müteessir olmak ve akıl yormanın dönüm nok­tası olan saf vicdanla, şuurların inceliğinin tabi' olduğu zevkle beraber olmayan, kitaplardan körcesine alınmış kuru bir teslimiyet anlayışım kasdetmiyoram, demektedir45. Bâzı kimseler, senin bu dediklerin Cemel'e —Cemel, Celâleyn tefsirinin haşiyelerinden biridir— muvafık değildir, dediklerinde, Abduh; ben Celîl mânâya delâlet eden beliğ kelâmı ikrar

(41) Tefsîru'l-Menâr, I. 14. (42) Tefsîru'l-Menâr, I. 15 (Bkz. I. 320, Süyûtî Müphemata dalmış olduğundan, onu

tenkîd eder). (43) Nahl Sûresî, Ayet: 44. (44) Tefsîru'l-Menâr, I. 26; ilahiyat Fakültesi Dergisi, sene 1956, s. 187. (45) Aynı eser, I. 27; İlahiyat Fakültesi Dergisi, sene 1956, s. 187.

8

ediyorum, yoksa onun deveye veya eşeğe muvafık olmasını kasdetmiyo-rum16, şeklinde bir nüktesi de vardır. Bütün bu hususlar, onun Kur'ân'ı anlayışta ve düşüncesinde tamamen hür olarak hareket ettiğine ve aklı, bağlı olduğu kayıtlardan sıyırıp onu donukluktan kurtarmak istediğini gösterir.

Kur'ân mübhemâtındaki yeri:Abduh, diğer müfessirler gibi, Kur'ân'-daki mübhemleri açıklamak için îsrâiliyyâta dayanmamış, belki onların aksine ondan nefret edip kaçınmıştır. Ona göre, Allâhu Teâlâ, Kur'ân'-daki mübhemlerin cüz'iyyât ve külliyatlarını tetkik etmeyi bize teklif etmemiştir. Eğer bunu bizden istemiş olsaydı, kitabında bize işaret eder veya Nebî'sinin lisâniyle söylerdi. Oradaki, Mübhemât, naşsda ne şekil­de ise öyledir. Ondan dışarı çıkılmaz. Zâten bundan bir fâide de umul­maz ve onun gayrı üzerinde de durulmaz47. Bu hususa tefsirinden ör­nekler verebiliriz. Meselâ, İnfitâr Sûresinin 10 ve 11 inci âyetlerine göre;

# V ^ ^ = C ^ 0 l ^ & ( & ' W " H a l b u k i s i z i n üzerinizde bek­çiler vardır, (bunlar) şerefli kâtiblerdir." bunlar gaybdandır. Onlara îman etmek vacip olur. Kitab'da, bize iyilik ve kötülüklerimizi yazan muhafızlar olduğu bildiriliyor. Fakat bunların hakîkatlarını tetkik et­mek, onların neden yaratıldıklarını, hıfz ve kitabetteki işlerini, yanla­rında kâğıt, kalem, mürekkep gibi şeylerin bulunduğunu düşünmek, doğru değildir. Bize onların ilmi teklif edilmiyor. Ancak bize olan teklif, bu haberin doğruluğuna îmandır. İşin hakikatini Allah'a havale etmek lâzım gelir, demektedir48.

Keza, el-Kâria Sûresinin 6, 7, 8, 9 uncu âyetlerine göre; "O gün kimin tartıları ağır basarsa, hoşnut alacağı yaşayış içinde­

dir. Kimim tartılan hafif gelirse, onun yatağı uçurum olur." Allah'ın amelleri takdîr etmesi, o günde herkese hakkını vermesi ilm yoluyla olur. Bunun yolunu biz bilemeyiz. Biz buna îman etmekle işin hakikati­ni Allah'a havale etmiş oluruz. Bu hususta bâzı müfessirlerin fikirleri çok gariptir. Mîzân iki kefeli ve dilli bir terazidir. Kefeleri semâvat ve

(46) Osman Emin, Muhammed Abduh, Mısır 1944, s. 125. (47) Tefsîru'l-Menâr, I. 320. (48) Muhammed Abduh, Tefsîru Cüz'-i Âmme, Mısır 1329, s. 36.

9

arzın tabakaları kadardır, derler ve sonra da onun mâhiyetini Allah'tan başka kimse bilemez, derler. Halbuki, teraziyi iki kefeli ve dilli yaptık­tan ve kefelerin büyüklüğünü de tâyin ettikten sonra, geriye mâhiyeti hakkında ne kaldı ki, onu da Allah'a havale ediyorlar. Bu şekildeki söz­ler, gaybullah hakkında cür'etle konuşmadan başka bir şey değildir. Kitab'da da mîzân lâfzından başka onu açıklayacak bir husus da yok­tur... O halde ey mü'min, sana vacip olan, Allah'ın haber verdiği kada­rına inanmaktır, Allah amelleri ölçer, her amelin mikdânm temyiz eder. Ama bunu nasıl ölçer ve takdir eder, bunları sorma, o, O'nun gaybın-dadır, onu Allah bilir, siz bilemezsiniz, der49.

İçtimâi meselelerdftki durumu: Kur'ân-ı Kerîm'in münâsip âyetle­rinde yeri geldikçe, içtimâi hastalıklara şifâ olabilecek hususlara mu­hakkak temas eder. Okuyucuya bu hastalıkların tehlikelerini bildirir. Ondan kurtulmanın yollarını ve ilâcım gösterir. Bunları sâdece Müslü­manlara değil, bütün insanlığı sevaba, doğru yola çevirmek için, anlatır-

di. Asr Sûresinin 3 üncü âyeti olan ,;$ I J ^ V J \ I * s A j ^ deki sabrın,

nefiste bir meleke olduğu, onunla bâzı işlerin kolaylaşacağı, bütün mil-lelterin fertlerinin sabır yönünden zayıf oldukları, pintinin pintiliğinden, müsrifin israf sebeplerinden bahsedildikten sonra, hayra vesile olacak yola şöyle devam etmektedir: Âlimlere vacip olan şey, gerek zaman, gerekse milletlerin durumlarındaki ihtilâf hâlini nazar-ı dikkate alarak, kalkınma yollarını öğretmektir. Bu hususta onlara ilk lüzumlu olan şey, doğru bir târih, milletlerin oluşu, tekâmülü ve inhitatını, ahlâk ve du­rumlarım, his ve vicdanlarını öğretmeleridir. Akılla Hak arasındaki tevfîk yolunu, dünyevî ve uhrevî menfaatler ve lezzetler arasındaki yak­laşma yollarını, nefisleri kötülüklerden iyiliklere yöneltme çârelerini öğretmek lâzım. Eğer âlimler bunları yapamazlarsa, âmmenin bütün günâhı onların üzerinedir. Keza el-înfitâr Sûresinin 13 üncü âyeti

'•'*' r^*o J İ y ^ İ M d e d e> b i r r kelimesinin mânâsı ve insamn nasıl

iyilerden olacağı anlatılır. Bir şahsın gerek kendisi, gerekse kazancın­dan insanlar için bir menfaat olmuyorsa, o iyi insanlardan addedilemez. Bâzı kimseler, korkudan namaz kılmak, teşbih, tekbîr, tahmîdatta bu­lunmak, lâyık olmayan bir şekilde acâip sesler çıkarmak, ma'lûm günler­de oruç tutmakta, diğer taraftan, mahlûkâtm pek çoğuna eziyet etmek­ten içtinâb etmemekte, gûyâ kendilerini iyilerden zannetmektedirler. Halbuki onlar asla iyilerden olamazlar50. Âdiyât Sûresinin ilk âyetlerini

(49) Aynı eser, s. 149. Bu husustaki diğer örnekler için bkz. s. 59, 79. (50) Tefsîru Cüz'-i Âmme, s. 37.

10

tefsir ederken, Enfâl Sûresinin 61 inci âyetine istinâd ederek ve hadîs­lerde de, her Müslüman erkeğin ata binmesi tavsiye edildiğini söyleye­rek, atlı müsabakalar tavsiye edilmektedir. îlim tahsili için ata binme­nin önemi ve lüzumu anlatılmaktadır. "Ulemâ, Peygamberlerin mîras-çısıdır." diyenler, işleriyle i'tikadlarının Kitabdaki şu hakikate uyup uy­madığını araştırıyorlar mı? Evvelâ insaf et ve sonra hükmet51.

Bâzan Muhammed Abduh'u, Kur'ân âyetlerini yeni ilmin nazariyye-leriyle şerh ve îzah ettiğini görürüz. Meselâ, înşikâk Sûresinin evve­lkideki ^%'^JV^\\\^^(\C \ âyetinde, semânın inşikâkı, infitân gi­bidir. Bunu da terkibinin fesadı, nizâmının bozulması, Allah'ın bu âlemi harap etmeyi murad etmesi, yıldızların çarpışması, güneş sisteminin bo­zulması şekünde îzah eder52. Abduh'un bu îzâhı, insan aklına uygun ve Kur'ân'ın mânâsına da yakındır. Fakat onun tefsirde takip ettiği metod gözonüne getirilecek olursa, tafsilâta girişmeden, buna olduğu gibi îman edilmesi lâzım gelmez miydi?

Keza, yine o, Fil Süresindeki J ^ U U ^ ^ v l L Lljf» â v e t i n i îzah

ederken, bu sûre bize çiçek veya vebanın ordu fertleri üzerine düşen, ku­ru taşlardan, Allah'ın rüzgârla beraber gönderdiği kuşlar fırkası ile neş'et ettiğini beyan eder. Bu uçan şeylerin, sinek veya sivrisinek cin­sinden olduğuna inanmak da caiz olur. Bunlar öyle uçan şeyler ki, bâzı hastalık mikroplarım taşırlar. Bu mikroplar cesede ulaşınca, bir yara vâsıtasiyle cisme girerler ve eti düşürürler. Bu küçücük mikroplar ufak olmalarına rağmen, büyük bir orduyu harap etmişler ve Allah'ın kudre­tini isbât etmişlerdir. O, kuşların nev'i ne olursa olsun, hepsi de Allah'ın ordusudur, demiştir53.

îşte Abduh'un, müphemat hakkında bize tavsiye ettiği yoldan ay­rılarak tafsilât ve cüz'iyyâta daldığım görmekteyiz. Onun verdiği mik­rop mânâsım tıp ilmi bugün keşfetmişse de, Kur'ân'm nüzulü esnasında Araplar böyle bir şeyi bilmiyorlardı. O, geniş bir aklî hürriyetle hare­ket ettiği için, vaz' ettiği kaideleri aşıp parçalamak mecburiyetinde kal­mıştır.

Abduh, Bakare Sûresinin 34 üncü âyetine

l ^ ^ a S â i l l ^ S i ^ 9 dayanarak; îblis, melâikeden

(51) Aynı eser, s. 145. (52) Aynı eser, s. 49. (53) Aynı eser, s. 160.

11

bir ferddir. Kehf Sûresinin 50 nci âyetinde ise, îblis'in dimilerden oldu­ğu bildirilir. Zâten elimizde melâike ve cinnileri ayıran cevheri bir fasıl yoktur. Ancak aralarında sınıf ihtilâfı vardır. Buradan anlaşılır ki, cin-niler de melâikedendir. Kur'ân'da melâikeye, cinne lâfzı ıtlak olunma­dığını, bütün müfessirler kabul etmişlerdir. Şeytanlar da buraya dâhil olur. Bütün bu çeşitli ilimlerle adlandırılan bu müsemmeyat, gayb âle­mine aittir. Onların hakikatim bilemeyiz, tetkik edemeyiz. Onlar hakkın­da nassın ve ma'sum, Peygamber'in dediğinden daha fazla bir şey söyle­yemeyiz54. Daha sonra Abduh melâike hakkında şu açıklamayı yapar: Melâike gaybî bir yaratılıştır, hakikatini biz bilemeyiz. Ancak Allah'ın bize bildirdiği kadariyle onları bilir ve onlara îman ederiz. Kur'ân-ı Ke­rîm, onların vazifeleri ve işleri olan çeşitli sınıfları olduğunu söyler. İlhamın ve vesvesenin mahalli ruhtur. Onlar da o tabiatta yaratılmış­lardır ki, insanların ruhuna ittisal ederler. Melâikenin cismânî bir tem­sille gösterilmesi sahih olmaz. Müslümana vacip olan, nassın tazammun ettiği miktara îman etmektir. Bâzıları, bu görüşte, Abduh'un melâike­nin varlığını inkâr ve onu teakkul edilemeyen bir kuvvet olarak göster­mek istediğini ileri sürerek, ona i'tiraz etmişlerdir55.

Abduh'un, Felâk Sûresinin 4 üncü âyetindeki sihir hakkındaki gö­rüşü de enteresandır. O, esas i'tibâriyle sihir olayım inkâr etmemekte, Hazret-i Peygamber'i sinirlenmiş olmaktan tebrie etmektedir. Peygam­ber'in, Lebîd b. el-A'sam tarafından sinirlenmiş olduğuna dâir haber­leri âhâd kabul etmekte, bunun da akâid konusunda delil olamayaca­ğını söylemektedir. Hazret-i Peygamber'in sinirlenmiş olmasını, O'nun nübüvvetine en büyük ta'n olarak kabul eder. O, Lebîd'in sihre teşeb­büs ettiğini, fakat sihrini yapamadan, onun fi'li Peygamber'e Allah ta­rafından bildirilmiş ve sihir âletleri de kuyuda bulunmuştu, der. Zâten Peygamber'in sihirle arazlanmaması lâzım gelir. Eğer arazlamrsa, müş-

riklerin y^^y^-j ıft'dyCîl) l)\ kavlini tasdik etmemiz îcâbeder. Arap-

lar indinde "meshûr", aklında karışıklık ve hile olan kimse demektir. Böyle bir durum, vahiy gelen şahsa yakışamaz. Aksi halde ona vahyo-lunmaması lâzım gelir. Nübüvvetin mâhiyetini düşünmeyen mukallid kimseler O'nun sinirlendiğine inanırlar. Halbuki sihir haberi, Peygam­ber'in nefsinde bir te'sir meydana geldiğini vacip kılacak mâhiyette de­ğildir. Peygamber'in sihirlendiğini kabul edersek, O'nun aklının ve id­râkinin de karışmış olduğunu kabul etmek îcâbeder. Halbuki tevâtüren nakledüen ve mutlaka inanılması îcâbeden Kur'ân, Peygamber'den sihri nefyeder, o asla meshûr olamaz, der. Hadîsin sahîh olduğu farzedilse

(54) Tefsîru'l-Menâr, I. 265. (55) Aynı eser, I. 266-270.

12

bile, âhâd olduğundan, akâid bâbmda kullanılamaz. Zîrâ, Peygamber'in sihrin te'sîrinden kurtuluşu, O'nun ismetine taallûk ettiğinden, akaidin konusu içine girer56.

Muhammed Abduh'un nazarında, haberlerin Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde veya diğer mu'teber hadîs mecmualarında oluşu bir kıymet ifâde etmemektedir. Ona göre âhâd haber, isbat ifâde etmekten uzak­tır, ancak bir zan ifâde eder. Âhâd haberlerin değeri hakkındaki ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşleri de nazar-ı dikkate alınırsa, Allah'ın Kitabı için, en büyük tefsir mâhiyetinde olan Sünnete ehemmiyet verilmeme gibi bir durumun ortaya çıktığını görmekteyiz.

Netîce: Haricî te'sirlere lüzum kalmadan, İslâm'ın kendi bünyesi içinde doğan, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri ilmi, bütün teferruâtiyle zaman­larındaki ilmî ve kültürel faaliyetleri aksettiren bir ayna vazifesini gör­müştür. Türlü sebeplerle ihtiyaçların artması, Kur'an'ı yeni ihtiyaçlara cevap verecek şekilde tefsir etmeye sürüklemekteydi. Bu bakımdan tef­sir ilmi hakkında her şey söylenip bitmiş değildir. 'Belki, onun hakkın­da şimdiye kadar söylenenler, ileride söylenecek olanlar yanında bir hiç mesabesinde kalacaktır.

(56) Tefsîru Cüz'-i Amme, s. 183-185. (Asrımızdaki tefsir hareketleri hakkında da­ha fazla bilgi için bkz. t. GoJdziher, Mezâhibu't-Tefsîri'l-Islâmî, Mısır 1374/1955, s. 337-396; bkz. Keza, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, III. 140-277.)

13

KUR'ÂN-I KERÎMİ, TECVİD KAİDELERİNE RİÂYET EDEREK OKUMAK

Oemirhan UNLU A. Ü. İlahiyat Fakültesi

Kur'ân-ı Kerîm Okutmanı

A llah'ımızın, Hz. Muhammed sallâ'llâhu aleyhi ve sellem vasıtasıyla gönderdiği ve bize, anlayarak hayâtımızın her safhasında tatbikatını

emrettiği Kur'ân-ı Kerîm'i kıraat etmek yâni okumak, ap ayrı bir. özellik arzeder. Bu okuyuş, herkesin istediği ve kolayına geldiği şekilde bir oku­yuş demek değildir. Kur'ân-ı Kerîm'i kıraat etmek,, yâni okumak; bize bu konuda gerekli esasları öğreten tecvîd ilmine riâyet ederek okumak de­mektir. Bu ilmin konusu olan med harflerini, sebeb-i medd'i ve bütün med çeşitlerini, idgâm, ihfâ, iklâb, izhâr, kalkale... gibi diğer kaideleri bilmek ve Kur'ân-ı Kerîm'i okurken göstermek ve tatbik etmektir.

Tecvîd ilminin konularına riâyet etmeyerek Kur'ân-ı Kerîm'i okumak,

Cenâb-ı Allah'ın El-Müzzemmil Sûresinde geçen1 ( ^İX > ö ^ Ja^ ^ '°ı \

âyetindeki emre uygun düşmez. Muhalefet edilmiş olur. Bu âyet-i kerîme, "Kur'ân'ı açık açık, tane iane, fertîl ile oku." mânâsına gelmektedir.

( y^J^- ) kelimesi , 17" fiilinden mastardır.

Tertîl, aslında ahenk ve nizam olup Kur'ân'da her harfin hakkını ver­mek, belli etmek ve acele etmemek suretiyle okumaktır. Yâni, her harfi tilâvet etmektir2.

Hz. Ali Radiya'IIâhu anh'e ( ^ r t ^ O ^ ^ S ) kavl-i kerîmindeki

tertıl m manası sorulduğunda, ^ ̂ )>^\ ^^3<-S>3J^^^r^y^ )

" = Tertîl, durakların bilinmesi ve harflerin tecvîdidir." buyurmuştur3.

Kur'ân-ı Kerîm'i tertîl ile okumaktan maksat, tecvîd kaidelerine riâyet ederek okumak demektir. Tertîl ile okumayı, Allâhu Teâlâ emrettiğine gö­re tecvîd ile okumanın farz olduğu ortaya çıkmaktadır. Binâenaleyh; Kur'ân-ı Kerîm'i tertîl ile yâni tecvîd ile okumak farzdır. Bunu inkâr etmek

(1) El-Müzzemmil Sûresi, Âyet: 4. (2) Prof. M. Tayyip Okiç, Kur'ân-ı Kerîm'in Üslûp ve Kıraati, Ankara 1963, s. 21 . (3) Mehmet Zihni, El-Kavlü's-Sedîd fî İlmi't-Tecvîd, 1328, s. 21 ; Ebu'l-Hayr Muhammed

İbn-i Muhammed el-Cezerî, Eş-Şâfiî En-Neşr fi'l-Kırâati'l-Aşr, Mısır, c. I, s. 209.

14

de küfrü îcâbettirir, yâni bir kimse 'Kur'ân'da tertîl lâzım değildir' dese inkarcı olur.

Burada şunu söylemek çok yerinde olur: Tecvîd ilmini bilmek Farz-ı

Kifâyedir. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'i lâhn-i celî (<JU--^ . ) den kurtaracak kadar

tecvîd ile amel etmek her mükellef üzerine farz-ı ayındır.

Her harfin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlara sıfât-ı lâzime

( '<C*'JZCJ>\L*?) denir, işte böylesi sıfatların bozulmasına lâhn-i celî denir.

Kur'ân-ı Kerîm'i lâhn-i hafî'den kurtaracak kadar tecvîd bilmek husu­sunda da bâzıları vâcib, bâzıları da müstehabdır demişlerdir. Lâhn-i hafî

( ıJF^tj*- ) i s e harfin kendisinden ayrılması mümkün olabilen arızî sıfat­ların (sonradan herhangi bir sebeple kazanılan sıfatlar) değiştirilerek okun­masına denir.

Tecvîdin hükmü ile ilgili Cezerî'nin aşağıdaki beytini, Celâleddin Kara-kılıç Tecvîd ilmi adlı eserinde zikreder:

•** * *s ^ ^ a*"* c ^ •**"

"Tecvîd kaidelerini öğrenmek Kur'ân okuyan herkese lâzımdır (farzdır). Kur'ân'ı tecvîd ile okumayan bir kimse, âsim (günahkâr) olur. Çünkü Kur'ân ind-i ilâhîden tecvîd ile nazil oldu. Ve bu Kur'ân da bize bu tecvîd ile beraber vâsıl oldu"4. Şeyh Cezerî, En-Neşr'inde Ebû Abdullah Nasr bin Alî İbn-i Muhammed

Eş-Şîrâzî'den şunu nakleder: "Kırâatta edanın güzelliği farzdır. Her okuyu­cu üzerine de hakkiyle Kur'ân-ı Kerîm'i okumak, 'O'nu tecvîdin kabul et­mediği lahin ve değişikliklerden korumak vaciptir." Cezerî devam ederek şu bilgiyi verir:

Bâzı âlimler, Kur'ân'da edanın güzelliğinin vücûbiyyetinde ihtilâf et­mişlerdir. Bir kısmı; kıraatin farz olduğu yerlerde mükellef üzerine lâfzın tecvîdi, harflerin hakkıyla okunması ve edanın güzelliği vaciptir, der. Bir kısmı da; kim ne maksatla okursa okusun Kur'ân'dan okuyacağı bir şeyi tecvîd üzere okuması vaciptir. Onda yapılacak değişiklik ve hatâya izin

yoktur. Allah (C.C.), ( •££ °^\2çg6>C£' %£*^J >

(4) Celâleddin Karakılıç, Tecvid İlmi, Ankara 1963, s. 17-18, 23-24.

15

" ( O n u her türlü) tenakuz ve ihtilâftan âzâde, dosdoğru, Arabça bir Kur'ân olarak ( ind i rd ik) . Tâ ki (küfürden) sakınsınlar."5 buyurdu, demektedirler.

Es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed el -Mahmûd, Hidâyetü'l-Müstefîd fî Ahkâmi't-Tecvîd adlı eserinde:

Tecvîd ilminde Şâri'in hükmü nedir? sorusuna şu cevâbı veriyor: "Tecvîdin farz-ı kifâye oluşunda hilaf yoktur. Onunla amel etmek ise mü­kellef ve Müslüman olan her erkek ve kadına farz-ı ayındır"8.

Bizlere, her konuda olduğu gibi Kur'ân-ı Kerîm'in kıraati konusunda da en güzel örnek teşkîl eden Hz. Peygamber (S.A.V.) e tabi ' olmak düşer. Peygamberimiz her işinde ve her sözünde Al lâhu Teâlâ'nın emirlerine uy­duğu gibi Kur'ân-ı Kerîm'i okuma hususunda da Allah'ın emrine uymuştur. Kur'ân'ı tertîl üzere okumuş, Sahâbe-i Kirâm'a da aynı tarzı emir buyur­muştur.

Prof. M. Tayyip Okiç, "Hz. Peygamberin, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyuş tarzı tertîl idi. Esasen bu husustaki vahiy de öylece emretmektedir." der7.

Zeyd İbn-i Sabit (R.A.) ten gelen rivayete göre Peygamber sallâ'llâhu

aleyhi ve sel lem, ( ^ \ \ ^ ^ \ ^ \ ^ ^ \ } "Muhakkak

Allah (C.C.) Kur'ân'ı indirildiği gibi okumayı sever."8 buyurmuştur. Al lâhu Teâlâ'nın seveceği okuyuş tarzı şüphesiz "TERTÎL"dir.

Ya'lâ Ibn-i Mâıik'in ricası üzerine Hz. Peyğamber'in kıraati hakkında

Ummü Seleme şunu söylemiştir: ( lâj>-\9j>- 4^ı I j> \ "=• Onun kıraati harf harf üzeredir."

Hz. Peygamber (S.A.V.) Kur'ân-ı Kerîm'i okurken uzatmalara (medle-re) bilhassa riâyet ederdi. Enes İbn-i Mâlik, Katâde'nin bir sorusuna,

( 'X» Jo: LLA^—O " ~ ^ z - Peygamber uzatılması îcâbeden harfleri uzatırdı."

demiştir9.

Demek oluyor k i , Kur'ân-ı Kerîm'i kıraat ederken, yâni okurken, Hz. Peygamber'i örnek alacağız. O'nun riâyet ett iği TERTÎL esaslarına biz de riâyet edeceğiz.

(5) En-Neşr, c. I, s. 211-212. (6) El-Seyyid Eş-Şeyh Muhammed El-Mahmûd, Hidâyetü'l-Müstefîd fî Ahkâmi't-Tecvîd,

Kahire, s. 5. (7) Kur'ân-ı Kerîm'in Üslûb ve Kıraati, s. 21. (8) En-Neşr fi'l-Kırâati'l-Aşr, c. I, s. 208. (9) En-Neşr fi'l-Kırâati'l-Aşr, c. I, s. 208; Kur'ân-ı Kerîm'in Üslûb ve Kıraati, s. 21.

16

Bu konuda Peygamberimiz'e uymak demek, bize kadar tevâtüren ge­len Kırâat-ı Aşere dediğimiz on kıraati bilmektir. Şayet bu mümkün değilse, yazılı veya sözlü olarak yine bize kadar aktarılan tecvîd esas ve kaidelerine vâkıf olarak Kur'ân'ı okumaktır.

Kıraat ilmi, diğer konularıyla beraber tecvîd ilmini de bünyesine alarak esaslarını incelemeye çalışır.

Tecvîd ilmi ise, ancak kendisini ilgilendiren kaideleriyle bir cüz olarak kıraat ilminden ayrılabilmektedir. Bu husus şöyle de ifade edilebilir: Tecvîd ilmi, kıraat ilminin bir dalı sayılabilirse de ehemmiyetine binâen ayrı bir ilim olarak mütalâa edilmiştir.

Her Müslümânın veya hassaten her hafızın kıraat ilmi ile uğraşması, onu tahsîle çalışması mümkün olmayabilir. Fakat o ilmin bir parçası duru­munda olan tecvîdi bilmesi şarttır. Hele müezzin, imam, vaiz, müftü ve Kur'ân öğretmeni olmak niyetinde olanlar için tecvîdi öğrenmeleri (farz-ı ayn) durumundadır.

(•Xij^\ kelimesi, / j " ^ . ) fiilinden mastardır. Lûgatta; bir şeyi

güzel etmek, hoşça ve lâtîf bir şekilde yapmak demektir. Istılâhî bakımdan, mânâ i'tibâriyle birbirine yakın tarifler yapılmaktadır. Bunları şöyle sıra­layabiliriz:

"Tecvîd: Zât ve sıfat haysiyyetiyle hurûfu hecâ'nın (hece harflerinin) ahvâlinden bahseden ilmü Kur'ân'dır (Kur'ân ilmidir)"10.

Hafızlarımızın, anlaşılması kolay olması hasebiyle her zaman müracaat ettikleri Karabaş Tecvîdi'nde şu tarif yer almaktadır:

( <i^Jİ^jjfîjj\^^3İ-^İpif l^l>-(Jj£i^ *&p) J*j ) "O (tecvîd), harflere sıfatın herbirinden lâzım gelen hakkını ve müs-

tehakkını vermek ve herbir harfi aslına reddetmektir"11.

/ Çjk^.\ dan maksat harflerin lâzım sıfatlarıdır. / L ^ A _ t i o dan

maksat arızî sıfatlardır. ( < L ^ ^ ) ise harflerin mahrecini ifâde etmektedir.

Bu tarife göre tecvîdi öğrenen bir kimse tecvîdin mevzuu olan hece harflerine âit hakîkî sıfatlarını, arızî (sonradan hâsıl olan) sıfatlarını ve mahreçlerini yerli yerince veren ve tatbik eden kimse durumuna girer.

(10) Hafız Mehmet Nuri, Sualli ve Cevaplı Tecvîd, 1331, s. 3. (11) Şeyh Abdurrahmân Karabâşî, Karabaş Tecvîdi, s. 4 (kenar not).

17

• Celâlettin Karakılıç, Birgivî'nin Dürrü Yetîm adlı eserinin birinci sahi-fesinden aldığı şu tarifi eserinde zikreder:

"Tecvîd; öyle bir meleke ve öyle bir kuvvettir ki, o kuvvet ve meleke ile insan, herbir harfe lâzım olan hakkını ve müstehakkını suhuletle ver­meye kadir olur."

/ Y*^. ) dan maksat sıfât-ı lâzime; / yj^£_1^5 \

fât-ı arızadır12.

dan maksat sı-

Diğer bir tecvîd kitabında ıstılâhî olarak şu tarif yapılmaktadır: Tecvîd, mahâric-i hurûfa (harflerin mahreçlerine) dikkatle her harfin hakkını ve­rerek vasi, vâkıf, med, kasr gibi kavâid-i tilâvete (tilâvet kaidelerine) riâyet ederek Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'ı güzel okumaktır13.

Hafız Ahmed Ziyâüddin, Vesîletü'l-Gufrân / ^ \Jû&\ ^J^_jTj ) adlı

eserinde şu tarife yer verir:

"Tecvîd: Kur'ân-ı Kerîm'i güzelce okumayı bildiren ilimdir. Kur'ân-ı Kerîm'i güzelce okumak, herbir harfin çıkacak yerini bilmek ve harflerin lâyık olan sıfât-ı lâzime ve arızasını yâni tamamen hakkını vermekle olur"14.

Anlaşıldığı veçhile tecvîd ilminin tek gayesi, Kur'ân-ı Kerîm'i güzelce okuyabilmek için lâzım gelen yolu göstermektir.

Esasen Kur'ân-ı Kerîm'in tilâvetine dâir gerekli usûl ve kaideler tecvîd ilminde tafsîlâtıyla gösterilmiştir. Bu usûllere göre her harfin tam kıymeti­ni vermek (mahâricu'l-hurûf), yâni fonetik îcaplara göre her harfi doğru bir şekilde telâffuz etmek ilk plânda gelir. Sesli harfleri lüzumuna göre uzatmak (med), lâzım gelen yerlerde durmak (vakf), sesleri birbirine mezcetmek (idgâm) veya kesmek (sekte), titretmek (kalkale) ve ayırmak .(izhâr) gibi mevzuları içine alan ve bu husustaki kaidelerden bahseden tecvîd ilminin asıl maksadı, Kelâmu'llâh'ı hatasız okumayı te'mîn etmektir15.

Bu yüzden tecvîde tilâvetin süsü (hılyetü't-tilâveh), kıraatin zîneti (zînetü'l-kırâat) denilmiştir. Tecvîd; harflerin hakkını vermek, onların mer­tebelerini düzenlemek, mahrecine ve asliyetine reddetmek, yâni oturtmaktır.

(12) Tecvîd İlmi, s. 12. (13) Ei-Kavlü's-Sedîd fî İlmi't-Tecvîd, s. 22. (14) Hafız Ahmed Ziyâüddin Vesîletü'l-Gufrân, Kastamonu 1327, s. 2 (yazma). (15) Kur'ân-ı Kerîm'in Uslûb ve Kıraati, s. 23.

18

Tecvîd'in vazifesini ve ehemmiyetini düşünebilen, bunun yanında kendi mes'ûliyetini müdrik olan her hâfız-ı Kur'ân, âyetleri okurken ge­rekli kaidelerden inhiraf etmemelidir. Sesine yakışıklılık kazandırmak için lüzumundan fazla medleri uzatmamali; idgam, ihfâ, iklâb ve kalkale... gibi esasları tatbîk ederken mübalâğa etmemelidir. Kur'ân-ı Kerîm'in okunuş tarzını, sesinin seyrine değil, sesinin çıkışını ve seyrini Kur'ân'ın kırâatına uydurmalıdır. Tegannîden uzak kalmak şartiyle okuyuşta makamları uygu­lamak yerinde olur kanaatindeyim.

Tam hakkını vererek Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan ve dinleten hafızlarımız olmakla beraber; Kur'ân'ın kıraatini mahallî melodilerle karıştırarak ahengi bozan ve kıraati adetâ şarkı ve gazellere benzetenler de maalesef mevcut­tur, islâmiyyette bu türlü kırâata asla cevaz verilmez.

Kur'ân kıraatinin bu şekilde şarkı melodileriyle karıştırılması netîcesinde,

a) Kıraat esnasında sesi titretmek, ( \ı£j- ) ter'îd;

b) Sesi kaldırmak ve indirmek suretiyle med yerlerini fazlasiyle uzat-

mak veya meddin bulunmadığı yerde med yapmak, l ' u J i , tatrîb; >

c) Tabiî ve mûtad tilâvet tarzını bırakıp, sanki huşûdan ağlayacak gi-bi bir tarza geçmek, ( <lf \\ğ. * tahzîn;

d) Lüzumsuz yerde şedde yapmak, harflerin mahrecine dikkat etme­mek gibi asla tasvip görmeyen haller ortaya çıkmıştır. Bunlardan mutlaka kaçınılmalıdır17.

Kıraat ve tecvîd konusunda otorite olan İmam Cezerî, Kur'ân-ı Kerîm'in okunuş tarzını tecvîd kaidelerine bağlı kalmak şartıyla üç şekilde mütalâa edildiğini kaydeder:

1 — Tahkîk ( J^â£-) '• Bir §ev ' eksiksiz ve ziyâdesiz hakkiyle yap-

makta mübalâğa etmektir. Bir şeyin hakîkatına ermek, künhüne. vâkıf ol­mak, nihayetine erişmek demektir. Kurrâ indinde tahkîk; her harfin hakkını vermek, uzatılacak yerleri gerektiği kadar uzatmak; hareke, izhar ve gun-neleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır. Bir harfi diğerine karıştırmadan tane tane okumaktır. Buradaki mübalâğa; Kur'ân-ı Kerîm'i okurken riâyet edilmesi îcâbeden kaide ve esasların dışı­na çıkmak değildir. Sakin olan harflere hareke verircesine, gunne yapıl­ması îcâbeden nun harflerinde gunne ölçüsünü aşarak gunne yapmak de­ğildir. Buradaki mübalâğa Kur'ân-ı Kerîm'i okurken gerekli kaidelere, en son noktasına kadar dikkat etmek ve hakkını vermek demektir.

(16) En-Neşr, c. I, s. 212. (17) (Bunlar için bak.) Kur'ân-ı Kerîm'in Uslûb ve Kıraati, s. 20.

19

Cezerî, "Tahkîk; tertilden bir nevîdir. Her tertîl tahkîk demek değildir. Kıraat imamlarından imam Hamza, bir rivayete göre Verş, Kuteybe. bâzı Mısır ve ekseri Irak okuyucuları bu yolu seçmişlerdir." der.

2 — Hadr (j^ji\ ) Sür'atli okumak demektir. Tahkîk şeklinin tam

zıddıdır. Tertîlin hududunu aşmamaktır. Anlaşıldığına göre Kur'ân-ı Kerîm'i hadr usûlü ile okumak, kıraat kaidelerine asgarî hakkını vererek okumaktır. Meselâ, medd-i munfasılları (ayrı med) bir elif; medd-i muttasılları (bitişik med) iki elif uzatarak okumak. Diğer hususları da bu sür'ate münâsip kıl­mak gibi.

Bâzı hafızlarımız Kur'ân'ı başından sonuna kadar okumak istediklerin­de çoğu kere bu yolu tercîh ederler. Fakat okuyuşun sür'atinden terlîlin veya tecvîdin hududu ekseriya aşılıyor ve kıraat haysiyyeti yok oluyor. Bu durumda manevî mes'ûliyetinin derecesi ne olur siz takdir ediniz.

Hadr usûlünü, kıraat imamlarından lbn-i Kesîr, Ebû Cafer, Ebû Amr, Yâkup Kâfun, Isbahânî ve birçok Irak okuyucuları seçmişlerdir.

3 — Tedvîr (yjXİ\ ) '• Bu okuyuş tarzı da tahkîk ile hadr şekille-

rinin ortasında bir tarzdır. Her iki yöndeki mübalâğayı bırakıp orta yolu tercîh ederek okumaktır. Bu yol kıraat imamlarının ekserisinin seçtiği ve beğendiği bir yoldur. Medd-i munfasıl veya muttasılları üç yahut dört elif uzatarak okumak gibi18.

Netîce olarak diyebiliriz ki, bir kimse tam hakkını vererek Kur'ân-ı oku­mak arzu ediyorsa; ister bir üstadın ağzından dinleyerek öğrensin, ister kitabını okuyarak öğrensin, tecvîd kaidelerini bilerek ve tatbîk ederek okusun.

Şunu üzülerek i'tiraf edelim ki, bugün Müslümanların Kur'ân'ı okuya­bilenlerinin yüzde doksanı tecvîdi bilmezler. Taklîdî olarak da düzgün oku­ma imkânına sahip değildirler. Bu durumda Müslüman, Kitabını okumasın mı? Elbette okusun. Fakat yaptığı ve yapması muhtemel hatâlarının affı için de Cenâb-ı Allah'a duâ ve niyazda bulunsun.

(18) (Bütün bunlar için bak.) En-Neşr, c. I, s. 205-207.

20

HADÎS-Î ŞERİFLERE GÖRE MÜ'MİN II —

Osman KESKİOĞLU Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

(88-89 uncu sayıdan devam)

• ı ' •?.•"/. l£o'% S e , ' >; O ^ 0*& AJ J.JL-* O ^ dXxb 4^_^u L » j > : *jUUAtf.£*

T e r c e m e s i :

Abdul lah b. Ömer (R.A.) Hazretlerinin rivayet ettiği bu Hadîs-i Şerîfte Peygamber Efendimiz buyuruyorlar k i :

"Mü'min sırf menfaattir, her yandan faydalıdır: Onunla beraber yü­rürsen sana faydalı olur, ona danışsan sana fayda verir. Onunla ortaklık yapsan sana faydası dokunur; onun her işi faydadır."

Resûl-i Ekrem, mü'mini işte böyle tarif ediyorlar. Mü'mir i dâima fayda­lıdır; herkese yararlı olmaya çalışır, çevresindekilere faydası dokunur. Yol­culuk yapsan sana iyi bir yol arkadaşı olur. Yolda kılavuzluk eder, emin yolu gösterir. Bir şeye ihtiyâcın olursa, hemen yardıma koşar. Ona bir şey danışsan sana iyi olanı söyler, güzel öğüt verir. Seni şaşırtmaz, kötülüğe sürüklemez, çıkmaza sokmaz, çamura atıp seyre bakmaz. Aklının erdiği ka­dar iyi olanı gösterir. Müşavereden maksat zâten budur. Danışmak, her bakıma faydalıdır. Danışan dağları aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış, derler. Ortaklığa gelince: Mü'min emindir, ortağına asla hıyanet etmez, hîle yapıp aldatmaz, dalavere yoluna sapmaz, ortağına faydalı olur. işte mü'minin hâli budur. Cemiyyette birbirinin kuyusunu kazanlar, ortağını batırmağa bakanlar, birbir inin aleyhinde çalışanlar bu Hadîs-i Şerifi oku­sunlar da kendilerinin durumunu anlasınlar. Bir şâirimizin dediği g ib i :

"Âdem olanın hayr olur âdemlere kasdı. İnsanlığa insanda budur işte delâlet."

21

9 - ^h^JSŞ:,^&İ^Çir^;^;^^ T e r c e m e s i : Hazret-i Câbir'in rivayet ettiği bu Hadîs-i Şerifte Peygamberimiz şöyle

buyuruyorlar: -"Mü'min ülfet eder, iyi geçinir. Başkasiyle ülfet etmeyen, geçimsiz

olan kimsede hayır yoktur, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır."

Mü'minin vasıflarından biri de iyi huylu, uysal olmaktır, iyi geçinmek, güzel ahlâkla olur. Geçimsiz ve huysuz kimselerden hayır gelmez ve bek­lenmez. O gibilerden herkes nefret eder. Çünkü onların îmânı zayıftır, îmanları kuvvetli olsa, ahlâkları güzel olurdu. Güzel ahlâkın îcâbına uyar­lardı, insanlarla güzel geçinirlerdi, Hazret-i Peygamber'i kendilerine örnek tutarlardı. Muaşeret âdabına göre hareket ederler, beşerî münâsebet kai­delerine riâyet eylerlerdi. İnsanlara güleryüz gösterirler, tatlı söz söylerler, geçimli ve sevimli olurlardı. Yanlış bir davranışta bulununca özür dilerler, gönül alırlar, fazîlet sahibi olurlardı. İşte cemiyeti bu ruh ayakta tutar. Millet bu gibi hayırlı kişiler sayesinde mutlu olur. Yoksa huysuz, geçimsiz kişiler içinde yaşamak azaptır. Bu gibilerin şerrinden Allah korusun.

10- * İ^J^> T e r c e m e s i : Enes b. Mâlik (R.A.) ten rivayet olunan bu Hadîs-i Şerîfte Hazret-i

Peygamber buyuruyorlar ki: "Mü'min çok akıllı, zekî ve ihtiyatlı olur."

Burada sayılan vasıflar ne güzeldir, bunlar mü'mine ne kadar iyi ya­raşan şeylerdir. Mü'min akıllıdır. Her işte akıllı davranır. Bir şeyin gereğini düşünür, öyle yapar. Her şeyi ölçülüdür. Dünyâsı için âhiretini, âhireti için dünyâsını yıkıp harâb etmez. Aklının ışığı, îmânının nuru onu aydınlatır. Akıllıca hareket eder, ihtiyatlı davranır. Korunmasını bilir. Aptalca iş tut­maz, deli-dolu hareket etmez. Gaflete düşmez, gafil avlanmaz, faka bas­maz, tuzağa düşmez, gaf yapmaz. Söyleyeceğini, yapacağını bilir. Hakî-mâne davranır, temkinli, ihtiyatlı hareketi elden bırakmaz.

•11-_ -S^l^^^o^^M^

22

T e r c e m e s i : Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayet olunan bu Hadîs-i Şerifte

Resûl-i Ekrem (S.A.S.) buyuruyorlar ki: "İnsanların araşma karışıp onların ezasına katlanan mü'min, insanların

arasına katılmayıp onların verdikleri eziyyete katlanmayan mü'minden da­ha hayırlıdır."

İnsan medenî tabiatlı bir varlıktır. Toplu halde, insanlarla bir arada yaşamak zorundadır. Bir köşeye çekilip insanlardan uzak dağ başında tek başına yaşayamaz, yaşasa da rahat edemez. Bu cemiyyette doğmuş bir ferd olarak, hayâtın içine gireceksin, çeşitli insanlarla karşılaşacaksın, hayâtın potasında eriyeceksin, dünyâda pişeceksin, işte o zaman olgunlaşmış olur­sun. İmtihanı kazanıp ahlâkın yükselir. İrâden çelikleşir. İnsanlardan kaça­rak tek başına, kendi için yaşamak olamaz. İslâm'da ruhbanlık yoktur. İn­sanların içine girerek onların sevinçleriyle sevinmek, elemlerinden acı duy­mak lâzımdır. Hayat ve insanlık budur. Kendi kabuğuna çekilip yalnız ken­di için yaşama, hayat bu değildir.

12 - 4w^w iUf£v^>£-^> T e r c e m e s i : Câbir (R.A.) Hazretlerinin Peygamber Efendimiz'den rivayet ettiği bu

Hadîs-i Şerîfte buyuruluyor ki : "Mü'min, mü'minin kardeşidir, hiçbir halde ona nasihati bırakmaz,

her hususta onun hayrına çalışır." Mü'minlerin, birbirinin kardeşi oldukları şüphesizdir. Öyleyse birbirle­

rine kardeş muamelesi yapmaları gerekir. Nasîhat, iyiliğini istemek, hayrı­na çalışmak demektir. Doğruyu göstermek, irşâd etmek suretiyle bu yapıl­mış olur. Bunu yaparken dikkat edilecek bir husus vardır ki, o da gönlünü kırmadan, incitmeden yapmaktır. Mü'minler arasındaki kardeşliğin en bü­yük örneğini Hazret-i Peygamber, Mekke'den Medîne'ye hicrette vermiş­lerdir. Medîne'li yerlilerle Mekke'den gelen Muhacirler arasında gayet sa-mîmî bir kardeşlik kurmuştur. Müslümanlar bundan ibret ve ders almalıdırlar.

T e r c e m e s i : Ebû Hüreyre (R.A.) Hazretlerinin rivayet ettiği bu Hadîs-i Şerîfte Pey­

gamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar: "Kâmil mü'min, Allah katında bâzı meleklerden daha şereflidir." Meleklerde kötülük arzusu yoktur, insanda ise hayır ve şer meyilleri

birbiriyle çarpışma halindedir. Şeytan, nefs-i emmâre, onu azdırmak için

23

çalışmaktadır. îmânın kuvvetiyle bunları yenip, nefsine hâkim olarak şer kuvvetini yere seren mü'min kişi, Al lah nezdinde yüksek mertebelere yük­selir. İnsanlık hâli, yanılarak işlediği hatâlardan tevbe edince, Al lah bunları affeder. Hasan-ı Basrî; mü'min eğer hiç günah işlemeseydi melekût âle­minde uçardı, diyor*. Mü'min her hâlinde Allah'ına dayanır ve güvenir. Zik­r i , f ikr i Allah'tır. Bu yolda devam ede ede vilâyet mertebesine ulaşır, er­mişlerden olur. İnsanın mevkii pek yüksektir. Bilhassa tasavvufta bu çok işlenmiştir, insana Âlem-i Asgar denilmiştir. Hazret-i A l i (Kerremallâhu veç-

hehu) şöyle demiştir: ^ U U > ^

"Sen kendini küçücük bir cisim mi sanırsın? Halbuki sende büyük bir âlem toplanmış, durulmuştur."

İnsanın bu değeri Allah'ına kul luk etmesinden gelir.

"föK^&°'&%1j\ " A l l a h k a t m d a e n § e r e f l i olanınız, en

müttakî olanınızdır." (Hücûrât: 13). İnsan, İlâhî emânetleri üzerine almıştır. Ve bu sayede yüksek merte-

be kazanmıştır: 'Ji\~£<£İ'f&i

"Biz âdem-oğullarını mükerrem kıldık." Şeyh Galib, meşhur Terci-i Bend'inde bu hususu şöyle ifâde eder:

"Âdeme muttasıl ol, tâ ki cüda olmayasın, Secdeler eyle ki, merdûd-i Huda olmayasın. Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen."

insanın bu kadr ü kıymeti, şeref ve mertebesi, Hâlık'ına kul luğunu îfâ etmesinden doğar. Öyleyse insan bu gerçeği düşünüp Ulu Yaradan'a kul ­luğunda kusur etmemeli. Aksi halde, hayvanlık derekesine iner. Öyleyse davranışlarını buna göre ayarlaması gereklidir, islâm şâiri merhum Aki f , bu gerçeği (İnsan) başlıklı şi'rinde gayet canlı bir şekilde ifâde eder. Sö­zümüzü oradan birkaç beytle bi t i rel im:

"Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazharsın, Tekâlifin emânet-gâhısın, bir başka cevhersin. Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet. Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet: Nasıl olmak gerektir şimdi ef'âlin ki, hem-pâyen Behâyim olmasın, kadrin melâikten muazzezken."

(*) Abdurraüf Münâvî, Feyzu'l-Kadîr Şerhu'l-Câmii's-Sağîr, c. VI, s. 256.

24

D

K U R B A N Lûtfi ŞENTÜRK

Ankara Merkez Vaizi

înî vecîbelerimizden birisi de kurban kesmektir. Allâhu Teâlâ'nın rızâ­sını-tahsîl etmek maksadiyle kesilen kurban, sahibini Allah'a yaklaştırır

ve büyük mükâfatlara mazhar kılar. Kurban, lügat ma'nâsı i'tibâriyle, kurban günlerinde kesilen hayvanın

adıdır. Şer'î ma'nâsı i'tibâriyle kurban, ibâdet niyyetiyle husûsî vakitte hu­sûsî hayvanı kesmekten ibarettir1.

Kurban, Hicret'in ikinci senesinde meşru' kılınmıştır. Meşruiyeti Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de;

** ° ** ' ' ^/ "Rabbın için namaz kıl ve kurban kes."2 buyurul-

muştur. Enes (R.A.) da şöyle demiştir:

"Nebî (S.A.V.) boynuzlu iki güzel koçu kurban etti. Bunları

'Sc-^^y^ ^ \ "^ diyerek ve ayağını boyunlarına koyarak kendi eliyle

kesti"3. Ayrıca Müslümanlar da kurbanın meşruiyeti hakkında ittifak etmiş­lerdir.

Kurban vaciptir. Nitekim Peygamber (S.A.V.) Efendimiz;

^%^\jjiy&g?*>}Xx** «yü^û* "Kim ki, kurban kesmeye

mâlî kudreti müsait olur da kurban kesmezse, o kimse namazgahımıza sa­kın yaklaşmasın."4 buyurmuştur.

Hadîs-i şerîfteki, "Namazgahımıza sakın yaklaşmasın." veîdi, ancak va­cip olan bir ibâdetin terkine terettüb eder. imam Ebû Yûsuf'a göre —ki bu

(1) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1294, cüz 5, s. 304. (2) Kevser Sûresi, Âyet: 2. (3) Sahîh-i Müslim, 1313, cüz: 5, s. 77. (4) Sünen-i İbn-i Mâce, Mısır 1313, cüz: 2, s. 141.

25

aynı zamanda İmam Şafiî ile İmam Ahmed' in de kavl idir— kurban, sünnet-i müekkededir5.

Kurban Kimlere Vaciptir? Kurban müslim, hür, mukim ve zengin olan kimseye vaciptir. Kurba­

nın vücûbu için, İmam A'zam ile İmam Ebû Yûsuf'a göre, akıl ve bulûğ şart değildir. Zengin olan çocuğun malından babası veya vasîsinin kurban kesmesi lâzım gelir6. Kurbanın borç olması için şart olan zenginlik, sadaka-i f ı tr in vâcib olması için şart olan zenginliktir, yâni sadaka-i fıtır kendisine borç olan kimseye kurban da vaciptir.

Kurban Edilecek Hayvanlar: Kurban yalnız, koyun ve keçi ile deve ve sığır hayvanlarından kesilir.

Mandalar da sığır cinsinden sayılır. Koyun ile keçi bir, sığır ile manda ik i , deve ise en az beş yaşını bitirmiş olmalıdır. Sekiz aylık olduğu halde birer yaşında imiş gib i gösterişli olan koyunlar da kurban edilir.

Koyun ile keçi yalnız bir kişi için kurban edilir. Deve ve sığırı ise yedi kişi kurban edebilir. Ancak ortaklardan hepsi Al lah rızâsı için kurbana niyyet etmiş olmalıdır. Ortaklardan biri gayr-i müslim olur veya birisi et maksadiyle iştirak ederse, hiçbirinin kurbanı sahîh olmaz7.

Kurbana Mâni' Olan ve Olmayan Haller: Kurban edilecek hayvanın ayıplardan salim olması lâzımdır. Bâzı ayıp­

lar vardır k i , bunlardan biri kendisinde bulunan hayvanları kurban etmek caiz olmaz. İki gözü veya bir gözü kör olan, kemikleri içinde il iği kalmamış derecede zayıf veya aksak, ayağını yere basıp kesileceği yere kadar gide­meyecek halde topal veya aşikâre hasta olan, göz nurunun veya kulağının veya da kuyruğunun ekserîsi gitmiş olan, dişleri dökülmüş olan, kulaksız doğan, memelerinin başları kurumuş veya kesilmiş olan hayvanlar kurban olmaz8. Pislik yiyen hayvanı hapsetmeden kurban etmek de caiz değildir. Deve 40, sığır 20, koyun ise 10 gün hapsedilir9.

Bâzı ayıplar da vardır k i , bunların kurbanlık hayvanda bulunması za­rar vermez. Bunlar da hilkaten boynuzsuz veya boynuzunun biraz kırık o l ­ması, kulaklarının delinmiş veya enine yarılmış bulunması veya küçük ku­laklı olması gibi ayıplardır. Deli hayvanı da kurban etmek caizdir10.

Hayvan satın alındıktan sonra kurban olmasına mâni bir ayıpla ayıp­lanırsa, zengin ise yerine başkasını satın alır; fakir ise onu kesmekle iktifa

(5) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, istanbul 1294, cüz: 5, s. 305; Mecmâu'l-Enhur, İstanbul 1300, cild: 2, s. 497.

(6) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, cüz: 5, s. 309; Fetâvâ-yi Hindiye, Mısır 1310, cüz: 5, s. 292.

(7) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1294, cüz: 5, s. 319. (8) Aynı eser, s. 315-319; Fetâvâ-yi Hindiye, Mısır 1310, cüz: 5, s. 297-298. (9) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, cüz: 5, s. 317. (10) Fetâvâ-yi Hindiye, cüz: 5, s. 298; Mecmâu'l-Enhür, cüz: 2, s. 500.

26

eder. Şayet satın alındıktan sonra ölürse; zengin, yerine başka kurbanlık satın alır; fakir ise almaz11. Kurbanlık hayvan kaybolur veya çalınır da ye­rine başka bir hayvan satın alındıktan sonra bulunur veya ele geçerse, zengin yalnız birini; fakir ise her ikisini kurban etmesi îcâbeder12.

Kurbanın Kesilecek Vakti: Kurbanın kesilecek zamanı Kurban Bayramının birinci, ikinci ve üçün­

cü günleridir. Efdâl olan ilk gününde kesmektir. İlk vakti, bayram namazın­dan sonra olup, son vakti üçüncü günün güneş batmasından öncesine ka­dardır. Gece kesmek sahîh ise de tenzîhen mekruhtur13.

Kurbanlık hayvanı kurban günlerinden evvel hapsedip beslemek, ger­danlık takmak, çullamak, kurban edilecek yere ta'zîm ile götürmek, kestik­ten sonra boynundaki gerdanlığı, üzerindeki çulu fukaraya sadaka olarak vermek müstehabdır. Hayvanı kurban etmeden evvel yününü kırkmak, sağarak südünden istifade etmek mekruhtur. Şayet sağar ve yününü kır­karsa bunları tasadduk eder14.

Kurbanlar, kıbleye karşı yatırılır, .£=*»»-A^aJi^ ^ diye kesilir.

Kesebiliyorsa bizzat kendisi, beceremiyorsa münâsib bir Müslümana kestirir ve kendisi de başında hazır bulunur ve;

^â^Sl J^L^\^^s3\?^JÛfS5wSv3!A^^ âyet"' kerîmesini

okur. Kasap ücreti kurbandan verilmez15. Kurbanın Eti ve Derisi: Kurban kesen Müslüman kurbanının etinden yer ve başkasına da ye-

dirir, bu müstehabdır. Efdâl olan, kurban etini üçe bölerek, bir bölüğünü fakirlere* sadaka, bir bölüğünü akraba ve dostlarına hediye eder, bir bölü­ğünü de çoluk çocuğu ile beraber yer. Hepsini sadaka olarak dağıtması ve­ya hepsini çoluk çocuğu ile yemek üzere alıkoyması da caizdir16. Hattâ orta halli olup da çoluk çocuğu kalabalık olan kimsenin kestiği kurbanın eti­ni onların yemesi için alıkoyması menduptur17.

Kurbanın postunu fakirlere, hayır derneklerine verebileceği gibi, sec­cade veya sofra olarak da evde kullanabilir. Fakat efdâl olan tasadduk et­mektir. Kurbanın eti ve diğer eczası gibi derisini de satıp intifa' etmek caiz değildir. Şayet satarsa parasını tasadduk eder18.

(11) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1294, cüz: 5, s. 318. (12) Aynı eser, s. 318. (13) Aynı eser, s. 310-311. (14) Aynı eser, s. 321. (15) Aynı eser, s. 321. (16) Fetâvâ-yi Hindiye, cüz: 5, s. 310. (17) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, cüz: 5, s. 320. (18) Aynı eser, s. 321.

27

DİNİMİZCE ETLERİ YENMEYEN HAYVANLAR

Hazırlayan: Mehmet ÇİFTÇİ Finike Müftüsü

Hayâtımız ve sıhhatimizin emniyyeti ve Müslümanlık yönünden madde­ten ve manen Islâmiyyet'in dışında kalan milletlere benzememekliğimiz

ve onların mâruz kaldıkları tehlike ve sıkıntılara bizim de mâruz kalma-maklığımız için, Allâhu Teâlâ yarattığı mahlûklarından bâzılarının etlerinin yenmesini, şer'î bir hikmetin îcâbı olarak kullarına haram kılmış, bunların dışında kalan hayvanların yenmesini ve avlanmasını da helâl ve mubah kılmıştır. Burada sâdece yenmeleri dînen haram olan hayvanlardan söz edilecektir.

Bir âyet-i kerîmede bu hususta meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Size şunlar haram kılındı: Ölü, kan, domuz eti, Allah'dan başkasının

nâmına boğazlanan, bir de boğulmuş, yahut vurulmuş, yahut yuvarlanmış, yahut susulmuş, yahut canavar yırtmış olup da canı üzerinde iken kesme­dikleriniz ve dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve zarlara kısmet paylaş­manız, hep bunlar birer yoldan çıkıştır"'.

Bu sıralanmaya göre:

1 — ( 4.Üİİ3 SCdc C-^o"p~ •) ^ * ' " : > l 'a n ' kesilmeksizin ölen hayvan

yenmez.

2 — ^ s*"^? ) Kan: Yâni akıtılmış kan da yenmez. Ancak damarlar­

da, ciğer, böbrek ve dalaktaki kalan kan temizdir. Tabiî bu hüküm, usûlüne

uygun olarak kesilen hayvanlara göredir. Kendi kendine ölen bir hayvanın

eti de, vücûdundan akan ve akmayan kanı da tamamen pis ve haramdır.

3 — / ^ } £ \ J'}) Domuz eti: Domuzun kendisi aynen pistir. Zîrâ

,-tf O « ut S

bir âyette ( ^ j - o - j a j l â ) "Çünkü o pistir." buyurulmuştur. Domuzun ken­disi mutlak surette pis olduğu için eti de pistir, kesmek veya herhangi, bir suretle temizlenmez. Ancak dikiş için ipl ik yerine kullanılmada zaruret gö­rülen yerlerde domuzun sâdece kılından faydalanılır. Necâset-i ayn olduğu için başka hiçbir şeyini kullanmak caiz değildir2.

(1) Mâide Sûresi, Âyet: 3. (2) Din İşleri Yüksek Kurul unun 29.6.1967 tarih ve 651 sayılı kararı.

28

Domuz etinin yenmesinin dînimizce kesin olarak haram kılınmasının manevî olduğu kadar maddeten ve tıbben de birçok sebeplerinin bulun­duğunu artık bilmeyen yoktur. Ezcümle, domuz etinde trişinoz hastalığı vardır. Bu hastalık öldürücü ve sakatlık bırakıcı salgın bir hastalıktır. Hâlen bu hastalığın tedâvîsi mümkün değildir.

Domuz etlerinde küçük kireçli kesecikler "kisf'ler içerisinde gözle far-kedilemeyen "Trichinella spiralis" denen kurtçuklar vardır. Her çeşit do­muz etinden mamul sucuk, salam ve sosisler yenince mide suyunda kese­cikler erir ve serbest kalan kurtçuklar "Duodenum ve barsak" zarlarına gi­rerler, çabucak üreyip kan ve lenf damarları içinde bütün vücûda dağılır­lar, dolayısiyle bununla ilgili muhtelif ağrı ve sancılar zuhura gelir.

Trişinler vâsıtasiyle meydana gelen trişinoz hastalığı: "Dünyânın he­men her yerinde vardır. Yalnız Müslümanlık gibi domuz etinin yenmesini yasak eden dinlere bağlı insanlarda bulunmaz. Hastalık insana domuz etinden ya da çok nâdir olarak yenen fare, kedi, köpek, tilki, ayı etlerin­den geçer. Trişin hastalığı çeşitli bozukluklara yol açar. Beyin iltihabı, sür­gün, kansızlık, ateş, kalb bozuklukları, kurdeşen, göz kapakları şişmesi, bulantı, kusma, kaslarda ağrılar, hareket zorluğu, kaburga kasları tutuk­luğu, dolayısiyle solunum güçlüğü, ense sertliği, çene kaslarında gerilme, bronşit, zâtürrie, zâtülcenp, kalb zarı iltihapları, idrarda kanama, sar'a nö­betleri, uykusuzluk bunların başlıcalarıdır. Çok defa hasta bu bozukluk­lar yüzünden ölür. Hastalığın yıllarca sürdüğü de olur"3.

Ayrıca bir de domuz vebası denen bir hastalık daha vardır ki, bu da keza domuzlara dokunmak ve etlerinden yemekle geçer.

Bütün bu gerçekler karşısında sözde medenî geçinip, hâlâ domuz eti­nin yenmesi için.çâreler arayan ve teşvikte bulunan zavallılara bilmem ne demeli.

4 — («)o *O i^_ joA*^U 9 ) Kesilirken üstüne Ailah'dan başkasının is­

mi çekilendir. Bu bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da manevî ve hukukî

haysiyyetle murdar ve haramdır4.

5 — / ; â j ^ y . \ « \ oğulan: Yâni gerek takıldığı iple, gerek başka

bir kemend ile, gerek el ve gerek ağaç ve taş arasına sıkışarak, netîce ola­rak herhangi bir suretle nefesi tıkanarak boğulup ölen.

(3) Hayat Ansiklopedisi, c. 6, s. 3049. (4) Hak Dîni Kur'ân Dili Tefsiri, c. 2, s. 1557.

29

6 — , " j ^ l l ^ *) Vurulmuş: Yâni yakından veya uzaktan herhangi

bir darbe ile vurulup ölmüş olan.

7 — / â j " i J o . ^ ) Yüksekten aşağı veya bir kuyuya, bir suya düşe-

rek parçalanan, yahut boğulan. —Yâni susulmuş ve süsmüş olan.—

8 — C 4 ^ * " ^ 3 ) Tosuşan, at veya diğer bir hayvan çiftesiyle ölen.

,U< 9 — c ' i & v ^ v ı &LLi\J£»\ı^) Vah5? ve y , r t ıa bir hayvan ta_

rafından telef edilen. Bu sayılan beş hayvanın beşi de kesilmekle kanları akıtılmamış olduğundan tamamen ölü hükmünde olup, haramdırlar. Ancak henüz canları çıkmadan yetişip kesmek suretiyle hayatlarına son verilenler haram değildir.

Binâenaleyh debelenirken henüz gözünü kırpar veya kuyruğunu oy­natır veya bacağını depretirken bile yetişilip kesilebilenler helâl olur.

Kesme sırasında ölü veya diri olduğu bilinemeyen ve kanı akmayan hayvanın ağzını, yahut gözünü açması ve ayağını uzatması ve tüylerinin yatışması ölüm alâmetidir, yenmesi helâl olmaz. Ağız ve göz yumması ve ayağını çekmesi ve tüylerinin dikilmesi hayat alâmetidir, yenmesi helâl olur5.

Kesilme ameliyyesinin şer'an tahakkuk edebilmesi için de: a) Kesilen hayvanın boyun dibinden, yâni gerdandan çene altına

kadar olan yerden kesilmesi, b) Kesilmesi vacip olan nefes borusu, yemek borusu ve şahdamarları

tâbir olunan iki damarın kesilmesi, c) Hayvanı zahmetsizce kesebilecek keskin bir âletin bulunması, d) Kesenin Müslüman veya ehl-i Kitâb olması; müslim ise ihramda

bulunmaması. Bir âyet-i celîlede;

c ... J'Jly^\l^5 'f& J ^ £ ^ J W > > j \ lj% 'fS&T* ) "Kendileri­

ne kitab verilenlerin taamları —yâni kestikleri ve avladıkları— size helâldir.

Sizin taamlarınız da onlara helâldir."6 buyurulmaktadır. Buna göre ehl-i Kitabın zâhir-i hâle göre kestikleri ve zahirî olarak

Müslüman olduklarını iddia eden kimse, gerek ehl-i Sünnet olsun ve ge-

(5) Nîmetü'l-islâm, II. Kısım, s. 83. (6) Mâide Sûresi, Âyet: 4.

30

rek olmasın islâm'ın çerçevesi dahilindeki fırkalardan olduktan sonra kes­tikleri yenir7.

e) Besmele-i şerîfe çekilmesi: Bir âyet-i celîlede besmelesiz kesilen bir hayvanın yenmesinin helâl olmayacağı şu şekilde beyan buyurulmaktadır:

( jJLjâ ̂ \J^Şc Ji \JJ,\fZ'JÜr\ İ L ^ ; ) "üzerine Allâh'" in adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır"8.

O halde kasden Besmelenin terkedilmemesi lâzımdır.

Şurası unutulmamalıdır k i kesmek veya Besmele çekmekle pis olan hayvan temiz ve helâl olmuş olmaz. Ancak temiz olan hayvan pis ve ha­ram olmaktan kurtarılır.

10 — ( t ^ w ^ *£ -f-y^S ) Dikili taşlar ve putlar üzerine kesilenler de

helâl değildir.

11 — (S^'&rİ 'SİS \j*~^-5>û\'s) Zarlarla k,smet talep etmek' bahse girişmek ve kur'a çekmek neticesi kesilen hayvan, kumar vâsıtası ol­duğu için haramdır.

12 — Kara hayvanlarından olan ehlî at, ester, eşek yenilmediği gibi ehlî olan veya olmayanlardan kedi, köpek, kurt, çakal, şahin, doğan, çay­lak, papağan gibi yırtıcı ve etle geçinen vahşî hayvanlar ve yırtıcı kuşlar, leylek, akbaba, kartal ve karga gibi leş ve pislik yiyen kuşlar dahi yenilmez.

13 — Fare, köstebek, kirpi, gelincik, kertenkele, yılan, kurbağa, kap­lumbağa, salyangoz, solucan gibi hayvanların sınıfına giren bütün kurtlar ve böcekler, haşerelerden sinek, arı ve kelebek ve şâir haşerat dahi yenil­mez. Özet olarak denebilir ki, kara hayvanının helâl olarak avlanmasında haşerat nev'inden olmaması gerekir. Çekirge müstesna, bunun yenmesine dînen cevaz vardır.

14 — Su hayvanlarında, balık cinsinden olmayan midye, istiridye, yen­geç, teke, İstakoz ve bunlara benzer hayvanların yenmesi haramdır. Su hayvanlarının avlanarak yenmesi için balık cinsinden olması şarttır9. Çünkü balık cinsinden olmayan bu hayvanların "Deniz pisliklerinden hâsıl olma-

(Devamı sayfa 42'de)

(7) Hak Dîni Kur'ân Dili Tefsiri, c. 2, s. 1579. (8 ) ; En'âm Sûresi, Âyet: 121. (9) Nîmetü'l-İslâm, II. Kısım, s. 75.

31

SBB /

K U R B A N B A Y R A M I

İsmail COŞAR Ankara Maltepe Camii İmam-Hatîbi

1%/f uhterem Müslümanlar! J -"- Allah'a binlerce hamd-ü senalar olsun ki, sıhhat ve afiyetle bir bayram gününe daha erişmiş bulunuyoruz. Büyük ma'nevî hazlar içerisinde bu mü­barek bayram gününe yetişmemiz, bizler için büyük, hem de çok büyük bir ni'mettir. Bu ni'mete erişen biz mü'minlerin üzerine bu vesîle ile üç şey vacip olmuştur.

Bunlardan birincisi; arefe günü sabahından başlayarak, bayramın dör­düncü günü ikindi namazına kadar, farz namazlarından sonra yirmiüç va­kitte getireceğimiz Teşrîk Tekbirleri; ikincisi, biraz önce edâ etmiş oldu­ğumuz bayram namazı; üçüncüsü de, kurban kesmektir. Son iki vecîbeyi hutbemizin başında okumuş olduğumuz Sûre-i Celîlenin ikinci âyetinde

Cenâb-ı Hak, bizlere şöyle bildiriyor: 0 _ J jL^\ ݱ(^£*\Z\

"O halde Rabbın için namaz kıl, kurban kes..."

Kurban bayramı münâsebetiyle yerine getirdiğimiz bu üç ibâdetin ikisi bedenen yapmış olduğumuz ibâdet; birisi de, mâlen yapmış olduğumuz ibâdettir, ister zengin olsun ister fakir, herkes, arefe günü sabahından baş-

32

layarak yirmiüç vakitte Teşrik Tekbirlerini getireceği g ib i , bayram nama­zını da kılar*. Fakat, kurban kesmeye gelince; bu mâlî bir ibâdettir. Bu ve­cîbeyi dîn in tarif ettiği ölçüler dâhilinde zengin sayılanlar yerine getirir­ler. Dînimiz, fakir ve yoksulları kurban kesmekten muaf tutarken, zengin oldukları halde kurban kesmeyenler hakkında acı haberler vermiştir. Mese­lâ bu hususta Yüce Peygamberimiz Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Hâli vakti yerinde olduğu halde kurban kesmeyenler bizim meclisi­mize gelmesin."

Üzerine kurban kesmek vacip olan muhterem Müslüman! Kurban kes­mekten sakın kaçınma. Üzerine vacip olan kurbanını mutlaka kes. Hiçbir şey seni Allah için kurban kesmekten alıkoymasın. Allah için oğlu ismail'i kurban kesmekten çekinmeyen Hazret-i İbrahim'i düşün. Keseceğin kur­banın sıhhatli olmasına dikkat et. Ehli olmayan kişilere kestirme kurbanını. Kurbanın kesilirken başında bulun. Zîrâ Resûlullah (S.A.S.) in Hazret-i Âişe Validemize; "Yâ Âişe! Kurbanın kesilirken kurbanının başında bulun. Kur­banının kanı toprağa döküldüğü an, senden senin günahların da dökülür." buyurduğunu hatırla. Kestiğin kurbanın etini üçe ayır. Bir parçasını akraba ve dostlarına, bir kısmını fakir-fukarâya, bir kısmını, da evine bırak. Deri ve bağırsaklarını fakir lere, talebelere, dînî ölçüler içerisinde faaliyet göste­ren cemiyetlere ver. Kurban derileri şuraya verilir, diye bir te'sir altında kalma. Kesmiş olduğun kurbanın her şeyi mîzânına konacağından, kurba­nın sakatatını sakın dışarıda bırakma. Kurban kesmek için daha önceden açmış olduğun çukura göm.

Aziz mü'minler! Gerek bedenî ve gerekse mâlî olarak yerine getirilen ibâdetlerimizde nâ-mütenâhî hikmetler mevcut olduğu g ib i , bu hafta içe­risinde yerine getirmiş o lduğumuz,bu üç vecîbenin de maddî ve ma'nevî faydaları vardır. Meselâ; y i rmi üç .vakitte ve şu mübarek bayram sabahın­da, milyonlarca Müslümanın hep bir ağızdan,

diyerek, kalblerine yerleştirmiş oldukları îmanlarını hep bir ağızdan dil le­riyle ikrar, kalbleriyle fasdîk ediyorlar. Bu ilâhî Tekbîr sesleri îman sahih­lerini harbde zafere ulaştıran kuvvet, sulh zamanlarında da, gerçek mü'min-leri birbir ine kenetlenmiş (yekpare ve .müstahkem) bir bina gibi birbirle­rine kenetleyen kudrettir.

inanan kişilerin, şu mübarek .bayramın seherinde camileri doldurma­larının, makam-mevki, zengin-fakir gözetmeden aynı safta namaz kılmala­rının, hep birden ellerini açıp, boyunlarını büküp Yaradan'ımızdan mağfi-

(Devamı sayfa 59'da)

(*) Bayram namazı, • Cum'a namazının şartlarına sâhib olanlara vaciptir.

33

o islam lavım ı̂ u

PEYGAMBERİMİZİN SAHÂBİLERİNİ YETİŞTİRMESİ

— II —

(88-89. sayıdan devam)

DEMİR HAFIZLAR Ubey b. Kâ'b, Kur'ân-ı Kerîm'i, sekiz

• gecede, Temîm Dârî, yedi gecede hatm ederdi.

Temîm Dârî'nin bir gecede üç rekâtta ve hattâ bir rekâtta hatm ettiği de olurdu.

Muhammed b. Şîrîn, Hz. Osman'ın Kur'ân-ı Kerîm'i, gece namazının bir rekâ­tında hatm etmeyi âdet edindiğini ve şe-hid edildiği geceyi de böyle, bir rekâtta hatm etmek suretiyle ihya eylemiş oldu­ğunu bildirir.

Abdullah b. Selâm, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup bitirdiğini haber verdiği zaman, Peygamberimiz ona, "Bunu, her gece, böy­lece oku!" buyurmuştur.

YETİŞEN KIRAAT ÜSTADLARINDAN BAŞLICALARI

Ashâb-ı Kirâm'dan bâzıları, Kur'ân-ı Kerîm kırâatında üstad ve mütehassıs idi­ler.

< Bunu, Peygamberimiz bir Hadîslerinde şöyle açıklamışlardır:

"Kur'ân'ı, dört kişiden: 1 — İbn-i Mes'ûd'dan, 2 — Übeyy b. Kâ'b'dan, 3 — Muâz b. Cebel'den, 4 — Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe'den ahz ve telâkki ediniz!"

Hz. Ömer; "Kur'ân'ı, en iyi okuyanı-, nız, Übeyy b. Kâ'b'dır!" derdi.

KUR'ÂN-I KERÎM'İ ÇOK GÜZEL VE TE'SİRLİ OKUYANLAR

Ashâb-ı Kirâm'dan Berâ' b. Âzib der ki: "Yatsı namazında Peygamber aleyhisse-

M. Âsim KOKSAL

lâm'ı, Tîn Sûresini okurken, dinlemiştim. Sesi ve okuyuşu, Ondan daha güzel olan bir kimse dinlemiş değil im!"

Ashâb-ı Kiram arasında da sesleri çok güzel ve okuyuşları te'sirli olanlar vardı.

1. Hz. Ebû Bekir, 2. İbn-i Mes'ûd, 3. Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe, 4. Ukbe b. Âmir, 5. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, 6. Üseyd b. Hudayr...

bunlar arasında idi.

HZ. EBÛ BEKİR'İN OKUYUŞU Hz. Ebû Bekir, çok yufka yürekli idi.

Mekke'de Cümah oğullarının evleri yanın­da mescid edindiği yerde namaz kılarken Kur'ân okumağa başlayınca, kendisini tu­tamaz, gözleri yaşla dolar, çocuklar, köle­ler, kadınlar Onun hâline meftun olurlardı.

Kureyş müşrikleri, Hz. Ebû Bekir'i ko­rumayı üzerine almış olan Ehâbîş Reisi İbnüddağınne'ye başvurmuşlar, "Bu adam, Muhammed'in getirdiği şeyi namaz kılar­ken yanık yanık okuyor, ağlıyor. Biz, onun bu hâlinin çocuklarımızı, kadınlarımızı ve zaiflerimizi meftun etmesinden korkuyo­ruz. Ona git de evinin içine girmesini em-

. ret. Orada istediğini yapsın!" demek zo­runda kalmışlardı.

İBN-İ MES'ÛD'UN OKUYUŞU Alkame'nin bildirdiğine göre: Hz.

Ömer'e bir adam gelip, "Ben, hafızasından Mushaflar yazan zâtın yanından geliyo-

34

rum!" deyince, Hz. Ömer bağırarak, "Ya­zıklar olsun sana! Bak ne söylüyorsun?!" dedi ve adama kızdı.

Adam, "Ben, sana doğrulukla geldim, yalan söylemiyorum." dedi.

Hz. Ömer ona, "Kimmiş o zat?" diye sordu.

Adam, "Abdullah b. Mes'ûd'dur!" de­di.

Hz. Ömer, "Ben, bu işe, ondan daha lâyık bir kimse bilmiyorum. Bak, sana Ab­dullah'ı anlatayım: Biz bir gece, Ebû Be­kir'in evinde idik. Peygamber aleyhisse-lâm'a âit bir haceti konuştuktan sonra dı­şarı çıktık. Resûlullah aleyhisselâm, benim­le Ebû Bekir'in arasında idi. Mescide var­dığımız zaman bir zat, Kur'ân okuyordu. Peygamber aleyhisselâm durdu. Onu din­lemeğe başladı.

Ben: Yâ Resûla'llah! Gece namazımı kılayım mı? diye sordum. Eliyle beni sıka­rak, sus! dedi. O zat, kıraatini bitirdi. Rü­kû ve secde ettikten sonra oturdu. Duâ ve istiğfar etti.

Peygamber aleyhisselâm bana; haydi, soracağını sor! dedi. Sonra da: Kur'ân'ı, in­diği gibi ıslaklığı ve tazeliği ile okumak isteyen, İbn-i Ümmü Abd'in okuduğu gibi okusun! dedi.

Sabah olunca, müjdelemek için er­kenden Abdullah b. Mes'ûd'un yanına vardım. Bana: Ebû Bekir seni geçti. O, senden önce davrandı! dedi."

Ibn-i Mes'ûd der ki: "Resûlullah bir gün: Bana Kur'ân oku! dedi. Yâ Resûla'l­lah! Kur'ân, Sana nazil oldu. Ben Sana Kur'ân'ı nasıl okuyabilirim? dedim.

Ben, Kur'ân'ı başkalarından dinlemek­ten hoşlanırım! dedi.

Bunun üzerine, kendisine Nisa Sûre­sini okumağa başladım.

'Her ümmetten birer şâhid getirdiği­miz, Seni de onların üzerine şâhid olarak getirip diktiğimiz zaman, onların halleri nice olur?' (Nisa: 41) âyetine gelince, yetişir! dedi.

Resûlu'llâh'ın yüzüne baktığım zaman, gözlerinden yaşlar akıyordu."

SALİM MEVLÂ EBÎ HUZEYFE'NİN OKUYUŞU:

Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı Salim de Kur'ân-ı Kerîm'i çok güzel ve tatlı okurdu.

Hz. Âişe bir gün, Peygamberimiz'in yanına gelmekte gecikince Peygamberimiz, "Ey Âişe! Seni geciktiren nedir?" diye sordu.

Hz. Âişe, "Yâ Resûla'llah! Mescidde bir zat var ki ben ondan daha güzel oku­yan kimse görmedim!" dedi.

Peygamberimiz gidip, onun Salim Mev­lâ Ebî Huzeyfe olduğunu görünce; "Hamd olsun o Allah'a ki, ümmetim arasında se­nin gibi bir Ehl-i Kur'ân bulundurdu!" dedi.

UKBE B. ÂMİR'İN OKUYUŞU

Ashâb-ı Suffe'den Ukbe b. Âmir-i Cühenî de ilimde, kırâatta, fıkıhta, ferâiz-de, edebiyatta üstaddı. En güzel sesli Kurrâdandı.

Hz. Ömer ona bir gün, "Bana Kur'ân oku!" demiş, Ukbe b. Âmir okumağa baş­layınca, Hz. Ömer ağlamıştı.

EBÛ MUSA'NIN OKUYUŞU

Ebû Mûsâ el-Eş'arî de güzel ve gür sesli Kurrâdandı.

Bir gece Mescidde namazda Kur'ân-ı Kerîm'i okumağa başladığı zaman, Pey­gamberimiz'in zevceleri uyanıp kalkmışlar, onu zevk ve heyecanla dinlemişlerdi.

\-LvM

35

Peygamberimiz, "Ey Ebû Mûsâ! Mu­hakkak ki sana Dâvud Peygamber'in nağ­melerinden bir nağme verilmiştir!" demiş­tir.

ÜSEYD B. HUDAYR'IN OKUYUŞU

Üseyd b. Hudayr da Kur'ân okuyanla­rın en gür ve güzel seslilerindendi.

Melekler bile onun okuyuşuna hay­ran olurlardı.

O bir gece, Bakare Sûresini okuyor­du. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. At, birdenbire ürkmeğe başladı. Üseyd sustu. Susunca at sâkinleşti.

Üseyd tekrar okumağa başlayınca, at yine ürktü. Üseyd sustu. Atın ürkmesi geçti. Üseyd okumağa başladı. At yine ürktü. Üseyd de artık okumaktan vazgeçti.

Üseyd'in oğlu Yahya, ata yakın bir yerde yatmakta idi. Atın çocuğa bir zararı dokunmasından endişelenerek çocuğu ge­riye çekti.

Üseyd başını kaldırıp semâya baktığı zaman, beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi parıldayan şeyler gördü. Sabaha çıkınca bunu Peygamber aleyhisselâm'a arz etti.

Peygamber aleyhisselâm, "Oku ey Hudayr'ın oğlu! Oku ey Hudayr'ın oğlu!" dedi.

Üseyd: "Yâ Resûla'llah! Atın Yahya'yı çiğnemesinden endişelendim. Bunun için okumayı kestim. O sırada başımı semâya doğru çevirip baktım. Gökyüzünde bulut gölgesi gibi bir beyazlık içinde birtakım şeylerin kandiller gibi parıldadıklarını gördüm. Bu beyaz gölge tabakası, içindeki şeylerle birlikte semâya doğru çekilip git­t i . Nihayet onu göremez oldum!" dedi.

Resûlu'llah, "Bilir misin nedir onlar?" diye sordu.

Üseyd, "Hayır, bilmiyorum!" dedi. Resûlu'llah;. "Onlar, Meleklerdi. Senin

sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumağa de­vam edeydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da onları görür ve seyrederlerdi. Onlar, halkın gözlerinden gizlenmezlerdi." dedi.

Üseyd bir gece evinde Kehf Sûresini okurken dışarıda bağlı atı ürkmeğe ve Üseyd'i de duman gibi bir şey, yahut bir bulut kaplamağa başlayınca Üseyd, "Allah'ım! Beni felâketten esirge, selâmet­te kı l ! " diyerek münâcat etmiş, başından geçeni Peygamberimiz'e anlatmıştı.

Peygamberimiz, "Oku ey Üseyd! Çün­kü o. Sekine idi. Kur'ân dinlemek için, ya­hut Kur'ân'ı ululamak için inmişti!" dedi.

YETİŞEN İLİM VE DİN ADAMLARINDAN BAŞLICALARI

1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9.

10. 11. 12. 13.

Hz. Ebû Bekir. Hz. Ömer Hz. Alî Abdullah b. Mes'ûd Übey b. Kâ'b Zeyd b. Sabit Ebû Mûsâ el Eş'arî Abdullah b. Selâm Selmân-ı Fârisî Hz. Osman Muâz b. Cebel Ebu'd-Derdâ Ebû Ubeyde b. Cerrah..

Peygamberimizin yetiştirdiği ilim ve din adamlarındandı.

ASHÂB'IN İLİM KAYNAKLARI

Misver b. Mahreme'ye göre: Ashâb'ın ilmi, altı kişiye;

1. Hz. Ömer'e, 2. Hz. Osman'a, 3. Hz. Alî 'ye, 4. Muâz b. Cebel'e, 5. Übey b. Kâ'b'a, 6. Zeyd b. Sâbit'e

dayanmakta idi.

Mesruk da; "Resûlullâh'ın Ashâbiyle görüşüp konuştum. Onların ilimlerinin al­tı zâta;

1. Hz. Ömer'e, 2. Hz. Alî 'ye, 3. Abdullah b. Mes'ûd'a, 4. Muâz b. Cebel'e,

36

5. Ebü'd-Derdâ'ya,

6. Zeyd b. Sâbit'e

dayandığını gördüm.

Bu altı zatla da görüşüp konuştuğum zaman, ilimlerinin,

1. Hz. Alî 'ye,

2. Abdullah b. Mes'ûd'a dayandığını gördüm!" der.

HZ. EBÛ BEKİR'İN İLMİ

"Resûlu'llâh'ın zamanında halk, bilme­dikleri dînî meseleleri kimlere sorarlardı?" diye sorulunca, Abdullah b. Ömer; "Ebû Bekir'e ve Ömer'e sorarlardı. Ben onlar­dan başkasını bilmiyorum!" demiştir.

Süyûtî'nin Târihu'l-Hulefâ'sında delil­lerle tesbîtine göre: Hz. Ebû Bekir, Kitab ve Sünnet'e Ashâb'ın en vâkıf olanı idi.

Peygamberimiz'in irtıhâlinden sonra Hz. Ebû Bekir Halîfe olduğu, Araplardan irtidad edenlerin irtidad ettikleri sırada, onlarla savaşmağa kalkınca, Hz. Ömer; "Sen halkla nasıl çarpışacaksın ki, Resû-lu'llah: "Ben insanlarla, lâ ilahe illallah de­yinceye kadar çarpışmağa emrolundum. Bunu ikrar eden, malını, canını benden korumuş, kurtarmış olur. Müslüman olma­yıp vergi vermeyi kabul edenler müstes­nadır. Onların kendi dinlerinde kalmaları­nın hisâbını görmek Allah'a aittir! buyur­muştur." dedi.

Hz. Ebû Bekir, "Vallahi ben, namaz­dan, zekâtı ayıranlarla savaşırım. Çünkü zekât, malın ödenmesi gereken bir hakkı, bir vergisidir. Vallahi onlar, Resûlu'llah (A.S.) a veregeldikleri bir dişi oğlağı ve­ya devenin diz bağını benden esirgeyecek olurlarsa, bundan dolayı muhakkak onlar­la savaşır, boyunlarını vururum!" dedi.

Hz. Ömer, "Vallahi anladım ki, Ebû Bekir'in bu savaşma kanâati, gönlüne Allah'ın doğdurduğu gerçekten başka bir şey değildir!" diyerek onun dînî mes'ele-lerdeki derin anlayış ve isabetli görüşünü takdirle benimsemiştir.

HZ. ÖMER'İN İLMİ

ibn-i Ömer der ki: "Resûlu'llah'dan işittim: Uykuda iken bana bir bardak süt getirdiler. Ondan o kadar içtim ki, kanık­lığın tâ tırnaklarımdan sızdığını şimdi bile hissetmekteyim. Sütü içtikten sonra artığı­mı Ömer b. Hattâb'a verdim! dedi.

—• Yâ Resûia'llah! Bunu neye yordun? diye sordular.

— İlm'e! dedi." ibn-i Mes'ûd der ki: "Arap kabilele­

rinin ilmi terazinin bir gözüne, Ömer'in ilmi de öteki gözüne konulsa, Ömer'in i l ­mi ağır basar!"

Rivayete göre fakîhler, Hz. Ömer'in yanında çocuklar gibi kalırlar. O, onlara fıkhı ve ilmi iie üstün gelirdi.

HZ. ALİ'NİN İLMİ

Peygamberimiz bir hadîslerinde; "Ben ilmin şehriyim. Ali, onun kapısıdır. İlim edinmek isteyen, ona kapısından gelsin!" buyurmuşlardır. •

Bu hadîsi, ibn-i Adiy El-Kâmil'inde, Taberânî Kebîr'inde, Hâkim de Müsted-rek'inde zikretmiştir.

Tirmizî'nin Sünen'ine kaydettiği bir hadîsde de; "Ben, hikmetin konağıyım. Ali de onun kapısıdır!" buyurulmuştur.

Abdülmelik b. Ebî Süleyman der ki: "Atâ'ya; Muhammed aleyhisselâm'ın As­habı arasında Alî'den daha âlim bir kimse var mı idi? diye sordum.

—- Hayır, vallahi ondan daha âlimi yoktu! dedi."

Ebü't-Tufeyl, bir gün Hz. Ali'nin hut­besinde; "Sorunuz bana! Vallahi bana sorduğunuz her şeyi size haber vereceğim!

Bana, Kitâbullah'dan sorunuz. Vallahi, âyetlerden hiçbir âyet yok ki ben onun, gecede mi, gündüzde mi, ovada mı, dağda mı nazil olduğunu bilmeyeyim!" dediğini bildirir.

Başka bir rivayette Hz. Alî; "Vallahi ben, her âyetin neye dâir olduğunu, ne­rede ve kimin hakkında indiğini bil ir im!" demiştir.

37

Ibn-i Abbâs, Hz. Alî'nin ilmi hakkın da sorulduğu zaman; " iç i , hikmet ve ilim­le dolu idi..", "Vallahi Ona, ilmin onda dokuzu verilmiştir.

Yine Allah'a yemîn ederim ki, O, i l ­min geri kalan onda birine de sizinle or­taktır!" demiştir.

Saîd b. Müseyyeb; "insanlar arasında Alî b. Ebî Tâlib'den başka, bana sorunuz! diyebilen bir kimse yoktur." der.

Muâviye b. Ebî Süfyân, Halîfeliği za­manında, içinden çıkamadığı müşkül mese­leleri Hz. Alî'ye yazarak sorardı. Hz. Alî'­nin şehid edildiğini haber alınca; "Fıkıh ve ilim, Ebû Tâlib'in oğlunun ölümü ile gitt i !" dedi.

Kardeşi Utbe, "Şamlılar sakın bunu senden, senin ağzından işitmesinler!" de­yince de, "Bırak beni, işitirlerse işitsinler!" demişti.

Hz. Ömer, "Omre'ye nereden gire­yim?" diye soran bir zâta, "Git Alî'ye sor!" demiştir.

Hz. Aişe'nin de, kendisine mes üze­rine meshden sorulunca, "Git Alî'ye sor!" dediği ve yine Hz. Aişe'nin, "Size Aşure günü orucunu tutmanız için kim fetva verdi?" diye sorup, "Alî verdi." dedik­leri zaman, "Evet, insanlar arasında Sün-net'i en iyi bilen Odur!" dediği rivayet edilir.

ibn-i Mes'ûd'a göre: Hz. Alî, Medî-nelilerin Ferâizi en iyi bileni idi.

Ferâiz âlimlerinden Mugîre, "Ferâiz âlimlerinden, Ferâiz hakkında, sözü Al i ' ­den daha kuvvetli olan yoktur!" der.

Hz. Alî, Kur'ân-ı Kerîm'i de usûlüne göre en iyi okuyanlardandı.

İBN-İ MES'ÛD'UN İLMİ Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ûd hak­

kında, "il imle dolu dağarcık!" derdi. ibn-i Mes'ûd'la görüşen ilim adamiarı,

onun hakkında, "Kur'ân ve Sünnet ilmi on­da sona ermiştir!" derlerdi.

Kendisi de, "Kendisinden başka İlâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, bizzat Resûlu'llah'dan yetmişdokuz sûre okudum. Eğer, Kitâbullâh'ı benden daha iyi bilen bir kimse bulunduğunu bilsey­dim, deveme atlar onun yanına ulaşırdım!"

"Kıtâbullah'dan, inen hiçbir âyet yok ki ben, onun nerede ve ne hakkında in­miş olduğunu bilmeyeyim!" derdi.

ÜBEY B. KÂ'B'IN İLMİ Ma'mer der ki: " ibn-i Abbâs'ın bütün

ümi, Ömer'den, Alî'den ve Übey b. Kâ'b'-dandır!"

Hz. Ömer, Câbiye'de îrâd ettiği bir hutbesinde, "Kur'ân'dan bir şey sormak isteyen, Übey b. Kâ'b'a gitsin!

Ferâiz'den bir şey sormak isteyen, Zeyd'e gitsin!

Fıkıh'tan bir şey sormak isteyen, Mu-âz'e gitsin!

Mal isteyen de bana gelsin! Çünkü Allah beni, malların hazînedârı ve bölüş-türücüsü kıldı!" demiştir.

MU AZ B. CEBELİN İLMİ

Peygamberimiz; "Ümmetimin helâl ve haramı en iyi bileni Muâz b. Cebeldir!"

"Muâz b. Cebel, Kıyamet gününde âlimlerin önünde yürüyecektir!"

"Helâl ve haramı en iyi bileniniz Mu­âz, en iyi Ferâizciniz de Zeyd'dirl" buyur­muşlardır.

Hz. Ömer; "Kadınlar Muâz'ın benze­rini doğurmaktan âcizdirler! Muâz olma­saydı, Ömer helak olurdu!" demiştir.

ZEYD B. SÂBİT'İN İLMİ Zeyd b. Sabit, ilimde son dereceye

varmıştı. Kazâ'da, Fetvâ'da, Kırâat'ta, Fe-râiz'de mütehassıstı.

Hz. Ömer, Hz. Osman, bu ilimlerde hiç kimseyi Zeyd'e tercîh ve takdîm et­mezlerdi.

Zeyd b. Sabit, Kırâatta Hz. Alî ile mu­tabakat hâlinde idi. Yalnız Tabut kelimesi­nin sonunu Hz. Ali T ile, Zeyd b. Sabit H ile kıraat ederdi.

EBÛ MUSA'NIN İLMİ

Esved b. Yezîd, "Kûfe'de Alî ile Ebû Musa'dan daha âlim kimse görmedim!" demiştir.

Şâdi de, " İ l im, altı kişiden alınır: 1. Ömer'den, 2. Abdullâh'dan,

38

3. Zeyd'den (ki bunlar ilimleri bakı­mından birbirlerine benzerler),

4. Alî 'den, 5. Übey'den, 6. Ebû Musa'dan (ki bunlar da ilim­

leri bakımından birbirlerine benzerler)." der.

Hz. Alî'ye göre Ebû Mûsâ, "İ l im bo­yasına batırılmış, onunla boyanıp çıkmış" idi.

SELMÂN-I FÂRİSÎ'NİN İLMİ Bir Hadîs-i Şerîfde, "Selman, ilimle

doldurulmuştur!" buyurulur. Hz. Alî de, "Ona, öncekilerin ve son­

rakilerin ilmi verilmiştir. Ondaki ilme eri­şilmez!"

"O, dibi bulunmaz bir deryadır!" der.

ABDULLAH B. SELÂM VE EBÜ'D-DERDÂ'NIN İLMİ

Muâz b. Cebel, vefatı sırasında, başu-cunda ağlayan bir tilmîzine, ilmin kendi­siyle kaybolup gitmiyeceğini söylemiş, ilimlerinden faydalanılmasını tavsiye etti­ği dört zat arasında Abdullah b. Selâm ile Ebü'd-Derdâ'yı anmıştır.

Abdullah b. Selâm, Medîneli Yahûdî âlimlerinden olup ilk sıralarda Müslüman olmuştu.

Kendisi, İsrail oğullarının, Kur'ân-ı Kerîm'de (Şûra: 197) işaret edilen sayılı âlimleri arasında idi.

Ebü'd-Derdâ, mescide girdiği zaman, öğrencileri peşini bırakmazlar, ona kimi Ferâizden, kimi hisaptan, kimi Hadîsden, kimi karışık dolaşık mes'elelerden, kimisi de şiir ve edebiyattan sorarlardı.

EBÛ UBEYDE B. CERRÂH'IN İLMİ Yemenliler Medîne'ye geldikleri za­

man, Sünneti ve İslâmiyeti öğretecek bir zâtın kendileriyle birlikte gönderilmesini istedikleri zaman Peygamberimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ın elinden tutup, "Bu, bu ümmetin emîn, güvenilir kişisidir!" de­di ve onu gönderdi.

HZ. ÂİŞE'NİN İLMİ Yalnız erkeklerden değil, kadınlar­

dan da yüksek ilim sahipleri yetişmişti. Hz. Âişe, onların başında geliyordu.

imam Zührî, "Bütün kadınlarla mü'-minlerin anneleri olan Peygamber zevce­lerinin bilgileri bir araya'toplansa, Âişe'-nin bilgisi onlardan daha üstün ve geniş gelirdi!" der.

Mesrûk'a, "Âişe iyi Ferâiz bilir mi idi?" diye sorulmuştu.

Mesrûk, "Varlığım, kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, Muhammed aley-hisselâm'ın yaşlı ve büyük Sahâbîleıinın, ondan Ferâiz sorduklarını gördüm!" dedi.

Urve b. Zübeyr de, "Fıkıhta, Tıpta, Şiir ve Edebiyatta Âişe'den daha üstün bir kimse görmedim!" der.

Urve b. Zübeyr, Hz. Âişe'ye, "Ey an­neciğim! Ben senin Fıkıhtaki bilgine şaş­mam. Çünkü, Resûlullâh'ın zevcesi, Ebû Bekir'in de kızıdır! derim.

Ben, senin Şiirdeki ve Arap tarihin­deki bilgine de şaşmam. Çünkü, halkın bu konularda en bilgilisi olan Ebû Be­kir'in kızıdır! derim.

Fakat ben, senin Tıptaki bilgine şa­şıyorum. O sana nereden gelebilir?" dedi.

Hz. Âişe ona, "Ey Urve'cik! Resûlu'l-lah, ömürlerinin sonlarında sık sık hasta­lanır, kendisine Arap heyetleri de gelir dururdu. Herbiri bir şey tarif eder, ben de o tariflere göre otlardan ilâç yapardım da iyileşirdi." dedi.

Şa'bî'nin rivayetine göre, Hz. Âişe; "Gelen heyetler içinde hastalıklarından şi-kâyetlenmeyen ve devasını sormayan ek­sik olmazdı. Sorduğu şey, kendisine ha­ber verilince de onların tariflerini anlar ve ezberlerdim." demiştir.

Yine Urve der ki: "Hz. Âişe'nin soh­betinde bulundum, inen âyette, Ferâizde, Sünnette, Şiirde, Târihte, Ensap vesâirede, Hukukta, Tıpta ondan daha bilgili bir kimse görmedim.

Kendisine: Ey hala! Sen Tıbbı nere­den öğrendin? dedim.

Ben hastalanırdım. Bana bir şeyler tarif ederlerdi.

Birisi hastalanır, ona bir şeyler tarif ederlerdi.

Halkın birbirlerine tarif ettiklerini de dinler ve ezberlerdim, dedi."

(Devamı var)

39

— 37 —

"Şeyhii'l-tslâm ve Müfti'1-Enâm"

HANEFÎ MEHMED EFENDİ Sultan Mehmed-i Râbi' Han devri Şeyhü'l-Islâmlarındandır. Hanefî

Mehmed Efendi ikmâl-i tahsil eyledikten sonra tarîk-ı tedrise dâhil ol­du. Evvelâ Edirne'de Sultan Selim, ba'dehû İstanbul'da Süleymâniye Medreselerine ta'yîn olundu. Bu târihten i'tibâren sür'atle kat'-ı nıerâtip ederek Medîne-i Münevvere (1044), Mısır (1051), Edirne (1056) Mevle-viyetlerine, iki sene mürurunda Anadolu Kazaskerliğine ta'yîn edildi (1058). O sene azledildi ise de üç sene sonra Rumeli Kazaskerliği ve ni­hayet Müftîliğe bekam buyuruldu (1066). Köprülü'nün sadâreti hengâ-mında dört ay kadar Meşihat makamını ihraz etti. Sinninin müterakkî, vücûdunun zaîf olması hasebiyle azledildi (1067), iki sene sonra da ve­fat etti. Merkâdi Ebû Byyûb El-Ensârî civarındadır. "Cenneti ide ma­kam Hanefî'ye Rabb-ı Mecîd" vefatına târihtir.

— 38 —

"Şeyhü'l-Islâm ve Müfti'I-Enâm"

RÂLÎ ZADE MUSTAFA EFENDİ imam Bâlî Efendi'nin oğludur. Mustafa Efendi Tarîk-ı İlme sâlik

olmuş, tedricen kat'-ı merâtip ederek Galata Mevleviyeti'ne kadar irti-kaa eylemiştir. Galata Mevleviyeti'nden azlini müteakip defaten Rumeli Kazaskeri nasb edildi (1058). Sultan ibrahim devrinin menâsıb yağma­sından istifâde etti, Mehmed-i Râbi' devrinde rütbesi tenzil edilerek Anadolu Kazaskeri ta'yîn olundu (1062). Beş sene sonra Meşihat ma-kaamını ihraza muvaffak oldu (1067).

Bâlî-Zâde Mustafa Eifendi, azlini müteâkıb Filibe kazasına nefy edildi. Oğlu Galata Kadısı idi; pederinin Meşîhati esnasında o da gayet mutantan bir hayat imrâr eder, herkesin hased ve adavetini celb eyler­di. O da pederine terfik olundu. Bâlî-Zâde bir sene kadar (Filibe)'de kaldı, Filibe Arpalığı Yanbolu'ya tahvil edildi. Nihayet müsâade-i Pâ-dişâhî üe istanbul'a geldi, Sütlüce'de ikaamet etti. Vefatı 1072'dedir. "Mustafa olsun şefî' Mustafa" vefatına târihtir. Müddet-i fetvası Sul­tan Mehmet Hân-ı Râbi' zamanında altı ay yirmi gündür. Ahâdîs-i Şerîfeye dâir bir mecmuası vardır.

40

— 36 —

F e t v a E m i n i

EBÛ İSHAK-ZADE MEHMED ES'AD EFENDİ

Şeyhü'l-İslâm Ebû İshak ismail Efendi'nin oğlu'dur. 1096'da doğ­muştur. Babasından ve mutavvelci Mehmed Efendi'den okuyarak Müder­ris ve sonra Selanik Mollası, Evkaf Müfettişi, Fetva Emîni oldu. 1145 Zilka'de'sinde Mekke payesi verildi. Belgrad seferinde Ordu Kadısı ta'-yîn olundu. 1150 Zilka'de'sinde Anadolu, sonra Rumeli Kazaskerliği pa­yesi tevcih edildi. 1157 Muharrem'inde bilfiil Rumeli Kazaskeri olup 1158'de azil ve 1159 Şevval'inde tekrar nasbolundu. 1160'da infisâl ede­rek 1161 senesi Receb'inin 24 üncü günü Şeyhü'l-İslâm oldu. Fakat asrın mizâciyle imtizaç edemediğinden 1162 Şâbân'ının yirmiyedinci günü azil ve Gelibolu'ya nefyedildi. 1165 Cumade'l-Ülâ'smın onaltısında afvolun-du. 1166 Şevval'inin onunda vefat eyledi. Rahmetu'llâhi aleyh.

Sultan Selim'de babasının ihya eylediği cami kabristanında medfun-dur. Âlim ve şiir ve inşâ'da, mûsikîde mahir idi. (Yâsîn-i Şerîf) ve (Âyetü'l-Kürsî)'yi tefsir etmiş, (Lehcetü'l-Lûgat) ve bunun muhtasarı (Behce) nâmiyle lûgattan faydalı bir eser yazmış, Zemahşerî'nin (Atvâku'z-Zeheb)'ine nazire yapmış, (Atrâbü'1-Âsâr) ismiyle hanende-' ler tezkeresi vücûde getirmiştir. Bunlardan başka Üçüncü Sultan Ahmed nâmına (Bülbülnâme)'si ve mürettep dîvânı vardır.

Meşhur Şâire (Fıtnat) Hanım müşârün-ileyhin kızıdır. Babası Ebû îshak Efendi'nin camiine medrese, mektep, şadırvan ilâve etmiş ve bir­kaç dersiyye koymuştur.

Bu matla' müşârün-ileyhindir: Bakmam o ebruvâne hatt-ı fitne zâtsız Şehbeyt-i hüsne meyledemem müstezâtsız.

— 37 —

F e t v a E m î n i

HAFIZ HALİL EFENDİ

(Şalgamî-Zâde) künyesiyle ma'ruftur. Fâzıl bir zât idi. Dersiam ve Huzûr-u Hümâyunda mukarrir olduktan sonra şer'iyyatçı ve 1147 Cu-mâde'l-Âhiresinde Şeyhü'l-İslâm, olan Dürrî Mehmed Efendi zamâmnda Fetva Emîni nasbolundu. Sonra Yenişehir Mollası oldu. Abdullah Vassaf

41

Efendi'nin tercümesinde yazdığımız veçhile Nâdir-Şâh'm istanbul'a gön­derdiği teklif-nâmeden kabul olunamayan maddenin oraca hal ve faslı için 1149'da Kara Mehmed Paşa-Zâde Mustafa Paşa riyasetinde iran'a gönderilen hey'et meyânında müşârün-ıleyh dahi dâhil olup uhdesine Edirne payesi tevcih olundu.

1140 senesi Ramazan'ında Sadr-ı A'zam Damat ibrahim Paşa huzu­runda okunan tefsîr-i şerif dersinde müşârün-ileyh Hafız Halil Efendi mukarrir olarak bulunmuş idi. Bu mecüete Darende'li Mehmed Efendi

ile Arap-Zâde Salih Efendi arasında /• ,••<% 'z^ ° J- o J>Jö *y1 ) îyet-i kerî­mesi tefsirinde münâkaşa cereyan edip epîce uzamış idi. Darende'li Mehmed Efendi meramını bir kâğıda yazdığından Sadr-ı A'zam bu kâ­ğıdı ahiren Şeyhü'l-Islâm olan Rumeli Sadâretinden ma'zûl Mirzâ-Zâde Mehmed Efendi'ye göndermiş ve müşârün-ileyh muhtar olan vechi bil­dirmiştir.

Tercüme sahibi Hafız Halil Efendi 1155 senesi Receb'inin yedisinde vefat edip Topkapı'ya defnolunmuştur. Rahmetu'llâhi aleyh.

(Baştarafı sayfa 31'de)

lan veya pislikten istifâde etmelerine binâen bunları yiyenlerde ekseriya veca' ıstırap vuku ' bulmakta, bâzan da zehirlenme olduğundan, bunların yenmesi tahrîmen mekruhtur"10.

15 — Avlanmanın ve yakalamanın dînî usûlüne göre hareket edi l­meksizin elde edilen kara ve deniz hayvanlarının yenmeleri de helâl olmaz. Bilhassa kara avcılarının, kasapların ve balıkçıların avlanma ve kesme hu­susunda dînî vecîbelere riâyet etmeleri şarttır. Aksi takdirde avlanan ve kesilen temiz hayvanlar pis ve haram olur.

Besmelenin unutularak terkedilmesinde bir mahzur yoktur.

Bu hususta daha fazla malûmat sahibi olmak isteyenlerin d in kitabları-mızın bu hususla ilgili bahislerine müracaatları veya bir bilene sorarak

hareket etmeleri tavsiye olunur. ı ^ l J ^ J L , *\1\ l fp 4JU

(10) Din işleri Yüksek Kurulu'nun 22.9.1966 tarih ve 409 sayılı kararı.

42

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI VA'Z VE VA'Z EDECEKLER YÖNETMELİĞİ

Madde 1 — Camilerde ve toplu ibâdet yapılan yerlerde va'z edecekler ile, ibadethaneler dışında din konusun­da toplumu aydınlatmak gayesiyle, Başkanlık adına yapılacak dînî konuş­malar, vaizlerin ve bu maksatla görev­lendirileceklerin nitelikleri, görevleri, yetkileri, seçme ve imtihan usûlleri ile disiplin cezalan, 633 sayılı Kanu­nun 17., 24., 34. maddelerine dayanıla­rak hazırlanan bu Yönetmelik hüküm­lerine göre yürütülür.

1. BÖLÜM Va'zın tarifi, hazırlanışı, yapılışı ve

gayesi Va'zın. tarifi: Madde 2 — Va'z, camilerde ve top­

lu ibâdet yapılan yerlerde va'zetme yetkisine sahip bir din bilgini tarafın­dan, islâm Dîni'nin i'tikat, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bir konusunda, âyet ve hadîsler esas alınarak, usûlüne uygun bir tarzda cemâati aydınlatmak, dînî bilgi ve şuurunu geliştirmek maksa­dıyla, belirli süre içinde yapılan dînî bir öğüttür.

Va'zın hazırlanışı: Madde 3 — Va'z hazırlanırken şu

esaslara uyulur: a) Her şeyden önce, hitap edile­

cek cemâatin durumu, kültür ve anla­yış seviyesi, günün ve bulunduğu çev­renin şartları dikkate alınarak bir ko­nu seçilir.

b) Konu ile ilgili âyetler, hadîs­ler ve diğer muteber kaynaklar tespit edilir.

c) Konuşma süresi dikkate alına­rak konunun plânı hazırlanır.

d) Seçilen konu bu plâna göre iş­lenir. İşlerken, âyet-i kerîmelerin, tef­sirlerinden, hadîs-i şeriflerin şerhlerin­den faydalanılır.

e) Konu işlenirken; önce önemi, faydası ve gayesi kısaca tespit edilir. Ana fikri besleyen ve gayeye götüren

yardımcı fikirler vasıtasiyle konu ge­nişletilir.

f) Halka öğretilmek ve telkin edilmek istenilen en önemli hususlar özetlenerk konu bağlanır.

Va'zın yapılışı: Madde 4 — Va'z yapılırken şu esas­

lara uyulur: a) Vaiz, dînî kisvesini giyerek va­

kar içinde kürsüye çıkar. Va'za bes-• mele, hamdele ve salvele ile müftülük­çe tespit edilen zamanda başlar.

b) Hazırlamış olduğu va'z plânı­na göre, va'zını, halkın anlayacağı açık bir dil, ifade ve üslûp ile anlatır. Türkçe ve dînî metinlerde geçen keli­melerin telâffuzuna dikkat eder.

c) Konuşma esnasında, mânâya göre ses tonunu ayarlar, lüzumsuz el ve kol hareketlerinden kaçınır.

d) Konuşurken, genellikle ölçülü, yapıcı, uyarıcı, öğretici, teşvik edici, sevdirici, müjdeleyici ve sakmdırıcı ifadeler kullanır.

e) Vaiz, aşırı ve kırıcı ifadeler­den, mesnetsiz sözlerden, siyaset ve şahsiyet yapmaktan kaçınır. Sözlerin­de dâima samîmî olur.

f) Va'z esnasında dînî bütünlüğü ve millî birliği zedeleyici ihtilaflı me­selelere yer vermekten kaçınır.

g) Dînî ve ahlâkî konularda, mil­letimizin bilgi ve kültürünü artırıcı, dînî duygularını kuvvetlendirici konuş­malar yapar.

h) Ezandan bir müddet önce va'z özetlenir, kısa bir dua yapılır ve ezan vakti gelince va'za son verilir.

Va'zın gayesi: Madde 5 — Va'zın gayesi; cami,

mescit ve toplu ibâdet yapılan yerler­de halkı îslâm Dîni'nin inançları, ibâ­det ve ahlâk esasları ile ilgili konula­rında aydınlatmak suretiyle dînî kül­türlerini artırmak, Allah ve Peygam­ber sevgisini, hak, adalet ve fazilet

43

duygusunu kalblere yerleştirmek ve dînî §uurlarmı geliştirmektir.

2. BÖLÜM Vaizlerin görevleri ve yetkileri Madde 6 — Vaizlerin görevleri şun­

lardır: a) Cami, mescit ve toplu ibâdet

yapılan yerlerde va'z etmek, b) Müftülüğün tensibi ile gerek­

tiğinde hapishanelerde, hastahânelerde, fabrikalarda ve benzeri yerlerde va'z etmek,

c) Kur'ân-ı Kerîm kursları ile, meslekî tekâmül kurslarında ders ver­mek,

d) Yevmiye ve yolluğu temin edil­diğinde müftülükçe tespit edilen kasa­ba ve köy camilerinde va'z etmek,

e) Müftülük komisyonlarında üye olmak,

f) Gerektiğinde müftülükçe ha­zırlanacak vaaz ve hutbe çalışmaların­da görev almak,

g) Başkanlıkça açılacak kurs ve seminerlere katılmak,

h) Bu maddede sayılan görevleri ile ilgili ilmî çalışma ve araştırmalar yapmaktır.

Madde 7 — Vaizlerin yetkileri şun­lardır:

a) Kadrolu vaizler, bölgeleri dı­şında bulundukları zaman, va'z etmek isterlerse, o yer müftülüğünün müsaa­desi ile va'z edebilirler.

b) Vaizler, vazifeli bulundukları vakitler dışında, kendi bölgelerindeki herhangi bir camide veya başka bir yerde va'z edebilirler. Ancak, va'zdan sonra, va'z konusunu müftülüğe bildir­meleri gerekir.

c) Vaizler bulundukları camilerde hizmet ve görev bakımından gördükleri eksikleri, cami murakabe defterine ya­zarak imzalarlar.

3. BÖLÜM Vaizlerin çalışma tarzları

Madde 8 — Vaiz görevini; va'z, ders ve gerektiğinde konferans vermekle ye­rine getirir.

Madde 9 — a) Vaizler haftada en az üç gün camilerde va'z ederler.

b) Cezaevlerinde, hastanelerde ve­ya toplu iş yerlerinde müftünün tensi-biyle haftada en az bir saat va'z eder­ler.

c) Müftülükçe kendilerine ayrıla­cak vakitte, Kur'ân-ı Kerîm kursların­da haftada bir saat din bilgisi dersi verirler.

Madde 10 — Bir va'z süresi 45 da­kikadır. Haftalık va'z ve dînî konuşma­ların konusu, günü, saati ve yeri, müf­tülüğe bildirilir. Durum, müftülükçe halka duyurulur.

Madde 11 — Vaizler, en az ayda bir defa müftü veya temsilcisinin baş­kanlığında toplanırlar. Bu toplantıda, va'z, hutbe ve gerektiğinde konferans konuları görüşülerek tespit edilir. Vaiz­ler, toplantıda alınan kararları uygu­larlar.

Madde 12 —• Vaizler, yaptıkları va'z ve dersleri haftanın bir gününde müftülüğe giderek, orada bulunan "Va­izler Çalışma Defteri"ne, hafta içinde yaptıkları va'zların yerini, konusunu ve istifade ettikleri kaynakları yazarak imzalarlar. O yerin müftüsü, "Vaizler Çalışma Defteri"ni kontrol ederek im­za eder.

Başkanlık müfettişleri, teftişlerin­de, müftülüklerde bulunan "Vaizler Ça­lışma Defterleri"ni tetkik ederek müta­lâalarını yazarlar. Tezkiyelerde bu mü­talâalar nazar-ı itibara alınır.

Başkanlık müfettişleri, bir terfi müddeti içinde en az bir defa vaizlerin va'zlannı dinlemek suretiyle teftiş ederler. Neticeyi, bir raporla Başkanlı­ğa bildirirler.

Bu raporlar tezkiye evrakı ile bir­leştirilir.

4. BÖLÜM Vaizlerde aranacak nitelikler

Madde 13 — Vaizliğe atanacak o-lanlarda, aşağıdaki niteliklerin bulun­ması gereklidir:

A) Genel nitelikler: 1 — Türk vatandaşı olmak,

44

2 — 18 yaşını tamamlamış olmak, 3 — Kamu haklarından mahrum

bulunmamak, 4 — Ağır hapis veya 6 aydan faz­

la hapis veya affa uğramış olsa bile, zimmet, ihtilas, irtikâp, rüşvet, hırsız­dık, dolandırıcılık, sahtecilik, emniyeti kötüye kullanma, dolanlı iflâs gibi yüz kızartıcı bir fiilden dolayı hapis ceza­sından hükümlü bulunmamak,

5 — Askerlik durumu itibariyle as­kerliğini yapmış olmak veya askerlik­le ilişiği bulunmamak,

6 — Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek vücut veya akıl hasta­lığı veya vücut sakatlığı ile özürlü bu­lunmamak.

B) Ortak nitelik: 633 sayılı Kanunun 22 nci madde­

sinde belirtilen ortak niteliğe sahip ol­mak.

C) özel nitelik: Dînî eğitim yapan yüksek öğrenim

müesseselerinden birini bitirmiş olmak. (Bu nitelikte istekli çıkmadığı takdirde, Imam-Hatip Okulu 2. devresini bitirmiş olmak.)

5. BÖLÜM Va'z etme yetkisine sahip olanlar Madde 14 —• 633 sayılı Diyanet iş­

leri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri hakkındaki Kanunun 34. maddesine gö­re va'z etme yetkisine sahip olanlar şunlardır:

a) Diyanet İşleri Başkanı, b) Din işleri Yüksek Kurulu Baş­

kan ve Üyeleri, c) Müftü ve Vaizler, d) 633 sayılı Kanunun 33. madde­

sine göre görevlendirilecekler.

6. BÖLÜM Başkanlıkça va'z etme yetkisi

verilecek olanlar Madde 15 — Va'z etme niteliğine

sahip olup da, Başkanlıkça gerektiğin­de va'z etme yetkisi verilebilecek olan­lar şunlardır:

a) Diyanet işleri Başkan Yardım­cıları,

b) Dînî Hizmetler ve Din Görevli­lerini Olgunlaştırma Dairesi Başkanı,

c) Teftiş Kurulu Başkanı ile Mü­fettiş ve Müfettiş Yardımcıları,

d) Personel Dairesi Başkanı, e) Din işleri Yüksek Kurulu Ra­

portörleri ile Müftü Yardımcıları, f) Dînî öğrenim veren yüksek de­

receli bir okul veya fakülteyi bitirmiş merkez ve il teşkilâtı görevlileri.

Madde 16 — a) Diyanet işleri Baş­kanlığından, Din işleri Yüksek Kurulu Başkanlık veya üyeliğinden emekli o-lanlar ile, dersiamlar mahallî müftüyü haberdar ederek va'z edebilirler.

b) Bu Yönetmeliğin 14. maddesi­nin (c) ve (d) bentleri ile 15 inci mad­desinde belirtilenlerden emekliye ayrıl­mış bulunanlar mahallî müftünün mü­saadesiyle va'z edebilirler.

Madde 17 — a) Dînî öğrenim ve­ren yüksek dereceli bir okul veya fakül­teyi bitirmiş olup da, Diyanet işleri Başkanlığında görevli bulunmıyanlar, müftülüklere tahsil belgeleri ile müra­caat ettiklerinde, adı geçenlerden 633 sayılı Kanunun 22 nci maddesinde be­lirtilen ortak niteliğe sahip oldukları sabit olanlara,

b) Diyanet işleri Teşkilâtında bulunan, Imam-Hatip Okulu 2. devre mezunları, bu Yönetmeliğe göre kurula­cak imtihan komisyonunda imtihan ve­rerek va'z etme yetkisine sahip olduğu anlaşılanlara, mahallî müftülüklerce "Geçici Fahrî Va'z Belgesi" verilebilir.

c) Yukarıda sayılan fıkralara gir­meyen ve asgarî ilkokul mezunu bulu­nup resmî veya özel surette dînî tahsil yapmış olanlardan, yalnız Ramazan ayına mahsus olmak üzere, fahrî vaiz­lik belgesi verilmesi şekli, şartları ve imtihan usûlleri, Din işleri Yüksek Ku­rulunca hazırlanacak bir talimat ile belirtilir.

Madde 18 — ilahiyat Fakültesi, Yüksek islâm Enstitüsü ve Imam-Ha­tip Okulu son smıf öğrencilerine, öğre-

45

tim üyesi veya Öğretmenin sorumluluğu altmda muftulüklerce belirtilen cami­lerde tatbikat va'zları için müsaade verilir.

7. BÖLÜM

Seçme ve imtihan usûlleri Madde 19 — 13 üncü maddede be­

lirtilen nitelikte istekli çıkmadığı tak­dirde, Îmam-Hatip Okulu 2. devre me­zunu olanlar, va'zlık ehliyet imtihanına tabi tutulurlar, imtihanı pekiyi veya iyi derece ile kazananlar, yüksek tah­silli bulunmadığı sürece, başarı derece­sine göre sıra ile atanırlar. Kazanılan hak, bir yıl içinde muteberdir. Bu imti­hanı 21 inci maddede belirtilen komis­yon tarafından yapılır.

Madde 20 — Îmam-Hatip Okulu 2. devre mezunlarından vaizliğe atanmak isteyenler, önce ibare ve takrirden imti­hana tabi tutulurlar. Bunları kazanan­lar, tefsir, hadîs, fıkıh, ahlâk ve kelâm konularından yazılı imtihana alınırlar.

Her konuya 10 üzerinden not tak­dir edilir.

Madde 21 — Madde 20'de belirtilen imtihan soruları, Din işleri Yüksek Ku- ' rulunca hazırlanır. İmtihan, Başkanlık­ça, Din İşleri Yüksek Kurulundan bir üyenin başkanlığında kurulacak 3 kişi­lik bir komisyon tarafından yapılır.

8. BÖLÜM

İhtisas vaizlikleri ve aranan nitelikler Madde 22 — İhtisas vaizliği, mesle­

kî başarısı, ilmî çalışması ve ehliyeti ile temayüz eden kimselere verilen va­izlik.

Madde 23 — ihtisas vaizliğine ata­nacaklarda aranılan nitelikler şunlardır:

a) Meslekî yüksek tahsilli olmak, b) 14 ve 15 inci maddelerde belir­

tilen hizmetlerde 10 yıl başarılı görev yapmış olmak,

c) Arapça bilmek (Batı dillerin­den birini bilmek veya Islâmî ilimlerin birinde ilmî bir eser vermiş veya mes­lekî konularda başarılı makaleler yaz­mış olmak tercih sebebidir).

Madde 24 — İhtisas vaizliğine tâ­yin edileceklerin durumları, çalışmaları ve belgeleri, Başkanlıkça değerlendirilir. Buna göre atanmaları yapılır.

Madde 25 — ihtisas vaizlik kadro­larının yerleri, Başkanlıkça kurulacak bir komisyon tarafından ihtiyaca göra tespit edilir.

İhtisas vaizlerinin görevleri Madde 26 — Madde 8'de gösterilen

görevler dışında: a) Başkanlığın havale edeceği e-

serleri inceler, hazırlayacağı raporu Baş­kanlığa gönderir.

Bunlara, 13140 yayım alımları gi­derleri maddesinden, Din İşleri Yüksek Kurulunun tensip edeceği tetkik ve reaksiyon ücreti ödenir.

9. BÖLÜM

Va'z risalesi Madde 27 —• Va'z risalesi; vaizliğe,

müftülüğe veya müftü yardımcılığına aday olarak atanan görevlerin, ehliyet­lerini isbat ile asîl memurluğa geçebil­meleri için hazırladıkları va'zm yazılı şeklidir.

Madde 28 — Va'z risalesi, aşağıda belirtilen esaslara uyularak hazırlanır:

a) Önce, risalenin konusu yazılır. b) Risaleye besmele, hamdele ve

salvele ile başlanır. c) Konu ile ilgili Âyet-i Kerîme ve

Hadîs-i Şeriflerin metinleri harekeli ola­rak yazılır ve mealleri kaydedilir.

d) Konu, Islâmî esaslara uygun bir surette sağlam ve doğru bilgilere dayanarak anlatılır.

e) Risalede geçen âyetlerin sûre ve âyet numaraları, hadîs-i şerîfler ile, iktibas edilen diğer bilgilerin kaynakla­rı, sahife altmda gösterilir. Cilt, sahife ve eserin basıldığı yer ve tarihi yazılır.

f) Risalenin sonunda konu özet­lenir ve risale, kısa bir dua ile bitirilir.

g) Risale açık ve anlaşılır dille kı­sa ve düzgün cümlelerle yazılır, Türkçe imlâ ve noktalama kurallarına dikkat edilir.

46

h) Konu işlenirken dînî ve ilmî gerçeklere uymayan sözlere, hurafelere ve îsrâiliyâta yer verilmez. Mübalâğalı ve kürsü âdabına yakışmayan sözler­den kaçınılır.

ı) Va'z risaleleri, normal ebadda en az 10, en çok 15 sayfa olmak üzere, temiz ve okunaklı bir şekilde el yazısı veya daktilo ile yazılır. Vaizlerle, müf­tü yardımcılarının hazırladığı risaleler müftü tarafından; müftü adaylarının hazırladığı risaleler de, mahallî mülkî amirince tasdik edilerek Başkanlığa gönderilir.

Madde 29 — Din İşleri Yüksek Kurulunca yeterli görülmeyen risalele­rin durumu ilgiliye bildirilir. Aday, kendine yapılan tebligattan en az dört ay sonra hazırlayacağı yeni bir risale­yi tetkik için Başkanlığa gönderir. Bir adayın üç risalesi de yetersiz görüldü­ğü takdirde, Başkanlık, adayı, müftü­lük, müftü yardımcılığı ve vaizlikten başka, durumuna uygun bir göreve nak­leder.

Madde 30 — Üstün başarılı görü­len risaleler, Başkanlıkça yayınlanır.

Madde 31 — Adaylıklarını başka bir memuriyette geçirdikten sonra, va­izliğe, müftülüğe veya müftü yardım­cılığına naklen atananlar da, meslekî ehliyetlerini ispat için va'z risalesi ha­zırlarlar.

10. BÖLÜM

Disiplin cezaları Madde 32 — Camilerde veya toplu

ibâdet yapılan yerlerde, ayrıca toplu işyerleri ile hapishane ve hastahâneler-de va'z etmek ve dînî konuşmalar yap­mak üzere tâyin edilen veya yetki ve­rilen kimselerden, bu Yönetmeliğe gö­re uyulması zorunlu olan hususları yap­mayanlara veya yasaklanmış işleri ya­panlara durumun önemine ve ağırlık de­recesine göre, aşağıda belirtilen disip­lin cezalarından biri verilir:

1 — ihtar : Görevliye, görevinde

daha dikkatli olması gerektiğini yazı ile bildirmektir.

2 — Tevbih: Görevinde ve davra­nışında kusurlu sayıldığını yazı ile bil­dirmektir.

3 — Maaş kesilmesi: Aylık veya ücretinin 15 günlüğüne kadarjnın ke­silmesidir.

4 — Kıdem indirilmesi: Yalnız ter-fiine müessir olmak üzere kıdeminden 3 aydan bir yıla kadar müddet indiril­mesidir.

5 — Sınıf indirilmesi: Aylık veya ücretinin bir derece aşağı indirilmesidir.

6 — Görevden çıkarma: Bir daha Devlet memurluğuna atanmamak üze­re memurluktan çıkarmaktır.

İhtarı gerektiren haller Madde 33 — a) Va'zlannda kürsü âdabına ya­

kışmayan konuşmalar yapmak, b) Bir ayda mazeretsiz olarak bir

defa va'za gitmemek, veya görevlen­dirildiği vazifeye üç defa geç gitmek,

c) Görev esnasında âmire hür­metsizlik etmek,

d) Tamimlere ve emirlere riâyet etmemek,

e) 12 nci maddede belirtilen hu­suslara aykırı hareket etmektir.

Bu ceza, disiplin kurulu kararı ile verilebileceği gibi, Diyanet işleri Baş­kanı, müftüler ve mülkî amirlerince de verilebilir. Bu ceza yazılı olarak verilir.

Madde 34 — Tevbihi gerektiren haller:

a) Bir ya da mazeretsiz olarak 4 defa va'za gelmemek,

b) Mesleğe yakışmayan yerlerde bulunmak,

c) Meslek şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan davranışlarda bulunmak,

d) izinsiz olarak görev mahallini terk etmek,

e) Çağırıldığı kurslara izinsiz ve mazeretsiz gelmemektir.

Bu ceza, Disiplin Kurulu kararı ile verilebileceği gibi, Bakan ve valiler tarafından doğrudan doğruya verilebi-

47

lir. 15 gün içinde cezayı veren âmire itiraz edilebilir. Süresi içinde itiraz o-lumsuz veya itiraz reddedilirse ceza kesinleşir ve sicile geçer.

Madde 35 — Maaş kesilmesini ge­rektiren hal; bir ayda dört defa maze­retsiz va'z etmemektir.

Madde 36 — Kıdem indirilmesini gerektiren haller:

a) Bir ayda altı defa mazeretsiz va'z etmemek,

b) Ticâretle iştigâl etmek, c) Vaizlik sıfatından yararlana­

rak doğrudan doğruya veya dolaylı yollardan halktan para istediği veya al­dığı tahkikatla sabit olmaktır.

Madde 37 — Görevden çıkarmayı gerektiren haller:

a) Kumar oynamak veya oynat­mak,

b) îçki içmek veya içirmek, . c) Ar ve hicabı mucip harekette

bulunmak, d) Görevi içinde veya dışında si­

yasî propaganda yaptığı tahkikatla sa­bit olmak,

e) 633 sayılı Kanunun 22 nci mad­desinin 1 inci fıkrasında kaydedilen ortak niteliğin olmadığı sabit olmak, veya bu niteliği kaybetmek,

f) Göreve alınma şartlarından her­hangi birini kaybetmektir.

Madde 38 — 34, 35, 36 ve 37 nci maddelerde bahis konusu olan cezalar­dan birinin 3 defa tekerrürü bir derece daha ağır cezayı gerektirir.

Madde 39 — Asgarî kadroda çalı­şanlar için sınıf indirilmesi cezası; bu­lunduğu derecede bir terfi müddeti da­ha bekletilmesidir. Bunların sınıf indi­rilmesinden önceki dereceden bir üst dereceye terfii için, sınıf indirilmesin­den önceki hizmet süresi, terfiine sa­yılır.

11. BÖLÜM

Çeşitli hükümler Madde 40 — Her il ve ilçe merke­

zinde en az bir vaiz bulunur. Nüfmsu elli bine kadar olan il ve üçe merkez­lerinde vaiz sayısı, gerektiğinde üçe kadar artırılabilir. 50.000'den sonra her 50.000 için yeni bir vaiz kadrosu verilir.

a) îl belediye sınırları içindeki bir vaizliğe atanmak için, din eğitimi ve­ren fakülte veya yüksek okul mezunu olmak şarttır.

b) istanbul, Ankara ve îzmir il­leri belediye sınırları içindeki vaizlikle­re tâyin edilebilmek için, (a) fıkrasın­daki şarttan başka, en az üç yıl yük­sek tahsilli olarak vaizlik veya buna denk meslekî bir görev yapmak gerek­lidir.

c) Dînî yüksek tahsilli olmayıp da, en az 10 yıl vaizlik veya dengi mes­lekî hizmet yapmış olanlar da il vaizli­ğine nakledilebilirler.

Madde 41 — Aslî görevi vaizlik ol­mayan ve kendilerine bu Yönetmeliğin 17 nci maddesine göre fahrî olarak va'z etmek yetkisi verilen kimselerin, bu belgeleri kendileri için müktesep bir hak teşkil etmez. Başkanlıkça lüzum görül­düğü takdirde, bu gibi kimselerin va'z etme yetkisi iptal edilir ve belgeleri alınır.

Madde 42 — Va'z için tespit edilen saatlerde, cami kürsüsü, mevlid oku­mak veya başka bir maksat için kulla­nılamaz. Va'z kürsüsü ilgili cami görev­lisi tarafından önceden hazırlanır.

Madde 43 — Cami içinde, teypten cansız olarak va'z yapılamaz ve dinleti-lemez.

Madde 44 — Bu Yönetmelik, neşri târihinde yürürlüğe girer.

Madde 45 — Bu Yönetmelik hüküm­lerini, Diyanet işleri Başkanı yürütür.

48

A R Ş İ V

ŞER'İYYE SİCİLLERİ ARŞİVİ

— V —

Nuri YEPREM Ser'iyye Sicilleri Arşivi Uzmanı

3 — Bir kadın'in; sinir ve akıl hastası olan öz oğlu tarafından bı­çak ile göğsünden vurulması neticesinde, hiç kimseden davacı olmadığı (İstanbul Kadılığı, Defter I, Varak 6 :A):

Mahmiye-i Kostantıniyye'de Molla Aşkı Mahallesinde sakin Mustafa Çelebi bin Veli bin Mûsâ Mecüs-i Şer-i Şerifte takrîr-i kelâm kılub işbu târîh-i kitab Pençşenbe güni ba'de salâti'1-asr Çorum Kazasına tabi' Sarıbey karyesinden olan Ammetem1 Gülistan binti Mûsâ, sadrî oğulları2

Muhammed ve Mustafa ibney Nefis ile Bürusa'dan gelüb bir ay'dır men­zilimde müsâfir olub sakin olurlar idi. Mezkûr Mustafa sar'a marazına mübtelâ olmağın işbu gün arızası hareket idüb merkume Gülistân'ı sağ memesinde ve üzerinde ve altında üç yerde Ehkerus bıçağı ile urub mec­ruh itmişdir diyüb kıbel-i Şer-i Şeriften üzerine vanlub eser-i cerhi keşf olunub takriri tahrîr olunmasın taleb itmeğin Mahkeme-i Şerife kâtib-lerinden Mevlânâ Muhammed Efendi irsal olunub zeyl-i kitabda mastû-ratü'l-esâmî olan müslimîn ile vardıklarında mezbûre Gülistân'ın aza­sına nazar eyleyüb minvâl-i muharrer üzere mezbûre sağ memesinde ve üzerinde ve altında üç yerde bıçak yâresi olub mecruha oldığın müşahe­de idüb, seni kim mecruh eyledi deyû suâl eylediklerinde, oğlum mer­kum Mustafa sar'a marazına mübtelâ idi, işbu gün arızası avdet idüb beni bıçak ile urub mecruha eyledi, cârih'im oğlum merkum Mustafa'­dır, ahardan bir ferd ile da'vâ ve nizâ'ım yokdur, deyû cevab virüb ve mezkûr Muhammed dahi hâzır olub, anam, merkume Gülistân'ı karında­şım mezbur Mustafa bıçak ile urub mecruha eyledi, deyucek vâkı-i hâl Mevlânâ'yı mezbûr tahrîr idüb gelüb Meclis-i Şer-i Şerîfde i'lâm itmeğin mâ-hüve'1-vâkı' bittaleb ketb olundı. (Tahriren fi'1-yevmi'l-hâmis min Cümâde'l-âhıra li-seneti ıhdâ ve ışrîn ve elf)3.

Şühûd: Fahru'l-eimme İbrahim Efendi, Mustafa Çelebi bin Ali el-Müezzin, Pîrî Dede biri Budak, el-Hac Hasan bin Abdullah el-Münâdî, Abdü'n-Nebî Bik (Bey) bin Alî el-Cündi, Abdurrahmân Bik (Bey) bin Receb el-Cündî, el-Hac Muhammed bin Abdülkaadir, Mustafa bin Hu-dâverdî, Ca'fer, Mustafa bin Derviş el-Cündî, Ahmed Bik (Bey) bin

49

Seydî el-Cündî, Ahmed bin Alî el-Cündî, Mahmud Beşe er-Râcil, Muham­med Bik (Bey) el-Cündî, Alî Beşe er-Râcil, Osman bin Alî, İbrahim bin Hasan, Muhammed bin Mustafa, Ca'fer bin Abdullah ve gayruhum.

i>**

•-'•İra î* •

*i •

% *

£&fc*f 50,

İlâmın sadeleştirilmiş şekli:

Himayeli, muhafazalı İstanbul'da Molla Aşkı Mahallesinde sakin, Mûsâ oğlu Veli oğlu Mustafa Çelebi Şer'î Meclis'de konuşarak: —Bu yazı tarihi olan Perşembe günü ikindiden sonra; Çorum Kazasına tabi' Sarı-bey Köyünden olan Halam Mûsâ kızı Gülistan, öz oğulları Nefis oğlu Mehmet ve Mustafa ile Bursa'dan gelip, bir aydanberi evimde müsâfi-reten oturuyorlardı. Mezkûr Mustafa sar'a illetine müptelâ olmakla, bugün illeti tutarak halam Gülistan'ı sağ memesinden, üzerinden ve al­tından olmak üzere üç yerinden Enkürüs bıçağı ile vurup yaraladı.— di­ye Şer'î Meclis tarafından gidilip yaralanmanın keşf ve yazılmasını is­teyince; mahkeme kâtiplerinden Mevlânâ Mehmet Efendi gönderilerek, aşağıda isimleri yazılı Müslümanlarla mezbûre Gülistan'ın yanma gel­diklerinde azasına bakıp, yazılı olduğu gibi sağ memesinde, üzerinde ve altında olmak üzere üç yerinden bıçakla yaralandığım görüp: —Seni kim yaraladı ?— diye sorduklarında: — Oğlum merkum Mustafa sar'a illetine müptelâ idi. Bugün ânzası avdet edip beni bıçaklayarak yaraladı; beni yaralayan oğlum merkum Mustafa'dır; başka bir kimse Üe dâva ve kavgam yoktur.— diye cevap verince, mezkûr Mehmet de orada hazır olduğundan: —Anam Gülistan'ı kardeşim mezbur Mustafa bıçakla vu­rup cerh eyledi.— demekle, hâdiseyi Mevlânâ Mehmet Efendi yazarak Şer'î Meclis'e gelip bildirdiğinden bu vak'a istek üzerine yazıldı. (1021 senesi Cumâde'l-âhir'inin beşinci günü yazıldı.)

Şahitler: Fahru'l-eimme ibrahim Efendi, Müezzin Ali oğlu Mustafa Çelebi, Budak oğlu Pîrî Dede, Münâdî (Dellâl) Abdullah oğlu Hacı Ha­san, Cündî (Binici, atlı) Ali oğlu Abdü'n-Nebî Bey, Cündî (Binici, atlı) Recep oğlu Abdurrahman Bey, Abdülkadir oğlu Hacı Mehmet, Hüdâ-verdi oğlu Mustafa, Cafer, CündS (Binici, atlı) Derviş oğlu Mustafa, Cündî (Binici, atlı) Seydî oğlu Ahmet Bey, Cündî (Binici, atlı) Ali oğlu Ahmet, Râcil (Yayah, piyade) Mahmut Beşe, Cündî (Binici, atlı) Meh­met Bey, Râcil (Yayalı, piyade) Ali Beşe, Ali oğlu Osman, Hüseyin oğlu ibrahim, Mustafa oğlu Mehmet, Abdullah oğlu Cafer ve başka şahitler.

L ü g a t l e r :

(1) Ammete = Babanın kız kardeşi, hala. (2) Sadrî oğullar = Üvey veya süt değil, öz oğullar. (3) (Tahriren fi'1-yevmi'l-hâmis min Cümâde'l-âhıra li senett ıhdâ ve ışrîn ve elf)

Türkçesi: 1021 senesi Cumâde'l-âhir'inin beşinci günü yazıldı.

51

MERHUM DİYANET İŞLERİ REİSİ A H M E T H A M D İ A K S E K İ

(1887— 1951) Veli ERTAN

Ahmet Hamdi Akseki, Cumhuriyet devrinin Üçüncü Diyanet İşleri Reisi olup, yazmış olduğu dînî, içtimaî ve ahlâkî eserleri ile İslâm âleminde tanınmış değerli din âlim-lerindendir. Muharrir, müdekkik ve mütefekkir bir zattır.

1887 tarihinde Akseki'nin Güzelsu Nahiyesinde doğmuştur. Nahiye câmiinin İmam-Hatîbi bulunan Mahmud Efendi isminde bir zâtın oğludur. Annesi de aslen Güzelsu'lu olan Cafer oğlu Mehmet Ali adında bir zâtın kızı olan Hatîce Hanımdır.

Ahmet Hamdi Akseki henüz 12 yaşında bulunduğu sırada kendisinden küçük bir kız kardeşi ile annesinden öksüz kalmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'i babasından ve Hatip Ali Efendi'den, tecvidi de Sûfî İbrahim Efendi adında bir zattan öğrenmiş, Arapça, Sarf ve Nahiv derslerinin mebâdîsini de nahiyede bulunan Mecidiye Medresesinde müderris Abdurrahman Efendi'den tahsîl etmiştir.

Bu suretle ilk tahsilini memleketi olan Güzelsu'da bitirdikten sonra, Ödemiş'e gitmiş, orada 3 sene kadar Gerçekli İsmail Hasip ve Aksekili Hacı Mustafa Efendilerden Arapça, Farsça, Fıkıh ve İslâm i'tikadına dâir dersler okumuştur. Tahsil müddetince iaşe ve ibate­sini ancak haftanın tatil günlerinde mühür kazımakla te'mîn etmiştir. Memleketinde iken öğrendiği talik, yazısını da epeyce geliştirmiştir. Mühür hâk etmeyi ilk defa hocası Ab­durrahman Efendi'den öğrenmiştir.

Ödemiş'te yaptığı tahsilden sonra İstanbul'a gelmiş ve meşhur Fâtih dersiamların­dan Bayındırlı Mehmet Şükrü Efendi'nin derslerine devamla icazet almıştır.

İmtihanla girdiği Dâru'l-Fünûn Ulûm-u Âliye-i Dîniye Fakültesine müdavim bulun­duğu sıralarda mezkûr Fakültenin lağvı üzerine bu defa Dâru'l-Hilâfeti'l-Âliye Medrese­sinin Âlî kısmına naklolunmuş ve burada tahsilini ikmâl ettikten sonra Medresetü'l-Müfehassisîn'in Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf şubesine girmiştir. Muvaffakiyetle tahsilini tamamlamış, doktorasını yapmış, İstanbul ruûs imtihanını da kazanmak suretiyle dersiam olmuştur. Merhumun matbuat sahasındaki çalışmaları da tetkike şayandır. 1908 sene­sinden i'tibâren yazı sahasına atılmış ve o zaman çıkmakta olan Sebîlürreşad mecmua­sının en önemli muharrirleri arasına girmiştir. Bu mecmuada yazmış olduğu dînî , içtimaî, ahlâkî ve felsefî makalelerin bir kısmı Beyrut ve Mısır gazeteleri tarafından iktibas olunmuştur.

İlk eserini henüz Dâru'l-Fünûn'da talebeliği sırasında Muhammed Reşit Rızâ el-Hü-seyni'den dilimize çevirdiği "Mezâhibin telfîki ve İslâm'ın bir noktaya cem'i" adındaki değerli ve olgun tercemesi ile hocalarının teveccühünü kazanmıştır. Hattâ üstadı İzmirli İsmail Hakkı'nın bu eser hakkındaki ihtisaslarını şu tarzda tebarüz ettirmiştir:

"Dâru'l-Fünûn'un müdaviminden Aksekili Ahmet Hamdi Efendi'nin bu eserini seve seve okudum." dedikten sonra yazısına devamla, "Boş vaktini kütüphanelerde, mütâlâa-hânelerde imrâr eden bu genç âlim bu sa'yi, bu tetebbuu mütâlâası sayesinde atîde en büyük âlimler sırasına geçecektir." demekle merhumun ilmî kudretini ifâdeye çalışmıştır.

Sonradan Süleymâniye'ye tahvil edilen Medresetü'l-Mütehassisîn'in son sınıfında bu­lunduğu sırada Şeyhu'l-İslâm Mustafa Hayri Efendi'nin tensîbiyle, hocası İzmirli İsmail Hakkı'nın himmetiyle Heybeliada'da Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'ye din dersleri, din fel­sefesi ve ahlâk dersleri muallimliğine tâyin olunmuştur. 1916 târihinde de bu vazifesi­ne mümtaz olarak Medresetü'l-İrşâd Târih, Felsefe, yine aynı sene içinde Dâru'l-Hilâfe

52

Medresesi Felsefe dersleri uhdesine verilmiştir. 1918'de felsefe derslerinin kaldırılması üzerine içtimaî ilimler müderrisliğine tâyin edilmiştir. Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'de din derslerini eskilerin takip ettiği sıkıcı bir usûlle değil, yepyeni bir tarzda derslerine baş­lamış, mektebin müdür ve muallimlerinin arasında mümtaz bir mevki ihraz etmiş, bu suretle aydın gençlerin ahlâkı ve ruhu üzerinde derin tesirler yapmağa muvaffak ol­muştur. Gençlerin vicdanlarındaki din duygusunun samimiyet içinde inkişâfına vesile olmuş, gönülden çalışmış ve öğrencileri arasında da üstün bir saygıya mazhar olmuştur.

Merhum Ahmet Hamdi Akseki Heybeliada'da Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'de takrir etmiş olduğu derslerini "Dînî Dersler" nâmı altında üç kitap hâlinde toplamıştır.

Birinci kitap birinci kısım zarûriyât-ı dîniyye, i'tikâd-ı Islâmiyeyi muhtevî '16 'ders­ten ibarettir.

Birinci kitap ikinci kısım ise, ibâdet ve hikmet-i şer'iyye ve mesâlih-i içtimâiyye-sini muhtevî 21 dersten müteşekkildir.

Bu eserin üçüncü kısmı ise, 4 dersten ibaret İslâm ahlâkını muhtevidir. Üçüncü kitap birinci kısım, din hakkında mütâlâat-ı umûmiyye olup 16 derstir.

Dînî dersler nâmını taşıyan bu üç kitap Sebîlü'r-Reşâd Kütüphanesi tarafından iki defa tab'ı yapılmış ve o zamanın umum mekteplerinde ve medreselerinde tedris edil­mesi Maârif ve Şer'iye vekâletlerince kabul edilmiştir. Bu suretle b u ' mühim eser mem­leketin her tarafında irfan müesseselerinde tanınmış ve genç nesil üzerinde derin tesir­ler icra etmiştir.

Merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin Balkan muharebesinden önce Sebîlü'r-Reşâd mecmuasının Bulgaristan ve Romanya muhabirliği de çok dikkate şayandır. Bulgarların şiddet ve tazyiklerine rağmen her türlü tehlikeyi gözönüne alan merhum üstad Bulga­ristan'ı dolaşmış-ve burada bulunan Müslümanları tenvîr ve irşada çalışmıştır, Oradan mecmuaya gönderdiği "Bulgaristan Mektupları" serîsi mühim bir eser mâhiyetini taşı­maktadır. Bu yazılarında burada bulunan Müslümanların yaşayış tarzlarını ve Bulgarla­rın Müslümanlara yapmış oldukları zulüm ve cefâları etraflıca îzah etmiştir. Bilhassa son yazmış olduğu mektubunda Bulgarların muhakkak harbe gireceklerine dâir verdiği ma­lûmat ileriyi görebildiğini ifâde etmiştir. Millî mücâdele sırasındaki hizmeti de olduk­ça büyüktür.

Mil l î , mücâdelenin başlaması üzerine İstanbul'daki vazifesini bırakmış, Anadolu'ya geçmiş ve 1922 târihinde Ankara Mekteb-i Sultanî ulûm-ı diniye muallimliğine tâyin olunmuştur. Bir taraftan da yazıları ile, va'z ve irşadlariyle halkı, d în i konferanslariyle de gençleri tenvîr ve ikaza çalışmıştır.

1922 târihinde Ramazan ayı münâsebetiyle Ankara Dâru'l-Muallimîn konferans sa­lonunda dînî konferanslar vermiştir. Bilâhare konferanslarını "İslâm Dîni fıtrîdir" nâmı altında neşretmişti. Yine aynı târihlerde mülga B. M. Meclisi Hükümeti ve Umûr-i Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat Müdür-i Umumîliği uhdesine verilmiştir. Bu vazifeye başla­dıktan sonra âzâlıklara da yakın ve tahsil arkadaşlarından eski Diyanet İşleri Reisi Ha­san Hüsnü Erdem'i ve diğer arkadaşı Mustafa Sahib'i getirmişti.

Mülga Dâru'l-Hilâfe medreselerinin müfredat programlarının yeni baştan ele alınmış yeni metodlar dâhilinde tâdilini yaptırmıştır. Nizâmnâmesi de tümüyle gözden geçirilmiş, zamanın ihtiyâcına göre hazırlanmıştı.

Merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin 1923 târihinde Medresetü'l-Vâizîn ve Dârü'l-Hi-lâfe Medreseleri hakkında zamanın Şer'iye ve Evkaf Vekiline takdim etmiş olduğu lâyi­hası cidden tedkîke şayandır. Bu lâyihalar üzerine Anadolu Dâru'l-Hilâfeleri - için Evkaf­tan o zaman 60.000 lira alınmış, kısa bir zaman içinde medreseler ıslâh edilmiş ve ,yen i ­den programlar tanzim edilmiştir. Dâru'l-Hilâfe medreselerinin sayısı 13'ten 38'e yüksel­miştir.

53

Atatürk 5 Şubat 1923'te Konya'ya geldikleri sırada Dârü'l-Hilâfe Medresesini teftiş etmiş, Fransızca, Hadîs, Fıkıh, Kelâm, Coğrafya derslerinde bulunmuş ve talebelerle uzun uzadıya meşgul olmuşlardır. Medreseden ayrılırken şöyle demişlerdir:

"Memnuniyetle görüyorum ki, tedris ve tederrüs cidden hakîkat-i dîniyye dâiresin-dedir. İnşallah memleketimizi ve milletimizi ihya edecek asrî ve hakîkî ulemâ fazîlet-kâr müderrislerimiz sayesinde siz olacaksınız. Kıymetli ve hakîkî ulemâmızın mevkii yük­sektir. Ulemâmızın ve erbâb-ı ilim ve irfanımızın hizmeti ve irşatları ile inşallah Ibn.i Rüşd'ler, İbn-i Sînâ'lar, Fârâbî'ler, İmam Gazâlî'ler milletimizin içinden çıkacak ve bu asrın tekâmülâtiyle mücehhez olarak ihyâ-yı hakîkat-ı dîniyye eyliyeceklerdir. Aksekili Ahmet Hamdi Efendi'yi tebrik ve kendisine teşekkür ederim"1.

Umûr-i Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti'nin lağvı üzerine merhum Ahmed Hamdi Akseki Tedrisat Müdür-i Umumîliğinden İstanbul İlahiyat Fakültesi Hadîs ve Târih-i Hadîs Mü­derrisliğine, sonra da Diyanet İşleri Reisi'nin talep ve tensîbiyle Diyanet İşleri Heyet-i Müşavere Âzâlığına tâyin olunmuştur.

Heyet-i Müşavere Âzâlığında iken, vaktiyle Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'de takrîr et­miş olduğu Dînî Dersler İkinci Kitabı olması lâzım gelen notlarını bu defa "Ahlâk Ders­leri" nâmiyle Diyanet İşleri Reisliği neşriyatı meyânında çıkarmıştır.

"Askere Din Dersleri", "Köylüye Din Dersleri", "Ve'l-Asri Sûresinin Tefsîri", "Pey­gamberimiz Hz. Muhammed A.S. ve Müslümanlık", "Peygamberimiz'in Vecizeleri" ve "Yeni Hutbelerim" adlarındaki eserlerini neşretmiştir.

Merhum Üstad 1939 târihinde Diyanet İşleri Reisi Rıfat Hoca'nın tasvip ve tensib-leriyle Reis Muavinliğine getirilmiştir. Bu zamanda 656 sayfa tutan "İslâm Fıtrî, Tabîî ve Umûmî Bir Dindir" adındaki hazırlamış olduğu dört ciltlik muazzam eserinin birinci cildini ve 4 kitap hâlinde "Yavrularımıza Din Dersleri"ni yazmıştır.

Ahmed Hamdi Akseki 1947 yılında Diyanet İşleri Reisliğine tâyin olunmuştur. Reisliği zamanında da "İslâm Dîni" adlı eserini —ki, i'tikat, ibâdet ve ahlâk mevzularını hâvi­dir—, öğretmen ve öğrencilere yardımcı açıklamalı din dersleri birinci ve ikinci kitabı ve namaz sûrelerinin Türkçe tercüme ve tefsîri'ni yazmıştır.

Merhumun din' tedrisâtı ve din müesseseleri hakkında zamanın Başvekiline vermiş olduğu rapor tedkîke şayandır, aynı zamanda bir eser mahiyetindedir.

10 Aralık 1950 târihinde Kore şehitleri için İstanbul'da Süleymâniye Camiinde oku­tulan muazzam târihî mevlidde mühim bir hitabede bulunmuştur. Bu hitabe şöyle baş-

" lamaktadır:

"Aziz cemâat; Bugün okunacak mevlid ve hatimler Kore şehitlerinin ruhlarını ta'zîz, mübarek ve

kahraman gazilerimizi tebcil için bu muhteşem mâbedde toplanmış bulunuyoruz. Uzak­tan ve yakından binlerce din kardeşlerimiz ve vatandaşlarımız da buraya gelmiş bulun­maktadır." sözü ile başlayıp, devamla: "Allah'ın son Peygamberi Hazret-i Muhammed (S.A.V.) onüç sene Mekke'de, on sene Medine'de bâtıl bir zulüm, istibdatla küfür ve şirk ile beşer ruhunu tezlîl eden her türlü hurafelerle savaşmıştı. Bu yirmiüç sene için­de şirkin, bâtılın müthiş savletleri olmuşsa da sonunda hak bâtıla, îman küfre galebe etmiştir. Bütün bunlar. Onun Allah'a olan îmânı, mümtaz vasıflarından olan şecaat, ce­saret, kahramanlık, sarsılmaz azim, kuvvetli irâde, kat'î hürriyetle olmuştur.

Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (S.A.V.) yüksek bir mefkure, hak bir da'vâ uğ­runda, Allah yolunda yürürken Arabistan çölünün her zerresi onu yolundan alıkoymak için karşısına bir dağ gibi dikilmiş, fakat bütün dağlar Onun sarsılmaz azmi, kuvvetli irâdesi karşısında erimişti, öbür taraftan sulh, barış ve insaniyet dîni olan Müslüman­lığı bütün beşeriyete tebliğ ederken diğer taraftan da hurafeleri insanların kalbinden

(1) Şubat 1341 tarihli, 771 numaralı Hâkimiyet-i Milliye gazetesi.

54

söküp atmağa çalışıyordu. Bu yoldaki azim, sabır, sebat, çevresindekilere her zaman bitmek tükenmek bilmeyen bir kuvvet, bir azim ve irâde kaynağı olmuştur.

Muhterem cemâati İşte biz de, Peygamberimiz'in izinde yürümek ve dâima Onun izinden ayrılmaya­

cağımıza azmetmiş bir milletiz. Biz Türk ve Müslümânız. Türklük ve Müslümanlık gibi iki vasfı nefsinde cem'etmiş bulunan bir millet elbette hârikalar vücûde getirecektir.

Kore'de bulunan bir avuç askerimizin üstün kuvvetlerle nasıl çarpıştıklarını ve insan kuvveti dışında neler yaptıklarını, yabancı matbuat yaza yaza bitiremiyorlar. Bilmeyenler varsa bilsinler ki; bu, bizim için çok tabiîdir.

Onbeş bin kahraman ile 300 bin düşmana saldıran, "Nefsimi Allah yolunda feda edip ecir bekliyeceğim. Şehit olmak saadetine erişebilirsem bu toz yığınından teşekkül eden kabrim Cennettedir. Eğer galip olursam, ne bahtiyarım ki, bugünün dünden hayırlı olarak geceye girmiş olurum." diyen Alp Arslan'daki kan ve ruh da işte bu ruhtur.

Şanlı târihimizde 'Sırp Sındığı' diye ün almış olan muazzam hâdise cihanın malû­mudur. Tuğyan edip taşmış bir sel gibi Meriç ovasını kaplayan yüz bin kişilik bir düş­man ordusuna dört bin süvari ile karşı çıkan kahraman komutan Hacı il Bay, bire yir­miden de fazla olan bu üstün kuvvet karşısında yılgınlık göstermeden geceleyin düşü­nüp hemen tatbîke geçtiği bir plânla bu muntazam ordunun her tarafından tâ arş-ı âlâ'ya yükselen 'Allah Allah' sadâlariyle birden hücuma geçmiş ve birkaç saat içinde, o muazzam ve mağrur ordudan leşlerle çadırlardan başka birşey kalmamıştır.

Kalbini Allah'ına bağlamı; dinli, îmanlı ve itaatli olan bu kahramanlara karşı koy­mak isteyenler, kılıçtan; davranıp kaçabilenler de Meriç'ten geçmişlerdi. Hacı il Bay bu muazzam kuvvet karşısında geri dönmeyi aklına bile getirmedi. Çünkü düşmanı çok görüp de kaçmak, Türklerin mertlik şiarına ve Müslümanlığın emirlerine uygun değildi.

Bir misâl daha: Birinci Cihan Harbinde Bağdat cephesinde Yüzbaşı Muzaffer Bey, üstün düşman kuvvetleriyle savaşırken yaralanıp düşüyor. Artık Muzaffer Bey son ne­feslerini yaşıyor ve konuşamıyor. Bu anda cebinden bir zarf çıkarıp kanı ile bir tarafına yazıyor: 'Kıble ne tarafta?' Kahraman erler bununla ne demek istediğini anlayarak he. men kıbleye çeviriyorlar. Bundan sonra zarfın öbür tarafına yazıyor: 'Bölük, savaştan vılmasın, intikamımı alsın.' Altına da: 'Eşhedü en lâ ilahe illâ'llah ve eşhedü enne Mu-hammeden Abdühû ve Resûlühû' kelime-i şahadetini yazıyor ve ruhunu Allah'a teslîm ediyor.

Bu gibi misâlleri çoğaltmaya vaktimiz müsait değildir. Uzaklara gitmeğe ne hacet: Otuz sene evvel korkunç bir haksızlığa şâhif olmadık mı?

O zaman da bâtıl hakka savlet etmiş, durup dururken mukaddes yurdumuza düş­man hücum etmiş, haksızın bu savleti bütün şiddetiyle ilerlemiş, önüne gelen mukad­desatı zâlimlere has bir şekilde tahrip etmiş, kirli ayaklarını kalbgâhımıza kadar uzat­mıştı. Lâkin sonu ne oldu? Ne olacak: Tam bir azim ve irâde ile 'Allah Allah!' diyerek süngüsünü takan, silâha sarılan kahraman milletimizin karşısına çıkmak isteyenler kılıç­tan geçirilmiş, kaçmakla kurtuluruz sananlar da denize dökülmüştür. Bunlar bizim .için her vakit ve dâima olacak bir şeydir.

Bu azîz millete dokunmağa gelmez. Hele onun vatanına, onun hürriyetine, onun mukaddesatına kem gözle bakanlar, bunlara karşı kötü bir fikir besleyenler varsa, onlara şu muazzam ve muhteşem mabedin kürsüsünden ihtar edelim ki: Böyle bir şeyi hayâl­lerinden dahi silsinler, yoksa evvelkilerin yuvarlandığı Gayya kuyusunun dibini bulurlar."

"Aziz cemâat, muhterem dinleyicilerim!" hitabından sonra devamla: "Şurasını da hatırdan çıkarmamak lâzımdır ki; asker harbe, ölmek için değil, öldür­

mek için girer. Ve öldürürken kendisi de ölürse şehit düşer. Eğer bu niyetle beklerken de ölse yine şehittir.

55

Muhterem cemâat! Şimdi size şehitliğin nasıl bir türbe olduğundan bahsetmek isterim. Fakat buna dâir

ne söylersem yine onu anlatmış olamıyacağım. Onu hakkiyle anlayıp anlatabilmek için şehidin yükseldiği bu mertebeye çıkmış olmak lâzımdır. Şehitlik, Peygamberlik merte­besinden sonra gelen bir mertebedir. Bunun en güzel, en doğru ifâdesini yine Kur'ân-ı Kerîm'de bulabileceğiz.

Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da şöyle buyuruyor: 'Hak uğrunda, Allah yolunda öldürülenler için sakın ölü demeyiniz. Onlar ölü değil, diridirler. Lâkin o yüksek hayâtın farkında de­ğilsiniz.'

Evet; onlar yaşayan ve Allah yanında istedikleri saadeti bulan, bize göre ululardır. Ne mutlu böyle bir ölüme! Peygamber Efendimiz de şehitliğin ne yüksek bir mertebe olduğunu şu mübarek sözleriyle anlatmışlardır:

'Ne olaydı hak yolunda, Allah yolunda şehit olaydım, tekrar dirilip tekrar şehid olsaydım.' Şehidin bütün günahları mağfurdur. Hısım ve akrabasından yetmiş kişiye şefaat edecektir. Allah cümlemizi onların şefâatına nail eylesin.

Şehitliğin bu derece yüksek bir mertebe olduğunu bilen İstiklâl Marşı şâiri rahmetli Mehmet Akif, şehide hitaben; şehide karşı ne yapılsa az geleceğini, çok yüksek bir belâgatle ifâde ettikten sonra şöyle der:

'Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.'

Allah ve Peygamber yanında rütbesi bu kadar yüksek olan şehidin ruhu hatimlerle, mevlidlerle, fatihalarla fa'zîz olunmaz mı?

Hak yolunda, Allah yolunda savaşan böyle kahraman bir ordu tebcil ve gazası teb­rik olunmaz mı? İşte bunun için toplanmış bulunuyoruz."2 cümlesiyle hitabesini bitir­miştir.

Ahmed Hamdi Akseki İstanbul'da Süleymâniye Camii Şerifinde vermiş olduğu hi­tabeden henüz bir ay geçmeden vazifesi başında aniden rahatsızlanmış ve derhal Nu­mune Hastahânesine kaldırılmıştır.' Nihayet hastahânede üç gün yattıktan sonra 9 Ocak 1951 târihinde Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.

Merhum üstadın basılmış ve basılmamış olmak üzere 70'i mütecaviz eseri vardır. Yukarıda zikredilen eserlerinden başka basılmış ve basılmamış eserlerinden başlıcaları şunlardır:

1 — Hâtemü'l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin bir İsnadın Reddiyesi 2 — İmâm-ı Gazâlî'nin Ruh Nazariyesi 3 — Akâid-i İslâmiyye 4 — Ölüm Nedir? 5 — İbn.i Sînâ Felsefesi 6 — İhlâs Tefsiri 7 — îman ve İrâde Kudreti

. 8 — Teravih Namazı 9 — İslâm'da Resim ve Suretin Mâhiyeti

10 — İslâm'da Ahlâk Umdeleri 11 — Tâcü'l-Arus Tercümesi 12 — Kur'ân-ı Kerim ve Radyo-Gromofon 13 — Tayyare ve Kuvvet 14 — Namaz ve Kur'ân 15 — İslâm'da Ahlâkın Mâhiyeti

(2) Veli Ertan: Ahmed Hamdi Akseki'nin Hayâtı, Eserleri ve Tesirleri, S. 80-84.

56

16 — Medenî Dünyânın Dîne Dönüşü 17 — Kudret-i İlâhiyye 18 — Bilinmesi Elzem Olan Hakikatler 19 — İrâde-i Cüz'iyye vs. eserleri gibi.

Merhumun 3000 cilde yakın bir kitaplığı vardır. Bu kitaplık vârisleri tarafından Di­yanet İşleri Reisliğine satılmıştır. Orada çelik dolaplar içinde topluca muhafaza olunmak­ta ve faydalanılmaktadır.

Merhum Ahmed Hamdi Akseki büyük bir din âlimidir. Fazilet, feragat, ahlâk ve seciye sahibi mümtaz bir şahsiyettir. Şarkın ilim ve felsefesi kadar garbın da kültür ve felsefesinin birçok taraflarını benimsemiş, bundan dolayı da birçok yerli ve yabancı ansiklopedilerde biyografisi yazılmıştır.

Merhumun en büyük düşüncesi, Müslümanlık her türlü terakki ve tekâmülü emre­den bir din olduğu halde niçin Müslümanların geri kaldığı mes'elesi olmuştur. İşte bu­nun içindir ki, merhum, Müslümanları dinleriyle mütenâsip olarak bir terakkiye ve te­kâmüle ulaştırmanın yollarını araştırmış ve bu nokta ile hayli uğraşmıştır. İslâm Dîninin ebedî ve umûmî olduğunu ve bütün beşeriyetin dîni bulunduğunu müdâfaa etmiş ve dünyâ milletlerinin ıstıraptan kurtulabilmesini ancak büfün peygamberlerin de dîni olan İslâm'a dönmekle mümkün olabileceğini delilleriyle ayrı ayrı isbat ve îzah etmiştir.

Merhum, beşerin terakkiyât-ı ilmiye sahasında atmakta olduğu her hatve edyân-ı sâireden tebâud, fakat bizim fıtrî olan dînimize bir tekarübdür, lezini müdâfaa etmiştir. İş nihayet oraya varacak ki İslâm'ın fıtrî ve ilâhî bir din olduğu bütün âlimler tara­fından ikrar edilecektir. Yazmış olduğu bir eserinde hükmün gerçekleşmede olduğunu, "Medenî dünyânın dîne dönüşü" adlı diğer bir eserinde de, İslâm ulemâsı içinde ilk defa bugünkü Avrupa'nın İslâm'a dönüş hakkında gösterdiği tahkik ve tetkik neticesi, Almanya ve Amerika'da Müslüman olan ilim ve fen adamlarının gün be-gün artması ile neticenin o hükme muvafık bir hal alacağı kanâatini izhar etmek suretiyle teferrüd etmiş bir şahsiyettir.

Merhumun sözü tesirli olduğu kadar kalemi de kuvvetlidir. Üslûbu gayet sâdedir. En çetin mevzuları en açık bir şekilde yazmağa muktedirdir. Geniş görüşlü fakîh bir dili âlimi idi. Bulunduğu mevkiin şerefini dâima muhafaza etmiş, âmirlerinin te'sîrinden uzak kalmıştır. Mesleğinde samîmiydi, müfevâzî ve olgundu. Dâima Allah'a bağlı kalmış ve îmânından asla fedakârlık yapmamıştır. Vatanperverdi, yakınlarına düşkündü, memleke­tine bağlı idi. Halkı çalışmaya teşvik ederdi. İyilik yapmayı severdi, ilmiyle ve temiz giyinmesiyle herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı.

Merhum Arapça, Farsça, İngilizce bilirdi.

B i b l i y o g r a f y a :

1 — Kendi el yazısı ile yazmış o lduğu tercüme-i hâl i . 2 •—• Sebîlü'r-Reşad mecmuasında neşredilen hal tercümesi. 3 — Diyanet İşleri Reisi M e r h u m Ahmed Hamdi Akseki 'n in Hayâtı, Eserleri ve Tesirleri

(Ve l i Er tan) . 4 — Yakın arkadaşlarından emekl i Diyanet işleri Reisi H. Hüsnü Erdem'den alınan notlar. 5 —• Oğ lu Cevat Aksek i 'den alınan özel notlar. 6 — Ve d în î müesseseler hakkında bir rapor (Başvekâlet'e takdim o lunmuştur ) . 7 —• Türkiye Anı t lar Derneği istanbul Şubesi bül teninde Kore şehit ler i için istanbul Sü-

leymâniye Cami inde î rad buyurduk lar ı târihî hitabe (Der leyen: A l i Rıza Cansu). 8 —• Hâk imiye t - i M i l l i ye , 5 Şubat 1341 târ ih ve 771 sayılı gün lük gazete. 9 — H. 1366 ( M . 1947) yı l ı Ramazân-ı Şerîf münâsebetiyle d î n î - b i r konuşma (Diyanet

İşleri Başkanlığı yay ın lar ından) , 1947 Ankara, Sakarya Basımevi. 10 — Sicil dosyası (Diyanet işleri Başkanlığı).

57

TAMİMLER. T. C.

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI Olgunlaştırma Dâiresi Başkanlığı

Olgunlaştırma Müdürlüğü

3-B/171 4.2.1970

Müftülüğüne

Cenâb-ı Hakk'a hamdolsun Kurban Bayramını idrâk etmek üzereyiz. 17.2.1970 Salı günü Kurban Bayramının birinci günüdür.

Dînimizdeki bayramların ferd veya cemiyet, bütün mü'minler için İlâhî birer ihsan olduğu malûmdur. Bu i'tibarla Kurban Bayramının hikmetlerini, mü'minler üzerinde mey­dana getireceği çok güzel te'sirleri göz önünde bulundurmak; şer'î hikmetlerine uygun bir şekilde onu değerlendirmek ni'metin şükrünü edâ etmek olur.

Ni'metin kadrinin bilinmesi artmasının ve devamının te'mînâtıdır. Huzur ve saade­tin membası olan Kur'ân-ı Kerîm'in beyânının da bu volda olduğu açıktır.

Dinî yönden halkımızı tenvir elmekle görevli bulunan Müftü, Vaiz ve Hatiplerimizin, bayramlar ve hikmetleri hakkında mü'minleri aydınlatmaları çok şerefli bir görevin îfâsı olacaktır.

Bu irşad görevi yerine getirilirken, özellikle, aşağıda işaret edilen hususlara çokça yer verilmesinde büyük faydalar mütalâa etmekteyim.

1 —• Bilindiği gibi Dînimiz, insanın mükerrem olarak ve ahsen-i takvim üzere ya­ratıldığını, göklerde ve yerde mevcud olan eşyanın insanın faydasına ve hizmetine ama­de kılındığını bildirmiş; bütün bu ni'metlerden istifade edilecek saadet ve fazilet yol­larını göstermiş, bunların, sağlam inanç, bilgi ve dürüst çalışmakla kazanılabileceğini telkin etmiştir.

Aziz milletimizin Müslüman her ferdi gerçeğin böyle olduğunu müdriktir. Bundan hiçbir suretle şüphe edilemez.

İnsanlığın huzur ve sükûna en çok ihtiyaç duyduğu asrımızda Kur'ân-ı Kerîm'in tel­kin ettiği bu ahlâkî düsturların yaşanmasıyla birlikte, bu güzel esaslar üzerinde halkı­mızın tekrar tekrar aydınlatılması, cemiyetimizin ferdleri arasındaki kardeşlik sevgisini ve huzuru sağlamak olduğu gibi milletimizin bu yönden başka milletlere örnek olma seviyesine yükseleceğini de temin edeceğinden emîn olmalıyız.

58

Çünkü dînimiz, doğruluk, cesaret, bilgi, çalışkanlık, insan kadrini bilme, ahde vefa, merhamet, ferdlerin hakkına saygı, devletin ve milletin emânet ettiği vazifelere Allah için riâyet etmek gibi hususları, kâmil bir mü'min olmanın şiarından saymıştır.

2 — İatâatli bir evlâdın ana-babasını, müşfik ebeveynin evlâdını, olgun bir öğret­menin talebesini yükseltmeye matuf duygu ve düşünceleri ne ise, milletimize hizmette ve halkımızı dînî konularda aydınlatmakta aynı samimiyetle ve daha köklü bir düşünce ile çalışmaya mecbur olduğumuzu her an hatırda tutmamız îcâbeder. Çünkü uhdemize emânet edileli kudsî vazifenin yüksek mâhiyeti bunu gerektirir.

İşte o zaman üzerimize aldığımız bu pek şerefli görevimizin hakkını vermiş oluruz. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını, Hazret-i Peygamber'in iltifatını ve aziz milletimizin takdirlerini kazanmak mutluluğuna ereriz.

Bu Kurban Bayramında yeni bir şevk ve azimle bayramların hikmetlerini, bayram­larda mü'minlerin dîni, içtimâi vazifelerini beyan ile bu mevzudaki irşad görevlerimizi eksiksiz olarak ifâ edeceğinizden emin bulunmaktayım.

Bu münâsebetle bütün vazife arkadaşlarımın Kurban Bayramlarını tebrik eder, bu bayramın milletimiz ve bütün mü'minler için saadet ve mağfiret, beşeriyet için kurtu­luş ve hidâyet vesilesi olmasını Cenâb-ı Hak'dan niyaz eylerim.

Lûtfi DOĞAN Diyanet İşleri Başkan V.

(Baştarafı sayfa 33'te)

ret di lemelerinin, aralarındaki hoşnutsuzlukların giderilmesine vesîle ola­cak bayram ziyaretlerinin te'min ettiği faydayı, acaba hangi insan inkâr edebilir?

Azîz ve muhterem Müslümanlar! Gözlerimizi yaşartan şu mü'minler topluluğu, dînimize ve ma'nevî değerlerimize bağlılığımızı, Allah'a ve Pey-gamberimîz'e olan sarsılmaz îmânımızı bizzat göstermektedir. İşte böylece, mübarek bayram gününün ma'nâsı tahakkuk etmiş bulunmaktadır. Bunun için, neslimize bayramlarımızın ma'nâ ve önemini iyi öğretelim. Bu mukad­des günlerde onlara iyi örnek olalım. Kalblerimizi birleştiren, hoşnutsuzluk­ları gideren günlerin bayramlar olduğunu, onların saf ve temiz kalblerine yerleştirelim. Büyük bayram, İslâm âlemine ve azîz milletimize mübarek olsun.

' i \ '* >(• ><?< (y * uV\ «'il'» >\ak?'\' f <' °- V° \ -V -> •/• V -

59

J^gkei'leı»

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI AHMET ÖRS HASTAHÂNESİ HİZMETEoGİRDİ

Uzun zamandan ben açılmasını sabırsızlıkla bek led iğ imiz Diyanet işleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahânesi 27.12.1969 tar ih inde hizmete g i rmişt i r .

Açılış töreninde Devlet Bakanımız Sayın Hüsameddin A tabey l i , Turizm ve Tanıtma Bakanı Sayın Necmeddin Cevher i , Diyanet işleri Başkan Veki l i Sayın Lûtf i Doğan, Başkan Yardımcısı Sayın Yaşar Tunagür, Din İşleri Kuru lu Üyeler i , Daire Başkanları, Müdür le r , Başkanlığımız mensupları ve hayırsever vatandaşlarımızın hazır bu lunduğu güztde bir top lu luk huzurunda açılmıştır.

Açılış töreninde Devlet Bakanı Sayın Hüsameddin A tabey l i , Ahmed Örs'e ve dernek mensuplarına teşekkürle söze başlamış ve veciz bir konuşma yaparak özetle şöyle demiştir:

"Bu hastahanenin Diyanet camiasına ve milletimize hayırlı hizmetler îfâ edeceği bir gerçektir. Asırlar öncesi memleketimizde bu gibi hayır müesseseleri ecdadımız tara­fından te'sis edilmiştir. Bu hayır müesseseleri ile ilgili vakfiyeler incelendiği zaman ce­miyetin bu sahadaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere en ince teferruatına kadar inilmiş ve hastaların tedavisi için gerekli ihtimamın gösterilmesi hususları te'min edilmiştir. Bu hastahanenin de yurdumuzda kurulmuş olan diğer hastahâneler gibi cemiyetimize büyük ve hayırlı hizmetler görmesini temennî eder, hizmeti geçenlere teşekkür ederim."

Devlet Bakanından sonra Diyanet işleri Başkan Veki l i Sayın Lûtfı Doğan, kısa bir ko­nuşma yapmış, bu hayır müessesesinin vücut bulmasında maddî ma'nevî büyük desteği bulunan Sayın Ahmet Örs'ü ve Hastahâne Yaptırma Derneği mensuplar ının kıymetl i çalışmalarını tebr ik ett ikten sonra sözlerine devamla demişt i r k i :

"Hastahâne, cami, okul, köprü, yol, çeşme ve benzeri hayır müesseselerini vücûda getirmek dînimizin şiârındandır. Bilindiği gibi dînimiz insanları bizzat iyiliğe teşvik et­mekte ve insanlığın faydasına olacak eserlerin meydana getirilmesini bir nevi ibâdet saymaktadır. Bu bakımdan ecdadımız hastahâne ve emsali hayır müesseseleri ile yur­dumuzu ve târihimizi süslemişlerdir. Bugün hizmete açılan bu hastahânemizle mevcutla­rına bir yenisi daha ilâve edilmiştir. Bu hayır müessesesine ilgili makamlarımızın ve iyiliksever milletimizin hemen her ferdinin ilgi göstereceğinden emin bulunmaktayım.

Bu sevinçle, bu hastahanenin Diyanet camiası ve aziz milletimiz için hayırlı olma­sını Cenâb-ı Hak'dan dilerim."

Hastahânemize maddî ve ma'nevî yönden hiçbir fedakâr l ığ ı esirgemeyen hayırse­ver ve hamiyet l i Sayın Ahmet Örs de özetle şunları söylemişt i r :

"Aziz milletimizin sağlık hizmetlerinde bulunacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahânesi hayırsever vatandaşların ve din görevlilerinin maddî ve ma'nevî yardımlarıyla kurulmuştur.

Diyanet İşleri mensupları ve Hastahâne Yaptırma, Yaşatma ve Donatma Derneği yük­sek huzurunuzda bu müessesenin açılışıyla kıvanç ve sevinç duymaktadır.

Hastahânemiz şimdilik dâhiliye, hâriciye, nisaiye ve cildiye mütehassısları ile ilgili branşlarda hizmet görecektir. Bu mütevazı hastahânemiz ilerde bu seviyede kalmaya­cak, binaya gerekli ilâveler yapıldıktan sonra geniş kadro ile takviye edilerek tam te­şekküllü bir hastahâne haline getirilecektir.

60

T . C Diyanet İşleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahânesi açılış merasiminde kurdelâ kesilirken.

Derneğe yardım eden hayırsever vatandaşlarla daimî olarak maddî yardımlarını esirgemeyen din görevlilerine ve hastahâneyi bugünkü şekle getiren Derneğin kıymetli kurucuları ve mensuplarına minnet ve şükranlarımı sunar, bu sağlık yuvasının millet hizmetinde başarılı olmasını Cenâb-ı Hak'dan niyaz ederim."

Senelerdenberi Diyanet işler i Başkanlığında doktor luk h izmet in i î fâ etmiş ve has-tahânenin kuru luşunda büyük emekler i geçmiş bulunan Daire Doktorumuz Kemal Topa-ian, Diyanet İşleri Başkanlığına int isabını, Diyanet işleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahâ­nesi Derneğin in kuru luşundan bugüne kadar geçirdiği merhaleler i anlattıktan sonra sözler in i şöyle tamamlamıştır :

"Çok muhterem Bakan Beyefendi, bilirsiniz ki taşıma su ile değirmen dönmez. Bu teşekküle Devlet değerli kolunu uzatmazsa ve Devlet bu teşekkülün elinden tutmazsa bu, günün birinde çöker, tamamen heder olur..

Biz buraya Kanada'da, Amerika'da, Avrupa'nın muhtelif bölgelerinde çalışmış, ihti­sas yapmış cildiyeci, dâhiliyeci, narkozitör, nisaiyeci, kulakçı, hariciyeci doktorlar bul­duk. Bu değirmenin dönmesi şart...

Derneğimiz hastahâneyi her yönünden çalışacak bir hale getirdi. En son sistem ameliyat odaları yapıldı. Cihazlar alındı. Bunların bir kısımlarını hamiyetsever insanlar hediye ettiler. Birçok fabrikalar, ilâç firmaları kollarını bize uzattılar...

Muhterem Bakanımız, tekrar arzediyorum, elimizden tutunuz ve bizi yalnız bırak­mayınız. Bize yardım ediniz. Hepinizi hürmetle selâmlar, bu uğurlu yolun dâima memle­kete ve millete faydalar sağlamasını Allah'tan dilerim."

Daha sonra Dernek 2. Başkanı ve Din işleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Dr. Lûtfi Doğan da kısa bir konuşma yapmış ve özetle;

61

Hastahânemizin ameliyathanesi gezilirken,

"Birkaç yıl önce kurmayı kararlaştırdığımız sağlık yuvasını bugün açmayı başardık, Yüce Allah'a hamdolsun.

Yüce Dînimiz İslâm, inanırlarına hayırların her çeşidini yapmalarını emretmiş ve yol­larını göstermiştir. Allah'ın rızâsından, O'nun hoşnut olmasından başka bir arzusu ol­mayan, gönül paklığına ve îman bütünlüğüne ermiş varlıklı Müslümanlar asırlar boyu cami, okul, kütüphane, hastahâne, han-hamam, imarethane, çeşme, köprü ve burada saymağa gücümüzün yetemeyeceği hayırları yapmakta birbirleriyle yarışmışlardır.

Dînimizin hayâta ve insan sağlığına verdiği önem büyüktür. Her çeşit temizlik îmandandır. Mü'min abdestle, namazla, oruçla emrolunmuş ve İslâmda sağlığı koru­mak ısrarla istenmiş, bedenin bir Allah emâneti olarak titizlikle bakılması öğütlenmiştir." diyen Dr. Lûtfi Doğan daha sonraı târih boyunca sağlık ilminin din ilimleri arasında önemli ve değerli bir yeri bulunduğunu, birçok tabibin yetişerek eserler verdiğini ve ecdadımızın uğradıkları yerlerde kurmuş oldukları hayır müesseselerinin bir benzeninin bulunmadığını belirtmiş ve konuşmasına şöyle nihayet vermiştir:

"Bu mübarek binada acılar içinde kıvrananlar şifa bulacak, onlar güldükçe buraya yardım eden insanlar da Allah'ın rahmetine, yardımına, hoşnutluğuna erecekler ve bu­nunla sevinecekler.

Var olsun sağlığa uzanan eller, dâim olsun her şifa yurdu. Yaşasın burayı yaşatan iyilikseverler."

62

ALMANYA'DAN HABERLER Bu sene Almanya'da mübarek Ramazan ayı geçen yıllara nazaran daha hareketli ve

huzurlu geçmiştir. Çalışma Ataşelikleri din görevlileri vasıtasiyle hazırlatılmış bulunan mescidler kâfî gelmemiş, birçok işçi yurtlarında mevcut mescidlere ek olarak televizyon salonları da işçilerimizin ibâdetlerine tahsis edilmiştir.

Diyanet işleri Başkanlığı'nm 4.2.1969 tarih ve 262 sayılı yazıları uyarınca, Çalışma Bakanlığının, Çalışma Ataşeliklerine yazdığı 12.2.1969 tarih ve 453/3-691 sayılı yazıla rında, yabancı ülkelerdeki işçilerimizin vakit, cum'a ve bayram namazlarını kıldırmak ve hutbe okumak için müracaat edenlere o ülkede bulunan (Din Görevlisi) tarafından açılacak imtihanda başarı gösterenlere (Fahrî İmam-Hatiplik) belgesi verilmesi uygun görülmüştür.

Bu yazının ruhuna uygun olarak, mescid hizmetlerinin daha ciddî ve müsbet bir şekilde îfâsını te'min maksadiyle Köln Barbaros Mescidinde (yalnız Pazar günlerine mahsus olmak üzere) 14.9.1969 tarihinde başlayıp Ramazân'a kadar devam eden (Fahrî İmam-Hatiplik) kursu açılmıştır. 50'den 'fazla adayın katıldığı ve ilgiyle takip ettiği kur­cun nihayetinde başarı gösterenlere birer belge verilmiştir.

Böylece Ramazân-ı Şerîfte işçi kardeşlerimize daha faydalı hizmetler yapılmış ve mescid hizmetlerinin de nizâmı sağlanmıştır.

riöln Barbaros Mescidi'nde Kadir Gecesi'ni ihya eden Müslüman kardeşlerimiz.

Bilindiği gibi Diyanet işleri Başkanlığı, geçen sene olduğu gibi bu sene de Alman-/a'daki işçilerimize va'z ve nasîhatte bulunmak üzere bir hey'et göndermiştir. Diyanet işleri Müfettişlerinden Sayın Kemal Güran ve Muğla Müftüsü Sayın İlhan Armutçuoğlu'n-dan teşekkül eden hey'etin işçilerimizle yapmış oldukları temaslar, va'z ve nasihatler is­tifadeli olmuş ve bilhassa Köln Barbaros Mescidinde Kadir Gecesi münâsebetiyle okutu­lan mevlidde cemâat çok kalabalık olmuştur. Dört saatten fazla devam eden bu ihtifalin cemâat üzerinde bıraktığı müsbet te'sir pek büyük olmuştur.

Bu yıl Bayram günü tatil olmayıp mesâi gününe raslamasına rağmen her işçi yur­dunda, Köln İşçi Derneği lokalinde ve bilhassa Barbaros Mescidinde kılınan Bayram na­mazlarında umulmadık cemâatler olmuştur

Bütün işçi kardeşlerimizin dindarlık ve vatanperverlik duygularının sâdece Ramazan­larda değil, her zaman ve her yerde inkişaf edeceğine inanmaktayız.

M. Zeki OKUR 63

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARINDAN BÂZILARI

Yayının adı Müellif veya Mütercimi Fiatı

Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi (Cilt : 2, Cuz: 1 - 9 )

Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi (Cilt : 3)

Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi ve Şerhi (Cilt: 4)

Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi ve Şerhi (Cilt: 5)

Riyâzü's-Sâlihîn ve Tercemesi (Cilt: 2)

Riyâzü's-Sâlihîn Hadîslerinin Râvîleri Olan Ashâb-ı Kirâm'ın Hadîs İmamlarının Hal Tercemeleri

İlâhî Hadîsler Kırk Hadîs (İ'tikat, Amel ve Ahlâk Yönünden

İnsanlara Kemâlât Rehberi Olacak Ha­dîsler

Hâtemü'l.Enbiyâ Hazret-i Muhammed ve Ha­yâtı (Mekke - Medîne Devri)

Kur'ân-ı Kerîm ve Hazret-i Muhammed Muhammed Aleyhisselâm'ın Peygamberliği Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm Hakkında

Konferanslar El-Esmâü'l-Hüsnâ Kur'ân Nedir? İslâm Dîni Cep İlmihali Köy Hocası İlmihali Şafiî İlmihali

İslâm Medeniyeti Tarihi Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar Namaz Sûrelerinin Türkçe Tercüme ve Tefsiri Hazref-i Ali İslâm Mütefekkirleri İle Garp Mütefekkirleri

Arasında Bir (Mukayese) İmam Şafiî İlim - Ahlâk - îman

Ahmet Naim

Ahmet Naim

Kâmil Miras

25,00

20,00

30,00

30,00 Kâmil Miras H. Hüsnü Erdem - Kıvamüddfn Burslan • 25,00

H. Hüsnü Erdem 2,50 H. Hüsnü Erdem 2,50

A h m e d Naim 3,00 A l i H immet Berki - Osman Kes-k ioğ lu 12,50 Şinasi Siber 50 İsmail Ezherli - M. Âs im Koksal 2,50

Osman Keskioğlu 4,50 A. Osman Tatlısu 5,00 Ömer Rıza Doğrul 3,00 A. Hamdi Aksek i 7,50 Mehmed Soymen 2,00 Ah Vah id Üryani 1,50 Ahmet Serdaroğlu- - Yakup is­kender 2,00 Prof. Dr. Fuad Köprülü 20 00 Prof. Dr. Fuad Köprülü . 20,00 A. Hamdi Akseki 1,50 Vel i Ertan 1,50

İzmir l i ismail Hakkı 1,00 Osman Keskioğlu 12,50 M. Rahmi Balaban 7,50

NOT: 1) Sipariş edilen ki tap bedel ler in in "D iyane t İşleri Başkanlığı Derleme ve Yayım Müdür lüğü - Anka ra " adresine gönder i lmes i ,

2) Banka vasıtasiyle para göndermek isteyenler in mahal l in T.C. Ziraat Bankası vasıtasiyle Ankara Merkez Müdür lüğündek i 640/5407 No. ' lu hesaba yatırmaları ,

3) Gönder i len para karşılığında hangi k i tap lardan, ne miktar is ten i ld iğ in in bir yazı i le b i ld i r i lmesi , rica olunur.

64