mmlbam - directorate of religious affairs
TRANSCRIPT
BAYRAM TEBRİKİ
Cenâü-% Hakk'a sonsuz şükürler olsun ki, Mübarek Kurban Bayramım bir defa daha idrâk etmiş bulunuyoruz.
Gerek yurd içinde ve gerekse yurd dışında bulunan bütün din kardeşlerimizin Kurban Bayramlarını tebrik eder; bu mübarek günlerin necat, mağfiret ve intibahımıza vesile olmasını diler; bütün hayırlı işlerinizde muvaffak kılmasını Cenâb-t Hak'tan niyaz eyleriz.
KAPAK HAKKINDA İZAHAT
1 — Kapağın sağ yukarısındaki yuvarlak, dünyâyı; onu çevreleyen hilâl ise dünyâda arzu edilen saadet, selâmet ve huzuru,
2 — Bâzı noktalarda kesişip ayrılan ve uzayıp adetâ kâinatın her tarafına dağılan çizgiler, ALLAH (C.C.) in bütün âlemlere bahşettiği sayısız ni'metlerini, lû-tuflarını ve ihsanlarını ifâde etmektedir.
_ 3 — DİYANET DERGİSİ yazısının üstündeki iç-içe beş hilâl ise, islâm'ın beş şarkini (ve}'bu,nların biribirinden ayrılamaz bir bütün olduklarının remzidir. • 4°—=* Diğer kısımlar da kapağı tamamlayan unsurlardır.
;" a,' ^ Kapak Ressamı: İ ?:'•"-• ••": " İ t Yılmaz ÖZCAN
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI
DERGİSİ DÎNÎ, AHLÂKÎ, EDEBİ, MESLEKÎ AYLIK DERGİ
9. Cilt Ocak-Şubat 1970 92-93. Sayı
İ Ç İ N D E K İ L E R Sayfa
ASRIMIZDAKÎ TEFSİR HAREKETLERİNE UMUMÎ BİR BAKIŞ
Doc. Dr. İsmail CERRAHOGLU . . . . 5
KUR'AN-I KERÎM'! TECVİD KAİDELERİNE RİAYET EDEREK OKUMAK
Demirhan ÜNLÜ 14
HADlS-t ŞERİFLERE GÖRE MÜ'MİN Osman KESKİOGLU 21
KURBAN Lûtfi ŞENTÜRK 25
DİNİMİZCE ETLERİ YENMEYEN HAYVANLAR Mehmet ÇDJTÇÎ 28
KURBAN BAYRAMI (Hutbe) İsmail COŞAR 32
PEYGAMBERİMİZİN ŞARABİLERİNİ YETİŞTİRME USÛLÜ
M. Asım KOKSAL 34
İSLAM BÜYÜKLERI 40
D I Y A N E T İ Ş L E R I B A Ş K A N L I G I V A ' Z V E V A ' Z E D E C E K L E R YÖNETMELİĞİ 43
ŞER'lYE SİCİLLERİ ARŞlVl 49
MERHUM DİYANET İŞLERİ RElSt AHMED HAMDİ AKSEKİ
Veli ERTAN 52
TAMİMLER
HABERLER
BAŞKANLHİ YAYINLARINDAN BAZttARI
58
60
64
/
^ t l t I * l l l l l n i * l l l l l l t l l I t l l l l l l l l l l l l l l I t l l l l U I I I I t I l l l l l l l l l I l l l l l l l l l l l l I l l l l l l f l l l l l > l l l l t l t l l l I l l l l l l l l l l l I I I I I I I I I l l l l l I l l l l l l l l l l l l l l l l l l l l l > I I I I I » I M M I I I I I I I I I I I I I I ı »t,
İ Yazı işlerini fiilen idare eden Sorumlu Müdür:
[ Diyanet işleri Başkanlığı Adına [ Dînî Hizmetler ve Din Görevlilerini Olgunlaştırma Dâiresi Başkanı
I Ahmet BALTACI
O Dergide sıkan yazılar kaynak gösterilmek şartiyle iktibas olunabUlr. £ , Dergimizde yayınlanmak üzere gönderilen yazıların daha önce herhangi
bir şekilde yayınlanmamış olması lâzımdır. 9 Başkanlık, dergide yayınlanmak üzere gönderilen yazılar üzerinde işleme
ve kısaltma yaparak basma hakkına sahiptir. % Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
% •unıuuıttıuıiHtııııııııııtııııtııııııııııtıtıııııııııııııiHtııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııırıııııııııııııtıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııtv
A S R I M I Z D A K Î T E F S İ R H A R E K E T L E R İ N E U M Û M Î B l R B A K I Ş
— IV — (Geçen sayıdan devam)
Doç. Dr. İsmail CERRAHOĞLU
4) îçtimâî Edebî Tefsirler: Zamanımızdaki tefsirlerin ekserisi içtimaî edebî mesleğe temayül et
mişlerdir. Bu nev'i ile tefsir, kuruluk ve durgunluktan kurtarılmaya çalışılmış, Kur'ân-ı Kerîm'in hidâyetinden, insanlar faydalanmaya sevke-dilmişlerdir. Tefsirdeki bu yeni hareket tarzında, naslara ittiba ve Kur'ân'-daki ince noktaların açıklanmasını müşahede etmekteyiz. Bu nevi' tefsirde, Kur'ân'ın asıl hedefi olan mânâlar, en yüksek üslûbu üe ele alınır, sonra bu nassların, oluş, içtimaiyat ve tekâmül kanunlariyle olan münasebetleri incelenir. Muhammed Abduh ve talebeleri, Allah'ın Kitabının tefsirinde büyük gayretler göstermişler ve insanları dünyâ ve âhiretin hayırlarına ulaştırmaya çalışmışlardır. Asrımız müfessirleri tarafından ihdas edilen bu ekolün de tasvip edilen veya edümeyen yönleri vardır.
Tasvip edilen yönleri: İçtimâi edebî tefsir yolunun sâlikleri, tefsire, mezhebler görüşünden uzak bir nazarla baktılar ve islâm'da mevcut olan mezheplerden hiçbirinin te'sîri altında kalmamağa gayret ettiler. Kur'ân'ı, mezhepler için bir vasıta kılmadılar. Kur'ân'ı kendisine muvafık bir şekilde te'vîl ettiler. Isrâilî rivayetler üzerinde tenkidci bir tavır takınarak, esküerin tefsirlerinde olduğu gibi, yalan ve hurafe olan şeyleri, tefsirlerine kaydetmedüer. Daha doğrusu Kur'ân'ı Kerîm tefsirini bu gibi şeylerden temizlemeyi hedef edindiler. Kur'ân tefsirinde bol miktarda kullanılan, zayıf ve mevzu haberleri de kullanmaktan çekindiler, tsrâiliyât ve mevzu hadîsler hususunda gaflete düşmedikleri gibi, Kur'ân'ın müphemlerini tâyin ve gaybî şeyler hakkında, sahih şer'î nas-lardan bilinenlerden gayrısına cür'et etmediler. Onlar îman mebdei üzerinde durdular, fakat onun tafsilât ve cüz'iyyâtı üzerinde durmaktan çekindiler.
Bu ekol mensupları, tefsiri, ilim ve fen ıstılahlarının te'sîrinden uzaklaştırmalardır. Onlara göre, Kur'ân'ın böyle ilmî bir tefsire ihtiyâcı
5
yoktur. Yine bu medrese, Kur'ân'ı içtimaî edebî bir metodla tefsir etmişler, onun belagatım, i'câzmı ve mânâlarının meramını açıklamışlar, kendisinde bulunan oluş ve içtimaî nizam kanunlarım izhar etmişlerdir. Münasip olan yerlerde, İslâm milletinin müşkillerine ve bütün milletlerin sıkıntılarına deva olabilecek esaslara Kur'ân'ın işaret ettiğini, dünyâ ve âhiret hayırlarını bünyesinde topladığım açıklamışlardır. Sağlam nazariyelere dayanan ilmin isbat ettiği şeylerin, Kur'ân'la mutabakatı üzerinde durmuşlardır. Tasvip edilebilecek bütün bu hususlar, okuyucuları teşvik ve cezbedici bir üslûpla kaleme alınmıştır.
Tasvip edilmeyen yönleri: Akla çok geniş bir hürriyet bahşeden bu ekol, Kur'ân'daki bâzı şer'î hakîkatları te'vîle yönelmiştir. Bâzan hakikatten mecaza ve temsile gitmişlerdir. Mu'tezileden iktibas ettikleri, bu geniş aklî hürriyet sebebiyle, bâzan Kur'ân lâfızlarının mânâlarım, Kur'ân'ın nüzulü esnasında, Araplarca bilinmeyen bir şekilde naklet-mişlerdir. Kur'ân'ı Kerîm'den sonra en mu'temed kitab olan, Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde, rivayet ettikleri bâzı hadîsleri zaîf veya mevzu olarak görmüşlerdir. Sahîhliği sabit olan âhâd haberleri, bilhassa akâid konusunda, kabul etmemişlerdir. Halbuki ehl-i Sünnet, haber-i âhâdla amel etmenin lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir. Sahîh olduğu tâyin edilen âhâd haber dinde hüccet olarak kabul edilmektedir. Bu haberlerin yakın ifade edip etmediği konusunda mezhepler arasında çeşitli görüşler varsa da, Mu'tezile onu her haliyle kabul etmemektedir38.
Bu medresenin meşhur şahsiyyetlerinin başında, hiç şüphesiz bu hareketin reisi olan Şeyh Muhammed Abduh gelir. Es-Seyyid Muhammed Reşid Ridâ, Eş-Şeyh Muhammed Mustafâ el-Merâgî, Seyyid Kutub tefsirlerinde, Abduh'un metodunu takip etmişlerdir. Biz burada sâdece Muhammed Abduh'un tefsirdeki metodu üzerinde durarak bu ekolün yapmak istediği şeyleri, alacağımız örneklerde göstermeye çalışacağız. Bu kadarla iktifa ederek, ayrıca Muhammed Reşid Ridâ ve el-Merâgî'nin tefsirlerine temas etmeyeceğiz.
Şeyh Muhammed Abduh (1848-1905), Mağrib'de bulunduğu sırada, talebelere bir kolaylık olmak üzere, 1903 senesinde "Tefsîru Cüz-ü Amme"yi ikmâl etmiştir. Yine onun 1903 senesinde Cezayir şehrinde bir konferans olarak verdiği, "el-Asr" Sûresinin tefsiri ve Kur'ân'ın bâzı müşkil âyetleri üzerinde tetkikleri vardır. Meselâ, Nisa Sûresinin 78 ve 79 uncu âyetlerinde birbirine zıt görünen hususların uyuşturulması, Hâc Sûresinin 52, 53, 54, 55 inci âyetlerinin izahı ve Garânik vak'a-sının aslı olmadığım isbâtı, Ahzâb Sûresinin 37 nci âyetinde, Hz. Pey-gamber'i, şehvâniyetine düşkün bir insan olarak gösteren haberlerin
(38) Âhâd haberlerin değeri hakkında fazla bilgi için bkz. Doç. Dr. Talât Koçyiğit, Âhâd Haberlerin Değeri, ilahiyat Fakültesi Dergisi, yıl 1966, cilt XIV, s. 125-142.
6
bâtıl olduğunu göstermiştir. Yine Abduh'un, Ezher'deki talebesine verdiği tefsir dersleri, talebesi Muhammed Reşid Ridâ ile meşveret halinde olmuş, yine bu zat tarafından, üstadın tefsir hakkındaki görüşleri, "Tefsîru'1-Kur'âni'l-Azîm" veya "Tefsîru'l-Menâr" adıyla yayınlanmıştır. 1317 senesi Muharrem'inde başladığı tefsir derslerine 1323 senesi Muharremi ortasına kadar devam etmiş ve aynı sene içinde de vefat etmişti. Bu zâtın tefsir sahasındaki mahsûlü az görülürse de, tefsirde böyle bir gelişmeye yol açmış olması kâfidir.
Muhammed Abduh, Ezher ulemâsı arasında yalnız başına, yenilik hareketine kalkışmış, gerek yazılarında ve gerekse derslerinde, hür aklı kullanarak taklidden kurtulmayı, geçmişlerin donmuş fikirlerine sap-lanmamayı tavsiye etmiş ve etrafında bir grup toplanmış, pek çok kimseler de ona itiraz etmişti. O, başlangıçta eski müfessirlerden bâzılarına muhalefet eder. Bu da, Kur'ân'ın insanları dünyâ ve âhiret saadetine ulaştırma gayesini ön plâna almış olmasından ileri gelmektedir. Zâten Kur'ân'ın da en yüksek gayesi budur. Bunun arkasında gelenler, onu elde etmek için bir vesile veya ona tabi' olan hususlardır. Abduh, Kur'ân'ın bu ilk gayesini anlatmakta gaflet gösteren gafil müfessirleri levmeder. Onlar, ondaki hidâyet ve irşadı bırakıp, maânî, nahiv, fıkhî ihtilâflar ve bunun gibi şeylere daldılar, der39. O, tefsiri iki kısma ayırır. Birincisi, kuru, Allah ve Kitabından uzaklaştıran tefsirdir. Aslında bu, lâfızların tahlili, cümlelerin i'râbı ve bu ibarelerin fennî nüktelerine yapılan işaretleri açıklamaktan ibarettir ki, buna tefsir demek lâyık olmaz. Belki o, nahiv, maânî ve buna benzer fenlerde bir nevî alıştırmadır, ikincisi, insanlar üzerine farz-ı kifâye olan tefsirdir ki, gayesine ulaşması için, şu şartların cem'ini ister. Bu şartlarda, müfessirin, (Hüden ve Rahmeten) ve bunlara benzer sözlerin tahakkuku için, ruhları hidâyete ve amele sevk ve cezbedecek surette hükümler, ahlâk ve akidelerde şeriatın hikmetlerinden bahsedenin muradım anlamasıdır. Hakîkî maksat, şu şartların ve fenlerin arkasındadır. Bu da Kur'ân'ın gösterdiği yola tabi' olmakla olur. İşte tefsir okumakta varmak istediğim ük hedef budur40. Abduh, bu sözleriyle, belagat ve nahiv yönlerinin ihmâl edilmesini istememektedir. O, müfessirin bunlardan zaruret miktârınca almasını, mânâyı beyân edecek şekilde belagat ve i'râb yönünü işlemesini, ihtiyaçtan gayrıya tecâvüz edilmemesini kasdetmektedir.
(39) eş-Şeyh Muhammed Abduh, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm (Tefsîru'l-Menâr), Mısır, 1366/1947, I. 18.
(40) Aynı eser, I. 25., Bkz. Keza, Abduh, Tefsîru Sûreti'l-Fâtiha, Mısır 1319. Bu eserin Mukaddimesi "Tefsire Mukaddime" adı altında, Dr. İsmail Cerrahoğlu tarafından dilimize çevirilmiştir (İlahiyat Fakültesi Dergisi, sene 1956, cild V, sayı I-IV, s. 183-188).
I
Muhammed Abduh'a göre, muhakkak Kur'ân-ı Kerîm akâid mevzuunda bir mizandır. Bu bakımdan Kur'ân'a, akidenin alındığı bir asıl gibi bakılmalıdır. Akide oradan alınmak, re'y oradan istinbat edilmelidir. Halbuki pek çok müfessirler bu şekilde hareket etmemiş, akidelerine şahit getirmek için Kur'ân'ı te'vîl etmişlerdir. O, Kur'ân'm, dindeki mezhepler ve fikirler için bir asıl olmasını ister. Yoksa mezhepler asıl, Kur'ân da onu te'vîl tarikiyle te'yîd eden bir talî unsurmuş gibi olmasını istemez. O, tefsir derslerinde hür akla i'timat ettiği için, diğer tefsirlere müracaat etmez, Mushaf'tan okur, Allah'ın kalbine verdiği feyz-le âyetleri tefsir ederdi. Onların te'sîri altında kalmamak için, dersine başlamadan evvel, tefsir kitaplarına müracaat etmeyi de âdet edinme-mişti. î 'râb ve lügat yönünden garip bir durumla karşılaşırsa, bu hususta ne denildiğini öğrenmek için bâzı tefsirlere bakardı41. Talebesi, Muhammed Reşit Rıdâ'nın dediğine göre, Abduh, tefsir dersleri esnasında tefsirlerin en mu'cizi olan, Celâleyn tefsirinin ibarelerine dayanır ve okurdu. Bâzan onu kabul eder, bâzan da tenkîd edilecek noktalarını tenkîd ederdi42. Üstad, tefsirlerden müstağni oluş sebebini şöyle izah eder: Allâhu Teâlâ kıyamet gününde bizden, insanların sözleri ve anlayışlarından sormaz, ancak bizi hidâyet ve irşada sevketmek için indirdiği Kitabından ve nazil olan şeyleri bize açıklayan Peygamber'in Sünnetinden sorar. "Biz sana Kur'ân'ı indirdik, tâ ki insanlara kendilerine ne indirildiğimi açıkça anlatasın"43. Size risâlet vâsıl oldu mu? Size tebliğ edilen şeyi düşündünüz mü? Emr ve nehyolunduğunuz şeyleri taakkûl ettiniz mi? Kur'ân'm irşadı ile amel ettiniz mi? Peygamber'in hidâyetiyle ihtida ve onun Sünnetine tabi' oldunuz mu? diye sorar. Kur'ân'dan ve onun yol göstermesinden yüz çevirmiş olduğumuz halde, bu sualleri beklememiz acâip değil midir? Bu ne gaflet, ne gurur44. Abduh, Kur'ân'm sahîh anlayışını şöyle ifâde eder: Anlamaktan maksadım, Kur'ân'm en üstün üslûplarım kavrayan, öğütleriyle kendini meşgul eden kimse, başka herhangi bir şeyle meşgul olamaz. Burada ben düşünme, anlayış, müteessir olmak ve akıl yormanın dönüm noktası olan saf vicdanla, şuurların inceliğinin tabi' olduğu zevkle beraber olmayan, kitaplardan körcesine alınmış kuru bir teslimiyet anlayışım kasdetmiyoram, demektedir45. Bâzı kimseler, senin bu dediklerin Cemel'e —Cemel, Celâleyn tefsirinin haşiyelerinden biridir— muvafık değildir, dediklerinde, Abduh; ben Celîl mânâya delâlet eden beliğ kelâmı ikrar
(41) Tefsîru'l-Menâr, I. 14. (42) Tefsîru'l-Menâr, I. 15 (Bkz. I. 320, Süyûtî Müphemata dalmış olduğundan, onu
tenkîd eder). (43) Nahl Sûresî, Ayet: 44. (44) Tefsîru'l-Menâr, I. 26; ilahiyat Fakültesi Dergisi, sene 1956, s. 187. (45) Aynı eser, I. 27; İlahiyat Fakültesi Dergisi, sene 1956, s. 187.
8
ediyorum, yoksa onun deveye veya eşeğe muvafık olmasını kasdetmiyo-rum16, şeklinde bir nüktesi de vardır. Bütün bu hususlar, onun Kur'ân'ı anlayışta ve düşüncesinde tamamen hür olarak hareket ettiğine ve aklı, bağlı olduğu kayıtlardan sıyırıp onu donukluktan kurtarmak istediğini gösterir.
Kur'ân mübhemâtındaki yeri:Abduh, diğer müfessirler gibi, Kur'ân'-daki mübhemleri açıklamak için îsrâiliyyâta dayanmamış, belki onların aksine ondan nefret edip kaçınmıştır. Ona göre, Allâhu Teâlâ, Kur'ân'-daki mübhemlerin cüz'iyyât ve külliyatlarını tetkik etmeyi bize teklif etmemiştir. Eğer bunu bizden istemiş olsaydı, kitabında bize işaret eder veya Nebî'sinin lisâniyle söylerdi. Oradaki, Mübhemât, naşsda ne şekilde ise öyledir. Ondan dışarı çıkılmaz. Zâten bundan bir fâide de umulmaz ve onun gayrı üzerinde de durulmaz47. Bu hususa tefsirinden örnekler verebiliriz. Meselâ, İnfitâr Sûresinin 10 ve 11 inci âyetlerine göre;
# V ^ ^ = C ^ 0 l ^ & ( & ' W " H a l b u k i s i z i n üzerinizde bekçiler vardır, (bunlar) şerefli kâtiblerdir." bunlar gaybdandır. Onlara îman etmek vacip olur. Kitab'da, bize iyilik ve kötülüklerimizi yazan muhafızlar olduğu bildiriliyor. Fakat bunların hakîkatlarını tetkik etmek, onların neden yaratıldıklarını, hıfz ve kitabetteki işlerini, yanlarında kâğıt, kalem, mürekkep gibi şeylerin bulunduğunu düşünmek, doğru değildir. Bize onların ilmi teklif edilmiyor. Ancak bize olan teklif, bu haberin doğruluğuna îmandır. İşin hakikatini Allah'a havale etmek lâzım gelir, demektedir48.
Keza, el-Kâria Sûresinin 6, 7, 8, 9 uncu âyetlerine göre; "O gün kimin tartıları ağır basarsa, hoşnut alacağı yaşayış içinde
dir. Kimim tartılan hafif gelirse, onun yatağı uçurum olur." Allah'ın amelleri takdîr etmesi, o günde herkese hakkını vermesi ilm yoluyla olur. Bunun yolunu biz bilemeyiz. Biz buna îman etmekle işin hakikatini Allah'a havale etmiş oluruz. Bu hususta bâzı müfessirlerin fikirleri çok gariptir. Mîzân iki kefeli ve dilli bir terazidir. Kefeleri semâvat ve
(46) Osman Emin, Muhammed Abduh, Mısır 1944, s. 125. (47) Tefsîru'l-Menâr, I. 320. (48) Muhammed Abduh, Tefsîru Cüz'-i Âmme, Mısır 1329, s. 36.
9
arzın tabakaları kadardır, derler ve sonra da onun mâhiyetini Allah'tan başka kimse bilemez, derler. Halbuki, teraziyi iki kefeli ve dilli yaptıktan ve kefelerin büyüklüğünü de tâyin ettikten sonra, geriye mâhiyeti hakkında ne kaldı ki, onu da Allah'a havale ediyorlar. Bu şekildeki sözler, gaybullah hakkında cür'etle konuşmadan başka bir şey değildir. Kitab'da da mîzân lâfzından başka onu açıklayacak bir husus da yoktur... O halde ey mü'min, sana vacip olan, Allah'ın haber verdiği kadarına inanmaktır, Allah amelleri ölçer, her amelin mikdânm temyiz eder. Ama bunu nasıl ölçer ve takdir eder, bunları sorma, o, O'nun gaybın-dadır, onu Allah bilir, siz bilemezsiniz, der49.
İçtimâi meselelerdftki durumu: Kur'ân-ı Kerîm'in münâsip âyetlerinde yeri geldikçe, içtimâi hastalıklara şifâ olabilecek hususlara muhakkak temas eder. Okuyucuya bu hastalıkların tehlikelerini bildirir. Ondan kurtulmanın yollarını ve ilâcım gösterir. Bunları sâdece Müslümanlara değil, bütün insanlığı sevaba, doğru yola çevirmek için, anlatır-
di. Asr Sûresinin 3 üncü âyeti olan ,;$ I J ^ V J \ I * s A j ^ deki sabrın,
nefiste bir meleke olduğu, onunla bâzı işlerin kolaylaşacağı, bütün mil-lelterin fertlerinin sabır yönünden zayıf oldukları, pintinin pintiliğinden, müsrifin israf sebeplerinden bahsedildikten sonra, hayra vesile olacak yola şöyle devam etmektedir: Âlimlere vacip olan şey, gerek zaman, gerekse milletlerin durumlarındaki ihtilâf hâlini nazar-ı dikkate alarak, kalkınma yollarını öğretmektir. Bu hususta onlara ilk lüzumlu olan şey, doğru bir târih, milletlerin oluşu, tekâmülü ve inhitatını, ahlâk ve durumlarım, his ve vicdanlarını öğretmeleridir. Akılla Hak arasındaki tevfîk yolunu, dünyevî ve uhrevî menfaatler ve lezzetler arasındaki yaklaşma yollarını, nefisleri kötülüklerden iyiliklere yöneltme çârelerini öğretmek lâzım. Eğer âlimler bunları yapamazlarsa, âmmenin bütün günâhı onların üzerinedir. Keza el-înfitâr Sûresinin 13 üncü âyeti
'•'*' r^*o J İ y ^ İ M d e d e> b i r r kelimesinin mânâsı ve insamn nasıl
iyilerden olacağı anlatılır. Bir şahsın gerek kendisi, gerekse kazancından insanlar için bir menfaat olmuyorsa, o iyi insanlardan addedilemez. Bâzı kimseler, korkudan namaz kılmak, teşbih, tekbîr, tahmîdatta bulunmak, lâyık olmayan bir şekilde acâip sesler çıkarmak, ma'lûm günlerde oruç tutmakta, diğer taraftan, mahlûkâtm pek çoğuna eziyet etmekten içtinâb etmemekte, gûyâ kendilerini iyilerden zannetmektedirler. Halbuki onlar asla iyilerden olamazlar50. Âdiyât Sûresinin ilk âyetlerini
(49) Aynı eser, s. 149. Bu husustaki diğer örnekler için bkz. s. 59, 79. (50) Tefsîru Cüz'-i Âmme, s. 37.
10
tefsir ederken, Enfâl Sûresinin 61 inci âyetine istinâd ederek ve hadîslerde de, her Müslüman erkeğin ata binmesi tavsiye edildiğini söyleyerek, atlı müsabakalar tavsiye edilmektedir. îlim tahsili için ata binmenin önemi ve lüzumu anlatılmaktadır. "Ulemâ, Peygamberlerin mîras-çısıdır." diyenler, işleriyle i'tikadlarının Kitabdaki şu hakikate uyup uymadığını araştırıyorlar mı? Evvelâ insaf et ve sonra hükmet51.
Bâzan Muhammed Abduh'u, Kur'ân âyetlerini yeni ilmin nazariyye-leriyle şerh ve îzah ettiğini görürüz. Meselâ, înşikâk Sûresinin evvelkideki ^%'^JV^\\\^^(\C \ âyetinde, semânın inşikâkı, infitân gibidir. Bunu da terkibinin fesadı, nizâmının bozulması, Allah'ın bu âlemi harap etmeyi murad etmesi, yıldızların çarpışması, güneş sisteminin bozulması şekünde îzah eder52. Abduh'un bu îzâhı, insan aklına uygun ve Kur'ân'ın mânâsına da yakındır. Fakat onun tefsirde takip ettiği metod gözonüne getirilecek olursa, tafsilâta girişmeden, buna olduğu gibi îman edilmesi lâzım gelmez miydi?
Keza, yine o, Fil Süresindeki J ^ U U ^ ^ v l L Lljf» â v e t i n i îzah
ederken, bu sûre bize çiçek veya vebanın ordu fertleri üzerine düşen, kuru taşlardan, Allah'ın rüzgârla beraber gönderdiği kuşlar fırkası ile neş'et ettiğini beyan eder. Bu uçan şeylerin, sinek veya sivrisinek cinsinden olduğuna inanmak da caiz olur. Bunlar öyle uçan şeyler ki, bâzı hastalık mikroplarım taşırlar. Bu mikroplar cesede ulaşınca, bir yara vâsıtasiyle cisme girerler ve eti düşürürler. Bu küçücük mikroplar ufak olmalarına rağmen, büyük bir orduyu harap etmişler ve Allah'ın kudretini isbât etmişlerdir. O, kuşların nev'i ne olursa olsun, hepsi de Allah'ın ordusudur, demiştir53.
îşte Abduh'un, müphemat hakkında bize tavsiye ettiği yoldan ayrılarak tafsilât ve cüz'iyyâta daldığım görmekteyiz. Onun verdiği mikrop mânâsım tıp ilmi bugün keşfetmişse de, Kur'ân'm nüzulü esnasında Araplar böyle bir şeyi bilmiyorlardı. O, geniş bir aklî hürriyetle hareket ettiği için, vaz' ettiği kaideleri aşıp parçalamak mecburiyetinde kalmıştır.
Abduh, Bakare Sûresinin 34 üncü âyetine
l ^ ^ a S â i l l ^ S i ^ 9 dayanarak; îblis, melâikeden
(51) Aynı eser, s. 145. (52) Aynı eser, s. 49. (53) Aynı eser, s. 160.
11
bir ferddir. Kehf Sûresinin 50 nci âyetinde ise, îblis'in dimilerden olduğu bildirilir. Zâten elimizde melâike ve cinnileri ayıran cevheri bir fasıl yoktur. Ancak aralarında sınıf ihtilâfı vardır. Buradan anlaşılır ki, cin-niler de melâikedendir. Kur'ân'da melâikeye, cinne lâfzı ıtlak olunmadığını, bütün müfessirler kabul etmişlerdir. Şeytanlar da buraya dâhil olur. Bütün bu çeşitli ilimlerle adlandırılan bu müsemmeyat, gayb âlemine aittir. Onların hakikatim bilemeyiz, tetkik edemeyiz. Onlar hakkında nassın ve ma'sum, Peygamber'in dediğinden daha fazla bir şey söyleyemeyiz54. Daha sonra Abduh melâike hakkında şu açıklamayı yapar: Melâike gaybî bir yaratılıştır, hakikatini biz bilemeyiz. Ancak Allah'ın bize bildirdiği kadariyle onları bilir ve onlara îman ederiz. Kur'ân-ı Kerîm, onların vazifeleri ve işleri olan çeşitli sınıfları olduğunu söyler. İlhamın ve vesvesenin mahalli ruhtur. Onlar da o tabiatta yaratılmışlardır ki, insanların ruhuna ittisal ederler. Melâikenin cismânî bir temsille gösterilmesi sahih olmaz. Müslümana vacip olan, nassın tazammun ettiği miktara îman etmektir. Bâzıları, bu görüşte, Abduh'un melâikenin varlığını inkâr ve onu teakkul edilemeyen bir kuvvet olarak göstermek istediğini ileri sürerek, ona i'tiraz etmişlerdir55.
Abduh'un, Felâk Sûresinin 4 üncü âyetindeki sihir hakkındaki görüşü de enteresandır. O, esas i'tibâriyle sihir olayım inkâr etmemekte, Hazret-i Peygamber'i sinirlenmiş olmaktan tebrie etmektedir. Peygamber'in, Lebîd b. el-A'sam tarafından sinirlenmiş olduğuna dâir haberleri âhâd kabul etmekte, bunun da akâid konusunda delil olamayacağını söylemektedir. Hazret-i Peygamber'in sinirlenmiş olmasını, O'nun nübüvvetine en büyük ta'n olarak kabul eder. O, Lebîd'in sihre teşebbüs ettiğini, fakat sihrini yapamadan, onun fi'li Peygamber'e Allah tarafından bildirilmiş ve sihir âletleri de kuyuda bulunmuştu, der. Zâten Peygamber'in sihirle arazlanmaması lâzım gelir. Eğer arazlamrsa, müş-
riklerin y^^y^-j ıft'dyCîl) l)\ kavlini tasdik etmemiz îcâbeder. Arap-
lar indinde "meshûr", aklında karışıklık ve hile olan kimse demektir. Böyle bir durum, vahiy gelen şahsa yakışamaz. Aksi halde ona vahyo-lunmaması lâzım gelir. Nübüvvetin mâhiyetini düşünmeyen mukallid kimseler O'nun sinirlendiğine inanırlar. Halbuki sihir haberi, Peygamber'in nefsinde bir te'sir meydana geldiğini vacip kılacak mâhiyette değildir. Peygamber'in sihirlendiğini kabul edersek, O'nun aklının ve idrâkinin de karışmış olduğunu kabul etmek îcâbeder. Halbuki tevâtüren nakledüen ve mutlaka inanılması îcâbeden Kur'ân, Peygamber'den sihri nefyeder, o asla meshûr olamaz, der. Hadîsin sahîh olduğu farzedilse
(54) Tefsîru'l-Menâr, I. 265. (55) Aynı eser, I. 266-270.
12
bile, âhâd olduğundan, akâid bâbmda kullanılamaz. Zîrâ, Peygamber'in sihrin te'sîrinden kurtuluşu, O'nun ismetine taallûk ettiğinden, akaidin konusu içine girer56.
Muhammed Abduh'un nazarında, haberlerin Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde veya diğer mu'teber hadîs mecmualarında oluşu bir kıymet ifâde etmemektedir. Ona göre âhâd haber, isbat ifâde etmekten uzaktır, ancak bir zan ifâde eder. Âhâd haberlerin değeri hakkındaki ehl-i Sünnet âlimlerinin görüşleri de nazar-ı dikkate alınırsa, Allah'ın Kitabı için, en büyük tefsir mâhiyetinde olan Sünnete ehemmiyet verilmeme gibi bir durumun ortaya çıktığını görmekteyiz.
Netîce: Haricî te'sirlere lüzum kalmadan, İslâm'ın kendi bünyesi içinde doğan, Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri ilmi, bütün teferruâtiyle zamanlarındaki ilmî ve kültürel faaliyetleri aksettiren bir ayna vazifesini görmüştür. Türlü sebeplerle ihtiyaçların artması, Kur'an'ı yeni ihtiyaçlara cevap verecek şekilde tefsir etmeye sürüklemekteydi. Bu bakımdan tefsir ilmi hakkında her şey söylenip bitmiş değildir. 'Belki, onun hakkında şimdiye kadar söylenenler, ileride söylenecek olanlar yanında bir hiç mesabesinde kalacaktır.
(56) Tefsîru Cüz'-i Amme, s. 183-185. (Asrımızdaki tefsir hareketleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. t. GoJdziher, Mezâhibu't-Tefsîri'l-Islâmî, Mısır 1374/1955, s. 337-396; bkz. Keza, et-Tefsîr ve'1-Müfessirûn, III. 140-277.)
13
KUR'ÂN-I KERÎMİ, TECVİD KAİDELERİNE RİÂYET EDEREK OKUMAK
Oemirhan UNLU A. Ü. İlahiyat Fakültesi
Kur'ân-ı Kerîm Okutmanı
A llah'ımızın, Hz. Muhammed sallâ'llâhu aleyhi ve sellem vasıtasıyla gönderdiği ve bize, anlayarak hayâtımızın her safhasında tatbikatını
emrettiği Kur'ân-ı Kerîm'i kıraat etmek yâni okumak, ap ayrı bir. özellik arzeder. Bu okuyuş, herkesin istediği ve kolayına geldiği şekilde bir okuyuş demek değildir. Kur'ân-ı Kerîm'i kıraat etmek,, yâni okumak; bize bu konuda gerekli esasları öğreten tecvîd ilmine riâyet ederek okumak demektir. Bu ilmin konusu olan med harflerini, sebeb-i medd'i ve bütün med çeşitlerini, idgâm, ihfâ, iklâb, izhâr, kalkale... gibi diğer kaideleri bilmek ve Kur'ân-ı Kerîm'i okurken göstermek ve tatbik etmektir.
Tecvîd ilminin konularına riâyet etmeyerek Kur'ân-ı Kerîm'i okumak,
Cenâb-ı Allah'ın El-Müzzemmil Sûresinde geçen1 ( ^İX > ö ^ Ja^ ^ '°ı \
âyetindeki emre uygun düşmez. Muhalefet edilmiş olur. Bu âyet-i kerîme, "Kur'ân'ı açık açık, tane iane, fertîl ile oku." mânâsına gelmektedir.
( y^J^- ) kelimesi , 17" fiilinden mastardır.
Tertîl, aslında ahenk ve nizam olup Kur'ân'da her harfin hakkını vermek, belli etmek ve acele etmemek suretiyle okumaktır. Yâni, her harfi tilâvet etmektir2.
Hz. Ali Radiya'IIâhu anh'e ( ^ r t ^ O ^ ^ S ) kavl-i kerîmindeki
tertıl m manası sorulduğunda, ^ ̂ )>^\ ^^3<-S>3J^^^r^y^ )
" = Tertîl, durakların bilinmesi ve harflerin tecvîdidir." buyurmuştur3.
Kur'ân-ı Kerîm'i tertîl ile okumaktan maksat, tecvîd kaidelerine riâyet ederek okumak demektir. Tertîl ile okumayı, Allâhu Teâlâ emrettiğine göre tecvîd ile okumanın farz olduğu ortaya çıkmaktadır. Binâenaleyh; Kur'ân-ı Kerîm'i tertîl ile yâni tecvîd ile okumak farzdır. Bunu inkâr etmek
(1) El-Müzzemmil Sûresi, Âyet: 4. (2) Prof. M. Tayyip Okiç, Kur'ân-ı Kerîm'in Üslûp ve Kıraati, Ankara 1963, s. 21 . (3) Mehmet Zihni, El-Kavlü's-Sedîd fî İlmi't-Tecvîd, 1328, s. 21 ; Ebu'l-Hayr Muhammed
İbn-i Muhammed el-Cezerî, Eş-Şâfiî En-Neşr fi'l-Kırâati'l-Aşr, Mısır, c. I, s. 209.
14
de küfrü îcâbettirir, yâni bir kimse 'Kur'ân'da tertîl lâzım değildir' dese inkarcı olur.
Burada şunu söylemek çok yerinde olur: Tecvîd ilmini bilmek Farz-ı
Kifâyedir. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'i lâhn-i celî (<JU--^ . ) den kurtaracak kadar
tecvîd ile amel etmek her mükellef üzerine farz-ı ayındır.
Her harfin zâtından ayrılması mümkün olmayan sıfatlara sıfât-ı lâzime
( '<C*'JZCJ>\L*?) denir, işte böylesi sıfatların bozulmasına lâhn-i celî denir.
Kur'ân-ı Kerîm'i lâhn-i hafî'den kurtaracak kadar tecvîd bilmek hususunda da bâzıları vâcib, bâzıları da müstehabdır demişlerdir. Lâhn-i hafî
( ıJF^tj*- ) i s e harfin kendisinden ayrılması mümkün olabilen arızî sıfatların (sonradan herhangi bir sebeple kazanılan sıfatlar) değiştirilerek okunmasına denir.
Tecvîdin hükmü ile ilgili Cezerî'nin aşağıdaki beytini, Celâleddin Kara-kılıç Tecvîd ilmi adlı eserinde zikreder:
•** * *s ^ ^ a*"* c ^ •**"
"Tecvîd kaidelerini öğrenmek Kur'ân okuyan herkese lâzımdır (farzdır). Kur'ân'ı tecvîd ile okumayan bir kimse, âsim (günahkâr) olur. Çünkü Kur'ân ind-i ilâhîden tecvîd ile nazil oldu. Ve bu Kur'ân da bize bu tecvîd ile beraber vâsıl oldu"4. Şeyh Cezerî, En-Neşr'inde Ebû Abdullah Nasr bin Alî İbn-i Muhammed
Eş-Şîrâzî'den şunu nakleder: "Kırâatta edanın güzelliği farzdır. Her okuyucu üzerine de hakkiyle Kur'ân-ı Kerîm'i okumak, 'O'nu tecvîdin kabul etmediği lahin ve değişikliklerden korumak vaciptir." Cezerî devam ederek şu bilgiyi verir:
Bâzı âlimler, Kur'ân'da edanın güzelliğinin vücûbiyyetinde ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmı; kıraatin farz olduğu yerlerde mükellef üzerine lâfzın tecvîdi, harflerin hakkıyla okunması ve edanın güzelliği vaciptir, der. Bir kısmı da; kim ne maksatla okursa okusun Kur'ân'dan okuyacağı bir şeyi tecvîd üzere okuması vaciptir. Onda yapılacak değişiklik ve hatâya izin
yoktur. Allah (C.C.), ( •££ °^\2çg6>C£' %£*^J >
(4) Celâleddin Karakılıç, Tecvid İlmi, Ankara 1963, s. 17-18, 23-24.
15
" ( O n u her türlü) tenakuz ve ihtilâftan âzâde, dosdoğru, Arabça bir Kur'ân olarak ( ind i rd ik) . Tâ ki (küfürden) sakınsınlar."5 buyurdu, demektedirler.
Es-Seyyid eş-Şeyh Muhammed el -Mahmûd, Hidâyetü'l-Müstefîd fî Ahkâmi't-Tecvîd adlı eserinde:
Tecvîd ilminde Şâri'in hükmü nedir? sorusuna şu cevâbı veriyor: "Tecvîdin farz-ı kifâye oluşunda hilaf yoktur. Onunla amel etmek ise mükellef ve Müslüman olan her erkek ve kadına farz-ı ayındır"8.
Bizlere, her konuda olduğu gibi Kur'ân-ı Kerîm'in kıraati konusunda da en güzel örnek teşkîl eden Hz. Peygamber (S.A.V.) e tabi ' olmak düşer. Peygamberimiz her işinde ve her sözünde Al lâhu Teâlâ'nın emirlerine uyduğu gibi Kur'ân-ı Kerîm'i okuma hususunda da Allah'ın emrine uymuştur. Kur'ân'ı tertîl üzere okumuş, Sahâbe-i Kirâm'a da aynı tarzı emir buyurmuştur.
Prof. M. Tayyip Okiç, "Hz. Peygamberin, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyuş tarzı tertîl idi. Esasen bu husustaki vahiy de öylece emretmektedir." der7.
Zeyd İbn-i Sabit (R.A.) ten gelen rivayete göre Peygamber sallâ'llâhu
aleyhi ve sel lem, ( ^ \ \ ^ ^ \ ^ \ ^ ^ \ } "Muhakkak
Allah (C.C.) Kur'ân'ı indirildiği gibi okumayı sever."8 buyurmuştur. Al lâhu Teâlâ'nın seveceği okuyuş tarzı şüphesiz "TERTÎL"dir.
Ya'lâ Ibn-i Mâıik'in ricası üzerine Hz. Peyğamber'in kıraati hakkında
Ummü Seleme şunu söylemiştir: ( lâj>-\9j>- 4^ı I j> \ "=• Onun kıraati harf harf üzeredir."
Hz. Peygamber (S.A.V.) Kur'ân-ı Kerîm'i okurken uzatmalara (medle-re) bilhassa riâyet ederdi. Enes İbn-i Mâlik, Katâde'nin bir sorusuna,
( 'X» Jo: LLA^—O " ~ ^ z - Peygamber uzatılması îcâbeden harfleri uzatırdı."
demiştir9.
Demek oluyor k i , Kur'ân-ı Kerîm'i kıraat ederken, yâni okurken, Hz. Peygamber'i örnek alacağız. O'nun riâyet ett iği TERTÎL esaslarına biz de riâyet edeceğiz.
(5) En-Neşr, c. I, s. 211-212. (6) El-Seyyid Eş-Şeyh Muhammed El-Mahmûd, Hidâyetü'l-Müstefîd fî Ahkâmi't-Tecvîd,
Kahire, s. 5. (7) Kur'ân-ı Kerîm'in Üslûb ve Kıraati, s. 21. (8) En-Neşr fi'l-Kırâati'l-Aşr, c. I, s. 208. (9) En-Neşr fi'l-Kırâati'l-Aşr, c. I, s. 208; Kur'ân-ı Kerîm'in Üslûb ve Kıraati, s. 21.
16
Bu konuda Peygamberimiz'e uymak demek, bize kadar tevâtüren gelen Kırâat-ı Aşere dediğimiz on kıraati bilmektir. Şayet bu mümkün değilse, yazılı veya sözlü olarak yine bize kadar aktarılan tecvîd esas ve kaidelerine vâkıf olarak Kur'ân'ı okumaktır.
Kıraat ilmi, diğer konularıyla beraber tecvîd ilmini de bünyesine alarak esaslarını incelemeye çalışır.
Tecvîd ilmi ise, ancak kendisini ilgilendiren kaideleriyle bir cüz olarak kıraat ilminden ayrılabilmektedir. Bu husus şöyle de ifade edilebilir: Tecvîd ilmi, kıraat ilminin bir dalı sayılabilirse de ehemmiyetine binâen ayrı bir ilim olarak mütalâa edilmiştir.
Her Müslümânın veya hassaten her hafızın kıraat ilmi ile uğraşması, onu tahsîle çalışması mümkün olmayabilir. Fakat o ilmin bir parçası durumunda olan tecvîdi bilmesi şarttır. Hele müezzin, imam, vaiz, müftü ve Kur'ân öğretmeni olmak niyetinde olanlar için tecvîdi öğrenmeleri (farz-ı ayn) durumundadır.
(•Xij^\ kelimesi, / j " ^ . ) fiilinden mastardır. Lûgatta; bir şeyi
güzel etmek, hoşça ve lâtîf bir şekilde yapmak demektir. Istılâhî bakımdan, mânâ i'tibâriyle birbirine yakın tarifler yapılmaktadır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
"Tecvîd: Zât ve sıfat haysiyyetiyle hurûfu hecâ'nın (hece harflerinin) ahvâlinden bahseden ilmü Kur'ân'dır (Kur'ân ilmidir)"10.
Hafızlarımızın, anlaşılması kolay olması hasebiyle her zaman müracaat ettikleri Karabaş Tecvîdi'nde şu tarif yer almaktadır:
( <i^Jİ^jjfîjj\^^3İ-^İpif l^l>-(Jj£i^ *&p) J*j ) "O (tecvîd), harflere sıfatın herbirinden lâzım gelen hakkını ve müs-
tehakkını vermek ve herbir harfi aslına reddetmektir"11.
/ Çjk^.\ dan maksat harflerin lâzım sıfatlarıdır. / L ^ A _ t i o dan
maksat arızî sıfatlardır. ( < L ^ ^ ) ise harflerin mahrecini ifâde etmektedir.
Bu tarife göre tecvîdi öğrenen bir kimse tecvîdin mevzuu olan hece harflerine âit hakîkî sıfatlarını, arızî (sonradan hâsıl olan) sıfatlarını ve mahreçlerini yerli yerince veren ve tatbik eden kimse durumuna girer.
(10) Hafız Mehmet Nuri, Sualli ve Cevaplı Tecvîd, 1331, s. 3. (11) Şeyh Abdurrahmân Karabâşî, Karabaş Tecvîdi, s. 4 (kenar not).
17
• Celâlettin Karakılıç, Birgivî'nin Dürrü Yetîm adlı eserinin birinci sahi-fesinden aldığı şu tarifi eserinde zikreder:
"Tecvîd; öyle bir meleke ve öyle bir kuvvettir ki, o kuvvet ve meleke ile insan, herbir harfe lâzım olan hakkını ve müstehakkını suhuletle vermeye kadir olur."
/ Y*^. ) dan maksat sıfât-ı lâzime; / yj^£_1^5 \
fât-ı arızadır12.
dan maksat sı-
Diğer bir tecvîd kitabında ıstılâhî olarak şu tarif yapılmaktadır: Tecvîd, mahâric-i hurûfa (harflerin mahreçlerine) dikkatle her harfin hakkını vererek vasi, vâkıf, med, kasr gibi kavâid-i tilâvete (tilâvet kaidelerine) riâyet ederek Kur'ân-ı Azîmü'ş-Şân'ı güzel okumaktır13.
Hafız Ahmed Ziyâüddin, Vesîletü'l-Gufrân / ^ \Jû&\ ^J^_jTj ) adlı
eserinde şu tarife yer verir:
"Tecvîd: Kur'ân-ı Kerîm'i güzelce okumayı bildiren ilimdir. Kur'ân-ı Kerîm'i güzelce okumak, herbir harfin çıkacak yerini bilmek ve harflerin lâyık olan sıfât-ı lâzime ve arızasını yâni tamamen hakkını vermekle olur"14.
Anlaşıldığı veçhile tecvîd ilminin tek gayesi, Kur'ân-ı Kerîm'i güzelce okuyabilmek için lâzım gelen yolu göstermektir.
Esasen Kur'ân-ı Kerîm'in tilâvetine dâir gerekli usûl ve kaideler tecvîd ilminde tafsîlâtıyla gösterilmiştir. Bu usûllere göre her harfin tam kıymetini vermek (mahâricu'l-hurûf), yâni fonetik îcaplara göre her harfi doğru bir şekilde telâffuz etmek ilk plânda gelir. Sesli harfleri lüzumuna göre uzatmak (med), lâzım gelen yerlerde durmak (vakf), sesleri birbirine mezcetmek (idgâm) veya kesmek (sekte), titretmek (kalkale) ve ayırmak .(izhâr) gibi mevzuları içine alan ve bu husustaki kaidelerden bahseden tecvîd ilminin asıl maksadı, Kelâmu'llâh'ı hatasız okumayı te'mîn etmektir15.
Bu yüzden tecvîde tilâvetin süsü (hılyetü't-tilâveh), kıraatin zîneti (zînetü'l-kırâat) denilmiştir. Tecvîd; harflerin hakkını vermek, onların mertebelerini düzenlemek, mahrecine ve asliyetine reddetmek, yâni oturtmaktır.
(12) Tecvîd İlmi, s. 12. (13) Ei-Kavlü's-Sedîd fî İlmi't-Tecvîd, s. 22. (14) Hafız Ahmed Ziyâüddin Vesîletü'l-Gufrân, Kastamonu 1327, s. 2 (yazma). (15) Kur'ân-ı Kerîm'in Uslûb ve Kıraati, s. 23.
18
Tecvîd'in vazifesini ve ehemmiyetini düşünebilen, bunun yanında kendi mes'ûliyetini müdrik olan her hâfız-ı Kur'ân, âyetleri okurken gerekli kaidelerden inhiraf etmemelidir. Sesine yakışıklılık kazandırmak için lüzumundan fazla medleri uzatmamali; idgam, ihfâ, iklâb ve kalkale... gibi esasları tatbîk ederken mübalâğa etmemelidir. Kur'ân-ı Kerîm'in okunuş tarzını, sesinin seyrine değil, sesinin çıkışını ve seyrini Kur'ân'ın kırâatına uydurmalıdır. Tegannîden uzak kalmak şartiyle okuyuşta makamları uygulamak yerinde olur kanaatindeyim.
Tam hakkını vererek Kur'ân-ı Kerîm'i okuyan ve dinleten hafızlarımız olmakla beraber; Kur'ân'ın kıraatini mahallî melodilerle karıştırarak ahengi bozan ve kıraati adetâ şarkı ve gazellere benzetenler de maalesef mevcuttur, islâmiyyette bu türlü kırâata asla cevaz verilmez.
Kur'ân kıraatinin bu şekilde şarkı melodileriyle karıştırılması netîcesinde,
a) Kıraat esnasında sesi titretmek, ( \ı£j- ) ter'îd;
b) Sesi kaldırmak ve indirmek suretiyle med yerlerini fazlasiyle uzat-
mak veya meddin bulunmadığı yerde med yapmak, l ' u J i , tatrîb; >
c) Tabiî ve mûtad tilâvet tarzını bırakıp, sanki huşûdan ağlayacak gi-bi bir tarza geçmek, ( <lf \\ğ. * tahzîn;
d) Lüzumsuz yerde şedde yapmak, harflerin mahrecine dikkat etmemek gibi asla tasvip görmeyen haller ortaya çıkmıştır. Bunlardan mutlaka kaçınılmalıdır17.
Kıraat ve tecvîd konusunda otorite olan İmam Cezerî, Kur'ân-ı Kerîm'in okunuş tarzını tecvîd kaidelerine bağlı kalmak şartıyla üç şekilde mütalâa edildiğini kaydeder:
1 — Tahkîk ( J^â£-) '• Bir §ev ' eksiksiz ve ziyâdesiz hakkiyle yap-
makta mübalâğa etmektir. Bir şeyin hakîkatına ermek, künhüne. vâkıf olmak, nihayetine erişmek demektir. Kurrâ indinde tahkîk; her harfin hakkını vermek, uzatılacak yerleri gerektiği kadar uzatmak; hareke, izhar ve gun-neleri okuyuş hassasiyetinin en son imkânını kullanarak okumaktır. Bir harfi diğerine karıştırmadan tane tane okumaktır. Buradaki mübalâğa; Kur'ân-ı Kerîm'i okurken riâyet edilmesi îcâbeden kaide ve esasların dışına çıkmak değildir. Sakin olan harflere hareke verircesine, gunne yapılması îcâbeden nun harflerinde gunne ölçüsünü aşarak gunne yapmak değildir. Buradaki mübalâğa Kur'ân-ı Kerîm'i okurken gerekli kaidelere, en son noktasına kadar dikkat etmek ve hakkını vermek demektir.
(16) En-Neşr, c. I, s. 212. (17) (Bunlar için bak.) Kur'ân-ı Kerîm'in Uslûb ve Kıraati, s. 20.
19
Cezerî, "Tahkîk; tertilden bir nevîdir. Her tertîl tahkîk demek değildir. Kıraat imamlarından imam Hamza, bir rivayete göre Verş, Kuteybe. bâzı Mısır ve ekseri Irak okuyucuları bu yolu seçmişlerdir." der.
2 — Hadr (j^ji\ ) Sür'atli okumak demektir. Tahkîk şeklinin tam
zıddıdır. Tertîlin hududunu aşmamaktır. Anlaşıldığına göre Kur'ân-ı Kerîm'i hadr usûlü ile okumak, kıraat kaidelerine asgarî hakkını vererek okumaktır. Meselâ, medd-i munfasılları (ayrı med) bir elif; medd-i muttasılları (bitişik med) iki elif uzatarak okumak. Diğer hususları da bu sür'ate münâsip kılmak gibi.
Bâzı hafızlarımız Kur'ân'ı başından sonuna kadar okumak istediklerinde çoğu kere bu yolu tercîh ederler. Fakat okuyuşun sür'atinden terlîlin veya tecvîdin hududu ekseriya aşılıyor ve kıraat haysiyyeti yok oluyor. Bu durumda manevî mes'ûliyetinin derecesi ne olur siz takdir ediniz.
Hadr usûlünü, kıraat imamlarından lbn-i Kesîr, Ebû Cafer, Ebû Amr, Yâkup Kâfun, Isbahânî ve birçok Irak okuyucuları seçmişlerdir.
3 — Tedvîr (yjXİ\ ) '• Bu okuyuş tarzı da tahkîk ile hadr şekille-
rinin ortasında bir tarzdır. Her iki yöndeki mübalâğayı bırakıp orta yolu tercîh ederek okumaktır. Bu yol kıraat imamlarının ekserisinin seçtiği ve beğendiği bir yoldur. Medd-i munfasıl veya muttasılları üç yahut dört elif uzatarak okumak gibi18.
Netîce olarak diyebiliriz ki, bir kimse tam hakkını vererek Kur'ân-ı okumak arzu ediyorsa; ister bir üstadın ağzından dinleyerek öğrensin, ister kitabını okuyarak öğrensin, tecvîd kaidelerini bilerek ve tatbîk ederek okusun.
Şunu üzülerek i'tiraf edelim ki, bugün Müslümanların Kur'ân'ı okuyabilenlerinin yüzde doksanı tecvîdi bilmezler. Taklîdî olarak da düzgün okuma imkânına sahip değildirler. Bu durumda Müslüman, Kitabını okumasın mı? Elbette okusun. Fakat yaptığı ve yapması muhtemel hatâlarının affı için de Cenâb-ı Allah'a duâ ve niyazda bulunsun.
(18) (Bütün bunlar için bak.) En-Neşr, c. I, s. 205-207.
20
HADÎS-Î ŞERİFLERE GÖRE MÜ'MİN II —
Osman KESKİOĞLU Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
(88-89 uncu sayıdan devam)
• ı ' •?.•"/. l£o'% S e , ' >; O ^ 0*& AJ J.JL-* O ^ dXxb 4^_^u L » j > : *jUUAtf.£*
T e r c e m e s i :
Abdul lah b. Ömer (R.A.) Hazretlerinin rivayet ettiği bu Hadîs-i Şerîfte Peygamber Efendimiz buyuruyorlar k i :
"Mü'min sırf menfaattir, her yandan faydalıdır: Onunla beraber yürürsen sana faydalı olur, ona danışsan sana fayda verir. Onunla ortaklık yapsan sana faydası dokunur; onun her işi faydadır."
Resûl-i Ekrem, mü'mini işte böyle tarif ediyorlar. Mü'mir i dâima faydalıdır; herkese yararlı olmaya çalışır, çevresindekilere faydası dokunur. Yolculuk yapsan sana iyi bir yol arkadaşı olur. Yolda kılavuzluk eder, emin yolu gösterir. Bir şeye ihtiyâcın olursa, hemen yardıma koşar. Ona bir şey danışsan sana iyi olanı söyler, güzel öğüt verir. Seni şaşırtmaz, kötülüğe sürüklemez, çıkmaza sokmaz, çamura atıp seyre bakmaz. Aklının erdiği kadar iyi olanı gösterir. Müşavereden maksat zâten budur. Danışmak, her bakıma faydalıdır. Danışan dağları aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış, derler. Ortaklığa gelince: Mü'min emindir, ortağına asla hıyanet etmez, hîle yapıp aldatmaz, dalavere yoluna sapmaz, ortağına faydalı olur. işte mü'minin hâli budur. Cemiyyette birbirinin kuyusunu kazanlar, ortağını batırmağa bakanlar, birbir inin aleyhinde çalışanlar bu Hadîs-i Şerifi okusunlar da kendilerinin durumunu anlasınlar. Bir şâirimizin dediği g ib i :
"Âdem olanın hayr olur âdemlere kasdı. İnsanlığa insanda budur işte delâlet."
21
9 - ^h^JSŞ:,^&İ^Çir^;^;^^ T e r c e m e s i : Hazret-i Câbir'in rivayet ettiği bu Hadîs-i Şerifte Peygamberimiz şöyle
buyuruyorlar: -"Mü'min ülfet eder, iyi geçinir. Başkasiyle ülfet etmeyen, geçimsiz
olan kimsede hayır yoktur, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır."
Mü'minin vasıflarından biri de iyi huylu, uysal olmaktır, iyi geçinmek, güzel ahlâkla olur. Geçimsiz ve huysuz kimselerden hayır gelmez ve beklenmez. O gibilerden herkes nefret eder. Çünkü onların îmânı zayıftır, îmanları kuvvetli olsa, ahlâkları güzel olurdu. Güzel ahlâkın îcâbına uyarlardı, insanlarla güzel geçinirlerdi, Hazret-i Peygamber'i kendilerine örnek tutarlardı. Muaşeret âdabına göre hareket ederler, beşerî münâsebet kaidelerine riâyet eylerlerdi. İnsanlara güleryüz gösterirler, tatlı söz söylerler, geçimli ve sevimli olurlardı. Yanlış bir davranışta bulununca özür dilerler, gönül alırlar, fazîlet sahibi olurlardı. İşte cemiyeti bu ruh ayakta tutar. Millet bu gibi hayırlı kişiler sayesinde mutlu olur. Yoksa huysuz, geçimsiz kişiler içinde yaşamak azaptır. Bu gibilerin şerrinden Allah korusun.
10- * İ^J^> T e r c e m e s i : Enes b. Mâlik (R.A.) ten rivayet olunan bu Hadîs-i Şerîfte Hazret-i
Peygamber buyuruyorlar ki: "Mü'min çok akıllı, zekî ve ihtiyatlı olur."
Burada sayılan vasıflar ne güzeldir, bunlar mü'mine ne kadar iyi yaraşan şeylerdir. Mü'min akıllıdır. Her işte akıllı davranır. Bir şeyin gereğini düşünür, öyle yapar. Her şeyi ölçülüdür. Dünyâsı için âhiretini, âhireti için dünyâsını yıkıp harâb etmez. Aklının ışığı, îmânının nuru onu aydınlatır. Akıllıca hareket eder, ihtiyatlı davranır. Korunmasını bilir. Aptalca iş tutmaz, deli-dolu hareket etmez. Gaflete düşmez, gafil avlanmaz, faka basmaz, tuzağa düşmez, gaf yapmaz. Söyleyeceğini, yapacağını bilir. Hakî-mâne davranır, temkinli, ihtiyatlı hareketi elden bırakmaz.
•11-_ -S^l^^^o^^M^
22
T e r c e m e s i : Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayet olunan bu Hadîs-i Şerifte
Resûl-i Ekrem (S.A.S.) buyuruyorlar ki: "İnsanların araşma karışıp onların ezasına katlanan mü'min, insanların
arasına katılmayıp onların verdikleri eziyyete katlanmayan mü'minden daha hayırlıdır."
İnsan medenî tabiatlı bir varlıktır. Toplu halde, insanlarla bir arada yaşamak zorundadır. Bir köşeye çekilip insanlardan uzak dağ başında tek başına yaşayamaz, yaşasa da rahat edemez. Bu cemiyyette doğmuş bir ferd olarak, hayâtın içine gireceksin, çeşitli insanlarla karşılaşacaksın, hayâtın potasında eriyeceksin, dünyâda pişeceksin, işte o zaman olgunlaşmış olursun. İmtihanı kazanıp ahlâkın yükselir. İrâden çelikleşir. İnsanlardan kaçarak tek başına, kendi için yaşamak olamaz. İslâm'da ruhbanlık yoktur. İnsanların içine girerek onların sevinçleriyle sevinmek, elemlerinden acı duymak lâzımdır. Hayat ve insanlık budur. Kendi kabuğuna çekilip yalnız kendi için yaşama, hayat bu değildir.
12 - 4w^w iUf£v^>£-^> T e r c e m e s i : Câbir (R.A.) Hazretlerinin Peygamber Efendimiz'den rivayet ettiği bu
Hadîs-i Şerîfte buyuruluyor ki : "Mü'min, mü'minin kardeşidir, hiçbir halde ona nasihati bırakmaz,
her hususta onun hayrına çalışır." Mü'minlerin, birbirinin kardeşi oldukları şüphesizdir. Öyleyse birbirle
rine kardeş muamelesi yapmaları gerekir. Nasîhat, iyiliğini istemek, hayrına çalışmak demektir. Doğruyu göstermek, irşâd etmek suretiyle bu yapılmış olur. Bunu yaparken dikkat edilecek bir husus vardır ki, o da gönlünü kırmadan, incitmeden yapmaktır. Mü'minler arasındaki kardeşliğin en büyük örneğini Hazret-i Peygamber, Mekke'den Medîne'ye hicrette vermişlerdir. Medîne'li yerlilerle Mekke'den gelen Muhacirler arasında gayet sa-mîmî bir kardeşlik kurmuştur. Müslümanlar bundan ibret ve ders almalıdırlar.
T e r c e m e s i : Ebû Hüreyre (R.A.) Hazretlerinin rivayet ettiği bu Hadîs-i Şerîfte Pey
gamber Efendimiz şöyle buyuruyorlar: "Kâmil mü'min, Allah katında bâzı meleklerden daha şereflidir." Meleklerde kötülük arzusu yoktur, insanda ise hayır ve şer meyilleri
birbiriyle çarpışma halindedir. Şeytan, nefs-i emmâre, onu azdırmak için
23
çalışmaktadır. îmânın kuvvetiyle bunları yenip, nefsine hâkim olarak şer kuvvetini yere seren mü'min kişi, Al lah nezdinde yüksek mertebelere yükselir. İnsanlık hâli, yanılarak işlediği hatâlardan tevbe edince, Al lah bunları affeder. Hasan-ı Basrî; mü'min eğer hiç günah işlemeseydi melekût âleminde uçardı, diyor*. Mü'min her hâlinde Allah'ına dayanır ve güvenir. Zikr i , f ikr i Allah'tır. Bu yolda devam ede ede vilâyet mertebesine ulaşır, ermişlerden olur. İnsanın mevkii pek yüksektir. Bilhassa tasavvufta bu çok işlenmiştir, insana Âlem-i Asgar denilmiştir. Hazret-i A l i (Kerremallâhu veç-
hehu) şöyle demiştir: ^ U U > ^
"Sen kendini küçücük bir cisim mi sanırsın? Halbuki sende büyük bir âlem toplanmış, durulmuştur."
İnsanın bu değeri Allah'ına kul luk etmesinden gelir.
"föK^&°'&%1j\ " A l l a h k a t m d a e n § e r e f l i olanınız, en
müttakî olanınızdır." (Hücûrât: 13). İnsan, İlâhî emânetleri üzerine almıştır. Ve bu sayede yüksek merte-
be kazanmıştır: 'Ji\~£<£İ'f&i
"Biz âdem-oğullarını mükerrem kıldık." Şeyh Galib, meşhur Terci-i Bend'inde bu hususu şöyle ifâde eder:
"Âdeme muttasıl ol, tâ ki cüda olmayasın, Secdeler eyle ki, merdûd-i Huda olmayasın. Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen, Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen."
insanın bu kadr ü kıymeti, şeref ve mertebesi, Hâlık'ına kul luğunu îfâ etmesinden doğar. Öyleyse insan bu gerçeği düşünüp Ulu Yaradan'a kul luğunda kusur etmemeli. Aksi halde, hayvanlık derekesine iner. Öyleyse davranışlarını buna göre ayarlaması gereklidir, islâm şâiri merhum Aki f , bu gerçeği (İnsan) başlıklı şi'rinde gayet canlı bir şekilde ifâde eder. Sözümüzü oradan birkaç beytle bi t i rel im:
"Meleklerden büyük, hem çok büyük tebcîle mazharsın, Tekâlifin emânet-gâhısın, bir başka cevhersin. Senin bir nüsha-i kübrâ-yı hilkat olduğun elbet. Tecellî etti artık; dur, düşün öyleyse bir hükmet: Nasıl olmak gerektir şimdi ef'âlin ki, hem-pâyen Behâyim olmasın, kadrin melâikten muazzezken."
(*) Abdurraüf Münâvî, Feyzu'l-Kadîr Şerhu'l-Câmii's-Sağîr, c. VI, s. 256.
24
D
K U R B A N Lûtfi ŞENTÜRK
Ankara Merkez Vaizi
înî vecîbelerimizden birisi de kurban kesmektir. Allâhu Teâlâ'nın rızâsını-tahsîl etmek maksadiyle kesilen kurban, sahibini Allah'a yaklaştırır
ve büyük mükâfatlara mazhar kılar. Kurban, lügat ma'nâsı i'tibâriyle, kurban günlerinde kesilen hayvanın
adıdır. Şer'î ma'nâsı i'tibâriyle kurban, ibâdet niyyetiyle husûsî vakitte husûsî hayvanı kesmekten ibarettir1.
Kurban, Hicret'in ikinci senesinde meşru' kılınmıştır. Meşruiyeti Kitab, Sünnet ve icmâ' ile sabittir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de;
** ° ** ' ' ^/ "Rabbın için namaz kıl ve kurban kes."2 buyurul-
muştur. Enes (R.A.) da şöyle demiştir:
"Nebî (S.A.V.) boynuzlu iki güzel koçu kurban etti. Bunları
'Sc-^^y^ ^ \ "^ diyerek ve ayağını boyunlarına koyarak kendi eliyle
kesti"3. Ayrıca Müslümanlar da kurbanın meşruiyeti hakkında ittifak etmişlerdir.
Kurban vaciptir. Nitekim Peygamber (S.A.V.) Efendimiz;
^%^\jjiy&g?*>}Xx** «yü^û* "Kim ki, kurban kesmeye
mâlî kudreti müsait olur da kurban kesmezse, o kimse namazgahımıza sakın yaklaşmasın."4 buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfteki, "Namazgahımıza sakın yaklaşmasın." veîdi, ancak vacip olan bir ibâdetin terkine terettüb eder. imam Ebû Yûsuf'a göre —ki bu
(1) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1294, cüz 5, s. 304. (2) Kevser Sûresi, Âyet: 2. (3) Sahîh-i Müslim, 1313, cüz: 5, s. 77. (4) Sünen-i İbn-i Mâce, Mısır 1313, cüz: 2, s. 141.
25
aynı zamanda İmam Şafiî ile İmam Ahmed' in de kavl idir— kurban, sünnet-i müekkededir5.
Kurban Kimlere Vaciptir? Kurban müslim, hür, mukim ve zengin olan kimseye vaciptir. Kurba
nın vücûbu için, İmam A'zam ile İmam Ebû Yûsuf'a göre, akıl ve bulûğ şart değildir. Zengin olan çocuğun malından babası veya vasîsinin kurban kesmesi lâzım gelir6. Kurbanın borç olması için şart olan zenginlik, sadaka-i f ı tr in vâcib olması için şart olan zenginliktir, yâni sadaka-i fıtır kendisine borç olan kimseye kurban da vaciptir.
Kurban Edilecek Hayvanlar: Kurban yalnız, koyun ve keçi ile deve ve sığır hayvanlarından kesilir.
Mandalar da sığır cinsinden sayılır. Koyun ile keçi bir, sığır ile manda ik i , deve ise en az beş yaşını bitirmiş olmalıdır. Sekiz aylık olduğu halde birer yaşında imiş gib i gösterişli olan koyunlar da kurban edilir.
Koyun ile keçi yalnız bir kişi için kurban edilir. Deve ve sığırı ise yedi kişi kurban edebilir. Ancak ortaklardan hepsi Al lah rızâsı için kurbana niyyet etmiş olmalıdır. Ortaklardan biri gayr-i müslim olur veya birisi et maksadiyle iştirak ederse, hiçbirinin kurbanı sahîh olmaz7.
Kurbana Mâni' Olan ve Olmayan Haller: Kurban edilecek hayvanın ayıplardan salim olması lâzımdır. Bâzı ayıp
lar vardır k i , bunlardan biri kendisinde bulunan hayvanları kurban etmek caiz olmaz. İki gözü veya bir gözü kör olan, kemikleri içinde il iği kalmamış derecede zayıf veya aksak, ayağını yere basıp kesileceği yere kadar gidemeyecek halde topal veya aşikâre hasta olan, göz nurunun veya kulağının veya da kuyruğunun ekserîsi gitmiş olan, dişleri dökülmüş olan, kulaksız doğan, memelerinin başları kurumuş veya kesilmiş olan hayvanlar kurban olmaz8. Pislik yiyen hayvanı hapsetmeden kurban etmek de caiz değildir. Deve 40, sığır 20, koyun ise 10 gün hapsedilir9.
Bâzı ayıplar da vardır k i , bunların kurbanlık hayvanda bulunması zarar vermez. Bunlar da hilkaten boynuzsuz veya boynuzunun biraz kırık o l ması, kulaklarının delinmiş veya enine yarılmış bulunması veya küçük kulaklı olması gibi ayıplardır. Deli hayvanı da kurban etmek caizdir10.
Hayvan satın alındıktan sonra kurban olmasına mâni bir ayıpla ayıplanırsa, zengin ise yerine başkasını satın alır; fakir ise onu kesmekle iktifa
(5) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, istanbul 1294, cüz: 5, s. 305; Mecmâu'l-Enhur, İstanbul 1300, cild: 2, s. 497.
(6) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, cüz: 5, s. 309; Fetâvâ-yi Hindiye, Mısır 1310, cüz: 5, s. 292.
(7) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1294, cüz: 5, s. 319. (8) Aynı eser, s. 315-319; Fetâvâ-yi Hindiye, Mısır 1310, cüz: 5, s. 297-298. (9) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, cüz: 5, s. 317. (10) Fetâvâ-yi Hindiye, cüz: 5, s. 298; Mecmâu'l-Enhür, cüz: 2, s. 500.
26
eder. Şayet satın alındıktan sonra ölürse; zengin, yerine başka kurbanlık satın alır; fakir ise almaz11. Kurbanlık hayvan kaybolur veya çalınır da yerine başka bir hayvan satın alındıktan sonra bulunur veya ele geçerse, zengin yalnız birini; fakir ise her ikisini kurban etmesi îcâbeder12.
Kurbanın Kesilecek Vakti: Kurbanın kesilecek zamanı Kurban Bayramının birinci, ikinci ve üçün
cü günleridir. Efdâl olan ilk gününde kesmektir. İlk vakti, bayram namazından sonra olup, son vakti üçüncü günün güneş batmasından öncesine kadardır. Gece kesmek sahîh ise de tenzîhen mekruhtur13.
Kurbanlık hayvanı kurban günlerinden evvel hapsedip beslemek, gerdanlık takmak, çullamak, kurban edilecek yere ta'zîm ile götürmek, kestikten sonra boynundaki gerdanlığı, üzerindeki çulu fukaraya sadaka olarak vermek müstehabdır. Hayvanı kurban etmeden evvel yününü kırkmak, sağarak südünden istifade etmek mekruhtur. Şayet sağar ve yününü kırkarsa bunları tasadduk eder14.
Kurbanlar, kıbleye karşı yatırılır, .£=*»»-A^aJi^ ^ diye kesilir.
Kesebiliyorsa bizzat kendisi, beceremiyorsa münâsib bir Müslümana kestirir ve kendisi de başında hazır bulunur ve;
^â^Sl J^L^\^^s3\?^JÛfS5wSv3!A^^ âyet"' kerîmesini
okur. Kasap ücreti kurbandan verilmez15. Kurbanın Eti ve Derisi: Kurban kesen Müslüman kurbanının etinden yer ve başkasına da ye-
dirir, bu müstehabdır. Efdâl olan, kurban etini üçe bölerek, bir bölüğünü fakirlere* sadaka, bir bölüğünü akraba ve dostlarına hediye eder, bir bölüğünü de çoluk çocuğu ile beraber yer. Hepsini sadaka olarak dağıtması veya hepsini çoluk çocuğu ile yemek üzere alıkoyması da caizdir16. Hattâ orta halli olup da çoluk çocuğu kalabalık olan kimsenin kestiği kurbanın etini onların yemesi için alıkoyması menduptur17.
Kurbanın postunu fakirlere, hayır derneklerine verebileceği gibi, seccade veya sofra olarak da evde kullanabilir. Fakat efdâl olan tasadduk etmektir. Kurbanın eti ve diğer eczası gibi derisini de satıp intifa' etmek caiz değildir. Şayet satarsa parasını tasadduk eder18.
(11) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1294, cüz: 5, s. 318. (12) Aynı eser, s. 318. (13) Aynı eser, s. 310-311. (14) Aynı eser, s. 321. (15) Aynı eser, s. 321. (16) Fetâvâ-yi Hindiye, cüz: 5, s. 310. (17) Reddü'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, cüz: 5, s. 320. (18) Aynı eser, s. 321.
27
DİNİMİZCE ETLERİ YENMEYEN HAYVANLAR
Hazırlayan: Mehmet ÇİFTÇİ Finike Müftüsü
Hayâtımız ve sıhhatimizin emniyyeti ve Müslümanlık yönünden maddeten ve manen Islâmiyyet'in dışında kalan milletlere benzememekliğimiz
ve onların mâruz kaldıkları tehlike ve sıkıntılara bizim de mâruz kalma-maklığımız için, Allâhu Teâlâ yarattığı mahlûklarından bâzılarının etlerinin yenmesini, şer'î bir hikmetin îcâbı olarak kullarına haram kılmış, bunların dışında kalan hayvanların yenmesini ve avlanmasını da helâl ve mubah kılmıştır. Burada sâdece yenmeleri dînen haram olan hayvanlardan söz edilecektir.
Bir âyet-i kerîmede bu hususta meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Size şunlar haram kılındı: Ölü, kan, domuz eti, Allah'dan başkasının
nâmına boğazlanan, bir de boğulmuş, yahut vurulmuş, yahut yuvarlanmış, yahut susulmuş, yahut canavar yırtmış olup da canı üzerinde iken kesmedikleriniz ve dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve zarlara kısmet paylaşmanız, hep bunlar birer yoldan çıkıştır"'.
Bu sıralanmaya göre:
1 — ( 4.Üİİ3 SCdc C-^o"p~ •) ^ * ' " : > l 'a n ' kesilmeksizin ölen hayvan
yenmez.
2 — ^ s*"^? ) Kan: Yâni akıtılmış kan da yenmez. Ancak damarlar
da, ciğer, böbrek ve dalaktaki kalan kan temizdir. Tabiî bu hüküm, usûlüne
uygun olarak kesilen hayvanlara göredir. Kendi kendine ölen bir hayvanın
eti de, vücûdundan akan ve akmayan kanı da tamamen pis ve haramdır.
3 — / ^ } £ \ J'}) Domuz eti: Domuzun kendisi aynen pistir. Zîrâ
,-tf O « ut S
bir âyette ( ^ j - o - j a j l â ) "Çünkü o pistir." buyurulmuştur. Domuzun kendisi mutlak surette pis olduğu için eti de pistir, kesmek veya herhangi, bir suretle temizlenmez. Ancak dikiş için ipl ik yerine kullanılmada zaruret görülen yerlerde domuzun sâdece kılından faydalanılır. Necâset-i ayn olduğu için başka hiçbir şeyini kullanmak caiz değildir2.
(1) Mâide Sûresi, Âyet: 3. (2) Din İşleri Yüksek Kurul unun 29.6.1967 tarih ve 651 sayılı kararı.
28
Domuz etinin yenmesinin dînimizce kesin olarak haram kılınmasının manevî olduğu kadar maddeten ve tıbben de birçok sebeplerinin bulunduğunu artık bilmeyen yoktur. Ezcümle, domuz etinde trişinoz hastalığı vardır. Bu hastalık öldürücü ve sakatlık bırakıcı salgın bir hastalıktır. Hâlen bu hastalığın tedâvîsi mümkün değildir.
Domuz etlerinde küçük kireçli kesecikler "kisf'ler içerisinde gözle far-kedilemeyen "Trichinella spiralis" denen kurtçuklar vardır. Her çeşit domuz etinden mamul sucuk, salam ve sosisler yenince mide suyunda kesecikler erir ve serbest kalan kurtçuklar "Duodenum ve barsak" zarlarına girerler, çabucak üreyip kan ve lenf damarları içinde bütün vücûda dağılırlar, dolayısiyle bununla ilgili muhtelif ağrı ve sancılar zuhura gelir.
Trişinler vâsıtasiyle meydana gelen trişinoz hastalığı: "Dünyânın hemen her yerinde vardır. Yalnız Müslümanlık gibi domuz etinin yenmesini yasak eden dinlere bağlı insanlarda bulunmaz. Hastalık insana domuz etinden ya da çok nâdir olarak yenen fare, kedi, köpek, tilki, ayı etlerinden geçer. Trişin hastalığı çeşitli bozukluklara yol açar. Beyin iltihabı, sürgün, kansızlık, ateş, kalb bozuklukları, kurdeşen, göz kapakları şişmesi, bulantı, kusma, kaslarda ağrılar, hareket zorluğu, kaburga kasları tutukluğu, dolayısiyle solunum güçlüğü, ense sertliği, çene kaslarında gerilme, bronşit, zâtürrie, zâtülcenp, kalb zarı iltihapları, idrarda kanama, sar'a nöbetleri, uykusuzluk bunların başlıcalarıdır. Çok defa hasta bu bozukluklar yüzünden ölür. Hastalığın yıllarca sürdüğü de olur"3.
Ayrıca bir de domuz vebası denen bir hastalık daha vardır ki, bu da keza domuzlara dokunmak ve etlerinden yemekle geçer.
Bütün bu gerçekler karşısında sözde medenî geçinip, hâlâ domuz etinin yenmesi için.çâreler arayan ve teşvikte bulunan zavallılara bilmem ne demeli.
4 — («)o *O i^_ joA*^U 9 ) Kesilirken üstüne Ailah'dan başkasının is
mi çekilendir. Bu bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da manevî ve hukukî
haysiyyetle murdar ve haramdır4.
5 — / ; â j ^ y . \ « \ oğulan: Yâni gerek takıldığı iple, gerek başka
bir kemend ile, gerek el ve gerek ağaç ve taş arasına sıkışarak, netîce olarak herhangi bir suretle nefesi tıkanarak boğulup ölen.
(3) Hayat Ansiklopedisi, c. 6, s. 3049. (4) Hak Dîni Kur'ân Dili Tefsiri, c. 2, s. 1557.
29
6 — , " j ^ l l ^ *) Vurulmuş: Yâni yakından veya uzaktan herhangi
bir darbe ile vurulup ölmüş olan.
7 — / â j " i J o . ^ ) Yüksekten aşağı veya bir kuyuya, bir suya düşe-
rek parçalanan, yahut boğulan. —Yâni susulmuş ve süsmüş olan.—
8 — C 4 ^ * " ^ 3 ) Tosuşan, at veya diğer bir hayvan çiftesiyle ölen.
,U< 9 — c ' i & v ^ v ı &LLi\J£»\ı^) Vah5? ve y , r t ıa bir hayvan ta_
rafından telef edilen. Bu sayılan beş hayvanın beşi de kesilmekle kanları akıtılmamış olduğundan tamamen ölü hükmünde olup, haramdırlar. Ancak henüz canları çıkmadan yetişip kesmek suretiyle hayatlarına son verilenler haram değildir.
Binâenaleyh debelenirken henüz gözünü kırpar veya kuyruğunu oynatır veya bacağını depretirken bile yetişilip kesilebilenler helâl olur.
Kesme sırasında ölü veya diri olduğu bilinemeyen ve kanı akmayan hayvanın ağzını, yahut gözünü açması ve ayağını uzatması ve tüylerinin yatışması ölüm alâmetidir, yenmesi helâl olmaz. Ağız ve göz yumması ve ayağını çekmesi ve tüylerinin dikilmesi hayat alâmetidir, yenmesi helâl olur5.
Kesilme ameliyyesinin şer'an tahakkuk edebilmesi için de: a) Kesilen hayvanın boyun dibinden, yâni gerdandan çene altına
kadar olan yerden kesilmesi, b) Kesilmesi vacip olan nefes borusu, yemek borusu ve şahdamarları
tâbir olunan iki damarın kesilmesi, c) Hayvanı zahmetsizce kesebilecek keskin bir âletin bulunması, d) Kesenin Müslüman veya ehl-i Kitâb olması; müslim ise ihramda
bulunmaması. Bir âyet-i celîlede;
c ... J'Jly^\l^5 'f& J ^ £ ^ J W > > j \ lj% 'fS&T* ) "Kendileri
ne kitab verilenlerin taamları —yâni kestikleri ve avladıkları— size helâldir.
Sizin taamlarınız da onlara helâldir."6 buyurulmaktadır. Buna göre ehl-i Kitabın zâhir-i hâle göre kestikleri ve zahirî olarak
Müslüman olduklarını iddia eden kimse, gerek ehl-i Sünnet olsun ve ge-
(5) Nîmetü'l-islâm, II. Kısım, s. 83. (6) Mâide Sûresi, Âyet: 4.
30
rek olmasın islâm'ın çerçevesi dahilindeki fırkalardan olduktan sonra kestikleri yenir7.
e) Besmele-i şerîfe çekilmesi: Bir âyet-i celîlede besmelesiz kesilen bir hayvanın yenmesinin helâl olmayacağı şu şekilde beyan buyurulmaktadır:
( jJLjâ ̂ \J^Şc Ji \JJ,\fZ'JÜr\ İ L ^ ; ) "üzerine Allâh'" in adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır"8.
O halde kasden Besmelenin terkedilmemesi lâzımdır.
Şurası unutulmamalıdır k i kesmek veya Besmele çekmekle pis olan hayvan temiz ve helâl olmuş olmaz. Ancak temiz olan hayvan pis ve haram olmaktan kurtarılır.
10 — ( t ^ w ^ *£ -f-y^S ) Dikili taşlar ve putlar üzerine kesilenler de
helâl değildir.
11 — (S^'&rİ 'SİS \j*~^-5>û\'s) Zarlarla k,smet talep etmek' bahse girişmek ve kur'a çekmek neticesi kesilen hayvan, kumar vâsıtası olduğu için haramdır.
12 — Kara hayvanlarından olan ehlî at, ester, eşek yenilmediği gibi ehlî olan veya olmayanlardan kedi, köpek, kurt, çakal, şahin, doğan, çaylak, papağan gibi yırtıcı ve etle geçinen vahşî hayvanlar ve yırtıcı kuşlar, leylek, akbaba, kartal ve karga gibi leş ve pislik yiyen kuşlar dahi yenilmez.
13 — Fare, köstebek, kirpi, gelincik, kertenkele, yılan, kurbağa, kaplumbağa, salyangoz, solucan gibi hayvanların sınıfına giren bütün kurtlar ve böcekler, haşerelerden sinek, arı ve kelebek ve şâir haşerat dahi yenilmez. Özet olarak denebilir ki, kara hayvanının helâl olarak avlanmasında haşerat nev'inden olmaması gerekir. Çekirge müstesna, bunun yenmesine dînen cevaz vardır.
14 — Su hayvanlarında, balık cinsinden olmayan midye, istiridye, yengeç, teke, İstakoz ve bunlara benzer hayvanların yenmesi haramdır. Su hayvanlarının avlanarak yenmesi için balık cinsinden olması şarttır9. Çünkü balık cinsinden olmayan bu hayvanların "Deniz pisliklerinden hâsıl olma-
(Devamı sayfa 42'de)
(7) Hak Dîni Kur'ân Dili Tefsiri, c. 2, s. 1579. (8 ) ; En'âm Sûresi, Âyet: 121. (9) Nîmetü'l-İslâm, II. Kısım, s. 75.
31
SBB /
K U R B A N B A Y R A M I
İsmail COŞAR Ankara Maltepe Camii İmam-Hatîbi
1%/f uhterem Müslümanlar! J -"- Allah'a binlerce hamd-ü senalar olsun ki, sıhhat ve afiyetle bir bayram gününe daha erişmiş bulunuyoruz. Büyük ma'nevî hazlar içerisinde bu mübarek bayram gününe yetişmemiz, bizler için büyük, hem de çok büyük bir ni'mettir. Bu ni'mete erişen biz mü'minlerin üzerine bu vesîle ile üç şey vacip olmuştur.
Bunlardan birincisi; arefe günü sabahından başlayarak, bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar, farz namazlarından sonra yirmiüç vakitte getireceğimiz Teşrîk Tekbirleri; ikincisi, biraz önce edâ etmiş olduğumuz bayram namazı; üçüncüsü de, kurban kesmektir. Son iki vecîbeyi hutbemizin başında okumuş olduğumuz Sûre-i Celîlenin ikinci âyetinde
Cenâb-ı Hak, bizlere şöyle bildiriyor: 0 _ J jL^\ ݱ(^£*\Z\
"O halde Rabbın için namaz kıl, kurban kes..."
Kurban bayramı münâsebetiyle yerine getirdiğimiz bu üç ibâdetin ikisi bedenen yapmış olduğumuz ibâdet; birisi de, mâlen yapmış olduğumuz ibâdettir, ister zengin olsun ister fakir, herkes, arefe günü sabahından baş-
32
layarak yirmiüç vakitte Teşrik Tekbirlerini getireceği g ib i , bayram namazını da kılar*. Fakat, kurban kesmeye gelince; bu mâlî bir ibâdettir. Bu vecîbeyi dîn in tarif ettiği ölçüler dâhilinde zengin sayılanlar yerine getirirler. Dînimiz, fakir ve yoksulları kurban kesmekten muaf tutarken, zengin oldukları halde kurban kesmeyenler hakkında acı haberler vermiştir. Meselâ bu hususta Yüce Peygamberimiz Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Hâli vakti yerinde olduğu halde kurban kesmeyenler bizim meclisimize gelmesin."
Üzerine kurban kesmek vacip olan muhterem Müslüman! Kurban kesmekten sakın kaçınma. Üzerine vacip olan kurbanını mutlaka kes. Hiçbir şey seni Allah için kurban kesmekten alıkoymasın. Allah için oğlu ismail'i kurban kesmekten çekinmeyen Hazret-i İbrahim'i düşün. Keseceğin kurbanın sıhhatli olmasına dikkat et. Ehli olmayan kişilere kestirme kurbanını. Kurbanın kesilirken başında bulun. Zîrâ Resûlullah (S.A.S.) in Hazret-i Âişe Validemize; "Yâ Âişe! Kurbanın kesilirken kurbanının başında bulun. Kurbanının kanı toprağa döküldüğü an, senden senin günahların da dökülür." buyurduğunu hatırla. Kestiğin kurbanın etini üçe ayır. Bir parçasını akraba ve dostlarına, bir kısmını fakir-fukarâya, bir kısmını, da evine bırak. Deri ve bağırsaklarını fakir lere, talebelere, dînî ölçüler içerisinde faaliyet gösteren cemiyetlere ver. Kurban derileri şuraya verilir, diye bir te'sir altında kalma. Kesmiş olduğun kurbanın her şeyi mîzânına konacağından, kurbanın sakatatını sakın dışarıda bırakma. Kurban kesmek için daha önceden açmış olduğun çukura göm.
Aziz mü'minler! Gerek bedenî ve gerekse mâlî olarak yerine getirilen ibâdetlerimizde nâ-mütenâhî hikmetler mevcut olduğu g ib i , bu hafta içerisinde yerine getirmiş o lduğumuz,bu üç vecîbenin de maddî ve ma'nevî faydaları vardır. Meselâ; y i rmi üç .vakitte ve şu mübarek bayram sabahında, milyonlarca Müslümanın hep bir ağızdan,
diyerek, kalblerine yerleştirmiş oldukları îmanlarını hep bir ağızdan dil leriyle ikrar, kalbleriyle fasdîk ediyorlar. Bu ilâhî Tekbîr sesleri îman sahihlerini harbde zafere ulaştıran kuvvet, sulh zamanlarında da, gerçek mü'min-leri birbir ine kenetlenmiş (yekpare ve .müstahkem) bir bina gibi birbirlerine kenetleyen kudrettir.
inanan kişilerin, şu mübarek .bayramın seherinde camileri doldurmalarının, makam-mevki, zengin-fakir gözetmeden aynı safta namaz kılmalarının, hep birden ellerini açıp, boyunlarını büküp Yaradan'ımızdan mağfi-
(Devamı sayfa 59'da)
(*) Bayram namazı, • Cum'a namazının şartlarına sâhib olanlara vaciptir.
33
o islam lavım ı̂ u
PEYGAMBERİMİZİN SAHÂBİLERİNİ YETİŞTİRMESİ
— II —
(88-89. sayıdan devam)
DEMİR HAFIZLAR Ubey b. Kâ'b, Kur'ân-ı Kerîm'i, sekiz
• gecede, Temîm Dârî, yedi gecede hatm ederdi.
Temîm Dârî'nin bir gecede üç rekâtta ve hattâ bir rekâtta hatm ettiği de olurdu.
Muhammed b. Şîrîn, Hz. Osman'ın Kur'ân-ı Kerîm'i, gece namazının bir rekâtında hatm etmeyi âdet edindiğini ve şe-hid edildiği geceyi de böyle, bir rekâtta hatm etmek suretiyle ihya eylemiş olduğunu bildirir.
Abdullah b. Selâm, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup bitirdiğini haber verdiği zaman, Peygamberimiz ona, "Bunu, her gece, böylece oku!" buyurmuştur.
YETİŞEN KIRAAT ÜSTADLARINDAN BAŞLICALARI
Ashâb-ı Kirâm'dan bâzıları, Kur'ân-ı Kerîm kırâatında üstad ve mütehassıs idiler.
< Bunu, Peygamberimiz bir Hadîslerinde şöyle açıklamışlardır:
"Kur'ân'ı, dört kişiden: 1 — İbn-i Mes'ûd'dan, 2 — Übeyy b. Kâ'b'dan, 3 — Muâz b. Cebel'den, 4 — Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe'den ahz ve telâkki ediniz!"
Hz. Ömer; "Kur'ân'ı, en iyi okuyanı-, nız, Übeyy b. Kâ'b'dır!" derdi.
KUR'ÂN-I KERÎM'İ ÇOK GÜZEL VE TE'SİRLİ OKUYANLAR
Ashâb-ı Kirâm'dan Berâ' b. Âzib der ki: "Yatsı namazında Peygamber aleyhisse-
M. Âsim KOKSAL
lâm'ı, Tîn Sûresini okurken, dinlemiştim. Sesi ve okuyuşu, Ondan daha güzel olan bir kimse dinlemiş değil im!"
Ashâb-ı Kiram arasında da sesleri çok güzel ve okuyuşları te'sirli olanlar vardı.
1. Hz. Ebû Bekir, 2. İbn-i Mes'ûd, 3. Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe, 4. Ukbe b. Âmir, 5. Ebû Mûsâ el-Eş'arî, 6. Üseyd b. Hudayr...
bunlar arasında idi.
HZ. EBÛ BEKİR'İN OKUYUŞU Hz. Ebû Bekir, çok yufka yürekli idi.
Mekke'de Cümah oğullarının evleri yanında mescid edindiği yerde namaz kılarken Kur'ân okumağa başlayınca, kendisini tutamaz, gözleri yaşla dolar, çocuklar, köleler, kadınlar Onun hâline meftun olurlardı.
Kureyş müşrikleri, Hz. Ebû Bekir'i korumayı üzerine almış olan Ehâbîş Reisi İbnüddağınne'ye başvurmuşlar, "Bu adam, Muhammed'in getirdiği şeyi namaz kılarken yanık yanık okuyor, ağlıyor. Biz, onun bu hâlinin çocuklarımızı, kadınlarımızı ve zaiflerimizi meftun etmesinden korkuyoruz. Ona git de evinin içine girmesini em-
. ret. Orada istediğini yapsın!" demek zorunda kalmışlardı.
İBN-İ MES'ÛD'UN OKUYUŞU Alkame'nin bildirdiğine göre: Hz.
Ömer'e bir adam gelip, "Ben, hafızasından Mushaflar yazan zâtın yanından geliyo-
34
rum!" deyince, Hz. Ömer bağırarak, "Yazıklar olsun sana! Bak ne söylüyorsun?!" dedi ve adama kızdı.
Adam, "Ben, sana doğrulukla geldim, yalan söylemiyorum." dedi.
Hz. Ömer ona, "Kimmiş o zat?" diye sordu.
Adam, "Abdullah b. Mes'ûd'dur!" dedi.
Hz. Ömer, "Ben, bu işe, ondan daha lâyık bir kimse bilmiyorum. Bak, sana Abdullah'ı anlatayım: Biz bir gece, Ebû Bekir'in evinde idik. Peygamber aleyhisse-lâm'a âit bir haceti konuştuktan sonra dışarı çıktık. Resûlullah aleyhisselâm, benimle Ebû Bekir'in arasında idi. Mescide vardığımız zaman bir zat, Kur'ân okuyordu. Peygamber aleyhisselâm durdu. Onu dinlemeğe başladı.
Ben: Yâ Resûla'llah! Gece namazımı kılayım mı? diye sordum. Eliyle beni sıkarak, sus! dedi. O zat, kıraatini bitirdi. Rükû ve secde ettikten sonra oturdu. Duâ ve istiğfar etti.
Peygamber aleyhisselâm bana; haydi, soracağını sor! dedi. Sonra da: Kur'ân'ı, indiği gibi ıslaklığı ve tazeliği ile okumak isteyen, İbn-i Ümmü Abd'in okuduğu gibi okusun! dedi.
Sabah olunca, müjdelemek için erkenden Abdullah b. Mes'ûd'un yanına vardım. Bana: Ebû Bekir seni geçti. O, senden önce davrandı! dedi."
Ibn-i Mes'ûd der ki: "Resûlullah bir gün: Bana Kur'ân oku! dedi. Yâ Resûla'llah! Kur'ân, Sana nazil oldu. Ben Sana Kur'ân'ı nasıl okuyabilirim? dedim.
Ben, Kur'ân'ı başkalarından dinlemekten hoşlanırım! dedi.
Bunun üzerine, kendisine Nisa Sûresini okumağa başladım.
'Her ümmetten birer şâhid getirdiğimiz, Seni de onların üzerine şâhid olarak getirip diktiğimiz zaman, onların halleri nice olur?' (Nisa: 41) âyetine gelince, yetişir! dedi.
Resûlu'llâh'ın yüzüne baktığım zaman, gözlerinden yaşlar akıyordu."
SALİM MEVLÂ EBÎ HUZEYFE'NİN OKUYUŞU:
Ebû Huzeyfe'nin âzadlısı Salim de Kur'ân-ı Kerîm'i çok güzel ve tatlı okurdu.
Hz. Âişe bir gün, Peygamberimiz'in yanına gelmekte gecikince Peygamberimiz, "Ey Âişe! Seni geciktiren nedir?" diye sordu.
Hz. Âişe, "Yâ Resûla'llah! Mescidde bir zat var ki ben ondan daha güzel okuyan kimse görmedim!" dedi.
Peygamberimiz gidip, onun Salim Mevlâ Ebî Huzeyfe olduğunu görünce; "Hamd olsun o Allah'a ki, ümmetim arasında senin gibi bir Ehl-i Kur'ân bulundurdu!" dedi.
UKBE B. ÂMİR'İN OKUYUŞU
Ashâb-ı Suffe'den Ukbe b. Âmir-i Cühenî de ilimde, kırâatta, fıkıhta, ferâiz-de, edebiyatta üstaddı. En güzel sesli Kurrâdandı.
Hz. Ömer ona bir gün, "Bana Kur'ân oku!" demiş, Ukbe b. Âmir okumağa başlayınca, Hz. Ömer ağlamıştı.
EBÛ MUSA'NIN OKUYUŞU
Ebû Mûsâ el-Eş'arî de güzel ve gür sesli Kurrâdandı.
Bir gece Mescidde namazda Kur'ân-ı Kerîm'i okumağa başladığı zaman, Peygamberimiz'in zevceleri uyanıp kalkmışlar, onu zevk ve heyecanla dinlemişlerdi.
\-LvM
35
Peygamberimiz, "Ey Ebû Mûsâ! Muhakkak ki sana Dâvud Peygamber'in nağmelerinden bir nağme verilmiştir!" demiştir.
ÜSEYD B. HUDAYR'IN OKUYUŞU
Üseyd b. Hudayr da Kur'ân okuyanların en gür ve güzel seslilerindendi.
Melekler bile onun okuyuşuna hayran olurlardı.
O bir gece, Bakare Sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. At, birdenbire ürkmeğe başladı. Üseyd sustu. Susunca at sâkinleşti.
Üseyd tekrar okumağa başlayınca, at yine ürktü. Üseyd sustu. Atın ürkmesi geçti. Üseyd okumağa başladı. At yine ürktü. Üseyd de artık okumaktan vazgeçti.
Üseyd'in oğlu Yahya, ata yakın bir yerde yatmakta idi. Atın çocuğa bir zararı dokunmasından endişelenerek çocuğu geriye çekti.
Üseyd başını kaldırıp semâya baktığı zaman, beyaz bulut gölgesine benzer bir sis içinde kandiller gibi parıldayan şeyler gördü. Sabaha çıkınca bunu Peygamber aleyhisselâm'a arz etti.
Peygamber aleyhisselâm, "Oku ey Hudayr'ın oğlu! Oku ey Hudayr'ın oğlu!" dedi.
Üseyd: "Yâ Resûla'llah! Atın Yahya'yı çiğnemesinden endişelendim. Bunun için okumayı kestim. O sırada başımı semâya doğru çevirip baktım. Gökyüzünde bulut gölgesi gibi bir beyazlık içinde birtakım şeylerin kandiller gibi parıldadıklarını gördüm. Bu beyaz gölge tabakası, içindeki şeylerle birlikte semâya doğru çekilip gitt i . Nihayet onu göremez oldum!" dedi.
Resûlu'llah, "Bilir misin nedir onlar?" diye sordu.
Üseyd, "Hayır, bilmiyorum!" dedi. Resûlu'llah;. "Onlar, Meleklerdi. Senin
sesine yaklaşmışlardı. Eğer okumağa devam edeydin, sabaha kadar seni dinlerler, insanlar da onları görür ve seyrederlerdi. Onlar, halkın gözlerinden gizlenmezlerdi." dedi.
Üseyd bir gece evinde Kehf Sûresini okurken dışarıda bağlı atı ürkmeğe ve Üseyd'i de duman gibi bir şey, yahut bir bulut kaplamağa başlayınca Üseyd, "Allah'ım! Beni felâketten esirge, selâmette kı l ! " diyerek münâcat etmiş, başından geçeni Peygamberimiz'e anlatmıştı.
Peygamberimiz, "Oku ey Üseyd! Çünkü o. Sekine idi. Kur'ân dinlemek için, yahut Kur'ân'ı ululamak için inmişti!" dedi.
YETİŞEN İLİM VE DİN ADAMLARINDAN BAŞLICALARI
1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9.
10. 11. 12. 13.
Hz. Ebû Bekir. Hz. Ömer Hz. Alî Abdullah b. Mes'ûd Übey b. Kâ'b Zeyd b. Sabit Ebû Mûsâ el Eş'arî Abdullah b. Selâm Selmân-ı Fârisî Hz. Osman Muâz b. Cebel Ebu'd-Derdâ Ebû Ubeyde b. Cerrah..
Peygamberimizin yetiştirdiği ilim ve din adamlarındandı.
ASHÂB'IN İLİM KAYNAKLARI
Misver b. Mahreme'ye göre: Ashâb'ın ilmi, altı kişiye;
1. Hz. Ömer'e, 2. Hz. Osman'a, 3. Hz. Alî 'ye, 4. Muâz b. Cebel'e, 5. Übey b. Kâ'b'a, 6. Zeyd b. Sâbit'e
dayanmakta idi.
Mesruk da; "Resûlullâh'ın Ashâbiyle görüşüp konuştum. Onların ilimlerinin altı zâta;
1. Hz. Ömer'e, 2. Hz. Alî 'ye, 3. Abdullah b. Mes'ûd'a, 4. Muâz b. Cebel'e,
36
5. Ebü'd-Derdâ'ya,
6. Zeyd b. Sâbit'e
dayandığını gördüm.
Bu altı zatla da görüşüp konuştuğum zaman, ilimlerinin,
1. Hz. Alî 'ye,
2. Abdullah b. Mes'ûd'a dayandığını gördüm!" der.
HZ. EBÛ BEKİR'İN İLMİ
"Resûlu'llâh'ın zamanında halk, bilmedikleri dînî meseleleri kimlere sorarlardı?" diye sorulunca, Abdullah b. Ömer; "Ebû Bekir'e ve Ömer'e sorarlardı. Ben onlardan başkasını bilmiyorum!" demiştir.
Süyûtî'nin Târihu'l-Hulefâ'sında delillerle tesbîtine göre: Hz. Ebû Bekir, Kitab ve Sünnet'e Ashâb'ın en vâkıf olanı idi.
Peygamberimiz'in irtıhâlinden sonra Hz. Ebû Bekir Halîfe olduğu, Araplardan irtidad edenlerin irtidad ettikleri sırada, onlarla savaşmağa kalkınca, Hz. Ömer; "Sen halkla nasıl çarpışacaksın ki, Resû-lu'llah: "Ben insanlarla, lâ ilahe illallah deyinceye kadar çarpışmağa emrolundum. Bunu ikrar eden, malını, canını benden korumuş, kurtarmış olur. Müslüman olmayıp vergi vermeyi kabul edenler müstesnadır. Onların kendi dinlerinde kalmalarının hisâbını görmek Allah'a aittir! buyurmuştur." dedi.
Hz. Ebû Bekir, "Vallahi ben, namazdan, zekâtı ayıranlarla savaşırım. Çünkü zekât, malın ödenmesi gereken bir hakkı, bir vergisidir. Vallahi onlar, Resûlu'llah (A.S.) a veregeldikleri bir dişi oğlağı veya devenin diz bağını benden esirgeyecek olurlarsa, bundan dolayı muhakkak onlarla savaşır, boyunlarını vururum!" dedi.
Hz. Ömer, "Vallahi anladım ki, Ebû Bekir'in bu savaşma kanâati, gönlüne Allah'ın doğdurduğu gerçekten başka bir şey değildir!" diyerek onun dînî mes'ele-lerdeki derin anlayış ve isabetli görüşünü takdirle benimsemiştir.
HZ. ÖMER'İN İLMİ
ibn-i Ömer der ki: "Resûlu'llah'dan işittim: Uykuda iken bana bir bardak süt getirdiler. Ondan o kadar içtim ki, kanıklığın tâ tırnaklarımdan sızdığını şimdi bile hissetmekteyim. Sütü içtikten sonra artığımı Ömer b. Hattâb'a verdim! dedi.
—• Yâ Resûia'llah! Bunu neye yordun? diye sordular.
— İlm'e! dedi." ibn-i Mes'ûd der ki: "Arap kabilele
rinin ilmi terazinin bir gözüne, Ömer'in ilmi de öteki gözüne konulsa, Ömer'in i l mi ağır basar!"
Rivayete göre fakîhler, Hz. Ömer'in yanında çocuklar gibi kalırlar. O, onlara fıkhı ve ilmi iie üstün gelirdi.
HZ. ALİ'NİN İLMİ
Peygamberimiz bir hadîslerinde; "Ben ilmin şehriyim. Ali, onun kapısıdır. İlim edinmek isteyen, ona kapısından gelsin!" buyurmuşlardır. •
Bu hadîsi, ibn-i Adiy El-Kâmil'inde, Taberânî Kebîr'inde, Hâkim de Müsted-rek'inde zikretmiştir.
Tirmizî'nin Sünen'ine kaydettiği bir hadîsde de; "Ben, hikmetin konağıyım. Ali de onun kapısıdır!" buyurulmuştur.
Abdülmelik b. Ebî Süleyman der ki: "Atâ'ya; Muhammed aleyhisselâm'ın Ashabı arasında Alî'den daha âlim bir kimse var mı idi? diye sordum.
—- Hayır, vallahi ondan daha âlimi yoktu! dedi."
Ebü't-Tufeyl, bir gün Hz. Ali'nin hutbesinde; "Sorunuz bana! Vallahi bana sorduğunuz her şeyi size haber vereceğim!
Bana, Kitâbullah'dan sorunuz. Vallahi, âyetlerden hiçbir âyet yok ki ben onun, gecede mi, gündüzde mi, ovada mı, dağda mı nazil olduğunu bilmeyeyim!" dediğini bildirir.
Başka bir rivayette Hz. Alî; "Vallahi ben, her âyetin neye dâir olduğunu, nerede ve kimin hakkında indiğini bil ir im!" demiştir.
37
Ibn-i Abbâs, Hz. Alî'nin ilmi hakkın da sorulduğu zaman; " iç i , hikmet ve ilimle dolu idi..", "Vallahi Ona, ilmin onda dokuzu verilmiştir.
Yine Allah'a yemîn ederim ki, O, i l min geri kalan onda birine de sizinle ortaktır!" demiştir.
Saîd b. Müseyyeb; "insanlar arasında Alî b. Ebî Tâlib'den başka, bana sorunuz! diyebilen bir kimse yoktur." der.
Muâviye b. Ebî Süfyân, Halîfeliği zamanında, içinden çıkamadığı müşkül meseleleri Hz. Alî'ye yazarak sorardı. Hz. Alî'nin şehid edildiğini haber alınca; "Fıkıh ve ilim, Ebû Tâlib'in oğlunun ölümü ile gitt i !" dedi.
Kardeşi Utbe, "Şamlılar sakın bunu senden, senin ağzından işitmesinler!" deyince de, "Bırak beni, işitirlerse işitsinler!" demişti.
Hz. Ömer, "Omre'ye nereden gireyim?" diye soran bir zâta, "Git Alî'ye sor!" demiştir.
Hz. Aişe'nin de, kendisine mes üzerine meshden sorulunca, "Git Alî'ye sor!" dediği ve yine Hz. Aişe'nin, "Size Aşure günü orucunu tutmanız için kim fetva verdi?" diye sorup, "Alî verdi." dedikleri zaman, "Evet, insanlar arasında Sün-net'i en iyi bilen Odur!" dediği rivayet edilir.
ibn-i Mes'ûd'a göre: Hz. Alî, Medî-nelilerin Ferâizi en iyi bileni idi.
Ferâiz âlimlerinden Mugîre, "Ferâiz âlimlerinden, Ferâiz hakkında, sözü Al i ' den daha kuvvetli olan yoktur!" der.
Hz. Alî, Kur'ân-ı Kerîm'i de usûlüne göre en iyi okuyanlardandı.
İBN-İ MES'ÛD'UN İLMİ Hz. Ömer, Abdullah b. Mes'ûd hak
kında, "il imle dolu dağarcık!" derdi. ibn-i Mes'ûd'la görüşen ilim adamiarı,
onun hakkında, "Kur'ân ve Sünnet ilmi onda sona ermiştir!" derlerdi.
Kendisi de, "Kendisinden başka İlâh bulunmayan Allah'a yemîn ederim ki, bizzat Resûlu'llah'dan yetmişdokuz sûre okudum. Eğer, Kitâbullâh'ı benden daha iyi bilen bir kimse bulunduğunu bilseydim, deveme atlar onun yanına ulaşırdım!"
"Kıtâbullah'dan, inen hiçbir âyet yok ki ben, onun nerede ve ne hakkında inmiş olduğunu bilmeyeyim!" derdi.
ÜBEY B. KÂ'B'IN İLMİ Ma'mer der ki: " ibn-i Abbâs'ın bütün
ümi, Ömer'den, Alî'den ve Übey b. Kâ'b'-dandır!"
Hz. Ömer, Câbiye'de îrâd ettiği bir hutbesinde, "Kur'ân'dan bir şey sormak isteyen, Übey b. Kâ'b'a gitsin!
Ferâiz'den bir şey sormak isteyen, Zeyd'e gitsin!
Fıkıh'tan bir şey sormak isteyen, Mu-âz'e gitsin!
Mal isteyen de bana gelsin! Çünkü Allah beni, malların hazînedârı ve bölüş-türücüsü kıldı!" demiştir.
MU AZ B. CEBELİN İLMİ
Peygamberimiz; "Ümmetimin helâl ve haramı en iyi bileni Muâz b. Cebeldir!"
"Muâz b. Cebel, Kıyamet gününde âlimlerin önünde yürüyecektir!"
"Helâl ve haramı en iyi bileniniz Muâz, en iyi Ferâizciniz de Zeyd'dirl" buyurmuşlardır.
Hz. Ömer; "Kadınlar Muâz'ın benzerini doğurmaktan âcizdirler! Muâz olmasaydı, Ömer helak olurdu!" demiştir.
ZEYD B. SÂBİT'İN İLMİ Zeyd b. Sabit, ilimde son dereceye
varmıştı. Kazâ'da, Fetvâ'da, Kırâat'ta, Fe-râiz'de mütehassıstı.
Hz. Ömer, Hz. Osman, bu ilimlerde hiç kimseyi Zeyd'e tercîh ve takdîm etmezlerdi.
Zeyd b. Sabit, Kırâatta Hz. Alî ile mutabakat hâlinde idi. Yalnız Tabut kelimesinin sonunu Hz. Ali T ile, Zeyd b. Sabit H ile kıraat ederdi.
EBÛ MUSA'NIN İLMİ
Esved b. Yezîd, "Kûfe'de Alî ile Ebû Musa'dan daha âlim kimse görmedim!" demiştir.
Şâdi de, " İ l im, altı kişiden alınır: 1. Ömer'den, 2. Abdullâh'dan,
38
3. Zeyd'den (ki bunlar ilimleri bakımından birbirlerine benzerler),
4. Alî 'den, 5. Übey'den, 6. Ebû Musa'dan (ki bunlar da ilim
leri bakımından birbirlerine benzerler)." der.
Hz. Alî'ye göre Ebû Mûsâ, "İ l im boyasına batırılmış, onunla boyanıp çıkmış" idi.
SELMÂN-I FÂRİSÎ'NİN İLMİ Bir Hadîs-i Şerîfde, "Selman, ilimle
doldurulmuştur!" buyurulur. Hz. Alî de, "Ona, öncekilerin ve son
rakilerin ilmi verilmiştir. Ondaki ilme erişilmez!"
"O, dibi bulunmaz bir deryadır!" der.
ABDULLAH B. SELÂM VE EBÜ'D-DERDÂ'NIN İLMİ
Muâz b. Cebel, vefatı sırasında, başu-cunda ağlayan bir tilmîzine, ilmin kendisiyle kaybolup gitmiyeceğini söylemiş, ilimlerinden faydalanılmasını tavsiye ettiği dört zat arasında Abdullah b. Selâm ile Ebü'd-Derdâ'yı anmıştır.
Abdullah b. Selâm, Medîneli Yahûdî âlimlerinden olup ilk sıralarda Müslüman olmuştu.
Kendisi, İsrail oğullarının, Kur'ân-ı Kerîm'de (Şûra: 197) işaret edilen sayılı âlimleri arasında idi.
Ebü'd-Derdâ, mescide girdiği zaman, öğrencileri peşini bırakmazlar, ona kimi Ferâizden, kimi hisaptan, kimi Hadîsden, kimi karışık dolaşık mes'elelerden, kimisi de şiir ve edebiyattan sorarlardı.
EBÛ UBEYDE B. CERRÂH'IN İLMİ Yemenliler Medîne'ye geldikleri za
man, Sünneti ve İslâmiyeti öğretecek bir zâtın kendileriyle birlikte gönderilmesini istedikleri zaman Peygamberimiz, Ebû Ubeyde b. Cerrâh'ın elinden tutup, "Bu, bu ümmetin emîn, güvenilir kişisidir!" dedi ve onu gönderdi.
HZ. ÂİŞE'NİN İLMİ Yalnız erkeklerden değil, kadınlar
dan da yüksek ilim sahipleri yetişmişti. Hz. Âişe, onların başında geliyordu.
imam Zührî, "Bütün kadınlarla mü'-minlerin anneleri olan Peygamber zevcelerinin bilgileri bir araya'toplansa, Âişe'-nin bilgisi onlardan daha üstün ve geniş gelirdi!" der.
Mesrûk'a, "Âişe iyi Ferâiz bilir mi idi?" diye sorulmuştu.
Mesrûk, "Varlığım, kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, Muhammed aley-hisselâm'ın yaşlı ve büyük Sahâbîleıinın, ondan Ferâiz sorduklarını gördüm!" dedi.
Urve b. Zübeyr de, "Fıkıhta, Tıpta, Şiir ve Edebiyatta Âişe'den daha üstün bir kimse görmedim!" der.
Urve b. Zübeyr, Hz. Âişe'ye, "Ey anneciğim! Ben senin Fıkıhtaki bilgine şaşmam. Çünkü, Resûlullâh'ın zevcesi, Ebû Bekir'in de kızıdır! derim.
Ben, senin Şiirdeki ve Arap tarihindeki bilgine de şaşmam. Çünkü, halkın bu konularda en bilgilisi olan Ebû Bekir'in kızıdır! derim.
Fakat ben, senin Tıptaki bilgine şaşıyorum. O sana nereden gelebilir?" dedi.
Hz. Âişe ona, "Ey Urve'cik! Resûlu'l-lah, ömürlerinin sonlarında sık sık hastalanır, kendisine Arap heyetleri de gelir dururdu. Herbiri bir şey tarif eder, ben de o tariflere göre otlardan ilâç yapardım da iyileşirdi." dedi.
Şa'bî'nin rivayetine göre, Hz. Âişe; "Gelen heyetler içinde hastalıklarından şi-kâyetlenmeyen ve devasını sormayan eksik olmazdı. Sorduğu şey, kendisine haber verilince de onların tariflerini anlar ve ezberlerdim." demiştir.
Yine Urve der ki: "Hz. Âişe'nin sohbetinde bulundum, inen âyette, Ferâizde, Sünnette, Şiirde, Târihte, Ensap vesâirede, Hukukta, Tıpta ondan daha bilgili bir kimse görmedim.
Kendisine: Ey hala! Sen Tıbbı nereden öğrendin? dedim.
Ben hastalanırdım. Bana bir şeyler tarif ederlerdi.
Birisi hastalanır, ona bir şeyler tarif ederlerdi.
Halkın birbirlerine tarif ettiklerini de dinler ve ezberlerdim, dedi."
(Devamı var)
39
— 37 —
"Şeyhii'l-tslâm ve Müfti'1-Enâm"
HANEFÎ MEHMED EFENDİ Sultan Mehmed-i Râbi' Han devri Şeyhü'l-Islâmlarındandır. Hanefî
Mehmed Efendi ikmâl-i tahsil eyledikten sonra tarîk-ı tedrise dâhil oldu. Evvelâ Edirne'de Sultan Selim, ba'dehû İstanbul'da Süleymâniye Medreselerine ta'yîn olundu. Bu târihten i'tibâren sür'atle kat'-ı nıerâtip ederek Medîne-i Münevvere (1044), Mısır (1051), Edirne (1056) Mevle-viyetlerine, iki sene mürurunda Anadolu Kazaskerliğine ta'yîn edildi (1058). O sene azledildi ise de üç sene sonra Rumeli Kazaskerliği ve nihayet Müftîliğe bekam buyuruldu (1066). Köprülü'nün sadâreti hengâ-mında dört ay kadar Meşihat makamını ihraz etti. Sinninin müterakkî, vücûdunun zaîf olması hasebiyle azledildi (1067), iki sene sonra da vefat etti. Merkâdi Ebû Byyûb El-Ensârî civarındadır. "Cenneti ide makam Hanefî'ye Rabb-ı Mecîd" vefatına târihtir.
— 38 —
"Şeyhü'l-Islâm ve Müfti'I-Enâm"
RÂLÎ ZADE MUSTAFA EFENDİ imam Bâlî Efendi'nin oğludur. Mustafa Efendi Tarîk-ı İlme sâlik
olmuş, tedricen kat'-ı merâtip ederek Galata Mevleviyeti'ne kadar irti-kaa eylemiştir. Galata Mevleviyeti'nden azlini müteakip defaten Rumeli Kazaskeri nasb edildi (1058). Sultan ibrahim devrinin menâsıb yağmasından istifâde etti, Mehmed-i Râbi' devrinde rütbesi tenzil edilerek Anadolu Kazaskeri ta'yîn olundu (1062). Beş sene sonra Meşihat ma-kaamını ihraza muvaffak oldu (1067).
Bâlî-Zâde Mustafa Eifendi, azlini müteâkıb Filibe kazasına nefy edildi. Oğlu Galata Kadısı idi; pederinin Meşîhati esnasında o da gayet mutantan bir hayat imrâr eder, herkesin hased ve adavetini celb eylerdi. O da pederine terfik olundu. Bâlî-Zâde bir sene kadar (Filibe)'de kaldı, Filibe Arpalığı Yanbolu'ya tahvil edildi. Nihayet müsâade-i Pâ-dişâhî üe istanbul'a geldi, Sütlüce'de ikaamet etti. Vefatı 1072'dedir. "Mustafa olsun şefî' Mustafa" vefatına târihtir. Müddet-i fetvası Sultan Mehmet Hân-ı Râbi' zamanında altı ay yirmi gündür. Ahâdîs-i Şerîfeye dâir bir mecmuası vardır.
40
— 36 —
F e t v a E m i n i
EBÛ İSHAK-ZADE MEHMED ES'AD EFENDİ
Şeyhü'l-İslâm Ebû İshak ismail Efendi'nin oğlu'dur. 1096'da doğmuştur. Babasından ve mutavvelci Mehmed Efendi'den okuyarak Müderris ve sonra Selanik Mollası, Evkaf Müfettişi, Fetva Emîni oldu. 1145 Zilka'de'sinde Mekke payesi verildi. Belgrad seferinde Ordu Kadısı ta'-yîn olundu. 1150 Zilka'de'sinde Anadolu, sonra Rumeli Kazaskerliği payesi tevcih edildi. 1157 Muharrem'inde bilfiil Rumeli Kazaskeri olup 1158'de azil ve 1159 Şevval'inde tekrar nasbolundu. 1160'da infisâl ederek 1161 senesi Receb'inin 24 üncü günü Şeyhü'l-İslâm oldu. Fakat asrın mizâciyle imtizaç edemediğinden 1162 Şâbân'ının yirmiyedinci günü azil ve Gelibolu'ya nefyedildi. 1165 Cumade'l-Ülâ'smın onaltısında afvolun-du. 1166 Şevval'inin onunda vefat eyledi. Rahmetu'llâhi aleyh.
Sultan Selim'de babasının ihya eylediği cami kabristanında medfun-dur. Âlim ve şiir ve inşâ'da, mûsikîde mahir idi. (Yâsîn-i Şerîf) ve (Âyetü'l-Kürsî)'yi tefsir etmiş, (Lehcetü'l-Lûgat) ve bunun muhtasarı (Behce) nâmiyle lûgattan faydalı bir eser yazmış, Zemahşerî'nin (Atvâku'z-Zeheb)'ine nazire yapmış, (Atrâbü'1-Âsâr) ismiyle hanende-' ler tezkeresi vücûde getirmiştir. Bunlardan başka Üçüncü Sultan Ahmed nâmına (Bülbülnâme)'si ve mürettep dîvânı vardır.
Meşhur Şâire (Fıtnat) Hanım müşârün-ileyhin kızıdır. Babası Ebû îshak Efendi'nin camiine medrese, mektep, şadırvan ilâve etmiş ve birkaç dersiyye koymuştur.
Bu matla' müşârün-ileyhindir: Bakmam o ebruvâne hatt-ı fitne zâtsız Şehbeyt-i hüsne meyledemem müstezâtsız.
— 37 —
F e t v a E m î n i
HAFIZ HALİL EFENDİ
(Şalgamî-Zâde) künyesiyle ma'ruftur. Fâzıl bir zât idi. Dersiam ve Huzûr-u Hümâyunda mukarrir olduktan sonra şer'iyyatçı ve 1147 Cu-mâde'l-Âhiresinde Şeyhü'l-İslâm, olan Dürrî Mehmed Efendi zamâmnda Fetva Emîni nasbolundu. Sonra Yenişehir Mollası oldu. Abdullah Vassaf
41
Efendi'nin tercümesinde yazdığımız veçhile Nâdir-Şâh'm istanbul'a gönderdiği teklif-nâmeden kabul olunamayan maddenin oraca hal ve faslı için 1149'da Kara Mehmed Paşa-Zâde Mustafa Paşa riyasetinde iran'a gönderilen hey'et meyânında müşârün-ıleyh dahi dâhil olup uhdesine Edirne payesi tevcih olundu.
1140 senesi Ramazan'ında Sadr-ı A'zam Damat ibrahim Paşa huzurunda okunan tefsîr-i şerif dersinde müşârün-ileyh Hafız Halil Efendi mukarrir olarak bulunmuş idi. Bu mecüete Darende'li Mehmed Efendi
ile Arap-Zâde Salih Efendi arasında /• ,••<% 'z^ ° J- o J>Jö *y1 ) îyet-i kerîmesi tefsirinde münâkaşa cereyan edip epîce uzamış idi. Darende'li Mehmed Efendi meramını bir kâğıda yazdığından Sadr-ı A'zam bu kâğıdı ahiren Şeyhü'l-Islâm olan Rumeli Sadâretinden ma'zûl Mirzâ-Zâde Mehmed Efendi'ye göndermiş ve müşârün-ileyh muhtar olan vechi bildirmiştir.
Tercüme sahibi Hafız Halil Efendi 1155 senesi Receb'inin yedisinde vefat edip Topkapı'ya defnolunmuştur. Rahmetu'llâhi aleyh.
(Baştarafı sayfa 31'de)
lan veya pislikten istifâde etmelerine binâen bunları yiyenlerde ekseriya veca' ıstırap vuku ' bulmakta, bâzan da zehirlenme olduğundan, bunların yenmesi tahrîmen mekruhtur"10.
15 — Avlanmanın ve yakalamanın dînî usûlüne göre hareket edi lmeksizin elde edilen kara ve deniz hayvanlarının yenmeleri de helâl olmaz. Bilhassa kara avcılarının, kasapların ve balıkçıların avlanma ve kesme hususunda dînî vecîbelere riâyet etmeleri şarttır. Aksi takdirde avlanan ve kesilen temiz hayvanlar pis ve haram olur.
Besmelenin unutularak terkedilmesinde bir mahzur yoktur.
Bu hususta daha fazla malûmat sahibi olmak isteyenlerin d in kitabları-mızın bu hususla ilgili bahislerine müracaatları veya bir bilene sorarak
hareket etmeleri tavsiye olunur. ı ^ l J ^ J L , *\1\ l fp 4JU
(10) Din işleri Yüksek Kurulu'nun 22.9.1966 tarih ve 409 sayılı kararı.
42
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI VA'Z VE VA'Z EDECEKLER YÖNETMELİĞİ
Madde 1 — Camilerde ve toplu ibâdet yapılan yerlerde va'z edecekler ile, ibadethaneler dışında din konusunda toplumu aydınlatmak gayesiyle, Başkanlık adına yapılacak dînî konuşmalar, vaizlerin ve bu maksatla görevlendirileceklerin nitelikleri, görevleri, yetkileri, seçme ve imtihan usûlleri ile disiplin cezalan, 633 sayılı Kanunun 17., 24., 34. maddelerine dayanılarak hazırlanan bu Yönetmelik hükümlerine göre yürütülür.
1. BÖLÜM Va'zın tarifi, hazırlanışı, yapılışı ve
gayesi Va'zın. tarifi: Madde 2 — Va'z, camilerde ve top
lu ibâdet yapılan yerlerde va'zetme yetkisine sahip bir din bilgini tarafından, islâm Dîni'nin i'tikat, ibâdet ve ahlâk ile ilgili bir konusunda, âyet ve hadîsler esas alınarak, usûlüne uygun bir tarzda cemâati aydınlatmak, dînî bilgi ve şuurunu geliştirmek maksadıyla, belirli süre içinde yapılan dînî bir öğüttür.
Va'zın hazırlanışı: Madde 3 — Va'z hazırlanırken şu
esaslara uyulur: a) Her şeyden önce, hitap edile
cek cemâatin durumu, kültür ve anlayış seviyesi, günün ve bulunduğu çevrenin şartları dikkate alınarak bir konu seçilir.
b) Konu ile ilgili âyetler, hadîsler ve diğer muteber kaynaklar tespit edilir.
c) Konuşma süresi dikkate alınarak konunun plânı hazırlanır.
d) Seçilen konu bu plâna göre işlenir. İşlerken, âyet-i kerîmelerin, tefsirlerinden, hadîs-i şeriflerin şerhlerinden faydalanılır.
e) Konu işlenirken; önce önemi, faydası ve gayesi kısaca tespit edilir. Ana fikri besleyen ve gayeye götüren
yardımcı fikirler vasıtasiyle konu genişletilir.
f) Halka öğretilmek ve telkin edilmek istenilen en önemli hususlar özetlenerk konu bağlanır.
Va'zın yapılışı: Madde 4 — Va'z yapılırken şu esas
lara uyulur: a) Vaiz, dînî kisvesini giyerek va
kar içinde kürsüye çıkar. Va'za bes-• mele, hamdele ve salvele ile müftülükçe tespit edilen zamanda başlar.
b) Hazırlamış olduğu va'z plânına göre, va'zını, halkın anlayacağı açık bir dil, ifade ve üslûp ile anlatır. Türkçe ve dînî metinlerde geçen kelimelerin telâffuzuna dikkat eder.
c) Konuşma esnasında, mânâya göre ses tonunu ayarlar, lüzumsuz el ve kol hareketlerinden kaçınır.
d) Konuşurken, genellikle ölçülü, yapıcı, uyarıcı, öğretici, teşvik edici, sevdirici, müjdeleyici ve sakmdırıcı ifadeler kullanır.
e) Vaiz, aşırı ve kırıcı ifadelerden, mesnetsiz sözlerden, siyaset ve şahsiyet yapmaktan kaçınır. Sözlerinde dâima samîmî olur.
f) Va'z esnasında dînî bütünlüğü ve millî birliği zedeleyici ihtilaflı meselelere yer vermekten kaçınır.
g) Dînî ve ahlâkî konularda, milletimizin bilgi ve kültürünü artırıcı, dînî duygularını kuvvetlendirici konuşmalar yapar.
h) Ezandan bir müddet önce va'z özetlenir, kısa bir dua yapılır ve ezan vakti gelince va'za son verilir.
Va'zın gayesi: Madde 5 — Va'zın gayesi; cami,
mescit ve toplu ibâdet yapılan yerlerde halkı îslâm Dîni'nin inançları, ibâdet ve ahlâk esasları ile ilgili konularında aydınlatmak suretiyle dînî kültürlerini artırmak, Allah ve Peygamber sevgisini, hak, adalet ve fazilet
43
duygusunu kalblere yerleştirmek ve dînî §uurlarmı geliştirmektir.
2. BÖLÜM Vaizlerin görevleri ve yetkileri Madde 6 — Vaizlerin görevleri şun
lardır: a) Cami, mescit ve toplu ibâdet
yapılan yerlerde va'z etmek, b) Müftülüğün tensibi ile gerek
tiğinde hapishanelerde, hastahânelerde, fabrikalarda ve benzeri yerlerde va'z etmek,
c) Kur'ân-ı Kerîm kursları ile, meslekî tekâmül kurslarında ders vermek,
d) Yevmiye ve yolluğu temin edildiğinde müftülükçe tespit edilen kasaba ve köy camilerinde va'z etmek,
e) Müftülük komisyonlarında üye olmak,
f) Gerektiğinde müftülükçe hazırlanacak vaaz ve hutbe çalışmalarında görev almak,
g) Başkanlıkça açılacak kurs ve seminerlere katılmak,
h) Bu maddede sayılan görevleri ile ilgili ilmî çalışma ve araştırmalar yapmaktır.
Madde 7 — Vaizlerin yetkileri şunlardır:
a) Kadrolu vaizler, bölgeleri dışında bulundukları zaman, va'z etmek isterlerse, o yer müftülüğünün müsaadesi ile va'z edebilirler.
b) Vaizler, vazifeli bulundukları vakitler dışında, kendi bölgelerindeki herhangi bir camide veya başka bir yerde va'z edebilirler. Ancak, va'zdan sonra, va'z konusunu müftülüğe bildirmeleri gerekir.
c) Vaizler bulundukları camilerde hizmet ve görev bakımından gördükleri eksikleri, cami murakabe defterine yazarak imzalarlar.
3. BÖLÜM Vaizlerin çalışma tarzları
Madde 8 — Vaiz görevini; va'z, ders ve gerektiğinde konferans vermekle yerine getirir.
Madde 9 — a) Vaizler haftada en az üç gün camilerde va'z ederler.
b) Cezaevlerinde, hastanelerde veya toplu iş yerlerinde müftünün tensi-biyle haftada en az bir saat va'z ederler.
c) Müftülükçe kendilerine ayrılacak vakitte, Kur'ân-ı Kerîm kurslarında haftada bir saat din bilgisi dersi verirler.
Madde 10 — Bir va'z süresi 45 dakikadır. Haftalık va'z ve dînî konuşmaların konusu, günü, saati ve yeri, müftülüğe bildirilir. Durum, müftülükçe halka duyurulur.
Madde 11 — Vaizler, en az ayda bir defa müftü veya temsilcisinin başkanlığında toplanırlar. Bu toplantıda, va'z, hutbe ve gerektiğinde konferans konuları görüşülerek tespit edilir. Vaizler, toplantıda alınan kararları uygularlar.
Madde 12 —• Vaizler, yaptıkları va'z ve dersleri haftanın bir gününde müftülüğe giderek, orada bulunan "Vaizler Çalışma Defteri"ne, hafta içinde yaptıkları va'zların yerini, konusunu ve istifade ettikleri kaynakları yazarak imzalarlar. O yerin müftüsü, "Vaizler Çalışma Defteri"ni kontrol ederek imza eder.
Başkanlık müfettişleri, teftişlerinde, müftülüklerde bulunan "Vaizler Çalışma Defterleri"ni tetkik ederek mütalâalarını yazarlar. Tezkiyelerde bu mütalâalar nazar-ı itibara alınır.
Başkanlık müfettişleri, bir terfi müddeti içinde en az bir defa vaizlerin va'zlannı dinlemek suretiyle teftiş ederler. Neticeyi, bir raporla Başkanlığa bildirirler.
Bu raporlar tezkiye evrakı ile birleştirilir.
4. BÖLÜM Vaizlerde aranacak nitelikler
Madde 13 — Vaizliğe atanacak o-lanlarda, aşağıdaki niteliklerin bulunması gereklidir:
A) Genel nitelikler: 1 — Türk vatandaşı olmak,
44
2 — 18 yaşını tamamlamış olmak, 3 — Kamu haklarından mahrum
bulunmamak, 4 — Ağır hapis veya 6 aydan faz
la hapis veya affa uğramış olsa bile, zimmet, ihtilas, irtikâp, rüşvet, hırsızdık, dolandırıcılık, sahtecilik, emniyeti kötüye kullanma, dolanlı iflâs gibi yüz kızartıcı bir fiilden dolayı hapis cezasından hükümlü bulunmamak,
5 — Askerlik durumu itibariyle askerliğini yapmış olmak veya askerlikle ilişiği bulunmamak,
6 — Görevini devamlı yapmasına engel olabilecek vücut veya akıl hastalığı veya vücut sakatlığı ile özürlü bulunmamak.
B) Ortak nitelik: 633 sayılı Kanunun 22 nci madde
sinde belirtilen ortak niteliğe sahip olmak.
C) özel nitelik: Dînî eğitim yapan yüksek öğrenim
müesseselerinden birini bitirmiş olmak. (Bu nitelikte istekli çıkmadığı takdirde, Imam-Hatip Okulu 2. devresini bitirmiş olmak.)
5. BÖLÜM Va'z etme yetkisine sahip olanlar Madde 14 —• 633 sayılı Diyanet iş
leri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri hakkındaki Kanunun 34. maddesine göre va'z etme yetkisine sahip olanlar şunlardır:
a) Diyanet İşleri Başkanı, b) Din işleri Yüksek Kurulu Baş
kan ve Üyeleri, c) Müftü ve Vaizler, d) 633 sayılı Kanunun 33. madde
sine göre görevlendirilecekler.
6. BÖLÜM Başkanlıkça va'z etme yetkisi
verilecek olanlar Madde 15 — Va'z etme niteliğine
sahip olup da, Başkanlıkça gerektiğinde va'z etme yetkisi verilebilecek olanlar şunlardır:
a) Diyanet işleri Başkan Yardımcıları,
b) Dînî Hizmetler ve Din Görevlilerini Olgunlaştırma Dairesi Başkanı,
c) Teftiş Kurulu Başkanı ile Müfettiş ve Müfettiş Yardımcıları,
d) Personel Dairesi Başkanı, e) Din işleri Yüksek Kurulu Ra
portörleri ile Müftü Yardımcıları, f) Dînî öğrenim veren yüksek de
receli bir okul veya fakülteyi bitirmiş merkez ve il teşkilâtı görevlileri.
Madde 16 — a) Diyanet işleri Başkanlığından, Din işleri Yüksek Kurulu Başkanlık veya üyeliğinden emekli o-lanlar ile, dersiamlar mahallî müftüyü haberdar ederek va'z edebilirler.
b) Bu Yönetmeliğin 14. maddesinin (c) ve (d) bentleri ile 15 inci maddesinde belirtilenlerden emekliye ayrılmış bulunanlar mahallî müftünün müsaadesiyle va'z edebilirler.
Madde 17 — a) Dînî öğrenim veren yüksek dereceli bir okul veya fakülteyi bitirmiş olup da, Diyanet işleri Başkanlığında görevli bulunmıyanlar, müftülüklere tahsil belgeleri ile müracaat ettiklerinde, adı geçenlerden 633 sayılı Kanunun 22 nci maddesinde belirtilen ortak niteliğe sahip oldukları sabit olanlara,
b) Diyanet işleri Teşkilâtında bulunan, Imam-Hatip Okulu 2. devre mezunları, bu Yönetmeliğe göre kurulacak imtihan komisyonunda imtihan vererek va'z etme yetkisine sahip olduğu anlaşılanlara, mahallî müftülüklerce "Geçici Fahrî Va'z Belgesi" verilebilir.
c) Yukarıda sayılan fıkralara girmeyen ve asgarî ilkokul mezunu bulunup resmî veya özel surette dînî tahsil yapmış olanlardan, yalnız Ramazan ayına mahsus olmak üzere, fahrî vaizlik belgesi verilmesi şekli, şartları ve imtihan usûlleri, Din işleri Yüksek Kurulunca hazırlanacak bir talimat ile belirtilir.
Madde 18 — ilahiyat Fakültesi, Yüksek islâm Enstitüsü ve Imam-Hatip Okulu son smıf öğrencilerine, öğre-
45
tim üyesi veya Öğretmenin sorumluluğu altmda muftulüklerce belirtilen camilerde tatbikat va'zları için müsaade verilir.
7. BÖLÜM
Seçme ve imtihan usûlleri Madde 19 — 13 üncü maddede be
lirtilen nitelikte istekli çıkmadığı takdirde, Îmam-Hatip Okulu 2. devre mezunu olanlar, va'zlık ehliyet imtihanına tabi tutulurlar, imtihanı pekiyi veya iyi derece ile kazananlar, yüksek tahsilli bulunmadığı sürece, başarı derecesine göre sıra ile atanırlar. Kazanılan hak, bir yıl içinde muteberdir. Bu imtihanı 21 inci maddede belirtilen komisyon tarafından yapılır.
Madde 20 — Îmam-Hatip Okulu 2. devre mezunlarından vaizliğe atanmak isteyenler, önce ibare ve takrirden imtihana tabi tutulurlar. Bunları kazananlar, tefsir, hadîs, fıkıh, ahlâk ve kelâm konularından yazılı imtihana alınırlar.
Her konuya 10 üzerinden not takdir edilir.
Madde 21 — Madde 20'de belirtilen imtihan soruları, Din işleri Yüksek Ku- ' rulunca hazırlanır. İmtihan, Başkanlıkça, Din İşleri Yüksek Kurulundan bir üyenin başkanlığında kurulacak 3 kişilik bir komisyon tarafından yapılır.
8. BÖLÜM
İhtisas vaizlikleri ve aranan nitelikler Madde 22 — İhtisas vaizliği, mesle
kî başarısı, ilmî çalışması ve ehliyeti ile temayüz eden kimselere verilen vaizlik.
Madde 23 — ihtisas vaizliğine atanacaklarda aranılan nitelikler şunlardır:
a) Meslekî yüksek tahsilli olmak, b) 14 ve 15 inci maddelerde belir
tilen hizmetlerde 10 yıl başarılı görev yapmış olmak,
c) Arapça bilmek (Batı dillerinden birini bilmek veya Islâmî ilimlerin birinde ilmî bir eser vermiş veya meslekî konularda başarılı makaleler yazmış olmak tercih sebebidir).
Madde 24 — İhtisas vaizliğine tâyin edileceklerin durumları, çalışmaları ve belgeleri, Başkanlıkça değerlendirilir. Buna göre atanmaları yapılır.
Madde 25 — ihtisas vaizlik kadrolarının yerleri, Başkanlıkça kurulacak bir komisyon tarafından ihtiyaca göra tespit edilir.
İhtisas vaizlerinin görevleri Madde 26 — Madde 8'de gösterilen
görevler dışında: a) Başkanlığın havale edeceği e-
serleri inceler, hazırlayacağı raporu Başkanlığa gönderir.
Bunlara, 13140 yayım alımları giderleri maddesinden, Din İşleri Yüksek Kurulunun tensip edeceği tetkik ve reaksiyon ücreti ödenir.
9. BÖLÜM
Va'z risalesi Madde 27 —• Va'z risalesi; vaizliğe,
müftülüğe veya müftü yardımcılığına aday olarak atanan görevlerin, ehliyetlerini isbat ile asîl memurluğa geçebilmeleri için hazırladıkları va'zm yazılı şeklidir.
Madde 28 — Va'z risalesi, aşağıda belirtilen esaslara uyularak hazırlanır:
a) Önce, risalenin konusu yazılır. b) Risaleye besmele, hamdele ve
salvele ile başlanır. c) Konu ile ilgili Âyet-i Kerîme ve
Hadîs-i Şeriflerin metinleri harekeli olarak yazılır ve mealleri kaydedilir.
d) Konu, Islâmî esaslara uygun bir surette sağlam ve doğru bilgilere dayanarak anlatılır.
e) Risalede geçen âyetlerin sûre ve âyet numaraları, hadîs-i şerîfler ile, iktibas edilen diğer bilgilerin kaynakları, sahife altmda gösterilir. Cilt, sahife ve eserin basıldığı yer ve tarihi yazılır.
f) Risalenin sonunda konu özetlenir ve risale, kısa bir dua ile bitirilir.
g) Risale açık ve anlaşılır dille kısa ve düzgün cümlelerle yazılır, Türkçe imlâ ve noktalama kurallarına dikkat edilir.
46
h) Konu işlenirken dînî ve ilmî gerçeklere uymayan sözlere, hurafelere ve îsrâiliyâta yer verilmez. Mübalâğalı ve kürsü âdabına yakışmayan sözlerden kaçınılır.
ı) Va'z risaleleri, normal ebadda en az 10, en çok 15 sayfa olmak üzere, temiz ve okunaklı bir şekilde el yazısı veya daktilo ile yazılır. Vaizlerle, müftü yardımcılarının hazırladığı risaleler müftü tarafından; müftü adaylarının hazırladığı risaleler de, mahallî mülkî amirince tasdik edilerek Başkanlığa gönderilir.
Madde 29 — Din İşleri Yüksek Kurulunca yeterli görülmeyen risalelerin durumu ilgiliye bildirilir. Aday, kendine yapılan tebligattan en az dört ay sonra hazırlayacağı yeni bir risaleyi tetkik için Başkanlığa gönderir. Bir adayın üç risalesi de yetersiz görüldüğü takdirde, Başkanlık, adayı, müftülük, müftü yardımcılığı ve vaizlikten başka, durumuna uygun bir göreve nakleder.
Madde 30 — Üstün başarılı görülen risaleler, Başkanlıkça yayınlanır.
Madde 31 — Adaylıklarını başka bir memuriyette geçirdikten sonra, vaizliğe, müftülüğe veya müftü yardımcılığına naklen atananlar da, meslekî ehliyetlerini ispat için va'z risalesi hazırlarlar.
10. BÖLÜM
Disiplin cezaları Madde 32 — Camilerde veya toplu
ibâdet yapılan yerlerde, ayrıca toplu işyerleri ile hapishane ve hastahâneler-de va'z etmek ve dînî konuşmalar yapmak üzere tâyin edilen veya yetki verilen kimselerden, bu Yönetmeliğe göre uyulması zorunlu olan hususları yapmayanlara veya yasaklanmış işleri yapanlara durumun önemine ve ağırlık derecesine göre, aşağıda belirtilen disiplin cezalarından biri verilir:
1 — ihtar : Görevliye, görevinde
daha dikkatli olması gerektiğini yazı ile bildirmektir.
2 — Tevbih: Görevinde ve davranışında kusurlu sayıldığını yazı ile bildirmektir.
3 — Maaş kesilmesi: Aylık veya ücretinin 15 günlüğüne kadarjnın kesilmesidir.
4 — Kıdem indirilmesi: Yalnız ter-fiine müessir olmak üzere kıdeminden 3 aydan bir yıla kadar müddet indirilmesidir.
5 — Sınıf indirilmesi: Aylık veya ücretinin bir derece aşağı indirilmesidir.
6 — Görevden çıkarma: Bir daha Devlet memurluğuna atanmamak üzere memurluktan çıkarmaktır.
İhtarı gerektiren haller Madde 33 — a) Va'zlannda kürsü âdabına ya
kışmayan konuşmalar yapmak, b) Bir ayda mazeretsiz olarak bir
defa va'za gitmemek, veya görevlendirildiği vazifeye üç defa geç gitmek,
c) Görev esnasında âmire hürmetsizlik etmek,
d) Tamimlere ve emirlere riâyet etmemek,
e) 12 nci maddede belirtilen hususlara aykırı hareket etmektir.
Bu ceza, disiplin kurulu kararı ile verilebileceği gibi, Diyanet işleri Başkanı, müftüler ve mülkî amirlerince de verilebilir. Bu ceza yazılı olarak verilir.
Madde 34 — Tevbihi gerektiren haller:
a) Bir ya da mazeretsiz olarak 4 defa va'za gelmemek,
b) Mesleğe yakışmayan yerlerde bulunmak,
c) Meslek şeref ve haysiyetiyle bağdaşmayan davranışlarda bulunmak,
d) izinsiz olarak görev mahallini terk etmek,
e) Çağırıldığı kurslara izinsiz ve mazeretsiz gelmemektir.
Bu ceza, Disiplin Kurulu kararı ile verilebileceği gibi, Bakan ve valiler tarafından doğrudan doğruya verilebi-
47
lir. 15 gün içinde cezayı veren âmire itiraz edilebilir. Süresi içinde itiraz o-lumsuz veya itiraz reddedilirse ceza kesinleşir ve sicile geçer.
Madde 35 — Maaş kesilmesini gerektiren hal; bir ayda dört defa mazeretsiz va'z etmemektir.
Madde 36 — Kıdem indirilmesini gerektiren haller:
a) Bir ayda altı defa mazeretsiz va'z etmemek,
b) Ticâretle iştigâl etmek, c) Vaizlik sıfatından yararlana
rak doğrudan doğruya veya dolaylı yollardan halktan para istediği veya aldığı tahkikatla sabit olmaktır.
Madde 37 — Görevden çıkarmayı gerektiren haller:
a) Kumar oynamak veya oynatmak,
b) îçki içmek veya içirmek, . c) Ar ve hicabı mucip harekette
bulunmak, d) Görevi içinde veya dışında si
yasî propaganda yaptığı tahkikatla sabit olmak,
e) 633 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin 1 inci fıkrasında kaydedilen ortak niteliğin olmadığı sabit olmak, veya bu niteliği kaybetmek,
f) Göreve alınma şartlarından herhangi birini kaybetmektir.
Madde 38 — 34, 35, 36 ve 37 nci maddelerde bahis konusu olan cezalardan birinin 3 defa tekerrürü bir derece daha ağır cezayı gerektirir.
Madde 39 — Asgarî kadroda çalışanlar için sınıf indirilmesi cezası; bulunduğu derecede bir terfi müddeti daha bekletilmesidir. Bunların sınıf indirilmesinden önceki dereceden bir üst dereceye terfii için, sınıf indirilmesinden önceki hizmet süresi, terfiine sayılır.
11. BÖLÜM
Çeşitli hükümler Madde 40 — Her il ve ilçe merke
zinde en az bir vaiz bulunur. Nüfmsu elli bine kadar olan il ve üçe merkezlerinde vaiz sayısı, gerektiğinde üçe kadar artırılabilir. 50.000'den sonra her 50.000 için yeni bir vaiz kadrosu verilir.
a) îl belediye sınırları içindeki bir vaizliğe atanmak için, din eğitimi veren fakülte veya yüksek okul mezunu olmak şarttır.
b) istanbul, Ankara ve îzmir illeri belediye sınırları içindeki vaizliklere tâyin edilebilmek için, (a) fıkrasındaki şarttan başka, en az üç yıl yüksek tahsilli olarak vaizlik veya buna denk meslekî bir görev yapmak gereklidir.
c) Dînî yüksek tahsilli olmayıp da, en az 10 yıl vaizlik veya dengi meslekî hizmet yapmış olanlar da il vaizliğine nakledilebilirler.
Madde 41 — Aslî görevi vaizlik olmayan ve kendilerine bu Yönetmeliğin 17 nci maddesine göre fahrî olarak va'z etmek yetkisi verilen kimselerin, bu belgeleri kendileri için müktesep bir hak teşkil etmez. Başkanlıkça lüzum görüldüğü takdirde, bu gibi kimselerin va'z etme yetkisi iptal edilir ve belgeleri alınır.
Madde 42 — Va'z için tespit edilen saatlerde, cami kürsüsü, mevlid okumak veya başka bir maksat için kullanılamaz. Va'z kürsüsü ilgili cami görevlisi tarafından önceden hazırlanır.
Madde 43 — Cami içinde, teypten cansız olarak va'z yapılamaz ve dinleti-lemez.
Madde 44 — Bu Yönetmelik, neşri târihinde yürürlüğe girer.
Madde 45 — Bu Yönetmelik hükümlerini, Diyanet işleri Başkanı yürütür.
48
A R Ş İ V
ŞER'İYYE SİCİLLERİ ARŞİVİ
— V —
Nuri YEPREM Ser'iyye Sicilleri Arşivi Uzmanı
3 — Bir kadın'in; sinir ve akıl hastası olan öz oğlu tarafından bıçak ile göğsünden vurulması neticesinde, hiç kimseden davacı olmadığı (İstanbul Kadılığı, Defter I, Varak 6 :A):
Mahmiye-i Kostantıniyye'de Molla Aşkı Mahallesinde sakin Mustafa Çelebi bin Veli bin Mûsâ Mecüs-i Şer-i Şerifte takrîr-i kelâm kılub işbu târîh-i kitab Pençşenbe güni ba'de salâti'1-asr Çorum Kazasına tabi' Sarıbey karyesinden olan Ammetem1 Gülistan binti Mûsâ, sadrî oğulları2
Muhammed ve Mustafa ibney Nefis ile Bürusa'dan gelüb bir ay'dır menzilimde müsâfir olub sakin olurlar idi. Mezkûr Mustafa sar'a marazına mübtelâ olmağın işbu gün arızası hareket idüb merkume Gülistân'ı sağ memesinde ve üzerinde ve altında üç yerde Ehkerus bıçağı ile urub mecruh itmişdir diyüb kıbel-i Şer-i Şeriften üzerine vanlub eser-i cerhi keşf olunub takriri tahrîr olunmasın taleb itmeğin Mahkeme-i Şerife kâtib-lerinden Mevlânâ Muhammed Efendi irsal olunub zeyl-i kitabda mastû-ratü'l-esâmî olan müslimîn ile vardıklarında mezbûre Gülistân'ın azasına nazar eyleyüb minvâl-i muharrer üzere mezbûre sağ memesinde ve üzerinde ve altında üç yerde bıçak yâresi olub mecruha oldığın müşahede idüb, seni kim mecruh eyledi deyû suâl eylediklerinde, oğlum merkum Mustafa sar'a marazına mübtelâ idi, işbu gün arızası avdet idüb beni bıçak ile urub mecruha eyledi, cârih'im oğlum merkum Mustafa'dır, ahardan bir ferd ile da'vâ ve nizâ'ım yokdur, deyû cevab virüb ve mezkûr Muhammed dahi hâzır olub, anam, merkume Gülistân'ı karındaşım mezbur Mustafa bıçak ile urub mecruha eyledi, deyucek vâkı-i hâl Mevlânâ'yı mezbûr tahrîr idüb gelüb Meclis-i Şer-i Şerîfde i'lâm itmeğin mâ-hüve'1-vâkı' bittaleb ketb olundı. (Tahriren fi'1-yevmi'l-hâmis min Cümâde'l-âhıra li-seneti ıhdâ ve ışrîn ve elf)3.
Şühûd: Fahru'l-eimme İbrahim Efendi, Mustafa Çelebi bin Ali el-Müezzin, Pîrî Dede biri Budak, el-Hac Hasan bin Abdullah el-Münâdî, Abdü'n-Nebî Bik (Bey) bin Alî el-Cündi, Abdurrahmân Bik (Bey) bin Receb el-Cündî, el-Hac Muhammed bin Abdülkaadir, Mustafa bin Hu-dâverdî, Ca'fer, Mustafa bin Derviş el-Cündî, Ahmed Bik (Bey) bin
49
Seydî el-Cündî, Ahmed bin Alî el-Cündî, Mahmud Beşe er-Râcil, Muhammed Bik (Bey) el-Cündî, Alî Beşe er-Râcil, Osman bin Alî, İbrahim bin Hasan, Muhammed bin Mustafa, Ca'fer bin Abdullah ve gayruhum.
i>**
•-'•İra î* •
*i •
% *
£&fc*f 50,
İlâmın sadeleştirilmiş şekli:
Himayeli, muhafazalı İstanbul'da Molla Aşkı Mahallesinde sakin, Mûsâ oğlu Veli oğlu Mustafa Çelebi Şer'î Meclis'de konuşarak: —Bu yazı tarihi olan Perşembe günü ikindiden sonra; Çorum Kazasına tabi' Sarı-bey Köyünden olan Halam Mûsâ kızı Gülistan, öz oğulları Nefis oğlu Mehmet ve Mustafa ile Bursa'dan gelip, bir aydanberi evimde müsâfi-reten oturuyorlardı. Mezkûr Mustafa sar'a illetine müptelâ olmakla, bugün illeti tutarak halam Gülistan'ı sağ memesinden, üzerinden ve altından olmak üzere üç yerinden Enkürüs bıçağı ile vurup yaraladı.— diye Şer'î Meclis tarafından gidilip yaralanmanın keşf ve yazılmasını isteyince; mahkeme kâtiplerinden Mevlânâ Mehmet Efendi gönderilerek, aşağıda isimleri yazılı Müslümanlarla mezbûre Gülistan'ın yanma geldiklerinde azasına bakıp, yazılı olduğu gibi sağ memesinde, üzerinde ve altında olmak üzere üç yerinden bıçakla yaralandığım görüp: —Seni kim yaraladı ?— diye sorduklarında: — Oğlum merkum Mustafa sar'a illetine müptelâ idi. Bugün ânzası avdet edip beni bıçaklayarak yaraladı; beni yaralayan oğlum merkum Mustafa'dır; başka bir kimse Üe dâva ve kavgam yoktur.— diye cevap verince, mezkûr Mehmet de orada hazır olduğundan: —Anam Gülistan'ı kardeşim mezbur Mustafa bıçakla vurup cerh eyledi.— demekle, hâdiseyi Mevlânâ Mehmet Efendi yazarak Şer'î Meclis'e gelip bildirdiğinden bu vak'a istek üzerine yazıldı. (1021 senesi Cumâde'l-âhir'inin beşinci günü yazıldı.)
Şahitler: Fahru'l-eimme ibrahim Efendi, Müezzin Ali oğlu Mustafa Çelebi, Budak oğlu Pîrî Dede, Münâdî (Dellâl) Abdullah oğlu Hacı Hasan, Cündî (Binici, atlı) Ali oğlu Abdü'n-Nebî Bey, Cündî (Binici, atlı) Recep oğlu Abdurrahman Bey, Abdülkadir oğlu Hacı Mehmet, Hüdâ-verdi oğlu Mustafa, Cafer, CündS (Binici, atlı) Derviş oğlu Mustafa, Cündî (Binici, atlı) Seydî oğlu Ahmet Bey, Cündî (Binici, atlı) Ali oğlu Ahmet, Râcil (Yayah, piyade) Mahmut Beşe, Cündî (Binici, atlı) Mehmet Bey, Râcil (Yayalı, piyade) Ali Beşe, Ali oğlu Osman, Hüseyin oğlu ibrahim, Mustafa oğlu Mehmet, Abdullah oğlu Cafer ve başka şahitler.
L ü g a t l e r :
(1) Ammete = Babanın kız kardeşi, hala. (2) Sadrî oğullar = Üvey veya süt değil, öz oğullar. (3) (Tahriren fi'1-yevmi'l-hâmis min Cümâde'l-âhıra li senett ıhdâ ve ışrîn ve elf)
Türkçesi: 1021 senesi Cumâde'l-âhir'inin beşinci günü yazıldı.
51
MERHUM DİYANET İŞLERİ REİSİ A H M E T H A M D İ A K S E K İ
(1887— 1951) Veli ERTAN
Ahmet Hamdi Akseki, Cumhuriyet devrinin Üçüncü Diyanet İşleri Reisi olup, yazmış olduğu dînî, içtimaî ve ahlâkî eserleri ile İslâm âleminde tanınmış değerli din âlim-lerindendir. Muharrir, müdekkik ve mütefekkir bir zattır.
1887 tarihinde Akseki'nin Güzelsu Nahiyesinde doğmuştur. Nahiye câmiinin İmam-Hatîbi bulunan Mahmud Efendi isminde bir zâtın oğludur. Annesi de aslen Güzelsu'lu olan Cafer oğlu Mehmet Ali adında bir zâtın kızı olan Hatîce Hanımdır.
Ahmet Hamdi Akseki henüz 12 yaşında bulunduğu sırada kendisinden küçük bir kız kardeşi ile annesinden öksüz kalmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm'i babasından ve Hatip Ali Efendi'den, tecvidi de Sûfî İbrahim Efendi adında bir zattan öğrenmiş, Arapça, Sarf ve Nahiv derslerinin mebâdîsini de nahiyede bulunan Mecidiye Medresesinde müderris Abdurrahman Efendi'den tahsîl etmiştir.
Bu suretle ilk tahsilini memleketi olan Güzelsu'da bitirdikten sonra, Ödemiş'e gitmiş, orada 3 sene kadar Gerçekli İsmail Hasip ve Aksekili Hacı Mustafa Efendilerden Arapça, Farsça, Fıkıh ve İslâm i'tikadına dâir dersler okumuştur. Tahsil müddetince iaşe ve ibatesini ancak haftanın tatil günlerinde mühür kazımakla te'mîn etmiştir. Memleketinde iken öğrendiği talik, yazısını da epeyce geliştirmiştir. Mühür hâk etmeyi ilk defa hocası Abdurrahman Efendi'den öğrenmiştir.
Ödemiş'te yaptığı tahsilden sonra İstanbul'a gelmiş ve meşhur Fâtih dersiamlarından Bayındırlı Mehmet Şükrü Efendi'nin derslerine devamla icazet almıştır.
İmtihanla girdiği Dâru'l-Fünûn Ulûm-u Âliye-i Dîniye Fakültesine müdavim bulunduğu sıralarda mezkûr Fakültenin lağvı üzerine bu defa Dâru'l-Hilâfeti'l-Âliye Medresesinin Âlî kısmına naklolunmuş ve burada tahsilini ikmâl ettikten sonra Medresetü'l-Müfehassisîn'in Felsefe, Kelâm ve Tasavvuf şubesine girmiştir. Muvaffakiyetle tahsilini tamamlamış, doktorasını yapmış, İstanbul ruûs imtihanını da kazanmak suretiyle dersiam olmuştur. Merhumun matbuat sahasındaki çalışmaları da tetkike şayandır. 1908 senesinden i'tibâren yazı sahasına atılmış ve o zaman çıkmakta olan Sebîlürreşad mecmuasının en önemli muharrirleri arasına girmiştir. Bu mecmuada yazmış olduğu dînî , içtimaî, ahlâkî ve felsefî makalelerin bir kısmı Beyrut ve Mısır gazeteleri tarafından iktibas olunmuştur.
İlk eserini henüz Dâru'l-Fünûn'da talebeliği sırasında Muhammed Reşit Rızâ el-Hü-seyni'den dilimize çevirdiği "Mezâhibin telfîki ve İslâm'ın bir noktaya cem'i" adındaki değerli ve olgun tercemesi ile hocalarının teveccühünü kazanmıştır. Hattâ üstadı İzmirli İsmail Hakkı'nın bu eser hakkındaki ihtisaslarını şu tarzda tebarüz ettirmiştir:
"Dâru'l-Fünûn'un müdaviminden Aksekili Ahmet Hamdi Efendi'nin bu eserini seve seve okudum." dedikten sonra yazısına devamla, "Boş vaktini kütüphanelerde, mütâlâa-hânelerde imrâr eden bu genç âlim bu sa'yi, bu tetebbuu mütâlâası sayesinde atîde en büyük âlimler sırasına geçecektir." demekle merhumun ilmî kudretini ifâdeye çalışmıştır.
Sonradan Süleymâniye'ye tahvil edilen Medresetü'l-Mütehassisîn'in son sınıfında bulunduğu sırada Şeyhu'l-İslâm Mustafa Hayri Efendi'nin tensîbiyle, hocası İzmirli İsmail Hakkı'nın himmetiyle Heybeliada'da Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'ye din dersleri, din felsefesi ve ahlâk dersleri muallimliğine tâyin olunmuştur. 1916 târihinde de bu vazifesine mümtaz olarak Medresetü'l-İrşâd Târih, Felsefe, yine aynı sene içinde Dâru'l-Hilâfe
52
Medresesi Felsefe dersleri uhdesine verilmiştir. 1918'de felsefe derslerinin kaldırılması üzerine içtimaî ilimler müderrisliğine tâyin edilmiştir. Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'de din derslerini eskilerin takip ettiği sıkıcı bir usûlle değil, yepyeni bir tarzda derslerine başlamış, mektebin müdür ve muallimlerinin arasında mümtaz bir mevki ihraz etmiş, bu suretle aydın gençlerin ahlâkı ve ruhu üzerinde derin tesirler yapmağa muvaffak olmuştur. Gençlerin vicdanlarındaki din duygusunun samimiyet içinde inkişâfına vesile olmuş, gönülden çalışmış ve öğrencileri arasında da üstün bir saygıya mazhar olmuştur.
Merhum Ahmet Hamdi Akseki Heybeliada'da Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'de takrir etmiş olduğu derslerini "Dînî Dersler" nâmı altında üç kitap hâlinde toplamıştır.
Birinci kitap birinci kısım zarûriyât-ı dîniyye, i'tikâd-ı Islâmiyeyi muhtevî '16 'dersten ibarettir.
Birinci kitap ikinci kısım ise, ibâdet ve hikmet-i şer'iyye ve mesâlih-i içtimâiyye-sini muhtevî 21 dersten müteşekkildir.
Bu eserin üçüncü kısmı ise, 4 dersten ibaret İslâm ahlâkını muhtevidir. Üçüncü kitap birinci kısım, din hakkında mütâlâat-ı umûmiyye olup 16 derstir.
Dînî dersler nâmını taşıyan bu üç kitap Sebîlü'r-Reşâd Kütüphanesi tarafından iki defa tab'ı yapılmış ve o zamanın umum mekteplerinde ve medreselerinde tedris edilmesi Maârif ve Şer'iye vekâletlerince kabul edilmiştir. Bu suretle b u ' mühim eser memleketin her tarafında irfan müesseselerinde tanınmış ve genç nesil üzerinde derin tesirler icra etmiştir.
Merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin Balkan muharebesinden önce Sebîlü'r-Reşâd mecmuasının Bulgaristan ve Romanya muhabirliği de çok dikkate şayandır. Bulgarların şiddet ve tazyiklerine rağmen her türlü tehlikeyi gözönüne alan merhum üstad Bulgaristan'ı dolaşmış-ve burada bulunan Müslümanları tenvîr ve irşada çalışmıştır, Oradan mecmuaya gönderdiği "Bulgaristan Mektupları" serîsi mühim bir eser mâhiyetini taşımaktadır. Bu yazılarında burada bulunan Müslümanların yaşayış tarzlarını ve Bulgarların Müslümanlara yapmış oldukları zulüm ve cefâları etraflıca îzah etmiştir. Bilhassa son yazmış olduğu mektubunda Bulgarların muhakkak harbe gireceklerine dâir verdiği malûmat ileriyi görebildiğini ifâde etmiştir. Millî mücâdele sırasındaki hizmeti de oldukça büyüktür.
Mil l î , mücâdelenin başlaması üzerine İstanbul'daki vazifesini bırakmış, Anadolu'ya geçmiş ve 1922 târihinde Ankara Mekteb-i Sultanî ulûm-ı diniye muallimliğine tâyin olunmuştur. Bir taraftan da yazıları ile, va'z ve irşadlariyle halkı, d în i konferanslariyle de gençleri tenvîr ve ikaza çalışmıştır.
1922 târihinde Ramazan ayı münâsebetiyle Ankara Dâru'l-Muallimîn konferans salonunda dînî konferanslar vermiştir. Bilâhare konferanslarını "İslâm Dîni fıtrîdir" nâmı altında neşretmişti. Yine aynı târihlerde mülga B. M. Meclisi Hükümeti ve Umûr-i Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti Tedrisat Müdür-i Umumîliği uhdesine verilmiştir. Bu vazifeye başladıktan sonra âzâlıklara da yakın ve tahsil arkadaşlarından eski Diyanet İşleri Reisi Hasan Hüsnü Erdem'i ve diğer arkadaşı Mustafa Sahib'i getirmişti.
Mülga Dâru'l-Hilâfe medreselerinin müfredat programlarının yeni baştan ele alınmış yeni metodlar dâhilinde tâdilini yaptırmıştır. Nizâmnâmesi de tümüyle gözden geçirilmiş, zamanın ihtiyâcına göre hazırlanmıştı.
Merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin 1923 târihinde Medresetü'l-Vâizîn ve Dârü'l-Hi-lâfe Medreseleri hakkında zamanın Şer'iye ve Evkaf Vekiline takdim etmiş olduğu lâyihası cidden tedkîke şayandır. Bu lâyihalar üzerine Anadolu Dâru'l-Hilâfeleri - için Evkaftan o zaman 60.000 lira alınmış, kısa bir zaman içinde medreseler ıslâh edilmiş ve ,yen i den programlar tanzim edilmiştir. Dâru'l-Hilâfe medreselerinin sayısı 13'ten 38'e yükselmiştir.
53
Atatürk 5 Şubat 1923'te Konya'ya geldikleri sırada Dârü'l-Hilâfe Medresesini teftiş etmiş, Fransızca, Hadîs, Fıkıh, Kelâm, Coğrafya derslerinde bulunmuş ve talebelerle uzun uzadıya meşgul olmuşlardır. Medreseden ayrılırken şöyle demişlerdir:
"Memnuniyetle görüyorum ki, tedris ve tederrüs cidden hakîkat-i dîniyye dâiresin-dedir. İnşallah memleketimizi ve milletimizi ihya edecek asrî ve hakîkî ulemâ fazîlet-kâr müderrislerimiz sayesinde siz olacaksınız. Kıymetli ve hakîkî ulemâmızın mevkii yüksektir. Ulemâmızın ve erbâb-ı ilim ve irfanımızın hizmeti ve irşatları ile inşallah Ibn.i Rüşd'ler, İbn-i Sînâ'lar, Fârâbî'ler, İmam Gazâlî'ler milletimizin içinden çıkacak ve bu asrın tekâmülâtiyle mücehhez olarak ihyâ-yı hakîkat-ı dîniyye eyliyeceklerdir. Aksekili Ahmet Hamdi Efendi'yi tebrik ve kendisine teşekkür ederim"1.
Umûr-i Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti'nin lağvı üzerine merhum Ahmed Hamdi Akseki Tedrisat Müdür-i Umumîliğinden İstanbul İlahiyat Fakültesi Hadîs ve Târih-i Hadîs Müderrisliğine, sonra da Diyanet İşleri Reisi'nin talep ve tensîbiyle Diyanet İşleri Heyet-i Müşavere Âzâlığına tâyin olunmuştur.
Heyet-i Müşavere Âzâlığında iken, vaktiyle Mekteb-i Bahriye-i Şâhâne'de takrîr etmiş olduğu Dînî Dersler İkinci Kitabı olması lâzım gelen notlarını bu defa "Ahlâk Dersleri" nâmiyle Diyanet İşleri Reisliği neşriyatı meyânında çıkarmıştır.
"Askere Din Dersleri", "Köylüye Din Dersleri", "Ve'l-Asri Sûresinin Tefsîri", "Peygamberimiz Hz. Muhammed A.S. ve Müslümanlık", "Peygamberimiz'in Vecizeleri" ve "Yeni Hutbelerim" adlarındaki eserlerini neşretmiştir.
Merhum Üstad 1939 târihinde Diyanet İşleri Reisi Rıfat Hoca'nın tasvip ve tensib-leriyle Reis Muavinliğine getirilmiştir. Bu zamanda 656 sayfa tutan "İslâm Fıtrî, Tabîî ve Umûmî Bir Dindir" adındaki hazırlamış olduğu dört ciltlik muazzam eserinin birinci cildini ve 4 kitap hâlinde "Yavrularımıza Din Dersleri"ni yazmıştır.
Ahmed Hamdi Akseki 1947 yılında Diyanet İşleri Reisliğine tâyin olunmuştur. Reisliği zamanında da "İslâm Dîni" adlı eserini —ki, i'tikat, ibâdet ve ahlâk mevzularını hâvidir—, öğretmen ve öğrencilere yardımcı açıklamalı din dersleri birinci ve ikinci kitabı ve namaz sûrelerinin Türkçe tercüme ve tefsîri'ni yazmıştır.
Merhumun din' tedrisâtı ve din müesseseleri hakkında zamanın Başvekiline vermiş olduğu rapor tedkîke şayandır, aynı zamanda bir eser mahiyetindedir.
10 Aralık 1950 târihinde Kore şehitleri için İstanbul'da Süleymâniye Camiinde okutulan muazzam târihî mevlidde mühim bir hitabede bulunmuştur. Bu hitabe şöyle baş-
" lamaktadır:
"Aziz cemâat; Bugün okunacak mevlid ve hatimler Kore şehitlerinin ruhlarını ta'zîz, mübarek ve
kahraman gazilerimizi tebcil için bu muhteşem mâbedde toplanmış bulunuyoruz. Uzaktan ve yakından binlerce din kardeşlerimiz ve vatandaşlarımız da buraya gelmiş bulunmaktadır." sözü ile başlayıp, devamla: "Allah'ın son Peygamberi Hazret-i Muhammed (S.A.V.) onüç sene Mekke'de, on sene Medine'de bâtıl bir zulüm, istibdatla küfür ve şirk ile beşer ruhunu tezlîl eden her türlü hurafelerle savaşmıştı. Bu yirmiüç sene içinde şirkin, bâtılın müthiş savletleri olmuşsa da sonunda hak bâtıla, îman küfre galebe etmiştir. Bütün bunlar. Onun Allah'a olan îmânı, mümtaz vasıflarından olan şecaat, cesaret, kahramanlık, sarsılmaz azim, kuvvetli irâde, kat'î hürriyetle olmuştur.
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (S.A.V.) yüksek bir mefkure, hak bir da'vâ uğrunda, Allah yolunda yürürken Arabistan çölünün her zerresi onu yolundan alıkoymak için karşısına bir dağ gibi dikilmiş, fakat bütün dağlar Onun sarsılmaz azmi, kuvvetli irâdesi karşısında erimişti, öbür taraftan sulh, barış ve insaniyet dîni olan Müslümanlığı bütün beşeriyete tebliğ ederken diğer taraftan da hurafeleri insanların kalbinden
(1) Şubat 1341 tarihli, 771 numaralı Hâkimiyet-i Milliye gazetesi.
54
söküp atmağa çalışıyordu. Bu yoldaki azim, sabır, sebat, çevresindekilere her zaman bitmek tükenmek bilmeyen bir kuvvet, bir azim ve irâde kaynağı olmuştur.
Muhterem cemâati İşte biz de, Peygamberimiz'in izinde yürümek ve dâima Onun izinden ayrılmaya
cağımıza azmetmiş bir milletiz. Biz Türk ve Müslümânız. Türklük ve Müslümanlık gibi iki vasfı nefsinde cem'etmiş bulunan bir millet elbette hârikalar vücûde getirecektir.
Kore'de bulunan bir avuç askerimizin üstün kuvvetlerle nasıl çarpıştıklarını ve insan kuvveti dışında neler yaptıklarını, yabancı matbuat yaza yaza bitiremiyorlar. Bilmeyenler varsa bilsinler ki; bu, bizim için çok tabiîdir.
Onbeş bin kahraman ile 300 bin düşmana saldıran, "Nefsimi Allah yolunda feda edip ecir bekliyeceğim. Şehit olmak saadetine erişebilirsem bu toz yığınından teşekkül eden kabrim Cennettedir. Eğer galip olursam, ne bahtiyarım ki, bugünün dünden hayırlı olarak geceye girmiş olurum." diyen Alp Arslan'daki kan ve ruh da işte bu ruhtur.
Şanlı târihimizde 'Sırp Sındığı' diye ün almış olan muazzam hâdise cihanın malûmudur. Tuğyan edip taşmış bir sel gibi Meriç ovasını kaplayan yüz bin kişilik bir düşman ordusuna dört bin süvari ile karşı çıkan kahraman komutan Hacı il Bay, bire yirmiden de fazla olan bu üstün kuvvet karşısında yılgınlık göstermeden geceleyin düşünüp hemen tatbîke geçtiği bir plânla bu muntazam ordunun her tarafından tâ arş-ı âlâ'ya yükselen 'Allah Allah' sadâlariyle birden hücuma geçmiş ve birkaç saat içinde, o muazzam ve mağrur ordudan leşlerle çadırlardan başka birşey kalmamıştır.
Kalbini Allah'ına bağlamı; dinli, îmanlı ve itaatli olan bu kahramanlara karşı koymak isteyenler, kılıçtan; davranıp kaçabilenler de Meriç'ten geçmişlerdi. Hacı il Bay bu muazzam kuvvet karşısında geri dönmeyi aklına bile getirmedi. Çünkü düşmanı çok görüp de kaçmak, Türklerin mertlik şiarına ve Müslümanlığın emirlerine uygun değildi.
Bir misâl daha: Birinci Cihan Harbinde Bağdat cephesinde Yüzbaşı Muzaffer Bey, üstün düşman kuvvetleriyle savaşırken yaralanıp düşüyor. Artık Muzaffer Bey son nefeslerini yaşıyor ve konuşamıyor. Bu anda cebinden bir zarf çıkarıp kanı ile bir tarafına yazıyor: 'Kıble ne tarafta?' Kahraman erler bununla ne demek istediğini anlayarak he. men kıbleye çeviriyorlar. Bundan sonra zarfın öbür tarafına yazıyor: 'Bölük, savaştan vılmasın, intikamımı alsın.' Altına da: 'Eşhedü en lâ ilahe illâ'llah ve eşhedü enne Mu-hammeden Abdühû ve Resûlühû' kelime-i şahadetini yazıyor ve ruhunu Allah'a teslîm ediyor.
Bu gibi misâlleri çoğaltmaya vaktimiz müsait değildir. Uzaklara gitmeğe ne hacet: Otuz sene evvel korkunç bir haksızlığa şâhif olmadık mı?
O zaman da bâtıl hakka savlet etmiş, durup dururken mukaddes yurdumuza düşman hücum etmiş, haksızın bu savleti bütün şiddetiyle ilerlemiş, önüne gelen mukaddesatı zâlimlere has bir şekilde tahrip etmiş, kirli ayaklarını kalbgâhımıza kadar uzatmıştı. Lâkin sonu ne oldu? Ne olacak: Tam bir azim ve irâde ile 'Allah Allah!' diyerek süngüsünü takan, silâha sarılan kahraman milletimizin karşısına çıkmak isteyenler kılıçtan geçirilmiş, kaçmakla kurtuluruz sananlar da denize dökülmüştür. Bunlar bizim .için her vakit ve dâima olacak bir şeydir.
Bu azîz millete dokunmağa gelmez. Hele onun vatanına, onun hürriyetine, onun mukaddesatına kem gözle bakanlar, bunlara karşı kötü bir fikir besleyenler varsa, onlara şu muazzam ve muhteşem mabedin kürsüsünden ihtar edelim ki: Böyle bir şeyi hayâllerinden dahi silsinler, yoksa evvelkilerin yuvarlandığı Gayya kuyusunun dibini bulurlar."
"Aziz cemâat, muhterem dinleyicilerim!" hitabından sonra devamla: "Şurasını da hatırdan çıkarmamak lâzımdır ki; asker harbe, ölmek için değil, öldür
mek için girer. Ve öldürürken kendisi de ölürse şehit düşer. Eğer bu niyetle beklerken de ölse yine şehittir.
55
Muhterem cemâat! Şimdi size şehitliğin nasıl bir türbe olduğundan bahsetmek isterim. Fakat buna dâir
ne söylersem yine onu anlatmış olamıyacağım. Onu hakkiyle anlayıp anlatabilmek için şehidin yükseldiği bu mertebeye çıkmış olmak lâzımdır. Şehitlik, Peygamberlik mertebesinden sonra gelen bir mertebedir. Bunun en güzel, en doğru ifâdesini yine Kur'ân-ı Kerîm'de bulabileceğiz.
Cenâb-ı Hak, Kur'ân'da şöyle buyuruyor: 'Hak uğrunda, Allah yolunda öldürülenler için sakın ölü demeyiniz. Onlar ölü değil, diridirler. Lâkin o yüksek hayâtın farkında değilsiniz.'
Evet; onlar yaşayan ve Allah yanında istedikleri saadeti bulan, bize göre ululardır. Ne mutlu böyle bir ölüme! Peygamber Efendimiz de şehitliğin ne yüksek bir mertebe olduğunu şu mübarek sözleriyle anlatmışlardır:
'Ne olaydı hak yolunda, Allah yolunda şehit olaydım, tekrar dirilip tekrar şehid olsaydım.' Şehidin bütün günahları mağfurdur. Hısım ve akrabasından yetmiş kişiye şefaat edecektir. Allah cümlemizi onların şefâatına nail eylesin.
Şehitliğin bu derece yüksek bir mertebe olduğunu bilen İstiklâl Marşı şâiri rahmetli Mehmet Akif, şehide hitaben; şehide karşı ne yapılsa az geleceğini, çok yüksek bir belâgatle ifâde ettikten sonra şöyle der:
'Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber.'
Allah ve Peygamber yanında rütbesi bu kadar yüksek olan şehidin ruhu hatimlerle, mevlidlerle, fatihalarla fa'zîz olunmaz mı?
Hak yolunda, Allah yolunda savaşan böyle kahraman bir ordu tebcil ve gazası tebrik olunmaz mı? İşte bunun için toplanmış bulunuyoruz."2 cümlesiyle hitabesini bitirmiştir.
Ahmed Hamdi Akseki İstanbul'da Süleymâniye Camii Şerifinde vermiş olduğu hitabeden henüz bir ay geçmeden vazifesi başında aniden rahatsızlanmış ve derhal Numune Hastahânesine kaldırılmıştır.' Nihayet hastahânede üç gün yattıktan sonra 9 Ocak 1951 târihinde Allah'ın rahmetine kavuşmuştur.
Merhum üstadın basılmış ve basılmamış olmak üzere 70'i mütecaviz eseri vardır. Yukarıda zikredilen eserlerinden başka basılmış ve basılmamış eserlerinden başlıcaları şunlardır:
1 — Hâtemü'l-Enbiyâ Hakkında En Çirkin bir İsnadın Reddiyesi 2 — İmâm-ı Gazâlî'nin Ruh Nazariyesi 3 — Akâid-i İslâmiyye 4 — Ölüm Nedir? 5 — İbn.i Sînâ Felsefesi 6 — İhlâs Tefsiri 7 — îman ve İrâde Kudreti
. 8 — Teravih Namazı 9 — İslâm'da Resim ve Suretin Mâhiyeti
10 — İslâm'da Ahlâk Umdeleri 11 — Tâcü'l-Arus Tercümesi 12 — Kur'ân-ı Kerim ve Radyo-Gromofon 13 — Tayyare ve Kuvvet 14 — Namaz ve Kur'ân 15 — İslâm'da Ahlâkın Mâhiyeti
(2) Veli Ertan: Ahmed Hamdi Akseki'nin Hayâtı, Eserleri ve Tesirleri, S. 80-84.
56
16 — Medenî Dünyânın Dîne Dönüşü 17 — Kudret-i İlâhiyye 18 — Bilinmesi Elzem Olan Hakikatler 19 — İrâde-i Cüz'iyye vs. eserleri gibi.
Merhumun 3000 cilde yakın bir kitaplığı vardır. Bu kitaplık vârisleri tarafından Diyanet İşleri Reisliğine satılmıştır. Orada çelik dolaplar içinde topluca muhafaza olunmakta ve faydalanılmaktadır.
Merhum Ahmed Hamdi Akseki büyük bir din âlimidir. Fazilet, feragat, ahlâk ve seciye sahibi mümtaz bir şahsiyettir. Şarkın ilim ve felsefesi kadar garbın da kültür ve felsefesinin birçok taraflarını benimsemiş, bundan dolayı da birçok yerli ve yabancı ansiklopedilerde biyografisi yazılmıştır.
Merhumun en büyük düşüncesi, Müslümanlık her türlü terakki ve tekâmülü emreden bir din olduğu halde niçin Müslümanların geri kaldığı mes'elesi olmuştur. İşte bunun içindir ki, merhum, Müslümanları dinleriyle mütenâsip olarak bir terakkiye ve tekâmüle ulaştırmanın yollarını araştırmış ve bu nokta ile hayli uğraşmıştır. İslâm Dîninin ebedî ve umûmî olduğunu ve bütün beşeriyetin dîni bulunduğunu müdâfaa etmiş ve dünyâ milletlerinin ıstıraptan kurtulabilmesini ancak büfün peygamberlerin de dîni olan İslâm'a dönmekle mümkün olabileceğini delilleriyle ayrı ayrı isbat ve îzah etmiştir.
Merhum, beşerin terakkiyât-ı ilmiye sahasında atmakta olduğu her hatve edyân-ı sâireden tebâud, fakat bizim fıtrî olan dînimize bir tekarübdür, lezini müdâfaa etmiştir. İş nihayet oraya varacak ki İslâm'ın fıtrî ve ilâhî bir din olduğu bütün âlimler tarafından ikrar edilecektir. Yazmış olduğu bir eserinde hükmün gerçekleşmede olduğunu, "Medenî dünyânın dîne dönüşü" adlı diğer bir eserinde de, İslâm ulemâsı içinde ilk defa bugünkü Avrupa'nın İslâm'a dönüş hakkında gösterdiği tahkik ve tetkik neticesi, Almanya ve Amerika'da Müslüman olan ilim ve fen adamlarının gün be-gün artması ile neticenin o hükme muvafık bir hal alacağı kanâatini izhar etmek suretiyle teferrüd etmiş bir şahsiyettir.
Merhumun sözü tesirli olduğu kadar kalemi de kuvvetlidir. Üslûbu gayet sâdedir. En çetin mevzuları en açık bir şekilde yazmağa muktedirdir. Geniş görüşlü fakîh bir dili âlimi idi. Bulunduğu mevkiin şerefini dâima muhafaza etmiş, âmirlerinin te'sîrinden uzak kalmıştır. Mesleğinde samîmiydi, müfevâzî ve olgundu. Dâima Allah'a bağlı kalmış ve îmânından asla fedakârlık yapmamıştır. Vatanperverdi, yakınlarına düşkündü, memleketine bağlı idi. Halkı çalışmaya teşvik ederdi. İyilik yapmayı severdi, ilmiyle ve temiz giyinmesiyle herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştı.
Merhum Arapça, Farsça, İngilizce bilirdi.
B i b l i y o g r a f y a :
1 — Kendi el yazısı ile yazmış o lduğu tercüme-i hâl i . 2 •—• Sebîlü'r-Reşad mecmuasında neşredilen hal tercümesi. 3 — Diyanet İşleri Reisi M e r h u m Ahmed Hamdi Akseki 'n in Hayâtı, Eserleri ve Tesirleri
(Ve l i Er tan) . 4 — Yakın arkadaşlarından emekl i Diyanet işleri Reisi H. Hüsnü Erdem'den alınan notlar. 5 —• Oğ lu Cevat Aksek i 'den alınan özel notlar. 6 — Ve d în î müesseseler hakkında bir rapor (Başvekâlet'e takdim o lunmuştur ) . 7 —• Türkiye Anı t lar Derneği istanbul Şubesi bül teninde Kore şehit ler i için istanbul Sü-
leymâniye Cami inde î rad buyurduk lar ı târihî hitabe (Der leyen: A l i Rıza Cansu). 8 —• Hâk imiye t - i M i l l i ye , 5 Şubat 1341 târ ih ve 771 sayılı gün lük gazete. 9 — H. 1366 ( M . 1947) yı l ı Ramazân-ı Şerîf münâsebetiyle d î n î - b i r konuşma (Diyanet
İşleri Başkanlığı yay ın lar ından) , 1947 Ankara, Sakarya Basımevi. 10 — Sicil dosyası (Diyanet işleri Başkanlığı).
57
TAMİMLER. T. C.
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI Olgunlaştırma Dâiresi Başkanlığı
Olgunlaştırma Müdürlüğü
3-B/171 4.2.1970
Müftülüğüne
Cenâb-ı Hakk'a hamdolsun Kurban Bayramını idrâk etmek üzereyiz. 17.2.1970 Salı günü Kurban Bayramının birinci günüdür.
Dînimizdeki bayramların ferd veya cemiyet, bütün mü'minler için İlâhî birer ihsan olduğu malûmdur. Bu i'tibarla Kurban Bayramının hikmetlerini, mü'minler üzerinde meydana getireceği çok güzel te'sirleri göz önünde bulundurmak; şer'î hikmetlerine uygun bir şekilde onu değerlendirmek ni'metin şükrünü edâ etmek olur.
Ni'metin kadrinin bilinmesi artmasının ve devamının te'mînâtıdır. Huzur ve saadetin membası olan Kur'ân-ı Kerîm'in beyânının da bu volda olduğu açıktır.
Dinî yönden halkımızı tenvir elmekle görevli bulunan Müftü, Vaiz ve Hatiplerimizin, bayramlar ve hikmetleri hakkında mü'minleri aydınlatmaları çok şerefli bir görevin îfâsı olacaktır.
Bu irşad görevi yerine getirilirken, özellikle, aşağıda işaret edilen hususlara çokça yer verilmesinde büyük faydalar mütalâa etmekteyim.
1 —• Bilindiği gibi Dînimiz, insanın mükerrem olarak ve ahsen-i takvim üzere yaratıldığını, göklerde ve yerde mevcud olan eşyanın insanın faydasına ve hizmetine amade kılındığını bildirmiş; bütün bu ni'metlerden istifade edilecek saadet ve fazilet yollarını göstermiş, bunların, sağlam inanç, bilgi ve dürüst çalışmakla kazanılabileceğini telkin etmiştir.
Aziz milletimizin Müslüman her ferdi gerçeğin böyle olduğunu müdriktir. Bundan hiçbir suretle şüphe edilemez.
İnsanlığın huzur ve sükûna en çok ihtiyaç duyduğu asrımızda Kur'ân-ı Kerîm'in telkin ettiği bu ahlâkî düsturların yaşanmasıyla birlikte, bu güzel esaslar üzerinde halkımızın tekrar tekrar aydınlatılması, cemiyetimizin ferdleri arasındaki kardeşlik sevgisini ve huzuru sağlamak olduğu gibi milletimizin bu yönden başka milletlere örnek olma seviyesine yükseleceğini de temin edeceğinden emîn olmalıyız.
58
Çünkü dînimiz, doğruluk, cesaret, bilgi, çalışkanlık, insan kadrini bilme, ahde vefa, merhamet, ferdlerin hakkına saygı, devletin ve milletin emânet ettiği vazifelere Allah için riâyet etmek gibi hususları, kâmil bir mü'min olmanın şiarından saymıştır.
2 — İatâatli bir evlâdın ana-babasını, müşfik ebeveynin evlâdını, olgun bir öğretmenin talebesini yükseltmeye matuf duygu ve düşünceleri ne ise, milletimize hizmette ve halkımızı dînî konularda aydınlatmakta aynı samimiyetle ve daha köklü bir düşünce ile çalışmaya mecbur olduğumuzu her an hatırda tutmamız îcâbeder. Çünkü uhdemize emânet edileli kudsî vazifenin yüksek mâhiyeti bunu gerektirir.
İşte o zaman üzerimize aldığımız bu pek şerefli görevimizin hakkını vermiş oluruz. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın rızâsını, Hazret-i Peygamber'in iltifatını ve aziz milletimizin takdirlerini kazanmak mutluluğuna ereriz.
Bu Kurban Bayramında yeni bir şevk ve azimle bayramların hikmetlerini, bayramlarda mü'minlerin dîni, içtimâi vazifelerini beyan ile bu mevzudaki irşad görevlerimizi eksiksiz olarak ifâ edeceğinizden emin bulunmaktayım.
Bu münâsebetle bütün vazife arkadaşlarımın Kurban Bayramlarını tebrik eder, bu bayramın milletimiz ve bütün mü'minler için saadet ve mağfiret, beşeriyet için kurtuluş ve hidâyet vesilesi olmasını Cenâb-ı Hak'dan niyaz eylerim.
Lûtfi DOĞAN Diyanet İşleri Başkan V.
(Baştarafı sayfa 33'te)
ret di lemelerinin, aralarındaki hoşnutsuzlukların giderilmesine vesîle olacak bayram ziyaretlerinin te'min ettiği faydayı, acaba hangi insan inkâr edebilir?
Azîz ve muhterem Müslümanlar! Gözlerimizi yaşartan şu mü'minler topluluğu, dînimize ve ma'nevî değerlerimize bağlılığımızı, Allah'a ve Pey-gamberimîz'e olan sarsılmaz îmânımızı bizzat göstermektedir. İşte böylece, mübarek bayram gününün ma'nâsı tahakkuk etmiş bulunmaktadır. Bunun için, neslimize bayramlarımızın ma'nâ ve önemini iyi öğretelim. Bu mukaddes günlerde onlara iyi örnek olalım. Kalblerimizi birleştiren, hoşnutsuzlukları gideren günlerin bayramlar olduğunu, onların saf ve temiz kalblerine yerleştirelim. Büyük bayram, İslâm âlemine ve azîz milletimize mübarek olsun.
' i \ '* >(• ><?< (y * uV\ «'il'» >\ak?'\' f <' °- V° \ -V -> •/• V -
59
J^gkei'leı»
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI AHMET ÖRS HASTAHÂNESİ HİZMETEoGİRDİ
Uzun zamandan ben açılmasını sabırsızlıkla bek led iğ imiz Diyanet işleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahânesi 27.12.1969 tar ih inde hizmete g i rmişt i r .
Açılış töreninde Devlet Bakanımız Sayın Hüsameddin A tabey l i , Turizm ve Tanıtma Bakanı Sayın Necmeddin Cevher i , Diyanet işleri Başkan Veki l i Sayın Lûtf i Doğan, Başkan Yardımcısı Sayın Yaşar Tunagür, Din İşleri Kuru lu Üyeler i , Daire Başkanları, Müdür le r , Başkanlığımız mensupları ve hayırsever vatandaşlarımızın hazır bu lunduğu güztde bir top lu luk huzurunda açılmıştır.
Açılış töreninde Devlet Bakanı Sayın Hüsameddin A tabey l i , Ahmed Örs'e ve dernek mensuplarına teşekkürle söze başlamış ve veciz bir konuşma yaparak özetle şöyle demiştir:
"Bu hastahanenin Diyanet camiasına ve milletimize hayırlı hizmetler îfâ edeceği bir gerçektir. Asırlar öncesi memleketimizde bu gibi hayır müesseseleri ecdadımız tarafından te'sis edilmiştir. Bu hayır müesseseleri ile ilgili vakfiyeler incelendiği zaman cemiyetin bu sahadaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere en ince teferruatına kadar inilmiş ve hastaların tedavisi için gerekli ihtimamın gösterilmesi hususları te'min edilmiştir. Bu hastahanenin de yurdumuzda kurulmuş olan diğer hastahâneler gibi cemiyetimize büyük ve hayırlı hizmetler görmesini temennî eder, hizmeti geçenlere teşekkür ederim."
Devlet Bakanından sonra Diyanet işleri Başkan Veki l i Sayın Lûtfı Doğan, kısa bir konuşma yapmış, bu hayır müessesesinin vücut bulmasında maddî ma'nevî büyük desteği bulunan Sayın Ahmet Örs'ü ve Hastahâne Yaptırma Derneği mensuplar ının kıymetl i çalışmalarını tebr ik ett ikten sonra sözlerine devamla demişt i r k i :
"Hastahâne, cami, okul, köprü, yol, çeşme ve benzeri hayır müesseselerini vücûda getirmek dînimizin şiârındandır. Bilindiği gibi dînimiz insanları bizzat iyiliğe teşvik etmekte ve insanlığın faydasına olacak eserlerin meydana getirilmesini bir nevi ibâdet saymaktadır. Bu bakımdan ecdadımız hastahâne ve emsali hayır müesseseleri ile yurdumuzu ve târihimizi süslemişlerdir. Bugün hizmete açılan bu hastahânemizle mevcutlarına bir yenisi daha ilâve edilmiştir. Bu hayır müessesesine ilgili makamlarımızın ve iyiliksever milletimizin hemen her ferdinin ilgi göstereceğinden emin bulunmaktayım.
Bu sevinçle, bu hastahanenin Diyanet camiası ve aziz milletimiz için hayırlı olmasını Cenâb-ı Hak'dan dilerim."
Hastahânemize maddî ve ma'nevî yönden hiçbir fedakâr l ığ ı esirgemeyen hayırsever ve hamiyet l i Sayın Ahmet Örs de özetle şunları söylemişt i r :
"Aziz milletimizin sağlık hizmetlerinde bulunacak olan Diyanet İşleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahânesi hayırsever vatandaşların ve din görevlilerinin maddî ve ma'nevî yardımlarıyla kurulmuştur.
Diyanet İşleri mensupları ve Hastahâne Yaptırma, Yaşatma ve Donatma Derneği yüksek huzurunuzda bu müessesenin açılışıyla kıvanç ve sevinç duymaktadır.
Hastahânemiz şimdilik dâhiliye, hâriciye, nisaiye ve cildiye mütehassısları ile ilgili branşlarda hizmet görecektir. Bu mütevazı hastahânemiz ilerde bu seviyede kalmayacak, binaya gerekli ilâveler yapıldıktan sonra geniş kadro ile takviye edilerek tam teşekküllü bir hastahâne haline getirilecektir.
60
T . C Diyanet İşleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahânesi açılış merasiminde kurdelâ kesilirken.
Derneğe yardım eden hayırsever vatandaşlarla daimî olarak maddî yardımlarını esirgemeyen din görevlilerine ve hastahâneyi bugünkü şekle getiren Derneğin kıymetli kurucuları ve mensuplarına minnet ve şükranlarımı sunar, bu sağlık yuvasının millet hizmetinde başarılı olmasını Cenâb-ı Hak'dan niyaz ederim."
Senelerdenberi Diyanet işler i Başkanlığında doktor luk h izmet in i î fâ etmiş ve has-tahânenin kuru luşunda büyük emekler i geçmiş bulunan Daire Doktorumuz Kemal Topa-ian, Diyanet İşleri Başkanlığına int isabını, Diyanet işleri Başkanlığı Ahmet Örs Hastahânesi Derneğin in kuru luşundan bugüne kadar geçirdiği merhaleler i anlattıktan sonra sözler in i şöyle tamamlamıştır :
"Çok muhterem Bakan Beyefendi, bilirsiniz ki taşıma su ile değirmen dönmez. Bu teşekküle Devlet değerli kolunu uzatmazsa ve Devlet bu teşekkülün elinden tutmazsa bu, günün birinde çöker, tamamen heder olur..
Biz buraya Kanada'da, Amerika'da, Avrupa'nın muhtelif bölgelerinde çalışmış, ihtisas yapmış cildiyeci, dâhiliyeci, narkozitör, nisaiyeci, kulakçı, hariciyeci doktorlar bulduk. Bu değirmenin dönmesi şart...
Derneğimiz hastahâneyi her yönünden çalışacak bir hale getirdi. En son sistem ameliyat odaları yapıldı. Cihazlar alındı. Bunların bir kısımlarını hamiyetsever insanlar hediye ettiler. Birçok fabrikalar, ilâç firmaları kollarını bize uzattılar...
Muhterem Bakanımız, tekrar arzediyorum, elimizden tutunuz ve bizi yalnız bırakmayınız. Bize yardım ediniz. Hepinizi hürmetle selâmlar, bu uğurlu yolun dâima memlekete ve millete faydalar sağlamasını Allah'tan dilerim."
Daha sonra Dernek 2. Başkanı ve Din işleri Yüksek Kurulu Üyesi Sayın Dr. Lûtfi Doğan da kısa bir konuşma yapmış ve özetle;
61
Hastahânemizin ameliyathanesi gezilirken,
"Birkaç yıl önce kurmayı kararlaştırdığımız sağlık yuvasını bugün açmayı başardık, Yüce Allah'a hamdolsun.
Yüce Dînimiz İslâm, inanırlarına hayırların her çeşidini yapmalarını emretmiş ve yollarını göstermiştir. Allah'ın rızâsından, O'nun hoşnut olmasından başka bir arzusu olmayan, gönül paklığına ve îman bütünlüğüne ermiş varlıklı Müslümanlar asırlar boyu cami, okul, kütüphane, hastahâne, han-hamam, imarethane, çeşme, köprü ve burada saymağa gücümüzün yetemeyeceği hayırları yapmakta birbirleriyle yarışmışlardır.
Dînimizin hayâta ve insan sağlığına verdiği önem büyüktür. Her çeşit temizlik îmandandır. Mü'min abdestle, namazla, oruçla emrolunmuş ve İslâmda sağlığı korumak ısrarla istenmiş, bedenin bir Allah emâneti olarak titizlikle bakılması öğütlenmiştir." diyen Dr. Lûtfi Doğan daha sonraı târih boyunca sağlık ilminin din ilimleri arasında önemli ve değerli bir yeri bulunduğunu, birçok tabibin yetişerek eserler verdiğini ve ecdadımızın uğradıkları yerlerde kurmuş oldukları hayır müesseselerinin bir benzeninin bulunmadığını belirtmiş ve konuşmasına şöyle nihayet vermiştir:
"Bu mübarek binada acılar içinde kıvrananlar şifa bulacak, onlar güldükçe buraya yardım eden insanlar da Allah'ın rahmetine, yardımına, hoşnutluğuna erecekler ve bununla sevinecekler.
Var olsun sağlığa uzanan eller, dâim olsun her şifa yurdu. Yaşasın burayı yaşatan iyilikseverler."
62
ALMANYA'DAN HABERLER Bu sene Almanya'da mübarek Ramazan ayı geçen yıllara nazaran daha hareketli ve
huzurlu geçmiştir. Çalışma Ataşelikleri din görevlileri vasıtasiyle hazırlatılmış bulunan mescidler kâfî gelmemiş, birçok işçi yurtlarında mevcut mescidlere ek olarak televizyon salonları da işçilerimizin ibâdetlerine tahsis edilmiştir.
Diyanet işleri Başkanlığı'nm 4.2.1969 tarih ve 262 sayılı yazıları uyarınca, Çalışma Bakanlığının, Çalışma Ataşeliklerine yazdığı 12.2.1969 tarih ve 453/3-691 sayılı yazıla rında, yabancı ülkelerdeki işçilerimizin vakit, cum'a ve bayram namazlarını kıldırmak ve hutbe okumak için müracaat edenlere o ülkede bulunan (Din Görevlisi) tarafından açılacak imtihanda başarı gösterenlere (Fahrî İmam-Hatiplik) belgesi verilmesi uygun görülmüştür.
Bu yazının ruhuna uygun olarak, mescid hizmetlerinin daha ciddî ve müsbet bir şekilde îfâsını te'min maksadiyle Köln Barbaros Mescidinde (yalnız Pazar günlerine mahsus olmak üzere) 14.9.1969 tarihinde başlayıp Ramazân'a kadar devam eden (Fahrî İmam-Hatiplik) kursu açılmıştır. 50'den 'fazla adayın katıldığı ve ilgiyle takip ettiği kurcun nihayetinde başarı gösterenlere birer belge verilmiştir.
Böylece Ramazân-ı Şerîfte işçi kardeşlerimize daha faydalı hizmetler yapılmış ve mescid hizmetlerinin de nizâmı sağlanmıştır.
riöln Barbaros Mescidi'nde Kadir Gecesi'ni ihya eden Müslüman kardeşlerimiz.
Bilindiği gibi Diyanet işleri Başkanlığı, geçen sene olduğu gibi bu sene de Alman-/a'daki işçilerimize va'z ve nasîhatte bulunmak üzere bir hey'et göndermiştir. Diyanet işleri Müfettişlerinden Sayın Kemal Güran ve Muğla Müftüsü Sayın İlhan Armutçuoğlu'n-dan teşekkül eden hey'etin işçilerimizle yapmış oldukları temaslar, va'z ve nasihatler istifadeli olmuş ve bilhassa Köln Barbaros Mescidinde Kadir Gecesi münâsebetiyle okutulan mevlidde cemâat çok kalabalık olmuştur. Dört saatten fazla devam eden bu ihtifalin cemâat üzerinde bıraktığı müsbet te'sir pek büyük olmuştur.
Bu yıl Bayram günü tatil olmayıp mesâi gününe raslamasına rağmen her işçi yurdunda, Köln İşçi Derneği lokalinde ve bilhassa Barbaros Mescidinde kılınan Bayram namazlarında umulmadık cemâatler olmuştur
Bütün işçi kardeşlerimizin dindarlık ve vatanperverlik duygularının sâdece Ramazanlarda değil, her zaman ve her yerde inkişaf edeceğine inanmaktayız.
M. Zeki OKUR 63
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARINDAN BÂZILARI
Yayının adı Müellif veya Mütercimi Fiatı
Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi (Cilt : 2, Cuz: 1 - 9 )
Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi (Cilt : 3)
Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi ve Şerhi (Cilt: 4)
Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Ter-cemesi ve Şerhi (Cilt: 5)
Riyâzü's-Sâlihîn ve Tercemesi (Cilt: 2)
Riyâzü's-Sâlihîn Hadîslerinin Râvîleri Olan Ashâb-ı Kirâm'ın Hadîs İmamlarının Hal Tercemeleri
İlâhî Hadîsler Kırk Hadîs (İ'tikat, Amel ve Ahlâk Yönünden
İnsanlara Kemâlât Rehberi Olacak Hadîsler
Hâtemü'l.Enbiyâ Hazret-i Muhammed ve Hayâtı (Mekke - Medîne Devri)
Kur'ân-ı Kerîm ve Hazret-i Muhammed Muhammed Aleyhisselâm'ın Peygamberliği Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm Hakkında
Konferanslar El-Esmâü'l-Hüsnâ Kur'ân Nedir? İslâm Dîni Cep İlmihali Köy Hocası İlmihali Şafiî İlmihali
İslâm Medeniyeti Tarihi Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar Namaz Sûrelerinin Türkçe Tercüme ve Tefsiri Hazref-i Ali İslâm Mütefekkirleri İle Garp Mütefekkirleri
Arasında Bir (Mukayese) İmam Şafiî İlim - Ahlâk - îman
Ahmet Naim
Ahmet Naim
Kâmil Miras
25,00
20,00
30,00
30,00 Kâmil Miras H. Hüsnü Erdem - Kıvamüddfn Burslan • 25,00
H. Hüsnü Erdem 2,50 H. Hüsnü Erdem 2,50
A h m e d Naim 3,00 A l i H immet Berki - Osman Kes-k ioğ lu 12,50 Şinasi Siber 50 İsmail Ezherli - M. Âs im Koksal 2,50
Osman Keskioğlu 4,50 A. Osman Tatlısu 5,00 Ömer Rıza Doğrul 3,00 A. Hamdi Aksek i 7,50 Mehmed Soymen 2,00 Ah Vah id Üryani 1,50 Ahmet Serdaroğlu- - Yakup iskender 2,00 Prof. Dr. Fuad Köprülü 20 00 Prof. Dr. Fuad Köprülü . 20,00 A. Hamdi Akseki 1,50 Vel i Ertan 1,50
İzmir l i ismail Hakkı 1,00 Osman Keskioğlu 12,50 M. Rahmi Balaban 7,50
NOT: 1) Sipariş edilen ki tap bedel ler in in "D iyane t İşleri Başkanlığı Derleme ve Yayım Müdür lüğü - Anka ra " adresine gönder i lmes i ,
2) Banka vasıtasiyle para göndermek isteyenler in mahal l in T.C. Ziraat Bankası vasıtasiyle Ankara Merkez Müdür lüğündek i 640/5407 No. ' lu hesaba yatırmaları ,
3) Gönder i len para karşılığında hangi k i tap lardan, ne miktar is ten i ld iğ in in bir yazı i le b i ld i r i lmesi , rica olunur.
64